Son bir kaç ay içinde Doğu Avrupa ülkelerindeki kokuşmuş revizyonist liderlerin art arda devrilerek yerlerini ‘liberal muhaliflerine’ bırakmaları, kapitalist emperyalist çevrelerde ve dünyanın her köşesindeki revizyonist odaklarca büyük bir coşkuya yol açarken, sıranın ‘Komünizmin Avrupadaki son kalesi Arnavutluk’a (!) geldiği propagandası aynı çevreler tarafından yoğunlaştırılıyordu.
Propaganda makinası öylesine işletildi ki, gerici emperyalist çevrelerin kendileri bile kendi uydurdukları yalana inanacak hale geldiler; el oğuşturarak. Arnavutluk’tan gelecek bir ‘hayırlı haberi’ beklemeye koyuldular. Kuşkusuz bu çevreler içinde en heyecanlı bekleyiş içindekiler, sosyalist Arnavutluk’un ‘kadim düşmanı’ titocu Yugoslav yönetimiydi; ve emperyalist revizyonist propaganda makinasının yalan üretim merkezi olma görevini üstlendi. Yugoslavya resmi haber ajansı TANJUK ve Yugoslav Politica gazetesi tam bir hayali haber üretme merkezi gibi emperyalist ve revizyonist odakları kısa süre için bile olsa sevince boğan ‘haberler’ yaymaya başladılar. Bu aşağılık kampanya Yunan dini ve şovenist çevreleri ile Vatikan’ın yakın desteğini alarak genişledi; en gerici çevrelerden başlayarak bütün kapitalist ve revizyonist mihraklar derece derece bu karşı devrimci, sosyalizm düşmanı kampanyaya katkıda bulundular. Ortaya atılan haberlerin yalan olduğunu bildikleri halde burjuva basın ve yayın merkezlerinin en ‘ciddileri’ bile bu büyük sevincin çekiciliğinden kendilerini kurtaramadılar.
Burjuva basın ahlakının en yozlaşmış biçiminin yaşandığı ülkemiz basın ve yayın çevreleri, bu sosyalizm düşmanı kampanyadan geri kalamazdı; her zaman olduğu gibi. anti- komünist kampanyada en önde yer almazlarsa beslendikleri çevrelerin yüzüne nasıl bakarlardıl. Öyle de oldu…Uydurma haberler daha Batı’nın kıyıda köşede kalmış gazetelerindeyken, bizde ‘en çok satmakla’ öğünen bir gazete haberi manşetten ‘Arnavutluk da Patladı’ diye verdi. Tabi. haberin inandırıcılığını artırmak İçin de tüm ‘gazetecilik maharetlerini’ kullanmışlardı: Üstünde, ayaklanma ve çatışma bölgelerinin İşaretlendiği renkli bir Arnavutluk haritası ile İngiliz Daüy Mirror ve Daily Ekspress gazetelerinin kupürleri ile yalan habere “ciddiyet” kazandırılmaya çalışılmıştı. Böyle bir patlamanın kaçınılmazlığı ve beklenirliğl yorumun yanısıra haber sanki içinde yaşayan birilerinin verdiği dolaysız bilgi gibi kaleme alınmıştı. Olayların yanısıra tahlillere bile yer veriliyordu: “Değişim isteyen öğrencilere Rum azınlık gurupları ve kral yanlıları da katılınca gösteriler tüm ülkeyi sardı. Yakalanan elebaşıların ya idam edildiği ya da askeri araçların arkasında sürüklenerek öldürüldüğü bildiriliyor’ diye yazıyordu gazete.
12 Ocak günü, bir gün önce Sabah’ın ‘atlattığı’ diğer gazeteler de telaşla yalan haber kampanyasına katıldılar: Günaydın, rakibi Sabah’a geçilmiş olmanın hıncıyla daha keskin bir başlıkla çıkmayı uygun bulmuş! “Tanklar İşbaşında…” Haberin içeriği ve yorumlarda kan ye barut kokusu içinde… “işkodra kentinde halkın cephanelik basarak silaha sarıldığı ve ‘Ya İstiklal Ya Ölüm’ sloganıyla ayaklandığı bildiriliyor. Ayaklanmanın tanklarla bastırıldığı öğrenildi.” Olup bitenle tatmin olmamış ki, Günaydın “tarih” de anlatıyor: Arnavutluk’ta son beş yıl içinde pek çok(!!) ayaklanma olmuş (her nedense bu ayaklanmalardan bugüne kadar kimsenin haberi olmamış) ve ‘çalışma kamplarında 100 bin kişi var’mış da. “bu son ayaklanmayı da onlar başlatmışlar” vb… Doğru ve titiz haberciliği ile övünen ‘Cumhuriyet’imizin de bu doğruluk ve titizliğinin sadece belirli bir sınıra kadar, kapitalizmin bitip sosyalizmin başladığı sınıra kadar olduğunu, bu vesile ile öğreniyoruz: “Kapalı Kutudan Söylenti Taşıyor” diye başlık attıktan sonra Yugoslav ve öteki yalan merkezlerinin ürettiği yalanlar uzun uzun gerçek havası verilerek anlatılıyor ve sonradan zevahiri kurtarmak kaygısıyla olacak ‘Arnavutluk’ta bazı ayaklanmaların baş gösterdiği yolundaki Batı basınında çıkan sansasyonel haberler henüz doğrulanmıyor’ diye bitiriliyor “haber”.
Yugoslav TANJUK, Vatikan, Yunan Kilisesi ve ne idüğü belirsiz “görgü tanıkları” dışında hiç bir ciddi kaynak gösteremeyen emperyalist ve gerici çevrelerin ayakları bir kaç günde suya erdi. ATA, Arnavutluk TV’si ve Tiran’daki yabancı diplomatların açıklamaları, Arnavutluk’ta, sözü edildiği gibi bir ayaklanma ya da gösteri vb. olmadığı biçimindeki açıklamaları gerici çevrelerin sevincini hayal kırıklığına çevirdi. Nitekim, Milliyet ve Sabah gazetelerinin muhabirleri ‘Arnavutiuk’u karış karış geziyorlar’, ama ‘çıt çıkmıyor’du. Evet. Sabah muhabiri böyle diyordu, ama bunun fırtınadan önceki sessizliğe benzediğini satır aralarına sıkıştırmaktan da geri kalmıyordu. Üstelik de bütün bu gelişmelerden sonra bir kaç gün önceki rezil kampanyaya katılmamış gibi ne Sabah ne de diğer gazeteler “haberler doğru değilmiş” demekten öte bir şey söylemeden (kendi tutumlarına ilişkin), bir kaç gün yalan haber yayınlamakla Arnavutluk uzmanı kesilerek iki gazete birden Arnavutluk “dizisi” başlatıyor. Bu “dizi”de Milliyet daha nesnel tutum almaya çalışırken, Sabah baştaki sosyalizm düşmanı küstah tavrını sürdürüyor: “Fakirlikte Eşitlik”, “Küçük Ülke Böyük Köy” gibi başlıklarla bile sosyalizmi küçümseme çabasını bir yana bırakmayan Sabah, ekonomi ve sosyal yaşama ilişkin sosyalizmle kapitalizm arasındaki farkın çarpıcı göstergesi olan bir takım saklanamaz doğruları yazmak zorunda kalırken, öte yandan iki yüzlü yorumlamalar yapmaktan da geri kalmıyor: “Sokaktaki insanların yüzlerinde öfke ve gerginlik görünmüyor, Moskova’dakinin aksine insanların yüzlerinde hüzünlü bir ifade yok ama gençlerin can sıkıntısı çekmesi gerekir diye düşünüyorum (!!!)”
Tanrıya yakın bunca gericinin bu içten yakarışlarının kabul görmemesinin nedeni nedir? Doğu Avrupa’nın koca koca ülkelerinde revizyonist diktatörler Batılı emperyalistlerin hafif bir omuz desteği ve Gorbaçov’un bir göz işaretiyle art arda devrilirken, tam bir emperyalist ve revizyonist kuşatma altındaki küçük Arnavutluk’un yıllardır bütün dünya gericiliğine karşı direnebilmesi nasıl açıklanabilir? Bunda bir giz mi vardır? Elbette hiç bir giz yoktur, ama gericilerin, emperyalistlerin ve revizyonistlerin anlamadıkları şeyler vardır. Arnavutluk’ta işlerine yarayacak şeyler görmek, sosyalizmin ‘kötülüklerini’ teşhir etmek için oraya gidenlerin bile bir yanını görüp itiraf etmek zorunda kaldıkları bir fark var. Arnavutluk’la diğer Doğu Avrupa ülkeleri arasında. ‘Arnavutluk yönetimindeki insanları Doğu Avrupa’dakilerle karşılaştırmak yanlış olur. Bu insanları Çavuşesku, Jikov, Honnecker’lerle ortak yanları sadece komünizmin çıkış noktası. Çalma çırpma yok. Halkın sırtından zenginlikler, apayrı hayat düzenleri yok. (Sabah) Ama bu, sadece farkın “gazeteci nesnelliği” ile görülebilen yanı. Daha önemlisi ise, bu farkın oluşum tarihidir ki; son 30 yılda Marksizm-Leninizm ile revizyonizm arasındaki savaşta, AEP’in Marksizm-Leninizm’i savunmada gösterdiği kararlılık ve cesaret, Arnavutluk proletaryası ve emekçilerinin sosyalizmi inşada gösterdiği fedakarlık ve yetenekte ortaya çıkar. AEP, emperyalist kuşatmaya ve revizyonizmin tuzaklarına karşı savaşırken, Arnavutluk proletaryası ve emekçi halkını da Marksizm-Leninizm temelinde eğitmiş, liberal, reformcu ve revizyonist cereyanlara karşı devrimde ısrar etmeyi onlara öğretmeyi başarabilmiştir. Bu yüzdendir ki, eski toplumun artıkları emperyalizm ve revizyonizmin ajanları ne parti saflarında, ne sosyalist devletin kademelerinde, ne de emekçilerin içinde etkileyecekleri çevreler bulamamışlardır. Bu yüzdendir ki, ne titocular ne Anglo-Amerikan emperyalistleri ne de Sovyet ve Çin revizyonistleri Arnavutluk’tan bir çivi sökmeyi bile başaramamışlardır. Onca çabaya karşın, bugün gerici ve emperyalist çevrelerin elindeki Arnavutluk menşeli tek dayanak, yaşamak için bile kendisine
Güney Afrika’yı layık bulan, beyaz zehir ticaretine kadar her tür pis işe bulaşmış, vatan hainliği tescilli kral Leka Zogo’dur.
Polonya’da, Macaristan’da ya da öteki Doğu Avrupa ülkelerinde, Paris, Londra, Washington ya da Vatikan istediği zaman yandaşlarını harekete geçirerek, orada Moskova’nın dümen suyundaki kuklaları etkileyebiliyordu. Bu mihraklara Gorbaçov da katılınca, Doğu Avrupa’nın, kendi halklarıyla hiç bir bağı kalmamış revizyonist ‘liderleri’ ortada kaldılar ve liberal ‘muhaliflerince’ zorla ya da ‘gönül rızasıyla’ ama kolayca alaşağı edlidiler. Kalabalıklar ise bu dekorun tamamlayıcısı ve “yeni”lerin meşruluğunun ‘kanıtı’ oldular.
Arnavutluk’ta hiç bir gerici mihrakın kışkırtabileceği güçler yoktu, Onun için de dikkatleri (belki) etkili olur diye Yunan azınlık üstüne çektiler, ama temelsiz olduğu için onda da başarılı olamadılar. Emperyalizmin ideologlarının ve burjuva basının önde gelen “uzman yorumcularının” ve istihbarat örgütlerinin anlayamadıkları da budur. Doğu Avrupa ülkeleri sözde sosyalist, gerçekte ise sosyalizmle ilişkisi kalmamış bürokratik diktatörlükler iken, Arnavutluk gerçekten sosyalist bir ülke idi ve Arnavutluk halkı emperyalizme ve revizyonizme karşı mücadele içinde çelikleşmiş bir halktı. Bu yüzdende ne emperyalist baskılar ne de revizyonist iki yüzlülük ona boyun eğdiremedi.
Dün olduğu gibi bugün de sosyalist Arnavutluk kapitalist ve revizyonist sistemin kalbindeki hançerdir ve gericiler onunla oyun oynamaya kalktıklarında daha çok acı çekecek, ölümlerini çabuklaştıracaklardır. Çünkü, sadece Arnavutluk halkı değil, dünyanın her yanındaki M-L partiler ve devrimci proletarya her yolla sosyalist Arnavutluğun yanında yer alacaktır.
Hiç kimse sosyalist Arnavutluk’la oyun oynayamaz:
Arnavutluk’la ilgili son günlerde yapılan spekülasyonlara yanıt olarak gördüğümüz Arnavutluk kaynaklı aşağıdaki yazıları yayınlıyoruz.
Tiran, 10 Ocak 1990 Javer Malo / Zeri i Popullit
Yunan gericiliği Arnavutluk’a karşı bir saldırı kampanyası daha düzenledi. Olaylar sınır tanımaksızın çarpıtılıyor. Doğu Avrupa’da yapılan değişiklik sonucunda sağcı çevreler ve Yunan Ortodoks kilisesinin şefleri Arnavutluk’a müdahale etme zamanının geldiğini düşünüyorlar. Başpiskopos Serafim sansasyonel bir keşifte bulunarak Drupull’a bağlı Pepel köyünden 4 kardeşin Yunanistan’a kaçmaya çalışırken sözde tutuklandıklarını açıkladı. Ona göre bu kişiler sözde bir traktöre bağlanarak öldürülmüş.
