İster doğal hayatın korunması anlamında olsun, ister insan soyunun nükleer tehditten kurtarılması anlamına gelsin, “hayat”, yalnızca tek bir biçimde, dünya çapında bir sosyal devrimle devam ettirilebilecek kritik bir noktaya gelmiştir. Yeryüzünde hayatı yalnızca devrim kurtarabilir. Bu açıdan, hayatı ve devrimi birbirinin karşıtı olarak gören ve gösteren “Yeni Düşünce”nin çağrısı, devrimi birlikte önleme çağrısı anlamına geldiği için, aynı zamanda hayatı birlikte ve barış içinde yok etme çağrısıdır da.
Her gün yeni bir boyut kazanarak dünya kamuoyu gündemindeki yerini koruyan “perestroyka süreci”, yalnızca ekonomik, sosyal, politik değişiklikler yoluyla değil, aynı zamanda, kendisinin “düşünsel temelleri” olarak gösterdiği ve yaygınlaşıp etki kazanmasına yol açtığı bazı “felsefi” yaklaşımlarla da bütünsel bir “Yeniden Yapılanma” olduğunu ortaya koyuyor.
Bir kaç temel öncülden oluşan bu düşünce, perestroyka yanlısı basında “Yeni Düşünce” olarak adlandırılıyor.
“Yeni Düşünce” ile birlikte, geçmişte parça parça, dış politikada, ekonomik hayatın düzenlenmesinde, sanat ve edebiyatın kimi ürünlerinde, bazılarına göre “arızi” ve “rastlantısal” olarak ortaya çıkan açıkça Marksizm’e karşı tutum ve uygulamalar, artık tutarlı ve sistemli bir anti-Marksizm etrafında toparlanma ve şekillenme imkânına da kavuşmuş oluyor.
Bu yazıda, perestroykanın bir parça perde arkasında kalan, fakat onun tanınabilmesi için ekonomideki ve politikadaki göstergeler kadar önem taşıyan bu yönünü inceleyeceğiz. “Perestroykanın Felsefesi”, onu uygulayan partilerin Marksist gelenekten kesin olarak koptuklarını her türlü güncel uygulamadan daha açık seçik sergiliyor. Çünkü herhangi bir alana ilişkin günlük uygulamalar ve bunların teorisi, hatta uzunca bir süre devam etmiş olsa bile, nihayet belli pratik ihtiyaçlarla açıklanarak savunulabilirler. Diplomaside bir uzlaşma, ekonomide bir geri adım, politikada bir taktik işbirliği, tarihsel koşullara, acil ve zorunlu ihtiyaçlara, bağlanabilen bir içerikle sunulabilir ve bunlar, bir başka alternatif tarafından yalnızca gerçekten koşullara ve ihtiyaçlara uygun olup olmadıkları bakımından eleştirilebilirler. Ama “felsefi temel” denilen şey, belli nitelikleri ayırt edilmiş bir nesne üzerinde, belli ereklerle etkinlikte bulunan öznenin eylemini düzenleyen “kurucu ilkeleri” kapsar. Öyle ki, eğer bu temellerin “bilimsel” olduğu kabul ediliyorsa, değişmesi, ortadan kalkması ya da geçersiz ilan edilebilmesi için ya nesnenin belirleyici niteliklerinin ya da öznenin ereklerinin değişmiş, ortadan kalkmış veya geçersiz hale gelmiş olması gerekir.
“Yeni Düşünce”, Marksizm’in bazı en temel önermelerini kaldırıp atarken ve yerlerine sözde “yeni” öncüller koyarken, nesnenin (kapitalizmin) temel özelliklerinin değiştiğini söylemiyor; kapitalizmin bazı niteliklerinin “artık eskisi gibi olmadığını” ileri sürmekten öte gidemiyor. Örneğin, sınıf mücadelesi mi, evet tabii, böyle bir şey var! Sistemler arası çelişme mi, bu elbette bir antagonizmadır! Ya kapitalizm, emperyalizm? Kim bunların sömürücü ve yıkıcı olduğunu inkâr edebilir?! Ama şimdi bunları öne çıkaramayız! Önce insanlığı kurtarmalıyız, önce hayatı tehdit eden nükleer silahlar meselesini çözmeliyiz! Önce, emperyalistlere kendilerinin de insan olduğunu ve yaşadığımız dünyanın onların ve bizim, hepimizin ortak -karşılıklı bağımlı- tek dünyamız olduğunu öğretmeliyiz! Onları silahları bırakmaya, havayı, suyu, toprağı kirletmemeye ikna etmeliyiz! Ve eğer biz, halâ “sınıf mücadelesi”, “devrim”, ” sosyalizm ve kapitalizm arasındaki temel çelişme” gibi şeyleri savunmaya ve buna göre davranmaya devam edersek, emperyalistleri, yani neticede bizimle aynı soydan, insan soyundan gelen bu yaratıkları, kendilerini uçuruma atmaktan kurtaramayız!
“Yeni Düşünce”nin bütün özeti bundan ibarettir: Karşılıklı bağımlı bir dünyada yaşıyoruz ve hepimiz insanız!
Ve bu önermelerin, tıpkı üçgenin üç köşeli olduğunu söyleyen önerme kadar açık, tartışılması gereksiz doğruları dile getirdiği düşünülüyor. Böylesine inkâr edilemez sağlamlıkta öncüllerden yola çıkmanın, ardından ileri sürülecek her tezi dosdoğru ve tartışılmaz kılacağı sanılıyor.
Görülen o ki, “Yeni Düşünce”, “eski Marksizm”den tamamen farklı oluşunu, ancak kendi öznesinin değişmiş olmasıyla açıklayabilir. Üzerinde konuşulan nesnenin temel nitelikleri değişmediği halde, onun hakkında bir zamanlar ileri sürülen teorinin en temel önermelerinin reddedilmesinin başka bir gerekçesi bulunamaz.
İnsanlık ve sınıf
İnsanlık tarihi boyunca, kendisinin evrensel bir kapsama sahip olduğu iddiasını öne sürebilen, böylece de belli bir felsefe okulunun, belli bir filozofun düşüncesi olarak değil, bir toplumsal sınıfın, giderek “bütün insanlığın” ortak düşüncesi, ortak felsefesi olarak tanınma talebini ileri sürmeye cesaret eden ilk bütünsel “dünya görüşü”, burjuvaziye aittir.
Özellikle 1789 Büyük Fransız İhtilâli sırasında, ihtilâlin dünya ölçeğinde yarattığı büyük cazibenin ve gittikçe açık bir biçimde bir dünya sistemi özelliği kazanan kapitalist ilişkilerin desteğinde burjuvazi, insanoğlunun kendisinden ibaret olduğunu, bütün insanlığın kendisi tarafından temsil edildiğini ve kendi dünya görüşünün bütün insanlığın evrensel felsefesini içerdiğini ileri sürebildi.
Yalnızca Fransız İhtilâli’nin hemen arkasında ve yanında bulunan bilginler, filozoflar, sanatçılar kuşağını değil, Antik Yunan ve Roma uygarlığını, Rönesans’ın ve bütün yüzyılların en ileri, en yüksek düşüncelerini ve ürünlerini de kendi mülkiyetine geçirmek için, ihtilalin kendisine kazandırdığı saygınlığı kullanarak, yeryüzünün her köşesinden genel bir onay aldı.
Amerikan ve sonra da Fransız ihtilâllerinin öne sürdüğü, gerçekleştirdiği her ilke, yani burjuvazinin aristokrasiyle hesaplaşması boyunca ortaya attığı her tez, bütün insanlığın bütün zamanlar boyunca ve bütün ülkelerde tartışmasız kabul edeceği ilkeler ve düşünceler katına yükseltildi. Burjuva hak ve çıkarları, insanlığın evrensel hak ve çıkarları olarak kayda geçirildi. Böylece sınıflandırılan hak ve çıkarların derlendiği bildirgenin de, değişmez ve değiştirilemez ve sonsuzca geçerli kalacak, “doğa yasaları kadar güçlü” bir yasalar manzumesi olduğu ilan edildi. Ve çağın bilimi, bunun gerçekten doğaya uygun olduğunu, çağın dini de “Tanrının yasalarının dile getirilişi” olduğunu tasdik etti. Sonuçta burjuvazi, tarihin bilinen bütün “insani” mirasının tapusunu eline geçirmekle kalmadı, gelecekte de bu “mülkü” istediği gibi kullanabilmek iktidarına oturdu.
