1974-80 Dönemi ile ilgili bir araştırma yapılsa, herhalde, siyasal nitelikteki dergilerde, hatta mevcut edebiyat dergilerinin bir kısmında en yoğun olarak faşizm; anti-faşizm ve anti-faşist mücadele gibi sorunların teorik ve pratik yanları ile tartışılmış olduğunu görmek, teorik ve siyasal polemiklerin ağırlıklı olarak faşizm ve anti-faşist mücadele çerçevesinde dönmüş olduğunu saptamak mümkün olur.
‘Tırmanan faşizm’, ‘sürekli faşizm’, ‘faşist diktatörlük’ terimleri hep 1974-80 Döneminde günümüze aktarılıyor. Belli terimler belli yoğunluklar, belli siyasal akımlar açısından etkisini ve varlığını sürdürüyor. Belli terimler, belli yoğunluklar için bir kimlik ifade ediyor.
Her siyasal ortam ve sınıf mücadelesinin yönelimleri nesnel koşullar, kendisine uyumlu, kendi somutluğunu yansıtan kimliklerde sloganlarda ifadesini buluyor. Her keşif bir ihtiyaçtan doğuyor, sınıf mücadelesinin yönelimleri ve hedefleri siyasal gündemi belirlemede, nesnel anlamda belirleyici bir rol oynuyor. Faşizm yeni bir keşif olmuyor, ama en gelişmiş ve en aktüel şekliyle 1974-80 Döneminde Türkiye’nin gündemine giriyor. Tekelci burjuvazi, sistemin ekonomik ve siyasal sonuçlarına karşı yönelen ve giderek belli bir aktivite ve yaygınlık kazanan toplumsal muhalefeti bastırmak için, siyasal istikrarı sağlamak için, doğrudan devlet güçlerinin yanında, sivil faşist çeteleri devreye sokuyor. Sıkıyönetim ilanıyla, polis-jandarma saldırılarıyla, MİT-Kontrgerilla katliamlarıyla eşgüdüm içerisinde MHP’li faşist çeteler yığınların üzerine salınıyor. Okullar, işyerleri, fabrikalar, sokak ve mahalleler, polisin himayesinde silahlandırılan MHP’li çeteler aracılığıyla kontrol altına alınmak isteniyor. Yığınların toplumsal muhalefeti, en üst noktasına Maraş ve Çorum katliamlarında, 1 Mayıs katliamında ulaşan, kitle katliamları ile faşist terörle denetim altına sokulmak isteniyor.
Kitle katliamlarında, faşist terörde MHP öne çıkıyor, reformculuk eliyle devlet ve devletin siyasi-militarist mekanizmaları perde arkasına itiliyor, MHP vitrine çıkarılıyor.
Genel karakteriyle ve siyasal bilinç düzeyi ile sınıf mücadelesi anti-faşist bir yönelim gösteriyor, anti-faşist yönelimin sınırladığı bir çerçevenin dışına fazlaca taşmıyor. Devrim, önüne çıkan, dayatılan sorunların çözümüne yöneliyor. Anti-faşist mücadele dar bir siyasal alanda sürüyor, anti-MHP’lilik, bilinç ve siyasal eylem düzeyinde anti-faşizm perspektifine, anti-faşist mücadeleye damgasını basıyor.
Dün anti-faşizm siyasal gündemin birinci sırasında yer alıyordu, bugün demokrasi sorunu başat durumda. Demokrasi sorunu, yeni dönemin özelliklerini de yansıtmak suretiyle, anti-faşizmle yer değiştirmiş gözüküyor.
Bugün MHP tipi örgütlenmeler ve faaliyetler fazlaca öne çıkmış değil veya göze batmıyor. Tekelci burjuvazi açısından gerekli de olmuyor. Ordu birlikleri ve polis timleri, özellikle ulusal bir direnişi kırmak için, bu görevi fazlasıyla yerine getiriyor. Metropollerde ve işçi semtlerinde sınıfsal çatışmaların yeniden uç vermesi, burjuvazinin sivil-faşist militer örgütlenmelere ve faaliyetlere var olan gereksinimini, açık ki yeniden öne çıkaracak. Yakın bir iç savaş olasılığı dikkate alınarak devletin militarist güçleri, teritoryal birlikler hazırlığı da devreye sokularak, ne kadar takviye edilirse edilsin, bu durum tekelci burjuvazinin para-militer örgütlenmelere duyduğu ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. MÇP, MHP’nin yerini alıyor ve koşullarının olgunlaşması durumunda, sokağa salınmak üzere yedekte tutuluyor. Pratik durum doğal ve mantıki sonucu ile geliyor: Faşizm ve anti-faşizm tartışmalarında, bugün devlet ve siyasal iktidar olgusu daha büyük ölçüde vurgulanıyor. Geçmişten farklı olarak, anti-faşist mücadele, temel bir perspektif düzeyine çıkmamış olsa bile, biraz daha fazlaca devrim olgusuna bağlanıyor. Anti-faşist mücadelenin, en azından kavrayış düzeyinde, burjuva zeminin dışına taşmasının çok yönlü dinamikleri oluşuyor. Önemli bir gelişme saymak gerekiyor.
Madalyonun iki yüzü var: Yirmi yıllık bir sınıf mücadelesi deneyi ve bugün ortaya çıkan durum sadece devrimci anlayışların güçlenmesine değil, reformcu anlayışların sistemle çok yönlü bütünleşmesine zemin oluşturuyor.
Tekelci burjuvazinin ekonomik çıkar grupları ile siyasi temsilcileri arasındaki bağlar zayıflıyor, kopuyor, Eylül Darbesi parlamentoyu devre dışı bırakıyor ve kendi evrimi içerisinde siyasi partileri kapatıyor. ‘Sol’ reformculuk kaybedilen şeylere yeniden kavuştuğunda, bir daha kaybetmek istemiyor ve yeni kurumlara çok daha büyük bir hırsla sarılıyor. 1970 öncesinde parlamentarizme karşı biriken potansiyeli Parlamento Dışı Muhalefet Cephesi kanalıyla cuntacılığa tahvil etmeye soyunanlar, bugün gerici cephe içinde TBKP ile birlikte parlamentarizmin en büyük savunucusu olarak boy gösteriyorlar. Reformculuk, bugün, yeniden açılan parlamentoya ve yeni isimlerle faaliyet gösteren burjuva partilere daha da sempatik bakıyor, sıcak ilişkiler kuruyor. Bu süreç reformculuğun gerici evrimine de eşlik ediyor. Bugün ‘demokrasiyi korumak’ için SHP ve DYP ile RP ile platonik ittifaklara yönelenler, dün tırmanan faşizm’i engellemek için MSP’ye kadar genişleyen bir yelpazede anti-faşist müttefikler arayışını sürdürüyorlardı. TBKP’nin bu konuda ideolojik evrime de uğradığı, Eylül politikalarını içselleştirdiği anlaşılıyor. Eylülle birlikte hızlanan burjuvazinin dinci yönelimleri TBKP politikalarına da yansıyor ve TBKP laiklik platformunda Kemalizm’den kopuyor, ‘İslami akımların anti-emperyalizmi’ni keşfetmeye başlıyor ve Yenilenme Programında, “İslam kültürünün İnsancıl öğelerinden feyiz alan bir sosyalizm” modeli çiziyor. 141 ve 142 rakamları 163 rakamı da eklenmeden anılmıyor. TCK’nın 163. maddesinin kaldırılmasını savunmak, önemli bir demokrasi normu olarak ortak kabul görüyor. Burjuvazinin dolaysız kurumlarının ve siyasal partilerinin yönelimleri ile TBKP politikaları arasındaki ortak noktalar giderek çoğalıyor.
Sadece sistemin nezdinde değil, reformculuğun gözünde de burjuva partileri, sistemin bir parçası olarak, parlamenter düzenin ‘vazgeçilmez unsurları’ katına yükseliyor. Hatta TBKP, kendi “sosyalizm” düzeninde bile DYP gibi partilerin varlığını sürdürebileceğini taahhüt ediyor, sosyalizm ile kapitalizm arasına bir eşit işareti koyuyor, taahhüdünü yeni Programı ile belgelemeye özen gösteriyor. Sosyalizm koşullarında DYP gibi gerici bir parti meşruiyet kazandığına göre, TBKP’nin kapitalizm koşullarında MÇP gibi faşist bir oluşumu itirazla karşılaması beklenemez. MÇP de parlamenter sistemin vazgeçilmez unsurları kategorisi içinde yer alır ve bu son derece doğal olur. Doğal olmayan TBKP’nin bu siyasal kategori içerisine henüz dâhil edilmemiş olmasıdır.
TBKP, üvey evlat muamelesine itiraz ediyor ve burjuvazinin peşini bırakmıyor.
TKP, tarihi boyunca hep burjuvazinin arkasından gidiyor ve burjuvazinin döktüklerini topluyor.
TBKP, TKP’nin geleneğini sürdürüyor ve burjuvazinin döktüklerini toplamaya devam ediyor. Burjuvazinin bir adım gerisinde burjuvaziyi izliyor.
Tekelci burjuvazinin artık parlamentoya fazlaca bir ihtiyacı kalmadığı anlaşılıyor. Bilinen deyimiyle, her on yılda bir, parlamentonun ve mevcut siyasal partilerin devre-dışı bırakılması bir yana, ’82 Anayasası, parlamentoya bir vitrin olma işlevini bile fazla görüyor.
İstikrarsızlığın derinleştiği ve karşı-devrimin neredeyse bir iç-savaş sürecinden başarıyla çıktığı bir evrede, burjuvazi, fazlaca inceltilmiş bir diplomasiye gereksinim duymuyor. Karşı-devrimin pratiğinin, burjuvazinin hukuku demek olduğu somutlanıyor. Anayasa, anayasa diline göre değil, ortaya konmuş pratiğe göre kaleme alınıyor, Eylül pratiği ’82 Anayasası ile hukuki bir süreklilik kazanıyor. Burjuvazi Eylül hukukuna sığınıyor ve Eylül rejimini, hukuku ile birlikte sürdürmek istiyor. Normal koşullar altında parlamentolar, devletin temel güç organlarınca oluşturulmuş karar ve politikaların onay merkezi olarak işlev görüyor. Bugünkü Eylül Parlamentosunun, böyle bir işlevinden söz etmek dahi aşırı bir zorlama olur. Parlamentonun denetim yetkisi dahi Cumhurbaşkanına devrediliyor. Hükümetler, son yıllarda kurulan fonlar dâhil, hemen hiçbir mali harcamayı parlamento denetimine sokmuyor. Hükümetlere parlamento-dışından üye alma yetkisi hukuki bir zemine oturuyor. Hükümet politikaları üzerinde yargı denetimi ortadan kaldırılarak, yürütme organı her yönden güçlendiriliyor. Yasama görevi, Kararnameler yoluyla, yürütme organına devredilmiş durumda. Milli Güvenlik Konseyi-Milli Güvenlik Kurulu gibi organların kararları Hükümet Kararnamesi olarak yasallaştırılıyor. Hükümet Kararnameleri bile artık fazla bürokratik bulunuyor, devlet gücünün uygulanma hızının düşürülmemesi için, üçlü kararnameler yoluna başvuruluyor, daha da ileri gidiliyor devletin temel ve özgül tüm siyasal politikaları ‘köşk’, ‘konut’ ve ‘Genelkurmay’ üçgeninde yürütülüyor. ‘Hanedanlıklar yeniden devreye sokuluyor. ‘Köşk-Konut-Genelkurmay’ üçgeni, pratikte, yasa yapma yetkisi ile donatılıyor. Kapitalist sistemde, hükümetlerin işlevi, devletin günlük işlevini yürütme ile sınırlıdır ve hükümetler, bu işlevlerine bağlı olarak, devletin ve egemen sınıfların genel politikalarına paralel bir biçimde günlük politika üretmek zorundadırlar. Kapalı kapılar arkasında devletin temel güç organlarınca üretilen politikalar, hükümet politikaları olarak şekillenir, hükümet politikaları, bu çerçeve ile sınırlı bir özerkliği ve özgünlüğü yansıtır. Genelkurmay ve MİT kapalı kapılar arkasında değil, artık kamuoyu önünde günlük politikalar üretiyor ve her türlü iletişim aracı üzerinde kurulan çok yönlü bir denetim ağıyla, kamuoyu oluşturuluyor. Basındaki propagandanın ve günlük haberlerin yönü dahi, Genelkurmay Başkanının geçtiğimiz aylarda ulusal sorunla ilgili ‘sert’ bir demecinin hemen arkasından basının PKK haberleri ile ilgili kendini disipline etmeye yönelmesi örneğinde somutlanıyor, artık MİT ve Genelkurmay tarafından belirleniyor. MİT ve Genelkurmay tarafından oluşturulan politikalar, polis gücü tarafından yürütülüyor. Kuvvetler ayrılığı gibi ilkeler, sadece pratikte değil, artık teoride de kâğıt üzerinde bile yer almıyor.
