Güney Afrika, ANC nereden nereye

BUGÜNÜN GÜNEY AFRİKASI

1980’lerin sonu ve 90’ların başında Güney Afrika, dünya üzerinde olumlu haber alınabilen nadir ülkelerden biriydi. Irkçı apartheid rejimi nihayet halkın onlarca yıllık örgütlü mücadele­siyle sonunun geldiğini kabul etmiş, Afrika Ulu­sal Kongresi’yle (ANC) masaya oturmuştu. 27 yıl cezaevinde tutulan ve halkın gözünde efsanevi bir yere oturan Nelson Mandela, 1990’da serbest bırakılmıştı. Demokratik bir Güney Afrika için Batılı emperyalistlerin de desteklediği görüşme­ler başlamış ve nihayet 1994’te ANC’nin katılabi­leceği ve tüm yurttaşların oy kullanabileceği se­çimlerin yapılması kararlaştırılmıştı. Bu, 46 yıllık apartheid rejiminin resmen lağvedilmesi anlamı­na geliyordu. Nitekim ANC, 1994 seçimlerinden yüzde 62 oy oranıyla çıktı ve Nelson Mandela da yeni Güney Afrika’nın ilk devlet başkanı oldu.

Marksist olmasa bile bir ölçüde Marksizm­den etkilenmiş ve onlarca yıl süren mücadele içerisinde çeşitli sınavlardan geçmiş olan “kim­lik” temelli bir halk hareketinin, Güney Afrika gibi kıtanın en önemli ülkelerinden birinde ik­tidara gelmesi kuşkusuz az buz bir şey değildi. Nelson Mandela’nın liderliği de herkese umut aşılayan bir başka gerekçeydi. Ancak aradan ge­çen 20 yılı aşkın süreye rağmen Güney Afrika Cumhuriyeti, halkın yoksulluk, işsizlik, gelir eşit­sizliği gibi en temel problemlerinin ağırlaşarak devam ettiği bir ülke olmaya devam ediyor.

Rakamlarla somutlarsak, Afrika’nın en zengin kaynaklarına sahip ülkelerinden biri olan Güney Afrika Cumhuriyeti’nde nüfusun yüzde 25’i işsiz. Genç işsizlik oranı yüzde 60’ı buluyor. 52 mil­yonluk ülkede 26 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Yalnızca Johan Rupert ve Nicky Oppenheimer gibi kapitalistlerin malvarlığının toplamı bu 26 milyon kişiden daha fazla! Gini endeksine göre, ülke, gelir eşitsizliği sıralama­sında 0.77’yle zirvede! Evsizlik büyük bir sorun. Ülkede her yıl 500 bin tecavüz vakası yaşanı­yor! Liste acı rakamlarla uzatılabilir, gerçeğin ne olduğuysa değişmeyecektir: ANC iktidarı halkın eşitlik özlemine yanıt vermedi, veremiyor.

Dünyanın en gerici devletlerinden birine kar­şı mücadele verirken önemli soru işaretlerini “devrimden sonraya” bırakan ANC, apartheid rejimini ortadan kaldırdıktan sonra bu soruların yanıtlarının ne olduğunu açıkça ortaya koydu. ‘Ulusal demokratik devrim’ süreci boyunca takı­nılan ‘herkesi kapsayıcı’ tavır, iktidarın ele geçi­rilmesiyle beyaz kapitalistlerle ve kendi bağrın­dan çıkardığı küçük siyah kapitalistlerle sonsuz işbirliğine evrildi. Aynı zamanda ‘ulusal demok­ratik devrim süreci’nin devam ettiği ve bunun bazı hassasiyetler içerdiği şeklindeki propagan­da da devam ettirildi ve yoksul, emekçi taban ‘sı­nıfsız imtiyazsız kitle’ masalıyla uyutuldu. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası genç Cumhuriyet Türkiye’sinde olduğu gibi. Zaferle birlikte, hatta daha zafer elde edilmeden başlayarak, “kimlik” temelli ve burjuva önderlikli bütün ulusal, ırkçı­lık karşıtı vb. hareketlerin başına geldiği gibi…

