Örnek “Sosyalist”(!) Ülke POLONYA Askeri Diktatörlükten Burjuva Parlamentarizmine

TBKP’nin, Aydınlık-Saçak revizyonizminin. Yeni Öncü’nün, Troçkistlerin, “çoğulcu sosyalizm” taraftarı liberal aydınlarımızın, Kürkçü’nün, Belge’nin, Berktay’ın, Akçam’ın, Satlıgan’ın, doğal ki Aybar’ın, Aren’in ve daha nice nicelerinin, sosyal demokratlaşmış tüm yasalcı-birlikçi “sosyalistlerimizin”, bu arada 2. Enternasyonalin ihanetiyle bu çığırı ilk açan ve davanın asıl sahibi olan sosyal demokrasinin gözü aydın! … Özlemleri, “sosyalizmde” çok partili siyasal yaşam, Katolik başbakanıyla Dayanışma’nın bir koalisyon hükümeti oluşturma konumuna yükselişiyle devlet iktidarı boyutunda gerçekleşme durumunda.
Liberal, sosyal demokrat “sosyalistlerimize” bir türlü anlatılamıyordu, kuşku yok anlamak istemiyorlardı, anlamazlıktan geliyorlardı: Sosyalist çerçeveyi, sosyalist anayasayı ve düzeni savunan çok parti ve çoğulcu “sosyalizm”in olanaksızlığını. Aydın oluşları kuşkulu, düşünerek göremeyen, ancak bakarak görebilen bu liberal ve sosyal demokratlarımıza Polonya’nın toplumsal-siyasal pratiği bir şeyler gösterebilecek mi? Bir kez çıkmaz sapkın bir yola girdikten sonra, gerçekleri görmezlikten gelmeyi sürdürecekleri, bunun için gerçeklere çeşitli kulplar takmaya yöneleceklerini tahmin etmek zor değil. Şimdi Polonya’da ne Polonya Birleşik İşçi Partisi’nin eski müttefikleri Birleşik Köylü Partisi ve Demokratik Parti, ne de Humeyni benzeri bir önderlik-rehberlik rolü oynama sevdasındaki Walesa ve Dayanışmacı Başbakan Mazowiecki “sosyalist çerçeve”yi kabulleniyorlar. Walesa ve Mazowiecki açıktan anti-komünizm yapıyorlar. Sözleriyle, demeçleriyle ve fiilleriyle… Açık, açık… Ama liberal, sosyal demokrat parti ve aydınlarımız için “sosyalist çerçeve”yi savunma koşulu yalnızca “çoğulcu sosyalizmi” savunabilir kılma kavgasının bir gereksinimidir ve aslında onların da sosyalizm ve “sosyalist çerçeve” ile bir yakınlıkları yoktur. Onlar, Stalin’i karalayıp, O’na karşı kampanyalar açmakla yetinmeyip son gelişmelerden, Gorbaçov’dan ve Avrupa’nın doğusunda olup bitenlerden aldıkları cesaretle saldırılarını Lenin’e kadar uzatanlar, “Leninizm aşılmalıdır” diyenlerdir. Doğal ki Walesa’nın anti-komünizm yapması onlara batmayacaktır; çünkü kendileri de anti komünizm yapıyorlar. Kaçamağa sapmadan Polonya’daki son gelişmeleri “sosyalist çoğulculuk”un örneği olarak savunsunlar. Ya da farklılıklarını ortaya koysunlar ve eğer farklılıkları varsa kendi öngörülerinin olabilirliğini kanıtlasınlar. Birden fazla parti olacak, hepsi sosyalist olacaklar, sosyalizmi savunacaklar, uygulayacaklar! Peki, kimin, hangi sınıfın partileri olacak bunlar? Ve iktidar için yarışan bu partiler nasıl parlamentarist partiler olmayacaklar, bunların yarışmalarının zemini nasıl olacak da parlamento olmayacak ve bir parlamento nasıl olabilir de burjuva parlamentosu olmayabilir? Polonya gerçeği ortadadır, farklısı, hangi farklı gelişme, hangi farklı dinamiklerle olanaklıdır? Olanaklı mıdır? Olanaksızdır; “çoğulcu sosyalizm” denen şey, burjuva çoğulculuğudur, burjuva diktatörlüğünün parlamenter biçimidir.
Polonya, ekonomik ve siyasal krizlerin patlamalara sık sık yol açtığı bir ülke. En son ’80 krizi milyonlarca işçinin revizyonist burjuva diktatörlüğün baskısına karşı Dayanışma saflarında örgütlenmesine, yaygın grev ve direnişlere, parti binaların yakılmasına götürünce Jaruzelski başkanlığında bir generaller çetesi iktidara el koymuştu. Ülke, benzer yeni sömürgelerden farklı olmayan bir yola girmişti: askeri diktatörlük. Fark, bu diktatörlüğün ve onu gerçekleştiren cuntanın “Marksist”(!) oluşundaydı. Marksist literatüre yeni bir kavram kazandırılmıştı: askeri cunta, askeri diktatörlük! Ancak bu askeri diktatörlüğün akıbeti batılı benzerlerinden farklı olmadı. İşin üstesinden gelip çözüm olamayınca, Türkiye’de olduğu gibi sivilleşme ve sivil diktatörlük biçimlerine geçiş gündeme geldi. Egemen siyasal güçler, askeri diktatörlük gerekli desteği sağlayamamış, kitle tabanı edinememişti. Franko sonrası ispanya ya da 12 Mart ve 12 Eylül sonrası Türkiye’de yaşananlara benzer şekilde sahnelenen liberalleşme güldürüsü bunun kanıtı oldu: “Serbest” seçime konu edilen parlamentonun -parlamento sözcüğünü yalnızca biz değil, Polonya’n yetkililer de kullanıyorlar- % 35’lik bölümünü tümüyle Dayanışma ele geçirdi. Revizyonist parti kendine ayrılan atamalı kontenjan dışında tek bir üyelik bile kazanamadı.
