Metal grevinin gösterdiği

MESS (Madeni Eşya İşverenleri Sendikası) ile sektörde örgütlü işçi sendikaları arasında

yaşanan grup TİS süreci, işçi hareketinin ve sendikaların içinde bulunduğu aktüel durumu

göstermesi bakımından tam bir turnusol görevi gördü. “İlerici, devrimci sendikacılık”

yaptığını iddia edenlerin, deyim yerindeyse, tüm defolarının ortaya çıktığı bir süreç

yaşandı/yaşanıyor. Son yılların en militan grevi olacağı grev oylamasından başlayarak görülen

Birleşik Metal-İş Sendikası’na (BMS) üye işçilerin grevi ikinci gününde hükümet tarafından –

fiilen yasaklamaya gidilerek- ertelendi. İşçiler yasaklamayı tanımayarak greve devam etmek

istediklerini açıkça ortaya koymalarına karşın sendika engeline takıldılar. Hükümete ve

patrona rağmen harekete geçen, grev yasaklarını tanımayacağını ilan eden metal işçileri, iş

“sendikaya rağmen”e gelince ilerleyemedi. Ne örgütlülüğü ne de verili koşullardaki sendikal

bilinci buna uygun değildi çünkü. Diğer sendikalardan farkını ortaya koyarken, buna en

büyük kanıt olarak BMS’de sendikal demokrasinin işlediğini, tabanın söz ve karar sahibi

olduğunu öne süren BMS yönetimi, en kritik anda (hükümetin grevi yasaklama kararı

karşısında) sendikal demokrasiyi ayaklar altına alarak, sendikal bürokrasinin klasik yolundan

yürüdü. Grevin yasaklandığı gece fabrika fabrika dolaşıp, bir yandan suret-i haktan görünüp

işçilere “biz sizden ayrı bir şey yapmayız” diyen BMS yönetimi, öte yandan “gece yarısı

operasyonları”yla grev pankartlarını kaldırtarak, temsilcilerin ve şube yöneticilerinin

kulaklarına “bu işi bitirin” diye fısıldayarak gerçek niyetlerini ortaya koydu. Yandaş

temsilciler devreye sokularak, “sendika disiplinine uyulsun” çığırtkanlığı yaptırıldı. Bir

anlamda, böylece, “proletarya demokrasisi”, “proletarya disiplini” gibi işçi sınıfının

hasletleri, BMS bürokrasisinin elinde işçiye karşı bir silah haline dönüştürüldü. Sözü eğip

bükmeden söylemek gerekirse, BMS yönetiminin yaklaşımı böyle olmasaydı, Türkiye işçi

sınıfı ve sendikal hareketin tarihinin bir başka şekilde yazılmasına neden olabilecek militan

bir grev hareketi kolay kolay kırılamazdı. Süreç tamamlanmamış olmasına karşın şu ana kadar

yaşananlar, işçi sınıfı ve sendikal hareketin geleceği açısından, özellikle de sendikal

demokrasi başta olmak üzere sınıf sendikacılığının asgari kriterlerinin neler olduğunun

anlaşılması bakımından son derece zengin derslerle doludur. Kaldı ki; yasalardan, Hükümet

ve Danıştay’dan da olumlu karar çıkmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Buradan bir

şey olur diye beklenti yaratmak solla bezenmiş bürokrasinin en nihayetinde başka bir

çelişkisidir, en azından söyledikleriyle çelişmektedir. Sürecin tamamlanmamış olmasının

beraberinde getirdiği sınırlılığa karşın bu yazıda kısaca bunlar üzerinde durmaya çalışacağız.