TBKP’nin itirazı da tam bu noktada kendini gösteriyor. TBKP, devletin ‘demokratikleştirilmesi’, ‘anti-demokratik otoriter rejimi demokratikleştirme yönünde değiştirme’ talebi ile ortaya çıkıyor. ’82 Anayasası ile kuvvetler ayrılığı ilkesinin kâğıt üzerinde dahi ortadan kaldırılmış olmasına yönelik itirazını dile getiriyor. Yeni bir Anayasa hazırlanmasını istiyor. “82 Anayasasına karşı, DYP ve SHP gibi ‘demokratik’ partilerin de katılmasıyla, parlamento zemininde yeni bir Anayasa hazırlanması, hazırlanacak yeni Anayasanın halkoyuna sunulması talebini yineliyor. ‘Geniş demokrasi güçlerinin katılımını dışlayan sınırlı bir parlamentarizm’ yerine, sınırları biraz daha ‘geniş’ tutulmuş bir parlamentarizmi öngören 1961 Anayasasını bir model olarak öneriyor. Yeni Anayasa için hazırlık ve halkoylaması, açısından bile 1961 yöntemine dönüyor. Politik istikrarın bozulmasından, en çok TBKP’nin rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. ‘Sınırlı bir parlamentarizm’ çerçevesinde kurulan ‘iktidar blokları’nın ‘politik istikran’ sağlayamadığından yakınıyor ve ‘sistemin politik istikrarını yeniden tesis etmeye’ soyunuyor. Silahlı kuvvetler, MİT ve polis örgütleri gibi fiziki kurumlar ye sıkıyönetim-olağanüstü hal yasaları gibi kurumlaşmalar dâhil, parlamento ve devlete ilişkin ‘demokratikleşme’ taleplerine yanıt verdiği ve politik istikrarın sağlanmasına olanak tanıdığı için, Milli Güvenlik Kurulu’na yapılan itiraz dışında ve yasal komünist partisinin kurulmasına açıkça cevaz verecek şekilde düzenlenmesi kaydıyla, 1961 Anayasasına yöneliyor, TBKP- parlamentonun ‘üstünlüğünü’ ve hukuki sürekliliğini savunmak suretiyle Avrupa Topluluğu’nun Türkiye için öngördüğü demokrasi standartlarına uygun bir davranış sergiliyor, AT normlarının en hararetli savunucusu olduğunu göstermiş oluyor.
TBKP, tekelci burjuvazinin bir kurumu olarak, parlamentonun devre-dışı bırakılmadığı siyasi egemenlik biçiminin yasal bir unsuru olmaya soyunuyor.
Gelinen aşama çizgileri daha da netleştiriliyor. Ama köklerini yakın geçmişten allıyor. 1974-80 Döneminin anti-faşizm anlayışı ve politikaları Eylül rejiminin katkılarını da alarak, bugün evriliyor. Reformculuğun bugün ulaştığı, aşama, bir kopuşun değil, bir sürekliliğin ifadesi oluyor.
Yakın geçmişin panoraması: Faşizm eşittir MHP
1974-80 yılları arasındaki anti-faşist dönem için ortak bir payda saptamak gerekirse, anti-faşizmin genelde egemen sınıfların siyasal iktidar olgusundan, devlet olgusundan koparıldığını, anti-MHP’liliğe indirgendiğini söylemek fazlaca bir abartma oluşturmaz. Farklılık yöntemden, mücadele yöntemleri arasındaki temel farklılıktan kaynaklanıyor. Anti-faşist örgütlenmeler ve MHP’nin askeri yayılmasına karşı yürütülen silahlı hareketler, yığınların belli bir dereceye kadar örgütlenmesine ve direniş göstermesine ve daha da önemlisi MHP’li faşist çetelerin işyerlerinde, okullarda, köy ve mahallelerde yuvalanmasının önüne set oluşturuyor. Reformculuk ise, faşist hareketin durdurulması, katliamlarının ve faaliyetlerinin engellenmesi için devlete, devlet güçlerine çağrı yapıyor, devlet organlarını, polis güçlerini göreve çağırma politika düzleminde bir mücadele yöntemi olarak şekilleniyor. Devletten MHP’nin kapatılması, MHP’nin Milliyetçi Cephe koalisyonlarından çıkarılması isteniyor. Yanı sıra CHP reformculuğu faşizme karşı bir ‘umut’ olarak lanse ediliyor. TKP, CHP reformculuğuna kadar uzanan bir siyasal zeminde Cephe arayışlarına yöneliyor. UDC kuruluşu ilan ediliyor. TBKP bugünkü değerlendirmesinde, bunun yetersizliğini vurguluyor. H. Kutlu, yeni Açılım’ın Eylül-89 sayısında yer alan bir değerlendirme yazısında, 1973-80 Döneminde CHP ve Ecevit’le istenilen ve gereken ölçüde ‘işbirliği’ yapamamış olduklarından yakınıyor. ‘Militan bir çizgi’ izlenmiş olmasından dolayı özeleştiriye yöneliyor, militan bir ‘çizgi’yi ‘devrimci durum’ tespitine bağlıyor. Merkezi düzeydeki politik kararlarda ortaya çıkan belirsizlikler, ülke içindeki Parti kollarının böyle bir yanlışa, ‘militan çizgi’ye yönelmesinin siyasal örgütsel ortamını hazırlıyor. Haydar Kutlu, 1973-80 Döneminde, daha gerici bir çizgi izlenmemiş olmasını, TKP açısından bir ‘demokrasi kusuru’ sayıyor. H. Kutlu, TKP örgütlerine ve TKP militanlarına haksızlık yapıyor. TBKP ölçüsünde teorik açılımlara dayanmasa da, İ. Bilen TKP’si, 1974-80’in anti-faşist kabarışında üzerine düşen görevlerden kaçınmıyor. Kabaran anti-faşist potansiyel bir oy deposu haline getirilerek CHP reformculuğunun peşine takılıyor, anti-faşist potansiyelin daha ileri derecede eylemliliğe dönüşmesi, sendikalar ve çeşitli kitle örgütleri aracılığıyla ‘anarşiyi önleme’ ve ‘hükümeti yıpratmama’ gerekçeleriyle engelleniyor. Reformculuk burjuvazi için ‘sükûnet’ ortamı sağlanmasına katkıda bulunmayı görev biliyor. ‘Sükûnet’ ortamında tekelci burjuvazi, emperyalizmin dayattığı ekonomik istikrar programını CHP Hükümeti eliyle devreye sokuyor, sendikalar cephesi ‘Toplumsal Anlaşma’ yöntemleri ile reformculuğa yamanıyor, özellikle işçi kitleleri hareketsizliğe sürükleniyor. Sivil faşist çeteler, devlet güçlerine yaslanarak fabrikalarda, işyerlerinde, devlet dairelerinde, okullarda, mahalle ve köylerde köşe başlarını tutmaya yöneliyor, cinayet timleri örgütleniyor. Hızla yaygınlaşma eğilimi taşıyan cinayet ve katliamlar karşısında, TKP-TİP reformculuğu, CHP’nin gölgesinde ‘itidal’ tavsiyelerini yinelemekle yetiniyor. Anti-faşist mücadelenin engellenmesinde reformculuk egemen sınıfların yardımına koşuyor, ‘goşizm’ ve ‘Maocu bozkurtlar’ gibi nitelendirmeler, anti-faşist mücadeleyi karalama kampanyasına dönüşüyor. Anti-faşist unsurların kitle örgütlerinden atılmasıyla, tekelcilik dönemi, kitle örgütleri üzerine kurulan siyasi tekelle tamamlanıyor. Yığınlar pasifizme itiliyor. Maraş, Çorum, Sivas ve Malatya örneklerinde yaşandığı gibi sivil-faşist çeteler ve polis birlikleri yoğun kitle katliamlarına yöneliyor. Anti-faşist mücadelenin yaygınlığı ve yığınsal kabarışlar karşısında MHP çetelerinin ve polis timlerinin gücü ve CHP reformizminin uyutma politikası yetersiz kalıyor. MHP, ordunun yönetime el koyması çağrısında bulunuyor. Eylül Darbesinin ilk adımı olarak, CHP Hükümeti eliyle sıkıyönetim ilan ediliyor. TİKP ve TKP-TİP revizyonistleri, sıkıyönetimden ‘tarafsızlık’ bekliyorlar ve devletin sıkıyönetim aracılığıyla MHP’nin üzerine gitmesini talep ediyorlar. Yetmiyor. Aydınlık gazetesi, ‘kurtarılmış bölgeler’ tabloları yayınlayarak, devrimciler için ihbar listeleri çıkararak, sıkıyönetimin fiilen yardımına koşuyor. İhbar listeleri, 12 Eylül Askeri savcılarının hazırladığı iddianamelerde, belge olarak kullanılıyor. Reformculuk, burjuva klikler arasındaki yöntem çatışmasını uzlaştırmaya soyunuyor. Kitle mücadelesinin durdurulmasının, iç-savaşın önlenmesinin yanında, reformculuğun nezdinde, AP-CHP Milli Birlik Hükümetinin kurulması çağrısı bir politika düzeyine yükseliyor. Devlet aygıtının takviyesi isteniyor. Tariş’ten Antbirlik’e kadar uzanan kitle direnişlerinin karşısına, reformculuk bir barikat olarak dikiliyor.
Reformculuk sadece MHP’den ibaret bir faşizm tahlili ile yığınların bilincini çarpıtmakla kalmıyor, daha önemlisi, kısmi taleplerle sınırlı olarak nispeten daha dar bir hedefe yönelen yığın mücadelesini de pasifize ediyor, sistemin çizdiği kanallara akıtmaya çalışıyor. Özellikle Kemalizm ve ordu tahlilleri ile devletin temel güç organları, militarist mekanizmalar, egemen sınıfların iktidar mekanizmalarının dışına çıkarılıyor ve sınıflar-üstü tarafsızlık konumuna itiliyor. Hatta ‘halkın bir parçası’ olarak ilan ediliyor. 12 Mart rejiminin getirdiği siyasal atmosferin etkilerini hala sürdürdüğü 1974 koşullarında. Yeni Çağ dergisi, Nisan-1974 tarihli sayısında, “Silahlı Kuvvetlerin gençliğin ve halkın bir parçası” olduğu, “halkın hizmetinde” olduğu saptamasını yapıyor ve Silahlı Kuvvetlerin önüne “emperyalizme karış yurdun bağımsızlığını, halkın egemenliğini savunma” görevini koyuyor.
Bu bakış açısı, genel olarak reformculuğun hareket ettiği zeminin, TKP ‘atılımı’nın yolunu çiziyor. Yığınlar daha baştan ideolojik olarak silahsızlandırılıyor. 1980 Eylülünde, devletin temel güç organlarının, hiç bir direnişle karşılaşmadan doğrudan ve fiilen devreye sokulması için yol düzlenmiş oluyor. Eylül Darbesi, başkaca etmelerin yanında, reformculuğun ordunun tarafsızlığı ve kurtarıcılığı demagojisini güçlendirmesinin de yardımıyla, fazlaca bir tepki toplamadan yerleşiyor. MHP ve polis terörü karşısında ayağa kalkan ve hükümetlerin ekonomik ve siyasal baskı politikalarına karşı genel greve doğru evrilen bir mücadele çizgisi izleyen politik-leşmiş kitleler, Eylül Darbesi karşısında yalnız bırakılıyor. Eylül Darbesi direnişsiz karşılanıyor.