İş gelip bir zamanlar yasaklanan Dayanışma’nın, seçim güldürüsü öncesi yasallaşan Dayanışma’nın siyasal sorumluluk üstlenmesine, hükümete katılmasına dayandı, önce, atanan revizyonist başbakan adayı O’nun hükümete katılmasını sağlamaya çalıştı, olmadı. Ve “ulusal mutabakat”, “geniş tabanlı hükümet” tartışmalarının yalnız bizim ülkemize özgü olmadığı, sıkışık dönemlerde yalnız bizim burjuva partilerimizce, revizyonistlerimizce -TBKP’nin bugün bile yaptığı gibi- savunulmadığı, işçi ve emekçilerle karşı karşıya duran burjuva, revizyonistler açısından siyasal krizlere bir çözüm yolu olarak evrensel geçerliliğe sahip olduğu görüldü, özellikle farklı siyasal rejimler arasındaki geçiş dönemleri, “ulusal mutabakat” ve “geniş tabanlı hükümet”leri gereksiniyordu. Polonya’da Jaruzelski’nin sözcüsü, bizim Baransel gibi şu açıklamayı yaptı:
“Mevcut durumda Cumhurbaşkanı, parlamentodaki grupların desteğine sahip olan bir hükümet oluşturmak ve bu hükümetin Polonya’nın siyasal ve sosyal güçleri arasında geniş tabanlı bir anlaşmaya dayanmasını sağlamak ihtiyacını hissetmiştir.”
Dayanışma “komünist”(!) hükümete katılmaya razı edilemeyince, başbakanlık Dayanışma’ya verildi, “komünistler” O’nun kuracağı hükümete katılacaklardı. Kim kimin dolgu maddesi oluyor? Revizyonistler Dayanışma’yı yedekleyerek sistemlerini kurtarmaya çalışıyorlar. Ama sistemleri nasıl bir sistem? Tek partili revizyonist sistemden, kolektif kapitalist ekonomiden vazgeçen, revizyonist parti tarafından reformize edilen, çok partilileştirilen ve özelleştirilen bir sistem, sistemleri. Nitekim revizyonist partinin bir milletvekili, kuşkusuz partinin bilgisi dahilinde, anayasada yer alan “Birleşik İşçi Partisi, yönetici partidir” maddesinin kaldırılması için parlamentoya bir önerge verdi. Ve parti, kamu işletmelerinin kiralama yoluyla özel kuruluşlara devri ve özel mülkiyete konu edilmeleriyle hisselerin fabrika çalışanlarına (yani, yöneticilerine, bürokrat ve teknokratlara) devri yöntemlerini tartışıyor, parlamentoya konuyla ilgili önergeler sunuluyor. Üstelik Polonya partisi bu konuda yalnız değil, cesareti ve feyzini Gorbaçov’dan, onun siyasal ve ekonomik liberalleşmesinden, “glasnost” ve “perestroyka”sından alıyor: Sovyet Argumenti Pakty dergisine demecinde Gorbaçov’un başbakanı Rijkov, “halkın ülkede diktatörlüğe dönülmesine izin vermeyeceğinden emin olduğunu” ve “ekonomik reformlarla ‘sosyalist piyasa ekonomisi’ modelini geliştirmeye çalıştıklarım” ilan ediyor. Saldırı hedefinin teoride proletarya diktatörlüğü, özel olarak tek partili sistem ve sosyalist ekonomi olduğu açık. “Sosyalist” adını kullanmaya devam eden bir ülkede halk ve diktatörlük ile sosyalist ve piyasa sözcükleri ne denli kolay ve utanmazca yan yana getirilebiliyor. Ve Polonya’nın İstanbul Başkonsolosu Dr. Karvricki “Polonya, perestroykanın motorudur” diyor. Doğru: Polonya, bugün genel olarak eski sosyalist revizyonist ülkelerin gelecekteki siyasal, ekonomik şekillenmelerinin deneme alanı durumundadır. Siyasal ve ekonomik Batılılaşmaya öncülük ediyor. Siyasal ve ekonomik koşulları bu yönelimi en çok dayatan ve böyle bir yönelim için durumu en uygun ülke Polonya’ydı; büyük etkiye sahip bir siyasal ve ekonomik güç olan kilisesiyle, topraklarının ve tarım işletmelerinin % 80’ini kucaklayan özel mülkiyet ve özel işletmeleriyle, IMF üyeliğiyle vb. Polonya öncülüğe en yakın adaydı.