Bugüne gelindiğinde, ülkede gericiliğin, nüfu­sun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturan göçmenlere karşı ırkçılığa varacak derecede palazlandığını görüyoruz ki, Güney Afrika’yı yeniden gündemi­mize getiren de bu. 2008’de 62 kişinin canına mal olan yabancı düşmanı saldırıların ardından, Nisan 2015’te, ‘Yabancılar işimize ekmeğimize mani oluyor’ temalı kışkırtmalarla başlatılan sal­dırılar yeniden patlak verdi. 8 Afrikalı göçmen yaşamını yitirirken yüzlerce göçmen de yaşadık­ları yeri terk etmek zorunda kaldı. Durban’da başlayan ve Johannesburg’a yayılan saldırılar, Zulu Kralı Goodwill Zwelithini’nin kışkırtmala­rıyla ortaya çıksa da, bu feodal burjuva gerici odağa ses çıkarmayan, üstüne üstlük yönetici tabakasındaki bazı isimler aracılığıyla benzer söylemleri destekleyen, önlem almayan ANC ik­tidarı da saldırılardan sorumlu.

Elbette fiziksel saldırıların ötesinde bir de halkı böylesi bir gerici kışkırtmaya açık hale ge­tiren ekonomik gerçeklik var ki, ANC asıl bunun sorumlusu.

Peki ANC, iktidarında, kapitalist düzeni ay­nen korumuş sol kökenli ve söylemli ulusal ha­reket olmanın ötesinde nasıl bir deneyim yarat­tı? Hangi koşullar altında ortaya çıktı ve gelişti, ulusal hareketler açısından Güney Afrika’nın öz­günlüğü ve tüm bunların dünyanın geri kalanına söyledikleri neler?

GÜNEY AFRİKA’DA KAPİTALİZMİN GELİŞİMİ VE APARTHEID REJİMİNİ YARATAN KOŞULLAR

İngiltere ve Hollanda (Boerler) tarafından sömürgeleştirilen Güney Afrika, sömürgecilerin kendi aralarındaki savaşların ardından, 1910 yı­lında birleşik bir devlet haline geldi ve 1931’de de Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını ilan etti. Bu dö­nem, beyaz azınlığın iki başlıca unsuru İngiliz ve Hollanda kökenlilerin, kapitalizmi güçlendirme ve iktidarı paylaşma süreci olarak, “yerlilere” (Siyah Afrikalılar) yönelik savaşını ortaklaştırma ve savaşı sıcak çatışma harici metotlarla sürdür­me dönemi oldu.

Apartheid rejiminin yürürlüğe girdiği 1948’e kadar nüfusun yüzde 80’ini oluşturan siyah Afri­kalıların mülk edinme vb. hakları son derece kı­sıtlıydı. Beyaz burjuvazinin stratejisi, geç gelişen Güney Afrika kapitalizminin dünya tekelleriyle rekabetini kolaylaştırmak için ‘ucuz emek’ten maksimum artı-değeri elde etmekti. Bunun için de adı köle olmayan kölelere ihtiyaç vardı. Tüm haklarından yoksun bırakılan yerli halk (sö­mürgecilik döneminde getirilen Hint kölelerden kalma yerleşik bir nüfus da bulunmakta), polis devleti şeklinde örgütlenen kapitalizmin ‘zor’ gü­cüyle köleleştirildi. Güney Afrika’nın zengin ma­den yatakları ve tarlalarında kölece çalıştırılan, esasen pek çok temel haktan mahrum olmasıyla köleden pek de farkı olmayan milyonların sırtın­dan elde edilen devasa kârlar, ülke ekonomisi­nin gelişmesini sağladı.

Bu sırada beyazlarla siyahların ortak müca­delesinin engellenmesi için de beyaz emekçile­re belli ekonomik ayrıcalıklar sağlandı. Irkçılık bariyerini atlatabilen beyazların bu ekonomik rüşvetle cezbedilmesi garanti altına alındı. 1910 sonrası kurulan İşçi Partisi, böyle bir partiydi. Aynı partinin sol kanadı, Bolşevik Devrimi son­rası ırkçı ve işçi aristokrasisine bağımlı İşçi Parti­si’nden koparak, 1921’de, Güney Afrika Komünist Partisi’ni kurdu.