Burjuva anti-faşizm anlayışı, daha da gericileşmiş bir temelde ve daha geri sonuçlar doğurarak Eylül Döneminde de sürüyor. Eylül Döneminin etkileri ve politikaları TKPyi evrime uğratıyor. Eylül rejiminin hazırladığı siyasal zemin üzerinde, tam entegrasyona aday TBKP doğuyor.
Darbenin bir ucu da kendi örgütsel varlığına yönelinceye kadar askeri-faşizmi ‘askersel devirme-askersel devirge’ olarak tanımlayan TKP- Eylül darbecileri arasında ‘çatlaklar’ aramakla meşgul oluyor, ‘çatlaklar’dan yararlanmayı bir politika olarak benimsiyor. TKP yurtdışında, en çok cuntanın MHP karşıtlığı ile ilgileniyor.
Eylül Darbesi, hep MHP-karşılığı ile tanıtılmaya çalışılıyor. MHP-karşıtlığına sahip çıkılıyor.
TKP-1978-80 Döneminde CHP ile “anti-faşist UDC” kuruyor ve devlet eliyle MHP’ye vurulmasını istiyor. CHP ve Ecevit ‘umut’unun tükenmesi ve devletin doğrudan devreye girmesiyle TKP, MHP’ye vurma görevini Cuntanın omuzlarına yıkıyor. Yeni dönemin ilk yıllarında UDC politikası, ‘Sol Birlik’ içerisinde Cuntayı eleştirenleri eleştirme politikasına dönüşüyor. Daha önce belirtildi, TKP, sıradan liberallerin bile gerisine düşüyor ve faşist-Cuntayı, ‘sol terörizm’in hedefi haline gelen ‘can güvenliği’nin yok edilmiş olmasına bağlıyor. Cuntaya ‘can güvenliği’ni sağlama gibi olumlu bir işlev yüklüyor. H. Kutlu, 19831e, 5. Kongre Çalışma Raporunda, terörizmin küçümsenmeyecek olumsuzluklarından söze-diyor. TİP, bütün bir 1968-70 Dönemi boyunca, kitle mücadelesinin faşizme davetiye çıkaracağının propagandasını yapıyor ve yürüttüğü propagandaya uygun olarak yükselen kitle mücadelesinin önünde barikat oluşturuyor. Mülteci TKP’nin de katkılarıyla, Cumhuriyet tarihinde reformculuktan ilk kopuşu ve Marksizm’e yönelişi temsil eden 1971 İhtilalciliğini, emperyalizmin ve egemen sınıfların güdümünde bir provokasyon hareketi olmakla nitelendiriyor. 1974-80 anti-faşist mücadele dönemi de; aynı provokasyon mantığı ile yorumlanıyor. B. Boran 1986 yılında, yurtdışından U. Mumcu’ya verdiği demeçte, Demirel’in çizdiği tabloya yeni bir katkıda bulunmuyor, hırsız-polis oyunu için eski bir senaryoyu yeni baştan tekrarlıyor. Silahlı Kuvvetlerin sıkıyönetim süresince, “terörizmi gerçekten önlemek için çalışmadığını, tersine kışkırttığını” , “…askeri sivil istihbarat, tüm güvenlik kuvvetleri, sıkıyönetim komutanlıkları terörizm karşısında sanki felce uğramış gibi işlevsizleştiler (…) bu kargaşa durumu, 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece ne sihirdir ne keramet birden değişiverdi.” H.Kutlu 5. Kongre Çalışma Raporunda, B. Boran’ın çizdiği senaryoya ‘anti-faşist’ katkılarda bulunuyor, “anti-faşist eylemlerin askeri devirgeye” yaptığı katkıları tahlil ediyor. Faşizme ve faşist çetelere karşı yürütülen mücadelenin Eylül Darbesini hızlandırdığı saptamasında bulunuyor. H. Kutlu, sivil faşist çetelere karşı mücadelenin anti-faşist direnişlerin tatil edilmesi halinde mahallelerde, fabrikalarda, okullarda askerlerin yerine sivil faşist çetelerin devreye girip nöbet tuttuğu bir 12 Eylül tablosu çiziyor. Doğu Perinçek daha da ileri gidiyor ve 1987 Eylül’ünde Erkekçe dergisi muhabirinin sorularına verdiği yanıtlarda, bir “kurmay kafasına” sahip olduğunu gösteriyor. Eylül Dönemi politikalarındaki yanılgılara parmak basarak. Eylülcülerin “terörizmi değil, sosyalizmi temizlemeye” yönelmekle hedefi büyüttüklerini açıklıyor. “Askerlikte bir kural vardır: Hedefi küçültmek, kendi güçlerini büyütmek. Uygulamada be tam tersi oldu.” Uygulama ‘iç-barışın gerçekleşmesine’ değil, burjuva sosyalizminin, aynı anlama gelmek üzere düzenden hoşnut reformculuğun da hedef alınmasıyla, “iç-barışın bozulmasına” cephenin genişlemesine hizmet ediyor. Bu politika, “teröristlerin bu cepheye sığınmasına” imkan veriyor ve Türkiye’nin Avrupa’da yalnızlığa itilmesine zemin hazırlıyor. Özetin özeti: D. Perinçek, Eylülcüleri devrimi bütünüyle ezememiş, bunun için kendileri dâhil reformculuğun devlete açtığı kredinin gereği gibi değerlendirememiş olmakla suçluyor. ‘Baba’nın rolü de burada ortaya çıkıyor, ‘devlet baba’nın hem dövmesi, hem de sevmesi gerçeğini D. Perinçek göz ardı ediyor, devlete açılan kredinin değerlendirilememesi suçlamasında haklı olmayan bir konuma düşüyor. Aydınlık gazetesinin “kurtarılmış bölgeler” ile ilgili yayınının askeri savcı iddianamelerinde birer belge değerinde kullanıldığı biliniyor. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine yazılı olarak verdikleri Savunmada, TİKP’liler, Aydınlık gazetesi yayınlarının PKK ve diğer sol örgütlerin mahkûm edilmesinde birer hukuki belge olarak kullanılması ile övünerek, devletin kendilerini de hedef almasına bir anlam veremediklerini belirtiyorlar. Saçak dergisinin 65. sayısında Saçak Yazı Kurulu imzasıyla ve ‘TİKP Muhasebesi’ başlığı ile yayınlanan değerlendirmede, Savunma’da mevcut yönetime kredi açılmış olmasının, Aydınlık gazetesinin ‘kurtarılmış bölgeler’ yayınının, PKK’nın “Doğu’nun MHP’si” olarak ilan edilmiş olmasının değerlendirmesi yapılıyor, aynı anlama gelmek üzere belgeleniyor, yanlışlıklar komedisi sergileniyor. 12 Mart’tan çıkış sürecinle yaşandığı gibi, bugün de, devrimci terminolojinin kullanılmasının daha karlı olacağının ‘muhasebesi’ yapılıyor, Sosyalist Birlik dergisinin Eylül-89 tarihli sayısında, başlangıcında Eylül Darbesinin ne yönde gelişebileceği konusunda TİKP yönetimi içindeki tartışmaya işaret ediliyor ve 12 Eylülün, ikinci bir 27 Mayıs veya ikinci bir 12 Mart olabileceği olasılıkları üzerinde durulduğu anlaşılıyor. TİKP yöneticileri, 12 Eylül’de ikinci bir 27 Mayıs’ın hayalini görüyor ve. 12 Eylül’den ikinci bir 27 Mayıs yaratmak için, Ankara Dil Okulu’nda, yönetime kredi açma işlevine soyunuyor. TKP, ‘Bizim Radyo’ aracılığı ile Türkiye’ye yönelik yayınını sürdürüyor, Cuntayı faşist ilan ederek, Cuntaya karşı örgütlenmeye ve savaşım vermeye kalkışanları şiddetle eleştiriyor. Daha önce belirtildi, en vahşi döneminde, 1981’de, Eylül rejiminin hedef seçilmemesini istiyor.
TKP’nin Eylül politikaları üzerinde durduk. Eylül politikaları, TKP’nin bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca izlediği politikaların doğal ve mantıki bir sonucu olarakbortaya çıkıyor. Tarihsel bir kopuşu değil, tarihsel ve i siyasal bir sürekliliği ifade ediyor. Göstermeye çalıştık.
En net ifadesini TKP-TBKP politikalarında buluyor ama sadece onunla sınırlı değil, daha geniş kapsamlı olarak tekelci dönemde burjuvazinin siyasal egemenliğinin özü ile biçimini bir birinden ayıran, faşist hareketi burjuvazinin siyasal egemenlik mekanizmalarının bileşenlerinden biri olarak kavramayan, faşist hareketle devlet olgusunu iki ayrı siyasal kategoriye indirgeyen bakış açısını ana başlıklarıyla irdelemek gerekiyor.
Faşist hareketle devlet olgusunu birbirinden koparan,’faşizmi ve anti-faşizmi devlet olgusunun dışına taşıyan politikalar üreten siyasal bakış açısı, var olan zeminden bir kopuşa yönetemiyor. En radikal siyasal programlar, siyasal bir devrimin dar ufuklarının dışına çıkamıyor, siyasal bir devrim perspektifi kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuva kurumlarının temellerine yönelen toplumsal bir devrim anlayışı ile tamamlanamıyor. Emperyalizmin, büyük tekellerin ekonomik egemenliğinin, varlığının gelişmesini engellediği, dahası tasfiyeye uğrattığı küçük-mülk sahipliğinin sınırlı hedefleri, siyasal ifadesini anti-emperyalist anti-tekel yönelimlerle sınırlı bir devrim perspektifinde, bir devrim modelinde buluyor. Küçük-mülk sahipliğinin sınırlı siyasal-toplumsal-ekonomik istemlerine dayanan bir siyasal devrim anlayışı, genel olarak kapitalizmden bir kopuşu temsil etmiyor, kapitalizmin sınırlarına çarpıp kırılıyor. Nikaragua örneğinde yeniden somutlanıyor, çarpıp kırıldığı yerde kapitalist ilişkileri yeniden üretiyor.
Burjuva anti-faşizm perspektifi, var olan zeminden bir kopuşa yönelmiyor. En reformcu ifadesini, faşizme karşı burjuva demokrasisini savunma, burjuva demokrasisini koruma anlayışında bulunuyor. Tekelci burjuvazinin siyasal egemenliğinin faşist biçimi değil, demokratik biçimi tercih ediliyor. Batı Avrupa komünist partileri, belli bir tarihsel gelişim sonunda ve anti-faşist mücadele perspektifi temelinde, ‘demokratik’ zeminin sistem içi siyasal bir uzantısına dönüşüyor.
Yakın tarihe ilişkin bilgileri toplayarak aktarmak açısından değil, ama faşizm tahlilleri ve anti-faşist mücadeleye bakış açısı açısından bir dönemin en genel anlamda çözümlenmesi amacıyla, devam etmeden önce burada uzunca bir parantez açmamız gerekiyor. Anti-faşist mücadelede ortaya çıkan tarihsel-pratik deneylerin, en yoğun olarak Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri kitabında bulan teorik düzleme çıkarılarak bugüne taşınması ve bugün de faşizm tahlillerinde burjuva reformcu bir çizginin beslendiği kaynaklardan birini oluşturması bakımından, ikinci sıcak savaş süresince Batı Avrupa komünist partilerinin faşizme ve Hitler’ci faşist işgale karşı mücadelede izledikleri siyasal çizginin, siyasal bakış açısının irdelenmesi gerekli oluyor.
Anti-faşist savaşta ‘batı yakası hikayesi’
Batı Avrupa burjuva devrimlerinin ve burjuva ideolojisinin beşiği oluyor ve beşiği olarak kalıyor. Tekelci burjuvazi ve tüm gericilik, sadece Fransa’da değil, bütün Batı Avrupa’da devrime-dönüşüme-radikalizm reddiye, burjuva düzenine övgüler düzerek, statükoyu ebedileştirerek, Fransız Devriminin 200. yıldönümünü kutluyor.