Polonya’nın İstanbul Başkonsolosu tek parti ve kolektif kapitalizm döneminin atanmış yetkilisi değil de 40 yıllık çok partici ve özel teşebbüs yanlısıymış rahatlığıyla Türkiye’de basına brifing vererek Polonya’nın yeni yönelimini savunuyor: partinin öncü rolünü reddederek ilgili maddenin anayasadan çıkarılması önerisini, partinin ne denli işbirliği yapmaya hazır olduğunu gösteren bir adım olarak övüyor ve devletin elindeki dev, ancak teknolojisi geri olan ve kâr getirmeyen kuruluşların özelleştirilmesi tartışmalarının başladığını, örneğin anonim şirketler kurulmasının söz konusu olduğunu anlatıyor. (Milliyet, 30 Ağustos) Açık açık şunları söylüyor, “çoğulcu sosyalizm” savunucusu liberal birlikçilerimize şan olsun diye: “Hedefimiz, demokratik parlamenter rejim, serbest piyasa ve özel sektörün kurulması.” (31 Ağustos, Cumhuriyet) Ne büyük “sosyalist hedef ve idealler!” Gorbaçov”un yolunu izleyerek, “yıllardır kâr getirmeyen şirketlerin iflas etmesi gerektiğini öğrendik” diyor, “bu kuruluşları ayakta tutan devlet destekleme fonunun kaldırılacağını” söylüyor ve bu sözlerini Mazowiecki’nin şu sözüne bağlıyor: “Polonya ekonomisi, ancak ülkede işsizlik başladığı zaman düzelecektir.” özel sektöre açık davetiye çıkarıyor: “Tüm işler devletten beklenilmemeli, bazılarını halk kendisi yapmalıdır.” Ve büyük devlet işletmelerinin yabancı sermayeye devri, bu arada Dayanış-ma’nın çıkış yeri Gdansk’taki Lenin Tersanesi’nin Amerikan Johnson and Johnson firmasına satılmasına çaba sarf edildiğini bildiriyor. Söylenenlerin bizim Özal’ın yapmakta olduklarından tek farkı, Mazowiecki’nin Özal’a göre daha geri bir noktadan başlıyor olmasından kaynaklanıyor.
Peki, kim kimi kullanacak, kim kimi yedekleyecek? Revizyonist parti yıllardır izlediğinden biçim olarak farklı bir yola ve hemen hemen sıfır kitle tabanı ve desteğiyle yöneliyor. Ve onun yöneldiği bu yolun asıl sahipleri olan açıktan liberaller ve sosyal demokratlar, açıktan anti-komünistler şimdi siyaset arenasına çıktılar, kısa zamanda yitirecek olsalar da büyük bir kitle desteğiyle ve başbakanlığı da alarak. Kuşkusuz gelişmelerin yönü şimdiden kestirilemez. Gelişmeler Dayanışma’nın ya da içindeki akımlardan bir ya da birkaçının revizyonist partiye iltihakı ve entegrasyonuyla, partinin biçimsel olarak da burjuvalaşmasıyla zor olsa bile revizyonist partinin lehine de gelişebilir. Ancak şu ortada olan gerçek ki, bu acık kapitalist ve siyasal çoğulculuk yolunun asıl sahipleri, ülke yönetimine adımını yeni atanlardır.
Parti, burjuva diktatörlüğünün yıkılması sürecinde ve bu işi kolaylaştırmak üzere halk cephesi hükümeti türünden bir koalisyon hükümetine katılmıyor, yıkılma sürecinde olduğundan söz edilebilecek olan ve zaten yıkılmış bulunan, tersine proletarya diktatörlüğüdür. Parti, elindeki barutu harcamış konumuyla, posası çıkmış haliyle Dayanışma gericiliğinin kitle desteğinden medet umar duruma gelmiştir. Etkisini yitiren partinin “pes edişi”dir son gelişmeler.
Mazowiecki: “Devlet kamu yararını sağlamak için vardır, herkesi düşünmek zorundadır. Halk tabakaları arasında fark gözetilmemeli. İdeolojik devletin ne anlama geldiğini daha önceki deneyimlerimizden biliyoruz” diyor. Bu, burjuva liberal sınıflar-üstü devlet anlayışının propagandasından başka bir şey değildir ve kuşkusuz ideolojik devlet olarak nitelenen proletarya devleti açıktan mahkûm edilmektedir. Parlamentarizmle birlikte bulunabilecek olan, ancak bu tür bir devlet anlayışı olabilirdi. Siyasal çoğulculuğun, özel mülkiyetin devleti ancak Mazowiecki’nin sözünü ettiği devlet olabilirdi.
Bu gelişme, bu noktaya geliş, Dayanışma’nın “bağımsız sendika” olarak ortaya çıkışıyla, sendikal çoğulculukla, “bağımsız sendikacılık”ın yerleşmesiyle başladı. Bu anti-Marksist sendikal anlayış, bu partiden bağımsız sendika ve sendikacılık anlayışı, siyasal çoğulculuğun filizlenip gelişmesinin başlangıcıydı. Sendikal çoğulculukla başlandı, siyasal çoğulculuğa varıldı. Partinin öncü rolünün hem fiiliyatta hem de teoride inkârına gelindi. Bugün artık Polonya’da burjuvazi kendi siyasal örgütlerinde, tamamen kendi siyasal normlarına uygun olarak örgütlenebiliyor, hükümet kurabiliyor, “sosyalizm” kapitalizmle “bütünleşebiliyor”. Kısa surede yerini kapitalizmin ve burjuva diktatörlüğünün kendi biçimleriyle tüm siyasal ve ekonomik örgütlenmeyi şekillendirecek oluşuma götürmek üzere.
