Şovenizm, işçi sınıfı ve sendikalar

Son günlerde Türk-İş’e bağlı sendikaların genel kurulları yapılıyor. Aralık ayı sonuna doğru ise Türk-İş’in Genel Kurul’u yapılacak. Sendika Ağaları için bir tür hasat mevsimi yaşıyoruz. Bu yüzden de sendikacılar yüzlerinden gülücükleri eksik etmeden delegeleri kendi usullerince ağırlamaya çalışırken bir yandan da sınıf içinde filizlenen ve bugüne kadar Türk-İş yöneticilerinin pek alışık olmadıkları ilerici sendikal eğilimleri de hoşnut etmeye özen gösteriyorlar: İlericilikten, devrimcilikten, sınıf sendikacılığından, hatta sosyalizmden dem vuruyorlar, işçilerin birlik ve beraberliğinin bozulmaması gerektiğini de özellikle vurguluyorlar.
Doğrusu, Türk-İş’in bugüne kadar nasıl bir sendikacılık çizgisi izlediğini bilmeyen bir yabancı bu kongreleri izlese, karşısındaki sendikacıları sınıfın hakları için büyük mücadelelerden geçmiş insanlar sanır. Ya da insanları geçmişleri ve yaptıkları ile değil de söyledikleri ile değerlendiren birisi, sendika ağalarımızın birden bire (her ne olduysa) işçi sınıfının safına geçtiklerini düşünür. Ama her iki gözlemcinin de yanılacağını biliyoruz. Çünkü onları böylesi konuşmalara sevk eden şey, gerçek düşünceleri değil, içinde bulunulan dönem ve koşullardır. Birlik çağrıları da her zaman olduğu gibi bugün de birlik diye bir sorunları yoktur. Bütün faaliyetleri sınıf içindeki ayrılıkları körüklemek ve bundan yararlanarak sendikaların tepesindeki koltuklarını korumaktır.
İşçi sınıfı için sınıfın birliği sorunu her yerde ve her zaman hayati bir önem taşımıştır! Burjuvazi karşısında kendi birliğini sağlayamamış, işçi sınıfının mücadelesinde başarılı olamadığını bizim ülkemizdeki ve öteki ülkelerdeki deneyimler göstermektedir. Bu çarpıcı gerçeği herkes bilir. Bu yüzden de, en gerici sendikacılar bile işçi sınıfının birliği için savaştıklarını söylemekten büyük yararlar umar ve ne yazık ki; çoğu zaman da büyük yararlar sağlamayı başarırlar. Hiç kuşkusuz sendika ağalarının bu başarısının arkasında yatan onların birlik konusunda attıkları adımlar değildir; tersine, sınıfın birliği konusunda yaratmayı başardıkları kaostur. Örneğin; politik konuları tartışmak, ulusal farklılıklardan söz etmek, hükümetleri eleştirmek, “işçiler arasında farklı görüşlerin bulunacağı” nedeniyle işçileri böleceğini iddia ederler. Bu ilk bakışta pek mantıklı gibi gözükmektedir, ama gerçekten öyle midir?
Özgürlük Dünyası, bundan önceki sayılarında da “sınıfın birliği” üstüne sınıf sendikacılığının neler söylediğine değindi ve “birlik”ten ne anlaması gerektiğini ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştı. Bu sayımızda ise; yapılan kongrelerde bu konuda yapılan çarpıtmaları ve sendika ağalarının sınıfın birliği konusunda demagojik tutumlarını göz önüne alarak sınıfın birliğinin, bugün için aktüel ve giderek önem kazanan bazı unsurlarına değineceğiz. Bazı unsurlara diyoruz, çünkü: mücadelenin bütün alanlarının ve konularının “birlik” sorunu ile yakın bir ilişkisi vardır. Bu yüzden de burada, hem sınıf için uyarıcı olacak hem de sendika ağalarının sahte birlikçi tutumlarını ortaya çıkaracak unsular üzerinde duracağız.
