Her şeyin, her olgunun bir doğumu, bir de ölümü var. Sonsuzluk, bitimsizlik tek bir şeye özgü: hareketin kendisine. Yalnızca, çeşitli türleriyle maddenin varoluş biçimlerini oluşturan hareket bitimsizdir, mutlaktır; diğer her şey, her olgu, düşünsel süreçlere yansıttığı kavramlarıyla birlikte, hem maddesel hem de kavramsal olarak değişir, ortaya çıkar ve yok olur, doğar ve ölür, son bulur. Bu, canlı cansız, maddi ve düşünceye ilişkin, doğal ve toplumsal tüm olgu ve şeylerin kaçınamayacağı bir zorunluluk.
Doğumuyla Türkiye proletaryası ve emekçilerin, çeşitli milliyetlerden Türkiye halkının üzerine bir karabasan gibi çöken aşın gericilik, katmerli sömürü ve zorbalık sistemi 12 Eylül süreci de, bu zorunluluğun yeni bir deneme tahtası olmaktan kurtulamıyor, ölümüne doğru koşuyor.
Artık 12 Eylül’ün neden ve nasıl geldiği, neden ve nasıl gerçekleştirildiği üzerinde durmak, röportajlar ve anılar yapmak, yazmak ve okumak tarihsel öğreticiliğinin ötesinde önemli ve gerekli olmaktan çıkıyor. Şimdi artık neden ve nasıl gitmekte olduğunu bilmek, anlamak ve sürecin gelişimine uygun davranmak önem kazanıyor.
Çok açık olarak görülüyor, herkes yaşayarak biliyor ki artık Eylül sonuna gelmektedir, tükenmektedir.
Baş aktörlerine bakılsın: bugün ne generaller eski generallerdir, ne Özal eski Özal ve ne de süreci eskisi gibi istediklerince yönlendirebiliyorlar. Bir zamanlar Evren’in sözü kanundu, bilmem hangi meydanda yaptığı bir konuşma gelişmeleri belirlerdi, hemen herkes kendini ona göre yeniden düzenlerdi. Astığını asar, kestiğini keserdi. Bir sözüyle meclisler kapatır, meclisler açardı; burjuva siyasal arenayı gönlünce yeniden ve yeniden organize ederdi; Ecevit’i, Demirel’i hapseder; partiler kapatır, kurulacak olanların kurucularını onaylar ya da onaylamaz, O’ndan izin alınmadan milletvekili olunamazdı. İşçilere gelince, toplu sözleşme düzeni kaldırılmıştı, 2-3 katı gerekirken Evren % 70 zam yaptım der ve kimse sesini çıkaramazdı, kabullenilirdi. Geçinme endeksi yükselirken gerçek ücretler düştükçe düşer, yaratılan korku ortamında muhalif sesler duyulmazdı. Şimdi baş aktör Evren, o eskiden kedi-fare oyunu oynadığı Ecevit ve Demirel’e cevap yetiştirmeye çalışıyor. Zaman zaman açıklamalar yapıyor, suçlamalara cevap yetiştirmeye çalışıyor. Tarih karar verecek diyor, ama karar erken çıkıyor. Yine konuşuyor kuşkusuz Evren, Picasso’nun tablo ve eskizlerini kendisinin de yapabileceğinden tutun, Kürt sorununa, Fenerbahçe-Galatasaray rekabetine kadar. Ve siyasal görüşlerini de açıklıyor. Kimse takmıyor artık.
Peki, bugün Evren’in 4 kader arkadaşı generalin adlarını kaç kişi sayabilir? Yolsuzluklarıyla ayyuka çıkan T. Şahinkaya hatırlanabilir belki kimilerince, ama örneğin anlı şanlı cuntanın anlı şanlı 5. adamı, Jandarma Genel Komutanı üyesi kimdi? Oysa Evren’in bu 4 kader arkadaşı henüz Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri olarak protokolde Başbakan ve Meclis Başkanı ile yarışma halindeler. Bunlar bir zamanlar Evren başkanlığında oturur, tüm kararlan alırlardı. İdamlara birer dakika içinde karar verirler, ABD ile kölelik anlaşmalarını onaylarlar, yaslanamayacaklarına dair kanun gibi kanunlar çıkarırlardı. Şimdiden neredeyse tümüyle tarih oldular.
Ve 12 Eylül, “kardeş kavgası”, cumhurbaşkanı seçilememesi, hükümet krizleri gibi gerekçelerin yanında, başlıca batağa saplanmış ekonomi Eylül öncesi parlamenter sistemin istikrarsızlık içinde yetersiz kalması koşullarında yürütülemediği, ekonomik ve siyasal krize bir çözüm yolu bulunamadığı için gerçekleştirilmişti generallerce. Ya şimdi? Şimdi durum farklı mıdır? Ekonomik ve siyasal istikrarsızlık almış başını gidiyor. Ordu Güneydoğu’da etkisiz, direnişin üstesinden gelinemiyor. Grevler ise yine gündemde. Hani şu ekonomik krizin başlıca kaynakları arasında gösterilen grevler! Ve generallerimiz resmen hâlâ yönetimdeler. Neden çözüm bulmuyorlar? Neden yeni bir 12 Eylül yapmıyorlar? Yoksa kendilerine karşı bir Eylül mü bekliyorlar?
Eylül ve Ekonomik Yaşam
Eylül ölüyor, yaşamının sonunda son demlerini yaşıyor. Eylül ekonomiyi düzelteceği, demokrasiyi rayına oturtacağı, “kardeş kavgası”nı önleyeceği gerekçeleriyle gerçekleştirildi.
Ekonomiyi gerçekten “düzeltti”, dümdüz etti. Değişmeyen bir tek enflasyon oranı kaldı. Eylül öncesi bir yıllık oran % 100’lerdeydi. Şimdi de öyle! Eylülcüler ve onların ekonomik işlerden sorumlu adamları, Başbakan yardımcıları, sivilleşmeyle birlikte ortakları, Eylül sürdürücüsü Özal ekonomiyi “düze çıkardılar”; tekelci sermaye için yapılabilecek her şeyi yaptılar, toplumsal muhalefet ve özgürlükler üzerinden silindir geçirerek. Kâr, faiz ve kira olarak rant gelirlerini 1980’de tüm gelirler içinde % 49,47’lik bir paydan 1986’da % 64,21’lik paya taşımayı başardılar. Buna paralel bir başarıları ise, ücretlerin payının aynı tarihler arasında % 26,66’dan % 17,7’ye geriletilmesiydi.
