Kent …
Kentlerin tarihi, toplumsal artı-ürünle ve bunun gerektirdiği yeni toplumsal örgütlenmelerin doğuşu ile başlar. Kentler, hem artı-ürünün merkezileşmesinin alanı, hem de dağılımının ve yeniden üretiminin diğer sonuçlarının denetlenip yönlendirildiği karar ve yönetim merkezleri olarak ve olabildikleri ölçüde gelişirler.
Çağdaş kentin temel özellikleri de, bu tarihsel oluş çizgisinin evrilmesinden ve dönüşmesinden çıkagelmişti. Ama günümüzde kentin ayırt edici özelliklerini, geçmiş çağlardan bir kopuş ve sıçrama noktasında, emek ve sermaye ilişkisinin, emeğin ve sermayenin hareket biçimi ve araçlarının bütünlüğünde aramak doğru olacaktır. Bütün kent ilişkileri ve oluşumları, eninde sonunda, artı-değerin üretimi ve yeniden üretimi ile buna el koymanın özel ekonomik-politik araçlarının ve emek gücünün yeniden üretilmesinin olanaklarının yaratılmasına, geliştirilmesine ve yönetilmesine yöneliktir.
Bu soyutlama düzeyinde, o kaotik kent örgüsünü başlıca üç düğüm noktasında anlayabilme, çözme ve yeniden örme olanağı doğar: Önce, üretimin dolaysız ve dolaylı araçlarıyla, ilişkileriyle nitelik kazanan aletler ve nesnelerin oluşturduğu tabaka; bir başka deyişle, sermaye birikim ve dolaşımının, artı-değer üretiminin ve sömürüsünün olanaklarını ortaya çıkaran, ilerleten, düzenleyen “tabaka”… Sonra, emek gücünün yenilenmesi için gerekli nesnelerin üretilip tüketildiği alanların ve ilişkilerin oluşturduğu “tabaka” … Ve en sonunda, politik karar ve yönetim birimlerinin, araçlarının ve olanaklarının kapladığı “tabaka” … Bu, daima ayrılamaz halde iç içe, birbirine geçmiş ve birbiri üzerinde hareket eden “tabakalar”, modern kenti karakterize eden temel öğeleri içlerinde taşırlar, birbirlerine aktarırlar ve sürekli genişletir, dönüştürürler. Öyleyse, modern kent, kendi kurucu ilkesi olan emek-sermaye ilişkisi üzerinde yükselirken, şu temel özellikleri gösterir:
Kent artı-değerin üretildiği başlıca ve etken alandır. Bu özellik, tarihsel olarak kente kapitalizm tarafından kazandırılmıştır ve kapitalizmin gelişmişlik ölçütü sayıla-gelmiştir. (Bazen tersine, kapitalist ilişkilerin kazandığı yeni biçimler kentin gelişmişlik ölçüsü sayılabiliyor. Son zamanlarda, finans çevrelerinin teorisyenleri, bir kentin gelişmişlik düzeyini, menkul değerler borsasının işlem hacmiyle ölçüyorlar. Buradaki açık tek yanlılık ve finans-merkezcilik kolayca tespit edilebilir; ne var ki, kent olgusuna, artı-değere el koymanın özel VB spekülatif organizasyonu açısından bakan bu ölçünün ilginçliği göz ardı edilemez.) Kapitalizm öncesi biçimlerde kent, gene artı-ürünün sonuçları üzerinde yükseliyordu, ama bunun üretilmesinin esas alanı değildi. O zamanlar kenti karakterize eden şey, artı-ürünün toplanıp biriktirilmesinin, dağıtılmasının, tüketilmesinin ve bunların yönetilmesinin organizasyonuydu. (1) (Artı-ürün ve artı-değer, tarihsel bakımdan farklı toplumsal kuruluş evrelerini temsil etseler de, bunların kimi yer ve zamanlarda aynı anda, birlikte var olabildikleri görülebilir. Burada, soyut kent kavramı üzerinde bir model çalışması yapıldığından, somut tarihsel oluş tarzları üzerinde durulmuyor.)