Arnavutluk yetkilileri bu kişileri 1990 yeni yıl kutlamaları sırasında köylerinde ve evlerinde aileleriyle birlikte kamuoyuna göstererek bu gibi çarpıtmaları boşa çıkardıysa da, kampanya giderek daha salgınlaşıyor. Sadece Arnavutluk sınırındaki Yunan kentlerinde değil, ABD, Kanada ve Avustralya’daki Yunan Ortodoks kilisesine bağlı birçok siyasi çevre de bu kampanyayla uğraşıyor. Olaylar, bize Damaskimos’u anımsatıyor. Bilindiği üzere, 1945 yılında Atina’daki kilisenin başında bulunan bu kötü ünlü başpiskopos, Arnavutluk’a yönelik düşmanca kampanyası sonucu Arnavutluk-Yunanistan ilişkilerine büyük zarar verdirmişti.
İki halk arasında düşmanlık tohumları ekmeye çalışan bu kampanya, dış politikayla ilgili önemli sorunlar varken hiçbir sorumluluk taşımaksızın bu sorunları ele alınmasının bir saçmalık olduğunu ve Balkanlara gerilime yol açacak bir kışkırtmadan başka bir şey olmadığını belirten Yunanistan’daki solcu partiler ve demokratik güçlerce mahkum edilmiştir. Açıktır ki, bu kampanyayı kışkırtanlar ve örgütleyenler, sadece Arnavutluk halkı için değil, Yunanistan’daki azınlık için de kötülük düşünüyorlar…
Son günlerde Arnavutluk ile Yunanistan arasındaki ilişkilerde her yönden olumlu gelişmeler görülmektedir. Çok sayıda Yunanlı Arnavutluk’a gelmiş ve birçok Arnavut da akrabalarını görmek için Yunanistan’a gitmiştir. Bütün bunların, eskiden kalma dostluklar ve ortak geleneklerle birbirlerine kopmaz biçimde bağlanmış iki halk arasındaki ilişkilerde daha sıcak bir atmosfer yaratılmasına katkısı olmuş ve ilişkileri güçlendirmiştir. Ülkemize gelen birçok Yunanlı, buradaki Yunan azınlığın sürdürdüğü mutlu, yaşam konusunda sözlü ve yazılı düşünceler belirtmiştir. Bugün sahip olunan özgürlük ve haklar için tüm Arnavut halkıyla birlikte savaşmış olan Yunan azınlığı, bugün tüm Arnavut halkıyla aynı özgürlüğe ve haklara sahiptir. Arnavutluk’ta azınlıkların yaşadığı topraklar, tıpkı Yunancanın kültürel ve eğitsel olarak açılıp serpilmesi gibi gelişme göstermektedir. Bir zamanlar yoksul ve geri olan bu bölgelerden, tüm ülkede tanınan ve saygı gören birçok şair, yazar, ressam, heykeltraş ve sanatçı yetişmiştir.
Gerici Yunan piskoposunun bugün sözünü ettiği insan haklarını, biz, ulusal ve toplumsal baskı olmaksızın daha iyi ve daha anlamlı bir yaşam hakkı, çalışma ve eğitim edinme özgürlüğü olarak anlıyoruz ve bu hakları kilise veya cami sorununa indirgemiyoruz.
Gerici Yunan çevreleri, Arnavutluk’taki Yunan azınlığın “hakları” konusunda çığlıklar atarak, Arnavut ağaların sömürüsünü ve sopasını, azınlık tüccarları ve tefecileri için en büyük oranda sömürüye geri getirmek istiyorlar. Bu kampanyayla Zogo dönemindeki beylerin ve kapitalistlerin vahşi sömürüsü tüm Arnavutluk’a geri getirilmek isteniyor.
Yunanistan’da sosyalist Arnavutluk’a karşı böyle düşmanca bir kampanya düzenlenmesi rastlantı değildir. Arnavut kaçakları, ellerini halkın kanına bulayarak Alman birlikleriyle birlikte Arnavutluk’u terk eden faşizmin onursuz işbirlikçileri, bir ayakları Paris’te ve başlarında Ahmet Zogo’nun oğlu olmak üzere, Arnavutluk halkına Doğu Avrupa’daki olaylardan ders çıkararak ateist Tiran rejimine başkaldırma çağrısında bulunuyorlar. Bu uyuşturucu madde kaçakçısının, insan hakları sözlerini, “insan hakkı” sözünün dile getirilmesinin birçok tutuklamalara yol açtığı, insanlık dışı jenosit ve ırk ayrımının yaşandığı, ve tüm ilericilerin vicdanını sızlatan bir ülke olan Güney Afrika’dan dile getirmesi anlamlıdır. Ne yazık ki, bazı Fransız gazeteleri de, örneğin Peten’in ünlü işbirlikçisi olan basın kralı Hersent’in gazetesi “Figaro” da, bu şerefsiz ve uyuşturucu kaçakçısının demeçleriyle ağız birliği ediyor.
Belgrad’daki Sırp basını da, Arnavutluk’a yönelik öfkeyle bir an bile geriye kalmak istemeksizin bu kampanyaya katılıyor. 21 Aralık tarihli Yunan gazetesi “Eleftheri Ora” da, Almanya’daki Sırp kilisesi patriğinin bizzat başkiskopos Serafim’e gönderdiği bir mesaj yayınlandı. Bu mesajda, Sırp kilisesinin “North Epirus”a desteği dile getiriliyor ve dört kardeşin trajik ölümü vurgulanıyor. Bu kutsal Alman’ın amacı 24 Aralık tarihli diğer Yunan gazetesi “Kathimerini” de açığa vuruluyor. Gazetede çıkan “Balkanlardaki Durum” başlıklı makalede başka şeylerin yanısıra şunlar söyleniyor: “Monarşi döneminden bu yana Sırbistan’ın Yunanistan’la sıkı bağları vardır. Güvenilir kaynaklara göre, Scoplie provokasyonların devam etmesi halinde Yunanistan, Sırbistan’la geleneksel ilişkilerini sürdürecektir.”
Bu gerici çevrelerin eski ittifakları yeniden canlandırma hayalleri Balkan halklarının kanlarının dökülmesine yol açtığı halde, tarihten hiçbir ders çıkarmamış görünen bu kişiler, Zogocu etkinliklerin reklamını yapmaya başlayarak bu kişileri “Arnavutluk’taki insan haklarının savunucusu” olarak sunuyorlar. Bu haklardan söz etme cesaretini gösterenlerin Kosova’da sokağa çıkma yasağı uyguladıkları, anayasalarının tanklar altında uygulandığı, sokakların katledildiği insanlarla, hapishanelerin ise işçi ve öğrencilerle doldurulduğu, aydınlar hakkında soruşturma açıldığı, Arnavut okullarının kapatıldığı ve aynı durumun Hırvatistan, Slovenya, Bosna ve Hersek’te de yaratılmaya çalışıldığı bilinmektedir.
Gerici çevrelerin Arnavutluk’la ilgili olarak boş hayaller peşinde koşma ve kendi emellerini gerçeğe dönüştürme düşünceleri ilk değildir. Ülkemizde bağımsızlık kanla kazanılmıştır. Sosyalizmle halka bağımsızlık ve egemenlik sağlanmış, halkın ulusal onuru geri verilmiştir. Dolayısıyla Arnavutluk bu yolda ilerleyecek ve hiçbir güç onu durduramayacaktır.
Büyük sıkıntılar çeken ve özgürlük için kanını veren Arnavutluk halkı, Avrupa’nın bu bölgesinde barış ve dengenin korunmasında her zaman önemli bir rol oynamaya devam edecek, Balkanlarda işbirliği ve karşılıklı anlayış için çaba göstermeyi sürdürecek, ama hiçbir zaman başkalarının kendi işine karışmasına izin vermeyecektir.
AEP Merkez Komite Sekreteri ve Halk Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı Foto Cami’nin Arnavutluk Radyo/TV’siyle yaptığı söyleşi:
Tiran, 12 Ocak 1990
Soru: Dün olduğu gibi bugün de, resmi İtalyan TV’sinde Doğudan esen rüzgarların sözde Arnavutluk’ta da estiği ve İşkodra ve başka yerlerde gösteriler düzenlendiği yolunda yayınlar yapılıyor. Bu haberlere ne diyorsunuz?
Cevap: Bunları nasıl mı yorumluyorum? İftiradan daha iyi bir sözcük bulamıyorum. Son günlerde Arnavutluk’a düşmanca uydurmalar arttı. Herkes olabildiğince yalana başvuruyor. Belgrad Radyo-TV’si ve Yugoslavya haber ajansı, İşkodra’da bir gösteri düzenlendiğini söyledi. Vatikan radyosu daha da ileri giderek bir ayaklanma olduğunu söylüyor. Yunanistan’daki şoven güçler ve gerici din adamları, azınlıktan dört gencin sözde traktörle sürüklenerek öldürüldüğünü iddia ediyor. Batılı bir haber ajansı, Tiran, İşkodra ve Vlora’nın merkezinde birçok kişinin asıldığını ve tüm hafta boyunca bu kişilerin yerlerinde asılı bırakıldığını söylüyor. Yani bütün bunlar çeşit çeşit yalanlar. Neşeli hiçbir olay yok.
Soru: Bu kampanya niye örgütleniyor ve bundan kimin çıkarı var?
Cevap: Amaç açık. Doğu ülkelerinde yaşananların Arnavutluk’ta da tekrarlanması isteniyor. Onlar “Balli Kombetar”ın, “ağaların ve beylerin”, baskı ve sömürünün geri gelmesini istiyorlar. Onların Arnavutluk’ta yerleştirmek istedikleri demokrasi işte budur. Bundan kimin mi çıkarı var? Arnavutluk’un özgür, bağımsız ve egemen olmasını istemeyenlerin.
Arnavutluk’a yönelik yalanların düzenlenmesinde başlıca rolü, Tanjug ve Belgrad’daki Sırp basını üstleniyor. Bunun nedeni de gayet açık. Tüm dünyanın dikkati, Kosova’daki baskılardan, Kosova’daki yargılamalardan çekilmek isteniyor, Yugoslavya’daki Arnavutlar üzerindeki baskı ve şiddeti arttırmak için Arnavutluk’un itibarını düşürmek istiyorlar. Bu nedenle Belgrad’ta en uydurma haberlerin bile çıkarılmasına şaşırmadık. Ancak ciddi görünen İtalyan Radyo-TV’sinin bu uydurmalara inanarak onları yaymasına şaşırdık ve bundan üzüntü duyuyoruz.
Arnavutluk’a yönelik kampanyaya Yunan basınının bir bölümü de etkin biçimde katılmış bulunuyor. Bu kesim, sözde Arnavutluk’taki Yunan azınlığıyla ilgileniyor. Bundan dolayı gerçekten üzgünüz. Çünkü ülkelerimiz arasında sağlam bir dostluk ruhu vardır, iki ülke arasındaki normal ve dostça ilişki, ulusal azınlıklara da yansıyor. Onların yapay abartmalarının hiç kimseye yararı yoktur.
Soru: Arnavutluk’a yönelik bu yalanları tekzip etmeye gerek olduğunu katiyen düşünmüyoruz. Ama bu yalanlar halkımızda derin bir öfke yaratmadı mı?
Cevap: Bu doğru. Ama bunun iyi bir yanı var. Onlar bizi, uyanıklılığımızı arttırmaya, özgürlük, bağımsızlık ve egemenliğimizi korumaya, anayurdumuz ve sosyalizm için daha çok çalışmaya, seçmiş olduğumuz yolda ilerlerken yıkılmaz birliğimizi ve sarsılmaz kararlılığımızı güçlendirip çelikleştirmeye sevkediyor.
Ramiz Alia’nın “Enver Hoca Otomobil ve Traktör Fabrikası” çalışanlarıyla yaptığı toplantıdaki konuşmalarından bir bölüm.
Tiran, 15 Ocak 1990,
AEP Merkez Komitesi Birinci Sekreteri ve Arnavutluk Halk Meclisi Prezidyumu Başkanı Ramiz Alia, Tiran’daki “Enver Hoca Otomobil ve Traktör Fabrikası” işçileriyle yapılan bir toplantıya katıldı.
Toplantıda kürsüye gelen işçiler, üretim görevlerini gerçekleştirmek için güçlerini birleştirmeye hazır olduklarını belirterek bazı ülkelerin basınında son günlerde Arnavutluk aleyhine düzenlenen iftira kampanyasını şiddetle kınadılar.
Bu toplantıda konuşma yapan Ramiz Alia, bu yıl yeni üretim kapasitelerini devreye sokma, mali durumumuzu ve döviz dengemizi güçlendirme, üretimin etkinliğini arttırma hedeflerimizi yerine getirmek ve gerçekleştirmek için her türlü olanağa sahip olduğumuza işaret ederek devamla şunları söyledi:
“Ülkemiz sosyalist yolda kararlılıkla ilerliyor; Ülkemiz özgür ve bağımsız bir ülkedir. İçteki durumumuz sağlamdır. Halkımız kendi kaderinin efendisidir. Bu zaferlerimiz kıskanılıyor. Ama biz her geçen gün bunları koruyacak ve daha da güçlendireceğiz.
Kürsüye çıkan yoldaşlar bugünlerde ülkemize yönelik iftira ve uydurma kampanyası konusunda haklı olarak öfkelerini dile getirdiler. Ben de bu durumdan söz etmek istiyorum.
