Haberler-Mektuplar

12 Eylül yargılanmalıdır
O. HAKAN

12 Eylül 1980’i izleyen günler… Yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin beşi bir yerde: Kenan Evren… Nurettin Ersin… Tahsin Şahinkaya… Nejat Tümer… Sedat Celasun…
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı önündeki kâğıtları seri bir şekilde karıştırdıktan sonra diğer üyelere hitaben:
“1. madde üzerinde söz almak isteyen?” Söz almak isteyen “yok”tur.
Evren, devam eder “Maddeyi oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir”.
Evren bu kez ikinci maddeyi okutur: (Madde 2: Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer)
Evren: “2. madde üzerinde söz almak isleyen?” Yine “yok “tur.
Evren devam eder: “Maddeyi oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir. 3. Maddeyi okutuyorum”.
(Madde 3: Bu kanunu Adalet Bakanı yürütür)
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren konuşur:
“Söz almak isteyen? Yok… Oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul edilmiştir. ALLAH TAKSİRATINI AFFETSİN!”.
(Konsey tutanaklarından)

1980 Eylül’ünün ardından idam edilen onlarca gençten birinin ölüm fermanı Milli Güvenlik Konseyi toplantısında işte bu titizlik altında incelenerek kararlara imza atılıyordu.
48 gün süren yargılanmasından sonra idam cezasına çarptırılan ve 12 Eylül’ün hemen ardından Aralık 1980’de idam edilen Erdal Eren asıldığında henüz 18 yaşındaydı. Ve Eylül’ün nice ‘Dreyfus davalarından yalnızca biriydi…
Hâlâ kulaklarımızda Erdal Eren’in savunması:
“Hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkıyönetim komutanları tarafından verildiği o kadar açıktır ki normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır. Mahkemenizin emir kulu olmaktan, “tanrıların” kan isteğini onaylamaktan başka bir görevi yoktur”.
Ve iki demeç:
“1971 yılında İstanbul 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi kıdemli hâkimiydim. İdam cezası vermedik diye bağlı olduğumuz mahkemeyi lağvettiler…” (12 Mart sonrası İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi Kıdemli Hâkimi Remzi Şirin), 12 Eylül sonrası idam kararlarında imzası olan emekli hâkim Hamdi Sevinç ise şöyle diyor:
“Biz de insanız. Ama 12 Eylül beklenmedik bir zamanda gelip parlamento feshedilince idamlar onaylandı. Bu idamların onaylanacağını düşünmüyorduk. İnfazların yapılmış olması biz yargı mensuplarını sanki haksız bir karar vermiş noktasına getirmiştir. Ben şahsen bundan büyük ızdırap duymuşumdur. 12 Eylül öncesi kesinleşmiş idamların infaz edilmemesi konusunda görüşlerimizi yazılı olarak bildirdik. Buna rağmen hükmü veren insanların görüşü dikkate alınmaksızın infazlar yapıldı. Bugün sureti kafiyede idam vermezdim”. (Nokta, 17 Mayıs 87)
Hamdi Sevinç sorumluluğu üstlenmiyor. Peki, sorumlu ya da sorumlular kim? Hamdi Sevinç’i ve diğer sıkıyönetim yargıçlarını kim atadı? Bunları atayanları kimler atadı? Onaylar kimlerden çıktı?
Bugüne değin parça parça gündeme gelen işkenceler, yolsuzluklar ve hukuk dışı uygulamaların bir bütün olarak sorumlusu kimler?
Mamak Askeri Cezaevinde 6 can alan ve “sanıkları dövün ama öldürün demedim” diyen cezaevi müdürü Albay Raci Tetik mi yalnızca sorumlu olan yaptıklarından?
300’ü aşkın polis ve subay hakkında, devlet adına hareket ettiklerine inandığı için işkence soruşturması açtırmayan sonra da yaptıklarını bir kâğıda dökerek Devlet Başkanı Kenan Evren’den “başka bir yere atanmasını isteyen” askeri yargıç Halk Cengiz mi yalnızca sorumlu olan?
12 Eylül 1980’den 19 Kasım 1985’e kadar tutuklananların sayısı 70 bin. Gözaltına alınmaların hesabının ise tutulmadığı bir dönemden geçtik.
İlkokul defterleri arasında Yılmaz Güney’in resimleri çıkan 13 yaşındaki Hakan Bayraktaroğlu’ndan ulusal kurtuluş savaşına katılmış 84 yaşındaki Abidin Başal’ın Dev-Genç elemanı olarak gözaltına alınmasına kadar bu topraklardaki her 150 kişiden biri bu acıları paylaştı.
39 ton kitap yakıldı. 118 bin kitap imha edildi, 113 bin kitap depolara hapsedildi. Özgürlüklerinden yoksun gazeteci, yazar ve yayıncılar konusunda bir dünya rekoruna doğru gidiliyor.
İki bine yakın profesör, doçent ve asistan üniversitelerinden uzaklaştırıldı.
Askeri cezaevlerindeki grevleri sırasında tutuklulara yapılanları onaylamayan, baskı programlarına karşı çıkan görevli subaylardan Kabakoz’dan Zekaettin Çakal, Elazığ Askeri Cezaevi’nden Burhan Karal, Kırşehir E tipinden Engin Güllü yönettikleri cezaevlerinde tutsak oluyorlardı.
Diyarbakır Bağlar Askeri Cezaevindeki görevine bir hafta bile dayanamayan Doktor Dursun Kırbaş kendini ihbar edip ellerine kelepçe vurulduktan sonra “kurtuldum” diyordu.
İstanbul’da faaliyeti yasaklanan sendikaların paraları ile sıkıyönetim güvenlik güçlerine araç gereç alınıyordu. Sıkıyönetim kayyumları sendikaların paralarını istedikleri bankaya yatırmalarına göz yumuyordu.
-İşkenceyle adam öldüren, komiser Mehmet Yılmaz’ın bu suçu onun Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde “görevini” sürdürmesine, yine 1980 yılında bir kişiyi işkenceyle öldürdüğü üç kişiyiyse sakat bıraktığı iddia edilen komiser Kartal’ın bu suçu onun Eskişehir Emniyet Amirliği’ne terfi etmesini önleyemedi.
İlhan Erdost’un işkenceyle öldürülmesinden sorumlu Astsubay Bekir Bağ’ın yargılanması 58 ay ve üstelik tutuksuz sürdü. Zeynel Abidin Ceylan’ı işkenceyle öldüren polis Mustafa Haskırış 14 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı, ancak Haskırış’ı yargılayan mahkeme karardan bir celse önce sanığı serbest bırakıyordu. Oysa Erdal Eren’in tüm yargılanması 48 gün sürdü ve sonunda idam edildi. Ve henüz 18 yaşını bile doldurmamıştı.
Siyaset tümüyle yasaklandı, bütün siyasi partiler ve meslek kuruluşları demokratik örgütler ve DİSK kapatıldı, mallarına el konuldu. Sadece tek sese izin vardı. Ve bugün Türkiye’de çalışanların yüzde 80’inin sendika kurma yüzde 90’ımn grev yapma hakkı yok.
Ülkede binlerce insan çeşitli gerekçelerle “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilga”dan yargılanıp mahkûm edilirken, Hıdır Aslan sadece yazı yazma, bildiri dağıtma gibi eylemlere katılmakla suçlanıp idama gönderilirken silah gücüne dayanarak yönetime el koyduğunu ilan eden ve tümüyle “yeni” bir Anayasa yapanlar “Anayasayı tebdil, tağyir ve ilga” etmiş olmuyorlardı. Ve yargılanmalarının önü tıkanıyordu. Sehpaya ilerleyen Hıdır Aslan “anlamlıysa ölüm. yaşamak kadar güzeldir” derken, onu sehpaya gönderenler, “kelle kollukta ihtilal yaptıklarını” söyleyenler yüreklerinde korku taşıyorlardı.
Anayasa’nın 10. maddesi “herkesin kanun ününde eşil olduğunu, hiçbir kişiye, aileye, zümreye ve sınıfa imtiyaz tanınamayacağını” söylüyor. Sonra da yine aynı Anayasa’nın geçici 15. maddesinde Milli Güvenlik Konseyi’ne icraatlarından dolayı yargı yolu kapatılıyor.
Henüz daha 12 Eylül’ün üzerinden üç yıl geçmemişti ki önce kulislerde sonra açıkça yönetime el koyanlar hakkında yolsuzluk iddiaları birbiri peşi sıra gündeme gelmeye başladı. Konsey üyelerinin adları yolsuzluk iddialarıyla birlikte anılır oldu. Şahinkaya-General Dynamics-Çanakkale Seramik-Bağfaş bağlantısı, Nejat Tümer-Hudem Denizcilik AŞ bağlantısı, F-16 ve gemi alımları, banka-kredi ilişkileri, Evren’in kızlarının daireleri kamuoyunun ilgi odağı haline geldi. Geçici 15. madde bu ayyuka çıkan yolsuzluk iddialarının da soruşturma ve yargı konusu edilmesini engelleyen bir zırhtı.
Hukuk dışılığı garanti altına alan 12 Eylül “hukuku” nasıl bir şeydi? Konsey döneminde çıkarılan yasalar gözden geçirildiğinde en çok değişikliğe uğrayan yasalardan birisi 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası’ydı. Temmuz 1987’de Sıkıyönetimin Diyarbakır’da da kaldırılmasından sonra tüm yurtta sıkıyönetim uygulaması son bulmuş oldu. Ancak sıkıyönetim mahkemeleri halen yargılamalarına devam ediyorlar Sıkıyönetimler sona ermişken Sıkıyönetim mahkemelerinin “görevlerine” devanı etmesi burjuva hukukunun kendi mantık kuralları içinde dahi önemli bir keyfiliği vurgulamaktadır. Kendine bir Anayasa şapına ihtiyacı duyan 12 Eylül yönelimi bu Anayasa’nın 37. maddesinde “hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkamaz” derken Sıkıyönetim mahkemelerinin halen devam etmesi bu maddeyle çelişme halindedir. Bu hukuk dişiliğin nedeni, MGK tarafından çıkarılan yasaların Anayasaya aykırı olsa dahi uygulanmasını zorunlu kılan geçici 15. maddedir.
Hem Anayasa yapacaklar hem de kendi yaptıkları Anayasa hükümlerini istedikleri gibi çiğneyecekler, sonra da burjuva aydınlarımız hâlâ hukuktan, hukukun üstünlüğünden bahsedecekler. Yok böyle yağma.
Bunun yanı sıra, 1402 sayılı yasanın 17’1 maddesi işkence suçluları hariç sıkıyönetim sanıklarının tümüne uygulanmakta ve sanıklara ek cezalar dağıtılmaktadır. Şu anda cezaevlerinde bulunan insanların büyük çoğunluğu bu 1/3’ten 2 katına kadar artırılmış “cezaları” yatmaktadırlar.
Görevsiz mahkemelerin artırılmış cezalar dağıtmasından Daha da önemlisi, ceza dağıtımının burjuva hukukunun en temel ilkesi çiğnenerek tanık ve delilleriyle kanıtlanmış “suçlar” karşılığı olarak değil, işkenceyle alman ifadeler ve oluşturulan polis senaryolarına dayanılarak yapılmış olmasıdır. Siyasi polisin senaryoları iddianamelere dönüştürülerek yargılamalara temel alındı. İnsanların en doğal haklarından olan savunma haklan, yoğun baskılar altında tutuldukları cezaevlerinde ve mahkemelerde savunma olanakları ellerinden alınarak, çeşitli gerekçelerle maileme salonlarından atılmalarına gerçekleşemez kılındı. Savunma yapabilenlere savunmalarından dolayı onlarca yıllık cezalar verildi. Bu kendini savunamazlık da 12 Eylül hukukunun temel dayanaklarından birim oluşturdu.
Gözaltına alınan ve tutuklananlar baştan en yetkili ağızlarca suçlu ilan edildi.
İşkencecilerden hesap sorulmalıdır. İşkence ile ilgili suçlarda zamanaşımı ortadan kaldırılsın. Bu konudaki yargılamalar ve soruşturmalar yinelensin. İşkence insanlık suçudur ve bu suçlar zamanaşımına uğramaz.
Tüm hukuk dışı tutum ve uygulamalar hukukun konusu edilmelidir. Hukuk dişilik hukukun süzgecinden geçmelidir. 12 Eylül “hukuku” ile, yolsuzluklarıyla, işkenceleriyle, yüzlerce insanın canına mal olan karar ve uygulamalarıyla, yönetime el koyusu ve “Anayasayı ihlaliyle” yargı önüne çıkmalıdır. EYLÜL YARGILANMALIDIR.

