Haberler-Mektuplar

Tuzla’da katliam
Polis infaz kurumu rolü oynuyor. Yargılama yapıyor. Türkiye’de “Yaşama Hürriyeti” bulunduğunu kim iddia edebilir?
Gebze’den Tuzla’ya doğru bir araba geliyor. İçinde 4 genç. Trafik kontrolü için Tuzla köprüsü altında durduruluyorlar. Köprü üstünde ve yolun kenarında pusuda bekleyen polis namluları sorgusuz-sualsiz kurşun yağdırıyor.
Emniyet Genel Müdürünün iddiası, “çatışma polise ateş açmaları üzerine başladı”  şeklinde.   “Dur ihtarına” uyulmamış…
Oysa ;
1-Araba fotoğraflarda köprünün altında yolda duruyor. 2- Araba, hızla gitmekte olan ve şoförü açılan ateşle vurulmuş ve doğal olarak sağa-sola savrulması gereken bir arabayı kesinlikle çağrıştırmıyor. 3- Hareket halinde taranan bir arabaya tüm kurşunların üst ve yan kısımlarından isabet etmesi olanaksız. Kurşunların giriş açısı arabanın dururken yukardan ve yandan kurşun yağmuruna tutulduğunu gösteriyor. Düşük hızla hareket eden bir arabanın bile toplam 283 kurşunu aynı açılardan alması mümkün olamaz.
‘Dur ihtarı’ yoktur, sağ ele geçirme tutumu yoktur; ateş açılan, durmayan ve kaçan bir araba değildir. Durdurulan bir arabaya içindekilerden herhangi bir karşı koyma olmadan ateş yağdırılmış ve 4 genç katledilmiştir.
Üstelik “operasyondan” bir saat önce basın olay yerinden uzaklaştırılıyor. Bu, polisin bir mizansen hazırlığı içinde olduğunu kanıtı. Ve daha önemlisi, uygun bir yerden olaya tanık olan Sabah muhabiri, öldürülen gençlerden İ. H. Adalı’nın babası Ahmet Adalı’ya gördüklerini aktarırken, arabadan ateş edilmediğini söylüyor. Konuşması teybe alınıyor. Ama söylediklerini sonra yadsıyor. Korkmaktadır çünkü.
Polisle, Kartal C.Savcısı Şenol Ayter arabada bulunduğu iddia edilen silah sayısı konusunda da çelişki içindedir. Polis iki silah açıklıyor. Savcı, önce müdahil avukatlara ve katledilen gençlerin ailelerine bir silah bulunduğunu söylerken, bir gün sonra İstanbul’un yüksek rütbeli polislerinin yanında ve dolayısıyla baskısı altında basına iki silah bulunduğu açıklamasını yapıyor.
Olayın gece yarısı polisler öldürdükleri İ. H. Adalı’nın evine arama yapmaya gidiyorlar. Arama sırasında İ. H. Adalı’nın emekli bir polis olan babası tarafından eve silah saklamaya çalışırken yakalanıyorlar. Polis evde “silah bulma” mizanseni hazırlama çabasındadır. Bu, “arabada bulunan silah yada silahlar” hakkında açık fikir veriyor.
Ve iddia konusu bir (ya da iki) silahtan beş (ya da beşer) kurşun atıldığı söyleniyor. Ama gazete fotoğraflarında bir silah, kızağı şarjöre takılı görülüyor. Bu durumda silahta en çok beş kurşun olması gerekiyor. Beş kurşunlu bir tabancayla “eyleme gidildiği” iddiası ise sadece gülünç oluyor.
Olaya görgü tanıklığı edenlerden kimse avukatlara ve basma konuşmuyor. Katledilenlerin ailelerine ise ölümle tehdit edildiklerini ve konuşamayacaklarım söylüyorlar. Polis öldürmekle, suç delillerini gizlemek ve çarpıtmakla kalmıyor, görgü tanıklarım da ölümle tehdit ediyor.
Katliam ayan beyandır. Yoruma açık bir şey yok. İnsanlar yol ortasında “terörist”, ‘ ‘anarşist” nitelemesiyle kurşunlanıyorlar. Yolda yürüme, araba kullanma özgürlüğünün olmadığı bir ülke ve insanlar soruşturma bile olmadan katledilebiliyor. Polis, emniyet, infaz kurumu rolü oynuyor. Yargılama yapıyor, Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu “teröristlerin sabıka kaydının bulunmaması, o teröristlerin eylem yapmayacakları anlamına gelmez” diyor, infaz mangaları yerlerini alıyorlar ve infaz gerçekleştiriliyor. Türkiye’de “yaşama hürriyeti” bulunduğunu kim iddia edebilir?
Katliamın yankılarının süreceği görülüyor.


AÇIKLAMA:
Ayın 15 inde çıkan ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bundan sonra her ayın 1’inde bayilerde olacak. 3. sayımız Aralığın 1’inde çıkıyor.

OKUYUCUDAN MEKTUPLAR
“12 Eylül sonrası ülkemizde o
luşan depolitizasyon zincirinin kırılmasına, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasına katkıda bulunmak amacıyla yeni çıkmakta olan bir gazeteyiz. Devrimci demokratlar arasındaki dayanışmanın gerekliliğine olan inancımızla derginize yayın hayatında başarılar dileriz.”
YENİ ÜMRANİYE GAZETESİ

“Cuntaya bir kaç hafta kala çıkan özgürlük Dergisi’ni anımsattı derginiz. Ancak, referandum konusundaki yaklaşımınız güzelim dergide bir leke gibi. Gerçi utangaç bir kayır diyorsunuz ve hayır cephesinde en mantıklı ve bilimsel sayılabilecek aç ıklamalarınız var. Ama benin: gibi sosyalist düşünceye eğilimli birini ikna edemiyorsunuz. Çevremde dergiyi okuyanlar yalnızca referandum konusunda ayrı kanıda olduklarını belirttiler.
HAKAN YILDIZ-İZMİR

“Eylül sonrası uzun bir donemden sonra devrimci demokratların toparlanması aşamasında bir dizi demokrat yayıncılık gelişimiyle revizyonist çizgide olan yayınların gelişen mücadelede etkileri yavaş da olsa kırılmaktadır, özgürlük Dünyası’nın ileri sayılarında kuşku duyulmayacak çizgisini beklemek daha doğru olacaktır kanısındayız.
DURSUN GÜRDAL

“Derginizin illi sayısını okudum. Devrimci, demokrat basının üzerine düşen sorumluluğu büyük ölçüde yerine getirmektedir.”
R BİÇER F. ALMANYA

“Sosyalist, devrimci, demokrat basına yapılan baskılar göz önüne alındığında legal platformdaki bu zor mücadeleyi tüm yurtsever devrimci duygularımızla destekliyoruz. HO yenilgisinden çıkarılan dersleri pratiğe yansıtma şiarı birinci sayıda fark ettik. Kısır döngülere karşı böylece bir adım atılmış oluyor. Yine açık ve net olarak görebildiğimiz keskinlikten ve uzlaşmacılıktan uzak kararlı bir perspektifle kendini ortaya koymasıdır. Yeni bir cunta iktidarının hazırlama sürecinin yaşandığı günümüz Türkiye’ sinde somut alternatiflerin üretilmesini bekliyoruz.”
ÜMRANİYELİ BİR GRUP YURTSEVER DEVRİMCİ GENÇ

“Merhaba Özgürlük Dünyası Yayın yaşamınızda başarılar…”
YENİ ÇÖZÜM – EDİRNE

“Başlatmış olduğunuz onurlu işinizde başarılar dileriz. Bizler de sizin bu zor işinizi hafifletmek için elimizden geleni yapacağız.”
GÖTTİNGEN Üniversitesi’nden bir grup özgürlük Dergisi Okuru

“Basın-yayın aracılığı ile kitlelerin uyutulmasına her türden burjuva, aydın, yazar ya da düşünürlerin görevleri ve katkıları açıktır. Gerçekleri olduğu gibi yansıtmak, perspektif sunmak sınıf davasına duyulan sorumluluğun ve inancın ifadesidir. Bu inanç ve iddia ile yayın hayatına başlayan “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI”nı tarifsiz bir özlem ve coşkuyla karşıladık. Başlarken yazısının muhtevası okurken tüylerimizi ürpertti. Ancak gel gör ki: ülkemizde oynanan parlamento oyunu ve aralanan sahne: Referandum konusundaki yazıyı genel anlamıyla geri, reformist-revizyonist anlayışı aratmayacak bulanıklıkla gördük. Büyük ideal ve iddiayla yayın hayatına başlayan Özgürlük Dünyası’nı daha ilk günde Referandum konusundaki sığlık taşıyan hatta “Hayırcı” bir anlayış içinde olduğunu hissetmenin sıkıntı ve üzüntüsünü duyduk.
Özgürlük Dünyası’nı işçi sınıfı ve emekçi halkımızın davasına duyduğu sorumlulukta daha duyarlı davranmaya çağırıyor, başarılar diliyoruz.
İZMİT’ten bir grup özgürlük Dünyası Okuru

“Doğrular, yanlışlarla mücadele içinde gelişip güçlenir” İlkesi ile hareket ederek gelişip güçleneceğimiz ve proletaryanın iktidar mücadelesinde onun sesi olacağınıza inanıyorum. Bugün dünden daha fazla daha güçlü düşmanımız var. Dün gibi yakın ama asırlar kadar uzun gelen baskı, zulüm ve acılarla örtülü kapkara bulutlarla çevrili kor bir zaman… Ama dost, düşman bile ki sömürü, zulüm, işkence ve ihanetin çemberini kıracağız. Güzelim ülkemizde dostluğun ve yoldaşlığın tomurcukları yine yeşerecek. Yeşerteceğiz de.
SAİT METİN ve ADANA’DAN BİR GRUP ÖZGÜRLÜK DOSYASİ OKURU

“Dergiyi ilk okuduğumda, işte istenilen dergi dedim. Referandum yazısını eleştiriye açık bırakıyorum. Yayın yaşamına başlayan bu güzel dergiye bir dost olarak uyarım olacak Cunta sonrası bir-iki dergi çıktı. Zannettiler ki, bir biz kaldık. Sonra dergiler çoğaldı. Bürolar açıldı. Devrimci insanlar buralara gitmeye başladı. Her şey oradan yönlendirilmeye başlandı. Dergi dışına taşan hiçbir şey yok. Tamamen legalizm. Şu an dergicilik boyutunda yaşanan korkunç bir tasfiyecilik. Dergiler düzeysiz bir şekilde birbirleri ile dalaşa girdiler. Kimsenin altta kalır yanı yok. Nereye gidiyoruz? Nereye mi? Stadyumlarda kurşuna dizilmeye. Bunun hesabını kim verecek? Eğer aynı duruma siz de düşecekseniz, yapmayın derim. Kıymayın insanlarımıza, bu suça ortak olmayın. Legaliz inin sınırları o kadar incedir ki. Faşizm Affetmez!
Burjuva Tarihçilerinin sürekli söyledikleri “Tarih Tekerrürden İbarettir, “lafını ispatlamayalım.
Tüm Devrimci Arkadaşlara Dostlara Atatürk’ün TKP’yi nasıl tasfiye ettiğini okuyup araştırmalarını öneririm Selamlar.
EDİRNE’DEN M. K.

“Uzun sure beklediğimiz dergiye kavuşmanın mutluluğu içerisindeyiz HOŞGELDİNİZ!
Bu dergi furyası içinde Özgürlük’ün ayrı bir yerinin olacağına inanıyoruz, öyle olmalı da, olacak da.
METİN KARACA – ÖZEL TİP CEZAEVİ – ESKİŞEHİR

“Özgürlük Dünyası’na Merhaba!
Lise mezunu, askerliğini yapmış, 12 Eylül’den nasibini almış, yargılanmış bir vatandaşım, Özgürlük Dünyası’nın yayın hayalına katkıda bulunmak için üzerime düşenleri yapmaya hazırım.”
H. NURDOĞAN-MERSİN

“Merhaba ÖZGÜRLÜK! Yayın yaşamınızın başarılı olmasını yürekten diliyorum
T. ATALAY KON YA/ER E G L i

“Derginizi içerik olarak beğendim Katkıda bulunmak istiyorum. “
M. ÖZTAŞ-MALATYA

YURT İÇİ ve DIŞINDAN TELEFON VE MEKTUPLA ARAYARAK DESTEKLERİNİ İLETEN TÜM DOSTLARA, AYNI ŞEKİLDE CEZA EVLERİNDEN GELEN MESAJLAR İÇİN TÜM OKURLARIMIZA TEŞEKKÜRLERİMİZİ İLETİRİZ.
ÖZGÜRLÜK

Oyun oynandı: “Galip” olmayan yok! Referandum mağlubu Eylül’dür…
Referandum oyunu oynandı. Taşıdığı yerel seçimlerin öne alınıp alınmaması sorunundan farklı içeriğiyle oyunun 35-65’lik sonucunu herkes kendine yontarak yorumluyor. “Galibiyetini” ilan etmeyen yok.
Burjuva muhalefet referandumu Özal’ın güven oylamasına dönüştürmeye çalışmıştı. Aslında Özal da hükümet edişinin tartışmalı olduğunu biliyor. Bu yönüyle bir baskı altında bulunduğunu er ya da geç kendisine dayatılmakta olan “hesaplaşma”dan kaçınamayacağını görüyordu. Anlaşılmaz gibi görünen taktiğini, bu “hesaplaşmaya” kendi açısından en uygun zaman ve koşullarda girmek üzerine kurmuştu. Zaman geçtikçe oylarının daha da azalacağı ve ANAP olarak gireceği bir -örneğin yerel- seçimde sadece parti taraftarlarının oyunu alabileceği saptamasından hareketle Özal, erken ve bir referandum aracılığıyla “hesaplaşma”yı tercih etmişti. Burjuva muhalefet güven oylaması diye tempo tutarken Özal, zaten bir güven oylamasına gidiyordu. Amacının referandumu kazanmak olmadığını öyle açık ortaya koyuyordu ki. Yüzde otuzlar dolayında “evef’in yeterli olacağını baştan ilan ediyordu. Nitekim % 35 “evet”le “galibiyet temennasını” çaktı.
Burjuva muhalefet yüzde 50’yi tutturmanın gerekliliğinden söz ede-dursun Özal, hesabını 30’lar üzerine yapmıştı bile. Son seçimlerde yüzde 36 almamış mıydı? 35’le hükümet etmeye devam edebileceğini kanıtlamış oluyordu.
Yüzde 30’ları tutturması da zordu Bunun için tuluat gerekiyordu. Ve a acındırma duygularına seslenen bir ağlama-tehdit melezi “çekilirim” blöfüyle Özal, sadece kararsızların değil, başka partilere oy verenleri de “evet” yönünde etkiledi. İnsanlar SHP ve DYP’de güvenilir bir alternatif göremiyorlardır.
İnönü, “ANAP’ın iktidar günleri sayılıdır. Mutlu bir gelecek başlıyor.” ilk tepkisinden sonra Özal taktiğine boyun eğerek yumuşuyor ve “ANAP iktidarı kör topal devam etmektedir” noktasına geliyordu. Demirel ise “ar sahibi olan gider.” diyerek saldırgan tutumunu sürdürüyor ve “bunalım önümüzdeki günlerde inkişaf eder.” yaklaşımıyla bulanım politikasına oynuyordu. Burjuva muhalefete göre Özal mağluptu.
Özal’a ise tartışmasız bir hükümet dönemi gerekiyordu. Sürekli seçim baskısı ve atmosferinde ekonomiyle istediği gibi oynayamıyordu. Şimdi bu olanağı elde ettiğini düşünüyor Özal ve 25 Eylül gece yarısı bunu açıkça söylüyor: “Bugün Türkiye seçim havasından kurtulmuştur. ANAP iktidar sınavını başarıyla atlattı. Şimdi hedefim, iki yılda enflasyonu aşağı çekmek, Gelir vergilerini artırmak. Ekonominin gereği neyse o yapılacak.” Zam, yeni veriler, ücretlerin ve maaşların aşağı çekilmesi, faizlerin yükseltilmesi ve ekonominin gereklerini yerine getirmek için Özal şimdi kendini hazır hissediyor. Amacı buydu zaten.
Madalyonun bir değişik yüzü var. Referandumun galibi yok ama bir mağlubu var: 12 Eylül ve Eylülcüler’ in oyu yüzde 35’e geriledi. Anayasa yüzde 92 ile kabul edilmişti. Ve bu sonuç, henüz devrim ve sosyalizmin olanca yoğunluğuyla baskı altında tutulduğu koşullarda alındı. Özal’ın 80 öncesine dönme korkusunu sürekli işlemesi, ancak yüzde 35 oy getirebildi. Türkiye, henüz burjuva çerçevesi kınlamamış olsa da, Eylül’ün korku psikozundan sıyrılmaktadır. Tüm burjuvazi ve gericiliği hedef alırken, salvo ateşini 12 Eylül ve Eylül güçleri üzerinde yoğunlaştırmak, onların tecridi ve güçsüzleştirilmesine yönelmek, demokrasi mücadelesinin devrim ve sosyalizm güçlerinin önünü açar. Toplumsal uyanış ve muhalefeti geliştiren bir rol oynuyor.’Eylül’ün tecridine özel önem vermek ve burjuvazi ve gericilik içindeki çatışmalardan bu amaçla yararlanmak, dönemin özelliğinin ve toplumsal muhalefetin yükselişinin bir gereksinimidir. Buna ilgisiz kalınamayacağı gibi, Eylül ve Eylülcülerin tecridi burjuva muhalefetin desteklenmesi ve örneğin “Eylül’e oy yok” oyuna alet olunması ve burjuva muhalefetin platformuyla sınırlanma olarak yorumlanmaz. İstisnalar dışında Türkiye’de yapıla-gelen tüm seçim ve halkoylamaları bir oyundur, oyuna dönüştürülür. Hak edilgen konumuyla katılmaya çalışılır bu oyuna, gerçek bir taraf olması bin bir yolla engellenir.
Şu ya da bu ideolojik yanılsama temelinde ne tür bir siyasal sahtekârlığın yedeği olmayı kabullendiği sorulur ona. Ve her somut durumda bu platformun ötesinde -ve “tek yol devrim” demekle de yetinmeyerek-, yerine göre oyuna katılmayı reddederek ya da oyunu bozmak üzere katılarak, bir yanıt vermek gerekir egemenlere, Özgürlük Dünyası’nın referandumda yanıtı “Eylüle oy yok.” oldu.
Ve referandum genel sonucuyla Eylül’ün güçsüzleşmekte olduğunu ortaya koyarken, toplumsal muhalefetin burjuva düzen ve özel olarak Eylülle kurulan rejimin sınırlarını zorlamaya yöneldiğini gösterdi. Yoğun olarak devrimci sloganların haykırıldığı SHP İstanbul mitingi ve Kartal “Barış Şenliği” bunun örneğiydi. Tabandaki hoşnutsuzluk ve yönelişlerle bu toplantılar SHP’nin çok ötesindeydi. Otomobil-İş’e üye işçilerin servis otobüslerine binmeyerek yaptıkları 12 Eylül ve ö/alı protesto yürüyüşü de. Referandumun asıl gösterdiği budur, toplumda 12 Eylül karşıtlığı yayılmakta, toplumsal muhalefet, henüz ağırlıklı olarak kendiliğinden zincirin bu halkası odağında gelişmektedir. Toplumsal, siyasal koşullar bunu dayatmaktadır çünkü.


Hesaplaşma tarihe bırakılmamalı

Ülkemizde yerleşmiş bir gelenek var. Olaylar yaşandıkları dönemde değil, gecikmeli süreçlerde aydınlığa kavuşuyor.
Gizli kapaklı ilişkilerden, bu ilişkilerin rollerinden, toplum, daha sonradan, geçmişe yönelik tarihsel açıklamalarla bilgilendiriliyor.
12 Mart’tan sonra 12 Eylül de böyle bir noktada irdeleniyor, toplum olan bitenden yıllar sonra haberdar olabiliyor.
Geçtiğimiz eylül ayında “12 eylül hukuku ve uygulamaları” ve genel olarak “12 Eylülün getirdiği siyasi yapı’nın sorgulanmasında ibret verici itiraflar, dönemin etkili ve yetkili kişilerinden birkaçının katılmasıyla yeni bir boyut ve biçim kazandı
Eylül ayı başında adli yılı açış konuşmasında Yargıtay başkanı, 12 Eylül’le birlikte yargı bağımsızlığı ve hakim teminatının yok edildiğini, askeri mahkemelerin “emir-komuta zinciri” altında çalışan kurumlar olarak ortaya çıktığını belirtti. Askeri mahkemeleri savunan Askeri Yargıtay Başkanı ile Sivil Yargıtay başkanı arasında bu konuda bir polemik başladı. Bu, yargılama ve hukuk alanındaki sancı ve kaygıların bir bölümünün doğrudan iki başkanı tarafından tartışılması ve dile getirilişiydi.
Yargıtay başkanının kendisinden ve makamından beklenmeyen bir çıkışla “ülkemizi karanlık noktalara götürmek isteyenleri tarihe bırakmayıp yakalarına yapışacaklarını söylemesi, şimşeklerin üzerine çekilmesine neden oldu. Askeri Yargıtay başkanı ise, “işkenceye karşı sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle işkence ile elde edilmiş anlatımlardan mahkûmiyet giymiş kişilerin başvurmaları halinde durumlarının gözden geçirileceği”ni söyledi.
Yargıtay başkanı “ben bu ülkede nasıl işkence yok derim, nasıl inkâr ederim.” beyanıyla, işkence ile ilgili olarak devletin resmi organlarında yıllardır süregelen tartışmaya yeni bir biçimde katılıyor.
Bilindiği gibi, öteden beri işkencenin olmadığı resmi görüş olarak sürekli yinelenmiş, işkenceye karşı olunduğu ve münferit işkence olaylarının da takip edildiği resmi açıklamalardaki değişmez tutum olmuştur.
“Ben bir işkenceciyim, insanlara işkence yaptım. İşkence yaptıklarımdan özür dilemek için gazetelere ilan vermek istiyorum. Pohpohlayıp kullandılar beni.”
İtirafçı Mamak Askeri Cezaevinin eski müdürü Albay Raci TETİK’tir. Bu açıklamasıyla Tetik, en çok dikkat çeken isimler arasına girdi.
İlk yanıt, Tetik’in özür dilediği insanlardan geldi. Milliyet gazetesinde yayınlanan yanıt mektupta otuz binler adına “insanlık seni affetmeyecek” deniyordu.
Bir suçlar silsilesini ele verip ikrar ve itiraflarda bulunan Albay Tetik’e tepkilerden biri de emekli General Dündar Konya’dan:
“Ben bir emekli generalim. 1981’de 4. Ordu Komutanlığı 1. nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi başkanlığına tayin oldum. Mamak cezaevinin bilinen durumu ve o tarihlerde Askeri Yargıtay’dan yapılmakta olan baskılar sebebiyle bu görevi kabul etmedim. Bu nedenle de MGK’yle karşı karşıya kaldım. Neticede MGK’nın kararıyla 3 Kasım 1981de bulunduğum rütbede görev süremin bitmesine iki yıl kala emekliye sevk edildim.”
“211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunun 6. ve 7., 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 12 ve 14, maddelerinde görevin kanun ve nizamlara uygun şekilde yapılacağı, amirlerin verdiği emirlerin, adli ve askeri suç kapsamına giriyorsa, icra edilmeyeceği hükme bağlanmıştır. Ayrıca Anayasanın 137. maddesi suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmeyeceği, 17. maddesi ise, hiç kimseye işkence ve eziyet yapılamayacağı kurallarını vazetmiştir.”
Şunu hemen belirtmek gerekir ki. Albay Tetik’in Mamak Askeri cezaevi komutanı olduğu dönemde bilgisi dâhilinde yapılan ve kendi ikrarlarıyla da sabit olan bu kabil fiiller görevin ifası değil, vaat edilen ikbal uğruna hukukun ihlalidir ve suçtur.
Albay Tetik’in itirafları bilinmeyen şeylerin açıklanması değildir. Bilinen ve binlerce insanın çok yakından yaşadığı ve takip ettiği bir gerçeğin bir uygulayıcısı tarafından itiraf edilmesi ve olayın, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak çıplaklığıyla “ben bu suçları işledim” denerek gözler önüne serilmesidir.
Bu ve benzeri “münferit olaylar” ortaya öyle bir tablo çıkarıyor ki, açıklamalar, sistemli ve genelleşmiş bir suçu ve suça ilişkin bütün verileri sunuyor. Ama resmi ağızlara göre, hala 12 Eylül döneminde ne sistemli işkence vardır ne de hukuksuzluk…
Oysa artık 12 Eylülün koyduğu hukukun bir hukuksuzluk, Anayasanın da bir karşı-Anayasa olduğu görüşü toplum katlarında yaygınlaşıyor ve genel kabul gören bir yargı oluşturuyor.
Sekiz yılı aşkın süredir yaşananların hukuk ve toplum çıkarları açısından görüntüsü olanca açıklığıyla ortada durmaktadır.
Demokrasinin kazanılması ve kesintisizliğinin sağlanması, hukuki, siyasi, kültürel, diplomatik ve askeri alanlarda 12 Eylül’ün bütünüyle sorgulanması, yargılanması ve asılmasıyla olanaklıdır.
12 Mart sonrası “geçmişe sünger çekme mantığı tutumunun 12 Eylül un kolay zaferinden payı büyüktür. 12 Mart dönenimde olup bitenlerin hukuk açısından hesabının görülmemesi ve yapılanların yapanların yanma kâr kalması 12 Eylülcülere cesaret vermiş, önlerini açmıştır.
Demokrasi ve demokrasi güçlerine karşı işlenen suçlar ulusal ve uluslararası kamuoyunda hak ettiği değeri bulmaktadır. Biçilen değer kamu vicdanında içerilmiş kalmamalı, hesap tarihe bırakılmamalı, 12 Eylül yargı önüne çıkarılmalıdır.
D. Çakır

Basın üzerindeki baskılar yoğunlaşıyor
Gençlik Dünyası’nın Eylül sayısı “Anadiliniz yasaklansa ne yaparsınız?” başlıklı yazısı nedeniyle toplatıldı. Medya Güneşi Dergisi’nin yazı işleri müdürü Cemal Öz-çelik İstanbul DGM’deki davasının ilk celsesinde 3,5 yıl cezaya çarptırıldı. Derginin yönetim bürosu basılarak arşivine el konuldu, gözaltına alınan 4 çalışanı da işkenceden geçirildi. Can Gülşenoğlu sorgulama için Ankara’ya götürüldü.
Toplumsal Kurtuluş Dergisi Yazı İşleri Müdürü Felemez Ak dergi bürosu basılarak gözaltına alındı. Emek Dünyası Dergisi’nce düzenlenen panelden sonra Yalcın Küçük, Bilgesu Erenus ve 4 kişi gözaltına alındı. Üniversiteli Gazetesinin haber şefi Mesut Özdinç gözaltına alındı.
Yeni Çözüm Dergisi Ankara Bürosu’nda karakol kuran polisler büroya gelenleri gözaltına aldı. Milliyet Gazetesi Yazarı Mehmet Ali Birand ile Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Eren Güvener “İşte Apo, İşte PKK” başlıklı yazı dizisi nedeniyle yargılanıyorlar. Yeni Aşama yazı işleri müdürü gözaltına alındı. İşkence yapıldı, dergi bürosuna polisler karakol kurdu.
Bunlar son ay içinde basında genellikle bir kaç satırla geçiştirilerek çıkan haberler. Son günlerde, özellikle de sol basın üzerindeki baskılar yoğunlaşıyor ve basın polisiye tedbirlerle susturulmaya çalışılıyor. Dergiler toplatılıyor, dergi büroları basılıyor, karakol kurularak, okuyucular ve dergi çalışanları, yazı işleri müdürleri gerekçesiz gözaltına alınıyor. Tek celsede cezalara çarptırılıyor, içerdeki yazı işleri müdürlerine yenileri ekleniyor.
Buna karşı çıkmak, başta basın olmak üzere bütün demokrasi güçlerinin görevidir. Siyasal demokrasinin temel unsurlarından biri basın özgürlüğüdür. Basına yönelik baskılara karşı çıkmak tüm ilericilerin görevi olmalıdır.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI basın üzerindeki baskıları protesto ediyor.

Net Asgari Ücret: 83.766 TL. – Asgari yaşamama ücreti
Emek gücü, kullanımı sürecinde hem kendi değerinde eş bir değeri ve hem de artık değeri yaratır. Böylece emek-gücü kendi değerinden fazla üretmek suretiyle çoğalan bir hacimle çıkmaktadır.
Ücret, emek-gücü sahibinin varlığını/yaşamını devam ettirmesi için zorunlu ihtiyaçlarını giderebileceği varsayılan gelir düzeyi olarak emek-gücü değerinin piyasa dalgalanmalarında fiyatlanmasıyla oluşur. Bu, emek-gücünün kendi değerine eş bir değer üretmesiyle karşılanmaktadır, geriye kalan artık değerdir.
Ücret düzeyi üretim yapısı, kapasite kullanımı, yatırım, istihdam politikası ve sınıfın mücadelesi gibi faktörlerce belirlenmektedir. Belirlenen bu makro politika gereği oluşturulan dengelere göre saptanan ücret politikası sonucu asgari ücretin ilgili komisyonda belirlendiği söylenemez.
Zaten Komisyonun yapısı (1475 sayılı iş yasası, madde: 33) dikkate alındığında hükümeti 6 üye (biri başkan), işçi ve işvereni de 5’er üye temsil eder. Bu durumda tüm işçi oyları bile karşı olsa, istenilen kararın diğer oylarca çıkarılması mümkündür. Bu aslında kaçınılmazdır. Zaten bugün Komisyonda yer alan işçi üyeleri burjuvazinin sınıf içinde beşinci kolu görevini üslenmiş olan Türk-İş’ten seçilmektedir.
Asgari ücret, bir yandan emek-gücü sahibine zorunlu ihtiyaçlarını giderecek bir yaşam düzeyi sağlamaya elverişli olan, öte yandan da burjuvaziyi daha düşük ücret vermekten alıkoyan zorunlu niteliği olan bir ücrettir.
Tanım, çalışanın “zorunlu ihtiyaçlarını” giderecek gelir sahibi kılmayı içeriyorsa da uygulama/yaşanılan söylenildiği gibi değil.
Sendikal mücadelenin bastırıldığı bugünkü Türkiye’de asgari ücret önemlidir. Aksine mücadelenin yükseldiği dönemlerde asgari ücretin fazlaca bir fonksiyonu kalmaz.
Bugün asgari ücret, bireyi, yalnızca çalışanı esas alarak saptanmakladır. Aslında bireyin esas alınması, hem yaşanılan hayata ve hem de bugün yürürlükte olan mevzuatın esası olan ’82 Anayasası’nın 41. maddesi “aile, toplumun temelidir” diyen ve devamında” “devletin/ailenin huzur ve mutluluğu içindeki gerekli önlemleri almakla yükümlü” olduğunu belirten hükmüyle çelişmektedir. Burada da görülen, burjuvazinin devlet yaşantısının belirgin özelliği, çıkardığı yasaların uygulanmasında keyfi davranmasıdır.

Tablo. 1 GERÇEK ASGARİ ÜCRET (1979:100)
Geçinme     Gerçek asgari
Endeksi     ücret endeksi
1979    100,0        100,0
1980    194,3        51,5
1981    267,3        69,2
1983    457,0        65,7
1985    964,6        55,2
1986    1303,3        59,0
1987    1955,7        70,3
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo 43

Tablo 2 – ULUSAL GELİR-ÜCRET ENDEKSİ (1977:100)
Kişi başı ulusal     Gerçek ücret
gelir endeksi        endeksi
1977    100            100
1979    98,3            75,9
1980    95,3            56,6
1981    97,1            52,4
1983    100,7            53,3
1985    117,7            46,3
1986    127,9            44,0
1987    133,2            39,2
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo 66

Diğer yandan asgari ücretin saptanmasında 16 yaşından büyüklük-küçüklük ve tarım-sanayi sektörü ayrımı yapılması, çalışma hayatının vazgeçilmez “eşit işe eşit ücret” ilkesiyle çelişmektedir.
Asgari ücretin belirlenmesinde hareket noktası olarak alman asgari yaşam düzeyi için gerekli harcamaların 1985 yılı Gayri Safi Harcamalarında özel tüketim harcamalarının ağırlıkları: asgari gıda % 46.45 ; (yakıt, elektrik ve ev eşyası dâhil) konut % 26,48 (eğitim ve eğlence dâhil) kültür % 3,21; ulaşım % 5.08; giyim % 15.53 ve sağlık-kişisel bakım 3.24 olarak verilmiştir. (Yüzdeler. İSO-1988/3, Tablo-21). Yine asgari ücret belirlenmesinde besin içi ve dışı ayrımına göre harcamalar % 44 ve 56 ki bu oranlar tarım sektöründe % 50’şer olarak dikkate alınmıştır. (Resmi Gazete. 30.6. 1988) Oranlar çelişmektedir, örneğin, gıda giderleri % 46,45 olduğu halde (1985 yılında), asgari ücret tespitinde % 44 olarak alınmıştır.
Asgari ücret, tarım ve sanayi sektöründe 16 yaşından büyükler için 126 bin ve 117 bin TL. iken, küçüklerin 86,500 ve 78.750 TL’dir.
Üstelik asgari yaşam için belirlenen bu ücret, (vergi, prim vb.) kesintiler dikkate alınmadan brüt olarak tespit edilmektedir.
126 bin TL brütün neti 83.766 TL’dir. Ve verilen rakamlara göre, 38.910 TL. gıda, 22.192 TL, konut 2.690 TL, kültür (bir gazetenin aylık gideri 9.000 TL. iken), 4.256 TL, ulaşım (19.600 TL,  mavi kart iken), 13.003 TL, giyim ve 2.714 TL. sağlık harcamaları şeklinde ayrılması halinde rakamların ciddiyetsizliği açık olarak görülmektedir. 22′.192 TL’na kiralanacak ev aransa insana gülerler. 1985’de konut giderlerinin % 26.49’luk payına göre, -bir evin ortalama aylık kirası 50.000 TL. olarak kabul edilirse- net asgari ücret 188.750 TL olmalıdır. Bugünkü net asgari ücret olan 83.766 TL, ile geçinebilecek kişi, yeni bir rekor kırmış kabul edilerek “Guinness Rekorlar” kitabında yer alacak kadar önemli bir olay yaratmış sayılır.
Geçinme endeksinin kendisi bir kaç kez katlayarak yükseldiği bir dönemde, gerçek net asgari ücret endeksi I986’da gerileyerek 59 olurken I987’de ancak 70.3’e ulaşabilmiştir. (Tablo-1) Geçinme endeksinin 1987’deki hızlı artışının I988’de daha da hızlandığı dikkate alındığında yeni belirlenen asgari ücretin yetersizliği daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca kişi başına ulusal gelir endeksi artarken gerçek ücret endeksinin büyük orunda gerilemesinden (Tablo-2) çıkarılacak sonuç, ulusal gelirin bütünüyle adaletsiz dağıldığı ve asgari ücretin de adillik sağlama gibi bir fonksiyonunun olmadığıdır. Bu durum, burjuvazinin işçilerin sırtından kaynak transferinin bir örneğini oluşturmaktadır.
Değinilen yönleriyle, brütü 126.000 ve neti 83.766 TL. olan asgari ücret, fiyatlarının dört nala gittiği bugünkü koşullarda bir asgari yasamama ücretidir.

Yazar Konuk’un tedavisi engelleniyor
“Rahatsızlığımı bildiğini sandığımdan yazmamıştım. Teşhis Anjino Pektoris, kalp damarlarıyla ilgili bir olay. Hareketli bir yaşamdan sonra hep hücrelerde kalmanın etkisi olsa gerek.” 23 Mart 1988
“Yüreğini ferah tut diyorsun. Hep öyleyim zaten. Abartma gibi gelmesin sana, yüreğimin teklemesi yaşanılanlardan değil. Dışarıda çok hareketli biriydim. Zaten bu daracık yerlerde nasıl durabildiğime hep sayıyorum. Kaldı ki bunun beş yılı hep hücrede geçti. Hareketlilikten durağanlığa düşünce damarlar isyan etti. Yağlanma başladı. Şişman değilim aksine en ufak göbekten nefret ederim. Ama yağ içten içe sarıyor damarı, sorun da bu zaten. Biraz da hapishanenin özelliği olan içten içe çürümenin etkileri var. Bunun dışında arkadaşların asıldığı dönemde (Hıdır’la İlyas’ın) sırada olan iki arkadaşı habersiz götürmesinler diye bir hafta bekledik, sonra yaşam normale döndü.. .Zaten en çok şaşırdıkları da buydu. Rahat oluşumuz, kim bilir komik gelecek belki ama biraz alıştık, bütünleştik sorunla. Ben evde beş dakika duramayan biriydim. Yıllardır bu bir kaç metrekare yere bile sığabiliyorum. Alışamadığım tek şey bu. Ve mahpus olmaya alışabileceğimi hiç sanmıyorum, ölüme alışabilir belki ama mahpusluğa asla! Hele de böyle çılgın bahar günlerinde.'” 4 Nisan 1988

Böyle yazıyor bir dostuna mektuplarında…
A. Kadir KONUK ve yazmak… En zor tutsaklık koşullarında özgürlüğü, özgürlüğe giden yolu yazmak. Her yanı ıssızlığa çevirip ortasında yer arayanların, suda iz bulanların, gece dersi vermeye kalkanların boy gösterdiği suskunluk ve karalama edebiyatının teorileştirilmeye çalışıldığı bir döneme karşı. Eylül edebiyatçılarına karşı yeni bir ses, bahar soluğu olmaya çalıştı, daracık hücresinden şiiriyle romanıyla, öyküsüyle, kendileri “özgür” kalemleri, kafaları tutsak yazarlara karşısına, kendisi tutsak kalemi özgür bir yazar olarak çıkıverdi Eylülün karanlığından…
Yüreğinin damarlarını saran Anjino Pektoris denen illete rağmen, Tariş’in, Gültepe’nin direniş ruhunu öylesine güçlü taşıyor ki yüreğinde değil Anjino Pektoris, ölüm cezası bile vız geliyor ona…
A. Kadir KONUK, Tariş ve Gültepe olaylarından sorumlu tutulanlardan 1982 Kasım ayında tutuklandı. 1983 yılının Ağustos ayına kadar geçen sürede yalnız iki kez mahkemeye çıkarıldı ve idam cezasına çarptırıldı. Üstelik savcının müebbet istemine rağmen. 1984 yılında da cezası onaylandı. 1984 yılında aynı olaylardan sorumlu tutulan Hıdır Arslan ve İlyas Has idam edildi.
Altı yıllık cezaevi yaşamının beş yılını hücrede geçirdi. Selimiye. Buca Şirinyer, Burdur, Ermenek, Cezaevlerinde kaldı. Halen Konya Cezaevinde Şiirler, romanlar, öyküler yazıyor. “Gün Dirildi.” ve “Çözülme” isimli romanları ilgiyle okundu. Tariş ve Gültepe olaylarını tüm canlılığı ve gerçekliğiyle anlatan Sıcak Bir Günün Şafağında.” isimli kitabı ise yakında yayınlanacak.
KONUK, Tıp dilinde Anjino Pektoris olarak adlandırılan kalp hastası, devamlı doktor kontrolünde olması ve tedavisinin sağlanması gerekirken, göstermelik doktor kontrolleriyim kendisine sağlığı yerindedir raporu veriliyor. Kendisinin isteği üzerine hastaneye ilk sevk edilişinde ilgili doktor rahatsızlığını psikolojik bulup psikiyatri bölümüne gönderiyor Bu bölümdeki doktor ise psikolojik hiç bir rahatsızlığı olmadığını söylüyor.
Avukatının tedavisinin yapılabileceği üniversite hastanelerinin bulunduğu illerden birinin cezaevine nakledilmesi istemi üzerine tekrar hastaneye sevk ediliyor. Adalet Bakanlığı en az iki doktor tarafından muayene edilip, heyet raporu istiyor. Bundan sonrasını KONUK un mektuplarından aktaralım:
“Hastaneye götürüldüm. Ancak doktor sadece EGK çektirdi, elini bile sürmedi bana. Cezaevindeki sağlıkçı arkadaşın, başçavuşun, askerlerin önünde geçen bu ilginç muayene sonunda “normal yazdı rapora, ikinci bir doktora muayene ettirilmedim. Simdi sağlık kurulu u raporu onaylayacak elbette…” 18.7.1988
Onaylıyor elbette… İşte böyle bir muayene sonucu verilen raporla. Adalet Bakanlığı KONUK un avukatının nakil istemini reddediyor.
Ancak hastanede çekilen kalp grafikleri uluslararası af örgütü tarafından İngiltere’de uzman doktorlara incelettirilmiş ve hastalığı sabit görülmüştür. KONUK. 31.7.1988 tarihli mektubunda şöyle yazıyor…
“İşin garibi İngiltere’den bir grup doktor, oraya gönderdiğim EGK ve reçetelere dayanarak hastalığımı sabit bulup. Başbakan a başvurmuşlar. Yazının bir örneği bana geldi…”
İnsan Hakları İstanbul Şube Sekreteri Esra Koç, A. Kadir KONUK’la ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:
“1985 yılından beri kalbinden rahatsız olduğu. Türkiye ve dünyada ilgili herkes tarafından bilinen A. Kadir KONUK’a mektuplarından anlaşıldığı üzere hiç yasal olmayan bir biçimde sağlam raporu verilebiliyor ülkemizde. Neden böyle yollara başvuruluyor? Bir yandan koşullan iyileştiriyoruz derken bir anda insanların yaşama hakkına engel olunuyor, “
A. Kadir KONUK valin/ değildir. Ülkedeki ve diğer ülkelerdeki demokrat, duyarlı insanlar, okurları, sevdikleri ve sevenleri, çeşitli kuruluşlar beton duvarlar arasından dünyaya, idam cezası allında hayata seslenen ve güç veren bu insanın davasının yakın takipçisidirler. Üyesi olduğu Türkiye Yazarlar Sendikası. Uluslararası Af örgütü, İsveç Yazarlar Birliği, İsveç PEN kulüp. Danimarka Yazarlar Birliği KONUK un içinde bulunduğu cezaevi ve sağlık koşulları ile yakından ilgilenmektedirler.
Düşünce ve düşünceyi söyleme özgürlüğünün yok edilmeye çalışıldığı bir ülkede yaşamından kalemine aktardıklarını yine yaşama, insanlığa sunan düşüncelerini tutsak olduğu yerden özgürce seslendiren bir umut ve direnç yazarı ABDÜL KADİR KONUK’u 15 Ekim Dünya Yazarlar gününde selamlıyoruz.

“Şili halkı başkaldırmaktan vazgeçmiyor”
Şili’nin sürgün gazeteci Jaime Riera R. ülkesindeki son durumu ÖZGÜRLÜK için değerlendirdi:
Jaime Riera R.
Şili halkının 5 Ekim’de referandumda kazandığı zafer ülkeyi 15 yıldan bu yana kasıp kavuran askeri rejimi yıkmayı umut eden herkesi sevindirdi. Nitekim bu referandumla Pinochet’nin gelecek nesillerin kafalarından her türlü özgürlük ve kendini yönetme fikrini silmeye yönelik sosyo-politik programı hezimete uğradı.
Kent ve kırsal kesimlerdeki yoksul halk, işçiler ve gençlik Pinochet’ye hayır dediler. Onlar yıllarca ezici baskıya, acımasız yönetime, işkenceye modernlik maskesi altında gizlenen tüm barbarlıklara direndiler.
Onlar hükümetin amaç için her türlü aracı mubah sayan ve yıllar yılı halkı konformizme, teselliye ve kapitalizmin ideallerine hayran olmaya yönelten propagandasına altlanmadılar.
Bu seçim yengisinin başkahramanları, aslında baş kaldırmaktan hiç bir zaman vazgeçmeyen, 1982-83 yılından bu yana her şeye rağmen güç gösterileri örgütlemeyi başarabilen ve diktayı düşüşünün eşiğine getirerek, onu 1973 den sonra yasaklanan sosyal ve politik faaliyetlerde yeni bir takım girişimlere zorlayan sosyal sınıflardır.
Yeni bir toplum yaratmak ve yaşam koşullarını değiştirmek için başkaldırmaya cüret eden bu halkın o zamandan beri bu amaç için ödediği bedel on binlerce ölü, binlere kayıp ve işkence kurbanı, yüz binlerce sürgün oldu.
Hükümet son yıllarda amaçlarını gerçekleştirmede pek başarılı olamıyorsa da. rejimin tahakkümü, kendisini “icraatında ve gidişatında” ısrar etmeye götürüyor . Pinochet’in ordu ve ülkenin tüm ekonomik kaynaklarını elinde tutan mali güçler tarafından sıkı koruma altına alınan kayıtsız şartsız tahakkümünü düşündükçe, Ekim öncesinde iyimser olmak zordu. Ancak Pinochet sisteminin yönlendirdiği politik ve ekonomik dinamikten sürekli dışlanan halk, Batı’da benzeri görülmemiş bir seçimde korkusuzca kendini ifade etti. Ve bununla kuşkusuz Şili sahnesinde radikal bir değişim doğdu.
Referandum sonuçlarında iki sorun ortaya çıkıyor.
1- Şili’de protagonizm politikaya dönüyor, yani on beş yıl boyunca askerin çizmesi altında gizlenen ve iç ya da dış sürgün yaşayan eski siyasiler, bu süreyi telafi etmek için 1973′ de feshedilen parlamenter rejime geçiş görüşmelerinde kendi kartlarını açıyor.
Bu görüşmeler pek kolay olmayacak. Çünkü çok deneyimli ve nitelik -li de olsalar D. C. (Hıristiyan Demokrat Parti) başkanlığındaki delegasyonun karşısında temelleri yıkılmamış ama tehdide uğramış bir iktidar sistemi duruyor.
2- Bunlar da ekonomik temeller.. Bu durumda, birinci soru, Pinochet’i saf dışı bırakarak bir Anayasa reformunu gerçekleştirmek ve askerlerle acısız bir demokrasiye geçiş sürecini sağlayacak görüşmeleri başlatmak. Ama bu süreçte son derece önemli bir sorun daha gizleniyor. Siyasal otoritenin eş zamanlı olarak hem sonucu hem de koşulunu oluşturduğu bir sosyo-ekonomik ilişkiler modelinin sürekliliği ya da yıkılışı. Siyasiler ve yeni ittifak mutlak surette bu görüşmeleri olumlu bir amaca dönüştürmek zorundalar.
Halkın muhalefeti, teoride, bu amacın Şili de on beş yıldan bu yana uygulanan ve ülkenin omuzlarına 20 milyar dolarlık bir dış borç küfesi yükleyen, halkın üçte ikisine, bir azınlığın serpiliş gelişmesini seyretme rolü veren modele karşı açık bir alternatif haline dönüştürmesi beklentisini getiriyor.
Bankacıların, sanayicilerin ve askeri teknokratların gözünde en büyük tehdit, bu sosyo-ekonomik sistemin oturduğu temeli tartışma konusu eden demokratik ilkelerdir. Her şeye rağmen Şili’de muhalefetin son iki-üç yıl (ki bunun ekonomik göstergeleri son derece yüksek bir artış ritmi gr ermiştir.) , Pinochet’nin ekonomik modeline yönelik eleştirilerin salt siyasal açıdan diktatörlüğe yönelik eleştirilerin yanında ikinci plana düşmesini engelliyor; muhalefetin getirdiği alternatifin ise dışlandığı ekonomik sistemler içinde gerçek maddi çıkarlarını savunan bir zümre ile karşılaşma problemini doğuruyor. Bu da, devlet ekonomisinin esemen olduğu Şili’de askeri teknokrasiyi saf dışı bırakmayı ya da kamu üretim aygıtını onunla paylaşmayı gerektiriyor.
Önümüzdeki aylarda Şili, siyasal reforma ilişkin son derece karışık görüşmelere ve ekonomide bir yeniden düzenleme girişimine sahne olacak. Şili devleti bugüne dek yalnızca üretici olmayan bir zümreye dayanan ve halkın çoğunluğunu şiddet yoluyla dışlayan bir yolda yürüdü. Bu çoğunluk şimdi yeniden oyuna girmek için bastırıyor. Ve referandum, bu çoğunluğun egemen sistemi kıracak güç, heyecan ve enerjiye sahip olduğunu gösteriyor. Halkın bu baskısı belki de yalnızca şimdiye kadar iktidar koltuğunda oturanları sindirmekle kalmayacak, bugün onların yerine geçmeye hazırlananlar için çalan alarm sinyallerini de yükseltecek.