SENDİKA BÜROKRASİSİ

İşçi sınıfı hareketi içinde burjuvazinin ajanlığını yapan sendika bürokrasisi asıl olarak işçi

aristokrasisine dayanır. Sendikaların ortaya çıktığı andan itibaren burjuvazi hareket içinde

kendi dayanaklarını yaratmanın çabasını vermiş, süreç içinde sendikacılara, yasalarla da

desteklenen ayrıcalıklı konumlar sunulmuştur. Sendikacılık, göreve gelene işçiliğin dışında

yeni bir toplumsal statü kazandırmış, ayrıcalıklı maaşlar, yaşam tarzı olarak işçiden kopma

vb. sonucu adeta bir meslek haline gelmiştir. Ülkemizde bir “sendikacı piyasası”nın

varlığından söz edebiliriz. DİSK’e bağlı bir sendikada şube ya da genel başkanlık yapmış bir

sendikacı seçimi kaybettikten sonra, işyerine geri dönmemekte, ama Türk-İş ya da Hak-İş’e

üye bir sendikada uzman olarak görev almakta, deyim yerindeyse “sendikacı piyasası”nda

istihdam edilmektedir. Elbette tersi de olmaktadır. Koltuğun tadını alan bir daha gitmemek

için patron, kapitalist devlet ve hükümetle uzlaşma ve işbirliği dahil her tür yönelimin içine

girmekten çekinmez olmuştur.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra konumuz bağlamında devam edelim. Bilindiği gibi,

TİS dönemleri, uzun yıllardan beri Türkiye işçi sınıfının tarihsel süreç içinde elde ettiği

kazanımların sendika bürokrasisi, patron ve hükümetin oluşturduğu “şeytan üçgeni”

tarafından sürekli biçimde ellerinden alındığı süreçler olageldi. İşçilerin ücret artışı, çalışma

koşullarının iyileştirilmesi, sosyal haklarının artırılması gibi başlıca taleplerinin TİS’le birlikte

karşılanacağı beklentisi hemen her seferinde hayal kırıklığıyla sonlandı.

Büyük Zonguldak Direnişi, ’89 Bahar Eylemleri gibi işçilerin doğrudan inisiyatif aldığı

dönemler bu açılardan istisna oluşturdu. Sendika bürokratlarının gerçek yüzlerinin açığa

çıkarak teşhir olup sendikalardan tasfiyesinin hız kazanması da zaten bu istisnai anlarda

gerçekleşti. Ne var ki, işçi sınıfının bu tür mücadeleler içinde öne çıkartıp sendika

yönetimlerine getirdiği “işçi önderleri”nin tamamına yakını kısa sürede sendika bürokratına

dönüşerek, sınıfına yabancılaştı ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantıları haline geldi.

Bunun başlıca nedenlerinden biri, 1950’li yılların ortalarından itibaren sınıf işbirlikçiliğini

temel alan “uzlaşmacı sendikacılık” çizgisinin genel olarak sendikal harekete egemen

olmasının işçi sınıfı hareketi içinde bilinç ve örgütlenme düzeyinde yarattığı tahribattır.

Yaratılan bu tahribatta aslan payı, tarihsel olarak “sol, devrimci sendikacılık” adı altında

keskin lafazanlık ardında gerçekte sınıf işbirlikçiliğinin alasını yapan revizyonist ve

reformistlere aittir. Bu akımların işçi hareketine ve sendikal hareket verdiği zarar, gerici, faşist

sendikal akımların verdiğiyle kıyaslanamayacak boyutlarda olmuştur. Birleşik Metal-İş

Sendikası (BMS) üyesi işçilerin grevinin kırılmasında da bu durum ayniyle vakidir.

BMS’NİN FARKI!..