“Sizler de yargılanacaksınız”
Yargılanmasından 48 gün sonra idam cezasına çarptırıldı. 12 Eylül’ün hemen ardından Aralık 1980’de idam edildi. Asıldığında henüz 18 yaşındaydı. Ve Eylül’ün nice dreyfus davalarından biriydi.
Erdal Eren idamla yargılanırken mahkeme heyetine sunduğu savunmasında şunları söylüyordu:
“Türkiye’de ve dünyada görülmemiş bir yargılama usulüyle karşı karşıyayız. Bu davanın böylesine hızlı sonuçlandırılmak istenmesi olay dahi anlaşılmadan yukarıdan gelen emirlerle çoktan verilmiş bir kararın formalitesini yerine getirdiğinizi gösterir. Benim hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkıyönetim komutanları tarafından verildiği o kadar açıktır ki normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır. Mahkemeniz sadece bu düzeni koruyan mahkeme değil aynı zamanda askeriyenin hiyerarşik emirleri ne de bağlıdır. Ve sizin burada emir kulu olmaktan, “tanrıların” kan isteğini onaylamaktan başka bir göreviniz yoktur. Bu o kadar açıktır ki mahkemenin bırakalım hukukun diğer kurallarını, sadece usule ilişkin yöntemi bile bunun kanıtı olarak yeterlidir.
(…)
“Hâkim sınıflar ve onların uşakları bu sömürü ve baskı düzenine yönelen her hareketi kanla boğmak istiyorlar.
“Her türlü demokratik hakkın hâkim sınıflar ve sıkıyönetim tarafından ayaklar altına alındığı şu dönemde biz devrimcilerin alçakça katledilen yoldaşlara son görevini yasaları da çiğneyerek yapması meşrudur. Meşru olmayan şey sıkıyönetimin ta kendisidir.
(…)
“Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir”
ERDAL EREN


DARBECİLER YARGILANIYOR

1976… İsabel Peron devrildi. Askeri bir cunta kuruldu. Sürek avları başlatıldı. Ölümler… Ölümler… Ve işkence olağanüstü boyutlara ulaştı. Binlerce insandan haberdar alınmaz olmuştu. Koyu bir karanlık. Her şey yasak. Muhalif en küçük ses çıkaranlar kayboluyordu. Ve Falkland savaşı içinde oluşan ortamda, dayanaklarını yitiren darbeciler “tahtlarında” oturamaz oluyorlardı. “Kaybolanların” davasını güden beyaz başörtülü göstericilerin, dayanılmaz yaşam koşullarının ve zorbalığın mücadeleye sürüklediği emekçilerin hoşnutsuzluk ve eylemlerinin oluşturduğu birikim devrilen darbecileri mahkeme önüne götürdü. Videla, Galtieri ve daha bir çok faşizm ve diktatörlük suçlusu ömür boyu yaşam cezasına kader veren cezalara çarptırıldılar.
1967… Baba Papandreau, Papadopulos’un bir darbesiyle devrildi. Politeknik katliamında yüzlerce ölü… Yine amansız bir baskı ve zorbalık. Koyu bir karanlık. Yine ölümler, işkenceler, kayıplar… Ve her şeyin yasaklanması. Herkesin “nefes alışı bile” dinleniyor ve anında “hak edenler” “hak ettikleri” cezalara çarptırılıyorlar. Ama yine baskı ve zorbalığın, yoğunlaşan sömürünün karşıtını doğuran birikimlerin oluşması… Kıbrıs savaşının durumunu zayıflattığı Papadopulos ve yerine geçen İonides devriliyorlar. Başlayan bir demokratikleşme sürecinde darbeciler mahkeme önüne çıkarılıyorlar. Yine ömür boyu ve ağır hapis cezaları.
Cuntacılar bazı ülkelerde yargılanıyorlar.


Senaryonun son halkası

12 Eylül parça parça sahneye konan bir senaryonun son halkası mı idi? Yoksa generallerin anarşi ve terörü önlemek için bir gecede aldıkları bir kararla mı gündeme gelmişti? Hükümet zaten 1978’de sıkıyönetim ilan etmemiş miydi? TBMM’de bu sıkıyönetim uygulamasını 12 Eylül’e değin tam 10 kez tartışmasız uzatmamış mıydı? Anarşi ve terörle mücadelesinden her fırsatta dem vuran 12 Eylül yöneticileri kamuoyunun halen belleklerindeki önemli kitle katliamlarını ve provokasyonların sorumlularını açıklamak bir yana bunların isimlerini dahi ağızlarına almıyorlardı.
34 kişinin ölümü 126 kişinin yaralanması ile sonuçlanan 1 Mayıs 1977 mitingini organize edenler yargılanırken bu olayın gerçek sorumluları halen bulunamadılar
Faşist güçler Maraş’ta kolay bir zafer kazanıp ortalığı kan gölüne çevirirken Çorum’da örgütlü halk karşısında geri çekilmek zorunda kalıyorlardı.
12 Eylül hazırlıklarının 1978-80 yıllarında askeri üst kademelerde yapıldığı bugün artık bilinen bir gerçek.
1 Mayıs 1977, Ecevit’e Çiğli suikastı olayı Marmara gemisinin batırılması. Kültür sarayının kundaklanması. Hamido’nun Malatya’da posta paketi aracılığıyla ailesi ile birlikte havaya uçurulması. Tek tek kişi ve kuruluşlara dağıtılan mezhep kışkırtıcılığı yapan mektuplar. Abdi ipekçinin öldürülmesi. Ve daha niceleri, yoksa bunların hepsi bir bütünün parçaları mıydılar?


MHP ve 12 Eylül: ‘Fikirleri iktidar ama.

Ülkemizde kazanılmış demokratik hak ve özgürlüklerin 1980 öncesi boğulmaya çalışılmasında MHP’nin faşist terörü bir kaldıraç işlevi gördü.
12 Eylül’de sağ ve sol arasındaki kavgayı önlemek için değil, bütün katliamlara ceza yasalarına rağmen yükselen devrimci mücadeleyi bastırabilmek için gündeme geldi. Denge devrime: güçler lehine bozulunca Amerikan desteği ile 12 Eylül gündeme geldi.
12 Eylül öncesi sivil faşist terörün, devletle ilişkisi bağımsız polis birimlerinden aldığı destekten çok daha derin ve güçlü idi. 12 Eylül sonrasında ise sivil faşist terör kesiliverdi. Görev ifa edilmiş misyon tamamlanmıştı. Kitleler nezrimde teshir olmuş bu hareket şimdilik bir kenara atılıyor ve hatta göstermelik yargılamalara tabı tutuluyordu. Ta ki kamuoyunun dikkatleri dağılana kadar
MHP’nin 1973 seçim bildirisinde “Ülkücü gençlik, 12 Mart muhtırası ile vazifesini şerefli silahlı kuvvetlere devretti” deniliyordu.
12 Eylül sonrası ise MHP yöneticisi Agâh Oktay Güner, hizmetlerinin karşılığını alamadıklarını ve çok fena kullanıldıklarını su sözlerle dile getiriyordu:
“Fikirleri iktidar, kendileri tutuklu bir siyasi kadronun dünyadaki ilk örneği biziz…”

Helsinki Watch’ın yayınladığı “Özgürlük ve korku: Türkiye’de insan hakları” raporundan:
1980 darbesini izleyen yıllarda yaklaşık 178 bin Türk I 5/ O w vatandaşı sorgu için tutuklandı. Çoğu çok kötü işkence gördü. Yine birçoğu yıllar süren kitle davalarının sonuçlarını beklemek için cezaevlerine gönderildi.
• Fikri Sağlar, 4 Şubat 1987’de Cumhuriyet’e verdiği demeçte “Şu anda… Yaklaşık 10 bin kişi fikir suçlarından cezaevlerinde yatıyor” diyor. Uluslararası Af Örgütü de bu sayıyı yaklaşık 10 bin olarak tahmin ediyor.
• Cezaevleri koşulları çok kötü açlık grevleri devam ediyor.
• İnsan haklarındaki temel sorunlar değişmedi: Baskıcı 1982 anayasası.
• 1985’te Helsinki Watch, Türk hükümet yetkililerinden daha önce hiç görmediği ilgiyi gördü. Ama 1987’de Güneydoğudaki Kürt sorunu için yerinde inceleme talebi karşısında, daha önce açılan bütün kapılar kapandı.
• Türkiye’de Kürt sorunu şu anda en hassas insan hakları meselesi.
• Türkiye mayalanmakta olan bir toplum yönü ise belli değil. Ama biz yine de iyimseriz. Bu mayalanma umut etmek için en iyi neden. Ne yazık ki Türkiye’de insan hakları açısından beklentilerimiz gerçekleşmedi. Türk yetkilileri işkence bitti diyor ama işkencenin halen rutin olarak sürdüğü gözlenmektedir.
• 1923 yılından bu yana Türkiye’deki Kürtler büyük ölçüde baskı altında Türk hükümeti o zamandan bu yana Kürtleri dağıtmak ve asimile etmek için çok çaba harcadı. Merkezi İngiltere’de bulunan azınlık hakları grubu 1980 yılı itibarıyla dünyada toplam 16 milyon 320 bin Kürt olduğunu bunların 8 milyon 455 binin Türkiye’de yaşadığını yazdı. Ancak Türkiye’deki Kürt nüfusunun 15 milyon civarında olduğunu savunanlar da bulunuyor. 1980 askeri darbesinden sonra binlerce Kürt eylemci ve sempatizanı (ki bunların büyük bölümü şiddetin içindeydi) dünyanın en kötü cezaevlerinden biri olan Diyarbakır cezaevine atıldı. Kürt sorunu bugün Türkiye’de çok duyarlı bir mesele. Basın bu konuda kendisini baskı altında hissetmekte.
Zaten Türkiye’de Kürt teriminin kullanılması henüz birkaç aylık bir mesele. Bu konu bir tabu. Görüştüğümüz parlamenterler “bize her şeyi, işkenceyi, cezaevlerini sorabilirsiniz ama Kürt meselesini sormayın” şeklinde konuşuyorlar


ALAADDİN’İN LAMBASI
A. Kadir Konuk

Hani olmaz ya, oldu diyelim
İzin verdiler doyasıya konuşmamıza
Ve son arzumu sordular hemen ardından
Bir tek şey söylemeyi çok isterim
Belki o gün
O kalabalıkta
Olur a söylemeye vakit bulamam.

Alaaddin’in Lambasını istiyorum diyeceğim
Gülecekler
Güleceğim
Aklımı kaçırdığımı sanacaklar belki
“Üşüttü” diyecek biri ötekine hafifçe,

Alaaddin’in lambasını istiyorum
Süreceğim elimi üzerine
Bin yıllık tozunu sileceğim
Ve dileğimi dileyeceğim

Tüm tiranları yok et cin!
Tüm yoksulları varsıl.
Tüm sayrıları iyileştir saniyede
Çocukların kucakları tatlı dolsun
Ve kesilen her ağacın yerine
Bin filiz yükselt toprak anadan
Bir de elin değmişken hazır
Açılan deliğini yama ‘ozon’un
Yok et radyasyonu dünyadan
Tüm bombaların pimlerini çürüt
Doğal olsun insanların ölümü
Yeterince yaşlanarak.

“Yeter” diyecekler belki
Güleceğim
Son bir şey daha
Söyle ipe utanmasın
İlmiği sıkıyor diye boynumu
Ama bir daha sallanmasın
Üçağaçlar altında
Ve sabah erken olsun
Çabuk uyansın insanlar
Özlenen mutluluğa.

Hani olmaz ya oldu diyelim
Ben unutursam istemeyi lambayı
Sakın sen unutma
Ağustos 88

YAŞAMI SORGULAYAN ŞİİR NOTLARI
NAMIK KUYUMCU

“Ben insanım ve insana özgü olan hiç bir şey hana yabancı değildir”.
Terentius: (İÖ 195-159)

Tarihin bilinmeyen bir zamanında yitirilen
çocuğun yarım kalmış gülüşlerini kanıyordu aynalar.

