Haberler-Mektuplar

TURK-İŞ AĞALARINA HAKLARIMIZI SATTIRMAYACAĞIZ.
Biz İstanbul SUSER işçileri olarak 1.10.1989 tarihinden itibaren Toplu İş Sözleşmesi dönemine girdik. Yaklaşık 500 civarında işçi Tes-İş’te üyeyiz.
Sendika yöneticileri, yetki geldi-gelmedi, itiraz var diyerek bu güne kadar bizi oyaladılar. Ancak şu anda yetki gelmiş, taslak hazırlanmış bulunuyor.
Bugüne kadar işyerine uğramayan sendika ağalan da işyerine uğramaya başladılar. 13.2.1980 günü Tes-İş 1 No’lu Şube başkanı Emin İşcan SUSER’e geldi ve işçilerle bir toplantı yaptı. Toplantıdaki konuşmalarda, iyi bir sözleşme yapmak istediklerini, bugüne kadarki gecikmenin de bu iş koluyla ilgisi olmayan bir sendikanın itirazı yüzünden geciktiğini belirtti. Bunun üzerine söz alan bir arkadaş, iyi bir sözleşmenin ancak ve ancak isçilerin gözlem ve kontrolünde İmzalanması, sözleşmenin demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle birleştirilmesi, enflasyon, işsizlik konularında hassas olunması ve iş güvenliğinin sağlanmaya çalışılmasıyla idiler yararına olabileceğini belirtti.
Yine söz alan başka bir arkadaş, Toplu İş Sözleşmelerinin yasaların üzerinde olduğu halde, grev yasaktır, 1 Mayıs yasal değildir, diyerek sendika ağalarının işçi sınıfını eylemsizliğe sürüklediğini vurguladı ve yine aynı arkadaş, 12 Eylül dönemine kadar. Tüm Belediye Şehircilik hizmetleri işçilerinin Genel Hizmetler işkolunda sayıldığını ye Toplu İş Sözleşmesi yetkilerinin o işkolunda örgütlü sendikalarda olduğunu, hatta
Emin İşcan’ın kendisinin o sendikalardan birinin kurucuları arasında bulunduğu halde, bugün bu sendikaları yetkisiz görmesinin nedenlerini sordu. Yine İSKİ ve SUSER’in aynı işi yapıp, aynı işverene bağlı oldukları halde İSKİ’deki Toplu İş Sözleşmesinin SUSER’de uygulanmamasının yanlışlığını vurgularken İSKİ ve SUSER arasında işveren tarafından yaratılan rekabetten, işçilerin zarar, işverenin yarar gördüğünü, bunu ortadan kaldırmak için mücadele edilmesi gerektiğini belirtti.
Görünen odur ki, sendika ağalarının işleri pek kolay olmayacaktır ve günleri de sayılıdır.
Sendika ağalığı ve bürokrasisini yıkarak işçilerin söz ve karar sahibi olduğu, sınıf sendikalarının inşası için ileri…
SUSER’den bir işçi

KADIN-ERKEK TÜM EMEKÇİ HALKIMIZA
Binlerce yıldır cinsel meta haline getirilen Kadın, kapitalizmde de işlevini iki statüde korur, yani onun satışı, tek kişiye ve çok kişiye olmak üzere belirlenir. Buna ek olarak onun cinselliğinin satılması da vergilendirilir, yasalaştırılır ve meşrulaştırılır.
TCK’nın 438. maddesinin bedenini satan kadınlara getirdiği “gerekçeli” tecavüz ayrıcalığının “çözümünün” düzen içi değişim, yasalar çerçevesinde iyileştirme olmadığını bilmek gerekir.
Kadını ikinci sınıf vatandaş olarak tanımlayan onlarca yasa da şu anda TCK’da yer almaktadır.
Sermayenin egemenliğinin söz konusu olduğu sistemlerde sömürü her alana farklı biçimlerde yansır. Kadın hangi sınıfa mensup olursa olsun, mensup olduğu sınıfın ezilen sınıf olmasına ek olarak bir de genel olarak kadın olduğu için cinsel baskı altına alınır ve sömürülür.
– Değişik halklardan ülkemiz kadınların işyerlerinde, çalıştıkları birimlerde uysal köleler gibi çoğu haklardan mahrum edilmesi,
– Yakalanan devrimci kadınlara tecavüz edilmesi,
– Kadınlara kızlık muayenesi yaptırılması,
– Ekonomik sorunların evdeki kadını daha çok etkilemesi gibi yüzlerce örnek ayrımcılığın ifadesi olarak sunulabilir.
Kokuşmuş düzenin alaşağı edilip yerine ALTIN ÇAĞIN yolunu açacak ve kadının cins olarak ezilmesinin, sömürülmesinin yanı sıra tüm insanların sınıfsız, sömürüşüz, her türden baskının kaldırıldığı bir dünyada yeni kimliklerin oluşmasını sağlayacak devrimci dönüşümlerin mücadelesi ile bu sorun gerçek çözümüne erişecektir. Gelecek, her boyutta eşit ilişkiler düzeyinde buluşan kadın ve erkeklerindir…
“Bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” gerçeğine uygun olarak “Bir cinsi ezen cins özgür olamaz” şiarına inanan siyası davalardan tutsak olan bizler, kadını ve dolayısıyla tüm insanları aşağılayan, bunu yasaları ile canlı tutan gerici, anti-demokratik mekanizmayı iradi birlikteliğimizi yansıtarak protesto ediyoruz…
Ali BİTİRGEÇ, Güven BOĞA, Özkan ÜNAL, Cengiz ARGÜÇ, Mustafa AYAN, Osman FİLİZ, Cengiz SAĞLAM, Oğuz YAMAN, Fuat ÖZPOLAT, Feyat KÖRKURT, Mehmet TEKİN – Malatya Cezaevi

KAMUOYUNA DUYURU
Bilim adamı Prof. Muammer Aksoy’un katli ile birlikte iktidar sözcüleri ve çeşitli çevrelerden “sağ-sol terör”e karşı mücadele demagojileri yeniden yoğunlaşmaya başladı.
12 Eylül öncesini bilenler, hatırlayanlar için Prof. Muammer Aksoy’un katillerinin kim olduğunu, amaçlarının ne olduğunu çıkarmak zor değildir.
Prof. M. Aksoy cinayetinin sorumlusu, bugünkü iktidardır. Katiller, MİT-KONTRGERİLLA maşalarıdır.
Prof. M. Aksoy, Türkiye proletaryasının, Kürt-Türk emekçilerinin, kavgacı gençliğimizin mücadeleye daha aktif katılması, devrimci mücadelemizin sesini her geçen gün daha fazla yükseltmesi karşısında, iktidar sahiplerinin seçtiği bir hedeftir. Amaç, kitlelere, tüm devrimci ve ilerici güçlere gözdağı vermek, ortalığı bulanıklaştırmak, devrimci atılımları önlemektir.
Prof. M. Aksoy’un ardından timsah gözyaşları döken iktidar sözcülerinin, 12 Eylül’den bu yana tüm ülkeyi en alçakça terör altında inletenlerin, Kürtlerin yurdunda vahşetin en koyusunu estirenlerin ve çeşitli gerici çevrelerin “sağ-sol terör” demagojilerine sarılmalarının anlamı da açıktır. Böylece hem faşist terör gizlenmek istenmektedir, hem de kitleler sindirilmek istenmektedir.
Ancak dev yekindi. Hiç bir güç, hiç bir demagoji, hiç bir provokasyon, hiç bir yalan, hiç bir kirli oyun onun ayakları üstüne dikilmesini engelleyemeyecektir. O doğrulacak ve balyozunu iktidarın burçlarına indirecektir. Bizler, işte bu taze inançla tüm devrimci ve demokrasi güçlerini, halkımızı, yoğunlaşan “sağ-sol terörist” demagojisine karşı uyanık olmaya çağırıyor, faşist terörü protesto ediyoruz. Su nedenle 8. 2.1990 günü sabahından itibaren üç günlük açlık grevine başlıyoruz.
“SAĞ-SOL TERÖR” YOK, FAŞİST TERÖR VAR.
PROF. M. AKSOY’UN KATİLİ FAŞİST GÜÇLERDİR.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ndeki
TDKP, DEVRİMCİ SOL, KAVA, TKP/ML HAREKETİ, DHÖ, TİKB, EKİM davaları tutukluları.
Not; Devrimci Yol ve Kurtuluş davası tutukluları, açlık grevine katılmalarına rağmen, yöntem konusundaki anlaşmazlıktan dolayı metni imzalamadılar. Adli tutuklu 80 kişi de 3 günlük açlık grevine katılmışlardır.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden bir grup Özgürlük Dünyası okuru.


ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’na

Dünyayı ve Türkiye’yi, dünya ve Türkiye devrimci hareketini ikinci veya üçüncü ellerden değil Marksizm-Leninizm’in özünden ve onun emrettiği evrensel kurallardan hareket ederek tahlil etmek, fakat bunu yaparken anın koşullarında evrenseli yakalayıp sapmamak… Bunda gösterdiği başarıdan dolayı Özgürlük Dünyası’nı kutlar, bu yolda uzun bir yayın dönemi dilerim. Sevgilerle.
Bedri ARKADAŞ


Merhaba Özgürlük Dünyası

Merhaba özgürlükler dünyasına ulaşmada yılmadan, yorulmadan uğraşanlar.
Gün geçmiyor ki revizyonist ülkelerden ayaklanma, kargaşa haberleri gelmesin.
Yine gün geçmiyor ki emperyalist ülkelerden “demokrasi” ithali için işgal haberleri gelmesin.
Bu haberler tüm Dünyayı olduğu gibi Türkiye solunu da etkiledi. Herkes kafa karışıklığına girdi, bir yorum çıkaramaz, kimi destekleyeceğini saptayamaz oldu. Oysa her şey gözler önüne serilmişti.
Bunu gören, olayları iyi tahlil eden ve buna göre tutumunu alan sadece Devrimci Komünistlerdi.
Bir kısım revizyonist-oportünist grup, ayaklanmaların arkasında emperyalist ve sosyal emperyalist güçlerin olmasından dolayı gerici-revizyonist iktidarları desteklemekte (Romanya’daki gerici ayaklanma), yönetime gericilerin gelmesini olumlamaktadır. Ülkemizdeki Sovyet-sosyal emperyalistlerin şubesi dışındaki revizyonist-oportünist parti ve gruplar, Çavuşesku’yu göklere çıkarmakta, onun gericiliğini ve asalaklığını görmezden gelmektedirler.
Biz, gericiliğin ve revizyonizmin her türüne karşı savaşmadan sosyalist olunamayacağının bilincindeyiz. Bu yüzden, ne içinde emekçilerin de bulunduğu ayaklanmayı bastırmak için ülkesini kana bulayan Çavuşesku zorbasının, ne de emekçileri peşine takarak yönetime gelen emperyalist destekli yeni hükümetin destekçisi olamayız. Bizim desteğimiz, Marksist-Leninistlere ve onların önderliğindeki ayaklanmalaradır.
Ayrıca şuna da inanıyoruz ki, gerici ülkelerin, burjuva basınının sosyalist Arnavutluk üzerine yalan haberleri, yıpratma çalışmaları tutmayacaktır. Görüyoruz ki sosyalist Arnavutluk Marksizm-Leninizm yolunda kararlılıkla ilerliyor. Emperyalist ve sosyal-emperyalistlerin emellerini, yalan ve demagojilerini boşa çıkarıyor.
Kimse unutmasın; hoşnutsuzluk, Kargaşa ve ayaklanma zorbaların olduğu yerde olur, sosyalizmin değil.
Bu sayfadan Tigre halkına da dostluk selamlarımızı yolluyor, sosyalizm yolundaki mücadelesini omuzluyoruz.
Selam olsun özgürlükler dünyasına ve bu uğurda çarpışanlara.
Ankara’dan bir grup devrimci adına Cengiz Çelik

ARHAVİ BELEDİYESİ’NDE REFORMİST BELEDİYE BAŞKANININ İŞÇİLERE OVMADIĞI OVUN
Son belediye seçimlerinde başkan olan Mehmet Çobanoğlu Arhavi’de belediye işçilerine tam bir ikiyüzlülük örneği vermiştir. Belediye’de çalışan 37 işçinin haklarını, Belediyenin mali kaynak yetersizliğini gerekçe göstererek askıya almıştır.
Kamu ve belediye işyerlerinde geçici sözleşmelerle sürekli çalıştırılan isçiler tamamen işveren durumundaki müdür ve yöneticilerin kontrolü altındadır. Bundan dolayı, işveren, işçiyi (geçici adı altında sürekli çalıştırılan) istediği zaman işten atabilmekte, istediği zaman çalıştırabilmektedir. SHP’li Belediye Başkanı bu yasayı çok iyi kullanarak işçilerin işine son vermiştir. Bunu yanarken, belediyenin bulunmuş olduğu mali krizi gerekçe gösterdi. Ama kendisinin almakta olduğu 3 000 000 maaş, krizin dışında kalıyordu.
Bu, olayın bir yanı. Diğer yanı ise şu: 10 temizlik işçisinin sigortasız, parasız, hiç bir güvence olmaksızın çıkışı yapılmış olmasına rağmen belediyede çalıştırılmaktadırlar. İşçilere: “Çalışmazsanız sizi işe almam!” diye tehditler savurmaktadır, işten atılan işçilerin yabancı olması da işçiler aleyhine kullanılmaktadır.
Seçim kürsülerinde herkese iş, sosyal güvence vaatleri dağıtan reformistler, işçiye düşmanlıkta ve onları işsiz bırakmada ANAP’ı geride bırakmıştır. 19. 1. 1990’da SHP ilçe örgütü ve Belediyenin düzenlediği Halkla Sohbet Toplantısına devrimciler olarak aktif biçimde katıldık. Belediye başkanının tutumu teşhir edildi ve katılanlardan destek alındı. Belediye başkanının demagojileri durumunu kurtarmaya yetmedi.
Arhavi’den bir Özgürlük Dünyası okuru.

Merhaba Özgürlük Dünyası
AÜ. (Anadolu Üniversitesi)nde öğrenci hareketliliğinin bugünlerde yoğunlaştığı, öğrencilerin akademik-demokratik mücadeleye yavaş da olsa katıldığı bir ortamda yaşıyoruz. 12 Eylül karanlığının tamamen apolitikliği ve bireysel ilişkileri geliştirdiği ve insanları birbirine yabancılaştırdığı ortamda ailelerinden kopup gelen geniş öğrenci gençlik kitlesi henüz feodal-faşist düşüncenin etkisi altında (bizim birimimizde) bulunmaktadır.
Şimdi okulumuzdaki somut olayları ve gelişmeleri, Hayatın ve mücadelenin bir alanında gelişen hareketliliği, okurunuzun aynı zamanda muhabiriniz olması gerektiği düşüncesinden hareketle aktarıyoruz.
Okulumuzda 80 sonrası revizyonist etkilenmenin yüksek olduğu bir dönemde öğrenci derneği kurulmaya çalışılmış ve başarısız olunmuştur.
Geçen seneden itibaren tekrar birliktelik ve öğrenci derneği kurulması çalışmaları yapılmış ve pratik olarak çeşitli kültür ve sosyal etkinlikler artırılmış ve bunlar derneğin önceli olarak düşünülmüştür. (Tiyatro, edebiyat, müzik, resim vb. çalışmalar)
Bu sene ise artık demek kurmanın zorunluluk olduğu ve şartlarının yaratıldığı düşüncesi ile dernek kurma çalışmalarına girişilmiştir. Ancak tam da bu noktada anlaşmazlıklar patlak vermiştir. Tiyatro birimi ve bir grup dernek çalışanı arasında son derece ciddi ayrılıklar çıkmıştır. Tiyatroyu kendi egolarının tatmin aracı olarak gören, onu toplumsal devrimin aracı olarak görmeyen bu kimliksiz kişiler önceleri derneğe çıkmanın teorilerini yapmış; daha sonra gelen muhalefet karşısında ise 180 derece çark etmişlerdi. Bu sefer de derneğin kurulması gerekliliğinden dem vurmuşlardır. Ancak burada da ince bir zekâ kullanmış ve kendilerinin dışında, kendilerinin bulunmadığı bir dernek kurulması gerektiğinin teorilerini yapmışlardır.
Bu süreçte ilginçtir ki bir kısım dernek çalışanı ve tiyatrocular işi birbirlerini muhbirlikte suçlamaya varacak kadar ilerletmiştir. Söylenenlere göre bir kısım dernek çalışanı dekana çıkıp tiyatrocuların örgütle uğraştıklarını, akabinde de tiyatrocuların da dernekçi olanları örgütçü olmakla suçladıkları söylenmiştir. Aslında çözümü dekanda aramak çok ilginçtir.
Daha sonra bu dernekçi arkadaşlar bir bildiriyi kaleme almışlardır. Biz bu dernekçi arkadaşların eleştirilerine karşı değiliz, ama eleştirmenin biçimine ve seviyesine karşıyız.
Bildiride son derece siyasi muhtevadan uzak ve bir o kadar da basit düşünceler hâkimdir. Özellikle bildiride dernekçi arkadaşların, kendilerinin örgüt üyesi olmadıklarını, ama olmak istediklerini kahramanca (!) söylemekle kalmamış bir de örgüt üyeliğinin ne şekilde olacağını açıklamışlardır. Apolitikliğin yaygın olduğu ve insanların örgüt bir yana dernek düşüncesinden bile ürktüğü bir ortamda böyle keskin ve solcu bir yaklaşımla bildirinin kaleme alınması bizce kendi egolarını tatmin ve doyuma ulaşmak isteğinden başka bir şey değildir.
Bildirinin altına atılan imza da ilginçtir: “A.Ü.Dernek çalışanları” Oysa böyle düşünmeyen ama dernek için çalışan insanları da her ne hikmetse kendilerine mal etmişlerdir.
Devrimciler somut durumu iyi tahlil etmek ve buna uygun mücadeleler ortaya koymak zorundadır. Böyle bir bildiri son derece geri ve insanları mücadeleden koparan, onları keskinlikle korkutan, uzak tutan bir bildiridir. En keskin mücadele değil en uygun mücadele idealdir ve her şey mücadeleyi daha ileri götürmek için yapılmalıdır. Bildirinin eleştirilecek daha birçok yönü vardır. Bizce önemli olan bunlardır.
A.Ü.Tıp Fak.den bir grup Özgürlük Dünyası okuru.

FAŞİST BASKILAR VE SİNDİRME POLİTİKALARI LİSELİ GENÇLİĞİN YÜKSELEN SESİNİ ENGELLEYEMEYECEK
Biz İstanbul Liselileri olarak faşist baskılar, sindirme politikalarını ve gerici-faşist-feodal eğitim sistemini protesto etmek amacıyla taleplerimizi içeren bir bildiri doğrultusunda imza kampanyasına başladık. Ve devrimci-demokrat insanları bize destek olmaları için duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Özgürlük Dünyası’na bin selam…

LİSELİLERDEN KAMUOYUNA
Biz liseli gençlik olarak yaşadığımız baskıların ve sindirme politikalarının özel okullar dışında ülkenin tüm orta öğrenim kurumlarında devam ettiğini biliyoruz.
Biz liseliler askeri kışla disiplini altında eğitim yapmaya zorlanıyoruz. Öyle ki sabahları saç tıraşı ve kılık-kıyafet kontrolleri sürekli yapılmaktadır. Kontroller sonucu uygun görülmeyen öğrenci arkadaşlarımız disiplin kuruluna verilip, haklarında disiplin cezaları uygulanıyor.
Okullarda; sınıflara ani baskınlar, aramalar yapılıyor, ders kitapları dışındaki kitap, dergi ve gazeteler suç unsuru sayılıyor, din derslerinin zorunluluğuma birlikte laikliği artık soyut bir kavram olarak tanıyoruz. Bazı okullarda mescit var; hem de çok yakınında cami olduğu halde.
Türk-İslam sentezci, gerici-dinci propagandalar yoğun şekilde sürdürülürken; laik-demokratik propagandalar, düşünceler en ağır yöntemler kullanılarak bastırılıyor. İlkel, insanlık dışı bir uygulamadan dayak, en sık kullandıkları yöntemdir.
Tüm meslek liselerindeki arkadaşlar haftada üç gün staj için işletmelere sömürülmeye gönderiliyoruz. İş yerlerinde disiplin ve yönetim okuldakinden farklı değil, ilgili olmayan bölüm ve işlerde çalıştırılıyoruz. Ayrıca bizi işçilerin haklarına tecavüzde, grev kırıcılığında etkili olarak kullanıyorlar.
Tüm baskıları, uygulanan anti-demokratik politikaları şiddetle protesto ediyoruz. Üzerimizdeki anti-demokratik uygulamaların kalkması için tüm demokratik insanları, demokrasi güçlerini gerici-faşist eğitime karşı demokratik lise mücadelemizde dayanışmaya ve güç vermeye çağırıyoruz.
– Liselerde demokratik-laik eğitim istiyoruz.
– Cezasız, dayaksız, yasaksız yetişmek istiyoruz.
– Din dersi kaldırılsın.
– Düşünce özgürlüğü.
– Gerici-faşist eğitime hayır!
– Söz ve dernekleşme hakkı istiyoruz.
– Paralı eğitime son, eğitimde fırsat eşitliği.
– Öğrencilerin yatıştırıldığı sınav sistemine son, herkese yüksek öğrenim hakkı.
– Bütçede eğitime ayrılan pay arttırılsın.
– Milli Güvenlik dersi kaldırılmalıdır.
– Polis-idare işbirliğine son.
– Uluslar kendi dilinde eğitim görmelidir.
(Liseli gençler bu taleplerini içeren bir dilekçeyi valiliğe vermek üzere 8 000’e yakın imza topladılar. Ancak toplanan imzaların yarısına yakın bölümüne polis el koydu. Öğrenciler imzaların kalan bölümünü bir basın açıklaması yaparak valiliğe verdiler.)