Ve Yeni Çözüm, dergimizden söz ederken “hâlâ sosyal emperyalizm teorisini savunan özgürlük Dünyası” diyebiliyor. Anlaşılır şey değil. Gözler gerçeklere ancak bu denli kapatılabilir. Gorbaçov’la birlikte tüm olan bitenden ancak bu denli ters sonuçlar çıkarılabilir ve mantık ve yaklaşım tersliği ancak bu noktaya vardırılabilir. Gorbavov’la birlikte tum gelişmeler eğer sosyal emperyalizm teorisinin kanıtı değil de tersinin kanıtıysa ve “hâlâ sosyal emperyalizm teorisini savunuyor olmak” alay edilebilir bir şeyse, bugün artık bu teoriden başka savunulabilecek bir şey kalmışsa, gerçekler özenle ters yüz edilmeye çalışılıyor demektir. Son yıllarda revizyonist ülkelerde olanlar sosyal emperyalizm teorisinin doğruluğunun binlerce yeni kanıtını sundu, burjuvalaşma, hem de hiçbir kılıfla gizlenemez ve Polonya’da olduğu gibi zaten gizlenmesine çalışılmaz açıktan burjuvalaşma o denli ilerledi ki, bugün bu teoriye karşı çıkmak, gerçeklerden kaçmayanlar için olanaksızlaşmıştır. Revizyonistler tüm sektörleri özelleştiriyorlar, kapitalistleştiriyorlar, piyasa ekonomisini kurduklarını, kuracaklarını söylüyorlar, siyasal egemenliği burjuva liberallere devrediyorlar ve arkadaşlarımız “hâlâ” sosyal emperyalizm teorisine karşı çıkmaya çalışıyorlar. Bu olacak şey değildir. Hele alaya yönelmek hiç olacak şey değildir. Hiç değinmemek “sükût ikrardan gelir” yolunu tutmak anlaşılabilir olurdu, ama özel mülkiyetti ve siyasette liberal bunca gelişmeden sonra “hâlâ” sosyal emperyalizm teorisine karşı çıkılmaya çalışılmamalıydı! Arkadaşlar ancak şu koşulla haklı olabilirler: artık “sosyal” ekinin, “sosyal” sıfatının kullanılması giderek gereksizleşiyor. “Sosyal emperyalist” yerine yalnızca “emperyalist” sıfatının kullanılmasının gerekeceği günlere hızla yaklaşılıyor. Polonya örneği bunu gösteriyor. Çünkü artık eski sosyalist ülkeler, sosyalist biçimleri de terke yönelmişlerdir, uyguladıkları kapitalizmi sosyalizm maskesiyle sunmaktan şöyle ya da böyle vazgeçme tutumuna geçmektedirler, işte Polonya. Başbakan sosyalist olmadığı gibi, sosyalizm lafı da etmiyor, koyu bir Katolik’tir. Sovyet KGB başkanıyla görüşmesinden önce Meryem Ana törenine katılmak için kiliseye gidiyor, güne dua ederek başlıyor. Ve artık iş, “politikada yanlışlar yapılıyor, revizyonistler iktidarda ama üretim ilişkileri, altyapı sosyalisttir” teziyle de açıklanabilir olmaktan çıkmıştır. Çünkü artık tüm revizyonistlerce açıktan savunulduğu üzere “sosyalist piyasa ekonomisi” altyapıyı oluşturmaktadır, üretim ilişkileri, mülkiyet ilişkileri kolektif olmaktan son hızla çıkarılmaktadır, özelleştirilmektedir ve bu gelişmeye uygun liberal hükümetler işbaşına gelmektedir. Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu ve burjuva siyasal biçimlerin açıktan gündeme gelişi artık o denli görünür ve belirgindir ki, doğrusu istenirse biz, Yeni Çözüm’ün “hâlâ sosyal emperyalizm teorisinin savunulması”na hangi noktalardan hareketle ve nasıl eleştiri yöneltebildiğim anlaşılır bir şey olarak bulamadık, şaşırdık. Şaşırmamak elde değil, çünkü “sosyal” maskeler takınmayı tümden bir yana bırakıp “hedefimiz, demokratik parlamenter rejim, serbest piyasa ve özel sektörün kurulması” diyerek siyasal ve ekonomik alanda kapitalizmin restorasyonunun vardırıldığı düzeyi ve açıktan burjuva normlarla sürdürülüyor oluşunu savunan Polonya İstanbul Başkonsolosu şunları da söylüyor: “1950 ve ’60’larda uygulamayı teoriye uydurmaya çalışıyorduk (o zamanlar ‘sosyal’ maskeler takınmaya uğraşıyorduk demek istiyor-ÖD), şimdi ise teoriyi uygulamaya uydurma çalışması içindeyiz (Leninizm’i artık, serbest piyasaysa serbest piyasa, parlamentarizmse parlamentarizm, özel sektörse özel sektör, artık kapitalizmin adını da takıyoruz, teoriyi de açık biçimlerle geliştirdiğimiz kapitalizmin gereksinimlerine uyduruyoruz diyor-ÖD). O dönemde teoriye uymayınca uygulama değişiyordu. Şimdi pratiğe uymayan teori değişiyor… Kabul edilmeli ki şu anda sosyalizm hakkındaki klasik görüşler geçerli değil. Tek parti diktatörlüğüne hayır dedik. Oysa tek parti de sosyalizmin ilkelerinden biri idi.” (31 Ağustos, Cumhuriyet) Söyleyecek söz kalıyor mu? Yalnız politik yanlışlar yapılıyor oluşuyla izah edilebilecek durum mu bu? Pratik, ekonomik temel açıktan değişiyor, değiştiriliyor, en belirgin kapitalist biçimler kazanıyor, adamlar teoriyi de bu pratiğe uydurmaktan söz ediyor ve uyduruyorlar. Ve “hâlâ” sosyal emperyalizm teorisiyle, kapitalizmin restorasyonu teorisiyle alay edebiliyor arkadaşlarımız. Şaşırmamak elde mi?