Her şeyden önce; “sınıfın birliği” denildiğinde şu veya bu şekilde, bir yığın olarak işçilerin bir sendika konfederasyonu altında birleşmiş olmasının anlaşılmaması gerekir. Örneğin; Türk-İş’in 24 ilkesi etrafından Türk-İş çatısı altında toplanan işçiler bir sınıf birliği oluşturmuş sayılamazlar. İsterse Türkiye’deki bütün işçiler, istisnasız Türk-İş üyesi olsun. Çünkü “24 İlke”si ile Türk-İş, sınıf için bir mücadele merkezi değil bir sınıf uzlaşmacı; işçi sınıfı mücadelesini tasfiye merkezidir. Bu yüzden de birlik için ilk koşul, sınıfı birleştirecek sendikaların birer mücadele merkezi özelliğini taşıması, sınıf işbirliğini reddeden bir mücadele çizgisine sahip olması gerekir.
Öte yandan sendikaların sınıfın en geniş mücadele ve örgütlenme merkezleri olarak, dil, din, siyasi düşünce, ulusal farklılık vb. gözetmeksizin bütün sınıfı çatıları altında toplayacak bir tutumda olmaları gerekir. Bu, bütün bu ayrılıkları yok sayarak, ya da baskı ile bunların görmezden gelinmesini sağlayarak değil, enternasyonalist bir yaklaşım ve sınıfın eğitimiyle bü ayrılıkları aşan bir mücadele çizgisinin izlenmesiyle yapılabilir. Bunun yolu partiler üstü politikalardan, burjuva partilerine yaltaklanarak onlar arasında mekik dokumaktan ya da “ulusal davalarda” burjuvazinin çığırtkanlığını yapmaktan değil, gerçekten enternasyonalist, proletaryanın nihai amaçlarına uygun tek çizgi olan kendi partisinin çizgisinde yürümekten geçer.
Böyle bir açıdan bakıldığında Türk-İş ağalarının eylem çizgileri nedir?
Türk-İş kurulduğundan bugüne, içeride; çeşitli burjuva partileriyle hoş geçinmeyi, dışarıda ise; hükümetin dış politikasının şakşakçılığını yapmayı meslek edinerek en pespayesinden şovenizm batağında çırpınmaktan başka bir şey yapmamıştır. NATO’nun saldırgan politikalarının en gönüllü destekleyicisi olan hükümet politikalarını alkışlamış, Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan vb. ile olan anlaşmazlıklarda; hükümete yol gösteren politikalar hangi sınıfın çıkarına hizmet etmektedir, bunlara hiç bakmadan, aydınlarımızın da pek sevdiği “milli politikalarda muhalefet olmaz” ilkesinden kalkarak hükümetlerin şakşakçılığını yapmış, daha da ileri giderek, işçilerin vatan, mîllet ve Türklük uğruna, sokağa dökmekten (hâlbuki Türk-İş ağaları işçilerin sokağa dökülmesinden pek çekinirler), savaş çığırtkanlığı yapmaktan geri kalmamıştır. Böyle bir politikanın izleyicisi sendikacılık çizgisi Kıbrıs, Yunan, Bulgar işçilerine nasıl dönüp de Türkiye’deki işçilerle kardeş olduğunu, sermayenin uluslararası niteliğine karşı işçilerin de uluslararası nitelikte örgütlenip savaşması gerektiğini söyleyebilecektir, söylese bile nasıl inandırıcı olacaktır?
Oysa işçi sınıfının, bütün öteki sınıflardan farklı olarak, sadece ulusal değil uluslararası bir karaktere de sahip olduğu, daha çok da bu karakteriyle öteki ezilen sınıflardan ayrıldığı temel bir gerçektir. Bu yüzdendir ki: “İşçilerin vatanı yoktur” denir. Çünkü onun vatanı bütün dünyadır. Sermayenin uluslararası karakterinin böylesi açığa çıktığı, Özal’ın bile, sermayenin vatanının olmadığını ilan ettiği bir dünyada, vatansız, sınır gözetmeden, bütün dünyadaki işçi sınıfını sömürmek için, dünya ölçüsünde örgütlenen sermayeye karşı işçi sınıfının sömürmek için, dünya ölçüsünde örgütlenen sermayeye karşı işçi sınıfının birer birer ülkelerle sınırlı mücadele etmesinin olanaksızlığı ortadadır. Bu yüzden de işçi sınıfı, bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle, bütün dünya ölçüsünde birleşmiş burjuvaziye karşı savaşmak zorundadır. Öyleyse, bir ülkenin işçi sınıfı bütün öteki işçileriyle birleşmeyi gözeten politikalar izlemek zorundadır. Bunun yolu ise, burjuvazinin çıkarları peşinde koşarak, komşularıyla ya da öteki uluslarla düşmanlık politikalarına alet olmamaktan, şovenizme karşı savaşmaktan, öteki ülkeler işçilerinin kapitalizme ve emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerde omuz vermek ve UKKTH kayıtsız koşulsuz savunmaktan geçer.