Eylül ekmek düşmanıdır. 80-87 döneminde ekmek 22 kat pahalılandı.
Eylül eti ve peyniri 21 kat, zeytini 25 kat, şekeri 19 kat, tüp gazı 24 kat, gazeteyi 35 kat pahalılandırdı. Aynı dönemde ise ortalama işçi ücreti ancak 7 kat arttı.
Eylül işçi düşmanıdır. İşçi ücretlerini yerinde bile saydırtmadı, ücret sorununu tamamen “düzeltti”, dümdüz etti; 1979’da 100 olan gerçek ücret endeksini 87’de 51,7’ye düşürmeyi başardı. Ama bir de neyi başardı? ‘89 Mart ve Nisan’ında milyonlarca işçiyi ayağa kaldırmayı. Toplumsal tarihsel diyalektik böyle: Eylül sözde toplumsal muhalefeti, proletarya ve emekçilerin mücadelesini ezecekti. Bir dönem geçici başarısıyla övündü. Ama aslında güçlü bir “isyan teşvikçisi”ydi. İşçilerin yasal sınırları parçalayıp atan ayağa kalkışının birikimini var etti.
Eylül sözde enflasyonu aşağılara çekecek, ekonominin dengelerini yeniden sağlayacaktı; ama enflasyonu aşağıya çekemediği gibi bir zoru daha “başardı”, yüksek enflasyon oram ile durgunluğun birlikte, bir arada yaşanmasını gerçekleştirdi. Durgunluk ve hatta zaman zaman gerileme, kapasite kullanımında eksiklik ve işsizlik olarak yaşandı, yaşanıyor. Eylül, işsizliğin görülmemiş boyutlara vardığı bir dönem oldu.
Emekçi düşmanı Eylül, Özal’ın ağzından bir “orta direk” edebiyatıdır tutturdu, “sosyal adalet” söylemi geliştirdi; ama ulusal gelirde ücretlilerin payı 1980’de % 27’den 1988’de % 15’e geriletildi. Bu 12 puanlık düşüş Eylül’ün emekçilere “sosyal adaletçi” bir armağanı oldu. Bölüşümde açılan uçurum, vergilendirmeler yoluyla iyice derinleştirildi. Burjuva-proleter herkesin eşit oranlarda ödediği vergi türü olan dolaysız vergilerin oranı artırıldı. 1981’de % 35’ten 1987’de % 50,2’ye yükseltildi. Eylül en geri bilinçli işçiye bile ne denli işçi ve emekçi düşmanı olduğunu kanıtlamakta bir zorluğa düşmedi.
1988 sonunda iç borçlanma 24,9 trilyon TL’sini bulurken dış borçlanma 40 milyar dolara yaklaştı. Eylül borçlanma rekortmeni oldu.
Eylül ekonomik krize bayağı da “çözüm” oldu doğrusu! Bozulan ekonomik dengeleri yeniden düzenleyemediyse de, durgunluk içinde enflasyonu % 100’ler civarında tutmayı “başardıysa” da, işsizliği yükseltip üretimin eksik kapasiteyle sürmesini sağladıysa da, bunları, işçi ve emekçilerin sırtından çıkardı, ülkeyi rantiye cenneti haline soktu ve emperyalizme, uluslararası mali sermayeye daha yakından ve sıkıca bağladı. Bunlar, başlıca “başarıları”dır!
Eylül, kapitalizmin krizine çare olamadı, daha derin bir krize sürüklüyor ülkeyi. Zorbalık ve korku atmosferinde zamlar, düşürülen ücretler, işsizlik, gelir dağılımında uçurumun büyümesi vb, yoluyla tekeller lehine düzenlemelerle krizden çıkılıyormuş havası verildi, sadece havası verildi, havayla ise ancak hava elde edilebiliyor. Ve Eylül kendi kaçınılmaz sonunun maddi koşullarını kendisi var etti. Ölümüne kendisi koştu.
Son Veriler Eylül’ün Sonunu Gösteriyor
Son veriler Eylül’ün ölümcül koşusunun yeni kanıtlarım sunuyor. İTO’nun büyük olasılıkla olumlulaştırılmış rakamları Eylül ve Özal’ın başını ağrıtıyor – “ecel gelmiş cihane baş ağrısı bahane”!
İmalat sanayisi -eğer doğruysa- geçen yılın ilk üç ayında % 16 büyümüştü. Yine gecen yılın, 1988’in son üç ayında büyüme hızı 11, 1989’un ilk üç ayında ise 13,8 oldu, yani imalat sanayisi verileri toplanan son 6 aydır küçülüyor. Ve kuşkusuz küçülen, hem de önemli boyutta küçülen sanayi ancak işçi çıkararak ayakta durabiliyor, son aylarda işçi çıkarımı hızlandı. Ve sanayi yine yaşamını kapasite kullanımını düşürerek sürdürebiliyor. İTO’nun rakamları 87’de % 12 olan işsizlik oranının % 12,5’a yükseldiğini, 88’de kapasite kullanımının ise ancak % 61,8 olduğunu gösteriyor. Ve bu rakamlar oldukça “hayali”. Türkiye’de herkes işsizlik oranını % 20 olarak veriyor, iş resmileşti mi oran düşüyor! Yine İTO, tüketici endeksindeki yükselmeye dikkati çekiyor: 88 Ocak’ında 23,5 ve Şubat’ında 23,4 olan yıllık tüketici endeksi 89 Ocak’ında 71 ve Şubat’ında 23,4 olan yıllık tüketici endeksi 89 Ocak’ında 71 ve Şubat’ında 69,3 olarak geçen yıla göre yaklaşık 3 kat fazlasıyla gerçekleşiyor. Bunun anlamı, emekçilerin Uç kat pahalı yaşayabilmeleridir.
Özal enflasyon hedefleri açıklıyordu zaman zaman, epey bir süredir vazgeçti bundan. Nedeni, açıklanan enflasyon hedeflerinin büyük bir “başarı” ile 2-3 ay içinde gerçekleştirilmesidir, Özal yıllık hedeflerine 2-3 ay içinde ulaşma “başarısını” gösterince artık hedef açıklamaz oldu.