Batı Avrupa, burjuva düzeninin, tekelci gericiliğin beşiği olarak kalıyor. Burjuva düzeninin ebediliğine karşı, tekelci gericiliğe karşı, sömürüşüz ve özgür bir dünya için ayağa kalkan proletaryanın barikatlara ve ayaklanmalara kadar gelişen ve genişleyen kitlevi mücadelesi, burjuvazinin çıplak terörü ve komünist partilerin burjuva politikaları ve taktikleri ile geri itiliyor, sistem yeniden istikrara giriyor, burjuva düzeni ebedilik zırhına bürünüyor. Batı burjuva demokrasisinin külleri içinden sosyalist demokrasinin pratik bir durum olarak doğmamış olması, proletarya devrimci atılımının her seferinde yenilgiyle sonuçlanması, burjuva demokrasisinin ve tekelci kapitalizmin ebediliği sayılıyor. Fransız Devriminden 200 yıl sonra da, artık değişen niteliği ve farklılaşan misyonu ile Batı Avrupa burjuvazisi demokrasi ihraç ediyor. Demokratlık, revizyonizmin ve reformculuğun nezdinde en büyük paye sayılıyor. Demokratlık payesi, kapitalizmin ve burjuva siyasal gericiliğinin ebediliğini perçinliyor. Sınıf mücadelesi ve devrimler tarihi, demokrasinin gelişim tarihi olarak yeniden yazılıyor. Devrimler ve proletaryanın proletarya devrimleri girişimi, anti-komünist komünist partilerin de katkılarıyla, Batı Avrupa sınıf mücadeleleri tarihinden çıkarılıyor.
Batı Avrupa sosyal sınıf mücadeleleri tarihi, aynı zamanda proletaryanın öncü örgütlerinin, proletaryanın öncü siyasal partilerinin reformcu eğilimler taşıması sonucu, proletarya devrimlerinin yenilgisinin veya ayağa kalkmış yığınların mevcut devrimci, anti-kapitalist potansiyelinin düzen-içi kanallara akıtılmasının tarih olarak biliniyor.
Batı Avrupa’nın ilk proleter devrimi, Paris Komünü, kendi nesnelliğinin özel zaafları ile birleşmesi sonucunda, Fransız ve Prusya gericiliğinin askeri ittifakı ile yeniliyor. Devrim, 72 günlük, bir direnişten ve zengin bir teorik ve pratik miras bıraktıktan sonra, Komünarlar Duvarında kurşuna diziliyor. ‘Silaha sarkmamalıydılar’ naraları ‘devrimci’ bir kamuoyu oluştururken, Mark, ‘gökyüzünü fethe çıkmış komüncüler’i selamlıyor ve proletarya diktatörlüğünün ne olduğunu soranlara pratik bir Örnek olarak Paris Komününü gösteriyor. Birinci Paris Komününün yenilgisinden aşağı-yukarı bir yüzyıl sonra, Paris Komününün bir ikincisi tekrarlanmıyor. “FKP, ayağa kalkarı Paris’e karşı, De Gaulleci burjuvazi ile birleşiyor, 68 yeniliyor. Devrim değil, düzen kazanıyor. FKP düzenin kazanmasında, oturmasında önemli bir işlev üstleniyor. 1968’den geriye, devrimi hiç ‘sevmeyen’ bir kuşak kalıyor. 1968’de ayağa kalkan Paris’i, barikatlardan ve fabrika işgallerinden, düzenin istikrar sınırlarına çeken Fransız Komünist Partisi, 19831e Mitterand’ın Sosyalist Partisi ile hükümet ortaklığı kurarak, tekelci burjuvazinin iç ve dış politikasının doğrudan bir uygulayıcısı katına yükseliyor. Evrimleşme tamamlanıyor. ‘Avrupa komünizmi’ teori ve politikası, doğal ve mantıki sonucuna varıyor.
Geriye doğru evrimleşmeyi, sadece FKP açısından değil, bütün bir ‘Avrupa komünizmi’ açısından, esasında, 1950’li on yıllardan itibaren almak, hatta ‘Halk Cephesi’ deneyine kadar uzanmak gerekiyor. Özellikle İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı döneminde, Avrupa’da anti-faşist savaşta Batı Avrupa partilerinin izlediği reformcu çizginin irdelenmesini önemsemek gerekiyor. Avrupa’da anti-faşist savaşın köklü halk devrimlerine, proletarya devrimlerine dönüşmesini mümkün ve gerekli kılan etkenlerin, komünist partilerin niyetleri dışında, oluştuğu biliniyor. Faşizme karşı savaş, işgal edilmiş Batı Avrupa ülkelerinde, yalnızca ulusal kurtuluş amacıyla değil, demokratik özgürlüklerin, siyasal kazanımların geliştirilmesi amacıyla da bir savaş olacaktı ve bu iki amacın gerçekleştirilmesi mücadelesi ile birleşiyordu. Ama Fransız Komünist Partisi ve İtalya Komünist Partisi gibi Batı Avrupa partileri, faşizme karşı Avrupa ölçeğinde kazanılan zaferin yarattığı uygun koşullardan yararlanacak nitelikte olmadıklarını gösteriyorlar: Savaş sonrası dönemde ortaya çıkan sonuç, Batı Avrupa partilerinin, II Enternasyonal’in reformcu geleneklerinden bütünüyle kopamadıklarının bir göstergesi oluyor.
Dünya metropollerinde devrimin nesnel koşullarını, dünya kırları lehine kaybettikleri saptaması, bütün reformcuları ve küçük-burjuva demokratlarını birleştiriyor. Batı proletaryasının, artık devrimci bir misyon taşımadığı üzerine bir yığın teori inşa ediliyor. Batı Avrupa kaynaklı reformcu bakış açısı, büyük ölçüde aklanmış oluyor. Anti-faşist savaşın sonrasında, FKP, devrimi altın bir tepsi içerisinde, tekelci burjuvazinin ziyafet sofrasına sunuyor. ‘Prenslerin’ ve “baronların” iktidarını sarsan 68’in ‘özgür Paris’inin’, yeniden tekelci ahtapotun kollarına atılmasında önemli bir görev üstleniyor. Avrupa proletaryasının değil, Batı Avrupa merkezli ulusal partilerin, devrimci bir misyon taşımadıkları görülüyor. Şimdi proletaryaya tümden ‘elveda’ ediliyor. ‘Elvedalı’ edebiyat dizileri, best-seller listelerinin baş sıralarında yer alıyor. Bilimsel-teknolojik devrim teorisi, artık sosyal-devrim teorisi ile yer değiştirmiş gözüküyor. Sosyal-devrim olasılığını kaldırmak için, proletarya sınıf olarak da ortadan kaldırılıyor, yok sayılıyor. Proletarya artık ‘beyaz yakalı’ sayılıyor. SBKP artık ‘devrim’ yerine, Goorbaçov’un eliyle, ‘devrimci tezler’ ihraç ediyor. ‘Sosyal-kapitalizm’ hayali ile ‘Avrupa komünizmi’ kapitalizmi ebedileştiriyor. Yeni Açılım dergisi, sosyal-kapitalizm ve bilimsel teknolojik devrim teorisinin Türkiye’ye taşınmasını üstlenmiş gözüküyor. Yeni Açılım’ın 17. sayısında, Eylül-1989, S. Ersanlı, bilimsel-teknolojik devrimi, “İşçi sınıfının yapısının değişmesi”ni ve bu ‘değişimin sınıfsal politikalara yansıması’nı irdeliyor ve ‘Tartışmalara Katkı Nereden Başlamalı’ diye sorup yanıt veriyor: “İşçi sınıfının yapısı değişti diyoruz. Peki, sınıfsal politika hakkındaki görüşlerimiz aynı mı kalmalı?” Aynı kalmayacağını yazıyor: “Seçimler seyrinde çoğunluğu kazanmadan gidemiyoruz. Politik bakımdan eskiyen şeyler, tarihsel olarak eskimiş sayılmazlar. Bunun tersi de doğrudur. Halk yığınları parlamento yoluyla iktidara gelecektir.” Bilimsel-teknolojik devrim teorisi ve proletaryanın yok olma sürecine girmesi saptaması ve bunların siyasal yansımaları, sadece Batı Avrupa’da değil, Türkiye’de de, parlamento kapısında sonuçlanıyor. Anti-komünist komünist partiler, devrime karşı, proleter devrimi olasılığı karşısında, kapitalist örgütler sistemine doğrudan entegre oluyor.
Entegrasyon sürecinin çeşitli yönlerini ve görünüş biçimlerini, burada ayrıca irdelemek gerekmiyor. Ama anti-faşist mücadelede, devrimci ve reformcu çizgiler arasındaki ayırımı somut olarak belirlemek açısından, ikinci sıcak savaş döneminde de II. Enternasyonalin reformcu geleneklerinden tümüyle kopamadıkları görülen Batı Avrupa partilerinin, özellikle FKP ve İKP örneklerinde, anti-faşist savaşta izledikleri politikaların, sadece bu çerçeve ile sınırlı olarak, temel noktalarına işaret etmek gerekli oluyor.
a) Fransa: Direnişin meyvelerini De Gaulleci burjuvazi topluyor
Fransa Hitler ordularının işgaline uğrayınca, tekelci burjuvazinin bir ‘bölümü Hitler’in suç ortağı olduğunu gösteriyor; bir bölümü ise. De Gaulleci bir örgüt yaratarak, Hitler’e karşı İngiliz müttefiklerinin yanına sığınıyor. Savaş süreci içerisinde, De Gaulleci örgüt, müttefiklere gerekli askeri bilgileri toplamanın ve İngiliz Gizli Servisinin bir alt-kolu olarak faaliyet göstermenin ötesine geçmiyor. Ve bütün umudunu, Fransa kıyılarından başlayacak bir müttefik çıkarmasına bağlıyor. Normandiya Çıkarması ile bütün Avrupa’nın Hitler ordularının çizmelerinden kurtulmasını bekliyor.
Fransız halkının faşist işgalcilere karşı sürdürdüğü direnişin örgütlenmesini, Fransız Komünist Partisi üstleniyor. FKP’nin öncülüğü ile kurulan FTP (Fransız Partizan Güçleri) işgale karşı ulusal kurtuluş için savaşan tek askeri örgüt olarak şekilleniyor. Direniş FKP ve FTP tarafından örgütleniyor ve gelişiyor. Direniş Savaşında FKP ve Partizan Birlikleri, 75.000 şehit vererek, efsanevi bir prestij kazanıyor.
Fakat FKP bütün bir direniş savaşı dönemi boyunca, hiçbir zaman bir iktidar perspektifi ile hareket etmiyor, iktidar perspektifine sahip olmuyor. Ülkede, işgal altında ikili iktidar organları olarak, fiziki bir güç olma konumuna yükseliyor. Ama bu komiteler, kendilerini, yeni iktidarın, bir adım ötede denebilecek proletarya-halk iktidarının çekirdek gücü olarak görmüyor. Direnişin fiziki gövdesini oluşturan partizan örgütleri, hep birbiri ile bağları zayıf küçük birimler olarak kalıyor ve Partizan Birliklerinin birleştirilmesiyle, gerçek bir kurtuluş ordusunun oluşturulması sorunu hiçbir zaman FKP’nin gündemine gelmiyor. Direniş hareketini, De Gaulleci burjuvazinin önderliğine bırakıyor. Direniş, tüm halkın devrimci mücadelesine dönüştürülemiyor. Anti-faşist direniş mücadelesi, sosyalizm mücadelesine bağlanacak bir iktidar perspektifi ile değil, müttefiklerle var olan ilişkileri sağlamlaştırma ve “Özgür Fransa’ yaratma perspektifi ile sürdürülüyor. FKP, anti-faşist direniş savaşını, tüm halkın iktidar hedefti devrimci mücadelesine dönüştürme yerine, De Gaulle’nin Londra Merkezli özgür Fransa Komitesi’ne kabul edilmeleri için, başvuruda bulunmayı daha devrimci bir davranış sayıyor. FKP- Özgür Fransa Komitesi’ne kabul edilmeyi beklerken, De Gaulleci burjuvazi, bir müttefik çıkarmasından hemen sonra, Fransa’da iktidara yerleşmek için, ulusal komiteyi Alger’de bir hükümet organına dönüştürüyor ve Alman faşizminin tüm uluslararası alanda Ve Kıta Avrupa’sı çapında inişe geçtiği bir dönemde, Petain’in hizmetinden De Gaulle’nin hizmetine giren Fransız generallerinin kumanda ettiği eski Fransız ordusunu, bir müttefik ordusu olarak yeniden örgütlüyor.