Sendikal hareketi yakından takip edenler metal sektöründe örgütlü sendikaların ne

olduklarını gayet iyi bilirler. Türk Metal Sendikasının çizgisi bellidir. Özelliği, kapalı kapılar

ardıında işçi haklarını patronlara peşkeş çekmektir. Türk Metal’de sendikal demokrasinin

“D”sinden bile söz etmek mümkün değildir; temsilciler atamayla gelir, sendika delege

seçimlerinden işçinin haberi dahi olmaz, yeri gelir bürokratlar besleme adamlarını devreye

sokarak işçileri sindirir, işyeri temsilcilik kurumu patronun espiyonaj ağı gibi çalışır vb. Hak-

İş’e bağlı Çelik-İş Sendikası’nın da, literatüre soktuğu “diyalogcu sendikacılık” gibi bir ucube

yaklaşımı dışta tutarsanız, Türk Metal Sendikası’ndan fazlaca bir farkı yoktur. Bu yüzden bu

sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinde işçiler patrondan daha fazla sendikacılara karşı tetikte

dururlar. Sendika seçme özgürlüğü koşullarında 120 bin üyesi bulunan Türk Metal

Sendikası’nda sendikacıların ve mutemet adamlarının dışında üye kalmayacağını

söyleyebiliriz. En son 1998 yılında olduğu gibi toplu istifaların gündeme gelmesi bu durumu

doğrulamaktadır.

BMS ise, DİSK’in geçmişini kendisine referans edinerek işçilerin karşısına çıkmaktadır.

Türk Metal’den farklı olarak, BMS’de sendikal demokrasinin işlerliğinden görünüşte söz

edilebilir. BMS yönetimi buradan hareketle sınıf sendikacılığını temel alan bir sendikal çizgi

izlediklerini öne sürmektedir. Örneğin işyeri temsilcileri seçimle belirlenmektedir. TİS

süreçlerinde taslakların hazırlanmasında ve grev dahil karar alma süreçlerinde işçilerin

katılımından da söz edilebilir. Bu durum doğal olarak işçilerin gözünde BMS’yi bir çekim

merkezi haline getirmektedir.

Son TİS sürecinde de bu durum görünüşte aşağı yukarı böyle şekillenmiş, “demokratik

mekanizmalar” işletilmiştir. BMS’nin Ocak 2015 tarih 218 sayılı yayın organında bu durum

şu sözlerle ifade edilmektedir: “.. Çünkü bizler bu taslağı bürolarda değil, üyelerimizin her

işyerinden kendi aralarından belirledikleri Toplu İş Sözleşmesi Kurulları ile birlikte

hazırladık ki, başlangıç noktası 2014 Nisan ayında Gönen Kemal Türkler tesislerimizdeki

toplantı olan taslağımızı hazırlayan kurullarımız üyelerimizin yüzde 15’ini oluşturmaktadır.

Kısacası taslağımız işçiler tarafından hazırlanan bir taslaktır…” Bu ifadeden, TİS sürecine

işçilerin dahil edildiği ve uzun bir hazırlık sürecinden geçildiği anlaşılmaktadır. BMS

yönetimi, diğer sendikalarla farkını ortaya koyarken bununla yetinmemekte ve şöyle

demektedir: “ Kâr hırsıyla gözü dönmüş işverenlere işçiyi satmayı alışkanlık haline getirmiş,

işçilerle taslak hazırlamak bir yana, imzalanan sözleşmeyi bile işçilere göstermekten kaçınan

işbirlikçi sarı sendikalara, çıkardığı yasalarla ve uyguladığı ekonomik politikalarla

çalışanların boynuna sermayenin ipini dolamayı alışkanlık haline getiren hükümetlere

rağmen, yolumuzda yürümeye, işçileri köleleştiren zihniyeti her fırsatta teşhir etmeye ve

işçinin hakkını almak için gözünü budaktan sakınmadan mücadeleye devam diyoruz. Ama bizi

farklı kılan, diğerlerinden ayıran ve bir adım değil fersah fersah öne çıkaran da budur

aslında. Sadece inancımız değil, inancımızı besleyen bilincimiz, bilincimizi bir zırh gibi sarıp

sarmalayan sorumluluğumuz ve her adımda bizi birbirimize bağlayan ilmik ilmik ördüğümüz

birliğimizdir bizi biz yapan.” Bu oldukça uzun alıntıyı hem BMS yönetimine haksızlık

etmemek, hem de söylem düzeyindeki belagatlerini okurun görmesini sağlamak üzere yaptık.