FOTOĞRAFIN ÖYKÜSÜ
“SARARIP DÖKÜLMEDEN ÖNCE KIZARAN YAPRAKLAR Kİ ONLAR
ŞAN VERDİLER ORTALIĞA BÜTÜN BİR SONBAHAR
MEVSİM DÖNÜP DE YEŞERMEYE BAŞLAYINCA RÜZGÂR
ÇIPLAĞINDA O ATIN YİNE ONLAR KOŞACAKLAR

Yıl 1978… Bir fotoğraf…
55 il 100’ü aşkın ilçede on binlerce gencin karıncalar gibi girip çıktığı Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun, amblemi olması için seçilmiş, üzerinde çalışılmış…
5 genç.
Başları dik, gururlu… Yüzleri güleç, gözleri parlak. Haykırıyorlar: “Biz genciz, bizde teslimiyete ve ihanete yer yoktur.”
Haluk Tamdoğan, Yusuf Metin, Ekrem Ekşi, Necdet Öğütçü ve bir kız ki sıkılı yumruğunu kaldırmış, hafızaları zorluyorum, nafile. Hepsi bir sevgi yumağı.
Önce Haluk.. Yıl 1978. Belediye ye otobüsünden indirilerek kurşunlanır. Taksim YDGD’de, fotoğraftaki diğer bir isim, Ekrem konuşur Haluk’un anma toplantısında. Hıçkırıklar içindedir:
“Kavgada meydanlarda seninle olacağız Haluk”
Aynı yıl bir ölüm haberi gelir İzmir’den. Dersimli bir köylü çocuğu devrimci önder Yusuf Metin kaçırılmış ardından da ölüsü bulunmuştur. “Çan çalmıyoruz. Yok sala veren. Bu giden biten bir şarkı değildir.”
Yıl 1980. Eylül un kopkoyu kakanlığı. Dernekler kapatılmıştır. Ekrem Ekşi İstanbul 1. şubenin 4 No’lu hücresindedir.
Fotoğraftaki diğer bir isimle Ekrem’in hücresi önündeyiz. Hep birlikte gülüşüyoruz. Parmaklarımız birkaç saniyeliğine temas ediyor. “Ayrı geldim, Askeriye’de tuttular. Bir şey çıkmaz.” Tuvalet dönüşü bu kısa karşılaşmadan ayrılırken Ekrem seslenir. “Para ihtiyacınız var mı?”
Ekrem işkence sırasını beklerken aynı [günlerde Gayrettepe’deki siyasi polis merkezinde, 14 nolu hücrede fotoğrafta olmayan bir başka genç tezgâhtadır. Dev sol davası sanığı Ahmet Karlangaç.
Ayakta duramaz haldedir. Basının önüne çıkarılır. I. Şubede. Burada kendisine yöneltilen suçlamaları reddeder. Ardından ayrı bir işkence odasına alınır. Ve işkenceciler hep birden saldım: 1 Ekim 1980. Bir “intihar” daha geçecektir polis arşivlerine.
Emniyet Müdürü Şükrü balcı, Mete Altan ve Aydın Barış konuşur: “Artık bize emirler yüksek yerden geliyor. Konuşmazsanız öldürürüz. Ahmet Karlangaç gitti ne oldu?”
Karlangaç tan iki hafta sonra Ekrem işkence tezgâhından hücresine indirilir.
Üzerinde kısa kollu bir gömlek, vücudu ise gömleğine sığamamakta.
Hırıltılarla konuşabilmekte… Hücre arkadaştan gömleğini yırtarak, söker alırlar üzerinden. Hücrenin demir kapılarını yumruklayıp doktor isterler. 2 saat kadar sonra işkenceciler tekrar gelip Ekrem’i hücresinden şişmiş vücudunu sürükleyerek alırlar.
Ve işkenceci aylar sonra sorguladığı bir İTÜ’lü yurtsever devrimciye “İşte Ekrem’i tam burada öldürdük” diyordu.
Zamanın rahminde coşkun bir hayata dönüşecek ölüm…

EKREM EKŞİ
1955 Zonguldak doğumlu Ekrem Ekşi, 1974 senesinde İTÜ Mimarlık Fakültesine girdi. İTÜ’de öğrenci temsilciliği yaptı. Sıkıyönetim tarafından kapatılan YDGF üyesi ve önde gelenlerindendi. Mimarlık Fakültesi’nde mezuniyetine bir ders kala, henüz bir aylık evliyken 1980 sonbaharında gözaltında işkencede öldürüldü.
İTÜ’den sınıf arkadaşı ve o dönemin İstanbul YDGD başkanı A. Necdet Öğütçü Ekrem için şöyle diyor:
“Ekrem, anlatılamaz, yaşanır. İnsanoğlunun en olumlu özelliklerini taşıyan bir dosttur Ekrem. Bu kadar tertemiz ve büyük bir yüreği olan ve bunu gülüşüyle, samimiyetiyle, coşkusuyla yansıtabilen nadir insanlardan birisiydi. Demokrasi ve insana saygı yapısında vardı.”
İTÜ’lü arkadaşları Ekrem için gönderdikleri anma yazısında ise şöyle diyorlar:
“İTÜ gençliği ondan fedakârlığı, hayata bağlılığı, dövüşmeyi, dövüşürken gülmeyi öğrendi. Ekrem yine aramızda olacak. İsmini koyduğumuz çocuklarımıza meydanlarda Ekrem’in resimlerini gösterip “İşte Ekrem bu!” diyeceğiz. “
Bir başka mücadele arkadaşı da Ekrem’i şu anısıyla anlatıyor:
Yıl 1979. “İstanbul’u maviye boyayacağız.” dediğimiz günler. Mavi renkli 1 Mayıs afişleri asılıyor her yerde. Taksim’de Ekrem ile karşılaştık. Dernekten çıkıyordu. Bu akşam afiş yok mu dedim? Ekrem iki elini açarak ‘İnsaf be hocam! Tam 29 gecedir aralıksız afişteyiz. Bugünü de dinlenmeye ayırdık.’ dedi. İşte Ekrem böyle bir yoldaştı.”

O ÇOCUKLAR
O YAPRAKLAR
O ŞARABİ EŞKİYALAR
ONLAR DA OLMASALAR
BENİM GAYRİ KİMİM VAR”
(C. Yücel – Yaprak Dökümü)

KARADENİZ’İN DAĞ KARTALI:
MUSTAFA ŞEFİK
“Faşizme ölüm halka hürriyet” Göstericiler meydana ulaştıklarında takviye edilmiş polis gücüyle karşılaştılar.
1 Eylül 1980’de Rize’nin Pazar ilçesindeki çay üreticileri bu hak arama direnişinin en önündeki devrimci YDGF Merkez Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Şefik’ti. Direnişin önderi suskunlukta haykırır: “Dağılmayın. Direnin. Haklarımızı almanın başka yolu yok.” Silâhlı çatışma başlar.
Yaralı yakalanan, 1956 Adana-Ceyhan-Kızıldere köyü doğumlu M. Şefik işkence görür ve Trabzon Numune Hastanesi’ne kaldırılırken ölür. “Günler ağır, günler ölüm haberleriyle geliyor, en güzel dünyaları yaktık ellerimizle/ ve gözümüzde kaybettik ağlamayı/ bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp gözümüzden gözyaşlarımız gittiler… Ve bundan dolayı/ biz unuttuk bağışlamayı…”

BİR TAHLİYE
Meral Bekar
Nişanlısı işkencede ölmüştü. Emniyette beraberdiler. Yüreğiyle dayanmış, bedeniyle dayanamamıştı onca zulme. İşkence sonucu ölüm ayırmıştı onları. Sevdiği, arkadaşı, yâri, işkencede ölmüştü.
Kapkaraydı gözlerinin etrafı. Çukura gömülüydü sanki. İlk günler uykuya dalar dalmaz bu gencecik insan, çığlıklarla uyanırdı… Canhıraş çığlıklar… HASAAAAANNN!
Koşardık yanına… Alırdım kollarıma; sanki kızımı, minicik bir çocuğu okşar gibi okşardım onu… Saçlarını… Yüzünü… Yavaşçacık konuşurdum onunla; güzel, yatıştırıcı, sevecen şeyler söylerdim ona… “Canım benim” derdim, “sakin ol”, “Sakin ol”… “Bir şey yok”…
Boğazım düğümlenirdi. Gözlerimden yaş akmasın diye öylesine zorlardım ki kendimi, boğazım çatlayacakmış gibi olurdu… Ağlamamalıyım, onu sakinleştirmeliyim güç vermeliyim ona; Ağlarsam olmaz derdim… Ne çare! … Zapt edemediğim sessiz birkaç damla düşerdi gene de yanağımdan, burnumun ucundan… Belli etmemeye çalışarak silmeye çalışırdım bu damlaları ve yine boğazımı patlatırcasına savaşırdım gözyaşlarımla. Konuşamazdım ki bu cebelleşmede… Yendiğimde zorlayan gırtlağımı, yine yumuşak sözler söylerdim ona.

NECDET ADALI
Necdet Adalı 12 Eylül’ün ilk idamı. Tarih: 8 Ekim 1980.
“Sevgili Anneciğim, Babacığım, Sizleri ve ezilen halk uğruna verilen mücadeleyi erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ama bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamın içerisinde hiç bir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar uğruna verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan gurur duyuyorum.
(8 Ekim 1980, Anne ve babasına yazdığı mektuptan.)

HASAN ASKER ÖZMEN’in İşkencede katledilişinin yıldönümü
Ve bir süre sonra yatışır, gülerdi. Gülerdik gözlerimizdeki yaşlarla. Hala boğazıma takılı hıçkırıklarla, gülerdik. Sarılır, sımsıkı sarılırdık birbirimize, bırakmamacasına. O anda hiçbir kuvvet bizi birbirimizden ayıramazdı sanırım, öylesine sımsıkı… Sımsıcak sarılırdık.
Ne oldu diye sormazdım. Bilinmez değildi ki! … Bir dosttu bir daha dönememecesine yiten. Bir arkadaştı. Yiğit, sevecen, fedakâr, inanç dolu Bir sevgiliydi O, gönülleri fetheden.
Adı yüreklerde yaşayan bu dost yoktu artık. Yüzü hâlâ parmağındaydı. Birlikte yedik dayağı, copu “Komutanım” demedik diye. Yine birlikte, gizlemeye çalıştık coplanan ellerimizin tutmadığını… Hasan’ın yüzüğü parmağında…
Ve yine birlikte konuşurduk yapılan işkenceyi, zulmü… Anlatırdı, hep anlatırdı; kime ne yapıldığını, kimlerin ne yaptığını, nasıl yaptığını… Anlatırdı, dinlerdi.
Sevgiyi, nefreti, iğrençliği, soyluluğu, hücrede büzülmüş cesedi… bir gece önce istenen battaniyeyi… güvey yatağına yatırılan işkencede ölmüş bedeni… Anlatırdı hep.
Tahliye günü müthiş bir hüzün vardı koğuşta. Kesinlikle sevine değildi hâkim olan duygu. Evet, hüzün çökmüştü mahpushaneye. Artık ağlıyorduk, sıkmamacasına kendimizi. Sessiz, saygılı, onurlu, birbiri ardına düşüyordu gözyaşlarımız…
Ve…
Türkü söylüyordu kardeşimiz parmağından çıkarmadığı nişan yüzü ğüyle…
“Coştu Kızılırmak coştu.
Dalga vurdu boydan aştı
Ecel aldı nazlı yari
Öksüz koydu gelin kızı
Künye gelmiş dağılıyor
Bir tane de bize düştü.”
Bu türkü bizim için bambaşka bir anlam taşıyordu artık. Kelimeler önemli değildi. Biz, anlamak istediğimizi anlıyorduk. Onun, onların; evet bizim türkümüzdü bu.
Yüreğimizi yakan, gözyaşlarımızı hüzün ve hınçla yoğuran, bir Haykırışımızdı…
Bu güzel, tok ses, bu saygılı haykırış, tüm benliğimizi sarıyor!
Kucaklaşıyoruz.

EYLÜL’ÜN ÇOCUKLARI İLE GERÇEK ÜSTÜNE SÖYLEŞİ
Eylül’ün çocukları
yosun kokulu lacivert denizi
anlatabilirim sizlere
bilinmeyene demir almış bir gemiyi

alıp dudaklarımdaki sözcükleri
bilmediğim dillerde taşıyan tayfaları
kırık şarkılar efkâr dağıtımı olmuş
kurumuş keseklere dönmüş
bu kendin kıyıları
iğreti gülüşlerle parçalanan aynalar
gecelerin utanç çığlığı

dilim yasak şiirlere çalıyor
gözlerim yasak sularda akmaya
hüznümde konaklanıyor tüm ayrılıklar
taşınıyorum her gün yeni kıyılara

selamınızı ve siteminizi aldım
“görülmüştür” damgalı mektuplarınızdan
yaralı bir gülüş çöreklendi yüz çizgilerime
adınızı gül yapraklarına işledim
ahdınız bir çığlık bahçelerde
yaşayın ki
bin kanatlı kuşlar taşısın
bir kalemin yazamadıklarını
günlerin taşlaşmış yüzüne

korkuların gölgesinde büyüyor çocuklar
titreyen bir selam yükseliyor sanki uçurtmalarında
uçuk gözlerinde taşıdıklarından habersizler
yanıtından korkulan anlamlı soruları

sigarayı daha çok içer oldum
başucuma astım bıyıklı resminizi
sabahları erken uyanıyorum yine
bir gün uyanamam diye gecelerin göğsünden

eylül’ün çocukları
yükselen bir kuşun kanat çırpışında
görünce hüküm giymiş günleri
sizler geliyorsunuz aklıma
alıp terkinize aşkları ve anıları
bir şiir tadında yaşadınız da ölümü
acılardan gül işlediniz yastıklarınıza

geriye kalan ki
bilgelik üstüne bitimsiz bir söylence
ve talihe düşen izdüşümüdür gerçeğin
bedeli
daktilo tuşlarının düştüğü
“gerekçe”lerdeki “karar” hükmüyledir.
NAMIK KUYUMCU

Devrimin Sinemadaki Sesi: SERGEY MIHALOVİC EİSENSTEİN
Murat Düzgünoğlu
Kimdir sizce Eisenstein? Bir ömür boyu yapmak istediği filmleri yapamamış, hayal kırıklıklarıyla yaşamış, anlaşılamamış bir sanatçı mı? Yoksa sinemanın yüzünü ağartan, kuramsallaştıran, biçim ve içerik olarak ona yeni bir yön veren, kendinden sonra gelen sinemacı kuşağını derinden etkileyip örnek olan, yarım düzine filmle tüm sinema tarihinin en büyük dâhisi mi? Yoksa yürekten bağlandığı devrim uğruna çarpışan, devrimi filmleriyle anıtlaştıran bir devrimci mi?
Eisenstein, en başta bir devrimcidir. Yaşamıyla, filmleriyle bir devrimci… Ekim devriminin en kızgın günlerinde Kızılordu’da yer almıştır. Sanatçı yönüyle bir devrimcidir. “Potemkin Zırhlısı” adlı 1905 devrimini anlatan filminde dekoru, kahramanı, makyajı kullanmayışıyla, kahraman olarak devrim uğrunda çabalarını birleştirmiş halk yığınlarına yer verişiyle, kurguya yepyeni bir ivme ve yön kazandırıcıyla sinemada devrim yapmıştır. Gerçi bunları yaparken hocası Meyerhold ve sinema göz-kuramının yaratıcısı Dziga Vertov’dan etkilenmiştir ama bu etkilenmeleri, daha doğrusu esinlenmelerini sanatçı kişiliğinde yeniden yoğurmuş, yaratmış, ayağa kaldırmıştır.
Eisenstein Potemkin’de kurguyu öylesine kullanır ki film korkunç bir ritim ve seyirci üzerinde şok etkisine ulaşır. Yapıt adeta 1905 devriminin abidesidir. Gösterildiği her ülkede çeşitli sınıflardan ve siyasal görüşlerden insanları 1905 devrimi insanlarının coşkusuna ortak eder. Ve her halde en büyük övgüyü de Hitler’in propaganda bakanı Göbels’ten almıştır. Göbels filmi gördükten sonra, rejimin yönetmenlerine “bana bir Alman Potemkin’i yapın” emirini verir.
Eisenstein hayal kırıklıkları da yaşamıştır. Yapmak istediği birçok filmi ne kendi ülkesinde ne de başka bir ülkede gerçekleştirebilmiştir.  Neler yoktur ki projelerinin arasında: Theodore Dreiser ın “Bir Amerikan Trajedisi’nden Karl Marks’ın “Kapital” ine kadar birçok ülkede birçok film ortaya koyar. Bu yapıtıyla Lenin Nişanı’nı alır. Daha sonra 1944 yılında II. Bölüm olmak üzere “Korkunç lvan”‘ı bitirir. I. bölümüyle Stalin ödülünü alan Eisenstein II. Bölümüyle de ağır tepkiler ve eleştirilerle karşılaşır. Bu arada hastalanmıştır, İyileşip yanlışlarını düzelteceğini ve 111. Bölümü çekeceğini söyler. Fakat 11 Şubat 1948’de ardında bir dolap dolusu senaryo, taslak bırakarak gözlerini yaşama kapar.
Tüm ömrü boyunca sapabildiği ancak altı filmdi Eisenstein nın. Bunlar içinde “Potemkin Zırhlısı”. “Aleksandr Nevsky” ve “Korkunç İvan’a tüm sinema tarihinin en iyi yapıtları gözüyle bakılıyor bugün. Ve filmleri Lenin’in “bütün sanatlar içinde bizim için en önemlisi sinemadır” sözünü doğruluyor.

Hoş geldin YENİCAĞ
PERDECİ – Mehmet Esatoğlu
Geldik Ekim’in orta yerine, bırak hüznü. Eylüller geçici. Sarı yaprakların sarılığı ve çıtırtısı, romantizmini yitirir gibi oldu. Ekim’in tatlı sert rüzgarları yanağını okşamıyor mu? Zamanıdır, perdenin iplerini yuvarlayan makaraları yağla. Perde handiyse açılacak.
Ekim bu. Kim bilir eteğinde neler saklı. Perde açılmak üzere.
Geçmiş mevsimlerden biri. Perde ha açıldı ha açılacak. Fısıltılar homurtulara dönüşmüş Nisan’lardan beri. Bir telaş bir heyecan. Derken yönetmen kulise girer, kara saçlı görkemli kadın gergin. Oyuncuların yüzlerinde gezdirir bir süre gözlerini, sonra “Dün erkendi, yarın geç şimdi tam zamanı.” Yanaklar birden pembe pembe olur. Kara saçlı görkemli kadın, bir ayin gibi yalnızca iki parmağını yanaklarında gezdirir oyuncuların ve mırıldanır: ateş gibi. Dayanılmaz üçüncü zil, oyuncular daracık bir yoldan sahne ağzına yürürler. Yönetmen kara saçlı kadına duyururcasına fısıldar: HAYDİ ÇIKIŞ.
Perde açılır, bütün gürültüler gökyüzünü kaplamıştır artık sahnedeki oyunun adı: İnsanlığın altın çağı.
Aman ne gösteri, ışıklar parıl parıl yüzlerce. En görkemli davul sesi kulaklarda: HOŞ GELDİN YENİÇAĞ HOŞGELDİN.
Perdecinin avuçları ter içinde. İpleri bir an için bıraktı ve yürüdü. Henüz aydınlanmamış sahnede parlak düşünün yanına çöküverdi.
(Perdecinin yeniçağ üzerine söylevidir.)
Sen Ekim devrimi, insanlık sahnesinde en parlak ışık. Tüm yalanlar vaatler çöplüğe, artık gerçek bir öykümüz var. Paraların dünyası konuş bakalım, ya sen edebiyat? Ooooo buyur bakalım felsefe. Aman bundan böyle lalınızı iyi ölçüp biçin karşınızda gerçek bir devrim var.
Perdeci kulise alkışsız ilerlerken tuttuğu iplere bakakaldı. Şu ipler kim bilir nice makaraların etrafında dönüvermiş ve ayırmıştı Ekim’le gençleri. Yüreği Ekim devrimi olmuş ipin ucunda son nefesi vermişlere selam olsun. Eylül ve parmaklar onlara yönelmiş: “İşte, altmış yıllık Cumhuriyetin tekerine çomak sokanlar. Varsın yaşları on yedi bucuk olsun biz on sekize tamamlamasını biliriz”
Perdenin makaralarını gıcırdatıyordu dişlerinin gıcırtısı duyulmasın diye.
Eylül’ün ilk “Evet mi – Hayır mı”larından biri. Belki de ilki. Yüzde doksanlar karabasan. Kaim enseliler sarhoş gibi böğürüyor: Tuuuuuuuuşşşşşş.
Moraller bozuk. Kimi kalabalığa “Akrep gibisin kardeşim” okumak derdinde. Perdeci kalabalığın muhalefet duygusuna sandıktan bakanlara kızdı. Haklı mıydı haksız mı bilinmez. Kalabalıkları kimi politikacılar gibi sandık başında anımsayanlar onların nabızlarını sandıktan sandığa tutacaktı kuşkusuz. Seçim yüzdeleri bir şeyleri anlatır ama her şeyleri değil.
Aynı gecelerden bir gece, tiyatro kulisinde bir başka perdeciyi bekliyor. Sahnede konu bir zindan. Sheakespeare’in “Bütün dünya bir zindandır”ına nazire olarak yazılmış “Zindan da bir dünyadır” oyunu. Perdeci beklerken bir yandan da pano arasından izleyicileri gözlüyor. Ön sırada oturan omuzu yıldızlıya takılıyor gözleri. Yıldızlı kısık gözleriyle izliyor. Oyunculardan idamlık rolünü oynayan, birden sahne önüne yürüdü ve YAŞAMAK İSTİYORUM diye haykırdı. Perdeci işte o an gördü yüzde doksan güvenli titreyen yaldızlı omuzu.
Ve gecen gün gazetede okurken eski görevlinin itiraflarını bir kez daha uçuştu gözünün Önünde korku dolu yıldızlar.
Ekim nihayet gelmişti.
Ekim Devrimi tarihe yazılmıştı.
Kuliste “güzel olacak” diyerek sahne kenarına ilerleyen oyuncular vardı. Perde handiyse açılacaktı.

Kapıdan Bir Brecht Sızıverdi: Devlet tiyatrolarında “Üç Kuruşluk Opera”
Ahir zaman içinde Devlet tiyatromuzun kapısından bir “öcü” sızıverdi: Bertolt Brecht. Maazallah koca Devlet-i Aliye’nin sahnesinde Keçeciler’in kulaklarından ırak “Önce ekmek gelir ondan sonra ahlak” denecek ya da Mustafa Taşar’ın şerefine:
Vatan millet hep palavra
Savaşlar da bahane
Bu düzende tek kural var
Artmalı hep sermaye
Tövbe Taşar Efendi tövbe. Başımıza taş yağacak. Şaka bir yana biz işin bir başka yanına değinmek istiyoruz. Ülkemizde daha önceleri de Brecht oyunları sergilendi, özele ve genele dair birçok eleştiriler aldı. Ancak sonradan söylenenleri yel üfürdü sel götürdü, aynı yanlışlar yeniden yapıldı. Biz hatırlatma babından birkaç eleştiriyi yineleyeceğiz. Özdemir Nutku 1975’lerde İstanbul’da sergilenen Şehir tiyatrolarının “Galile’nin Yaşamı” adlı oyununu eleştirirken genele ilişkin şunları söylüyor:
“Brecht ve Berliner Ensemble yönetmenleri bir oyun ü/erine şu süre sınırlaması ile çalışmaktadırlar. Altı ay masabaşı çalışması, üç-dört ay sahne üzerinde yerleştirme çalışması ve ek olarak altı ay da oyuncular üzerine çalışma. Belki bizde böyle bir çalışmaya olanak yoktur; ama hiç olmazsa bir altı aylık çalışına yapılmalıydı. Çünkü Şehir Tiyatroları ödenek alan bir tiyatrodur ve en azından örnek bir tiyatro olmak zorundadır. Brecht şöyle der: “Çabuk alınan sonuçlardan sakının ilk çözüm hiç bir zaman en iyi çözüm olamaz. Çünkü ilk çözümde az fikir ve az deney vardır. Sezgi özellikle yönetmenler için çok zararlı ve kuşku veren bir yol göstericidir.” (Özdemir Nutku Türkiye’de Brecht Tiyatro 76 yayınları)
Mutlu Parkan “burjuvazi’nin Brecht’ten kurtulmak için başvurduğu yedi yöntem” yazısında yöntemlerden birini söyle açıklıyor:
“Brecht büyük bir tiyatro yazarıdır. Onun oyunlarını sahnelemek önemli bir görevdir. Bu yöntem Brecht’i diyalektik içeriğinden, yani Brecht’in estetik kuramından soyutlayarak onu burjuva tiyatrosunun repertuarının bir parçası haline getirmek amacına yöneliktir. Örneğin Kent Oyuncuları “Beş Paralık Opera”yı, Dormen Tiyatrosu “Bay Puntilla ile Uşağı Matti’yi bu şekilde sergilemişlerdir. Seyirci hu “renkli” gösterilerden başı dönmüş ve aptallaşmış olarak çıkar. (Brecht Estetiği ve Sinema, Mutlu Parkan Dost Kitabevi Yay.)
Testi kırılmadan önce oyunu hazırlayanlara ve şimdiden alkışlamaya hazırlanan eleştirmenlere duyurulur.

Buyurun yeni oyunlara …
• Ali Poyrazoğlu tiyatrosu: Neil Cunn’un “Kadınlar Hamamı”nı; Kent oyuncuları, John Patrick in Küçük Mutluluklar’ını Alexsander Garin’in “Olimpiyat Gülleri”ni; Athot Fuqard’ın ‘Sarı Sabır Çiçeğinden’ini; Müşfik Kenter: “Van Gogh”u; Gonül Ülkü-Gazanfer Özcan tiyatrosu, Noel Coward’ın “Ben Çağırmadım’ını (Ruhlar Gelirse); Enis Fosforoğlu tiyatrosu: Hüseyin Rahmi’den oyunlaştırılan “Şıpsevdi’yi ve Oktay Arayıcı’nın “Nafile Dünya’sını.
• Dormen tiyatrosu: Ray Cooney’in “Bir taşla iki baba”sını; Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları: Bernard Slade’ın “iyi ki Doğdun”unu ve Sinan Gürdağcık’ın “Takıntılar”ını; Tevfik Gelembe tiyatrosu “Göz Görmeyince”yi. AÇOK: “Avrupa ya Avrupa’ya”yı.
• Bizim tiyatro: Paul Robenson’dan Zafer Diper’in oyunlaştırdığı “Bize Türkülerimizi söyletmiyorlar Robson”u; geçen sezon oynadıkları oyunların yanı sıra gösterime sunacaklar.
• Ödenekli tiyatrolarımızdan Şehir tiyatroları: Müsahipzade Celal’in “Kafes Arkasında”, Pserrette Bruno’nun “Ellisinden Sonra”, Oktay Rıfat’ın “Çil Horoz” Aristophanes’in “Kuşlar”, Jeffrey Archer’ın “Suçlu mu Suçsuz mu?”
• İstanbul Devlet Tiyatrosu: Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” Aleksander Volodin’in “Kertenkele”. Michael Frayn’ın “Oyunun Oyunu”, Özer Arabul’un “Rüzgârlı Kadın”, Aldo Nicolai’nin “Soğan”, adlı oyunlarını Ekim ayı ortasından itibaren sahneleyecekler.

Buyurun yeni filmlere…
Yeni filmlere gelince. Fernando E. Solinas ın “Tangolar”ı, “Kızgın fırtınalar saati” ve “Güney”i. Werner Herzog’un “Yeşil kobra”sı ve “Yeşil Karıncaların düş gördüğü yer”i. İstvan Szabo’nun “Mephisto”su. Nagisa Oshıma’nın “Tutku İmparatorluğu” Nikita Mikhalkov’un “Beş akşam”ı,Zoltan Fabri’nin “Ağıt”. John Huston’un “Ölüler”i. Hector Babenco’nun “Örümcek Kadının öpücüğü”, Antonio Skarmeta’nın “Ateşli Sabır” ı, John Boorman’ın “Umut ve Zafer”i, Carlos Saura’nın “El Dorado’su. Oliver Stone’un “Salvador”u, Ken Russel’ın “Gothic”i gösterime girmeye çabalayacak filmlerden bazıları..
Yerli sinema yapıtlarımıza gelince;
Şahin Kaygun’un “Dolunay”ı. Zülfü Livaneli’nin “Gölge”si, Yavuz Özkan’ın “Yağmur Kaçakları” ve “Umut Yarına Kaldı”sı, Şerif Gören’in “Polis”i, Zeki Ökten’in Düttürü Dünya”sı, Zafer Par’ın “Yedi Uyuyanlar”ı, Mehinur Ergun’un “Gece Dansı Tutsakları”, Nisan Akman’ın “Dünden Önce Yarından Sonra”sı, Kurban Yurtsever’in “Zincir”i, Muammer Özer’in “Kara Sevdalı Bulut”u, İsmail Güneş’in “Ateş Böceği”, Faruk Turgut’un “Dönüş”ü, Tunç Okan’ın “Fikrimin İnce Gülü” yeni filmlerden bazıları…

ERMENİSTAN ve KARABAĞ’DA SIKIYÖNETİM
Sovyetler Birliği’nde Glasnost, perestroyka… derken Ermenistan ve Karabağ’da sıkıyönetim ilân edildi. Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanmasını isteyen Ermenilerin ayaklanmasını idari tedbirlerle önleyemeyen Sovyet yöneticileri, çareyi, sıkıyönetim ilan etmekte buldular. Böylece sıkıyönetimli sosyalizm” kervanına, Polonya’ dan sonra Sovyetler Birliği de katıldı. Polonya’da işçilerin ayaklanmasını emperyalizmin oyunu sayan, gerçekleştirilen Jaruzelzki Cuntasına da devrimci gerekçeler uydurmaya çalışanlar, şimdi, “glasnost sıkı yönetimi”ni izah etmek için hummalı bir faaliyet içinde olmalılar.
Polonya’da işçi ayaklanması… Polonya’da Cunta… Sovyetler Birliği’nde glasnost… Milliyetler sorununun alevlenmesi ve sıkıyönetim.
Görünen köye kılavuz gerekmiyor…

LÜBNAN’DA KAOS
Çeşitli devletlerin, etnik ve dinsel farklılıkları körüklemesi sonucu Lübnan’ın içinde bulunduğu karışıklık. Cumhurbaşkanı Emin Cemayel’in görev süresinin bitiminden bir gün önce Hıristiyan birini başbakanlığa ataması üzerine tam bir kaosa dönüştü. Lübnan Anayasası’ na göre, başbakanın Müslümanlardan olması gerekirken hem Hıristiyan hem de asker lirinin atanması, durumu gerginleştirdi, kısa bir süre sonra da bu oldu-bittiyi kabul etmeyen Müslüman gruplarla falanjistler ve ordu birlikleri arasında çatışmalar başladı. Hükümet başkanlığına atanan Misel Aoun tüm etnik grupların karşı çıkmasına rağmen görevinden ayrılmamakta ısrar ediyor.

PAKİSTAN’DA FAŞİST-TEOKRATİK YÖNETİM GERİLİYOR.
“Sevgili” liderleri Ziya Ülhak’ı büyük sevgi gösterileri ile “Hak “kına gönderen Pakistan halkı mücadelesine devam ediyor. Çeşitli illerde gösterilerini sürdüren muhalefet partileri taraftarları Ziya-ÜI Hak rejiminin geri kalan kalıntılarının temizlenmesi taleplerini dile getiriyor.
Pakistan Yüksek Mahkemesi 16 Kasım’da yapılacak seçimlerde tüm partilerin seçimlere katılması yönünde “arar aldı. Bilindiği gibi Ziya-Ül Hak da böyle bir karar almış, ancak muhalefet cephesinin güçlendiğini anlayınca bu kararını geri almıştı.

KÖLN’DE SADDAM’IN KATLİAMLARI PROTESTO EDİLDİ.
Geçtiğimiz eylül ayı içinde F. Almanya – Köln’de üç bin kişinin katıldığı bir toplantı – yürüyüşüyle Irak’ın Kürtlere yönelik katliamları protesto edildi.
Almanya’daki Türkiyeli işçi ve öğrencilerin düzenlediği toplantıda Saddam’la suç ortaklığı yapan Alman hükümetinin tutumu da kınandı.
Toplantıda bir yeşil milletvekili de konuşma yaptı.

CEZAYİR HALKI KURTULUŞ SAVAŞINDAKİ İSYANCI GELENEĞİNİ SÜRDÜRÜYOR.
Mısır, Tunus, Fas derken sıra Cezayir’e geldi. Ve Cezayir halkı kemerleri sıkma politikasının sonucu ortaya çıkan hayat pahalılığını protesto etmek için ayaklandı. Ayaklanmanın kapsamı ve talepleri bir yana, pahalılığa karşı alınan tavrın biçimi dikkati çekiyor.
Darısı Cezayir halkından bile fazla kemeri “sıkılanların” başına.

ELİM BİR ZAYİ
Pinochet’nin biricik arkadaşı, tüm dünya faşistlerinin hamisi işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin can düşmanı, ırkçılık timsali eşsiz insan, büyük faşist, J. STRAUSS; Ziya ÜL Hak’ın öteki dünyaya yaptığı uçak yolculuğuna Almanya’dan bilet kestirerek katılmış ve ebediyete intikal etmiştir. Başta Pinochet olmak üzere yaşayan “biraderleri” acı kedere boğan bu kayış Austwitz Toplama Kampı önünde yapılacak cenaze törenini müteakip tarihin çöp sepetine atılacaktır. Kederli faşistlere başsağlığı dileriz.
Not: Çiçek gönderilmemesi, teberruların Fransa’da Le Pen’e gönderilmesi.
İmza: “Aydınlar Ocağı”

AĞUSTOS KARARNAMESİNE TEPKİLER SÜRÜYOR.
Geçtiğimiz Ağustos ayında yayınlanan ve cezaevlerinde kazanılmış hakları geri almayı amaçlayan kararnameye cezaevlerinden çeşitli tepkiler yükselmeye devam ediyor. Başta Metris olmak üzere, Bursa, Buca, Gaziantep ve Eskişehir cezaevlerinde kalan tutuklu ve mahkûmlar, kararnameyi uygulatmayacaklarını, uygulamaya kalkılması durumunda süresiz açlık grevine başlayacaklarını söylediler.
Bursa Özel Tip Cezaevinde idarenin keyfi koğuş değiştirme ve buna karşı gelenlere toplu dayak uygulamalarının ardından başlatılan açlık grevi dokuzuncu gününü doldururken konuyla ilgili bir basın bildirisi yayınlayan İnsan Hakları Derneği;
“Yasalar çiğnenerek, insan hakları ihlal edilerek, savcı-gardiyan-polis işbirliğiyle yaratılan devlet terörü tehdidi altında, 200 civarında hükümlünün sağlık ve yaşam koşulları hayati tehlikeye atılmıştır… Şu anda idarenin tavrından dolayı, iradi açlık grevi fiilen ölüm orucuna dönüşmüş bulunmaktadır. Hükümlü aileleri endişe ve ızdırap içindedir. 170 hükümlüye 2 ay görüş ve mektup yasağı getirilmiştir… Biz insan haklan savunucuları, insanlarımıza yapılacak en küçük bir ezaya bile asla seyirci kalmayacağımızı kamuoyuna açıklıyor, ilgilileri duyarlı olmaya çağırıyoruz.” diyerek olayı protesto etti ve kınadı.
Aynı konuyla ilgili olarak İstanbul Barosuna kayıtlı 150 avukat bu konuda kamuoyuna bir açıklama yaptılar. Açıklama şöyle:
“Biz, aşağıda isimleri bulunan İstanbul Barosuna kayıtlı avukatlar Adalet Bakanlığının 1.8.1988 yürürlük tarihli “Cezaevlerinde Disiplinin Sağlanması ve Farklı Uygulamaların Önlenmesi” konulu genelgesini çağdışı ve kazanılmış hakları gasp edici olması nedeniyle protesto ediyor, genelgenin derhal geri alınmasını talep ediyor ve tüm toplumu ilgilendiren böyle bir konuda yetkilileri, hukukçuları ve tüm demokratları duyarlı olmaya çağırıyoruz.”
Buca cezaevinde 9 süren açlık grevi 5 SHP milletvekilinin idare ve hükümlülerle görüşmesi üzerine bitti.

Tarihten: İleri Bir Adım Cumhuriyet İlânı
Osmanlı’nın Kayzer Almanya’sı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yanında ve yedeğinde taraf olduğu 1. emperyalist paylaşım savaşı bu ittifakın yenilgisiyle sonuçlanıyor. İstanbul, İzmir, Antalya ve çevresi. Adana ve Güneydoğu Anadolu İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalizmi ve desteğindeki Yunan gericiliği tarafından işgal edilmeye başlanıyor. Sultan Vahdettin tam bir işbirliğine soyunuyor. Ama halk yoğun bir ulusal tepki ortaya koyuyor. Hemen çeteler kuruluyor, ulusal güçler Kuvvayi Milliye adı altında örgütleniyorlar. Aşağıdan hareket, ulusal burjuva/iyi bir yandan radikalleşmeye, bir yandan da bu hareketi kontrol altına almak için seferber olmaya itiyor. Mustafa Kemal Osmanlı ordusunun kalıntılarını etrafında toparlıyor, ulusal güçleri bu odak etrafında örgütlemeye girişiyor.
Ulusal bir karşı kovuş başlıyor, anti-emperyalist niteliği burjuva önderlik altında kendini cılızca ortaya koyan ulusal bir devrim. Bir yanda emperyalistler. Yunan gericiliği ve Osmanlı Sultanı karşısında ise ulusal güçler.
Cumhuriyet İlanı, bu cepheleşmeye dayanarak gelişen ve işgale son verilip ülkenin siyasal bağımsızlığının elde edilmesiyle sonuçlanan ulusal kurtuluş savaşının doğrudan sonuçlarından biridir. Ulusal savaşın karşısında işgalci güçlerle birlikte yer alan Sultanlık’ın Türkiye’nin yeni siyasal örgütlenmesinde yeri olamazdı. Monarşi ve hilafet karşıtı yönetimiyle Kemalizm, bu iki feodal kurumun tarihin çöp sepetine atılması ve bir burjuva cumhuriyetin kurulmasında etken bir güç olmuş ve ilerici bir rol oynamıştır.
Burjuvazinin emperyalizmle sahip olduğu bağlar ve tefeci-tüccar niteliğiyle feodal kabuğunu henüz yeni kırmakta oluşu, onun ekonomi’; ve siyasal tutumlarına yansımış, ilerici tavırlarının köksüz, yarını ve çoğunun görünüşte kalmasının nedeni olmuştur. Nitekim ileri bir adım olarak sahiplenilmesi gereken cumhuriyet, feodalizme karşı bir mücadelenin ürünü olarak elde edilmeyişiyle, demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenmemiş, tek parti ve milli şef diktatörlüğü olarak örgütlenmiştir. Ve cumhuriyet ilanı tarihsel olarak ilerici bir adımken, onun şekillenişi burjuva gericiliğin bir belirtisi olmuştur.
Cumhuriyetin ekonomik temeli kapitalizmdir. Ama feodalizm de cumhuriyetin önemli bir dayanağı olmaya devam etmiştir. Kemalist burjuvazi, milliyetçi fikirler doğrultusunda belirli millileştirmelere girişmiş, 1929 bunalımının özel koşullarında milli kapitalizm belli bir gelişme olanağı bulmuştur. Ancak emperyalizmle bağlantısı açısından da ekonomik yapıda köklü bir değişiklik gerçekleşmemiştir. Ve cumhuriyet belirli ulusal yönlere sahip yarı sömürge burjuva feodal ekonominin bir üst yapısı olarak var olmuştur. İlerici ama ilericiliği sınırlı bir adım olarak…

ECEVİT ANTİ-KOMÜNİZM VE HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN YAYGINLAŞTIRILMASI YOLUNDA DOLUDİZGİN
SHP İstanbul İl Yönetiminin 18 Eylül 1988 tarihinde Sultanahmet Meydanı’nda yaptığı mitingde, ilerici ve devrimci grupların pankart açıp slogan atması üzerine. DSP’nin sabık başkanı Ecevit “ben olsaydım, pankart açtırmazdım.” buyurmuş. İnsan, hem “sabık” hem de eski şaşaalı geçmişinden “sakıt” olunca ve de geçmişten tersine dersler çıkarmaya başlayınca kendisiyle en gerici çevreler arasındaki farklar giderek görünmezleşiyor.
Farklı düşüncedeki grupların eylemlerine katılmasını her zaman bir güçlülük belirtisi sayan Avrupalı sosyal demokratlar, çok sesliliği demokrasinin önemli bir öğesi kabul ederler. Ecevit ise artık ciddiye bile alınmazlığın hıncıyla ANAP, DYP ve Cuntanın mantığı ile konuşuyor.
“Sabık” ve “sakıt” siyasetçinin düşüşü sürüyor.

TATLISES’TEN KÜRTÇE TÜRKÜ İSTEMEK SUÇ
İnsanın duyduğuna inanası gelmiyor. Gariplikler yaşanıyor Türkiye’de. Uşak’ta İbrahim Tatlıses’ten türkü isteyen Mehmet Yılmaz gözaltına alındı. M. Yılmaz’ın TCK’nın hangi maddesinden cezalandırılacağı merak konusu. Bölücülükten mi, suç olan fiili övmekten mi, komünizm propagandası yapmaktan mı yoksa olmayan bir şeyi varmış gibi lanse etmesi için Tatlıses’e müessir fiilde bulunmasından mı? Bu konuda suçun nevini tespit için komisyon oluşturulmasını önerenler var. Komisyonun görevleri arasında Türkiye’ de yaşayanların hangi dille öksürüp hapşırdıklarının ve esnediklerinin tespiti de olacak. Öyle ya, nereden bileceğiz hapşırıklarının altında yatan sinsi amaçları.
Yine geçtiğimiz ay SHP Beyoğlu İlçesi’nin düzenlediği şölende “Grup Yorum’un sahnede Kürtçe türkü söylemesi üzerine grubun sekiz elemanı DGM savcısınca sorgulandı ve grubun solisti, Metin Kahraman tutuklandı. Bu durumda Grup Yorum’un çok ağır ceza ile cezalandırılması gerekiyor. Çünkü birincisi suçta testici var. Türkü söylenmesini isteyen işadamınınki gibi değil suçları. İşveren oldukça hafif konumda: Yalnızca söylenmesini istiyor. Grup Yorum ise söylemiş! Ne büyük suç. Suç değil cinayet! İkincisi işveren tek, bunlar ise grup. Alın işte teştid nedeni daha! “Toplu” bölücülük. Hem de başka bir dilde türkü söyleyerek. Türkü… Türkü…
Böyle bir zihniyetin geçerli olduğu ortamda solumak bile utanç veriyor.