Dicle üniversitesinde mücadele yükseliyor
Dicle Üniv. kampusu, 1 Aralık 1989 günü 1500 dolayında öğrencinin coşkuyla attığı sloganlarla çınladı. Üniversitede bu yıl uygulamaya konulan “birinci sınıfların bütün derslerinin ön koşullu” olması uygulamasına karşı bir süredir başlatılmış olan eylemliliğin önemli halkalarından biri olarak 1 Aralık günü üç ayrı koldan, Tıp Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi ve Meslek Yüksek Okulu’ndan, Rektörlük binasına ellerinde dövizlerle yürüyen öğrenciler, oturma eylemine geçip rektörlükle görüşme talebinde bulundular. Temsilciler görüşme yaparken 1500 kişilik kitle yürüyüş boyunca attığı “Baraj sistemi kaldırılsın”, “YÖK’e Hayır”, “Okullarda polis işgaline son” sloganlarını tekrarladılar. Öğrencileri kameraya çekmeye çalışan polisler yuhalandı. Sorunun senatoda görüşüleceği ve değiştirileceği yönündeki açıklama üzerine öğrenciler “Bizi aynı sorun için bir daha buraya getirmeyin. Gelirsek bu kez gitmeyiz!” diyerek tekrar yürüdüler. Tıp Fak. kantininde bir süre daha slogan atıp dağıldılar.
7 Aralık günü yine kampusta, bu kez İstanbul’daki ülkücü saldırıyı ve işgalcilerin gözaltına alınmasını, ayrıca son aylarda Ş.Urfa’da yoğunlaşan sivil faşist saldırıları protesto etmek için 100’e yakın öğrenci bir protesto eylemi yaptılar. İki ayrı koldan ellerinde pankartlarla dövizlerle yürüyüşe geçen öğrenciler “Kahrolsun faşizm, Bımre faşizm, Baskılar bizi yıldıramaz”, sloganlarını attılar. Yaptıkları konuşmalarda İstanbul, Urfa’daki sivil faşist saldırıları teşhir eden öğrencileri, bir grup üniversite emekçisi alkışlayarak destekledi. Polisin yaklaşamadığı kalabalık sessizce dağıldı. (Not: Bu eylemi ilk sayfadan veren Cumhuriyet gazetesi devrimci-demokrat gençlik adına basına verilen bildiriden alıntı yaparken yanlışlıkla devrimci gençlik” deyimini kullanmıştır)
DÜ. Hukuk Fakültesi’nde 13 Aralık günü bir forum yapıldı. Forumda 12 Eylül’ün idamları-işkenceleri ve İkiyaka köyü katliamı teşhir edilerek katledilen devrimciler ve İkiyaka şehitleri için saygı duruşu yapıldı. Forumlarına polisi sokmayan öğrenciler hep birlikte “kahrolsun faşizm” sloganını attılar, dövizler astılar.
15 Aralık’ta DÜ. Eğitim Fakültesi’nde bir sınıfta 200 kişilik bir kalabalıkla bir forum düzenlendi. İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen forumda İnsan Hakları Bildirisi madde madde okunarak TC. devletinin her maddeyi nasıl çiğnediği somut olaylarla teşhir edildi.
20 Aralık günü DÜ. Hukuk Fakültesi’nde 4 öğrenci polis ajanı bir öğrenciyi dövdükleri gerekçesiyle gözaltına alındı. Ertesi gün bütün fakültelerden gelen 600 dolayında öğrenciyle Hukuk Fakültesi kantininde bir bildiri dağıtıldı. “Kahrolsun ajan-provokatörler” sloganıyla bahçeye çıkan öğrencilerden biri yaptığı konuşmada sivil faşist saldırıları, provokasyonları teşhir ederek, bunların doğrudan faşizmin oyunları olduğunu belirtti. Tekrar slogan atan kitle oturma eylemine geçti. “Gözaltılar Bizi Yıldıramaz-Sivil faşist-polis işbirliğine son-Yaşasın Haklı Mücadelemiz” sloganlarıyla dağılan kitleyi dışarıdaki 20 kişilik liseli bir grup alkışa tuttu.
D. Üniversitesi’nden Özgürlük D. okurları


ÜNİVERSİTEMİZDEKİ BAZI GELİŞMELER VE DEVRİMCİ TUTUM.

13 Aralık 1989 günü üniversitemizde devrimci demokrat öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen eylem sonrasında dar grupçuluğun kör ettiği bazı çevreler eylemin anti-propagandasını yapmayı ihmal etmediler. Bu çevreler üniversite içinde bir ay boyunca yaptıkları anti-propaganda yetmezmiş gibi Yeni Demokrasi’nin Şubat sayısında tüm saçmalıklarını sergilediler.
Yazımıza kısaca eylemin gelişimi, sonrasını ve Yeni Demokrasi’deki yazıya değineceğiz. Eylem ülkemiz genelinde ve üniversitemiz üzerinde yoğunlaşan faşist baskıya protesto etmek için yapılmıştı. Eylem başlangıcında tüm devrim şehitleri ve Erdal Eren’in anısına saygı duruşunda bulunuldu. Aynı gün Erdal Eren’in ölüm yıldönümüne rastladığı için özellikle vurgulanması kadar doğal bir şey yoktur. Ama arkadaşlarımız açısından bu durum dar grupçuluk olarak nitelendirilip, eylem bir gruba mal edilmeye çalışıldı. Sanki birileri bu eylemi grup olarak üstlenecekti. Bunun için bu dar kafalılar, yangından mal kurtarır gibi, eylem biter bitmez kitleler arasında eyleme yönelik yaygaralar koparmaya başladılar ki, hiç kimse kalkıp da bir grup adına eylemi üstlenmez iken, telaşlı bir şekilde bunun propagandası yapıldı. Bu tavırlarıyla kitleleri mücadeleden soğuttular. Sözde olumsuzlukları eleştir en bu yazı, verilen görevin küçük burjuva pozlara bürünerek yerine getirilmesi bir yana, eylemin doğru bir şekilde değerlendirilmesine çağrıldıkları halde, gelmediler. Bunların yaptıkları başı boş gevezelikler sonucu, bazı insanların hedef gösterilmesinin zemini yaratıldı.
Yeni Demokrasi’de yayınlanan yazıda şöyle deniliyor. ‘Devrim Şehitleri için yapılacak saygı duruşu, Erdal Eren için saygı duruşuna dönüştü.’ ‘Saygı duruşunun merkezine, Erdal Eren’in konulması hatalı idi. Bu yüzlerce devrim şehidine saygısızlıktır.’ Bunlar olaya üstün körü yaklaşmasalardı, saygı duruşuna çağrı yapan arkadaşın, Erdal Eren’le aynı anlayışa sahip olmadığının farkına varır, devrimcilere yakışmayan, bu sözcükleri sarf etmezlerdi.
Erdal Eren faşist diktatörlüğün darağaçlarında öfkesini haykıran yiğit bir devrimcidir. Erdal Eren’i anmak her devrimcinin görevi değil midir?
Diğer bir nokta, “Erdallar ölmez’ sloganının atılması eyleme misyon yüklediği için yanlıştır, deniliyor. Bu ters bir durum değil, asıl olması gerekendir, Bu da misyon yüklemez. Birileri kafalarını kaldırıp etraflarına bakarlarsa, tüm toplantı ve gösterilerde gerçeğin böyle olduğunu görürler, çelişki burada değil, bu insanların göz kamaştıran parlak kafalarda olduğu görülür.
Üniversitemizde gösterilen etkinliklerde, devrim şehitlerini anma çerçevesinde yapılan saygı duruşu aynı günlere rastlıyordu. Bu durum herkes tarafından bilinmektedir.
“Faşizme Ölüm Halka Hürriyet”, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganları demokratik temelde bir araya gelmiş öğrenciler içinde atılmaması gereken sloganlar olarak nitelendiriliyor. Biz bu tür anlayışların seksen beşten sonra gelişmeye başlayan öğrenci hareketinde, reformistler tarafından, devrimci eyleme set çekmek, onu pasifize etmek için sürekli devrimciler önüne sulandırılıp sunulduğunu iyi biliyoruz.
Diğer bir neden ise, bu sloganların belli bir misyon yüklediği bahanesiyle karşı çıkılması. Ama bu dürüstlük şampiyonları aynı nitelikteki “Kahrolsun faşist diktatörlük” sloganına niye karşı çıkmıyorlar. (Bu slogana karşı olmamızdan değil)
Oysa bu slogan eylem içinde daha etkin rol oynayan arkadaşların anlayışına uygun düşmüyor. Tabi bunlara göre, benim attığım sloganı atarsan demokratik temele ters düşmez, ama değişik bir slogan atarsan bu demokratik temele ters düşer. Ne güzel ik yüzlü bir demokrasi anlayışı.
Cumhuriyet Üniversitesi’nden bir özgürlük okuru.

Eski bir YDGF yöneticisiyle yapılan röportaj
Soru: YDGD’ler nasıl kuruldular? Amaçları neydi?
Cevap: YDGD’ler, işçi, öğrenci ve köylü gençliğin merkezi birleşik siyasi örgütü olarak kuruldu. Etkileyebildikleri gençliği anti-emperyalist anti-faşist bir platformda mücadeleye çektiler. Ama orada mücadele eden gençliğin ufkunu çok daha geniş olduğunu belirtmek gerek.
YDGD’ler kuruluncaya kadar gençlik mücadelesinden sadece ve ağırlıklı olarak öğrenci gençliğin mücadelesi anlaşılıyordu. Bu yaygın bir yanılgıydı. Devrimci komünistlerin gençliğe bütünlüklü bir bakış açıları vardı ve bunun ürünü olarak halk gençliğini YDGD’lerde örgütlemeye çalıştılar. Onlar bir bütün olarak işçi (daha çok çıraklar ve sanayi sitelerindekiler) öğrenci köylü gençliği siyasi mücadelenin içine çekmek için kullanılan araçlardı.
Kısa bir süre sonra da YDGF çatısı altında merkezileştirilen ve önemli sayılabilecek bir gençlik kitlesini harekete geçirdiler.

Soru: YDGD’lerin bu tarzda ortaya çıkması doğru muydu?

Cevap: İdeal tip olarak doğru olduğu söylenemez. İşçi, köylü ve öğrenci gençliğin ayrı ayrı örgütlerinin bir merkezileşmesi olsa daha doğru olabilirdi. YDGD’ler kurulduktan sonra bu alanlara yönelen örgütler oldular. 71 yenilgisinden sonra bir süre birlikte giden gençlik 70’li yılların ortalarında bir yol ayrımına uğradı. Var olan gençlik örgütlerinde örgüt içi demokrasi tahrip edildi. Başka düşünceden olan gençlik kesimlerini bir arada bulunabilmesinin koşulları ortadan kalktı. Gençlik örgütleri yönetimi alan düşüncenin tekkelerine dönüşmeye başladı. Aslında bu siyasi grupların kendilerini var etme sürecinin yansımaları ve sonuçlarıydı. Kitle örgütlerinin daralmasının nedenlerini de burada aramak gerekir. Devrimci hareketin bu özelliğinin YDGD’leri de etkilediğini biliyoruz. Başlangıçta olumlu gelişmeler olsa da giderek devrimci komünistlere sempati duyan gençliği çatısında topladı. Ama giderek çok önemli bir kitleselliğe ulaştığını belirtmek doğru olacak. Kısacası, YDGDIer ideal bir tip olarak çıkmamakla birlikte gerek yaygınlığı gerek gençliği mücadele içine çekmesi ve merkezi olarak aynı hedefe yöneltilmesi açısından çok önemli bir işlevi yerine getirdiler.

Soru: YDGD’lerin faaliyeti birimlere nasıl gidiyordu?
Cevap: YDGD faaliyetini birimlere taşıyan temel biçimin YDGD komiteleri olduğunu görüyoruz. Örneğin, öğrenci gençlik açısından sorunu ele alırsak aşağı yukarı her fakülte veya yüksek okulda bu komitelerin faaliyet gösterdiğini belirtmek gerek. Bu komiteler o birimdeki YDGD üyeleri tarafından seçiliyorlar ve merkezi önderliğin tespit ettiği politikaları oraya taşıyorlar-ve aynı zamanda bulundukları birimin özgül sorunlarından yola çıkan bir faaliyet örgütlüyorlardı. Açık ki bu komiteler ve genel olarak yurtsever devrimci gençlik aynı zamanda birim dernekleri içinde de çalışıyor onları ileri itmeye çalışıyorlardı.
Her birim özellikle dernek kongreleri öncesinde yıllık programlarını çıkarıyor ve kitleye sunuyordu. Birim somutuna dayanan bu programlar ilgili birimin yıl boyunca izleyeceği çizginin ana hatlarını belirtiyordu. Ama pratik olarak her zaman siyasi mücadelenin öne çıktığını biliyoruz. Aslında doğru olan da buydu, eksik olan ve doğru olmayan, faaliyet gösterilen birimin somutundan kopmak ve somut taleplerle kitlelere gitmede zayıflığın ortaya çıkmasıydı. Aslında bu iki alan birbirini dışlamayaz, karşılıklı olarak birbirini güçlendirir. Birim özgülünde yürütülen faaliyetleri, bu faaliyetlerin yaygınlıkları oranında siyasal mücadeleye aktarmanın koşulları yaratılabilir.

Soru: YDGD’ler üye potansiyelini yeteri kadar harekete geçirebiliyorlar mıydı?

Cevap: Üye potansiyelimizi yeteri kadar harekete geçirebildiğimiz söylenemez. Ama özellikle kampanyalar döneminde bunun başarılı örnekleri görülebiliyordu. Normal koşullarda aynı kitlenin günlük faaliyet içerisine çekilmediğini görürüz, bu da bizim çevremizi yeteri kadar harekete gevremediğimizin, onların yetenek, olanak ve yönelimlerinden yeteri kadar yararlanamadığımızın bir göstergesi. Katılımı oranında herkese yapabileceği yerine getirebileceği görevler vermek ve onları mücadelenin içine çekecek kanalların yaratılması ancak böyle mümkün olabilirdi. Doğaldır ki tüm üyelerden aynı katkıyı beklemek yanlış bir düşüncedir.

Soru: YDGD’ler işçi gençliğe nasıl ulaşıyordu?

Cevap: YDGD’lerin ilk dönemlerinde bürolar şeklinde bir örgütlenmemiz vardı. EGB’ler (Emekçi Gençlik Bürosu) Bu anlayışın sonucu olarak doğdu. Kendilerine temel çalışma alanı olarak sanayi sitelerini aldılar. Buralarda çıraklar ve genç işçilerin içinde faaliyet gösterdiler. Başarılı örnekler ortaya çıktı, örneğin,
Ankara YDGD’nin sitelerde yürüttüğü faaliyet kısa zamanda 1500 kişilik bir potansiyele ulaşmıştı. O dönemde Ankara YDGD’nin üye sayısının 7000’ee doğru tırmandığını belirtmek gerek. Aynı şekilde, İstanbul’da YDGD’li gençliğin örgütlediği Giyim-Der 4000 civarında genç konfeksiyon işçisini çeperinde toplamıştı. Başka grupların taraftarları da içinde yer almıştı. Bu bakımdan da olumlu bir örnekti. Bu alanlarda sendikaların olmadığını düşünürsek yürütülen faaliyetin önemini daha iyi değerlendirebiliriz. İşçi gençlik, gençlik mücadelesinin motoru olmalıdır. Onun yönelimi ve ufku anti-emperyalizm ve anti-faşizmle sınırlı olmayıp devrim ve sosyalizm onun asıl özlemidir. Devrim mücadelesine katılan gençliğin diğer kesimlerinin de aynı ideallere bağlı olmasına rağmen özellikle işçi gençlik hedeflere ulaşmada en tutarlı mücadeleyi ortaya koyma potansiyeline sahiptir. Sayılan olumlu örneklere rağmen bu potansiyelden yeteri kadar yararlandığımız söylenemez. Dışımızdaki gençlik örgütlerinin ise, genel faaliyetlerinin dışında özel bir yönelimleri yoktu.

Soru: Köylerde YDGD örgütleri var mıydı?

Cevap: Küçümsenmeyecek sayıda köyde YDGD’lerin kurulduğunu söyleyebilirim. Olmayan yerlerde de YDGD Komiteleri faaliyet gösteriyordu. Bu alanlarda kurulan YDGD komiteleri oralarda YDGD’lerin taşınmasının araçları oldular. Bu faaliyet YDGD’leri yaygınlaştırdı ve kitleselleştirdi. Örneğin, Karadeniz’in bazı köylerinde gençlik, fındık ve çay işçileri arasındaki çalışmayı anmak gerekir. Rize’nin Pazar ilçesinde yöneticilerimizden Mustafa Şefik’i böyle bir faaliyet içerisinde şehit vermiştik.

Soru; Sıkıyönetim YDGD’leri nasıl etkiledi?

Cevap: 1978 Aralığında sıkıyönetim ilanıyla birlikte YDGD’ler yasal olarak kapatıldılar. Ama devrimci komünistlerin her şart altında çalışabilecek, faaliyetini kesintisiz olarak devam ettirecek yasadışı kitle örgütleri yaratmak diye bir anlayışları vardı. Bunun doğal sonucu olarak YDGD’ler yasa-dışı yarı-legal bir konuma rahatlıkla geçebildiler. Sıkıyönetimin YDGD’lerin faaliyetini engelleyebilmek bir yana YDGD’ler asıl gelişmesini sıkıyönetim koşulları altında gerçekleştirdi. YDGF’de örgütlenen gençlik büyük bir özveri ve atılganlıkla resmi, sivil tüm faşist saldırılara karşı koydu, yüzlerce şehit verdi.

Soru: 12 Eylül Cuntası YDGD’lerin faaliyetini hangi yönde etkiledi?
Cevap: YDGD’ler Sıkıyönetim koşullarında faaliyetlerini kesintisiz olarak sürdürmüşlerdi. Üyelerini en alt birimlerine kadar gruplar şeklinde örgütlemenin ön hazırlıklarını tamamlamışlardı. Bunlara kısaca YDGD grupları diyebiliriz. YDGF 12 Eylül’ü yeni bir yönetimle karşıladı, faaliyeti yasa-dışı ve illegal bir temele oturmuştu. Yukarıda bahsettiğimiz her koşulda mücadele edebilecek bir yapıya aşağı yukarı ulaşmıştı. Cunta koşullarında başlangıçta biraz daralmakla birlikte, 81’in başlarında gelişme ve güçlenme eğilimleri ortaya çıkmıştı, örgütlenmeleri darbe yiyen devrimci-demokrat örgütlerin taraftarlarından YDGD faaliyetine katılmak isteyenler ortaya çıkmaya başlamıştı. 81 Nisan’ında Parti’nin ağır bir darbe yemesiyle YDGD’lerin faaliyeti de bir süre içinde zayıfladı ve giderek söndü.

Soru: YDGD’lerde demokrasi nasıl işliyordu?
Cevap: YDGD’lerin bu konuda son derece olumlu ve öğretici deneylerle dolu olduğunu düşünüyorum. Bir kere her kademedeki yönetici organlar aşağıdan yukarıya seçimlerle işbaşına gelmişlerdi. Bu konuda olumlu bir gelenek yerleşmişti. Seçimlerde zaman zaman farklı etkenler de işin içine giriyor olması bu olguyu karartmamalı. YDGF sıkıyönetim koşullarında Konferans ve Kongre toplayabilmiş, çok geniş bir tartışma platformu yaratabilmişim Cuntadan bir kaç ay önce yaptığı Kongresine Yasa-dışı toplanan her kademe seçimlerine ve tartışmalarını göz önüne alırsak 6000 bin kişi katılmış ve yeni yöneticilerini seçmişti. Diğer ülkelerin gençliğinin mücadele tarihinde böyle bir olgunun başka bir örneği olduğunu sanmıyorum.
Önümüzdeki yeni koşullarda YDGF deneyini yeniden inşa etmek için değil ama gençlik mücadelesini gelecekteki perspektifleri açısından incelemek büyük bir öneme sahiptir diye düşünüyorum.

Soru: YDGD Komsomol ilişkisi nasıldı, bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Cevap: Hem YDGD’ler hem komsomol, Parti’nin gençliğin mücadelesine önderlik etmek için kullandığı işlevleri farklı olan araçlardır. YDGD’lerin önemli bütün yönetici kademelerinin konsomol üyeleri olduğunu belirtmek gerek, hatta daha da ilerisi. Konsomol zaman zaman müdahaleci yöntemlerde kullanmakla birlikte ilişkiler genelde sorunsuzdu. Aslında bugünkü kavrayışımızla olaya baktığımızda o günkü YDGD üyelerini hepsinin birer komsomol üyesi olması gerekirdi diye düşünüyorum. Özellikle cunta koşullarında bu gereklilik somut bir olgu olarak ortaya çıkmıştı zaten.

Soru: Bugünkü gençlik mücadelesi için neler söyleyebilirsiniz?
Cevap: Gençlik, devrim ve sosyalizm mücadelesi için tükenmez bir kaynak büyük bir enerji ve fedakârlık örneğidir. Gençliğe büyük bir önem vermek, onu özenle eğitmek devrimci komünistlerin temel sorunlarından biridir. Bugün cunta sonrasının depolitizasyon dönemi zayıflamış, koşullar gençliğin mücadelesi için daha elverişli hale gelmiştir. Tabi büyük mücadeleler ve kayıplar pahasına. Hâkim sınıfların halk gençliğine verebilecek hiçbir şeyleri yoktur. Gençlik, umutlarını ve özlemlerini ancak sosyalizmde gerçekleştirebilir.
Bugün gençlik mücadelesinin henüz yaygın bir kitleselliğe ulaşmadığını tespit etmek gerekir. Özellikle, öğrenci gençliğin, geniş öğrenci yığınlarıyla kucaklaşmak ve elindeki birim derneklerini çalıştırmak gibi bir sorunu var. Bu da onlardan tükenmez bir enerji ile fedakâr, sabırlı ve kararlı bir çalışma yürütmeleri istendiği anlamına geliyor. Diktatörlüğün saldırılan ancak kitlesel bir mücadele ile püskürtülebilir. Öğrenci gençlik mücadelesinde özellikle YÖK halkasını iyi kavramalıdır.
Diğer bir sorun, son zamanlarda tartışılan merkezi örgütlenme meselesidir. Öğrenci derneklerinin merkezileşmesi olumlu ve ileri bir adımdır. Ancak bunun hangi temellerde ve hangi ilkelerle yükseleceğinin büyük bir önemi vardır. Aksi takdirde mevcut sağlıksız ve aksak yapıların ve anlayışların merkezileştirilmesi gündeme gelecektir ki, bu da varolan sorunların merkezileştirilmesi ve genişletilmiş olarak yeniden üretilmesi anlamına gelecektir. Ayrıca, öğrenci derneklerinden bağımsız olarak tüm gençliğin (işçi, öğrenci, köylü gençlik) merkezi birleşik siyasi örgütlenmesi gündeme alınmalıdır. Onunda platformu anti-faşist, anti-emperyalist ve hatta anti-şovenist olmalıdır. Sonuna kadar birlikte yürümeye çalışmanın gençliğe kazandıracağı çok şey vardır.
Her türden revizyonist ve reformist, gençliğin yükselen mücadelesini yasalcılığın ve legalizmin kanallarına akıtarak onu ehlileştirmek ve mücadelesini düzen içinde eritmek istiyor. Gençlik bu gerçeği bilerek onları mücadele içinde mahkum ederek, devrim ve sosyalizm hedefine ulaşacaktır.