Biz Arnavutlar, böyle kötü niyetli kampanyalardan katiyen etkilenmeyiz. 45 yıldır devrim, özgürlük, bağımsızlık ve sosyalizm yolumuzdan saptırılmak için saldırı, tehdit ve eleştiri altındayız. Ama bu kampanyalar hiçbir zaman sonuç vermedi. Yurtseverlerin tüm kuşaklarının uğruna savaştığı ve canlarını verdiği ülkemiz, her zaman yıkılmaz bir kale olarak ayakta kalmıştır ve ebediyen kalacaktır. Bırakın Arnavutluk’un düşmanları ellerinden geleni yapsınlar. Biz her zaman ilerleyeceğiz.
Böylesi provokatif kampanyaların kaynağı her zaman Belgrad olmuştur. Biz buna hiç şaşırmıyoruz. Çünkü Yugoslavya’nın politikası her zaman Arnavutluk’a düşmanca olmuştur. Yugoslavya hiçbir zaman Arnavutluk devletinin varlığını ve Arnavutluk halkının bağımsızlığını kabul etmek istemedi. Arnavutluk’a karşı her zaman yayılmacı ve hegemonyacı bir tutum izledi.
Ama bu kez Yugoslavları içlerinde bulunduğu durum böyle davranmaya yöneltiyor. Yugoslavların Arnavutluk’a saldırarak uluslararası kamuoyunun dikkatini halen ülkelerinde yaşanan bunalım ve çatışmalardan uzaklaştırmak istedikleri açıktır. Özellikle de, Kosova’da içlerine battıkları çamurun utancını gizlemek istiyorlar. Tıpkı, büyük Sırpların Yugoslavya halklarına ve uluslarına karşı düzenledikleri entrika ve komploları kamufle etmek istedikleri gibi.
Son günlerde yayınlanan haberleri biliyorsunuz. Ben, dün Tanjug’ta yayınlanan bir habere dikkatinizi çekmek istiyorum. Ajansta şunlar söyleniyor:
“Arnavutluk’ta olağanüstü durum ilan edildi. Arnavutluk karışıklık içinde. İşkodra’da halk caddelere döküldü. Öbür kentlerde de gösteriler düzenleniyor. Güvenlik görevlileri ve devletin diğer güçleri tarafından çok sayıda insan öldürüldü. Komünizmin düşmanı olmakla suçlanan dört öğrenci idam edildi.”
Yugoslav haber ajansı dünya kamuoyunu bu tür haberlerle besliyor.
Yugoslavlara şunu söylüyoruz. Arnavutluk’un hiçbir yerinde olağanüstü durum, gösteri, karışıklık yoktur ve hiç kimse öldürülmemiştir. Ama bütün bunlar Yugoslavya’da yaşanıyor. Kosova gerçek bir toplama kampına dönüştürüldü. Orada şiddet ve keyfilik büyük zararlara yol açıyor. Sırf Arnavut oldukları için insanlar işinden atılıyor, işkence ediliyor, tutuklanıyor ve öldürülüyor.
Tıpkı bizim halkımız gibi faşizme karşı özgürlük ve demokrasi için savaşmış olan Yugoslavya halklarının, Tanjug ve Belgrad basınının iftiralarını onayladığına inanmıyoruz. Tıpkı bizim gibi onlar da, iki ülke arasında iyi komşuluk ve dostça ilişkiden, barış için işbirliğinden başka bir şey isteyemez.
Belgrad’ın Arnavutluk’a yönelik yeni kampanyası halk kitlelerimiz arasında büyük öfke yarattı. Halkımız, Arnavutluk’taki halk iktidarını yıkmaya yönelen ve halkın bağımsızlığını reddeden böyle müdahaleleri öfkeyle karşılıyor. Vatan haini kimseler bulup bunları kendi amaçları için kullanmaya çalışan Yugoslav propagandasına öfkelenmemek elde değil, iki gün önce yapılan “Slobodan, Slobodan, İşkodra halkını kurtar” şeklindeki yayın onların böyle amaçlar peşinde koştuğunu göstermiyor mu? Ama Sırp şovenistleri şunu unutmamalıdır. Arnavutluk söz konusu olduğunda, ulusal özgürlük ve bağımsızlık gündeme geldiğinde kendisine Arnavut diyen, herkes, her zaman ve her yerde, hiçbir fedakarlıktan kaçınmaksızın ülkesi için ölmeye hazırdır. Dolayısıyla bu baylar yangını körüklemekten vazgeçsinler, yoksa bu ateş içinde kendileri yanarlar.
Arnavutluk halkı kimseye zarar vermemiştir. Kimsenin önünde de diz çökmez. Halkımız, kendi kalkınma yolunu kendisi seçmiştir ve ne yapılması gerektiğine, nasıl önlemler alınması, ne gibi değişiklikler olması gerektiğine, bunların nasıl gerçekleştirileceğine ve sosyalist gelişme konusunda ancak kendisi karar verir.
Arnavutluk halkı ülkemizin efendisidir ve kendi kaderi hakkında yalnızca kendisi karar verir.
Atinalı papazların ve batıdaki bazı yayın çevrelerinin peşinde koştuğu Arnavutluk düşmanı kampanyanın, yalana ve uydurmaya dayandığı için sabun köpüğü gibi söneceğine inanıyoruz.
Halkımız, işçiler, köylüler, gençler, aydınlar ve kadınlarımız, partinin çelikten birliği etrafında saflarını daha da sıkıştıracaklardır. Bu kampanya sonucu Belgrad basını, Atina papazları ve bu uydurma masallara önem veren batı basınının siyasi ahlak bakımından ne denli düşük olduğu halkımızca açıkça görülmektedir. Çalışan insanlarımız, demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adalet konusunda güzel sözler söyleyebilen bu ikiyüzlü kişilerin utanmazcasına beyazı siyah gösterdiklerini ve köleliği bize özgürlük olarak sunduklarını görerek bu olaylardan dersler çıkarmalıdır.
Tüm halkımızı saran bu öfkeyi, daha sıkı çalışma güdüsüne çevirelim. Çünkü ekonomi güçlendikçe bağımsızlığımız ve anayurdumuz daha güvencede olur. Birliğimizi daha da çelikleştirelim ki, hiç kimse Arnavutluk kalesinde bir yarık bulamasın. Barutu kuru tutalım ki, hiç kimse bizi hazırlıksız yakalamasın.
Bu sıcak toplantıdan duyduğum mutluluğu bir kez daha dile getirmek istiyorum. Parti Merkez Komitesi adına, “Enver Hoca Otomobil ve Traktör Fabrikası”nın başarılarının devamını diliyorum.
ARNAVUTLUK EMEK PARTİSİ MERKEZ KOMİTESİ 8. PLENUM KONUŞMASI
RAMİZ ALİA
Çeviren: Hasan Asgar GÜRGÖZ
Parti: Her zaman toplumun ve ilerlemenin öncüsü
Yoldaşlar, ülkemizin bütün tarihsel gelişiminde bu yüzyılın son yarısı boyunca, hem ulusal ve sosyal kurtuluş savaşında hem de sosyalizmin inşaası için veriten önemli mücadelelerde, Emek Partimizin rolü belirleyici olmuştur. Bütün zaferlerimizin temeli, ifadesini Parti’de, onun devrimci ideolojisi ve öngörülü önderliğinde bulur.
Marksist-Leninist öğretiye, halkın ve sosyalizmin çıkarlarına sadık olan ve saflardaki çelikten birlik ve militan ruhla belirginleşen Partimiz, her bakımdan çelikleşmiş güçlü bir Partidir.
Merkez Komitesinin şimdiki toplantısında, Partimizin ve onun önder rolünün daha da güçlendirilmesini tartışıyoruz. Amacımız, onu her zaman, zamanın ortaya çıkardığı görevleri yapma yeteneğinin üstüne çıkarmak, onu her zaman devrimci tutmak ve ilerleme surecimizden çıkan sorunları çözme gücünde ve yeteneğinde yetkin kılmaktır. Enver Hoca Yoldaş’ın, ülkemizin sosyal ve ekonomik gelişme görevleriyle Parti’nin önder rolü arasında dolaysız bir bağ olduğuna ilişkin öğretilerini her zaman akılda tutmalıyız; buna göre, sosyalist inşaanın içeriği ve hedefleri ne kadar önemli, güç ve karmasıksa, komünistlerin önder rolünü artırmak o kadar önemli ve Partinin önderliği o kadar belirleyici olur.
Partimizin önderlik faaliyetinin tümünü, çizgisinin kazandığı başarıları ve yeni başarıların güçlü bir temeli olarak toplumda sağladığı onurlu konumunu saygıyla değerlendiriyoruz, ama bunları asla mükemmel olarak görmüyoruz. Onun tarihi ve bütün tecrübesi güçlü bir esin kaynağıdır. Fakat eğer bunlar, doğru ve diyalektik olarak ve Partinin somut ve tarihsel sorumluluklarıyla organik bir bağ içinde düşünülmezse, o zaman, kendinden hoşnut olmaya ve durgunluğa götürebilirler.
Ben, Lenka Yoldaş’ın sunduğu raporun içeriğiyle aynı düşünüyorum. Ama bu tartışmaya bir katkıda bulunmak için dikkatleri, ülkemizin sosyalist inşaasının şimdiki evresinde ortaya çıkan sorunlara, şimdiki uluslararası gelişmelerin, özellikle Doğu Avrupa ülkelerini içine çeken bazı gelişmelerin sonuçlarına çekmek istiyorum.
Oldukça karmaşık ve sıkıntılı bir zamanda yaşıyoruz. Oysa dış görünüş, barış rüzgarlarının estiği, insanlığın sorunlarının çözüldüğü, çelişki ve çatışmaların hafiflediği ve silahların azaltılmasına ilişkin alınan bir dizi önlemlerin savaş tehlikesini bertaraf ettiği izlenimini uyandırabilir. Gerçekten de, en zengin büyük devletler fakirlere yardım etmek için kesenin ağzını açacaklarını söylüyorlar. Özgürlük, demokrasi ve insan hakları üzerine yapılan demagoji, şimdiye değin hiç bu kadar yoğun olmadı. Fakat emperyalizmin özünü oluşturan madalyonun diğer yanı görmezlikten gelinemez… İşçi sınıfının maddi ve manevi sömürüsü daha da şiddetlendi; burjuvazinin elkoyduğu artı değer, teknolojinin geliştirilmesiyle daha büyük oranlarda gerçekleşiyor. Aynı şekilde, emperyalist metropoller nedeniyle gelişmemiş ülkelerin sömürülmesi de görülmemiş oranlara ulaşıyor.
Bu ülkelerin yüz milyarlarca doları bulan borçları, halkların köleleştirilmesinin modern araçlarına dönüştürüldü. Eskiden bütün kıtaları ve ülkeleri sömürmek amacıyla ordularını ve silahlarını kullanan sömürgeciler, simde ise aynı amaca ulaşmak, kendi politikalarını dikte etmek ve maksimum kârlar elde etmek için, doların gücünü ve borçlandırma yöntemlerini kullanıyorlar. Bu, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın birçok devletinde oldukça açık görülüyor; aynı zamanda bu, Yugoslavya, Polonya, Macaristan ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin bazılarında da çok somut olarak görülebilir.
Öte yandan, savaş tehlikesi de saldırgan faaliyetler ve savaşlar da bertaraf edilmiş değildir. Birçok savaş ocağı söndürüldü, fakat Orta Doğu’da hala barıştan söz edilemez ve Güneydoğu Asya ve Afrika’da hala insanlar katlediliyor. Şimdiki durumda, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’da, Bulgaristan ile Türkiye veya Macaristan ile Romanya arasındaki ilişkilerde ulusal ve etnik sorunlar yeniden canlanıp patlak veriyor.
Balkanlarda giderek tırmanan tehlikeli durum özellikle ülkemiz açısından önemlidir. Yarımadamızda çelişkilerin derinleştiği ve gerilimin arttığı önceden de açıktı, ama son zamanlarda giderek belirginleşiyor. Uğursuz güçler yeniden canlandırılıyor ve eski çatışmalar yeniden tutuşturuluyor.
Bizzat Yugoslavların da kabul ettikleri gibi, Yugoslavya’dan durum oldukça ciddidir. Derin ekonomik ve siyasi kriz, Yugoslav Federasyonu’nu ayakları üstünde tutan dengeyi bozmuş bulunuyor. Cumhuriyetler arasındaki ilişkiler giderek gerginleşiyor. Yugoslav Federasyonundan ayrılma tehditleri Cumhuriyetler arasındaki çatışma ve polemiklere eşlik ediyor. Sırp şovenizmi, bütün ülkede hegemonyasını kurmaya çalışıyor; bu saldırgan şovenizm ifadesini, özellikle Kosova’daki Arnavutlara karşı tutumunda açıkça gösteriyor. Buradaki Arnavutlar gerçek bir teröre maruz kaldılar; hapishaneler onlarla dolduruluyor, Arnavut aydınlara karşı işlenen suçlar giderek artıyor ve Arnavut dili ve kültürüne karşı geniş bir cepheden saldırılıyor.
Son zamanlarda, yarımadamızdan bazı ülkeler arasındaki ilişkilerde de giderek artan bir gerilim yaratıldı. Bu durumda, bir sonuç olarak, geçen yıl başlayan Balkanlardaki işbirliği sürecinin, şimdi çok güç sınavlarla karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemiz, eskiden olduğu gibi şimdi de, Balkanlarda iyi komşuluk ilişkileri ve ruhunun hakim olmasıyla yakından ilgilidir. Ve bu politikamız sürekli olacaktır, bu nedenle Balkanlardaki işbirliği sürecinin engellenmemesi için gelecekteki çabalarımızı da arttırmalıyız.