FİLİYET ŞEN’İN BASIN AÇIKLAMASI
Eşim REFA ŞEN, iznini geçirmek için gittiği Türkiye’de 7.EKİM 88 Cuma günü saat 13.30 sıralarında, Polisin İstanbul-Tuzla’da düzenlemiş olduğu canice bir katliam sonucu öldürüldü.
Eşim, 15 yıldır Batı-Almanya’da ikamet etmekte ve işçi olarak çalışmaktaydı. Yıllık imini geçirmek için gittiği bir sırada, Polisin hazırladığı bir senaryo sonucu, diğer 3 kişiyle birlikte kurşunlanarak öldürülmesi, Polisin imhacı ve katliamcı yüzünü bir kez daha açığa çıkarmıştır. Eşim REFA ŞEN, Benci ve halktan yana bir insandı, O’nun polis tarafından kurşunlanarak öldürülmesinin altında bu gerçek yatmaktadır.
Polisin “bunlar eylem yapacaktı” gibi açıklamaları herhangi bir kanıt ve bulgudan yoksundur. Ve bir yalandır. Türk Polisi yaptığı caniliği gizleyebilmek ve kamuoyunu yanıltmak için böyle bir yalana başvuruyor.
Eşim REFA ŞEN ve arabasında bulunan diğer 3 kişi, eylem yapacaktı… şeklinde lanse ediliyor.
– Polisin elinde nasıl bir kanıt var? Niye açıklayamıyor?
– Polisin böyle bir delili varsa, neden sağ olarak yakalamayıp, yüzlerce kurşun sıkıldı?
– Polisle çatışmaya girildiği iddia ediliyor. Dur ihtarına uyulmadığı söyleniyor. Arabanın yolda değil, TIR parkında olması nasıl açıklanabilir?
– Olay yerine savcılık ve basının gelmesi beklenmeden, neden alelacele cesetler kaldırıldı? Ne gizlenmeye çalışıldı?
– Arabada bulunduğu iddia edilen silah, onlara mı aitti? Olay sonrasında Polis tarafından arabaya konulmuş olamaz mı?
– Bugüne dek hiçbir eylemi vc polisle kaydı bile olmayan eşim REFA ŞEN’in TKP/ML TİKKO’nun üst düzey askeri sorumlusu olduğu yolundaki açıklama neye dayandırılıyor?
Baskı ve zulmün eksik olmadığı ülkemi/de, insan haklan ve demokrasiden bahsedilmesini gülünç buluyor. Polisin Canice katliamını nefretle kınıyorum. Bütün Kamuoyu ve basından Eşim REFA ŞEN ve diğer 3 kişiyi topluca imha eden, Polis ve yetkililere tavır almaya, suçluların ortaya çıkarılmasına yardımcı olmaya çağırıyorum.
FİLİYET ŞEN 12 EKİM ‘88.

BİR OTOBAN, BİR KONDU VE DÖRT YOLCU İÇİN AĞIT
Buralarda gülüm bahar pek sancılı gelecek./ Bu tuşta pek hoyrat başladı./ Suya hasretmiş gülüm narçiçekleri/ Kadınım görüşte ağlamaklı, kederli/ Gene derdiler karanfilleri…
Gözlerimiz sokakları dinliyor bir yanı/ hainlik yapabilir kent./ ele verebilir sırrımızı./ “bırakın artık kitaplardaki sırrı aramayı” dedi/ aramızdan son ayrılan./ Buğday tarlalarının renginde, yüzü, gökyüzü kadar geniş./ “Size bir tek şey gerekecek, Çar’ın arabası nereden geçecek…”
Kurtlar iner birazdan kente./ Bacaları çoktan soğumuş fabrikaların./ Bir kondunun henüz sönmemiş ışığı./ Rıza, Hacerle sevişiyor…
Bir köprünün üstüne sinmiş karanlık,/ az sonra gelecek yolcuyu bekliyor…
Ölümün keyfi yerinde/ Ay tutulması değil bu/ Ay hıçkırıyor…
Saatine baktı gece./ Henüz erken./ Daha çok var fotoromanları okumasına insanların./ Henüz sefer taslan ile düşmedi insanlar sokağa./ Üniversite henüz uyumaktadır…
Otobanda bir telaş./ “keşke çıkmaz sokak olsaydım./ az sonra karanfil derecekler üstümde./ Az sonra kan yürüyecek yüzüme/ Ah… Birde barut kokusu olmasa, bir de zamana kalmasa…”
Hişşşşt…/ Göründü yolcu./ Serin bir bahar şarkısı gibi geliyor./ Önünde akıp giden yol değil./ gittikçe yakınlaşan sevgilidir./ Buğday renginde yüzleri, açık ve geniş alınları./ Köprünün üstünde karanlık./ Mermiyle buluşturuyor namluyu…
Otoban gözlerini kapadı./ Kaldırımlar titriyor…/ Bir yıldız terk ediverdi gökyüzünü./ Kondulardan biri dayanamadı: “Dikkaaaaaaat…”/ Korku cesareti üretiverdi yine/ mermi terk ediverdi namluyu./ bahar gitti barut kokularından…/ Kan yürüdü kente/ Cinayet sekiz sütuna manşette…
Yolcu, bir türkü gibi ayrıldı dünyamızdan./ Gökyüzüne yıldız oldu.
Kaç gündür söyler otoban, kaldırımlar ve kondu./ Dahi bu kent söyler/ “Gitti canım/ düştü kolum…/ Karanfilim susuzum/ Kaç gündür uykusuzum…” EKİM 1988

Üniversitede alternatif açılış
“Yalnız geleceği değil bugünü de istiyoruz”. Öğrenciler kendi adlarına düzenlenen üniversitelerdeki resmi açılışları bu yıl zorlayarak buraları kürsü olarak kullandılar. Kendi temsilcilerine söz hakkı verilmeyen yerlerde ise alternatif açılışlar düzenlediler.
İstanbul üniversitesinde adı Alarko Holdingle beraber yolsuzluk söylentilerine karışan rektör Cem Demiroğlu’nun düzenlediği törende söz hakkı verilmeyen öğrenciler davullu bir alternatif açılış düzenlediler, Burada bir oyun da sergileyen öğrenciler oyunda Üniversiteye yeni kaydolanları canlandıranların başına birer kesekâğıdı geçirip “tek tip olun sırayı bozmayın.” uyarılarında bulundular. Alternatif açılışlar ülke düzeyinde yaygınlaştı.
İTÜ öğrencileri de yeni öğrenim döneminde yemek fiyatlarına yapılan zammı 3 günlük yemek boykotu ile protesto etti. Boykota Üniversite çalışanları da katıldı. Mimar Sinan Üniversitesi’nde ise Devlet Bakanının önünde konuşup sinirlendiren öğrenci temsilcisi Nazlıhan Kızıltan “Yurdumuzun üniversiteleri uzun bir süreden beri öğrencilerin seslerine kulak tıkamak zorunda bırakılmış, hatta daha da ileri gidilerek öğrencilerin sesleri susturulmak istenmiştir.” dedi.
Kütahya İdari Bilimler Fakültesi’nde de YÖK ve yurt sorununun gündemini oluşturduğu 3 günlük açlık grevi yapıldı.

Ekim 1988

YARGILANANLAR YARGILIYOR

“Yargılananlar Yargılıyor” dizimizi Hasan-Vahide Açan ve Melahat Sarptunalı’yla yaptığımız söyleşilerle sürdürüyoruz. V. Açan ve M. Sarptunalı İnsan Hakları Derneği kurucu üyeleri. Oğulları, Halkın Kurtuluşu yazı işleri müdürü Nevzat AÇAN “basın suçuyla” yargılanırken,Tuncer SARPTUNALI THKP-C Sempatizanları davasından yargılandı. Kendileri de “12 Eylül adaletinin” davacısı. Haklarında defalarca dava açıldı ve gözaltına alındılar. Oğulları için çabalarken…
Özgürlük Dünyası

İşlenmiş suçlar cezasız kalmaz
H. Açan

ÖZGÜRLÜK: Tutuklu yakını olarak Eylül sonrasında ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Hasan Açan: 12 Eylülle birlikte, oğlumuzdan haber alamadık. C. Savcılığına bir dilekçeyle başvurduk. Çocuğumuzun şubede olduğunu öğrendik. Fakat durumu hakkında bilgi alamadık. Dilekçemiz yanıtsız kaldı. 27. günde oğlumuzun tutuklandığını tesadüfen Selimiye’den cezaevine gönderilirken onunla karşılaştığımızda öğrendik. Çocuklarımızın 12 Eylül’ de yaptıkları şeyler bizim için suç olmayan şeylerdi. Bana yöre suçlu değillerdir. Asıl suçlular dışarıda. Suçsuzlar içerdeydi. Asıl şunu söylemek istiyorum: Bugünkü yönetim gençlikten korkuyor, gençleri içerde tutuyor. Çocuğumuz iki ay karşımıza topal topal çıktı. İşkence görmüştü. O zamanki görevli savcı hakkında soruşturma açıldı. Fakat olay bir yandan da kapatılmak isteniyordu. İşkence yapanların ismi istenerek. Bunu bilebilmek çok zordu. İnsanlar kaybolabiliyor, öldürülebiliyorlardı. Bunun binlerce kanıtı var Türkiye’de.
Sonra yargılanmalar başladı. Benim oğlum gazeteciydi. Gazete nedeniyle yargılandı. Aynı mahkeme örgütsel nedenlerle yargılama da yapıyordu, oğlumun buradan beraat kararı var. Yönetime göre, işlenen “suç” 12 Eylül öncesini, 6-7 yıl öncesini kapsayan olaydı. Yani Türkiye’de geçmiş yargılanıyor. Oğlum 76-77’lerde gazetecilik yapıyordu. Tutuklu aileleri olarak biz bütün olayları yakinen takip ettik. Ordu komutanlığına, Adli Müşavirliğe, zamanın Danışma Meclisine, her yere başvurularımız var.

ÖZGÜRLÜK: Bu başvurularınızın nedeni neydi? Bir şey elde ettiniz mi?
H. Açan: İçerde bulunan yakınlarımızın üzerindeki baskıların kalkması, onlara yasal haklarının tanınmasıydı. Örneğin tutuklulara er muamelesi yapılıyordu. Oysa onlar siyasi tutukluydu ve bir farkları olması gerekirdi.

ÖZGÜRLÜK: Sizin şahsi uğraşılarınızda karşılaştığınız zorluklar nelerdi?
H. Açan: İdare, içerdekilerin dışarıdaki yakınları tarafından aranıp sorulmalarını istemiyordu. Ve ailelerden iki yüz kişiye varan gözaltına almalar oldu. Bunlar günlerce gözaltında kaldılar. Çocuğunuzu aradığınız zaman, dönemin Emniyet Müdürü “bırakın bunları” diyordu. İçerde açlık grevleri oluyordu. Biz bunları çeşitli mercilere duyurmak istediğimiz zaman içeri almıyorduk. Mesela ben, İstanbul Cezaevlerinde Temmuz 1983 de açlık grevleri sürdüğü sıra: basın organları-gazeteleri dolaştığımız sıra gözaltına alındım ve şubede 9 gün kaldım. Ve bu yüzden yargılandım.

ÖZGÜRLÜK: Oğlunuz gazetecilik yaptığı sırada da aynı TCK maddeleri vardı ve oğlunuz o zaman yargılanmadı. 12 Eylül sonrası hakkında dava açıldı. Bu dönemin yargılamaları ve hukuku hakkında düşünceniz nedir?
H. Açan: Oğluma poliste zorla bir ifade imzalatamamışlardı, ama genel olarak yargılamalar hep zorla alınan polis ifadelerine dayanılarak yapıldı. Oysa tutuklular mahkemede bu ifadelerini kabul etmiyorlardı. Mahkemelerde yalnızca hakimler olması gerekirken, ayrıca bir de sıkıyönetim görevlisi vardı. Amaç haklı veya haksız insanları uzun süre içerde tutmaktı. Türkiye’de tarafsız değil, düzenin kendi istediği doğrultuda yargılama vardı. Yargı bağımsız değildi, geçerli olan emirdi.

ÖZGÜRLÜK: 82 Anayasasının 10. maddesine göre “herkes kanun önünde eşittir.” Fakat dönemin Eylül yöneticileri, aynı Anayasanın geçici 15. maddesiyle yönetimlerinden dolayı yargılanmama “güvencesini” arama gereğini duymuşlardır. Bu telaş niye? Bununla yarınlarda yargılanmalarını engellemeyi mi düşündüler?
H. Açan: 12 Eylül yöneticileri yaptıklarının yasal olmadığının bilincindeler. Bu nedenle kendilerini yargı dışı tutmak istiyorlar. Ama gelecekte onların yargılanmamaları gibi bir durum olacağını sanmıyorum. Dünyanın hiç bir yerinde işlenmiş suçlar cezasız kalmaz.
Vahide Açan: 12 Eylül’ü yapan 5-6 asker kendilerini büyük bir güvenceye alarak, hiç kimsenin hesap vermeyi kabul etmeden yüzlerce, binlerce insanın ağlamasını, gözyaşlarını dikkate almadan bütün güçlerini kullanarak insanları ezmişlerdir. Bu kadar insanı içeri doldurdukları halde neden hala kendilerine güvence arıyorlar? Hiç okuma yazma bilmeyen bir insan bile düşünür ki neden büyük adamlar kendilerine güvence ararlar.
H. Açan: Bu “büyük adamlar’ kendilerini ne kadar yasalarla güvence altına alsalar da değişen düzen içinde mutlaka yargılanacaklardır.
V. Açan: İki oğlum, gelinim, kendim tutuklandım. Kurucu üyesi olduğum İnsan Haklan Derneği’nin açtığı “Genel af ve idam cezaları kaldırılsın” kampanyasının bir parçası olarak imza toplarken, gözaltına alındım. Ayrıca Çanakkale E tipi cezaevinde 120 siyasi tutuklunun açlık grevinin sürdürülmesi sırasında, Çanakkale’de toplantı yaparken gözaltına alındım. Arandım, onlarca polis evimi didik ettiler. Düşündüm, acaba ben ne yaptım diye. Ve bu “büyük adamların” neden kendilerini güvence altına aldıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. Demek ki zaman gelecek bunların hesabı sorulacak, ömrümün sonuna kadar hakkımı aramaya devam edeceğim.

Türkiye’de yargılanmaktan kurtulunamaz
M. Sarptunalı:

ÖZGÜRLÜK: Tutuklu yakını olarak Eylül sonrasında, ne tür zorluklarla karşılaştınız?
Melahat Sarptunalı: İlk defa devletle karşı karşıya geldim. 81’de oğlum gözaltına alındığında onu aramak için sokağa çıktığımda devletle karşılaştım. Ben devlet denince dürüst, doğruyu söyleyen biriyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. Gayrettepe’ye gidip oğlumu sorduğumda orada olmadığını söylediler. Üç gün sonra evime gelip arama yaptıklarında “bizde” dediler. Güvendiklerimiz, bizi koruyan insanlar bize yalan söylüyorlardı. Yalan söylenildiğini ben 12 Eylül’den sonra öğrendim. Bundan evvel belki 12 Eylülün verdiği güvenceden kaynaklanıyordu bu insanların rahatlıkla vatandaşa yalan söylemesi. Üç ay bu insanlar, Gayrettepe 1. Şubede vatandaşın can güvenliğini koruyan insanlar, çeşitli türde yalanlarıyla, oğlumun öldüğünü, orada olmadığını söylediler. Haftanın iki günü bu kapıda toplanıyorduk. Yüzlerce insan bir meydanda, sokakta, karın yağmurun altında, devletin bir çatısı yok, çocuklarımızla haberleşmeyi beklerken. Bu kapıdan sonra Selimiye’ye geçtik. Selimiye’ye geldiğinin ertesi günü, gittim, eşya götürdüm ve yazı yazdım. Tabii ki asker en inandığımız insandır. Gittiğimde saat ondu, akşam saat 4’e kadar orada bekledim, bana yazı yazmadı, böyle dedi asker. Asker halkın çocuğu olduğu için hiç düşünemiyordum, vatandaşa şantaj yapacağım. Bir yığın da giysi vermiştim ihtiyacı olacağını düşündüğüm için. Şubede ihtiyaçlarını karşılayamadığımdan. Sanki eşya peşine düşmüş gibi, asker daha sonra elbiseleri getirip, oğlun cevap yazmadı, al bunları” diyerek bir poşetin içinde giysi, torbanın içi bit dolu, asker bunu bana yüzüme vururcasına verdi. 12 Eylül mü getirmişti bu katılığı, bu gaddarlığı yoksa bizim askerimiz, polisimiz böyle mi eğitiliyordu, anlayamadım. Daha önceden bu kapılara düşmediğim için.
Bundan sonra cezaevine gittik. Cezaevi dendiğinde hapis yatılır diye biliyorduk. Ama maalesef Metris’te daha ilk günde biz aileler sıraya sokulmaya başlandık. Yolun sağından yürümemiz söyleniyordu. Görüşe girerken üstlerimiz çok uygunsuz şekilde, sert, tersçe aranıyordu. Bu, askerin tavrıydı. Bizim doğurduğumuz, dünyaya getirdiğimiz insanlardı. Askerlerin böyle olmaması gerekirdi. Demek ki bu 12 Eylül’ün getirdiği gaddarlıktı. Ben yavaş yavaş 12 Eylül’ün bizim çocuklarımıza karşı acımasızca nasıl adım attığını görmeye başladım. Çünkü görüş her hafta olmasına rağmen iki haftada bir bile görüşemiyorduk, ayda bir, üç ayda bir belki. Sebep sorduğumuz zaman saçlar kestirilmediği için, sıraya girilmediği için, görüşe çıkarılmadıkları söyleniyordu. Aslında içerdekiler, sıraya girmesini de bilen insanlardı. Ama sıraya sokmanın bir usulü olduğu için, demek ki girmiyorlardı. Böylece şubeden yeni çıkmış olmalarına rağmen 81 Eylülünde açlık grevine girdiler ve 17 gün sürdü, bu günlerde biz hep cezaevi kapısında nöbet bekledik. Çünkü açlık grevinin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorduk. Çocuklarımızın çoğu sakat durumdaydı, şubeden geldikleri için. Şubede üç ay gıdasız kalmışlardı, bunlara iyi bakılması gerekirken, haklarını almak için açlık grevine gitmişlerdi. Açlık grevi sırasında Selimiye’deydik, en az 500 kişiydik. Görüş ve bilgi istediğimizde, komutanın olmadığını, geleceğini öğrendik. Bir süre sonra tek tek dağılmamızı söylediler ve itelemeye başladılar. Fenalaşan anneler oldu. Fenalaşan bir anneyi kucakladım. Bir süre sonra başörtünün sıktığını zannedip elimi başıma attım, bir el saçlarıma dolanmış çekiyordu. Başımı çevirdiğimde arkamda tomsonlu bir polis gördüm, öğürmeye başladım. Çünkü bir yabancı erkeğin, bir kadına bu şekilde davranması geleneklerimize ve göreneklerimize çok ters düşer. Bir anne olarak bana bu yapılırsa, oğluma neler yapılabileceğini daha iyi anlamaya başladım. Belki oğlum içeri girmemiş olsaydı, 12 Eylül’de yapılan adaletsizlikleri, haksızlıkları, insanlık dışı muameleleri görmemiş olacaktım. Onun için oğlumun içeri girmesinden o kadar da etkilenmiyorum, bir çok şeyi görmeme öğrenmeme neden oldu.
Bu durum yıllarca hep mücadele ve zorluklarla devam etti. Bir süre sonra İnsan Hakları Derneği kuruldu ve bir genel af imza kampanyası başlattı. İçerde ise çocuklarımıza, sorgulama sırasında, derdinizi savunmada anlatırsınız diyorlardı, ama tek tip elbise giymedikleri bahanesiyle savunma da yapmadan ceza aldıkları için affın çıkmasını canı gönülden istiyorum. Bu nedenle imza kampanyasında yoğun şekilde çalışmaya başladım. Kadıköy İskelesinde imza toplamaya çıktık. Yanımdaki arkadaşım Vahide Hanım hakkında, imza topladığı için ihbar olduğunu yanımıza gelen bir polis memurundan öğrendik. Kadıköy Karakoluna götürüldük. Tutanak tutuldu. Daha sonra Gayrettepe’ye götürülüp Dernekler Masasına çıkarıldık. Orada bir memur avazı çıktığı kadar “sen daha dün alınmıştın, bugün yine mi çıktın imza toplamaya” diye bağırıyordu… Adliyeye çıkarıldık, savcının odasında çok yorgun olduğum için koltuğa çöktüm, savcı bana “size kim izin verdi.” diye çıkıştı. Hakkımızdaki karan okuduk, bildiri dağıtmakla suçlandık. Bunun böyle olmadığını belirtince “ha dağıtmışsın, ha anlatmışsın, ikisi de aynı kapıya çıkar.” dedi. İşte çocuklarımızın ne büyük haksızlıklara uğradığını başıma geldikçe daha iyi anlıyordum.
Oğlum Çanakkale Cezaevi’ne sevk edildi. Nisanda yine uzun bir süre açlık grevine girdiler. Bütün mercilere başvurmamıza rağmen, hiç bir duyarlılığa rastlamadık. Bunu kamuoyuna duyurma amacıyla Çanakkale Cezaevi karşısındaki meydanda yazılı kartonlarla çocuklarımızın açlık grevinde olduğunu duyurduğumuz sırada ekip etrafımızı sardı. Emniyete götürüldük, ifadelerimiz alındı, savcılığa çıkarıldık. Pankart taşıyarak toplu gösteri yapmaktan hakkımızda dava açıldı. Açlık grevi de devam ediyordu. Cezaevi kapısında belki hastaneye giden olur, belki de ölülerimizi alırız diye beklemeye karar verdik. Polis buradan da gelip bizi aldı. Böylece üç defa gözaltına alındım, iki defa hakkımda dava açıldı. Adaletin ne olduğunu da siz anlayın. Bu arada meclise başvurmak için Ankara’ya gittik. Polisler aramızdaki gençleri götürmek isteyince, biz analar bunu engellemeye çalıştık. Bu arada Didar Şensoy’u kaybettik.

ÖZGÜRLÜK: Sizce Eylül yargısı nedir?
M. S. : Oğlumun mahkemesini yakinen izledim, kendim de birçok kere alındım, suçlu olarak yargılandım. Benim gördüklerime göre, 12 Eylül yargısı, savcının karşısına çıkarılan insanı istediği şekilde yargılaması demektir. Savcının niyetine kalmıştır. 12 Eylül yargısı sadece tepeden gelme bir emirdir. Oğlum 67 gün şubede kaldığında edindiği yaraları göstermek için mahkemede gömleğini çıkarmak istediğinde, sayın hâkim “ne o striptiz mi yapacaksın?” dedi. Şubede oğlumun yanında olan ve gözaltında bırakılan insanlarla dışarıda karşılaştığım zaman, oğlumun ayaklarının kesilip kesilmediğini bana sordular. Kangren olacağını sanıyorlardı. Bu sorgulamaları yapan insanların ya hiç insanlık duygusu yoktu, ya da çok büyük güvenceleri vardı. Herhalde hiç yargılanacaklarını düşünmeden bunları yaptılar. Sorguları geçiştirdiler, savunma tanıkları dinlenilmedi.
Tek tip elbise giymeyip, iç çamaşırlarıyla mahkemeye geldikleri için savunma hakları da ellerinden alındı. Oğlum müebbet cezası aldı. Ben bu karardan çok, kendisini hiç savunmamasına çok üzüldüm.

ÖZGÜRLÜK: 82 Anayasasının 10. maddesine göre “herkes kanun önünde eşittir.” Fakat dönemin Eylül yöneticileri, aynı Anayasanın geçici 15. maddesiyle “yönetimlerinden dolayı yargılanmama güvencesini, arama gereğini duymuşlardır. Bu telaş niye? Bununla yarınlarda yargılanmalarına engel olabilmeleri mümkün mü?
M. Sarptunalı: Ben kin gütmüyorum, ama bir gün olup bu insanların yargılanacaklarına inanıyorum. Mesela Metris’teki Adnan Binbaşı gibi, eline silahını alıp Metris’in kapısında masa üstüne çıkarak “ben bu tabancayla şu kadar insanı vururum.” diyerek, Davutpaşa’da yaptıklarını övünerek anlatan, oğlumu sağlam alıp sakat çıkaran bir insan, kendisini güvence altında hissetmiş olmalıdır ki, bunları yapabilsin. Oğlum hastaneye götürülüp tedavi edilmeden geri getirilince doktora nedenini sorduğumda “bazı şeyler emirle yapılır” dedi. Tıp yemini etmiş bir kişi dahi emirle iş yaptığına göre, diğerlerini siz hesap edin. Şimdi bu insanlar, tabii ki yargılanmalı. Ama tam adaletin terazisinde yargılanmalı. Yani bizim çocuklarımızın yargılandığı gibi değil.
Oğlum hakkında idam cezasıyla dava açıldığı zaman çok üzüldüm. İddianameyi hazırlayan Faik Tarımcıoğlu ile konuşmaya gittim. Benim görüşme isteğimi kabul etti, şaşırdım. Meğer kafasında bir soru işareti varmış. Oğlumun ifadesini alan oymuş. Oğluma pişmanlık göstermesi önerisinde bulunduğunu, düşünmesi için süre verdiğini söyledi. Benden bunun için oğlumu ikna etmemi istedi. Bunu oğluma öneremeyeceğimi, bunu önermeyi düşünmek dahi istemediğimi söyledim. “Kafasız kadın” dedi. Bugün böyle düşünen bir insan milletvekili oldu, yani mecliste vatandaşı temsil ediyor. Bu kişinin idam kararı ile iddianame hazırladığı kişiler 5-6 sene yatıp çıktılar. Demek ki hazırladığı iddianameler tamamen yanlış ve yetersizmiş. Bunun gibi pek çok hâkim, savcı, cezaevi görevlisi var. Aslında onlar da yapmadı desek olur, bunlar daha yukarılardan gelen emirlerdi. Bu insanlar bir yanlış yaptılar ve bunu düzeltemeyecekleri için kendilerine güvence aramaktadırlar. Çünkü emir vererek insanlara işkence yaptırdılar, yıllarca insanları zindanda yaşattılar. Bu durumda ayaklarını sıkıca yere basıp, koltuklarında rahat oturmak için, telaş da ederler, güvence de ararlar. Bu kadar adaletsizlik karşısında ne çok doğal bunun aranması…
Bence Türkiye’de yargılanmaktan kurtulunamaz. Bir gün adaletin yerini bulacağına inanıyorum.
ÖZGÜRLÜK: Görüşmemiz için teşekkür ederiz.

Ekim 1988

İsçi sınıfının gündemi: GREVLER


“Sekiz yıldır zam, enflasyonu önlemenin aracı olarak gösteriliyor. Bu ekonomik koşullarda işçiler varlıklarını sürdürmenin zorunlu bir şartı olarak gelir artışlarını savunmak durumda iken, Türk-İş yetkilileri ücretlerin dondurulması kararının ortağı oldular”.

Eylül ayında basının, partilerin gündeminde referandum vardı Oysa işçi sınıfının gündemi, referandum yanında ve undan daha önemli olarak grevler ve direnişlerdi. Şu anda grevdeki işçi sayısı 15 bin dolaylarında. 250 bin işçiyi ilgilendiren toplu iş sözleşmesi görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. 600 bin işçiyi kapsayan toplu iş sözleşme gülüşmeleri ise Ekim ayında başlayacak.
On binlerce işçi kendisi için çizilen “yasal” sınırları aşarak çeşitli biçimlerde protesto eylemlerine girişiyor. Yemek boykotlarının, yürüyüşlerin, fazla mesaiye kalmama, toplu viziteye çıkarak üretimi yavaşlatma hatta durdurma eylemleri, bu protesto eylemleri arasında.
Grev ve direnişler gündeme, artan önemiyle sınıfın dayanışmasını da sokuyor. Tekelci burjuvazinin MESS, KİPLAS, Tekstil İşverenleri Sendikası, Kamu-İş, Kamu-Sen gibi işveren sendikalarında birleşerek işçilere kendi kurallarını dayatmaları, işçi sınıfının mücadelesinde birliğe ve dayanışmaya olan ihtiyacı gün geçtikçe artırıyor.
1987’de hızlanan, 1988’de % 78’lere çıkan enflasyon ve zam dalgaları emek gelirlerinin satın alma gücünü iyice düşürmüştür, Özal’ın aksine açıklamalarına rağmen bu düşüşün devam edeceğinin işaretleri var. Referandumun ertesi günü beyaz eşyaya, çimentoya, margarine ve elektronik eşyaya değişen oranlarda zam yapıldı Tekel ve diğer zamlar kapıda.
Bu durumda, emek gelirlerinin daha da azalmasını engelleyebilmek için işçiler bu düşüşü göz önüne alarak toplu iş sözleşmelerinde haklarını daha kararlı savunmak zorundalar. Aynı durum, toplu iş sözleşmelerinin bağıtlandığı işyerlerinde ek zam istekleri olarak ortaya çıkacaktır.
Bütün bunlar önümüzdeki dönemde işçi sınıfının gündemini grevler ve direnişler olarak belirliyor.

YÖNETİCİLERİN ENFLASYONA BULABİLDİĞİ TEK İLAÇ: ZAM

Yaşanan ekonomik şartları öğrenmek, toplu pazarlık düzeninin işleyişi açısından önemli. Taraflar davranışlarını belirlemede bu koşulları dikkate almak durumundalar.
Sekiz yıldır izlenmekte olan “istikrar” politikasına rağmen değişen bir şey yok. Ekonominin kurmay heyetinden Kaya Erdem hâlâ “enflasyonla mücadelenin en temel prensiplerinden birisi gerekli fiyat ayarlamalarını (siz zam okuyun) gecikmeden yapmaktır.” diyor. (Hürriyet gazetesi)
Sekiz yıldır aynı mantıkla zam, enflasyonu önlemenin aracı olarak gösteriliyor. Oysa emek gelirlerinin, satın alma gücünün düşmesinin sebebi olan “fiyat ayarlamaları” yani zamlar aynı zamanda sermayeye kaynak aktarımının önemli bir aracı. Çalışanların ücretlerindeki artış hiçbir zaman enflasyon oranı kadar olmadığından bu zamlarla emekçilerin cebinden alınan para sermayedarların kasasına akmaktadır. Birçok şirket için 1987 yılı kâr açısından altın yıl oldu.
1988 başında alınan 4 Şubat kararları, ekonomiyi bir önceki yılda girdiği çıkmazdan kurtarmak için verilen acı reçeteydi. Faiz oranlarının % 60’lara yükselmesi sebebiyle kredi maliyetlerinin artması, sürekli zamlar, satın alma gücünün azalması sonucu, ekonomide durgunluk hâkim oldu. İlaçlara rağmen “hastanın” durumu düzelmedi. İflâslar ve işsizlik arttı, yatırımlar azaldı.
Özal hükümetinin Şubat’ta kabul edilen 1988 yılı programında çalışma hayatıyla ilgili olarak alınması gerekli tedbirler öz olarak “ücret politikasının ekonomik ilkeyle birleşmesiyle” ve “çalışana yapılan ödemelerin esas ücretler ve bağlı sosyal yardımların sınıflandırılması” esasında ücretlerin dondurulması ve reel düşüşün savunulmasıydı. Bu, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonunun ilk ilkesi olan “Yeni toplu sözleşme görüşmelerinde mevcut sosyal yardım zamlarının dışında yeni bir tür sosyal yardım kabul edilmeyecektir.” maddesinin hükümet programına girmesinden başka bir şey değil.
Bu ekonomik koşullarda işçiler varlıklarını sürdürmenin zorunlu bir şartı olarak gelir artışlarını savunmak durumunda ü.en Türk-İş yetkilileri ücretlerin dondurulması kararının ortağı oldular. 6 Mayıs’ta Türk-İş Yetkilileri ile Toplu İş Sözleşmeleri Koordinasyon Kurulu Başkanı Kazım Oksay ve Kaya Erdem arasında yapılan görüşmeden sonra, ücret artışları 1988 için % 38-29,1989 için % 20-16 olarak ilan edildi. Oysa enflasyon oranı şimdiden % 82!

BİTEN GREVLER – 1988 Eylül Başı İtibariyle
İşkolu            Grev sayısı    Süresi (Gün)    Katılan işçi
Gıda            6        233        1885
Petrol-Kimya        4        233        5060
Ticaret-Büro        2        80        1710
Kâğıt            1        80        220
Konaklama        1        3        20
Çimento-Toprak    2        127        2450
Kara taşımacılık    1        220        463
Metal            1        32        120
Ağaç            1        424        82
Madencilik        1        92        27
Toplam        20        1524        12037
Açıklama: Kaybolan işgünü hesaplanmamıştır. / Kaynak: Dergi ve ajanslardan hazırlanmıştır.

GREVLER ( 1988 – Eylül Başı İtibariyle)
Sendika        İşyeri                    Başlangıç        İşçi
T. Maden – İş/T     Türk Maden ST (4 işyeri)        5.7.1988        975
T. Laspetkim-İş/B     Ege Nil AŞ                26.4.1988        40
Laspetkim-İ.ş/B     Ege Plastik AŞ            28.4.1988        300
Petrol-İş/T        Doğu Galvaniz ve Plastik        17.9.1988        106
Öz Ağaç-İş/H         Sedir Mobilya                8.7.1988        –
Ağaç-İş/T         Elsan                    1.8.1988        50
Selüloz-İş/T        Motif Duvar Kâğıt            30.10.1987        65
Selüloz-İş/T         Adana Kâğıt                30.6.1988        101
Selüloz-İş/T         SEKA                    6.9.1988        10200
Basın-İş/T         Darphane ve Damga Mat.        23.06.1988        330
Otomobil-İş/B        Hurma Elektronik            4.7.1988        55
Otomobil-İş/B         Sace                    9.11.1987        90
Öz Demir-İş/H     TOE AŞ                15.8.1988        419
Türk Metal/T        Civas AŞ                15,7.1988        66
AÇIKLAMA: İki işyerine ait katılan işçi bilgileri bulunamamıştır. (T) Türk-İş; (H) Hak-İş; (B) Bağımsız

ULUSAL PASTADAN İŞÇİLERE DÜŞEN “PAY”
Yeni kazanımların elde edilebilmesi, işçi sınıfının mücadeleyi sahiplenmesi ve dünü sorgulayarak yeni güne başlamasıyla mümkün.
80 öncesinde toplu sözleşmeleri ücretlerde, yaşama ve çalışma koşullarında bir iyileşme getirdi. 77 80 arasında ücretlerin satın alma gücü, korunamamasına rağmen, diğer alanlarda dişe diş mücadelenin ürünü olarak önemli kazanımlar sağlandı. İşçi sınıfı Eylül rejiminden fazlasıyla payını aldı. Bir yandan örgütlülüğü dağıtılır, önder işçiler fabrikalardan atılır, kara listelere alınırken öte yandan grev silahı gasp edilerek ücretleri donduruldu.
Ulusal Gelir ve Ücretler tablosunda görüleceği gibi gerçek ücret endeksinin en hızlı düştüğü yıllar, toplu iş sözleşmelerinin, devletin ve işverenlerin sözcüsü durumundaki Yüksek Hakem Kurulu kararıyla olduğu yıllardır.
83’teki yeni düzenlemeyle getirilen toplu pazarlık düzeninin uygulanmasına başlandığı 84 ten itibaren imzalanan toplu iş sözleşmelerinde de geriye gidişe engel olunamadı. Ücret artışları zam ve enflasyonun çok gerisinde kaldı.
Ulusal gelir ve ücret endeksleri tablosunda çarpıcı bir şekilde görülen başka bir şey daha var. Gerçek ücret endeksi 1977’den itibaren sürekli düşer ve 1987 de 39.2’yi bulurken, kişi başına ulusal gelir endeksi özellikle 1983 ten itibaren sürekli artmış ve 1987 de 133,2ye ulaşmıştır. Bunun anlamı ulusal pasta büyürken bunu yapanların payının küçülmesidir.
Gelir dağılımının bu kadar adaletsiz olduğu koşullarda toplu iş sözleşmelerinde parasal taleplerle ilgili maddeler önem kazanıyor. Uyuşmazlık nedeni elan konular, işkolu ve işyerinin özgül konumlarına göre değişse de ekonomik talepler ve ücretlerin arttırılmasında yoğunlaşıyor.
Bunun sonucunda genel olarak diğer sendikadan biraz da olsa fazla parasal gelir sağlayan sendika, “işçiden yana mücadelesinde, kararlı ve iyi” olarak değerlendiriliyor.
Oysa en çok gelir artışı sağlayan toplu iş sözleşmesi de imzalansa, bunun gelir katkısı, enflasyonla kısa zamanda sıfırlanmaktadır. Bunu Yıldız Porselen fabrikasında bir işçi şöyle ifade ediyor: “Geçmişe bakarak iyi mi diyelim, geleceği düşünerek vay yandım mı diyelim?
Netaş örneğinde olduğu gibi, toplu iş sözleşmesi imzalanması sonrasında, tek tek ya da toplu işten atılmaları yaşayan işçi sınıfının, iş güvencesinin sağlanmasına yönelik maddelerin sözleşmelerde yer almasını sağlamakta ısrar etmesi acil ihtiyaç haline gelmektedir. Ekonomik durgunluğun hâkim olduğu, kapasite kullanımının azaldığı, yatırımların durduğu, işsizliğin arttığı şartlarda bu türden talepler giderek önem kazanmaktadır. Petrol-İş Sendikası Kartal Şube Başkanı Şakir Zengin “önümüzdeki dönem daha çok idari konuların, iş güvencesinin sağlanması gibi taleplerin önem kazanacağı kanısındayım.” derken bu gerçeğe parmak basıyor.

TİS SON DURUM (1988 Eylül Başı İtibariyle)
Uyuşmazlıkta             Yürürlükteki     Yürürlükteki Grev
Bulunan İşyerleri         Grev Kararı     Uygulama Kararı
Sendika     Türk-İş        Bağımsız    Türk-İş        Türk-İş
İşyeri         6        87        11        4
İşçi Sayısı    208200    30000        1302        740
AÇIKLAMA: (X) Her TİS görüşmelerinde pek çok işyeri temsilen bir işveren sendikasıyla görüşülmekte olup, kaç işyeri temsil ettiği verilmemiş. / KAYNAK: Dergi ve ajanslarda hazırlanmıştır.

ULUSAL GELİR ve ÜCRETLER (1977 : 100)
Gerçek ücret    Kişi başı ulusal
Yıllar        Endeksi    gelir endeksi
1977        100        100
1978        87,7        100.7
1979        75,9        98,3
1980        56,6        95,3
1981        52,4        97,1
1982        50,2        99,6
1983        53,3        100,7
1984        50,6        108,8
1985        46,3        117,7
1986        44,0        127,9
1987        39,2        133,2
KAYNAK : ’87 Petrol-İş, Tablo- 66

BİZE GÜLMEYİ UNUTTURAMAZSINIZ!
80 sonrası çözüm (!) sağlanan pek çok konudan biri çalışma hayatı. İşçi sınıfının iradesinin hiçbir biçimde etkili olmadığı çözümün kılavuzu ise tekelci burjuvazi. Çünkü yeni düzenleme ile getirilen TİSK-Türkiye Odalar Birliği-MESS’in istemlerinin cevaplandırılması. Grev yasakları, sözleşmeli personel uygulaması, toplu sözleşme yerine grup sözleşmesi ve iş gruplandırılması sisteminin da-yatılması ve işçi sendikalarının fonksiyonlarını yapamaz hale getirilmek istenmesi, zincirin halkaları olarak öne çıkıyor.
Toplumsal muhalefetin bastırıldığı ve kazanılmış hakların gasp edildiği koşullarda kabul ettirilen yasalarla 1984’te başlayan toplu pazarlık (!) döneminde yeni mevzuatla grev yapılabilirliği tartışılır ve başlangıçta grevsiz çözümler aranmaya çalışılır.
Bürokrat sendika yöneticilerinin “bu yasalarla grev yapılamaz.” nakaratına karşılık işçi sınıfının tavrı tüm kısıtlamalara ve fiili engellemelere rağmen grevin yapılması yönündedir. Başarısızlıkla biten bir-iki grevden sonra Netaş’ta, Kazlıçeşme’de, Nakliyat ambarlarında yapılan grevler, Laspetkim-İş Mali Sekreteri Cemal Çelik’in de belirttiği gibi “yaşananlar, bu yasalara rağmen, grev yapılabileceğini ortaya çıkardı, örgütlü biçimde sürdürülen, güçlü bir dayanışma ağı ile desteklenen grevler işçi sınıfımızın başarı hanesine yazıldı.”
Tüm-Tis Genel Teşkilatlanma Sekreteri Sabri Topçu aynı konuda “Bu yasalarla grev mümkün değil görüşünü kabul etmiyoruz. Çünkü işçiler kendi mücadele geleneğine sahip çıkmak ve geliştirmek zorundadır. Mücadele edilmeden hiçbir hakkın elde edilemeyeceği de ortadadır.” diyor.
Yaşamın zorlaması ve geçen süre, yasalara rağmen grev yapılabilir diyenleri doğruladı. Halit Narin’in sevincini ifade ederek “20 yıldır biz ağladık onlar güldü, artık biz güleceğiz” demesinin üzerinden henüz birkaç yıl geçmişken, mücadele geleneğine sahip çıkan işçi sınıfı yine haykırıyor: “Bize gülmeyi unutturamazsınız.”

GREV VE DİRENİŞLER YAYILIYOR
Eylül ayı grev ve grevlere hazırlık ayıydı.
Darphane ve Damga Matbaasında, TOE’de, Sace’de, Civas AŞ’de devam eden grevlere, Denizli Cam ve Seka katıldı. 250 bin civarında işçi grev hazırlıkları yapmakta.
Eylül ayı direniş ayıydı aynı zamanda.
Genel Maden İş Sendikasıyla Türkiye Taş Kömürü Kurumu Genel Md. arasında 19 Temmuzda başlayan ve uyuşmazlıkla sonuçlanan toplu iş sözleşmesinin uzamasını protesto eden 2000-3000 merkez atölyesi işçisi PTT merkez şubesine kadar yürüyor, kendilerini açlığa mahkûm eden maaş bordrolarını Kamu-Sen adresine postalıyorlardı.
Denizli Cam’da grev pankartını işyerine asan işçiler kente yürüyüşe geçiyor, jandarma müdahalesine rağmen kente ulaşıyorlardı.
Kazlıçeşme’de bir işçinin iş kazası sonucu ölmesi üzerine 1500 işçi, işveren temsilciliği önünde toplanarak durumu sloganlarla protesto ediyordu.
Kristal iş ile Cam İşverenleri Sendikası arasında gelecek yıl sözleşmeleri sona erecek işçiler için varılan anlaşmayı uygulamayan İstanbul Cam Sanayinde işçiler toplu viziteye çıkarak üretimi durduruyorlardı.
Teksif Sendikası ile Tekstil İşverenleri sendikası grup sözleşmesi uyuşmazlığı kapsamına giren işyerlerinde işçiler pasif direniş eylemlerine başlıyor. Aksu’da fazla mesaiye kalmıyor, yemek boykotları yapıyorlardı. Zeytinburnu Ağır Bakım ve Tamir Fabrikası işçileri Zeytinburnu PTT’si önünde toplanıp konuşma yaparak ücret bordrolarını Milli Savunma Bakanlığı’na gönderiyorlardı.
Ücretlerini alamayan İETT şoförleri toplu viziteye çıkarak, korna çalarak durumu protesto ediyor. Yenimahalle ve Altındağ belediyesinde 1500 işçi işbaşı yapmıyordu.
Otomobil-İş Sendikasına bağlı işçilerin MESS’e karşı mücadelesi ise sendikanın koyduğu sınırları da aşarak sürüyor.
Metal işçileri geçmişte de MESS dayatmalarına karşı yoğun mücadele sürdürdüler. Bugün yine aynı dayatmalara karşı direnişlerini yükseltiyorlar. Sakal bırakma, yemek boykotu, fazla mesaiye kalmama gibi protesto eylemleriyle başlayan direnişler yürüyüşlerle devam ediyor.
Tabandan gelen; fabrikalara 10 dakika geç gidilmesi ve üretimin etkilenmesi önerilerini kabul etmeyen Otomobil-İş yöneticileri, işyerlerine bir kilometre kala servis arabalarından inilmesi, kaldırımlarda sessiz yürünmesini kararlaştırmıştı. Taban sendika yöneticilerinden ilerde olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Çeşitli merkezlerde toplanan Kave, Boronkay. İzsal, Demirdöküm, Pancar Motor, Makina Kalıp, Erka işçileri toplu yürüyüşe geçtiler. Polis Topkapı ve Mecidiyeköy’de işçilere müdahale etti. Pancar Motor ve Makina kalıp işçilerinin yolu Mithatpaşa karakolunun önünde kesildi. İşçilerin kimlikleri toplandı ve çok sayıda işçi gözaltına alındı. Ertesi gün gözaltına alınan işçiler serbest bırakıldı.
Bütün bu eylemler bugün tabanın sendika yöneticilerinden daha ilerde olduğunu ve önümüzdeki dönemde bürokrat sendika yöneticilerini ileri adımlar atmak için zorlayacağını gösteriyor. Bu gelişmeyi gören Cimse-İş İstanbul şube başkanı Süleyman Yıldız “Sendikaların başında olanlar koltuklarından korkmasalar daha çok şey yapar. Taban yöneticilerden ileri.” diyor.

SENDİKA ÜST YÖNETİCİLERİ DAYANIŞMAYA İLGİSİZ
Türk-İş Bakanlar Kurulu 3 Mart 1988 tarihinde yaptığı olağanüstü toplantıda iş sözleşmesi, uyuşmazlık, grev ve her türlü eylemde sendikaların birlik beraberlik ve dayanışması yönünde ilke kararı aldı. Kararın alınmasından çok uygulanması önemli. Uygulamada ise, görünen oldukça farklı. Çimse-İş şube sekreteri Süleyman Yıldız anlatıyor: “Çimse İş Genel Başkanı Kamu-İş’in dayatmalarına karşı 26 fabrikada direnişe geçmeyi düşündüklerini söyleyerek, Türk-İş ten destek istedi. Buna olumlu cevap gelmedi. 113 grevde kaldık, Türk-İş’ten greve gelen olmadı. Biz de farklı davranamadık. Herkes kendini kurtarmaya çalışıyor.” Basın-İş Şube Başkan Yardımcısı Ali Haydar Koçintar’ın söyledikleri de aynı: “Darphane ve Damga Matbaası Grevine de 1. Bölgeden uğrayan yok.”
Sendikaların ilgisizliğine rağmen tabanda dayanışmanın güçlendirilmesi doğrultusunda girişimler var. Grevlerle dayanışma toplantıları, dayanışma geceleri yapılıyor. İşyerlerinde dayanışma komitelerinin kurulması dayanışmanın örgütlü ve somut hale gelmesinin bir yolu olarak ortaya çıkıyor. Bunun, mücadelenin boyutunu genişletmesi yönünde etkisi olacağını görmek mümkün.