Bir vefa örneği ve bir yenilik

Elimize 15 Şubat 1990 tarihli ve, yasadışı Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) … Hücresi imzalı bir bildiri ulaştı. Bildiri. 1980 yılında Mehmet AKARÇAY’ın Sıkıyönetim güçleri tarafından şehit edilmesini konu ediniyor, ilginç bir vefa örneği olması ve bir hücre tarafından yayınlanıyor olması açısından ilginç bulduğumuz bu bildirinin bazı bölümlerini yayınlıyoruz.
Mehmet Akarçay’ın şehit edilişi bildiride 1980 şubat ayları ve devrimci mücadele anlatıldıktan sonra şöyle ifade ediliyor, “… Faşist sıkıyönetim terörüne, revizyonist, teslimiyetçi ihanete rağmen demokrasi ve özgürlük kavgasından vazgeçmeyen, mücadelesini düzenin icazeti ile sınırlamayan, kavgasını sürdürenler de vardı. Bunlardan biri de … yiğit Profilo işçisi Mehmet Akarçay’dı. Mehmet 19 Şubat günü, davasına baş koyduğu partisinin bildirilerini başka bir yoldaşına ulaştırmak üzere omuzlamış, devriyeleri, aramaları hiçe sayarak yola çıkmıştı. Önceden anlaştıkları yere tam saatinde gitti. Bildirileri alacak olan yoldaşını beklerken sıkıyönetim devriyelerinin dikkatini çekerek kuşatıldı. “Dur!” diye seslendiler. … Ve Mehmet yoldaş sırtından aldığı kurşunlarla hayata gözlerini yumdu.”
Bildirinin son bölümünde: “PROFİLO İŞÇİLERİ! TÜM İŞÇİLER! KARDEŞLERİ Mehmet Akarçay’ın uğruna can verdiği TDKP, masa başlarında, kapalı salon toplantılarında ve otel lobilerinde değil, alanlarda ve senin kavganda doğdu” deniyor.


Tariş direnişinin şehitleri İskender Gül ve Cemil Oral kavgamızda yaşıyor

A.K.Konuk
Kalleş parmakların asıldığı tetiklerin yol verdiği kurşunlar çekti aldı yoldaşlarımızı aramızdan. Kan karıştı Şubat gecelerinin soğuğuna. Ağıtlar yakılmadı arkalarından. Çünkü kavga sürüyordu ve öçleri kalmadı yerde. Alındı.
Günlerdir süren TDKP 1. Kuruluş kongresi bitmek üzereydi ve kongre İzmir’de süren sımsıcak bir mücadelenin coşkusunu da taşıyordu.
Kongrenin toplandığı sıralarda, İzmir’deki işçi sınıfı ve emekçi halk, hakları üzerinde oynanmak istenen oyunları boşa çıkarmak için devrimci komünistlerin önderliğinde ye devrimci demokrat grupların desteğinde bir direnişe ve karşı çıkışa yönelmişti. İlk ses TARİŞ işletmelerinden geldi ve bu ses dalga dalga kentin her yanına yayıldı.
Faşist AP iktidarı TARİŞ işletmelerinde çalışan binlerce işçinin işine son vermek ve yerlerine kendi yandaşlarını doldurmak için sinsice bir planın uygulamasına yönelmişti. Durumu zamanında öğrenerek harekete geçen Devrimci komünistler TARİŞ direnişini başlatmış ve işbirlikçi sarı sendikacıların tüm engelleme çabalarına karşın militan bir mücadeleye yönelmişlerdi. Bu mücadelede dönemin “devrimci” sendikası olarak tanınan DİSK’in revizyonist yöneticileri ve onların kuyruğundan ayrılmayan hempaları sürekli engelleyici rol sergilemiş ve işçi sınıfından hak ettikleri dersi de almışlardı.
Direniş kısa bir sürede kentin her yanına yayıldı. Esnaflar devrimci komünistlerin ve devrimci demokrat grupların çağrılarına uyarak kepenklerini bir bir kapatırken şaşkınlaşan polis önüne gelene saldırmaya başladı. Her sokak bir direniş alanı haline gelmişti. TARİŞ işletmelerini işgal eden işçiler “Direnişi kıranın kafasını kırarız” sloganlarıyla birlikte ve dayanışmanın en güzel örneklerini sergiliyorlar, TKP revizyonistlerinin korku dolu bakışları arasında işyerlerini, işlerini yitirmemek için direnmekten başka yollarının olmadığını haykırıyorlardı.
Kentteki Sümerbank isçileri, Tekel işletmelerinde çalışan işçiler, Sümerbank işçileri deri işçileri TARİŞ’te süren kavganın aktif destekçileri olarak eyleme katılırken işçi ve emekçilerin yoğun olduğu gecekondu semtlerinde destekleme eylemleri ardı ardına gündeme geliyordu, Semtlerde yakılan barikat ateşlerinin arkasında silahları ellerinde, devrimci türküleri söyleyen devrimciler gözlerinde bin bir parıltı ile bekliyor ve her saldırıyı anında püskürtüyorlardı. Polis deliye dönmüş nereye saldıracağını şaşırmıştı.
Şubat başlarında direniş ilk şehidini verdi. Çimentepe semtinde günlerdir direnen ve TARİŞ’e giden yollardan bir tek polisi bile geçirmeyen emekçilerin önünde mücadele eden CEMİL ORAL yoldaş uzaktan dürbünlü tüfekle atılan bir kurşunla şehit oktu. Ama semt halkı mücadeleci yoldaşlarına sahip çıkarak polisin üstüne yürüdüğünde polis arkasına bakmadan kaçmak zorunda kalmıştı.
Cemil yoldaş genç yaşına karşın kitleler tarafından sevilen sayılan biriydi. Korkusuzca atıldığı mücadelede ölümün onu beklediğini de biliyordu. Ama o bir başka şeyin daha bilincindeydi. Bu mücadelede önde yürüyenler ölüme yakın oldukları kadar zafere de yakındırlar. Kazanmak ancak dişe diş bir mücadeleyle olanaklıydı ve kazanacak olanlar mutlaka komünistler olacaktı.
Cemil yoldaşın şehit oluşu kentteki mücadeleye daha başka bir ivme kazandırmıştı. Aynı günlerde kentin bir başka semtinde olan Gültepe’de devrim ateşleri yakılmış bir polisin öldürüldüğü çatışmaların ardından barikatlar kurulmuştu. Artık herkes açıkça silahlarını taşıyarak barikatların başlarında bekliyor polisin her saldırısını anında püskürtüyordu.
Direnişin 6. gününde İskender Gül yoldaş katledildi, İskender yoldaş Cemil yoldaşın ulaşamadığı bir mutluluğa ulaştıktan sonra ayrıldı aramızdan. Partinin kuruluş bildirisi sıcak, sımsıcak mücadelenin tam ortasında devrim müjdesi gibi okunmuş, İskender yoldaş da bu müjdenin sevincini yaşamıştı.
Tam 8 gün boyunca semte polisi ve jandarmayı sokmayan devrimci komünistler ve devrimci demokratik örgütler geri çekilirken jandarma, tank, top, panzer eşliğinde hücuma geçen burjuvazi üç polisini daha çatışmalarda kaybetmiş ve korku dolu anlar yaşamıştı.
Yoldaşlarımız partimizin kızıl bayrağının göndere çekildiği günlerde aramızdan ayrıldılar. Bizler 10. .yılında O’nu daha yükseklerde tutmanın azmi ve inancıyla doluyuz.
Bu mücadelede yer alıp daha sonra tutuklanan ve idam edilen devrimci HIDIR ASLAN’I mücadelenin yıl dönümünde saygıyla anıyor onun idama giderken gösterdiği yiğit militan tavrın bütün devrimcilere örnek olacağına inanıyoruz.
Hıdır Aslan Gültepe direnişi sırasında korkusuzca bir mücadele sürdürdükten sonra direnişin son gününde yakalanarak kısa süren bir yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Ve 1980 Ekim’inde Burdur cezaevinde idam edildi. Devrimci eylem birliği anlayışını taşıyan ve eylem birliğinde coşkuyla mücadeleyi yükselten HIDIR ASLAN devrim tarihinde sonsuza kadar yaşayacaktır.
Onlar, hep birlikte yüreklerimizde…


BİZLER ÖZGÜR VE BAĞIMSIZIZ, BÖYLE İSTİYORUZ VE HEP BÖYLE KALACAĞIZ.
“Bırakın köpekler havlasın yorulunca susarlar”

Süleyman TOPRAK
Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyetinde yaşayan Yunan azınlığın yayın organı LAİKO VİMA (Halkın adamı) Yunanistan gericiliğinin provokasyonuna karşı cevabını 21 Ocak 1990 tarihli sayısında yayınladı. Laiko
Vima 46 yıldır Yunanca yayın yapıyor. Cevabını olduğu gibi yazıyoruz.
Grapsa tütün üretmede iki kişi bulduk. Kuru soğukla mücadele ediyorlar.
– Kuru soğuk aynı zamanda doğudan Arnavutluk’a doğru esen delice rüzgârlardır. Diyor bölüm başkanı Tomas Gikas çalışma arkadaşı Grigori Nanirdi’ye
– Bu soğuk rüzgârlar toprak donsun, tohumlar yeşermesin diye söze giriyor diğeri.
– Canını sıkma diye iş arkadaşı Niki Kaçi giriyor.
– Yoldaş Ramiz iyi söyledi. “Dağlar rüzgârla sallanmaz, bırakın köpekler havlasınlar, yorulunca susarlar” Biz azınlık olarak (Yunan azınlık kast ediliyor. S. TOPRAK) Sosyalist Arnavutlukta, sevgili emek partisi önderliğinde mutlu ve özgür yaşıyoruz.
İş molasında sohbet daha da koyulaştı. Daha da canlandı ve doruğa çıktı. Tütünde 7 yerine 10 hektar. Buğdayda 41.5 yerine 44, Mısırda 64.5 yerine 70 hektara çıkarmayı düşünüyorlardı. Grapsa’lıların Atina’nın despotlarına Belgrat’ın asılsız haberlerine cevabı buydu.
Ramiz Alia yoldaşın düşüncelerine işte böyle sevinçle katılıyorlardı Grapsa’lılar ve aşağı Dropili’ler.
– Bir zamanlar dört yol ağzında bulunurken Arnavutluk Komünist Partisi dışında hiç kimse bize doğru yolu göstermedi. (Yunan azınlığı kast ediyor. S. TOPRAK) hiç kimse bize yardım etmedi. Hiç kimse kölelikten ve sömürüden kurtulmamıza yardım etmedi; Arnavutluk Komünist Partisi dışında. E… şimdi bu yalancılar şimdi kalkmış melekler gibi bizi kurtarmaya çalışıyorlar. Ne hoş.
– Herkes Arnavutluk gerçeğini ve Azınlığın (Yunan azınlık S.T.) durumunu biliyor, diyor O Yanis Rucis.
– Bırakın biraz köyümüzle ilgili şeyler söyliyelim.
Argirakastro’nun (Argirokasta Y. azınlığın merkezi bir şehir S.T.) Eğitim Enstitüsü’nde bizim küçük köyümüzde 8 kişi eğitim gördü. Bizim Yunanlı çocukları eğitsinler diye. Yine yaklaşık 40 kişi kız-erkek farklı yüksek okulları bitirerek, ülkenin ihtiyacı olan yerlerde görev aldılar. Sözüm ona bugün bize yardım etmek isteyenler! Bizim kazançlarımızın farkında değiller ve bu kazançlarımızı görmek istemiyorlar.
Daha sonra Hırıstos Statis, öğretmen Tomas Yovanis, Xriso Noni ve Hırisavgi Yovani ile Vaggelis Yovanis ve köyün sekreteri Vaggelis Kukumis ve diğerleri konuştular.
ZİSOS LUÇİS

YAŞAMIMIZ GÜNDEN GÜNE GÜZELLEŞİYOR.
Ramiz Alia yoldaşın “Enver Hoca” Traktör ve Oto Fabrikası çalışanlarının toplantısında yaptığı konuşmadan sonra üretime geçildi. Aynı anda öğrenci gençliğin güçlü bir toplantısına tanık olduk.
Öğrenci gençlik Yugoslav basınının yalanlarına, Atina despotlarına ve gazetecilerin hücum çemberine şu cevabı verdi:
TANAsis Andruços
– Bizler tüm yaşamımızda ve tüm hak larımızla (Azınlık haklan S.T.) Özgür bağımsız ve mutluyuz. Bunu tüm kaibimöie söylüyoruz. Bunları ve bu ûüzel yaşamı partimize, yoldaş Ramiz ve ölümsüz Enver’in çizgisine borçluyuz. Ne istiyorlar? Sırplar, ve despotlar? Tekrar Dropoliye
(Dropoli Yunan azınlığın yasadışı kent S.T.) gelip bizi kanamı boyamak istiyorlar? Biz azınlık (Yun. az. S.T.) her alanda ve birimde canlı ve aerceğiz diyar.
Sınıf başkanı Andonis Bavvcis
– Aslında Arnavutluk karşıtlığı bu saldırılara, Ramiz Alia yoldaş bir daha cevap verdi. Arnavutluk halkı birliktir. Tek vücut gibidir. Biz azınlıkta (Yunan azınlık. S.T.) bu vücudun bir parçasıyız. Bu saldırılar bizi korkutamaz. Tam aksine bize güç veriyor. Birliğimizi güçlendiriyor.
Orta okul öğrencisi Evfrosini Nika
– Bizler genç kuşak Dripoliler papazların, sömürücülerin dönemini görmedik. Bizler sosyalizmin ak günlerinde, yaşamın ve günlerin güzel olduğu zamanda doğduk ve büyüdük.
Bütün konuşmacılar Arnavutluk’a karşı yürütülen yalan ve demagoji üzerine inşa edilmiş saldırıların amacının biz azınlığı (Yun. az.) ayırmak olduğunu söyleyerek, “Bu bir bahanedir. Saldırılar aslında Arnavutluk’a ve partimizedir. Bunun bilinici ile biz azınlık milliyet olarak Ramiz Alia yoldaşın önderliğinde partimizle daha sıkı birleşmeliyiz.

F. Almanya muhabirimiz bildiriyor:
Coşkulu bir 10. yıl kutlaması

“Partimiz silahımız” şiarı altında yapılan 10. Savaşım Yılı Gecesi görkemli ve coşkulu oldu! Enternasyonal dayanışma açısından örnek ve anlamlı bir an yaşandı. 4000’i aşkın izleyici, devrimci mücadele ve coşku doluydu!
Yurt dışındaki Türkiyeli emekçiler, devrimciler ve komünistler açısından 17 Şubat günü F. Almanya’nın Duisburg kentinde büyük öneme sahip coşkulu ve görkemli bir gece yaşandı. Günlerdir tüm Avrupa çapında hazırlıkları süren geceye Danimarka’dan İsviçre’ye, Belçika’dan Avusturya’ya kadar yüzlerce devrimci, demokrat, yurtsever ve komünist katıldı ve Türkiye devrimine inançlarını, mücadele ve kararlılık dolu olduklarını coşkulu ve devrimci heyecanla ortaya koydular. Afişleme, bildiri, duyuru ve diğer etkililiklerle gecenin propagandasının yanı sıra ülkedeki baskıyı, zulmü ve buna karşı direnişi, kurtuluşu ve başkaldırıyı bıkmadan gece gündüz anlatan devrimciler ve devrime inanmış tüm insanlar gecenin yapılacağı salonu doldurdular ve gözler bir an gecenin başlama saatine yöneldi.
Sunucu arkadaş gecenin başladığını duyurduktan sonra, tüm izleyicileri devrimci kavgada şehit düşenlerin anısına saygı duruşuna çağırdığında salonda çıt çıkmıyordu, izleyen kitle tek bir yürek halinde devrimci heyecan doluydu. Köln’den gençlerin oluşturduğu koro, Enternasyonal ile başladığı devrimci marş ve türkülerini, Avusturya İşçi Marşı ve İleri Yoldaşlar türkü ve marşlarıyla sürdürdü. Daha sonra Orhan Temur ve arkadaşları aralarında N. Hikmet’in şiirlerinden besteledikleri türkülerin de yer aldığı bir demet türkü ve şarkı sundular. A. Kadir Konuk kürsüye gelip karanlıktaki silah seslerini andıran bir havada şiirini okuduğunda geceyi izleyen kitle anında alkışlarla karşılık verdi ona. Gecenin bu başlayışı ve seyri içinde gözler ve tüm dikkatler yavaş yavaş gecenin önemine ilişkin söyleneceklere yöneldi ve beklenti gözle görülür hale geldiğinde, sunucu tam zamanında beklenen muştuyu verdi: “Yoldaşlar, Dostlar, Kardeş Parti Delegasyonları ve Tüm Konuklar! Şimdi de Türkiye devriminin kurmayı, partisinin (mk) gecemize gönderdiği mesajı sunuyorum sizlere…” Salonda tüm izleyiciler tam bir sessizlikle ve dikkat kesilerek söylenen her sözcüğü dinlemek ve özümlemek istercesine kulakları ve gözleriyle tüm konuşmayı büyük bir olgunluk ve saygıyla izlediler. Mesaj duyurusu yapıldığında bir alkış tufanı koptu gecenin orta yerinde ve bir dünyada, özellikle Doğu Bloğu ülkelerinde olup bitenlerle ilgili kafalardaki her soruya tek tek açıklık getirildi. Başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun her kesiminden, giderek artan bir hoşnutsuzluğun ve buna bağlı bir direnişin ve mücadelenin geliştiği ve artık işçi sınıfının kendi gündemini kendisinin belirlemesi gerektiğinin, altı çizilerek vurgulandığı mesajda, partiye ve onun tüm örgütlerine daha çok görev ve iş düştüğü bir bir ele alındı. Mesaj sona erdiğinde salonda coşku ve heyecan doruk noktasındaydı ve hep bir ağızdan atılan sloganlar tüm salonda yankılanıyordu. Daha sonra ellerinde çiçeklerle geleceğin umudu çocukların oynadığı halk oyunları büyük ilgi topladı. Özellikle çocukların, oyunlarının sonunda ellerindeki çiçekleri önde oturan uluslararası komünist hareketin temsilcisi delegasyonlara vermeleri salonda büyük bir sempati yarattı. Geceye sunulan mesajın Kürtçe olarak da okunmasından sonra, konuk olarak geceye katılan Kosovalı Arnavutların müzik grubu sahneye çıktığında, kitle “Kosova Cumhuriyeti” sloganı atarak Kosova halkıyla dayanışmasını dile getirdi. Kosovalıların ilk olarak ünlü “Enver Hoca” türküsünü söylemelerinden sonra, Kosova’daki halkın ve özellikle maden ocaklarında direnişe geçen maden işçilerinin mücadelesini anlatan türküleri söylemeleri alkış ve sloganlarla karşılandı. Geceye Almanya Komünist Partisi adına katılan Başkan Diethard Möller ise partisi adına gönderilen mesajı bizzat kendisi kürsüye gelerek Almanca sundu. Konuşmasına Türkçe “Sevgili Yoldaşlar” diye başlaması üzerine izleyenlerin büyük bir coşkuyla alkışladıkları Möller’in konuşması sık sık slogan ve alkışlarla kesildi.
… Geceye KPD dışında bizzat delegasyon olarak katılan diğer ML parti ya da örgütlerden temsilciler de çıkıp dayanışma mesajlarını sundular ve Türkiye devrimini desteklediklerini ve her zaman Türkiyeli devrimci ve komünistlerin yanında olacaklarını vurguladılar. Bu arada A. Kadir Konuk, ikinci kez, kendisinin yazdığı idama kadar giden bir süreci anlatan uzun bir şiir okudu, İran Emek Partisi adına yapılan dayanışma konuşmasından başka, İspanya KP (ML) adına ve ayrıca Hollanda Komünistler Birliği adına da bir konuşma yapıldı. Kardeş partilerin bizzat geceye gelerek dayanışmada bulunmaları ve hatta bazılarının konuşma ötesinde kültürel programla geceye katkıda bulunmaları gecenin en anlamlı ve örnek yanı olan enternasyonal dayanışma açısından coşku ve sevinç vericiydi, İspanyol müzik grubu Flamingo’nun şarkıları eşliğinde İspanyol halkının yüz yıllık geleneği ve kavgası, dansları ilgiyle izlenirken şarkıcı kadın yoldaşın, “Şimdi söyleyeceğimiz şarkının sözleri ise şöyle: Okumayı öğren/ Yazmayı öğren/ Savaşmayı da öğren!” demesi üzerine büyük bir alkış geldi ve kitle tempo tutarak izledi Flamingo müzik ve dans grubunu… Tigre ML-Ligası sözcüsünün mesajı bizzat sunması ise özel bir ilgi ve tezahüratla karşılandı. Gecede en çok beğenilen ve herkesin “mükemmel” dediği bir dia gösterisi sunuldu. Salonda üç ayrı görüntüyle ve aynı anda sunulan dia gösterisini gerek müziği ve gerek müzik eşliğinde okunan şiirleriyle özel olarak kutlamak gerek… Mustafa Suphi’lerden başlayan ve Erdal Eren’lere kadar süren Türkiye devriminin yaşanmış ve geride kalan bölümünün destanını, gecede olduğumuzu zaman zaman unutarak ve tüylerimiz diken diken izledik, yaşadık… Soluk soluğa, aynı anda üç görüntüde silahların, marşların, coşkulu yürüyüş ve çatışmaların, Gültepe’nin, Tariş’in, Antep’in, Çorum’un direnişlerini adeta yeniden yaşar gibi olduk ve coşku ve heyecanla izledikçe yeniden bilendik. “Mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?” diyen şair baba örneği, Türkiye devrimini resmedebilen, görüntüleyebilen yeteneklerimiz çıktığı için övünç duyuyoruz, diyoruz.
Dia gösterisi ile yükselen devrimci coşku ve heyecanı, şimdi de harekete geçirmek için sabırsızlıkla bekleyen bir müzik grubu geliyor karşımıza… Savage Rose… Daha sunucu Savage Rose der demez, salondaki tüm izleyenler ellerindeki bayraklarla yerlerinden fırlayıp halaya başladılar. Savage Rose sahneye çıkınca izleyicileri sarıp sarmalıyor, sarsıyor ve harekete geçiriyor… Onların müziğini dinler, salonda ellerinde bayraklarla genç, yiğit ve militanları görürken, insanın gözlerinin önünden Filistin’de İNTİFADA’daki kadınlar, çocuklar, Kosova’da tanka kata tutan gençler. Afrika’da dişe diş kavga edenler gelip geçiyor. Savage Rose adı, artık uluslararası dayanışma demektir. Anissette, Danimarka’da liman işçileri için söylenen bir Barikat Şarkısının anonsunu yapıyor ve tüm kitleye dönerek, “Haydi şimdi halay çekerek, bir barikat kuralım” diye çağrıda bulunuyor.. Salon birden ayağa kalkıyor ve halay çekmeye başlıyor…
Gecenin ikinci önemli mesajı yurt dışındaki komünistlerden geliyor… Bu gecenin tüm organizasyonunu üstlenen ve yurt dışında sürgüne gönderilmiş yüz-binlerce işçi ve emekçiyi devrim için örgütlemeyi hedefleyen yurt dışındaki komünistler şöyle seslendiler: “Huzurlarınızda, her türlü zulme ve baskıya göğüs gererek, sabırla, kararlılıkla, ülkemiz işçilerini örgütleyen, Türkiye devrimini adım adım saran ülkemiz devrimci ve komünistlerini, militanlarını, zindanlardaki devrimcileri ve yoldaşları en sıcak devrimci duygularla selamlıyoruz.” (…) “Bizler yurt dışındaki yüz binlerce gencin enerjisini, atılganlığını, fedakârlığını kendi çıkarları için harekete geçirmeye ve örgütlemeye çalışıyoruz. Aynı şeklide işçi ve emekçi kadınları saflarımıza kazanmaya özel bir önem veriyoruz.” “Yaşasın Sosyalizmi/Kahrolsun Kapitalizm! Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi!” sloganlarıyla son bulan mesaj da alkış ve peş peşe sloganlarla karşılandı…
Gecede daha sonra çıkan ve ilk kez izlenen Kafkas oyunlarını sergileyen Kafkas Oyunları Ekibi de çok beğenildi. Oyuncuların keskin hatlarla ve dinamik bir tarzda bir an bile durmadan büyük bir hareketlilik içinde oyunlarını sergilemeleri izlemeye değerdi. Gecenin sonuna doğru gür ve güçtü sesiyle devrimci ozan Mehmet Erdoğmuş’u devrimci türküleriyle izledik. Ülkemiz toprakları dışında bir başka halkın, Gürcü halkının halk danslarını sunan halk oyunları ekibini de, kendilerine özgü giysi ve danslarıyla ilgiyle izledi. Kitle… Gecenin programının akışı içerisinde geriye delegasyon düzeyinde katılamayan ML parti ya da kuruluşların, devrimci kuruluşların, Türkiye zindanlarından devrimcilerin gönderdiği mesajların okunması da coşkulu alkış ve sloganlarla karşılandı.
Geceye mesaj gönderen Marksist-Leninist partiler arasında Togo Komünist Partisi, Japonya Komünist Partisi (Sol), İran Emek Partisi, Ekvador Komünist Partisi (M-L), Tigre Marksist-Leninist Ligası, Almanya Komünist Partisi, Britanya Devrimci Komünist Partisi, Hollanda Komünist Partisi, Fransa İşçileri Komünist Partisi, Danimarka Komünist Partisi (M-L), İspanya Komünist Partisi (M-L) Brezilya Komünist Partisi, Surinam Komünist Partisi de bulunmaktaydı.
Yurt dışındaki devrimciler başta olmak üzere, tüm emekçilerin baskı ve sömürüye karşı verdikleri savaşımda esin ve ivme verebilecek bir özelliğe sahip olan ve devrimci bir geleneğe yol açacak olan gecenin sonunda, sunucu arkadaş, geceye, katılan tüm sanatçı ve ML parti delegasyonlarını sahneye davet ederek son kez hep birlikte yumruklar havada Enternasyonal söylendi ve son verildi.

