Geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı ile faiz politikası üzerine yürüttüğü açık polemik sırasında azımsanamayacak sayıda iktisatçının, “bilimsel gerekçelerle” Merkez Bankası yönetiminin yanında yer alması, yerleşik iktisadın hegemonik gücünün en güncel kanıtı olarak karşımıza çıktı. Sonradan tatlıya bağlanan bu tartışmada, Erdoğan’ın otoriter yaklaşımına duyulan tepkinin, birçok eleştirel iktisatçıyı Merkez Bankası’nın “bağımsızlığı”nı savunmaya yönelttiğini gözlemledik. Söz konusu tartışmada Erdoğan’ın tavrının demagojik olduğu gerçeği bir yana, Merkez Bankası yönetiminin yasalarca kendisine tanınmış “politika bağımsızlığı”nı öne sürerek faiz indirimine yanaşmamasının temel nedeni, fiyat istikrarını temel hedef olarak benimseyen parasalcı makro iktisadi yaklaşımı tartışmasız bir doğru olarak kabul etmesiydi.1 1980’lerden itibaren egemen hale gelen bu makro iktisadi yaklaşım, temelde mali sermayenin giderek genişle yen uluslararası spekülatif yatırımlarının enflasyon nedeniyle değersizleşmesinin önüne geçmek ve işsizlik ve enflasyonu alternatifleri arasında enflasyonu temel sorun olarak saptayarak işçi sınıfının işsizlik yoluyla disipline edilmesi için formüle edilmiştir. Bu yaklaşım, 1980’lerden itibaren küresel ölçekte hayata geçirilen neoliberal politikaların en önemli ayaklarından birisidir. Bu süreçte Merkez Bankalarının, büyüme ve işsizlik gibi sorunlar yerine enflasyonla mücadeleyi önceleyen politikaları uygularken hükümetlerden bağımsız [ve elbette uluslararası finans kapitale bağımlı] hareket etmeleri yasal güvence altına alınmıştır. Türkiye’de Merkez Bankası’nın bağımsızlığı ile ilgili düzenlemeler, Türkiye’nin büyük finansal krizler yaşadığı 1994 ve 2001 yıllarında IMF gözetiminde oluşturulmuştur.
Yakın dönemdeki bu tartışmada akılda kalan bir diğer ilginç ayrıntı ise, Erdoğan’a karşı Merkez Bankası yönetimi savunan ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan hakkında CHP’nin ekonomiden sorumlu başkan yardımcısı Doç.Dr. Selin Sayek Böke’nin yaptığı açıklamalardı. Böke, Babacan’a şu sözlerle destek verdi:
“2007’ye kadar kendisine verilmiş olan programı iyi uygulayarak çok doğru bir şey yaptı. 2008’den itibaren, ‘Hadi siz kendi reform paketinizi yazın’ dendiğinde maalesef aynı gücü göstermedi. Daha sessiz ve daha geride durarak piyasaları sakinleştiren yaklaşımı kıymetli, ama onun esas yükümlülüğü Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu reformların yapılmasını sağlamak.”2
CHP’nin Tansu Çiller’i diye lanse edilen ve kendisinin de bundan rahatsız olmadığı anlaşılan Böke’nin söz ettiği program, 2001 krizi sonrasında IMF gözetiminde Kemal Derviş’in parlamentoyu “15 günde 15 yasa” dayatmasıyla esir alarak çıkardığı “yapısal reform” yasalarını içeren neoliberal saldırı programı. Tarımı ve köylülüğü çöküşe sürükleyen, Türkiye’yi güvencesiz ucuz işçi cenneti haline getiren, her yıl binlerce işçinin ölümüyle sonuçlanan iş kazalarının, taşeron çalışmanın olağanlaştığı bir çalışma düzeni oluşturan milyonlarca insanı sosyal yardıma muhtaç eden, eğitim sağlık ve sosyal güvenliği piyasalaştıran ve tarihin en büyük özelleştirmelerini hayata geçiren bu program, CHP sözcüsü tarafından iktisat biliminin gereği olarak savunuluyor.
Bu yazıda, iktisat biliminin kapitalizmin sürekliliğini sağlamak için oynadığı rolü açıklığa kavuşturmaya çalışacağız. Bu çerçevede, iktisadın belli bir toplumsal sınıfın çıkarlarını ifade eden görüşleri nasıl evrensel yasalar olarak formüle ettiğini ve kapitalizmin konjonktürel gereklerini nasıl yegane bilimsel doğrular olarak savunduğunu, tarihsel gelişimi çerçevesinde tartışacağız.
***
İktisadın sömürü ve eşitsizlik üzerine kurulu mevcut dünyaya bakışı, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanmasının önde gelen düşünürlerinden Voltaire’in Candide romanındaki Dr. Pangloss’u akla getiriyor.3 Voltaire, mevcut dünyadan daha iyi bir dünyanın mümkün olmadığını, dünyada yaşanan acıların kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu nu savunan Leibniz’in felsefesini eleştirmek için kaleme aldığı bu romanda hayali bir yolculuğu anlatır. Bu yolculuğa katılan saf ve iyimser genç Candide’e, Leibniz felsefesini temsil eden Dr. Pangloss ve sağduyulu filozof Martin eşlik eder. Yolculuk boyunca sayısız felaketle karşılaşan üçlüden Dr. Pangloss, karşılaştıkları her felakette, diğerlerine her şeyde iyi bir taraf olduğu ve olayların başka türlü olamayacağını söyler.
Dr. Pangloss’un mevcut dünyanın olabilir dünyaların en iyisi olduğunu telkin eden felsefesinin, modern sosyal bilimlerin inceleme nesnesi ile kurduğu ilişkinin mükemmel bir tasvirini verdiğini söyleyebiliriz. Pozitivizmin etkisi altında şekillenen yerleşik sosyal bilim pratiği, doğa bilimlerinin araştırma mantığını toplumsal alana taşıyarak, toplumu bir mekanizma olarak inceler, böylece toplumdaki eşitsiz güç ilişkilerini doğallaştırarak değer yargılarından bağımsız saf bir bilim yapılabileceğini iddia eder4. Neoklasik ya da marjinalist denilen iktisat anlayışının egemen olduğu yerleşik akademik iktisat, sosyal bilimlerde pozitivizmin etkisinin kendisini en kaba biçimiyle gösterdiği alandır.5 Yaklaşık bir buçuk asır önce pozitivizminin etkisi altında oluşturulmuş sözde bilimsel bir teorik çerçeveye dayanan bu iktisat ekolü, o günden bugüne öngörüleri gerçek yaşam tarafından defalarca yanlışlanmasına, içsel tutarsızlığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyan sayısız eleştiriye rağmen iktisadi incelemelere temel oluşturmaya, üniversite eğitimine egemen olmaya devam etmektedir.
Neoklasik iktisat, bir dizi gerçek dışı varsayım temelinde oluşturduğu teorik model aracılığı ile, “piyasa ekonomisi”nin insan doğasına en uygun sistem olduğunu ileri sürmekte, toplumsal eşitsizlik, sömürü, yabancılaşma, ekolojik yıkım, azgelişmişlik, savaşlar vb. sayısız sorunun sistemin işleyişinden değil, devletin sistemin işleyişine engel olan dışsal müdahalelerinden, rasyonel olmayan insan davranışlarından kaynaklandığını savunmaktadır. Bu yönüyle bu ekol, mevcut toplumsal ilişkileri meşrulaştıran güçlü bir ideolojidir ve egemen ideolojinin en önemli kurucu öğelerinden birisidir.