Enflasyon ve gerçek ücretlerde düşmeyle, zamlar ve vergilendirme politikasıyla “orta direkçi-sosyal adaletçi” Eylül ve Özal ulusal gelir bölüşümünde de son rakamlara göre büyük bir “başarı” kazanmış durumdadır: DİE verileri yeni açıklandı ve nüfusun en alt % 20’lik bölümünün ulusal gelirin ancak % 4’ünü, ikinci % 20’lik bölümünün ise % 7’sini sahiplenebildiğini gösteriyor. Nüfusun % 40’ı ulusal gelirin ancak % 11’ini elde edebiliyor. En üst % 20’lik kesim ise ulusal gelirin % 55’ini alıyor.
Yaklaşık % 40’ı çalışmayan, çalıştırılamayan bir sanayi… 141 bin TL’lik net asgari ücret… Trilyonlarca liralık iç ve dış borçlar… % yüzlerde seyreden enflasyon oranı… Sürekli zam ve yüksek tüketici vergilendirilmesi… Beş kişiden birinin işsiz olduğu, aşırı dengesiz gelir dağılımına sahip bir ülke… Sonuna yaklaşan Eylül’ün çıkardığı fatura bu. Ve Eylülcülerin “şansları” da yok. Yağmur yağmıyor. Demirel’le Özal’ın paylaşamadıkları GAP ve barajların tarımın ihtiyacı olan suyu sağlamada pek bir katkıları yok. Gübre ateş pahası, kullanılamıyor, traktör açığı büyük, borçlanan köylü tohumluk alımında zorlanıyor ve ürününü yok pahasına elinden çıkarıyor. Sonuç: tarımsal üretimde düşme… tarım krizi. Tarım ve sanayideki kriz birleşiyor, ekonomi içinden çıkılmaz hal alıyor.
Ülke Gündemini Artık Eylülcüler Dikte Edemiyor
Bunlar, patlayıcı madde stoklarını biriktiriyor. Emekçileri yaşayamaz durumda olan bir ülke… Ne olur? Patlayıcı madde stoklarının ateş alması için küçük kıvılcımlar yetiyor. Hak talepleriyle emekçilerin ayağa kalkmaları artık gündem belirtiyor. Hayır, Evren’le Demirel ya da Ecevit, Özal’la Demirel ya da İnönü tartışmıyor; burjuvazi, gericilik, onların denetimindeki basın yayın organları böyle göstermeye çalışıyor. Üst üste referandumlar, seçimler, günümüzde erken seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları, gerici burjuva gruplar arası çatışmalar olarak kuşkusuz önemlidirler; ancak bunlar, Türkiye gündemini saptırma çabalarının ürünü olarak gazetelerin manşetlerini ve sayfalarının çoğunluğunu işgal ediyorlar.
Özal ya da bir başkası, SHP veya DYP, hangisi sıralanan Eylül faturalarım ödeyebilecek? Hangisi ülke sorunlarının çözümünün anahtarına sahip? Gerçek ücretleri yükseltecek kişi ya da partisi var mı burjuvazinin? Olmadığı gibi, Özal’dan farklı çözüm yolu ve program öneren kişi de partisi de yok.
Gündemi oluşturacak potansiyel güç işçi sınıfı ve emekçilerdir. Ve 89 Mart-Nisan’ında olduğu gibi, kendiliğinden de olsa bir ucundan gündemi oluşturmaya başladı bu güç. Bir zamanlar gündemi Eylülcüler belirtiyordu. Evren, Özal gibileri. Şimdi burjuva muhalefet erken seçimi zorlayarak ve tüm ölümcül sorunların çözümünü erken secime bağlayarak gündemi belirlemeye çalışıyor. Ancak pek şanslarının olduğu söylenemez. Sürünerek ölmeye mahkûm edilen emekçilerin talep ve özlemlerine kenarından kıyısından da olsa tercüman olamayan, zaten sarsıntı halinde olan düzenin daha da sarsılmasından tümüyle kaçınan burjuva muhalefet partileri, ne emekçi kitlelere umut verebiliyor ve dolayısıyla ne de gündem oluşturabiliyorlar. İşçiler SHP gibi sol lafazanlığı bile pek yapmayan, yapamayan bir partiye kerhen bir süre oy verdiler. Son anketler hiçbir partiye oy vermeyeceğini belirten bir kesimin ortaya çıktığını gösteriyor. Ve seçim bölgesiyle yörelerini, Doğu ve Güneydoğu’yu dolaşan ANAP’lı Devlet Bakanı Kâmran İnan ANAP oy tabanının erimekte olduğunu, ama tabanın SHP ya da DYP’ye değil PKK’ya kaymakta olduğunu söylüyor. Doğu ve Güneydoğu’da gündemi koyan ne Eylülcülerdir, ne de onların sahte muhalifleri.
İşçiler Türkiye gündemini zorluyorlar. Büyük ölçüde kendiliğinden olan işçi hareketi, yalnızca bu nedenle gündemi belirlemede yetersiz kalıyor. Mücadelesi burjuva partilerce saptırılmaya açık. Türk-İş’in bürokrat sendikacıları sınıfın önüne setler dikiyorlar, sınıfın eylemliliğini engelliyor, taleplerini yatıştırmaya, mücadeleci tutum ve ruh hallerini geriletmeye uğraşıyorlar. Sınıf tüm bunlara rağmen gündemi koymaya yöneliyor, örneğini Mart ve Nisan aylarında yaşadık.
Türk-İş kamu işyerlerinde yaptığı toplu sözleşmeyle yeni bir satışı gerçekleştirdi. Satış buradan özel işyerlerine yansıyor. Ama sorun çözülemedi, çünkü işçiler bastırıyor, çünkü şimdiki gibi yaşayamıyorlar. Hayır, henüz bir devrimci durum yok, ancak işçilerin aldıkları ücretle karınlarını doyuracak ekmek bile bulmalarının zorluğu da ortada. Ve satış sonucuna ulaşamıyor, işçiler sadakayla yetinmiyorlar, bunu talepleriyle eylemli olarak ortaya koymaya yöneliyorlar. Ek zam talebi gündeme geliyor. İşçiler getiriyorlar. Bu arada ilginç olmayan olaylar yaşanmıyor değil. Bir örnek: Gebze’de MESS üyesi işyerlerinde işçiler ek zam talebini zorladılar. Türk Metal-İş Gebze şube yönetimi, “tabandan gelen, haklı istemlerin ürünü ve üst yönetimin bilgisi dâhilinde ek zam eylemlerinin yapıldığını” açıkladı ve sendika genel merkezine karşı eylemleri böyle savundu. Türk Metal genel merkezi ise, şube yönetimini disiplin kuruluna vererek işten el çektirilmelerini sağladı. İşçilerin zorlamasıyla eyleme yol veren şube yönetimi genel merkezce görevden alınmış oldu. İşçiler işte böyle sendika ve sendikacılara rağmen gündemi belirleme durumundalar. Ama durumundalar…
Sınıf Hareketlendi: Eylül’ün Sonu Geldi
Maddi toplumsal koşullar, ekonomik yaşam, kapitalizmin krizi işçilere eylemciliği dayatıyor. Ve en geri bilinçli işçi bile eylemcileşmekten geri duramıyor. Mart-Nisan eylemlerinde yaşandı bu. Dincisiyle, DYP’lisiyle işçiler sokaklara döküldüler, kendilerini kanıtladılar, haklar aldılar. Ama henüz pek de bir şey alamamışlardı, hak alma mücadelelerini sürdürme tutumundalar. Bir kez Eylülcülerden ve burjuvaziden nasıl hak alınacağını öğrendiler çünkü.