Ama modem kent yalnızca sınıf ilişkilerini ve çatışmaların temeli olan artı-değerin yaratıldığı alan olmakla kalmaz; aynı zamanda, artı-değere el koymanın özel ekonomik, sosyal ve politik biçimlerinin de yeniden üretildiği alan özelliğini taşır. Böylece kent, toplumsal biçimlenmenin, üretim biçiminin yeniden üretilmesini de temsil eder. (2) Burada, maddi hayatın yeniden üretiminin başlıca iki yanını, birbiri içinde ilerleyen ve birbirine bağımlı iki yanını ayırt etmek, kentin kuruluş ve düzenleniş mekanizmalarını ve kentin temel kategorilerini tanımlayabilmek bakımından önem taşıyor. Birincisi, sermayenin organik bileşimine ilişkindir, ikincisi, emek gücünün yeniden üretilmesine ilişkindir. Ve kent, bu iki yanın birliği olarak, bir yandan sermayenin hareketinin, merkezileşmesinin ve birikiminin bütün yollarının kesişme noktasıdır, diğer yandan da, emeğin hareketinin, emek gücünün yeniden üretilmesinin bütün ihtiyaçlarının toplumsal örgütlenmesinin merkezidir.
Emek-sermaye ilişkisinin modern kent organizasyonu içinde en yüksek sosyo-politik içerik ve biçimleri kazanabilmesinin bir nedeni, kentin bizzat kendisinin bir “sermaye birikimi” olmasıdır. Ulaşım, hizmet ve üretim binaları iletişim ve diğer kent-belediye işlevlerinin yürütülmesinin araçlarının ve yollarının üretimi, kentleri muazzam sermaye birikimi ve yatırım alanları haline getirmiştir. (2)
Ve nihayet kent, tarihin diğer evlerinde görülmedik ölçüde rant yaratan sonuçlar geliştiren kapitalizm için özel bir etki ve işleyiş alanı özelliği taşır. Yalnızca “menkul değerlerin dolaşımı için değil, aynı zamanda sürekli genişlemenin ve yenilenmenin doğurduğu büyük spekülasyon hareketleri ve bunların çeperlerinde oluşan ilişkiler, kent ve rant arasında dolaysız, büyüyen ve kentin özellikle sosyal kategorilerini artı-değerin doğrudan ilişkileri içinde tanımlanamayacak etkiler altında tutan bağıntılar kurmaktadır. Rantiye tabakaların oluşmasında, gelişmesinde ve gittikçe daha fazla bir biçimde, üretimin doğrudan işlevleri ve etkileri dışına sürülerek, sosyal organizasyonun saçaklarında asalak bir hayat tarzının ve asalak, yabancılaşmış alt-kültürlerin doğuşunda başrolü oynayan tüketici bir aylaklar tabakasının etki kazanmasında kent, özel bir gübrelik oluşturmaktadır.
Fabrikalar, işlikler, ticarethaneler, bankalar ve borsalar, depolar, limanlar, hava meydanları, istasyonlar, köprüler, yollar, caddeler, sokaklar, evler, apartmanlar, lokantalar, birahaneler, barlar, tiyatrolar, sinemalar, stadyumlar, okullar, hastaneler, karakollar, garnizonlar, hapishaneler… ve bütün buralarda çalışan, üreten, alan, satan, tüketen, barınan, eğlenen, eğitini gören, tedavi olan, yönetilen ve yöneten insanlar… Bütün bu öğelerin karşılıklı hareketi sırasında ve sonucunda, kentlerin fiziki çehresi biçim kazanıyor. Bu hareket, kentin yerleşim noktalarının ve iletişim bağlantılarının ne tarzda ve ne için inşa edileceğini, çoğunlukla kendiliğinden, bazen de bilinçli bir politikanın ürünü olarak kararlaştırıyor. Bu karar sürecinde egemen burjuvazi aşağı yukarı yüz elli yıldır, kentlerin inşasında söz sahibi oldukları her durumda, yeni bir öğeyi göz önünde tutuyor: emek-sermaye çatışmasının özel toplumsal biçimlerine, ayaklanmalara ve ihtilallere karşı, bütün bunların varlık koşulu olan kenti bir engel haline getirebilmek…
Nesnenin oluş sürecinde en son ortaya çıkan kategori, diğer ilişkileri, süreçleri ve kategorileri açıklayıcı bir değer ve içerik taşır. Kentleşmeye yapılan politik müdahale, bu türden yeni bir kategori oluşturuyor. Hem önceki hareket ve ilişki biçimlerinin en yüksek yoğunlaşmasını ve gelişmesini ifade ediyor, hem de sonraki hareket ve ilişkilerin gelişmelerini ve yönelimlerini belirtiyor. Modern kentlerin kuruluş ve yeniden yapılışının karar süreçlerinde, sosyal sınıf ilişkilerinin alabileceği boyutlar önemli bir politik perspektif olarak yer tutuyor. Böylece kentler, kendi tarihlerinin aşılma noktasında, varoluşlarının temel ilkesinin denetlenebildiği mekânlar olarak planlanmaya çalışılırken, bunun ifadesi olan politikalar, kentleri yeniden tanımlamanın da başlangıcına oturtuyor. Kent, şimdi kendisinin kaynaklık ettiği çelişmelerin çözümünün engeli kılınmak üzere tasarlanan politik bir birim olarak karşımızdadır.