İktisadın ideolojik gücü, her şeyden önce her çağın egemen fikirlerinin o çağın maddi egemen gücü olan sınıfının fikirleri olması gerçeğinden kaynaklanır. “Egemen düşünceler, …düşünceler halinde kavranan egemen maddi ilişkilerden yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir”. Bu düşünceler egemen sınıfın düşünürleri tarafından sistemleştirilir. Başka bir deyişle, “egemen sınıfın bilinçli üyeleri, egemen konumların sağladığı olanaklarla, kendi çağlarının düşünce üretimini ve bu düşüncelerin yayılmasını düzenlerler”. Egemen sınıfın çıkarlarını, “geçerli yegane rasyonel düşünceler” olarak sunarlar.6
İdeolojinin gücü yalnızca egemen sınıfın gücünden kaynaklanmaz. İdeoloji kaynağını gerçekliğin kendisinin tersyüz edilmiş olarak görünmesinden alır. Aşağıda daha ayrıntılı tartışılacağı gibi, kapitalist gerçeklik, ilk bakışta kendisini bir metalar yığını ve onların değişim etkinliği olarak gösterir. Yerleşik akademik iktisat, görünüşle gerçek arasındaki farkı dikkate almadan, bu tersyüz edilmiş gerçekliği, gerçeğin kendisi olarak görür. Marx’ın yüzeysel [vulgar] politik ekonomi adını verdiği yaklaşımın izinden giderek “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış, burjuva üretimini sürdüren” kişilerin piyasadaki davranışlarına ilişkin “fikirlerini doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan başka bir şey yapmaz”7 Örneğin yerleşik akademik iktisadın kurucularından Alfred Marshall, 1890 yılında yayınlanan İktisadın İlkeleri adlı eserinde bu eğilimi şu sözlerle açığa vurur: “Politik ekonomi ya da iktisat gündelik iş hayatı içindeki insanın incelenmesidir. Bireysel ve toplumsal eylemin refahın maddi gereklerinin elde edilmesi ve kullanılmasıyla en yakından bağlantılı bölümünü araştırır.” Bir başka akademik iktisatçı, Lionel Robbins, 1932 yılında yazdığı bir kitapta kullandığı iktisat tanımıyla daha da ileri gider ve bütün insan deneyimini piyasadaki davranışlara indirger; “İktisat, alternatif kullanım alanlarına sahip kıt kaynaklar ile amaçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını inceleyen bilimdir.” Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, yerleşik iktisat, bütün insan davranışlarını, 19. yüzyıldaki İngiliz işadamının piyasadaki davranışları ile özdeşleştirerek, kapitalizmin çelişkisiz bir şekilde kendisini yeniden üretmesini sağlayacak toplumsal ilişkilerin ve buna dayanak oluşturacak bireysel davranışların oluşturulmasına hizmet eden bir bilim pratiği sergilemektedir.
Kapitalizmin görünüş öğelerini sistemleştiren bu sözde bilimi icra eden profesyonel iktisatçıların bu ideolojinin taşıyıcı olması, yalnızca tersyüz edilmiş gerçekliğin sistemleştirilmesi ve rasyonel biçim olarak kavranmasından kaynaklanmaz. Akademik iktisat örgütlü bir güçtür. İktisat içindeki araştırma gündemleri ve kuramsal yaklaşımlar, geleneğin seçkin temsilcileri tarafından Nobel ödülleri vb. mekanizmalarla belirlenmekte; bu ödüller, büyük ölçüde kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarına uygun araştırmalara imza “burjuva üretim ilişkileri içinde sıkışıp kalmış, burjuva üretimini sürdüren” kişilerin piyasadaki davranışlarına ilişkin “fikirlerini doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan başka bir şey yapmaz”7 Örneğin yerleşik akademik iktisadın kurucularından Alfred Marshall, 1890 yılında yayınlanan İktisadın İlkeleri adlı eserinde bu eğilimi şu sözlerle açığa vurur: “Politik ekonomi ya da iktisat gündelik iş hayatı içindeki insanın incelenmesidir. Bireysel ve toplumsal eylemin refahın maddi gereklerinin elde edilmesi ve kullanılmasıyla en yakından bağlantılı bölümünü araştırır.” Bir başka akademik iktisatçı, Lionel Robbins, 1932 yılında yazdığı bir kitapta kullandığı iktisat tanımıyla daha da ileri gider ve bütün insan deneyimini piyasadaki davranışlara indirger; “İktisat, alternatif kullanım alanlarına sahip kıt kaynaklar ile amaçlar arasındaki ilişki olarak insan davranışlarını inceleyen bilimdir.” Bu tanımlardan anlaşıldığı gibi, yerleşik iktisat, bütün insan davranışlarını, 19. yüzyıldaki İngiliz işadamının piyasadaki davranışları ile özdeşleştirerek, kapitalizmin çelişkisiz bir şekilde kendisini yeniden üretmesini sağlayacak toplumsal ilişkilerin ve buna dayanak oluşturacak bireysel davranışların oluşturulmasına hizmet eden bir bilim pratiği sergilemektedir.
Kapitalizmin görünüş öğelerini sistemleştiren bu sözde bilimi icra eden profesyonel iktisatçıların bu ideolojinin taşıyıcı olması, yalnızca tersyüz edilmiş gerçekliğin sistemleştirilmesi ve rasyonel biçim olarak kavranmasından kaynaklanmaz. Akademik iktisat örgütlü bir güçtür. İktisat içindeki araştırma gündemleri ve kuramsal yaklaşımlar, geleneğin seçkin temsilcileri tarafından Nobel ödülleri vb. mekanizmalarla belirlenmekte; bu ödüller, büyük ölçüde kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarına uygun araştırmalara imza atan iktisatçılara verilmektedir. Üniversitelerde okutulan iktisat derslerinin içeriğini ise, ABD’nin seçkin üniversitelerinde çalışan, aynı zamanda yönetici sıfatıyla IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşların politikalarını tasarlayan, Goldman Sachs gibi mali sermayenin önde gelen kuruluşlarında danışmanlık yapan iktisatçılar belirlemektedir. Buradan iktisadın, emperyalizmin doğrudan müdahalesi ile egemen hale geldiği sonucu çıkarılmamalıdır. Yerleşik akademik iktisat, bir ideolojik aygıt olarak üniversitelerin kendine özgü işleyiş mekanizmaları sayesinde, hegemonik bir güç haline gelir ve profesyonel iktisatçıların çoğunun bilinçli ya da bilinçsizce uluslar arası kapitalizmin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde çalışmasını sağlar. Buradaki kritik öğe, akademinin iç örgütlenmesi ve geleneklerinin, belirli araştırma alanları ya da belirli perspektifleri kendi üyelerine dayatmasına olanak tanımasıdır. Birçok iktisatçı, iktisat öğretiminin eleştirel yaklaşımları dışlayan katı müfredatının rahlesinden geçtikten sonra öğrendiklerini iktisadi meseleleri anlamaya dönük alternatifsiz bir yaklaşım olarak içselleştirir. Yoğun ve teknik yönü baskın bir öğrenim sürecinden sonra, alternatif /eleştirel bir yaklaşıma yönelmenin entelektüel maliyeti, böyle eğilimleri olan birçok kişi üzerinde caydırıcı bir rol oynar. Yani bu kişiler kendi kendini kandırmayı tercih ederler.
