Gorbaçov, Bakû’de olağanüstü durum ilan ederek Azerbaycan’a sefere çıktı. Bahane, Azerilerle Ermeniler arasındaki çatışmanın önlenmesiydi. Gerekçeler, “canice tutumlara, insani ölçüleri yitirmiş olan aşırılıklara bir son vermek”, “iki halkın barışçıl, özgür ve demokratik gelişmesini sağlamak”tı. Amaçları böyle ilan edilen askeri sefer sırasında yüzlerce insan “insanlık dışı” bir tutumla ve “canice” katledildi. Tank paletleri ve kurşunlar, “insanlık”a düzülen övgüleri ve bu yöndeki gerekçeleri süpürdü attı.
Azerbaycan işgaliyle birlikte gerçekleşen katliam, “demokrasi, “insan hakları” ve “özgürlük” sözcüklerini dilinden düşürmeyen “barış” havarisi Gorbaçov ve revizyonizminin demagojisinin ardındaki kanlı yüzü ortaya koyan bir örnektir. Bu örnek, revizyonistlerin ve onları destekleyen emperyalistlerin dilinde bu sözcüklerin gerçek anlamını gösteriyor.
Askeri müdahalenin amacının ‘iki hakin barışçıl, demokratik ve özgür gelişimini sağlamak” olduğu yalanı, aldatıcı rol oynayamıyor. Bizzat işgal, tank paletleri altında parçalanan ya da kurşunlanarak katledilen yüzlerce insan, estirilen yoğun ve yaygın terör, tutuklamalar, bölgeye “özgürlük”, “demokrasi” ve “barış”ın tam zıtlarının götürüldüğünün kanıtlarıdır. Emperyalist ve revizyonistlerin ağzında bu sözcüklerin gerçek anlamı, halkları boğazlamak ve köleleştirmektir.
Kuşku yok ki, Azerbaycan’ın işgali bölgedeki çatışmalara son vermek ve barış ve demokrasi götürmek için değil, Sovyet merkezi yönetiminin bölgede sarsılan otoritesini pekiştirmek, ayrılma yönelimini durdurmak ve halklara gözdağı vermek amaçlarıyla gerçekleştirilmiştir. Merkezi yönetim, âdemi merkeziyet ve bölgelere özerklik politikalarının göstermelik niteliğini ortaya koymak üzere, uzun süredir gönüllülük yerine zora dayanan birlikten ayrılma ve merkezi otoriteyi tanımama eğilimlerinin güçlenmesi ve birliğin dağılıp parçalanması tehlikesi karşısında sessiz kalmayacağını, Azerbaycan örneğinde olduğu gibi, çizme aşıldığında kanlı yöntemlere başvurmaktan kaçınmayacağını göstermek istemiştir.
Gorbaçov, gelişmeler karşısında böyle bir müdahalede bulunmaktan başka çare kalmadığını, müdahalenin zorunluluk haline geldiğini söylerken bir gerçeği de dile getirmektedir: Gerçekten de, Ekim Devrimi öncesi gibi bir “uluslar hapishanesi” niteliğini yeniden kazanan, ulusal düşmanlıklar, çatışmalar ve milliyetçi hareketlerle çalkalanan Sovyetler Birliği’nin “dış bölgeler”inde, ok bir kez yaydan çıktıktan sonra, “düzeni sağlama”da orduyu daha fazla ve doğrudan devreye sokmaktan başka çare yoktur.
Canlanan ulusal düşmanlıklar ve çatışmalar ve milliyetçi eğilimlerin güçlenmesi hangi temelde yükseliyor?
Ekim Devrimi öncesi Çarlık Rusya’sı bir “uluslar hapishanesi”ydi. Ekim Devrimi, işçi ve emekçilerin kurtuluşunun yolunu açtığı gibi, ezilen ulusların da kurtuluşunu sağladı. Ulusal ayrıcalıklara son verdi ve ulusal baskıyı tarihe gömdü. Ulusal düşmanlık ve çatışmalar son buldu, milliyetçi önyargılar ve güvensizlik yerini halkların enternasyonalist dayanışmasına bıraktı ve zora dayalı birliğin yerini ulusların kendi iradelerine dayanan özgür ve gönüllü birliği aldı. Lenin ve Stalin’in yaklaşık 40 yıllık Sovyet iktidarı ve proletarya diktatörlüğü döneminde, SSCB’de halklar, eşit haklara sahip olarak ve kardeşçe yaşadılar ve enternasyonalist bir ruh ve tutumla aynı sosyalist ideallerle, burjuvaziye, emperyalizme, faşizme karşı, sosyalizmin inşası için birlikte savaştılar. Ama proletarya diktatörlüğü dönemi aynı zamanda, ulusal bir baskı bir yana, ulusların ve ulusal azınlıkların özgürce gelişip serpildikleri bir dönemdi de.