Polonya’daki gelişmelerden öğrenilecek çok şey var. Polonya diğer revizyonist ülkelere örnek olacak, bu kesin, Polonya, hem tüm revizyonistlerin genel yönelimine örnek bir uygulama sunuyor, hem de diğerlerinin de uzak olmayan bir gelecekte karşılaşabilecekleri siyasal ve ekonomik zorunlulukların kendisini sürüklediği bir noktada bulunuyor, bu nedenle revizyonistler Polonya deneyinden öğrenmeye çalışacaklardır. Dayanışma ideologu J. Kuron, “Dayanışma ile Köylü Partisi ve Demokratik Parti arasında yeni hükümet kurulması için anlaşmanın diğer sosyalist ülkelere örnek olacağını” söylerken haksız değildir.
Devrimciler ise, Stalin düşmanlığının kimler tarafından ne amaçla yürütüldüğünü, Polonya’nın geldiği noktaya bakarak iyice incelemelidirler. Stalin’e saldın, proletaryaya, onun egemenliğine saldırıydı ve amacı onları güçsüzleştirmek ve devirmekti. Stalin’i, Polonya’nın içinde bulunduğu gelişme sürecini olumlayan Sovyet revizyonistleri gibileri ve Polonya’yı hızla tüm normlarıyla batılılaştıran, batı tipi siyasal yönetim ve ekonomik çerçeveye oturtmaya yönelen, burjuva parlamentarizmi ve özel kapitalizmi savunan Polonya parti şefleri gibileri karalıyorlar. Ve elbette Polonya’nın bugün vardığı noktaya monist ve önce parti öğretisi, Stalin’in kararlılıkla savunduğu bu öğreti, sosyalizmin inşasına ve proletarya egemenliğine ilişkin Stalin tarafından savunulup uygulanan öğretiler reddedilmeden, bunların savunucu ve uygulayıcısı Stalin karalanmadan varılamazdı.
Polonyalı revizyonistler Stalin’e karşı olağanüstü sertler, yumuşaklık bilmiyorlar. Ama burjuvaziye karşı yumuşaklar. Bugün Polonya’da burjuva liberal parlamenter sisteme “yumuşak geçiş” yaşanıyor. Şimdi revizyonistler arasında “yumuşak geçiş” moda. Bizde TBKP yumuşak geçişi savunuyor, tüm siyasal güçlere “ulusal mutabakat” öneriyor, NATO’dan çıkmayı gerekli görmüyor vb. Polonya’da da durum böyle. Burjuva liberaller, dinciler de orada revizyonizmden burjuva parlamentarizmine “yumuşak geçiş” öngörüyor. Mazowiecki: “hükümetim Varşova Paktı üyeliğinden doğan bütün yükümlülüklerini yerine getirecektir” diyor. Türkiye’de revizyonistlerin yaptığı gibi, onlar da karşıt pakta girmeyi, ya da üye olunandan çıkmayı, “duvarın karşı tarafına atlamayı” savunmuyorlar. Bizim 27 Mayıs darbecileri gibi, ilk açıklamalarından biri “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” oluyor. Tabii onlar “Varşova’ya bağlıyız” diyorlar. Sömürgelerin kaderi but Ama bu, şimdilik verilen bir sözdür. Günün koşullan bunu gerektirmektedir. Gelecek ne gösterir, belli olmaz. Batıyla entegrasyona “yumuşak geçiş” de olasıdır. Gorbaçov “tek bir dünya ekonomisinden ve “Avrupa Ortak Evi”nden söz etmiyor mu?

Eylül 1989

İnsanı ve Yaşamı Savunan Edebiyatta Eylüllere Yer Yok.

Yaşamın her alanında olduğu gibi sanat-edebiyat çevrelerinde de tüm olumluluklar-olumsuzluklar Eylül’le birlikte sorgulanır, hatta belirlenir oldu. Böylesi bir yaklaşımda, Eylül’ün ülke içinde ve dışında, tarihsel işlevinin payı azımsanamaz.
