Özgür Gündem gazetesinde, 2015 1 Mayıs’ı konu edilerek yayımlanan Adil Bayram imzalı bir makalede, işçi sınıfı ve emekçilerin sendikal örgütlenmesinden sosyalizmin teori ve pratiğine; Marksist-Leninist devlet teorisinden burjuva ve proleter demokrasi –halk demokrasisi dahil– anlayışlarına dek, birbirleriyle ilişkili ve fakat her biri spesifik-belirgin özellikleriyle özel bir irdelenmeyi gerektiren temel öneme sahip konular üzerinden, Marksist kuram ve sosyalizm pratiği saldırı hedefine kondu; sermaye düzeni ve burjuva sınıf egemenliğini tehdit etmeyen kapitalizm içi bir “demokrasi” ve “sosyalizm” anlayışı, mutlak doğru olarak bir kez daha ilan edildi.
Söz konusu makalede, HDP’nin “çizgisini geliştirmesi” ve “işçi-emekçi vurgusunu daha çok ve güçlü yapması” gerekliliğine dikkat çekilmiş olması, açıktır ki, yerinde bir uyarı olmuştur. Ne var ki, bu olumluluk, ardı sıra gelen ve makalenin esas konusunu oluşturan, ancak herhangi nesnel dayanağı gösterilemeyen spekülatif varsayımlar tarafından sadece gölgelenmiyor; Marksist kurama ve sosyalizm pratiğine yöneltilen eleştirilerin mekanik-metafizik karakteri tarafından da boşa çıkarılıyor. HDP’nin seçim bildirgesine yöneltilen eleştiri açısından söylenirse, sorun, eğer çizginin işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri/yoksulları ve ezilenleri yararına, onların iktisadi sosyal ve politik talepleri ve bu taleplerin bağlandığı acil ve nihai hedefler doğrultusunda netleştirilmesi ise, bunun gereği her şeyden önce, sömürü ve baskının kapitalist kaynağına ve onun hem ürünü hem de koruyucu gücü olan burjuva devletine karşı net ve tutarlı bir mücadele hattının izlenmesi; uluslararası sermayeye, emperyalist ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadelede bulanıklığa yer verilmemesidir. Oysa, söz konusu makale yazarının, bu konudaki önermelerinin içerik ve kapsamı, böylesi bir çizginin izlenmesine barikat örecek türdendir.
Yazarın demokrasi ve sosyalizm anlayışını, ayrıntılarına girmeksizin ana özellikleriyle ele alacağız. Ancak, bundan önce belirtmemiz gerekir ki, A. Bayram’ın makalesinde öne sürdüğü “demokratik”(!) ön takılı anlayış ve eleştirilerin herhangi özgün bir yanı veya özelliği bulunmuyor. Patenti, Türkiye ve Ortadoğu’daki izleyicilerinden önce Batı Avrupalı ve Amerikalı (ABD ve Latin Amerika) “postmodern-postmarksist” teorisyenlere ait olan bu görüşlerin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiyesi ve bununla da bağlantılı olarak uluslararası işçi hareketinin geriye püskürtülmüş olmasından esinlenip güç aldığı ve son on yıllarda işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin sermayeye karşı mücadelesinin bölünüp parçalanmasında işlev gördüğü biliniyor. Özgürlük Dünyası’nın daha önceki birden fazla sayısında sosyalizm dışı bu görüşler irdelenmiş, kapitalizm içi içerikleri sergilenmişti. Kapitalist dünya gerçekliği tarafından geçersizlikleri açıklığa çıkarılmış bu görüşleri, bundandır ki, burada sadece, işçi sınıfı ve bütün ezilen halk kitlelerinin mücadelesi ve hareketinin ihtiyaçları bağlamıyla sınırlı bir kapsamda ele almakla yetineceğiz. (Umarız ki, bu dostane uyarılar doğru şekilde değerlendirilir.)
