Haberler-Mektuplar

Haymana Cezaevi’nde Siyasi-Adli Hükümlü Dayanışması
Bizler Haymana Cezaevi’nde bulunan politik tutuklular olarak 1 Ağustos Genelgesi’ni protesto etmek için başlatılan ve iki şehit verilen açlık grevine adli mahkûmları da katarak iki gün destek verdik. (…)
Haymana’daki politik tutsaklar olarak ülkemizde yükselen mücadelede üzerimize düşeni yapacağımızı bildiririz. Bu çabamızda bizi destekleyen adli hükümlüler de her koşulda desteklerini sağlayacaklarını vaat ediyorlar.
Adlı hükümlüler şunu açıkça görüyor ve söylüyorlar: “Bizler de Eskişehir’de olabilirdik. Bugün orada yaşananlar yarın burada da olabilir. Cezaevlerinde kısmi olarak yaratılan insanca yaşam koşullarını siyasilerin sayesinde kazandığımızı biliyoruz.” Bu gerçekleri yaşadıklarıyla, gördükleriyle kavramışlar.
Biz devimci tutsaklar, bulunduğumuz her cezaevinde adli hükümlülerle diyaloga girip onlara mücadelenin gerekçesini bıkmadan izah edebilirsek ve cezaevi koşullarını ortak mücadele ile düzeltebileceğimizi anlatabilirsek mücadelenin boyutları çok daha geniş olacak ve başarıya daha kolay yaklaşabileceğiz.
Haymana Cezaevi’nden bir okur

Hak Verilmez Alınır
Bu doğru önermenin ışığında faşist diktatörlüğün cezaevlerindeki devrimci tutsaklara yönelik saldırısı bir kez daha etkisiz kılınmıştır. (…)
Cezaevlerine ve Kürt köylerine yapılan saldırılar, işkenceler ve baskılar örgütlü, sistemli ve planlı bir çabanın parçasıdır. Bu saldırılar, tek başına tutuklu, tutuklu yakını ve gazetelere verilen ilanlarla durdurulamaz. Bunu önleyebilmenin yolu, tüm emekçilerin ortak direnişinin örgütlenmesinden geçer.
5 Eylül ’89 Adıyaman Cezaevi

“ABD de Kürt Mücadelesini Kıramayacak”
Ne zaman ki Kürt ulusal hareketi kendiliğinden gelişip serpilmeye başladı, ABD’nin uykuları da kaçtı. (…) ABD bir yandan, SSCB bir yandan Kürt ulusal hareketini boğmaya ve kontrolleri altına almaya çalışmaktadırlar. Hareketin gelişmesi ABD’nin gözünü korkutmuş olmalı ki alelacele Kürt ulusal hareketine müdahale etmeye girişmiştir. ABD’nin çabaları sonuç vermeyecek.
Haydar KIZILKAYA

Cezaevlerinde Faşist Provokasyonlar
Bulunduğumuz Ceyhan Özel Tip Cezaevi’nde ’88 Ekim’inden beri MHP’li faşistlerin provokasyonları ve Adalet Bakanlığı’ndan kaynaklanan faşistlere özgü “hoşgörü” devam etmektedir. Önce Mamak’tan buraya sevk olan faşistler. Bakanlığın “cezaevlerinde açlık grevleri var” gerekçesi ile 29 Ekim günü açık görüşünü iptal etmesi üzerine camları kırdılar, yatakları yaktılar, koğuş kapılarına barikat kurarak görevlileri içeri sokmadılar. Dış korumada görevli askerlerle takviyeli cezaevi görevlileri hiçbir müdahalede bulunmayıp Adalet Bakanlığının emirleri doğrultusunda yalnızca beklemekle yetindiler. Halbuki Sağmalcılar Cezaevi’nde siyasi tutsaklar ne cam kırmış, ne de yatak yakmışlardı. Ama jandarmanın vahşi saldırısıyla onlarcası ağır yaralanmıştı. (…)
(…) Faşist katiller, ilerici eğilimli adli tutukluları yaralama, onları yıldırma, cezaevine hâkim olmaya çalışma gibi çabalara devam ettikçe ve bu cezaevinde kaldıkça provokasyonlar devam edecektir. Fakat bundan, daha çok kendileri zarar görecek, sorumluluk ise tosuncuklarına toz kondurmayan Adalet Bakanı’nın olacaktır.
Ceyhan Özel Tip Cezaevi’nden bir grup devrimci

Özgürlük Dünyası’na
Şiiri geniş kitlelere ulaştırmayı amaçlayan AYRIM ŞİİR, kitlelerin şiirden koparılmışlığını aşmak, şiirin kitlelerle bütünleşmesine, güzel dünyadan yana dönüştürücü, yeni insan kültürünü oluşturmadan yana değiştirici işlevini etkin kılmak için aylık olarak 1 Ekim’den itibaren yayın yaşamına başlıyor.
Merhabamızın duyurulması umuduyla başarılar dileriz.
AYRIM ŞİİR- P.K. 171 KONAK/İZMİR

Hamdullah Erbil’den Sosyalist Basına
Yaptıkları iş için teşekkür beklemediklerini bildiğim ve doğal yaşam alışkanlıkları arasına artık demokrasi ve insan hakları mücadelesi de girmiş bulunan Türkiye ve Kürt Sosyalist basının ve demokratik kamuoyuna, bana gösterdikleri ilgiden dolayı minnet duygularımı iletmek istiyorum.
Yaşadığım süreç, belki de tarihe güzel bir örnek olarak geçecektir; çünkü verilen, umutsuzluğa ve zamana karşı bir mücadele idi. Hastalığım, baskı ve işkencelerle dolu 12 yıllık cezaevi yaşamımın son durağı olan G. Antep Özel Tip Cezaevi’nde ortaya çıktı. İlk teşhis konduktan sonra da cezaevindeki tüm tutsaklar, beni kurtarmak için 12 Eylül öncesinin grupçu zihniyetini çoktan aşmış devrimciler olarak elbirliğiyle yoğun çabalara girdiler. Bir yandan da koğuşuma gelip bana moral ve destek vermeye çalışıyorlardı; ama koğuştan çıktıktan sonra çoğunun ağladığını hiç kimsenin ağzını bıçak açmadığını adım gibi biliyorum.
(…)
Sonuç olarak, ömür boyu hapse hükümlü biri olan benim bugünkü özgürlüğüm ve tedavimin yapılabiliyor olması, demokrasi ve insan hakları yanlılarının ortak mücadelelerinin bir zaferidir. Bu mektubu, güç birliğimizin sonucunun somut örneğini herkese duyurmak ve yaşamımın kurtarılmasında emek harcayan sosyalist basına ve herkese teşekkürlerimi iletmek üzere gönderiyorum.
9 Ağustos 1989, Hamdullah ERBİL Walddörfer Str. 398 d, 2 HH, 70- W. Germany

Revizyonist Mülteciler Teşhir Edilmelidir
Revizyonist-gerici TBKP’nin önderlerinden N. Sargın ve H. Kutlu’nun geri dönüşlerinden, daha doğrusu Türk devletine teslim olmalarından iki yıl sonra, sıra başkalarında. Yeni bir tantanalı geri dönüş eylemi gerçekleşme sürecinde, iki kişi dışında, TBKP’nin çeşitli Batı-Avrupa ülkelerinde bulunan Merkez Komite üyelerinin geri dönecekleri açıklandı. (…)
Her politik mültecinin geri dönme hakkı vardır. Önemli olan, bu hakkın nasıl bir politika anlayışı ile kullanıldığıdır. Kimi döner ve hapishane ve mahkemeleri en azından politik özgürlük savunusunun alanları durumuna getirir. Bu, saygıya değer bir politikadır. Kimi döner ve sefil çıkarlar için çalışır. Bu, aşağılanmaya ve teşhir edilmeye layık bir politikadır. TBKP’lilerin politikası ikinci türden bir politikadır.
(…) Bu politikanın sahiplerinin layık oldukları yer, teşhir tahtasıdır.
12 Eylül 1989 A. H. YALAZ

Pazarcık’ta Düşündüren Göç
Dergini(mi)zi içerik olarak (eksiklerine rağmen) beğeniyorum. Ben derginize, diktatörlüğün son yıllarda K. Maraş’ın Pazarcık ilçesindeki taktiğini anlatmak istiyorum.
(…) Evet, Pazarcık’ta bir göç yaşanıyor. Tedavi olmak için Ruhi Su ve İnkılâp Dal’a pasaport vermeyen devlet, 100 bin nüfuslu Pazarcık’ta 60.000 pasaport veriyor. Amaç, gelişecek olan mücadeleyi ertelemek, ama çabaları boşuna. (…)
Özgürlük Dünyası çalışanlarına selam.
Pazarcık’tan bir grup işsiz

THKO Halka İyice Tanıtılmalı
Mümkün olduğu sürece derginizi okuyacağım. Ayrıca dergiden istediğim bir şey de THKO’nun halka iyice tanıtılması. THKO konusunda bilmediğimiz birçok şey var. Bunları öğrenebilmemiz için gerekeni yapmanızı istiyorum. Hoşçakalın.
Hüseyin ÇELİK-BANDIRMA

Kâmil KÜPELİ-LONDRA
Bir okur olarak burada ulaşabildiğim insanlara sürekli olarak ÖZGÜRLÜK’ü tavsiye edip onlara iletmekle kendimi görevlendirmiş bulunmaktayım. Daha ileriye gitmek için Özgürlük Dünyası’nın hiçbir engele takılmadan okurlarına ulaşması arzusundayım.
Yayın hayatında başarılar.


Korkunun Suskunluğunu Utançla Taşımak

Ve bizler, ölü toprağın altında korkunun suskunluğunu acı bir utanç gibi taşıyanlar, artık yeter demeliyiz. Bilmeliyiz ki, duyarsızlığın utancı, fişlenmenin, yargılanmanın korkusundan büyüktür. Hüseyin Hüsnü Eroğlu ve Mehmet Yalçınkaya’yı saygıyla selamlıyor, adımlarında azimle yürüyen grevdeki arkadaşlarımızı coşkuyla selamlıyorum.
11.8.1989/GULİSOR

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NIN NOTU:
Bize şiir gönderen arkadaşlar, şiirlere çoğunlukla yerimiz elverdiğinde yer verebiliyoruz. Şiirlerine yer veremediğimiz sevgili dostlarımız (Gulisor, Kâmil Küpeli ve daha başkaları) bizi anlayışla karşılasın.

Oktay BAŞARAN -Riyad/Suudi Arabistan:
Dergimizin eski sayıları, toplatmalardan dolayı elimizde yeterince yok. Olanları 20.000 TL karşılığında adresinize gönderebiliriz. Ayrıca, önümüzdeki yıl abonesi için 52.000TL’yi Havva Aydınoğlu, Türkiye İş Bankası Cağaloğlu Şb./no 143254- İstanbul adresine göndermeniz gerekmektedir, ilgilerinize teşekkür ediyoruz.


Ünal Aydemir ve Sevgili Özgürlük Dünyası Çalışanları

Derginizin Eylül 11. sayısı da elimize geçti. Teşekkürlerimizi ve yayın yaşamınızda başarı dileklerimizi iletmek istedim.
Aziz DEMİRE L,18.8.1989, Bartın Cezaevi

Eylül Sayısı GÖRÜŞ ve Darkafalılık (Ahmet Kaçmaz’a Özgürlük Aracılığı ile)
Görüş dergisinin geçen (Eylül) sayısında Ahmet KAÇMAZ teorik sığlığını bir kere daha gösterdi. Polonya örneğinde Ahmet Bey şöyle diyor: “Batı’nın hak ve özgürlükleri, altyapısı sosyalist olan bir ülkede uygulanır mı? Evet, ama bunun adı sosyalist demokrasi olur. Neden? Çünkü taban inisiyatifine dayanmayan sosyalizm (bürokratik sosyalizm) reel sosyalizmin tersine, bugünkü kapitalist ülkelerden geri…” imiş. Bu yüzden Batı’nın âdetleri elzemmiş.
Sayın Ahmet Bey, uydurmayın, bir defa sosyalizmin “bürokratik” ve “reel” ayrıştırması atmasyondur. Bilimsel (komünizme giden proleter) sosyalizmin dışında sosyalizm, burjuva, feodal ve küçük burjuva olarak üçtür. Buna, ütopik sosyalizm de eklenerek dörde çıkarmak mümkündür. Polonya’daki ise bürokrat filan değil, bayağı bir burjuva “sosyalizmi”dir ve tabanı kapitalist üretim ilişkilerine denk düşer. Marks tüm bu sosyalizm türlerinden kendi sosyalizmini derin çizgilerle ayırmıştır. Siz dar kafalılığınızı yeni göstermiyorsunuz. Altyapı ve üstyapıyı ve bunlar arasındaki ilişkiyi anlatan eski bir yazınızda da bu açığa çıkmıştı. Bu yüzden, proleter sosyalizmi ile diğer sosyalizmleri özdeşleştirmeye çalışmanız boşuna. Hitler de nasyonal-sosyalistti ama buna faşizm diyorduk. Diğerleri de, yani sizin kötü sosyalizm dedikleriniz de kapitalizmden başka, onun varyantlarından başka bir şey değildir. Ama siz azıcık da olsa Polonya’da proleter sosyalizmin uygulanmadığını yakalamışsınız, bu da bir gelişme ama, buna Stalin dönemini de katarak bu tomurcuk halindeki sezinizi mahvetmişsiniz. Neyse, yine de Polonya’daki bürokratik burjuva iktidarı diğer gelişimlerle açıklamanız fena değildi. Anahtarı bulmuş gibisiniz. Bunu, SSCB için de deneseniz tarihsel bir adım atacaksınız.
Başarılar diliyorum burada Ahmet Bey’e. Ama dikkat etsin, neredeyse Maocu olacaktı…
17 Eylül 1989 Ordulu

Dün Tuzla, Bugün Silopi, Yarın? …
Bırakalım gizli, karanlık vs. güçleri, devletin bizzat resmi güçleri tarafından bir gün yolda giderken kurşuna dizilmeyeceğimizin güvencesinin olduğu bir ülkede yaşadığımızı söyleyebilir miyiz? Geçen yıl Ekim ayında Tuzla’da ve değişik zamanlarda birçok yerde, geçtiğimiz günlerde Silopi’de gerçekleştirilen katliamlar, bu sorunun yanıtını veriyor. İddia edildiği gibi, 12 Eylül ülkemize can güvenliğini değil, cinayetlerin, işkencelerin, katliamların daha pervasızca hem de resmi güçler eliyle yürütüldüğü vahşi bir ortamı getirmiştir.
Bir yıl önce Ekim ayında Tuzla köprüsünün bulunduğu kavşakta E-5 karayolu üzerinde kurulan faşist pusu sonucunda gencecik dört fidan polislerce kurşuna dizildi. Gençlerin bulunduğu otodan tam 283, cesetlerinden tam 152 kurşun çıktı. Olayın hemen arkasından yapılan açıklamalarda, bu kişilerin bir çatışma sonucu öldükleri bildiriliyordu. Ancak yapılan ilk otopside, gençlere 35-40 cm’den ateş edildiğinin tespit edilmesi ve diğer belirtilerden olayın silahlı çatışma değil, bir polis mizanseni olduğunu ortaya koyuyordu. Polis, işlenen cinayete bir çatışma görüntüsü vermek çabası içindeydi.
Öldürülen gençlerin aileleri, demokrat kamuoyu, hukukçuların da desteği ile açtıkları ve takip ettikleri davada olayın cinayet olduğuna ilişkin yeni ipuçları bulunmasını sağladılar. Mahkemenin katil polisleri tüm koruma çabalarına karşın cinayetin ortaya çıkması engellenemiyordu. Üstelik Emniyet Müdürü Hamdi Ardalı açıkça, “Vur emrini ben verdim” diyordu. Ancak bir türlü cinayet “sanıları” mahkûm edilmiyor, mahkemeye dahi çıkartılmıyorlardı. Alınan önlemlere karşın mahkeme, katillerin aleyhine gelişiyordu. Hem de cinayet öncesi polis olay yerinde canlı tanık bırakmamaya yönelik bütün önlemleri almıştı. İlk otopsi raporunun polis ifadelerini yalanlaması üzerine, bu kez uydurma bir ikinci otopsi hazırlanması yoluna gidildi.
Bu gelişmeler karşısında öldürülenlerin ailelerinden başka, demokrat ve resmi terörden nefret duyan geniş kamuoyu cinayetin sorumlularından hesap sorma ve bu işin peşini bırakmama kararlılığı içindedir. Kitlelerin demokrasi özlemlerini kendi koydukları yasaları bile çiğneyerek, kanla bastırmak isteyen resmi cinayet şebekelerini durdurmanın yolu, “ateş düştüğü yeri yakar” anlayışını terk ederek, katliamlara “insanım” diyen herkesin aktif olarak karşı çıkmasından geçmektedir. Bugün Tuzla’da dört gence, yakın başka suçsuz insanlara…
Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’ndan da güç alarak, onu basamak yapıp üstünden atlayarak, hem yargı ve hem de infaz kurumu rolünü oynama yetkisini kendinde bulan polisler ve onların elebaşları Hamdi Ardalı ve Metin Günay gibileri elbette yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bugün İsmail Hakkı Ardalı, Kemal Soğukpınar, Refa Şen ve Fevzi Yalçın’ın katillerinin ceza almasını önlemeye çalışan, onları koruyan, düzmece otopsi raporları veren makamlar ve açıkça canilerden yana tavır alan mahkemeler, bu kaçınılmaz sonun önüne geçemeyeceklerdir.

Yel Değirmenlerine Saldırı
Bu sayımızın kapağı henüz basım halinde iken matbaa, gruplar halinde değişik yerlerden gelen sivil ve resmi polislerin baskınına uğradı. Baskına gelenler arasında trafik polisi bile vardı. Dergimizin kapak basımı bir süre durduruldu.
Polisler, hışımla içeri girdikten sonra orada burada bir şeyler aramaya koyuldular. Matbaa sahibinin sorması üzerine, yasak yayın aradıklarını bildirdiler. Bir süre arandıktan sonra kapak baskımızın yapıldığı makinenin bulunduğu bölüme geldiler. İşte, “yasak yayın” bulunmuştu. Sivillerden birisi kapak üzerindeki yazılara bir göz attıktan sonra, “Tamam. Yasak yayın bu” dedi, amirine ve komiser de bunun üzerine makinelerin derhal durdurulmasını emretti.
Bu arada başka başka resmi ve sivil polis grupları telsiz haberi üzerine matbaayı doldurmuştu. Çok sayıda gazeteciden oluşan topluluk da onlarla birlikte. Polisler zafer sarhoşluğu içinde ele geçirdikleri “yasak yayın”la bir şöyle, bir böyle durarak objektif karşısında poz veriyorlardı. Flaşlar patlatıldıktan, “yasak yayın” elde çeşitli pozlar verildikten sonra sıra matbaa sahibinin 1. Şube’ye götürülmesine gelmişti. “Haydi” dediler, matbaa sahibine, “1. Şube’ye gidiyoruz.” Matbaa sahibi elbiselerini giydi. 1. Şube’ye doğru yola koyuluyordu ki, tam o anda basın bürosundan polisler içeri girdiler. “Yasak yayın” denilen dergimizin kapağını incelediler. Gerçek ortaya çıkmış dergimizin kapağının yasak yayın olmadığı anlaşılabilmişti. Basın bürosundan gelen polislerin dergimizin yasal ve imtiyaz sahibi bulunan bir dergi olduğunu açıklayıp basıma devam edileceğini bildirmesi üzerine, “yasak yayın” ele geçirme mutluluğu sona eriyordu. Bir süre sonra kapak basımına devam edildi.
Bu saldırı sonucunda bir yel değirmeni daha çökertilebilirdi.

Grev Kararı Yürürlüğe Konuldu
Ambarlardaki 106 işyerinden 9’unda fiilen, 32’sinde de hukuken, önceden alınan grev kararı yürürlüğe konuldu. Tüm-Tis, Ankara ve İzmir’de bulunan taşıma işçilerinin toplu sözleşme görüşmeleri sırasındaki haklarını güvenceye alabilmek için böyle bir yola başvurdu, özellikle İzmir ve Ankara bağlantılı işyerlerinde fiilen olmasa da hukuki anlamda greve başlandı. Eğer toplu sözleşme görüşmelerinde işçilerin istekleri dikkate alınmazsa, 9 işyerinden başka kalan 32 işyerinde de fiilen greve başlanacak.
İzmir ve Ankara’daki taşıma işçilerinin toplu sözleşme görüşmelerinden önce Tüm-Tis’le işveren kuruluşu Nak-İş arasında İstanbul’daki işyerlerindeki işçilerin istemleri konusunda anlaşma sağlandı ve Tüm-Tis’in belli başlı istemleri kabul edildi. Buna rağmen ambarlarda 9 işyerinde fiilen, 32 işyerinde hukuken, toplam 41 işyerinde greve gidilmesinin nedeni, İzmir ve Ankara’daki taşıma işçileriyle toplu sözleşme görüşmeleri boyunca dayanışmak.

Harb-İş Gölcük Şube Kongresi
Türk-İş’e bağlı Harb-İş Sendikası Gölcük Şubesi’nin 8. olağan genel kurulu yapıldı. Genel kurul, reformist ve revizyonist şube yöneticilerinin sınıfın eylemliliği karşısında takındığı gerici tutumun ve faşist cuntanın teşhir edildiği, yargılandığı bir kürsüye dönüştürüldü.
Kongre’de gerici sendika tüzüğü, konuşmacı işçiler tarafından madde madde sorgulandı ve anti-demokratik özellikleri deşifre edildi. Sınıf sendikacılığının savunulması temelinde işbirlikçi burjuva sendikacılığı mahkûm edildi.
Bahar eylemleri ve sonrasında mücadelenin önüne set çekmeye çalışan, eylemleri engelleyemeyince onlara göstermelik biçimde sahip çıkarak işçilerin tepkisine hedef olmamaya özen gösteren şube yöneticilerinin bu tavırları işçilerce eleştirildi.


Yunan “K” Partisi’nin iflası

YKP Gençlik Örgütü (KNE) Sinaspispas ve Glasnosta Karşı Çıkıyor
Uzun zamandır beklenen oldu. Yunanistan Komünist Partisi, on binlerce üyeli KNE’yi feshetti. Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları ile başlayan KNE (Yunanistan Komünist Partisi Gençlik Örgütü)’nin itirazları revizyonist şeflerin en büyük ihanetlerinden sonuncusu olan gerici Yeni Demokrasi Partisi ile ortaklıktan vazgeçilmesi vb. konularda yoğunlaştı. Revizyonistler bugüne kadar demagojilerle durumu idare etmeye çalıştılar. Fakat gençliğin muhalefeti azalacağına artarak devam etti. Ne zaman ki revizyonist şefler gençliği artık kontrol edemeyince, fetvayı bastılar: “KNE’yi feshettik”. Fakat kazın ayağı hiç de sanıldığı gibi çıkmadı. Gençlik karara karşı direndi. Atina ve Selanik’te KNE’ye ait binaları işgal ederek direnişi sürdürüyor.
KNE şu an başarılı, örgütlü muhalefetini şimdiye kadar ayakta tutmayı başardı. Onun için revizyonist şefler harcayacak tek tek kişiler bulamadılar. KNE, bir bütün olarak revizyonist şeflere karşı çıktı. Şefler de çareyi bütün gençlik örgütünü feshetmekte buldular. KNE, on binlerce üyesi bulunan en büyük gençlik örgütü.
Yunanistan’da devrimci komünistler alternatif olmaktan uzak. Çok az bir güçleri var. Bu olumsuzluğun diğer yanı. Eğer devrimci komünistler bir alternatif oluşturmuş olsalardı hiç şüphesiz bu bölünme onları güçlendirecekti. KNE revizyonizme belli tepkiler duymasına rağmen, bugünkü, yapısıyla M-L ideolojiyi yakalayacak durumda değil. Çok az sayıda insan devrimci komünistlere katılsa da sonuçta revizyonist şefler belli ödünler vererek KNE’yi kazanmaya çalışacaklar. Ya da YKP’nin açık reformcu-gerici çizgisinde çeşitli düzeltmelerle yeni bir revizyonist parti kurabilirler. KNE’nin kopması YKP’nin yok olması demektir. Onun için YKP ne pahasına olursa olsun KNE’yi tekrar kazanmaya çalışacaktır. Sonuçta ne olursa olsun, hangi ihtimal gerçekleşirse gerçekleşsin, YKP her geçen gün güç kaybını önleyemeyecektir. Gerici YDP ile hükümet kurmanın faturasını ödeyecektir.
KNE merkez komitesi son yaptığı açıklamada, YKP’nin kararını tanımayacaklarım ve yeni bir kongre hazırlayacaklarını bildirdi. Ayrılıkları: 1- Perestroyka ve glasnost, 2-Sinaspispas olarak ilan edilen sol birliği tanımadıklarını, politika ile radikalizmden sapıldığını, 3- Yeni Demokrasi Partisi ile hükümeti onaylamadıkları her iki taraf da birleşmeme konusunda kararlı görünüyorlar.
S. TOPRAK/ATİNA


Özal-Miçotakis Pazarlığı ve H. Hami Özsomar’ın iadesi

Yunanistan’da H. Hami Özsomar’ın Türkiye’ye iadesiyle başlayan olaylar devam ediyor. PASOK hükümeti zamanında ekonomik nedenle olduğundan kuşkulanılan ilticacılar iade ediliyorlardı. Fakat idamla yargılanan siyasi birinin iadesi şerefi ilk kez içişleri Bakanı “Komünist Parti”li olan yeni hükümete düştü.
Yunanistan kamuoyunda büyük tepkilere yol açan Özsomar’ın iadesi, aynı zamanda hükümet ortağı YKP’yi de karıştırdı. “Yüz karası bir olay” vb. gibi açıklamalar durumu kurtarmaya yetmeyince, YKP, “Özsomar iltica talebinde bulunmadı” gerekçesine sığındı. Üstelik Özsomar’ın üstünde herhangi bir belge de yokmuş.
H. Hami Özsomar’la aynı karakolda kalan bayan “H. Hami Özsomar iltica için başvurdu buna rağmen onu geri verdiler” diyor. Ayrıca, idamla yargılanan kısa bir süre önce cezaevinden kaçan Özsomar, Yunanistan’a turistik bir gezi için geldiği mi iddia ediliyordu. Üzerinde belgelerin olmaması ise son derece olağan. Cezaevinden kaçan ve idamla yargılanan birinin üzerinde belge bulundurabilmesi ihtimali son derece zayıftır. Ayrıca, durumu öğrenmek ve Özsomar’ın açıklamaların doğru olup olmadığını araştırmak Yunanistan hükümeti için zor olmasa gerek.
Özsomar olayı, günlerce manşetlerden inmedi. Hükümet ve ortağı YKP olayı demagojilerle geçiştirmeye çalışıyordu ki, yeni iadelerin olduğu ortaya çıktı, Özsomar’dan sonra biri 8 yıla hükümlü 5 kişi daha çeşitli zamanlarda iade edilmişti.
Bunun üzerine iadelere tepkiler büyüdü. Demokratik kuruluşlar, barolar, insan Hakları Komitesi, Mülteciler Komitesi ve tek tek gruplar, iadeleri protesto etmek ve yeni iadeleri engellemek için çalışmalarını sürdürüyorlar. 500 kişilik Yunanlı bir grup, olayı protesto etmek için meclise yürüdü. Kamu Düzeni Bakam hakkında dava açılması için bir komite kuruldu. Konu bir soru önergesiyle yolsuzluk skandalları ve birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya atmakla yoğun bir şekilde meşgul olan parlamentoya getirildi.
Yunanistan’da basın da olayın çeşitli yönleri üzerinde duruyor. Genel eğilim, iadelerin Özal-Miçotakis anlaşmasının ürünü olduğu yolunda. Hatta “Bir Türk bakanın Atina’yı gizlice ziyaret ettiği ve iade Atina’daki toplantıda görüşüldü” iddiasını ileri sürenler var. Bütün bu iddialar yalanlanmadı.


STOP Diyebilmek İçin
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

PERDECİ, Ekim rüzgârı kokan caddede yürürken, kafasının içi kıpır kıpır merak duygusuyla çalkalanıyordu. Sokağa girerken yüzüne ve bakışlarına ilgisiz bir ifade vermeye uğraştı. Kafası o kadar karışıktı ki, ayağının ucuna düşen o sarı sonbahar yaprağını bu kez göremedi.
Yaprak dayanamadı ardından “hışırt” diye bağırdı. Perdeci hafifçe durdu, “hayır” dedi, “Hayır sarı yaprak bu kez ben de bilmiyorum. Ne oynayacağımız hâlâ belli değil.” Ne zaman o yönetmen olacak şişkoyu sıkıştırırsam iki eliyle, kellenmeye çeyrek kalmış kafasını gösteriyor. ‘Burada’ diyor, ‘bak oyun burada’ hınzırca gülümsüyor. Huzursuz oluyorum. Uzatma, metni ve biz de hazırlığımızı şimdiden yapalım, diyorsam da dinlemiyor. Ve konuyu kapatıyor. Geçenlerde yeni dönemin ön toplantılarından birinde yönetmeni seksen üçlerden beri tanıyan oyunculardan biri kara saçlı görkemli kadın ‘oyun metni oynanmaya bir hafta kala mı gelecek?’ diye saldırımsı bir soru yolladıysa da bildiği bir şey var. Yönetmen yeni oyun üzerine birkaç sayfalık henüz hiçbirimizin görmediği bir özet dışında hiçbir şey yazmış değil. Kimileri ‘yazamayacak’ dese de, karasaçlının bu konudaki telaşsızlığı bazı şeylerin hazır olduğu imajını içimizde güçlendiriyor.
Evet, herkeste aynı sancı. Perde bu yıl hangi oyunla açılacak?
Geçenlerde yönetmen aniden tiyatroya geldi. Hiçbirimizle bir şey konuşmadan Kürt’ü bir kenara çekti. Bir saate yakın bir şeyler konuştu. Kürt birkaç ağıt mırıldandı. Çalışma bitiminde yönetmen gittikten sonra başına ekşidik. Kapkara saçlarının altından hepimize bir bakış attı. Önce her zamanki kendisine has ketumluğu denemek istedi. 20 çift meraklı bakış üzerine bakla ortaya çıktı. “Anladığım kadarıyla yöresel bir oyun”. Yöresel mi? Birden bir çığlık koptu. Tiyatronun bin kez delinmiş davulu elden ele geçti ve oyuncular geçmiş oyunlardan birinin finalindeki türkünün son dörtlüğünü söylemeye çalıştılar.
“Sanmam artık olanlar böyle olsun
Yeni çağda mızrak çuvala girsin
Vergi dersin, ümük dersin, can dersin
Aldılar mı, verdiler mi bellolmaz.”
Türkü tiyatronun alt koridorlarında dolandı durdu bir süre, sonra basamak basamak merdivenlerden sokağa taştı. Kapının önünde oyunculara bin milyon simit satmış simitçi bile dağıldı bu yerin altından gelen buram buram coşkuya. Hafifçe mırıldandı: “Perdenin açılmasına az kaldı.”
Tiyatroda ne idüğü belirsiz bir ip muhabbeti, ipler geliyor, ipler gidiyor. Halatlar kaytan ipleri salata soğan bağlamaya yarayan ince ipler…
Perdeci biri bir şey söylesin diye sürekli iplerle ilgili. Sağda solda çizili örümcek ağı misali sahne eskizleri. Derken yönetmenin çöp sepetinin kenarında bulunmuş birkaç satır.
“Nereden gelir bu ipler Bulutlar nereye gider Kiminin eline, kiminin diline Kiminin boynuna mı dolanır…”
Gece geç vakit. Oyuncular sanki bir örümceğin kurduğu ağın içinde dans ediyorlar. Her yan iplerle donanmış. Ortadan kalınca bir ip sahne tavanından aşağı doğru inmeye başlar. Oyuncular bir müzikal oyunun nağmeleriyle ipi birbirlerine fırlatmaya başlarlar. Müzik yükselir, sahne dans ve uçma birbirine karışmıştır. Coşku büyüdükçe sahnenin ortasında kara bir çukur belirir. Herkes çukuru fark eder ve düşmemek için dikkatini toplar. Dansın bir yerinde, bütün önlemlere karşın içlerinden biri uçar çukurun içine ve yok olur.
Dans yanda kesilir, oyuncular çukurun etrafında toplanırlar. Çukurun içindeki oyuncu ağır ağır çukurun içinden çıkar. Benzi sapsarıdır. Yüzünde büyük bir hüzün vardır. Ağır ağır sahneyi terk eder. Ve çukurun büyüsü bozulana dek sarartı yok olmayacak ve sahnedeki yerini alamayacaktır.
Perdeci her sonbahar tiyatronun yakınında öyküye dalmaktan bıkmayan sarı yaprakla söyleşiyi bir yana bırakıp hızla kara saçlı görkemli kadının evine doğru yürümeye başladı. Zilin dindongu ve telaşla açılan kapı ve içten bir gülümseyiş içeri buyur etti onu. Dar koridordan odaya girerken şöyle bir görüntüyle karşılaştı.
Odanın orta yerinde bir daktilo, etrafa saçılmış kâğıtlar, kâğıtlar ve yine kâğıtlar. Yatağın üzerinde şiir kitapları, parça bölük notlar. Oturacak bir yer bulma kaygısıyla sağa sola bakınırken bundan kısa sürede vazcaydı. Ve kâğıtsız kitapsız bir halı parçacığına bir mülteci gibi sığındı. Odada yarı gülücüklü bir hal hatır faslından sonra kara saçlı görkemli kadın teybin kulaklığını kulağına yerleştirerek çalışmaya koyuldu. Kısa sürelerle teybi çalıştırıyor, tekrar durduruyor, bandın üzerindeki sözcükleri sökmeye çalışıyordu. Perdecinin gözleri bir an duvarlara takıldı. Duvarda onlarca yılın emeği küçük küçük fotoğraflar, ortada kocaman bir afiş, afişin kenarına ve civarına birikmiş onlarca rol dağılım çizelgeleri. Çizelgelerde dudaklarında hafif bir gülümseyişle eski oyunlar arasında dolaşırken, kara saçlı ile göz göze geldiler. “Onca umutsuz günlerde ne çok umutlu iş üretmişiz değil mi?” dedi. Kara saçlı, “Çünkü” dedi, “Sınıflar doğuşunun beş dakika arası yoktur. Beş dakika ara verilince ve ara uzayınca on, hatta on beş dakikaya çıkınca kayıplar da o Ölçüde büyür. Sanki sen ara verdin diye seni yok etmeye yönelmişler, kıyımlarım erteleyecekler… Aptalca bir düşünce bu.”
Kara saçlı görkemli kadın odadan yavaşça çıktı. Çıkarken “Hesaplaşma” dedi. “Dokuzuncu yılda hâlâ hesaplaşma.?
Mutfakta kimi şakırtıların arasından içeri seslendi: “Kahve içer misin?” Perdeci yakınmalı bir sesle, “Nihayet bir şey sunmak aklınıza geliverdi.” Kara saçlı bu alınganlığa dayanamadı. Kapıda belirdi. “On iki parmak bölgenizi sütlü mü sütsüz tahrip edeceksiniz?” Perdeci, “süt bence” dedi. “Kahveye alçakça bir ihanettir. Ancak şu ağrılar, ah şu ağrılar… Eylül kalıntısı ağrılar. Ekim geldi, ağrılar hâlâ berdevam. Onlar kadar ikna edici bir şey yok. Doldur bakalım sütü kahveye. Ne kahvenin kahveliği kalsın, ne sütün sütlüğü. Huzurlarınızda yeni bir olay. Sütlü kahve. Ama benimde bir gün bu anlamsız ağrılarım geçecek. Ben de gözlerimin renginde kahve içebileceğim.”
Kara saçlı, alaycı baktı. “Bu öfkeyle biraz zor canım… Çok zor…”
Kara saçlı görkemli kadın yeniden teyp daktilo ilişkisine dönerken, perdeci civardaki kâğıtları kurcalamak isteğiyle kara saçlı kadının oturduğu koltuğa hafifçe yaklaştı. Bir süre başında durdu. Teypten cımbızla sökülmüş daktiloya aktarılmış birkaç satırdan sonuç çıkaramayınca, parmağının ucuyla hafifçe omzuna dokundu.
Kara saçlı, saçlarım savurarak döndü, “Hayır” diye bağırdı. “Okuma, meraklı moruk. Çünkü daha pişmedi.”
Perdecinin bakışlarındaki ısrarı fark edince, birden sertleşerek, “Nereden geldin?” dedi. “Rahatsızsın değil mi? Amaan beni görmek ya da kahve içmek değil. Neler oluyor, neler bitiyor, özetle bu dönem oynanacak oyun…” Perdeci, yüzündeki ifade hiç değişmeden aynen bakıyor. Kara saçlı görkemli kadın öfkesini tutamayarak ayağa kalktı, “Hayır” dedi. “Veremeyeceğim. Çünkü yönetmen istemiyor. Ve daha pişmedikçe yazdığı satırların, sizin, içinde bakla ıslanmaz düşük çenenize düşmesini istemiyor. Meraklanın bakalım. İçi kurtlu ihtiyarlar. Meraklanın.”
Perdeci, bu ağır saldırıya dayanamadı. “Senin ayrıcalığın ne? Sen de okuma bakalım” diye saçmalayınca kara saçlının yüzündeki sert ifade birden yumuşadı. “Biliyor musun?” dedi. “Siz çocukluk çağını aşamadan bir gün yaşama veda edeceksiniz. Ben aktör baba, küçük dev adam, Kürt ve diğer oyuncular. Kendi işinizle uğraşacağınıza kafanızı takmışsınız önümüzdeki oyuna. Hem de daha konusunu bile bilmeden. Akşamlan sanki örgütlenmiş gibi içinizden biri ya telefonu açıp anlamlı bir ‘Naaber’ çekiyor ya da senin gibi ‘geçerken uğradım’ kompozisyonunda… Yemezler yavrum, yemezler…”
Perdeci son kozunu oynamaya karar verip yarım fincan sütlü kahvesini göstere göstere gitme pozisyonunda hafifçe doğruldu. Kara saçlı, “Ne kötü” dedi. “Bunca yıl tanışıyor olmak. Yemiyorum canım. Hiçbir numaranızı yemiyorum.” Perdeci sonunda patladı. “Bari ne yaptığım anlat. Öleceğim yoksa meraktan.” Kara saçlı sakin bir tavırla koltuğuna oturdu ve anlatmaya koyuldu.
“Evet, bu yeni bir oyun. Bu teyp-daktilo ilişkisine gelince, yönetmen şu anda bildiğin gibi çalışıyor ve o anlamsız işte çalışmasından ötürü de oyunu oluşturamıyor. Bu yüzden biz güreyi geçirmemek için zaman zaman buluşuyoruz. Yönetmen bana ve bu alete oyunu anlatıyor. Ben notlan toplayıp ona iletiyorum. Böylece oyunun ön-öyküsü oluşuyor. İşte bu kez çalışmamız bu ön öykü üzerinde oluşacak. Kesinleşmiş oyun metni çalışmaların sonunda ortaya çıkacak.”
Perdecinin gözleri parlamaya başladı. Yüreğinde bütün üretenlerin üretirken duyduklarına benzer bir heyecan rüzgârı esmeye başladı. Eli sigarasına gitti, bir tek sigara aldı, sigarayı burnunun kenarında gezdirirken ıslık çalmaya başladı. Kara saçlı, “Eyvah” dedi. “Dağıldı. Perdeci lütfen kendine gel. Belki de çekiyi bir oyun olmayacak”.
“Sus” dedi Perdeci, “Bir tadımlık balı bile çok görüyorsun. Lütfen üç saniyelik keyfime müdahale etme. O kadar çok şeye müdahale ediliyor ki… Bu benim çok özel bir duygum.” Kara saçlı müstehzi, “Aşk gibi mi?” dedi. “Evet” dedi Perdeci, “Aşk gibi. Gerçek bir aşk. Yaşa başa bağlı olmayan, dokuz ile doksan dokuz arasında her an duyulabilecek bir aşk. Dünyanın değişiminin hazzını bilir misin? Bu aşk gibi çok soylu bir duygu. Madem ki ürettiğimiz her çalışmanın ana hedefi dünyayı değiştirmek, o zaman üretilen her oyun bir ayaklanma benim için. Ben şimdi bütün duygularımla o ayaklanma anını bekleyen bir militan gibiyim. O militan, kapatıldığı hücrede nasıl bekler, nasıl düşler bilir misin ayaklanmayı? Belki de çektiği bütün acılar bütün işkenceler, bütün zindanlar, bütün idamlar o an içindir. Göremeyecek bile olsa mutlak gelecek değişimin o görkemli anı.”
Kara saçlı görkemli kadın karşısında heyecandan tir tir titreyen adama baktı. “Belki” dedi içinden, “Ancak böyle bir aşkla yapılabilir.. Kültürün, sanatın soluk bile alınmasına izin verilmediği bu ülkede. Bilinç. Evet, bilinç ayrılmaz bir parçası ama ya aşk? Hangisinin önceliği reddedilebilir?”
Kara saçlı görkemli kadın, artık dönülmez bir yere geldiğini hissetti. Yönetmenin bütün uyarılarına karşın perdeciye oyunu çıtlatmaya karar verdi. Uzun bir sessizlik oldu. Kara saçlı, odanın orta yerine yürüdü, “Olay” dedi, “Yaşamı ve sanatı üzerine çok şey konuşulan ve hâli yasak olan birine dair. Bir sinema ustası.” Odanın bir köşesinde sanki filmleriyle güneş gibi yüzüyle onu görür gibi oldular. Uzun bir süre bu görünmez görünürlüğü seyretmeye koyuldular. Kara saçlı anlattıkça, bir yürek gümbürtüsü odayı sarmaya başladı. “Davul” dedi Perdeci, “Onun Çukurova düşünün fonunda ince ince gümbürdemeli.” Kara saçlı anlayamadı. “Nasıl hem ince hem de gümbür gümbür?” Tıpkı onun sineması gibi dedi perdeci. Gümbür gümbür ama ince. Anadolu kadınının elindeki kaba-sabalığın ardındaki incelik gibi. Erkeğinin baskısının hüznündeki gibi. Güneş nasıl bir güneştir onun filminde. Toprak nasıl bir toprak?”
Perdeci,’ ‘Bence oyun onu ve yaşadığı dönemi irdelemek için erken. O dönemin ipuçları var yalnız elimizde. Ama dönemi dört dörtlük irdeleyebilmek için süreye de ihtiyaç var. Yine de bu, ona dair söylenecek şarkıların önünde engel değil. Ona dair yazılar yazıldı. Ona dair kitaplar derlendi. Ona dair filmler çekildi. Biz de tiyatromuzun sahnesinden katılacağız bu koroya. Bu koro ona dair oluşacak oratoryonun bir parçası olmalı, özgürlüğe dair…”
Gece yönetmen üç kez aradı kara saçlı görkemli kadını, tik ikisinde “Çalışıyorum, yalnızım” dediyse de yönetmen, üçüncüde ses tonundan her bir şeyi anladı. “Perdeci mi yoksa aktör baba mı?” dedi. Kara saçlı, “Küçük dev adam olamaz mı?” dedi. “Hayır” dedi yönetmen. “O burada ve benim ağzımdan kapmak üzere öyküyü.” “Eyvah” dedi kara saçlı kadın. “Ne olacak şimdi?” Yönetmen, “Telefonun ses yükselticisini sonuna kadar aç ve teybe Mozart’ın Requem’ini koy” dedi. “Dinleyin, ben özeti yazıp bitirdim.”
Yönetmen özeti okuduktan sonra, “Perdeci” dedi. “Sinemayı bilirsin. Onlar bizim gibi aylarca prova yapıp hazırlanmazlar. Sahneyi oluşturup çekmeye koyulurlar ve olumsuz en küçük bir şeyi yeniden düzeltmek üzere stop ederler. Bizim koca usta çektiği filmlerde her şeye (top diyebilmişken, köhnemiş Yeşilçam’ı stop çekişiyle hizaya sokmaya çalışırken, gel gör ki yaşamın akışına stop diyememiş.” Perdeci, “bu çok trajik” dedi. “Peki, insan gidişata nasıl stop diyebilir?” Yönetmen hafif bir es verdi, “örgütlenerek” dedi. “Ancak ve ancak örgütlenerek.”
Gecenin geç saati, yeni bir ekim sabahım doğuruyordu. Perdeci pencereden göğün üzerindeki hafif kırmızılığı seyrederken, kara saçlı görkemli kadın, üzerinde abartılı bir sabahlıkla yeniden daktilonun başına geçti. Daktilo tıkırtıları yeni bir oyunun muştucusu gibi kimi zaman bir davulun güm gümü, kimi zaman bağlamanın incecik hüznüyle akıyordu. Sayfalar da odaya saçılıyordu. Pencerenin önünde bulutlar Ekim güneşinin önünü kapatmaya çalışırken, bir kuş sanki oyunun giriş müziğini mırıldanıyordu…