Eylül sonrası talan olan soy-değerlerin ve düşünen -direnen insan erozyonunun küçümsenemeyecek boyutlarda olması, Eylül’e ilişkin yaşamın sorgulanması yaklaşımlarında, farkında olmadan Eylül’ün sonuçlarını onaylamaya götürdü insanları. Milat başlangıcı gibi alınan Eylül tarihi, sanki dokunulmazlığı olan kanıksanmış bir tarihe dönüştü. Bu da Eylül’ün saldırısının kitleselliği ve kitleler üzerindeki depolitizasyonun geçici olsa da başarılı olduğunun somut göstergesi. Eylül sonuçları, çıkarılması gereken dersler açısından elbette ki düşündürücüdür; düşünen başlar, yarının soylu dünyası adına çarpan yürekler için. Ama Eylül sonuçlan itibariyle asla kanıksanmayacak, olumlanmayacaktır.
Eylül’ün bağladığı sanılan diller, dumura uğrattığı düşünüler, beyinler çölleştirmeye çalıştığı yürekler, devlet terörüyle sindirilen yığınlar; başta üretim alanlarında, okullarda, sanat-edebiyatta yılların acısını çıkarırcasına taze ışkınlarını vermeye başladı bile Eylül’ün yığınsal saldırısının ardından bugün, faturanın, devrimciler-demokratlar ve halka ağır ödetilmesinin kaçınılmaz sonucudur, yaşamın her alanında hissedilen, görülen başkaldırı. Başka ne olabilirdi; Açlık diz-boyu. Cezaevlerinden en ücra köşedeki köylere kadar devlet terörü değişik adlar alarak insanların ensesinde. İçerde ya da dışarıda insan onurunun ve hayatının en ucuz olduğu bu ülkede, işsizler ordusuna, büyük vaatlerle davet edilen soydaşlar da katıldı. Ekonomi soluksuz. Egemenlerin Eylül bayrağı ANAP, egemenlerin tüm yamalarına rağmen görkemim yitirdi. Parlamenter muhalefet, ANAP’ın egemenlerin tüm yamalarına rağmen görkemini yitirdi. Parlamenter muhalefet, ANAP’ın yürütemediği gemiye kaptanlık için, hem egemenlere hem halka sırnaşıp duruyor. Yaşını doldurmamış bebelerden ömrünün son demindeki ihtiyarlara kadar her yaştan insanın, işkence tezgâhlarından nasibini aldığı; cezaevi ve cami yapımlarının, okul yapımların kat kat aştığı, fuhuşun, kumarın, intiharların, yok yok çürümenin kol gezdiği bir ülkede, bir şeylerin değişmesinden, insanların sanılarak kendine gelmesinden doğal ne olabilir?
Duyarlı-sorumlu insan benliğinin bentlerinde biriken acılar elbette dirence ve başkaldırıya dönüşecekti. Bilinçsiz davranış değil, bilinçli duygu olan sanat-edebiyat için de malzemeden yana bayii donanımlı ülkemizde alternatif ürünlerin semeresi alınmaya başlandı.
Özünde Eylül’le başlamayan ama Eylül’de üzerlerine düşen görevi “iyi bir biçimde” yerine getiren “sanat-edebiyat çevrelerinin” mutfaklarından yenilir aş gibi sunulan devlet edebiyatı, Eylül özgülünde Eylülist edebiyat diye anılmaya değer. Ama “Eylülist” edebiyat ile Eylül edebiyatını birbirinden ayırmak gerekir.
Eylül edebiyatım nitelik açısından ikiye ayırmak gerekir. Birincisi; Eylül’lere kan damarı olan, hem içerikte hem biçimde bayağılığın, alçaklığın, inkârın, pişmanlık yasasının “edebi” biçimi. Hiç de ihtiyaçları olmadığı halde Milan Kundera rehberliğindeki Eylülist edebiyat. İşlevi; Eylü1 ün kültürel alandaki eksiklerini gidermek.
İkincisi; Eylülü beyinleri ile yürekleri, tüm bedenleri ile hissetmekten de öte yasayanların yarattığı, direncin sesi, insanı ve hayatı savunanların savunacak olanların edebiyatı. Kaba estetikten, slogancılıktan arınmaya çalışan ama henüz devrimci estetikten yana da eksiklikler taşıyan başkaldırı özlü, Eylülist edebiyata tavır olarak gelişen edebiyat. Kimi aydınlarca “cezaevi edebiyatı” nitelemesiyle küçümser bir yaklaşımla söz edilen edebiyat birazda. Direniş edebiyatının en güzel ürünlerinin yapı taşlan olacak olan bu edebiyatın ürünlerinin genel olarak ya da sayıca ağırlıklı olarak cezaevlerinden çıkması ne tesadüftür, ne de şaşılacak küçümsenecek bir şeydir. Ne için kim için, nasıl bir edebiyat sorularına bir yanıyla iyi bir yanıttır cezaevi edebiyatı, kaldı ki inşam ve yasamı savunan edebiyat ürünleri cezaevleriyle sınırlıdır gibi sığ bir yaklaşım söz konusu da değildir. Ama eylül özgülünde özel bir yere ve öneme sahiptir cezaevleri taşıdığı ve yarattığı değerler açısından. Dün de bugün de edebiyatı, güzel bir dünya için yücelten ürünler, sahipleri ve okuyucu kitleleri Türkiye cezaevlerine çok şey borçlular.