“AŞMA”(!) İDDİASINA DAİR BİR ARA NOT
Kurucu teorisyenleri Marx ve Engels olup Lenin’in 20. Yüzyıl dünya kapitalizmi üzerine irdelemeleriyle katkıda bulunarak geliştirdiği Marksist-Leninist kuramın “aşıldığı” yönündeki kurgul iddiaların bizim ülkemiz ve bölgemiz topraklarında seslendirilmesinden önce, ABD, Latin Amerika, Batı Avrupa gibi ülke ve bölgelerde, Max Weber gibi burjuva liberalleri bir yana bırakılırsa, aralarında “Marksist olduğunu” ileri süren kimi sol-liberal teorisyenlerin de bulunduğu “post modern” vaizler tarafından seslendirildiği, hiç değilse, “sol cenahta yer alan”ların büyük çoğunluğu tarafından biliniyor. Marx, Engels ve Lenin’i, tarihsel materyalist ve diyalektik dünya görüşünü; toplumlar tarihi ve üretim sistemleri bağlamında “determinist tarihselci”; “sınıf indirgemeci” ve hatta “iradeci ve otoriter” olarak tanımlayıp, aşılması gerektiğini ileri sürerek, kültürel-çevreci, etnisist ve cinsiyet kimlikçi sözüm ona aşkın yeni tezlerle ortaya çıkanlar içinde, “hakları”nı teslim etmek gerekirse, Frankfurt Okulu teorisyenleri ilk sırada yer alırlar. Ardılları, farklı “ekol” ve isimlerle iki düzine kadar sıralanabilirler. “Batı Marksizmi” teorisyenleri; Nietzsche ve Saussere’den ilham almış Althusser, Foucault, Derida, Lacan, Negri, Laclau ve Witgenstein bunlardan bazılarıdır.
Burada ve şimdilik söylenecek olan, “aşma” fikri ve iddiasının, “altı doldurulmak” üzere ortaya konmuş görüşlerin doğruluğu-yanlışlığı saklı tutularak ele alındığında, bilimsel görüş açısından ve bilimsel gelişme yönünden, veri ve kanıtları ortaya konmuş şekilde, önceki görüş ve buluşların ya yanlışlanarak ya da eksiklikleri gösterilerek, daha ileri bir çözüm yöntemi ve görüşünü dile getirdiğidir. Fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimler alanında sözü edilebilecek birçok “aşma” sıralanabilir. Newton fiziği ile Enerjinin Korunumu Kanunu ya da Kuantum fiziği arasındaki devamlılık ve aşma göz önüne getirilebilir, vb. gibi.
Buradaki tartışma alanıyla sınırlı tutularak alındığında, Marx’ın adıyla bilinen kuramın, sadece Marx öncesi burjuva iktisatçıları ve burjuva tarihçileriyle sosyologlarının değil ütopik sosyalistlerin ve Hegel gibi bir felsefe “zirvesi”nin görüşlerinin de eleştiriden geçirilerek aşılmasıyla oluşturulduğunu belirtmekle yetinebiliriz. Unutmamak gerekir ki, doğa ve toplumun bilimsel analizi söz konusu ise eğer, durağanlık, değiş mezlik, mutlak kesinlik kavram ve kategorileri bilimselliğe değil metafizik-mekanik dogmalara işaret ederler. Ve yine bilinir ki, Marksizm dogmalara değil bilimselliğe dayanır; bilimsel bir teori olarak, dünyanın değiştirilmesinin yöntemsel bilimi olarak bir eylem kılavuzudur.
Marx’ın kuramının –Engels ve Lenin ile birlikte– kendinden önceki teorisyenlerin ortaya koyduklarından ayrışan başlıca özelliği, onların toplum tarihine ve iktisadi sistemlere ilişkin görüşlerinin eksiklikleri ve yetersizliklerini karşısında yalnızca daha yetkin, daha bilimsel, daha bütünlüklü bir teori oluşu değil, toplumsal gelişme ve değişmenin özgün yasalarını, maddi nesnel kanıtlarıyla göstermiş olması ve kendinden öncekilerin kaba materyalist, metafizik dogmalarını mahkum etmesiyle birlikte, onların yakınından bile geçemedikleri artı-değer yasasını bulması ve sınıf mücadelesini sınıfların ortadan kalkmasına dek süren, sömürüsüz topluma varmaksızın sınıf karşıtlıklarının ortadan kaldırılamayacağını ve üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bir bölüm insanın (egemen sınıf) diğerleri üzerindeki hakimiyetine son verilemeyeceğini bilimsel olarak ortaya koymuş olmasıydı.
Buradan çıkarılabilir olan ve çıkarılan en önemli sonuç şuydu: Sosyalizmin maddi toplumsal temeli ve onu gerçekleştirecek güçler başka bir yerde değil kapitalizmin bağrında doğmakta, onun tarafından kaçınılmaz olarak hazır hale getirilmektedir. Sanayi üretimi ve proletaryanın doğup büyümesiyle birlikte, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteliği arasındaki çelişki temeli üzerinde şekillenen proletarya-burjuvazi çelişkisi, proletaryayı, üretim sürecindeki işleviyle bağlı biçimde örgütlü mücadeleye yönelterek sınıf bilinçli ileri kesimlerinin yönetiminde iktidar savaşına sürüyor; ilkel komünal dönemi dışındaki tüm insan(lık) tarihinin gelişme sürecini belirlediği gibi, sınıf mücadelesi yoluyla, kapitalizmin tasfiyesi, proletaryanın devrimci eylemi ve mücadelesiyle gerçekleştiriliyordu. Tüm insanlık tarihi bu mücadelenin basitten karmaşığa ilerlediğini kanıtlamıştır.