SENDİKA İÇİ DEMOKRASİ, PROLETARYA DİSİPLİNİ

BMS’de sendika içi demokrasi ve demokratik mekanizmaların görünüşte işlediğini

vurguladık. “Görünüş” sözcüğünün altını kalınca çizmekte fayda var. Çünkü, görünüşte

olanın her zaman gerçek olacağı/olduğu anlamı çıkartılamaz. Bu sizin o olguya yüklediğiniz

içeriğe göre değişkenlik gösterir. Örneğin işçi sınıfı mücadelesinde demokrasi, disiplin gibi

olgular, proleter bir içerikle (proleter demokrasi, proleter disiplin olarak) ele alındıklarında

işçi sınıfına hizmet ederken, temsili bir niteliğe bürünerek biçimselleştiği oranda burjuva bir

içeriğe kazanarak sermayeye hizmet eden bir karşı silaha dönüşebilir.

TİS ve grev süreçlerinde BMS yönetiminin tutumuna bu açıdan bakmak gerekir. Somut

gelişmeler üzerinden ilerleyelim. TİS taslağı işçilerle birlikte hazırlanmıştır ve bu aşamada

sendikal demokrasi tümüyle işlemektedir ve durum proletaryanın demokrasi anlayışına

bütünüyle uymaktadır. BMS’nin 21 Aralık’ta düzenlediği Gebze Mitingi’nde ise, binlerce işçi

sınıf sezgileriyle gelişmeleri görmüş ve sermayeye karşı grev silahının çekilmesini “başkan

bizi greve götür” sloganıyla sendikasından istemiştir. Genel Başkan Adnan Serdaroğlu’nun

işçilerin bu talebine yanıtı “kurullarımız karar verecektir” biçiminde olmuştur. İlk bakışta

Serdaroğlu’nun tavrı oldukça “demokratik” görünmektedir, çünkü, kendisi değil kurullar

karar verecektir! Ancak devamında, 10 Ocak tarihinde düzenlenen BMS Merkezi TİS

Komisyonu toplantısında Genel Başkan Serdaroğlu’nun açış konuşmasında greve çıkmaya

dair söyledikleri -ki Serdaroğlu çocukları öcü masalıyla korkutarak uyutmaya çalışan yaşlı

nineler gibi davranmıştır- dikkate alındığında, Serdaroğlu’nun, mitingde kararlı biçimde grev

isteyen metal işçilerinden gelen baskıları ötelemek için bu yolu seçtiği anlaşılmaktadır.

Demokrasinin en temel kriteri “vekil”in değil, “asil”in sözüyle kararının tayin ediciliği ve

bunun kabulüdür. İşçinin bizzat kendisinin ve sınıf çıkarlarının, üreten ve mücadeleci işçinin

ve inisiyatif alışının (işçinin istediği zaman seçtiği sendikacıyı geri çağırabilmesi,

sendikacıların vasıflı bir işçi kadar ücret almaları vb.) demokrasinin temeli ve başlıca ilkesi

olarak ele alınması şeklindeki sınıf tutumuyla yukarıdancılığı, karar ve inisiyatifin işçi yerine

sendikacıların elinde toplanmasını savunan burjuva ve küçük burjuva anlayışların demokrasi

sorununa yaklaşımı birbirine zıt ve temelden farklıdır. İşçiler üretimde olduğu gibi, miting

meydanında doğrudan kendileri olarak devredeyken ve taleplerini temsilcileri aracılığıyla

değil bizzat kendileri ortaya koyuyorken, kalkıp işçilere kurulları işaret etmek, hiç de

Serdaroğlu ve BMS yönetiminin demokratik bir tavır takındıklarını göstermez, olsa olsa

demokrasi anlayışlarının burjuva demokrasisinin sınırlarından öteye geçmediğini gösterir.

