TÜRK-İŞ 15. OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI: Genel Kurulda İşçiler Ve Düşünceleri Yoktu

Türk-iş’in 15. Genel Kurulu 11-17 Aralık 1989 tarihleri arasında Ankara’da yapıldı, özellikle bahar eylemlerinin yaşandığı bir yılda yapılacak olması, bu genel kurulun nasıl olacağı ya da geçeceği sorusunu sorduruyor ve dikkat çekiyordu.
Türk-İş Genel Kurulu’ndan yaklaşık bir ay öncesinde bir yasa sessizce parlamentodan geçiriliyor ve bununla emekli olan profesyonel sendikacılara bir dört dönem daha yeniden seçilebilme hakkı tanınmış oluyordu. İçinde Şevket Yılmaz ve daha pek çoğunun bulunduğu emekli profesyonel sendikacıların, 2821 sayılı yasada varolan dört dönem görevlerine devam etmeleri hakkına bir dört dönem daha ekleniyordu.
2821 ve 2822 sayılı yasaların tümden değiştirilmesinin tartışıldığı bir ortamda makyaj olarak nitelendirilecek bir değişiklik yapılıyor ve bununla zaman zaman çatlak sesi çıkan emeklilerin sesi kısılıyordu. Çünkü sus payı verilmişti. Değişikliğin zamanlaması da dikkat çekici, tam da genel kurulların yoğunlaştığı bir sırada oluyordu. Değişikliğin bir yönü de, emeklilerin gütmesi halinde bu sendikal alanda gündeme gelebilecek sorunları dikkate almaydı.
Türk-İş Genel Kurulu izlemek için Ankara’ya kolay gittik; fakat Türk-İş’in barikatlarını aşarak salona girmede bir hayli zorlandık.
Bu yazıda; genel kuruldaki hem izlenimlerimizi hem de yapılan tartışmaları yorumlayarak sunuyoruz.

NEDEN BU “ÇELİŞKİ”?
Hem işçi sınıfı hem de toplumsal mücadelenin ivme kazandığı ve toplumsal meşruluğun yasal meşruluğa önderlik ettiği koşullarda hazırlanmış olan Türk-iş’in 15. Genel Kurul Çalışma Raporu önceki raporlarla çelişen bazı değerlendirmeler yapar.
Doğrusu yapmak zorunda kalır.
Bahsedilen çelişkinin boyutu, sendikal bürokratların varlığını teşkil eden özü reddeden dozda olmadığı hemen hatırlanmalıdır.
Dergimiz Özgürlük Dünyası’nın 11. sayısında başlayıp üç sayı devam eden ’80’lerde Türk-İş başlıklı yazıda, hâkim sendikal politika belirli yönlerden incelenir. Bunun sonucunda, Türk-İş’in sınıfın çıkarlarını esas alan bir politikayı izlememiş olduğu açıklığa kavuşturulur.
Neydi bu “çelişki”?
24 Ocak Ekonomik Kararları konusunda: Burjuvazinin her fırsatta ‘alternatifi’ olmayan ekonomik kararlar olarak sunduğu ve uyguladığı bir dönemde, 1982 yılının mayıs ayında yapılan Türk-İş’in 12. Genel Kurulu’nda Başkan İbrahim Denizcier, alınması zorunlu kararlar olması sebebiyle “olumlu buluyoruz” diye konuşuyor. (12. Genel Kurul Çalışmaları, sf. 4, 81). Yine aynı genel kurulun çalışma raporunda (sf. 33), , kısa zaman içinde denilecek bir sürede hem ekonomiyi ‘mucizevî’ denecek biçimde ‘iyileştirmiş’ hem de siyasi istikrarı ‘kazanmış’ bir Türkiye panoraması çizilir. Hatta Türk-İş’in Bakan olan Genel Sekreteri Sadık Şide, bu yıllarda işçilerin koruyucu bir yönetimin idaresinde bulunduklarını ileri sürerek Başı Evren olan Konseyin işçileri hem kanunların hem de ‘ekonomideki rota düzeltmesi’ sayesinde ezdirmeyeceğini ifşa eder (12. Gen. Kur. Çalışmaları, sf.420). Türk-İş yönetimi yorumlarında öyle ileri noktalara gider ki, bu ekonomik kararların ‘başarılı olması’ için alınması zorunlu sosyal önlemleri belirleyip hükümete sunduklarını ama dikkate alınmadıklarından yakınırlar (12. Gen. Kur. Çalışma Raporu, sf. 203). Bu ve benzer yorumlar sadece 12. Genel Kurulda ve raporunda tekrarlanmaz. 1984 yılının mart ayında yapılan kapalı salon toplantısında Başkan Şevket Yılmaz, “hem fiyat artışlarında ve hem de ihracat artışlarında nispi de olsa olumlu” etkisi olan ekonomi politikalarından bahseder (14. Genel Kurul Çalışma Raporu, Belgeleri, sf. 92).
Bu aktarmalardan çıkarılabilecek sonuç: Türk-İş yönetimi, 24 Ocak ekonomik kararların yılmaz savunucusu olmasıdır.
Son genel kurulun çalışma raporunda (sf.9 ve devamı) ise, 1980 yılından beri uygulanmakta olan ekonomi politikanın belirgin özelliği; “çalışanların sermaye birikimin başlıca kaynağı durumuna getirilmesi olduğu ve ekonomik istikrarın geniş halk kesimlerinin yoksullaştırması sonucuna bağlı kılındığı, başta işçiler olmak üzere çeşitli kesimler tarafından ortaya konulmuştur” diye yazılır.
Kapitalist üretim yapısının analizine göre, sermaye birikimin kaynağı: Üretimi gerçekleştiren işçilerin yarattığı değerin, hâkim bölüşüm ilişkilerine göre sermayenin payına düşen artı-değerdir.
Bu bilimsel gerçek, Türk-İş’in çalışma raporunda aktarılan düşünce ile tersyüz edilmek isteniyor: 24 Ocak kararları sonrasında gelir dağılımın bozulmasıyla çalışanların sermaye birikiminin ‘başlıca kaynağı’ durumuna getirildiği yorumu yapılır. Bu, kabul edilemez.
Yanlıştır.
Bu istisnayı dikkate almak kaydıyla, 24 Ocak kararlarıyla ilgili olarak çelişik iki yorumun yapılmış olduğu anlaşılır.
Faşist Eylül Darbesi:
“Türk-İş Topluluğu… Türk Silahlı Kuvvetlerini yönetimi bütünü ile el koyma mecburiyetinde bırakan bir gerçekle karşı karşıya bırakıldığı bilinci içindedir… demokrasiye geçişin sağlanacağı, işçi haklarının korunacağı yolundaki teminatınızı memnuniyetle karşılamış bulunmaktadır” diye konuşur, İbrahim Denizcier (1980 Eylül). Yine aynı zat-ı muhterem: “Zira Türkiye’de 12 Eylül Harekâtı bir darbe değil, bir kurtuluş harekâtıdır” der (1982 Mayıs). Bir tanede Başkan Şevketten: “Türk Ulusu o korkunç gidişi durduranlara şükran doludur” diye açıklamada bulunur (1985 Temmuz).
Benzer aktarmaları hayli uzatmak mümkün olup bunun anlamı şudur: Generaller Konseyi yönetimini destekleme politikasıdır. Yaşanılanın da farklı olduğu iddia edilemez.
İşçilerin eylemleriyle dosta ve düşmana kabul ettirdiği gerçekler, kısmen de olsa son çalışma raporuna yansır: “12 Eylül 1980 harekâtı ile birlikte ekonomide yukarıda sonuçlarıyla açıklanan köklü dönüşüme koşut olarak Türkiye’de işçi haklarını temelden bu-dayan, sendikacılık harekâtını işlevsizliğe itecek önlemlerin kurumlaştırması süreci başlatılmış” bireysel ve toplu iş hukuku alanlarında da “son derece ciddi kısıtlamalar yapılmıştır” diye yazar. Devamında kurumlaştırmanın temel niteliğinin demokrasiye aykırı olduğu vurgulanarak “sermayenin istekleri doğrultusunda yapılmış” olduğu ve bu sebeple, “demokrasi çalışanlar bakımından yasakların egemen olduğu bir yapı haline getirilmiş” denir (sf. 45,49).
Kısaca belirtilen bu M konuda, son genel kurul raporu önceki politikalarla ‘çelişen’ tespitleri yapmış olması; hiç de şaşırtıcı değil.
Önceki yıllara göre toplumsal meşrutiyetin daha fazla etkinliği yaşanıldığı bir ortamda, sendikal bürokratlar (özde bir değişiklik olmadığını hatırdan çıkarmamak kaydıyla) bazı gerçekleri benimsemeseler de ifade etmek zorunda kalırlar. Bu, genel yapıyla çelişmez. Çünkü emek-sermaye çelişkisinin yaşanılan boyutuna göre, içinde bulunduğu koşulları ve toplumsal gücü devre dışı bırakma yöntemini dikkate alan sendikal bürokratlar, kendi konumlarını savunacak bilinci geliştirir ve benimserler.
İşte, neden bu “çelişki” başlığıyla verilmek istenilen de budur.

SALONDA VAR MI, DEMOKRASİ?