Yüksek ve temel insani değerler denilen ve sadece yeryüzünde değil, kâinatın neresinde olursa olsun, insanın ya da insana benzer bir şeylerin yaşadığı her yerde geçerli olduğu düşünülen ve “doğal ve zamanaşımına uğramaz” olarak tanımlanan ilkeler, “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde şöylece sıralandı: Özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnme hakkı.
Amerikan ve Fransız ihtilallerinin “ilke” haline getirdiği hak ve özgürlükler dizisi, II. Dünya Savaşının bütün acıları henüz taze iken, 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından yeniden düzenlendi ve “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” adıyla üye devletlerin imzasına açıldı. SSCB, yeni kurulan bazı Halk Demokrasisi devletleri, Güney Afrika Birliği ve Suudi Arabistan bu metni imzalamadılar. O zamanki SSCB, “özel mülkiyetin temel bir hak sayılmasının”, Güney Afrika ırk ayrımının yasaklanmasının ve Suudi Arabistan’da köleliğin yasaklanmasının karşısındaydılar.
Demek ki, bütün devletlerin aynı ölçüde benimseyeceği genel bir ahlâk ve düşünce sistemi, hiç olmazsa şimdilik bulunamamıştı. İnsanın “doğasından” geldiği savunulan özelliklerin bazıları, bazı “insanların” doğasına tümüyle yabancıydı! Mülkiyet karşısındaki durum kadar, ırkçılık ve kölecilik de “insan”a göre değil, sınıfa göre anlam ve değer taşıyan “hak ve özgürlükleri” dile getiriyordu. “Evrensel” ilkeler, burjuvazinin önündeki ve gerisindeki sınıfların devletlerinin kapısından girememişti.
Görülüyordu ki, “genel-evrensel hak ve çıkarlar” denilen şey, Marks’ın dediği gibi, “özel” tarafından yaratılmıştı ve onun, “özel çıkar”ın, karşısına bağımsız bir tarihi olan ayrı bir güç olarak çıkabilecek evrenselliği yoktu. “Genel çıkar” denilen şey, sınıflara bölünmüş dünyada, yalnızca kendisini “genel” in yerine koyabilen bir “özel” olabilirdi.
Bugün, perestroykanın uluslararası ilişkiler alanında kendini gösteriş biçimi, “insanlığın global çıkarlarını” öne çıkarmak ve “tüm insanlığın yok oluşunu önlemek” iddiasına dayanıyor.
Buna göre, nükleer savaş tehdidi, doğal çevrenin kirlenmesi, hammadde kaynaklarının tükenmesi, açlık ve “gelişmekte olan ülkelerin dış borç sorunu”, “bütün insanlığı ilgilendiren sorunlardır” ve ancak gene “bütün insanlığın işbirliği ile karşıt sosyal sınıfların, karşıt sistemlerin işbirliği ile” çözülebilir! Buradan hareket ederek “Yeni Düşünce”, Papa II. Paul’ün bugün bütün dünyanın tehdit altında olduğu” saptamasını onaylayarak, R. Keneddy’nin “ya hep birlikte tarih kitabını devam ettireceğiz, ya hep birlikte kapatacağız” demesine çok önem vererek, Roma Kulübü’nün müteveffa başkanı A. Peççei’nin “global bir medeniyet kurulması” çağrısını benimseyerek, yeryüzünde bir global ve ortak değerler sistemi bulunabildiği, buna herkesin katılması gerektiğini ilan ediyor.
Oysa bir “evrensel-genel çıkar” probleminin çağımızda bu içerikle konulmuş olması, ancak ve yalnızca bir “özel çıkar”ın ifadesi olabilir. Acaba “Yeni Düşünce”, hangi özel çıkarı, evrensel çıkar olarak sunuyor? Sınıflı dünyamızın hangi sınıfının “özel çıkarını” bütün insanlığın genel çıkarı olarak sunuyor ve savunuyor?
Dünya proletaryası, ilk kez 1917’de Ekim Devrimiyle, burjuvazinin dünya üzerindeki tekelini kırma fırsatını yakalayabilmişti, “Egemen sınıf olarak örgütlenme”, karşıt bir “dünya sistemi” yaratma ve böylece de kendisini “bütün insanlığın yeni sözcüsü” olarak tamamlayabilme olanağını bulmuştu. Kendi hedeflerini dünya çapında gerçekleştirebilmek için gerekli olan ilk koşulu, yani kendi çıkarlarını, toplumların bütün üyelerinin ortak “insani” çıkarı olarak tanımlayabilmek, yeni başlayan çağda “insan” ile “proleter” in bir ve aynı şey olduğunu göstererek bir evrensellik biçimi altında kendi düşüncelerini ortaya koyabilmek koşulunu ele geçirmişti. Sosyalizmin, en mantıklı ve evrensel olarak geçerli bir hayat tarzı olduğunu göstermek için, artık yalnızca mücadeleci bir sınıf değil, aynı zamanda iktidardaki bir sınıftı da.
Devrimci proletarya, bütün bir devrimci dönüştürme eylemi boyunca ve II. Dünya Savaşı sırasında NAZİ orduları karşısında, kendini yalnızca devrimci bir sınıf olarak değil, hemen hemen tüm insanlığın, sömürülen, köle olarak tutulan, ezilen ve bütün bunlardan entelektüel bir azap duyan bütün insanlığın temsilcisi olarak gösterdi. Bu, onun için tamamen olanaklıydı, çünkü onun çıkarları, yani bu “özel sınıf çıkarı”, başka sınıflardan insanların “ortak çıkarı”, “genel çıkar” halindeydi. Burjuvazinin kendi devrimci çağında yakaladığı bu hegemon konumu, proletarya da kendi devrimci çağında geliştirmeye başlamıştı.
1917 Ekim Devriminde işçi Sınıfı, insanlığın en ileri eklemlerinin, bin yıllık ütopyalarımın gerçekleştiricisi olarak gösterdi kendisini. Anti-NAZİ savaş sırasında, gene “bütün insanlığın” faşizme ve savaşa karşı koyusunun, ondan nefret edişinin maddeleşmesini temsil ediyordu. Ama hem 1917’de hem NAZİ karşıtı savaşta, “insanlık” hiç de “gerçek” bir bütün değildi. Devrime karşı olan, faşizmden yana olan, karşı-devrim ve faşizm için savaşan milyonlarca “insan” vardı. Çünkü devrim ve anti-faşist savaş, özünde sınıflar savaşıydı ve “insan” denilen şey, sınıfların dışında değildi.
Marksizm açısından, tarih sınıflar arasındaki savaşın tarihi olarak kaldıkça, bir sorunun evrensel olarak konulusu ve evrensel olarak çözülebilmesi, evrensel bir sınıfı gerektirir.
Burjuvazi, bir ölçüde, o da yalnızca devrimci bir sınıf olabildiği çağlarla sınırlı kalarak, evrenselliğin işlevlerini yerine getirebildi. Ama hiç bir zaman gerçekten bir evrensel sınıf olamadı.
Evrensel sınıf olabilmek için bir kaç önemli nitelik gereklidir ve bunlar yalnızca proletaryada bulunmaktadır.
Evrensel sınıf, her şeyden önce, “kendisi bütün zümrelerin çözülüp dağıtılmasını ifade eden bir zümre” (Marks) olmalıdır. Öyle ki, toplumun bütün diğer kesimlerinden kendini kurtarmadıkça, böylece de toplumun bütün diğer kesimlerini de kurtarmadıkça kendisini kurtarması mümkün olmayan bir sınıf olmalıdır.
