Tuzla’da katliam
Polis infaz kurumu rolü oynuyor. Yargılama yapıyor. Türkiye’de “Yaşama Hürriyeti” bulunduğunu kim iddia edebilir?
Gebze’den Tuzla’ya doğru bir araba geliyor. İçinde 4 genç. Trafik kontrolü için Tuzla köprüsü altında durduruluyorlar. Köprü üstünde ve yolun kenarında pusuda bekleyen polis namluları sorgusuz-sualsiz kurşun yağdırıyor.
Emniyet Genel Müdürünün iddiası, “çatışma polise ateş açmaları üzerine başladı” şeklinde. “Dur ihtarına” uyulmamış…
Oysa ;
1-Araba fotoğraflarda köprünün altında yolda duruyor. 2- Araba, hızla gitmekte olan ve şoförü açılan ateşle vurulmuş ve doğal olarak sağa-sola savrulması gereken bir arabayı kesinlikle çağrıştırmıyor. 3- Hareket halinde taranan bir arabaya tüm kurşunların üst ve yan kısımlarından isabet etmesi olanaksız. Kurşunların giriş açısı arabanın dururken yukardan ve yandan kurşun yağmuruna tutulduğunu gösteriyor. Düşük hızla hareket eden bir arabanın bile toplam 283 kurşunu aynı açılardan alması mümkün olamaz.
‘Dur ihtarı’ yoktur, sağ ele geçirme tutumu yoktur; ateş açılan, durmayan ve kaçan bir araba değildir. Durdurulan bir arabaya içindekilerden herhangi bir karşı koyma olmadan ateş yağdırılmış ve 4 genç katledilmiştir.
Üstelik “operasyondan” bir saat önce basın olay yerinden uzaklaştırılıyor. Bu, polisin bir mizansen hazırlığı içinde olduğunu kanıtı. Ve daha önemlisi, uygun bir yerden olaya tanık olan Sabah muhabiri, öldürülen gençlerden İ. H. Adalı’nın babası Ahmet Adalı’ya gördüklerini aktarırken, arabadan ateş edilmediğini söylüyor. Konuşması teybe alınıyor. Ama söylediklerini sonra yadsıyor. Korkmaktadır çünkü.
Polisle, Kartal C.Savcısı Şenol Ayter arabada bulunduğu iddia edilen silah sayısı konusunda da çelişki içindedir. Polis iki silah açıklıyor. Savcı, önce müdahil avukatlara ve katledilen gençlerin ailelerine bir silah bulunduğunu söylerken, bir gün sonra İstanbul’un yüksek rütbeli polislerinin yanında ve dolayısıyla baskısı altında basına iki silah bulunduğu açıklamasını yapıyor.
Olayın gece yarısı polisler öldürdükleri İ. H. Adalı’nın evine arama yapmaya gidiyorlar. Arama sırasında İ. H. Adalı’nın emekli bir polis olan babası tarafından eve silah saklamaya çalışırken yakalanıyorlar. Polis evde “silah bulma” mizanseni hazırlama çabasındadır. Bu, “arabada bulunan silah yada silahlar” hakkında açık fikir veriyor.
Ve iddia konusu bir (ya da iki) silahtan beş (ya da beşer) kurşun atıldığı söyleniyor. Ama gazete fotoğraflarında bir silah, kızağı şarjöre takılı görülüyor. Bu durumda silahta en çok beş kurşun olması gerekiyor. Beş kurşunlu bir tabancayla “eyleme gidildiği” iddiası ise sadece gülünç oluyor.
Olaya görgü tanıklığı edenlerden kimse avukatlara ve basma konuşmuyor. Katledilenlerin ailelerine ise ölümle tehdit edildiklerini ve konuşamayacaklarım söylüyorlar. Polis öldürmekle, suç delillerini gizlemek ve çarpıtmakla kalmıyor, görgü tanıklarım da ölümle tehdit ediyor.
Katliam ayan beyandır. Yoruma açık bir şey yok. İnsanlar yol ortasında “terörist”, ‘ ‘anarşist” nitelemesiyle kurşunlanıyorlar. Yolda yürüme, araba kullanma özgürlüğünün olmadığı bir ülke ve insanlar soruşturma bile olmadan katledilebiliyor. Polis, emniyet, infaz kurumu rolü oynuyor. Yargılama yapıyor, Emniyet Genel Müdürü Sabahattin Çakmakoğlu “teröristlerin sabıka kaydının bulunmaması, o teröristlerin eylem yapmayacakları anlamına gelmez” diyor, infaz mangaları yerlerini alıyorlar ve infaz gerçekleştiriliyor. Türkiye’de “yaşama hürriyeti” bulunduğunu kim iddia edebilir?
Katliamın yankılarının süreceği görülüyor.
AÇIKLAMA:
Ayın 15 inde çıkan ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bundan sonra her ayın 1’inde bayilerde olacak. 3. sayımız Aralığın 1’inde çıkıyor.
OKUYUCUDAN MEKTUPLAR
“12 Eylül sonrası ülkemizde oluşan depolitizasyon zincirinin kırılmasına, halkın kendi sorunlarına sahip çıkmasına katkıda bulunmak amacıyla yeni çıkmakta olan bir gazeteyiz. Devrimci demokratlar arasındaki dayanışmanın gerekliliğine olan inancımızla derginize yayın hayatında başarılar dileriz.”
YENİ ÜMRANİYE GAZETESİ
“Cuntaya bir kaç hafta kala çıkan özgürlük Dergisi’ni anımsattı derginiz. Ancak, referandum konusundaki yaklaşımınız güzelim dergide bir leke gibi. Gerçi utangaç bir kayır diyorsunuz ve hayır cephesinde en mantıklı ve bilimsel sayılabilecek aç ıklamalarınız var. Ama benin: gibi sosyalist düşünceye eğilimli birini ikna edemiyorsunuz. Çevremde dergiyi okuyanlar yalnızca referandum konusunda ayrı kanıda olduklarını belirttiler.
HAKAN YILDIZ-İZMİR
“Eylül sonrası uzun bir donemden sonra devrimci demokratların toparlanması aşamasında bir dizi demokrat yayıncılık gelişimiyle revizyonist çizgide olan yayınların gelişen mücadelede etkileri yavaş da olsa kırılmaktadır, özgürlük Dünyası’nın ileri sayılarında kuşku duyulmayacak çizgisini beklemek daha doğru olacaktır kanısındayız.
DURSUN GÜRDAL
“Derginizin illi sayısını okudum. Devrimci, demokrat basının üzerine düşen sorumluluğu büyük ölçüde yerine getirmektedir.”
R BİÇER F. ALMANYA
“Sosyalist, devrimci, demokrat basına yapılan baskılar göz önüne alındığında legal platformdaki bu zor mücadeleyi tüm yurtsever devrimci duygularımızla destekliyoruz. HO yenilgisinden çıkarılan dersleri pratiğe yansıtma şiarı birinci sayıda fark ettik. Kısır döngülere karşı böylece bir adım atılmış oluyor. Yine açık ve net olarak görebildiğimiz keskinlikten ve uzlaşmacılıktan uzak kararlı bir perspektifle kendini ortaya koymasıdır. Yeni bir cunta iktidarının hazırlama sürecinin yaşandığı günümüz Türkiye’ sinde somut alternatiflerin üretilmesini bekliyoruz.”
ÜMRANİYELİ BİR GRUP YURTSEVER DEVRİMCİ GENÇ
“Merhaba Özgürlük Dünyası Yayın yaşamınızda başarılar…”
YENİ ÇÖZÜM – EDİRNE
“Başlatmış olduğunuz onurlu işinizde başarılar dileriz. Bizler de sizin bu zor işinizi hafifletmek için elimizden geleni yapacağız.”
GÖTTİNGEN Üniversitesi’nden bir grup özgürlük Dergisi Okuru
“Basın-yayın aracılığı ile kitlelerin uyutulmasına her türden burjuva, aydın, yazar ya da düşünürlerin görevleri ve katkıları açıktır. Gerçekleri olduğu gibi yansıtmak, perspektif sunmak sınıf davasına duyulan sorumluluğun ve inancın ifadesidir. Bu inanç ve iddia ile yayın hayatına başlayan “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI”nı tarifsiz bir özlem ve coşkuyla karşıladık. Başlarken yazısının muhtevası okurken tüylerimizi ürpertti. Ancak gel gör ki: ülkemizde oynanan parlamento oyunu ve aralanan sahne: Referandum konusundaki yazıyı genel anlamıyla geri, reformist-revizyonist anlayışı aratmayacak bulanıklıkla gördük. Büyük ideal ve iddiayla yayın hayatına başlayan Özgürlük Dünyası’nı daha ilk günde Referandum konusundaki sığlık taşıyan hatta “Hayırcı” bir anlayış içinde olduğunu hissetmenin sıkıntı ve üzüntüsünü duyduk.
Özgürlük Dünyası’nı işçi sınıfı ve emekçi halkımızın davasına duyduğu sorumlulukta daha duyarlı davranmaya çağırıyor, başarılar diliyoruz.
İZMİT’ten bir grup özgürlük Dünyası Okuru
“Doğrular, yanlışlarla mücadele içinde gelişip güçlenir” İlkesi ile hareket ederek gelişip güçleneceğimiz ve proletaryanın iktidar mücadelesinde onun sesi olacağınıza inanıyorum. Bugün dünden daha fazla daha güçlü düşmanımız var. Dün gibi yakın ama asırlar kadar uzun gelen baskı, zulüm ve acılarla örtülü kapkara bulutlarla çevrili kor bir zaman… Ama dost, düşman bile ki sömürü, zulüm, işkence ve ihanetin çemberini kıracağız. Güzelim ülkemizde dostluğun ve yoldaşlığın tomurcukları yine yeşerecek. Yeşerteceğiz de.
SAİT METİN ve ADANA’DAN BİR GRUP ÖZGÜRLÜK DOSYASİ OKURU
“Dergiyi ilk okuduğumda, işte istenilen dergi dedim. Referandum yazısını eleştiriye açık bırakıyorum. Yayın yaşamına başlayan bu güzel dergiye bir dost olarak uyarım olacak Cunta sonrası bir-iki dergi çıktı. Zannettiler ki, bir biz kaldık. Sonra dergiler çoğaldı. Bürolar açıldı. Devrimci insanlar buralara gitmeye başladı. Her şey oradan yönlendirilmeye başlandı. Dergi dışına taşan hiçbir şey yok. Tamamen legalizm. Şu an dergicilik boyutunda yaşanan korkunç bir tasfiyecilik. Dergiler düzeysiz bir şekilde birbirleri ile dalaşa girdiler. Kimsenin altta kalır yanı yok. Nereye gidiyoruz? Nereye mi? Stadyumlarda kurşuna dizilmeye. Bunun hesabını kim verecek? Eğer aynı duruma siz de düşecekseniz, yapmayın derim. Kıymayın insanlarımıza, bu suça ortak olmayın. Legaliz inin sınırları o kadar incedir ki. Faşizm Affetmez!
Burjuva Tarihçilerinin sürekli söyledikleri “Tarih Tekerrürden İbarettir, “lafını ispatlamayalım.
Tüm Devrimci Arkadaşlara Dostlara Atatürk’ün TKP’yi nasıl tasfiye ettiğini okuyup araştırmalarını öneririm Selamlar.
EDİRNE’DEN M. K.
“Uzun sure beklediğimiz dergiye kavuşmanın mutluluğu içerisindeyiz HOŞGELDİNİZ!
Bu dergi furyası içinde Özgürlük’ün ayrı bir yerinin olacağına inanıyoruz, öyle olmalı da, olacak da.
METİN KARACA – ÖZEL TİP CEZAEVİ – ESKİŞEHİR
“Özgürlük Dünyası’na Merhaba!
Lise mezunu, askerliğini yapmış, 12 Eylül’den nasibini almış, yargılanmış bir vatandaşım, Özgürlük Dünyası’nın yayın hayalına katkıda bulunmak için üzerime düşenleri yapmaya hazırım.”
H. NURDOĞAN-MERSİN
“Merhaba ÖZGÜRLÜK! Yayın yaşamınızın başarılı olmasını yürekten diliyorum
T. ATALAY KON YA/ER E G L i
“Derginizi içerik olarak beğendim Katkıda bulunmak istiyorum. “
M. ÖZTAŞ-MALATYA
YURT İÇİ ve DIŞINDAN TELEFON VE MEKTUPLA ARAYARAK DESTEKLERİNİ İLETEN TÜM DOSTLARA, AYNI ŞEKİLDE CEZA EVLERİNDEN GELEN MESAJLAR İÇİN TÜM OKURLARIMIZA TEŞEKKÜRLERİMİZİ İLETİRİZ.