Gün gelip her yer kararınca horozların ortalığı ayağa
kaldıran uyarılarına kulak vermeyişlerinin kederiyle
tanıştı insanlar. Güneşin ve kuşların unutulduğu
demirden mızraklı kasabalara koştururken çığlık
çığlığa, adı ateş olan çocukların dudaklarında ölüm
ince bir susuştu…

sonsuz bir akıştı sular renginde taşman
inat ve ihanet sığmıyordu ajans bültenlerine
izsürümü günlerde yitirildi en duyarlı yanımız,
unutulan resimlerin suretlerinde kaldı selamlar

kaç kez ağlamaklı kapandın aynalara
kaç kez eksilttiğin oldu açmazlarda kendini
gülüşünde bin baharın çiçekleri açardı bir zamanlar
hangi ayazı üşüyorsun şimdi inkarın kıyılarında

II.
Gidenlerin sessiz ve erguvani şarkıları iğde
kokularına karışarak iniyordu kentin üstüne.
Sokaklar yaşanmamış eksik bir şeylerin
kırgınlıklarıyla doluydu

Desem ki mutluluk bir tutam su gibi avuçlarımdan
süzülüp gitti, yerlerde ise çamurlardan başka geriye
kalan hiç bir şey yok. Yanlış veya doğru bir şeyler
yaşanmış, -ve her şeye rağmen yine de güzeldi-
desem neyi kolaylaştırır?

varsın ürpertiler sağanağıyla tutuşsun günler
fesleğenler bile ağrılı açar oldu o gündür
serüvencilerin
en duyarlı yerlerinde en sivri mızraklar denendi
akışını unuttu sular rengini yitirdi

ateştir yanar ışık ve sonra kül olur
talan iklimi de geçer künyesine tarihin
Prometheus ölmüş çelik gagalı bir kartalın pençesinde

son değil Erdal’ı da yitirdik
ateş bile çalmamıştı kimseden
ama tanrısızdı
ölümlüydü üstelik aramızdan giderken

III.
Eski bir liman kentinin ışığı sönmüş yorgun
fenerlerindeki aldatıcılık, pusulası bozuk teknelerin
kayalara vurmasıyla son buladursundu. Deniz
kızının tuzlu dudaklarından dökülen hüzün şarkısı
köpekbalıklarının saldırısını ne zamana dek
geciktirebilir? Yunuslarında soyu tükeniyor artık…

Her şeyin bir sesi vardı:
Öldüğümüz ama öpüşemediğimiz sokakların,
“gerekçeli karar’lan hükümsüz kılmanın, dökülen
suyun ürkek duyguların, kırık şarkıların yorgun
tınısında sarhoş olmanın, tutsakların gözlerinden
kalkan kuşların, yaşanmamış bir aşkın kitaplara
sığmaz elvedasında koşmanın, susmanın ve kendini
kaçmanın bile…

eskimeyen sabahları koşuyor bir pervasız
yedeğinde karanfil yüzlü çocuklar gül
yaprağına düşen yağmur tanesi bir de
yalansız geçiyor
sahte kentlerin sarsak gülücüklerinden

…………………
yaşamak
ince bir bıçak üstünde yürümekti böylece
ömrümüzü aşan külliyesi serüvenin
belki de bir söylence olarak düşecek tarihe


Basın: Kaynayan kazan
Babıâli’de horon havası

* Mali sermayenin kitleleri sulandırılmış bir muhalefetle uyutmak emellerine paralel 1984’te yayın hayatına giren Sabah Gazetesi’ne şimdi de Hürriyet-Güneş ortaklığı ile yeni bir rakip geliyor: “Gazete”
* Sırada çarşıdan ayakkabı alır gibi gazete alan işadamları var: Hasbi Menteşoğlu. Çok uluslu tekel Asil Nadir’in ilk açıklaması: “Gazeteme sendika sokmam” tik icraatı, Gazeteciler Cemiyeti Başkanı’nı işbirlikçi almak, ardından da Dündar Kılıç’ın önünde gazino ilânları için diz çökmek,
* Babıâli’de toplu iş sözleşmeleri başladı: Uyuşmazlık. Basın emekçileri Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın İstanbul şubesini olağanüstü genel kurula çağırdı. Basın kazanı kaynamaya başladı…

Basında sansürün kaldırılışının yıl dönümü kokteyllerinde, 12 Eylül generalleri ile Şale köşklerinde sıkılmadan ‘şerefe’ kadeh kaldıran gazete sahip ve yöneticileri, bugün artık kendilerine de yönelmiş bulunan siyasal ve ekonomik baskıların paniğini yaşıyorlar.
Büyük sermaye, başta çokuluslu tekeller olmak üzere basına fiziki olarak da girmeye başladı. Basın özgürlüğüne büyük kısıtlama getireceği üzerinde herkesin birleştiği yasa tasarıları gündeme gelirken, Babıali patronları yıllardır şakşakçılığını yaptıkları özgürlüksüzlük ortamı içinde çürümeye ve tiraj kaybetmeye devam ediyorlar.
Basında ilginç görünümler ortaya çıkıyor…
1984 yılında mali sermayenin “kitleleri sulandırılmış bir muhalefetle uyutmak” emellerine paralel, İktisat, Ege, Tütünbank ve İş Bankası’nın 45 milyarlık desteği ile yayın hayatına atılan Sabah gazetesine şimdi de Hürriyet ve Güneş gazetelerinin yarı yarıya ortak kurdukları Hür-güç şirketi aracılığıyla yeni bir rakip çıkıyor. Adı “Gazete” olacak bu gazetenin hazırlık çalışmaları başladı.
İki gazete kadrosundan şişik görünen personel, hukuksuz bir şekilde kıdem tazminatları sıfırlanarak, “yeni gazete”nin kadrosuna geçiriliyor. Böylelikle Babıâli patronları bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyorlar. Şayet “Gazete” tutarsa Sabah’a karşı “hav hav” yapabilecek yeni bir medyaya sahip olacak. Tutmazsa, ne önemi var! Bu yeni gazete yöntemi ile birçok basın emekçisi tazminatları sıfırlanarak işten atılmış olacak. Gazeteyi kapatırlar, olur biter, masraf da vergiden düşülür. Basın emekçileri Hürriyet gazetesinin daha önceki Hürgün girişiminden, Babıâli patronlarının bu tavrını yakından biliyor. Öte yandan ünlü hayali ihracatçı Hasbi Menteşoğlu’nun gazetesi Hürses ise şimdilik piyasaya çıkmak için en uygun anı kolluyor. Çarşıdan ayakkabı alır gibi gazete alan birçok işadamı da bu 4. kuvvetten istifade edebilmenin peşinde.
Özal’ın “2,5 gazete kalacak” sözlerine doğru kuvvetli bir gidiş yaşanırken, gazetelerin mali yapılarında hükümetin istemleri ölçüsünde, büyük sermaye giderek daha fazla ağırlık kazanmaya başlıyor. Mali Sermaye destekli Söz girişimi ile başarısızlığa uğrayan Gelişim Yayınları’nı ünlü kaçak işadamı Kemal Horzum’un yüzde 25 ortak olduğu kulaktan kulağa dolaşırken, Özal’ın anlaştığı ifade edilen Asil Nadir ise Türk basınında çok uluslu tekellerin de cirit atmasının öncülüğünü yapıyor.
Çokuluslu bir tekel olan İngiliz işadamı Asil Nadir, yanına işbirlikçi olarak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nezih Demirkent’i de alarak Türk basınında horon tepmeye başladı. İlk adımı hükümetin sulandırılmış muhalefetine bile tahammül edemediği ve bunun için de uzun bir süredir kamu kesimi ilanlarını vermeyerek ambargo koyduğu Günaydın gazetesi oldu. Günaydın gazetesini aldıktan sonra Asil Nadir’in ilk açıklaması ise. “Gazetelerime sendika sokmayacağım” idi.
Asil Nadir’in ilk icraatı ise, mafya babası tutuklu Dündar Kılıç’ı tedavi gördüğü Çapa Göz Kliniği’nde ziyaret etmek oldu. Aynı günün akşamı da Dündar Kılıç’ın sahipliğini yaptığı Cem Reklam’ın yöneticileri ile Boğaziçi Restaurant’ta yemek yedi. Gündem; bugüne kadar sadece Hürriyet ve Güneş’in yayınlayabildiği “gazino ilanları”ndan kendilerine de bir pay verilmesi için icazet istemekti. Basın için önemli bir gelir olan “gazino ilanları”nın tüm kontrolü, tek elden Cem Reklam’a ait.
Sabah’ın bir dönem ücretsiz yayınlamaya kalktığı bu ilanların ardından gelişen olayları hatırlarız. Gazete kurşunlanmış, arabulucular ve geri adım… Gazino ilanları bugün haracın kibar kılıfı olmuş görünümünde.
‘Saygın’ Babıâli patronları mafyanın önünde diz çöküp icazet ararken, emekçilerine karşı hiç de yumuşak değiller.
Kontrolleri altına aldıkları Cemiyet ve Sendika yönetimleri aracılığıyla basın emekçilerinin hak arama mücadelesinin önüne dikiliyorlar. Ancak basında toplu iş sözleşmesine girilirken basın emekçilerinin uyanıklığı da her geçen gün artıyor. Babıali’de 1 Eylül’den itibaren Milliyet ve Tercüman gazetelerinde toplu iş sözleşmeleri başladı ve uyuşmazlık ile sonuçlandı. 1 Ekim’den itibaren de Cumhuriyet gazetesinde başlayacak.
Basın emekçileri toplu iş sözleşmesi dönemine girilirken, (Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman) işçi üyelerin katılacağı komitelerce, sendikanın toplu iş sözleşmesi taslağının hazırlanmasını talep ettiler. Sendika, komitelerin hazırladığı istemleri çok bularak, kendi hazırladığı taslağı görüşmelere götürdü. Bu taslak toplam % 125’lik bir ücret artışını kapsıyor.
Basın emekçileri ise Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın İstanbul şubesini 93 imzalı bir genelgeyle olağanüstü genel kurula çağırdılar. Kısaca, basın önümüzdeki aylarda ilginç gelişmelere gebe…

MİT Raporunu Yayınlayan Gazeteci İrfan Taştemur: Basın İktidarla Bütünleşiyor
Hürriyet’te çalıştığı sırada, çeşidi yolsuzluk olaylarını araştırırken, MİT raporunu ele geçiren, bunu yayınlayamadığı gibi, gazetesinden ayrılmak durumunda kalan İrfan ‘Taştemur, Babıâli’de bir kaç gazete yöneticisinin kapısını çaldıktan sonra, kendisini 2000’e Doğru Dergisinde buldu ve Türkiye’nin çok önemli bir gündemini belirledi.

ÖZGÜRLÜK- İrfan. MİT raporunu nasıl ele geçirdin?
İ. TAŞTEMUR- Çeşitli vesilelerle belirttim, özetle, Hürriyet gazetesinde çalışırken ve Banker Bako olayını incelerken, bu rapor bana sızdırıldı.
ÖZGÜRLÜK- Kim sızdırdı?
İ. TAŞTEMUR- MİT. Ben de haber kaynağımı çok açık ve net olarak yazarak bu raporu ve arkasında sergilenen oyunları anlatmaya çalıştım. Şimdi bu MİT raporu kitap oluyor. MİT raporunu hazırlayan Özal’ın bu en gözde ekibinin esas olarak, CIA ve Mossad ile iş birliği çerçevesinde Türkiye ve Ortadoğu halklarına yönelik provokasyonların hazırlayıcıları olduğunu da tespit ettik.
ÖZGÜRLÜK- Hürriyet’te idin, niçin bu raporu orada yazamadın? Senin bu raporu yayınlamak için bir kaç gazete gezdiğini biliyorum.
İ. TAŞTEMUR-Sorun bu değil. Hürriyet’in ve başka gazetecilerin elinde yüzlerce MİT raporu var. Ama bunları MİT raporu olarak yayınlamıyorlar.
Bir bakıyorsunuz Nuri Çolakoğlu hakkında Tercüman ve Türkiye gazeteleri bir kampanya başlatıyorlar. Bir bakıyorsunuz, Nuri Çolakoğlu’nun geçmişi, özel yaşamı, sabıkaları bir bir dökülüyor. Bu da bir tür MİT raporu, başka bir şey değil ki!
ÖZGÜRLÜK- Şunu mu diyorsun; MİT’in sızdırdığı birçok rapor, gazete manşetlerinden, kaynak gösterilmeden kamuoyu oluşturmak için haber haline dönüyor.
İ. TAŞTEMUR- Ya da… Bu işin kılıfı şudur: “İstihbarat birimlerinin belirlediğine göre” ifadesiyle bu haberler kullandırılıyor
ÖZGÜRLÜK- Ne tür bir yönlendirme bu? Örneğin, savaş kışkırtıcılığı ve benzeri provokatif faaliyetler için uydurma raporlar mı sızdırılıyor? Örnekleyebilir misin?
İ. TAŞTEMUR- Mesela. . Kiliselerdeki faaliyetler. Hürriyet’te bu tür haberler, istihbarat birimlerine atıfta bulunularak yazıldı. Ama biz bunu yazarken, nereden aldığımızı, nasıl aldığımızı çok açık ifadeler kullanarak verdik, basının MİT’le ilişkilerini, çok açık olarak teşhir ettik.
ÖZGÜRLÜK- Senin bu MİT raporu olayında, kanımca, bir de basının teşhirinin gündeme gelmesi gerekirken, sanıyorum bu gözden kaçtı. Çünkü sen başvurduğun birkaç yerde bunu yayınlatamadın.
İ. TAŞTEMUR- İşte bunu ne yazık ki yeterince gösteremedik. Çünkü şu ya da bu şeklide, çalıştığım dergi büyük bir basın kuruluşuna bağımlı. Onun tarafından basılıyor, onun tarafından dağıtılıyor.
ÖZGÜRLÜK- Hangi kuruluş bu?
İ. TAŞTEMUR- Hürriyet… Çünkü Hürriyet’in ve basının genel “demokrasi tavrı” , şirket kuralları içinde işlemiyor. Bu nedenle çok açık ve net bir şekilde üzerine gidemedik.
ÖZGÜRLÜK- İrfan bir de basında çalışanların bir bölümünün, bu gibi provokatif tavırlarla çok çabuk özdeşleşebildiklerini görüyoruz. Hatta zaman zaman basın emekçisinin, gazete patronunun bizzat hazırladığı senaryoda rol alabildiğini de gözlüyoruz. Bu nasıl oluyor?
TAŞTEMUR Babıâli’deki genel gazeteci tipine baktığımız zaman, 3 tip gazeteci görüyoruz. Birincisi, “ezik” tip. Bunlar, “Ekmek parası, n’apayım” diyenler. İkinci tip, “takılanlar”. Bunlar, rahat olanlar. Paraları, arabaları, evleri var. Para alsa da almasa da olur. Üçüncü tıp, “kavgacı” tip. Basın gerçekten kavgacı tipe ihtiyaç duymalı. Basının koparıcı haberleri olmalı. Ama bakıyoruz ki kavgacı tipler, basından dışlanıyor. Ezik ve rahat tiplerle çalışma yeğleniyor. İşte bu nedenle, basın koparıcı, kavgacı haberler veremiyor güç kaybediyor.
ÖZGÜRLÜK- Basın Türkiye’de gerçekten ayrı bir güç mü?
İ. TAŞTEMUR- Türkiye’de basın siyasal iktidarla bütünleşmiş. Bu nedenle basını hedef almak gerekir. Siyasi iktidarı hedef alan bütün demokratik kuruluşlar basını da hedef almak zorundadır. Her gazete, Türkiye’deki belli çıkar gruplarının savunucusu durumunda. Bunların kavgası, manşetlerine yansıyor. Bir bakıyorsunuz, bir taraf uyuşturucu mafyasına vuralım” diyor, öteki tarafa gidiyorsunuz, orası ise, “yalnızca altın mafyasını vuralım” yor. Yani iki ucu da basın olmak üzere, görünümce uyuşturucu ile altın mafyasının karşılıklı hesaplaşması ortaya çıkıyor. Tabii burjuva basını kastediyorum.
ÖZGÜRLÜK- Basın emekçilerinin tavrı ne olmalı?
İ. TAŞTEMUR- Türkiye’de demokrasi ve özgürlük ortamı yok. Bütün demokratik kuruluşlarda etkili olmaya çalışılmalıdır. Cemiyet, sendika gibi…
ÖZGÜRLÜK- Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, gazete patronu. Henüz görevinden çekilen sendika başkanı ise, gazete sahipleri Sendikası Başkanının müşaviriydi. Bu sence de komik değil mi?
İ. TAŞTEMUR- Bugün basındaki demokratik kuruluşların büyük bölümünün yöneticileri, çalışanların hiç bir sorunu ile ilgilenmeyen insanlar. Konumları itibarıyla haklarımızı savunamazlar. Gazeteciler Cemiyeti Başkanı aynı zamanda bir gazete patronu. Kalkıp sosyalist gazetecileri anarşistlikle, gazeteci olmamakla suçlama cesaretini kendinde bulur. Bu adamlara inanmamak ve güvenmemek lazımdır.