Burjuvazinin “evren çapında” bir hegemonyayı, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel alanlarda diğer bütün sınıfların hayatlarını, düşünce tarzlarını belirleyen bir etkinliği sağlayabildiği çağlar boyunca, daima kendisiyle “insan”ı özdeşleştirmiş, kendi yücelişini ve ilerleyişini bütün olarak insanın yüceliş ve ilerleyişi olarak göstermiştir, bunda ikna edici olabilmeyi de başarmıştır. Ama insanlığın tam ve gerçek kurtuluşunun, kendisi de dâhil bütün sınıfların ortadan kaldırılışına bağlı olduğunu, elbette ileri sürememiştir. Kuşkusuz, bu onun doğasına, yani liretim araçları üzerinde mülkiyetin özel biçimiyle belirlenmiş sınıf niteliğine aykırıdır. Kendi sınıfsal varlığı da dahil, bütün sınıfların kaldırılmasını devrimci bir tarih programı olarak önüne koyabilmek, yalnızca ve ancak proletaryanın niteliklerine uygundur. Proleter düşünce tarzı, Marksizm’in şu önermeyi inşa edebilmesini sağladı: Bütün sınıfların kurtuluşu, insanlığın bütün sınıflardan kurtuluşuna bağlıdır.
“Yeni Düşünce” ise, sınıflardan arınmış bir insan kavramı tasarlayarak, onun “biyolojik kurtuluşu” (1)’nu öne çıkararak, burjuvaziyi de “insan” olduğuna ikna ederek, sınıfların varlıklarını sürdürdükleri bir dünyada kurtuluş vaat ediyor. Bu “kurtuluşu” da gene yalnızca “insan” olduğunu kabul eden “insanların” elbirliği sağlayacaktır, diyor.
Marks, proletaryayı, “bir kelimeyle insanın tastamam yitirilişi olduğu için, kendisini ancak insanın tastamam yeniden kazanılmasıyla bulabilecek olan bir sınıf” olarak tanımlarken, “insanlığın kurtuluşu”nu da, açık ve dolaysız bir sınıf içeriği ile tanımlamıştı. Bunun yolu ise, dünya çapında -evrensel- bir sınıf mücadelesinden başka bir şey olamazdı.
Marksizm’in bu tezini isteyen istediği gibi tartışabilir; kimi beğenir, kimi beğenmez, ama bu tezin karşısında durarak, bu tezi kabul etmeyerek Marksist olunamaz. Biz, Gorbaçov izleyicilerini, “Yeni Düşünce” yanlılarını Marksist olmaya zorlayamayız. Ne var ki, onlar kendilerinin en hakiki Marksistler olduğunu ileri sürmeye devam ettikleri sürece, onlara önce bu tez karşısındaki tutumlarının ne olduğunu sorma hakkımız vardır.
“Temel İnsani Değerler” Problemi:
“Yeni Düşünce”nin sözde “yeni” tezine göre, çağımız dünyasının sorunları evrenseldir ve sorunların çözümü için aranan yollarda, “temel insani değerler, her şeyin üzerinde tutulmalıdır” (Gorbaçov).
Kuşkusuz, bu tezde Marksizm açısından sorgulanacak pek çok şey vardır, ama “insani değerler” kavramı, pek çok yerde ve etkili bir biçimde kullanıldığı için ona öncelik vereceğiz.
XVII. yüzyılın ünlü mekanist-materyalistlerinden Thomas Hobbes, Cromwel çağı İngiliz devrim döneminde, “HOMO HOMİNİ LUPUS” (“insan, insanın kurdudur”) demişti. Bütün bir kapitalist toplumun insan, ekonomi ve politika ilişkilerini özetlemeye son derece elverişli olan bu özdeyiş, Hobbes”un devlet, iktidar ve bunların kaynağı hakkındaki görüşleriyle de ilgilidir. Bir kurtlar toplumunu, ona göre, ancak kendisi de bir canavarın adıyla simgelenebilecek olan (Leviathan) “devlet” yönetebilir. Devlet gibi, ahlak ve din kuralları da, insanlar arası ilişkileri sınırlanmış bir kurtlar ilişkisi olarak, kurallara bağlanmış bir didişme olarak “uygar ölçüler içinde” tutmaya çalışır. Hobbes’un düşüncesinde insanoğlu, kendisini kendisinden korumak için, bir “kurtlar topluluğu” olduğunu kabul etmekten yola çıkarak, “her kurdun üzerinde anlaştığı” bir yüksek kurallar, insanın dışında kurulmuş bir yasalar sistemi geliştirmeye çalışıyor. Bu görevi, ya bu kavgada tarafsız kalacağı düşünülen devlete, ya da her şeyin önceli ve yaratıcısı olan daha yüksek bir makama, Allah’ın divanına havale ediyor. Başlıca kurtlar var oldukça, özellikle mülkiyet nedeniyle dişleri iyice sivrilmiş bir tür “insan” olan burjuvazi var oldukça, toplumun bir insan toplumu haline gelemeyeceği seziliyor.
Günümüz dünyasının bütün “yüksek insani değerleri”, kurdun kurda kurallı saldırısını öneren değerler sistemidir. Saldırıyı, birbirini dişlemeyi ve boğazlamayı değişmez veri olarak kabul eden ama bunu hiç olmazsa “uygarca” ve “karşılıklı hakları gözeterek” yapmayı sağlamaya çalışan “değerlerin” toplamıdır. Ve her çağa egemen olan değerler, daima o çağın egemen sınıfının değerlerinden başka bir şey değildir.
“Barış”, “özgürlük”, “demokrasi”, “eşitlik” gibi “yüksek insani değerler”i düşünelim: Her biri, bir karşıtlığın ürünü olan bu kavramlar ancak ve ancak, “savaş”, “tutsaklık”, “diktatörlük”, “eşitsizlik” var oldukça var olabilecek olan kavramlardır ve bunların bulunmadığı bir dünyada hiç bir değer taşımayacak, içeriksiz kalacak kavramlardır. Bunları “temel insani değer” olarak kabul eden her düşünce, insanlığın bütün bir sonsuz zaman içinde, savaşsız, tutsaklıksız, diktatörlüksüz yaşayamayacağını kabul ediyor demektir. Eğer “barış” temel bir insani değer ise, savaş da en az onun kadar öyledir! Eğer özgürlük, sınıf içeriğinden boşaltılarak bir evrensel insani değer olarak ilan edilecekse, tutsaklık da kölelik de hiç kuşkusuz onun kadar o onura layık olacaktır.
Bunların her birinin tarihsel ve sınıfsal içerikle belirlendiğini, yani bütün zamanlar, bütün insanlar, bütün toplumlar için geçerli evrensel değerler değil de, sınıflara bölünmüş bir dünyanın göreli, değişken, karşıtını içinde taşıyan kavramları olduğunu öne süren Marksizm ise, her birine hangi sınıfın elinde etki kazandığına ve gerçekleştiğine bakarak bir değer biçer. Hiç birinin yaşanan tarihten bağımsız, mutlak ve değişmez bir içeriği bulunamayacağını söyleyen, yeri geldiğinde, “barış”ın da, “savaş” gibi, bir “kurtluk değeri” olabildiğini gösterir.
“Bütünsel ve Karşılıklı Bağımlı Bir Dünya” Tezi:
“Yeni Düşünce” tarafından, karşıtlığın yasası bir kez bu biçimde çiğnenince, geriye “bütünsellik” ve “karşılıklı bağımlılık” kavramlarıyla dile getirilen, uzlaşmaz çelişmelerin bulunmadığı bir dünya tasarımının inşa edilmesi gereği de, “mantıksal” bir sonuç olarak doğmaktadır.
Eğer “temel insani değerlerin egemen olabileceği bir dünyada yaşıyorsak, bu dünyanın insanı bölen, farklı değerlerin doğup yaşamasına izin veren çelişmelerden de arınmış, bütünselliğin ve karşılıklı bağımlılığın gerçekleştiği bir dünya haline gelmiş olması gerekmektedir.
Aradığımız o olsunl “Yeni Düşünce” bize, onu da sunmaktadır! “Yeni Düşünce” nin temel tezlerinden birine göre, yaşadığımız dünya, “her zamankinden çok, bütünsel ve karşılıklı bağımlı bir dünya halini almaktadır.”
