bir liberal tarihçi*

Christopher Hill

İyi tarih yazmaya yardımcı olan siyasi dü- şüncenin muhafazakârlık ya da radikallik değil, liberal düşünce olduğu fikri güçlüdür. Liberaller bu alanda merkezi bir yer edindiler…

Tüm Avrupa medeniyetinin tarihini tek başı- na yazan pek yoktur; bu tarihi profesyonel tarih- çilerin yazması ise daha da nadir bir olaydır. En az rastlananı ise bu meslekten olanların böyle bir tarihi övmesidir. Oysa Dr. H. A. L. Fisher’in Avrupa Tarihi kitabı ilk çıktığında tarih dünyası- nın önemli isimleri övgüyle karşılamıştı. Ayrıca eleştirmenler de tek cilt halinde çıkan kitabı, ucuz ve popüler ama tüm bilgileri içeren geniş kapsamlı ideal tarih kitabı olarak övmüştü. Bu nedenle, yeni baskısı vesilesiyle bu kitabı değer- lendirmek yerinde olacaktır.

Kitap, konsept olarak hayranlık uyandırı- yor: Avrupa medeniyetini Yunanlardan itibaren alıp günümüze getiren ve yüzyıllar ilerledikçe

* H. A. L. Fisher tarafından kaleme alınan “The Whig Histori- ans. Britanya Akademisi Tutanakları 1928” üzerine Modern Quarterly dergisi, Temmuz 1938, Cilt 1, sayı 3’te yayınlanan makale, İngilizcesinden Aynur Toraman tarafından çevril- miştir.

daha ayrıntılı açıklamalara yer veren bir tarih kitabı. Koordinesiz araştırmalar çağında, uz- manlar ile genel kamuoyu arasında aracı işlevi görmekten korkmayan bir tarihçiye rastlamak memnuniyet verici. Oxford Üniversitesi Yeni Fa- külte Dekanı bu kişi, sadece tarihçi değil, aynı zamanda işadamı ve ilgi alanlarının genişliği ki- tap boyunca görülüyor. Paris’in 1842’deki duru- mu konusunda [Alman şair Henrich] Heine’den alıntı yapıyor ve İtalyan Rönesans sanatına da bir bölüm ayırmış.

Günümüze kadar uzanan hikâyesi boyunca aynı felsefe geçerli. Yazar da, her ne kadar so- nucu herkesin zevkine göre olmasa da, belli ki tarzıyla ilgili epey çaba göstermiş. Ne kadar az tarihçi bu çabayı gösteriyor! (Yazar zaman za- man bir tercümeyi açıklama ihtiyacı duyuyor: Kuşatma sanatında Hollandalılar tarihsel kur- nazlıklarından bir şey yitirmemişti. Şehirleri ele geçirip savunabiliyorlardı.”) Bütün başarısı bir yetenek gösterisidir; bu yazının devamında kita- bın konseptine kıyasla yetersiz kalan yönlerine dikkat çekiyorsam bu, geçmişte yapılan eleştiri- siz aşırı övgü nedeniyledir.

Dayanak olarak aldığı materyaller, kitapla ilgili ilk şüpheyi doğuruyor. Giriş bölümünde Dr Fisher, Her bölümün sonunda açıklayıcı bir- kaç kitaba dikkat çekmekle sınırladım kendimi. İngilizce ve Fransızca dillerinde edinilebilecek modern kitapları seçtim” diyor. Oysa 1216-1789 arası dönemle ilgili bölümde adı geçen kitapla- rın beşte dördü 20 yıldan eski kitaplar; çağdaş araştırmaların Rönesans, Alman Reformasyonu, İngiliz İç Savaşı gibi dönemlere ilişkin gelenek- sel görüşleri değiştirdiği bölümlerde ise bu oran daha da yüksek. Yazarın 25 yıl önce tarihçiliğe yeni başladığı dönemlerde güncel olan görüşleri yeniymiş gibi ortaya koyduğunu düşündürecek haklı göstergeler var. Bu görüşleri incelersek bu konudaki şüphenin haklı olduğu görülecektir.

Öncelikle, kavramların ardındaki felsefe, kitabın yazılış mantığı, kelimenin en kötü an- lamıyla Liberaldir. Liberallikten kastettiğim şeyi alaycı bir alçakgönüllükle Giriş bölümünde gör- mek mümkün. IBenden daha akıllı ve bilgili in- sanlar tarihte bir plan, ritim, önceden belirlen- miş bir düzen farkediyorlar. Bu ahenk benden gizlenmiş. Ben sadece art arda gelen dalgalar gibi meydana gelen olağanüstü olayları görüyo- rum. Aslında tek açıklama, hiçbir açıklamanın olmamasıdır. Yine 19. yüzyılda yazmaya başla- yan Sir Charles Oman da kısa bir süre önce buna benzer bir şey söylemişti. Ama Dr. Fisher fazla alçakgönüllü. Birçok aşamada açıklamalar sunu- yor. Örneğin, Avrupa tarihinin gelişimine ilişkin hoş bir antromorfik (insanbiçimci) teorisi var. Avrupa haşin bir sabırsızlıkla devasa boyuttaki yorum ve açıklamalar külliyatından yüzünü çe- virdi.” Başka bir yerde ise yazar “İngiltere’de sa- nayi devrimine dair veriler” ile Avrupa’nın karşı- sına çıkıyor ve Avrupa’nın o zaman söylemediği güçlü deliller olarak gördüğü şeyleri yarım sayfa boyunca sıralıyor. Fakat sessiz tanrıça [Europa, Yunan mitolojisinde Avrupa kıtasına ismini ve- ren ve güzelliğiyle dillere destan olan Fenikeli kız] harekete geçiyor, ama akılsızca bir hareketti bu. “Avrupa bundan hiç söz etmedi. Yaklaşan sa- nayi demokrasisinin zayıf ama ufukta görülebi- len işaretlerine dikkatini toplamak yerine Fransız

Devrimi ve İmparatorluk savaşlarına daldı.” Ast- ronominin bu şekilde ihmali yüzünden tanrıçayı, Avrupa enternasyonalizme hazır olmadığı” için, [İngiliz şair] Alferd Lord Tennyson’a bile kulakla- rını tıkarken buluyoruz. Aynı şekilde artık Avru- pa… Rus Komünizmi’nin demir programını kabul etmeyi reddeder.

[Tarih tanrıçası] Clio’nun kendisi de bazen yanlış adımlar atmaktadır. İngiliz iç savaşına iliş- kin olarak yazar şunları yazmaktadır:

Püriten vicdanın işleyişine biraz daha esnek ve müsamahakâr bir yaklaşımla [!] birçok so- run engellenebilirdi diye düşünebiliriz. Ama tarih diğer yola saptı.” Tanrıçanın yanlışı yüzünden gerçekten de büyük sorun çıktı.

Ayrıca 19. yüzyılda özellikle aktif olan lütuf- kâr bir “özgürlük ruhu” da vardı. Fransız Dev- rimi’nin işlediği suçlardan ve Napolyon terörün- den sağ kalmayı başaran bu ruh, 19. yüzyıl so- nunda, Rusya hariç bütün önemli Avrupa ülkele- rinde parlamenter kurumları oluşturmayı başar- mıştı.” Şimdi hakettiği şekilde dinlenmesinden kim şikayet edebilir? Temkinli yazarın üzerinde durduğu başka güdüsel güçler var. Birkaçını sıralıyorum. “İnsan doğası despotluktan yana eğilim gösterdiği için Kilise, Devlet’in izinden git- ti.” “Doğu ile batı arasındaki fark, Hint-Avrupalı (Aryan) ile Samiler arasındaki fark, Yahudiler ile Yahudi olmayanlar (Gentile) … arasındaki fark, Almanları sarsan ırkçı histerinin şiddetli feve- ranları gibi, vahşi baskı patlamalarına yol aç- maktan sorumlu olacaktır.” “Kaderin ilginç bir cilvesiyle, dünya tarihi içerisinde dahi bir halk, Avrupa ırkları içinde tarih sahnesine ilk çıkan- lar oldu.” “Canlı bilimsel merakın ılık akıntısı, yarım yüzyıllık serbest akışın ardından birden dondu ve ortadan kayboldu.” (Neden?) “Bireysel şan merakı dönemin özelliğiydi… Anonim mima- ri günleri artık geçmişte kalmıştı.” (Neden?) “İn- celeyeceğimiz dönem siyasal fikirlerden ya da iyi gelişmelerden yoksun olduğundan değil.

Okur, tüm bu açıklamaların hiçbir şey açık- lamadığının farkındadır. Bunlar bir olguyu bir niteleme ile tekrarlamakta ve bu eşitleme, denk- lemi X=X olarak sıfıra indirgemekte, yani olaylar

olduğu için oldu denmektedir. Oysa nitelemeler bir maksatla yapılır. Olayların gelişim biçimini inkâr etmesi, aslında idealist bir tarih teorisini, soyut düşüncenin eyleme biçim verme gücünü iddia etmektedir. Sınıfsal bir teori, insan doğa- sının zengin ve çeşitli yönlerini, devlet adamla- rının kafa karışıklığını ve olayların dağınıklığını hafife almış olacaktır.19. yüzyıla gelinceye de- ğin Galiçya ya da Balkanlar’ın mazlum köylüleri, yaşam koşullarında herhangi bir değişiklik ya da gelişme hissetmedi.” Köylülerin bu reform- lar için mücadele verdiğini kimse iddia etmesin; bunlar da birer iyi gelişme idi, tıpkı sf. 14’te vahşi Yunan klanların kent hayatına başlaması gibi.

Fakat bütün olaylar düzensiz değildir. Yazar

19. yüzyıl Liberal tarihçilerin, Tanrı’nın zihninde kurulu ve art arda gelen kafası karışık devlet adamlarının giderek farkına vardığı “gerçek bir kabine hükümeti ilkesinin varlığına dair teo- risini yürekten benimsiyor. Alt sınıflar ne kadar uğraşsalar da bu ilkeyi anlayamadığı için bugün- kargaşa durumuna düşmüşlerdir. Amerikan

anayasasının kurucuları, kabine sisteminin özü- ve işlevini anlayamamıştır. Bu nedenle [İngi- liz monarşisinin] Stuart dönemi politikacılarının uzun süre bu sistemi ıskalamış olması şaşırtıcı değildir. Bu sistemin keşfi tesadüfle, hem de iyi bir tesadüfle” olmuştur. “O önemli yönetimin [İngiltere’de 1721-42 arasında iktidardaki Liberal Sir Robert Walpole hükümetinin] ardından, ger- çek sorumlu hükümet ilkesi, yani seçmene karşı sorumlu olan Parlamentoya karşı sorumlu bir Kabine hükümeti kuruldu.” (Burada, eski tarih koyma işine dikkat çekmeye gerek yoktur. 18. yüzyıl tarihi konusunda çağdaş ikincil kaynakla- ra bakan herkes bunu görecektir.)

Yazar ayrıca kapitalist sistemin çelişkilerine bir yerlerde saklı bir çözüm olduğuna, (sabır- lı olur da gereksiz yere karışmaz isek) devlet adamlarımızın bu çözümü bulacağına inanmak- tadır. “Kiralık kent işçilerinin hızla yayılan de- mokrasisine mutluluk katma sorunu, … sessizce ve bir grup devlet adamı tarafından çözülemeye- cek kadar büyük ve karmaşık bir sorundu. Dr. Fisher’in, konuşmanın etkisine inancı sonsuz. Wilberforce’un “Meclis’in Bülbülü” olarak tanın- ması, Fox’un dönemin en iyi Parlamenter hatibi olması köleliğin kaldırılması açısından “önemsiz değildi.” Demokratların moralini bozan tarihin bu döneminde bu durumun telafi edici etkisi vardır. Temmuz monarşisi döneminde “seçme hakkı her ne kadar 250 bin kişilik dar bir kesim ile sınırlı olsa da, Fransa’daki parlamenter hita- bet ihtişam ve hacim bakımından hiçbir zaman daha zengin olmamıştır.” Burada Liberal bir değerler ölçüsü sözkonusudur; nüfusun yüzde 99’unun baskı altında tutulması, “zengin hitap ile karşı karşıya konulmuştur.

Dr. Fisher savaş öncesinde hâlâ güncel olan bir Liberal geleneği miras almakla kalmadı; ken- disi de liberal bir politikacı ve Birinci Dünya Sa- vaşı sırasında Koalisyon Kabinesi’nin bir üyesiy- di de. Bu durum, 1915’te Alman Tirol bölgesinin İtalya’ya vaat edilmesini anlatırken “özgürlük ruhu”na karşı aşağılayıcı tavrını belki açıkla- yabilir: İtalyan yardımının bedeli buydu… ve Londra ve Paris’in demokratik hükümetleri, yasa

tanımayan zorunluluk nedeniyle, ideal adaletten bu kadar sapmaya mahkum olmuştu.” (Yani bu, liberallerin prensip sahibi olduğu, ama “yasa ta- nımayan” gerçeklerin her zaman bunlara uyma- yacağı anlamına geliyor olmalı. Önsöz’de tarih- çiye “insan kaderinin belirlenmesinde tesadüf- lerin ve öngörülemeyenin rolünü kabul etmesi doğrultusundaki yakarışı hatırlayın. Benzer bir olayda genç (William) Pitt “liberallerin anayasal özgürlük dinine gömülmüş” böylece “Fransız savaşının baskısı altında, imtiyazın genişletilme- sini ertelemek zorunda kalmış”, “asla bencil ve dar kafalı bir Muhafazakâr haline gelmemiştir… Daha sonra Disraeli’nin yaptığı gibi o da sanayi yoksullarının acınacak durumunu öngörmüştür. Tavırları tersini gösterse de kalbi temizdi.”)

Eski kabine bakanının, İngiliz işçi sınıfının 1918’de neden bir imtiyaz yaygınlaşması yaşadı- ğı”na dair olağandışı bir açıklaması var. Bu açık- lamada, işçilerin taleplerinin yeri yoktur; her şey devlet adamı dostlarımızın duyguları ile ilgilidir. Evde oturan toprak sahibinin, yaralı bahçıvanı karşısında kibri kırıldı. Hayatını tehlikeye atan demiryolu işçisi, güvenceli bir plutokratın asla edinemeyeceği bir gurura kapıldı. Devlet adam- ları, ülkenin güvenliği için her şeyini tehlikeye at- mayı göze alan bir halkın hakettiği iyi şey nedir diye sormaya başladı.” Ancak, kendisinin bulaş- madığı yerde yazar neden taviz verildiğini anlı- yor. “19. yüzyılın tüm siyasi buluşları [bir başka iyi tesadüf!] içerisinde hiçbiri, sigorta sisteminin keşfi kadar toplumu koruma değeri taşımamış- tır… Devrimin Almanya’da o kadar uzun süre ertelenmiş olması kısmen bu değerli önlemlerle ilgilidir; ve Bismarck, Sosyal Demokrat partiyi,

yoksullar için saygın ve cazip kılan özellikle- rinden bu önlemler yoluyla arındırmıştır.” “La- martine sayesindedir ki… üç renkli bayrak yerine Kızıl Bayrağı koymayı reddetmiş ve tehlikeli bir askerî sefer yerine, o an için liberal bir manifesto ile yetinmiştir. Cesur ama felaket getiren bir tam istihdam vaadiyle toplumsal devrim uzaklaştırıl- mıştır.

Ekim Devrimi’nin ardından Rusya’ya dış müdahale konusunda yazar umulmadık tarzda

mutlu bir yorumda bulunuyor: “Müttefiklerin derdi, Rus nüfusu içerisinde hâlâ Çarlık hüküme- tinin yüklendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmekten yana olanlara yardımda bulunmak yoluyla Rusya’yı Almanya’ya karşı savaşın içinde tutmaktı.” Doğrudur: Çarlık hükümetinin girdiği taahhütler bir tek sınıf adınaydı, daha sonra dış müdahale talebinde bulunan sınıf. Fakat başka yerlerde Rus devrimi ile ilgili konularda, vardığı sonuçlarla yazar tarihçiden çok politikacıyı andı- rıyor: “Özgürlükleri pahasına nüfusun büyük ke- simi, yaşamın nimetlerinden cezaevi karnesiyle paylarını aldı.” Düşmanlık beklenebilirdi belki, ama olayların çarpıtılması değil. Çeka’yı “Çarlık Rusyası’ndan miras kalan gizli polis” olarak ni- telemesi ilginçtir; Komünist Partisi’ni “komiteler ya da Sovyetler hiyerarşisi içinde örgütlenmiş olarak tanımlaması ise ilginçten öte tam bir cehalettir. (Komünist Manifesto’ya sadece laf arasında E. H. Carr’ın özetiyle yer verilmiştir; “li- beral deney” anlayışı açısından bu kitap elbette tavsiye edilen İki Şehrin Hikâyesi’nden daha az gereklidir.)

Tümüyle siyasi bir diğer değerlendirme ise

İtalyan Rönesansının ortaya

çıkarması bakımından da coğrafya ve çevre düzenlemesi ekonomiden önce getirilir. “Avrupa sanatı ve

edebiyatının yeniden doğuşunun, antik mermerlerin selvi ve zeytin ağaçları arasında hâlâ parıldadığı bir ülkede ortaya çıkmış olması

doğaldır.” –ve nedense bu

Avrupa’nın en zengin ülkesidir.

Louis Philippe hükümetinin düşme nedeni “aydınlarla uzlaşmaya

çalışmaması”na bağlanır. Louis Napolyon daha akıllıydı. Onun döneminde imparatorluğun

liberalleşmesi”ne iki neden

gösterilir: 1- sağlığının bozulması,

2- Napolyon efsanesini gerçekleştirme isteği. Kaba ekonomik nedenler ve

işçi sınıfının baskısı göz ardı edilir.


şu: “Hitler devrimi, Rus Komünizminin batıya doğru yayılmaması bakımından yeterli bir ga- rantidir… Fakat Faşizmde ya da Hitlerizmde Batı demokrasilerinin, temel özelliklerini yitirmeden benimsemek isteyecekleri sırlar olabilir.” Bu sırlar”dan biri belki de “günümüz Alman- ya’sının eşitlikçi demokrasisi”dir fakat Tacitus zamanından beri var olan “bu faziletli ve tek eşli ırkın” “bastırılamaz verimliliği” değil. “Eşit- likçi demokrasi”nin ardından, “İngilizler barış götürme ve baskıdan kurtarma sayesinde Hin- distan’ı ele geçirmede başarılı oldu” hükmünü duymak sürpriz olmuyor (Tıpkı İtalyanların Ha- beşistan’a yaptığı gibi). Hindistanlıların yüzde 90’ının neden hâlâ okuma yazma bilmediğine dair yarım sayfalık geniş açıklamanın ardından (yazara göre birinci neden, “12 milyon erkek fazlası” olması, ikinci neden ise “Hindistan ge- leneklerinin ilkokullarda bekâr kadın öğretmen kullanılmasına izin vermemesi sorununun aşı- lamamasıdır. Dr. Fisher, “yurtsever ve eğitimli Hindistanlılar”ın idari görevlerde yer almasını övgüyle karşılıyor. Eski Eğitim Kurulu başkanı yazarın eğitim anlayışı, İngiltere’den geri geti- rilen Basklı çocukların “yeniden eğitilmesi”ni gerekli gören General Franco’nunki ile aynıdır. 350 milyon nüfusun, Belçika’nın korunması için gerekenden daha fazla olmayan bir güç tarafın- dan korunması [kimden koruma?] Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin Hint halkının büyük ço- ğunluğuna kendisini kabul ettirdiğinin göster- gesidir. Bu Gladstone’un sesidir; fakat duygular [1930’larda kullanılan İngiliz karikatür kahra- manı Albay] Blimp’in duygularıdır. Toprak ağaları, Godolphin’in savaş finansmanının te- melini oluşturan dört şilinlik [eski İngiliz gümüş parası] toprak vergisinden ürkmelerine rağmen sonunda ödediler. İngiliz ruhu buydu işte.” Bu paranın karşılığını çok iyi aldıklarından ise hiç söz edilmiyor. Aynı şekilde Canning “Avrupa’nın en ünlü köşesi ve medeniyetinin beşiğine fellah- ların ve zencilerin yerleştiğini görmek istemedi- ği” için Yunanistan’a müdahale etti; yani vur- gulanan onun aldığı klasik eğitim oluyor, finans merkezi (City) ile olan bağları değil.

Ulusal yanlı tutumun birkaç örneği bunlar. Şimdi de sınıf körlüğüne bakalım. “Aynı zaman- da tebanın sivil hakları da bundan böyle [uzun parlamentodan sonra] kralın keyfi müdahale- sinden korunuyordu”; fakat sulh hakimlerinin çok daha sık ve çok daha keyfi müdahalesinden hiç söz edilmiyor. “2. George dönemi İngilteresi, yoksulluk sınırının üzerinde olan herkese, garan- tili ve talihli bir huzura ulaşmışlık hissi veriyor olmalı.” … “Ülkeyi bir rahatlık ve istikrar havası sardı.” Zengin azınlığın büyük kısmı böylesine duyarsızdı muhtemelen; fakat İngiliz yazarların halkı, dayanılmaz onursuzluk ve adaletsizlik re- jimi altında yaşadıklarına inanmaları konusun- da teşvik etmediklerini kanıtlamak için Swift’i örnek göstermesi büyük ahmaklıktır. 1797 do- nanma ayaklanmalarının ele alınış tarzını sağ- lamlık ve sağduyu karışımı” olarak tanımlamak önyargılıdır; fakat Paris Komünü’nü yarım say- fada atlamak ve Komünarları merhametsizce ezmesi… konusunun doğruluğu noktasında hü- kümet sorumlu tutuldu” demek tamamiyle mülk sahibi sınıfların bakış açısıyla tarih yazmaktır. İlk Hıristiyanlar arasında “sınıf bilincine dayalı güdülerin izine rastlamanın” mümkün olmadığı- nı iddia etmek ve buna yoksulların dininin ha- kim sınıfın dini haline geldiği beşinci yüzyıldan kanıt göstermek samimiyetsizliktir.

Geçmişin bu şekilde çarpıtılması kadar teh- likeli olmayıp da gülünç derecede kendinden emin bir iddia da İngiliz centilmenlerinin davra- nış tarzının, ahlaki ve siyasi kıstas olarak bütün çağlara ve ülkelere uygulanabileceği varsayımı- dır. […] Öyle görünüyor ki “Püriten tiranlar”a karşı ülkenin başlıca itirazı bunların çoğunun iyi yetişmemiş düşük sınıflardan” gelme olması ile ilgiliymiş. İç savaş sırasında gözlenen iyi ruh halinin ardından bu durum daha da hayal kırık- lığı yaratıyordu. Çünkü bu savaşta, hem İrlan- da’da hem başka yerlerde, “kolay sinirlenmeyen fakat kolay affeden, centilmen, insancıl ve aydın aristokrasi, savaşı kötü zehirinden ve bazı bar- bar yanlarından arındırmıştı.” Londra’da “iyi bir centilmen ve iyi bir mağlup olarak Botha’ya yapılan karşılama da çok centilmenceydi (ve

bu, İngiliz işçi sınıfının Boer savaşı konusundaki isteksizliğinin göstergesi olarak algılanmamalıy- dı). […] Almanya’da 30 Yıl Savaşları sırasında yağmalama vardı, açlık vardı, hatta yamyamlık vardı… ve her aşırılık ve çaresizlik döneminde olduğu gibi ahlaki sınırlar çözüldü ve şiddetli ahlaksızlık patlamaları başgösterdi.” Birbirlerini yemeye ara verdiklerinde ise daha da düşkün- lük göstererek yedinci emri ihlâl ettiler. Tilsit’ten sonra “Kraliçe Marie Louise’in etkili yakarışları ne oldum delisi Napolyon’u caydırmadı; fakat evlilik yoluyla bizimkiyle bağlantılı bazı krali- yet üyeleri centilmen özelliklerini göstermiştir. Alman 1. Wilhelm [Kayzer Wilhelm] “onur insa- nı”ydı; 2. Nikolay ise uzun Rus çarları listesinde- ki tek mükemmel centilmen”di.

Bunlar sadece komik denip geçilemeyecek saçmalıklardır. Ciddi bir çarpıtma sözkonusu- dur. Dr Fisher’in dine karşı idealist yaklaşımı da öyledir. Weber ve Tawney bir satır bile yazma- mış olabilirdi: Reformasyon, “din savaşları”, 30 Yıl Savaşı, hatta İngiliz savaşı bile doktriner inceliklerle ilgili yanlış yönlendirilmiş çatışmalar olarak ele alınır. Tarihsel eylemin böyle yüzeysel bir şekilde açıklanmasının temel nedeni ekono- mik faktörün görmezlikten gelinmesidir. 61. say- fada, İÖ 2. yüzyılda Yunan nüfusunun azalma nedeni olarak “savaş, bebek katli ve sıtma” gös- terilir, bebek katli sanki Yunan kadınların kötü bir alışkanlığıymış gibi yansıtılır. 17. yüzyılda Almanya’nın sömürgecilikten pay alamamasının nedeni olarak ekonomik ve siyasal örgütlenme eksikliği değil, coğrafi faktörler gösterilir.

Coğrafya, İspanya tarihinde daha büyük et- kilerde bulunmuştur. Fransa’da bütün yollar Paris’e çıkıyordu. Ama İspanya’da tüm yollar Madrid’e çıkmıyordu. İber dağları ve İber insanı inatçıdır.” İşte bu nedenle İspanya, Fransa’nın tersine 17. yüzyılda yeni monarşi aşamasını ya- şamamıştır. Fakat başka bir sayfada ek bir ne- den daha görürüz: “Belli bir ihmalkârlık, yarı gu- rur, yarı miskinlik maddi zenginlik biçimlerinin gelişimini engellemiştir…Neden-sonuç ilişkisi- ne dair bariz bir karışıklıktır bu! Fakat coğrafya hem neden hem sonuç olarak etkide bulunur:

Yakıcı güneş, kuru, keskin, tozlu rüzgârlar öyle etkide bulunmuştur ki, komünizm ve sosyalizm gibi, kilise nüfuzu ve sendikacılık gibi hastalıklar İspanya ikliminde en halleriyle ortaya çıkar. Eğer General Franco bunları okumuş olsaydı, halk cephesi hükümetinin uyguladığı sulama programının, askerî güçlerin yardımı olmadan seçmenleri sosyalizm konusunda “yeniden eği- teceğini” anlamış olur, ve tarihin gidişatı başka türlü olabilirdi.