Atina muhabirimiz S. Toprak bildiriyor:
EGE’NİN KARŞI YAKASINDA ŞUBAT, COŞKULU YÜREKLERLE KUTLANDI

3 Şubat 1990. Yer, Lavrion İşçi Merkezi. Kapıda, boyunlarında kırmızı fular bulunan iki genç, konuklara hoş geldin diyor, yer gösteriyorlardı.Salona adım atar atmaz, insanın içini ısıtan bir görüntü… Parti taraftarlarının Yunanca-Türkçe çıkardıkları broşür ve bültenlerden oluşan sergi. Bütün salon kızıl bayrak, flama ve panolara bezenmiş… Sahnenin üst kısmında ustaların büyük boy posterlerinin altında “Yaşasın Marksizm-Leninizm, Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi”, onun altında güneşle sembolleştirilmiş orak-çekiçli parti amblemi, sağında Lenin’in tam boy bir posteri ve “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet” sloganı. Salonun duvarlarında üç dille yazılmış (Türkçe-Kürtçe-Yunanca) “Yaşasın Halkların Özgürlüğü, Kardeşliği ve Gönüllü Birliği”, “10. Mücadele Yılında Partimiz Silahımız”
Toplantıyı yapanların yaptığı konuşmalardan ve TDKP Merkez Komitesinden gelen mesajın okunmasından sonra, Dev Yol Taraftarları, Avrupa Dev-Genç, PKK, THKP/C-Acilciler, TKP(B) ve TKP/ML Taraftarlarının mesajları duyuruldu. Bu arada Stalin Komitesi Temsilcisi ve eski bir Yunanistanlı partizan sahneye bizzat gelerek başarı dileğinde bulundu.
Mesajlar arasında en çok alkış alan eski partizanlar tarafından kurulan STALİN KOMİTESİ temsilcisinin yaptığı konuşma oldu: ” Kürt ve Türk halkının ve onun partisinin yürüttüğü mücadeleyi candan destekliyoruz. Bugün tüm gericiler ve revizyonistler Stalin’in şahsında devrime saldırıyorlar. Biz partinizin Marksizm-Leninizm yolundan şaşmadan yürüyeceğine inanıyoruz”
Gece, halk oyunları, tiyatro ve dia gösterilerinden sonra büyük bir coşku içinde son buldu.

Çeşitli cezaevlerinden elimize ulaşan basın ve kamuoyuna açıklamalarını yayınlıyoruz:
Sağmalcılar Cezaevi siyasi tutuklularının kamuoyuna açıklaması:

12 Eylül’den bu yana cezaevlerinde sürdürülen baskılarla, siyasi tutuklu ve hükümlüleri sindirme ve siyasi kişiliklerini yok etme politikalarının bir devamı olan 1 Ağustos genelgesi kamuoyunda tepkilere yol açmış ve geriletilmişti. Bugün ordu ve Adalet Bakanlığı yeni planlar yapmakta ve yaratılmaya çalışılan provokasyon ortamıyla da bu planlara zemin hazırlamaktadırlar.
Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun ve İstanbul İl jandarma Komutanlığı’nın basında yer alan açıklamalarında; “Cezaevindeki görevliler görev yapmıyor. Siyasi tutuklular ellerini kollarını sallayarak firar ediyorlar. Gardiyanlar rüşvet alıyor. BMW marka otosu olan gardiyanlar var. Sağmalcılar Cezaevi’nde tünel var.” vs. yalanlar, spekülasyon ve provokasyona dayalı söylemler yer aldı. Bu açıklamalarla, dış güvenlikten sorumlu askerin, firarlar karşısındaki yetersizlik ve çaresizlikleri örtbas edilirken diğer taraftan yöneticilerce işletilen rüşvet çarkları gizlenmeye çalışılmaktadır. “Asıl hedefledikleri, askerle zor kullanımlarını meşrulaştırarak siyasi tutuklu ve hükümlüleri kişiliksizleştirmek için de “Daha özel tip” cezaevleri hazırlıyor, tek kişilik hücre ve havalandırması olan cezaevlerine bizleri diri diri gömmek istiyorlar. Bulunduğumuz Sağmalcılar Cezaevi’nde de izledikleri genel politikaya paralel provokasyona yol açacak yeni girişimlerde bulunuyorlar.
Bu cezaevine sevk edildiğimizden beri, köşe başlarını tutarak rüşvet ve çeşitli yolsuzluklarla cezaevini yönetmeye çalışan bir avuç asker ve sivil yöneticinin keyfi kaçtı. Başlangıçtan beri diğer tüm cezaevlerinde varolan asgari yaşam koşulları ve haklar bu cezaevinde korunamamaktadır, idari sorunların çözümünde görüşmeler yolunu değil, provokasyonlarla gerginlik yaratma keyfi yönetimi ile olayları tırmandırma ve operasyon yolunu seçmektedir. Daha geçen Mayıs ayında birçoğu ağır olmak üzere 150’yi aşkın arkadaşımızın yaralanarak, tüm eşyalarımızın kullanılmaz hale gelene kadar yağmalanmasına neden olan operasyon sıcaklığını korurken, yılbaşı öncesi haklılığı kabul edilerek çözülmek üzere açık görüş sonrasına ertelenen kadın siyasi tutukluların koğuş talepleri ve görüş kabinlerinin koşullara uygun hale getirilmesi vb. taleplerimiz çeşitli bahanelerle hiç yoktan sorunlar çıkartılarak çözülmemiş, gerginlik aktarılarak biz tutukluları operasyonlarla, askerlerle karşı karşıya getirmişlerdir.
En son 1 Şubat günü yaşamak zorunda bırakıldıkları koğuşun olumsuz koşulları kendini acil bir şekilde çözümlemek üzere dayatan ve tahammülü güç boyutlara ulaşan sorunları için, eşyaları ile koridora çıkarak söz verilen yeni koğuşlarına geçmek üzere bekleyen siyasi kadın tutuklular, idarece yanıt verilmeksizin günlerce beton üzerinde sabahlamak zorunda bırakıldılar. Temsilcilerimize verdikleri “üç gün bekleyin, beş gün bekleyin çözülecek” benzeri ciddiyetsiz ve ikna edicilikten uzak yanıtlar üzerine arkadaşlarımız geçici olarak boş koğuşlardan birine yerleşmek zorunda kaldılar. Durumu kabullenmiş görünen idare buraya geçici olarak kabul ettiklerini ve koğuşu barınmaya uygun hale getireceklerini söylediler. 3 Şubat sabahı siyasi ve adli tutukluların bulunduğu tüm koğuş anahtarları toplanarak kapılar açılmadı. Yemekler verilmedi ve ihtiyaçlarımız karşılanmadı. Koğuş önlerindeki sivil personel çekilerek koridorlara askerler dolduruldu. Siyasi kadın tutukluların geçici olarak yerleştirildikleri koğuşa erkek gardiyanlar ve askerlerce apansız saldırıldı. Siyasi kadın tutuklular tekmelenerek, coplanarak yüzlerce metre sürüklenerek eski koğuşlarına götürüldüler. Toplam 21 siyasi kadın tutuklu asker ve erkek gardiyanlarca dövülme sonucu çeşitli yerlerinden yaralanarak tedavi altına alındılar. Kadın tutuklulara yapılan bu saldırıdan sonra erkek siyasi tutukluların koğuşlarına da saldırı hazırlıklarına başladılar. Cezaevinde hiç bir olağan-dışılığın olmadığını bilmelerine rağmen Cezaevi Savcısı Muzaffer İnanlı 1. Müdür Mustafa Yelegen, Dış Güvenlik Amiri Bnb. Halit Kayır, İç Güvenlik Amiri Bnb. Feridun Baran, Üsteğmen Tugay Karataş, Üsteğmen Ayhan Bozpınar ısrarla olay var havası verdirmeye ve operasyon zemini yaratmaya çalıştı. Askerler marşlarla motive edilerek üzerimize saldırıldı. Bu saldırıya karşı olayları kendi çabalarımızla önlemeye çalışarak gerekli tedbirlerimizi aldık. Bir gün boyunca elektriklerimiz, sularımız kesildi tüplerimiz toplandı. Yiyecek ve benzeri ihtiyaçlarımız giderilmeyerek olası durumlara hazırlık amacıyla cezaevi kapısında sayısız ambulans bekletildi. Fakat amaçlanan boyutta bir saldırının nedenlerini yaratamadıklarından askerleri çekmek zorunda kaldılar.
Şu an cezaevinde yaşam normale dönmüş gibi görünse de, sorunlarımızın çözümü için hiç bir yetkili görüşmeye yanaşmamakta, yeni yeni olaylarla durum gerginleştirilmeye çalışılmaktadır. Fırsatı bulunduğunda provokasyonlarla karşılaşacağınızın belirtileri apaçık ortadadır. Beklenen saldırlar karşısında haklı olduğumuzun verdiği kararlılıkla kendimizi savunacağız.
Halkımızı, devrimci-demokrat kamuoyunu ve tüm insan hakları savunucularını genelde ülke cezaevleri üzerinde planlanan özelde de, bulunduğumuz Sağmalcılar Cezaevi’nde gerçekleştirilmek istenenler karşısında duyarlı davranmaya ve sorunlarınızı sahiplenmeye çağırıyoruz. 13.2.1990
Sağmalcılar’daki Siyasi Tutuklular


Çanakkale Cezaevi siyasi tutuklularının kamuoyu açıklaması

Cezaevlerinde devrimci tutsaklara yönelik yeni provokasyon ve imha planları tezgahlanıyor. Her defasında yeni bir gerekçe öne sürerek ayaklar altına alınan insanlık onuru, yaşatılan vahşet bu defa “güvenlik” bahanesiyle yeni inşa edilen ölüm kamplarında gerçekleştirilmek isteniyor. İlk elde Eskişehir ve İstanbul’da yapılan bu iki cezaevi, devrimci tutsakların insan onuruna ve siyasi kimliklerine uygun en asgari koşulları gözeterek değil, esas olarak devrimci kuşakları tek tek teslim almayı, insani ve siyasi kişiliklerinden, özlerinden boşaltmayı tepkisiz birer robot haline getirilmesi için, en uygun koşullar gözetilerek yapılmıştır. Bu cezaevleri, tek kişilik hücreler, tek kişilik havalandırmalar biçiminde inşa edilmiş ölüm kamplarıdır. Bu fiziki koşullarda tutulacak devrimci tutsaklar, siyasi ve insani değerlerinden vazgeçme ya da ölümü seçme dayatılacaktır.
Ancak bu yeni imha programı sadece Eskişehir ve İstanbul’da inşa edilen ölüm hücreleriyle sınırlı kalmıyor; bir şey bu politikaya göre düzenleniyor. En önemlisi iç ve dış kamuoyu bu “güvenlik” demagojisiyle uyutulmak isteniyor, buna göre şartlandırılmaya çalışıyor Bu amaçla burjuva basın-yayın organlarınca bilinçli ve sistemli bir propaganda yapılıyor, yürütülüyor. Yapılacak katliamlar karşısında, şimdiden kamuoyunu tepkisiz bırakmak için, hemen her gün, “cezaevlerinde denetim yok”, “güvenlik yetersiz”, “cezaevi yolgeçen hanı” biçiminde kaynağı belli olmayan ve ismini gizli tutan yetkililerin (!) demeç ve açıklamalarına yer veriliyor. Tüm bunlar asılsız ve yalandır! Kamuoyunu yanıltmayı amaçlamaktadır.
Bugüne kadar cezaevlerinde yüzlerce ölü, yaralı ve sakat çıkmıştır. Daha dün Aydın Cezaevi’nde, tüm insanlığın gözleri önünde MEHMET YALÇINKAYA ve HÜSEYİN HÜSNÜ EROĞLU adlı devrimcilerin katledilmesiyle sonuçlanan ve etkisi halen de Aydın Cezaevi’nde canlı biçimde süren bir vahşet yaşandı! Aradan daha birkaç ay geçmeden, yeni bir imha dayatılıyor. Eskişehir ve İstanbul’daki yeni cezaevinin bu amaçla hazırlandığını öğrenmek için, bunları yaşamak gerekmez. Kısacası yeni bir imla-işkence saldırısı adım adım gerçekleştiriliyor. Hem de geliyorum diye!
Rejimin, bu insanlık düşmanı inkârcı yüzünü, yıllardır cezaevlerinde sürdürdüğü uygulamaları ele veriyor. Her fırsatta, devrimci tutsaklara saldırmaktan geri durmuyor. Ancak, rejim ve piyonları olan işkenceciler, şunu iyi bilsin ki devrimci tutsaklar insanlık onurunu çiğnetmeyecek, insani ve siyasi kişiliklerini bedenlerinden ördükleri barikatlarıyla can-kan pahasına savunacaklardır.
Tüm kamuoyunu, ilerici ve devrimci güçleri, kendisine “insanım” diyen herkesi, cezaevlerinde gerçekleştirilmek istenen bu yeni saldırıya karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda yükselen insanlık sesine kulak verin! Devrimci tutsaklara sahip çıkın!
Cezaevlerinde, imha politikasını rahatça gerçekleştirmek amacıyla, rejimin başvurduğu yalan ve sahtekârlıkları açığa çıkarmak için, tüm gücümüzü harekete geçirerek bu yeni iğrenç ve kanlı oyunu boşa çıkartalım.
Çanakkale Cezaevindeki sol tutsaklar adına
DURSUN ALİ KÜÇÜK – MURAT ÖZEL – ÜLKÜ DARICIOĞLU – İHSAN ZAFER – MEHMET YILMAZ


Tutuklu bulunan, Deng dergisinin Yazılşleri Müdürleri ve Sahibinin ortak açıklaması:
BASINA VE KAMUOYUNA

Egemen sınıfların içine düştükleri açmazlar gün geçtikçe anıyor. Bu açmazlardan kurtulmak için çeşitli entrikalara başvurabileeklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Ülkede varolan kaos ortamı artırılıp, uygulanacak yeni baskı yöntemleri için zemin hazırlanmaktadır. Bunun için de hayatın her alanında karanlık güçlerini harekete geçirip, ardından denetimlerindeki iletişim araçları ile kamuoyunu yanıltma uğraşı içine giren hakim sınıfların hedeflerinden biri de cezaevleridir. Her zaman olduğu gibi baskılarını haklı çıkarmak için cezaevlerindeki siyasi tutsakları hedef gösterme çalışmaları, faşist yönetim ve burjuva basını tarafından yoğun bir biçimde yeniden gündemleştirilmiştir.
Cezaevlerinde varolan yığınla sorunu kamuoyundan saklamak, mevcut baskılara yenilerin eklemek için yaşanan firar olayları sebep gösteilerek çeşitli kışkırtmalarla siyasi tutsaklar pro-vakasyona getirilmek istenmektedir. Bu konuda burjuvazi basnı da görevin layıkıyla yerine getirmektedir.
Tercüman ve Hürriyet gazeteleri ünlerdir yaptıkları yayınlarla Bayrampaşa Cezaevinin lüks otel haline geldiğini, gardiyan ve cezaevi yöneticilerinin kouşlara giremediklerini yazmakta. Milliyet, Sabah vb. gibi diğer gazetelerin de onlardan aşağı kalır yanı yok. Hele emniyet teşkilatının içine düşmüş olduğu korku ve bunun sonucu yapılan telkinler, demokratik kamuyonun dikkatin çekip bir an önce bu oyunlara dur demeye yeter de artar bile.
Cezaevlerindeki siyasi tutsaklar, geçmiş deneyimlerinden hareketle duyarlı çevreleri bir an önce harekete geçmeye çağırıyorlar. Açlık grevlerinin tekrar ölüm sınırına dayanmaması için, işin başında sorunlarına sahi çıkılmasını isteyen siyasi tutuklular, tüm demokratik kişi ve kuruluşları duyarlı olmaya davet ediyorlar.
Bizler de tüm cezaevlerine olduğu gibi, Bayrampaşa Cezaevi’ne yönelik oyunların boşa çıkarılması için demokratik kamuoyunun ve basının sorunlarımıza sahip çıkmasını bekliyoruz.
Bayrampaşa Cezaevinden Deng Dergisi Yöneticileri: Sahibi: Hikmet Çetin, Y. İşleri Md: Kamil Ermiş Y. İşleri Md: Sedat Karakaş

“TUTSAKLARIN SESİ” YAYININI SÜRDÜRÜYOR
Malatya Cezaevi’nde tutsaklar tarafından çıkarılan “Tutsakların Sesi” adlı gazete, Ekim 1989’dan bu yana düzenli olarak çıkıyor. Şubat ayında 5. sayısı çıkan gazete, politikadan ekonomiye, tarihten sanata, yaşamın her alanına yönelik, düzeyi oldukça yüksek yazılar içeriyor.
Yazıların içeriklerine bakıldığında hemen görülüyor ki; tutsaklar sadece kitap okuyup geçmişi tartışmakla yetinmiyor, politikadaki güncel gelişmeleri de izleyip değerlendiriyorlar. Cağaloğlu’nda çıkan birçok dergiye taş çıkartacak bir yaklaşımla sorunları ele alıyorlar. Şöyle bir karıştırıldığında bile gazetenin ilgi alanının “Filistin sorunundan Kürt sorununa, evrim kuramından felsefenin değişik konularına (Örneğin İbni Haldun’un tarih kuramı) Türkçe ve Kürtçe şiirlere kadar uzandığı hemen anlaşılıyor.
Anlaşılan bir değer şey de, her görüşten siyasi tutuklunun bu gazeteye yazabildiği. Dahası yayıncıları, yazarla okuyucunun da kesin bir ayırımı olmadığını, bu gazetede de herkesin hem yazar hem de okuyucu olduğunu söylüyorlar. Oto sansür ve savcılığın soruşturma toplama kaygısı da olmayınca gazetede okunmaya değerlik bir kat daha artıyor.
Gazeteyi çıkaran tutsak arkadaşları kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz. Bir dileğimiz de bundan sonraki sayılarından da bize ulaştırmaları.