Şimdi, Sovyet toplumu ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin kapitalizme dönüş sürecini tamamen gerçekleştiren Gorbaçov’un perestroykası ve karşı-devrimci reformizmin hızla ilerieyişiyle karakterize olan revizyonist ihanet, burjuvazi ve emperyalizmin kibirini arttınyor. Gorbaçov ve revizyonist ortaklan Stalin’i ve sosyalizmin ilk ve önemli başarılarını tümüyle inkâr ediyorlar ve aynı zamanda Sovyetler Birliği’ndeki şimdiki kötülüklerin kaynakları olarak sundukları Lenin’i ve Ekim Devrimi’ni de eleştirmekte tereddüt etmiyorlar. Komünizm veya komünist hareketten, halkların ulusal kurtuluş hareketleri veya proletaryanın devrimci hareketinden artık söz etmiyorlar; ve bu, revizyonist niteliklerinin mantıksal bir sonucudur, çünkü onlar karşı-devrimci güçlerin birer parçasıdırlar.
Devrimin ve halkların kurtuluş mücadelesinin burjuvazi ve gericiliğin ağır bir darbesine maruz kaldığı bir gerçektir. Bugün oportünist eğilim, dünyanın ideolojik ve politik yaşamına tümüyle yayılıyor, uluslararası toplantı ve konferanslarda hakimiyetini sağlıyor ve çeşitli olaylar bu eğilimin ölçütleri temelinde değerlendiriliyor. Dolayısıyla bu, kesinlikle hesaba katılması gerekli bir gerçektir, fakat devrimci faaliyeti azaltmamalıdır, çünkü bu yalnızca geçici bir durumdur.
Her sosyal görüngü gibi devrimin de iniş ve çıkışlarının olduğu biliniyor, fakat ne bu durum ve ne de oportünist eğilimler sosyal gelişim yasalarını engelleyebilir, kapitalizmin genel krizi ve çöküşünü durdurabilir ve devrimi bastırabilir. Devrim, kendi yolunda ilerliyor ve ilerleyecektir, çünkü proletarya ve halklar için baskı ve sömürüyle uzlaşmak mümkün değildir. Bununla birlikte, burjuvazi ve emperyalizmin de baskı ve sömürü olmadan yaşayabilmesi olanaksızdır.
Partimiz ve Enver Hoca Yoldaş, daha ilk belirtileri ortaya çıktığı zaman modern revizyonizmi mahkum etmiş ve komünist hareketi bu tehlikeye karşı uyarmıştı. Ve zaman bu eleştiri ve öngörülerin doğruluğunu kanıtladı. Bu, revizyonizmin yoluna ilk giren Yugoslavya ve Sovyetler Birliği’ni içine çeken ve çepeçevre saran krizlerle de kanıtlandı. Bu durumda, yalnızca boğazına kadar borca gömülmekle kalmayan, aynı zamanda pek çok ekonomik, sosyal ve siyasal güçlüklerle karşı karşıya kaldıktan ve 45 yıl sonra devlet iktidarını en azgın anti-komünistlere teslim eden Macaristan ve Polonya’dan söz etmek gereksiz olur.
Şimdi, dünya gericiliği, SB ve başka yerlerdeki revizyonizmin tehlikeli sonuçlarını ve revizyonizmin iktidarda olduğu ülkelerdeki bütün siyasi, ideolojik, ekonomik ve moral yozlaşmayı ve çürümeyi komünizmin başarısızlığı olarak sunuyor. Onun seçkin ajan ve misyonerleri, “sosyalizmin itici güçlerinin tasfiyesi”, “sosyalizmin iflası”, “Marksizmin ölmesi”, vs, hakkında konuşup duruyorlar.
Sosyalizmin ve proleter ideolojinin itibarını kaybettirmeyi ve işçi sınıfı ve ezilen halkları devrim yolundan uzaklaştırmayı amaçlayan bu gerici tezlere karşı kararlıca mücadele etmek temel görevlerimizdir. Partimizin, daha uzun süre önce, SB ve başka yerlerdeki kötülüklerin kaynağının onların sosyalizm yolundan uzaklaşmış olmasında olduğunu söylediğini vurgulamalıyız. Bu ülkelerde başarısızlığa uğrayan ne marksizm ne de komünizmdir, tam tersine, komünizmin inkarı ve proleter ideolojinin yerine burjuva ideolojisinin konulmasıdır. Bu moral ve ekonomik çöküşün ve her yandan çözülmenin kaynağıdır
Sovyetler Birliği ve diğer Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan yeni olguları teşhir ederken, revizyonizmin daha ileri bir eleştirisini yapmak ve onu derinleştirerek yeni argümanlarla zenginleştirmek görevimizdir, özellikle, revizyonizmin işini kolaylaştıran çelişmelerin ne olduğu sorununu ve onun hangi ekonomik ideolojik ve sosyal etkenleri kullanarak sosyalizmi yıktığını daha da derinlemesine incelemek gereklidir. Revizyonizm olgusunun ortaya çıkışının, bazen söylendiği gibi, yalnızca bir Kruşçev, Brejnev veya Gorbaçov’un ortaya çıkışı veya bir yönetimin hainleşmesiyle işçi sınıfı ve halkı aldatması gibi sübjektif faktörlerle izah edilemeyeceğinin anlaşılması için bu sorunlar üzerinde durmak asli bir önem taşır.
Özellikle bir ülke yönetiminden söz ettiğimizde elbette ki sübjektif faktör çok büyük bir önem taşır. Fakat 40 veya 45 yıllık bir sosyalizmden sonra, bir lider ve liderliğin sosyalist gelişme sürecini tersine çevirmesi, daha ileri bir düzenin yerine eski düzeni yerleştirmesi, en azından yeni toplumun inşa sürecinde, onun ekonomik ve sosyal gelişiminde bir şeylerin yanlış olduğunu gösterir. Denetim mekanizmalarının iyi çalışmadığım, belirli kişiler veya yönetim organlarının çok fazla iktidar gücüne sahip olduklarını ve buna karşılık, kitlelerin yönetime katılmalarının ve, denetim rollerinin etkin olmadığını ortaya koyar ve bunların biçimsel etkenler olduğu söylenemez.
Revizyonist ihanetin bir sonucu olarak uluslararası durumda meydana gelen gelişmeler ve oportünist eğilimin etkinliği, güçler dengesinde önemli değişikliklere neden oldu; böylece devletler, ittifaklar ve askeri bloklar arasındaki ilişkiler etkilendi; farklı bölgelerde kurulan farklı dengeler bozuldu. Bu gelişmeler ekonomik ilişkiler ve başka alanlara da yansımadan edemezdi ve böyle de oldu.
Partimiz, özellikle etrafımızda cereyan eden, farklı biçimlerde ve farklı derecelerde de olsa, ülkemizin diğer ülkelerle olan ilişkilerini ve sosyalizmin inşaası için verilen mücadelemizi etkileyen bu olaylara gözlerini kapatamaz. Bu nedenle, bu olaylar bütününü dikkatle izlemeli ve hiçbir zaman ve hiçbir yönde bir sürprizle karşılaşmamak için gelecekteki muhtemel gelişmeleri önceden görmeliyiz. Ancak böylece, anavatanın çıkarlarına, sosyalizm ve halkların devrim mücadelelerini savunma ihtiyacına cevap verebilecek bir tutum takınabiliriz.
Ülkemizin siyasal konumunu sağlamlaştırmak için dış politik alanda da aktif olmak gibi bir görevimiz olduğunu unutmamalıyız. Keskin bir uyanıklığa sahip olmalı, kitlelerin politik düzeyini ve ekonomik gelişme hızını yükseltmeli, yüksek bir savunma kapasitesine sahip olmalı ve ustaca diplomatik faaliyetler yürütebilmeliyiz. Parti, tüm bu alanlarda özendirici ve rehber olmalıdır.
45 yıllık sosyalist yaşamında Partimiz, tarihsel görevlerini başarıyla yerine getirdi ve her alanda zaferler kazandı; çünkü devrimin her evresinde Marksizm-Leninizm’in öğretilerini güvenle ve yaratıcı bir şekilde uyguladı. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi sosyalizmin inşaasında da bütün eyleminin özü budur.
Ülkemizdeki sosyalist sanayileşme, tarımın kolektjfleştirilmesi, yatırım politikası ve eğitim ve kültürel gelişme gibi alanlarda dönüşümler, hazır proje ve klişelerden sakınılarak doğal bir yolla gerçekleştirildi. Marksizm-Leninizm’in ışığında ülkemizin karakteristik özellikleri hesaba katıldı; ekonomik ve sosyal durum, halkımızın ruhsal şekillenmesi ve gelenekleri hep gözönünde tutuldu. Kendine güvenme ilkesi bütün gelişmemizin temelinde önemir bir rol oynadı.
Sosyalizm, ülkemizin tarihinde en yüksek etkinliğe ulasan bir düzen olduğunu kanıtladı. Bu üretim ve yaşam biçimiyle, ülkemizin ekonomik gücü arttı, halkın maddi yaşam koşulları ve bütün yaşamı köklü değişikliklere uğradı ve örnek bir ekonomik siyasi istikrar yaratıldı. Ama elbette ki bolluk içinde yüzmüyoruz, ancak mutluyuz. Hiç kimseye borçlu değiliz ve tükettiğimiz herşeyi kendi emeğimizle sağlıyoruz. Gelecek hakkında iyimseriz; çünkü halkın gücüne ve çalışmasına güveniyoruz. Özgür, bağımsız ve egemen olduğunuz için gururluyuz.
İçinden geçtiğimiz yol tabii ki güllerle döşeli değildir ve gelecekte de geniş bir bulvar olmayacak. Herşeyin mükemmel olmadığını ve gelecekte de olmayacağını biliyoruz. Ve bu doğaldır; açık bir strateji ve yüce ideallerin rehberliğinde inşaa ettiğimiz sosyalizm nispeten yeni bir toplumdur, ve bu ideallare uzanan yol bilinmeyen tehlikelerle doludur.
Ülkemizin sosyalist inşaası, ülkemizin geçmişten kalan geriliği, bağımsız ekonomik gelişmenin çok sıkı ve sert gerekleri ve aynı zamanda, emperyalist-revizyonist kuşatmanın sonuçları olan güçlükler ve engeller eşliğinde ilerliyor.
Enver Hoca Yoldaş’ın sürekli olarak dikkatimize sunduğu emperyalist -revizyonist kuşatmayı özellikle vurguluyorum, çünkü birçok nedenle bu etkenin küçümsendiği ya da yeterince değerlendirilmediği görülüyor. Belki de yurtdışı ekonomik ve politik faaliyetimizin artması, dünyayla olan ilişki ve bağlarımızın yoğunlaşması ve genişlemesi, bazı yoldaşlarda bu kuşatmanın önemini yitirdiği yanılsamasına yol açmıştır. Ama bu son derece tehlikeli bir yanılgıdır ve Parti böyle bir tehlikenin yerleşmesine asla izin vermemelidir.
Emperyalist-revizyonist kuşatma süreklidir; o, politik, ekonomik ve askeri bir kuşatmadır. Düşmanlar, sosyalizmi yeryüzünden silmek, bizi tecrit etmek ve yolumuzdan saptırmak için mücadele ediyor. Ve bu amaçla onlar, bizim için güçlük üstüne güçlük çıkarıyor ve yaratıyorlar. Düşmanların baskılarının azalacağını beklemiyoruz. Dünya kapitalizminin, Arnavutluk’un sosyalizmi inşa etmesinden, revizyonist reformizme karşı mücadele etmesinden, halklara devrimin hala canlı olduğu ve ilerlediğini göstermesinden ve etkili bir ilke olduğu kanıtlanan kendi gücüne dayanma ilkesini hayata geçirmesinden hoşlanmadığı açıktır. Bu nedenle, emperyalist-revizyonist kuşatma gerçeğini asla unutmamalıyız. Fakat ona karşı, halkın Parti etrafındaki saflarını güçlendirerek, ekonomik ve kültürel gelişme planlarının gerçekletirilmesi eşliğinde dışalım için talebin azaltılması ve dışsatımın arttırılmasını sağlayarak, savaş hazırlığımızı güçlendirerek ve uyanıklığımızı arttırarak, kararlı ve sürekli olarak tetikte durmalı ve manevralarını boşa çıkarmalıyız.
Sosyalizmin inşaasında karşılaşılan güçlüklerde tecrübe eksikliğinin yeri az değildir. Ortaya çıkan birçok problemin, şimdiye kadar yapıldığı gibi, daha etkili yöntemlerin bulunmasıyla çözüleceğini anlamak zorundayız. Bu bakış açısından Partinin, her yerde analiz yöntemlerinin bulunmasını ve yaratıcı bir ruhun yaratılmasını teşvik etmesi gereklidir. Atılacak her adım, kitleler, kadrolar ve uzmanlar için canlı bir tartışma konusu haline getirilmelidir.