YOL SAHİBİ YÜRÜMEYE BAŞLIYOR.
Yasal meşruluk, kişi ya da grup davranışlarının yasaya uygunluğudur. Yasaya rağmen meşruluk ise toplumsal mücadelenin gelişmesine paralel olarak davranışların yasaya rağmen toplumda kabul görmesidir. İnsanlık tarihinde, tüm ileriye dönük kazanımlar, yasaya rağmen meşruluğun ürünüdür. Yasaların işlevi ya da işlevsizliği sınıfsal mevzilenmeye bağlıdır. Yeniden düzenlemeye gidildiğinde, değişim ileri ya da geri olması sınıfsal güç ilişkilerine göre belirlenir.
Yeni Sendikalar toplu iş sözleşmesi Grev ve Lokavt yasası 80 öncesine göre geri düzeydedir. Fakat birkaç yıllık uygulama sonucu sınıfa giydirilmek istenen elbise dar geldiğinden sökülmeye başlamıştır. Yıldırıcı resmi terörün geriletilmesi ve bugünkü bürokratik sendikal örgütlülük içinde bireyin yalnızlığından kurtulması ve işçi sınıfının kendi gücünü görmesi temelinde yasaya rağmen meşruluğun gelişmesi devam edecektir.
11 Mart yemek boykotu öncesinde resmi ağızlar “yemek yememe eylemi yasal değildir.” diyerek gözdağı veriyorlardı. Ülke çapında eylemin başarıyla gerçekleşmesinden sonra aynı ağızlar taşkınlığa yol açmadan disiplinli olarak yapmışlardır.” Demek zorunda kalmışlardır. Dün birden fazla kişinin dilekçe vermesi soruşturma, cezai kovuşturma nedeni iken, bugün topluca yürünüyor, sloganlar atılıyor, üretim durduruluyor. Engeller geri tepti. Yol sahibi yürümeye başlıyor…

Sermayenin ekonomik ve siyasi alanda işçi sınıfına saldırısı
GRUP SÖZLEŞMESİ
Grup sözleşmesi biçim olarak, birden fazla işvereni temsilen işveren sendikası ile işçi sendikası üst yöneticileri arasında tek bir sözleşme metninin görüşülerek kabul edilmesidir. Öz olarak ise, sermayenin, güçlerini birleştirerek, ekonomik ve siyasi alanda işçi sınıfına saldırısının sistemleştirilmesi ve işçi sendikalarının fonksiyonsuz kılınmasıdır.
Tek tek işyerlerinde gerçekleştirilen toplu iş sözleşmelerinde, işçiler, sendikaları aracılığıyla, doğrudan işverenin kendisi ya da vekili ile görüşürler ve böylece kendi iradelerini görüşme sürecine sokarlar. Kendi taleplerini en iyi kendileri bildikleri için onları en iyi savunan o işyeri işçileri ve temsilcileri toplu sözleşmelerde etkin bir rol oynarlar. Grevin başlamasında ya da bitmesinde karar -eğer gerici sendika yöneticileri tarafından bir ihanete uğramamışlarsa- işçilerindir. Bu açıdan tek tek işyerlerinde yapılan toplu iş sözleşme, grev ve direnişleri, işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşulların düzeltilmesinde ve burjuvaziye karşı mücadelesinde önemli avantajlar sağlar.
70lerde metal işçileri bu konuda önde gidiyordu. Hak arama grevlerinin yanında, siyasi ve dayanışma grevleri, hatta -açıkça ilan edilmemiş biçimlerde ve tam bir genelliğe ulaşamamış olmakla birlikte- genel grevler hayata geçirilebiliyordu. Sınıf bilinci hızla yükseliyordu. Bu durum, sermayedarlar için tehlike çanları anlamına geliyordu. Bu yüzden grup sözleşmeleri ilk olarak metal işkolunda MESS tarafından dayatılmaya başlandı. Metal işverenleri, MESS aracılığıyla, işçi sendikalarını işlevsizleştirmek, işçileri doğrudan toplu sözleşme sürecinin dışına iterek mücadelenin ateşini söndürmek, ücretleri aşağıya çekmek için paçaları sıvadılar.
1978’de tabandaki muhalefete rağmen, Türkiye Maden İş Sendikası “Avrupai bir sistem olduğu” ve “eşit işe eşit ücret ilkesindeki gedikleri kapayacağı” gerekçesiyle, bir grup sözleşmesi imzaladı.
12 Eylül’den hemen sonra grup sözleşmesi Yüksek Hakem Kurulu tarafından MESS ve TİSK ilkelerinin hayata geçirilmesinin somut bir ifadesi olarak diğer işkollarına da genelleştirildi.
Bu tür sözleşmelerle ne amaçlanmaktadır?
1) Tekelci burjuvazinin gücünü birleştirmek.
2) TİSK ilkelerini hayata geçirmek
3) İşçi sendikalarını işlevsizleştirip onları derneklere dönüştürmek.
4) Toplu iş sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlığa gidilmesi ve çok sayıda üye ile greve çıkılması durumunda, sendikayı mali yönden zayıflatmak.
5) Grev oylamasını birden çok işyerinde kullanmak suretiyle, bazılarında greve hayır yönünde karar alınması halinde işçilerin potansiyelini kırmak.
6) İşçileri toplu iş sözleşme sürecinin dışına ilerek, iradelerinin sözleşmede yansımasını engellemek ve onları edilgen duruma sokmak.

İŞ GÜVENCESİ SAĞLANMASI GİBİ TALEPLERE ÖNEM VERİLMELİ.
Petrol-İş Sendikası Kartal Şube Başkanı Şakir ZENGİN
’80 sonrası yoğun terörün olduğu şartlar yaşandı… Geçen yıl Petrol-İş’in 63 işyerinde sürdürdüğü grevlerden bir kısmı bölgemizdeydi. Ekonomik ve idari talepleri görüşmeden, karşı işveren sendikasının grup iş sözleşmesini dayatması üzerine anlaşılamadı ve bunun üzerine greve gidildi. ’84 sonrasında yaşanan ekonomik koşullar sonucu olarak, toplu sözleşme görüşmelerinde uyuşmazlık konusu olan talepler genellikle ücret artırımlarına yönelikti ve bu ’87 yılına kadar böyle gelindi. Ancak bundan sonrasında uyuşmazlık konusu olacak taleplerin ücret artırımları olacağını sanmıyorum. Daha çok idari konuların, iş güvencesinin sağlanması gibi taleplerin önem kazanacağı kanısındayım.

SINIF, ZORLU SINAVA HAZIRLANMALIDIR
Deri-İş Sendikası Kazlıçeşme Şube Başkanı Ali GÜNDOGDU:
“…1984 ve 85lerde bu yasalarla grev yapılamayacağı, başta sendikacılar düzeyinde olmak üzere genelinde hakim bir mantıktı. 1985 de Tersane ve Kazlıçeşme grevleri yapıldığı dönemde, macera olarak değerlendirildi. Uzun uğraş sonucu Netaş. Kazlıçeşme, Migros ve Anbarlar grevleri en ileri muhtevalı grev yapmak cesaretini göstermek olmuştur. Bu grevler, hak alma yolunda yetersizliklerine rağmen ekonomik düzeyde olumlu sonuçlanmıştır.
Toplu İş sözleşmesi – Grev ve Lokavt Kanunu, grev oylaması, grev sırasında üretimin sürmesi vb. grevi kırmaya yönelik hükümlerin yeraldığı anti-de-mokratik yasalardır… Geçen yıl Kazlıçeşme’de yaşadıklarımız: yarı mamul derilerin dışarı çıkarılamayacağı ve satılamayacağı yasada açık hüküm olarak var olmasına rağmen bu yarı mamul deriler Bölge Çalışma Müdürlüğü ve polis gözetiminde dışarı çıka-karılarak satımı sağlanmıştır. Bu durumu engellemeye çalışan grev gözcüsü ve diğer işçi arkadaşlar ve sendikacılar bir çok defa gözaltına alınmıştır. Bunun üzerine sendikamız Bölge Çalışma Müdürlüğü’nden görüş istemesine rağmen yarı-mamul derilerin satışı devam etmiştir. Hatta (izcilikle yarı mamulü dışarı çıkarıp satan KOŞAR işvereni Aklattın KOŞAR, gözcü arkadaşlarımızla kavga etmiş ve görüşüne başvurduğu Bölge Çalışma Müdürlüğü ve mahkemenin kararı kendisine gösterildiğinde “yasaları tanımam” diye tavrını belirtmiştir. Çıkan tartışma sonrasında sendikadaki yönetici arkadaşlarımız bir ay tutuklu kalmıştır.
Şu anda sınıfımız için en önemli sorunlardan biri de işçiler arası dayanışmanın sağlanmasıdır. Bu durumun olumsuzluğu halen aşılmış değildir. 87’Ier-den bugüne kadar iyi dayanışma örneği Netaş ve bizim grevlerde gösterilmiştir. Ama yeterli olduğu söylenemez. Nedeni, yasaların sendikalarda sınıf gereği davranış içerisinde bulunmayı engellemiş olmasıdır. Eksikliklerimize rağmen, ders çıkarılacak bu tür mücadele araçlarının el kin kullanımı, sınıf bilinçli işçilerin özellikie işçiler arasında çalışmalarıyla gerçekleşebilir. Yoksa diğer mücadele biçimleri gibi, şube. sendika merkezi ya da konfederasyona bağlanırsa sendikal bürokrasi içinde mevcut gücün erimesine neder.olacaktır. Sınıf zorlu sınav için hazırlanmak durumundadır.

İŞÇİLER KENDİ MÜCADELE GELENEKLERİNE SAHİP ÇIKMAK ve GELİŞTİRMEK ZORUNDADIR
TÜMTİS Genel Teşkilatlandırma Sekreteri Sabri Topçu
Bu yasal mevzuatla grev mümkün değil görüşünü kabul etmiyoruz. Çünkü işçiler kendi mücadele geleneğine sahip çıkmak ve geliştirmek zorundadır. Mücadele verilmeden hiçbir hakkın elde edilmeyeceği de ortadadır.
Topkapı nakliyat ambarlan grevine, İşveren Sendikalarının gündeminde olan ilke kararlarından Nak-İş İşveren Sendikası herhangi bir taviz vermek istemediği için gelinmiştir. İşveren Sendikası eski sözleşmede bulunan idari maddelerin aynı kalmak koşuluyla yalnız ücret ve sosyal haklar konusunu görüşmeyi ilke karan olarak getirmiştir. Biz Sendika ve işçiler olarak idari ve demokratik haklarında önemli ve sözleşmeyle alınması gereğine inandığımızdan işçilerin en doğal haklan olan çalışma koşulları, disiplin kurulu temsilciler ve teminatı, iş güvenliği, fazla mesai gibi konularında görüşülmesi gerektiğini savunduk. Bu konulara İşveren Sendikasının olumlu yaklaşımı olmadığından grev noktasına gelindi.
Bilindiği gibi grev ve kanunsuz lokavt uygulanan işyerlerinde herhangi bir üretim faaliyeti değil de nakliyecilik söz konusu olduğundan işverenler bu nakliyecilik faaliyetini şehrin çeşitli cadde ve sokaklarında grev kırıcılığı yaparak gerçekleştirmeğe başladılar. Grev kırıcılığı yapan işyerlerinin kanunsuz lokavt yaptıklarını Mahkeme kararıyla, tespit ettirmiş olmamıza karşın işverenlerin grev kırıcılığını engellemek mümkün olmadı. Arkasından Gümrük Bakanlığı’nın gümrüklü inallarının depolanması için yaptırılan sundurma tesisi grev kırıcılığı yapılmak tı/.ere kullanılarak taşıma buradan yapılmaya başlandı. Yapılan greve sahip çıkan işçiler her gün grev yerinden uzaklaştırılmak islendi. Çözülen işverenlerle tek tek sözleşme imzalayarak çalışmağa başlayan Ambarlar, Belediye tarafından ruhsatsız gerekçesiyle mühürlenerek kapatıldı.
Yukarıda özet olarak sayıları bütün bu grev kırıcı faaliyetler işçilerin birlikte ve kararlı mücadelesi sonunda önlenerek grev başarıya ulaştırıldı. İşveren Sendikası dağılmaya mahkûm oldu. 7.5 aylık grev içerisinde işveren sendikasının yönetimi değişti, ilke kararlan kırıldı ve ülkemizde yapılan grevli veya grevsiz bütün Toplu İş Söyleşmeleriyle sağlanan haklardan çok daha ileri haklar elde edilerek teklif tasarımızın tümü kabul ettirilmek koşuluyla Toplu İş Sözleşmesi imzalandı.
Grev suresinde diğer Sendikaların grevimize duyarlı yaklaşımlarını göremedik, ancak üyemiz, işçilerin ve diğer işçilerin daha duyarlı olduğunu gördük.

DEMOKRATİK TALEPLERİMİZİ ÖNE ÇIKARMAYI ŞİMDİLİK BAŞARAMADIK
Laspetkim-İş Mali Sekreteri Cemal Çelik
12 Eylül geldiğinde binlerce işçi grevdeydi. Bu işçiler grev çadırlarını sökerek işbaşı yaptılar. Sendikal faaliyetler durdurulduğundan 1984’e değin grev olmadı. 1984 yılında yapılan grev sayısı yalnızca 4’dür. Çünkü yeni yasalarla grev hakkı kullanılamaz duruma getirilmişti. Burada kitleleri politikadan, sendikalardan soğutmaya çalışan propagandanın önemini de vurgulamak gerekir, özellikle sarı sendikalar anti-demokratik yasaların ardına sığındılar ve “bu yasalarla grev yapılamaz.” dediler. Örgütsüz olduğu için başarıyla bitemeyen bir ya da iki grevi de görüşlerini kanıtlamak için kullanmaya kalkıştılar. Bu noktada salt ekonomik amaçlı bile olsa grev yapmak büyük önem taşıyordu. Çünkü işçi sınıfı bakımından moral ve güç kaynağı demekti. Nitekim bağımsız sendikaların, Türk-İş içindeki demokrat nitelikteki sendikaların yapmış olduğu başarılı grevler bu yasalara rağmen grev yapılabileceğini ortaya çıkardı örgütlü biçimde sürdürülen, güçlü bir dayanışma ağı ile desteklenen grevleri işçi sınıfımızın başarı hanesine yazıldı.
İlk grevlerimizden biri olan Goodyear’da işveren sendikası KİPLAS ilke kararlarından ödün vermek istemiyordu. Pazar gününü tatil olmaktan çıkarmaya çalışıyor, fazla mesainin isteğe bağlı olmasını kabullenmiyordu. Goodyear grevi KİPLAS’ın dayatmacı tutumunun belli ölçülerle de olsa aşılmasını sağladı. Ardından gelen Pirelli, Lassa grevleri ile işçiler KİPLAS’a karşı önemli haklar kazandılar. Enflasyon karşısında ücretlerinin gerilemesine engel olmaya çalıştılar. Ancak bir bütün olarak değerlendirdiğimizde gerek işkolumuzda gerekse diğer işkollarında grevlerin henüz ekonomik nitelikte olduğu, demokratik taleplerimizi öne çıkarmayı başaramadığımız söylenebilir.
Grev sırasında işçilerin topluca grev yerinde bulunmaları yasak. Hiç kuşkusuz bu, grevde geçen sürenin işçiler ve sendika bakımından eğitim amaçlı kullanılmasını önlemeye yönelik. Ancak yaptığımız grevlerde işçi arkadaşlar grev yeri yakınındaki kahvelerde bir araya gelerek, sohbetlerini sürdürerek, bu olumsuzluğu gidermeye çalıştılar. Yasal engellemelerden başka işverenin keyfi tutum ve davranışlarıyla da karşılaştığımız oldu. Örneğin Egeplas’ta işveren taşeron aracılığıyla üretimi sürdürmeye kalkıştı. Yasal yollara başvurarak engelledik. Noramin’de işyerini kapatmakla tehdit etti. İşçiler bu tehditlere kulak asmadılar, grevi haklarını alana kadar sürdürdüler.
İşçi sınıfımız bu koşullarda başarılı grevler yapabilmek için dayanışmanın gereğini kavramış durumda. İzmit’te yaptığımız grevlerde yalnızca işçilerin değil, küçük esnafın da desteğini gördük. Ancak hiç kuşkusuz bunları geliştirmek gerekiyor. Dayanışma maddi olmaktan çıkıp somut eylemliliğe dönüştürülmelidir.

Ekim 1988

Ücretleri doğrudan hükümetin belirlemesinin aracı; KAMU İŞVEREN SENDİKALARI

Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanununa göre işçi ve özel sektör işveren sendikaları işkolu esasına göre kuruluyorken, “Kamu işveren sendikalarının aynı işkolundaki kamu işverenleri tarafından kurulması ve aynı işkolunda faaliyette bulunması şartı” aranmamaktadır. Şubat 1986’da Toplu İş Sözleşmesi Koordinasyon Kurulu dağıtılarak yerine bu esasa göre Kamu İşveren Sendikaları oluşturuldu. Kamu kuruluşlarında çalışan 750 bin dolayındaki işçinin toplu iş sözleşmeleri bu kuruluşlarla yapılmaya başlandı.

NEDEN KAMU İŞVEREN SENDİKALARI
1- Özel ve kamu işveren Sendikaları, bünyesinde toplandıkları Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu aracılığıyla, Toplu İş Sözleşmelerinde savunacakları ilkeleri (ücret artışları ve diğerleri) tespit ederler. Bu durumda toplu iş sözleşmelerinde bir tarafta işkolu esasına göre örgütlenmiş işçiler otururken, karşı tarafta ise devlet ve tekelci sermaye daha çok bütünleşerek oturmaktadır.
2- Toplu İş Sözleşmelerinde “toplu pazarlık düzeni” tümüyle ortadan kaldırılmak istenmektedir. Çünkü kamu işveren sendika yöneticileri birer devlet memurudur ve hükümetin direktifleriyle hareket etmektedirler. Böylece görüşmelerde pazarlık yapılmayıp, hükümetin belirlediği oran bu tür sendikalar aracılığıyla dayatılmak istenecektir. Yani ücretleri doğrudan hükümet belirlemiş olacaktır.

KAMU İŞVEREN SENDİKALARI
1- Türk Kamu Sen: Maden, enerji ve hizmet sektöründe örgütlüdür. Toplam 24 üyesi vardır. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Tüpraş, Türkiye Kömür İşletmeleri, Maden Teknik Arama, Devlet Su İşleri, Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü, üyeleri arasındadır.
2- Türkiye Maden Enerji ve Hizmet Sektörü işverenleri Sendikası (TÜHİS): Ağır sanayi ve hizmet sektöründe toplam 33 üyesi var. PTT, Zirai Donatım Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi ve DİTAŞ üyeleri arasındadır.
3- Kamu-İş: Kamu işletmelerinde 31 üyesi vardır. Sümerbank, Seka, SSK, Devlet Malzeme Ofisi ve Tariş üyeleri arasındadır.
60’lı yıllarda özel sektörün gelişmesine bağlı olarak sermaye kendi cephesinde örgütlenmeye gider. 15 Ekim 1961 tarihinde, yeni anayasanın kabulünden yaklaşık üç ay sonra, İstanbul Sanayi Odası’nın desteğiyle, MESS, İstanbul Tahta Sanayi İşverenleri Sendikası, İstanbul Tekstil Sanayi İşverenleri Sendikası, İstanbul Matbaacılık İşverenleri Sendikası, İstanbul Gıda İşverenleri Sendikası ve İstanbul Cam Sanayi İşverenleri Sendikası, İstanbul İşveren Sendikaları Birliğini kurarlar. Birlik üyesi sendikalar 1962 Aralık ayında yapılan genel kurul toplantısında faaliyet alanı olarak ülke çapında örgütlenmeyi kabul ederler ve ana tüzük değiştirilerek Türkiye İşverenler Sendikaları Konfederasyonu oluşturulur. Bununla burjuvazi ülke düzeyinde merkezi örgütlülüğünü sağlar.
1964’te bazı kamu kuruluşlarının katılma isteği üzerine, bunların TİSK içinde yer almaları tartışılır. Dönemin Çalışma Bakanı Bülent Ecevit “… şu veya bu sendikaya girmekte serbesttirler.” diye görüşünü açıklar. Tartışma 80’lere kadar sürer.
Kamu İşveren Sendikaları’nın TİSK’e katılmalarının nedeni, 80 sonrası ekonomide ve siyasi yapıda artan tekelleşmeye bağlı olarak, devletle tekelci sermayenin birlikteliğini artırmaktadır.
Katılımın sonucu olarak Kamu İşveren Sendikaları TİSK’e aidat vermek zorundalar. Aidatların kaynağı, devletin topladığı vergiler ve ürünlerin zamlı satışlarından sağlanan gelir. Bununla, tekelci burjuvazinin işçileri açlığa mahkûm etmesi demek olan lokavt fonları desteklenmektedir.

KAMU İŞVEREN SENDİKALARI VE TİSK’İN BELİRLEDİĞİ İLKELER:
1—Yeni toplu iş sözleşmelerinde, mevcut sosyal yardım zamlarının dışında yeni bir tür sosyal yardım önerisi kabul edilmeyecek,
2-İzin ve tatil sürelerinde bir artışa gidilmeyecek,
3-İşverenlerin işyerini sevk ve idarelerinde kısıtlayıcı öneriler reddedilecek,
4-Toplu iş sözleşmeleri grup sözleşmeleri olarak imzalanacak.
Örgütsel üyelikle başlayan ilişki bu ilkelerle işçi sınıfına karşı açıktan cephesel birlikteliğe dönüşmüştür. Geçmişte biraz “kapalı” olan ilişki netleşiyor ve açık hale geliyordu.

Kamu-İş’in dayatmacı tavrını kırmak için ortak hareket gerekli
Darphane matbaası… Günlük yaşamımızın ayrılmaz parçası olan kâğıt ve madeni para. jeton, altın vb. şeylerin basıldığı yer. Günde milyarları tutan “değişim aracı”nın işlendiği fabrika… Değersiz kâğıtları, madenleri, uğruna ölünen, öldürülen hale getiren, milyonları, trilyonları bulan yaptığı iş ile kendi yaşamlarının kötülüğü arasındaki garip çelişkinin yaşandığı mekan…
Bu garip çelişkinin yaşandığı fabrikanın ellerinden her gün yüz binlerce lira geçen işçileri ile nasıl yaşadıkları, nasıl çalıştıkları ve yaşam hakkını savunmak için nasıl direndikleri üzerine konuştuk.

ÖZGÜRLÜK: İşyerinizde kişi çalışıyor?
Ali Haydar Koçintar (Basın İş İstanbul Şube Başkan Yardımcısı) : Toplam 330 kişi çalışıyor. Şu anda 271 kişi grevde. Diğerleri kapsam dışı personel. Kapsam dışı olanlar üretime yönelik değil.

ÖZGÜRLÜK: Grev sürecine nasıl geldiniz?
Ali Haydar: İşyerimizde 126 kişi asgari ücretin altında çalışıyor. İşveren durumundaki Kamu İş Sendikasıyla ilk görüşme 11.2.1988’de başladı. Altı sefer bir araya geldik. Taslaktaki idari maddelerden geçmeden ekonomik taleplerin görüşülmesine geçilemedi. Sendikanın bu tavrında ısrar etmesi üzerine 23 Haziranda greve başladık. Taslakla ilgili 20-30 kişilik gruplar halinde yoğun görüşmeler yapıldı, bu çalışmaya 2 ay önce başladık. Esas olarak katılım, sendikaya ve kendi hakkına sahip çıkma temelindeydi. Çalışmaya 126 kişi katıldı. Şunu gördük; tabana yönelik eğitim verildiğinde taban denetimi olumluydu.

ÖZGÜRLÜK: Bu eğitim çalışması yeterli oluyor mu?
Hasan Ortatepe (Darphane baş temsilcisi) Yeterli değil. Grevdekileri duyarlı hale getirmek için devamlı toplantı yapılması gerekli. Programlı bir eğitim yok. Grev komitesi ve temsilcilik eğitim meselesini daha programlı ele almalı.
Bir kadın işçi: İnsanın greve çıkmadan önce eğitim yapması gerekir. Grev gözcüsü: Grev okuldur diyoruz. Sadece greve çıkmakla okul olmaz ki. Eğitimle okul olur.

ÖZGÜRLÜK: Grevde karşılaştığınız zorluklar neler?
Hasan: Zaman zaman polisin müdahalesi oluyor. Çadırda barınma hakkımıza engel olmaya çalışıyor, çadırı yıkmakla tehdit ediyor, burada kalabalık istemiyoruz diyor. Aslında müdahale etmeye hakkı olmadığı halde grev yerindeki kitaplara el koymaya kalkıyor.
Ali Haydar: İşveren içerde üretim yapmak istedi. Kapsam dışı personelden 12 kişiyi üretime yönelik çalıştırmak istedi. Memurlar üretime zorlandı, kalıp çıkarma işinde çalıştırmaya kalktı. Fakat onlar bu tür işleri bilmediklerinden işletmeyi zarara soktular. Biz üretime yönelik çalışan 9 kişiyi tespit ettik ve çalışmalarını mahkeme kararı ile durdurduk. Üretim durdu. Böylece işverenin her şeyi ben bilirim tavrını kırdık. Kerim (İşyeri temsilcisi): Bir de Hükümetin Meksika’da para bastırma işi var.

ÖZGÜRLÜK: Evet, hükümet Meksika’da para bastırmak için anlaşma yapmış. Meksika elçiliğinde yapılan anlaşma metni “Türk tarafının anlaşmanın Türk basınında yer almamasını talep etmesi” nedeniyle yalnızca yabancı haber ajanslarına dağıtılmış.
Ali Haydar: Devlet karşımıza grev kırıcı olarak çıkıyor.

ÖZGÜRLÜK: Kamu İş’in tavrı nasıl?
Ali Haydar. 12 Eylül un devamı olan Özal hukuku özellikle Kamu İş vasıtasıyla karşımıza çıktı. Kamu İş’e bağlı işyerlerinin ortak hareketi gerekli. Uzun vadede, süreç içinde ortak fikirlerle dayanışma gerekli. Biz sendikal birliğimizi sağlayamazsak Kamu İş’in dayatmacı tavrını kıramayız.
Hasan: Kamu İş’in nasıl ortak tavrı varsa sendikacıların da ortak tavrı olmalı. Bu konuda eksiklik var. Sendikalar ortak hareket etmiyor.
Ali Haydar: Çimse İş Yıldız Porselende toplu iş sözleşmesini imzalamış. Seka ve Darphanede grev sürerken dayanışmayı güçlendirmek açısından imzalamamalıydı. Eğer ortak tavır alabilseydik bugün daha başarılı olurduk. Ortak grev komiteleri, ortak geceler yapılması konusunda iki ay önce karar alındı, fakat lafta kaldı. Yaptığımız dayanışma gecesinde bunun gerçekleşmediğini gördük. Geceye ortak hareketi savunanlar gelmedi. Kendi sendikaları içindeki tutarlı tavrı sınıf içindeki birliktelikte uygulamıyorlar. Sınıfın ortak hareketi çok önemli. Migros grevine kadar dayanışma bir ölçüde vardı. Türk İş eylem kararları alınca taban inisiyatifi yönetime verdi. Bu yanlış oldu. Şimdi taban sendikalardaki yöneticileri yeniden zorluyor.
Hasan: Evet tabanda birlik var. Grev yerlerine sürekli gidip geliyoruz, ilişkimiz var.
Ali Haydar: Basın ve siyasi partiler pek duyarsız kalmadılar. Ama bizim beklediğimiz ölçüde köklü bir maddi dayanışma görmedik. Sosyalist sol yeterince duyarlı olmadı. Öğrenciler daha duyarlı.
Grev gözcüsü: Okullar açılınca öğrencilerin dayanışmasının daha da artacağını düşünüyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Türk-İş’in grevinize karşı tavrı nasıl?
ALİ HAYDAR: Herhalde 1 Mayıs’ta Türk-İş’e siyah çelenk koyduğumuz için olacak, 1. Bölgeden bir kere bile uğrayan olmadı.

ÖZGÜRLÜK: Görüşmeler hangi aşamada?
Ali Haydar: Kamu iş bugüne kadar idari maddelerde anlaşmadan diğer maddelere geçmiyordu. Bizde idari maddeler eski Toplu İş sözleşmesinde olduğu gibi geçti. Ücret ve sosyal haklar kaldı. Temsilcilerin servis güzergâhlarını belirlemesini istiyoruz. Bu özellikle kışın önemli oluyor. Ücret ve sosyal haklarda Kamu İş kendi teklifinde direniyor. Yeni işe girecekler için kıdem tazminatını yasa hükmüne göre diyerek ipotek altına almaya çalışıyor.
Kerim: Sendikada Kamu İş kimseye daha fazla vermedi bize de vermez anlayışı var bu yanlıştır. Sendika kendi belirlemiş olduğu rakamlarda ısrar etse grev başarılı olur. Bir kadın işçi: Greve çıktığımız taleplerden taviz vermememiz gerekiyor. İstediğimizi mutlaka elde etmemiz gerekli, ben buna inanıyorum bunda kararlıyım.

ÖZGÜRLÜK: Greviniz hakkında başka söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Hasan: Bozuk para, jeton ve kâğıt 100 liralıkların biriktirilmesini istiyoruz.

NE DEDİLER?
Çimse-iş Sendikası İst. Sekreteri Süleyman Yıldız
Taban yöneticilerden ileridir
ÖZGÜRLÜK: Toplu iş sözleşmesinde grev sürecine nasıl gelindi?
Süleyman Y.: İşyerinde 324 kişi çalışıyor. Ortalama ücret 90 bin brüt. İşçilerin eline net 60 bin lira kadar geçiyordu. Aynı işkolunda 14 özel şirkete bağlı işyeri vardı. Bu düzeye getirmeyi amaçladık. İşyerinde 35 kişilik toplu iş sözleşmesi kurulu oluşturduk. Kurul tabandaki işçilerle görüşerek talepleri tespit etti.

ÖZGÜRLÜK: Kamu-İş’in yaklaşımı nasıl oldu?
Süleyman Y.: Lokavt kararı almayacağını belirtti. Yıldız parkının çimenleri iyi grev yeri olur diyorlardı. 58. güne kadar teklif gelmedi.

ÖZGÜRLÜK: En çok tartışılan maddeler nelerdi?
Süleyman Y.: Eski sözleşmede prim vardı. Çito-San’da prim yok diye primi kaldırmak istediler. Ayrıca toplu iş sözleşmesinde “İşyerinde kültür ve spor faaliyetleri yapılır. ‘ diye bir madde vardı. Kültür kelimesinin kaldırılmasını istedi. Bu kültürden korkmanın bir sonucu.

ÖZGÜRLÜK: Eğitim faaliyetlerini nasıl sürdürüyorsunuz?
Süleyman Y.: Şubelerin eğitim yapma yetkisi yok. Tüzüğe göre eğitim merkezi olarak yapılıyor ki bu da yetersiz. Biz ancak grev sırasında tek tek işçilerle görüşüp konuşuyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Sözleşme sonuçları sizce nasıl?
Süleyman Y.: Primin brüt maaşın % 22 olmasını kabul ettirdik. Grev sürecinde emekli olanların kıdem tazminatı güvenceye alındı. Gece çalışılması durumunda saat ücretlerine zam yapıldı. Bayram parası eski sözleşmede yoktu, şimdi alınacak. Sosyal haklar paket olarak ayda 30 bin ura olarak kabul edildi. Tam rakamları veremiyorum çünkü sözleşme metni yok, henüz çıkmadı. Taslak metni sendikada işçilerin onayına sunuldu. Kabul edildikten sonra sözleşmeyi imzaladık.

ÖZGÜRLÜK: Türk-İş yöneticilerinin Mayıs ayında Kaya Erdem ve Kazım Oksay arasında yapılan görüşme sonunda 1988 yılı ücret artışı % 38-29 olarak tespit edildi. Sizin sözleşmeniz bunu aşabildi mi?
Süleyman Y.: Evet aştı. Eski sözleşmeye göre % 100 civarında bir artış var.

ÖZGÜRLÜK: Kamu-İş’in dayatmacı tavrını kırabilmek için diğer grev ve sendikalarla dayanışmanız oldu mu?
Süleyman Y.: Biz daha önceleri Kamu İş’in dayatmalarına karşı mücadele etmek istedik. Genel Başkan Türk-İş başkanlar kurulunda 26 fabrikada direnişe geçelim bizi destekleyin dedi. Ama olumlu bir yanıt alamadı. Bundan sonra 5 işyerinde 17 gün greve gittik ve Kamu-Sen’in yüzdelerinin üstüne çıktık. Kamu-Sen’e karşı ortak mücadele gerekli. Bunun için genel merkez, şube ve çalışanlar birleşmeli.

ÖZGÜRLÜK: Darphane işçileri “bizim grevimiz sürerken Çimse-İş sözleşme imzalamamalıydı. Dayanışma açısından bu gerekliydi. Eğer ortak davransaydık şimdi daha güçlü olurduk.” diyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Süleyman Y.: Grev 113 gün sürdü. Herkesin problemi var. İşçilerin dayanma gücü de bir yere kadar. Oylama sonunda taslak kabul edilince sözleşmeyi imzaladık.

ÖZGÜRLÜK: Dayanışmanın sağlanması biraz da sendikacıların bu konuda işçileri eğitmesine bağlıdır. Özellikle bilinçli sendikacılara düşen görev, işçi sınıfının dayanışmasını geliştirmek değil midir?
Süleyman Y.: Evet ama Türkiye’de sendikacılık gerçeği bu. Herkes kendini kurtarmaya çalışıyor ve işçi sınıfı bundan zarar görüyor. Sendikaların başında olanlar koltuklarından kork-masalar taban çok şey yapar. Bu gün taban yöneticilerden ileridir.

Kazlı Çeşme Deri Sanayisinde 1500 işçiden iş cinayetine protesto
Kazlıçeşme’nin en büyük deri fabrikalarından Kampane Deri sanayinde meydana gelen iş kazasında, elindeki benzin bidonunun parlamasıyla bütün vücudu yanarak yaralanan 25 yaşındaki Mehmet Bayraktar 15 Eylülde öldü. Ertesi gün cenazesi, çalıştığı fabrikanın önüne getirildi. Cenazeyi çalıştığı fabrikada ve Kazlıçeşme’nin diğer fabrikalarında çalışan 1500 kişilik bir kalabalık karşıladı. Deri-İş sendikasının yöneticileri yaptıkları konuşmada iş kazasının ilkel şartlar ve geri kalmış makinalardan kaynaklandığını, sermayenin tek amacının işçi güvenliği değil günlük kârına kâr katmak olduğunu belirttiler. Konuşmanın tamamlanmasından sonra “katil iktidar” “katil işveren” “iş cinayetlerine son” sloganlarıyla Kazlıçeşme karakoluna doğru yürüyüşe geçtiler. İşçiler daha sonra saygı duruşu yaparak bu günü direniş günü ilan ederek işbaşı yapmadılar.

Hurma Elektronik Grev sürüyor
Bayrampaşa’da 25 kişinin çalıştığı Hurma elektronik sanayi fabrikasında 4Temmuz’da başlayan grev devam ediyor. Hurma elektronik işçileri yayınladıkları bir bildiri ile grevlerini şöyle anlatıyorlar:
“Özellikle 12 Eylül’den sonra yasalarda yapılan anti demokratik değişikliklerle artık “işçiler bu yasalarla grev yapamazlar.” denildiği bir dönemde bizden önce birçok sınıf kardeşimiz tüm olumsuzluklara karşın grev bayrağını onurlu bir şekilde dalgalandırmalardır.
Bizler de Tersane grevleriyle başlayan Derby, Dora, Migros, Kazlıçeşme, Ambarlar ve daha birçok sınıf kardeşimizin başarı ile sonuçlandırdıkları bu görevi Otomobil-İş Sendikası Topkapı şubesine bağlı Hurma Elektronik’ten devralmış bulunuyoruz.
İşçi sınıfı açısından İstanbul’un önemli bir semti olan Bayrampaşa’da açtığımız bu mücadele okulunun bizim gelişen sınıf mücadelesini daha iyi kavramamıza büyük katkısının olacağı inancındayız. Çünkü grevden önce ve grevle birlikte bize karşı takındığı tavırlarla Hurma Elektronik işvereninin ve dolayısıyla tüm işverenlerin gerçek yüzlerini bir kez daha görmüş olduk.
İşveren açısından yıllık yüz milyon kârlarla işyerlerimiz adeta “altın yumurtlayan bir tavuk” durumundadır. 1988’in ilk üç ayında özellikle kapalı devre, uydu anten ve diğer elektronik cihaz satışı 1988 yılının cirosuna eşdeğerdedir.
İşçi sirkülasyonu çok yoğun olduğundan kıdem ortalaması yaklaşık üç yıldır. Yirmi yıllık tarihi olan işyerimizde şimdiye kadar hiç kimse emekli olmamıştır. Aidimiz maaşlar en son asgari ücretin de altında kalmıştır.
Saat ücretlerimize istediğimiz zam eski ücretlerimizin çok düşük olmasından dolayı ancak yeni asgari ücrete denk düşüyordu. Buna rağmen işveren hiçbir önerimize olumlu yaklaşmamıştır.
Grevin bize, kendi bilimimizi öğrenmemize ve sınıf kardeşliğimizin daha da pekişmesine çok önemli katkısı olan bir mücadele okulu olduğunun bilincindeyiz. Bu okuldan işçi sınıfına yakışır bir şekilde ve işçi sınıfı bilimi ile donatarak çıkacağımıza olan inancımız tamdır.”

Askeri fabrikada direniş
Zeytinburnu Ağır Bakım Tamir Fabrikası’nda çalışan 400 işçi ücretlerinin azlığını protesto ederek maaş bordrolarını mektupla Milli Savunma Bakanlığı’na gönderdiler.
Harb-İş üyesi işçiler sendikanın İstanbul şube yöneticilerini işyerlerine davet ederek “Lütfen işçinin sorunlarını dinleme cesaretini gösterin” şeklinde uyardılar.
Zeytinburnu Postanesi önünde maaş bordrolarını topluca postalayan işçiler yaptıkları konuşmada şunları söylediler.
“İşçi Sağlığı Derneği’nin bilimsel yöntemle hazırladığı asgari ücret çalışmasına göre 4 kişilik bir ailenin asgari geçinme miktarı 407 bin TL’dir. Bizde ise ortalama bir işçinin eline geçen rakam 140 bin TL’dir. 1980 yılından bu yana aldığımız ücretler yüzde 50 azalmıştır. Yoksulluktan doğan sıkıntılarımız, dertlerimiz hayatımızı bir kâbusa çevirmiştir.”
Protestonun ardından fabrikaya gelen donatım ikmal dairesi başkanı fabrikadaki işçileri toplayarak bir daha iş elbisesi ile dışarı çıkan işçilerin en kötü şekilde cezalandırılacağını söyledi.

Ekim 1988

Sendikal alanda tekelcilik güçlendi

Sendikalar Kanununun (2821’in) 60. maddesine göre, top lam işkolu sayısı 28 olarak belirlenmiş olup, yine madde hükmü gereği her işkolunda sigortalı çalışan ve sendikalara üye olmayan işçilerin sayıları ile bunların sendikalara dağılımı Çalışma Bakanlığınca her yıl Ocak ve Temmuz aylarında çıkartılacak istatistiklerde gösterilir.
Bu madde hükmü uyarınca hazırlanan istatistik, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca 17 Temmuz 1988 günkü Resmi Gazetede yayınlandı. Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun (TİSGLK) 12. maddesine göre yayınlanan bilginin gerçek olmadığı gerekçesiyle 15 gün içinde Ankara İş Mahkemesine başvurulmadığı takdirde bu istatistik kesinlik kazanır. (Örneğin: Belediye-İş Sendikası Temmuz-1987 ve Ocak-1988 ile Tek Gıda-İş ve Toleyis Sendikasının Ocak-1988 istatistiğine yaptıkları itirazlarla ilgili davalar halen devam etmektedir- Resmi Gazete, 17.7.1988) Sonuç olarak Ocak 1989’da yeni istatistik yayınlanıncaya kadar, Temmuz istatistiği geçerli olacaktır.
TİSGLK’nın aynı maddesi hükmüne gire, bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için:
– Bu istatistik uyarınca kurulu bulunduğu iş kolunda çalışan işçilerin en az yüzde 10’unu ve
– Buna ek olarak da toplu sözleşme imzalanacak işyerinde çalışan işçilerin yüzde 50 + 1’ini üye kaydetmesi gerekmektedir.
Yayınlanan istatistiğe göre bu barajı yalnızca 45 sendika aşabilmiştir. TİSGLK nın Md. 12/1’e göre bu yüzde 10’luk işkolu barajı “Tarım ve Ormancılık, Avcılık ve Balıkçılık” iş kollarında aranmamaktadır. Bu 45 sendika 27 işkoluna dağılmıştır. Bu halde (Md. 12/1 istisnası dikkate alındığında) sendikalar tüm işkollarında barajı aşmıştır.
Fakat sendikalaşma yalnızca yayınlanan istatistikte yer alanlar için olmamalıdır. Hâlbuki sendikasızlaştırma resmi politikasına göre, SSK dışında diğer sosyal güvenlik kurumları, yani emekli sandığı (memurlar) ve Bağ-Kur’a bağlı olanlar ve diğer sigortasız çalışanlar mevzuat gereği hem sendika kurma, üye olma ve hem de grev, TİS yapabilme hakkından yoksundurlar.
Nitekim yayınlanan istatistiğe göre, sendikalaşma oranı yüzde 63,93′ tür. Oranın yüksek olduğu sanısına kapılmamak mümkün değil. Toplam faal nüfusun her bir ferdinin çalışabileceği ve her çalışanın da sendikalı olması gerektiğini esas alan Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya göre, sendikalaşma oranı faal nüfusa göre hesaplanmaktadır. Bu tanım gereği Temmuz 1988 de sendikalı olan ile (1988 yılı “işgücü istihdamı ve sektörel dağılımı” yılsonunda yayınlanabileceği için) 1987 yılı (faal nüfus) rakamı dikkate alındığında sendikalaşma oranı yüzde 11,8 olarak bulunmaktadır. Resmi rakama göre sendikalaşma oranı Norveç’teki düzeye erişirken, gerçekte bu oran Kenya ve Peru düzeyindedir.

Sendikalaşma Oranı
Sendikalaşma
Oranı Dilimleri        Ülkeler
% 90-80        Finlandiya, İsveç
% 80-70        Belçika
% 70-60        Norveç
% 60-50        İngiltere
% 50-40        F. Almanya
% 40-30        Şili, Yunanistan
% 30-20        Kolombiya, ABD
% 20-10        Kenya, Peru
% 10-0            Pakistan, Nepal
Kaynak: ILO, Aktaran ’87 Petrol-İş, Tablo 116.

1- SİGORTALI İŞÇİLERİN İŞKOLLARINA DAĞILIMI
Açıklanan verilere göre 3.483.212 işçi çalışmakta (sigortasızlar hatırlanmalı) olup, bunların dağıldığı 28 işkolunun 12’sinin her birinde 100 binden fazla işçi istihdam edilmektedir. 2.956.101’i, yani sigortalı olanların yüzde 84,86’sı 12 işkolunda istihdam edilirken, her birinde 200 binden fazla kişinin çalıştığı 5 işkolu toplamı genelin yüzde 56,48’idir.
Genelin yüzde 3,46’sı yani 120.808’i ise, her birinde 30 binden az kişinin istihdam edildiği 7 işkoluna dağılmıştır.
Sigortalı olarak çalışanların işkolunda bu dağılımı göz önüne alınmamış ve TİSGLK’nIn söz konusu maddesinde yer alan yüzde 10’luk baraj belirlemesinde işkollarının yapısından kaynaklanan farklı özellikler dikkate alınmamıştır, örneğin 27 no’lu Gazetecilik işkolunda toplam çalışan 8.641 kişinin istihdam edildiği 15 nolu İnşaat işkolunda en az 59.980 üye kaydetmek gerekmektedir. Anlaşıldığı üzere işkollarının yapısından kaynaklanan özellikler, barajın belirlenmesinde yeterince dikkate alınmamıştır. Örneğin Metal ve Kara Taşımacılığı işkolları, işyeri ölçekleri ve toplam istihdam edilenler açısından karşılaştırıldığında birincisinde büyük ve diğerinde dağınık/küçük işletmeler vardır… Diğer pek çok alanda da olduğu gibi, esasında, çalışma hayatı da belirtilen türden dikkatsizlikler ürünüdür. Neden, ekonomik ve siyasi alanda tekelleşmenin gelişmesi ve bunun endüstri ilişkilerine yansımasıdır.

En Çok İşçi Çalıştıran İşkolları (100 binden Fazla)
1- İnşaat (15)                599787
2- Metal (13)                430357
3- Dokuma (06)            362886
4- Tic. Büro, Eğitim (17)        295454
5- Gıda Sanayisi (04)            278947
6- Genel İşler (28)            173895
7- Madencilik (02)            161207
8- Enerji (16)                143573
9- Petro-kimya (03)            132734
10- Çimento, Toprak (12)        131562
11- Kon. Ve Eğl. Yerl. (25)        129908
12- Tarım, Orm., Av., Ba. (01)    115791
(X) İşkolu numaraları parantez içinde gösterilmiştir.

En az İşçi Çalıştıran İşkolları (30 binden az)
1- Gazetecilik (27)        8641
2- Ardiye ve Antre (22)    11569
3- Gemi (14)            12627
4- Hava Taşımacılığı (21)    13445
5- Haberleşme (23)        20781
6- Basın-Yayın (10)        26158
7- Kağıt (09)            27587

2- SENDİKALI İŞÇİLERİN İŞKOLLARINA GÖRE DAĞILIMI
Sigortalı çalışanların tümünün yüzde 63,93’ü sendika üyesi olup, bunun 1.625.273’ü yani yüzde 72,97’si her birinde 100 binden fazla kişinin sendika üyesi olduğu 8 işkolunda toplanmıştır.

