Haberler-Mektuplar

Avustralya’da Yılmaz Güney ve A.Kadir Konuk’la Dayanışma Gecesi yapıldı.
Ekim 1988 günü Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği, Melbourne’da Yılmaz Güney’i anmak ve A.Kadir Konuk’la dayanışmak amacıyla bir gece düzenledi.
Ayrıca Yılmaz Güney üzerine İsviçreli bir yönetmenin hazırladığı bir belgesel film gösterildi. Geceyi 300 kişi izledi. Gecede kitleye bir kısım işçilerin kendi evlerinde hazırladıkları yiyecekler ve A. Kadir Konuk’un kitapları satıldı. Gecenin gelirini A. Kadir Konuk’un tedavisinde kullanılmak üzere kendisine gönderilmesi kararlaştırıldı.

Danimarka Yazarlar Birliği’nden A.Kadir KONUK İçin Protesto
Bay Başbakan,
Danimarka Yazarlar Birliği, Konya cezaevinde tutulan yazar Abdülkadir Konuk’un cezaevi koşullarını protesto etmek üzere açlık grevine başladığını haber almış bulunuyor.
D. Y. Birliği Konuk’un sağlığından derin endişe duymakta ve onun bağımsız olması olanaksız askeri mahkeme tarafından çarptırıldığı ölüm cezası tehdidi altında uzun yıllar bekletilme işkencesine maruz bırakılmasından dehşete düşmektedir.
D. Y. Birliği, Konuk’un cezaevi koşullarının iyileştirilmesi ve onun sağlık durumu açısından derhal salıverilmesi için acilen harekete geçmenizi nezaketle rica eder.
Hanz Hansen Danimarka Yazarlar Birliği Başkanı

Ne Zaman Selamlayacağız Baharı?
Perdeci: Mehmet ESATOĞLU

“Küçük dev adam” elinde oyuncak misali iki yüz yirmi volt oynadıkça perdeci, biraz hayranlık birazda korkuyla seyrederdi onu tiyatroda. “Küçük dev adam” kısa boylu huyu ve tavrı proleterliğin ince nakışlarıyla örülü, garip biriydi. Perdecinin yanında yetişmiş olduğu söylense de onun görkemli yanlarını daha çok yaşamın acıları törpülemişti. “Küçük dev adam” yılbaşına doğru akan günlerin birinde ertesi günkü gösteri için ışıkları elden geçiriyordu. Voltaj ve kablo ile boğuşurken bir yandan da kırmızı şarap yudumluyordu şişeden. (Tiyatroda hazırlık zamanı içilen yudumların tadı başkadır. -Bunu hangi alkol düşkünü yazdı buraya). Perdeci oyun öncesi tiyatroya alkollü gelenlere verilen yarı-şaka, yarı-ciddi cezaları onaylarsa da, ön hazırlık anlarında teknik ekibin içtiği birkaç yuduma hoşgörüyle bakardı.
İş bitimi kulisteki elektrik sobasının başında kırmızı şaraplı sohbetin bir yerinde telefon çaldı. Alo diyemeden kalk dedi, doğanın sevgi dolu kızı: Bak, kar yağıyor. Perdeci pencereye yaklaştı, tülü kaldırdı, kışın ilk karını gördü. Fısıltıyla ne zaman selamlayacağız baharı diye sordu. Yanıt beklemeden her yılkı şiirini patlattı:
Eşini gaip eylemiş bir kuş gibi kar Geçen eyyam nevbaharı arar
“Küçük dev adam” bize de şiir baba diye bağırdı. Perdeci tam başka bir şiire davranırken ahizenin ucundan aniden gelen şiiri odadakilere aktarmaya başladı.
“Kumsaldaki yalnızlığa dökülünce zaman
Çiçek açar anılarım erken gelen baharda
Ay doğar denizlerin içine
Çağıldar hüznün”

Büfeci çocuk coşkulandı şiirden ve selamladı. Renoir tablosundaki altın saçlı kızı.
Hava kararmaya yüz tutmuştu. “Küçük dev adam” büfeci çocukla birlikte çıktılar tiyatrodan. Perdeci pencereden onların karda yürüyüşlerini seyretti bir süre. Odadan çıkmak üzereyken gözü takvime ilişti yılbaşına çok az bir sürenin kaldığını fark etti. Kenardaki yıllanmış koltuk onu bir anda çekti. Eski anılar kafasında üşüşmeye başladı. Anılar rüzgârı onu seksen birlere sürüklüyordu.
Seksenden seksen bire giden günlerin birinde saçları Karadeniz kokan birini anımsadı. Fatsa’dan gelmişti. Fatsa’da coşku günlerinin geçici duraklayışının yankısı henüz dinmişti. Fatsalı adeta sığındığı işçi yatakhanesinde, işçi Yusuf’un sazına hasretle bakıyordu. Çünkü ilk günler dokundurtmuyordu Yusuf. Yusuf sazı yeni öğreniyordu. Ve bu öğrenme azami yatakhanede diğer vardiya işçilerini uyutmuyordu. Fatsalı biraz da saza yanaşmak bahanesiyle öğretmen oldu işçi Yusuf’a: Zaman içinde Fatsalı Yusuf ve saz yumak oldular. Karanlık günlere rağmen Aralık’tan Ocak’a geçen geceyi yatakhanede kırmızı şarap (Marmara) tütün ve türkü ile selamlamaya karar kıldılar.
Fatsalı birkaç hafta önce Karadeniz dağlarında gezerken ovadaki kuşlar kan revan öterken düşlerinde vuruyordu sazın tellerine. Doruklarda bir kış rüzgârı haberliyordu coşku günlerinin geride kalışını. Amasya’da dağların tam ortasında bir cezaevinde volta vuruyordu mangal yürekli Fatsalılar. Fatsalının karısı belki bininci kez basılan evdeki postal çamurlarını temizlerken Fatsalı İstanbul’da pürtelaş dolanıyordu. Derken hemşerilik, onu yeniden nabzın attığı bir yere, sıcacık işçi yatakhanesine getirdi. Karadeniz dağları ne denli ıssızsa işçi yatakhanesi de o denli cıvıl cıvıldı. Ve güleç gözlüler dışarıda kopan “fırtınaya” inat “bayram benim neyime”yi bir yana bırakmış morallerini diri tutmaya çalışıyorlardı. Omuzu kalabalıklara ve patronlara inat.
Perdeci sekseni, seksen bir’e bağlayan gece tiyatrocu dostlarının ısrarı ile bir arkadaş evindeydi. İçtiği her yudumda biraz daha geriliyordu. Kıvır saçlı yarı yumruklar ve tekmeler altında dokuzuncu gününü dolduruyordu. Karşısında koltuğa yayılmış anlamsız bir sohbet, gâh müşteri gah izleyici diyerek tiyatrosunun son durumunu ağzında gevelerken perdeci bir an boğulduğunu hissetti. Belli belirsiz bir “haklısın”dan sonra ayağa kalktı. Herkes kendi havasındaydı. Perdeci kapıyı açtığından usul olsun diye kalabalığa haydi eyvallah yolladı. Kapıdan çıktığında fırtınaya tutulmuşçasına sallandı. Çok mu içtim diye düşünürken kapıda yüzüne tipi çarptı. Ayılmadı. Yürüdü bir süre. Yol boyu düşler peydah oldu civarında. Tipi şiddetleniyordu. Taksim parkında kimsecikler yoktu. Kibritçi kız misali kibrit yakmak geldi içinden. Ceplerini aradı bulamadı. Ararken plastik çakmak geldi eline. Ateşlediğinde nar-kın ortasında elinde meşale hürriyet heykel; gibiydi. Tipinin ortasında bir süre öylece durdu, sonra kenardaki bankın üzerinde birini fark etti yaklaştı. Bir kabustaymışçasına fısıldadı: Ekrem, Ekrem seni buraya mı attılar? Çakmak birden söndü. Perdeci yeniden ateşledi, ancak bankın üstünde kimsecikler yoktu. Ürktü. Parkın sessizliğinden bir anda kurtulmak için hızlı hızlı yürüyerek meydana çıktı. Çakmağını bir kez daha ateşledi. Çatının tam ortasında onu gördü. Bir Rönesans resmi misali yüzünde buruk bir gülümseyişle duruyordu. Biliyor musun? dedi seni darağacına çektikleri sabahın ikindisinde hastanenin bahçesine yazdılar adını. Çakmağın metali parmağını yakıyordu, rüzgârla söndü çakmak. İnşaatın önüne yığılı kumların kenarında beliren inşaat çavuşu, “kiminle gonuşuyon hemşerim?” demese sürdürecekti çatıya asılı iş makinesiyle hasbıhali.
Perdeci başını indirdi çavuş tam yanı başındaydı. Suskun öylece durdu. Bu anlamsız sessizliği çavuşun cebinden çıkardığı düdük bozdu. Düdük üçüncü kez öttüğünde koşmaya başladı perdeci. Koştukça kulağında bitmez tükenmez dürt sesi yankılanıyordu. Bu, nefes nefeseyi mavi bir ışık kesiverdi. Mavi ışık ağır ağır yanaştı. Kısa bir ön-incelemeden sonra kasklı bir minibüsten kafayı uzatarak: (Doğu kokan bir şive ile) Ne dolanıyon gece vakti, haydi bakalım evine dedi ve mavi ışık hızla uzaklaşıverdi. Perdeci son sözleri yineledi: Haydi bakalım evine.
Perdeci evine gidemiyordu. Her an bekliyordu kıvır kıvır saçlarından sürükleyecek getireceklerdi eve ve altüst edeceklerdi özel her bir şeyi. Dokuz gündür kendisini bu manzaraya hazırlamasına karşın inanılmaz bir biçimde kaslarını denetleyemediğini görüyordu. Kafasında bu düşüncelerle dolandı durdu günlerce. İşte yine akşam olmuştu olmasına ama bu akşam yılbaşıydı ve nedense herkes eğlenmeye koşuluydu. Bütün bir yıl ne olur ne olmaz akçeler alkol ve yiyeceğe yatırılıyor, sistemin insanlara tanıdığı “felekten bir gece çalma” gerçekleştiriliyordu. Düzenlenmiş eğlenceler yerine kendiliğinden cümbüşleri seven perdeci, bu karanlık kış gecesinde gerçek cümbüşleri özlüyordu.
Dar bir sokağa girdi. Bir pencereden başına arabesk ve kuruyemiş kabukları döküldü. Saklayan avuç sesine kentin bir başka yerindeki çığlıklar karıştı. Bu, iki ayrı sesi aynı anda duyabilen kulaklarına sözdü ağız dolusu. İnsanlara bulaşma huyu depreşti. Saat sordu adamın birine. Adam daha var dedi on ikiye. Perdeci hayır diye haykırdı birden. Ben on ikiyi şimdi istiyorum. Yalnız seksenin on ikisini değil, seksen birin, seksen ikinin hatta doksanın. Yeter artık geçsin bu günler. Saati sorduğu adam pek bir şey anlayamadı. Perdeciye şekersiz kahve öğütledi.
Tipi arada bir hafifliyordu. Üzerine çamurlu su püskürten bir arabanın farından ileriki telefon kulübesini gördü. Numaraları bir solukta çevirdi. Ve kara saçlı görkemli kadının sesini dinledi bir Vivaldi dinler gibi. Kulübeden tam çıkarken eski bir dosta rastladı. Soğuk gecede onun sımsıcak ellerinde yaşayan yenilenen yaşamı duydu. Eski dost perdecinin gözlerinde paniği görünce; “Ne o hoca, bu ne şiddet ne celal” diye takıldı. Perdeci bir şey söyleyecekken sustu. Peki ya sen diye yüzüne baktı. Ben dedi eski dost sizinkilerin yöntemini kullanıyorum. Bilir misin kaçak olmak, mahkûm olmak birer objektif durum olmanın yanı sıra birer de ruh halidir. Ben kaçaklığa konsantre olacağıma özgürlüğe konsantre oluyorum. Perdeci bütün olumsuzluklara rağmen yöntem bulup direnenlerin varlığını hissetmenin keyfini yaşadı bir an. Göz göze geldiler. Gülmeye başladılar, katıla katıla gülüyorlardı. Nedenini ikisi de bilmiyordu.
Dolmabahçe’ye doğru yürümeye başladılar. Dudaklarında eski bir marşı eksik etmeden. Giderek sesleri yayıldı, yayıldı ve İstanbul’un kaldırımlarından milyon anı dile gelip onlarla müziğe karıştılar.
Beşiktaş civarında yeni yıl gecekondu tepelerinin orta yerindeki sıcak işçi yatakhanesinde selamlamaya karar kıldılar. Bir yaz güneşi gibi soğuğun tadını çıkara çakara vardılar yatakhaneye. Yatakhanede Fatsalı belki onuncu kez yinelediği bir türküyü yineden söylemeğe hazırlanıyordu. Kapıyı tıklattılar. Türkü kesildi, kapı tedirgin açıldı. Bir ooo haykırışı tedirginliği boğdu. Buyur edildiler başköşeye kırmızı şarapla birlikte. Yusuf ayakta gülümser bir yüzle gelenlere bakıyordu. Neden sonra toparlanıp saz çalmak istedi kotaramadı. Soluk soluğa bir telaşla; arkadaşlar, dedi, bu gece programda türkü, tütün ve kırmızı şarap vardı. Şimdiyse gecenin sürprizi, tiyatro emekçisi bir ağabeyimizle yüzyılımızın en umutlu arkadaşlarımızdan biri aramızda. Şimdi biz kimi enayiler gibi yeni yıl mesajını kime okutacağız diye kara kara düşünmüyoruz. Biz, yeni yıl mesajını dünyayı değiştirmeye en kararlı olanların okumasını istiyoruz. Hoş geldiniz dostlar hoş geldiniz.
(Perdeci ve eski dostunun yanaklarına al bastığının resmidir)
Fatsalı yeni gelenlerin onuruna vurmaya başladı sazının tellerine. Coşku doruğa varmıştı. Saatler yirmi dört vururken saz bir an sustu. Ramazan ustabaşı ayağa kalktı: güle güle kanlı seksen güle güle dedi. Şimdi git ama unutma ki seni hep acıların ilk satırına yazacağız.
Yeni yılın ilk saatlerinde Fatsalı saz çalmaktan yorulan parmaklarını ovarken Yusuf’la aniden işaretleştiler. Fatsalı perdeciye bakarak efendim dedi, biz Anadolu’nun orta yerinde gösteri sanatlarından mahrum kalmış bir milletin çocukları olarak perdeci ağabeyimizden de bir hüner göstermesini rica ediyoruz. Perdeci yahu ben oyuncu değilim dediyse de dinletemedi. Kulis tozu yutmuş biri olarak alkışlarla ortaya getirildi. Perdeci öne birkaç adım attı, derin bir soluk aldı.
(Perdecinin seksen birin ilk saatlerinde Galileo Galilei oluğudur),
“Yeni bir çağ başlıyor. Yüzyıldır bir şeyler bekliyor gibiydi insanlık”. “Böylece gelmiş ama böyle gitmez” deniyor şimdi.
Bence gemilerle başladı bu iş. Öteden beri insanlar hep kıyı kıyı gitmişler, derken bir gün, veryansın etmişler, bırakıp kıyıları açılmışlar büyük denizlere.
Sonra bir haber yayılmış eski dünyamıza: Yeni dünyalar bulundu. Şimdi gülüyoruz, “korktuğumuz okyanus küçücük bir gölmüş meğer” diyoruz? Her şeyin nedenini öğrenmek istiyoruz. Gün geçmiyor ki yeni bir şeyler bulunmasın? Siena’da görmüştüm bir gün -çok gençtim daha- yapı ustaları tartışıyorlardı, Koca bir granit parçasını kaldırmaları gerekiyordu. Zorlanıyorlardı. İçlerinden biri işi kolaylaştırmak için makaralarla iplerin değişik bir biçimde düzenlenmesini öneriyordu. Beş dakika tartıştılar ve hemen oracıkta bin yıldır kullanılan yöntemi bırakıp yenisine geçtiler. Yeni bir çağa girdiğimizi ilk o zaman anladım işte. (Ranzalardan alkışlar) Eski kitaplarda yazılanlar yetmiyor artık? Bin yıldır tahtında oturan hariç yerini kuşkuya bıraktı şimdi. “Güzel’ diyoruz, kitaplar öyle yazıyor ama bir de biz görelim. Bakalım yazılanlar doğru mu?
Perdeci: Bu “gibi yaptığım” kişi Galileo Galilei’dir. Brencht usta bize onu ortaçağın orta yerinde dünya dönüyor derken işte böyle tasvir eder. Galileo, orta çağın karanlığında bile dehşetli umutludur. Umudu, bir gün gerçekler elbet anlaşılacak diye ne idüğü belirsiz bir umut da değildir. O, aklın zaferini, düşünen insanın zaferinde görür. Bize gelince; dünün yığınsal kitle gösterilerini anımsayıp bugün içinde bulunduğumuz duruma dudak büküyor kimileri. “Sosyalizm artık öldü” diyor. Biz ise hâla yaşıyor diyoruz. Siz “dönmüyor” deseniz de biz “yaşıyor”dan yanayız.
Hanbetlerle, türkülerle gecenin bir yarısı olmuştu.
Yatakhaneden çıkarken gün ışıyordu. Perdeci ve eski dostu yürüyorlardı. Bak dedi eski dost: Seksen bir başlıyor. Bana öyle geliyor ki, seksenle başlayan kıyım, suskunluk buldukça azacak. Sıkı dur bu kez dalga sıkı geliyor.
Perdeci bütün bunları anımsarken elindeki takvimde seksen sekiz yazıyordu. Önce gülümsedi sonra tarihe göz kırptı. Pencereden takvim yaprağını rüzgâra bıraktı. Yaprak havada dönüyordu, dönüyordu, dönüyordu…

Sanat ve Edebiyat:
Vahdet ATEŞ

İnsanın doğa üzerindeki ayırt edici özelliği, varlığının bir etkinlik, ereğe sahip bir dönüştürücülük olarak gelişmesidir. “Dünyanın insanileştirilmesi” de denilen bu çabayı, bir benimseme, kendini kılma, egemenlik altına alma olarak da tanımlayabiliyoruz.
Modern sınıflı toplumda, insanı tarih içindeki bu çizgisi, sınıfların toplumsal egemenlik için mücadelesi olarak görüyor. Her sınıf, kendi varoluşunun temel ifadesini, egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesinde buluyor. Böylece, doğada “kendisi için” olmaya kalkışmadıkça doğanın bir parçası olarak kalan o kimliksiz yaratığa, sınıflı toplumda “kendisi için bir sınıf” karşılık düşüyor.
Maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi, genel bir “kendisi için insan” tanımı yapabilmemizin koşulunu sağlayabilirken, “kendisi için sınıfı tanımlayabilmemizin ölçütünü bundan ötede, “politik üretim” içinde aramamız gerekiyor. Anlaşılıyor ki, politik mücadele, sınıfların temel varlık biçimi, varoluş tarzı olarak, diğer bütün etkinliklerini kapsıyor, belirliyor ve yönlendiriyor. Çünkü her sınıf, ancak bu yoldan toplumsal hayatı “kendinin kılma”, benimseme ve egemenliği altında yeniden üretebilme yolunu bulabiliyor.
Eğer sanat ve edebiyat, dünyayı benimsemenin özel tarzda örgütlenmiş bir yolu, dünyayı yorumlamak ve değiştirmek için özel bir etkinlik olarak tanımlanırsa, onda bir tür “iktidar” içeriği buluruz. Bu soyut “iktidar” kavramı, gerçekliğini-somutluğunu, ancak ve yalnızca toplumsal hayatın diğer bütün bağıntılarıyla olan ilişkisinde ele verir; böylece büyük sınıflar kavgası içinde bir anlam kazanır, onun bir yanı olarak varlık bulur.
Egemenlik veya iktidar kavramlarını, politik mücadele ve politik örgüt kavramlarından ayrı düşünemediğimiz ölçüde, kültür ve politika arasında, daha özel olarak sanat ve edebiyat ile politika arasında, dolaysız, onun egemenliğinin bir öğesidir ve egemen sınıf olma savaşı içinde üretilmiştir. Sınıfın egemenliği, onun kültürünün çağın egemen kültürü olmasına yol açar. Bundan şu temel sonucu çıkarabiliriz: örgütsüz politikanın olanaksızlığı bağlamında, politik örgütten yoksun sınıf, kültürel üretim gücünden ve olanağından yoksun sınıftır.
Kural olarak sosyalist kültürün ancak sosyalist toplumsal kuruluş koşullarında mümkün olduğunu biliyoruz. Ne var ki, işçi sınıfı, kapitalizm koşullarında da, sınıf mücadelesi içinde sosyalist kültünü bazı temel kurucu öğelerini yaratabilir. Bunun olmazsa olmaz koşulu, iktidar için Mücadele ediyor olmaktır: daha açık bir deyişle, “egemen sınıf olarak örgütlenme” savaşı içinde bulunmaktır. Demek ki, sınıfın kendiliğinden eylemliliği (ekonomik-sendikal mücadelesi) içinde türemiş öğeler, sosyalist kültürün yalnızca zayıf ve ilkel biçimlerinin kendilerinde belirebileceği oluşumlar olarak görülebilir. Bunlar, politik eylemlilik içinde ve politik örgütlenme etkinliği boyutunda yeniden üretilip dönüştürüldüklerinde sosyalist kültürün öğeleri olma değerine yükselebilirler.
Çoğu kez sanıldığının aksine, Marksizm, sanat ve edebiyatı, ekonomik temelin doğrudan bir yansıması, ekonomik hayatın bir uzantısı olarak değil, toplumsal hayatın sosyo-politik ilişkiler içinde yeniden üretilmiş sonuçlarından biri olarak görür. Toplumun her hücresine sinmiş ve onun hareketinin nedeni ve kendisini ortaya koyuş biçimi haline gelmiş olan sınıflar mücadelesi, böylece sanat ve edebiyatın da hem içeriğidir hem de üzerinde gerçekleştirdiği alandır.
Bu fikir kabaca anlaşıldığında ortaya “slogancı sanat” denilen eğilim ortaya çıkar. Oysa “parti edebiyatı” kavramı, bu oluşumun iki bakımdan açıklanmasını içerir: Birincisi, sanat ve edebiyatın, gerçekte ne biçim altında ortaya çıkarsa çıksın, eninde sonunda politik bir kimliğe ve politik bir etkiye sahip olacağını anlatır. İkincisi, sanat ve edebiyatın, ancak bu kimliğinin açıkça bilincine varıldığında, bir dönüştürme ve kendinin kılma değeri kazanabileceğine bir vurgudur. Başka bir deyişle, “parti edebiyatı” kavramı, dünyayı “kendini kılma”nın başlıca yolu olan politik eylemin, dünyayı benimseme ve egemenlik altında değiştirmenin başka yollarını da içerdiğini ve içermesi gerektiğini anlatır. Bu bütünsel bakış açısı, işçi sınıfının “kendisi için bir sınıf” olma konumuna, dünyayı kendisi için bir dünya kılma savaşı içinde ulaşacağı düşüncesinden kaynaklanır.
Bu bütünsel bakış açısı, aynı zamanda bütünleştirici bir bakış açısıdır.
Tarihi bakımdan insanoğlunun politik eylemi ve politik örgütlenmesi, uygar toplumun bir fonksiyonu olarak ortaya çıkmıştır ve toplumsal işbölümünün gelişmiş ve klasik biçimini kazanmış düzeyine karşılık düşmüştür. Bu bakımdan toplumsal işbölümünün diğer düzeylerine ve alanlarına göre daha karmaşık ve zengin bir içeriğe sahiptir. Bu haliyle politik etkinlik, toplumsal hareketliliğin bütün öğelerini, bütün toplumsal varlık biçimlerini belli bir sınıfın tarihsel ve güncel çıkarlarını birleştirme, düzenleme ve yönetme işlevini yerine getirir. Yani, bir bütünlemenin sonucu olduğu kadar bütünleyici bir eylemin de başlangıcında durur. Şöyle de söyleyebiliriz: İşçi sınıfı bakımından politik eylem, ye da aynı anlama gelmek üzere “egemen sınıf olarak örgütlenme” mücadelesi, belli bir sınıf eliyle belli bir biçimde bütünsel kılınmış hayatı parçalayıp dağıtarak, kendi eliyle yeni ve daha ileri bir bütünlüğe kavuşturma kavgasıdır özünde. Toplum, bütün kurumları ve bütün unsurlarıyla bir yeniden kuruluş ihtiyacıyla sarsılmaya başladığında, eski toplumun bağrında kendini ortaya koymuş ileri ve yeni unsurlar, çoğu kez birbirinden kopuk ve kopukluğu yüzünden de eski -geçmişte olan-toplumun sistemi tarafından belirlenmiş, orada içerilmiş ve onun birer öğesi olarak hareket etmekteyken, artık bir başka tarzda örgütlenme ve daha yüksek bir bütünlüğün öğesi olarak birleşme ihtiyacını dayatırlar. Devrimci politik eylem, bu ihtiyaca verilmiş bir cevaptır. Sanat ve edebiyata da bu açıdan bakılmalı.
Sanat ve edebiyat, yeni ve ileri olmakla birlikte, eski toplumun bir öğesi, eski toplumun egemen güçlerinin sistem içinde tuttukları bir parçası durumunda olabilir. Gerçekte bir karşıt sistemin oluşumuna katılmadıkça ve bunun en somut, en dolaysız ifadesi olan devrimci politik eylemin kapsamı içinde yer almadıkça, sanatçının, edebiyatçının öznel niyetlerinden, özgürlük duygusundan bağımsız olarak, egemen sistemin bir parçası, egemen sınıfların politik eylemin kendini bilmez bir aracı olacaktır.
Sanatçı, birey olarak, genellikle toplumun en ileri güçlerinin, en hareketli ve yaratıcı etkinliğinin ürünüdür. Soyut olarak sanatçı, geçmekte olan toplumun doğası ile çatışma halindedir. Yıkıcı ve yaratıcı gücünü, ancak ve yalnızca bu gücün gerçek temsilcisi ve kaynağı olan ileri sınıfın eylemiyle birleşerek “sahici” kılabilir.

Toplumcu Gerçekçi Şiir Üzerine Değinmeler
Namık KUYUMCU

Şiir tekniğini çok iyi bilmenin, tek başına iyi şiir yazmaya yetmeyeceğini biliriz. Dünyaya, olaylara ve insanlara doğru ve sağlıklı bir bakış açısıyla bakamamak ya da bu bakış yanlışı yanlış algılamak, şiirimizin eksik yaşamlarından birisi. Nesnel gerçekliği şiirinde yeniden yaratma ve yansıtma görevi de olan şairin kimliği; tarihsel ilişkilere bakış, yorumlayış ve çözüşte ifadesini buluyor.
Diğer bir eksiğimiz de; sağlıklı bir bakış açısı kaygısıyla yazılmış da olsa, buna bir de “anlaşılabilirlik”in yanlış kavranılmasını da eklediğimizde, özgünlüğü olmayan, kuru, alışageldik savsözlerine arasında boğulmuş şiirler…
1980 Eylül’ünü son gelişmelerin bir başlangıcı noktası alırsak; toplumsal/siyasal/kültürel açıdan her kesim değişik ölçülerde etkilenmiş durumda. Yüzlercesinin ilk elden ve hemencecik, duygusal-düşünsel etkilenimlerini, anlık durumlarını, bunalımlarını, öfke, korku, kaçış ve yılgınlıklarını şiirle anlatabilecekleri yanılsamasına kapılarak bir şeyler karalamaları, şiir adına önemli bir enflasyona ulaşmış durumda. Bu, toplumun, bireyin-bilincin gelişimindeki karmaşık bir yoğrulma sürecidir; kaçınılmaz. Kendi yolundan emin, sorgulayıcı-kalıcı niteliksel bir düzeyi tutturmuş şiirler yine süreç içinde hak ettikleri yerleri alacaklardır.
Şiirimizdeki bir başka sorun da “toplumcu gerçekçi” argüman karışıklığı.. Bazı dergilerde gruplaşmış, ya da tek başına bir yerlere varmaya çalışan şairlerin kendilerini bu çizgide görmelerine rağmen; gerek kuramsal düzlemdeki tartışmalarda, gerekse pratik üretimlerde pek çok farklılıklar olduğu ortada. Yer yer bu tartışmaların, ağır suçlamalar biçimine dönüştüğü görülmekteyse de, sonuçta -daha sağlıklı ve amacına hizmet eden araç ve yöntemlerin sistematize edilmesi kaydıyla- şimdilerde olduğundan daha iyi yerlere varmaya hizmet edeceğine inanıyorum. Kuşkusuz “toplumcu gerekçilik” hiç kimsenin tekelinde değildir. Ve hiç kimse tarafından binlerine “paye” olarak verilemez. O, yukarıda da bahsettiğimiz gibi tarihsel/toplumsal ilişkilere bakış, yorumlayış ve çözüşte ifadesini bulan ve şairin kendi özgünlüğünü yakalayabildiği, biçim-biçimsellikte, içerik ve işlevselliğin bütünleştirilebildiği bir hak edilmişlik. Dünden bugüne ve bugünden yarma değişmez reçeteleri yazılamaz. Yaşantının kendi karmaşık dinamizmine bağlı olarak, doğal bir başkalaşım-dönüşüm yaşar. Çünkü sarsılarak ve sarsarak gelişen insanların nesnel gerçekleri, yaratış ve yansıtışlarının, çağımızda en gelişmiş en devrimci ve dönüştürücü, en uyarıcı ve kalıcı olanakları bulunan tarzdır “toplumcu gerçekçilik”.
Maksim Gorki 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliği 1. Kongresinde bu bağlamda yaptığı konuşmada şöyle demiştir: “Toplumcu gerçekçilik, eylem olarak varoluşu, yaratıcı etkinlik olarak varoluşu onaylar; şöyle ki: Gerek, doğa güçlerini yenmek için, gerekse uzun ve sağlıklı bir yaşam için ve insanın sürekli artan gereksinmelerine uygun olarak, bir aile gibi birleşmiş insanlığın güzel yurduna dönüştürmek istediği bir yeryüzünde yaşamanın o büyük mutluluğu için, onun en değerli bireysel yetilerinin sürekli geliştirilmesini amaçlayan yaratıcı etkinlik olarak varoluşu onaylar toplumcu gerçekçilik…”
Bu tanımlamadaki genel doğruya katılmamak mümkün değil. Bu zengin ve geniş tanımlamayı bir reçete gibi algılamak da öyle. Ki, o günden bugüne, daha da zenginleştirecek nitelikte pek çok şey yaşandı ve üretildi ve yaşanıyor da.
Toplumcu gerçekçi işlevle yazılan birçok şiire, bir de “anlaşılmazlık” eleştirisi yükleniyor. Toplumcu gerçekçi şiirin, dünyayı değiştirme iddiasında olan sınıfın ve diğer emekçi katmanların, sanatsal bir söylem aktarı aracı olmak zorunluluğuna getirilerek, “işçi sınıfı ve emekçilerin istediği dünyayı ve diğer özlemlerini vermekse asıl olan, o zaman onların anlayacağı dilde, düzeyde yazılması gerekir…” vb. deniyor.
Elbette; “Toplumcu gerçekçiliğin, dünyanın gelişkin ülkelerinin ulusal edebiyat sanatlarındaki en yeni evrensel ortak yan olarak dayandığı nesnel tarihsel temel, işçi sınıfı ve öteki emekçilerin, sömürüye ve başka toplumsal baskı biçimlerine karşı, 19.yüzyıl bitimi ile 20. yüzyıl başlangıcında gelişen mücadeleleri olmuştur. Bu edebiyatın oluşumunu belirleyen önemli etkende, toplumcu dünya görüşü ve özellikle tarihsel maddecilik ile bilimsel toplumculuğun fikirleridir. Gene emekçi sınıf mücadelesi toprağında oluşmuş olan bu fikirler, işçi sınıfının özgürlük hareketinin dünya tarihindeki önemini açıklamışlar, bu hareketin, emekçilerin binlerce yıllık mücadelesinin sonucunu ve toplumun temel toplumcu dönüşüme ilişkin görevleri taşıdığını göstermişlerdir…” (1)
Ama, “toplumcu gerçekçi sanat -edebiyat NK- salt işçi sınıfının mücadelesinin bilimsel toplumcu fikirler açısından yansıtılmasına indirgenemez… Her hakiki sanat yaratışı gibi toplumcu gerçekçi sanat da yaşamı yalnızca yansıtıp açıklamakla kalmaz, fakat yaşamın değiştirilmesine de sanatın kendine özgü tarzları içinde katkı sağlar.” (2)
Şiirde “kendine özgü tarzlar içinde”-ve en çok imge girer herhalde. Kolay anlaşılabilirlik adına gönderme yapılan eleştiriler de imge bağlamında boyutlanıyor. İmgenin kavramsal içeriğinden, kullanım biçimine dek… Yazıda amacım “Amerika’yı yeniden keşfetmek” değil. Bu nedenle imgeden ne anladığımı anlatacak değilim. Ama şiirde çağrışım, etkileşim, yaratım konusunda en olanaklısının imge sanatı olduğunu belirtmeliyim. Bilinçli kullanılan bir imge, okurda çeşitli çağrışımlar yaratır ve bilinçli kullanıldıysa, bunlar, bir şiir özelinde birbirleriyle ilişkilidir. Okuru bütünsellikten koparmaz tersine, kendi içinde ne kadar yüksek boyutta verile-bilmişse, o kadar duygu, coşku, düşünce zenginliği-birliği yaratır.
“Bir imge bir çok sözcükten oluşabilir, bir şiirin tümü, hatta uzun bir şiir bile olabilir. O zaman, gerçeğin gereklerinin egemenliği altına girer zaman ve sürede evrimlenir, aralıksız bir izlemi, sürekli bir eylem yaratır…” (3)
“Örneğin çok yalın, bir örnek alalım: Masa. Ama masa sadece masa mıdır? İlkin bu masanın bir ağacı vardır, bu ağacın kesildiği bir orman, çırılçıplak ya da çiçek açmış ağaçlar, kesici, oduncu vardır, başka işçiler vardır. Biraz daha uzak ilişki olarak tekne vardır, kürek vardır, hatta istersek Argonotlarla bile ilişki kurabiliriz.” (4)
Yine, imgenin şiirde olduğu kadar, sıradan günlük yaşamda da karşımıza çıkardığı etki gücüne, şiirle ilgili çoğumuzun bildiği ilginç bir örnekle devam edelim: “New York’un Brooklyn köprüsünde dilenen kör bir dilenci varmış, köprüden gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük kazancının ne kadar olduğunu sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerine kör dilencinin göğsünde taşıdığı ve sakatlığını belirten tabelayı almış, tersine çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra tekrar dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş: ‘tabelaya gelirinizi artıracak bir yazı yazdım, bir ay sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana’. Dediği gibi bir ay sonra gelmiş. ‘Bayım size nasıl teşekkür etsem acaba?’ demiş dilenci. ‘Şimdi günde on-on beş dolar kadar topluyorum. Olağanüstü bir şey. Tabelaya ne yazdınız da bu kadar vermelerini sağladınız?’ ‘Çok basit’ diye yanıtlamış adam, tabelanızda ‘doğuştan kör’ diye yazıyordu, onun yerine ‘bahar geliyor ama ben görmeyeceğim’ diye yazdım.” (5)
Bu değinmeler ve bunları temellendi-ren alıntılardan sonra şuraya gelmek istiyorum: Şiir bir imge sanatıdır. Şiir’i daha yetkin ve zengin verebilmenin en geniş alanıdır imge. Sanat; kabul edildiği üzere, “nesnel gerçekliğin insan bilincinde estetiksel imgeler halinde yansıması ise ve imge de; “nesnel gerçekliğin zihinsel tasarımı ise şiirimizde, hem de en çok toplumcu gerçekçi şiirimizde nesnel gerçekliğin bire-bir karşılığını aramak da ne oluyor? Sanatta -şiir de- sonuç olarak anlaşılmazlığı kucaklayan -çıkış amacı iyi niyetli de olsa-seçkinliği -elitizmi- eleştirme hakkımız da saklı olmak kaydıyla, toplumcu gerçekçi şiiri “anlaşılabilirlik” adına düzeysizliğe indirgeyen popülizme -herkes tarafından anlaşılmak anlamında- dur demek gerekiyor!
Toplumcu gerçekçi sanat; yeni ve güzel bir yaşamın gerçekleştirilebilmesini savlar… Övgü, yergi ve eleştirel yaklaşımlarıyla. Ama o hiç bir zaman “kendi kendisinin farkında olmayan” -birey ve sınıf olarak- duyarlı olmayan, okumayan, araştırmayan, düşünmeyen, öğrenmeyenin anlamasını savlamaz. Okumak ve anlamak da bir üretim sürecidir çünkü. Okuruna-alıcısına mal olmuş bir sanatsal üretim, okurun-alıcının bilgi birikimi, algılama ve beğeni düzeyinin gelişmişliğince yeniden yaratılır, çoğaltılır. Söz konusu şiir olduğuna göre; fabrikada çalışan bir işçi ya da emekçi, kendi sınıfının sorunlarını işleyen bir şiiri ancak, okur-alıcı düzeyindeki yetkinliğince anlayacaktır. Ya da anlamayacaktır.
Sınıflardan ve katmanlardan oluşan bir toplum olduğumuz giz olmaktan çıktı artık herkes için. Böyleyken, bunca sınıf ve katmanların var olduğu ortadayken ve bunların ekonomik/sosyal/kültürel farklılıkları bilinirken, ne adına ve nasıl çoğunluk tarafından anlaşılmasını bekleriz toplumcu gerçekçi şiirimizin? Hem de işçi ve emekçilerin, diğer kesimlere göre daha çok anlayamamasının yapısal-kurumsal koşullarının hazırlandığı bir ülkede? Toplumcu gerçekçi şiirimiz, işçi ve emekçilerin anlayabilmesi görevini; onların bilgi birikimlerini ve beğeni düzeylerini yükseltmek bağlamında ele alınır. Bu da dünden bugüne, bugünden yarma verilen ve verilecek olan toplumsal, yani sosyalizm mücadelesini içeren bir sorunlardır karşımızda. Yazılan şiirse eğer, çoğunluk tarafından, varsın bugün anlaşılmasın. Fakat anlaşılabilmesinin koşulları için mücadele edilsin…
Marx; 1844 Felsefe ve Ekonomi El Yazmalarında; “…Eğer sanattan zevk almak istiyorsanız, sanattan anlayacak biçimde yetişmeniz gerekir; öbür insanları etkilemek istiyorsanız, onlar üzerinde gerçekten uyarıcı, geliştirici bir etki yaratabilecek durumda olmalısınız…” der.
Sözü tekrarlama pahasına; “zevk alma” edimi anlamak ile örtüşüyor. Anlamak da belirli bir bilinç beğeniyle…
Bugünkü toplumcu gerçekçi şiirimizdeki -ki gelişmiş evresindedir- daha yetkin bir düzeyde verme çabasının -ki arayışları da kaçınılmaz- yöntem ve araçlarına sabırlı bir saygı gerekiyor. Kendi yolunu bulmada sancılı bir süreç yaşanmaktadır. Yarına kalıcılığı sağlamakta asıl olan; geriletici, yıpratıcı yaklaşımlardan öte, omuz vermek olmalıdır.
Gelişmekte olan toplumcu gerçekçi şiirimizde; “yeni” – “eski” ayrımıyla körüklenen zorlama yaş-kuşak başkalığı yerine, şiir işçiliğinde, yaşlı ve genç olanların sağlıklı ilişkileri üzerine düşünmek gerekir. Deneyim, birikim, yetenek ve yaratıcılık arasındaki güç birliğinin verimliliğini kim yadsıyabilir ki? Belirli bir dünya görüşünü sahiplenenler arasında da, elbette, sanatsal yaratımı birbirlerinden başka biçimlerde alanlar olacaktır. Ama belirli bir ortaklığı paylaşımı olanlar neredeler? Kimisi; “anlaşılmak” istasyonundan kalkan popülizm treninde… Kimisi de; “yeni”lik istasyonundan kalkan kayboluş treninde. Kısacası çoğumuz yanlış istasyonlardan kalkan yanlış trenlerdeyiz. Bu güruhta, “toplumcu gerçekçi” şiir savları, en fazla, bir iyi niyet olmanın ötesine gitmiyor.

Dipnotlar:
(1) Edebiyat Bilimi. Gennady N. Pospelov. Cilt 1. Sf:306.
(2) a.g.y. Sf:307
(3) Ozan ve Gölgesi, Sanat ve Yazın Üzerine Yazılar-Paul Eluard.
(4) Yannis Ritsos’la İki Gün Daha, Ö. İnce. Gösteri Dergisi. Ocak 1982, Sayı:2
(5) Şiir ve Gerçeklik: Ö. İnce, Sf: 11-12.


1980 Sonrası Türk Sineması: Kimi Yönetmenler Kimi Filmler
Cihan ALTINAY

1980 sonrası sinemamızın sürece uzun bir durgunluk yaşamasının nedenlerini belirleyip, tartışmaya açmak Türk Sinemasının dinamizm kazanmasını sağlayacak etkenlerden biridir. Soruna derinlik kazandırmak gerekiyor. Yani genel saplama ve değerlendirmelere ek olarak yönetmen ve filmler üzerinde durmak.
Nedenler birbirine bağıntılı. Bu yüzden madde ya da başlık kullanmaktan yana değiliz. Eylülün oluşturduğu siyasal ve sosyal atmosferin uyuşturuculuğu solunum yollarındaki rahatsızlıktan tümüyle hiç bir dönem kurtulamayan sinemamızı çabuk etkiledi. Nitelikli ve önemli filmler açısından sinema tarihimizin 1970-1980 dönemine damgasını vuran bazı yönetmenlerimizin kendiliğinden ya da zor yoluyla gündeme gelen suskunlukları, hastalığın etkisini artırıcı rol oynadı. 1970-80 döneminin sert siyasal konulu ve bildirili filmlerine imzalarını atan kimi sinemacılarımız -eleştirmenlerimizin dördüncü beşinci sınıf Yılmaz Güney kopyası bu filmlere övgülerini hatırlamaları da gerekiyor- “sıradan” filmlere yönelimlerini sinemalarında önemli değişiklik olarak belirttiler. Ancak değişen kopyası oldukları yönetmenlerdir. Sorunun sosyal siyasal konulu filmler yapıp yapmamak olduğu garip saptaması, bu sinemacılarımızı kendilerince “tehlikesiz” filmler çekmeye yöneltti. Sonuçta kaçınılmaz olarak ortaya birbirinin tekrarı kalitesiz filmler çıktı.
Bu durumun genellikle göstermesi ve düşüncede egemenliği şu belirlemeye götürüyor: Sinemamız ülkenin genel siyasal durumunu aşırı bağımlılık içinde. “Aşırılık” otokontrolü güçlendiriyor. “Kendi kendinden korkar hale gelen” yönetmen estetikten de uzaklaşıyor. “Ciddi film” yapma kaygısını da taşıyan sinemacılarımız sorunu çözebilecek kavrayış ve derinlikten yoksunlukları nedeniyle “otokontrol” -ya da başka bir deyişle “siyasal yapı”- ile “ciddi film” çatışması arasında boğuluyorlar. Kadın somu ve sıradan aşklar kümesinden ayrıştırılabilecek filmlerin sayısındaki azlığın nedeni budur.
Bir üçgen prizmaya dönüşen sorunun bir yüzünü de izleyici oluşturmakta. Etkilenmeye açıklıkları öznel beğeni ve seçimi tümüyle yok etti. Film eleştirileri ve reklam kampanyalarına prim veren kütleye dönüştüler. Reklam etkisine en somut örnekler “Su da Yanar” ve “Kadının Adı Yok” filmleri oldu. izleyicinin yapısını oluşturan faktörü Eylül’ün “yeni insan yaratımı” politikasında aramak gerekir. Olay, beklentinin üstünde sonuç veren bu politikanın sinema seyircisi insana yansımasıdır. Bu durum istemeden de olsa sinema eleştirmenlerine de yaradı. İzleyicinin, özellikle de genç izleyicinin yakın dönem sinemamızdan ve kaliteli ürünlerden bihaber oluşlarını, depolitizasyonun etkisiyle bilgisiz ve niteliksiz yığınlara dönüşümlerini saptayarak, onları hiç bir dönemde olmadığı kadar yönlendirme başarısı elde ettiler. Uzakdoğulu bir önderin deyimiyle “boş beyaz bir kâğıda benzeyen insanlar”ı doldurmaya çalıştılar. İzleyici “güzel-iyi-kötü” gibi ölçüleri filmi izlemeden edindi. Ancak bu durumun sorumlusu eleştirmenden çok izleyicidir. Sinema yazarlarımızı ilgilendiren boyut birbirine eşdeğer filmlere ilişkin farklı değerlendirmeleri içeren yazılarıdır. Beğeni ve ölçünün kıyısından bile bulaşamadığı bu yazılara neyin temel olduğu sorudur. Kimi ilişki veya ilişkisizliklerin katkı oluşturduğu belli oranda yanıt oluyor. Çaresizliğin ve zorunluluğun dayatması yazılarla yol açan filmler de oluyor; “Anayurt Oteli” gibi.
Bu noktada sorunu biraz daha aşağı taşımak gerekiyor. Bazı yönetmenler ve filmler üzerinde durmak. 1980 sonrası sinemamızda seyirci potansiyeli ve ticari başarının en fazla olduğu filmlere imzasını bir eski yönetmen, Atıf Yılmaz attı. Fazla izleyici ve iyi kazanca en çok övgüyü de katmak zorunluluk oluyor. Atıf Yılmaz film çekiminde nicelik olarak elde ettiği başarıyı yazık ki, nitelikli sinema yapmaya taşıyamadı. Sinematografisi her döneme uyumun kanıtı olan yönetmen kadın konulu filmlere gömüldü ve çıkamadı. Feminizm etiketli filmlerin bu dönem sinemasında sayıca fazlalık arz etmesine karşın en başarılı filmi 1979 yılında yaptığı “Selvi Boylum Al Yazmalım”la düşünsel koşutluk gösteren “Mine” filmi oldu. Kadının dramını diğer filmlerin tersine toplumdan soyutlamadan ve bir bütünlük içinde verdiği Mine filmi gerek sinemamızın gerekse Atıf Yılmaz Sinemasının önemli ve üzerinde durulması gereken filmlerindendir. Ancak yönetmenin Mine dışında kayda değer film yapamaması ve bütünlüklü olarak önem arz edememesi düşündürücü olmalıdır. Bunda en önemli nedenin yönetmenin uzun sinema deneyimine ve birikimine karşı sorunsuzluk ve koşullara entegrasyonu olduğunu belirtip bu konuyu ayrı bir yazıda derinleştirmek üzere kapatıyorum.
Bu dönemin ilginç bir yanı sinemamıza çok sayıda yeni yönetmenin girmesidir. Ancak bu “ilk filmler” bir kaçı dışında sinemamıza soluk kazandıracak niteliklerden yoksun gözüktüler. Dikkati çeken, sinema yazarlarımızın yeni yönetmen ürünlerine de ölçüsüz değerlendirmeleri olup. Uzun süre sonra bir ilk olmanın ötesinde özelliğe sahip olmayan “Çark”la Sayın Hüryılmaz’a “sinemaya hoş geldin” mesajları verilirken Nisan Akman kayıtsızlık “darbe”sine maruz kaldı.
Sinan Çetin’in üzerinde durmak gerekiyor bir de. Ve yine eleştirmenlerimizi katarak. “Prenses” filmiyle yoğun tepkilere hedef oldu. Oysaki gerek Prenses gerekse sonrasında çektiği “Gökyüzü” kesinlikle önceki filmlerinden örneğin “Çirkinler de Sever”, “Çiçek Abbas”, “14 Numara”dan düzey olarak geri filmler değildir. Bütünlüklü olarak ortalamanın çok altında bir sinemacı olan ve filmlerinde hiç bir önemsenmeyi gerektirmeyen Sinan Çetin’in, sosyal içeriği nedeniyle ilk filmlerine övgüler düzülmesi en azından izleyici bazında düşünce yoğunluğuna yol açmalıdır. Sinan Çetin’in “düşünsel kıvraklığı” olayın başka bir boyutunu oluşturmakta.
Çok sözü edilen bir kaç film var. “Hakkâri’de Bir Mevsim”, “Muhsin Bey” gibi. Genellikle bu filmlerin değerlendirmelerinde “tek seslilik” hâkimdi. Kısa da olsa değineceğim.
Yavuz Tuğrul’un “Muhsin Bey”ini Şener Şen’in oyunu dışında övgüleri ve ödülleriyle tartışmaya açmak gerektiği kanısındayım. “Muhsin Bey”in, Atıf Yılmaz’ın 1966 yılında yaptığı “Ah Güzel İstanbul” filmiyle yapılacak bir karşılaştırmasının boyutları konu, tipler, dahası anlatım ve yaklaşıma dek uzatıldığında ilginç bulgularla karşılaşılacağını söyleyebilirim.
“Hakkâri’de Bir Mevsim”e bir de kuşkucu pencereden bakılmalı. “Köy konulu filmler içinde başyapıt”(!) olmanın filmsel koşulu yakın ve uzak çekim folklorik görüntüler ve güzel doğa resimleri ise sinemamızda “Hakkâri’de Bir Mevsim” düzeyinde film sayısı oldukça fazladır. Parantez içerisinde ve ayrıntıda bir soru genelde oymadığı her filmde çok iyi oyun çıkaran Genco Erkal’ın bu filmde hem oyuncu olarak hem de canlandırdığı aydın tipinin kırsal yörede çak ıssızlığını yaratmamadaki başarısızlığıdır. Yanıt oyuncuda değil yönetmen de ve filmindedir.
1980 sonrası Türk Sinemasında Yılmaz Güney’den sonra en önemli yönetmen Ömer Kavur’dur. Sinemacı kimliği edinme çabasında oldukça yol kat eden yönetmenin 80 öncesi yaptığı ilk filmi “Yatık Emine” ve “Yusuf ile Kenan” gelişiminde işlevsel ve haberci filmlerdir. Alıcısını sinemamızın sıkıntılı alanlarından kasaba ve kente çeviren yönetmen daha çok kültürel konular etrafında dolanır. Yerli sinema çerçevesinde başarılı sayılabilecek polisiye film “Körebe”de bile bunu görmek mümkün.
Değeri henüz anlaşılmayan “Kırık Bir Aşk Hikâyesi” filmiyle gelişimini sürdüren Ömer Kavur’un “Anayurt Oteli”yle yaptığı patlama dilsizleri dillendirecek kadar etkili olmuştur. Bu filmin yönetmenin sinemasında önemli zirvelerinden olduğu tartışılmaz. Son film “Gece Yolculuğu”, “Anayurt Oteli” dışındaki filmlerinin akıbetine uğramış; “okyanusun ıssız dalgasına düşmüş bir kibrit çöpü” durumundadır. Ancak bu film Ömer Kavur’un sinemasında “Anayurt Oteli”nden sonra sıçramalı bir gerileme değildir. Mesaj vermeyi zorunluluk olarak algılamayan Ömer Kavur, filmlerinde siyasal ve toplumsal görüntüleri fonda tutarak kültürel sorunları ön plana çıkarmanın denge oluşturulabildiğinde, toplumsal sorun niteliğindeki hemen her konuya ilişkin söz söylenebileceğini de göstermektedir. Yalnızca sıradan konulan işleme ya da salt siyasal bildirilerin tutsağı olma durumundaki sinemacılarımız Akad, Güney ve Kavur sinemalarını inceleyip kavramak durumundalar.
Geldiği noktada sinemamızın dinamiklerinden biri olan Ömer Kavur sineması “Anayurt Oteli”yle sınırlı kalmadan üzerine kafa yorulmayı beklemektedir.
Son olarak ilk filme değineceğim. Şerif Gören’in payını yadsımadan ancak onu çok aştığı gerçeğinden hareketle Yılmaz Güney’e mal edilebilecek “Yol” filmi kuşku yok ki tüm sanat dallarımız dâhil, bir olaydır. Atilla Dorsay’ın yerinde deyimiyle “başyapıt” niteliğindeki bu film Türk Sinemasının Avrupa Sinemaları çapında olduğunun kanıtıdır. Her tür olanaksızlığa karşın sanatçılarımızın yaratıcılığı ve öneminin sembolü olmasının yanında komplekse inen bir darbedir de. Kare kare, sözcük sözcük izlemek tartışmak ve anlamak. Yeniden anlamak. Mehmet Fuad’a karısının “Bir Gün Tek Başına”yı okuduktan sonra “Artık ne okuyabilirim ki…” demesi geliyor akla bu film sonrası. “Artık ne izlenebilir ki…” Hem hiç bir şeyin yazılamayacağı, hem de çok şeyin yazılabileceği bir film. Bu filmle ilgili bu sayfalarda buluşmayı diliyorum.
Ve “Duvar”. Güney’in sürgündeki filmi. Siyasal bildirilerin tutsağı olmakla, aşırı sertliğe düşmekle dahası gayri insanilikle suçlanan film. Başka bir deyişle zorbalara daha yumuşak bakmayı beceremeyen, siyasal rejime hoşgörüyle bakamayan, yaşanan gerçeklikleri değiştirmeyen bir film. Evlenmeye hazırlanırken idam edilen adam ve kadının anlatıldığı bölüm dışında sertlikle eleştirilmesinin tek açıklaması eleştirenlerin Türkiye gerçekliklerinden uzaklıklarıdır. Aydınımız dâhil insanlarımız çok şeyi yaşayarak öğreniyor. İlhan Selçuk ve Emin Galip Sandalcı’nın işkence cezaevleri konusunda diğer yazar-çizer takımından çok daha duyarlı olmalarının nedeni budur. Cezaevinde olmak; cezaevinde “suçu kimsesizlik, sahipsizlik” olan çocuk olmak. Okuyarak anlaşılmıyor. Kaldı ki okuduğunu anlamayan okumadan yazan aydınları alan bir ülkede yaşıyoruz. 11 Eylül 1987 tarihli Güneş Gazetesinde Sayın Burçak Evren’in Yılmaz Güney’le ilgili olarak “…1961’de yazdığı bir öykü yüzünden tutuklandı. Cezaevindeki yaşantısını Boynu Bükük Ödüller yapıtında dile getirerek Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı.” diye yazabildiği bir ülkede yaşıyoruz; Yılmaz Güney’in köy konulu romanı Boynu Bükük Ödüller’in konusunun bir sinema yazarı tarafından değiştirilerek cezaevi anısı yapılabildiği bir ülkede. Film 1985’de tepki görüyor. 1989’a geliyoruz. Yaklaşık dört yıl geçiyor. Demokratikleşmede (!) aşamalar kaydediyoruz. Filme tepki duyan batılılar bugün cezaevlerimizdeki koşulları şaşkınlıkla karşılıyorlar. Filme tepki duyan aydınımız cezaevlerinde yaşam koşullarının tümüyle insanlık dışı olduğunu belirtiyor. Bir halk sözü geliyor aklıma: “Kimisi geç anlar”. Dilerim hiç değilse böyle olur. Ek olarak Yılmaz Güney filmlerinin şarap gibi de bir özelliği var. Bugün izlenmeli, yarın izlenmeli, uzun yıllar sonra izlenmeli. Ne zaman izlenirse izlensin değerinden bir şey yitirmeyecektir.
NOT: Bu yazı Antalya Film Festivalinden önce yazılmıştır. Buna karşın “Gece Yolculuğu” filmi konusundaki sinema yazarlarına yönelik eleştiriler geçerliliğini korumaktadır.

Baskı ve Zulmün Resmedildiği İki Sergi
Yusuf DOĞAR

Sergiler sanat çalışanının yaşamak istediği coşkudur. Açılan kapanan birçok sergiden bazısı sadece biyografilerde yar alır geçer, bazısı da kitleyle o denli iletişim kurar ki yıllar yılı iz bırakıp. Son yıllarda özel galerilerin çoğalması, sergi sayısını da arttırıyor. Köftecinin müşteriye acele köfte yetiştirmesi misali alelacele sergiler düzenleniyor. Sırf koleksiyonculara, satışa yönelik çalışan özel galerilerin yerleri de bu özelliklerine uygun oluyor. Yerleri bulunsa da bazılarını açık bulmak zor.
İzleyici yokluğundan olsa gerek açılışın dışında kapalı kalıyorlar herhalde. Böylece her galeri kendi kapalı çevresini oluşturuyor ve halkla iletişim kuramıyor.
İşte bu kaygılı sergi yoğunluğu içerisinde iki sergi var ki bunlardan bahsetmeden geçmek olmayacak. Konuları aynı fakat anlatım dilleri farklı iki sergi… Aralık ayında birbirlerinden habersiz gerçekleştirilen bu sergiler, duygu düşünce yoğunluğu olarak birbirlerini tamamlayan resimsel sürecin iki ucu şeklinde bize uzanan çalışmalar oldular.
Bunlardan ilki, Türkiye’de toplumsal gerçekçi resmin öncülerinden figüratif anlatımcı Neşet Günal’ın… Diğeri ise toplumsal sorunları soyutlayıcı anlatımla tuvale aktaran İbrahim Çiftçioğlu’nun sergisi.
Neşet Günal (1923, Nevşehir), içlerinde doğup büyüdüğü ve yaşadığı ezilmiş yoksul insanların dramını yıllardır tuvallerine aktaran bir sanat çalışanı. Duyduğu kini, öfkeyi tuvallerdeki insanlara aktarmıştır. İnsanların bakışları, izleyeni delerek, duygusuna, düşüncesine ortak edecek gerilimdedir. Çıplak ayaklı, yırtık elbiseli insanlar, öfkeyle sıkılmış yumruklar tüm resminin ortak özellikleridir. Tüm görkemiyle anıtlaşan insanları, doğanın üzerindeki yoğun perspektifiyle, derdine sizi de ortak etmesini bilir. Çorak topraklar, toprak evler, bulutlarla bezenmiş gökyüzü, ezilen öfkeli insanlara daha da gerilimli bir hava vermekte, tuvali yırtıp çıkacak dinamik bir yapıya büründürmektedir.
Neşet Günal’ın yeni sergisinin konusu: Korkuluklar. Kendisinin de ifade ettiği gibi sergisindeki korkuluklar genelde insanlar ve özelde de kendi üzerinde hissettiği baskı ve zorun birer simgesi olarak yer almaktadır. Bu çalışmaları da, diğer çalışmaları gibi toplumsal gerçeği dile getiren bir anlatım aracıdırlar. Neşet Günal, resmin böyle bir görevi yerine getirmesi gerektiğini savunmaktadır.
Korkulukların yer aldığı büyük boyutlarda yağlıboya çalışmalarını kapsıyor bu sergisi. Çalışmalarında figür çizgisi sınırı, ışık gölge yansımasıyla dramatik bir havada belirginliğini daha da koruyor. Yine gökyüzü, gerilimi artıran renk çalışması ve çorak topraklar çalışmalarında yer almaktadır. İnsanlara korku salma aracı olarak koyduğu korkuluklar, çorak Anadolu toprağı üzerinde yükseliyor ve çevresinde korkulu gözlerle çocuklar ve kadınlar yer alıyor. İçi boş giysilerden oluşmuş ya da içi saman doldurularak insan şekline sokulmuş korkulukların birer kof oluşum olduğu görülüyor. Bunların ölü hayvan iskeletletinden kuru ağaç dallarından yapıldığı vurgulanıyor. Böylece aslında azametli görünümüne rağmen onlardan korkulmaması gerektiği resimde ayrıca verilmeye çalışılıyor…
1970’lerde devrimci mücadelede yer alan ve 12 Eylül’ün baskı ve zulmüne uğrayan İbrahim Çiftçioğlu (1952, Çorum) bu yaşanmışlığı yeni çalışmalarında yansıtıyor. Büyük boyutlardaki yağlı boya çalışmaları, kendisinin deyimiyle bir bakıma otobiyografik özellikler taşıyor. “‘Onların yaşantımdan damıtılmış özler içerdiğini söyleyebilirim. Öznelden hareketim genelledir, yeresle ve evrensel toplumsal güncel yaşanmışlık resmimin temel yanını oluşturur. Resimlerim belirli bir yaşanmışlığın, algılamanın bilinç ve yüreğin imbiğinden geçerek neredeyse imgelere dönüşmüş yaşanmışlığın denkliğini görür ve kazanır. Resmimdeki her unsur düşünce ve duyarlılığımı taşıyan bir işlev üstlenir. Resimlerinin nasıl olması gerektiğini şöyle açıklıyor Çiftçioğlu; “Resimlerimde anlatıcı bir tavra ulaşmak islerim. Resimlerimin anımsanması gereken bir olgu gibi sessiz fakat kavrayıp yakalayan bir etki bırakmasını isterim. Bu tavrı bir düşünceyi, bir sorunu, bir protestoyu, bir hüznü, huzuru ya da tedirginliği, bireysel ve sosyal yaşanmışlığı üretir benim resmim.”
Böyle tanımladığı resim çalışmalarında cezaevini, işkenceyi yansıtmak istiyor Çiftçioğlu. Cezaevi birbirini kesen çizgilerle, işkence ise bantla simgeleşiyor. Diğer bir çalışmasında ise bant, düşüncenin engellenmesini simgeliyor. Yine işkenceyi, yüzeysel hale getirdiği figürlerdeki boya dokularıyla anlatmaya çalışıyor. Bazı çalışmalarında pop-artçıların yaptığı gibi gözüm retinası üzerinde şok etkisi yapacak renk ve şekilleri görmek mümkün.
Figürler soyutlanarak karşımıza çıkmakla iki’ boyuta inerek. Gerilimi sağlama görevini renklere veriyor. Ama iki boyutlu renkler anlatılmak isleneni tam olarak verebiliyor mu? Kendisi açıklamasaydı madalya TAKILAN kişinin pişmanlık dilekçesi vermiş kişi olduğunu bilemeyecektim. Derece almış bir sporcu olarak algılanabilir. Ya da Filistin askısı dediği çalışmanın yol olarak algılanabileceği gibi salı özünde koparılmış biçimden hareket edemeyiz. Biçimi özünden koparmadan, özün bizi hareketlendirme yollarını ve araçlarını birlikte ele almak zorundayız. Resim elektrik devresini tamamlayan bir unsurdur. Eğer görev yapamazsa bizi o devreye sokamaz. Resim çalışmasının toplumsal yaşanmışlığı aktarabilmek ve belirli bir mesajı verebilmek için, izleyicinin alış gücünü harekete geçirebilecek yeterlikte olması gerekir, yoksa bireysellik aşamasında kalan bir algılama ve onun yansıması olarak kalacaktır. Bu nedenle toplumsal gerçekleri yansıtan sanat çalışanlarının işi zor. Hem toplumsal mesaj verecek, hem toplumun sanat izleme düzeyini yükseltecek, hem de dilini anlatacak…
Bu kaygıları, Çiftçioğlu’nun da taşıdığı, son çalışmalarında kendini gösteriyor. Bu çalışmalarında, yapıştırdığı beze verdiği kıvrımlarla iki boyuttan kurtulma çabasında kabartmalı figürler uzakta asılı duygusunu veriyor. Rölyef etkisini de veren bu son çalışmalar belki de tuval dışına çıkmanın ön çalışmaları olacak.