Bu durumda, Marksizmi sözüm ona aştığını ileri süren herhangi birine düşen, öncelikli olarak Marx’ın bu görüşlerinin; her şeyden önce de artı-değer teorisi ve sınıf mücadelesi yasalarının yanlışlaşmasını kanıtlarıyla göstermesi olmak durumundadır. “Aşma” iddiasıyla ortaya çıkanlardan hiçbiri bugüne dek böylesine bir “yetenek” ve başarı göstermiş değiller. Bunun yerine, Marx’ın kuramını ya tek yanlı ve kaba materyalist bir anlayışla ele alarak bütünlüğü ve iç tutarlılığını bozmaya kalktılar ya da toplumsal-tarihsel gelişmenin diyalektiğini görmezden gelerek, insanlık tarihinin gelişme sürecinde Marx sonrası dönemde gündeme gelen bazı kültürel-ekolojist sorunları söz konusu ederek, “Marx bunları görmemişti” (!) türünden uyduruk ve absürt suçlamalarla sözüm ona aşkın teoriler oluşturmaya koyuldular. A. Bayram’ın makalesinde yer alan kesinlemelerin bu türden bir “aşma” iddiası ve mantığının ürünü olduğu görülüyor.
BİR AŞKIN TEZ OLARAK “DEMOKRATİK SOSYALİZM” NEDİR NE DEĞİLDİR?
Kapitalizm ile sosyalizmin temel önemdeki farklılıklarının her şeyden önce iktisadi-sosyal temeldeki farklılıklar olması anlaşılır bir durumdur. Kapitalizmi antidemokratik, sosyalizmi demokratik yapan, siyasal alandaki eşitlik-eşitsizlik, özgürlük-özgürsüzlükten önce ve esas olarak toplumsal sınıfların üretim araçlarıyla –bu araçların mülkiyetiyle– ilişkisi; bu ilişkinin niteliğidir. “Demokratik sosyalizm” tezinin bir orijinalitesi, bir özgünlüğü var mıdır sorusuna yanıt vermeden önce, şu iki temel önemdeki noktaya dikkat çekmekte yarar olacaktır: Kapitalizm ile sosyalizmin birbirleriyle uzlaşma kabul etmez niteliksel farklılığı, ilkinin artı değer üretimine ve emek gücünün kapitalist sömürülmesine dayanan bir ekonomik sistem olmasına karşılık, sosyalizmin sömürüyle birlikte sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması amacıyla bağlı oluşudur. “Demokrasi” kavramı sosyalizm ile ilişkilendirilerek kullanıldığında, sosyalizmin bu temel niteliksel özelliği ve özgünlüğü göz ardı edilirse, varılacak yer, liberal burjuva vaizlerin anti sosyalist mevzii olacaktır.
Sosyalizmin demokratik niteliğini belirleyen temel bağlayıcı “ilke”, üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçirilmesi ile sömürünün tasfiyesidir. Siyasal demokrasiyi ekonomik-sosyal temelinden soyutlayanlar, emek gücü ile sermaye arasındaki ilişkide “özgürlük” ve demokrasi görenlerdir. Kapitalizm, siyasal alandaki baskı, ayrıcalık ve saldırılardan önce, iktisadi alandaki sömüren-sömürülen ilişkisi tarafından belirlenen antidemokratizm ile maluldür. O, bir azınlık-ayrıcalıklı sınıfın toplumun çoğunluğu üzerindeki hegemonik sistemi olmasıyla antidemokratiktir.