Marksizm-Leninizm öğretileri temelinde devrimimizi ilerletmek amacıyla bulunan yol ve yöntemler tabu değildir. Aynı şekilde, sosyalist gelişme ve koşullarımızın yapmaya zorladığı değişiklikler de kutsal şeyler değildir. Bırakalım burjuvazi, ülkemizin uluslararası ilişkiler alanındaki faaliyetini ve dünyayla ilişkilerini geliştirmesini, Arnavutluk’un “kapılarını açtığı” biçimde yorumlasın; bırakalım ekonomi ve kültürümüzü geliştirmek ve halkın yaşam koşullarını iyileştirmek için yaptığımız değişiklikleri ve aldığımız önlemleri kendi özlemlerine göre yorumlasın. Bu, bizi hiç kaygılandırmıyor; çünkü Arnavutluk ve Emek Parti’miz eskiden ne idiyse şimdi de odur, ve Arnavutluk halkının kendi yaptığı devrimle seçtiği yolda ilerliyor. Biz, kimsenin etkisi altında herhangi bir “değişikliği” yapmadık ve asla yapmayacağız, ülkemizi “dışa açmayı” veya “kapamayı” düşünmedik ve asla düşünmeyeceğiz. Bütün faaliyetlerimiz, koşullarımızın ve ihtiyaçlarımızın bir gereğidir ve bunlar, yalnızca Arnavutluk halkının ve sosyalizmin çıkarlarının konusudurlar.
Bizim için temel görev, sosyalizmin ilerleyişini başarıyla gerçekleştirmek ve onu herhangi bir sapmaya uğratabilecek bütün yolları kapatmaktır. Bu temel görevden, kendi sorunlarımızın çözümünde hızla ilerlemek ve ne zaman ve nerede gerekliyse, yeni düzenlemeler, ekler ve ayarlamalar yapmamız gerektiği sonucu çıkar. Fakat varolan imkanların izin verdiklerinden daha hızlı adımlar atarsak eğer, o zaman geri çekilmekte de duraksamamayı bilmeliyiz. Sosyalist mülkiyetin zayıflatmasına asla izin vermeyeceğiz. Özel mülkiyete ve kapitalist sömürüye geri dönüş yollarına kesinlikle izin vermeyeceğimiz gibi, iktidarı halk aleyhtarı her hangi bir güçle paylaşmadık ve asla paylaşmayacağız; bundan sonra da, halk iktidarının ve proletarya diktatörlüğünün zayıflatmasına kesinlikle izin vermeyeceğiz; burjuvazinin önümüze sunduğu sözüm ona pluralizm uğruna Marksist-Leninist Partimizin önder rolünden asla vazgeçmeyecek ve zayıflatmasına asla izin vermeyeceğiz. Bu temel sorunlar bizim için kutsaldır. Partimiz, bunlar için savaştı ve bundan sonra da sürekli bunlar için savaşacak; halkımız bunlar için kan ve ter döktü, ve bunlar için her özveride bulunduk ve bundan sonra da bulunmaya hazır olmamız gerekiyor.
Her zaman akılda tutulması gerekli yukarıdaki koşullar ve görevler ışığında Parti nasıl olmalı, sosyalist inşaya başarıyla önderlik etmek ve ülkenin gelişmesine yeni atılımlar kazandırmak için nasıl çalışmalı?
Bugün, Parti örgütleri ve komünistler için daha nitelikli ve daha bilimsel çalışmak ve hedeflere ulaşmada daha kararlı ve yaratıcı olmak bir zorunluluktur. Parti, zamanın her yönden dayattığı sorunlara yanıt vermelidir; bu nedenle o, toplumumuzun en ileri düşüncelerinin bir taşıyıcısı olarak, her zaman yeni düşünce ve özlemlere sahip olmalıdır.
Partinin kitlelerle olan bağlarının güçlendirilmesi, her zaman olduğu gibi, bu görevlerin yerine getirilmesinde de asli bir etkendir. Komünistler önemli bir devrimci güçtür, ancak sosyalizmin inşasında belirleyici rolü oynayacak olan geniş halk kitleleridir. Komünistler halkın en ileri kesimleridir, ama emekçi kitlelerin, işçiler ve bilim adamlannın düşünce ve kanıları göz önüne alınmadan ülkemiz yeri bir gelişme evresine başlayamaz.
Parti, toplumdaki önder ve öncü rolünü, her zaman halkın çıkarlarına göre davrandığı için kazandı. Bu nedenle Parti, emekçi kitleleri, sadece verilen direktiflerin bir uygulayıcısı olarak değil, fakat herşeyden önce, Partinin yönelimlerini geliştiren ve zenginleştiren yaratıcı güçler olarak hesaba katıp aklını ve gözlerini onun üzerinde tutmalıdır. Bu düşüncenin en iyi sentezini, “sosyalizmi kitleler inşa eder, Parti onları bilinçlendirir” derken Enver Hoca Yoldaş yapmıştı.
Kitlelerin rolünün yükseltilmesi, onların insiyatiflerinin özendirilmesine ve bu inisiyatif gücünün derinlemesine geliştirilmesi için uygun koşulların yaratılmasına yakından sıkıca bağlıdır. Herşeyin standardizasyonu ve merkezileştirilmesine yönelik bürokratik ve teknokratik eğilimler, kitleleri yaratıcı faaliyete yabancılaştırır ve inisiyatiflerinin gelişmesini engeller. Dolayısıyla bu eğilimler sosyalist demokrasimizi ihlal ederler ve bu nedenle, Partimizin dün de bugün de bunları benimsemediğini bütün Parti örgüt ve komiteleri akılda tutmalıdırlar.
Ülkemizde, halk iktidarı koşullarında, sosyalist demokrasi geniş bir ölçüde geliştirildi. Halkımız asla bugünkü kadar özgür olmadı. Ülkemizin her yurttaşı yasaların teminatı altındadır; onun için çalışma ve eğitim hakkı pratik olarak garanti edilir; sağlığı, ulusal eşitliği, vs. devletin gözetimi ve denetimi altındadır. Halkımız, ülkemizin ekonomik ve kültürel gelişim planlarını bizzat tartışır ve kararlaştırır, devlet organlarına kendi temsilcilerini seçerek gönderir ve geleceğini bizzat kendisi inşa eder ve savunur. Bu, aynı zamanda halkımızın moral ve politik birliğini belirleyen başlıca etken olarak tartışılmaz bir gerçektir.
Kitlelerin sosyalist inşadaki rolleri, İnisiyatif ve katılımlarını yükseltmek için bu alanda yeni düzenlemelere gerek var mıdır? Bu alandaki herşeyin zamanın ihtiyaçlarına cevap verdiğinde ısrarlı olmak ne doğru ne de diyalektik olurdu. Bu nedenle, Partinin ve kadroların yaşamlannın sürekli devrimcileştirilmesi, bürokrasi ve yabancı eğilimlere karşı mücadele, kitlelerin rolü ve denetiminin güçlendirilmesi için ve despotizme, kibirliliğe ve formalizme karşı mücadele sorunları, her zaman için günün sorunlarıdır.
Bu alandaki sığlık ve katılıkların tehlikeli sonuçlar doğuracağını çok iyi bilmek gerekiyor. Bunlar, kitleleri ve onlann yaratıcı düşüncelerini dışarda bırakan zorlayıcı ve yapay idari önlemleri tahrik ederler. Bu koşullar altında, sosyalizmin geleceği için son derece tehlikeli olabilecek bir olguyu oluşturan kariyeristlerin, despotların, bürokratlar ve yetersiz kişilerin ortaya çıkışı kaçınılmaz olur. Bu durumda, bunların şahsında somutlaşacak revizyonist ideoloji sosyalizme sızabilir ve emekçi halkın ekonomi, kültür, politika ve savunma alanlarındaki rolleri ve yaratıcı yetenekleri felç edilip dumura uğratılır. Bu türden idari yöntemler, kadroların ve hatta yönetim organlarının Partinin, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin denetiminden kaçmalannı mümkün kılar.
Böylesi olgulara karşı mücadele ve kitlelerin rolünün yükseltilmesi mücadelesi, doğrudan doğruya sosyal düzenimizin ve sosyalist demokrasimizin güçlendirilmesine bağlıdır.
Günümüz dünyasında burjuvazinin, demokrasi ve insan hakları için mücadele bayrağını kendi ellerine almaya çalıştığını görüyoruz. Gerçekte burjuvazi, bu kavramların gerçek ölçütü olarak, kendi demokrasi ve insan hakları anlayış ve normlarını hakim kılmaya çalışıyor. Kapitalizmin, revizyonistler arasında da destek bulan kendi standartlarını hakim kılmak çabasındaki bu iki yüzlü taktiği, gerçekte, bir ideolojik saptırma aracı olarak ve diğerlerinin içişlerine müdahale etmek için gericiliğe hizmet ediyor.
Bu bakımdan ve genel olarak bizim demokrasimiz, burjuva demokrasisiyle herhangi bir karşılaştırma yapmanın çok ötesindedir. Benzer şekilde, insan hakları kavramı da, kapitalist ülkelerdeki işçi ve köylülerin sahip olduğu biçimsel haklarla karşılaştırılamaz bile. Demokrasi, insan hakları ve bunlara saygı gösterilmesi sosyalizmin nitelikleridir; proletarya diktatörlüğü ve halk iktidarının bütün muhtevası ve asli özüdür; yoksa özü ve muhtevası halk kitlelerinin sömürüsü, baskı altında tutulması ve adaletsizlik olan burjuva iktidarının değil.
Demokrasi, kesin olarak sosyalizmin temel bir ilkesi olduğu için onu sürekli geliştirmek ve mükemmelleştirmek bir zorunluluktur. Kitlelerin inisiyatiflerinin özendirilmesi ve kitle denetiminin güçlendirilmesi ve onların, ülkenin ilerlemesi ve Parti çizgisinin uygulanmasına ilişkin her sorunun tartışılmasına katılmalarının sağlanması, yalnızca emirlerle otoritesini sürdürmek isteyen insanlar ve bürokratlar için sorun yaratır ve onları alaşağı eder. Oysa bütün bunlar sosyalizm, için iyi bir şeydir.
Enver Hoca Yoldaş, Sovyetler Birliği’ndeki revizyonizmin doğuşunda önemli etkenlerden birinin bürokrasi, hareketsizlik ve durumun çok iyi bir ifadesi olarak, kendi dillerindeki şu sloganla aparatciklerin varlığı olduğuna işaret etmişti: “znayet nachalstvo” (orijinal metinde Rusça “lider bilir” anlamında-Ç) Partinin, bu olguyu besleyen somut koşulları ve ona karşı nasıl savaşılacağını derinlemesine çözümlemesi ve önlem alması gerekir. Fakat bu kadarıyla bile bir şey kesindir: Bürokrasiye karşı mücadele kesintisizce ve bilinçli olarak sürdürülmelidir. Buna ilişkin olarak, Parti dokümanlarına ve Enver Hoca’nın bu konudaki eserlerine tekrar ve tekrar başvurmak, Parti örgütleri ve organlarının temel görevlerinden biri olmalıdır. Özellikle bunlar, Enver Hoca Yoldaş’ın 1972’deki Mat ve 1978’deki Girokastra’daki kadrolara yaptığı konuşmalarını yeniden ve yeniden incelemelidirler. Bu konuşmalardaki düşünceler, varolan mekanizmaları geliştirmek ve yenilerini yaratmak için tümüyle çözümlenmeli ve oradaki sorunlar yaratıcı bir şekilde yeniden vurgulanmalı ve çözümleri bulunmalıdır. Bunlardan biri işçi denetimi ve genel olarak denetim sorunudur ve bu denetim olmadan, devlet ve halk arasında uçurumlar yaratan iflah olmaz bürokrat ve kariyeristlerin faaliyetleri engellenemez. Enver Hoca Yoldaş’ın şu öğretisini bir an bile unutmamalıyız: Eğer Partinin yönetici organları zorbaca yöntemleri tercih ederse, bu, konformizme (uymacılık, varolan koşullara boyun eğme-Ç) ve oportünizme neden olur.
Sosyalist toplumumuz önemli ilerlemeler kaydetti; ekonomi ve kültürel yapımız büyüdü ve hızla gelişti, kitlelerin ve kadroların bilinç düzeyi yükseltildi. Bu bakımdan, kooperatifçilerin TV’de ve ya doğrudan doğruya serbest toplantılarında yaptıkları konuşmaları dinlemek büyük bir hoşnutluk kaynağı oluyor. Onlar, üretim, fiyatlar, maliyetler, iaşe ve donanım, hücum tugaylarının ve kooperatiflerin yöneticileri hakkında ve diğer her sorun için tereddütsüz konuşuyorlar. İşçi sınıfı da işletmelerde açıkça ve sorumluluk bilinciyle konuşuyor. Fakat kitlelerin sesini daha etkin kılmak mümkün değil mi? Çünkü disiplin ihlalleri, iltimas, kurallara uymadaki başarısızlıklar, işe geç gelme gibi zararlı ve yanlış eğilimlerin hiç de birkaç olayla sınırlı olmadığı da görülüyor. O halde kimdir bunlar? Yeterince kalıba dökülmemiş kooperatifçiler, işçiler ve emekçiler yapıyor bunları ve aynı zamanda, bu zararlı eğilimler, fabrika yöneticileri, tugay liderleri ve diğerlerinin gevşekliğinden ve çalışmanın zayıflatılmasından doğuyor. Bu durumda, Parti örgütlerinin, sendikaların veya denetim organlarının görevlerini iyi yaptıklarını söyleyebilir miyiz? Ürünün ve ham maddenin çalındığı, kötü davranışların ve iltimas ve disiplinsizlik gibi çirkin eğilimlerin ortaya çıktığı “Ali Kelmendi” kombinası, Dure’deki Sigara Fabrikası ve Tiran Et Kombinasındaki işçi örgütleri ve komünistler ne türden komünist ve örgütlerdir?