Kruşçev ve özellikle Brejnev döneminde ise, kapitalizmin restorasyonu ve burjuva revizyonist çıkar ve yönelimlerle birlikte ulusal ayrıcalıklar ve baskı yeniden gündeme getirildi. Günümüzde ise, SSCB, derin bir ekonomik ve siyasal krizin yanı sıra ulusal düşmanlıklar ve çatışmalarla, milliyetçi akım ve hareketlerle çalkalanıyor. Ulusal düşmanlıklar ve burjuva milliyetçiliği, “pazar”ın yeniden önem kazanmasıyla körüklenerek boy atıyor. Aynı “pazar” kaygısı ulusal baskı ve şovenizmi güçlendiriyor. Ekim Devrimi’nin yarattığı kardeşleşmeyle son bulan Azeri-Ermeni çatışması da bu arada yeniden gündeme girdi. “Pazar” sorununun önem kazanması, pazar olabilecek topraklar sorununa önem kazandırdı. Nahçıvan ve Dağlık Karabağ’ın hangi ulusun pazarı olacağı sorunu, çatışmanın kaynağı haline geldi. Askeri müdahale bu zeminde ortaya çıktı.
Ulusal çelişki ve çatışmaların keskinleşmesi, şovenizm ve milliyetçiliğin güçlenmesi, ulusların birbirinin boğazına sarılması bu zemin üzerinde yükseliyor.
Sınıfsal sömürü ve baskı gibi, ulusal yağmanın, baskının, her türlü ulusal eşitsizliğin kaynağı kapitalizmdir, kapitalist sömürü sistemidir. SSCB’de kapitalizmin restorasyonu süreci, aynı zamanda bu ülkenin yeniden bir “uluslar hapishanesi” haline gelmesinin, ulusal hak eşitliğinin yerini ulusal ayrıcalıklar ve baskıya, halkların kardeşliği ve enternasyonalist dayanışmanın yerini milliyetçi önyargılar ve düşmanlıklara bırakmasının da sürecidir. Eski düşmanlıkla-nn, şovenizm ve milliyetçiliğin yeniden canlanması, kapitalizmin restorasyonu zemininde yükselmiştir.
Gorbaçov’un “yeniden yapılanma” olarak propaganda ettiği klasik kapitalizme geçiş politikası, işçi ve emekçi kitlelerin sömürülmesinin daha da şiddetlenmesine, sınıfsal farklılık ve çelişmelerin daha da derinleşmesi ve belirginleşmesine yol açtığı gibi, ulusal çelişki ve çatışmaların, ulusal ayrıcalıkların, rekabetin, burjuva milliyetçiliği ve şovenizmin de güçlenmesine neden olmuş, bunları körüklemiştir.
Batılı emperyalistlerin desteğinde Gorbaçov revizyonizmi, “yeniden yapılanma” ve “açıklık? politikası ile, Sovyet toplumunun “refaha kavuşacağı”nı ve ‘insanların özgürleşecekleri”ni propaganda ediyor. Oysa “piyasa koşulları”, “rekabet ve “kâr” ilke ve dürtülerinin ve bu sloganlarla klasik kapitalizme yönelinmesinin proletaryaya, emekçilere ve ezilen halklara “refah” ve “özgürlük” değil emek sömürüsünün yoğunlaşmasını ve her türlü baskının artışını getirdiği açıktır. “Yeniden yapılanma”, ulusal eşitsizlikleri körükleyerek merkezi ve yerel burjuva gruplar arasında, cumhuriyetler ve bölgeler arasında çıkar çelişkilerini, piyasa ve dolayısıyla pazar sorunu çerçevesinde şiddetlendirmiştir. Bugün bu şiddetlendirilmişliğin süreci yaşanıyor.
Stalin’in söylediği gibi, “ezilen ulusların kurtuluşu olmaksızın, ulusal özgürlük olmaksızın” nasıl sosyalizmin var olması düşünülemezse, kapitalizmin de ulusal baskısız varoluşu düşünülemez.
“Egemen ulusların çıkarları ile bağımlı ulusların çıkarları arasındaki çelişkiler, öyle çelişkilerdir ki, bunlar çözümlenmedikçe, çok uluslu bir devletin kararlı varoluşu olanaksızdır. Çok uluslu burjuva devletin trajedisi şudur ki, o bu çelişkileri çözebilecek durumda değildir, özel mülkiyeti ve sınıf eşitsizliğini sürdürerek, ulusları ‘eşitleştirmek’ ulusal azınlıkları korumak için yaptığı girişimlerin hepsi genel olarak yeni bir başarısızlığa, ulusal çatışmaların yeni bir kızışmasına yol açar.”