FKP’nin faşizme ve Alman işgaline karşı sürdürdüğü iktidar hedefinden uzak efsanevi direnişi, artık De Gaulleci olarak bilinen ‘özgür Fransız’ ordusunun, müttefik çıkarmasının arkasına takılarak, Fransa’yı ‘kurtarması’ için yolu temizliyor. Fransa Komünist Partisi’nin, iktidarı hedef olmayan anti-faşist politikaları doğal ve mantıki sonucuna varıyor: Faşizme karşı dövüşen halklara esin kaynağı oluşturan Fransız anti-faşist direnişinin meyveleri, Fransız burjuvazisi ve Anglo-Amerikan emperyalistleri tarafından toplanıyor. Fransa’nın ‘kurtarılması’ ile ikinci iktidar organlarına da ihtiyaç kalmıyor ve Partizan Birlikleri burjuvazi tarafından silahsızlandırılıyor veya FKP bizzat Partizan Birliklerini silahsızlandırma kararı alıyor. Silah tekeli Fransız ordusuna, siyasi iktidar De Gaulleci burjuvaziye devrediliyor. Komünistler iktidar sofrasından dışlanıyor. General De Gaulle, FKP’nin de katkılarıyla, “kurtarıcı’ payesi verilerek ödüllendiriliyor.
Anti-faşist direniş savaşının temel gücünü oluşturmuş olan Fransız işçi sınıfı, direniş sonrasında iktidarın yeniden burjuvaziye devredilmesi karşısında hayal kırıklığını yaşıyor. Hayal kırıklığı işçi direnişleri, işçi grevleri ile karşılanıyor. Fransız tekelci burjuvazisi, karşılaştığı yeni iç tehlikeyi savuşturmak için yeniden komünistlere ihtiyaç duyuyor. General De Gaulle, FKP ^ Genel Sekreteri Maurice Thorez’e ve bir başka komüniste, hükümete katılma çağrısında bulunuyor. FKP yeni bir diyet ödemeye çağrılıyor. FKP bu çağrıya uyuyor ve kendisine tahsis edilen iki bakanlığa yerleşiyor. Grev ve direnişleri sona erdirerek, 1946’da, Fransa’da siyasal istikrarın gerçekleştirilmesi için, burjuvaziye olan diyet borcunu ödemiş oluyor.
Burjuvazi, FKP’nin dolaylı katkıları ile yeniden siyasal iktidara yerleşiyor, ama De Gaulle Hükümetinin, Fransız proletaryasının ve milyonlarca Fransız emekçisinin meşru-iktidarını temsil etmediği anlaşılıyor. Direnişin biriktirdiği anti-faşist potansiyelin canlılığını sürdürdüğü, yığınların ‘solun etkisi altında oldukları görülüyor. 1946 sonbaharında yapılan seçimlerde, Ulusal Meclisteki sandalyelerin mutlak çoğunluğunu komünistler ve sosyalistler elde ediyor. Seçim başarısı, FKP’nin reformculuk yolunda ilerlemesinin somut bir dayanağını oluşturuyor.’Seçim yolu’ FKP Genel Sekreteri M.Thorez’in, İngiliz gazetesi The Times’de çıkan bir demeci ile teorik bir formülasyon değeri kazanıyor. Thorez: “İkinci Dünya Savaşından sonra demokratik güçlerin dünya çapında gelişmesi ve kapitalist burjuvazinin zayıflamasının kendisini, Fransa’nın sosyalizme geçişte Rus komünistlerinin 30 yıl önce izledikleri yoldan farklı bir yol izlediğini düşünmeye yönelttiğini” söylüyor. 1946 ile birlikte, Batı Avrupa partileri ve FKP açısından Ekim Devriminin devrimci yolundan kopma süreci hızlanıyor.
Fransız burjuvazisi ve Amerikan emperyalizmi, Thorez’in ve FKP’nin ‘sosyalizme giden parlamenter yol’ düşlerine uzun bir süre izin vermiyor. 1947’de, Sosyalist Partili Başbakan Ramadier, basit bir genelgeyle, komünistleri kabine dışına çıkarıyor.
1956’lar sonrasında, FKP, çeşitli yalpalamalar göstermesine rağmen, reformcu, düzen-içi tavrını sürdürüyor, Kruşçev revizyonizminin reformcu tezlerini kendisine destek edinerek, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda izlediği burjuva-şoven emperyalist politika örneğinde somutlandığı gibi, sistemin doğrudan siyasal bir uzantısına dönüşüyor. Reformcu çizgi, ‘Avrupa-komünizmi’nin doğuşuna kaynaklık ediyor, ‘Avrupa-komünizmi’ne evriliyor.
b) İtalya ve öteki ülkeler: Direniş çizgisinden ‘Avrupa-komünizmi’ne
İtalya Komünist Partisi emperyalist paylaşım savaşının başlangıcında, sistemli bir biçimde, sürgünde anti-faşist bir koalisyon hükümeti kurulması çağrısında bulunmasına rağmen, 1943 yılından itibaren, bir dizi grevin örgütlenmesine öncülük ediyor. Bu grevler Mussolini’nin iktidardan düşüşünü hızlandırıyor. Devrim korkusu, 1922’de, burjuvazinin ve kralın Mussolini’yi iktidara davet etmesine yol açıyor. Aynı korku ile 1943’te Mussolini iktidardan kovuluyor, İtalya’nın emperyalist savaşta yenilgisinin kapıya dayandığı bir sırada, burjuvazi ve kral, devlet bürokrasisinin bir hükümet darbesi ile bir ayaklanma ve devrim olasılığının önünü kesmek için, bütün olumsuzlukların faturasını da sırtına yıkarak Mussolini’yi iktidardan deviriyor.
Buna rağmen, İtalya halkının anti-faşist direnişi, özellikle İtalya’nın teslim oluşundan sonra, büyük bir yaygınlık kazanıyor. Hala Alman işgali altında bulunan Kuzey İtalya’da, İKP’nin önderliği altında, işçi ve köylü yığınlarının kitlevi olarak anti-faşist direniş savaşında yer alması, büyük ölçekli partizan birliklerinin, halk müfrezelerinin örgütlenmesi ile sonuçlanıyor. Silahlı devrim kendi iktidar organlarını da doğuruyor: Kuzey İtalya’da Ulusal Kurtuluş Komiteleri kuruluyor, kalyan Komünist Partisi, Ulusal Kurtuluş Komitelerinin, demokratik iktidarın yeni organları olması için mücadele ediyorsa da, fiiliyatta bu komiteler, çeşitli partilerin ortak koalisyonunun gerçekleştiği organlar olmanın ötesine geçemiyor. Güney’in geriliği Kuzey İtalya’nın ileriliğine yetişemiyor ve İKP, Güney İtalya’da, devrim yerine, otoritesini kullanabilecek güçlü bir hükümet çağrısı ile yetiniyor, monarşinin ve Badoglio’nun yıkılmasını hedeflemiyor. Mussolini’nin devrilmesinden sonra krallık yönetimi kabul ediliyor. Ülkede devrimi ilerletmenin uygun koşulları varken, yığınlar Partinin şiarlarına açıkken, İKP ‘parlamenter çözüm’ formüllerine sarılıyor, iki-üç bakanlık verilmesiyle bir koalisyon hükümetine katılma isteğini dile getiriyor. Faşizmin yıkılmasının hemen arkasından İKP, reformcu bir platform ileri sürüyor. 1944 Mart’ının Sovyetler Birliği’nden İtalya’ya dönen Parti Genel Sekreteri, P. Togliatti, Partiye, burjuvazi ve burjuva partileri ile sınıfsal işbirliği çizgisini zorla kabul ettirmeye çalışıyor. Togliatti, Parti Ulusal Konseyinde yaptığı konuşmada, anti-faşist bir demokrasi yaratmak istediklerini söylüyor: “Ulusal ve uluslararası koşullardan dolayı, iktidarın ele geçirilmesini bir hedef olarak görmüyoruz. Sadece faşizmi tümden yok etmek ve gerçekten anti-faşist ilerici bir demokrasiyi yaratmak istiyoruz.” İKP, ‘anti-faşist’ koalisyon hükümetindeki iki önemsiz bakanlık karşılığında, devrimi satıyor. Müttefik Kuvvetler İtalya’ya çıktığında, Partizan birliklerinin faşistlerden kurtardıkları bölgelerde oluşturdukları, ‘komün’ yönetimleri-ile karşılaşıyor, İtalya’daki ABD Kuvvetleri Komutanı Murphy, ‘komün’ yönetimleri ile ilgili olarak Müttefik Ordularının duyduğu bir endişeyi Togliatti’ye iletiyor ve komünist iktidar girişimi karşısında, silaha başvuracakları tehdidinde bulunuyor. Togliatti, ilk tarihsel uzlaşmayı sağlıyor ve İKP ‘komün’ yönetimlerini dağıtıyor. Partizan birliklerinin ve halk müfrezelerinin silahları, gönüllü olarak burjuvaziye teslim ediliyor. İKP’nin de yer aldığı De Gaspuri Hükümeti aracılığıyla tekelci burjuvazi, savaş döneminde çözülmeye uğramış devlet mekanizmasını yeniden kuruyor, polisi ve tüm baskı aygıtını yeniden organize ediyor. İKP’nin hükümette yer alması olgusu, radikal toplumsal muhalefeti pasifize ediyor. Siyasal düzenin yerine oturması, İKP’nin de hükümette yer almasına duyulan ihtiyacı ortadan kaldırıyor. İşçi sınıfı hizaya sokuluyor. Parti örgütü, her renkten bir yığın sendikal örgütle sarılıyor ve İKP’li bakanlar 1947’de hükümet dışına çıkarılıyor.
Moskova’dan, SBKP 20. Kongresi ile esen liberal rüzgâr, İKP’nin reformcu çizgisinin ve tezlerinin güçlenmesine hizmet ediyor. İKP’nin SBKP’den daha cesur davrandığı görülüyor. Komünist Partisi olmadan da sosyalizme ulaşılacağı ve sosyalizm ile kapitalizmin bütünleştiği anti-komünist tezleri 1956’da, ‘sosyalizmin kalyan yolu’ olarak ilan ediliyor.
Berlinguer çizgisi de ‘Avrupa-komünizmi’ tezleri ile ‘sosyalizmin İtalyan yolu’, burjuvazinin evrensel yolu olarak programatik düzeye çıkarılıyor, kalyan burjuvazisi, ikinci bir sosyal-demokrat partiye kavuşuyor.
İspanya Komünist Partisi de, farklı bir gelişme sonucunda da olsa, İtalyan ve Fransız partilerinin yolunu izliyor ve cumhuriyetçilikten de vazgeçerek Kral Juan Carlos rejimini tanıdığını yüksek sesle ilan ediyor. Monarşiyi ‘demokratik rejim’ payesi ile ödüllendiriyor. Daha 1956’da, “öç güden bir politik tutum, ülkeyi içinde bulunduğu bu durumdan çıkarmada yararlı olamaz. İspanya’nın evlatları arasında barış ve yeniden anlaşmaya gereksinim var” saptaması ile ‘sınıf kini’nden sıyrılarak, iç-savaşı unuttuğunu açıklayan ispanya Komünist Partisi, İspanyol tekelci burjuvazisi ile ‘anlaşma’ yollarını arıyor, ispanya Komünist Partisi, burjuvaziye diyet borcunu ödüyor, ama Carillo ve İbarruri’nin İspanya’ya dönmesi ve Partinin yasallaşması için Franco’nun ölmesi ve İspanya Komünist Partisi’nin monarşist rejimin bir muhalefet gücü olacak düzeyde ehlileşmesi bekleniyor.