Başlarında işçi sınıfı olmak üzere kitleler seferber edilmeden, onlara olanaklar ve davranış özgürlüğü tanınmadan ve ister tugay lideri veya yüksek bir kadro olsun ve hangi organın onları atadığına bakmadan, onlara, görevini yapmayan veya kuralları ihlal eden herkesi değiştirme ve kovma hakkı tanınmadan bu sorunlar çözümlenemez. İstisnasız her kadro, kendi performansını değerlendiren kooperatif üyelerine, işçilere ve diğer emekçilere tabi olduğunu hissetmelidir. Bu nedenle onlar, emekçi kitlelerle anlaşmak zorundadırlar. Yoksa organlar ve üstlerindeki “yoldaşlar”!’la değil. Bu da, ancak çalışma vicdanları ve bilinçleri temelinde olabilir.
Parti örgütleri, açıkça görülebilecek bazı olgulara gözlerini kapatmamalıdırlar: Devlet ve Parti cihazları ücretli memurlarla aşırı bir şekilde şişirilmiş ve bir çok uzman üretim alanlarından geri çekilmiş durumdadır. Daha da kötüsü, birçok durumda bu uzmanlar, verildikleri işlerde ağırlıklı sorunların çözümüne angaje olmuyorlar, ama genel olarak ve sık sık akademik incelemelere dalıyorlar. Bunlara artık daha fazla izin verilemez.
Parti, komünistlerin her zaman çalışmanın öncüleri olmaları gerektiğini sürekli olarak vurguladı. Ancak bu pratikte tümüyle böyle midir? Parti örgütleri, tarım kooperatifleri, iktisadi işletmeler ve devlet organlarındaki birçok komünisti bu bakımdan eleştirmelidir. Bunun, Partinin istediği militan ruha uygun olmadığı açık değil midir?
Enver Hoca Yoldaş, Mat’taki konuşmasında, devlet organları ve yönetici organlar içindeki komünistlerin partili olmayan insanlarla oranı sorununu açık ve etkili bir şekilde çözmüştü. Daha 1972′ de O, bunların çoğunun parti üyelerinden olmasının gerekmediği biçiminde sorunu ortaya koymuştu. Bugün, hemen hemen 20 yıl sonra, siyasi ve ekonomik durumun daha güçlü olduğu, nüfusun ezici çoğunluğunun sosyalizm çağında doğduğu ve beşikten itibaren Partinin öğretileriyle büyütülüp eğitildiği bir sırada, bunların illede ki parti üyesi olması veya bir başka pozisyona atanmalarında bunun hala etkili olması için neden yoktur. Herhangi bir bölüme, hatta bakan, askeri komutan veya diplomat ve hatta denetim ve devlet organlarından birine yapılacak atamada halk çocuklarına, oğulları ve kızlarına güvenilebilir ve güvenmeliyiz. Parti üyesi ya da değil, kadın veya erkek, sosyalizm ve Anayurt davasına sadık, yetenekli ve kültürlü olduğunu kanıtlayan herkes güvenilir bir unsurdur. Ve aslında kadroların salt çoğunluğu da böyledir. O zaman gerekli olan nedir? Bu durumda, kadroların atanmasında ve bazı durumlarda gereksiz olan bazı düzenlemelerin terk edilmesinde ve onların belirli sektörlerde ve rekabet içerisinde istihdamıyla halkın onayına sunulmasında, kesinlikle kitlelerin düşüncelerine dayanması gereken Parti organlarının daha enerjik olması gerekiyor. Bu sorunların çözümü, otomatik olarak Partiye girişi, kariyer yapma ve sorumlu bir mevki kazanma yolu olarak gören bazı unsurların sergileyebileceği zararlı eğilimlere karşı mücadelede yardımcı olur.
Bürokrasiye karşı mücadele ve sosyalist demokrasinin güçlendirilmesi, karar organlarıyla bunların aygıtları arasında doğru bir ilişkinin kurulmasını gerektirir. Parti ve devlet organlarının eğilimi, seçilmiş organları bir yana iterek ve rollerini ve görevlerini aşarak çalışmayı ve işi tekelleri altına almaktır. Bana öyle geliyor ki bu, seçilmiş organların yetkilerinin çoğunu onlara devrettikleri için oluyor.
Aygıtların (aparat) politik karar alma haklarının olmadığı biliniyor; onlar, direktiflerin ayrıntılarında, kararların uygulanması üzerindeki denetimde, farklı sorunların incelenmesinde ve bunların çözümünde önerilerde bulunarak karar organlarına yardımcı olan organizmalardır. Yalnızca karar organı veya seçilmiş yönetimin politik kararlar almaya yetkileri vardır. Bununla birlikte, istihdam, konut, okul ve eğitim gibi halkın en hayati sorunlarında, bölüm başkanları ve diğer yürütme organları için kararlar vermek olağanüstü bir şey değildir. Zaten sorun yürütme organlannın haklanridan tümüyle muaf tutulmaları biçimiyle ortaya konulmuyor. Burada önemli olan, seçilmiş organların, meclis üyeleri ve milletvekillerinin daha güçiü kılınmaları ve bu güçlerini her yerde hissettirmeleridir. Bu, sosyalist demokrasimizi daha etkin kılar ve doğrudan doğruya ve hem de seçilmiş temsilcileri vasıtasıyla kitlelerin denetimi, yasaların tam uygulanması ve sosyalist normlara saygı gösterilmesi için uygun koşullar yaratır.
Kitlelerin halk iktidarının güçlendirilmesindeki aktif rolünün büyümesi, ülkemizdeki genel, doğrudan ve hiçbir sınırlama olmasızın 18 yaşını doldurmuş herkesin katıldığı seçimlerde de yansır. Bizim sistemimizde, meclis üyeliği veya milletvekilliği adaylığı, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, bizzat ilgili kişinin ortaya çıkmasıyla değil, Demokratik Cephe’nin bölge ve köylerdeki toplantılarında adayları kitlelerin göstermesiyle olur. Bu, oldukça demokratik bir yöntemdir, çünkü halka, seçimlere gitmeden önce güvenini kazanamayan adayı geri çekme olanağı tanır.
Bununla birlikte, seçim sistemi, kitlelerin denetimini ve rolünü daha da güçlendirecek şekilde geliştirilebilir. Bu yılki meclis üyeleri ve halk yargıçları seçiminde adaylık önerileri, doğrudan doğruya gençlik, kadın, sendikalar gibi kitle örgütleri tarafından sunuldu ve birden fazla adayın önerildiği her semtte Demokratik Cephe örgütlerinde geniş katılımlı tartışmalar oldu ve bu, çok iyi bir şeydir. Böylece en iyi ve uygun adayların çıkarılması için koşullar yaratılmış olur. Bu yöntem daha da geliştirilemez mi? Örneğin bu yöntem temel parti örgütleri (ilk kademe örgütleri-Ç), ve bürolardan başlayarak Parti seçimleri için de uygulanamaz mı? Lenka Yoldaşın sunduğu raporda söylediği gibi, eğer temel parti örgütleri ve büroların sekreterlik süreleri 4-5 yılla sınırlansa, böyle bir yöntem her komünistin bir yönetici olarak hazırlanmasında yardımcı olmaz mı?
Parti, bütün bu sorunları ve diğerlerini dikkatle incelemelidir; Halk Meclisi ve Halk Konseyleri komisyonlarının rolleri sorunu gibi, personel atamaları ve yetkileri sorunu, özellikle Demokratik Cephe ve diğer kitle örgütlerinin rollerinin yükseltilmesi ve etkin kılınması, vb. sorunları derinlemesine gözden geçirmelidir. Sorun, emekçi kitlelerin iktidarı kullanmak ve onun faaliyetini denetim altında tutmak hakkını tümüyle kullanması için, halkın sevgi ve saygısını kazanmış en iyi ve yetenekli kişilerin Parti ve Devlet organlarına seçilmeleri sorunudur.
Sosyalizmin inşası mücadelesinde her örgüt ve her komünist daha aktif ve daha militan olmalıdır. Bugün Parti, bazıları güç, bazdan daha az önemli ama hepsi de uygun çözümler gerektiren birçok yeni sorunla karşı karşıyadır. Bu sorunlar ekonomik gelişme, dış ilişkiler, savunma, eğitim, edebiyat, kültür, vb. alanlarda ortaya çıkıyor. Komünist militanlık her örgütün çabaları içinde ifadesini bulur ve her komünist, kendi faaliyeti içinde güçlüklere, kolaycılığa ve pasifizme karşı mücadelede ortaya çıkabilecek sorunları altetme tutumunda ve hedefleri saptayarak ona ulaşmada kendini gösterir.
Temel örgütler ve sosyal faaliyetin her alanındaki komünistlerden daha fazlası istenilmelidir.
Bu arada sınıf mücadelesini ele alalım. Bu olgunun kendini çeşitli biçimlerde gösterdiğini Partimiz birçok kez ifade etmiş/ve kanıtlamıştı. Pratikte de bu her gün kanıtlanıyor. Sınıf mücadelesi, sosyal faaliyetin bütün alanlarında yansıdığı gibi dış ilişkilere de yansıyor. Burada, yalnızca fiziksel olarak sınıf düşmanından değil, aynı zamanda, sınıfsal bakış açısından kaçıştan, çeşitli olguların doğru olmayan yorumlarından, yabancı ideolojik etkilerden, emperyalist ve revizyonist kuşatmanın ve sosyalizme yönelebilecek tehlikelerin küçümsenmesinden söz ediyorum. Bu eğilimlerin, yabancı ideolojilerin tehlikeli etkisini göremeyen veya onu küçümseyenleri etkilemesi olağanüstü bir şey değildir.
Komünistler ve komünist militanlık, açık ve aktif tutumlarda kendilerini gösterir ve gerçek ifadelerini bulurlar, ama bu, ancak komünistlerin ve bütün örgütlerin açık bir ideolojik kavrayışa sahip olmalarıyla mümkündür. Hiç bir alanda, politika, sanat, kültür veya ekonomik ilişkiler alanında, burjuva ideolojisiyle uzlaşmalar yapılamaz. Aynı şekilde dinsel ideolojiyle de hiçbir uzlaşmaya gidilemez; bu tutumu, yalnızca ateist olmanın bir gereği olarak değil, aynı zamanda, kilise ve camilerden esinlenmiş ayrılık ve ihtilafların asırlardır acı çektirdiği halkımızın birliğini korumanın ve savunmanın zorunlu bir koşulu olarak da görüyoruz. Ve sosyalist ahlakımız, geleneklerimiz ve ulusal karakteristiklerimiz üzerinde yabancı eğilimlerle hiçbir uzlaşmaya varılmaz.
Bütün bunlar komünistlerin ideolojik ve politik düzeyini yükseltmeyi gerektirir, ama her şeyden önce de, sosyalizm için tehlikeli hastalıklar olan kayıtsızlık ve pasifizme karşı kararlı mücadeleyi öngerektirir. Komünistler ve kadrolar, her zaman görevlerin başarıyla yerine getirmesiyle ilgilenmeli ve yeni hedeflere ulaşmak için, sözcüğün devrimci anlamındaki güçlü tutkulara sahip olmalıdırlar. Ancak görevlerine onur duygusu ve yetenek ile bağlı olanlar komünist nitelemesini hak ederler. Partinin ve sosyalizmin çıkarlarına zarar verildiğini gördüklerinde kayıtsız kalanlar, güçlükler ve engellerden korkanlar ve komünist adını kötüye kullanarak kendileri için yarar sağlamaya çalışanlar ne gerçek komünistlerdir ve ne de partinin böylelerine ihtiyacı olabilir.
Partinin yaratıcı gücü ve komünist militanlık, toplumumuzu çok yönlü geliştirmemize yeni bir ivme kazandırmamız gereken böyle bir zamandan, her zamankinden daha fazla sergilenmelidir. Özellikle de bunlar, ekonominin güçlendirilmesi gibi anahtar bir soruna bağlı olarak birçok soruna bağlı olarak ifadesini bulmalıdır, çünkü partinin başlıca amacı olan halkın yaşam koşullarının sürekli geliştirilmesi bu sorunla yakından ilgilidir. Bu alanda ortaya çıkan birçok sorun üzerinde durmayacağım, ancak basitçe emeğin sosyal verimliliği üzerindeki bazı düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.
Eğer emeğin sosyal verimliliği kurtuluş savaşı sonrasındaki ilk yıllarla karşılaştıracak olursak çok olumlu sonuçlar çıkarırız. Bu yıllardaki bir yıllık toplam üretim, şimdi yalnızca 3-4 günde üretiliyor. Fakat üretimin şimdiki gelişme düzeyi ile ve olanaklarıyla karşılaştırıldığında emek verimlilik düzeyi nasıldır? Bunun düşük olduğu ve ne şimdiden ne geleceğin ihtilaçlarına cevap vermediği söylenmelidir. Şimdi bazı sektörlerdeki emek verimliliği, genişletilmiş yeniden üretim için ancak minimum kaynaklar yaratıyor. Bu, bizi kaygılandıran önemli bir sorundur. Lenin’in ifade ettiği gibi, örneğin sosyal verimliliğinin düzeyi, son çözümlemede, bir diğer sosyal düzenin üstünlüğünün ölçütü olacaktır.
Bu açıdan ülkemizdeki durum nedir? Örgütlenme ve idari mekanizmalarda üretkenliğin yükseltilmesini engelleyen bir şeyler yok mudur? Eğer böyleyse, bunlar ne türden engellerdir, maddi veya moral, objektif veya sübjektif engeller midir? Ve daha önemlisi, ülkemizin gelişmesindeki bu anahtar sorun nasıl aşılmalı? Bu, derinlemesine incelemeyi gerektiren çok önemli bir sorundur. Ancak, özellikle ideolojik ilkelerimiz ve gelişme koşullarımıza uygun çözümleri gerektiren bir sorun olduğu asla unutulmamalıdır.
