Son işçi eylemleri, işçilerin en eski sorunlarından birini, san sendikacılığı, bürokrat-profesyonel sendika yöneticiliği sultasını ve bunun kaçınılmaz sonucu olan burjuvaziyle sınıf aleyhine uzlaşma, tek kelimeyle “satılma” sorununu yemden, fakat bu kez can alıcı bir biçimde gündeme getirdi.
Mevcut sendika yönetimlerinin hemen hemen hiçbiri, işçilerin temel ve kalıcı taleplerini gerçekten işçi yığınları lehine ve güvenilir bir biçimde çözebilecek durumda değildir. Sendika yönetimleri, işçi yığınlarından çok, ekonomiyi ve politikayı yöneten burjuvaziye bağımlı, güdümlü memurlardır. Daima, hayati sorunların en gergin hale geldiği durumlarda, yüz binlerce işçi kendi sorunlarını kendi çıplak elleriyle çözmek için atağa kalktığı, sendika örgütlerini ve özellikle de sendika yönetimlerini kendi gerisinde bırakarak ilerlemeye başladığı anda, sendika bürokratları, profesyonel memurlar, bir yandan işçiler tarafından alaşağı edilmek, diğer taraftan patronları tarafından azarlanmak, horlanmak korkusuyla, “iki derede bir arada kalarak” işçilerin önüne geçmeye çalışırlar. Yüz yıllık yüzsüzlükleriyle, sınıfın çıkarlarını korudukları izlenimi vermeye, ama öte yandan da düzenin bozulmamasına, işçilerin kendilerini boğan ekonomik cendereden ötesini görmemelerinin sağlanmasına çalışırlar.
İşçiler, sendikaların burjuva memuru ve işbirlikçi yöneticilerinden kurtulmak için ne yapmalıdırlar?
Bazı devrimciler, çözüm olarak “devrimci işçilerin sendika yönetimlerine seçilmesini” öneriyorlar. Bazıları ise, bunu da yeterli görmeyip, “proleter devrimci işçilerin sendika yönetimine seçilmeleri” gerektiğini ileri sürüyorlar. Açıkça, işçilerin sendikalardan doğan sorunlarının, yöneticilerin değişmesiyle çözülebileceğini düşünüyorlar. Oysa sorun, işçi sendikalarını kimlerin, hangi nitelikteki işçi önderlerinin yöneteceği de değildir. Mevcut sendikal yönetim mekanizmalarının bürokratik, yığının denetiminden ve yönlendirmesinden uzak niteliği devam ettikçe, yönetimde kimlerin olduğunun fazlaca önemi yoktur.
İşçi sendikaları, işçi sınıfının kendi kendisini ve bütün toplumu yönetme alışkanlığını edindiği ve bunun için kendisini eğitme olanaklarını en fazla bulduğu başlıca kitle örgütlerinin en önemlileridir. Geleceğin işçi demokrasisinin ilk biçimlerinin bugünden işlenip olgunlaştırılabileceği alanlardır. İşçiler sendikalarım gerçekten kitlesel yönetimin ve kitlesel demokrasinin araçları olarak kullanamazlarsa, bütün bir ülkeyi, bütün bir dünyayı yönetme yetkinliğini ve alışkanlığını bu birimlerde geliştirebileceklerini kendi deneyleriyle öğrenmezlerse, kim tarafından yönetiliyor olursa olsun sendikalar işçilerin tarihsel misyonunun bir körelticisi, engelleyicisi ve gerileticisi olarak kalırlar.
Sosyalizm, her şeyden çok, ve her şeyden önce, proleter yığınların bilinçli girişkenliklerinin ürünü olacaktır. İşçiler “adına” hareket eden, işçilerin nam-ı hesabına karar veren ve işçilerin gene güdülen sürüler olarak bırakan hiçbir yönetim biçimi, bunun yerini tutamaz.