Türk-İş’in 15. Genel Kurulu’nda delegasyona sunulan tek liste ile Yol-İş sendikası başkanı Bayram Meral başkanlığında divan heyeti oluşturulur.
Genel kurul süresince divan başkanının yer yer askerlik anılarını ya da yer yer hem Türklerin tarihinin derinliklerinden gelen özelliklerini bolca dinleme hem de sendikal bürokratların laf cambazlığını izleme imkânı bulduğumuz salonda, bulamadığımız bir şey vardı, o da: Demokrasi.
İşçilerin irade birliğini sağlama ve yaşatma imkânı bulduğu demokrasi, emeğe dayanan ekonomik ve siyasi yapılanımda yeşerme ve gelişme olanağı bulur.
İşte budur: İşçi Demokrasisi.
Sınıfın kitlesel örgütü sendika bünyesinde de işçilerin düşüncesini söylemesinin ve özgürce seçme ve seçilmenin olmasının ötesinde, tabanın aktif denetimin olduğu bir yapılanım hâkimdir.
İşte budur Sendikal Demokrasi.
Bu anlamda demokrasi yoktu, genel kurulda…
Yoktu. Çünkü sınıf düşmanı hâkim sendikal anlayışa karşı olduğu ya da olacağı tahmin edilen ses ya susturulmak ya da kısılmak isteniyor.
Yoktu. Çünkü delegasyonun yaklaşık yüzde 98’ini: Her ne pahasına olursa olsun koltuğunu korumak ve buna bağlı olarak da sağlanan maddi ve sosyal ayrıcalığı kaybetmek istemeyen; içinde bulunduğu konumu savunma bilinci geliştiren ve benimseyen; resmi otorite ve sermaye ile işbirliğini esas alıp, sınıfın mücadeleci potansiyelini devre dışı bırakmayı ve konumuna yönelen her türlü muhalefeti ezmeyi esas alan özelliklere sahip sendikal bürokratların oluşturduğu ve şov yaptığı bir arenadır; bu genel kurul.
Bu arenada, sendikal bürokratların hem söz söyleme hem de seçilme hakkı vardır. Fakat emek karşısında var olmalarına karşın, kendi aralarında liste oluşturma ya da koltuk kapma gayretlerinden kaynaklanan çelişkiler de yaşanır.
Genel kurulun ilk gününde 50 imzalı bir önerge delegasyona bile okunmadan hemen sumen altına atılır.
Bu, ilk olup; benzeri kurul süresince pek çok kere tekrarlanır….
Neydi önerge?
Önerge ile genel kurulun gündeminin 5. maddesinin “Cumhurbaşkanı, Başbakanın, bakanların ve ANAP milletvekillerinin dışında, konukların konuşmalar! ve mesajlarının okunması” biçiminde değişikliği istenir.
Toplam delegenin yüzde 12’sinin imzaladığı önerge, okunmadan işlem dışı bırakılır.
Önergeye karşın, ilk sözü hükümet adına Devlet Bakanı Işın Çelebiye verilir; maval okuması için…
Çünkü protokol sendikacılık anlayışı bunu gerektirir. Diğer bir anlatımla hâkim burjuva sendikal anlayışın resmi ideolojiye ve otoriteye bağımlılığının gereğidir.
Bu; hem resmi ideoloji güdümünde olan ve resmi otorite ile direkt kurumsal amir-memur ilişkisi bulunmasa da öz itibariyle bunu andıran bir işleyişi benimsemiş Bayram Meral’in üstlendiği işleve uygun davrandığını görüyoruz.
Bu, bir yönüyle bir tür kapıkulu sendîkacıktır.
Peki, Bakan Işın Çelebi konuşabildi mi?
Hayır; maval okumasına izin verilmedi, konuşturulmadı…
Konuşmaya başlamasından bir süre sonra yiğit bir delegenin “daha ne dinliyoruz arkadaşlar” demesiyle, delegelerin bir kısmı salonu terk eder. Bakan’ın konuşmasını sürdürmesi üzerine, delegeler salona şenlikle dönerler: “Hükümet istifa” ve “yuh”…
Divan başkanının yangına su sıkması misali “susalım arkadaşlar” vs. tekerlemeleri kabul görmez.
Bu; genel kurul boyunca divan başkanının hâkim olamadığı tek gelişmedir. Yoksa onun dışında gelişmeleri “rahatlıkla” yönlendirme imkânı bulur.
Tavrı: İçinde yer aldığı gruba “kanat germe’ biçimindedir. Bu o derece ileri safhaya gider ki Türk Metal’in faşist başkanı Mustafa Özbek, aslında 30 dakika olan bir sendikanın konuşma süresini aşmasına (09,33 ile 10.15 yani 42 dakika) karşın sesini delegelerin uyarısı üzerine çıkaran Bayram Meral, bazı delegeleri ise 20 dakikadan itibaren sürekli uyarır.
Bakan Çelebi’nin konuşamaması üzerine, bir diğer Bakan İmren Aykut “konuşmayacağım” notunu divana iletir. Diğer bir anlatımla, Bakan Çelebi’nin durumuna düşmeyeceğini divana gönderdiği notla belirtir, “konuşmayacağım”.
Evet, Türk-İş Genel Kurulunda böyle bir şenlik, ilk defa yaşanır: Bir bakanın maval okumasına izin verilmez ve bir diğeri de bundan ders alır.
Emeğin en kutsal değer olduğu ananemi ve emeğe dayanan siyasal ve toplumsal düzeni yaşatma mücadelesini veren az sayıda delegenin inisiyatifi, adı geçen şenliğin yaşanılmasının sebebi olur.
Bu tavır, sonraki diğer protokolden olanların konuşması sırasında gelişme imkânı bulamaz.

BAHAR EYLEMLERİ, KİMİN  ESERİ?
Genel kurulda bahar eylemleri hemen hemen her gün tartışılan bir konu olarak gündeme gelir. Eylemler, kimin eseri?
Bu konuda faşist veya bu düşüncenin etkisinde kalan sendikaların (Türk Metal, Tes-İş, Teksif, Dok Gemi-İş vs.) konuşmacılarından bazıları bahar eylemleri kendilerince planlandığı ve bu anlamda kendiliğinden olmadığı iddiasını ileri sürerken; bazıları da aksini söylemenin sendikacının kendisini inkarı anlamına geldiğini söylerler.
Buna karşılık sosyal demokrat kimi sendikacılar da yalın gerçeği bir yönüyle de olsa birazcık açıklar gibi oluyorlar. Eylemleri kimse sahiplenmesin, kendiliğinden işçilerin eseridir. Böyle konuştukları halde kendi genel kurullarında ya da çalışma raporlarında ise sendikaların önderlik fonksiyonunu yerine getirdiğini anlatıyor yada yazıyorlar.Bir nevi çifte standartlık;sosyal demokratların açmazı.
Sonuç olarak ya faşist ya da sosyal demokrat vs. sendikacıların ortak paydası: iş geçtikten sonra işlevlerini tam olarak ya yerine getirdiklerini söylüyor ya da değişik alanda değişik yorum yapar olmalarıdır.
Eylemler öncesinde işçilerin yaşam ve çalışma koşulları her geçen gün daha da kötüleşir; baskı ve zulüm sürekli artar.
İşte bu yıllarda; reel ücretler sürekli düşer; ulusal gelirin dağılımı emek aleyhine daha da bozulur, işsizlik artar. İşyerlerinde kışla disiplini uygulanmak istenir ve varolan kısmi demokratik haklar gasp edilir.
Bu sonuca ulaşıldığı koşullarda sendikal faaliyeti sürdürür durumda olan Türk-İş ve onun şahsında; hâkim sendikal anlayışın sorgulanması halinde bahar eylemleri için Türk-İş ve bağlı sendikaların değil teşvik! etmesini köstek olduğunu anlamak için hiç mi hiç mahir olmaya gerek yoktur.
Çünkü işçi sınıfının haklarında kayıpların olduğu süreçte, Türk-İş ve bağlı sendikaların yönetimleri, burjuvazinin saldırısını hem gizlemeye çalışır hem de bu uygulamanın geçici olduğu propagandasını yaparlar. Ne geçici? Bundan olarak sendikal bürokratların eli kanlıdır. Çünkü burjuvazinin fiili destekçisi işlevini görmüşlerdir.
Çünkü bu sendikacılar sınıfın mücadeleci potansiyeline güvenmek yerine resmi otorite ile ricacı ilişki içerisinde bir faaliyeti esas alırlar.
Bütün bunların dikkate alınmasında, sınıfın mücadeleci konumunu doğru analiz etme imkânı buluruz. Ki bunun da sendikal bürokratlar tarafından yapılması beklenemez.
Çalışma hayatıyla ilgili mevzuatın yeniden uygulandığı 1984 yılı sonlarında (1980-1983 dönemi tamamen yasaklı dönem),yasaya karşın yapılan grev ve buna katılan grevci işçi sayısı her yıl sürekli artar. Mevzuatta yer almayan ve tek tek sayılarak yasaklanan grev dışı eylemler de benzer gelişme gösterir. Grev dışı eylemler özellikle 1988 yılında önceki yıllara göre hayli artar.
Bütün bunların bir sonucu olarak toplumsal meşruluk temelinde mücadelenin bütün ülkeyi sardığı ve işkollarına yayıldığı, Bahar Eylemlerine gelinir.
Bahar eylemleri Mart ayının ilk haftası içinde başlar ve devam ettiği ve yaygınlaştığı bir sırada yani 5 Nisan’da ancak toplanabilen Türk-İş Başkanlar Kurulu,10 Nisandan itibaren eylemleri yaygınlaştırma kararı alır. Bu anlatımdan olarak, eylemlerin kitleselleşerek yaygınlaştığı bir sırada,Türk-iş ve bağlı sendikaların yönetimi ancak ‘devreye girer’ görünüyor.Çünkü kervan yola çıkmış.yürüyor.Hatta sendikaların hem eylemler hem de kitle üzerinde denetimlerinin artmasına bağlı olarak eylemlerin potansiyeli düşer ve bilindiği üzere Mayıs’ta iyice seyrekleşir.Sonunda 17 Mayısta yönetim satışı gerçekleştirerek.toplu iş sözleşmesini imzalar.
Olgu olarak da böyle gerçekleşen bir şey için sendikacılar ne yüzle önderlik yapmış olduklarını iddia edebilirler?
Bir hatırlatma: Bazı sendika şube yönetimlerinin aktif rol almış olması anlatılan gerçeğin değiştirilmesi sebebi de olamaz.
Sermayenin sendikal örgütü TİSK’in Aralık la yapılan genel kurulunda Halit Narin yerine seçilen çiçeği burnunda başkan Refik Baydur’un yaptığı değerlendirme: “Hele son üç yıl mesele çok değişik görünüm aldı. Sendikalar adeta işçi taleplerinin trafik memurluğunu yapar oldular. Yani inisiyatif ellerinden kaçtı, işçi kendi talebini işverenin önüne getirdi ve bunda da başarılı oldu. Son iki yılda sendikaların etkinliği azaldı, hem bizim yönümüzden hem de kendi kanadı yönünden böyle oldu.” (Tercüman, 17 Aralık 1989).
Anlaşıldığı üzere sermayenin temsilcisi bile fiili olara karşısında kimi görmüş olduğunu söylemekle, yalın gerçeği ifade etmiş olmuyor mu?