ÖZGÜRLÜK
Oyun oynandı: “Galip” olmayan yok! Referandum mağlubu Eylül’dür…
Referandum oyunu oynandı. Taşıdığı yerel seçimlerin öne alınıp alınmaması sorunundan farklı içeriğiyle oyunun 35-65’lik sonucunu herkes kendine yontarak yorumluyor. “Galibiyetini” ilan etmeyen yok.
Burjuva muhalefet referandumu Özal’ın güven oylamasına dönüştürmeye çalışmıştı. Aslında Özal da hükümet edişinin tartışmalı olduğunu biliyor. Bu yönüyle bir baskı altında bulunduğunu er ya da geç kendisine dayatılmakta olan “hesaplaşma”dan kaçınamayacağını görüyordu. Anlaşılmaz gibi görünen taktiğini, bu “hesaplaşmaya” kendi açısından en uygun zaman ve koşullarda girmek üzerine kurmuştu. Zaman geçtikçe oylarının daha da azalacağı ve ANAP olarak gireceği bir -örneğin yerel- seçimde sadece parti taraftarlarının oyunu alabileceği saptamasından hareketle Özal, erken ve bir referandum aracılığıyla “hesaplaşma”yı tercih etmişti. Burjuva muhalefet güven oylaması diye tempo tutarken Özal, zaten bir güven oylamasına gidiyordu. Amacının referandumu kazanmak olmadığını öyle açık ortaya koyuyordu ki. Yüzde otuzlar dolayında “evef’in yeterli olacağını baştan ilan ediyordu. Nitekim % 35 “evet”le “galibiyet temennasını” çaktı.
Burjuva muhalefet yüzde 50’yi tutturmanın gerekliliğinden söz ede-dursun Özal, hesabını 30’lar üzerine yapmıştı bile. Son seçimlerde yüzde 36 almamış mıydı? 35’le hükümet etmeye devam edebileceğini kanıtlamış oluyordu.
Yüzde 30’ları tutturması da zordu Bunun için tuluat gerekiyordu. Ve a acındırma duygularına seslenen bir ağlama-tehdit melezi “çekilirim” blöfüyle Özal, sadece kararsızların değil, başka partilere oy verenleri de “evet” yönünde etkiledi. İnsanlar SHP ve DYP’de güvenilir bir alternatif göremiyorlardır.
İnönü, “ANAP’ın iktidar günleri sayılıdır. Mutlu bir gelecek başlıyor.” ilk tepkisinden sonra Özal taktiğine boyun eğerek yumuşuyor ve “ANAP iktidarı kör topal devam etmektedir” noktasına geliyordu. Demirel ise “ar sahibi olan gider.” diyerek saldırgan tutumunu sürdürüyor ve “bunalım önümüzdeki günlerde inkişaf eder.” yaklaşımıyla bulanım politikasına oynuyordu. Burjuva muhalefete göre Özal mağluptu.
Özal’a ise tartışmasız bir hükümet dönemi gerekiyordu. Sürekli seçim baskısı ve atmosferinde ekonomiyle istediği gibi oynayamıyordu. Şimdi bu olanağı elde ettiğini düşünüyor Özal ve 25 Eylül gece yarısı bunu açıkça söylüyor: “Bugün Türkiye seçim havasından kurtulmuştur. ANAP iktidar sınavını başarıyla atlattı. Şimdi hedefim, iki yılda enflasyonu aşağı çekmek, Gelir vergilerini artırmak. Ekonominin gereği neyse o yapılacak.” Zam, yeni veriler, ücretlerin ve maaşların aşağı çekilmesi, faizlerin yükseltilmesi ve ekonominin gereklerini yerine getirmek için Özal şimdi kendini hazır hissediyor. Amacı buydu zaten.
Madalyonun bir değişik yüzü var. Referandumun galibi yok ama bir mağlubu var: 12 Eylül ve Eylülcüler’ in oyu yüzde 35’e geriledi. Anayasa yüzde 92 ile kabul edilmişti. Ve bu sonuç, henüz devrim ve sosyalizmin olanca yoğunluğuyla baskı altında tutulduğu koşullarda alındı. Özal’ın 80 öncesine dönme korkusunu sürekli işlemesi, ancak yüzde 35 oy getirebildi. Türkiye, henüz burjuva çerçevesi kınlamamış olsa da, Eylül’ün korku psikozundan sıyrılmaktadır. Tüm burjuvazi ve gericiliği hedef alırken, salvo ateşini 12 Eylül ve Eylül güçleri üzerinde yoğunlaştırmak, onların tecridi ve güçsüzleştirilmesine yönelmek, demokrasi mücadelesinin devrim ve sosyalizm güçlerinin önünü açar. Toplumsal uyanış ve muhalefeti geliştiren bir rol oynuyor.’Eylül’ün tecridine özel önem vermek ve burjuvazi ve gericilik içindeki çatışmalardan bu amaçla yararlanmak, dönemin özelliğinin ve toplumsal muhalefetin yükselişinin bir gereksinimidir. Buna ilgisiz kalınamayacağı gibi, Eylül ve Eylülcülerin tecridi burjuva muhalefetin desteklenmesi ve örneğin “Eylül’e oy yok” oyuna alet olunması ve burjuva muhalefetin platformuyla sınırlanma olarak yorumlanmaz. İstisnalar dışında Türkiye’de yapıla-gelen tüm seçim ve halkoylamaları bir oyundur, oyuna dönüştürülür. Hak edilgen konumuyla katılmaya çalışılır bu oyuna, gerçek bir taraf olması bin bir yolla engellenir.
Şu ya da bu ideolojik yanılsama temelinde ne tür bir siyasal sahtekârlığın yedeği olmayı kabullendiği sorulur ona. Ve her somut durumda bu platformun ötesinde -ve “tek yol devrim” demekle de yetinmeyerek-, yerine göre oyuna katılmayı reddederek ya da oyunu bozmak üzere katılarak, bir yanıt vermek gerekir egemenlere, Özgürlük Dünyası’nın referandumda yanıtı “Eylüle oy yok.” oldu.
Ve referandum genel sonucuyla Eylül’ün güçsüzleşmekte olduğunu ortaya koyarken, toplumsal muhalefetin burjuva düzen ve özel olarak Eylülle kurulan rejimin sınırlarını zorlamaya yöneldiğini gösterdi. Yoğun olarak devrimci sloganların haykırıldığı SHP İstanbul mitingi ve Kartal “Barış Şenliği” bunun örneğiydi. Tabandaki hoşnutsuzluk ve yönelişlerle bu toplantılar SHP’nin çok ötesindeydi. Otomobil-İş’e üye işçilerin servis otobüslerine binmeyerek yaptıkları 12 Eylül ve ö/alı protesto yürüyüşü de. Referandumun asıl gösterdiği budur, toplumda 12 Eylül karşıtlığı yayılmakta, toplumsal muhalefet, henüz ağırlıklı olarak kendiliğinden zincirin bu halkası odağında gelişmektedir. Toplumsal, siyasal koşullar bunu dayatmaktadır çünkü.
Hesaplaşma tarihe bırakılmamalı
Ülkemizde yerleşmiş bir gelenek var. Olaylar yaşandıkları dönemde değil, gecikmeli süreçlerde aydınlığa kavuşuyor.
Gizli kapaklı ilişkilerden, bu ilişkilerin rollerinden, toplum, daha sonradan, geçmişe yönelik tarihsel açıklamalarla bilgilendiriliyor.
12 Mart’tan sonra 12 Eylül de böyle bir noktada irdeleniyor, toplum olan bitenden yıllar sonra haberdar olabiliyor.
Geçtiğimiz eylül ayında “12 eylül hukuku ve uygulamaları” ve genel olarak “12 Eylülün getirdiği siyasi yapı’nın sorgulanmasında ibret verici itiraflar, dönemin etkili ve yetkili kişilerinden birkaçının katılmasıyla yeni bir boyut ve biçim kazandı
Eylül ayı başında adli yılı açış konuşmasında Yargıtay başkanı, 12 Eylül’le birlikte yargı bağımsızlığı ve hakim teminatının yok edildiğini, askeri mahkemelerin “emir-komuta zinciri” altında çalışan kurumlar olarak ortaya çıktığını belirtti. Askeri mahkemeleri savunan Askeri Yargıtay Başkanı ile Sivil Yargıtay başkanı arasında bu konuda bir polemik başladı. Bu, yargılama ve hukuk alanındaki sancı ve kaygıların bir bölümünün doğrudan iki başkanı tarafından tartışılması ve dile getirilişiydi.
Yargıtay başkanının kendisinden ve makamından beklenmeyen bir çıkışla “ülkemizi karanlık noktalara götürmek isteyenleri tarihe bırakmayıp yakalarına yapışacaklarını söylemesi, şimşeklerin üzerine çekilmesine neden oldu. Askeri Yargıtay başkanı ise, “işkenceye karşı sözleşmenin yürürlüğe girmesiyle işkence ile elde edilmiş anlatımlardan mahkûmiyet giymiş kişilerin başvurmaları halinde durumlarının gözden geçirileceği”ni söyledi.
Yargıtay başkanı “ben bu ülkede nasıl işkence yok derim, nasıl inkâr ederim.” beyanıyla, işkence ile ilgili olarak devletin resmi organlarında yıllardır süregelen tartışmaya yeni bir biçimde katılıyor.
Bilindiği gibi, öteden beri işkencenin olmadığı resmi görüş olarak sürekli yinelenmiş, işkenceye karşı olunduğu ve münferit işkence olaylarının da takip edildiği resmi açıklamalardaki değişmez tutum olmuştur.
“Ben bir işkenceciyim, insanlara işkence yaptım. İşkence yaptıklarımdan özür dilemek için gazetelere ilan vermek istiyorum. Pohpohlayıp kullandılar beni.”
İtirafçı Mamak Askeri Cezaevinin eski müdürü Albay Raci TETİK’tir. Bu açıklamasıyla Tetik, en çok dikkat çeken isimler arasına girdi.
İlk yanıt, Tetik’in özür dilediği insanlardan geldi. Milliyet gazetesinde yayınlanan yanıt mektupta otuz binler adına “insanlık seni affetmeyecek” deniyordu.
Bir suçlar silsilesini ele verip ikrar ve itiraflarda bulunan Albay Tetik’e tepkilerden biri de emekli General Dündar Konya’dan:
“Ben bir emekli generalim. 1981’de 4. Ordu Komutanlığı 1. nolu Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi başkanlığına tayin oldum. Mamak cezaevinin bilinen durumu ve o tarihlerde Askeri Yargıtay’dan yapılmakta olan baskılar sebebiyle bu görevi kabul etmedim. Bu nedenle de MGK’yle karşı karşıya kaldım. Neticede MGK’nın kararıyla 3 Kasım 1981de bulunduğum rütbede görev süremin bitmesine iki yıl kala emekliye sevk edildim.”
“211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet kanunun 6. ve 7., 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 12 ve 14, maddelerinde görevin kanun ve nizamlara uygun şekilde yapılacağı, amirlerin verdiği emirlerin, adli ve askeri suç kapsamına giriyorsa, icra edilmeyeceği hükme bağlanmıştır. Ayrıca Anayasanın 137. maddesi suç teşkil eden emrin hiçbir surette yerine getirilmeyeceği, 17. maddesi ise, hiç kimseye işkence ve eziyet yapılamayacağı kurallarını vazetmiştir.”
Şunu hemen belirtmek gerekir ki. Albay Tetik’in Mamak Askeri cezaevi komutanı olduğu dönemde bilgisi dâhilinde yapılan ve kendi ikrarlarıyla da sabit olan bu kabil fiiller görevin ifası değil, vaat edilen ikbal uğruna hukukun ihlalidir ve suçtur.
Albay Tetik’in itirafları bilinmeyen şeylerin açıklanması değildir. Bilinen ve binlerce insanın çok yakından yaşadığı ve takip ettiği bir gerçeğin bir uygulayıcısı tarafından itiraf edilmesi ve olayın, hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak çıplaklığıyla “ben bu suçları işledim” denerek gözler önüne serilmesidir.
Bu ve benzeri “münferit olaylar” ortaya öyle bir tablo çıkarıyor ki, açıklamalar, sistemli ve genelleşmiş bir suçu ve suça ilişkin bütün verileri sunuyor. Ama resmi ağızlara göre, hala 12 Eylül döneminde ne sistemli işkence vardır ne de hukuksuzluk…
Oysa artık 12 Eylülün koyduğu hukukun bir hukuksuzluk, Anayasanın da bir karşı-Anayasa olduğu görüşü toplum katlarında yaygınlaşıyor ve genel kabul gören bir yargı oluşturuyor.