İtalyan Rönesansının ortaya çıkarması bakı- mından da coğrafya ve çevre düzenlemesi eko- nomiden önce getirilir. “Avrupa sanatı ve edebi- yatının yeniden doğuşunun, antik mermerlerin selvi ve zeytin ağaçları arasında hala parılda- dığı bir ülkede ortaya çıkmış olması doğaldır.

ve nedense bu Avrupa’nın en zengin ülkesidir. İtalya’nın birleşmesinin, İngiliz basınının sıcak sempatisini topladığı ve birleşmenin ardından demiryolu inşasının yaygınlaştığı vurgulanır; ama bu ikisi arasında bağlantı kurulmaz. Louis Philippe hükümetinin düşme nedeni “aydınlarla uzlaşmaya çalışmaması”na bağlanır. Louis Na- polyon daha akıllıydı. Onun döneminde impara- torluğun “liberalleşmesi”ne iki neden gösterilir: 1- sağlığının bozulması, 2- Napolyon efsanesini gerçekleştirme isteği. Kaba ekonomik nedenler ve işçi sınıfının baskısı göz ardı edilir. Ekonomi sözkonusu olduğunda, savaş öncesi liberal po- litikacının sermayesi [serbest piyasa ve serbest ticareti savunan] Colbdenizmdi. Colbert “ço- cukça bir hezeyan”la azarlandı ama “ekonomi politik icat edilmemiş olduğu için bu oldukça sert görünüyor. “Mali zincirlerden arındırıldığın- da ticaretin daha iyi geliştiğinin keşfedilmesi Liberalizm çağının “iyi tesadüfleri”nden biridir. Fakat serbest ticaretçilerin medeni özlemleri

–“ucuz ekmek politikası güçlü bir donanma ge- rektiriyordu”– “militarist milliyetçilik patlaması sonucu anlamsız bir şekilde parçalanmış ve li- beralizm “deney” olarak kalmıştı. Ancak yazar liberalizmin yerini alacak “iyi bir gelişme”nin henüz bulunmadığını düşünüyor. Ekonomi po- litikBlum’u “keşfetti”; ama “geniş çaplı ‘eko- nomik planlama’nın kısa sürede başarılı olması

asla mümkün değil.” Bu nedenle bir çırpıda eski sömürge sistemini ve beş yıllık planı bertaraf et- mek işine geliyor.

Acı olan şu ki yazar, ekonomik yorum gerek- tiren olguları sıralıyor; fakat “model”den uzak duruyor. İkinci kitabın “Yeni Avrupa” başlıklı 1. bölümü özellikle eğiticidir. İnsanoğlu, batı ülke- lerindeki şehirlilerin izin verdiğinden daha yavaş hareket ediyor” diye başlayıp, belli yerlerde ve belli kafalarda” –ekonomik olarak geri ülkelerde– feodalizm ve katolikliğin ayakta kaldığını doğru bir şekilde dile getiriyor. Avrupa’da düşünce”yi Ortaçağ rahipleri sürdürdü; bu nedenle, “insan düşüncesinde parlamalar” olsa da istikrarlı bir bilimsel gelişme sözkonusu değildi. 16. yüzyılın alaylı (mektepli olmayan) kültürü buna “en bü- yük tezat teşkil eder. Peki neden? Neden kültür, çalışmayan (sosyete) sınıftan diğerine aktarılmış- tır? Bu yeni teknik gelişme ihtiyacı neden ortaya çıkmıştır? Bunun külfetini kim çekmiştir? Neden? Burjuvazinin yükselişinin siyasal etkileri de aynı şekilde gözden kaçırılır. “Ortaçağ imparatorluğu- nun siyasal çerçevesi, ulus devletlerin ortaya çık- masından önce çöktü Avrupalılar ulus olarak

düşünmeye başladı.” “Daha güçlü olan kuzey, Roma’dan kopmaya başladı.” Nedeni hiç sorul- maz. Bu idealist yorumun sonucu olarak bireyle- rin rolüne gereğinden fazla önem atfedilir. “İnsan ruhunun bu büyük hareketinin ilk aşamalarında… Louis Bonaparte belirleyici bir rol oynadı. 20

milyondan fazla nüfusa sahip İspanya’da, 13. Al- fonso’nun tahminlerine göre, sadece altı bin poli- tikacı vardır.” Tarih burada da başka bir yön çiz- miştir. Fakat bu tarih özellikleri başka bir sayfada öngörülmüştür: Dünyanın hali böyledir. Gelecek gözümüzün önünden geçer ve biz onu görmeyiz. Görmeye çalışırsak, önceden belli bir modeli da- yatmış oluruz ki bu gülünç bir tezatlıkla savulmuş olur. Birbirimizi çukura götürelim.

Bu şekilde tarih yazmak iflas etmiştir. Yorum yapma olanağını inkâr yoluyla, İngiliz egemen sınıflarının dar kalıplarının mutlaklığı konu- sundaki kendi yavan varsayımını gizlemekte, tarafsızlığının, liberal politikalarla eşanlamlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ekonomik bağların- dan soyutlanmış bir halde geçmişi ele almaya yoğunlaşması, devlet adamlarının, mucitlerin ve monarşi üyelerinin iyi ya da kötü etkilediği “tu- tarsız, başına buyruk olaylar” önermesini ola- naklı kılmaktadır. Her şeyin olması mümkündür, çünkü nihayetinde her şey hayal mahsulüdür. Tarih düşünülebilir, analiz edilebilir maddi fak- törlerden etkilenmez.

Bu liberal tarih anlayışı ifşa edilmelidir; akademi dünyasında artık saygı görmediği için değil, belki de uzmanlaşmış tarihçiler dışında, okullarımızda öğretilen tarihin büyük bir kıs- mına kaynaklık ettiği için (bu kitaba ilişkin ga- zetelerde çıkan ilk değerlendirmelere bakınız). Ayrıca bu anlayış, Oxford Üniversitesi New Col- lege Fakültesi Dekanı’ndan daha solda olan ve faşizmden nefret eden ama onu hiç anlamayan günümüz Liberallerinin çıldırtan kaderciliğinin de temelini oluşturmaktadır.

Bu tarih yaklaşımının nereye varacağı bellidir: Bir şey analiz edilemezse öngörülemez de. Ge- lecekteki olaylar da geçmiştekiler kadar başına buyruk olacaktır. “Ümit edelim de bütün belirti- lerin tersine insanoğlu gelecekte mantıklı hareket etsin yazarın son sözleridir. Ona göre, ne yapar- sak yapalım tarihi etkilemeyecektir (kabinede yer almamızı sağlayacak eğitime sahip değilsek).

Giriş bölümünde Dr Fisher ilerleme olgusu- nu onaylamakta, ama bu sadece inanç olarak kalmaktadır. Zaten, insan düşüncesi [!] felaket

ve barbarlığa yol açabilecek alanlara kanalize olabilir. Eğer dengesiz liberal devlet adamları düşüncelerin yanlış yönlere kaymasını engelle- yemiyorsa insanın budalalığına omuz silkerek liberalliklerini buzdolabına kaldırmakta –“er- demi hakir görebileceğim kadar özgürlüğü de hor göreceğimden değil” (3. Bölüm’e Önsöz)– ve hiçbir yasa tanımayan başka bir zorunluluk karşısında, Hitler yanlılığının komünizmden daha iyi olduğunu düşünerek kendilerini avut- maktadır. (Açıklamak üzere teoriler ürettikleri)

kapitalist sistem gelişmeye devam etmiş olsay- dı, dünyayı daha iyi anlar, daha mutlu olur- lardı. Ama Avrupa başka bir yola girdi. Kriz, hırs, önyargı ve histeri”nin yanı sıra, rasyonel kılınmış eski şemaya uymayan daha birçok tatsız şey getirdi. Liberal hiç oralı olmadan, et- kilenenler sanki kendi komşuları değilmiş gibi davranmak, kendi davranışının mantıksızlığını görmemek için kafasını kuma gömmek istiyor. Onun kafasını kumdan çıkarmak ise eleştirme- nin görevi.

işçi hareketi ve “neoliberal islamcı” kıskaç

Yusuf Akdağ

Yakın dönemdekilerle birlikte aktüelliğini sürdüren işçi direnişleri, grev ve protestolarını gündeme getiren ekonomik-sosyal ve politik ge- lişme ve etkenler ile bunların karşılıklı etkileşimi, işçilerin az çok büyük çaplı eylemlerinin, isterse ücret vb. gibi ekonomik taleplerle sınırlı olsun- lar, tüm toplumsal sınıf ilişkilerini ve toplumsal gelişmelerin seyrini etkileme gücüne sahip oldu- ğunu yeniden gösterdi. Bu direnişler, otomotiv sektörü başta olmak üzere, metal patronlarının, işbaşındaki hükümet ile onun yönlendirmesin- deki polis teşkilatının, metal sektöründe faaliyet

yürüten ve işçilerin önemlice kesimlerini üyesi olarak tutmayı günümüze dek başarmış olan “milliyetçi-ülkücü sendika”(lar)ın işçi karşıtı iş- levine de bir kez daha ve çok net olarak yenidan “ayna tuttu”!

AKP Hükümet(ler)inin “neoliberal iktisat po- litikaları”nı “içselleştirerek” uygulamada, ken- dilerinden önceki hükümet ve hükümet partile- rinden sadece çok daha fazla iştahlı olmadığı, fakat uygulama başarısında da onları fersah fer- sah geride bıraktığı üzerine değerlendirmelere, Özgürlük Dünyası’nın önceki çeşitli sayılarında

yer verilmişti. Burada ise, “siyasal İslam”cılığın “muhafazakâr demokrat” form içinde sunulan iktidar pratiğinin iktisadi-sosyal, kültürel-politik “kimliği” ya da anlamını, işçi sınıfı hareketi ve sınıfın kendi talepleri ve hakları için mücadelesi karşısındaki konum ve tutumu üzerinden ve bazı felsefi-ideolojik özellikleri yönünden irdelemeye çalışacağız. Bunun için başlıca iki unsur önemli görünüyor: ilkin, “Neoliberal İslam”cılığın iktidar aygıtını da kullanarak gücünü takviye etmesi ve anti demokratik politikaları uygulamada kapita- lizmin vahşi çıkarlarına bağlılığı esas almaktan bir an olsun geri durmaması; ve ikinci olarak, bu iktidar pratiği tanıklığında İslami ideolojinin Türkçü milliyetçilikle (şovenizm) “bütünlük için- de”, işçi ve emekçilere “çağrısı”nın, onları ka- pitalist emperyalizmin “yeni” saldırılarına “rıza gösterme”ye zorlaması, ve bu durumun, bu ide- olojik-politik baskı, kuşatma ve yönlendirmenin emekçilerin yaşam koşullarıyla teşkil ettiği çeliş- kinin onları içine sürdüğü arayış ve direnişlerle karşı karşıya gelişi kaçınılmaz hale getirmesi.

  1. NEOLİBERALİZMİN İSLAMİ VERSİYONU VE MÜSLÜMAN HALK(LAR)IN ÇİLESİ!

Kapitalist dünya ekonomisinin sözüm ona istikrarının sağlanması ve “refah ve gelişme” bağlantılı “mutluluk, adalet ve demokrasi”nin “herkes için” sağlanması iddiasını da taşıyan emperyalist devletler ve uluslararası tekeller yönetimindeki uluslararasılaşmanın ulaştığı günümüzdeki daha ileri düzeyin “küreselleş- me” adıyla övgüye boğulmasının dünya işçileri, emekçileri ve bütün ezilenlerin saflarında etki yaratmaması ve farklı içerikte beklentilere yol açmaması olanaklı değildi. Çeşitli dini inançlara ve etnik kökenlere sahip dünya halkları, emek- çileri ve proleterleri için “yükselecek refah”tan sözüm ona daha fazla pay almak; “daha adaletli ve daha demokratik bir dünya”da yaşamak ve “mutlu olmak”, reddedilemez aktüel ve ivedi ih- tiyaçlar kategorisindeydi, bugün de öyledir. Sos- yalizmin Sovyetler Birliği’nde yenilgiye uğratıl- ması ve işçi hareketinin “Halk Demokrasili Ülke- ler” ile birlikte uluslararası en önemli dayanağı- nın böylece ortadan kaldırılmasıyla işçi hareke- tinin geriye püskürtülmesi olanaklarının daha da

genişlediği bir dünya gerçekliğinde, emperyalist büyük güçlerin ve uluslararası tekellerin kendi çıkarlarına olan ekonomi politikaları uygulama- ya geçirmeleri için “fırsat”lar haylice genişlemiş ve artmıştı. 1980’li yıllardan başlayarak, 1990’lı yıllarda daha da azgın bir biçime bürünerek de- vam eden ve günümüze dek süren sözüm ona yeni liberal ekonomi politika(lar)ın, tüm kapita- list ülkelerde olduğu üzere, Türkiye’nin de arala- rında bulunduğu ve gelişme düzeyi bakımından söylenirse başında yer aldığı “İslam ülkeleri”nde yürürlüğe konması böylece daha kolaylaşırken, halk kitleleri açısından içerdiği hak gaspcı-yıkı- ma sürükleyici etkileri de, denebilir ki, daha ağır biçimlere bürünebildi.

Uluslararası tekellerin ve emperyalist dev-

letlerin –özellikle büyüklerinin– pazarlar, ham- madde kaynakları ve ucuz işgücü rezervleri üze- rinde denetim kurma; sermaye ihracı aracıyla hakimiyetleri altındaki ülkelerin kaynaklarını daha etkin tarzda yağmalama politikası olarak da tanımlanabilecek olan bu yoğunlaştırılmış saldırıya, bağımlı kapitalist ülkeler hakim sınıf- ları ve siyasal-askerî temsilcilerinin tutumu, bu propaganda ve söylem eşliğinde uyum göster- mek olurken; bunun işçi sınıfı ve emekçiler için anlamı, gelirlerinin düşmesi, özelleştirme ve iş- ten atmalarla birlikte işsizlik, yoksulluk ve açlık oranlarının yükselmesi, esnek çalışma ve taşe- ron sistemi uygulamalarıyla çalışma koşullarının ağırlaştırılması vb. vb.. oldu.

Bu “yeni” etiketli ekonomi politikanın uygu- layıcılarının, bölgedeki ve ülkedeki referansların- dan biri de –ki geleneksel etkisiyle büyük işlev görüyordu– “İslam dini” ve “Müslüman halkla- rın dine bağlılığının ileri düzeyi” idi! İran “İslam Devrimi”nin korkuttuğu ve hegemonya politika-

larıyla planlarına bölge ölçeğinde darbe vurduğu ABD emperyalizminin askerî ve politik şefleri, bu durumu değiştirmeyi de içermek üzere, “Ilımlı İslam Projesi” adıyla yeni bir stratejik hat üzerin- den bölgeye yönelik emellerini gerçekleştirmeye giriştiler. “İslam Alemi” de denilen bölgenin “ne- oliberal ekonomi politikalar”ın uygulanma alanı haline getirilmesi bu bakımdan stratejik önem gösteriyordu. Batılı emperyalistler ile belirli iliş- kilerine rağmen hâlâ neoliberal iktisadi sosyal politika ve programların dolaysız parçası olmak- ta çeşitli zorlukları bulunan ve petrol rezervlerine sahip olmalarını avantaj bilip her denilene “baş üstüne paşam” mantığıyla boyun eğmeyen Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin ve 1979 “İslam Dev- rimi”yle girilen süreçte açıkça meydan okuyan ve bölge gücü konumundan karşı politikalar ge- liştiren İran’ı “neoliberal ekonomi politika” ala- nına dahil etmek önemliydi. Bu “yeni politika” ile kapsama alanına alma stratejisinde, Türkiye, “oluşturduğu model” üzerinden atlama tahtası olacak; bölge ülkeleri halklarıyla tarihsel-dinsel çeşitli “ortak noktalar” ise neoliberalizmin böl- geyi tümüyle boğazlaması için kolaylaştırıcı işlev görecek; emperyalistlerin işini kolaylaştıracaktı.

“Neoliberal iktisadi politika”ların belirgin bir özelliği de, dünyanın en ücra köşeleri dahil tüm geri ülkelerin kapitalist pazara dahil edilmişliğini ve böylece sömürü alanı olarak “değerlenmesi”- ni, dini, kültürel, etnik “kimlik”lere “özgürlük” vaadiyle kuşatan bir politik-inançsal ve kültürel manipülasyon eşliğinde yürütülmesiydi. Tüm bu ülkelerin ve toplumsal formasyonların pazara dahil edilmesi, “serbest piyasa ekonomisine ka- tılarak ilerleme ve refaha ulaşma” olanağı olarak propaganda edilirken, bu politikanın sonuçları “piyasa kuralları gereği” gösterilip, yıkıma uğra- yan toplumsal kesimler, en başta da işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri mücadeleden alıkonul- maya çalışıldı. İşbirlikçi uşak yönetimler, “İslam Ülkeleri” hakim sınıflarının çıkarlarını içerecek şekilde kalkınma, refah, huzur, ilerleme, sana- yileşme, ve “ağır sanayi hamleleri” üzerine söy- lemleri yoğunlaştırdılar.

“Neoliberalizm”in Türkiye’deki uygulanma- sında, uzun on yıllar “millilik” ve “sömürücü dış güçler” söylemiyle kitlelerin “geleneksel

hassasiyetleri”ni istismar edip desteğini almaya soyunan “Siyasal İslamcı” politikacılar, Müslü- man kapitalistler”in bu iktisadi ve sosyal sistem içinde etkinlikleri giderek artan failler olarak yer almalarında, hükümet politikaları aracıyla önemli bir rol oynadılar. Kapitalizm ve ulusla- rarası sermaye kurumları Müslüman kitleleri kuşatırken, “Müslüman” kapitalistler ve poli- tikacıları, kapitalizmi bütün ilişki biçimleri ve sistemik karakteriyle kucakladılar! Onlar için önemli olan “politik özgürlük alanlarını genişlet- mek”ten de önde gelecek şekilde, iktisadi güç sahibi olmak ve kapitalizmin bu yeni ekonomi politikalarından alabildiğince yararlanmaktı. Si- yasal baskı ve yasaklar sistemi altında inim inim inleyen kitlelerin siyasal koşulların iyileştirilmesi ve kişi hak ve özgürlükleri yönünde adım atılma- sı talebini karşılar görüntüsü verilerek, adına da askerî vesayetten kurtuluşdenilerek başlatılan merkez”e ve “merkezi idari alan”a yerleşme harekâtı kapsamında, ilkin daha temkinli, ardın- dan zincirlerinden boşanmış halde, ekonomik güce sahip olma, kendi sermayesini oluşturma ve onun desteğinde politik iktidara yerleşikliği ve devlet olarak halka hükmetmeyi kalıcılaştır- mak amaçlı olarak sürdürüldü.

Türkiye, “neoliberal ekonomi politikalar”ın uygulanmasında diğer birçok ülkeden farklı ola- rak, askerî darbe aracıyla daha uygun hale geti- rilmiş olmak gibi bir özgünlük de gösteriyordu. İşçi ve emekçi hareketi etkisizleştirilmiş; kitle örgütleri ve kitlelerin ileri kesimlerinin politik örgütlenmeleri dağıtılmıştı. Bu durum özelleş- tirme, esnek çalışma sisteminin devreye konma- sı, işten atma, düşük ücret ve maaş dayatması, fazla çalıştırma, sosyal hakların törpülenmesi ve süreç içinde ortadan kaldırılması, sendikal ör- gütlenmelerin önüne yüksek oranlı baraj duva- rının çekilmesi vb. gibi “neolibelar” uygulamalar için ortamı hazır hale getirmiş, kapitalistlerin emek gücünü daha ucuza malederek daha fazla kâr sağlamalarının olanakları genişletilmişti.

Türkiye’nin işbirlikçi yöneticileri ve yönetim- leri neoliberal kapitalist-emperyalist politikaları muhafazakâr-İslamist ve sözde demokrat kim- likleriyle birleştirmekte tereddüt etmezlerken, bu açgöz-işbirlikçi ve ivecen tutumlarıyla Orta-

doğu-Afrika bölgesi “Müslümanları”na “model oluşturma”ya girişmekten; Türkiye’yi bölgenin lider ülkesi” ilan ederek, Amerikan emperyalist yöneticilerinin “Ilımlı İslam projesi”ni pratiğe geçirmede “koçbaşı” görevini üstlenmekten de geri durmadılar.

Dünya Bankası’nın eski bürokratlarından Turgut Özal, Evren cuntasının koruyucu kanat- ları altında bu uluslararası emperyalist programı pratiğe geçirmek üzere kolları sıvadı ve uluslara- rası ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye kaynak akta- ran programı “acımasızca” uygulamaya koydu. Bu programın uygulanmasıyla birlikte, bir yan- da Müslüman zenginler”, öte yanda yoksul ve hakları daha fazla kısıtlanmış, yaşam ve çalışma koşulları daha çok kötüleştirilmiş “Müslüman halkkitleleri olmak üzere; burjuva-proleter; zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü. Devlet ve hükümet yönetimindekilerin “Müslüman kim- liği”, bu uygulamalardan zarar gören “Müslüman

işçi ve emekçi”leri beklentilere sürüklüyor ve uy- gulamalar karşısında genel olarak sessiz kalma- larına neden oluyordu. Diğer yandan, “Siyasal İslam” hareketinin çeşitli versiyonları, bu duru- mu da kullanarak, RP hükümetleri döneminden başlayarak ve giderek güçlenen şekilde halk kit- leleri üzerindeki etkilerini artırdılar. “İslami” ya da “seküler” olsun, burjuvazi, bu durumdan faz- lasıyla yararlandı. Dini siyasal-ideolojik etki ve inançlar ‘dizgesi’, Özal sonrası “İslamcı politika- cı”ların ve “Siyasal İslam”cı parti ve hükümetle- rin “neoliberal ekonomi politikalar”ı benimseyip sürdürmelerinde de kitle bağının korunması ve geliştirilmesi için kullanıldı. Özal gibi bir Dünya Bankası “teknokratı”nın Theatcher ve Reagen ile neredeyse birebir aynılık gösteren ekonomi programları uygulamaya geçirmesi, ona, neoli- beral iktisadi politikaların Türkiye’deki ilk ve baş temsilcisi sıfatı kazandırırken, “muhafazakâr dindar” ve Amerikancı kimliği, kendinden son- ra işbaşına gelen ve hemen tümü de kendilerini “Müslüman” ve “Muhafazakâr” olarak tanımla- yan “İslamist politikacı”ların siyasal-kültürel ve politik “kimliği”ni de işaret eden bir “anahtar”dı! İlki de, izleyen sonrakiler de, ama aynı zaman- da “demokrat” olduklarını; ülkeyi “demokratik- leştireceklerini” ileri sürerek kitlelerin karşısına çıktılar. Bu söylemleriyle, sadece baskılardan yılmış emekçi kesimlerinde değil liberal aydın çevreleri üzerinde de önemli bir etki yarattılar. Liberal ‘sol’ aydınlardan devşirilmiş propagan- dacı güruhlar, neoliberal ekonomi politikalarla birlikte hükümet ve partisinin “demokratikleştir- me” ve “refah” propagandasının borazanlığına soyundular. “Neoliberalizm”i, emperyalist ka- pitalizmin “olağandışı” bir hamlesi; “kapitalist- leşememiş, modern kapitalist gelişme sürecini tamamlayamamış çevre ülkelerin sisteme dahil edilmesi”; ve kapitalist gelişmenin ürünü ola- rak ortaya çıkan “düşmanlıkların giderilmesi” girişimi olarak göstermek, “zamanın ruhuile uyumlu “demokrat aydın” tutumu olarak reklam edildi. Başını liberal-neoliberal aydınların çektiği “küreselleşme” reklamcılarına göre, üretimin ve meta dolaşımının uluslararası hareketine engel oluşturacak her türden “ulusal korumacı ön- lem”in kaldırılmasıyla refahın uluslararası dü-

zeyi yükselecek”; gelenek ve geri kültürden bes- lenen bağımlı ülkelerin diktatör yönetimlerinin “demokratlaşmaları”, sermayenin uluslararası bu sözüm ona yeni tür genişleyip-büyümesiyle zorunluluk ilişkisi sonucu” sağlanacaktı! “Ülke- nin demokratikleştirilmesi” ve “refah düzeyinin yükseltilmesi yoluyla halkın yaşam koşullarının iyileştirileceğipropagandası kitle manüpülas- yonu için etkin biçimde geliştirildi. Özal başta olmak üzere, “Siyasal İslamcı” akımın çeşitli ver- siyonlarına yakın duran ve fakat ortak paydaları “İslamcılık” ile –ihtiyaç duyulduğunda– şoven milliyetçilik olan politik yöneticiler, “küresel- leşmeci” uygulamaların Türkiye temsilciliğini üstlenirlerken, tarikat, cemaat kuruluşlarına ve Laik cumhuriyet altında zulme uğramış Müslü- manlar”ın kapitalistleşme, uluslararası sermaye kuruluşları ve dış ülkelerin sermaye çevreleriy- le ilişki kurma; banka ve şirket kurma vb. gibi piyasa işlerinde yer alarak mali-ekonomik güç kazanmalarının yolunu da denebilir ki gerçek anlamda açmış oldular. “Neoliberalizm”in İslam ile daha ileriden buluşmasıydı bu.

Uluslararası mali sermaye kuruluşları ve onların “sivil toplum örgütleri” etiketli siyasal organizasyonlarının başını çektiği “neoliberal demokratikleşme” propagandası; “türban” türü “İslami” politik semboller etrafında yürütülen “Siyasal İslam”cı kampanyaların maddi-mane- vi dayanağı olurken,”neoliberal İslamcılık” son otuz beş yıllık süreçte yaşamın tüm alanlarında güç ve etkisini artırarak hakim ekonomik-sos- yal ve politik-kültürel konum kazandı. Türkiye, Pakistan, Mısır gibi ülkelerde yaşanan askerî darbeler, işçi-emekçi kitleleriyle onların ileri ke- simlerinin örgütleri üzerinde terörist bir etkisiz- leştirme sağlarken; “Siyasal İslam”ın güç ve ola- naklarını artırmak üzere yürüttüğü ikiyüzlü ve sahte “özgürlük mücadelesi”, baskı altına alınan ve hakları yok sayılarak teslim alınmak istenen kitlelerin yanı sıra siyasal zor ve şiddetin hedefi olan ilerici, demokrat, sosyalist kesimlerin yü- rüttükleri hak ve özgürlük mücadelesinden de yararlanarak güç kazanabildi.

“Neoliberalizm”, neoliberal iktisadi politi- kalarla sınırlı ekonomik bir “dönüştürme” ya da daha geniş alanda hakim olma politikası ve

programını aşan uluslararası çok boyutlu bir saldırganlıktı. Onun uluslararası alandaki başa- rısında, “refah düzeyinin yükselmesi ve tabana yayılması” propagandasının önemli bir rol oyna- dığı kuşkusuzdur. Ancak, özellikle hak ve özgür- lük düşmanı yönetimlerin işbaşında olduğu ba- ğımlı ülkelerde neoliberal özgürlükçü siyasal ar- gümanlar”ın gördüğü işlev dikkate alınmaksızın, bu başarının neden ve etkenleri eksik bırakılmış olur. Soroscu “Açık Toplum Vakfı”nın son on yıl- larda dünyanın birçok ülkesinde ve esas olarak da Ortadoğu, Ortaasya, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye’de giriştiği “siyasal özgürlük”çü kam- panyalar; neolibaral teorisyen ve yazarların “özgürlükçü hareketler”e desteği, etnik-ulusal hareketlerin baskıdan özgürleşme mücadelesine “verilen destek” ve dini cemaat ve tarikatların “serbestleşmesi” kampanyalarının bölgesel-u- luslararası yürütülmesi, tekelci burjuvazi ve em- peryalist gericiliğin baskı ve hegemonyası altın- da olan halkların “neoliberal” ekonomik-sosyal saldırılara karşı mücadeleyi kararlı bir biçimde yürütmelerinde tereddüt nedeni olabilmiş; “ra- dikal” ve “ılımlı” “Siyasal İslamcı” parti-grup ve örgütlerin ikiyizlü özgürlükçü propagandayla kitleler içinde desteklerini artırmalarının etken- lerinden biri olmuştur.