Öte yandan akademik camianın geçerli kabul ettiği araştırma alanlarının ve bu alanlardaki egemen yaklaşımların dışına çıkmaya yeltenen iktisatçıların ve iktisat öğrencilerinin karşısına sayısız engeller çıkarılır. Zaten kapitalizmin işleyişinin ürettiği rasyonel (hesap kitapçı) ve bireyci insan davranışını benimseyen birçok iktisatçı daha kolay derece alınabilecek, daha kolay yayın yapılabilecek moda konuları ve yaklaşımları tercih eder. Örneğin kapitalizmin son 30 yılına damgasını vuran spekülatif sermaye hareketleri üzerine, teorik çerçevesini önde gelen ABD’li iktisatçıların ve IMF gibi emperyalist kuruluşların belirlediği birbirinin kopyası binlerce çalışma / tez yazılmıştır. İktisadın hegemonik gücü daha çok bu “rasyonel tercihler”den kaynaklanır. Akademi, ortaçağlardaki gibi farklı düşünceleri cezalandırmaz, caydırır; örgütlü gücü sayesinde, akademik yükselme ve dikkate alınma vaadiyle kendi dili içinden konuşmaya ikna eder. Bugün, emekçilerin yaşam koşullarına duyarlı birçok iktisatçı, çoğu kez farkında olmadan bu hegemonik dilin içinden konuşmakta, gerçekçi olmak adına iktisadın belirlediği sınırlar içindeki araştırma konularına ve yöntemlerine odaklanarak mevcut hegemonyayı yeniden üretmektedir.
İzleyen başlıklarla, iktisadın bir ideoloji olarak oynadığı rolü açıklığa kavuşturmak üzere, gelişiminin temel dönüm noktalarını ele alacağız. Günümüzün yerleşik akademik iktisadı kapitalizmin tekelci aşamasında ortaya çıkmıştır. Ancak, entelektüel açıdan kökleri Antik Yunan’a kadar izlenebilen bir inceleme alanıdır. Bu tür bir inceleme, kendisini ebedi ve doğal gerçeklerin rasyonel ifadesi olarak gören iktisadın bu iddiasının geçerli olmadığını ortaya koymak bakımından da yararlı olacaktır.
I. KAPİTALİZMDEN ÖNCE: PARA KAZANMA SANATINA KARŞIT OLARAK OİKONOMİA
Bağımsız bir bilgi alanı olarak iktisadın doğuşu, ekonomi alanının siyasal – dinsel alandan bağımsızlaşmış bir alan olarak belirdiği kapitalizmin doğuşu ile örtüşür. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda iktisadi meseleler üzerine geliştirilen düşünceler, kapitalizm öncesi dünyanın yönetim meselelerini ahlaki ve dinsel temelde tartışan metinlerde ele alınmıştır. Kapitalizm öncesi dünyada ekonomik ilişkiler, siyasi ve dinsel tahakküm ilişkileri içinde gömülüdür. Toplumsal gelişmenin bu aşamasında; askeri, idari ve dinsel gücü elinde bulunduranlar, bu güçlere dayanarak doğrudan üreticinin artı ürününe zor yoluyla el koyarlar. Artı ürüne ekonomi dışı yollarla el koyma süreci, doğrudan üreticinin, kişisel olarak yönetici sınıfa bağımlı olmasını beraberinde getirir. Bu bağımlılık, doğrudan üreticinin doğrudan mülk edinilmesi [kölecilik] biçiminde olabileceği gibi, daha yaygın olarak, zor yoluyla bir dizi yükümlülüğe tabi kılınması biçiminde gerçekleşir. Kapitalizm öncesi dünyada doğrudan üreticinin yönetici sınıfa bağımlı hale gelişi zamanla kurumsallaşmış, sömürü ilişkileri gelenek ve dinin meşrulaştırıcı gücüne dayanarak sürdürülmüştür. Yönetici sınıf, Tanrı’nın ya da tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olma, kahramanlık, soyluluk, adalet dağıtma vb. kutsal ögelerle egemenliğini meşrulaştırır. Öte yandan, egemen sınıfların artı ürüne üretimin koşullarını değiştirmeden zor yoluyla el koyması, doğrudan üreticilere, üretimin koşulları ve üretim araçları üzerinde belli bir kontrol olanağı sağlar. Köylü ve zanaatkâr, üretimi, kendi üretim araçlarını kullanarak gerçekleştirir. Ancak kişisel bağımlılıktan ötürü, yönetici sınıfa, artı ürünü ve artı emeğini (angarya) sunmak zorundadır.
Kapitalizm öncesi dünyada, toplumsal üretim kullanım değeri temelinde örgütlenir. Kullanım değeri insanının doğa üzerindeki değiştirici etkinliğinin en önemli yönünü oluşturan üretim faaliyeti sonucunda elde edilen ürünün [eski Türkçe:mamül, ing. product] ihtiyaçları giderme özelliğine işaret eder. Bir ekmeğin açlığı giderme özelliği onun kullanım değerini ifade eder. Kullanım değeri, ürünün niteliği ile ilgilidir, yani niteliksel bir kavramdır.
Buna karşılık, ürün üreticinin ihtiyacının ötesinde üretilip başka ürünlerle değiştirilmek ya da para kazanmak üzere pazara çıktığında, ihtiyaçları giderme özelliğini ifade eden kullanım değerine yeni bir değer biçimi eklenir. Buna, değişim değeri denilir. Değişim değeri, kullanım değerinin üzerine bir fiyat etiketinin takılmasıyla ortaya çıkar. Fiyat etiketi taşıyan ürüne, kullanım değeri için üretilmiş olan üründen farkını ortaya koymak üzere, meta [Arapça, çoğulu emtia, ing. commodity] denilir. Metanın alameti farikası, kullanım değerine ek olarak, değişim değerine sahip olmasıdır. Bu yönüyle, kullanım değeri niteliksel bir kavram iken değişim değeri nicelikseldir.
Kullanım değerinin egemen olduğu toplumlarda üretimin temel amacı, temel ihtiyaçların giderilmesidir. Üretici güçlerin sınırlı gelişimi koşullarında, beslenme, barınma, ısınma, giyinme vb. temel ihtiyaçlar, doğrudan üreticiler tarafından ev ekonomisi içinde çözüme kavuşturulur. Üretim sürecinde elde edilen ürünün bir bölümü ise, vergi, rant vb. adı altında yönetici sınıfa aktarılır. Bu toplumlarda, piyasa, toplumsal yaşamda oldukça sınırlı bir rol oynar. Egemen sınıfın lüks ihtiyacı için seferber edilen uzak mesafe ticaret dışında, piyasa çoğunlukla kullanım değerlerinin değiştirilmesine dayalı meta dolaşımı bağlamında söz konusudur. Burada doğrudan üretici pazara, kâr elde etmek üzere değil, satın almak için satmak üzere çıkar. Sözgelimi kasabada ayda bir kurulan pazara giden bir çoban, elindeki hayvanı et ihtiyacı olan birisine satıp, elde ettiği para ile çiftçiden kendi ihtiyacı olan ekmeklik buğdayı satın alır. Bu dolaşım Meta-Para-Meta formülüyle ifade edilir.
Kapitalizm öncesi dünyada, lüks mallar dışında, şarap, zeytinyağı, sabun, tuz, kereste vb. kimi ürünlerin uzak mesafe ticaretinde uzmanlaşan toplumlara da rastlanır. Örneğin Fenikeliler, Antik Yunan şehir devletleri, Arap-İslam İmparatorluğu, dönemlerine göre gelişkin bir dış ticaret ağı kurmuştur. Benzer bir şekilde kapitalizmin doğuş sürecinde feodal İspanyol ve Portekiz ve Hollandalı tüccarlar yaygın bir deniz aşırı ticaret ağı oluşturmuştur. Buralarda ticaret, çoğunlukla devletin ve devlet gücüne yaslanan aristokrasinin ve tüccarların imtiyazlar ve tekelci düzenlemelerle yürüttüğü tekelci bir faaliyettir. Rekabet, birikim gibi kapitalizme özgü ilkelere tabi değildir, bu nedenle mevcut üretim biçimi üzerinde dönüştürücü bir rol oynamaz.