Niçin “Dövüşenler Konuşacak”!
Ayşe HÜLYA

8 Mart 1990… Yıllardır her birini çeşitli ortam ve süreçlerde kutlamakta olduğumuz bir Dünya Kadınlar Günü daha… Onu, hem ülkemiz hem de dünya ölçüsündeki çarpıcı olgularla karşılıyor, yaşıyoruz.
Ülkemizin dokuz yıl önce yaşadığı depremin şokunu henüz nesnel olarak atamadığımız şu yıllarda, bu kez, ülkemize tufan indi. Biriken yanlışlıkların daha fazla direnemeyen birikimi ve her türlü yabancılaşmanın sonucunda sosyalizm, tarihsel evrimi içindeki en ağır bunalımına girdi. Halkların yeni mücadelelerine, yeniden yapılanmalara, sosyalizmin dünya çapında girişeceği kuramsal ve politik düzeyde bütünlüklü çarpışmalarına gebe bir tarih süreci başladı.
Öyle bir süreç ki şu ya da bu şekilde politik devrimini gerçekleştiren ülke halkları, yabancılaşmanın doğurduğu çelişkilerle, bir yandan özellikle ekonomik düzlemde ve siyasal soyutlamalar planında sosyalizmin başat özelliklerine aykırı sloganlar atarken, öte yandan yine sosyalizmin başka temel kriterlerini, amaç-gerçeklerini istiyorlar. Özgürlük diyorlar, demokrasi diyorlar, ulusal varlık hakkı diyorlar, yönetme ve yönetilmede kendi ellerimiz için daha fazla fonksiyon diyorlar.
Uluslararası emperyalizmin, dünyanın bu güncel gerçeklerini kundaklama çabalarına rağmen bu konudaki, geçici, görünüşü aldatıcı sonuçlar henüz fazla bir şeyin anlamı değildir. Yalnız şu an dahi anlamı açık olan ve görece değil, gerçek fonksiyonlar taşıyan tek şey vardır: Uluslararası emperyalizmin çarpışmaya girdiği olguların da, ekonomik olguların da bizzat kendi gerçekleri, sosyalizmin zaferinin gündemini oluşturacak olgular taşımaktadır. Zaten yaşamın bu gerçekleridir ki emperyalizmin kalıcılık şansını baştan yadsımıştır. Öte yandan ise yaşananlar, sosyalizmin sorunlarına, yaşayacağı çelişkilere ve dönemsel açmazlara çözümler üretmek olanaklarını oldukça zengin kılmıştır.
Evet, nasıl Eylül bizim için, ‘şiddetine’ o anın verileriyle göğüs geremediğimiz, fakat göğüs germek zorunda olduğumuz, faşizmin yükselttiği saldırı karşısında stratejik savunma tavrımızın bütün olanaklarını topyekûn ayaklandırıp-örgütlememiz, örgütleyip-ayaklandırmamız gereken bir deprem idiyse, bu yıllar da (çok farklı süreçler ve özelliklede de olsa) dünya halklarının birçoğu için bir depremdi… Sarsıntı hala sona ermedi ki, hasar tespit çalışmaları sonuçlandırılıp sosyalizmin gerçekleri adına yeniden yapılanma, görünür değil gerçek kıstaslarıyla ortaya konulabilsin. Ne var ki bu durum, materyalizmin öngörüleri ile (ve artık öngörüler gerektirmeyen yanlarıyla) temel saptama, tanımlama ve çözümlerin üretilmesine engel değil.
Dünyadaki çalkantılara ve bu çalkantılar için dile getirilenlere bakarken, Marks’ın “dış görünüşler ile şeylerin özü doğrudan doğruya çakışsaydı her türlü bilim gereksiz olurdu” tümcesini niçin çok sık anımsıyorum diye sormadım kendime. Çünkü çağrışımların gerekçeleri çok uzak yerlerde değildi… Bu alt-üst oluş süreci, kavramlardan ekonomik işlevlere kadar birçok şeyin, yaşamdaki gerçek yerlerinden başka mekânlarda saf tuttuğu, söz konusu sıçramalarla yaratılmış değerlerin de mekân dışı yerlere savrulduğu bu dönemde, her şeyin yerli yerine oturtulmasına kadar çekilecek sancı da, kuşkusuz tarihin çektiği en büyük sancılardan biri olacak. Ama hiç sarsılmayan bir gerçek var: Her olgu ve değer yerli yerine mutlaka oturacak. Tarihin eleği ve doğal ayrıştırma gücü, volontarizmin olanak ve yetenekleri kadar hızlı değilse de alabildiğine objektiftir. Ve bu anlamda, yaşananlar bir depremden çok, bir tufandır belki…
Ve bütün depremlere, tufanlara rağmen, tarihin potansiyelinin sosyalizmin olgularıyla dopdolu oluşunun bilinci içinde, bu 8 Mart’ta da devrim savaşçısı kadın arkadaşları, tüm emekçi kadınları, yürekleri ve kafalarıyla geçmiş süreçlerde gurur ışıkları yakmış kadınları, işkence hanelerde incecik narin bedenleriyle aşılmaz barikatlar kurmuş kadınları, mevzilerin gerektiğinde ordu olmuş kadın direnişçilerini ve tüm kadınları ve onların nezdinde bütün dünya emekçilerini DÖVÜŞENLER KONUŞACAK şiarıyla selamlıyorum!
Bilimin diğer dallarında olduğu gibi toplumsal bilimlerde de bazı sorunlar çok fazla seçenek taşımazlar. Bir önceki sürecin koşullarının, birbirini yaratan, devindiren, birlikte varoluşlarının iç çelişki bütünlüğünde ortama biçim veren özelliklerinin doğuracağı kaçınılmaz tarihsel örgüler, sonuçlar vardır. Koşulların özelliklerinin, etkileyici öğelerin durumlarının ve yaşanan mevzi çatışmalarının kazanç-kayıp hanesine işlediği puanların sonuçlar üzerinde oynadığı roller, niteliklere değil özelliklere ilişkindir. Bu rollerin ancak gecikmelerde-hızlanmalarda, esnekliklerde, katılıklarda, sancılarda-sükûnetlerde, taktiklerde, velhasıl deyim yerindeyse yolda yordamda hükmü vardır. Mevcut siyasal, sosyal, tarihsel, kültürel, ekonomik birikimlerin topyekûn imhasına kimsenin gücü yetmez. Dolayısıyla onların koşulladığı, verilerini aktardığı yarının, bu birikimler nesnelliğinde şekillenmesi kaçınılmazdır.
Sosyalizmin geleceği böylesine somut bir tarihsel kaçınılmazlıkla belirgindir. Tek başına sosyal koşullar üzerinde görece farklılıklar yaratmak olanaklıdır. Ekonomik koşulları da, zevahiri biraz daha kurtarmak adına, programın başka bir yerinden sökülen yapı taşlarıyla bir süre restore etmek mümkündür. Hatta tarihin belleği, insan belleği kadar nankör olmadığı halde ve kendini dayatma gücü oldukça ciddi bir faktör olduğu halde, tarih de bir süre çarpıtılarak, belki ters yüz dahi edilerek sunulabilir. Toplumların kültürü, toplumsal bir varlık olarak insanın en fazla içselleştirdiği olgular bütünü olduğu halde kültür de cılız, dingin, enjekte edilen mikroplardan aldığı yaralarla bitap tablolar çizebilir.
Ne var ki bütün bunların birlikte ve sağlıklı iç bağlantılarla başarılabilmesi, baskı organizasyonlarının ekonomik, tarihsel, kültürel, sosyal ve siyasal koşulları bütünlüklü olarak ve kalıcı özelliklerle parçalayıp yepyeni bir tarih gidişatı tayin etmesi olanaksızdır. Ola ki dünyada bugün özellik ve nitelik adına ne varsa değiştirecek bir dış etmen gündeme gire, belki o zaman…
Dolayısıyla bugün, yarına evrilmenin dinamiğini ellerinde tutanların, “konuşan” güçler olmaması, onların “konuşan” güçler haline gelmesi için “dövüşmesi” gerekliliğini de kendi varlık koşulları bağlamında dayatmaktadır. Yine aynı koşutluklar, aynı birbirini koşullayan ve doğuran dizge içinde, kazanma eyleminin öznesi, dövüşenler olacaktır. Çünkü bu dövüşün gereklilikleri, kendi içselinde bu dövüşün mevcut olma kriterleri, onun için son amilde kazanmanın seçenek değil, doğal amaç-sonuç olduğunu ortaya koymuştur.
Dünya güncelinin ortaya Koyduğu bir zorunluluk daha vardır. O zorunluluk, sosyalistlerin, aydınlanma evrelerinin ilerlemesine bağlı olarak teoride de, strateji ve eylemde de (veya planlama ve işlev demek olanaklı) daha dinamik, nitel ve nicel çapı dana olgun, derinliklerin, soyutlamaların gücüyle eşdeğer olması gerçeğidir. Bu gerçekliğin rotasındaki sapmalarla orantılı olarak dövüşme süreci uzar, geçici yengiler artar, bunalımlar periyodikleşir, sancılar kitlesel tepkiler doğurur. Çünkü içselleştirme, sürekli dönüştürme, kendi ikliminde yenilenme doğal bir arayış sürecidir. Bu durumda gereken zamanlarda gerektiği biçimde ortaya konulamayanlar, kendi yapay karşıtlarını üretir. Olumsuzluklar iç dinamiğin özelliklerine bağlı olarak gelişebileceği gibi, güçlü dış etmenler de durumu temel noktalardan sarsıcı olabilir. Özellikle bir yeninin ortaya çıkma, kendini belirleme-tanımlama evresinde dış faktörlerin etki şansı büyüktür. O halde hiçbir şeyin tamamen bağımsız gelişme kurallarına elvermeyecek bir diyalektik tanımladığı ve bu özelliklerin her gün biraz daha öne çıktığı dünyamızda dış koşullarla da, geçmişte olduğundan daha güçlü “dövüşmek” gerekmektedir.
Kuşkusuz, yeni gerçeklikleri nitelendirmeden önce, değerlendirmelerimizde dogmatizmin saplantılarına, değişimin yoğun ve çarpıcı olmasından kaynağını alarak kolaylıkla şekillenebilecek nihilizme, kuşkuculuğa vs.lerine yakayı kaptırmadan, öncelikle kendimizi tanımlama kıstaslarımızı tekrar tekrar gözden geçirerek girişmek sağlıklı olacaktır. Bunu yaparken, iç hesaplaşma, çatışma, geçmişi masaya yatırma türünden, güncel işlevleri askıya alarak gündeme getirilen tek akımlı cereyanlara kapılmak ise, başa gelebilecek hem en önemli hem de çok sık rastlanan felaketlerdendir.
Devrimcinin iç hesaplaşması, çevresiyle hesaplaşması, ülkesinin ve dünyanın günceliyle hesaplaşması (Gerçekte hesaplaşma yerine kullanılması gereken deyim, değerlendirmedir), onun gündeminin değişmezlerindendir. Bu kalıcı gündem maddesi, onun bir takım saptamaları, prensipleri, mücadele yolu-yordamı, başka bir deyişle ideolojisi ve savaşı olmasının, bunun sürmesinin karşıtı değildir. Tam tersine, devrimcinin bu durumunun, içerdiği kavram ve tanımlardan sadece bir tanesidir. Dövüşün sürmesi değerlendirmelerin, yeniden değerlendirmeler-irdelemeler dövüşün sürmesinin sağlık ve belki son tahlilde varlık koşulu olan ikilemin faktörleridir. Ama dövüşün beklemesinin değil…
“Dövüşenlerin düşünmeye başladığı” dönem miydi?
Düşünce ve tavır, ideoloji ve mücadele yani ‘dövüşme’ ve ‘konuşma’ (bu iki sözcüğe eşanlam yüklediğim de oluyor) diyalektiğinin iç bütünlüğünü, onların eklemleniş ve birbirini üretme koşulunun değişmezliğini kavrayamayanlar, 12 Eylül depreminden sonra ‘düşünmeye başladıkları, tartışmak gerektiği, devrimimizin yoğun çözümsüzlükler taşıdığı ve öncelikle onları aşamadan eskiyi tekrarlamanın yanlışlığı’ üzerinde ideolojiler yaparak ideolojiyi yadsımaya başladılar. Yadsıma, mevsimin baş konuğu idi.
Güçlüğün bilincinde olmadan girilen bu ‘zor’ dövüşünde, güçlüklerin biraz daha büyümesi karşısında girilen panik, çeşitli türlerden yeni yalnızlık duyguları yarattı. Bir ucu (bireyselleşmeyi değil) bireycileşmeyi üreten yaklaşımlar, bir ucunda “önce geniş platformlar, birlikler sonra dövüş” tarzında ortaya konulan eski bir ütopyayı hortlattı. Belirsiz kimliklerle girilen beraberlik tartışmaları, bir zaman sonra kendi tartışma pratiğinin çıkmazlarında gerçeği belirlemek zorundaydı. Bu ‘bir zamanlardan elde kalan, belki biraz iyi niyet somutlukları, ama esasta sosyalistlerin beraberliklerinin, yalnız yaşamın her alanında karşılığını bulan pratiklerden hareketle söz konusu olabileceği, pratiğin zemininde gündeme gelebileceği gerçeğinin yeni vurguları idi. ‘Elde kalan’ diğer olgu ise, pratiğin bizi, bizim pratiği beklememiz idi. Yani hayatın bizi, bizim hayatı… Ülkenin siyasal ve sosyal gereksinmelerinin devrimin işlevlerini, devrimin gerekliliklerinin kendi karşılıklarını…
Çıkış noktası olarak alındığı üzere, bir yenilgi gerçeğinin varlığı doğruydu. Bu gerçeklik kuşkusuz devrimimizin taşıdığı çözümsüzlüklerin değil, hata, zaaf ve eksikliklerimizin doğurduğu bir yenilgi idi. Ne var ki, 72 yenilgimizde olduğu gibi, bu yenilgi de, ne Marksizm-Leninizm ne de ideolojilerin ‘çıkmazlarıyla’ doğmuş bir yenilgi idi. Her planda sorgulamayı içselleştirmiş olan ve ancak taşın gelip başa çarptığı dönemlerde değil, ilkesel bir tavırla bunu sürekli kılanlar için ‘yeni’ bir şey yoktu bu anlamda. Dolayısıyla onların ‘arayışları’ kimlik bazında değil, ortaya çıkan yeni koşulların değerlendirilmesi ve devrimci sürecin bu koşulları uygun taktiklerle donatması çerçevesindeydi. Teori ve ideolojiler değil, bunların çalışma tarzlarındaki zaaflar sorgulanmalıydı öncelikle. Hata ve eksiklikler daha çok bu bağlamda somutlaşıyordu.
Yapılan yanlışlarının sorgulanması, yanlışlarla pratiğe geçirilen konunun, kavramın ya da tespitin yadsınması ile sonuçlanırsa, elbette devrimimizin bu genç döneminde, kimileri için sonuçta kavram, ilke, değer, hatta ‘geçmiş’ kalmaması kaçınılmazdı.
Söz konusu dönemde, bu deprem ekolünün pratikte ve söylemde gerektiği gibi yanıtlanmaması, doğal olarak cesaretin artmasına ve ülkemiz devriminde de dünya pratiğinde de devrimci dönüşümlerin seçeneksiz saptamaları olarak nesnelliğini çizmiş konuların dahi spor malzemesi yapılmasını getirmiştir.
Ülkemiz solunda tabanda da karşılığını bulmuş bir saflaşma olarak çoktan yaşanmış olan silahlı muadele, gerilla savaşı, politikleşmiş askeri savaş stratejisi temelinin, yeni arayışlara konu olabilmesi, böylesine bir dönemin zaaflarından mıydı yoksa talihsizlik mi! Eylül, bir anlamda siyasal ve sosyal şoklar yaratmış, karşı devrimin de beklemediği bir hızla pasifikasyon, depolitizasyon, yılgınlık kavramları bir dönem için kitlesel karşılıklarını bulmuştu. Bu sonuçları tanımlamada genelde birleşildiği halde, bunları yenmenin yöntemi, bu yapay statüyü kırmanın yolu, devrimci siyasal zorun tekrar ülke gündeminde her kesim için nesnel olacak bir çıkış noktası yaratması gerekliliğiydi. Elbette zaman içinde başka açılım perspektifleri de söz konusu olabilirdi. Ama bunların yaratacağı ağırlıklar, orta vadeli programlara yükleyeceği sorunlar, yeni geç kalmışlıklar yaratmaktan başka anlamlarda tartışılamaz. Sağlıklı bir çalışma-örgütlenme zemini için programların çıkış, açılım noktası tespit ve pratiğinin öncelikli doğruluğu gerekir. Bir önceki dönemin aktardığı verilerin ve sonuç özelliklerinin doğru evrilmesi gerekir. Ancak o durumda söz konusu zemin, senin işleme platformun, sana gerekli alan dinamikleri sunabilir.
Sonuç olarak, bir ‘durak’, bir arayış Çözümlemesi terminolojisiyle ideoloji üretmenin ideolojisi, yaklaşık on yıla yayılan bir hızla (!) tartışma (geveleme anlaşılmalı) pratiği değil, mücadelenin pratiği içinde mücadelenin kendi nesnelliğini yeniden üretmesi gerçeğiydi, Eylül sonrası yaşamamız gereken…
Yani, “Dövüşenler Konuşmalıydı”… Yaşamda üretenler, yaşamı üretenler, kavgayı, devrimin adımlarını, kitlelerin mücadelede çoğalmasını…
Oysa dövüşenler konuşmadı, konuşamadı depremden sonraki yıllar boyu… Birkaç yıl, cezaevleri ve cezaevleri direnişleri çıplak bir mevzi olarak kaldı neredeyse. Bu yıllarda devrimciler için ve onlar adına karşı devrimin sözcülerinden, sıfatı kendinden menkul ‘devrimcilere kadar hemen herkes konuştu. Devrimciler hariç… Olanakların o terör, baskı ve yılgınlık ortamındaki dehşetli fukaralığı, önemli bir faktördü ama esas olan bu değildi. Bir anlamda hızlı terk etmeler süreci oldu Eylül. Herkes bir şeyleri, bireyleri, birilerini terk etti hızla…
Oysa bu uzun maratonun belli bir dönemiydi sadece. Ve aslında o kadar da Eylül değildi… Onuru on yıllarca taşınacak direnişler de yaşandı. Ortamın özellikleri bağlamında tutunmak, ayak diremek, korumak değil, ilerlemekti bir yanıyla… En azından değerleriyle, erdemleriyle taşınmasıydı devrimin, bir adım sonrasına…
Şuna kesinlikle inanıyorum ve biliyorum ki, “Dövüşenler Konuşacak” fazla zamanı kalmayan bir şiardır. Bugün-yarın! “dövüşenler konuşuyor” denilecek artık. Ve o kavramı “Dövüşenler Konuşur” nitelemesiyle sunacağız çocuklarımıza.
8 Mart 1990’da dövüşen, dövüşerek konuşan, suyun adı, devrimin gökkuşağı ve gökyüzünün yarısının değil, erkeklerle birlikte gökyüzünün tümünün sahibi kadınlara selam olsun…
Bartın Özel Tip Cezaevi

KAMUOYUNA AÇIKLAMA
Bilindiği gibi egemen sınıflar bütün organizasyonlarıyla devrimcilere, yurtseverlere ve tüm toplumsal muhalefet güçlerine karşı çok yönlü saldırılarını sürdürmektedir. Bunalım derinleştikçe saldırılar artıyor, boyutlanıyor. Devrimciler ve yurtseverler katlediliyor, insanlar kitlesel olarak işkencelerden geçiriliyor. Demokratik kitle örgütleri baskı altında tutulmaya çalışılıyor. Devrimci mücadelenin, toplumsal muhalefetin gelişmesini engellemek, faşist teröre gerekçe yaratmak için provokasyonlar düzenleniyor. Bu saldırılara, çeşitli gazete ve dergiler de azımsanmayacak bir destek sunuyor. Bütün faşist, gerici resmi ve sivil kurumlar devrimci güçlere karşı her geçen gün yoğunlaşan bir seferberlik içinde.
Devrimci güçlere yönelik saldırı planının bir parçası olarak MLSPB’ye, MLSPB tutsaklarına ilişkin komplolar son günlerde daha sık gündeme getirilmeye başlandı. MLSPB ve MLSPB tutsakları ile ilgili olarak, MİT ve siyasi polis kaynaklı açıklamalar birbirini izliyor.
25 Kasım 1989 tarihli gazetelerde MLSPB bağlantısıyla bazı insanların tutuklandığı haberi yer almıştır. Birçoğu geçmişte MLSPB davasında yargılanmış ve serbest bırakılmış olan bu insanlara emniyette ağır işkencelerin yapıldığı bilinmektedir! Ancak bu insanların bazıları işkence altında ifade vermeyi reddetmişlerdir.
Aynı dönem NECATİ KILIÇ isimli bir şahıs da gözaltına alınmıştır. Necati Kılıç, emniyette yapılan işkence ve baskılar karşısında devrime ve halkımıza ihanet yolunu seçerek MİT ve siyasi polisle işbirliği yapmıştır. Önce işbirliğini gizleme yoluna giden bu şahıs, ihanetinin anlaşıldığını görünce, bunun bedelinin ne olduğunu bildiğinden dolayı siyasi polise sığınmıştır. Necati Kılıç, MİT ve diğer güçler tarafından devrimcilere karşı kullanılmak istenmektedir. Bazı gazeteler de bu oyunun senaryosu dâhilinde kullanılmaktadır.
23 Şubat 1990 tarihli Günaydın gazetesi, MİT ve polisin direktifinde, “Alarm Veren İtiraf” manşeti altında şu haberi vermektedir; “itirafçı militanın kimliği büyük bir titizlik gösterilerek gizli tutuluyor.”
Oysa söz konusu hain, MLSPB tutsakları ve devrimciler için bir “sır” değildir. Esrarengiz havalar içinde verilmeye çalışılan bu “haberin hiçbir değeri yoktur. Daha başından beri bu çok gizli şahısın Necati Kılıç olduğu, ihanet ederek halk düşmanlarıyla işbirliği yolunu seçtiği bilinmektedir.
Öte yandan bu haberle, Necati Kılıç’ın isminin, MLSPB tutsaklarının mahkemelerinde bir ‘kanıt’ olarak kullanılmak amacıyla gizli tutulmasına yönelik bir çaba içine girilmesinin yanı sıra, MLSPB hakkında yeni ‘açıklamaların’ aktörü olarak gerektiğinde tekrar provokasyon sahnesine çıkarılmasının hesapları peşinde koşuluyor.
Ayrıca, 20 Şubat 1990 tarihli Hürriyet gazetesi de “BAYRAMPAŞA CEZAEVİNDE YENİ BİR TÜNEL” manşeti ile bir haber verdi. Bu haberin amacı da bizler tarafından iyi bilinmektedir. Bugün cezaevlerinde yeni saldırı dalgalarının hazırlıkları yapılmaktadır. Tutsaklara yönelik Adalet Bakanlığı, MİT siyasi polis ve cezaevleri İdareleri ortak senaryolar Hazırlıyor, komplolar düzenliyorlar. Bir süredir aynı bağlamda Bayrampaşa cezaevinde de tutsaklara yönelik oynanmak istenen oyunlar kamuoyunca bilinmektedir. Daha önce çeşitli olaylar bahane edilirken, şimdi buna bir yenisi eklendi. Söz konusu tünelin, MLSPB tarafından, tutsak yoldaşlarının esaretine son vermek amacıyla çok önceleri kazıldığı ama daha sonra devam ettirilmeyen bir faaliyet olduğu bilinmektedir. Bugün bu tünel, yeni bir olaymışçasına, kamuoyuna sunulmakta, devrimci tutsaklara yönelik saldırıların materyali haline getirilmek istenmekledir. Daha önce Bartın Cezaevindeki tutsakları hedef gösteren Hürriyet gazetesinin açıklamaları da tazeliğini koruduğundan, niyetler iyice belirginleşiyor.
Egemen güçlerin, çeşitli kurumları aracılığıyla devrimcilere, yurtseverlere yönelik saldırı, tezgâhladığı oyunlar, devrimciler tarafından boşa çıkarılacaktır. Haklı tarihi mücadelemizi hiçbir güç engelleyemeyecek. Devrimci saflardan çıkan hiç bir hain devrimin şiddetinden kurtulamayacak ve cezasız kalmayacak. Halkına, devrime ihanet eden bütün onursuz insanlar gibi Necati Kılıç da ihanetinin bedelini ödeyecek. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Saygılarımızla, MLSPB TUTUKLULARI