DELEGELERİN YAPISI
Türk-İş’e 32 sendika (bu, KKTC’den Türksen’in katılımıyla bir artar) bağlı olup, 831 sendika şubesini bağrında toplar.
15. Genel Kurul’un bir tanesi kadın (yani yüzde 0,2’si) toplam 419 delege vardır. Bu toplamdan 5’i doğal delege yani Türk-İş yönetim kurulu üyesidir.
Genel Kurul’a Türksen (Kıbrıs Türk İşçi Sendikaları Federasyonu) dahil olmak üzere 32 sendika katılır. Selüloz-İş kendi genel kurulunu belirtilen ve zorunlu olunan sürede yapmadığı ya da yapmak istemediği için Türk-İş kongresine katılamaz. Bu sendikalardan 19 tanesinin başkanı son genel kurulda değişmemişken,13 tanesinin başkanı değişmiştir ve bunlardan 7 tanesinin geçmişte de yine yönetim kurulu üyesi olduğu hatırlanmalıdır. Bu sendikalardan 9 tanesinin yönetim kurulu sayısında (ikisinin azalmış, diğerlerininki artmış) değişiklikler olurken, diğer sendikaların yönetim kurulu sayılarında değişme olmamıştır. Fakat 23 sendikanın yönetim kurullarında görev yapan 139 üyesinden 66 tanesi diğer bir anlatımla yüzde 47,5’i son yapılan genel kurullarda değiştirilir. Bu oran toplam 69 yönetim kurulu üyesi bulunan diğer 9 sendikada ise yüzde 35’tir. Bu durumda 32 sendikanın toplam 208 yönetim kurulu üyesinden yüzde 43,3’ü (bu oran,1986’da yüzde 35,6) yeni seçilmiş olan kişilerden oluşur. Diğer bir anlatımla yönetim kurullarının toplam üyesinden yüzde 56,7 ‘si eski konumunu korumuş profesyonel sendikacıdır. Yalnız Çimse-İş ve T. Denizciler Sendikası’nda hem başkan hem de yönetim kurulu üyeleri aynen konumlarını korurlarken; Hava-İş ve Likat-İş’te başkan ve yönetim kurulu üyeleri tamamen değişir.
Özellikle sendika merkez yöneticilerin bir üst organı olan Türk-İş genel kuruluna delege olarak seçilmesi geleneksel bir anlayıştır. Tabii ki istisnaların varlığı genelde sonucu etkileyen bir değişikliğin olmadığı anlamına gelir.
Delegelerin mesleksel konumlarıyla ilgili olarak yapmayı düşündüğüm araştırmayı gerçekleştiremedim. Fakat konuşan Çimse-İş delegesinin belirttiği ve benim de yaptığım tahmine göre yüzde 98’i profesyonel sendikacıdır. Diğerlerinin de tezgâh başında çalışan işçi olduğu anlamına gelmez. Çünkü genel kurula delege olarak katılanların bir kısmı seçimi kazanan profesyonel ya da seçimi kaybeden veyahut emekli sendikacılardır. Yani fiili olarak çalışan bir işçinin delege olabilmesi, geleneksel anlayışa terstir.
Bu anlamda Türk-İş genel kurulu profesyonel sendikacıların var olduğu ve sesini duyurduğu bir arena olur. Onun için de işçilerin sorunlarının tartışıldığı ve çözümlerin önerildiğini düşünmek ham hayaldir. Genel kurulun belirtilen yapısından dolayı, her bir sendikanın delegeleri arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu sebeple özellikle başkanın yönlendirici bir işlevinin olduğu hatırlanmalıdır. Bu, asker delege varlığının sebebidir. Bu hâkim yapının değişmesi tam olarak sendikal demokrasinin yaşam bulmasıyla mümkün olur.
Sınıfın mücadelesinin vardığı boyuta paralel olarak artan mücadeleci potansiyel ve coşkunun sendika genel kurullarına yansıdığı ve bundan da Türk-İş genel kurulunda etkilenmiş olduğu hep vurgulanır. Bunun devamı olarak denir ki, artık asker delege yok. Bazı nicel gelişmelerin olduğu biliniyor.ama bunun etkisi abartılmamalıdır.
Hâkim anlayışa göre genel kurullara seçilen delegeler nasıl belirlendiği konusunda:
İşyerlerinde seçim yapmadan delegeleri belirleme ya da seçim yapılmak zorunda kalınırsa o zaman da işyerlerinin yerleşik organizasyon ve üretim yapısı yerine, sendikanın olabilecek muhalefetin gelişmesini önlemek açısından belirlediği geçici organizasyon yapılanımıyla delege belirlenmesine gidilir. Türk-İş genel kurulunda ” bol hadisli ve bol ayetli” maval okuyan Nazım Tur’un başkanı olduğu Dok Gemi-İş’in örgütlü bulunduğu Pendik, Haliç ve İstinye tersanelerinde delegeleri belirlemek için seçim yapılır. Ama işçiler; seçime hile karıştırdığını ileri sürerek eylemler yaparlar ve seçimlerin tüzük hükmüne göre hakim denetiminde yapılmasını isteyerek, sendikalarını protesto ederler. İşte böyle bir sendikanın lideri ha bire maval okur ve ahlaklı olmanın faziletlerinden bahseder. Diğer bir anlatımla kendi ahlaksızlığını ve sınıf düşmanı hainliğini gizleme gayretindedir. Sen Nazım Tur, Tanrıdan af dile ama sakın ha özellikle tersane işçilerinden dileme; çünkü dosyan hayli kabarık.
Hâkim işleyişi bu biçimde olan ve buna göre belirlenen delegelerin katıldığı şube genel kurulları yapılır. Bu genel kurullarda sendikanın merkez genel kurulu delegeleri ve sonrasında da Türk-İş genel kuruluna katılacak delegeler belirlenir. Dikkat edilirse bu seyirde profesyonel sendikacıların etkin olduğu bir konum yaratılır.
Bu oluşumda hâkim yapı:
1- Delegeler arasında ve genel kurul sırasında oluşturulmaya çalışılan birlikler, hep başkanlar düzeyinde ele alınır.
2- Başkanlar kendi delegeleri ile sohbet eder olurlar ama delegelere açık toplantı yapmaktan özellikle kaçınırlar ve bu ta ki liste belirlenene kadar devam eder. Listeye “Oy verin” çağrısı yapıldığında da her şey bir yönü ile bitmiş olur. Yapılmış olan açık toplantılar da yasak savma türündendir.
Bu hâkim işleyiş, Türk-İş’in son genel kurulunda da egemendir.
Hem bahar eylemlerinin hem de uluslararası ilişkilerde konjonktürel gelişmelerin ve sosyal demokrat olarak nitelendirilen delege sayısında olan artışın da etkisiyle, bütün anlatımları faşist sendikal anlayışa uygun olan sendikal bürokratlar bile kendilerini sosyal demokrat olarak tanıtır oldular. Teksifin genel mali sekreteri İbrahim Yalçınoğlu:”Gorbaçov gibi düşünüyorum ve onu seviyorum ama ne komünistim ne de faşistim, ben sosyal demokratım” diye konuşur.
Kısa anlatımda vermeye çalıştığım üzere, demokratlığın sosyali ve liberali modadır.
Yani demokratlık revaçtadır.
Peki, kanatların düşünceleri nelerdir?
Sosyal demokrat/reformist kanat yerine göre sık ya da seyrek olarak sınıf ve kitle sendikacılığı lafzını kullanır. Bunu demokrasinin yenilenmenin ve üstelik de işbirliğini sağlamanın bir gereği olarak ileri sürer. Yine bu kanat geçen dönem Türk-İş’in üzerine düşeni yapmadığını ve onun için bir şeylerin yapılması zorunluluğunu vurgulayıp bunun beklentisini hissettirmesi anlamında yenilikçi ve açık görünür.
Diğer yandan faşist muhafazakar kanat; anılan yıllarda Türk-İş’in üzerine düşen görevinin en azamisini yapmış olduğunu tekrarlayarak birlik ve beraberlik içinde bulunmanın zorunluluğunu vurgular. Muhafazakar olmaları sebebiyle, geleneksel oluşumlara ve değerlere özel önem verirler. Bunlar da hür sendikacılık lafzını kullanırlar.
Belirtilen farklılığa karşın işçi sınıfı karşısında her iki kanatın konumu aynıdır; yani resmi ideolojinin güdümünde bir sendikal anlayışı savunurlar.