Buyrun Yeni Oyunlara
– Ferhan Şensoy, “Ferhangi Şeyler” adlı oyununu 28 Eylül’de Küçük Sahne’de sergilemeye başlıyor.
– Dormen Tiyatrosu, “Kaç Baba Kaç” adlı güldürüyü 15 Ekim’e kadar Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde sergileyecek.
– Hadi Çaman ve Yeditepe Oyuncuları, Pierrette Bruno’nun yazıp Asude Zeybekoğlu’nun
Türkçeye çevirdiği “Pepsi” adlı oyunu, K. Halk Eğitim Merkezi’nde sergileyecek.
– Şehir Tiyatroları 4 Ekim’de perdelerini açıyor. Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda Aristophanes’in “Kuşlar”, Harbiye Cep Tiyatrosu’nda Sait Faik Abasıyanık’ın “Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye”, Üsküdar Musahipzade Celal Tiyatrosu’nda Sam Shepard’ın “Aç Sınıfın Laneti”, Fatih-Reşat Nuri Tiyatrosu’nda Musahipzade Celal’in “Kafes Arkası’nda” ve Kadıköy Haldun Taner Tiyatrosu’nda “Sarah Bernhardt Anılar” adlı oyunlar izlenebilir.
– İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde Ekim ayı boyunca Rossini’nin “Sevil Berberi”, A. Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”, F. Poulanc’ın “İnsan Sesi”, H. Schmidt’in “Fantastik Müzikali” İ. Stravinski’nin “Askerin Öyküsü” adlı gösteriler sergilenecek.

Buyurun Yeni Filmlere
– Kadıköy Kültür ve Sanat Merkezi’nde Beatles grubunun kurucusu John Lennon’u anlatan “İmagine” adlı filmi izlenir.
– Judie Foster’ın En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı aldığı filmi “Sanık” İstanbul’daki çeşitli sinemalarda gösteriliyor. Kadıköy Reks’te, Cine: 4:30’da ise Meryl Streep ve Jack Nicholson’ın başrollerini paylaştığı “Sonsuz Matem” gösterimde…
– Beyoğlu Dünya Sineması’nda ise Çin Filmleri Haftası bünyesinde Pekin Kebapçıları, Kadın, Şeytan, Aşk, Kahraman Futbolcular, Son Çılgınlık ve Mai’nin Aşkı filmleri gösterime giriyor.
– Ortaköy Kültür Merkezi’nde düzenlenen “Politik Filmler Haftası’nda Von Trotta’nın “Rosa Luxemburg”u, Romm’un “Sıradan Faşizm”i, Bondorçuk’un “Meksika Alevler İçinde”si, Verhoven’in “Beyaz Gül ve Eisenstein’in “Potemkin Zırhlısı” izlenebilir.

Yılmaz Güney’î Anma Geceleri Avrupa’da Coşku Yarattı
DİDF tarafından düzenlenen Yılmaz Güney’le Bir Gün isimli kültür gecelerinde oyunlarıyla büyük başarı elde eden İstanbul Sahnesi oyuncuları, Köln, Amsterdam, Stuttgart Mannheim’da oynadıkları oyunlarıyla Yılmaz Güney’in yaşamını bir bütün olarak bir kez daha canlandırmayı başardı. Hamburg, Bremen, Bielefeld, Duisburg’da gecelere katılanların sayısı 5 bini buldu.
“Yılmaz Güney’le Bir Gün” isimli gecelerde tiyatro oyununun yanı sıra Arif Sağ, Ali Ekber Eren, Şivan, Mehmet Erdoğmuş sazları ve türküleriyle geceye renk kattılar. Aylıca, genç ozanlardan Dilan ve Berivan da gecelerde gençliğin gür sesini izleyicilere başarıyla ulaştırdılar.
Gecelerde yazar A. Kadir Konuk da Yılmaz Güney ve devrimci sanat üzerine kısa konuşmalar yaptı.
Çeşitli teknik olanaksızlık ve eksikliklere karşın büyük bir başarı ve coşku ile oyunlarını sürdüren İstanbul Sahnesi’nin genç oyuncuları, oyunlarını önümüzdeki günlerde Bremen, Bielefeld, Bochum, Hamburg, Berlin ve İsviçre’nin çeşitli kentlerinde izleyicilerin beğenilerine sunacaklar.
Düzenlenen gecelerden herkes bir şeyler öğrendi elbette. Kültür ve sanatta gelişmenin zorunluluğu ve gerekliliği bir kez daha ortaya çıktı.
İstanbul sahnesi oyuncularına ve geceye güç katan tüm devrimci demokrat ozan ve sanatçılara başarılar diliyoruz.

Kültür ve Sanat Üzerinde Sam Yelleri
Günlük gazetelerin “Kısa… Kısa…” köşelerinde küçük bir haberle duyduk, Grup Yorum tahliye edildi. Topluluk yaklaşık iki ay önce Mersin’de verdiği konserde gözaltına alınmıştı. Büyük sinemacı Yılmaz Güney’i ölüm yıldönümünde “Yılmaz Güney için toplanan mezar paraları TİKKO’ya gitmiş” başlıklarıyla andık. Ruhi Su’nun gömütünden bile rahatsız olan zihinler, kinlerinin sürdüğünü Mimar Sinan Üniversitesi öğrencilerinin sergilerine saldırarak, heykellerini kırarak kanıtlıyorlar. Yiğit devrimci Ernesto Che Guevara Devlet Tiyatroları sahnesinde bir şaklaban iken, Eva Peron bir kahraman oluvermiş… Kitap hâlâ baş düşman. Mis Sokak’ta kitaplar yakılırken “fedakâr Türk Polisi” nedense her zaman tetikte beklediği köşe başından uzaklaşıvermiş.
Bu görüntüler 1989 Türkiye’sinde küçük bir detay yalnızca. Muhalif kültür ve sanat üzerinde estirilen sam yelleri, 9 yıl sonra yeniden yeşeren filizleri kavurmak duygusuyla dolu. Yaşamın tüm boyutları gibi kültür de egemenlerin isteklerine göre biçimleniyor. İktidara sahip olanlar iktidara destek veren bir sanattan yanalar. Muhalif olan ya da yurt dışında ya da cezaevinde en zor koşullarda yaşamaya mahkûm. Şu yaşlı dünyamızda ürettikleriyle yaşayanlarsa vatandaş bile kabul edilmiyorlar. Ancak böyle gelmiş, böyle “gitmez”. Tarihin akışı bugüne dek ileri gitmeyi, yeniye ulaşmayı isteyenlerin yanında oldu. Arada bir (10 yılda bir mesela) zafer çığlıklarıyla sarhoş olsalar da zorbalar olmadı finalde kazananlar.

* *
Grup Yorum 9 Temmuz’da Mersin’deydi. Konsere bir saat var henüz. Kapıda kalabalık ufak ufak artmaya başlıyor. Mersin halkı bir konser coşkusuna hasretle sabırsız. Salonda ses düzeni provaları yapılıyor. “Ses… Bir, ki… Ses…” Her şey hazır, problem yok gibi… Derken polis salona giriyor, gayet keyfi Grup Yorum elemanlarını gözaltına alıyor. Gerekçeye gerek yok.
Halkların kardeşliğini yinelercesine, dünyanın sınıflar üzerine kurulu olduğunu bir kez daha anlatırcasına bir topluluk katıldı aramıza Danimarka’dan: Savaje Rose, (Vahşi Gül) Grup Yorum üzerindeki baskıları protesto ettiler. Vahşi birer güldüler gerçekten. En zor koşullarda açan Japon Gülü gibiydiler. Dilimize yabancı bir tek sözü bile salonu dolduranlarca anlaşılmayan şarkılar insanların yüreklerini yerinden hoplatmaya yetti. Anette’nin dans eden ayaklarına eşlik eden sloganları müziğin evrensel diliyle, militan devrimci ruhun kusursuz kaynaştırılmasına çarpıcı bir örnekti konserde. Çağına duyarlı insanlar gecekondu mahallelerini gözlemlediler, Migros işçilerinin grevlerini desteklediler. Enternasyonalizmin soluğunu duyduk şarkılarında.
17 Eylül’de düzenlenen Grup Yorum’la dayanışma gecesi, Grup Yorum’un tahliyesiyle birlikte bir kutlamaya dönüşüverdi. Yakılan ateşler, çekilen halaylar, “Bize türkülerimizi söyletmiyorlar”a, “Biz türkülerimizi söyleriz”Ie karşılık verdi.
Yılmaz Güney’in 5.ölüm yıldönümünde anılmasına “başvuruda eksiklik bulunduğu” gerekçesiyle izin verilmedi. Eksiklik başvuruda değil, başvurulan yerin zihinsel özürlü olmasında, tarihin ve doğanın akışını bu “zeki özrü” nedeniyle olsa gerek (!) algılayamıyor olmasında idi.
Aydınlarımızın bulduğu çözüm Taksim Sanat Evi’nde yemek vermek ve “geçen yıl Yılmaz Güney için toplanan paraların TİKKO’ya gidip gitmediğini” tartışmak oldu. Boyalı basının duyduğu en küçük bir haberi bile magazin boyutlarında aktardığı düşünülürse, ekmeklerine bir kaşık yağ da aydınlarımızdan gitti. Yılmaz Güney’in sanatçı kişiliğini, devrim inancının ve sanatçı yanının nasıl bir etkileşim içinde olduğunu, filmlerini görememiş kuşaklara ulaştırmanın yollarını araştırmak gerekirken, konuşulanlar cemiyet haberlerini aratmayacak nitelikte.
Yürekleri ısıtan bir haber de gerçekleşme olanağı bulamadı. Yılmaz Güney’i “Umut”la anmak hâlâ bir derin özlem içimizde. Filmi sansür kurulu tarafından denetlenecek. Belli ki “umut” sansürü aşamadı. Gövdesinde makas yaralarıyla da olsa bize ulaşma olanağı bulamadı.

***
“Sinek küçüktür, ama mide bulandırır”. Yeniden korkanların, 600 yıl öncesinin Asr-ı Saadet dönemlerinin ütopyalarıyla yaşayanların saldırıları da küçük… Bir sinek kadar küçük… “Gâvur icadıdır” deyip heykel yıkanlar, sanatı at gözlüğüyle salt çini hattatlık, ebru vb. olarak görüp, “urun düşmana” diyenlerin bizzat kendileri, köhnemiş bir eski anıt gibi çürüyüp, cüzamlı bir deri gibi pul pul dökülecek, tükenecekler. Michel Angelo’nun heykelleri hâlâ yaşıyor olacaklar ve gülecekler bıyık altından.
Bu kara tablo ürkütmesin kimseyi. Sanat adına yozluk, güzel adına çirkin, yeniden yana olanın karşısında gericilik görmek umutsuzluk açtırmasın zihinlerde. Çünkü yüzyıllar önce şunu dedi Heraklit : “Her şey değişip akmada bu hal beni hayran bırakmada.” Ve Heraklit’ten yüzyıllar sonra şöyle yazdı Nazım Hikmet:
“Gebedir her sükût bir yükselişe…
Ne mümkün karşı koymak bu köpürmüş gelişe…
Heraklit, Heraklit!
Akarsuya kabil mi vurmak kilit?”


Röportaj
A. Kadir Konukla Üçüncü Romanı Üzerine Söyleşi

Özgürlük Dünyası: Romanında açık olarak yazılmazsa bile, 1980 Gültepe ve Taris direnişleri anlatılıyor. O dönemin yalnızca tanığı değil, aynı zamanda sanığısınız da. “Gün Dirildi” kendi yaşantın olarak değerlendirildi. Sıcak Bir Günün Şafağında ve Tariş olaylarının romanı olarak, sanki bir belgesel gibi değerlendirilecek, tartışılacak. Bize bu romanı yazmakla amaçladıklarınızı anlatabilir misiniz?
A. KONUK: Bugüne kadar ülkemizde en çok “köylü”lüğün romanı yazıldı dersem, sanıyorum yanlış bir değerlendirme yapmamış olurum. Gecekondularda yaşayan insanların romanları, işçilerin romanları olarak adlandırılırsa işçi sınıfının romanı da yazıldı denebilir. Ama ben böyle bir tespitin doğru olmayacağını sanıyorum. Ülkemizdeki işçi sınıfının yaşamım ve mücadelesini konu alan, onları doğru bir perspektifle koyabilen roman hemen hemen yok denecek kadar azdır. Yazılanların çoğu sorunu iktidar mücadelesinden koparıp sadece “ekmek” isteme düzeyinde ele almakta ya da yoksulluğun “edebiyatı” yapılmakta. Bence sorunun bu şekilde ele alınması işçi sınıfı açısından bir haksızlıktır. “Sıcak Bir Günün Şafağında” isimli romanımı yazarken, ülkemizde yaşanmış somut olaylardan yola çıktığım açık bir gerçektir. Ama hemen belirtmeliyim ki, bunlar birer belgesel değildir. Zaten öyle olsaydı adı roman olmazdı.
Son romanın “Tariş Olayları”nın romanı olduğu şeklinde bir değerlendirme olacağını biliyordum. Orada 1980’li yıllarda İzmir’de gerçekleşen olaylardan yararlandığım da doğrudur. Ama hiçbir şey olduğu gibi alınıp romana yerleştirilmedi, örneğin, Tariş fabrikalarında çalışanlar yazılanları okuduklarında kendi yaşamlarından parçalar bulacaklar ama belki hepsi “Filo”nun kim olduğunu, “Gülden”in nişanı gibi bir olayı yaşamadıklarını söyleyecektir. Roman, öncelikle bir kurgu olayıdır. Bu kitapta da gerçek kahramanların yanı sıra kendi yaratımım olan kahramanlar yer aldı. Kendi yaşamımdan da bölümler var romanda. Ama Öteki iki romanda da olduğu gibi kitapların hiçbiri benim bütün yaşamım değildir. Romanı işçi sınıfının mücadelesindeki direniş ve dayanışmanın önemini kazanmak için mücadelenin şartlılığını dile getirmek için yazdım. Bunun için çok düşünmem gerekmiyordu. Çünkü ülkemizde işçi sınıfının mücadelesi iyi incelendiğinde, bu türden yüzlerce romanın yazılması için malzeme bulmak olanaklıdır.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Şenol’un eşiyle ilişkileri, fabrikadaki kadınların durumu, mücadele içindeki kadınlar… Amaçladığın yalnızca hayatı tüm alanlarıyla anlatabilmek mi, kadınları gündeme getirmekle, yoksa bu konuda ne vermek istediğin, iletmek istediğin mesajlar var mı?
A. KONUK: Romanda kadın kahramanlara ağırlıkla yer vermemin iki nedeni var: Bunlardan birincisi, kadınların “yaşamın yarısı” olarak işçi sınıfının mücadelesinde de önemli bir yerleri olduğunu göstermek ve bugüne kadar onlara yaklaşımda sergilenen sekter davranışları eleştirmek, ikincisi ise kadınların katılmadığı bir mücadelenin başarıya ulaşamayacağı gerçeğini bir kez daha dile getirmekti. Hepimiz feodal yanları yaşamakta olan bir toplumun içinde şekillendik. Her ne kadar devrimci düşünceleri ve doğruları savunuyorsak da, bunları günlük yaşamda uygulamakta önemli eksiklik ve zaaflarımızın olduğu bir gerçektir. Ben romanı sadece okunup geçilen bir yazı türü olarak ele almıyorum. Roman kendisini tartıştırabilmeli, öğretebilmeli ve yeni şeylere yöneltebilmeli diye düşünüyorum. Kadınların devrimdeki yeri de romanların sık sık işleyebileceği bir konu olarak hep gündemde olacak. Olumlu ve olumsuz tiplerin de romandan çıkarabilecekleri dersler olduğuna inanıyorum.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Romanında çok az yer kaplamakla birlikte hele hele bu dönemde gözden kaçmayacak bir yanda aynı örgüt içindeki örgütün ileri kademelerindeki insanların tavırları; (örn. bir Celal, örneğin Hasan’ın, Şenol’un kişisel sorunlarına ilgisizliği), sonra düzeltiyor bu tavrını… Özellikle Celal’le hangi sorunu ortaya koymak istediniz?
A. KONUK: Mücadele içinde olumsuzluklar sergileyen insanların ele alınıp değerlendirilmesinin gelecek açısından olumlu sonuçlar yaratabileceğine inanıyorum. Devrimci mücadele içinde olumsuzluklar da oldu kuşkusuz. “Eylülist”ler bu olumsuzluklarından kalkarak devrimci mücadeleyi bir bütün olarak karalamanın yollarını araladılar. Oysa biz olumsuzlukları eleştirirken daha iyiyi nasıl gerçekleştirebileceğimizi öğrenmeyi amaçlıyoruz. Eğer hiç eksiği olmayan, her şeyiyle tıkır tıkır yürüyen bir mücadele imajı vermeye çalışsak insanlar haklı olarak, “Peki o zaman başarısızlıklar nereden kaynaklanıyor?” sorusunu yöneltecekler. Tek tek kişilerin, başarısızlıkların tüm faturasını yüklenmeleri düşünülemez elbette. Ama tek tek kişilerin davranışlarının mücadelede önemli bir yerinin olduğu da bir gerçektir.
Romanda olumsuzluktan sergilerken parti çalışması içinde yer alan insanların sıradan insanlar olmadıklarını, yoldaşlık, ilişkilerinde sınırsız bir sevgi ve saygıyı taşımaları gerektiğini, açık gönüllülüğün bir zorunluluktan çok mutlak gerçekleştirilmesi gereken gönüllü bir davranış olduğunu, yanlışlardan korkmanın değil, onları düzeltmenin yollarının araştırılmasının gerektiğini vurgulamaya çalıştım.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI:
Romanda İskender (Gül), Cemil, İlyas, Budak gibi asıl isimleriyle geçenler. Özellikle İskender, Cemil ve İlyas’la ilgili dönemin o isimsiz kahramanlarıyla ilgili bir şeyler söyleyebilir misiniz?
A. KONUK: Romanımda kullandığım isimlerden birkaçı gerçek kahramanların isimleridir. Onlar şimdi aramızda yok. İskender Gül ve Cemil Oral, Tariş direnişinin şehitleri olarak yüreğimizde hep yaşayacaklar. Hıdır Aslan 1984’te asıldı. O da Gültepe olaylarına katılmakla suçlanmıştı. Kendisiyle yakın bir dostluğum vardı. Cezaevinde de aynı havayı soluduk uzun bir süre. Burdur’da üstümüzdeki odada idam edildi. Romandaki kısa bölümler, kuşkusuz bu arkadaşları tam olarak anlatmamak tadır. Ama böyle bir direniş romanında onların mutlaka bulunmasını istedim. Çünkü onlar işçi sınıfının mücadelesinde canlarını seve seve verdiler. İşçilerle ilgili yazdığım ilk romanda onların yer almasını sağlamak bir yerde onlara karşı görevlerimden birini yerine getirmek olacaktı.
İlyas’ın Tariş olaylarından yargılanıp asıldığı gibi yanlış bir bilgilenme var. İlyas Has, İzmir’de bir bekçinin öldürülmesi olayıyla suçlanıp alelacele idam edildi. Onu da çok yakından tanıyorum. Ama İlyas bu romanda yer almıyor. Ben Hıdır ve İlyas’ın romanının ayrıca yazılmasından yanayım. Onların hak ettikleri özeni ve saygıyı görmediklerini düşünüyorum. Gençliklerini, çocukluklarını kendi anlatımlarıyla az da olsa biliyorum. Ama yazmak için bunu yeterli bulmuyorum. Darağacında halkının türküsünü söyleyebilen Erdal’ın, İlyas’ın, Hıdır’ın ve tüm asılmışların romanını yazarken birçok şeye özel dikkat göstermenin gereğine inanıyorum. Bu konuda belge ve ilgiye sahip olan herkesin desteğini beklediğimi de belirtmeliyim.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Cezaevlerinden direnişin ve kavganın içinden çıkıp gelen birçok yeni yazar ya da ozanın yapıtlarına, “ilerici, aydın ve kendilerini yazın dünyasının söz sahibi bilen” kimseler burun kıvırarak bakıyorlar ve eleştiri getiriyorlar. Bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
A. KONUK: Yazdıklarımızla ilgili olarak bizleri geliştirmeye yönelik bütün eleştiri ve önerileri saygıyla karşılıyorum. Ama derdi “üzüm yemek”ten çok “bağcı dövmek” olanların söylediklerine de hiç aldırmıyorum. Onlar bir zamanlar burjuvaziyle birlikte urgan yağlamakla meşguldüler. Bir kadın yazar bizleri eleştirmek için yazdığı bir yazının girişteki ilk sözünde, “Kitap satışları düştü” diye yazmıştı. Hiç sanmıyorum. Bizim kitaplarımız satıyor. Ama onunkilerin düştüğü doğrudur. Çünkü okur artık kendi sorunlarının romanlarını, öykülerim okumak istiyor. “Paşa torunları”nın “yalı” sefalarını okumaktan bıktı insanlar. Ve kıyısından köşesinden bile bulaşmadıkları devrimci mücadeleyi karalamaya çalışanların bize öğretebilecekleri hiçbir şey yoktur.
Yazdıklarımızın “müthiş” şeyler olduklarını iddia etmiyorum. Ama insanlarımız yazdıklarımızı okuyup bizleri sokaklarda kucaklayabiliyor, yüreklerini bize açabiliyor ve bizleri gururla savunabiliyorlarsa -ki bu onur duyduğum bir gerçektir- doğru yapıyoruz demektir. O zaman burjuva borazancılarının sesleri kulaklarımızı hiç rahatsız etmeyecek demektir.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: Bunda sonraki çalışmaların konusunda söyleyeceklerin var mı?
A. KONUK: Yeni bir roman üzerinde çalışıyorum, ayrıca yayınevinin koşulları uygun olursa, şiirlerim bir kitapçık haline getirilecek. Şiir, öykü ve roman çalışmalarıma devam ediyorum. Benim için değişen tek şey haritanın bir başka noktasında yaşıyor olmaktır. Ülkemden, ülkemdeki mücadeleden kopuk değilim. Çalışmalarımla bu mücadeleye güç katabilirsem, en büyük mutluluğu yaşıyorum demektir.

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI: A. Kadir, bundan sonraki tüm çalışmalarında sana başarılar diliyoruz. Yolunu şaşırıp da bize gelen mektuplar olursa onları da sana ulaştırırız. Söyleşi için sana teşekkür ederiz.
A. KONUK: Yazışmak istediğim ama bir türlü kendilerine ulaşamadığım çok sayıda dostum var. Onların beni anlayışla karşıladıklarını biliyorum. Bu konuda siz bana yardımcı olabilirseniz sevineceğim. Teşekkür ederim.
(Söyleşiyi Ö. Dünyası adına F. Almanya’dan kadın okuyucumuz Semra Ulusoy yaptı.)

Kavga Zamanı
Süssüz gösterişsiz bir kavgada
Mavi alevler gibi giysileri
Ellerinde umut bayraklar
Ve kan göllerinde boğulmuş çiçekleri

Mitralyözler çığlık kusuyor
Kasatura kesiklerinde kinli bakışlar
Çaylaklar üşüşüyor üstlerine

artık ayağa kalkıyor umut
Ayağa kalkıyor haykırış
zorbalık namına
Hey kavganın suskun kahramanları
Her yaşamın can damarları
Vurun nasırlı ellerinizi vurun
Çatlasın zulmün gözbebekleri

Vurun yıldırımlar aşkına
Aç çocuklar
yerde sürünenler
gebe kadınlar aşkına
Vurun
işsizlikler
itilmişlikler
horlanmışlıklar aşkına

Vurun yıkılsın sırça saraylar
Vurun çöksün zulmün tahtları
Vurun dökülsün halkın sırtından
kanı su gibi içen asalak
Vurun bre can kardeşler
Şimdi kavganın tam da zamanı

Düşürülmüş genç kızların
gelemeyen gözleri için
bir tohuma yalvartılan
Aç sefil köylü için
Coplanan sürüklenen
Gencecik öğrenci için
Vurun halk aşkına, sınıf aşkına
Dağılsın şu kara bulutlar

Onlar ki ekmeklerini
batırıp al kanlara
umutları zehir ettiler
Sokun top yumrukları
gırtlaklarına
Bu çılgın sömürü
son bulsun artık.
ABDUL KADİR KONUK


Yarı Aydınlıkta Sacco ile Vanzetti
Aynur SARICA

Ankara Sanat Tiyatrosu, Howard Fast’in eserinden Mino Roffi’nin oyunlaştırdığı ve Seçkin Cılızoğlu’nun çevirdiği Sacco ile Vanzetti’yi Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu’nda 22 Eylül-1 Ekim tarihleri arasında sergiledi.
1920’ler Amerika’sında yaşanan gerçek bir olayı gündeme getiriyor oyun… Sacco ile Vanzetti iki İtalyan’dır. Amerika’da yabancı düşmanlığının körüklendiği yıllar… Sacco ile Vanzetti en “aşağı” tabakadan insanlardır. Biri balıkçı, diğeri ayakkabı tamircisi… Dünyanın hal ve gidişinin farkındadırlar ve politik seçimleri vardır. Amerika’da devletin en küçük muhalif düşünceden bile korktuğu yıllardır. Dünya bir savaştan çıkmış, yeni bir savaşa doğru gitmektedir. “Sermayenin egemenliğine son” diyen Ekim Devrimi kapitalistlerin gözünü iyice korkutmuştur. Daha sıkı kalıcı tedbirler gerekmektedir. Bir “istibdat dönemi” yaşanmaktadır ABD’de sisteme “hayır” diyen insanlar sorgulanmakta ve sorgu sonrası “intihar süsü” verilerek yok edilmektedirler. Bu insanlardan biri de Sacco ve Vanzetti’nin arkadaşıdır. Arkadaşlarının öldürülmesi olayıyla ilgili çalışmalar yaparken yakalanırlar. Polis Sacco ve Vanzetti’yi tutuklar. Ellerinde politik anlamda bir delil yoktur. Onları yok etmek için cinayet ve soygunla suçlanırlar. Aksi takdirde Amerika’da düşünce ve özgürlüğünün olmadığı gibi “yanlış” bir kanı uyanacaktır.
Öykü kısaca bu… Sacco ile Vanzetti’nin onurlarını koruma mücadelesi, yaşamı savunur tavırları ve bu tavrın 1980 sonrasında Türkiye’de yaşananlarla paralellikleri oyunun seçimini haklı kılıyor. Ancak oyunun klasik bir trajedi gibi sahneye konup, duygusal atmosferin yoğunluk kazanması, tekstten gelen eksikliklerle bütünleşince ortaya şu tablo çıkıyor: “Zavallı Sacco ile Vanzetti.” Ah şu kötü yargıç!
Olay biraz daha irdelense, Sacco ile Vanzetti’nin kahramanlaştırılması yerini bir parça da Sacco ile Vanzetti’nin eleştirilmesine bırakabilirdi. Şöyle ki Sacco ve Vanzetti savaşa ve şiddetin her türüne karşı. Kanlı bir savaştan çıkmış bir dünyada bu tavrın maddi koşulları mevcut. Ancak oyun bugün oynanıyor. 1989’un penceresinden bakılarak Sacco ve Vanzetti’ye şu soru sorulabilir: Hangi savaşa ve hangi şiddete karşı olunmak zorunda.Sacco ve Vanzetti üzerlerine yüklenilen cinayet suçunu kabul etmiyorlar. Ancak kabul etmedikleri sadece suçu kendilerinin işlemediğidir. Yoksa “cinayet bir suçtur elbette”. İnsanların neden adam öldürdüğü ve hırsızlık yapmak zorunda kaldığı konusu oyun metninde ve metnin yorumlanışında gürültüye gitmiş görünüyor. Finalde cinayeti işleyen kişi suçunu itiraf ettiğinde, Sacco ve Vanzetti’nin ziyaretçileri gelirken, “suçlu” kötü adam olmanın cezasını yalnız kalarak çekiyor.
Oyun, iktidar-ekonomi-hukuk bağlantısı yapmakta da yeterli olamıyor. Görülen o ki salt hukuk adaletsiz. İşadamında simgeleşen ekonomik faktörün yoğun baskısı ve bunun kişiler üstündeki etkisi nesnel bir zorunluluktan çok, iradi kişilerin vicdani kanaatlerine kalmış bir sorumsuzluk gibi anlatılmakta. Metindeki yoğun hümanizmanın kaynağı yüzlerce Sacco ve Vanzetti’nin yok edilişinin hüznüyle anlaşılabiliyor. Ancak tiyatro sahnesi sanatçının kürsüsüdür ve sanatçı sahnede salt destan oynamaz. Sacco ve Vanzetti’yi destansı bir anlatımla oynamak günümüz Türkiye’sinin gündemine denk düşmüyor. Sahneden ve elimizin uzandığı her yandan sorular sormak ve tartışmalar açmak zorunluluğu var. Oyun bu anlamda her ne kadar zorlama bir yorumla güncel olarak nitelense de, bu klasik sahnelenişle güncelliği yakalayamıyor. Yıllar öncesinden bir öykü anlatıyor adeta. Oysa Türkiye yıllarca sürüp beraatla sonuçlanan mahkemeleri oldubittiye getirilen idamlar, gözaltında kaybolan insanları yaşadı. Dün bizi çok ilgilendiriyor, evet. Ancak ilgilendirme sebebi bugünü yorumlayabilmek ve yarını öngörebilmek içindir. Olay bu anlamda güncelleştirilmeye çok yatkın. Sahnede iki proleter… Birinin teorisyen özellikleri öne çıkarken, ötekinin canlı karakteri coşkuyu, inancı anlatıyor. Tam da bugünlerde bir işçi sınıfı soyutlaması yapması beklenirdi AST’tan. Teknik malzemenin kullanımına gelince, projektör ışıklarının yoğun kullanımı metnin dramatik yorumlanışının önemli bir aracı. Yarı karanlık sahne ışıklandırmaları, metnin ve oyunun yan aydınlık yorumlarını yansıtırcasına sahneyi iyice bulanıklaştırıyor. İzleyicinin sokulduğu “ağıt” havasıyla göremediği, salt hissedebildiği metnin iç söylemlerinin net konmaması, sahnenin yarı aydınlıklığıyla koşut. Velhasıl-ı Kelam “yarı aydınlık” bir oyun oluvermiş Sacco ile Vanzetti. Sistem içinde profesyonel bir tiyatro yapmanın zorluklan su götürmez bir gerçek. Amma ve lakin, ilericiliği seçilen oyun metinleri dışına çıkmayan bir profesyonel tiyatro yapmaktansa, sanatı iki kat daha efor harcayarak amatörce yapmak çok daha saygıdeğer. Ticaretin pençesine takıldığı anda sanatın sanatçılığından neler yitirdiği 2×2 = 4 kadar net. Bundan dolayıdır ki, bu örümcek ağına kapılmayı reddedip, sanatı da bir mücadele biçimi olarak görenlere selam olsun. Söylenecek söz de sahne de onlarındır.