1981, 82, 83’de işçi sınıfı hemen hemen mutlak bir sessizlik içindeydi. Eylemsizlik… Eylül’ün 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasası karşısında grev yapılıp yapılamayacağı tartışıldı. Grev, gerçekten bin-bir yasağa bağlanmıştı; birçok iş kolunda zaten yasaktı, diğerlerinde yetkili sendika olabilmek için türlü barajlar vardı, uzun uzlaşma görüşmeleri olacaktı, uzlaştırma kurulları vardı, grevin “milli bütünlüğü tahrip edecek şekilde kullanılamayacağı” koşulu vardı, grev oylamasının yapılması bir meseleydi, hükümetin erteleme hakkı ardı. Grev tüm bu sınırlamalar aşıldıktan sonra yapılabilse bile, işçiler grev yerinde toplanamayacaktı, yalnızca iki grev gözcüsü bulundurmak yasaldı, greve konu işyerinde işçi çalışabilecek, mal sevkiyatı yapılabilecek, stajyer vb. biçiminde yeni işçi istihdam edilebilecekti. Bürokrat sendikacılar 12 Eylül yasallığı ardına sığınıp bu koşullarda grev yapılamaz diyorlardı. Ne de olsa bu yasaların altında genel sekreteri S. Şide aracılığıyla Türk-İş’in de imzası vardı ve Türk-İş Eylül’e destek açıklamıştı.
Yasak sınırları 84’de 56 işçinin katıldığı 4 grevle aşıldı. 85 ve 86’da ise 21’er grev görüldü. Katılım, sırasıyla 2410 ve 7926’ya yükseldi. 87 ve 88 ise, grevlerde patlama olarak nitelenebilecek sıçrayışlara tanık oldu. Sırasıyla 307 ve 357 grevde her iki yılda yaklaşık 30’ar bin işçi greve çıktı. Yasaklar zinciri kırılıyordu. Sınıf hareketlenmişti. Hiç de küçümsenmeyecek boyutta.
Ve 89 Mart ve Nisan’ı… Grevler ve grev dışı eylemleriyle tam bir patlama yaşandı. Henüz tam rakamları yok. Ancak, 80-90 bin katılımlı yemek boykotları, mesaiye kalmama, servislere binmeyerek yapılan yürüyüşler, işçi gösterileriyle milyonlarca işçi düzene ve dolaylı olarak Eylül’e nefretini dile getirdi. Yasa kalmadı, sınır kalmadı, Eylül kalmadı. İşçiler yasadışı, korsan eylemleri kitleselleştirdiler, meşrulaştırdılar. Yasaya uygun değillerdi eylemleriyle ama tanındılar, yasalar eylemleriyle fiilen işlemez oldu ve Eylül işçiler karşısında sesini yükseltemedi. Eylül boyun eğdi.
84′ Mayıs’ında aydınlar Eylül’ün yetkililerine bir dilekçe sundular. Aydınlar Dilekçesi, başta Evren, Eylül yetkililerini gazaba getirdi. Aydınlarımızın ne vatan hainliği kaldı ne başıbozukluğu. Yargılandılar. Bugün, yasaklar zincirini fiilen kıran ve ne kovuşturmaya ne de yargılanmaya tabi tutulan işçilerden cesaret alarak bazı aydınlarımız izinsiz (korsan) gösteriler yapıyorlar; gözaltına alınanlar oluyor, ama çoğu alınmıyorlar da. Eylül henüz az sayıda insana diş göstermekten geri kalmıyor, aydınlar üzerindeki baskısını da hafifletmek istemiyor, onları hareketsiz-eylemsiz tutmaya çalışıyor, birkaç göstericiyi gözaltına alarak yıldırmaya yöneliyor onları ama zaman değişti, pek de yunuyorlar.
Cezaevleri sorunu Eylülcülerin başını ağrıtıyor. Ağustos gündemini cezaevlerinde hakları için direnenler belirledi. Cezaevleri Cumhurbaşkanlığı seçimiyle erken seçimi bile manşetlerden indirdi. Doğu sorunu ve PKK’nın kampanyaları da öyle. Gündem artık gericiliğe karşı güçlerce belirlenir oluyor. 82, 83’lerde, 84’lerde cezaevlerinde yine sorun vardı, yine açlık grevleri yapılıyordu. Ama Eylül hüküm-fermaydı, Eylülcülerin sesi çıkıyor, siyasal tutsakların sesi duyulmuyordu. Bugün cezaevlerindeki devrimcilerin genel bir destek oluşturmaları önlenemiyor. Gericiliğe rağmen Kürt sorunu da siyasal literatüre girdi, meşrulaştı, çıkartamıyor.