1930’lara kadar maden ve tarlalarda yerli ve göçmen Afrikalıların kölece sömürülmesine da­yanan ekonomik yapı, bu tarihten sonra imalat sanayinin gelişmesine tanıklık etti. ’30’ların ikinci yarısı ve 2. Dünya Savaşı’yla birlikte imalat sana­yi patlama yaptı ve beyazların savaş nedeniyle orduya çağrıldığı dönemde siyahlar vasıflı işçiler haline gelerek sanayinin merkezine oturdular.

Savaş döneminde kesintisiz üretime ihtiyaç duyan rejim, bu süreçte gücünün de farkına varmaya başlayan işçi sınıfına karşı ödünler ver­mek zorunda kaldı. Savaş öncesi 14 yılda, çoğun­luğu beyaz emekçilerin gerçekleştirdiği 197 grev kaydedilirken, 1939-1945 arası, çoğunluğu siyah ve göçmen işçilerce yapılan 304 grev yaşandı. Bu dönemde ücretler arttı, sendikalar büyüdü. 1945’te Avrupalı Olmayan Sendikalar Konse­yi’nin 145 bin üyesi vardı.

İşçi sınıfının yükselişi, burjuvazinin gözünü korkuturken, 1933’ten bu yana iktidarı elinde bu­lunduran kapitalist koalisyon Birleşik Parti’yi de çatırdattı. Köle emeğine alışkın patronlar, kârları­nı koruyacak önlemlerin alınmasını istiyordu. Di­ğer yandan sanayi üretimi, daha organize bir işçi sınıfının zorunluluğunu dayatıyordu ve bu, daha yüksek ücretler, sendikal haklar vb. demekti.

Birleşik Parti, siyah işçi sınıfını en makul şekilde susturacak ve sanayi endüstrisinin ge­lişimini de koruyacak önlemler peşinde koşar­ken, işçi sınıfı sayısız grevle gücünü test etmeye başladı. 1946 Ağustos’unda 76 bin maden işçisi greve çıktı. Hükümet greve polis vahşetiyle ya­nıt verdi ve 12 madenci yaşamını yitirdi. Grev, bir hafta içerisinde yenilgiyle sona ererken, hem egemenler hem de ezilenler için yeni bir döne­min başlangıcının habercisi oldu.

Apartheid rejiminin yürürlüğe konulduğu 1948 seçimlerine gidilirken, 1946 katliamına rağmen, işçi sınıfının tam olarak ne seviyede bir şiddetle başının ezileceği konusunda patronlara güven veremeyen Birleşik Parti yerine, hem ka­pitalistlerin hem de ırkçılığın etkisindeki beyaz emekçilerin sözcüsü haline gelen Milliyetçi Parti güçlendi, seçimlerden de zaferle çıktı.

1950’de, dünya ekonomisi hızla büyürken Güney Afrika burjuvazisi rekabetten geri kalma­masını sağlayacak formülü Milliyetçi Parti’nin siyahları, emek güçlerini vahşice sömürmek dışında tamamen dışlayan Apartheid rejiminde bulmuştu.

Güçlü bir işçi hareketinin hükümeti sarsaca­ğını bilen Milliyetçi Parti, Apartheid’ın ötesinde sert önlemler aldı. 1953 ve ’56’daki düzenleme­lerle siyahların greve çıkma, toplu sözleşme yap­ma ve beyazlarla aynı sendikalarda örgütlenme hakları ellerinden alındı.

Güney Afrika ekonomisi 1947-1954 arasında hızla büyürken, 1957’de yapılan bir araştırmaya göre, gerçek ücretlerde 1948’e göre yüzde 20 ila yüzde 40 düşüş yaşanmıştı. Bir başka araştırma­ya göre, 1952’de Johannesburg’daki siyah ailele­rin yüzde 69’u açlık sınırının altında yaşarken, 1957’de bu oran yüzde 87’ye çıkmıştı. Bir başka deyişle, ekonomi büyürken, siyah işçi sınıfı daha da yoksullaştırılmış, örgütlenmesi engellenmiş, hak talepleri ırkçılıkla bastırılmıştı. Burjuvazi is­tediğini elde etmişti. Ve apartheid rejimi (tıpkı Avrupa’da faşizmin yükselişinde olduğu gibi), Milliyetçi Parti’nin ‘aşırılıkçı’, ‘fanatik’, ‘delice’ görüşlerinin yarattığı bir çılgınlığın sonucu değil, sermayenin çıkarları bunu gerektirdiği için hayat bulmuştu.