Kapitalizm öncesi dünyada iktisadi meseleler, yönetim, ahlak ve din vb. toplumsal sorunları kapsayan bir üst bilim olarak felsefenin içinde, kullanım değerine dayalı toplumsal yapının muhafaza edilmesi kaygısıyla ele alınmıştır. Bu kaygı ekonomi kavramının kökeninde açıkça görülür. Ekonomi kavramı, Yunanca oikonomia’dan gelir. Yunanca ev halkı anlamına gelen oikos ve idare anlamına gelen nomos sözcüklerinin birleşmesinden oluşan oikonomia, ev halkının idaresi anlamına gelir.8 Kavramın içeriğini ilk kez tartışmaya açan Aristoteles, oikonomia’nın içeriğini, ticaret ve tefecilik gibi para kazanmaya yönelik faaliyetlerden dikkatli bir şekilde ayırır. Bu faaliyetler için, Thales’in önerdiği, para kazanma sanatı anlamına gelen krematistik kavramını kullanır. Aristoteles’e göre, köleci Yunan kentinin temel birimi olan ve köleler, kadınlar ile çocuklardan oluşan hanenin, erkek aile reisi tarafından idaresi anlamına gelen oikonomia doğal bir faaliyeti ifade eder. Buna karşılık, para kazanma sanatı olan krematistik, toplumsal düzen üzerinde ve bizzat bu işlerle uğraşanlar üzerinde yozlaştırıcı etkiler doğuran doğal olmayan bir faaliyettir.
Aristoteles’in oikonomia-krematistik ayrımından hareketle para kazanma sanatını toplumsal düzeni bozucu, yozlaştırıcı bir faaliyet olarak mahkum etmesinin temel nedeni, kapitalizm öncesi toplum biçimlerinin ekonomik değil siyasal-dinsel kaynaklı mülkiyete dayalı sömürü ilişkileri üzerinde yükselmesidir. Tek tanrılı dinlerdeki faiz yasağı, adil fiyat saplantısı vb. para kazanma sanatına dair faaliyetlere konulan sınırlar, temelde, aristokratik toplumun kalıtsal nitelikli hiyerarşik ilişkilerine parasal gücün sızmasını engellemeyi amaçlar. Aynı anlayış, İncil’de “Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği’ne girmesinden daha kolaydır” (Markos, 10:25) ifadesinde yankısı bulur. Ortaçağ Skolastiğinin temel metinleri ve Klasik dönem İslam düşünürleri aynı bakış açısını benimser.
II. KAPİTALİZMİN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ: OİKONOMİA’DAN POLİTİK EKONOMİYE
15. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa feodalizminin iç krizinin şiddetlendirdiği sınıf mücadeleleri, kapitalizmin doğuşuyla sonuçlanacak tarihsel gelişmeleri harekete geçirdi. Kapitalizmin doğuşu ile egemenliğini ilan edişi arasında uzun bir tarihsel geçiş süreci yaşandı. Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin temel özelliği, kapitalist üretim biçiminin tanımlayıcı özelliği olan ilişkilerin adım adım yerleşmesiydi. Bu ilişkilerin en önemli ayağı, doğrudan üreticileri üretim araçlarından kopararak, üretimin koşullarını ve üretim araçlarının mülkiyetini ele geçiren yeni bir sınıfın, burjuvazinin doğuşu ve hayatta kalmak için emek gücünü piyasada satmak dışında bir seçeneği olmayan geniş bir mülksüz emekçiler yığınının ortaya çıkmasıydı. Kapitalizmin oluşumu için:
“..Birbirlerinden tamamıyla farklı iki meta sahibi karşı karşıya gelmeli ve bunlar arasında ilişki kurulmalıdır; bir yanda, sahip bulundukları değerler toplamını başkalarının emek güçlerini satın alarak artırmaya can atan para, üretim ve geçim aracı sahipleri, öte yanda, kendi emek güçlerini satan ve dolayısıyla emek satıcısı olan özgür işçiler yer almalıdır. İşçiler iki anlamda özgür olmalıdır; köleler, serfler vb. gibi, doğrudan doğruya üretim araçları arasında yer almamalı, ama bağımsız çalışan çiftçiler vb. gibi de üretim araçları kendilerine ait olmamalıdır; bu gibi şeylerden yoksun, serbest ve boş kimseler olmalıdırlar. Meta piyasasındaki bu kutuplaşma ile birlikte kapitalist üretimin temel koşulları yerine gelmiş olur. Sermaye ilişkisi, işçilerle, emeğin gerçekleşme koşullarını oluşturan mülkiyetin, birbirlerinden ayrılmış olmasını gerektirir. Kapitalist üretim, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelir gelmez, bu ayrılmayı korumakla kalmaz, bunu giderek büyüyen bir ölçekte yeniden üretir.”9
Kapitalizmi tanımlayan en önemli özellik, toplumsal ilişkilerin değişim değeri temelinde örgütlenmesidir. Kapitalizmin doğuşunu izleyen dönemde, kapitalizm öncesi üretim ilişkileri önemi ve ağırlığı azalsa da, uzun bir süre varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Bu süreçte, eski egemen sınıflar, kapitalist gelişmenin feodal egemenlik biçimi üzerinde yarattığı tehdide karşı mutlak monarşiler etrafında bir araya gelerek, feodal sömürüyü merkezi devlet eliyle sürdürmeye yöneldiler. Birbiri ile rekabet halindeki mutlak monarşiler, yeni ekonomik ve politik koşullarda egemenlik inşası için ateşli silahlarla donatılmış güçlü daimi ordular ve merkezi devletin işlerinin yürütülmesi için kalıcı bürokratik organlar oluşturmak zorunluluğu ile karşı karşıya geldi. Bu durum, mutlak monarşilerin, gelir kaynağı olarak, gelişen uluslararası ticarete ve sömürgecilikten elde edilecek gelir olanaklarına odaklanmalarına yol açtı. Bu çerçevede Krallık beratlarıyla kurulmuş tekelci dış ticaret şirketleri oluşturdular.
Kapitalist gelişmenin bu erken aşamasında, Antik Yunan’dan bu yana iktisadi meseleleri tanımlamak için kullanılan oikonomia kavramından hareketle, yeni koşullara uygun bir kavram olarak ekonomi politik ya da doğru tanımıyla politik ekonomi kavramı üretildi. Bu kavram, genellikle sanıldığının aksine, ekonomi ve politikanın sentezi ya da iktisadi meselelerin politik dolayımlarını değil, doğrudan doğruya devlet idaresini ifade etmekteydi. Yunanca devlet anlamına gelen “polis” kelimesinden gelen politik, Kralın mülkü ya da evi olarak görülen ülkenin, bu geniş evin reisi olarak Kral tarafından idare edilmesinin bilimi anlamında kullanıldı. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği eserinde politik ekonomiyi bu çerçevede şöyle tanımlar:
“Devlet adamlarının ya da yasa koyucuların biliminin bir alt dalı olan politik ekonominin iki temel amacı vardır: Birincisi halk için bol gelir ya da geçim olanağı sağlamak ya da daha doğrusu halkın kendisi için gelir ya da geçim kaynağı yaratmasına yardımcı olmak; ikincisi ise devlete ya da Commonwealth’a kamu hizmetlerini sağlamak için yeterli gelir sağlamak. [yani] politik ekonomi, hem halkın hem de devletin zenginleşmesini sağlar.”