Topaç’ın Tek-tip Provokasyonu: Direnişçiler: Asla Giymeyeceğiz!
Erdenay VURAL

* Adalet Bakanlığının genelgesiyle yeniden gündeme gelen “Tek-tip uygulaması” Cezaevlerinde güçlü bir direnişle karşı karşıya.
* İnfazları yakılarak insanlar daha uzun süre hapiste tutulmak isteniyor.

Adalet Bakanlığının tüm cezaevlerine gönderdiği 1 Ağustos 1988 tarihli genelgeyle tek tip elbise yeniden gündeme geldi. Genelge, bazı cezaevleri yönetimlerince hemen uygulamaya kondu. Antakya cezaevinde tek tip elbise giymeyen 20 siyasi hükümlüye 1 aylık, Hatay cezaevinde 15 günlük ziyaret yasağı, yayın ve mektuplaşma cezası verildi. Diğer cezaevlerinde de genelgenin uygulanması ve beraberinde getireceği sonuçlan önümüzdeki günlerde göreceğiz.
80 Eylülüyle birlikte susturulan toplum kesimlerinden yalnız bir tek ses çıkması amaçlandı. Bu ses, resmi ideolojiyi tekrarlayacak yönetenleri alkışlayacaktı. Hak aramayı unutturan sistemli ve sürekli bir depolitizasyon politikasıyla, insanların siyasi iktidara karşı güçsüz ve yalnız oldukları empoze edilecekti. Bu uygulama yaratılmak istenen ‘tek tip insana tek tip elbise’ mantığı ile 1983 yılından itibaren çeşitli ceza ve tutuk evlerinde gündeme getirildi.
1983’ten sonra, tek tip elbise uygulamasına karşı tüm cezaevlerinde hemen her yıl 20-30 günü aşan açlık grevlerine gidildi. “Mahkûmların kaçışını önleme” bahanesiyle yürürlüğe konmak istenen uygulamaya karşı Metris ve Sağmalcılar özel tip cezaevlerinde başlatılan ölüm orucunda Hasan Telci, Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Mehmet Fatih Öktülmüş yaşamlarını yitirdiler. Adil Can, hastalığının ciddi olmasına rağmen, tek tip elbiseyi giymeyi reddettiği için aylarca hastaneye götürülmedi. Hastaneye kaldırılmasından bir hafta sonra Adil Can yaşamıyordu. Diyarbakır Askeri Cezaevinde 8 Şubat 1988’de başlayan açlık grevinde Mehmet Emin Yavuz yaşamını yitirdi. Açlık grevinin önemli taleplerinden biri tek tip elbisenin yürürlüğe konmamasıydı.
İnsan Hakları Derneğinin kurucu üyelerinden Didar Şensoy, cezaevi koşullarının düzeltilmesi ve tek tip elbisenin kaldırılması için Ankara’da tutuklu yakınlarının meclise dilekçe vermesi sırasında polisin saldırısına uğrayarak şeker komasına girdi ve yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde İnsanca yaşam için verilen mücadele sonucu bir dizi kurallar gibi tek tip elbise kuralıda uygulamaya konulamadı. Bu durum yönetmeliğe rağmen meşruluk kazandı. Zamanın Adalet Bakanı Oltan Sungurlubtek tip elbise uygulamasının kaldırıldığını açıkladığında siyasi tutukluların bulunduğu cezaevlerinin hiç birinde tek tip elbise giyilmiyordu.
Adalet Bakanı Topaç’ın gönderdiği genelgede şöyle deniliyor: “Her ne kadar tüzüğün 139’ncu maddesi hükmü ile hükümlü ve tutuklulara tek tip elbise giyme mecburiyeti getirilmiş ise de, bilahare yapılan açıklamada tutuklulara tep tip elbise giydirilmesinin mecburi olmayabileceği belirtildiğinden bu konuda mevzuat değişikliği çalışmalarına başlanmış olup sonuç alınıncaya kadar yasal zorunluluk nedeniyle tüzüğün 139’ncu maddesi hükmünün uygulanmasının sağlanması konusunda azami hassasiyet gösterilecektir”.
Acaba bu yasal zorunluluk Oltan Sungurlu’nun Adalet Bakanlığı döneminde yoktu da Mehmet Topaç’ın Adalet Bakanlığı döneminde mi gündeme geliyor?
Cezaevinde direnen insan, onurunu korumak için, yasaların icazetine gerek duymaz.
1983’te Çanakkale E tipi cezaevinde idarenin başlattığı “tek tip elbise giydirme operasyonu” sonucunda 101 hükümlünün infazı yakılmıştır.
Bugün Buca, Antakya, Hatay cezaevlerinde tek tip elbise giymediği gerekçesiyle, ziyaret yasakları konan, hücrelere atılan tutuklu ve hükümlülere verilecek disiplin cezalarıyla infazlarını yakmaya çalışmak aynı anlayışların ürünü değil mi?
Tek tip elbise giymeyen tutuklu ve hükümlülerin 22 gün içinde alacakları bütün disiplin cezalarının sonucu infazlarının yakılması söz konusu.
Yönetmelik uygulanırsa tek tip elbise giymeyen on yıla hükümlü bir kişi dört yıl cezaevinde kalması gerekirken on yıl kalacaktır.
Genelgeden sonra kamuoyunun tepkileri sonucu yumuşama eğilimleri göstererek “tutuklular mahkeme önünde tek tip elbise ile çıkmanın kendilerini olumsuz yönde etkilediğini söylüyorlar bu konuda kısa zamanda düzenleme, gerekirse tüzük değişikliği yapılabilir” şeklinde açıklama yapan Topaç bir süre sonra Oltan Sungurlu’nun yaptığı gibi bir açıklama yaparsa bu arada infazı yanan hükümlülerin durumu ne olacaktır?
Tek tip elbise yeniden gündeme getirilerek, ceza ve tutuk evlerinde yeniden açlık grevleri ve ölüm oruçlarının başlatılması mı isteniyor? Bu genelge açıkça bir provokasyon niteliğindedir.
31 Temmuz 1957’de Birleşmiş Milletler Ekonomik Ve Sosyal Konseyi tarafından hazırlanan “Tutuklu ve hükümlülere muamelede uygulanması gereken asgari kurallar” sözleşmesini Türkiye’de imzalamıştır. Söz konusu sözleşmede işkence ve onur kırıcı uygulamalar ve disiplin cezaları yasaklanmış, insanca yaşam koşullarının sağlanması için zorunlu düzenlemeler getirilmiştir. İçerdeki insanın talebi asgari düzeyde bundan farklı değildir.
Bugün onlarca insanın hayatları, yüzlerce insanın sakat kalması pahasına çeşitli kazanımlar elde edilmiştir. Bu kazanımların geri alınmasına hiç bir duyarlı insan sessiz kalmayacaktır. İçeride ya da dışarıda.

NE DEDİLER:
E. GALİP SANDALCI

“Tutuk evlerinde tek tip elbise giyilir veya giyilmez. Önemli olan ülkemizde bunun bir simge haline gelmesidir, insanlık dışı bir muameleye karşı direnişin simgesi olmuştur, eylülden sonraki sekiz sene böyle geçmiştir. Bu dönem içinde tutuklular, hükümlüler ve yakınları hayatlarını kaybettiler. Şimdi bugün Amerika veya İngiltere’de giyiliyor diyerek, cezaevleri göreceli bir sükûnete kavuşmuşken, tek tip elbise uygulamasını yeniden gündeme getirmek provokasyondur. Bu işte hangi anayasa, hangi özgürlüklerden bahsediyorlar? Bunlar palavra… Bunları açıkça söylemek gerekir. İnsan hakları açısından bir kokuşma varsa Avrupa Topluluğu’na giremezsiniz. Özellikle de insan hakları açısından, özgürlükler açısından bu böyle.”

Av. Hasan Girit:
“12 Eylül’le standart insan yetiştirme resmi devlet anlayışı olarak kabul edildi, standarda uymayanlar yok edildi. 82 anayasasının özelliği tek tip insan yaratmaktır. Tek tip elbise de tek tip insan yaratmanın aracıdır”.

Dr. Erdal Atabek:

“Hapishane sorununu demokrasi ve uygarlık sorunu olarak görüyorum. Tek tip başta olmak üzere bu tür cezaevi yaptırımlarının amacı “ben güçsüzüm” dedirtmektir, insana güçsüz olduğunu hatırlatma, yalnızlaştırma ve umutsuzlaştırmaktır. Mücadele örgütlü mücadeledir. Elde edilecek ne varsa mücadeleyle elde edilebileceğini bilmek gerekir.

AVUKAT NEBİ BARLAS
1980 yılından itibaren cezaevlerinde insanlar yüzlerce, binlerce kez insan onuruyla bağdaşmayacak şekilde ortaya konan uygulamaların karşısında oldular.
Tek tip elbisenin gündeme gelmesiyle, tek tip elbise giymeyen tutuklular mahkemelere çıkartılmadı, avukatlarıyla görüştürülmedi. Maksat tek tip elbisenin giydirilmesi değildi. Tutuklunun savunma hakkının ortadan kaldırılması, davaların oldubittiye getirilerek bir an önce bitirilmesiydi. Cezaevindeki insanların direnmesi bu uygulamayı başarısız kılmıştır. Sanırım geri adım atılmasında önemli bir neden de AET’ye girme çabalarının yoğunluğudur. Cezaevlerindeki büyük direniş tek tip elbise uygulamasının bir çıkış yolu olmadığını göstermiştir. Adalet Bakanlığı’na yeni gelmiş bir kişinin, gazeteleri de göz önünde tutarak, 80 sonrası cezaevlerinde yaşanmış olayları, kronolojik sırasıyla incelemek suretiyle cezaevlerindeki yanlış uygulamadan vazgeçilerek, uygulamanın en doğru biçimini bulması gerekir.
Adalet Bakanlığı’nın genelgesi geçmişten ders almamaktadır. “Biz bunu giydiririz, nasıl olsa tutuklu sayısı da azaldı” diye düşünülüyorsa, Adalet Bakanlığı yanılıyor. İnsanlar direnir, aileler direnir.
Genelge geri alınmalıdır, bu yasa değildir, Bakanın tasarrufundadır. Cezaevinde 8 yılı aşkın süredir tutuklu olan insanlar var. Tek tiple birlikte İnfaz yakmalar gündeme geliyor: İnfaz yakmak hukuka aykırı olduğu gibi, adalete, insan vicdanına, cezadan beklenen gayeye de aykırıdır. Bu uygulama kimseye bir şey kazandırmaz. İnsanların direnemeyeceği düşünülüyorsa, bu yanlıştır, insanlar direnir.

