Terör ve terör edebiyatı

Son yirmi yıldır, ülkemizde, ne zaman ki baskı ve zulme karşı emekçi sınıfların mücadelesi yükseliş göstermeye başlamış burjuva basını, radyo ve TV’si, burjuva politikacıları bir terör edebiyatı başlata gelmişlerdir.
Muammer Aksoy’un katledilmesinden sonra kesintisiz sürdürülen terör edebiyatının bir kampanyaya dönüştürüldüğü, ilerici ve demokrat aydınların da kampanyaya katıldıkları gözleniyor. Üniversite öğrencilerinin akademik ya da siyasi konulu forum, panel, gösteri vb. türden eylemleri, mitingler, işçi direnişlerinin artması, burjuva basınında; “biz bu filmi görmüştük”, “12 Eylül öncesine mi dönüyoruz”, “her on yılda bir aynı yere varıyoruz” gibi yorumlarla karşılanıyor. Özellikle son aylarda Doğu’da Kürt ulusal hareketinin hissedilir hızlı yükselişi, terör edebiyatının malzemesini çeşitlendirirken, bu edebiyata katkıda bulunan, ama henüz kararsız düzen savunucularını da daha yüksek sesle tutumlarını ifade etmeye zorluyor. Neredeyse her köşe yazarı, her burjuva politikacısı bir terör uzmanı kesilmiş, neyin terör, neyin terör olmadığı konusunda her gün laf üretmektedir. Bu sözde uzmanlar, terör kavramının içeriğini çarpıtmakta, asıl terör kaynağını gözden saklamaktadırlar.
İnsanlar nesnel gerçeklikten algıladıklarını kavramlarla ifade ederler. Ve kavramlar tarihsel bir süreç içinde içerik kazanırlar. Terör ve terörizm kavramı da böyle bir kavramdır. Ama kavramlar tarihsel olarak kazandıkları içeriklerinden soyutlanarak rasgele kullanılmaya başladıklarında bir kavram kargaşası ortaya çıkar ki, egemen sınıflar, toplumsal mücadelenin ilerlemesinden korkan gericiler, faşistler bu yönteme sık sık başvurarak toplum bilincini çarpıtmaya, akı kara göstermeye çalışırlar. Bizde de terör ve terörizm kavramının başına gelen budur. Egemen sınıfın savunucuları, onların bilinçli ya da bilinçsiz destekçileri 1970’lerde ve bugün böyle yaparak, terörizm olmayana terörizm diyerek gerçek terör kaynaklarının üstünü örtüyorlar. Bu yüzden burada terörün gerçek kaynaklarına değinmeden önce terör ve terörizm kavramları üstünde kısaca da olsa durmak yararlı olacaktır.
TDK sözlüğü, “terör” kavramının karşılığı olarak “yıldırma” sözcüğünü kullanıyor ve bunu “ruhsal yapıyı birden bire kaplayan korku verme” olarak açıklıyor. Korku salarak siyaset yapma ve siyasal amaca varmaya çalışan kişiyi terörist, korku salarak amaca varmayı öğütleyen öğretiye de terörizm deniyor sözlüklerde.
Burjuva propaganda makinasının ve onun reformcu ve revizyonist destekçilerinin yarattığı kavram kargaşasını bir yana bırakarak şu sorular üstünde düşünelim: Bugün topluma korku salarak amacına ulaşmaya çalışan kimdir? YÖK’ün uygulamalarını ya da üstündeki çeşitli türden baskıları protesto eden öğrenciler mi, yoksa bu protestolara eli sopalı, tepeden tırnağa silahlı polis ve jandarma güçlerini saldırtan, masum gösterileri kana bulayan hükümet mi? Bugün, topluma korku salarak amacına varmak isteyen, haklarının korumak için direniş, miting, grev vb. eylemleri yapan işçiler mi, yoksa her vesile ile bu grev ve direnişleri kırmak için polisten mahkemelere her yolla işçilere saldıranlar mı? Bugün topluma korku salarak amacına varmak isteyen 21. yüzyılın eşiğinde, kendi kaderini tayin etmek için ayağa kalkan Kürtler mi, yoksa ordu, polis, özel timler vb. yoluyla bu başkaldırıyı kana bulayanlar mı? Bugün ve dün, korku salarak amacına ulaşmak isteyen, terörü önleyeceğim bahanesiyle sıkıyönetimler, olağanüstü haller ilan ederek, yüz binlerce insanı işkence tezgâhlarından geçiren, yüzlercesini katleden, köy meydanlarında toplu işkence seansları düzenleyen, bütün bir ülkeyi cezaevine çevirenler mi, yoksa böyle bir ekonomik ve siyasal düzene başkaldıranlar mı?