Diyarbakır 1 No’lu Cezaevinden
1960 Kayseri-Sarız doğumluyum. Devrimciliğe çocuk denilebilecek yaşta ilgi duydum. 1978 yılında Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği kurucu üyesiydim. 1981 Haziran’ında tutuklandım. Kayseri, Konya, Malatya, Elazığ ve Diyarbakır askerî cezaevlerinde yattım. 24 yıl 2 ay ceza aldım. Dosyam hâlâ Askerî Yargıtay ‘da.
Özgürlük Dünyası’na
Yayın hayatınıza dört ay önce başlamış olmanıza rağmen, çıkan ilk iki sayınızı şimdilerde okuma imkânı buldum. Adalet Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu ve cezaevlerindeki siyasi mahkumların yaklaşık kırk günlere varan süresiz açlık grevleri ve ölüm oruçları direnişleriyle bütün ülke ve dünya kamuoyunda bir rezalet olarak teşhir edilmiş olan meşhur 1 Ağustos Genelgesi”nden dolayı derginizin ilk sayılarını alamamıştım. İnsan onuru ve kişiliğiyle uyuşmayan bir utanç belgesi ve yüz karası olan bu belgenin, diğer bütün cezaevlerinde olduğu gibi Diyarbakır 1 No’lu Cezaevinde de uygulamaya konulmak istenmesinden sonra bayilerden cezaevi idaresine kadar gelmiş olan derginiz ve daha başka yayınlar, gerisin geriye bayilere iade edilmiştir. Çünkü sözüm ona uluslararası insan hak ve özgürlükleri beyannamesine uygun hazırlanmış olan “1 Ağustos Genelgesi” kendi antidemokratik, baskıca ’82 Anayasası’nı bile tanımayıp insanlara okumayı yasak ediyordu. Genelgenin hazırlandığı ayda itibaren cezaevlerindeki idareciler harekete geçirildi. İlk mermiyi onlar göndermişti. Şimdi oruç eylemi sırası biz mahkumlara gelmişti. Ak koyun kara koyun dar geçitte belli olacaktı
(…)
Ertesi gün, haklarımızın gaspını, yapılan işkence sürgünü protesto etmek amacıyla ve “1 Ağustos Genelgesi”ni geri çekilmesi, eski haklarımızın iadesi istemiyle süresiz açlık grevini başlattık. Direnişimiz, bizden önce başlayan diğer cezaevlerindeki direnişlerle birleşirken, cezaevleri katılımı yaygınlık kazandı. Ve direniş ülke çapında genel bir direnişe dönüştü. Dışarıdan devrimci, demokrat, ilerici, aydın, bilim adamları, siyasetçiler, yazarlar, sanatçılar, gençlik ve daha da anlamlısı işçi sendikalarının yakın ve aktif desteği, bir çığ gibi büyüdü. Bütün demokratik kitle örgütleri üzerlerine düşen sorumluluklarının bilincindeydiler. Bu arada basının utanmazlığı da suskunluğu dikkate değer noktalardandı. O kan kustuğumuz gecelerin yemek vakitlerinde lokmalarını nasıl rahat yiyebildiler! Vicdanlarında hiç mi bir his uyanmadı? Amerika’daki yılın en çirkin kravatı seçimine manşet atanlar; kurbağa yarıştıran silik ve aylak insanlara gazetelerde yer verenler, emperyalist iki süper devlet yılda yüz elliden fazla balina öldürülürken, onların sözde merhamet duygularıyla iki balinayı kurtarma sahtekârlıklarını geniş geniş yazanlar için iki bin mahkumun insanca yaşam uğruna ölümle yüz yüze olmalarının hiçbir haber değeri yok muydu? İnsan ancak böylesi zamanlarda insanlığından utanır. Basının bu tiksindirici tavrı içerisinde Cumhuriyet Gazetesi’nin duymuş olduğu sorumluluk bizleri mutlu etmiştir.
Dikkate değer bir ikinci nokta ise, reformist SHP’nin tavrıydı. Politize olmuş insanlardan yediden yetmişe herkes harekete geçmişken, ülkenin dört bir yanında insanlığa çağrılar yapılırken ve gençler cop darbelerine korkusuzca göğüs gererken, analarımız çığlık çığlığa kalıp, kendilerini yakarken, SHP’nin sağcı reformistleri gerçek yüzlerini göstermekten hiç endişe duymadılar. Onlar insan haklarını savunanların yanında yer alacaklarına, insan haklarını çiğnemek isteyenlere sağlam bir koltuk değneği olmaya çalıştılar. Mahkûmları “şiddet” uygulamakla suçlayarak Özal hükümetinin yavan kuru ekmeğine yağ ve bal oluyorlardı. Onlar öyle tutum takınınca, buradaki yetkililer de “Bakın, SHP bile sizi desteklemiyor, gelin vazgeçin” diyorlardı. Oysa biz SHP’ye hiçbir zaman güven duymamışızdır. Biz öncelikle kendi öz gücümüze güveniriz. Ve ayrıca nerede olursa olsun. SHP’de de olsa gerçek ilerici, devrimci ve demokrat insanlara güvenmişizdir. Direnişimiz boyunca halkımızın “kendine insanım diyen herkesi cezaevlerindeki sese kulak vermeye çağırmaları” karşısında suskun kalan. SHP’deki, iktidarla uzlaşma ruhuyla dolu sağcı reformistlerin bu tavrını halkımız anlamakta zorlanmayacaktır. Bu cezaevinde üç yüze yakın bir kitleyle başlattığımız süresiz açlık grevinin yirmi yedinci gününde, yüz otuz kadar tutuklu, haklarımızın verilmemesi halinde ileride yeniden başlamak üzere sadece açlık grevini bırakıp fiiliyatta direnişte bulunmaya devam etti. Süresiz açlık grevi içerisinde on altı kişi PKK davası sanıklarından, üç kişi TKP-ML Partizan ve bir kişi de KAWA davası sanıklarından olmak üzere toplam yirmi kişi, süresiz açlık grevini ölüm orucuna çevirdi. Kesintisiz sürdürdüğümüz süresiz açlık grevi ve ölüm orucunun otuz sekizinci gününde haklarımızın aynen eksiksiz iade edilmesiyle ve “1 Ağustos Genelgesi’nin uygulanmayacağı güvencesi ve sözü verilmesiyle deri-nişimize son verdik. Diğer cezaevlerinde süren açlık grevlerine destek için elli kişilik bir grup, yeniden açlık grevine başladı ve sürdürdü. Direnişler karşısında hükümet geri adım atmak zorunda kaldı. Haklarımızı aldık. Ancak, genelgenin uygulanmayacağı sözü ve güvencesi tek tek cezaevlerinde verilirken, kamuoyuna herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Adalet Bakanı hâlâ, eski tüzük ve genelgesini yasal olmaktan çıkarmış değil. Bu haklarımızın yeni bir tüzükle yasallaşması gerekir. Bunun için, bütün demokratik kuruluş ve insan hakları savunucularının bu konuda duyarlı olacaklarını ümit ediyor ve bekliyoruz.
İşte Özgürlük Dünyası’nın ilk iki sayısını direnişimiz bittikten iki gün sonra alabildim. Hemen şunu söylemeliyim: Şöyle bir baktıktan sonra gözlerimin içi güldü. Otuz sekiz gün süren açlığımızdan sonra ilk defa yediğim üç beş kaşık yoğurt ve içtiğim bir iki bardak süt gibi geldi bana. Yüzüme kan dolar gibi oldu. Doğrusu böyle bir yayını gözleye gözleye gözümüz dört olmuştu. Siyaset koridoru dergiden geçilmiyordu (ama bu bir eleştiri değil) yalnız, yine de bir dergi olmalı diye düşünüyordum. Evet, bir dergi olmalıydı! Başta işçi sınıfı olmak üzere toplumumuzun bütün çalışan kesimlerinden, ilerici, devrimci, demokrat, aydın, bilim adamları, sanatçılar, gençler ve kadınlar vb. her sosyal kesime karşı sorumluluk gösteren ve sınıf mücadelesinin gündemini büyük bir titizlikle yakından izleyen bir yayın olmalıydı… (…) Dahası, demokrasi mücadelesini sosyalizme vardırmayı amaçlayan ve bununla yetinmeyip, oradan daha da ileri ufuklara bakan bir yayın olmalıydı. (…) işte böylesi bir yayını gözler olmuştuk. Şunu itiraf etmeliyim ki, Özgürlük Dünyası’nı kafamda tasarımladığım bir yayından daha kapsamlı ve değişik buldum. Bundan mutluluk duyuyorum. Birtakım teknik eksiklikleriniz veya yanlışlarınız olabilir. Diyalektiğin kendisi bu değil midir? Çünkü diyalektikte mutlak olan hiçbir şey yoktur. Ama şimdiden bir şeyler söylemek erken olsa gerek. Hem, her defasında daha da kusursuz olmaya önem vereceğinize de yürekten inanıyorum. Küçük de olsa size destek olabilmek, benim mutluluğum olacaktır. Kalbim sizinledir.
Selam olsun tiyatro sezonunda perdelerini açan perdecilere. Lanet olsun, soğuk havalarda tiyatrodaki rollerini yüzüstü bırakanlara. Selam olsun, kuliste “güzel olacak” diyerek inançla ve umutla sahnedeki yerlerini alan oyunculara. Selam olsun Özgürlük Dünyası’na…
O. Abbas SÖYLEMEZ/DİYARBAKIR


Özgürlük Dünyası’na Selam!

12 Eylül sonrası, yeni yeni dergilerin yayın hayatına girmesiyle birlikte, on binlerle ifade edilebilecek bir grup, “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI” veya aynı temelde yayına girecek bu derginin bekleyişi içine girdiler. Bu beklentinin dergiye gelen (ye yayınlanan) okuyucu mektuplarının çoğunun içeriğinden de az çok anlatılacağı üzere bir hayli “sabırsızca” bir bekleyiş olduğunu da görüyoruz. Bu okuyucu kitlesi sabırsızlanmakta çok da haklıdır, Günkü “ÖZGÜRLÜK DÜNYASI” çıkaranların iradi bir tavrından kaynaklanıyor olmasa da, yayın hayatına diğer dergilerden bir hayli gecikmeyle girdi. Böyle bir gecikmeye rağmen ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayınlanmasını en içten duygularla selamlıyor, 12 Eylül yılgınlığı ve karanlığının asılmasında, tasfiyeciliğin ve her türden revizyonizmin çarpık düşüncelerinin alt edilmesinde başarılı bir mücadele vereceğine inanıyor ve başarılar diliyorum.
İlk sayınızı bu güne kadar temin ve okuma imkanı bulamadım. İkinci ve üçüncü, özellilkle de üçüncü sayıdaki “içerik ve biçimdeki yeni düzenlemeyi” ifade ettiğiniz “Geçmişin yanılgıları tekrarlanmamalı” başlıklı yazıyı okuduktan sonra, düşüncelerimi, önerilerimi ve eleştirilerimi aktarmayı geciktirmemek gereğini duydum.
“Politik bir hareketin, teshir, ajitasyon ve propaganda faaliyetini, günlük pratik faaliyeti, doğrudan yönlendiren, merkezileştiren ve sonuçlarını örgütleyen temci bir araç da değildir” diyerek, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayın hayatındaki yerini ve hedeflerini belirtiyorsunuz. Bence de ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayın hayatındaki yeri, hedefleri ve içeriği bu temelde olmalıdır. Yerini hedeflerini ve içeriğini bu temelde belirleyen ÖZGÜRLÜK DÜNYASI diğer yandan; ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın yayını büyük bir sabırsızlıkla bekleyenlerin büyük bir bölümü “GEÇMİŞİN YANLIŞLARI TEKRARLANMAMALI” başlıklı yazıyı okuduktan sonra ÖZGÜRLÜK DÜN-
YASI’nın kendi beklentilerinin ötesinde Bir dergi olduğunu görecek ve kavrayacaklardır. Buna rağmen yine bir kısım insan, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’ndan çok daha farklı bir beklenti içinde olacaktır. İşte bu noktada ÖZGÜRLÜK DÜNYASI büyük bir sorumlulukla karşı karşıyadır.
Okuyabildiğim iki sayınızdan edindiğim izlenim, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın bu sorumluluğu bilen bir anlayış içinde olduğudur. Öte yandan adı üzerinde “SİYASİ VE KÜLTÜRLÜ” bir dergi olan ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın böyle bir sorumluluktan hareketle siyasi konulara ait bazı tespitlerde bulunup bulunmama gibi bir ikilem içinde olmasını da gerektirmez. Ama okuduğum her iki sayıda da yer alan ve üçüncü sayının sonuç yazısında da devam edeceğini belirttiğiniz M. Yalçıner’in “GORBACOV DEMOKRATİZMİ’NİN İÇERİĞİ VE ETKİLERİ ÜZERİNE” adlı araştırma, inceleme türündeki yazı serisi, böyle bir dergide bu kadar büyük bir yer tutmamalıydı. ÖZGÜRLÜK DÜNYASI elbette ki bu türden yazıların kitlelere ulaştırılmasında bir görev üstlenmelidir ama bu yukarıda da değindiğim gibi dergi sayfalarını ağırlıklı olarak, deyim yerindeyse işgal etmemelidir. ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bu tür faaliyetlere öncülük etmeyi BROŞÜR, ÖZEL SAYI vb. yöntemlerle çözmelidir. Böyle bir çözüm ayın zamanda insanların elinde parça, parça izleme, okuma imkânı bırakmayan bütünlüklü bu kaynakça olmasını da sağlar.
ÖZGÜRILÜK DÜNYASI’na ilişkin ana düşüncelerimi bu biçimde kısaca özetledikten sonra, yine özet olarak, okuyabildiğim iki sayıya ilişkin diğer düşüncelerim:
Görünen odur ki, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bu tür bir dergicilik anlayışını hayata geçirmede epeyce zorlanmaktadır. Yine yoruluyor ki, bu türden bir dergiciliğin ülke genelinde, gerek siyasi, gerek kültürel gerekse aktüalite vb. konularda GÜNDEM yaşatmak gibi bir görevinin olduğunun bilincinde olmasına rağmen zorlanmanın ötesinde belli acemilikler de sergilemektedir.
İkinci sayıda “İŞÇİ SINIFININ GÜNDEMİ GREVLER” manşetiyle GREVLER kapak yapılarak ülke genelinde grevleri gündem oluşturmak hedeflenmektedir. Dergiyi incelediğinizde 8. Sayfadan 22. sayfaya kadar bu konu ele alınmasına rağmen bazı istatistikî bilgiler ve bazı sendikacıların düşüncelerinin dışında dergide herhangi bir şey yok gibi. Evet, bu istatistikî bilgiler ve bazı sendikacıların düşünceleri dergide yer almalı. Ama:
* Bu kadar güdükleştirilmiş “GREV hakkına” rağmen işçi sınıfı niye grevlerle gidiyor? (Bu konuda üçüncü sayıda yer alan NEVZAT ONARAN’ın ”Serbest Faiz”, ” Derinleşen Krizin Faktörü” türünden bir inceleme-araştırma türü yazı olmalıydı.)
* Birçok grev uygulamasına rağmen, sonuçlanan grevlerin sonrası işçi sınıfı ne elde etmiş? (Bu konuda elde edilen kazancın yalnızca ekonomik ve sosyal haklar konusunda olabileceği hatta bu elde edilebilenin kazanç olabileceğinin de tartışılabileceği açık. Bu nedenle GREV’in sınıfın en etkin silahlarından biri olduğunu içeren ve bu silahla tabi ki sınıf sendikacılığı anlayışı ile hem ekonomik hem siyasi kazançlar ve mevziler elde edilebileceği ülke ve dünya sınıl deneyimleri de vurgulanabilirdi).
* Böyle bir aşamada GREV kararı alan sendikaların durumları ne? (Birkaç örneklemeyle bu konuya değinilebilir hatta dergide yer alan TÜMTİS Sendikası Teşkilatlanma Sekreterinin görüşlerini açıklarken değindiği Ambarlar grevi daha detaylı ele alınabilirdi)
* Grev kararı alan sendikalarla diğer sendikaların ilişkileri ve diğer sendikaların tavırları bu sayıda yer alabilirdi.
* Her şeyden önemlisi, işçi sınıfının grevlerden beklentileri ve dayanışma ruhu ne gibi bir biçim gösteriyor vb. noktalar ele alınmalı ve de tüm bunlara bağlı olarak da şaibeli “TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ GREV ve LOKAVT” yasası eleştiriye açılarak ülke gündemine getirilmeye çalışılmalıydı
Üçüncü sayıya gelince; Üçüncü sayı belirtmek gerekir ki ikinci sayıya göre çok daha nitelikli hazırlanmış bir dergi. Kapsam ve biçim konusunda daha da netleşen bir düşüncenin urunu olduğu ilk bakışta (kapak düzenlemesi) pek anlaşılmasa da bir bütün olarak ele alındığında açık bir şekilde görülüyor. Ama yine de yukarıda değindiğim “ilk bakışta” pek anlaşılmayan kapak düzenlenmesi bence biraz yanlış. Nedenine gelince. Bu sayıda da, ikinci sayı için geniş bir şekilde belirttiğim “Ülke genelinde GÜNDEM yaratma” anlayışının getirdiği eksiklik burada daha değişik bir biçimde yansıyor. Öncelikle belirteyim ki ülke genelinde GÜNDEM yaratma anlayışı salt ulusal sorunları ele alma biçiminde olmamaktadır, elbette, uluslararası bir sorun da ülke gündemine getirilebilir. Ama bir Arnavutluk Devriminin 44. yıldönümü ile Erdal Eren’in katledilişini 8. yılında tekrar ele alan bu yazı serisinden, Erdal Eren olayı kapak yapılmalı ve bugün hâlâ yaşanan, cezaevlerinde işkence ve zulüm, olayları ile zenginleştirilerek çok daha kapsamlı bir biçimde ele alınması, kanımca daha doğru olurdu. Ayrıca belirteyim. Sinan, Erdal ve Ercan’ın birlikte ele alınması çok güzel bir anlayış.
Her şeye rağmen, büyük bir özveri ve sorumlulukla yola çıkan bugün yaşamakla olan dergi karmaşasında yeni ve değişik bir nitelikle, 12 Eylül yılgınlığı ve karanlığını aşmada, tasfiyeciliğin ve her türden revizyonizmin alt edilmesinde, başarılı mücadeleler vermeye aday bir Özgürlük Dünyası sana selam olsun! diyerek yayın hayatınızda başarılar diliyorum.
Orhan ERDOĞAN/ANTALYA


Özgürlük Dünyası 3. Sayısı Toplatıldı

Dergimizin 3. Sayısı daha henüz baskıdan çıkar çıkmaz ivedi bir toplatma kararına muhatap oldu. Birçok ilde bayilere bile ulaşamadı.
Toplatma gerekçesi ilginç: 44. Yıldönümü’nde Arnavutluk Devrimi konulu yazımızda “suç unsuru” bulunmuş. Egemen sınıflar ve siyasi temsilcileri ASHC ile devletten devlete iyi ilişkiler geliştirmeye çalıştıklarını söylerken, bu ilişkiyi mümkün kılmak üzere ASHC’yi var eden devrime tahammül gösteremiyorlar.
Arnavutluk Devrimi’nden niçin korkuyorlar? Hitlerin faşist işgaline son veren Arnavutluk milli kurtuluş devriminden söz etmek niçin yasak konusu ediliyor? İstenilir olan ve savunulan Hitler’ci faşist işgalin devamı mıdır? Yoksa bugün Arnavutluk’ta kriz, enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik gibi kapitalizmin hastalıklarının izine bile rastlanmaması ve bu koşullan yaratan sosyalist devrim mi öfkeyi çeken? Emperyalizmin, burjuvazi ve gençlik karşısında sarsılmaz tutumlarla süre-giden Arnavutluk Devrimi bir gerçek ve gerçekler kendilerini ifadelendirme yolların’ yaratırlar. Gerçeklerin kendilerini ortaya koymalarının engellenmesi olanaksızdır. Arnavutluk Devrimi kendini pratik ortaya koyuşuyla konumunu egemenlerimize kabul ettirmiş durumda; ama sözünün edilmesi önlenmeye çalışılıyor.
Ve kuşkusuz bu yasakçı tutum, Türkiye’de “basın özgürlüksüzlüğü”nün doğrudan bir kanıtı ve göstergesidir, ülkemizde ne düşünmek özgür ne de basın. Egemenlerce beğenilmeyen düşünce onun basılı hale getirilmesi yasaklarla boğulmaya çalışılıyor. Toplatma kararları ve ceza davaları gündeme getiriliyor hemen yayın organlarının düşünsel olarak ehlileştirilmesi ve mali açıdan çökertilmesi hedefleniyor. Tesis edilen tek-sesli, yalnızca burjuvazinin çeşitli sözcü ve temsilcilerine söz hakkı tanıyan ve demokrasiyle en küçük bir ilişkisi olmayan siyasal rejim yasaklarla sürdürülmeye çalışılıyor. Ve bu rejime demokrasi deniyor. Bu çelişme er geç çözülecektir.
Anti-demokratik uygulamaları Özgürlük Dünyası’nın 3. sayısının toplatılmasını protesto ediyor ve demokrat olan herkesi protestoya çağıyoruz.
Basın özgürlüğüne saldırılar yalnızca dergimize yönelik değil kuşkusuz, tüm devrimci basın türlü saldırı ve yasaklamalara hedef oluyor.
Geçtiğimiz ay içinde Yeni Çözüm Dergisi’ne, basının ne denli “özgür” olduğunu gösteren saldırılar yöneltildi.
Yöne Çözüm Ankara Bürosu temsilcisi gözaltına alındı. Erdal Çayır ve üç arkadaşının gözaltına alınan “gerekçesi”, “ANAP Mamak İlçe binasının bombalanması”ydı. Önce tutuklanan “basın özgürlüğü” tanıkları 23 Aralık’ta tahliye edildiler.
Yine Yeni Çözüm Adana Bürosu temsilcisi Ökkeş Remzi Göbel gözaltına alındı. Gerçekçe, diğerlerinden daha ilginç: “Toplatılan dergi nüshalarının bayilerde bulunması”.
Yeni Çözüm temsilcisinin gözaltına alınması karşısında Ankara Valiliğine dilekçe vermek ve basın toplantısı düzenlemek isteyen derginin genel yayın yönetmeni Cafer Solgun ve dergi çalışanları, içinde DEMKAD ve TAYAD üyelerinin de bulunduğu 42 kişilik bir grupla birlikte gözaltına alındılar.
Toplumsal Kurtuluş dergisinin 16. sayısına daha henüz baskısı bitmeden el konuldu.
“Basın özgürlüğü” var olmaya devam ediyor.
Yurt Yayınlarının yayınlamış olduğu “Darağacında üç fidan” adlı kitabın tüm nüshalarına, Ankara DGM savcılığının “şifahi emri” üzerine matbaada el konuldu. Yayın evi sahibi ve matbaacı “yasa dışı yayın” bastıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar.
Ve “basın özgürlüğü”ne basından bir saldırı:
Emeğin Bayrağı Avrupa temsilciliği adına Ali Temel’in basın açıklamasına göre, 10 Aralık 1988 tarihli Hürriyet yurt dışı baskısı, Emeğin Bayrağı’nın yeni kurulmuş bir örgüt olduğunu iddia ediyor. Savcılar gerekçe kıtlığı çekince, devrimci dergilerin örgüt ya da örgüt dergileri olduğu ileri sürüyorlar. Hürriyet yurtdışı haberler müdürlüğü de buna -hiçbir delil göstermeden- zemin hazırlamaya girişiyor. “Basın özgürlüksüzlüğü’nün basın içinde de taraftarları olduğu açık.
Devrimci yayın organlarına yönelik tüm saldırıları protesto ediyoruz.

Türkiye Proletaryasının ilk önderi: MUSTAFA SUPHİ
“Siyah gece
“Beyaz kar
“Rüzgâr
“Rüzgâr
Trabzon’dan bir motor açılıyor.
Sa-hil-de ka-la-ba-lık!
Motoru taşlıyorlar.
Son perdeye başlıyorlar!
Burjuva Kemalin omzuna binmiş.
Kemal Kumandanın kordununa
Kumandan kâhyanın cebine inmiş
Kâhya adamlarının donuna
Uluyorlar
Hav., hav., hak., tü
Yoldaş unutma bunu
Burjuvazi
ne zaman aldatsa bizi
böyle haykırır:
hav., hav., hak., tü
Gördün mü ikinci motoru?
İçinde kim var?
Arkalarından gidiyorlar.
İkinci motor birinciye yetişti
Bordaları bitişti
Motorlar sarsılıyor
Dalgalar sallıyor
Sallıyor dalgalar.
Hayır
iki motorda iki sınıf çarpışıyor.
Biz Onlar!
Biz silâhsız Onlar kamalı
tırnaklarımız
Kavga son nefese kadar
Kavga
Dişlerimiz ellerimi kemiriyor
Kamanın ucu giriyor
girdi…
Yoldaşlar, ey!
artık lüzum yok fazla söze:
Bakın göz göze.
Karadeniz
On beş kere açtı göğsünü,
On beş kere örtüldü.
On beşlerin hepsi
Bir komünist gibi öldü.

Okuyucularımıza
Avrupa’dan abone talebinde bulunan okuyucularımızın bu isteklerini Avrupa temsilciliğimize iletmelerini rica ediyoruz.
Yurt Dışı Adresi:
Postfach 102704, 2800 Bremen/BRD Tel: 0421-502455
Banka Hesap No: Giro-Kt.Nr: 12186458 Sparkasse in Bremen/BRD, veya: BLZ: 290 501 01
Postgiroamt-Hamburg, Konto-Nr: 1812 34-205
Ayrıca, yurt dışı ve yurt içi abone istekleri açık adresle birlikte banka dekontunun fotokopisi gönderildiği takdirde karşılanabilecektir. Teşekkür ederiz.
Yurt içi Hesap Numarası: Havva Aydınoğlu: Türkiye İş Bankası Cağaloğlu Şb./ No: 143254 Döviz Tevdiat Hesabı: Havva Aydınoğlu Türkiye İş Bankası Cağaloğlu Şb./ No: 30.1200-1660

Ocak-Şubat 1989

Reformizmle Uzlaşma Çıkmazı

İçinde bulunduğumuz dönemde, yenilgi ve gericilik yıllarından çıkış, işçi ve gençlik hareketinde yeni bir yükselişe giriş süreci yaşanıyor. Başta işçiler olmak üzere, tüm ezilen ve sömürülen sınıflar arasında, hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteği kabarıyor. Reformizmin kitleler üzerindeki etkinliği gibi karşı etkenler de olmakla birlikte, olgular, bu kabarışın, işçi ve gençlik hareketindeki yükselişin, diğer ezilen sınıfları da etkileyerek devam edeceğini gösteriyor.
İzlenen ekonomik-politikada, sürekli değişiklikler yapılmasına, ekonomi bir deney tahtasına çevrilmesine, ekonomik krizin tüm yükleri ezilen sınıfların sırtına yıkılmasına karşın, 10 yılı aşkın bir süredir, ekonomide istikrar sağlanamıyor. Kriz devam ediyor. Ancak, yıllardır yaşanan kriz sürecinde ekonomi düz bir çizgi gibi gelişme göstermiyor. Yaşanan süreç, ekonomide ekonominin çeşitli sektörlerinde, kısa süreli yükselişleri ve inişleri, dalgalanmaları içeren bir süreç… Kısa süreli hafif bir canlanmayı yeni bir durgunluk, daralma izliyor. Kronikleşen bir kriz süreci, dalgalanmaları içeren bir kriz süreci yaşanıyor.
Ekonominin herhangi bir alanındaki ya da sektöründeki olumsuz bir gelişmeyi engellemek üzere alman tedbirler, diğer alanlardaki kriz ve istikrarsızlık öğelerinin gelişmesine ya da birikmesine yol açıyor. Ekonomi, iç basınca dayanıksız, her tarafı çürümüş ve çatlaklarla dolu bir buhar kazanı gibi… Çatlaklardan biri kapatılmaya ya da en zayıf yerlerinden biri sağlamlaştırılmaya çalışılırken, bu çaba, sadece ekonominin diğer bölümleri üzerindeki zorlayıcı etkilerin artmasına, en zayıf alanlarda yeni çatlakların açılmasına veya var olan çatlakların genişlemesine yol açıyor. Tüm veriler, kısa dönemde ekonominin, krizden çıkamayacağını ve istikrarın sağlanamayacağını gösteriyor.
Son 10 yılda gerçek ücretler % 50-70 arasında düşerken, 12 Eylül askerî darbesiyle de, baskı ve terör yoğunlaştırılarak, var olan demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntıları bile gasp edildi. 12 Eylülcü generallerin sahneye koyduğu demokrasi güldürüsü, darbe öncesi demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarını bile içermiyor. 12 Eylülcü generaller, bir yandan baskı ve terörü yoğunlaştırır ekonomik krizin tüm yüklerini ezilen sınıfların sırtına yıkarlarken, diğer yandan da alınan tedbirlerin ve uygulamaların geçici olduğunu, en kısa sürede “demokrasiye” dönüleceğini ileri sürerek, kitleleri yatıştırmaya çalıştılar. Ancak, generallerin demokrasi güldürülerini sahneye koymalarından sonra, darbe öncesi demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntıları tanınmadığı gibi, emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarında iyileşme de olmadı. İyileşme bir yana, daha da kötüleşti ve mutlak yoksullaşma süreci devam etti. Bunlar, başta uluslararası finans kuruluşları olmak üzere, emperyalizmin ve egemen sınıfların, ekonomik ve politik saldırılarını sürdürme politikasıyla birleşince, emekçilerin özellikle de işçilerin saflarında hoşnutsuzluk ve öfkenin gelişmesine yol açıyor.
Emperyalizm, tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleriyle başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen sınıflar arasındaki çelişmelerin şiddetlendiği, Türkiye’nin toplumsal bir patlamaya doğru yol aldığı günümüz koşullarında, yıllardır süren ekonomik krizden etkilenen tekel dışı burjuvazi, emekçi sınıfları yedekleyerek politik etkinliğini arttırmaya çalışmaktadır. Emperyalizmin yerli ve yabancı tekellerin, büyük toprak sahiplerinin ekonomik ve politik yapıya egemen oldukları günümüz Türkiye’sinde, tekel dışı burjuvazi politik alanda etkinliğini arttırma olanağına, ancak, emekçileri yedekleyerek sahip olabilir.
Emperyalizm ve büyük burjuvazi ile çelişmesi olmasına karşın orta burjuvazi doğrudan artı-değer sömürüsünü gerçekleştiren sömürücü bir sınıftır. Bu nedenle işçilerin ve emekçilerin bağımsız hareketinin gelişmesi, bir devrim, onun en büyük korkusudur. Başka faktörlerin yanı sıra bu özelliğinden ötürü, devlet iktidarını elinde tutmamasına, emperyalizm ve egemen sınıflarla çelişmeleri olmasına karşın, o, bir yandan işçileri ve emekçileri yedeklemeye çalışırken değer yandan da onların bağımsız hareketinin gelişmesini, devrimin gelişmesini engellemeye çalışan, bunun için emperyalizm ve egemen sınıflarla uzlaşmaktan, emekçilere karşı, onlarla blok kurmaktan kaçınmayan, karşı devrimci güçtür. Türkiye’de sosyal demokrasi, demokratik sol gibi hareketler, esas olarak bu sınıfın hareketleridir. Ecevit CHP’si, günümüzde SHP, DSP gibi burjuva reformist partiler, toplumsal temeli orta burjuvazi olan partilerdir.
İçinde bulunduğumuz süreçte, işçilerin ve emekçilerin başlıca düşmanı olan ve devlet iktidarını elinde tutan tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleriyle emperyalizme karşı mücadelede, orta burjuvazi ve esas olarak onun politik hareketi olan (bir kısım sendika ağası ve bürokratın da içinde yar aldığı, desteklediği) SHP, DSP gibi sosyal demokrat partiler ve akımlar, desteklenmesi ve ittifaka girilmesi gereken değil, tecrit edilmesi gereken güçlerdir. Devrimin, bağımsız işçi ve emekçi hareketinin gelişmesi, onların kitleler üzerindeki etkinliğinin kırılmasına, tecrit edilmesine bağlıdır. Onlar, sadece sosyalizm için mücadele açısından değil, burjuvazinin bütününe karşı proletaryanın bağımsız sosyalist hareketini geliştirmek açısından değil, emperyalizme, egemen sınıflara ve onların faşist diktatörlüğüne karşı mücadele, emekçilerin acil ekonomik ve politik talepleri için yürüttükleri mücadele açısından da, tecrit edilmesi gereken güçlerdir.
Devrimci demokrat hareket, işçilerin emekçilerin mücadelesi geliştikçe, revizyonizmin yanı sıra, orta burjuvazinin ve onun ülkemizdeki siyasal hareketi sosyal demokrasinin gerçek yüzü, karşı devrimci yüzü, daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Emperyalizm ve egemen sınıflarla ilişkileri daha da gelişmektedir. Oluşan karşı devrimci blok netleşmektedir. Bu 1975-80 arasında CHP’de, günümüzde ise SHP’de görülmektedir.
Ekonomik krizin tüm yüklerini işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkma politikası izleyen, halk düşmanı en gerici partilerden bin olan ANAP’ın oyları, 1983 seçimlerinden beri düşmeye devam ediyor. Bu durum, emperyalistler ve egemen sınıflar açısından, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçileri bir süre daha oyalayacak, belirledikleri sınırların dışına çıkmayacak seçeneklerin hazırlanmasını da gündeme getiriyor. Son aylarda yapılan anketlere göre, SHP’ye olan ilgi artıyor. ANAP’ın oy oranı düşerken, DYP gibi egemen sınıfların bir başka partisinin değil, SHP’nin oy oranı yükseliyor. SHP birinci parti durumuna geliyor. Holdinglerin denetimindeki günlük burjuva basınının bir bölümünde, ANAP’ın seçeneğinin SHP olduğu sistemli bir şekilde işleniyor.
SHP yöneticileri bir yandan halka sorunlarının SHP iktidarında çözüleceği vaadinde bulunur ve SHP iktidarının yaklaştığı propagandasını yaparlarken, diğer yandan da emperyalizm ve egemen sınıflarla ilişkilerini geliştirmeye çalışıyor,
SHP hükümetinden korkmamaları gerektiğini vurguluyorlar. Kitlelerin saflarında hoşnutsuzluk ve öfkenin arttığı, mücadele eğiliminin geliştiği, genel grevin gündeme geldiği, ANAP’ın yıprandığı ve oy oranının düştüğü, anketlerin SHP’ye ilginin arttığını ve oy oranının yükseldiğini gösterdiği koşullarda, bir düzen partisi olan SHP karşısında emperyalistler ve egemen sınıflar da kayıtsız kalamazlardı. Son SHP kongresinden bir süre önce en güçlü genel sekreter adayı olan Deniz Baykal’ın ve belli başlı Holdinglerin yabancı sermaye temsilcilerinin katıldığı bir toplantı düzenlendi. Baykal’ın yerli ve yabancı tekellerin temsilcilerine, kapalı kapılar ardından hangi vaatlerde bulunduğu basına bütün ayrıntılarıyla yansımadı. Ancak, basında, Baykal’ın iş adamlarına, SHP iktidarında “rahat uyuyacakları” garantisini verdiği, onların tereddütlerini giderdiği yer aldı. Yabancı sermayenin, holdinglerin, büyük toprak sahiplerinin temsilcilerine SHP iktidarında “rahat uyuyacakları” garantisini veren ve tereddütlerini gideren Baykal’ın ekibi, son SHP kongresine egemen oldu. SHP yönetiminde çoğunluğu sağladı ve Baykal genel sekreter seçildi. Böylece uzun bir süre basında işlenen “İnönü genel başkan, Baykal genel sekreter” formülü gerçekleşmiş oldu. Baykal ve ekibi ve bu ekibi destekleyen Topuzlar, Kotiller SHP içinde uluslararası emperyalist sermaye ve tekellerle en sıkı ilişkileri olan, onlara en fazla uyum sağlayan kanattır. Baykal ve ekibi holdinglerin ve diktatörlüğün desteğini alarak, İstanbul gibi “Sol” kanadın egemen olduğu ve kongre sonuçlarını etkileyebilecek bazı il örgütlerinin kongrede temsili engellenerek, SHP yönetimine egemen oldu.
Kongreden sonra da SHP yönetimi ile yerli ve yabancı tekeller arasındaki ilişkiler, daha da gelişti. İş adamlarıyla toplantılar düzenlendi ve SHP’nin yerli ve yabancı tekellerin tercihleriyle uyumlu bir ekonomik politika izleyeceği garantisi verildi.
12 Mart sonrasında Ecevit’in genel başkanlığındaki CHP’nin yaptığı gibi, 12 Eylül sonrasında da SHP, kurulduğundan beri, devrimci demokratik hareketin potansiyelini yedeklemeye, kendi reformcu kanalına akıtarak eritmeye çalıştı. Bunu gerçekleştirmek için devrimin yükseliş yıllarında devrimci hareketin saflarında yer almış olan, ancak yenilgi ve gericilik yıllarında yılarak sağa kaymış ya da bağları kopmuş, gerilemiş, eski inançlarını tamamen veya kısmen yitirmiş geniş bir çevreye belli mevkiler ve olanaklar da sunularak kapılar açıldı. SHP böylece hem politik mücadelede belli bir deneyime ve birikime sahip yeni kadrolar kazandı, hem de faşizmin yoğunlaşan saldırıları karşısında ağır darbeler yiyen dağınıklığın ve örgütsüzlüğün egemen olduğu, devrimci demokratik hareketin tabanına seslenme, desteğini alma ve reformcu kanalında eritme olanağına kavuştu.
Topuzların, Kotillerin ileri sürdüğü gibi SHP’nin desteklenmesini SHP içinde çalışılmasını savunanlar (ve çalışanlar), devrim ve sosyalizm inançlarını koruyan örgütlü sosyalistler değil, başta ilerici demokrat olarak bilinen köşe yazarları, aydınlar, sosyal reformist revizyonistler olmak üzere eski inançlarını kısmen veya tamamen yitirmiş olan bu çevrelerdir. Hangi gerekçe ile olursa olsun, SHP’yi ya da reformist başka bir partiyi desteklemek, saflarında yer almak, doğrudan orta burjuvaziye, dolaylı bir biçimde de egemen sınıflara ve diktatörlüğe payanda olmaktır.
İşçilerin ve sosyalistlerin altında yürüyecekleri kendi bayrakları, saflarında yer alacakları kendi partileri vardır. Onların önündeki en önemli görevlerden biri de dinci-gerici, faşist, sosyal demokrat, revizyonist her renkten burjuva ideolojisi ve partisiyle aralarına açık ve net çizgiler çekmektir. Sosyal demokrat veya bir başka burjuva partisinin etkisi altındaki işçiler ve emekçiler, aradaki ayrım çizgileri bulanıklaştırarak ya da onların saflarında yer alınarak değil, onlara karşı mücadele edilerek ve araya açık, net çizgiler çekilerek kazanılabilir.
SHP’nin desteklenmesini ve içinde çalışılmasını savunanların ileri sürdükleri başlıca gerekçeler, SHP’nin bir kitle partisi, emekçilerin partisi olduğu, SHP içinde demokrasinin uygulandığı ve özgürce faaliyet yürütülebildiği onun daha ileri bir çizgiye çekilebileceği, SHP iktidarında ülkenin ve toplumun demokratikleşmesi doğrultusunda ileri adımların atılabileceğidir.
Politik özgürlüklerin olmadığı bir ülkede, yasal bir parti içinde demokratik bir platformun oluşup oluşamayacağı sorunu bir yana, SHP, ezilen sınıfların devrimci demokratik bloğunun bir partisi, ya da 1900’lerde İngiliz işçi partisi örneğinde görülebileceği gibi tüm sendikaların ve sendika üyesi işçilerin, doğrudan üyesi oldukları, özgürce faaliyet yürütüp politik gruplaşmalar içinde yer alabildikleri bir işçi partisi değildir. SHP, reformist bir programa sahiptir ve o bu programın kabulü ve ona uyulması temelinde üye almaktadır. SHP Genel Başkanı İnönü ve yetkili kurulları, açıkça SHP içinde mücadelenin ancak SHP programı temelinde yapılabileceğini açıklamaktadırlar.
SHP, emperyalist denetim ve sömürüyü, bağımlılık ilişkilerini, tekellerin egemenliğini tasfiyeye yönelmek bir yana, savunmaktadır. SHP, sözde bile Ecevit’in genel başkanı olduğu CHP’den çok daha geri şiarlar atmaktadır. Hatta SHP, teritoryal savunma gibi bazı sorunlarda, Demirci’den bile daha geri bir tutum takınmaktadır. Emperyalist borçların aksatılmadan ödeneceği, yerli ve yabancı tekellerin önündeki tüm sınırlamaların kaldırılmasından başka bir-şey olmayan sözde liberalleşmenin sürdürüleceği, ancak akılcı bir biçimde sürdürüleceği, uluslararası emperyalist finans kuruluşlarının öngördüğü tedbirlerin uygulanacağı vb. SHP sözcüleri tarafından açıklanmaktadır. Ekonomiye çeki düzen verebilmek için özünde krizin yüklerini emekçilerin sırtına yıkmaktan başka bir şey olmayan şok tedbirlerin alınacağı, zaman zaman vurgulanmaktadır. SHP’nin sağ kanadı bir yana, sol kanat içinde yer alan Aydın Güven Gürkan öngördüğü çözümü şöyle açıklıyor:
“Ben çözümü daha çok üç noktada görüyorum: Birincisi, kartelleşmenin, tröstleşmenin ve holdingleşmenin yasal denetimidir. En liberal ülkelerde bile bizdeki ölçüde bir ‘tekelleşme hakkı’ yoktur. İkincisi, küçük ve orta işletmeciliğin çok ciddi ve kapsamlı bir biçimde desteklenmesidir. Üçüncüsü ise; bir yandan var olan iç tekellerin dış tekellere olan bağımlılığı azaltılırken, öte yandan da bunları -bugünkünden farklı olarak- bir plan ve program çerçevesi içinde gerçek anlamda dış yarışmaya açmaktır!”
Gürkan’ın yukarıdaki sözleri SHP’nin sağ ve sol kanatları arasında öze ilişkin bir farklılık olmadığını göstermektedir. Bugüne kadar “Sol kanat” olarak kendini lanse eden kanat da “reformist” SHP programını savunduğunu sık sık vurgulamaktadır. Bu kanat son birkaç ay içindeki gelişmelerin de gösterdiği gibi homojen bir yapıya sahip değildir. Baykal ve ekibine karşı olan tüm grupların birliğiydi. Bir süre önce de parçalandı.
“Sol kanat” içinde yer alan bazı SHP’lilerin işkence ve baskıları, cezaevlerindeki uygulamaları ve direnişleri, ulusal sorunu son olarak da 12 Eylül dönemini sorgulamak üzere gündeme getirmeleri, bazı sorunlara Baykal, Topuz, Kotil ekibinden farklı ve olumlu bir yaklaşım içinde olmaları onların devrimci değil reformcu bir platformda olduklarını ortadan kaldırmamaktadır. Kaldı ki bu farklılıklar bile engellenmekte, tasfiyelere yol açmaktadır.
Sol kanada mensup bir grup milletvekilinin 12 Eylül dönemini gündeme getirerek başlattıkları tartışmalar ve cezaevlerinde başlayan açlık grevleri karşısında geliştirilen tutumlar, bardağı taşıran son damla oldu. SHP’nin işlevi ve gerçek niteliği, yıllardır demagojisi yapılan SHP içi demokrasinin gerçek yüzü, bir kez daha bütün yalınlığı ile ortaya çıktı. “Sol” kanatın etkin olduğu yedi il örgütü feshedildi ve buralara yeni atamalar yapıldı.
“Demokratlığının” düzeyini cezaevlerindeki açlık grevlerini şiddet olayı olarak niteleyip desteklenmesine karşı çıkarak gösteren İnönü, 12 Eylül dönemine ilişkin olarak başlatılan tartışmaların sona erdirilmesini isteyerek şu açıklamayı yapıyor:
“Türkiye’de kim suç işlemişse haksızlık yapmışsa hesap sorulmalıdır… Ancak bunu yaparken, parlamento, anayasa mahkemesi, silahlı kuvvetler gibi demokrasinin ve toplumun temel kurumlarını zedelememek hepimizin görevi olmalıdır.”
Özgürlük ve demokrasi için desteklenmesi, saflarında yer alınması istenen SHP ve Genel Başkan İnönü’ye göre, mevcut politik rejim, eksiklikleri olan demokratik bir rejimdir. Antidemokratik rejim, anti-demokratik rejimlerin en gerici ve en şovenlerinden biri olan mevcut rejim, demokratik bir rejim olarak ele alınıyor ve savunuluyor. SHP ve İnönü için esas olan halkın özgürlük ve demokrasi talebi ve özlemi değil, devletin ve onun temel kurumlarının savunulmasıdır. SHP, CHP gibi devletçi bir parti, devletin savunulmasını esas alan bir partidir. Ülkemizin sosyal demokratları Yunanistan’da Papandreou gibi faşist cellâtlardan burjuva çerçevede bile hesap sorma tutumuna sahip değildirler.
İnönü, anti-demokratik rejimin temel kurumlarını demokrasinin temel kurumları olarak yansıtıyor ve zedelenmemesini istiyor. Söz konusu kurumlar “zedelenmeden” faşist zorbalardan hesap sorulabilir mi? Burjuva demokrasisi doğrultusunda adım atılabilir mi? Özgürlükler kazanılabilir mi? Özgürlük ve demokrasi mücadelesi verilebilir mi?
SHP içinde, bugüne kadar, demokrasi platformunda amaçları açık ve net olarak belirlenmiş devrimci programa sahip bir grup ya da kanat olmadı ve bugün de yoktur. Bu, SHP’ye devrimci bir çalışma yapmak, SHP’yi demokrasi mücadelesinde ileri bir çizgiye çekmek üzere girdiklerini açıklayan unsurların, faşizmle uzlaşan SHP içinde eridiklerini, gerici-reformcu klikler arasında süren mücadelede kliklerden birinin payandası durumunda olduklarını ve SHP’nin platformuna uyum sağladıklarını göstermektedir. Esasında, son gelişmeler, SHP içinde devrimci demokratik bir platformda mücadele edilemeyeceğini açıkça göstermiştir.
Devrimci proletarya açısından sorun açıktır. SHP, faşizmle, 12 Eylülcülerle uzlaşan, mevcut anti-demokratik rejimi demokrasi olarak ilan eden ve savunan, özgürlük ve demokrasi mücadelesini bu rejimin sınırları içine hapseden bir burjuva partisidir. Özgürlük ve demokrasi hiçbir yerde antidemokratik rejimin asma yaprağı olan “parlamenter” zeminlerde ve anti-demokratik rejimin çerçevesi içinde kalınarak elde edilmedi.     Parlamento dışı zeminlerde işçilerin ve emekçilerin yürüttükleri dişe diş mücadeleyle elde edildi. Türkiye’de de böyle elde edilecektir.
SHP, CHP gibi, egemen sınıfların yedek lastiğidir. Bugün en acil sorun, işçi sınıfının siyasal partisi etrafında bağımsız bir toplumsal güç olarak demokrasi mücadelesini başarıya ulaştırmaktır; bu, ancak burjuva partileriyle araya açık ve net sınırlar çekilerek, sınıfa karşı sınıf tutumuyla burjuvaziye, faşizme, gericiliğe, revizyonizme ve reformizme karşı uzlaşmaz bir mücadele yürütülerek gerçekleştirilebilir.
Bugün yapılması gereken, sınıfların yedek lastiği SHP’yi desteklemek, bir SHP iktidarında demokrasi ve özgürlüğün gerçekleşeceği, SHP’de devrimci çalışmanın yürütülebileceği doğrultusunda hayaller yaymak değil, işçi sınıfının emekçilerin en hayali ve acil taleplerini bile ancak reformizme karşı mücadele ederek, devrimci bir mücadele yürüterek gerçekleştirebileceklerini bıkmadan usanmadan anlatmaktır. SHP ve diğer uzlaşmacı partiler desteklenerek ya da onların saflarında yer alınarak değil, fabrikalarda, işyerlerinde sınıfa karşı sınıf tutumuyla, emekçilerin acil ekonomik politik talepleri için mücadele platformları yaratılarak ve onlarla bu platformlarda birleşilerek kazanılabilir.