Revizyonist önderler Madrid’e döner dönmez, cumhuriyeti açıkça reddediyorlar ve öteki burjuva partilerle koalisyon hükümetlerine katılmayı mücadele çizgilerinin temeli olarak ilan ediyorlar, iç-savaşın tarihe mal olduğunu açıklıyorlar.
İspanya Komünist Partisi bölünerek, monarşist rejimin doğrudan bir uzantısı olma konumuna dönüşüyor, tarihe mal oluyor
Sadece Fransız, kalyan ve İspanya Komünist Partileri değil, Müttefik Devletler bloğundaki birçok komünist partisi, savaşın başlaması ile birlikte mevcut durumun, var olan yerlerde burjuva demokrasisinin savunulması reformcu politikasına yöneliyor. Emperyalist savaşa, anavatanın savunulması için, bir savunma savaşı olarak tavır alınıyor. Bu politikalar, söz konusu komünist partileri, sistemin kurallarına ve kurumlarına uyum göstermeye ve burjuvazinin öncülüğünü kabul etmeye yöneltiyor. Burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadele etmeme ve ulusal birlik politikası sürdürme başat politika düzeyine yükseliyor. Anti-faşist Halk Cephesi politikaları, burjuvazi ile uzlaşma çizgisine dönüşüyor. Sosyalizm hedefi, bir kısım partilerde sadece bir azami program maddesi olarak çok uzak bir geleceğe erteleniyor. Sosyalizm hedefi, anti-tekel, anti-faşist halk devrimi anlayışı ile bulandırılıyor. ‘Aşamacı’ bir ideoloji, bütün düşünce alanlarına damgasını vuruyor, ‘aşamacı’ anlayışı milliyetçi bir ideoloji ile tasfiyeye uğruyor. Batının birçok komünist partisi, faşist saldırganlığa karşı tutum alma ile burjuva devletine karşı tutum almayı bir ve aynı potaya sokuyor. Burjuva demokrasisine ve burjuva devletine karşı tavır alma, rizikolu bulunuyor. Özellikle savaş döneminde, Hitler’e karşı ikinci bir cephenin açılması için propaganda faaliyeti, Müttefik Devletler bloğunda, komünist partilerin politik kampanyalarının temelini oluşturuyor. Politik bazı tutumlarda, ittifak politikaları gerekçesi ile komünist partileri, demokratik partilerin, demokratik örgütlerin dahi gerisine düşüyor. İngiliz Komünist Partisi, seçimlerde Churchill’e karşı aday çıkaran politikacıları eleştiri bombardımanına tutuyor, kraldan daha kralcı bir tutum benimsiyor. Gene 1942 sonbaharında İngiliz Komünist Partisi, İngiliz emperyalizminin içine düştüğü buhrandan yararlanarak bağımsızlık için ayaklanan Hint halkına karşı tavır alıyor, Gandhi ve Nehru’nun ‘gerçekçi olmayan’ politikalarını eleştiriyor. Hindistan Komünist Partisi de, İngiliz partisinin tutumunu benimsiyor ve ayaklanmaya karşı çıkıyor. Amerikan Komünist Partisi’nin politik tutum ve geçirdiği evrim biliniyor, ek olarak da, iç-barışın bozulmaması için siyahlara, ırk ayrımcılığına karşı sürdürdükleri mücadeleye son vermeleri çağrısında bulunuyor. Fransız Komünist Partisi’nin 1945’te Cezayir halkının ayaklanmasına karşı izlediği gerici politika, savaşın sıcak alevleri arasında Anglo-Sakson dünyasında önceden şekilleniyor.
c) Reformcu yönelişin temellendiği kaynaklar
Savaş sonrasında, Batı Avrupa’yı kuşatan ekonomik ve siyasal koşullar, liberal gelişmeler, başta Fransa ve İtalya olmak üzere Batı Avrupa Komünist Partilerinin burjuva reformcu çizgiyi sistemleştirmelerinde, burjuva liberalizmini sol cepheden yeniden üretmelerin-‘, de önemli derecede yetkili oluyor. Savaşın, Mihver devletlerin yenilgisi ve Avrupa’da faşist rejimlerin yıkılması ile bitmesinin arkasından, belli başlı Batı Avrupa ülkelerinde faşist partilerin yasal olarak yasaklanması ve anti-faşist direnişin getirdiği birikimler sonucunda demokratik özgürlüklerin genişlemesi, reformcu hayallere ve parlamenter yoldan sosyalizme barışçıl geçiş tezlerinin güçlenmesine siyasal ortam sağlıyor. ABD sermayesinin de Marshall Planı çerçevesinde Batı Avrupa’ya akması, Batı Avrupa’nın yeniden imar edilmesi, yatırımların hızlanması, sanayinin tam istihdama yakın bir hızda çalışması ve kapitalizmin devrevi ekonomik krizlerinin sistemi tehdit edecek ölçülere ulaşmaması ve bu özgül temelde kısmi bir refah döneminin yaşanması, işçi aristokrasisine dayanan reformcu çıkışlara nesnel bir temel oluşturuyor. II. Enternasyonalin reformcu ideolojisi ve reformcu siyasal tezleri yeniden iade-i itibar görüyor. “Kapitalizmin barışçıl gelişme dönemleri oportünizmin yayılmasının kaynağı olur” saptaması yeniden doğrulanıyor. Reformculuğun nezdinde, kapitalizm, ‘sosyal-kapitalizm’e dönüşerek ebedileşiyor.
İç etmenler Batı Avrupa partilerinin reformcu tezlere daha büyük ölçüde sarılmalarında önemli bir kalkış noktası oluşturuyor. 20. Kongre ile SBKP’nin revizyonist-reformcu tezlerinin evrensel düzeyde ilan edilmesi de, Batı Avrupa komünist partilerinin anti-Marksist, sosyal-demokrat çizgiyi doğru sistemleştirmelerinde, uluslararası esin kaynağı oluyor.
Savaş sonrası sistemleşen reformcu politikaların irdelenmesinde küçümsenmemesi gereken bir etmen de, yakın geçmişten, özellikle 1930’lu on yıllardan devralınan teorik ve pratik mirasın reformculuğa açılım gösteren özellikleri barındırması. Şöyle de söylemek mümkün: Faşizm tahlillerinin ve özellikle Fransız partisinin Halk Cephesi döneminde izlediği politikaların pratik deneylerinin reformculuğa açık yorumları, biraz daha geri çekilerek, savaş sonrası politikalara taşınıyor, reformcu tezler yakın geçmişteki politikaların, İtalya açısından Gramschici tezlerin, kendi iç-evrimi ile sistemlilik kazanıyor.
1934’teki faşist ayaklanmanın yenilgisinden ve 1935 seçimlerinde Halk Cephesini oluşturacak partilerin seçim zaferinden sonra işbaşına gelen 1936 Halk Cephesi Hükümetinde Fransız Komünist Partisi yer almıyor. FKP, hükümete dışarıdan, parlamento içinden destek veriyor. Halk Cephesi Hükümeti, bir işçi-köylü hükümeti statüsü taşımıyor. Faşist ayaklanmanın yenilgiye uğratılması ve mevcut burjuva demokrasisinin korunması programı üzerine kurulan bir hükümet niteliğini taşıyor. FKP, Halk Cephesi Hükümeti Programı ile çelişen bir politika savunmuyor ve iktidar perspektifine sahip olmadığını gösteriyor. 1934 faşist ayaklanmasının yenilgisinin arkasından FKP, Anayasanın savunulması, faşist birliklerin silahsızlandırılması, ücretlerin ve maaşların korunması ve küçük burjuvazinin ekonomik durumunun düzeltilmesi temelinde bir eylem programı öneriyor. FKP Programı, Sosyalist Parti tarafından dahi ‘ılımlı’ olduğu gerekçesiyle eleştiriliyor. FKP, Cephe Hükümetine bakan vererek değil, bakansız katılıyor. Mecliste savaş kredilerine olumlu oy veriyor, Kapitalistlere sürekli bir biçimde güven aşılamaya özen gösteriyor. Leon Blum Hükümeti, 1934 ayaklanmasını gerçekleştiren sivil faşist örgütlerin faaliyetlerinin engellenmesine ve birtakım sosyal ve ekonomik tedbirler almaya yönelmesine karşın, askeri okullarda orduyu Fransız halkını sindirmek ve sömürgeleri fethetmek amacıyla eğiten faşist subaylara dahi dokunamıyor.
Halk Cephesi Hükümetinin politikalarının yığınları tatmin etmediği görülüyor. Cephe Hükümetinin işbaşına gelmesiyle ve FKP’nin hükümeti desteklemesiyle kesintiye uğrayan yığın eylemleri, kısa bir süre sonra yaygın işçi grevleri ve işçi direnişleriyle yeniden su yüzüne çıkıyor. 1936 grevleri ve yaygın çatışmalara yol açan fabrika direnişleri devrimci bir ortam yaratıyor. Birçok yerde işçiler, patronları kovarak fabrikalara el koyuyor. Fransa bir devrimin eşiğine geliyor. Hükümet ortağı Sosyalist Parti ve hükümeti dışarıdan destekleyen FKP, işçi taleplerini ve direnişlerini zamansız ve gereksiz bulduklarını açıklıyorlar, direnişçileri kışkırtıcılıkla suçlayan bildiriler yayınlıyorlar. Thorez, sendikalara 1936 Haziranında, grev ve direnişlerin bitirilmesi talimatını veriyor. FKP, grev ve direnişleri durdurma politikası izliyor. Thorez, fabrikalara el koyan işçilerin karşısına, ‘demokratik hükümeti koruyalım’ çağrısıyla çıkıyor. Aynı bakış açısı, aynı gerekçe, 1946 yılına taşınıyor ve aynı Thorez kamu işçilerinin grevlerinin karşısında yerini alıyor. ‘Demokratik hükümeti koruyalım’ çağrısı, 1936 yazında mantıki sonucunu doğuruyor ve işçilerle polis arasındaki çatışmalar, FKP tarafından uzaktan izleniyor. FKP taraf tutmayarak taraf olduğunu göstermiş oluyor. Halk cephesi döneminde FKP ‘eylemliliği’, sistemle yaygın çatışmaya doğru evrilen işçi direnişlerini bir üst düzeye ilerletme ve ortaya çıkan devrimci fırsatı değerlendirme yerine, Thorez ve Duclos’un Leon Blum’la yaptıkları haftalık olağan görüşmelerden ve direnişlere karşı yürütülen karşı-propagandadan ibaret kalıyor.
FKP Halk Cephesine katılan siyasal güçleri de dar buluyor ve ufukta gözükmeye başlayan savaş tehlikesi karşısında, ‘Halk Cephesinin sağa doğru genişletilmesini’ daha uygun gördüğünü açıklıyor. FKP liderlerinden Jacques Duclos, Ağustos 1936’da FKP’nin yeni ‘çözüm’ önerisini açıklıyor ve ‘Fransızlar Cephesi’nin yaratılmasını istiyor. ‘Fransızlılık’ bilinci sınıf bilincinin önüne geçiyor. ‘Fransızlılık’ bilinci somut yansımasını, sadece 1945’teki Cezayir Ayaklanmasında ve 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında izlenen ‘Fransızlar Cephesi’, ‘Fransızlar Birliği’ sömürge politikalarında değil, Halk Cephesi Hükümetinin Cezayir politikasına onay verilmesinde de buluyor. Cezayir halkının bağımsızlık istemi karşısında, Halk Cephesi Hükümeti, bu istemin sözcülüğünü yapan örgütü, ‘ayrılıkçı’ olarak nitelendiriyor ve yasa-dışı ilan ediyor. FKP vurguyu güçlendirme gereği duyuyor ve örgütün, aynı zamanda gerici ve faşist olduğuna karar veriyor. Hükümet politikasını onayladığını açıklıyor. Cezayir toprakları da dâhil olmak üzere, 1937’de, Fransız Cumhuriyetini tek ve bölünmez bir bütün’ olarak ilan ediyor. FKP Halk Cephesi Hükümetinin, İspanya iç savaşına karşı izlediği karşı-devrimci politikaya karşı tavır alıyor, ama hükümeti genelde destekleme politikasını sürdürüyor.