ANC’NİN GÜÇLENMESİ VE ÇİZGİSİNİ BELİRLEMESİ

1950’lerle birlikte işçi sınıfına yönelik saldırılar yoğunlaştı. Milliyetçi Parti’yle re­kabet halinde olan Birleşik Parti, 1950’de “Komünizmin Bastırılması Yasası” kapsa­mında komünistler için idam cezasını dahi gündeme getirirken, Güney Afrika Komünist Partisi yeraltına çekildi.

Her türden işçi eylemi, sert polis saldı­rılarıyla bastırılıyordu. 1950 1 Mayıs’ında ücretlere zam, oy hakkı ve siyasi baskıların sona ermesi için yürüyen emekçilere yöne­lik saldırıda en az 20 işçi katledildi. Katlia­ma tepki olarak örgütlenen 26 Haziran gre­vi de yoğun katılımla gerçekleşti. 1950’ler, hem baskıların hem de mücadelenin zirveye çıktığı yıllar olarak kaydedildi.

Güney Afrika Komünist Partisi bu dö­nemde saldırılara karşı koyma becerisini yeterince gösteremezken, 1912’de kurulmuş, sömürgecilere karşı yerli halkların birliğini amaçlayan bir örgüt olan ANC bir anda hızla büyümeye başladı.

Apartheid rejimi ve işçi sınıfına yönelik baskılar genç kuşağı radikalleştirirken, gün­delik mücadeleyi genel siyasi mücadeleye bağlayan başarılı eylemleriyle ANC, kendisi­ne bir önderlik arayan dinamik gençliğin ve işçi sınıfının hareketi oldu.

ANC, kısa sürede, birkaç binden yüz bin üyesi olan bir harekete dönüştü ve 3 bin delegeyle toplanan 1955 Kongresi, ülke ge­nelinde işçi sınıfının en büyük kürsülerin­den biri haline geldi. İşçi sınıfı ANC’nin en hareketli tabanını oluştursa da, liderlikte burjuvazinin, ağırlıklı olarak alk kesimleri­nin, küçük burjuvazinin hakimiyeti devam ediyordu ve hareket, 1955’teki meşhur ‘Öz­gürlük Bildirgesi’ne delegelerin yoğun ısra­rına karşın ‘sosyalizm’ taleplerini almadı. Buna karşılık, ücretlere zam, işsizlik yar­dımları, örgütlenme hakkının genişletilmesi, barınma, sağlık, eğitim, ulaşım haklarının geliştirilmesi gibi dönemin önemli, ancak sosyal demokrat olmayı aşmayan talepleri bildirgeye girdi ki, bu açıdan, bugün çeşitli demokrat, sosyal demokrat partilerin seçim bildirgelerine bakarak, Türkiye ile de bir karşılaştırma yapılabilir.

ANC’nin Güney Afrika’nın ekonomik yapı­sında devrimci bir dönüşümün taraftarı ol­madığını 1962’de tutuklanan Nelson Mande­la da Rivonia duruşmalarında açıklayacaktı: “Özgürlük Bildirgesi’nin gerçekleştirilmesi orta sınıf dahil tüm sınıflardan, müreffeh bir Afrikalı nüfus için gerekli olan taze alanları açacaktır. ANC tarihinin hiçbir döneminde ülkenin ekonomik yapısında devrimci bir değişimin taraftarı olmamış, kapitalist top­lumu mahkum etmemiştir.