  1. AKP İKTİDARI İLE HIZ KAZANAN SÜREÇ

Türkiye pratiği, “neoliberalizm”in en barbar biçim ve yöntemlerle uygulanmasının çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor. İktidar gücü olmaya yükselen “Müslüman Demokrat” par- ti(ler)in sağladıkları devlet olanaklarından da yararlanarak şirketler kurup holdingleşen ve bunu yaparken de neoliberal ekonomi politika- lardan sonuna dek yararlanmaktan kaçınmayan Müslüman İşadamları”, –erkekçi argümanı bu- rada bir yana bırakıyoruz– ekonomik ve sosyal örgütlenmeleriyle politik iktidarın maddi daya- nağını oluşturdular; ve onlardan da güç alarak, siyasal iktidar, halk kitlelerine saldırılarını daha cesaretle yürütebildi. “On yılda yapılandan daha fazla özelleştirmeyi bir yılda yapmak” ile övü- nen Erdoğan’ın en ateşli söylevleri, neoliberalist yağmacılığın örtülmesi riyakârlığını içerir. Onun “Müslüman” ve “milliyetçi” olması ve gerici-şo-

ven bir söylemi sürdürmesi, uluslararası serma- ye kurumlarıyla tekellerin çıkarlarını esas alma- sını ve buna uygun ekonomi politikaları pratiğe geçirmesine engel olmadı. Özelleştirme, esnek

çalıştırma, taşeronlaştırma, ücret ve maaşların düşük tutulması, sağlık sigortası ve sendikal hakların budanması; politik ve sendikal örgüt- lenmeye baskı ve zor; hak arayışındaki emekçi kesimlerin, gençliğin ve kadınların suçlanarak aşağılanmaları vb. gibi biçimler altında gerçek- leşen bu uygulamaların hak ettikleri ölçüde pro- testo ve karşı mücadeleyle yanıtlanmaları ise, Müslüman ve milliyetçi “kimlik ortaklığı” nede- niyle yeterince gerçekleşemedi. Belediyelerden merkezi iktidara dek ülke yönetiminin “İslamcı” olduklarını gizleme gereksinimi duymaksızın dinin ve dini ideolojinin toplum yaşamının tüm alanlarında daha etkin bir unsur olması için poli- tik-sosyal ve kültürel düzenlemelere girişenlerin eline geçmesi, neoliberal ekonomi politikaların daha etkin uygulanmasını kolaylaştırıcı bir işlev görürken, kent yağması, yapı-yol ve inşaat ‹fur- yası‹yla sağlanan rantın yukarıdan aşağıya; an- cak yandaşlık kriteri üzerinden dağıtımıyla, olası tepkilerin önüne geçildi ya da bu tepkiler nötr hale getirildi. “Neoliberal ekonomi politika”nın “ruhu”na aykırı olmayan bu sözüm ona refahı tabana yayma politikası ya da taktiği, “Siyasal İslam”cı ideolojik etki ile birlikte, kitle mücade- lesinin hem yangın söndürücüsü hem de dalga kıranı işlevi gördü.

İktidar olmanın güç ve olanaklarını kullana- rak finansal ve ticari imkânlarını genişleten; ula- şım ve iletişim, yapı-inşaat ve teknoloji alanları ilk sıralarda olmak üzere hemen tüm üretim ve dolaşım alanlarında “kendinden olmayanlar”la rekabet eden ve iktidar sahibi olmanın avantaj- larından bunun için yararlanan “neoliberal İs- lam”cılar için ABD ve AB ülkeleri, “Batı Kulübü” söylemiyle dışlanacak güç değil, artık işbirliği yapılacak; güç ve olanaklarından yararlanılacak ve böylece kâr olanaklarını genişletecek bir “ka- der ortağı”-”dost ve müttefik” idiler! Amerikan ve NATO birliklerine tanınan ek imtiyazlar, Kü- recik’e füze rampalarının yerleştirilmesi, İran’ın tehditle dize getirilmesi için yürütülen ikiyüzlü diplomasi ve işbirlikçilik, Afganistan’a asker gönderilmesi, Irak’ın işgalinin desteklenmesi, Libya’nın vurulmasına ortaklık ve Suriye’nin “Müslüman halkı”nın birbirine düşmanlaştırı- larak ülke ve yönetiminin çökertilmesi yoluyla

yayılma olanağı yakalama politikalarında açıklık kazandığı üzere, kapitalist İslamcılık –ister “radi- kal” isterse “Ilımlı” etiketli olsun–, söylemindeki tüm ikiyüzlülüğe karşın, kapitalist ve “neolibe- ral” kimlikli bir burjuva ideolojisi, ekonomisi ve politikasının “markası” idi. Bunun böyle ol- duğunu, “Siyasal İslam” olarak adlandırılan ve dini ideolojiyi kullanarak etkinlik kurmaya ça- lışan –önemli oranda da kuran– “Muhafazakâr demokrat” etiketli parti ve örgütlerin kapitalist sömürü ve emperyalist yağmanın aracı ve uygu- layıcısı olmalarıyla da açıklık kazandı. “Neolibe- ralizm”in Türkiye acenteliğinde baş ‘aktör’lüğe oynayan Erdoğan’ın, aynı zamanda “Müslüman Dünya’nın lideri” havalarında dolanıyor oluşu, emperyalizm tarafından “masedilmiş İslam”ın işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar açısından anlamı ve işlevini de işaret ediyordu.

Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı, “neoliberal” emperyalist-kapitalist politikaların uygulamasında ittifak eden bütün “İslami” poli- tik parti ve grupların daha fazla “serpilip yeşer- me” dönemi olma özelliği de gösteriyordu. AKP, Gülen Cemaati ve öteki tüm Sünni-Hanefi tarikat- ları başta olmak üzere “İslamcılar”ın hemen tüm tarikat, cemaat, örgüt, vakıf ve diğer kuruluşla- rının “birleşme platformu” idi. Dolaysız şekilde iktidardaydılar ve devlet organlarını/kurumlarını ele geçirip “dönüştürmek”; devlet olanakları- nı kullanarak toplumsal etkinliklerini artırmak, zenginleşmek ve “kamu yaşamı”nda düzenleyici güç olarak günlük hayata yön vermek, başlıca iş- leri oldu. “Müslüman demokrat” örtüsü altında iktidar “nimetleri”nden yararlanarak ve iktidar gücünü kullanarak Anadolu’da “yeşermeye baş- lamış” ve dini ideoloji ile ilişkileri üzerinden ki- mileri tarafından yeşil sermaye olarak adlandı- rılan “kendi” sermaye dayanaklarını büyütmek ve “Cumhuriyet tarihiyle yaşıt klasik kapitalist işletme sahiplerinin devlet olanaklarından yarar- lanarak büyümesi-holdingleşmesi”ne benzer şe- kilde güçlendirmek üzere kolları sıvadılar. “Müs- lümanlık” artık “İslamcı kapitalistler”in daha da büyümesinin; bunun için işçi ve emekçilere karşı baskı ve sömürü politikalarının pervasızca uy- gulanmasının kolaylaştırıcı bir ritüeli olmak gibi bir işlevle yüklüydü. Kapitalist olmadan, hem de

büyük kapitalist olmadan –küçük ve orta işletme ve ticarette zaten önemli pay sahibiydiler– “öz- lemlerine kavuşamayacakları”na iman ederek, sömürü ve yağmanın, banka faizi ve arazi-inşaat rantının ilk sıradan vurguncusu oldular.

MÜSİAD ve TUSKON gibi iri olanları baş- ta olmak üzere, patron örgütlerinde bir araya gelerek yaptırım güçlerini artıran “Müslüman İşadamları” için, asgari ücretle ya da kayıt dışı ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan işçi çalış- tırmak; işçiyi işten atmak, esnek çalıştırmaya tabi tutmak, haklarının baskılanması ve sömü- rü ağının ağırlaştırılması anlamına da gelen taşeron sistemini işletmek “İslam kardeşliği”ne aykırı olmayıp, “serbest piyasa ekonomisi”nin kaçınılmazlıkları kapsamındaydı ve kazanmak için işçiyi sömürüp ezmek dışında bir yol yoktu. Bu o denli “iman edilmiş” bir gerçektir ki, 2015 genel seçimlerinde asgari ücretin yükseltilmesi, emeklilere ikramiye, çalışma koşullarının iyileş- tirilmesi, sağlık sigortası gibi acil ve zorunlu bazı

işçi-emekçi taleplerinin gündeme getirilmesi ve bazı partilerin bu konuda vaadlerde bulunması Tayyip Erdoğan’ı nefrete boğmuş, ve o, kürsü- lerden kapitalist patronlara seslenerek, niçin itiraz etmiyorsunuz?” diye paylamıştı! İşçinin ve yoksulun “hakkı” “Hak getire”ydi! Değil miydi ki, zenginlik-yoksulluk, sahi olup olmama, ya da tok oluş, zulme uğramak ya da zulmet- mek “İlahi İrade”nin kararı ve reva görmesine bağlıydı. Öyleyse “İman edenler kaderlerine rıza göstermeli ve Ahiret›te iyi bir yaşam için dua etmeliydiler”!

“Müslüman” ya da “İslami kimlik”, halk kit- leleriyle ilişkilerin sürdürülmesi açısından bir tutamaç; illüzyonist-gözbağcı işlev görüyordu. Bu “kimlik” bağlantısı üzerinden işsiz-yoksul ve hak yoksunu yığınların çok önemli bir ke- simi; “devleti de ülkeyi de bizimkiler yönetiyor; bizimkiler kazanıyor, bu bizim hakkımız!” man- tığıyla, emek güçlerini sömüren ya da kent yağ- malarıyla, devlet ihaleleri aracıyla zenginleşen ve uluslararası alanda “piyasalara girerek” zen- ginleşip- “Karunlaşan” Müslüman kapitalistle- rin ve “neoliberal İslamist” politikacı ve rantçı yanaşmaların destekçisi olabildiler. Hakları ve özgürlükleri için mücadeleye yönelen halk ke- simlerini desteklemedikleri gibi, yer yer onların karşısında da yer alarak mücadelenin güçten düşürülmesinde rol oynadılar. Recep Erdoğan bu durumdan güç alarak siyasal baskıyı yo- ğunlaştırdı ve bunun da ötesine geçerek yüz- de 50’yi zor tutuyorum” tehditleri savurabildi. Birden fazla seçimde de görüldüğü üzere, bu destek, kendi aleyhlerine politik-ekonomik uy- gulamaların “millet desteği” adına ve riyakarca sürdürülmesinde etkili oldu. İşbirlikçi güçler (büyük sermaye sahipleri ve onların devlet-hü- kümet yöneticileri), işçi ve emekçilerin aldan- maya dayalı “inanç” ve “güveni”ni böylece sağlarken, kır ekonomisinin hızlanan çözülmesi

–ya da yıkımı da denebilir– sonucu kentlerin ke- nar semtlerine yığılan ve çeşitli sosyal-iktisadi ve kültürel sorunlarla (iş, eğitim, barınma ve geçinme vb. gibi) yüz yüze gelen kesimlerin beklentilerini sömürüp istismar ederek onların “sisteme girişleri”ni (neoliberal yağmacı ekono- mi politikaların çarkına alınmalarını) sağlaya-

rak bu desteği artırdılar. Sadece dini figürleri kullanıp dini kurumlaşmayı güçlendirerek (tür- ban serbestisi, yeni camiler inşaası, İmam Ha- tip okullarının yaygınlaştırılarak çoğaltılması, zorunlu din dersleri vb. gibi) değil; büyümekte olan ekonomiden ve “artan refah düzeyi”nden “pay alacakları” propagandasını da inandırıcı kılmak üzere “aile yardımı”, “öğrenci bursu”; “istenilen sağlık kuruluşunda tedavi” türünden uygulamalarla ve belediye ve merkezi yöneti- min olanaklarını kullanarak kendilerini destek- leyenlerin istihdamını artırarak, kitle desteğini genişletmeye çalıştılar.

“Neoliberal İslamcılığın hem ekonomide hem de politik alandaki yükselişi ve yaygın etkiye ulaşmasının, “küreselleşme” adı verilen emperyalist kapitalist dünya sistemiyle göster- diği uyum ve adaptasyona bağlı oluşu; ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin ba- ğımlı ülkeler pazarlarını daha kolay yağmalama politikasıyla uyum anlamına da geliyordu. Bu uyumdan güç alan Özal, Çiller ve Erdoğan Hü- kümetleri, ABD‹nin Genişletilmiş Ortadoğu ve

Kuzey Afrika Projesi”-politikasına aktif destek vererek paylaşım masasına “oturma” ve “üç koyup beş alma” tutumu içinde oldular. Recep

T. Erdoğan’ın yönetiminde en saldırgan biçim- leri alan bu uşaklık ve yayılma politikası en açık ifadesini Suriye’nin düşürülerek Osmanlı yayılmacılığında olduğu türden Şam ve Halep’e sahip olma tutumunda buldu. Arada, ikiyüzlü bir biçimde İsrail ve Amerikan yönetimleriyle “söz düellosu”na girişme gösterileri düzenle- yip, “Arap İslam Alemi”nin desteğini alma ya da Arap halklarını “Müslümanların hakları için savaşan lider ülke Türkiye” safsatasına inandı- rarak petrol ve doğal gaz kaynaklarının yağma- cıları arasında yer almaya çalıştılar. Bölge ül- keleriyle ilişkileri geren, saldırgan ve yayılmacı bu dış politikanın içeriye yansıyan yanı, hak ve özgürlük arayışı ve mücadelesine polis devleti uygulamalarıyla yanıt verme, halkı ve talep- lerini bastırma; ekonomik sosyal alanda hak yoksunluğu ve ağır çalışma ve yaşam koşulla- rını dayatma vb. idi. Siyasal-sosyal ve iktisadi zor ve baskının bu yoğunlaştırılması, “refahın, kalkınmanın, ilerlemenin, büyümenin ve de- mokratik özgürlüklerin genişletilmesinin mille- tin hakkı olduğu” neoliberal propagandasıyla uyumsuzdu. Söylemin pratikle bu uyumsuzluğu ve zıtlığı sonucu olarak bu program inandırıcılı- ğını yitirmeye başladıkça, “neoliberal İslam”ın yükseliş rüzgarı hız kaybetmeye başladı. Son parlamento seçimlerinde ortaya çıkan sonuçla- rın işaret ettiği bu durum, popülist propaganda ve politikaya karşın, özellikle işçi-emekçi hare- ketinde sermaye ve gericilik karşıtı mücadele eğiliminin güçlenmeye başlamasıyla birlikte bu hareketi ve mücadelesini bastırmak ve gelişme- sini önlemek için Recep Erdoğan başta olmak üzere büyük sermayenin “İslamist” renkli siya- sal temsilcileri tarafından “Müslüman Kardeşli- ği; Hepimizin Müslümanlığı” üzerine söylem yeniden yoğunlaştırılarak dini ideolojik etkinlik aracıyla mücadelenin gelişmesinin önü alın- maya; önüne sermayenin çıkarlarının ifadesi olan –ve neoliberalizmin ekonomi politikalarını içeren– gerici siyasal kültürel duvar örülmeye girişildi.

  1. İŞÇİ DİRENİŞLERİ, MUHAFAZAKÂR MİLLİYETÇİLİK, İSLAMİ İDEOLOJİ VE “SİYASAL İSLAMCILAR”

Metal işçilerinin kendilerini “mufafazakar milliyetçi” olarak tanıtmaları ya da bu “kimlikle- ri”yle övünç duyarlarken aynı zamanda “muha- fazakâr ve milliyetçi” sendika patronlarına karşı çıkmaları ve yine otomotiv tekellerinin yerli or- taklarının en azından “Müslüman” olduklarını bile bile onlar ile karşı karşıya gelmeleri, işçi ve emekçilerin etkisinde oldukları/kaldıkları ideo- lojik politik düşüncelerin sınıfın nesnel çıkarları ve somut talepleriyle karşıtlık gösterdiği koşul- larda, sosyal sınıf kaynaklı etken ve istemlerin önünde sonunda baskın çıktığını gösteren aktüel örneklerden biri oldu.

Devlet/hükümet yöneticileri ve üst bürokrasi, patronlar ile işbirlikçi sendika yönetimi, hemen her işçi eylemi karşısında olduğu üzere dini ve milliyetçi ideolojik etki ve önyargılar dahil işçi ve emekçiler için mücadeleden caydırıcı, tereddü- de düşürücü ne kadar gözbağcı ideolojik unsur varsa, tümünü devreye koyarak, işçilerin “mu- hafazakâr milliyetçi kimlikleri”ni, onların eylem- lerinin ve burjuva çıkarlarıyla karşıtlık içindeki taleplerinin karşısına çıkardılar. MAKO Genel Müdürü’nün Ramazan-oruç-namaz birliği” mealindeki çağrıyla işçileri, kendi talepleri için başlattıkları eylemi sonlandırmaya ikna etme girişimi ve ardından, farklı sınıfların farklı çıkar- larına bağlı eylemlerine uygun düşen bir tutum- la direnişçi işçilerin işten atılmasının gündeme gelmesi, örneklerden sadece biri idi. Müslüman kardeşliği” üzerine patron temsilcilerinin yü- rüttükleri propagandanın tekil örneklerle sınırlı olmadığını; tekelci burjuvazinin çıkarlarını tem- sil eden sermaye partileri sözcü ve yöneticileri tarafından devlet/hükümet kademelerinde ve “sivil yaşam alanları”nda sürdürüldüğü; dini söylem ve ritüellerin halk kitleleriyle ilişkilerde bu kesimler tarafından kullanıldığı bilinen bir gerçekliktir. Grevleri yasaklayan hükümetler ve onların partilerinin; işçi eylemleri ve halk di- renişlerine saldıran silahlı devlet güçlerinin ve onların sözüm ona sivil yardımcılarının; eylem- lere girişmemeleri ya da giriştikleri durumlarda da bir an önce sona erdirmeleri çağrısı çıkaran

patronların büyük çoğunluğunun –bunların bir bölümünün yabancı sermaye ve uluslararası te- keller bağlantılı olmaları buradaki tartışmamız yönünden sorunun esasını değiştirmiyor– ve ka- pitalistlerin işçi sınıfı içindeki işbirlikçiliğini sen- dikacılık olarak yapan patron sendikacılarının hemen tümünün, işçiler başta olmak üzere halk kitleleriyle ilişkilerini “Müslüman olma” söylemi eşliğinde kurmaya çalıştıkları, gizli-saklı değildir. Bu ‘karakteristik’ özellik, “Siyasal İslam”ın ka- pitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ‘hemhal oluşu’nun markası haline gelmiştir. İşçi ve emek- çilere biat etmeleri, yönetenlerin; devlet ve hü- kümetin ve “işverenler”in sözünden çıkmamala- rı, sadece “dini vecibe” olarak telkin edilmez; bu yönlendirici ideolojik zehrin yeterince uyuşukluk sağlamadığı durumlarda, polis, jandarma, yasa, idari yetki vb. gibi susturucu zor unsurlarıyla takviye edilir.

“Siyasal İslam”ın –ki siyasal karakter taşı- mayan bir dini ve İslami ideolojiden söz etmek mümkün değildir– ve aslında dini ideolojinin tüm biçim ve türlerinin evren-dünya-toplum ve insan üzerine ya da hakkındaki söylemi, suskunluğu ve boyun eğmeyi salık verir. İnsanın –ve top- lumların– “var”lığa “gelişi”ni ve yaşamını onun kendi iradesinden bağımsız ve iradesine rağmen Ol!”denilerek oluşturulmuş değişmezlik olarak gösterir. “Varlıkların Öz Varlığı” tarafından belir- lenmiş bu “oluş”ta, insanın; dünyasal varlıkların ve evrendeki her şeyin kendi(leri)ne emrolunan dışında herhangi ilişkilere girmeleri, düşünsel-fi- ziksel etkinlikte bulunmaları yaratıcıya şirk koş- ma türünden küfür” ve “bidat” nitelemesiyle reddedilir.

İslami düşünüş ya da daha doğru deyiş- le inanç sistemi, kul”u, “kader”e ve “kaza”ya inanma yükümlülüğüyle zorunlu gösterir ve aklın da bunu onaylamasını ister. Her şey, tüm gelişme(ler); olanlar ve olacak olanların tümüAllah’ın iradesi”nin ürünü ve “istemi”nin so- nuçlarıdır! Buradan çıkarılan ya da varılan so- nuç odur ki, “verilen” ile “yetinmeli”; içinde bulunduğu durum ve koşullara hoşnutsuzluk gösterilmemeli, hayır ile şer’in”; var ile “yok”un varoluşunun nedenlerini araştırarak sapkınlığa düşülmemeli; aksine verili ya da gelmekte olan

eksiksiz bir iman ile karşılanmalıdır! İnsanı-”- kul”u ve eylemlerini yaratanın iradesiyle bağlı tutan bu düşünüş/iman ediş tarzında, insanın kendi iradesiyle hiçbir şeyi yapamayacağı; ak- sine onun “cuz-i iradesi” dahil her şeye “İlahi İrade”nin karar verip hükmettiği görüşü esası oluşturur ve insani iradenin “kötü” kullanışı üzerine “sure”lere işaretle, onların kalplerinin Allah tarafından arıtılmadığı” ileri sürülür ve bunun cezasının da “ahiret”te çekileceği söy- lenir. Bu iman ediş/düşünüş tarzına göre, önce Birleşik Metal İş üyesi metal işçilerinin, ardın- dan Renault başta olmak üzere, Ford, Tofaş, Mako, Türk Traktör vb. gibi işletmelerde işçile- rin, ücretlerinin artırılması ve sosyal haklarının iyileştirilmesi vb. talepleriyle başlattıkları direni- şi, ya “her şeye karar verici ve hükmedici İlahi İrade”nin istemleri doğrultusundaki bir gelişme saymak ya da işçilerin bu eylemleriyle mutlak hakim ve belirleyici iradeye karşı da bir isyana kalkıştıklarını düşünmek gerekir. Bu durumda da üç şey akla gelir: a-) işçilerin ve sadece onla- rın da değil patronlarıyla sendika yöneticileri ve devlet-hükümet güçlerinin birbirleriyle karşıtlık gösteren eylemlerinin İlahi iradenin kararı ve uygun görmesi”yle gerçekleştirildiğine inanmak ve bununla bağlı olarak eylemlerin her türlü so- nucunu “kader böyleymişdenilerek kabullen- mek; b-) iyiden, güzelden, haktan, adeletten yana olduğu”na inanılan bu “irade”yi, “varlığı ve eylemleri” nedeniyle kuşkuyla karşılamak; c-) ve ya işçilerin durup dururken ve göksel bir sesi işiterek” ya da görüp bilmedikleri herhangi bir kaynaktan emrolunan “yapın!” çağrısı ol- maksızın, bizzat kendilerinin, içinde bulundukla- rı koşullarda yaşamlarının giderek kötüleşmekte olduğunu görerek durumlarını değiştirme iste- ğiyle; patronlarıyla iktisadi-sosyal ilişkilerinde kendilerinden yana bir kazanım sağlayarak ça- lışma ve yaşam koşullarını biraz olsun iyileştir- mek üzere; ve en ileri olanlarının önde yürüme- leriyle “sınıfsal” bir tutum içine girdikleri kabul edilecektir. Kuşku götürmeyecek ölçüde gerçek- likle örtüşen odur ki, işçiler, taleplerinin reddi üzerine harekete geçmiş, kendilerine dayatılanı reddederek durumlarını iyileştirme amaçlı bir eyleme girişmişler; içinde bulundukları durumu

görerek, bu durumun bilinciyle ve düşünüp taşı- narak hareket etmişlerdir. Tümüyle insanal bu tutum ve eylemi işçilerin iradeleri dışı saymak; bu durumda, onların kendi eylemlerinin özneleri olmaları gerçekliğine göz kapamak olacaktır ki, bunun inandırıcı olması için hiçbir neden yok- tur. Kendilerini çoğunluk olarak “Müslüman” ve “milliyetçi” olarak adlandırmalarına ve kendileri gibi “milliyetçi-ülkücüve “İslamcı” kapitalist iş- letme sahipleriyle bu aynı ideolojik-teolojik for- masyonlar aracıyla ifade etmelerine karşın; pat- ronlarıyla kavgaya tutuşan işçilerin, söz konusu eylemlere “İlahi İrade” tarafından sürüklendikle- rine dair bir inançları da, en azından bu somut örnek açısından söz konusu değildir.

Bu böyle ise ama, ortaya çıkan işçi direniş- leri, protestoları ve grevleri bağlamında Müslü- man ortak paydası”nın işçi sınıfı ve emekçiler ile, onlara hükmeden burjuva iktidarları ve ka- pitalistlerin “birleştirici formasyonu” olması, en hafifinden söylenirse, kuşku götürür demektir. Hepimizin Müslüman”lığı; hepimizin “birliği”- ni sağlamak bir yana, onu simgelemekte dahi yetersiz ve geçersiz kalmıştır ve kalmaktadır. “Müslüman” patronlarla (Renault-Ford-Tofaş vb. gibi işletmelerin uluslararası sermaye bağlantılı ve Hıristiyan patronlarının olması saklı kalmak üzere) onların “Müslüman” politik temsilcileri ve silahlı devlet korucuları, düşük ücret, kötü çalış- ma ve yaşam koşulları ve sosyal hak yoksunluğu gibi tümü de daha fazla kâr sağlamaya hizmet eden uygulamalara mahkum tutmak istedikleri “Müslüman işçileri”ne karşı siyasal zor ve po- lisiye güç kullanmak dahil her türlü saldırı yön- temini devreye koymaktan kaçınmamaktadırlar. Ortada “Müslüman ortak değerler” söylemiyle bağdaşmayan farklı sınıfsal çıkarlar sorunu var- dır. İşçiler ile kapitalistleri karşı karşıya getirerek birbirleriyle mücadeleye sürükleyen, tam da bu farklı ve uzlaştırılamaz (sömüren-sömürülen) sı- nıfsal çıkarlardır. Bu somut durum ve toplumsal gerçeklik demek ki, “Müslüman evren telakki- si”ni ve onun “bütünsel nizam sağlama” (Murat Erol, Notlar dergisi s. 2, sf. 102) iddiasını bizzat kendi İslam Dünyası”(!) özgülünde ve pratiğin-

de de geçersiz kılmaktadır. Böylesi bir bütün- lük” yoktur ya da ondan ancak tahayyülen söz edilebilir.

GERÇEKLERİN HÜKMÜ; DEĞİŞEN KOŞULLAR VE ‘NEOLİBERAL İSLAMCI’LIĞIN AKŞAM VAKTİ!