“Reel sosyalizm” olarak adlandırdıkları Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşanın “çözülmesi” ve “tasfiyesi”nden hareketle Marksist sosyalizmi anti demokratik ilan ederek “demokratik sosyalizm”e ihtiyaçtan söz edenler, sosyalizmin temel niteliksel özelliklerini; toplumun sömürü ve baskıdan kurtuluşunun ve kolektif çıkarlarının ifadesi olarak sosyalizmin demokratik karakterde olduğunu göz ardı ediyorlar. Bu sığ görüş, diğer yandan, 1990’ların dünya-bölge ve ülke koşullarında, işçi sınıfı ve ezilen halkların uluslararası alanda kapsamlı saldırılarla geriye püskürtüldükleri bir dönemde yaygınlaştırılmış olmasına karşın, “demokratik”-”özgürlükçü”-”güler yüzlü”-”insancıl” ön takılarıyla çok daha önceden gündeme getirilmiş ve fakat inandırıcılık göstermemiştir. Bu sözüm ona teori ve tezlerin, sosyalizmin yenilgiye uğratılması ve sömürülüp-ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin emperyalist ve işbirlikçi gericilikler tarafından bastırılması koşullarının ürünü olması; Marksist sosyalizm anlayışına karşı suçlamaların bu yenilgiden güç alarak şekillenmesi, “gerçekleşen sosyalizmin eksiklikleri”nin sosyalist teorinin “yanlışları” olarak gösterilmesi, eksikliklerin eleştirisi yerine kuramın suçlanması; ve yerine de kapitalizm içi olmakla malul alternatifleri içermesi, liberal burjuva sınırları aşmayan karakterde olduklarını göstermektedir.
A. Bayram’ın “devletsiz demokrasi” ve “devletsiz sosyalizm” kurgularına gelecek olursak, bu kurguların neyi içerdiği ya da herhangi geçerliğe sahip olup olmadıkları, buraya kadar söylenenler tarafından aslında gösterilmiş bulunuyor. Demokrasi ve sosyalizmin devlet ile ilişkisi, açık olmalıdır ki, iktisadi-sosyal sistem ve koşullardan soyutlanarak irdelenemez. Başka biçimde söylenirse, ekonomik-toplumsal sistemler ile onların siyasal üst yapı kurumları birbirleriyle bağlı olmak durumundadırlar. A. Bayram bir ezberi yineleyerek, “Artık devlet ile sosyalizmin bir arada olabileceğine hiç kimse inanmıyor. Yani devletçi sosyalizm anlayışı tarihe karıştı. Sosyalizmin özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve paylaşım ilkelerinin devlet gibi bir baskı ve zor aracıyla gerçekleşemeyeceği herkesçe anlaşılır oldu.” diye yazıyor.
Bu iddiaların mutlakçı karakteri bir yana, sosyalizm ile bağdaşırlığı yoktur. Kesinlemelerin metafizik karakteri “herkes” tarafından değilse de, materyalist diyalektik dünya görüşüne sahip olan ve toplumsal yaşam ve sistemlerin tarihsel karakterine ilişkin bilimsel analiz gücü gösterenlerin büyük çoğunluğu tarafından görülebilir. “Artık devlet ile sosyalizmin bir arada olabileceğine hiç kimse inanmıyor” iddiası sadece aşırı bir abartıyı ifade etmiyor, bilimsel düşünceye de aykırı düşüyor. “Devletçi sosyalizm anlayışının tarihe karıştığı” kesinlemesi de, aynı şekilde gerçek dışıdır. Dünyanın birçok ülkesinde mücadele eden proleterler ile emekçilerin ileri kesimlerinin ve onların parti ve örgütlerinin teori ve pratiğinin yok sayılması bir yana, bu iddia, proletaryaya, kendi iktidarı altında ve iktidar olarak sosyalizmi inşa etme olanağını, bile isteye, eskinin kapitalistlerine terk etme çağrısı dışında bir şey ifade etmez.
Sosyalizm-devlet ilişkisi ya da sosyalizmde devletin işlevi ve niteliği sorunu, açık olmalıdır ki, sosyalizm öncesi tüm sınıflı ve devletli toplumsal sistemlerden temel önemde niteliksel farklılıklar gösterir. Proletaryanın devleti, burjuvazinin eski cennetini geri getirmesini bastırmak için zorunlu, ama devletten devletsizliğe geçiş sürecinin geçici bir örgütlenmesi olarak sönümlenip yok olmaya mahkûm bir araçtır. Buna aykırı düşen her düşünce, tarihsel gelişmenin günümüze dek ortaya çıkardığı yönetim biçimleri ve devlet örgütlenmesi/örgütlenmelerinin an lamını flulaştırarak, anarşizan devlet anlayışına varır ki, bunun toplumsal gerçeklikler karşısında herhangi geçerliği yoktur.