En Çok Sendikalı İşçi Çalıştırılan kolları (100 binden fazla)
1- Metal (13)             352.422
2- Dokuma (06)         280.561
3- Gıda (04)             276.627
4- İnşaat (15)             175.574
5- Genel İşler (28)         170.000
6- Enerji (16)             133.402
7- Madencilik (02)         125.520
8- Tarım ve Or. Av.-Ba (01)    110.987

Tüm sendikalı işçilerin yalnızca 123 .601 ‘i yanı yüzde 5,55’i her birinde 20 binden az sendikalı üyenin istihdam edildiği 11 işkoluna dağılmıştır.

3- İŞKOLLARINA GÖRE SENDİKALAŞMA ORANI
Sendikalaşma oranının (yüzde 80 ve üstünde) en yüksek olduğu işkolları kamu sektöründe yoğunlaşmıştır.

Sendikalaşma Oranının En Yüksek Olduğu İşkolları
Yüzde
1- Gıda Sanayisi (04)        99,15
2- Genel İşler (28)        97,74
3- Tarım ve Or. Av.-Ba. (01)    95,85
4- Haberleşme (23)        94,55
5- Şeker (05)            93,98
6- Banka ve Sig. (11)        93,85
7- Milli Savunma (26)         93,42
8- Enerji (16)            92,90
9- Metal (13)            81,85

Dağınık/küçük işyerlerinden oluşan işkollarında sendikalaşma oranı (yüzde 30’un altında) en düşük olan iş kolları:

Sendikalaşma Oranının En Düşük Olduğu İşkolları
Yüzde
1. Kara Taşımacılığı (18)    10.03
2. Basın ve Yayın (10)    19.82
3. Tic. Büro, Eğ. (17)        22.46
4. Konaklama ve Eğ. (25)    23.69
5. İnşaat (15)            29.29

4- SENDİKALARIN DURUMU
80 Eylül öncesi faaliyette bulunan sendika sayısı 800’e yaklaşmaktaydı. Bugün ise bu rakam 72’ye inmiştir.
Bunun nedeni, çalışma hayatının Eylül icraatından nasibini almış olmasıdır.
80’lerde tekelci burjuvazinin TİSK ve TOB gibi kuruluşların çalışma hayatıyla ilgili istemlerinden birisi de, işkolunu esas alan örgütlenmeyle “sendika enflasyonunun” önlenmesiydi. Bununla var olan kısmi sendikal örgütlenme özgürlüğü (bu arada işverenin de anlaşabileceği türden san işyeri sendikası kurduğu hatırlanmalı) hedeflenmekte ve grup sözleşmelerine özel özen verilmekteydi. Bugün varılan sonuç, tekelci burjuvazinin istemlerinin arzuladıkları yönde gerçekleşmiş/gerçekleştirilmiş olduğu dur.
“Sendika enflasyonunu” önlemenin aracı, işçiyi belli sendikalarda toplamaktan/hapsetmekten geçiyordu. Yeni düzenleme sonrasında yaklaşık dört yıllık icraat, bunu doğruluyor. İşçi idaresinin hiçbir rol oynamadığı, zoraki ve sayısal çokluğu savunan kof birlikler olarak hedeflenen sendikalarda nicelik esas alınmıştır. Farklı bekleyiş de yanlıştır. Buna rağmen yasada “işçiler diledikleri sendikaya üye olabilirler” denmiş olmasıyla sendikal örgütlenme özgürlüğünden bahsedilemez. Çünkü serbestçe üye olunacak örgütün/sendikanın sendikal fonksiyonları yerine getirip getirmediği sorunu esastır. Sendikanın sendikal fonksiyonları yerine getirme hakkının bugün Temmuz 1988 istatistiğindeki gibi her işkolunda bir ya da iki sendikaya tanınması halinde, çalışana dilediğini seçme yani bu anlamda örgütlenme özgürlüğü hakkı tanınmış olamaz. Bununla işçiler resmi politika savunucusu sendikalardan birisini seçmeye mahkûm edilince de, sendika-işçi demokrasisinden bahsedilemez. Çünkü tekelleşmiş sendikaların örgüt içi muhalefeti nötralize etmesi hiç de zor olmayacaktır. Ekonomide siyasi hayatta tekelci oluşumun ürünü olarak çalışma hayatı da o yöne kanalize edilmekte ve tekelle-şen sendikalar karşısında üyelerin konumlan zayıflamaktadır.
Bu duruma sendikal yabancılaşma denilebilir. Bir başka anlatımla sendikalı işçi, örgütlülük içinde sınırlandırılan, bu anlamda yabancılaştırılan bir alanda tutulmaktadır. Alanın dışına çıkmanın cezası/riski, pek çok “davranışa” maruz kalmanın yanında işsizliğin de eklenmesi nedeniyle yabancılaşmanın/yalnızlaşmanın etkinlik boyutu genişlemektedir. Bugün bu nedenle işçinin sesi, gücü oranında çıkmıyor.

En Çok (yani 4 ve daha fazla) sendikanın bulunduğu işkolları:

En Çok Sendika Bulunan İşkolları
1- Metal (13)         8 sendika
2- Dokuma (06)     6 sendika
3- Gıda (04)         5 sendika
4- Banka ve Sig. (11)     5 sendika
5- Petrol, Kimya (03)     4 sendika
6- Ağaç (08)         4 sendika

Yalnız tek sendikanın faaliyette bulunduğu işkolları:

Tek Sendika Bulunan İşkolları
1- Şeker (05)
2- Kâğıt (09)
3- Basın ve Yayın (10)
4- Gemi (14)
5- Kara Taşımacılığı (18)
6- Demiryolu Taşımacılığı (19)
7- Haberleşme (23)
8- Milli Savunma (26)
9- Gazetecilik (27)

28 işkolunda faaliyette bulunan toplam 72 sendikada 45 tanesi barajı aşabilmiş olup, baraj istisnası olan Tarım ve Ormancılık, Avcılık ve Balıkçılık İşkolunun dikkate alınması halinde 3 sendikanın da eklenmesiyle toplam 48 sendika TİS’inde taraf olabilecek durumdadır.
Bunlar bir kısmı çok az farkla yüzde 10’luk barajı aşmıştır. İşkolunda çalışanların yüzde 10-12 arasında üye olduğu sendikalar:

Çok Az Farkla Barajı Aşan Sendikalar
Yüzde
1- Tümtis (18)        10,03
2- Tursan-İş (25)    10,5
3- Bank-Si-Sen (11)    10,91
4- Koop – İş (17)    11,13
5- Tez-Koop-İş (17)    11,24
6- Öz Demir-İş (13    11,34
7- Öz İplik – İş (06)    11,38
8- Bes-İş (16)        11,50
9- Öz Ağaç – İş (08)    11,56
10- Banks (11)    11,73
11- Bass (11)        11,99

Birden çok barajı aşarak TİS yapacak sendikaların bulunduğu işkolları :
Toplu Sözleşme Yapabilecek Birden Çok Sendika Bulunan İşkolları
1- Banka ve Sig (11)        5
2- Metal (13)            4
3- Gıda (04)            3
4- Tarım Or. Av.-Ba (01)    2
5- Madencilik (02)        2
6- Petrol, Kimya (03)        2
7- Dokuma (06)        2
8- Ağaç (08)            2
9- Çimento, Toprak (12)    2
10- Enerji (16)            2
11- Tic. Büro, Eg (17)        2
12- Konaklama (25)        2
13- Genel – İs (28)        2

Tek sendikanın yetkili bulunduğu işkolları:
Toplu Sözleşme Yapabilecek Tek Sendika Bulunan İşkolları
1- Şeker (05)
2- Deri (07)
3- Kağıt (09)
4- Basın ve Yayın (10)
5- Gemi (14)
6- İnşaat (15)
7- Kara Taşımacılığı (18)
8- Demiryolu Taşımacılığı (19)
9- Deniz Taşımacılığı (20)
10- Hava Taşımacılığı (21)
11- Ardiye ve Antre (22)
12- Haberleşme (23)
13- Sağlık (24)
14- Milli Savunma (26)
15- Gazetecilik (27)

Sendikalardan 15’i faaliyet sürdürdüğü işkolunda çalışanların yarısından fazlasını örgütlemişlerdir.
İşkolunun yüzde 50’den Fazlasını örgütleyen Sendikalar:
1- Türkiye Haber-İş (23)    94,55
2- Şeker-İş (05)        93,98
3- Türk Harb-İş (26)        93,42
4- Tes-İş(16)            81,40
5- Deıniryol – İş (19)        79,47
6- Belediye-İş (28)        79,03
7- Likat-İş(22)            76,03
8- Selüloz – İş (09)        69,32
9- Tek Gıda-İş (04)        68,97
10- Hava-İş (21)        63,33           
11- Petrol-İş (03)        60,29
12- Teksif (06)            59,39
13- Dok Gemi-İş (14)        58,50
14- Orman-İş (01)        51,09
15- TGS (27)            50,07

50 binden fazla üyeye sahip sendika 13 tanedir.
En Çok Üyeye Sahip Sendikalar
1- Teksif (06)            215.535
2- Tek Gıda-İş (04)        192.399
3- Yol-İş (15)            167.719
4- Türk Metal (13)        153.446
5- Belediye-İş (28)        137.442
6- Tes-İş (28)            116.878
7- Petrol-İş (03)        80.032
8- T. Maden-İş (02)        67.644
9- Orman-İş (01)        59.168
10- Genel Maden-İş (02)    57.876
11- Otomobil-İş (13)        55.457
12- Çimse-İş (12)        52.155
13- Çelik-İş (13)        51.968

5- SENDİKASIZ İŞÇİLERİN İŞKOLLARINA DAĞILIMI
Sigortalı çalışanların tamamının yüzde 36,07’si yani 1.256.183’ü sendikasızdır: faal nüfusa (1987) göre bu oran yüzde 88,2’dir. En çok (50 bin’den fazla) sendikasız işçini;; çalıştığı işkollarında toplam 955.729 işçi istihdam edilmektedir. Bu sayı, sendikasız işçilerin yüzde 76,08’ni teşkil etmektedir.
Her birinde 5 binden az sendikasız işçi çalıştırılan 10 işkolunda 33.461 kişi istihdam edilmektedir ve bu, toplam sendikasız olarak çalışanların yüzde 2.66’sıdır.
İşkolunda yüzde 50’den fazlasının sendikasız olduğu işkolları, özelliği gereği ya dağınık ya da küçük işyerleri konumundadır.

Yarıdan Fazlası Sendikasız Olan İşkolları
Yüzde
1. Kara Taşımacılığı (18)    89.97
2. Basın ve Yayın (11)     80.18
3. Tic. Büro, Eğ. (17)         77.54
4. Konaklama Eğ. (25)            76.31
5. İnşaat (15)             70.71
6. Deri (07)             66.99
7. Deniz Taşımacılığı (20)        55.72
8. Ağaç (08)             52.49

6- İŞÇİLER TİS HAKLARINI NE ORANDA KULLANABİLİYORLAR?
Çok üyeye sahip sendikaların örgütlenme alanı olarak büyük yani çok kişinin istihdam edildiği işyerlerini küçüklere göre tercih ettikleri bilinmektedir. Bu nedenle, küçük işyerlerinde küçük sendikaların örgütlenmesiyle buralarda çalışanlar TİS hakkından kısmen yararlanma imkânı bulmaktaydılar. Ne zaman mı? 80 Eylül öncesinde… Yeni getirilen baraj sistemiyle, küçük sendikalar varlık temeli bulamadılar ve bunun için de küçük işyerlerinde istihdam edilenler sendikal örgütlenme ve TİS haklarını fiilen kullanamaz oldular.
Ayrıca barajı aşmamanın çalışanlar üzerinde yarattığı tereddüt nedeniyle küçük sendikalar tercih edilmemekte: tercih edilmesi halinde, TİS hakkının kullanılmaması durumu söz konusu olmakta. Bu yüzden, sendika seçme özgürlüğü fiilen kullanılamaz olmaktadır.
İşkolu barajını aşamayan sendika üyelerinin (toplamı 84.966 kişi) yüzde 5-20 arasında oiduğu işkolları:

İşkolu Barajını Aşamayan Sendika Üyelerinin Çok Olduğu İşkolları
Yüzde
1- Metal (13)             9,91
2- Çimento, Toprak (12)     8,01
3- Deri (07)             7,72
4- Ağaç (08)             7,2
5- Dokuma (06)         6,53

Bu halde yüzde 5 altında üyeye sahip sendikaların durumu dikkate alındığında üye toplamı 103.028’e yükselmektedir. Bu, sendikalı tüm işçilerin yüzde 4,62’si kadardır. Bunlar için önlerinde iki seçenek vardır: ya TİS hakkını kullanamadan öyle kalmak ya da yetkili bir sendikaya geçmeyi tercih etmek. Demek ki, toplam sigortalı çalışanlardan sendikalı olanların ancak yüzde 59,31’i TİS hakkından yararlanabilecektir.

Yarıdan fazlasının TİS hakkını kullanamayacak olan işkolları :
TİS Hakkını Kullanamayacak İşçilerin En Çok Olduğu İşkolları
Yüzde
1- Kara Taşımacılığı (18)     89,97
2- Basın ve Yayın (10)     80,18
3- Tic. Büro, Eğ. (17)         77,63
4- Konaklama, Eğ. (25)     76,31
5- İnşaat (15)             72,04
6- Deri (07)             66,96
7- Ağaç (08)             59,69
8- Deniz Taşımacılığı (20)     56,46
9- Sağlık (24)             50,62

7- KARŞILAŞTIRMA
Değişik yönlerden incelendiği Temmuz 1988 sendikalar istatistiğini Temmuz 1984 istatistiği ile karşılaştırmamın sonuçları:
1- ’84 yılına göre sigortalı çalışanlar ve sendika üyeleri sırasıyla yüzde 36,41 ve 56,03 oranında artmıştır. Buna bağlı olarak sigortalıya göre sendikalaşma oranı yüzde 55,89’dan 63,93’e yükselmiştir.
2- Faaliyette bulunan sendika, sendika sayısı 90’dan 72’ye inerken, Temmuz 1984’de 33 ve Temmuz 1988’de 45 sendika işkolu barajını aşmıştır.
3- Her birinde 100 binden fazla işçinin istihdam edildiği işkolu sayısı ve çalışanlar toplamının (yüzde 65,95) artışına bağlı olarak, 50 binden fazla üyeye sahip sendika sayısı ve üye toplamı da (yüzde 85,75) artmıştır. Ayrıca 100 binden fazla sendika üyesinin bulunduğu/çalıştığı işkolu sayısı ve üye toplamı da (yüzde 111,98) aynı yönde gelişme göstermiştir.
4- TİS hakkından yararlanacakların (Tarım ve Ormancılık, Avcılık ve Balıkçılık işkolları hariç) toplam sendika üyelerinde payı yüzde 90,18’den 95,36’ya yükselmiştir. Birden çok sendikanın TİS yapmaya hak kazandığı işkolu 5’ten 13’e çıkarken, tek sendikanın TİS yapma yetkisine sahip olduğu işkolu 20den 15’e inmiştir.

8- SONUÇ:
İşkolunu esas alan sendika örgütlenmesine bağlı olarak, TİS yapabilme yetkisine sahip sendikalara doğru üye akımı/yoğunlaşma gözlenmektedir.
Yoğunlaşma sonucu sendikal alanda tekelcilik güçlenmiş ve ekonomik siyasi tekelciliğin boyutuna paralel gelişme göstermiştir.
Bu alanda tekelcilik, Türk-İş’te somutlanmaktadır. Barajı aşan 45 sendikadan 31’i Türk-İş’e, 5’i Hak-İş’e, 1’i Yurt-İş’e (eski MİSK) ve 8’i de bağımsız sendikalara aittir.
Bağımsız sendikalar “Banka ve Sigorta” ile “Metal” işkolunda yoğunlaşmıştır.

EK:

Baraj Sendikal Örgütlenme Özgürlüğünü kısıtlıyor
Laspatkim-İş mali Sekreteri Cemal Çelik
– “1984 ve 86 yılları arasında yayınlanan istatistiklerde SSK verileriyle Bakanlık rakamları arasında büyük farklılıklar vardı. Örneğin işçi sayısı SSK verilerine göre 1984’te 114.368, 1986’da ise 345.343 kişi daha fazla görünüyordu. Daha sonra Sendikamız açtığı davayı kazanarak, Bakanlık istatistiklerinde SSK verilerinin temel alınmasını sağladı. Bu istatistiklerin bir diğer yönü sendikalı işçi sayısındaki abartmadır. Bunun nedeni, 1984 yılında, 12 Eylül öncesi kurulmuş sendikalara tanınan Ek-6 ile üye bildiriminde bulunma sonucu sendikalı işçi sayısında gerçeği uygun olmayan bir kabarma yaratmıştır. İşkolumuzda toplam işçi sayısı 132.734 ve bunun yüzde 74,02’si sendikalı görünmektedir. Ancak iş kolumuzda Ek-6’dan yararlanan sendikaların bulunması nedeniyle bunun, gerçeğe tümüyle uygun olduğunu söyleyemeyiz.
– Yüzde 10 baraj uygulaması sendika seçme özgürlüğüne önemli bir darbe vurmaktadır. Barajla amaçlanan sınıf sendikaların güçlenmesini, kurulmasını engellemek ve işçilerin büyük çoğunluğunu egemen sınıflar tarafından denetlenebilen Türk-İş içinde toplamaktadır. 1970 yılında da DİSK’i kapatabilmek amacıyla gündeme getirilen baraj yasası bilindiği gibi 15-16 Haziran mücadelesi ile engellenmiştir. Ayrıca işkollarının özellikleri düşünüldüğünde bu uygulamanın hiç de ger çekçi olmadığı ortaya çıkar.”

Ekim 1988

Boranın yeni başkanı Turgut Kazan: ‘Adalet tıkandı’

Baro Çağdaş avukatların:
Dünyanın en büyük ikinci barosu olan İstanbul Barosu’nun seçimleri 9 Ekim Pazar günü yapıldı. Seçimi, Çağdaş Avukatlar Grubunun adayı T. KAZAN ve listesi ezici çoğunlukla kazandı. KAZAN ve listesi, seçimi, “12 Eylül Hukukunun” eleştirisi ve baronun bağımsızlığını savunarak kazanırken; 82 Anayasasının mimarlarından Şener AKYOL ve listesinin kaybetmesi, 12 Eylül hukuksuzluğunun tescilinin bir göstergesiydi. Baronun vesayet altında oluşuna gereken tepkiyi göstermeyerek bugünkü durumun devamını savunan Aydın KAZANCI listesinin başarısızlığı ise, avukatların, baronun etkin bir meslek kuruluşu olarak ülke ve meslek sorunlarına sahip çıkması yönündeki isteklerini ortaya koydu. Sosyal demokrat aday olarak seçimlere katılan Aysel BAYKAL’ın divan seçimlerinde sağ kanatla birlikte hareket etmesi dikkat çekiciydi.
Üç yıl aradan sonra yapılan İstanbul Baro Seçimleri, baroların bağımsızlığı, savunma hakkının engellenmezliği, işkencecilerin teşhiri ve cezalandırılması ve 82 Anayasasının iptali istemleriyle demokrasi güçleri içinde yankı buldu.

ÖZGÜRLÜK: İstanbul Barosunun gelişimi içinde 1988 seçimlerinin önemi nedir?
Turgut Kazan: Beş yılda biriken sorunlarımız var. Özellikle son beş yılın içinde bulunduğu son sekiz yılda mesleğimiz büyük tahribata uğramıştır. Başka mesleklerin hemen hemen tamamından farklı olarak, meslek yasamız 7 kez değişikliğe uğramış, her değişiklikle yasanın bütünlüğü iyice bozulmuş, mesleğimiz vesayet altına alınmış, bağımsızlığı yaralanmış, savunma görevinin, hak arama özgürlüğünün doğru kullanılabilmesi, sağlıklı kullanılabilmesi, tehlikeye girmiştir. Bu bakımdan bu seçimler sonunda, baro yönetimine meslek sorunlarını, mesleğin bağımsızlığını savunacak, bunu gündeme getirecek bir ekibin gelmesi gerekiyor. Bu bakımdan bu seçimler daha önceki seçimlerden farklı önemlidir.

ÖZGÜRLÜK; Çağdaş avukatlar grubu nedir? Neyi savunur?
T. Kazan: Çağdaş avukatlar grubu demokrasiye inanan, hukuk üstünlüğüne inanan meslektaşlarımızın oluşturduğu bir gruptur. Bizim mesleğe bakış açımız, meslektaşlarımızın, mesleği yürütürken karşılaştığı güçlüklere temel çözümler bulabilmektir. Diğer gruplardan farkımız bu temel çözümleri arayıştan kaynaklanıyor. Bugün Türkiye’de adalet tıkanmıştır. Ve bir anlamda adalet kalmamıştır. Yani Türkiye’de adalet dağıtılmıyor. Davalar yıllarca sürüyor. Bu durumda adalet dağıtımı haklıyı değil, haksızı koruyor. Haksız korununca tahsilât mafyası denilen bazı örgütler adalet dağıtımına başladı. Çek ve senet işleri onlar tarafından yürütülüyor. Böylece, devletin üç temel erkinden biri olan yargının yerine mafya geçiyor. Bu tıkanıklık sürerse ki, sürecektir, bu başka alanlara da sıçrayacaktır. Avukat, bu durumda görev yapamayacaktır.
Örneğin, gözaltındaki sanığın müdafiden yararlanma hakkı Türkiye’de çok tartışıldı. Sanık gözaltına alınır alınmaz avukatından yararlanma hakkına sahip olmalıdır. Bu ancak, demokratik bir toplumda kabul edilebilir bir haktır.

ÖZGÜRLÜK: Seçimlerde adaylardan biri de 82 Anayasasının mimarlarından Şener Akyol. 82 Anayasası mimarlığından, Baro başkan adaylığına. Bu size ilginç gelmiyor mu?
T. Kazan: Bu söyleşi Baro seçiminden sonra yayınlanacak. O yüzden biz tahminde bulunacağız. Şener Akyol, İstanbul Barosu Başkanı olmak istiyor ama olması mümkün değil. Şener Akyol, anayasacılık literatüründe ancak karşı anayasa denilebilecek yani anayasa düşüncesine ters bir anayasanın mimarıdır. Böyle bir anayasayı yapan ya da yapılmasına katkıda bulunan bir meslektaşımın Baro başkan adayı olmasının güzel bir yanı da var. Böylece meslektaşlarımız bir hesaplaşma olanağı bulacaklar. Kendisinin seçileceğine hiç ihtimal vermiyorum. Genel olarak 82 anayasasının ilkelliği, çağ dişiliği, karşı-anayasa oluşu bir yana, bir de özel olarak 135. maddesi var. Bu madde bizim mesleğimizin, meslek kuruluşlarımızın özünü boşaltan, meslektaşlarımızın önemli bir bölümünü meslek kuruluşlarından koparan mesleğin yetkilerini sınırlayan ve meslek örgütünün yönetimini görevden alma yetkisini Valiye tanıyan bir madde. Şimdi bu maddenin yapımcısı, bağımsızlık ve özerklik gibi çok önemli sorunları olan baroya, başkan olamaz, sorunlarına çözüm bulamaz. Ama görüp birlikte yaşayacağız.

ÖZGÜRLÜK: Çağdaş avukatların yönetiminde olan bir baronun insan hakları ve ihlalleri konusundaki tepkisi ve çalışmaları neler olmalıdır ya da neler olacaktır?
T. Kazan: Baro bir meslek kuruluşu olmakla birlikte, önemli bir hukuk kurumudur. Bizler de hukukçularız. Hukuk üstünlüğüne inanan insanlar, insan hakları ihlallerine göz yummayacaklardır, seyirci kalmayacaklardır. Ülkemizde temel insan haklarının yaşama geçirilmesi için çaba harcanmalıdır. Çağdaş avukatlar baro yönelimine gelince bu konuda son derece duyarlı olacaktır. Bu bizim görevimiz sayılır, görevimizin bir parçası sayılır.

ÖZGÜRLÜK: Baronun vesayet altından kurtulması için neler yapılması gerekir? 80 sonrası avukatlık yasasındaki değişikliklere neden gerek duyuldu? Valiler baro yönetimlerini “gerekli gördüğü hallerde” görevden alabiliyorlar, bu nasıl izah edilebilir?
T. Kazan: Benim mesleğim hak arama mesleğidir. Savunma mesleğidir. Bu mesleğin sağlıklı bir biçimde yürütülmesi için örgütünün bağımsız olması gerekir. Şimdi hem hak arama özgürlüğü, hem de savunma hakkı büyük güçlüklerle karşı karşıyadır. Çünkü savunma hakkını veya hak arama özgürlüğünü avukat kullanırken, müvekkilinin hakkını kullanırken, çeşitli güçlüklerle karşı karşıya kalır, örneğin, valiyle çatışmak durumunda kalabilir. İçişleri Bakanı ile hükümetle, başbakanla. O zaman baro bağımsız ve özerk olmalıdır ki avukat tehlikelerle karşı karşıya kalmasın. Şimdi, valinin görevden alacağı bir baro yönetimi, elbette avukatı koruyamaz.
Avukatı korumaya kalksa kendisini koruyamaz. O yüzdendir ki; savunma hakkının ve hak arama özgürlüğünün doğru kullanılmasında baronun özgür olması şarttır. Biz bu konuda ne yapacağız? Bunları anlatmaya, bunu teşhire çalışacağız. Dolayısıyla tamir için olanakları zorlayacağız. Tamir edecek yerleri bir çeşit görev yapmaya çağıracağız. Geçtiğimiz dönemde avukatlık yasasında 7 kez değişiklik yapıldı. Bunlar özerkliği ve bağımsızlığı yaralamaya yönelik değişikliklerdi. Meslektaşlarımızın kolayca işten yasaklanmalarını sağlamaya yönelik değişikliklerdi. Seçimlere müdahaleye yönelik değişikliklerdi. Tamamı anti-demokratikti.

ÖZGÜRLÜK: 82 Anayasası meslek kuruluşlarının siyasetten yasaklanmasından ne anlıyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?
T. Kazan: Biz siyaset yapmıyoruz. Baro bir meslek kuruluşudur. Bu nedenle biz mesleğin sorunlarıyla ilgili çalışmalar yapacağız. Ama bunu yaparken, ister istemez siyaset denilen arenaya girmek zorundasınız. Örneğin: 3454 sayılı yasa çıkarıldı. Bu yasa, son derece ilkel bir yaklaşımla, adalete, ticareti sokacak bir yasadır. Yani adaletle taban tabana zıt bir yasadır. Devlet hak aramak isteyen yurttaşına zorla dosya satıp gelir sağlayacak, bazı para cezalarının adalet fonuna aktarılması bu yasayla planlanacak ve yine bu yasayla adliye için ondan bundan bağış toplanacaktır. Bunlar olacak şey değil! Ne devletin hak arayan yurttaşa zorla dosya satması savunulabilir, ne para cezalarının bir bölümünün fona aktarılacak yargıca lojman için, servis aracı için yahut çeşitli olanaklar için vicdani kanaatin oluşumuna yabancı unsurlar sokmak savunulabilir, ne de adalet için ondan bundan bağış toplanabilir Buna karşı çıkacaksınız! Bunu önlemeye çalışacaksınız! Anlatacaksınız, insanları uyandıracaksınız! Bu yasaya karşı böyle bir görevi üstlenmek, elbette politika, politik davranış olacaktır. Fakat bunu yapmak zorunludur. Politika vaşağını bu anlamda bir yasak saymıyorum. Öyleyse ne yapacağız? Filanca partinin kazanmasının ya da kaybetmesinin propagandasını yapmayacağız. Bu bizim sorunumuz değil. Meslek kuruluşu olarak elbet bunun dışında kalacağız. Ama baro hukuk kurumu olduğu için mesleğimizi yürütürken, ister istemez genel anlamda politik görüşler ortaya koymak söz konusu olacaktır. Bu bizim mesleğimizin doğasından gelen bir özelliktir

ÖZGÜRLÜK: İşkencenin önlenebilmesi açısından barolara ve tek tek avukatlara düşen görevler nelerdir?
T. Kazan: İşkenceyi önleyebilmek için yapılacak işlerden birisi, işkencecinin gözünü korkutmaktır, işkencenin cezalandırılacağı, asla konulmayacağı izlenimi yaratmaktır. İşkenceciye tutuklanma yasağı koyarsanız, tam tersini yapmış olursunuz, işkenceyi önleme konusunda içten davranmamış ulursunuz, işkenceyi önleme konusunda sanıkla müdafiinin gözaltında görüşme hakkını önemli bir aşama ve adım olarak görüyorum. Ve muhakkak Türkiye’de kullanılması gerektiğini, yasal bir engel bulunmadığını söylüyorum. CMUK (Ceza Mahkemeleri Usul Kanunu)’nun 136. maddesi, aslında ülkemizde gözaltında bulunan sanığa bu hakkı veriyor. O halde, bir tek İçişleri Bakanlığı genelgesi ile bu sorun çözülebilir. Ne var ki mevcut yönetimler, böyle bir uygulamaya kapı aralamıyorlar. Aralayacak gibi görünmüyorlar. Ancak, onlar görünse de görünmese de doğruyu savunmak bizim görevimiz.

ÖZGÜRLÜK: Bu konuda ne gibi somut adımlar atılabilir?
T. Kazan: Bu konuda baro gibi kurumların yapabileceği şeyler var. önce 136. maddenin bu hakkı bize tanıdığını anlatmak diye bir görevimiz var. Bir genelge ile tek bir kuralla bu yolu açmaya çalışmak gibi bir görevimiz var. 136. maddenin verdiği bu olanağı hayata geçirmek için bazı deneyler ve girişimler yapmak gibi görevlerimiz var. Amerika’da filmlerde gördüğümüz gözaltındaki sanığın avukatı ile görüşme hakkı bu deney ve girişimlerle kazanılmıştır. Yoksa ABD deki yasal kural bizim Ceza Mahkemeleri Usul Kanunundan daha kötüdür. Ama sonuçta, federal mahkeme, savunma hakkını yorumlarken, bu yolu açmıştır ve bugün oradaki insanlar bu haktan yararlanmaktadır.

ÖZGÜRLÜK: Polis görev ve yetki yasası ile konut dokunulmazlığı, hâkim kararı olmadan kişinin ve özel eşyalarının eşyalarının aranmaması gibi anayasal haklar çiğneniyor. Bu gibi anti-demokratik yasaların kaldırılması için neler yapılmalıdır?
T. Kazan 82 anayasası yalnız konut dokunulmazlığı değil, temel hak ve özgürlüklerle ilgili bölümün tamamı (karşı anayasa derken, anlatmak istediğim buydu.) hakların adını madde numaralarıyla birlikte madde numarasının karşısına yazmış, ama sonunda kullanılmasının nasıl önleneceğini, yani kullanılmasını önlemenin yollarını koymuştur. Bu anayasanın amacı budur. Bunun için karşı anayasadır. Oysa anayasacılıkta aslolan hakkı taahhüt etmek, güvenceye bağlamaktır. Anayasa mevcut iktidar karşısında, teker teker ve topluca yurttaşların güvencesi olmak zorundadır. Ama 82 anayasası, demokratik toplumlarda anayasa olmasa bile, kullanılır hale gelmiş olan hakların nasıl sınırlanacağına ilişkin bir belgedir. Onun için karşı anayasadır.

Ekim 1988

“GORBACOV DEMOKRATİZMİ”NİN İÇERİĞİ VE ETKİLERİ ÜZERİNE

Birkaç yıldır göklerde bir yıldız parlıyor. Giderek parıltısı artıyor. Doğu’dan doğdu. Gözün gözü görmediği karanlıklar içinden. Işınları Batı’dan daha bir görünür oluyor. Batı’ya doğru bir yörünge çiziyor.
Bu “yeni” yıldızın adı Gorbaçov. Eski bir dünyayı aydınlatıyor. Koma halindeki eski yapıların umut ışığı oldu. Ölgün yüzleri, çırpıntısız yürekleri, yorgan gönülleriyle bildik eski çehreler feyiz almaya başladılar bu ışınımdan.
Reagan’dan Thatcher’e sosyalizm düşmanları neredeyse sosyalistliklerini ilan edecekler. Bilinen çevreler hemen yeni programlar ve eylem planları oluşturdular uygun adım. “Sosyalizmin kalesine” ilişkin kuşkuya kapılanlar iman tazelediler, tazeliyorlar. Ürkekçe revizyonizm söylemiyle salınanlar, sosyalizmin gerileme sürecinden söz edenler, Gorbaçov’u ve onun “yeniden açlığı ilerleme yolunu” takdis ediyorlar. Bir kısmıysa, yaptıklarını az, düşünce ve önerilerini yeterince ilerletilmemiş buluyorlar; olumluyor ama daha çok şey bekliyorlar. Ünlü revizyonizm ve sosyal emperyalizm karşıtları, eleştirel bir konumu çok hızlı terk etmemeye çalışarak Gorbaçov övgüsü yapmaya başladılar. Bu arada, Sovyet revizyonizmini eleştirenler, ne yazık ki, değerli bir dost ve bağlaşıklarını yitirmiş oldular! Ya da sırtlarındaki bir kamburdan kurtuldular. Bazıları bir Sovyet düşmanı eksildi diye sevinebilirler. “Dostumuz” onlara kutlu olsun… Bu “değerli dostlar”, şimdi, sosyal emperyalizm teorilerini beklemeye aldılar, “ne olacağı belli değil, süreç izlenmeli”, “sosyalizmin kurtulup kurtulamayacağı önümüzdeki yıllarda belirlenecek” diyorlar. Gorbaçov başarılı da olabilirmiş başarısız da… Mao’yu ve “Kültür Devrimi” örneğini izlemeyi salık veriyorlar ona…
Uluslararası alanda, Batı burjuvazisi belirgin bir destek eğilimi içinde. Güçlenecek bir Rusya’dan kuşkusuz çekiniyorlar, ama aradaki yöntem dil ve üslup farklarının kaldırılması ya da en aza indiriliyor olmasından hoşnutlar.
Doğu ülkeleri ve pek saygın liderleri çoğunlukla Gorbaçov’dan önce Gorbaçovcuydular, şimdi daha rahatlar. İmre Nagy’nin “aşırı demokratizmi”, “piyasa ve kapitalizm yönelimini” bastırarak kendine yer edinen J. Kadar’ın “demokrasi” ve piyasa yanlılığı ve Gorbaçov destekçiliği emekliliğini önleyemedi. Çok sayıda işçi çalıştırma serbestîsiyle özel teşebbüsün, grup mülkiyetinin, piyasanın belirleyiciliğinin, IMF üyeliğinin ülkesi Macaristan’da revizyonist sistem, uyum sağlayan değil yol gösteren yeni bir önderliğe gereksinim duyuyordu. Gross ve çevresi daha tam Gorbaçovcu kişilikleriyle yeni İ. Nagy rolü oynamak üzere iktidara geldiler. İlginci, Çekoslovakya’ya ilişkin yaşanıyor. Otto Şik ve Dubçek’in “güler yüzlü piyasa sosyalizminin” yıkıntıları üzerine taht kuran G. Husak, bugün güler yüzlü-piyasacı Gorbaçovla yan yana duruyor. Dubçek’i açık olarak aklamaktan da çekinmeyen Gorbaçovla… Koyu bir bürokrat ve Çekoslovak işgalinin önde gelen savunucularından Bulgaristan Lideri Jukov “bürokrasi eleştirmeni”, “barışçıl” Gorbaçovla birlikte ve açtığı yoldan ilerliyor. Polonya’da askeri diktatörlüğün başı Jaruzelsky “açıklık politikası” şampiyonu Gorbaçov’un peşinden gidiyor. Gorbaçov mu inanılır değil, takipçileri ve yol arkadaşları mı? Akla uygun olan, hem Gorbaçov’un hem de diğerlerinin inanılır olmamaları değil mi?
Çin ve Deng Siao Ping de Rusya ve Gorbaçovla gözle görülür bir yakınlaşma içinde. En çok Afganistan ve Kamboçya işgalleri ve Çin sınırındaki Sovyet birlikleriyle ilgilenen milliyetçi bir konumda duran Çinliler, bu konularda sağlanmakla olan ilerlemelere bağlı olarak ne yapacaklar? Aynı -zamanla değiştirse de- Kruşçev sonrası Brejnev’in gelişini sosyalizmin kurtuluşunun başlangıcı olarak karşılayan Mao’nun yaptığını mı? Şimdiden bunu yapıyorlar. Çin’in “Sovyetlerin esas saldırgan olduğu” noktasından hareket eden ABD ile ittifak politikası yerini hem ABD hem Sovyetler Birliği ile ilişkiler kurma ve yararlanma politikasına bırakıyor. Gelecekte SB ile ittifak politikasına da dönüşebilir Çin’in yönelimi. Ancak ideolojik yakınlık bir yana, Çin’in geleneksel “düşmanı düşmana kırdırma” politikasında uzun süre ısrarlı olacağı öngörülebilir. Ancak Gorbaçov iktidarından bu yana Çinlilerin Sovyet sosyal emperyalizmi ve hegemonyacılığı konularında eleştirel bir tulum içinde olmadıkları kaydedilmelidir. Çinliler Gorbaçovcu olmayacak kadar büyük bir ülkenin kibirli çocukları… Vermemekle ve yakınlaşmakla yetiniyorlar. Desteklerinin biçimi böyle.
Tekrar Türkiye’ye dönelim.
“Sosyalizmin yeni yıldızı”, ‘demokratizmi’yle prim yapıyor. Yaygın etkisinin kaynağı, ülkesi için olduğu kadar uluslararası açıdan da, devasa bir sorun ve yakıcı bir gereksinim olan demokrasi sorununu gündeme getirmiş ve ustaca propagandasını yapıyor oluşumladır. Glasnost (açıktık) politikasıyla, bürokrasi ve aşırı merkezciliğe karşı çıkışıyla, Sovyetlerin önemi ve seçim ilkesi üzerinde duruşuyla “Gorbaçov demokratizmi”, birçok insan ve akım üzerinde etki sağlıyor. Liberal, reformcu konumlarda yer alanları, hatta bir tür “sosyal emperyalizm teorisi” savunucularının teorik duruşlarını sarsıp bozmayı da içermek üzere, cesaretlendirip peşine takıyor.
Dünyanın hemen her yanında olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi gereksemesi olağanüstü boyutlarda. Türkiye bir Doğu ülkesi ve demokratik geleneklere sahip değil. Bu, demokratlar, genel olarak solcular ve halta sosyalistler üzerinde de yansıyor. Yakın geçmiş, “solcu” askeri darbelere bel bağlamışlığın, geliştirilen cunta teorilerinin, yanı sıra “ben bilirim-ben yaparımcılığın”, dayatmacılığın, hoşgörüsüzlüğün, kitleden kopukluk ve onlar adına hareket etmenin, aşırı merkeziyetçiliğin ve katılımcılığın söyleminden bile uzak yapıların örnekleriyle dolu. Ve hareket noktaları açısından sağlıklı olsa da yöntem, yaklaşım ve çıkarılan sonuçlar açısından sağlıksız sorguluma ve eleştirilerle yoğun bir süreç yaşandı, yaşanıyor. Demokrasi ve özgürlük sorunlarına ilişkin vurgulamalarla…
Öte yandan, başlıca SB’de sosyalizmden eri dönüş ve kapitalizmin restorasyonuyla birlikte ortaya çıkan olumsuzluklar, bürokrasisiyle, polis devletiyle, kulelerin ekonomik ve siyasi yaşamın dışına itilmesiyle sansürün karanlık atmosferiyle, militarizmi ve siyası ve kişisel özgürlük yoksunluğuyla anti demokratik yapı, umul kırıcı olduğu gibi, çeşitli alternatif teorilerin geliştirilmesine maddi zemin oluşturdu. Genel olarak solcular ve sosyalistler, Sovyetler Birliği’ne baktıklarında, sosyalizmin nasıl olmaması gerektiğini gördüler. Ve demokrasi yokluğu ve gereksinimi SB ve sosyalizme ilişkin düşünsel süreçlerde temel bir hareket noktası oldu.
Ulusal ve uluslararası alanda yaşanan umut kırıcı gelişmeler ve olumsuzluklar, temel tezleriyle sosyalizmden bir uzaklaşmaya, sınıf sorununu önemsememeye, proletarya devletini hedef alan genel bir diktatörlük eleştirisiyle birlikte salt bireysel özgürlüklerin ve soyut bir demokratizmin yüceltilmesine kaynaklık etti. Yenilgileri, zaaf ve olumsuzluklarıyla yaratılmış bir ortamda, gericiliğin son yıllardaki derinlemesine ideolojik baskısının da etkisiyle sınıfsal içeriği boşaltılmış bir demokratizm modası baş gösterdi.
İşte SB’nde ekonomik tıkanma, siyasal çözümsüzlük ve sosyal patlamalara gebelik koşullarının ürünü olarak işbaşına gelen Gorbaçov’un “demokratizmi”. Türkiye’yi ve Türkiyeli demokrat ve solculun böyle bir ortamda yakalattı. Birçok insan ve akım Gorbaçov’da yeni bir soluk buldu.
Bu akım ve insanlar Gorbaçov’u büyük bir heyecanla selamlamıyorlar. Ne Gorbaçov ne de onu selamlayanlarda bandan, aşağıdan hareketleniyorlar çünkü. Kitlesel coşkudan yoksunlar; onu selamlayanlar tuttuklarını kopana bir ruh ve eylem halinde değiller, devrimci bir atılımcılıktan uzaklar; sadece emekçilere benimsetmekte -bir kısmının böyle bir sorunu da yok- kuşkulu oldukları konum ve yönetimlerini güçlendiren, cesaretlendirici bir yıldız olarak selamlıyorlar Gorbaçov’u.
Pro Sovyet revizyonistleri bir yana bırakırsak, çeşitli solcu kişi ve akımlarda görülen genel eğilim, çoğu benzeri girişimin -Kruşçev, Mao… örneklerinde olduğu gibi- olumlu sonuç vermemiş ve taklitçilik ve şablonculuktan çok çekilmiş oluşu nedeniyle, tamamen uyum sağlamama ama güçlüce etkilenme, “hınk deyicilik” değil ama genel bir destek ve bekleyerek süreci gözleme. Umut duyma ve belirtme ama Gorbaçovculuğun gerçek içeriğini görme ya da sezmeden gelerek belli bir mesafeli duruşu da korumaya çalışma… “Sosyalizmin tıkanıklığını aşmaya yöneldiği” yakıştırmasıyla benimseme ve genel bir destek uma beraberinde deneylerden süzülmüş kuşkucu, eleştirel ve zaman kazama bir gözlemcilik… Ancak bir kez sosyalizm adına kutsanan, girişimlerinin başarılı bir sonuca ulaşıp ulaşamayacağı konusunda atak bir tutumla iddialar ile sürülmese de, bu girişimlerinin sosyalist ya da sosyalizmin sorunlarını çözebilecek içeriği onaylanan Gorbuçov’u eleştirel yaklaşım, sorunun özüne değil ayrıntılarına ilişkin kalıyor.
Gorbaçov açıklık politikası diyor ve bu yönde uygulamalar içine giriyor. Bürokratizme karşı çıkıyor, işbaşına geldiğinden bu yana bürokrat suçlamasıyla birçok parti ve devlet yöneticisi değiştirildi. Merkezciliği eleştiriyor, yetkilerin dağıtılmasından yana. Son Konferans, Sovyetlerin güçlendirilmesi ve yöneticilerin en çok on yıllık süre ile sınırlı olarak görevde kalabilmesi kararlarını aldı. Tüm bunların üstünde ise yoğun bir demokratız m propagandası yürütülüyor.
Uzun bir baskı dönemi boy unca Avrupai gıdalarla beslenen Türkiye solunun büyük bir çoğunluğu ise, içeriğini tanımlamadan, ekonomik temeli ve sosyal yönüne ilgi göstermeden Gorbaçov’la aynı noktada buluşuyor. Halta bazıları Gorbaçov’u henüz az “demokrat” bularak eleştiriyor: “Bütün iktidar Sovyetlere”… “Çok partili sosyalist demokrasi”… “Doğrudan demokrasi
Kuşkusuz bu destek sonrası “ayrıntısal” eleştiriler, “Gorbaçov demokratizmi”nin sosyal sınıfsal içeriği ve ekonomik temelini hiç dikkate almadıklarından harekele geçirici liberal etkeni örtemiyorlar, daha ötesi bir kısmı doğrudan, liberalizmin, burjuva demokratizminin göstergesi oluyorlar.
Gorbaçov ve yaptıklarını olumlu bulan değişik kaynaktan gelme bir liberal yaklaşım da, O’na proletaryayı ayağa kaldırmayı ve katılımcılığı öneren, Sovyet kapitalizmi, Sovyet burjuvazisi ve sosyal devrim gereği gibi saptamalarını nereye koyacağını bilemeyen, ama koyacak bir yer ararken bu saptamalarla çelişen yaklaşımlar sergilemekten kaçınmayan Maocu sosyal emperyalizm teorisi savunucularınınki. Proletaryasız, üstten gelme hareketi eleştiren ve katılımcı gelişkin bir demokrasi savunusu yapma görünümü veren bu akım, geçmişten kalan cuntacı-tepeden inmeci teori ve pratiğinin ruhum uygun olara/!, yine de “sosyalizmi rayına oturtma” olanağına sahip olduğunu varsaydığı Gorbaçov’un başarı ya da başarısızlığını sürece bırakıyor. Hem de genel bir olumlamayla…
Aslında, sosyo-ekonomik yapının eleştirisinden hareket etmek ve bu temelde çıkarsamalar yapmak yerine, bu temelden yansıyan siyasal, kültürel ve dış ekonomik süreçleri eleştirerek geliştirilen Maocu sosyal emperyalizm teorisiyle bugün bulunulan nokta ve onun teorileştirilmesi arasında derin bir zıtlık bulunmuyor. Çok büyük gibi görünen dönüş kolaylıkla yapılabiliyor. Ekonomik yapıları, üretim ilişkileri ve bunlardaki dönüşümleri, değer yasası ve piyasa ekonomisinin genelleşmesi, ücret ve fiyat politikalarındaki değişiklikleri, üretimin kâr amacı üzerine oturtulmasını değil, “parti ve devlet iktidarının gaspı”, dış politika sorunları, hegemonyacılık, ulusal hareketlere karşı tavır, sömürgecilik, silahlanma, saldırgan dış politika, savaş-barış sorunları gibi sorunları teorisinin çıkış noktası ve esas vurgusu yapan yaklaşım, bugünkü dönüşe yatkındır. “Olumlu” söz ve girişimleriyle bir yıldız işbaşına gelince “gasp” sorunu ortadan kalkıyor ya da bir ölçüde ortadan kalkıyor, çünkü gelen hem de bürokratizmi eleştiriyor Gorbaçov, bir de barışçı dış politika izlemeyi öngördükçe, silahlanma yarışını durdurmayı ve nükleer silahları imha etmeyi önerdikçe, Afganistan’dan çekilmeye, Kamboçya’da barışın sağlanmasına yöneldikçe, bu teori zaten dayanaklarını yitirecekti. Burjuvazi, kapitalizm, sosyal devrim söylemine son vermek çok mu?
Demokratik özlem ve arayışların saygıdeğerliği bir yana, hemen hiç bir kişi ya da akım Gorbaçov demokratizmi”nin sosyal içeriğini sorgulamadığı gibi, bu demokratizmin ekonomik temeline, Gorbaçov’un Sovyet ekonomisinin sorunlarımı yaklaşımına, ekonomik yaşama ilişkin öneri ve uygulamalarına yorum getirmiyor. Oysa Gorbaçov reformlarının ana unsuru ve belirgin özelliği ekonomiyle ve ekonomik sorunlarla ilgilidir.
1987 Mayısında, Ekim Devrimi’nin 70. yılında, şoförlük, lokantacılık, ayakkabı imalatı gibi alanlarda bireysel mülkiyet ve özel teşebbüse olanak sağlayan bir yasa çıkarıldı…
Sanayi ve tarım işletmelerinin mali özerkliklerinin güçlendirilmesi yönetimiyle merkezi plân en genel hedefler saptamakla sınırlandırılarak işlevsizleştiriliyor. İşletmeler plan hedefleri üzerindeki üretimlerini istedikleri gibi kullanabilecek, istedikleri fiyattan satabilecek, yatırabilecek ya da tasarruf edebilecekler. Yıllık ücret fonlarını özgürce kullanabilecekler: Ne kadar işçi çalıştıracaklarını kendileri saptayacak, işçi çıkarımına gidebilecek, fonun, primler, teşvikler, maaş vb. türünden dağılımını yine kendileri kararlaştıracaklar.
Genel olarak ücretler, ücret fonu, piyasaya, ürünlerin “satış gelirlerine bağlı” olacak. Ürün fiyatları “esnek” bir şekilde saptanacak yani piyasada oluşacak.
Mali özerkliğe sahip işletmelerin üretimlerini satış ve gelir hedefleri, daha çok gelir ya da doğru deyimiyle kâr elde etme amacı belirleyecek, Gorbaçov “maliyet muhasebesi” ve “son sonuç” diye tanımladığı kârın en iyi denetleme aracı ve belirleyici olduğunu vurguluyor.
Toprak dâhil, tarım ve sanayi işletmelerinin özet kişi ya da gruplara kiralanması ve üstü örtülmeye bile gerek duyulmadan açık kapitalist tarzda işlet ilmesi gündeme getirildi.
Oto-finansmanı gerçekleştiremeyen yani, kâr edemeyen ya da zarar eden işletmelerin “borçlarına devletin kefil olmayacağı ilkesi” getirilmiştir bu işletmeler iflasa ve kapanmaya terk edilecek ya da daha iyi işleticilik vaat eden kiracılara devredilecektir.
Devlet ve işletmeler bazında yabancı sermayeyle ortak yatırımlar geliştirilecek ve ülkenin çeşitli yörelerinde serbest pazarlar oluşturacaktır.
Gorbaçov’un ekonomik reformlarının başlıcaları bunlar. Ve bu reform önlemlerinin tek hır anlamı var: Özel mülkiyelin, bireysel ve grup mülkiyetinin geliştirilmesi doğrultusunda de:- adımlar atılması, piyasa ekonomisinde Batı normlarına hızlı bir yöneliş ve yatırımlar, ücretler, fiyatlar kredi ve faizle) gibi tüm ekonomik kategorilerin, daha “özgürce” piyasa kasıllarında oluşması.
Sosyalizmin kurtarılmasından, sosyalizmin gerçek niteliğine dönüşten, sosyalist demokrasinin geliştirilip olgun kıstırılmasından söz açanlar. Doğu’dan yükselen Batı yıldızının “demokratizminin” övücüleri niçin bu sorunlara ilgi göstermiyorlar? Gorbaçov’un, “sosyalizmin” ekonomi politiğini yeniden yazına girişimi niçin sessizce geçiştiriliyor? Ekonomik alandaki reformlar konusunda ne düşünülüyor?
Gorbaçov’un yaptığı, sosyalizm olarak sunduğu genel bir demokrasi söylemiyle puan toplamak, demokrasi gereksinimi ve artmışlarını sömürmektir. Eşitlik ve özgürlük kavramları farklı sınıflar için farklı anlamlar yüklüdür: Birincisi birlikte var olan sömürücü ve sömürülen sınıfların bir arada varoluş koşullarında ezilenler için hiç bir zaman gerçekleşme olanağı bulunmayan hak eşitliği ve ticaret özgürlüğü, alım-satım özgürlüğü, lam da Gorbaçov’un işletmeler için yasallaştırdığı türden ine de olsu devlet tekelinin sınırlandırıcılığından, plan hedefleri üzerindeki üretim açısından “kurtuluş” önemli bir “özgürleşmedir!” ve işten çıkarılmayı kabullenme ve çalışmama özgürlüğü olarak. Ve sınıfların ötesinde, sınıflar ve sınıf ilişkilerinin kaldırılması anlamında bir eşitlik ve iş bölümüne bağımlılıktan kurtulma ve ona giden yoldu ekonomik alanı da kucaklayan, insanın kendi efendisi olacağı gerçek bir özgürlük. Ve demokrasi de anlamını yitirinceye dek ya azınlığın ya da çoğunluğun demokrasisidir. Kimin için sorusundan kaçılamaz. Sınıfsal içerik görmezden gelinemez. Ekonomik temel ertelenmezlik edilemez. Kuşkusuz bunlar yapılabilir, burjuvazinin doğuşundan bu yana yapılıyor da. Bunu şimdi birde Gorbaçov yineliyor. Ancak bu tutum insanın kendine sosyalist demesinin engelidir, kişiyi bir burjuva demokrat, bir liberal yapar ya da daha kötüsü.
“Gorbaçov demokratizminin” başlıca unsurları neler?