Sekiz yılı aşkın süredir yaşananların hukuk ve toplum çıkarları açısından görüntüsü olanca açıklığıyla ortada durmaktadır.
Demokrasinin kazanılması ve kesintisizliğinin sağlanması, hukuki, siyasi, kültürel, diplomatik ve askeri alanlarda 12 Eylül’ün bütünüyle sorgulanması, yargılanması ve asılmasıyla olanaklıdır.
12 Mart sonrası “geçmişe sünger çekme mantığı tutumunun 12 Eylül un kolay zaferinden payı büyüktür. 12 Mart dönenimde olup bitenlerin hukuk açısından hesabının görülmemesi ve yapılanların yapanların yanma kâr kalması 12 Eylülcülere cesaret vermiş, önlerini açmıştır.
Demokrasi ve demokrasi güçlerine karşı işlenen suçlar ulusal ve uluslararası kamuoyunda hak ettiği değeri bulmaktadır. Biçilen değer kamu vicdanında içerilmiş kalmamalı, hesap tarihe bırakılmamalı, 12 Eylül yargı önüne çıkarılmalıdır.
D. Çakır
Basın üzerindeki baskılar yoğunlaşıyor
Gençlik Dünyası’nın Eylül sayısı “Anadiliniz yasaklansa ne yaparsınız?” başlıklı yazısı nedeniyle toplatıldı. Medya Güneşi Dergisi’nin yazı işleri müdürü Cemal Öz-çelik İstanbul DGM’deki davasının ilk celsesinde 3,5 yıl cezaya çarptırıldı. Derginin yönetim bürosu basılarak arşivine el konuldu, gözaltına alınan 4 çalışanı da işkenceden geçirildi. Can Gülşenoğlu sorgulama için Ankara’ya götürüldü.
Toplumsal Kurtuluş Dergisi Yazı İşleri Müdürü Felemez Ak dergi bürosu basılarak gözaltına alındı. Emek Dünyası Dergisi’nce düzenlenen panelden sonra Yalcın Küçük, Bilgesu Erenus ve 4 kişi gözaltına alındı. Üniversiteli Gazetesinin haber şefi Mesut Özdinç gözaltına alındı.
Yeni Çözüm Dergisi Ankara Bürosu’nda karakol kuran polisler büroya gelenleri gözaltına aldı. Milliyet Gazetesi Yazarı Mehmet Ali Birand ile Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Eren Güvener “İşte Apo, İşte PKK” başlıklı yazı dizisi nedeniyle yargılanıyorlar. Yeni Aşama yazı işleri müdürü gözaltına alındı. İşkence yapıldı, dergi bürosuna polisler karakol kurdu.
Bunlar son ay içinde basında genellikle bir kaç satırla geçiştirilerek çıkan haberler. Son günlerde, özellikle de sol basın üzerindeki baskılar yoğunlaşıyor ve basın polisiye tedbirlerle susturulmaya çalışılıyor. Dergiler toplatılıyor, dergi büroları basılıyor, karakol kurularak, okuyucular ve dergi çalışanları, yazı işleri müdürleri gerekçesiz gözaltına alınıyor. Tek celsede cezalara çarptırılıyor, içerdeki yazı işleri müdürlerine yenileri ekleniyor.
Buna karşı çıkmak, başta basın olmak üzere bütün demokrasi güçlerinin görevidir. Siyasal demokrasinin temel unsurlarından biri basın özgürlüğüdür. Basına yönelik baskılara karşı çıkmak tüm ilericilerin görevi olmalıdır.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI basın üzerindeki baskıları protesto ediyor.
Net Asgari Ücret: 83.766 TL. – Asgari yaşamama ücreti
Emek gücü, kullanımı sürecinde hem kendi değerinde eş bir değeri ve hem de artık değeri yaratır. Böylece emek-gücü kendi değerinden fazla üretmek suretiyle çoğalan bir hacimle çıkmaktadır.
Ücret, emek-gücü sahibinin varlığını/yaşamını devam ettirmesi için zorunlu ihtiyaçlarını giderebileceği varsayılan gelir düzeyi olarak emek-gücü değerinin piyasa dalgalanmalarında fiyatlanmasıyla oluşur. Bu, emek-gücünün kendi değerine eş bir değer üretmesiyle karşılanmaktadır, geriye kalan artık değerdir.
Ücret düzeyi üretim yapısı, kapasite kullanımı, yatırım, istihdam politikası ve sınıfın mücadelesi gibi faktörlerce belirlenmektedir. Belirlenen bu makro politika gereği oluşturulan dengelere göre saptanan ücret politikası sonucu asgari ücretin ilgili komisyonda belirlendiği söylenemez.
Zaten Komisyonun yapısı (1475 sayılı iş yasası, madde: 33) dikkate alındığında hükümeti 6 üye (biri başkan), işçi ve işvereni de 5’er üye temsil eder. Bu durumda tüm işçi oyları bile karşı olsa, istenilen kararın diğer oylarca çıkarılması mümkündür. Bu aslında kaçınılmazdır. Zaten bugün Komisyonda yer alan işçi üyeleri burjuvazinin sınıf içinde beşinci kolu görevini üslenmiş olan Türk-İş’ten seçilmektedir.
Asgari ücret, bir yandan emek-gücü sahibine zorunlu ihtiyaçlarını giderecek bir yaşam düzeyi sağlamaya elverişli olan, öte yandan da burjuvaziyi daha düşük ücret vermekten alıkoyan zorunlu niteliği olan bir ücrettir.
Tanım, çalışanın “zorunlu ihtiyaçlarını” giderecek gelir sahibi kılmayı içeriyorsa da uygulama/yaşanılan söylenildiği gibi değil.
Sendikal mücadelenin bastırıldığı bugünkü Türkiye’de asgari ücret önemlidir. Aksine mücadelenin yükseldiği dönemlerde asgari ücretin fazlaca bir fonksiyonu kalmaz.
Bugün asgari ücret, bireyi, yalnızca çalışanı esas alarak saptanmakladır. Aslında bireyin esas alınması, hem yaşanılan hayata ve hem de bugün yürürlükte olan mevzuatın esası olan ’82 Anayasası’nın 41. maddesi “aile, toplumun temelidir” diyen ve devamında” “devletin/ailenin huzur ve mutluluğu içindeki gerekli önlemleri almakla yükümlü” olduğunu belirten hükmüyle çelişmektedir. Burada da görülen, burjuvazinin devlet yaşantısının belirgin özelliği, çıkardığı yasaların uygulanmasında keyfi davranmasıdır.
Tablo. 1 GERÇEK ASGARİ ÜCRET (1979:100)
Geçinme Gerçek asgari
Endeksi ücret endeksi
1979 100,0 100,0
1980 194,3 51,5
1981 267,3 69,2
1983 457,0 65,7
1985 964,6 55,2
1986 1303,3 59,0
1987 1955,7 70,3
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo 43
Tablo 2 – ULUSAL GELİR-ÜCRET ENDEKSİ (1977:100)
Kişi başı ulusal Gerçek ücret
gelir endeksi endeksi
1977 100 100
1979 98,3 75,9
1980 95,3 56,6
1981 97,1 52,4
1983 100,7 53,3
1985 117,7 46,3
1986 127,9 44,0
1987 133,2 39,2
Kaynak: ’87 Petrol-İş, Tablo 66
Diğer yandan asgari ücretin saptanmasında 16 yaşından büyüklük-küçüklük ve tarım-sanayi sektörü ayrımı yapılması, çalışma hayatının vazgeçilmez “eşit işe eşit ücret” ilkesiyle çelişmektedir.
Asgari ücretin belirlenmesinde hareket noktası olarak alman asgari yaşam düzeyi için gerekli harcamaların 1985 yılı Gayri Safi Harcamalarında özel tüketim harcamalarının ağırlıkları: asgari gıda % 46.45 ; (yakıt, elektrik ve ev eşyası dâhil) konut % 26,48 (eğitim ve eğlence dâhil) kültür % 3,21; ulaşım % 5.08; giyim % 15.53 ve sağlık-kişisel bakım 3.24 olarak verilmiştir. (Yüzdeler. İSO-1988/3, Tablo-21). Yine asgari ücret belirlenmesinde besin içi ve dışı ayrımına göre harcamalar % 44 ve 56 ki bu oranlar tarım sektöründe % 50’şer olarak dikkate alınmıştır. (Resmi Gazete. 30.6. 1988) Oranlar çelişmektedir, örneğin, gıda giderleri % 46,45 olduğu halde (1985 yılında), asgari ücret tespitinde % 44 olarak alınmıştır.
Asgari ücret, tarım ve sanayi sektöründe 16 yaşından büyükler için 126 bin ve 117 bin TL. iken, küçüklerin 86,500 ve 78.750 TL’dir.
Üstelik asgari yaşam için belirlenen bu ücret, (vergi, prim vb.) kesintiler dikkate alınmadan brüt olarak tespit edilmektedir.
126 bin TL brütün neti 83.766 TL’dir. Ve verilen rakamlara göre, 38.910 TL. gıda, 22.192 TL, konut 2.690 TL, kültür (bir gazetenin aylık gideri 9.000 TL. iken), 4.256 TL, ulaşım (19.600 TL, mavi kart iken), 13.003 TL, giyim ve 2.714 TL. sağlık harcamaları şeklinde ayrılması halinde rakamların ciddiyetsizliği açık olarak görülmektedir. 22′.192 TL’na kiralanacak ev aransa insana gülerler. 1985’de konut giderlerinin % 26.49’luk payına göre, -bir evin ortalama aylık kirası 50.000 TL. olarak kabul edilirse- net asgari ücret 188.750 TL olmalıdır. Bugünkü net asgari ücret olan 83.766 TL, ile geçinebilecek kişi, yeni bir rekor kırmış kabul edilerek “Guinness Rekorlar” kitabında yer alacak kadar önemli bir olay yaratmış sayılır.
Geçinme endeksinin kendisi bir kaç kez katlayarak yükseldiği bir dönemde, gerçek net asgari ücret endeksi I986’da gerileyerek 59 olurken I987’de ancak 70.3’e ulaşabilmiştir. (Tablo-1) Geçinme endeksinin 1987’deki hızlı artışının I988’de daha da hızlandığı dikkate alındığında yeni belirlenen asgari ücretin yetersizliği daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca kişi başına ulusal gelir endeksi artarken gerçek ücret endeksinin büyük orunda gerilemesinden (Tablo-2) çıkarılacak sonuç, ulusal gelirin bütünüyle adaletsiz dağıldığı ve asgari ücretin de adillik sağlama gibi bir fonksiyonunun olmadığıdır. Bu durum, burjuvazinin işçilerin sırtından kaynak transferinin bir örneğini oluşturmaktadır.
Değinilen yönleriyle, brütü 126.000 ve neti 83.766 TL. olan asgari ücret, fiyatlarının dört nala gittiği bugünkü koşullarda bir asgari yasamama ücretidir.