Bilimsel ve teknolojik devrim, hammadde kaynaklarının kıtlığı ve çevre kirliliği, nükleer silahların tehdit edici gücü, gibi olaylar ve olgular, “Yeni Düşünce’ye göre, hiç bir devletin kendi başına ve yalnızca kendisini düşünerek çözemeyeceği bir bütünlük içinde gerçekleşmektedir. Bütün bunlar, farklı ve karşıt sınıflar ve sistemler arasında, koparılamaz bir bağımlılık ilişkisi doğurmaktadır!
Tıpkı “insan” kavramında olduğu gibi, “dünya” kavramında da “Yeni Düşünce”, sınıflar üstü bir “doğallık” ve “nesnellik” görüşünü öne sürmektedir.
İnsanoğlunun bütünsel ve gittikçe de bütünselleşen bir dünyada yaşadığı doğrudur, ama bu yeni olmadığı gibi ^tamamlanmış bir süreç de değildir.
Daha ilk Büyük Coğrafi Keşifler Çağı ile birlikte, ve buna eşlik eden ticari sermayenin dolaşımı çizgisinde, uzak ülkeler ve halklar arasında, aynı ilkeye göre, “ticaretin evrenselliği” ve ” ticaretin doğal zorunluluğu” ilkelerine göre, dünya bir tür bütünsellik ve karşılıklı bağımlılık görünüşü kazanmaya başladı. Gelişen kapitalizm, sermayenin “birleştirici ve bütünleştirici” etkisi yeryüzünün en ücra köşelerine kadar yaydı. “Kapitalizm, bütün dünyayı tek bir ekonomik zincirin halkaları olarak birleştirdi.” (Stalin)
Ama bu bütünlük, kendisini yaratan ilkenin, yani sermayenin uluslararasılaşmasının -emperyalizmin-bütün çelişkileriyle dopdolu, her bir parçasının diğeri ile çatıştığı, kopuşların ve yeniden birleşmelerin sürekliliği ile karakterize olmuş bir bütünlüktü. İnsanın tarihsel eylemi, daha ilk adımından itibaren, bir yandan doğal bir sonsuzlukla bağıntılı dünyayı, kendi ihtiyaçları doğrultusunda çerçeveliyor, düzenli ve ihtiyaca cevap verecek şekilde sınırlıyor, diğer yandan da gittikçe kendi sınırlarını geliştiren yeni bağıntılarla donatıyordu. Ama bu yeni ve “insanlaştirılmış” doğanın bağıntılılığı, daima ve her çağda, o çağa egemen olan sınıfın “ilkeleri” doğrultusunda, onun sisteminin ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde, gene daima onun dışında kalan sınıflara karşı, duran, farklı bir dünyanın bağıntılılığı biçimini kazanıyordu.
Sınıfların, sermayelerin, nesnel üretici güçlerin ve bunların karşılıklı çelişmelerinin hukuki biçimlerinin rol oynamadığı bir dünya bütünselliği kavramının hiç bir anlamı yoktur.
Politik eylemin, karşıt sınıflar arasındaki büyük tarihsel mücadelenin bu en arınmış, en düzenli ve en etkili biçiminin belirleyici ve yönlendirici gücü olmaksızın, bundan bağımsız bir “bilimsel ve teknolojik devrim”in, “global çıkarların” dünyayı bütünsel ve karşılıklı bağımlı kıldığını düşünmek, nesnelerin kendi başlarına ve sosyal bir biçim kazanmaksızın hareket edebileceklerini sanan en eski metafiziklere hastır. Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminin dünyasını “bağımlı ve bütünsel” bir dünya kılan tek şey, onun üzerinde üretici faaliyette bulunan toplumsal insan gücüdür. Toplumsal insan gücü, örgütlenmiş, düzenli ve sistemli bir hayatın yürütülebilmesinin temel bir öğesi olarak, hiç bir çağda, kendisini belli sınıf niteliklerinden ayrı olarak koyamayacak olan bir üretim ilişkileri aracılığıyla ve onun içinde gerçekleşir. Marksizm’i diğer bütün toplum bilimlerinden ayıran, bütün tarih teorilerinden farklı kılan en temel tezlerinden birisidir bu. Marksizm’in ABC’sidir. Buna göre, “bütünsel ve karşılıklı bağımlı bir dünya” dan söz edildiğinde, bunun insanın sosyo-tarihsel ve politik faaliyetinin bir ürünü olduğundan ve ancak her çağda belli bir egemen üretim ilişkileri içinde gerçekleştiğinden söz etmek gerekmektedir.
Soru şudur: Kim bütünleştirdi bu dünyayı? Hangi ilkeye göre ve hangi ihtiyaçlar dolayısıyla ve hangi araçlarla? Bu soruya, teknolojinin gelişmesinin sonuçları açısından, ulaşımda süpersonik uçakların ve trenlerin yapılabilmiş olmasına uydular aracılığıyla sağlanan iletişimin hız ve yaygınlık kazanmasına bakılarak verilecek cevaplar, hiç bir şeyi açıklamaz. Böyle bir bütünsellik, hala tekerleği bile kullanamayan Amazon yerlilerini ve iletişim teknolojisi tamtam kullanmanın ötesine geçememiş Buşman kabilelerini fazla ilgilendirmiyor. Ama onları, ormanın içinde çalışan dev buldozerlerin, barajlar inşa eden vinçlerin ve makinelerin yanı başlarına kadar gelmesine yol açan bütün bir sermaye ilişkileri ve bu ilişkileri kendi topraklarına yerleştiren askeri, politik, ekonomik kurumlar ve ilişkiler çok yakından ilgilendiriyor. Kendi varlığını, “Dünyanın akciğerleri Amazon Ormanları” üzerinde bir varlık olarak tanımlayan yeni ilişkiler tanıyor ve bütün dünya sandığı ormanın, birdenbire başkalarının s dünyasının yalnızca bir parçası haline geliverdiğini görüyor. Daha iki yüz yıl kadar öncesinde, kendisini insanın ta kendisi zanneden Zulu’lar, Bantu’lar, Buşman’lar, meğerse “aşağılık bir ırktan olduklarına”, insan denilen şeyin beyaz derili, eli tüfekli ve gemileri ve uçakları olan başka bir mahlûk olduğuna, soykırımla, köle ticaretiyle, hammadde yağmasıyla ve bunların politik araçlarıyla, savaşla, sömürgeci yönetimlerle inandırılıyorlar. ” Bağımsız” varlıklar, kapitalizmin dünyasında bağımlı, hem de “global ölçekte karşılıklı bağımlı” bir varlığa dönüşüyor.
Kapitalizmin yarattığı “karşılıklı bağımlılıktan” ne gökteki kuş, ne okyanustaki balina kurtulabiliyordu. Her şey, ama her şey, kapitalist, insanın bütünleştirici eylemiyle birbirine bağlanıyor. Artık önemli olan budur. Yoksa her şeyin ta ezelden beri birbirine bağlı ve bağımlı olduğunu söylemenin, bir buzul çağı yaşandıysa, bunun Avrupa’daki kılıç dişli kaplan kadar Galapagos adaları kaplumbağalarını da ilgilendirdiğini söylemenin hiç bir anlamı yoktur. Yaşadığımız dünya, değiştirdiğimiz ve bütünleştirdiğimiz bir dünyadır ve tam anlamıyla “eylemli insanın” dünyasıdır. Onu, kozmik, atmosferik, klimatik olaylar değil, belli bir tarzda örgütlenmiş, belli bir tarzda üreten ve yeniden üreten “insan” değiştiriyor ve her bir insan topluluğunu, her bir coğrafya parçasını, her bir canlıyı ve cansızı, tek bir ilkeye göre, “azami kar” ilkesine göre, tek bir bütünün parçaları halinde birleştiriyor, emperyalist etkinliğin biricik dünyası haline getiriyor. Her şey uluslararası bankaların, ticaretin ve sermayenin ihtiyaçlarına göre, dünyanın “doğal ve ezeli” halinin, “toplumsal ve tarihsel” bir yeniden düzenleyişinin sahnesi haline getiriliyor. Orta-Doğunun petrolü, Japonya’nın bilgisayar teknolojisine, Irak-İran savaşı, Nikaragua’nın kontra gerillalarına, Sibirya’nın doğal gazı Ankara’nın kirli havasına ve “Ortak Avrupa Evi” düşüncesine bin bir karmaşık bağıntıyla ve her biri içinden geçerek, birbirini asla “doğal” olamayacak bir biçimde etkileyerek bağlanıyorlar ve hepsi birden yepyeni bir “doğa” oluşturuyorlar.