Devletin olduğu yerde, evet, baskı vardır ve olacaktır. Marksistler, Marx, Engels, Lenin ve Stalin başta olmak üzere, hiçbir yerde, devletin sosyalizm koşullarında ve sosyalizmi inşa pratiğindeki işlevini başka biçimde göstermemişlerdir. Bu, ama, kapitalist devlet ile sosyalist devletin niteliksel farklılıklarının göz ardı edilerek, tıpkı burjuva diktatörlüğünün proletarya ve emekçiler üzerindeki sömürüyü korucu diktatörlüğünde olduğu üzere, sosyalist devleti –proletaryanın kendi devletini– halkın üzerindeki bir baskı aracı olarak göstermeye yönelik her türden çarpıtma ve inkâra da set çeker. Yazar, sosyalist devleti, kapitalistlerin zor aygıtıyla benzer biçimde –halkın üzerinde– halka karşı baskı ve zor aygıtı olarak göstermekte; devletsiz sosyalizm=komünizm aşamasıyla, bu aşamaya varış sürecinde, o aşamaya varabilmek için, Engels’in ve Lenin’in deyişleriyle artık “devlet olmayan devlet”in gerekliliğini reddederek, köy-mahalle-semt vb. gibi “özyönetim” modelleriyle sosyalizmin kurulabileceği hayali yaymaktadır. Sosyalizmin –önceki pratiğin kanıtladığı üzere– herhangi bir ülkede ya da birden fazla ülkelerde kurulması koşullarında dahi, ancak merkezi bir örgütlenme ve planlama dahilinde inşa edilebileceği gerçeği, “aşma”cı teorisyenlerin çoğunda olduğu üzere, onların izleyicisi yazarlarda da önemsiz gösterilmekle kalmamakta; siyasal alandaki eşitlik ve özgürlük gerekçe gösterilerek, atlanmaktadır. Kapitalist devlet ile sosyalist devletin sınıf niteliği atlanarak, bu iki farklı devletin uyguladığı baskı ve zorun hedefindeki kesimlerin kimliği göz ardı edilerek, soyut bir devlet karşıtlığı vazetmek, anarşizan bir anlayışa işaret etmekle kalmaz; işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva despotik diktatörlüğe karşı mücadelesini de zaafa uğratır ve darbeler.
Sosyalist aşamada, devletin varlığına duyulan ihtiyaç, bir ideal değil, zorunluluktur. Sosyalizmin kendisini silahlandırılmış halk güçlerine dayanarak ve onları devletin her kademesinde örgütlü bir güç halinde koordine ederek kapitalizmin saldırılarına karşı koruması ihtiyacı tarafından belirlenen geçici bir durumdur. Burada önemli olan, bu yeni devlet örgütlenmesinin silahlandırılmış halkın her düzeydeki yönetime doğrudan katılması, görevlendirilenlerin görevlerinden geri alınmaları hakkının dolaysız olarak emekçilerin kendilerinde olması, küçük üretim temeli üzerinde kapitalizmin yeniden üreyip hakim olmasına olanak tanınmaması ve her kademede görevlilerle diğer emekçilerin yaşam standartları arasında ayrıcalıklara olanak tanınmamasıdır.
Devlet sonal olarak ortadan kalkacak; proletarya iktidarı aracıyla komünizme geçilmesi koşullarında işlevi son bularak tarihe karışacaktır. Bu zor ve baskı aygıtının kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ve emekçilere karşı uygulanması ile devrilmiş ve fakat direnci bin kat artmış eskinin sömürücü azınlık sınıfına karşı işçi sınıfının devrimci iktidarı olarak uygulanması arasında fark görmeyip, sosyalizmi devletle bağdaşmaz göstermek, proletarya ve emekçileri daha baştan silahsız bırakmak olacaktır. Paris Komünü ile bağlantılandırarak, proletarya ve emekçilere “öz savunma” ile yetinmelerini salık veren yazar, Komün’ün yenilgiye uğramasında başlıca olarak Merkez Komitesi’nin yetkilerini erken devri, Fransız Ulusal Bankası’na el koymaması ve Versay’ı alt etmek üzere zamanında harekete geçmemesi gibi zaafların rol oynadığını atlamaktadır. “Demokratik sosyalizm” adına, işçi sınıfı devletinin reddedilmesi ve yerine “parti-toplum” projesinin ikame edilmek istenmesi, oysa, parti yönetimine daraltılmış bir tür devlet anlayışına işaret eder.
“Demokratik sosyalizmin tanımlanması en önemli düşünsel devrimlerden birini ifade eder” diye yazabilmek için ise, kişinin ya insan soyunun tarihsel ilerleyişinde, doğa ve toplum yasalarının bilgisiyle düşünsel alanda yol gösterici olmuş büyük deha sahibi bilim insanlarının varlığından bihaber olması ya da bu tanımlamanın hiçbir orijinalitesi olmamakla birlikte, ona abartılı bir önem atfetmek için özel bir çaba göstermeye kendini zorunlu sayması gerekir.