Aynı öğe, karşıtlığın öteki kutbu olan emeğin politik hareketi bakımından da aynı derecede önemlidir. “Proletaryasız burjuvazi” yaratma yönündeki her ütopik çaba, onun başka bir alanda yeniden ortaya çıkışını önleyemez. Bu kesintiye uğratılamayan akış içinde, proletarya, kendi imkânlarını yeniden bulup kendi gerçekliğinin yoluna koşma yeteneğini gösterebiliyor.
Sokaklar…
Paris, kent ve politika ilişkisinin modeli olarak ele alınmasına yetecek tarihsel özellikler taşır. 1789, 1830, 1848, 1870, 1944, 1968 ihtilalleri ve ayaklanmaları, Paris’i bir devrimler ve karşı-devrimler kenti olarak tarihe sokmuştur, işçi sınıfının temel üretici güç olageldiği her kent gibi, Paris de, burjuvazinin olduğu kadar, proletaryanındır da. Sermayenin her başkenti emeğin de başkentidir. (Kapitalizmin az çok geliştiği hemen her ülkede, politik başkentte, ekonomik başkent ayrı ayrıdır; yeni gelişmekte olan ülkelerde bu ayrım, politik bir tercihle daha başından yaratılmaya çalışılıyor. Politik başkent, mümkün olduğu ölçüde sanayiden arındırılıyor, ya da büyük sanayi komplekslerinin dışında, görece küçük tesislere, politik aygıtın dolaysız ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik üretim birimlerine izin veriliyor. Politik başkent, bürokrasinin, üniversitelerin, kültür kurumlarının ve maaşlı, rantiye sınıfların kenti olarak tutulmaya-kurulmaya çalışılıyor. Maddi üretimin ve üretici güçlerin yoğunlaşmasının, politik merkezin dışında ve uzağında gerçekleşmesine özen gösteriliyor. Ekonomik başkent ise, gene aynı politika sonucu, daha çok, ticaret, bankacılık, borsa, ulaşım sektörleriyle donatılırken, sanayi gittikçe kent hatta bölge dışına sürülmek isteniyor. Çevrecilik, bu bakımdan, bu politikanın yardımcısı olarak öne çıkarılabiliyor.) Ama bu, Paris’in tarihinde görülebileceği gibi, temel problemin “ihtilal” kavramıyla anlatılabildiği sıkıntılı bir durumdur, burjuvazi için. Kentleşmenin ilk kez politik bir perspektifle ele alındığı kent olması, bu yüzden rastlantı değildir, Paris’in.
Haussmann, 1853’de Seine Valisi olarak göreve başladığında, “III. Napolyon’un itibarına yakışır bir kent kurma” hedefini açıkladı. Planı basitti ve kent merkezine kadar yerleşmiş bulunan işçi mahallelerinin yıkılmasından ve kenti boydan boya kesen geniş, düz caddelerin açılmasından ibaretti. Bu basitliğin altında, hem çok yönlü bir politik amaca ulaşma ihtiyacı yatıyordu, hem de planın gerçekleşmesiyle doğacak sosyal ve ekonomik sonuçlar hakkında uzun erimli beklentiler karmaşası bulunuyordu. Engels, şöyle özetliyor: “… üst üste inşa edilmiş işçi mahallelerinin tam ortasında, uzun, düz ve geniş yollar açmaktaki ve onların her iki yanına büyük lüks binalar sıralamaktaki amaç, barikat savaşını stratejik olarak güçleştirme amacının yanı sıra, hükümete bağımlı, özellikle Bonapartçı bir inşaat kesimi proletaryası yaratmak ve kenti tam anlamıyla bir lüks kenti haline dönüştürmektir.” (3)
Biraz daha yakından bakılınca, burada başlıca üç ayrı oluşum üzerinde etkide bulunularak, hareketin denetlenmesinin amaçlandığı görülür: Birincisi, bir düğüm noktası olarak sınıflar ele alınır; bir yandan ihtilallerin ve ayaklanmaların temel gücü kentin dışına sürülürken, bir başka deyişle kent işçisizleştirilmek istenirken, sınıf içinde yeni oluşturulmuş ve doğrudan denetlenebilir bir katmana kent içinde geçici bir yer açılır; diğer yandan, egemen sınıf katmanlarına yeni ve güçlenme potansiyeli bulunan bir Öğe, bir spekülatörler katmanı eklenir. Spekülasyon, sermayenin en asalak birikim biçimlerinden biridir ve toplumsal yozlaşmanın en önemli kaynaklarından birini oluşturur. Ahlaki çöküntü, israf, lüks ve sefahat, bu emeksiz kazancın (gerçekte artı-değerin en hayâsızca yağmalanması olduğundan, elbette temelinde emek vardır; ama başkalarının, işin çok uzağında kalmış milyonlarca insanın emeği.) zorunlu sonucu olarak, toplumsal hayatı zehirler. Kokuşma, lümpen kategorilerin gelişmesi ve nicelik olarak aşırı büyümesi, spekülasyonun boyutlarına bağlı olarak hızlanır.