Yazar Konuk’un tedavisi engelleniyor
“Rahatsızlığımı bildiğini sandığımdan yazmamıştım. Teşhis Anjino Pektoris, kalp damarlarıyla ilgili bir olay. Hareketli bir yaşamdan sonra hep hücrelerde kalmanın etkisi olsa gerek.” 23 Mart 1988
“Yüreğini ferah tut diyorsun. Hep öyleyim zaten. Abartma gibi gelmesin sana, yüreğimin teklemesi yaşanılanlardan değil. Dışarıda çok hareketli biriydim. Zaten bu daracık yerlerde nasıl durabildiğime hep sayıyorum. Kaldı ki bunun beş yılı hep hücrede geçti. Hareketlilikten durağanlığa düşünce damarlar isyan etti. Yağlanma başladı. Şişman değilim aksine en ufak göbekten nefret ederim. Ama yağ içten içe sarıyor damarı, sorun da bu zaten. Biraz da hapishanenin özelliği olan içten içe çürümenin etkileri var. Bunun dışında arkadaşların asıldığı dönemde (Hıdır’la İlyas’ın) sırada olan iki arkadaşı habersiz götürmesinler diye bir hafta bekledik, sonra yaşam normale döndü.. .Zaten en çok şaşırdıkları da buydu. Rahat oluşumuz, kim bilir komik gelecek belki ama biraz alıştık, bütünleştik sorunla. Ben evde beş dakika duramayan biriydim. Yıllardır bu bir kaç metrekare yere bile sığabiliyorum. Alışamadığım tek şey bu. Ve mahpus olmaya alışabileceğimi hiç sanmıyorum, ölüme alışabilir belki ama mahpusluğa asla! Hele de böyle çılgın bahar günlerinde.'” 4 Nisan 1988
Böyle yazıyor bir dostuna mektuplarında…
A. Kadir KONUK ve yazmak… En zor tutsaklık koşullarında özgürlüğü, özgürlüğe giden yolu yazmak. Her yanı ıssızlığa çevirip ortasında yer arayanların, suda iz bulanların, gece dersi vermeye kalkanların boy gösterdiği suskunluk ve karalama edebiyatının teorileştirilmeye çalışıldığı bir döneme karşı. Eylül edebiyatçılarına karşı yeni bir ses, bahar soluğu olmaya çalıştı, daracık hücresinden şiiriyle romanıyla, öyküsüyle, kendileri “özgür” kalemleri, kafaları tutsak yazarlara karşısına, kendisi tutsak kalemi özgür bir yazar olarak çıkıverdi Eylülün karanlığından…
Yüreğinin damarlarını saran Anjino Pektoris denen illete rağmen, Tariş’in, Gültepe’nin direniş ruhunu öylesine güçlü taşıyor ki yüreğinde değil Anjino Pektoris, ölüm cezası bile vız geliyor ona…
A. Kadir KONUK, Tariş ve Gültepe olaylarından sorumlu tutulanlardan 1982 Kasım ayında tutuklandı. 1983 yılının Ağustos ayına kadar geçen sürede yalnız iki kez mahkemeye çıkarıldı ve idam cezasına çarptırıldı. Üstelik savcının müebbet istemine rağmen. 1984 yılında da cezası onaylandı. 1984 yılında aynı olaylardan sorumlu tutulan Hıdır Arslan ve İlyas Has idam edildi.
Altı yıllık cezaevi yaşamının beş yılını hücrede geçirdi. Selimiye. Buca Şirinyer, Burdur, Ermenek, Cezaevlerinde kaldı. Halen Konya Cezaevinde Şiirler, romanlar, öyküler yazıyor. “Gün Dirildi.” ve “Çözülme” isimli romanları ilgiyle okundu. Tariş ve Gültepe olaylarını tüm canlılığı ve gerçekliğiyle anlatan Sıcak Bir Günün Şafağında.” isimli kitabı ise yakında yayınlanacak.
KONUK, Tıp dilinde Anjino Pektoris olarak adlandırılan kalp hastası, devamlı doktor kontrolünde olması ve tedavisinin sağlanması gerekirken, göstermelik doktor kontrolleriyim kendisine sağlığı yerindedir raporu veriliyor. Kendisinin isteği üzerine hastaneye ilk sevk edilişinde ilgili doktor rahatsızlığını psikolojik bulup psikiyatri bölümüne gönderiyor Bu bölümdeki doktor ise psikolojik hiç bir rahatsızlığı olmadığını söylüyor.
Avukatının tedavisinin yapılabileceği üniversite hastanelerinin bulunduğu illerden birinin cezaevine nakledilmesi istemi üzerine tekrar hastaneye sevk ediliyor. Adalet Bakanlığı en az iki doktor tarafından muayene edilip, heyet raporu istiyor. Bundan sonrasını KONUK un mektuplarından aktaralım:
“Hastaneye götürüldüm. Ancak doktor sadece EGK çektirdi, elini bile sürmedi bana. Cezaevindeki sağlıkçı arkadaşın, başçavuşun, askerlerin önünde geçen bu ilginç muayene sonunda “normal yazdı rapora, ikinci bir doktora muayene ettirilmedim. Simdi sağlık kurulu u raporu onaylayacak elbette…” 18.7.1988
Onaylıyor elbette… İşte böyle bir muayene sonucu verilen raporla. Adalet Bakanlığı KONUK un avukatının nakil istemini reddediyor.
Ancak hastanede çekilen kalp grafikleri uluslararası af örgütü tarafından İngiltere’de uzman doktorlara incelettirilmiş ve hastalığı sabit görülmüştür. KONUK. 31.7.1988 tarihli mektubunda şöyle yazıyor…
“İşin garibi İngiltere’den bir grup doktor, oraya gönderdiğim EGK ve reçetelere dayanarak hastalığımı sabit bulup. Başbakan a başvurmuşlar. Yazının bir örneği bana geldi…”
İnsan Hakları İstanbul Şube Sekreteri Esra Koç, A. Kadir KONUK’la ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:
“1985 yılından beri kalbinden rahatsız olduğu. Türkiye ve dünyada ilgili herkes tarafından bilinen A. Kadir KONUK’a mektuplarından anlaşıldığı üzere hiç yasal olmayan bir biçimde sağlam raporu verilebiliyor ülkemizde. Neden böyle yollara başvuruluyor? Bir yandan koşullan iyileştiriyoruz derken bir anda insanların yaşama hakkına engel olunuyor, “
A. Kadir KONUK valin/ değildir. Ülkedeki ve diğer ülkelerdeki demokrat, duyarlı insanlar, okurları, sevdikleri ve sevenleri, çeşitli kuruluşlar beton duvarlar arasından dünyaya, idam cezası allında hayata seslenen ve güç veren bu insanın davasının yakın takipçisidirler. Üyesi olduğu Türkiye Yazarlar Sendikası. Uluslararası Af örgütü, İsveç Yazarlar Birliği, İsveç PEN kulüp. Danimarka Yazarlar Birliği KONUK un içinde bulunduğu cezaevi ve sağlık koşulları ile yakından ilgilenmektedirler.
Düşünce ve düşünceyi söyleme özgürlüğünün yok edilmeye çalışıldığı bir ülkede yaşamından kalemine aktardıklarını yine yaşama, insanlığa sunan düşüncelerini tutsak olduğu yerden özgürce seslendiren bir umut ve direnç yazarı ABDÜL KADİR KONUK’u 15 Ekim Dünya Yazarlar gününde selamlıyoruz.
“Şili halkı başkaldırmaktan vazgeçmiyor”
Şili’nin sürgün gazeteci Jaime Riera R. ülkesindeki son durumu ÖZGÜRLÜK için değerlendirdi:
Jaime Riera R.
Şili halkının 5 Ekim’de referandumda kazandığı zafer ülkeyi 15 yıldan bu yana kasıp kavuran askeri rejimi yıkmayı umut eden herkesi sevindirdi. Nitekim bu referandumla Pinochet’nin gelecek nesillerin kafalarından her türlü özgürlük ve kendini yönetme fikrini silmeye yönelik sosyo-politik programı hezimete uğradı.
Kent ve kırsal kesimlerdeki yoksul halk, işçiler ve gençlik Pinochet’ye hayır dediler. Onlar yıllarca ezici baskıya, acımasız yönetime, işkenceye modernlik maskesi altında gizlenen tüm barbarlıklara direndiler.
Onlar hükümetin amaç için her türlü aracı mubah sayan ve yıllar yılı halkı konformizme, teselliye ve kapitalizmin ideallerine hayran olmaya yönelten propagandasına altlanmadılar.
Bu seçim yengisinin başkahramanları, aslında baş kaldırmaktan hiç bir zaman vazgeçmeyen, 1982-83 yılından bu yana her şeye rağmen güç gösterileri örgütlemeyi başarabilen ve diktayı düşüşünün eşiğine getirerek, onu 1973 den sonra yasaklanan sosyal ve politik faaliyetlerde yeni bir takım girişimlere zorlayan sosyal sınıflardır.
Yeni bir toplum yaratmak ve yaşam koşullarını değiştirmek için başkaldırmaya cüret eden bu halkın o zamandan beri bu amaç için ödediği bedel on binlerce ölü, binlere kayıp ve işkence kurbanı, yüz binlerce sürgün oldu.
Hükümet son yıllarda amaçlarını gerçekleştirmede pek başarılı olamıyorsa da. rejimin tahakkümü, kendisini “icraatında ve gidişatında” ısrar etmeye götürüyor . Pinochet’in ordu ve ülkenin tüm ekonomik kaynaklarını elinde tutan mali güçler tarafından sıkı koruma altına alınan kayıtsız şartsız tahakkümünü düşündükçe, Ekim öncesinde iyimser olmak zordu. Ancak Pinochet sisteminin yönlendirdiği politik ve ekonomik dinamikten sürekli dışlanan halk, Batı’da benzeri görülmemiş bir seçimde korkusuzca kendini ifade etti. Ve bununla kuşkusuz Şili sahnesinde radikal bir değişim doğdu.
Referandum sonuçlarında iki sorun ortaya çıkıyor.
1- Şili’de protagonizm politikaya dönüyor, yani on beş yıl boyunca askerin çizmesi altında gizlenen ve iç ya da dış sürgün yaşayan eski siyasiler, bu süreyi telafi etmek için 1973′ de feshedilen parlamenter rejime geçiş görüşmelerinde kendi kartlarını açıyor.
Bu görüşmeler pek kolay olmayacak. Çünkü çok deneyimli ve nitelik -li de olsalar D. C. (Hıristiyan Demokrat Parti) başkanlığındaki delegasyonun karşısında temelleri yıkılmamış ama tehdide uğramış bir iktidar sistemi duruyor.
2- Bunlar da ekonomik temeller.. Bu durumda, birinci soru, Pinochet’i saf dışı bırakarak bir Anayasa reformunu gerçekleştirmek ve askerlerle acısız bir demokrasiye geçiş sürecini sağlayacak görüşmeleri başlatmak. Ama bu süreçte son derece önemli bir sorun daha gizleniyor. Siyasal otoritenin eş zamanlı olarak hem sonucu hem de koşulunu oluşturduğu bir sosyo-ekonomik ilişkiler modelinin sürekliliği ya da yıkılışı. Siyasiler ve yeni ittifak mutlak surette bu görüşmeleri olumlu bir amaca dönüştürmek zorundalar.
Halkın muhalefeti, teoride, bu amacın Şili de on beş yıldan bu yana uygulanan ve ülkenin omuzlarına 20 milyar dolarlık bir dış borç küfesi yükleyen, halkın üçte ikisine, bir azınlığın serpiliş gelişmesini seyretme rolü veren modele karşı açık bir alternatif haline dönüştürmesi beklentisini getiriyor.
Bankacıların, sanayicilerin ve askeri teknokratların gözünde en büyük tehdit, bu sosyo-ekonomik sistemin oturduğu temeli tartışma konusu eden demokratik ilkelerdir. Her şeye rağmen Şili’de muhalefetin son iki-üç yıl (ki bunun ekonomik göstergeleri son derece yüksek bir artış ritmi gr ermiştir.) , Pinochet’nin ekonomik modeline yönelik eleştirilerin salt siyasal açıdan diktatörlüğe yönelik eleştirilerin yanında ikinci plana düşmesini engelliyor; muhalefetin getirdiği alternatifin ise dışlandığı ekonomik sistemler içinde gerçek maddi çıkarlarını savunan bir zümre ile karşılaşma problemini doğuruyor. Bu da, devlet ekonomisinin esemen olduğu Şili’de askeri teknokrasiyi saf dışı bırakmayı ya da kamu üretim aygıtını onunla paylaşmayı gerektiriyor.
Önümüzdeki aylarda Şili, siyasal reforma ilişkin son derece karışık görüşmelere ve ekonomide bir yeniden düzenleme girişimine sahne olacak. Şili devleti bugüne dek yalnızca üretici olmayan bir zümreye dayanan ve halkın çoğunluğunu şiddet yoluyla dışlayan bir yolda yürüdü. Bu çoğunluk şimdi yeniden oyuna girmek için bastırıyor. Ve referandum, bu çoğunluğun egemen sistemi kıracak güç, heyecan ve enerjiye sahip olduğunu gösteriyor. Halkın bu baskısı belki de yalnızca şimdiye kadar iktidar koltuğunda oturanları sindirmekle kalmayacak, bugün onların yerine geçmeye hazırlananlar için çalan alarm sinyallerini de yükseltecek.
FOTOĞRAFIN ÖYKÜSÜ
“SARARIP DÖKÜLMEDEN ÖNCE KIZARAN YAPRAKLAR Kİ ONLAR
ŞAN VERDİLER ORTALIĞA BÜTÜN BİR SONBAHAR
MEVSİM DÖNÜP DE YEŞERMEYE BAŞLAYINCA RÜZGÂR
ÇIPLAĞINDA O ATIN YİNE ONLAR KOŞACAKLAR
Yıl 1978… Bir fotoğraf…
55 il 100’ü aşkın ilçede on binlerce gencin karıncalar gibi girip çıktığı Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun, amblemi olması için seçilmiş, üzerinde çalışılmış…
5 genç.