Bu enternasyonalist tutum, tek uluslu ülkelerin işçi sınıfı için; dış, sınıfın birliğinin dolaylı bir unsuru gibi gözükebilir. Ama bizimki gibi birden fazla ulus ve milliyetin bulunduğu bir ülkede enternasyonalist tutum; iç, sınıfın birliği için dolaysız bir unsur olarak karşımıza çıkar. Sadece bir unsur da değil, hayati bir unsur olarak. Ve bugün, Kürt ve Türk işçilerin birliği sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ticari buldukları her ortamda sınıfın birliğinden söz eden sendika ağaları bu yakıcı sorundan sürekli yan çizmektedirler. Türkiye işçi sınıfının Türk ve Kürt ulusundan (ve diğer milliyetlerden) işçilerden oluştuğunu görmezden gelmekte, bu sorun ortaya atıldığında ise; burjuva politikacılarının ağzıyla, “bölücülük”, “Kürtçülük” suçlamasına sarılmaktadırlar. Yarım ağızla Kürtlerin varlığını kabul edenler ise; onları Türk saydıklarını, Türklerle bir farklarının olmadığını söyleyerek Kürtleri “ödüllendirmektedirler!
Bugüne kadar Türk-İş ağalarının tutumu Kürtlerin KKTH konusunda Türk Burjuvazisinin ırkçı, şoven politikasının ateşli bir destekçisi olmak olmuştur. Kürtlerin baskı altına alınması, zorla asimilasyonu politikaları Türk-İş tarafından kayıtsız koşulsuz desteklenmiştir. Türk ulusunun çıkarlarının (işçi sınıfının çıkarları da dâhil) her şeyin üstünde tutulması ve “Misak-ı Milli” sınırlarının değişmezliğinin Türk-İş’in “24 İlke”sinin ilham kaynağı olduğu düşünülürse, Türk-İş ağalarının şovenizmin batağında kulaç atmaları daha iyi anlaşılır. Ülkedeki her ulus ve milliyetten işçilerin sendikası olması gereken Türk-İş, milliyetçiliğin savunuculuğunu yaptığı sürece sınıfın birliğini gerçekleştirmede de hiç bir adım atamaz. Bugün, değişik milliyetten işçilerin Türk-İş üyesi olarak bulunuyor olması, onların sendikal birliğinin asgari düzeyde bile sağlandığı anlamına gelmez. Özellikle; Türk-İş, Türk burjuvazisinin şovenizminin aleti olduğu sürece Türk ve Kürt işçilerinin arasındaki uçurum büyüyecektir. Çünkü her şeyden önce burjuvazinin politik çizgisine sürüklenmek işçi sınıfını zaten böler; ikincisi ve konumuz açısından daha öne çıkanı ise, ezilen ulus işçileri ve halkı üstündeki ezen ulusun asimilasyon ve ulusal baskısına karşı çıkmadan ne işçi sendikaları ne de Türk işçileri enternasyonalist görevlerini yerine getiremezler. Bunun anlamı ise; Kürt işçileri ve halkının Türk işçilerine güvensizliğinin artmasıdır. Burada ilk adımı atmak ezen ulus işçilerine düşer. Onlar, kendi burjuvazilerinin ezilen ulus üstündeki asimilasyon ve baskı, kurtuluş mücadelesini ezme politikalarına karşı çıkmıyorsa, ezilen ulusun KKTH’nı savunmaktan geri kalıyorsa ezen ve ezilen ulusu birleştiren, ezen ve ezilen ulus proletaryasını kaynaştıran temeli yıkmış olur. Çünkü değişik uluslardan işçileri birleştiren çizgi ulusların eşitliğinden, ezilen ve ezen ulus ayırımının kaldırılmasından geçer.