Bu dönemden günümüze ANC’yle bir­likte hareket eden Güney Afrika Komünist Partisi, hareketin bu tutumunu “orta sınıf siyahları korkutmamak” olarak gerekçelen­dirdi. ANC, bu tarihten itibaren, mücadele­sini Apartheid ve ırkçılık karşıtı bir cephe oluşturmak üzere ördü. Dönemin ANC Genel Sekreteri Walter Sisulu, bu cephe karşısın­da, liberalleri işaret ederek, “Birleşik Parti bile bir seçim yapmak zorunda kalacak. Ya Milliyetçi Parti’ye ve ırkçılara katılacaklar ya da Apartheid’a karşı demokratik güçlerin büyük ailesine” diyordu.

ANC VE GÜNEY AFRİKA KOŞULLARINA DAİR BİR VURGU

Kısacası hareketin tasavvurunda Apartheid’a karşı olan herkesin ANC bayrağı altında hareket ettiği, öncelikleri emekçi sınıfın çıkarlarıyla be­lirlenmeyen, bir başka deyişle “liberal” beyaz patronla siyah işçinin aynı amaç için yan yana olabileceği bir mücadele vardı. Bu tasavvurun Apartheid koşullarına özgü olmadığı 1994 son­rasında kanıtlandı. Tarih, “hassasiyetler” ve “hareketin birliğinin gözetilmesi” ileri sürülerek “geleceğe ötelenen” işçi ve emekçilerin hak ta­lepleriyle birlikte hatta (sınıfların bittiği ve sınıf yaklaşımı ve mücadelesinin gereksizleştiği ya da aşıldığı yönünde görüş ve tezlerle) varlığı ve mü­cadelesinin nerede üstü örtülmüş ve mücadele burjuva perspektifle ele alınıp yürütülmüşse, sö­mürülen yığınların başına her yerde aynı şeyin geldiğine tanıklık etmiştir.

Ancak Güney Afrika ve ANC örneği bakımın­dan durum daha da çarpıcıdır ve söylenecek çok şey vardır. Çünkü; başlıca özgünlük olarak, ANC, bir azınlığın kurtuluş hareketi değildi, ter­sine nüfusun yüzde 80’ini oluşturan çoğunluğun temsilcisiydi. Ve tabii ki nüfusun yüzde 80’ini oluşturan siyah Afrikalıların ezici çoğunluğu, her halk bakımından da geçerli olduğu gibi –işçi ol­masa bile– emekçiydi. Siyahları her türlü haktan mahrum bırakan rejim, bırakalım siyah burjuva­zinin, siyah orta sınıfın dahi gelişmesini engel­lemişti. Başka ülkelerde ulusal hareketler genel­likle “azınlık” hareketleri durumundayken, ANC böyle bir sınıfsal gerçeklik içerisinde yükseldi; ancak dikkate almadığı ve burjuva yaklaşımla almaktan kaytardığı ve örtmeye yöneldiği de bu gerçeklik oldu.

ANC liderliğinin burjuva, küçük burjuva ulu­sal karakteri, 1950’lerde emekçilerin hem ülke hem örgüt içerisinde yaptığı atılımla değiştirile­bilseydi, bugün bambaşka bir deneyimden bah­sediyor olabilirdik.

Elbette böylesi bir ANC, ’80 sonu ve ’90 başlarında burjuvazi ve ABD ile masada anlaşa­rak Apartheid’i yıkması omlağanüstü zor olur; benzeri bir gelişme teorik bakımdan sıfır ihti­mal olmasa bile, rejimi yıkabilmek bir devrimi gerektirirdi. ANC ise, taktiklerini ’60 başlarında Küba ve Çin’in etkisiyle gerilla mücadelesine (kit­le mücadelesinin yanında) vardırdığı dönemde dahi bunu hedeflemedi.