Başları dik, gururlu… Yüzleri güleç, gözleri parlak. Haykırıyorlar: “Biz genciz, bizde teslimiyete ve ihanete yer yoktur.”
Haluk Tamdoğan, Yusuf Metin, Ekrem Ekşi, Necdet Öğütçü ve bir kız ki sıkılı yumruğunu kaldırmış, hafızaları zorluyorum, nafile. Hepsi bir sevgi yumağı.
Önce Haluk.. Yıl 1978. Belediye ye otobüsünden indirilerek kurşunlanır. Taksim YDGD’de, fotoğraftaki diğer bir isim, Ekrem konuşur Haluk’un anma toplantısında. Hıçkırıklar içindedir:
“Kavgada meydanlarda seninle olacağız Haluk”
Aynı yıl bir ölüm haberi gelir İzmir’den. Dersimli bir köylü çocuğu devrimci önder Yusuf Metin kaçırılmış ardından da ölüsü bulunmuştur. “Çan çalmıyoruz. Yok sala veren. Bu giden biten bir şarkı değildir.”
Yıl 1980. Eylül un kopkoyu kakanlığı. Dernekler kapatılmıştır. Ekrem Ekşi İstanbul 1. şubenin 4 No’lu hücresindedir.
Fotoğraftaki diğer bir isimle Ekrem’in hücresi önündeyiz. Hep birlikte gülüşüyoruz. Parmaklarımız birkaç saniyeliğine temas ediyor. “Ayrı geldim, Askeriye’de tuttular. Bir şey çıkmaz.” Tuvalet dönüşü bu kısa karşılaşmadan ayrılırken Ekrem seslenir. “Para ihtiyacınız var mı?”
Ekrem işkence sırasını beklerken aynı [günlerde Gayrettepe’deki siyasi polis merkezinde, 14 nolu hücrede fotoğrafta olmayan bir başka genç tezgâhtadır. Dev sol davası sanığı Ahmet Karlangaç.
Ayakta duramaz haldedir. Basının önüne çıkarılır. I. Şubede. Burada kendisine yöneltilen suçlamaları reddeder. Ardından ayrı bir işkence odasına alınır. Ve işkenceciler hep birden saldım: 1 Ekim 1980. Bir “intihar” daha geçecektir polis arşivlerine.
Emniyet Müdürü Şükrü balcı, Mete Altan ve Aydın Barış konuşur: “Artık bize emirler yüksek yerden geliyor. Konuşmazsanız öldürürüz. Ahmet Karlangaç gitti ne oldu?”
Karlangaç tan iki hafta sonra Ekrem işkence tezgâhından hücresine indirilir.
Üzerinde kısa kollu bir gömlek, vücudu ise gömleğine sığamamakta.
Hırıltılarla konuşabilmekte… Hücre arkadaştan gömleğini yırtarak, söker alırlar üzerinden. Hücrenin demir kapılarını yumruklayıp doktor isterler. 2 saat kadar sonra işkenceciler tekrar gelip Ekrem’i hücresinden şişmiş vücudunu sürükleyerek alırlar.
Ve işkenceci aylar sonra sorguladığı bir İTÜ’lü yurtsever devrimciye “İşte Ekrem’i tam burada öldürdük” diyordu.
Zamanın rahminde coşkun bir hayata dönüşecek ölüm…
EKREM EKŞİ
1955 Zonguldak doğumlu Ekrem Ekşi, 1974 senesinde İTÜ Mimarlık Fakültesine girdi. İTÜ’de öğrenci temsilciliği yaptı. Sıkıyönetim tarafından kapatılan YDGF üyesi ve önde gelenlerindendi. Mimarlık Fakültesi’nde mezuniyetine bir ders kala, henüz bir aylık evliyken 1980 sonbaharında gözaltında işkencede öldürüldü.
İTÜ’den sınıf arkadaşı ve o dönemin İstanbul YDGD başkanı A. Necdet Öğütçü Ekrem için şöyle diyor:
“Ekrem, anlatılamaz, yaşanır. İnsanoğlunun en olumlu özelliklerini taşıyan bir dosttur Ekrem. Bu kadar tertemiz ve büyük bir yüreği olan ve bunu gülüşüyle, samimiyetiyle, coşkusuyla yansıtabilen nadir insanlardan birisiydi. Demokrasi ve insana saygı yapısında vardı.”
İTÜ’lü arkadaşları Ekrem için gönderdikleri anma yazısında ise şöyle diyorlar:
“İTÜ gençliği ondan fedakârlığı, hayata bağlılığı, dövüşmeyi, dövüşürken gülmeyi öğrendi. Ekrem yine aramızda olacak. İsmini koyduğumuz çocuklarımıza meydanlarda Ekrem’in resimlerini gösterip “İşte Ekrem bu!” diyeceğiz. “
Bir başka mücadele arkadaşı da Ekrem’i şu anısıyla anlatıyor:
Yıl 1979. “İstanbul’u maviye boyayacağız.” dediğimiz günler. Mavi renkli 1 Mayıs afişleri asılıyor her yerde. Taksim’de Ekrem ile karşılaştık. Dernekten çıkıyordu. Bu akşam afiş yok mu dedim? Ekrem iki elini açarak ‘İnsaf be hocam! Tam 29 gecedir aralıksız afişteyiz. Bugünü de dinlenmeye ayırdık.’ dedi. İşte Ekrem böyle bir yoldaştı.”
O ÇOCUKLAR
O YAPRAKLAR
O ŞARABİ EŞKİYALAR
ONLAR DA OLMASALAR
BENİM GAYRİ KİMİM VAR”
(C. Yücel – Yaprak Dökümü)
KARADENİZ’İN DAĞ KARTALI:
MUSTAFA ŞEFİK
“Faşizme ölüm halka hürriyet” Göstericiler meydana ulaştıklarında takviye edilmiş polis gücüyle karşılaştılar.
1 Eylül 1980’de Rize’nin Pazar ilçesindeki çay üreticileri bu hak arama direnişinin en önündeki devrimci YDGF Merkez Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Şefik’ti. Direnişin önderi suskunlukta haykırır: “Dağılmayın. Direnin. Haklarımızı almanın başka yolu yok.” Silâhlı çatışma başlar.
Yaralı yakalanan, 1956 Adana-Ceyhan-Kızıldere köyü doğumlu M. Şefik işkence görür ve Trabzon Numune Hastanesi’ne kaldırılırken ölür. “Günler ağır, günler ölüm haberleriyle geliyor, en güzel dünyaları yaktık ellerimizle/ ve gözümüzde kaybettik ağlamayı/ bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp gözümüzden gözyaşlarımız gittiler… Ve bundan dolayı/ biz unuttuk bağışlamayı…”
BİR TAHLİYE
Meral Bekar
Nişanlısı işkencede ölmüştü. Emniyette beraberdiler. Yüreğiyle dayanmış, bedeniyle dayanamamıştı onca zulme. İşkence sonucu ölüm ayırmıştı onları. Sevdiği, arkadaşı, yâri, işkencede ölmüştü.
Kapkaraydı gözlerinin etrafı. Çukura gömülüydü sanki. İlk günler uykuya dalar dalmaz bu gencecik insan, çığlıklarla uyanırdı… Canhıraş çığlıklar… HASAAAAANNN!
Koşardık yanına… Alırdım kollarıma; sanki kızımı, minicik bir çocuğu okşar gibi okşardım onu… Saçlarını… Yüzünü… Yavaşçacık konuşurdum onunla; güzel, yatıştırıcı, sevecen şeyler söylerdim ona… “Canım benim” derdim, “sakin ol”, “Sakin ol”… “Bir şey yok”…
Boğazım düğümlenirdi. Gözlerimden yaş akmasın diye öylesine zorlardım ki kendimi, boğazım çatlayacakmış gibi olurdu… Ağlamamalıyım, onu sakinleştirmeliyim güç vermeliyim ona; Ağlarsam olmaz derdim… Ne çare! … Zapt edemediğim sessiz birkaç damla düşerdi gene de yanağımdan, burnumun ucundan… Belli etmemeye çalışarak silmeye çalışırdım bu damlaları ve yine boğazımı patlatırcasına savaşırdım gözyaşlarımla. Konuşamazdım ki bu cebelleşmede… Yendiğimde zorlayan gırtlağımı, yine yumuşak sözler söylerdim ona.
NECDET ADALI
Necdet Adalı 12 Eylül’ün ilk idamı. Tarih: 8 Ekim 1980.
“Sevgili Anneciğim, Babacığım, Sizleri ve ezilen halk uğruna verilen mücadeleyi erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm, ama bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamın içerisinde hiç bir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar uğruna verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan gurur duyuyorum.
(8 Ekim 1980, Anne ve babasına yazdığı mektuptan.)
HASAN ASKER ÖZMEN’in İşkencede katledilişinin yıldönümü
Ve bir süre sonra yatışır, gülerdi. Gülerdik gözlerimizdeki yaşlarla. Hala boğazıma takılı hıçkırıklarla, gülerdik. Sarılır, sımsıkı sarılırdık birbirimize, bırakmamacasına. O anda hiçbir kuvvet bizi birbirimizden ayıramazdı sanırım, öylesine sımsıkı… Sımsıcak sarılırdık.
Ne oldu diye sormazdım. Bilinmez değildi ki! … Bir dosttu bir daha dönememecesine yiten. Bir arkadaştı. Yiğit, sevecen, fedakâr, inanç dolu Bir sevgiliydi O, gönülleri fetheden.
Adı yüreklerde yaşayan bu dost yoktu artık. Yüzü hâlâ parmağındaydı. Birlikte yedik dayağı, copu “Komutanım” demedik diye. Yine birlikte, gizlemeye çalıştık coplanan ellerimizin tutmadığını… Hasan’ın yüzüğü parmağında…
Ve yine birlikte konuşurduk yapılan işkenceyi, zulmü… Anlatırdı, hep anlatırdı; kime ne yapıldığını, kimlerin ne yaptığını, nasıl yaptığını… Anlatırdı, dinlerdi.
Sevgiyi, nefreti, iğrençliği, soyluluğu, hücrede büzülmüş cesedi… bir gece önce istenen battaniyeyi… güvey yatağına yatırılan işkencede ölmüş bedeni… Anlatırdı hep.
Tahliye günü müthiş bir hüzün vardı koğuşta. Kesinlikle sevine değildi hâkim olan duygu. Evet, hüzün çökmüştü mahpushaneye. Artık ağlıyorduk, sıkmamacasına kendimizi. Sessiz, saygılı, onurlu, birbiri ardına düşüyordu gözyaşlarımız…
Ve…
Türkü söylüyordu kardeşimiz parmağından çıkarmadığı nişan yüzü ğüyle…
“Coştu Kızılırmak coştu.
Dalga vurdu boydan aştı
Ecel aldı nazlı yari
Öksüz koydu gelin kızı
Künye gelmiş dağılıyor
Bir tane de bize düştü.”
Bu türkü bizim için bambaşka bir anlam taşıyordu artık. Kelimeler önemli değildi. Biz, anlamak istediğimizi anlıyorduk. Onun, onların; evet bizim türkümüzdü bu.
Yüreğimizi yakan, gözyaşlarımızı hüzün ve hınçla yoğuran, bir Haykırışımızdı…
Bu güzel, tok ses, bu saygılı haykırış, tüm benliğimizi sarıyor!
Kucaklaşıyoruz.
EYLÜL’ÜN ÇOCUKLARI İLE GERÇEK ÜSTÜNE SÖYLEŞİ
Eylül’ün çocukları
yosun kokulu lacivert denizi
anlatabilirim sizlere
bilinmeyene demir almış bir gemiyi
alıp dudaklarımdaki sözcükleri
bilmediğim dillerde taşıyan tayfaları
kırık şarkılar efkâr dağıtımı olmuş
kurumuş keseklere dönmüş
bu kendin kıyıları
iğreti gülüşlerle parçalanan aynalar
gecelerin utanç çığlığı
dilim yasak şiirlere çalıyor
gözlerim yasak sularda akmaya
hüznümde konaklanıyor tüm ayrılıklar
taşınıyorum her gün yeni kıyılara
selamınızı ve siteminizi aldım
“görülmüştür” damgalı mektuplarınızdan
yaralı bir gülüş çöreklendi yüz çizgilerime
adınızı gül yapraklarına işledim
ahdınız bir çığlık bahçelerde
yaşayın ki
bin kanatlı kuşlar taşısın
bir kalemin yazamadıklarını
günlerin taşlaşmış yüzüne
korkuların gölgesinde büyüyor çocuklar
titreyen bir selam yükseliyor sanki uçurtmalarında
uçuk gözlerinde taşıdıklarından habersizler
yanıtından korkulan anlamlı soruları
sigarayı daha çok içer oldum
başucuma astım bıyıklı resminizi
sabahları erken uyanıyorum yine
bir gün uyanamam diye gecelerin göğsünden
eylül’ün çocukları
yükselen bir kuşun kanat çırpışında
görünce hüküm giymiş günleri
sizler geliyorsunuz aklıma
alıp terkinize aşkları ve anıları
bir şiir tadında yaşadınız da ölümü
acılardan gül işlediniz yastıklarınıza
geriye kalan ki
bilgelik üstüne bitimsiz bir söylence
ve talihe düşen izdüşümüdür gerçeğin
bedeli
daktilo tuşlarının düştüğü
“gerekçe”lerdeki “karar” hükmüyledir.