Ölmedi ama Sonuna Geldi
Eylül henüz tümüyle mezara girmedi. Yerine demokratik bir rejim de kurulmadı, kurulmuyor, demokrasiye geçildiği, yok. Demokrasi, köklü bir alt-üst oluşu, bir kırılıp parçalanmayı gereksiniyor. Öte yandan Eylül, merkezileştirilmiş devlet mekanizmasıyla, yasalarıyla, yetkileri artırılmış Güvenlik Kuruluyla, özgürlük ve hak retleriyle sürüyor. Cumhurbaşkanı Konseyiyle, Anayasasıyla, Sendikalar Yasasıyla, YÖK’üyle sözde seçilmiş Evren’iyle sürüyor Eylül Evren ve Eylülcülerin henüz devlet mekanizması ve özellikle ordu üzerinde etkileri de var. Generaller Eylül’ün ilk yıllarında olduğu gibi olmasa da Eylül şeflerine saygıda kusur etmiyorlar. Özal’ı gördükçe “Evren iyiymiş” diyen geri bilinçli insanlar da var. Evren hâlâ bu tür insanlar üzerinde belli bir siyasal etkiye de sahip. “Güvenlik kuvvetlerimiz” Eylül alışkanlıklarını önemli ölçüde sürdürüyorlar. Çeşitli izinsiz gösterileri seyretseler de, 1 Mayıs örneğinde olduğu gibi azgınca saldırıyorlar göstericilerin üzerine. Henüz görece az sayıda gücün güç gösterisine tahammül edemiyorlar. “Kardeş kavgasını önleme” gerekçeli Eylül’ün bir bakanı 1 Mayıs göstericilerine ateş açılmasını Fatih’in “kardeş katli vaciptir” kanunnamesiyle savunmaya yelteniyor.
İşkence sürüyor, hele Doğu’da köylülere yapılmadık zulüm kalmıyor. Direnenler ve direnişçi olduğundan kuşkulanılanlar sorgusuz sualsiz kurşunlanıyorlar. Cezaevlerinde zorbalık sürüyor. Dana geçtiğimiz ay Eskişehir’den Aydın’a sürülen açlık grevcilerinden ikisi ayakta zor dururlarken dipçiklenip coplanarak öldürüldü.
MİT-polis işbirliğiyle Tuzla’da olduğu gibi insanlar pusu kurularak öldürülüyorlar. Devrimci olduğundan şüphe edilmek saldırıya uğramak için yeterli neden.
Evet, Eylül mezara girmedi henüz. Bir zihniyet sürüyor, tutum sürüyor, düzenlenmiş, gedikleri kapanmış merkezileştirilmiş devlet mekanizmasıyla sürüyor. Ama zaman değişiyor. Eskisi gibi hükümferma değil artık Eylül. Eskisi gibi hükmünü sürdüremiyor. İstemediği ya da vazgeçtiği için değil, artık gerçekleştiremediği, karşısına siyasal ve kendiliğinden ama eylemci, mücadeleci güçler dikildiği için.
Sistemde Yeni Çatlak ve Gedikler
Eskisi gibi sürmez, süremez oluşunun maddi temeli kriz içindeki ekonomi. Söylendiği gibi, bu, patlayıcı madde stokları üretip biriktiriyor.
Ülke siyasal bir kriz içinde. Hükümetin durumu tartışılıyor. Gericilik kendi içinde birbirine düşmüş durumda. Hükümet % 20 ile ayakta durmaya çalışıyor, muhalefet bunu kabullenemiyor; ama asıl kabullenmeyen emekçi kitleler. Burjuva muhalefet bu kitleleri peşlerine takmaya uğraşıyor. Şimdiye dek yeterince güç oluşturamadılar, bundan sonra oluşturabilecekleri de kuşkulu. Özal kitleleri eskisi gibi uyutamıyor, eskisi gibi yönetemiyor, ama burjuva muhalefet de bunu becerebileceği “umudu”nu vermiyor. Bu, kitlelerin düzen dışına sürüklenme eğilimine yol açan bir neden. Bu eğilimin belirtileri yaşanıyor. Mart-Nisan’da, Doğu’da, anketlerde…
Eylül devlet mekanizmasını restore etti, delik ve gediklerini tıkadı, ancak burası Türkiye… Emekçi milyonların azgınca sömürüldüğü, baskılandığı, ekonomik olarak hiç mi hiç tatmin edilemediği ülke. Yeni delik ve gediklerin açılması kaçınılmaz oluyor. Üstelik Eylülcülerin yaptığı gibi delik-gedik tıkama adına hiç emniyet supabı bırakılmadı mı, sıkı güvenlik düşüncesiyle insanlara ve ülkeye içine sığamayacağı elbiseler biçildi mi, yeni delik-gedikler pek çabuk açılıyor, işte gösteri yasası. Her tür gösteri yasaklanmıştı, gösteri bin bir izne bağlanmıştı ve ancak dağ başlarında yapılabilir kılınmıştı. Ne oldu? İşçiler bu yasayı ezip geçtiler, çalışmaz kıldılar. Ne yapılabilirdi? On binlerce, yüz binlerce, milyonlarca işçi zindanlara doldurulamazdı ki! Zindanlardaysa siyasal tutsaklar tek tip elbise giymiyorlar yönetmeliğe rağmen; yönetmelik tutsakların ağırlığı altında eziliyor. Ne yapılabilirdi ki? Zindandakiler zaten zindandaydılar, zindana doldurulmazlardı yeniden! 1 Mayıs bayram olmaktan çıkarıldı. Kutlanması yasaklandı. Kutlanmadı mı? Hem de gericilikle, burjuvaziyle çatışma içinde en anlamlı şekilde kutlandı. Kurşun buna engel olabildi mi? Ve Eylülcüler 90 1 Mayıs’ına izin vermeyebileceklerini sanıyorlar mı? İsterse vermesinler! 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanma hakkı daha bu yıldan alındı. Geçmiş olsun! Tüm bunlar ve daha irili ufaklı niceleri gericiliğe karşı kazanımları oluşturuyor, o güçlendirilen ve restore edilen mekanizmanın arızasız çalışmasını engelleyen, onda hava kaçırmasına neden olan delikler açan fiili kazanımlar. Ve bu kazanımları Eylül’ün biriktirdiği patlayıcı madde stoklarının ateş alması sağlandı.