Sosyalizm, evet, devrilmiş ve fakat eski kapitalist cennetini geri getirmek için caniyane bir saldırganlıkla ve uluslararası gericiliğin desteğindeki eski egemen sınıfa karşı amansız bir baskı uygulamak zorundadır. Ne var ki, bundan hareketle, sosyalizmi anti demokratik ilan etmek akla ve bilime ziyan bir sözüm ona demokrasicilik tasavvur etmektir ki, bunun için, en azından gerçeğe aykırılığı bile isteyerek ya da farkında olmaksızın savunmuş olmak gerekir.
Yazar devam ediyor ve “Demokrasiyi bir devlet biçimi olarak gören anlayışın ne kadar yanlış olduğu artık netçe açığa çıkmıştır. Demokrasinin devletten kopartılarak esas yeri olan toplumla birleştirilmesi tarihi önemdedir. Böylece sosyalizmin demokrasi aracıyla birleştirilmesi ve demokratik sosyalizm tanımlanması en önemli düşünsel devrimlerden birini ifade eder” diye yazıyor.
Demokrasi sorununun bu ele alınışında, “hangi demokrasi, kim için kimin demokrasisi?” sorusu yanıtsızdır. İnsan soyunun tarihsel “serüveni”, ilkel komünal dönemi dışındaki tüm sürecin sınıf farklılıkları ve çıkar çatışmaları üzerinden belirlendiğini; ortaya çıkan siyasal biçimlenmelerin/devlet şekillerinin bu çıkarlara bağlı olarak gerçekleştiğini göstermiştir. Eğer “netçe açığa çıkmıştır” denilecek şeylerden söz edilecekse, bunlardan biri de işte budur. A. Bayram, “herkes için demokrasi” anlayışını günümüze kadar olan toplumsal süreç açısından genel geçerliliğe sahipmiş gibi gösteriyor ve “biz söyledikse doğrudur” mantığıyla, örnek olsun burjuva demokrasisinin bir devlet biçimi olamayacağını vazediyor. İleri sürülen bu görüşe göre, demokrasi herkes için eksiksiz bir eşitlik ve özgürlük ifade ettiğinden ve devletin hangi biçimi olursa olsun baskı ve zoru içerdiğinden, bu ikisi bir arada olamazlar! Toplumsal gerçekte ise, herkes için eksiksiz, eşitlik ve özgürlük ifadesi olarak bir demokrasiden ancak sömürü sistemine ve sınıf farklılıklarına son verildiği koşullarda söz edilebilir. Sınıflı toplumların tümünde ise, “demokratik devlet” ancak egemen sınıf için demokrasiyi tanımlar. Yazarın başlıca açmazı, bu farklılıkları görmezden gelmesi ya da atlamasıdır.
niteliği, demokratik olup olmamasını belirler ve “demokratik toplum” kavramlaştırması bu bakımdan sorunu bulanıklaştırıcı işlev görür. A. Bayram’ın ikide bir baş vurduğu “toplum”un örneğin tüm sınıfları kucaklayan-kapsayan bir anlamı da olduğuna göre, yazarın bu kavrama baş vururken, belirli bir kesimi mi, yoksa tüm sınıflardan tüm kesimleri mi işaret ettiği belirsizleşmektedir. “Demokratik toplum” formülasyonu bundandır ki, liberal burjuva söylemiyle karışmakta; burjuva ideolojik argümanlara bağlanmaktadır. Devletsiz demokrasi –ki “topluluk demokrasisi” olarak tarif ediliyor–, otonom toplulukların komünal yaşam biçimleri halinde oluşması/oluşabilmesinin maddi toplumsal temeli, kapitalizm koşullarında kalındığı sürece yaratılamaz. İşçi ve emekçilere “kendi işletmelerini kurma” yoluyla “kendilerini yönetme”yi öneren anlayışın herhangi pratik gerçekliği ve gerçekleşirliği yoktur. Ya kapitalizm tasfiye edilerek toplumsal yaşamın bütün alanlarında işçi-emekçi yönetimi gerçekleştirilir ya da rekabet ve sömürü toplumu olan kapitalizm sınırları içinde, işçi ve emekçiler yönünden ancak istisnai olarak görülebilecek sınıf atlamalarıyla sınırlı; ve sınırlı sayıda birey emekçinin “girişimci”-”işletmeci” olmasından öteye geçmez. Kapitalizm ve burjuva devletinin karşıya alınmaması durumunda yaşanacak olan, işçilerle birlikte kent-kır emekçilerinin de giderek artan şekilde mülksüzleştirilmeleridir çünkü.