Sayısız iplikçik, bir kaç ana noktada kalın düğümlerle örgüyü tamamlıyor. Bütün düğümlerin anası ise, kendisini politika biçiminde gösteriyor. Ekonominin, bilimin, sanatın, askerliğin, vs. neye göre, ne için ve hangi biçimde hareket edeceğini, hangi alanın hangi yeni dönüşümlere göre değiştirileceğini belirleyen en örgütlü, en arınmış etkinlik olarak politika, dünyanın karşılıklı bağımlılığını ve bütünlüğünü yorumlayan, bu bütünlüğün sınırlarını ve hedeflerini belirleyen özel bir üst-etkinlik olarak kendisini ortaya koyuyor. Öyle ki, artık hemen hemen hiç bir şey “doğal” kalamıyor; mutlaka bir sınıfın, mutlaka bir çıkar grubunun ya da ittifakın erekli, planlı faaliyetinin sonucu olarak kendisini gösteriyor.
Bu, kapitalist emperyalizmin doğurduğu hiç bir sonuçtan, “insanlığın tümünün” sorumlu tutulamayacağını gösteren en önemli veridir. Kim, hangi amaç ve araçlarla kendisinin hangi ihtiyacına göre dünyayı bu iğrenç bütünlüğe sürüklediyse, yaşanan ölümün sorumlusu da odur.
Ve kim, bu sorumluluğu “aynı insani değerlere sahip olmak0” ve “aynı bütünün parçaları olmak” adına paylaşıyorsa, hayatın, insan soyunun, geleceğin aynı derecede düşmanıdır.
Ne var ki, dünya, yalnızca emperyalistlerin “tek ve karşılıklı bağımlı dünyası” değildir. Buna karşıt, bunun içinde kendine özgü varoluş ve ilerleme biçimleri geliştirmeye çalışan bir de işçilerin ve halkların “bütünsel dünyası”, bazen bir gerçeklik olarak, ama daima bir olanak olarak bulunuyor.
Her devrimci sınıf politikası, özellikle dünya çapında ye gelecek üzerine egemenlik hedefiyle belirlenmiş bir devrimci sınıf politikası, temel ereği bakımından “yeni bir dünya için politika” biçiminde tanımlanır. Bu bakımdan, hem üzerinde faaliyetinin sürdüreceği bir bütünlüğü varsayar, hem de bugün var olan bütünlüğe karşıt yeni bir bütünlük yaratmayı amaçlar. Var olan bütün içinden, kendi ereği olan bütünün olanaklarını açığa çıkarır, gerçekleştirmenin araçlarını yaratır. Bu, “yeni bütünlüğün” yaratılışına kadar süren bir sınıf mücadelesi biçiminde ilerler.
İşçi sınıfı, “evrensel sınıf” olma özelliğini bu mücadele içinde ortaya koyar ve geliştirir.
Günümüz dünyası, kapitalizmin dünyasıdır ve her birimde, kendi karşıtının olanaklarını taşımaktadır. Kapitalizmin dünyasını, “bütünsel ve karşılıklı bağımlılık dolayısıyla sınıf mücadelesini gereksiz hatta zararlı kılan bir dünya” olarak tanımlamak, gerçekte karşıt bir bütünlüğün tüm olanaklarının tükendiğini söylemek anlamına gelir. Yaşadığımız dünyanın, mümkün bütün dünyaların en iyisi ve sonuncusu olduğunu söylemekle aynı şeydir bu.
Son gelişmeler, bütün dünyanın -“bütünsel tek dünyanın”- gözünün Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyetine dikilmesine yol açtı. Bütün laf kalabalığına, şamataya ve demagojiye rağmen, dünyanın söylendiği kadar bütünsel olmadığını gösteren tek sosyalist ülke olarak Arnavutluk, “gittikçe daha çok karşılıklı bağımlı hale gelen” emperyalistlerin dünyasını ciddi şekilde endişelendiriyor. Yalnız sosyalist Arnavutluk değil, her ülkedeki işçi sınıfı hareketi ve ulusal kurtuluş savaşları da, iddia edilen “bütünlüğün” sınırlı ve “özel” bir bütünlük olduğunu, onun dışında bir de “karşıt bütünlük” bulunduğunu ve bunun da tıpkı öteki gibi bir “dünya sistemi” olabilme gücünü taşıdığını kanıtlıyor.
Gerçekte sınıflara, sistemlere ve mücadele eden güçlere bölünmüş bir dünyayı “tek ve bütünsel” bir dünya olarak göstermeye çalışan “Yeni Düşünce”, böylece emperyalist etkinliğin karşılıklı bağımlı parçalarından birini oluşturduğunu, onlarla “aynı hedefleri ve değerleri paylaşan” aynı türden yaratıklar olduğunu itiraf etmiş bulunuyor.
Yok olan antagonizmalar!
Bu itirafın ilginç bir biçimi, “Felsefe Dergisi”nin 88/4. sayısında Ö. Bedri Canatan imzasıyla yayınlandı.
Canatan, şu anda “karşıt sistemler arasındaki çelişmenin, antagonist de olsa aynı bütünlük içinde var olduğunun, temel fikir olarak esasen kabul edildiğini” yazdı.
Her şeyden önce, çelişmeyi değil de, “bütünlüğü” esas alan bu akıl yürütmenin, daha en başından Marksizm’den başka bir şeye karşılık düştüğünü belirtelim. Diyalektiğin, materyalist-devrimci düzeyini, idealist tarzdan ayıran ilk ve en önemli özellik bu. Üzerinde uzun boylu durmayı gerektirmiyor.
Ama bundan politik sonuçlar çıkarılıyor ve bu anlayış, perestroykanın dünya politikasının açıklanması ve savunulması için temel haline getiriliyor. “Yeni Düşünce”, yeni bir antagonizma tanımı yaparak, “bütünsel dünyamızın” bugünkü bütünselliğinin-devamı için yapılması gerekenlerin gerekçesini bu tanımdan türetiyor. Biz yalnızca antagonizma kavramının yerli yerine oturtulmasıyla, önerilen politikaların anti-Marksist öncüllere dayandığını göstermeye çalışacağız.
Yalnız, şu göz önünde tutulmalıdır: Felsefi bir kategorinin dolaysız mantıksal işlevi ile politik eylemin muhtevası arasında indirgemeci bir bağıntı kurularak yapılan her çözümleme, esası bakımından idealisttir. Dolayısıyla biz, burada “antagonizma” kavramının “felsefi” içeriğini tartışacak değiliz. Kavramlardan örülü bir dünya üzerine konuşmuyoruz. Sınıflardan ve onların karşılıklı politikalarından örülmüş bir dünya üzerine konuşuyoruz. Bu anlamda, “antagonizma”nın, “kendinde” bir felsefi-mantıksal içeriği yoktur. Fiziğin, biyolojinin, kozmogoninin dünyasında “antagonizma” bulunup bulunmadığını, varsa bunlardan tümünü içeren bir “antagonizma”nın nasıl çözüleceği burada bizi ilgilendirmiyor.
Bir çelişmenin hem antagonist olduğunu söylemek, hem de bütünün olağan-genel çelişmeli bir bütün gibi sürüp gideceğini söylemek mümkün değildir. En basit tanımıyla “antagonizma”, ya da uzlaştırılamaz çelişki, ancak ve yalnızca çatışmalı çözümlere imkân bırakan bir çelişkidir. Diyalektiğin büyük öğretmenlerine göre, çeşitli biçimlerde olabilecek çelişmelerden biri, özel olarak uzlaştırılamaz karşıtlığa dönüştüğü zaman, bir sıçramayla niteliksel dönüşümün gelişmesine yol açar. Ve bu, genel çelişmeyle aynı olmayan, çelişmenin özel bir durumunu ifade eden “antagonist çelişme” diye adlandırılır. Böyle bir çelişme, yapının tümünü belirlemek ve ancak niteliksel bir dönüşümle çözülme gibi özellikler taşır.