NAMIK KUYUMCU
Devrimin Sinemadaki Sesi: SERGEY MIHALOVİC EİSENSTEİN
Murat Düzgünoğlu
Kimdir sizce Eisenstein? Bir ömür boyu yapmak istediği filmleri yapamamış, hayal kırıklıklarıyla yaşamış, anlaşılamamış bir sanatçı mı? Yoksa sinemanın yüzünü ağartan, kuramsallaştıran, biçim ve içerik olarak ona yeni bir yön veren, kendinden sonra gelen sinemacı kuşağını derinden etkileyip örnek olan, yarım düzine filmle tüm sinema tarihinin en büyük dâhisi mi? Yoksa yürekten bağlandığı devrim uğruna çarpışan, devrimi filmleriyle anıtlaştıran bir devrimci mi?
Eisenstein, en başta bir devrimcidir. Yaşamıyla, filmleriyle bir devrimci… Ekim devriminin en kızgın günlerinde Kızılordu’da yer almıştır. Sanatçı yönüyle bir devrimcidir. “Potemkin Zırhlısı” adlı 1905 devrimini anlatan filminde dekoru, kahramanı, makyajı kullanmayışıyla, kahraman olarak devrim uğrunda çabalarını birleştirmiş halk yığınlarına yer verişiyle, kurguya yepyeni bir ivme ve yön kazandırıcıyla sinemada devrim yapmıştır. Gerçi bunları yaparken hocası Meyerhold ve sinema göz-kuramının yaratıcısı Dziga Vertov’dan etkilenmiştir ama bu etkilenmeleri, daha doğrusu esinlenmelerini sanatçı kişiliğinde yeniden yoğurmuş, yaratmış, ayağa kaldırmıştır.
Eisenstein Potemkin’de kurguyu öylesine kullanır ki film korkunç bir ritim ve seyirci üzerinde şok etkisine ulaşır. Yapıt adeta 1905 devriminin abidesidir. Gösterildiği her ülkede çeşitli sınıflardan ve siyasal görüşlerden insanları 1905 devrimi insanlarının coşkusuna ortak eder. Ve her halde en büyük övgüyü de Hitler’in propaganda bakanı Göbels’ten almıştır. Göbels filmi gördükten sonra, rejimin yönetmenlerine “bana bir Alman Potemkin’i yapın” emirini verir.
Eisenstein hayal kırıklıkları da yaşamıştır. Yapmak istediği birçok filmi ne kendi ülkesinde ne de başka bir ülkede gerçekleştirebilmiştir. Neler yoktur ki projelerinin arasında: Theodore Dreiser ın “Bir Amerikan Trajedisi’nden Karl Marks’ın “Kapital” ine kadar birçok ülkede birçok film ortaya koyar. Bu yapıtıyla Lenin Nişanı’nı alır. Daha sonra 1944 yılında II. Bölüm olmak üzere “Korkunç lvan”‘ı bitirir. I. bölümüyle Stalin ödülünü alan Eisenstein II. Bölümüyle de ağır tepkiler ve eleştirilerle karşılaşır. Bu arada hastalanmıştır, İyileşip yanlışlarını düzelteceğini ve 111. Bölümü çekeceğini söyler. Fakat 11 Şubat 1948’de ardında bir dolap dolusu senaryo, taslak bırakarak gözlerini yaşama kapar.
Tüm ömrü boyunca sapabildiği ancak altı filmdi Eisenstein nın. Bunlar içinde “Potemkin Zırhlısı”. “Aleksandr Nevsky” ve “Korkunç İvan’a tüm sinema tarihinin en iyi yapıtları gözüyle bakılıyor bugün. Ve filmleri Lenin’in “bütün sanatlar içinde bizim için en önemlisi sinemadır” sözünü doğruluyor.
Hoş geldin YENİCAĞ
PERDECİ – Mehmet Esatoğlu
Geldik Ekim’in orta yerine, bırak hüznü. Eylüller geçici. Sarı yaprakların sarılığı ve çıtırtısı, romantizmini yitirir gibi oldu. Ekim’in tatlı sert rüzgarları yanağını okşamıyor mu? Zamanıdır, perdenin iplerini yuvarlayan makaraları yağla. Perde handiyse açılacak.
Ekim bu. Kim bilir eteğinde neler saklı. Perde açılmak üzere.
Geçmiş mevsimlerden biri. Perde ha açıldı ha açılacak. Fısıltılar homurtulara dönüşmüş Nisan’lardan beri. Bir telaş bir heyecan. Derken yönetmen kulise girer, kara saçlı görkemli kadın gergin. Oyuncuların yüzlerinde gezdirir bir süre gözlerini, sonra “Dün erkendi, yarın geç şimdi tam zamanı.” Yanaklar birden pembe pembe olur. Kara saçlı görkemli kadın, bir ayin gibi yalnızca iki parmağını yanaklarında gezdirir oyuncuların ve mırıldanır: ateş gibi. Dayanılmaz üçüncü zil, oyuncular daracık bir yoldan sahne ağzına yürürler. Yönetmen kara saçlı kadına duyururcasına fısıldar: HAYDİ ÇIKIŞ.
Perde açılır, bütün gürültüler gökyüzünü kaplamıştır artık sahnedeki oyunun adı: İnsanlığın altın çağı.
Aman ne gösteri, ışıklar parıl parıl yüzlerce. En görkemli davul sesi kulaklarda: HOŞ GELDİN YENİÇAĞ HOŞGELDİN.
Perdecinin avuçları ter içinde. İpleri bir an için bıraktı ve yürüdü. Henüz aydınlanmamış sahnede parlak düşünün yanına çöküverdi.
(Perdecinin yeniçağ üzerine söylevidir.)
Sen Ekim devrimi, insanlık sahnesinde en parlak ışık. Tüm yalanlar vaatler çöplüğe, artık gerçek bir öykümüz var. Paraların dünyası konuş bakalım, ya sen edebiyat? Ooooo buyur bakalım felsefe. Aman bundan böyle lalınızı iyi ölçüp biçin karşınızda gerçek bir devrim var.
Perdeci kulise alkışsız ilerlerken tuttuğu iplere bakakaldı. Şu ipler kim bilir nice makaraların etrafında dönüvermiş ve ayırmıştı Ekim’le gençleri. Yüreği Ekim devrimi olmuş ipin ucunda son nefesi vermişlere selam olsun. Eylül ve parmaklar onlara yönelmiş: “İşte, altmış yıllık Cumhuriyetin tekerine çomak sokanlar. Varsın yaşları on yedi bucuk olsun biz on sekize tamamlamasını biliriz”
Perdenin makaralarını gıcırdatıyordu dişlerinin gıcırtısı duyulmasın diye.
Eylül’ün ilk “Evet mi – Hayır mı”larından biri. Belki de ilki. Yüzde doksanlar karabasan. Kaim enseliler sarhoş gibi böğürüyor: Tuuuuuuuuşşşşşş.
Moraller bozuk. Kimi kalabalığa “Akrep gibisin kardeşim” okumak derdinde. Perdeci kalabalığın muhalefet duygusuna sandıktan bakanlara kızdı. Haklı mıydı haksız mı bilinmez. Kalabalıkları kimi politikacılar gibi sandık başında anımsayanlar onların nabızlarını sandıktan sandığa tutacaktı kuşkusuz. Seçim yüzdeleri bir şeyleri anlatır ama her şeyleri değil.
Aynı gecelerden bir gece, tiyatro kulisinde bir başka perdeciyi bekliyor. Sahnede konu bir zindan. Sheakespeare’in “Bütün dünya bir zindandır”ına nazire olarak yazılmış “Zindan da bir dünyadır” oyunu. Perdeci beklerken bir yandan da pano arasından izleyicileri gözlüyor. Ön sırada oturan omuzu yıldızlıya takılıyor gözleri. Yıldızlı kısık gözleriyle izliyor. Oyunculardan idamlık rolünü oynayan, birden sahne önüne yürüdü ve YAŞAMAK İSTİYORUM diye haykırdı. Perdeci işte o an gördü yüzde doksan güvenli titreyen yaldızlı omuzu.
Ve gecen gün gazetede okurken eski görevlinin itiraflarını bir kez daha uçuştu gözünün Önünde korku dolu yıldızlar.
Ekim nihayet gelmişti.
Ekim Devrimi tarihe yazılmıştı.
Kuliste “güzel olacak” diyerek sahne kenarına ilerleyen oyuncular vardı. Perde handiyse açılacaktı.
Kapıdan Bir Brecht Sızıverdi: Devlet tiyatrolarında “Üç Kuruşluk Opera”
Ahir zaman içinde Devlet tiyatromuzun kapısından bir “öcü” sızıverdi: Bertolt Brecht. Maazallah koca Devlet-i Aliye’nin sahnesinde Keçeciler’in kulaklarından ırak “Önce ekmek gelir ondan sonra ahlak” denecek ya da Mustafa Taşar’ın şerefine:
Vatan millet hep palavra
Savaşlar da bahane
Bu düzende tek kural var
Artmalı hep sermaye
Tövbe Taşar Efendi tövbe. Başımıza taş yağacak. Şaka bir yana biz işin bir başka yanına değinmek istiyoruz. Ülkemizde daha önceleri de Brecht oyunları sergilendi, özele ve genele dair birçok eleştiriler aldı. Ancak sonradan söylenenleri yel üfürdü sel götürdü, aynı yanlışlar yeniden yapıldı. Biz hatırlatma babından birkaç eleştiriyi yineleyeceğiz. Özdemir Nutku 1975’lerde İstanbul’da sergilenen Şehir tiyatrolarının “Galile’nin Yaşamı” adlı oyununu eleştirirken genele ilişkin şunları söylüyor:
“Brecht ve Berliner Ensemble yönetmenleri bir oyun ü/erine şu süre sınırlaması ile çalışmaktadırlar. Altı ay masabaşı çalışması, üç-dört ay sahne üzerinde yerleştirme çalışması ve ek olarak altı ay da oyuncular üzerine çalışma. Belki bizde böyle bir çalışmaya olanak yoktur; ama hiç olmazsa bir altı aylık çalışına yapılmalıydı. Çünkü Şehir Tiyatroları ödenek alan bir tiyatrodur ve en azından örnek bir tiyatro olmak zorundadır. Brecht şöyle der: “Çabuk alınan sonuçlardan sakının ilk çözüm hiç bir zaman en iyi çözüm olamaz. Çünkü ilk çözümde az fikir ve az deney vardır. Sezgi özellikle yönetmenler için çok zararlı ve kuşku veren bir yol göstericidir.” (Özdemir Nutku Türkiye’de Brecht Tiyatro 76 yayınları)
Mutlu Parkan “burjuvazi’nin Brecht’ten kurtulmak için başvurduğu yedi yöntem” yazısında yöntemlerden birini söyle açıklıyor:
“Brecht büyük bir tiyatro yazarıdır. Onun oyunlarını sahnelemek önemli bir görevdir. Bu yöntem Brecht’i diyalektik içeriğinden, yani Brecht’in estetik kuramından soyutlayarak onu burjuva tiyatrosunun repertuarının bir parçası haline getirmek amacına yöneliktir. Örneğin Kent Oyuncuları “Beş Paralık Opera”yı, Dormen Tiyatrosu “Bay Puntilla ile Uşağı Matti’yi bu şekilde sergilemişlerdir. Seyirci hu “renkli” gösterilerden başı dönmüş ve aptallaşmış olarak çıkar. (Brecht Estetiği ve Sinema, Mutlu Parkan Dost Kitabevi Yay.)
Testi kırılmadan önce oyunu hazırlayanlara ve şimdiden alkışlamaya hazırlanan eleştirmenlere duyurulur.