Son otuz beş yılın son on üç yılında gerçek- leştirilen ve uygulayıcılarının ifadesiyle “on yılla- ra bedel” saldırıların tümünde, Erdoğan’ın baş temsilcisi olduğu muhafazakâr milliyetçi (Türk şovenisti) ve Müslüman “kimlik” sahibi yönetici kastın imzasının bulunması, “Siyasal İslam”ın onun “radikal-teröristya da “Ilımlı” oluşu bu noktada sorunun esasını değiştirmez– işlevini açık hale getirmiştir. “Neoliberal ekonomi po- litika”yı bütün “acımasızlığı”yla uygulamaya geçirenler “Müslüman kapitalistler” ile onların siyasal temsilcileri; devlet/hükümet yöneticileri olmuşlardır. Kapitalist sömürüyle; kapitalizmin “adaletsizliği”, özgürlüksüzlük ve eşitsizlik üre- ten sistem olmasıyla sorunları yoktur. İktidarları süresince emperyalist ekonomi politikalara ara- cılık ve işbirliği üzerinden özel servet ve serma- yelerini büyütmek, kapitalist vurgundan daha fazla pay kapmak, arazi-arsa-inşaat vurgunu yapmak, devlet ihaleleri aracıyla ve vergi-kredi kolaylıkları üzerinden kendi sermayedarlarını güçlendirmek asıl işleri oldu. Bu ise, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin sisteme bağlı ve yedeklen- miş olmaları durumunda gerçekleştirilebilirdi ve bunu gerçekleştirmek üzere, ideolojik mani- pülasyonların yanı sıra fiziki saldırı ve baskıyı eksik etmediler. En yakın örneğine Metal di- renişlerinde tanık olunduğu üzere de, polis ve Çevik Kuvvetler işçi direnişlerini bastırmak için fabrikalara sokuldu; işçiler “der-dest edilerek” dize getirilmeye çalışıldılar. Direnişçi işçilerin ço- ğunluğunun kendilerini “muhafazakâr milliyetçi ve Müslüman” olarak adlandırmaları, bu saldırı- ların engeli olmadı/değildi ve olmayacak.

Bir kez daha kanıtlanan odur ki, belirleyici olan ideolojik yakınlıklar, aynı etnik kökenden ya da siyasal görüşten olup olmamak değil, mülkiyet ilişkileri; üretim araçları karşısındaki konum ve sınıfsal farklılıklarla bunlara denk dü-

şen çıkarlardır. Kapitalist “piyasa ekonomi(si)”, burjuvazinin tüm öteki temsilcileri için olduğu gibi, “Muhafazakâr demokratİslamcıların da sığındıkları bir “itikat mağarası”dır. Bu “mağa- ra”nın işçi ve emekçiler için, onlar hangi din ve mezhebe “bağlı” olurlarsa olsunlar ya da dini ideolojiyle bağlarının zayıflığı/güçlülüğünden bağımsız olarak ve yine etnik-ulusal kimliklerin- den “azade olarak” kabus yüklü bir alan olduğu; ekonomi ile politika ve ideoloji arasındaki ilişki- ler tarafından tüm kapitalizm tarihi boyunca ta- nıtlanmıştır. “Siyasal İslamcılar”ın “adalet, hak, hukuk, kalkınma, refah ve paylaşım” üzerine söylemle kitleleri yanlarına almaya çalıştıkları; bunu da önemli oranda başarabildikleri doğru- dur, ancak bunun, onların kapitalist piyasa eko- nomisi olarak da ifade edilen kapitalist ekono- mi sistemiyle “karşıtlık”larıyla değil, onu “ihya edip” sürdürmek üzere kolları sıvamalarıyla ilişkisi vardır. “Siyasal İslam”cı pratiğin yeniden kanıtladığı, herhangi toplumsal sınıf ve kesimle- rin birbirleriyle ilişkilerinde bağlayıcı unsur, dini inanç ve etnik köken olmaktan önce ve esas ola- rak hangi sınıftan olunduğu ya da hangi sınıfın yanında durulduğudur. Bundandır ki, emek güç- lerinden başka üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan işçiler, emek güçlerinin “karşılığı” ola- rak ödenen ücretlerinin artırılması ve kendilerini

patronlarla hükümete peşkeş çeken sendika pat- ronlarını defetmek üzere direnişe geçtiklerinde, karşılarında hükümet/devlet gücünü, patronları ve sendika ağalarını “birleşik gerici güç” ola- rak görmüşlerdir. Erdoğan ve AKP’sinin başını çektiği “Siyasal İslam”cı politika ve güçler için bağlayıcı olan esas hareket ettiricinin kapitaliz- min “nimetleri” olduğu, böylece bir kez daha kanıtlanmıştır. İşbirlikçi güçler (büyük sermaye sahipleri ve onların devlet/hükümet yöneticile- ri), “İslamist hükümet” yönetiminde devlet gücü (polis, özel besleme güvenlikçiler, MİT’çiler, ajan provokatörler) ve patronlar (yerli-yabancı) aynı safta yer almış, işçilerin karşısında “sınıf tutu- mu” almış; “sınıf birliği” oluşturmuşlardır.

Öte yandan bütün bu yaşanmışlıklar ve ya- şanmakta olanlar işçi sınıfının saflarında –ve yaşam alanlarını korumaya çalışan halk kesim- leriyle özgürlük ve demokrasiden yana olanların eylemleriyle açığa çıktığı üzere– giderek daha yaygın halk muhalefetine doğru genişleyen bir mücadele istemi ve “birikimi” de yeniden be- lirginlik kazanmaya başlamıştır. Bu birikim ve mücadele isteği, gerici barikatların aşılması için sadece olanakların değil güçlerin de artan şekil- de büyümekte olduğunu gösteriyor.

‘KAPAN’DAN ÇIKARAK KUŞATMAYI YARMAK MÜMKÜNDÜR!

“Neoliberal” salgın, şimdi, denebilir ki, yeni- den bir “kalkışma zamanına hazırlanma” eğili- mine giren işçi hareketi tarafından yumruklan- maya başlanmıştır. Metal direnişleriyle birlikte yeniden görülen, “neoliberal” saldırganlığın uzun on yıllarda yarattığı yıkıma ve onun etki- lerine karşı savunma ve hak alımı girişimlerinin, bu saldırganlığın kumanda merkezinde yer alan “Siyasal İslam”cı iktidar ve güçlere doğru da genişleme potansiyeline sahip olduğudur. “Ha- run idiler Karun oldular! öz sözünde ifadesini bulan bir gelişme ve tepki birikimi nedenli ola- rak onun da darbe yemesi önlenemez hale ge- lecektir. Bu kez direniş seslerinin geldiği yer(ler) in, makineli üretimin teknolojik gelişmelerden en ileri düzeyde yararlanılarak yapıldığı fabrika ve işletmeler olmaları, “muhafazakâr milliyetçi”

ideolojik etki altında olan ya da kendilerini öyle addeden metal işçileri çoğunluğunun, patronla- rına, Türk Metal’in sendika ağalarına ve hükü- met gücünün temsilcilerine (siyasi ve polisiye) karşı hemen her yerde komiteler de kurarak direndikleri eylemler ‘zinciri’nin başka şeylerle birlikte sınıf “kimliği”nin “neye kadir olduğu”- nu dost-düşman herkese yeniden anımsatmış olması, böylesi bir gelişme eğilimini de işaret etmektedir. İşçi hareketindeki gelişmeler, bütün kuşatılmışlığına karşın burjuva “kapanı”ndan çıkaracak; burjuva ideolojik-politik ve kültürel kuşatmayı yaracak sosyal güç açısından, bunun yolunu açacak araç ve yöntemlerin geliştirilmek- te olduğunu gösteriyor.

Modern ve hızlandırılmış üretim biçimleri- nin en yoğun ve sistematik olarak uygulandığı otomotiv, demir-çelik vb. işletme işçilerinin et- kisinde oldukları politik-ideolojik görüşlerin engelleyici karakterine karşın, hakları için –ki bunu doğuran, işçilerin kapitalistlerle doğrudan

üretim sürecindeki ilişkileridir– birlikte direnişe geçmeleri, bu yolun açık olduğu veya açılmakta olduğunu gösteriyor. Fabrika ve işyeri komitele- rinin kurulması ve işletilmesi, işçi inisiyatifinin mücadele içindeki gelişmesinin örnekleri ara- sındadır. Patron sendikasının temsilcilerine ve yöneticilerine çıkarılan reddiye ve bu “mafya sendikası”ndan toplu istifalar, işçilerin hakları için mücadeleye karar verdiklerinde, bunun için eyleme giriştiklerinde, kendi pratikleriyle dost ve düşmanlarını daha iyi görme ve tanıma gibi bir “deneyim”den de geçerek, sınıf düşmanlarına karşı kendi sınıf birliklerini örme yönünde daha kararlı davrandıklarının göstergelerinden biri- dir. Bu mücadelelerden geçerek işçiler –ve işçi sınıfı–, sınıf bilinçli sınıf; kendisiyle birlikte tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadele eden sınıf; sömürü ve baskının her türüne karşı mücadele ederek toplumun tüm ezilenlerinin kurtuluş mü- cadelesine öncülük yapan sınıf konumuna yük- selecektir. İleri, sınıf bilinçli unsurlarının bu mü- cadeledeki kararlılıkları, inisiyatifli çalışmaları;

ileri kesimler ile daha geriden gelenler arasında sağlayacakları –ve mutlaka sağlanması gereken– mücadele birliğini geliştirme tutumları, böylesi durumlarda daha da önemli hale gelmiştir. Kı- sacası, tekelci burjuvazinin, emperyalistlerin ve onların dolaysız/dolaylı sözcüleriyle birlikte yedeklenmiş liberal ve sınıf inkârcısı ideolog- larının daha karamsar olmaları için koşulların daha da olgunlaşmakta olduğu; ve özgürlük, de- mokrasi ve sosyalizm mücadelesinin güç, mevzi ve dayanaklarını artırmasının olanaklarının ise genişlemekte olduğu söylenebilir. Metal direnişi olarak da ifade edilen son işçi eylemlerinin gös- terdiği budur ve bu gelişmeler “neoliberal İslam- cı” parti ve iktidarların kapitalizmi savunma ve emperyalist gericiliğe uşaklık etme politikaları nedenli olarak, işçi ve emekçilerin sadece mü- cadelesine değil, hak ve istemlerine de ördükleri “Müslüman, muhafazakâr milliyetçi” barikatının aşılması için de aynı şekilde olgunlaşan bir deği- şime işaret ediyor.

49

yunanistan almanya’yı kurtarır mı?

Ahmet Cengiz

Temmuz’un ortasında bu satırlar kaleme alındığında, “Yunanistan krizi”yle ilgili belirsiz- likler özü itibarıyla devam etmekteydi. Atina’da muhalefetin de bir kısmının oylarıyla, emperya- list kurumlarca dayatılan ağır tasarruf ve yaptı- rım paketine Meclis’ten onay çıkmasına karşın, ülkenin cari harcamalarını sürdürebilmek için ih- tiyaç duyduğu “köprü finansman” sorunu henüz çözülmemişti. Euro Bölgesi maliye bakanları, bu ihtiyacın karşılanması için Brüksel’den yeni kay- nak aktarmak yerine, Yunanistan Hükümetinin bu yakıcı sorunu borç senedi”yle çözmesini tar- tışırken, Euro Bölgesi üyesi olmayan İngiltere’nin Maliye Bakanı George Osborne, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin katkıları ile oluşturulan Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması’nın (EFSM), Yuna-

Bölgesi’nin devlet başkanı ve başbakanlarının on yedi saatlik müzakere maratonunun ardın- dan, Yunanistan Başbakanı Çipras’ın dayatıl- mış olan ağır koşulları kabul etmesine rağmen, Grexit şıkkı (Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden ayrılması) hâlâ gündemden düşmüş değildi (bu şık, özellikle de Alman Maliye Bakanı’nın ısrarı üzerine, Almanya’nın Euro’ya ilişkin çizgisinin geleceğini ilgilendiren bir iç tartışma boyutları kazanmaktaydı). Dahası, Uluslararası Para Fonu (IMF), sözü edilen zirvenin hemen ardından yap- tığı yeni bir analizde, Yunanistan’ın Avrupalı kreditörlerinin gözden geçirmeye istekli olduğu miktardan ‘çok daha öte’ bir borç hafifletmesine ihtiyaç duyduğunu(yani aslında mevcut şart- larda Yunanistan’ın bu borcu ödeyemeyeceğini)

nistan’a köprü finansman sağlamak için kulla-

nılamayacağını buyurmaktaydı.1 Kısacası, Euro

1 Makale tamamlanmak üzereyken, Avrupa Konseyi Başkan Yardımcısı Valdis Dombrovskis, “Yunanistan’a Pazartesi günü 7,16 milyar Euro kısa dönem finansmanın, Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (EFSM) aracılığıyla sağla- nacağı”nı açıkladı. Kredinin Yunanistan’a 3 ay vade ile verildiğinin ve maksimum 2 taksit halinde ödenebileceği- nin belirtildiği açıklamada, söz konusu krediyle “Yunanis- tan, 3 yıllık yeni kurtarma programının uygulanmasına

başlanıncaya dek IMF ve Avrupa Merkez Bankası’na olan birikmiş borçlarını ödeyecek” ifadeleri yer aldı. Açıklama- da ayrıca, “Euro üyesi olmayan AB ülkelerin fonlarının garanti altında olduğu vurgulanırken”, Yunanistan’ın borcunu şartlara uygun şekilde geri ödememesi duru- munda bu ülkelerin sağladıkları kredilerin iade edileceği belirtildi. Son güvenceyle İngiltere’nin onayının alındığı anlaşılıyor! (Bkz.: http://www.bloomberght.com/haberler/ haber/1813762-yunanistana-7-16-milyar-euro-kopru-finans- man-saglanacak)

belirterek, bir yerde Almanya’nın konseptine ay- kırı bir tutum sergilemişti. Aynı anda ise, ABD Maliye Bakanı “Yunanistan krizi” dolayısıyla, Av- rupa Merkez Bankası ve Alman ve Fransız mev- kidaşlarıyla görüşmek üzere bir Avrupa turuna çıkmıştı…

MEVZU NE?

Olaylar böyle seyrederken, şu soruyu sor- makta fayda var: Ekonomik gücü ve büyüklüğü belli ve AB’nin görece en zayıf ekonomilerinden birisine sahip olduğu aşikar olan bir ülke, nasıl oluyor da, AB gibi “demokrasi, dayanışma ve re- faha” dayalı olduğu iddia edilen bir birlik içinde yılları kapsayan trajik bir sorun haline gelebi- liyor? Ortada hem ekonomik hem de politik bir krizin olduğu gayet açık, ancak bunun yalnızca ve esas olarak da Yunanistan ile sınırlı olduğunu söylemek için, olup bitene özel bir çabayla yü- zeysel bakmak lazım. AB’nin ve özelde de Euro Bölgesi’nin, “Birlik”e mensup bir ülkenin soru- nunu yıllarca şu ya da bu biçimde aşamaması, daha doğrusu aşma amaçlı olduğu söylenen adımlarının sonuç vermemesi, onun dinamizmi ve diriliğinin bir göstergesi olmasa gerek.

Aslen Yunanistan krizi”nde kendini açığa vuran Yunanistan’ın mecalsizliği değildir. Daha ziyade tersi doğrudur; AB ile Euro Bölgesi’nin bünyesel sorunları, aynı zamanda ve en belirgin bir biçimde Yunanistan krizi”nde kendini ortaya koymaktadır. AB ve özelde de Euro Bölgesi’nin temelli sorunlarının Yunanistan’dan ibaret olma- dığı, gelişmeleri az çok izleyen ve İspanya’sından

benzetmesiyle söylenecek olursa, “bölgenin 2.,

3. ve 4. büyük ekonomilerinin yürüyen zombiler durumunda oluşu)2 bir sır değildir şüphesiz.

AB, belirli bir ekonomik çıkar ilişkileri ağı- na ve bunların dolaylı ifadesi olan siyasi den- gelere ve hukuka dayanmakta. AB, emperyalist bir entegrasyon projesidir. Euro Bölgesi ise, bu entegrasyon projesinin en ileri biçimidir. Dola- yısıyla, emperyalist bir entegrasyon projesi ola- rak AB’nin bugünkü dünya koşullarında yüzyüze kaldığı sorunları anlayabilmek için bizzat bu ile- ri biçimine bakmak lazım. “Yunanistan krizi”nin bu bağlamda genellikle “Euro krizi” kavramıyla birlikte anılması, nedenselliği tersyüz etmemek koşuluyla, bütünüyle yanlış değildir. Şöyle de ifade edebiliriz: Gelinen yerde, AB bağlamında çeşitli ekonomik-politik sorunları çözme kabili- yeti ve esnekliği ne denli genişse henüz, en ileri biçimi Euro Bölgesi’nde o denli daralmaktadır.

Anahtar soru şudur: Euro Bölgesi’ni düzenle- yen ve yönlendiren ekonomik ilişkiler, dengeler ve ilkeler, genelde dünya ekonomisinin ve özelde de Avrupa ekonomisinin bugünkü gerçekliğiyle ne denli uyumludur? Almanya’nın Agenda 2010 ve Hartz IV yasalarıyla ün kazanmış eski baş- bakanı Gerhard Schröder’in zamanıyla, “maraz- bir erken doğum olarak tabir ettiği Euro’yu, mevcut şekliyle sürdürülebilir kılan ekonomik ve giderek de politik koşullardaki seyir ne yönde ilerlemiş ve ilerlemektedir? Vurgulamak gerekir ki, Euro ortak para sistemini, mevcut biçim ve bileşimle ayakta kalmasını sağlayan temel eko- nomik denge ve göstergelerde, son büyük eko- nomik krizden bu yana, çok ciddi ağırlaşmalar vuku bulmuştur. Kapitalist dünya ekonomisinin

–ABD dışta tutulursa– krizden bu yana ciddi bir

toparlanmaya girememiş olması, dahası, krizle birlikte akut hale gelen üretim ile tüketim arasın- daki orantısızlığın giderilmek şöyle dursun daha da büyümesi, Euro’nun doğuştan gelen marazla- rını oldukça tehlikeli boyutlara vardırmıştır. Ve ekleyelim ki, bu bakımdan hiçbir şekilde Yunan olmayan bu “drama”nın henüz birinci perdesin- deyiz. Mecazi olarak ifade edersek, Euro ortak

İtalya’sına pek çok ülkenin somut ekonomik du-

rumu hakkında genel bir fikri olan herkes açı- sından (Bloomberg HT’den Cüneyt Başaran’ın

2 Cüneyt Başaran, 25.06.2015: http://www.bloomberght. com/yorum/cuneyt-basaran/1809081-keske-abnin-tek-der- di-yunanistan-olsa

para sisteminin hayatta kalabilmesi için acilen tedaviye ihtiyacı vardır! Tedavi masraflarını şu ya da bu ülkeye yıkarak, ancak, tedavinin sürdü- rülebilirliği bir yere kadar güvence altına alınabi- lir. Ne ki bu, kendi başına, uygulanan tedavinin kendisinin de doğru ve başarılı olduğunun bir güvencesi olarak görülemez!

ALMANYA’NIN ACIMASIZLIĞI MI, AÇMAZI MI?

Başta Almanya olmak üzere, Euro Bölgesi ile- ri gelenlerinin dayattığı tedavinin başarılı olma- dığı ve olamayacağı giderek daha görünür hale gelmektedir. Düşününüz ki, dünya ölçeğinde çeşitli çevrelerin (aralarında Nobel ödüllü eko- nomistler de olmak üzere!) “darbe”, kölelik”, aşağılama”, işgal vb. kelimelerle sıfatlandır- dığı küstahça bir dayatmada bulunuluyor, ilgili ülkenin başbakanı ve ardından meclisi buna bo- yun eğiyor; fakat buna rağmen, yapılan yorum- ların pek çoğunda bu pilavın daha çok su kaldı- racağı söyleniyor. Bu çarpıcı durumla ilgili çok sayıda örnekler verilebilir. Ama biz Almanya’dan sağcı ve neoliberal çevrelerden iki örnekle yeti- nelim. Örneğin Heike Göbel, muhafazakâr FAZ gazetesinin 14 Temmuz 2015 tarihli nüshasında Yunanistan ile Euro Bölgesi liderleri arasında- ki son “anlaşmayla” ilgili şu tespiti yapmakta: Bu anlaşma; birlik sağlayan ve Avrupa’yı ger- çekten ileriye götürecek bir anlaşma değildir. Aynı konuda daha sert bir değerlendirmeyi ise, Financial Times yazarı Wolfgang Münchau’dan okumaktayız: Alacaklı ülkelerin hafta sonundaki icraatları, “demokratik politik birliğe yönelik bir adım olarak para birliği düşüncesini ve böylece de bildiğimiz şekliyle Euro Bölgesi’ni yıkmıştır… Zira onlar, yalnızca Almanya’nın çıkarlarına hiz- met eden ve egemen düzene meydan okuyanla- rın mutlak yoksullukla tehdit edilmesiyle bir ara- da tutulan” Euro Bölgesi’ni, “sabit kurlu toksik bir sistem derekesine düşürdüler.3

Son büyük krize kadar AB’nin (özellikle de Almanya’nın), tabiri caizse, “lüks” bir sorunu vardı: Örneğin AB’nin yeni üyelerle genişlemesi- nin, giderek daha fazla ulusal egemenlik hakkı-

3 Junge Welt, 15.07.2015; Rainer Rupp’un makalesinden

nın “ulus üstü” kurumlara devri suretiyle politik entegrasyonun ilerleyişini sekteye uğratmama- sını sağlamak gibi, derinleşme ile genişleme arasındaki diyalektik ilişkinin sorunlarıyla baş etmek. Büyük kriz ve onun çeşitli tahribatları ise, bir taraftan derinleşme adımlarına özel bir acillik kazandırmış, öte taraftan ama genişleme- nin derinleşme etaplarına doğası gereği getirdiği bariyerleri olağanüstü büyütmüştür. Bu açmaz, krizin AB’nin yapısal sorunlarına yaptığı etkileri- nin bir ifadesiyken, meselenin diğer boyutunda ise, krizin, kapitalist ülkelerin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi yasasına yaptığı etkiler bulunmakta- dır. Kriz dönemleri, bu müessir yasanın adeta önünü açarak, ona ayrı bir dinamizm katar. Bazı ülkelerin daha hızlı gelişmesini sağlarken, bazı- larının da daha hızlı gerilemesine neden olur. Bugünkü dünya ekonomisinde apaçık gözlemle- nebilen bu süreç, karşılıklı ilişki ve dengeleri, AB gibi belirli bir bağlayıcı korelasyonu bulunan ya- pılarda cereyan eden kapitalist ülkeler bakımın- dan genelde olduğundan ya daha yıkıcı (Fran- sa-İtalya örneği)4 ya da daha yapıcı (Almanya

4 Başaran, Fransa ve İtalya ile ilgili şu verileri aktarıyor adı

örneği) yaşanır. Bu gerçeklik ise, ister istemez, emperyalist bir proje olarak AB’nin temel bir açmazını –hukuki eşitliğin ekonomik eşitsizliği kamufle etmekten öteye gidememesi nedeniyle, geride kalanların ekonomide yitirdikleri mevzi- leri hukuki (yapısal) değişikliklerle telafi etmesi ve karşıtı eğilimler– giderek idare edilemez kılar. İşte bugün AB bünyesindeki her bir emperyalist devlet kendi çıkarlarını, Avrupa bağlamında, bu somut koşullar ve açmazlar içinde hakim kılma- ya çalışmaktadır.

Bu koşullar ve açmazın kendini Yunanistan krizi”nde nasıl dışa vurduğunu kısaca Almanya ve Fransa’nın tutumu üzerinden somutlaştıra- lım. Bill Clinton’un eski danışmanlarından ünlü ekonomist Stiglitz, bu makalenin kaleme alındığı günlerde, bir panelde, Yunanistan’a verilen kre- dilerin “en azından yüzde 90’nın alacaklı ülkele- rin finans şirketlerine geri aktığını”, “en başta da Almanya ve Fransa’daki bankalaraverildiğini ve “Yunanistan değil, bankaların kurtarıldığı”nı açıklamaktaydı. Bu olgu, Almanya ve Fransa’nın; değişiminin gerekliliği pratik bir zaruret haline gelmiş Euro Bölgesi’nin geleceğinin nasıl yapı- landırılacağı ve bu çerçevede nasıl bir politika izleneceği konusundaki derin görüş ayrılıklarına rağmen, neden “Yunanistan krizi” konusunda ta- yin edici bir noktaya kadar birlik sergilediklerini gayet net açıklamaktadır. Tersinden söyleyecek olursak, Fransa ve Almanya’nın son “cezalandır- ma örneğindeki birliktelikleri, Euro Bölgesi’n-

geçen makalesinde: “Her iki ülkenin de durumu vahim. Gırtlağa kadar borç var. İtalya’nın kamu borcu Yunanis- tan’ın yüzde 170’ler seviyesindeki borç/GSMH oranına yaklaşmış vaziyette. Fransa’da da özel sektör inanılmaz borçlu.

Peki bu ülkeler bu borcu çevirebilecek şekilde ‘büyüme sergileyebiliyorlar ?’

İtalyan ekonomisinin son 10 yılda ortalama büyümesi ‘0’. Yazı ile sıfır. Krizin başlamasından önce, yani 2007’den bugüne kadar ise İtalyan ekonomisi yüzde 10 küçülmüş vaziyette.

Fransa’da da durum benzer. Son yılda ortalama büyüme yüzde 0.90. Son 7 yıldır ise Fransa ekonomisi dolar bazın- da yüzde 5 oranında küçülmüş vaziyette. Kısaca, Fran- sa’nın son 7 yılda borcu dolar bazında yüzde 30 artarken ekonomisi yine dolar bazında yüzde 5 küçülmüş. İtalya’nın aynı dönemde borcu aynı kalmış ama ekonomisi yüzde 10 daralmış.

deki çelişkileri aşma dolayısıyla bu eksenin ciddi bir sınavla yüzyüze bulunduğunun görülmesini engellememelidir.

Nitekim bu süreci yakından takip edenler bunu açıktan belirtiyorlar da. Örneğin Jacques Delors Enstitütüsü’nün direktörü ve Berlin’deki Hertie School of Governance’de profesör olan Henrik Enderlein bunlardan biridir: “Geçtiğimiz hafta sonu [Yunanistan’a bilinen ağır koşulların kararlaştırıldığı hafta sonu kastediliyor – A.C.], Almanya ve Fransa’nın, kur birliğinin hangi yönde gelişmesi gerektiği konusunda tamamen farklı tasavvurlara sahip olduklarını ortaya koy- muştur… Mevcut yapısıyla kur birliği uzun vade- de yaşayabilecek durumda değildir.” (15.07.2015 tarihli Spiegel-Online’de Stefan Kaiser’in maka- lesinden).

Fransa Devlet Başkanı François Hollande ise, müzakere maratonunun hemen ertesi günü, “14 Temmuz Ulusal Günü” kutlamaları nedeniyle televizyonların ortak yayınında halka yaptığı ko- nuşmada, “Yunanistan krizi”nden Euro Bölgesi için çıkartılması gereken dersleri sıraladı: Birinci etapta, Almanya ile anlaşarak, Euro Bölgesi’nin ekonomik-politik içiçeliği daha da ilerletilmeli, nam-ı diğer bir ekonomi hükümeti kurulmalı. İkinci etapta, ülkeler, özellikle kamusal yatırım- ları finanse edecek ortak bir bütçe oluşturmalı.