LİSTE / KOLTUK KAVGASI
14.Genel Kurul’da yönetim için Cevdet Selvi, Mustafa Özbek ve Şevket Yılmaz başkanlığında üç liste yarışır. Bunlardan Şevket Yılmaz’ınki kazanır. Cevdet Selvi ise az olarak nitelendirilecek bir farkla seçimi kaybeder.
Son Genel kurulun yaklaştığı günlerde geçen dönemde Cevdet Selvi’nin listesinden genel sekreter adayı Kenan Durukan (Harp-İş Başkanı) başkanlık için aday olduğunu açıklar. Kasım ayının son haftası içinde sosyal demokrat olarak bilinen 19 sendika bir toplantı yaparlar. Bu gelişmeler sonrasında artık Yol-İş başkanı Bayram Meral’da Türk-İş’e başkan adayıdır.
Genel Kuruldan üç gün önce yani 8 Aralık’ta Bayram Meral ve yine genel kurulun ikinci gününde yani 12 Aralıkta Kenan Durukan adaylıktan çekildiklerini açıklarlar. Sonraki günlerde Bayram Meral muhafazakar kanada kayarken; Kenan Durukan ise yerini değiştirmez, sosyal demokrat kanatta kalır.
1965 yılından beri aralıksız Teksif’e başkanlık yapan Şevket Yılmaz son genel kurulda da yine başkan olur ve Türk-İş’teki konumuyla ilgili olarak uzun süre sessizliğini korur, pusudadır.
Kasım ayı sonunda Türk-iş yönetiminden mali sekreter Çetin Göçer ve teşkilatlandırma sekreteri Orhan Balaban aday olduklarını açıklarlar. Sonradan kulis faaliyeti umut verici konum yaratmamış olacak ki, genel kurulun son gününde konuşan Çetin Göçer aday olmadığını söyler. Yönetim kurulu diğer üyesi eğitim sekreteri Mustafa Başoğlu ise sessizdir.
14.Genel kurulda sosyal demokrat Cevdet Selvi’nin listesine karşı Şevket Yılmaz’ın listesinde teşkilatlandırma sekreteri olarak yönetime giren Orhan Balaban, 6 Aralık’ta açıklandığı üzere artık sosyal demokratların başkan adayıdır. Aday olur, seçime girer ama kaybeder; seçilemez. Muhafazakâr faşist kanattan iki küskünün yani Şevket Yılmaz ve Mustafa Özbek’in barıştığı bir arada yemek yediği günde Balaban’ın adaylığı ortaya çıkar.
Türk-İş genel kurulu ile ilgili iki politika:
1 – İlkeli hareket etmeyi savunarak, mevcut yönetimi tamamen değiştirme (Sosyal Demokratlar).
2-Mevcut dengelerden hareketle statükoyu koruma (TBKP)
Sonuç: Tam olarak ne o,ne de diğeri hayat buldu demlemezse de geleneksel çevre diye nitelendirilen, faşistlerin de varlığı ile seçimi kazanan listeye bakıldığında, sosyal demokratların kaybettiği söylenebilir. Listenin kazanmasında sosyal demokrat olarak bilinen sendikalardan güç vermiş olduğu bilinmektedir.
Bu genel kurulda delegelerin dağılımı, geçmiş genel kurullara göre “nispi” de olsa farklı olduğu ileri sürülür ve yazılır.
Bunu kimisi genel kurulun işleyişi sırasında artık “asker delege” sayısı azınlıkta olarak değerlendirirken (Şükran Ketenci); kimisi de “aşırı sol” ile “bölücüler” devre dışı bırakılması kaydıyla “Merkez Sol” nitelendirilen sosyal demokrat delege sayısında artış olduğu biçiminde yazar (Refik Sönmezsoy, Tercüman- 20 Kasım 1989).
Emek ve sermaye çelişkisi temelinde emeğin şekillendirdiği ideolojik ve siyasi düşünsel yapılanıma göre tanımlamadan, çokça sınıf ve kitle sendikacılığı lafzını kullanan sosyal demokratlar hem delegasyonda belirgin bir ağırlığın gözlenmesi hem de sınıfın mücadeleci potansiyelinin arttığı koşullarda yönetimin değişmesi politikasını benimser.
Bu yüzden “Yeni Bir Türk-İş” ve yönetim açısından da “5-0″gibi sloganları ulaşması hedeflenen gayeler olarak netlik kazanır.
Sosyal demokrat sendikacılar böyle bir politika belirginliği içinde bulunurken; sosyal demokratlığı bile tartışmalı duruma gelen SHP 17 Kasımda yapmayı düşündüğü işçi kurultayını belirsiz bir tarihe erteler görünür; Çünkü yapmak niyetinde olmadığı anlaşılmıştır. Bu kurultayın ertelenmesi Şevket Yılmaz’ın SHP’den ricası üzerine gerçekleşir.
Çalışma hayatındaki gelişmeleri izleyen ve yazan faşist kalemşor Refik Sönmezsoy, bu kurultayı ve düzenlenmesini şöyle yorumlar: ” PKK uzantıları ile işçinin hak ve çıkarlarını komünizm hizmetinde batık sermayeye dönüştüren DİSK mirasçıları, bu kurultayda “DİSK’in temsil edilmesini” istediler. Ancak DİSK’in yurtdışına kaçan yöneticilerini SHP’nin işçi kurultayında “şeref koltuğuna” oturtmak isteyen grubun girişimi şimdilik önlendi. SHP Genel sekreteri Deniz Baykal, geçmişine bakıldığında şaşırtıcı bir idrak ile işçi kurultayına kalkışılan DİSK çıkarmasını engelledi. Baykal haklı olarak bu kurultayda işçilerin temsilcisi olarak sadece Türk-İş başkanı Şevket Yılmaz’a yer verileceğini söyledi… Baykal, haklı, geçerli, sağlıklı bir tutum benimsemiştir. Kutlamak gerek” (Tercüman,6 kasım 1989 )
Baykal, faşist kalemşordan aferin alıyor: ” İyi yolculuklar” Baykal.
Faşist sendikacıların Türk-İş “DİSK’leştirilmek isteniyor” saldırısını sürdüğü koşullarda; SHP, Şevket Yılmaz’ın uyarısını dikkate alarak kurultayı düzenlemekten vazgeçer. Bununla SHP sosyal demokrat sendikacılardan bile daha geri konumda olduğunu ortaya koyuyor.
Şaşırtıcı değil; çünkü Kürtler ve soruyla ilgili tavrı odağında ‘sosyal demokrat’ devlet partisi SHP, bu konuda da tazelediği imanın savunucusudur.
Sosyal demokrat sendikacılar ise ‘ilkeli birliği’ sağlama gayretindedir.
1986 yılında 14. Genel kurulda isimlerin değişmesinde ‘odaklasan anlayışımız’ vardı ve bu yanlıştı diyen Petrol-İş Başkanı Münir Ceylan, şöyle devam eder: “Kişiler etrafında değil sendikal anlayışlar etrafında birleşerek genel kurula gitmeliyiz” (2000’e Doğru, 15 Ekim 1989). Yine M. Ceylan: “Şu anda mevcut bir yönetim ve o yönetimin hangi temelde değiştirilmesi gerektiğini deklare eden bir anlayış var. Yeni bir anlayış var. Gayet açık bir biçimde bu yönetim değişmeli diyorum” der. (2000’e Doğru, 10 Aralık 1989). Bu aktarımlardan olarak Münir Ceylan, yönetim listesinin isimlere göre değil, belli bir anlayış temelinde oluşturulmasını ve mevcut yönetimin değiştirilmesinin zorunluluğunu vurguluyor.
Bundan hareketle sürdürülen gayretler sonunda 19 sendika bir araya gelir ve bir metin deklare eder. Metin, geniş katılımın sağlanması adına olabileceği söylenen ve tekrarlanan bir içerikten geri düzeyde hazırlanır. Öyle ki, çalışma raporu 1 Mayıstan bahsettiği halde, deklare edilen metinde yer almaz. Bu sebeple, genel kurul salonunda oluşan genel havadan dolayı, imza atan sendika adına konuşanlardan bir ya da ikisi metin hakkında bir veyahut iki cümle söyler.
Hem ilkeli olunacak diyeceksin ve hem de yelpaze genişletme, katılımı artırma adına belirlediğin ilkelerden vazgeçeceksin, olmaz böyle şey. Olursa da, varım diyenler yok olur.
Zaten bu gelişme sebebiyle, yönetim için genel kuruldan iki ya da üç hafta önce atılan “5-0” yani tümden yönetimin değişmesi sloganı “4-1” olarak değiştirilir ve yönetimden Orhan Balaban aday olarak desteklenir. Başkan adayı Balaban bir röportajında, “Türk-İş şunu kötü yapmıştır, diye hiçbir şey söylemiyorum (doğrusu, söyleyemiyorum ve söyleyemem de Ö.D.). Ben, Türk-İş yöneticisiyim” diyor (Günaydın, 17 Aralık 1989). İşte Balaban’ın açmazı: Yönetimde olmak.
Soruna kişi isimleri düzeyinde yaklaşılmaması doğru; fakat olması gereken anlayış farkı netleştirilemez ve buna uygun bir davranış içinde olunmazsa, yine isimlerde odaklaşma gündeme gelir. Aksi iddia edilebilinir mi?
Hayır, edilemez. Çünkü ‘Nasıl Bir Türk-İş?’ sorusundan fazla ‘Nasıl bir Türk-İş Yönetimi?’ sorusu önem kazanır ki, o zaman da isimlerde yoğunlaşma yaşanır. O zamanda çokça sözü edilen anlayışa uygun ilkelerin rolü azalır ve hatta ilkesizlik, bir ilke olur.
Açık anlatımla olması gereken, mücadele alanlarında yeşeren ve kök salan anlayış ve eylem birliğidir. Aksine genel kurul hemen öncesi yayınlanan metine katılmış olmayı, yine yönetim listesinin belirlenmesinin odaklaşmasını sağlar.
O sebeple birliğin, hangi temel ve koşullarda sağlanmış olması önem kazanır:
TBKP’nin bayraktarlığını yaptığı, mevcut statükoyu ve varolan dengeler sayesinde koruma anlayışı; geniş katılımlı ortak konsensüsler adına sendikal bürokratların sultası savunulur. Yani sınıfın gücüne güvenmeyen, varlığı sermayenin egemenliğine bağlı olan sendikal bürokratların klikleri arasında işbirliğini öne çıkarmakla ‘güçlü’ sendika hedeflenir. Böylece Şevket Başkan’a selam yollanır.
Benzer düşünce Kristal-İş Başkanı Necati Altunkaynak tarafından şöyle dile getirilir: “Geniş bir mutabakatla, her katmanın sayısı ve gücü oranında yeni bir yönetimin oluşması sancısız ve kolay olacaktır” der (2000’e Doğru, 15 Ekim 1989). Aynı kişi genel kurulda düşüncelerini şöyle ifade eder: “Biz Türk-İş’i bölmek için değil, birlik için varız. Şevket Yılmaz içimizden çıktı ona teşekkür ediyoruz” der ve devamında birliğin önemini vurgular. Evet, Şevket Yılmaz’a atıf neden gerek duyuldu dersiniz? Mevcudu korumanın lideri durumunda olduğu için mi?
Tartışma; ‘Nasıl Bir Türk-İş?’ yerine ‘Nasıl Bir Türk-İş Yönetimi?’ odağında yapıldığı için, bir yönetim çekişmesinin yaşanıyor olmasından dolayı bu seçimi kazanma genel kuruludur. Seçimi kazanma mücadelesinin verildiği bir genel kurulda işçi sorunlarının ne kadar tartışılmış olduğunu düşünmek hiç de zor değil.
Yukarda belirtilen selamı alan Şevket Başkan ve grubu sessizliğini ta ki genel kurulun 5. günü akşamına kadar korur; hem aday olduğunu ve hem de listesini açıklar.
Geçen bu sürede sosyal demokratların çalışmaları olduğundan farklı gösterilerek, aşırı akımlara ve mihraklara karşı ‘birlik ve beraberlik’ sakızları; faşistlerce çiğnenir.
Şevket Başkan 6 Aralık’ta birazcık küskün olduğu kardeşi Mustafa Özbek ile bir araya gelir. Kısa sürede dostlukları öyle ileri safhaya varır ki, Özbek’in Şevket’e hakaret etmesi sebebiyle açılan dava, Şevket’in hakareti sine-i kursağına çekmesinden dolayı düşer.
Koltuk, insana neler yaptırıyor.
Bu yakınlık sosyal demokratlar tarafından da dikkatle izlenir. Hatta Balaban’ın adaylığı gerekçesi olarak ileri sürülür.
Yani kanatlar, yönetim arayışında olduğundan birbirlerini gözetliyorlar.
İlgili ve bilgili çevrelerle yakinen ilişki içerisinde olduğu yazılarının içeriğinden belli olan faşist R. Sönmezsoy’un daha genel kurulun 2. gününü dikkate alarak yaptığı yorumda şöyle yazar: Türk-İş’e DİSK çıkarması sonuçsuz” kalmış olup, bu tehlike sağı birleştirdi ve görülen o ki SHP ve DYP ittifakı temelinde birlik ve beraberlik gelişiyor; bu sebeple 15 sendika Şevket Yılmaz’ı destekliyor (Tercüman, 13 Aralık 1989)
SHP’nin yapmayı düşündüğü İşçi Kurultayı’nı hem hazırlama biçimi hem de ertelemesiyle Şevket Başkana destek vermiş olduğunu hatırlayınız.
Aslında bugünkü sosyal demokratların izlediği politika doğrudan DİSK’in geleneklerinin ürünü olarak değerlendirilemez. Çünkü eylemde beraberlikten güç alan ve bunu haykıran bir gelişmenin varlığı iddia edilemez. Sadece var olan genel kurul öncesinde bir yakınlaşmadır. Ötesi yalan.
Öz olarak liste/koltuk kavgası sonunda kazanan kim?
Salona işçi girememiş olduğu için, kazanma ya da kaybetme durumu yoktur.
Şevket Başkan ve listesi, muhafazakâr kanadın birliği ve sosyal demokrat kesimden gelen desteğin izniyle kazanır.