Benzer bir durum, 10 Ocak’ta yapılan Merkezi TİS Komisyonu (MTK) toplantısı ve

hükümetin grevi fiilen yasaklayan kararı sırasında da görülmektedir. MTK toplantısında

fabrikaları temsilen bir araya gelen komisyon üyeleri tek tek fabrikalarının kararını ortaya

koymuşlardır ve karar bunun üzerine alınmıştır. Süreç, tümüyle demokratik biçimde

işletilmiştir. BMS yönetimi de, işçilerin bu kararına uygun grev kararı almıştır. Ancak aynı

tavrı, hükümetin grev ertelemesi (yasaklama) kararı sonrasında görmek mümkün değildir.

Yapılması gereken, hükümetin grev erteleme kararını açıklamasından hemen sonra,

fabrika fabrika işçilerin toplanarak -bunun teknik güçlüklerinin yaşandığı yerlerde grev

komitelerinin toplanarak- karar almalarıydı. Greve devam ya da işbaşı yapmak, her neyse,

bunun kararını işçiler vermeliydi. Ama bu yapılmadı. Önce başkanlar kurulu ardından

genişletilmiş merkez TİS komisyonu toplantısı yapıldı. Bu işçinin inisiyatifini kıran bir rol

oynamıştır. Bu arada o güne kadar sık görülmeyen bir şey oldu. Patronlar ertelemeyle birlikte

iş başı yapması gereken işçileri iki gün idari izinli saydılar! Çünkü işçinin yasaklamaya olan

öfkesi patlama noktasına gelmiş ve yasa dışı grev ve işgal dahil her şeyin göze alındığı emek

basını ile tüm hızıyla yayılmış ve karşılık bulmuştur. İşyerlerine girilmemiş ve pankartlar

kaldırılmamıştır. Bu öfkeyi sezen/gören patronlar çareyi idari izinde bulmuştur. BMS, bu

süreyi, işçilerin iradesini ortaya çıkarmak için değil, işçileri -yatıştırarak- sendikanın kararına

(işbaşı yapılması- ki grevin fiilen kırılması anlamına gelmektedir) ikna süreci olarak

değerlendirdi. Şube yöneticileri, ertelemenin açıklandığı ilk gece, yalnızca grev gözcülerinin

kaldığı saatlerde, fabrika önlerindeki grev pankartlarını kaldırttı. İşçilerin işbaşı yapmadıkları

takdirde tazminatsız işten atılacakları yolundaki moral bozucu bir propaganda, bizzat kimi

temsilciler aracılığıyla işçiler arasında yürütüldü. Her vesileyle sendika yönetiminin kararına

uyulması istendi. Bu ortamda işçiler ne yapacaklarını bilemedi. Sendikal disiplin gereği

sendikanın çağrısına uygun davrandı. Belirtmeliyiz ki, burada sorunlu olan nokta, işçilerin

sendikanın kararına uyması değildir. Çünkü, işçilerin verili durumdaki sendikal bilinci ötesine

elvermiyordu. İşçiler, grev yasağı karşısında inisiyatifin grev komitelerinde olması gerektiği

fikrine çok uzaktı. Grev komitelerini sendikanın uzantısı ve sendika yönetiminin aldığı

kararların uygulayıcısı bir organ olarak görüyorlardı. İşçi bu ortamda çözümü sendikasına

“greve devam” kararı aldırmakta gördü; bunun içindir ki, yasaklama kararının gecesi, fabrika

önlerinde konuşma yapan genel başkana bu taleplerini sloganlarla iletmeye çalıştılar. Sorun,

sendika yönetiminin, işçiler tarafından bir kere seçilmiş bir kurum olarak, kendi kararını,

işçilerin iradesinin yerine koyma hakkını kendinde görme noktasında karşımıza çıkmaktadır.