Av. Turgut Kazan:
“Türkiye’de insan hakları konuşulduğunda genellikle cezaevleri tartışılıyor. Bizde başka haklar kullanılamadığı için ya da kullanılması halinde kişi kendisini cezaevinde buluyor. Bu yüzden hep cezaevi tartışılıyor. Tek tip başta olmak üzere cezaevi sorunları ile herkes ilgilenmelidir. Bu herkesi bugünkü yöneticiler de kapsamaktadır. Sağlam bir cezaevi geleneği yaratalım. Herkese lazım olabilir”.

GENELGEDEN: DİSİPLİN CEZALARINI GEREKTİREN HALLER:
Birden fazla hükümlü ve tutuklunun idarece verilen elbiseyi giymemeleri ideolojik slogan atmaları marş söylemeleri, eğitime katılmamaları, ideolojik eğitim yapmaları, mahkemeleri boykot etmek amacıyla ifade vermemeleri, boykot amacıyla mahkemelere gitmek istememeleri, idarece verilen yemeği almamaları, sessiz direnişe geçmeleri, sayım vermemeleri, istiklal marşı törenlerine katılmamaları, mesaj, şifre mektup, işaret veya bağırarak başka koğuş ve dışarıyla haberleşmeleri vb. ayrıca havalandırma, ders saatlerinde koğuşa girmek yatma saatinde yüksek sesle konuşmak, koğuş duvarlarına resim asmak, çivi çakmak, yatak yerini değiştirmek, diğer koğuşlara girmek vb…

SHP’de neler oluyor?
SHP ilginç bir parti. 12 Eylül icazetinden geçerek geliyor. Genel Başkanı İnönü, babasından devraldığı başlıca iki misyonun temsilcisi: Parti içi hizipler arası denge ve birleştiricilik ile devletin “korunup kollanması”.
İnönü’nün temsil ettiği bu belli başlı iki tutum, SHP’nin de iki temel niteliğini ortaya koyuyor. Sonu gelmez hizipler çatışması, hizipçilik ve devletçilik.
SHP programı, CHP programına göre ekonomide devletçilikten bir miktar uzaklaşmış durumda. Bu, İnönü’nün ve madenleri devletleştiren eski CHP Enerji Bakanı Baykal’ın demeçleriyle de ortaya konuyor. Ama siyasette devletçilik azalmadan devam ediyor. Devletin “korunup kollanması”, her şeyin, özgürlüklerin, sosyal adaletin, insana ait her şeyin üzerinde tutuluyor.
Buna bağlı olarak bir şey daha her şeyin üzerinde tutuluyor. Burjuvaziyle birleşme ve onun beğenisini kazanma, bugünkü SHP yönetiminin belirleyici yönüdür. Bu, İnönü’nün demeçlerinde yansıdığı gibi, özellikle Baykal’ın tutumuyla ortaya konuyor. Burjuvaziyi, Özal’ın güç kaybetmesine bağlı olarak SHP’yi denemeye ve desteklemeye ikna etmek amacıyla Baykal beğendirme gezileri düzenliyor. İzlenen ekonomi politikasının esasta değiştirilmeyeceği ve küçük rötuşlarla sürdürüleceği konusunda holdinglere, tekelci sermayeye garanti veren Baykal, bunun karşılığını görüyor: Tüm burjuva yayın organları SHP Kongresinde Baykal’ı destekleyip günlerce lanse ettiler. Sloganları: “İnönü Başkan, Baykal Sekreter”di ve başarılı oldular. Burjuvazi, Baykal’da kendi yönünden “aklıselim”i görüyor.
Özal ve ANAP güç ve oy yitiriyor. Bu apaçık ortada. Tüm kamuoyu araştırmaları ortaya koyuyor bunu. Araştırmaların ortaya koyduğu bir diğer şey ise, SHP’nin oy oranını yükselttiği ve birinci parti durumuna yükseldiğidir. Olağanüstü gelişmeler olmazsa SHP yeni hükümeti kurmaya aday parti olarak görülüyor.
SHP’nin güç kazanması ve hükümete adaylığı, öte yandan burjuvazinin beklentileri parti içi mücadeleyi kızıştırıcı bir etken oluyor. Burjuvazinin onayı olmadan bir SHP hükümeti hayaldir ve burjuvazi bugünkü karışık yapısıyla, özellikle büyük şehirlerde il yönetimlerinin kendisi için istikrarsızlık unsuru olan ya da olabilecek
“sol kanat”ın elinde bulunduğu bir SHP’yi beğenip desteklemekten kaçınacaktır. Baykal, hem bunu biliyor hem de “tek adam”a oynuyor. Bu, SHP’de bir tasfiyenin zorlanmasını getirecektir. Ya da “sol kanat”ın ehlileştirilmesi ve eritilmesini… İkisi bir arada yürütülüyor. Ve zaten “sol kanat”, bunu da kolaylaştırmak üzere, homojen bir bütün oluşturmuyor.
Baykal, “parti içi birlik, bütünlük” söylemiyle girdiği ve sekreter olarak çıktığı Kongre’den pek az bir süre sonra, yardımcısı Topuz’la birlikte ne denli birlikçi ve demokrasi yanlısı olduğunu ortaya koyarak başta İstanbul olmak üzere çeşitli illerde yeni örgütlenen ilçelere genel merkezden atamalar yaptı. Örgütü, il yönetimlerini atlayarak ve örgüt tarafından seçilmesi olanaksız kendi hizbinden yönetimler atayarak parti içi demokrasiden ne anladığını açıklamış oldu. Parti içi demokrasi, demokrasi mücadelesi yürütmenin ayrılmaz parçasıyken…
SHP’nin nasıl bir “demokrasi”nin kurucusu olacağı bugünden görülebiliyor.
Genel Merkezin ilçe atamalarına yönelik anti demokratik tutumu SHP içinde yoğun tepkilere neden oldu. Hem parti içi demokrasinin hiçe sayılması açısından hem de bir tasfiye kokusunun ortalığı kaplamasından…
İstanbul ilçelerine yapılan yeni atamalarla ilgili İstanbul “sol-kanat” milletvekillerinin Genel Başkan İnönü’ye hitaben kaleme aldıkları tepkilerini yansıtan başvurularını yayınlıyoruz.

Sayın Erdal İnönü SHP Genel Başkanı;
Merkez Yürütme Kurulunun 11 Ağustos 19
88 günkü toplantısında, İstanbul ilimizde oluşan yeni ilçelere, yapılan atamalar, örgütümüzün birliğe ve dışa dönük mücadeleye en çok gereksinim duyduğu bir dönemde hiçbir objektif ölçüye bakılmaksızın örgütün ve partililerin hatta o ilin Milletvekilleriyle dahi görüşmeye gerek görülmeksizin yapılmış olması huzursuzlukların, kuşku ve kaygıların kaynağı olmuştur. Siyasal mücadelemizde ve partimizin yükselişinde gündemde gerçek bir demokrasinin kurulması kavgası verilirken, olağanüstü bir dönemde çıkartılan ve anti-demokratik hükümlerle donatılan bir Anayasayı bile içine sindiremeyen hukuk tanımaz bir siyasal iktidara karşı birlik içinde başta Sosyal Demokratlar olmak üzere halkımızla bütünleşerek dışa dönük mücadele vermemiz gereken böylesine kritik bir dönemde örgüt içi ayrılıklara ve bunalımlara neden olan Merkez Yürütme Kurulunun bu kararıyla kime ve neye hizmet ettiğini anlamakta güçlük çekiyoruz.
Yapılan atamalar, yasaya, tüzüğe, parti içi demokrasisinin ilkelerine ve siyasi geleneklere aykırıdır. Bu nedenle örgütlerimizin tepkisini, partinin birliğinden demokratik işleyiş ve yönetimden yana insanlar olarak haklı ve yerinde buluyoruz. Kuşkusuz bu kararın olumsuz sonuçlarının tek sorumlusu Merkez Yürütme Kurulu olacaktır.
Diğer yandan karara dayanak yapılan yasa maddesi de, kasıtlı olarak yanlış yorumlanmış ve keyfi uygulama yapılmıştır. Şöyle ki;
1- Yapılan atamalar 2820 sayılı yasanın geçici 5. maddesinin C fıkrasına dayanarak gerçekleştirilmiştir. Oysa söz konusu yasanın bu hükmü 12 Eylül sonrası yeni kurulan ve yukardan aşağıya doğru atamalar yoluyla kuruluş aşamalarını acele bir biçimde ve demokratik olmayan yöntemlerle tamamlayabilmeleri için icazetli 12 Eylül partileri için çıkarılmış geçici bir hükümdür.
Yasa metni açıktır. “Çeşitli parti kademelerinin kongrelerini yapılıncaya kadar, partilerin geçici il ve ilçe teşkilatlarına ait zorunlu organları, kurucular kurulu (Genel Başkan, Merkez Karar ve Yönetim Kurulu ile Merkez Disiplin Kurulu Üyeleri ve bu kurullarla katılmayan Kurucular) tarafından oluşturulur”. Buram buram 12 Eylül mantığı kokan bu yasaya dayanılarak yapılan atamalar bu yasaya bile uydurulamamıştır.
Çünkü bu yasada tanımlanan kurucular kurulunu tüzüğümüze göre oluşturulan Merkez Yürütme Kuruluyla eş anlamlı kabul edilmesi bir hukuk bilgisizliği ve noksanlığı değilse, toplumsal sınıf gerçeğine dayalı ilkesel düzeydeki beraberliği reddeden bunun yerine ilkesiz bir kümelenmeyi yeğli-yen hizipçiliğin ve parti içinde yer kapma partiyi ele geçirme politikasının ifadesidir.
2-12 Eylül ürünü anti-demokratik bir yasaya dayanılarak yapılan atamalar yasal bir boşluk doğurduğu gibi, örgüt içi demokrasiyi zedelemiş, il örgütümüzün yetkileri gasp edilerek, örgüt içi bunalım yaratılmıştır. Bu karara karşı tepki gösteren başta il olmak üzere İstanbul örgütümüzün bu haklı tepkileri kararın yeniden gözden geçirilmesi yerine tehditle karşılanmış. Oysa hukuki dayanağı olmayan objektif ölçüler yerine yanlı ve Sosyal Demokrat ilkeleri değil kişileri geliştirmeye yönelik bu haksız karara karşı meşru her türlü mücadele yöntemini denemek, parti içi demokrasinin zedelenmesine ve tüm hukuk dışı tasarruflara karşı hukuk zemininde kalarak ve parti tüzüğünün gereklerine uygun olarak mücadele etmek hukuka ve hukuk devletine olan inancımızın ve saygımızın gereğidir. Bu görevimizi her koşulda yerine getirmek kararlığındayız.
3- Alınan haksız bir karara karşı haklı tepki ve eleştirilere tehditli cevap vermek yapılan atamaların, hizipçi bir mantığın Cumhuriyet Halk Partisi içinde yaptıklarını ve bu parti içindeki olumsuzlukları SHP içine taşımakta kararlı olduklarının açık bir göstergesidir. Bu tehdit söz konusu atamaların küçük olsun benim olsun mantığıyla alındığının ve hizipleri dışındaki örgüt üyelerine, örgütlere ve Milletvekillerin düşüncelerini sorma gereğinin dahi duyulmadığı bir hizipçiliğin açık delilidir.
Evvelce de parti kamuoyumuza açıkladığımız gibi topluma karşı sorumlu olmaları gereken bir siyasal düşünce sistemi geliştirmek ihtiyacını duymaksızın dar anlamda politik entrika ile uğraşan SHP’yi Cumhuriyet Halk Partisini içinden çürütüp küçülten, partiyi militarizmin insafına terk eden bu hiziplere karşı hukuk zemininde ve demokratik ilkelerden sapma yapmadan mücadele etmek hem en doğal hakkımız hem de Sosyal Demokrat bir partinin mensupları olarak doğal bir görevimizdir.
Saygılarımızla.