Bu çelişkiler bugün Sovyetler Birliği’nde en açık bir şekilde yaşanıyor. ABD’nin yanı sıra süper güç konumunu korumaya devam etmesine rağmen, kapitalist dünya pazarında rekabet gücü önemli ölçüde zayıflayan, Doğu Avrupa’daki uydusu ülkelerin bazılarını daha şimdiden giderek Batılı emperyalistlere kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya olan SSCB’nin iç durumu da hiç parlak değil. Ekonomisinin tıkanıklığını ve içine yuvarlandığı krizi bir türlü aşamayan Sovyetler Birliği’nde, cumhuriyetlerin merkezden bağımsızlaşma ve -Battık ülkelerinde olduğu gibi- “Birlik”ten tümüyle kopma eğilimleri gittikçe güçleniyor, yaygınlaşıyor. Gorbaçov, bu eğilimlerin önünü almak amacıyla başta Baltık ülkeleri olmak üzere Cumhuriyetleri dolaşıp duruyor, SSCB’nin zayıflamasına neden olan bu etkeni geriletmek için vaatlerde bulunuyor. Ayrılmanın yasaya bağlanacağını söyleyerek, çeşitli tavizlerle kapıdaki tehlikeyi atlatmaya çalışıyor. Ancak, Stalin’in belirttiği gibi, çok uluslu burjuva devletlerin onmaz çelişkisini çözemeyecektir. “Yeniden yapılanma” ilerledikçe ulusal çelişki ve çatışmalar daha da kesinleşecektir.
Öte yandan tüm çok uluslu burjuva devletlerde olduğu gibi, SB’de de ezilen ulus ve halkların çıkarları ortaktır. Azeri, Ermeni, tüm1 halklar ortak çıkarlara sahiptir. Sınıfsal sömürü ve baskı gibi, ulusal yağma ve baskının, tüm ulusal ayrıcalıkların kökünün kazınması, ancak sosyalizmle olanaklıdır. Kuşkusuz, gerçek sosyalizmle. Bunun yaşanmış kanıtı, ne denli çarpıtılıp tersyüz edilmeye çalışılırsa çalışılsın Lenin ve Stalin dönemi Sovyetleridir. Ermeni, Azeri ve diğer uluslardan emekçi halkın kendi burjuvaları peşinde başka uluslardan sınıf kardeşleriyle düşmanlaşmadan uzak durup, silahlarını yeniden kendi burjuvalarıma birlikte Sovyet sosyal emperyalist burjuvazisine çevirmeleri ve sosyalizm yolunu tutmaları, ulusal baskı ve ayrıcalıklara da son verecek tek yoldur ve ortak olan çıkarlarının gereğidir.
Halkların karşısında her zaman olduğu gibi Batılı emperyalistler de yer alıyorlar. Ve bu gün bu yer alış, ezilen halkların aldatılmasını ve bu amaçla onların safında görünmeye çalışılmasına önem vermeyen bir açıklıktadır. Nedeni, kapitalist “yeniden yapılanma” politikasıyla Gorbaçov’un başarısını dilemek ve bu başarının onlara Sovyet pazarından sunacağı yeni olanakların hesabını yapmaktır.
Türkiye gericiliği de, bir yandan Amerikan emperyalizminin izlediği politikayla uyum içinde kalmaya özen gösterirken, öte yandan “soydaşlarımız” edebiyatıyla Azerbaycan’ı destekleyip kazanmaya yönelik bir politika izledi. Bu ikili yan Türk gericiliğini tutarsızlığa götürdü, ama yine de söven bir kampanya sürdürüldü. Şeriatçı, faşist güçler harekete geçirildi, Azerbaycan olayları ırkçı faşist ve dinci gerici propaganda ve eylemin aracı haline getirildi. Bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılarak, bu kampanya içinde faşist ve şeriatçı hareketin güç toplaması tutumu geliştirildi. Emekçilerin, gençlerin, devrimciler ve Marksistlerin hemen tüm gösterilerine saldıran polis, faşistlerin gösterilerinin korumasını yaptı, hiçbir müdahalede bulunmadı. Sosyal demokratlar ve burjuva liberalleri de bu kampanyada yer aldı. Türk-İş, Azerbaycan mitinglerinin tertip komitesi üyeliğinden son anda çekildi.
Faşistlerden sosyal demokratlara kadar tüm şovenizm körükleyicilerinin amacı, Türkiye halkının dikkatini, bir türlü içinden çıkamadıkları ve bir çözüm yolu öneremedikleri ülkenin, emekçilerin sorunlarından dış sorunlara döndürmekti. Türkiye’deki faşist teröre ses çıkarmayan, Eylül’e söz söyletmeyen, reformcu bir Kürt Konferansı’na katıldıkları gerekçesiyle kendi milletvekillerini ihraç eden, faşizm destekçisi sosyal demokrat ve liberallerle, Türkiye’nin emek düşmanı ve ulusal baskı destekçisi faşistlerin ve gericilerinin Azerbaycan halkına yönelik katliama karşı çıkmalarının demagoji ve şovenizm dışında bir temeli yoktur ve olamaz.
Bugün “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” şiarını tüm canlılığıyla daha çok yükseltmenin günüdür.
Mart 1990