Kapitalist sistemin meta üretiminde tek güdüleyicisi daha fazla artı-değer (kâr) olarak kabul
edildiğinde; sistemin mantığı gereği işçinin birim zamanda daha uzun çalıştırılması, daha az
zamanda daha fazla üretim, olmazsa olmazlar haline geliyor. Yani kâr işçinin sağlığı
pahasına işçiden elde ediliyor. Bu nedenledir ki “kârın maksimizasyonu” ile “işçinin sağlığının
korunması” arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır ve sistemin işçiler için
öngördüğü/örgütlediği sağlık hizmeti kâr mantığı dışına çık(a)maz. İşçi sağlığına yönelik her
yatırım işveren için ek maliyettir. Başka bir anlatımla işçinin yaşamının devamı ve beklenen
üretkenliği tutturabilmek için işverenin tercihi; optimum düzeyde yani ertesi gün işbaşı
yaptıracak kadar asgari ölçütlerde sağlık hizmetidir. İşveren, üretim araçları için artı-değer
üzerinden yıpranma payı ayırırken; işçinin sağlığı için pay ayırmak zor geliyor. Artı-değer
insana yatırım olarak dönerse “bedenen, ruhen ve sosyal iyilik hali” yani sağlıklı olma hali
sağlanabilir. Aksi durumda, işçinin işinden dolayı sağlıksız hale gelmesi; “sağlığından başka
sermayesi olmayan” işçinin bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası demektir. İşçinin
“bedenen, ruhen ve sosyal olarak iflası” ya da resmi adıyla iş kazaları veya meslek
hastalıkları sermayenin artı-değer uğruna bilinçli tercihidir, daha doğrusu neden-sonuç ilişkisi
üzerinden taammüden “işçi cinayetleri” anlamına gelir. Kapitalist sistem ne kadar değişim
gösterirse göstersin iş kazaları ve meslek hastalıkları ölçütlerinde son yüz yılda değişen bir
durum yok. Açık ara öndeyiz!
İLK SINIF HAREKETLERİ VE ‘SOSYAL GÜVENLİK’ ANLAYIŞI
Türkiye’de “işçi sağlığı” kavramı gerek devlet, gerek işveren ve gerekse sorunun esas sahibi
işçi cephesinde yerine oturmamış, karşılığını bulamamış olgular karmaşası olarak
algılanmayı bekliyor. Algılama eksikliğinin tarihsel gelişimi Türkiye işçi sınıfının ilk
hareketlenmelerinden bu yana varlığını hissettirirken “sınıftan yana” bakışın önünde sis
perdesi olarak hemen her dönemde resmi ideolojiyi görebiliyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik kaynaklarını askeri yöntemlerle sağladığı sürece
feodalitede direnip kendisini endüstriye (aynı zamanda sosyal ve kültürel gelişime) kapatarak
kapitalizme geçişi geciktirdi. 19.yüzyılda “Ortaçağın askeri devleti” yenilgilerle savaşamaz
duruma gelip ekonomik kaynakları azaldığında batıdan bastıran kapitalist ülkelere fırsatlar
tanıyarak; sanayi devrimine paralel olarak madenler, demiryolları, limanlar vb gibi büyük
sektörlerle birlikte gıda, tekstil, silah, ağaç işleme gibi manifaktür üretimini de canlandırdı ve
beraberinde işçi sınıfı ortaya çıktı. Düşük ücret, kötü çalışma koşulları, uygunsuz ve
sağlıksız ortamlardaki çalışma beraberinde ilk işçi grevlerini gündeme getirirken; maden
üretiminde, verimliliği artırmak amacıyla Dilaverpaşa Nizamnamesi (1865) ve artan işçi
cinayetlerini azaltmaya yönelik de Maadin Nizamnamesi (1869) gibi çalışma ortamıyla ilgili
yasal düzenlemeler hazırlandı. Bu düzenlemeler 1921 yılında çıkartılan Ereğli Kömür
Havzası Amele Kanunu’na kadar yürürlükte kaldı. Sınıf ile beraber Ameleperverler Cemiyeti
(1871) ve Osmanlı Amele Cemiyeti (1895) gibi işçi örgütlenmeleri bu dönemde ortaya çıktı.
Bu dönemde, Osmanlı Devleti çalışma ortamlarında sağlık ve güvenlik risklerine yönelik
herhangi bir kaygı taşımadı ve sosyal güvenlik sistemi de oluşturmadı.
Birinci Paylaşım Savaşı ve Sovyetler Birliği Ekim Devrimi sonrasında uluslararası
sermaye çalışma yaşamını dizayn etme gereksinimini duydu. 1919 yılında Versay Anlaşması
ile Birleşmiş Milletler (BM) yapısı içerisindeki devletlerin oluşturduğu, uzmanlık kuruluşu olan
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kuruldu.