Burada, demokrasinin burjuva kavranış/ uygulanış biçimi bir kere daha kendisini

göstermektedir. Bu yaklaşımın R. Tayyip Erdoğan’ın “milli irade” yaklaşımından hiçbir farkı

yoktur. Erdoğan da “bu halk beni 5 yıllığına seçti işbaşını getirdi, öyleyse benim alacağım her

karar yasaldır ve herkes bunu uymalı” fikrinden hareketle, Taksim Gezi Parkı’na askeri kışla

dikmeyi gündeme getirdi. Erdoğan’ın önerisinde yasal bakımdan bir problem

gözükmemektedir. Ne ki, yasaldır, ama toplumsal meşruiyeti yoktur. Toplum yaşadığı

sorunlara çözüm bulsun diye Erdoğan’a oy vermiştir, yaşam alanlarını yandaşlara rant alanı

haline getirsin diye değil. Seçilmiş bir yönetimin (hükümetin), kendisini seçenlerin (halkın)

çıkarlarını savunduğu ölçüde aldığı kararlar meşrudur, aksi durumda direnme hakkı doğar.

Tıpkı Gezi Direnişi’nde olduğu gibi. Bir emek örgütünde bu durum fazlasıyla geçerlidir.

Seçtikleri yöneticiler (sendikacılar) söz konusu olduğunda, işçiler, kendi sınıf çıkarlarını,

dahası kendi kararlarını savundukları ölçüde onların alacakları kararlara uymalıdır. Sendikal

disiplin bu zeminde devreye girdiği oranda bir anlam taşır, olumlanır. Yoksa sınıf işbirliği ve

patron yandaşlığı örneklerinde olduğu gibi, her koşulda, “sendikal disiplin gereği” “sendika

yönetiminin alacağı kararlara uymak” doğru bir yaklaşım değildir. Hükümet grevi

yasakladığı an işçilerin çıkarına olan tutum neydi? Ahkam kesmeyeceğiz, bunun yanıtını

verecek tek irade metal işçilerinin bizzat kendileriydi. Ve onlar yaptıkları açıklamalarda greve

devam dediler. Nitekim İstanbul’da kurulu Ejot ve Paksan fabrikaları ile Bilecik’te kurulu

Demisaş fabrikasında işçiler grevi bir süre daha fiilen sürdürdüler. BMS yönetiminin iddia

ettiği gibi BMS’de sendikal demokrasi işliyor olsaydı, işçilerin iradesine başvurulması

gerekirdi. Ancak, görülüyor ki, normal anlarda sendikal demokrasiyi işleten, demokratik

mekanizmaları devreye sokan BMS yönetimi, durumun netameli hal aldığı kritik anlarda,

inisiyatifi işçilere vermek yerine sık sıkıya eline almayı tercih etmekte, “bizi biz yapan ilmik

ilmik ördüğümüz birliğimiz” söylemi havada kalmaktadır.

SÖZ DEĞİL, EYLEM BELİRLER

“Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” özdeyişi BMS yönetimi için söylenmiş gibidir. Sen

kalk, “İşbirlikçi sarı sendikalara, çıkardığı yasalarla ve uyguladığı ekonomik politikalarla

çalışanların boynuna sermayenin ipini dolamayı alışkanlık haline getiren hükümetlere

rağmen, yolumuzda yürümeye, işçileri köleleştiren zihniyeti her fırsatta teşhir etmeye ve

işçinin hakkını almak için gözünü budaktan sakınmadan mücadeleye devam diyoruz” de. At,

tut, mangalda kül bırakma. Sonra, hükümetin erteleme kararını duyar duymaz, ilk adımda

yelkenleri suya indir. Ardından, bütün bunlar olmamış gibi, mücadeleci sendikacılar

olduğunuza inanılmasını bekle. BMS yönetiminin sendikal bürokrasinin sol versiyonu

olmaktan öte bir özelliği yoktur. Sendikal demokrasiyi işine geldiği gibi yorumlamakta; içini

boşaltarak, kendi koltuğunu korumak için işçilere karşı adeta bir silah olarak kullanmaktadır.