Sendikalarda işçilerin bugünkü temel hedefi, doğrudan doğruya kitlesel girişkenliklerinin önünü açan, onları en ileri demokrasinin gerçek temsilcisi ve kurucusu olarak geliştirecek olan yönetim biçimlerini yaratmaktır. Bizzat kendi güçlerini ifade eden komiteler kurarak, geniş toplantılar, tartışmalar düzenleyerek, kendileri hakkındaki karan kendileri alıp uygulayarak, sendikaların basma çöreklenmiş olan işveren memurlarını etkisiz hale getirmelidirler. Buna rağmen hâlâ büro masalarını terk etmiyorlarsa, bu onların bilecekleri bir iştir: Ya işçilerin aldıkları kararlara uymak zorunda kalacaklardır, ya da açıkça kendi yönetimlerinin patronların emrinde olduğunu kabul edeceklerdir. Bugün birçok gerici sendika yöneticisi, eylem halindeki işçi yığınlarının öfkeli kararlarının yanında görünmek zorunda kalıyorlar. Sürekli hareket ve direniş içindeki işçi yığınlarının önüne çıkmaya cesaret edemiyorlar. Fakat bu geçicidir. Eylem şöyle ya da böyle sona erdiğinde, işçilerin denetleyici ve yönlendirici baskısı ortadan kalktığında, sendika ağaları gene bildiklerini okuyacaklardır. İkiyüzlü bürokratların maaşlı saltanatı gene devam edecektir. Bunu engellemenin tek yolu, Mart, Nisan aylan boyunca devam eden direnişler ve eylemler içinde oluşan işçi komitelerinin, muhalefet birliklerinin daha da yaygınlaşarak ve saflarını genişleterek görevlerine devam etmeleridir. Geniş işçi yığınlarını kapsayan bu organlar, sendikaların gerçek yönetim kurumları haline gelmelidir. İşte o zaman, ancak ve yalnızca işçilerin çıkarlarım devrimci tarzda savunan temsilcilerin seçimi mümkün olacaktır. Bu yoldan seçilenler, eğer işçilere ihanet eder, patronla, hükümetle işçilerin çıkarlarının tersine anlaşmalar yaparsa, onu denetleyen, onu bizzat işçi yığınının kararlarını uygulaması için geçici görev veren işçiler tarafından derhal yerinden alınacaktır. Ancak böylesine bir yönetim biçimi, yani işçilerin sendika yönetimine yığınsal ve örgütlü ağırlıklarını koydukları bu biçim işçilerin çıkarınadır. Sendika yönetim kurumlarına kimlerin seçileceğinden çok, seçileceklerin, nasıl seçilecekleri, nasıl denetlenecekleri ve gerektiğinde nasıl ve kimler tarafından görevlerinden alınacağı önemlidir.
Yığının girişkenliğini ve denetim gücünü sürekli uyanık tutmayan, yığınsal tartışmalar, toplantılar düzenlemeyen, kararlarını masa başında tepeden alan ve işçilere dayatan bütün sendika yönetim biçimleri gericidir. Kimler tarafından yönetilirse yönetilsin, bu sendikalar esasta devrimci bir rol oynayamazlar.
Diğer yandan “devrimci işçiler sendika yönetimine” sloganı, işçi yığınlarım, “milyonlarca karşı devrimci işçi” ve bir avuç “devrimci işçi” biçiminde bölünmüş ve birbirine karşı duran yabancı unsurların bileşimi olarak görmenin de ifadesidir. Sendikalarda harekete geçecek olan güç, milyonlarca işçinin gücüdür. Buna, dua okuyarak, ya da iftarını açmayarak protesto ve direnişte bulunan işçiler de dâhildir. Politik ya da dinsel inancı ne olursa olsun, milliyeti, cinsiyeti, ırkı ne olursa olsun, bütün işçiler, sendikalarda söz ve karar sahibi olmalıdırlar. Yalnızca “devrimci işçilere” dayanarak sınıf mücadelesini yükseltebileceğini, devrim ve sosyalizm hedefine ulaşabileceğini sananlar, küçük burjuva tarzda “dar kadro”, “seçkin azınlık” teorileriyle kafası bulanmış olanlardır…
Aynı hastalık, işyeri komiteleri ve sendika muhalefet örgütlerine girecek işçileri sınıflandırırken de kendisini gösteriyor. En geniş kitle temeli üzerinde gerçekleşmesi gereken bu türden hareketlere işçilerin bütün kesimlerinin katılmasını sağlayacak bir program ve hareket tarzı önermek gerekirken, hiçbir zaman bir çekirdek olma özelliğini aşamayacak olan devrimci işçilere özgü kıstastan genelleştirmek, yalnızca sınıf mücadelesine zarar verebilir. Bu çizginin ulaşacağı yer, “küçük olsun, benim olsun” özleminin yansıdığı sektör sendikalarının kurulmasından başka bir yer olamaz. Sonuçta devrimci işçi önderleriyle az sayıda ileri işçiyi, işçi kitlesinden koparan ve kendi aralarında kısıtlı, sınırlı, etkisiz bir biçimde “örgütleyen” “devrimci” sözde sendikaların, belki birilerinin kendi varlıklarım kanıtlamalarına yardımı olacaktır, ama kesinlikle proletarya davasına, sınıfın kendi kendisini kurtarma amacına hiçbir katkısı olmayacaktır.
Bugün işçi sınıfı, aylardır sürdürdüğü çetin ekonomik mücadelenin içinde bundan siyasal sonuçlar çıkarmaya açık ve hazır, uyanık, hareketli ve yığınsal olarak katıldığı eylemin kendi gücüne olan inancını sağlamlaştırmış olarak ayaktadır. Zengin eylem biçimlerini denemiş, fakat sonuçta hiçbir temel sıkıntısını çözmeyen bir ücret anlaşmasına mahkûm olmuştur. Zincirleme olarak, sendika şeflerinden patrona, hükümete kadar uzanan bir cephede, kendisinden ayrı, kendisine düşman bir sınıfın bulunduğunu bir bütün olarak kavrayabileceği elverişli koşullarda bulunuyor, özellikle, sendikaların sarı niteliği ile bunun aşılması, sınıf sendikaların kurulabilmesi için neler yapılabileceği i konusundaki ciddi, kitlesini bölmeyen, esas gücünü sürekli olarak ayakta tutacak olan örgütlenme önerilerine karşı dikkat kesilmiş durumdadır.