Ocak-Şubat 1989

Proletarya Partisi ve Tasfiyecilik

‘80’in Türkiye tarihindeki önemi yalnızca Eylül dolayısıyla değildir; 80’in sadece Eylül’ü yok, bir de Şubat’ı var. 80, sınıf mücadelesinin akışında koyu bir karanlığı, geçmişi, gericiliği, proletarya ve emekçiler üzerinde amansız bir baskıyı anıştırmakla kalmıyor şubat’ıyla, aydınlığın, geleceğin, devrim ve devrimciliğinin, insanın kendisinin efendisi olduğu özgürlük dünyasının simgesi, tohumu ve yolunun açıldığı tarihtir.
Proletaryanın geleceği avuçlarının içinde hissetmesinin anahtarı bahşedilmiyor; var etmek için onu, mücadele yılları gerekiyor. Siyasal örgütlülüğü, teorik temellerine sahip olmadan oluşamıyor, bir ideolojik-siyasal inşa sürecini gereksiniyor. Bu, kuruluşu sonu gelmezcesine erteleme süreci olan mükemmeliyetçi “partileşme süreci” yaklaşımıyla birleşmek anlamına gelmiyor. Ekonomist “süreç-örgütlenme”yi çağrıştıran “partileşme” anlayışından farklı olarak, partinin kendisi tarafından sürekli geliştirilip zenginleştirilmek, eksik ve hatalarından arındırılmak üzere ideolojik-siyasi insanın esasta gerçekleştirilmesi ve sınıfla yeterli bağlara sahip olunması, partinin var olma koşullarının bulunduğu anlamına gelir. Ve tersine, eksiksiz-gediksiz bir ideolojik-siyasi inşa ve sınıfla bütünleşme ya da oldukça gelişkin bağlar, gelişkin kadrolar… , bunların parti öncesi var edilmesi anlayışı, partinin işlev ve rolünün kavranmaması demektir; parti, bu koşulları yaratma aracıdır da çünkü aynı zamanda. Bu tür bir “partileşme süreci” anlayışı, 71 öncesi partinin yalnızca sübjektif değil objektif koşullarının da bulunmadığını, devrimde önderliğin Kemalistler tarafından gerçekleştirileceğini ve gerçekleştirilmesi gerektiğini ileri süren “Aydınlıkçı” tezin devamıdır.
Parti, yeterli bir ideolojik-siyasi-örgütsel temele sahip olunduğunda kurulur ve kendi temellerini geliştirip olgunlaştırır, hata ve zaaflarından arınarak, oportünist unsurları dışlayarak ilerler. Türkiye’de de böyle oldu, oluyor. Hiç hata yapmamak, hiçbir zaafa sahip olmamak kuşkusuz istenir bir şeydir; ama istisnai durumlar ve zaman kesitleri dışta tutulursa bu, olanaksızdır. Önemli olan, temelde doğru bir ideolojik-siyasal ve örgütsel çizgiye sahip olmak ve hatalara karşı doğru bir tutum içinde olmaktır. Temelde ve ana hatlarıyla doğru olan bir ideolojik-siyasi çizgi ve program, eğer parti devrim partisiyse, proletaryanın çıkarından başka çıkar ve geleceğinden başka gelecek tanımıyorsa, yetkinleştirilebilir, yetkinleşecektir. Temeldeki doğruluk, ayrıntıdaki -bunlar önemli de olabilir- eksiklik, hata ve zaafların giderilmesi potansiyeline sahipliği ifade eder; bu doğruluk görmezden gelinerek ya da inkâr edilerek ne hata düzeltilebilir ne de ileriye doğru bir adım atılabilir. Ancak “çok akıllılar” her şeyi kendisiyle başlatma ve inkârcılığı çizgi edinirler.
Genel olarak örgüt fikri ve örgüt gerekliliğinin inkârı, sosyalizme tüm yakınlığını yetirenlerin, özellikle küçük burjuva ve aydınların temel bir eğilimi oldu. Sosyalizme devrime ve partiye ilgisizlik 80 sonrasının genel bir özelliğidir. Kolaylığın koşullarında, demokrasinin bir çırpıda kazanılacağını düşünen devrimde kendi taleplerinin de gerçekleşmesini, çıkarları düzenle çatışan çok sayıda insanın, devrim isteğiyle ya da kişisel gelecek, modaya uyma ve benzeri nedenlerle devrim, sosyalizm ve partiye ilgi duyarak katıldığı saflardan zor koşullarda kopmasında anlaşılmayacak hiçbir şey yoktur. Bu, göğüslenecek zorlukların olağanüstü artışının yanında burjuvazi ve gericiliğin ideolojik etkisinin yükselişinden kaynaklanır. Gelecek bulanır, giderek görünmez olur, umut yiter bazılarının gözünde ve geriye her türlü zorluğa göğüs gerebilecek olanlar, başlıca, işçiler ve sınıfla kopmazca bütünleşenler kalır. Salların, dışarıdan burjuvazinin baskısıyla ve içeriden “yol arkadaşları”nın kopuşuyla sarsılması bunun yol açtığı bunalım ve dağınıklık, zor yılların karakteristik bir özelliğidir. Bu, üstesinden gelinmesi bilindiğinde partiyi deneylendiren ve güçlenmeye yönelten, kaçınılmaz olmasa bile, sınıf mücadelesinin doğal süreçlerindendir. 1905 Devriminin yenilgisiyle Lenin’in Bolşevik partisi bile böyle bir süreci yaşamaktan kaçınamamıştır.
Bu süreç partileri dağınıklığa, küçülmeye, güç kaybetmeye itiyor. İnkârcılık ve tasfiyecilikle zorlu bir mücadeleyi dayatıyor. Çünkü dağınıklığı gidermenin, büyüyüp güçlenmenin yolu buradan geçiyor.
Küçük burjuva, aydın ve de-klase unsurların önemli bir bölümü tümden örgüt inkârına yönelirken, parti onlar için bir anlam ifade etmekten çıkarken, bir diğer bölümü, -çeşitli zaafların da spekülasyonunu yaparak- yıkıcılığa girişiyorlar. Lenin’in “tersyüz edilmiş Menşevikler” olarak tanımladığı, her türlü yasal çalışmayı reddetme tutumuyla içine girdikleri ayrılık sürecini “sol slogan ve eylemlerle geliştiren Otzovistler benzeri “sol” düzenlemeler peşinde inkârcılığa sapıyor. “Sosyalist devrim” yönelimi, “küçük burjuva parti” nitelemesi, “sınıftan kopukluk” “saptaması” çiğnene çiğnene sakıza döndürülürken, inkarcı tasfiyeci “özgürleşmeci” ve revizyonist, devrimden kopuş akımlarını tersyüz edilmesinden başka ne yapılıyor ki?
Birkaç yıldır tasfiyecilik moda. Sınıflar-üstüleştirilmiş demokratik özlemler, sınıfın yerine insanın konulması, insanı çıkar ve değerlerin birinci plana geçirilmesi ve sınıf çıkarlarının karşısına dikilmesi, “insancıl sosyalizm” ve Marksizm-Leninizm’in “yeni insancıl düşünce”lerle değiştirilmesi, burjuvazi ve kapitalist düzenle birleşme yolunda dev adımlar atan modern revizyonizmin ülkemizde temsilcilerinin tasfiyeci tutumlarının ideolojik kaynağını oluşturuyor. Demokratizm ve anarşizan bireysel özgürlükçülük, özellikle aydınca yönler taşıyan küçük burjuva ve de-klase unsurların parti karşısında ilgisizliklerinin temel nedeni. Sınıf niteliğine ve özgürlük dünyasına ulaşma açısından zorunluluk olup olmadığına bakmaksızın her türlü diktatörlükten duyulan nefret, işçi sınıfını küçümseme ve sosyalist ülkelerin ezici çoğunluğunda kapitalizmin restorasyonun yarattığı umutsuzluk ve geleceğe güvensizlik, partiye yalnızca ilgisiz kalmaya değil, ona ve yanı sıra devrim ve sosyalizme küfre götürüyor. Bu arada iradecilik ve dar pratikçiliğin ilginç bir karmaşası, kişisel kaygılarla birleşince,  laf düzeyinde “sol”dan inkârcılığa vardı, varıyor.
Düzen içinde erime, onun doğrudan bir eklentisi haline gelme, “birlikçi” ve yasalcı bir tutumda somutlanıyor. Bu birlikçilik proletarya karşıtlığının birlikçiliğidir; Marksizm-Leninizm temelinde değil, onun yadsınmasından hareketle ve bu koşulla elde edilmeye çalışılmaktadır. Sınıfın değil, bütün insanlığın çıkar ve ortak değerlerini, zorunlu olarak burjuva değerleri çıkış noktası edinen, kapitalist sistemi yıkılmaz kabul eden, onun sınırları içinde birlikçiliktir, kapitalizm karşıtı değil. Ve doğal olarak kendine yasallığı zemin edinmektedir. Bu kapitalizmi tasfiyeden vazgeçmem birliği, TBKP programında proletarya iktidarı fikrinin dışlanmasıyla somutlanmakta ve geriye, yalnızca bu örgütün kendisini burjuva düzene kabul ettirme girişimi ve örgütlenme özgürlüğü uğraşı kalmaktadır. Proletarya yine birleşecektir kuşkusuz, ama diğer şeylerin yanında böyle bir birlikçiliğe de karşı çakarak birleşecektir. Bu, köleliğin devamının unsuru bir birlikçiliktir çünkü. Ve proletarya “birlik” uğruna sosyalizmi feda etmeyecektir.
Dağınıklık ve bunalımdan çıkışın temel bir kaç göstergesi arasında şunlar sayılabilir: Safların özellikle işçi sınıfından gelen taze güçlerle beslenerek sıkılaşmayı, partiye ilgisizlikten parti ruhuna geçiş, sınır kabul etmeyen yayınların ve dağıtımının çoğalması… “Aydınların saflardan kaçışını ele alalım. Bu, partinin içine düştüğü buhranın en açık belirtilerinden biridir.” diyen Lenin “parti örgütlerinin yeni bir temel üzerinde, daha doğrusu sınıf temeli üzerinde bu yeniden inşası, hiç şüphesiz dümdüz ilerlemeyecek olan çetin bir iştir. Ama… parti daha şimdiden, bizzat işçilerin içinden gelen öncü ‘aydınlar’ın emekçi kitlelere önderlik ettiği doğru yola girmiş bulunmaktadır.” (Doğru Yolda adlı makaleden) diye eklemektedir. Bu, günümüz Türkiye’sinin de özelliğidir. Kuşkusuz bizde de propagandacı eksikliği, propaganda malzemesi yetersizliği çekilecek, teorik düzeyin yükseltilmesi ve eğitim özel bir önem kazanacaktır. Bolşevik partisi bu olumsuzlukları sıkı çalışmasıyla aşmanın yolunu bulmuş, işçi sınıfından gelme öncü aydınlarla, bu süreci, partiyi sağlamlaştırmanın kaldıracı durumuna yükseltmeyi başarmıştır. Küçük burjuva, aydın nitelikli bir çok eski unsur düşerken, uzaklaşırken, çoğunlukla sınıf içinden gelen yeni güçler sağlamlaşmanın ve geleceğe umutla bakmanın garantisidir.
Sınıfın siyasal örgütlülüğüne ilgi yeniden artmakta, özellikle sendikalarda ve genel kitle örgütlerinde çalışma ilerlemekte, bu örgütler hareketlenmekte, sloganlarla, türkülerle çeşitli toplantılar, eski ruhun dirilmekte olduğuna tanıklık etmektedir. Bolşevik partisinin deneyi bu alanda da yaşanmaktadır: “Sendika ve kooperatiflerde ilk başlarda el yordamıyla yürütülen çalışma, artık tamamen düzenli ve istikrarlı biçimler almaktadır. MK’nın… kabul ettiği iki karar yerel çalışmaların güçlenmesi sonucu alınmıştır. Bütün kitle örgütlerinde parti hücreleri kurmak; bu örgütlere proletaryanın militan ruhuyla, devrimci sınıf mücadelesi ruhuyla önderlik etmek; ‘Partiye ilgisizlikten Parti ruhuna’. İşte işçi sınıfı hareketinin bu alanda da tutmuş olduğu yol budur.” (Doğru Yolda adlı makaleden)
Ve Lenin’in belirttiği bir başka gösterge: “Çalışmalarımızın gerçekten sosyal-demokrat bir nitelik kazanmakta olduğunun, gerçek bir parti çalışması olma yoluna girdiğinin bir başka açık kanıtı da, illegal yayınların çoğalmasıdır.” (Doğru Yolda adlı makaleden)
Dağınıklığın sona erdiği kesindir. Ama öte yandan sınıf karşıtıyla birlikçilik peşindeki yasalcılık ve zehirleyici etkisinin üstesinden gelmenin önemi de ortadadır. Açık ya da üstü kapalı yapılmış olduğu önemsiz pazarlıklara bağlı olarak, ama bundan da önde gelmek üzere burjuvazinin ve rejiminin kendisini güçlendirme ihtiyacının bir ürünü olarak, sistem içiliği onaylanan ” Sosyalist Parti” yanında yasal kuruluşu oldukça kısa bir zaman sorunu haline gelen TBKP’nin yasallaşmayla kavuşacağı yeni propaganda olanakları bu önemi artırmaktadır. Bu nedenle burada bazı yönleriyle ve kısa olarak parti öğretisine değinmenin yararlı olacağına inanıyoruz.
1. Parti, sınıfın kurtuluş mücadelesinde içinde toplandığı birliktir. Sınıfların ve sınıfsal çıkar ve değerlerin muğlaklaştırılması, kalın hatlar ve köşeler gibi ayırt ediciliklerin giderilmesi, adı ne olursa olsun, partiyi parti olmaktan çıkarır. Proletarya partisine can veren sınıfa karşı sınıf şiarıdır: proletarya, parti olarak, genel olarak sömürüye karşı örgütlenmekle kalmaz, o, sömürünün örgütlenişinin özel biçimine, kapitalizme karşı uzlaşmaz karşıtlık halinde olduğu burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğine son vermek ve sınıfsız topluma ulaşmak amacıyla örgütlenir. Sınıf karşıtını “ortak” olarak gören, onunla işbirliği ve diyalogu, ondan öğrenmeyi esas alan bir parti, işçi sınıfı partisi olamaz. Bugün Gorbaçovcu modern revizyonizmin ve ülkemizdeki temsilcilerinin tersine savunup uygulamaya çalıştıkları tam da bu anlayıştır. Onlar sınıfın yerine insanı, sınıfın kurtuluşu ve sınıf mücadelesi yerine insanın yaşama hakkı ve insanın var olma mücadelesini koyuyorlar, insanın kurtuluşuna giden yol sosyalizm ve işçi sınıfının kurtuluşundan geçmezmiş gibi…
2.Parti, sınıf partisidir, sınıfı kucaklar, yığınsaldır. Sınıfı kucaklamayan parti devrim ve sosyalizm mücadelesine önderlik etme yeteneğinde olamaz. Ancak Partinin sınıfın yığınsal partisi olması, her sıradan işçinin parti üyesi olması anlamına gelmez. Proletarya, kapitalist toplumda bir dizi katmanla çevrelenmiştir ve dışından gelen etkilere maruzdur. Yeni katılmalarla safları genişler ve kendisi de çeşitli katmanlardan oluşur, sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi gibi. Bu unsurlar işçi sınıfına yabancı çıkarlar ve dünya görüşleriyle donanmış haldedirler. Partinin bu unsurlara dayanamayacağı açıktır. Ancak sınıfa yeni katılmalar, işçi sınıfının bütününün, öncünün, partisinin düzeyine yükselmesinin engeli olarak kalmaya devam eder. Bu durumda parti, kendi varoluşunun bilincinde olan işçileri içinde toplayacak, partisiz işçilerden ileride olacak, ama sınıfın kopmaz bir parçası olarak partisiz işçilerle sıkı bağlar kuracak, onlar içinde -dar anlamıyla- eriyecek ve onları yönetecektir. “Komünist Partisi, işçi sınıfının bir kesimidir ve elbette onun en ileri, en bilinçli, dolayısıyla en devrimci kesimidir. O, en bilinçli, en sadık, en uzak görüşlü emekçilerin seçilmesiyle oluşur. Komünist Partinin çıkarları, işçi sınıfının çıkarlarından ayrı değildir. Komünist Partisi bütün emekçi kitlesinden ayıran şey, onun işçi sınıfının bütününün tarihi görevini göz önünde bulundurması ve her yol dönemecinde tek tek grupların ya da mesleklerin değil, bütünüyle işçi sınıfının çıkarlarını savunmaya çalışmasıdır. Komünist Partisi, işçi sınıfının en ileri kesiminin proletarya ve yarı-proletarya kitlelerine doğru yolda önderlik etmesini sağlayacak siyasi ve örgütleyici gücü oluşturur.” (Lenin, Komünist Enternasyonal 2. Kongre Kararlarından.)
Parti, sınıfın geri kalanına kopmaz bağlarla bağlı olan sınıfın ileri ve bilinçli kesimini oluşturur. SP ve TBKP gibi revizyonist yasalcı partiler ne sınıfın partisidirler ne onun ileri kesimini oluştururlar ve ne de sınıfın bütününün tarihsel görevini göz önünde bulundurup tek tek gruplar yerine bütünüyle sınıfın çıkarlarını savunurlar. Onlar, sınıfı yedeklenecek güç olarak yaklaşıyor, aydınlara ve küçük burjuvaziye, işçi sınıfı içindeki küçük burjuva unsurlara dayanıyorlar, en değerli üyelerini işçi aristokratları ve sendika bürokratları oluşturuyor, bu aristokrasi ve bürokrasinin çıkarlarını savunuyorlar, sınıfın bütünsel çıkarları yerine, onların sınıf işbirliği ve düzenle uyum olarak beliren özlem ve çıkarları bu revizyonist partilerin ağzından “bütün insanlığın çıkarları”, “ortak insani değerler” vb. olarak dile geliyor. “Birlikçilik” ortak kaygılarıdır. Tescilli Kemalizm hayranı, kuyrukçu, sınıfın etkileyebildiği küçük bir kesimini burjuvazinin, dönem en gerici temsilcilerinin kuyruğu yapmaya çalışan “Aydınlıkçı” SP ise, “ulusal ekonomi”, “istikrar” ve “en geniş güçlerin birliği” peşinde işçi sınıfı yerine burjuva partilerle (SHP, DSP ve hatta DYP ile) birlik öneriyor. Sınıfı bir zamanlar Cuntaların peşine takmaya çalışıyorlardı, şimdi reformist partilerle birliği tercih ediyorlar. İleri gittiklerinde, Eylül’ün hemen öncesiyle sonrasında Evren’le bile birleşmeye vardırdılar işi. Modern revizyonistler, çeşitli kanatlarıyla Kemalizm’le birliği ve sınıf işbirliği, kuyrukçuluğu ilke edinen Ş.Hüsnünün izini sürüyorlar. Ş. Hüsnü bugün yine kuyrukçuluğun köklerine sahip çıkma ve vefa borcunu ödeme adına anılıyor.
3. Parti, siyasal mücadelenin aracı ve yöneticisi, sınıfın öncü müfrezesidir. Parti, sınıfın parçası olmakla birlikte, onun, toplumsal gelişme yasalarının, devrim teorisinin bilgisine sahip bilinçli kesimidir. Parti, sınıfın sıradan unsurlarından farklı olarak, Marksist-Leninist öğretiyle silahlanmış ileri unsurları bağrında toplar ki, ancak böylelikle sınıfı doğru bir yol göstericilikle peşinden sürüklemesi mümkün olabilir.
Partinin sınıfa, kurtuluşu mücadelesinde öncülük edebilmesi, yol gösterebilmesi için doğru bir ideolojik siyasi çizgisi, olması kopmaz bağlara sahip olduğu sınıfının bu çizginin doğruluğuna kendi deneyleriyle sınayıp inanması ve partisine güvenmesi zorunlu bir ihtiyaçtır. Parti, doğruyu bilimle sınıfın etkileşimi sayesinde ulaşabilir. Ne masa başında doğru çizgi belirlemek mümkündür ne de kendiliğinden mücadelenin peşine takılarak doğruya varılabilir. Sınıfın çıkarlarının somut şekillenişi ve dayattıkları iyi bir öğretmendir, ama tek başına yetersiz kalır. Sınıfın denetimi, partinin çizgisini ve uygulanabilirliğini kabul edip etmemesi, çizginin pratik içinde sınanarak doğruluğunun kanıtlanmasının esasını oluşturur.
Marksizm-Leninizm’e, bilime güvenlerini yitirenler, özellikle Gorbaçovcu modern revizyonistler şimdilerde bilinemezcilik yoluna girdiler. Kant ve Bergsonv’un izini sürerek mutlak doğru olamayacağını, kimsenin doğrunun ve gerçeğin tekeline sahip olmadığını söylüyorlar: “Geçmişte, Marksist olduğumuz için hakikatin tekelinin bizde olduğuna inanırdık… Şimdi bizde her zaman yanılabiliriz diyoruz. Hakikati bizden önce başkaları, hatta sınıf karşıtlarımız da görebilir diyoruz. Başkalarından etkilenmek, öğrenmek gerekir diyoruz.” (M. Karaca, Yeni Açılım, s.7, sf 13-14) Bu sözler, açıkça Leninizm’in eylem kılavuzu olarak kabulünün reddidir. Doğru Marksizm’de de olabilir, burjuvazide de! Peki, kime karşı hangi öğretiyle mücadele edilecek? Kuşkusuz bu soru TBKP başkan yardımcısı için anlamsızdır, o, “ne mücadelesi?” diyecektir yanıt olarak. Mutlak ve göreceli doğrular sorununa girmek konumuz dışında kalıyor, ancak, söylenmelidir ki gezegenimiz bir rastlantılar yığınına bağlı olarak hareket etmiyor, bilinebilir şeyler vardır, henüz bilgisine ulaşılamamış şeyler de. Ve Marksizm toplumsal gelişmenin yasalarının bilgisidir. Henüz farkına varılmamış yasalar da olabilir, ancak bugün ulaşılan bilgi düzeyi ve yöntem pratik tarafından doğruluğu kanıtlanmış bir gerçeği, bir zorunluluğu ortaya koymaktadır: Kapitalizm uzlaşmaz karşıtlık üzerine kuruludur ve yok oluşuna çağrılıdır, yok oluşunun kaldıracı proletarya ve onun egemen sınıf olarak örgütlenmesidir. Bu yoldan proletarya kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşuna yürüyecektir. Bu yürüyüşün kesintiye uğraması dışında, sözü edilen zorunluluk sosyal pratik tarafından doğrulanmıştır. Şimdi ancak sınıf karşıtları başka sınıf karşıtlarının “hakikati görebileceği ve onlardan öğrenilebileceğini” iddia edebilirler.
Bu “hakikat tekeli”ne sahipliği reddeden anlayış, burjuvaziyle birleşip bütünleşme isteğinden kaynaklanmanın yanı sıra, bugüne dek “dediğim dedikçi” bir tutumla kendi revizyonist görüşlerini çeşitli sol gruplara kabul ettiremeyen TKP’nin uzlaşmacı, orta yol arayıcı bir konuma gelmesi ve bu yeni konumuyla “anlaşmalar” ve pazarlıklar yoluyla onları emme ve görüşlerini bu yolla kabul ettirme noktasına “ilerlediğini” göstermektedir.
“Gerçeğin tekeli”ne sahipliği reddetme, doğrudan partinin öncü müfreze oluşunu reddine bağlanıyor. Gerçeği bilmiyorsan, çözümleme yeteneğin yoksa nasıl öncülük edebilirsin? Parti, eğer gelişme yasaları ve devrim teorisinin bilgisine sahip olarak proletaryanın mücadelesinin koşullarını ve sorunlarını çözümleyemiyorsa ve çözümlerinin doğruluğu sınıfın kendi pratik deneyiyle kanıtlanmıyorsa, böyle bir partinin sınıfı ve emekçi kitleleri yönetip seferber edemeyeceği açıktır. Peki bu durumda TBKP’ye ne gerek kalıyor? Açık değil mi? TBKP, burjuva düzende kendine bir yer edinmek istemektedir, bu yer yalnızca siyasal temsilciliğe ilişkin değildir, o temsil ettiği işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine kırıntılar, sınıfın sömürüsünden pay istemektedir de. M. Karaca, öncülük ve öncü müfreze kavramlarını reddederken, “…öncülük herkesin önünde yürümek iddiasıyla, bildiğini okumak olmaktan çıkıyor; herkesin diyalogunu, işbirliğini sağlamaya çalışmak oluyor” ((M. Karaca, Yeni Açılım, s.7) diyor. M. Karaca öncülüğü eskiden de yanlış kavrıyordu, şimdi reddederken de bataktadır. Öncülük, belirtildiği gibi bildiğini okumak değildir. Proletaryanın ve emekçilerin önüne yanlış çözümlemeler koyuyorsan ve ikna etmesini bilmiyorsan, sınıf tarafından kabul görmeyecek ukalalıklar yapıyorsan, zora koşmayı, bölmeyi yönlendirme sanıyorsun demektir. TKP’nin yaptığı buydu. Şimdi ise dikte etme siyasetinden, burjuvazi dâhil herkesle diyalog ve işbirliği siyasetine geçiyor. Eskiden öncülüğü hiç değilse teorik olarak savunuyordu, şimdi teoride de bu kavramdan kopuyor.
Aynı akımın bir başka sözcüsü, Z.Dilmen bu yaklaşımı, partiyi “halkın yardımcısı” durumuna indirgeyerek, ona “seçenekler” sunan bir istatistik enstitüsü ya da “bilgi üretim merkezi” olarak ortaya koyuyor: “Parti halka yol gösteren, onun izlemesi gereken yolunu haritasını çizen bir makam mıdır, yoksa halkın kendi yolunu özgürcü seçmesinin koşullarının oluşmasına, halkın genel gidişinin örgütlenmesine, güçlerinin birleştirilip seçilen yola seferber edilmesine yardımcı olan bir örgüt mü? Bizce, parti halkla birlikte olmalı, onunla birlikte ilerlemeli, halkın, karşıtlığı seçeneklerden kendisine en yararlı olanı özgürce seçebilmesini sağlamalıdır.” (Z. Dilmen, Yeni Açılım, s.7, sf. 16) Kuşkusuz bu, propagandadır, revizyonistler böyle yapmayacaklar, burjuva partilerin çoğu da böyle söylüyor ama yapmıyor çünkü ama bu durum, TBKP’nin öncülük fikri ve Marksizm’den açık olarak koptuğu saptamasını ortadan kaldırmıyor. Eskiden Marksizm teoride açıktan reddedilmemeye çalışılırdı. Şimdi iş değişti, teoride Marksizm’den ne denli kopulursa o kadar prim sağlanacağı sanılıyor.
Dilmen “hakikati bulma”yı halka yüklüyor. Bu dar pratikçiliğiyle Maoculuğa doğru atılmış bir adımdır ve günümüzün özelliği tüm revizyonist mihrakların yaklaşımlarının ve genel olarak da kendilerinin birbirine yakınlaşması ve içice girmesidir, “birlikçiliktir”‘. Hakikati bilimde değil, -proletarya da bile değil-, halkta, bilinçsizlikte aramak, Diyojen’i çıldırtsa gerektir. Bilimsel doğruların proletarya ve halkın mücadelesi içinde, sosyal pratikte sınanacak ve kitlelerin kendi deneyleriyle onların doğruluğuna inanacak olması başka şeydir, “hakikati halkın bulması” başka şey. “Parti bir hakikati açıklama makamı değildir… Günümüzde halkın hakikati bulabilmesi, kendi yolunu seçebilmesi için halkın içinde etkili olan politik akımlar arasında geniş bir tartışma yürütülmesi ve aydınların bu tartışmada aktif yer alması zorunludur.” (Z. Dilmen, Yeni Açılım, s.7, sf. 16) Bu, partinin gereksizleştirilmesi düşüncesidir.
Halkı “hakem” gösteren yaklaşım, egemenliğin halkta olduğu yanılsaması üzerine kurulu burjuva parlamenter demokrasi yücelticilerinin bir aldatmacasıdır. Ve modern revizyonist TBKP, “hakikat tekeli”ni reddedip, partiye “seçenek sunma” rolü yükler ve “hakikati bulmayı halka aktarırken parlamentarizmin teorik temelini oluşturmakta ve “hakikat” ve “öncülük” tartışmasından bu alana atlamaktadır. Çeşitlilik ve seçenek bolluğundan söz ederek M. Karaca, politik çoğulculuğun savunuculuğuna geliyor: “günümüzde çoğulcu politik sistemlerin zorunluluğu buradan çıkmaktadır. Diktatörlüklerin, otoriter rejimlerin yaşama şansı bu nedenle tükenmektedir. Demokrasi çağımızın nesnelliğidir.”  (M. Karaca, Yeni Açılım, s.7) Ve devam ediyor: “Politik karşıtlıklar, politik çok-renklilik her zaman yararlıdır. Komünist partisinin özgür olduğu, ama karşıtlarının olmadığı, farklı bir düşüncenin bulunmadığı bir ortamda aksayan bir ortamdır. Biz istikrarlı, toplumsal gelişmeye temel olacak bir politik sistem için her zaman çoğulculuğu savunacağız.” (M. Karaca, Yeni Açılım, s.7)
Parti sınıf partisidir, sınıf mücadelesini savunur, ama sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını kabul etmekle kalmaz, sınıf mücadelesini ve onun zorunluluğunun kabulünü proletarya iktidarı zorunluluğunun kabulüne kadar vardırmadan Marksist ve sınıf partisi olunamayacağının bilinciyle davranır, M. Karaca ve TBKP’si gibi değil. Politik çoğulculuk ve burjuva parlamentarizmi savunuculuğunun ve proletaryanın sınıfa çıkarlarıyla ne toplumsal nesnellikle ne de insan iradesinden bağımsız gelişme yasalarıyla. Politik çoğulculukla sınıfsız topluma ulaşılamayacağı, tek yolun proletarya iktidarı olduğu “hakikati” reddedilerek proletarya partisi olunamaz. Ve Karaca’nın bir başka biçimde proletarya iktidarını inkâr edişi: “Günümüzde politik yaşam şiddetten ve şiddet tehdidinden arındırılmadığı sürece, Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez.” (M. Karaca, Yeni Açılım, s.7) İradi zorlamalar boşunadır ve sınıf mücadelesi öğretisiyle şiddetin -farklı türleriyle- zorunluluğu ve kaçınılmazlığını saptayan Marksizm’den tam kopuştur bu. Devleti mi kaldırıyorsunuz bay Karaca, bugünkü ve yarınki devletleri yok mu saymak gerekiyor? Yarınkini açıkça yok sayıyorsunuz, ama bugünkü neyin aletidir?
İşte Lenin’in öncü müfrezeyle ilgili söyledikleri: “Marksizm, partiyi eğiterek, iktidarı alabilecek ve tüm halkı sosyalizme götürebilecek, yeni bir düzeni yönetebilecek ve örgütlendirebilecek, kendi toplumsal yaşamlarını burjuvazisiz ve burjuvaya karşın örgütlendirmek için bütün işçilerin ve sömürülenlerin eğiticisi ve onların yöneticisi ve önderi olabilecek yetenekte bir proletarya öncüsü yetiştirir.” (5. Lenin, aktaran: Stalin, Leninizm’in İlkeleri, s.151)
“Marksizm’e, işlevine, hakikatlere, öncülüğe, burjuvaziye, iktidara, yönetmeye, işçilere ve halka ilişkin revizyonist çarpıtmaların tümüne yanıt var bu yoğun pasajda.
4. Proletaryanın sınıf örgütünün ve üst biçimi olan Parti, örgütsel bir mekanizmadır, disiplinli örgütlü müfrezedir.
Parti sınıfın tüm örgütlerinin proletaryanın bütünsel çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda, tek bir çizgi uyarınca mücadele birliğini sağlayan, bunu müdahalelerle değil, çizgisinin doğruluğu ve ikna yeteneğiyle uygun biçimlerle gerçekleştiren en üst ve merkezi örgüt olmakla kalmaz. O, canlı ve demokratik bir iç yaşantıya sahip olduğu kadar disiplinli, alınan parti kararlarını ve en başta programını tek bir kişi, tek bir ses, tek bir soluk gibi uygulama yeteneğinde bir örgüttür.
Gorbaçov’la birlikte demokrasi modası aldı yürüdü. Bunda devrimci hareketlerin demokrasiyle çelişen eski zaaflarının da rolü olduğu gibi, Eylül’ün yarattığı baskı ortamında demokrasiye duyan özlemin gelişmesinin de rolü var. Ama varılan nokta sosyalist demokrasi ve örgütlenme açısından demokratik
merkeziyetçilik değil, burjuva demokratizmi ve parti içi yaşam açısından da çoğulculuk oldu. Ve demokrasi disiplin ve merkeziyetçiliğin dışlanması olarak anlaşıldı, anlaşılıyor. Demokrasi olmadan, parti, kendi içinde canlı bir yaşama, özgür bir tartışma ortamına sahip bulunmadan ne doğru fikirler gelişip ortaya çıkabilir ve ne de parti kendisini ve kendi eylemi aracılığıyla kitleleri yeterince seferber edebilir. Bu doğrudur ve demokrasi proletaryanın partisinin vazgeçemeyeceği yaşamsal bir ihtiyaçtır. Ama disiplin olmadan, merkeziyetçilikle birleşmeden demokrasi partiyi tartışma kulübüne dönüşmeye mahkûm ettiği gibi, çok başlılığa, çok sesliliğe, vurduğu yerden ses getirememeye, farklı öneri ve tutumlarla proletarya ve emekçileri şaşırtmaya, kafalarını bulandırmaya götürür. ,
“Eylemde birlik, tartışma ve eleştiride özgürlük: işte biz disiplini böyle tanımlıyoruz. Öncü sınıfın demokratik partisine layık olan biricik disiplin budur. İşçi sınıfının gücü örgütlenmesinde yatar… Örgüt demek, eylem birliği, bütün pratik çalışmada birlik demektir. Ama elbette ki her türlü davranış ve eylem, ancak proletaryayı geride değil ileriye doğru götürdüğü, proletaryanın ideolojik birliğini sağlamlaştırdığı, proletaryayı zayıflatmak ve yozlaştırma yerine onun düzeyini yükselttiği ölçüde değer kazanır… Bu nedenle proletarya, tartışma ve eleştiri özgürlüğünün bulunmadığı bir eylem birliğine izin veremez.” (Lenin, Sosyal-Demokrasi İçindeki ‘Kadetçiliğe’ Karşı Mücadele ve Parti Disiplini adlı makaleden)
Lenin’in tartışma ve eleştiri özgürlüğüne, parti içi demokrasiye verdiği önemi vurgulayan ve demokrasiyi disiplinin bir gereği olarak ele alan ve eylemde birliği şarta bağlayan yaklaşımı, demokrasi adına disiplini, merkeziyetçiliği reddeden, burjuva çoğulculuk temelinde demokratizmi öngörüp yücelten revizyonizmin yaklaşımından tamamıyla farklıdır.”… eski disiplin yöntemleri, eski disiplin nedenleri artık yıkılmıştır; biz faaliyetimizde düşünceyi bilincin en yüksek düzenini temel aldık” (Lenin, Bolşevik Parti ll. Kongresi Kapanış Konuşması) diyerek gönüllü ve ideolojik birlik ve düşünsel beraberlikten kaynaklanan gelişkin proleter disiplini tanımlayan Lenin, eleştiri özgürlüğü üzerinde durduğu yukarıda makalesinde hemen ekliyor: “…yetkili organlar bir kez karara vardıktan sonra, biz bütün parti üyeleri, tek bir adam gibi davranırız.” Bolşevik partisinin, 10. Kongresinde “Biz bir tartışma kulübü değiliz… her şeyden önce en zor şartlarda mücadele etmek zorundayız ve bu nedenle tek vücut halinde birleşmeliyiz” diyen Lenin eleştiri özgürlüğünün sınırı şöyle çiziyordu: “Eleştiri, parti programının ilkeleri çerçevesinde tamamıyla özgür olmalıdır…” (Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, sf. 263)
Tartışma ve eleştiri özgürlüğünün parti disiplinini baltalama özgürlüğü olmadığı ve partinin sınıf mücadelesine yönetici güç olarak katılmasını ve sınıfı başarıyla seferber etmesini engellemeye yönelmesinin benimsenemeyeceği açıktır.
Burjuva demokrasisini örgüt ilkesi olarak seçen TBKP ve SP ise, “geniş parti” adı altında ideolojik-politik çoğulculuğu ve parti içinde farklı programların, farklı “seçenekler” olarak savunulabilirliğini öngörüyor. Hakikati sınıf karşıtlarının da görebileceği noktasına vardırılan “hakikat tekeli” reddinin farklı programatik yaklaşımların parti içinde barınabilmesi anti-Leninist önerme ve tutumuna yol açması anlaşılmaz değildir. “Dar sınıfsalın yerine sınıfsal ile insansalın geniş uyumu” (M. Karaca, Yeni Açılım, s.7, sf. 13) tezinin, farklı sınıfsal temellerden kaynaklanan farklı programatik görüşlerle bir aradalığına ve bunu olanaklı kılacak “geniş parti”ye yol vermesi kaçınılmazdır. Nitekim Karaca, “Her örgütte farklı görüşler olur. Örgütler doğal çeşitlilikler gösteren insanlar topluluğudur… Bizce, örgüt içinde herkesin düşündüğünü dile getirmesinin… önünde hiçbir engel olmamalıdır.” diyor ayrı makalesinde. Ne program ne başka bir engel. Ve D. Perinçek “yekpare partinin reddedilmesi” (Saçak, s.59, sf. 125) aracılığıyla Stalin’i aşmakla övünüyor. Parti içinde farklı görüler bulunmalı, iki çizgi ve kanatlar olmalıymış! (Saçak, s.59, sf. 125) Böyle partilerin proletaryanın partisi olamayacakları, onun bütünsel çıkarını savunamayacakları, bu bir yana ne savunacaklarına karar veremeyip, farklı çizgileri bir arada izleme durumunda kalacakları kuşkusuzdur.
“Parti, partiye aykırı görüşleri öven üyelerini kendisinden uzaklaştırmadığı zaman, kaçınılmaz olarak önce ideolojik ve sonra da maddesel bakımdan parçalanacak, isteğe bağlı bir kuruluştur” (Lenin İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, sf 257) diyen Lenin ise tamamen farklı bir görüş savunmakta ve değişik programatik görüşlere sahip kişilere partinin kapısını göstermektedir: “Parti içinde düşünce ve eleştiri özgürlüğü, bize, insanların parti denilen özgür birlikler halinde gruplaşması özgürlüğünün bulunduğunu asla unutturmayacaktır.” (Yeni Açılım s.57, sf.19) Geçerken Yeni Demokrasi’ye parti içi ideolojik-politik çoğulculuğun, kaynaklarıyla birlikte bu denli görülür olduğu ve zehirli etkisini yaygınlaştırmaya başladığı, bunun sahte “birlikçi” revizyonist politikanın önemli bir kaldıracı kılındığı günümüz koşullarında “iki çizgi mücadelesi” ne ilişkin görüşlerini bir kez daha gözden geçirmeyi öneriyoruz.
“Geniş partinin” ve programatik farklılıkların “kanat” da denilen hizipleri kaçınılmazlıkla varsaydığını, oysa partinin hiziplerin varlığıyla bağdaşmadığı ve partinin irade birliğinin bu yolla tahrip olarak Partinin çok başlı-çok sesli hale gelmesinin doğal olduğunu eklemek gerekiyor. Bolşevik partisinin 10.Kongre Kararı bu konuda yol göstericidir: “Kongre, şu ya da bu platform temelinde oluşmuş bütün grupların derhal kendilerini dağıtmalarını emreder ve bütün örgütleri tek bir hizip belirtisine bile izin vermeyecek şekilde son derece uyanık olmakla görevlendirir. Bu parti kararının uygulanmaması, zorunlu olarak, partiden derhal ve kayıtsız şartsız ihracı da beraberinde getirmelidir.”
5. Partinin örgütlenme biçimini sınıf mücadelesinin koşulları belirler. Parti her koşulda mücadelesini sürdürebilecek biçimde örgütlenmeli ve koşullardaki değişmelere zaman geçirmeden uyum sağlayabilecek esneklikte olmalıdır.
Lenin 1905 devrimini izleyen özgürlük günlerinde bile “Partimizin çalışma koşulları köklü bir değişim geçiriyor. Toplantı, örgütlenme ve basın özgürlüğü kazanılmışın Elbette bu özgürlükler son derece eğretidir ve bunlara güvenlik deliliktir, hatta cinayet olur… Partinin gizli aygıtı korunmalıdır. Aynı zamanda… gizli aygıtın yanı sıra legal ve yarı-legal yeni parti örgütleri ya da partiye sempatizan örgütler kurmak kesinlikle gereklidir” (Lenin, Örgütlenme sf.125) demektedir.
Oysa bizim tasfiyeciler, “…yasal bir partiye, çağdaş, demokratik bir komünist partisine ulaşmak istiyoruz” (M. Karaca),” 1974 yılında yasal bir parti kurmak gerektiğini savundum, fakat tek başıma kaldım. Arkadaşlarımı ancak birkaç yılda ikna edebildim” (D. Perinçek) özlem belirtiyor ve yasalcılığa övgüler düzüyorlar. Z. Dilmen daha da ileri giderek yasal partiyi “demokrasinin kazanılması” için gerekli görüyor. Demokrasinin kazanılmasına bağlı olarak yasal parti mümkün olabilecekken, o, ilişkiyi tersine çevirerek, örgütlenme özgürlüğünü amaç haline getiriyor ve demokrasinin kazanılmasını yasal parti şartına bağlıyor: “Yasal parti, halkın bütün gücünün gerçekçi bir hedef üze rinde yoğunlaşabilmesi için gereklidir. Bu hedef demokrasinin kazanılmasıdır.” (Yeni Açılım, s.57, sf. 19)
Oysa Lenin bu yaklaşımı tasfiyecilik olarak baştan mahkum etmiştir: “Tasfiyeciler, örgütlenme özgürlüğü ve genel olarak kısmi reformlar için yaptık lan ajitasyonda liberalizme batıyorlar… Günün biricik ve her şeyi kapsayan sloganı olarak örgütlenme özgürlüğüm ileri sürüyor ve gerçekte bunu, 1905’in devrimci taleplerinin yetiren geçiriyorlar.” (Lenin, 8.Örgütlenme, s. 213)
TBKP aynı şeyi yapmıyor mu? Ne devrim ne sosyalizm ne de bir başka talep… Yalnızca örgütlenme özgürlüğü… yasallaşma…
Lenin’den birkaç aktarmayla bitirelim:
“Güçlü bir illegal Parti Merkezler örgütü, sistemli olarak çıkan illegal yayınlar ve en önemlisi yerel hücreler, özellikle de doğrudan doğruya işçilerin arasından gelen ve kitlelerle sıkı temas için de yaşayan öncü üyelerin yönettiği fabrika hücreleri: Devrimci ve sosyal demokrat işçi hareketinin her türlü zorluğu göğüsleyebilecek sağlamlıktaki çekirdeğini işte bu temel üzerinde inşa ettik.” (Doğru Yolda adlı makaleden)
“Uluslararası işçi sınıfı hareketinin ve Rusya’daki kendi işçi sınıfı hareketimizin tecrübeleri, bize, daha kuruldukları andan itibaren bu işçi sınıfı örgütlerinin (sendikalar, kooperatifler, kulüple vb.) her birini partinin bir kalesi haline getirmek için çalışmanın gerekli olduğunu öğretiyor.” (Lenin, Örgütlenme, sf. 220)
Ve tasfiyeci cephede üzerinde bol yazılıp çizilen, “geniş”, “birleşik” parti propagandasıyla yaygınlaştıran sahte “birlikçilik” karşısında, ideolojik yönü bir yana, örgütsel yönüyle bunun olanaksızlığı üzerine Lenin’in sözleri:
“Birlik sorununun ne legal basında “birlik” hakkında yazılıp çizilen saçma sapan sözler, ne ‘dağınık’ küçük aydın gruplarıyla yapılan anlaşmalar, ne de yurt dışından sürdürülen görüşmeler diplomasisi çözebilir. Birlik sorununu çözecek biricik şey, yerel planda sağlanacak birlik, RSDİP’in bütün işçi üyelerinin tek bir illegal örgütte gerçekte birleştirilmesidir.” (Lenin, Örgütlenme, sf. 194)

Ocak-Şubat 1989

12 Eylül Rejimine Karşı Uluslararası Mahkeme Sonuçlandı

* 12 Eylül Rejimi’ne Karşı Uluslararası Mahkeme 10-11 Aralık 1988 tarihinde Almanya’nın Köln şehrinde yapıldı. Jüri, çeşitli ülkelerin tanınmış kişilerinden oluştu.
* İki gün süren yargılama sırasında, Koordinasyon Komitesi tarafından hazırlanan yargılama metinleri okundu ve yargılama konulan ile ilgili olarak Türkiyeli tanık ve uzmanlar dinlendi.
* Belge ve bilgileri değerlendiren Jüri, 11 Aralık saat 13.00’de kararı açıkladı. Jüri, Türk hükümetini, demokratik ve siyasi hak ve özgürlükler üzerindeki yasakları kaldırmaya, Genel Af ilan etmeye, Kürtlerin ulusal varlığını kabul etmeye çağırdı. Jürinin kararı salonu dolduran 400 kişilik izleyici topluluğu tarafından ayakta alkışlandı.

Yaklaşık 10 aydır çalışmaları sürdürülen 12 Eylül Rejimi’ne Karşı Uluslararası Mahkeme, 10-11 Aralık 1988 tarihlerinde Köln’de Wolkenburg oteli salonunda yapıldı. Yargılama 10 Aralık günü saat 10.00’da başladı. Çeşitli ülkelerden gelen jüri üyeleri yerlerini aldıktan sonra Koordinasyon Komitesi adına Erol Ünlü ve Sabine Hasselbring tarafından açış konuşması yapıldı. Açış Konuşmasında, 12 Eylül Darbesi’nin Türkiye’de insana, iyiye ve güzel, demokrasiye ve halka ait ne varsa bunları yok etmeye çalıştığı, darbeden sonra oluşturulan ve temelleri teröre, baskıya ve zora dayanan rejimin bugün sivil görünümler altında devam ettirilmeye çalışıldığı, batılı ülkelerden 12 Eylül Rejimi’ne kendi çıkarları için sahip çıktığı, Türkiye’nin geleceğinin 12 Eylül’le hesaplaşmakta yattığı, rejimle çok yönlü bir mücadele sürdürülmeden demokratikleşmenin mümkün olamayacağı vurgulandı. Koordinasyon Komitesi yetkilileri, jüriden, Türkiye halklarının faşizme karşı mücadelesini destekleyen, 12 Eylül’ü mahkûm eden Kararlar almasını beklediklerini açıkladı.
Açılış konuşmasından sonra yargılamaya geçildi. İlk yargılamanın konusu, Türkiye’de basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ile siyasal hak ve özgürlüklerin durumu idi. Yargılama metnini Latif Çetin okudu. Daha sonra, Gazeteci-yazar Doğan Özgüden, şair Nihat Behram ve yazar Ömer Polat konuyla ilgili tanıklık yaptılar, görüşlerini belirttiler.
İkinci yargılama konusu siyasi ve toplumsal muhalefeti yok etme girişimleri idi. Konuyla ilgili yargılama metnini İbrahim Ölmez okudu. Artvin Devrimci Yol Davasında idam talebiyle yargılanan Enver Karagöz 12 Eylül’ün işkence ve cezaevleri politikalarını anlattı. Yargılama konusuyla ilgili ikinci tanık olarak siyasi davaları izlemek üzere Türkiye’ye giden Yunan heyetiyle birlikte DAL’da sorguya alınan Alman heyetinden Hacki Seyler ve Sabine Baun kürsüye gelerek gördüklerini ve yaşadıklarını anlattılar.
Daha sonra 3. yargılama metninin okumak üzere Birgül Akın söz aldı. Birgül Akın, Türkiye’de kadına yapılan özgül baskıları anlattı. Konuyla ilgili olarak Tarife Okkaya ve Arife Kaynar tanıklık yaptılar.
Tanıkların dinlenmesinden sonra yargılamaya ara verildi.
Daha sonra jüri üyeleri, tanıklık, konuklar ve izleyiciler hep birlikte Dayanışma gecesine gittiler. Köln Üniversitesinde yapılan İNSAN HAKLARI VE DEMOKRASİ GECESİ’ne 4 bine yakın kişi katıldı. Gecede jüri üyelerinden Alman Sosyal Demokrat partisi Temsilcisi Monika Gansefort ile Baskı Altındaki Halklarla Dayanışma Örgütü Başkanı Tilman Zülch birer konuşma yaptılar.
Gece coşkulu bir şekilde saat 24,00’te sona erdi.
11 Aralık Pazar günü saat 9,00’de yargılamaya devam edildi.
4. Yargılama konusu TC’nin Kürtler üzerindeki baskıları hakkında idi. Konuyla ilgili yargılama metnini Ekrem Heval okudu. Avukat Şerafettin Kaya ise konuyla ilgili tanıklık yaptı. Baskı Altındaki Halklarla Dayanışma Örgütü Temsilcisi Aleksander Sternberg Kürt sorunu ile ilgili örgütünün gözlemlerini aktardı.
Türkiye’de Sendikal Hak ve Özgürlüklerin Durum konulu 5. yargılama metni Abdullah Birol tarafından okunduktan sonra DİSK Avrupa Temsilcisi Yücel Top ile TÖB-DER Genel Başkanı Gültekin Gazioğlu söz alarak konuyla ilgili tanıklık yaptılar. Alman Öğretmenler Sendikası Temsilcisi Reinhard Hocker ise bu alandaki gözlemlerini jüriye sundu.
6. Yargılama konusu, Türkiye’deki Devlet Terörünün Yasal Dayanakları ile 82 Anayasası üzerine idi. Konuyla ilgili yargılama metnini Mehmet Keser okudu. Tanık olarak ise Avukat Turgan Arınır da görüşlerini anlattı. Prof. Server Tanilli, hasta olduğu için gelemediğini belirttiği mesajında, 12 Eylül’ün yasal dayanaklarının meşru olmadığını vurguladı.
Son yargılama konusu Federal Almanya’nın Türkiye’ye yaptığı askeri ve polisiye yardımlar üzerineydi. Konuyla ilgili yargılama metnini Alman öğretmen Hartvick Mau okudu. Tanık olarak ise, 3, Dünya Ülkeleriyle Dayanışma Örgütlerinin Almanya temsilcisi Reiner Kahrs dinlendi.
Son yargılama konusunun incelenmesi bittikten sonra jüri, toplantıya çekildi. Bir saat süren toplantıdan sonra jüri, tekrar yerini aldı. Çeşitli ülkelerin tanınmış kişilerinden oluşan jüri adına kararı Alman Cumhuriyetçi Avukatlar Birliği Temsilcisi Barbara Klavitter okudu.
Jürinin kararı aynen şöyledir:
Bizler Federal Almanya, Hollanda, İsviçre, Yunanistan, Belçika, Filipin, Mısır, İran ve Azanya’dan gelen Uluslararası Tribünal’in jüri üyeleri olarak 10 ve 11 Aralık tarihlerinde Köln’de toplandık.
Bizlere çağrı yapan Koordinasyon Komitesi’nin hazırlanmış olduğu belgeleri inceledik; değişik ülkelerden, ama çoğunlukla Türk ve Kürtlerden oluşan tanık ve uzam dinledik ve şu sonuca ulaştık:
* Türk ve Kürt halklarının politik ve sosyal haklarına genel bir saldırı olan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi toplumun çok büyük bir bölümüne ölçülemeyecek derecede acı vermiş, politik muhalefetin ezici çoğunluğunun fizik ve psikolojik olarak hareket edemez hale getirmiştir.
12 Eylül 1980’den bu yana en az 229 kişi işkencede öldürülmüş, 50 kişi idam edilmiş, yüzlercesi de değişik şekillerde öldürülmüşlerdir. Bir milyonun üzerinde insan için soruşturma açılmış, 650 bin kişi tutuklanmış, 210 bin dava açılmıştır. Politik düşüncelerinden dolayı 30 bin insan ülkelerini terk etmek zorunda kalmıştır.
8 yıllık askeri yönetimin bilançosu budur.
* 7.11.1982 tarihinde kabul edilen Anayasa, askeri diktatörlüğü bir demokrasiye çevirememiştir. Tam tersine: Darbenin politik hedefi olan egemen ilişkileri koruma ve siyasi muhalefeti tümden baskı altına alma girişimi, bu anayasa ve buna uygun Hazırlanmış yasalarla (siyasal partiler kanunu, dernek ve Yüksek Öğretim Kanunu) kalıcı hale getirilmiştir.
– Anayasanın geçici 15. maddesi cuntanın 12 Eylül 1980’den itibaren yaptığı tüm uygulamaların Anayasaya uygunluğunun tartışılmasını ve eleştirilmesini yasaklamıştır.
– Anayasanın 14. maddesi her türlü Marksist ve sosyalist siyasi faaliyeti yasaklamıştır.
Sosyalist içerikli kitaplar, yakılmış ve dağıtılmaları yasaklanmıştır.
– Kişilerin hak ve özgürlüklerini devlete karşı güvence altına alma temel prensibi bu anayasada askeri rejimin sivil giysiler altında devamını güvence altına alacak şekilde ifade edilmiştir.
– Basın özgürlüğü sadece askerlerin istekleri ölçüsünde tanınmaktadır. Her eleştirel haber veren gazeteci her an tutuklanma ve hakkında dava açılma durumu ile karşı karşıya kalabilir.
– 1980’den sonra başlayan toplu davalar sıkıyönetimin kaldırılmasından sonra da askeri mahkemelerde sürdürülmektedir.
– Ünlü işkence merkezi DAL hala varlığı sürdürmektedir, hala Türkiye’de işkence devam etmektedir.
– Sadece devlete bağlı bir sendikal konfederasyona izin verilmektedir. Sendikal hak ve özgürlükler işverenlerin çıkarları doğrultusunda oldukça sınırlandırılmış ve devletin kontrolü altına sokulmuştur. İşyeri yakınında toplantı yapma hakkı ortadan kaldırılmış, 1 Mayıs’ta gösteri yapmak yasaklanmıştır. Darbeden sonra yasaklanan sendikaların faaliyetlerine yeniden başlamalarına izin verilmemektedir. Bu sendikaların üyeleri halen takibe uğramaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’nün belgeleri bunu kanıtlamaktadır. Bunun dışında toplumun büyük bir kesimine dernek ve örgüt kurma yasaklanmıştır. Türkiye bugün öğretmenleri, memurlara ve çeşitli diğer meslek gruplarına sendikal örgütlenmenin anayasaca yasaklandığı az sayıda ülkeden biridir.
– Askeri Darbe’den sonra kadın hakları önemli ölçüde sınırlandırılmıştır. Kadınlar, özel olarak kadınlık gururunu zedeleyici işkence ve aşağılamalar-aşağılamalarla karşılaşmışlardır. Siyasi takibata uğrayan kişilerin eşi ya da annesi olduklarından dolayı, kadınlar suç ortağı gibi görülmüş ve bu nedenle özel baskı uygulamalarına tabi tutulmuşlardır.
* Rejim kadının toplum içindeki rolünü çocuk, mutfak ve dini eğitime indirgemeye ve onu toplumsal yaşamın önemli ölçüde dışına itmeye çaba gösteriyor.
– Jüri çok siyada delile dayanarak Türkiye hükümetinin Türkiye sınırları içinde yaşayan yaklaşık 12 milyon Kürt’ün varlığını inkâr ettiğini tespit etmiştir. Her türlü baskı araçları kullanılarak bu halkın tarihsel varlığı yok sayılmaktadır. Hatta Kürtlerin ana dillerini kullanmaları, çocuklarına kendi isimlerini vermeleri yasaklanmakta ve bunlar cezalandırılmaktadır. Bu politika. Birleşmiş Milletler kararlarının ihlalidir.
Türk hükümeti 1949 Cenevre Anlaşması tarafından yasaklanan sürgün politikasına da sık sık başvurmaktadır.
– ABD ile Almanya’nın da içinde yer aldığı birçok ülke, 12 Eylül politikalarının başarılı uygulamasına yarayan yardımlarını esirgemediler. Söz konusu baskı araçlarının sağlamlaştırılmasında bu yardımların çok önemli rolü olmuştur. Türkiye ile Amerika ve Almanya’nın polis işbirliği olmasaydı Türkiye’deki terörü bu boyutlara ulaşamayacaktı.
Jüri şu görüştedir ki, halkı polis ve askeri operasyonlarla mahvedenler kadar onlara silah temin edenler ve onları eğitenler de suçludurlar. Burada yargılananlar arasında, yurtdışında bulunan Türk vatandaşlarına siyasi hakları yasaklayan ya da sınırlayan uygulamalar ve siyasi karşıtları kovuşturan işbirlikleri de bulunmaktadır. Avrupa topluluğu için bağlayıcı bir iltica kanunu çıkartma girişimleri ile iltica hakkının yok edilmesini mahkûm ediyoruz.
* Jüri, Türkiye’deki baskıcı-otoriter rejime karşı ve onun anti-demokratik politikalarına karşı mücadeleyi meşru görmekte ve kendi kaderini belirleme ve halkların demokrasi hakkı doğrultusundaki bu mücadeleyi desteklemektedir. Bundan başka Mahkeme’nin sonucu olarak şunları talep etmektedir:
– Halkın üzerine bütün ağırlığıyla çöken 12 Eylül politikaları, adaleti ve hukuku iptal edilmelidir.
– Bir genel af ilan edilmeli, tüm siyasi tutuklular derhal serbest bırakılmalı, ölüm cezası kaldırılmalı, işkence, kötü muamele ve cezaevlerindeki insanlık dışı yaşam koşulları son bulmalıdır.
– Türkiye’de halkların kendi kaderlerini kendi tayin hakları tanınmalı, sürgün uygulamaları kesinlikle son bulmalıdır. İşkence ve katliamların sorumlusu olan hükümet ve devlet görevlileri, polis ve ordu mensupları bunların arkasındaki güçler yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.
– Özgür siyasi ve sendikal örgütlenme ve faaliyet hakkı pratik olarak gerçekleştirilmelidir.
– Demokratik hükümetlerce yapılan davetiyeler sayesinde cunta önderleri ve üyelerine demokratik meşrutiyet sağlanmalıdır. Aksine bu kişiler her yerde ve her fırsatta insan hakları ihlalleri konusunda uyarılmalı ve Türkiye’nin uluslararası anlaşmalara uyması sağlanmalıdır.
– Türkiye’de insan hakları kanıtlanır bir şekilde garanti altına alıncaya kadar, Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna girişi ertelenmelidir.
– Türkiye’ye yapılan askeri yardımlara ve rejime verilen desteklere son verilmelidir.
Biz jüri üyeleri, tüm hükümetleri, tüm uluslararası ve yerel örgütleri, kişileri yukarıda sayılan taleplerin gerçekleşmesi için çabalarını arttırmaya çağırıyoruz, özellikle Federal hükümeti ve Alman makamlarını Almanya’da siyasi faaliyet yapan Türk ve Kürtlere karşı siyasal takip metotları uygulayarak ve davalar açarak Türk rejimine verdiği destekten vazgeçmeye çağırıyor, bunu kendilerinden talep ediyoruz.
11 Aralık 1988, saat 13.00

Jüri üyeleri
Karola BLOCH (Yazar, Almanya)
Gerd PFİSTERER (Rheinhausen-Krupp fabrikasında işçi temsilcisi, Almanya)
Prof. Norman PAECH (Hamburg Ekonomi Politik Yüksek Okulu Profesörü)
Ellen OLMS (Alman Parlamento Yeşil Milletvekili)
Barbara KLAWİTTER (Avukat, Cumhuriyetçi Avukatlar Birliği Temsilcisi, Almanya)
Monika GANSEFORTH (Sosyal Demokrat Parti Milletvekili, Almanya)
Susanne RİEGER (3. Dünya Ülkeleriyle Dayanışma Örgüt ve inisiyatifleri Federal Almanya Konferansı Temsilcisi)
Jef ULBURGHS (Avrupa Parlamentosu Üyesi, Belçika)
Zoey MOGKADİ (Pan Afrikan Kongresi Temsilcisi, Güney Afrika)
Auke İDZENGA (Milli Şeker İşçileri Sendika Delegesi, Filipinler)
Karam KHELLA (Yazar, Mısır)
Bahman NİRUMAND (Yazar, İran)
Hjördis LEVİN (Tarih Bilimcisi, İsveç)
Iphigenia VOMVA (Yunan Parlamentosu Üyesi Rula KAKLAMANAKİS adına tam yetkili)
Geogre BELAVİLAS (Yunan Sol Partisi)
JOOST LAGENDIJK (Pasifist Sosyalist Partisi Uluslararası Sekreteri, Hollanda)
Christian SCHİCKERT (Yeşil Parti, İsveç)
Hesse KARLSSON (Komünist Partisi, İsveç)

12 Eylül Rejimine Karşı Uluslararası Mahkeme Koordinasyon Komitesi

Ocak-Şubat 1989

Hedef Proleter Demokrasisi ve Sınıfsız Toplum

Bir güneş doğdu. Tarih Şubat—1848. Bütün koyu karanlıklar aydınlandı o gün açlığın, sefaletin ve dizginsiz sömürüyü örten, kalın sis perdesini dağıttı.
Bir kıpırdanma, bir canlanma oldu sonra. Fabrikalarda çalışan çağdaş ücretli köleler, ağır ağır kalkıp yerlerinden şöylesine bir doğruldular: Alınlarında-ki sımsıcak teri silip öne doğru yürüdüler. Ve hep birlikte başlarını kaldırıp güneşe çevirdiler. Güneşin değdiği yüzler pırıl pırıldı şimdi. Gözlerinin içi güldü hepsinin. Bir heyecan bir umut, bir coşku doluverdi yüreklerine. İçi içine sığmıyordu hiç birinin. Saflarını sıklaştırıp üreten nasırlı ellerini sımsıkı yumruk yaptılar. Ve ancak kendilerine yakışır gür bir sesle doğan güneşi selamladılar. Ve bildiler ki güneş kendileri için doğmuş kendileri için müjdeler getirmişti. Kendilerinin kurtuluş yolunu aydınlatıyordu. Kollarındaki pas tutmuş kölelik zincirlerini nasıl kırıp parçalayacaklarını ve tarihin çöplüğüne atacaklarını ve nasıl bir özgür dünya kuracaklarını gösteriyordu. Bu güneş dünyanın lanetlenen bu insanlarını ayağa kalkmaya çağırıyordu. Ve onlara şöyle sesleniyordu: “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!”
Bu güneş proletaryanın militan önderleri ve unutulmaz başöğretmenleri Marx ve Engels’in yaratmış oldukları eşsiz, ölümsüz eseri Komünist Manifesto’dur. Marksist bilimin en ünlü belgesi olan bu dev eser tam 142 yıl öne yazılmış olmasına karşın o güne kadar güncel ve o gün kadar bugünde proletaryanın eylem kılavuzudur. Büyük Marksist Lenin şunları söylemiştir: “Bu yapıt duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak Diyalektiği sınıf savaşımının teorisini ve proletaryanın / yeni Komünist Toplum yaratıcısının / dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar.”
Komünist Manifesto hangi koşulların ürünüydü?
18. yy sonlarında ve 19. yy.da Ortaçağın sonlarından beri eski feodal toplumun bağrında gelişmekte olan yeni bir toplumun sınıfı “Burjuvazinin” tamamen güçlenmiş olduğunu görürüz. Bu dönemde burjuvazi açıktan açığa en üstün ve en ilerici güç olarak belirdi. Sonradan iktidara sahip olma çabalarına girişen burjuvazi bunu yalnız kendi adına yapmadı. Burjuvazi ortaya attığı evrensel özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarıyla kendine destek bularak en geniş halk yığınlarını da birlikte sürükledi. Bu devrim haliyle herkesten çok burjuvazinin işine yarayacaktı. Öyle de oldu! Çok geçmeden onun sınıf hâkimiyetine yol açan yeni düzenler kuruldu. O dönemdeki “zenginlesiniz” sloganıyla bankalardan zengin sanayicilerden ve spekülatörlerden oluşan yeni egemen sınıf sanayiler, fabrikalar kurarak maden ocakları ve demir yolları açarak ve kapitalizmin tamamen egemen olmasını sağlayarak kendilerini daha da çok zenginleştirdiler. Ama diğer yandan burjuvazi yalnız krallığı devirip Cumhuriyeti kurmakla kalmadı. Bunun çok ötesinde üretim güçleri önünde engel eski feodal üretim ilişkilerini de ortadan kaldırıp feodal ayrıcalıklara son verdi. Eski feodal toplumun yerine kendi sınıf egemenliğini, insanların bireysel özgürlüğüne ve burjuva anlamda yasalar karşısında eşitlik ilkesine dayalı köklü toplumsal bir değişimde getirdi. Eski sosyal kurumlar, eski görüş ve düşünüş, hatta yaşayış biçimi kökünden değişti, ayrıca iktidara gelen burjuvazi beraberinde kendisine karşı yeni bir sınıf da yarattı. Ve demokrasi akımları için yolları açtı.
O süreçten sonra sayıca ve güç bakımından büyüyen, yalnızca burjuvazi değildi. Onunla birlikte ve ona karşıt proletarya da büyüyordu. Burjuvazinin toplumu örgütlemesinde ve çıkarılan bütün yasalarda başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan bütün yığınlar göz ardı ediliyordu. Bir genel oy hakkı genişletilirken bile işçi sınıfı bunun dışında bırakılmıştı. Ve görülüyordu ki demokrasi yalnız burjuvalar içindi. Bu demokrasi, başta işçi sınıfı olmak üzere diğer bütün emekçi katmanlar için açık bir diktatörlüğe dönüşüyordu.
Artık işçi sınıfı bu burjuva diktatörlüğüne karşı dişleriyle, tırnaklarıyla savaşmak zorundaydı. Çünkü egemen sınıflar vermek zorunda kaldığından bir milim fazlasını vermeyi reddediyorlardı. Bununla birlikte kendi işlerine gelmesi durumundu ödünler vermeye razı oluyorlardı. Çaresizlik içindeki işçiler sanayi devriminin başlangıcında, 1811-12 Luddite ayaklanmalarında olduğu gibi makineleri kırıp parçalamaya ve fabrikaları yakıp yıkmaya varacak kadar şiddete başvurarak başkaldırmaya başlamışlardı. Ama zamanla işçi sınıfı hareketlerine özgü savaşım biçimlerine, tomurcuklanan bilincine, istemlerine, politikalarına ve örgütlerine sahip bağımsız bir sınıf olarak kendilerini örgütlemeye başladılar. Sendikalar kuruldu. Başlangıçta bunlar sınıfın dayanışmasına karşı yasalarla ağır bir biçimde bastırıldılar. Ama bu baskılar grev ve yığınsal gösteriler biçiminde gittikçe artan bir dirençle karşılaştı. Altmış binlere-yüz binlere varan işçi gösterileri Peterloo katliamında olduğu gibi hep vahşice kanlı bir biçimde bastırılmaya çalışıldı. İşçiler, bütün insan severler dehşet içindeydiler. Burjuvazi artık o eski özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarını unutmuş gibiydi.
Her şeye rağmen sınıfın mücadelesi yükseliyordu. İşçi sınıfının yükselen görkemli mücadelesi grev hakkı da dâhil olmak üzere sendika kurma hakkını söke söke almış ve dizginsiz sömürüye karşı bazı yasaların çıkarılmasını sağlamıştı. Sendikacılık hızla serpilip yaygınlaşmaktaydı. Bunu sendika federasyonları izledi. Ne var ki işçi sınıfı üzerindeki baskılar hiç kesilmiyordu. İşçilerse insanca yaşam için daha da isyankâr oluyorlardı. Bu kıran, kırana bir sınıf savaşımıydı. 1830’larda Fransa’da, önce Lion’lu dokuma işçilerinin, daha sonra diğer fabrikalardaki işçilerin berbat işyerlerinden çıkıp sokaklara dökülmelerinin ayaklanmalara dönüşmesini, 1840’larda İngiltere’deki güçlü Çartist Hareketi izledi. Özellikle bu yıllarda işçi hareketleri kıta üzerindeki tüm radikal hareketin güçlenmesi çakışmasıyla bütün Avrupa’da bir demokratik hareketler birbirlerine yakınlaşmaya başladı. Kötü bir önderlik ve sonrası baş gösteren anlaşmazlıkların yanı sıra 1848’leri izleyen yıllarda ekonomideki canlanma ve köklü hareketlerin baş aşağı gitmesinde etkili oldular. Ama işçi sınıfının gözü kara mücadelesi hiç bir zaman tam olarak küllendirilmedi ve söndürülemedi. Kapitalizm güçlü bir biçimde yeniden canlanırken, işçi hareketi de gittikçe daha çok “katıksız” sendikalizme ve daha çok örgütlenme militan bir mücadeleye yöneldi.
İşçi eylemlerine yöneltilen baskıların sonuçlarından biri de proleterler üzerinde sosyalist etkinin başlaması oldu. O güne dek bir burjuva ve küçük burjuva hareketi olan sosyalizm, madenlere, fabrikalara, atölyelere, doklara sızmaya başladı. O vakit sosyalistler Çartist Hareketi içerisinde etkin olduklarından, işçilerin sosyalizme ve sosyalizmin de işçileri yakınlaşmasının ilk başlangıcını bu donem kabul edebiliriz. Bu dönem aynı zamanda işçi sınıfının kendisi için bağımsız bir güç olarak ortaya çıktığı dönemdir. Sınıf kendi istemlerini artık duyurabiliyordu. 1848 devrimi Kapitalist dünyayı eski düzene meydan okumaya hazır bu yeni bağımsız devrimci gücü dikkate almaya zorladı.
Bu tarihsel ve sınıfsal koşulların hüküm sürdüğü böylesi dönemde ayrıca hukuk, felsefe, din, bilim, edebiyat, sanat vb. alanlarda devrimci kopuşlar oluyordu. Büyük Ütopyacı, reformcu ve yorumcularının eserleri, Strauss’un İncil eleştirisi, Grimms’in yeni Dilbilim yeni Matematiksel, fizik, yeni geometri, hücrenin keşfi bunlardan birkaç örnektir. Diğer yandan tarih anlayışı ve kavrayışı giderek derinleşiyordu. Her yazar İngiliz, Fransız devrimlerini kendilerine göre yontuyordu. Ayrıca ister yavaş ister aniden olsun evrim kavramı ve tarihin yalnızca anlamı değil yönü sorunu da ortaya çıktı. Yalnızca geçmiş değil, geleceği de görebilir ve böylece tarihten bir anlam çıkarılabilir miydi? Hegel kendi Diyalektiği ile bütün bu sorunlara derinliğine daldı. Bu gibi bütün devrimci kopuş ve değişik çabalar çok geçmeden yeni bir felsefi görüş, diyalektik ve Tarihsel Materyalizm olarak Marks’ın ellerinde bir araya geldi.
Burjuva gericiliğinin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini bir yana bırakması, ilerleyen teknolojinin ardındaki tahammül edilemez yaygın sefalet toplumsal düşüncelere sahip bir çok kişiyi derinden huzursuz etti. Adam Smith ve David Ricardo’yu izleyen iktisatçılar kapitalizmin “doğal düzen” olduğunu ilan etmişlerdi. Marx-Engels’in derin incelemeleri Smith ve Ricardo’nun klasik teorilerinin eksikliklerini ortaya çıkardı. Marks’ın artı-değer teorisini buluşuna tırmanan tahlili, klasik iktisatçıların “doğal düzen” dedikleri kapitalist toplumun doğal olmayıp geçici olduğunu gösterdi. Bir proletarya yaratmakla kapitalist düzen kendi yıkılışının ve onun yerini bir sosyalist düzenin alışını içeriyordu. Bu buluş işçi sınıfının kurtuluşunun dayanaklarından biri haline gelmişti. Marx toplumsal devrimin-taşıyıcısı olarak özel mülkiyeti kaldırabilecek ve kaldırması gereken sınıf olarak yeni sınıfın, proletaryanın devrimci rolüne işaret etmiştir. Ve bu sınıf, bu tarihsel görevini, ancak Alman Felsefesinin en son gelişini olacak yeni bir teori tarafından yönlendirilebilirse, başarılabilirdi. Bu gerçeği gören Marks “Nasıl ki felsefe maddi silahını proletaryada buluyorsa, proletarya da entelektüel silahını felsefede bulur” “Bu kurtuluşun kafası felsefe, yüreği ise proletaryadır” diyecekti.
Marx ve Engels sosyalist doktrinler arasında yer alan Babeuf’çu ve düşüncelerden de haberdar oldular. Onların düşüncelerin “kaba, uygarlaşmamış materyalistler” olarak görmelerine karşın bir Komünist Partinin ilk örneğini veren ve yeni bir dünya düzeninin taşıyıcıları olan bu kimseleri işçilerin güçlü savunucuları olarak takdir ettiler. Fransız Saint Simon ve Charles Fourier, İngiliz çağdaşları Robert Owen gibi büyük ütopyacılar burjuva toplum düzeninin acı birer eleştirmenleriydiler. Bunların hepsinde de bir tarih anlayışı vardı. Saint Simon tarihte bir sınıf savaşımı görmüştü ancak bunlardan hiç biri proletaryanın devrimci rolünü anlayamamıştı. Bu tür ütopyacı yazarlar sınıf çatışmalarını esasen ahlak çatışması olarak gördüler. Bunlar çalışan yığınları potansiyel devrimci savaşçılar olarak değil, yoksul ve mülksüz kişiler olarak gördüklerinden onlara seslenmişlerdir. Her şeyden önce radikal iyiliksever ütopyacı olduklarından proletaryaya değil aydın burjuvaziye seslenmeyi tercih etmişlerdir. Aralarında Louis Blanc’ın Etienne Cabet’nin ve Pierre Joshp Proudhon’un da bulunduğu bu kişiler birer burjuva sosyalisti idiler. Bunların hepsi de barışçıl geçişe inanıyordu. Bunların arasında hepsinden çok daha yetenekli olan Proudhon’du. “Mülkiyet nedir” kitabıyla ün yapar Proudhon bu soruya “mülkiyet hırsızlıktır” diye yanıt veriyordu. Ancak Proudhon’un işlediği esas tema “ideal anarşi” idi. Proudhon’un radikalizmi onun doktrininin fabrika işçisinin değil esas olarak küçük üreticilerin ve mülk sahiplerinin faydalanabileceği reformları öngördüğü gizlemeye yetmiyordu. Bunun için Marx daha sonra Proudhon’u “küçük burjuva” olarak nitelendirmiştir. Çünkü Proudhon siyasal iktidarı ele geçirmeyi reddediyordu. Buna karşılık Marks’ın felsefesi, Proudhon’un her zaman bir tiksinti duyduğu modern proletaryanın deneyimine seslenmekteydi.
1830’larda işçi sınıfı davasının militanları çeşitli derneklerde örgütleniyorlardı. O dönemdeki işçi ayaklanmalarının militanları çeşitli derneklerde örgütleniyorlardı. O dönemdeki işçi ayaklanmalarının arkasında da bunlar vardı. Bunlardan Auguste Blanqui ve Armand Barbes yorulmak bilmez gizli tertipçiler; kendilerini davalarına özveriyle adamış bu kişiler uzun yıllar hapiste yattılar. Marks’ın Blanqui’ye kendisini komünizm idealine adamışlığına ve bağlılığına büyük saygısı vardı ama Marks komünizme giden yolu Blanqui gibi devrimci bir ortamı hazırlayan bütün temel faktörleri hesaba katmaksızın bir hükümet darbesi hazırlayan bir gurubunun, kendini adamış ajitatörün gizli-tertipçi eylemlerinde değil, işçi sınıfının siyasal ve ekonomik olarak tam bir örgütlenmesinde görüyordu.
Marks ve Engels kendilerinden önceki bu gibi düzinelerce teoriyi ve deneyimi didik didik edip kum gibi eledikten sonra bunların içerisindeki işe yarar doğru öğeleri alıp devrimci sınıf savaşımları içerisinde sınadılar daha sonra bunları kendi keşifleriyle yeni ve canlı bir sosyalist dünya görüşü olarak bütünleştiren Marks ve Engels sosyalizmi ütopik olmaktan çıkarıp bilimsel bir sosyalizme dönüştürdüler. Babeuf mülksüz büyük çoğunlukla küçük-zengin azınlık arasındaki nihai savaşımı daha önceden aklından geçirmiştir. Saint Simon toplumdaki ilerleyen bilim ve teknolojinin etkisinin farkındaydı. Saint Simon ve birçok başka ütopyacılar burjuva toplumunun doğasının başarılı bir biçimde tahlil etmişlerdi. Owen modern sanayi toplumunu ve onun sınıfsal niteliği ile derinden etkilemişti. Sınıf çatışması hem İngiliz sosyalistlerini hem de iktisatçılarının teorilerinin merkeziydi. Fransız tarihçileri, İngiliz ve Fransız devrimlerini sınıf savaşımları olarak görmeye çok yaklaşmışlardı. Blanqui işçi devriminden söz etmiş ve proletarya diktatörlüğü anlayışını sezmişti. Tarihsel materyalizmin öğelerine, o dönemdeki birçok düşünürün yazılarında rastlanabilir. Ama ne bu türden “alıntılar” ne de Marks ve Engels’in Hegel’e ve Feuerbach’a olan borçları, onların yarattığı Komünist Manifesto’nun özgürlüğünden bir şey kaybettirir… Marks ve Engels bu öncüllerine duydukları minnettarlığı hiç bir zaman yadsımamışlardır. Engels büyük ütopyacılar konusunda içten şeyler yazmıştır. Marks iktisadi yazılarında Smith’den, Ricardo’dan ve öteki iktisatçılardan ayrıca kapitalist toplumun öteki ciddi eleştirmenlerinden yetersizliklerini tahlil ederek ve düzelterek saygıyla söz etmiştir. “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunların arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok öne açıklanmışlardır.” diyen Marks, hemen sonra kendisinin yeni olarak yaptığı şeyleri açıkça şöyle belirtmiştir: “1-Sınıfların varlığının, ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğu nu 2-sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını 3-bu diktatörlüğün kendisini, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak (tır).”
İşte Marks’ın Engels’in kendi teorileriyle burjuvazinin en önde gelen en derin düşünürlerinin teorisi arasındaki başta gelen köktü ayrılıklar bunlardır. Bunun için sınıf savaşımını kabullenmek, Marksist olmaya yetmiyordu. Marksist olabilmek için sınıf savaşımını proletaryanın devrimci diktatörlüğüne vardırılması gerekiyordu. Büyük Marksist Lenin “Komünist Manifestonun öğrettiği en büyük ders budur.” diye yazacaktı.
Marks, Engels 1846 başlarında Avrupa’daki ve Amerika’daki değişik komünist gurupları ve yandaşlarını bir araya getirmek ve Komünist Eylem Gurubunun kuruluşunu hazırlamak üzere bir Komünist İrtibat Komitesi kurmaya girişirler. Eylül ve Ekim 1846 tarihli raporda Engels, programın bir bölümünde komünistlerin amaçlarını şöyle vurgular “1-Burjuvaların çıkarları karşısında proleterlerin çıkarları için çalışmak, 2-Bunu özel mülkiyeti kaldırarak ve onun yerine mallarda ortaklaşalığı koyarak sağlamak, 3-Bunu gerçekleştirmek için şiddete dayanan demokratik devrim dışında hiç bir yolu kabul etmemek”.
İlk sosyalist örgütlenmelerden Adalet Birliği’nin Londra’da 2-7 Haziran da yaptığı Kongrede Marks bulunmadı. Bu kongrede Adalet Birliği’nin komplocu niteliğini bırakıp, demokratik bir temel üzerinde kendisini yeniden örgütlemeyi ve örgütün adının Komünistler Birliği olarak değiştirilmesi kararlaştırıldı. Kongrede hazırlanan tüzük artık aydınlığa çıkmıştı. Göze çarpan ilk şey metnin başında yer alan savaş çağrısıydı. “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz!” “Bu sözleri kongreye Engels’in kendisi getirmişti. Komünistler birliğinin 2. Kongresinde ise bu kez Marks ve Engels birlikte hazır bulundular. Program, gündemdeki ana maddeydi. Birliğin görevini şimdi şöyle ilan ediyorlardı. “Burjuvazinin devrilmesi, proletaryanın egemenliği, sınıf karşıtlığına dayanan eski burjuva toplumunun kaldırılması ve sınıfsız ve özel mülkiyetsiz bir toplumun kurulması.” Tartışmaların sonucunda Kongre Marks’a Birliğin resmi programını hazırlama görevini verdi. Marks, Engels’in bunun bir manifesto olması konusundaki önerisini benimseyerek, yeni programı yazmaya başladı. Olabildiğince mükemmel bir biçim çıkarmak uğraşıyla, bunu kendine özgü büyük özeniyle yaptı. Marx Manifestosunu Şubat-1848’de tamamladı. Artık Komünist Manifesto komünistlerin resmi programı olarak şubat’ın ortasında yayınlanarak, sınıf savaşımı tarihinde bir kilometre taşı oldu.
Her zaman olduğu gibi bugün de bütün sınıf devrim düşmanları proletaryanın bu sönmez güneşini balçıkla sıvayıp karartmaya çalışmaktadırlar, sanki yeryüzünde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kalkmış, sanki bütün sömürücü burjuva devletleri yıkılmış, sanki sınıflar yok olmuş da sınıfsız bir toplum kurulmuş, sanki köle sahibi emperyalistlerin başları ezilip mezara gömülmüşler, sanki bölgesel savaşlar kışkırtılmıyor, sanki faşist askeri darbeler tezgâhlanmıyor, sanki bunalımlar bitmiş, işsizlik, açlık kalmamış gibi, her fırsatta “Marksizm’in günümüz koşullarına uymadığı” dahası sözüm ona sosyalist ülkelerdeki ekonomik ve toplumsal çürüme, bunalım, çalkantı ve yıkımlar öne çıkarılarak, Marks’ın düşüncelerinin iflas ettiği dolayısıyla onun Manifestosunun eskimiş bir paçavra olduğu” söyleniyor ya da söylenmek isteniyor.
Sovyet revizyonistlerinden Avrupa komünistlerine, Çinli teorisyenlerden burjuva ajanlarına varana kadar herkes aynı zehri kusmaya çalışıyor. Sınıf kavgasının bittiğinden, dem vurup tüm dünyaya ayrımsız bir “sosyal barış” ilan ediyorlar. İşçi sınıfı ve onun bilimi Marksizm’in karşısında sağlam karşı-devrim cepheleri oluşturmak için ha bire soğuk terler döken bu anti-komünistlere göre çağımız değişmiştir. Hem de öyle bir değişmiştir ki akılların alamayacağı kadar büyük değişikliklerdir bunlar! Öyle ki ne tekelci burjuvazinin emperyalistliği ne de devrimci proletaryanın sosyalistliği kalmıştır. Onlara göre artık köle sahibi emperyalist burjuvazi ile çağdaş köle proletarya kol kola girip birlikte insanlığı yükseltmeye çaba göstermeliydiler! Dünyanın iki büyük patronu Amerika ile Rusya ha bire silahlanarak “dünya barışını sağlamak” “İnsanlığı yükseltmek” için kafa kafaya vermiyorlar mıydı? Amerikan emperyalizmi Lenin’in emperyalizm tanımına hiç benziyor mu? Amerikan ve diğer bütün emperyalistlerin bizim bildiğimiz emperyalizme hiç benzemedikleri, Rusya’daki Gorbaçov’un “sosyalizmin” kalkınmasına tam destek vermelerinden anlaşılmıyor mu?
Hayır! Bu küf tutmuş demagojileri ve kokuşmuş yalanlara kim inanır! Emperyalist tekelci burjuvazi ile “sosyal barış” olamaz. Bunun aksine ancak aptallar inanır. Dünyanın devrimci proletaryası ve ezilen halkları emperyalizme savaş kışkırtıcılarına ve onların zavallı propagandacılarına kanmayacaktır. Onlar, Manifestodaki çağrıyı unutmayacaklardır. Devrimci sınıf savaşımları bütün şiddetiyle sürüyor. Ve Manifesto yaşıyor. Hedef, proleter demokrasi ve sınıfsız toplumdur.