Ve üçüncüsü, aynı zamanda bir “Euro Bölgesi parlamentosu” kurulmalı (“Daha fazla demokra- si yaratmalıyız”!).1

Belirtelim ki, bu dersler yeni çıkartılmamış- tır. Fransa bir süreden beri bu tür önerilerde bulunmaktaydı zaten. Dolayısıyla, Hollande “Yu- nanistan dersi”ne işaret ederek, aslında Alman- ya’nın çıkartmasını istediği dersi ifade ediyor. Yani: Euro Bölgesi bu şekliyle yürümez. Ben de mevcut düzenleme ve şartlarından zarar görü- yorum. Ekonomik üstünlüğünü, demokrasiyle sı- nırlamak lazım. Madem ortağız, madem ilkemiz dayanışmadır, salt tasarruf politikasıyla olmaz bu, birliğimizin sana sağladığı kaynakları bizim- le de paylaşmalısın!

“BERLİN BULDOZERİ” NE YAPACAK?

ABD’nin önde gelen dergilerinden Foreign Policy’den Philippe Legrain, “Berlin buldozeri ve Atina’nın yağmalanması” başlıklı makalesinde, şu soruyu soruyordu: “Avrupa’nın baş kreditö- rü; demokrasi ve ulusal egemenlik gibi değerler üzerinde tepindi ve kendi dümen suyunda vasal bir devlet yarattı. Bir sonraki ülke hangisi ola- cak?” Legrain’e göre, “ekonomik olarak yardıma muhtaç ve demokratik utanç kalıntısı haline” ge- len Euro Bölgesi, kendini, kabusa dönüşen bir açmaz biçiminde gösteren bir kapana kıstırıldı”. Bu kapanda, bir taraftan korku, onun kurban- larının ayrılmasını engellerken”, diğer taraftanAlman gücünü dizginleyip yerine Avrupa Mer- kez Bankası’nı geçirecek ortak kurumların yara- tılması” önlenmektedir. “Bu, Avrupa rüyası için çok fazla.2

  1. http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1813162-hol- lande-euro-bolgesi-parlamentosu-kurulmali

  2. http://foreignpolicy.com/2015/07/13/the-berlin-bulldo- zer-and-the-sack-of-athens-greece-eurozone/?utm_sour-

Bilindiği gibi, Alman emperyalizmi son bü- yük krizden görece güçlenerek çıktı. Artan gücü, AB’deki ortakları üzerinde daha bugünden ağır bir baskı oluşturuyor. Ve geçen her gün, kendi- siyle ilgili beslenen kaygıları artıran bir seyirde ilerliyor. Margaret Thatcher’in Almanya’nın bir- leşmesini izleyen yıllarda dile getirdiği kaygı (“Siz Almanlar, Almanya’yı Avrupa’ya değil, Av- rupa’nın kalan kısmını Almanya’ya bağlamak istiyorsunuz.”), pratik bir gerçekliğe dönüşüyor. İleri kapitalist ülkelerin yazarları ve ekonomistle- rince, çift anlamlı “Almanya geçmişini unutma hatırlatmaları daha sık dile getiriliyor. ABD ve Al- man ekonomistleri arasında Almanya’nın ekono- mi politikasıyla ilgili sert polemikler yapılıyor…

Gidişata ilişkin örnekler çoğaltılabilir. Fakat, AB içinde oluşmuş bulunan ve giderek büyüyen orantısızlık ve dengesizliklerden kaynaklı riskle- rin artık idare edilerek, ötelenerek denetleneme- yeceği, Almanya’nın bir şekilde AB ve özellikle de Euro Bölgesi politikalarını yenilemesi gerekti- ği, bu gidişattan da anlaşılacağı üzere, pratik ve ertelenemez bir sorun haline gelmiş bulunuyor.

Bugün Almanya, Avrupa’nın diğer ülkelerine kendi politikasını, AB ve Euro Bölgesi üzerinden dayatır durumda. Ancak, ona bu gücü sağlayan bu mevziinin kendisi bu dayatmalara ne kadar dayanır? Öte yandan Almanya, sahip olduğu mevzilerden büyük tavizler vermeksizin ve AB konusunda iç politikada büyük sarsıntılar ya- şamaksızın mevcut politikasını yenileyebilecek mi? Bunları önümüzdeki süreçte göreceğiz…

Hiç şüphesiz Yunan draması”nın yazarı Al- manya’dır; bununla birlikte, son perdesinin de Atina’da inmeyeceğinden emin olunabilir.

ce=Sailthru&utm_medium=email&utm_term=*Editors%20 Picks&utm_campaign=2015_EditorsPicks_Swiss_Jul8

35

yunanistan’ın borcu: uluslararası çıkar çatışması değil sınıf çatışması

Murat Birdal

Geçtiğimiz ay Yunanistan’da yaşanan geliş- meler ekonomi ve siyaset gündemine damgasını vurdu. Önce,Tsipras’ın masadan kalkıp öneri- len anlaşmayı referanduma götürmesi. Sonra- sında ise, sandıktan çıkan güçlü bir “hayır” ile tekrar masaya oturan Tsipras’ın bu kez daha büyük bir taviz ile masadan ayrılması. Hemen referandumun ardından Varoufakis ile başlayan kabinedeki Troyka’ya muhalif isimlerin tasfiyesi ve Yunanistan halkının uluslararası sermayenin dayatmalarına karşı en güçlü duruşu sergilediği bir dönemde hükümetin tümüyle Troyka’nın bo- yunduruğu altına girmek dışında bir çıkış yolu yaratamaması. Elbette henüz her şey bitmiş değil. Troyka tarafından dayatılan programın orta-uzun vadede daha büyük toplumsal çalkan- tılara yol açmadan sürdürülmesi de mümkün gö- zükmüyor. Diğer yandan Avrupa “borç krizi”nin geldiği aşamada sermaye çevrelerinin önemli bir mevzii kazandığı, bu yolla muhalif hareketlerin güç kazandığı diğer ülkelerin halklarına gözdağı verilmek istendiği de bir gerçek.Bu yazıda, kısa- ca Yunanistan krizinin dinamiklerini ve sonra-

sındaki “istikrar” arayışlarının ardındaki sınıfsal öncelikleri değerlendireceğiz, sonrasında ise bu sürecin muhtemel sonuçlarını tartışacağız.

Yunanistan ekonomisi hiçbir dönemde sana- yinin ağırlıklı yer tuttuğu bir ekonomi olmadı. Ülkenin Avro bölgesine dahil olduğu 2001yılı sonrasında büyük yabancı fon girişleri ile yüz- de 4.2 gibi hızlı bir büyüme hızı tutturulurken, büyüyen iç talebe karşılık güçlü para birimi nedeniyle Yunanistan ekonomisinin dış rekabet gücü geriledi. Cari açık sert bir şekilde yükseldi ve 2008 yılında GSYH’nın yüzde 15’ine dayandı. Ortaya, turizm ve deniz taşımacılığı ile ayakta kalmaya çalışan ve büyük ölçüde “sıcak para” girişleriyle fonlanan bir ekonomik yapı çıktı. GS- YH’nın içerisinde sektörlerin payına baktığımız- da hizmetler sektörünün payının yüzde 80.5 gibi oldukça yüksek bir düzeyde olduğu göze çar- pıyor. Buna karşılık sanayinin ve tarımın GSYH içindeki payı ise sırasıyla yüzde 16 ve yüzde 3.5 dolayında. Turizmin GSYH içerisindeki payı ise yüzde 17 ile bu ölçekteki bir ekonomi için olduk- ça yüksek bir seviyede.

Yunanistan önemli bir laboratuvardı ve arayış hiçbir

zaman Yunanistan ekonomisini ayağa kaldırmak olmadı. Aksine, amaçlanan,

diğer borçlu ülkelerin halklarının buradan bir ders çıkarmasını sağlamaktı.

Bu denli yabancı sermaye girişlerine bağımlı bir ekonomik yapının 2008 Krizi’nden böyle- sine sert bir şekilde etkilenmesi de elbette şaşırtıcı değildi. Kü- resel ekonomi daralırken, bir yandan sermaye girişlerinin yön değiştirmesi, diğer yandan ise turizm harcamalarının ve deniz taşımacılığının sert bir şekilde daralması, hali hazırda boğazına kadar borca saplan- mış bir ekonominin çevrilme- sini imkânsızlaştırdı. Ekonomi

küçülürken kamu harcamalarının finansmanı daha da zorlaştı. 2006 yılından 2010 yılına ka- dar geçen dört yıllık süre içinde GSYH’nın yüzde 5.2’si seviyesinde olan bütçe açığı yüzde 15.7’ye, kamu borç stoğunun payı ise yüzde 100’den yüz- de 130’a tırmandı. Burada, çoğu kez kamu ke- siminin büyüklüğü nedeniyle sermaye çevreleri tarafından fazlasıyla eleştirilen Yunanistan ile ilgili bir yanlış algıya da dikkat çekmekte fayda var. Zira 2013 yılı itibariyle Yunanistan, yüzde 17.1 ile, Avusturya, Almanya ve İspanya’nın ardından AB ülkeleri içinde kamunun toplam istihdam içerisindeki payının en düşük olduğu dört ülke içerisinde yer almakta. Elbette kriz sonrasında özel sektörde istihdamın çok sert bir şekilde da- raldığı da gözden kaçırılmamalı.

2009 yılının sonlarında Yunanistan’ın borç ödemelerini gerçekleştiremeyeceğinin anlaşıl- ması, daha sonraları Avro bölgesi borç krizi ola- rak adlandırılan sürecin de başlangıcı oldu. AB, AMB ve IMF’nin oluşturduğu Troyka tarafından dayatılan kemer sıkma tedbirleri çerçevesinde Yunanistan ekonomisinin uluslararası sermaye- nin tercihleri yönünde yeniden yapılandırılma- sı ve borç servisinin aksamadan yürütülmesi amaçlandı. İşin en başından beri kreditörler Yu- nanistan krizine tekil bir kriz olarak yaklaşmadı. BIS (Bank of International Settlements) verilerine göre, 2010 yılında Fransız bankalarının elindeki sorunlu ülkelere ait finansal varlıkların toplamı 465 milyar Avro’yu bulurken, Almanya’da ise bu

bir kısmını oluşturmaktaydı. Bu nedenle, burada işlerin raydan çıkması, İspanya, Portekiz, İtalya başta olmak üzere diğer borçlu ülkelerin borcunu ödemekte ayak diremesine, dahası sermayenin dayattığı kemer sıkma politika- larına muhalif politik çizginin ağırlık kazanmasına yol açabilir- di. Bu açıdan Yunanistan önemli bir laboratuvardı ve arayış hiçbir zaman Yunanistan ekonomisini ayağa kaldırmak olmadı. Aksine, amaçlanan, diğer borçlu ülkelerin

halklarının buradan bir ders çıkarmasını sağla- maktı.

Daha 2010 yılında Troyka programının Yu- nanistan’ın sorunlarını çözemeyeceği ortadaydı. GSYH’nın yüzde 16’sına varan mali uyum dayat- malarına karşılık, IMF yetkilileri, yüzde 5 gibi bir daralma sonrasında, 2013 yılından itibaren Yu- nan ekonomisini toparlanacağını öngörüsünde bulunurken, aslında buna kendileri dahi inanmı- yordu. “Kurtarma paketi”nin görüşüldüğü IMF yönetim kurulu toplantısında, Arjantin, Brezilya, İran, Çin, Hindistan gibi ülkelerin temsilcileri bu konudaki şüphelerini açıkça vurgulamışlar, Yu- nan ekonomisinin sert bir şekilde daralmasıyla birlikte kamu dengesinin daha da bozulacağının altını çizmişlerdi. Beklendiği gibi de oldu. 2010 yılından bu yana kemer sıkma tedbirleri kap- samında kamu istihdamı yüzde 30 daraltıldı, ücretler yüzde 37, emeklilik ödemeleri yüzde 48 düşürülürken, tüketim harcamaları yüzde 33 azaldı.

Talepteki sert gerilemeye paralel olarak Yu- nan ekonomisi yüzde 25 daraldı, işsizlik yüzde 25’in üzerine tırmanırken, genç işsizliği yüzde 60’ları buldu. Aynı dönemde borç/GSYH ora- da yüzde 35 arttı, yüzde 180’lere ulaştı. Bir ülkeyi iflasa sürüklemek için ne yapılması ge- rekiyorsa, Troyka da onu yaptı. Dünya ekono- misinin krizden çıkmak, deflasyonist eğilimin üstesinden gelmek için genişlemeci politikalara yöneldiği bir dönemde, istikrar tedbirleri altında

miktar, 493 milyar civarındaydı. Yunanistan’ın yükümlülükleri ise bu varlıkların sadece ufak

istikrarsızlığı derinleştirdi, ekonomiyi çökerte- rek kamu dengesini daha da bozdu. Bugün de,

28 Murat Birdal

ekonominin hızla daraldığı bir ortamda, faiz dışı fazlanın aşamalı olarak arttırılarak, 2018 yılın- da yüzde 3.5 düzeyinde bir fazla hedeflenmesi, çöküşü hızlandırmaktan başka bir anlam taşımı- yor. Dolayısıyla sadece iktisadi bir perspektiften bakıldığında,Troyka’nın ısrarını anlamlandırmak mümkün değil. Stiglitz, Krugman, Sen gibi Nobel ödüllü iktisatçıların eleştirileri de bu noktada ortaklaşıyor. Mesele daha ziyade ideolojik, en başından bu yana.

Bugüne değin Yunanistan’a dönük iki “kur- tarma paketi” açıklandı. Mayıs 2010-Haziran 2013 tarihleri arasında süren ilk paket gereğince, IMF’den 30 milyar Avro ve AB devletlerinden 80 milyar Avro verildi. İkinci paket ise 2012 yılın- da açıklandı ve karşılığında IMF’den 19.8 milyar Avro, Avrupa Finansal İstikrar Fonu’ndan (daha sonra Avrupa İstikrar Mekanizması’na dönüştü)

144.7 milyar Avro içeriyordu. Bu fonların tümü kullanılmadı.

Troyka’nın Yunanistan’a verdiği şeklinde algı- lanan toplamı 252 milyar Avro’yu bulan paranın yüzde 90’a varan bölümü, tahvillerin geri alımı, borcun servisi ve Yunan bankalarının sermaye yapısının güçlendirilmesi için kullanıldı. Böylece, Yunanistan’ın borç yükü özel kuruluşların üstün- den alınarak “kamusallaştırıldı”. Bu miktarın sa- dece 27 milyar Avro civarında bir bölümü kamu harcamalarının finansmanına gitti. 2013 yılından beri ise kamu dengesi faiz dışı fazla vermekte olduğundan, kamuya ilave kaynak aktarımı söz konusu olmadı. Yani, “kurtarma paketi” aslına bakılırsa, Yunanistan’ı değil, başta Fransız ve Al- man bankaları olmak üzere kreditörleri kurtar- mayı amaçlıyordu. Hatırlanacağı gibi, o dönem- de IMF başkanlığını sürdüren Strauss-Kahn’ın adı Fransız devlet başkanı adaylığı için geçmek- teydi. Kahn, gelecek planlarını da düşünerek, Avrupa dışından üyelerin itirazlarına rağmen Yunanistan’ın kotasının 32 katını bulan kaynak aktarımıyla, Yunan tahvillerini elinde bulundu- ran Fransız bankalarını büyük bir krizden çekti, çıkardı. Merkel’in verdiği destek kararı da, aynı şekilde, Alman bankalarının çıkarlarını gözete- rek alınmıştı.

Bugün Yunanistan’ın toplam borç stoğunun

yüzde 78’i Troyka’ya ait durumda. Bu nedenle de borcun büyük bölümünün piyasalarda fazla bir dalgalanma yaratmaksızın azaltılarak yeni- den yapılandırılması mümkün. Ne var ki, amaç Yunanistan ekonomisini toparlamak değil. Daha ziyade, diğer borçlu Avrupa ülkelerine bu ko- nuda tavizsiz olunacağı yönünde sert bir mesaj iletmek. Özellikle Aralık ayında seçimlere gide- cek İspanya’da Podemos’un muhtemel bir seçim zaferiyle kemer sıkma politikalarına muhalif cephenin genişlemesini önlemek. Son süreçte Yunan halkının artan yoksulluğuyla İspanyolla- rın gözünü korkutmak, alternatif çıkış yolları- nın olmadığını göstermek. AB’nin referandum öncesi Yunan bankalarına verdiği acil likidite desteğini arttırmayarak bankaları kapanmaya zorlaması, sadece Yunanistan halkına geri adım attırmak için değil, aynı zamanda diğer borçlu ülkelere de gözdağı vermek amacıyla uygulanan bir taktik idi. Dünyanın dört bir yanında, ATM önünde biriken insanlara dair görüntüler ve ya- şanan zorluklara dair hikayeler gündemin en üst sıralarına taşıdı.

Herşeye rağmen referandum sonuçları ile yeni bir hamle yapabilirdi Tsipras. O ise, ban- kaların kapanmasına dahi pabuç bırakmaya- rak,Troyka’nın dayatmaları karşısında kararlı bir duruş sergileyen halkını yarı yolda bırakmayı tercih etti. Diğer borçlu ülkelerdeki siyasi kon- jonktür de düşünüldüğünde, Tsipras Hüküme- ti’nin Troyka’ya boyun eğmesi, önemli bir mevzi kazandırdı AB’ye.

Tspiras’ın muhatabına geri adım attırabilme- si için elinde güvenilir bir tehdit mekanizması olması gerekiyordu.Troyka, Yunan borç yükünün önemli bir kısmını devralarak, özel sektörün Yu-

nanistan sorununa dönük kırılganlığını büyük ölçüde sınırlandırmıştı. Bu sebeple, borç ödeme- lerinin durmasına piyasaların tepkisi beklendiği kadar sert olmadı. Dolayısıyla da, Yunanistan’ın elinden bir silah alınmış oldu. İkincisi, SYRI- ZA’nın işin en başından beri Avro Bölgesi dışında bir çıkış stratejisi geliştirmemiş olması, pazarlık masasından ne kadar hiddetle kalkarsa kalsın, eninde sonunda masaya dönmesini gerektiriyor- du. Her ne olursa olsun Avro’da kalacağız tavrı ile pazarlık yapabilmesi mümkün değildi, olma- dı da. Özel sektör borcunu “kamusallaştırarak” risklerini sınırlandıran, Yunanistan’ın Avro’dan çıkışına dönük planları ve muhtemel maliye- tine dair analizleri kamuoyunda dolaştırmaya başlayan AB yetkilileri,“biz sonuçlarına hazırız” mesajı vermekteydi. Tsipras ise, en güçlü anında dahi, çıkışın AB tarafından göze alınamayacağını vurgulamakla yetindi. Kendilerinin neleri göze alabileceğine dair en ufak bir açıklamada bulun- mayarak,“B planı” olmayan bir lider görüntüsü çizdi. Bu da, masada elini zayıflattı. Sonradan Varoufakis’in de belirttiği gibi, yerli para birimi- ne geçiş üzerine geçtiğimiz aylarda bazı konuş- malar yapılmış, hatta piyasaya sürülecek yerli paranın tasarımı dahi gerçekleştirilmişti. Ama acil durum halinde bu paranın basılması için ya- pılması gereken görevlendirmeler hiçbir zaman yapılmamıştı.

Oysa ki, referandum sonrası Tsipras’ın elin- deki tek seçenek Avro’dan çıkış alternatifi ile masaya oturmaktı. Elbette, bu süreç, Yunanistan halkı için kısa vadede daha büyük sıkıntılar an- lamına gelmekteydi. Ama pek çok iktisatçının da kabul ettiği gibi,bu yönde bir hamle, kaçınılmaz olanı daha fazla ertelememek anlamına geleceği gibi, ülke ekonomisini yeniden yapılandırmanın yollarını da aralayabilirdi. Dahası, böylesi bir

alternatifin ortaya çıkması, diğer borçlu ülkeler- de de benzer arayışları gündeme getirebileceği kaygısıyla, AB’yi geri adım atmaya zorlayabilir- di. Tsipras, hükümetini korumak adına, bu riski almaktan kaçındı ve öncüllerinin sürüklendiği yola gönülsüz de olsa adım attı. Peki ya bundan sonrası?

Öncelikle, AB’nin hegemonik gücü olarak günden güne sivrilen Almanya’nın ve uluslar arası sermeyenin kısa vadeli de olsa bir siyasi zaferinden bahsetmek mümkün. Piyasa ile uz- laşmacı ve söylemlerine rağmen baştan bu yana SYRIZA hükümeti sermayenin yeni Avrupa tasa- rımının önünde bir engel olarak algılanmaktaydı sermaye çevreleri tarafından. Mevcut plan uygu- lamaya konduğu takdirde SYRIZA’nın parti ola- rak önümüzdeki dönemde varlığını sürdürmesi pek muhtemel gözükmediği gibi, borç pazarlığı dışında bir çıkış yolu üretemeyen “sol” hükümet profili diğer borçlu ülkelerde sermayenin hege- monyasının yeniden üretilmesine kuşkusuz kat- sunacaktır.

Buna karşılık dayatılan anlaşmanın ekono- mik boyutuna baktığımızda başarısızlığı şimdi- den apaçık ortada. Bugün IMF dahi hedeflerin gerçekçi olmadığını, borçların bir bölümü silin- meden ve yeniden yapılandırılmadan bu planın işlemesinin mümkün olmadığını görüyor. Bu nedenle, hiç kuşku yok ki, sermayenin yeni Av- rupa projesi daha büyük sosyal patlamalara yol açacaktır. Burada sosyalistlere düşen görev, sa- dece Avro’dan çıkışı değil, üretime ve istihdama ağırlık veren yeni bir ekonomik modeli, sadece Almanya hegemonyasını değil,sermayenin hege- monyasını tartışmaya açacak bir alternatifi halk- ların önüne sunmaktır. Mevcut sistem içerisinde çıkış yollarını birbiri ardına tüketen Yunanistan halkı bugün böylesi bir yönelime dün olduğun- dan çok daha açıktır. Aksi takdirde, Avrupa’da sosyalistlerin dolduramadığı boşluk faşizmin üstünde kolayca yükselebileceği bir toplumsal tabanın ortaya çıkışına yol açacaktır.

30

referandum; ab ve yunanistan’da sınıf mücadelesi

 

İhsan Çaralan

Yunanistan halkı yaşadığı ekonomik dar bo- ğazın ardından kreditörlerin nakit akışını yeni- den sağlaması şartıyla öne sürdüğü dayatmaları yapılan referandumda reddetti!

Ajansların 5 Temmuz 2015 gece yarısına doğ- ru geçtiği, günün, hatta AB ile ilgili uzun yılların en önemli haberin özeti buydu.

Referandumda, 25 yaşın altında olanların yüzde 85’i, 35 yaşının altında olanların yüzde 78’i, öğrencilerin yüzde 85’i, işsizlerin yüzde 73’ü, kadınların yüzde 62’si, ekonomik sıkıntı çekenlerin yüzde 63’ü, hayır oyu kullandı.

Yunanistan halkı, AB ve IMF’ye boyun eğe-

önünde diz çökmeye hazırlandığını kabul etmek istemediği için, Varufakis’in istifası genellikle bir “taktik” olarak değerlendirildi.

SYRİZA Hükümeti, referandumdan sonra Troyka’ya yeni bir ödeme planı sundu, ama 11 Temmuz’da toplanan AB ülkelerinin Maliye Ba- kanları Yunanistan’ın bu önerisin reddetti ve Çarşamba’ya kadar yeni bir öneri sunmasını is- tedi. Ama bir gün sonra, AB liderleri toplantısın- da “Yunanistan Hükümetiyle anlaştık” açıklama- sı geldi. Anlaşma, iki gün sonra, çarşamba günü Yunanistan Meclisi’nde büyük bir oy çokluğu ile kabul edildi.1

“Anlaşma”, Troyka’nın referanduma götürüp

meme kararını coşkuyla kutladı. SYRİZA Hükü-

meti, bu sonuçlarla halkın iradesini ortaya koy- duğunu ilan ederek, halkın iradesini savunaca- ğını söyledi. Ama referandumdan hemen sonra, Troyka’ya karşı en radikal tutumu alan Maliye Bakanı Yannis Varufakis istifa etti ve yerine Troy- ka ile “uzlaşma” yanlısı Efklidis Çakalotos getiril- di. Bu durum her ne kadar “ne oluyoruz?” soru- sunu gündeme getirdiyse de, kimse, SYRİZA’nın böyle bir referandum zaferinden sonra AB’nin

1 Yunanistan’la AB arasında varılan anlaşmaya göre; 1-) Yunanistan’ın borçlarından hiçbir kesinti yapılmayacak. 2-) 50 milyar avroluk bir özelleştirme fonu oluşturulacak. Fonun denetimi ve yönetimi AB ve IMF tarfından yapılacak. 3-) Vergi tabanı genişletilecek. 4-) Erken emeklilik kaldırı- lacak ve emeklilik sistemi yeni baştan düzenlenecek. 5-) Genişletilmiş bir özelleştirme planı devreye sokulacak ve elektrik iletim ağı özelleştirilecek. 6-) Troyka Atina’da bir büro açacak ve Troka sadece “fonu” değil ülkenin mal var- lıklarını yönetimini de denetleyecek. 7-) AB ve IMF Yuna- nistan’ı yakından denetime devam edecek. IMF ile varılan anlaşma vadesi dolduğunda yinelenecek. Aksi halde mali destek programı askıya alınacak.

 

de halkın hayır dediği programdan çok daha ağırdı. “Troyka’nın programını imzalamaktansa kolumu keserim daha iyi” diyen SYRIZA’nın eski Maliye Bakanı Varufakis, bu anlaşmayı yeni bir Versay Anlaşması olarak niteledi.

Daha 10 gün önce hayır diyerek reddetti- ği dayatmalara Hükümet ve Yunanistan Meclisi tarafından evet” denmesine öfkelenen halk sokaklara döküldü. Polis göstericilere saldırdı; yaralananlar ve gözaltına alınanlar oldu. Bu, SYRİZA’nın iktidara gelmesinden beri ilk önemli gösteriydi.

“Anlaşma”, 15 Temmuz’da kimi SRİZA’lı ba- kanların ve milletvekillerinin de itirazlarına kar- şın (SYRİZA’nın 39 milletvekili anlaşmaya evet oyu vermedi) muhalefet partilerinin desteği ile Yunanistan Meclisi’nden geçirildi. Arkasından, Aleksis Çipras, Hükümeti’nde bu anlaşmaya karşı çıkan SYRIZA’nın “sol kanadı”ndan olduğu belirtilen 10 bakanını değiştirdi. “Ödeme prog- ramı”nın Yunanistan Meclisi’nde kabulünden bir hafta sonra da, Almanya Parlamentosu, bu

ödeme planını kabul eden bir karar aldı. Diğer AB ülkelerinin parlamentoları da usulen benzer kararlar alacak!