KULİS: “EL-ENSE ÇEKME”
Genel Kuruldan yaklaşık üç hafta öncesinden itibaren sendika başkanları bir araya gelir. Toplantı yaparlar. Bu toplantının ana gündem maddesi, Türk-İş’in 15. Genel Kurulunda seçilecek yeni yönetim için listenin belirlenmesi doğrultusunda belirsizliğin giderilmesidir.
Mevcut Türk-İş yönetimin değiştirilmesi, sosyal demokrat kesimde ortak düşünce olduğu söyleyebilir. Bundan olarak kimileri (Kenan Durukan) kendisini başkan adayı olarak önerirken, kimileri de (Münir Ceylan) ilkeli çıkmanın zorunluluğunu vurgular.
Bu tartışmaların olduğu ve sendikaların kendi aralarında toplantı yaptığı bir süreçte yönetimin tamamen değiştirilmesi düşüncesinden hareketle “5-0” olarak belirlenen rekor sayı; sonradan Orhan Balaban’ın aday olması ile “4-1″e iner.
19 sendikanın yaptıkları toplantı sonrasında yayınladıkları metinde 13 ilke amaç olarak yer alırken, 10 madde de yapılması gerekenler olarak sıralanır.
Belirlenen bu ilkelerin çalışma raporundan bile geri düzeyde olduğu tartışmalar sırasında ileri sürülür. Genel kurulun 6. gününde konuşan Kapıkulu Emin Kul, raporda ilkelerin hangi sayfalarda bulunduğunu tek tek sıralar ve konuşan pek çok delegenin de belirttiği gibi 1 Mayıs’ın da 13 ilke içinde olmadığını söyler. Hatta Teksif sendikası adına konuşan İbrahim Yazıcıoğlu “bu ilkelerin hepsine varım, ama genel grevi de ilke olarak dikkate almalıyız” diye konuşur.
İlkeli çıkma adına ve hatta böyle bir biçimin varlığı yeter görünerek, uzlaşmanın zorunluluğu vs. gerekçelerle öyle bir noktaya kayılmıştır ki, faşistlerin demagoji yapabilecekleri bir konum seçilmiş olduğunu görüyoruz.
İlkeli çıkma yöntemi hem salon kulislerini sınırlar hem de gelecek dönemde nelerin yapılmasının tartışılmasının sebebi olabilir diye düşünmek bugüne kadar kabul görmemiş bir tavır olduğunda sempatiyle karşılanabilir. Fakat bir metin olsunda nasıl olursa olsun biçiminde kavranan bir sonuca varıldığında, kulisler azalmayıp daha da artıyor.
Öyle de olur.
Kulis: Esasta anlayışların tartışılmasının veya gelecek dönemde ne yapılması düşünüldüğünün belirlenmesi yerine, kişiler üzerinde konuşmanın hakim kılındığı bir sohbet biçimi olduğu hatırlanmalıdır.
Genel kurulun yapıldığı salon, öğle tatilinde ya da çalışma bittiğinde akşamleyin kısa bir sürede hemen bomboş oluyor. Salonu boşaltan delegeler direkt kendi sendikası yerine belirli sendikalara ya da otellere vs. gidiyor. Bu yoğunlaşma kulis için yapılıyor. Kulis faaliyeti salonda çalışma sırasında da sürdürüldüğünden dolayı, bazen salonda dörtte bir delegenin bile kalmadığı gözlenir.
Bu kulis faaliyeti esasta sendika başkanlarının tavrına göre gelişme gösterir. Bu sebeple, delegelerin bir kaçından gelen tüm delegelerin katılımıyla birlikte değerlendirmelerin ve toplantıların yapılmasını isteyen öneriler gerçekleşme imkânı bulamaz.
Onun içindir ki salonda devam eden kulis havasına göre adaylar yeni yeni belirlenir ve seçimden birkaç saat ya da birkaç gün önce liste açıklanır. Nitekim bu genel kurulda pazar günü yapılacak seçime katılan yönetime aday listeler, ancak cuma akşamı açıklanır.
Kısaca; yönetim çekişmesinin olması sebebiyle seçimi kazanma ya da kazanabilme faaliyetinin etkin olduğu böyle bir genel kurulda, işçi sınıfı sorunlarının tartışılması ve çözümlerin üretilmesini beklemek ham hayal olur.

DELEGELER KÜRSÜDE
Toplam 36 delege konuşur. Bunların hepsi de profesyonel sendikacıdır. Konuşmacılardan sadece üç tanesi herhangi bir sendikanın yönetim kurulu üyesi değildir. Bunlardan 19 tanesi bir sendikanın genel başkanı iken diğerlerinin bir kısmı ya genel sekreter ya da başkan yardımcısıdır.
Bu halde işçinin yaşama ve çalışma koşullarının ve bu anlamda sorunlarının ne kadar gündem olabileceğini düşünmek için hiç mi hiç kâhin olmaya gerek yoktur.
Genelinde her konuşmacı elindeki yazılı metni okuyabilme mücadelesi verir. Ve bu yazılı metinlerde konular yuvarlak denilecek cümlelerle geçiştirilir bir tarzda ele alınmıştır.
Konuşmacılardan sadece birkaçının çalışma raporunu dinlediği kendi ifadelerinden anlaşılır.
Konuşmaların yapıldığı sıra herhangi bir delegenin not aldığını göremedik.
Konuşma metinleri öyle bir geçiştirme tarzıyla hazırlanmıştır ki, her sendikaya ait 30 dakikalık süre bile tam olarak kullanılmamıştır.
Deri-İş adına iki kişinin konuşacağı bilgisini edindiğimiz halde, yılların sosyal demokratı Başkan Yener Kaya diğer delegeye konuşabileceği süreyi bırakmaz. Hem de demokrasi mavalı okuduğu sırada diğer bir delegenin konuşma hakkına tecavüz eder.
Konuşmacıların ortak özellikleri; birincisi, hiç bir kimse geçmişte yapılanlarla ilgili olarak, eksiklerinin neler olduğunun ve yanlışlıklarının belirlenmesi anlamında özeleştiri yapmaktan kaçınmaları; ikinci olarak da, gelecek dönemde yapılması gerekenleri sayarken kendilerinin dışındaki kişi ya da kurumdan bekler halde olmalarıdır.
Delegelerin konuşmaktan kaçındığı konuların başında geçmiş üç yıllık dönemde yapılan ve halen devam etmekte olan grevler gelir. Çünkü grevlerin konu yapılması halinde zorunlu olarak dayanışmada gündeme geleceği için özellikle bu konular konuşulmaz. Tek cümle olsun üzerinde durulmayan bir diğer konuda, bahar eylemleriyle birlikte adından sıkça bahsettiren İşyeri Komitelerinin etkinlikleri ve deneyimleridir.
Hem grevler olsun hem de işyeri komiteleri olsun sıcak konular olduğu için özellikle ele alınmadığı kanısındayız. Şayet ele alınmış olsaydı bu konuların profesyonel sendikacılar şahsında nasıl analiz edildiğini öğrenme fırsatı bulmuş olacaktık, fakat bu tarihi anı yaşayamadık. Elden ne gelir, üzgünüz.
Bu konuların ele alınmasıyla Türk-İş’in ve bağlı sendikaların ne kadar önderlik yapmış olduklarını öğrenecektik. Yoksa “biz önderlik yaptık” maval okumasıyla bu işler olmuyor.
Kürsüde ele alınan konular incelendiğinde konuşmaların içeriği hakkında:
1- Sorunların kaynağı?
İçinde yaşanılan çalışma ve yaşama koşullarının sürekli daha da kötüleştiği anlatılmasına karşın, bu sonuçları yaratan kaynağın ne olduğu konusunda yapılan analizlere katılmak mümkün değildir.
Değildir; çünkü sorunların esasta kaynağı bir hükümetin izlemiş olduğu ekonomik ve sosyal politik olamaz.
Değildir; çünkü anti-demokratik diye sayılan uygulamalar sorunların kaynağı olarak sunulamaz.
Sonuçlarla sebep birbirine karıştırılmamalıdır.
Çalışanların yani yaşamda tek geçim kaynağı, emek-gücünü satması karşılığında elde ettiği para olan işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını, emek- sermaye temel çelişmesi üzerinde şekillenen bu ekonomik ve siyasi yapılanım belirler. Bir başka anlatımla değinilen çelişkide emeğin temsilcilerinin yani işçi sınıfının sorunlarını, esasta diğer kutbun yani sermayenin egemenliğinden kaynaklanmaktadır, işte hükümet de, sermayenin egemenlik araçlarından bir tanesidir. Bu sebeple, hükümetlerin izlemiş oldukları politikaları sorunların esasta kaynağı olarak görmek; sorunu yanlış analiz etmektir.
Genel kurulda yapılan da sorunu yanlış analiz etmedir.
Bu yanlışlık; doğal olarak, sendikal politikanın da yanlışlığını gündeme getirir. Birbirinden ayrılamaz.
Konuşmacılar neden yanlış analiz yaparlar? Ya da neden işçi sınıfının sorunlarının köklü çözümünü sağlayacak bir sendikal politika izlenmez?
Çünkü kürsüye hâkim konuşmacı olan sendikal bürokratların varlık koşulu, işçi sınıfının sorunları kaynağı olan sermayenin egemenliğidir. Yani sendikal bürokratlar, ücretli kölelik düzenin varlığında yaşam hakkı bulur. Bir anlamda da resmi ideolojinin denetiminden ve gündemindedir, sendikal bürokratlar.
Bu anlamda sermayenin egemenliğine yaşamsal bağı olan sendikal bürokratların, neden yanlış analiz yapmış olduklarını anlamak mümkün olur.
Bundan olarak; işçilerin ekmek ve özgürlük mücadelesi, sermayenin egemenliğine karşı verilmesi anlamında sendikal bürokratları da hedefler.
2- 1 Mayıs
19 sendikanın yayınladığı metinde 1 Mayıs yer almasa da, 10’u aşkın delege 1 Mayıs ile ilgili olarak konuşur ve ülkemizde de bir bayram olarak kutlanması yanlısı olduklarını belirtirler.
3- “Güneydoğu”
Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Güneydoğu’da yaşam hakkına yönelik saldırılara sadece iki konuşmacı yasak savma türünden bir cümle ile değinir.
Kürtlerin var olduğu Toplumsal ve Sosyolojik gerçeği, resmi ideolojinin güdümünde olan sendikal bürokratlar tarafından görülmez; onun için Kürtlerin sorunlarına karşı duyarsızdırlar.
4- DİSK
DİSK’in açılması ve malvarlığının iade edilmesi gereği, birkaç delege tarafından dile getirilir.
5- AAFLI
Amerikan sendikal hareketi (AFL-CIO) bünyesinde kurulmuş olan AAFLI (Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü) ile Türk-İş arasında kurulu bulunan ilişkinin kesilmesini isteyen konuşmayı birer cümle ile iki delege yapar.
Bu ilişki hemen hemen her genel kurulda bu biçimde gündeme getirilir ama getirildiği ile kalır. Geçiştirilir.
6- TÜRK-İŞ
Türk-İş’in geçen yıllarda yaptıkları ve önümüzdeki dönemde rolü üzerinde, delegelerin konuşmalarını toparlarsak:
1- Türk-iş sendikal politikasına netlik kazandırmalı ve ricacı olmaktan kurtulup, ilkeli mücadeleyi benimsemelidir.
2- Sendikalar arasında dayanışma duygusu güçlendirilmelidir.
3- Taban söz ve karar sahibi olmalıdır.
4- Kamplaşma olmamalı ve birliğimiz korunmalıdır.
5- İşçiler politikaya ağırlığını koymalıdır.
Bir anlamda iyi ve güzel konuşuyorlar. Fakat konuşmacıların çoğunluğunun sendika başkanı olduğu hatırlanırsa, söylediklerine uygun hareketlenmeyi neden kendi sendikalarında yapacaklarını açıklamıyorlar.
7- Sorunlar konuşulmadı
Delegeler, dünyadaki ve ülkedeki konularla ilgili olarak o kadar çok konuştular ki örgütlü bulundukları işkollarıyla ilgili somut sorunlardan hiç bahsetmezler. Sadece Fırat Üniversitesine bağlı işyerlerinde toplu iş sözleşmesi hükümlerinin uygulanmadığını ağlamaklı bir dille anlatan Koop-İş delegesine ek olarak, Belediye-İş’te yaklaşık 200 işyerinde 15 bin işçinin maaşını alamadığını anlatır.
Somut sorunların anlatılmamasının anlamı; demek ki sendikal bürokratlar sorunların tartışılır olmasından korkuyor olmalarıdır.