F. Almanya’da Son Yılların En Büyük Politik Davası Ekim’de Başlıyor
“17 Kürt Siyasi Tutuklu Alman Yargıçları Önünde”

Batı Alman gazeteleri bu ay içinde (Ekim) günlerce uğrayacakları bir konuda daha şimdiden yayın ve yazılara başladılar. 7 milyon markı bulan mahkeme hazırlık giderleri, bu ay içinde F. Almanya’nın Duesseldorf kentinde başlayacak mahkemenin önemini bir kez daha açıklıyor. Bu davayla birlikte F. Almanya’da Alman Ceza Yasası’nın ünlü 129/a maddesi ilk kez bir yabancı örgüt için uygulanmış olacak. F. Almanya tarihinde bu kadar geniş kapsamlı ve bir yabancı örgütle ilgili olarak açılan ilk davada, koruma ve güvenlik giderlerinin milyarları bulduğu, mahkemenin ise eski zamanlardaki korumaya alman şatolara benzediği ileri sürülüyor. PKK örgütüne üyelik ve terörist bir örgüt için çalışmak vb. gerekçelerle acılan davanın en az iki veya üç yıl devam edeceği ileri sürülüyor. Buna benzer bir dava da Almanya’da RAF örgütü olarak bilinen bir örgüte, sadece çalar saat aldı diyerek bir kadın gazeteci, teröristlere yardım etti gerekçesiyle üç yıla mahkûm edilmişti.
Kamuoyunda büyük bir ilgi ve dikkatle izlenecek olan bu mahkemenin avukatlarından olan Hans Eberhard Schultz, şu anda yoğun hazırlıklar içinde olduğundan, kendisini telefonla arayan yurt dışı temsilcimize Ekim ayında başlayacak mahkemenin gelişmesi ve bu konudaki düşüncelerini açıklayacağı özel bir söyleşiye hazırlanacağını söyledi. Türkiye cezaevleriyle dayanışma çalışmalarından yakından tanıdığımız ve birkaç kez heyetle Türkiye’ye de giden Avukat E. Schultz ile okuyucularımız için ileride görüşmeye çalışacağız. Telefonla birkaç cümle olarak söylediklerine gelince; “Şu anda mahkeme hazırlıklarına bakılırsa, daha mahkeme başlamadan önce kamuoyunda bu davarla ilgili korkunç ve ürkütücü bir imaj yaratılmaya çalışılıyor ve bu zemine bağlı olarak da mahkemenin sürdürülmesi amaçlanıyor. Başsavcı Rebmahn, kendisince devlet teröristler tarafından tehdit ediliyor diyerek bir işe başlamış bulunuyor. Ülkemizdeki kamuoyunun Kürt halkına karşı son yıllardaki sempatisinin ve onların haklı davasını destekleme isteğinin bu davanın gidişinde kısmen de olsa etkili olacağı görüşündeyim.”

Ekim 1989

Öldürmekten Zevk Almak Ve… “Korkularını cesetleriyle birlikte gömüp toprağa yürüdü Kürt köylüleri Silopi Kaymakamlığı’na”

Tarih 17 Eylül 1989, Mardin’in Silopi ilçesi Derebaşı köyü. Gece, karanlıkta pusu kurmuş bekliyor, tepeden tırnağa silahlı “özel tim” elemanları, polis ve askerler. Yüzyıl ötesinden sürüp gelen zulüm ve esaret altında tutma politikasının kaçınılmaz karşıtı olarak, Kürt halkının bağrında doğup gelişen, ulus olma, ulusal haklarına sahip olma bilincine ve bunun ortaya çıkardığı direniş nüvelerine, uyanış ve direniş bilincine, Kürt halkının varlık ve yaşam hakkına kurulu pusular. Ve pusular can alıcı. Uç kişi öldürülüyor pusuda. Sonra yeni tim grupları yürüyor köylere. Hasan Beyan, Selim Oktay ve Hasan Adıyaman zoraki kılavuz olarak teslim alınıyor. Sonra Derebaşı halkından altısı, 2. tim tarafından alınıp götürülüyor. 18 Eylül sabahının saat yedisi. Askerler ve altı köylü, Derebaşı’na karşılık gelen tepeleri aşıyorlar. Ve iki saat sonra kurşuna diziliyor köylüler.
Ve gece haber bültenlerinde “güvenlik güçleri”nin “hainlere karşı kazandığı zafer” ilk haber olarak veriliyor. Gazeteler manşet atıyor. “9 PKK’lı delik deşik!”
Derebaşı köylüleri savcılık emriyle Silopi’ye çağrılıyor, cesetlerin teşhisi için. Bir gün önce namlu tehdidiyle rehin alınan altı kişinin cesetleridir gösterilenler. “Korkunun ecele faydası olmadığı”nı düşünen köylüler, etkili ve yetkili çevrelerin açıklamalarını yalanlayarak, ölenlerin PKK’lı değil, kendi akrabaları olduğunu açıkladılar.
Kürtlerin Yurdu’nda ilk kez olmuyor bu tür kurşuna dizmeler. Birer, beşer, onar, genç, yaşlı, çocuk ayrımı yapmaksızın, Kürt insanının, elinde kürek tarlaya veya baltayla ormana giderken, ya da koyun güderken “terörist sanılarak” kurşuna dizilmesi yeni olmuyor. Arananların yerine rehin tutulanların ya da “kılavuzluk” (!) için götürülenlerin cesetlerinin geri gönderilişi çok oldu. Burjuva mahkemelerinin küflü raflarına kaldırılan Sıddık Bilgin dosyası bunun örneklerinden biriydi. Kasaplar Deresi çöplüğüne atılarak gizlenen cinayetlerin unutulması mümkün değil. İnsan kellesi getirmenin asker için “mükâfat izni” nedeni sayıldığı Doğu’da, Kürt emekçilerinin kursuna dizilmesi için gerekçe gerekmiyor. Hem sonra gerekçe, “eli kolu uzun” devlet için sorun olabilir mi?
Şu son birkaç ay içinde Güneydoğu’da yaşananlardan rasgele alınacak birkaç örnek, devletin resmi politikasını açıkça ortaya koymaya yeterlidir. Polis ve ordu birliklerinin “üstün maharet ve cesareti”nin en çarpıcı örneği Yeşilyurt köylülerine insan dışkısı yedirme olayında görüldü. “Şerefli Türk subayı” Binbaşı Çağlayan ne denli fazla sayıda madalya ile taltif edilse hakkıdır! Havadan ve karadan kuşatmalarla Kürt köylerini kuşatmaya alan komando birliklerinin Yoncalı’da önce iki köylüyü kurşuna dizip sonra da tanınmamalarını sağlamak amacıyla cesetlerini yakmaları “çağdaş ve üstün” olmanın bir diğer göstergesi oldu. Ağaç gölgesinde uyurken kurşunlanan 10 yaşındaki çoban çocuğun tek suçu Kürt oluşu ve yurdunda yaşıyor oluşuydu.
Doğu’da hayvanlar sabıkalı, ormanlar suçlu ilan edildi. Ormanların suçu “terörist”lerin gizlenmesini kolaylaştırmaktı ve elbette cezası Türk ordusu tarafından verilecekti. Ve ateşe verildi ormanlar. Yılların deneyine sahip burjuva devleti, Dersim isyancılarını dize getirip teslim almak için 80 bin teneke gazyağı dökerek ormanları ateşe vermiş ve amacına ulaşmakta başarılı olmuştu. Aynı deneyin benzeri neden yenilenmesinde Siirt’in ormanları ateşe verildi ve ormanlarının yakılışını hoşnutsuzlukla karşılayan köylülere yetkili subaylar, “Sizin ormanlarınız mı kıymetli’, yoksa benim askerim mi?” diyebildi.
Bir yandan kurşuna dizmelerin dozu artırılırken, öte yandan sürgünlere hız verildi. Önceleri “Orman Köylerinin Korunması” maskesiyle uygulanan toplu göç ettirme politikası, sonradan açık anlamıyla yürürlüğe kondu ve yörede zulme karşı tutum alanlar tek tek ya da topluca sürgüne gönderildi. Kürt insanının yaşamının ayrılmaz parçası olan sürgünlerin boyutu, belgeli olarak gerçekleşenlerin binlerce katıydı ve bu insanlar doğup büyüdükleri yerlerden zorbaca koparılarak görüp bilmedikleri şehirlerin kuytularında sefaletin ve yeni baskıların kucağına itildi. Sürgün, Kürt emekçiler için her zaman asimile edilmenin bir yöntemi olarak uygulandı. Sürgün gözdağı vermenin etkili yollarından biriydi ve en son olarak en büyüğü 11 yaşında altı çocuk anası Ayşe Karabulut, “kocası arandığı için” sürgüne gönderildi.
Kürtlerin kendi topraklarında toplu gözaltı var, köy meydanlarında ve karakollarda toplu dayak ve işkence var, erkekleri çırılçıplak soyarak dolaştırıp aşağılama var, “Zulüm ve işkence diz boyu” denildiğinde, burjuva propaganda aygıtlarını harekete geçirerek, bu gerçekleri yalanlama yarışına giren polis şefleri, subaylar, vali ve kaymakamlar, bakan ve başbakanlar, “süper” Valileri Kozakçıoğlu’nun “bazı köylerde soruşturma tekniği gereği vatandaşları toplu olarak gözaltına alıyoruz” açıklamasıyla faka bastırıldılar. Kürt köylerinde toplu göz altıların anlamını ise bu ülkede yaşayanlar çok iyi biliyor. Kürt halkına zulmedenler, “kim köylü, kim terörist belli değil” gerekçesiyle saldırı ve katliamlarını haklı göstermeye çalışıyorlar.
İçişleri Bakanı Aksu: “Öldürülenlerin yanında kalaşnikoflar, roketatarlar ve çok sayıda patlayıcı bulundu. Sade köylülerin üzerinde bu silahların bulunması imkânsız. Öldürülenlerin hepsi teröristtir”
Derebaşı Köyü’nde göz göre göre gerçekleştirilen kurşuna dizme olayı üzerine, burjuva basın-yayın organlarında yorum ve demeçlerden geçilmiyor. Askeri yetkililerin “psikolojik dengeyi devlet güçlerinin lehine değiştirmek için askeri alanda üstünlük sağlamalarının öncelik taşıdığına inandıkları” (Erturul Ozkök-Hürriyet) açık açık yazılıyor. Askeri üstünlük sağlamış görünmek ve saldırı güçlerine moral takviyesinde bulunmak için de son günlerde yoğunlaştığı biçimiyle, rasgele insanlar kurşuna diziliyor. Ve ardından, “çıkan çatışmada… terörist ölü olarak ele geçti” açıklamaları yapılıyor.
Turgut Özal: “Köklerini kazımaya kararlıyım”
Faşist terör öyle bir düzeye ulaştı ki, Kürt köylüleri toplu olarak köylerini terke başladılar. “Ha bir it ölmüş, ha bir Kürt” diyerek, Kürt halkının onuruyla oynayan, sermayenin eli silahlı bekçileri, ırkçı ve şoven ideolojinin bağnaz ve gerici öğretilileri, Derabaşı köyünde estirdikleri terörle, tüm köy halkının köyü terk etmesine yol açtılar.
“Bölgedeki durumu görünce korktum. İrkildim” diyen, bölücü ve terörist olmayan Ankara milletvekili Tevfik Koçak’ın, “Bölgede işgal havası var” demesi, bölgeye giden “milletvekilleri”nin hemen tümünün “suçsuz köylülerin kurşuna dizildiği bölge insanına düşman gözüyle bakıldığı ve eziyet edildiği” açıklamalarının basında yer alması, TC devletinin, Doğu’daki konumunun devletin parlamentosunun üyelerince ilan edilmesi oluyor.
SHP Ankara Milletvekili: Tevfik Koçak: “Bölgede gördüklerim karşısında korktum, irkildim. Bölgede işgal havası var”
Son günlerde yoğunlaştırılan saldırıların direktifinin Genelkurmay Başkanı Torumtay tarafından verildiği, Torumtay’ın ünlü “sert” açıklamasıyla biliniyor. Tüm Kürt halkının düşman ilan edilmesi anlamına gelen açıklamasıyla Torumtay, emrindeki silahlı güçlere “ateş serbest” komutu vermiş bulunuyor. Artık normal koşullarda aldıkları maaşın on katı para alan “Rambo”ların, “bugün altınızı, yarın on altınızı” diyerek tehditler savurması ve Kürt emekçileri üzerinde silahlarının etki gücünü denemeleri işten delil. General Altay Tokat’ın “Değil insan, ot bile bilmemeli” önerisinin tepki toplaması üzerine toplu imha yerine, şimdilik üçer beşer, onar kurşuna dizme yeterli sayılıyor. Devlet, otoritesini tam tesis için rastgele insan öldürüyor ve güç gösterisine girişerek silahlı güçlerine moral takviyesi yoluna gidiyor. Kürt halkına karşı yürütülen zulüm uygulaması o denli açık ve ayyuka çıkmış bulunuyor ki, resmi ideoloji doğrultusunda yayın yapan ve tekellerin çıkarını savunan burjuva gazetelerinde bile gizlenemez biçimde yer alıyor.
Vali Kozakçtoğlu: “İki takviye tim olay yerine giderken, Derebaşı köyüne uğrar, üç kişiyi kılavuz olarak alır. Bölgede görev ifa eden güvenlik kuvvetleri yeni gelen timlerdir. Bu nedenle bölgeyi çok iyi bilmemektedirler. Bu timler üç gönüllü kılavuzla 45 dakika içinde olay yerine intikal etmiştir. Bu üç kişinin ifadeleri kamuoyuna ileride açıklanacaktır” (Üç kılavuz, ‘Süper Vali’yi beklemeden açıklamalarda bulundular).
Özal, gazetecilerin Silopi’de vahşice öldürülen 6 Kürt köylüsünün PKK’lı olup olmadığına ilişkin soruya verdiği yanıtta, “öldürülenler kesinlikle teröristtir. (…) Hem sormak lazım. 2 ile 4 arasında ne işin vardı? Söz konusu edilen saat gecenin 02-04 arasıdır!) Köyden de 7 km. uzakta. Eğer sende silah yoksa bile, silahlı adamlarla işin ne?” (23 Eylül 1989, Cumhuriyet)
Bu iki cümle her şeyi açıklamaya yetiyor. Zaten öldürülenlerin PKK’lı olup olmamasının da önemi yok. Genellikle burjuva basının yaptığı gibi,”öldürülenler PKK’lıysa mesele yok” diye geçiştirmesinin de insanilikle ilgisi yok. Şu gerçekler çok net olarak gözler önüne seriliyor: Tüm aksi iddialara rağmen bugün Kürtlerin yurdunda hiç kimse, hele belli bir saatten sonra değil bir yerden başka bir yere gitmek, burnunu evinin dışına bile çıkaramamaktadır. Çıkaranların uğradığı akıbet ortada: Vahşice öldürülmek! Hiçbir şey, hiçbir açıklama, hatta öldürülenlerden birinin babasının ifadesi bile olayların nedenini Özal’ın bu sözleri kadar açık bir biçimde anlatamaz. Olay kime karşı gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin, vahim ve vahşi bir katliam boyutundadır. En vahşi savaşlarda bile elinde silahı olmayan askerlere ateş edilmez. Burada o kural da yok. Gecenin belli bir saatinden sonra evinin dışında isen öldürülürsün. Hatta çoğunlukla o da bir güvence değil, evinden alınıp şu ve ya bu nedenle, ama en önemli kısmı şüphe ve keyfilik, gözdağı, intikam, acz gibi nedenlerle öldürülen insan sayısı o kadar çok ki ve basına yansıyabilenler o kadar az ki, insan ister istemez, öldürülen Kürtlerin hepsinin bu şekilde öldürüldüğünü düşünmeden edemiyor.
“Biz Öldürmekten Zevk Alıyoruz” Bu sözleri duyduktan sonra başka türlü düşünmek olanaklı mı? Alın 25 Eylül 1989 tarihli Günaydın gazetesinde yer alan Özel Harekât Timi’nin şefiyle yapılan röportajda söylenenleri… “Biz öldürmekten  zevk alıyoruz.” Bu açıklama da en az Özal’ınki kadar açıklayıcı ve net. Öyle kafa yormaya ve acaba diye sormaya yer bırakmıyor. Doğu ve Güneydoğu’ya tayin edilen güruhun direnişçilere mi yoksa bir bütün olarak Kürt halkına ve onun var olma mücadelesine karşı mı seferber edildiği çok açık. Kuşkusuz hepsi bir ve bütün. Ha onu imhaya çalışmışsın ve bu arada halkı da katletmişsin, ha doğrudan doğruya halka yönelerek birkaç düzine insan öldürmüş ve bu tutumu alışkanlık haline getirmişsin, arada bir fark var mı? Ve tüm bunlar çoğunlukla iç içe yaşanır. Halkın mı, yoksa direnişçilerin mi hedef alındığı fark etmez hale gelir. Aslında arada pek bir fark da yoktur.
Bu yüzden Türk hâkim sınıfları Kürt halkının mücadelesine karşı yetiştirdiği saldırı güçlerini paralı lejyoner ruhu ile eğitme gereksinimini duymakta ve Özel Harekât timlerini bu şekilde yetiştirmektedir. İnsan öldürmekten zevk duyan elemanlarla iş bitirmek yolunda Türk hükümeti oldukça ilerlemişe benzer. Bu yolun nerede biteceği şimdiden belki bilinmez ama açık ve kesin olan şey, benimsenen bu politikanın onur verici bir politika olmadığı ve başarı şansının ise hiç mi hiç olmadığı.
Yanlış yorumlanmaması gerekiyor. Bütün bu yapılanlar, “kötü kişilerin”, “sadist”lerin marifeti değil. Yapılanlar, devletin resmi Kürt politikasını ortaya koyuyor. Uyanan, eşitlik ve özgürlük isteyen, dili ve kültürü üzerindeki baskıların son bulmasını talep eden bir halkın haklı davasının kan ve kurşunla, dipçik ve bombayla, işkence ve katliamla bastırılmaya çalışılması ve bu halkın kölece yaşama mahkûm edilmesi isteğinin pratiğe geçirilmesidir bütün bu yapılanlar.
Devletin resmi politikasına göre; Kürt halkı, zora dayalı, zor kullanılarak sağlanan birlik içinde, ulus olma kimliğini unutarak, dili ve kültüründen vazgeçerek kalmalı, kölece boyun eğmeli, asimilasyona tabi tutuluşuna ses çıkarmaksızın, Türk ulus bütünlüğü içinde erimelidir. Kürtler ya bunu kabul etmeli veya ölümlerden ölüm beğenmeli! Tarihteki Kürt isyanlarının nasıl ezildiği hatırlanmalı, susmanın ve boyun eğmenin gerekliliği kavranmalı! Egemen olmak Türk milletinin hakkıdır ve Kürtler, yatıp kalkıp “Ne mutlu Türk’üm” diye övünmelidirler.
Eğer aksi olursa, “Türk milletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez birliğini koruyup kollamakla görevli Türk güvenlik güçleri”, bölücülere, onlara destek verenlere, yani onların ana-baba ve akrabalarına, onların mensubu bulundukları halk topluluğuna, “tarihte benzerlerinin görüldüğü gibi” ders vermeye muktedir olduğunu göstermekten geri durmayacaktır!
İşte “ata yadigârı” politikanın savunucu ve uygulayıcılarının, Türk egemen sınıflarının, generallerin, burjuva parti elebaşlarının, tekelci basının, reformist ve faşist köşe yazarlarının üzerinde birleştikleri resmi politika budur. Ve bu politikaya uygun olarak, Doğu’da ilhakçı konum devam ettirilmeye/yaşatılmaya çalışılıyor. Kürt halkının saflarında ulusal hak talepleri yaygınlaşıp, direniş ve muhalefet nüveleri geliştikçe, devletin imha politikası da sertleşiyor.
Türkiye topraklarının, hammadde kaynaklan ve insan gücünün, emperyalizme peşkeş çekilmesine dolaylı-dolaysız alkış tutanların, Kürt halkının haklı talepleri karşısında “Misak-ı Milli” teraneleriyle sözde yurtseverlik gösterilerine girişmeleri, herkesi Türk ordusu etrafında ve “milli menfaatleri için” birleşmeye çağırmaları, Doğu’da haksız konumda ve zorbaca uygulanan politikaya destek vermesi, faşizme güç şırınga etme kampanyalarının ateşli yandaşlığını elden bırakmaması ve “bölücülük” umacısına dört elle sarılarak kendi emperyalizm yandaşı ve teslimiyetçiliğini, “emperyalizm kışkırtıyor” yaygaralarıyla gizlemeye çalışmaları, fiili saldırılara eşlik ediyor.
Devletin yönetim kademelerinde bulunanlar bir yana, demokrasi sözcüğünü ağızlarına sakız eden ve insanın insan olma haklarından yana olduklarını ilan edenler, “en ileri” demokratlar bile, insanların kurşuna dizilmesi eyleminin kendisini değil, öldürülenlerin PKK’lı olup olmadıklarını tartışmanın başına alıyorlar. PKK’lı olsun olmasın, insanların neden ölümü göze aldıkları, ölümüne kavgaya kaynaklık eden davanın özü, ezilen Kürt halkının tüm haklarından yoksun olarak zulüm ve baskı altında tutuluyor olması olgusunun, Kürt emekçilerini ve gençliğini, PKK gibi Burjuva milliyetçi bir çizgide veya devrimci-proleter bir çizgide mücadeleye çeken etmenlerden olduğu gizlenmeye çalışılıyor.
isyancı ve “bölücü” Kürtlere karşı, birlik ve beraberlik çağrıları yapanlar, faşistler, reformistler, Kemalizm savunucuları, resmi-ırkçı ideolojinin öğreticileri, “insan hakları” sözcüklerini kirletmeyi elden bırakmaksızın Kürt sorununu “çözüm” tartışmaları yapıyor ve “askeri çözüm”ü, yani Kürt halkının silaha dayalı imhasını -bu üçer beşer, onar kurşuna dizerek daha az tepki toplayacak biçimde de sürdürülebilir- desteklemekten geri durmuyorlar. Tokat gibilerinin imha çığlıkları, reformist köşe yazarlarının önermelerinde destek buluyor. Bağnaz ve gericileri, azgın halk düşmanı faşistleri bir yana bırakalım, İ. Selçuk, U. Mumcu gibi yazarlar, “gerektiğinde” sözcüğüne sığınarak, askeri harekâtlara destek veriyor ve bu tutumlarını sahte bir yurtseverlik çağrısıyla maskeliyorlar. Cumhuriyet gazetesinin “en tutarlı ilericisi” olarak tanınan İ. Selçuk şöyle yazıyor:
“Eğer Güneydoğu’da iç savaş görünümü varsa, bu savaşın ölümcül ağırlığını sırtlayacak, Lozan sınırlarını korumaya çalışan görevlileri anlamak gerekir. Cumhuriyet Türkiye’sini parçalayıp bölmek isteyen düşmana karşı bütünleşmek yurtseverliktir.” (22 Eylül tarihli Cumhurivet.)
Selçuk, gayet açık bir biçimde, Doğu’da katliamlara girişenleri anlayışla karşılamak gerektiğini belirtiyor ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bir halkın ulusal ve demokratik istemlerle zorbalığa karşı çıkışını Türkiye’nin parçalanması olarak yorumluyor ve Kürtleri, “Lozan sınırlarını” yıkmak isteyen düşmanlar olarak ilan edip, bu düşmana karşı birleşmenin yurtseverlik olacağını söylüyor. İ. Selçuk’un bıraktığı yerden bu kez kendi köşesinde Uğur Mumcu devam ediyor.
“Olayın özünü görelim. Olay 1925’te olduğu gibi, 1980’lerde de açıkça Kürt milliyetçiliğinden kaynaklanıyor.
Bugün Kürt sorununun çözümü için iki yol var, birinci çözüm, askeri çözüm.
Çünkü Türkiye, Suriye topraklarında üstlenen PKK örgütünün, fiziki saldırısı ile karşı karşıyadır Ülke topraklarını savunmak silahlı kuvvetlerimizin görevidir.” (23 Eylül, Cumhuriyet).
TC devletinin kurucularından, egemen sınıfların Kürt politikasının oluşturucularından İsmet İnönü’nün oğlu Erdal’ın başında bulunduğu partinin ve bizzat kendisinin düşüncelerini ise su sözlerde görmek mümkün oluyor. Son aylarda ve günlerde çok sayıda Kürt emekçisinin rastgele kurşuna dizilmesi üzerine düşüncesi sorulan İnönü, “Silahlı eyleme karşı sözle mücadele edemezsiniz. Silahla savunmak gerekir.” demektedir.
Erdal İnönü: “Silahlı eyleme karsı sözle mücadele edemezsiniz. Silahla savunmak gerekir.”
Kimi SHP milletvekilinin kişisel tutumuna bakıp aldanmamak gerekiyor. Kürt halkının haklarından şu ya da bu biçimde söz edenlerin bu partinin yöneticileri tarafından nasıl susturuldukları, bölücü damgasıyla korkutulmaya çalındıkları, partiden ihraç edikleri biliniyor. Seçmen oyu hesabıyla kimi zaman Kürt dili vb. konularda edilen sözler, yalnızca süs olarak kalmaktadır. SHP kendi parti yerel yöneticilerinin sürgün edilişini, işkenceye çekilişini, Kürt emekçilerinin, gençlerinin, çocukları ve kadınlarının kurşunlanmasını, yakılmasını, katledip gizlice çöplüklere atmasını üstü örtülü desteklemekten geri durmamaktadır. Suskunluğun ve sözde demeçlerle geçiştirmenin desteklemenin bir biçimi olduğunu herkes biliyor. Bir SHP ‘milletvekili’, bölgedeki izlenimlerini anlatırken, kendisinin görüp vahim olarak değerlendirdiklerini İnönü’nün de gördüğünü, ancak sessiz kaldığını belirtmezlik edemiyor.
Silopi katliamı, milli zulme, faşist ve barbarlığa karşı biriken öfkenin dışavurumunu birlikte getirdi. “Ölüm korkusunu ölüleriyle birlikte toprağa gömen” köylüler, ilçe merkezine, kaymakamlık binasına yürüyerek, zulme kinlerini dile getirdiler. 2000 kişi, “Faşizme Ölüm, Katiller Bulunsun!” diye haykırdı.
Katliama gösterilen halk tepkisi, egemen sınıfların politik sözcüleri ve çıkarlarının silahlı bekçilerinin karşı-tepkisiyle karşılandı. Devletin üst kademelerinde, Genelkurmay’da, hükümet çevrelerinde toplantılar yoğunlaştı ve demeç verme trafiği hızlandı. Bir yandan köylü yürüyüşünün “yasa dışılığı”na dikkat çekilirken, öte yandan, Türk milliyetinden emekçileri Kürt milliyetinden sınıf kardeşlerine karşı kışkırtmak ve şovenizm dalgasını kabartmak için, tüm propaganda aygıtları devreye sokularak, Kürt köylülerinin attığı anti-faşist ve zulmü protesto eden sloganlar çarpıtıldı ve yanlış aktarıldı,
Egemen sınıf sözcülerine göre, 2000 köylünün Silopi Kaymakamlığı’na yürümesi yasadışı idi. Yasalar
çiğnenmemeli, “güvenlik güçleri”nin moralini olumsuz etkileyen hareketlerden kaçınmalıydı. Devletin “âli çıkarları” için -ki bu çıkarlar tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının çıkarlarına denk düşmektedir- beş, on kişinin ve hatta yüz ya da bin kişinin katledilmesinin karşı çıkılacak nesi vardı! Hem sonra, İçişleri Bakanı Aksu ve Süper Vali Kozakçıoğlu, öldürülenlerin “terörist olduğunu” açıklamamışlar mıydı? Devletin yetkili kişilerine mi inanılacaktı, yoksa “cahil” köylülere mi?
Süleyman Demirel “Kendine kurşun sıkana devletin kuvveti ne yapacak? Yani silahlı çatışma bu. Devlet kuvvetine ateş edenler, şehit eden kimseye herhalde kimsenin aklından merhamet geçmez. Devlet görevini yapmaya çalışıyor. Yalnız, devlet görevini yaparken elini kolunu soğutmamak lazım. Devletin bu işin hakkından gelememiş olması ıstırap vericidir. Duruma yeniden bakıp yeni tedbirler almanın zamanı gelmiştir, geçmektedir.”
(Demirel ‘yeni tedbirlerle’ daha çok baskı, daha fazla Kürt emekçi kanı dökülmesini istediğini ortaya koyuyor.)
Zulüm, Zulmedenin Sarayının Yıkılmasını Engelleyemiyor
Toplumsal süreç ve sınıf mücadeleleri tarihi sayısız kez kanıtlamıştır ki, baskı, zulüm ve işkence, mülk sahibi sıfatların egemenliğinin son bulmasını ve sömürüye dayalı düzenlerin yıkılmasını engelleyemiyor. Milyonlarla emekçiyi oluşturulan baskı gücüne dayanarak sömürenler, ezilenlerin kendi durumlarının bilincine varması ve bu durumu değiştirmek üzere harekete geçmesiyle, egemenlerin zorba silahlı gücüne karşı, emekçilerin örgütlü devrimci güç ve zorunun çıkarılmasıyla yıkılıp gitmeye mahkûmdurlar. Sömürücü egemen sınıfların çıkarına uygulanan faşist terör ve baskı, olsa olsa egemenlerin iktidarlarının ve sömürü düzeninin ömrünün uzamasına yardımcı olabilir, ama maşla, onların saltanat saraylarının yıkılmasını önleyemez.
Selim Oktay (Derebaşı Köyü halkından): “Askerleri olay yerine götürdük. Orada üç ceset vardı. Köye döndüğümüzde daha önce alınan 6 kişinin, karşı tepede elleri enselerinde bekletildiklerini gördüm. Daha sonra askerlerle birlikte tepeyi aştılar. Bir süre sonra silahla tarama sesleri duyduk.”
Bu ezen-ezilen ulus ilişkisi açısından da böyledir. Kendi iradesi dışında ve zorbaca egemen ulus iradesine tabi kılınan ulusların, ulusal hakları doğrultusunda mücadeleye atılmadı da kaçınılmazdır ve bütün dünyada yaşandı-yaşanıyor. Esaret altında tutulan ulusların eşitlik ve özgürlük talepleriyle ayağa kalkmaları, tarihin ve toplumsal gelişmenin kaçınılmaz kuralıdır ve başka toplumlarda yaşananların bizim ülkemizde gerçekleşmeyeceğini düşünenler fena halde yanılıyorlar. Ezilen, horlanan, sürülen, işkenceye çekilen, dili ve kültürü yasaklanan, varlığı inkârdan gelinen, köle statüsünde tutulmak istenen Kürt halkının eninde sonunda özgür olacağı kuskusuzdur.
Dün Kürtleri kırıma tabi tutanlar, Kürt toplumunun geri toplumsal yapısından, bu yapılardan kaynaklanan çelişkilerden yararlanabildiler ve bugün de bu çelişkileri canlı tutmaya ve mümkün olduğunca çelişkilerden yararlanmaya çalışmaktadırlar. Kürt halkının   özgürlük davasının kana boğulması için “Kürt’ü Kürde kırdırmak” biçiminde ifade edilen politikaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Hasan Adıyaman (Aynı köyden): Üçümüzü askerler aldı. Kendilerini olay yerine götürmemizi emrettiler, oraya gittiğimizde 3 ceset gördüm. Askerler cesetleri kontrol ediyorlardı. Keşif yapıyorlardı herhalde.”
Ne ki; artık eski zaman geride kaldı ve Kürt halkı arasında ulusal haklarına sahip çıkma bilinci bugün oldukça ileri düzeyde gelişmiş bulunuyor. Kürt halkının ulusal ve sosyal kurtuluşu için direnme nüveleri giderek güçlenen bir biçimde gelişme gösteriyor. Ulusal uyanış ve eşitlik talebi, özgürlük ve kurtuluş talepleri halkın saflarında daha yaygın olarak yankı buluyor. Artık, saldırıların yoğunluğu sinmeye değil, eski katliamların bıraktığı korku bulutlarının dağılıp etkisizleşmesine yol açıyor. Korkunun yerini karşı-koyuş bilinci ve tutumu alıyor. Bunun küçük ama anlamlı örnekleri ortaya çıktı. 5 bin köylünün kısa bir süre önce bir hafta süreyle karayolunu trafiğe kapatarak direnişe geçmelerinin ardından, Silopi köylülerinin kaymakamlığa yürümeleri ve devletin baskı ve katliamlarını protesto etmeleri, ulusal-demokratik talepler doğrultusunda ve siyasi bir eylem olarak, Kürt halkının bağrında biçimlenen direniş eğilimini ortaya koyuyor. Kürt işçi ve emekçileri, Kürt milliyetçi küçük-burjuva hareketi ve Kürt komünistleri, Doğu’da sürdürülen ilhakçı politikaya ve asimilasyona karşı mücadele ediyorlar. Kürt halkı özgür olmak istiyor. Bu isteğin silah zoruyla tarihe gömülmesi mümkün değildir. Tarih, zorbalığın, ezilenlerin ezenlere karşı haklı savaşlarının zaferini engelleyemeyeceğine tanıklık ediyor. Kürt halkının, baskı ve zorbalıktan arınmış bir toplumsal düzende, Türk milliyetinden emekçilerle eşit haklara sahip olarak ve özgürce ve kardeşçe bir birlik ve dayanışma içinde yaşadığı günler er geç gelecektir.
Zulüm Zulmedenlerin Yanına Kâr Kalmayacaktır
Şoven ve ırkçı ideolojinin, tüm etkilerinden sıyrılarak Kürt halkının haklı davasının yanında saf tutmak, proletaryanın devrimci kurtuluş kavgasının zafere doğru yol almasının önkoşullarından biridir.
Süre giden katliamların lafızda protestosu yetmiyor. Tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının özellikle de Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin, komünist ve devrimcilerin Doğu’da yaşananlar karşısındaki tutumları eksiklikler taşıyor. İşçi sınıfının sınıf tavrını ortaya koyması, pratik tutumuyla, egemen ve ırkçı saldırı ve politikanın karşısına dikilmesi, toplumdaki ve üretimdeki yerinin bilinciyle, zulme son vermek üzere sesini yükseltmesi somut ve pratik bir tutum olarak yaşanmadıkça, Kürt halkı alması gerekli desteği almış sayılamaz. Kürt halkının haklı davasının hak ettiği destek, egemenlerin ulusal zulmüne karşı tutarlı bir tutum olarak yaşanmadıkça, Kürt ve Türk emekçilerinin güvene dayalı kardeşçe ve gönüllü birliği yara almaktan kurtulamaz ve bundan yalnızca emperyalistler, komprador ve tekelci burjuva ve toprak ağaları kazançlı çıkarlar.
Resmi ideolojinin devletin tüm olanaklarıyla emekçi yığınlara şırınga edilişi, gerici çabası, faşist ve
reformist partilerin ve sendika yönetim kademelerinin işçi ve emekçi düşmanı sürekli faaliyeti ve militarizmin baskı gücü işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin mevcut geri bilinciyle birleşerek tepkisizliği ve duyarsızlığı besleyebiliyor. Türkiye gericiliği bu durumdan cesaret alıyor ve saldırılarında pervasızca davranabiliyor.
Oysa ülkenin hemen her tarafında, endüstri merkezlerinde, fabrika, atölye ve sendikalarda, yerleşim alanlarında Türk ve Kürt milliyetlerinden işçi ve emekçiler bir arada bulunuyorlar ve gerici egemen sınırların saldırı ve sömürüsüne maruz kalıyorlar. Doğu’da yaşananlar, işçi ve emekçileri doğrudan ilgilendiriyor. İşçi sınıfı ve emekçi yığınların sömürüden kurtuluşu davasının Kürt halkının ulusal haklarını elde etmesi ve özgür olması davasıyla doğrudan ve koparılamaz bağları vardır. Kürt halkına yönelik saldırılar karşısında aktif
tutum alınmadıkça, pratik tavır konmadıkça, egemenlerin azgın zulmünün devam edeceği bilinmelidir. Duyarsızlık bir yana bırakılmadıkça, Kürt ve Türk emekçi kardeşliği güven temelinde gerçekleşemez.
Silopi köylüleri, kendilerine yapılan saldırıları kurşuna dizilmeleri ve işkenceleri protesto etmek için yürüdüler. Ülke emekçilerinin yaygın ve etkili bir protestosuyla desteklenemedi bu eylem, Oysa olmacı gereken aksiydi ve bu olmadıkça da, sınıf, görevini yapmış sayılamaz.