“BAHARI SİMGELEYEN KUŞLAR VAR”
PERDECİ: Mehmet ESATOĞLU

Perdeci çınar ağacının altından geçerken, tam ayağının önüne düşüverdi sarı yaprak… Eğildi, yaprağı yerden aldı, hafifçe kokladı ve mırıldandı: “Yeni sezon başlıyor.”
Caddede telaşla koşturan, “ayda yüz bin lira”cılara baktı. “Önce ekmek gelir ama yanında sanat da olmalı”. Böyle olmayınca sanatın da sezonu oluveriyor. Oysa yaşamın gerçeklerinin sezonu yok.
“Bir yönetmen tanırdım. Kıvranırdı gerçeği sıcağı sıcağına anlatmaya.” diye söyleşmeye başladı Perdeci. Sonra sezon başlarken “vaz mı geçtin?” diye sorardım. “O gün” derdi, “o gün anlatmalıydım. Lanet olsun sezonlara!” Perdeci, gerçek ve gerçeğin sezonları üzerinde düşünürken, bu sezon perdenin açılıp açılmayacağı aklına geldi birden. Öyle ya, az sonra tiyatroya varacak, belki de yönetmen, “Valla bu yıl..” deyiverecekti. Bunu düşününce duraladı. Sonra yeniden yürümeye koyuldu. Madem, “Eylül’de buluşalım” denmişti, Ölüm dışında ne olursa olsun gidilir. (Tiyatronun da raconu bu işte)
Perde açılacak mı, açılmayacak mı? Sorun bu! Geçen on yılda da kimi zaman aynı dertler vardı. Ama onlar da vardı: Yazarın dediği gibi, “Baharı simgeleyen kuşlar” vardı; Dünyayı delice seven, politikadan, kültürden haberlenmeye çalışan, değişimden yana.
Sonra bir sabah radyo yayını normal saati yerine dörtte başladı. Ve eylül, son sekiz yıldır, Mehmet Rauf un “Eylül” romanından başka şeyler çağrıştırıyordu. Cemselere dolduruluyordu, “Baharı simgeleyen kuşlar”, bir de yayıncının yüz bin kitabı. Her yan, duvarlar gibi dümdüz olmalıydı, tertemiz. Kitaplar kâğıt hamuru yapılıyor, yazılar yok ediliyor, sonra tonlarla zam yapılıyordu kâğıda. Kongreler düzenleniyordu Türk-İslam Sentezi adına.
Oyunlar oynanıyordu; altı buçukta başlayıp, aniden biten. On ikiye beş kala ıssızlıklar başlıyordu sokaklarda. Sonra siren ışıkları, aramalar, sonra iniltiler, çığlıklar, sonra sabaha karşı…
Perdeci buruk bir acıyla anımsadı Şehir Tiyatroları’nda “Bayan Sansasyon” öncesi dönemi. Bir müfettiş geldi tiyatroya o gün. İsmi, eski bir oyuncu. Ve tiyatronun delisi bir adam istifa etti aynı gün, içi burkularak: “Müfettişli tiyatro olmaz” diye. Sordular: “Ne yapacaksın?” “Bakır-köye gidip, aklımı dinlendireceğim. Başka türlü geçmez bu günler
Provalar yapılıyordu apoletlerin gölgesinde. Karanlık kulislerde isimler ihbar ediliyordu, ışıklı odalarda listeler hazırlanıyordu. Sonra sokakta kaldı kimi oyuncular, yönetmenler, teknisyenler… Sokakta yapışkan bir suskunluk vardı. Perdeci, kimi mangalda kül bırakmayanları anımsadı; Esen rüzgâra dayanamayıp, gece yarısı bildirisi diliyle saldırmaya başlayan. “Dünkü her şey tu kaka!…” Bir yönetmen çıktı ortaya ve Perdeci’nin gözünün içine baka baka: “Müzikaller her zaman geçer akçe. Öyleyse çalsın müzikler, oynasın kızlar, gelsin akçeler”. Kimi eleştirmenler aniden alkışladılar, övdüler güzel bacaklı koreografileri.
“Memleket Kurtarılmıştı”. “Tiyatro da kurtarılmalıydı”. “Memleketi kurtaran vakıflara paralar bağışlayanlar. Uzatıyoruz, şapkamızı. Doldurun, doldurun, vakıflara verdiğinizin binde biri kadar”.
Perdeci’nin kulağına fısıldadı sahne teknisyeni. “Yirmi beş milyona bir oyun yapılıyor, müzikalleri geçer akçe gören yönetmen yönetiminde”. Oysa Perdeci, belki meslek hayatında almamıştı toplanan bu kadar parayı. Akşamüstü, kalın sesli güleç yüzlü eleştirmen kadın, “Egemenler ödedikçe yozlaştırır”… diye fısladı kulağına. Egemenlerin alkışladığı yozlukları, kimi eleştirmenlere ne oluyorsa, -onlar daha bir fazla alkışlıyorlardı. Perdeci kuliste konuşulanlara inanamadı. Tiyatroya milyonlar bağışlayan para babasına, yönetmenine ödül tezgâhlıyordu, beyin ve cepten satılmışlar. Yalnızca içlerinden birisi reddetti bunu ve çekti gitti. Perdeci arkasından baktı, Mavi gözlü yaşlı adama. Dergilerde yazdıklarını gözleriyle okşadı. Ve ödül gecesi televizyondan bangır bangır zafer marşı gibi reklam müzikleri çalınırken, elinde ödülü sırıtıyordu, güvenli yolların mimarı. İşte ülkenin “önemli (!)” isimleri alkışlıyor ve eğiliyordu önünde. Eli bir an iplere gitti, perdeyi kapatmak istedi. Birden kendi tiyatrosunda olmadığını anımsadı. Perdeci’nin yüreğinde kocaman tiyatrocu dile geldi. “Yetenek, evet yetenek ama kimin emrindeki yetenek? Yeteneklisiniz ama yeteneğiniz sizi kirli amaçlardan korumaya yetmiyor. Önünüze yerleştirilmiş kanlı sıralardan alkış toplamanıza da köstek vurmuyor”.
Ödül sabahı sıkıntılıydı. Efkârlanmak üzereydi. Yaşam izin vermedi buna. Boğaziçi’nde gençlerin düzenlediği şenlik ilgisini çekti, kalktı gitti. Kapıda sıcak çay ve sıcak sohbet sırasında dünyanın durmadığına sevindi. Efkârlananlara kızdı. Dün, “Her şeyin olmasına on beş dakika var”, diyenler, Eylül’ün ikinci haftasında” “dünya artık dönmüyor” diyorlardı. Üçüncü zilde eli ipleri aradı oysa seyirci koltuğundaydı. Oyun başladı. Henüz başlangıcındaydılar, dekor kötüydü, sahnedekiler coşkuluydular. Oyundan sonra ıslak asfaltta yürürken gülümsüyordu. “Hey gidi gençlik hey! Yine savaş açmış makûs talihe”.
Perdeci, yaşamın aman vermeyen “Ben yaşıyorum”una şaştı kaldı. Yürürken, bir kaç eski dostunu gördü yalpalayan. Etraf süngülerle kaplıydı ve onlar “geçti Bor^ un pazarı” diye bir şarkı mırıldanıyorlardı.
Perdeci yürüyordu. “Bir darbeye daha dayanır mı yüreğim?” diye düşündü. Bilmem kaçıncı sigarasında tiyatroya geldiğini fark etti, içeri girdi. Kulağını koyu bir sohbet okşadı; Bir örtüsüz masa etrafında beş on insan, önlerinde çayları ve her sözcüğün sonu, “Güzel olacak” diye biten.
“Hey deliler!..” diye bağırdı. “Deliler!… Her şeye rağmenci deliler!… Umutsuzluk diz boyu da olsa ne gam. Ne mutlu ki şu koca ülkede hâlâ deliler var!…”


İŞÇİ DÜNYASI

Ağustos ayı toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazların, işten atmaların, grev ve grev hazırlıklarının yoğunlaştığı bir ay oldu. İşçiler henüz durgunluktan pek kurtulamadılar, bir çok faktör mücadelelerinin geniş kapsamlı bir gelişimini engelliyor, ama hoşnutsuzluk derinden derine kaynıyor. Bu hoşnutsuzluk şimdiden alt düzeyde çeşitli eylem biçimleriyle kendini ortaya koymak durumundadır da: topluca viziteye çıkmalar, iş yavaşlatmalar, servis arabalarına binmeden topluca yürümeler, yemek boykotları gibi… Bu arada genelleşmeyen direnişler de gerçekleştirildi.

TİS görüşmelerinde uyuşmazlıklar:
280 bin işçinin çalıştığı 600 dolayında işyerinde TÜRK-İş”e bağlı sendikaların yürüttüğü toplu iş sözleşmesi görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı.
MTA’da 8000 işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri çıkmaza girdi. Maden-İş yüzde 95’i asgari ücretle çalışan kıdemli işçiler için barem sistemi uygulanması istedi. Kamu İşverenleri Sendikası bu istemi reddetti. Gerekçe, bu uygulamanın 8.5 milyarlık ek külfet getireceğiydi. Maden-İş ise, rakamın 8.5 değil 5 milyar olduğunu söylüyor. Üretim girdileri içinde ücretlerin payı sürekli düşerken hala ek külfetlerden söz ediliyor.
MESS’e bağlı 260 işyerinde çalışan 90 bin işçiyi ilgilendiren ve 16 Haziran’da başlatılan TİS görüşmeleri. Türk Metal Sendikasının yüzde 120 zam istemesi ve MESS’in yarısını önermesi üzerine uyuşmazlıkla sonuçlandı.
Yine MESS’e bağlı 100’ü aşkın işyerinde 30.000 işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri, taraf sendika Otomobil-İş ile anlaşma sağlanamaması üzerine uyuşmazlıkla sonuçlandı.
Uyuşmazlıklar “arabulucu”ya gitti. Arabuluculuk çabası ne sonuç verir bilinmez.

İşten atmalar:
DEVA’da kıdem ortalaması on yılı aşan 5 işçinin iş akitlerinin feshedilmesi üzerine 220 işçi atılan arkadaşlarının işe geri alınmasını sağlamak amacıyla direnişe geçti. Petrol-İş sendikası ile işveren arasındaki görüşmeler olumlu hiç bir sonuç vermedi. Direnişin üçüncü ve son günü 9 işçi daha tazminatsız olarak işten atıldı. İşçiler huzursuzluk içinde.
Sinop Şişe Cam fabrikasında çalışan 1100 işçi üç arkadaşlarının işten atılmasını protesto etmek amacıyla yemek boykotu yaparak servis arabalarına binmediler. “Kartal Mutlu Akü”de çalışan 1200 işçiden 239’u işten çıkarıldı.
Altınyıldız’da TİS görüşmeleri sürerken, işten atılan işçi sayısı 200’ü buldu. İşten atılanlar geçmişte DİSK üyesi olan ve bugün TEKSİF içinde muhalefete öncülük yapan işçiler. İşçiler, sendikanın işverenle anlaşarak sendika yönetimine muhalif işçileri işten artırdığını belirttiler.
Bursa’daki Çimtaş’ta 160 işçinin işine son verildi. Fabrika müdürü, “ekonomik krize düşmemek için” işçi çıkarımına gittiklerini ileri sürerken taraf Otomobil-İş Sendikası ise toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde işten çıkarmaların koz olarak kullanıldığını söylüyor.
Sabancı Holdinge bağlı Marsa’da çalışan 44 işçi “ekonomik ve teknolojik nedenler” gerekçesiyle işten çıkarıldı.
Genel Tekstil’de TİS görüşmelerinin başlamasından bir gün önce 65 işçi işten çıkarıldı.
Grevdeki Noramin işçileri, işverenin kapatma kararı almasıyla işten çıkarılıyorlar. Karardan etkilenen 270 kişi.
Bursa Asbest’de çalışan 160 işçinin 35’i, yine 300’er işçinin çalıştığı Burs ve Gebze’deki iki ayrı fabrikada 53 ve 54 kişi işten çıkarıldı.
Özal’ın izlediği ekonomi politikası, yüksek faizler, harcamaların kısılması ekonomiyi durgunluğa itiyor. İşletmeler iki yönteme başvuruyorlar: Kapasite kullanımlarını düşürüyor ve harcamaları kısıyorlar. Doğal ki en temel harcama kesintisi, işçi ücretlerinden yapılıyor. Burjuvazi bir yandan ücret artışı isteklerine karşı direnirken diğer yandan da işçi çıkırımına gidiyor. İşçi çıkarımının bir diğer nedeni de işçilerin mücadelesine öncülük eden, direniş propagandası yapan sendikalarda muhalefet yürüten dolayısıyla işletmelerde “huzursuzluk yaratan” ileri işçilerin saf dışı bırakılmaya çalışılmasıdır.
İşçiler, işçi çıkarımana giden bazı işletmelerde direnişler ve çeşitli protesto biçimleriyle tutumlarını ortaya koyuyorlar. Ancak bu, genelleşmekten uzaktır. Ve az sayıda işçinin protesto eylemleri bazen tersine de sonuç veriyor. Sendikasını, hiç değilse yakın işletmelerdeki arkadaşlarını yanlarında bulamayan işçiler işten atılan arkadaşlarının sayısının artmasıyla karşı karşıya kalabiliyorlar. Sendikaların duyarsızlığı, eylemsizliği ve genel olarak sağlam bir örgütlülükten yoksunluk ve dayanışma eksikliği, işçi çıkarımlarının önemli bir karşı koyuşla karşılanmamasına yol açıyor. Temel sorun örgütsüzlüktür. İşçilerin sadece bir sendikaya üye olmaları, örgütlülüğün sağlanması anlamı taşımıyor. Sendika yönetimlerinin tutumu, işçilerin sendikalarına arkalarında hissetmeleri, hak aradıklarında yalnız kalmayacakları konusunda güven beslemelerini sağlayacak bir tutum olmaktan uzaktır. Hatta bazı işletmelerde sendika yöneticileri işveren anlaşmalı olarak işçi çıkarımlarını destekliyor, daha ileri giderek öneriyorlar da.