Soruları daha basit soralım: Bugün, gösteri yapan öğrenci, hak almak için direnen işçi, taban fiyatları düşük diye ayağa kalkan küçük üretici, ulusal hakları *i için mücadele eden Kürtler, kahvede bir şeyden habersiz olarak oturan sade yurttaş, kim olduğu belli olmayanı bir “terör” odağının yapacaklarından mı korku duymaktadır. Yoksa üstüne “Allah Allah” diye saldıran polisten mi, sınırsız yetkiyle donatılmış jandarma, ordu birlikleri ve özel timlerden mi korku duymaktadır?
Egemen sınıfların, onların demagojik kampanyalarının etkisinde kurtulabilen her emekçi bu sorulara korku ve terörün kaynağının devletin bizzat kendisi olduğu ordu, polis, mahkemeler, mit, kontrgerilla, özel tim, korucular vb. örgütlenmeleriyle bizzat bürokratik militarist aygıtın terör makinası olduğu yanıtını verecektir.
Sorularımızın hedefi olan kesimleri biraz daha genişletelim: Bugün, terör edebiyatına destek veren revizyonist ve reformcu çevrelerin, bu kampanyanın etkisiyle diktatörlüğün dümen suyuna giren aydınlarımızın, ilericilerimizin, SHP’nin, DSP’nin, hatta Demirel’in DYP’sinin telaşının nedeni ağızlarından düşüremedikleri “terör” müdür, yoksa bugün emekçileri ezip inleten devlet terörünün bir ucunun kendilerine de dokunacak kadar genişlemesi midir? Elbette ikincisidir. Onların yüreklerine korku salan, yükselen emekçi sınıf ve Kürt ulusal mücadelesini bahane edecek egemen sınıfların, bir kez daha kendilerini devre dışı bırakmasından korkmaktadırlar. Sınıfsal çıkarları ve korkularının büyüklüğü asıl korktukları yeri gizlemeyi gerektirdiğinden terör edebiyatına katılmaktadırlar. Açıkçası asıl korkuları yeni bir cunta ve partilerinin kapatılmasıdır.
Söylenenlerden anlaşılacağı gibi, topluma korku salarak amacına varmak isteyen, emekçiler, Kürtler, devrimciler, demokratlar değil egemen sınıflardır. Terörün aleti ise; ordusu, polisi, MİT’i, özel timleri, mahkemeleri ve cezaevleri ile devlet kurumlarıdır. Bu yüzden de; teröre, baskıya gerçekten karşı çıkanlar, terörün olmadığı bir toplum isteyenler, her şeyden önce gerçek bir demokrasi uğruna faşist diktatörlüğe, onun terör aletlerine karşı olmak zorundadır.
Ama öyle olmuyor bugün, terör makinasının, devletin ezilenlere yönelik ‘sıradan” uygulamalarının, zorbalığının artmasına paralel olarak yürütülen saptırılmış terör edebiyatı kampanyası düzene muhalefet etmeye çalışan kararsız çevreleri, SHP gibi reformcu odakları egemen sınıfların peşine çekerken, egemen sınıf klikleri arasındaki çatışmanın ertelenmesinin de gerekçesi oluyor. Böylece egemen sınıflar bir yandan topluma korku salarak yükselen muhalefeti bastırmayı amaçlarken, öte yandan kendi güçleri arasında bir bütünlük sağlamayı da başarıyorlar. Bu da ülkede, terörün gerçek kaynağı olan resmi ve resmi olmayan odakları güçlendiriyor, daha çok terör için onları cesaretlendiriyor. Nitekim sözde de olsa işkenceye, polisin uygulamalarına karşı olduğunu söyleye-gelen SHP, kendi milletvekillerinin “polis uygulamaları” ile ilgili TBMM’ye vermek istedikleri soru önergesini engellediği gibi bundan böyle “polisin kollanması” gerektiği doğrultusunda karar alıyor. “Kollanan” polis, Otomobil-İş mitinginde göstericilere, daha önce olmadığı kadar zalimce saldırıyor, yüzlerce kişiyi yaralıyor, çocuklar ve kadınlar dâhil göstericileri acımasızca dövüyor. Aynı günlerde polis, öğrenci gençliğe yönelik saldırılarını da artırıyor ve yıllardır süren mücadele sonucu üniversitelerden çıkarılan polis, yeniden, kapıları tutarak üniversiteleri gözaltına alıyor. Kürt ulusal hareketinin yükselmesi karşısında güvenlik güçleri ilçeleri işgal ederek akıl almaz bir terör kampanyasını başlatıyor. Bütün bu uygulamalar ilerici demokrat, aydın çevrelerce, SHP, DSP vb. “özgürlükçü demokrasi” yanlılarınca ve de tabi istikrar savunucusu “tam demokrasi” yanlılarınca, ya açıkça ya da görmezden gelinerek destekleniyor. Öyle görünüyor ki, başlatılan kampanya, Doğu’daki ulusal yükselişten duyulan korkuyla birleştirilerek daha kapsamlı olarak sürdürülecektir. Çünkü egemen sınıflar, korku salarak politikalarını uygulamada bütün tarihleri boyunca ustalaşmışlardı Bugün de, terörün dozunu arttırırlarsa sahte muhaliflerinin ve kamuoyunun yönlendirilmesinde önemli bir etkiye sahip aydın çevrelerin (korkudan da olsa) desteklerin sağlayacaklarını ummaktadırlar. Daha bugünden bunun faydasını görüyorlar. “Polisi kollamakla, yola çıkan SHP, bir-iki hafta içinde “milli koalisyon”çağrısına geldi. Cumhuriyet yazarları 12 Eylül Cuntasının “bir zorunluluk”, “kaçınılmaz olarak yapılmış” bir darbe olduğunu propaganda ederek Evren ve şürekâsının yaptıkların aklamaya başladılar.