Buyurun yeni oyunlara …
• Ali Poyrazoğlu tiyatrosu: Neil Cunn’un “Kadınlar Hamamı”nı; Kent oyuncuları, John Patrick in Küçük Mutluluklar’ını Alexsander Garin’in “Olimpiyat Gülleri”ni; Athot Fuqard’ın ‘Sarı Sabır Çiçeğinden’ini; Müşfik Kenter: “Van Gogh”u; Gonül Ülkü-Gazanfer Özcan tiyatrosu, Noel Coward’ın “Ben Çağırmadım’ını (Ruhlar Gelirse); Enis Fosforoğlu tiyatrosu: Hüseyin Rahmi’den oyunlaştırılan “Şıpsevdi’yi ve Oktay Arayıcı’nın “Nafile Dünya’sını.
• Dormen tiyatrosu: Ray Cooney’in “Bir taşla iki baba”sını; Hadi Çaman Yeditepe Oyuncuları: Bernard Slade’ın “iyi ki Doğdun”unu ve Sinan Gürdağcık’ın “Takıntılar”ını; Tevfik Gelembe tiyatrosu “Göz Görmeyince”yi. AÇOK: “Avrupa ya Avrupa’ya”yı.
• Bizim tiyatro: Paul Robenson’dan Zafer Diper’in oyunlaştırdığı “Bize Türkülerimizi söyletmiyorlar Robson”u; geçen sezon oynadıkları oyunların yanı sıra gösterime sunacaklar.
• Ödenekli tiyatrolarımızdan Şehir tiyatroları: Müsahipzade Celal’in “Kafes Arkasında”, Pserrette Bruno’nun “Ellisinden Sonra”, Oktay Rıfat’ın “Çil Horoz” Aristophanes’in “Kuşlar”, Jeffrey Archer’ın “Suçlu mu Suçsuz mu?”
• İstanbul Devlet Tiyatrosu: Bertolt Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera” Aleksander Volodin’in “Kertenkele”. Michael Frayn’ın “Oyunun Oyunu”, Özer Arabul’un “Rüzgârlı Kadın”, Aldo Nicolai’nin “Soğan”, adlı oyunlarını Ekim ayı ortasından itibaren sahneleyecekler.
Buyurun yeni filmlere…
Yeni filmlere gelince. Fernando E. Solinas ın “Tangolar”ı, “Kızgın fırtınalar saati” ve “Güney”i. Werner Herzog’un “Yeşil kobra”sı ve “Yeşil Karıncaların düş gördüğü yer”i. İstvan Szabo’nun “Mephisto”su. Nagisa Oshıma’nın “Tutku İmparatorluğu” Nikita Mikhalkov’un “Beş akşam”ı,Zoltan Fabri’nin “Ağıt”. John Huston’un “Ölüler”i. Hector Babenco’nun “Örümcek Kadının öpücüğü”, Antonio Skarmeta’nın “Ateşli Sabır” ı, John Boorman’ın “Umut ve Zafer”i, Carlos Saura’nın “El Dorado’su. Oliver Stone’un “Salvador”u, Ken Russel’ın “Gothic”i gösterime girmeye çabalayacak filmlerden bazıları..
Yerli sinema yapıtlarımıza gelince;
Şahin Kaygun’un “Dolunay”ı. Zülfü Livaneli’nin “Gölge”si, Yavuz Özkan’ın “Yağmur Kaçakları” ve “Umut Yarına Kaldı”sı, Şerif Gören’in “Polis”i, Zeki Ökten’in Düttürü Dünya”sı, Zafer Par’ın “Yedi Uyuyanlar”ı, Mehinur Ergun’un “Gece Dansı Tutsakları”, Nisan Akman’ın “Dünden Önce Yarından Sonra”sı, Kurban Yurtsever’in “Zincir”i, Muammer Özer’in “Kara Sevdalı Bulut”u, İsmail Güneş’in “Ateş Böceği”, Faruk Turgut’un “Dönüş”ü, Tunç Okan’ın “Fikrimin İnce Gülü” yeni filmlerden bazıları…
ERMENİSTAN ve KARABAĞ’DA SIKIYÖNETİM
Sovyetler Birliği’nde Glasnost, perestroyka… derken Ermenistan ve Karabağ’da sıkıyönetim ilân edildi. Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanmasını isteyen Ermenilerin ayaklanmasını idari tedbirlerle önleyemeyen Sovyet yöneticileri, çareyi, sıkıyönetim ilan etmekte buldular. Böylece sıkıyönetimli sosyalizm” kervanına, Polonya’ dan sonra Sovyetler Birliği de katıldı. Polonya’da işçilerin ayaklanmasını emperyalizmin oyunu sayan, gerçekleştirilen Jaruzelzki Cuntasına da devrimci gerekçeler uydurmaya çalışanlar, şimdi, “glasnost sıkı yönetimi”ni izah etmek için hummalı bir faaliyet içinde olmalılar.
Polonya’da işçi ayaklanması… Polonya’da Cunta… Sovyetler Birliği’nde glasnost… Milliyetler sorununun alevlenmesi ve sıkıyönetim.
Görünen köye kılavuz gerekmiyor…
LÜBNAN’DA KAOS
Çeşitli devletlerin, etnik ve dinsel farklılıkları körüklemesi sonucu Lübnan’ın içinde bulunduğu karışıklık. Cumhurbaşkanı Emin Cemayel’in görev süresinin bitiminden bir gün önce Hıristiyan birini başbakanlığa ataması üzerine tam bir kaosa dönüştü. Lübnan Anayasası’ na göre, başbakanın Müslümanlardan olması gerekirken hem Hıristiyan hem de asker lirinin atanması, durumu gerginleştirdi, kısa bir süre sonra da bu oldu-bittiyi kabul etmeyen Müslüman gruplarla falanjistler ve ordu birlikleri arasında çatışmalar başladı. Hükümet başkanlığına atanan Misel Aoun tüm etnik grupların karşı çıkmasına rağmen görevinden ayrılmamakta ısrar ediyor.
PAKİSTAN’DA FAŞİST-TEOKRATİK YÖNETİM GERİLİYOR.
“Sevgili” liderleri Ziya Ülhak’ı büyük sevgi gösterileri ile “Hak “kına gönderen Pakistan halkı mücadelesine devam ediyor. Çeşitli illerde gösterilerini sürdüren muhalefet partileri taraftarları Ziya-ÜI Hak rejiminin geri kalan kalıntılarının temizlenmesi taleplerini dile getiriyor.
Pakistan Yüksek Mahkemesi 16 Kasım’da yapılacak seçimlerde tüm partilerin seçimlere katılması yönünde “arar aldı. Bilindiği gibi Ziya-Ül Hak da böyle bir karar almış, ancak muhalefet cephesinin güçlendiğini anlayınca bu kararını geri almıştı.
KÖLN’DE SADDAM’IN KATLİAMLARI PROTESTO EDİLDİ.
Geçtiğimiz eylül ayı içinde F. Almanya – Köln’de üç bin kişinin katıldığı bir toplantı – yürüyüşüyle Irak’ın Kürtlere yönelik katliamları protesto edildi.
Almanya’daki Türkiyeli işçi ve öğrencilerin düzenlediği toplantıda Saddam’la suç ortaklığı yapan Alman hükümetinin tutumu da kınandı.
Toplantıda bir yeşil milletvekili de konuşma yaptı.
CEZAYİR HALKI KURTULUŞ SAVAŞINDAKİ İSYANCI GELENEĞİNİ SÜRDÜRÜYOR.
Mısır, Tunus, Fas derken sıra Cezayir’e geldi. Ve Cezayir halkı kemerleri sıkma politikasının sonucu ortaya çıkan hayat pahalılığını protesto etmek için ayaklandı. Ayaklanmanın kapsamı ve talepleri bir yana, pahalılığa karşı alınan tavrın biçimi dikkati çekiyor.
Darısı Cezayir halkından bile fazla kemeri “sıkılanların” başına.
ELİM BİR ZAYİ
Pinochet’nin biricik arkadaşı, tüm dünya faşistlerinin hamisi işçi sınıfı ve demokrasi güçlerinin can düşmanı, ırkçılık timsali eşsiz insan, büyük faşist, J. STRAUSS; Ziya ÜL Hak’ın öteki dünyaya yaptığı uçak yolculuğuna Almanya’dan bilet kestirerek katılmış ve ebediyete intikal etmiştir. Başta Pinochet olmak üzere yaşayan “biraderleri” acı kedere boğan bu kayış Austwitz Toplama Kampı önünde yapılacak cenaze törenini müteakip tarihin çöp sepetine atılacaktır. Kederli faşistlere başsağlığı dileriz.
Not: Çiçek gönderilmemesi, teberruların Fransa’da Le Pen’e gönderilmesi.
İmza: “Aydınlar Ocağı”
AĞUSTOS KARARNAMESİNE TEPKİLER SÜRÜYOR.
Geçtiğimiz Ağustos ayında yayınlanan ve cezaevlerinde kazanılmış hakları geri almayı amaçlayan kararnameye cezaevlerinden çeşitli tepkiler yükselmeye devam ediyor. Başta Metris olmak üzere, Bursa, Buca, Gaziantep ve Eskişehir cezaevlerinde kalan tutuklu ve mahkûmlar, kararnameyi uygulatmayacaklarını, uygulamaya kalkılması durumunda süresiz açlık grevine başlayacaklarını söylediler.
Bursa Özel Tip Cezaevinde idarenin keyfi koğuş değiştirme ve buna karşı gelenlere toplu dayak uygulamalarının ardından başlatılan açlık grevi dokuzuncu gününü doldururken konuyla ilgili bir basın bildirisi yayınlayan İnsan Hakları Derneği;
“Yasalar çiğnenerek, insan hakları ihlal edilerek, savcı-gardiyan-polis işbirliğiyle yaratılan devlet terörü tehdidi altında, 200 civarında hükümlünün sağlık ve yaşam koşulları hayati tehlikeye atılmıştır… Şu anda idarenin tavrından dolayı, iradi açlık grevi fiilen ölüm orucuna dönüşmüş bulunmaktadır. Hükümlü aileleri endişe ve ızdırap içindedir. 170 hükümlüye 2 ay görüş ve mektup yasağı getirilmiştir… Biz insan haklan savunucuları, insanlarımıza yapılacak en küçük bir ezaya bile asla seyirci kalmayacağımızı kamuoyuna açıklıyor, ilgilileri duyarlı olmaya çağırıyoruz.” diyerek olayı protesto etti ve kınadı.
Aynı konuyla ilgili olarak İstanbul Barosuna kayıtlı 150 avukat bu konuda kamuoyuna bir açıklama yaptılar. Açıklama şöyle:
“Biz, aşağıda isimleri bulunan İstanbul Barosuna kayıtlı avukatlar Adalet Bakanlığının 1.8.1988 yürürlük tarihli “Cezaevlerinde Disiplinin Sağlanması ve Farklı Uygulamaların Önlenmesi” konulu genelgesini çağdışı ve kazanılmış hakları gasp edici olması nedeniyle protesto ediyor, genelgenin derhal geri alınmasını talep ediyor ve tüm toplumu ilgilendiren böyle bir konuda yetkilileri, hukukçuları ve tüm demokratları duyarlı olmaya çağırıyoruz.”
Buca cezaevinde 9 süren açlık grevi 5 SHP milletvekilinin idare ve hükümlülerle görüşmesi üzerine bitti.
Tarihten: İleri Bir Adım Cumhuriyet İlânı
Osmanlı’nın Kayzer Almanya’sı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yanında ve yedeğinde taraf olduğu 1. emperyalist paylaşım savaşı bu ittifakın yenilgisiyle sonuçlanıyor. İstanbul, İzmir, Antalya ve çevresi. Adana ve Güneydoğu Anadolu İngiliz, Fransız, İtalyan emperyalizmi ve desteğindeki Yunan gericiliği tarafından işgal edilmeye başlanıyor. Sultan Vahdettin tam bir işbirliğine soyunuyor. Ama halk yoğun bir ulusal tepki ortaya koyuyor. Hemen çeteler kuruluyor, ulusal güçler Kuvvayi Milliye adı altında örgütleniyorlar. Aşağıdan hareket, ulusal burjuva/iyi bir yandan radikalleşmeye, bir yandan da bu hareketi kontrol altına almak için seferber olmaya itiyor. Mustafa Kemal Osmanlı ordusunun kalıntılarını etrafında toparlıyor, ulusal güçleri bu odak etrafında örgütlemeye girişiyor.
Ulusal bir karşı kovuş başlıyor, anti-emperyalist niteliği burjuva önderlik altında kendini cılızca ortaya koyan ulusal bir devrim. Bir yanda emperyalistler. Yunan gericiliği ve Osmanlı Sultanı karşısında ise ulusal güçler.