Grevler ve grev hazırlıkları:
12.426 işçinin çalıştığı 22 işyerinde grev kararı alınmış durumda. Bunlardan Seka grevi 6 Eylül’de başladı Ülkenin başlıca kâğıt kaynağını oluşturan Seka’daki grevin büyük etki gücü olacağı, bir de referandumun hemen öncesine rastladığı göz önüne alınırsa hükümeti oldukça zor durumda bırakacağı açıktır. Seka grevcilerinin kararlılıkları, koşulların başarı için uygun olduğu bu iş kolunda önemli haklar alınmasının yolunu açacaktır.
Aralarında Darphane ve Damga Matbaası. Yıldız Porselen. Motif Duvar Kâğıt, Doğu Galvaniz işyerlerinin bulunduğu 8 işyerinde 2045 işçiyi kapsayan grevler sürüyor. Darphane işçilerinin kamuoyuna bir ölçüde yansıyan grevi dışındakiler etraflarında sınırlı da olsa bir ilgi alanı oluşturamamış durumda.     Dayanışmadan uzak, derin yalnızlık koşullarında devam ediyorlar. Grevci işçilerin kendi içlerinde de iyi örgütlü oldukları söylenemez. Sendika yönetimlerinin vurdumduymaz davranışları, işçilerin dayanışma ve örgütlülüklerini geliştirici çalışmalardan uzak durmaları, kuşkusuz grevlerin başarıyla ilerleyişinin önümde engeldir. Bir diğer engel ise, yine sendika yönetimlerinin katkısıyla aşılabilecek grev yasasının sınırlamalarıdır. Grevde işçi çalıştırılabiliyor, üretim sürdürülebiliyor ürünler sevk edilebiliyor.
İşçiler grev yerini denetleyemiyorlar. Bu sınırlamalar grevin başında bulunarak ve çeşitli yöntemler geliştirilerek aşılabilir. Tüm-Tis’in Ambarlar grevi iyi bir örnektir. Nakliye iş kolunda cüzden fazla işyerinde yürütülen bu grevde, grev sırasında çalışmanın ve nakliyenin devamını önlemenin uygun yolları bulunabilmişim Ve sonunda istisnasız tüm nakliye ambarlan işverenleri sendikanın istediği koşullan kabul ederek toplu sözleşme yapmak durumunda kalmışlardır. Bu grev ve gelişmesi iyi bilinmiyor, öğrenilmesi gerek. Öğrenilmesi gerek ki, işçilerin her güç kullanımlarını “anarşi” olarak niteleyen sendika yönetimleriyle grevlerin başarıya ulaşması zordur.

Anlaşmayla sonuçlanan TİS görüşmeleri:
Bir kısmı grev ve iş yavaşlatma gibi direnişlere bağlı olarak bir kısmıysa yalnızca görüşmeler yoluyla sonuçlandırılan TİS gömmelerinde elde edilen haklar sarfın içince bulunduğu güç durumu gösterir niteliktedir. Örnekler olarak:
İMO’da 79 gün süren grevden sonra TİS imzalandı. TEZKOOP-İş’in imzaladığı sözleşme ile, işçi ücretlerine ilk 6 ay için 35-40 bin TL artı % 32, ikinci 6 ay için % 29, üçüncü 6 ay için % 20 ve son 6 ay için de % 16 zam yapıldı.
Belediye işçilerinin çeşitli türden iş yavaşlatmalarımla birlikte yürüyen İstanbul Belediyesi ile Belediye-İş Sendikası arasındaki TİS görüşmeler; sonunda imzalanan sözleşmeyle ilk 6 ay için % 40, ikincisi için % 28. üçüncüsü için % 20 ve üçüncü 6 ay için de % 15’lik ücret artışı sağlandı.
Ve en ileri haklar alınan Kur-İş işvereni ile Ağaç-İş Sendikası arasında imzalanan sözleşmeye göre, ücretlere ilk yıl için % 72 ve ikinci yıl için % 50 oranında zam yapıldı, ikramiye sayış; dörde aylık yakacak yardımı 20 bin TL’ye çıkarıldı.
Hem de ilk iki sözleşme eylemli bir süreç sonunda imzalanıyor. Bu ülkede enflasyon oranı % 100 sınırına dayanmışken ücret artış oranları komiktir. En iyi artış oranı kesinlikle enflasyon oranının altında kalmakta, hele gelecek yıl için % 30 40’lar dolayında seyretmektedir
Hayat pahalılığının ezici etkisi altındaki işçiler zor durumdadır ve az bir ücret artışını bile pek düşünmeden kabul etme eğilimindedirler. Ama onları zor durumda bırakan en başta gelen faktörlerden biri de üye oldukları sendikaların yönetimleridir Daha yüksek ve hiç olmazsa katlanılabilir ücret artışları yerine sendika yönetimleri. Belediye İş’in başkanı rahmetli Hüseyin Pala’nın yaptığı gibi, işçilerden çok işverenle anlaşmaya yatkınlıklarından, işçilerin hoşnutsuzluklarını ve eylemlerini yatıştırarak son derece düşük artışlarla sözleşmeler imzalamaktadırlar.

TÜRK-İŞ’te Durum:
Türk-İş, işçileri kendini ve herkesi oyalayıp duruyor. Ya ufak-tefek eylemlerle, kapalı salon toplantılar gibi, ya “Şevket başkan”ın hastalığıyla, oysa maşallah demir gibi ya önemli kararlar alacağı beklentisini yayarak ya da aldığı kararlan uygulamayarak.
Bu yılın başında TÜRK-İŞ önemli kararlar almıştı. Genel grev gündeme gelmişti. Mayıs ayının ortaları sözde genel grev gürleri olacaktı Hâlâ olacak. Şimdi alınan yeni karara göre “referandumda hayır” için birkaç mitingle eylem yapılmış ve yasak savılmış olunacak.
Türk-İş in “eylemciliği”nin kaynağı açıktır: işçi sınıfının hoşnutsuzluğu ne zaman yükselse onda bir hareketlenme göze çarpıyor. Bu hareketlenme, hareketlenme görüntüsü vermekten ibarettir Hemen başkanlar kurulu, yönetim kurulu vesaire kurulları toplantıları düzenleniyor. Toplantıların karar alınmadan sonuçlanması işçileri hoşnut etmeyecekse, işçilerin duyarlılıkları yüksekse eylem kararları alınıyor, uygulanmamak üzere. Ya da hiç eylemsiz geçiştirilemeyecek tabandan güçlü bir baskı varsa, mutlaka kademelendirilerek alınan her eylem kararının ilk kademesi uygulamaya konuyor, örneğin bir kapalı salon toplantısı yapılıyor. Baskı yatıştığında diğer kademelere hiç sıra gelmiyor. Tabandaki baskı önemsizse zaten hiç eylem yapılmıyor.
Türk-İş’e bağlı sendika yönetimleri de hemen tümü, çok laf ama az iş yapıyorlar. Ancak Türk-İş genel kurulu öncesi hareketleniyor, yönetimi eleştiriyorlar. Ve eleştirileri hiç de örgütlü oldukları işyerlerindeki işçilerin gücünden kaynaklanmıyor, eleştiriler işçilerin gücüne dayanmıyor, “Sen-ben” kavgasını yansıtıyor. Bağlı sendikalar, hiç değilse bugünkü Türk-İş yönetimine muhalefet etmiş olanlar Kongre dönemindeki hareketliliklerinin yarısını ortaya koysalar Türk-İş yönetimi bu denli pervasız davranamayacaktır. Ama onlar da Türk-İş yönetiminden pek fazla işçi dostu değiller. Durumlarını idare ediyorlar
İşçilerin bağlı sendikalarda devrimci yönetimler oluşturmak için güçlerini birleştirmekten başka çıkar yolları yok. Kolay mı? Zor. Ama bugün için başkaca bir yol görünmüyor.
“Şevket başkan” Narinde kadeh tokuşturup sohbet etmekten, tahammül edilmez toplu sözleşmeler imzalamaktan, “hastalanıp” tatile çıkmaktan ve işçileri yatıştırmaktan başka şey bilmiyor. Bağlı sendika yöneticilerinin farkı hemen yalnızca hastalanmamalarında. Hüseyin Pala istisnasıyla. O sizlere ömür…
Ve işçi sınıfının bir an önce güçlerini birleştirmesi, sendika yönetimleri üzerinde güçlü baskılar oluşturması, sendikalarda yönetime aday muhalefetler yaratarak işçi örgütleri olan sendikaları yönetimleriyle de devrimcileştirip işçileştirmesi gerekiyor. 1989 Mart’ından itibaren 1 milyon işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmeleri gündeme gelecek çünkü. Ve bugünden TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların örgütlü olduğu 70 işyerinde 140 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmeleri devam ediyor. Bunların yoğunlaştığı iş koluysa “Şevket başkan”ın tekstil sektörü.

Referandum, Belediyeler ve Özal:
Önce bir kaç haber:

İstanbul Samandıra’da, Ekmekçioğlu mevkiinde 150 civarında gecekondu Kartal Belediyesi yıkım ekiplerince yıkıldı. (20 Temmuzda, henüz referandum ve seçim hazırlıklarına başlanmamışken)
4 Ağustosta, yine henüz referandum ve seçim hazırlıkları başlamamışken 2 aydır maaşlarını ve toplu sözleşme farklarını alamayan belediye işçileri Ankara Yenimahalle Belediyesi önünde “boş cep” eylemi yaptı.
5 Ağustos’ta Belediye-İş Sendikası, toplu sözleşme farkı, bayram harçlığı ve ikramiye olarak 1.5 milyar TL’yi bulan ve ödenmeyen işçi alacakları için Adana Anakent Belediyesi hakkında dava açmayı kararlaştırdı.
Ve gecekondu yıkmak ne kelime şimdi. Ağustos sonunda, referandum kararı alındıktan sonra Özal Ankara’da gecekondulara tapu dağıtmaya başladı törenlerle, tapusuz gecekondu bırakmayacağını söylüyor Son seçimlerin öncesinde de aynısını yapmıştı. Referandum Özal’ı “fakir dostu” yapıverdi.
Yine referandum kararından sonra tüm diğer belediyeler gibi Ankara Yeni Mahalle ve Adana Anakent belediyeleri de bu işçilerinin paralarını ödeyemeyecek kadar “parasız” belediyeler de büyük harcamalara giriştiler. Yol, kavşak yapıyorlar, ucuz halk pazarları açıyorlar, işçilerinin paralarını da ödüyorlar tabii. Çünkü Özal kısmış olduğu devlet harcamaları musluklarını açtı yeniden referandum şerefine.


DÜNYADAN
Şili referandumunda işçiler öfkeli: “GENERALLERE OY YOK”

Şili’de 5 Ekim’de referandum var. 15 yıldır ülkeyi diktatörlükle yöneten Devlet Başkanı General Pinochet bu referandumda ‘evet* oylan fazla çıkarsa 1997’ye kadar halka uygulayacağı baskı programlarının malzemesini sağlamış olacak. 1973 yılında düzenlediği ABD destekli kanlı bir darbeyle Allende’yi devirerek iktidara gelen Pinochet’ye karşı işçiler başta olmak üzere Şili halkı korku çemberini kırıyor.
Pinochet’nin ordu tarafından yeniden devlet başkanlığı için aday gösterilmesini protesto etmek için Eylül’ün ilk haftasında başkent Santiago bugüne kadar gördüğü en kitlesel eyleme sahne oldu. Büyük çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu 300 bin kişi Santiago sokaklarında, “Pinochet’ye oy yok”, “Zafer bizimdir” sloganlarıyla yürüdü.
Güvenlik güçleri göstericileri göz yaşartıcı bomba ve basınçlı su ile dağıtmaya çalıştı. 300 kişi tutuklandı. Çatışmalarda 9 kişi de yaralandı. Gösteride söz alan işçi liderleri “Bu kalabalıktan Pinochet rejiminin yenilgiye uğradığı açıkça belli oluyor” şeklinde konuştular.
Şili’deki muhalefet partileri de silahlı kuvvetlerin diktatör Agusto Pinochet’yi devlet başkanlığı için aday göstermesini protesto ederek cuntayı “halkın istediği barış yolu ile Pinochet’nin temsil ettiği savaş mantığı arasında” bir seçim yapmaya çağırdı.
Referandum da hayır oyları fazla çıktığı takdirde ise bir yıl içinde devlet başkanlığı seçimi yapılacak.