Temsilcilerin seçimle belirlenmesi, TİS taslaklarının işçilerle hazırlanması, BMS yönetiminin

sınıf sendikacılığı çizgisini rehber edindiğini göstermez. Zurnanın zırt dediği her durumda

BMS yönetiminin tavrı, geleneksel sendika bürokratlarının tavrından bir milim ileride

olmamıştır. Kaldı ki, temsilcilerin seçimle belirlenmesi, TİS taslaklarının işçilerle birlikte

hazırlanması, bugünkü BMS yönetimiyle gündeme gelmiş değildir. Bütün refleksleri, BMS

yönetiminin sendikacılığı bir meslek olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Aktif sendikacı-

pasif işçi kitlesi ilişkisi BMS’de de hatırı sayılır boyuttadır. BMS yöneticileri de, fabrikalara

gittiklerinde önce patronlarla görüşüp, sonra işçilerle görüşmeyi neredeyse alışkanlık haline

getirmiş durumdadır. Sendikal bürokrasinin günümüzdeki  alamet-i farikası olan “iş

bitiricilik”te uzmanlaşmanın BMS yöneticileri bakımından da geçerli olduğu rahatlıkla

söylenebilir.

MÜCADELECİ SENDİKACILIK

Mücadeleci sendikacılık açısından ise, bir sendikacıda, işçinin aldığı kararların tavizsizce

uygulayıcısı ve işçilerin sözcüsü olmanın ötesinde bir özellik aranmaz. TİS, grev ve direniş

anlarında inisiyatif tümüyle tabanda işçilerin seçimle belirledikleri TİS, grev, direniş

komiteleri gibi örgütlerde toplanır, işçiler bu örgütler aracılığıyla kararlarını oluşturur,

katkısını bu kararların sınıf çıkarlarının gerektirdiği yönde oluşmasında yapacak olan

devrimci sendika yönetimleri işçilerin aldıklara bu kararlara göre hareket eder.

Sendika bürokrasisini hareketin dışına atabilmenin yolu en başta sendikacıların sahip

oldukları ayrıcalıkları ortadan kaldırmaktan geçmektedir. Sendikacı, işkolundaki en yüksek

ücreti alan işçiden daha fazla ücret almamalıdır. Sendikal harcamalar, işçilerin erişebileceği

(günümüzde internet) araçlarla, düzenli olarak işçinin bilgisine sunulmalıdır. Sendikal

aidatlar, sendika genel merkezlerinde değil şubelerde toplanmalı, genel merkezin harcamaları

buradan karşılanmalı, merkezin ekonomik gücü şubeler üzerinde bir sopa gibi kullanmasının

önüne geçilmelidir. En önemlisi de, işçilerin seçtikleri temsilcilerini (sendikacıları) istedikleri

an geri alabilmeleridir. Ki, sendikacı attığı her adımda işçinin nefesini ensesinde hissetsin.

Asgari bu tedbirler alındığında, sendikacılık, “dünyalık biriktirilen” makam olmaktan çıkıp

gerçek mücadele insanlarının yapacağı bir sınıfsal görev halini alacaktır. Metal işçileri

grevinin ortaya çıkardığı en temel ders, işçilerin sendikal bürokrasiyle köklü bir hesaplaşmaya

girişmeden sermaye ve burjuvaziye karşı tayin edici bir mücadeleye girmekte de zorlanacağı,

yeni haklar kazanmak bir yana ellerindekini dahi koruyamayacakları gerçeğidir. Sonsöz,

sendikalarını aşağıdan yukarıya mücadeleci temelde örgütlemek, varolan sendikaları bu

temelde bir dönüşüme tabi tutmak işçi sınıfının önünde başarılması gereken en acil görev

olarak durmaktadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