Malzeme ve donanımın rasyonel kullanımın geliştirilmesinden başka, üretkenliğin geliştirilmesinde, şimdiki koşullarımızdaki insan emeği, niteliği ve bilincinin belirleyici olduğu biliniyor. Bu bakış açısından incelememiz gereken sorunlar olduğunu düşünüyorum ve parti, devlet ve araştırma kurumları bu sorunları yaratıcı ve devrimci bir ruhla inceleme görevleriyle karşı karşıyadırlar.
Her şeyden önce, onlann bilinç düzeyini yükseltmek amacıyla emekçj kitlelerin eğitimi için daha fazla çaba harcamak ihtiyacı vardır. Parti örgütleri, sendikalar ve bütün kitle örgütlerinin bu alanda önemli görevleri vardır. Bunlar çalışmalarını daha ciddi bir şekilde gözden geçirmelidirler, çünkü bu alanlarda artık modası geçmiş sloganlar, formalizm ve monotonluk görülüyor. Bu eleştiriler eğitim biçim ve kursları için olduğu kadar TV ve basındaki sosyalist yarışma, ajitasyon ve propaganda türleri için de doğrudur.
Ancak kendi başına bunlar yeterli midir? Bilincin son derece önem taşımasında başka, Parti çalışmalarının bu yönde köklü bir şekilde geliştirilmesi gerektiğini de belirttim, ama emek verimliliğini modem üretimin gerektirdiği nitel düzeye ulaştırmak için sadece bilinç yeterli değildir, idari ve üretim örgütleri alanlarında da bazı önlemler almak gereklidir. Bu yönde, işçileri, uzmanları veya yöneticileri çalışmanın niteliği ve üretkenliğime daha ilgili kılacak ve üretimle daha yakından ilişkili işçilerin emeğinin karşılığının ödenmesiyle ilgili çeşitli mekanizma ve kaldıraçların geliştirilmesi ihtiyacı yok mudur?
Kapitalist toplumda rekabet, iflas tehlikesi ve güvensizlik hem işçi ve hem de işveren üzerinde büyük bir baskı oluşturur. Burjuva ekonomi mekanizması acımasız ve kördür. Sosyalizmde ise durum tersinedir. Bizim toplumumuzda gelecek kaygısı yoktur ama, madem ki herkes onun üstünlüğünden dolaysız bir biçimde yararlanıyor, o zaman, emek üretkenliğindeki azalma ve işletmelerin yeterince etkin olmayışından kendini açığa vuran güçlükler ve eksikliklerden toplumu tümüyle kurtarmak herkesin görevidir. Ancak birey bunları dolaylı olarak hisseder; bu nedenle, üretimin kaderi üzerinde bireye, grup ve kollektife haklar ve doğrudan bir toplumsal sorumluluk sağlayacak olan ekonomik mekanizmamızdaki belirli değişikliklerin gerçekleştirilmesi için çalışmak gerekiyor.
Toplumun genel çıkarlarının bireysel çıkarlarla bağdaştırılması sosyalizmin en güçlü sorunlarından biridir. Önceleri sosyalist olan SB ve diğerlerinin kötü ve olumsuz deneyleri bunu kanıtlıyor. Buralarda işçi sınıfı, köylülük ve geniş emekçi kitlelerini, üretimin artırılması ile ilişkili kılmak için genel ve özel çıkarlarının bağdaştırılması sağlanamadı. Tam tersine bu ülkelerde bürokratik aygıtlar, bazı aydın zümresi, askeri kast, vs.nin yaranna olarak bir ilgi yaratıldı. Ama bu, bir yandan büyük farklılıklar ve sosyal çatışmalara ve diğer yandan da hareketsizlik ve kayıtsızlıklara yol açtı.
Emeğin verimliliği düzeyiyle ilgili önemli bir sorun, disiplinin güçlendirilmesidir. Hem teknik ve bilimsel disiplinden ve hem de emek disiplininden söz ediyorum. İdari olanları anmazsak, devlet işletmelerinde önemli bir kaytarmacılık (işe gelmeme veya geç gelme) vardır, hemen hemen işçilerin üçte biri mevcut normlara uymuyorlar. Bu, özellikle sistematik çalışma süreçlerindeki üretime zarar vermektedir. Bugün, nedensiz ise gelmeyen bir işçinin sadece gün veya saat ücretinin kesileceğini öngören Emek Yasasında gözden geçirilecek yanlar yok mudur? Hatta ağır disiplin ihlalleri yaptıktan sonra ve bazı sıkıntılara sebep olduğu zaman uyarılan ve sonra da kısa vadeli işten çıkarılan bir işçi bile gerçek bir zarar görmeden başka bir işletmeye gidebiliyor. Böylece kendisine zarar verilen sosyalizm, bu işçiyi koruyacak mı. Bu yüreksize kim ihtiyaç duyar. Niçin toplum dikkatsiz ve işçi birinden zarar görsün? İster bir işçi, ister bir uzman veya ister bir kadro olsun, ağır disiplin ihlalleri yaptıktan ve konumu kötüye kullandıktan sonra, biraz azaltılmış bir ücretle başka bir işte çalışması ne kadar doğrudur?
Ülkemizde, devletin bir tek kişiyi bile işsiz bırakmayacağı düşüncesi hakimdir. Bu doğrudur ama tembelliğe, dikkatsizliğe ve sosyalizmin üstünlüğünden yararlanan görev kaçaklarına izin vermemeliyiz. Bırakalım böyleleri işsiz kalsınlar ve zararlarını görsünler. Üniversitede yapılan düzenlemelere göre, eğer bir öğrenci gereksiz olarak 24 ders saatinden kaçarsa bir yıl okuldan tard edilir. Böyle bir hata, krom madeni, inşaat, fabrika ve başka yerdeki işini terk edip köydeki kuzeninin düğününde 4-5 gün geçiren bir işçi açısından daha vahim değil midir?
Makina ve bazı önemli üretim araçlarının ithal edildiği, fakat bunların kullanımının ve işletilmesinin yılları aldığı birden çok durumlar vardır. Ve gerçekte bu amaçla kampanyalar bile düzenlenir. Basınımız, onları devrimci inisiyatifin ürünleri olarak adlandırır ve över. Bu anormal durumlar nasıl çıkıyor ortaya? Kim yaratıyor bunları? Onlar mali disiplin, düzen, iyi yönetim ve komünist sorumluluktan mı söz ediyorlar, yoksa bunların zıtlarından mı? Bu olanlar sadece bilinç alanına mı terk edilmeli? Bunun gibi olaylar, ekonomideki eksik makina kullanımını ve ithal edilen makinalar ve işletmelerin kullanımındaki, aletler üzerindeki finansal kontrol eksikliğini göstermiyor mu? Ekonomik yönün ve finansal araçlarla denetimin önemini vurgularken, banka ve finansal disiplinin rolü hakkında incelemeler yapmak gerekmiyor mu?
Bu sorunlar ekonominin gelişmesi için yaşamsal önemdedir. Partinin örgütsel gücü ve yaratıcılığını seferber ederek, üzerinde çok düşünmesi gereken şey kesinlikle bu sorunlardır. Bu sorunları çözmek amacıyla yeni düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlamalı, öncü işçileri cesaretlendirmeli, kitle örgütlerini ve bilimsel kurumları seferber etmelidir, vs. Her kadro ve komünistin militan yapısı ve devrimci ruhu bu önemli çalışmada, verimliliğin arttırılması ve disiplinin güçlendirilmesi çalışmasında ifadesini bulmalıdır.
Militanlık ve inisiyatif ruhunu, temel parti örgütlerinin iç yaşamının geliştirilmesi ve canlandırılması için de harekete geçirilmesi ve onları teşvik etmeliyiz. Parti toplantıları biçimsellikten ve kırtasiyecilikten kurtarılarak her zaman militanca olmalıdır. Parti örgütünde, herhangi bir ayrım yapılmaksızın herkes eşit olmalıdır. Herhangi bir altlık-üstlük kompleksi, hiyerarşik eğilimler ve düşüncelerin özgürce, ifade edilmesini engelleyecek her şey mahkum edilmeli ve reddedilmelidir.
Birkaç gün önce bir komünist kadından mektup aldım. O, mektubunda, uygun bulmadığı bir tutum olarak, bir komünistin hatasının bağışlanmasını temel örgüte öneren Lezka Bölgesi sekreterliğinden birini şikayet ediyordu. Sorunlarından biri dikkatimi çekti. Bir parti komitesi sekreteri için, temel örgütün bir sekreterini çağırarak, bu veya şu komünistin hatası hakkında alınacak tutumun ne olması gerektiğini ima etmek veya önermek niçin gereklidir? Bizzat temel örgütün kendisi böyle bir şeyi değerlendiremez mi? Örgüte duyulan bu güvensizlik niçin? Bu türden bir babalığa (paternalizm) kimin ihtiyacı var?
Sorun, mektuptan aldığım benzer durumlarda olduğu gibi, böyle sorunlara müdahale etmenin kadro ve yöneticilerin kullanılmasıyla ortaya çıktığı zaman daha da ciddi olmaktadır. Bu somut durumun bir iltimas olduğunu veya mektubun yazarının haklı olduğunu söylemiyorum. Aslında sorun şudur. Niçin kadrolar da herhangi bir komünist gibi aynı kurallara tabi olmasınlar ve hata yaptıkları zaman sorun niçin örgütte tartışılmasın ve karar verilmesin? Yukarıda söylediğim gibi her organ atamalar yapma hakkına sahiptir, fakat sorun kadroların çalışmasının değerlendirilmesine, disiplin önlemleri almaya, ve kadrolar bir hata yaptıklarında geri alma ve ya mevkilerinden atmaya gelip dayanınca, kolektifin ve temel örgütün de hakları vardır. Bunun açıkça anlaşılması önemlidir, çünkü böylece her kadro ve ya yönetici, yüksek bir bilinç düzeyiyle halkın veya kolektifin saygısını kazanmaya çalışır, ve onların koruması altında olduğunu düşünerek sadece kendisini atayan organ veya komiteyle anlaşmaya çalışmaz.
Partinin iç yaşamı, militan ruh ve tartışmalar sadece yukarıdan müdahalelerle değil, aynı zamanda birlik kavramının oy birliği kavramıyla karıştırılmasına da sık sık zayıflatılıyor. Birçok yoldaş, eğer bir komünist veya kadro, bir sorun veya tutum üzerinde oybirliğiyle karar çıkmazsa (veya herkes oyunu aynı şekilde kullanmazsa) bunun birliğin ihlali olduğunu hatalı olarak düşünüyor. Hayır yoldaşlar, bu böyle değildir. Birlik, çizgi ve ülkelerle uygunluk arz eden ideolojik ve politik içerikli bir kavramdır. Biz sosyalizm davası, genel çıkarlar yapılan, işe göre ücret, ana yurdun bağımsızlığı, kendi gücüne dayanmayı esas almak gibi ilkesel sorunlar üzerinde düşünce ve eylem birliğine sahibiz. Fakat bu amaçlara ulaşmak için mücadele ve bu ilkelerin uygulanması başka bir sorundur; bu alanlarda çeşitli düşünceler ve öneriler ve alınacak biri diğerini destekleyecek önlemler olacaktır. Oybirliği sorunu işte bu alanlarda ortaya çıkar. Ancak; üzerinde tartışmaların yapıldığı düşünce alışverişlerinin olduğu, incelemelerin yapıldığı ve kararların alındığı her somut durumda, bu mutlak olarak çıkmayabilir. Bu, iç demokrasinin, inisiyatif ruhunun, düşünce özgürlüğünün ve sosyalist düşüncelerin pratiğe uygulanması için eylem özgürlüğünün bir ifadesidir ve bir ifadesi olmalıdır.
Birlik kavramını oybirliği kavramından açıkça ayıret edebilmek için, neyin ilkesel bir sorun olduğu neyin olmadığına ve neyin yasalara, neyin yasaların istemlerini pratikte uygulamak için gerekli somut önlem ve yöntemlere bağlı olduğuna bakmak gerekir. Bu, Partinin çalışmasını daha esnek ve faaliyetini mantıksal kılar.
Ülkemizde bir ideolojik homojenliğin yaratılması uzun zaman önce oldu ve bu, sürekli olarak da yoğunlaştınlıyor. Sosyal düzenimizin bu önemli başarısını, sosyalist demokrasimizi sosyal faaliyetin bütün alanlarında daha da geliştirmek için kullanmalıyız. Bu koşullar altında, tartışma ve düşüncelerin çatışması, farklı çözümler ve pratiklerin karşı karşıya gelmesi tamamen normaldir. Bizde, bu olayların sosyal bir antagonizme dönüşmesinin sosyal bir temeli yoktur. Tam tersine bunlar sosyalist toplumumuzun çıkarlarıyla aynı çizgide gelişirler ve sosyalizm ve ilerleme için ortak ve birleşik çabalarımızın ifadesidirler.