İkincisi, üzerinde etkide bulunularak hareketin denetlenmesi için geliştirilmek istenen öğelerin ikincisi, imar hareketinin ve spekülasyonun birliğinden doğar. Kentin fiziksel yeniden düzenlenmesinin kışkırttığı arsa ve diğer gayrimenkul alım satımı, üretici olmayan yeni katmanları sosyal hayata sokarken, bunların at oynattığı yeni mekânlar da yaratılır. Böylece cadde ve sokaklar, politik bir tercihin sonucu, yeni fetih tarzının öğesi olarak etki kazanırlar. Burada bütün işi, özel ve çoğu yapay olarak dayatılmış nesne ve ilişkileri pazarlamak, örgütlemek, geliştirmek ve yeniden üretmek olan meslek erbabı türer. Böylece, her türden toplumsal üretimin, bu saptırılmış son ucunda, üretim ve yeniden üretimin özelliklerini ancak posalar, döküntüler ve kırıntılar olarak bulamaç haline getirip sunan bir ortam ve’ bunun “insanları” doğar. Kaldırımlarda, ürün akışının ve üretimin ulaşım damarlarının bu çeperlerinde, bu son döküntüler ve ölü hücreler, yapışkan bir tortu olarak birikir. Burada aylaklık, serserilik, üçkâğıtçılık, tombalacılık, pezevenklik, keyif ve “zevk-ü sefa”, kendi insanlarıyla, kendi sosyetesini, kendi
İlişkilerini, kurallarını, ahlakını ve estetiğini yaratarak ve yaşatarak ürer. Burada kalmaz: Bir an, kendisinin bir son ürün olduğunu düşünmeksizin, varolan her şeyin anası ve ilkesi gibi davranma üstünlüğüne tırmanır. Ve gücünü, kentin merkezlerinden varoşlarına doğru, derece derece bir şeyleri eksilerek, bir şeyleri artarak yaygınlaşmasın da gösterir. Ne var ki artık, bir aylak eğlencesi olmak kimliğiyle değil, emek gücünün yeniden üretilmesinin vazgeçilmez araçları olarak sunulmanın kolaylıklarını kullanarak boy gösterir. Çünkü işçiler, yalnızca kas gücünün yenilenmesi için değil, insanı bir bütün olarak yıpratıp tüketen kapitalist iş koşullarının etkisini giderebilmek için de bir şeyler yapmak zorundadırlar: Onlara sunulan olanaklar ise, bunu ancak en aşağılık ve aşağılayıcı biçimler altında yapabilmesine yol verir: Kafalar çekilir, bayağı eğlencelerde zaman ve para harcanır, çapkınlık yapılır, kâğıt oynanır… Bunun, bedeni ve zihni yenilemenin yüksek, İnsanca biçimlerinin hiç sözü edilmeksizin önüne sürülmüş olduğunu ise, işçiler çoğunlukla bilemez, özetle, gücün tüketilendeki koşullar ve ilişkiler, başka biçim altında kendisini yeniden üretirken de emeğin karşısına çıkartılır. Bu, burjuva hegemonyasının ideoloji olarak yığınsal dolaşıma sokulduğu, maddi güç haline getirildiği koşutları da içerir. İşte bu önemli işlevi dolayısıyla, kaldırım hayatı, binlerce yıllık geçmişten sürüp gelen dinsel, geleneksel, folklorik inanç ve değerlerin, sermaye egemenliğinin ihtiyaçlarına göre biçim kazandığı, çoğaldığı fermantasyon ortamı olarak görünür ve korunur.