Öyleyse, bir çelişkinin antagonist olduğunu söylediğimiz zaman, tanım gereği, onun içinde bulunduğu yapının da, onunla belirlendiğini ve artık bir bütün olma özelliğinin çözülmeye yöneldiğini söylemiş oluruz. Tersine, eğer bütünlük, çelişmelerine rağmen çatışmasız akışı içinde görülebiliyorsa, onun temel çelişmesinin antagonist olduğu söylenemez. “Çelişme antagonisttir, ama gene de bütünlük esastır” demek, tam bir safsatadır. Bunun söylenebilmesi için ya antagonizma kavramının içeriği, ya da bütün kavramının ifade ettiği bağıntılılık tarzı tümüyle değiştirilmiş olmalıdır. Ya söz konusu çelişme antagonist değildir, ya da sözü edilen “bütün” genel çelişmeli bütünden tamamen farklı, uçup gitmeye, dağılıp çözülmeye hazır bir “bütün” dür.
Sorunun konuluşundaki açık mantıksal yanlışlık bir yana, “antagonizma” ve “bütünlük” kavramlarının sosyal ve politik içeriği açısından bakıldığında, Canatan’ın önermelerinin geçersizliği daha çıplak olarak görünmektedir. “Antagonizma”, sosyal-sınıfsal pratik bakımından anlamlı birer kavramdır ve bu bakımdan nitelik kazanmış ilişkiler içinde, bu ilişkilerin içeriği ve düzeyi bakımından değer taşır. Öyleyse, bu dünyada bir antagonizmadan söz edildiğinde, karşıt sınıflar ve karşıt sistemlerden, bunlar arasındaki uzlaştırılamaz çelişmelerden söz etmek gerekecektir. Eğer antagonizma, böyle bir yapı içinde “bütünlüğü” bozmuyor, dağıtmıyor, çözülmesine yol açmıyorsa, kendisinin çözülmesi ile bir nitelik dönüşümünü ortaya çıkarmayacaksa, onun antagonizma olarak tanımlanması hiç gerekmez. Sonuç şudur: ABD ve SSCB, artık gerçekten karşıt iki sistemi temsil etmemektedirler. Aralarındaki çelişme, ancak belli koşullarda “antagonizma” değeri kazanabilir, o koşulların bulunmadığı olağan hareket tarzlarında ise, gerçekten aynı bütünün parçaları olarak birbiri üzerinde etkide bulunacaklardır.
Antagonizma ile belirlenmiş bir “bütün”, artık yalnızca devrimci sınıf mücadelesiyle, niteliği değiştirecek bir devrimle karşı karşıyadır. Bu yüzden “iki karşıt sistemin karşılıklı bağımlılığından doğan bütünsel bir dünyanın antagonizması” lafı, tam bir mantık curcunasıdır.
Marksist-Leninistler, daha önce “üç dünya teorisi” hakkında ne söyledilerse, bugün özünü hiç değiştirmeden, “tek dünya teorisi” hakkında da aynı şeyi söyleyebilirler: İki dünya vardır ve burjuvazi ile proletarya yeryüzünde karşı karşıya durdukça, dünya iki ayrı dünyaya bölünmüş olarak var olmaya devam edecektir.
Hayat ve Devrim
“Yeni Düşünce”nin yeni tezlerinden bir diğeri, devrimin, devrimci mücadelenin “hayatı tehdit ettiği” biçimindedir.
Nükleer silahlara doymuş bir dünyada yaşadığımız söyleniyor ve bu tehlikeli dengenin bozulmasına yol açacak her değişikliğin yeryüzünü ve bütün insanlığı topyekûn yok edeceği ileri sürülüyor.
“Denge”, yeryüzünün askeri, politik ve ekonomik bakımdan bugünkü paylaşılmış durumunu ifade eden bir kavram. Halklar uluslar, sınıflar üzerinde kurulan tahakküm ve sömürünün karşılıklı onaylanmış sınırları, dengenin içeriğini oluşturuyor. Bu sınırlar içinde herhangi bir halkın kendi kaderini emperyalistler aleyhine tayin etmeye kalkışması, ya da bu ülkelerden herhangi birinde gelişecek sosyalist işçi hareketinin zaferi, gerginliği ve çatışma olanaklarını artırıcı bir öğe olarak değerlendiriliyor. Süper devletler, kendi egemenlikleri altında tuttukları parçalar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunma özgürlüğünü birbirlerine tanıyorlar, karşılıklı olarak birbirlerinin alanlarına müdahale etmeyeceklerine, her bir alan üzerinde süperlerden herhangi birinin aleyhine gelişecek bağımsız hareketleri, karşılıklı olarak desteklemeyeceklerine güvence veriyorlar. Böylece, hem dünyanın bütünselliği, hem de dünya üzerindeki “hayat” korunmuş oluyor.
“Yeni düşünce” teorisyenleri, özellikle ulusal kurtuluş savaşlarının, anti-emperyalist devrimlerin yerine, uluslararası anlaşma ve uzlaşma yollarını gösteriyorlar. Hala silahlı mücadelede ısrar edenleri de, “barışçıl biçimlere yönelmekte ciddi olarak geciktikleri” için eleştiriyorlar. Silahlı mücadele yolunu seçen halkların “sorumsuz” davrandıklarını söylüyorlar. Çünkü herhangi bir yerel çatışma, bölgesel ve evrensel bir çatışmaya kolaylıkla yükselebilir, diyorlar.
Sınıf ve insan kavramlarının karşı karşıya konulmasında ve bunlar arasından “insan”ın tercih edilmesinde olduğu gibi, “Yeni Düşünce”, “hayat” ve “devrim” arasında da bir karşıtlık görüyor ve devrime karşı hayatın tarafını tutuyor!
Burada da, “hayat” denilince, Marksizm’in anladığı şeyle, “Yeni Düşünce”nin kastettiği şeyin birbirinden farklı olduğunu görebiliyoruz.
“Yeni Düşünce”, bu kavramın içeriğini,”canlı olmak, canlı kalmak” anlamına kadar düşürüyor: ölmemiş olan yaşıyor demektir, bunun içinde bulunduğu sürece hayat denir!
Özellikle insan hayatı söz konusu olduğunda, bunun hangi sosyal biçim altında gerçekleştiğine bakılmaksızın bu kavramın politika içinde Kullanılmasının, yalnızca demagojik bir örtü görevi göreceği açıktır. Çünkü hayat denilen şey, Marksizm açısından, toplumsal üretim ve yeniden üretim faaliyetiyle, bunun niteliği ile belirlenmiş ilişkilerin, kurumların ve karşılıklı etkileşmelerin bir bütünüdür. Ve “insanın hayatı”, doğayla ilişkinin toplumsal çapta örgütlenmiş olmasıyla, bu örgütlenmenin değişken, evrilerek-devrilerek ilerleyen yapısıyla karakterize olmuştur. Bu türden bir hayat için devrim, ayrılmaz, zorunlu, belirleyici bir öğedir. “Hayat” kavramını biyolojik fonksiyonlara indirgeyen bakış açısından ise, devrim, bir kutup ayısının hayatına ne kadar yabancıysa, insan hayatına da o kadar yabancı olacaktır.
Diğer yandan politik faaliyet İçinde “insanın biyolojik hayatının kurtarılması” hedefi, sınıflar, sistemler, devletlerarası ilişkinin esası halinde propaganda edildiğinde, ortada açıkça kendini gösteren şey, “bugünkü sosyal hayat biçiminin kurtarılması için işbirliği” olmaktadır. Sosyal hayatın, üretim ilişkilerinin ve üretim biçimlerinin, doğa ile ve insanın biyolojik varlığı ile böylesine içice geçtiği bir çağda, birinden birini yalnız başına kurtarmak kesinlikle mümkün değildir. Doğayı olduğu gibi, insanın biyolojik hayatını kurtarmak da, kesin olarak insanı bugünkü üretim tarzından ve onun siyasal biçimlerinden kurtarmak anlamına gelecektir. İster doğal hayatın korunması anlamında olsun, ister insan soyunun nükleer tehditten kurtarılması anlamına gelsin, “hayat”, yalnızca tek bir biçimde, dünya çapında bir sosyal devrimle devam ettirilebilecek kritik bir noktaya gelmiştir.