PERDECİ- Mehmet ESATOGLU
Odun sobamızın çatırtısına ne oldu
?
Tiyatroda oyun değişikliğine az kala bir gece. Son provalar, yorgun insan yüzleri, sağa sola atılmış oyun metinleri, koca bir merdiven, hafif çatlak bir yönetmen sesi.
Yönetmenin önünde üzeri savaş alanına dönmüş birtakım kâğıtlar ve kağıt parçacıkları. Oyun metninin suyu sıkılmış son damlaları sahne üzerine yerleştiriliyor. Gecenin anlamsız bir saatinde yönetmen yorgun bacak yığınının üzerinden koltuğa çöktü, “peki keselim” dedi.
Oyuncuların “yarın görüşmek üzere”li çıkışlarından sonra yönetmen, koltuğunun altında oyun dosyasıyla kapıya yöneldi. Işıkçı Memo yönetmenin son önerilerinden anladıklarına ve anlamadıklarına “he” diyerek kapıya kadar uğurladı. Yeniden salona yöneldi. Işıkları ertesi gün yapılacak provaya göre ayarlayacaktı. Ortalıkta gecenin geç saatine özgü bir sessizlik… Haldun Taner şöyle tanımlar:
“Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı.
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır.
PERDE.
İşte böyle bir zaman dilimi, Işıkçı Memo elinde kontrol kalemi dudağında çok bilinir bir caz şarkısının hafif alaturkalaşmış bir ıslığıyla dolanıyordu. Salon girişinde belki bin kez gördüğü duvara asılı oyun afişlerinde gezdirdi gözlerini. Her afiş bir oyun; her oyun yaşamın bir başka dönemi. Yalnız yaşadığı günler, evli olduğu günler, bir de Perdecinin deyimiyle şen-dul olduğu günler.
“Faşizmin Korku ve Sefaleti” adlı oyunun afişine takıldı gözler. İçi burkuldu, ıslıkla aynı şarkıyı bu kez iyice bozarak icra etmeye koyuldu.
Perdeci dayanamadı kulisten bağırdı; “O parça hiç de öyle değil. Lütfen öfkemizi cazdan çıkarmayalım.”
Memo afişe öylesine dalmıştı ki irkildi. “Ey Perdecinin ruhu, herkes yuvasına koşmuşken senin sesin nereden geliyor? Yaşayanlar tarafından mı yoksa ölümsüzlerden mi?” diye sordu.
Perdeci bu soruya öfkelenerek; “Oğlum benim temiz on iki yılım var ölümsüzler tarafına geçmeye”. Memo “Sözleşme mi yaptın?” diye üsteleyince ses hüzünlendi. “Bizden önceki kuşağa göre ortalama yapıyorum. Biz son darbede acıcık daha fazla yıprandık, gibi hesaplar.”
Memo dayanamadı seslendi kulise “İyi ama biz kimi Çarşambalılar gibi niye uzaktan uzağa konuşuyoruz”. Yanıt gelmeyince daldı kulise.
Kuliste Perdeci köhne bir koltuğa kurulmuş günün yoğunluğundan okuyamadığı kimi günlük gazeteleri karıştırmakta. Perdeci kafasını kaldırmadan sordu: “Na’pıyordun saatlerdir salon girişinde”. Memo “Yönetmeni uğurladım, dönerken gözlerim oyun afişlerine takıldı. Brecht’in ‘Faşizmin Korku ve Sefaleti’ afişine bakarken eski karımı anımsadım”. Perdeci anlamadan baktı. “Karın çok mu cadalozdu?”. Memo da anlamadı “Hayır” dedi. “O oyun sahnelendiğinde yeni evliydim”. Birden karşılıklı katılarak gülmeye başladılar.
Memo kuliste unuttuğu iki adet ışık filtresini aldı. Işık odasına yönelirken aklına gelmiş gibi “Ey ihtiyar sen niye gitmiyorsun evine”. Perdeci kafasını gazetelerin arasından çıkararak “Bir arkadaşıma yardım edeceğim” dedi. Memo birden aptalca bir soru sorduğunu fark ederek önüne baktı, duygulandı. “Sağol be ihtiyar, bütün dünyada sosyalizm çöktü diye çığlıklar atılırken senin bu dayanışma duygun gözlerimi yaşartıyor.” Perdeci yine aynı tavırla “senin şu kocaman ellerin iki yüz yirmi voltu böyle tutukça, sosyalizmi hiçbir güç yok edemez. Doğu Bloğunda olup bitene gelince orda son yirmi yıldır süren bir maskeli balo sona erdi.”
Işık odasından sesi duyuldu Memo’nun, “Ne güzel bir gece, çoktandır, işin gücün yorgunluğundan yapamadığımız söyleşimizi bu gece yapalım ışıkları ayarlarken. Söyleşmenin yanında ne gider?” Işık odasının merdivenlerinden güm diye sahneye atlayarak “Çay, evet gece ve Çay. Gecenin ayazına karşı içine bir parmak konyak, gece yarısına doğru…” “Bir dakika” diye kesti Perdeci. “Ben ışıklar ayarlanırken her ışık için ayrıca tek tek ışık odasına koşmayasın diye kaldım. Gece yarısı ayyaşlığına ortak olmak için değil” Memo göstermece bir somurtkanlığı oynamaya başlayınca Perdeci, “Peki, gece yarısına doğru birer çay içeriz. Sen o çayın içine bana çaktırmadan bir parmak konyak koymuşsan, buna ben ne yapabilirim.”
Memo dudağında biraz önce üflediği ıslıkla mutfak diye kullanılan çıkıntının civarında çay için gerekli malzemeleri ararken içeri seslendi “Ey ihtiyar ışık odasına geç.”
Perdeci, ışık odasında önce ana şalteri açtı. Işık odasının duvarlarında Memo’nun yapıştırdığı kimi uyarı sözcüklerini küçük kahkahalar atarak okudu, her birinin asıldığı gün olan olayları anımsamaya çalıştı.
Memo, kendisinden bin kat iri bir merdiveni sürükleye sürükleye salona getirdi, izleyici koltuklarının arasına sokarak dikleştirdi. Demir boruya asılı spotlardan birine doğru tırmanırken “Biri yak” diye bağırdı Perdeci, hafif bir tereddütle üzerinde bir yazılı reosta sürgüsünü yukarı doğru sürdü. Salon ışıklarını söndürünce salonda tek bir spottan yakılan bir ışık huzmesi sahneye yayıldı. Perdeci, “Daralt” diye bağırınca Memo spotun arkasındaki burgudan merceğin yerini değiştirdi. Bunu Perdeci “tamam” diye bağırıncaya dek sürdürdü.
Memo altıncı spotla uğraşırken Perdeci çayları doldurdu, “Takviyeli olsun” uyarısıyla Memo’nun paltosunun iç cebindeki cep konyağından birer parmak ilave etti.
Salonda “Hüüüüüüp” sesleriyle çayları yudumladılar bir süre, sessiz.
Gece yarısı Memo, uykudan çizgileşmiş gözlerini parlak bir ışığa dikmiş, merdivenin tepesindeki Perdeci’ye “Az biraz aşağıya, hayır accıcık yukarı” diye komutlar yolluyordu.
Sahne dışındaki spotlar ayarlandıktan sonra, sahne içinde be şyüz vattık bir spotu ayarlamaya çalışırken Perdeci, efekt teybine ünlü gitarcı Joe Pass’in Ella Fitzgerald ile yaptığı bir çalışmanın kasetini koydu. Memo bazı parçaların sözlerine yarım yamalak katılırken kulağına belli belirsiz bir ses geldi. “Odun sobamızın çatırtısına ne oldu?” Duraladı, sesin geldiği yöne baktı. Spottan yayılan ışık gözlerini yaladı, hiç bir şey göremedi. Merdivenin tepesinde öyle dururken bir an Ella Fitzgeralt’ın bangır bangır söylediği bir bölümün sesi egemen oldu salona. Joe Pass ardından incecik bir geçiş yaparken yine aynı sesi duydu. “Odun sobamızın çıtırtısına ne oldu?” Kafasını hızla sesin geldiği yöne çevirdi. Yine göremeyince, Perdeci’ye seslendi. “Salonda biri mi var?” Perdeci ses çıkarmadı. Memo elini gözlerine siper yaparak daha dikkatli bakınca, bir karaltı görür gibi oldu.
Sahne kenarında kıvırcık saçlı güzel yüzlü bir kadın, üzerinde eskimeye yüz tutmuş paltosuyla duruyordu. Memo merdivenden indi, hiçbir şey söylemeden kadının yanına yaklaştı, bir süre bakıştılar. Sonra müziğe ayak uydurup dans eder gibi bir süre sallandılar.
Perdeci, parlak ışığın kenarında ışıkçı Memo’ya sarılmış kadını tanır gibi oldu. Bir zamanlar tiyatroya gelir, ya oyun seyreder ya da kuliste Memo’yu beklerdi. Son yedi senedir gelmez olmuştu.
Kıvırcık saçlı, dansımsı sallanmanın bir yerinde gözlerini Memo’nun gözlerinden ayırmadan sordu “Geçti mi geçen günler? Sevdamız geçen günlerde mi kaldı?”
Joe Pass’in bir solo geçişi kopardı onları bulundukları andan. Doludizgin geçen günlere koşmaya başladılar. Ta başlangıçtaki bir güne vardılar.
Perdeci, sahnenin ortasında kocaman bir araba vapuru görür gibi oldu. Kıvırcık saçlı, okul üniformalı bir kız vapura binip binmemekte kararsız, o gece yatılı okula dönmek zorunda. Memo vapurun açılmış kapağının tam kenarında, konuşmuyorlar. Yalnızca ara sıra göz göze bakıp önlerine bakıyorlar. Martılar, gemi, deniz sessiz, bu anı bozmak istemiyorlar sanki. Arabalar gemiye adeta parmak ucuna basa basa giriyorlar. Memo son kez bakarken bakışını kaçırmıyor, dayanılmaz sözcük yuvarlanıyor ortaya, “Gitme!”.
Bir telefon kulübesinin içi, Memo kıvırcık saçlı kızın babasının sesini taklit ediyor okul müdiresi hanıma, “Bu akşam bizim kız, biraz rahatsız da, yarın sabah erkenden göndereceğim. Merak etmeyin.” Telefonu kapatıyorlar, katıla katıla gülüyorlar yokuşu çıkarken.
Ucuzlu Marmara Şarabının yanı sıra bir paket makarna, bir sana yağı, bir ekmek alıyorlar. Bütün menü bu. O gece ilk kez birlikte olacaklar.
Işıkçı Memo’nun tiyatrodan bir arkadaşıyla ortaklaşa tuttuğu İstanbul’a özgü güzellikte deniz bir oda bir salonda ışıkları söndürmüş denizi seyrediyorlardı. Memo’nun arkadaşının pikabından yükselen caz sesini o gece ilk kez dinliyorlar, birlikte. Gece bir düş kadar renkli, bir düş kadar sessiz. Gece yarısı battaniyelere sarınıp çay içiyorlar sessizlik bozulmuş, sürekli gülüyorlar.
Perdeci, öykünün burasında sahnedekilerin çok özel bir yere uçtuklarını görüp, ayakucuna basarak salondan çıkarken “Dur!” diye seslendi Memo. Perdeci sevecen, biraz da utangaç bir tavırla “Bu iki kişilik bir düş. İzin verirseniz…” Kıvırcık saçlı kadın, yorgun bir sesle “Hep böyle düşle başlamaz mı?” Perdeci, “Daha farklı da başlayabilir. Düş ummadığınız bir yerde karşınıza çıkar. Zaten düşü de düş yapan bu yanı değil midir? Çay içelim mi?” Kıvırcık saçlı kadın yanıtlamadı, gözlerinde herhangi bir kımıltı olmaksızın eli cebine gitti, cebinden bir cep kanyağı çıkardı. Perdeci, bu görüntüyü görmezden gelerek içeri gitti, tepside üç çay fincanıyla geri döndü.
Memo’yla Perdeci gelen çayları yudumlamaya başladılar. Kıvırcık saçlı kadın cep kanyağından küçük yudumlar almayı sürdürüyordu. Perdeci, “Bu küçücük şişeyle ilişkiniz ne kadardır sürüyor?” Birden kıvırcık kakülün altından fırlayan bir çift bakışla göz göze gelince sustu. “Ben” dedi kadın “şu çalan caz şarkısının fonunda sizin duymadığınız bir sesle yanan ve çıtırdayan odun sobasının sesini arıyorum.” Memo, “O soba dünde kaldı” gibisinden bir kaç sözle yanıtlamaya çalışırken kıvırcık saçlı kadın birden haykırdı, “Senin yüzünden!” Perdeci, ortaya fırlayan gerginliği yakalayarak araya girdi. “Durun, yalvarırım durun. Çirkinlikler üretmeyelim. Hadi gelin o güzelim düşe geri dönelim.” Kıvırcık saçlı, “Dönemeyiz. O güzelim düş öldürüldü. Katili, Memo”. Bir an sustu, konyağından bir yudum daha içti. Önündeki çaya elini uzattı, çaydan buhar çıkmıyordu. Ayağa kalktı, boş sahnede sahne gıcırtısının gizemli sesinde yürüdü bir süre. “Düşten kâbusa ve sonunda ayrılığa geçiş bir anda olmadı tabi.”
Memo’nun yüzünde hafif kasılmalar dolaştı. O da ayağa kalktı, yüzüne yeniden eski düşü anımsadığı andaki ifade yerleşti. “Şarap makarnalı hafta sonlarının yazında okulu bitirdin. Hatırlar mısın? Sıcağı yumuşacık gelen bir yazdı. Pencereyi açmıştım ardına kadar. Marmara’yı kokluyordum. Kapı çaldı, elinde naylon poşetlere doldurulmuş eşyalarla geldin.” Kıvırcık saçlı. “Kapıyı açtın.” Memo, “Hoş geldln.” Kıvırcık saçlı, “Sana geldim, sonuna dek.” Memo. Biran duraksadı, “Bak. O gün coşkuyla sarıldım bu söze ‘Sonuna dek’ ama mantıklı mıydı? Nasıl yaşardık bir kaç kuruşla senle ben. Yazdı, tiyatro kapalıydı. Kıştan kalan birkaç kuruşla yaşamaya programlandığım bir dönem.”
Kıvırcık saçlı, “Mantık, evet mantık. Bir olay yaşandıktan sonra üstüne ahkâm kesmek ve bir kılıf geçirmek ne iğrenç. Bak Perdeci, İki sevdalı genç biri yirmi bir, biri on sekiz. Sevdalanmışlar, Üstüne üstlük yaşamı birlikte kucaklamak istiyorlar. Gelelim beyefendinin mantığına. Neymiş? İki artı iki eşittir dört. İçine sıçayım bu toplamın. Olmaz sevgilim. Böyle sevda hesabı olmaz. Sevdanın toplamalarla, çıkarmalarla ilişkisi yok. Ben bakirelikten kadınlığa geçerken hiçbir iki rakamı toplamadım. Ekşitme suratını. Onun da kimi toplamları yok mu? İki artı iki eşit dört ha. Adi herif.” Memo kızgınlıkla döndü, “Sus” dedi, parmakları gergindi. Kıvırcık saçlı, gergin parmakları tuttu, “Neden tedirgin oldun sevgilim? Bu toplamlar, bu bekâretler, bu bozuk para gibi harcanan yaşamlar.” Memo, “O yaz, bütün bu anlattıklarına karşın iki artı iki bizi yendi. Kirayı ödeyemedik, sokağa atıldık. Bir öğle vakti, apartmanın önünde eşyalarımız sokağa atılmış, sevdiceğim eşyaların üstünde oturuyor. Gidecek yerimiz, verecek kiramız yok. Aileye yük olmayalım derken on beş gün parklarda sabahladık.’
“Sokaktan kurtulamayacağımızı sandığımız bir günün akşamı dokuz yüz liraya bir ev buldum bahçe içinde. Anımsadın mı? İnanmamıştın bahçesinde kedilerin oynadığına. Taşındık, bir masamız bir divanımız, bir döşeğimiz, bir tüp gazımızdan gayrisi çar çur olmuştu, tiyatronun deposunda.”
“Ev sorunumuz çözülmüştü. Kimi eskicilerden üç beş eşya denkleştirip düze çıktığımızı konuştuğumuz bir kış günü hamile kaldın. İşte düşün ilk rengini yitirişlerinden biri. Evden atıldık, sokakta kaldık en küçük bir sarsıntı geçirmedik, oysa hamilelik…”
Kıvırcık saçlı, “Bir çocuk, ne güzel. Anne olacağım, ne hoş. Hoş geleceksin bebek yoksul soframıza. Bakarız değil mi? Bakamazsak annem bakar. Bazen de senin annen. Ellerim sürekli karnımın üzerinde, düşler içindeyim, o gün Memo’nun suratı bir canavara benziyordu. ‘Çocuk bize lüks’ derken dişlerin ne çirkindi, bunca insan nasıl bakıyor sevgilim?
“Ben o masaya nasıl yattım, nasıl beni ikna ettin canavar? Güler yüzlü, yumuşak bakışlı bir bebek katliamcısı. Acımasız, paragöz ve gerçekçi. Kürtaj sonucu bir daha doğuramayabilirsin. Hiç doğum yaptın mı? Masadan fırladım, ilk buluştuğumuz kafeteryanın önünden sessizce inmeye başladık yokuş aşağı. Aşağılık herif. Çocuğunun öldürülmesini nasıl onaylıyor. Bir sanat kurumunda çalışan aşağılık bir katil bu herif.”
Memo, “Eve döndük, birden bağırmaya başladın. Kırdık birbirimizi, vurduk birbirimize. O gece ilk kez aynı evde ayrı odalarda uyuduk.” Kıvırcık saçlı, “Dördüncü gün, belki bulantının bıkkınlığı, belki aramızdaki suskunluğu kırmak için boynuna sarıldım, öptüm yüzünü, ikna oldum. Yenik, yaralı yattım demir yığını bebek katili masaya, Yürüyemiyordum muayenehaneden çıkarken. Günlerce akşamüzerleri ağladım. Ağıt yaktım bebeğimin ardından. Kimseyle paylaşmadım acımı. Aramızda bunca ay, bunca gün açan bazı ince şeyler kırılmıştı. Makarna-şarap günlerinden kalma eşitlik bozulmuştu. Her acıyı, her mutluluğu birlikte yaşamıştık ama kürtajın acısını ben tek başıma çekmiştim.”
Memo, “Ne yani, ben de mi aynı acıyı yaşamalıydım?” Kıvırcık saçlı, “Hayır canım, paylaşmalıydın. Paylaşmadın. Formülü, reçetesi yok. Belki sevecenlik yol gösterebilirdi sana ama, kürtaj tartışmaları onun önemli bir kısmını alıp götürmüştü”. Kıvırcık saçlı, ayağa kalktı, sendeledi, “Başım dönüyor Memo” dedi. Yürüdü, öndeki izleyici koltuklarından birine çöktü. Bağıra bağıra bebek türküsünü söylemeye başladı. Perdeci, salonu terk etmek üzere kapıya yürüdü. Kıvırcık saçlı, şarkıyı yarım kesti. “Gitme, bu, öykünün yarısı. Bir yarısı daha var.” Perdeci, “Gelin tiyatrodaki gibi on dakika ara verelim. Birer çay daha doldurayım. Ama söz ver, bu kez içeceksin.”
(ikinci yarı gelecek aya…)

Mart 1990

Kadının kurtuluşu ve feminizmin açmazı

Bir ülkede kadınlar için gerçek özgürlük olmadığı sürece, o ülkede gerçek özgürlük yoktur.” (Enver Hoca)