Üçüncüsü, fiziksel yeniden düzenleme, caddeleri ve onların çevresinde dolandığı başlıca yönetim birimlerinin çeperini “insansız” klimayı amaçlar. Haussmann modelinde caddeler, mümkün olduğu kadar geniş, düz ve çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş olarak inşa edilir. (4) Bu noktada, kentlerin iç organizasyonunda, politik yönetimin yerleşme koşullarına ilişkin bir tarihçe çıkarmanın yararı var.
Kuruluşunun ilk evrelerinde kentler, bütünüyle bir “kapalı alan”dır. İngilizcede “town”, Rusçada “gorod”, kent anlamına gelirken, “kapalı yer” anlamına da geliyor. (5) Surlarla, hendeklerle olsun, coğrafyanın olanaklarıyla olsun, her kent, korunma amacıyla, bir düşmana karşı kapatılır. Bu düşman, komşu kent devletleri olabilir, barbarlar olabilir veya doğrudan doğruya kendi varoluşunu mümkün kılan artı-ürün eritici kitleler, serfler, köleler olabilir. Bütün ortaçağ kentlerinin karakteristikleri arasında “burg” (“Burg”, Türkçede “burç” biçimini alır. Bununla birlikte, Anadolu’da, adında “burg” bulunan pek çok yer vardır: Kemerburgaz, Lüleburgaz, Burgaz Adası, vs. bu bakımdan, Avrupa’daki, Örneğin Hamburg, Luxembourg vs. ile “adaş”tır.), kale, önemli yer tutar.
Modern zamanlarda burçlar, surlar yalnızca birer “turistik değer” taşırlar. Kapitalizmde, eski tipte barbarlıktan, isyancı köle ya da serilerden korunmak için bir neden katmamıştır. Kapitalizm, kendi yıkıcılarını içinde taşımak zorundadır. Bu yüzden savunmasını, mekân koşullarının düzenlenmesinde görür: politik karar ve yönetim işlerinin yürütüldüğü binaların çevreleri, en geniş “yeşil alanlarla” boşaltılır, kentin canlı-insanlı akışından yalıtılır.
Ne var ki, iktidarın kent düzenlemeleriyle korunması, yalnız başına bununla mümkün değildir. Sosyal yapının işleyiş ve denetlenme; mekanizmaları, her türden fiziksel engelden daha güvenlidir. Bu bir, kez bozulunca da, kent planının hiçbir öğesi, iktidarın elde tutulmasına yetmez.
“İşçilerin Paris”ini, Fransız Bankasının ve Versailles’ın kapılarında durduran ne idi? Haussmann’ın planları Komün’ün doğmasını engelleyemedi, ama “kavranması güç… o kutsal saygı”, (6) Komün’ün yenilgi nedenlerinden biri olarak tarihe geçti.
Ünlü İrlandalı ihtilalcı J. Connolly’ye göre, sokaklar, askeri anlamda birer geçittir; bir dağ yolu, bir köprü nasıl iki yanı kapalı birer yol iseler, sokaklar da, kentte yer alan ve “askerlerin saflarını daraltarak geçmek zorunda kalacakları” ve “manevra yapmakta güçlük çekecekleri” birer geçittirler. Genel olarak geçidin askeri önemini özetledikten sonra Connolly, savaşın çeşitli taktiklerini tartışır. Söz sokağa gelince şunları söyler: “barikatları tam kurulmuş ve her iki yanından evlerdeki kuvvetlerce tutulmuş bir sokağın alınabilmesi için, bu evlerin içine girilmesi ve göğüs göğse bir savaşla ele geçirilmesi gerekir” (7).
Bu askeri bakış açısının ihmal ettiği önemli bir yan vardır: Connolly’nin dediği gibi, evler “geçitin iki yanını oluşturuyorsa ve sokağı ele geçirmek için evlerde bir savaş gerekiyorsa, savaş, dolaysız olarak sosyal bir karakter kazanmış demektir. Böylece, dağlardaki savaşın özellikleri üzerinden yapılan analoji, kent hayatında kendisini en gelişmiş biçimiyle ortaya koyan toplumsal örgütlenmenin bütünsel yapısı açısından cılız bir indirgeme halini alır. Çünkü kent içi savaşta, askeri teknik ve taktikler geçidin fiziki karakterinden çok, sosyal-politik içeriğine bağlı olacaktır. En azından, bu örnekte görülebileceği gibi, “geçidin”(sokağın) iki yanındaki mevzilerde (evlerde) “göğüs göğse bir savaşın” önkoşulu, ev sahiplerinin evlerini bir savaş alanı olarak görmeye hazır ve gönüllü olmalarıdır. Bu tür bir savaşta ev, dağ geçidinin mevzilerinden, kayalardan, siperlerden farklıdır. Ev, binadan ibaret değildir. Binanın o anda askeri bir değer kazanabilmesi, hane halkının sosyal, politik tutumuna bağlıdır. Böylece sokak, askeri ve politik anlamda yalnızca bir “geçit” olarak değil, sosyal ilişkilerin bütününün canlanıp harekete geçtiği bir iktidar odağı olarak karşımıza çıkar. Dağ yamaçlarının, köprülerin askerlik bilimi bakımından ifade ettiği anlam, sokak için yetersizdir. Sokağın “kıymeti harbiyesi”, doğrudan doğruya onun üzerinde politik etkinlikte bulunan güçle birlikte, sosyal-sınıfsal yapısında ve bir bütün olarak neyin parçası halinde organize edilmiş olduğundadır.