Gerek nükleer silahlar, gerekse “Çevre kirliliği”, kendilerini doğuran toplumsal ilişkiler bütünüyle yok edilmedikçe ortadan kaldırılamayacak kadar sağlam ve temelli öğeler olarak kapitalist üretim tarzının içinde yer tutmuşlardır.
Sanayinin olduğu kadar, siyasetin de bugünkü sınıfsal niteliği ve örgütlenme tarzı, devam ettikçe, sanayinin azami kar yasasına göre işleyen tahripkâr ve yok edici mekanizmaları ve kitlesel kırım silahlarının üretimini dayatan sınıf ilişkileri yaşamaya devam ettikçe, “hayatın kurtarılması” söz konusu bile olamaz.
Yeryüzünde hayatı yalnızca devrim kurtarabilir. Bu açıdan, hayatı ve devrimi birbirinin karşıtı olarak gören ve gösteren “Yeni Düşünce”nin çağrısı, devrimi birlikte önleme çağrısı anlamına geldiği için, aynı zamanda hayatı birlikte ve barış içinde yok etme çağrısıdır da.
Bu yazıda kendisine atıfta bulunulan ve geniş literatür içinde “Yeni Düşünceyi en karakteristik yönleriyle açıklayan yazılar aşağıda gösterilmiştir:
-KARŞILIKLI BAĞIMLI BİR DÜNYADA KAPİTALİZM, Y. Primakov. Yeni Açılım, $. 1
-YENİ SORUNLAR, YENİ YAKLAŞIMLAR, Z. Dilmen / Yeni Açılım, S. /
-YENİ DÜŞÜNCE VE DÜNYANIN SOSYAL YENİLENMESİNİN PERSPEKTİFLERİ, Y.G. Plimak / Yeni Açılım; S.1
-YENİ HÜMANİZM, BİLİM VE FELSEFE, I. Frolov / Dünyaya Bakış, S. 14, Haziran ’89
-ÖZNE: İŞÇİ BINIFI, ÖZNE: İNSANİ PERSPEKTİF, S. Ertem, E Bulancaklı / Yeni öncü, S.19, Aralık ‘89
-TARTIŞILAN KARŞILIKLI BAĞIMLILIK: BUNDAN SONRA NEOLACAK? /Dünyaya Bakış, S. 16, Ağustos ‘89
-GÜNÜMÜZ KAPİTALİZMİNİN ÖZGELİŞİM MEKANİZMALARI ÜZERİNE, Y A Barko / Yeni Açıtım, S. 13, Mayıs ‘89
-FELSEFE KONUSU OLARAK “YENİ DÜŞÜNCE”, Ö. B. Canatan / Felsefe Dergisi, 86/4
-KONUŞMALAR, MAKALELER, M.S. Gorbaçov / Amaç Yayıncılık.
EK
KARŞILIKLI BAĞIMLILIKTAN KİM NE ANLIYOR?
Özetlediğimiz bu söyleşi, “Dünyaya Bakış” dergisinin Temmuz 1989 tarihli 15 sayısında, “HEPİMİZ AYNI AİLENİN ÜYELERİYİZ” başlığıyla yayınlandı.
Konuşanlar, Güney Afrika Komünist, Partisi Genel Sekreteri Joe Slovo ile İngiliz Sanayi, Bilim ve Maliye Çalışanları Sendikası Genel Sekreteri Ken Gill. Konu, “karşılıklı bağımlılık” kavramı ve buna bağlı olarak geliştirilen politikalar ile sınıf mücadelesi ve ulusal kurtuluş savaşları arasındaki ilişki.
Yazı başlığı, konuşanların “karşılıklı bağımlı dünya” kavramını aynı içerikte anladıklarını, her ikisinin de kendilerini; “aynı insanlık ailesinin üyesi olarak” gördükleri izlenimi veriyor Bu doğru değil. Slovo emperyalistlerle, ırkçılarla aynı aileden olduğunu kesinlikle kabul etmiyor.
Söyleşi revizyonizmden ağır biçimde etkilenmiş ve revizyonizmin dünya çapındaki denetim ve yönlendirmesi altında kalmış olsa da, aynı zamanda sınıf mücadelesini, ırkçılığa ve sömürgeciliğe karşı inatla ve cesaretle sürdüren bir halkın içinde yaşamak zorunda olan bir siyasal örgütün liderinin, Marksizm’in temel tezlerinden ve devrimci ilkelerinden tam olarak kopamadığını göstermesi açısından ilginçtir.
Bütün söyleşi boyunca Slovo, hala sınıf mücadelesi kavramına bağlı kalmaya ve “karşılıklı bağımlılık-bütünlük” kavramlarını, sınıf mücadelesi ekseninde yorumlamaya umutsuzca çaba gösteriyor. Halkının mücadelesi sürüp giderken Güney Afrika Cumhuriyetinin ırkçı-faşist egemenliği altında işçiler çetin bir mücadele yürütürken, nasıl bir karşılıklı bağımlılık içinde olunabileceğini, kendisinin ve yoksul halkının nasıl olup da emperyalistlerle, ırkçılarla, sömürgecilerle aynı bütünün parçası sayılabileceğini anlayamıyor.
Bütün kafa karışıklığına ve SSCB hakkında beslediği umutlara rağmen SLOVO gösteriyor ki, revizyonizmin Gorbaçovcu biçimi, bugüne kadar önemli etki ve denetim altında tuttuğu anti-emperyalist savaş veren örgütlerden hızla tecrit olacak, etkisini ve denetimini sürdürmekte çok ciddi zorluklarla karşılaşacaktır.
Uzun yıllar, bölgesel ya da kıtasal hegemonya politikalarının araçları olarak görülen ve bu yüzden malzeme ve personel yardımı yoluyla SSCB’ye bağlı odaklar halinde tutulmaya, bağımsız gelişme yollarını aramaya izin verilmeksizin yaşatılmaya çalışılan gerillalar, halk kurtuluş örgütleri veya “geri kalmış ülkelerin” mücadeleci halklarıyla, işçi sınıflarıyla bağlarını, revizyonizmin yozlaştırıcı ve geriletici etkisine rağmen bir ölçüde olsun sürdürebilmiş partiler artık bu bağımlılığı tanımakta güçlük çekecekler ve içlerinden bir bölümü daha devrimci, bağımsız politikalar izlemek fırsatını bulabileceklerdir.
Moddern revizyonizmin son atılımı, onu emperyalist dünyanın sıkı sıkıya bağımlı bir üyesi haline getirirken, halkların ve işçilerin dünyasındaki yabancı ve sahte varlığına da kesin olarak son verecektir.
Slovo, bütün kafa karışıklığına ve kişisel olarak gösterdiği ikircikli ve güvenilmez tutumuna rağmen bir umut ışığı yakabiliyor. Kuşkusuz revizyonizm tarafından mücadeleleri inkar edilen ve bastırılma ya çalışılan bütün dünya halkları ve işçi sınıfı, ikircikli bulanık kafalı “Önderliklerinden kurtulmayı, kendilerine yaraşır Marksist-Leninist partiler yaratmayı başarabileceklerdir. Ama bu arada, revizyonizmle maddi ve düşünsel bağımlılık ilişkisi içindeki pek çok devrimci ve örgüt de artık uyanacaktır.
“Yeni düşünce” emperyalizmin bütünlüğü içindeki yerini alırken, karşıt bir bütünlüğün işçilerin ve halkların bütünlüğünün de olanaklarını ister istemez genişletiyor, serbest bırakıyor
Slovo’nun karşısındaki emperyalist sendikacı K.Gill ise herhangi bir kafa karışıklığına ve tereddüde düşmeden Gorbaçov’un tezlerini son derece “vazıh” bir biçimde kavramış görünüyor. O tezlerde, Slovo’nun aksine, kendisine yabancı hiç bir şey bulmuyor. Slovo’nun beğenmediği yadırgadığı bazı çok kaba sapmaları yontmaya, yeniden revize etmeye çalışarak aralarında bir anlaşma zemini kurmaya, aynı ailenin üyesi olduklarına onu inandırmaya çalışıyor.