Türkiye’de Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, uluslararası sermaye ile uyumlu olarak üretim
araçlarını geliştirme ve endüstriyel yatırımları gerçekleştirme hedefine kilitlenen devlet,
sosyal güvenlik hukuku ile ilgili ilk yasal düzenlemeleri hazırlama çalışmalarına başladı.
Feodalitenin etkinliğinin kırılması, ekonominin yeniden yapılanması ve ulusal burjuvazi
yaratma çabaları; “devletçilik” ilkesine uygun olarak endüstrileşmenin sağlanması ve
“halkçılık” ilkesine uygun olarak da sınıfın ve sınıf mücadelesinin reddi anlayışı ile birlikte
olgunlaştı. 1929 ekonomik bunalımı ile birlikte dünyada gelişen eğilimlere paralel olarak,
çalışma yaşamıyla ilgili (1926, 1930, 1938 ve 1939 yıllarında) çıkartılan yasalar ve devletin
çalışma ortamına müdahalesi gündeme geldi. Ekonomik, siyasi ve ideolojik tercihler sosyal
politikaların da belirleyicisi olmuş, bu yasalarda “işçi/çalışan sağlığı ve güvenliği”
kavramına yer verilmemişti. Dünyada sosyal güvenliğin elli yıllık tarihine rağmen; Türkiye’de
işçi haklarından söz edilmezken, “devletçi” yapının güçlenmesi için kamu çalışanlarının iş
güvencesi ve ücret başta olmak üzere sosyal haklarının kapsamı önceleniyordu. Bu
dönemde, işçi/memur gibi farklı yapay statüler öne çıkartılarak, işçi haklarını yok sayan çifte
standartlı anlayışla çalışma yaşamı denetim altına alındı.
Türkiye’de giderek artan işçi sayısı, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na verdiği destekten dolayı
Sovyetler Birliği ve sosyalizme karşı işçi sınıfının duyduğu sempati, Osmanlının son dönemi
ve Cumhuriyetin başlarında işçi-sosyalist kümelenmelerini giderek artırıyordu. 1924
Anayasası “cemiyet kurma” serbestisi getirmesine rağmen, Takrir-i Sükûn Kanunu (1925) ile
her türlü işçi ve memur örgütlenmelerine yasak getirildi. Adeta sosyalist kıyımı yaşanan bu
dönemde, işçilere sendikal örgütlenme ve grev hakkı vermeyen, hatta yasaklayan devletçi
denetim istisna örnekler de verdi. İşçiyi ‘koruyan’ ilk düzenleme kadın emekçilerle ilgiliydi;
yaşanan savaşlar ve insan gücü dinamiklerindeki değişim nedeniyle erkek emekçi sayısının
azalması ve istihdam daralması üzerine İzmir İktisat Kongresi (1923) kararları doğrultusunda;
esasen istihdamın genişlemesini hedefleyen, kadın emeğinin yaygın olarak kullanılmasına ve
korunmasına yönelik açılımlar da sağlayan Medeni Kanun (1926) yasalaştı. Kadın
çalışanlara ilk defa 8 haftalık analık izini verilmesi bu döneme rastlar.
Bu dönemde, Umumi Hıfzısıhha Kanunu (1930); genel olarak toplum sağlığı, özel olarak da
çalışanların sağlığı ile ilgili, bugün de yürürlükte olan içeriği ile kabul edildi. Türkiye, ILO’ya
üye (1932) oldu ve üyelik sonrasında dışsal etkinin iç hukuka yansıması sonucu 8 saatlik
çalışma süresi, fazla çalışma süreleri, ağır ve tehlikeli işlerde çalışma ile ilgili ilk
düzenlemeler oluşturuldu.
SOSYAL DEVLETİN 7SOSYALLİĞİ’
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında; dünyada yükselen sosyalist değerler karşısında
kapitalist ülkelerde toplumsal çözülmeyi engelleme ve sınıflar arası uzlaşma sağlamaya
yönelik önlemler alındı. Sosyalist ülkelerdeki “insan hakları, yoksullukla savaş, sömürüye
son, toplum için üretim, barış ve demokrasi” gibi öne çıkan değerlere karşılık, kapitalist
ülkelerde “sosyal devlet” (refah devleti) kavramı öne sürüldü. BM İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi (1948) ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunması Avrupa Sözleşmesi
(1950) sonrasında Avrupa Konseyi devletleri tarafından Avrupa Toplumsal Anlaşması olarak
1961 yılında kabul edilen Avrupa Sosyal Şartı çalışanların “sosyal güvenlik” hakkına
vurgular yaptı. BM uzmanlık kuruluşu olan Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve BM Çocuklara
Yardım Fonu (UNICEF) 1946 yılında kuruldu.
Türkiye’de çalışanların “sosyal güvenlik hakları” ve “koruyucu sağlık hizmetleri” ile ilgili
politikalar ilk defa bu yıllarda tartışıldı. Sendikalaşmaya izin verilmesi süreci de devlet
güdümünde bir sendika (Türk-İş Konfederasyonu) kurulması ile bu yıllarda (1952) başlatıldı.