17. Yüzyıldan 18. Yüzyıl ortalarına kadar, politik ekonomi başlığı altında, daha ziyade, dönemin iktisadi ortamına uygun olarak dış ticaret sorunları ele alındı. Bu dönemin literatürü, iktisadi düşüncede merkantilizm başlığı altında değerlendirilir. Merkantilist literatür, zenginliğin kaynağını üretim sürecinde değil dolaşım sürecinde görmüş, özel olarak dolaşımın uluslararası ticaret kısmına ve buradan elde edilecek parasal zenginliğe odaklanmıştır. Daha sonraki kuşaktan iktisatçılar, bu durumu bir kuramsal yanılgı olarak yorumlamıştır. Oysa sorun, kuramsal eksiklikten değil, meta üretiminin ekonominin bütününde egemen hale gelmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Marx, “parasal sistem” diye adlandırdığı bu ekolün yandaşlarının “modern dünyanın ilk sözcüleri” olduğunu vurgular. Ona göre, bunlar, sermayenin toplumda giderek büyüyen gücüne, ticari sermaye biçimi altında zenginliği değerli madenlerle özdeşleştirerek yanıt vermiştir. Marx’a göre, bunlar, burjuva ekonomi politiğin gelişiminin yönünü önceden tasarlayan “değeri bilinmemiş peygamberlerdi”. Nitekim 17. Yüzyılın bilim devriminin yarattığı entelektüel ortamın sağladığı itkiyle, parasal sistemin temsilcileri arasında iktisadi sorunların bilimsel bir temelde ele alınması yolunda önemli adımlar atılmıştır. Sözgelimi, emek-değer kuramını ilk olarak formüle eden bir düşünür olması nedeniyle Marx’ın bilimsel politik ekonominin başlangıcı olarak gördüğü Sir William Petty, parasal okulun bir temsilcisidir.
17. yüzyıldan itibaren politik ekonominin bilimsel niteliği iki eksen üzerinde gelişti. Birincisi, piyasadaki fiyatlar sisteminin ve bölüşümün düzenleyici ilkesi olarak emek değer teorisi; diğeri ise, iktisadi yeniden üretimin koşullarının araştırılması. Bu iki eksen, bilimsel politik ekonominin daha sonraki gelişiminin bir yol haritası özelliği taşır. İktisadi sorunların bilimsel bir temelde ele alınması, nesnel koşullardan bağımsız saf bir bilimsel çaba olarak değil, bir yandan kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı yeni sorunları anlamaya çalışırken, diğer yandan bu gelişmelere yön vermeye çalışan bir etkinlik olarak gelişmiştir. Bu çabalar sonucunda ortaya çıkan etkinlikler, Marx tarafından klasik politik ekonomi adı verilen bilimsel literatürü doğurmuştur.
Marx, klasik politik ekonominin 17. yüzyılda İngiltere’de William Petty ile Fransa’da Pierre Boisguilbert ile başladığını, 19. yüzyıl başlarında yine bu ülkelerde David Ricardo ve Sismondi ile sona erdiğini söylemiştir. Marx’ın bilimsel politik ekonominin sınır çizgilerini ortaya koyarken dikkate aldığı temel ölçütler, emek-değer teorisi ve iktisadi yeniden üretimin bilimsel ele alınışıdır. Klasik politik ekonomide emek-değer kuramı, ağırlıklı olarak İngiltere’de geliştirilirken, iktisadi yeniden üretime ilişkin kuramsal yenilikler esas olarak Fransız düşünürlerce hayata geçirilmiştir.
Klasik politik ekonomi geleneği iktisadi hayatı, kapitalist toplumun üç temel sınıfını oluşturan kapitalistler, işçi sınıfı ve toprak sahipleri arasındaki ilişkiler temelinde kavrar. Bu üç sınıfın sırasıyla kâr, ücret ve rant biçimindeki gelirlerinin nasıl belirlendiğini ve bunlar arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışır. Ancak bunu açıklamaya çalışırken, Ricardo örneğinde olduğu gibi, “sınıf çıkarlarının, ücret ile kârın, kâr ile toprak rantının karşıtlığını safça toplumsal bir doğa yasası kabul ederek, bu karşıtlığı, bilinçli bir şekilde, araştırmalarının hareket noktası haline getirir.”10
Marx’a göre, klasik politik ekonominin bilimsel başarıları, büyük ölçüde burjuvazinin feodalizme ve feodalizmin kalıntısı sınıflara karşı verdiği iktidar mücadelesi sırasında, toplumun bütün sınıflarının çıkarlarını sahiplenen ilerici ve eleştirel konumundan kaynaklanır. Özellikle 18. Yüzyıl Aydınlanma düşüncesi, dinsel dogmatik düşüncelerin, geleneğin ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin egemen olduğu Ortaçağ dünyasına karşı, üretici güçlerin gelişmesini sağlayarak toplumun maddi gönencini ve entelektüel gelişimini artıran, bireysel özgürlüğü destekleyen ve sözleşme ilişkileri uyarınca yasal eşitliği güvence altına alan piyasa toplumunu ve onun ilişkilerini, insanlığın ilerlemesinin ve uygarlığın temel koşulu olarak görmüştür. Bu bakış açısı, piyasa ilişkilerinin ebedileştirilmesine, piyasa kurumlarının karşı konulmaz doğal düzenin rasyonel biçimi olarak kavranmasına yol açtı. Böylece kapitalizm öncesi bütün tarih, piyasanın doğal düzenine doğru bir ilerleme olarak görüldü ve burjuva toplumunun yasaları insanın üretici etkinliğini düzenleyen ezeli ve ebedi yasalar olarak formüle edildi. Bu çerçevede piyasa ilişkilerinin rekabetçi yapısının yarattığı bireycilik ve rekabetçilik, insan doğasıyla ilişkilendirildi. 18 yüzyıl başlarında “en büyük sayının en büyük mutluluğu” formülüyle ifade edilen ve daha sonradan Jeremy Bentham tarafından geliştirilen faydacı doktrin doğrultusunda, insan davranışlarının, “hazza yönelme-acıdan kaçınma” ilkesi çerçevesinde anlaşılabileceği ileri sürüldü.
Bir bütün olarak klasik politik ekonomi geleneği, kapitalizme özgü kurumlar ve ilişkileri bir doğa yasası olarak görmesi nedeniyle, kapitalizmi tanımlayan başlıca kurumsal özellikleri bilinçli bir şekilde görmezden geldi. Bu bakış açısı temelinde, sermaye, kapitalist sınıfa kâr getiren ve doğrudan üreticileri kendi gelişimine tabi kılan bir toplumsal ilişki olarak değil, evrensel olarak geçerli genel bir üretim sürecini gerçekleştirmeye yarayan alet ve makineler olarak görüldü. Benzer bir şekilde, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti, evrensel bir mülkiyet tanımı altında, bütün farklı mülkiyet biçimlerini kapsayacak bir içerikte ele alındı. Bu çerçeve, örneğin bir köylü ekonomisinde küçük üreticinin ailesiy le birlikte işlediği toprak üzerindeki mülkiyeti ya da bir avcı toplumunda avcının kullandığı ok ve yay, kapitalist mülkiyetle özdeş olarak ele alındı. Kapitalizmin görünüş özelliklerinden hareketle inşa edilen bu mülkiyet kavrayışı, kapitalizmin meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynadı.