AÇIKLIK POLİTİKASI GLASNOST
Bu politika “Gorbaçov demokratizminin” en belirgin unsuru durumunda Krusçev ve özellikle Brejnev döneminin haberleşme iletişim bilgi edinme özgürlüğünü tümden yadsıyan, resmi tulum ile çelişen iç ve dış olay ve gelişmeleri gizleme politikası şimdi aleniyet ve açıklık politikası ile değiştiriliyor. Kazakistan olayı. Çernobil, Afganistan’dan çekilme sorunu ve benzeri gelişmelerden haberdar edilmekle kalınıyor Sovyet halkı: belirli bir hedefe yönelik eleştiriler çerçevesinde dile getirilse de enflasyon ve işsizliğin kabulüne kadar uzanıyor bu politika Kitle iletişim araçları artık yalnızca birkaç ay öncesinin sansürlü haberlerini vermiyorlar: “moral bozucu” ve olumsuz haberler de yayınlanabiliyor, insanlar çeşitli sorunları tartışabiliyor, hatta parti ve devletin doğrudan kontrolünde olmayan gruplar belirli engellemelerle karşılaşsalar da örgütlenebiliyorlar.
Bu gelişmenin demokratik bir içerik taşıyor oluşundun söz edilebilir. Glasnost, içinin nasıl doldurulduğu, hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığı, amacı ve nasıl kullanıldığı ve yönelik olduğu hedefleri soyutlanarak ele alındığın da, demokratik bir görünüm veriyor. Genel olarak konuşulduğunda haberleşme ve örgütlenme özgürlüğü kötülenemez. Hele, Kruşçev ve özellikle Brejnev döneminde, sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yaratılan polis devletinin dayanılmaz cenderesinde bir gevşeme olumsuzlanamaz. Madalyonun bir yüzü bu
Nasıl ki faşizm, örneğin Hitler faşizmi karşısında genel olarak özgürlükler ya da iletişim özgürlüğü olumsuzlanamazsa, Sovyetler Birliği’nde revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis devleti koşullarında özgürlüğün en küçük bir belirtisi bile olumsuzlanamaz. Ama yine nasıl ki, faşizm karşısında siyasal özgürlüklerle sınırlı bir yaklaşım, savunucusunu sıradan bir burjuva demokrat, bir liberal yaparsa “Gorbaçov demokratizmi” ya da “glasnost”cu siyasal özgürlüklerle sınırlı bir yaklaşım da burjuva, liberal bir platformu benimsemek olur.
Gorbaçov destekçileri ve ondan etkilenenler “glasnost”un içinin nasıl doldurulduğuna ilgi göstermedikleri gibi kuramsal olarak iletişim özgürlüğünü sosyalist demokrasinin bir unsuru varsayıyor: Gorbaçov ve “glasnost “un sosyalist demokrasinin geliştirici ve olgunlaştırıcı etkenleri olarak değerlendiriyorlar. Eleştirel destekçi hır yaklaşım ise, iletişim özgürlüğünün ancak örgütlenme özgürlüğüyle birlikte anlam kazanacağı şeklinde ve “çok partili sosyalist sistem”i öngörüyor.
Evet, iletişim özgürlüğü demokratik içeriklidir. Ancak herhangi bir olgunun demokratik içeriğinden söz etmek yeterli midir? Özgürlükler konusunda, burjuva ve sosyalist demokratizm birbirinden ayırt edilmeden bir tartışma yürütülebilir mi?
Bugün örneğin hiçbir Avrupa ülkesinde iletişim özgürlüğü ve yanı sıra düşünce ve örgütlenme özgürlüğü yasaklanmış değildir. Avrupa, öteden beri gelişkin “glasnost” koşullarında yaşıyor. Kuşkusuz bu ülkelerde iletişim, ideolojik ve siyasal şekillendirme ve eğitim, ekonomik gücü elinde tutanlar, iletişim araçlarına sahip olanlar tarafından yönlendiriliyor ve düzeni sağlamlaştırmanın hizmetine koşuluyor, iletişim araçlarının işçi ve emekçi sınıfların elinde olmadığı, ideolojik aygıtları sınırlı sayıda sömürücü yönetici sınıf görevlisinin yönlendirdiği bir toplumda haberleşme-iletişim özgürlüğü yönlendirilme özgürlüğü olabilir ancak. Ve onlarca, belki yüzlerce radyo-TV istasyonu olan, her haberin tek kusuru, çarpıtılarak, belirli bir ideolojik yönlendirmenin unsuru haline getirilerek halka duyurulduğu ABD ve Avrupa ülkeleri kuşkusuz sosyalist demokrasiye sahip değiller. İletişim, hatta örgütlenme özgürlüğünün bulunması, bırakalım “sosyalizmin olgunlaşmasını” herhangi bir ülkeyi sosyalist yapmaya yetmiyor
İletişim-haberleşme özgürlüğü burjuva içerikledir: Orta Çağ’ın çöküş günlerinde ülke pazarını birleştirme ve serbest ticaret ortamını yaratma yönelimli burjuvazinin bu gereksemesine bağlı ve bunun bir parçası ve unsuru olarak gündeme gelmiştir. Sıradan bir burjuva özgürlüğüdür, önemi küçümsenemez, ancak sosyalist demokrasinin ve daha ileri gedilerek onun olgunlaşmasının unsuru olarak sunulması, Bernstein ve Kautsky’den “Avrupa komünizmine”. Maoculuktan Kruşçevciliğe ve bugün Gorbaçov’a uzanan çizgide sınıflar-üstüleştirilmiş genel bir demokrasi söyleminin sosyalizm yerine geç irilmesi ve koyu bir liberalizm anlamını taşır.
Temel özelliği ile burjuva demokratizmi, özel mülkiyet-meta liretimi ve işgücünün meta olması -üretim anarşisi ticaret özgürlüğü temelinde, sömürücü ve sömürülen sınıfların varlık koşullarında sınıf ayrıcalıkları karşısında biçimsel siyası-hukuksal eşitlik ve özgürlüklerin savunulmasını sosyalist demokratizm ise, koleklif toplumsal mülkiyet-sosyalist üretim ve meta üretiminin sınırlanması -planlı ekonomi- emeğe göre bölüşüm temelinde ve sınıf ayrıcalıklarının değil sınıfların ortadan kaldırılması anlamında eşitlik ve özgürlüklerin savunulmasını içerir. Sömürülen sınıflar için gerçekleşme olanağı bulunmayan ve dolayısıyla yalnızca mülk sahibi sınıflar için söz konusu olabilen biçimsel özgürlükler ve gerçek üreticiler ve yaşamın yaratıcıları için sadece siyasal boyutla sınırlı olmayan gerçek özgürlükler… Bu ikisi arasındaki ayrım yok edilemez, bunlar karıştırılabilir şeyler değildir.
Sosyalist demokrasi, iletişim özgürlüğünü siyasal bir özgürlük olarak zaten varsayar, ve önemlisi onun çoğunluk için, emekçiler için gerçekleşir oluşudur. Sosyalist demokrasi, ekonomik gücü ve iletişim araçlarını ellerinde tutan sömürücü sınıfların bu özgürlüğü kullanmalarına ve kendi çıkarlarına kullanmalarına son verir. Sosyalist demokrasi, Sovyetler Birliği’nde Kruşçev ve Brejnev ve bugün Gorbaçov’la birlikte olduğu gibi, seçkin bir kadronun, parti ve devlet bürokrasisinin tartışma ve girişimlerine bağlı olarak ülkenin yönetilmesinin yadsınmasıdır. İşçi sınıfının, yalnızca, ideolojik aygıtlardan olan iletişim araçlarıyla -kaçınılmazlıkla sınırlı bir şekilde ve yanılsamalara yol açmak üzere- bilgilendirilmesi ve olaylardan haberdar edilmesi değil, ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamıyla ilgili tüm tartışma ve karar süreçlerine katılması, her kademedeki Sovyet örgütleri aracılığıyla ve partisinin yönlendiriciliğinde ülke yönetimi fiilen elinde bulundurmasıdır sosyalist demokrasi. İletişim özgürlüğünün de çoğunluk için gerçekleşebilirliğinin koşullarını sağlamak üzere proletaryanın iktidardaki sınıf olarak örgütlenişidir, azınlığın, bir elitin değil çoğunluğun iktidarıdır. İletişim özgürlüğü ve aleniyet ise, sosyalist demokrasinin sadece bir ön koşuludur.
İletişim – basım yayın özgürlüğünü-gerçekte var olup olmadığının birbirleriyle bağlantılı iki ölçütü vardır: 1- İletişim ve basın yayın araçlarının işçi sınıfının elinde, kamu mülkiyetinde olup olmaması…
2- İşçi sınıfının gerçek örgütlenme özgürlüğüne sahip olup olmaması…
Bu yönleriyle Sovyetler Birliği ne durumdadır? SB’de kolektif mülkiyet, biçim olarak bulunuyor. Ama revizyonist bir ülkede mülkiyetin kolektif biçiminin varlığını sürdürmesi aldatıcı olmamalı. Tekelci devlet mülkiyeti ile sosyalist kamu mülkiyetinin ayırt edilmesi gerekiyor. Burada devletin sınıf niteliği ve işçi sınıfının yığınsal iktidar organı Sovyetlerde ve en ileri kesimlerinin içinde örgütlendiği öncü müfrezesi, partisi yönlendiriciliğinde iktidardaki sınıf olarak ‘örgütlenip örgütlenmediği önem kazanıyor. Yine burada Kruşçev’le birlikte başlayan Gorbaçov’un yaygınlaştırdığı grup mülkiyeti ve öz-yönetimcilik, bireysel özel mülkiyet ve büyük özel mülkiyeti gizlemenin bir yöntemi olarak geliştirilen işletme ve toprakların kişi, ekip ve ailelere kiralanması sisteminin mülkiyetin kolektif biçimi yanında varoluşuna ve kapsadıkları alanın olağanüstü boyutlarına değinilmeli.
Ardından gelen temel kıstas, mülkiyet biçimlerinin hukuksal ifadesini oluşturduğu üretim ilişkilerinin şekillenişidir. Emeğin koşullarını kolaylaştırma yerine Gorbaçov’ un “temel kural olmalı” ve “her şeyi belirlemeli” vurgusunu yaptığı kâr amaçlı üretimin -bir sonuç olarak işsizliğin-piyasa ekonomisinin tayin ediciliğinin gerçekleştiği ve insanlar arasındaki ilişkinin meta ilişkisi olduğu, ilerlemenin genel doğrultusunun bu yönde çizildiği, merkezi planlama ve üretimin dengeli gelişmesi yerine üretim anarşisinin -ve sonuçlar olarak kıtlık, kuyruklar, kriz ve enflasyonun- ekonomik birimlerin desantralizasyonunun ve oto finansman ilkesinin geçerli dduğu bir toplumsal örgütlenmede mülkiyetin biçimi ister bireysel ister kolektif, ne olursa olsun, özü kapitalisttir.  Ve ne denli propaganda edilirse edilsin böyle bir ülkede gerçek bir iletişim – basın yayın özgürlüğünden söz edilemez.
İkinci ölçüt olarak işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğüne gelince, onun salt biçimsel siyasal bir özgürlük olmaktan öte gerçekleşmesi, işçi sınıfının iktidardaki sınıf olarak örgütlenmesini şart koşar. Bu mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ve sosyalist mülkiyet ilişkilerinin geçerli olmasını varsaydığı gibi, Sovyetler biçimindeki örgütlenmenin her kademede işçi sınıfı ve emekçi halkın yığınsal temsili egemenliğini gerçekleştirme aracı olabilmesini, bunun için yalnızca seçme-seçilme özgürlüğünün değil, aynı zamanda kesin denetleme, vekilleri geri alma ve bu yolla ve temsili mekanizma aracılığıyla tüm ekonomik, politik ve benzeri sorunlar üzerinde denetim, değiştirme ve düzeltme hakkının olmasını, bu hakkın Sovyetler yanında ve dışında doğrudan yığınsal katılım örgütleriyle (kitle denetim komite ve komisyonlarıyla) desteklenen yaygın ve gerçek bir kullanımının geçerliliğini, bunlardan daha az önemli olmamak üzere, işçi sınıfının, Marksist-Leninist normlara uygun örgütlenmiş, Marksizm-Leninizm eylem kılavuzu olarak benimseyip uygulayan, işçi yığınlarını, onlarını, onların tüm örgütlerini ve iktidar örgüt ve organları olan Sovyetleri yönlendiren en üst örgütüne, öncü müfrezesine sahip olmasını varsayar. Ya sosyalist kolektif mülkiyetin yanı sıra, iktidar (Sovyetler) ve denetim (yığınsal komiteler) organlarında aktif biçimde örgütlenmiş, Marksist-Leninist öncüsünün yönetimindeki işçi sınıfının varlık koşullarından kaynaklanan örgütlenme özgürlüğü ya da aldatmaca…
Çerçevesi çizilmeye çalışılan gerçek örgütlenme özgürlüğü, sosyalizm koşullarını, onun ayrılmaz parçası olan işçi sınıfı iktidarını ve sınıfın yöneticisi partinin Marksizm-Leninizm’i benimsemesini gereksinir. Diğer gereksinenlerin durumunu tartışsalar da, Sovyet partisini revizyonizm ile eleştirenlerin, Sovyetler Birliği’nde gerçek bir örgütlenme özgürlüğünün, dolayısıyla aleniyetin ve iletişim özgürlüğünün sözünü etmeleri doğru olmasa gerektir. Bir burjuva demokrat, bir liberal olmayı göze almadıkça…
Kuramsal yaklaşımın ötesine geçerek Gorbaçov’un “glasnost”un içini nasıl doldurduğuna, amacına, nasıl kullanıldığına ve tarihsel koşullarına bağlı olarak somut gerçek inceleme konusu edilirse…
Kruşçev’in izinde yürüyen Gorbaçov Sovyetler Birliğini önemli ölçüde özgürleştirdi!
Kültür, sanat, felsefe, ideoloji, politika, alanlarında ne kadar gerici, karşı devrimci burjuva revizyonist unsur varsa bunlar iyiden iyiye özgürleştiler. İşçi sınıfına, devrim ve sosyalizme, Marksizm-Leninizm’e saldırının ölçüsü kalmadı, saldırıların önü tümüyle açıldı: tam özgürleşme.
Karşı devrimciler her alanda rehabilite ediliyorlar. Burjuva – liberal muhalifler, hala belirli engellerle karşılaşsalar da özgürce örgütlenebiliyorlar. Bunların bir grubu “Glasnost” adlı bir yayın da çıkarıyor. Ama muhaliflere açılan kanalın ötesinde, resmi parti ve devlet organları açıktan sosyalizme saldırıları örgütlüyorlar. Kültür ve sanatta yoz burjuva revizyonist fikir ve ürünler, hiçbir sınırlama tanımaksızın ortalığı kapladı. İdeolojik alanda sosyalizm yerine öz-yönetim, politik-ideolojik çoğulculuk, partinin önder rolünün aşağılanması, enternasyonalizm yerine milliyetçilik sınıf mücadelesi yerine sınıf barışı ve “kaynaşmış, sınıfsız toplum” savunusu, felsefede idealizm, dinsel kutsallıkların hortlatılması, politikada emperyalizmle işbirliği ve diyalogun her şeye kadirliği fikrinin işlenmesi, nükleer silahların sınıfsızlaştırıcısı rolü ve buradan hareketle emperyalist barışın mutlaklaştırılması, ulusal kurtuluş devrimleri karşısında açık politik tutum, ekonomide burjuva norm ve kategorilerin yüceltilmesi ve üstü örtülmeden uygulamaya konması, “glasnost”un esas içeriğini oluşturuyor.
Gorbaçov, yönelimine uygun olarak her alanda yeniden tarih yazımına girişti. Stalin’in karalanması kampanyası şimdiye dek görülmedik boyutlara tırmandı. Artık anti-fa-şist savaştaki rolü bile inkâr ediliyor. Karalama bir ucundan Lenin’e de uzanmaya başladı. Öte yandan başta Buharin olmak üzere, Troçky, Kamanev, Zinovyev ve tarihin mahkûm ettiği diğerleri aklanıyor. İtibarları iade edilerek. Kuşkusuz tarım ve sanayide desantralizasyon politikası ve oto-finansman ilkesi, yeniden kulaklara ve Nepmanlara dönüş, bunların baş savunucusu Buharin’in aklanmasını gerektirirdi. Ve benzerlerinin…
Gorbaçov’un gelişinden bu yana yıllardır baskı altında oldukça büyük ve derin birikimler sağlamış olan milliyetler sorununda patlamalar baş gösterdi. Gorbaçov’un burjuva milliyetçi akımların önünü açması bugün kendisini Karabağ’da sıkıyönetim ilanına götürdü. Bu da “glasnost”un kaderi!
Öte yandan dincilik SB’de hızla güç kazanmaya başladı. Papaz ve hocalarla kol kola giren Gorbaçov. toplumsal muhalefetin olası yükselişine karşı geleneksel müttefikler arayışı içinde. Amerikan magazinlerine verdiği ilan ve demeçlerde ağzından Allahın adını düşürmüyor.
Sovyet toplumundaki açıklık, dinciliğin, milliyetçiliğin burjuva gericiliği ve emperyalizmin, revizyonizmin, sosyalizme saldırının açıklığıdır. Sosyalist geçmişin ve genel olarak sosyalizmin aşağılanması, özel mülkiyet ve emperyalizmin açık savunuculuğu “glasnost”un kullanım değerini ifade ediyor.
Gorbaçov’un “glasnost”unun amacı, önlerini açıp uyağa kaldırdığı karşı devrimcileri, liberal muhalefeti etrafında örgütleyip güç toplamak, onları düzenin reformize edilmesi faaliyetine aktif unsunlar olarak katmalı, muhalif olanları düzene bağlamaktır. Nitekim burjuva liberal revizyonist unsurlar hemen tümüyle Gorbaçov’un destekçisi durumuna geldiler. “Glasnost” adlı dergi çıkarmaya başlayan rejim muhalifleri, dergilerinin adından anlaşılacağı gibi, “glasnost”u ve Gorbaçov’u destekliyorlar. Sermayenin gücü karşısında Batı ülkelerinde çeşitli düzen muhalifi eğilim ve hareketlerin başına gelenler Sovyet rejim ve muhaliflerinin de yazgısı oluyor: “Gorbaçov demokratizmi” onları emdi, Gorbaçov, düzen bağladı açtığı kanalla, düzen kapsadı ve eklentisi haline getirdi onları.
Ve “glasnost “un bir sınırı var: Liberal muhalifler dışında, muhalif sesler, işçi ve emekçiler genel ve resmi olarak bu politikanın nesnesi halinde değiller. “Demokratizmi” ve “glasnost”u, Gorbaçov’un iktidarını sağlamlaştırma amaçlı eleştiri ve tasfiye etkinlikleri ile düzeni reformize ederek sağlamlaştırma çerçevesinde şekillendirdiği bir politika. “Demokratizm” söylemiyle Gorbaçov, halkı da “hareketlendirip” kendi programına kazanmayı amaçlıyor bu politikayla. Her zaman ve her yerde yapıla-geldiği gibi: Aşağıdan gelen ve kitlelerin bağımsız eylemlerine dayanan halk hareketinden farklı olarak yukarıdan “hareketlendirme”de kitle inisiyatifi ve katılımcılığın geliştirilmesi ve halkın kendi çıkarları doğrultusunda harekelinin teşvik edilmesi söz konusu olmaz. Özellikle kitlelerin doğru bir önderlikten yoksun olduğu dönemlerde, burjuvazi, onun çeşitli katmanları, şu ya da bu şekilde harekete geçen kitleleri düzen sınırları içine çekip yatıştırmak ya da çeşitli rakipler karşısında üstünlük sağlamak ve belirli politik hedeflere ulaşmak amacıyla kitlelere, kitle hareketlerine ve kitleleri “hareketlendirmeye” ilgi gösterir, onları kendi sınıf çıkarları ve amaçları doğrultusunda kanalize edip kullanmaya çalışır. Gorbaçov şimdi bunu yapıyor.
“Gorbaçov demokratizmi”, “glasnost” politikasıyla, “sosyalist demokrasinin olgu ulaştırılması” bir yana, sosyalizm karşısında saldırgan konumu, işçi sınıfı ve emekçi halk için herhangi bir özgürlük ortaya koymayışı ve burjuva liberal, revizyonist, anti-sosyalist unsurlara geniş bir özgürlük alanı açısıyla, yalnızca liberalizmdir.
Sonuç olarak söylenebilecek olan şudur: “Gorbaçov demokratizmi” ve onun bir unsuru olarak “glasnost”, sosyalizmin olumsuzluklarından arındırılması ve reformize edilmesinin etkeni değil, mevcut Sovyet düzeninin liberalizasyonu politikasıdır. Revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis despotluğu karşısında olumlu bir yanından söz edilebilir. Ancak bu politika, sosyalist geçmişti bir ülkede Kruşçevle başlayan burjuva revizyonist yıkım sürecinin tüm pervasızlığıyla tamamlanmasının hareket ettirici etkeni durumundadır; sosyalizm karşısında burjuva gericiliğin şaha kalkışı, olgunlaşan revizyonizmin, hiçimde de sosyalizmle tüm bağlarını koparmaya yönelişidir.

SOVYETLERİN GÜÇLENDİRİLMESİ…
Slogan olarak çok güçlü görünüyor. Gorbaçov, genel olarak Sovyetlerin güçlendirilmesini, yerel Sovyetlerin yerel yöneticileri, halklar Sovyet’inin de devlet başkanını seçmesini, “parti ve devlet organlarının Sovyet’inin işlevleri ve rolleri arasında açık bir ayrım ” yapılmasını öngörüyor.
Sovyetler, sınıfın yönetim örgüt ve organları olarak var olmadıkça istendiği kadar güçlendirilsin, anlamı nedir?
Sovyetler, yalnızca yasama organı olduğu sürece, kendi dışında oluşturulan düşünce ve politikaları onaylamak ve bu politikaların -yine kendi dışındaki mekanizmalarda belirlenen- yürütücülerini seçmek ya da daha doğru bir deyişle parafe etmekle yetindirildikçe, aynı zamanda yürütme organı olmadıkça, sosyalizm söylemi tamamen aldatmaya yöneliktir. Burjuva ülkelerin parlamentoları ne yapıyor ki? Bugünkü niteliği ile Sovyetler güçlendirilse de güçlendirilmese de özde bir değişiklik olması olanaksızdır. Değişiklik biçimde ve görünüşle sınırlı olacaktır: revizyonist parti ve bürokrasinin, militarizm ve KGB’nin gizlenmemiş, ya ila son derece yetersizce gizlenmeye çalışılmış açık diktatörlüğünden, Sovyetlerin bir burjuva parlamentosu olarak asma yaprağı rolü oymadığı parlamenter sisteme geçişin bir adımının atılması: Ve partinin etkisinin azaltılacağı devlet bankanı seçimiyle, güçlü başkanlık sistemine doğru bir gidiş… Başkanlık ya da parlamenter sistemler ya da bunların değişik bireşimleri burjuva ülkelerde uzun yıllardır hatta bazılarında yüz yıllardır uygulanıyor. Ve bunların hiçbiri de sosyalist ülke değiller.
Sovyetler, her kademede, tümüyle özgür tartışmalar sonucu seçilip seç inenlerce vekillerin görevden alınmasını içermek üzere aktif olarak denetlenmedikçe, yalnız yasama değil yürütme organları da olmadıkça, yasama ve yürütme emekçi yığılılarının örgütlü geniş katılımıyla gerçekleşmedikçe, vekiller sıradan işçi ücretinin ötesinde olağan dışı maaşlar alıp görevlerinin gerektirdiğinin ötesinde ayrıcalıklara sahip oldukça, KGB, ordu, bakanlıklar, mahkemeler gibi bürokratik militarist aygıtlar Sovyetlerin yanında ya da üzerinde ayrı ve gerçek iktidar organları olarak var oldukça sosyalist demokrasiden söz açmak halüsinasyondan öte bir şey değildir.
“Sosyalist demokrasinin geliştirilmesi” ya da “olgunlaştırılması”nın tersine ondan biçim olarak da tam bir kopuş ve ideolojik tulumda Marksizm-Leninizm’in kökten yadsınması anlamı taşımasına karşın, parlamentarizme yönelişin bir görünümü olarak Sovyetlerin güçlendirilmesinin, revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis devleti karşısında liberal, demokratik içerikli oluşundan söz edilebilir ve bu yanıyla olumlanabilir. Ancak sıradan bir demokrat ya da liberal olunmak istenmiyorsa bu noktada durulamaz. Marksizm, faşizm karşısında burjuva demokrasisi ve onun tek tek unsurlarım olumlamakla birlikte burjuva değil sosyalist demokrasiyi, sosyalizmi savunur. Ve genel bir demokratizm söylemiyle demokrasiyi sınıflar-üstüleştiren revizyonist çarpıtma ve yanılsamalarla uzlaşmaz bir mücadele yürütür.
Bugün Gorbaçov burjuva parlamentarist yönelişini “Sovyetlerin güçlendirilmesi” sloganıyla sosyalist demokrasinin unsuru olarak sunuyor. Bazı destekçileri hatta kendisinden de ileri gidiyorlar.
Gorbaçov resmi olarak birden fazla parti kurulmasına izin vermiyor ama parti içinde ve dışında çeşitli politik grupların varlığını ve örgütlenmelerini onaylıyor. Parti içinde hiziplerin varlığı doğal karşılanıyor ve eski rejim muhalifleri Gorbaçov destekçisi “majestelerinin muhalefetine” dönüşse de ayrı bir politik grup olarak örgütlendiler. Bu politik çoğulculuk tutumunun pek uzak olmayan bir gelecekle çok partili bir sistemin kabulüne götürmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye’de sol içinde “çok partili sosyalizm”in savunucuları olduğu gibi SB’de de bu görüşün taraftarları azımsanmayacak güçteler. Ve politik çoğulculuk bürokratizmin panzehiri, demokrasinin bir gereği olarak sosyalizm adına savunuluyor.
Partinin önder ve yönetici rolüne ilişkin saldırılar burada kalmıyor. 19. Parti Konferansında Gorbaçov “parti ve devlet organlarının işlevleri ve rolleri arasında açık bir ayrım “yapılmasını önerdi. Gözle görülür bir kapitalist modele göre yeni revizyonist düzenlenmesine girişilen Sovyet siyasi sisteminin, revizyonist propagandistlerce son zamanlarda sürekli işlenen (Bir örnek: “Şimdi devlet sosyalizmi ilerlemenin bir engelidir ve öz-yönetim sosyalizmiyle yer değiştirmelidir. ” -Literaturnaya Gazeta- .) ve uygulamasına geçilen öz-yönetimcilik ve politik çoğulculuk ilkelerine uyumunun sağlanması için bu gerekliydi. Ve sınıfın en ileri unsurlarını bağrında toplayan, bilimsel sosyalizm ve devrimci teori ile donanmış, emekçi yığınların nabzını tutan, canlı ve demokratik bir parti içi yaşantıya sahip, sınıfın ve mücadelesinin, tüm örgütlerinin yönlendiricisi Leninist partiyle revizyonist, bürokratik, müdahaleci, demokratik olmayan, sınıfa karşı partiyi birbirine karıştıran, revizyonist partinin ve uygulamalarının kötülüklerinin kaynağının Leninist parti öğretisinde arayan liberal yönelimli Gorbaçov ve “demokratizminin” destekçileri bu “ayrım” önerisini hemen onaylayıp benimsiyorlar. Anlamını çözümleyemedikleri “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını ileri sürerek… Bu slogan partinin önder rolünün yadsınmasını gerektirirmiş gibi. Sovyetler aracılığıyla iktidarını gerçekleştiren işçi sınıfı partisinin önderliği ve yöneticiliğini gereksinmezmiş gibi… Leninist partiyi sınıfın değil, bürokrasinin partisi varsayarak. Parti, sınıfın önder ve yönetici gücü olmaktan çıkacak, sınıfa, devletini örgütleyip işletmede yeni koşullarda sınıf mücadelesini sürdürmede, sınıfsız toplum yürüyüşünde yol göstericilik etmeyecek, örneğin bir enformasyon bürosu olacak; buna da “sosyalist demokrasinin olgunlaşması” adı takılacak. Bu sosyalist olmaktan çıkacak kadar “olgunlaşmış” bir “sosyalizm” savunusudur!
Yine 19. Konferans’ta parti birinci sekreterliğinin seçimi ve başkanlık sistemine ilişkin yürütülen tartışma ve alınan kararlar Leninist parti öğretisine yöneltilen saldırıların diğer bir örneğini oluşturdu. Birinci sekreter merkez komitede değil, kongrede ya da halk tarafından seçilecekti. Özellikle sekreterin halk tarafından seçilmesi talebi “bütün halkın devleti”ni ve partinin sınıfın partisi olmaktan çıkmasını öngörüyor. Sınıfın partisinin sekreterini, yalnızca parti üyesi olmayanlar değil, sınıfın bile üyesi olmayanlar, sınıf-dışı unsurlar seçecek. İlginç bir Leninist norm! Gorbaçov, izinden giderek, açtığı liberalizasyon yolunu tamamlamaya çalıştığı Kruşçev’e merkez komitede Brejnev tarafından düzenlenen darbe örneğinin korkusuyla ve şaşaalı bir “demokratizm” gösterisiyle Leninizm’in en basit normlarını bile açıkça çiğnemekten sakınmıyor.
Ve bir kez sınıfsızlaştırılmış ve partinin “korkutucu” rolünden arındırılmış Sovyet toplumuna en uygun siyasal sistem başkanlık sistemi olarak beliriyor. Burjuva demokrasileri örnek verilerek öneriliyor: “Batı demokrasilerinde çok etkili olduğu kanıtlanan başkanlık sistemi Sovyetler Birliği’ne daha iyi uyacaktır.” (Literaturnaya Gazeta, Burlac)
Partinin yol göstericisi, yönetici rolü niçin başkanınkiyle değiştirilmesin ki!
Geçerken Gorbaçov’un savunma yoluna girdiği, ülkemizde de sosyalist demokrasi ve örgütlenme özgürlüğü adına savunulan “çok partili sosyalizm” ve politik çoğulculuk tezine değinmek gerekiyor.
Türkiye’de ideolojik-politik çoğulculuk savunusu, partinin yönetici rolünün küçümsenmesiyle Sovyetlerin rolünün abartılmasının bir bireşimi olarak gerçekleştiriliyor. Öndersiz kitleler yüceltilip uvriyerizm karışık popülizm yoluna girilirken demokratizm önemli bir hareket ettirici oluyor. Partinin bürokratlaşmasından da ders çıkarılarak arayışlar içine giriliyor ve panzehir bulunuyor: kitle ve kitlesel iktidar organı olarak Sovyetler! Partinin bürokratlaşmasının, yozlaşmasının ve tutuculaşmasının alternatifi Sovyetlerde ve Sovyetlerin parti aleyhine güçlendirilmesinde bulunabilir mi? Yani öncünün alternatifi kitlede, öncü işçinin, işçi sınıfının ileri unsurlarının alternatifi ortalama ya da geri işçide, hatta Sovyetler kooperatifçi köylülüğü, aydınları da kapsadığı için köylülükte ve aydınlarda olabilir mi? Sosyalizmin garantisinin öncü ile Marksist-Leninist parti ile karşı karşıya konulan kitlede ve iktidarın “tek” organı olarak görülen Sovyetlerde olduğunu sanmak, bilimi, Marksizm’i, önderlik faktörünü yadsımak ve kitle kuyrukçuluğu yapmak olur.
Parti karşısında kitle ve Sovyetler yüceltisi ile partinin önder rolünün yadsınması ideolojik-politik çoğulculuğun atlama taşı oluyor: sınıfsızlaştırılmış bir kitle demokrasisi ve kitlenin beğenisine sunulacak çok parti! Ve ayrı ayrı işçi sınıfının esas kesimi ile kapitalizmden kalma aristokrat tabakasına, işçi bürokrasisine, işçi sınıfına yeni katılan ve henüz maddi ve ideolojik olarak tam işçileşemeyen unsurlara ve esas olarak da sınıf dışı (küçük burjuva, köylülük, aydınlar…) katmanlara dayanacak olması kaçınılmaz, Marksis-Leninist olacak ve olmayacak (doğru kimsenin tekelinde değil ya, bazen biri bazen diğeri doğru tutum ve önerileri savunabilir!) birkaç işçi ya da sosyalist parti ve bunlar arasında öngörülen kayıkçı dövüşü ve onun mekanizması olarak politik çoğulculuk ve burjuva parlamente-rizmi, sosyalist demokrasi olarak tasarlanıyor.
Sosyalist demokrasi ve örgütlenme özgürlüğü, kuşkusuz kitlelerin şu ya da bu partiyi seçme, “hizmet imkanını” şu ya da bu partiye verme ve partileri de kendilerini kitlelere beğendirme, bunun için burjuva parlamentarist rejimlerde olduğu gibi, aldatmaca ve demagoji ile politikalar üretme zorunda bırakan burjuva yanılsaması bir şekillenme olarak geliştirilmiş çoğulculuk masalına dayandırılamaz.
Marksistler, sosyalist demokrasi ve proletarya iktidarının garantisi olarak birden fazla partiyi savunmazlar; ancak özellikle tarihten gelme koşulları dikkate almadan her koşulda ve ne olursa olsun Leninist parti dışındaki örgütleri yasaklamazlar, onlar, sosyalizme ve sınıfa karşı yıkıcı örgütlere dönüştükçe demokrasi alanı dışına itilirler.
Burjuva demokratik, liberal yaklaşımın tersine, sınıfın ve emekçilerin en geniş özgürlüklere – gerçekleşmelerini sağlayacak maddi koşullarıyla birlikte – sahip olması ve siyasal yaşama, devlet işlerinin yürütülmesine yığınsal katılım olanağının varlığı ve geliştirilmesi, birden fazla partiyi gereksinmez, aksine yadsır. Tam demokrasi ya da aynı anlama gelmek üzere demokrasinin kavram olarak anlamsızlaşması, çünkü ne baskı altında tutulacak ne de tutacak sınıfın kalması, devletin sönmesi, özgürlüklerin ve demokratizmin genel doğrultusu ve hedefini oluşturur. İşçi sınıfı, sınıfları ortadan kaldırmakla, sınıflı toplumdan kalma tüm sınıf farklılıkları gidermekle yükümlüdür; kendi kurtuluşu ve sınıf çıkarı buradadır. Dolayısıyla, burjuva, küçük burjuva ideolojilerin (ve onların kuruluşları partiler olarak örgütlenmesinin) ve etkilerinin yok edilmesi çabası, Marksist-Leninist partinin önder “e yönetici rolünün (partinin kendisinin de gereksizleşmesine doğru) sürekli pekiştirilmesi, işçi sınıfının sınıfsız toplum amaçlı yürüyüşünü ve başarılı bir sosyalist insanın temel koşuludur.
Bu yürüyüş ancak işçi sınıfı iktidarı allında gerçekleşebilir. İktidarını başka sınıflarla paylaşmayan isçi sınıfı, kendi devletinin yönetilip yönlendirilmesini de. en ileri bilinçle, Marksizm’in öğretisiyle donanmış ileri unsurlarını içinde barındıran öncü müfrezesinden, partisinden başkasına teslim etmez. Leninist partinin önder ve yönetici rolü ile işçi sınıfı iktidarı birbirinden ayrılmaz ve karşı karşıya konulmaz bir bütünlük oluşturur. Bu nedenle işçi sınıfı, hiçbir zaman Leninist partisinin önder ve yönetici rolünü başka partilerle paylaşma perspektifine sahip değildir, olmaz.
Karşı/ideolojilerin ve siyasi partilerinin özgürce örgütlenmesi ve yürütme gücünün burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olan parlamenter demokraside olduğu gibi rakip partiler arasında el değiştirmesi, sosyalist demokrasinin bir unsuru değildir. “Sosyalizm”den proleter sosyalizminin yanı sıra burjuva, küçük burjuva vb. sosyalizmleri amaçlanmadıkça, sosyalizm işçi sınıfı dışında başka sınıf temellerine de sahip varsayılmadıkça, bu rakip partilerin, “sosyalist” çerçeveyi, “sosyalist” anayasayı savunmasının öngörülüp şart koşulması bir anlam ifade etmez.
İkinci, üçüncü… ”sosyalist “partiler, sınıf temeli, ideolojisi ve siyasal programı ile ancak işçi sınıfı dışındaki sınıf ve katmanlara ya da özellikle sosyalizmin ilk dönemlerin de kapitalizmin bir kalıntısı olarak bir süre eski konumunu kazanmaya uğraşacak. Ve etkisini sürdürebilecek işçi aristokrat ve bürokratlarına ve sınıfa yeni katılan küçük burjuva unsurlara dayanabilirler. Bunlar, Marksist ya da gerçek sosyalist değil burjuva, küçük burjuva partiler olabilir ve ne işçi iktidarını ne de sosyalist inşa ve sınıfsız toplum yürüyüşünü yönetip yönlendirebilirler Tersine, tek yönetici re önder güç olarak Marksist partinin proletarya iktidarı koşullarında sınıfsız toplum yürüyüşünü başarıyla yönetip yönlendirmesi, bu tür partilerin, ideolojileri, sınıf temelleri ve kalıntıları ile birlikte amansız bir sınıf mücadelesinin nesnesi olarak görülmesine ve etkileri ile birlikte yok edilmeleri için mücadele edilmesine bağlıdır.
Bulgaristan Çiftçi Partisi ile Vatan Cephesi içinde birlikte örgütlenme ve benzeri deneyler ise, kapitalizmden sosyalizme geçişin ve antifaşist mücadelenin özgün koşullarından gelen ve bu partilerin tamamen Marksist parti ile birlikte, onun önderliğini kabullenip benimseyerek ve onunla iktidar yarışma, dolayısıyla sosyalizm ve proletarya iktidarına karşı mücadele içine girmeyerek varoluşu ve bunun uygun siyasal biçimlerle devamının olanaklı olduğunu gösterir. Ve bu tür örnekler de, proletaryanın iktidar sistemi yerine “çok partili iktidar mekanizması ve hizmet yarışı” burjuva liberal tezinin kanıtlayıcısı değil olumsuzlayıcısı örneklerdir.
Genel bir demokratizm yüceltisi, savunucularını sosyalist demokrasi yerine burjuva parlamentarizmini örnek almaya götürüyor. Gorbaçov ve onu destekleyip ondan etkilenenler bu noktada birleşiyorlar. Ve sözde Sovyetler güçlendiriliyor ya da güçlendirilmesi öneriliyor. Bu “güçlendirmenin” anlamı, Sovyetlerin güçten düşürülmesi bile değildir; işçi sınıfının iktidar organları olarak Sovyetlerin devreden çıkarılması ve yerine burjuva parlamentosunun konmasıdır.