Anaerkil ailenin yıkılmasıyla ev yönetimi toplumsal niteliğini yitirdi. Ev yönetimi artık toplumu ilgilendiren bir sorun değildi. “Özel hizmet oldu. Toplumsal üretime katılmaktan alıkonan kadın (da) baş hizmetçi oldu. ” (Engels). Çünkü toplumun ilerleme sürecinde, üretim içinde birlikte yer alan kadın ve erkek cins arasında, aynı zamanda çocukların anası olan kadın üstün bir konuma sahipti. Ne var ki, avcılık ve tarımın üretimin esas unsuru haline gelmesi, fiziki bakımdan avantajlı olan erkeğin üretimdeki rolünü artırınca, ailenin besleyicisi durumuna gelen erkek toplumun gözünde de önem kazandı. Bu ekonomik ve sosyal gelişme analık hukukuna dayanan anaerkil ailenin yıkılışının temeli oldu. Bu iş bölümünün anlamı kadının görevini çocuk doğurmak ve ev işlerine bakmak olarak belirlerken emeği de evin efendisi konumuna getirdi. Özellikle özel mülkiyetin belirmesiyle kadının köleliği perçinlendi, erkek cinsinin kadın cinsi üstünde baskıcı bir güç olması da özel mülkiyetin olaya çıkmasıyla kurumsallaştı. İnsanlık tarihinin bu en eski kölelik kurumu, köleci toplumdan kapitalist topluma gelen toplumsal altüst oluş içinde, içeriği değişse de özünde, kadının kölelik statüsünü korudu. Ancak sosyalizmledir ki, kadın erkeğe eşit bir toplumsal statü kazanma olanağını elde etti.
İlkel komünal topluma göre bir ilerlemeyi temsil eden köleci toplum ve kölecilikten de ileri bir toplumsal aşamayı ifade eden feodal toplumda kadının köleliği derinleşti. Köleci ve feodal ideoloji ataerkil ideolojilerdi. Bunun sonucu olarak da -ve kaçınılmaz olarak- toplumsal kurumlar erkeğin üstünlüğü esası üstüne oturmuştu. Gelenek, görenek, din vb. de kadının köleliğini meşrulaştıran bir anlayış üstünde yükselmişti. Burjuvazi, feodal toplumdan aldığı, kadını aşağı cins sayan anlayışı sürdürdü, ama biraz farklı bir biçimde: Kadın emeğini metalaştırarak, onu ev köleliğinin yanı sıra ücretli köleler ordusu içine de katarak. Kapitalizmde kadını iti katlı bir sömürüye tabi tuttu. Bu, çifte sömürüye karşın, anaerkil ailenin yıkılışından bu yana kadının toplumsal üretime ilk yeniden dönüşüydü. Ve bu aynı zamanda onun kurtuluşu yolunun da başlangıcıydı. Kapitalizm ihtiyaç duyduğunda, kadını 14-16 saat çalıştırmaktan geri durmadı, ama ona ihtiyaç duymadığında ya da toplumsal kaygılarla, ev ve anneliği “yücelterek” kadını eve bağlamaya çalıştı.
Bütün sınıflı toplumlar kadını ikincil bir cins olarak gösterme çabasında birbiriyle yarıştılar.
Antik çağda demokrasinin beşiği Atina’da kadın, yurttaştan sayılmıyordu.
Hıristiyanlığın büyük otoritesi Aquino’lu St. Thomas, “Kadının yazgısı erkeğin ökçesi altında yaşamaktır” diye feodal çağın kadın yargısını ifade ediyordu.
Müslümanlık da, kadın konusunda St. Thomas’ın yargısını paylaşır ve kadınlara “cennet kocalarınızın ayaklarının altındadır” diye öğüt verir. Burjuvazinin dünya görüşünü ise, Napolyon yasaları ifade eder: “Doğa kadınları köleniz (erkeklerin) olmaları için yaratmıştır” der.
Nietzsche ve Freud ise, binlerce yıllık ataerkil düşünceyi “bilimsel” bir kılıf içinde “erkeğin etken, kadının edilgen cins” olduğunu iddia ederek destekler.
Sadece sosyalizmdir ki, kadın cinsini erkek cinsine eş sayar; sadece saymakla da kalmaz iki cins arasındaki farklılığa yol açan nedenleri ortadan kaldırmayı pratik bir sorun olarak ele alır.
Kapitalizmin kadını toplumsal üretime çekmesiyle birlikte kadın toplumsal mücadele içinde yer almaya başladı. Grevlere, gösterilere, ayaklanmalara kadın İşçiler de yoğun bir biçimde katıldı. 1789’dan 1795 Büyük Fransız Devrimi içinde kadınlar en radikal kanatta yer aldılar. 1830-1848 ayaklanmalarında kadınlar yine ön saflardaydı. Paris Komün’ü ise kadınların mücadeleye katılımı açısından bütün önceki devrimleri bastırdı.
Grevler, gösteriler ve ayaklanmalar içinde kadınlar bir yandan toplumun ilerlemesine omuz verirken öte yandan ikincil cins olmalarını da sorguladılar ve İngiltere, Fransa gibi ülkelerde, erkeklerle eşit haklara sahip olmak için örgütlenip mücadeleye atıldılar. Ve burjuvazinin nasıl bir ikiyüzlü eşitlik ve özgürlük anlayışına sahip olduğunu kendi yaşamlarında gördüler. Sonradan feminizm diye nitelenecek olan akım bu “kadın hakçısı” grupların mücadelesi temelinde yükseldi. Marksizm’in işçi sınıfı içinde egemen dünya görüşü olmasına kadar da bu “kadın hakçısı” eğilim, orta sınıf kadınları olduğu gibi emekçi kadınları da etkiledi.
Ekim Devrimi kadının kurtuluşunu teorik bir saptama, bir slogan, geleceğe ait belirsizlik olmaktan çıkardı, yaşanan bir gerçek haline getirdi. Ekim devrimiyle birlikte, nasıl ki burjuva devrimleri toplumun ilerlemesini temsil etmekten çıkmışsa, kapitalist topluma alternatif olmayan, bir takım iyeleştirmelerle kadınların kurtulacağını iddia eden “kadın hakçı” akımlar da kadının kurtuluşunda olumlu bir öğe olmaktan çıktılar. Elbette, Ekim Devriminden sonra da bazı dönemlerde bazı ülkelerde “kadın hakçı” akımların popüler olduğu, hak etmediği kadar politik gündemi etkilediği oldu, ama bu tamamen geçici bir şeydi ve herhangi bir nedenle Marksizm’in bıraktığı boşluğu doldurdular. 1960 sonlarında Avrupa’da, ya da günümüzde Türkiye’de olduğu gibi…
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana çeşitli türden “kadın hakçı” (bugünkü adlandırılışıyla çeşitli türden feminizmlerle) akımlarla Marksizm arasındaki tartışmanın özü kadının kurtuluşunun demokratik, yani kapitalizm koşulları altında kimi hakların elde edilmesi ile mi, yoksa ancak sosyalizm koşullarında gerçekleşecek bir şey mi olduğudur. Ülkemizde de durum çok farklı değil. Çeşitli türden feminist akımlar sözde kadınların kurtuluşu uğruna önceki sistemlere göre kıyaslanamaz biçimde kadını ezen, sömüren bir sistemin koşulları içinde kadının nihai kurtuluşunun olanaklı olduğu hayallerini yayarak kadınları kapitalizme karşı mücadeleden alıkoyuyorlar. Bir bölümü doğrudan ve açıkça, kapitalizm koşullarında kadının nihai kurtuluşunun olanaklı olduğunu söylerken, adının başına “sosyalist” sözcüğünü getirenler, bunu açıkça iddia etmenin abes olacağını bildiklerinden kapitalizme verdikleri desteği sözcükler arkasına saklamayı uygun buluyorlar. Elbette ezilen bir cins olarak kadınlar toplumsal bir grup oluşturur. Bu da kadınların kurtuluşu sorununu gündeme getirir. Ne var ki, binlerce yıllık ikincil bir cins olma koşullanması ve ev köleliği kısmi düzenlemeler ya da kimi hakların kullanılmasına indirgenemez. Bütün kadınların kurtuluşu, erkeklere eş bir toplumsal statüye kavuşmaları ancak sosyalizmle olanaklıdır. Bu yüzden de kadınların kurtuluş sorunu sosyalizm mücadelesiyle sıkı bir biçimde bağlı olmak durumundadır. Burada karşımıza kadınların homojen bir topluluk teşkil etmedikleri, tersine toplu erkek cinsi gibi değişik sınıflara bölünmüş oldukları gerçeği çıkar. Bu da, kadınların kurtuluş mücadelesinde değişik sınıftan kadınların değişik tutum almalarına maddi bir temel oluşturur. Ama feministler kadın cinsinin bu sınıflara bölünmüşlüğünü görmüyorlar ya da görmek istemiyorlar.  Söyledikleri çok açık:
“Kadınlar olarak salt cinsiyetimiz nedeniyle, ortak bir ezilmişliği, tabiiyeti paylaşıyoruz; yani bir egemenlik ilişkisinde tarafız. İki toplumsal gruptan biri, yani kadınlar, öteki toplumsal gruba yani erkeklere tabii durumda. Bizi diğer bütün ezilen toplumsal gruplardan ayıran özgül bir baskı altında yaşıyoruz. İşte bizi feminist yapan da, bütün kadınları birleştiren bu ortak ve özgül ezilmenin vatlığını görmemiz. Feminizmi, erkek egemenliğine bilinçli karşı çıkışın ideolojisi olarak anlıyoruz.
“Feministler olarak kadın hareketinin başlı başına bir mücadele alanı olduğunu düşünüyoruz. Kanımızca bu alanın başka sosyal hareketlerin mücadele alanı içinde eritilmemesi gerekir. Bu alandaki mücadeleyi de kadınların ayrı bir toplumsal grup oluşturduğu bilincini taşıyan kadınlar verecektir.” (Sosyalist Feminist Kaktüs, Sayı: i, s. 10 abc.)
“Feminizmin toplumsal projesi yok; somut kurumlarda yaşanan iktidar ilişkilerini sorguluyor ama siyasal iktidarı hedeflemiyor. Kadınların kurtuluşunu bir iktidar değişikliğinden ve toplumsal projeden bağımsız düşünmediğimiz ölçüde, hem böyle bir projesi olan, hem de feminizme açık bir sosyalizmi savunuyoruz.” (Sosyalist Feminist Kaktüs, Sayı: 1, s. 16)
Yukarıdaki üç paragraftık aktarma hem feminizmin mantığını hem de açmazını açıkça sergilemektedir.
Sosyalist Feminist Kaktüs (Çeşitli feminist gruplar içinde en iddialısı olduğu için aktarımları Sosyalist Feminist Kaktüs’ten yaptık) dergisinden aktardığımız yukarıdaki alıntının birinci paragrafındaki düşünce feminizmin hem var oluş gerekçesidir hem de çözümsüzlüğünün maddi kaynağıdır. Alıntıda da açıkça ifade edildiği gibi teminim, toplumu sınıflara bölünmüş bir şey olarak değil, cinslere bölünmüş olarak ele almaktadır. Belki feministler bu yargıya itiraz edebilirler, ama eğer bir takım talepler ve bu talepler temelinde bir mücadele öneriyorsanız, üstelik de “kadın hareketinin bağımsızlığı derken hareketin gerek savunacağı politikaların, gerek örgütlenme biçiminin diğer hareketlerden ayrı bir çizgide yürütülmesini kastediyoruz” (Sf. Kaktüs S.1, S. 12 abç) diyorsanız, söylenen şeyin anlamı budur. Çünkü iddia toplumun sınıf farkı gözetilmeksizin bütün kadınlarını kurtarmaktır. Açıkça da söylüyorlar: “Feminizmin odak noktası kadınların sınıfsal farklarından kaynaklanan ayrılıkları değil, kadın olarak ezilmişliklerinden doğan ortak paydalardır.” (S. F. Kaktüs, sayı:2, s. 16 Nesrin Tura, abç) Başka türlü de olamazdı. Çünkü aksi halde feminizme hiç gerek kalmazdı! Ne var ki, sadece feminizme yer açılsın diye de gerçekler değiştirilemez. Nasıl ki, Papatyalarla, feminist grupların istemleri bir ve aynı değilse, papatyaların istemleriyle kadın proleterlerin istemleri hiç de aynı değildir. Dahası, sınıf ayrılıklarını kaldırırsak (biz istedik diye sınıf ayrılığı kalkmaz ya) geriye ne kalır? Sınıflardan arınmış soyut bir kadın “idea”sı. Ama “idea”ların sıralanmasını istençle değiştiremeyiz.
“İdea” dünyasından gerçeklerin dünyasına dönersek sorun daha anlaşılır olacaktır kuşkusuz: Elbette, burjuva kadın (Burjuva kadından kasıt genel olarak burjuva kadın değil, egemen sınıf kadınıdır.) da kadın olduğu için burjuva erkek tarafından horlanmakta, burjuva yaşamının bir vitrini olarak kullanılmaktadır; ama onun horlanması ve mülk gözüyle görülmesi ile emekçi kadının ev köleliği koşulları pek çok bakımdan benzer değildir. Şöyle ki, emekçi kadın kendi bulunduğu statüden hoşnut değildir, bu statünün değişmesini istemekte,” bunun gereği neyse öyle yapılması sınıf konumuna uygun düşmektedir. Burjuva kadın da (herhalde) kocasına göre ikincil olmaktan rahatsızdır, ama bunun değişmesini ister mi? Elbette istemeyecektir. Çünkü: sınıf çıkarları, var olan burjuva aile sisteminin sürdürülmesini zorunlu kılar. Çünkü kapitalist sistemde kadının toplumsal statüsünü belirleyen sistemin kendisidir ve “erkek egemen ideoloji” bu toplumda doğrudan burjuva ideolojisiyle çakışır. Bunun anlamı ise, burjuva kadının kendi statüsünü değiştirmek için burjuva ideolojisine, burjuva toplumuna karşı çıkmasını beklemektir. Oysa değil kadının statüsünü değiştirmek, kimi hakların kullanılması ya da elde edilmesi mücadelesinde de burjuva kadın ciddi bir potansiyel taşımaz. Çünkü bugünkü statüsüyle bile onun için “hak kullanma”da kaldırılamaz engeller yoktur. Yasada yoksa bile ihtiyaç duyduğunda “hak” satın almanın bir yolunu bulur. Burjuva kadının kurtuluş sorunu, sosyalizmin tüm insanlığı kurtarırken, burjuvayı da, paragöz, sermayenin güttüğü bir yaratık olmaktan insan statüsüne yükseltmesine benzetilebilir. Burjuva da kurtulur sosyalizmle. Ama buradan kalkarak kimse burjuvanın sosyalizm için mücadeleye “ikna” edilebileceğini (eğer iflah olmaz bir Gorbaçovcu değilse) iddia edemez. Tıpkı bunun gibi, gerçekten erkeklere eşit olacağı iddiası ile de burjuva kadın kadınların kurtuluş mücadelesine çekilemez. Bu yüzdendir ki, “feminizmin odak noktası” olarak saptanan “kadın olmaktan doğan ortak payda” iddiası temelsizdir. Aynı nedenledir ki; somut olarak “kadının kurtuluşu”ndan söz edildiğinde, “hangi sınıf’tan kadının?” sorusu gündeme gelmek zorundadır ve zaten de geliyor.
Bu çerçevede feminist grupların hep gündemde tutmaya çalıştıkları kavramlardan birisi de “erkek egemen düşünce” kavramıdır. Ki, bunu da feministler sınıflar-üstü bir kavram olarak geliştiriyorlar. Oysa şu artık, aşırı gerici çevreler dışında biliniyor: Her düşünce bir sınıfa karşılık gelir ve toplumdaki egemen düşünce egemen olan sınıfın düşüncesidir. “Erkek egemen düşünce” de bir sınıfın düşüncesi olarak vardır. Dün köleci ve feodal ideolojiden türüyordu, bugün ise burjuva ideolojisinden türemektedir. Bizim ülkemizde ise, henüz feodal ideoloji yaşamaya devam ettiğine göre “erkek egemen düşünce” feodal-burjuva ideolojinin bir türevi olarak vardır. Bu yüzdendir ki, Marksizm erkek egemen düşünceye karşı olmayı burjuva ideolojisine karşı olmak olarak anlar. Feminizm ise, “erkek egemen düşünce”yi burjuva ideolojisinin dışında bir düşünce olarak algıladığı için burjuva ideolojisinin çerçevesi içinde kalarak da “erkek egemen düşünceye” karşı mücadele edebileceğini sanır; ya da böyle hayaller yayar. Nitekim “sosyalist feministler biraz sosyalizme bulaştıkları için olacak, bu çelişkinin farkındadırlar ve “cinsiyetçi sistem hep üretim tarzları ile eklenerek var olmuş… Bugün kapitalist üretim tarzı ile eklemlenen bir cinsiyetçi sistem var” diye saptamada bulunmalarına karşın, feminizmin platformunda kalmaya devam edebiliyorlar. Dahası sosyalizmle feminizmi uzlaştırarak bir “senteze” varmaya çalışıyorlar! Ama bu çaba bütün öteki alanlardaki Marksizm’le burjuva ideolojisinin Marksist terminoloji ile süslenmiş biçimi olmanın ötesine geçemiyor.
Yukarıdaki uzun aktarmanın üçüncü paragrafından da açıkça belli olduğu gibi, öteki feminist gruplardan farklı olarak “sosyalist feministler” “bu alanın başka sosyal hareketlerin mücadele alanı içinde eritilmemesi gerekir.” saptamasından sonra bir iktidar sorununu, yani bir “kadın partisi” “projesini” gündeme getirmedikleri sürece bir açmazda olduklarının farkındadırlar. O yüzden de “feminizme açık bir sosyalizm” savunarak çelişkiden kurtulmak istiyorlar.
Sosyalizm tarihi, burjuva sosyalizmi, küçük burjuva sosyalizmi, Hıristiyan sosyalizmi, vb. pek değişik sosyalizm türleri gördü; bunlara bir de “feminist sosyalizm” eklenmesinin bizce de bir sakıncası yok, ama gerçek sosyalizmle, Marksist sosyalizmle bu tür türeme sosyalizmlerin hiç bir ilişkisi olmadığı da açık. Ne var ki, “sosyalist feministler” kendileri sosyalizmin kuruluşuna bir katkıyı düşünmüyorlar. Ayrıca onlar sosyalizmin kadın sorununu çözeceğini de düşünmüyorlar: “sosyalizm kendiliğinden eşitsizliği kaldıramaz (bu)… bağımsız bir kadın hareketinin sosyalist devrimden sonraki mücadelesiyle kazanılabilecektir.” (Sosyalist Feminist Kaktüs sayı: 1, s. 15) saptamasını yaparak sosyalizmde de “bağımsız bir kadın hareketi” olarak var olacaklarını iddia ettikleri için adlarının başına “sosyalist” eklemesini yapıyorlar.
Artık şu açık bir gerçektir: Belirli bir talepler sistemi sunan ve bunların elde edilmesi için mücadele bayrağı açan her hareket, bu taleplerin hangi iktidar altında gerçekleşeceğini de göstermek zorundadır. Ne var ki feminizmin hiç bir türü, “erkek egemen düşünceye karşı savaş” dan öte bir şey getirmemekte, pratikte, kadın cinsini erkek cinse karşı mücadeleye çağırmaktan öte bir şey söylememektedir. Bu tutum da ister istemez, emekçi sınıf hareketi içine din ırk, ulus, bölge vb. ayırımların yanı sıra yeni bir ayırım, cins ayırımı unsurunu da sokmaktadır. Çünkü feminizm, kadınlara hedef olarak burjuvaziyi değil erkek cinsi göstermektedir. Burada denebilir ki; “işçiler eşlerini ikincil bir cins olarak baskı altında tutmuyor mu, hatta eşlerine, kızlarına karşı çoğu zaman burjuvalardan bile kaba davranmıyor mu?” Evet, öyledir, ama kapitalist toplumda kişi işçi de olsa burjuva değerlerin ve ahlakının etkisi altındadır, ve bu yüzden kötü davranışı uygulayan işçi de olsa, o, bunu yabancısı olduğu ama etkisi altında bulunduğu burjuva düşüncesinden kaynaklanan bir tutum olarak ortaya koymaktadır. Bu nedenle de, kadının kurtuluş mücadelesi, burjuva ideolojisini hedef almadan, o ideolojinin kaynaklandığı sosyal ve ekonomik temeli hedef almadan bir adım atamaz.
İster adının başına “sosyalist”, ister “radikal” sözcüğünü getirsin, isterse kendisine sadece “feminist” desin, feminist akımların ortak özelliği toplumun yarısı olan kadın cinsini kurtarmak iddiasında olmasına karşın, gerçekte derme çatma bile olsa bir kurtuluş programına sahip olmamasıdır. Bu yüzden de, görünüşte pek tepkici olmalarına karşın bu tepki hiç bir zaman düzen sınırlarını aşmamakta, egemen sınıf burjuvazi için kabul edilebilir, hatta teşvik edilir bir çerçevede kalmaktadır. Çünkü feminizm bütün keskin sloganlarına, yerleşik değerlere karşı nihilizme varan tutumuna karşın, kadın hareketini proletarya mücadelesinin dışında tutarak burjuvaziye yardım sunmaktadır. O, bu bölücü konumunu sürdürdüğü sürece, kimi aşırı tutumları burjuvazi için ciddi bir sorun olarak görülmemektedir. Bu nedenle de feminizm, burjuva kadınla ortak çıkarlar bulma uğruna proleter kadın hareketinin karşısında yer almaktadır. Bu sadece bugün ve bizim ülkemize has bir durum da değildir. Yüz yılı aşkın bir süredir, bir orta sınıf kadın hareketi olarak var olmaya çalışan feminizmin tipik tutumudur.
Feminizm sadece program açısından bir kurtuluş programı öne sürememekle kalmıyor, kurtuluş için yanlış hedefler de gösteriyor. Kadını köleleştiren şey ev ekonomisinin toplumsal üretimin dışına çıkarılarak, özel, aileyi ilgilendiren bir iş haline gelmesiydi. Bu “özel iş”i de kadın üstlendiği için kadın köleleşti. Öyleyse sorunun çözümü için özel bir işe dönüştürülen “ev işinin” yeniden toplumsallaşmasından geçmektedir. Bu ise, “çekirdek aile”yi “ev”i kutsayan kapitalizm koşullarında olanaklı olamaz. Feministler ise, kapitalizme karşı tutum almaktan özenle kaçındıklarına göre, kadının kölelikten kurtuluşunu “ev işlerinin” erkekle paylaşılmasına indirgemek zorunda kalmaktadırlar. Bunun anlamı ise, köleliğin kalkması değil evdeki köle sayısının ikiye çıkmasıdır. Bu yüzden de, feministlerin kendi iddiaları ne olursa olsun, feministlerin isteği kadının kölelikten kurtuluşu değil, kölelik zincirlerinin bazılarını kadından alıp erkeğe takarak erkeği de kölelik çemberi içine çekmek olacaktır. Oysa bu, çoktan beri zorunluluk olmaktan çıkmıştır. Sosyalizm, ev işlerini yeniden kamusallaştırmayı programına alarak, sosyalizmin gerçekten uygulandığı dönemlerde ve ülkelerde de bu düşünceyi uygulamaya sokarak, erkeği köleleştirmeden de kadının kurtulabileceğini hem kuramsal hem de pratik olarak kanıtlamıştır. Burada feministler, pratikte “sosyalizmin vaat ettiği cenneti” kuramadığını söyleyeceklerdir. Bu iddia abartılı ve haksızdır. Haksızdır; çünkü proletarya iktidarı ele geçirdiği her ülkede, bir kaç yıl içinde yasalardaki kadını ikincil cins sayan maddeleri ortadan kaldırmış, din ve geleneklerdeki kadını aşağılayan düşüncelere karşı şiddetle savaşmıştır. Dahası, ekonomik koşulların elverdiği ölçüde ev işleri ve çocukların bakımını kamusallaştırmaya girişmiş, ortak aş evleri, çamaşırhaneler, kreş ve çocuk yurtları açarak kadını eve kapatan işleri evin dışına çıkarmıştır. Ama bu işin bütün bir ülkede başarılmasının üretimde devasa bir gelişmeyi sosyalist ekonominin ileri bir aşamaya gelmesini gerektirdiği ortadadır. Dahası Marksistler kadının kurtuluşu gibi önemli bir sorunda hemen bir kurtuluş vaat etmemişlerdir. Tersine, “Kadın sorunu yalnızca bir duygu sorunu değildir, dolayısıyla duygusal ve romantik bir biçimde ele alınamaz. O, yaşamın, insanlık tarihinin materyalist diyalektik gelişiminin büyük bir sorunudur.” (E.Hoca) biçiminde ele alarak kadının kurtuluş sorunu ile sosyalizmin inşası sorununu birleştirmişlerdir. Çünkü insan toplumunun gelişim yasaları sorunu bu biçimde ortaya koyar, işte “sosyalizmin başarısızlığı” olarak lanse edilmeye çalışılan bu tarihsel zorunluluktur. Sosyalist ülkelerde bu amaçla atılan adımlar ve elde edilen sonuçlar varılması gereken noktayı değil, ama o amaca varılabilmesi için aşılması gereken aşamaları göstermektedir. Ancak, henüz yürüyüşünün başlangıcındaki sosyalizmin başarıları bile. en gelişmiş burjuva ülkelerdekinden kıyaslama kabul etmeyecek ölçüde olanaklar sağlamıştır kadına. SB’nin sosyalist olduğu dönemde ve Arnavutluk’ta kadının ev köleliğinden kurtuluşu için atılan adımlar, kapitalist ülkelerin hiç birisiyle kıyaslanamaz. Kadınların ekonomik ve siyasal yaşama katılımı büyük oranlara yükselmiş Kaçlın ansı ilk kez (analık hukukunun yıkılmasından sonra ilk kez) ekonomik ve siyasal yaşamda bu ölçüde etkili olmuş, bir başka söyleyişle kadın, “ev ekonomisinin” “özel bir uğras” olmasından beri ilk kez bu ölçüde özgür olmuştur. Bunu da sağlayan feministlerin “erkek egemen düşünceye karşı mücadelesi” değil, kadın ve erkek proleterlerin başını çektiği sosyalizmdir. Burada feministlerden bir itiraz daha yükselecektir; “Öyleyse elimizi kolumuzu bağlayıp sosyalizmin gelmesini mi bekleyelim.” Biz de “hayır” diyoruz, Birincisi, eğer kadının kurtuluşunu gerçekten istiyorsanız elinizi kolunuzu bağlayıp sosyalizmin gelip sizi kurtarmasını beklemeyin, siz ona gidin, yani kolunuzu sıvayıp sosyalizm için savaşanlara proletaryanın saflarına katılın. İkincisi de, daha bugünden, yasalarda kadını ikinci cins sayan maddelerin iptal edilmesi için, din ve geleneklerin kadını aşağılayan yönlerine karşı mücadele edin, sendikaların kadın işçilerin çalışma koşulları için TİS’e özel maddeler konması için, kadınların daha bugünden ekonomik, sosyal ve siyasal yaşamda (ama proleter siyaset alanında) daha çok yer alması için, kadın sorununun sadece kadınların değil erkeklerin de bir sorunu olduğunu, erkek proleterlerin toplumumuzun ilerlemesinden yana herkesi de kadının kurtuluşunu göz ardı etmemesi gerektiğini propaganda edin, kısacası kapitalizme karşı mücadele saflarına katılın, kadınların toplumsal yaşama daha çok katılabilmesi, kölelik koşullarının hafifletilmesi, sosyal ve siyasal yaşama katılmasını teşvik için erkeklerin de ev işlerine ortak olmasını savunun, ama bunun “kadınların kurtuluşu” olmadığını bilerek…
Kısaca, kadının köleleşmesi analık hukukunun yıkılmasıyla başlamış, ama sınıfların ortaya çıkmasıyla sınıfsal bir karakter kazanıp bir değişikliğe uğrayarak özel mülkiyetle birleşmiştir. Bugün ise; kadın özgürlüğünün önündeki engel erkek cins değil kapitalist özel mülkiyettir ve bu son kölelik zincirinin parçalanması kadının kurtuluşunun yolunu açacaktır. Sorunun ancak böyle ortaya konuşu doğru bir yaklaşımdır. Bu da Marksizm’in soruna yaklaşımıdır.
Kadın hareketinin yönüne ilişkin bazı saptamalar
Ülkemiz tarihinde kendi hakları için mücadele eden bir işçi sınıfı hareketinden, bir gençlik ya da öğretmen hareketinden söz edilebilir, ama bu anlamıyla bir kadın hareketinden söz edilemez. Oysa özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, Kemalistler, yasalar bakımından oldukça ileri düzenlemeler yaparken, kadının evden ve peçeden kurtulması için, kendi dünya görüşlerinin getirdiği engellere karşın ciddi bir çaba içinde olmuştur. Kadınların öğrenim düzeyi ile ekonomik ve sosyal yaşama katılımı hızla artmış, kadınların CHP içinde yer alması teşvik edilirken gericiliğin kadın cinsinin eski statüde bırakılması için giriştiği engellemeler bazen zor kullanılarak kırılmaya çalışılmıştır. Bir kadın hareketi yaratmak için Türk Kadınlar Birliği devlet tarafından gözetilen ve desteklenen bir statü içinde çalışmıştır. Ne var ki, burjuva ve aydın çevreleri aşamayan ve burjuva dünya görüşünün dar bakış açısıyla malul olan bu girişimler bir kadın hareketi olarak kişilik kazanamadan atıl hale gelmiştir. Diğer Kemalist iyileştirmeler gibi bir üst yapı iyileştirmesi olarak kalan kadınların sosyal yaşama katılma çabaları da, burjuva ve aydın kadınların balolara ve resmi törenlere katılmaları ile sınırlı kalmış… Burjuva feodal değerleri ve görenekleri kıracak bir kitlesellik ve ataklıktan hep yoksun kalmıştır. Dinci, gerici faaliyetlerin yeniden güç kazandığı 1940″lı yıllardan sonra, kadınların 1930’lu yıllarda elde ettiği haklar bile kullanılamaz hale getirilmiştir. Bu yıllardan sonra bir yandan kapitalist gelişme ucuz kadın emeğine ihtiyacından dolayı kadınları ekonomik faaliyete çekerken, sosyal yaşamda kadın daha geriye itilmeye çalışılmış, “evlilik”, “evinin kadını olmak”, “çoluk-çocuk sahibi olmak” kutsanırken, okuyan çalışan kadın ve kızlara kötü gözle bakmak resmi propagandanın bir parçası olmuştur. İhtiyaçları ile niyetleri ve istemleri çelişen burjuvazinin başka alanlarda da görülen tipik tutumudur bu. Bu yıllardan sonra, kadının resmi statüsü Cumhuriyetin ilk yıllarına göre daha geriye itilirken, Türk Kadınlar Birliği ise, resmi bayramlarda “Atatürkçü” demeçler veren bir tabela örgütüne dönüşmüştür. Bir bakıma bu nedenle de, 1960’ların sonunda “kadın sorunu” yeniden gündeme çıktığında eskiden hemen hiç bir şey devralmamıştı. Ve sorun, gençlik ve işçi hareketinin yükseldiği, Marksizm’in (özü kavranamamış da olsa) bu çevrelerde popülarite kazandığı koşullarda gündeme geldiğinden olacak, kadın sorunu “Kadınsız Devrim Olmaz” şiarı çerçevesinde ele alınmış, “Devrimci Kadın Derneği”ne az sayıda da olsa emekçi ve öğrenci kadınları içeren bir kadın örgütü olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişme 12 Mart darbesiyle bir kesintiye uğradıktan sonra 1970’lerin ortasından sonra biraz farklı bir biçimde de olsa sürmüş, ama emekçi ve öğrenci çevrelerinde çok daha fazla sayıda kadını içererek. Bu yılları yaşayanların da bileceği gibi kadın sorunu ilk kez 1980’lerde feministler tarafından değil, 1960’ların sonunda, Marksizm’den etkilenen devrimci demokrat çevreler tarafından gündeme getirilmiştir. Belki eksik ve yetersiz ama olumlu olarak… Olumluydu, çünkü “Kadınsız Devrim Olmaz” diyerek, erkeklerin bir faaliyet alanı olarak bilinen politika alanında kadını vazgeçilmez bir unsur olarak görüyor, kadın cinsini de erkeklerle mücadeleye çağırıyordu. Eksik ve yetersizdi, çünkü bu şiar, kadınların kurtuluşunun da ancak sosyalizmle olabileceğini vurgulamıyordu. Dahası, kadınlara yönelik çalışma, kadınların bulunduğu her alanda, birim temelinde yürüyen çalışmanın sürekli bir parçası değil de bir kadın grubunun yürüteceği (dernek düzeyinde ele alınan) bir çalışma gibi görüldüğünden yetersiz kalıyordu. Hiç kuşkusuz sorun M-L odak ve devrimci demokrat çevrelerce o zaman da birçok yönüyle tartışılıyor ve bugün tespit edilen birçok eksik ve yanlış dile getiriliyordu, ama başka bir takım nedenler kadınlara yönelik çalışmanın yeterli bir düzeyde ele alınmasını önlüyordu. Demek ki, feministlerin ve inkârcı çevrelerin “kadın sorununun gündeme 1980’lerin ortasında feministler tarafından getirildiği” iddiası, sadece “hafızai beşerin nisyan ile malul olduğuna” güvenilerek öne sürülmüş boş bir iddiadır. Ama eğer “kadın sorunun 12 Eylül’den sonra gündeme getiren feministler oldu” denirse hiç değilse olgusal olarak doğru söylenmiş olur. Üstelik de olumsuz bir biçimde gündeme getirilmiştir: Kadın sorunu kapitalizmin yıkılmasından koparılarak, kadın ve erkek cinsİ arasında bir sorun olarak sunularak ve bu tutumla kadının kurtuluşunu engelleyen bir konuma sürüklenerek…
* Yukarıdaki kısa özetten de anlaşılacağı gibi ülkemizde kadın hareketi, deneyimlerin döneminden döneme aktarıldığı süreklilik ve kitlesellik gösteren bir niteliği sahip olamamıştır. Bu nedenle de, bu anlamda bir kadın hareketinden söz edemeyiz diyoruz. Bu durum, olabildiği kadar geçmiş kadın çalışması ve (olabildiği kadarıyla) geçmiş kadın hareketinin deneyiminin özümlenmesi ve yaygınlaştırılması görevini öne çıkarmaktadır. Bunu kimin ve nasıl yapacağı elbette bir dergi yazısının sınırlarının ötesindedir. Feminizm, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir orta sınıf kadın hareketi olarak gelişmektedir. Bugün feminizm çevresinde toplananlar, 12 Eylül yenilgisi ortamında kendisine yeni bir yol çizen “eski solcu” kadınlardır. Devrimci çevrelerden koptukları için de (biraz da bu psikolojinin etkisiyle olacak) Marksizm’in ve devrimci demokrat akımların kadın sorununa yaklaşımlarına aşırı tepki göstermektedirler. Bu durum TBKP, Sosyalist Parti ve troçkistlerin çevrelerince kullanılmaktadır, özellikle TBKP, feminizmi pohpohlayarak, feminist çevrelerin devrime ve sosyalizme duyduğu tepkiyi kullanarak, feminist çevreyi kendi reformcu amaçlan doğrultusunda kullanmaktadır. Sosyalist Parti de, bu alanda TBKP’den aşağı kalmamakta, örneğin 438. Madde konusunda fahişelerle ilgili karan protesto etmek için “fahişeleri bir günlük boykota” çağırarak, geri kalan 364 günde yaptıkları işi kutsayarak feministlere ne kadar yaklaştığını göstermeye çalışmaktadır.
* Henüz 12 Eylül yenilgisinin tahribatını tamir edememiş, devrimci demokrat çevrelerde “kadın sorununa” yaklaşımda yanlışlar ve eksikler sürüp gitmektedir. “Yeni Öncü” gibi, bazı dergiler ise, “kanatlı parti”, “sosyalist demokrasi” gibi kavramlar arkasında sürüklenerek kadın konusunda da feminizmin hemen yakınına varmışlardır. Dahası feminizm, sadece açıkça feminist olduğunu iddia eden çevrelerde değil, devrimci çevrelerde de etkisini duyurmaktadır. Bu çevrelerde de büyük ölçüde “kadın sorunu”, sadece “kadın haklarıyla uğraşan” “bağımsız bir kadın örgütü” sorunu olarak anlaşılmaktadır. Bu da, feminizme karşı süren mücadelenin “kadın hareketinin ilkeleri” yaraşıra onun pratikte kazanacağı biçimler ve örgütsel sorunları çerçevesinde de sürmesini gerekli kılmaktadır. Ama bu, feminizmle mücadele, istemler ve eylem biçimleri çakıştığında feministlerle de güç ve eylem birliklerini reddetmeden olmak durumundadır.
* Bu yazının başından beri söylenenler göz önüne alındığında, bütün zaafların kaynağının teoride Marksizm temeline oturmayan, pratikte de kadın sorununu orta sınıf kadının sorunu olarak gören anlayıştır. Bu yüzden de ciddi bir ileri adım söz konusu olamamaktadır. Oysa kadın sorunu herkesten önce proleter kadının sorunudur. Çünkü o, hem gün boyu işinde kapitalist tarafından sömürülmekte, hem de evde, çocukların bakımından mutfak işlerine, çamaşıra bir dizi ev işi ile uğraşmak zorunda kalmaktadır. Onu bu durumdan ancak ev işlerinin yeniden kamulaştırması kurtarabilir. Bu yüzden de, proleter kadın feodal ve kapitalist ataerkil değerlerin baskısı altındaki köylü kadından bile daha dolaysız bir biçimde çifte sömürüyü hisseder. Dahası, onun için orta sınıf aydın kadınların gözünü boyayan kimi “kadın haklarını” kullanıp kullanmama pek bir şey ifade etmez. Onun durumunu düzeltecek tek şey kadının nihai kurtuluşudur. Elbette, kreş, çocuk bakım yurtları, kadın sağlığını koruyan önlemlerin işyerlerinde uygulanması, doğum izni, hamilelikte özel bakım gibi, kapitalizm koşullarında da ancak zorlu mücadeleler sonucunda elde edilebilecek kimi hakların elde edilmesinin önemi yoktur demek istemiyoruz. Ama bütün bu kazanımların onun durumunda fazla bir değişiklik yapmayacağını, söylemek istiyoruz. Demek ki, “kadının nihai kurtuluşumu amaçlayan bir kadın hareketi, ancak çıkarları sosyalizmle de tam uygunluk içindeki proleter kadın hareketi temelinde yükselebilir. Bu yüzden de kadının kurtuluşuna yönelik ajitasyonun dolaysız hedefi bu kitledir. Diğer emekçi sınıf kadınları ve ev kadınları ancak bu proleter eksen etrafında yükselecek kadın hareketi içinde toplandıkları ölçüde radikal bir tutum alabilirler.
* Gerek Cumhuriyetin ilk yıllarında yasalarda yapılan değişiklikler, gerekse kapitalizmin ulaştığı boyutlar oldukça geniş bir kadın kitlesini ekonomik ve sosyal yaşama çekmiş, bu anlamıyla da kadının örgütlenmesinin ve mücadele etmesinin nesnel temelini yaratmıştır. Öyle ki, büyük burjuva partileri bile kadınları kazanmak için yoğun bir kampanya içindedir. ANAP “Papatyalarıyla”, DYP fiilen kadın kolları kurarak, SHP ise, ek olarak (Sosyalist Enternasyonal yükümlülüğü ile de olsa) “KOTA”larla kadınları kendi etki alanına çekmeye çalışmaktadır. Özellikle “Kota” konusu feminizmin etkisi altındaki devrimci çevrelerde de “kadınları siyasete çekiyor ya bu bile iyi” gibi yargılara yol açmaktadır. Oysa “kadın evden çıksın da nasıl çıkarsan çıksın” diyecek bir ülkede yaşamıyoruz.
Ülkemizde zaten geniş bir kadın kitlesi “ev dışına” çıkmıştır. Belki Suudi Arabistan’da olsa İran’da olsa böyle denebilir. Üstelik SHP ve Öteki burjuva partilerinin kurdukları tuzak, zaten “evden çıkanları” avlamak içindir. Bu nedenle, kadın hareketi içinde savaşılacak güçler feminizmden iDa-ret değil, reformist dinci vb. akımlardır da aynı zamanda. Özellikle burjuva siyasi partilerin kadınlara çekici bir biçimde sundukları “kurtuluş reçetelerini” anında teshir etmek, amaçlarını sergilemek sağlıklı bir kadın hareketi yaratmanın ön koşuludur.
* Öyle görünmektedir ki; devrimci demokrat kesimlerde “kadın sorunu” ve buna bağlı olarak “kadın örgütlenmesi” dendiğinde bir grup kadının (çoğunlukla bir dernek kurarak) kadınlara yönelik bir çalışma yürütmesi ve kadın haklan konusunda çeşitli eylemler yapması anlaşılmaktadır. Açıktır ki, bu yaklaşım son derece biçimsel ve yüzeyseldir. Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, kavranması gereken halka bir emekçi kadın hareketinin yaratılmasıdır ve bunun yolu da doğrudan üretim birimlerinde, her an süren faaliyetin bir parçası olarak kadınlara yönelik bir ajitasyonun yürütülmesidir. Bu ajitasyonunu yürütücülerinin erkek ya da kadın olması da hiç önemli değildir. Kadın çalışmasını kadın yapar düşüncesi sadece bir koşullanmadır. Ancak direniş ve grev alanlarından yükselecek bir kadın hareketi milyonlarca kadını çekme şansına sahip olabilir. Daha bugünden binlerce kadın emekçi kapitalizme karşı mücadele içindedir. Ve yürütülecek ajitasyona yanıt vermeye hazırdırlar. Yeter ki, “Kadınlar Katılmadan Devrim Olmaz” düşüncesini benimseyen her erkek ve kadın; kadınlara kadınların kurtuluşunun ancak devrimle, sosyalizmle olanaklı olduğunu” anlatabilsin.