Bu ilginç söyleşiyi özetleyerek ve notlayarak aktarıyoruz:
Slovo; Günümüzde sık sık “karşılıklı bağımlı dünya”dan söz ediliyor. Buna göre, her şeyden önce, dünyada yaşayan insanlar arasında, hiç bir sınıf veya yönetim biçimi gözetmeksizin, her şeyin mahvına yol açacak olan nükleer bir felaketin önlenmesi hususunda “karşılıklı bağımlılık” mevcuttur.
(…)
Gorbaçov tarafından, evrensel değerlerin sınıfsal değerlerden daha üstün olduğu biçiminde formüle edilen tezi ben şöyle anlıyorum: Belli değerlerin savunulması tersi durumunda çatışacak sınıfların karşılıklı yararınadır. Ama bu değerler sınıfsaldır. Örneğin, güçler dengesi bozulursa, emperyalizmin kendisini gene insanlık değerlerine bağlı göreceği çok kuşkuludur,
(Slovo, yüzyıllardır aldatılmış bir halkın işçi sınıfının deneylerini tümüyle unutmuş değil, “insanlık değeri” denilen şeyin, kendileri ve emperyalistler için farklı anlamlara geldiğini hatırlatıyor.)
K. Gill: Karşılıklı bağımlı bir dünyada yaşıyoruz ve bu bağımlılık, şu bakımlardan daha da artıyor: iletişim ve seyahat çok hızlanmıştır… Çevre kirliliği ekolojik sistemi tehdit ediyor… Bu sorunların başlıca sanayileşmemiş ülkelerin işbirliği olmaksızın çözümlenmesi bana imkânsız görünüyor.
(Slovo ile K. Gill “karşılıklı bağımlılık” durumunun kaynaklarını ve belirtilerini farklı görmekle kalmıyorlar, çözüm yolu bakımından da ayrılıyorlar. Slovo, konuşmasının sonlarına doğru karşılıklı bağımlılık kavramını çok açık tanımlıyor: “Sermaye, uluslararası bir biçimde işletilerek, sınırları aşarak ve sık sık ulusal çıkarları hiçe sayarak, gittikçe daha fazla karşılıklı bağımlı duruma geliyor.” Bu kavrayış Gorbaçov’un önerdiğinden ve Gill’in anladığından tamamen farklıdır ve Marksizm’in “eski” tezlerine uygundur. Ne var ki, Slovo, bu tanımdan sık sık uzaklaşıyor ve Gorbaçov’u fazla “üzmekten” sakınıyor.
Slovo: Bu olanakları kullanırken hedeflerimizi açıkça belirlemeliyiz. Kuramsal açıdan, sınıf savaşının barış için mücadeleye bağlı olduğunu, ya da tam tersini söylemek bana şüpheli geliyor. Bu ikisi arasındaki ilişki her somut durumda ve ana göre değişiyor. Bazı ulusal bağımsızlık savaşlarında barışı sağlamanın bir ön koşulu, pekala bir silahlı devrimci baskı olabilir… Kurtuluş savaşını, barış savaşımına bağlı kılmaya çalışmak, özgürleşmemiş, gelişmekte olan dünyanın çıkarlarını özgür ve gelişmiş dünyanın çıkarlarına bağımlı kılmakla aynı etkiye sahip olacaktır.
K. Gill: … Gerçekten de, uzun yıllar boyunca, yığınsal halk hareketi gerek silahla, gerek diplomatik bir uluslararası desteğe karşın… kesin bir zafer kazanmadılar. Bu koşullarda ve bölgesel uzlaşmazlıkların siyasal alanda çözülmesi çabalarına verilen hızı da dikkate alarak, silahlı mücadeleyi öne çıkarmak yerine, görüşmeler yoluna başvurmak, ilerici güçler açısından daha yararlı olacaktır.
(Gill, ulusal kurtuluş savaşlarını, bölgesel anlaşmazlık olarak görüyor. Halkların değil, uluslararası diplomasinin bir sorunu olarak görüyor. Slovo, bunu anlamaya yanaşmıyor.)
SLOVO; Ama tümü anlaşmazlıklar politik yollardan çözülecek kadar olgunlaşmamıştır… ne sonuç vereceği kestirilemeyen bir görüşme sürecini her türlü bedeli ödemeyi göze alarak kabullenmek bence doğru değil…
Ulusal uzlaşma doktrini evrensel bir doktrin olarak görülmemelidir. Tersi durumda şu ya da bu ülke halkını etkileyerek çatışmanın sınıf temelini oluşturan sorunlar ikinci plana itilmiş olur. Bir global kavram olarak uzlaşmanın felsefesi, sınıfsal ve toplumsal savaşımların, tarihin başlıca itici gücü olduğu şeklindeki Marksist postulayı reddetmektedir.
(Burada ilginç olan, Slovo’nun temel Marksist postulalara hala yakınlık duyması ve bunların reddine tepki göstermesidir. Bu, mücadele eden bir halkın, kendi içinden çıkan revizyonistlere bellek tazelemeleri için yaptığı baskının sonucudur. Ama Slovo, diğer yandan büyük revizyonisti kollamaya çalışıyor:)
… Elbette, (çıkış nedeni ne olursa olsun) bir çatışmanın görüşme, hatta uzlaşma, anlaşma gerektirdiği yerde ‘sonuna kadar savaş’ söz konusu olamaz.
(gene de, haklı bir savaşın barış uğruna feda edilmesine gönlü razı olmuyor:)
… Ama toplumsal ilerleme ve ulusların bağımsızlığı ve kendi kaderini tayin hakkı için verilen savaşımı frenlemek ve sınırlandırmak olanaksızdır. Haklı bir savaşım yürütenlere destek vermek, sosyalistlerin ve demokratların ahlaksal bir görevidir.
(K. Gill, Slovo’nun kimi bakımlardan oldukça “eski kafalı” olduğunu görüyor. Hiç olmazsa onun elinden SSCB’yi kurtarmak için, suçu “kötü teorisyenlerin” üstüne atma taktiğine başvuruyor.)
K. GİLL: Çoğu kimse şu soruyu soruyor Sovyetler Birliği, ulusal uzlaşma doktrini adına toplumsal ve ulusal bağımsızlık savaşı verenleri yalnız bırakarak enternasyonalist dayanışmayı ortadan kaldıracak mı? Batılı devletler SSCB’nin devrimci hareketlere verdiği desteği keseceğini umuyorlar. Acıdır ki, bazı teorisyenler işi bu umutları desteklemeye kadar vardırıyorlar. Benim görüşüme göre, bu yargılar sosyalist ülkelerdeki parti yöneticilerinin görüşlerini yansıtmıyor.
(“Kötü teorisyenler” teorisini, Slovo, kendi sıkıntısını giderecek bir açıklama olarak kabul ediyor. “Teorisyenlerce” ileri sürülen, “emperyalistlerin eşitlikçi bir yeni ekonomik düzen kurmaya katılacakları” tezine ve “anti sömürgeci savaşlar geçmişte kalan bir şey” olarak görmelerine çok kızıyor.)
Slovo Son olarak yeni düşünce üzerine pek çok yazıda ortaya konan, iki sistem arasındaki rekabetin çağımızın başta gelen eğilimi olmaktan çıktığına ilişkin görüşleri de onaylanamaz… Bu rekabeti temel eğilim olmakta olarak kabul etmezsek insanlığın gelecekte izleyeceği yola ilişkin tartışma neye yarayacak?
(Özellikle son soru yakıcı bir önemdedir, Slovo, ne kadar şaşırtılmış olursa olsun, savaşan bir halka, kendi geleceğinin sosyalizmden başka bir yerde gösterilmesini benimseyemiyor. Ve tavır koyuyor:)
… “Eski düşünce”nin bir temsilcisi olarak suçlanmayı da göze alarak, bu görüşleri sorgulamamız gerekiyor.
Şubat 1990