YÖNETİCİ GÖREVLERE ADAY OLMA VE GÖSTERME SERBESTÎSİ VE GİZLİ OY İLKESİ
Bu özgürlük ve ilkenin yalnızca sosyalizme özgü olmadığı, sosyalist demokraside emekçiler açısından gerçekleşme koşullarının oluştuğu, bunun ötesinde, biçimselliğiyle burjuva demokratik bir içerik taşıdığı ve burjuva demokrasili ülkelerde uygulana-geldiği ortadadır.
Sovyetler Birliği’nde Kruşçev’le birlikle işbaşına gelen bürokratik revizyonist yönetim yalnızca partinin gösterdiği adaylarla yapılan göstermelik seçimler ve organlarda oylamanın açık yapılmasıyla yönetimini ve politik uygulamalarını kabaca garanti altına almaya çalışıyordu. Yalnız “kendi adamlarını” seçtiren ve onlara bile rengini belli ederek oy kullandıran revizyonist bürokrasinin açık zoru ve baskıya dayanan bir diktatörlüğü hüküm sürüyordu. Şimdi sistem, liberalize olarak kendini güçlendirmeye, belirli muhalefet girişimlerini de açtığı kanalla kendine bağlamaya yöneliyor. Açıktır ki, burjuva revizyonist yönelim ve rejimler arasında kitleleri kendine bağlama açısından en güçlü ve muhalefeti eritmeye en yatkın olanı demokratik yönelim ve rejimlerdir. Yıllar sonra bu yeniden keşfediliyor.
Gizli oy, iradenin siyasal olarak baskı altına alınmayışının bir ifadesidir. Baskının salt ekonomik, baskıyla sınırlanışının, ekonomik iktidarın siyasal iktidarı yansıtmasının dışında siyasal iradenin özgürce oluşmasının bir gereğidir. Sosyalizm koşullarında, yaratılan maddi gerçekleşim gücüyle on yıllarca uygulanmış bu ilke. Kruşçev’le birlikte emekçilerin siyasal yaşamın dışına dilmesinin bir unsuru olarak uygulanmaz olmuş, bürokratik polis zorbalığı, açık diktatörlük, sosyal faşizm kendi normlarını oluşturmuştu. Şimdi rejimin liberalizasyonunun bir unsuru olarak burjuva parlamentarist normlara dönülmekledir. Sosyalizmin bir göstergesi şeklinde propaganda edilerek…
Adaylık serbestîsinde de benzer bir durum geçerlidir. Leninist parti zorba bir merkezcilik yanlısı ve uygulayıcısı değildir. Kendi önerilen dışındaki önerilere izin vermeyen bir partinin yönetimindeki bir devlet, sosyalist demokrasinin alanını oluşturmaz.
Ekonomik ve siyasal yönetim görevlerinin aday olmak ya da göstermek, ancak parti kanallarından gerçekleşebildiğinde, faşist ya da benzeri türden despot bir tek parti diktatörlüğünden söz edilebilir. Ekonomik olanaksızlıklar (adaylık harcamaları, propaganda giderleri vb. olarak: dışındaki yasal siyasal kısıtlamalar ise sosyalist demokrasi bir yana burjuva demokrasisinin de güdüklüğünün belirtisidir. Seçme seçilme özgürlüğünün sınırsızlığı ve bu alanda tam hak eşitliği, burjuva demokrasisinin bir unsuru ve sosyalist demokrasinin vazgeçilmez bir on koşuludur. Sosyalizm, ilk dönemlerinde ancak burjuva gericilerin seçme -seçilme haklarını sınırlar.) Kuşkusuz, seçme seçilme öz gürlüğünün bulunması, sosyalist demokrasinin gerçekleşimi için yetersizdir. Sosyalist demokrasi ve gerçek bir seçme-seçilme özgürlüğü ancak toplumsal mülkiyet ve ekonomik hak eşitliği koşullarında varsayılabilir Seçim platformundan, toplantı salon ve gösteri meydanlarında ve basım-yayın olanaklarından yararlanan hakkı ekonomik, koşullarıyla var olmadıkça, seçme seçilme hakkı salt siyasal, biçimsel hal; eşitliği olarak kaldıkça, gerçek anlamına kavuşamaz Bu durumda bir değil yirmi aday olsa. parti dışında da adaylar gösterilse, işin özü farklı olmaz: fark, yalnızca burjuva demokrasisinin varlığı ya da yokluğu ya da genişliğinde ortaya çıkar.
Özel ve grup mülkiyeti alanım yaygınlaştırır, piyasa ekonomisi ve ticaret özgürlüğünü genelleştirirken seçme seçilme özgürlüğüne ilişkin girişimleriyle “Gorbaçov demokratizmi”nin sosyalist iç eriğinden söz edilemez. Gorbaçov’un çok aday ve gizli oy savunusu, sosyalizmle bir ilgisi olmayan politik çoğulculuk fikrinin yasama geçirilmesi yöneliminden, Sovyet siyasal sisteminin Batı normlarına uygunlaştırılmak üzere liberalize edilmesinin unsuru olmaktan başka bir şey değildir.
Çok partili rejimden, çoğulcu demokrasiden farklı olarak, partili ve partisiz adayları kapsayan çok adaylı secimler, Lenin ve Stalin zamanının bir gerçeğiydi. Ve ikinci olarak, çok adaylı seçim yalnızca sosyalist demokrasiye özgü olmadığı gibi biçimsel olarak seçimler ve çok adayda takılıp kalmak, en gelişkin demokratizme denk düşmez, sosyalist demokrasi, seçim ve çok adaydan çok dalla fazla bir şeydir.
Sosyalist demokraside, partinin sınıf ve emekçi halkla kaynaşmışlığı ve gelişkin bir önderlik gerçekleştirmesine bağlı olarak seçimler, biçimsel bir oy verme ve sayma işlemi olmaktan çıkar. Seçim öncesi tüm seçmen ve adayların katılımı ile geniş tartışmaların örgütlenmesi, tüm seçmen ve adayların aktif olarak katıldıkları siyasal yaşam ve ekonomik etkinliklerin organizasyonunda bir birlerini yakından tanımaları koşullarında, partinin yol göstericiliği de göz önüne alındığında, seçim öncesi tartışma ve etkinlikler, seçim anını oluşturan oy verme ve sayma işlemlerinden çok önem kazanır ve belirleyici olur.
Bu durum, aynı zamanda, her şeyin ve her adayın o olumlu ve olumsuz özelliklerinin açıkça ve geniş olarak tartışılmasına bağlı olarak, herkesin üzerinde hemfikir olabileceği adayların, seçim öncesinde belirlenmesi ve tek görev için tek aday çıkması ya da gösterilmesi yönünde bir gelişmeye temel hazırlar. Zora, aldatmaya, tehdit ve baskıya değil, özgür tartışma ve fikir oluşturmaya ve kitlelerin siyasal yaşama aktif katılımına dayanan bu adayın tekleşmesi eğilimi, henüz kafa kol emeği, yöneten-yönetilen çelişmelerinin geçerli olduğu, herkesin her görevi yerine getirebilecek öğrenim, eğitim, bilgi düzeyine sahip olmadığı sosyalizm koşullarında ideal durumu oluşturur. Her görev için, maksimum başarı, sağlayabilecek tek gerçek kişi vardır; bilgi, beceri, eğitim, tecrübe birikimi farklılıklarının varlığını sürdürdüğü koşullarda böyledir bu. Ve sorun, bunu en iyi ve doğru şekilde saptamak ve her görev için onu en yüksek başarıyla yerine getirebilecek kişiyi bulup çıkartmaktır. Bunun yolu ise, biçimsel, körü körüne yapılan bir seçim olamaz.
İki, üç ya da daha çok aday arasından birini seçmek olanağının bulunması, kendi başına, gerçek demokrasi göstergesi değildir, örneğin, seçmenleri ikna için daha çok para harcayan ya da çıkar sağlayacağı garantisi veren, seçileceği görevin ayrıcalıklarından yararlandıracağını vaat eden ya da ideolojik yanılsamalardan hareketle geleneksel on yargıları, yerleşik alışkanlıkları, seçmenlerin çıkarlarına aykırı ama onları etkisi altında tutan fikir ve düşünceleri savunan, iyi demagoji yapan adaylar biçimsel seçimlerde burjuva demokrasilerinde seçilme olanağı elde ederler. Oysa seçim öncesinin, örgütlenmiş, Marksist parti tarafından önderlik edilen tartışmaları ve katılımcılık temelinde her görev için en uygun kişi emekçilerce bulunup çıkarılabilecek ve son oy verme-sayım işlemi basit bir onaylama işlevini yerine getirmekten ibaret olacaktır.
Ancak bu, seçim ilkesinin tümden işlevsizleştirilip yerine, örneğin atama ilkesinin geçirilmesinden bambaşka bir şeydir. Biçimsel seçim ve atama, her ikisi de, en olumlu durumda yönletilenleri devre dışı bırakır. Yalnızca onların eğilim ve özlemlerinin dikkate alınmasıyla yetinir. Oysa seçme-seçilme özgürlüğünün, salt oy verme ve biçimsel seçime indirgenmesinin ötesinde gerçek kullanımı, siyasal yaşama doğrudan katılımın, seçimin biçimselliği alanını daraltması, onu sıradan ve basit bir onaylama düzeyine indirip oy kullanma öncesi yığınsal etkinliklerin işlevini arttırmasıdır.
İdeal durum oturak, seçim öncesi parti önderliğindeki tartışmalar, adayın tekleşmesine ve tüm seçmenlerin tek aday üzerinde fikir birliğine vurmalarına götürebilir ve buna ulaşmaya çalışmak doğaldır. Ancak bu her zaman ve daima ulaşılabilecek bir durum olamaz. Ya birbirine yakın bilgi, yetenek ve tecrübe düzeyinde birden fazla kişi olabilir ya tüm seçmenler çeşitli nedenlerle tek bir aday üzerinde anlaşamazlar ya da yine çeşitli nedenlerle seçmenler daha yetersiz bir adayı seçme yanlısı olabilirler… Ve sonuçta, tek adayda fikir birliğine varılsa ya da varılmasa da oy verme ve sayımı formaliteye dönüşse ya da henüz dönüşmese de, son belirleme yine oy verme ve oyların sayımı yoluyla yapılacak, seçim süreci bu şekilde tamamlanıp sonuçlandırılacaktır. (Kuşkusuz bu da bir sonuçlandırma olmuyor; sosyalist seçim süreci bitimsizdir çünkü seçmenlerin yetkilendirdikleri görevlileri her an geri alına hakları vardır.)
İdeal ve istenir durum adayın tekleşmesi olmakla birlikle, bunun gerçekleşmesi, yalnızca partiye, kitlelerle daha sıkı birleşme, onları siyasal yaşama giderek daha fazla ve aktif olarak katma ve doğru önerilerde bulunma görevleri yükler. Ama partinin yol göstericiliğinde adayın tekleşmesi eğilimi ve tek adayın ideal durum olması, hiçbir şekilde, seçme-seçilme özgürlüğünün, seçim sürecinin herhangi bir anında ve “sonunda” aday olma ve oy verme sırasında sınırlanabileceği anlamına gelmez. Her isteyen aday olabilir, aday gösterilebilir. Onun propagandasını yapabilir ve seçilebilir. Bu özgürlük sosyalist demokraside sınırsızdır (Proletarya iktidarının ilk dönemlerinde, henüz burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesinin tamamlanmadığı koşullarda burjuva gericilerin seçme-seçilme hakkından yoksun bırakılmaları dışında.)
Tüm seçim süreci boyunca seçme-seçilme hakkı ve özgürlüğünün gerçek anlamda var olmasıyla bu hak ve özgürlüğün, özellikle ideal durumuyla gerçekleşmesi birbirine karıştırılmaması gereken şeylerdir ve örneğin bir seçim çevresinde tüm oyları tek bir adayın alması ve zaten birden fazla adayın ortaya çıkmamış olması yadırganmamalıdır. Baskı ve zora dayanarak, kitleleri siyasi yaşam dışına iterek tek aday kabul ettirilmesi ne sosyalisttir ne demokratik. Oysa partinin önderlik rolünü tam olarak yerine getirmesi, canlı bir siyasal yaşama bağlı olarak işçi sınıfı ve emekçilerin Marksist parti etrafında sıkıca birleşmiş oluşu ve partinin önerileriyle uygunluk içinde seçimler gerçekleştirilişi, demokrasinin gelişkinliğinin ifadesi ve göstergesidir.
Parti her görev için önerilerini yapar. Ama bu partiye, ne önerilerinin kesin olarak uygulanacak olması ne de kendisinden başkasının aday göstermesini engelleme yetkisi verir. Parti, önerilerinin doğruluğu ve kitlelerin nabzını elinde tutuşuyla destek görür ve önerdiği adayların seçilmesinde demokratik olmayan bir şey yoktur. Eğer sınıfın ve kitlelerin çıkar ve özlemlerine uygun olmayan hatalı önerilerde bulunuyor ve bunları kabul görmüyorsa, terslik partidedir Sınıfından ve kitlelerden kopmaya ve sapmalara yönelmiş bir partinin gördüğü desteğin ve inanılırlığın azalması kaçınılmazdır. Bunun sonucu bir diğer kaçınılmazlık ise, partinin bu olumsuzluğu gidermek için, kendisini diktatörce yetkilerle donatması, örneğin kendi dışında aday gösterilmesini engellemesidir. (Ve revizyonist Sovyet partisinin başına bu ikisi de gelmiştir.) Özcesi, demokratik olmayan tutum ya da yanlışlık, partinin adaylar önermesi ve genellikle bunların seçilmesi değil, partinin sınıftan ve kitleden koptukça başka adayları engelleme benzeri zorbalık yollarına yönelmesidir.
Çok adaylı seçimler, revizyonist tek parti diktatörlüğü karşısında demokratik bir içerik taşıyor; burjuva demokratik bir içerik. Ancak sosyalizm olarak sunulması ve politik çoğulculuğun, çoğulcu demokrasinin bir uygulaması olarak partinin önder rolüne saldırıyla birlikle savunulması, yalnızca revizyonizmin bir aşama daha kaydetmesi, sosyalizm yerine liberalizmin geçirilmesidir.

YÖNETİCİLERİN EN ÇOK İKİ DONEM YA DA ON YILLA SINIRLI OLARAK GÖREVDE KALABİLMELERİ
Çok partili burjuva parlamenter sistemde kişisel diktatörlük eğilimine karşı düzenleyici bir rol oynayan bu önlem, tamamen biçimsel karakterdedir. Kişisel diktatörlük eğiliminin çok güçlü bir temele sahip olduğu Sovyetler Birliğinde revizyonist bürokratik tek parti diktatörlüğü karşısında bu burjuva liberal önlemin olumlu bir yanından söz edilebilir; ancak sosyalizm ve sosyalist demokrasiyle bir ilgisi olmadığı belirgin olmalıdır. Sosyalizm biçimsel düzenlemelerle garanti altına alınamaz, onun garantisi başka yerlerdedir. Ve tersine bu liberal düzenleme, Marksizm’in örgütsel normlarına, sosyalist demokrasinin yönetsel biçimlerine ve özüne doğrudan bir saldırıdır.
Görevinin en iyi üstesinden gelen ve bulunduğu yere en layık olan görev başındaysa, yerini doldurmak üzere daha yeterli bir kişi çıkmamışsa, görev süresi neden on yılla sınırlansın? Yok, eğer bir yönetici yerini doldurmuyorsa, görevlerini yerine getiremiyorsa ya da ondan daha gelişkin, yeterli ve bilgili insanlar varsa ya da yeni ortaya çıkmışlarsa, neden bir veya iki seçim dönemi, beş veya on yıl beklenmek zorunda kalınsın! Her kademede seçmenlerin vekillerini geri alma, yöneticilerin görevlerine son verme hak ve yetkisine sahip olmaları sosyalist demokrasinin temel bir koşuludur. Partide de yöneticiler, çeşitli komitelerde, merkez komitesinde, kongrede ya da olağanüstü kongrelerde değiştirilebilir. Neden on yıl beklensin ve on yıllık sürelerle neden değişiklik gereksin?
Parti ya da devlet yöneticisi yetersizse değiştirilebilmeli, bunun için seçim dönemleri sonunun beklenmesi gerekmemeli, iyi ve yeterliyse iyi ve yeterli olduğu sürece görevini sürdürebilmelidir. Önemli olan, toplumsal görevlerin en iyi şekilde yerine getirilmesi ve bunun için uygun kişilerin yönetimde bulunmalarıdır. Yürütülen görev nedeniyle ayrıcalıklara sahip olunmasının, kişisel ve grupsal yönetim eğilimlerinin ve bürokrasinin önlenmesinin yolu, görev süresinin sınırlanması biçimselliğinde değil, seç menlerin vekilleri ve yöneticilerini görevden alabilmelerinde, bunun düzeneğinin oluşturulmuş olmasında ve ayrıcalıklara ve bürokrasiye karşı sürekli mücadelededir.
Yerine daha yeterli ve gelişkin bir kişi çıkmadan, işini başarıyla yürüten bir yöneticiyi, on yıl sonra görevden alına zorunluluğu, görevin başarıyla yürütülmesinin engeli, ya da bugün Çin’de Deng’in yaptığı gibi perde arkası yönetimlerin gündeme gelme nedeni olur. Düşünülsün; örneğin Latin’in görev süresi on yılla sınırlanmış olsaydı, Lenin, olanca enerjisi ve aktifliğiyle, bilgisi ve önderlik yeteneğiyle “kızağa” mı çekilecekti? Ve O’nun yerini, O ortada dururken kim dolduracaktı? Bu noktada bir çelişme yok mudur? En iyisini bilen ve yapabilecek olan dururken salt biçimsel nedenlerle görev değişikliği neden?
Politik çoğulculuk sistemine uyum sağlama liberal yönelimi ve Kruşçevi deviren türden darbelerin nedenlerini ortadan kaldırma kaygısı, bu anti-Marksist düzenlemenin hareket noktasıdır.
Sosyalizm biçimselliğe takılıp kalmaz. Çözümünün yollarını da yaratarak oluşan her sorunu gereğince ele alıp çözer. Bürokrasi ve kişisel ve grupsal diktatörlük eğilimlerini, çürümüş parlamenter sistemlerde olduğu gibi, biçimsel önlemlerle değil, görevden alına ve katılım ve denelim mekanizmalarını işleterek, kitlelerin etkin gücü ve eylemiyle, örgütlülüğü ve iktidarın gerçek sahibi olması koşullarının varlığı temelinde geçersizleştirir. Ve sınıfın en iyi ve ileri temsilcilerinin, bu niteliklerini korudukça, görev başında kalmalarını yapay önlemlerle engelleme yoluna gitmez. En iyinin en yetkili yerde olması işçi sınıfı ve sosyalizmin çıkarınadır çünkü.
Önderlik, yöneticilik, bilgi, tecrübe, siyasal ve örgütsel yetenek, kitlelerle bağ, uzağı görme ve enerji işidir. Bunlarsa, süreyle sınırlanabilirlikleri olmayan kategorilerdir. Ve üstelik süreyle sınırlanan yöneticilik, sermayenin gücünün “her şeye kadir” olduğu, yöneticileri salın alarak ya da başka yollarla kendine bağlayabildiği burjuva demokrasisi koşullarına uygundur, onun bir normudur. Sermaye, şu ya da bu yöneticinin işbaşında bulunuyor oluşundan bağımsız olarak kendi egemenliğini sürdürür çünkü. Ama işçi sınıfına denenmiş, bilgili, yeterli yöneticiler gereklidir. Yine gerektiğinde değiştirilebilmek üzere.
Türkiye’de bu önlem, önceden SDP ve Aybar tarafından savunuldu ve uygulandı. Aybar bir dönem başkanlık görevinden ayrıldı. Ama o çevrenin önderi yine Aybar olarak kaldı. Dün de öyleydi bugün de öyle.

BÜROKRASİYE KARŞI MÜCADELE… ANTİ-BÜROKRATİZM…
İşbaşına geldiğinden bu yana Gorbaçov bürokratizmi epey eleştirdi ve bir kısım bürokratları görevden aldı. Ama o kendisi en büyük bürokrat değil mi? Aynı bürokratik mekanizma içinde işbaşına gelmedi mi? Ötesi, her yönetim değişikliğinde görülen ekip değişikliği, her yeni yöneticinin kendi kadrosu ya da “adamları”yla çalışma tutumudur.
Bir de sorunun teknokratlar ve küçük bürokratların hoşnutsuzluklarının giderilmesi ya da törpülenmesi yönü var. Aşırı merkeziyetçilikle hemen tüm yönetimin, merkezi yönetim, bakanlıklar ve parti ve devlet şeflerinin elinde toplanması, oldukça büyük birikimlere yol açmış bulunuyor. Küçük bürokrat ve teknokratlar, bu durumda hem işlerin gidişinde pek söz ve karar sahibi olamıyor hem de bölüşümde az pay alıyorlar. Gorbaçov, yetkilerin dağıtılmasını, öz-yönetimci bir propagandayla desantralizasyon ve işletmelerin özerkliğini savunarak bölgesel ve yerel yöneticilerin işletme müdürlerinin daha fazla yetkilendirilmesi yoluyla küçük bürokrat ve teknokratların istemlerine yanıt verme ve onları kendine bağlamaya yöneldi. “Bürokratizme karşı mücadele”de, inisiyatif ve işe karşı sorumluluklarının artması yolundaki bir yönüyle soyut diğer yönüyle sosyalizm adına işe ve makinaya kölece bağlanmayı içeren çağrılar dışında, işçi sınıfına herhangi bir rol biçilmiyor. İşçilerin katılım ve denetiminin sağlanması ve bunun örgütsel araçlarının geliştirilmesi Gorbaçov’un sorunu olmuyor. O, “bürokrasiye karşı” bürokratların yetkilerinin yerel ve bölgesel düzeyde, işletme ve kooperatifler bazında artırılmasıyla “mücadele” yolunu benimsiyor! Bürokrasinin başının “bürokrasiye karşı çıkış”ının son sınırı ancak bu olabilirdi…
Bürokrasinin hiç gelişmediği tekelci kapitalizm öncesi ABD ve İngiltere gibi ülkeler bir yana bırakılırsa, burjuvazinin yönetim ve örgüt ilkesi merkeziyetçiliktir. Âdemi merkeziyetçilik ve aynı anlama gelmek üzere demokrasi ilkesi genel bir uygulama alanı bulamamakta, çeşitli burjuva rejimlere, özellikle parlamenter rejime demokratik bir görünüm vermek üzere, merkeziyetçilik ilkesi temelinde bir yama ve eklenti olarak uygulanma yoluna gidilmektedir. Âdemi merkeziyetçi yönetim teknik ve yöntemlerinin kullanılmasının ikinci nedeni, yönetim giderlerinde tasarruf sağlamasıdır.
Tekelci dönemle birlikte merkeziyetçilik gelişmiş, despotik, faşist, sosyal-faşist rejimlerde genel kural olarak merkeziyetçi öge ileri boyutlar kazanmıştır.
Sosyalizmin ise örgüt ve yönetsel ilkesi demokratik merkeziyetçiliktir. Merkeziyetçilik ve âdemi merkeziyetçiliğin diyalektik bütünlük halidir. Merkezin genel çerçeveyi çizici ve yönlendirici, yerel organların yerel-özel sorunları çözücü ve merkeze dayanak ve destek oluşturucu işleve ve buna uygun yetkilere sahip olmasıdır. Yerel yönetim, merkezin genel çerçeveyi çizdiği sınırlar içinde özerk değilse, alt bölge ya da birimin hiçbir sorunu çözülemez ve karşı etki olarak, bu durum, merkezin genel çerçeveler çizemez oluşu, özel-yerel sorunların bir toplamı ve bütünselliği olarak genel sorunlara egemen olamayıp merkezi çözümler üretememesi sonucunu doğurur. Diğer yönüyle genel bir çerçeve olmadan özel-yerel sorun ve çıkarlar birbirleri karşısına dikilir, genel ve toplumun bütünü yararına bir tümellik içinde eritilemez; genel çözümleme ve çerçeveler yokluğunda özel-yerel sorunlar anarşi içinde karşılıklı olarak güç etkilerini nötrleştirir, giderir ya da verimsiz bir çatışma içinde yok ederler. Ve birbirinin etkisini gideren tüm güç, çıkar ve etkenlerini bir bileşkesi olarak, büyük bir enerji israfıyla genel ve merkezi bir yönetim kendiliğinden sağlanır.
Gorbaçov, parti ve devlet üst kademeleri bir yana bırakılırsa, seçim ilkesi söylemine rağmen bu görevlere atama yapılıyor. Moskova parti sekreteri ve politbüro yedek üyesinin değiştirilmesi ve Kazakistan parti ve devlet şefi Kunayev’in zorla ve olaylı bir şekilde görevinden alınıp yerine merkezden bir Beyaz Rus’un atanmasında görüldüğü gibi, üst kademe değişikliklerinde hiç de “demokratik” olmayan bir yol tutuluyor ve âdemi merkeziyetçi davranılmıyor özellikle ekonominin yönetiminde, öz-yönetimci propaganda ve uygulama doğrultusunda ademi merkeziyetçiliği geliştirme alt kademelere, bölgelere, yerel kuruluşlara, işletmelere tanınan özerkliği artırma eğilimindedir. Çelişik eğilimler içinde oluşu, burjuva faydacılığının ve kendi yönetici ekibini oluşturup yerleştirme yöneliminin bir göstergesidir.
Öte yandan, özellikle siyasal alanda merkezin yetkilerini dağıtma niyet ve girişimi içinde olmayan, suyun başını ve dizginleri sıkıca elinde tutmaya özel önem veren Gorbaçov, oldukça merkezci bir konumdadır. “Demokrasi” rüzgârı ise, merkeziyetçi mekanizmanın temel kuruluşunu, başlıca kararların (ve genel olarak kararların) özünün oluşturulması ve temel önemdeki yetkilerin kullanılmasını esasta etkilemeyecek, daha çok belirli bir demokratik görünüm verilmesine yataklık eden alt kademe görev ve yetkilerine ilişkin estirilmektedir. Siyasette vermeye çalıştığı demokratik görünüme karşın, henüz bu yön güçlü bir eklenti bile oluşturmamakta ve Gorbaçov merkeziyetçi yönetim yöntemlerini sürdürmektedir; başlattığı desantralizasyon ise, bu liberal çerçevesi ile açık bir biçimsel burjuva içerik taşımaktadır. Ekonomik alanda ise, gelecek sayıda üzerinde duracağız, desantralizasyon eğilimi oldukça güçlü ve gelişkindir. Gorbaçov esas liberalizasyonu ekonominin örgütlenişi ve yönetiminde gerçekleştirmeye yönelmiştir, bu yönde şimdiden önemli adımlar atmıştır.
“Gorbaçov demokratizminin” sosyalizm ve sosyalist demokratizmle ilişkisizliği üzerinde uzunca duruldu. Gorbaçov’un girişimlerini sosyalist demokrasinin geliştirilmesi pekiştirilmesi olarak sunmak bir yana O’nun adını sosyalizmle birlikte anmak bile ideolojik, politik yanılsamalar yaymak demektir.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizm bir devrim sorunu; sosyal bir alt-üst oluşu, bir iktidar değişikliğini, devrimi gereksiniyor.
“Gorbaçov demokratizmine” burjuva demokratik içeriği ve çerçevesi açısından bakıldığında da durum pek iç açıcı değil. Bazılarının “sosyalizmin kurtarılması ya da rayına oturtulması”nda bir eksiklik olarak gördükleri “tepeden gelmelik” , sınıfın, kitlelerin, tabanın, aşağı kesimlerin hareketsizliği, aslında burjuva içerikli demokratizmin sınırlılığı ve güdüklüğünün ifadesi ve göstergesidir. “Gorbaçov demokratizmi” revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis devleti karşısında da ne aşağıdan gelme karakter taşıyor ne de yıkıcı bir tutum alıyor; aynı bürokratik-militarist mekanizma içinde oynanan bir oyun, ve aşağı tabakalara ilgisi yalnızca aldatmaya ve peşine katmaya yönelik…
Her gerçek ilerleme, her devrimci gelişme gerçek bir halk hareketine dayanır ve ondan güç alırken “Gorbaçov demokratizmi” kendiliğinden hareketlenen ya da hareketlendirilen aşağı tabakalara dayanmıyor
Örneğin, Fransız burjuva devrimi, Robespiyer ve Jakobenizmi Paris’in “ayak takımının”, yoksullarının kulüplerinden aldığı güçle işçi, işsiz, küçük burjuva yığınlara dayanarak, onların itişiyle ve aynı zamanda en iyi ve ileri unsurlarını giyotine yollayarak demokrasi yolunda ilerledi. Cılız anti-emperyalist yönelimli Kemalist devrim bile Kuvayi Milliye örgütleri ve sayısız mahalli komitelerden güç alıp özellikle başlangıçta Osmanlı ordusunun kalıntıları yanında çetelere ve halkın aşağıdan gelme hareketine dayandı. Gorbaçov örgütlü ve eylemli güç olarak kime, dayanıyor? Parti ve devlet mekanizmasına, irili-ufaklı bürokrat ve teknokratlara… Bunlar nasıl bir dönüştürücü güç oluşturabilir?
Demokrasi, alt ve orta sınıflardan kaynaklanır; “bürokratizmi eleştiren” bürokratlar ise, demokrasinin yalnızca “kahramanlığına” soyunurlar. Gorbaçov Sovyet ekonomisini ve siyasi-hukuksal sistemini liberalize ediyor. Ancak bırakalım sosyalizmi, toplumsal gelişmenin dinamikleri ortaya çıkmadıkça, işçi sınıfının sosyalist ya da halkın demokratik bir hareketi gelişmedikçe, Sovyetler Birliği’nde demokratik bir ortamın hareketi gelişmedikçe. Sovyetler Birliği’nde demokratik bir ortamın oluşması olanaksızdır. Ticaret özgürlüğü, kâr elde etme özgürlüğü ve çalışmayarak sefalet içinde sürünme özgürlüğü olanaklıdır, gelişme bu yönde, ancak siyasal ya da sosyalist demokrasi için “uyuyan dev”in uyunması gerek.
“Gorbaçov demokratizmi” alt tabakalar içinde mayalanmayan, bir halk hareketine dönüşme eğilimi taşımayan, yukarıdan, sınırlı ve son derece güdük bir burjuva-revizyonist reformlar manzumesi, özellikle ekonomik reformlar ağırlıklı bir liberalizmdir. Mevcut Sovyet düzenini dönüştürücü değil, güçlendirici ve restore edicidir. Ve üstelik her aşağıdan gelme hareketle koparılıp alınmayan hak ve reform önlemlerinin başına gelenler, Gorbaçov reformlarının da geleceğini oluşturabilir. Ve siyasal alanda henüz görece kalıcı bir pozisyon edinemeyen reformların da garantisi yoktur, çeşitli koşullara bağlı olarak geri alınabilmeleri mümkündür.
Ve “Gorbaçov demokratizm”inin ortaya çıkış koşullarının ayırt edici bir yanı var. O feodalizme ya da faşizme karşı demokratik yönelişin sıradanlığından farklı olarak sosyalist geçmişe sahip bir ülkede sosyalizmin ideolojik ve siyasal süreçlerde biçim olarak varlıklarını korumuş son kalıntılarına karşı yeni bir atılım, burjuvalaşmanın olağanüstü boyutlar kazanmasının bir ifadesi olarak gündeme gelmiştir. İdeolojik ve tarihsel olarak, yalnızca burjuva demokratizminin ömrünü doldurması açısından değil, tüm bir sosyalist geçmişle hesaplaşmanın son sınırına götürülmesi ve sosyalizm karşısında burjuvazinin önünün tümüyle temizlenmesi, milliyetçi, anti – sosyalist güçlere dayanması açısından da gericidir, gericiliğe çıkarılmış çağrıdır. Bugünkü siyasal içeriğiyle de yine gericilik tarafından içi doldurulmuştur.
“Gorbaçov demokratizmi” sonuç olarak, yapıla-geldiği gibi, yüceltilmesi ve övülmesi gereken bir demokratizm değildir. Sosyalist demokratizm hiç değildir, böyle adlandırılması, sınıf perspektifinin tümden kaybedilişinin, kafa karışıklığının ya da siyaset sahnesinde liberal varoluşun gizlenmesi ihtiyacının ürünüdür. Ve burada bitmiyor iş: “Gorbaçov demokratizminin” tutarlı bir burjuva demokratizmi bile olamayışının, onun sınırlılığı ve güdüklüğünün görülemeyişi, sınıflar-üstü bir demokratik bakış açısından soruna yaklaşanlar adına da yalnızca ve yalnızca üzüntü vericidir. “Demokrasi hayranlığı”nın hiç değilse tutarlı bir burjuva demokratizminin savunulması olarak şekillenmesi temenni edilirdir.
Gelecek sayıda Gorbaçov’un ekonomik reformları üzerinde duracağız.

Ekim 1988

Ekim Devrimi ve Demokrasi

Milyonlarla sıradan insan sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına ayağa kalkıyor. “Ekmek, özgürlük, barış” haykırışları “bütün iktidar Sovyetlere” bayrağı altında eyleme dönüşüyor. “Sihirli değnek” savaş, açlık gibi görünümleri ve Çarlık memurlarını zorbalığıyla sömürgen toplumsal koşulların durmaksızın biriktirdiği “patlayıcı madde stoklarının” uzun hazırlık yılları boyunca Bolşevik Partisince sabırla, hüner ve Marksist teorik donanımla, sarsılmaz bir stratejik yönetim temelinde eğilip bükülen ince bir taktik esneklikle işlenip biçimlendirilmesi etkinliğidir. Ve ayağa kalkan isçi ve emekçi yığınlar artık dinlenmek için bile durmuyor, durulmuyor.
Ekim devrimi, milyonların inisiyatifinin harekete geçirilişidir. Kapitalist, yarı-feodal sömürü koşullarında köleliğe mahkûm edilen işçi ve emekçilerin devrimci eylem içine çekilişidir, siyasal ve toplumsal yaşama doğrudan katılmalarıdır. Yaşamı var eden sıradan insanların yaratıcı güç ve yeteneklerinin özgürce gelişip serpilmesinin önündeki engellerin kaldırılışıyla, dünya üzerinde ilk kez bir ülkenin bu devasa etkene dayanıp ondan güç alarak varoluşunun başlangıcıdır. O sıradan insanlar ki, uluslararası burjuvazinin, sol içindeki uzantılarının, küçük burjuva demokrasisinin “yapamazlar, birkaç ay hile dayanamazlar” beklentilerini boşa çıkarmakla kalmamış, devrimi boğmak için düzenlenen iç ve dış gericiliğin “haçlı seferlerini” bozguna uğratarak yürüyüşlerini sürdürmüşlerdir. Ekim Devrimi başarıya ulaştıysa, bu kadın erkek milyonlarca işçi ve emekçinin Bolşevik Partisinin sınanmış önderliğinde, siyasi, ekonomik, askeri tüm cephelerde sevk ve devrimci inisiyatifle, olağanüstü bir çaba ve birleşmiş cephelerde sevk ve devrimci inisiyatifle, olağanüstü bir çaba ve birleşmiş demirden bir güçle, yaratıcı bir ruhla ileri atılışları sayesindedir.
“Sosyalizmi cansız, kemikleşmiş, asla değişmeyen bir şey olarak gören sıradan burjuva sosyalizmi anlayışının ne kadar büyük bir yalan olduğunu, buna karşılık ancak sosyalizm koşullarında, önce halkın çoğunluğunu, sonra da tümünü kucaklayan, hızlı, gerçek, gerçekten kitlesel ileriye doğru bir hareketin toplumsal ve kişisel hayatın bütün alanlarında boy atacağını” (Lenin) ortaya koydu Ekim Devrimi.
Ekim Devrimi, gerçeklen kitlesel bir ileri atılışın önünü açtı ve ezilen, sömürülen yığınların yaratıcı ruh ve güçlerini serbest bıraktı; bu, ilerlemenin temel engelinin, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün oldu.
İnsanlığın önünde yeni bir ufuk açıldı böylelikle, insanın kendinin ve doğanın efendisi olacağı özgürlük dünyasına doğru, sınıfsız, sömürüşüz bir dünyaya doğru hızlı bir yürüyüş başladı. Yeni bir dönem başlamıştı: kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemi. Ve bu geçiş, bir siyasi geçiş dönemi olmadan olanaksızdır. Anarşist ve otorite-karşıtı “özgürlükçüler”in öngörülerinin tersine, bu dönem devletsiz, otoritesiz olamaz. Devrim ise dünya üzerinde olagelen en otoriter şeylerin başında gelir. Devirmek-bu, zaten devirenlerin iradelerinin, otoriter yoldan, devirdiklerine kabul ettirilmesidir. Ve devirenler eğer, boşuna güç harcamış ve çabalamış duruma düşmek istemeyeceklerse, egemenliklerini, kuracakları yeni bir aygıt aracıyla sürdürmek zorundadırlar. Bu aygıt, geçiş dönemi olan sosyalizmde proletaryanın devleti olabilir.
Ama bu devlet artık gerçek anlamda bir devlet değildir. Lenin ‘in deyişiyle, yarı devlettir. Sağlamlaştıkça yok olup gidecek oluşun diyalektiğinin örneği, sönme sürecine giren devlettir.
“Sömürücü sınıflar, siyasal egemenliğe, sömürüyü sürdürmek için, yani çok küçük bir azınlığın çıkarlarını halkın büyük çoğunluğuna karşı korumak için ihtiyaç duyarlar. Sömürülen sınıfların siyasal egemenliğe duydukları ihtiyaç ise, tüm sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak içindir; yani halkın büyün çoğunluğunun çıkarlarını bir avuç azınlığa, modern köle sahipleri olan toprak ağalarına ve kapitalistlere karşı korumak içindir. ” (Lenin)
Proletaryanın devlete ihtiyacı vardır: hem sömürücülerin direnişlerini bastırmak için ki Ekim Devrimi bu direnişin olağanüstü boyutlara ulaştığını göstermiştir, hem de yarı proleterler, köylülük, küçük burjuvazi’den oluşan halk kitlelerine sosyalist ekonomiyi örgütleyip inşa etme mücadelesinde önderlik etmek için. Ancak bu, sıradan bir devlete duyulan ihtiyaç değil, yok olup gitmekte olan ve yok olup gitmeden edemeyecek olan bir devlete duyulan ihtiyaçtır.
Burjuvaziyi bastırmak ve onun direnişinin üstesinden gelmek zorunludur. Ama baskı organı artık, kölecilik, feodalizm ve kapitalizm koşullarında olageldiği gibi azınlık değildir, onun “toplumun üstünde yer alan” ve “topluma yabancılaşmış” özel bir gücü, görevliler toplamı değildir, nüfusun çoğunluğudur. Ve halkın çoğunluğu kendisini ezenleri kendisi baskılayacağı için, bu baskı eyleminin “özel bir gücü” artık gerekli değildir. İşte bu anlamda devletin yok oluş süreci başlamıştır. Ayrıcalıklı bürokratlar, sürekli ordunun şefleri gibi ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, onların işlevleri ne ölçüde çoğunluğun kendisi tarafından yerine getirilebilir ve devlet iktidarının işlevleri halkın tümüne devrolabilirse, bir iktidarın varlığına, devlete duyulan ihtiyaç da o ölçüde azalır. Giderek ihtiyaç olmaktan çıkar.
Demokrasi bir devlet biçimidir. Genel geçer bir demokrasi tanımı yoktur, yapılamaz. Kapitalist toplumun demokrasisi, küçük bir azınlık için, zenginler için demokrasidir. Bu demokrasi ticaret ve özgürlüğünden ibarettir, mülk edinme ve değişim ve sömürülme ya da çalışmama ve sefalet özgürlüğü. Ve kapitalist demokrasi mekanizması, örgütlenme, düşünce ve toplanma özgürlüğüne getirilmiş fiili engeller (çoğu burjuva ülkede siyasal engeller de vardır.) seçme-seçilme özgürlüğünde sınırlamalar (İsviçre’de kadınlara oy hakkı bir kaç yıl önce tanındı), temsili kurumların ancak laf ebeliğinin platformları olabilmeleri, basın ve genel olarak iletişimin tümüyle kapitalist tarzda örgütlenmesi gibi kısıtlamalarla doludur. Bu kısıtlamalar sömürülenleri siyasi yaşamın dışına iter, demokrasiye kendi çıkarları doğrultusunda katılımlarını engeller.
Devletin ve bir devlet biçimi olarak demokrasinin yok olma -çünkü baskı altına alınacak kimse kalmama sı, demokrasinin en eksiksiz gerçekleşimiyle genelleşmesi ve aynı anlama gelmek üzere kavramsal ve pratik olarak anlamsızlaşması- sürecine girmesi demek olan proletaryanın devleti ise, yalnızca demokrasinin genişlemesini ifade etmekle kalmaz. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına bağlı olarak, ekonomik gücün azınlığın elinde toplanmış oluşundan gelen kısıtlamaların kalkmasıyla tüm demokratik özgürlükler çoğunluk için sınırsızca kullanılabilir hale gelir. Siyasal yasama katılmanın hiçbir engeli kalmamıştır. Ama kısıtlamalar, o zamana kadar yapıla-geldiğinin tersine artık kapitalistlere yöneltilir. İnsanlığın ücretli kölelikten kurtuluşu ve özgürlük dünyasının kuruluşu, kapitalistlerin direnişinin üstesinden gelmeden, onlarla birlikte olanaksızdır çünkü. Halkın büyük çoğunluğu için demokrasi ve halkı sömürüp ezenlerin demokrasi alanı dışına itilmesi – kapitalizmden sınıfsız topluma geçişte demokrasinin uğradığı değişiklik budur ve ancak bu yoldan demokrasi genelleşebilir, başka bir deyişle yok olabilir.
Proletarya devletinin mekanizmasının başlıca özellikleri nelerdir. Ekim Devrimi eski burjuva aygıtın yerine ne koydu?
Ekim Devrimi sürekli orduyu kaldırdı yerine tüm halkın silahlandırılmasını koydu. Subayların askerler tarafından seçildiği, savunmanın gerektirdiğinin dışında emir-kumanda ilişkisi ve hiyerarşinin geçerli olmadığı bir mekanizmayla silahlı işçi ve köylüler devrimin savaş gücünü oluşturdu.
Tüm memurların ayrıcalıklarından soyundurularak seçimle göreve gelmesi ve gerektiğinde görevden alınabilmeleri ve sıradan işçinin aldığı ücretle görev yapmaları ayrıcalıklı bürokrasinin sonu oldu. Arlık kamu işleri işçi ve emekçilerce yapılıyordu.
Burjuva toplumun karşıtlıklarının yarattığı tüm gözeneklerini tıkayan ve toplumun canlılığı ve hayal belirtilerini gideren asalak bir ur olan bürokrasi ve sürekli ordu, mekanizma olarak tarihe gömülüyordu. Ama devlet ve yöneten-yönetilen ilişkisi şu ya da bu ölçüde sürdükçe, kapitalizmin kalıntıları, bu arada bürokratizm eğilimi sürekli mücadele edilip güç kazanması engellenmesi gerekli tehlike kaynağı olarak kalmaya devam edecekti.
“Tüm memurların ayrıcalıklarından soyundurularak seçimle göreve gelmesi, gerektiğinde görevden alınabilmeleri ve sıradan işçinin aldığı ücretle görev yapmaları, ayrıcalıklı bürokrasinin sonu oldu. Artık kamu işleri işçi ve emekçilerce yapılıyordu.”
Geçiş dönemi, sürekli ve yoğun bir mücadele dönemidir, kapitalizmle sınıfsız toplumun unsurlarının çatışmak bir birliğidir çünkü.
Devlet memurlarının ayrıcalıklarına son verilmesi ve seçilip geri alınabilen, basit işçi ücretleriyle yetinebilen, çoğunlukla işçi ve emekçilerden oluşan “memurlar”ın rolünün “denetim ve muhasebe” işlerini sürdürmeye indirgenmesi bir başlangıçtı. Böyle bir başlangıç, her türlü bürokrasinin yok olup gitmesine, her geçen gün basitleşen denetim ve muhasebe işlevlerinin herkes tarafından sırayla yerine getirilebileceği, bunun bir alışkanlık durumuna geleceği ve sonunda özel bir kesimin özel işlevleri olarak yok olup gideceği bir düzenin, sınıfsız ve yöneticisiz bir düzenin yaratılmasına götürecekti.
Ekim Devrimi bugün Gorbaçov’un yeniden kurmaya yöneldiği burjuva parlamentosuna da son verdi. Burjuva parlamentoculuğunun gerçek özü, her dört ya da beş yılda bir halkı, parlamento aracılığıyla egemen sınıfın hangi kesim ve üyelerinin ezeceğinin kararlaştırılmasıydı. Burjuva ülkelerin tümünde asıl devlet işleri bakanlıklar ve genelkurmay salonlarında, kulislerde yürütülmekle, parlamentolara ise halkı süslü sözcüklerle aldatma, alınan kararları beğenilir kılma rolü düşmekteydi.
Kuşkusuz parlamentarizme son vermek, temsili kurumları ve seçim ilkesini kaldırmak değil, temsili kurumları laf ebeliği yapılan aldatıcı rollü kurumlar olmaktan çıkarıp gerçekten işleyen ve yasama ve yürütme görevlerini birlikte üstlenmiş organlar haline getirmek demektir. Ekim Devrimi. Sovyetlerle, düşünce ve tartışma özgürlüğünün aldatmaca olmadığı, yozlaşmadığı kurumları yarattı. Seçilen ve geri alınabilen, basit işçi ücretleriyle görev yapan vekiller artık, kendi çıkardıkları yasaları yürütmek, sonuçlarını sınamak ve bunlarla ilgili olarak seçmenlerine doğrudan hesap vermek durumundaydılar. Sovyetler de temsili kurumlardı ve yönetmek tümüyle “özel bir iş” olmaktan çıkmadıkça temsili kurumlar olarak yok olmayacaklardı, seçim ilkesi yürürlükteydi; ama yasama ile yürütme arasındaki işbölümüne dayanan özel bir sistem olarak vekiller için ayrıcalıklı “görev” yeri olarak parlamentoculuk tarihe karışmıştı. Demokrasi, işçi ve emekçilerin oylarının aldatılarak elde edilmesi ve bunun için biçimsel seçimin yüceltilmesi değildi. Artık tarihin gördüğü en gelişkin, büyük çoğunluğun siyasal yaşama aktif olarak katıldığı demokrasi, parlamentosuz uygulanıyordu: proleter demokrasisi…
Ve Ekim Devriminin tüm demokratizmi Bolşevik Partisinin önderliğinde gerçekleşti. Şimdi Gorbaçov ve Türkiye’de ona yakınlık duyanlar, partiyle demokrasiyi karşı karşıya koyuyor, partinin işlevsizleştirilmesi gerektiğini öne sürüyor. Bu, bugün Sovyetler Birliği’nde uygulamaya da konmaktadır. Demokrasiyle bürokrasinin çelişirliği demokrasiyle partinin çelişirliği olarak kavranmakta ya da gösterilmekte ve partinin proletarya devletinin önder ve yöneticisi olarak rolü, sosyalizm ve proleter demokrasisini inşa ve geliştirmedeki etkinliği yadsınmaktadır.
Önderin yerine kitlenin geçirilmesi öneri ve tartışması yeni değildir. Bu tartışma, bugün de önderlerle yığınlar arasındaki düşmanlaşma nedeniyle günceldir. İşçi aristokrasisi ve bürokrasisinin önderliği, SB’de bu tabakalardan gelerek oluşan yeni ayrıcalıklı burjuva sınıfın önderliği, bu önderliğin sosyalizm adına yaptıkları, önderlere, önderliğe ve önder güç olarak partiye yöneltilen küfrün ve kitlelerle önderlerin karşı karşıya konup sosyalizm ve demokrasinin kurtuluşu ve garantisinin kitlelerde aranmasının başta gelen kaynakları arasındadır.
Oysa Bolşevik Partisi ya da onun önder rolü ve demirden disiplini az da olsa zayıflatılarak Ekim Devrimi düşünülemez bile. Partinin rolü ve gereğini, onun disiplinli örgütlenişini yadsımak, “proletaryayı burjuvazi yararına silahsızlandırmaya eşittir.” Bu küçük burjuvazinin örgütsüzlük ve dağınıklık, kararsızlık, direnme gücü eksikliği, birlik olma ve ortak çabada yeteneksizlik gibi zaaflarını benimsetmekten başka bir şey değildir.
Ekim Devrimi’nden sonra partinin önder rolü zayıflatılabilir miydi? Sınıfların ortadan kaldırılışına giderken ve sosyalist inşada, burjuvazinin yıkıcı saldırılarının üstesinden gelme mücadelesinde partisiz, ya da gevşek ve etkisiz bir partiyle yürünebilir miydi? Bir küçük burjuvalar ülkesi olan Rusya’da küçük üreticiler proletaryayı dört bir yandan dağınıklık ve örgütsüzlük, bireycilik, heyecandan umutsuzluğa ve tersine atlama gibi bir hava solumaya sevk ederken, küçük üreticileri dönüştürmek ve bu havanın etkisini kırmak göreviyle karşı karşıya olan proletarya, disiplinli ve örgütlendirici rolünü yerine getiremeden ileriye doğru tek bir adım bile atamazdı. Proletarya devleti demek, eski toplumun güçleri ve geleneklerine karşı yoğun ve çeşitli biçimlerle gelişen ekonomik, siyasi, askeri, eğitici inatçı bir mücadele demektir. Ve “savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır… Proletaryanın partisinin demir disiplinini azıcık da olsa zayıflatan kimse gerçekte, proletaryaya karşı burjuvaziye yardım etmektedir.” (Lenin)
Bu disiplin kuşkusuz bir zorbalık unsuru değildir, gönüllüdür, demokratizmden güç alır. Bu disiplini var eden, proleter öncünün bilinci ve devrim için savaşma yeteneği, sınıf ve emekçi kitlelerle bağ kurmak ve onlar içinde erime yeteneği ve öncünün siyasal yönetiminin doğruluğudur. Bu koşulların yokluğunda kurulabilecek olan disiplin, zorba, burjuva, revizyonist baskı tamadır.
Ve işte ancak böyle bir disiplin proleter öncü sosyalist demokrasinin geliştirilmesi ve sınıfsız toplum yolunda yürüyüşün yönetici ve yönlendiricisi olabilir. Devrim için de böyle bir parti gereklidir. Ekim Devrimi ve onun başarılı yürüyüşünün en büyük derslerinden biri budur. Ekim yolundan dönenlerin en belli başlı saldırılarından biri de bu nedenle bu noktada yoğunlaşıyor.
71. yıldönümünde Ekim’in coşkusunu yaşamamak mümkün mü?