Ocak-Şubat 1989

Stalin Savunulmadan Marksizm Leninizm Savunulamaz

Stalin’in tarihi erdemleri inkâr edilemez. Bu erdemler büyük bir önder ve büyük bir devrimci olarak onun temel niteliklerini oluşturur. Stalin’e yöneltilen revizyonist iftiralar, onun muazzam kişiliğini ve daima parlayıp dünyadaki tüm Marksist-Leninistler için büyük bir ilham örneği ve savaş bayrağı olarak hizmet edecek olan anıtsal eserlerini lekeleyemez.” (Enver Hoca)
Stalin’e ve onun eserine karşı tutum, dün olduğu gibi bugün de, Marksist-Leninistlerle tüm revizyonist ve oportünistler arasındaki temel ayrım çizgisidir. Stalin’e ve eserine yönelik her saldırı, doğrudan Marksizm-Leninizm’e, onun tüm temel ilke ve öğretilerine bir saldırıdır.
Stalin, Lenin’in sadık bir öğrencisi, en yakın mücadele yoldaşı Leninizm’in en kararlı ve usta bir savunucusuydu. O’nun tüm yaşamı parti ve sosyalizm davasına adanmış bir yaşamdır.
Stalin, henüz on beş yaşındayken Rus Marksistlerinin illegal grubuyla ilişkiye geçiyor, on yedi yaşında kendisi gizli bir Marksist grup kuruyor ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi kurulduğunda, ona hemen üye oluyordu. 1901 yılında Ekim devrimine kadar geçen 16 yıl boyunca, bir profesyonel devrimci olarak yer altında yaşıyor, 7 kez tutuklanıp zindana, sürgüne gönderiliyordu. O, hangi koşulla ve nerede olursa olsun her zaman tüm güç ve enerjisini partinin ve davanın hizmetine sunuyordu. Legal Marksizm’e, Menşevizme, tasfiyeciliğe, tüm revizyonist, oportünist akımlara karşı sürdürülen mücadelede Stalin’in safı, başından itibaren Lenin’in yanı oluyordu. Lenin’in görüşlerini savunuyor, ideolojik mücadeleye Lenin’in yanında katılıyordu. Yeni tip bir parti olarak Bolşevik partisinin yaratılmasında, Ekim Devriminin hazırlanması ve zaferinde Lenin’in yanı sıra Stalin’in oynadığı rol tartışmasızdır.
Stalin, Lenin’in ölümünün ardından, yaklaşık otuz yıl boyunca, Bolşevik partisini, Sovyet devrimini, devletini ve tarihin gördüğü uzun süreli ilk proletarya iktidarını yönetti. O, yaşadığı sürece, proletarya iktidarı hep güçlü ve yenilmez olarak kaldı, sosyalizmin inşası başarıyla sürdü. Sömürücü sınıfların olmadığı, insanın insan üzerindeki sömürüsünün ortadan kaldırıldığı bir toplum, tarihin gördüğü ilk sosyalist toplum, O’nun döneminde yaratıldı.
Stalin, Ekim Devrimi ile açılan yeni tarihsel çağda; sosyalizmin inşası, sosyalist ekonominin örgütlenmesi ve yönetimi, ilk çok uluslu sosyalist devletin ve proletarya iktidarının diğer organlarının yaratılması ve sağlamlaştırılması gibi yeni ve karmaşık birçok sorununun çözümü ile karşı karşıya bulunduğu bir dönem yaşadı. Sosyalist toplumun inşasının ne hazır formülleri ve ne de önceden yaşanmış deneyleri vardı. Sovyetler Birliği ilk deneydi. Yeni Sosyalist toplumun inşasın da “önceden bilinmeyen yollan bulma ve deneme, sosyalizmin yeni yasalarını teorik olarak bulma ve onları pratiğe geçirmenin büyük tarihsel yükü” Stalin’e düştü. Stalin, Marksist-Leninist öğretiyi büyük bir ustalıkla kullanarak bu öğretiyi geliştirip zenginleştirerek, sosyalist toplumun inşasında sorunları bütünlüklü olarak çözdü. O’nun önderliği ve yol göstericiliğinde Sovyetler Birliği’nde inşa edilen, sömürü ve baskının olmadığı sosyalist toplum, dünyanın tüm proleterleri ve ezilenlerine esin kaynağı oldu.
Stalin’in Marksist-Leninist öğretiye katkısının olmadığı hemen hiç bir alan yoktur. Ama O, özellikle sosyalizmin inşası sorunlarında, Marksizm-Leninizm’in hazinesine paha biçilmez katkılarda bulundu.
Stalin’in adı, yeni tipte bir parti olarak Bolşevik partisiyle; Rusya’da proleter devriminin hazırlanması ve zaferiyle; proletarya iktidarının kurulup sağlamlaştırılması ve sosyalizmin inşasıyla; dünyayı kana bulayan Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasıyla iç içe geçmiştir.
Büyük bir enternasyonalist olarak, Stalin, sadece Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası sorunlarıyla ilgilenmedi. O, uluslararası işçi ve Marksist hareketinin sorunlarına da büyük ilgi gösterdi. Uluslararası Marksist hareketinin güçlenmesinde, sosyalist bloğun yaratılmasında, O’nun katkısı ve oynadığı rol tartışmasızdır. Stalin’in dönemde, SB, dünyanın tüm sömürülen ve ezilenlerinin en yakın dostu, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin en yakın destekçisiydi.
Emperyalist burjuvazinin, dünya gericiliğinin, tüm revizyonist ve oportünistlerin Stalin’e olan büyük düşmanlıkları, O’nun adı ve eserini lekeleme çabaları bu nedenledir. Stalin düşmanlığı, devrime, proletarya iktidarına ve sosyalizme olan düşmanlıktır.
“Prestoroyka”lı, “glasnost’lu Gorbaçovcu dönemle birlikte yeni bir anti-Stalinist kampanya başlatıldı. Stalin’i ve eserini “mahkûm etmek” için, bilinen eski iftiralar “yeni kanıtlar” olarak piyasaya sürülüyor. Stalin “bir cani”, Stalin dönemi “kapkaranlık bir dönem” olarak yeniden ilan ediliyor. Stalin döneminde “yasa tanımazlığın” hüküm sürdüğü, kitleler üzerinde terör estirildiği, yüz binlerce köylünün katledildiği vb. propaganda ediliyor. Proletarya iktidarına ve sosyalizme karşı yıkıcı faaliyetlerinden ötürü cezalandırılmış olan hainlerin itibarları tekrar geri veriliyor.
Daha sonra Zinovyev, Kamanev grubunun da saflarına katıldığı troçkistler, sosyalizmin inşasının tek ülkede mümkün olmadığı yolundaki görüşlerini, bir yanıyla, Sovyetler Birliği’nin geri bir ülke olmasına diğer yanıyla da proletarya ile yoksul köylülük arasında sağlam bir ittifakın mümkün olmayacağı tezine dayandırıyorlardı. Onlara göre köylülük proletarya iktidarının karşısında yer alacaktı! Proletaryanın yoksul köylülükle ittifakını bozmaya çalışan troçkistler, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasını, batının gelişmiş sanayi ülkelerinde devrimlerin olmasına bağlıyorlardı. Bunun anlamı acıktı: Proletarya iktidardan ve sosyalizmin inşasından vazgeçmeli, burjuvaziye yol vermeliydi. Burjuvazinin sanayi kurmasını ve batılı emperyalist ülkelerde devrimlerin olmasını beklemeliydi!
“Partimiz, Troçkinin ‘Avrupa proleterlerinin doğrudan doğruya devlet-sel desteği formülünün Leninizm’den tam bir sapma olduğu görüşünü savunuyor. Çünkü ülkemizde sosyalizmi kurmayı, ‘Avrupa proletaryasının doğrudan doğruya devletsel desteğine’ bağlamanın anlamı nedir? Peki, ya Avrupa proletaryası önümüzdeki yıllarda iktidarı ele geçiremezse? Ülkemiz burjuvazisinin, batıdaki devrimin zaferini beklemeyi, ekonomimizin sosyalist unsurlarına karşı çalışmasından ve mücadelesinden vazgeçmeyi kabul edeceğine güvenilebilir mi? Troçki’nin bu formülünden, batıda devrimin başarıya ulaşmasında bir gecikme olması halinde, durumumuzun, ekonomimizin kapitalist unsurlarına derece derece teslimin ve daha sonra partimizin iktidardan vazgeçmesi sonucu çıkmıyor mu?” (Stalin, Troçkizm mi, Leninizm mi, S.287).
Troçkistler, Leninizm’i, Marksizm’den koparmaya, Leninizm’in yerine troçkizmi geçirmeye çalışıyorlardı. Stalin önderliğinde Troçkizme karşı amansız bir mücadele yürütüldü, Troçkizmin anti-Leninist ve karşı devrimci yüzü açığa çıkarılıp mahkûm edildi.
Stalin, emperyalizm ve proleter devrimleri çağının Marksizm’i olan Leninizm’i, “genelde proleter devrimin teori ve taktiği, özelde ise proletarya iktidarının teori ve taktiği” olarak tanımladı. Her proleter devrimin esasının proletarya iktidarı olduğunu, ancak proletarya iktidarının kurulmasıyla birlikte devrimin sona ermeyeceği Leninist öğretisini ustalıkla savundu. Proletarya, sömürücü sınıfları ortadan kaldırmak, onların var olabilme temellerini kazımak, sosyalizmi inşa etmek, sınıfsız toplum yolunda ilerlemek için iktidarı alır. Devrimini yapıp iktidarı alarak proletarya, da ha henüz iki adım atmıştır. Ve açıktır ki, O ancak, proletarya iktidarına dayanarak ve onu sürekli sağlamlaştırarak bütün bu görevlerini yerine getirebilir.
Proletarya iktidarı, proletaryanın vazgeçemeyeceği en temel ve önemli araçtır ki, O ancak, proletarya iktidarına dayanarak ve onun sürekli sağlamlaştırarak bütün bu görevlerini yerine getirebilir.
Proletarya iktidarı, proletaryanın vazgeçemeyeceği en temel ve önemli araçtır. Proletarya bunu koruyup sağlamlaştırmadan, eski sömürücü sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırılması, eski sömürücü sınıfların direncinin kırılması, kapitalist-emperyalist abluka ve saldırılar karşısında devrimin korunması, küçük burjuva duygu ve eğilimlere karşı mücadele edilmesi, proletarya ile yoksul köylülük arasında sağlam bir ittifakın kurulması ve sosyalizmin inşası mümkün değildir.
Proletarya ve halklara devrimi yasaklayan, sosyalist Ekim Devrimini satmak isteyen Troçkistlere karşı amansız bir mücadele yürütülmeseydi proletarya iktidarı korunup sağlamlaştırılamazdı.
Troçkistler, proletarya iktidarını zayıflatma ve yıkma ç abalarını esas olarak ekonomik inşa sorunlarında yoğunlaştırıyorlardı. Çünkü o dönem sosyalist inşa açısından can alıcı sorun, sosyalist ekonominin temellerinin atılmasıydı. Troçkistler tüm temel sorunlarda sosyalist inşayı baltalayıcı görüş ve önerilerle partinin ve proletarya iktidarının karşısına çıkıyorlardı. Diğer şeylerin yanı sıra, dış ticaret üzerindeki devlet tekelinin kaldırılmasını, ülke kapılarının emperyalizme açılmasını istiyorlardı. Yine devletleştirilmiş büyük işletmelerin devlet-özel sermaye ortaklığına açılmasını talep ediyorlardı. Onlar, bugün NEP politikasını da çarpıtarak, kapitalizmi basit bir geri dönüş gibi göstermeye, proletarya iktidarının burjuvazi ile “ittifakının” bir göstergesi olarak sunmaya çalışıyorlardı.
Sonraları, sosyalizmin burjuvazi ile birlikte inşa edilebileceği şeklindeki revizyonist görüşlerini “haklı” çıkarabilmek için Mao da, bu görüşleri Lenin’e ve NEP politikasına “dayandırmaya” çalıştı. Bugün de Gorbaçovcu modern revizyonistler de “perestroyka”larını, Lenin dönemindeki “NEP”e dönüş olarak ileri sürüyorlar. NEP, sosyalist ekonominin inşasında ileri atılabilmek için, dönemin özgül koşullarında zorunlu ve ama geçici bir geri adım olarak değil de, Lenin’in benimsediği temel ekonomik politika olarak propaganda ediliyor.
“Bu burjuvazi ile birlikte sosyalizmin inşa edilebileceği” şeklindeki görüşler, Marksizm-Leninizm’in değil, revizyonizm ve oportünizmin görüşleridir. Proletarya ancak, tüm temel üretim araçlarını kolektif mülkiyet haline getirerek, sömürücü sınıfları ve sömürüyü ortadan kaldırarak, bunun tüm köklerini kazıyarak sosyalizmi inşa edebilir. Stalin ve Bolşevik partisi, bu Leninist görüşü ısrarla savundu ve yaşama geçirdi.
Troçkistlerin “tek ülkede sosyalizmin inşasının olanaksızlığına ilişkin görüşlerinin karşı devrimci özü, sadece teorik planda ortaya konulmadı, sosyalizmin inşası pratiğiyle de gösterildi.
Troçkistlerin ardından, ikinci önemli mücadele, partide bir sağ sapma olarak ortaya çıkan Buharin grubuna karşı veriliyordu. Buharinciler kırların sömürücü sınıfı olan kulakların (zengin köylüler) tasfiyesine karşı çıkıyorlardı. Kulakların “sosyalizme kazanıldığını”, sosyalizmin tarımda onlarla birlikte “inşa edilmekte” olduğunu söylüyor; proletarya iktidarının işlevinin kulakları “eğitip”, “ikna etmek” olması gerektiğini savunuyorlardı.
O dönem, SB’de tarımın kolektifleştirilmesi gündemdeydi. Ve açıktır ki tarımın kolektifleştirilmesi, sömürücü sınıfı olan ve o dönem kırsal alanda önemli bir ekonomik güce sahip bulunan kulakların tasfiyesinden geçiyordu. Kulaklar, aynı zamanda Sovyet toplumundaki son sömürücü sınıftı. Onların sınıf olarak ortadan kaldırılmasıyla birlikte sömürücü sınıflar ve sömürü ilişkileri bir bütün olarak tasfiye edilmiş olacaktı.
Kulakların tasfiye edilerek tarımın kolektifleştirilmesi, gericilerin ve revizyonistlerin Stalin’e en fazla saldırı yönelttikleri konulardan biridir. Ancak, bu saldın, gerçekler tümüyle ters yüz edilerek, yalan ve karalama temelinde yapılmaktadır. Köylülerin kolektiflere zorla üye yapıldıkları, yüz binlerce ve hatta milyonlarca köylünün topraklarından sürüldüğü, toplama kamplarına gönderildiği, katledildiği iddia edilmektedir.
Sovyetler Birliği’nde tarımın kolektifleştirilmesi, 1930’lu yıllarda, 2. Beş yıllık plan döneminde gerçekleşiyordu. 1930’lara gelindiğinde Sovyetler Birliği’nde tarım ekonomisinin ve sınıf ilişkilerinin durumu nasıldı? Bolşevik Partisi ve proletarya iktidarı, tarımın kolektifleştirilmesinde nasıl bir politika izledi”
Kulaklar, 1927 yılında kırsal alandaki toplam nüfusun % 10’unu teşkil ediyordu. Toplam ekim alanlarının % 30’u, tarım üretiminde kullanılan toplam üretim araçlarının % 35-45’i, toplam çalışma hayvanlarının da % 30-40’ı kulaklara aitti. 1928 yılında, kulaklara ait topraklarda 18,5 milyon insan çalışıyordu. Bunların büyük bir bölümünü az topraklı köylü üreticiler oluşturuyordu. 1929 yılma doğru gerek ekonomik alandaki gelişmenin ve gerekse de çıkarılan yeni iş ve vergi yasalarının vb. bir sonucu olarak, kulakların ekonomik gücü belli ölçülerde sınırlanmış, sayıları nispeten azalmıştı. Ancak, halen kırda mülkiyet ilişkilerini sürdüren enerjik bir güç olmaya devam ediyorlardı. 1930 yılında, toplam tarım ekonomisi içinde kolektif işletmelerin oranı oldukça düşüktü. 1939 yılına gelindiğinde, bu oran, % 3,9’a yükselmişti. Tarımda kolektifleştirmenin hızlandırılmasında ekonomik alandaki gelişmenin, bunun için gerekli alternatif koşulların hazırlanmış olması vb. gibi şeylerin yanı sıra, orta köylülerin arasında kolektiflere katılma eğiliminin güçlenmekte olması da dikkate almıyordu. Öncesinde, kolektiflere katılan orta köylüler, orta köylü nüfusunun % 1’ini dahi oluşturmazken 1929 yılında bu oran % 5’e yükseliyordu.
Tarımın kolektifleştirilmesi, kulakların tasfiyesi ile birlikte yürüyordu. Gericiliğin ve revizyonizmin propaganda ettiği gibi, köylü terör estirilerek değil, ikna temelinde, bizzat pratikte de büyük üretimin yararlılığı gösterilerek, orta köylülüğün kolektiflere üye yapılma politikası savunuldu ve izlendi.
Bu dönem boyunca hiç hata yapılmadı mı? Kolektifleştirmenin başlangıç döneminde parti ve proletarya iktidarının politikasını doğru kavrayamayan bazı parti ve devlet görevlilerinin, az da olsa, bu konuda hatalar işledikleri görüldü. Yer yer, gönüllü olarak kolektiflere üye olmak istemeyen ona köylülerin zorla üye yapılmaya çalışılması tutumlarına girildi. Ancak ne Stalin ve ne de parti ve proletarya iktidarı, orta köylülüğün kolektiflere zorla üye olmasını savundu. Tersine böyle görüş ve tutumlar ortaya çıktığında, Stalin ve parti tarafından şiddetle eleştirildiler.
“(…) biliyoruz ki, Türkistan’ın birçok bölgesinde, şu sıra kolhoza girmek istemeyen köylüleri silahlı kuvvetleri işe karıştırmakla tehdit ederek, sulama suyundan ve mamul maddelerden yoksun bırakmakla tehdit ederek, SSCB’nin geri bölgelerine ‘yetişmek ve onları asmak’ için birtakım girişimler yapılmıştır.
Bu astsubay Prişibev ‘politikası’ ile özgür katılmaya ve kolhozları kurarken yerel özellikleri dikkate almaya dayanan parti politikası arasında ortak ne olabilir? Besbelli ki bu iki politika arasında ortak hiç bir şey yoktur ve olamaz.
Bu çarpıtmalar, kolhoz hareketinin bu bürokratik kararnameler yoluyla ilan edilmesi, köylülere karşı bu yakışıksız tehditler kimin işine yarıyor? Düşmanlarımızın işine yaramıyorsa, başka hiç kimsenin.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s.274).
Parti ve proletarya iktidarı, bir yandan, az da olsa ortaya çıkan böyle hataları eleştirirken, yanı sıra da kolektifleşme hareketine yardımcı olacak bir dizi önlemler aldı. Kolektifleşmede işlenen hataların düzeltilmesi, zayıflıkların giderilmesi ve kolektifleşmeyi hızlandırmak amacıyla, kırsal kesime 25 bin denenmiş, tecrübeli proleter devrimci, 110 bin uzman, yararlılığı gösterilerek, orta köylülük kolektiflere üye ediliyordu.
Kulaklar, sömürücü bir sınıf olarak j varlıklarının ve imtiyazlarının ortadan kaldırılmak istenmesine büyük bir direnç gösteriyorlardı. Buharincilerin “sosyalizmin inşasına katılıyor” dedikleri kulaklar, kilise çevreleri ve tüm karşı-devrimci güçlerle birlikte büyük ve güçlü bir kampanya başlatıyorlardı. Kolektifleştirmenin “tüm köylülüğün sonu olacağı” propagandası ile köylülüğü kışkırtıp proletarya iktidarına karşı ayaklanmaya çağırıyorlardı.
Kulaklar, sadece propaganda ile yetinmiyorlardı. Ellerinde bulunan hayvanları, üretimi baltalamak için özellikle de çekim hayvanlarını öldürüyorlardı. Şehirlerde gıda ürünleri sıkıntısı yaratıp halk içerisinde proletarya iktidarına ve izlenen ekonomik politikaya karşı hoşnutsuzluk ve huzursuzluğa yol açmak amacıyla, ellerindeki tahılları gizlice stok ediyorlar, yanı sıra sabotaj eylemlerine girişiyor, silahlı çeteler kurup suikastlar düzenliyorlardı.
1931 yılında kolektiflere ait 271 tahıl deposu yakılıyordu. Kolektif üyelerine ve özellikle de parti üyelerine karşı suikastlar, silahlı saldırılar düzenliyordu. 1931 yılında çok sayıda parti üyesi bu tür saldırılar sonucu öldürülüyordu.
Bu dönem, aynı zamanda, troçkistlerin ve eski politik grupların da “canlandıkları”, açık saldırıya geçtikleri dönemdir. Bunlar, mülklerine el konulan sulaklarla, eski sanayici ve tüccarlarla, çarın eski generalleri ve polisleriyle işbirliğine girişerek, karşı devrimi örgütlüyor, kargaşa yaratmak ve proletarya iktidarını yıkmak için hareket geçiyorlardı. Ülke çapında bu hainler tarafından örgütlenip yönetilen çok sayıda sabotaj ve suikast yapılıyordu. Çok sayıda parti ve devlet görevlisi, bunların örgütleyip yönettikleri silahlı saldırılar sonucu öldürülüyordu. Bolşevik partisi Polit-büro üyelerinden S. M. Kirov ve W. W. Kuibschew, yine MK üyelerinden Vlenschinski ve M. Gorki, “Stalin’in kurbanları” olarak gösterilmeye çalışılan bu katiller çetesi tarafından katlediliyorlardı. Sadece 1935 yılında bin sabotaj yapıyorlar, 100’ün üzerinde parti ve devlet görevlisi suikastlara ya da terör eylemlerine kurban gidiyordu.
Tabii ki, bütün bunlar karşısında parti ve proletarya iktidarı sessiz ve hareketsiz kalamazdı. Sosyalizmde, proletarya iktidarını yıkmak için örgütlenme, silahlı çeteler kurup sabotaj ve suikastlar düzenleme “özgürlüğü” yoktur. Karşı devrimin tüm güçleri birleşmiş olarak harekete geçmişlerdi. Sıra, partide ve proletarya iktidarındaydı. Ve parti, sosyalizmi yıkmak, kapitalist sömürü düzenini geri getirmek isteyenleri ezmek için, tüm kitle örgütlerini ve devlet organlarını harekete geçiriyor, güçlü bir kampanya başlatılıyordu. Karşı-devrimin tepesine proletarya iktidarının demir yumruğu indiriliyordu. Yasaları çiğneyenlere, sabotaj eylemlerine girişenlere, silahlı çeteler kurup suikastlar düzenleyen, terör çetelerine karşı sert önlemler alınıyordu. Böyleleri başka yerlere sürülüyor, tutuklanıyor ve işledikleri suça göre cezalandırılıyorlardı.
Bu dönem boyunca, proletarya iktidarı tarafından başka yerlere sürülen kulakların sayısı 30 bindir. 20 bin kulak da kendiliğinden yerlerini terk ederek başka bölgelere kaçmışlardı.
1935-38 yılları arasında, ülke çapında tutuklanıp yargılananların toplam sayısı 140 bindir. O dönem, Sovyetler Birliği’nin nüfusu 180 milyondu. Yargılamaların yapıldığı dönemin bir kaç yıl öncesinde sömürücü sınıflara mensup olanların sayısı ise 6 milyon civarındaydı. Bu bile, yargılanıp işledikleri suça göre cezalandırılanların kimler olduğu konusunda bir fikir vermektedir. İşte bir örnek:
“Bir belge, Leningrad’da 16 Mart 1936’ya kadar tutuklanan ve Sovyet düşmanı faaliyetlerinden ya da, yabancı güçler hesabına casusluk yapmış olmaktan yargılanmış olan 1094 kişinin; 544’ünün eski çarlık ordusu ve beyaz ordunun generali, 142’sinin eski çarlık memuru, 133’ünün eski çarlık polisinde görevli, 41’inin prens, 109’unun kont ve baron, 68’inin eski çiftlik sahibi, 35’nin eski sanayici ve 19’unun eski tüccar olduklarını göstermektedir.” (N. Homberg, Barışçıl Karşı Devrim, s.30).
“Suçsuz” yere cezalandırıldıkları söylenenler işte bunlardır. Zinovyev’ler, Kamenev’ler, Buharin’ler ve yandaşları, bu güçlerle ve Hitler faşizmiyle, Alman emperyalizmiyle işbirliği içerisinde, Sovyet sistemini yıkmaya çalıştıkları için cezalandırıldılar. Yoksa, Stalin’in “muhalifleri” oldukları ya da farklı görüşlere sahip bulundukları için değil.
Yargılamalar kamuoyuna açık olarak, somut delil ve belgeler temelinde yapıldı. Yargılananlar, dış elçilik görevlilerinin de izledikleri mahkemelerde, suçlarını kendi ağızlarıyla itiraf ettiler.
Bu davaları yakından izleyenlerden biri de, dönemin Sovyetler Birliği’ndeki ABD büyük elçisi Davios’tir. ABD büyük elçisi, Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırıyı başlattığı 1941 yılında bu davalarla ilgili olarak şunları yazıyordu.
“Rusya’da Almanlarla işbirliği yapan bir ‘iç taarruz” yoktu. Hitler’in 1939 yılında Prag’a yönelik saldırısı, Henlein-Örgütü tarafından askeri eylemlerle destekleniyordu. Benzer şeyler Norveç’in işgalinde de söz konusu olmuştu. Rusya’nın sunduğu manzara; Südet Alman Henlein’lerinden, Slovakyalı Tiros’lardan, Belçika’lı Degrelles’lerden ve Norveç’li Quislingen’lerden temizlenmiş bir manzaraydı…”
“(…) Dava raporlarını ve tuttuğum şahsi notları tekrar okuduğumda tespit ettiği ki, Rus ‘Quislingen’lerden elde edilen itiraf ve açıklamalar, Alman beşinci kolunun bugün artık bildiğimiz metotlarının aynen tümünü ortaya koyuyorlardı…” (Saers/Kahn, Sağcılar ve Troçkistler Bloğunun Sovyetler Birliği’ne karşı Komplosu, s.329).
Bunlar, sosyalizmin ve Stalin’in “dostu” olarak değerlendirilemeyecek, anti-komünistliğinden hiç kimsenin şüphe duyamayacağı biri tarafından söyleniyor.
Dünya gericiliği ve revizyonizm, sömürücü sınıflara ve Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’ndeki beşinci kolu olan “Henlein”lere “Quislingen”lere yaşam hakkı tanımadığı için Stalin’e en iğrenç iftiralarla saldırıyorlar. Dünya proletaryasının büyük öğretimini ve önderi Stalin’i “cani” olarak göstermeye ve karalamaya çalışanların sahip çıktıkları ‘Rus Quislingen’leridir.
Marksizm-Leninizm düşmanları, Stalin’i, parti içinde demokrasiyi ve eleştiri, öz-eleştiriyi “ortadan kaldırmış” olmakla, parti iç sorunları “idari yöntemlerle” çözmekle suçlamaya çalışırlar. Bu suçlamaları yöneltenler, Leninist parti öğretisini reddedenlerdir.
Bolşevik partisi içinde, Troçkist-Zinovyev bloğuna ve Buharincilere karşı verilen mücadele yıllarca sürdü. İdeolojik-politik nitelikte olan bu mücadele süresince, Troçkistler ve Buharinciler görüşlerini parti içinde savunup, görüşlerini partiye ve parti platformlarına sunma olanağına sahip oldular. 1920’li yılların ortalarında Troçkistlerin görüşleri, üç defa parti içerisinde oylamaya sunuldu. 750 bin parti üyesinin bulunduğu o dönem, Troçkistlerin aldıkları en fazla oy, 4 bin civarında oldu.
Stalin, parti içi mücadeleyi Marksist-Leninist ilklere uygun olarak ele aldı ve yürüttü. Bu ilkeli ve kararlı mücadelenin sonucudur ki, parti, Troçkistlerin ve Buharincilerin değil, Stalin’in ve Bolşeviklerin görüşleri etrafında kenetlendi.
Ancak, Stalin’in revizyonizm ve oportünizme karşı mücadeleyi, ideolojik mücadeleyle sınırlamadığı tümüyle doğrudur. Parti içerisinde farklı çizgi ve hiziplerin varlığına izin verilmesi, Leninizm’in görüşleri değildir. Leninist parti öğretisinin kararlı bir savunucusu ve geliştiricisi olarak Stalin, komünist partisinin, ancak, saflarını revizyonist unsurlardan temizleyerek güçleneceğini savundu. Örgütsel önlemlere başvurmayıp, revizyonist ve oportünistlerin varlığına izin verildiği takdirde, bunların, partinin sonu anlamına geleceğini devamlı ısrarla vurguladı.
“İdeolojik mücadele ile partinin içindeki oportünist öğelerin ‘yenilebileceği’ni, parti çerçevesi içinde bu öğelerin ‘üstesinden gelinebileceği’ni savunan teori, partiyi felce ve kronik sakatlığa mahkûm etmenin belirtisi olan çürük ve tehlikeli bir teoridir, proletaryayı devrimci partisinden, emperyalizme karşı mücadelesinde başlıca silahından yoksun bırakmakla tehdit eder.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s,97).
Stalin, proletaryanın öncü partisinin; proleter ideoloji ve disipline sahip örgütlü bir birlik, farklı çizgi ve hiziplerin varlığıyla bağdaşmayan tam bir irade ve eylem birliği olarak tanımladı. Ancak bu özelliklere sahip bir partinin, proletaryaya ve emekçi kitlelerine devrim mücadelesinde, proletarya iktidarının kurulup sağlamlaştırılması ve sosyalizmin inşası mücadelesinde önderlik edip yol gösterebileceğini savundu.
Stalin’i, parti içerisinde burjuva ideolojisine ve revizyonist oportünist unsurlara yaşam hakkı tanımadığı, liberal her tutuma acımasızca saldırdığı için suçlayanlar, proletaryayı öncüsünden yoksun bırakmak isteyenlerdir. “Çok sesliliği”, “çok kantlılığı” savunup Leninist parti modelini “anti-demokratik” olmakla suçlayanlar; Marksizm-Leninizm’in yerine burjuva ideolojisini geçirmek, proletarya ve emekçi kitlelerin mücadelesini kapitalist sistemin içerisine hapsetmek isteyenlerdir.
Revizyonist ve oportünistler, Stalin döneminde parti gibi, toplumda da demokrasinin yaşamadığını, tüm özgürlüklerin ortadan kaldırıldığını propaganda ediyorlar. Bu konuda da, Stalin’i “yargılamaya” çalışıyorlar. Sömürücü sınıfların ve sömürünün ortadan kaldırıldığı, işçi ve emekçilerin gerçek demokrasiyi yaşadıkları Stalin dönemi, Sovyetler Birliği’nde “özgürlükleri” ellerinden alınanlar, baskı görenler, eski sömürücü sınıfların kalıntıları ve sömürü düzenini geri getirmek isteyenlerdi.
Kaldı ki, “Stalin Anayasa’sı” olarak da adlandırılan 1936 Anayasası ile birlikte, eski sömürücü sınıfların mensuplarına, eski soylulara vb. bile seçme-seçilme hakkı tanındı. “Tam eşit olmayan seçimler yerine eşit seçimler” kararlaştırıldı. Stalin, 1936 Anayasa’sının bu konuyla ilgili bölümünün tartışılmasında şunları söylüyordu:
“13. Son olarak, bir de, az çok öze değin bir değişiklik var. Anayasa tasarısının 135. maddesine getirilen değişiklik. Köy pazarlarının, eski beyaz muhafızların, tüm eski soyluların ve halk yararına birleşme yapmayan kişilerin seçim haklarından yoksun bırakılmasını, ya da hiç değilse, bu kategorilerden bireylere seçilme hakkı vermeksizin, yalnız seçme hakkı vermek suretiyle, seçim haklarının sınırlandırılması öneriyor. Bu değişikliğin de geri çevrilmesi gerektiğini düşünüyorum. Sovyet iktidarı, çalışmayan ve sömürücü unsurları, ömürleri boyu değil, geçici olarak, belli bir dönem boyunca seçim haklarından yoksun bıraktı. (…)” (Stalin, Leninizm’in Sorunları, s.647).
Stalin’i savunmak ve savunmamak, devrimi ve sosyalizmi savunmak ya da savunmamakla özdeştir. Stalin’i savunmak ya da reddetmek, proletarya j devrimini ve proletarya iktidarını savunmak ya da reddetmekle eş anlamlıdır.
Bu, o kadar açıktır ki, Stalin’e saldırıya geçen tüm hain ve dönekler, bununla eş zamanlı olarak, Marksizm-Leninizm’in tüm temel ilke ve öğretilerini de ret ve inkâr etmişlerdir. Ya proletarya iktidarını yıkmak, sosyalizmin yerine kapitalizmi geçirmek; ya da, proletarya ve emekçi yığınları devrim ve sosyalizm mücadelesinden geri tutmak için Stalin’e saldırılmıştır.
Modern revizyonistlerin “Lenin’e dönme” demagojisi ardından “Stalinist dogmatizme” açtıkları savaşın teoride ve pratikte ne anlama geldiği bütün tüm sonuçlarıyla birlikte çok daha açık görülmektedir.

Ocak-Şubat 1989

Uluslararası Af Örgütü Türkiye Sorumlusu Helmut Oberdiek: Türkiye’de İnsan Hakları, Korku Psikolojisi ve İşkencelerle İhlal Ediliyor

Uluslararası Af Örgütü, 10 Aralık 1988 İnsan Hakları Günü’nde Türkiye’ye karşı bir kampanya başlattı. Bu kampanyaya neden olarak, Türkiye’de sivil yönetimin, insan hakları ihlalleri konusunda, yönetimi devraldığı askeri yönetimden esasta farklı olmayan bir icraat içinde bulunması gösterildi. Bu kampanya dolayısıyla İngiltere’den arkadaşımız Sedat K. BİLEN’in Helmut OBERDİEK’e yönelttiği soruları ve yanıtlarını yayınlıyoruz.
(Helmut Oberdiek INTERNATIONAL SECRETTARIAT 1 Easton Street London WC1X 8DJ İNGİLTERE)

ÖZGÜRLÜK: Bu yılki 10 Aralık insan haklan gününde Türkiye ne durumdadır? AF Örgütünün bakış açısı nedir?
H. OBERDİEK: 10 Aralık 1988’de Uluslararası Af Örgütü’nün tüzüğünde yazan tüm insan haklan ihlalleri aynı şekilde geçerlidir. Yani herhangi bir şiddet eylemine karışmamış ya da şiddet eylemini savunmamış yüzlerce düşünce suçlusu halen cezaevlerinde yatmaktadır. Binlerce siyasi tutuklu ve hükümlü yıllardır cezaevlerindedir. Askeri mahkemelerde ya da DGM’de süren ya da bitmiş davalardaki yargılamalarda uluslararası minimum standartlar çiğnenmiş ve çiğnenmektedir. Bu yargılamalarda dikkati çeken en önemli husus, işkence altında alınmış ifadelerin delil olarak kabul edilmesidir. Zaten işkence dendiği zaman Türkiye’nin yıllardır devam eden en önemli sorununa temas etmiş bulunuyoruz. Siyasi suç zanlısı olarak karakollara düşen herkes işkence görüyor ya da işkence tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Sivil hükümetin işbaşına gelmesinden 5 yıl sonra işkence altında yaşamlarını yitiren insanların öyküleri kuruluşumuza ulaşmaktadır. Ekim 1984′ ten bu yana hiç kimsenin idam kararı infaz edilmemiş olmasına rağmen idamlar henüz gündemden kalkmamıştır. Bundan yaklaşık bir ay önce TBMM Adalet komisyonu başkanı Alpaslan Pehlivanlı bir demecinde “Bazı azılı teröristlerin idam edilmesi gerektiği” görüşünü savundu. Şu anda Meclis ve Cumhurbaşkanının kararını bekleyen 200’den fazla insan, arasında nasıl bir seçim yapılacağı ve sonuçta yaşayıp-yaşayamayacağı belli olmayan 200’den fazla insan Türkiye cezaevlerinde bulunuyor ve bekliyor. İnsan hakları, korku psikolojisi ve işkencelerle ihlal ediliyor. İnsan hakları gününde Türkiye’nin yaşadığı koşulları böyle özetleyebiliriz.

ÖZGÜRLÜK: “12 Eylül yargılanmalıdır” adı altında bir kampanya var. Sizce Eylül yargılanmalı mı? Bu kampanya hakkında ne düşünüyorsunuz?
H. OBERDİEK: Uluslararası Af Örgütü politik tavır almayan bir kuruluştur. Bağımsız, tarafsız ve partiler-üstü, hükümetler üstü bir yol izliyor. Rejimler hakkında belirli bir tercih bundan dolayı mümkün değil, ancak insan hakları belirli bir hükümet ya da olağanüstü bir rejim döneminde ihlal edilmişse bu hükümetleri veya rejimleri bundan sorumlu tutar. Örneğin ortaya bir işkence iddiası atılmışsa bunun tarafsız olarak araştırılmasını ve sonuçlarının kamuoyuna açıklanmasını hükümetten ister. Bu konuda geçmişte Türkiye’yi yönetenlerin çok ciddi önlem almadıkları görülüyor. Dolayısıyla uzun yılların geçmiş olmasına rağmen birçok işkence olayının ve bu arada işkence altında ölüm olaylarının tarafsız bir şekilde araştırılması şart.

ÖZGÜRLÜK: Eylül öncesi ve sonrasında basın “suçundan” tutuklanan, yüzlerce yıl hapis cezası verilen insanlar hakkında ne gibi girişimleriniz oldu? Cezaevlerindeki yazı işleri müdürlerinin özgür olmaları için Af Örgütü’nün herhangi bir çalışması var mıdır ya da olacak mıdır?
H. OBERDİEK: Bu gazeteciler ve yazı işleri müdürleri Türkiye’de en ağır ceza alanlar arasındadır. Bunların 12 Eylül 80 öncesi ve son yıllarda tekrar gözlenen uygulamalardan farklı bir yargılamaya tabi tutuldukları bir gerçektir. Bir yayın değişik sayılarında suç olarak kabul edilmiş, benzer ceza maddelerine tabi tutulan yazılar tek tek suç sayılmış ve devam eden suç niteliğinde görülmemiştir. Ayrıca cezalar da paraya çevrilmemiştir. Bu olağanüstü bir dönemin olağanüstü önlemlerinin, normal yasaların dışında tatbik edilen bir uygulamasının bir ürünüdür. Uluslararası Af Örgütü düşüncelerinden ötürü özgürlüğünden yoksun bırakılmış insanların derhal ve koşulsuz olarak serbest bırakılmasını talep ediyor, düşüncelerini kaleme döken ya da kamuoyuna yansıtan insanların cezalandırılmamasını istiyor. İnsan temel hak ve özgürlüklerinin ayaklar altına alınmasının engellenmesini ve bu özgürlüklerin güvence altına alınmasını Türk hükümetinden talep ediyoruz. Avrupa kamuoyunun gözü önünde imzaladığı sözleşmelere uymasını istiyoruz. Örneğin TCK’nin
142. maddesinden ceza almış bir kişi düşünce özgürlüğünü garanti altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesine aykırı olarak cezaevinde tutulmaktadır.

ÖZGÜRLÜK: uluslararası Af Örgütü’nün 2 Kasım’da Türkiye hakkında başlattığı kampanyanın amacı nedir? Kampanyanın hedefleri, çalışmaları, süresi hakkında bilgi verir misiniz?
H. OBERDİEK: Af Örgütü 150 ülkede örgütlü olup 700 bine yakın gönüllü üyesi ile insan haklarının ihlaline karşı mücadele eder. Af Örgütü Türkiye’de insan haklan ihlalleri konusunda yıllardır nitel bir fark görmediği için 2 Kasım 1984’ten başlamak üzere Türkiye hakkında bir kampanya yürütme kararı aldı. Bu kampanyamız bir kaç ay sürecek. Kampanya yukarıda saydığım tüm insan hakları ihlallerini gündemine almıştır. Buna dair elimizde birçok kanıl var. Kampanyanın amacı bu konularda Türkiye’nin ivedi olarak köklü önlemler almasını istemektir. Türk Hükümeti işkenceyi önlemeyi ciddi olarak istiyorsa somut önlemler alabilir. Bunlar arasında; gözaltına alınan kişilerin derhal avukat, doktor ve yakınlarıyla görüştürülmeleri en başta gelir. Bunun yanı sıra düşünce ve basın “suçluları” serbest bırakılmalı, düşünce suç olmaktan çıkmalıdır. Siyasi eylem suçlularına dillerini şerbetçe kullanması, tarafsız ve bağımsız bir şekilde yargılanmaları ve idamların ceza sisteminden kalkması, insan temel hak ve hürriyetlerini ve örgütlenmeleri yasaklayan ya da engelleyen ilgili ceza yasalarının ceza maddesi olmaktan çıkarılması Af Örgütü’nün istekleri arasındadır. Türk hükümetinin bu konuda adım atmasını bekliyoruz.

ÖZGÜRLÜK: Çok teşekkür ederim Sayın Oberdiek.
H. OBERDİEK: Ben teşekkür ederim.

Ocak-Şubat 1989

15 yıl önce Yunanistan ‘da sessizlik ve korkuyu parçalayan başkaldırı: Politeknik Direnişi

Politeknik Direnişinin ve Katliamın Yıldönümü Görkemli Gösterilerle Anıldı
Atina sokakları, her yıl olduğu gibi bu yıl da 17 Kasım günü yüz-binlerin sesi ile çınladı. 17 Kasım günü 1 milyona yakın kişi Politeknik direnişini andı, verdiği şehitleri selamladı.
17 Kasım 1973, Yunanistan’daki Albay Cuntası’na karşı direnişin doruğa çıktığı gündü. Binlerce genç, Politeknik Üniversitesinde bedenleriyle ördükleri barikatlarla direnmişti. Cuntanın tankları o gün Politeknik Üniversitesi’ni ele geçirmiş, ama Yunan halkının sessizliğinin kınlısını engelleyememişti. Politeknik direnişinin 15. yıldönümünde, 17 Kasım 1988 günü sessizlik bir kez daha yüz binlerin sloganlarıyla parçalandı.
Bu yılki Politeknik Yürüyüşü’ne, faşist ve gerici partilerin dışındaki tüm partiler, sendikalar, dernekler katılmıştı.
Politeknik direnişini anma gösterileri, direnişin ilk günü olan 15 Kasım’da başladı. Sergiler açıldı, konuşmalar yapıldı, müzik ve dans gösterileri düzerdendi. Türk ve Kürt mülteci grupların da katıldığı etkinlikler 17 Kasım’a kadar yoğun biçimde sürdürüldü. 17 Kasım günü de yaklaşık 1 milyon kişi Politeknik Üniversitesi’ne doğru sloganlarla yürüyüşe geçti; “Üsler ve NATO dışarı”. “Politeknik Direnişi yolumuzu aydınlatıyor”, “Şili, Güney Afrika ve Türkiye yönetimi kardeştir”…
Yürüyüş sonunda, sahneye Yunan MAT (Yunanistan Çevik Kuvveti) polisi çıktı! MAT polisi rastgele gaz bombası kullandı, çok sayıda kişiyi gözaltına aldı. Polisle bazı gruplar arasında çatışma gece geç saatlere kadar sürdü.

Yunanistan ‘da Politeknik olayları, cuntanın devrilmesi açısından büyük önem taşıyor. Ancak, Politeknik direnişine giden yol da o oranda önemli. Yunanistan devrimcilerinin hataları, toparlanmaya çalışmaları ve Kruşçev revizyonizminin ihtilalci direnişçileri yatıştırma çabaları, merkezinde Rus modern revizyonizminin bulunduğu uluslararası revizyonizmin gerici karakterini ortaya koyuyor. Böylece Kruşçev’le ondan önceki dönemin farkı da bir yanıyla açıklığa kavuşuyor. Politeknik direnişine bağlı olarak ele alınan Yunanistan direnişi ve buna destek olan Stalin dönemine ilişkin bir değerlendirmeye bu sayımızda yayınladığımız Stalin yazısını daha anlamlı kılacağı düşüncesiyle yer verdik. Yunanistan Marksist-Leninist Komünist Örgütü kurucularından Tasos Ballos’la röportaj yapıp gönderen Süleyman Toprak’a teşekkür ediyor, Politeknik olayları ve Yunan direnişine ilişkin haber ve röportajı yayınlıyoruz.

(Tassos Ballos, 1942 yılında Preveze’nin küçük bir köyünde doğdu. 1961 yılında İsviçre’ye giderek, hem çalıştı hem de yüksek öğrenim yaptı; bir yandan da politik faaliyetlere katıldı.
Ballos, askerlik için döndüğü 1963 yılında EDA partisinin gençlik örgütüne üye oldu. Cunta döneminde illegal mücadelede yer aldı. 1972 yılında, EDA’nın revizyonist tavrı ile çelişkisi onu Paris’e ve Marksist-Leninist bir örgüt arayışına götürdü. 1974 yılında Yunanistan’a geri dönerek, OEML (Yunanistan Marksist-Leninist Örgütü) kuruluşuna katıldı. Örgütünün çıkardığı Halkın Sesi yayınında çalıştı.
1978 yılında örgütte boy gösteren Maocu çizgiye karşı tavır alanlarla birlikte OEML’den koptu ve 1982’de Yunanistan Marksist-Leninist Komünist Örgütü’nün kuruluşunda yer aldı. Tassos Ballos, halen bu örgütün aylık yayın organında görev yapıyor.)

ÖZGÜRLÜK: Albaylar Cuntası hangi koşulların ürünüydü? Darbenin hedefi neydi, uygulamaları ne oldu?
T. BALLOS: Buna yanıt verebilmek için cunta öncesini kısaca anlatmam gerekiyor. 12 Şubat 1945 tarihinde imzalanan Varkiza Antlaşması ile partizanlar silahlarını bırakmıştı. Ancak diktatör Plastiras, dünyada pek az görülmüş bir terör ve vahşete girmişti. Birçok adada toplama kampları kuruldu. 1949 Ağustosu’nda komünistlerin silahlı mücadelesi sona erdi. Yenileşmişlerdi. Kitleler halinde ülkeyi terk ederek, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya’ya, özellikle de Arnavutluk’a gittiler. Stalin, Arnavutluk’a giden partizanları çeşitli ticaret gemileri ile gizlice Boğazlardan Sovyetler Birliği’ne taşıttı. Bütün bu olanlar, Komünist Parti Sekreteri Zakharyadis’e silah bırakma antlaşmasının ne demek olduğunu göstermişti. Zakharyadis, bu hatasını telafi etmek için, Stalin’in de yardımıyla yeni bir partizan savaşı başlatmak için çalışmalar başlattı. Bu amaçla, ülke dışındaki komünistlerin birçoğunu Sovyetler Birliği’nde, Taşkent kentinde topladı. MK ve Politbüro üyesi Nikos Belloyanis’i Yunanistan’a gönderdi. Belloyanis’in görevi, ülke içindeki komünistleri derleyip toparlamaktı, içeride ve dışarıda yeni bir partizan savaşının çalışmaları başlamıştı. Bu arada, 1951 yılında ülkede, içinde komünistlerin de yer aldığı, devrimci demokratların desteklediği EDA Partisi kuruldu. EDA’nın Avgi (Şafak) Dergisi çıkartılmaya başlandı. EDA kısa zamanda çok yaygın bir desteğe sahip oldu. Belloyanis, ülkeye girdiği 1951 yılında kısa bir süre içinde yakalandı. Sovyet ajanı olarak yargılanıp 30 Mart 1952’de kurşuna dizildi. Ancak, partizan savaşını başlatmak için sürdürülen çalışmalar durmadı; Belloyanis’in boşluğu dolduruldu. Bu konuda SSCB Komünist Partisi ve Stalin büyük destek verdi. Fakat yenilgi o kadar ağır olmuştu ki, kısa zamanda telafisi imkânsızdı. Yunan Komünist Partisi’nin Varkiza’da silah bırakma antlaşmasını imzalamasının moral bozucu etkisi kolay kolay silinemiyordu. Gerçi Zakharyadis ve diğer MK üyeleri bu yanlışın farkına varmışlardı, Ama bunu düzeltmek ve partizan savaşını tekrar başlatmak kolay olmuyordu. Yine de Zakharyadis var gücü ile bu hatayı telafi etmeye çalışıyordu. En büyük desteği de Stalin’di.
Yunanistan Komünist Partisi içinde ve dışarıda bu uğraşı verirken, Sovyetler Birliği’nde büyük değişiklikler oluyordu. En büyük destek yitirilmişti. Stalin ölmüş, revizyonist Kruşçev parti yönetimine egemen olmuştu. Kruşçev’in gelmesi, Yunanistan açısından yeni bir sayfanın açılması, mücadelenin tatili anlamına gelmişti. Ama Zakharyadis, Kruşçev revizyonizmine boyun eğmedi.
Burada size bir gerçeği anlatayım: Kruşçev Zakharyadiks’e üç defa suikast düzenledi. Üçünde de Zakharyadis suikastten kurtuldu. Bunların birinde, Zakharyadis kendi arabası yerine Özbekistan Komünist Partisi Sekreterinin arabasına biniyor. O sırada Zakharyadis’in arabası havaya uçuyor. Biliyorsunuz Özbekistan KP Sekreteri, Stalin’i savunduğu için daha sonra sürgüne gönderildi ve kolhozda çalıştırıldı.
Sovyetler Birliği’ndeki Yunan komünistleri işte böyle koşullarda mücadele ediyor. O dönemde, sadece Taşkent’te 10 binin üzerinde Yunan komünisti vardı.
Zakharyadis ve binlerce komünist Kruşçev’e karşı direniyordu. Kruşçev sadece 300 kişilik bir taraftar grubu bulabilmişti onların arasından. Kendisine karşı çıkanları ise zindanlara, akıl hastanelerine gönderdi. Çocuklarını okullardan aldı, yardımı kesti ve bulundukları yerin dışına çıkmalarını yasakladı. Kruşçev bununla da yetinmedi. Kuzinin sekreterliğinde, SSCB, Romanya, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya ve Bulgaristan delegelerinden oluşan bir komite kurdurdu. Adına da “Yunanistan Komünist Partisi’ni yeniden örgütleme komitesi” dedi. Zakharyadis, “Bizim partimiz var. Yeniden örgütleme bize müdahaledir. Başkaları bizi örgütleyemez” diyerek komiteye karşı çıktı. Komite, bu açık muhalefete rağmen Yunan komünistlerine müdahaleye devam etti. Ülke içinde ve dışında ne kadar kaçak, ilişkisiz kimse varsa toplandı. Taşkent’te bir konferans düzenledi. Bu konferansta 7.500 kişi Kruşçev’e tavır aldı. Sadece 1.200 kişi destekledi. Ama komite, sahte bir MK tayin etti.
Bunun üzerine 7.500 komünist, revizyonistlerin bulunduğu MK binasını bastı. Sahte MK Sovyet polisinin yardımı ile kurtuldu. Komünistler ise dağıtıldı. O tarihten sonra Zakharyadis’ten haber alınamadı. 1957 yılında Sovyetler Birliği Zakharyadis’in kalpten öldüğünü açıkladı. Ama doğrusu hiç kimse Zakharyadis’in nasıl öldüğünü bilemez. Öteki komünistler ise cezaevlerine, sürgüne ve akıl hastanelerine gönderilmiştir.

ÖZGÜRLÜK: Peki bu kadar güçlü bir muhalefet daha sonra nasıl toparlanamıyor, yeni bir parti çalışması yapmıyor?
T. BALLOS: Bir müddet sonra toparlandılar, ama kendi aralarında sudan nedenlerle yeniden bölündüler. Komünist partilere Yunanistan komünistlerinin durumunu anlatan mektupların azılması, revizyonist Kruşçev’in durumdan sorumlu oluşu, Arnavutluk ve Çin’e gidilmesi gibi konularda anlaşma sağlanamadığı için dağıldılar. Böylece revizyonizm partiye egemen oldu. İlginçtir, o dönemde yurt dışına çıkan insanların bir kısmı hâlâ dönmedi, dönmek istemedi.
İşte teslimiyet ve revizyonizm böyle egemen oldu. Zakharyadis hata yaptı, ama sonradan bu hatasını tamir etmek için var gücü ile çalıştı.
Gelelim 1960’lı yıllara… 1964 yılında Yorgo Papandreu hükümeti tarafından af ilan edildi. İçerideki partizanlar çıktı. Ama bunlar revizyonizme karşı oldukları halde revizyonizmle yeteri kadar mücadele etmediler. Hatta onunla uzlaştılar. Ve legal parti EDA’nın içinde örgütlendiler. Bu dönem, Yunanistan’da canlanmanın tekrar başladığı dönemdir. Teselia ovası, Makedonya, Patra ve daha pek çok yerde üreticiler gösteriler yapıyordu, çiftçiler isyan halindeydi.
İşsizlik büyüyordu, dışarıya büyük işçi göçü başlamıştı. Öğrenciler ve işçiler belli sınırlı taleplerle sokağa dökülüyorlardı. Komünist partisi yasak olduğu için EDA içinde örgütleniyorlardı. 1965’te ABD ile üs anlaşması imzalandı. Aynı tarihte yabancı sermayeye ve tekçilere büyük kolaylıklar sağlanan anlaşmalar imzalandı Hükümetin biri gidiyor, diğeri geliyordu. Hükümetlerin ömrü 3-5 ayı geçmiyordu. Sık sık seçim oluyordu. Ama seçimler istikrar getirmiyor, tam tersine mevcut krizi derinleştiriyordu. 1965’te Papandreu ile kralın arası Savunma Bakanlığı yüzünden açıldı. Baba Papandreu istifa etti. Şimdiki Yeni Demokrasi Partisi lideri Miçotakis. o zaman 20’ye yakın milletvekili ile ayrılarak yeni parti kurdu. Kral Konstantin, sürekli hükümet değiştiriyordu. Halkın muhalefeti de gittikçe gelişiyordu. Ancak bu muhalefet hâlâ kendiliğindendi. O dönemde kapitalizm daha örgütlüydü. Sistemli bir şekilde, cuntaya zemin hazırlamak için provokasyonlar düzenleniyordu. Bunların en önemlisi, 23 Mayıs 1963 tarihinde EDA milletvekili, yurtsever, demokrat Grigoris Lambrakis’in, hükümet ve gizli polisin çabasıyla öldürülmesiydi. Lambrakis’in katli, Yunanistan’da büyük gösterilere neden oldu. Ama muhalefeti ezmek için her türlü çabaya başvuruluyordu. Seçimlere de açıktan hile karıştırılıyordu. Bu durum, 1967 yılına kadar devam etti. Kral. 1967’de Kanolopoulos başkanlığında geçici bir seçim hükümeti kurdu. Seçimin de Mayıs ayının sonunda yapılacağını açıkladı. Ancak 21 Nisan 1967 tarihinde, Albaylar darbe yaptılar. Hemen ardından Orta Doğu’da Arap-İsrail savaşı başladı. Amerikan savaş uçakları Yunanistan’daki üsleri kullanıyordu. Bunlarla şunu vurgulamak istiyorum: Cunta, sadece iç koşullar sonucu gelmedi. O emperyalist talan ve yağmanın dışında, Amerika’nın o dönemde Orta Doğu’ya rahat müdahale etmesi için geldi aynı zamanda.