“iŞLETME KURUN” VE “ÖZ SAVUNMADA KALIN” ÇAĞRISI YA DA HAK ALMA MÜCADELESİNE REDDİYE
Adil Bayram, sosyalizm ve demokrasiye ilişkin “demokratik” ön takılı bu düşüncelerin “eskinin devlet ve iktidara bağlı olan şiddet anlayışı”nın aşılmasını da sağladığını ve bunun yerine “öz savunma direnişi”nin geçtiğini belirterek, bunu “Paris Komünü Barikatları” ile ilişkilendiriyor. Devamında da “iktidar ve devlet güçlerinin saldırıları karşışında meşru savunma”dan söz ederek, bu savunmanın “tamamen öz savunma kapsamında olması ve o kapsamı aşmaması esastır” vurgusuyla, burjuva devleti ve iktidarının hep yerinde ve hakim konumda kalacağı öngörüyor ve onun saldırıları karşısında savunmayla yetinen ve bunu aşmamayı önüne koyan bir “mücadele” hattı belirliyor, işçi sınıfı ve emekçiler adına! Bu tür bir “mücadele”nin iktidar ve devlet “olmamak” ile; “demokratik toplum” konumunda bulunmak ile gerekçelendirildiğini, yukarıdan beri söylenenler üzerinden görmüş olduk. Ancak, açıklama gerektirmez biçimde açıktır ki, bu durumdaki bir mücadele ile kapitalizm sınırları dışına çıkan bir “aşma” söz konusu bile olamayacaktır.
Yazar, makalesinde baştan sona iktidar sorununu ötelemeye; önemsiz ve gereksiz göstermeye odaklıdır. “Toplum” kavramını, anlam belirsizliği bağlamında öne çıkarmış, “toplum odaklı olma”yı demokrasi ve sosyalizm anlayışının odağına yerleştirirken, “toplum”u bütün sınıfları kucaklayan bir “bütün” olarak tasavvur etmekte; işçi ve emekçileri, devlete karşı mücadele ederek, direnerek hak alma yerine, “öz savunma”da kalarak ve “işletmeler kurup yöneterek” hakim sınıfa ve iktidarına tabi kalmakla yetinmeye çağırmaktadır. Başka türlü söylenirse, yazarın işçi sınıfı ve emekçilere “önerdiği”, “öz savunma”yı “aşmayacak” hak isteme yöntemlerini benimsemesi; örnek olsun herhangi saldırı mevziinde olmamasıdır. Kendini kapitalizm ve burjuva devlet tarafından belirlenen sınırlara kapatan bu ideolojik-siyasal düşünceye “önemli düşünsel devrim” elbisesi giydirilmesi ise, en hafifinden boş bir böbürlenmeye işaret eder.
İşçi ve emekçilere önerilenin ne olduğunu, yazarın kendisi şöyle ifade ediyor: “Peki bu ifadeler ne anlama gelmektedir? Yani demokratik sosyalizm partileri ve onun kadroları devlet kurmayı ve iktidar olmayı hedefleyen değil, toplumu eğitip örgütleyerek demokratik toplumu geliştirmeyi hedefleyen parti ve kadrolar olmalıdır. Reel sosyalizmin parti-devlet birliği yerini parti-toplum birliği almalıdır.”
Çok açıktır; iktidar hedeflenmeyecektir! Bu böyleyse eğer, yıkılacak bir iktidar da yok demektir ya da olmayacaktır. Oysa, uluslararası sermaye ve işbirlikçi burjuvazinin toplumsal yaşama hakim olduğu günümüz koşullarında, en küçük demokratik-ekonomik ve politik talebin elde edilmesi için dahi egemen burjuva iktidarına ve kapitalist burjuvaziye karşı, burjuva sınırlarını aşmayı önüne koyan bir mücadele şarttır. Bu olmaksızın bir hak savunusu dahi mümkün olmamaktadır. Parti-toplum “birliği”nin sağlanması için dahi siyasal partinin yönlendirmesindeki mücadelenin bir iktidar mücadelesi olarak yürütülmesi gerekir.