Eylülist edebiyatı da kendi içinde aynı işlevi yüklenseler de, biçimsel olarak, iki kategoride ele almak mümkün.
Birincisi; insanın yücelişi olan sanat-edebiyatı, inşam ve yaşamı aşağılamaya, bayağılaştırmaya doğrudan alet eden Eylül’ün gayri-resmi devlet edebiyatını gönüllü temsil eden Ahmet Altan, Latife Tekin’in “ürünleri” Uluslararası karşı-devrimin son edebi temsilcisi Milan Kundera’nın kitapları da Eylülist edebiyatın uzun bir zaman başucu kitabı oldu. Kundera’nın edebiyat “dehasının” böylesine keşfedildiği başka talihsiz bir ülke hangi ülkedir diye düşünmeye değer.
Eylülist edebiyatın gerçekliği neydi?
Yarını hiç yok, dünü ile bugünü arasında kendini arayan kimliksiz, çözümsüz, yorgun, ruhsuz “devrimci karakterlerin” hayali “devrimci yaşam” biçimlerinde. Cinlerin, perilerin cirit attığı, yazarın, çocukluğundan belleğinde kalan metafizik demagojilerde. En bayağı erotizmle resmedilen “sevgilerde” kişiliksiz insan üreten hayali “örgüt yaşamlarında”, bir yığın yaşam dışı kurgu olay dizileriyle “işte görün devrimci-sosyalist olmaya özenenlerin sefaleti” bildirileri sunan ölüme hayranlıkta, yani “kahramanları” ölü bir gerçeklikten başka bir şey yoktur Eylülist edebiyatın gerçekliğinde. Yazarları yaşamayan ürünlerin yaşayan kahramanları olabilir mi?
Edebi yanıyla; bireycilik, karaktersizlik, kaba erotizm, biraz amuda kalkmış romantizm, edebiyat yoksulluğu… Sosyal-toplumsal yanıyla, panzerlere siren görevini üstlenen Eylülist edebiyatın edebiyatçılarının başka türlü “ürünler” verebilme şansları da yoktu herhalde. Ait oldukları dünyanın sesi olmak, özellikle kimi dönemlerde bazı sanatçılar için kaçınılmaz olur. Yazdıkları utanç belgeleriyle her daim hak ettikleri sıfatlarla anılmaya değerler Eylülist edebiyata doğrudan isim babası olanlar. Bu konu da Yalçın Küçük’ün Estetik Hesaplaşma ve Küfür Romanları adlı çalışmaları, zamanında gereğini yerine getiren ayrıntılı, özlü güzel bir çalışma. Bunun içinde gerek Gece Dersi gerekse, Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Sudaki İz üzerine fazlaca bir şey söylemeye gerek yok. Yalnız; Eylülist edebiyatçıların “ürünlerini” beğenenlerin örneğin, Ahmet Altan’ın Sudaki İz’ini görebilen, Sudaki İz’in hayali “kahramanları” kadar, soysuz inanç dönekleri düzeyinde olduğu gerçeğini belirtmekte yarar var.
İkincisi; Eylülist edebiyatın dolaylı sesi olan anlayışları savunan edebiyatçılar ve ürünleri… Batıda ömrünü yıllarca önce tüketmiş olan bazı sanat edebiyat anlayışlarının, yeni keşfedilmişçesine, her bunalım döneminde olduğu gibi Eylül’le birlikte edebiyatta arz-ı endam ettirilmesi Eylülist edebiyata gıda yardımında bulunmakla kalmamış zaman zaman diğerinden daha zararlı olabilmiştir. Doğrudan Eylül’ün yanında yer alan birinci türdeki Eylülist edebiyatın kimliği çok net, etkisi kültürel anlamda daha vurucu ama kimliğinin netliğinden dolayı da kitleler üzerindeki gücü ve etkisi daha kısa.
“Yeni”lik adına sunulan sembolizm, gerçeküstücülük, yapısalcılık (estetik planda esas olarak) gibi anlayışlar beraberlerinde “seçkinciliği”, “bunalıma ek bunalımı”, bireyciliğin katıksızını ve yabancılaşmayı beraberinde taşıdı. Her biri bu anlayışların vazgeçilmez öğeleri. Bu anlayışlar Batı’da en son II. Dünya Savaşı’nın yarattığı bunalımlı yıllarda yaygınlaştı. Sözde hümanizm, özünden soyut özgürlük, sanatın ve sanatçının bağımsızlığı tarafsızlığı adına hem faşizmi hem komünizmi lanetleyen edebi bildiri ve makalelerle, bir türlü yerini belirleyemeyen küçük burjuva sanatçıların, krizlerini aşmaya yönelik sözde, “sınıflar üstü” bir edebiyat için çıkıştan ve doğası gereği de iflas eden bu anlayışlara “hem komünizme hem faşizme karşı” kolları sıvayan Eylül, kapıları ardına kadar açmıştı. Bu hastalıklı anlayışlar Eylülist edebiyatta daha geniş bir taban buldu kendine. Eylül gençliği edebi gıdasını daha çok da bu akımlardan aldı. Yalnız Eylül gençliği değil elbette. Sözde ilerici geçinen yazar-çizerler seçkinciliği, örtülü imgelerle gizemciliği, topluma ve kendine yabancı bir dil kurgusuyla sanat adına anlaşılmadığı biçim edindiler, İşi daha da ileri götürerek, popülizme taviz vermeme adına, gerçek sanat eserinin bir yüzyıl sonra anlaşılabildiğinde ancak gerçek bir sanat eseri olabileceğini iddia edebiliyorlar. Çernişevski’ye özeniyor olmalılar ama Çernişevski’nin Nasıl Yapmalı’sı yazdığı yaşadığı çağda anlaşılmaz olsaydı, Rusya Halkları gelecek güzel dünyalarını Nasıl Yapmalı’da nasıl görebilirlerdi…
Aslında, topluma, kendilerine bile yabana olan, yaşamdan ve üretimden köpük yaşam biçimlerine bir de edebi soluksuzlukları, melankolik bireycilikleri eklenince, eskimiş edebi kuram ve biçimleri harmanlayıp harmanlayıp “yenilik” adına sunmaları da bu kesim sanatçıların alınyazısı.