ÖZGÜRLÜK: Cunta iş başına geldiğinde muhalefetin durumu neydi? Nasıl bir tepki gösterdi?
T. BALLOS: Cunta iş başına geldiği zaman muhalefet örgütsüz ve dağınıkta EDA gittikçe revizyonist-reformist bir parti haline gelmişti. Hiç unutmuyorum, cuntanın bir gün öncesiydi, Omanya’da toplanmıştık. Kitlenin içinden biri EDA’nın şeflerine sordu. “Darbe ihtimali var. Darbe olursa ne yapacağız?” EDA’nın şefinin yanıtı şöyleydi: “Yunanistan’da halk demokrasiye bağlıdır. Onun için askeri darbe olmaz. Hem Avrupa böyle bir darbeye karşıdır.” Revizyonist komünist partisinin o dönemde tek hedefi vardı: Legalleşmek… Ondan ötesini göremiyordu.
(Burada gülüyoruz. “Bizde de aynı” diyoruz. “Tabi” diyor, “revizyonist ve reformcular aynı iplikten dokunmuşlardır.)
Revizyonistlerin dışındakiler ise, mücadeleyi yükseltmeyi düşünmelerine rağmen hep revizyonistlerin barikatları ile karşılaşıyordu. Revizyonistler cuntanın gelişini görmedikleri gibi, cuntaya karşı teslimiyeti yayıyorlardı.
Bu şartlarda cuntanın işi daha da kolaylaştı. Kısa zamanda denetimi kurdu. Adalar tekrar devrimci ve demokratlarla doldu. Bütün partiler, sendikalar, dernekler ve yayınlar kapatıldı. Sonrası hepimizin bildiği şeyler… Tutuklamalar, tutuklamalar… İşkenceler, işkenceler… Bu dönemde en büyük örgütlülük üniversite gençliği içindeydi. Ve bu gençlik revizyonistlere karşıydı.
Devrimci muhalefet uzun zaman kendini toparlayamadı. Ancak 70’lerden sonra yavaş yavaş canlanmaya başladı. Bildiriler dağıtılmaya, yazılar yazılmaya başlandı. Belli bir kesim, özellikle öğrenci gençlik sesini yükseltti. Gençlik, akademik ve demokratik talepleri için gösteriler, boykotlar yaptı. Tabi her seferinde şiddetle dağıtıldılar. Bu dönemde reformcular yurt dışında PAK diye bir örgüt kurdular. Diğer devrimci ve demokratlar da ortak olarak “Demokratik Savunma Örgütü”nü kurdu. Marksist-Leninistler yeni yeni örgütleniyorlardı. Tüm zorluklara rağmen mücadele sürüyordu. Mesela Teodorakis’in yazısı elle çoğaltılarak elden ele dolaşıyordu. Böyle bir birikimle Politeknik direnişine gelindi.

ÖZGÜRLÜK: Politik direnişi nasıl başladı, nasıl gelişti?
T. BALLOS: Daha önce de belirttiğim gibi, üniversite gençliğinin bir yeraltı örgütü vardı. Bu örgütün önderliğinde 15 Kasım 1973’te Politeknik Üniversitesi’nde direniş örgütlendi. Diğer üniversitelerdeki gençlik grupları da buraya geldi ve direnişe katıldı. Direniş iyi örgütlenmişti. İçerde son ana kadar korunan bir radyo istasyonu, bildiri dağıtmak içen teksir makinası gibi şeylere sahiplerdi. Direniş üniversiteyi işgale dönüştü. Radyo sürekli yayın yapıyor, halkı desteklemeye çağırıyordu. Öğrenci gençlik okulu kahramanca savunuyor, direniyordu. Bir yandan da bildiriler dağıtılıyordu. Cuntanın Milli Eğitim Bakanı bunun üzerine üniversiteye geldi ve “işgalin kanunsuz olduğunu, eylemden vazgeçmelerini” söyledi. Öğrenciler reddetti. Bu arada işçiler ve diğer emekçiler, gençliği desteklemek için sokağa dökülmüşlerdi. İşçiler, halk üç gün boyunca sokaklarda panzerlere, tanklara karşı dişe diş mücadele etti. Üniversitede ise öğrenciler, tanklara ve panzerlere karşı etten barikatlar kurmuşlardı. Nihayet 17 Kasım günü tank ve panzerlerin desteğinde cuntanın cellâtları üniversiteye girdi. Ama gençlik son ana kadar direndi. Radyo istasyonu son saniyeye kadar yayını sürdürdü. Sonuç: Onlarca ölü, yüzlerce yaralı ve tutuklu…

ÖZGÜRLÜK: Kaç kişi öldürüldü?
T. BALLOS: Öldürülenlerin kesin sayısını hiç kimse bilmiyor. Çünkü Atina’nın tüm sokaklarında bir savaş görünümü vardı. Üniversitede katledilenler 34 kişi, ama onlarcası o gün kayboldu, bir daha da bulunamadı. Onun için Politeknik şehitlerinin kesin sayısı belli değildir.
Size burada bir durum anlatayım: Revizyonist Yunan Komünist Partisi (KKE) direnişi kırmak için elinden geleni yaptı. YKP Sekreteri Florakis, 1976 yılında yaptığı bir konuşmada. “Politeknik bir provokasyondur. Cuntanın tezgâhıdır” diyerek direnişi karaladı. Yine aynı Florakis şunları da söyledi: “Bunu CIA ve Yunan gizli polis teşkilatı KİP düzenledi. KKE (YKP) ve KNE (YKP gençlik örgütü) olarak direnişi kırmak için var gücümüzle çalıştık. Ama gücümüz yetmedi. Kontrol edemedik. Eğer bir gençlik içinde çalışsaydık, gücümüz olsaydı, daha rahat kontrol ederdik.” (Komünist Yayın. Sayı 98 Sayfa 112-113, Kasım 1976) İşte revizyonistler, Politeknik olayı konusunda sekreterleri ağzından böyle konuşuyordu. Ama ne zaman ki Politeknik direnişi tüm Yunan halkına mal oldu, sahtekârca sahip çıktılar. Hem de özeleştiri bile yapmadan…

ÖZGÜRLÜK: İşçi sınıfı ve halk Politeknik direnişinden nasıl etkilendi? Direniş sonrasını özetler misiniz?
T. BALLOS: Sessizlik ve korku parçalandı. İşçi sınıfı ve halk daha açık mücadeleye başladı.

ÖZGÜRLÜK: Politeknik direnişine, cuntayı devirmeye yönelik bir mücadelenin temeli ve başlangıcıdır diyebilir misiniz?
T. BALLOS: Politeknik direnişi önemli bir yere sahip, ama cuntanın devrilmesi sadece Politeknik direnişi ile olmadı. Cunta birçok iç ve dış etken ve mücadelenin sonucu gitmiştir. Bu etkenlerden biri de Kıbrıs olayıdır.

ÖZGÜRLÜK: Cuntanın yargılanıp mahkûm edilmesinde Politeknik direnişinin rolü var mı?
T. BALLOS: Evet, evet…

ÖZGÜRLÜK: Son bir soru: Yunanistan cuntası yargılandı, ömür boyu hapse mahkûm oldu. Ama Türkiye cuntası hâlâ dizginleri elinde tutuyor. Sizce bunun açıklaması nedir?
T. BALLOS: Zor bir soru… Politeknik olayı çok özel bir olay. Hiçbir parti ve örgüt kolay kolay bir Politeknik olayı yaratamaz. Diğer yandan bugün Türkiye halkı mücadele etmiyor denemez. Mücadele ediyor. Fakat Türkiye ve Yunanistan, komşu olmalarına rağmen aynı değil. Çok farklı durumları var. Üstelik Yunan cuntasının bulunduğu koşullarla Türkiye cuntasının bulunduğu koşullar bir değil. O nedenle birbirinin benzeri gelişme ve durumlar olmayabilir. Yunanistan cuntasının devrilmesi öyle koşullarda gelişti ki. ABD’nin müdahalesini aştı. Ama Türkiye’de iç ve dış etkenler, cuntayı ABD’nin bir planı dâhilinde götürüyor. Bence zaman, iç ve dış koşullar aynı değil.
Ayrıca Yunanistan’da farklı olan bir şey daha vardı: Yunan halkının 10 yıllık bir silahlı mücadele deneyi, neredeyse iktidar olma durumu… Tüm bunların da etkisi vardır. Yunanistan halkı geçmişte bir dizi deneye sahipti. Halkın geçmiş deneyleri çok önemli. Yunan halkı bu konuda büyük avantajlara sahip. Geçmişte sizlerin geçtiğiniz koşullardan biz de geçtik. Onun için, Özgürlük Dünyası’nın Türkiye’de demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde ileri bir adım olacağına inanıyorum. Bunu, sahip olduğumuz deneye dayanarak söylüyorum ve başarılar diliyorum.

Ocak-Şubat 1989

Sovyet Toplumunda Artı-değerin Ortaya Çıkışı ve Gasp Edilmesi Mekanizması Üzerine

Kaynak: AEP MK’sına bağlı Marksist-Leninist Araştırmalar Enstitüsü’nce Socio Political Studies,
Sayı 1, 1984, Sayfa 160-176’da yayımlandı. İlk kez 1983’te “Studieme Politiko-Shogerore” 3. sayısında yayınladı. Dilimize Almanca çevirisinden aktarıldı.

Kruşçev revizyonistlerinin Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçirip, geniş bir cepheden Lenin ve Stalin önderliğinde erişilen sosyalizmin zaferine saldırmasının üzerinden yaklaşık otuz yıl geçti. Sovyet devletinin ideolojik ve siyasi temelindeki karşı devrimci yıkımın Sovyet toplumunun ekonomik temelini de harap olmaya götürmesi kaçınılmazdı. Bu durum sosyalist üretim ilişkilerinin yok edilmesine ve kapitalizmin her alanda restoresine yol açan büyük çapta gelişmeleri hazırladı.
AEP 8. Kongresi’nin vurguladığı gibi, Kruşçev revizyonizminin stratejik amacı: “Esas ödevi proletarya diktatörlüğünü ortadan kaldırmak, sosyalist toplumun temellerini yerle bir etmek, Sovyet Birliği’ni kapitalizm yoluna getirip bir emperyalist süper güce çevirmekti. Artık hepimiz Sovyetler Birliği’ndeki büyük karşı devrimci değişiklikleri görebiliyoruz.”

Kruşçev ve Brejnev’in Reformları ve Sovyet Toplumunda Kapitalizmin Restorasyonu
Sovyet emekçilerinin kapitalist sömürü ve yağmalanmasını düzenleyip uygulamaya koyan ve özel bir artı değerin ortaya çıkışı ve gasp edilmesi mekanizması sayesinde yeni revizyonist burjuvazi Sovyet ekonomisinin kapitalist temelde yeniden organizesi için yoğun çaba harcadı. İnsanın insan tarafından sömürülmesi mekanizması, Stalin’in ölümünden sonra büyük bir güçle başlatılan alt ve üst yapıdaki reformların uygulamaya konmasıyla biçim ve içerik kazandı.
Sovyet toplumundaki geniş kapitalist değişikliklerin en önemlisi üretim ilişkilerinde radikal değişiklikti. Bu değişiklikte ne pahasına olursa olsun yalnızca en fazla kâr elde etmeyi amaçlayan bir organizenin ve yönetimi sisteminin yürürlüğe konulmasına, devletin kolektif kapitalist organın ayrıcalıklarıyla donatılmasına ve tekelci devlet kapitalizminin emperyalizm tarihinde görülmemiş ölçüde her alanda inşa edilmesine yol açıldı.
1970’e girildiğinde tüm sanayi üretiminin % 92’sinin üzerinde birleştikleri % 90 oranındaki sanayi işletmesinde kapitalist reformlar uygulandı. Ulaşım alanında bu reformlar 1968’de yapılmıştı, inşaat sanayisinde büyük ölçüde 1969-70’te yürürlüğe girdi. Buna karşılık tarımsal devlet sektöründe reformlar yavaş yapıldı. 1970’te devlet çiftliklerinin yalnızca üçte biri bu sürece sokulmuştu. (Pravda 27 Haziran 1970 ve 4 Şubat 1971).
Bu reformlarla Kruşçevçiler ilk darbeyi meta üretimi ve bununla sosyalizm koşullarında değer yasasına etkileri Marksist-Leninist teorisinin temel tezlerine vurdular sosyalizm koşullarında meta üretimi kapitalist meta üretimiyle teori ve pratikte eşit kılındı ve ekonomik mekanizmada bu temelde reformlar yapıldı. Devlet aracılığıyla üretim araçları yeni burjuvazinin elinde toplandı. Devlet ve parti bürokrasisini, engelle karşılaşmadan istediğini söyleyip uygulamada serbest bırakan yeni yasa ve uygulamalar sosyalist içerikli eski yasa ve uygulamaların yerini aldı. Üretimi ve dağıtımı yönetip kullanma, işçi alıp çıkarma, kârları paylaştırma vb. konularda çeşitli işletme ve kurumların yöneticilerine büyük haklar tanındı ve yetkiler verildi. Bu hak ve yetkiler yönetimdeki tabakanın, çalışanların sırtından gelir artışı ve ayrıcalıklarını garanti etmek ve fazlalaştırmak için kullanıldı.
Kâr, bütün ekonomik faaliyetlerin esasını oluşturan üretim ve dağıtımın düzenleyiciliğine yükseltildi. “İşletme faaliyetini en yüksek derecede karakterize eden en üstteki ve genelde ölçü ” (Pravda 21 Kasım 1965) oldu. Merkezi ekonomi, pazar ekonomisinin yanında var oldu ve kapitalist arz-talep mekanizması üretim ve tüketim arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde önemli ölçü yapıldı. Devlet giderek sosyalist ekonominin temel iki kaldıracı olan emek ve üretim alanındaki denetimini yitirdi. Sovyet ekonomisi kendini bürokratik merkeziyetçilikle tabanda gittikçe yayılan ekonomik liberalizmin çelişkilerinin kıskacında buldu. “İşletmelerin planlı bağımsızlığı” ve “arada yığılı idari ilişkilerin yok edilmesi” şiarlarıyla üretim birimleri arasında pazar mekanizması temelinde ilişkiler oluşturuldu. Buradan üretim araçlarının da diğer metalar gibi alınıp satılmasına geçildi ve üretim araçları ana sermayeye çevrildi. Kendi kendine kâr sağlama sistemi, her ekonomik ilişkide sıkıca kapitalist verimlilik üzerinde yükselen kendi ihtiyaçlarını kendi giderme sistemi, yeni kapitalist mekanizmanın temeli yapıldı. Sermaye yatırımlarının ve dolaşım araçlarının devlet tarafından merkezi finansesi sınırlandırıldı ve giderek yerini merkezi olmayan kaynaklar ve banka kredileri aldı. Ekonominin planlı yönetimi, yerini kapitalist meta üretimine ait ekonomik kategori ve yasaların özgür oyununa bıraktı.
Kruşçev’in ekonomik reformları üretim araçlarının metalar olarak alınıp satılmasıyla başladı. Reformların en yüksek noktasında revizyonist basın: “Bizde işletmelerin güçlendirilmesi üretim araçlarının alış ve veriş şekliyle oldu.” diye yazmaktaydı. (Ekonomicheskiya Gazeta Nr. 43, 1965) 1971’de üretim araçlarının alınıp satılması bütün meta gelirinin 2/3’üne vardı. 1974’de üretim araçlarının % 70’i üretici ve tüketici işletmeler arasındaki doğrudan sözleşmelerle alınıp satıldı. (Ekonomicheskiya Nauki, Nr. 11, 1971 ve Voprosi Ekonomikii Nr. 4, 1974). Sovyet toplumunda devlet ya da kooperatif mülkiyetlerinin hukuksal organlar olarak oluşturulan kapitalist menajerleri ile devlet arasındaki ilişki, şimdiki tekelci kapitalizmde sermayenin özel ya da ortak sahipleri ile kapitalist işletmeleri sahipleri olmadıkları halde yöneten menajerler arasındaki ilişkiyle aynı tiptendir. Şimdiki Sovyetler Birliği’nde sosyal emperyalist devlet şehir ve köy burjuvazisinin çeşitli kesimlerine bırakılan esas üretim araçları, toprak, maden ocakları, su kaynakları, inşaat alanları vb. yerlerin faiz, kâr oranı ve üretim vergisi şeklinde tekelci haklarına sahiptir. Tekel hakları, her devlet işletmesinin üretim fonunun % 15’ini devlet bütçesine taşımasıyla ana sermaye üzerinde faiz şeklinde belirlenir. Ekonominin kooperatif biçiminin (tarımsal kooperatifler, inşaat kooperatifleri yerel hizmetler vb.), tarımdaki kapitalist işletmelerdeki özel gelirlerin (kooperatif üyelerinin özel parselleri), ticaretin (karaborsa) ve hizmet işleri ve tamirciliğin (bireysel kâr için yapılan meslekler) vergilendirmesi ve faizi de aynı şekildedir.
Devlet, kuruluşlar ve burjuvalar arasındaki bu yeni ilişkileri ifade edebilmek için 1 Ekim 1966 ile 1 Temmuz 1967 arasında sanayideki toptan fiyatların % 80 artmasına yol açan bir toptan fiyatlar genel reformu yapıldı. Bunu 1969, 1974 ve 1979’da yapılan genel fiyat artışları izledi. (Planovoje Hozyaistvo Nr. 78, 1967, Voprosi Ekonomikii Nr. 6, 1970, Ekonomicheskiya Gazeta Nr. 1, 1969, Nr 32 1979)
“Yeniden üretimin sosyal sürecinin düzenlenmesinde çok etkili bir araç olan” arz ve talep arasındaki bir dengeye erişmek amacıyla hareketli fiyatlar yeni sistemin temeli yapıldı. (Ekonomicheskiya Nauki Nr. 1, 1969) Böylece Sovyetler Birliği’nde ulusal gelirin yemden dağılımı süreci kapitalist temeller üzerine oturtuldu. Fiyatların tepede tespit edilmesi gerçeği yanı sıra tekelci kapitalist birliklere fiyatların değiştirilmesinde geniş olanaklar tanındı. Onlar “Fiyat artışlarının daha kaliteli yeni üretim ve piyasadaki hareketliliği yeniden getireceği” düşünceleriyle yönlendirildiler. (Ekonomicheskiya Gazeta Nr. 32, 1976). Çok az değişiklikle eskinin aynısı olan “yeni” ve bol çeşitte pahalı eşyalar Sovyet pazarına akın etti. Nihai hedef en yüksek kârı garantilemekti. Bunu Sovyet basım da itiraf ediyordu: “Çeşitli ekonomik birimlerin üretim ve ticaretteki fiyatları yükselterek gelirlerini (kârlarını) en kolay yoldan arttırma denemeleri fiyatları sürekli arttırdığı için tehlikelidir.” (Ekonomicheskiya Nauki Nr. 4, 1959) “Deneylerimiz isteğe bağlı fiyat artışları tehlikeli modasının varlığını göstermektedir.” diyerek resmi yayınlarda da itiraf edilen hareketli fiyatlar yerlerini giderek tekel fiyatlarına bıraktılar. (Voprosi Ekonomikii Nr. 6, 1970) “Fiyatı üretici belirliyor ve tüketici üzerindeki baskının arttırılması için pazarda sık sık mal darlığı yaratıyor.” (Ekonomicheskiya Nauki Nr. 11) Böylece Mart 1978’de kahve fiyatı beş kat, yakıt yağı iki kat, tamirat ücretleri % 30 arttı. 1981 Eylül’ünde şarap ve tütün fiyatları % 27, halı, kürk, deri eşyalar ve giysiler % 30 oranında fiyat artışı gösterdiler. Gaz fiyatı litrede 40 Koph’e yükseldi vb. (Tass Moskova, 13-15 Eylül 1981).
Sovyet ekonomisindeki kapitalist reformların esas hedeflerinden biri sosyal emperyalist devlet sermayesinin tekel yapısının Sovyetler Birliği içinde ve dışında oluşturulmasıydı. Buna ekonominin her alanındaki işletmelerin birleştirilip kaynaştırılmasıyla ve tek tek cumhuriyetlerde, birleşik cumhuriyetlerde ve tüm Sovyetler Birliği’nde sanayi ve tarım sanayisi birimlerinin oluşturulmasıyla “işletmelerin büyütülmesi” paravanası altında ulaşıldı. Bu tekel birlikleri, yatay ve dikey birleştirmeler, tröst ve kartel tipindeki gruplar halinde bir branşta ya da çeşitli branşlar üzerinde yükseldiler. (Organizacija upravleniya Promischlenih Objedinjenjij S. 16 Kiew 1980). Kruşçev revizyonistlerinin 24. Kongresi (1971), üretim birimlerinin tekelci tipte düzenlenmesini hızlandırarak bu sürece taze güç verdi. 1970-1979 arasında bu birimlerin Sovyetler Birliğindeki sayısı 6,5 kat arttı ve 17.500 yan işletmeye sahip 3950 tekel birliğine erişti. Bunların sanayi üretimindeki payları % 6,7’den % 47,1’e çıktı ve sanayi işçilerinin sayısı % 6,2’den % 48,4’e yükseldi. (Naronoje Hozyaistvo SSSR 1979 Goolu s. 133) Örneğin Ukrayna’da sanayi birliklerine 112 yan işletme, bağlıydı. Ana sermaye ortalama olarak 49 milyon rubleye çıktı. Temel üretim araçlarının emperyalist devletin elinde yüksek derecede tekelleşmesine sıkı sıkıya bağlı olarak Sovyetler Birliği’nde özel kapitalist mülkiyet ilişkileri bu yolla kristalleşti. Enver Hoca Yoldaş’ın AEP 8. Kongresi’nde söylediği gibi “Sovyetler Birliği’ndeki üretim araçları bugün devlet ya da kolektif biçimiyle kapitalist mülkiyettir, çünkü iktidardaki yeni burjuvazinin çıkarları için kullanılmaktadır, çünkü tam da bu sınıf işçi ve köylülerin emeğinin ürünlerine el koymaktadır.” (E.Hoca, AEP 8. Kongre Belgeleri, Tiran 1981, S. 239, 240 İngilizce baskı). Sovyetler Birliği’nde kişisel mülkiyet yoktur. Kapitalist mülkiyete hâkim olan devlet ya da kolektif tekel mülkiyetidir. Sovyetler Birliği’ndeki egemen çevrelerin -yeni kapitalist, teknokrat ve bürokratların- kişisel mülkiyetlerini ve sermayelerini çoğaltma haklan yoktur. Bu hak yalnızca emperyalist devlete aittir. O bu hakkını burjuvazinin bütün kesiminin çıkarına küçük özel sermayenin sabit büyümesine rağmen Sovyetler Birliği’nde şimdilik toprağın, işletmelerin, makinaların, fabrikaların, maden ocaklarının, bankaların, demiryollarının vb. özel mülkiyeti yoktur. Bu durum, Sovyetler Birliği’nde kapitalizme geri dönüşün gerçekleştiği tarihi koşulların ve emperyalizmin çağının mantığından açıklanmak zorundadır. Mülkiyetin âdemi merkezileştirilmesi, küçük parçalara ayrılması ve kişisel kapitalist işletmelerin ellerine dağıtılması ve bu temelde tekel öncesi serbest rekabet üzerinde kapitalizmin gelişimi, kapitalizmin klâsik döneminin özellikleridir ve geride kalmıştır. Şimdi kapitalizmin son evresi emperyalizm yaşanıyor. Bu şartlar altında tam anlamında bir ademi merkezileştirmeyle serbest kapitalist işletmelerin gelişimi Sovyetler sosyal emperyalist burjuvazinin stratejik çıkarlarım tehlikeye sokardı. Diğer emperyalist güçlerle güç ilişkisini değiştirmeyi hesaplamak ve onlarla bir güçlünün pozisyonunda dünyanın ekonomik ve hegemonyacı yönden yeniden paylaşımı için rekabet etmek Sovyet sosyal emperyalistlerinin stratejik çıkarlarıydı. Bu amaçları için Kruşçev, Brejnev büyük burjuvazisi, kapitalist ekonomik girişimleri ve verimli, sermaye getiren kaynakları devlet ve devlet tekelinin altında toplamak zorundaydı. Bu kolektif kapitalist devlet, yönetimdeki burjuva-revizyonist sınıfın çıkarına yeniden üretimi yönetmek, ekonominin askerileştirilmesi, bir süper gücün ekonomik atom potansiyelinin yaratılması, Sovyetler Birliği emekçilerinin ve “Sosyalist Toplum’un” diğer ülkelerinin sırtından yeni burjuvazi sınıfı asalak tüketiminin istikrar koşullarının sağlanması gibi görevleri üzerine aldı. Bunlar, ekonomik yaşamın sınırsız âdemi merkezileştirilmesi ve ekonomideki devlet müdahalesinin kısıtlanmasıyla başlayan Kruşçev reformlarının, neden Brejnev grubunun yönetime gelmesiyle ekonomik temelde giderek liberalleşmeyle tekel tipinin bürokratik merkeziliğinin satın alınması şeklinde belirginleştiğinin esas nedenleridir. Sovyet ekonomisini yöneten kapitalist mekanizma, sosyal emperyalist burjuvazinin stratejik çıkarlarını yaralamadan bu aşırılıklar ve çelişkiler arasında gidip geldi.
Üretim ve sermayenin yüksek ölçüde yoğunlaştıkları devlet işletmeleri (tekel birlikleri) Sovyetler Birliği’ne çağımızın en yüksek tekelci devlet kapitalizminin biçimini verdiler. Devlet sektörü batı ülkelerinde % 20-30 kadarken bu, Sovyetler Birliği’nde esas sektördür. Burada, yöneten sınıf olarak yeni kapitalist sınıf en yüksek derecede gelişmiş totaliter ve hiyerarşik sisteme dayanmaktadır. Sosyal emperyalist devlet, Sovyet toplumunun bütün büyük sermayesinin faaliyetlerinin tekelleştiği, dev bir tekelci organın görünüm ve işleyişine sahiptir. Bu organın kapitalist acenteleri tıpkı merkezileştirilmiş tekel mülkiyetinin müdür ve menajerleri gibi davranırlar ve ekonomik kararlar verme hakkına sahiptirler. Bu ayrıcalıklı ve yetkili kişiler kendileriyle ilgili alanlara miras hakları olmaksızın ve şartlı olarak yerleştirilen devlet, parti, ordu, ekonomi ve kültür hiyerarşisinin memurlarıdır. Onların bu görevi alabilmeleri, yönetimdeki burjuvazinin çıkarlarının tek başına temsilcisi olan sosyal emperyalist devlete ve onun politikasına sadakatlerine bağlıdır. Yönetimdeki burjuvazinin arasına katılabilmek için aslında en önemli nitelik Sovyet toplumundaki kapitalist organın çıkarlarına hizmet etmeye hazır olmaktadır. Bu ölçü görevlerin paylaştırılması ve bürokratik sistemin hiyerarşisindeki bireylerin teşvik edilmesinde de geçerlidir. Geliştirilmiş özel haklar ve ayrıcalıklar sistemiyle Sovyet devletinin sadık destekleyicilerine halkın zararına olarak: garantilediği artı değerin gasp edilmesi ve paylaşımına katılmalarının biricik koşulu da budur.
Sovyet toplumundaki kapitalist reformlar, kaçınılmaz olarak toplumsal mülkiyetin dağılımı, gasp edilmesine, kullanımı alanlarında aşırı değişik ilkelere yol açtı. “Gerçi devlet mülkiyeti kaldı işyerleri özel kişilere verilmedi, kolhozlar ortak kolektif işletmeler olarak kadılar, bankalar hisse senedi sahiplerine verilmedi ama dağılımda değişen şey toplumsal üretimin kullanımıydı.” (E.Hoca 8. Parti Kongresi Raporu, İngilizce baskı S. 240).
Kruşçev ve Brejnev’in kapitalist reformları sona erdiğinde “Sovyet toplumu en küçük hücrelerine kadar burjuva toplumuna dönüştü ve kapitalizm her alanda restore edildi.” (E. Hoca 7. Kongre Raporu Tiran 1976, S. 215 İngilizce baskı) Sovyet toplumunda iki yol arasındaki mücadele kapitalizme dönüşle sonuçlandı. Kapitalist meta üretiminin temelindeki çelişkiler yeniden oluşturuldu. Bunlar, bir yanda koyu faşist diktatörlüğün aletleriyle yeni burjuvazi, diğer yanda kapitalist baskı ve sömürüye karşı mücadelede zengin devrimci geleneğiyle emekçiler -Sovyet proletaryası- bu iki düşman sınıf arasında kaçınılmaz mücadele ve çelişkilere yol açtı.

Artı Değerin Ortaya Çıkışı
Proletarya diktatörlüğünün tasfiyesi ve yeni burjuvazinin ellerindeki faşist, totaliter devlet makinasının inşası, yalnızca Sovyet işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin politik gücünü değil, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini de yağmaladı. Kişinin artık kendisi ve toplum için değil de kolektif kapitalist devlet için çalışma zorunluluğu biçimiyle sömürü tekrar ortaya çıktı. Sonuç olarak Sovyet toplumunda tekrar artı değer oluştu. Toplumsal üretim artı değer üretimine, toplum için emek, artı emeğe, işgücü de metaya dönüştü. AEP’nin 8. Kongresi’ndeki açıklandığı gibi: “Sovyet yönetimi artık Sovyetlerin yani işçi ve köylülerin yönetimi değildi. Onlardan soyutlanmış, işçi köylülere yabancı, kendisi için bir yönetim haline gelmişti.” (E. Hoca 8. Kongre Raporu, Tiran 1981 S.243-244 İngilizce baskı).
Sermaye ortamında emeğin oluşumu şartlarının, üretim araçlarının ve geçim şartlarının değişimi iş gücünün metaya dönüşmesine yol açtı. Revizyonistlere göre: “Çalışan insan, iş yapabilme gücüyle ilgili karar verme hakkına tekrar sahip olmuştu. Bu hakkı işletme ile imzaladığı çalışma sözleşmesi ile elde ediyordu.” (Ekonomicheskiya Nauki Nr 4. 1972)
Bu “hak” pratikte meta işgücünün alınıp satılmasıyla gerçekleşir. Kapitalizmin bu kategorisinin restorasyonu Sovyet toplumunda bağırıp duran bir olgudur. İş pazarı “özgür” işçilerle doludur. Rekabet ve arz-talep yasaları iş-güçlerini satmak için daha iyi sözleşmeler arayan ücretli işçilerin, bu nedenle göç edenlerin büyük çapta hareketlerine neden olurlar. Sovyetler basınının zorunlu olarak itiraf ettiği gibi, işgüçlerinin bu büyük çalkanması, esas olarak daha iyi şartları, ücret ve geçinebilmek için verilen rekabet kavgasına bağlı olarak oluşturmaktadır. 1967 yılında 5,5 milyon emekçi yaşayabilmeleri için zorunlu olan bu çıkarlar nedeniyle başka bir şehre göç etmiştir. 1,5 milyon emekçi şehirden köye taşınmıştır. Unutulmaması gereken milyonlarcası da eski köylerini terk edip yenisine yerleşmişlerdir.
Kapitalist reformların yapılmasıyla tek amaçları en yüksek kârı elde etmek olan işletmeler, meta işgücünün “özgür” pazarında kaliteli ve verimli iş-güçlerini garantileyebilmek için yaptıkları direkt sözleşmelerle şiddetli bir rekabet kavgası içine düştüler. Yani sanayi işçilerinin % 90’ı işletmelerle yaptıkları direkt sözleşmeleri sonucu işe alındılar.
İnsanın insan tarafından sömürüsü kapitalist ilişkisinin restore edilmesi, beraberinde getirdiği bütün kategori ve yasalarla yeni artı değer üretimi mekanizmasını yarattı, Sovyet resmi belgeleri ve gerçek olgular temelinde bu mekanizmanın bir analizi, bize Sovyet sanayisindeki proletaryanın sömürü derecesi ve sanayideki artı değer oranı hakkında bilgi vermektedir.
Şimdi bırakalım gerçekler konuşsun: 1971’de ücretlerin (değişken sermaye) sanayi ürünleri giderindeki (kapitalist üretim gideri) oranının ortalama % 15,5 olduğunu Sovyet kaynaklan itiraf etmektedir (Sovietkoye Planirovannoye Hozyaistro, Moskova 1974, S.33) Bu dönemde Sovyet sanayi sermayesinin ortalama organik bileşimi:
C/V =        84,5/15,5 = 5,5/1’dir.
(sermaye)     (değişken sermaye)

Kruşçev kapitalist ekonomik reformları 1961-65 yılları arasında % 16,7 olan ortalama kâr oranın) 1966-70 yılları arasında % 21,3’e çıkardı. Bu oran 1970 yılında sanayide % 27,2’ye yükseldi. (Sovetskaya Ekonomicheskiya Reforma Produvizhiezyei problemi S. 208 Moskova 1972).
Bu verilere bağlı olarak Sovyet sanayisindeki meta değerinin tipik yapısı aşağıdaki şekildedir:
W            =C+V+M    = 84,5c+15,5v + 27,2
(meta değeri)        (sermaye)    (değişken sermaye) (kâr oranı)

Diğer yandan artı değer oranı ve Sovyet sanayi proletaryasının sömürü oranı şu şekilde ortaya çıkar:
M1 = M/V        = 27,2/15.5×100    = % 175
(artı-değer oranı)    (kâr oranı)        (değişken sermaye)

Bunun sonucu olarak 70’li yılların başında kapitalist Sovyet sanayisinde bir ücretli işçi sekiz saatlik işgününde 2 saat 54 dakika kendisi, 5 saat 6 dakika da yönetimdeki kapitalist sınıfın yeniden üretimi için çalışmaktaydı. Bir sanayi işçisinin sırtından yılda ortalama gelen kâr 2800 Rubleye ulaşmıştı. (Narodnoyi Hozyaisto SSSR v 1979, Godu Moskova 1980 S.167).
Bu veriler büyük sanayideki ve büyük devlet tekellerindeki proletaryanın sömürü ölçüsünü tam olarak yansıtmamaktadır; çünkü buralarda değişmez sermaye için yapılan harcamalara çok küçük bir eklemeyle bile yaşayan emek, artı değerin kaynağı olarak yığınlar halinde harekete geçirilebilmektedir. 70’li yıllarda sermayenin yoğunlaştırılma sürecinin ve merkezileştirilmesinin şiddetlendirilmesiyle Sovyet sanayi sermayesinin organik bileşimi kendini daha da geliştirmiştir. Satış fiyatlarının ortalama durumunu esas alırsak resmi verilere göre Sovyet sanayisinin (sanayi ve ticaret sermayesi birlikte alındı.) kâr oranı 1979’da % 30,1’di. (Narodneye Hozyaistvo SSR v 1979 Godu S. 147).
Yetersiz bilgiler nedeniyle sermayenin organik bileşimini değişmez kabul etsek bile, 1971-1979 yılları arasında artı değer oranı:
M1 = M/V = 30,1/15,5 = % 194’e çıktı
Böylece 70’li yılların sonunda Sovyet sanayisinde çalışan ücretli bir işçi çalışma süresinin 2/3’ten fazlasını “efendilerine”, revizyonist büyük burjuvaziye ve onların sosyal emperyalist devletine sundu. 1979’da Sovyet sanayisindeki 29 milyondan fazla ücretli işçi bu vahşi sömürüye tabi kılındı. Sovyet ekonomisinin tekelci devlet sektörünün yıllık gelirinin, 114 milyar Rublesi (% 53’ü) kârlar, 88 milyar Rublesi de gelir vergisi şeklinde olmak üzere 215 milyon Rubleye eriştiğini resmi istatistikler itiraf etmektedirler. (Narodneye Hozyaist vo SSSR v 1979 Godu S.535) Bu sayı Sovyet toplumundaki üç çeşit kapitalist mülkiyette çalışan emekçilerin sömürülmesinden ortaya çıkan toplam artı değer miktarını vermemektedir. Bu miktarın içinde Sovyet ekonomisindeki kooperatif-kapitalist ve özel sektörlerden gelen artı değer yoktur.
Artı-değerin gasp edilmesi ve paylaşımı kapitalist ilişkilerinin bir analizi, Sovyet toplumunda hâkim olan ve onun sınıfsal fizyonomisini oluşturan kapitalist süreci daha fazla aydınlatmamıza yardım edecektir.

Artı Değerin Paylaşımı ve Gasp Edilmesi
Sovyetler Birliği’nde yeniden oluşturulan kapitalist ilişkiler, toplumsal yaşamın toplumsal üretimin paylaşımı ve kullanımı gibi önemli alanlarında daha fazla göze batmaktadır. Bu kapitalist ilişkiler, üretim araçlarının, emeğin kaynağının ve bu ülkenin zenginliklerinin egemen ve sömürücü sınıf tarafından sosyal emperyalist devlet ve onun ulusal ve uluslararası stratejik çıkarları için kullanıldığını açığa çıkarmaktadır. Bu sınıf, Sovyet işçi ve köylülerinin emek ürünlerini yağmalamaktadır.
Karl Marx’ın ortaya koyduğu gibi: “Sermaye yalnızca emeğe kumanda etmek değildir… Özü itibarıyla ödenmemiş emeğe kumanda etmektir…” (Kari Marks. Kapital, Cilt 1, 2. Kitap S. 30 Arnavutça baskısından) Kapitalist gasp etme mekanizmasının bu yasası Sovyet toplumunda da güçlü olarak etkisini gösteriyor. Farklı tarafı revizyonist burjuvazinin Sovyet işçi ve köylülerinin ödenmemiş emeğinin ezici çoğunluğuna değilse de büyük bir kısmına devlet tekelinin aletleri ve sömürü mekanizmalarıyla kumanda etmesidir.
Toplumsal üretimin kullanımı ve artı değerinin paylaşımı, yönetici sınıf olan büyük burjuvazinin çıkarlarının mutlak hâkimiyetini ve Sovyet toplumundaki tekelci devlet mülkiyetinin özel ve kooperatifler şeklindeki diğer kapitalist mülkiyetlere oranla hâkim rolünü daha fazla açığa çıkarmaktadır. Sonuç olarak Sovyet devleti bütün artı değerin sahibi veya Marks’ın sanayi kapitalistleri üzerine söylediği gibi: “… artı-değerden pay alan herkesin temsilcisidir…” (Kapital, Cilt 1, 3. Kitap, Arnavutça baskı S.8) Sovyetler Birliğinin, ekonomik yaşamında sanayici, tüccar, bankacı, toprak sahibi vb. şeklinde gibi çeşitli kapitalistler arasında klasik işbölümü yoktur. Artı değerin paylaşımı, kullanımı ve gasp edilmesi gibi üretimin işlevleri ezici çoğunlukla devlet sermayesine tabidir ve yaşamın her alanında burjuva tekeli birlik ve bölünmezlik içinde uygulanmaktadır Sovyet toplumunda artı değer, onu yönetimdeki burjuvazinin çıkarları ve isteği doğrultusunda paylaştıran ve kullanan sosyal emperyalist devlet tarafından yağmalanır. Bu kullanım, bir süper-güç olarak ekonomik askeri gücünün genişletilmiş yeniden üretimi için olduğu gibi; devlet kapitalizminin çeşitli memurlarının verimsiz ve asalak tüketimleri içinde olabilir. Sonuncular yani yeni burjuvazinin çeşitli grupları, artı değerin paylaşılması ve yağmalanmasına, devlet hiyerarşisinin her grubunda yani parti, ordu, ekonomi, bilim ve kültür alanındaki rollerinin ölçüsünde katılabilirler. Şimdi gerçeklere gelelim:
Sovyet toplumunda artı değerin paylaşımını ve gasp edilmesini düzenleyen sömürücü vergi sistemi, devlet bütçesinin en önemli unsurudur. Bu bütçe, sosyal emperyalist devlet tarafından ulusal gelirin tekelci devlet büyük sermayesi lehine dağıtımının temel kaldıracıdır. Devlet artı-değeri dağıtımın temel kaldıracıdır. Devlet artı-değeri bütçede merkezileştirerek dağıtımı bilinen yollardan gerçekleştirir. Anlamları yani devlet bütçesine katkılarına göre esas yollar: Muamele vergisi, 1979’dan 1982’ye kadar 88-100 milyar rubleye yükseldi (bütçe gelirlerinin % 31-37,6’sı), devlet işletmelerinin kârlılığından gelen gelir 84-95 milyar ruble (% 29-30), halkın vergilendirilmesinden 23-38 milyar ruble (% 8-10) vb. (Narodnoye Hozyaistvo SSR v Godu S.353 ve Pravda 1 Ocak 1984 S.4) Devlet işletmeleri kârlarını şu biçimlerde vermektedirler: Sabit kapitalden gelen faiz (gelirin % 33’ü) değişik ekonomik bölgelerde oluşları nedeniyle kademeli tarifeye göre maden ocakları ve akarsulardan arazi vergisi, banka kredilerinin faizleri (gelirin % 18’den fazlası) ve ekstra kârlar (yıllık kâr gelirin °7o 49’u), (Alıntı yukarda adı geçen yerden yapılmıştır). Buradan çıkarak her yıl devlet bütçesine işletme sigortalarından 14 milyar ruble (bütçe gelirinin % 5’i) tarımsal kooperatiflerin vergilendirilmesinden 1-2 milyar rubleye yabancı kaynaklardan (dış ticaret, sermaye ihracından gelen gelir, silah satışı, yabancı krediler vb.) 70 milyar ruble (% 25), aktarılır. (Pravda 29 Temmuz 1979 ve Ekonomicheskiva Gazeta N. 32 1979).
Açıktır ki tarımsal kooperatiflerin vergilendirilmesinden bütçeye akan artı değer parçası çok azdır. Bu paranın çoğu ya tekrar paylaşılır ya da toplanan fiyatlar sistemiyle malların şehir ve köy arasındaki dolaşımında eritilir.
Bu gerçekler göstermektedir ki, Sovyet sosyal emperyalist devleti ve Sovyet ekonomisi ülke yaşamının yoğun askerileştirilmesinin sonuçlarından ağır etkilenmektedir. Bilindiği gibi Sovyetler Birliği ulusal gelirin üçte birini bu amaç için kullanmaktadır. (150 milyar ruble) Ağır sanayinin önemli dallarının üçte biri, enerji kaynaklarının yedide biri, aktif işgücünün onda biri ya doğrudan devlet bütçesinden ya da diğer yollardan ülke hayatının askerileştirilmesi için harcanmaktadır. Sovyet sosyal emperyalistlerinin dünyanın ekonomik olarak ve toprak bakımından yeniden paylaşımı süper-güç olma planlarına bağlı olan stratejik çıkarlarının sürdürülmesi için artı değerin kullanımı sürecinde Sovyet büyük burjuvazisi devlet aracılığıyla, devlet sermayesinin genişletilmiş yeniden üretimine, ekonominin askerileştirilmesine, sermaye ihracına vb. tartışmasız öncelik verir. Büyük burjuvazi bu amaç için artı değerin birikimi ve kullanımını yönetimdeki burjuvazinin sürekli artan asalak tüketimine hiç dokunmadan sağlar; ancak bunun karşılığında emekçilerin sırtına bindirilen yük devamlı artar. “Bu çizginin sonuçları Sovyet halkının günlük yaşantısında da görülüyor. En gerekli mallar sıkıntısı çekiyor; enflasyon, işsizlik, işgücünde oynama var; çeşitli mallar hem açıklanmış hem de açıklanmamış zam görüyor. Ekonomide özel sektör yaygınlaştı, tekelci yabancı sermayeye kapılar açıldı; karaborsa, vurgunculuk, yolsuzluk, rüşvet ve kaçakçılık serpiliyor.” (E.Hoca AEP 8. Kongre Raporu, Tiran 1981 S.243 İngilizce baskı).
1979’da devlet işletmelerine ayrılan kârların % 40’ı üretimin genişletilmesi fonuna, yeni sermaye yatırımlarının merkezi olmayan finansesi ve dolaşım sermayesinin büyümesi için, % 43’ü çalışanların maddi teşviki fonuna. % 17’si de sosyal kültürel önlemler ve yatırım fonuna aktı. (Narodnoye Hozyaistvo SSR v 1979 Godu, S.536). Askersel Sovyet devleti, askeri sanayi komplekslerinin önemli faaliyetlerini ve önemli sektörlerini, tüm Sovyet ekonomisinin çalışıp ödediği bürokratik merkeziyetçilik sayesinde kontrol altında tutar. Sovyetler Birliği’nde büyük devlet sermayesinin genişletilmiş yeniden üretimi için artı değerin birikimi ve kullanımı bu koşullar altında gerçekleşiyor. Aynı zamanda, Sovyet devletinin yetişemediği üretimin bir kısmına, yani gıda maddelerinin ticaretine, birçok tüketim maddesinin üretimine ve sosyal hizmetler alanına özel sermaye çağırılıyor. Bu amaçlar için özel sermayeye daha geniş olanaklar tanıyor. (Sovyet revizyonistlerinin 26. Parti Kongresi tutanakları-Pravda). Bugün Sovyet ekonomisi parçalanmış durumdadır ve birbirine paralel iki çizgi halinde kapitalist iflasa sürüklenmektedir. Özel sermayenin faaliyetleri arttı ve resmi basının “gölge ekonomisi” (Tyenovaya ekonomika) dediği bir ikinci paralel ekonomiye dönüştü. (Review Eko, Mart 1980). Bu ekonomi, bütün ekonomideki yıllık işgününün onda birinden fazlasını kendi bünyesinde topluyor. (Bunun üçte biri tarıma ait) 8,5 milyon hektar arazi, 23 milyon büyük baş hayvan, 29 milyon koyun ve keçi, tarımdaki toplam üretimin dörtte biri, konut yapımlarının °?o 340’u, şehirde yaşayan ailelerin ortalama gelirinin % 25’i ve kırsal kesimdeki ailelerin ortalama gelirinin °/o 27’si bu ekonominin kapsamı içindedir. (Comecon Yıllığı, Moskova 1979, S.215-216-261-263).
Kişisel tüketim mallarının dağıtımı alanının en temel özelliği, emekçilerin sırtından yeni burjuvazinin ayrıcalıklarının ve maddi çıkarlarının teşviki ve garantilenmesinin tam anlamıyla öncelik almasıdır. Bu kapitalist ülkede geçerli olan ücret sistemi ve tüketimin çekiciliği, sömürü hiyerarşisi yukarıdan aşağıya doğru kendini oluşturur. Aşama düzenine göre, bir avuç seçkin azınlığın hakları, emekçi halkın zararına en uç noktadan yani devlet aygıtından başlayarak partide, ekonomide korunur. En üstte başlayan sömürü düzeni sanayi işletmelerindeki çalışma grupları düzeyinde sona erer. Sovyet işçi sınıfını tanınmış işçi aristokrasisi katmanlarının yozlaştırılması yöntemleriyle karıştırmak için sömürüden çalışma gruplarındaki işçiler de pay alırlar. Mülk sahiplerinin ve işverenlerin emekçilere karşı burjuva haklarının sınırsız etkilerinin kurumlaştırılması ve nominal ücretlerin teşviki, kârdan pay verilmesi, çeşitli prim ve ayrıcalıklar sisteminin yerleştirilmesiyle Sovyetler Birliği’ndeki çeşitli toplumsal gruplar yaşam standartlarına ve reel gelirlerine göre sayısız kademelere bölünmüştür.
“Emeğe göre ücret ilkesi uygulanır deniyorsa da; gerçekte yeni burjuvazinin çeşitli grupları işçiler ve köylülerin yarattıkları artı değeri kendilerine mal ediyorlar. Bu geniş çaplı soygun, sözüm ona üretim çalışmasını, bilim çalışmalarını, sanat yaratıcılığını vb. özendirmek için uygulanan bir tür maddi teşviktir, deniyor. Gerçekte ise tam da kapitalist bir sömürüdür.” (E.Hoca, 8. Kongre Raporu, Tiran 1981, S.240 İngilizce baskı).
Sovyet kaynakları, sanayi işletmelerindeki nominal ücret sistemini şöyle açıklamaktadırlar:
Vasıfsız işçi 1
Vasıfsız işçi 1,5 kat
Usta başı 2,4 kat
Bölüm şefi 3,2’den daha fazla
Baş mühendisi 7,2 kata kadar.
Müdür 10,8 misline kadar. (Sovjetskaya Planirovannoye Hozyaistvo, Moskova 1973 S.242-253).
Bu duruma rağmen ücret tabelası Sovyetler Birliği’nde revizyonist burjuvazi ile işçilerin yaşam düzeyleri ve biçimleri arasındaki ayrılığın yalnızca küçük bir parçasını sergilemektedir. Ücretlerin ve ayrıcalıkların derecelendirildiği ve yeni burjuva unsurların tam anlamıyla en fazla kâr ettikleri yolların sonucu olarak sosyal eşitsizlik büyüyor. Sorunu bu bağlamda AEP 8. Kongresi şöyle ortaya koymuştur: “Asalak tüketim görülmedik boyutlar kazandı. İşçilerin ücretleriyle üretim alanındaki bürokrat ve teknokrat yöneticilerin ücretleri arasındaki oran, görünen (nominal) ücret temel alınırsa onda birden fazladır; kâr payı, çeşitli ödemeler, diğer sayısız ayrıcalıklardan sağlanan gelirler göz önünde tutulursa, bu oran daha da artar. Yaşayışta ve ücretlerde bu farkı, batı ülkelerindeki burjuva yöneticilerle işçiler arasındaki farktan ayırmak zordur.” (Enver Hoca 8. Parti Kongresi Raporu, Tiran 1981 S.242 İng. baskı).
Bu gerçekler de kanıtlıyor ki: Kruşçevçi kapitalist reformlar paylaşım alanında “maddi teşvik sistemi”ni harekete geçirdi, bu toplumsal güçleri kutuplaştırdı ve tam anlamıyla ekonominin her organına kapitalist kâr ölçülerini yerleştiriyor. “Asıl olan; ücretlendirmenin her biçiminin kâra dayanmasıdır.” (Liberman, Voprosi Ekonomiki. Nr. 8. 1962)
1966-1969 yılları arasında Sovyet işletmelerindeki maddi teşvik fonu ortalama dört kat artmıştır. (Sovjetskaya Ekonomicheskiya Reforma Provi i Problemi S.207).
Sovyet sanayisinde çalışanlar sosyal yapılarına göre % 4 yönetici personel, % 96 işçiler olarak ayrılırlar. Sovyet ekonomisinin bu temel dalındaki maddi özendirme fonunun paylaşımıyla bağlantılı olarak; resmi istatistiklerin de açıkça ortaya koyduğu gibi, primlerin % 49,4’ü üretimin kapitalist yöneticilerine giderken, % 50,7’si işçiler arasında dağıtılmaktadır, (agy, S. 194). Devlet gücüyle donatılmış ve üretimin yönetimini hakimiyeti altında tutan Sovyet revizyonist burjuvazisinin temsilcileri, bu gerçeklerin de gösterdiği gibi kârların dağıtımında aslan payını alırlar. Devlet gücünün görevlerini üzerine almış % 1 oranında isletme çalışanı yeni kapitalist yöneticiler, primlerin % 12,3’ünü alırlar. Sovyet işçi sınıfı gibi devlet gücünde payı olmayanlar ise primlerin % 0,5’îni veya 25 kat daha az alırlar. Bu küçük “emek kırıntılarıyla Sovyet büyük burjuvazisi tıpkı batı burjuvazisinin yaptığı gibi işçi sınıfı hareketinin koynunda oportünizmi beslemektedir.
Sovyet kaynaklarına göre, yöneticilere primleri aydan aya ödenirken, işçi primlerinin büyük kısmı (% 59,1 M) sene sonunda ödenmektedir. (S. Kamenicer, Opit Promishtenovo Upravlemiya v SSCB, Moskova 1973 S. 124). Yani revizyonistlerin işçiler için “14. ay” dedikleri üretim kapitalist yöneticileri için yılın “24. ayı”dır. Yıl boyunca dağıtılan kârın geri kalan kısmıyla uçurum daha da derinleştirilmektedir. Aylık primlerin % 82,2’sini işletme yöneticileri alırken, yalnızca <% 17,8’ini işçiler almaktadır. Bu da Sovyet sanayi çalışanlarının sosyal yapısına göre 102 kat daha az pirim aldıklarını göstermektedir (Sovjetskaya Ekonomiskeskiya Reforma: Prodvizhenie i Problemi, S. 194).
Tüm bunlara rağmen, “maddi özendirme fonları” maddi teşvikin tek yöntemi değildir. Sovyet basını, birçok işletmelerde özendirme fonlarının çalışanların ücretlendirilmesinde esas kaynak olmadığını kabul etmektedir. Çünkü aynı zamanda otuzdan daha fazla ücretlendirme sistemi yürürlüktedir. “Özel pirimler” diye adlandırılan primler, maddi özendirme fonlarından dağıtılan “genel primlere” göre çok daha yüksektir. (Voprosi Ekonomiki, Nr. 12,1973) Yeni Sovyet burjuvazisini sevindiren sayısız hak ve ayrıcalıklar, çalışanların sırtından bitmez tükenmez kâr kaynakları sunmaktadır. Devlet ve parti ileri gelenlerine mavi zarflarla pirimler verilmekte, devlet bankalarında hesaplar açılmakta, yönetici sınıflara ait bir avuç insanın asalak tüketimlerini garantilemek, kişisel emekliliklerini ve diğer ayrıcalıklarını gerçekleştirmek için bu kaynaklar kullanılmaktadır. Bugünkü bunalım, tekelci devlet kapitalizminin başarısızlığının sonucudur. Bu açıkça göstermektedir ki; kapitalizmin çürümesi yalnızca klasik kapitalizm değil, Sovyetler Birliği ve diğer ülkelerdeki kapitalizmi de içermektedir. Emekçiler üzerindeki bu kapitalist egemenlik ve sömürü biçiminin de, ekonomik sarsıntıları, üretici güçlerde düzensizliği, üretim düşüşünü emekçi kitlelerin geçiminin zorlaşmasını, burjuva toplumun yarattığı hastalıkların yayılmasını engelleyemediğini AEP 8. Parti Kongresi vurgulamıştır. “Sınıfsal farklılaşma süreci bütün revizyonist ülkelerde kaynıyor.
Sınıfsal çatışmalar hızla büyüyor. Sovyetler Birliği de dış itibarıyla görünse de, bu olguların dışında değildir. Kapitalizmin yeniden açtığı yaralar, ancak, revizyonizmin yıkılıp sosyalizmin yeniden kurulmasıyla iyileşebilir.” (E. Hoca 8. Parti Kongre Raporu, Tiran 1981, S.248 İng. baskı)

Ocak-Şubat 1989

Eskimiş Bir Oportünizm Türü, Yeni Politik Düşünce: Gorbaçov “Barışçıllığı” ve Emperyalizmle Bütünleşme

İçeride ekonominin liberalizasyonuna, özelleştirmelere, piyasa ekonomisine, tüm normlarıyla Batı kapitalizminin geliştirilmesine ve buna uygun bir siyasal yapılanmanın gerçekleştirilmesine girişen burjuva-revizyonist dünyanın yeni yıldızı Gorbaçov, bu yöneliminin uluslararası alanda gereklerini yerine getirme işine de dört elle sarıldı. Ardı arkası kesilmeyen “barışçıl” girişimlerle, gün geçirmeden ortaya attığı yeni önerilerle herkesi şaşırtıyor.
Gorbaçov’dan bu denli atak tutum ve eski Sovyet politikalarının bu denli hızlı değiştirilişini beklemeyen Batılı emperyalistler şaşırıyorlar. Onun büründüğü barışçıl görünüme kendi görünümlerini yenileyerek yanıt verme zorunluluğunu duyuyorlar. Sıradan insanlar, özellikle Avrupa ve Amerikan kamuoyu şaşkınlığa düşüyor; çünkü Gorbaçov onların barış özlem ve umutları üzerine politika yapıyor, barış umudundan söz ediyor, hatta dünya barışının kurtarıldığını açıklıyor. Burjuva, küçük burjuva akım ve partiler, muhalif gruplar, uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler varsayıp tasarlayarak şaşırıyor, umutlanıyor, yeni stratejik, taktik arayışları içine giriyorlar. Eski Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko bile şaşırıyor ve görevden almıyor.
Şaşkınlık ve barış umutları pek de haksız sayılmaz! Dünyanın süper devletlerinden, savaşın bu baş kışkırtıcılarından birinin başkanı barış sözü veriyor, bununla da kalmıyor, çeşitli girişimlerde bulunuyor.
Gorbaçov dünyayı dolaşıp duruyor. “Barış görüşmeleri” yapıyor, “barış seferleri” düzenliyor. Reagan’la zirve toplantıları yapmayı pek seviyor. Fırsat buldukça ya ABD’ye gidiyor ya da Reagan’ı Moskova’ya davet ediyor. İngiliz, Fransız, Alman, Hint başkan ve başbakanları başta olmak üzere önemli ülke liderleriyle görüşmeler yaptı. Görüşmeler trafiği Sosyal Demokrat önderlere, Papa’ya, Ortodoks kilisesi papazlarına, Amerikalı ve Avrupalı işadamlarına, sanatçılara, bilim adamlarına kadar uzanıyor. Etkileme ve destek sağlamanın yanı sıra, görüşmelerinin amacını, “barış” pazarlıkları oluşturuyor.
Silah indirimi pazarlıkları bunların önde gelenleri arasında. Gorbaçov’un asıl muhatabı, rakibi ya da partneri ABD ve başkanı. Başlıca pazarlıkları onunla yapıyor, önerileri başlıca ona yönelik.
Gorbaçov, 2000 yılına kadar nükleer silahların tümüyle imha edilmesini öngörüyor. Bunların bir kısmının şimdiden imhasını istiyor. Avrupa’daki orta menzilli silahların kaldırılmasını önerdi, hatta bunların belli bir miktarını tek taraflı olarak sökeceğini açıkladı. Aynı şeyi konvansiyonel silahlar açısından da uygulayacağını ilan etti. Savunma ve saldırmazlık Paktı, uluslararası ekonomik güvenlik anlaşması, ülke dışındaki askerî kuvvetlerin geri çekilmesi, Asya-Pasifik bölgesindeki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi Gorbaçov’un önerileri arasında. Sovyetler Birliği hâlâ dünyanın ikinci büyük silah satıcısı durumunda, geri ülkelerin başlıca silah tüccarlarından biri ve bu ayın 17’sinde yeni bir nükleer patlama gerçekleştirdi; ama Gorbaçov bir yandan da “barış” önerilerine devam ediyor. Dilin kemiği yok. Gorbaçov’un çok yönlü bir “barış programı” yürüttüğü açık:
Öte yandan Gorbaçov Çin-Sovyet ilişkilerini de normalleştirmeye çalışıyor. Görüşmeler üst düzeye tırmanıyor. Kamboçya sorununun hallolabileceğini, sınır anlaşmazlıklarının çözülebileceğini, iki “sosyalist ülke” arasında işbirliğinin doğal ve gerekli olduğunu söylüyor Gorbaçov. Çinliler yüzyılların kuşkuculuğuyla ağırdan alıyor ya da öyle görünmeyi tercih ediyorlar, ama bir yandan da görüşmeleri ilerletiyorlar, garantiler talep ederek ya da önce iş isteyerek…
Bu arada Afganistan sorunu Sovyet askerlerinin çekilmesiyle gelişiyor. Gorbaçov, Afganistan’ı, batağa saplanıp çekilmek zorunda kaldıkları için değilmiş gibi, “barışçı” Sovyet politikası nedeniyle terk etmekte olduklarını söylüyor.
Her şeye rağmen Sovyet dış politikasının reforma tabi tutulduğu ortada. Uluslararası ilişkilere yönelik Sovyet tutumunda belli bir değişiklik gözleniyor. Öyle anlaşılıyor ki, “barış”, Sovyet dış politikasında daha önemli ve etkin bir malzeme olarak kullanılacak.
19. Konferansa sunulan MK tezlerinde, Gorbaçov okuyor, eski dış politika yaklaşımlarının özeleştirisi ya da eleştirisi yapılıyor:
“Geçmiş dönem üzerinde eleştirel gözle yapılan analiz, dış politikamızın dogmatik ve öznel verilerden çıkarak saptandığını gösterdi. Dış politikanın dünyamızdaki köklü değişikliklerin gerisinde kalmasına izin verildi. Sürtüşmelerin azaltılması, halkların daha iyi anlaşabilmesi için var olan olanaklar tam anlamıyla kullanılmadı. Geçtiğimiz dönemlerde askersel-stratejik güçler dengesi için mücadelede ülkemizin güvenliğinin politik yoldan sağlanması olanakları her zaman son noktasına kadar kullanılmadı. Kendimizi, ülkemizin sosyal ekonomik gelişmesini olumsuz etkileyen, uluslararası konumumuzun korunamamasına yol açan silahlanma yarışının içinde buluverdik. Dış politikanın temeli tarihsel olarak aşınmış kalıplardan kurtulmuş bilimsel yeni düşünce tarzıdır.” (1)
“Barış” malzemeli dış politika yönelimi doğrultusundaki özeleştirinin iki “zaaf” noktasına değinerek geçelim: Eleştiri, “askersel-stratejik güçler dengesi için mücadele”yi Sovyet dış politikasının temel ekseni olmaktan çıkarmıyor; uluslararası güç dengesi, buna bağlı olarak dünya egemenliği ve nüfuz bölgeleri için mücadele yerine ülke savunması geçirilmiyor. Eleştirilen, güç dengesi için mücadelede politik mücadeleye gereken önemin verilmemesi… Kaba kuvvetin fazla öne çıkarılmış olması, politik destekler oluşturulmasının küçümsenmesi, rakibin politik olarak köşeye sıkıştırılıp tavizlere zorlanmasının öneminin anlaşılmaması.
İkinci “zaafsa, SSCB’nin içinde bulunduğu zor durumun ele verilişi ve barış malzemeli dış politika yöneliminin bir nedeninin ağızdan kaçırılışı: Silahlanma yarışı ülkenin sosyal ekonomik gelişmesini olumsuz etkilemiş, ikrar ediliyor. Doğru. Silahlanma yarışı ve askerî fonlar Sovyet ekonomisini bunalıma götüren önemli nedenlerden biri oldu. Bu olgu, Gorbaçov “barışçılığının” temel iticilerinden biridir. Düşünülsün: gelinen aşama, uzayın savaş amacıyla kullanımıdır ve bunun için trilyon dolarlık projeler söz konusu edilmektedir. Ve Sovyet ekonomisi bu harcamayı kesinlikle finanse edebilecek durumda değildir. Gorbaçov’un temel bir hareket noktası budur ve onun nükleer pazarlıklarda gündemin birinci maddesine uzayın silahlandırılmasının önlenmesini koyduğu hatırlanmalıdır. Gorbaçov’un silahsızlanmasının şartı, uzayın silahlandırılmasından vazgeçilmesidir.
Ve Gorbaçov “barış” istemektedir!