Olup bitenler göz önüne alınınca, Muammer Aksoy ve Çetin Emeç’in katledilmelerinin egemen sınıfların politikasının bir devamı olarak gerçekleştiği ağırlık kazanıyor. Bu cinayetleri doğrudan devletin güvenlik güçleri mi işledi, yoksa onların yönlendirmesiyle diğer gerici-faşist odaklar mı, bu çok önemli değil. Önemli olan, cinayetin kimin politikasının bir devamı olarak işlendiğidir. Bütün göstergeler, bu cinayetlerin egemen sınıfların politikalarının bir devamı olarak işlendiğini, onlar tarafından toplumda korku yayılması için kullanıldığını gösteriyor
Bugün açıkça görünün şudur: Doğu’da olsun, Batıda olsun; topluma korku yayarak politikalarını geçerli hale getirmeye çalışan emekçi sınıflar değil, egemen sınıflardır. Korku yaymanın aracı da bizzat devletin güvenlik güçleridir bürokratik militarist terör makinasıdır. Çünkü topluma korku yayarak politikasını egemen kılma düşüncesi, emekçilere verecek bir şeyi kalmamış, kendi düzenini baskı ve zulme başvurmadan ayakta tutma dinamizmini yitirmiş, çürüyen sınıflara ait bir düşüncedir. Bugün bu durumda olan ise emekçiler değil egemen sınıflardır.
Demek ki, bugün, “teröre karşı” yürütülen kampanya, egemen sınıflar tarafından örgütlenip yönlendirilen, terörün gerçek nedeni ve kaynağı konusunda kargaşa yaratmayı, emekçi sınıflar ve Kürtler üstünde baskı ve terörü, yoğunlaştırılmasını gözden saklamayı amaçlayan bir kampanyadır. Dolayısıyla bu kampanyaya katkıda bulunmak, terörü önlemek bir yana, terörü artıcı ve terörün hedeflerini genişletmeye bir katkı olacaktır. Egemen sınıflar ve onların çeşitli türden göçleri eğer, bir dizi aydını, İlericiyi faili belirsiz bir biçimde katlettiklerinde, ilerici ve demokrat çevreleri kendi politikalarının destekleyicisi durumuna getireceklerini bilirlerse, ne cinayetlerde ne de kitlelere karşı kıyım ve zulümde sınır tanımayacaklardır. Ne yazık ki, bu güne kadar aydın ve demokrat çevreler bu konuda çok zaaf gösterdi ve egemen sınıflar bu zaaftan her başlan sıkıştığında yararlandı, daha da yararlanıyor. Eğer bu zaaf sürerse, burjuvazi ve gericilik, her başı sıkıştığında daha nice aydını, demokratı, tanınmış bir kişiyi, ya da politikacıyı katletmekten çekinmeyecektir. Bu yüzdendir ki, gerici faşist güçlerin pervasızca cinayetlerinde, her cinayetten sonra ağıtlar yakan, ama bireysel ve sınıfsal kaygılarla devleti ve düzeni savunmaya koyulanların da sorumluluğu vardır.
Hiç kuşkusuz egemen sınıf klikleri arasındaki çelişkiden dolayı düzene muhalif gözükenlerin, terör edebiyatı kampanyasında “muhalefetten” vazgeçerek gerçek yüzlerini ortaya koymaklarına, ya da SHP ve TBKP gibi özgürlük ve demokrasi sözcüklerini emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesini boğmak için kullananların, bu kampanyaya katılmalarına denecek bir şey yok, burada. Onlar kendi sınıf çıkarları ve tarihsel misyonlarının gereğini yapıyorlar. Ama aydınlarımız, demokratlarımız, gerçekten özgürlükten ve demokrasiden yana olanlar; egemen sınıfların, faşist-gerici odakların oyununa gelmemek, terörün, baskı ve zulmün gerçek kaynağına karşı çıkma cesaretini göstermek zorundadırlar. Aksi halde niyetleri bu olmasa da, egemen sınıfların, faşist ve gerici odakları, her geçen gün yoğunlaştırdıkları terörünün terör maktanın bir aleti olmaktan kurtulamayacaklardır.
Gün herkesin kendi tavrını koyması gereken gündür ve tarih insanları böyle zamanlarda tavrını hangi yanda koyduğuna bakarak yargılar.

Nisan 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