Aynı tartışma, “barikat” kavramını da kapsar. Çünkü “SOKAK” politik bir kategori olarak düşünüldüğünde, barikat, onu somutlayan temel kavramlardan biri olarak kaçınılmaz bir biçimde doğar.
Askeri bakış açısı, barikatın işlevlerini, teknik ve taktik bakımdan sınıflandırır. Böylece, ya kenti ilişkin düzenlemeler, ya da silah teknolojisindeki gelişmeler açısından değerlendirilerek, çağının geçtiğine, işlevini kaybettiğine hükmedilir. Ama barikatlar, teorinin kendileri hakkındaki bu hükmünü bilmediklerinden, Paris’te, Madrid’de, Varşova’da, Budapeşte’de, Gazze’de kurulup yıkılmaya, yeniden kurulmaya devam ederler. Çünkü sokak nasıl kentin organik bir parçası ise, ve böylece sosyal hayat içindeki anlamı ve yeri kentin politik içeriği ile değişiyorsa, barikat da öyle, kendisini ancak çok özel koşullar altında gösteren, ama her zaman ilişkilerin dokusu içinde örtük ve potansiyel olarak varolan organik bir parçadır. Connolly’nin kurduğu bağıntılar üzerinden düşünürsek, ev, sokak ve barikat kavramlarının birbirine sosyal sınıf ilişkilerinin politik zemininde bağlandığım görebiliriz. Eğer ayaklanma, tıkanmaya uğramış bir hayatın yeniden üretilebilmesinin patlamalı ve yıkıcı bir yolu olarak doğuyorsa (8), barikat da bu kapsamlı tanım içinde, ikili bir rolle kendisini gösterir: Birincisi, ayaklanmanın karşısına aldığı her şeyin tıkanışıdır; ikincisi, kendi arkasında, yeni bir hayatın imkânlarının ve gücünün birikip depolanmasını sağlayan bir settir. Dolayısıyla, askeri anlam ve işlevinin ötesinde, barikat, sosyal ve politik bir içerikle ayaklanan sokağın organik parçası, sokak hayatının çatışmalı-çelişmeli yapısının zorunlu bir devamı olarak ortaya çıkar. Tıpkı “iktidar” kavramında olduğu gibi, barikat kavramında da, olağan hayat koşullarının bütün çatışan öğelerinin somutlanması ve kendilerini aşmaları söz konusudur. Bu anlamda barikat, Haussmann plan ve politikalarında ifade edilen burjuva politik kategorilerin karşıtıdır. Hem onu kendi içinden doğurmuş olması bakımından, hem de çelişkinin pratik çözümünü içinde taşıdığı için.
Kent ilişkilerinin örgüsü, daima karşıt nitelikte iplikçiklerin içice geçtiği sayısız düğüme dayanır. Ve her düğüm üzerinde, karşıtların şu ya da bu biçime bürünmüş olan “birbirinden kurtulma” çatışması sürüp gider.
Buraya kadar, özel olarak kent olgusu bakımından ve ağırlıkla burjuvazinin açısından durumun nasıl göründüğü anlaşılmaya çalışıldı. Sonuç şöylece özetlenebilir: Kent ve kentleşme hakkındaki burjuva tutum, kenti bir hegemonya öğesi olarak örgütlemeye yöneliktir ve bu faaliyetin hedefi, kenti, fiziksel, politik ve ideolojik bakımdan de-proleterize etmektir.
…Ve insanlar.