Muhalefet Yükseliyor, Sürecin Akışı Değişiyor
Emekçi kitlelerin eylemli hale geçişi, emekçilerin eylemliliğindeki yükseliş ülkenin havasını, atmosferini değiştiren temel etken. Eylül sürecinin başlangıcında ve yükseliş döneminde işçi ve emekçiler sahnede yoktular, hesaba katılmıyorlardı. Bastıran Eylül’dü, emekçiler bastırılan durumundaydılar. Şimdi roller değişti, emekçiler bastırıyor, zorluyor, gerileyen Eylül ve Eylülcüler. Ve çatışmanın tarafları, kendilerini ortaya koyarak çatışan taraflar, burjuvazinin çeşitli grupları değil. Onlar da çatışıyorlar, ancak asıl çatışma tutum farklılıklarına sahip olsalar da tüm gericilikle emekçiler arasında, gündem ve çatışmaya bağlı olarak oluşuyor. Evren veya Özal’la İnönü ya da Demirel arasındaki çatışma temelinde değil. Kitlelerin yükselen eylemliliği ve hak koparıp alışları moral etkenleri de değiştirdi. Moral üstünlük Eylül ve Eylülcülerden emekçilere doğru yer değiştirdi. Kazanımlar elde eden, kendi gücünü ortaya koyduğunda bunun yenilmezliğini ve hak alıcılığım gören; esip gürleyenlerin, yıllardır kendilerine kan kusturanların kofluğunu mücadele sürecinde sınayan emekçilerin ruh halleri bugün 3-5 yıl öncekiyle tam bir zıtlık oluşturuyor. Eylül’ün yarattığı korku psikozu, yılgınlık ve kadercilik bugün yerini korkusuzluk, gücüne güven, mücadelecilik ve kadere boyun eğme bir yana elde edilenlerle yetinmemeye bıraktı, bırakıyor. Katlanma ve boyun eğme, haksızlıklar karşısında sessiz kalma yerini, direnişçi-mücadeleci bir kitle psikolojisiyle toplumsal muhalefetin yükselişi aldı alıyor.
En temel eksiklik, toplumsal muhalefetin henüz büyük ölçüde kendiliğinden oluşu. Ve Eylül’ün en önde gelen ve gerçek başarısı da bu noktadaydı. Eylül, henüz saldırısının başlarında devrimci, Marksist örgütlenmeleri ya dağıtmış ya da neredeyse tümüyle çalışamaz hale getirecek şekilde darbelemişti. Bugün artık devrimci, Marksist örgütlenmeler yaralarını tümüyle olmasa bile sardılar, eski etkinlik düzeylerine henüz ulaşamamış olsalar bile toparlandılar. Eylülcüler, artık devrimcilere ezici darbeler vuramıyor, faaliyetlerini engelleyemiyor. Ne Batı’da ne Doğu’da. Ve devrimci, Marksist örgütler toplumsal muhalefetin yükselişine katılıyor, güçlerince katkıda bulunuyorlar. Sınıf ve emekçi kitleler içinde mevzilenip erimeleri ilerledikçe hem tümden yok edilemez olacaklar hem de toplumsal muhalefet şimdikinden daha yeterli, doğru ve kalıcı hedeflere kanalize olacak. Bu, Eylül’ü tümden mezara gömecek gücü oluşturacak.
Aydınlarda Değişme: Önemli Gösterge
Artık Eylül yok… Bunun en bariz göstergelerinden biri, aydınların konumlanışındaki değişme eğilimidir. Aydınlar öteden beri sınıf mücadelesindeki olumlu ve olumsuz gelişmelerin en belirgin kanıtım sunmuşlardır. Gericiliğin yoğunlaşması, zor yıllar, en başta ve en çok aydınlan etkiler, önce onlar devrimden uzaklaşırlar, tarafsızlaşır ya da karşı safa meylederler. Gericiliğin ideolojik etkisi en fazla onlar üzerinde görülür olur. Bizde de böyle oldu. Atatürkçüleştiler, yılgınlık edebiyatına sarıldılar, bireyleşme adına bireycileşme propagandasına yöneldiler, sessizleştiler, kendi içlerinde ve dışlarına doğru bunalımı ürettiler, bunalım üretimine şevkle katıldılar. İstisnaları yok muydu? Vardı, son derece az… Eylülcüler çıktı aralarından, Özalcı büyük bir kesim. Çoğu eski “sosyalist”tiler, demokrat devrimci! Ahmet Altan gibileri çıktı. Eylül edebiyatını, bunalım edebiyatını geliştirdiler. Feminizm, yeşilcilik, ü-berterlik, devrimden kopuşun, uzaklaşmanın belirtileri olarak aydınlar arasında önemli denebilecek savunucu ve taraflar buldu. Marksizm ve sosyalizm düşmanlığı yaygınlaştı. Devrim fikriyle dalga geçilir oldu.
Bugün gelişme tersine dönmüş durumda. Aydınlar arasında yılgınlık ve boyun eğme eğilimi yerini direnmeye bırakıyor. Direnenlere sempati duyuluyor. Devrim ve sosyalizm, Marksizm aydınlar arasında yeniden taraftar bulmaya, gelişmeye başladı. Feminizm, yeşilcilik, liberterlik, zaten bir güç oluşturmamışlardı, ama olan güçlerini de devrim ve sosyalizm lehine kaybetmeye başladılar. Başlıca feministlerin topladığı kadın kurultayının, feministlerin onu terk etmesiyle sonuçlanması bir gösterge. Bireycilikten sıyrılma belirtileri ortaya çıkıyor. Ve önemli bir şey, bir dönem o denli moda olan A. Altan ve benzerleri “eserleri” ile birlikte unutulup gidiyor. Bugün artık A. Altan ve romanları değil A. Kadir Konuk ve romanları okunur oldu. Bunalım edebiyatı yerini direnme edebiyatına terk etti. Demokrat sesler duyuluyor bugün. Zuhal Olcay, Deniz Türkali, Müjdat Gezen gibi sanatçılar İnsan Hakları Derneği’nin düzenlediği “İnsan Hakları Yarın Değil Şimdi” konserine katılmaya gönüllü oluyorlar. Evet, insanlarımızın soluduğu hava değişmiştir. Eylül ve Eylülcülerin havası değil solunan artık, onların yarattığı küflü çürümüş ceset kokan hava değil, umut dolu, tertemiz değilse bile, henüz bulutlu olsa bile temizlenip, bulutları dağıtılabilecek serin esintili bir hava. Hava emekçilerden ve devrimden yana döndü, rüzgârı artık Eylül estirmiyor. Direniş rüzgârları esiyor. Bu, bizim havamız; bu, emekçilerin havası; bu, toplumsal gelişimin havası.
Artık Yeni Eylül de Yok!
Eylül, yalnızca ölümüne koşuyor olmakla kalmıyor. Bu ülkede bir daha yeni Eylül’lere yer de yok, olmayacak. Yeni Eylül’ler yaşanmayacak.
Fal bakmıyoruz, Türkiye’nin geleceğinde hiçbir şekilde yeni darbeler olmayacak demiyoruz. Mümkündür, olabilir. Ama benzer sonuçlarıyla yeni bir Eylül yaşanmayacak bu ülkede.