Almanya Komünist Partisi, 6 milyonluk oyuna rağmen, Hitler faşizminin iktidara geliş sürecinde bir silahlı ayaklanma örgütleyemiyor, silahlı ayaklanma ve sosyalist devrim perspektifi yerine Alman Sosyal-Demokrat İşçi Partisi ile ortak grev çağrısı yapıyor. Devrimci bunalım koşullarında, illegaliteye geçemiyor. Dimitrov, Reichtag Savunmasında, AKP’nin silahlı ayaklanmaya hazırlanmadığını vurguluyor.
Fransız Komünist Partisinin Halk Cephesi Hükümeti döneminde, örnek gösterilen, reformcu politikaları, sistemleştirilerek tezler düzeyinde savaş sonrasına taşınıyor. Batı Avrupa komünist partilerin çoğunluğunun programı, reformcu asgari programlar düzeyine iniyor, komünist partiler, 1950’li-60’lı on yıllarda düzeni ve siyasal demokrasi taleplerini savunan reformcu partilere dönüşüyor.
Batı Avrupa komünist partileri açısından bütün bu gelişmelerin teorik, pratik ve tarihsel kaynaklarının tahlil edilmesinde, gerek savaş öncesinde reformculuğa açılım gösteren politikalarda, gerek savaş döneminde izlenen politikalarda ve bu politikaların savaş sonrasında evrimleşerek sistemleşmesinde, komünist partilerinin önüne proletarya diktatörlüğü ile burjuva demokrasisi arasında değil, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında bir seçim yapma görevinin konması, aşamalı devrim anlayışının programatik düzeyde teorileştirilmesi ve anti-faşist mücadelenin proletarya diktatörlüğü hedefinden koparılması, ‘demokratik’ kapitalist ülkelerde faşizm ve gericiliğin saldırısı karşısında burjuva demokrasisinin korunması görevinin sosyalizm perspektifinin önüne geçirilmesi, faşist tehlike karşısında ‘demokratik’ burjuva hükümetlerinin desteklenmesi politikasına ağırlık verilmesi, anavatanın faşist saldırı tehlikesine karşı korunması burjuva ulusal savunma politikasının, bir politika düzeyinde ikinci emperyalist savaşın özgül bir karakteri olarak formüle edilmesi, sosyal-demokrat partilerin programlarının anti-faşist birleşik cephe programlarına temel oluşturması gibi teorik ve pratik saptamaların, reformcu sapmalarda oynadığı rolün gözden ırak tutulması gerekiyor, kendi tarihsel somutluğunda değerlendirilmesi gerekiyor.
Burjuva demokrasisinin, aynı anlama gelmek üzere mevcut ‘demokratik’ burjuva devletinin korunması temeline şekillenen anti-faşist reformcu politikalar, Batı Avrupa’da, daha sonraki yıllarda anti-komünist ‘Avrupa komünizmi’nin doğuşuna öncülük ediyor.
EK- 1
YORUMLU
TBKP:
Anti-demokratik otoriter rejimin demokratikleştirilmesi gerekir
“… Parlamentonun politik sistemin en üst organı olması, ancak hiçbir devlet organı ve kurumunun parlamento üzerinde olmaması ve onun denetimi dışında kalması ile ordu yönetiminin politik sistem üzerindeki vesayetine son verilmesi ile, devlet kurumları içinde darbeci odakların yuvalanmasına izin verilmemesi için:
– Cumhurbaşkanını temsil niteliğini aşan yetkiler tanınmamalıdır.
– Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalıdır.
– Silahlı Kuvvetlerin demokratik rejime karşı kullanılmasını önleyecek, onu yurt savunması ile görevli kılacak, demokratik rejime ve halkın seçtiği parlamentoya bağımlı kalmasını sağlayacak, içyapısını demokratikleştirecek bir reform yapılmalıdır.
– Milli istihbarat Teşkilatı ve Polis örgütü, tüm devlet kurum ve organları ve devlet işletmeleri parlamentonun açık denetimine tabi olmalıdır.
– Silahlı Kuvvetlerin ve polis örgütünün demokratik halk hareketlerine karşı kullanılmasına yol açan yasal düzenlemeler kaldırılmalı, sıkıyönetim ve olağanüstü hal yasaları demokratikleştirilmelidir.
– Ordu ve öteki devlet kurumlan. Amerikancı faşist, demokrasi düşmanı kadrolardan arındırılmalı, yabancı gizli servislerin devlet kurumlarına sızması önlenmelidir.
– Yürütmenin, parlamentonun denetimi dışında kalan hiçbir faaliyeti olmamalıdır.”(TBKP Program Tasarısı, sy. 37)
“1982 Anayasası kaldırılmalı, bütün halkın, demokratik parti ve yığın örgütlerinin katılmasıyla, parlamentoda yeni, demokratik bir Anayasa özgür koşullarda yapılacak bir referandumla yürürlüğe girmelidir.”
(TBKP Program Tasarısı, sy. 38)
“Yakın tarihimizin deneyimi göstermiştir ki, geniş demokrasi güçlerinin katılımını dışlayan sınırlı bir parlamentarizm çerçevesinde, burjuvazinin şu ya da bu grubunun hegemonyasında kurulan iktidar blokları da politik istikrarı sağlamıyor.” (TBKP Program Tasarısı, sy. 24)
D.Perinçek:
12 Eylül düzenden hoşnut olanları da hedefledi.
“Geride bıraktığımız yıllarda uygulanan politika aslında terörü değil, sosyalizmi temizleme şeklinde uygulandı. Terörizmle düşünce arasına bir sınır konulmadı.
Kim soldur, kim Türkiye’de düzenden hoşnut değildir tepesine devletin demir yumruğu inmelidir görüşü geldi. (…) O çizgiyi net çizmiş bir insanım. Ama devlet benim de üzerime yürüdü. Ve ben tek insan değilim. Dergi yazı işleri müdürleri var. Tasvip etmiyorsan onunla ideolojik mücadele yaparsın. Devlet bunu yapmadı. Geniş bir cepheyi hedef aldı. Böylece de teröristlere bu cepheye sığınma imkânı sağladı. Avrupa’yı da bu yüzden karşısına almış oldu zaten. Bu tavır, ben iç barışı hedefledim demenin bir tür ifadesidir. Yani kurmay kafasıyla bakılabilirdi meseleye. Askerlikte bir kural vardır: Hedefi küçültmek, kendi güçlerini büyütmek, uygulamaları ise tersi oldu.” (Erkekçe Dergisi, Eylül-1987)
B. Boran:
Sol terör 12 Eylül için kışkırtıldı
“Türkiye 12 Eylül 1980’e kasıtlı, çok hesaplı bir biçimde getirildi. On dokuz ilde sıkıyönetim ilan edilmesine karşın, terörizmin gerçekten önlenmesi için çalışılmadı, tersine kışkırtıldı. Silah kaçakçılığı yetkililerin bilgisi dâhilinde aldı yürüdü. Eylemciler el altından silahlandırıldı. Hapishaneler yolgeçen hanına dönüştü. Asker, sivil istihbarat, tüm güvenlik kuvvetleri, sıkıyönetim komutanlıkları terörizm karısında sanki felce uğramış gibi işlevsizleştiler. (…) Bu kargaşa durumu 11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece ne sihirdir ne keramet birden değişiverdi. Ve işlemeyen mekanizmalar tıkır tıkır işlemeye başlayarak birbiri ardına operasyonlar ve geniş tutuklamalar yapılmaya konuldu.” (Behice Boran Anlattı, U.Mumcu, Cumhuriyet, 6. Ağustos, 1986)
H. Kutlu:
Sol terör küçümsenmeyecek olumsuzluklar yarattı.
“Bu dönemde (73 sonrası) Türkiye solu adına ortaya çıkan kendilerine Marksist-Leninist türünden adlar yakıştıran, anarko-terörist grupların bireysel terörizmi küçümsenmeyecek olumsuzluklar yaratmıştır. Bireysel terör eylemleri, yalnızca o dönemde faşist tırmanışın durdurulması, askersel devirgenin önlenmesi için yaşamsal önem taşıyan sol güçlerin birliğim önleyici bir etmen olarak kalmadı, aynı zamanda sol güçlerin yaygınlığım yıprattı, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ve ABD emperyalizminin Türkiye üzerindeki planlarına yardım etti.” (5. Kongre Çalışma Raporu-1983)
EK- 2
1930’lu On yıllar: TKP’nin Barış Ve Anti-Faşizm Programı
TKP hep Batı Avrupa komünist partilerinin düzeyine çıkmak istiyor. Avrupa’da oluyor, ama Avrupalı olamıyor, hep bir ‘şarklı’ kimliği ile kalıyor.
Batı Avrupa komünist partilerinin tarihinde övgüye değer bulunan direnişler ve ayaklanmalar var. İtalya’dan Almanya’ya kadar uzanan bir coğrafi zemin üzerinde, proletaryanın sosyalist devrim hedefli ayaklanmalarına önderlik ediyorlar. Yenilgiyle sonuçlanıyor.
Yazıldı, TKP Cumhuriyetten daha yaşlı, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca hep reformcu bir çizginin izleyicisi oluyor. Kemalist burjuvazinin yedek gücü olmanın ötesinde bir işlevi üstlenmiyor. Cılız varlığıyla Kemalizm’in ‘sol kolu’ olarak, düzenin oturmasına ve yerleşmesine, ikinci bir parti olarak katılıyor.
TKP, 1930’lu yılların başlamasıyla birlikte, Batı’da Avrupa partilerinden önce davranarak, ‘savaş tehlikesi’ni görüyor ve Kemalist burjuvazinin peşinden ayrılmama politikasının gerekçesi bu kez, ‘savaş tehlikesi’ saptanması oluyor. Savaş bulutlarının Avrupa ufuklarında yoğunlaşmasına bakarak ve Türkiye’nin stratejik konumunu hesaba katarak, ABD Komünist Partisi’nden önce davranıyor ve oto-likidasyona gidiyor.
Fiziki varlığını hemen hemen sıfırlama ve siyasal eylemliliğine son verme eyleminde, TKP, ABD Komünist Partisi’nin önünde gidiyor, reformcu çizgisi ile de. Batı Avrupa komünist partilerinin, savaş öncesinde ve savaş döneminde izledikleri reformcu politikaların ve faşizm olgusu karşısında savundukları siyasal tezlerin şekillenmesine esin kaynağı oluyor, öncülüğünü övünç kaynağı haline getiriyor. Bir boşluk doldurmuyor. 1935’te yapılan Komintern 7. ve son Kongresinde TKP’den temsilcisi bulunmadığı görülüyor ve Komintern oturumlarında Türk partisinin varlığı ile ilgili herhangi bir atıf yapılmıyor.
Anti-faşist savaşta ‘Batı yakasının hikayesi’, reformcu açılımlar 1930’lu on yılların ikinci yarısı ile su yüzüne çıkmaya başlıyor. Faşizm ve savaş tehlikesi gibi uluslararası gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkan faşizm ve savaş tehlikesine karşı yeni politikaların oluşturulması konusunda TKP daha önce davranıyor ve 1932 yılına gelindiğinde, TKP, yeni bir durum değerlendirmesi yaparak, ‘barış’ ve ‘anti-faşizm’ hedefli yeni bir program ileri sürüyor, sistemin yasadışına itilmiş milliyetçi-reformcu bir kolu olarak, var olan siyasal işlevini sürdürmek için, yeni durumda barış ve anti-faşizm programına dayanıyor. 1932-33 yılı ile birlikte barış için ve savaş tehlikesine karşı ‘mücadele programı’ TKP reformculuğunun yönünü çizmede yeni bir gerekçe oluşturuyor.