Ekim 1989

Demir-Çelik Grevinin Ardından

İSDEMİR ve Karabük Demir-Çelik fabrikalarından 24 bin işçinin katıldığı, 137 gündür süren grev nihayet sona erdi. Evet grev sona erdi, ama grev öncesinde MESS ve hükümetin işçiler üstüne uyguladığı baskı ve çevirdikleri entrikaların grev süresinde elindeki stokları fahiş fiyatla eriten özel çelik üreticileri ve çelik ithalatından büyük vurgunlar vuran hükümete yakın kapkaççı çetelerin, artık iyice ustası oldukları ayak oyunlarıyla işçileri 137 gün başka eylem biçimlerine başvurmaktan alıkoyabilen, siyaset tartışmasını gündemden çıkararak işçilerin kahve toplantılarını bile denetleyen ve sonunda belki de Türkiye işçi sınıfı tarihinin en garip toplu sözleşmesini imzalayan sendika ağalarının amaç ve nitelikleri; hilkat garibesi sözleşmenin yasal olup olmadığı, kâğıt üstünde epeyce kabarık gözüken ücret artışının gerçekten temel ihtiyaçları bile ne ölçüde karşılayacağı, en önemlisi de bu uzun grevin işçi sınıfımızın mücadele hazinesine neler kattığı üstüne daha birçok şey yazılıp söyleneceğe benzer.
Demir-Çelik gibi sanayiye temel girdi sağlayan bir işkolunda ülke üretiminin % 27’sini sağlayan iki büyük işletmede bunca işçi, her tür kötü koşula karşın, açlık sınırında ve böylesi uzun bir direnişi sürdürürse; bu eylem, istemleri ne olursa olsun, ülkenin ekonomik, sosyal çevrelerinin ilgisini çekmezlik edemez. DÇ isçilerinin grevi de öyle oldu. Hükümet ve MESS çevrelerinin grev etrafında yaratmaya çalıştığı sessizliğe, burjuva basınını görmezden gelme ve önemsememe, çoğu zaman da grevin amaçlarını bulanıklaştırma çabalarına karsın, hükümetten Meclis’teki muhalefet partilerine, Türk-İş’ten aydınlara, devrimci demokrat çevrelere ve sosyalistlere kadar herkes bir tutum takındı, görüşlerini belirtti… Yaşanan önemli bir eylem olduğuna göre buna herkesin kendi dünya görüşü açısından bir tutum alması pek doğaldır. Grevcileri kayıtsız koşulsuz destekleyenlerle ve açıkça hükümet ve MESS’in yanında yer alanlar için bu yazı çerçevesinde söylenecek bir şey yoktur. Herkes kendi safını seçmiştir. Ama ülkemizde, bazı çevreler var ki; bir yandan emekçilerden yana olduğunu söylerler (belki böyle söylerken samimidirler) öte yandan emekçiler biraz “ileri gittiğinde” kaygılanır, işin arkasında gizli parmaklar ara maya koyulurlar. Bir kere sorunun özü gözden kaçırılıp da ayrıntıdaki unsurlar öne çıkarılmaya başlanırsa, aynı olay üstüne pek çok değişik senaryolar yazılabilir. Kimi gazetecilerimiz “ferman padişahın” diye, bütün bir grevin patronlar ve hükümet tarafından tezgâhlandığını ve belirli bir çevre daha çok kazansın diye böyle uzayıp gittiğini iddia ederken, bu çevrelerin bir başka kesimi ise grevin nedenini (işçi kapitalist çelişkisi değil de) özel sektörle devlet (kutsal devlet) çelişmesine, özel sektörcü ANAP’ın devlet sektörünü çökertmek için grevi kullandığı yolunda propaganda yürüttüler. Bunlara karşıtmış gibi görünen ANAP’a yakın çevreler ise; Çelik İş Genel Başkanı’nın DYP yanlısı olduğu gerekçesiyle grevin arkasında Demirel’in olduğuna ilişkin bir senaryoyu değişik tonlarda, boyayıp piyasaya sürdüler.
Bunlara bakılırsa; ne emekle sermaye arasında uzlaşmaz bir çelişme vardır, ne de isçi sınıfı kendi gücüne dayanarak haklarını savunabilir! İsçiler bir şey yapıyor göründüğünde ise ya şunun ya da bunun oyununa gelmiştir. Elbette bunu açıkça söylemezler ama oyun, tezgâh vb. olarak nitelediklerini çıkarırsanız geriye pek bir şey kalmaz. Burada şöyle bir soru akla gelebilir! Peki, hükümetin kışkırttığı grev ya da başka tür eylemler olamaz mı? Ya da gerici bir parti işçiler üstündeki etkinliğini (varsa) kullanarak işçileri kendi gerici amaçlarına alet edemez mi? Elbette böyle bir varsayım teorik olarak reddedilemez. Dahası, sınıflar mücadelesi tarihinde pek çok örnekleri de vardır bunun. Ama işçileri eyleme çekme yöntemiyle rakipleriyle hesaplaşma yolu, burjuvazi için hiç de sık kullanılan bir yol olmadı. Tersine çok özel tarihsel koşullarda ve burjuvazinin kendisini yeterince güçlü, işçi sınıfı üstündeki etkisinden çok emin olduğu koşullarda başvurduğu istisnai bir yöntem olmuştur. Çünkü grevler sadece günlük mücadelenin basit bir aracı değil, sınıfın burjuvaziye karşı savaşmayı öğrendikleri savaş okullarıdır.
Peki, DÇ grevini burjuvazinin hiç değilse bir kesiminin kendi lehine kullandığı gerçek değil midir? Elbette bu tür bir durum söz konusu olabilir. Hatta her önemli grevde böyle bir durum olur. Grevde olan A fabrikasının pazar payını grevden yararlanan B fabrikası kapabilir. Söylediklerimizin daha iyi anlaşılabilmesi için, grev öncesi ve sonrası duruma kısaca bir göz atmakta yarar olacaktır: Grevden aylarca önce, daha TİS görüşmelerinde anlaşmazlık çıkacağı anlaşılır anlaşılmaz, hükümet önce çelik ithalatının gümrük vergilerini azalttı, sonra da sıfıra indirerek ithalatçılara ton başına 130 dolar sübvansiyon sağladı. Aynı günlerde özel sektörün elinde 3 milyon ton stok vardı. Ek olarak da ülkedeki sanayinin büyüme hızı % 0’dı. İthalatı serbest bırakan hükümetin esas amacı “ne kadar grev yapsalar da” çelik sıkıntısı olmayacağı intibaını yaratarak greve gidilmesini önlemekti. Onun için de alınan grev kararını iki ay süreyle erteledi. Grevin başlamasıyla birlikte hükümetin tutumu değişip ekonomik olmaktan çok, ideolojik olmaya başlamıştır. KİT’ler için bu yıl belirlenen %141 tavanını deldirmemeye çalışırken, MESS’le işbirliği içinde, herhangi bir anlaşmaya varmadan grevi kırabilmek için her yolu kullanmıştır. Örneğin, Çelik-İş’in toplam zam istemi 550 milyar TL iken, hükümet resmi açıklamalara göre günde 10 milyardan 137 x 10 = 1 trilyon 370 milyar liralık kaybı göze almıştır. Çünkü işçilerin burnunu sürtmek, mücadeleyle hak alınamayacağını göstermek, tek yol olarak hükümet ve patron ne verirse ona razı olmanın yolunu açmak hiçbir miktar parayla ölçülemezdi. Hükümete göre; stokları vardı, döviz de vardı, dahası, DÇ işçisi, tarihinde grev diye bir şey bilmeyen bir işçiydi. Öyleyse, son yıllarda yemniden yükselme sürecine giren sınıf hareketine bu taraftan iyi bir tokat atılabilirdi. 24 bin isçiyi 137 gün süreyle, aileleriyle birlikte açlığa ve sefalete itmenin nedeni buydu. Elbette grev başlayınca, 400 bin TL olan pikin birden 700 bin TL’ye yükselmesi stokçuları sevindirmiştir; çelik ithal eden şirketler servetlerine servet katmak için değerli bir fırsat yakalamışlardır; öte yandan Demirel, Özal’ın acımasız emekçi düşmanı kişiliğini teşhir etmek için yeni bir olanak yakalanmıştır. Ama grev bunların hiçbirisi için olmamıştır. Grev, işçilerin daha iyi çalışma ve yaşama koşulları için, sendika ağalarını zorlayarak, büyük bir fedakârlık ve kararlılıkla sürdürdükleri bir eylemdi. Eğer bundan burjuvazinin bazı kesimleri yararlandıysa, bu, grevci işçilerin suçu değildir. Greve önderlik eden sendikacıların niteliklerinden, sınıf hareketi ile sosyalist hareketin henüz birleşememiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Grev sürecine bir bütün olarak bakıldığında; ülkemiz işçi sınıfı mücadelesinin olumlu ve olumsuz pek çok özelliğini bir arada görmek olanaklı oluyor: Her şeyden önce Karabük DÇ 1937’de kurulmuş, Türkiye’nin en eski ve en büyük sanayi kuruluşuydu. Ama orada çalışan işçiler, köy ve toprakla bağlarını uzun sure korumuştu. İşçilik, ücretini kendileri için fazladan bir gelir gibi görüyorlardı. İSDEMİR ise, kadrosunun çoğu yetenek ve ihtiyaca göre değil de çeşitli burjuva partilerinin torpiliyle ve çoğunlukla da o partilerin yandaşlarıyla doldurulmuştu. Ek olarak, nispeten kısa bir geçmişi vardı ve azımsanmayacak sayıda, köylülükle bağını koparmamış işçi barındırıyordu. Bu iki işletmenin ortak özellikleri ise, bütün tarihlerinde bir günlük bir uyarı grevi dışında bir eylem olmamasıydı.
12 Eylül sonrasında, enflasyona eşlik eden baskı ve sömürünün artırılması, işçi haklarının gasp edilerek mücadelenin yasal yollarının kapatılması sonucu ne Karabük isçisinin evinde oturma ayrıcalığı, ne de İSDEMİR işçisinin şu ya da bu burjuva partisinin adamı olma ayrıcalığı işe yaradı, Açlık ve sefalete ilişkin DC isçisinin önünde direnmekten başka bir seçenek yoktu ve onlar da kendilerine yakışanı yaptılar. Ne sendikadan, ne Türk-İş, ne de başka çevrelerden hiç bir ciddi maddi destek görmeden, 24 bin işçi ve ailesinin kararlılıkla direnmesi elbette küçümsenemeyecek bir başarıdır ve demir-çelik işçisinin sınıf içinde layık olduğu yeri almaya başladığının bir göstergesidir.
Öte yandan işçiler sadece hükümet ve MESS’in değil, sendika ağalarının da direncini kırmakla karşı karşıya kaldılar, özellikle Çelik-İş’in İskenderun Şubesi’ne kümelenmiş olan eski MSP ve MHP yanlıları hem grev öncesi hem de grev sırasında işçileri direnişten vazgeçirmek için her yolu denediler. Sonunda da Genel Başkanlarını bile atlatarak (gerçi bu olayda genel başkanın içinde olduğu bir entrikanın kokusu da yok değil), yetkisiz oldukları halde toplu sözleşmeyi imzalayarak grevi durdurmaya ne kadar meraklı olduklarını gösterdiler. Sendikacılar grev boyunca işçileri birbirleriyle siyaset ya da grev üzerinde tartışmamayı, yasalar dışına çıkmamayı öğütlediler. Oysa işçilerin grev ve sınıfın öteki sorunları üstüne burjuva partilerinin tutumlarını, sendikanın İskenderun Şubesi’nin duvarındaki Fatih resmi ve Dokuz Işık Doktrini’nin bu grev mücadelesinde kendilerine nasıl bir yol göstericilik yaptığını tartışmaya her şeyden çok ihtiyaçları vardır. Çünkü belki bugün grev bitti ama mücadele bitmedi, tersine o her gün, her an sürecek ve bu uzun grevden sonra DÇ işçisi sınıfın sorunlarını daha çok etinde kemiğinde duyacaktır.
Burada, bu grevde görülen, ülkemiz sendikacılık hareketinin eski bir yarasına da değinmeden geçemeyeceğiz; Yasalcılık fetişizmi! Yani yasallığa tapınma. Yasaları da egemen sınıf temsilcileri yaptığı için, yasalar emekçilere ya bütün eylem alanını kapatır ya da bir eylem alanı veriyormuş gibi görünür, ama onu da olanaksız kılar. Nitekim bu 137 gün boyunca o hükümet yanlısı sendikalar bile bir miting izni alamamışlardır. Hal böyle olunca da greve giren işçi tam bir eylemsizliğin içine itilmekte, dahası grev eyleminin kamuoyunu etkileyeceği değişik eylem biçimleri (gösteri, miting, semt ve kahve toplantılar, bildiri vb, seminerler, sanat ve kültür etkinlikleri vb. vb.) ya hiç önemsenmez ya da hükümet izni vermeyeceği için yapılmaz. Oysa bir grev ve direnişte, elbette yasal haklar sonuna kadar kullanılmalı, ama eylemin ihtiyaçları yasal sınırlan zorluyorsa, “aman yasa dışına düşeriz” korkusuna kapılmak da yersizdir.
Grev sonunda, yasalcılığa pek önem veren sendika ağalarının bir bölümüyle, hükümetin yasalara aykırı, yasal bakımdan geçerliliği olmayan bir toplu sözleşme imzaladıklarını (işlerine gelirse yasal olup olmadığına hiç bakmıyorlar demek ki) herkes biliyor. Özellikle hükümet çevreleri, bu sözleşmenin yüksek ücret verdiği propagandasını yaydı. Sendikacılar da, altına imza attıklarına göre onlar da verileni yeterince yüksek bulmuş olmalı. Bilindiği gibi, isçileri ortak istemi, 1 ton çelik karşılığı TL idi. Bugün 1 ton çelik 1.5 milyona doğru yaklaşırken “iyi ücret” sadece 550 bin TL’dir. Bizim gibi enflasyonun % 100’lere doğru seyrettiği ülkelerde rakamlar çoğu zaman aldatıcıdır. Bu yüzden de işçilerin hangi çizgiye gerilediğini görmek için İSDEMİR işçilerinin 1980 ve bugününü karşılaştıralım. İşçilerin söylediklerine göre, 1980’de bir işçi bir aylık ücreti ile 1 ton çelik ya da 55 gram altın alabilirmiş. Bugün altının gramı 25 bin TL civarında olduğuna göre, işçinin 1980’deki gelir düzeyine ulaşabilmesi için bugün 25000 x 55 = 1 milyon 375 bin TL almalıdır. Kaldı ki isçi bugün bu ücreti alsa bile bir aya kalmadan ücreti %5-10 enflasyon tarafından kemirilecek, burjuvazi kaşıkla verdiğini kepçe ile almanın yolunu bulacaktır. Üretimin kar esasına göre düzenlendiği, yaşamı sömürüyü zorunlu kılan ekonomilerde, işçilerin ücretlerini artırarak sömürüden kurtulamayacağı ortadadır. Bu, DÇ işçileri için de geçerli. Ama DÇ isçileri 137 günlük kararlı direnişleriyle, işçilerin mücadele için istek ve kararlılığını ortaya koydular. Hem geçmiş deneyimleri, hem de bundan sonraki mücadeleleri, onları sömürüsüz bir toplum için mücadele etmeden, sömürüden kurtulamayacaklarına daha çok inandıracaktır.

Ekim 1989

Kapitalizmin Onulmaz Hastalığı İşsizlik ve İşten Atmalar

Çeşitli nedenlerle işten atılan işçilerin sayısı hızla artıyor. Son 8 ayda işten çıkarılanların sayısı 100 bine ulaştı. (Basın).
İşçiler burjuvazinin bu operasyonu karşısında sessiz kalmıyor, direniyorlar. İşten atmaların tek nedeni ekonomik zorunluluklar değil, işçilerin sendikasızlaştırılması ve uysal köleler haline getirilme çabası son zamanlardaki işten atmalarda belirleyici bir yer tutuyor. Patronlar yasal haklarını kullanmak isteyen işçileri işten atmakla cezalandırıyorlar. Kısıtlı da olsa yasalarda belirtilen sendikal haklarım kullanmak isteyen işçiler patronların öfke ve gazabını üstlerine çekiyorlar. Burjuvazi, kısıtlı sendikal hakların bile kullanılmasına tahammül edemiyor, sendikal çalışma yürüten işçileri hiç tereddüt süneden insafsızca sokağa terk ediyor. Böylece, henüz atılmayan isçilere de gözdağı vermek istiyor.
İşçi sınıfı artık baskılar karşısında boyun eğmiyor. Kendiliğinden ya da yer yer sınıf bilinçli işçilerin öncülüğünde örgütlü biçimlerde patronların saldırısına karşı koyuyor, yılmıyor, mücadeleyi kararlı bir şekilde sürdürüyor. İşten atılan işçileri sınıf kardeşleri destekliyor, onları yalnız bırakmıyor, sahip çıkıyorlar. Bu da işçi sınıfının burjuvazi karşısında direnme gücünü artırıyor, daha ileri atılımlar için sağlam bir temel oluşturuyor. İşçi sınıfı kendi gücüne güvenmenin bilincini kendi deneyleriyle pekiştiriyor.
Nerede bir işten atılma olursa, Orada İşçilerin sımsıkı kenetlenmesini, direnişini, patronun bu intikam saldırısına eylemlerle yanıt verildiğini görüyoruz. İşçiler patronun saldırıları karşısında mücadeleden vazgeçmek bir yana, baskılara daha da bilenmiş olarak karşı koyuyorlar.
Kuşkusuz işten atmalar yalnızca cezalandırmak amacıyla olmuyor. Enflasyon gibi, yoksulluk ve sefalet gibi, açlık gibi, hastalık, fuhuş gibi işten atmalar ve işsizlik de kapitalizmin yol arkadaşıdır. Kapitalizm var olduğu sürece bunlar da var olacaklardır. İşsizlik kapitalizmin ekonomik yasalarının zorunlu bir sonucudur. Kapitalistler artı-değeri artırmak için makineleşmek ve yeni üretim yöntemleri geliştirmek yoluyla işgücü maliyetini en aza indirgemeye çalışırlar. Bunun sonucunda herek sermaye, ek sermayenin her parçası üreticilerin bir kısmını tasfiyeye uğratmaya, yedek sanayi ordusuna katmaya iteler. Bu kapitalist birikimin genel bir yasasıdır. Bu yasa kapitalizmin, ancak, bir yandan işsizler ordusunu çoğaltmak, öte yandan sanayi kurbanlarının sayışım artırmak yoluyla gelişebileceğini gösterir.
Kapitalist sistemin gelişimi tarafından yaratılan işsizlik yaşam koşullarının en dramatik görüntülerinden biridir. İşçi sürekli olarak işini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sokağa atılan işçi artık işgücünü satamadığından bizzat kendi varlığının, çocuklarının ve ailesinin yaşamının tehdit altında kaldığını görür. Makineleşme sonuç olarak belli sayıda işçinin üretim dışı olmasına yol açar. Bu durum bir kısım işçilerin, sermaye birikiminin ihtiyaçları karsısında fazlalık haline geldiğini gösterir. Bu sayede bir yedek sanayi ordusu oluşur.
İşsizlik oranı kapitalizmin bunalımının derinleşmesine ballı olarak daha da yoğunlaşmaktadır. İşsizlik sürekli olarak nüfusun önemli bir bölümünü etkilemektedir. İşsizlerin varlığı patronlar elinde ücretlerin düşük tutulması ve diğer sosyal hakların kısıtlanması için bir “koz” oluşturmaktadır. Belli bir ücret düzeyinde çalışmaya hazır binlerce işsizin olması, kapitalist patrona, o düzeyde bir ücretten daha fazlasını isteyen işçiye, “işine gelirse çalış, gelmezse defol” deme olanağını vermektedir. Nasıl olsa aynı ücrete rıza gösterecek çok sayıda işsiz dışarıda beklemektedir.
Kapitalistler arası rekabet de işten atmalara neden olmaktadır. Bir kapitalist metaı daha ucuza satarak, rakiplerini saf dışı eder ve onların pazarlarından hiç değilse bir kısmını ellerinden alır. Metaın daha ucuza mal edilmesinin bir yolu da yeni üretim araçlarının kullanılmasıdır. Makineler yeni uygulandıkları yerlerde kol işçilerini yığın yığın sokağa döker, üretim araçlarının geliştirildikleri, yetkinleştirildikleri ve yerlerine daha üretken makinelerin konulduğu yerlerde işçiler daha küçük yığınlar halinde işlerinden olurlar. Bu, kapitalistlerin kendi aralarındaki sanayi savaşının bir sonucudur. Bu savaşın şöyle bir özelliği vardır:
Bu savaşta çarpışmalar, işçi ordusunun askere alınmasından çok, terhis edilmesiyle kazanılır. Generaller, yani kapitalistler, kim daha çok sanayi erine yol verecek diye aralarında yarışırlar.
Öte yandan, tonlumun “üst katmanlarından da işçi sınıfına katılmalar olur. Kollarını işçilerin kolları yanında kaldırmaktan başka çareleri olmayan bir küçük sanayiciler ve küçük rantiyeler (üretmeden tüketim yapanlar, asalaklar, faizciler -ÖD) işçi sınıfı saflarına fırlatılıp atılırlar. Böylece iş istemek üzere havaya kalkan kolların meydana getirdiği orman gittikçe sıklaşırken, kolların kendileri gittikçe cılızlaşır.” (Marx).
“Besbelli ki, küçük sanayici ilk konularından biri gittikçe daha büyük ölçekte üretmek, yani küçük bir sanayici değil, tam tersine büyük sanayici olmak olan bir savaşta, fazla dayanamaz.” (Marx).
Sermaye faizlerinin azalmasına bağlı olarak küçük rantiyenin aldığı faizle yaşayamaz olduğu, onun da sanayiye atılması ve böylece de işçi sınıfı adaylarının saflarını kabartması muhakkaktır.
İşçinin acemi olması bazı durumlarda patronlar açısından tercih nedeni olabilmekte, bu da artık “acemi” olmaktan çıkmış işçilerin sık sık üretim dışı bırakılmasıyla sonuçlanmaktadır. Bunun nedeni “acemi” işçinin birtakım haklarının, kötü koşullarda patrona karşı nasıl tavır alacağının henüz bilincine varamamış olmasıdır.     Bu durumdaki işçiye kolay diş geçirebileceğini hesaplayan kapitalist patron, iki-üç aylık işçileri bile kapı dışarı ederek yerlerine yenilerini alma yoluna gitmektedir.

İşkolu                İşçi Sayısı
Tarım İşkolu            1200
Madencilik            350
Petrol-Kimya-Lastik        5400
Gıda                1100
Tekstil                19500
Ağaç                1000
Kağıt-Toprak-Çimento    1700
Metal                15000
Gemi                100
Tic. Büro-Güzel San        600
Haberleşme            1244
Konaklama-Eğlence        1.000
Milli Savunma            100
Genel İşler            8600
Geçici İşçiler            25000
TOPLAM            81894
(Son 8 ayda işçi çıkarımının yapıldığı işkolları ve atılan işçi sayısı –Kaynak: Basın)

Patronun Gazabı, İşçilerin Protestosu: Kapitalist patronlar, işçilerin gelişen direnişini ve sendikal haklarını kullanmasını baltalamak için başta mücadeleci işçiler olmak üzere her seferinde çok sayıda işçiyi işten atmakta, buna karşı işçiler dayanışmalarını ve örgütlülüklerini geliştirmeyi öne çıkarmaktadırlar. Patronların işten atmaları, diğer baskı ve saldırıları işçiler tarafından kesinlikle cevapsın bırakılmaktadır, işte bunlardan bazı örnekler;
Yükseller Deri: Kazlıçeşme’de Yükseller Deri fabrikasında patron 6 işçiyi işten çıkardı. Bunun üzerine Deri-İş Sendikası’nın Kazlıçeşme şubesinde örgütlü bulunan işçiler, yemek boykotu yaparak üretimi durdurup atılan arkadaşlarının geri alınmasını istediler. Patron, işçilerin birliği ve kararlılığı karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Sonuçta atılan 6 işçi geri alındı.
Pancar Motor: Bayrampaşa’da Pancar Motor fabrikasında çalışan 3 işçinin işten atılması da işçilerin yoğun protestosuyla karşılandı. 3 işçinin işten atıldığının bildirilmesinin ardından işçiler eyleme geçtiler. İşten atılan arkadaşlarını ortalarına alan işçiler, 18 Ağustos’ta fabrikaya topluca giriş yaptılar. İşçiler eylemlerine yemek boykotu yaparak devam ettiler ve daha sonra topluca yolu kapattılar. Gelişen eylem ve direniş, 3 işçinin geri alındığının açıklanmasına kadar sürdürüldü.
Beko-Teknik: 2000 işçinin çalıştığı Koç’un Beko-Teknik fabrikasında işçiler yoğun baskı ve denetim altında tutuluyorlar. İşçilerin her hareketi izlenmekte ve denetlenmektedir. Bant sistemiyle çalıştırılan işçiler, zorunlu olarak mesainin de süreklileştirilmesi üzerine “artık yeter” diyerek harekete geçtiler. 30-40 kadar işçi topluca Türk-Metal’e giderek durumu üyesi bulundukları bu sendikaya bildirdiler. Bundan böyle zorunlu mesaiye kalmayacaklarını, o günden itibaren bu kararlarını uygulayacaklarını söylediler. Sendikanın aybaşına kadar bekleyin gibi oyalayıcı öneriler dışında somut bir tavır içine girmemesi, işçilerin Türk-Metal’in niteliği konusundaki mevcut düşüncelerini pekiştirdi. Türk Metal işçilerin sorunlarına sahip çıkmadığı gibi, üstelik bir de sendika binasına gelen işçilerin isimlerini almaya kalktı. Öfkelenen işçiler, sendika temsilcilerinden hesap sordular. İşçiler daha sonra zorunlu mesaiye kalmamaya başladılar.
Bu eylem diğer işçiler arasında sempatiyle karşılandı. Ancak bu arada 5 işçi işten atıldı. İşçiler, atılan arkadaşlarının geri alınması mücadelesini işyerinde işyeri komitesi oluşturma çabalarıyla birlikte yürütüyorlar. Henüz atılan işçiler geri alınamadıysa da gerçekleştirilen birlik ve dayanışma sonucunda zorunlu mesai uygulamasından vazgeçildi. Mesaiye kalma konusunda artık işçilerin görüşü alınıyor.
İşçiler yalnızca patrona karşı değil, aynı zamanda işçilere karşı patronun sadık bekçileri olarak davranan Türk Metal’in faşist yöneticilerini de hedef alan mücadelelerini sürdürüyorlar.
Beta: Patronun sendika korkusundan tir tir titrediği yerlerden birisi de İstanbul Merter’de kurulu bulunan Beta Espadrille ayakkabı fabrikası. İşçilerin sendika hakkını kullanma ve işyerinde sendikalaşma çabaları Beta patronunu telaşa düşürdü. Deri-İş’in yetki başvurusuna cevap verilmesine az bir zaman kala sendika çalışmaları nedeniyle 8 işçi işten atıldı. Diğer işçilere de yeni koşullar dayatıldı. Patron sendikalaşmayı önlemek için işçileri 9’ardan 5 parçaya bölmüş, güya her bir bölümü yeni işverenlere (siz işyerindeki patronun adamı olan eski ustabaşlarına anlayın) devrederek kendisi aradan çekilmişti, işçilere ya yeni “işverenlerle sözleşme yaparsınız, ya da işi bırakırsınız” deniliyordu. İşçiler bu oyuna gelmediler. Yeni “işveren”i muhatap görmedikleri gibi işten atılan arkadaşlarının geri alınması, birikmiş haklarının verilmesi için önceleri her gün dışarıda toplanarak, daha sonra da içerde bekleyip çalışmama biçimindeki işbaşı yapmama direnişlerini sürdürdüler. Bu gelişmeler üzerine patron 55’i sendikalı toplam 80 kadar işçinin iş akdini feshettiğini bildirdi.
İsçiler patronun bu operasyonuna çeşitli eylemlerle karşılık verdiler. Toplu yürüyüşler ve siyah çelenk eyleminin yanı sıra, bir günlük açlık grevi yapan işçiler gelişmeleri yakından izleyen Merter işçileri arasında kendilerine sıcak ve yakın bir destek buldular. İşçiler fabrika önünde durmayı bile “anarşistlik” sayan patronla işbirliği halindeki polisleri de bir basın toplantısı yaparak teşhir ettiler.
Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı Hastanesi: Yöneticiliğini Mehmet Haberal (Prof. Dr.)’ın yaptığı Organ Nakli Hastanesi’nde de sağlık emekçileri bir süreden beri işyerine sendika getirme uğraşı içindeydiler. Bu çalışmaları sonucunda işçiler sendikalı olmayı başardılar. Ne var ki işveren durumu öğrenir öğrenmez ilk olarak sendikal hakları kullanmakta aktif davranan dört hemşireyi Ankara’dan İstanbul’a sürgün etti. Üstelik ellerine hiçbir belge vermeden, tamamen “şifahi” olarak. İstanbul’a gelen dört hemşire günlerce işverenin vaat ettiği halde parasını ödemediği otellerde “süründüler”. Bu sürede hemşirelere herhangi bir harcırah ya da izinli sayıldıkları süre için ödemede bulunulmadı. Aslında bu hemşirelere yönelik baskılar onların boyun eğmeyen tutumları nedeniyle çok daha önceleri Ankara’da başlatılmıştı. Hastane yetkilileri, bu hemşirelere olmadık hakaretleri yağdırıyor, o bölüm senin bu servis benim fellik fellik dolaştırıyor, durmadan görev düzeylerini düşürüyor, sürekli fazla nöbete kalmaya zorluyorlardı. Ancak işverenin bu çabalan hemşireleri onurlu mücadelelerinden vazgeçirmeye yetmiyordu.
Organ Nakli Hastanesi patronu sağlık emekçilerinin mücadeleci bir yöneliş içinde sendikalaşmasını sindiremedi. Hemşirelere yaptıklarından sonra bu kez önce 30, sonra 10 emekçiyi işten atarak toplam 40 sendika üyesi sağlık emekçisinden intikam almak ve bu arada sendikayı yetkisiz kılmak istedi. Ancak, Organ Nakli Hastanesi’nin Ankara’daki merkezinden başka İstanbul şubesindeki sağlık emekçilerinin kararlı mücadelesi devam ediyor. Emekçiler İstanbul ve Ankara’daki hastaneler önünde toplanarak işverenin isçi ve sendika düşmanı tutumunu, baskı ve işten atmaları protesto doğrultusundaki mücadelelerini sürdürüyorlar.
Netaş: Türkiye’de 12 Eylül sonrasının 3000’e yakın işçinin katılımıyla yapılan ilk büyük grevi. Bu grev, 3 aydan fazla sürmüş, günlerce kamuoyunun ilgi odağında kalmış, faşist cuntanın baskılarına karsı emekçi direnişinin adeta simgesi haline gelmişti. Gerçekten bu grevle kısıtlı yasaklı aslında grevden tamamen caydırmaya yönelik yasalar korkuluk işlevini yitirmişti. Netaş işçileri coşkulu ve kararlı bir direniş örneği vererek günlerce soğuk, kar, kış, açlık demeden direnmişti. Bu nitelikleriyle demokrasi aşığı insanların gönlünde Netaş grevi ışıklı, aydınlık bir ufkun açılışı olmuştu. Aynı zamanda bu grev burjuvazinin paslı silahı baskı ve yasak politikasının iflası demekti. Artık işçilerin önü Netaş’la, daha bir açılmış, yıllardır devam eden baskı ve zulmün yol açtığı öfke ve mücadele özlemi kendisine uygun bir çıkış kanalı bulmuştu. Yasalar, baskı önlemleri ne kadar kısıtlayıcı ve ağır olursa olsun, işçi ve emekçi kitleleri gasp edilmiş haklarını geri almak için patlayan bir sel gibi harekete geçeceklerdi. Ama bir yanda burjuvazi ve siyasi iktidar da bu tehlikeyi görmekte geç kalmamışlar, var güçleriyle Netaş işçilerinden intikam almaya soyunmuşlardı. Yönetimi reformist ve sonuna kadar işçi düşmanı yasalara sadık da olsa tabanında faşizme karşı hınçla dolu mücadeleci işçilerin yoğunlukta olması, Otomobil-İş’i, patronun ve gericiliğin gözünde yıkılması gereken bir çatı durumuna getiriyordu. Nitekim grevden sonra yavaş yavaş “tensikat”lar uygulanmaya başlandı. Amaç en başta mücadeleci işçilerin giderek de sendikanın yetkiden düşürülmesi için yeterli sayıdaki işçinin atılması yoluyla sendikanın çökertilmesiydi.
Bu sendika ve Netaş direnişi isçilere “kötü örnek” olmuştu ve mutlaka cezasını çekmeliydi.
Netas’ta bir süre sonra binleri bulan sayılarda işçi işten atıldı ve sendikanın “çökertilmesine” yönelik saldırılar zinciri hedefine ulaştırıldı. Atılan işçilere ise ne doğru dürüst tazminatları verildi, ne de diğer hakları. Tabii bu sonucun ortaya çıkmasında Netas’a yönelik desteğin özellikle isçi sınıfı saflarında yetersiz olmasının rolü vardı, isçilerin önemli bir bölümü sendikasız kalmalarına karşın çeşitli vesilelerle eylem ve direnişlerini sürdürdüler. Patronun bir oyunuyla zaten çok düşük olan kıdem tazminatlarının ancak yarısını alan işçilerin gasp edilen bu haklarını alma mücadelesi ise zaaflı bir biçimde sürüyor. Patron işten çıkarma zamanını, olduğundan erken göstererek işçilere tazminat ödemesi gereken miktarın yarısını ödemiştir.
Dokusan: Patronun işten atmaya doymadığı yerlerden biri de Dokusan. Son yularda gruplar halinde çok sayıda işçiye yol veren Dokusan işvereni üretim dışı bıraktığı işçilere diğer hakların yanı sıra tazminatlarını da ödemiyordu. İşçiler aylarca avukat ve mahkeme peşinde koşturmak zorunda bırakılmışlardı. Bu defa Dokusan’da 850 işçi birden işten atıldı. Buna karşılık işçiler aktif kitle mücadelesine sarıldılar. Topluca fabrika önüne giderek haklarını talep ettiler ve günlerce bunu sürdürdüler. İşverenin oyalayıcı tavırlarından sonuç alamayan işçiler hep birlikte E-5 karayolunu trafiğe kapattılar. Çevik kuvvet polisine direnen işçiler aralarından alınmak istenen bir arkadaşlarını polise vermediler. Teksife üye olan işçiler sendikadan bol bol nasihat dinlediler. Sendikanın işçilerin sorunlarına sahip çıkmadığı varken bir de onları terslemesi dikkat çekiciydi.
Printeks: Merter’deki Printeks konfeksiyon fabrikası da çok sayıda işçinin atılmasına sahne oldu geçtiğimiz günlerde, önceleri işçi fazlalığı var, daha sonra ise randıman düşürüldü gerekçesiyle işten atılan 30 dolayındaki işçinin arasında Bulgaristan’dan gelen göçmenler de var. Kazlıçeşme deri fabrikalarında ve daha birçok işyerinde düşük ücretle işçi çalıştırmada bir “koz” olarak kullanılan Bulgaristan göçmenlerinden bazıları bu kez yerli soydaşları gibi patronun hışmına uğramışlar, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Göçmen işçiler bir işte çalışmanın, Türkiye’de kumar oynamaktan farksız olduğunu söylüyorlardı. İşin ne zaman kaybedileceği hiç belli olmuyordu.
Printeks işçileri yaptıkları basın toplantısının ardından “işçi kıyımına son”, “işçi hakları engellenemez” gibi sloganları güçlü ve coşkulu biçimde atarak dağıldılar, işçilerin bu eylemi çevrede bulunan diğer işçilerin yoğun ilgisi ve sempatisiyle karşılandı. Bu eylem de benzerleri gibi mücadelenin gelişme ve yaygınlaşmasına olumlu bir etkide bulundu.
Hacıbekir Lokum ve Ali Muhiddin Şekercilik: Aynı işverene bağlı olan Hacıbekir Lokum ve Ali Muhiddin Şekercilik işyerlerinde de işten atılmalar yoğun biçimde yaşandı. Toplu sözleşme görüşmelerinde somut bir öneri getirmeyen, sendikanın önerilerine de hiçbir cevap vermeyen işveren, uyuşmazlık sonuçlanma safhasında imalathane ve satış bölümlerinden her iki işyerinde 17. maddeye göre toplam 73 işçi birden işten çıkarıldı. Üretim ve satış bölümlerindeki işçiler atılanlarla tam bir dayanışma göstererek toplu eylemler yaptılar. Bu eylemlerde 50 işçi gözaltına alındı. Ancak, bu baskı ve saldırılar işçilerin birlik ve dayanışmasını daha da güçlendirmelerine yol açtı.
Has Deri, Erciyes Deri Balkan Deri, BTB Mozaik: Kazlıçeşme’de patron, sendika üyesi olmaktan vazgeçmediği için önce 30 işçiyi işten attı. Arkasından onları destekleyerek işbaşı yapmayan kalan 25 işçi de atıldı. Son 25 işçi atılmayı göze alarak arkadaşlarıyla sınıf dayanışması gösterdiler. Atılmaların ve patronun işyerini kapattığını açıklamasının ardından işçiler Kazlıçeşme Deri-İş şubesi yöneticilerinin katılımıyla yaptıkları bir durum değerlendirmesinde, atılmaların mücadeleyi durdurmaya yetmeyeceğini aksine burjuvaziye karşı verdikleri mücadeleyi daha örgütlü biçimlerde sürdüreceklerini bildirdiler.
BTB Mozaik fabrikasında üç işçi işten atıldı. İşçilerden birisi dört gün süren açlık greviyle işvereni protesto etti. Bu işçinin açlık direnişi yaygın destek gördü ve çevredeki işçilerin aktif katılımıyla bir gösteriye dönüştü.
Ayrıca, Sefaköy’de Erciyes Deri ve Kazlıçeşme’de Balkan Deri’de toplam 12 kadar işçinin iş akitleri feshedildi.
Bunlardan başka Migros’ta 5, PTT’de 1230 ve Güngören’de Çağdaş Boya Sanayisi’nde 12 işçi işten atıldı. Bu işyerlerinde yapılan işçi çıkarmaları da grev, iş bırakma ve diğer eylem biçimleriyle protesto edildi.