Yukarıdaki özet, Troyka’nın dayatmaları ile başlayan, referandumla devam eden ve AB ile SYRIZA Hükümeti’nin daha ağır koşullarda an- laşmaya imza atmasıyla gelişen ve daha önü- müzdeki günler, aylar ve yıllarda da sürecek bir mücadele olarak gelişecek sürecin ilk adımı sa- yılacak gelişmelere şöyle bir dikkat çekmekle sı- nırlı bir özettir. Yoksa bu, geçen bir-bir buçuk ay, Yunanistan ve Avrupa halkları, işçi sınıfı, hatta bütün dünyanın işçi sınıfı ve halkları için çeşitli biçimde dersler çıkarılacak ve pek çok yanıyla da ayrıntılı biçimde incelenecek, incelenmesi de gereken bir döneme karşılık gelmektedir.

YUNANİSTAN HALKI, GEREKİRSE ‘AVRO VE AB’DEN ÇIKMA’YA DA ‘EVET’ DEMİŞTİ!

SYRIZA Hükümeti, 5 Temmuz günü, kreditör- lerin dayattığı, Yunanistan’ın AB’nin büyük ban- kalarına ve IMF’ye olan borçlarının ödenmesine ilişkin planı referanduma sundu ve referandum- dan çıkacak “hayır”ın kreditörlerin “tahsil pla- ”nın reddi anlamına geleceğini söyledi. Ama, gerek Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK, gerekse Avrupa’nın büyük sermayesinin basını ve Yuna- nistan’daki uzantıları, “referandumla ‘avrodan çıkma’ ve ‘AB’den çıkma’ oylanıyor” diyerek, orta sınıfların korkularını kışkırtan bir kara pro- paganda yürüttüler. Ama bütün bu kara propa- gandaya ve bu propaganda eşliğinde sürdürülen IMF, Avrupa Merkez Bankası (AMB), Almanya, Fransa ve AB merkez organlarından gelen bas- kılara karşın, Yunanistan halkı, referandumda beklenmedik yüksek bir oranda “hayır” diyerek, bütün bu odakların kendi propagandalarının al- tında kalmasını sağlandı.

Referandum’da yüzde 61’le “hayır” diyen Yunanistan halkı; böylece beş yıldır sürdürülen kemer sıkma politikaları”nın Yunanistan eko- nomisini düzlüğe çıkarıcı bir amaç taşımadığını, dolayısıyla Troyka’nın planının “kreditörleri kur- tarma planı” olduğunu fark ettiğini göstermiş oldu. Ama bunun da ötesinde, “referandumda ‘hayır’ demenin Avro’dan ve AB’den çıkma an-

Anlaşma”, Troyka’nın referanduma götürüp

de halkın “hayır” dediği programdan çok daha

ağırdı. “Troyka’nın

programını imzalamaktansa kolumu keserim daha

iyi” diyen SYRIZA’nın eski Maliye Bakanı Varufakis, bu anlaşmayı “yeni bir Versay Anlaşması” olarak niteledi.

Daha 10 gün önce

hayır” diyerek reddettiği dayatmalara Hükümet ve Yunanistan Meclisi

tarafından “evet”

denmesine öfkelenen halk sokaklara döküldü.

lamına geleceği propa- gandasıyla halkı Troyka’nın dayattığı programa boyun eğmeye zorlayan AB’nin ve IMF’nin propagandacıları, siyasi temsilcileri (her tür- den büyük sermaye örgütü ve çevresi) referandumla Yunanistan halkına, “AB ve Avro’dan çıkmayı”da oylat- mış oldular. Bu yüzden de, “Yunanistan halkı Troyka dayatması programa ‘hayır’ derken aynı zamanda bu- nun için Avro’dan ve AB’den çıkmayı da göze aldığını göstermiştir” demek hiç de yanlış olmaz.

Hele de Troyka’nın da- yatmalarından bile daha

ağır bir ”ödeme faturası”na “evet” demesinden sonra, SYRIZA Hükümeti’nin kendisine destek veren halkla nasıl taban tabana zıt bir pozisyona geçtiğini göstermesi bakımından bu saptamayı yapmak ayrıca önem kazanmıştır. Çünkü Yuna- nistan halkının, “Avro’dan ve AB’den çıkmayı” da göze alarak, emperyalist dayatmalara karşı çıkıyor görüntüsü veren ve referandumda “ha- yır” oyu kullanılması çağrısı yapan Çipras Hü- kümeti’nin arkasında durma kararlılığını “Troy- ka’nın dayatmalarına evet” demek için kulla- narak, Çipras ve SYRIZA’sı, mücadele eden ve söylemleri dolayısıyla kendisine umut bağlayan halka ihanet eden burjuva hükümetlerin tipik bir örneğini sergilemiştir. Herhalde, bundan böyle, yakın dönemin tarihini yazan tarihçiler, halka ihanet örneğini verirken, SYRIZA’nın bu tutumu- nu “tipik orta sınıf hükümeti tutumu” olarak ör- nek göstereceklerdir.

TARTIŞILAN, SADECE YUNANİSTAN DEĞİL AB’DİR!

Eğer tartışılan sadece Yunanistan’ın şu ka- dar milyar Avroluk borçları olsaydı; IMF ve AB, bu borçların ödenmesi için “bu kadar gürültüye mahal vermeden” de bir “ödeme yolu” bulabi-

lirdi. Hatta Yunanistan’ın borç- larını silerek bulunacak bir “çözüm yolu” bile, devasa AB finans sitemi içinde ciddi bir sıkıntıyla yol açmazdı. Dahası, Yunanistan gibi Avrupa kültü- ve tarihinde çok önemli bir yere sahip bir ülkede, o ülke- nin halkına yapılan bir “ayrı- calık” olarak bile, “Yunanistan borçlarını kapatma”nın bir yolu bulunabilirdi. Ama öyle olmadı, tersine; Troyka, adeta “radikal solcu”, “AB aleyhi- ne sivri laflar söyleyen”,… bir parti olarak propaganda edi- len SYRIZA’yı cezalandırmak da istedi. Ama bu da sorunun sadece bir yanıdır. Burada asıl sorun, Avrupa’nın içine sürüklendiği çözümsüzlüklerle

ilgilidir. Çünkü Yunanistan, bir yandan AB’nin en büyük tekelleri ve güçlü ülkeleri tarafından kü- çüklerin nasıl sömürülüp yağmalandığının tipik örneği olduğu gibi, Almanya, Fransa, İngiltere ve belki Hollanda, İsveç Norveç gibi kimi kendisine has özellikleri olan ülkeler dışındaki ülkelerin Yunanistanlaşma yolunda ülkeler olduklarını da göstermekteydi. Bu yüzden de, AB’nin büyükleri, bankaları, büyük tekelleri için “Yunanistan kri- zi”nin nasıl çözüleceği sorunu, sadece Yunanis- tan’ın değil, aynı zamanda AB ülkelerinin üçte ikisinin karşı karşıya bulunduğu “borç sorunu”- nun ne yönde gelişeceği ve bu ülkelerin AB için- de nasıl bir statü edineceği ile ilgili bir sorundu.

Elbette bu, AB’nin “büyükleri” ve merkez örgütleri için, orta ya da uzun vadeli bir sorun değil, “sıcak” ve hemen kapıya dayanmış bir so- rundu. Çünkü Portekiz, İspanya, İtalya gibi, Yu- nanistan’ın ihtiyaç duyduğu finansmanın kat be kat fazlasına ihtiyaç duyan ülkeler için, IMF’nin de arkadan itmesiyle, AMB ve Brüksel’in kapıla- rına dayanması sadece bir an meselesiydi!

Yunanistan örneği, AB’nin, gösterilmeye ça- lışıldığı gibi, zayıfların güçlü ülkeler tarafından kalkındırıldığı bir dayanışma ve ortaklaşma örgütü değil; büyüklerin küçükleri, güçlülerin

zayıfları iliğine kadar sömürüp yağmaladığı bir “birlik” olduğunu açıkça gösterdiği gibi, aynı zamanda AB’nin, düşenin parçalanıp yendiği bir “kurtlar sofrası” olduğunu da gözler önüne ser- diği bir örnekti.

Bu yanlarıyla ele alındığında, “Yunanistan so- runu”, AB için bir “Yunanistan sorunu” olmaktan öte, AB için normlarını yenileme ve özellikle de zayıf halkalara bu normları dayatmayı da içeren bir varlık-yokluk sorunu haline gelmişti. Bu yüz- den de, Yunanistan’a, normal ve kabul edilebilir bir kemer sıkma programıyla ödeyemeyeceği bir fatura çıkarılmıştır. SYRİZA’nın halkı peşine tak- maya yönelik görünüşteki AB karşıtlığına hedef alan burun sürtme amacı da taşıyan bu “dayat- ma program”ın koşullarının ağır tutulmasında, SYRIZA’nın referanduma başvurup halka “Hayır de!” çağrısı yaparak AB’nin güzünde “sisteme isyan eden asi” durumuna düşmesi de katkıda bulunmuştur! Bu da, AB’nin büyüklerine, Por- tekiz’e, İspanya’ya, İtalya’ya,… onları izleyecek olan diğer zordaki AB ülkelerine, “ayağınızı denk alın”, “gözünüzün yaşına bakmayacağız”, “Yu- nanistan’ın bile gözünü yaşına bakmadık”, “asi değil, sizden istenenleri yerine getirenler olun!” demek olmuştur.

REFERANDUMUN BAZI SONUÇLARI

Yunanistan halkının “kahramanca” denilecek bir tutumla Troyka’nın dayatmalarına, AB’nin baskı ve tehditlerine karşın “hayır” demesini kendine verilmiş bir “güvenoyu”, hatta bir “ira- de devri” olarak algılayan SYRIZA’nın, bu yetki- yi istismar ederek, “Troyka’nın dayatmalarına evet” demek için kullanması, kuşkusuz ki; hem Yunanistan, hem AB’de, hem de Yunanistan’da- ki gelişmeleri büyük bir dikkatle izleyen dünya demokratik kamuoyu içinde çelişkili duygulara neden olmuş ve karşıt sonuçlar çıkaracakları bir tablo oluşturmuştur.

Bu çelişkili tabloyu şöyle çözümleyebiliriz:

  1. Referandumun yolunu açarak SYRIZA; aslında “topu” halka atarak aradan sıyrılmak isterken, Yunanistan halkıyla Avrupa’nın başta Almanya olmak üzere büyük emperyalist ülkele- rini karşı karşıya getirerek; halkın AB’nin gerçek

yüzünü görmesini, AB’nin aslında “eşitler or- taklığı”, bir “dayanışan ülkeler topluluğu” değil, bir “kurtlar sofrası” ve kuralının da “yaralananı yemek” olduğunun görmesinin yolunu açmıştır. Böylece SYRIZA, hükümet olmasından sonraki en önemli atağını yapmıştır. Dahası SYRIZA, ta- leplerini sahipleniyor göründüğü halka referan- dumda açıkça “hayır” çağrısı yaparak, bu karşı karşıya gelişte “hayır” çıkmasında önemli bir rol oynamıştır.

  1. Yunanistan halkı “hayır” diyerek; AB’nin dayatmalarına karşı “hayır” demeyi başarmıştır. Böylece AB ve IMF’nin burnundan kıl aldırmayan bürokratlarına ve AB’nin büyüklerine meydan okumuştur. Dahası halkların AB’nin büyük ser- maye güçlerini karşısında onurlu bir tutum ala- bileceğini göstermiştir. Daha somut söylersek, Troyka’nın, Yunanistan’da olduğu gibi, kemer sıkma politikalarının daha da sertleştirilmesini istediği Portekiz, İspanya, İtalya,… gibi ülkelerin halklarına, “Troyka’nın dayatmalarını kabul et- miyoruz” deme hakları olduğunu hatırlamıştır!

Dahası, Almanya, Fransa, İngiltere gibi AB’nin büyüklerinin artık halklarına dönüp “Kemer sı- kacağız, ekonominin gereği bu, yoksa işler daha kötüye gidecek”, “Bu kadar ücreti ekonomi kal- dırmaz” …demesi zorlaşmıştır. Çünkü artık halk-

 

 

lar, Yunanistan halkı şahsında “kemer sıkma po- litikaları”na karşı “referandum isteme” hakları olduğunu görmüş, referandumla sermaye uşağı hükümetlerin politikalarını reddetmek için daya- nak olarak kullanabilecekleri bir mücadele yolu bulmuşlardır. Elbette AB ülkelerinin yıllardır “ke- mer sıktırılan”, “daha iyi yaşamak için başka bir seçenek olmadığı”na inandırılan işçi sınıflarının da silkinme ve neoliberal dayatmalar karşısında, “Bu politikaları bize mi sordunuz da uymamızı istiyorsunuz?” diyebileceklerini göstermiştir. Ve dahası Yunanistan halkı, halklara; Avrupa de- mokrasisinin görünümünün cilası olarak kullanı- lan ve yok caddelerin adı, sokakların rengi, yerel yönetimin kitle taşıma araçlarının boyası,… gibi konularda referandumlara baş vurmayı aşarak, ülkenin nasıl yönetileceği konusunda fikrini söy- lemek, egemenlere itirazlarını yüksek sesle ifade etmek için seçimlerden faklı bir yöntem olarak referandumu kullanabileceğini hatırlatmıştır. Ve o olağanüstü zor koşullarda ve ağır tehdit altın- da Yunanistan halkı “hayır” diyerek, halkların egemenlere karşı boyun eğmeme ve başkaldır- ma haklarını olduğunu, zorda kalındığında bu- nun hatırlanabileceğini göstermiştir.

3-) AB’ye boyun eğerek SYRIZA Hükümeti; arkasındaki büyük halk desteğini heder ede- rek, daha da kötüsü, halkın “hayır” diyerek SY- RIZA’ya verdiği gücü kötüye kullanarak, halkın güvenine ihanet ederek, gerek Yunanistan halkı içinde gerekse Avrupa’nın Yunanistan halkının

açtığı halkçı, mücadeleci yoldan gidebileceği umuduna kapılan hakları, işçi sınıfı içinde mo- ral bozukluğuna yol açmıştır. (Elbette ki sosyal reformcu SYRIZA Hükümeti, Yunanistan halkın- dan aldığı desteği, halkın isteği doğrultusunda Avrupa’nın büyük emperyalist devletlerine karşı halkların mücadelesi için bir yol açmak için ör- neğin “Avro’dan çıkma”, “AB’den çıkarılma”yı da göze alan bir yola girmek için kullanabilme ye- teneği gösterebilse ve sınıfsal ve ideolojik yapısı nedeniyle kendisinden beklenmeyecek hamleyi yapmaya cesaret edip Yunanistan halkının Troy- ka’nın dayatmalarına hayır diyerek işaret ettiği halkçı mücadele yoluna girebilseydi, halklar yu- karda işaret edilen mücadele yoluna çok daha motive olmuş olarak girecekti.) Ne var ki, SYRI- ZA halkın güvenini kötüye kullanmış olmasına karşın, Yunanistan halkının onurlu tutumundan halklar çok şey öğrenmiştir. Ve elbette başta işçi sınıfı olmak üzere halklar, orta sınıfların, özel- likle de orta sınıfların büyük sermayeye koltuk değnekliği etme pozisyon ve hevesindeki or- ta-üst kesiminin temsilcilerine ve onların partile-

 

rine güvenmemeyi, gerekirse SYRIZA’ları da kar- şısına alarak, aldığı kararların arkasında durma- esas alan bir örgütlülük ve mücadele hattına yönelmesi gerektiğini görmüştür. Bu elbette acı verici bir deneyimden öğrenmedir, ama ne yazık ki halklar, işçi sınıfı, kapitalist toplumda ancak acı çekerek öğrenebilmekte, yenilgiler ve yanılgı- larından ders çıkararak ilerleyebilmektedir.

Kısacası, Yunanistan halkı, bir aya sıkışan bir mücadele döneminde başarılarıyla, kararlılığı ve onurlu duruşuyla, ama aynı zamanda ihanete uğramasıyla, yenilgisiyle, yanılgılarıyla da 10-20 yılda öğreneceğinden çok daha fazlasını öğren- miştir. Ve elbette ki, onun öğrendiklerinden, bu mücadeleyi yakından izleyen AB ülkeleri başta olmak üzere tüm diğer ülkelerin halkları da ken- dilerine pay çıkarmış, bilgi hazinelerini zengin- leştirmişlerdir.

SYRIZA NASIL HALKA İHANET YOLUNA GİRDİ?

5 Temmuz’daki referandumda Yunanistan halkının (ve dünya demokratik kamuoyunun) büyük desteğini alan SYRIZA’nın, bir hafta son- ra, Troyka’nın halkın “hayır” dediği dayatmala- rının daha ağırına “evet” demesiyle, elbette ki, gerek Yunanistan halkı gerek olup bitenleri izle- yen çevreler açısından kafa karıştırıcı bir durum ortaya çıkmıştır.

Çünkü AB ve IMF’ye karşı sert eleştirilerde bulanan, “boyun eğmemek”ten, “onur”dan, “hak ve adalet”ten “halkın kendi geleceğine sa- hip çıkması”ndan söz eden SYRİZA’nın liderleri- nin halktan –zafer denilebilecek bir– destek sağ- ladıktan sonra, halka verdikleri sözün ve halkın iradesini tam tersini yapmalarının geleneksel siyaset mantığı açısından anlaşılması kolay de- ğildir. Çünkü SYRIZA’nın yaptığı, bırakalım halka verilmiş sözlerle dolu bir edebiyatı, SYRIZA’nnı iktidar gelmek için yaptığı propagandanın halk- çılıkla doldurulmuş içeriğini,… kendi ayağına, hatta kafasına kurşun sıkmaktır.

Bu yüzden de, SYRIZA’nın, bu referandumu, “halkın gazını almak”, “Troyka’nın güvenini ka-

 

zanmak”, “halkı oyalamak ve kafa karışıklığı ya- ratmak”, ”halkın evet diyeceğini hesap ettiği”… için düzenlediğine dair görüşler ileri sürülüyor.

Hiç kuşkusuz SYRIZA’nın Troyka’nın Yuna- nistan’ın borçlarını tahsili konusundaki planını halka sormak için referandum kararı alması ve halkı “hayır” demeye çağırmasından başlayıp Troyka’ya “evet” demesine gelen yalpalamala- rı (savrulması demek daha doğru), bu içerikli komplo teorileri için çok sayıda kanıt sunmak- tadır. Ama, SYRİZA’nın tutumunu onun sınıfsal niteliği ile bağlantılı olarak ele almadan gerçekçi bir açıklamaya varmak da olanaksızdır.

SYRİZA’nın karakteristik özelliği onun bir orta sınıf partisi olmasıdır. Bunu, SYRIZA’nın kendi içindeki homojen olmayan, siyasi açıdan “sol”un renkleriyle de çeşitlilik gösteren yapısın- da görmek mümkündür ve orta sınıfların alt-orta kesimlerinden üst-orta kesimlerine kadar çeşitli katmanlardan oluşan ve 5-6 klik tarafından tem- sil edilen çeşitlilik koalisyonu olarak varlığı da bunun açık göstergesidir. Bu yüzden de, SYRİ- ZA’nın şu ya da bu konularda aldığı sanki “birbi- rine karışmış ve karşıymış” gibi görüne değişken tavırlarını, kendi içindeki kliklerin etkisinin de- ğişmesi olarak görmek daha doğrudur.

Aslında referandum kararı ve arkasından hem AB hem Yunanistan egemen sınıflarının referandumu “AB’den çıkma”, “Avro’dan çıkma” oylaması olarak göstermeleri, zaten bir koalis-

 

yon durumundaki SYRIZA içinde tartışma, çe- kişmelere neden olmuş ve sonuçta parti olarak yalpalamasına götürmüştür.

Biraz soyutlayarak, SYRİZA’nın tavrındaki, bir savrulma olarak da göreceğimiz değişimleri şöyle belirleyebiliriz:

Troyka’nın Yunanistan halkı ve hükümetini hor görmeyi de içeren “ödeme programı” ve uzlaşmaz tutumları karşısında SYRIZA, referan- dum kararı alarak AB’nin öfkesinden sıyrılmak için topu halka atmıştır. Yani, AB’ye, IMF’ye “Ba- kın sizin programınızı halk kabul etmedi, bizim yapacağımız bir şey yok” demek istemiştir. Ama, halkın “Avro’dan çıkma” ve AB’den atılma”yı da göze alarak Troyka’nın karşısında durması ve hükümeti de bu tutumu almakla yükümlendir- me iradesi karşısında, SYRİZA içindeki üst–orta sınıf temsilcileri paniğe kapılmıştır. Çünkü halkın gösterdiği yoldan ilerlemenin AB üyesi Yunanis- tan’ın sonu olacağını, dolayısıyla AB’ye “hayır” deme ve AB’ye, IMF’ye, onların temsil ettiği em- peryalist kapitalist düzene karşı mücadele yolu- na girilme zorunda kalınacağını gördüklerinden AB’ye, IMF’yle sığınmışlardır. Nitekim Yunanis- tan Meclisi’nde anlaşmanın oylanmasında 39 SYRIZA milletvekili bu programa oy vermeyerek tutum alırken, Çipras, “sol kanat temsilcisi”, sı-

nıfsal olarak da alt-orta sınıfların sözcüsü diye- bileceğimiz 10 bakanı hükümetten çıkarmıştır. Yerlerine, Yunanistan’ın AB’de kalması ve neoli- beral politikaların sürdürülmesi için her mihnete razı olacak, üst orta sınıfların, büyük sermaye ve AB hizmetine koşacak temsilcileri bakan ya- pılmıştır.

AB VE YUNANİSTAN’DA SINIF MÜCADELESİ

SYRIZA daha hükümeti kurmadan bile Yuna- nistan bir yol ayrımındaydı. Ya AB’nin ve IMF’nin dayatmalarına “evet” denecek ya da bu dayat- malara karşı mücadele edilerek ilerleme yolu tutulacaktı. Halkın talep ve tutumları ortadaydı: Dayatılan kesintilerden yana olan yoktu. Halk mücadele yanlılığını çeşitli vesilelerle ortaya koymaktaydı. Mücadele yanlısı Yunanistan hal- kının taleplerini sahiplenerek bu yönde vaatler- de bulunan SYRIZA’nın seçimi kazanıp hükümet olması yalnızca Yunanistan’da değil verdiği söz- lerin yarattığı beklentiyle Yunanistan dışında, bu arada Türkiye’de de beklentiye yol açtı. Ancak Avrupalı emperyalistlerin dayatmalarını referan- duma götürmesine rağmen SYRIZA, kendisine yönelik beklentiye olumlu yanıt vermeyerek, laf düzeyinde ileri sürdükleri bir yana, sermaye ve AB’ye koltuk değnekliği eden PASOK gibi sıra- dan sosyal demokrat bir partiden fazlaca bir far- olmadığını ortaya koydu.

Yukarıda belirtildiği gibi, referandum kararı almakla bir hamle yaparak, Troyka’nın dayatma- larına “hayır” demek üzere halkı “sahaya” çağı- ran SYRIZA, bu yolun AB ve IMF’ye de başkal- dırma yolu olduğunu görüp dehşete kapılarak, AB’nin güvenli kollarına atıldı.

Böylece SYRIZA orta sınıf partilerin tipik özel- liği olan sermaye ve emek arasındaki yalpalama- da sermayenin yanında durarak sınıf niteliğine uygun davranırken, aynı zamanda kendi içinde alt-orta sınıf temsilcileriyle üst-orta sınıf temsil- cileri arasında yer alan çeşitli klikler arasında da mücadeleyi başlatmış oldu. Bu mücadelede ilk darbeyi alt orta sınıfların temsilcileri yedi ve “hayır”da ısrar ettikleri için bakanlıklardan ko- vuldular. Ama bu, aynı zamanda, SYRİZA içinde

 

sınıf mücadelesinin artık gözle görülür bir aşa- maya gelmesi demektir. Çünkü uluslararası bur- juvazinin temsilcileri (Troyka ve Yunanistan’ın büyük sermaye güçleri) SYRIZA’yı iyice “ehlileş- tirmeden” bırakmazlardı. Nitekim, yeni yasal düzenlemelere ilişkin taleplerini, alt-orta sınıflar ve AB’ye karşı mücadeleden yana halk kesimle- riyle de bağını koparan Çipras ve Hükümetinin istifasına yol açacak bir sınıra kadar götürdüler. Ve şimdi Çipras’ın istifa ederek seçime gideceği- ne dair değerlendirmeler yapılıyor.

Elbette bunlar, SYRIZA içinde yeni saflaşma- lar ve yeni bölünmeler anlamına gelirken, aynı zamanda, Yunanistan siyaset sahnesinde de kaçınılmaz olarak yansımaları olacak gelişme- lerdir.

“Yunanistan krizi” sadece Yunanistan’ın so- runu olmadığı gibi, SYRIZA’nın içindeki mücade-

le de, sadece SYRIZA kapsamında bir mücadele olmayacaktır. İspanya’da PODEMOS hareketinin (ve Avrupa’daki benzer orta sınıf hareketlerinin) de SYRIZA içindeki mücadelenin bir benzerine, üstelik de SYRIZA’nın yaşadıklarından ders çıka- rılarak, sahne olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, Yunanistan’dan sonra hızla popülerleşen –işçi sınıfının tarihsel özne olmaktan çıktığı, Marksiz- min eskidiği ve bir iktidar mücadelesi ve değişik- liğine ihtiyaç olmadığı yönünde görüş ve prog- ramlarıyla sosyal reformcu– SYRIZA tarzı partiler içinde de, bu hareketler üstünden siyaset ve top- lum kuramları geliştiren çevreler içinde de bir mücadelenin başlaması herhalde sürpriz olmaz.

Elbette mücadele, gerek Yunanistan gerekse Avrupa düzleminde, ideolojik ve siyasal alanda- ki tartışma ve saflaşmalarla da sınırlı kalmaya- caktır. Halklar ve işçi sınıfı da, SYRIZA’nın Troy- ka’ya teslim olma “melaneti”nden gerekli ders- leri çıkaracak, popülizme, orta sınıf efsanelerine pirim vermeyecek; işçi sınıfının dünya görüşüne, değerlerine ve halkların mücadele geleneklerine bağlanan bir hatta emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede kendilerini zafere götürecek yolları aramada ısrarlarını sürdüreceklerdir. Ama artık bunu, SYRIZA’cılığın, onun sınıfsal de- ğerlerinin üstünü çizerek, kendi mücadele talep- leri ve yürüyecekleri yolun ne olması gerektiğini yeniden koşup tartışarak yapacaklardır. Son ge- lişmeler halklara bu imkânı sunmuştur.

Ve hiç kuşkusuz ki, yeni adımlar, öncekilerin kaldıkları yerden daha ileriden atılmaya başla- nacaktır.

Doğa biliminin “evrende var olan hiçbir şe- yin yok olmayacağı”nı temel bir varsayım olarak benimsemesi gibi, toplum bilim de, yaşanmış olan hiçbir şeyin yaşanmamış sayılmasını kabul etmez. Bu yüzden de Yunanistan’daki mücadele olumlu ve olumsuzluklarıyla halkların hafızasına kazınmıştır. Ve Yunanistan ve tüm Avrupa işçi sınıfı, dolayısıyla da dünya halkları ve işçi sınıfı, bu birkaç aylık dönemde belki on yılda öğrene- ceklerinden çok şey öğrenmişlerdir.

Asıl kazanımları da şimdilik budur!