Yeni Politik Düşünce Tarzının Temeli, Yönelim ve Unsurları
Önce “yeni politik düşünce tarzı”nın sıradan olmadığı belirtilmelidir. ‘”Yeni” dış politika ve onun temeli olan “yeni politik düşünce”, doğrudan Gorbaçov’un Sovyetler Birliğini yeniden düzenlemesinin bir parçası ve unsurudur. Bir yönüyle, normları uygulanmaya çalışılan Batı kapitalizmiyle bütünleşmenin, bir yönüyle liberalleşme ve yenilenmenin (perestroyka), bir yönüyle ekonominin zor durumunun, bir başka yönüyle de bu koşullarda gerçekleştirilme durumunda olan Sovyet sosyal emperyalizminin gereksemelerinin bir görünümüdür. Perestroyka ile ilişkiyi 27. Kongre ve 19. Konferans’a sunulan raporlar da kuruyor:
“Ülkenin ekonomik ve sosyal açıdan geliştirilmesindeki temel görevler, SBKP’nin uluslararası stratejisini de belirlemektedir. Bu politikanın başlıca amacının Sovyet halkına kalıcı barış ve özgürlük koşullarında çalışma imkanı sağlamak olduğu kesinlikle ortadadır.” (2)
“SSCB’de yenilenme global önemde bir etmen haline gelmiştir. İçerdeki köklü değişiklikler, uluslararası işlerde de aynı şekilde yeni yaklaşımları gerekli kıldı.” (3)
2 nolu pasajın kurduğu bağlantı yarı yarıya doğrudur: “Kalıcı barış” propagandif amaçlı bir revizyonist yanılsamadır, inceleyeceğiz. “Özgürlük” sorunu üzerinde yazımızın ilk bölümünde durmuştuk. Doğru olan, Sovyet ekonomisinin düzenlenmesi sürecinin, perestroykanın bir sure uluslararası istikrarı, geçici de olsa barışçı bir süreci gerek-sinmesidir. Güçlerin iç ilişkileri düzenlemeye seferber edildiği bir dönemde dış ilişkilerin keskinleşmesinin istenir olmadığı, olmayacağı gerçektir. Perestroykanın belli bir gelişme aşamasında Gorbaçov’un dişlerini göstermesi beklenir. Ama şu sıralar, gerektiğinde tavizler verme pahasına dış ilişkilerde istikrar arayışı içinde olacağı, barışın bir süre için işine geleceği belirtilmelidir. Bu, süreli barış ihtiyacı, Gorbaçov’un başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerden istediği bir destektir de aynı zamanda. Bu nedenle kendini onlara beğendirme peşindedir. “Barış programı” ve “yeni politik düşünce tarzının” bir nedeni ve kaynağı da bu ihtiyaçtır. Gorbaçov taktik nedenle, geçici ihtiyaç nedeniyle “barış”ı telaffuz etmektedir. Ama O, “barışı” taktik nedenle değil, genel olarak, kalıcı bir “barış” arzusunun ifadesi olarak savunmaya özen göstermekte, bu tutumuyla desteklerini geliştireceğini görüp hesaplamakta; “barış”ı halkların aldatılmasının unsuru haline getirmeye “emperyalizm koşullarında barış” umuduyla avuttuğu emekçilerin sisteme yönelik hoşnutsuzluklarını da gidermeye çalışmaktadır.
Taktik nedenle ihtiyaç duyduğu ama stratejik olarak savunuyor görünmeye yöneldiği barış sorununa yaklaşımı nedir Gorbaçov’un?
Gorbaçov “demokratizm” söylem ve propagandasıyla yapmaya çalıştığının benzerini “barış” söylem ve propagandasıyla da yapmaya çalışıyor: güç toplamak, destek oluşturmak. İnsanların barış özlemiyle oynamak prim yapıyor, Gorbaçov da oynuyor bu özlemle. “Kalıcı barış” için programlar yazarak, “barış” türküleri söyleyerek, silahsızlanma önerilerinde bulunarak… Kalıcı bir barış savunucusu görünümü vermek için Marksist tezleri ve genel olarak Marksist öğretiyi açıktan reddederek ve buna aldırmayarak insan ve barış üzerine eski oportünist, revizyonist tezleri, “yeni tezler” olarak, “yeni politik düşünce” tarzı olarak yineleyip duruyor.
“Yeniliğe” sosyalizmin “insancıllığı”ndan söz ederek başlıyor:

“İnsancıl Sosyalizm”, “İnsancıl Dış Politika”
Gorbaçov’un 19. Konferans’a sunduğu rapordan: “Bilimsel ve insancıl sosyalizmin yaratıcı doğası, dogmatizmle çatışma halinde yeniden canlanıyor.” (4)
“…toplumumuzun yeni bir niteliğe ulaşmasından söz ederken, işte sosyalizmin bu demokratik ve insancıl çehresini kastediyoruz.”5 Destek arayışı içindeki Gorbaçov, sosyalizmi herkes için kabul edilebilir kılma uğraşında. Kuruşçev ve Brejnev’le “sosyalizmin kötülüklerini” yaşayıp görmüş insanların anılarından kötülükleri silme peşinde. Kendi “sosyalizmi”nin ne denli “iyi”, “güzel” ve “insani” olduğunu belirtmek için kullanıla kullanıla suyu çıkmış eski bir formülü yeniden gündeme getiriyor.
Daha Bernstein ve sonra Kautsky zamanlarında ileri sürülen “demokratik ve insancıl sosyalizm” tezi, yakın zamanlarda Dubçek tarafından yinelenmiş ve onun sonunu getirmişti.
Sosyalizmin merkezine insanı ve insanın kurtuluşu sorununu koyduğu ve tarihte görülmemiş genişlik ve derinlikte demokrasinin sosyalizm koşullarından gerçekleştiği kesindir. Ancak insancıllık ve demokrasi sözcükleriyle oynamak ve sınıflı toplumda bu sözcükleri sınıf gerçeğiyle değiştirerek ortaya atmak, oportünizm ve revizyonizmin doğasından-dır.
Sosyalizm merkezine insan alır ancak bu, Marksistlerin insanlığın bölünmüşlüğünü saptamalarını ve insanlığın kurtuluşuna giden yolun bu bölünmüşlük koşullarında, insanların geleceği temsil eden ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracak bölümüne dayanan bir mücadeleden geçtiğini bilip buna uygun davranmalarını engellemez. İnsanlığın sınıflara bölünmüşlüğü gerçeği atlanarak, ancak, insanın özgürleşmesinin önüne setler dikilebilir; sınıflar-üstü bir “insan” ve “insancıllık” edebiyatı, insanın sınıfla birlikte olmak yerine sınıfa karşı ileri sürülmesi, uzlaşmaz karşıtlık halinde yaşayan bugünkü insan toplumunun olumlanması, kapitalizmin meşrulaştırılması ve insanın yabancılaşma konumunun devamı anlamına gelir. İnsan ve İnsancıllık adına köleliğin devamının savunulması için sınıfa rağmen insan demek yeterlidir.
Demokrasi sorunu açısından da durum farklı değildir. Herkes için demokrasi olanaksızdır. Bunu sosyalizm de sağlamaz. Sosyalist demokrasi kavramı doğrudur, ancak demokrasiden söz edildiği yerde bir diktatörlükten ve bazılarının baskı altında oluşundan kaçınılamaz. Herkes için demokrasi, olanaksız olduğu gibi anlamsızdır da ve ancak devletle birlikte demokrasi de sönüp gittiğinde, tüm insanlar herhangi bir baskıyla karşılaşmadan var olabilecek, ama bu durumda sosyalizm de kalmayacaktır. Sosyalizm koşullarında herkes için demokrasi, sömürücü sınıfların kalıntılarının, burjuva, revizyonist unsurların, geçmiş özlemcilerinin korunup kollanması, önlerinin açılması demektir. Sosyalist demokrasi kavramı doğruyken “demokratik sosyalizm” kavramı bir çarpıklık ve yanılsamadır.
Gorbaçov günü geçmiş “demokratik ve insancıl sosyalizm” formülüyle pazara çıkardığı “sosyalizmini” her çeşit insana beğendirmeye ve bilinçsiz emekçileri etkilemeye ve “barış” edebiyatına zemin oluşturmaya çalışıyor. Ve bu arada kuşkusuz Marksizm’le en küçük bir bağı kalmıyor. Ve dış politikaya geliyor. İç ilişkiler açısından belki, “SSCB, ileri sosyalist, sınıfsız bir toplumdur; bizde baskı altına alınacak kimse yok” diyerek savunmaya uğraşabileceği bu “demokratiktik ve insancıllığı”, emperyalistlerin zorbalığından geçilmeyen, dişinden tırnağına silahlı bir dünyada sosyalist dış politika adına ileri sürüyor. Emperyalizmden Gorbaçov da söz ediyor, sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmeden bahsediyor, dünyanın farklı sistemlere bölünmüşlüğü üzerinde duruyor, sonra, bunların yadsınması anlamına gelmek üzere insancıl dış politikadan söz açıyor. Ya dünya kapitalist emperyalizmle sosyalizm şeklinde bölünmüş değildir, emperyalizm tarihe karışmıştır ya da emperyalizm zordan baskıdan arınmış insancıllaşmıştır. Gorbaçov hangisi olduğunu belirtmiyor. O emperyalistlerle “kardeşçe bir arada yaşanabileceği”, onların insancıllaşmayı seçebilecekleri ve emperyalizm koşullarında kalıcı bir barışın mümkün olabileceği (“yeni politik) düşünce”sindedir. Ele alacağız. Dış politikaya ilişkin söylediklerini görelim (19. Konferansa MK adına Gorbaçov’un sunduğu tezlerden):
“SB’deki yenilenme, uluslararası anlamı olan bir etmen durumuna geldi. Kendi içindeki dinamizmi nedeniyle tüm dünyayı olumlu olarak etkilediğinden, insancıl yönü ağır basan bir dış politika izlememizi, uluslararası ilişkilerimizi demokratikleştirmemizi ve uluslararası işbölümünde farklı bir yer almamızı gerekli kıldı. (6)
Gaf yapmış. “İnsancıl yönü ağır basan” diyor, az da olsa ‘”insana karşı bir yönü” olmalı! Ve emperyalistlerle “demokratikleştirilmiş ilişkiler” kuracak! “Gorbaçov demokratizminin” boyutları olağanüstü! Stalin’i bir zorba ve kişisel diktatör olarak gösterirken adını anmaya -şimdilik devam ettiği Lenin, Gorbaçov’un tersine, emperyalistler arası ilişkilerin güce ve zora dayandığını, savaşın yanı sıra barışın da güç ilişkileri temelinde var olduğunu ve olabileceğini söylerken hatalı düşünmüş olmalı! Ya da bir başka olasılık: Lenin zamanında hatalı düşünmemişse eğer, hem Lenin hem de Gorbaçov haklıysa, ya emperyalizm tarihe karışmış -ki Gorbaçov emperyalizmin varlığını sürdürdüğünü söylüyor- ya da nitelik değiştirmiş ve dünyada köklü ve Lenin’in düşüncesini geçersizleştirecek değişiklikler olmuş olmalı! “Yeni politik düşünce tarzı” oluşturarak bunu Marksizm-Leninizm yerine geçiren SBKP ve Gorbaçov bu iddiada.

“Değişen Dünya” ve Yeni Değerlendirme Gereği
Gorbaçov MK adına 27. Kongre’de okuduğu raporda, neler olduğunu pek belirtmeden dünyadaki değişikliklerden söz etti:
“Çağdaş dünyanın gelişmesinde ortaya çıkan değişiklikler o kadar derin ve önemlidir ki, bu değişiklikler, bütün etkenlerin yeniden değerlendirilmesini ve kapsamlı olarak çözümlenmesini gerektirmektedir. Karşılıklı nükleer cepheleşme durumu yeni yaklaşımları, yöntemleri ve değişik sosyal sistemler, devletler ve bölgeler arasında yeni ilişki biçimlerini bulmaya zorluyor.” (7)
Ve “değişikliklere ilişkin biraz daha ayrıntı:, “Yüzyılımızın sosyal dönüşümleri, toplumun’ daha sonraki gelişme koşullarını değişikliğe uğratıyor: Ülke içinde ve uluslararası ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenler harekete geçiyor. Devletlerin ve halkların birbirlerine bağımlılığı giderek daha da sıkılaşıyor. İster dış politika, ister ekonomik ve sosyal çalışma kapasitesi,’, ister toplumun manevi çehresi söz konusu olsun, bütün bunlar, her devlete, özellikle kesin istekler dayatıyor.” (8)
“Bütün etkenlerin yeniden değerlendirilmesini gerektiren”, “derin ve önemli değişiklikler”… “Çağdaş dünya”daki “değişiklikler” bunlar. Doğal ki, Gorbaçov “çağdaş dünya”‘ ve “çağ” kavramlarından da farklı şeyler anlıyor. “Çağ”, emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı değil,’ sosyalizmin “insancıllaşmasını”, kapitalizmle sosyalizm arasında “yeni ilişki biçimleri” geliştirilmesini, göreceğimiz gibi emperyalistlerle “kardeşçe birlikte yaşanması”nı, “çıkar ortaklıkları” kurulmasını ve “çıkarların dengelenmesi”ni zorunlu kılan “yeni”, “modern” bir “çağ”. “Uzay çağı”; “nükleer çağ”, “bilim-teknik” ya da “enformasyon çağı”! Ve bu özellikleriyle çağın aynı zamanda “barış” ve “kardeşlik çağı” olması gerekiyor.
Bu “modern çağ’da ulusal ve uluslararası alanda ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik “yeni etkenler” gelişmeyi yönlendirme durumunda. “Yeni etkenler” “devletlerin birbirlerine bağımlılığını” artırıyor ve toplumların maddi ve manevi koşulları açısından “her devlete kesin istekler dayatıyor!” Ne gibi istekler? Bu, pek açıklanmıyor yukarıdaki pasajlarda. Açıklandığı pasajlar da aktarılacak. Ancak şimdi-, den şu yorum yapılabilir: Her devlet, sosyalist ve emperyalist kapitalist, tümü, toplumun maddi ve manevi yaşamın;; geleceğin toplumu yönünde düzenleme, sosyalleştirme zorunda, insanileştirme ve baskı ve zorbalıktan arındırma zorunda. Gorbaçov’un tezi bu.
Dünya kuşkusuz durmuyor, gelişiyor ve değişiyor. Üretici güçler, kapitalizm tarafından kösteklenme, önerileri kesilme koşullarında yine de gelişiyorlar. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu kabuğa sığmıyor, yeni ilişkileri gereksiniyorlar; üretim ve emek durmaksızın sosyalleşiyor ve bu üretim ilişkilerinin sosyalleşmesini çağırıyor; ama kapitalist kabuk içinde de mutlak olarak gelişmezlik durumunda bulunmuyorlar. Gelişen bilim ve teknik sanayiye kârlılığın olanaklı kıldığı durumlarda ve kuşkusuz sınırlı olarak düşük oranlı uygulanıyor. Lenin zamanından bu yana bilim ve teknik ve buradan yansıdığı kadarıyla üretim devasa bir gelişme gösterdi, yeni sanayi dalları ortaya çıktı. Bilgisayar sanayiye uygulanıyor ve üretim otomasyona uğruyor. Bu, gerçek. Çeşitli alanlarda değişikliklerle bir gelişme yaşandığı açık. Ve zaten mutlak değişmezlik ve gelişmezlik durumunda toplumların taşlaşmış durumlarıyla çökecekleri, bir yenisine gebe kalmayacakları, sosyalizmin kapitalizmin yerini almasının olanaksız olacağı ortada. Çünkü sosyalizm, kapitalizm koşullarında gelişen üretici güçlerin, üretim ve emeğin gittikçe artan sosyalleşmesinin ve sınıfsal planda proletaryanın mülk edinmenin özel karakteriyle, burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlık halinde oluşunun sonucu nesnel bir zorunluluktur.
Ama tam da bu yaklaşım sosyalizm perspektifim, sınıf gerçeğini yakıcı hale getirir. Kapitalizm koşullarında, gelişme ve değişmezleri, üretim ve emeğin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel niteliği arasındaki zıtlığın şiddetlenmesinin bir ifadesi ve sosyalizme çıkarılan bir davetiye olarak görmek ya da görmemek sorunudur. Ya Gorbaçov’un çağı değiştiren değişiklikler tezi ya da emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında değişiklik ve gelişmelerin sosyalizmi yakınlaştırması, onun koşullarını olgunlaştırması. Gorbaçov, “değişik sosyal sistemler arasında yeni ilişkiler” teziyle “değişik sosyal sistemler” olgusunu yadsıyor. Eğer değişik sosyal sistemler varsa ve eğer kapitalizm proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine oturmaya devam ediyorsa, bu nesnel durum değişmemişse, “değişiklikler” üzerine hiçbir öznel yorum, dünyayı ve çağı değiştiremez, her zamanki gözden geçirme ve düşünsel zenginleşme, yerini “bütün etkenlerin yeniden değiştirilmesini” alamaz.
Bu “değişiklikler” ne türden? Tekelci evresinin bugünkü aşamasında kapitalizm nitelik mi değiştirdi? Uzlaşmaz karşıtlığından mı soyundu? Bu karşıtlığın iki tarafı ya da bir tarafı ve ona bağlı olarak diğer tarafı da bir dönüşüme mi uğradı? Örneğin Swezzy’nin dediği gibi artı değerin yerine sıradan bir “fazla” ve burjuvazinin yerini “menajer”ler mi aldı? Ya da burjuva liberal propagandistlerin, bizde örneğin Çetin Altan’ın söylediği gibi gelişen teknik ve bilgisayar “çağı”nda proletarya mı dönüştü, sınıf gerçeği yerini genel bir “çalışanlar” “gerçeği”ne mi bıraktı? Tekelci sermaye azami kâr peşinde koşmaktan vaz mı geçti, “işsizlik sigortası” ve çeşitli “sosyal yardım fonları”, hisse senetli-“halka açık” şirketler bir tür sınıfsızlaşmaya mı yol açtı, burjuvaziyle proletarya arasındaki karşıtlığı mı giderdi? Ya da “bilimsel-teknik devrim” mülkiyet ilişkilerinde bir devrim olarak mı gerçekleşiyor? Bilinmez, belki emperyalistler üretim ve emeğin sosyalleşmesinin dayatması karşısında ya yıkılacakların anlayarak ya da insancıllıklarından gönüllü olarak sömürü, baskı ve zordan vazgeçme eğilimindedir. Gorbaçov’un tezi bu sonuncuya dayanıyor. Emperyalistlerin gerçeği görüp anlamaları, gerçekçi ve mantıklı olmaları üzerine, ahlakçılık üzerine söylediklerini aktaracağız. Ama şimdiden Gorbaçov, toplumun maddi ve manevi yaşamındaki gelişmelerin “her devlete kesin istekler dayattığı”nı belirtmiş bulunuyor.
Gorbaçov’un kapitalist emperyalizmin niteliğini değiştirmeye vardırarak özellikle abarttığı “değişiklikler”, öz olarak, üretici güçlerin gelişmesi, kuşkusuz bir şeyler dayatır. Önemli olan bu dayalısın karakteridir. Sorun, kapitalistlere “anlayışlı” olmanın mı yoksa gereksizleşmenin ve yok oluşun mu dayatıldığındadır. Kapitalistler üretici güçlerin gelişmesine uyum sağlama ve hatta bununla da kalmayıp “daha önce yitirilmiş olan şeylerin yeniden kazanılması olanağına (9) sahip olma yeteneğinde midirler yoksa gelişme onların varlık koşullarına mı karşıdır, Gorbaçov’un çarpıttığı nokta burasıdır.
Üretim ve emeğin sosyalleşmesi ve zıtlık içinde bulunduğu kapitalist mülkiyet ilişkileri çerçevesine sığmayarak bunalımlar ve kapitalist üretiminin önemli çöküşlerine götürmesi, burjuvazinin ortaya çıkan devasa üretici güçleri örgütle-yip yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya koyduğu gibi, bir yandan kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde görülmeyen sosyal yardım fonları ve kuruluşlarının gündeme girmesine yolaçar, diğer yandan kapitalizm koşullarında olanaklı olabildiği ölçü ve biçimlerde gerçekleşebilecek planlı üretim ve kollektif mülkiyet biçimlerine gidiş eğilimine kaynaklık eder.
Üretim anarşisi koşullarında üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlülüğünün yetersizleşmesi, hisse senetli şirketler, tekeller ve en son devlet tekeli biçiminde kolektif kapitalist mülkiyetin ortaya çıkmasına götürür. Tek bir fabrikadaki planlı üretimin yerini çok sayıda fabrikadaki üretimin birlikte planlanması alır. Ama bu planlı üretim ve onu olanaklı kılan kolektif mülkiyet biçimleri hâlâ kapitalist kalmaya, tek bir devlet tekeli oluşmadıkça, -“ultra emperyalizm” teorisiyle Kautsy haklı değildir, haklı olmadığı görülmüştür, haklı olan Lenin’dir, doğrulanan, kapitalizmin üzerinde hareket ettiği çelişmeler yumağının “ultra emperyalizm”in gerçekleşmesini olanaksız kıldığını ve bundan önce sosyalizme götüreceğini öngören Leninist tezdir,- sosyalist toplumsal mülkiyet tekelci kapitalist mülkiyetin yerini almadıkça, bir sosyal devrim tüm toplumsal ilişkileri dönüştürmedikçe, hâlâ farklı tekelci birlikler arasındaki rekabet, yine varlığını sürdürmeye devam eden üretim anarşiyi koşullarında gerçekleşir. Yalnızca tek tek fabrikalardaki üretim örgütlenmesinin yerini birden fazla fabrikadaki üretim örgütlenmesi ve fabrika bazındaki planlama yerini birden fazla işletme ve kuruluş bazındaki planlama almıştır. Bu, aynı zamanda burjuvazinin bireysel yönetici olarak yeteneksizliğinin ve sınıf olarak gereksizleşmesinin bir kanıtı olur; çünkü çok sayıda fabrikadaki üretimin planlanıp yönetilmesi, özel ya da devlet tekellerinin profesyonel yöneticiler, işletmeci ve idarecilik çalıştırmasını zorunlu kılar. “Menajerler” tezinin çıkış noktası da bu sorunun çarpıtılmasındadır. Tezin savunucuları, “menajer’leri, eskiden doğrudan burjuvaların gördükleri işleri gören bu profesyonel yöneticileri, artık başlıca kupon kesici olarak yaşamaya yönelen, işlevsel olarak gereksizleşen ama hâlâ mülkiyeti elinde tutmaya devam eden ya da eğer devlet tekeli söz konusuysa mülkiyetin tüm kapitalistler adına hareket eden kolektif kapitalist devlet elinde olduğu burjuvazi ve onun kolektif temsilcisi yerine -salt yönetsel işlevleriyle- geçirerek, onların kapitalist mülkiyet ilişkileri temelinde yöneticilik yaptıklarını gözlerden gizlemektedirler.
Evet, üretici güçlerdeki gelişmenin, sosyalleşmenin ilerlemesinin, kapitalizme bazı değişiklikler dayattığı yadsınamaz. Ama ne bu dayatma ne de yol açtığı değişiklikler, üretici güçlerin sermaye niteliğine, bu niteliğe başkaldırısına ve bunun dönüştürülmesi zorunluluğuna son verir. Tersine bu dayatmalar, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının kendi rolünü oynaması olarak ortaya çıkar ve üretici güçler ne denli gelişirse gelişsin sermaye olma niteliğini korudukça, değişmeler, bu karşıtlığı daha çok keskinleştirir ve bir sosyal devrim ihtiyacını daha çok zorunlu kılar ve ivedileştirir.
Üretici güçlerin gelişmesi, üretim ve emeğin sosyalleşme-sindeki ilerleme, sosyal üretimin gereksindiği planlı üretimi, üretimin ve değişimin denetimini, bunlar da, kapitalizm koşullarında tekelleşmeyi kutuplaşmanın sertleşmesini, üretim araçlarının daha az sayıda elde toplanmasının ve sömürünün yoğunlaşmasını geliştirir. Bir yönüyle anarşik kapitalist üretimin planlı sosyalist üretim karşısında yenilgisi anlamına gelen bu gelişme, kuşku yok ki, sanayi, bankacılık ve giderek ticaretin tek bir devlet tekeli olarak örgütlendiği sosyalizm koşullarında olduğu gibi bir planlama ve denetimin gerçekleşmesine yol açmaz; ama olabildiği kadarıyla da, burjuvazinin üretici güçleri yönetmedeki acizliğini ve kapitalizmin temelli bir sosyal dönüşümün arifesinde bulunduğunu gösterir. Bu nedenle tekelci kapitalizm çürüyen ve can çekişmekte olan kapitalizmdir, sosyalizmin arifesidir; Gorbaçov’un savuna-geldiği gibi kendini aşma, hatta yitirdiklerini geri kazanma ve kendi niteliğini ve çağı değiştirme yeteneğinde olan bir kapitalizm değil.
Daha Lenin’den önce, “çağı” değiştiren “değişiklikler”den söz açan Gorbaçov’la alay edercesine, hem de henüz yeni gelişmekte olan kapitalist tekelcilik, burjuvazinin yeteneksizliği ve gereksizleşmesi ve sosyal devrim zorunluluğu üzerine dahice bir ileri görüşlülükle Engels şunları söylüyordu: “Üretimin fabrika içindeki toplumsal örgütlenmesinin, bu örgütlenme yanında ve üstünde varlığım sürdüren toplumdaki üretim anarşisiyle bağdaşmaz duruma gelecek derecede gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında bir çok büyük kapitalist ile daha çok küçük kapitalistin yıkımı pahasına gerçekleşen sermayelerin güçlü yoğunlaşması aracılığıyla, kapitalistler için de elle tutulabilir bir duruma gelir…
…Bir yandan, kapitalist üretim biçimi, bu üretici güçleri yönetmeye devam etmekteki yeteneksizliğini anlamış bulunmaktadır. Öte yandan, bu Üretici güçlerin kendileri de, artan bir güç ile, çelişkinin ortadan kaldırılmasına, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına, toplumsal üretici güçler olma niteliklerinin gerçek tanınmasına götürmektedirler.
“İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin, sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal özlüklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki, kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişkiler içinde mümkün olduğu ölçüde, toplumsal üretim güçleri olarak muamele etmeye zorlar… (Önce gelişme-MY) o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan biçimine götürür… Gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ halinde birleşirler…
“Tröstlerde, serbest rekabet tekel haline dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında, teslim bayrağını çeker, tik anda, şüphesiz, kapitalistler yararına. Ama burada sömürü öyle elle tutulur bir hale gelir ki, yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretime, bütünün küçük bir kupon biriktiriciler tarafından bu derece utanmazcasına sömürülmesi ne katlanacak halk yoktur.
“Eğer bunalımlar burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri haline dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne kadar kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal görevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama faaliyeti dışında, hiçbir toplumsal faaliyeti yoktur. İşe işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, şimdi kapitalistlerin ayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları, da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar. “Ama ne hisse senetli şirketler haline dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti haline dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır… Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas itibariyle kapitalist biri makinadır: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki; kolektif kapitalist… Kapitalist ilişki ortadan, kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini de içinde saklar. “Burjuva çözüm, ancak, modern üretici güçlerin toplumsal özlüğünün gerçekten kabul edilmesine, bunun sonucu üretim, temellük ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliği ile uyum haline getirilmesine dayanabilir. Ve bu da, ancak toplum kendi yönetiminden başka her yönetim için çok büyük hale gelmiş bulunan üretici güçlere açıkça ve içtenlikle el koyduğu zaman olabilir. (10)
Bunlar, üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan tekelleşme ve devlet tekellerinin oluşması üzerine Engels’in söyledikleri. Ve tekellerin oluşumu, serbest rekabetin yerini tekelin alması, kapitalizmin gelişmesinde gerçekten önemli bir değişiklik, önemli bir aşama, kapitalizmin genel yasaları geçerliliklerini korumasına karşın kendi ayırt edici yasaları da olan özel bir evrenin başlaması anlamına geliyor. Ve Engels, üretici güçlerdeki gelişmenin yol açtığı bu önemli değişikliğin kapitalizmi kapitalizm okumaktan çıkarmadığı gibi, tam tersine kapitalizmin yıkılışının faktör, birikimlerinin artışı, yıkılışın yakınlaşması ve zorunluluğunun daha de belirginleşmesi anlamına geldiğini açıklıyor. Engels ve özellikle Lenin zamanındaki tartışmalar hatırlanırsa Gorbaçov’un “tezleri” daha bir anlaşılır olacak. Bugün ileri sürülenlerden çok daha önemli olan bu değişiklik, o zamanlar daha kolaylıkla kapitalizmin niteliğinde bir değişiklik olarak, kapitalizmin planlı ve sosyalleşen ve zordan arındırılabilecek bir ilerlemesi olarak yorumlanıyor, üzerine sosyal ve ulusal barış teorileri inşa ediliyordu. Öyle ki, Gorbaçov bu önemli değişiklikle zamandaş olsaydı, her halde buna sınıfsız toplum derdi.
Şimdi ne değişti? Tekelin yerini bir başka şeyin aldığını ve dolayısıyla kapitalizmin bir başka evresinin başladığını söylemiyor Gorbaçov. Ama sözünü ettiği “değişiklikler” hem kapitalizmin hem de özel olarak tekelci kapitalizmin değiştiği anlamına geliyor. Yaptığı, izlemek durumunda olduğu “barışçıl” politikayı temellendirmek için “değişiklikler”den söz etmektir. Bir tek “değişiklik” dışında ayrıntıya: girmemektedir. Bu tek “değişiklik”, Kurşçev’in yana yakıla anlatıp durduğu nükleer silahlar ve nükleer tehlikeye ilişkin eskimiş değişikliktir. Bunun ötesinde “ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenler”in sözünü ediyor yalnızca, ne nasıl ‘”değişiklikler” olduğunun üzerinde duruyor bunların ne de kapitalizmi, tekelci kapitalizmi nasıl değiştirdiğini ortaya koyuyor. İşte tek maddi “değişiklik” olarak söz ettiği şey:
“İnsanlığın üretici güçlerinde nitel bir sıçrama söz konusudur. Buna karşılık, yıkım araçlarında, askerî alanda, tarihte ilk defa, gezegenimizde yaşayan her şeyi yok edebilecek kapasite ile insanı ‘donatmış’ olan nitel bir sıçrama söz konusudur.” (11)
Devletlerin ve halkların birbirlerine bağımlılığı giderek daha da sıkılaşıyor” diyordu Gorbaçov, bir “değişiklik” olarak. Bu, aslında, bir değişikliğin sonucu olabilir. Örneğin, dünya devletlerinin bir entegrasyona gittikleri iddia edilseydi bir “değişiklik” olarak, tekeller arası rekabetin kakmakta olduğundan söz edilseydi, devletlerin ve halkların birbirine bağımlılığı bir sonuç olarak belirtilebilirdi. Ama yine de değişiklik değişikliktir. Ne anlama geliyor?
Dünyanın giderek küçüldüğü, bağımlılık ilişkilerinin her yanı sardığı bilinen bir gerçektir. Burada iki “küçük” gerçek gizleniyor yalnızca Gorbaçov tarafından. Burjuva ideologlarının, emperyalistlerin “karşılıklı bağımlılık” doktrini savunularak bu bağımlılığın, yönleri, ne tür bir bağımlılık olduğu ve kimin kime, nasıl bağlı olduğunun yanında, neye dayanarak sağlandığı sorununa değinilmiyor. İkincisi ise, hiç de yeni olmayan bu bağımlılık “yeni” bir “değişiklik” olarak sunuluyor.
Lenin, kapitalizmin ilk eğiliminden söz ediyordu, ulusallık ve uluslar ar asılaşma eğilimleri. Bunlardan ikincisi kapitalizmin tekelci döneminde oldukça ileri boyutlar kazandı. İki eğilimden biri diğerini saf dışı bırakarak kapitalizmin tek eğilimi haline gelmedi. Kapitalizm hâlâ çeşitli “ulusal” devletlere bölünmüş olarak varlığını sürdürüyor; ama bu arada, yalnızca ticaretin değil, sermayenin, üretimin, ülkeden ülkeye göç halindeki emek gücünün uluslararasılaşması eğilimi de kendini her geçen gün daha çok ortaya koyuyor. Bunlar Lenin’in tahlilleri.
Kapitalizm bir dünya pazarı yaratmakla kalmadı. Bu, daha Marks ve Engels zamanında gerçekleşmişti. Tekellerle birlikte, sermaye ihracına ve dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasına bağlı olarak bütün ülkeler kapitalist dünya ekonomisinin halkaları haline geldiler. (Sosyalist devrimler belli ülkeleri bu ekonomi zincirinin ve kapitalist dünya pazarının dışına çıkardı. Şimdi bu durumda tek bir ülke var: Sosyalist Arnavutluk.) Sermayenin uluslararasılaşması (ve bunun esas ve itici unsuru olarak sermaye ihracı), kapitalist ve geri ülkeleri kucaklayan kapitalist dünya ekonomisinin oluşmasının ve devletler ve halkların birbirine bağımlılaşmasının temelidir. Sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası işbölümüne, ülke içindeki işbölümünün uluslararası alana taşmasına kadar götürdü. Bazı ülkeler birkaç malın üretiminde uzmanlaştılar. Ve şu kesin ki, herhangi bir ülkedeki üretim bir başka ülkedeki üretimle dolaysız bağlandı. Şili’nin bakırını, Suudi petrolleriyle ve Amerikan yatırım mallarıyla işleyen İngiliz, Japon vb. tekel ve işletmeleri ortaya çıktı. Ve daha Engels bu duruma dikkat çekerken Gorbaçov bunu ‘”yeni” bir gelişme ya da “değişiklik” olarak ileri sürmekte sakınca görmez. (Kapitalist sanayi, daha şimdiden, hammaddelerin üretim yerlerinin oluşturduğu yerel engellerden bir dereceye kadar bağımsız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Tekstil sanayi, büyük kısmı itibariyle, ithal edilmiş hammaddeler üzerinde çalışır. İspanyol demir maden filizleri İngiltere ve Almanya’da, İspanya ve Güney Amerika bakır maden filizleri İngiltere’de işlenir. Her kömür havzası, yıldan yıla, bu havzanın sınırları dışında büyüyen bir sanayi çevresine yakıt sağlar. Bütün Avrupa kıyısında, buhar makineleri İngiliz, bazen de Alman ve Belçika kömürü ile çalıştırılır. (12)
Bu gelişmenin devletleri ve halkları birbirine bağımlılaştırdığı kuşku götürmez. Ancak sermaye ihraç eden, hammaddeyi kullanan, üretim ve satış tekelini elinde tutanla bu tekelin dikte ettirdiği tür üretim, teknik, satış fiyatları, kâr transferi, borçlar vb. sıkıntısını çekenin ne derece “birbirine bağımlı” olduğu madalyonun diğer yüzüdür. Emperyalist ülkelerin ve özellikle süper devletlerin böyle bir uluslararasılaşmayla sömürge ve geri ülkelere kelimenin gerçek anlamıyla bağımlılaşmadıkları ama tersinin doğru olduğu, geri, sömürge ve adı üstünde, bağımlı ülkelerin gelişmiş, emperyalist kapitalist ülkelere bağlı hale geldikleri, kanıtlamak için uğraşmak gerekmeyen bir gerçektir. Kuşkusuz, sermayesini işletip geri ülkeleri talan eden, fiyat dikte ettiren tekelci kapitalist ülkeler ve onların tekelci işletmeleri de geri ülkelere bir tür “bağımlılaşırlar”. Ama bu, cellâdın idam mahkûmuna bağımlılaşması türünden bir bağlılıktır.
Kısaca, “devletlerin ve halkların birbirine bağımlılaşması” ne “yeni” bir gelişmedir ne de “karşılıklı”dır. Yenilik olarak, uluslararasılaşma sürecinin ilerlemesinden, uluslararası ekonominin giriftleşmesinden ve sömürü ve zora dayanan bu “birbirine bağımlılaşma”nın ulusal yağma ve talanı artırıp derinleştirdiğinden, yeni yağma yöntemlerini gündeme soktuğundan ve ulusal isyan birikimi ve duygularını geliştirdiğinden söz edilebilir.
Ama Gorbaçov “devletlerin ve halkların birbirine bağımlılaştığı” ve “yenilik” tezinde ısrarlıdır; bu ve ayrıntısına inmediği diğer “ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenlerin”, “her devlete kesin istekler dayattığı” (doğal ki bu arada başlıca nükleer yığınak “yeni etkeni”nin dayattığı) düşüncesini, “yeni politik düşünce” olarak geliştirme ihtiyacındadır.
Kuşkusuz kapitalistlere nesnelliğin, maddi yaşamın gelişmesinin, ekonominin kendi yasaları uyarınca kendiliğindenliğinin dayattığı edimler olabilir. Engels, uzunca aktardığımız pasajında üretici güçlerin gelişmesinin, üretim ve emeğin sosyalleşmesinin tröstleri, mümkün olabildiğince planlamayı ve kapitalistlere gereksiz nüfus içine atılmayı, kupon kesen toplumsal gerekmezler haline gelmeyi dayattığını belirtiyordu. Ama Engels, bu gelişmenin kapitalist çelişmeyi ve kutuplaşmayı gidermediği gibi, keskinleştirdiğini, sosyal uyumu değil kapitalizmin yıkılışım yakınlaştırdığını ve dayattığını ortaya koyuyor ve önemlisi nesnel bir gelişmenin değerlendirilmesinden hareket ediyordu ve zaten alıntıladığımız Anti-Dühring’i başlıca nesnelliğin yerine idealizmin, kurguculuk ve iradenin geçirilmesinin eleştirisi olarak kaleme almıştır. Gorbaçov’sa, hem gerçek maddi değişiklikler, gerçek dayatmalara yol açacak ve açan gerçek değişiklikler bulma güçlüğünden hem de aldatmaca amaçlı bütünüyle iradecilik ve sübjektivizm üzerine kurduğu “yeni politik düşüncelinin idealist içeriği nedeniyle ve üstelik ideolojik ve siyasal olarak emperyalizmi ve kapitalizmi aklamak, dünya proletaryası ve halkları karşısında sömürücü, baskıcı ve saldırgan konumuna ilişkin hayaller yaymak, emperyalizmi kabullenilmesi gereken bir kaçınılmazlık olarak sunarak emperyalist-sosyal emperyalist dünyayı halkların bilincinde meşrulaştırmak amacıyla, nesnel değişme etkenleri yerine sübjektif etkenleri, istekleri, anlayışlı oluşu ve oluş arzusunu, kabullenmeyi, kısaca düşünce vs duygulara ilişkin süreçleri dayatıcı olarak sunuyor. Şunları söylüyor Gorbaçov:
“Biz gerçekçiyiz ve iki dünyayı birçok şeyin ayırdığını, hem de köklü bir şekilde ayırdığını kesin olarak bilmekteyiz. Fakat bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğunun, onları (emperyalistleri, başlıca ABD’nin yönetici çevrelerini, diyor Gorbaçov-MY) bizimle ortak hareket etmeye zorlayacağını…. da kesinlikle biliyoruz. İşte çağın gerçekliklerine uygun çözüm yollarını araştırmaya iten uyarıcı etken de burada yatmaktadır. Tarihin ve sosyal ilerleyişin akışı, giderek daha hızlı bir şekilde, halklarla devletler arasında, bütün dünya çapında yaratıcı ve yapıcı bir etkileşimin oluşmasını gerektirmektedir.” (13) ve:
“Temaslarımızı, devletlerarası ilişkilerde diyalog… temelinde yürütmeye başladı. Bu, güven ufkunun, alışılagelmiş felsefi yelpazenin sınırlarının çok ötesinde genişletilmesi olanağını sağladı. Böylece, bizden ideolojik olarak çok uzak, etkili çevrelerde bile, kayda değer bir karşılıklı anlayış, birlikte var olma ve işbirliğini kabul etme potansiyelini keşfettik.”14 Süs olarak “iki dünyayı birçok şeyin köklü bir şekilde ayırdığının söylenilmesi dışında, aktarılan iki uzun pasajda nesnellikle ilgili tek şey var: “etkili çevrelerde işbirliğini kabul etme potansiyeli” bulunması. Ama o da Gorbaçov’un kastettiğinden farklı bir anlama gelmek üzere. “Etkili çevreler” Gorbaçov’la, emperyalistler Sovyet sosyal emperyalizmiyle işbirliği potansiyeli taşıyorlar, potansiyel taşımanın ötesinde yapıyorlar. Emperyalistler arasındaki ilişkinin yalnızca çatışma olarak belirmediği, işbirliği olarak da şekillendiği gerçektir. Çatışma ve işbirliği, dönem dönem biri ağırlıklı olmak üzere, genellikle birlikte emperyalistler arası ilişkinin bütünlüğünü oluşturur. Nitekim bugün ABD ile SSCB arasında çatışma konu ve alanları yok değildir, Afganistan sorunu, Polonya, Angola gibi. Ama Amerikan emperyalizminin ve diğer Batılı emperyalistlerin Gorbaçov perestroykası ve glasnostuna destek verdikleri, Afganistan’da uzlaşma sürecine girdikleri, nükleer yığınağı ve daha başka şeyleri koz olarak kullanarak dünya proletaryası ve halklarına devrimi ve devrimci şiddeti ve alt üst oluşları yasaklamaya çalıştıkları, birlikte sosyal barış ve sosyal pasifizmi örgütlemeye yöneldikleri de açıktır. Sözü edilen işbirliği gerçekten olagelmektedir, sevimsiz, aldatıcı ve kanlı bir işbirliği olarak. Bu işbirliğinin tek bir amacı vardı: sosyalizmi birlikte ezmek, rayından çıkarmak, halkların ulusal kurtuluş hareketlerini yatıştırmak ve bastırmak ve diğer emperyalistler aleyhine güç oranına göre dünyanın nüfuz alanlarına bölünmesi olarak yöresel yeniden paylaşımını gerçekleştirmek.
Bu anlamıyla işbirliği olgusundan söz edilmesinin nesnelliğini bir yana bırakırsak, iki pasaj da bir sübjektivizm yığıntısıdır. Gorbaçov’un kastettiği gibi dünya barışı için “işbirliği”, “karşılıklı anlayış”, “güven ufkunun genişlemesi”, “bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğu” ve bunun emperyalistleri “sosyalizmle ortak harekete zorlaması”, “halklarla devletlerarasında yapıcı bir etkileşimin oluşmasını gerektirmesi” gibi düşüncesizlik belirtisi olarak bir araya yığılmış “yeni politik düşünce” unsurları, şu iki açıdan sübjektivisttir, hayalcidir: birincisi, “iki dünyanın çok şeyle köklü olarak ayrıldığı” bir çağda ne bütün olarak insanlıktan söz edilebilir ne de burjuvazi ve proletarya (ve aynı zamanda emperyalizm ve ezilen halklar) olarak bölünmüş insanların ortak ivedi sorunlara sahip olabileceğinden. Hele bölünmüş insanlığın sorunlarının kapitalist emperyalistlerle ortak olarak çözülebileceği fikri, tam bir hayal olmaktan öteye gidemez. İnsanların, proleterlerin ve halkların sorunları zaten emperyalistlerle, onlar tarafından sömürülüp baskılanıyorlar ve sorunlarını onlarla birlikte çözecekler! Devletlerarasında yapıcı bir etkileşim emperyalist kapitalizm koşullarında olanaksızdır. Hele halklarla devletlerarasında buna ancak gülünür. Bunun gibi… ileri sürülenler hayalcidir, nesnel duruma, onun zorunluluklarına uymamaktadır; üretim ve emeğin durmaksızın sosyalleşmesi ile mülk edinmenin özel niteliği ve bunun sınıfsal yansısı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık temelinde var olan kapitalizm ve onun çelişmelerini yoğunlaştırarak ortaya çıkıp gelişen kapitalist tekelcilik ve emperyalizm gerçeğine, onun can çekişmekte üzerine kurulu olduğu, karşıtlığın gelişen yönü tarafından uyuşulup etkileşim içine girilecek, ortaklaşa davranılacak değil yok olmaya götürülecek oluşuna, maddenin bu dayatışına bütünüyle aykırı düşmektedir. Gorbaçov’un “dünyadaki değişiklikler” olarak “keşfettikleri”, gerçek ve maddi değişiklikler değil, hayaller ve yakıştırmalardır. O düşünsel süreçlerinde “keşifler” yapmakta,’ emperyalizmi aklayıp onaylayan kurmacalarla oynamaktadır.
Gorbaçov sübjektivizminin yukarıdaki pasajlardaki ikinci belirişi, birincisinin uzantısı olarak ortaya çıkmakta ve hayalleri, olmayan şeyleri, gerektiriciliğinin, zorunluluğunun temeli, dayatıcısı göstererek kendi düşünsel süreçlerinin girdabında dolanmakla kalmamakta, emperyalistlerin düşünsel süreçleri, politik tutum ve eğilimlerini dünyadaki “değişiklikler”e ilişkin “keşifler”inin hareket ettiricisi olarak benimseyip niyet, istek, “anlayış”, “kabul ediş”, “güven”, “emperyalistlerin insanların ivedi sorunlarını çözmek için ortak hareket etmeye zorlanacakları” yolundaki “kesin” inanç gibi sübjektif faktörleri değerlendirmelerinin kalkış noktası yapmaktadır. Madde yerine bilinçten, maddi süreç ve değişiklikler yerine düşünsel süreç ve değişiklik ve eğilimlerden çıkartılan “yeni politik düşünce tarzı” pek materyalist ve gerçekçi oluyor böylelikle! Emperyalistlerde “karşılıklı anlayış” ve “işbirliğini kabul etme” düşüncesi ya da eğilimi gören ve onların “insanlığın ivedi sorunlarını çözüm”‘ derdine düşerek, saptadığı işbirliğini “kabul etme” tutumunu’ benimseyeceklerini hesaplayan Gorbaçov, “çağın gerçekliklerine uygun çözümlerin uyarıcı etkenin burada yattığını”, vurgulamakta ve kendisinin ve emperyalistlerini istek, düşünce ve eğilimlerini “tarihin ve sosyal ilerleyişinin akışı” kavramına yükleyerek gerekirliğe, zorunluluğa varmaktadır. Zorunluluktan düşünceye değil, düşünceden zorunluluğa bu yolculuk Gorbaçovun beyninde “dünya çapında yaratıcı ve yapıcı bir etkileşim” gerekliliği “kesin” sonucuyla yansıyor; İşte önemli “keşif”! Artık dünya ve insanlık kurtulabilir! “İvedi sorunların çözümü” için sosyalizm zorunluluğundan da kurtulunuyor böylelikle. Sosyalizme ne gerek!
Gorbaçov, hareket tarzım ve buna temel oluşturan “yeni politik düşüncesini” dünyadaki değişiklik olarak “keşfettiği” emperyalistlerin çeşitli siyasal eğilimlerine, üstelik tekellerin ve emperyalizmin doğasına, maddesine aykırı olarak onlara izafe ettiği “insanca” eğilimlere dayandırmaktadır.

Dünyadaki Başlıca Çelişmeler ve Bunlardaki “Değişmeler”
Gorbaçov her şeyde olduğu gibi dünyadaki başlıca çelişmelerde de değişiklikler yapmakta, ama yine her “değişiklik”te olduğu gibi ne bunların ayrıntısına girmekte ne de “değişiklikler”i nesnelliği yönüyle inceleme konusunu edinmektedir. Kafasına koyduğu sonuçlara temel hazırlama, bu sonuçları ortaya koyma amacıyla “değişiklik” sözü etme durumundadır.
Gorbaçov, her şeyi kendisine bağladığı, dünyadaki tüm gelişmeleri onu odak edinerek izah ve çözme perspektifiyle ele aldığı -aslında emperyalistler arası bir çelişme olan- ABD ile SSCB arasındaki çelişmeyi kastederek “İnsanlığın geleceği bakımından birinci ve en önemli olan çelişkiler grubu iki sistemin, iki oluşumun devletleri arasındaki ilişkiler bağlıdır” (15) diyor. SSCB’nin sosyalist bir ülke olmadığı gerçeğini bir yana bırakalım. Bugün dünyadaki en önemli çelişmenin iki sistemin devletleri, kapitalist ve sosyalist ülkeler arasında olup olmadığı tartışmasına da girmeyelim. Her hangi bir çelişme “en önemli”, “ön plana çıkan”, “zincirin kavranacak halkası” durumunda olsa da olmasa da diğer çelişmelerin bu çelişmeye tabi kılınarak ele alınmasının ve dolayısıyla kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki çelişme “en önemli” bile olsa, örneğin emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin çözümünün onun gelişmesine bağlanmasının yanlışlığına değinerek geçelim.
Gorbaçov Amerikan “tekelci burjuvazisinin sağ kanadının” saldırgan eğiliminden (“sol kanat” ne ola ve ne tür bir eğilim taşıya ki?) söz ettikten ve “durum hiç de o kadar tehlikesiz değil” dedikten sonra, “biz, kendi hesabımıza, uluslararası durumu köklü bir şekilde iyileştirmek için, elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız” güvencesini vermektedir. Ve çalışma irdelenmesi yerine sıra hemen niyet ve istek belirtmeye gelmektedir:
“Dünyadaki gelişme perspektiflerine zıt görüşlerin mücadelesi ve çatışması, özellikle karmaşık bir nitelik kazanmıştır. Dünyada, muazzam nükleer stokların biriktirildiği ve uzmanların, yalnızca, bunun insanlığı kaç defa yok edebileceğini tartıştıkları bir zamanda, savaşın eşiğinden, dehşet dengesi politikasından, iki sisteme bağlı devletlerarasında normal, uygar ilişki biçimlerine geçmek zamanı çoktan gelmiştir.
“… Nükleer savaşın bütünüyle kabul edilemez olmasıyla birlikte, devletlerarası ilişkileri düzenleyen kural, sistemlerin cepheleşmesinden çok, barış içinde yan yana yaşaması olmalıdır.” (16)
Ve Gorbaçov tüm bunları, sorumluluğunu başlıca ABD’deki “tekelci burjuvazinin sağ kanadı”na yüklediği “emperyalizmin… sosyo-ekonomik özü, onu, iki sistem arasındaki rekabeti askeri cepheleşmeye dönüştürmeye sürüklemektedir. Sosyal niteliği gereği emperyalizm, durmadan saldırgan, maceracı politika üretmektedir.” (17) saptamasını yaptıktan sonra söylemektedir.
Birbirinden her şeyiyle farklı iki sosyal sistem olacak ve bu iki sistemin devletleri arasında her alanda, ekonomik, siyasal, kültürel vb. olduğu gibi askeri alanda da cepheleşme olmayacak! Rekabet “barışçıl” olacak, “barış içinde yarışılacak” ve “uygarca”, “barış içinde yan yana yaşanacak”! Sosyalizm, sosyalist bir ülke emperyalizm hakkında hayaller beslemeden barış politikası izler, barış içinde bir arada yaşama ilkesini hayata geçirmeye çalışır. Ama bu politikanın şu ya da bu ölçüde başarısı, emperyalizmin karşısına yığılan güçlerin, dünya proletaryası ve halklarının, barış yarılısı ülkelerin güç ve mücadelesinin boyutuna, özellikle saldırgan emperyalist ülkelerin içindeki barış ve devrim güçlerinin güç ve eylemlerinin gelişkinliğine ve sosyalist ülkelerin güç ve tutumlarının caydırıcılığına, barış politikası izlerken her yönüyle toprağa sağlamca basışlarına bağlıdır. Emperyalistler kendilerini zorunlu ve köşeye sıkışmış hissetmeden, ülkelerinin emekçilerinin savaşa karşı soluklarını duyup savaş açma durumunda başlarına gelebilecekleri -tahminin ötesinde- emekçilerin günlük eylemlerinde bulup çıkarmadan savaştan kaçınmayı düşünmeyeceklerdir. Sosyalist ülke ya da ülkeler yeterince güçlü değillerse, emperyalistler savaştan kaçınmayacaklardır. Pasifist hayallerle emperyalistlerin savaştan caydırıldığı görülmemiştir, emperyalizmde “uygarca” yönelimler ve “barışçıl” tutumlar “keşfetmek”, ancak, emperyalistlerin saldırganlığının koşullarını geliştirir, saldırganlıklarını artırır.
Ama Gorbaçov, başlıca nükleer silahların büyük bir yıkıcı güce sahip olduğu ve bir nükleer savaşın yıkıntıya yol açacağı gerçeğinden hareketle, önce üzerinde durduğumuz “ortak çıkar ve işbirliği” yaklaşımıyla, emperyalistlere yalnızca “uygarca ilişki” ve “barış içinde bir arada yaşama” teklif etmekle kalmıyor; bunun zorunlu olduğunu, “dayatıldığını” vurguluyor, bu “olmalıdır” diyor. Emperyalizme karşı ve ona rağmen bir barış mücadelesi ve tutumuyla, sosyalist bir ülkenin dış politika ilkesi olarak barış içinde bir arada yaşamayla, emperyalistlerle birlikte ve işbirliği halinde, onlar ikna edilerek, “anlayışlı ve kabul edici” olmaları temelinde bir “barış” ve “barış içinde bir arada yaşama” ve bunu elde etmeye yönelik tutum birbirinden tümüyle farklıdır. Birincisi, Leninist emperyalizm teorisine dayanarak, onun ekonomik, politik gericiliğine ve askeri saldırganlığına karşı mücadeleyi, ikincisi, bu teoriyi yadsıyan, emperyalizmin barışçıllaşabileceğini ve onunla bu temelde işbirliği yapılabileceği hayalini ve ona karşı değil, onunla birlikte dünya proletaryası ve halklarına karşı mücadeleyi benimseme anlamına gelir.
Kapitalizmle sosyalizm, tekelci kapitalist ve sosyalist devletler arasındaki çelişmenin barışçıl bir karakter kazanışı, zamanın uygar ilişki biçimleri zamanı oluşu, yalnızca sosyalist ülkenin değil emperyalist ülkelerin de uluslararası ilişkilerini düzenleyen kuralın “barış içinde yan yana yaşama” olması gereği, dünyanın bugünkü koşullarının, farklı sistemlere bölünüşünün bugünkü özel evresinin(!) ayırt edici özelliği oluyor Gorbaçov’a göre!
Dünyanın ve tekelci kapitalizmin Gorbaçovcu kurgusal “değişimler”ine bağlı olarak kapitalist ve sosyalist ülkeler arasındaki çelişme de niteliksel dönüşüme uğramıştır! Kuşkusuz, yine kurgusal olarak ve Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu zor durumun, durgunluk ve çöküntüyü gidermek için yapılmakta olan yeni düzenlemelerin yarattığı geçici olarak savaştan kaçınma, geri çekilme ve tavizler politikası şeklinde nitelenebilecek Gorbaçovcu “barışçıllığın”, “teorik” temelini sağlamak ve emperyalistlerle barışçıl işbirliğini olanaklı kılmak üzere… Benzer kurguyu Kruşçev de yapmaya çalışmıştı.
“Emek ile sermaye arasındaki çelişkiler, giderek ağırlaşan çelişkilerin en önünde yer alıyor” (18) diyen Gorbaçov devam ediyor: “70’li yılların ortasından bu yana, giderek daha sıklaşan ekonomik bunalımlar ve üretimdeki yeni teknolojik yapılanma, durumu değiştirdi; bunlar, sermayeye, karşı saldırıya geçme, emekçilerin sosyal kazanımlarından büyük bir kısmını geri alma fırsatını verdi… bu dönem, tekellerin, emekçilerin haklarına karşı özellikle en uygun ve en acımasız bir saldırısıyla kendini belli etmektedir… bazı kapitalist ülkelerde bir bütün olarak iç durumun, politikanın büyük ölçüde sağa kaymasının, uluslararası ilişkiler açısından yaptığı ciddi tehdit de sessizce geçiştirilemez. Böyle bir dönüm noktasının sonuçları önceden kolayca kestirilemez, bunların tehlikesi küçümsenemez.”(agy)
Karamsar bir tablo ve umut ışığı yok! Bunalım ve teknolojik ilerlemenin kapitalistler lehine sonuçları söz konusu ediliyor, gelecek açısından bile proletarya lehine bir olumlu olasılıktan bahsedilmiyor. Sağa kayış, tehlike, tehdit… Ve bunların uluslararası alana yansıması. Proletaryaya korku aşılamak istenmesi, hele uluslararası ilişkilere yansıyan kapitalist gericiliğin geliştireceği nükleer tehlikeyle proletaryanın eylemsizleştirilmeye çalışılması. İleride Gorbaçovcu bir profesörün bu koşullarla proletaryaya ne önerdiğini göreceğiz.
Emperyalistler arası çelişmelere gelince, Gorbaçov bunların keskinleşmekte oluşundan söz açıyor. Kapitalist ve sosyalist ülkeler arası gelişmelerin keskinleşmekte olduğunu söylemeyen, onları yumuşak ve daha da yumuşama potansiyeli taşıyan çelişmeler olarak gösteren Gorbaçov, emperyalistleri birbirine düşürmeye kararlıdır. Sübjektivizmi, onu yumuşamakta olan kapitalist ile sosyalist ülkeler arası çelişme ve keskinleşmekte olan emperyalistler arası çelişme değerlendirmesine götürmekte, bunu ABD-Avrupa vb. çelişmelerinden yararlanma isteği neden olmaktadır, “barış içinde bir arada ortak çıkarlar temelinde yaşama” ihtiyacını temellendirmek amacıyla dünyanın ve dünya kapitalizminin değiştiğini ileri sürerek “değişiklik etkenleri” sıralayan, sürekli “değişiklikler” üzerinde duran Gorbaçov, iş emperyalistler arası çelişmeye gelince, bu alanda aynı “değişiklik etkenlerinin” hiçbir rol oynamadığını belirtiyor:
“Yüzyılımızın son on yılları, emperyalistler arası çelişkilerin yeniden alevlenmesiyle ve bunların yeni biçim ve yönelimlerinin ortaya çıkmasıyla belirginleşmiştir. Kapitalizmin bu çelişkiler grubu, ne sınıf yakınlıkları, ne kuvvetlerin yeniden gruplaşmasına duyulan ilgi, ne ekonomik, siyasal ya da askeri bütünleşme, ne de bilimsel ve teknik devrimle aşılmıştır… Kapitalist yeniden üretim koşullarındaki büyük karmaşıklık, bunalım süreçlerinin çokluğu ve sıklığı, uluslararası rekabetin keskinleşmesi, emperyalist rekabete özel bir şiddet ve sertlik kazandırmıştır.” (19)
Emperyalist rekabet “özel” olarak şiddetlenmiştir. Burada özel bir abartma var ve bununla yetinmeyen Gorbaçov, Avrupa ve Japonya’nın ABD’ye karşı çıkacaklarını belirttikten sonra, emperyalistler arası çelişmenin daha da karma-şıklaşıp şiddetleneceğini, çünkü yeni “kapitalist kuvvet merkezleri”nin sahneye çıkacağını iddia ediyor.  “Alt emperyalizm” teorisini kalkış noktası alıyor olmalı, Gorbaçov emperyalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında geri ülkelerin, emperyalist ülkeler ve hele süper devletler karşısına yeni rakipler olarak çıkabilecekleri ve çıkacakları iddiasında:
“Bugün içinde bulunduğumuz dönemde emperyalistler arası çelişkinin özgüllüğü, önümüzdeki on yıllarda yeni kapitalist ‘kuvvet merkezlerinin sahneye çıkmasıyla, onların genel görünümlerini değiştirebilme olanağını da içeriyor. Bu da, kuşkusuz, bir bütün olarak çelişkilerin daha büyümesine, bunların daha sıkı bir şekilde iç içe geçmelerine ve keskinleşmelerine yol açacaktır.” (20)
Ve yine yetinmiyor, bir başka “yeni çelişme” daha gündeme getiriyor: “çok uluslu şirketlerle ulusal devlet biçimi arasında” çelişme:
“Günümüzde çokuluslu şirketler ile toplumun siyasal örgütlenmesinin ulusal devlet biçimi arasında yeni bir çelişkiler düğümü ortaya çıkmakta ve bu düğüm hızla sıkışmaktadır. Çokuluslu şirketler, hem gelişmekte olan ülkelerin, hem de gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenliğine zarar vermektedir.” (21)
Ve Gorbaçov, “çokuluslu şirketlerin çekirdeği, Amerikan şirketlerinden oluşmuştur” demektedir.
Brezilya, Meksika gibi dış borç yükü altında ezilen Latin Amerika ülkeleri, Hindistan ve kim bilir belki de önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerle yarışacağımızı söyleyen Özal’ı haklı çıkararak Türkiye “yeni kuvvet merkezleri” olarak dünya sahnesine çıkacaklar! “Alt emperyalizm” teorisini işleyenlerin üzerinde spekülasyon yaptıkları ülkeler bunlar. Bağımlı “ulusal” mali sermayelerle bu ülkelerin emperyalist vasallarına karşı dikilebilmeleri olmak üzere, emperyalist sermayeye bağlı olarak gelişmiştir. Onların tekelci sermayeleri, kendi ulusal pazarı temelinde kendini yemden üretmemektedir, ya daha başlangıçta uzantı olarak oluşmuş ya da sonradan bağımlılaştırılmış durumlarıyla emperyalist kapitalist yeniden üretim sürecinin bir parçası ve unsurudur. Olağanüstü koşullarda, örneğin bir sosyal devrim ve belirli bir sosyalist inşa dönemi sonrası kapitalizmin restorasyonu gibi bir gelişme sonucu yeni bir kuvvet merkezi doğma olasılığı yadsınamaz. Çin örneğinde olduğu gibi. Ama olağan koşullar göz önüne alınırsa Gorbaçov’un hayal peşinde olduğu söylenmelidir.
“Çok uluslu” tekellerden kaynaklanan “yeni çelişmeye” gelince, bu yeni bir durum olmadığı gibi, sözü edilen çelişme, bir yönüyle emperyalizmle ezilen halklar, bir diğer yönüyle de emperyalistler arası çelişmede kendini ortaya koymaktadır.
“Çok uluslu” şirketler yeni ortaya çıkmadılar, onların varlığına dayanarak “yeni çelişmeler” keşfetmeye gerek yok. “Çok uluslu” şirketlerin tarihi, sermaye ihracının tarihi kadar eşitidir ve bu tür şirketler tekelleşme olgusunun oluşup gelişmesine bağlı olarak dünyada görülmeye başlamışlardır. Kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminden ve bu eğilimin tekelci dönemde hızlı bir şekilde geliştiğinden söz etmiştik. Bu eğilim, ortaya çıktığı ülkenin sınırları içine sığmayan mali sermaye ve tekelleri bir çok ülkede dal budak salmasına, uluslararası tekelci gruplar arasında anlaşmalara, dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasına ve bunun biçimi olarak uluslararası kartellere, bir diğer biçim olarak ise -sermayenin ihraç edildiği ülkelerde yeni yatırımlara yönelmesin ya da kurulu işletmeleri yutma yoluyla kendine bağlayarak kendisini yeniden üretmesiyle- uluslararası tekelleri ya da söylendiği şekliyle “çok uluslu şirketler”in ortaya çıkışına yol açtı. “Mali sermaye, yeryüzünün doğrudan paylaşılmasına götürdü” diyen Lenin, açarak şunları da söylüyor:
“Kapitalist tekel grupları… kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mutlak ölçüde sahip olarak, ilkin iç pazarı paylaşırlar. Ama kapitalist düzende, iç pazar, zorunlu olarak, dış pazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve ‘nüfuz bölgeleri’ her bakımdan genişledikçe ‘pek doğal olarak’, işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu.
“Sermaye ve üretimde görülen evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesi, daha önceki dönemlerde görülenden çok yüksektir. Bu süper-tekel durumunun nasıl oluştuğunu görelim.”
Ve Lenin, bu süper-tekel durumuna, sermaye ve üretimde görülen ülke içi ve dışı evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesine Alman tekeli AEG’yi örnek vererek devam ediyor:
“Bu şekilde büyüyen ünlü AEG, holding sistemi yoluyla. 175-200 şirkete hükmetmekte ve 1,5 milyar marka ulaşan bir sermaye bütününü çekip çevirmektedir. Yalnızca dış ülkelerdeki temsilciliklerinin sayısı 34’tür; bunların 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırı içindedir.” (22)
Görüldüğü gibi, “yenilik”, kapitalizmin son bir kaç on yıllık “çağdaşlaşmasının ürünü değildir, Gorbaçov dönemine özgü değildir. Bu gerçek bir yeniliktir, ama eski bir “yenilik”, emperyalizm ve proletarya devrimi çağına özgüdür ve Lenin tarafından çözümlenmiştir. Bugünkü yenilik, bu sürecin gelişmesinden, uluslararası tekellerin güçlenmesinden, sermayelerinin ve yatırımlarının Lenin dönemine oranla olağanüstü büyümesinden ibarettir.
Ve yine Lenin, “tekel gruplarının, ilkin iç pazarı paylaştığım” söylemektedir. Zaten üretim ve sermayenin yoğunlaşmasını incelerken Lenin, birbirine bağlı ve paralel uluslararası süreçlerden de söz etmekle birlikte, yoğunlaşma ve buna bağlı olarak merkezileşmenin başlıca tek tek ülkeler pazarı çerçevesinde, ilkin iç pazarı ele geçirip paylaşarak gerçekleştiğini göstermiştir. Bunun anlamı, tekellerin uluslararasılaşmakla birlikte, sermayeleri, yatırım ve çıkarları itibariyle “ulusal” bir yöne de sahip oldukları ve başlıca belli bir ülke damgasını taşıdıklarıdır. Buna uygun olarak Lenin 10’dan fazla ülkenin sınırı içinde etkinlik gösteren AEG’den Alman tekeli olarak söz etmektedir. Almanya sınırlarını zorlayan bir Alman tekeli…
Yine Lenin bu süper-tekel durumundan bugünkü Gorbaçov’un çıkardığı türden “yeni” bir çelişme çıkarıp bunu incelemeye girişmemiştir. Bu durum, emperyalistleri ilgilendirdiği kadarıyla, dünyanın çeşitli tekel grupları arasında bölüşülmesinin sorunları açısından, emperyalistler arası bir çelişmenin bir göstergesi ve somutlanışıyken, uluslararası tekellerin paylaşıp yağmaladıkları ülke halklarıyla ilişkileri açısından, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin bir görünümü ve biçimlenişidir. Uluslararası bir boyut kazanan örneğin Amerikan tekeliyle Alman tekeli arasında -kuşkusuz uluslararasılaşmanın doğurduğu çeşitli karmaşıklıklarla birlikte- ve onlarla ezilen halklar arasında çelişmeler…
“Hem gelişmekte olan ülkelerin hem de gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenliğine zarar veren”, çokuluslu şirketler, bilinen ve tekellerle ortaya çıkan uluslararasılaşma eğiliminin ötesinde, “toplumun siyasal örgütlenmesinin ulusal devlet biçimiyle” çelişiyorlar. “Devletler bağımsızlık istiyor”: bu Çin’lilerin “üç dünya teorisi”nin temel sloganlarından biriydi. Bugünkü Gorbaçov da benzer bir yönelimin teorisini yaparak bu sloganın hayat bulduğu çelişmeyi ortaya koymaktadır. “Yeni kapitalist kuvvet merkezleri” de bu çelişme temelinde ortaya çıkacak olmalı!
Üstelik “emperyalizm ile gelişmekte olan ülkeler ve halklar arasında karmaşık ve hareketli bir çelişkiler bütünü oluşmuştur” diyen Gorbaçov, geri ülkeleri kastederek, “insanlığın çoğunluğunu oluşturan halkların hayatında, yavaş, çetin, ama geriye dönüşü olmayan bir sosyo-ekonomik dönüşümler süreci doğmuştur” (23) diye eklemektedir. Ülkeler ve halklar… Ülkelerin egemen sömürücü ve genellikle gerici, tekelci, feodal, faşist yönetici sınıflarla sömürülen, ezilen emekçi halklar olarak bölünüşünü, aynı “üç dünya” teorisyenleri gibi görmezden gelerek, farklı “ulusal” biçimle-nişleriyle uluslararası mali sermayenin ayrı merkezler etrafında örgütlenmesinden kaynaklanan çelişmelere sahip olmakla birlikte, ortaya çıkışı ve gelişmesiyle bağımlı olduğu emperyalizmle birleşmiş geri ülke tekelci burjuvazisinin (ve genel olarak egemen sınıflarının) bu bağımlılık ve birleşmişliğini yadsıyan Gorbaçov, “gelişmekte olan ülke ve halkları”, bütünlük içinde emperyalizmin karşısına koymakta ve üstelik aralarında “bir çelişkiler bütünü oluşmuştur” diyerek yeni bir oluşumu tanımladığı iddiasına varmaktadır. “Geri dönüşü olmayan bir sosyo-ekonomik dönüşümler sürecinin doğmasının ortaya çıkardığı yenilik! Bu “yenilik” egemen ve ezilen sınıfları birleştirdiği gibi, bütünlük halinde emperyalizm karşısına dikilmelerine neden olan türden bir “yenilik”tir. Ayrı bir “kuvvet merkezi” olarak tarih sahnesine çıkmaya götürecek bir “sosyo-ekonomik dönüşüm süreci”… Geri ülkelerin, sömürgecilik sisteminden kurtularak “ekonomik bağımsızlıklarını elde etmekte oldukları tezinin yanı sıra, bunun daha ileri bir boyutta ifadesi anlamına gelmek üzere yeni sömürgeciliğin yağmasından kurtuluşun da gündemde olduğu -ve zaten göreceğimiz gibi “yeni sömürgecilik olmadan kapitalizmin mümkün olabileceği- tezini öne süren Gorbaçov bu düşüncelerini şöyle belirtiyor:
“Bütün bunlar (yeni sömürgeci uygulamaları MY) sonsuza kadar sürüp gidemez… Er ya da geç kapitalizm, burada da, şiddet ve utanmazca yağma politikası ile adil bir temelde işbirliği yapma olanağı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. Çözümler hem köklü, hem de gelişmekte olan halkların çıkarına uygun olmalıdır.” (24)
Zorunluluk olarak dayatan öylesine derin ve köklü “sosyo-ekonomik dönüşümler süreci” gelişmiş ve gelişiyor ki, yeni sömürgecilik “sonsuza kadar sürüp gidemez” oluyor ve kapitalizmi “er ya da geç halklarla işbirliği yapmak zorunda” bırakacak. Sosyo-ekonomik nesnel süreçlerde seçme yapmak durumu oluşmaz, seçmeyi nesnelliğin kendisi yapar kendi yasaları uyarınca; ama burada Gorbaçov emperyalizmin ekonomisinden ayırdığı politikasının sözünü ettiği için, Kautsky gibi, emperyalizmi “tercih edilmiş” bir politika olarak kavradığı için, dayatmış bir “seçme” nitelemesi yapıyor, emperyalistlerden, adil ve “halkların çıkarına uygun” çözümler talep ediyor. “Emperyalizm ve gelişmekte olan ülkeler ve halklar arasında” ne kadar “karmaşık ve hareketli yeni bir çelişkiler bütünü oluşmuş”! Ne çelişki! Ne uzlaşmazlık! Çelişkinin tarafları beraberce adalet üretecek, çelişkiyi çözecekler! Ne diyalektik! Ve çelişkinin ne denli “yeni” yorumlanışı! “Yeni politik düşünce tarzı”nın önemli bir unsuru bu!
Gorbaçov “yenilik” adına, ne bilim, ne felsefe, ne politik ekonomi ve sonuç olarak ne de politika tanımaktadır. Gerçeklikten kopukluk bu kadar olur.
Ve Gorbaçov, sınıf perspektifini silerek emperyalizmle, gericilikle işbirliğini dayatan, “çağdaş dünya’nın “değişiklikleri”nin önemli bir itici etkeni ve göstergesi olarak yeni bir başlıca çelişmeyi daha belirtiyor:
“Başka bir grup çelişkinin -uygarlığın bizzat var olmasının (emelleriyle ilgili olan global çelişkilerin- çözümlenmesi, ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Her şeyden önce sorun çevrenin, hava ve okyanusların kirlenmesi, doğal kaynakların tüketilmesini sorunudur… bir zamanlar Engels de doğadan yararlanmayı pazar güçlerinin kör oyununa bağlamaktan ibaret olan uygulamaların ne kadar zararlı sonuçlar doğurabileceğini görmüştü. Ama burada ayrıca, bütün insanlığın malı olan gezegendeki kaynakların rasyonel biçimde işletilmesini güvence altına alacak uluslararası etkin ve yetkin mekanizmalarla çalışma yöntemlerinin gerekliliği de giderek kendini duyurmaktadır.”
“Bir devlet ya da devletler grubu bütün insanlığı ilgilendiren dünya sorunlarını kendi başına çözebilecek güçte değildir. Bu durum, ülkelerin çoğunun dünya çapında işbirliğini, sıkı ve yapıcı ortak eylemini gerektiriyor. Yaşadığımız dönemin kesin buyruğu işte budur.” (25)
Söze gerek var mı, ya da neresine ne söylemeli?
Uygarlığın, sömürü ve şiddete yaşamsal olarak bağlı, yıkıcı, çürümüş bir uygarlığın, uzlaşmaz bir zıtlık üzerine kurulu ve yerini sömürüşüz, baskısız, insanın kendisinin ve doğanın efendisi olacağı özgürlük dünyasına bırakmaya yazgılı bugünkü kapitalist uygarlığın “bizzat var olmasının temelleriyle ilgili çelişki”nin çözümü, bu uygarlığın yaşaması yönünde olamaz, yıkılarak dönüşmesini, proletaryanın sosyalist devrimini gereksinir. Sınıfsız toplum uygarlığını ve buna geçiş döneminin uygar toplumu olarak sosyalist toplumun kapitalist uygarlığın yerini alması zorunludur. Kim bugünkü -kapitalist- uygarlığı emperyalistlerle işbirliği halinde, ortak eylemlerle yaşatmaya çalışırsa çalışsın, “döneme” ne denli “kesin buyruklar” yüklerse yüklesin, bu zorunluluğu yok edemez.
Çevre ve doğal kaynaklar sorunları, Engels’in de Anti-Dühring’de belirttiği gibi, kapitalizme de belli yaptırımlar dayatarak -başka bir şeyden değil kâr kaygısından- onu sanayinin kıra taşınmasına -örneğin- itmesine, kapitalistler çevreyle ilgili belirli tutumlar almaya zorlanmasına karşın, çevre sorunlarının kapitalizm koşullarında çözümü olanaksızdır. Bu, “uygarlık” adına ne denli güzel sözler söylenirse söylensin değiştirilemez. Bunu belirten Engels’i, “ama” diyerek, değiştirip yadsıyan Gorbaçov, her başlıca çelişmeye ilişkin olarak yaptığı gibi, bu orijinal “yeni” çelişmeyi de emperyalistlere, onlarla işbirliğine havale ediyor. Kapitalizmle çevre ya da genel olarak doğa arasında bir çelişme vardır kuşkusuz, ama çelişme kapitalizmledir, onun tarafından ya da onunla birlikte çözülmesi, kapitalizmin maddesine terstir. Sorunun çözümü, sınıfsız topluma bağlanmıştır; bu soruna ilişkin bugünden bir şey yapılamaz değildir, ,ama yapılacak olanlar, kapitalizme karşı olarak yapılmak zorundadır. İnsanla doğa arasındaki çelişmeyi, uygarlığın koşullarından soyutlayarak başlıca çelişmeler arasında saymak ve çözümü için tüm uygar ülkeleri işbirliğine çağırmak, pek “insanca” bir görünüm vererek, sorunun, insanlık, çevre ve sınıflar-üstü bir sorun olarak insanlığın temel sorunu olduğu yolundaki yanılsamayı geliştirici ve destek artırıcı olabilir. Ve Gorbaçov, buna oynamaktadır, yeşil çevreyi kazanmak istemektedir -ama bugün bulundukları durumlarıyla. Bunlar, geçici destekler olabilir, insanların kapitalizm koşullarında çözüm hayallerinden kopmaları kaçınılmazdır çünkü. Kapitalizm üzerine geliştirilen hümanist hayaller, kapitalizmin yıkıcılık ve insana karşı doğası önünde er geç darmadağınık olmak durumundadır.
“Dönemin kesin buyruğu”, insanlığın birleşmesidir; ama bugünkü parçalanmışlığın doğal ve mantıki sonucuna varması yoluyla, önce parçalanmışlık koşullarının alt üst oluşu ve tersine dönmesiyle, yani, sosyalizmle, sosyalist devrimle. Bu, parçalanmanın gelişmesi aracıyla birliğin güçlendirilmesinde temel bir adım olacaktır ve sınıfsız toplum, tam bir birlik ve İnsanlık, özgür insanın efendiliği dönemi olacaktır. “Yaşadığımız dönemin kesin buyruğu işte budur.”
“Dünyadaki değişiklikler”le ilgili sözümüzü bitirirken yaratıcılık övünmesiyle Gorbaçov’un meydan okuyuşunu, Marksizm’den tam kopuşta kararlılığını ilan edişini dinleyelim:
“Dünyadaki temel değişikliklerin analizi sürecinde, tercihlerimizi sınırlayan ve bir ölçüde de, gerçek niyetlerimizi olduğundan başka göstermeye yeminli olanlara gerekçe sağlayan birçok basmakalıp düşünceyi aşıyoruz.” (26) Gorbaçov, kapitalizmle bütünleşme ve emperyalizmle işbirliği “tercihinde” ısrarlı, öfkeyle “niyetlerini çarpıtanlara” , temel sağlayan basmakalıpçılığı aştığını söylüyor. Basmakalıpçılığa Marksizm’de yer yoktur, biz de karşıyız. Yeter ki, , basmakalıp görülüp “aşılan”, sınıf zıtlığı, mücadelesi, kapitalizmin bu zıtlık üzerine kurulu olduğu ve her hangi türden “işbirlikleri” ile onaylamayacak şekilde sosyalizmin arifesini ifadelendirdiği, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya devrimi ve iktidarına ve onun aracıyla sınıfsız topluma götüreceği gibi temel tezleriyle Marksizm olmasın! Gorbaçov, hiç de yaratıcı olmayan ve öncüllerini, Bernstein’ı, Kautsky ve Kurşçev’i, onların esikmiş tezlerini yineleyerek, Marksizm’i aşıyor; “Marksizm’in basmakalıpları” yerine, “insancıllık” görünümü altında, kapitalizmin ve emperyalizmin aklanmasını, sınıf ve sınıf mücadelesi gerçeğinin bütünlük, ortak çıkar ve işbirliği ile değiştirilmesini geçiriyor. . Bunun için, değişip dönüşmesini önlemek için, dünyayı kafasında amacına uygun bir şekilde değiştiriyor.