Klasik politik ekonomi geleneği, kapitalist üretim biçiminin ayırt edici özelliklerini ebedileştirerek analiz dışına itilince, kaçınılmaz bir şekilde, temel analiz birimi olarak mübadele ya da değiş tokuş ilişkilerine yöneldi. Bu bakış açısı, kapitalizmin meşrulaştırılması bakımından oldukça işlevseldi. Çünkü değiş tokuş alanı, özgür ve eşit bireyler arasındaki gönüllü, karşılıklı yararı gözeten bir etkinlikti. Bu alanda kalındığı sürece, “eşitliğe dayalı” sonuçlar üretmek kaçınılmazdı. Marx, değiş tokuş alanının ürettiği eşitlik ve özgürlük yanılsamasını şu sözlerle açıklar:
“Sınırları içinde emek gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta mübadelesi alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam bir cennetiydi. Burada tek sözü geçen, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek gücünün, alıcıları da satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşitlik! Çünkü, birbirleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bunları bir araya getiren ve aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve kişisel çıkarlarıdır. Ve böylece, herkes kendi çıkarını kolladığından ve kimse başkaları için bir şey yapmadığından, şeylerin önceden kurulmuş uyumunun sonucu olarak ya da her şeye gücü yeten bir Tanrı inayetinin himayesi altında, herkes, yalnızca, onlara karşılıklı avantaj sağlayan, herkes için yararlı, ortak çıkarlara uygun işler yapar.”11
“Eşitlik” ve “özgürlük” yanılsamasını üreten değişim alanını terk ettiğimiz anda, aynı kişiler farklı kişiliklerle kendini ortaya koyacaktır:
“Bir zamanların para sahibi şimdi kapitalist olarak önden gidiyor, emek gücü sahibi de onun işçisi olarak arkasından yürüyor; birinde anlam yüklü bir bıyık altından gülümseme ve iş yapma hevesi, diğerinde, kendi derisini pazara getirip de bunu yüzdürmekten başka bir şey beklemesine imkân olmayan bir kimsenin çekingenlik ve tutukluğu.”12
Klasik politik ekonomi geleneği, burjuva toplumsal ilişkilerini evrensel olarak geçerli ilan etmesine karşın, 1830’lara kadar, eski toplumsal yapıya karşı verdiği mücadele içinde burjuva toplumundaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimi inşa etti. Klasik politik ekonominin Adam Smith ve David Ricardo gibi kurucu düşünürleri üretici güçlerin gelişmesini ilerlemenin temel koşulu olarak görmüş ve bütün analizlerini, burjuvazinin dar çıkarlarını meşrulaştırma endişesi taşımadan, üretici güçlerin gelişmesi endişesi çerçevesinde kaleme almıştı. Bu tutum, onların, burjuva toplumun ilişkilerini bilimsel bir nesnellik içinde ele almalarını sağladı. Örneğin Ricardo’nun makineleşmenin işçi sınıfının çalışan nüfus için bir fazla nüfus ve yoksullaşma tehdidi yarattığını teslim etmesi, Marx’a göre, onun “dürüstlüğünün kanıtı”ydı.13 Marx’a göre, Ricardo, kişilere, partilere ya da sınıflara hatta burjuvazinin kendisine sadakati önemsemeden üretici güçlerin gelişmesine o denli tereddütsüzce bağlıydı ki, eğer burjuvazi bu amaçla çatışmaya düşerse, “ona karşı da, başka zamanlarda proletaryaya ve aristokrasiye karşı olduğu kadar acımasızdı.”14
Klasik politik ekonominin sınırlı bilimsel nesnelliği, burjuvazinin Batı Avrupa’da geleneksel aristokrasiye karşı iktidar mücadelesi başarıya ulaştığı ölçüde gerileme eğilimine girdi. Üretici güçlerin gelişimine safça bağlılık yerini egemen sınıf olarak örgütlenen burjuvazinin dar çıkarlarının meşrulaştırılması kaygısına bıraktı. Ricardo’nun 1823’deki ölümünü izleyen dönemde ortaya çıkan politik ekonomi literatürü, giderek bilimsellikten uzaklaşarak, kapitalist sınıfın dar, günlük çıkarlarının savunulmasına yöneldi ve özürcü ve yüzeysel bir akıma dönüştü. Marx bu dönemi şu sözlerle açıklar:
“Fransa ve İngiltere’de burjuvazi, siyasi iktidarı ele geçirmişti. O zamandan sonra, sınıf mücadelesi, hem pratikte hem de teoride, giderek daha açık ve tehdit edici biçimler aldı. Sınıf mücadelesi bilimsel burjuva ekonomisinin ölüm çanını çalıyordu. Şimdi artık şu ya da bu teoremin doğru olup olmadığı değil, fakat sermaye için yararlı mı yoksa zararlı mı, işini kolaylaştırıcı mı yoksa zorlaştırıcı mı, yasalara uygun mu aykırı mı olduğu tartışılıyordu. Çıkar sağlamaya dönük olmayan araştırmaların yerini para karşılığı yapılan seyirlik dövüşler, tarafsız bilimsel incelemelerin yerini özürcülüğün (Apologetik) vicdan azabı ve kötü niyeti almıştı.”15
Marx’ın betimlediği bu sürecin temelleri 19. yüzyıl başlarına kadar götürülebilir. Ricardo’dan önce, Fransa’da J. B. Say, İngiltere’de Thomas Malthus gibi düşünürler Smith’in değerin emek tarafından yaratıldığı yönündeki görüşünü eleştirerek, sermaye ve doğanın da değer yarattığını savunmuş, bu görüşünü temellendirmek için üretimin faydayı artıran bir süreç olduğunu ileri sürmüştü. Ricardo’dan sonra gelen John Ramsay McCulloch, Nassau Senior, John Stuart Mill gibi yazarlar, Ricardo’nun değer çözümlemesindeki eksiklikleri, sübjektif bir değer çözümlemesine yönelmenin gerekçesi olarak kullandılar. Örneğin Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, onun sadık bir izleyicisi olarak öne çıkan McCulloch, Ricardo’nun reel maliyetler (emek değer) ile ücretler, ücretlerle piyasa değerleri arasında bir özdeşlik olduğu yönündeki görüşünü savunmak adına, emek değer kuramına psikolojik unsurları da eklemişti. Böylece, reel maliyetin, belli bir malın üretiminden dolayı katlanılması gereken zahmet ve eziyeti de içine alan psikolojik, sübjektif bir kavram haline gelmesinin önü açıldı. Ancak bu konuda asıl adımı atan İngiliz iktisatçı Nassau Senior oldu. Oxford Üniversitesinde Politik Ekonomi profesörü olan Senior, 1836 yılında fabrikalardaki çalışma koşullarını düzenlemek için çıkarılan Fabrika Yasası’na (Factory Act) ve giderek yükselen 10 saatlik işgünü taleplerine karşı çıkan Manchesterli sanayicilerin danışmanı olarak sahneye çıktı. Senior, kârı, sermayenin zenginliğini hemen tüketmek yerine yatırıma yönelterek katlandığı fedakarlığın bir karşılığı olarak ele aldı. Ve bu karşılığa “feragat” adını verdi. Böylece kâr, tıpkı ücret gibi, bir reel maliyet kategorisi haline geliyordu. Senior’un feragat kavramı, marjinalist iktisatta alternatif maliyet ya da fırsat maliyeti olarak ifade edilen kavrama benzer
bir içeriğe sahiptir. Ve kapitalistin kâr biçiminde el koyduğu artığın, sermayesini başka bir kullanım alanına yatırmayarak yapmış olduğu fedakarlığın ödülü olarak, bir maliyet unsuru olmaktadır. Böylece, reel maliyet, emek ve feragatın toplamından meydana gelmekte, parasal maliyet ise, ücret ve kâr toplamına, bu da fiyata eşit olmaktadır. Dolayısıyla sistemde herhangi bir artık söz konusu olmadığı gibi, Ricardo’nun emek değer kuramından mantıksal olarak çıkarsanabilecek sömürü kavramı da ortadan kalkmaktadır. Sonuç olarak, bu kuramdan, marjinalizme geçmek için atılacak yalnızca bir adım kalmaktadır: Söz konusu yaklaşıma matematiksel bir kesinlik getirmek.