Meslek örgütlerinin kuruluşu da aynı döneme denk gelir; Türk Tabipleri Birliği (Diş Hekimleri
dahil) 1953, TMMOB 1954, Türk Eczacılar Birliği 1956 yılında kuruldu. Koruyucu sağlık
hizmetleri kapsamında toplumsal hizmet verecek kuruluşlar da aynı dönemde gündeme
geldi; 1945 yılında Sıtma Savaş Kanunu, 1949 yılında Verem Savaşı Kanunu çıkartıldı, 1947
yılında Kanser Araştırma ve Savaş Kurumu kuruldu.
Bu dönemde Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) kuruldu (1945), iş kazaları ve meslek
hastalıkları ile analık sigortası kabul edildi. Kamu çalışanları için Emekli Sandığı Kanunu;
hastalık, adi ve vazife (iş kazası ve meslek hastalığı sonucu) malûllüğü ve yaşlılık gibi sosyal
güvenlik hakları vererek yürürlüğe (1949) girdi. ILO desteği ile Yakın ve Ortadoğu Çalışma
Enstitüsü (YODÇEM) 1955 yılında İstanbul’da kuruldu.
ILO tarafından 1952 yılında kabul edilen “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları” hakkında
102 sayılı sözleşme gelişmekte olan ülkeler için sosyal güvenlikte yeni bir açılım
sağlamasına rağmen, Türkiye tarafından çok gecikmeli ve “içi boşaltılarak” kabul (1971,1999)
Askeri darbe (1960) ve 1961 Anayasası ile birlikte Türkiye’de sosyal politikalarda değişimler
yaşanmaya başlandı. 1961 yılında kabul edilen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi
Hakkında Kanun; “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde bir hak olarak tanınan sağlık
hizmetlerinden faydalanmanın sosyal adalete uygun bir şekilde ifasını sağlamak maksadıyla
…” (m.1) sağlık hizmetlerinden eşit ve adil yararlanma iddiası ile ortaya çıktı. Sağlıkta ulaşma
güçlüğü çektiğimiz hizmetler genel bütçeden finansmanı sağlanarak topluma sunulmak üzere
yasallaştı ve Dr. Nusret Fişek’in de çabalarıyla 1963’te yürürlüğe girdi. Sosyalizmi
çağrıştırması arzulanan, entegre, yaygın ve standart ilkeleriyle tüm nüfusu içine alan kanun;
çevre sağlığı, ana-çocuk sağlığı ve diğer koruyucu sağlık hizmetleri ile ulaşılabilir hedeflere
sahipti. Eksiklerine rağmen 1976’ya kadar sürdürülmeye çalışılan ücretsiz hizmet, “refah
devleti” olgusundan vazgeçildiği dönemde sona erdirildi.
Bu dönemde, “grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı” veren kanun (1963), Sosyal
Sigortalar Kanunu (1965), Devrimci İşçi sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşu
(1967) ve iş hukukunun tümden gözden geçirilmesi süreci olumlu yönde etkileyen diğer
gelişmeler oldu. Türkiye İşçi Partisi ve DİSK’in kuruluşunda aktif rol oynayan sendikacı Rıza
Kuas “İşçinin sağlığından başka kaybedecek sermayesi yoktur” derken DİSK adına bu
mesajın gereğini de yapıyordu.
Özetle; 1950 1970 arasında “sosyal devlet” adına yapılan düzenlemelere devlet özellikle
köstek olmaya çalışırken, kişisel ya da kurumsal çabalarla yer yer olumlu sonuçları da
gözlenebiliyordu.
İŞÇİ SAĞLIĞI MÜCADELESİ
1970 sonrasında, bir taraftan Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu sonucu güçler
dengesinin değişmesi, diğer taraftan kapitalizmin ekonomik krizi ve sosyal güvenlik
harcamalarının artmasıyla artı-değer oranlarının düşmesi sonucu sosyal politikalarda
beklenen değişiklikler gündeme geldi. Serbest piyasa ekonomisi, taşeron işçiliğini, kayıtdışı
ve ucuz işçiliği hedefledi. Sendikal örgütlenmeler yok edilirken, sosyal güvenlik başta olmak
üzere tüm haklar tırpanlanmaya çalışıldı. 1970–80 arasında güçlenen toplumsal dinamikler
sadece dönüşümün hızını yavaşlatabildi. Birçok örnek vermek olasıdır. Örneğin, “sosyal
devlet” olgusunun çalışma yaşamına yansıması 1971 yılında 1475 sayılı İş Kanunu ile
tamamlanmıştı, Kanun gereği 1974 yılında çıkartılan İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü
bugün yürürlükte olmamasına rağmen halen kaynak olarak kullanılmaktadır. Ancak
kapitalizmin 1970 bunalımı yeni İş Kanunu’nun gebelik dönemine denk geldi; Kanun ölü
doğdu ve yaşama şansı bulamadı! Bu dönemde, iş hukuku ve sosyal güvenliğin asgari
normları uygulanamadı.