BURMA: Halk sokaklarda
Filipinler’de 1986 yılında Aquino’yu iktidara getiren kitle gösterileri bu kez Burmada sokakları doldurdu. 200 bin den fazla katılımın olduğu Mandalay’daki gösterileri 1 milyon kişinin katıldığı başkent Rangoon’daki gösteriler izledi. Talepleri aynı: Yine demokrasi ve dikta yönetiminin yıkılması. Gösterilere iktidarın ilk tepkisi sıkıyönetim ilanı oldu.
Halk ise tepkisini grevler ve sokak gösterileri ile gösterdi. Grevler limanlarının kapatılması, rafineri ve fabrikalardaki üretimin durdurulması ve hatta hükümet yanlısı 6 gazetede çalışanların iş: bırakmasına kadar uzandı. Birçok şehir ve kasabada yerel yönetim liderleri, yönetimi, Budist rahipler, öğrenciler ve isyancı polislerden oluşan halk komitelerine bıraktılar.
Devlet Başkanı Maung Maung, her nekadar gösterilerin bazı kendini bilmezlerce sürdürüldüğünü söylüyorsa da batılı diplomatlar, hükümetin kontrolünün zayıflamakta olduğunu belirtiyorlardı. Bu arada Maung Maung iktidarınca hapsedilmiş olan bazı liderler serbest bırakıldılar. Ancak bunların askeri geçmişleri ve diktatorya eğilimleri halk tarafından bilindiği için destek bulamadılar.
Halk ise kendine güveni kazanmıştı. Artık gösterilerde maske takmıyorlar bağlı bulundukları fabrika, okul veya işletmenin isimlerinin yazılı olduğu pankartları rahatlıkla taşıyorlardı.
Ordu ise halk gösterilerine tepkisini cezaevlerinde gösterdi. Bir gece içinde resmi raporlara göre 112 mahkûm kurşuna dizildi. Batılı kaynaklar ise ölü sayısının bin ile 3 bin arasında değiştiğini belirttiler
Maung Maung sonunda tek partili seçim sisteminin tekrar gözden geçirileceğini açıkladı. Ancak bu karar çok geç verilmiş, bir karar olarak kaldı

SOVYETLER BİRLİĞİ
Glasnost karışıklığı durulmuyor.

Gorbaçov’un Glasnost ve Perestroyka politikalar ile birlikte yeniden filizlenmeye başlayan milliyetçi 91 isteriler yaygınlaştı. Bir çıbanbaşına dönüşen Karabağ Sorunu yine gündemin önemli maddelerinden Ermeni ayaklanmasının ele başı olduğu gerekçesiyle gözaltına alınan Poriur Ayrıkyan’ın sınır dışı edilmesine karşın Karabağ’da gösteriler kesilmedi tersine arttı.
Bu arada, yönetimce sürekli körüklenen anti-Stalinci tavır ve Stalin’i karalama kampanyası “Stalin Parti’den ihraç edilmeli” istemine kadar uzandı.
Öte yandan Prezidyum’un KGB’ye bağlı milis güçlerine çok geniş yetkiler tanıyan bir kararnameyi kabul etmesi de büyük şaşkınlık yarattı. Bu karar, Gcrbaçov un “Demokratikleşmesini oldukça açık bir şekilde ortaya koyan bir karar olarak nitelendi.
Öte yandan, iki süper devlet liderlerinin Moskova’da görüşmesinden sonra başlayan Afganistan’daki Sovyet askerlerinin geri çekilmesi işleminin sürdüğü Sovyet yetkililerce açıklandı. Ancak Sovyet askerlerinin ay ortasında terk ettikleri Kunduz kentine ay sonunda tekrar dönmeleri bu geri çekilme konusunda kuşkulara yol açtı.

Yugoslavya: Zamlar grevlerle karşılandı

Yugoslavya’da alınan son bir kararla başta ulaştırma ve enerji sektörü olmak üzere devletin fiyatlar üzerindeki kontrolüne son verildi. Bu karar meyvesini hemen verdi ve fiyatlar ülke çapında yüzde 30 ile 70 arasında yükseldi. Yugoslavya’daki şu andaki enflasyon oranı yüzde 190’ı buluyor. Son zamlarla demiryolu taşımacılığı yüzde 70, yemeklik yağlar yüzde 66, ekmek fiyatları da yüzde 52 yükselmiş oldu.
Ve zamlar Yugoslav işçi sınıfınca hemen grevlerle karşılık gördü. Yugoslavya’da maden işçilerinin ardından, tekstil işçileri ve öğretmenler de greve gittiler. Grev dalgası yayılıyor. Belgrat’ın kuzeyindeki Sloga tekstil fabrikasındaki işçiler parlamento binası önüne gelerek bakanla görüştüler, işçiler görüşme sırasında “Biz renkli televizyon değil, çocuklarımız için ekmek istiyoruz” dediler.
Hükümet fiyat artışlarının önlenebilmesi ve ekonomik krizin aşılabilmesi için 30 maddelik bir anayasa değişikliği üzerinde çalışmalara başladı. Bu arada Yugoslavya’daki etnik çatışmaların giderek arttığı gözleniyor.

POLONYA: Askeri diktatörlük ve Grevler
80 grevleri ve “Dayanışma’nın yükselişi, askeri diktatörlük ilanıyla uzunca bir süre içinde bastırılıp engellendikten birkaç yıl sonra Polonya yine karıştı. “Marksist literatüre” askeri diktatörlük kavramının “kazandırılması”yla da işçilerin mücadelesi karşısında başarı sağlanamadı.
Türkiye’de moda olan sıkı para ve zamlar politikası Polonya’da da uygulanıyor. Tüketim maddelerine yapılan yüksek zamlar karşısında ücretlerin düşüklüğü ve yaşamın gittikçe pahalılaşması işçileri yeniden hareketlendirdi.
Kurulu düzeni kendi düzenleri olarak benimsemeyen ve kendilerine “sosyalizm” diye sunulan şeyi kabullenmeyen işçiler, dinci, milliyetçi, anti-sosyalist önyargılarla, türlü gerici akımın etkilerine açık bir mücadele geliştiriyorlar. Ama sömürü ve baskıya karşı ayağa kalkarak…
Ücretlerinin yükseltilmesi ve örgütlenme özgürlüğü istemleriyle grev ve direniş komiteleri kurarak eyleme geçen işçiler karşısında hükümetin ilk tepkisi, grevleri yasa dışı ilan edip polis müdahalesiyle kırmaya yönelmek ve sokağa çıkma uygulamasını gündeme getirmek oldu. Polis işçilere karşı zor kullanarak kömür madenlerini boşalttı, Lenin tersanesi kuşatıldı. Önceleri işçileri muhatap almayı reddeden diktatörlük, grevlerin yayılma eğilimi karşısında Walesa’yi yedeğine alarak manevra çevirdi; hükümet yetkilileriyle görüşen Walesa grevlerin sona erdirilmesi çağrısı yaptı. Önemli sayıda grevcinin muhalefetine rağmen ve hiçbir somut kazanım elde edilmeden grevler durduruldu.
Hükümet işçileri “anarşi” yaratmakla suçluyor. Zorbalık gerekçeleri her yerde ne kadar birbirine benziyor.
Diktatör Jaruzelszky, daha geçenlerde Polonya’yı ziyaret eden Gorbaçov’la glasnost vb. reformları konusunda görüş birliği içinde olduğunu açıklamıştı. İşçilerin “glasnost alanı” dışında kaldıkları açık. Ne örgütlenme ne hak arama özgürlükleri var. Zamlara boyun eğmez, yaşamı eskisi gibi sürdürmeye yetmez olan düşük ücretlerle yetinmezsen “anarşist” ve “karşı-devrimci” oluyorsun!
Oysa Polonya’da anarşi üretim sürecindedir. Polonya ekonomisi üretimin anarşik niteliği üzerine kurulu piyasa ekonomisine dayalıdır. Karşıdevrim de işçilerin ve emekçilerin çalışma koşullarını kolaylaştırma amacıyla üretimden kâr amacıyla üretime geçişle, bunun siyasal süreçlerde ifadesini bulmasıyla, işçi düşmanı iktidarın kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Polonya’nın sosyalizme ihtiyacı var. Güçlü bir mücadele geleneğine sahip Polonya işçi sınıfı sınıf çıkarlarının bilincine vardığında, burjuva, milliyetçi, dinci ideolojik çarpıtmalarının üstesinden geldiğinde kurtuluşunun yolunu açacaktır.

FİLİSTİN: Bağımsızlığa doğru…
İsrail işgali altındaki Batı Şeria Gazze’de 8 Aralık 1987’de başlayıp, sapanlar, molotof kokteylleri, genel grevlerle yayılan mücadele bağımsız Filistin devletinin ilanı aşamasına geldi.
Ürdün’ün Batı Şeria’nın ülkesinden ayrılmasını kabul etmesi ve bu bölgede bağımsız bir Filistin devleti kurulmasına karşı olmadığını açıklaması gündeme “sürgünde bir hükümet mi?” “bağımsız bir devlet mi?” sorusunu getirdi. Bu amaçla toplanması öngörülen Filistin Ulusal Konseyinin toplantısı ise bu ay Cezayir’de yapılacak ve bu sorun açıklığa kavuşacak. Arafat’ın bağımsızlık ilanından yana olduğu bildirilirken, konsey’in geçici bir Filistin Hükümeti ilan etmesi bekleniyor.

Ziya :
“Ne kendi gördü rahat ne halka verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan dayansın ehli kubur,,
Ziya’nın “Dayanılmaz Hafifliği”!
Somaza’nın, Sedat’ın ve daha nice benzerinin başını yiyen devlet kuşu, döndü dolaştı, sonunda ‘Birader Ziya’yı da pençesine aldı. “Dayanılmaz” bir ” hafiflik” içinde kılıcı elinde gezinen ve her “hak”kı kendinde gören Ziya, doğal ki uçmağa varma “hakkı”nı da elinde tutuyordu. Devlet kuşu sadece insanların başına konmuyor, başını yiyor da. Dünya “etme-bulma” dünyası. Zor zoru çağırıyor. Karşı-zor, kaçıp giden Somaza’yı ABD’de yakaladı. Mısır’ın Sedat’ı, kendinden en emin olduğu bir zafer kutlama töreninde yakalandı sonuna. “Biraderimiz”in ise uçağı “kazaya uğradı”.
Pakistan diktatörü, başta darbeyle devirip idam ettirdiği Butto olmak üzere, döktüğü kanlar üzerinde taht kurmuştu. Kana doymadı en son döktürdüğü de kendi kanı oldu.
Ziya Ül-Hak Pakistan’da bir terör rejimi kurmuştu. Şeriatçı faşist askeri diktatörlüğü ülkeyi sürekli sıkıyönetimle yönetti. Tüm siyasi partileri, gösterileri yasakladı, toplumsal muhalefet kendisini ancak zora dayanarak ortaya koyabildi. Partilerin, her türlü muhalefetin katılmasını engellediği referandum ve seçimlerde, bütün diktatörlüklerde olduğu gibi yüksek oylar aldı. Ama aldığı oylar hiç de toplumsal-siyasal gücünü yansıtmıyordu. Yasakçı yönetimiyle muhalefeti ortadan kaldıramadı, yalnızca muhalefetin yasa dışına kaymasını, zora dayanan yöntemler kullanmasını teşvik etti.
“Birader Ziya” Amerikan emperyalizminin sınırsız desteğini sağlamıştı ama bu destek de kendisini kurtarması ve yönetimini sürdürmesi için yeterli olamadı. Sadece, Pakistan’ın başta Amerikan sermayesi olmak üzere emperyalist sermayenin tam bir talan alanı haline gelmesine yol açtı.
Pakistan diktatörü, yakınında yöresinde ne kadar gerici, faşist diktatörlük varsa onlarla yakın ilişkiler ve dostluk geliştirdi. Toplumsal pratikleri içinde oluşan “kan kardeşliği”ni, siyasal hısımlıklarını karşılıklı olarak kişisel dostluklarla pekiştirdiler. Ve arkasından yas tutup ağlayanlar, Kral Hüseyin’iyle, Hüsnü Mübarek’iyle, Ziya’nın sonunda kendi sonlarını gören “biraderleri” oldu.
Sermayenin güçsüzlüğünden kaynaklanarak, özellikle siyasal istikrarsızlık dönemlerinde toplumsal muhalefeti zorla sindirme ve dikensiz gül bahçesi yaratma politikasıyla diktatörlüğe soyunanlar, dayanılmazca “hafif” oluyorlar! Ne zaman uçacakları hiç belli olmuyor.
Darısı ‘biraderlerinin’ başına…

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
Yurt içi ve yurt dışında bürolar ve temsilcilikler oluşturulacaktır. Büro yöneticiliği, temsilcilik ve muhabirlik yapmak isteyenlerin dergimize başvurularını bekliyoruz.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI
ABONE FİŞİ

Adres: Ankara Cad. Fahrettin K. Gökay İşhanı No: 31/ 16 Cağaloğlu/İSTANBUL  Tel:5224900
Haberleşme Adresi: P.K. 678 Sirkeci-İSTANBUL
Yurtdışı Fiyatı: 6 DM, 3.5 Dolar
Abone (Yurt İçi): 6 Aylık: 10.000 TL. – 1 Yıllık: 20.000 TL
Abone (Yurt Dışı): 6 Aylık: 35 DM (20 $) 1 Yıllık: 70 DM (40 $)
Yurt İçi Hesap No: Yapı Kredi Bankası Bahçekapı Şubesi. Evrensel Ltd Şti. 9669-3
Yurt Dışı Hesap No: Yapı Kredi Bankası Bahçekapı Şubesi. Evrensel Ltd. Şti. 616976-7
Adı, Soyadı: …
Mesleği: …
İş yen unvanı: …
Adres: …
İmza: …

Eylül 1988

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