BALABAN KÜRSÜDE
Balaban büyük harflerle ve çift aralıkta yazılmış 4 sayfalık metni 15 dakikada yumuşak bir üslupla okur.
Konuşma metninde delegelerin belirttiği eksiklikler belli başlıklar altında sıralanır ve bugün Türk-İş’in de ihtiyaca cevap verecek yeterlilikte olmadığı belirtilir.
Bununla Türk-İş’in sendikal anlayışının eleştirildiği sanılmasın,
Konuşmasında yer yer Türk-işte kabul edilmeyen durumda, kendi sorumluluk payına da atıf yapar.
Konuşmasının devamında sebep olan gelişme nedenlerini dikkate almadan, sonuçla ilgilenmeyi; geçmişten ders çıkarma adına yaptığını açıklar.
Neler düşündüğü konularında AAFLI ve 1 Mayıs’a hiç değinmeden “pısırık, pişkin ve maceracı” olmayan ama “akıllı olan ve sınıfın güvenini kazanan” Türk-İş’in hedeflendiğini söyler.

KAPIKULU KUL, KÜRSÜDE
Konuşmasının yaklaşık iki saat sürebileceğini söyleyerek söze başlayan ve devamında; ‘kayıtlara konuşuyorum’ ve ‘belge sunuyorum’ diyerek, kaynağı bilinmeyen fotokopilerle özellikle faşist delegeler üzerinde ‘başarılı’ bir yöntemle ‘karanlık ve tehlikeli, hatta şaibeli’ bir sol geliyor imajını verir.
Evet, Kul’u korkutan gelişmeler olmalı ki böyle konuşma gereği duyar olsun.
Fakat ‘korkunun ecele ne faydası var” sözünü hatırlatırız.
Konuşmasında bazı noktalar üzerinde duracağım:
1- Danışma Meclisi
Sendikal bürokratlarla ülkeyi yönetenler arasında varolan ilişkinin bir örneği olarak ele alınan ve sürekli işlenen bir konu da, Eylül sonrasında Generaller Konseyinin tamamen atamalarından oluşturulan Danışma Meclisine girebilmek için profesyonel sendikacıların sıraya girmeleridir.
13. ve 14. Genel Kurullarda bazı konuşmacılar bu konuya değinir. Bu son genel kurulda ise, yalnızca Kapıkulu Emin Kul gündeme getirir ve şöyle konuşur: “Danışma Meclisine seçilmek için aday olan listeler yayınlanırsa kimler var görürsünüz?”
Kesin olan şu ki; faşisti, reformisti bütünüyle sendikal bürokratlardan Danışma Meclisi’ne atanabilmek için pek çok sendikacının sıraya girdiği ve bir listenin varlığı biliniyor. Ama kimlerin olduğu ne söyleniyor ne de yazılıyor; Kul’un yapmış olduğu gibi.
Sendikacıların aralarındaki çelişki bazen öyle bir noktaya geliyor ki, kendi isminin de olması için hiçbir engel bulunmayan ve hatta isminin bulunduğu söylenen MDP’li Kul, yinede konuyu gündeme getirebiliyor. Fakat salonda Allah’ın bir kulu ses çıkarıp, “hık” diyemiyor.
Diyemez. Çünkü hepsi aynı iplikten dokunmuş kumaşın parçaları.
2- Eylül ve TÜRK-İŞ
Ortada duran tüm belgelere ve yaşanılan yakın tarihe karşın, öz olarak önceden varolan zulüm ve sömürünün daha da katmerleşmesi olan faşist Eylül darbesi sonrasında Generaller Konseyi ile Türk-İş arasındaki emir-komuta ilişkinin boyutu tersyüz edilmek isteniyor; Kul tarafından.
İlişkinin varlığı konusunda çok önemli bir örnek, Sadık Şide Aralık 1983 tarihinde yapılan 13. genel kurulda yaptığı konuşmasının bir yerinde değindiği konu şudur: Ordu’nun ıslahat adına çok önemli işinin olduğunu ve bu sebeple hükümet kurulması bir zorunluluk olarak vurgulanarak, bu hükümette görev almak için 10 Eylül günü teklif alırız ve bu teklifi tüm icra kurulu da bilir diye konuşur (13. Genel Kurul Tutanağı, sf. 294). Anlaşıldığı üzere 12 Eylül’den iki gün öncesinden olacak gelişmelerden Türk-İş sadece haberdar edilmiyor; ortaklık öneriliyor ve bunu Türk-İş de kabul ediyor. Kısaca anlatılmak istenilen budur. Sonrası zaten peşinden gelir. Sadık Şide bakan olur, ’82 Anayasasına ‘Evet’ demeler vs. Şide’nin bakanlığı Türk-İş İcra Kurulu kararı ile onayladığı halde, bu gerçek çarpıtılmak isteniyor. Dokuz yıl sonra Şevket Yılmaz, Şide’nin bakanlığını kendi kararı olarak sunuyor (Günaydın, 17 Aralık 1989). Bir gerçek, tersyüz edilmek isteniyor. Çünkü kendisi de ortak; işçi sınıfına yapılan saldırılara…
Evet, havanı susuz dövüyorsunuz; Kapıkulu Kul.
3- “Singapur Batakhanesi”
Bay Kul devam ediyor: “Bu kürsüde sürekli genel grev, genel grev diye konuşanlar, bahsedenler; bu işler yapılırken (ne işler ÖD) şimdi bu salonda olup da, o sıra Avrupa’da ya da Singapur batakhanelerinde olanları” söylemeyeyim,
Söyleyiniz, söyleyiniz…
15. Genel Kurulun Mali Raporunda (sf. 54), 1990 yılı içinde Türk-İş yöneticilerden birinin yurtdışına görevli olarak gitmesi halinde; otel yatacak ücretini kişinin kendisi öderse, günlük 280 dolar ödeneceğini yazıyor. Şayet otel ücreti çağıran kuruluşun ödemesi halinde günlük yolluk 200 dolardır.
Raporda batakhaneler ücreti konusunda açıklık yok; Bay Kul.
Sendikacıların kendi aralarındaki çelişki nasıl da konuşma sebebi olabiliyor. Geçen 14. Genel Kurulda da Sadık Şide ‘imalı değinmelerle’ bazı konuları gündeme getirir ve sonradan sağa-sola da düzeltme metni gönderir. Benzer fonksiyonu bu genel kurulda, Kul üstlenmiş görünüyor. Sonradan düzeltme yazısı göndermeyiniz yayınlayamayız.
Kul’un kendisinin de belirtilen batakhanelerin resepsiyonundan fişinin olabileceği için sadece değiniyor. Tuzun kuru olsa, isim verirdin.
Siz sendikal bürokratların saltanat kayığıyla yüzdüğünüzü biliyoruz. Bilemediğimiz, saltanat kayığının nerelerde yüzmüş olduğudur. Gerçi bununda fazlaca bir önemi yok.
Sanmayın ki, kayığınız alabora, olmayacak.
4- Şubat ‘ 88 eylem planı
Bu konuda şahsında çıkan söylentileri doğrular bir tarzda konuşur: “Doğru, genel grev kararını imzalamadım” der; Kul. Devam eder, imzalamayan 1 kişi, imzalayan 40 kişi, ama soruyorum; genel grev yapıldı mı? Yapılmadı. Bununla ilgili savcılık ifademizi alırken, “imzalamadığımı” söyledim. Fakat diğer 40 kişi de “imza atmadım” dedi.
Bu eylem planı karar defterine yazılıp imzalanmaz. Bir kâğıt üzerine yazılıp öylece imzalanır. Şevket Başkan tarafından emin ellerde saklanır.
Tabi imzalanan kağıttan savcılığın bilgisi ‘olamayacağı’ için, ifadesi alınan herkeste “imzalamadığını” söyler.
İmzasını sahiplenemeyen, sendika ‘önderleri’. Biliyoruz ki, eylemler yukarıda kararlar alan sendikal bürokratlara karşın yapılıyor. Bu düşüncemiz böylece bir kere daha doğrulanmış oluyor. Kısaca:
Kapıkulu Kul daha pek çok konuya açıklık “getirir” ve bizleri engin bilgi birikim ve deneyimiyle “ihya” eder.
Kul’un ifşaatını Kenan Durukan, bizleri yani sendika başkanlarını “MİT’e, yargı organlarına, işçilere jurnalle-di” diye yorumlar (Cumhuriyet, 19 Aralık 1989).
İşçinin bilgilenmesinin yarattığı korku. Sormaya gerek var mı?
Zaten Durukan’ı kastederek “biz omuzu kalabalıklarla hallettik” diyenlere ne oldu, diye sorar Bay Kul? Sonuç, ses yok.
Sendikacılar içinde şöyle bir değerlendirme yapar (aynen): “Bunların sırtını sıvazla Van’a kadar koşar” der, Kul.
Aslında bütün anlatımlarla profesyonel sendikacıların sınıfsal konumunun; emek-sermaye çelişmesinde, emeğin karşısında olduğu gerçeği tekrarlanmış oluyor.
Neyin telaşı, Kapıkulu Bay Kul?