Nükleer Tehdit, İnsanın Var Olma Hakkı ve Ortak İnsani Değerler
Gorbaçov, kapitalizmi düşünsel yolla kökten değiştirerek teorik temelini yaratmaya uğraştığı “yeni politik düşünce tarzını, insanın, insanlığın, insani değerlerin istismarıyla geliştirip emperyalizmle işbirliği ve kapitalizmle bütünleşmesini, geçici barış ihtiyacını ve dünyanın özellikle Amerikan emperyalizmiyle anlaşma yoluyla paylaşılmasını meşrulaştırma ve dünya devrimini yatıştırıp boğma amacına yöne-‘ lirken nükleer yığınak ve tehdidin oluşturduğu tehlikeyi hareket noktası olarak kullanıyor. İşe şöyle başlıyor:
“Şimdiye kadar hiçbir zaman gezegenimiz böylesine büyük siyasal ve fiziksel gerginlikler altına girmemiştir. Hiç bir zaman insan doğaya böylesine büyük bir bedel ödememiş ve kendi eliyle yarattığı gücün (nükleer güç-MY) karşısında bu kadar zayıf kalmamıştır.” (27)
Korkutma devam ediyor ve birbiriyle bağlantılı ön varsayılan iki özelliğiyle iki “zaman”, “dönem” tanımı yapıyor:
”…muazzam nükleer stokların biriktirildiğini” ve uzmanların, yalnızca bunun insanlığı kaç defa yok edebileceğini tartıştıkları bir zamanda…” ve
“…insanlığın yaşamını sürdürmesinin dünyadaki temel sorun, dünyadaki ortak payda olduğu bir zamanda…” (28)
Zaman öyle bir zaman ki, nükleer yığınak ver ve “dünyadaki temel sorun” insanlığın yaşamını sürdürmesi oluyor, ne sınıf kalıyor ne sosyalizm. Öncelikle, nükleer silah yığınağının nedeni ve hedefi göz ardı ediliyor; dünya proletaryası ve halklarının ve mücadelelerinin bastırılıp ezilmesi (ve kendisini ve ülkesini sosyalist gösteren Gorbaçov’a göre sosyalizmin ezilmesi), öte yandan rakip emperyalist ülkelerin j ve tekellerin dünyayı paylaşımları konulu rekabetlerinde üstün gelme hedefleri ve bu arada savaş sanayisinin çıkarları görmezden geliniyor. Ve doğal ki, tümünün temeli olarak emperyalizm aşamasında çürüyen, ekonomik, siyasal, kültürel, proletarya ile burjuvazinin uzlaşmaz karşıtlığına dayanan kapitalizm görmezden geliniyor.
İnsan yaşamının tehdit edildiği bir gerçektir. Önceli, sömürü sistemleri ve egemen sınıflarının aç gözlü çıkarlarının peşi sıra, insanları ölüme gönderen kapitalizmdir, emperyalist burjuvazinin dünyayı talan emelleridir. Tam da insanın ölümden, nükleer ve konvansiyonel tehditten, savaş tehlikesinden kurtarılması için emperyalist kapitalizme son vermek gerekirken, ölümle korkutulan insanlığın “yaşamını sür: dürmesinin temel sorunu” ilan edilerek, insanın korkusuzca yaşama sorununun da çözümünün gizlenmesi ve toplumsal gerçeklikten, ortaya çıkış ve varlık nedeninden, kaynağından soyutlanmış bir “yaşam sorunu” adını zalimle mazlumun, suçluyla mağdurun bir “ortak payda”da bir araya getirilmesi, yalnızca, insan ve insan yaşamı üzerine spekülasyon yapan Gorbaçovcu modern revizyonizmin çürümüşlüğünü, korkutulan insanları, sesini çıkarmadan, sonuçlarını göze almaktan caydırılmaya çalışıldığı başkaldırısından uzak durarak emperyalist-revizyonist sisteme boyun eğmeye yönelten sömürücü, zorba emperyalist emellere sahip oluşunu gösterir.
Yaşam sorununun çözümünün de bağlandığı “zaman”ın temel sorunu, insanın yaşama hakkını da tehlikeye atan emperyalist kapitalizmin tasfiyesidir.
Gorbaçov, savaş sanayi, silahlanma yarışı ve savaşın emperyalizmin doğası olduğu, tüm bu iğrençliklerin emperyalist kapitalizmin varlığından kaynaklandığım söylemiyor, bu durumda emperyalizme karşı mücadele ve onun tasfiyesi sorununu gündeme getirmiş, en azından ima etmiş olacaktır; yalnızca silahlanma yarışını emperyalizmin başlattığını söyleyerek, insanlık sorunu ile emperyalizmin bağlantısını kuruyor. İzleyelim:
“Emperyalizmin başlattığı silahlanma yarışı, 20. yüzyılın bu son döneminde, dünya politikasını şöyle bir sorunla karşı karşıya bırakmaktadır: İnsanlık nükleer tehlikeden kurtulabilecek mi, yoksa, nükleer çalışma ihtimalini yükselten cepheleşme politikası mı üstün gelecektir?” (29)
Yanıt şu:
“İnsanlığa var olmak ya da olmamak hakkı verilecek mi sorusuna ‘hayır’ cevabım veremeyiz.”
“…Bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğunun, onları
(emperyalistleri, sermayenin yönetici merkezlerini MY) bizimle ortak hareket etmeye zorlayacağını, insanlığın şimdiye kadar görülmemiş kendini koruma güçlerini uyanık tutacağını da kesinlikle biliyoruz.” (30)
Özü şu: İnsanlık nükleer tehlikeden kurtulur tabi, “var olma hakkı” vardır, ama insanlar bu “hakkın” kıymetini bilmeli, “kendini koruma güçlerini uyanık tutarak” doğru seçim yapmalılar, bu seçim, insanlık adına revizyonistlerle ortak harekete zorlanacak emperyalistlere karşı çıkmamak, kapitalist-revizyonist gericiliğin insanlığın sorunlarını çözüme kavuşturmalarını beklemek, ama kesinlikle devrim için harekete geçmemektir! Gorbaçov’a göre, insanlar “var olma hakları” ile yetinmeli ve sorunlarının çözümünü emperyalistler ve sosyal emperyalistlere bırakmalıdırlar. Aksi durumda nükleer tehlike insanlığı kurban alacaktır! Ve kesinlemeyle pekiştiriliyor:
“Nükleer felaketin önlenmesi, uygarlığın yaşayabilmesi için bu etkileşim zorunludur.” (31)
Başka türlüsü mümkün değil, ‘benimle emperyalist merkezlerin anlaşmasını ve geleceğiniz üzerine, nasıl sömürülüp, yağmalanacağınız, nasıl bastırılıp ezileceğiniz üzerine kararlar almamızı kabullenmezseniz’ nükleer felaket önlenemez, uygarlık yaşayamaz, diyor Gorbaçov. Ve “insancıllık”, “yeni politik düşünce tarzı’nın temel unsuru!
ABD ‘Komünist’ Partisi ulusal komite üyesi “akılsız dost” Viktor Perlo’ya göre, Gorbaçov’la ABD dış işleri bakanı George Schultz’un “yeni politik düşünce tarzları” bu noktada uyuşuyor ve Schultz Gorbaçov’un ortaklık davetini onaylıyor. Aktaran Perlo:
“Schultz’un ‘yeni düşünce tarzı bir noktada Gorbaçov’un düşünce tarzıyla uyuşuyor: ‘Bununla birlikte, termonükleer çağda, her iki tarafın sağ kalmakta ortak çıkarı vardır; bu nedenle her iki taraf da bu rekabeti yumuşatma, nükleer silahları denetlemek için yollar arama ve savaş tehlikesini azaltma gayreti içerisindedir. Nükleer silahlardan arınmış bir dünya, bizim, Sovyetler Birliği’nin ve diğer bütün ulusların üzerinde anlaşabileceği son hedeftir.” (32)
Oysa “yeni politik düşünce tarzları” arasında farklılık var: Schultz hiç olmazsa “insanlığın yaşama hakkı” ve “ortak sorunu” olarak sunmuyor sorunu, “her iki tarafın (ABD ve Sovyet emperyalistlerinin) da sağ kalmakta ortak çıkarı var” diyor; O, kapitalizmde, onun tekelci aşamasında “yaşama hakkı’nın insanlığı birleştiren “ortak payda”lığı üzerinde durmuyor, gerçekçilikte, bu “hakkı” emperyalistlere özgü görüyor, dil ucuyla “bütün diğer uluslar”ı da sayıyor, egemenleri kastederek, ama ne “insan” ne de “halklar”‘ edebiyatı yapıyor. Ancak, söylenmelidir ki, Gorbaçov’la, Amerikan emperyalistlerinin yöneticilerinin  “yeni düşünceleri” özünde aynı. Gorbaçov’un bunu saptamasını ve aynılık’ın geliştirilmesi çağrılarını ileride göreceğiz.
Şimdi, “değişen dünya koşullarında”, özellikle nükleer tehdit ve “insanlığın var olma hakkının temel sorun” olduğu koşullarda, birincinin ikinciyi dayatması ve çözümünü kapitalizm çerçevesinde olanaklı kılmasına bağlı olarak, Gorbaçov’un “mücadelenin”, -ne “mücadelesi” denmesin, çıkarsamalarla tahmin yürütülsün, emperyalizmi ikna “mücadelesi”nin, onunla birlikte proletarya ve halklara, devrim ve sosyalizme karşı “mücadelenin” dememek için yalnızca “mücadelenin diyor Gorbaçov-, “başlıca eğilimi” üzerine görüşünü aktaralım ve sonra “çağımızın önceliği” sorununa gelelim:
“Bizce, günümüz koşullarındaki mücadelenin başlıca eğilimi bütün halklar açısından saygıdeğer, gerçekten insani, maddi ve kültürel hayat şartlarının yaratılması, gezegenimizdeki hayatın güvence altına alınması, onun zenginlikleri konusunda, her şeyden önce, bu gezegenin en büyük zenginliği olan insanın kendisi ve onun yetenekleri konusunda tutumlu bir tavır içine girilmesidir.” (33)
Sanıyorsunuz ki, Gorbaçov, sınıfsız toplum için mücadeleden söz ediyor, bunun için ilk adım olarak sosyalizmi önüne koyuyor. “Gerçekten insani maddi ve kültürel hayat şartlarının yaratılması”nın başka yolu yok çünkü. Ve yine sanıyorsunuz ki, “gezegenimiz” uzaylılar tarafından tehdit ediliyor ve korunması gerekiyor. Ama hayır, tüm bunlar, bugünkü koşullarda olacak, kapitalizm koşullarında. Çünkü insana ilişkin “tutumlu bir tavır” önerisinden anlıyorsunuz ki, “günümüz koşullarından” kaynaklanan “yaşam hakkı”na yönelik bir tehdit var.
“Günümüz koşullarında” yaşama hakkı ayaklar altındadır. İş “kazaları”ndan tutun emperyalist genel ve bölgesel saldırı savaşlarına kadar, insanların nedenli nedensiz idam sehpalarına çıkarılmasından Afrika’nın açlıktan kırılışına kadar, işkenceden sokaklarda insan kurşunlanmaya kadar emperyalistler, burjuvazi ve gericilik her yeri kan gölüne çeviriyor. Nagazaki ve Hiroşima halkının yaşadıkları, Amerikan emperyalistlerinin nükleer silahlarla yapabileceklerinin kanıtı. Ve Gorbaçov, “günümüz koşullarında yaşama hakkı” ile yetinmeyerek, “insani maddi ve kültürel koşulların yaratılması” sözü ediyor. “Günümüz koşullarında”, kapitalizm çerçevesinde, emperyalistlerle birlikte, işbirliğiyle…
Kapitalizm, insanın emeğine ve kendisine yabancılığı koşulları üzerinde yükselmekte ve bu koşulları her gün yeniden ve geliştirerek üretmektedir. Kapitalizmde insan, bölünmüşlüğüyle, yabancılaşma içindedir. Proletarya, emeğinin koşullarına, çalışmasına, yarattığı değerlere/ürüne ve buradan yansıyarak, yaşamın ideolojik-kültürel-siyasal süreçlerinde tinsel varlığına, genel olarak söylenecek olursa maddi ve manevi insani değerlere yabancılaşma durumundadır. Üretimi -kendisi tarafından belirlenmeyen koşullarda-gerçekleştirmekte, tüm değerleri üretmekte ama emeğinin sonuçları, üretim sürecine katılmayan ve yalnızca üretimin gerekli bir koşulunu, sermaye haline sokulmuş biçimiyle üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi tarafından sahiplenilmektedir. Emeğini ve emeğinin sonuçlarım, yarattığı tüm maddi değerleri kendisi için, kendi emek ve maddi yaşam koşullarının geliştirilmesi için kullanamayan proletarya, insan için olmayan, insani olmayan bir üretim ve değişen sürecinin tutsağıdır. Bu maddi süreç aynı zamanda ideolojik boyutlu bir süreçtir de, ideolojik yanılsamalar kaynağıdır. Tüm düşünsel süreçlerin, fikirlerin çarpık bir hal alması, kendisi için, insanın ve insansal olanın gelişimi için üretemeyen proletarya, çeşitli ideolojik ve siyasal süreçlerde kendisine yabancı kılınmakta, kültürel ya da kültürsüzlük şekillendirilmişliğiyle kendisine ve insana karşıtlık içinde yaşamaya mahkûm edilmektedir. Emperyalistler tarafından, kendi yaşam koşullarıyla hiç ilgisi bulunmayan, tamamen emperyalist amaçlı savaşlara sürülmesi, ölüme gönderilmesi, bu durumun bir ifadesidir.
Bu yabancılaşma durumu, burjuvazi için de geçerlidir. Bir başka yönüyle, kendi emek ürünü olmayana sahip çıkan burjuvazi değil bizzat sermaye tüm maddi ve bundan yansıyan manevi süreçlere damgasını vurmakta, sermayenin fetiş karakteri tek tek burjuvaların düşünen insan olarak varoluşunun, insan oluşunun, kendi özgür iradesiyle davranabilmesinin engeli olmakta, iradesinin ancak dayatılmış bir doğrultuda gerçekleşebilmesini dayatmaktadır. İnsanca davranma eğilimi içine girmesi bile, burjuvazinin, bizzat sermayenin kendi gelişim yasaları yönündeki dayatmalarıyla, kapitalist süreçten dışlanması, iflas ya da benzer bir durumla yüz yüze kalması sonucunu doğurur.
Yabancılaşma, ideolojik, kültürel, ruhsal bunalımlara da yol açarak rolünü oynayan kapitalist bunalımlarla birlikte, hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda yaşamdan vazgeçilmesine, ölümün tercih edilir hale gelişine götürmektedir. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde intiharlar yaygındır, komşusuyla yanşamayan, onun sahip olduğu tüketim aletlerine sahip olmayan emekçilerden tutun iflas eden ya da zorda kalan burjuvalara kadar birçok insan kurtuluşu ölümde aramaktadır. Kapitalizmde, insani bir tutku olan “yaşam tutkusunun zıddına dönüşmesi anlaşılmaz değildir, ölümün kolaylıkla tutku haline gelmesi kapitalizmin üzerine kurulu olduğu çözümsüz insani süreçlerin kanıtıdır. Özelikle bunalım dönemlerinde artan ölümü seçme eğilimi, Gorbaçov’un yaşama hakkı ve tutkusuyla bağlantısını kurduğu “bugünkü koşullar”ın, kapitalizmin “ölüm hakkı” açısından hakkının yendiğini göstermektedir.
Ve işin bir başka yönü, “insan tutkusu” olarak “yaşam tutkusu”nun kendi diyalektiği gereği, “ölümü göze almış” ile tutkusal birliği ve özellikle insani olmayan maddi ve manevi toplumsal koşullarda genellikle bu ikisinin bir arada bulunuşu, sosyal pratik tarafından da kanıtlanılagelen bir gerçektir. Kapitalizmin intiharlara yönelttiği insan, yaşayamaz kılındıkça, kurtuluşunun yollarını aramaya ve yaşayabilmek için ölümü göze almaya da yönelebilmektedir Sosyal kurtuluş bilinciyle, Marksist öğretiyle silahlanarak ya da bilinçsizce ve kendiliğinden, ulusal dürtülerle ya da başka itici güçlerin rol oynayışıyla, ama özellikle sosyalist bilince kavuştukça insanlar, emekçiler sosyal ve ulusal kurtuluş için ya da yalnızca yaşamını sürdürebilmek için, en azından eskisi gibi yaşamaya devam edebilmek için, sömürü, baskı ve zorbalığa başkaldırmakta ve insanca yaşayabilmek için ölümü göze alabilmektedirler. Bilinçli ya da bilinçsiz emekçi yığınların öznesi oldukları onca sosyal ve ulusal alt üst oluşun, onca devrimin gösterdiği bir gerçektir bu. Binlerle öldürülüp katliamlara hedef edilen emekçilerin, eğer “eskisi gibi yaşayamaz” duruma bir kez gelmişlerse, ölüme aldırmadan, kurtuluş savaşlarını sürdürdükleri bilinmez değildir. Bu nedenle ölümle Korkutarak, birleştiği kapitalist emperyalist sistemin devamını sağlamaya katkıda bulunmaya çalışan Gorbaçov’un, bu çabasında ancak geçici olarak başarılar elde edebileceği, oluşturduğu ideolojik yanılsamalarla emekçileri ancak geçici süreler için korkuyla kendisi için ve insan olarak var olma eğiliminden geri tutulabileceği, maddi koşullar başkaldırı için olgunlaştıkça, emekçi yığınların ne onu ne de başkasını dinlemeyecekleri kesindir. Marksistlere düşen, in sanların kurtuluşu sürecini, emekçilerin, proletaryanın sosyalist kurtuluş mücadelesinden geçen bu süreci görünür kılmak, bunun için eğitim ve aydınlatma faaliyetini aralıksı; sürdürmektedir. “İnsanın kendisi konusunda tutumlu davranmak” yerine onun kurtuluşu için gerekenleri yapmaktır.
Ama Gorbaçov tümüyle değişik düşünmektedir. O, insanlığın sınıflara bölünmüşlüğünü ve proletaryanın mücadelesi ve sosyalizmden giderek insanlığın kurtuluşuna varmaya yadsıdığı gibi, insanı sınıflar-üstü bir varlık olarak sunmakla da yetinmemekte, daha ileri giderek insanı sınıfın karşısına koymakta ve önceliğin bu ne olduğu belirsizleştirilmiş “insana” verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir, doğal ki yine, “değişiklikler” ve özellikle “nükleer tehdit” korkutmasıyla:
“Nükleer tehdidin artışı, öteki global sorunların alevlenişi ve dünyadaki tüm süreçlerin uluslararasılaşması ile belirlenen günümüz gerçeklerinden hareket ederek, Gorbaçov: “işçi sınıfını, çıkarları ile bir bütün olarak insanlığın çıkarlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi, Marksizm’de başından beri var olan bu düşünceyi daha derinlemesine anlamayı amaçladık. Bu bizi, ortak insani değerlerin çağımızda önceliğe sahip olduğu sonucuna götürdü. Yeni politik düşüncenin çekirdeğini bu oluşturmaktadır.” (34)
“Bir bütün olarak insanlığın çıkarları”, işçi sınıfının çıkarları karşısında öncelikli! Peki, bu “bir bütün olarak insanlığın çıkarları” ne türden çıkarlar olsa gerek? Bugün insanlığı, işçi sınıfıyla bir arada var edenler kimler? Burjuvazi değil mi? Burada söylenen işçi sınıfıyla burjuvazinin “çıkarlar bütünlüğü”, birlikte varoluşlarının devamı, çıkarlarını sınıf barışı aracılığıyla uyumunun sağlanmasının sınıf çıkarlarından geldiği, daha açık bir deyişle sınıf çıkarları ve mücadelesinin yerine geçirilmesi gerektiğidir. Gorbaçov ve bu fikrin çekirdeğini oluşturduğunu söylediği “yeni politik düşünce”si burada iyice vuzuha kavuşuyor: “Değişiklikler” Sınıf gerçeğini yok etmiştir, artık “bütün olarak insanlık ve insanlığın çıkarları” var! Önemli olan insanlığın çıkar bütünlüğüdür diyor Gorbaçov olmazı olur yaparak! Ama insanlığın çıkar bütünlüğü olanaklı mı, burjuvaziyle proletaryanın bir arada var oluşunun olanaklı tek biçimi olan kapitalizm onların “çıkar bütünlüğü” değil zıtlığı uzlaşmazca karşıt oluşlarıyla tam bir uyumsuzluk gerçeği, sınıf uyumu değil mücadelesini koşullandıran tarihsel bir gerçeklik değil mi? Zıtlık içindeki çıkarlarca sosyalizm koşullandırılmıyor mu?
Ve “çağımızda önceliğe sahip insani değerler” neler olabilir? Maddi değerler olarak, her türlü maddi zenginlikler, üretim araçları, ulaşım araçları, topraklar, madenler… Bunlar proleterlerin “ortaklığı” iddia edilebilir mi? Proleterler yoksa bankalara mı ortaklar ya da hisse senetli şirketlere mi? Dağlar, ormanlar, yeşillikler ve sulara mı? Ama bunların tümü metalaşmış değil midir, özel mülkler ya da devlet mülkleri halinde değiller midir? Elbet bu durumları son bulacaktır ve proletarya bunların ateşe verilmesini gereksinmemektedir. Ama şimdiki konumlarıyla, burjuvazi kendi mülkleri olarak onları istediği gibi tasarruf ederken, kâr hırsıyla madenleri kötü işletir, verimsizleştirip köreltirken, kıyıları yağmalayıp ormanları, yeşili sorumsuzca tüketip bozlaştırırken, suları ve havayı kirletirken, üretim araçlarını insana karşı kullanırken, proletarya onunla çıkar ortaklığı içinde değil ancak zıtlık halindedir.
Manevi değerler “ortaklığı” açısından durum farklı mıdır? Bireycilik ve kolektivizm mi “ortak değerler”dendir, sömürü ve baskıyla dayanışma ruhu mu? Çürümüş ideolojik kültürel değerleriyle burjuvazi, sosyalist ideolojik-kültürel değerlerle bütünüyle uyumsuzluk halindedir. Yoksa Tanrı mı “ortak değer”, ama o doğa karşısında -giderilmekte olan- aczin değersizliğidir. Bilimler mi? Burjuvazi bilimlerin gelişmesini ve sanayiye uygulanmasını ancak kârlıysa gerçekleştiriyor. Proletaryanın çıkarı ise sınırsız bilimsel teknik gelişmededir. Burjuvazi özellikle toplumsal bilimleri çarpıtıyor, düzenin devamının araçları haline getirmeye çalışıyor onları ve bilimsel olmayanı bilimsel olarak sunuyor. Göreceğiz Gorbaçov, “demokrasi”yi “ortak değerler”den sayıyor. Üzerinde durmaya değmez. Hem yazımızın ilk bölümünde Özgürlük Dünyası’nın 2. sayısında yeterince durduk hem Kautsky gibilerinden bu yana sınıflar-üstü “demokrasi” anlayışı yeterince açığa çıkarıldı.
Peki, burjuvaziyle proletaryanın “ortak değerleri” olarak tak insani değerler” ne anlam ifade ediyor? Bunun anlamı tektir; burjuva değerlerin proletaryaya kabul ettirilmesi, proletaryanın burjuva değerlere sahip çıkarılması, onların peşinden sürüklenmesi. “Değer ortaklığı” ancak, burjuva değerlerin benimsenmesi ile olanaklıdır. Gorbaçov Batının burjuva değerlerini benimsemekte ve sahip olduğu revizyonist “değerleri” bile bu amaçla terk etmekte özgürdür, ama kısmen ve geçici olarak başarı sağlayabilmesi olasılığı bir yana, proletaryayı burjuva değerler sisteminin, kapitalizmin kalıcı bir unsuru yapabileceğini sanmasın. Burjuva değerler sistemini çekirdek edinen “yeni politik düşünce”sinin sonu, Kruşçev’in yeterince sistemli olmayan benzer düşüncelerinin yanına, tarihin çöplüğüne atılmak olacaktır.
Sınıfsal ve ulusal çıkarlardan kaynaklanan ayıklara kıyasla “bu değerler (“genel insanlık değerleri” deniyor yukarda-MY) öncelikli bir önem kazanıyor.
“Bu öncelik, sınıf konumlarından, sınıf savaşımından, komünist partisinin devrimci özünden vazgeçme anlamına mı geliyor? Bu soruya yanıt ararken, nükleer uzay çağında insanlığın genel çıkarlarının önceliğinin, sosyal ilerlemenin vazgeçilmez önkoşulu olduğundan yola çıkılmalıdır… Buradan, ilerleme olanağının ve böylece de sosyal ve sınıfsal görevlerin yerine getirilebilme olanağının olması için, sınıfsal engellerle bölünmüş toplumsal güçlerin BİRLİKTE ÇABASI ve karşılıklı ödün vermeleri gerektiği sonucu çıkmaktadır.
“Bu bağlamda işçi sınıfının savaşımının ödevleri ve değerler ve hedefler sistemi ve hiyerarşisi üzerinde komünistler yeniden düşünmelidirler. Geçmişte, sınıf karşıtına karşı, toplumun sosyal yeniden düzenlenmesi için bağlaşıklıklar oluşturuldu… Fakat günümüz koşullarında devrimci görevlerin gerçekleştirilmesi, HANGİ SINIFA DÂHİL OLURSA OLSUNLAR tüm insanları ilgilendiren yaşamı -sürdürme savaşımı çerçevesi içindedir. Durumun tersliği, SINIF KARŞITININ, bu genel insanlık görevlerinin gerçekleştirilmesinde kendisiyle BİRLİKTE ÇALIŞAN GÜÇ OLMASI GEREKLİLİĞİ’nde yatmaktadır.” (35)
Artık yeter, fazla söze gerek yok.
Kısa özet: Başlıcası nükleer silahların yok ediciliği olan “yeni değişiklikler” oldu dünyada; insanların var olma hakkı ve yaşama mücadelesi esastır; bütün insanlığın genel çıkarları önceliklidir ve sosyalizmin koşuludur; sınıfsal görevlerin yerine getirilmesine sıra gelmesi için ya da sınıf mücadelesinin olanaklarının var olması için burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte çaba harcanması gereklidir; proletaryanın değerleri ve hedefleri değişmiştir; günümüzde, sınıf karşıtına karşı mücadele değil, burjuva değerleri sistemi çerçevesinde burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte çalışma bir gerekliliktir, insanlığın bekası için sınıfsal barış ve uyum gereklidir; proletarya ve halklar emperyalistlerin önünde secdeye gelmelidir! Özü ve “çekirdeği” ile “yeni politik düşünce tarzı” budur…

Savaş Olanaksızlığı-Barış, Siyasal Çözüm Zorunluluğu-Diyalog
Gorbaçov, “günümüz koşullarındaki mücadelenin başlıca eğilimi”, “insan ve yaşama hakkı konusunda tutumlu bir tavır içine girilmesidir” diyordu. Bunun için “insanlığın ortak çıkar ve değerleri, sınıf karşıtıyla, burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte, işbirliği halinde ortak çabayla” sahiplenilip korunacaktı! Şimdi bunun savaş-barış sorunu açısından taşıdığı anlamı görelim (Tutumlu davranma çağrısı yapan Gorbaçov devam ederek):
“İşte biz, bu alanda kapitalist sistemi, kalıcı barış koşullarında bizimle yarışmaya çağırıyoruz.” (36)
Kapitalizm koşullarında ve kapitalistlerle bir arada yaşama ve yarışmada “kalıcı barış koşulları”! Günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizm koşullarında, kapitalizmin emperyalizm aşamasında “kalıcı barış”! Emperyalist barış değil sözü edilen, kalıcı bir barış. Sömürü ve zorbalık üzerine kurulu, dünyanın paylaşılması ve halkların yağmalanması olmadan var olmayacak emperyalizm döneminde barış -hem de kalıcı. Paylaşımın barışçıl ve barışçıl olmayan biçim ve türleri vardır, birbirinin devamı olan, bir diğerinin koşullarını üreten; paylaşımın diyalektiği, emperyalist barışın savaşa dönüşmesidir ve tersi. Çünkü paylaşımın güçten başka aracı ve emperyalistler arası ilişkinin güçten başka anahtarı ya da kaldıracı yoktur ve güç ilişkileri, emperyalizm aşamasında iyice hızlanan kapitalizmin ve kapitalist devletlerin eşitsiz gelişimine bağlı olarak sürekli değişme içindedir. Bu durum, dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılmasını dayatır, bu anlaşmalar yoluyla barışçıl da olabilir, savaş yoluyla da. Hangi yolla olduğu ve olacağından çok, güce dayanan paylaşımın kaçınılmazlığı önemlidir, çünkü somut koşullarına bağlı olarak güç ilişkileri, bugün barışçıl yarın barışçıl olmayan yolu, savaşı, ertesi gün bir başka savaşı dayatır. Ama temel olan şudur ki, emperyalizmin doğası, savaşı koşullandırır, emperyalizm döneminde “kalıcı barış”a yer yoktur; yalnızca geçici emperyalist barış olanaklıdır, güç ilişkilerinin dayattığı, halkların çıkarlarının ya da “insanlığın ortak çıkarlarının” değil, emperyalist güç ilişkilerinin koşullandırdığı, güce ve zora dayalı, emperyalistlerin çıkarlarını ifade eden türden bir barış- ve proletarya hiç bir zaman ve hiç bir şekilde bunun peşinde değildir ve olamaz. Dünyanın “barışçıl” paylaşılmasından onun hiç bir çıkarı yoktur.
Biz, Gorbaçov’un düşünce ya da düşüncesizlik zincirini izlemeye devam edelim: “…ne silahlanma yarışında, ne de nükleer savaşın kendisinde, üstün gelmenin artık mümkün olmadığı”nı (37) iddia ederek diyor ki:
“…bugünün dünyası savaşlar ve güce dayalı bir politika için son derece küçülmüş ve nazikleşmiştir. Yüzyıllardır, silahlı çatışmalar ve savaşların kabul edilebilirliği, benimsenebilirliği temeline dayanan zihniyet ve davranış biçimiyle bütün bağlar koparılmadan, dünyayı korumak ve kollamak artık mümkün değildir.” (38)
Gorbaçov dünyayı ve onu koruyup kollamayı ne de çok düşünüyor! Nükleer silahlar nedeniyle savaşta üstün gelmenin ve dolayısıyla savaşın artık “mümkün olmadığını” hareket noktası edinerek savaşçı “zihniyetin” değiştirilmesi gerekliliğini öne sürüyor. Zihniyet değişecek ve “kalıcı barış” tesis edilecek! Bu, bugünden gerçekleşme yolunda. Çünkü emperyalistler durumun “nazikliğini kavramaya” başlıyorlar (ileride onun bu “saptaması”nı da aktaracağız.)
Dünyanın savaşlar için küçüldüğü ve nazikleştiği doğrudur. Bir emperyalist savaşın olağanüstü yıkımlara neden olacağı da doğrudur. Ama bu, bir başka doğruyu, emperyalizmin savaşın kaynağı olduğu ve emperyalizm koşullarında savaşın -bugün ya da yarın- kaçınılmazlığı doğrusunu geçer-sizleştirmiyor. Çünkü bu, düşünce yoluyla ve “iyi niyetlerle” geçersizleştirilebilecek bir şey değildir, emperyalizme özgüdür, ekonomisi ve politikasıyla emperyalizmin doğasında iç-kindir. Tartışma, “savaşın kabul edilebilir olup olmadığı” bazında yürütülemez emperyalizm koşullarında; nasıl ortadan kaldırılabileceği (tek olanaklı çözüm, sosyalizmdir) ve savaştan nasıl kaçınılabileceği (halkların gücüne dayalı barış mücadelesi tek yoldur, barışın diğer araçları bu temelde kullanılabilir ve etkili olabilir) tartışılabilir, yani güce dayanarak emperyalizmin tasfiyesi ya da geriletilmesi olanaklıdır ancak, onun anladığı ve anlayabileceği bir başka dil yoktur ve olamaz.
Ama Gorbaçov, ”nükleer silahların dünyayı nazikleştirmiş” oluşundan hareketle “…çağdaş koşullarda bütün devletlerarasındaki işbirliği ve etkileşimin hiç bir alternatifinin olmadığını” ve bunu “kavramak” (39) gerektiğini söylüyor ve ekliyor:
“… savaş yolunda ne uluslararası alanda ne de ülke içinde mantıklı çözümler bulunamayacağı, giderek daha çok açıklığa kavuşmaktadır.” (40) Mantık! Ve “devletler arası işbirliği”, yani “barış”tan başka alternatif yok! Ne zaman ve nerede? Emperyalizm koşullarında… “Savaş alternatifi” yok, “barış”, “tek alternatif”! Ne zaman ve nerede? Emperyalizm koşullarında…
Emperyalistlerin ve kendisinin “mantığı”nı, emperyalist ve kendisinin metafizik, örümcek bağlamış revizyonist mantığını ya da mantıksızlığını ve idealizmini emperyalizmin ve, onun yasalarının mantığı, zorunluluğun mantığı yerine geçiriyor Gorbaçov, savaşın mantığı yok diyor ve barışı, emperyalist barışı alternatifsiz görüyor. “Barış”, devletlerarası, işbirliği ile sağlanacak. Ama sosyalist ve kapitalist emperyalist devlet arasında işbirliği, kalıcı bir barışın faktörü olmayarak, ancak çok özel şartlarda, 2. Dünya Savaşı’nda örneği yaşandığı, gibi, belirli bir dönem için savaşın esas kaynağı, dünya halklarının baş düşmanı ve saldırgan konumda, olan bir emperyalist devlet ya da devletler grubuna karşı,, yine bu belirli dönemde geçici olarak barışın korunmasından yana olan ve kuşkusuz emperyalist barış yanlısı olan devletlerle olanaklıdır, altı çizilmelidir ki, geçici olarak. Sosyalist ve kapitalist emperyalist devletlerarasındaki ilişki, kalıcı barış içinde işbirliği ilişkisi değil, sosyalist ülke ve dünya proletaryası ve halklarının gücü ve mücadelesi temelinde yükselen ve doğal ki ulusal ve uluslararası düzeyde sınıf mücadelesini yadsımayan tersine ondan güç alan, barış içinde bir arada yaşamaya çalışma ve belirtilen güçlere dayanarak savaştan kaçınma ve ama savaşa da hazır olma ilişkisidir. Barış içinde bir arada yaşama politikası, bir güçsüzlük ve tavizler politikası değil, koşullar gerektirdiğinden tavizleri de içermekle birlikte, bir güç politikasıdır. Çünkü emperyalistlerden barış ancak koparılıp alınabilir.
“Barışın” emperyalist devletlerarası işbirliği yoluyla sağlanmasına gelince… Bu kuşkusuz olanaklıdır; ancak kalıcı değil, geçici bir emperyalist barış olarak ve emperyalist devletlerarası işbirliği ve anlaşmalar yalnız ve yalnız güç ilişkileri temelinde olanaklıdır. Emperyalistler arası güç ilişkileri üzerine kurulu işbirliği aracılığıyla “savaşın mantıksızlaşması”, barış sağlanması ve böyle bir barışın peşinde olunması, ancak Gorbaçov’un revizyonist mantığının ürünü olabilir. Emperyalistler arası güç ilişkilerine dayanan işbirlikleri ve anlaşmalar geçici emperyalist barış demektir, savaş tehlikesi demektir, her zaman için savaşa dönüşme olanağının varlığı demektir.
Emperyalizm koşullarında “kalıcı barışı”, savaşsız bir dünyayı olanaklı, savaşı ise “mantıksız” gören, kapitalizmin bu olanağı var eden birçok “değişiklik”e uğradığını ileri süren Gorbaçov, bu tezleriyle Kruşçev’in ve ikisi birlikte, ultra-emperyalizm teorisinin mucidi Kautsky’nin izini sürmektedir. Sözü önce kautsky’ye ve sonra onun “barışçı emperyalizmi”ne “emperyalizm koşullarında barışır olanaklılığını” eleştiren Lenin’e bırakıyorum: “Kautsk:
“…Bugünkü emperyalist siyasetin yerini, ulu, sal mali sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş (uluslararasılaşma süreçlerinin önemi ve bu alanda “değişikliklere” vurgu yapan Gorbaçov hatırlansın-MY) mali sermayeyle dünyanın ortaklaşa (Gorbaçov’un “ortak çıkarlar”ı hatırlansın-MY) sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir siyaset alamaz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halde anlaşılır bir şeydir.” (41)
Ve Kautsky ekliyor:
“Salt ekonomik açıdan, kapitalizmin, kartellere izlenen politikanın (tekellerin, anlaşıp birlikler, karteller oluşturması; kartel, tekellerin işbirliğine gitmesi demektir-MY) dış politika alanımı taşacağı yeni bir evre (Gorbaçov’un “yeni dönemi”-MY), bir ultra-emperyalizmi evresi olanaksız değildir.” (42)
Lenin, hemen sözü Kautsky’den alarak, bu sözlerin ne anlama geldiğini belirtiyor:
“Yani bir süper-emperyalizm çevresi, bütün dünya emperyalistlerinin kendi aralarındaki savaşımı bırakıp birleştikleri, kapitalist düzen içindeki savaşların bittiği bir evre, uluslararası ölçüde birleşmiş mali sermayeyle ‘yeryüzünün hep birlikte ortaklaşa (aynı sözcükleri Gorbaçov ne denli yineliyordu-MY) sömürüleceği’ bir evre.
“Marksizm’den kesin olarak ve dönüşsüz bir biçimde hangi noktada koptuğunu ayrıntılarıyla göstermek için… bu ultra-emperyalizm teorisi üstünde durmamız gerekecek.” (43)
Lenin aynı zamanda Gorbaçov’un da “markizinden kesin dönüşsüz bir biçimde” nasıl koptuğunu göstermek üzere ayrıntıya giriyor.
Önce emperyalistler arası paylaşım kavgasının yol açtığı dünya haritasındaki büyük değişiklikler üzerinde duran Lenin, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıyla savaşlar ve “barışçıl emperyalizm” tezinin bağlantısını kuruyor:
“Bu gerçeği, iktisadi ve siyasal koşulları (emperyalizm koşulları-MY) büyük değişiklikleriyle, çeşitli Ülkelerin gelişim hızlan arasındaki aşın ölçüde eşitsizlikle, emperyalist devletlerin giriştikleri sert savaşımlarla birlikte, ‘barışçı’ ultra-emperyalizm konusunda Kautsky’nin küçük, ahmakça masalıyla karşılaştırınız.” (44)
“Sorun şudur, diyor Lenin; bir yandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali sermaye için, sömürgelerin ve ‘nüfuz bölgelerinin’ paylaşılmasında mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka araç var mıdır?” (45)
“Emperyalizmin pek o denli kötü olmadığına, sürekli bir barışı sağlamaya elverişli bir inter- (ya da ultra-) emperyalizme yakın olduğuna inandırmaktan daha avutucu ne vardı ki? İngiliz papaz takımının ya da duygusal Kautsky’nin iyi niyetleri ne olursa olsun, Kautsky’nin teorisinin tek nesnel, yani gerçek toplumsal önemi şudur: en gerici bir amaçla, kapitalizm içinde sürekli barışın olanaklı olduğu umudunu uyandırarak, dikkatleri günün keskin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından çevirip, gelecekteki düşsel bir ultra-emperyalizmin yalan umutlarına doğru yönelterek yığınları avutmak. Yığınların aldatılması, Kautsky’nin ‘Marksist’ teorisinde bundan başka hiç bir şey yoktur.” (46)
Lenin, sanki Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisini değil de Gorbaçov’un “yeni politik düşünce”sini eleştiriyor. Aynı “barışçı” ahmakça masallarıyla, aynı, paylaşımda, kapitalizmin bulunduğu yerde savaştan başka araç olduğunu savunmasıyla, sürekli bir barıştan söz edişi ve sözde barış umudu yayarak dikkatleri kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından düşsel umutlara çekişiyle ve revizyonist teorisinde yığınların aldatılmasından başka şey bulunmayışıyla Gorbaçov değil mi eleştirilen? Ve Gorbaçov, Stalin’i karalarken Lenin’e sahip çıktığını iddia ediyor. Oysa Lenin, Onun tek bir sözcüğünü bile onaylamıyor.
Bir de, Gorbaçov’un kalıcı barış olarak gösterip çarpıttığı emperyalist barışın, emperyalistler arası geçici işbirliği ve anlaşmaların, geçici barışın anlamını ve onun çarpıtılmasının işçileri yatıştırmakla bağlantısı üzerine Lenin’in yaklaşımını görelim:
“Kautsky’nin bayağılık akan küçük burjuva fantezilerine göre değil de, kapitalist sistemin gerçekliklerine göre hangi biçime bürünürse hürünsün, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır. Ne var ki işçileri yatıştırmak ve burjuvazinin safına geçmiş sosyal şovenlerle onları uzlaştırmak için, aklı-evvel Kautsky’nin tek ve aynı zincirin iki halkasını ayırdığını görüyoruz… Kautksy, emperyalist barış dönemleriyle emperyalist savaş dönemleri arasındaki diri bağlantıyı göstermek yerine, işçilere ölü bir soyutlama sunmakta, onların ölü liderleriyle uzlaşmalarını istemektedir.” (47)
Lenin’in Gorbaçov’a yönelttiği eleştiriler şunlar:
– Kapitalist sistemin gerçekliklerine göre, emperyalizmde kalıcı barış olanaksızdır, savaşlar kaçınılmazdır.
– Ne türden emperyalist birlikler, işbirliği, anlaşma ya da ittifaklar olursa olsun, bunlar, savaşlar arası ‘mütarekeler’dir, geçicidirler.
– Barışçı ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğarlar.
– Emperyalist barış ve savaş arasında kesin bir bağlantı vardır; ikisi tek ve aynı temel üzerinde, dünya ekonomisi ve siyasetinin emperyalist ilişkileri temeli üzerine birbirine dönüşür, birbirlerini koşullandırırlar.
– Emperyalist barış geçicidir, emperyalist barış dönemleri, emperyalist savaş dönemlerine bağlanmıştır.
– Kalıcı emperyalist barış ya da emperyalizm koşullarında kalıcı barış ölü bir soyutlamadır.
Sanılacak ki “tarih tekerrür” ediyor: Kautsky ve Gorbaçov tezlerinin birbiriyle olağanüstü benzeşmesi, çeşitli sonuçlarının da, uygulama önerilerinin de benzeşmesine yol açıyor: Lenin’in Kautsky’ye yönelttiği “işçilerin ölü liderleriyle uzlaşmalarını isteme” eleştirisi, aynısıyla Gorbaçov için de geçerlidir, göreceğiz, O da, işçilerin, öleli yıllar ve yıllar olmuş Sosyal Demokrat liderlerle uzlaşmasını istemektedir.
Lenin’in eleştirilerinden zerrece etkilenmeyen, ilk fırsatta, zamanı geldiğini düşündüğünde, Stalin gibi Lenin’e de küfre başlayarak ellerini tümüyle serbestleştirecek olan Gorbaçov “kalıcı” ve “evrensel” tanımlamalarıyla emperyalist barış programlan hazırlayıp sunuyor. Başlıca muhatabı, Reagan ve Amerikan emperyalistleri:
Önce, Gorbaçov’un, sosyalizmle savaş ve barış mücadelesi üzerine görüşlerini öğrenelim:
“Sosyalizm, savaşı, devletlerarasındaki ekonomik ve siyasal çelişkileri, ideolojik çatışmaları çözme aracı olarak kesinlikle reddeder. Bizim idealimiz, silahsız, şiddetsiz ve her halkın gelişme yolunu, yaşama biçimini özgürce seçebileceği bir dünyadır… İşte bunun içindir ki, evrensel barışın yaşatılması ve güçlendirilmesi için nükleer tehdide, silahlanma yarışına karşı mücadele, Parti’nin uluslararası çalışmasının başlıca yönelimi olarak kalmaktadır.” (48)
Parti’nin uluslararası çalışmasının başlıca yönelimi, barış için mücadele olamaz. Parti, barış için tavizler verme aracı değildir. O, gerektiğinde bunu yapar ve aralıksız bir şekilde barış için de çalışır. Ancak Parti, eğer bir sosyalist partiyse, sınıf ve sınıf mücadelesi partisidir. O, iç ve dış çalışmasında sınıf ve sınıf mücadelesini esas alır, devrim ve sosyalizmi, devrim ve sosyalizm mücadelesini başlıca yönelimi olarak saptar ve hayata geçirmeye çalışır. Barış için mücadeleyi sosyalizm mücadelesine bağlı olarak, sınıf mücadelesine dayanarak sosyalist hedefine uygun olarak yürütür. Barışın garantisi sosyalizmdir çünkü emperyalizm koşullarıyla sürekli savaş üreten bir güç, çatışma, yeniden paylaşım ve bunlara yol açan zıtlıklar ve eşitsizlikler kuyusu, tam bir Pandora kutusudur. Ve Parti, kendisini, savaşa dönüşebilecek, kaçınılmazca dönüşen ve dönüşecek emperyalist barışı savunmak, “yaşatmak ve güçlendirmek” ile sınırlandırmaz. Ve Parti’nin savaşsız, şiddetsiz bir dünya idealine sahip olması, onun her zaman ve koşulda ve hele haklı-haksız ayrımı yapmadan her türlü savaşı reddetmesine yol açmaz. Örneğin bir sosyalist parti ve ülke emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarını destekler. Örneğin, burjuvaziye karşı başkaldıran proletarya ve emekçilerin savaşını destekler. Sosyalizm, devletler içinde ya da arasında tüm haklı savaşlardan yana tavır alır. Her türlü savaşı reddeden, sosyalizm değil, sosyal pasifizm ve -işine geldiğinde işine gelen savaşı savunmakta, Afganistan işgali gibi, kusur etmekle birlikte- revizyonizmdir. Parti, savaşsız dünya idealine ancak savaşlardan geçilerek gidilebileceğini bilir ve idealiyle yaşanan gerçek durumu birbirine karıştırmaz. Oysa Gorbaçov, idealle gerçek durumu bilerek karıştırmakta, bununla hem geçici emperyalist barış ihtiyacını karşılamaya hem de proletarya ve halkların haklı savaşlara yönelme devrimci perspektifini bulandırmaya çalışmaktadır.
Sosyalist bir ülkenin dış politika ilkesi de, bu söylenenlerden esasta farklı olamaz. Sosyalist bir ülke barış içinde bir arada yaşama politikası izleyecek, saldırgan ya da “devrim ihraççısı” bir tutum içinde olmayacaktır. Bu politika tavizleri de içerebilir. Ancak şu kesindir ki, barış içinde bir arada yaşama politikası, özel şartlarda sınıf mücadelesinin sürdürülmesi politikasıdır. Özel şart, bu mücadelenin devletlerarası ilişkiler alanında sürdürülmesidir, sınıf mücadelesi, bu alana uyarlanmış haliyle ve savaştan kaçınma, uygun yöntemlerle savaşın emperyalist kaynaklarını güçsüzleştirerek emperyalistleri savaştan geri tutma ve savaşı geciktirme yönleri öne çıkarılarak yürütülür. Bunda temel dayanaklar, kapitalist ülkeler proletaryası ve dünya halkları ve onların mücadelesidir; sosyalist bir ülke, sınıf mücadelesi öğretisinin dış ilişkilere uygulanması demek olan dış politikasını bu güçlerle birleşme ve ittifak halinde yürütür. Yanı sıra, ilerici ülkelerin emperyalistlere karşı mücadelesini destekler ve emperyalistler arası çatlak ve çelişkilerden yararlanır. Yoksa sosyalizmin ideali savaşsız dünya diye, boğazına kadar şiddet ve savaşa batmış bir dünyada, bugünkü dünyada “evrensel barış” peşinde koşamaz, gerçekliği göz ardı edemez. Sosyalist bir ülke barış politikası güder, ama onu sosyalizmin yerine geçirmeden, Gorbaçov’un dediği gibi “ortak insani çıkar ve değerler”le emperyalist barışı sınıf çıkarları, sosyalizm ve gerçek kalıcı barış karşısına koyarak, önceliğin, ikincinin koşullarını da yaratmak üzere birincide olduğunu söyleyerek değil…
Sınıf mücadelesi ilkesi ve sosyalizmi ayaklar altına alan, “önceliği”, “ortaklık” adına burjuvazi ve emperyalizme, emperyalizmi savunmaya ve uygulamaya veren Gorbaçovsa, -Lenin’in eleştirilerine rağmen-, “temelden yeni bir dönem”, “barışçıl” bir “ultra-emperyalist” dönem peşinde. Silahsızlanma programının hedefini böyle tanımlıyor:
“SBKP, … kitlesel kırım silahlarının ortadan kaldırılmasıyla ilgili çok yönlü bir program, genişliği ve kapsamı açısından tarihsel değer taşıyan bir program öne sürmüştür. Bunun uygulamaya konulması, insanlık için temelden yeni bir dönem açacak(tır).” (49)
İnsanlık için gerçekten yeni bir dönem açacak olan program kuşkusuz tarihsel değer taşırdı. Çünkü Gorbaçov, az sonra göreceğiz, hem de bir eylem platformu olduğunu söylüyor programının. Sınıfsız toplumun, savaşsız bir dünyanın eylem platformu niteliğinde de olan bir program estette tarihsel olurdu, işin sonuna yaklaşıldığını belirtmiş olurdu çünkü böyle bir program. Ama gerçeklere baktığımızda, yaşadığımız dünyayı şöyle bir yokladığımızda, sözü edilen program bir başka anlamıyla tarihsel. Tarihten, tarihin çöplüğünden çıkarılmışlığı anlamında, Kautsky’yi yineleme anlamında. Gorbaçov, “Programımız, esasında, nükleer uzay çağında güvenli bir dünyanın kurulması felsefesi ile somut bir eylem platformu arasında bir sentezdir.” (50) derken, programı nasıl bir “tarihsel değer” taşıyabilir?
Aslında, Gorbaçov, bu söyledikleriyle, durumu daha da vahimleştirmekte, savaşsız, sınıfsız toplum felsefesi ite henüz koşulları yokken onun eylem programını, sosyalizmle yığınları aldatmayı ya da idealle gerçeği “sentezleştirerek”, önce anlamsızca sonraysa, anlamsızın ardındaki anlam açısından emperyalizme, “barışçıl” emperyalizm umudu yaymaya varmaktadır. Sınıfsız bir “nükleer uzay çağı” nitelemesiyle çağı muğlâklaştırarak işe başlayan Gorbaçov, Marksizm’in (felsefe diyerek Marksizm’i ima ediyor olmalı) savaşsız-sınıfsız dünya idealizmi “somut bir eylem programıyla” bugünden, emperyalizm koşullarında gerçekleştirmeye yönelmekte ve bugünden “güvenli bir dünya”nın olanaklı olduğunu iddia ederek, emperyalistlere bunu, yani sömürü ve talanı ortakça sürdürürken barış umutlan yaymayı önermektedir. Devrim ve sosyalizme en iyi “barış” hayalleri yayarak karşı çıkılabilir diye düşünüyor Gorbaçov. Bunu yapıyor. Ama yanılıyor. Halklar gerçek barışın yolunu bulacaklardır.