Bu anda, kendisinin satılmış olmasının, sorunlarının çözümsüz bırakılmasının suçunu birkaç sendika ağasının sırtına yıkan, daha iyi yöneticiler olsaydı şimdi daha iyi durumda olabileceğini vs. anlatan bütün propagandalar gerici bir rol oynayacaktır. Bu türden açıklamalar, sınıfın her şeyi kötü yöneticilerin varlığı ile açıklayan geri kesimleri için kolay anlaşılır olacaktır belki, ama kesinlikle sosyalistçe bir açıklama olmayacaktır. Hayır. Sorumlular, sendikaların ya da hükümetin başında bulunan “kötü adamlar” değildir. Şevket Yılmaz’ın ya da Özal’ın yerinde bir başkasının olması durumda köklü bir değişiklik yaratamaz. Sorun, sendikalardan hükümete kadar, bütün kademelerde yönetilenlerle yönetenler arasındaki sınıf çatışmasındadır. Sınıfa karşı sınıf! Son ayların deneyinden çıkarılacak en önemli ders budur. İşçiler, ancak kendilerinin denetlediği, yönettiği örgütlerle ilerleyebilirler. Bugün bütün sendikalar, işyerlerinden, işkoluna ve sektörlere kadar uzanan işçi komitelerinde örgütlenmiş kitleler tarafından yönetilmelidir. Bunu dile getiren tek slogan: “İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE”dir.
Bu sloganda, yönetim yeri olarak, sendika büroları, sekreterlik, başkanlık masaları düşünülmüyor. Bu slogan, sendika binalarında oturacak yöneticilerin hangi politik akıma mensup olursa daha iyi olacağını tartışmıyor. Bu slogan, sendikaların yönetimini, işçilerin bulunduğu her yerde, söz ve karar haklarım dolaysız olarak kullandıkları her yerde görüyor. Bu slogan, bir kere seçilen ve seçildikten sonra sınıfın kitlesi dışına, yönetim binalarına geçen ve oradan sınıfa kendisi için neyin iyi olduğunu vazeden bürokratların tümüne karşı, işçilerin tümünün iradesini gerçek yönetici güç olarak tanıyor.
Bu bakımdan, “niye sıradan işçiler sendika yönetimine gelsin, devrimci işçiler gelse daha iyi değil mi?” sorusu anlamsızdır. Tartışılan meseleyi, önerilen sloganı hiç anlamamış olmanın ifadesidir. Daha kötüsü, mevcut bürokratik mekanizmayı kabul etmenin, fakat bu mekanizma içinde yer alan yönetici kişilerin değişmesiyle her şeyin çözüleceğini sanmanın ifadesidir. Daha kötüsü, mevcut bürokratik mekanizmayı kabul etmenin, fakat bu mekanizma içinde yer alan yönetici kişilerin değişmesiyle her şeyin çözüleceğim sanmanın ifadesidir.
Sendikalarda devrimci muhalefet, işyeri konseyleri (ya da komiteleri) birleşik işçi muhalefeti vs. gibi doğru sloganlar, ancak ve yalnızca, yığın inisiyatifinin, açık ve demokratik söz ve karar mekanizmalarının kitlesel güce dayanarak işlediği ortamlarda anlamlı olabilir.
Diğer yandan bu slogan, sendikaların yönetim kademelerinde devrimci işçilerin yer almasına karşı değildir. Aksine, bunun en sağlam dayanaklarının oluşturulması ve sürekli kılınması için tartışılmaz bir güvencedir.
Bu slogan, bir diğer çok önemli ihtiyacın karşılanmasına yönelik örgütlenme tarzına da hizmet eder. İşçi sendikaları için, özellikle demokratik kurallarla işleyen ve sınıfın inisiyatifini yansıtan devrimci sendikalar için, egemen sınıfların kapatma, yöneticileri tutuklama tehditleri hiçbir zaman eksik olmayacaktır. Oysa sınıf, her türden örgütünün sürekliliğinden yanadır. Her darbede kapanan, ne zaman açılacağı belli olmayan sendikalar ve yolları beklenip duran “iyi yöneticiler” sınıfın temel ihtiyaçlarım karşılayamazlar. Fakat bizzat yığının sürdürdüğü ilişkiler ve yığın içinde işleyen mekanizmalar üzerine kurulmuş sendikaların kapatılabilmesi mümkün değildir. Egemen sınıflar, hiçbir zaman sınıfın tümünü tutuklayamazlar.
Sendika ağalığına, gizli pazarlıklara, tepeden dayatılan kararlara, egemen sınıfların cam istediği zaman kapatabildiği sendikalara karşı, işçiler sendika yönetimine!
Haziran 1989