Cumhuriyet İlanı, bu cepheleşmeye dayanarak gelişen ve işgale son verilip ülkenin siyasal bağımsızlığının elde edilmesiyle sonuçlanan ulusal kurtuluş savaşının doğrudan sonuçlarından biridir. Ulusal savaşın karşısında işgalci güçlerle birlikte yer alan Sultanlık’ın Türkiye’nin yeni siyasal örgütlenmesinde yeri olamazdı. Monarşi ve hilafet karşıtı yönetimiyle Kemalizm, bu iki feodal kurumun tarihin çöp sepetine atılması ve bir burjuva cumhuriyetin kurulmasında etken bir güç olmuş ve ilerici bir rol oynamıştır.
Burjuvazinin emperyalizmle sahip olduğu bağlar ve tefeci-tüccar niteliğiyle feodal kabuğunu henüz yeni kırmakta oluşu, onun ekonomi’; ve siyasal tutumlarına yansımış, ilerici tavırlarının köksüz, yarını ve çoğunun görünüşte kalmasının nedeni olmuştur. Nitekim ileri bir adım olarak sahiplenilmesi gereken cumhuriyet, feodalizme karşı bir mücadelenin ürünü olarak elde edilmeyişiyle, demokratik bir cumhuriyet olarak şekillenmemiş, tek parti ve milli şef diktatörlüğü olarak örgütlenmiştir. Ve cumhuriyet ilanı tarihsel olarak ilerici bir adımken, onun şekillenişi burjuva gericiliğin bir belirtisi olmuştur.
Cumhuriyetin ekonomik temeli kapitalizmdir. Ama feodalizm de cumhuriyetin önemli bir dayanağı olmaya devam etmiştir. Kemalist burjuvazi, milliyetçi fikirler doğrultusunda belirli millileştirmelere girişmiş, 1929 bunalımının özel koşullarında milli kapitalizm belli bir gelişme olanağı bulmuştur. Ancak emperyalizmle bağlantısı açısından da ekonomik yapıda köklü bir değişiklik gerçekleşmemiştir. Ve cumhuriyet belirli ulusal yönlere sahip yarı sömürge burjuva feodal ekonominin bir üst yapısı olarak var olmuştur. İlerici ama ilericiliği sınırlı bir adım olarak…
ECEVİT ANTİ-KOMÜNİZM VE HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN YAYGINLAŞTIRILMASI YOLUNDA DOLUDİZGİN
SHP İstanbul İl Yönetiminin 18 Eylül 1988 tarihinde Sultanahmet Meydanı’nda yaptığı mitingde, ilerici ve devrimci grupların pankart açıp slogan atması üzerine. DSP’nin sabık başkanı Ecevit “ben olsaydım, pankart açtırmazdım.” buyurmuş. İnsan, hem “sabık” hem de eski şaşaalı geçmişinden “sakıt” olunca ve de geçmişten tersine dersler çıkarmaya başlayınca kendisiyle en gerici çevreler arasındaki farklar giderek görünmezleşiyor.
Farklı düşüncedeki grupların eylemlerine katılmasını her zaman bir güçlülük belirtisi sayan Avrupalı sosyal demokratlar, çok sesliliği demokrasinin önemli bir öğesi kabul ederler. Ecevit ise artık ciddiye bile alınmazlığın hıncıyla ANAP, DYP ve Cuntanın mantığı ile konuşuyor.
“Sabık” ve “sakıt” siyasetçinin düşüşü sürüyor.
TATLISES’TEN KÜRTÇE TÜRKÜ İSTEMEK SUÇ
İnsanın duyduğuna inanası gelmiyor. Gariplikler yaşanıyor Türkiye’de. Uşak’ta İbrahim Tatlıses’ten türkü isteyen Mehmet Yılmaz gözaltına alındı. M. Yılmaz’ın TCK’nın hangi maddesinden cezalandırılacağı merak konusu. Bölücülükten mi, suç olan fiili övmekten mi, komünizm propagandası yapmaktan mı yoksa olmayan bir şeyi varmış gibi lanse etmesi için Tatlıses’e müessir fiilde bulunmasından mı? Bu konuda suçun nevini tespit için komisyon oluşturulmasını önerenler var. Komisyonun görevleri arasında Türkiye’ de yaşayanların hangi dille öksürüp hapşırdıklarının ve esnediklerinin tespiti de olacak. Öyle ya, nereden bileceğiz hapşırıklarının altında yatan sinsi amaçları.
Yine geçtiğimiz ay SHP Beyoğlu İlçesi’nin düzenlediği şölende “Grup Yorum’un sahnede Kürtçe türkü söylemesi üzerine grubun sekiz elemanı DGM savcısınca sorgulandı ve grubun solisti, Metin Kahraman tutuklandı. Bu durumda Grup Yorum’un çok ağır ceza ile cezalandırılması gerekiyor. Çünkü birincisi suçta testici var. Türkü söylenmesini isteyen işadamınınki gibi değil suçları. İşveren oldukça hafif konumda: Yalnızca söylenmesini istiyor. Grup Yorum ise söylemiş! Ne büyük suç. Suç değil cinayet! İkincisi işveren tek, bunlar ise grup. Alın işte teştid nedeni daha! “Toplu” bölücülük. Hem de başka bir dilde türkü söyleyerek. Türkü… Türkü…
Böyle bir zihniyetin geçerli olduğu ortamda solumak bile utanç veriyor.
FİLİYET ŞEN’İN BASIN AÇIKLAMASI
Eşim REFA ŞEN, iznini geçirmek için gittiği Türkiye’de 7.EKİM 88 Cuma günü saat 13.30 sıralarında, Polisin İstanbul-Tuzla’da düzenlemiş olduğu canice bir katliam sonucu öldürüldü.
Eşim, 15 yıldır Batı-Almanya’da ikamet etmekte ve işçi olarak çalışmaktaydı. Yıllık imini geçirmek için gittiği bir sırada, Polisin hazırladığı bir senaryo sonucu, diğer 3 kişiyle birlikte kurşunlanarak öldürülmesi, Polisin imhacı ve katliamcı yüzünü bir kez daha açığa çıkarmıştır. Eşim REFA ŞEN, Benci ve halktan yana bir insandı, O’nun polis tarafından kurşunlanarak öldürülmesinin altında bu gerçek yatmaktadır.
Polisin “bunlar eylem yapacaktı” gibi açıklamaları herhangi bir kanıt ve bulgudan yoksundur. Ve bir yalandır. Türk Polisi yaptığı caniliği gizleyebilmek ve kamuoyunu yanıltmak için böyle bir yalana başvuruyor.
Eşim REFA ŞEN ve arabasında bulunan diğer 3 kişi, eylem yapacaktı… şeklinde lanse ediliyor.
– Polisin elinde nasıl bir kanıt var? Niye açıklayamıyor?
– Polisin böyle bir delili varsa, neden sağ olarak yakalamayıp, yüzlerce kurşun sıkıldı?
– Polisle çatışmaya girildiği iddia ediliyor. Dur ihtarına uyulmadığı söyleniyor. Arabanın yolda değil, TIR parkında olması nasıl açıklanabilir?
– Olay yerine savcılık ve basının gelmesi beklenmeden, neden alelacele cesetler kaldırıldı? Ne gizlenmeye çalışıldı?
– Arabada bulunduğu iddia edilen silah, onlara mı aitti? Olay sonrasında Polis tarafından arabaya konulmuş olamaz mı?
– Bugüne dek hiçbir eylemi vc polisle kaydı bile olmayan eşim REFA ŞEN’in TKP/ML TİKKO’nun üst düzey askeri sorumlusu olduğu yolundaki açıklama neye dayandırılıyor?
Baskı ve zulmün eksik olmadığı ülkemi/de, insan haklan ve demokrasiden bahsedilmesini gülünç buluyor. Polisin Canice katliamını nefretle kınıyorum. Bütün Kamuoyu ve basından Eşim REFA ŞEN ve diğer 3 kişiyi topluca imha eden, Polis ve yetkililere tavır almaya, suçluların ortaya çıkarılmasına yardımcı olmaya çağırıyorum.
FİLİYET ŞEN 12 EKİM ‘88.
BİR OTOBAN, BİR KONDU VE DÖRT YOLCU İÇİN AĞIT
Buralarda gülüm bahar pek sancılı gelecek./ Bu tuşta pek hoyrat başladı./ Suya hasretmiş gülüm narçiçekleri/ Kadınım görüşte ağlamaklı, kederli/ Gene derdiler karanfilleri…
Gözlerimiz sokakları dinliyor bir yanı/ hainlik yapabilir kent./ ele verebilir sırrımızı./ “bırakın artık kitaplardaki sırrı aramayı” dedi/ aramızdan son ayrılan./ Buğday tarlalarının renginde, yüzü, gökyüzü kadar geniş./ “Size bir tek şey gerekecek, Çar’ın arabası nereden geçecek…”
Kurtlar iner birazdan kente./ Bacaları çoktan soğumuş fabrikaların./ Bir kondunun henüz sönmemiş ışığı./ Rıza, Hacerle sevişiyor…
Bir köprünün üstüne sinmiş karanlık,/ az sonra gelecek yolcuyu bekliyor…
Ölümün keyfi yerinde/ Ay tutulması değil bu/ Ay hıçkırıyor…
Saatine baktı gece./ Henüz erken./ Daha çok var fotoromanları okumasına insanların./ Henüz sefer taslan ile düşmedi insanlar sokağa./ Üniversite henüz uyumaktadır…
Otobanda bir telaş./ “keşke çıkmaz sokak olsaydım./ az sonra karanfil derecekler üstümde./ Az sonra kan yürüyecek yüzüme/ Ah… Birde barut kokusu olmasa, bir de zamana kalmasa…”
Hişşşşt…/ Göründü yolcu./ Serin bir bahar şarkısı gibi geliyor./ Önünde akıp giden yol değil./ gittikçe yakınlaşan sevgilidir./ Buğday renginde yüzleri, açık ve geniş alınları./ Köprünün üstünde karanlık./ Mermiyle buluşturuyor namluyu…
Otoban gözlerini kapadı./ Kaldırımlar titriyor…/ Bir yıldız terk ediverdi gökyüzünü./ Kondulardan biri dayanamadı: “Dikkaaaaaaat…”/ Korku cesareti üretiverdi yine/ mermi terk ediverdi namluyu./ bahar gitti barut kokularından…/ Kan yürüdü kente/ Cinayet sekiz sütuna manşette…
Yolcu, bir türkü gibi ayrıldı dünyamızdan./ Gökyüzüne yıldız oldu.
Kaç gündür söyler otoban, kaldırımlar ve kondu./ Dahi bu kent söyler/ “Gitti canım/ düştü kolum…/ Karanfilim susuzum/ Kaç gündür uykusuzum…” EKİM 1988
Üniversitede alternatif açılış
“Yalnız geleceği değil bugünü de istiyoruz”. Öğrenciler kendi adlarına düzenlenen üniversitelerdeki resmi açılışları bu yıl zorlayarak buraları kürsü olarak kullandılar. Kendi temsilcilerine söz hakkı verilmeyen yerlerde ise alternatif açılışlar düzenlediler.
İstanbul üniversitesinde adı Alarko Holdingle beraber yolsuzluk söylentilerine karışan rektör Cem Demiroğlu’nun düzenlediği törende söz hakkı verilmeyen öğrenciler davullu bir alternatif açılış düzenlediler, Burada bir oyun da sergileyen öğrenciler oyunda Üniversiteye yeni kaydolanları canlandıranların başına birer kesekâğıdı geçirip “tek tip olun sırayı bozmayın.” uyarılarında bulundular. Alternatif açılışlar ülke düzeyinde yaygınlaştı.
İTÜ öğrencileri de yeni öğrenim döneminde yemek fiyatlarına yapılan zammı 3 günlük yemek boykotu ile protesto etti. Boykota Üniversite çalışanları da katıldı. Mimar Sinan Üniversitesi’nde ise Devlet Bakanının önünde konuşup sinirlendiren öğrenci temsilcisi Nazlıhan Kızıltan “Yurdumuzun üniversiteleri uzun bir süreden beri öğrencilerin seslerine kulak tıkamak zorunda bırakılmış, hatta daha da ileri gidilerek öğrencilerin sesleri susturulmak istenmiştir.” dedi.
Kütahya İdari Bilimler Fakültesi’nde de YÖK ve yurt sorununun gündemini oluşturduğu 3 günlük açlık grevi yapıldı.
Ekim 1988