Ekim 1989

Türk-İş İlkeleri ve Sınıf Sendikacılığı

Sendikaların işçi sınıfının en geniş örgütleri olarak tarih sahnesine çıktığından bugüne, burjuvazinin başlıca çabalarından birisi sendikaları kendi düzeninin sınırları içinde bir mücadele ile sınırlamak olmuştur. Hele, 1870’lerden sonra, işçi sınıfı içinde Marksizm’in egemen dünya görüşü durumuna gelmesiyle, sendikaların sınıfın bir örgütlenme ve direnme merkezlerine dönüşmesiyle birlikte, burjuvazinin sendikalara ilgisi daha da arttı. Ya sendikal faaliyeti yasalarla zapturapt altına almaya ya vahşi terörle dağıtmaya, ya da işçi aristokrasisine dayanarak sendikaları kendi politikasının bir aleti durumuna getirmeye çalıştı. Bugün Avrupa’daki sosyalist, sosyal demokrat ve sözde komünist partilere bağlı sendikalar ile geri kalmış ülkelerdeki revizyonist ve reformist sendikalar burjuvazinin bu dolaylı ve dolaysız çabalarının ürünüdür. Bizim ülkemizde de Türk-İş, bir yandan Türk burjuvazisinin en gerici kesimlerinin etkisinin, öte yandan da Avrupa ve Amerikan (daha az Avrupa, daha çok Amerika) sendikacılığının etkisinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Türk-İş’in hangi koşullarda çıktığı, izlediği politikaların sınıfsal içeriği, 1960’lı ve 1970’li yıllarda çok tartışıldı. Ne var ki, 12 Eylül’le başlayıp uzunca süren karanlık dönem ve bugünkü sendika hareketinin durumu, genelde ülkemiz işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunlarını, özelde ise Türk-İş ve izlediği politikaları yeniden tartışmayı zorunlu kılıyor. Özgürlük Dünyası, yayına başladığından beri, kendi yayın anlayışı çerçevesinde, ülkemiz işçi sınıfının sendikal hareketinin kimi sorunlarına ışık tutmaya çalıştı. Son bir kaç sayıdır da Türk-İş’in niteliği ve bugüne gelişini inceliyor. Ancak, bu yazının dergimizin Türk-İş incelemesi ile doğrudan bir bağlantısı yok. Sorunun ele alınışından da anlatacağı gibi, güncel ihtiyaçlardan doğan, bu yüzden de dikkatini daha çok bu yönde yoğunlaştıran bir yazıdır.
Türk-İş’te Ağalar Koltuk Telaşında
Bu yılın sonuna doğru yeni bir Türk-İş Genel Kurulu’na tanık olacağız. Sendikaların genel kurulları da ya yapıldı, ya da yapılıyor. İşte son anlarda, irili ufaklı Türk-İş ağalarının her vesile ile boy göstermeye çalışmasının nedeni de bu. Gerçi Türk-İş tabanında esen fırtına tepeyi sallayacak kadar güçlü değil ama ağaların kendi arasındaki koltuk kavgası bile onları yeterince heyecanlandırıyor. Dahası Türk-İş ve bağlı sendikaların kongreleri bile artık eskisi kadar tekin değil. En olmadık yerde ağaların yüreklerini ağızlarına getiren tutumlar ortaya çıkabiliyor. Bu durumda kendi aralarındaki “nöbet değişimi” bile bir risk taşıyor, öyle ya bir dahaki kongreye kim bilir neler olur? Gidip gelememek, gelip bulamamak var!
Türk-İş’in içinde yer alıp da bugüne kadar çeşitli sendikaların tepelerinde bulunan en sağdan en “sol” a kadar sendika ağalan, koltuk için birbirlerine ve izledikleri politikalara ne kadar saldırırsa saldırsınlar, Türk-İş’in 24 ilkesine dokunmamışlar, onları korumuşlardır. Bazen işlerine gelmediğinde, “partiler üstü”lükten şikâyet etmişlerse de, onu bile değiştirmek için bir çabaya girmemişlerdir. Oysa Türk-İş’i sınıf işbirlikçisi, düzen savunucusu yapan, şu ya da bu kişinin niyetinden öte, yönetimlerin bu ilkelere ballı olarak başa gelmiş ve bu ilkeleri yaşama geçirmiş olmalarıdır. Bu yüzdendir ki, Türk-İş’te bir ileri adım atmak isteyen, Türk-İş’i devrimci-demokrat ya da sınıf sendikacılığı çizgisine çekmek isteyen herkes, Türk-İş’in 24 ilkesini reddetmek ve yerine sınıf mücadeleci bir çizginin ilkelerin koymak zorundadır. Çünkü bir yerde ilke sorunu varsa, orada bir uzlaşma, ilkeleri sağa sola çekiştirerek yumuşatma diye bir sorun olamaz.
Bugüne kadar Türk-İş içindeki muhalefetler için “24 ilke” tabu olmuş, “ilkelerimiz iyidir ama uygulayanlar kötüydü” düşüncesi en radikal Türk-İş muhalefetlerine bile yol göstermiştir. Gerçekte ise tersi geçerlidir. Hepsinden kötü olan ilkelerdi. Çünkü ilkeler sınıf işbirlikçisi bir sendikal anlayışı temsil ediyorlardı. Bu ilkeleri en iyi uygulayan da, sınıf işbirliği politikasını en iyi uygulayanlar olurdu. Demirsoy’lar, Tunç’lar, Denizci’ler, Şide’ler, Yılmaz’lar gibi.
Yukarıdan beri söylemeye çalıştığımız nedenlerden dolayıdır ki, Türk-İş’te aşilin topuğu ya da yumuşak karın bu ünlü “24 İlke”dir. Tabulaştırıldığı için güçlü ve yıpranmamış gözükmektedir ama son derece çürük ve iyi teşhir edildiğinde herkesin anlayacağı kadar açıkça işçi sınıfı düşmanlığı formüle edilmiş belirlemelerdir.
“24 İlke”nin Bazıları
Türk-İş’in “24 İlke”sinden her biri, sınıf işbirliği abidesi gibidir. Ancak, biz bu yazının çerçevesi içinde bütün öteki ilkelere de yön veren birkaç tanesine değinerek, bu ilkelerin yol açtığı sendikacılık anlayışı ile sınıf sendikacılığı arasındaki farkı belirlemeye çalışacağız.
İlke: 1
Türk-İş, Türk milletinin ekonomik ve sosyal sorunlarını bir bütün olarak görür. Türkiye’nin hızlı, dengeli ve adil kalkınmasını işçilerin refah, huzur ve güvenliği için şart sayar…
İlke: 3
Anayasada öngörülen prensiplerin gerçekleşmesi için göstereceği çabaların yanı sıra, Anayasa dışı
sosyal ve ekonomik bir düzen kurulması, devletin şeklinin değiştirilmesi, Atatürk devrimlerinin ve demokrasinin tahribi amacına yönelen her türlü akıma karşı bütün gücüyle mücadele etmek, Türk-İş’in temel görevlerinin başında gelir. (Burada Anayasa-dışı akımdan kasıt, komünizm ve faşizmdir.)
İlke: 5
Türk-İş sınıf ayrılıklarının derinleşmesine ve sınıf çatışmalarına yol açabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı amaç alan ve sınıflar arasında denge, barış ve kaynaşma sağlayan bir politika izleyecektir.
İlke: 24
Türk işçisinin emeğini, ordumuzun gücü ile birleştirerek, yurt savunmasında öz kaynaklarımızın kullanılması ve savunma gücümüzün dış yardıma bağlı kalmadan yürütülebilmesi için, Türk-İş, ulusal harp sanayisinin kurulması yolunda gerekli bütün çabayı gösterecektir.
Yukarıdaki 4 temel ilkenin yön verdiği öteki ilkeler ise, ücret adaleti, sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, konut, işsizlik, yerli sermayenin yapabileceği işlerde, maden ve petrol alanında yabancı sermayenin sınırlanması, kredi ve vergi adaleti, işsizlik sigortasının kurulması ve ne idüğü belirsiz bir toprak reformu konusunda hükümetlerden ve siyasi partilerden istemde bulunmayı amaçlayan ilkelerdir.
Yukarıya aktardığımız ilkelerden ve Türk-İş’in bugüne kadarki tutumundan anlaşılabileceği gibi, Türk-İş, işçi sınıfının ayrı bir sınıf olarak varlığını bile dil ucuyla söylerken, “Türk milletinin ekonomik ve sosyal sorunlarını bir bütün olarak gören”, ancak CIA ve Mafya etkisiyle şekillenen Amerikan sendikacılığında görülebilecek bir anlayışı temsil etmektedir. Zaten ücret ve vergi adaleti, toprak reformu, vb. gibi reform istemlerinin gerekçesinde de sınıf ayrılığını azaltarak sınıf mücadelesini engelleme isteğinin yattığını Türk-İş açıkça söylemektedir.
Sözünü ettiğimiz ilkeler, Türk-İş’in kırk yıla yaklaşan pratiğine baktığımızda, Türk-İş ağalarının bu “24 İlke”yi hayata geçirmekte çok başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Ağalar bu başarılarını; 1) Grevlerden şiddetle kaçınarak, kaçınamadıkları bir-iki grevde ise grevi işe gitmemekle özdeşleştirerek sendikal mücadeleyi salt ekonomik mücadeleye indirgeyerek, 2) Ekonomik istemlerin yerine getirilmesiyle sınırlanan sendikal faaliyeti de, sendika ağaları, patronlar ve hükümetler arasında bir diplomatik faaliyete indirgeyip işçileri sendikal faaliyetin tümüyle dışına iterek başarmışlardır. Anti-demokratik sendika bürokrasisi, sendika ağalarının borularını kolayca öttürmesinde başlıca dayanakları olmuştur.
Kısaca söyleyecek olursak, bugüne kadar Türk-İş ağalarının ne işçi sınıfının sendikal birliğini sağlamak, ne sendikal özgürlükler önündeki engelleri kaldırmak, ne ülkenin demokratlaştırılması, ne de işçi sınıfının kapitalist sömürüden kurtarılması diye bir dertleri olmamıştır. Tersine, onlar her devirde düzenin baş savunucusu, istikrar ve güvenin koruyucusu, cuntaların ilk hazır ola geçicisi olarak övünmüşlerdir. Türk-İş’in ilkeleri de bunu gerektiriyor zaten.
Bütün bu söylenenlerden sonra şöyle bir sorunun akla gelmesi kaçınılmazdır: İşçi sınıfının çıkarlarını savunan bir sendika ya da sendikacılık hareketi hangi ilkeler üstünde yükselmelidir? Bu soruya kısaca, sınıf işbirliğini reddeden ve sınıf mücadeleci bir temeli benimseyen sendika ancak işçi sınıfının çıkarlarının savunucusu olabilir diye yanıt verilebilir. Ancak, sınıf mücadelesi gibi geniş kapsamlı bir kavramın, sendikalar alanında nasıl anlaşılması gerektiğini burada biraz açmak gerekecektir.
Sınıf Mücadeleci Bir Sendikacılık Çizgisi: Sınıf Sendikacılığı
Türk-İş ağaları, bugüne kadar Türk-İş’i partiler üstü, politika dışı tutmuş olmakla övünürler. Eğer bu söyledikleri gerçek olsaydı, yani gerçekten politika ve partiler dışı kalmış olsalardı, onları, saflıkla, bu tutumlarıyla işçi sınıfını burjuvazinin kendi sahasında mücadeleye sokmakla, ekonomizm vb. gibi “masum” sözcüklerle suçlayabilirdik. Ama gerçek daha vahimdir. Gerçekte, ne Türk-İş, ne de Türk-İş ağaları politikanın ve burjuva partilerinin dışında olmuşlardır. Tersine, her zaman boğazlarına kadar politikanın içinde olmuşlardır, örneğin, 1950’li yıllar boyunca Türk-İş’in sadece iki mitingi vardır; onlar da, Amerika’dan esen soğuk savaş rüzgârının etkisiyle yapılan “Komünizmi Tel’in” mitingleridir. 1960, 12 Mart ve 12 Eylül cuntalarının en hararetli destekleyicisi olarak cunta kabinelerine bakan vermek, 15-16 Haziran’da hükümeti ve sıkıyönetimi desteklemek, Kıbrıs’ın işgalini desteklemek, anti-emperyalist ve anti-Amerikan eylemleri terörizm olarak gösterip protesto etmek, ya da 1982 Anayasası’na utanmazca “evet” demek vb… politika değilse nedir? Ama Türk-İş ağaları “Biz sosyalist politikanın ve işçi sınıfı partisinin dışındayız” diyorlarsa, bunda doğru söylediklerine hiç kuşku duyulamaz.
Sınıflar mücadelesinin olduğu bir toplumda, (Türk-İş ağaları kabul etmese de sınıfların var olduğu her toplumda sınıf mücadelesi vardır) politikanın dışında olduğunu söylemek en hafif deyimiyle saçmadır. Burada önemli olan politika dışı olup olmamak değil, hangi politikanın içinde olunduğudur. İşçi sınıfı için doğru olan ise, onu nihai isteği olan sömürüşüz ve sınıfsız bir dünyaya götürecek olan kendi sınıf partisinin politikasının içinde olmaktır, öyleyse, işçi sınıfı sendikaları, sınıfın en geniş kesimlerini içinde barındıran, örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak bütün görevlerinin merkezine, Türk-İş gibi düzen ve istikrarı, sınıf barışını korumayı değil, kapitalist sömürü sistemini yıkarak sınıfsız topluma varmayı koyacaktır.
Sendikalar işçi sınıfının çeşitli türden örgütleri içinde en genişleri olarak, en geri kesimleri de dâhil bütün sınıfı içine almayı amaçlamalıdır. Bu da, herhangi bir biçimde işçileri içine almak değil, (örneğin işçi-işveren-devlet üçlüsünün ortak örgütlendiği faşist sendikalar –korparasyonlar- sınıfın hepsini içinde toplar. Ya da bugün bir yasayla bütün işçilerin Türk-İş’e üye olması zorunlu yapılsa bu her iki durumda da işçilerin ulusal çapta sendikal birliği sağlanmış olmaz) sınıfın nihai çıkarlarım savunma temelinde sınıfın birleştirilmesi ve mücadeleye çekilmesidir. Bundan anlaşılması gereken, dil, din, ulus, siyasal düşünce farkı gözetilmeksizin işçilerin sendikalar içinde örgütlenip kapitalizme karşı mücadeleye çekilmesidir.
Elbette, sınıfın birliğinden söz edildiğinde, sadece ulusal birlikten söz edilemez. Çünkü işçi sınıfının dünya görüşü ulusal dar görüşlülükle çelişir. O, bu konuda “Bütün Dünyanın İşçileri Birleşiniz” çağrısını yapan büyük öğretmeninin şaşmaz izleyicisidir ve kapitalizm uluslararası niteliğine karşı, onu yıkmak için işçi sınıfının da uluslararası birliğinin kaçınılmazlığındandır. Demek ki birlikten anlaşılması gereken, işçi sınıfının uluslararası çapta birleştirilip kapitalizme karşı mücadeleye çekilmesidir.
Bugün sendikal yaşama bakıldığında, işçileri sendikal mücadelenin dışına iten en önemli etkenlerden birisi de, sendika ağalarının koltuklarını korumak için sendika yasalarındaki ve sendika tüzüklerindeki anti-demokratik maddeler ile kendi yandaşlarından meydana gelen geniş bir sendika bürokrasisinin varlığıdır.
Gerek bu pratik, gerekse sınıf sendikacılığının yığınları mücadeleye çekme anlayışı, sendikalardaki her türden anti-demokratik uygulamaya son vermeyi amaçlar. İsteyen her işçinin sendikanın her kademesine gelebilme olanağının engellenmemesi, sınıf sendikacılığının sınıfa güveninin olduğu kadar, kendi demokrasi anlayışının da bir ifadesidir. Sınıf sendikalarında, çok teknik birkaç iş dışında bir sendika bürokrasisine yer olmayacağı ortadadır.
İşçi sınıfı sendikaları bağımsızlık Ve demokrasi cephesinin belkemiği olmak zorundadır. Bir yandan işçi sınıfının nihai isteği olan sınıfsız toplum yolunda, feodal kalıntıların ve emperyalizme bağımlılığın bir engel teşkil etmesi, öte yandan demokrasinin elde edilmesi mücadelesi içinde işçi sınıfının dostlarını ve düşmanlarını tanırken kendi önderlik yeteneklerini de geliştireceği, dahası toplumun bir ileri adımından nihai olarak yararlanacak olan sınıfın işçi sınıfı olacağı göz önüne alınırsa, işçi sınıfının bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin en önünde yer almaktan geri duramayacağı daha anlaşılır olur. Bu durum, bugün ülkemiz açısından daha da önem taşımaktadır. Gerçi Türk-İş bağımsızlıkla ilgili “yabancı sermayenin bazı alanlarda sınırlanması” ve Türk ordusunun ulusal kaynaklara dayanmasını istemek ve bir toprak reformu ile bağımsızlık ve demokrasiye ilişkin “görevlerini” savmaktadır, ama gerçekte sınıfın önündeki (bu alanda) görev o kadar basit değildir. Çünkü Türk-İş’e göre ülkede zaten demokrasi vardır. Daha fazla özgürlük isteyenler demokrasiyi yıkmak isteyen komünistlerdir, ülke zaten bağımsızdır, bağımsızlık diyenler de Amerikan düşmanı komünistlerdir. Oysa gerçekte, ülkede ne demokrasi vardır ne de bağımsızlık. Üstelik bugün, 1960-1970’li yıllar duyarlı anti-emperyalist ve demokratik çevreleri, son yıllardaki terör ve liberal cereyanın etkisiyle, “NATO ülkeleri kadar bir özgürlüğe” (burada NATO sözcüğü önemli, çünkü artık NATO’ya demokrasinin koruyucusu olarak bakılıyor) razıdırlar. “Bağımsızlık” sözcüğü ise artık bu çevrelerde küçümsenen bir sözcüktür. NATO’dan çıkmak, AET’ye girmeme ise artık “ilerici” çevrelerde pek sözü edilmeyen bir şey. Ülkemizdeki ulusal sorunun çözümünün de demokratlaşmanın vazgeçilmez bir koşulu olduğu en azından henüz demokrat çevrelerde anlaşılmıyor. Türk-İş ağalarından bunu beklemekse hepten hayal. Var olan somut koşullarda bugün ülkemizde radikal bir demokrasi ve bağımsızlıklar programım ancak işçi sınıfı savunabilir. Çünkü 1960-1970’li yılların radikal anti-emperyalist tutumunun tek gerçek mirasçısıdır. Çünkü topraktan ve sosyal yaşamdan feodal artıkların ve ortaçağ kurumlarının sökülüp atılması ve toplumsal gelişmenin önünün açılması ancak işçi sınıfının sınıf çıkarlarıyla tam bir uyum içindedir. Çünkü bugün, sadece işçi sınıfı bir ulusu ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağını anlayabilecek konumdadır.
Kısacası bugün, NATO’ya, AT’a “HAYIR” demeyen, öte yandan toplumu ortaçağ kurumlarından, toplumsal gelişmeyi önleyen yasalardan, topraktaki feodal kalıntılardan kurtarmayı amaçlamayan, Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını savunmayan bir sendika hareketi ne işçi sınıfının birliğini sağlayabilir, ne de kapitalizmi yıkmayı amaçlayan bir sınıf sendikacılığı hareketi yaratabilir.
Salt ekonomik mücadele ile sınırlanmayı eleştirmemize ve görevin merkezine kapitalizmi yıkma görevini koyarak sendika hareketinin yönünü sınıfsız topluma çevirmemize bakarak işçi sınıfının daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için verdiği mücadeleyi sınıf sendikacılığının küçümsediği ya da önemsiz gördüğü çıkarılmamalıdır. Tersine, yığınların harekele geçmesi, kapitalizme karşı mücadele için eğitilmesi, giderek sınıfın kendi güç ve yeteneklerini geliştirmesi ve nihayet daha sağlıklı ve eğitimli işçi kuşaklarının yetişmesi bakımından bu mücadelenin hayati önemi vardır. Bu alandaki mücadeleye sırt dönen bir sendika, sendika olma amacını yitirir dersek, bu alanın önemini yeterince ifade etmiş oluruz. Ama ekonomik mücadele, yürüyen siyasal mücadele ile birleşemezse, bugün olduğu gibi, burjuvazi bir eliyle verdiğini öbür eliyle geri alacaktır. Nitekim Türk-İş bugün ekonomik mücadeleye önem verdiğini ne kadar söylerse söylesin, yaptığı toplu sözleşmelerdeki zamlar birkaç ay sonra enflasyon tarafından tüketilmektedir. İşçilerin gerçek ücretlerindeki sürekli düşüşün başka bir anlamı yoktur.
“Sendika Ağalığı”nın Yıkılması İçin
İşçi sınıfımızın sendika ağalığına karşı yürüttüğü mücadelenin boyutlarını az çok bilenlerin tahmin edebileceği gibi, geniş işçi yığınları içinde sendika ağalarına duyulan tepkinin çok azı tepeye yansımaktadır. Bu yüzden de sendika ağalarını alaşağı etmek sorunu, sendika hareketinin anlık bir sorunu değildir. Tersine, daha uzunca bir zaman sınıf sendikacılığı hareketi ile ağalar arasındaki mücadele sürecektir. Çünkü sorunun iki ayrı dünya görüşünden kaynaklanan iki ayrı sendikacılık anlayışının karşı karşıya gelişidir bu. Yazı boyunca da ifade ettiğimiz gibi, sorun esasta, Türk-İş’in ilkelerinde ifade olunan burjuva-gerici bir sendikacılık anlayışı mı, yoksa ana hatlarını yukarıda belirtmeye çalıştığımız sınıf sendikacılığı anlayışı mı? Kimi önyargıların tersine sınıf sendikacılığının ilkeleri ve mücadele anlayışı işçiler için daha anlaşılırdır. Yeter ki anlatılabilsin.
Sendikalar içindeki mücadele, şu gitsin de bu gelsin, Şevket Ağa mı iyi, yoksa Kenan Ağa mı iyidir tartışmasını aşarak sendikacılık ilkelerinin tartışmasına dönüştüğü ve bu ilkelerin yön verdiği çizgiler arasında bir mücadeleye dönüştüğü oranda sınıf sendikacılığı hareketi işçi sınıfı içinde umulmadık bir çabuklukta ve derinlikte kök salacaktır.

Ekim 1989

Dünyada Yeri Olmayanlar

Şimdi onlar açıkta. Gecekonduları başlarına yedi ayda tam on yedi kez yıkılmış. Kiminin sekiz çocuğu var, kiminin altı. Kış yaklaşıyor, soğuklar şimdiden başladı. Geceleri, evleri olanlar bile içeride üşüyebiliyor. Ama onlar şimdi açıkta, geceyi dışarıda geçiriyorlar. Dört incecik direğin çevresine sarılan eski kilimler aç aylık bebeyi soğuktan kurtarmaya yetmiyor. Soğuk rüzgârlar bir esti mi, titrememek elde değil. En başta çocuk, yaşlı ve hasta kadınlar soğuğa dayanamıyorlar. Bazıları şimdiden hastalanmış. Ama doktora da gidemiyorlar, çünkü paraları yok.
Yazın kavurucu sıcağında yapılan yıkımların birinde, belediye zabıtaları, “yapmayın, gecekondumuzu yıkmayın” diyen kadınlara, ‘ ‘keyfiniz pek de iyi, balon ne güzel yanmışsınız” diye sataşıyorlar, laf atıyorlar. Kışın dondurucu soğuğunda gecekonduları yerle bir eden dozerler, annesi fırlayıp almasa beşikteki bebeği kepçenin önüne katacak. Gecekonduları yıkılanlar bir yer gösterilmesi için yetkililere başvurduklarında kendilerinden o ilçede oturduklarına dair ikametgâh belgesi isteniyor. “Ben diyorum hadımım, onlar diyorlar oğuldan uşaktan ne haber?”
Belediye başkanlarına, valilere dert anlatmak ne mümkün. Herkes topu birbirine atıyor. Valiliğe gidiyorlar, kendilerine belediyenin ilgilenmesi için yazı veriliyor. Belediyeye gidiyorlar,”valilik de kim olurmuş, varsa valinin kendi arsası size versin” diyor, iki arada bir derede kalıyorlar, ilçe belediyesi ve şube müdürlüğü de arasında mekik dokunan yerlerden. Sonradan devreye bir uçtan anakent belediyesi, bir uçtan da mahalle muhtarlığı sokuluyor. Böylece mekikler daha çok yere işlemeye başlıyor. Günler valilik, anakent belediyesi, ilçe belediyesi, şube müdürlüğü, muhtarlık arasında fır dönmekle geçiyor. Geriye bakılıyor: Bir arpa boyu yol alınmamış. Bu arada bir günde tam üç defa gecekondular yerle bir ediliyor. Ortalık mahşer yerine dönüyor. Feryatlara, direnenlere, kendini dozerin, kepçenin önüne atanlara aldırış eden yok. Bir yandan belediye zabıtaları, diğer yandan çevik kuvvet polisleri kadın, çocuk, ihtiyar demeden vurdukça vuruyor, copluyor, dipçikliyor, tekmeliyor. Kadınların kollan bacakları çürüyecek derecede morarıyor, gözleri kovuğa çekiliyor, kan çanağına dönüyor, şişiyor, morarıyor. Kimse buna aldırmıyor.
Gazeteler saldırıları yazmadıkları gibi, bir de çarpıtarak veriyorlar olayları. 22 Eylül tarihli Sabah gazetesi, gecekondu halkının taleplerini mafyanın işi olarak gösteriyor. Sabah’a göre, gecekondulara asılan bayrak, Atatürk, vs. bile mafyanın kurnazlığı. Tüm bunlar mafyanın duygu sömürüsünde kullandığı araçlar. Ve tabii aynı “mafya”cılar yedi aydır karda, kışta, soğukta, yağmurda, rüzgârda, sıcakta başını sokacak delik bulmanın savaşım veriyor; ama ne yazık ki yine açıkta kalmaktan kurtulamıyor. Rüyada bile görülemeyecek muhteşem saraylarda, olağanüstü konfor ortamında yaşayan diğer mafyalardan ne kadar da farklı. Halk, olayları çarpıtarak veren Tercüman, Sabah vb. gazetelere kızgın, devrimci basın organlarından gelenleri de ilk etapta onlardan sanıyorlar, dövmek istiyorlar.
Okullar açıldı. Tüm bu insanlık dışı koşullarda çocukların okula gitmesi gerekiyor, ilkokul ve ortaokul çocuklan dört tarafı kilimle çevrili “apartman”larından bir saat uzaklıktaki okullarına yürüyerek gitmek zorundalar. Çoğunlukla araba paralan olmuyor. Ve bu, kışın karlı buzlu günlerinde de devam edecek. Doğru dürüst patika yol bile yok. Ama yaşama savaşma yine de devam edilecek. Bu savaş yirmi-otuz kadına karşı yüzlerce çevik kuvvet polisi ve zabıtanın savaşı. Bu savaş yerde dozer ve panzerler yetmiyormuş gibi havadan da helikopterlere karşı verilen bir savaş. Bir yandan silahlı devlet birliklerine, bir yandan doğaya karşı verilen bir savaş. Ve günde birkaç kez insanların başına gecekonduların yıkıldığı bir savaş.
Başvurulan kişilerden biri de belediye seçimlerini kazanan partinin il başkanı. İl başkanı, parti binasına gelen gecekonducuları yatıştırmaya çalışıyor. “Programımızda bu meseleyi çözmek de var” diyor. Çözüm olarak da yeni kondu yapmamalarım öneriyor. “Gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra gerçek ihtiyaç sahiplerine yer gösterilecek” diyor. Ama geceleri dışarıda geçirmek zorunda olanlara bir çare göstermiyor. “Bekleyin” diyor. Ama insanlar nerede ve nasıl kalacak, somut hiçbir şey söyleyemiyor. O da topu başkalarına atıyor. O başkaları da ha bire ipe un seriyor. “ÇBS’nin terk edilmiş eski boya fabrikasına yerleştireceğiz” diyorlar. Kaç kişiyi? Beş. Ama onlar da bir türlü girmeyi başaramıyor şu boya fabrikasına. Fabrikanın iler tutar bir tarafı kalmamış. Çatısı, camları, duvarları kırılmış, dökülmüş. Sırf camları ve delikleri kapamak için en az birkaç milyon gerekli. Bu masrafların da terk edilmiş boya fabrikasında kalacak olanlar tarafından karşılanması isteniyor. Kolay mı bu kadar parayı bulmak? Haydi borç-harç bulundu diyelim, hiç değilse camlar taktırıldı. Peki, iki ay sonra “fabrikadan da çıkın” denmeyeceğinin bir garantisi var mı? Her şeye karşın fabrikada kalmayı kabul edenler ise bir türlü bu harabeye sokulmuyordu. Fabrikanın bekçisi kalacaklardan yazılı belge istiyordu. Oysa şube müdürü “şifahi” olarak, “gidin, fabrikada kaim” demişti. Konducular tekrar geldiklerinde müdürü yerinde bulamıyorlar, yardımcısı ise hiçbir şeyi bilmezden geliyordu. Müdür yardımcısı, odasına çağırdığı belediye zabıtalarıyla bir yandan gecekonduculara bir yandan da onlarla birlikte gelen muhabire adeta gözdağı vermek istiyordu. Muhabirin, konducularla birlikte içeri girmesine bir hayli içerleyen müdür yardımcısının, onu bir dövdürmediği kalıyordu önce teybi zorla kapattırmak için zabıtalara uzun süre çeşitli göz, el ve kol işaretleri yapıyor, zabıtalar anlamayınca da bu kez ağzıyla teybin kapatılmasını istiyordu. Gerekçe ise, muhabirin izin almadan ses tespiti yapması idi. Muhabir bir soru sormak istediğinde, bu aynı müdür yardımcısı hiçbir açıklamada bulunamayacağını, sorulacak şeyler varsa basın danışmanına gidilmesini salık veriyordu.
Gecekondusu yıkılanlar, devletten, belediyeden kendilerine bir çözüm getirilmesini beklediklerini söylüyorlardı. Aksi halde, “biz de bir başka devletten iltica talebinde bulunacağız” diyorlardı. “Bu devlet dışarıdan gelenleri, soydaşlarımızı yerleştirecek güç buluyor da bize nasıl bulamıyor?” Üstelik vergimizi veririz, askerliğimizi ve tüm görevlerimizi yaparız.” Aynı soydaşlarımız yıkılan gecekonduların hemen karşısındaki blok apartmanları beğenmiyorlardı. Gecekondu halkına ise başlarına ördükleri küçük taş yığınlarını çok görülüyordu.
Belediye yıkmaktan bıkmıyor. Gecekondu halkı ise yapmaktan. Halkın bin bir güçlük yaptığını belediyeye bağlı ekipler bir çırpıda yıkıyor. Sanki bundan zevk alıyorlar. Halka, “siz istediğiniz kadar yapın, biz hemen ardından yıkmaktan usanmayacağız” der gibiydiler. Amaç, yapılan gecekonduları derhal yıkarak halkı yıldırmak, pes dedirtmek. Ancak halk, hiç de öyle yılgınlığa kapılacakmış gibi görünmüyor. “Her defasında yeniden yapacağız” diyorlar.
Herkese insanca yaşayabileceği bir konut sağlanması aslında en temel haklardan birisi. Anayasalarda da bu, yer alıyor. Ancak devlet ve onun mahalli uzantıları olan belediyeler yoksul emekçi halka bu hakkı tanımıyor, devlet kendi koyduğu yasaları çiğneyerek “suç” işliyor. İnsanca koşullarda bir konut hakkım gasp ettiği yetmiyormuş gibi, bir de halkın kendi kendine bulduğu çözümleri engelliyor, dünyayı onlara zindan ediyor. Belediye yıkıma gerekçe olarak düzensiz yerleşimi engellemeye, “imar planına aykırı” konutlaşmanın önüne geçmeyi gösteriyor. Ama belediyenin kendisi düzenli yerleşime uygun çözümler de getirmiyor. Halk sokakta kalmaya mahkûm oluyor, oralara bile reva görülmüyorlar.
“Sosyal” “Demokrat” “Halkçı” Partili belediye yönetimlerinin “halkçı”lıklarının neme ne bir şey olduğu burada açığa çıkıyor. Oy toplarken, “gecekonduları yıktırmayacağız, tapu vereceğiz” türünden vaatleri bol keseden veren bu belediye yöneticileri, halkın oylarıyla koltuğa oturduklarında yalnızca çıkar sağladıkları çevreleri görebiliyorlar, halkın üstüne ise yüzlerce çevik kuvvet polisi, zabıtayı ve helikopterleri gönderiyorlar.
Evsiz-barksız kaldıkları için, ev sahipleri tarafından kirada oturdukları evden çıkarıldıkları için, sokakta kaldıkları için değişik yerlerden gelerek Alibeyköy’de, Çoban Çeşme’nin sert yamaçlarında yaşama ve yerleşme savaşı veren bu insanların dramı, benzerleri arasında sıradan bir örnektir. Zevk, sefahat ve konfor içinde yüzen bir avuç sömürücü dışında milyonlarca emekçinin yaşamını cehenneme çeviren kapitalist düzenden yalnızca küçük bir kesit.

Ekim 1989

Okullar açılırken… Öğrenci Gençlik Daha Atılgan ve Mücadeleci

Yaz tatilinin bitmesiyle bir araya gelme koşullarının kalmadığı belli bir durgunluk döneminin ardından öğrenci gençliğin taze, gür ve mücadeleci sesinin ortalığı çınlatacağı yeni bir ders yılına giriliyor. Yeni öğretim yılında yalnızca okullar açılmıyor. Aynı zamanda öğrenci gençliğin, kendisine dayatılan ekonomik, idari ve siyasi boyunduruğu kırmak için vereceği zorlu bir mücadele döneminin kapıları da aralanıyor. İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerinin yanında Türk ve Kürt öğrencilerinin de faşist diktatörlüğe söyleyecek birkaç çift sözleri olacak. Elbette öğrenciler susturulmak, ağzı kapatılmak istenecek. İşte tam da bu noktada öğrenciler militan, mücadeleci geleneklerini daha bir inatla yasama geçirecekler, baskılara ve diktatörlüğün estirmek isteyeceği faşist teröre boyun eğmeyecek, prim vermeyecekler. Faşist dikta bu koşullarda o paslı silahının da bir işe yaramadığım görmenin kaçınılmaz ıstırabını yaşayacaktır.
12 Eylül faşist cuntasının boy hedeflerinden biri olan öğrenci gençlik üzerinden geçirilen silindirin şokunu hâlâ atlatabilmiş değil. Zaten amaçlanan da darbenin yarattığı pasifikasyonu, korku ve dehşet havasını sürekli kılmak değil miydi?
Ancak, Eylül’ün getirdiği sinmişlik, depolitizasyon henüz kırılmamış olsa bile, bu tür etkilerin dağıtılmasını ve yok edilmesini sağlayan güçlü atılımların gerçekleştirildiğini söylemek mümkün. 14 Nisan bu anlamda güzel bir örnek oluşturmaktadır.
Diktatörlük öğrenci gençliğin mücadelesinden korkuyor. Anarşi, bölücülük vb. teranelerle henüz daha okullar açılmadan, günlerce öncesinden öğrencilere yönelik operasyonlar başlatıldı, öğrencileri sindirmeye yönelik önlemler gözden geçirildi, provokasyonlar için hazırlıklara girişildi. Diktatörlük, aklı sıra kuş uçurtmayacak. Bakalım bu korku ve telaş bir işe yarayacak mı?
Öğrenciler, Yeni Ders Yılına Nasıl Giriyor?
Savaşmak kolay değil. Uygun araçlar gerekiyor. Güçlü olmak ve yenik düşmemek için birliğin gereklerini yerine getirmek büyük önem taşıyor. Grup çıkarlarına tapınmak, başka gruplara hayat hakkı tanımamak ya da diğerlerini zorla kendine tabi kılmak gibi eğilimler birliğe hizmet etmiyor. “En büyük benim, başka büyük yok” anlayışı ve bunun sonucunda diğer gruplara hükmetmeye yeltenme, kendi kural ve prensiplerini dikte ettirmeye kalkışma türünden davranışlar ancak zarar getiriyor. Bu anlayışları kesinlikle terk etmek gerekiyor.
Faşist diktatörlük suskun, uysal köleler istiyor. En basit hak arama davranışını bile “anarşistlik”, “yıkıcılık” vb. nitelendirmelerle engellemeye çalışıyor. Her fırsatta, öğrenci sorunlarım dile getirmek “kışkırtıcılık”, “istismarcılık” diye karalanıp mücadele baltalanmak isteniyor. Muhbirlik, ajanlık teklifleri yağmur gibi yağdırılıyor. Bir yandan ağız açmak kışkırtıcılık olarak damgalanırken, öte yandan yeni hak gasplarına gidiliyor, harçlar birkaç misli artırılıyor, faşist düzenlemeler geliştiriliyor, pekiştiriliyor, öğrencilere barınma ve beslenme gibi acil sorunların çözümsüzlüğü dayatılarak, öğrenim dışı olmaları sağlanmaya çalışılıyor. Maddi koşulların ağırlığı, öğrenciyi zaten büsbütün eziyor. Yasalar ve yönetmelikler öğrenci aleyhine daha da keskinleştiriliyor.
Tüm bunlar karşısında öğrenciler seçeneksiz değil. Mücadele içinde deneyim birikimleri giderek artıyor. Bu anlamda yasal ya da öyle olmasa bile meşru olan yöntemler geliştiriliyor. Başlangıçtaki çocukluk hataları, pişmemişlik, yerini giderek olgunluğa ve sorumluluk duygusunun ağır basmasına bırakıyor. Grupçuluk eskisi kadar sıkı sarılınan bir şey olmaktan çıkıyor. Gruplar arası ilişki ve diyalog belli zaaflara karşın olumlu yönde gelişiyor. Yalnızca öğrenciler arasında değil, diğer halk kesimleri ve demokrasi güçleriyle de daha sağlam bağlar kuruluyor. Bilinçli mücadele için devrimci teoriye verilen önem ve onu kavrama doğrultusundaki çabalar yoğunlaşıyor. Tüm bu olumlulukların geliştirilmesi ise ileriye gitmenin, hedefe varmanın güvencesini oluşturuyor. Bu anlamda cephaneliği zenginleştiriyor.