Bir süredir, “Sokak” adında bir dergi yayınlanıyor. Bu adı taşıyan bir dergiden, en azından, reklam spotlarında estirdiği havaya yakın bir etki ve içerik beklenirdi. İsterse biraz serserice olsundu, kafa tutmayı, uzlaşmaz olmayı uçarılığı, neşeli bir yıkıcılığı temsil etsindi, bugünkü hegemonyaya, karşı, o eski günlerden kalma hırçın bir ses çıkarmayı başarsındı. Ama bugüne kadar Sokak, şu son on yılın özel depolitizasyon koşullarında gelişip ortaya dökülen eski-solcu/aydın aylaklığının, keyif düşkünlüğünün, işçi sınıfı hariç her şeyde -ama çürümüş olsun, ama lağımlardan çıkmış olsun- her şeyde, sözde “muhalif” bir yan bulan sesi olmanın ötesine geçemedi; bunu da oldukça hırıltılı bir sinizm özentisiyle yapıyor.
“Sokak” dergisinin ürünü olduğu dönem yalnızca bir depolitizasyon dönemi değildi. Politikasızlaştırmanın sınıf içeriği vurgulanmadıkça, süreçteki kayıpların dökümünü tam olarak yapmak mümkün olmayacak. Politik hayatın önlenmesinin temelinde, bütün hayatın işçisizleştirilmesi görülmeli.
Ve işçisizleştirmenin ilk başarısı, öteki ait sınıflarda bir zamanlar görünüp kaybolmuş başkaldırma duygusunun ve isteğinin içe döndürülmesi olmuştur. Öyle ki, onlar, kendi toplumsal hareketlerinin de öncüsü ve ilerleticisi olan işçilerden koparıldıklarında, kendi başlarına ayakta kalamayarak, en başta kendi geçmişleri olmak üzere, her şeye sövüp sayarak, her şeye düşmanlık ederek varlıklarına yeni bir gerekçe ararlar. Bu kör öfkeden, yalnızca egemen sınıflar ve baskı gücü “kurtulur”. En büyük yıkıntı ve kendine yönelik bir şiddet biçimini alan sapmış öfke ise, lümpen kategorilerin özelliği olarak boy verir. Bizde lümpenlik, işsizleşmiş işçiler tabakasından çok, işçileşememiş küçük burjuvaziden kaynaklandığı için, öz-yıkım, en derin bir soysuzlaşma ve sefihlik nesnesine dönüşme biçimini kolayca alıyor. Böylece koyu bir nihilizm gibi görünen sözde yıkıcılık, aslında boyun eğmenin kan tükürüşü olmanın sınırlarını aşamıyor. Aylak, objektifin karşısında kara şapkalı bir anarşist gibi poz verirken, akşamları da gürültü yapan komşusunu karakola şikâyete gidiyor. (9) Sonuçta, sınıflar dışına düşmüş olmanın ideolojisi, bütün bir düzenin protestosunu, emek sürecinin aşağılanması olarak kavrayabiliyor. Bu, işçisizleştirme politikasının en kötü ürünüdür.
TV-2’de, şimdi cumartesi geceleri gösterilen bir dizi var: “Güzel ve Çirkin”. Hikâyeye göre, New York kentinin altında, unutulmuş dehlizlerde ve mağaralarda, eski kanallarda yaşayan bir topluluk bulunuyor. En yüksek, en köklü erdemlerle donatılmış, bilgiyle ve sevgiyle, çıkarsız bir dayanışmayla birbirine bağlanmış ve sözde “ortak mülkiyet” ilkelerine göre yaşayan insanların toplumu! Bu, “en aşağıda” yaşayan insanlar, yeryüzü dünyasının kötülüklerine karşı, insandan çok bir hayvana (aslana) benzeyen en çirkin üyelerinin gücünü öne çıkararak savaşıyorlar, direniyorlar. Sürekli olarak, birilerini kurtarıyorlar. Yeryüzünün en iyilerini, kendilerinin üyesi yapıyorlar, bu arada yukarıdaki kötü dünyanın iyi yanları (örneğin Savcılık Araştırma Kurumu), onların arasında en güzelle temsil ediliyor. Aşağıdaki dünyanın en çirkini ile yukarının en güzeli, düşünülebilecek bütün aşk ve iyilik idealarının canına’ okuyacak bir erişilmezlikle birbirlerine bağlanıyorlar.
Kentin bu bölünüşünde ve değerlerin bu ayrışmasında, son haddine vardırılmış bir işçisizleştirme politikasının ütopik sonuçlarına bir gönderme var gibidir. İyilik, erdem, özveri, bağlılık, insanlığın bütün eski mirası yüksek düşünceler, sanat ve felsefe, yani bütün olumlu birikimiyle “insan”, yerin yedi kat dibine gömülmüştür; ama orada, yeryüzü kentinin tükettiği ve unuttuğu bütün iyilikler canlı ve etkilidir.