 

sosyal reformizm ve syriza’nın Sosyalistliği

 

Açık adı “Radikal Sol İttifak” olan Syriza’nın seçimleri kazanması, AB, IMF ve AB Merkez Bankası’ndan oluşan Troyka ile aylar süren pa- zarlıklara girişmesi ve Troyka programının kabul edilip edilmemesi doğrultusunda başvurulan halk oylaması ve sonrasında dayatılan anlaşma- yı imzalaması Çipras ve Hükümetini, ülke içinde olduğu kadar, uzun süre uluslararası bir gündem maddesi de yapmıştı, yapmaya devam ediyor. Konuya ilişkin olarak çok farklı bakış açıları or- taya kondu ve herkes politik yönelimlerine, sınıf- sal konum ve tutumuna uygun sonuçlar çıkardı. Özetle söylenecek olursa, birçok sorunda oldu- ğu gibi, liberal-reformist tutumla sınıfsal bakış açısı arasındaki ayrım noktaları bir kez de Syriza nedeniyle ortaya çıktı.

AB eksenini oluşturan emperyalist koçbaşı ülkelerin yönetimleri, IMF ve uluslararası ser- maye kuruluşları Yunanistan’a açlık ve sefalet getirecek olan ağır ekonomik programlarının devamını ve şartları daha da ağırlaştırılmış yeni anlaşmaları dayattılar. Yunan Hükümeti de, – halk referandumda “hayır” demişken–, başka alternatif olmadığı gerekçesiyle uzlaşma yolu-

nu seçerek, “evet” dedi. Kısacası, taraflar kendi cephelerinden yola çıkarak, uzlaşmayı bir zorun- luluk olarak değerlendirme noktasında ortak bir paydada buluşmuş oldular. Liberalizm aşıkları ise, Syriza’nın uzlaşmasını, “küresel ekonomi ve bağımlılığın kaçınılamayacak sonuçlarından biri olarak değerlendirdi ve taktik bir soruna indirgeyip “at izinin it izine” karışmasına ça- nak tuttular. Emperyalist politika ve kurtarma operasyonları”na karşı oluşan halk muhalefeti- ni, Euro, küresel ekonomi, iflas gibi konularda bilgi kirliliği ve kafa karışıklığı oluşturarak, sisli, puslu bir görüntü yarattılar. Sol, sekter tutumda ısrar edenlere gelince, onlar da gelişmeleri; at- tıkları soyut devrim sloganlarının doğruluğuyla açıklamaya çalışıyorlar.

Syriza’nın tüm program ve söylemlerinde AB ailesinin üyesi olunduğu ve AB ile adil bir anlaşmanın hedeflendiği” açıkça ortaya kon- maktadır. Bir yandan sosyalist olduklarını ileri sürerken, bir yandan da mevcut sistemin re- formlarla nasıl iyileştirileceğini ve işçi ve emek- çilerin yararına pazar ekonomisine nasıl müda- hale edilerek, burjuvazi ve işçi sınıfını yeni bir toplumsal yapı” içinde nasıl buluşturacaklarını söylüyorlar. Kısacası Syriza, işçi sınıfının iktida- rından değil “insancıllaşmışve barbarlığını terk etmiş “halkçı” bir kapitalizmden bahsetmekte ve adını da çağın ihtiyaçlarına cevap veren “reel sosyalizm” koymaktadır. Kısacası, Syriza, mo- dern sosyal reformizmin tüm karakteristiklerini üzerinde taşıyan; ısrarla uzlaşmacı bir politikayı savunan ve söylemlerinin merkezine (neo)liberal pazar ekonomisini bazı iyileştirmelerle yeniden yapılandıracağını oturtan ve kapitalizmin krizini sermayenin, burjuvazinin sırtına yükleme yerine kapitalist krizi yönetmeyi üstlenen modern sos- yal reformist bir parti olarak doğmuştur.

Uluslararası işçi sınıfının geçici tarihsel yenil- gisi ve yol açtığı ciddi tahribatlar ve dolayısıyla işçi ve emekçi hareketinin zaafları, yaşanılan sü- recin temel karakterlerinden biridir. Dolayısıyla bugünkü sürecin önünü açacak, halklar ve işçi sınıfı açısından elle tutulur deney ve tecrübeler sunabilecek bir sınıf hareketinden yoksunluk, Syriza ve benzeri modern sosyal reformist parti- lerin umut olarak doğmasına olanak vermekte- dir. Syriza’nın Yunanistan ve tüm Avrupa gene- linde olduğu gibi, ülkemizde de geniş bir sem- pati ve destek bulması bu çerçevede değerlen- dirilmelidir. Syriza’ya sahip olmadığı misyonlar yükleyenler, daha çok devrimci sınıf hareketinin dışında çözümler arayan “pusulasını kaybetmiş” hareket ve akımlardır.

2007’lerde başlayan ve 2010 yılında doru- ğuna ulaşan kapitalist kriz Yunanistan’da işçi ve emekçilerin sırtına taşıyamayacakları bir yük yıkmış, sistem partilerine yönelik tepkilerle bir- likte, bu durum, halkın, işçi ve emekçilerin temel taleplerini birleştirici bir sosyal söyleme ağırlık veren Syriza’nın alternatif olarak ana muhalefet olmasına neden olmuştu. Daha kötü günler gör- mekten kaçınan ve kriz öncesi sürece dönmek isteyen halk Syriza’nın Troyka politikalarının or- tadan kaldırılacağı yönündeki vaatlerine destek verdi. Syriza ise, hükümet olmasının hemen ar- dından, “Troyka anlaşmalarını ve uygulama ya- salarını ortadan kaldıracak tek yasa maddesi”ni unutarak, uzlaşmak için her türlü manevraya başvurdu.

Emperyalist sistemin eksenlerinden birini oluşturan Almanya ve Fransa’nın tekelci ser- maye politikalarını sosyal reformist bir partiye deldirmeme kararlılığı Çipras Hükümetini zor durumda bırakınca halk oylaması gündeme gel- di. Halk oylamasının sonuçları, Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin AB, Euro ve IMF karşıtlığı- nı ortaya koyuyordu. Hem AB merkezleri hem de diğer tekelci sermaye kuruluşları oylamanın sonuçlarından AB karşıtlığı çıkarmamak gerek- tiği yönündeki propaganda ve söylemlere ağırlık verdiler. Çipras Hükümeti de, aynı sonucu çı- kardı. Ellerindeki en son olanağı da kullandık- larını ve başka bir alternatiflerinin kalmadığını söyleyen Hükümet, geçmiş Troyka anlaşmalarını aratan yeni anlaşmanın altına imza attı. Başka alternatif kalmadığını söyleyen Hükümet, halk oylamasının sunduğu alternatifi elinde bulundu- rurken söyledi bütün bunları.

Reformizmin sefaleti burada çıkıyor ortaya. Çipras, 6 ay boyunca, halkın görece de olsa bazı taleplerini kabul ettireceğine ve sıkı bir pazarlık- la tavizler koparacağına inanarak, emekli san- dıklarından eğitim ve sağlık bütçelerine kadar tüm kasaları boşaltarak, on milyarlarca borç fa- izi ödedi ve bu süreç sonunda 1 Euro’ya muhtaç durumuna gelince ellerini havaya kaldırdı. Bu gelişmelerden sonra, halk oylamasına rağmen evet” diyen ve sosyal reformist programını bile yadsıma yolunu seçen Hükümet, AB ve diğer ser- maye kuruluşlarının talebi doğrultusunda geç- miş Troyka anlaşmalarını imzalayan diğer ser- maye partilerinin de tam desteğini alarak, halka sırtını dönmedeki son aşamaya ulaşmış oldu.

Bununla da kalmadı; AB ve Euro kuşağından çıkışı alternatif olarak öneren, bankaların kamu- laştırılmasını, borç ödemelerinin durdurulması- nı, krizin faturasının sermayeye çıkarılmasını, yurt dışına çıkarılan sermayeye el konulmasını vb. savunan parti içi muhalefet ise tasfiye edildi. “Sol muhalefet”e bağlı iki bakan ve üç bakan yardımcısı görevden alınarak, yerlerine Troyka anlaşmalarının altına imza atan devşirme millet- vekilleri atandı. Adı konmasa bile, Syriza Hükü- meti bir “azınlık hükümeti” durumuna düşmüş bulunuyor. Üçüncü Troyka Anlaşması’nı diğer partilerin yardımıyla Meclis’ten geçiren Hükü- met, uygulama yasalarını geçirmek için de di- ğer partilerin sürekli destek ve oylarına ihtiyaç duyacaktır, duymaktadır. Bu durumda giderek gericileşme sürecinin başlaması kaçınılmazdır. Sol Platform”un, izlenen uzlaşmacı politikalara karşı, 201 kişilik merkez komitesinin 109 unun desteğini alarak parti kongresine çağrı yapmış olması ve Çipras’ın “Sol Platform”a karşı tutu- munu sertleştirmesi, önümüzdeki süreçte yolla- rın ayrılacağının işaretini vermektedir. Kısacası Çipras’ın önünde fazla seçenek görünmemektedir. Yolların ayrılması resmi olarak azınlık hükü- metine geçiş ve arkasından erken seçim anlamı- na gelmektedir.

Ortaya çıkan yeni durum ve gelişmeler dev- rimci bir sınıf hareketinin doğup güçlenmesi ve alternatif olmasının olanaklarını artırmaktadır. Halkın, işçi ve emekçilerin sorunları katmerle- şerek devam etmektedir. Dolayısıyla bu çözüm- süzlük ve halkın hoşnutsuzluk ve öfkesinin ya- tışmak bir yana artarak devam ediyor olması,

–Çipras türü lafazanlığın ötesine geçmeye cesa- ret edip edemeyeceği ayrı sorun olmakla birlik- te– AB ve politikalarına karşı en geniş kesimleri bir araya getirme yönünde iddiada bulunan Sy- riza içindeki “Sol Platform”un olduğu kadar asıl olarak devrimci güçlerin, geniş kitleleri etkileye- rek alternatif olarak ortaya çıkma olanaklarını daha da olgunlaştırmıştır. Her türlü tehdit ve kara propagandaya rağmen Yunan halkının ezici çoğunluğunun halk oylamasında “hayır” cephesi altında bir araya gelmiş olması bu yönde atıla- cak adımlar için ciddi bir olanak sunmakta ve en geniş kitleleri bir araya getirecek olan işçi, emekçi ve halk ittifakının hangi platform üzerin- den oluşturulması gerektiğini göstermektedir. Bu olanağın kullanılmaması durumunda hareketin iyice zayıflaması ve faşist hareket başta olmak üzere yeni burjuva alternatiflerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Syriza içindeki Sol Platform”un savunduğu “alternatif”in daha çok Rusya ve Çin eksenine yanaşmayı hedeflediğini ve AB dışında arayışlar anlamına geldiğini belirtmek gerekir. Ancak –ri- vayet muhtelif olsa bile– öne sürdükleri talepler halkın talepleriyle çakışmakta ve geniş bir cep- heye olan ihtiyaç “platform”un temsilcileri tara- fından da dile getirilmektedir.

Halk oylamasında Yunanistan Komünist Par- tisi (KKE) “ne Syriza’nın önerisi ne de Troyka re- çeteleri” tutumunu benimsemiş ve geçersiz oy vererek “hayır” cephesinde yer alarak bu yönde bir çalışma başlatmamış, Syriza’yı destekleme anlamına gelir kaygısıyla Avrupalı emperyalist- lerin Yunan halkına yönelik dayatmalarına net bir “hayır” bile diyememişti. Hareketin subjektif durumuyla çelişen ve kitlelerin önüne hareketin ihtiyaçlarına cevap veren ve halkın da açık ola- rak “hayır” tutumu aldığı somut taleplerle değil soyut ve sol sekter formüllerle çıkılması, kendi tabanının bile “çekimser oy” kullanma çağrısına sahip çıkmamasına neden oldu. Harekete ters düşen dışardan dayatmaların, başarının değil, ama başarısızlığın “güvencesi” olduğu sınıf mü- cadelesinin öğrettiği ciddi bir tecrübedir. KKE çekimser tutumuyla hem halkı yalnız bırakmış, hem bir kez daha halktan uzaklaşmıştır. Şimdiye kadarki değerlendirmeleri bu tutumunda ısrar edeceğini ortaya koymaktadır.

6 Haziran 2015 tarihinde KKE Genel Sekrete- ri Dimitris Kuçubaş’ın MK yayın organı “Rizos- pastis”te yayınlanan açıklaması şöyle: Alelacele gündeme getirilmesine ve yanlışlığına rağmen (halk oylamasında sorulan soru) halkın bir bölü- mü bu aldatmacaya kanmamış ve dayatılan çer- çevenin dışına çıkmayı başarmıştır. Çekimser ve geçersiz oy vererek ilk cevabını vermiştir. Birço- ğu da seçime katılmamıştır.” KKE, halkın tutum- suz kalmasını, geçersiz veya çekimser oy verme- sini doğru tutum olarak görüyor ve hayır oyu verenleri hakim sınıfların çizdiği çerçeve dışına çıkamamakla suçluyor. Yani sorun KKE’nin for- müllerine ve çağrılarına duyarlılık göstermeyen, gösteremeyen halkta…! Böyle bir tutum ve kendi çizgisi dışında herkesi KKE ve halk ya da devrim karşıtı görme, özünde kendini sınıftan ve haktan tecrit etmektir. Bu tutum, geniş bir halk cephesi- nin oluşturulması önünde engel teşkil etmekte, güçleri bölen olumsuz bir rol oynamaktadır.

SOSYAL REFORMİZM VE DEVRİMCİ TUTUM

Syriza, Türkiye dahil –işçi sınıfının dönüştü- rücü devrimci özne olarak tarihsel rolünü ve ik- tidar mücadelesine genişlemesini de kapsayarak sınıf mücadelesini toplumların gelişmesinin mo- toru olduğunu reddeden– dünyanın yeminli sos- yalizm düşmanı reformcu ve liberal solcuları ta- rafından ideolojik nedenlerle yüceltilişi bir yana, daha hükümet olmadan ve hükümet olduktan hemen sonraki halkı ve taleplerini destekler gö- rünen tutumu nedeniyle neoliberal emperyalist kapitalist saldırganlık karşısında bir umut arayı- şındaki halklar tarafından sempati ile karşılandı ve desteklendi. Halkı, taleplerini ve mücadele- sinin ilerlemesini destekleyen komünistler de, bu durumu hesaba katarak, “yapamaz-edemez” içerikli ajitasyonla Syriza’yı soyutluğu içinde tar-tışma konusu etmek yerine, hakkında hayaller yayıp olumlamadıkları Syriza’nın işe yaramazlı- ğının halk tarafından politika ve uygulamalarıy- la ve kendi talepleri karşısındaki pozisyonunun somutluğu içinde görülüp kavranması tutumunu benimseyerek, halkın mücadelesi ve bu müca- delenin ilerletilmesine vurgu yapıp onun ihtiyaç- larına yoğunlaştılar. Ancak halkların mücadelesi ve ilerleyişinin sahiplenilmesi ve ideoloji-politika ve halkın talepleri ve mücadelesinin ilerleyişiy- le bu ikisinin ilişkisi ayrı bir sorundur, Syriza’yı devrim yapmaya aday göstermek ve reformist umutlar yaymak ve sonuç olarak reformizmi sa- vunmak ayrı sorundur.

Şu noktanın da altı kalınca ve net bir biçim- de çizilmelidir ki; işçi ve emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesini savunmak ve bu talepler için mücadele etmek yanlış bir si- yasal tutum değildir. Devrim ve sosyalizm lafları etmekle yetinip, örneğin AB’den çıkmayı henüz benimsemiyor diye borç ödemelerine bu neden- le örneğin ücretler ve emeklilik haklarında kesit- lere, vergi oranlarının yükseltilmesine vb. karşı yöneltilmiş halkın taleplerin savunulmasından hareket eden ve ancak buradan devrim ve sos- yalizme ilerleyebilecek bir mücadeleye katılmayı raddetmek devrimcilik olmadığı gibi, bu ve ben- zeri talepleri sahiplenip mücadelesini vermek de reformizm değildir. Halkın acil taleplerinden hareket etmeyen ve onun bilinç ve devrime hazırlık durumunu buradan ilerletmeyi öngörmeyen bir devrim ve sosyalizm mücadelesi olanaklı değil- dir. Sosyalistler şüphesiz reformları reddetmez- ler. Reformizm, iyileştirmelerle yetinip sömürü sisteminin devamını savunmak ve sınıf müca- delesini reddederek uzlaşmayı siyasal bir çizgi olarak benimsemektir. Sınıf mücadelesini ve toplumsal devrimleri reddetmek ve ezilen sınıf- ları sitemin devamını sağlayacak değişikliklerle yetinmeye ikna etmek ve zorlamaktır. Ancak öte yandan işçi sınıfı ve emekçilerin verdiği günlük ekonomik mücadele de son tahlilde bir reform mücadelesi, sadece kendisiyle yetinildiğinde in- sanı ekonomist, dolayısıyla reformist yapar. Ama hiçbir aklı başında kişi buradan hareketle ücret vb. taleplerle yürütülen ekonomik mücadeleyi kabul etmezlik edemez. Sorun, bu mücadelenin işçi sınıfının politik mücadelesiyle ilişkisindedir: Ya ekonomik mücadeleyi politik mücadeleye bağlar, onun sağlam bir dayanağına dönüştürür- sünüz ki, bu yapılması zorunlu olandır; ya da kendi başına ekonomik mücadeleyi yüceltir en çok bir kendiliğindenci veya sendika bürokratı olursunuz.

Ancak kuşkusuz reformları reddetmeyen komünistler işçi sınıfının kurtuluşunun sömürü sistemine kökten son verecek bir devrimle müm- kün olduğunu da bilirler. Bu nedenle devrim ve reform ilişkisini doğru kavramak gerekir. Sorun reformların kabul edilmesinde değil; ama bizati- hi reformları amaç edinen reformcu bir tutuma mı sahip olunduğu yoksa reformları devrimci mücadelenin yan ürünleri olarak gören ve dev- rimi amaçlayarak yürütülen mücadelenin geçici başarıları olarak bir dizi reformların elde edi- lebileceğini bilen devrimci bir tutuma sahip olunduğudur.

Sorun şüphesiz niyet sorunu da değildir. Her şeyden önce sınıf mücadelesini esas alıp, kapita- list sistemi –tabii ki ancak devrimle olanaklı ol- duğu için– bir devrimle tasfiyeyi ve işçi sınıfının iktidarı koşullarında köklü toplumsal değişiklik- ler yapma sorunudur. Allende deneyimi oldukça öğreticidir. Sömürü sistemi tüm dayanak ve ku- rumlarıyla yıkılmadan, en başta burjuva devlet egemenliği devrilmeden, burjuva iktidarı koşul- larında ve reformlar aracılığıyla sınıfsal kurtuluş sağlanamaz.

Çözümsüzlük ve halkın hoşnutsuzluk ve öfkesinin yatışmak bir yana artarak devam ediyor olması, – Çipras türü lafazanlığın ötesine geçmeye cesaret edip edemeyeceği ayrı sorun olmakla birlikte– AB ve politikalarına karşı en geniş kesimleri bir araya getirme yönünde iddiada bulunan Syriza içindeki Sol Platform”un olduğu kadar asıl olarak devrimci güçlerin, geniş kitleleri etkileyerek alternatif olarak ortaya çıkma olanaklarını daha da olgunlaştırmıştır.

Reformizmin sınıf mücadelesi, hatta onun gelişmesi ihtimali bile karşısında açıkça ege- menlerin yanında saf tuttuğu, proletaryaya karşı savaşlar açtığı ve sistemin koltuk değneği rolünü üstlendiği sınıf mücadeleleri tarihinin öğrettiği bir başka gerçektir. Reformizmin kalıplaşmış bir tek biçimi yoktur ve sınıf hareketinin özgünlükle- rine göre biçimleri değişir. Günümüzün modern sosyal reformizmi birçok ülkede sosyalleştirilme- sini iş edinerek şirinleştirmeye yöneldiği “pazar ekonomisi”ni savunmakta, bu yönde izlenen neoliberal politikalarla birleşip bütün- leşmektedir. Programlarına aldıkları sosyal politikaları bile terk etmiş ya da uzlaş- malarla terk etmek zorunda kalmışlardır. Bunun en son örneği Syriza ve Hüküme- ti’dir. Troyka anlaşmalarını ortadan kaldırma ve bu- nun gereği olan yüzlerce vaatle halkın desteğini ala- rak hükümete gelmesinin ardından bütün vaatlerini rafa kaldırarak, yeni Troyka anlaşmasının altına imza atmıştır. Hem de AB, Euro karşıtlığına genişleme eğili- mi taşımakta olan ezici bir halk desteğine rağmen.

Yunan halkının, işçi ve emekçilerinin çıkarı hiç kuşku yok ki, AB, IMF cenderesinden çık- ma ve sebebi ve faili olmadığı krizin yükünü sebebi ve asli faili olan hakim sınıfların sırtına yıkmadadır. Birkaç yıl içinde işsizlik %50’lere dayanmış, sosyal güvenlik ortadan kaldırılmış, ücretler yarıya düşürülmüş, toplu işten atmalar yasallaşmış, esnaf dükkanının kapısına kilit vur- muş, köylü üretemez hale gelmiş, özelleştirme- ler gündeme getirilmiş, halk açlık ve yoksulluğa mahkum edilmiştir. Kuşaklar boyu borç ödeye- cek olan Yunan halkının geleceği ipotek altına alınmıştır. Son beş yılda tasarruf paketleri”yle

Yunanlı işçi ve emekçilerden toplanan para mik- tarı 250 milyar Euro’nun üstündedir. Alınan borç miktarı ise, bunun çok altındadır. 2060’lı yılla- ra kadar borç ödemeleri devam edecektir. Yeni alınacak borçlar ise bu hesaba dahil değildir. AB’yle IMF “bir süreliğine aylıkları ödemeyin” di- yecek kadar ileri gitmiş, hatta sorun insan onu- runun ayaklar altına alınmasına kadar varmıştır. Çipras’ın seçim öncesi söylediklerinin tam tersi anlaşmalara imza atması, Çipras’ın hükümet ol- masını kurtuluşa 5 kala” olarak değerlendirip sanki bir sonraki adım da “devrim”miş gibi bir izlenim uyandıran liberal sol akım ve kişileri uykudan hiç uyandırmamış gibi.

Bizden olsun da ne olursa olsun”, “eğer gerekirse açlık ve yoksulluğu da biz getiririz, yabancı eliyle olmaz” der gibi bir halleri var Çiprasçı liberal “sosyalistlerin”!.. Çipras bile istemediği bir anlaşmanın al- tına imza attığını, Troyka’yla anlaşmanınuygulanamaya- cak kötü bir anlaşma” oldu- ğunu, “mayın tarlasına girdi- ğini” söylerken, onlar, Yunan halkının açlık ve yoksulluğu kabul ederek on yıllarca öde- mek zorunda kalacağı “borç dilimi”nin serbest bırakılma- sını “avans almak” olarak de- ğerlendirebiliyorlar. Yeni De- mokrasi ve PASOK koalisyonu imzaladığında, adı, tekelci sermayeye ve kurumlarına teslim olmaktı. Ama Çipras imzaladığında “taktik” oldu!

İbrahim Varlı 14. 07. 2015 tarihli BİRGÜN ga- zetesinde “Ne etti la bu Syriza size?” başlığı ta- şıyan makalesinde; “Anlaşma metnine bakılırsa iki tarafında kazanımlarının ve geri adımlarının olduğunu söylemek pekala mümkün. Hatta Yu- nanistan’ın daha kazançlı çıktığı söylenebilir” diyor. Öncelikle, “anlaşma metnine bakılırsa diyen Varlı’ya bir hatırlatma: 900 sayfayı aşan metne bakmadığı kesin… Devam ediyor Varlı: “Çipras Troyka’nın, AB emperyalizminin, finans çevrelerinin tüm saldırılarına rağmen diz çökme- di. Çipras’ın deyimiyle sonuna kadar savaşıldı ve onurlu bir anlaşmanın altına imza atıldı.

Anlaşılmayan, daha çok da anlaşılmak is- tenmeyen nokta şu: Syriza’nın geri adımlarını biliyoruz da, Troyka ve finans çevrelerine attı- rılan geri adımlar hangisi?! Teslimiyet derecesi- ne varan bir anlaşmanın onurlu tarafı hangisi?! Böyle bir şeyi, AB ile ilişkileri ateşli bir biçimde savunan Yunanlı parti, kuruluş ve çevreler bile söyleyemiyor!..

Şu an Yunanistan’da devrim olmadı, dev- rimci bir süreç başladı. Sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi daha da keskinleşecek, Avrupa ser- mayesi Yunanistan’ı boğmaya çalışacak, kavga Avrupa çapında bir kavgaya dönüşecek.. Yuna-

nistan Avrupa’da bir sol iktidarlar dalgasının başlangıcı olabilir.” Pes! “Devrimci süreç” baş- lamış! Ne zamandır halkın emperyalistler karşı- sındaki taleplerini değil, ama tersini, emperya- listlerin halka karşı taleplerini kabullenmenin adı “devrimcilik” oluyor? Makalesinde 17 Ekim Devrimi’ne de atıfta bulunmuş Varlı… “Ama 1917 Rusya’sında ya da diğer devrimlerde yaşananları beklemek yanlış olur..” Demek ki, Varlı’ya göre, ne kadar kötü bir anlaşma olursa sınıf mücade- lesi ve çelişkileri o kadar keskinleşirmiş..! Çipras Hükümeti Yunan halkının muhalefetini Meclis’te ve AB zirvelerinde anlaşmaya çeviriyor, başka da hiç bir alternatifin olmadığını söylüyor, Varlı ise Avrupa genelinde iktidarlar dalgası”ndan bah- sediyor..! Varlı, uzlaşmadan, çıkara çıkara sınıf kavgası çıkarıyor. Hem de iktidarla taçlandıra- rak.. 900 sayfayı aşan anlaşma metninde baş- ta sendikal örgütlenme olmak üzere kazanılmış haklara ve özgürlüklere yönelik yaptırımlar ve yasaklamalarda var. Toplu sözleşmelerin orta- dan kaldırılmasından toplu işten atmalara kadar. Haydi diyelim, bütün bunları bilmeden yazdın. Ekim Devrimi’ni niye karıştırıyorsun? Böyle bir beklentisi olan var.. Karıştıran var? Hem sosyal reformist bir hareketten ve egemenlerle uzlaşmasından sınıf mücadelesi çıkaracaksın.. Yetmeyecek, iktidar dalgalarından bahsedecek- sin.. Hem de, Ekim Devrimi’yle karıştırmak yan- lış diyeceksin. Sapla samanı karıştırmak böyle bir şey işte. Sınıf hareketinin yönünü tayin eden ve toplumsal gelişmelere sınıf damgası vuran proletarya ve sömürülen emekçi kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyidir. Her şeyi tayin eden bu gerçektir. Yoksa emperyalist kurumların zirvele- rinde atılan imzalar değil. Halkın, işçi ve emekçilerin maddi bir güç olan mücadelesidir. Bu ise, reformistlerle devrimci komünistler arasındaki ayrım noktasıdır.

Gene 15. 07. 2015 tarihli BİRGÜN gazetesinde Mustafa Sönmez imzasıyla çıkan makalede şu görüşler dile getiriliyor.