Eylül, herhangi bir darbe değildi. Ezici, bastırıp dağıtıcı, yok edici sistemli bir saldırganlıktı. Bundan sonra belki daha saldırganı bile olabilir; ancak Eylül’ün yol açtığı sonuçlara yol açanı yaşanmayacak bir kez daha.
Devrimci, Marksist örgütler Eylül saldırısına dayanamadılar, onun yarattığı zor koşullarda yaşamayı beceremediler, ölmediler, ancak mücadele ederek yaşamayı başaramadılar. Her şart altında mücadele edebilecek, esnek zor koşullara uyum sağlayabilecek örgütlenmeyi var edememişlerdi. Faaliyetleri ya tümden kesintiye uğradı, dağıtıldılar ya da hemen hemen eylemsizleştirildiler. Direnemez, mücadeleyi sürdüremez duruma sokuldular. Direnişler ancak cezaevlerinde sürdürüldü. Bu, kuşkusuz olumluydu, direnmek olumluydu, ancak direnişin hemen hemen yalnızca cezaevlerinde sürmesi sağlam örgütlenmeler oluşturulamadığının göstergesi oldu. Kesintisiz faaliyet, büyük ölçüde, o da ağır aksak, yurt dışında sürdürülenle temsil edilir oldu. Devrimci, Marksist örgütler Eylül saldırısını göğüsleyeme-diler, karşılayamadılar.
Öndersiz kalan, Eylül öncesi devrimcilerin zaaf ve hatalarından da olumsuz etkilenmiş emekçi kitleler, azgın saldırganlık karşısında sessizliğe gömüldüler. Eylemsizlik… Haklarını savunamadılar. Kitle örgütleri dağıtılmıştı ve onların yerine koyacak yeni örgüt biçimleri geliştirilemedi. Bu biçimleri devrimci Marksist örgütlenmelerin geliştirip sistemleştirmesi gerekiyordu, kitle hareketinin ihtiyaçlarına uygun, onun belirtilerini ortaya çıkardığı uygun örgüt biçimlerinin organize edilmesi gerekiyordu. Ama öncüler bunu başaracak durumda değillerdi, kendi dar öncü örgütlenmeleri darbelenmiş, büyük ölçüde çalışamaz kılınmıştı. Ve reformcu revizyonist propaganda emekçileri zaten düzen içi konumlara, düzene entegrasyona yönelme yönündeydi. Bir yandan faşizmin baskısı, diğer yandan reformcu revizyonist akımların saçtığı zehirler ve devrimci, Marksist örgütlerin hareketsizleştirilmesi, emekçi kitleleri sessizliğe, konulan sınırlara uymaya zorladı.
Sonuçta, düzen içilik, sessizlik, korku ve boyun eğiş, burjuva muhalefetinden medet umma ve devrimden uzaklaşma eğilimi gelişti.
Artık Eylül yok, artık yeni Eylül olmayacak! Yeni Eylül’ler yaşanmayacak!
Söylendi: darbeler mümkündür. Karşı devrim özellikle devrim geliştikçe azgınlaşır. Devrim, karşı devrimi limitine vardırarak gelişir. Devrimin gelişmesine bağlı olarak, devrimin gelişmesini durdurma amaçlı, onu bastırmayı hedefleyen, gericiliği şahlandıran, gelişen devrime yönelik saldırıyı tırmandıracak yeni darbeler mümkündür. Ama hiçbiri Eylül olamayacak. Bundan sonra çalışamaz hale gelme yok, eylemsizleşme yok, kesinti yok. Olacak tek şey, dişe diş bir direniş, karşı koyuş. Bundan sonra emekçi kitlelerin tümüyle eylemsizleşmesi olmayacak.
Öncü Eğitimden Geçti
Eylül’de öncü güçler eğitimden geçtiler. İdeolojik, siyasal yetersizlik ve hatalar bir yana iki önemli şey öğrenildi. İlki, direnme azmine, kararlılığına sahip olmak gerekliliği. Ancak bunun lafta bırakılmaması gereği de öğrenildi. Tüm hazırlığın, tüm ideolojik siyasal yönelimin zor koşullarda direniş ve eylemin, etkinliğin sürdürülmesi yönünde yapılması bir zorunluluktur. Her türden, ideolojik, siyasal, askeri… her türden eğitim ve hazırlığın direnişi olanaklı kılacak içerikte yapılması temel bir derstir. Direnme kararlılık ve azmi, bu somut hazırlık olarak olanca somutluğuyla ete kemiğe bürünmezse yetersizdir, yetersiz kalıyor. Bu hazırlığın salt öncüler bazında gerçekleştirilmesi de yetersizdir kuşkusuz: öncü hazırlanmalıdır, ama hazırlık emekçi kitleler içinde, onları sevk edip yönetecek, buna güç yetirecek, bunu başaracak şekilde yapılmalıdır, yapılacaktır.
Ve ikincisi her şart altında yaşamak gereği öğrenilmiştir. Bundan sonra devrimciler, Marksistler her şart altında mücadele edebilme yeteneğinde yeni koşullara uyum sağlayabilecek, yeni mücadele biçimlerini yürütüp sistemleştirebilecek örgütlerde örgütleneceklerdir. Temel bir zaaf olan legalizmin aşılması gereği öğrenilmiştir. Ortalıkta “sosyalizm” adına, “birleşik” yasal partiler oluşturma adına dolaşan yasalcılara bakılmasın. Onlar oyun oynuyorlar. Devrim diye bir niyetleri olmadığı gibi, devrim lafını yarım ağızla seslendirenler de ciddi değiller. Oysa devrim hem ciddi bir iş, hem de bu işe soyunulmuşsa oyun oynamaya gelmez. Marksistler her türden liberal, amatör, kısa günün kân legalist örgütlenmelerden uzak durmayı öğrendiler. Bu legal örgütlenmelerden değil, legalizmden uzak durma anlamına geliyor. Yeni Eylül heveslileri zamanını yakaladıklarını sandıklarında bir kez daha Marksist ve devrimcileri kolayca etkisizleştirebileceklerini düşünmesinler. Bu, yeni Eylül’ler yaşanmayacak oluşunun temel bir garantisidir.