A. Bayram’ın formülünde, işçi sınıfı ve emekçilere ve onların sendikal-politik örgütlerine, burjuva iktidarına karşı mücadeleye sınır çekilirken, bu sınır çizme ve “devlet ve iktidar olmama” adına, mevcut sermaye iktidarı ve burjuva gericiliğine tabi olma salık verilmektedir. Yazar, işçi ve emekçilerin değişik örgütlerine ihtiyaçtan söz ederek, “Peki yeni işçi ve emekçi örgütleri nasıl olacaktır?” sorusunu sormakta ve bu soruya, “Her şeyden önce, grev ve gösteri yaparak devletten hak isteyen değil, kendi işyerini kuran ya da çalıştığı yerin sahibi olan, böylece üretim ve yaşamda kendi kendini yöneten topluluk örgütlenmeleri gerçekleşecektir. Yani işçi ve emekçilerin kitlesel örgütlenmeleri de devlet ve iktidar odaklı değil, tamamen demokratik toplum odaklı örgütlenmeler olacaktır” yanıtı vermektedir.
Olağan durumunda dahi işçi ve emekçilerin devlet ve iktidarın varlığı ve işleviyle bağlı olmayan herhangi toplumsal sorun ve talebinin bulunmadığını düşünmek için insanın sınıfların tarihi ve ilişkileri üzerine az-çok bir bilgiye sahip olması yeterlidir. Burjuva devleti, bütün organları-örgütleriyle birlikte, örnek olsun Bursa’da Metal işçilerinin giriştikleri hak alma mücadelesinin karşısında yer almışlarken, burjuva iktidar ve devletine karşı, haklarını koparıp almaları için mücadelenin kaçınılmazlığı açık iken; sadece sendika patronlarını ve kapitalistleri değil hükümet ve devlet gücünü de karşı alarak direnmeleri zorunluluk gösteriyor iken, onlara, grev ve direniş yapmayı değil, işyerlerini kurmalarını söylemek, havanda su dövmek gibi bir şey olur! Yazar, kapitalizm koşullarında emek güçlerini satarak yaşamlarını ancak sürdürebilir olanlara, istisnaî durumlardaki tekil örnekleri bir yana asla mümkün olmayacak bir şeyi; sınıf değiştirmeyi önerirken, gerçeğe ilgisiz ve dışsaldır. Yazarın günümüz kapitalizmi koşullarında, milyonlarca işçinin işsizliğe, on milyonların yoksulluğa mahkum edildiği ve öyle kalmaları için zor ve baskının bin bir türünün dayatıldığı toplum gerçekliğinde, ütopistlerin –örnek olsun Robert Owen’in– safiyane görüşleri ve girişimleriyle en küçük bir benzerlik bile gösteremeyecek olan bir durumu; bir “kaderine rıza gösterme” ve hayallerle oyalanmayı önermekte, dahası uygun görmektedir. İşçi ve emekçiler ile örgütlerinin böylesi türden bir “öz savunma” mevziini tutmaları ve “kendi işletmelerini kurarak yönetme” hayaliyle oyalanmaları, oysa, onların mevcut ilişkilere ve sömürü koşullarına mahkum edilmelerinden başka bir sonuç doğurmayacaktır.
Yazar, burjuva devlet ve kapitalist sömürüye karşı mücadele sorununu ve bunun sendikal ve politik örgütlerinin kapsam ve niteliğini, kapitalizm içi ve kapitalizmin sınırları aşmayacak bir anlayışla ele alıyor; sınıf ilişkileri ve çelişkilerine, devlet olarak örgütlenmiş egemen sınıfın bu ilişki ve çelişkiler bağlamında tuttuğu yere; üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ile onların kapitalist özel mülkiyeti arasındaki uzlaşmazlığı gözardı ederek, burjuva devletinin denetimi altında, “komünal topluluk ekonomileri” inşaası vaazıyla Marksizme ve sosyalizmin inşası pratiğine saldırılar yöneltiyor.
Bu görüşler, sosyalizm bir yana, tutarlı bir demokrasi mücadelesi açısından dahi ciddi olarak sorunludurlar. Bu görüşlerin işçi ve emekçilerin saflarında ve onların örgütlerinde göreceği işlev, olsa olsa, hak alma ve sömürü ve baskıya son verme mücadelesini zaafa uğratma olacaktır. Proletarya ve emekçiler, oysa, sömürü ve baskı koşullarında yaşamak istemiyorlarsa eğer, yazarın ortaya koyduğu görüşlerin aksine, devlet ve iktidar odaklı bir mücadeleye girişmek; burjuva iktidarına son vererek, kendilerinin sınıf iktidarını kurmak zorundadırlar. Sermayenin baskı ve sömürüsüne son vermeleri başka türlü mümkün olmayacaktır, çünkü.