III. SERBEST REKABETÇİ KAPİTALİZMDEN TEKELCİ KAPİTALİZME, POLİTİK EKONOMİDEN İKTİSADA
Ricardo sonrasında klasik politik ekonomi yüzeysel ve özürcü bir bilime dönüşmesine karşın, son tahlilde farklı toplumsal sınıflar ve onların gelir kategorileri ekseninde tanımlanmış bir iktisadi /toplumsal çerçeveye dayanıyordu. Sınıf yapıları ve sınıf gelirlerini eksen alan bir teorik model, kâr ve rant gibi mülk gelirlerini meşrulaştırmak için ne denli akıl almaz teorik manevralar yapılırsa yapılsın, iktisadi tartışmaları sınıf mücadelesinin dolaysız hedefi haline getiriyordu. Klasik politik ekonominin dayandığı teorik model, kapitalizmin serbest rekabet temelinde geliştiği sanayi kapitalizminin ihtiyaçları çerçevesinde oluşturulmuştu. Bu modelin emek değer teorisini eksen almasının nedeni, iktisadi artığın önemli bir bölümüne el koyan aristokrasiye karşı iktidar mücadelesi veren burjuvazinin, sermaye sahipliğinden kaynaklanan kârının, üretim sürecine doğrudan nezaret ederken sarf ettiği emeğin karşılığı olarak algılanmasıydı. Emek değer teorisi, sanayi devrimi öncesinde geçerli üretim örgütlenmesi olan manüfaktür döneminde oluşturulmuştu. Manüfaktür patronu ve sanayi devriminin ilk döneminin fabrikatörleri üretim sürecinde yönetici olarak doğrudan yer alıyorlardı. Dolayısıyla emek değer teorisi, mantıksal sonuçları bakımından herhangi bir rahatsızlık yaratmıyordu.
Ancak 1830’lardan başlayarak sermayenin yapısı önemli bir dönüşüme uğradı. Özellikle 1850’lerden sonra sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşme eğilimi dev anonim şirketler ve güçlü finans kapital gruplarının egemen olduğu yeni bir iktisadi ortam yarattı. Üretimin artan toplumsallaşmasının ifadesi olan dev şirketler, profesyonel yöneticiler eliyle, rasyonel yönetim ilkeleri çerçevesinde yönetilmeye başladı. Bu gelişmeler kapitalizmin serbest rekabetçi aşamadan tekelci kapitalizme geçişinin ifadesiydi. Bu yeni koşullarda kapitalistin geliri, geçmişte topraklı aristokrasinin rant gelirine benzer bir görünüm aldı. İşlerini profesyonel yöneticilere bırakıp çalışmadan yaşayan, aristokrasiye özgü gösterişli yaşam tarzını taklit eden, hayatını hisse senedi, tahviller üzerine spekülasyon yaparak geçiren kapitalist sınıfın kârının, bugünkü, tüketimden feragat, üretim sürecinin organizasyonunda rol alma vb. argümanlarla savunulması mümkün değildi.
Aynı tarihsel süreçte Fransa’da sınıf mücadelelerine karşı toplumsal sorunların doğa yasalarına benzer bir şekilde ele alınmasını salık veren ve modern devletin idari ve sosyal işlevlerini yerine getirecek pratik bilgi üretim süreçlerine odaklanan pozitivizmin artan etkisi, iktisadın aynı çerçevede dönüştürülmesi yolundaki girişimlere hız kazandırdı. Yukarıda değinilen tarihsel dönüşümler ve yükselen pozitivizmin egemen olduğu düşünsel ortamın etkisiyle politik ekonominin yeni bir temelde ele alınması için koşullar olgunlaşmıştı.
İktisadın sınıf mücadelesinin terimlerinden arındırılması arayışıyla bağlantılı olarak, 1870’li yıllarda, İngiltere, Avusturya ve Lozan’da, sırasıyla William Stanley Jevons, Carl Menger ve Leon Walras’ın neredeyse eşzamanlı olarak yayınladığı eserler, o döneme değin politik ekonomi adıyla anılan bilim dalının, yöntem, kapsam ve içeriğinde kökten bir kopuşa işaret ediyordu. Bu düşünürlerin ortak noktası, analiz yöntemi olarak, marjinal fayda kavramından hareket etmeleriydi. Bu nedenle oluşturdukları iktisadi kurama marjinalizm denildi. Bu okul, klasik politik ekonominin emek değer teorisi ve objektif maliyeti esas alan çerçevesini tümüyle terk ederek, değerin subjektif bir öge olan kullanım değerine göre tanımlandığı yeni bir iktisadi anlayışın temelini attı. Bu çerçevede tutarlı bir teorik model oluşturabilmek üzere marjinal fayda analizini geliştirdi. Bu analizi matematiksel bir araç olan diferansiyel kalkülüsü kullanarak gerçekleştirdi.
Marjinalizmin kurucularından W.S. Jevons, ilginç ama manidar bir tarihsel rastlantıyla elyazmalarını Paris Komünü’nün yenilgiye uğradığı gün matbaaya teslim ettiği The Theory of Political Economy adlı eserinde şunları söylüyordu:
“Bu çalışmada Ekonomiyi Haz ve acının kalkülüsü olarak inceledim. Geçmişteki görüşlerden neredeyse tümüyle bağımsız olarak, bana göre bilimin nihai olarak alması gereken biçimi ortaya koymaya çalıştım.
“… Bu eserde ortaya konulan teori fayda ve öz-çıkarın mekaniği olarak tanımlanabilir.
“… Açıktır ki İktisat (Economics), eğer tam manasıyla bir bilim olacaksa, matematiksel bir bilim olmalıdır.”
İktisadın kapsam ve yönteminde yaşanan bu dönüşüm, söz konusu bilim dalının adında da bir değişimi beraberinde getirdi. Politik ekonomi yerine iktisat [economics] terimi kullanılmaya başlandı. Politik ekonomi adlandırması, içeriği konusunda yaklaşım farklılıkları olmasına karşın, toplumsal sınıf gerçeğini temel alıyordu. Economics adlandırması ise, bunun yerine, birer haz makinası olarak tasarlanan ve rasyonel oldukları varsayılan bireylerin çıkarlarını maksimize etmeye çalışmalarını temel alan bir “özel çıkar mekaniği”ni iktisadi incelemenin temeli olarak görüyordu.
Marjinalist iktisat ya da bu akımı benimseyenlerin deyimiyle modern iktisat, ortaya çıkışında, kendisini farklı toplumsal tasarımlar arasında kayıtsız ya da nötr bir bilim olarak sundu. Bu okulun öncü isimlerinden Leon Walras’ın temel eseri, Saf İktisadın Ögeleri başlığını taşımaktadır. Marjinalist iktisatçılar, çözümlemelerinde mekanik biliminden devraldıkları kavramları kullanarak, matematiksel kesinliğe dayalı evrensel bir iktisadi çözümlemenin inşa edilebileceğini ileri sürdüler. Evrensel olarak geçerli bir mekanik bilim inşa edebilmek için, üretim ve değişim sürecinde insanlar arasında kurulan ilişkilerin, kurumların analizin dışına itilmesi gerekiyordu. Marjinalizmin kurucuları, bu ögeleri normatif alana ait ilan ederek, fayda ve özel çıkar ilkesi temelinde, metaların mübadelesi sürecinin çözümlenmesine dayalı pozitif (müspet) iktisadı oluşturduklarını iddia ettiler. Böylece, insan doğasına ilişkin faydacı varsayımlara dayalı mübadele çözümlemesini, 19. yüzyılın kaba pozitivizminin araçlarını kullanarak evrensel ve doğal gerçeklere dönüştürdüler.