Ekim 1989

Saçak-Aydınlık “Muhasebesi” Üzerine Değinmeler

Aydınlık revizyonizminin bugünkü sesi Saçak, 65. sayısında “TİKP Muhasebesi” adı altında bir belge yayınladı. Belgede, Aydınlık-TİKP’in genel bir değerlendirmesini yapma iddiasında, hem de “olumluluklar” ya da “aktif”e yalnızca değinildiği, esas vurgulanan ve üzerinde durulanın olumsuzluklar ya da “pasif” olduğu yazılıyor. Belge, “özeleştiri” olarak ileri sürülüyor.
“Muhasebe”de hemen yalnızca tek bir “hata”nın sözü ediliyor: “TİKP’in bütün hatalarının düğümlendiği nokta, ‘milli çelişmeyi esas alarak cepheyi Sovyetler Birliği’nden gelen tehdide dönmek’ biçiminde mevzilenmenin saptanmasıdır… (TİKP) milli çelişmenin baş çelişme olduğu yanlış saptamasından hareketle, cephenin dışa döndürülmesini benimsedi. Dünya savaşının artık kaçınılmaz hale geldiği tespitinden ve Türkiye’nin konumundan hareketle, ‘milli bağımsızlığı korumak ve yurt savunmasına hazırlanmak’ biçiminde yanlış bir merkezi görev saptadı. Saçak’ın saptadığı yanlışlık bu. Ve doğal ki bu “muhasebe” aynı “pazar”ı paylaşmak durumunda olanlarca, ideolojik-politik çoğulculuğu, çok-renklilik ve çok-kanatlılığı, burjuva demokrasisinin “sosyalist demokrasi” adına savunuculuğunu, liberalizmi, proletarya diktatörlüğü ve devrimci şiddet karşıtlığını, Trotskizmi, Leninizm’in eskidiği ve yetersizliği fikrini ve Stalin düşmanlığını esas alan, yeni bir reformcu legalist aydın partisi girişiminde olan bir tür sosyal demokrat yönelimlerce, Ertuğrul Kürkçü’nün ağzından “vergi kaçırmak için yapılmış bir muhasebe” şeklinde nitelendiriyor. Doğru: “aktif” ve “pasif”leri ele alış biçimiyle Saçak “muhasebesi”, “vergi kaçırma” niteliğiyle tanımlanabilir. Ama bu tanımlama, onu yapanları şu sorunun muhatabı olmaktan kurtaramıyor: Sizin, Sovyetler Birliği’ni revizyonizm ve sosyal emperyalizmle “eleştiren”, ama bu sorunu, Türkiye’nin hayati sorunlarım değil, Sovyet tarihini ilgilendiren bir sorun olarak gören, “Sovyetler sosyalisttir” diyenlere ayrılık nedeni saymayan D. Perinçek ve Aydınlıkçılardan ne farkınız var? Demokratlıksa demokratlık, parlamentarizmse parlamentarizm, legalizm, kanatlı-parti, ilkesiz birlikçilik, anayasal düzeni esas alma, mülksüzleştirme ve kapitalizmin tasfiyesine karşıtlık, diktatörlük fikrine düşmanlık, sınıf uzlaşmacılığı… Farkın, TİKP’in devlet savunuculuğunda oldukça açık davranması ve uç noktaya gitmesi, bu tutumu “sahte solcu” dediği devrimcilere yönelik ihbarcılıkla birleştirmiş olmasında olduğu söylenebilir. Sosyal emperyalizm konusunu ve Saçak’ın “özeleştiri”sini yaptığı Sovyetleri esas düşman görme “yanlışı”nı bir yana bırakın ve Aydınlıkçılarla farkınızı ortaya koyun. Ortaya koyacak pek bir şey bulamayacaksınız. Teorik görüşlerinizde, programatik sorunlarda köklü bir anlaşma içinde olduğunuzu göreceksiniz. “40 yıllık PDA’cı” Halil Berktay, ve Oral Çalışlar’la birlikte olmaktan kaçınmıyorsunuz, olabiliyorsunuz. Hem de ideolojik olarak daha geri bir konuma savrulmuşken! Ve onların D. Perinçek’ten başlıca farkları, Sovyetler Birliği’ni sosyal emperyalist olarak nitelemekten vazgeçmiş oluşlarıdır. Farkınız, işte bu noktada; yoksa temel teorik tezlerinizde değil, bunlarda anlaşma ve birlik halindesiniz. Laf yarıştırmak ve karşılıklı “kişilik” açıklamalarıyla bildiriler yayınlamak dışında temel eleştirileriniz varsa yöneltin.
Öte yandan, Aydınlık-Saçak “muhasebesi”nin “vergi kaçırıcı”, sahte niteliği kanıtlayın uzun çabaları gereksinmiyor. Saçak “muhasebesi”, eski Aydınlık-TİKP çizgisinin “baş çelişme”- baş düşman-merkezi görev saptaması dışında devamını savunmakta ve vurgulamaktadır. “Muhasebe”ye göre, “TİKP’in 1978 yılında ilan ettiği program, ‘Temel İlkeler’ ve ‘Milli Demokratik Devrim’ başlıklarını taşıyan bölümlerinde, genel ideolojik çizgi, sosyalizmin kuruluşu ve Milli Demokratik Devrim programı konularında devrimci esaslardan oluşuyor.” Açık açık devlet ve ordu savunuculuğu yapmış ve bu savunuculuğunu onlara karşı mücadele içindeki devrimcileri ihbara ve katletmeye dek vardırmış bir partinin programının “devrimci esaslardan oluştuğu” iddiası ancak kargaları güldürür. Devlet savunuculuğunun özeleştirisi olur mu, yapılsa geçerli midir ve barikatın ötesinde yer almış bir akım böyle bir özeleştiri yapabilir mi -aynı sorun; ama Aydınlık-TİKP, başlıca bu konuyu kapsayan bir “muhasebe” yapmadıkça, liberal reformcular bir yana, hiçbir devrimci, piyasaya sürülen “belgeler”e dönüp bakmayacaktır bile. İstisnası olmaz mı? Olur, ve var da. Bazı “demokrasi” ve çoğulculuk düşkünleri, kanatlı parti ve sahte birlikçilik hayranları, D. Perinçek’in ustaca manevralarından da etkilenerek dönüp Aydınlıkçılara bakma ve onlara hesaba katma eğilimindeler. Gorbaçov’un estirdiği rüzgârlardan kaynaklanan “her türlü düşünceye söz hakkı” liberalizmi ve anti-Sovyet, “anti-komünist” olduğunu açıkça ortaya koyan eski sosyal demokrat ve hatta dinci akım ve partilerle -Polonya’da olduğu gibi- birleşme belkemiksizliği, soyut demokrasi, burjuva demokrasisi savunuculuğuyla birlikte moda şimdi. Bu moda, D. Perinçek’e manevra alanı sağladığı gibi, işini de kolaylaştırıyor. Polonya’nın yeni Katolik başbakanının ellerine sarılanlar, onu ve onunla birliği kabullenenler, niçin ellerini D. Perinçek’e uzatmasınlar. Gorbaçov’u, Gorbaçovculuğu onaylayanlar ya da ondan güçlüce etkilenenler, sonunda Perinçek’i de içlerine sindirirler, şimdiden “40 yıllık” arkadaşlarım sindirdiler bile. Anti-Sovyet ya da anti-“sosyalist” olmak önem taşımadan bir “Avrupa Ortak Evi” oluşturulacak, “sosyalizmle” kapitalizm bütünleşecek, entegrasyona gidilecek Gorbaçov’un önerisi bu, iş bu noktaya vardırıldı, gelişmeler bu noktada. Ve bu noktadayken, Perinçek’in anti-Sovyet tutumunun önemi mi olur, hem de o bu tutumunu “birlikçilik” uğruna, neredeyse terk etme derecesinde yumuşatmışken… “TKP, TİP, TSİP’i halk güçleri içinde görüyoruz” noktasına gelmişken.. “Sovyetlere sosyalist diyenlerle birleşebilirim” derken, “bu ayrılık nedeni belli değil” derken. “Sovyet tarihine ilişkin bir sorun, Türkiye’nin hayatı sorunlarının bu yüzden kenara itilmesini, bir cinayet olarak görüyorum.” (Saçak, sayı 60) derken…
D. Perinçek ve Aydınlıkçılara eskisinden farklı gözle bakma ve en azından hayırhah bir tutum takınma eğilimi, yalnızca gıdasını Gorbaçov’dan alan “demokrasi” düşkünleriyle sınırlı değil. Garbis Altınoğlu, “1978-80 döneminde nesnel olarak siyasal gericiliğin bir parçası durumuna gelmiş bulunan Aydınlık çevresinin son yıllarda, sınırlı da olsa, olumlu yönde adımlar attığı”nı (Ö. Dünyası, s. 6, sf. 23) düşünüyor. Yeni Demokrasi’nin Aydınlık revizyonizmine ilişkin yeni düşüncesi ise, onun devrimin yanında yer aldığını söylemeye varacak bir olumlu değerlendirmeye dönüşmüş durumda: “Birileri (Aydınlık-ÖD) geçmişinde devrime ve devrim güçlerine karşı konumlanmış ve şu anda bize göre tutarlı ve inandırıcı olmasa da bir fiili durumla devrimin yanında yer alıyorsa, bizim yapmamız gereken, bu çabayı geliştirmek ve onların olumsuz geçmişinden kopmasına yardımcı olmaktır. Devrimin ‘kazanma’, olmuyorsa, ‘tarafsızlaştırma’ siyaseti bunu gerektirir.” (Y. Demokrasi, Eylül, sf. 21).
Bu değerlendirmeler nereden kaynaklanıyor, hangi değişikliklerden hareketle yapılıyor? Köken birliğinden mi? Y. Demokrasi için geçerli olmak üzere Maocu ortak temelden mi? Altınoğlu açısından Maocu etkilerin devamından mı? Burada, Mao’nun, düşmanları bile kazanma tutumunun bir rolü olduğu düşünülebilir, “yüz fikir yarışsın” liberalizminin de. Ortak teorik temel önemlidir. Aydınlık bu teorik temelden hareketle bir uç noktaya, aşırı sağa savrulmuştu; Sovyet sosyal emperyalizmine karşı herkesle birlik noktasına varmıştı, diğer emperyalistlerle, gerici burjuvaziyle, devletle… Yeni Demokrasi geleneği, Sovyet emperyalizminin baş düşmanı durumuna geldiğini saptamıyordu, ama örneğin bu savaş çıksa, barış cephesi, saldırgan olanı dışında tüm emperyalistleri ve uşaklarını kapsayacaktı; onları savaşın çıkmaması “kurtardı”. Teorik yaklaşımları Aydınlıkçılarla ortaktı, ama somut durum değerlendirmesinde ayrılıyorlardı. “Sovyet emperyalizmi esas saldırgandır” saptamasını yapsalar benzer bir siyaset yürüteceklerdi, bunu yazıyorlardı. Şimdi Aydınlıkçılar bu saptamaların yanlışlığını belirttiklerine göre, olumlu bir gelişme aranmalıydı! Maocu teorik temelin yakınlaştırıcı bir rolü olduğuna kuşku yok. Ancak, olumlu yaklaşım bununla izah edilemez.
Aydınlık revizyonizmi ve değişmez “milli şefi” D. Perinçek, göz boyamakta, gerici düşüncelerini güzel ambalajlar içinde sunmada, kendini olduğundan farklı göstermede ve bunun için manevralar çevirmede ustalaşmıştır. Devrimin ve devrimciliğin gerektirdiği tutumlar alma dışında, o zaman ve koşulların gerektirdiği tutumları geliştirecek “esneklik”tedir. Son iki örnek; Gorbaçovculuk karşısında yaklaşık iki yıl süren bir suskunluk ve üstü görece örtülü olumlama sürecinde durumu ve gelişmeleri gözleme sonrasında, gidiş yönünü saptama ustalığını göstermesi ve Gorbaçov eleştirisine başlaması ve ikincisi, birkaç yıl öncesine dek milli ekonomiyi, istikrarı, bunun için Evren’i bile içine dâhil edecek şekilde “milli çözümler”i savunmaktan, bunları savunmayı ikinci plana iterek “kriz” ve buna dayalı siyasetler izlemeye yönelmesidir.
Toplum ve toplumsal muhalefet radikalleştikçe, artık istikrar savunusu primi yapmamaya başladıkça, “devrimci” görüntü verme ihtiyacı onu “kriz” edebiyatına götürmektedir ve sanki istikrar arayan başkasıymış gibi, şimdi “emekten yana çözümler” sözü edilmektedir. Ama kuşku yok, “emekten yana çözümler”, anayasal çözümlerdir ve burjuvaziyle uzlaşma içinde DYP, SHP vb. ile birlikte elde edilecek çözümlerdir.
D. Perinçek manevralar çevirmekte, şu görüşü savunmaktan bu görüşü savunmaya geçmektedir, ama herhangi biri devrimci amaçlardan kaynaklanmamakta ve devrime hizmet etmemektedir.
Son propagandif saptamaları devrimcilerle reformcuların saflaşmakta olduğu ve saflaşması gerektiğine ilişkindir. Türkiye’de beyle bir saflaşma yaşanmaktadır, ancak devrim safında yer alamayacakların en başında gelenlerin içinde D. Perinçek ve Aydınlık’ı sayılabilir. Devrim nerede, Aydınlık nerede?
Ama her şeye rağmen, D. Perinçek’in hakkını vermek gerekiyor. O, bir ustadır, sahtecilik ustası, göz boyama ustası. Burjuva siyasetin nasıl yapılacağım ve insanların nasıl etkileneceğini biliyor. 2000’e Doğru dergisiyle birçok inşam, bu arada çeşitli devrimci grupları etkilemektedir. Nasıl? Bugün için kendisine zarar getirmeyecek ya da görece göğüslenebilir zararlarla atlatılabilecek konularda prim yapacak ve devrimci görüntü verecek yayınlar yapıyor.
Kürt sorununu işliyor, PKK’dan söz ediyor, baskı ve zulmü ortaya koyan yazılar yayınlıyor. Kimse, bu durumu ortaya koyan SHP’li ve hatta ANAP’lılar bile olduğunu görmüyor, düşünmüyor. Yine kimse 2000’e Doğru’nun temel tutumunun “emperyalistlerin ülkeyi bölme isteklerine karşı birliğin savunulması”, bugünkü statükonun savunulması olduğuna dikkat etmiyor. 2000’e Doğru’nun yayınlarının egemen sınıflara “havuç politikasıyla”, reformlarla, “demokratik” yöntemlerle ilhak ve işgallerini devam ettirmelerini öngören içeriğini yakalayamayanlar, “Aydınlıkçılar milli meselede ne kadar cesur davranıp sorunun üzerine gidiyor” diye düşünüyorlar. D. Perinçek, bu düşündürtmeyi başarıyor. Ve kendisinde “olumlu” değişiklikler buldurtuyor
Doğru olan, Perinçek ve Aydınlık revizyonizminin zaman zaman savunduğu farklı görüş ve siyasetlere saplanıp kalmamak, bu görüş ve siyasetlerinin gerçek içeriğine, her zaman aynı kalan idealist, sınıf uzlaşmacı, devletçi, gericilikle birleşen teorik temeline ve ikincisi O’nun pratiğine bakmaktır. Devrimci olanın savunmaktan vazgeçemeyeceği temel düşünceler vardır: Proletarya diktatörlüğü gibi, şiddete dayanan devrim fikri gibi, geçici uzlaşmalar olasılığını reddetmemekle birlikte “kanatları” arasında ayrım yapmadan emperyalizme, burjuvaziye ve gericiliğe karşı çıkmak ve “iç barışı”, sınıf uyumu ve barışını değil, sınıf mücadelesini savunmak gibi. Anavasal düzeni savunmak değil, bertaraf etmek gibi. Aydınlık ve “değişmez şefi” hangisini “savunuyor? Ve pratik. Ne yapılıyor? İşte burjuvazi, işte gericilik ve devleti. Karşı olanın yapacağı şeyler vardır. Ve bu, bin tane özeleştiri ya da “muhasebe”den daha önemlidir.
Aydınlık revizyonizmi ve D. Perinçek, yalnızca 80 öncesinde ihbarcılık yapmakla kalmadılar, Eylül mahkemelerinde Evren’i ve Eylül’ü savunmak değil tek olumsuzlukları ve hele “muhasebelerinde” belirttikleri durum saptaması “yanlışlıkları” hiç değil. Tüm bunların ve başka gerici düşünce ve tutumların kendisinden hareketle oluştuğu zemin gerici reformcu bir zemin.
D. Perinçek, 27 Mayıs sonrası kurulan ve kendisini burjuvaziye kabul ettirmede yine yeni kurulan AP ile yarışan ve içinde çoğunlukla toprak sahiplerinin toplandığı, Ekrem Alican’ın Yeni Türkiye Partisi’nden gelmedir. Siyasal geçmişi burjuva feodal gerici bir partiye kadar uzanmaktadır. Sonra TİP’de yer almış, anayasal demokratlıktan, parlamentarizm savunuculuğundan, sosyalizm adına liberal mevziini terk etmeden MDD ayrımıyla cuntacılığa yönelerek kendi grubunu örgütlemiştir.
D. Perinçek ve Aydınlık’ı, önce “asker-sivil aydın zümre”, sonra küçük burjuva devrimciliği tanımlamalarıyla iflah olmaz bir Kemalizm destekçisi olmuş, milliyetçi burjuva konumuna sıkıca sarılmıştır.
Uzun süre proletarya önderliğinin objektif koşullarının olmadığının ve devrimde önderliğin asker-sivil aydın zümre dediği Kemalist’lere, cuntacılara bırakılmasının propagandasını yapmış, cuntacılıkta M. Belli ve H. Kıvılcımlı ile birleşmiş ve onlara müritlik etmiş, daha sonra Maoculukta karar kılmıştır, önce Lin Biaocudur Aydınlık, sonra Deng’ci olmuştur. 27 Mayısçıdır, 61 Anayasası’nı kılavuz edinmiş, onun sınırlarını genişletmeyi başlıca sorun edinmiştir. Demokrasiyi kazanmak değil, savunmak Aydınlık’ın temel düşüncesi ve görevi olmuş, Erim ve “on birleri”nin “reformculuğu”nu desteklemiş, 12 Mart cuntasına gerçekleştirmesi için talepler sunmuş, Kıvılcımlı gibi onay vermiştir. Burjuva devlet ve orduyu savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen Aydınlık, bunu faşizmin savunuculuğuna dek ilerletmiş, kâh Ecevitçiliği ve parlamentarizmi, kâh 12 Eylülcüleri savunmuştur. Bugün parlamenter güçlerle “krize” çözüm bulma ve “emekçi çözümü” elde etme peşindedir. “Üç dünya teorisi” bu grubun gericiliğini derinleştiren bir rol oynamış, bugün “yanlış saptadık” dedikleri “baş çelişme” baş düşman ve merkezi görev tespitlerinin hatalı saptanması yanında gerici bir içerikle, burjuvazi ve gericiliğin desteklenmesi temelinde uygulamaya aktarılması, Aydınlığın genel burjuva, gerici, sınıf uzlaşmacı teori ve tutumunun yanı sıra bu teoriden kaynaklanmıştır. Ve “muhasebe” bu teoriyi bugün hâlâ doğru kabul etmektedir. Uzatmak gerekmiyor, Aydınlıkçılar ve onlarda “olumlu” yönelişler bulanlar, tek bir devrimci düşünce ve tutumunu göstersinler, yetineceğiz.
Aydınlık’ta hemen her şey bulunabilir, bulunamayacak tek şey, devrimci teori ve pratiktir.
Aydınlık-TİKP “muhasebesi”ni uzun uzun eleştirmeyeceğiz. İçinde Marksist-Leninistlerin de olduğu devrimci çevreler, O’nu en azından 15 yıldır eleştiriyor. “Muhasebe”, lütfen “iç çelişmenin esas olduğu tespitinde Halkın Kurtuluşu haklı çıktı” diyerek sorunun hallolacağını düşünüyor olmalı. Ne kolay! Sorun ön plana çıkan çelişmenin tespitinden mi ibaret? Ön plana çıkan çelişmeyi doğru tespit etmiş olsaydınız ne olacaktı? Diyelim ki, Sovyetler esas saldırgan ve savaşın esas kaynağıydı, diyelim ki doğru tespit etmiştiniz. Bu durumda Sovyetlere karşı olan herkesle birleşmek mi gerekecekti?
Ortaya atıp geliştirdiğiniz tüm gerici, burjuvazi ve karşı devrim destekçisi siyasetleriniz, NATO’da kalınmasını savunmanız, orduda yıkıcılığa karşı çıkmanız, “4. Ordu Sovyet sınırına” sloganınız, Avrupalı emperyalistlere verdiğiniz destek, yalnız Türkiye gericiliğini değil, tüm “üçüncü dünya” gericiliğini savunmanız, bu ülkelerin faşist, gerici egemenlerini dünya devriminin temel gücü varsayıp desteklemeniz ve ipe sapa gelmez diğer bir dizi gerici tez ve pratikleriniz doğru mu olacaktı? Siz Amerikan emperyalizmini bile barış güçleri arasına katıp onunla birleşmeyi hedefleme noktasına varacak kadar gericisiniz. Tüm bu gericilik, “baş çelişmeyi yanlış tespit ettik” demekle izah edilebilir mi? Yanlış tespit gericiliği mi gerektirir. Bir dizi devrimci grup yanlış tespitler yaptı, yapıyor, ama hiçbiri gericileşmedi, Amerikan emperyalizmi ve gerici burjuvazinin destekçiliğine yönelmedi. Sizin bu gericiliğiniz neden? Yanlış,”baş çelişki” tespitinden mi? Buna gülünür.
Hayır, sizin mayanız bozuk, siz sınıf ve ulusal uzlaşmacılığı meslek edindiniz. Teorik temeliniz gerici, uzlaşma üretiyor. Bir emperyalizm ya da gericiliğe dayanmadan diğerine karşı çıkmak yazmıyor kitabınızda. Her zaman emperyalistler ve gericiler arasında yapacak bir temelli ayrım buluyor ve birinden birinin destekçiliğine soyunuyorsunuz; ama hiçbir zaman herhangi bir emekçi kesimin sesi ve temsilcisi olarak, onların çıkarlarını savunarak bir bütün olarak emperyalizme ve gericiliğe, burjuvaziye karşı çıkmadınız, çıkmıyorsunuz. Ya Kemalist, ya Ecevitçi oluyorsunuz ya da cuntaları destekliyorsunuz. Hiçbir zaman emperyalistler ve gericiler, burjuva devlet karşısında emekçilerin çıkarlarını savunmak aklınıza gelmedi, zaten buna cesaretiniz de olmadı, olmuyor.
Bunun kaynağı, kuşkusuz sınıf tavrınız. Teorik temeli ise “baş çelişme” anlayışınız. Her daim bir çelişme buluyorsunuz çözmek için, bunda bir yanlışlık yok, ama tüm diğer çelişmelerin çözümünü buna tabi kılıyorsunuz. Bu, sonradan edindiğiniz bir Maocu teorik temel, eskiden Maocu olmadan da böyle yapıyordunuz, örneğin cuntacıyken. Bu teorik temel, bu “baş çelişme” anlayışı, Sovyetler baş düşman diyorsanız, Amerika’yla bile birleşmeyi, MHP baş düşman diyorsanız, AP ile birleşmeyi, hatta MHP’ye karşı Eylül’cülere bile destek vermeyi “doğru” kılıyor. Ve bu anlayışın yanlışlığına hiç değinmeden, “baş çelişme tespitini yanlış yaptık” deyip durumu idare edeceğinizi sanıyorsunuz. Bazılarının gözünü boyayabilirsiniz, ama herkes kör değil.
“Program, genel ideolojik çizgi, milli demokratik devrim programı devrimci esaslardan oluşuyor”muş! Niçin zorla kendinizi gülünç duruma düşürüyorsunuz?
Bu kez TİKP programı, Şefik Hüsnü bayrağım devraldığım söylemektedir Proletaryaya devrimde önderlik rolü biçmekten özenle kaçınan, ona ancak “zorlayıcı” ve “burjuvaziyi daha ileri gitmeye teşvik edici” bir rol veren Ş. Hüsnü Bayrağını…
O Ş. Hüsnü ki, “kapitalist olmayan yol” tezini modern revizyonistlerden yıllarca önce savunmuş, Kemalizm destekçiliğinin teorisini yapmış, Kemalist burjuvazinin, önceleri toplumsal devrim yapacağını sonra ise demokratik devrimi başarıyla tamamlayacağını iddia etmiş, 2. Dünya Savaşı içinde yalnızca Saraçoğlu hükümetini hedefleyen ve diğer tüm gerici güçlerle birleşmeyi görev edinen bir anti-faşist cephe önermiş, savaş sonrasında Amerikan emperyalizminin ülkeye demokrasi getirdiğini ileri sürmüş, Kürt sorununu kan ve ateşle çözmeye yönelen burjuvaziye açık destek vermiş, anayasal düzeni savunmuş, iflah olmaz bir sınıf uzlaşmacısı, legalist ve reformcudur. Ve TİKP, programına yazdığı Ş. Hüsnü bayrağının gerçekten hakkını vermiş, onu layıkıyla taşımıştır. Aydınlık çizgisi, Ş. Hüsnü çizgisinin doğrudan bir devamıdır, tüm reformcu gericiliğiyle…
TİKP programı ne genel olarak kapitalizmin ne de Türkiye kapitalizminin suçlanması ve karşıtlığını içermektedir. Kapitalizmin ürünü proletaryanın durumu, rolü ve niteliklerine ilişkin sözleri bile aramak boşunadır TİKP programında. Program yalnızca “işbirlikçiler”i eleştirir, kapitalizmi değil. Sınıfa karşı sınıf perspektifi, kapitalizm ve burjuvazi karşısında proletarya yoktur bu programda. Proletarya diktatörlüğü yoktur. Sözcük olarak bir “sınıfsız toplum” lafı geçmektedir yalnızca, ama nedir, nasıl ulaşılacaktır, bunun için ne yapmak gerekir, yoktur.
Sosyalizm ve sınıfsız toplum perspektifi yoktur, ne ideolojik-kültürel alanda, ne ekonomik alanda, ne ekonomik-sendikal alanda, ne de siyasal alanda. Demokratik devrim sosyalist görevlerin sözüne bile rastlanmamaktadır. Örneğin, emperyalist, feodal ve revizyonist (bundan da Sovyet emperyalizminin bir unsuru olarak söz ediliyor) kültür eleştirilmekte ama genel olarak burjuva kültürü üstün tutulmaktadır.
Anti-kapitalist sınıf sendikacılığı yoktur programda, sendika rekabetine karşıtlık vardır, Türk-İş, DİSK ve diğer sendikaların konumlarının kabulü vardır, işçilerin bu temelde eylem birliğinin savunulmasıyla yetinme vardır.
Burjuva devlet ve ordu değerlendirmesi programda olmadığı gibi, bürokratik militarist aygıtın şiddete dayanan devrim yoluyla parçalanması savunulmamaktadır. Bir “proletarya iktidarı” lafı vardır, ama bürokratik militarist aygıt parçalamadan kurulacaktır bu iktidar, herhalde cuntalar ya da parlamenter güçler aracılığıyla bürokrasi ve militarist aygıtın kademeleri kazanılarak. Avrupa “komünistlerinin” öngördüğü gibi! Türkiye ve PDA açısından iktidar sorununun somut şekillenişi, genel olarak kapitalizmi hedefleyen bir perspektife ve burjuva diktatörlüğünü, bürokratik militarist bir aygıtı kırıp parçalayarak devirme amacına sahip olmayan bir zemine oturmaktadır. Aydınlık-TİKP-Saçak revizyonizmi faşizme ve faşist diktatörlüğün devamına ses çıkarmamakta, onun anayasal koşullarını kabullenmekte, bu koşulların reformize edilmesi ve demokratizasyonunu, “demokrasinin sınırlarının genişletilmesini” öngörmekte, bu amaçla “en gerici güçlere”, örneğin MHP’ye karşı “en gerici” olmayan gerici güçlere verili diktatörlük ve anayasal koşullarda sağlanacak konsensüs ve kombinasyonlarla “dönüşümler” savunulmaktadır. -Bu tutum TKP’nin eski “ileri demokrasi” ya da bugünkü “demokratik ilerleme programı”ndan farklı olmadığı ortadadır.- En üç noktadaysa, Aydınlıkçı tutumun anlamı, devletin ulusallaştırması, burjuva devlet ve ordunun, sınıf niteliği değişmeden kalmak üzere ve bir kırıp parçalama konusu olmaksızın, ulusal sınıfların, milli burjuvazinin eline geçmesidir. Aydınlık, emperyalizm ve tekelci burjuvaziyle uzlaşmanın sınırlarını en olumlu durumda yine onlarla uzlaşma içinde olması kaçınılmaz milli burjuvazinin diktatörlüğünü öngörme noktasında zorlamaktadır. Bu anlayışını kanıtlayan Aydınlığın, TİKP’in mirasını sürdürdüğü ve uzun süre Aydınlık tarafından reklamı yapılan TİİKP belgelerinden:
“TİİKP ABD emperyalizminin Türkiye ordusu üzerindeki denetimiyle her alanda mücadele eder. Ordunun tam anlamıyla milli olmasını savunur”
“TİİKP, Rusya’nın beşinci kolu revizyonistlerin ve ABD uşağı faşistlerin ordudan temizlenmesini talep eder, bunların bütün halk ve silahlı kuvvetler içinde yaymaya çalıştığı milli teslimiyetçiliğe, yıkıcılığa ve pasifizme karşı kararlı bir mücadele yürütür, milli bağımsızlık ve karartı direniş ruhuyla Milli Kurtuluş Savaşımızın devrimci geleneklerini canlandırmak için çalışır.” (Aydınlık 83, s. 29-30, abç)
“Muhasebe”, “program, devrimci esaslardan oluşuyordu” diyordu ve Üstelik “TİKP… teori ve programında devlet, ordu, devrimin karakteri ve biçimi, enternasyonalizm gibi konularda temel devrimci kavrayışları korudu” diye de iddia ediyor. Kemalist, milliyetçi bir programın devlet ve ordu konularında doğruluğunun iddia edilmesi nasıl “vergi kaçırma” olarak nitelenmesin? “Türkiye ordusu” tanımlaması mı doğrudur ve enternasyonalisttir, ordunun millileştirilmesi talebi mi Marksist ve devrimcidir, devirmeden, biçimini değiştirmeyi öngörerek devrimcilik olur mu? Üstelik Aydınlıkçılara göre ordu militandı ama tam anlamıyla milli değildir, bu revizyonist ve faşistlerin ordudan temizlenmesiyle sağlanacaktır! Aygıt faşist değildir! Ve yine, üstelik bu biçim tartışmaları dışında sanki aygıtın sınıf niteliğinin dönüştürülmesi ve bunun için bir kırıp parçalama eylemi değildir. Ve sanki bu savunulmadan devrimci olunabilir! Ve açıkça yazıyorlar: “Biz yıkıcılığa karşıyız” diyorlar. Neyi tartışacaksın, Aydınlıkçılara devrimciliğin ne olduğunu izah etmeye çalışmak gereksiz… Milli bağımsızlık ruhuyla, bir zamanlar pek sevdikleri terimle “Kuvay-ı Milliye ruhuyla”, Milli Kurtuluş Savaşı’nın geleneklerini canlandıracak Kemalistlerdir, Aydınlıkçılar ve aynı Osmanlı ordusunun Kemal tarafından millileştirilmiş gibi “Türkiye Ordusu”nun millileştirilmesini öngörüyorlar. Ve bunu da “muhasebe”nin “pasifine dâhil etmeden, bugünkü saflaşma devrim mi-reform mu saflaşması diyorlar. Doğal ki kendilerini devrim safına koyuyorlar!
Peki, “doğru ve devrimciydi” dedikleri demokratik devrim programında “devrimci” iktidarı nasıl belirliyorlar, bu militarizme karşı çıkmayan yalnızca —o da en ileri noktasında— millileşme öngören “devrimci” (!) program sahipleri.
“TİKP… İşçi köylü ittifakına dayanan ve küçük burjuvaziyle milli burjuvazinin katıldığı demokratik halk iktidarını gerçekleştirir… Demokratik halk iktidarı… can ve mal güvenliğini gerçekleştirecektir.”! (Program, s. 19 ve 20).
Bu Maocu formülasyon, bir burjuva diktatörlüğü formülasyonudur, emperyalizmin uşaklarından arındırılmış milli bir burjuva diktatörlüğü formülasyonu. Burjuvaziyle proletaryanın bir ortak diktatörlüğü olanaksızdır, özel koşullarda kurulabilecek ve bir devlet tipi ya da biçimi olmayan halk cephesi hükümetlerinde, bu proletarya diktatörlüğüne geçiş hükümetlerinde burjuva ve proleter güçler birlikte yer alabilirler, ama bu uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıfların bir devlet iktidarında birlikte yer alması düşünülemez. Devlet ya da burjuvazinin ya da proletaryanın egemenlik aletidir. Demokratik işçi köylü diktatörlüğü, demokratik halk iktidarı, proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimidir ve bu iktidarda milli burjuvaziye yer yoktur. Ve zaten demokratik devrimin temel sorunu, köylülüğü burjuvazinin mi yoksa proletaryanın mı peşine takarak kendi iktidarlarını kuracakları sorunudur. Ya proletarya köylülüğü peşine takacak ve proletarya diktatörlüğünün özgül biçimi olan demokratik işçi köylü diktatörlüğünü kuracaktır ya da köylülüğü burjuvazi kazanacak ve kendi diktatörlüğünü gerçekleştirecektir. TİKP programıysa işçi ve köylüleri milli burjuvazinin yedeği varsaymakta, demokratik devrimin en temel sorununu, burjuvaziyle proletarya arasındaki hesaplaşma ve önderlik kapışmasını yok saymaktadır. Program iktidar sorunu devrimci esaslarda koymadığı gibi, proletarya önderliğini de reddetmektedir.
Ve nasıl oluyorsa devrimci olmaktadır! Üstelik “can ve mal güvenliği” konusunda devrimci bir iktidar adına garanti vererek
TİKP programına ilişkin bu düşünceler şimdi ortaya konmuyor, yeni değildir. Eleştiriler on yılın ötesinden yöneltiliyor, yöneltildi. Ve Saçak yazı kurulu “muhasebe” yaparken yöneltilmiş bu eleştirilerden habersiz değildir. Ama işine gelmiyor ve görmezden geliyor, öte yandan devrimcilik (!) iddiasından da vazgeçmiyor. Kimse kimseye devrimci diye paye vermez, devrimci, olunur. Sınıf konumunuz, karakteriniz elvermiyorsa, yapacak şey yok…
“Muhasebe”nin programatik bir diğer “doğru”su, üç dünya teorisidir: “TİKP’in benimsediği Üç Dünya Tahlili esas olarak doğruydu” (“Muhasebe”).
Hâlâ “üç dünya teorisinin” doğruluğundan söz edip ortalıkta devrimcilik iddiasıyla dolaşmanın âlemi var mı? O denli eleştirildi ki, üzerinde durmak gereksiz.
Değinelim: Bu teori, kapitalizmle sosyalizm arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı ve mücadeleyi esas almamakta, dünyayı milli ve daha çok gericiler, emperyalistler arası çelişmeler ekseninde döndürmektedir. Dünya devriminin uluslararası proletarya ve sosyalist ülkeden oluşan temel gücünün yerine gerici, faşist burjuva, geri ülkeleri, ezilen halklar ve uluslardan oluşan temel yedeklerinin yerine “2. dünya” denilen Avrupalı vb. emperyalistleri koymaktadır. Bu teori, baş düşmanlar dışındaki düşmanları düşman olmaktan çıkarmakta, onları devrimin güçleri olarak tanımlamakta ve tek tek ülkelerde Aydınlık’ın yaptığı gibi kendi burjuvazileriyle birliğe, sınıf mücadelesini tatile ve onları devirmekten vazgeçmeye yol açmaktadır. Bu teori, gerici emperyalist güçler arasındaki hesaplaşmanın ve bu hesaplaşmaya alet olmanın teorisidir; onu doğru kabul etmek ve savunmakla devrimci olmak, ikisi birlikte mümkün değildir. Ve üstelik ya bu teori doğrudur ve geri ülkelerin, bu arada Türkiye’nin burjuvazisi ve gericiliği dünya devriminin temel gücüdür, yine bu teoriye göre iki süper devlete karşı devrimci ve millicikonumdadır, bunun doğal sonucu bu ülkeler açısından milli çelişme ön plandadır, gericilerin iki süper devlete karşı mücadelesini –bu teoriye göre- desteklemek Aydınlık’ın boynunun borcu olacaktır; ya da milli çelişme “baş çelişme” değilse, bu teorinin geçerliliği kalmamaktadır. Seçin, beğenin! Manevralarla herkesin kandırılabileceğini sanmak, kendini pek akıllı başkalarınıysa tümüyle cahil varsaymaktır.
“Üç dünya teorisi”’ne uygun olarak yapılan şu çağrı doğru mudur değil midir, değilse bu teorinin de “pasif” hanesine yazılması gerekiyor:
“TİKP… Türkiye halkını iki süper devlete karşı sımsıkı birleşmeye, milli bağımsızlığımızı ve devlet egemenliğimizi savunmaya çağırmaktadır.” (TİKP Kuruluş Bildirisi, s.12, abç).
Olmayan bağımsızlığın ve gerici burjuva sınıfların egemenlik ve diktatörlüklerinin savunulması! “Milli çelişme tespiti yanlıştı” demek yetmiyor!
Ve milli çelişme gerçekten ön plana geçse, yapılması gereken ne olurdu? Olmayan milli bağımsızlık ve gericiliğin diktatörlüğünün savunulması, tekelci burjuvazi ve toprak sahipleriyle birlik mi? Kuşkusuz hayır. Proletarya yine başlıca köylülüğü yedekleyerek ve gericilik arasında çıkması olası çelişme ve çatışmalardan yararlanarak, milli çelişmeler halkasından yakalayıp demokrasi mücadelesiyle birleştirmeye çalıştığı ulusal bir mücadele yürütür, mücadelenin hedefi gerici burjuva diktatörlüğünü savunmak değil, başlıca ulusal yönelimli mücadele için işçi köylü diktatörlüğünü kurmaya çalışmak olurdu. Ama “ÜDT”, Aydınlık’ın somut olarak uyguladığı gibi bir kısım emperyalistler ve ülkenin gerici burjuvazisiyle, diktatörlükle birleşmeye ve onları savunmaya yol açıyor. “Yurt savunması”nın “Türkiye Ordusu” eliyle gerçekleştirilmesini savunmaya götürüyor. Aydınlık’ta olumlu değişiklikler tespit edenlere sunulur.
Ayrıntılara ilişkin değinmeler…
“TİKP, Milli Birlik Hükümeti önerisi, teröre karşı kitle çizgisi, gençlik politikası, iç barış siyaseti, Ekim seçimleri, MHP’ye karşı mücadele örneklerinde görüldüğü gibi, oldukça düzgün siyasetler de geliştirdi.” (“Muhasebe”). Dünyaya bakış ve yaklaşım o denli farklı ki, Saçak revizyonizmi göğsünü gere gere, Milli Birlik Hükümeti, iç barış siyaseti vb. vb. doğruydu diyor. Bu kadar utanmazlık olmaz, diyesi geliyor insanın, ne yaparsın ki bu, bir sınıf tavrı. Peki, niçin devrimcilik iddiasındasınız?
Milli Birlik Hükümetini, belki sizlerden bir süre sonra Ecevit de önerdi. Devrimin yükseliş koşullarında hem de bu önerinin anlamı devrimci olabilir mi? Milli Birlik Hükümetleri, proletarya ve emekçilerin gelişen mücadelesi karşısında tüm burjuva partilerin ve siyasal güçlerin ya da onların önemli bir kısmının devrime karşı birleştikleri hükümetlerdir ve siz bunu önerdiniz, şimdi de hâlâ savunuyorsunuz. Devrimciler nasıl hükümetlerden yanadırlar?
Geçici devrim hükümetleri, halk cephesi hükümetleri devrimci hükümetlerdir. Biri devrimin hükümetidir, diğeri devrime gidişin hükümetidir ve istikrarsızlık dönemlerinde tüm burjuva siyasal güçleri bir araya toplayan hükümetler neyin hükümetidir? Marksistler burjuva hükümetlere katılırlar mı, katılmayacaktan bir hükümet önerirler mi? Saçak revizyonizmi bu hükümetin önerilmesinin doğruluğunu, yine doğru olduğunu söylediği anti-MHP mücadele perspektifiyle ileri sürüyor. Yanlış içinde yanlış. MHP ve faşist diktatörlüğe karşı mücadele birbirinden koparılıyor. MHP’ye karşı bir mücadele devrimci bir mücadele olmaktan çıkarılıyor, iki. Sözde “teröre bulaşmamış parlamenter güçlerin anlaşılması ve ortak hüküm eti’ni önermekle, anti-faşist mücadeleyi parlamenter zeminde ele alıyor, üç. Ve dört, burjuva hükümetlerin en başta emekçi düşmanı karakterlerini es geçiyor ve bu tür hükümetlerin emekçilerin mücadelesini bastırmanın aracı olduğunu, bunu savunmakla barikatın öte tarafındaki yerini sağlamlaştırdığını hâlâ gözlerden gizlemek istiyor.
Aynı şey, iç barış siyaseti açısından geçerlidir. Sınıf mücadelesi yerine sınıf barışının konması, herhangi bir gerekçeyle savunulabilir mi? Aydınlık-Saçak revizyonizmi bunu halk hareketinin geri çekildiği ve savunma taktikleri izlemek gerektiği gerekçesiyle izaha çalışıyor. Hangi devrimci, savunma taktiği izlemenin sınıf barışını savunmayı gerektirdiğini söyledi ve buna uygun davrandı şimdiye dek? Lenin, 1907 ve sonrasında iç barışı mı savundu? Devrim ve devrimcilikten ancak bu denli uzak olunabilir! TİKP ‘80 öncesi tüm burjuva güçlerin (faşistler dışında) istediği gibi, huzur istiyordu, devrimci ortam ve devrimin çatışmalı gelişimi gözünü korkutmuştu, can güvenliği talebini ileri sürüyor ve bunu düzenden, devletten bekliyordu, kurulacak parlamenter birlik hükümeti bunu sağlayacaktı! Bu hükümet, “Moskova’nın yıkıcılığına ve faşist teröre karşı Milli Birlik Hükümeti” olmalıydı! “Moskova’nın yıkıcılığı”ndan kasıt, TİKP 1. Kongre raporunda daha açık görülüyor:
“Moskova’nın kışkırttığı ve yönlendirdiği terör, MHP ne zaman köşeye sıkıştıysa imdadına yetişmiştir. MHP’yi AP ile, sıkıyönetimle ve CHP ile aynı kefeye koyan siyasetler, Türkeşlere sıkıştığı köşede soluk alma fırsatı vermiştir…” Saçak “muhasebesi”nin de kabullendiği gibi, Aydınlık-TİKP revizyonizmi o dönem her taşın altında Moskova’yı arıyor ve “sahte solcu” dediği devrimcileri de Moskova’nın kışkırttığım yayıyordu. Yukarıdaki pasajlarda yakınılan MHP’nin yanında AP’ye, sıkıyönetime ve yetersizliklerine rağmen diktatörlüğe karşı yönelen devrimci mücadeleydi ve bu TİKP’in dilinde “terör” olarak ifadesini buluyordu. Ve TİKP, MHP’ye ve devrimci mücadeleye karşı Milli Birlik Hükümeti istiyordu, “teröre bulaşmamış parlamenter güçlere” ve sıkıyönetime dayanacak bir Milli Hükümet ve doğal ki diktatörlüğün, mevcut düzenin bir hükümeti olacak, Aydınlık’a göre huzuru bozan devrime ve MHP’ye karşı kurulacaktı. Burjuva gericiliğine, diktatörlüğe sağdan ve soldan gelen tehdide karşı birleşmeyi öneriyordu Aydınlıkçılar. Hâlâ bunun doğruluğunu ve devrimciliğini (!) savunuyorlar ve “devrimci” safta olduklarını iddia ediyorlar. “Günün görevi… halkın can güvenliğini sağlamak, özgürlükleri, anayasayı ve parlamentoyu savunmaktır” tespitini yapıyorlardı. Milli Birlik Hükümeti bunu gerçekleştirecekti; varmış gibi özgürlükleri savunacaktı ve Aydınlık-TİKP bir düzen gücü olduğunu istediği kadar inkâr etsin, anayasa ve parlamentonun savunulmasını önererek bunu kanıtlıyordu. Bunun hâlâ “doğru” kabul edilmesi cabası!
Savunma taktiği konusunda yalnızca tek bir cümle: Eğer ‘77-78’lerden itibaren ciddi ve gerekleri yerine getirilen bir saldırı taktiği izlenseydi, kitleler yeni ortaya çıkmaya başlayan mücadele biçimleri içinde örgütlenip, devrim için hazırlamalar ve silahlandırılmalarına sistemli olarak girişilseydi, Eylül, Eylül olarak yaşanmazdı. O dönem için savunma tekniğinin doğruluğunuzda dia etmek ve bunu ciddi bir saldırı taktiğinin karşısında savunmak, devrimcilikle tümden ilgisizliğin göstergesidir. Bunun zamansız hesaplaşmaya girişmekle bir ilgisi yoktur. Devrimi olgunlaştırırsın ama zamansız hesaplaşmalardan da kaçınırsın, burada çelişme aramak boşunadır.
“Muhasebenin” bir başka doğruladığı TİKP siyaseti, gençliğe ilişkindir. Kuruluş Bildirisi’nde TİKP: “Hangi görüşte olursa olsun cebinde öğrenci kimliği olan herkes can korkusu olmadan serbestçe okuluna gidebilmeli ve öğrenim görebilmelidir. Bütünüyle yurtsever olan gençlik kitlelerini bölen politikaların karşısındayız.” (s. 14). Burada mantık ve sınıflara bölünmüş bir toplum, sınıflara bölünmüş bir gençlik kavrayışı var mı? “Bütünüyle yurtsever olan gençlik!” Sorun, salt yurtseverlik sorunu değil, ama gençliğin yekpare bir bütün oluşturmadığı da açık. İçinde faşisti var, devrimcisi var, siyasal bilince sahip olmayanı var. Ve faşistler çeşitli okulları üs haline getirmişler, buralara dayanarak gençliğe yönelik saldırılar düzenliyorlar. Bir dizi okulda faşistlerle dişe diş bir mücadele sürüyor.
Ve TİKP-Aydınlık revizyonizmi sınıf mücadelesine verdiği önemden olacak, bu çatışmaya gözlerini kapıyor, yatıştırıcı rolüne soyunuyor, faşistlere de özgürlük diyor. Faşistler özgürlük tanımıyor ki! Ve okullara öğrenim için gitmiyorlar ki! Sözde milli birlik siyaseti adına faşistlerin savunulması ve saldırılarına olanak tanınmasının istenmesi Aydınlıkçıların gençlik siyaseti oluyor; faşistlere özgürlük istiyorlar ve bunu bugün de doğru görüyorlar. Senin iradenle sınıf çatışması küllenmez ki! Ve sen bu siyasetinde devrimci olamazsın ki!
“Sahte sol” tespiti ve ihbarcılık sorunu…
“Muhasebeden”: “TİKP’nin birçok solcu grubu, ‘sahte solcu’ diye nitelemesi, onların ‘toplumun tortusu’ haline geldiklerini ve ‘halk düşmanı” karakter kazandıklarını ileri sürmesi ciddi bir hatadır.”
Devrimci çevreden aşırı ölçüde tecrit olmuşsan ve hâlâ “pazarda malını satmayı” kuruyorsan, kendini biraz olsun meşrulaştırmaya çalışman gerekir ve bu yalnızca göz boyama manevralarıyla başarılamaz, kendi “pazarını” “sahte” bir “pazar” olmaktan da çıkarman gerekir.
‘78’de sınıf çatışması son derece şiddetliydi ve devrimci “pazarda” mal satmaya çalışmak çok tehlikeliydi ve Aydınlık-TİKP kendini egemen sınıflara beğendirme tutumunu geliştirdi. Bugün çatışma henüz pek şiddetlenmedi ve D. Perin-çek çatışmanın şiddetleneceği günlere güç toplamış halde varmak ve egemenlere sunacağı “sıcak” destekte güçlü bir konumda olabilmek için bugün sol içinde güç toplama ve sola kendini beğendirme peşindedir. Ve “sahte solculuk” nitelemesinin “ciddi hata” olduğu bu nedenle ileri sürülmektedir, “…devlet ile bu gruplar arasındaki çatışmayı da yanlış değerlendirdi ve bu çatışmalarda yanlış tutum aldı” deniyor TİKP hakkında “muhasebe”de. Burada devletin tarafının tutulduğu ikrar edilmiş oluyor, ama ortaya konan gerekçeyle bu izah edilemiyor. “Sahte sol” diyelim ki, “halk düşmanı” idi, peki, devlet “halk safında” mıydı ki, devletin tarafı tutuldu.
Çeşitli grupları halk düşmanı ilan eden başka gruplar da oldu. Ama hiçbiri “düşman” dediği gruba karşı devletin yanında yer almadı, işini kendi görmeye çalıştı. PDA’calar ise geleneksel devletçi yönelimleri ve teorileriyle devletin tarafını tuttular, devlete sığındılar. Bu devrimci kaygılarla açıklanamaz ve “ciddi yanlıştı” deyip de geçilemez. Hem de “devlet teorimiz doğruydu” diyerek… ihbarcılığı ve katliamcılığı haklı çıkaracak, mazur gösterecek hiçbir gerekçe yoktur, olamaz.
Bakın, Aydınlık ihbarcılığının ve “sahte solcu” edebiyatının gerekçesi neymiş: “TİKP, sol içi şiddete karşı açıkça tavır aldı. Partinin diğer gruplar ile ilişkilerini asıl gerginleştiren bu tutumu oldu. Aydınlıkçıların ihbarcılık yaptığı şeklinde saldırılara uğramaları buradan kaynaklandı.” Kimi aldatacaksınız? Hele az önce devletle sol gruplar arasındaki çatışmada devletin tarafını tuttuğunuzu ikrar ettikten sonra…
Geçmişte, mahkûm edilmesi gereken sol için çatışmalar yaşandı, ama hiçbir devrimci grup bu noktadan hareketle başkalarım devlete ihbar etmedi ve ihbarcılık suçlamasının hedefi olmadı. Yalnızca AydınIıkçılar, çarşaf çarşaf ihbar listeleri yayınladılar, hem de yalnızca ve esas olarak sol içi çatışmalar nedeniyle değil, gerici faşist güçlerle çatışmaları dolayısıyla devrimcileri ihbar ettiler; bununla kalmayıp, bu “ilkeli” “sol içi çatışma karşıtları” (!) devrimci katliamlarına da giriştiler.
Diğer sol gruplar ne yaptılar? Sol içi çatışmalar dolayısıyla birbirlerinden yardım istediler, arabuluculuk yaptılar, gidip birbirleriyle konuştular, sorunlarım devrimciler arası bir platformda çözümlemeye çalıştılar. Ya da sorunu kendi güçleriyle çözmeye yöneldiler. Ama hiçbiri ihbarcılığa sapmadı. Sen D. Perinçek, siz Aydınlıkçılar, siz de devrimcilerle konuşsaydınız, devrimciyseniz, sorunu bir devrimci gibi çözmeye çalışsaydınız, neden devlete müracaat ettiniz? İhbarcılığınız, “sol içi çatışma karşıtlığı” ile izah edilemez.
Ve bu izah edilemez durum, törpülenerek “muhasebe”de bugün de savunulmaya devam ediliyor: “…halkı, devrimcileri ve milli bağımsızlığımızı doğrudan doğruya hedef alan kasıtlı eylemlere girişenleri açığa çıkaracak ve halka ilan etmeye devam edeceğiz (Aydınlık 1979). Ve “muhasebe” bunu onaylıyor: “Burada açıklanan tavır doğrudur.” “İhbarcılık bizim mesleğimiz, devam edeceğiz” diyorlar ve çeşitli devrimciler bunlara gözlerini kapayarak Aydınlıkçılarda olumlu gelişmeler saptıyorlar. Neresinde olumlu gelişme var bunların?
Ve ihbarcılığın sol içi çatışma ya da “halkı ve devrimcileri hedef alan eylemler” dolayısıyla haklı göstermeye çalışan Aydınlıkçıların planlı bir solcu katliamına örnek (Halkın Kurtuluşu Yolunda Gençlik dergisinin 36. sayısından aktarıyoruz): “30 Temmuz pazar günü, sayıları yirmiyi aşan TIKP-Aydınlık taraftarı, Adana’nın Meydan Mahallesi’ne geldi… Bir kısmının elinde gazete kâğıdına sarılmış paketler vardı. Ailece Meydan Mahallesi’nde oturan Oktay ve Faysal, Aydınlıkçıların dışarıdan mahallelerine Aydınlık gazetesi satmaya geldiklerini duyunca, birkaç arkadaşı ile birlikte, kendileri ile konuşmaya gittiler. Oktay, gazete satanlara, ‘Aydınlık gazetesi son bir ayda yedi proleter devrimciyi polise ihbar etti. Bunlardan ikisi tutuklanarak cezaevine kondu. Diğer beş kişi ise polisçe aranmaktadır. Bu karşı devrimci polisiye tavır açıkça mahkûm edilmeden bu mahallemizde bu gazeteyi satamazsınız’ dedi. Bu uyarıya karşılık… grubun başı… ‘Biz buraya gazete satmaya değil, ölmeye veya öldürmeye geldik. Bu prestij meselesidir’ dedi. Bu sözlerin ardından başta bu kişi olmak üzere, DLB başkanı ve diğerleri ellerindeki paketleri açarak bıçak, satır vb. aletlerle Oktay, Faysal ve diğer proleter devrimcilere saldırdılar. Bülent, elindeki aletle Faysal’ın sağ koluna vurarak derin bir yara açtı. Aynı kişi, daha sonra elindeki aleti arkadan Faysal’ın boynuna sapladı. DGB başkanı ise Oktay yoldaşa saldırdı. Bu kişi de, elindeki bıçağı Oktay’ın boynuna sapladı. Diğer saldırganlar, yine boyunlarından iki proleter devrimciyi daha yaraladılar… Boynundan ve çeşitli yerlerinden ağır yaralanan dört proleter devrimciden ikisi hastaneye kaldırılırken öldü.” Bu uzun aktarmayı, Aydınlıkçıların ne denli “sol içi çatışma karşıtı” olduklarının belgesi olarak yayınladık. Bir de ihbarcılığı sol içi çatışma karşısındaki “ilkesel” tavırlarıyla açıklamaya çalışıyorlar! Siz iflah olmaz devlet yanlısı ve ihbarcılarsınız, devrim ve devrimci düşmanlarısınız. Konuyu kapatalım, daha iyi mazeretler bulun, ellerinizdeki kanları, öldürdüğünüz devrimcilerin ve ihbar ettiklerinizin kanlarını unutturacağını sanmayın.
“Muhasebe”ye göre, Aydınlık’ın olumlu mirası şunlarmış:
“Mao Zedung’un katkılarını içeren bir bilimsel sosyalizm.” Ağzınıza pek yakışıyor doğrusu bilimsel sosyalizm sözcüğü! Bilimsel sosyalizm, Türkiye’de başlıca size karşı mücadele içinde gelişti (ve TKP’ye karşı). Mao’nun “katkıları” ise revizyonizmin dejenerasyon çabalarından başka bir şey değildir.
“Stalin eleştirisi ve Stalin dönemi Marksizm’inin aşılması”. Artık Leninizm’i de aşıyorlar, geride kaldınız! Ne olumlu bir miras! Utanmadan yazılıyor, ama Saçakçılar son sayılarında grupların birlik ve ayrılık noktalarını ararlarken, kendilerini Stalin’i savunanlar safında göstermekten de geri kalmıyorlar.
“Sosyalizmde geri dönüş ve sınıf mücadelesinin sürdürülmesi konusunda teorik çözümleme”. Ekonomik temeller ve üretim ilişkilerindeki dönüşümlerle ilgilenmeden, salt siyaset, başlıca dış siyaset ve genel olarak irade ile açıklanan geri dönüşün Maocu-Aydınlıkçı teorisi, çeşitli devrimci grupların sosyal emperyalizm tezini kabulden uzak durmalarının başlıca nedeni olmuştur ve bu “teorik çözümleme”nin doğru bir yönü yoktur.
“Ulusal planda politika yürütmek, büyük siyasi güçlerle mücadele perspektifi”. Bu, çeşitli gerici güçlerle birlikte, onlarla el ele yürütülen kâh parlamenter, kâh cuntan, kâh çeşitli emperyalist güçleri merkezine alan bir mücadele perspektifidir. Bu, Aydınlıkçıların en temelli handikaplarındandır. Onlar, sürekli belirli düşmanları düşman olmaktan çıkarıp dost varsaymışlar, “büyük siyasal güçlerle büyük politika yapmak” adına emperyalistlerin ve gericiliğin platformunda, onlardan bazılarıyla diğerlerine karşı birlik ve gönüllü yedeklenme siyaseti izlemişlerdir. Pek olumlu bir miras!
“Sürekli olarak program temelinde birleşmeyi esas alan partili mücadele. Kurumlaşmış ve gelenek haline gelmiş bir parti içi demokrasi.” Evet, genellikle partili mücadele ettiniz. Ancak, programınız hiçbir zaman devrimci olmadı. Partileriniz ise sizi aşırı ürküten bir deneyiniz -amatör, göstermelik bir deney, yine legalizmle malûl bir deney, dergi etrafında örgütlenmeye dayanan bir deney- dışında düzen partileri kurdunuz, yasalcılık oynadınız. “Parti içi demokrasiniz”, tüm burjuva partilerde görülen kanatlılığı ve hizipleri kabul etmesinin yanında, tek ve değişmez “milli şef”in diktatörlüğüydü. Çizmeyi aşan, şefe karşı çıkan barınamadı içinizde.
Sözü edilen başka “olumlu mirasları” da varmış TİKP-Aydınlık’ın. Değinmiyoruz.
Ve tüm bu “olumlu miras”a rağmen Aydınlıkçılar Aydınlıkçılığın taşınamaz bir yük haline geldiğini saptayarak, artık Aydınlıkçılık diye bir şeyi kabul etmediklerini açıklıyorlar. PDA-TİKP kamburundan kurtulma ihtiyacını duyuyor ve Aydınlıkçılığı reddediyorlar. “(Bugün) TİKP’Ii olmak da, tıpkı 1980 öncesi gruplaşmalardan birine bağlı olmak gibi, devrimci bir anlam taşımıyor” Yeni bir “saflaşma ve harman oluş” varmış bugün, devrimcilik mi reformculuk mu sorusu temelinde, devrimciler devrimci safta toplanmalıymış! Bırakın da bunları devrimciler düşünsün. Ve üstelik bir partide birleşmek için devrimci olmak da yetmiyor, parti proletaryanın partisi olacaksa, Marksist olmak da gerekiyor.
Aydınlıkçılık reddinin bir nedeni kamburdan kurtulma ihtiyacı ise, bir nedeni de, Eylül sonrasının eskiyi mahkûm etme ve eskiden kopma modasıdır. ANAP da yem parti olduğunu vurgulayıp duruyor. Eylül döneminde eski partiler çok suçlanıp karalandılar ve yeni partiler dayatıldı herkese. PDA da kabullendi bunu, yenide hayır vardır dedi ve üstelik bir taşınmaz yükten de kurtulmuş oluyordu böylece.
Devrimci Marksistlere gelince, onlar Aydınlıkçılardan akıl alacak değiller. Yanlışlarını eleştirip doğrularını geliştirerek yollarına devam edecekler. Kuşkusuz birleşmeler de olacak. Bu Marksist temelde de olabilir, güç ve eylem birlikleri şeklinde devrimci demokratik temelde de. Ama Aydınlıkçılar, her iki türden birliklerin de dışında kalacaklar. Bunu dişleriyle tırnaklarıyla, yayınladıkları ihbar listeleriyle, burjuva gericilik, destekçilikleriyle, devlet yanlılıklarıyla hak ettiler.
Biz bundan sonrası için Aydınlıkçılara Mao, Castro ve hele Tito gibi yol göstericileriyle ve saymadıkları daha niceleriyle “yolunuz açık olsun” diyoruz.
Kürkçü ve arkadaşlarının dikkatine sunulur, Aydınlıkçıların şu yumuşaması ve revizyonizm karşısında tavırsız kalacağını açıklaması, kendilerine oldukça yakınlaşmış oluyorlar:
“Hiçbir parti, başka ülkelerin partilerine ve önderlerine hücum etmemeli, başka partilerin program ve görüşlerini doğrudan hedef alarak eleştirmemeli… Devrimci önderlik etmiş sosyalistlere karşı saygısızlık, devrimci vicdanı zedelemesi açısından da eleştirilmelidir. Henüz önemli devrimci pratiklerden geçmemiş parti ve grupların Mao, Enver Hoca, Castro veya Tito gibi kendi ülkelerinde büyük toplumsal değişikliklerde önemli roller almış sosyalist önderlerin devrimciliğini kuyumcu terazileriyle ölçmeleri çocukçadır.” (“Muhasebe”).
Enver Hoca ile Tito yan yana. Bunu ancak Aydınlıkçılar başarabilirdi! Siz Tito’nun izindesiniz. Ve “birlikçiler”, bakın SBKP’yi de eleştirmeyecek Aydınlık, Gorbaçov’ u da, en azından saygıda kusur etmeyeceğini açıklıyor. Aranızın açık olmasında bir neden kalıyor mu?