Emperyalizm, Güç Politikası ve “Yeni Politik Düşünce”
Apriori olarak savaşın mantıksızlığı ve olanaksızlığını, çünkü herkesi, her sınıftan insanı yok edeceği ama insanın yaşama hakkına sahip olduğunu savunan Gorbaçov, bu ‘fikrini” geliştiriyor:
“…o zaman, yalnızca, nükleer savaşın kendisi değil, aynı zamanda bu türden bir savaşın ön hazırlığı, yani silahlanma yarışı, askeri üstünlüğe duyulan özlem, nesnel olarak hiç kimseye politik bir kazanç sağlayamaz.” (51)
Amerikan emperyalistleri daha yeni, Aralığın son günle-rinde Libya’yı kimyasal silah ürettiği bahanesiyle askeri açıdan tehdit etti. Doğrudan askeri üstünlüğüne dayanarak güç politikası izliyor ABD. Ve askeri üstünlüğü ona politik kazançlar sağladı, sağlıyor. Gorbaçov ötelere bakınmasın, aranmasın,  Amerikan emperyalizminin askeri üstünlüğü -kuşkusuz devasa ekonomik gücünden gelen ve özel olarak geliştirilmiş, militarize edilmiş ekonomiye dayanan- askeri gücü, Gorbaçov’un kendisini “barışçıl” görünüme bürünmeye itmiştir. Gorbaçov “barışçıllığı”nın başka nedenleri de var elbet, ama bir neden de bu. Ve Gorbaçov. Zaman kazanarak ve ABD’yi politik olarak köşeye sıkıştırmaya çalışarak O’nun bu üstünlüğünü etkisizleştirmek ve bu arada Sovyet ekonomisini de geliştirerek, bu temelde yeni ve geliştirilmiş askeri araçlara sahip olmak istiyor, bunu kuruyor. Askeri güç ve dikte ettiriciliği niçin politik kazanç sağlamasın?
Gorbaçov, bir yandan “barışçıl” hayaller yayarak proletarya ve halkları pasifize etmeyi ve devrimden uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan da Amerikan emperyalistlerini bir yönüyle iknaya bir yönüyle de ürkütmeye çalışıyor. “Gel vazgeç”, askeri araçlarla bir şey elde edilemez, geleceği yok diyor, “nükleer silahlar bende de var, fazla üzerime gelme” mesajıyla da O’nu dünyanın işbirliği yoluyla paylaşılmasına razı etmeye yöneliyor. Gorbaçov, endüljans dağıtıyor, cennette yer satıyor: “Askeri cepheleşme ve topyekûn çatışma politikasının geleceği yoktur. (52) Bugünkü etkenlere bakarak geleceği okuyor. Ne kötü bir okuma! Uzunca üzerinde durduğumuz “değişiklikler”in emperyalizmin özünü değiştirmesi, bunda nükleer silahlanmanın önemli rolü olması temelinde askeri cepheleşme ve güç politikası etkisizleşiyor, geleceksizleşiyor. Gorbaçov, kuşkusuz, sınıfsız toplum gibi uzak bir gelecekten değil, emperyalizm koşullarında yakın bir gelecekten söz ediyor. Daha kesin bir ifadesi Gorbaçov’un:
“…tüm biçimleriyle güç politikası tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur.” (53)
Neden doldurdu sorusunun yanıtı yanı sıra güç politikasının yerini alacak olan nedir sorusuna da yanıt bulmak için Gorbaçov’dan bir aktarma daha yapalım:
“…çağdaş silahların niteliği, hiç bir devlete, sadece askeri ve teknik araçlarla, örneğin, en güçlüsü olsa bile savunma sistemi yaratarak kendini korumak umudunu vermemektedir. Güvenliğin garantisi, her zamandan daha çok, siyasal bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.” (54)
Birinci olarak, askeri güç kullanma, askeri üstünlük ve yeni askeri güç politikası “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur” iddiası ancak avutmaya yönelik bir masaldır. Nikaragua ve Salvador’a, Angola ve Afganistan’a yönelik askeri güçler kullanma ve izlenen güç politikası bunun tersini kanıtlıyor. İran ve Libya’ya indirme ve çıkarmalar, bu ülkelere yağdırılan emperyalist bombalar, Filistin Devrimin dize getirilişi neyin ürünüdür? Doğu Avrupa’da Sovyet askerleri ne arıyor, Estonya ve Letonya bağımsızlık isteyince neyle tehdit ediliyor ve Karabağ’da ilan edilen sıkıyönetim neyin aracıdır, göstergesidir, denizler ve okyanuslarda Amerikan ve Sovyet gemileri niye dolaşıyorlar ve yine pek çok ülke ve adada Amerikan ve Sovyet askeri üsleri ne işe yarıyor? Dünya, başlıca iki süper devletin, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizminin izlediği güç politikasının cenderesindedir.
İkinci olarak, “güç politikasının tüm biçimleriyle tarihsel olarak ömrünü doldurduğu” iddiası tamamen bir çarpıtmadır, yalandır. Bunun, “güvenliğin garantisi siyasal görevdir” derken Gorbaçov ve “Konferans, uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan çelişkilerde ve anlaşmazlıkların giderilmesinde tek olanağın politik çözüm yolu olduğu konusundaki yaklaşımın SSCB’ye yüklenen, insanlığın yaşaması ve gelişmesi uğruna yapılan çalışmalardaki tarihi rolünü vurgular.” (55) kararını alırken 19. Konferans açığa vurmaktadır. Önerilen, askeri güç kullanımına yol açabilecek “anlaşmazlıkların giderilmesinde” politik çözüm yoludur.
Önemli olan güç politikasının emperyalizmin bir uygulaması olduğudur. Anlaşma ya da çatışmaların güce bağlı olarak gerçekleşmesidir; dünyanın yeniden paylaşılmasının, ezilen halklara ve çeşitli türden sömürge ya da nüfuz bölgesi olarak paylaşım konusu bölgeyi elinde tutan eski “sahip”e karşı güç kullanılarak, güç oranında şekillenmesidir. Gücün, askeri ya da politik güç olarak ve hatta ekonomik güç olarak biçimlenmesi ve kullanımı işin ayrıntıya ilişkin yönüdür. Bugün askeri, yarın politik, sonra yine askeri güç kullanımı olanaklıdır ve Lenin’in dediği gibi biri diğerini koşullandırır ve hazırlar. Anlaşmazlıklar politik yoldan giderildiğinde, anlaşmazlık konusu, anlaşma yoluyla giderildiğinde, bir emperyalist devletle bir başkası ya da tüm emperyalist devletler bir ittifak gerçekleştirdiğinde, anlaşmanın yine tek bir aracı, anlaşmazlığın giderilmesinin tek bir çözüm yolu vardır: güç ve güç ilişkileri. Anlaşmalar, emperyalistler arasında güç oranlarına göre yapılır. Sömürge politikasının yeni biçimi, yeni sömürgecilik yok mu edildi, güç politikasının “tüm biçimleriyle” tarihsel olarak ömrünü doldurduğu iddia ediliyor? Yeni sömürgecilik, başlıca bir güç politikası uygulanımıdır, esas yönüyle ekonomik gücün ele geçirici, ilhakçı, dikte ettirici uygulanımı. Bu biçimde mi tarihe karıştı? Hayır, tarihe karışmış olan, ultra-emperyalist barışçıllık Gorbaçovcu hayaliyle, emperyalizmin ekonomik, siyasal, askeri güç ilişkileri temelinde varlığının yadsınması, onun güç politikasından arındırma çabasıdır. Ne yapalım ki Gorbaçov, bu eskimiş tezleri tarihin çöplüğünden bulup çıkarıyor.
Emperyalizm tekelci kapitalizmdir, tekelse ekonomik ve siyasette egemenlik, ele geçirme, dikte ediciliktir. Tekel hammadde kaynaklarına el koyma, fiyat dikte etme, pazarları ele geçirme demektir. Dünyanın ekonomik ve siyasal olarak paylaşılması demektir. Sömürge politikası ve ilhak eğilimi demektir. Ve el koyma, paylaşma, dikte etme ancak güce dayanarak olur. Mali sermaye, sermayesi ve gücü oranında el koyar, paylaşır, anlaşma ya da çatışma yoluyla, ama tüm el koyuculuğu, paylaşımcılığı, ister anlaşma, ister çatışma aracılığıyla gerçekleşsin gücüne bağlıdır. Egemenlik ve paylaşım peşinde koşmasına pazarında merkezilendiği devleti çağırır, gereğinde devlet tekeli kurulur ve tekel ve tekelci devlet siyaset ve dikte eder, el koyma ve paylaşım yalnızca ekonomik değil, siyasal ve giderek askeri güçler oranında gerçekleşir. Zaten paylaşılmış bir alanın, bölge ve ülkenin yeniden paylaşılması için yalnız ve yalnızca eski sahibi oradan kovacak güç gereklidir. Anlaşma yoluyla, güç karşısında terke razı ederek ya da çatışma yoluyla ele geçirerek, güç kullanılarak, güç politikasıyla yeniden paylaşım gerçekleşir.
Ve güçler ilişkisi, güç kullanma durumunda olan tekellerin ve emperyalist devletlerin güçleri sürekli değişme durumunda olduğu için değişir. Kapitalizm, işletmeler, sektörler ve ülkeler bazında eşitsiz geliştiği ve eşitsiz gelişme emperyalizm döneminde daha da arttığı için, değişen güçler ve güç ilişkileri her alanda yeniden paylaşımları zorlar, gerekli kılar. Hızla gelişen, gelişmede ileri giden tekel ve emperyalist devletler yeni olanakları talep eder. Yeni işletmeleri, bölge ve ülkeleri ele geçirmeye çalışacaktır. Tekelci dönemde, serbest rekabetten doğan ama onu yok etmeyen, onun üstün ve yanında var olan ve dolayısıyla rekabeti yoğunlaştıran, anlaşmazlık ve çatışmaları keskinleştirip şiddetlendiren tekellerin egemenlik dönemi olan emperyalizm koşullarında güç ilişkilerinin belirleyiciliği, güç politikası, bu koşulların asli unsurlarındandır. Ve Gorbaçov emperyalizmi genel olarak güç politikasından, özellikle de askeri güç politikasından arındırma çabasındadır. Yeni politik düşüncesini Leninizm’in karşısına çıkarmaya yeltenmektedir.
Lenin kapitalizmde çelişkilerin çözümüyle gücün ilişkisi üzerine şunları söylüyor:
“Mali sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasında farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” (56)
Bir başka yerde:
“…kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez.” (57)
Ve Lenin’den, emperyalizmin “barışçıllaştırılması” hayali yoluyla onu askeri güç politikasından soyundurma ve ekonomik ve siyasal güç politikasını -sanki matahmış gibi- askeri güç politikasının karşısına koyma, ikisini birbirinden koparma tezlerine yöneltilmiş eleştiri:
“…savaşınım biçimleri değişebilir, nitekim özel ve geçici nedenlere bağlı olarak değişmektedir de; ama savaşınım özü, onun sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmez… (Kapitalistler-MY) dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik -olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulduğumuz çağma ilişkin hiç bir temel kanıyı değiştirmeyecek ikinci bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için gene barışçı olmayacak) biçimleri sorununu koymak, bir sofist gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” (58)

“Yeni Politik Düşüncenin” Belirleyici Öğesi Diyalog, Çıkarlar Dengesi ve Birlikte Düşünme
Askeri biçimiyle güç politikası yerine siyasal çözüm arayışları olarak sunduğu barışçıl biçimiyle güç politikasını koyarak tartışmayı çatışmanın biçimleri sorununa taşıyan ve bu iki biçimin tek tek ve aynı özden, sınıfsal içerikten yansıyan, biri diğerinin yerini almaya hazır ve koşullara göre değişikliklerle biri diğerine dönüşen emperyalist güç politikası biçimlerinden barışçı! olanı, mutlaklaştırma eğilimiyle, savunan Gorbaçov, güce dayalı olarak gerçekleşme durumunda olduğunu gözlerden gizlemeye çalıştığı anlaşmalar, birlikler ve politik çözüm siyasetinin ve bu temelde ele alınması gerektiğini söylediği dış politikanın “belirleyici ögesi”ni diyalog olarak tanımlıyor. Askeri güç politikası izlemekten kaçınma ve “barış” için, “silahsızlanma” ve ekonomi ve yaşamın de-militarizasyonunu (Gorbaçov ve Gorbaçovcular de-militarize ve yeni sömürgecilikten arınmış emperyalizm olabileceğini ve olacağını savunuyorlar, bunun incelenmesini bir başka yazıya bırakıyoruz) ve diyalogu öneriyor; Konferans bunu karar altına alıyor, onaylıyor:
“Konferans, Sovyet yönetiminin, savaş tehlikesinin açık ve yapıcı bir diyalog ve silahsızlanma yoluyla yok edilmesi politikasının doğruluğunu vurgular.” (59)
Kuşku yok ki, diyalog ve silahsızlanma yoluyla savaş tehlikesinin yok edilmesi olanaksızdır; bu, pasifist hayaller yayma yoluyla, proletarya ve ezilen dünya halklarını silahsızlandırmak, devrim ve devrim fikrinden uzaklaştırmak, emperyalizm koşullarını mutlaklaştırmak ve emekçi yığınları savaşın kucağına sürüklemek demektir. Bu, şu çağrıyı yapmak anlamına geliyor: “İşçiler, ezilen halklar, bırakın, emperyalistler diyalog ve silahsızlanma yoluyla barışı ger-çekleştirsin ve savaş tehlikesini önlesinler, ben de onlara yapıcı yardımlarda bulunurum, sizin barış için mücadele etmeniz gerekmiyor, hele sınıf mücadelesi barış atmosferini ‘ bozar, devrimlerden geri durun, işi bize bırakın!”
Emperyalistler ve sosyal emperyalistler birbiriyle görüşecekler ve emekçiler emperyalizmin silahsızlanması hayali peşine düşecekler. Gorbaçov rahat edecek… ama bu görüşmeler ve anlaşmalar siyaseti, emperyalistler arası barışçıl, paylaşım savaş hazırlığı demektir, savaş tehlikesi demektir, savaş tehlikesinin yok edilmesi değil.
Sosyalist ülkeyle emperyalist ülkeler arasındaki görüşmelere gelince, üzerinde duruldu, bu, belirleyici değil, ancak etkileyici, ikincil bir öğedir. Emperyalizm yok edilmedikçe, savaşın kaynağı kurutulmadıkça, savaş tehlikesi tamamen önlenemez. Geciktirilmesi mümkündür; bunun içinde doğru bir politika izlenmesi gerekir. Görüşmeleri esas alan bir politika değil, sınıf mücadelesini ve sınıf güçlerine dayanmayı, devrimi ve devrimci güçleri esas alan bir politika. Görüşmeler, ancak, sınıf güçlerinin seferber edilmesi ve doğru kullanılması temelinde, eğer doğru yürütülürse, savaşın geciktirilmesini kolaylaştırıcı etki yapıyor. Ama her halükarda görüşmeler, kapitalizm koşullan çerçevesinde sıkıştırılıyor, onun sınırlarının dışında ele alınmıyorsa, burjuvaziyle proletarya, emperyalizmle ezilen halklar ve kapitalizmle sosyalizm çelişmeleri temelinde bu çelişmelerin devrimci yönlerine dayanarak ve emperyalistler arası çelişmelerden yararlanılarak yapılmıyorsa, savaş tehlikesini önlemeye katkıda bulunamaz.
Emperyalistler arası diyalog, onların halklara karşı birleşmeleri, güçleri oranında dünyayı “barışçıl” yöntemlerle paylaşmaları demektir. Sosyalist bir ülkeyle emperyalist bir ülke ya da ülkeler arasındaki diyalog ise, sosyalist bir dış politika izlenip izlenmediğini de gösteren ve hatta izleyen ülkenin sosyalist olup olmadığını da ortaya koyan -ne tek ne de başlıca, çünkü temel olan sosyo-ekonomik yapıdır- göstergelerinden biridir. Çünkü diyalogun içeriği, amacı ve hangi çelişmelerin ve onların hangi yönünün temeli üzerinde gerçekleştirildiği önemlidir. İşte Gorbaçov’un diyaloga yükledikleri:
“Köklü biçimde değişen dış politikamızın belirleyici öğesi diyalog oldu. Sovyet yönetiminin, yabancı devlet başkanlarından sıradan insanlara kadar uzanan ve bu zamana kadar benzeri görülmeyen bir dizi ilişkisi, Sovyetler Birliği’nin ‘yeniden keşfi’ni getirdi. Biz de kendi payımıza çevremizdeki dünyayı daha iyi algılama ve anlama, dünya sorunlarının tartışılması ve çözüm yollarının aranmasına katılma… başka kültür ve manevi geleneklerden kaynaklanan düşüncelerden yararlı olan ne varsa alma olanağı elde ettik. Böylesi bir ‘geri iletim’ sayesinde, özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin anlamı konusunda karşılıklı anlayışa ulaşmak da daha kolay hale geldi.” (60)
Farklı sistemler arası bir diyalog anlayışı değil bu. “Sınıf karşıtı” kesinlikle “ortak” haline dönüşüyor, dönüştürülüyor burada. Onlardan yararlanarak, Marksist olmayan “başka kültür ve manevi geleneklerden” öğreniliyor, emperyalistlere de, kendi paylarına, SSCB’nin sosyalist olmadığını görerek, onda “anlayış” ve birleşme tutumu saptayarak Sovyetleri “yeniden keşfediyorlar” ve hele sosyalizme bakılırsa, emperyalistlerle “özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin anlamı konusunda karşılıklı anlayışa” ulaşılıyor. Ne sınıf karşıtlığı ne dünyanın dönüştürülmesi eğilimi… onlarla birleşme tutumu var burada, ideolojik, kültürel, siyasal her alanda birlik ve bütünleşme. Bu tür diyalog, tek ve aynı sistem içinde birleşmenin, sorunları barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmasının, halklara karşı bağlaşıklık arayışının ifadesidir. Ve zaten “Barış ve Sosyalizm Sorunları” dergisi yazarı, Sovyet ekonomi bilimleri doktoru Prof. Stanislav Menşikov tam bir açıklıkla rakip değil ortak diyor; kapitalist emperyalistler için:
Sovyet ekonomisti S. Menşikov:
“Toplumsal sistemlerimiz birbirinden çok farklı olmasına rağmen, biz birçok alanda işbirliği yapabiliriz ve yapmalıyız da. Birbirine rakip ve düşman olarak değil, partner (ortak) olarak bakmak çok daha akıllıcı bir iştir.” (61)
“Rakip ve düşman olarak değil partner (ortak) olarak” bakan ve emperyalistlerle işbirliğini amaçlayan, sınıfsal içeriğiyle kapitalist ilişkileri çerçeve edinen ve “ortaklarla” işbirliği İyilinde ortak değerlere ve dünyanın daha iyi anlaşılmasına ve kuşkusuz yeniden ve yeniden paylaşılmasına yönelen bir diyalog… Bu diyalogda, lafız olarak bile olsa, ne halka yer var, ne sınıf karşıtlığına, ne sosyalizme ve ne de sınıf mücadelesine. Tek şeye yer var: ideolojik, siyasal, kültürel uyum, ortaklık ve çıkarların dengelenmesi. Bu sonuncusu dünyanın paylaşılması demek, burada çıkar dengesinin tutturulması demek, dilin altındaki bakla bu, emel bu, yön verici temel kalkış noktası bu… Bunu Gorbaçov açıklıyor:
“Görüşmeler her zaman nazik ve karmaşık bir iştir. Burada esas olan karşılıklı olarak kabul edilebilir bir ÇIKAR DENGESİNİ elde etmeye çalışmaktır.” (62)
Bir rekabet var yine, rakiplik durumu var. Çıkarlar dengesinin tutturulmasını hedefleyen, doğal ki dengenin aracı olarak “barışçıl rekabeti”, güç oranında dünyanın barışçıl paylaşımını öne süren bir rekabet türü. Emperyalizm koşularında, farklı emperyalist, sosyal emperyalist devletlerarasında rekabet kaçınılmazdır, bugün barışçıl yarın barışçıl olmayan çatışma kaçınılmazdır. Ama bu rekabet, Gorbaçov ve Gorbaçovcuların söyledikleri gibi, kesinlikle iki farklı sistem arasındaki bir karşıtlıktan kaynaklanmıyor, “karşıt sistem” karşıt görülmüyor, rakip ve düşman sayılmıyor; anlaşılabilir, karşılıklı çıkarların “kabul edilebilir bir dengesi” bulunabilir, özgürlük ve demokrasi (karşıtlığı şeklinde anlaşılması gerekiyor) dahil tüm “dünya sorunları” üzerinde “karşılıklı anlayışa ulaşılabilir” bir partner olarak vurgulanıyor. Gorbaçov, partnerine/partnerlerine “birlikte düşünme” -karşılıklı anlayışa varmak ve çıkarları dengeleyebilmek için bu kuşkusuz gerekli- çağrısı yapıyor ve bu çağrısının yankı yaptığını söylüyor:
“…herkesi birlikte düşünmeye, tüm ülkelerin ve tüm insanlığın çıkarlarını göz önüne alarak birlikte araştırmaya çağırdık.
…Birlikte düşünme ve arayışa ilişkin açık ve içten çağrımız dünyada büyük bir yankı buldu.”(63)
Yankı buldu kuşkusuz, kapitalistlerde, emperyalist ülke ve yöneticilerinde, gericilerde. Ve tabi, emperyalistler tüm ülkelerin ve tüm insanlığın çıkarlarını göz önüne alarak düşünüp araştırmaya başladılar! Kapitalistlerin kendilerinden başkasının çıkarını ancak ezip geçmeyi, yok etmeyi çıkar edindiklerini, bunda iradelerinin hiç önemi olmadığını, sermaye ve onun birikimi yasasının, kapitalizmin nesnelliğinin -bunu dayattığını bilerek başkalarının çıkarını düşünmeyi bir yana bırakırsak, bu olanaksızdır, ortak çıkarlar- dünyanın paylaşılması- temelinde bir birlikte düşünme sürecinin gelişmekte olduğunu söylemek mümkündür. Yine Gorbaçov’un çağrılarının Batılı kapitalistlerde beğeniyle karşılanan bir etki yaptığını söylemek de. Birlik, kapitalizm çerçevesinde, Batılı kapitalist normlar esas alınarak, Gorbaçov’un Batı’ya yaklaşmasıyla gelişiyor çünkü. Ve O’nun Marksizm’den en küçük kırıntısında bile kopuşuyla, sosyalizmden kalıntı biçimlerden bile vazgeçişiyle. Bir başka Sovyet profesörü, Aleksander Galkin, “yeni politik düşünce”nin Marksizm olmadığını, daha geniş bir kavram olduğunu açıklıkla ifade ediyor zaten:
“…yeni politik düşünce Marksist-Leninist teorinin yaratıcı gelişmesinin şu andaki aşamasından önemli ölçüde daha geniş bir kavramdır. Toplumsal gelişmenin etkili bir etmeni olabilmesi için, yeni politik düşüncenin, en önemli noktaları itibariyle, yalnızca Marksist dünya görüşünün değil, aynı zamanda Marksizm’e karşıt ideolojik ya da yarı ideolojik ana sistemlerin de organik bir bileşeni haline gelmesi gerekmektedir.” (64) Söz gerekiyor mu? Birleşmeyi ifadelendirse, ama bari kendisi Marksist olsaydı! Bunu bile ileri süremeyecek denli koptu, Sovyet modern revizyonistleri Marksizm’den… Yalnızca emperyalistlerle, Batılı kapitalistlerle birliği düşünüyorlar, onların değerlerini esas almayı, bu değerler etrafında onlarla bütünleşmeyi ve dünyanın paylaşılmasında bu değerlerle yer almayı.

“Yeni Politik Düşünce”, İradeci ve Ahlakçı Bir Düşünsel Yığıntıdır
“Yeni politik düşünce”, adıyla bile Marksizm’den kopuşu ifade ediyor. Politikliği, takılan adında da bu denli vurgulanan bir Marksist politika yoktur. Politika nesnellikten, ekonomik-maddi temelinden kopmaz, koparılamaz ve ekonomiye rağmen politika geliştirilemez. Politika ile ekonomi arasında bir çelişme olduğu, ikincinin birincisini bire bir belirlemediği, kendi özerk gelişme süreci olan politikanın, ideolojik süreçler gibi, ekonomik süreçlerle belirli çelişmelere sahip olabileceği, olduğu, ama nihai çözümlemede, her politikanın ekonomiden, sosyal sınıfların çıkarlarından yansıdığı, ekonomik temelsiz ve sınıflar-üstü politikalar geliştirilemeyeceği, bu iddiayla geliştirilen politikaların yine bir sınıfın çıkarını yansıtacağı açıktır. Ve Marksizm, salt bir politik çözümlemeler manzumesi değil, ekonomik, felsefi, siyasal bir görüşler bütünlüğüdür. Emperyalizmin nesnelliğine karşın, ona ilişkin, bu nesnelliği bir yana atan politikalar geliştirilemeyeceği. Bunun yapılmaya çalışılması halinde hayal dünyasında gezintiye çıkılmış olunacağı ortadadır. Ama Gorbaçov’un vurguladıkları politikadır, mantıktır, ahlaktır, niyetler ve iradedir. İrade ve politikanın önemli olduğu doğrudur, ama ekonomik temelinden soyutlanmadığı, sınıfsal çıkarları görmezden gelmediği, ekonominin yasalarına ve nesnelliğine karşı ilen sürülmediği takdirde. Politika ve irade, nesnel koşullara uygunsa, onun gelişmesine, geliştirilmesine hizmet eder, izleyicisini ilerletir; tersi durumda ya tarihin akışına karşı durulmaya çalışılır ya da böyle bir irade ve politika yığınları aldatmanın unsuru durumundadır. Bilimsellikte ve politikada bile iyi niyete ise yer yoktur. Sınıflı toplumlarda ahlak da sınıfsal içeriklidir ve her sınıfın kendi ahlakı vardır, genel bir “ahlak” söylemiyle politika yapmak, bir yanıyla sofizm, diğer yanıyla da insanların dikkatini dünyanın gerçekliklerinden, nesnelerden, maddi gelişme ve çelişmelerden kutsallaştırman bir alana, “birlikte düşünülmüş”, herkes için “ortak değerler”in geçerli olduğu gerçek-üsîü bir alana çekmekten başka Lir anlama gelmez. Eskiden dikkatler, dinsel alana, göksel kutsallıklara çekiliyordu, sonraları ahlakçılık geliştirildi bu iş için. Gorbaçov da bu bin yıllık yoldan yürüyor:
“Yeni politik düşünce, çağdaş uluslararası ilişkilerde, halkların yüzyıllar boyunca geliştirdiği ve büyük beyinlerin genelleştirilerek ifade ettiği ahlakı değerlerin naşı’ yaşamsal bir önem taşıdığını daha iyi değerlendirmemizi sağladı.” (65)
“Ahlakı değerler”e yaşamsal bir önem biçen, “erdem” ve “erdemli oluşu”, dünyaya bakış ve yaşamın başlıca yönü ve temeli sayan ahlakçı, sofist (bilgici) düşüncenin, günümüzde artık eskimiş olmak üzere, halklar değil ama yüzyıllardır idealist filozoflarca geliştirildiği söylenmelidir. Gorbaçov’un sözünü ettiği büyük beyinler içinde, örneğin bir Marks ve Engels yoktur, ama örneğin Solan, Sokrat, Platon gibi idealist-sofist düşünürler vardır. Platon’un bilgelerce yönetilmesini öngördüğü, duyulur (maddeler) dünyasının bir kopyası olduğu “ideler” dünyasının, anlaşılır (akıl) dünyasının, idelerin en yükseği olan ve diğerlerinin kendisine bağlandığı “iyi”nin idesinin yönlendirdiği devleti ve devlet fikriyle Gorbaçov’un düşündüğü devlet ve devlet fikri arasında ne fark var? “İşte Gorbaçov’un devleti:
“Dünyadaki sayısız çelişkilerin çözümünde ve çıkarların dengelenmesinde, herkesin seçme özgürlüğünün tanınmasıyla birlikte, bencil tutkular ve önyargılar yerine, devletleri akıl, bilgi ve ahlaki normların harekete geçirilmesiyle, uluslararası ilişkilerin giderek de-militarize edilmesi ve insancıllaştırılması.” (66)
Bu, Gorbaçov’un dünyayı şekillendireceğini söylediği eğilimlerden biri! Çözümleyici, insancıl “akıl, bilgi ve ahlak devleti”, insanların mutluluğunu ve de-militarizasyonu sağlayacak! Ama bu devlet fikrinin ilk tasarımcılarından Platon bile, de-militarizasyonu öngörmüyor; akıl, bilgi yoluyla iyiye ve adalete ulaşılmasını garanti altına alacak “yargıçlar”la birlikte O’nun “devleti”ni yöneten “askerler”, Platon onlara “koruyucular” da diyor. Köleleri zaten insan saymayan Platon, çiftçiler ve zanaatkârlardan oluşan “çömlekçiler” ise yönetilip devleti besleyecek olan sınıf olarak belirtiyor. Diyor ki, “…mutluluk toplum içindir. Biz devletimizi bütün topluma mutluluk sağlasın diye kuruyoruz, yoksa bir sınıf değerinden daha mutlu olsun diye değil. Çünkü kurduğumuz devlette doğruluğu, kötü yönetilen devletlerdeyse eğriliği bulmaktayım… Bütün yurdun mutlu olması için koruyucunun koruyuculuğunu, çömlekçinin de çömlekçiliğini gereği gibi yapması gerekir. Biz toplum için gerçek koruyucular, ona hiç bir kötülük etmeyecek koruyucular istiyoruz… Koruyucularla yardımcıları kurduğumuz düzene bakıyorlar mı, böylece de bütün yurt gelişip en iyi yönetime kavuşunca her sınıf, doğanın verdiği mutluluk payını alabiliyor mu? İşte asıl buna bakalım…” (67)
Ve Platon, Gorbaçov’dan daha çok insancıl olmasa, düşünmeye yönelik: koruyucular ve yardımcılarını istiyor, de-militarizasyon saçmalığına sapmıyor; onların aklı, bilgeliği ve iyilik peşinde olan ahlakçılığından ve askerlerin koruyuculuğundan kaynaklanacak iyi yönetimle mutluluğa ulaşılabilmesini şarta bağlıyor; yargıçlar ve askerlere, yöneticilere mülkiyet! ve evliliği yasaklıyor. Gorbaçov buna da var mı? Mülkiyetinden ve “sevimli eşi” Raisa’dan boşanmayı göze alabiliyor mu? Brejnev’in damadını zimmetçilik ve suiistimalden yargılıyor; Ama Brejnev ve kızı/damadı evlenmeseler ve mülkiyet sahibi olmasalar bütün kötülükler önlenebilecekti! Damadın yargılanması da gerekmeyecekti! “Salt akıl ve ahlak devletine”, onun aracılığıyla da insancıllık ve mutluluğa ulaşılabilmesi için, kötülüklerim önüne geçilebilmesi için Platon’un şartını da yerine getirmesi gerekiyor Gorbaçov’un! Ama kaytarıyor!
“Kitlesel kırım silahlarını siyasal planların bir nesnesi durumuna sokmak, en azından, hem ahlaka aykırıdır, hem de, siyasal açıdan sorumsuzluktur.” (68) diyen Gorbaçov, “silah sızlanma yolunu seçebilmek için, her şeyden önce, bunu ger çekleştirme iradesine sahip olmak gerekir.” (69) diye ekliyor
Silahlanma ve silah kullanma şimdi de ahlaksızlık ve sorumsuzluk oluyor. Eleştiri, -Gorbaçov’un haklı savaşlar için silahlanmayı yadsıması bir yana, ki bu da sınıflar-üstüleştirilmiş ahlakçılığın bir ürünü ve göstergesidir-, ahlakçılık! emperyalistlerin “kötü ahlakına” yöneltiliyor. Ve öneri de hazır: devletleri bilgi, akıl ve ahlak harekete geçirmeli. Ne güzel düzeltme yolu. Gorbaçov, silahsızlanma için Platon’ un bilgece ve mutluluk için iyi yönetimini öneriyor. Silahlanmanın, kapitalist emperyalist temelleri, kapitalizm ve kâr dürtüsüyle ayrılmazca kaynaşmış olan savaş sanayi ve emperyalist paylaşımlara yol açan dünyanın emperyalist ekonomik-politik ilişkiler ağları ile sımsıkı bağlanmış oluşu, bunların yok edilmesi ve dönüştürülmesinin hiç sözü edilmiyor; maddi ve materyalist çözümler değil, irade ve ahlak ve ahlakçı idealist çözümler Gorbaçov “barışçıllığının” felsefi temelin oluşturuyor.
Ve Gorbaçov, Batılı liderlerin,  başlıca Reagan’ın “sağduyusuna” geliyor: “Her şeyin bizim imkanlarımız dahilinde olmadığını, birçok şeyin Batı’ya, Batılı liderlerinin tarihsel önem taşıyan kavşaklarda sağduyularını yitirmemi yeteneğine bağlı olacağını çok iyi bilmekteyiz.” (70)
“Çok iyi bildiğine” bakın! Batılı liderler sağduyularıyla silah sanayisinin dayattıklarıyla emperyalist çıkarların payla şunlar ve bunun nedeni olarak silahlanmada gerçekleşmesinin nesnelliğini silecekler! Ne büyük yetenek bu, emperyalistlere yüklenen! Ve Gorbaçov olağanüstü bir “gerçekçilikle” sorunu ortaya koyuyor; sorun, kapitalizmin gerçekliği değil, Batı liderlerinin, Gorbaçov’un kafasında yarattığı “değişiklikler”in “gerçekliğinin” -idealizm, ülküsü “yaratıcılık” burada da kalmıyor, sübjektivizmin en ileri noktasına varıyor– gerçekçi bir değerlendirmesini yapıp yapamayacaklarıdır: “sermayenin yönetici merkezleri, bugün olup bitenlerin yapıcı ve gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilecekler midir?” (71) Sermayenin yöneticilerine son derece “gerçekçi değerlendirmeler”! dayatıyor kapitalizmin ve sermayenin birikim yasaları, bunlar, silahlanma, saldırganlık, dünyanın paylaşılması ve güç politikası gibi alanlardaki şu ya da bu değerlendirmelerdir; değerlendirme, emperyalist siyaset, bu dayatılanların nasıl, ne zaman ne türden uygulanacakları konularını kapsayabilir ve kapsar, yoksa emperyalizmin gerektirdiklerinin, emperyalizmi var eden koşulların “değerlendirmeler”e bağlı olarak, irade (ve ahlak) yoluyla değiştirilebilir oluşunu ve değiştirilmesini varsaymaz Sermayenin yöneticileri, değerlendirmeler yapar, bundan hareketle çeşitli politikalar saptar ve uygularlar, ama emperyalist irade ve politikanın, değerlendirmelerin emperyalizmi orta dan kaldırmayı, emperyalizmden vazgeçmeyi içermesi olanaksızdır ve dünyanın yorumlanması, sosyalist politika oluşturulması, gelişme olasılıkları üzerine düşünme, emperyalistlerin yapacakları “değerlendirmeler”den, hele bunları “yapıcılığı”ndan hareket edemez, politika nesnel gerçekle üzerine kurulur, kurulabilir. Gorbaçov’unki devrimci volontarizm de değildir, bu devrim yapma isteğiyle iradi zorlamaların nesnelliğin ötesine ve önüne geçirilmesidir. O, emperyalist iradeyi zorluyor; ilgilendiği, ezilenlerin iradesi, onların kurtuluş iradesi değil, emperyalist irade, sömürü ve paylaşımı sürdürüp sürdürmeme iradesidir. Gorbaçov, maddeyi, nesneleri, Platon gibi, idelerin, soyut düşüncesinin gölgeleri ve kopyaları olarak varsaymakta, insanların, bu arada emperyalistlerin “bir duvarın önünde zincirlenmiş ve ışığa sırtlarını çevirmiş (olduklarını), gerçekler(in), insanların sırtlarıyla ışığın arasından geçmekte (olduğunu), insanların gördükleri bütün şeyler(in), gerçeklerin kendileri değil, duvarda beliren gölgeleri” (72) olduğunu düşünmekte ve emperyalistlerin gördüklerini sandıkları nesnel gerçeklerin, kapitalizmin gerçeklerinin yerine ideleri, insanlık ideallerini ve sağduyularını geçirmelerini istemektedir. Geçirecekler!
Yoksa mı? “sağduyulu” olunamazsa mı? Felaket gerçekleşebilir: “Dünyadaki durum, artık siyaset adamlarının zekasına ya da iradesine bağlı olmayacak bir nitelik kazanabilir; bu durum, teknolojilere, askeri teknokratik mantığa tutsak olabilir.” (73)
“Siyaset adamlarının”, “zekası ya da iradesi” veya… Herhalde diyorsunuz, Gorbaçov tersi durumda nesnel koşulların gereğini yerine getireceğini söyleyecek artık. Eh; irade zorladı ama yetersiz kaldı, nesnellik galebe çalacak diyecek sanıyorsunuz! Ama Gorbaçov’da nesnelliğin, materyalizmin kırıntısı yok, siyasetçilerin “yapıcı ve gerçekçi değerlendirme” ve “sağduyulu oluş” olasılığının seçeneğini bile maddede, nesnellikle görmüyor, bu olasılığın karşısına bir başka iradi mantıksal olasılık çıkarıyor; sübjektivizmde aşırılığın, fasit bir daire içinde dönüşe götürmesi… Seçenek: askeri teknokratik mantığa tutsaklıktır! Uluslararası politikayı askerlerin belirlemesidir, askeri mantıktır!
Ama hemen korkmaya gerek yok, Gorbaçov bunun olanaksızlığının garantisini veriyor: “Barış, akıl ve iyi niyet potansiyelinin güçlendirilmesi eğilimi istikrarlıdır ve bunun ilke olarak geriye dönüşü yoktur.” (74)
Bir akılcılık, iradecilik, ahlakçılık, iyi niyet yığıntısı idealist temelli dış politika yönelimi olan “yeni politik düşünceli aracılığıyla Gorbaçov, emperyalistlerin niyetleri ve “yapıcı iradeleri” üzerine hayallerle -bu unsurları kuşkusuz kendisi için değil, halkları aldatmak için kullanıyor- emperyalizm koşullarında gerçek bir silahsızlanma ve barışa varılabileceğini tasarımlıyor. Kautsky’yi eleştirirken Gorbaçov’u da yanıtlayan Lenin olsun:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar.”75
Yine Lenin, Gorbaçov’un, emperyalistlerin “iyi niyet” ve “sağduyuyla” dünyayı paylaşmanın barışçıl politikasını, barışçıllık ve silahsızlanma “tercih”ini koyabilecekleri ve koymakta oldukları düşüncesizliğini Kautsky’nin şahsında şöyle mahkûm ediyor:
“…Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali sermayece ‘tercih edilmiş’ bir politika olduğunu ileri sürmekte; ve bu politikanın karşısına, güya olanaklı görünen ve gene mali sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. Buradan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru ve fethi dışlayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. Bu da, tam anlamıyla mali sermaye döneminde tamamlanmış olan ve en büyük kapitalist devletlerin arasındaki rekabetin günümüzdeki biçimlerinin kendine özgü temelini meydana getiren ‘dünyanın paylaşılması olayının’ emperyalist olmayan bir politikayla bağdaşabileceği demek oluyor. Böylece Kautsky, kapitalizmin bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koyacağı yerde bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye çalışıyor. Vardığı sonuç da, Marksizm’in yerine burjuva reformizmi oluyor.” (76)
Lenin, aynı nükleer silahların yığılı olduğu bir dünyada savaşı kışkırtmak cesaretinin gösterilemeyeceğini, savaşın mantıksızlığını ve barışın kaçınılmazlığım ileri süren Gorbaçov’un gerekçelerine benzer gerekçelerle “savaşa kışkırtma cesaretinin gösterilemeyeceğini” iddia eden A. Neymarck ile birlikte Kautsky’yi eleştirirken “iyi niyetçilik”e karşı yazıyor:
“Burjuva iktisatçılarının bu saflığına hiç de şaşmamak gerekir; üstelik böyle ‘saf görünmek ve emperyalizmin egemenliği altında ‘ciddi ciddi’ barıştan söz etmek onların yararınadır. Ama 1914, 15 ve 16 yıllarında aynı burjuva reformist görüş açısını benimseyen ve barış konusunda herkesin (emperyalistlerin, sahte sosyalistlerin, sosyal pasifistlerin) aynı kanıda birleştiklerini ileri süren Kautsky’de, Marksizm adına geriye ne kalmıştır ki? Emperyalizmi tahlil etmek ve çelişkilerini sergilemek dururken, bu çelişkilerden kaçmaya, sıyrılmaya çalışan reformist bir ‘iyi niyet’ten başka ne görüyoruz ki karşımızda?” (77)
Teoride iyi niyetten başka bir şey görülmüyor. Ama pratik ve çıkarlar açısından çok şey var. Lenin, Kautsky’de, onun “iyi niyetli barışçıllığı”nda kendi “ulusal” burjuvazisinin ele geçireceği nüfuz bölgeleri ve sömürgelerden elde edileceklerden kırıntılar amaçlayan işçi aristokrasisinin rahat çıkarları peşinde koşmayı görüyor; Gorbaçov’da görülebilecek olan ise, kırıntı kapmak da değil, barışçıl paylaşımda elde edileceklerin kendisidir, O iktidarda çünkü.
“Yeni politik düşünce’nin amaçladığı çıkarlara, onun nedenlerine gelelim.

“Yeni Politik Düşünce” Uluslararası İstikrar ve Çatışma Odaklarının Söndürülmesi, Devrim ve Sosyalizmin Bastırılıp Ezilmesi Politikasıdır
SBKP’nin “değişmez rotası” olarak, devrim ve sosyalizm mücadelesini dışlayarak, devrimsizleştirilmiş bir yönelimle yalnızca “komünist ve işçi partilerinin ve tüm toplumsal güçlerin barış, sosyal gelişme, özgürlük ve demokrasi uğruna verdikleri mücadele”nin (78) desteklenmesini belirten 19. Konferans kararları, onun ve yıldızı Gorbaçov’un devrim ve sosyalizm karşısındaki konumlarının kanıtı durumunda. Ama sorunun açılarak ortaya konmasında yarar var.
Sovyet Prof. Aleksander Galkin, “…kitle kırım araçlarının kullanıldığı bir savaşın olanaksızlığı olgusu ile şu anda var olan düşük yoğunluktaki çatışmaların tırmanma eğiliminin artması zorunlu olarak uluslararası istikrar sorununu gündemde tutmaktadır.” (79) diyor. Sorunun özü-esası bu: uluslararası istikrar, yani istikrarı bozucu ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerinin, tüm devrimci çatışma ve savaşlarının neden olduğu istikrarsızlığın giderilmesi… Gorbaçov açık konuşuyor:
“Bu geniş bölgede (Asya ve Pasifik yakalarında) oldukça karmaşıklaşmış çelişkiler vardır; bazı yerlerde, siyasal durum istikrarsızdır. İvedi olarak özgül çözümler ve yollar araştırmak gerekmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, Üzücü sorunların siyasa! açıdan çözümü yararına çabaları uyumlandırma ve daha sonra da birleştirmeyle işe başlamak, böylece, bu temelde, Aysa’nın çeşitli bölgelerinde askeri cepheleşmenin hızını kesmek ve buradaki durumu istikrara kavuşturmak yerinde olacaktır.
“Asya’da ve öteki kıtalarda, savaş tehlikesi yaratan odaklar tükenmemiş olduğundan, bu son derece adileşmektedir… Gezegenimizin tüm hassas noktalarındaki çalışmalı durumları kaldırmak yollarının ortaklaşa araştırılmasını yoğunlaştırmak görüşündeyiz.” (80)
Batılı emperyalistlerle “ortaklaşa” Asya ve Pasifik’teki, dünyanın tüm hassas bölgelerindeki “üzücü sorunların” halli, “çatışma odaklarının” kurutulması, yani ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerine cephe alınması, Gorbaçov’un eylem programıdır. O, istikrar istemektedir, devrim değil, devrimin istikran bozmasını değil, kurulu düzen, ulusal ve uluslararası, devam etmelidir! Terörizme karşı öfke doludur, Lenin “ilke olarak terör reddedilemez” derken, o, tersini söylemektedir: “Bunalımlar ve çatışmalar, uluslararası terörizme de elverişli bir ortam hazırlamaktadır. İlan edilmemiş savaşlar… siyasal cinayetler… terörizmin iğrenç yüzü budur. SSCB -ilke olarak, terörizmi reddeder ve buna son vermek amacıyla öteki devletlerle etkin bir şekilde işbirliği yapmaya hazırdır” (81) Kullanılan dil bile, emperyalist ve faşistleri andırıyor. Gorbaçov, devrimi değil, karşı devrimi onaylıyor.
Tekrar Prof. Galkin’e dönelim. O, istikrarı bozucu iki hatalı eğilim sözü ediyor. Birincisi, emperyalistlerin -varlığı değil- zor ve güç politikası, askeri saldın politikası izlemesi, ikincisiyse devrimci tutumlardır:
“İkinci bakış açısını sol-radikal olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü içerdeki sosyal sorunların çözülmesinde dış etmenler göz ardı edilmektedir. Böylesi bir görmezliğin yalnızca dış müdahalelere kapı açmakla kalmadığı, aynı zamanda sonuçları önceden bilinemeyecek bir uluslararası çatışmaya da neden olabileceği olgusu dikkate alınmamaktadır… Değişimlerin aşın, zora dayalı biçimlerde gerçekleştirilmesinin uluslararası duruma istikrarsızlaştırıcı bir etkide bulunması ve dış güçleri iç karışmaya özendirmesi durumunu, bu açık, belirgin yasallığı görmezlikten gelmek de olmaz… Sosyal dönüşümlerin tercih edilen yöntem ve biçimleri kararlaştırılırken, aynı koşullarda barışçıl, demokratik araçlara öncelik verilmesinin önemi, bu yüzden çok fazladır. İnsanlığı yok edici bir askersel çatışmayı önleme ihtiyacı ne kadar ivediyse, sosyal dönüşümlerin yöntem ve araçlarının seçiminde dış faktörün hesaba katılması da o kadar önemlidir.” (82)
Devrimler yatıştırılmalı! Bunun için “barışçıl araçlar ve yöntemler” kullanılmalı, bunlarla dönüşüm mümkün olmadığından, dünya değişmeden kalmalı. Proletarya ve ezilen halklar seslerini kesmelidirler, “yeni politik düşünce” öyle emrediyor. Yoksa istikrar bozulur, barış elden gider, savaş herkesi yok eder! Ezilen halklar, ” ‘gelişme bölgesi’ ülkelerinin çoğunluğunun gittikçe artan endüstriyel ve sosyo-politik geriliğini, özellikle bir zamanlar Lenin’in devlet kapitalizmi olarak tanımladığı yöntemlerle aşmalarına olanak verecek” (83) koşulları yaratmaya uğraşmalıdır! Lenin’in “devlet kapitalizmi” önerisi, güçlü bir sosyalist ülkeyi, onunla sıkı bağlantı ve onun doğrudan yardımlarını gereksinen, kendi döneminin Türkistan benzeri geri tarım ülkelerini ilgilendirmiyormuş gibi, sınırlı bir uygulama olanağı yokmuş gibi, hem de değişik koşullarda genelleştirilerek mutlaklaştırılmakta ve ezilen halklara -bir çarpıtmayla daha- sanki bu yol devrimi gerektirmiyormuş gibi barışçıl bir alternatif olarak sunulmaktadır. Kapitalizm koşullarının dönüştürülmesinden kaçınma, devlet kapitalizmiyle “geriliği aşma”- halklara bu öneriliyor “yeni politik düşünce” ile.
Gelişmiş ülkeler proletaryasına önerilen ise, liberalizm destekçiliğidir, yine devrimden kaçınma -çünkü istikrar bozulur ve savaş çıkabilir- ve kapitalizm çerçevesinde iyileştirmelerle avunmadır:
“…işçi hareketi ve onun devrimci kanadının)… çabaları(nın) ana yönü, en aşırı biçimleriyle tutucu-teknokratik modelin gerçekleşmesini önlemeye, liberal-demokratik varyantım ilkelerine en uygun düşen bir politikanın uygulanabilmesi için liberal-reformist öğelerin güçlenmesine yardımcı olmaya yönelmelidir… Bu modelin temelindeki sosyal taleplerin ardıcıllıkla yerine getirilmesiyle sermayenin hareket özgürlüğü ciddi bir biçimde sınırlanma tehdidi altına girer… (Böylelikle) liberal-reformist modelin ötesine geçip kısmen sosyalist renkli önlemlerin alınabileceği bir durumun ortaya çıkacağını hesaba katmak gerekir. Her durumda günümüzde kapitalizmin gelişme modellerinin esnekliği, olanaklara göre, yalnızca sağa değil, aynı zamanda uygun düşen durumlarda, sola da evrimleşmeye göredir.” (84)
Kapitalist ülkelerde de devrim yasak, reformlar yolu tutulmalı ve liberaller desteklenmelidir, buradan, uygun koşullarda “sosyalist renkli önlemler” aracıyla sola açılmak mümkün olabilir! Yani SSCB ve Gorbaçov’a yakınlaşmak.
Liberallerle sola açılmayı olanaklı ve uygulanabilir bulan Sovyet modern revizyonistleri, “barış, sosyal gelişme, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin”, “sosyal tabanı”nın genişlediği iddiasındadırlar:
“Barışın tehdit edilmesine karşı çıkabilmenin, insanların önünde duran global sorunların çözümüne dünya toplumunun birlikte çabalarıyla temel hazırlamanın şimdiye kadar-ki en geniş sosyal ve politik tabanını oluşturmanın olanakları önümüzde açılmaktadır.” (85)
Kuşku yok: emperyalistler dahil, herkesin birlikte çabalarıyla barışı savunabilmek ve “global sorunları” çözmek olanaklıysa eğer, mücadelenin sosyal ve politik tabanı da emperyalistleri de kapsayacak kadar genişlemiş demektir! Gorbaçovcular, sadece sağcı-militarist emperyalist çevreleri bu “tabana” dahil etmiyorlar; “sol emperyalistlerle”(!) ittifak, şiarları oluyor. Bunu adını takmadan, ama “herkes”, “herkesin ortak çabaları”, “tüm insanlık” gibi kavramlara yedirerek savunuyorlar; ama sosyal demokratlarla ve bir dizi gericiyle ittifakın adını da takıyorlar:
“Gelişmiş kapitalizmde işçi hareketinin şu aşamasında emekçilerin çıkarlarını kapitalizm zemininde koruma mücadelesi önde durduğu için, komünistlerle sosyal demokratların somut istemleri birbirlerinden çok farklı değildir, SSCB’deki ve bir dizi sosyalist ülkedeki yenilenme, kimi sosyal demokrat partilerin tutumunu deforme eden anti komünist önyargıların ortadan kaldırılmasına katkıda bulundu. Sosyal demokratlara karşı kimi komünist partilerde kemikleşmiş olan düşmanlık giderek aşılmaktadır.” (86) itiraf önemli: perestroyka sosyal demokratlarla “komünistleri”, yani modern revizyonistleri yakınlaştırdı deniyor. Zaten yakındılar, yakınlık artıyor. Ve işte işçilere, emekçilere, uzlaşmaları salık verilen “yeni” ölü-liderler”: sosyal demokrat ve liberal önderler, Brand, Kreisky ve diğerleri, Gorbaçov, Kautsky’i aratmıyor, aşıyor ama geri kalmıyor…
“Gorbaçov Barışçılığının” Nedeni: Ekonomik Güçlükler ve Tasarruf İhtiyacı
“Bugün her hangi bir çeşit ‘kapalı’ toplumun korunması olanaksızdır… Dünya ekonomisi tek bir organizma olmaktadır” (87) diyerek teoride de sistem farklılığını ve ayrı “sosyalist pazar”ın varlığını reddeden ve Amerikalı modern revizyonist Viktor Perlo’nun ağzından “barışçı bir dünya ekonomisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, sosyalist ülkelerin olağanüstü büyüklükteki barışçı pazarları açıldığında” (88) kazanacaklarıyla emperyalistlerin iştahlarını kabartmaya çalışan ve onlara pazar sunan Gorbaçov ve Gorbaçovcular, birinci olarak emperyalist kapitalist sistemle bütünleşmeye çalışıyorlar. ”Yeni politik düşünce” ve “barışçıllığın” bir nedeni budur. Entegrasyon yönelimi ve kendini Batı’ya beğendirme uğraşı. İkinci neden, halkların hayallere boğulması ve devrim perspektifinin karartılmasıdır, pasifikasyondur. Üçüncüsü, taban genişleterek ve olabildiğince çok bağlaşık edinerek, yeşilleri, “barışçıları”, sosyal demokratları, liberalleri yanma çekerek rakip emperyalist devletleri politik olarak sıkıştırma ve güç politikası ilişkilerinde elverişli bir politik konum elde etme yönelimidir. Dördüncüsü, sağlanacak dış destek ve itibarla Gorbaçov’un iç durumunu kuvvetlendirmeye yönelik tutumdur.
Asıl ‘barışçıllık” nedeni ise, Sovyet ekonomisinin Amerikan ekonomisine göre nispi geriliği ve Gorbaçov’un, silahlanmayı, en azından bugün için, özellikle uzayın silahlandırılmasına Amerikan emperyalistleri kadar fon ayıramaması, silahlanmanın finansmanı çabasının Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu güçlüğü artıracak olmasıdır.
Görece gerilik koşullarında Sovyet ekonomisi Amerikan ekonomisi olanaklarıyla yarışamamakta ve yeni bir ekonomik düzenleme için, perestroykanın “meyvelerini” vermesi için zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Öte yandan yeni düzenleme, yenilenme, askeri bütçenin olağanüstü giderlerinde tasarrufu gereksinmektedir. Zaten ulusal gelire oranla devasa bir yüzdeye ulaşan Sovyet savaş bütçesi taşınabilecek yükün ötesinde bir ağırlıktadır ve normal koşullarda bu durumun sürdürülmesi pek olanaklı değildir. Bu hacimdeki (Amerikan savaş bütçesi ulusal gelir oranını kat kat aşan bir orana sahip) bir bütçeyle bir ekonominin barışa daha uzun süre dayanması olası değildir. Gorbaçov, ya savaş politikası izleme ya da silahlanma ve savaş bütçesinde indirimler yapma seçenekleriyle karşı karşıyaydı, Ekonomik, politik vb. olanakları açısından SSCB’nin bir savaşa ve savaş politikası gömülmesine hazır olmadığını düşünen Gorbaçov, ikincisini seçti; geçici geri çekilme, barışçıl paylaşımcılık ve tavizler politikasıyla savaş bütçesinde kısıtlamalara yöneldi. Bu zaman kazanmayı ve barış içinde savaşa hazırlanmayı içeren, savaşı doğuracak bir politikadır. Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk eğiliminin de zorunlu kıldığı bir tutum alıştır. Sovyet ekonomi bilimleri doktoru S. Menşikov ve Gorbaçov bu gerçekleri şöyle belirtiyorlar:
“Bizim reformlarımızın önemli bir özelliği, bunların, kaynakların askersel alandan sivil alana kaydırılmasını amaçlamasıdır.” (89)
Doğal ki, “sivil toplum”a dönüşmeyecek Sovyet toplumu bununla ve ne tüm askeri harcamalardan vazgeçilecek ne de yapılan sınırlı indirimler sürekli olacak, bunlar emperyalizmin özüne terstir.
“Dış politika çalışmaları, ülkenin maddi olanaklarında tasarruf edilmesine, barışçıl amaçlara ve yenilenmeye katkıda bulunmak zorundadır.” (90)
Yenilenmeye katkıda bulunmak üzere askeri harcamalarda tasarruf ve ekonominin soluklanması ve yani ve gelişkin teknolojilerin askeri alana uygulanmasının ihtiyaçlarını karşılar ve finansmanı sağlar hale getirilmesi. Sovyet ekonomisinin soluklanması ve -tanrı korusun!- güçlenmesine bağlı olarak “insanlık” yeni bir savaşa hazır olsun.
“Gorbaçov barışçıllığı”nın anlamı, savaş hazırlığıdır, askeri üstünlük ve savaş için uygun koşulların yaratılması için soluklanmadır. Ve devrim ve sosyalizmin Batılı emperyalistlerle birlikte ezilmesi ve yatıştırılmasıdır.
(Not: Yazımız, “militarizmsiz emperyalizm”, “emperyalizmin yeni sömürgecilik olmadan varoluşu” ve “emperyalist kapitalist sistemle entegrasyon” bölümlerini de kapsayacaktı. Yer darlığından bu bölümler başka bir yazının konusu olabilecek.)

1- 19. Konferans, Raporu, s.36
2-  27. Kongre Siyasal Raporu, s.103
3- 19. Konferans, s.87
4- 19. Konferans, s.56
5- 19. Konferans, s.168
6- 19. Konferans, s.36
7- 22. Kongre, s.17
8- 22. Kongre, s.22
9- 22. Kongre, s.3
10- Engels, Anti-Dühring, s.412-15
11- 27. Kongre, s.25
12- Engels, Anti-Dühring, s.43 8
13- 27. Kongre, s.41
14- 19. Konferans, s.91
15- 27. Kongre, s.27
16- 27. Kongre, s.29-30
17- 27. Kongre, s.27-28
18- 27. Kongre, s.31-32
19- 27. Kongre, s.33
20- 27. Kongre, s.35
21- 27. Kongre, s.32
22- Lenin. Emperyalizm, s.81-82
23- 27. Kongre, s.36
24- 27. Kongre, s.38
25- 27. Kongre, s.38-39
26- 19. Konferans, s.90
27- 27. Kongre, s.22
28- 19. Konferans, s.92
29- 27. Kongre, s.17
30- 27. Kongre, s.41
31- 27. Kongre, s.42
32- Dünyaya Bakış, s.7-28
33- 19. Konferans, s.42
34- 27. Kongre, s.90
35- Yeni Açılım, s.69
36- 27. Kongre, s.42
37- 27. Kongre., s.107
38- 27. Kongre., s.106
39- 27. Kongre., s.107
40- 27. Kongre., s.29
41- Lenin, Emperyalizm, s.142
42- Lenin, Emperyalizm, 5.113
43- Agy
44- Emperyalizm, s.116
45- Emperyalizm, s.118-119
46- Emperyalizm, s.143
47- Emperyalizm, s.144-145
48- 27. Kongre, s.104
49- 27. Kongre, s.103
50- 27. Kongre, s.108
51- 27. Kongre, s.107
52- 27. Kongre, s.28
53- 9 Konferans, s.93
54- 27. Kongre, s.105
55- 19 Konferans, s.185
56- Emperyalizm, s.116
57- Emperyalizm, s.144
58- Emperyalizm, s.90-91
59- 19 Konferans, s.185
60- 19. Konferans, s.37 ve 91
61- Dünyaya Bakış. s.7. s.78
62- 27. Kongre, s.108
63- 19. Konferans, s.37 ve 92
64- Yeni Açılım, s.58
65- 19 Konferans, s.90
66- 19. Konferans, s.94
67- Platon Devlet IV., s.419-421
68- 27. Kongre, s.108
69- 27. Kongre, s.105
70- 27. Kongre, s.40
71- 27. Kongre, s.41
72- Platon Devlet S.507-B
73- 27. Kongre, s.107
74- 27. Kongre, s.119
75- Lenin Emperyalizm, s.90
76- Lenin Emperyalizm, s.112
77- Lenin Emperyalizm, s.136
78- 19. Konferans, s.186
79- Yeni Açılım, s.57
80- 27. Kongre, s.113-114
81- Agy
82- Yeni Açılım, s.59
83- Yeni Açılım, s.65
84- Yeni Açılım, s.61-62
85- 19. Konferans, s.39-40
86- Yeni Açılım, s.66
87- Cumhuriyet 10 Aralık 1988, s.16
88- Dünyaya Bakış, s.7, 30
89- Dünyaya Bakış, s.78
90- 19. Konferans, s.185

Ocak-Şubat 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