GÜNEY AFRİKA KOMÜNİST PARTİSİ DENEYİMİ, HALK CEPHELERİ İÇİN BİR DERS

İşin aslı, ANC, kendi siyasal-sınıfsal konumla­nışı bakımından en başından itibaren tutarlı bir çizgi izlemiştir. Peki, ’50’lerden bu yana ayrı bir siyasi parti olarak varlığını sürdürse de, ANC’yle hemen hemen hiç ters düşmeyen Güney Afri­ka Komünist Partisi için ne söylenebilir? Bugün dahi Güney Afrika’da “Üçlü İttifak” denilen ANC-GAKP-COSATU (Güney Afrika Sendikalar Kongre­si) varlığını sürdürmektedir ve GAKP, seçimlere ANC çatısı altında girmektedir. GAKP, ayrı bir parti olarak varlığını, “Bağımsız Marksist-Leni­nist partinin olması, işçilerin gücüyle sosyalist Güney Afrika’yı kazanmak ve ulusal kurtuluş ile demokrasi için güncel mücadelenin zaferini sağlamak için gereklidir” şeklinde açıklıyordu. Bugün gelinen aşamadaysa, ‘Halk Cephesi’ de­neyiminin kötü bir örneğiyle karşı karşıya ol­duğumuzu görüyoruz. GAKP, ANC içerisindeki konumlanışında sağ oportünizmin esiri olmuş, cephe içerisinde düştüğü etkisiz pozisyon, onu burjuvazinin yedeğine düşürmüştür. Bugün halen bu durum devam etmektedir ve parti, ANC’nin tüm günahlarına ortak olarak varlığı­nı sürdürmektedir. Kuşkusuz bu, halk cephesi stratejisi bakımından sınanmış Marksist-Leninist ilkelerden tamamen sapılmış olduğunu ve bu ilkelerden sapınca neler olabileceğine dair öngö­rülenlerin harfiyen doğrulandığını ortaya koyan önemli bir örnektir.

ANC’DEN KALAN ACI DERS

ANC, en saygıdeğer halk hareketinin dahi, sınıfsal perspektife sahip olmaması ya da bu perspektifi kaybetmesi, burjuvaziyle işbirliğine yönelmesi ve buradan giderek emperyalizmin güdümüne girmesiyle kısa sürede halk düş­manlığına sürükleneceğinin yaşayan bir kanıtı­dır. Elbette, Apartheid gibi bir gericiliği yıkmak, burjuva demokratik hakların kazanılması ulusal hareketler için azımsanacak başarılar değildir; ancak sınırlarını buraya kadar çizen ve nihai hedefini kapitalizm çerçevesinde kalmak ve bur­juva devlet iktidarını devirmemek olarak belirle­miş hiçbir hareket, kendisini kapitalizmin çürü­müşlüğünden, kapitalizmin yarattığı kaçınılmaz barbarlıktan koruyamaz. Eninde sonunda sürük­lenilecek yer, mücadele edilen ve çerçevesi için­de kalınarak belirli siyasal başarılar elde edilen sistemi aynı karakterle ikame etmektir. Böylesi bir düzende Apartheid rejiminin anılarının can­lanması kaçınılmazdır ve 20 yılı aşkın süredir Güney Afrika’da gördüklerimiz de bunlardır.

Bu sebepten son yıllara damgasını vuran şu 3 örneğin, Apartheid günlerinden hiçbir farkının olmaması şaşırtıcı değildir:

Güney Afrikalı emekçiler haklarını aramaya kalktıklarında, “ulusal birliği bozmak” suç­lamasıyla, gerektiğinde, Marikana’da olduğu gibi katledilirler (2012’de maden işçilerinin grevine saldırıda toplam 47 kişi yaşamını yi­tirdi).

Güney Afrikalı emekçiler, sözde ülkenin ima­jını güçlendirecek 2010 Dünya Kupası gibi organizasyonlara kendi ceplerinden milyar dolarlar ödenirken, “dış dünya yoksulluğu görmesin” diye kentin çeperlerinde oluşturu­lan teneke kentlere sürgüne zorlanırlar (Tene­ke kentlere zorla sürgün, Güney Afrika’da bir Apartheid pratiğidir. Ve 2010’da yaşananlar, bu kez, insanların siyah olduğu için değil, yoksul olduğu için dışlandığı yeni dönemin kusursuz bir fotoğrafıdır).

Güney Afrika’da yaşayan göçmen emekçiler, yerlilerin yoksulluğunun gerekçesi olarak gös­terilerek şeytanlaştırılır ve saldırılara maruz kalırlar. (Onlarca yıl ırkçılıkla mücadele eden insanları, ırkçı tepkiler vermeye ancak kapita­lizmin yarattığı barbarlık itebilir.)

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