1932-33 TKP Eylem Programının temel çerçevesi, 8 saatlik işgünü, söz, basın, toplantı ve grev hakkı gibi sıradan burjuva-demokratik istemlerin yanında, Kemalist Hükümetin emperyalizm ile uzlaşma politikasına karşı mücadele edilmesi ve Türkiye ile SSCB arasındaki dostluk ilişkisinin sürdürülmesi çizgisinde şekilleniyor. Türkiye ‘savaştan çıkarı olmayan ülkeler’ grubu içerisine sokuluyor. Daha somaki yıllarda, oto-likidasyon kararından sonra, Program gerekçesi açıklanıyor: Kemalist yönetimi emperyalizm ile uzlaşmasını engelleme ve SSCB’ye karşı saldırgan askeri paktlara girmesini önleme temel politik hedef olarak saptanıyor. Türkiye, savaş sürecinde, komünizmin ‘ezilmesi’ için, faşist Almanya’nın savaş makinesine dolaylı katkılarda bulunuyor. Mihver Devletler Bloğu’na sempati ile bakıyor, savaşa doğrudan katılmıyor. Türkiye’nin ikinci sıcak savaşa katılmamış olmasına, TKP, daha sonraki yıllarda, kendi başarısı sayıyor. TKP, Kemalizm’i etkilemiş olmakla övünüyor.
TKP’nin 1932-33 Eylem Programı, Kemalist eylem programından en fazla, sınıflara örgütlenme özgürlüğü hakkının, burjuva-demokratik bir hakkın tanınması gerektiği noktasında ayrılıyor. Temel ve uluslararası siyasetler bazında çok önemli bir ayrılık noktası oluşturmuyor. Daha önemlisi radikalizmle reformculuk arasındaki siyasal ayırım, örgütlenme özgürlüğü gibi burjuva-demokratik bir hakkın, hak düzeyinde savunulup savunulmamasından kaynaklanmıyor. Farklılık bütün bir Program ve sınıf çıkarları farklılığına tekabül ediyor, dahası Program taleplerinin gerçekleştirilmesi için, sınıflar mücadelesinde izlenmesi gereken yöntem sorunu ile ancak bir programa somutluk kazandırabilmek mümkün olabilir. Uygun siyasal ve örgütsel araç ve yöntemlerle uygulanmaya sokulmadığı sürece, en devrimci program bile sadece bir hiçtir.
TKP bir hiç olmuyor, TKP’nin Eylem Programı ile Kemalist politikalar birbirinin çok fazla uzağına düşmüyor. TKP- Kemalist burjuvaziye desteğini sürdürüyor, destek politikasının sadece gerekçesi değişiyor.
Nazım Hikmet ve arkadaşları, çok büyük ihtimaldir ki, destek politikasının sürdürülmesine ve gerekçesine itiraz ediyor, 1932 Eylem Programına karşı çıkıyor. Nazım Hikmet ve arkadaşları TKP’nin reformcu çizgisini onaylamıyor. Reformculuğa karşı çıkışın bir bedeli oluyor. N. Hikmet, ‘anti-Sovyet’, ‘hain’, ‘polis’ nitelendirmelerine maruz kalıyor, suçlanıyor. Suçlanıyor ve parti yönetiminde TKP’den ihraç ediliyor. Kemalist burjuvaziye verilen destek için eylem programı yetersiz kalıyor. 1937 yılına gelindiğinde, TKP’nin kendi kendini tasfiye ettiği anlaşılıyor.
Daha önceden yazıldı, 1930’lar TKP’sinin anti-faşist çizgisini ve oto-likidasyon kararını yerine oturtmak için tekrar etmek gerekiyor: Kemalist burjuvazi 1927 Komünist Tevkifatının siyasal ve örgütsel sonuçlarını altı yıl sonra devşiriyor ve örgütsel olarak TKP’nin saflarından Kemalizm’in saflarına transfer olan kadrolar, Kemalizm’in teorisyenliğine soyunuyorlar. Kemalist Hükümet, 1927 Tevkifatının sonucunu, 1930’lu yılların ilk yıllarında Kadro dergisinin çıkışı ile alıyor. 1930’lu yıllar, Kemalist Hükümetin aynı zamanda ‘serbest kapitalizm’den ‘devletçilik’e yönelişine tanıklık ediyor. Kadro dergisi devletçiliğin ve devletçi politikalarla kalkınma hamlesinin ideolojisini oluşturuyor. TKP, Kemalist devletçilik pratiğinde ve planlı ekonomiye yönelişte sosyalizmin hayalini görüyor, çok büyük ölçüde seviniyor. 1932-33 Eylem Programının çerçevesi ile Kadro politikaları arasındaki mesafenin epeyce azaldığı görülüyor. Eylem Programı ile Kadro çizgisi arasındaki farkı, TKP’nin sınıfların örgütlenme özgürlüğünü bir hak olarak savunması oluşturuyor. Kadro hareketinin belkemiğini oluşturan eski TKP kadroları, TKP’nin temel siyasal hattını terk etmiyor. Kadrocular doğrudan Kemalizm’in emrine giriyor. TKP ile Kadrocular arasındaki ayırım, ikinci olarak bu noktada ortaya çıkıyor. TKP, Kemalist burjuvazinin politikasını, yasadışı bir örgüt olarak dışarıdan destekliyor.
Örgütsel ayırım çizgisi, 1937’de sona eriyor. Partili fiili ömrünü 1937’de dolduruyor. Önceden yazıldı. TKP, anti-faşist evrensel görevlerinin öneminden kalkarak, Kemalist düzenin oturduğu ve yerleşmesini tamamladığı koşullarda, oto-likidasyon karan alıyor, örgütsel varlığına hemen hemen son veriyor. CHP ve yan örgütleri içinde faaliyet göstermeyi daha önemli sayıyor. CHP içinde, esnaf dernekleri, spor kulüpleri ve halkevleri gibi örgütler içerisinde eriyor. TKP’nin 1980 sonrasında yurtdışında yayınlanan kendi kaynakları Partinin bilinçli oto-likidasyon kararını doğruluyor.
1937’den itibaren anti-faşist Cephe, CHP içerisinde tek-örgütlülüğe dönüşerek, platonik bir konumdan çıkıyor.
Oto-likidasyon karan Parti içinde herhangi bir itirazla karşılanmıyor. Potansiyel muhalefet odaklan daha önceden yok ediliyor. Daha 1937’lere gelmeden önce TKP kendi içindeki uçları temizliyor, radikal N. Hikmet muhalefeti örgütsel olarak da Parti dışına çıkarılıyor. Muhalefet istenmiyor. TKP’nin örgütsel tasfiye hareketi Kemalist burjuvazinin fiziki tasfiye eylemi ile tamamlanıyor. 1938 Donanma Davası muhalefeti susturuyor. Nazım Hikmet hapsediliyor.
1937’lere gelmeden, TKP, Eylem Programı çerçevesinde zaman zaman ‘eleştirel destek’ politikasını sürdürüyor. Destek politikasına rağmen, CHP’den ayrı bir siyasal varlık olduğunu belirleme gereksinimi duyuyor. 1935-36’lı yıllarda seçimlerde bağımsız adaylar gösteriliyor. Orak-çekiç dergilerinde, gösterilen adayların isimleri yayınlanıyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, TKP’nin yıldız isimleri arasında sayılıyor. Adaylardan biri oluyor. 1937’lerden çok önce, 1932’de, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kadro Hareketinin anti-emperyalizmini, kapitalizme bağlanma olarak değerlendiriyor. Kadrocuları kuyrukçulukla suçluyor, Kadrocular için ‘fino’ ismini kullanmayı uygun buluyor.
Oto-likidasyon politikası çok kısa bir süre içerisinde sonucunu veriyor. 1937’lerin sonuna gelindiğinde, sadece bir örnek olarak, H. Kıvılcımlı’nın açık bir Kadrocu çizgiye verildiği görülüyor. Kemalist devrimin kazanımlarının pekiştirilmesi ve devletçiliğin savunulması mücadelesi, TKP yıldızlarının dolaysız politik görevi olarak beliriyor. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, 1937 sonunda yayınladığı ‘Demokrasi: Türkiye Ekonomisi ve Politikası Hakkında’ kapak başlığını taşıyan kitapçıkta, tasfiyeye uğratılan TKP’nin CHP içerisinde eritilmesine katkıda bulunuyor. Doktor, devletçilikle ilgili Kadro dergisinin görüşlerini olduğu gibi benimsiyor ve yazıyor. Y. Küçük Aydın Üzerine Tezler’in 5. cildinde, ikinci bölüm, ‘Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası Hakkında’ kitapçığından aktarmalar yapıyor. Kitapçık İnönü-Bayar ‘anti-emperyalizmi’ne övgüler diziyor. Övgü dizmek için kaleme alınmış izlenimini veriyor. Kitapçık İnönü’yü ‘barış politikasının güvencesi’ sayıyor; ‘yoksul köylü koruyucusu’, ‘demokrat’ ve ‘devletçi’ olarak göklere çıkarıyor, İsmet İnönü’nün eksikleri de Celal Bayar tarafından tamamlanıyor. Bayar da ‘işçi dostu’ yapılıyor. Aynı övgüler 1950’li yıllarda Menderes için ve 27 Mayıs 1960 sonrasında da Milli Birlik Komitesi için tekrarlanıyor. Doktor Hikmet Kıvılcımlı, devlete dayanarak, çatışmak Bayar ve İnönü kliklerini uzlaştırarak, Kemalist Devrimin ve Kemalist devletçiliğin ‘ilerletilmesi’ne katkıda bulunmak istiyor.
Doktor Hikmet Kıvılcımlının teorik katkısı, savaş yıllarında Doktor Şefik Hüsnü’nün fiziki katkısı ile tamamlanıyor. İkinci doktor, Batı Avrupa’da yetkili bir Komintern görevlisiyken, savaşın en sıcak ortamında, ‘vatan özlemi’ne dayanamıyor ve Türkiye’ye dönüyor. Anti-faşist savaşıma doktor asteğmen olarak katkıda bulunmak için, askerlik görevine başlıyor, sürdürüyor. Askerlik görevini tamamladıktan sonra, savaş sonrasında, evinde yapılan aramada bulunan bir rapordan, 1940’lı yılların başında oto-likidasyon politikasının tamamlandığına inanan ve gençlik kesimine dayanan bir grubun partiyi yeniden örgütlemeye girilmesiyle TKP’nin, faşizme ve vurgunculuğa karşı Demokratik Mücadele Cephesi kurduğu anlaşılıyor. Savaşa katılmadan Alman yardımı alan ve Alman yanlısı bir politika izleyen Saraçoğlu Hükümetinin ‘faşizan’ politikasının eleştirilmesi, TKF’nin savaş süreci boyunca izlediği tek anti-faşist politika olarak kalıyor. Saraçoğlu kliğinin dışlanması ve CHP’nin de platonik Demokratik Mücadele Cephesi’ne katılması isteniyor. Anglo-Sakson dünyası ile Türkiye’nin ilişki kurmasının Türkiye’ye ‘demokrasi’ getireceği öngörülüyor. Önceden yazıldı, biliniyor, sadece tekrar etmek olacak: Savaş sonrasında Anglo-Sakson dünya ile ilişkiler pekiştiriliyor.
Batı Avrupa’daki gelişmelerden farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Savaş sonrasında Batı Avrupa Komünist partileri devrimi satarak, burjuvazinin yedek gücü olduklarını ispat ediyorlar, önce koalisyon hükümetlerinde yer atıyorlar, sonra dışlanıyorlar. TKP Avrupa ile birlikte Türkiye’ye de ‘demokrasi’ geldiğine inanıyor. TKP bünyesinde iki sosyalist parti çıkıyor. Çok kısa bir süre sonra ikisi de kapatılıyor.
TKP’nin ‘demokrasi’ yöneliminin değiştiği görülüyor. Savaş sonrasında ‘demokrasi’yi artık CHP’nin değil, yeni kurulan Demokrat Partinin temsil ettiğine karar veriliyor.
Ünlü 51 Tevkifatına gelinceye kadar, DP ile Cephe arayışları TKP’nin yeni anti-faşist demokrasisi yöneliminde ilk sırayı alıyor.
Ocak 1990