Ekim 1989

Sınıfın Kendiliğinden Hareketi ve Leninist Parti

80’li yıllara göre kitle mücadelesinin geliştiği gözleniyor. Suskunluk, yılgınlık, eylemsizlik yıllarından sonra geniş işçi kesimleri ekonomik nedenlerden de kaynaklansa yasaları aşan direnişlere başladılar. Mart-Nisan eylemlerine bir milyon işçi çeşitli biçimlerde katıldı. 1 Mayıs’ın mücadeleci ruhu egemenlerin bütün tehditlerine, alanları işgal etmelerine, fabrikalar önünde barikat kurmalarına, duraklardan sokaklardan adam toplamalarına rağmen militan bir şekilde yaşatıldı. Kamu işçilerinin eylemlerinden sonra özel sektörde çalışan işçilerin ek zam ve işten atılmalara karşı mücadelesi yükseliyor. Sınıfın eylemliliği sendika bürokratlarını sarsar hale geldi. Yönetimlerde henüz belirleyici değişiklikler yoksa da kongreler eskisi gibi bürokratlar için dikensiz gül bahçesi değil artık…
Diğer emekçilerin de çeşitli baskılara karşı mücadelesi yaygınlaşıyor. Gecekondu bölgelerinde yıkımlara karşı direnişler başladı. Direnişsiz yıkım gerçekleşmiyor, öğretmenler ve memurlar grevli toplusözleşmeli sendika hakkı için örgütleniyorlar. Çiftçiler çeşitli kentlerde yürüyüşler, mitingler yapıyor. Kiraların aşırı artışını protesto eden esnaflar sokaklara çıkıyor.
Bu arada, demokratik kitle örgütlerinin sayısında gözle görülür bir artış var. Kitleleri kendi etraflarında örgütlemeye ve harekete geçirmeye çalışıyorlar.
Aydınlar emekçilerin hareketliliğinden etkilenmeye başladılar. Dün baskı ve teröre karşı ufacık da olsa ses çıkarmayanlar, devrimcileri sokakta gördüklerinde kaldırım değiştirenler arasında, “sosyalizm” tekrar moda haline geldi. Çeşitli “sosyalist”, “komünist” parti kuruluşları tartışılıyor, dergiler çıkarılıyor.
İşçi sınıfı ve diğer emekçilerin yaygınlaşan hareketliliği ve gelişen mücadelesi, bugün sınıfla ve diğer emekçi kesimlerle sıkı bağlar kurmuş, hareketi bütün yanlarıyla kucaklayan Leninist bir parti önderliğinde değil henüz. Sınıfın öncüleri Eylül’de önemli bir deneyden geçti. Ama bu daha çok çeşitli kadrolar açısından geçirilen bir deneydir. Sınıfın ve emekçilerin mücadelesine her koşul altında önderlik edebilecek Leninist yapıya kavuşmuş ileri unsurların sözü edilmeye değer bir kısmını kapsamış, mücadele sürecinde kucakladığı bu ileri unsurlar ve yönettiği kitlelerle birlikte deneylerden geçmiş bir partinin varlığından henüz söz edilemez. Marksist-Leninistler, Leninist örgüt teori ilke ve normları benimsemelerine, örgüt pratiği, yaşamı ve deneyleri sağlanan teorik ve pratik birikim açısından Leninist bir parti olmayı hedeflemelerine rağmen, henüz sağlam bir Leninist yapıya kavuşulduğundan, Leninist öncü partinin özelliklerini bünyelerine derinlemesine aktardıklarından, köklü gelenekler edildiğinden söz edilemez.
Bütün bu gelişmeler nedeniyle Leninist parti öğretisi ve bunun çeşitli modalardan etkilenmeden, kararlı bir şekilde uygulanması hayati bir önem kazanıyor. Kuşkusuz Leninist parti öğretisi çok yanlı ve öğretinin uygulanması pek çok pratik sorun tartışmayı da beraberinde getiriyor. Biz burada yığınlara hareketliliğinin artması ve parti sorunları üzerinde durmaya çalışacağız.
Proletarya partisi işçi sınıfının çeşitli örgütlenmeleri (sendikalar, kooperatifler, yardım dernekleri, Sovyetler, vb.) içinde, bütün bu örgütlere kılavuzluk edecek ve onu sınıfsız sömürüşüz topluma götürecek en yüksek örgüt biçimidir.
Bu nedenle sınıfın en ileri unsurlarından meydana gelmesi, sınıf mücadelesinin kanunlarının bilgisi ve devrimci hareketin tecrübesiyle, yani en ileri teoriyle silahlanması ve her koşul altında mücadeleyi sürekli kılacak, çeşitli yönleriyle kavrayacak, uzmanlaşmış bir örgütlülüğe sahip olması gerekiyor.
Burada önem kazanan nokta, en ileri teori ile sınıf mücadelesinin kanunlarının bilgisiyle silahlanmasının yeterli olmayacağıdır. Bu bilgi sadece aydınlanma düzeyinde kaldığı uygulamada Leninist partiyi yaratmak için kullanılmadığı sürece yeterli olamayacak, parti aydınlar kulübü olma tehlikesini yaşarken, örgütlenmesi çeşitli saldırılar karşısında sürekli, canlı ve her dönemin ihtiyaçlarına cevap veren bir olgunluğa erişemeyecektir. Örgütsel inşanın aydınlatıcı ve açıklayıcı görevleri, pratik dönüştürücü ve değiştirici görevlerle birleştirilemezse, her koşul altında mücadeleyi kesintisiz sürdürecek, proletaryanın sınıf mücadelesine istikrarlı ve güvenli, otorite sahibi bir önderlik oluşturacak sağlamlıkta ve esneklikte bir yapı kazanılamaz. Bu nedenle Leninist parti öğretisinin kavranması ve uygulanması, uygulamada karşılaşılan zorlukların aşılmasında kararlılık ve birlikte sürdürülmesi gereken süreçlerdir.
Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında sınıflar açıktan çatışma halinde. Burjuvazi devrimi engellemek, sınıf egemenliğini sürdürebilmek için bir yandan revizyonist reformist tezleri körükleyerek Marksizm-Leninizm’i sınıf özünden koparmaya, kendi egemenliği için bir tehlike olmaktan çıkan sınıf uzlaşmacı bir teoriye dönüştürmeye çalışırken, öte yandan devrimleri acımasızca ezmeye ve devrimin motoru olan gerçek Marksist-Leninist partileri fiili olarak yok etmeye çalışıyor. Özellikle ekonomik ve siyasal krizin sınıflar arasındaki çelişkiyi artırdığı, yarı-sömürgelerde, sınıfsal ve ulusal uyanışı engellemek, baskı ve sömürüye başkaldırıyı ezmek için işçiler, emekçiler, ezilen uluslar ve özellikle mücadeleye kılavuzluk edecek örgütler ürerinde terör politikası uyguluyor. Askeri darbeler birbirini izliyor, devlet askeri ya da değil ama genellikle faşist diktatörlük olarak baskı, zulüm, işkence makinesi gibi işlev görüyor. Bu koşullar altında proletarya partisi mücadelenin sürekliliğini sağlayabilmek için mutlaka karşı devrimin uzanamayacağı (ya da uzanmasının asgariye indirilmeye çalışılacağı) bir yapıda olmalıdır.
Lenin bu konuda şöyle söylüyor: “Biçim olarak Otokratik bir ülkede böyle (gerektiğinde ayaklanmaya… ve bütün öteki mücadele biçimlerine başvurabilecek kadar) güçlü bir devrimci örgüt… tam bir gizlilik içinde çalışmak zorunda. Gizlilik bu cinsten bir örgütün öylesine zorunlu bir şartıdır ki, bütün öteki şartlar (üyelerinin sayısı ve seçimi, görevler vb.) bu birinci şarta uydurulmalıdır.” (Ne yapmalı, s. 171).
Egemen sınıfların devrimi bastırmak için oluşturduğu en önemli araçlardan biri siyasi polistir. Devrimle karşı-devrim arasındaki açık çatışmalarda (grevlerde, yürüyüşlerde, ayaklanmalarda vb.) nihai sonucu tayin edecek olan kitlelerin, mücadeledeki kararlılıkları, yetenek, azim ve kahramanlıklarıdır elbette. Ama iyi hazırlanılmayan, iyi yönetilemeyen saldırı ya da çekilme anları iyi tespit edilemeyen, kısacası yönetici kurmayı olmayan kitle mücadelesinin başarıyla sonuçlanması beklenemez. Siyasi polis mücadelenin kurmayı olan örgütleri ele geçirmek, dağıtıp parçalamak ve kitleleri ön-dersiz bırakabilmek için oluşturulmuş özel bir örgütlenmedir. Bilimin son gelişmelerinden yararlanarak devrimci örgütleri hareketsiz hale getirip yok etmek için yeni taktikler geliştirmektedir. Ancak, siyasi polisin bu taktiklerini boşa çıkarabilecek sadece devrimin yükselme dönemlerinde değil geri çekilme, baskı ve terör dönemlerinde de varlığını sürdürecek, sınıfla bağlarını koruyacak ve hareketin yönetimini gerçekleştirecek yetenekte profesyonel devrimcilerin oluşturduğu bir örgüt devrimi ve proletaryanın mücadelesini başarıya götürebilir.
Özellikle yığınların kendiliğinden gelme hareketlerinin yükseldiği durumlarda bu daha da önem kazanmaktadır. Grevler, direnişler yoğunlaştıkça, sınıfın ve diğer emekçilerin çeşitli bölümleri artan biçimde mücadeleye katılmaya başladıkça, mücadelenin “devrimci eylemi meslek edinmiş”, “siyasi polise karşı mücadelede özel vasıfları” olan kimseler tarafından “sanatın bütün kurallarına” uygun olarak örgütlenmesi ve yönetilmesi gerekliliği artar. “Yığınların kendiliklerinden harekete katılmaları olgusu, bu mücadelenin (siyasi polise karşı mücadelenin -ÖD) örgütlendirilmesini daha az gerekli kılmaz. Tersine, daha gerekli hale getirir. (Ne Yapmalı, s. 141)” diyor Lenin.
Yığınların kendiliğinden mücadelesinin yükselmeye başlaması, ülkemizde bunun tersine, geçmişte acı deneyleri olan bir hastalığı legalizm hastalığını amatörlük ve ilkelliği körükleme tehlikesini beraberinde getiriyor yine. Reformist ve revizyonistlerin, aslında devrim mücadelesinin lafzından başka hiçbir şeye sahip çıkmayan sözde sosyalistlerin kurmaya çalıştıkları yasal partilerden ve düzenin sınırları içine hapsetmeye çalıştıkları yasal mücadeleden söz etmiyoruz. Bu çok eleştirildi eleştirilecek ve revizyonist-reformist tasfiyeci legal Marksistlerin işçi sınıfı üzerindeki etkisi kırılacaktır. Bunun göstergeleri şimdiden var. Üzerinde durmak istediğimiz, yığınların hareketliliği arttıkça devrimci saflarda görülen uzun dönemli plan ve programlara dayanmayan, günün kârını hesaplayan amatör çalışmanın ve legal merkezler (yayın organları ya da demokratik örgütler) etrafında örgütlenmenin yeniden elbette legal mevzileri reddetmek anlamına gelmiyor. Leninist parti gizi; aygıtını koruyarak birçok yeni legal ve yarı legal olanaklardan yararlanmalı ve legal mevzilerde de mücadeleyi örgütleme yeteneğinde olmalıdır. Ama burada altı çizilmesi gereken nokta, gizli aygıtın korunması ve legalizm modasına, hastalığına kapılarak zarar görmesinin engellenmesidir. Her koşul altında mücadelenin örgütlenmesinin, sürekli istikrarlı bir şekilde sürmesinin karşı devrimin yeni bir saldırısında ezilip geçilemeyecek, dağıtılıp etkisizleştirilemeyecek mücadele merkezlerinin, mücadeleyi sevk ve idare edecek karargâhlarının yaşayabilmesinin yolu budur.
Yığınların kendiliğinden hareketinin yükselmesi, mücadelenin genişleyip yaygınlaşması, işçi sınıfı ve diğer emekçiler arasıda devrim ve sosyalizme sempatiyi, yönelimi artırır. İşçi sınıfı ve diğer emekçiler arasında partiye yeni güçler katılır. Burada durumu hem işçi sınıfı, hem de diğer sınıflardan aydınlar, gençler açısından ele almaya çalışacağız.
Leninist parti proletaryanın en üst örgütlenmesidir, proletaryanın kendi sınıf partisidir. Ve esas olarak proleter bir temele dayanmalıdır. Bunu lafta değil, gerçekte sağlamanın yolu ise, işçilerin bulunduktan yerlerde, fabrikalarda, işletmelerde örgütlenmesi ve partinin fabrika örgütlenmeleri üzerinde yükselmesidir. Lenin bu konuda şöyle diyor: “Hareketin temel gücü büyük işletmelerdeki işçilerin örgütlenmesinde yatmaktadır, çünkü büyük işletmeler (ve fabrikalar) isçi sınıfının sadece sayı bakımından üstün kesimi değil, aynı zamanda daha da önemlisi, etki, gelişme ve savaşma gücü bakımından da üstün kesimini kapsamaktadır. Her işletme bizim kalemiz olmalıdır.” (örgütlenme Üzerine, s. 24) Bu nedenle ancak işçi sınıfının sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması ve disiplinin okulu olan fabrika örgütlenmesi temel alınarak sınıf içinde ve partide savaş alanındaki bir ordunun bütün kanun ve âdetlerine uymayı gerektiren demir disiplinin, sınıf disiplinin biçimlenmesinin temeli atılabilir ve proletaryaya üstün bir savaş gücü kazandırılabilir.
Partinin esas olarak farikalarda, örgütlenmesi elbette ki grevci her işçinin, her isteyenin partili olmasını gerektirmiyor. Leninist parti bir sınıf partisidir demek, sınıfın tüm üyelerinin ya da her grevcinin partili olması demek değildir. Partinin sınıfla sıkı bağlara sahip olması, sınıf içinde erimesi, sınıfın çoğunluğunun parti önderliği altında hareket etmesi demektir. Sınıfın tümünün, öncüsü olan partinin bilinç ve eylem düzeyine yükselebileceğini iddia etmek ancak sınıf dalkavukluğu olabilir. “Öncüyle, ona eğilimli yığınlar arasındaki farkı unutmak, öncünün gittikçe daha geniş kesimleri kendi düzeyine çıkarma şeklindeki sürekli ödevim unutmak, yalnızca kendini aldatmaktır, bize düşen ödevlerin enginliğine gözlerini yummaktır ve bu ödevleri daraltmaktır. İşbirliği yapanlarla mensup olanlar arasındaki, bilinçli ve faal olanlarla yalnızca yardım edenler arasındaki farkı silip atmak, işte böylesi bir gözlerini yumma, böylesi bir unutmadır.” (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s. 78) diyor.
Bu ayırım, Marksizm ve sosyalizmin kendiliğinden işçi hareketinin içinde erimesinin ve boyun eğmesinin önlenmesinin de önkoşuludur.
Öte yandan, bu perspektif işçi önderlerinin ve mümkün olduğu kadar çok işçinin politik olarak bilinçlenmiş profesyonel devrimci haline getirilmesine ve parti örgütlerinde yer almasına engel değildir. Tersine, temel örgütlenme yeri olan fabrikalarda öne çıkan işçilerin devrimci mücadelesinin ajitasyon, propaganda, yayın dağıtımı, provokatör ve muhbirlere karşı mücadele, örgütlenme vb. gibi alanlarında geliştirilmesini, uzmanlaştırılmasını ve profesyonel devrimciler haline getirilmesini önemli bir görev olarak öne koyar.
Ayrıca yığınların kendiliğinden mücadelesinin genişlemesi ve derinlik kazanması, işçi sınıfı arasından yetenekli ajitatörlerin, propagandistlerin örgütçülerin çıkmasını da beraberinde getirecektir. İşçilere önderlik edebilmek, mücadelenin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilmek için parti, bu unsurları kendi saflarına çekmek ve bizzat işçilerin arasından çıkan önderleri mümkün olduğu kadar kapsamak zorundadır. Ancak bu şekilde sınıfa önderlik edilebilir ve egemen güçlerin başa çıkamayacağı işçi yığınlarının desteği ve güvenine sahip örgütlenmeler yaratılabilir.
Yığınların kendiliğinden eylemlerinin yükselmesiyle harekete çeşitli kesimlerden aydınların katılımı da artar. Aydınların katılımı bunların sınıfsal kökenlerinden ve aydın özelliklerinden gelen niteliklerin harekete taşınması tehlikesine yol açar. Bütün gücü ve gelişmesi, umutları ve geleceği örgütten, diğer sınıf kardeşleriyle birlikte yürüttüğü sistemli mücadeleden gelen proleterin aksine, aydın, kişisel bilgisi, kişisel yetenekleri, kişisel inançları ile güçlenir, yaşar. “Proleter, adsız kitlenin bir parçası olarak, herhangi bir kişisel çıkar ya da ün sağlamayı düşünmeksizin, nerede görevlendirilirse orada ve bütün benliğini ve düşüncesini saran gönüllü bir disiplinle, tam bir bağlılıkla savaşır. Aydına gelince durum değişiktir… Herhangi bir yere ancak kişisel nitelikleriyle erişebilir. Bu yüzden bireyselliğini en özgür biçimde kullanabilmesi, ona, başarılı çalışmasının önkoşulu olarak görünür. Bir bütüne bağlı bir parça olmaya güçlükle razı olur, o zaman da bu eğiliminden ötürü değil, zorunluluktan ötürüdür.” (Kautsky’den aktaran Lenin, Bir Adım İleri, İki Adım Geri s. 157).
Aydın ancak bireysel olarak Marksist bilinçle kendini sınıf savaşımında proletarya ile özdeşleştirebilir ve aydın karakteri değişikliğe uğrar. Sınıf kökeninden gelen bireyci disiplinsizlik, istikrarsızlık vb. özellikler proletarya ile özdeşleştikçe dönüşür, proleterleşir. Bu dönüşümün sağlanması, özellikle sınıf bileşiminde henüz proletaryanın bizzat kendi içinden gelen unsurların değil, çeşitli kesimlerden aydınların ağır bastığı partilerde özel bir önem kazanmaktadır. Dönüşüm ve proleterleşme sağlanamazsa, geçen sayımızda sözünü ettiğimiz bürokratizm ve tasfiyeciliğin çeşitli fırsatlarda ve biçimlerde ortaya çıkması engellenemez. Gerçek bir Leninist parti ise “her şeyden önce ve başlıca mesleği devrimci eylem” olanları kucaklayacağı için “böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında işçilerle aydınlar arasında ve hele hele ayrı ayrı meslekler arasında her türlü fark kesin olarak silinmelidir.” (Lenin, Ne Yapmalı, s. 143)
Ülkemizde proleter dönüşüm, bir başka açıdan da önem taşıyor. Revizyonizm ve reformizmin yozlaştırıcı bir rol oynaması sadece teori alanıyla sınırlı kalmamalı. Aydınların ve proletaryanın ileri kesimlerinin proletarya ve burjuvazi karşısındaki konumlarında, burjuvazi ve gericiliğe karşı pratik tavır alışlarında da tahribata yol açtı. Osmanlı aydınının uzlaşmacı, Kemalist aydının üst tabakalara yanaşan devletçi gelenekleri, aydınlar içinde TKP revizyonizminin dayandığı toplumun entelektüel potansiyelinin halktan ve proletaryadan önemli ölçüde yabancılaşmış özellikleri, revizyonizmin uzlaştırıcı ve yozlaştırıcı etkilerini daha da güçlendirici bir rol oynamıştır.
Kemalist devletçiliğin ve TKP revizyonizminin uzlaşmacı, reformist ve yabancılaştırıcı etkileri altında olan aydınlar, halkın ileri kesimlerini uzun yıllar hem teorik olarak, hem de yaşam tarzı ve siyasal mücadelede pratik tavır alış olarak eğitti. ’70’lerde bu güçlerin en ileri kesimlerinin egemen pratik-siyasal tutumu, reformist uzlaşmacılık ve icazetçi, legalci bürokratik burjuva sosyalizminin ifadesiydi.
’70’lere doğru yükselen işçi ve gençlik hareketi icazetçi uzlaşmacılık ve icazetçi uzlaşmacılığa bir tepki yaratmakla birlikte, ileri ve potansiyelli kesimlerin “tarihi” geleneklerini yıkacak, köklü bir dönüşüme yol açacak derinlikte değildi. Uzlaşmacılığa karşı tepki ’71 hareketinde, küçük-burjuva devrimci maceracılığında temsil edildi. Marksist-Leninist hareket küçük burjuva maceracı çizgiyi ve revizyonizmi reddetmesine, kadrolarının yapısı, yaşam tarzı ve toplumsal ilişkileriyle, anlayış ve alışkanlıklarıyla, hareketin bütün devrimci konumlanmasında, geçmişinde uzlaşmazlık başlıca erdem olmasına, halka en yakın konumdaki hareket olmasına rağmen, uzlaşmacı tarihsel aydın geleneğinin, revizyonist mirasın ve küçük burjuva sınıf özelliklerinin ve sınıf bakış açısının baskısından, etki ve kalıntılarından henüz gerçek anlamda arındığı söylenemez.
Bu durumda, revizyonizme ve reformizme karşı mücadelenin teorik ve siyasal tezler alanında başarıyla yürütülmesi, revizyonizme ve reformizme karşı mücadelenin gerçekleşmesi anlamına gelmez. Reformizm ve revizyonizmle mücadele, küçük burjuva ideolojisi ve reformist gelenekle, bizzat yaşamın canlı olayları, toplumsal ilişkiler, yaşam tarzı, pratik anlayış ve alışkanlıklar alanında da hesaplaşmak, reformizmi ve revizyonizmi bu alanda da aşmak zorunludur. Bu alandaki mücadelenin sivri ucu, doğal olarak hareketin kendi tarihinden gelen mirasın yaşayan olumsuzluklarına yönelecektir.
Hareketin kendisinin örgütsel olarak, proleter dönüşümü sağlaması, Leninist parti ilkelerini yaşamının her alanında, ilişkilerinde, pratiğinde uygulaması, köklü gelenekler kazanması, kısacası gerçek anlamda Leninist bir parti haline gelmesi durumunda kendiliğinden hareketin yükseldiği dönemlerde harekete katılan işçiler ve diğer sınıflardan aydınlar için mücadele okulu olarak, devrimci sanatın bütün kurallarını uygulayabilen profesyonel devrimcileri yetiştirecek, sınıf önderlerinin önemli bir kısmım kapsayacak ve mücadeleyi her koşul altında sürdürebilecek konuma gelebilecektir.