ŞEVKET BAŞKAN KÜRSÜDE
Yönetim kurulu adına son sözü Şevket Yılmaz alır; açındıran üslûpla, vefadan ve dostluktan bahsederek konuşmasını sürdürür. Acındırmayı öyle ileri safhaya götürür ki, çocuklarıyla ilgilenemediğinden söz ederek, salona girme şansına erebilen iki oğlunu ayağa kaldırarak drama devam eder. Sendikacılarla ilişkiler konusunda ise “kim kapıma geldi de geri çevirdim?” diye sorar. Ek olarak sendikaların iç işlerine karışmama mesajı verilerek,” “hükümetle özel sorunların çözümünde aracı olurum” denilmek isteniyor.
Konuşmasına devam ederken bir ara alt salonda anons yapılmasına öyle bir sinirlendi ki, bar bağırır… O an aklıma her hangi bir işyerinde bağıran bir patron geldi: Var mı, farkın? Hayır yok.

KOMİSYON KARARLARI
Genel kurulun ilk gününde oluşturulan; tüzük, teşkilatlanma, mevzuat ve kararlar, hesap-tetkik, eğitim ve bütçe komisyonların çalışmaları sonucu hazırladıkları raporlar, genel kurulun 5. gününde okunur ve bazı değişiklikler sonunda oybirliğiyle kabul edilir.
Burada bu komisyonlardan bazılarının raporlarını belirli yönlerden incelemeye çalışacağım:
1- Tüzük Komisyonu
Türk-İş’in tüzüğünün 3. maddesinin d bendi “aynı işkolunda yalnız bir sendika konfederasyona üye olabilir” biçiminde değiştirilir. Bu tüzük hükmüyle; 2821’in öngördüğü tek tip sendikacılık anlayışı yani sendikal tekelcilik, teşvik edilmiş olur. Yani resmi ideolojinin ülke genelinde “tek-tip” ve “tek-ses” sendikalar yaratmak istekleri, böylece desteklenmiş olur. Bununla sendikalarda varolan bürokratik yapının daha da güçlendirilmesi hedeflenir.
Ayrıca bağımsız sendikaların katılımını kolaylaştırıcı tüzük değişikliği yapılamaz.
2- Eğitim Komisyonu
Komisyon raporunda hiç bir şekilde AAFLI’dan ve onun eğitim faaliyetinden bahsedilmez.
3- Mevzuat ve Karar Komisyonu
’82 Anayasası ve çalışma hayatıyla ilgili yasaların kısıtlayıcı hükümlerin ya değiştirilmesi ya da işçilerin çıkarına uygun hale getirilmesi kararları raporda yer alır.
Yasaların tümden değiştirilmesi istenmiyor, bilinen adıyla makyaj yapılması savunuluyor.
TCK’de yer alan 141,142 ve 163. maddelerin kaldırılması ve ayrıca 1 Mayıs’ın kutlanması kararı alınır.
TGS’nin delegesi ve Milliyet yazarı Nail Güreli’nin
“DİSK’in açılması ve malvarlığının iade edilmesinin” karar olarak kabul edilmesi önerisi, divan başkanı tarafından yine oylamaya sunulmaz, önerinin okunması sırasında bazı delegelerin hakaret edici laf atması dışında hiçbir tepki almaz. Türk-İş’i “DİSK’leştirecek” ya da “DİSK’in devamı” diye nitelendirilen kesimden ise çıt yok.

ÖNERGELER
Genel kurula sunulan iki önerge üzerinde duracağız:
Birincisi; Türk-İş’in AAFLI ile olan ilişkilerin kesilmesini isteyen ve pek çok delegenin imzaladığı önerge, salonda okunur. Başkan Şevket Yılmaz, önergenin okunması bitmesi üzerine oturduğu yerden elinin tersiyle istercesine “bu, oylamaya sunulamaz” diye divana bakarak konuşur. O sıra Genel Eğitim Sekreteri Mustafa Başoğlu’nun cuma namazına gittiği içinde, yerinde olmadığı öğrenilir. Doğan boşlukta özellikle Türk Metal, Tes-İş ve Teksif delegelerin oturduğu yerlerden bağrışma olur: “Açıklayınız”; “oylayınız”; “eğitim sekreteri yoksa, teşkilatlanma sekreteri orda, yerinde, o açıklasın” vs. Bunun üzerine isteyerek de olmasa da Orhan Balaban kürsüye gelmek zorunda kalır, her kelime için 30 saniye düşünerek birkaç dakika konuşur: “14 Genel Kurul’da da Şide’nin AAFLI ile ilişkiler konusunda konuşması ayakta alkışlanmıştı… Yönetimdeki kişiler TC’nin çıkarlarına karşı ilişki kuramaz. Sanki bir şey varmış imajı yaratılmak isteniyor… Önerge sahipleri kimler, bilemiyorum. Ricam, önerge sahipleri önergeyi çeksinler” diyerek, konuşmasını bitirir. Divan başkanı da önerge sahiplerinden bir kaçının ismini okur ve Bala-ban’a bakar. Balaban’da oturduğu yerden yeniden “önergenin çekilmesini” tekrarlar.
Önergedeki imza sahiplerinden ses gelmeyince, işlemden kaldırılır.
Türk-İş yönetiminde olup da, AAFLI ile olan ilişkileri bilmemesi ve bunun maddi imkânından yararlanmaması düşünülemez. Bununla ilgili pek çok yayın var (Özgürlük Dünyası, sy: 13, sf. 22, 33). Orhan Balaban’ın da teşkilatlandırma sekreteri olarak Türk-İş’in kooperatifinden sorumludur; bu sebeple, AAFLI ile yakın ilişki içindedir. O yüzden Balaban “hık, mık” demek zorunda kalır. Yönetim kurulu üyesi olarak yaptığı konuşmada da, bu konuyu geçiştirir.
Her şeye burnunu sokan kapıkulu Emin Kul, bu konuda burnu koku “almamış” olacak ki, gelişmeleri koltuğundan yarı sararan bir yüz ifadesi ile izler.
AAFLI ile ilişkilerin kesilmesi 19 sendikanın yayınladığı metinde yer alırken, hiçbir kimse çıkıp konuşamaz.
AAFLI; sosyal demokratların yumuşak karnı…
Arkasından gündeme gelen tartışma, kim ya da kimler tarafından bu önergenin hazırlanmış olduğudur? Bilgiler Yol-İş sendikası çevresinde yoğunlaşıyor.
Bu önerge ile kulis yorumu: Orhan Balaban arkasından vurulmak istendiği söylenir.
İkincisi; Kıbrıs Türk İşçi Sendikası Federasyonu Türksen’e ait olup, önerge şudur: TC’den gelen 10 bine yakın işçinin KKTC’de sağlıksız koşullarda çalıştığı ve toplumda huzursuzluk kaynağı olacağının dikkate alınması ileri sürülerek, T.C. ile KKTC arasında varolan sosyal güvenlik anlaşmasına göre kaçak çalışan işçilere resmiyet kazandırılmasıdır. Daha önergenin okunması biter bitmez Emin Kul söz alır: “Bu önerge Rum tarafının iddialarını doğruluyor, onun için gündeme alınamaz” der. Tartışma çıkar. Divan başkanının tüm engellemelerine karşın Türksen’den Niyazi Düzgün söz alır: “Benim sendikamın 15 bin üyesi var, ama Anadolu’dan kaçak gelip yaklaşık 10 bin işçi çok zor koşullarda çalışıyor. Günlük ücret 15 bin TL ise bunlar 5 bin TL alıyorlar ve bu durumun yaratacağı sorunlar, gelecekte sosyal bunalım sebebi olabilir. Onun için bu insanlara sahip çıkılmasını istiyoruz” der. Der demesine de, önerge oylanmaz.
Delegenin önerge sunma hakkı ve Divan başkanın da bunu danışmadan oylamaya sunamama hakkı var. İşte bunun da adı, demokrasi oluyor.