Az darbe, cunta zulmü görmedi Yunanistan. AB, bu darbeli dönemlere dönüşe karşı da bir sigorta onlar için…” İleriki paragrafta daha da keskin tahliller yapıyor, Sönmez: “Peki ne yapı- yor Çipras? Ara yolu deniyor. Teslim olmadan, pazarlıkla en az bedeli halka ödetmek, reçete- nin yükünü adil dağıtmak ve zamana yaymak, ülkeyi yeniden büyüyebilir duruma getirmek ve anomalileri sindirerek temizlemek, normalleştir- mek…”. Sönmez makaleyi şöyle bağlamış: “Ne oldu? Çipras tırmandırmadı, uzlaşmacı göründü, avansı kaptı, zaman kazandı.

Görmek istemeyenden daha kör olamaz. Sönmez’e göre, Çipras uzlaşmacı görünmüş ve AB ve sermaye kuruluşları Çipras’ın oyununa gelmişler.. Vee, Çipras “avansı” kapmış. Onlar da kala kalmışlar..! Her şeyden önce, Çipras uz- laşmacı görünmemiş, uzlaşmıştır. Sorunu zekice izlenen bir “taktik” soruna indirgemek, arkasın- dan AB ve uluslararası sermaye kuruluşlarını her alanda emniyet kemeri olarak görmek, serma- yeye ve iktidar organlarına bağlılığın itirafıdır. Reformizmin temel karakteridir bu.

Reformizm, kapitalist sistemi değiştirme- den, sistemin sınırları içinde yapılacak reform- larla işçilerin sömürüden kurtulabileceğine ve sınıf uzlaşmacılığıyla kardeşçe yaşanılan “adil bir toplum” kurulabileceğine ikna etmeye ça- lışıyor. “Kulaklarının arkasını gördüklerinde diyor Lenin.

 

IŞİD korkuluğuyla halka saldırı

Kadir Yalçın

PYD Kobanê’yi kurtardıktan sonra IŞİD çetelerini sürüp çıkardığı kent kırsalını da ele geçirirken Cizire’den de Kobanê’ye dağru çeteleri süpü- rerek ilerlemiş ve müttefiki birkaç ÖSO grubuyla birlikte “İslam Devleti”nin önemli bir karargahı durumundaki Tel Abyat’ta da egemenlik sağlamıştı.

Üstüne müthiş bir gürültü koparıldı. “İki kan- tonu birleştirdiler, Bayır-Bucak Türkmenleriyle Arap nüfusu sürüp çıkardıkları bölgeye Kürtleri yerleştiriyorlar, batıya ilerleyip üçüncü kanton olan Afrin’le de birleşip Türkmen bölgesinden Akdeniz’e ulaşacaklar”! “Suriye’de Kürt Devleti kuruluyor”! Hatta “havuz medyası”, daha ileri gidip, PYD’nin IŞİD’e karşı operasyonlarıyla eş- zamanlı Amerikan hava bombardımanına işaret- le bunun bir Amerikan-Kürt (PYD) ortak harekatı olduğunu ileri sürdü. “Üst akıl”, bütün bu geli melerin yönlendiricisiydi!

Hemen savaş sloganları yükseltildi: “Asarız.. Keseriz!..” “Kırmızı çizgimiz”… “İzin vermeyiz”…

Çiğnene çiğnene sakız edilen kırmızı çizgiler ve panzehiri olarak ileri sürülen güvenlikli ve uçuşa yasak bölge ilan edilmek üzere, Azaz’ı kapsayarak Tel Abyat’tan Afrin’e kadarki bölgede 40-50 km. derinlikli bir alanın fethedi- leceği açıklandı. Olamazdı. Güney sınırlarında komşu bir Kürt devleti kurulamazdı!

Azaz’da IŞİD egemendi, ama, PYD nerede karşı karşıya gelmişse, onu önüne katıp kova- lamaktaydı. IŞİD’in engellemesine güvenilemez- di. Ama Azaz dolayısıyla IŞİD de bahane olarak gösterilip TSK “sınır güvenliğini tesis” için göreve gönderilebilirdi.

Ancak bir sorun vardı ki; AKP teslim etme- se bile Amerikalılar IŞİD’le savaşan başlıca kara gücünün, İran ve Şia “Kalabalıkları” bir yana konursa, PKK/PYD olduğunu bilmekte ve Suri- ye’nin kuzeyindeki Kürt –özerk– devletleşmesine, Rojava’ya yönelik bir Türk yayılmasına yeşil ışık yakmamaktaydılar.

Türkiye ile ABD arasında, sonuncusu Anka- ra’ya gelen Obama’nın özel temsilcisi emekli generalle düzenleneni olmak üzere, görüşme üstüne görüşme yapılırken, Suruç’ta, Kobanê’ye yardıma gitmek üzere Amara Kültür Merkezi’nde toplanan yaklaşık 300 kişilik gençlik grubu ara- sında, tam da basın açıklaması yaparlarken bir “canlı bomba” patladı: 31 ölü genç beden!

IŞİD son birkaç aydır Türkiye bağlantılı eylem halindeydi. İlki, 5 Haziran’da HDP Diyarbakır Se- çim Mitingi sırasında yine bir “canlı bomba”ydı. Üstelik hakkındaki arama kararı UYAP’a (Ulusal Yargı Platformu) düşmesine ve canlı bomba ada- yı yakalanmasına rağmen kendisini patlatması için serbest bırakılmıştı! İkinci eylem, 25 Haziran’da Kobanê’ye büyük çoğunluğu Türkiye’den sızan IŞİD’çilerin önlerine geleni tarayarak yaptıkları katliamdı ki, yüzlerce Kobanêli canından olmuştu.

Bunlar Türkiye’nin Musul Konsolosluk görevlilerinin “rehin alınması” öncesinden başlayan IŞİD’le ilişkisinin üzerine gelmişti. Türkiye IŞİD’le “kardeş” gibiydi. İdeolojik bakımdan kardeş olduklarından şüphe edilemezdi. Ama bunun- la kalmıyordu. ABD’nin IŞİD Karşıtı Koalisyonu kurup “İslam Devleti” mevzilerini bombalama- ya başlamasına rağmen, AKP Türkiye’si IŞİD’e desteğini devam ettirmişti. ÖSO’yla başlayıp Nusra’ya destekle devam eden Suriye “muhale- feti ile ilişkiler, bu örgütlerin yerini IŞİD’in aldığı her yerde onunla sürmüştü. Yalnızca tedavi ve bakımları Türkiye tarafından üstlenilip Antep, Urfa ve Hatay hastanelerinde yapılmıyor, ama IŞİD de içinde, bütün siyasal İslamcı çetelere silah ve cephane ulaştırılıyordu. Silah ve cepha- ne taşıyan TIR’ların haddi hesabı yoktu. Güney sınırlarını kevgire döndürmelerine en azından göz yumuluyor, hatta benzeri 25 Haziran’da da tekrarlanan, Kobanê Savaşı sırasında görüntüleri video çekimlerine de yansıyan TMO siloları arasından düzenlenen türü saldırılar doğrudan Türkiye topraklarından yöneltiliyordu.

IŞİD’i cesaretlendirip teşvik etmekle kalma- yan ama ona açık bir destek anlamı taşıyan ilk adımsa, siyasal İslamcı çetelerin eylemlerinin suçunun Esad’a yıkılması yaklaşımıydı. Esad’a karşıydı AKP Türkiye’si ve kim ona zarar verme- ye çalışıyorsa “değerli” ve desteklenip beslen- meye layıktı. Reyhanlı Bombalaması böyle geldi. Esad’ın adamlarının, Muhaberat’ın düzenlediği iddia edildi. Ama kısa zamanda altından IŞİD ve MİT bağlantısı çıktı. MİT bağlantısı sadece Reyhanlı’da değil ama TIR dosyalarında da kamuoyuna yansıyan Heysem Topalca bu eylem nedeniyle soruşturulmuyor bile. IŞİD ve militan- ları da öyle.

Böyle böyle, önce Suruç Bombası’na ve ardından 24 Temmuz’a gelindi.

* * *

IŞİD, tabii ki bir AKP ürünü değildir; onun özellikle Suriye’ye yönelik politikalarıyla palazlanıp semirmiş, aldığı desteklerle güçlenmiştir; ancak ne Türkiye ne de AKP yaratısıdır.

IŞİD, eğer bir yaratıcı aranacaksa, en çok Amerikan ürünü, onun da dolaylı ürünüdür.

Saddam Irak’ına yönelik hunhar Amerikan saldırganlığı ve işgali, bir önceki dönemin dış- lananlarından Şia ve Kürt nüfus bakımından bir rahatlama sağlar ve Şii ve Kürt burjuvazisini egemenlik mevkilerine taşırken, Saddam şahsın- da egemenliği elinde tutan Sünni burjuvazisinin alaşağı olmasına neden olmuş, ama bununla kalmayıp Sünni nüfusun önceden az-çok yarar- landığı ayrıcalıklardan yararlanmasının önünü kestiği gibi, saldırılardan asıl zarar gören kesim haline gelmesine yol açmıştır. Şii ağırlıklı yeni

yönetim Saddam’a dayanaklık etmiş başta An- bar olmak üzere Sünni nüfuslu eyaletleri ve aşiretlerini yok saymanın ötesinde karşısına alan bir politika izler, Amerikan saldırıları da en çok bu bölgeleri hedef alırken, işçi ve emekçilerin bağımsız örgütlülüğünün son derece zayıf oldu- ğu koşullarda bu iki saldırganlığa yanıt gelenek- sel örgütlülükleri tartışılmaz aşiretlerle Afganistan İşgali ile birlikte ciddi bir gelişme gösteren ve Sünni nüfus içinde kök salma yeteneği gösteren Selefi Kaideci “radikal İslam”cı hareketten gelmiştir. IŞİD’in kökünde de bu ikisi vardır: Sünni aşiretler ve Kaideci selefi örgütlenme.

Önce çeşitli İslami adlarla sonra Irak el Kaidesi olarak örgütlenme başlayan sonunda IŞİD adını alan aşiretlere dayanan çeteleşme 2003’ten beri Bakuba, Ramada gibi Anbar Eya- leti kentlerinde Emirlikler halinde örgütlenme- ye başlamış, püskürtülüp Emirliklerinden biri yıkıldıkça diğerini kurarak ve zaman zaman yeraltına çekilerek varlığını sürdürmüştür. Sıçra- ma yapması, Irak’ta zamanın başbakanı Maliki tarafından terörist ilan edilen Cumhurbaşkanı yardımcısı Tarık Haşimi’nin temsilciliğini yaptığı Sünnilerin bütünüyle dışlanması ve zamandaş olarak Suriye’de Batılı emperyalistlerle Türkiye başta olmak üzere bölge gericiliği tarafından Esad rejimine karşı başlatılan başlıca Sünni İs- lamcılarca yürütülen silahlı yıkıcılığın belirli bir denge sağladığı gelişme aşamasına ulaşmasına dayanmıştır. Hemen bütünüyle “dışarıdan” böl- ge gericiliklerince beslenip örgütlenen ÖSO türü derme çatma “muhalif ” örgütlerin dayanıksızlığı, ideolojik bakımdan güçlü, öldüğünde cennete gideceğine inanmış, ölmeye hazır ve bu nedenle politik ve askerî bakımdan güçlü Nusra ve IŞİD çetelerinin öne çıkmasına götürmüş, bu ikisi önce birleşerek, sonraysa ayrışıp rekabete girişerek güç kazanmışlardır.

Ancak hem ABD ve hem de AKP Türkiye’sinin de içinde olduğu destekçi bölge gericilikleri- nin, aşiretlerle yakınlıkları, ideolojik yakınlıkları ve bu örgütler de içinde muhalifler”e sundukları çok yönlü destekle bütün bir Suriye muhalefeti” ve özel olarak da “Halife”nin IŞİD’i içinde bağlantılara, yalnızca bağlantılara değil, daha ötesi organik ilişkilere sahip olduklarından kuş-

ku duyulamaz. Onca, silah cephane sevkiyatı, onca sınır açmalar, onca gizli servis bağlantısı- nın organik ilişkilere yol vermediği düşünüle- mez. Türkiye bakımından, sadece Türkiye için- deki IŞİD örgütlülüğü, uyuyan/uyumayan hücre ve dernekleşmeleri bile düşünüldüğünde içiçeli- ğin anlaşılırlığı kabul edilecektir.

* * *

IŞİD’in AKP ürünü olması şart olmadan ikisi arasındaki al-ver ilişkisi, daha ötesinde ikisinin birbirine muhtaçlığı, AKP ne denli inkâr etmeye çalışırsa çalışsın, kolaylıkla görülebilir ölçü ve düzeydedir. Aksi halde ne MİT TIR’ları ve soruşturmalarının durdurulmasının ne de Reyhanlı bombalamasının Esad’a yıkılıp soruşturma konusu bile edilmemesinin bir izahı yapılamaz.

IŞİD’i “Esad’ı devirmek için” “olumlu” olarak kullanan Türkiye, IŞİD’in başlıca Suriye ve Irak Kürtleriyle çatışmaya ağırlık vermesinin ardın- dan, bu kez “Suriye’de bir Kürt devletinin kurulmasını önlemek için” önce Kobanê’ye ve diğer kantonlara yönelik saldırısını destekleyerek yine “olumlu” yönden, sonra da PYD’nin ardından PKK’yi ve Türkiye Kürtleri (ve demokrasi güçlerini) tahrik etmek üzere yine “olumlu” ve ama “korkuluk” olarak sallayıp gerekçe göstererek bu kez genel olarak “terör” karşıtlığı üzerinden bir politika izlemesinin dayanağı olacak biçimde

–onu da hedef almış görüntüsü vererek– “olum- suz”luğuyla kullanmaktadır. İlan edilmiş amaç ve hedefleriyle “hem IŞİD’e hem PKK’ye (ve DHKPC’ye) karşı”, “terörü etkisiz hale getirme amaçlı”, ilan edilmemiş ama “aradan çıkarı- lacak” amaç ve hedefleriyle – öncesi bir yana Gezi’yle başlayıp dışa vurduğu hoşnutsuzluk, yönelim ve eylemleriyle– giderek –şimdilik tamamen “yönetilemez” olmasa bile zor yönetilir ol- muş olan bütün bir halkı sindirme, bastırma ve gözdağı vermeye yönelik saldırı dalgası olarak gözaltı furyası ve askerî operasyon: Fark etmez, hepsi terör örgütü”! Lafın sahibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır!

Nasıl fark etmiyor?

Saldırı dalgasının ilan edilmiş hedefleri olan IŞİD ve PKK bakımından yaklaşılacak olursa, özellikle bu ikisi birbiriyle çatışan iki örgüttürler. Ve AKP’nin yakın zamana kadarki görüntüsü IŞİD’le işbirliği ve PKK ile mutabakat sağlayarak “çözüm süreci”ni sonuçlandırmaktı. Şimdi ikisiy- le de ilişkinin tersine döndüğü ileri sürülmekte- dir: “Hepsi terör örgütü”! 1) Doğru denebilir mi? Ve 2) Neden bu dönüş ya da kayma”?

* * *

AKP’nin sadece IŞİD ve PKK’yle ilgili değil, ama özellikle Suriye ve bütün bir Ortadoğu poli- tikasında kayma görünmektedir. Neden?

Washington muhabiri Tolga Tanış, 20 Tem- muz Cumartesi günkü Hürriyet’te ABD Dışişleri Bakanı Kerry’e dayandırdığı şöyle bir haber geç- ti: “Amerikan Dışişleri Bakanı Kerry, başta ABD ve Türkiye arasında varılan İncirlik mutabaka- tı, Suriye’de yaşanan gelişmeleri İran’la varılan tarihi anlaşmadan sonra bölge dinamiklerinin değişmesine bağladı ve ‘Türklerin yapmaya ha- zırlandıkları işlerde kayma oldu’ dedi.

Kayma bir gerçek. Şundan ki, AKP Türkiye’si yakın zamana kadar IŞİD Karşıtı Koalisyon’a görünüşte katılırken, pratikte hiçbir faaliyetine katılmadığı gibi, başta Amerika olmak üzere, Koalisyona üslerini de kullandırmıyordu. Kayma” gerçekleşti ve şimdi sadece ABD değil, koalisyon savaş uçakları da IŞİD’e karşı operasyonlarında İncirlik dahil Türkiye’nin üslerini kullanacaklar. Hatta anlaşıldığı kadarıyla, IŞİD’e karşı hava operasyonlarına Türk uçakları da katılacak. Türkiye, hatta “üst akıl” suçlamasıyla Mısır’dan Suriye’ye, Irak’tan Çin füzelerine ka- dar birçok konuda farklı pozisyonlarda olduğu ABD’ye, ABD’nin Ortadoğu stratejik amaçlarına bütünüyle katılmaya ve hatta taktiklerini be- nimsemeye yakınlaşmış, neredeyse katılmıştır. Deyim yerindeyse, –uygun zaman bulduğunda– yeniden gündemine almak ve şimdilik yalnızca belirli zorlamalarda bulunmak üzere hemen bütün taktik farklılıklarını, onların çıkış noktası olarak Osmanlı yayılmacılığı ve Sünni etkenini bu yayılmacılıkta kullanma yönelimini bir yana bırakarak, AKP, Amerikan stratejisine katılmaya dönmekte ya da ABD’ye teslim olmaktadır. Kay- ma budur.

Nedeni üçtür: 1) Kerry’nin dediği gibi, İran’la 5+1 ülkeleri arasında nükleer anlaşmasının im-

zalanmasına bağlı olarak, Amerika’nın İran’la olan ilişkisindeki değişme –bu, AKP politikasın- daki değişmenin görmezden gelinemeyecek bir etkenidir. Şundan ki; ABD bölgedeki seçenekleri ve taktik olanaklarını çeşitlendirmekte, İran’la ilişkilerini düzeltme yoluna girmekle, zaten Mı- sır Darbesiyle “delikten süpürerek çöpe attığı” Müslüman Kardeşler ve Sünni İslam’a oynama ve –neoliberal Müslüman Kardeşliğin AKP Tür- kiye’si de içinde– onu eksen alma yöneliminden net biçimde vazgeçtiğinin altını çizerken, bunda ısrar etme durumunda Türkiye’den de vazge- çebileceği mesajını vermiş olmaktadır. AKP’nin bunu göze alma imkânının olmadığı ortadadır. Hele işçi ve emekçilerin, halkın hoşnutsuzluk ve eylemliliğindeki genel yükseliş ve 7 Haziran Seçimleriyle imkânları ciddi biçimde daralmış AKP’nin bunu aklından geçirme imkânı bile ol- madığı söylenmelidir.

  1. İkinci etken, 7 Haziran Seçimlerinin sonuç- larıdır ki, düzen içi muhalifleri ne denli cesaret- siz davranıyor olsalar da, AKP artık tek başına istediğini yapabilir olmaktan çıkmıştır. Artık tek parti olarak yönetebilir durumda değildir. “Çö-

züm süreci”ni de bir yana bırakıp savaşçıl bir politikaya yönelerek ve milliyetçiliği yükseltme- ye oynayarak, düzen içi muhaliflerine kendisini ve politikalarını dayatmayı ve belki milliyetçi önyargıların etkili olacağı bir erken seçimden başarıyla çıkmayı hesaplasa da, kendi içindeki çatlaklar da artarak mecalsizleştiği gün gibi or- tada olan AKP; yeni bir toparlanma sağlayarak doruklardan aşağı yuvarlanışını durdurmaya kolaylıkla güç yetiremeyecek bir görüntü vermektedir. Özellikle “delikanlı” Erdoğan gerginlik politikasıyla toparlanma ve yeniden tek karar verici olmayı deneyecektir; ancak bir yandan 17-25 Aralık bir yandan da MİT TIR’ları soruşturmaları önündeki ciddi handikaplardır. En ciddi handikap ise, AKP ve patronunun, kendisi ve çevresiyle –M. Cengiz vb. gibi “havuzcular”dan oluşan– dayanaklarının “özel çıkarları” lehine bu soruşturmaları etkili silahlar olarak kullanma potansiyeline sahip olduğu kadar kapitalistlerin “genel çıkarları”nı belirleme yeteneğindeki– ulu- sal ve uluslararası ciddi güçlerin çıkarlarını fazla- ca dikkate almamış olmasıdır. Koç, Sabancı gibi son on yılda neredeyse önemli hiçbir ihale ala- mamış tekelcilerle “ben neymişim” kibriyle Os- manlıcılığa kalkışarak arasını açtığı Amerikalı ve Batılı büyük emperyalistlerdir söz konusu olan- lar ve fazlaca dikkate alınmamış güçleri, hele siyaseten tek başına yetmez hale gerilediğinde AKP ve özellikle “karizması” çizilmiş liderini yer- le bir etmeye yeter de artar bile! Bu, öyleyse, AKP’nin artık dikkate almazlık edemeyeceği ve politika ve “yapacağı işlerde” “kayma”yı koşul- layan ikinci etkendir.

  1. Üçüncü etken, “uysal atın çiftesi pek olur” özdeyişinin “uysallık”tan sıyrılmakta olduğunu son birkaç yıldır giderek hoşnutsuzluk ve eylem- liliğindeki tırmanmayla ortaya koymakta olan, şimdiye kadar –uluslararası ve ulusal– istisnasız bütün gericiliğin “sırtından” sömürüp yönettiği “at”ın pozisyonundaki değişmeler ve bu değiş- melerin daha büyük ve köklü değişmelere götür- me ihtimalidir! Sadece seçimler ve sonuçlarıyla sınırlı olmayan, ama pozisyonundaki değişme seçimler ve sonuçlarına da yansıyan işçi sınıfı ve emekçilerin hareketliliği ve giderek eskisi gibi yönetilmeye karşı başladıkları itirazlar, bu itiraz-

lar henüz net politik biçimler kazanmasa bile, AKP’yi kendi pozisyon ve tutumunu gözden ge- çirip değiştirmeye zorlayan, kuşkusuz ki temel etken durumundadır.

Türlü esnek çalışma dayatmalarıyla insanca yaşam ve çalışma koşullarından yoksun bırakıl- mış, gelecek güvencesizliğiyle işsizlik ve sefaletin pençesindeki emekçi halk, iki yıl önce, AKP’nin yaşam tarzına da yönelttiği saldırılarla insan yerine konmadığı bir noktaya sıkıştırıldığını hissettiğinde, Gezi’de “patlamış”tı. Kimse Gezi’den geriye bir şey kalmadığını düşünmedi, hele AKP ve lideri, sonrasındaki tutum ve eylemleriyle Gezi’yi hep aklının bir köşesinde tuttuğunu göster- di. Her küçük gösteriye bile zehirli gaz ve tazyikli suyla saldırırken.. “İç güvenlik paketi”ni çıkarırken… Artık emekçi halk her konuda sessiz kalıp boyun eğecek “çizgi”nin ötesindeydi ve özgüven de kazanmıştı. Bu, Kürt halkının uzun yıllar bo- yunca mücadele içinde kazandığı bir hasletti,

Gezi’yle birlikte, bilinç ve örgüt düzeyinin düşüklüğüyle eksiklenmiş haliyle olsa bile, “Batı’da” da yaygınlaşıp genelleşti.

AKP dayatmaları, Cam ve THY işçilerininki- nin ardından Birleşik Metal Grevi’nin yasaklan- ması, sömürü ve çalışma koşullarının ağırlığı karşısında, farkında olsun olmasınlar, işçilerin sınıf kinini bileyici etkide bulundu. “Demokra- si” başlığı altında AKP ile anlaşmazlık halinde olduğunu örneğin Gezi’de hükümete yönelttiği eleştirilerle açıklamış ve Divan Oteli’ni direniş- çilere açmış olan Koç başta olmak üzere ülkenin en büyük patronlarının yakın tarihte Metal işçi- leriyle karşı karşıya gelmeleri ve uzlaşmazlıkları, emekçi halkın hoşnutsuzluk ve hareketliliğinin, yalnızca AKP’yi hedeflemekle sınırlı olmadığı- nı/kalmadığını gösteren ciddi bir gelişme oldu. Bursa’da metalde başlayıp hızla başka illere ve metal sektörünün ötesine de yayılarak ülke gün- demine oturan işçilerin uzun süreli direnişi hâlâ yatışmış olmaktan uzaktır ve iktisadi koşulların gelişme eğilimi işçi ve emekçileri yeni hareketlenmelere sevk edici yöndedir. Emekle sermaye arasındaki bu karşı karşıya geliş, aralarındaki ayrılıklar bir yana gericiliği bütünleşmeye yönel- ten temel etkendir ve AKP, son saldırgan atağıyla, ilan edilmiş amaç ve hedeflerinin ötesinde, gericiliğin genel desteğini arkasına alarak, asıl emekçi halka “savaş” ilan etmiş bulunmaktadır.

Gericilik içindeki çelişme ve ayrılıklar ne- deniyle toprağın ayağının altından kaymakta olduğunu hissetmesinin yanına emekçi halkın hoşnutsuzluk ve hareketlenmesiyle giderek yönetme zorluğunun büyümesinin (ki ekonomik verilerin kötüleşme eğiliminin bu büyümeyi daha da ilerleteceği tartışmasızdır) eklenmesinin yarattığı gericiliği birleşmeye zorlayıcı çaresizlik- le, AKP ve lideri politik ve pratik olarak kayma tadır! Sığınılacak tek korunaklı liman ABD’dir (ve işbirlikçileridir). Buraya sığınılmaktadır!

Ama belki de “kefeni sırtında taşıma”yı haklı çıkaracak zorlamalardan vazgeçmeden sığınılmaktadır. AKP ABD’ye sığınmaktadır; ancak Suriye’de “güvenli bölge”yle ABD’nin IŞİD’e karşı birlikte işler başardığını görüp düşündüğü ve üzerine hesap yapmaktan kuşkusuz ki geri

durmayacağı Türkiye ve Suriye’nin Kürt halkının statüsüz” bırakılması –artık– olmayacak duasıyla –ABD’nin belki hayırhah desteğini alabileceği– PKK ve ama ha PKK ha o dediği PYD’yi de derdest etmeyi dayatıp buradan zorlayarak, sığınmaktadır. Türkiye “küçük” güç değildir ve kendisinin dayatacakları yok sayılamaz; ama bu doğru artık AKP için geçerli değildir. Türkiye “küçük güç” değildir, ama artık AKP de büyük güç değildir!

IŞİD korkuluğunu sallayıp herhalde öncelikle Kürt halkı ve ulusal örgütleri ve ama yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesinden demokrasi ve barışa kadar talepleriyle hoşnutsuzluğu artıp hareketlenmekte olan bütün bir halkın aradan çıkarılması” zorlanmasına zorlanabilir, buradan halk güçleri bedeller de öder; ama artık sonuçsuz bir AKP girişimi olmaktan öteye gide- mez ve sonuçta AKP ve lideri de girdiği “kaygan” yolda net bir bedel ödemekten kaçınamaz.

Ayrılık konuları dolayısıyla kapışırken, AKP ve liderinin şansı, emperyalist ve yerli gericiliğin, örneğin Metal grevinde en uzlaşmaz kindar tutumu alan Koç’un işçi ve emekçilerin hareketlenmesi karşısında gericiliğin birleşik gücüne duydukları ve duyacakları ihtiyaçtır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