Sanat, işlevi gereği içinden çıktığı toplumun devamıdır.
“Burjuva toplumda ilişkiler, insan arasındaki ilişki biçimi olarak reddedilip insan ve şey arasındaki ilişki, mülkiyet ilişkisi biçimini almıştır, bu ilişki de hükmedici okluğu için insanın özgürleştiğine inandır. Ancak bu bir yanılsamadır. Mülkiyet ilişkisi, günümüzde bilinçsiz ve anarşik olduğu halde, hâlâ insanla insan arasında, özellikle sömürenlerle sömürülenler arasında olan ilişkiler için bir kılıftır.
İşte, burjuva kültüründeki sanatçıdan da aynı şeyi yapman beklenilir. Sanat eserine bitmiş bir mal, sanat sürecine de kendisi ile pazarda kaybolacak olan eseri arasındaki bir ilişki olarak bakması istenir. Sanat eseri ile aha arasındaki bir sonraki ilişkiyle ise yakından ilgilenmez. Burjuva toplumunun tüm baskısı sanat eserini temel görüp onunla ilişkisini pazar İçin üreten üretici düzeyinde alması doğrultusundadır.
Bu iki sonuç doğurabilir:
1- Yaşamını bu somut, temel varlığının mülkiyet hakkını-telif hakkı, resim, heykel satarak kazanmak zorunda olması sanatçıyı, bir sanatçı olarak eserini pazarın koşullarında bu mülkiyet hakkı için en yüksek geliri getirecek bir şey olarak görmeye sürükleyebilir. Bu ya sanatın ticarileşmesine ya da kabalaşmasına yol acar.
2- Sanat aslında hiçbir durumda bir şey’le ilişki değil, insanlar arasındaki sanatçıyla izleyici arasındaki ilişkidir, sanat süreci ise, işlemin bir parçası olarak kavranılması gereken bir makineye benzer. Sanatın ticarileşmesi belki dürüst sanatçıyı isyan ettirebilir, ama ne yazık ki isyanı burjuva kültürünün sınırları içinde kalır. Pazarı tamamen unutup sanat eseriyle ilişkisinde yoğunlaşmaya yeltenir, o zamansa sanat eseri kendi içinde varlık olarak daha da temelleşir. Artık sanat eseri pazar bile unutularak tümüyle kendi varlık olmuş, sanat süreci ise son derece bireysel bir ilişki haline gelmiştir. Sanat biçiminde bulunan toplumsal değerler, örneğin; söz dizimi, gelenekler, kurallar, teknik, biçim kabullenilmiş ses dizileri, artık önemlerini yitirirler. Çünkü sanat giderek daha çok yalnızca birey için var olmaktadır. Sanat eseri zorunlu olarak eski bilinçli formülasyonlarla -“Sanatın biçimi”- bilinçli kılınan yeni bireysel deneyim, sanatın “içeriği” ya da sanatçının “bildirisi” arasındaki gerilimin bir ürünüdür. Bu sentez, yaratma eyleminin en zor görevidir. Oysa sanat eseri bir erek olarak temel alınınca giderek eski bilinçli formülasyonların önemi azalır ve bireysel deneyim giderek önem kazanır. Sonuç sanat Dada’cılık, gerçeküstücülük ve Steincılık’da görüldüğü gibi giderek daha biçimden uzak, kişisel ve bireye özgü olur. Burjuva sanatı, böylece burjuva kültürünün aynı özelliğinden kaynaklanan iki kuvvetin gerilimi altında çözülür. Bir yanda pazar için üretim yüzünden kabalaşma ve ticari]eşme vardır, öte yandaysa sanat işleminin ereği olarak sanat eserinin temelleştirilmesi ve eserle birey arasındaki ilişkinin yüceltilmesi yer alır. Bu zorunlu olarak söz konusu edilen sanatı toplumsal bir ilişki yapan toplumsal değerlerin yok olmasına, böylece sanat eserinin sanat eseri olmaktan çakıp yalnızca özel fantazya olmasına yol açar.
Ne denli güzel olursa olsun bireysel fantazya ya da hayal sanat değildir. Ne de güzel bir gün batımı. Her ikisi de yalnızca sanatın hammaddesidir”

Eylül 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