SONUÇ
Genel kurulda tartışılan konular ya da hükümetin temsilcisine karşı yapılan protestolar dikkate alındığında, önceki genel kurullardan hayli farklı olması anlamında nicel bazı gelişmelerin olduğu teslim ediliyor. Ama nitel anlamında değişikliğin olduğu anlamına gelmez.
Öyle ki 1983 yılı aralık ayında yapılan 13. genel kurulda Münir Ceylan konuşmasında “sosyal demokrat sendikal hareket” demesi üzerine, hem Türk-İş’in ve hem de genel kurul divanının Başkanı olan Şevket Yılmaz tarafından sözü kesilir. Bugün ise yine aynı Başkanın bulunduğu ve hatta yeniden seçildiği genel kurulda, nasıl kavramış olduklarına katılmasak da sınıf ve kitle sendikacılığı vs. kavramları lafız olarak da olsa cılız bir sesle söylenir ve bazı yönlerden tartışılır.
Enflasyonun kurumsallaştığı ve gelir dağılımının emek aleyhine daha da bozulduğu ve kazanılan ekonomik hakların kısa sürede sıfırlandığı koşullarda, işçilerin bahar eylemleri sonucu resmi rakam yüzde 142 ücret artışıyla toplu sözleşme imzalanır.
Peki, 1990 yılı için Türk-İş yöneticilerinin maaşlarında artış oranı nedir? Yöneticiler herhangi bir eylem bile yapmadan bir kalemde yüzde 513.6 oranında artış sağlarlar. Maaşların kaynağı ise işçilerin ödediği aidatların toplamıdır.
Bu ekonomik koşullarda bulunan yöneticilerin ne kadar işçi sorunlarını sahiplenip, buna göre politika izleyeceklerini düşünmek hiç de zor değil?
İşte bunun için koltuğu kapan bırakmak istemiyor
Sonuç olarak buraya kadar yapılan anlatımda sendikal bürokratların hepsi ayrı ayrı telden çalıyor görünseler de esasta; koltuk kapma, sınıf işbirliğini esas alma ve sınıfın gücüne güvenmeyen bir sendikal anlayışa göre ortak hareket etmiş oldukları sosyal gerçeği gösterilmeye çalışıldı.
Bundan olarak yönetim düzeyinde olabilecek değişiklikler, esasta hâkim sendikal anlayışın da değişmesidir diye ileri sürülemez.
İşte kavranılacak halka budur.

EK-
Sendikalarda, çalışan kadın oranı yönetim organlarına yansımalıdır.”

(Yaşar SEYMAN, 1954 yılında Erzincan’da doğdu. Ankara Eğitim Enstitüsü mezunu. 1976 yılında Türkiye İş Bankası AŞ’ye girdi. 1987yılında profesyonel sendikacı oldu. Basisen Ankara ve İç Anadolu Şubesi Başkanı.)

ÖZGÜRLÜK D. – Bu kongrede tek kadın delege sizsiniz; kongrede tek kadın delege olarak bulunmanızı neye bağlıyorsunuz?
Y. Seyman- Türk-İş 11-17 Aralık 1989 tarihleri arasında 410 delege ile toplanan Genel Kurulu’na delege olarak katılmak güvendirici, ama tek kadın delege olmamın buruk bir sevincini yaşıyorum. Oysa Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların üyelerinin yüzde 40’ı veya yüzde 35’i kadın. Türk-İş’e bağlı 250 bine yakın kadın işçi var. Neden bu sayı yönetim organlarına yansımıyor? Nedeni açık. Ülkemizdeki tüm kurumlarda durum böyle. TBMM’de, siyasi partilerde, demokratik kitle örgütlerinde, sendikalarda durum daha farklı değil. Oysa sendikalar işçi sınıfının en ileri, dinamik ve örgütlü kesimi. Kadın sorununu ülkemiz sorunlarından ayrı düşünmek, değerlendirmek olası değildir. Ülkede uygulanan ekonomik, sosyal, siyasal ve etkinsel siyasalar insanımızın tümüne yönelik ise erkeği ve kadınıyla herkes bu siyasaların doğurduğu sorunlardan payını alacaktır. İşte bu pay kadınımıza biraz fazla düşüyor. Çalışan kadınlarımızın bir dolu sorunu varken; bunlar çözümlenmezken onların toplumsal uğraş içinde yer almalarını beklemek haksızlık olur. Çalışan kadınlarımızın içinde bulundukları tüm olumsuz koşul düzeltilmeli, tüm olumsuz koşullara karşın kadınlarımız toplumsal işlevi olduğu bilincine varmalı. Çağrı beklememeli. Geleneksel aile yapısı içindeki yerinin değişimine hız katmalı. Eşi, evi, çocuğu yanında ülkesindeki toplumsal sorunlarla da ilgilenmeyi amaçlamalı.
Özellikle sendikalarda örgütlü kadınlarımız bahar eylemlerinde en ön saflarda yürüdüler. Ev kadınları grevdeki eşlerinin, kardeşlerinin yanında yer aldılar. Genel Kurulda tek kadın delege olmamı, çalışan kadınların isteksizliğine bağlayamayız. Onlara zaman kazandırmalı, sorunlarını çözmeliyiz. İnanıyorum ki tek olmaktan böyle kurtuluruz.

ÖZGÜRLÜK D.– Son yıllarda çalışan kadın sayısı hızla arttığı halde, 1 milyon 500 bin işçinin üyesi olduğu Türk-İş’in 15. Genel Kurulu’nda tek kadın delegenin bulunması; Türkiye’de ve sendikalarda kadının hangi noktada bulunduğunun bir göstergesidir. Sizce kadının, sendikal örgütlenmede rolü nedir vs ne olmalıdır?
Y. Seyman- Ülkemizde bence, kadınlar örgütlerin kuruluş aşamasında yer almalı. Kuruluş harcını karmalı, erkek gibi kimliğini örgüt içinde geliştirmeli. Bu böyle olmuyor. Sendikacılık Batı’da ve diğer gelişmiş ülkelerde de uzun süre “erkek işi” olarak algılanmış. Ülkemiz sendikalarında durum giderek umut verici boyutlarda gelişmektedir. Tük-İş Genel Kuruluna yansıma bu olsa da sendikalarımızda gelişimin oranı giderek artmaktadır.
Neden çalışma koşullarıdır. Oysa bence, çalışma saatleri kısaltılmalı. Batı’da 33 saate indirilmesi düşünülüyor.
Tüm işçilerle birlikte kadın işçi de iyi ücret almalı. Evinde modern ev aletleri olmalı. Bu da zaman kazandırır. Yardımcı bir kadın çalıştırmalı. Kreşler olmalı. Çocuğunu kreşe vermeli. Kendine zaman bulan çalışan kadın, onlarca yıl süre gelen doğasal üretimine toplumsal üretimi de katacaktır. Üretken olacaktır. Üretken kadın çevresiyle, kendisiyle barışık olacaktır. Sendikalarda çalışan kadın oranı yönetim organlarına yansımalıdır.

ÖZGÜRLÜK D.- Sosyal yaşam İçinde kadının etkinliğinin artırılması için sendikaların ve üye işçi kadınların ne yapmaları gerekir?
Y. Seyman– Sosyal yaşam içinde, sendikalarda kadın yöneticilerin artması için, sendikalar eğitime ağırlık vermeli. Ayrıca Batı’da gündemde olan kota sistemini tüzüklerine koymalıdır. Kadınların kota sistemiyle gelmesi, inanıyorum ki, toplumsal işleve alıştıklarında, önleri açıldığında, giderek bu sistem tasfiye olacaktır.

ÖZGÜRLÜK D.- Siz, tek kadın delege olarak, işçi vs demokrasi sorunlarının dile “getirildiği” bu genel kurulda; kadın işçilerin üretime katılma sürecindeki sorunlarına değinen bir konuşma yapmayı sanırım düşünmediniz; neden?
Y. Seyman– Dünya görüşüm gereği olaylara sınıfsal bakıyorum. O nedenle işçinin kadını, erkeği olmaz. İşçi sınıfının sorunları bütündür. İşçilerle kadınların yazgıları ortaktır. Her ikisi de sömürülmektedir.
Hiç kimse yadsıyamaz ki, kadın işçiler ikili sömürüyle karşı karşıyalar.
Türk-İş Genel Kurulunda tek kadın delege olduğumu ben ve sendikam iki gün önce öğrendik. Oysa biz Türk-İş delegeleri sendikamız adına genel başkanımızın konuşmasını istemiştik. Genel Başkanımız, genel başkanlara kadın işçilerin yönetime gelmesine katkıda bulunmaları çağrısında bulundu.
Türk-İş delegasyonunun bana yaklaşımı çok sıcaktı. Ülkemin çeşitli yörelerinden gelen delegeler gelip konuşmamı istediler. İstemekle kalmayıp, Teksif Sendikasından Sayın İbrahim Yalçınoğlu önergeye de Türk-İş yönetimiyle görüşüp 10 dakika konuşmamı istediler. Tüm bu öneriler gönendirici.
İşçi sınıfı içinden gelen biri olarak örgüt disiplinine uymak en soylu tavırdır. Kaldı ki kadın işçilerin sorunları, işçilerin sorunlarından ayrı değil ve sadece kadınlar bu konuda konuşmaz.
Türk-İş Genel Kuruluna gelen 409 erkek delegeyi sabah evden (annesi, eşi, kardeşi, kızı) bir kadın uğurlamıyor mu?
Bazı konularda zorlamayı yanlış buluyorum. Kadın sorununa bakışı insanın kültürel gelişimiyle, dünyaya bakışıyla ilgili… Ben demokratım diyen bir delege, ülke sorunları içinde önemli bir ayraç olarak bakmalı kadın sorununa. Ben “Kadınlar da vardır”, “da” ekinin kalkmasını istiyorum. Kaldı ki, ben ülkemin çeşitli yörelerinde bu sorununu konuşan, konuşmakla yetinmeyip çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazan biriyim. İnandığım bu sorunu ülke sorunlarından ayırmadan konuşacak ve yazacağım. Kadın-Erkek, el ele omuz omuza mücadele ederek çözüme ulaşılır.

ÖZGÜRLÜK D.– Türk-İş Genel Kurulunu, özgül kadın sorunları açısından, (özellikle yapılan konuşmalarda) değerlendirir misiniz?
Y. Seyman- Bu Genel Kurul’da pek çok konuyla ilgili olarak düşünce belirtenler oldu. Fakat bir ya da iki delegenin, konuşmadı demesinler anlamına gelecek tarzda, bu sorunu birer cümle ile geçiştirdiler. Aslında unutulmamalı ki, demokrasi sorunu içinde kadın sorunu da vardır.

Ocak 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