Ekim 1988

Özgürlük mücadelesinde öğrenci gençlik

Eylül’le birlikte toplum derin bir sessizliğe gömüldü. Askerler pek bir direnişle karşılaşmadan toplumsal yaşamı tepeden tırnağa süngünün hizasına soktular.
Aylar hatta yıllar öncesinden bir darbenin yolu açılmaya başlanmıştı. Haklı direnişler “anarşi” diye karalanmış, faşist ve sivil çeteler kitlelerin üzerine salınarak halkta büyük bir can korkusu yaratılmıştı. Mezhep çatışmalarının körüklenmesi, cinayetlerin tırmandırılması gibi yöntemlerle de “toplumda bir otorite boşluğu var ” izlenimi uyandırılmıştı. İnsanlar “bu boşluğu ancak bir askeri yönetim doldurabilir.” şeklinde düşünmeye zorlanmıştı. Nitekim tüm bu önlemler istenen sonucun elde edilmesi için yeterli oldu. Gericiliğin en büyük emelleri arasında, işçi sınıfından başka,yirmi yılda anti faşist, demokrasi mücadelesinin ön saflarında çarpışan öğrenci gençliği de susturmak vardı. Susturmak ve bir daha da ağzını açtırmamak… Gericilik bir süre için bu emeline de nail olmuş gibiydi. 12 Eylül’ü izleyen dönemde öğrencilerden de “çıt” çıkmadığı günler yaşandı. Ama bu sessizlik hep devam edecek değildi. 12 Eylül’ün o koyu suskunluk günlerinde ilk duyulur ses yine öğrencilerden geldi, öğrenciler baskı ve zulme eylemlerle yanıt verdiler. Yaptıkları eylemlerle tüm toplumun yüreğine su serpen öğrenciler, yıllardan sonra demokrasi ve bağımsızlık kavgasındaki yerlerini yeniden alıyorlardı. Ancak bu kez doğrudan siyasal taleplerle değil, 12 Eylülün gasp ettiği en basit hakları elde etme temelinde mücadeleye atılmışlardı. Bu, koşulların özelliğiydi.
Çünkü öğrenciler mahrum bırakıldıkları en basit haklan elde etmek için eyleme geçmeden ileri adım atamazlardı. Bunun için öğrencilerin ilk eylemleri 44. madde, atılmalar, harçlar, yurtlardaki baskılar ve polis saldırıları gibi konularda yoğunlaştı. Ama öğrenciler, her biri birer sonuç olan bu taleplerin nedenlerini de görmekte gecikmedi. Günlük mücadelelerde ileri sürülen istemleri, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesiyle birleştirmeye yöneldiler. Mücadelenin gelişimi giderek YÖK’ü, iktidarı hedef alan bir seyir izledi.
Öğrencilerin mücadelesi, yaptıkları eylemler, bütün toplumda, özellikle de demokrasi arasında hoşnutluk ve sempati dalgası yarattı. Demokrasi güçleri öğrencileri yalnız bırakmadılar, onlara gönülden destek verdiler. Çok geçmeden işçi sınıfının direnişleri patlak verdi, yayıldı. İşçiler ve öğrenciler gericiliğe karşı yaptıkları eylemlerle birbirlerini selamlıyorlardı, öğrencilerle işçilerin dayanışması pratiğe de yansıdı. Nerde bir işçi direnişi, grev vb. Varsa öğrencilerin de ileri kesimi oradaydı. Demokrasi güçleri arasındaki bu dayanışma, ilerde gerçekleşecek geniş çaplı eylem birliklerinin, ittifaklarının bir anlamda tohumlarını oluşturuyordu.
Mücadeleye atıldıkları zaman öğrencilerin çözmesi gereken ilk sorun elbette ki örgütlenme sorunuydu, örgütsüz mücadele başarıya ulaşamazdı. Bazı kazançlar elde edilse bile bunlar kalıcı olamazdı. Üstelik tek tek insanların çabalarıyla bir yere varmak mümkün değildi. Kısaca mücadele örgütlü olmalıydı. Ama nasıl? Çok geçmeden öğrenci Dernekleri düşüncesi ortaya alıldı. Gelgeldim öğrenci Dernekleri kurmaya yeltenenlerin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemişti. Anayasanın 33. maddesi her ne kadar “herkes önceden izin almaksızın dernek kurabilir.” diyor ve sonradan çıkan hiç bir yasa öğrencilere dernek kurmayı yasaklamıyorsa da YÖK’ün 59. maddesi hala öğrencilerin karşısına çıkarılabiliyor. YÖK’ün 59. maddesi “derneklere üye olacakların rektörlük iznine tabi olduklarını” söylüyordu. Ama bu madde daha sonra çıkan Dernekler, Kanunuyla zımni olarak yürürlükten kaldırılmıştı ve yeni yasada da öğrencilerin izin almasını gerektiren hiçbir ibare yoktu. Ama yetkililer tüm bunlara rağmen dernek kurmayı engellemede ısrar ediyorlar ve keyfi tutumlarını inatla sürdürüyorlardı. Gericilik kendi koyduğu yasaları kendisi çiğniyordu. Öğrenciler dernek için başvuruda bulunduğunda top, mülki amir, rektörlük, emniyet üçgeni arasında gidip geliyordu. Öğrencilerin inatları ve bitmez tükenmez çabaları sonunda ilk öğrenci dernekleri kurulmaya başlandı.
Ama bu kez derneklerde derin iç sorunlar yaşanmaya başladı. Öğrenci Dernekleri birçokları tarafından her yerde deva görülüyordu, öğrencilerin akademik ve mesleki çıkartanı mı savunulacak? Öğrenci Derneği ne güne duruyordu? Devrim mi yapılacak? Öğrenci Derneği tam da bu iş için biçilmiş kaftandı! Sosyalizm mi kurulacak, proletarya diktatörlüğün temelleri çoktan (iğrenci Derneğinde kurulmuştu. Gelgeldim (iğrenci Dernekleri bu kadar yüke dayanamazdı. Nitekim (iğrenci Dernekleri’nde ne akademik çıkarlar savunulabildi, ne geniş öğrenci kitlesi bir arada tutulabildi. Bir iki eylemdeki müdahaleden sonra dernekler resmen atıl kaldı.
Dernekler de başka sorunlarda yaşanıyordu. Gruplar arası rekabet patlak vermekte gecikmedi, özellikle bazı gruplar dernekler ve öğrenci hareketini hegemonyaları altına alma yarışında çok ileri gitti. Bunların asıl derdi öğrenci gençliğin yükselen mücadelesine önderlik etmek değil, onu kendi siyasi gruplarının kumandası altına sokmaktı. Kendilerini hareketi yöneten kurmaylar gibi görüyorlardı. Bunlar ne pahasına olursa olsun reklam peşindeydiler.
Keskin sloganlar ileri sürerek devrimciliklerini kanıtlamak peşindeydiler. İlke tartışmaları da bu anlayışların ürünü olarak doğdu ve hiç bir biçimde sonuca ulaşamadı. Çünkü amaç en doğru ilkenin bulunması değil, en keskin içerikli ilkenin tekrarlanmasıyla grup reklamı yapmaktı. Kısır tartışmaların insanları bezdirmesi bu kimselerin umurunda değildi, örneğin derneklerde üyelik koşulu olarak “anti-faşist” olma ilkesini getirenlerin tutumu böyledir. Daha, insanlara faşizmin ne olduğu anlatılmadan dernek üyeliği için anti-faşist olma koşulu dayatılıyordu. Bu görüşü savunanlar. Öğrenci Derneklerini birer anti-faşist örgüt gibi ele alıyorlardı.
Kuşkusuz Öğrenci Dernekleri de anti-faşist mücadelede yerlerini alırlar, almalıdırlar. Ancak bu, öğrenci Derneklerinin anti – faşist örgüt olduğu anlamına gelmez. Çünkü anti-faşist örgütler siyasal iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen, devrim yapmayı amaçlayan örgütlerdir. Yani birer siyasal mücadele organıdırlar. Öğrenci Derneği’nin ise devrimcilerin isteği ve iradesi dışında henüz devrimci bilince ulaşmamış öğrenci çoğunluğunun akademik, demokratik çıkarlarını savunma temelinde var olabileceğini unutmamak gerekir. Dernekleri iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen örgütler gibi ele almak bu örgütlerin geniş öğrenci kitlesinden kopmasından başka bir sonuç vermeyeceği açıktır. Ne dernekler siyasal iktidarı hedefleyen anti-faşist örgütlerin yerini tutar, ne de anti-faşist örgütler Öğrenci Derneği’nin. Her iki örgütlenmenin de ağırlık merkezi ayrı ayrıdır. Varlık nedenleri ve platformları ister istemez ayrı olacaktır. Eğer henüz kurulmuş anti-faşist bir örgüt yoksa yapılması gereken Öğrenci Derneği’ne bu örgütlerin de işlevlerini yüklemek değil, vakit geçirmeden anti – faşist örgüt kurmaktır. Nitekim günümüz koşullarında bu bir görev olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanın şöyle diyeceği geliyor: “şu öğrenci derneğinin yakasını bırakalım da kendi doğal işlevini yerine getirsin’.”
Öğrenci Derneği’nin anti – faşist örgütler yerine konulması ve öyle anlaşılması “kitleselleşme” sorununa da etki yapmaktadır. Öğrenci Derneği’nde bir türlü sonuçlanmayan tartışmalardan biri de bu “kitleselleşme” meselesidir. Geniş öğrenci çoğunluğunun isteklerine ve beklentilerine uymayan ilkeler üzerine kurulmuş bir örgütlenmenin kitleyi içine çekemeyeceği anlaşılır bir şeydi. Nitekim devrim yapma bilinç ve isteğine henüz ulaşmayan çoğunluğa devrim temelinde örgütlenen dernekleri dayatmak öğrenci Dernekleri’nin hep güdük kalmasının en önemli nedeni olacaktır. Kuşkusuz kitleselleşmemenin tek nedeni bu değildir. “Kitleselleşme” üzerine yapılan tartışmaların kendisi bile kitle üzerinde itici bir etkide bulunuyordu. Tartışmalardan, polemiklerden hiçbir sonuç elde edilemiyordu. Çünkü gerçekte kimse kimseyi dinlemiyordu. Herkes kulağa hoş gelen sözler söyleme ve reklâm peşindeydi. Öyle olunca da ortak bir karara varmak imkânsız hale geliyordu.
Öte yandan iktidarın dernekler aleyhinde yürüttüğü propaganda da, gerek aileler, gerekse de öğrenciler üzerinde belli ölçülerde etkili oluyordu. Derneklerin anarşi yuvası gibi gösterilmesi sonucu, dernek faaliyetlerine katılmak tehlikeli bir iş olarak görülüyordu. Dernekçilerin türlü baskılara uğraması, gözaltına alınmaları, işkence görmeleri ister istemez kitle üzerinde caydırıcı bir etki de yapabiliyordu. Birçok öğrenci için önemli olan okul bitirmekti. Dernek faaliyetleri gibi, riskli işler bu nedenle göze alınamıyordu. Kısacası dernek üyeliği yürek isteyen bir iş haline gelmişti. Öğrenci Dernekleri üyesi olmak her yiğidin kârı değildi. Sorun sadece yiğitlikte değildi. Düzenle derin çelişkileri bulunmakla ve kötü eğitim koşullarından hoşnutsuz olmakla birlikte geniş öğrenci kitlesi aslında düzenden henüz kopmamış, aksine düzenden olan beklenti ve ümitlerini hala koruyor. Bu koşullarda, gençliğin düzenden koptuğu düşüncesi pek gerçekçi gözükmüyor. Evet, gençlik düzenden kopmamıştı ama ondan hoşnutsuzdu, eğitim sisteminin bozukluğundan, işsizlikten derin yakınmaları var. Ama çoğunluğa göre az bir oran tutan bir kesim ise düzenle hem bağlarını koparmış hem de düzenden hiçbir şey beklememektedir. İstisnayı oluşturan bu kesim de çoğunlukla karşımıza mücadeleci gençler olarak çıkıyor. Son yılların belli başlı baskı eylemlerinin altında, düzenle ilişkili hayallere kapılmayan bu devrimci gençlerin imzası bulunduğunu söylemek abartma olmaz.
Bu gün öğrenci hareketinin yönünü belirleyen temel hedeflerden birisi de Demokratik Özerk bir üniversitedir. Ancak demokratik, özerk bir üniversitenin ülkemiz koşullarında nasıl gerçekleşeceği pek açık değildir. Baskıcı rejim altında yaşayan ülkemizde, egemen sınıfların üniversiteler üzerindeki kontrolü, kolay kolay elden bırakmayacakları, muhakkaktır. Ama yükselen mücadele karşısında başka alanlarda olduğu gibi tavizler vermeleri de olasıdır. Ancak iktidar kendi ellerinde olduğu sürece egemen sınıfların verdikleri tavizi hemen geri almak isteyecekleri ve bunu başarma imkân ve gücüne sahip olacakları da bir gerçektir.
Demokratik özerk üniversitesin, kuruluşunu olduğu gibi kalıcı olmasını da söyleyecek olan gerçek bir demokrasinin varlığıdır. Bu da ancak devrimle gerçekleşir, öte yandan Demokratik özerk Üniversitenin tam anlamıyla kurulması, devrim solunu olmakla birlikte, bu uğurda verilen mücadeleyi şimdiden zorunlu kılar. Bu mücadele aynı zamanda üniversite gençliğini devrimci mücadele içine çekecek bir niteliğe de sahiptir. Demokratik özerk üniversitenin bel kemiğini oluşturan mali ve idari bağımsızlık, bilimsel çalışmalarda serbestlik şimdiden ısrarla savunulması gereken istemlerdir. Ayrıca üniversite topluluğunun kendi kendini yönetmesi, öğrencilerin ve çalışanların yönetime katılması, özerklik anlayışının zorunlu sonucudurlar ve yine bugünden savunulmaları gerekir.
Unutmamak gerekir ki öğrenci gençlik demokrasi mücadelesinde. Demokratik Özerk Üniversite mücadelesinde yalnız değildir. En başta işçi sınıfı giderek daha güçlü bir şekilde öğrencilerle dayanışma içine girmeye eğilimlidir. Bunun belirtileri yakın geçmişte görüldü ve görülecektir. Gençlik ve özellikle öğrenci gençlik saflarında işçi sınıfının önderliği git gide daha çok benimsenmektedir. İşçi sınıfının içinde bulunduğu örgütsüzlük ve bilince ilişkin kimi zaaflar önderlik misyonunun teoriden pratiğe geçmesini geciktirmektedir. Ancak bu da kısa zamanda savasal öncünün ustalığı, becerisi ve yeteneği sayesinde aşılabilecektir. Aynı rejimin baskı ve zulmünü yasayan kadın-erkek işçiler, köylüler, gençler ve tüm emekçiler zaten nesnel olarak rejim karşısında birleşiyorlar. Mesele bu nesnel birlikteliği biline alanına çıkarmaktadır.
Bu arada öğrenci hareketi içinde ortaya çıkan bazı önemli yanlışlıklara değinmekte de yarar var. Bu yanlışlıklar esas olarak iki grupta toplanırsa, bunlardan biri gelişen mücadeleyi düzen sınırları içinde tutma gayreti, diğeri de kitlenin hazır olmadığı mücadele biçimlerini sırf keskinlik ve reklam olsun diye kitleye dayatmaktır. Bu yanlış eğilimlerin her ikisi de de mücadeleye zarar vermekte, gelişmesini kösteklemektedir. Her iki eğilimde kitleye güven vermemekte ve ona tepeden bakmaktadır. Doğru tavır ise, öğrenci gençliğin kapasitesinin, mücadele düzeyinin doğru değerlendirilmesi temelinde, mücadeleyi bir üst düzeye çıkarmak, izin ve yasaları değil, gençliğin haklı istemlerini esas almaktır. Gençliğin, ne kadar üst düzeyde olursa olsun, dayatılan eylemlerde öncüleri izlemek zorunda olduğu anlayışıyla kitlenin yavaş yavaş ve kendiliğinden demokrasi bilincine varmasını bekleme anlayışı sonuçta birleşirler. Yapılması gereken kitlenin eğilimlerini, isteklerini, beklentilerim doğru formüle etmek ve bunlara doğru bir yön vermektir. Yoksa insanları yönetilmesi gereken bir sürü gibi görmek değildir.
Bugünlerde göze batan bir başka olgu ile karşı karşıyayız. 44. maddenin uygulanmasının yanı sıra şimdi de öğrenciler mücadele ettikleri için gerici disiplin yönetmeliği gereğince okullarından atılmaktadır. Haklı istemler için verilen mücadelede öğrenim haklan, ellerinden alman öğrencileri desteklememiz ve onlarla dayanışmanın, mücadelenin önünün açılması bakımından büyük önemi vardır. Bu öğrencilere sahip çıkılmalı ve sonuna kadar desteklenmelidirler. Bugün mücadelenin daha üst bir düzeye çıkması bu arkadaşlara yapılan haksızlığa hep birlikte güdü bir tepki gösterilmesine bağlıdır.
Yine bugün, baskıların, okuldan atmaların, gözaltı ve işkencelerin gençliği yıldırmayacağı gösterilmelidir.

Ekim 1988

Basında, Siyaset Odaklarında Kürt Sorunu ve Bazı Olasılıklar

Beklenmedik bir anda patlayan fırtına gibi ortaya çıktı ve Türkiye’nin tüm siyasal gündemini istila etti Kürt Sorunu… Referandum, erken yerel seçim ve hayat pahalılığı gibi temel sorunları sollayarak geldi ve gündemin birinci sırasına yerleşti. Uzunca bir süre bu yeri işgal etti ve Türkiye’nin diğer sorunlarının kendisine bağlı olarak ele alınmasına neden oldu. Basının ve çeşitli politika odaklarının en çok ilgi gören konusu olarak tartışıldı. Ortaya bu vesile ile birçok yeni görüş atıldı. Yeni bazı tavırlar belirlendi ya da eski tavırlar gözden geçirildi. Kürt Sorunu, yerel basınımızda ve siyaset odaklarında, Şeyh Sait ve Dersim isyanlarından bu yana ilk olarak bu kadar kapsamlı bir şekilde yer aldı. Üstelik Şeyh Sait ve Dersim isyanlarından ve diğer Kürt Ulusal hareketlerinden söz edilirken adet edinile-geldiği gibi bu hareketlerin “irticai” olduğu sakızı çiğnenmeksizin yapıldı ne yapıldıysa…
Bütün bunlar gösterdi ki Kürt Sorununun, Irak’in Kürt mültecilerin odağında bulunduğu günce) siyasal ve insani öneminin yanı sıra bir de Türkiye’yi ilgilendiren ama tartışılamayan, tartışılmasına izin verilmeyen özellikleri var ve bu özellikler, ulusal ve uluslararası bazı gelişmeler tarafından Türkiye gündemine sokulduğunda, herkes (bunlara devlet ileri gelenleri ile militarist çevreler de dahildir.) bir şeyler söylemek gereğini duymaktadır. Çünkü orta yerde uyuyan ya da uyutulmuş olan bir dev vardır ve bu devi uyandırmak için birileri bir yerlerden sarsmaktadır. Bu dev uyanırsa Ortadoğu ve bu arada Türkiye’de güçler dengesi allak bullak olacaktır. Konuyla yakından ilgili olan emperyalist ve yönetici çevrelerin, bu devin uyanışını engellemek ya da uyanışını kontrol altında tutmak gibi bir sorunları var. Tüm gelişmeler bu iki olasılığa göre şekillenmektedir. Bu yüzden PKK’nın, Türkiyeli Kürt-Türk devrimci ve Marksistlerin, Kürt milliyetçilerinin; farklı amaç ve müdahalelerle Amerika ve Avrupa’nın ve bunların etkilediği liberal ve reformistlerin baskısıyla yerli basın ve politika odakları, önceki tavırlarıyla çelişen ve yer yer sürpriz anlamını taşıyan tutumlar sergiliyorlar.

BEKLENMEYEN ÇIKIŞLAR
Kürt sorunu konusunda ilk sürpriz, siyasi partilerin lider ve yöneticilerinden geldi. Bu sürprizler kuşkusuz çok büyük bir önem taşımıyor ve köklü bir tutum değişikliğinin belirtileri değil. Ancak her değişiklik kendi çapında bir tutum farklılığına işaret ediyor ve bu da politik olarak o oranda önemli.
Basında bile eskiden, Irak Kürdistanı Kurtuluş Hareketi yalnızca Kuzey Irak’taki ayrılıkçı güçler olarak anılırken, son zamanlardaki gelişmelerden sonra parti lider veya kadrolarının dilinde bu güçler Kürtler biçiminde açık seçik tanımlanıyor. Parti liderlerinin biraz daha ileri gittiği oluyor. Demirel, ad vermeden Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye sığınanların “Kardeşlerimiz” olduğundan söz ediyor. Demirel için bu ifade çok çelişkili değil. Çünkü onun için her zaman “dün dündür, bugün de bugün”. Ayrıca o zaten öteden beri hangi dili konuşursa konuşsun Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk ve kardeş” olduğunu söyler. Sürpriz sayılması gereken, şimdiye kadar Iraklı ayrılıkçı güçler olarak tanımlananların, bugün Demirel tarafından kardeşlerimiz olarak anılmaları.
Özal her zaman olduğu gibi bu kez de ortaya çıkan fırsatı kaçırmıyor ve tüm parti liderlerini sollayarak sığınanlar için “Bunlar ülkemizde soydaşları olan insanlardır.” diyor. Doğrusu ya önceleri bu açıklama bir sürçü lisan gibi geliyor. Oysa Özal kurttur. Sürç-ü lisan yapmaz. Yapsa bile bunu düzeltilebilecek cesarete sahiptir. Geçmişte, işlediği birçok gafı sonradan düzeltmiştir. Zaten ANAP içinde Nurettin Yılmaz ile Mustafa Taşar arasında gelişen Kürtler konusundaki tartışmadan anlaşıldığı kadarıyla, Özal’ın söylediklerinin sürçü lisan olmadığı ortaya çıkıyor, Özal bu tartışmaya bir taraf olarak katılmadığı gibi, aldığı tutumla, daha çok Nurettin Yılmaz’ın yanındaymış izlenimini vermeye çalışıyor.

İNÖNÜ ve ECEVİT’İN UFKU DEVLET ŞOVENİZMİ İLE SINIRLI
Diğer parti liderleriyle karşılaştırıldığında İnönü ve Ecevit bu konuda en kötü tutumu aldılar. Genellikle Irak ama esas Önemlisi Türkiye’deki Kürtlerin varlığını kabul ediyor gibi görünmekle birlikte, esasta, geleneksel devletçi yaklaşımlarını dile getirdiler ve sürekli olarak mültecilere dikkat edilmesi gereğinden, gelenlerin yasalarımıza uymak zorunda olduklarından vb. den söz ederek polisiye görevlere soyundular, Ecevit, Türkiye’de Kürtçe konuşanların bulunduğunu kabul etmekle birlikte, Türk milliyetçiliği anlayışının, Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında yaşayan herkesi Türk kabul ettiği yolundaki bilinen resmi devlet politikasına uygun anlayışını yineledi. İnönü de zayıf ifade gücüyle aynı şeyleri söylemeye çalıştı Bu konuda, ANAP’lı N. Yılmaz dışında SHP’nin çeşitli il yöneticileri ve bir kısım milletvekilleri, geleneksel politika sınırlarını aşan tutumlar sergilediler. İstanbul İl Yönetimi, Saddam diktatörlüğünün soykırım politikasını protesto etmek için Irak konsolosluğuna siyah çelenk bırakırken polisle çatışıyor, diğer il yönetimleri ise Irak’taki soykırımı protesto eden telgraflar çekiyordu. Öteden beri Kürtler konusunda duyarlı davranan SHP İstanbul Milletvekili M. Ali Eren Almanya’da bir toplantıda yaptığı konuşmada, kendisinin Kürt olduğunu ve Kürtlerin haklarını er ya da geç elde edeceğine olan inancını belirtiyordu. SHP Beyoğlu ilçesinin referandum dolayısıyla düzenlediği şölende bir grup, sahnede Kürtçe türkü söylüyor, içlerinde SHP milletvekili ve Parti Meclisi üyesi Aydın Güven Gürkan’ın da bulunduğu birçok milletvekili bunu alkış ve coşku ile karşılıyordu. Devlet ve hükümetin çeşitli yetkilileri yaptıkları açıklamalarda, tutumlarını insanî nedenlere dayandırmakla birlikte, Küreler konusunda eskisinden farklı bir dil kullanıyorlar.
Kürt kökenli milletvekillerinin çoğunun farkı hemen belli oluyor. Farklılıklarını açığa vuran bir deyim kullanıyorlar hiç değilse. Böylece üstü örtülü de olsa bir olgunun varlığının kabul edilmesinin -en azından- karşısında olmadıklarını hissettirmeye çalışıyorlar. Kimi bunu açık açık yapıyor.
Kısacası bugün hemen hemen herkes Türkiye’de Türklerden başka bir etnik grup bulunduğunu kabul ediyor. Kimi bu grubun varlığının meşruiyet kazanmasını olabildiğince engellemeye, geciktirmeye çalışıyor. Kimi ise en azından inkâr tutumu içinde görünmek istemiyor. Kimi ise istese de istemese de açığa vuruyor bu gerçeği… Örneğin bu olgu Evrene bile sorulsa “Biz hiç bir avının yapmıyoruz.” diyecektir. Ayırım yapılmadığı yanıtı bile kendi içinde bir varlığın kabulünü içeriyor oysa. Evet, böyle bir grup var ama biz ayırım yapmıyoruz anlamına geliyor bu. Nasıl ayırım yapılmamış oluyor? El cevap: Farklı dilleri de konuşsalar herkesi Türk sayarak… Eskiden, farklı bir dilin varlığı da reddediliyor, böyle bir dil olmadığı, ya da varsa bile bunun, dil sayılamayacak kadar geri, ilkel bir karma, zaten bu karinanın da Türk cenin bozulmuş bir lehçesi olduğu ileri sürülüyordu.

BİN YAMALI BOHÇA
Bu savın savunucuları hala var. Zaten devletin resmi görüşü bu doğrultuda. Nitekim bazı mahkeme savcıları bu sakızı çiğnemeye devam ediyor. Ama mızrak çuvala sığmıyor. Savcı bunu söylerken, içlerinde devletin ileri gelen temsilcilerinin de bulunduğu oldukça genişlemiş bir yelpazede yer alan insanlar, ya bıyık altından gülüyor ya da bu iddiayı yalanlayacak bir başka şey söylüyor. Artık Kürtler ve Kürt dili konusunda egemen sınıf temsilcilerinin ittifakla birleştiği bir tanım ve yorum yok. Ulusal muhalefet ve uluslararası baskı arttıkça dili-birliği daha çok bozuluyor. Egemen sınıf temsilcileri arasında bile farklı çözüm alternatifleri ister istemez tartışılıyor ve çözüm yolları aranıyor.
Bu konuda geleneksel tulumunu terk etmeyen faşist gruplar var. MHP’nin şurada ya da buradaki kalıntı ve uzantıları bunlar. Geleneksel tutumu Ortodoksçasına sürdürenler bu faşist uzantılardan ibaret değil elbette. Daha başkaları da var. Ne var ki, “kararlıları” ve en çok kafa-göz yaranları bunlar. Örneğin Mustafa Taşar, “Ben Kürt diye bir halk duymadım. Kürtler Türklerin bir aşireti sadece” diyebiliyor. Nurettin Yılmaz’da “madem Kürtler Türklerin bir aşireti, o halde bu Türk aşiretinin mücadelesine niçin destek olmuyorsunuz?” sorusuna bir yanıt veremiyor. Sonuç: Eski geleneksel inkâr tutumu bin yamalı bohça haline gelmiş durumda. Nereden bir yama eklenirse bir başka yerden yamama ihtiyacı doğuyor. Yamalar dikiş tutmuyor.
Türkiye’de “Kürtçe konuşanlar” gerçeği artık hemen hemen herkes tarafından kabul görüyor. Bununla birlikte bu soruna bir çözüm bulmak gerektiği düşüncesi de giderek ağırlık kazanıyor. Yasaların ve geleneksel yasakların ağırlığı bu konuda çözüm üretenleri, düşüncelerini satır aralarında sıkıştırarak söylemek zorunda bırakıyor. En yetkili ağızlar “Doğu Sorununun” askeri ve ekonomik önlemlerle çözülemeyeceğini, bu tür çözümün kalıcı olmaya yetmeyeceğini vurgulama gereğini duyuyor. Çeşitli siyaset odaklarında tartışılan konu; Misak-ı Milli sınırlarını bozmadan kültürel ve idari tedbirler almak. Ancak ne konu açık açık tartışılabiliyor, ne de çözümün biçimi konusunda kafalar açık. “Doğu Sorunu” ve bu sorunun çözümü artık yalnızca sol çevrelerin sorunu değil, önem kazanmasına bağlı olarak, egemen sınıf çevrelerinin, liberal ve reformistlerin de çözüm bulmak zorunda kaldıklarını hissettikleri bir sorun.
Ulusal sorun ve bu sorunun çözümü konusunda Türkiye egemen sınıflan, bürokrasi ve militarist çevrelerin Ortadoğu’nun en katı, en az esnek ve en dar kafalı politikalarını oluşturduklarını söylemek yanlış olmaz. Gerçekten, İran Şah’ı gibi zulüm ve baskı konusunda ender ad bırakmış biri bile, bu konuda daha esnek bir politika izleyebilmiştir. Baskı ve eritme çabasına ara vermemekle birlikte, İran’da Kürtlerin ulusal varlığını kabul etmiş, radyo yayınlarında zaman zaman Kürtçeye yer vermiş ve bu şekilde kabarık bir taraftar kitlesi oluşturmuştur Kürtler arasında.
Irak rejimi Kürtlerin varlığını tanıma politikasına Irak Kürt Kurtuluş Hareketinin zoruyla yöneldiğinde ise iş işten geçmiş, Kürtler içinden bir avuç “caş” dışında kimseyi kazanamamış, Kürt ulusal direnişi silahlı bir halk hareketine bürünmüştü bile. Bu yüzden Saddam rejiminin soykırım politikalarıyla geçici yenilgilerle tökezlese de, sürekliliğini ne pahasına olursa olsun koruyor, gücünü kısa bir zamanda toparladıktan sonra yeniden eski gücüne ulaşıyor ve Irak için on-yıllardan bu yana kanayan bir yara olmaya devam ediyordu.

ÇOKSESLİLİK VE BAZI OLASILIKLAR
Türk egemen sınıfları için Doğu sorunu her zaman kılıç zoruyla çözülen bir baş ağrısı oldu. Bugün egemen sınıf temsilcilerini, söylemde geleneksel yöntemlerden uzaklaşarak farklı ama tam anlamıyla kristalize olmamış arayışlara iten şey, birçok ulusal ve uluslararası etmenle birlikte bu süreklilik ve bu sürekliliğin Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’suna kendi özgül biçimlerini de alarak yansıyışı oldu. Özal’a, Kürt göçmenleri kastederek, “Bu gelenler ülkemizde soydaşla-n olan insanlardır. Bunların soydaşları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.” dedirten şeyin altında yatan, günübirlik politika yapan biri olmasına ek olarak, referandumda Doğu’da Kürtçe konuşan halkın oyunu almak, Türkiye, Avrupa ve dünya kamuoyuna kendisinin soy/ırk ayrımı yapmadığını göstermek kadar bu kristalize olmamış arayışın da rolü vardır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk olarak bir başbakan çeşitli ince hesapların sonucu da olsa; şimdiye kadar sempati ile bakılmayan, yalnızca Iraklı ayrılıkçı güçler olarak tanımlanan bir hareketin militan ve destekçilerine, ulusal ve uluslararası baskıların zorlamasıyla Türkiye’nin sınırlarını açıyor ve daha önemlisi “bunların Türkiye’de soydaşları var.” diyor. Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda yaşayan halk Iraklı Kürt göçmenlerle aynı soydan; ırktandır demek anlamına geliyor bu. Gelenler Kürt. Iraklı olanların orijinini belirtmekten kimse kaçınmıyor. Peki ya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kabul edilseler bile, bu gelenlerin Türkiye’deki soydaşları ne? Özal bu konuda bir şey söylemiyor. Ama N. Yılmaz ve M. Taşar arasında süren tartışmada da, önce sarf ettiği sözleri düzeltme çabasına girmiyor. Ve birkaç faşist uzantısı dışında, politikanın etkili odaklarından ciddi bir itiraz yükselmiyor. Sessizlik, Özal’ın tanımının genel kabul gördüğü izleniminin oluşmasına ve yaygınlaşmasına yol açıyor.
Türkiye yöneticileri, Doğu ve Güneydoğu sorununda bir açmazla karşı karşıya. Devasa bir askeri – idari gücü harekete geçirmelerine, ekonomik birçok tedbir almalarına karşın silahlı mücadele bastırılamıyor. Türkiye Kamuoyunun bir çok eğiliminden, dünya ilerici kamuoyundan, en son olarak da Amerikan Kongresi ve Avrupa Parlamentosundan daha değişik çözüm için baskı geliyor. Türkiye, bunların tümüne, geleneksel tutumuna uygun yanıtlar yetiştirmeye çalışıyor ama bir yandan da, geleneksel tutumunun artık bu sorunu örtbas etmeye yetmediğini ve bu şekilde bir yere ulaşmanın mümkün olmadığını hissetmeye başlıyor. Yönetici bloktaki çok seslilik ve bu konudaki dil birliğinin giderek bozulmaya başlaması buradan kaynaklanıyor.
Avrupa ve Amerika için, Türkiye’nin geleneksel tutumu anlaşılmaz bir şeydir. “Kürtçe konuşanlar” sorununun hiç değilse idari ve kültürel bazı önlemlerle çözümüne yanaşılmamasının, çarpık da olsa etkili olabilecek uygulamalara yönelinmesinin, sonu belli olmayan gelişmelere ve Ortadoğu’da güç dengelerinin allak bullak olmasına yol açabileceğini önceki deneylerinden ve o eşsiz gerici sağduyularından biliyorlar. Bu yüzden, Türkiye’yi, Ortadoğu’da sınır değişikliklerine yol açmayacak bazı çözümler için ikna etmeye çalışıyor, tavsiyelerde bulunuyorlar. Kürtleri sevdiklerinden ya da ulusal kurtuluş savaşları taraftarı olmalarından dolayı değil. Ulusal uyanışı denetim altına almak gerektiği yolundaki deneylerinden. Yoksa onlar Türkiye ve onun egemen sınıflarından memnunlar…

BASKLAR VE İLHAM ETTİKLERİ
İspanya’da 3asklar konusunda alınan önlemler Avrupa açısından cesaretlendirici ve uyana oldu. Askeri-ekonomik önlemlerin yanı sıra kültürel ve yönetsel adımların çözüm olarak yaşama geçirilmesi sonucu, Bask ulusal kurtuluş hareketi eskisinin onda biri kadar bile güçlü değil. Bunda ETA’nın hatalı tutum ve yaklaşımlarının da etkisi var ama Bask halkındaki değişiklik de, kültürel ve yönetsel önlemlerin alınmasından sonraya rastladı. Avrupa bunu görüyor.
Bu durumu Türkiye egemen sınıfları da görüyor. Ama Türkiye, Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana ulusal, konudaki politikasını inkâr ve kılıç zoru üzerine oturttu. Bundan geri dönebilmesi çok zor. Ne var ki Türkiye burjuvazisi, toplumsal mücadeleleri dağıtmak ve etkisizleştirmek konusunda başkalarından öğrenmeye ihtiyacı olmayacak kadar tecrübelidir.
Bu mirası, tarihte en iyi uygulayan Osmanlılardan devralmıştır. Toplumsal muhalefeti ve muhalefetin hak talebi mücadelesini etkisizleştirip dağıtmanın en iyi yolunun, muhalefet güçlerinin haklarını elde edebilecek denli güçlenmelerine fırsat vermeden bu haklan iğdiş edilmiş, kullanılamaz hale getirilmiş olarak vermek olduğunu bilir. Erkeklere ve ardından kadınlara oy hakkı, işçilere sendikalarda örgütlenme hakkı ve daha buna benzer diğer taleplerde böyle olmuştur. Avrupa ve dünyanın birçok yerinde işçilerin ve halkın neredeyse bir asır süren mücadelesi sonucu elde edilen bu haklar, Türkiye’de, burjuvaziyi bu hakları vermek durumunda bırakacak denli zorlu mücadeleler sonucu elde edilmedi.
Burjuvazi ve egemen sınıflar, halktaki kıpırdanmayı gördü. Bu kıpırdanma, güçlenmeden, egemen sınıfların kapılarına dayanmadan bir çözüme gidildi ve bu haklar, henüz elde etmesini öğrenmeye fırsat bulamamış, dolayısıyla elde ettiğini korumasını öğrenememiş halka verildi. Emperyalizmin ve burjuvazinin her zaman denetimi altına alabileceği biçimde… Bu yüzden verilen kolaylıkla geri alınabiliyor. Türkiye, Ortadoğu’nun sayısal bakımdan en kalabalık işçi sınıfına sahip, kapitalizm açısından en gelişkin ülkesi ama işçi sınıfı mücadelesi gelişkin değil. Sürekli olarak kesintiye uğramış. İşçi sınıfının mücadelesi ve on yıllar süren mücadele ile nispeten pekiştirilen örgütlenmesi bir gecede ortadan kaldırılabiliyor. Hem de hiç bir direnişle karşılaşmaksızın. Çünkü işçi sınıfı -başka pasifleştirici etmenlerin yanı sıra- kendisini ve örgütlenmesini savunmasını bilmiyor. Burjuvazi bir süre sonra gasp ettiği hakları yeniden iğdiş edilmiş olarak veriyor. İşçi sınıfı daha bu çarpıklığı gidermeye çalışırken yeniden bir darbe… Her şey yeni baştan…
Bu bakımdan burjuvazinin geleneksel etkisizleştirme politikasını ulusal sorunda da yaşama geçirmeye yönelmesi zor ve çok yakın olmayan bir olasılık ama bu olasılık var. Egemen sınıflar, şimdilik, askeri-ekonomik ve konjonktürel önlemlerle silahlı mücadeleyi ezmeye ve etkisizleştirmeye çalışıyorlar. Ancak, egemen sınıflar kendilerini, bu politikayı yaşama geçirecek kadar güçlü (ya da güçsüz) hissettikleri, biçimini iğdiş edilmiş haliyle kafalarında oluşturdukları an böyle bir politika değişikliğine gidebilirler. Çok yakın bir geleceğin planı değil bu elbette ama egemen sınıf çevrelerinin kafasında mayalanıyor bu plan…

ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKININ ÖNEMİ
Egemen sınıf çevrelerinin “Kürtçe konuşanlar” sorunu konusunda dil-birliğinin bozulmasının ve geleneksel yaklaşımlardan uzaklaşan tespitlerin ortaya çıkışının doğal sonucu bu ya da buna benzer adımlar olabilir. Bu adımların amacı, bir mücadeleyi sahte hedef ve taleplerle geriletmek ve boğmak olacaktır. Çok yakın bir geleceğin sorunu olmamakla birlikte, böyle bir gelişmeyi bilmek ve hazır olmak, koşullar oluştuğunda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını doğru bir biçimde hayata geçirmek üzere halk kitlelerini eğitmek, devrimcilerin önünde hâlâ önemli bir görev olarak durmaktadır. Çünkü şu an ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çok genel hatlarıyla yalnızca devrimciler ve Marksistler için bir anlam ifade ediyor. Bu hak, geriye kalan bütün siya sal çevreler açısından yalnızca Türkiye dışındaki gelişmeler için hatırlanıyor. Örneğin Kürtçe konuşanlar için çok şey söyleyen ve yazan M. Ali Birand için bile Kürtçe konuşanlar sorunu, bu hakkın konusu değil. Avrupa liberal ve reformist kamuoyundan çok etkilenen bu yazar için konu, yalnızca idari ve kültürel. Ekonomik ve askeri tedbirlerin tek başına çözüm olacağına inanmıyor çünkü. Liberal aydınların bu konuda en iyi yaklaşıma sahip olanı böyleyken, onun dışındakiler çok daha geri bir noktada bulunuyorlar. Genel olarak şoven bir eğitimden geçmiş halkın böyle bir hakta haberi yok ve onun için, bu hak hiç bir şey ifade etmiyor. Bu bakımdan ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkının herkese anlatılması ve kavratılması çok önemli. Sol çevrelerin bu konuda çok şey yazıp çizmiş olmasına rağmen önemli. Kuzey Irak ve Doğu İran’da kurtuluş savaşı veren Kürt Ulusunun, bu haklı ve meşru mücadelesinin desteklenmesi ve mantıki sonuçlarının halkımıza kavratılması bunun yollarından yalnızca bir tanesi… Geriye kalan yollar mı? Bilenler biliyor ve bir şeyler yapıyor zaten…

KÜRTLERE KARŞI KİMYASAL SİLAH KULLANILDIĞI GERÇEĞİ GİZLENİYOR
Büyük bir soykırımdan canını kurtarmak için Türkiye’ye sığman Kürt göçmenler, kendilerine karşı kimyasal imha silahları kullanıldığını ispatlayamadılar. Bu konuda çeşitli devletler ve bu arada ABD, ellerinde bu konuda yeterli delil olduğunu belirtmelerine karşın bunları açıklamadılar Avrupa’da çeşitli kuruluşlar ise kimyasal silahların kullanıldığına ilişkin delillerin var olduğunu ancak bunların yetersiz ya da hiç değilse ellerine ulaşmadığını açıkladılar.
Oysa anadili Kürtçe olan SHP milletvekilleri kimyasal silahlarla yaralanmış çok sayıda Kürt mültecinin görülür bir çaba ile gizlenmeye çalışıldığını, hatta bazı Avrupalı uzmanlarca kimyasal silah kurbanı olarak teşhis edilen birçok Kürt’ün, hastaneye götürülürken ellerinden kaçırıldığını iddia ediyorlar.

Ekim 1988

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