Enver Hoca Yoldaş şunları söylüyor:
“Çeşitli toplantılarda bazı önder yoldaşların, basmakalıp formüllerin ötesine giden ‘uygun olmayan’ tartışmalardan korktukları görülüyor. Onlar herşeyin düzgünce gitmesi gerektiğini düşünüyorlar. Muhalif düşüncelerin toplantı dışında ifade edilmesi böyle bir durumun sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu durumda da ‘teorik olarak’ anlaşıldığı söylenen bir şeyin, gerçekte, ne doğru olarak anlaşıldığı ve ne de uygulandığı görülür ve böylece o şey hakkında alarm verilmesi kaçınılmaz olur.” (Enver Hoca, Seçme Eserler, Cilt. 4, Sf. 618-619)
Ve devam ediyor:
“Bir makine işçisinin, toplumumuzun önemli bir itici gücü olarak düşünce ayrılıklarının bu diyalektik yasasını nasıl doğru ve düzgün olarak ifade ettiğini dinleyin: “Biz makina işçileri bu sürtünmeleri severiz, çünkü iki metal birbirine sürtündüğü zaman, onlar mekanik enerjiye dönüştürülen ısıyı üretirler. Düşünceler de benzer bir sonuç verirler; düşünceler ne kadar tartışırlarsa o kadar ısı ve enerji doğururlar ve bunun sonucunda üretim ve işçilerin maddi yaşam koşulları ilerler.”
Enver Hoca şu sonucu çıkarıyor:
“Andığım tek bir örnek üzerinde düşünmeliyiz: tartışma ve düşünce ayrılıklarından niçin korkalım, eleştiriden neden korkalım, kişisel birkaç şey için eleştiriden niçin kaçınalım ve bütün bunları daha geniş bir ölçekte niçin geliştirmeyelim ki? Tartışma ve eleştiri, hiçbir şekilde kurum ve bölümlerin otoritesini azaltmaz, fakat onları, yaşamın ortaya çıkardığı çelişmeleri doğru ve hemen çözünceye kadar harekete geçirir ve canlı tutar.” (Age)
Tartışma ve düşüncelerin çatışmasının uygun gelişimi, partinin çalışmasında, özellikle propaganda ve eğitim faaliyetlerinde belli bir ilerlemeyi gerektirir. Bir örneklikten, bilinen gerçeklerin tekrarından ve düşünceleri körelten, toplumu hareketi ve diyalektik gelişme süreci içinde göremeyen dogmatizm ve metafizik kalıplardan kaçınmak asli bir öneme sahiptir. Bizim, objektif gerçeklik içinde ortaya çıkan problemleri daha bilimsel, daha çözümleyici ve daha yaratıcı düşünceler ışığında ele almaya ihtiyacımız vardır. Devlet ve Parti okullarımızda, inceleme enstitüleri, eğitim biçimleri ve basın-yayında ve kitle çalışmasında biz, şimdiki ideoloik, politik, ekonomik ve sosyal olaylar üzerinde daha derinlemesine düşünmek ve sonuçlar çıkarmak durumundayız; ve şimdiki gelişmeler üzerinde çözümlemeler yapmak ve bunlardan çıkan sorunlara cesaretle karşı durmak ihtiyacı içindeyiz.
Özellikle gençliği daha iyi yetiştirmek ve onlar için daha gelişmiş eğitim çalışmaları içine girmek gerekiyor. Bu, sadece Arnavutluk Emekçi ve Gençlik Birliği’nin değil, aynı zamanda ve her şeyden önce Parti örgütleri ve devlet organları, okul ve kültürel kurumların görevidir. Nüfusumuzun salt çoğunluğunun 30 yaşın altında olduğunu unutmamalıyız. Bu kitlenin, yaşlarından ve kültürel düzeylerinden kaynaklanan çok çeşitli ilgi ve istemleri vardır ve bunlar sürekli artıyor ve çeşitleniyor.
Ülkemiz gençliği ideolojik ayrılık, coşkun bir yurtseverlik ve militan bir sosyalizm sevgisi ile donatılmış zeki ve dinamik bir kitledir. Ülkemizin sorunlarıyla içice yaşanıyor ve onlann çözümünde seçkin çalışkanlıklarıyla öne çıkıyorlar. Bu bakış açısından, esas olarak, okul ve sokaklardaki çalışma ve eğitim biçimleri içinde verilen ve nasıl davranacakları, ne yapıp yapmayacaklarının doğru olacağıyla sınırlı bazı ahlaki sorunlara ilişkin bir eğitimi, kabaca ve modası geçmiş olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Artık, gençlik örgütü ve Partinin, genel olarak gençliğin geniş ilgi alanlarına ve çıkarlarına cevap verecek uygun çalışma biçimlerini arayıp bulma zamanı gelmedi mi ve inisiyatiflerini geliştirmek, eylemci ve yaratıcı kapasitelerine yeni bir ivme kazandırmak gerekmiyor mu?
Gençlik, Anayurdun geleceğidir, sosyalizmi ileriye taşıyacak onlardır. Bu nedenle, her açıdan bilgili bir gençlik, her zaman ülkeyi ve sosyalizmi savunacak olan ve dolayısıyla güçlük ve engel tanımayacak kadar cesur, samimi ve hünerli bir gençliği eğitmek, Partinin temel görevlerinden biridir. En üsttekinden en alttakine kadar bütün Parti sekreterleri, mümkün olduğu kadar resmi olmayan bir tarzda, genç kadın ve erkeklerle ilişki kurmalı, içinden geçmekte olduğumuz durum ve sorunlar hakkındaki Parti çözümlerini onlara açıklamalı, onların düşüncelerini anlamalı ve dikkatle gözden geçirmelidir. Genç kadın ve erkeklere çocuklara olduğu gibi davranılmaz, onlara ancak savaşçılar, ve gerçekte de olduğu gibi, hem de en seçkin savaşçılar gibi davranılabilir.
Bugün gençliğin, sanat, edebiyat, kültür, spor, vs. ye ilişkin olarak pek çok sorunlan ve ihtiyaçtan vardır. Bu nedenle Parti ve bütün örgütleri, onlar içinde daha fazla yayın, artistik gösteri, şarkı, spor faaliyetleri, vs. sağlamaya dikkat etmelidirler. Gençlik, her zaman, seçkin yazarlanmızın birçok edebi çalışmasını, bazı “Yeni Arnavutluk” Film stüdyolarının ürünlerini, dünya edebiyatının ünlü yazarlarının bazı çevirilerin, Balkan şampiyonu olan genç kız voleybolculanmızın maçjannı, vs.yi çok sıcak karşılıyor. Niteliği değerlendiremiyor ve gerçekte de, bu alanlardaki gücünü dünya çapında kanıtlamaya çalışıyor. Peki, biz, üretim alanında ve diğer alanlarındaki gücümüzü, normal bir görev ve istem olarak, niçin kanıtlamayı düşünmeliyim? Tiran’da bir spor kompleksi inşa edildi ve bu iyi bir şeydir. Fakat gençliğin dinlenme İhtiyacına cevap verecek kurumlar bununla uygunluk içinde değildir. Eğer, birçok bölgede olduğu gibi pek fazla güzel olmayan ve gençlik için hiçbir şey ifade etmeyen çeşmelere (fıskiyeli) para harcamak yerine, yüzme havuzları, spor alanları ve okuma odaları inşa edilse ve dağcılık, kültürel faaliyetler, vs. teşvik edilse daha iyi olmaz mı? Bunlar da Parti organları ve örgütlerin çözmesi gereken sorunlardır.
Partinin önder rolünün ve komünist militanlık ruhunun güçlendirilmesi, partiye yapılacak yeni girişlere ve komünistlerin niteliğine yakından bağlıdır. Bu, raporda etraflıca ele alındı bu nedenle üstünde fazla durmayacağım ama, sadece Partimizin bir işçi partisi olduğunu, her zaman akılda tutmak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Bu, yalnızca onun proleter ideolojisiyle değil, aynı zamanda onun sosyal bileşimiyle de belirleniyor. Bu yüzden Parti Merkez Komitesi, mevcut yapıyı korumak için girişteki oranlara ilişkin özel kararlar almış ve sosyal statü ve kökenlerini gözönüne alarak önceliği işçi komünistlere tanımıştır. Bu öncelik doğrudur ve gelecekte de buna uygun dav-ranılmalıdır. Ayrıca üyelik için adaylarda yaş sınırlamasına ilişkin kurallar da konulmalıdır.
9. Kongrenin de işaret ettiği gibi, Partiye kabul edilecek insanların niteliği temel bir önem taşıyor. Bu soruna sürekli dikkat edilmelidir. Partinin, saflığını her zaman korumalıyız. Ve eğer bütün üyeleri, kendilerini halkın davasının hizmetine koyar ve toplumun çıkarını herşeyin üstünde tutan savaşçılar olurlarsa, Partimiz her zaman saf kalacaktır. En alt komünistinden Merkez Komitesi üyesine kadar her parti üyesi, halkın, Partiyi komünistle tutum ve davranışlarına göre değerlendirdiğini asla unutmamalıdır. Halk, komünistleri yaşamlarında doğru ve dürüst olup olmadığına, toplumda ve çalışmada örnek, ılımlı ve esnek, iyi huylu ve iyi eğitilmiş, mütevazı bir aile ve çocuklara sahip olup olmadığına, vb. bakarak değerlendirir.
Partiye girişler üzerinde, kabul edilenlerin yaşlarına olduğu gibi, üretim, eğitim, ve kültür, bilim, vb. alanlardaki entelektüel saflardan Partiye girişlerine ilişkin bazı sorunlar çıktı. Bu sorunlar kesinlikle incelenmelidir, çünkü koşulların değiştiğini görmek gerekiyor ve bunların bir sonucu olarak bazı kurallar da değişmelidir. Örneğin, Partiye girenlerin yaşını saptarken, emekliler dahil bütün üyeleri mi hesaba katacağız? Eğer ortalama yaşı emekliler dışında saptarsak daha uygun olmaz mı? Tabii ki onlar Partiye çok şey kattılar ve güçleri ve olanakları ölçüsünde böyle yapmaya da devam edecekler ve yaşamları boyunca Partinin ve komünistlerin adını yüksekte tutacaklar. Bununla birlikte, Partinin aktif gücü, üretimde, iş merkezlerinde, köylük bölgelerde ve çeşitli kurumlarda çalışan komünistlerden oluşturulacaktır. Bu alanda Parti, genç, aktif ve dinamik güçlere ihtiyaç duyuyor.
İşçiler ve kooperatifçilerden başka, memur ve hizmetli kategorisinde olanlar da Partiye kabul edilirler. Bu ketagoriye devlet ve iktisadi idarenin memur ve çalışanları girer; eğitim düzeylerine bakılmaksızın, bekçiler, depo bekçileri, akademisyenler, öğretmen ve doktorlar, kortrolörler ve diğerleri bunlar arasındadır. Burada daha eklenecek şeyler var mı? Ben, Partinin, saflarında aydınların, doktor, mühendis, bilim adamları gibi yaratıcı çalışmaya angaje olanlardan daha çoğuna sahip olmakla ilgilendiğini ekleyeceğim; bu durumda bekçi, depo bekçileri ve ofis müstahdemlerinin daha az olması gerekir. Bu sorunun daha açık ve doğru bir sınıflandırma ve ya başka bir yöntemle çözülüp çözülmeyeceği incelenmelidir. Bununla birlikte bir şeyi vurgulamak gerekiyor: Entelektüeller (aydınlar) diye değerlendirdiklerimiz bugün tümüyle halkın oğulları ve kızlarıdır; uğruna savaştıkları ve 45 yıldır çalışmakta oldukları sosyalizmin işçileri, köylüleri, subayları, memurları ve savaşçılarıdır. Ve bunlar, Partinin, kendi öğreti ve ilkelerine göre eğittiği, yükselttiği ve yeniden yarattığı aydınlarımızda.
Parti çalışmasının etkinliği temel örgütün rolünün daha da güçlendirilmesini gerektirir; çünkü toplumumuzun temelleri burada, komünistlerin, işçi ve köylülerin arasındadır. Bütün sorunların üstesinden gelmek ve bütün talimatların uygulanması, ancak komünistlerin ve halk kitlelerinin bu amaç için mücadele etmeleriyle mümkündür. Eğer temel örgütler bu sorunları tartışmaz, bunlar hakkında ne yapılması gerektiğinin kararlarını vermez ve yöntemlerini göstermezse, biz , ne emeğin sosyal verimliliğini yükseltebiliriz, ne disiplini güçlendirebilir ve ne de eğitim yoluyla küçük birimleri geliştirebiliriz. Ayrıca tarımın geliştirilmesi çalışmalarında da etkin olamaz ve uygun arazileri bile ıslah edemeyiz. Yine, eğer temel örgütler ve halk kitleleri bu sorunları çözümlemez ve kararlar almazsa, usulsüzlük ve yolsuzluklar, adaletsizlikler ve iltimaslara karşı mücadele edilemez. Diğer örgütler, herhangi bir komite, komisyon ve hatta Parti Merkez Komitesinin bu sorunlar üzerinde temel örgütlerden daha fazla hata yapma olasılığı da unutmamak gerekir.
Yoldaşlar, Emek Partimizin varlığı ve gücü, sosyalizmin Arnavutlukta yaşaması ve sürekliliğinin temeli ve teminatıdır. Partinin önder rolünün ve faaliyetinin militan karakterinin güçlendirilmesi için yapılan çalışmayla biz, Enver Hoca Yoldaş’ın öğretilerine göre, sosyalizmin yolundaki ekonomi ve sosyal gelişmemize gerçekten yeni bir ivme kazandırabiliriz. Partinin bütün ayrıntılarıyla hazırladığı 9. Beş yıllık plan hedeflerine ulaşmak için kendimizi hazırlayabilir ve halkımızın refah düzeyi ve anayurdumuzun onurunu daha da yükseltmek için uygun koşullar yaratabiliriz.
Yaşasın Arnavutluk Emek Partisi!
Marksizm-Leninizmin Zaferine Şan Olsun!
Şubat 1990