Direniş ve mücadele azmi ve kararlılığının olanca somut hazırlığıyla, her şart altında yaşayabilecek örgütsel yapılar olarak ortaya konması, yeni Eylül’leri olanaksız kılacak başlıca etkendir. Yeni Eylül hevesleri karşılarında aşıp geçemeyecekleri, etkisizleştirip eylemsizleştiremeyecekleri direniş merkezleri, direnişi sevk ve idare edecek karargâhlar bulacaklardır. Şu ya da bu parçası çeşitli türden darbeler yese de; direnişi, küçük ya da büyük ölçekli, ama mutlaka sürdürecek, yönetip yönlendirecek merkezler ve karargâhlar…
Emekçi Kitleler Eğitimden Geçti
Ve Eylül emekçi kitleleri de deneyden geçirdi, öncüsünden yoksun bir deneyden geçti kitleler, ama kendi deneyleriyle, yaşayarak öğrendiler Eylül’ün tahribatını. Ne ücretleri durduğu yerde durdu ne işleri ne de en küçük haklarını arayabildiler. Öncülere güvenleri sarsıldı, şimdi artık daha sağlam öncülere ihtiyaç duyuyorlar, öylelerini arayacaklar. Yasalcılar, “birlikçiler” emekçilerin görece küçük bir kesimini bile peşlerine takabilecekleri hayaline kapılmasınlar. Kitlelerin kendi deneyleriyle öğrenmeleri ağır aksak gider, ama öğrendiklerini pek kolay unutmazlar.
Emekçi kitleler öncülerinden kopuk deneyden geçtiler. Henüz tüm geçtikleri deneylerin bilincine vardıkları, doğruyu-yanlışı tümden ayırt edebildikleri söylenemez. Ama Eylül öncesiyle Eylül’ü ve sonrasını, özellikle 89 Mart-Nisan’ını ardı ardına yaşadılar. Pratik kıyaslama olanakları oldu. İlerlemeyi yaşadıkları gibi, karabasanı, bastırılıp ezilmeyi yaşadılar ve şimdi oldukça deneyli olarak yeniden ileri atılmayı yaşıyorlar. Bugünden kitlesel ileri atılma eğiliminin güçlülüğü, yalnızca Eylül’ün yarattığı birikim dolayısıyla değildir; bunun yanına kitlelerin deney sahibi oluşlarım ve gericiliğe, burjuvaziye, Eylül’e duydukları kin ve nefreti de eklemek gerekli. Henüz bunun tam bir bilincine ulaşmış olmasalar da… Henüz eylemlilikleri ekonomik taleplerle sınırlı olsa da büyük ölçüde.
Sorun, kitlelerin eğitimindedir. Yaygın ve köklü bir aydınlatma ve eğitim faaliyetinin örgütlenmesindedir. Bu faaliyet bunun içinde yürütüleceği kitlesel eylemler içinde emekçi ve işçi kitlelerin öncüleriyle birleşmesi Eylül’ü yere sereceği gibi, yenisini de olanaksızlaştıracaktır. Sadece bu da değil, esas yapılması gerekeni, bürokratik militarist aygıtın kırılmasını başaracak olanda budur.
Bugün işçi ve emekçi kitlelerin eylemliliği ve taşıdıkları eylem potansiyeli, yeni Eylül’ler yaşanmayacak oluşunun ikinci temel garantisidir. Ve bu iki temel etken birleştiğinde, öncüler mücadele sürecinde ve mücadele içinde işçi ve emekçi kitleler içinde eridiğinde, eridikçe Eylül’ler olanaksızlaşacaktır. Eylüllerin olanaksızlaştırılmasının yolu ise siyasal rejimlerin he-deflenmesiyle yetinmeyip burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini devirmeyi hedeflemektir.
Emekçi Kitlelerin Düzen Dışı Eğilimleri
Bugünden işçi ve emekçi kitlelerin düzen ve özellikle rejim dışına yönelme eğilimi içinde olduklarının belirtileri ortadadır. Eylülcülerden Özal’dan kopan emekçiler 12 Mart’tan çıkış sürecinde “umudumuz Karaoğlan” sloganıyla Ecevit’in peşine takıldıkları gibi, ne reformcu SHP ya da DSP’nin, ne de sicili bozuk “demokrasi” havarisi Demirel’in peşine takılıyorlar umutla. Bunda Demirel’in denenmişliğinin ve SHP’nin göstermelik bir seçenek bile sunamayan gerici konumunun rolü de var kuşkusuz. Ancak emekçilerin yaşadıklarının da. Deneyden geçmişliğinin de. İşçiler kendi güçlerine, dayanarak hak alma ve durumlarını değiştirme eğilimindeler. Mart-Nisan eylemlerinde bu tutumu izlediler, başarılan bu tutumu geliştiriyor. İşçi ve emekçiler burjuva muhalefet partilerine değil, Marksist, devrimci ve ulusalcı örgüt ve partilere eğilim gösteriyorlar, Eylül’ün etkisinden sıyrıldıkça. Bu, yeni Eylül’ler yaşanmayacak oluşunun, sayılan iki temel etkenini güçlendiren bir etkendir.
Evreniyle, Ersin’iyle, Şahinkaya’sı ve Özal’ıyla Eylül tarih oluyor. Hem yaşamının sonuna geldi, tükeniyor, hem de bir daha yaşanmayacak.
Eylülcülük Küçümsenemez Ama Artık Eylül Yok!
Tüm bu söylenenler, hiç kuşku yok ki Eylül gericiliğinin ve genel olarak gericiliğin küçümsenmesi için söylenmedi, bu anlamda gelmiyor. Onun yapabileceklerini, yeni olası kötülük ve zorbalıklarını hiç de küçümsememek gerekir. Can, bazen çok zor çıkar. Hele kuduz olan, her şeye saldırarak ömrünü tamamlar. Her türlü zorluğa hazır olmada yarar vardır.
Ve yeni Eylülcülerin şansı yoktur, ancak bu, elden gelenin de ötesinde en tam ve kararlı hazırlığın yapılmasını gereksizleştirmiyor, tam tersine gereksiniyor. Gericiliğin ve olası zorbalıklarının küçümsenmemesi gerektiği de doğrudur, yeni Eylül’lerin yaşanmayacak oluşu da.
Gelecek, her türlü aracın kullanımını kucaklayan direnişçi ve mücadeleci tutuma sarsılmaz bir kararlılık ve azimle sarılmak ve organize etmekte, buna olanak verecek hazırlığı gerçekleştirmede, her şart altında yaşayabilecek yapılar kurmak ve emekçi kitleler içinde” eriyerek eylemlerini yönlendirebilmektedir.
Eylül 1989