Elbette “işçilerin vatanı yoktur” ve işçi sınıfının kapitalizmi yok etme mücadelesinden bağımsız, kendi başına bir ulus sorunu da yoktur. Ama işçi sınıfının ulus gerçeği karşısında bir politik tutumu vardır ki bu da; ulusların gönüllü birliğini sağlamayı amaçlayan UKKTH’nı kayıtsız koşulsuz savunmaktır. UKKTH’nı savunmak ulusun ayrılma hakkını savunmaktır. Ama bu ayrılmayı savunmak anlamına gelmez. Çünkü ilkesel bakımdan işçi sınıfın büyük ulusal devletlerden yanadır. Ama bu büyük devletler ulusların gönüllü birliğinin ürünüyse böyledir. Yoksa her halükarda birden çok ulusun aynı devlet çatısı altında birleşmesinin destekleneceği gibi bir ilke söz konusu değildir.
Bugün de, ülkemizde işçi sınıfı, Kürtlerin KKTH’nın tavizsiz savunucusu olmak durumundadır. Ama bundan Kürtlerin ayrılarak, ayrı devlet kurmasını savunmak gerektiği çıkarılamaz. Tersine bugün, işçiler iki ulusun aynı devlet içinde ama iki ulusun eşitliği temelinde birlikte yaşamasından yana olmak durumundadır. Ancak, işçi sınıfının her koşul altında bunu savunacağı anlamı çıkarılamaz. Eğer Kürtlerin ayrılmasının iki ülke içinde devrimi ilerleteceği bir durum ortaya çıkarsa, proletarya ezilen ulusun ayrı devlet kurmasını savunmaktan geri durmamalıdır. “Misakı milli sınırlarının değişmezliği” politikası işçi sınıfına yabancı bir politikadır. İşçi sınıfı gerektiğinde, devrim için ilerletici bir unsur olduğunda o sınırların değişmesini savunacaktır. Bu ise; Türk-İş ağaları için “vatanın ve milletin bölünmezliğine ihanettir, “bölücülüktür. Bu düşüncedeki sendikacılar değişik ulus ve milliyetlerden işçileri nasıl aynı sendikalarda birleştirebilir ve onları kapitalizme karşı mücadeleye nasıl sevk edebilirler?
Türk-İş ağaları ne derse desin, nasıl engellemeye çalışırsa çalışsınlar, her geçen gün şovenizmleri daha açık bir biçimde ortaya çıkarken, sorunlara enternasyonalist yaklaşım daha geçerli hale gelmektedir. Böyle bir yaklaşım olmadan sınıfın birliğinin sağlanamayacağını Türk işçileri de daha iyi görmeye başlayacaktır. Ama, bunun kendiliğinden olacağını beklemek de doğru olmaz, zaten kendiliğinden de olmaz. Sınıf sendikacılığı programlı öteki alanlardaki gibi, belki daha da fazla bu alana ilgiyi çekmek, sınıf içindeki tabuları yıkmak yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. Dahası işçi sınıfının birliği, Kürt ve Türk uluslarının gelecekte aynı devlet içinde kalıp kalamayacakları, kapitalizme karşı _ mücadelede başarıya ulaşabilme şansı işçilerimizin enternasyonalist bir ruhla eğitilip eğitilememesiyle yakından ilgilidir.
Elbette ki doğru tutum, Türk işçilerinin Kürtlerin KKTH’nı savunmak iken Kürt işçilerin de birlikten yana tutum almasıdır. Ama ezen ulustan işçilerin tutumu burada belirleyici rol oynayacaktır. Bu yüzden de Türk işçilerin, bugün Doğuda uygulanan terör ve baskı politikalarına, katliam ve işkencelere karşı sesini yükseltmesi gerekmektedir. Bu ses yükseltme işçice, sınıfın gücünü burjuva devlet güçlerinin karşısına dikerek olmalıdır. Grevlerle, mitinglerle, genel grevlerle…
Hiç kuşkusuz, burjuvazinin kuyrukçusu, Türk milliyetçisi Türk-İş ağaları böyle bir yaklaşıma taban tabana zıt saflarda, terörün baskının, asimilasyonun uygulayıcılarının safındadırlar. Ama kongrelerde, çeşitli seminer vb. yerlerde; ilerici, sınıftan yana, hatta sınıf sendikacısı olduğunu söyleyen sendikacılar için bir fırsat vardır: Somut bir konu olarak, ulusal sorunda somut, enternasyonalist bir tutum alarak samimiyetlerini kanıtlayabilirler. Buna yanaşmayanlar ise, ne derlerse desinler, ne kadar yüksekten atarlarsa atsınlar inandırıcı olamazlar. Çünkü gerçek somuttur.

Kasım 1989

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