Marjinalistlere göre, iktisadın amacı ekonomideki kaynakların etkin tahsisini sağlamaktır. Bu amaca yakından bakıldığında, en özet haliyle, etkin kaynak tahsisi sorununun, rasyonel ve kazancının azamileştirme peşindeki tekil karar birimlerinin, kendi çıkarları doğrultusundaki bağımsız davranışlarının sonucunda çözüme kavuşturulduğu görülür. Modeldeki en önemli varsayım, piyasa mekanizmasını işleyişi önünde hiçbir engelin bulunmamasıdır. Mülkiyet güvencesi, girişim özgürlüğü veri koşulları oluşturur. Bunlara modeli tanımlayan tam rekabet [türdeş bir mal üreten çok sayıda firma ve bu malı talep eden çok sayıda alıcı, rekabet sonucu oluşmuş veri fiyat üzerinden gerçekleşen piyasa mübadelesi] ve tam bilgi gibi gerçekçi olmayan bir dizi varsayım eşlik eder. Bu varsayımlar temelinde ekonomide, tüketime ve üretime yönelik kararları alan iki temel karar birimi tanımlanır; Tüketim kararını veren birim olarak HANEHALKLARI, üretim kararını alan birimler olarak FİRMALAR.
Modelde hanehalkları, firmalar tarafından üretilen mal ve hizmetleri talep eder. Bu mal ve hizmetlere yönelik talep, insanlarla metalar arasındaki psikolojik bir ilişki sonucunda şekillenir. Hanehalkı belirli bir gelir kısıtı altında faydasını azamileştirecek bir mal ve hizmetleri bileşimini talep eder. Bu azamileştirme etkinliği bir seçim sürecidir. Tüketiciler metalar ve onların kendilerine sağlayacağı fayda düzeyleri hakkında ansiklopedik bilgiye sahiptir. Tüketicilerin kendilerine en yüksek faydayı sağlayan mal bileşimini, malların son biriminin kendilerine sağlayacağı faydanın fiyatlara oranını eşitleyerek elde ederler. Buradan tüketicinin bireysel talep eğrisi elde edilir. Bütün tüketicilerin talep eğrileri toplulaştırılarak toplam talep eğrisi elde edilir. Tüketicilerin metaları talep edebilmek için gerekli satın alma gücünün kaynağı, sahip oldukları işgücü, sermaye ve doğal kaynakların firmalara satışından elde ettikleri gelirdir. Dikkat edilirse, burada tüketici olarak, işçi de, kapitalist de aynı konumdadır. Her biri mülkiyetine sahip olduğu şeyi satar: İşçi emek gücünü, kapitalist sermayesini. Herkes mülk sahibidir ve eşittir. Model aracılığıyla sınıflar, iktisadi hayattan kovulur ve sınıfsız topluma geçilir!
Marjinalist analizde, üretimden sorumlu soyut karar birimi olan firmalar, tıpkı hanehalkı sektörü gibi belli kısıtlar altında azamileştirme yapar. Firmalar hanehalkı sektöründen satın aldıkları üretim faktörlerini, en etkin bir şekilde kullanarak, kârlarını azamileştirmeye çalışırlar. Burada üretim, her türlü toplumsal ve kurumsal özelliğinden soyutlanmış, girdilerle çıktılar arasındaki teknik bir ilişki olarak kurgulanmıştır. Piyasa rekabetçi olduğu için firmalar piyasa fiyatını veri almak zorunda olduğundan, kârı azamileştirmenin yolu maliyeti asgariye indirmektir. Firmalar, üretimin teknik koşullarının bilgisi çerçevesinde davranarak arz eğrisini oluştururlar. Bireysel firmaların arz eğrileri toplulaştırılarak bütüncül arz eğrisi elde edilir. Yinelersek, modelde hanehalkları ve firmaların davranışları özdeştir. Her iki karar birimi de belli kısıtlar altında azami kazanç [fayda ve kâr] elde edecek rasyonel bir seçim sürecini hayata geçirmektedir.
Hanehalkı ve firmaların rasyonel seçimleri sonucunda elde edilen arz ve talep eğrileri, ilgili malın piyasada hangi miktarda üretilip hangi fiyattan satılacağını belirler. Teknik olarak arz ve talep eğrilerinin kesiştiği noktada denge fiyat miktar bileşimi saptanmış olur. Burada belli bir mal için ortaya konulan mekanizma, ekonomideki bütün metalar için geçerlidir.
Marjinalist analizde, yalnızca nihai tüketim mallarının değil, emek gücünün ve sermayenin fiyatı da aynı davranışsal prosedür aracılığıyla saptanır. Üretim sürecinin teknik ifadesi olan üretim fonksiyonunda, emek ve sermayenin marjinal fiziksel katkılarının hesaplanması yoluyla ücret ve kâr oranları belirlenmektedir. Marjinalist bölüşüm kuramına göre, her bir üretim faktörü, nihai ürüne fiziksel katkısının karşılığını almaktadır. Burada, emek faktörü fiilen üretim sürecinde yer alırken, geçmiş emeğin ürünü olan sermayenin yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet nedeniyle pay aldığı görmezden gelinmekte, sermayenin payı, sermayenin verimliliğinin sonucu olarak haklılaştırılmaktadır. Esasen, marjinalist bölüşüm kuramı içsel açıdan da tutarsız bir kuramdır. 1960’lı yıllarda Cambridge Sermaye Tartışması adı verilen ünlü tartışmada, bu tutarsızlık, bir grup eleştirel iktisatçı tarafından açık bir şekilde ortaya konulmuş, ancak yerleşik iktisat geleneği, bu tartışma hiç yaşanmamış gibi aynı kurama bağlı kalmaya devam etmiştir.
Görüldüğü gibi, marjinalist iktisatta, metalarla insanlar arasındaki psikolojik ilişki olarak tüketim ve bir teknik süreç olarak üretim kararları, rasyonel bir seçim süreci sonunda iktisadi meseleyi çözüme kavuşturmaktadır. Marjinalizmin iktisatta egemen hale gelmesiyle birlikte, bu dar çerçeve geniş bir iktisadi sorunlar alanına uygulanmış, günümüze kadar uzanan iktisat literatürü oluşmuştur. 1870’lerden günümüze, teori, 1929 krizi sonrası Keynes’in gerçekleştirdiği gibi, kimi dönüm noktalarında önemli revizyonlara uğramış olsa da, bu teorinin omurgasında herhangi bir değişiklik olmamıştır. Tersine, piyasa tahakkümünün tüm insanlığı tarihte eşi benzeri görülmemiş düzeyde kuşattığı son dönemde, rasyonel seçim kuramı olarak, bütün insan deneyimini kucaklayan bir genel bilime dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Son dönemin popüler bir ders kitabında benimsenen iktisat tanımı bu eğilimi ifade etmektedir: Sonuç olarak, iktisadın örgütlü gücü kapitalizmin yeniden üretilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. İktisat, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren giderek artan ölçüde profesyonel iktisatçıların bile takip etmekte matematiksel yöntemlere dayanmaya başlamıştır. Mesleğin önde gelen temsilcileri tarafından bile eleştirilen ve iktisat öğrencilerinin temel şikayet noktasını oluşturan bu eğilim, gerçekçi olmayan varsayımlar temelinde, kapitalist gerçekliği çelişkisiz, uyumlu ve adil bir şekilde resmetmeye yaramaktadır.
İktisadın eleştirisinin çıkış noktası, varsayımlarının gerçekçi olup olmaması, ya da yoğun matematik kullanması değil, bu iktisat anlayışının maddi gerçekliği ele alış biçiminin hangi toplumsal sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğini ortaya çıkarmak olmalıdır. Bu çerçevede, Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin yeniden canlanması büyük bir önem taşımaktadır. Politik ekonominin eleştirisi, bugün emekten yana birçok iktisatçının yöneldiği iktisadın gerçekçi bir temelde yeniden inşa edilmesi arayışından ziyade gerçek hayatın eleştirisine, yani kapitalizmin eleştirisine dayanmalıdır.