Ekim 1989

“Barış ve Demokrasi” Politikası: Yeni Soğuk Savaş Dalgasının Bir Yan Ürünü

Barış ve Demokratik Yenilenme Programı TKP’nin Gerici-Reformcu Mirası Üzerine Oturuyor

Bugünkü TBKP, “Yenileşme” programlarıyla “açılımcı” tezleriyle Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde ikamet eden Genel Başkanı ve Genel Sekreteri ile bir de 141 ve 142 rakamlarıyla biliniyor.
Bugünkü TBKP, TKP ve TİP’in gönüllü birleşmesiyle bir sentez olarak ortaya çıkıyor. TBKP, TKP ve TİP bileşenlerinin kaynaşmasıyla oluşuyor.
Dünkü TİP, 196Ö’lıonyıllarda 15 üyesiyle temsil edildiği parlamentoda, ‘parlamenter demokratik sistemin vazgeçilmez bir unsuru olarak parlamenter yoldan sosyalizme geçiş’ tezleri ve pratiğiyle, 1963 yılı 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın siyasal ve ekonomik felsefesini aşamayan, ‘kapitalist olmayan kalkınma’ programıyla, anti-faşist gösterilere ve silahlı eylemlere karşı ilk kez ‘anarşi’ nitelendirmesini kullanmasıyla biliniyor.  1970’li yılların TİP’i, ikinci TİP ise biraz daha gerilemesini ve sosyalist teoriye karşı gericileşmesini saymazsak, siyasal yelpazede birincisinden farklı bir yer işgal etmiyor. Birincisinin yanında, ikinci TİP tarihi de yazıldı, biliniyor.
1970’li on yılların son yarısında, Türkiye’ye artık sadece isim olarak değil, ünlü 1951 tevkifatından sonra ilk kez cisim olarak da girmeyi başaran TKP, ‘atılımcı’, ‘İDD’ci’ tezleriyle ‘ilerlemeciliği’ ile, UDC’si ile, anti-MHP, anti-MC siyasal perspektifi ile, yığın örgütlerini ve işçi sendikalarını ve kendi kendisini CHP’lileştirmesi ile biliniyor, tanınıyor.
Bilinmeyenler de, sıkıyönetim mahkemeleri dava dosyalan arasında “yazılı belgeler” arasında yer alıyor, açıklandıkça bilinir hale geliyor.
Açıklanan her bilgi, her yeni belge yaşanan tarihin, resmi olmayan tarihin yazılmasının önündeki engelleri kaldırıyor. Dünle bugünün birbirine bağlanmasını kolaylaştırıyor.
Bütün bir Cumhuriyet döneminin çeşitli evrelerine ait, resmi olmayan tarih, resmi tarihten daha zengin kaynaklara dayanıyor.
Cumhuriyet döneminden daha yaşlı olan TKP’nin, resmi veya resmi-olmayan bir tarihini bulabilmek ve çeşitli dönemlerde izlediği çizginin detaylarını öğrenebilmek ise mümkün olmuyor. Bilinmiyor. Detaylar, bir kısım ihtiyar ve yorgun demokratların yazılmamış anılarında bir NATO sırrı gibi saklanıyor. Yayınlanan bir kısım anılar ise, bugünkü TBKP’nin tehlikesizliğinin tarihsel köklerini anlatıyor, burjuvaziye belli mesajlar aktarılıyor.
TKP’nin resmi veya resmi olmayan bir tarihi yok, ilk kuruluş dönemi ve yakın tarihi belli ölçülerde biliniyor. Bilinmeyen dönemlerine ilişkin olarak da açıklanan belgelerden ve anılardan, özellikle TKP çizgisinin detayları ile ilgili ipuçları yakalayabilmek mümkün oluyor.
Bir TKP tarihi yazılabilmesi için, şüphesiz ipuçları yeterli olmuyor. Ama bugünkü TBKP’nin demokrasi platformundaki sistem içi, reformcu konumunun tarihsel köklerini, kısa notlar halinde aktarabilmek, TBKP oluşumunun ve programının hangi ideolojik ve siyasal miras üzerine oturduğunu belirlemek için belli ipuçlarından tutunmak gerekiyor.
İpuçlarından kalkarak iki olgunun, aynı düzlemde birbirini tekrarladığını, TBKP’nin yeni koşulların da devreye girmesi ile ikinci baskı bir TKP olduğunu yakalayabilmek mümkün oluyor.
İpuçlarının gösterdiği özetin özeti sonuç da şu: İlk kuruluş dönemini ve ilk kuruluşun getirdiği özgünlükleri bir yana bırakıyoruz, TKP, yasadışı veya yarı-yasal bir konumda, Cumhuriyetin geçirdiği bütün evrelerde, burjuvazinin hep bir yedek gücü olmaya soyunuyor, işçi sınıfına ve emekçi halka güven duymuyor, kendi güçsüzlüğüne güven duymuyor. Burjuvazi içinde çatışan veya çelişen siyasal güçler arasında, “iyi-kötü”, “demokrat, ilerici-faşist, gerici” ayrımları yaparak böyle ayırımlar yoksa bile icat ederek hep “iyilerin”, “demokratların” yanında yer alıyor. Talep dahi edilmeden, “iyiler” ile platonik siyasal ittifaklar kuruyor, daha önemlisi de, hep Kemalist geleneğin temsilcisi, mirasçısı oluyor veya en lehte yorumla, siyasal yelpazede, “Kemalizm’in sol kanadı”nda yer alarak, onun biraz daha sola çekilmesi veya ehlileştirilmesi gibi, siyasal bir işlevi yerine getiriyor. TKP “komünizmi”, Kemalizm’in eteklerinde, Kemalizm’in bir haşarı çocuğu olarak büyüyor ve hep terbiyeye tabi tutuyor. 1925’lerdeki çok kısa yarı-yasallık dönemi dışında TKP, Kemalizm’in hep yasadışı bir taraftarı oluyor. TKP yöneticileri en uzun dönem mahpus yatma, en uzun süre sürgünde kalma rekoru kırıyorlar. Haşarı çocuğun terbiyesinde, mahpus ve sürgün yöntemlerinin kullanılması tercih ediliyor. Platonik sevgide, âşık, hep acı duymak ister, acı aşkı büyütür, âşığı sevgiliye daha çok bağlar. TKP, her darbeden sonra biraz daha küçülüyor, güçsüzlüğünü, Kemalizm’e daha çok bağlanarak örtmeye çalışıyor. Hatta 1927 büyük “Komünist Tevkifatı” sonrasında Kemalist rejimin yerleşmeye başladığı bir dönemde, önce doğrudan ve örgütsel düzlemde Kemalistleşen en ileri kadroların bir bölümünü “kadro” olarak Kemalist rejimin doğrudan emrine verirken, bunu izleyen yıllarda, başka etkenlerin de zorlanmasıyla anti-faşist birleşik cepheyi, örgütsel birliğe kadar ilerletiyor ve geri kalan kadrolarının çok büyük kısmını daha, Cumhuriyet Halk Partisi ve onun yan-örgütleri ile birlikte çalışmaya seferber ediyor; TKP, CHP içerisinde eriyor.
Resmi tarihin iddialarının aksine, Kemalist rejim, tek-parti yönetimi ile değil, iki-partili bir sistemle yerleşiyor. TKP, Kemalist rejimin yerleşmesinde, CHP’nin hep bir yedek gücü oluyor, rejimin yerleşmesine, yardımcı bir güç olarak katılıyor. Anglo-Sakson demokrasisinin geri unsurlarının rejime dâhil edilmesinden önce, TKP, rejimin daha ileri bir unsuru olarak, yasadışı meşruluğunu koruyor.
TKP’nin Kemalist rejimin yerleşmesinde oynadığı rolün, TBKP’nin Eylül rejiminin yerleşmesinde üstlendiği misyondan daha ileri ve daha kapsamlı olduğu anlaşılıyor.
Ama toplumsal gelişmenin ve sınıf mücadelesinin boyutları dikkate alındığında ve TKP’nin kendi iç-evrimleşmesi hesaba katıldığında, sistemle siyasal entegrasyon sürecinin tamamlanması ve siyasal çizgiden terminolojik düzeyde dahi olsa Marksist “kalıntı”lardan ayıklanması açısından TBKP, daha geri bir konumda bulunuyor, daha gerici bir misyon üstleniyor.
TBKP, siyasal perspektifini, “militarist darbelerin önlendiği”, “parlamentonun en üst organ” olarak sürekliliğini koruduğu, demokratikleşme sürecinin tamamlanması açısından da TCK’nın 141-142. maddelerinin kaldırıldığı bir Türkiye özlemi ile sınırladığı programatik düzeyde belgeliyor. Siyasal işlevi ve siyasal politikaları açısından SHP’den, bir dereceye kadar da DYP’den farkı olmadığını göstermeye çalışıyor. “Militarist darbelerin önlenmesi” ve parlamentonun korunması için, “demokratik bağlaşıklar” arıyor ve buluyor. “Demokratik bağlaşıklar” politikasının dinci gericilikten, “ülke sanayisine katkıda bulunan sanayicilere” kadar geniş bir yelpazeyi içine aldığı anlaşılıyor. Siyasal mücadele taktiğinde TKP, hedefi küçültmesi, hedefin dışında kalan siyasal güçlerle “bağlaşıklar” kurmasıyla tanınıyor. TBKP, TKP’nin bu “ince” taktiğinin sürdürücüsü olduğunu gösteriyor, sistemin dolaylı bir yedek gücüne dönüşüyor. Dinci gericilikten, “ülke sanayisine katkıda bulunan sanayicilere” kadar bir yelpazede yer alan TBKP “bağlaşıkları”nın oluşturduğu “egemen sınıflar bloğu”, öğrenci gençliğin Nisan Eylemlerinden, işçi sınıfının Nisan-Mayıs protestosuna kadar yükselen devrimci kabarışı, politik şiddet kullanılması dâhil, her türlü yoldan bastırmaya çalışıyor. SHP’den DYP’ye egemen sınıf partilerinin bu politikaya bir itirazlarının olmadığı görülüyor. Daha Nisan Eylemleri devam ederken, TBKP, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde bulunan Genel Sekreteri’nin ağzından, mahkeme salonunda, “Teröre göz yumulsun gibi bir düşünce içerisinde olmadığını” açıklama gereğini duyuyor. “Bağlaşıklar”ından ayrı bir platforma düşmediğini gösteriyor. Tıpkı TKP’nin, Eylül rejiminin en vahşi döneminde, CHP’nin izlediği politikadan ayrı düşmemesi gibi… “Politik Durum ve TKP’nin Tutumu”nda, TKP sıradan liberallerin daha gerisine düşüyor ve cuntayı, “sol terörizm”in hedefi haline gelen can güvenliğinin yok edilmesine bağlayarak, “sol terörizmin” ezilmesinde, yöntem farklılığını da vurgulayarak, Eylül rejiminin yanında yer alıyor. Cuntayı, “faşist” ilan ederek, cuntaya karşı “örgütlenmeye” ve “savaşım” vermeye kalkışanlara lanetler yağdırıyor. 12 Eylül’ün hedef seçilmemesini istiyor. Faşist cunta rejimleri altında, hemen her ülkede sıradan liberaller bile, uluslararası platformda, politik tutuklular için, özgürlük kampanyaları acarken, TKP, eli kanlı faşist canilerin yanında, “Maocu teröristler” dediği devrimcilerin ömür boyu demir parmaklıklar arkasında tutulması için cuntaya öğütler verme gibi “onurlu” bir görev üstleniyor, onursuzluğunu belgeliyor. Cuntanın terörizme karşı savaşımını desteklerken ve bu -konuda SBKP’nin cuntaya karşı aldığı politik tutumla uyum sağlarken, evrensel görevlerini de unutmuyor ve cunta içinden, Sovyetler Birliği ile “işbirliği” sürdürebilecek “kesimleri” kazanmaya çalışıyor. Rejimin “istikrarlı” olmadığı tespitini yapıyor ve SSCB ile “işbirliği” yapacak kesimlerin ağırlık koymalarını bekliyor. Ağırlıklar altında TKP dağılıyor ve Eylül Dönemi’nin yarattığı siyasal bataklıktan ülke sınırlarının ötesine sıçrayan çamur deryası içerisinden TBKP doğuyor.
TBKP’nin bugünkü “demokratik bağlaşıklar” politikası, Eylül rejiminin ilk yıllarında TKP’nin, cuntanın bir “kesimine” kadar uzanan “bağlaşıklar” politikasının bir uzantısı olarak şekilleniyor. TKP, en olumsuz koşullarda dahi, iyimserliğini hep koruyor, ve “bağlaşıklar” kuracağı, yani peşine takılacağı, politik bir güç bulmada hiçbir zorluk çekmiyor. Siyasal yelpazedeki alt-üst oluşlara bağlı olarak “bağlaşıklar” bazen daralıyor, bazen genişliyor, ama hep bulunuyor.
TKP tarihi incelendiğinde, TKP’nin, hep egemen sınıf kliklerinin bir kesimiyle, bir veya ikisiyle, platonik cepheler kurduğu, daha doğrusu egemen kliklerin peşine takıldığı görülür. TKP, sınıfa yöneliyor, sınıf dinamizmi TKP reformizmi ile örtüşmüyor. Her cephe girişimi, devrim ve sosyalizm idealleri ile örgütlenmeye yönelen dinamik anti-faşist güçlerin erimesine hizmet ediyor, hayal kırıklığı ile sonuçlanıyor. Dahası, her dönemeçte TKP’nin sistemle olan bağlarını biraz daha geliştirdiği, reformculuğu sistemleştirdiği görülüyor.
TKP tarihi, aynı zamanda platonik cephelerin ve hayal kırıklıklarının tarihi oluyor.
1970’li on yıllarda TKP, CHP’nin ve CHP hükümetlerinin peşine takılıyor. CHP ile anti-faşist UDC kuruyor. CHP’nin talebi olmadan ve haberi de olmadan, anti-faşist UDC kuruyor ve devlet eliyle MHP’ye vurulmasını istiyor. CHP umudu tükenince, bu görevi cuntanın omuzlarına yıkıyor. 1970’li yıllar TKP’nin “ilerlemeci” katkılarıyla DİSK gibi işçi sendikalarının, belli yığın örgütlerinin CHP’lileştirilmesiyle, yığınlardaki yaygın anti-faşist potansiyelin, reformculuğun çizdiği kanallara akıtılmasıyla sonuçlanıyor. Reformcu siyaset ve pratikler, cuntanın zorlanmadan yerleşmesi için yolu düzlemiş oluyor.
UDC politikası, ilk yıllarda, cuntayı eleştirenleri eleştirme politikasına dönüşüyor ve şimdi TBKP, Parlamentonun Korunması Cephesine dahil oluyor. Olası cuntasal darbelere ve devrimci kalkışmalara karşı, parlamenter sistemin korunmasını ve sürdürülmesini, devrimci bir görev sayıyor. Dinci gericilerden NATO’ya, sanayicilerden AT’a kadar geniş bir “demokratik bağlaşıklar” zinciri kuruluyor, demokratikleşme sürecinin tamamlanması bekleniyor.
Aynı politik mantık, ikinci emperyalist sıcak savaş sonrasında, Alman faşizminin devrilmesinin ve “demokratik” Anglosakson emperyalizminin basan kazanmasının demokrasi ile sonuçlanacağım varsayıyor. Anglosakson dünyası ile Türkiye’nin ilişki kurmasının, Türkiye’ye demokrasi getireceği öngörülüyor. Ve ek başlıkta veriliyor, bu tahlil TKP’nin, “demokrasi” güçleri ile, Demokratik Mücadele Cephesi kurulması kararı alınmasını doğuruyor. Y. Küçük’ün aktardığına göre, İstanbul Sıkıyönetim Komut anlığı’nın 15 Aralık 1946 tarihinde yaptığı bir aramada, Ş. Hüsnü’nün evinde ele geçirilen bir raporda, Alman yardımı alan Saraçoğlu kliğinin dışlanması ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin de içinde yer alacağı, “faşizme ve vurgunculuğa karşı bir cephe” girişimine hız veriliyor. TKP, hayali cephe girişimleriyle siyasal doyuma ulaşıyor. Her cephe girişiminde, ister iktidarda, ister muhalefette olsun, TKP’nin, CHP’ye özenli ve önemli bir yer ayırması burada da tekrarlanıyor. Hatta 1930’lu on yılların ortalarında, daha da ileri gidiyor ve anti-faşist savaşımın evrensel görevlerini de yerine getirmek için, düzenin hemen oturduğu ve Kemalist rejimin, işçi ve köylülere daha büyük ölçüde yöneldiği koşullarda, pürüz çıkarmamak için, TKP, oto-likidasyon kararı alarak, çok büyük olasılıkla, bağımsız eylemliliğine son veriyor. Nazım Hikmet’in direnişiyle ve anti-Sovyet suçlamasına muhatap olmasıyla, CHP ve yan-örgütleri içerisinde faaliyet göstermeye yöneliyor. Türkiye “savaştan çıkarı olmayan ülkeler” kategorisine sokuluyor ve TKP, cılız varlığı ile CHP, Halkevleri, spor kulüpleri ve esnaf dernekleri içerisinde eriyor. Böylece anti-faşist cephe, tek örgütlülüğe dönüşerek, platonik olmaktan çıkıyor. Yukarıda sözü edilen raporda, Ş. Hüsnü’nün “savaş öncesi dönemde gizli örgütün yok denecek düzeye indirildiğini” ve “halkevlerine girme işinin çok küçük mikyasta başarılabildiğini” yazması, oto-likidasyon kararının ipuçlarını veriyor. İpuçları başka yorumların ve yazılı anıların doğruluk payını güçlendiriyor.
Anti-faşist mücadelenin evrensel görevlerinin yerine getirilmesi için, TKP’nin CHP lehine kendi kendisini feshetmesi veya en iyimser yorumla gizli varlığını en aza indirmesi, cephe politikalarında CHP’ye verdiği özenli tarihsel önemin, önemli bir göstergesini oluşturuyor. Yalnız bu çizginin, iki kez sapmaya uğradığı anlaşılıyor; resmi karara dönüşmemesine ve bir arayışı yansıtmasına karşın, gene de bir sapma olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Birisi, Vera İhmalyan’ın anılarında yazdığına göre, 27 Mayıs 1960 sonrasında, A. Türkeş’in de içinde yer aldığı 13’lere, “orta sınıfların” NATO ve CENTO gibi askeri paktlara da karşı çıkan, devrimci-radikal temsilcisi payesi verilmesi ve İ. Bilen’in bu tahlilinin, Sovyet Bilimler Akademisi tezlerine kadar girmesi. İkincisi de, Anglo-Sakson kaynaklı demokrasi dalgasının, soğuk savaş dalgaları altında henüz ezilmediğini ve Türkiye’de de çok partili demokrasi tartışmalarının hızlandığı savaş sonrası geçiş evresinde, TKP’nin, yeni kurulan Demokrat Parti ile “cephe” arayışlarına yönelmesi… DP lehine yönelen cephe arayışı, 1951 Büyük Tevkifatı ile sonuçlanıyor ve TKP, bu kez fiilen tasfiye sürecine giriyor, “Dış Büro” ile varlığını sürdürmeye çalışıyor.
Bu “doğal” sapmalar ve tasfiyeler dışında TKP, tarihi boyunca kurduğu bütün cephelere, CHP’yi, Kemalizm’i temsil ettiği için, almaya hep özen gösteriyor.
1920’li yıllarda CHP ile Kemalizm’le cephe kurması da gerekmiyor. Kemalizm’i değerlendirmesiyle, izlediği siyasal çizgisi ve eleştirel üslubu ile TKP, ikinci bir Kemalist parti olma misyonunu taşıyor. “Kemalizm’in sol kanadı” olarak faaliyet gösteriyor, özellikle 1924 yılına kadar, Kemalist Hükümeti sınıflar-üstü statüde değerlendiriyor ve Kemalist Hükümetin, ekonomik politikasını “kapitalist olmayan kalkınma yolu” olarak saptayıp destekliyor. Böylece “kapitalist olmayan yol” tezinin ilk keşfi şerefini, Kruşçev’den önce, TKP taşımış oluyor. TKP, Ş. Hüsnü’nün kaleminden, daha 1923 yılında, “halk hükümeti” olarak değerlendirdiği Kemalist Hükümetin, “iş ve işçi hükümeti” olmasını istiyor: “İktidar gücünü ulusal egemenlikten alan halk hükümeti emeğin -yani ulusun- tarafına geçmeli ve bir iş ve isçi hükümeti olmalıdır.” (Ş. Hüsnü, Seçme Yazılar, sy. 177).
Kemalist Hükümetin bu yola girmekte gecikmeyeceği umut ediliyor. Ş. Hüsnü hızını alamayarak Kemalizm’in sadece politik devrimle yetinmeyerek, toplumsal devrimi de yapacağım vaaz ediyor. O zaman TKP’nin yapabileceği fazla bir şey kalmıyor. Siyasal faaliyet olarak kendisine, “eleştiri” görevini biçiyor ve “eleştiri”lerinin de, devrimin ve devlet mekanizmasının eksiklerinin tamamlanmasına hizmet edecek şekilde sınırlı ve olumlu bir yönde olacağım taahhüt ediyor. Eleştiri hakkının bir hak olarak TKP’den esirgenmemesini istiyor. Bir de, 1924 artık, “işçi ve köylülere karşı mücadele hükümeti”’ne dönüşmüş olan Kemalist Hükümetin ekonomik ve siyasal politikası karşısında, halka fedakârlık” çağrısı yapıyor: “Bu takdirde başlanılan işi sonuna kadar götürmek, yani fedakârlıklara razı olmak gerekecek, … Üzerine düşen görevleri yapmaya hazır, böyle en değerli ve esaslı bir devrim dayanağı olan geniş bir toplum sınıfının, ulus adına yapılacak işler hakkında düşüncesini söylemesi, yeni devlet mekanizmasının eksikliklerini tamamlamak ve gelişmesini sağlamak amacıyla eleştirilerde bulunması, yalnız açık bir hak değil, aynı zamanda ulusal gelişme bakımından gerekli bir harekettir.” (Ş. Hüsnü, Seçme Yazılar, sy. 119).
“Eleştiri” hakkının “ulusal bir hak” olarak tanınması karşılığında, TKP, Kemalizm’in basit bir beklentisi olmaya razı oluyor, cılız sesini duyurabildiği işçilere, köylüler ve aydınlara da, burjuva-feodal ulusal ticaret burjuvazisi devletine biat etme ve “fedakârlık yapma” çağrısında bulunuyor.
“Fedakârlık” çağrısını sürdürüyor ama TKP, 1924 Haziran’ından itibaren, Kemalist Hükümete artık, sınıflar-üstü bir statü biçmiyor. Kemalizm’i sınıfsal bir tabana oturtuyor ve bunun için de küçük-burjuvaziyi seçiyor. Özrü kabahatinden büyük oluyor ve Kemalizm’e verdiği desteğin vurgusunu artırıyor. “Halk Hükümeti” tahlillerinin yerini, emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizme karşı “kararlı” bir mücadele yürüten küçük-burjuva demokrasisi tahlilleri alıyor. Dün “halk hükümeti” olarak desteklenen Kemalizm’e, artık küçük-burjuva demokrasisinin temsilcisi olarak destek veriliyor. Destek sürüyor, desteğin gerekçesi ve nedeni değişmiş oluyor. “Devlet kapitalizmi” politikası, “sosyalizme açık” bir uygulama olarak değerlendiriliyor. “Emperyalizmi can evinden vuran Kemalizm”, ülkenin tek umudu olarak ilan ediliyor. Ankara Hükümeti’nin her türlü “ilerici atılımı”nın destekleneceği açıklanıyor.
Açıklamaya uygun davranılıyor ve Şeyh Sait isminde simgele-şen ulusal bir ayaklanma, “kara irtica” olarak değerlendiriliyor. TKP, Şeyh Sait Ayaklanması’na, Türkiye Cumhuriyeti’ni, İngiliz emperyalizmi lehine zayıflatacak bir başkaldırı gözüyle bakıyor ve Şeyh Sait’i, herhangi bir dayanaktan yoksun bazı kaynaklara başvurarak, ingiliz ajanı sayıyor. Kürt ulusal ayaklanmasının karşısında, Kemalizm’in sağ-kolu olarak yer alıyor. Kemalizm, doğrudan talep etmediği halde, TKP, sadece 19 25 Şeyh Sait Ayaklanmasında değil, pratik bütün gelişmelerde, ulusal sorunda, gerici-şovenist tavrını sürdürüyor. “Türkiye Cumhuriyeti’nin birlik ve beraberliğini”, “misak-ı milli” sınırları içerisinde korumak, TKP’nin siyasal faaliyetinin merkezinde yer alıyor. Kendi içindeki tartışmaları da bastırıyor ve aykırı sesleri susturuyor. H. Kıvılcımlı’nın ‘İhtiyat Kuvvet-Şark’ başlığı ile kaleme aldığı ulusal soruna ilişkin bir yazısının, 1930’larda hasıraltı edildiği biliniyor.
Şeyh Sait Ayaklanması eziliyor ve ayaklanmacıları yargılamak üzere kurulan gezici İdam Mahkemeleri, aynı zamanda, korku üretmek amacıyla kullanılıyor. Kemalizm, korku üreterek “ittihatçı” ve “eleştirel” muhaliflerini de dize getiriyor. Kemalizm’in “eleştirel” muhalifi olarak TKP de, korku dalgalarından payını alıyor ve 1927 ‘ ‘Komünist Tevkifatı”nın sonuçları, altı yıl sonrasında kullanılmak üzere, Kemalizm’in doğrudan “kadro”larını üretiyor. 1927 Tevkifatı, aynı zamanda, 1930’lu yılların ortalarından itibaren TKP’nin, CHP içerisinde erimesinin ideolojik ve moral zeminini hazırlamada etkili oluyor.
TKP devrimciliğinin ölçüsü, Kemalizm’e verilen destekle ölçülebiliyor.
Siyasal iktidar düşüncesi, lafız olarak dahi TKP terminolojisinde yer almıyor. TKP, siyasal yelpazede, “tevkifata” uğramadığı boş zamanlarında, hep ”eleştirel” müzmin muhalefet yapıyor. 1924 yılına kadar süren dünya devrimi fırtınasından, dünya devrimi perspektifinden dahi hiç etkilenmiyor. Anadolu’da yaşanan, ulusal kurtuluş savaşı sürecinin dışında kalıyor ve Osmanlı sosyalizminin, mücadeleyi ve eylemliliği reddeden anti-ittihatçı, nesnelci geleneklerinden besleniyor. TKP, anti-ittihatçılığı sürdürüyor. Kemalizm karşıtı İttihatçıları ve Çerkez Ethem’i kendi karşıtları arasına alıyor. TKP, Kemalizm’in tabandan gelme radikalizme karşı açtığı kampanyaya katılıyor, reformculuğunu radikal geleneklerle sulandırmak istemiyor. Reformculuğu bir çizgi olarak izlediği için, Çerkez Ethem’i ve Çerkez Ethemciliği, siyasal karşıt sayıyor. Anti-İttihatçılık ve anti-Ethemcilik, anti-iktidarcılığı da pekiştiriyor. TKP, Kemalist hükümette kendini görüyor ve Kemalizm’e daha çok sarılıyor. TKP, siyasal eylemlilikte en uç noktaya “basla grubu” bir “parti anlayışı” ile varıyor ve bunu “olumlu” bir temelde “eleştirel” bir “baskı” ile sınırlıyor. ‘Sorumlu muhalefet” yapmayı tercih ediyor.
“Sorumlu muhalefet” anlayışı, TKP’den bugüne uzanıyor ve TBKP, TKP’nin altmış yılı aşkın geleneğini sürdürüyor. Tarih yeniden tekerrür etmiyor, aynı burjuva bakış açısı, aynı siyasal perspektif, aynı düzlemde yeniden üretiliyor. TBKP, Yeni Açılım sayfalarında, mevcut ANAP hükümetinin yıpratılmasının karşısında yer aldığını açıklıyor. “Sorumlu muhalefet” yapmanın gereğini vurguluyor. Dahası, devrimcilerin önüne, devlet aygıtlarım “Barış ve Demokratik Yenilenme Programı” doğrultusunda etkileme gibi mütevazı bir görev koyuyor. Bir ‘ ‘baskı gücü” oluşturulmasını yeterli görüyor.
TBKP, ideolojik ve siyasal gıdasını, tarihsel olarak, TKP’nin gerici-reformcu geleneklerinden ve “cephe” politikalarından alıyor, güncel olarak da SBKP kaynaklı yeni soğuk savaş tezlerinden besleniyor.
(Sürecek)

EK-

Üç Belge
1946-Şefik HÜSNÜ: “Demokratik Mücadele Cephesi
“Faşizme karşı birleştirilmiş müttefik devletler haklarından bilhassa Tahran Anlaşmalarından beri göze çarpacak bir tarzda inkişaf eden bütün terakkiperver, anti-faşist grup ve teşekküllerden mürekkep demokrasi ve kurtuluş cephelerini, takip ettikleri geniş müterakki milli birlik siyaseti göz önünde tutularak memleketimizde de her türlü sol temayülle gruptan ve namuslu terakkiperver yurtseverleri içine alacak ve hatta faşizme gönül vermiş ve yabana faşist hükümetlerin ajanları ile düşüp kalkmış unsurların ve bilhassa Saraçoğlu gibi bu yolda en ileri gitmiş idarecilerin temizlenmek suretiyle, Halk Partisi’ne de yer verecek faşizme ve vurgunculara karşı Demokratik Mücadele Cephesi altında bir teşekkül yaratmaya çalışmak kararlaştırılmıştır.”
Bu teşebbüse girişilirken memleketteki soygun ve vurgunculuk ve rüşvet havası içinde yer yer birtakım ileri görüşlü, muhalefet gruplarının teşekkül ettiği, halkı açlığa ve sefalete mahkûm eden ve bu gidişe önayak olan ve bunu adeta teşvik eden Halk Partisi’nin ağır mesuliyetlerine iştirak etmekten çekinerek bu partiye karşı hiç değilse Fırka mensupları arasında iki muhalif mihrakın mevcut olduğu, onun için zeminin olgunlaşmakta olduğunu gösterdiği, alman kararda işaret edilmiştir.”
“Bu gayeye kısa bir zamanda erişmek imkânı vardır. Zira pek muhtelif çevrelerde hoşnutsuzluk ve serbestçe içini dökmek ve toplamak ihtiyacı o kadar yaygınlaşmıştır ki, bütün bu savaş idarelerinin bir Demokrat Cepheye doğru akıp kabarmasını sağlamak, ortaya önünde durulmaz bir siyasi kuvvet çıkarmak için yeter. Böyle bir kuvvetle Halk Partisi’nin kendi varlığını tehlikeye koymaksızın kafa tutabileceği tasavvur bile edilemez.”
“Bir taraftan Halk Partisi’nin idare edici kadrosu, başta Saraçoğlu ve arkadaşları olmak üzere şüphe götürmez bir tarzda Sovyetlere aleyhtar ve Londra’nın Sovyetler Birliği ile dostluk ve işbirliği riyasetine açıktan açığa hasımdır. Bundan ötürü, iki büyük Anglo-Sakson demokrasisi ve Türk hükümetinin ömrünü bir gün bile uzatmaya yardım etmek şöyle dursun, idare mekanizmasının demokratlaştırılması hususunda nüfuzlarını kullanmak suretiyle içerdeki demokrat kuvvetler cephesini desteklemek zorundadırlar. Bunun da memleketteki tek arka hâkimiyetinin ve otoriter idarenin yıkılmasını ve Türkiye’deki hakiki fiili demokrasi devresinin açılmasını çabuklaştıracağı besbellidir.” (Aktaran: Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler-2, sy. 370-372).

1981-TKP: “Cunta MHP’ye vuruyor, sol terörizmi temizliyor”
TİP-TSİP, Kürt Devrimci Demokratları, Cuntaya karşı konum alıyorlar. Partilerine yönelik saldırılara göğüs germeye ve örgütlenmeye çalışıyorlar. Ama bu parti ve gruplar Cuntayı faşist olarak nitelemekle, var olan çelişkileri ve savaşım olanaklarını göremiyorlar, geniş demokratik güçleri birleştirebilecek esnek bir tutum takınıyorlar. Bu parti ve gruplar, Cuntanın Türkiye’de faşist hareketi temsil eden MHP’ye de vurduğunu unutuyorlar. Oysa bu faşist hareketi tümüyle yok etmese de önemli bir göstergedir.”  “En gerici emperyalist çevreler, bugünkü koşullardan yararlanarak Türkiye üzerindeki baskılarım artırıyor. Bu durum, Cunta ile ya da bir kesimiyle emperyalist çevreler arasında ikinci sorunlarda da olsa çelişki yaratabilir. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist dünyanın gücü Cuntanın politikasını etkiliyor. Cuntanın sosyalist ülkelerle işbirliği yolundaki girişimleri, emperyalizmin en saldırgan kesimlerinin politikasıyla çelişkiler taşıyor.”
“Bu yolda atılan adımlar, ülkedeki işçi sınıfı ve ilerici güçlerin savaşımı için daha elverişli koşullar yaratıyor.”
“Bu durumda ordu ve Cunta içinde emperyalizmin en saldırgan kolu Amerikancı kesimlerden yana güçlerle, Cunta içinde dış politikada realist görüşleri ağır basan, şu ya da bu ölçüde de olsa ulusal çıkarları gözeten güçler arasında çelişkiler keskinleşebilir.”
“…Rejimin faşist olduğunu söyleyebilmek için, en başta onun emperyalizmin en saldırgan kesimlerine dayandığını kanıtlamak gerekir.”
“Emperyalist gizli servisler ve gerici AP Hükümeti’yle MİT, bunalım koşullarında ortaya çıkan yığınların direnişlerini bastırmak için artan ölçüde faşist MHP’yi desteklediler. “Sol” terörist örgütleri kışkırttılar, sonuçta, Türkiye görülmemiş bir terör dalgasıyla sarsıldı. Can güvenliği giderek yok oldu.”
“TKP’nin terörizme karşı oluşuyla, Cunta rejiminin terörizme-karşı oluşu arasındaki ayrım açıktır. Birincisi, Cunta sol terörizmin objektif bakımından karşı-devrimci eylemlerini, demokrasi güçlerine, tüm özgürlüklere karşı saldırı bahanesi olarak kullanıyor, İkincisi, sol terörizmi, komünizm ülküsünü lekelemek için komünist hareketin bir parçası olarak tanıyor. Üçüncüsü, sol terörizme, serüvenci elebaşların şaşırttığı genç insanlara karşı insanlık dışı bir kıyım kampanyası yürütüyor.”
“…Faşist ye Maocu teröristler dışında, tüm politik tutuklular, işçi ve sendikacılar serbest bırakılmalı, kovuşturmalara son verilmelidir. Yurttaşlıktan çıkarma kararları kaldırılmalıdır.”
(“Polltfk Durum ve TKP’nin Tutuma, Aktaran: Y. Küçük, Türkiye Üzerine Tezler-3, sy. 618-622)

1988- H. Kutlu: “Teröre Göz Yumulmasın”
Teröre göz yumulsun gibi bir düşünce içerisinde değilim.”
(H. Kutlu-Sorgu, sy. 79)

Ekim 1989

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