Bir an için Marks’ı hatırlamadan geçilemez: “Sonuna kadar gelişmiş proletaryada, her türlü insanlığın, hatta insanlık görüntüsünün soyutlanması pratik olarak tamamlanmış bulunmaktadır; bugünkü toplumun hayat koşulları, en insan dışı yanlarıyla proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir haldedir. Proletaryada insan, kendi kendini yitirmiş, ama bu aynı zamanda, bu yitirişin teorik bilincine ermiştir.” (10)
Vincent, bu aslan suratlı çirkin “insan”, hem en acımasız, kaba-hayvansı kuvvet ve şiddeti, hem de en incelmiş insani kültür ve düşünce birikimini, etik, estetik değerleri, üstelik bilinç düzeyinde kendinde birleştirir. Sanki Marks’ın tanımladığı proletarya gibi, hem görünüşünde bile insanın “soyutlanmasıdır”, hem de bu yitip gidişin “teorik bilinci”dir!
Fakat aslında Vincent, proletaryanın Amerikanvari bir karikatürüdür ancak. Çünkü Marks’la proletarya, “kendi hayat koşullarını, bugünkü toplumun bütün insan-dışı hayat koşullarını ortadan kaldırıp yıkarak kendi kendini hürleştirebileceğinin” bilinciyle nitelenirken, Vincent, yeryüzünün bütün kötülükleri gibi, yaşadığı yer altını da kendi varoluşunun verisi olarak benimsememişti. Vincent’le birlikte, toplumun aklını ve hafızasını temsil eden “Baba” da bilmektedir ki, yer altındaki erdem topluluğu, yukarıdakiler tarafından yaratılmıştır ve yalnızca onlar var oldukça var olabilecektir. Bu yüzden yeryüzünü fethetmeyi düşünemezler: Bu, Paris proletaryasının “gökyüzünü fethe” kalkışmasından daha imkânsızdır. Çünkü “paçavralar içinde” yaşasalar da, yer altının insanları, bir sosyal üretici güç değildir. Onlar, her şeyi olduğu gibi, sınıflar ayrılığını ve karşıtlığını da, bu karşıtlık üzerinde gerçekleşen değerler çatışmasını da yabancılaştıran, ya (“Ziyaretçiler” adlı dizide olduğu gibi) uzayın derinliklerine uçuran, ya da böyle ütopik dehlizlere tıkıştıran idealizasyonun, gerici romantizmin yaratıklarıdır. Bu halleriyle, kapitalizmin mezar kazıcıları olmayacaklar, yalnızca kapitalizmin kazdığı mezarlarda yaşayabileceklerdir.
“Sokak” dergisi, sınıf-dışı bir muhalefetin olabileceğini kurar ve bunu kent hayatının en dibinde yer alan lümpen ilişkiler arasında ararken, iyi bir dünyayı ancak gerçek dünyanın en dibine itilmiş “sınıfsız” insanlar arasında olanaklı gösteren “Güzel ve Çirkin” dizisi ile aynı yerde buluşur: Orada Baron Haussmann, dünyanın bütün kentlerinin planlarının planı olan bir plan üzerinde, proletaryanın devrimci bir sınıf olduğuna -artık- inanmayanları ve “işçisiz devrim” teorileri yazanları temsilen gelmiş bulunan yaşlı H. Marcuse ile, yeşilciliğin potansiyellerini tartışmaktadır…
KAYNAKÇA
1) G. Childe / “Tarihte Neler Odu” Odak y.s, 83, 91, 94.
2) İlhan Tekeli/ “Kentleşmeye Kapital Birikim Süreçleri Açısından Bakmanın Sağladığı Açıklama Olanaktan” -DEFTER, 1988 BEŞ
3) Engels / Konut Sorunu”- Seçme Yapıtlar, C.ll.s, 417
4) İlhan Bilgin / “Haussmann’ın Paris’i”- Sosyalizm… Ansiklopedisi, s. 320
5) Henri Pirenne / “Ortaçağ Kentleri” -Dost Y.s, 47
6) Engels / “Fransa’da İç Savaş’a GİRİŞ”. Seçme Yapıtlar, C. II. s, 222
7) James Connolly / “Seçme Yazılar-Ulusal Sorun, Sendika! Mücadele ve Dev. Savaş” -Belge Y. s, 107
8) V. Ateş / ” Filistin Ayaklanmasının Düşündürdükleri”- Özgürlük Dünyası, S.3
9) Bkz: “Evde Otururken”- SOKAK, S.1
10) K.Marks / “Kutsal Aile”
Aralık 1989