Mart 1990

438 numara ve ‘Halkasız Köle’

Kurulu nizam’a karşı, eleştirel bir toplumsal tepkinin yavaşlatılmış yankısı, mizahın ve karikatürün şekillenmesine sanatsal ifadesine kavuşuyor.
Tekelci kapitalizmin koşullarında, ayrı bir edebi ekol olarak özelleşen ve özerkleşen ve dev bir tüketim pazarı yaratan mizah ve karikatür sanatı, tekelci burjuvazinin elinde, sistemin elle tutulabilir hale gelmiş sivriliklerinin hafifçe eleştirisine ve sivriliklere karşı yönelmesi, toplumsal tepkinin, sistem içinde tatmin edilerek eritilmesine hizmet edecek şekilde siyasal-toplumsal bir işleve kavuşuyor. Sistem, sivriliklerin ve aşırılıkların eleştirel mizah yoluyla törpülenmesinin kanallarını açarak, mizah ve karikatür sanatçılarını ödüllendirerek, sisteme tarihsel ve siyasal bir meşruiyet görünümü kazandırmış oluyor.
Tekelci kapitalizm koşullarında her türden olay, her türden insanlık değeri mizahın konusu oluyor. Mizah olan her-şeyde, sansasyonel haber üretmekte uzmanlaşmış tekelci basın organları tarafından sansasyonel haber başlıkları arasında değerlendiriliyor.
Mizah ve sansasyonel haberler aracılığı İle kapitalizm, yarattığı değerlere değersizlik biçtiğini ortaya koymuş oluyor.
Geçtiğimiz ay Anayasa Mahkemesinin, fahişelere tecavüzde ceza indirimi öngören TCK’nın 438. maddesi ile ilgili verdiği karar, kapitalizmin, burjuva toplumunun insanlık değerlerine biçtiği ölçünün, 21. yüzyıla adım atmakta olduğumuz bir dönemde, burjuvazinin biçimsel hukuk eşitliğinin kazandığı boyutların yeni bir göstergesi oldu.
Anayasa Mahkemesi kararı, ya kalitesiz mizah üreticilerinin kalitesiz esprilerine konu oldu, ya da birkaç ciddi itiraz dışında, sansasyon peşinde koşan tekelci basının sansasyonel haberleri arasında hafife alınıp geçiştirildi.
TCK’nin 438. maddesi ve Anayasa Mahkemesi kararı bir sivrilik olarak değerlendirildi. Tekelcileşmiş basın, ağırlıklı olarak, sivriliğin törpülenmesine ilişkin bir gereksinimi dile getirmekten bile kaçınmayı tercih etti. Bir grup kadının Zürafa Sokak’a ‘zorla girmesi’ olayı, kadınların Anayasa Mahkemesi kararına karşı çıkışından ve karşı çıkış gerekçelerinden daha önemli bir haber değeri kazandı.
Anlayabilmek pek zor değil. Renkli sayfalarında kadın cinselliğini her gün pazara sürmekten başka bir şey yapmayan tekelci basın organlarında ve kamuoyunda, burjuva toplumunun ikiyüzlülüğü yansıyor. ‘İffetli kadın’ın iffetinin tartışma gündemine girebileceği kaygısıyla, burjuva hukuk normlarının ihlaline göz yumma pahasına, kadın cinsinin aşağılanmasını yeniden resmileştiren Anayasa Mahkemesi kararının sessizlikle geçiştirilmesi, bir politika düzeyine yükseliyor. En radikal itirazcılar, kararın, fahişe olmayan kadınların da tecavüze uğramasına hukuki bir kılıf oluşturabileceğine dair kaygılarını dile getirmekle yetiniyorlar.
Sistem kendi ahlaki değerlerini olumlamak için, kadın cinsini aşağılıyor. Aslında TCK’nın 438. maddesi ve Anayasa Mahkemesi kararı, sistemin kendi konumunu, tarihsel-olarak işgal ettiği “yeri resmileştirmiş, tescil etmiş oluyor. Kapitalizm, insan soyuna karşı en büyük soysuzluğu temsil ediyor.
438. Madde Anayasa’ya ve yasalara aykırı bir konumda değil
Sorunu kendi bütünlüğü içinde görmek gerekiyor. Anayasa Mahkemesi kararı yeni bir durum yaratmıyor. Var olan durumun yeniden tescil edilmesini sağlıyor. Kararın açıklanması, sadece sorunun güncelleşmesine kaynaklık ediyor.
Anayasa Mahkemesinin kararının açıklanmasından önce de, fahişelere tecavüzde ceza indirimi öngören TCK’nin 438. maddesi yürürlükte. 65 yıldan bu yana yürürlükte. Anayasa Mahkemesi kararıyla da yürürlükte kalıyor. Maddenin ilgili fıkrasının, Anayasa hükümlerine, temel insan haklarına ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmesine yönelik bir başvuruyu değerlendiren Anayasa Mahkemesi, madde hükümlerinin Anayasa’ya uygun olduğuna dair kararını açıklıyor.
Anayasa mahkemesi kararı, belli sınırlar içinde, eleştiri ve tepki topluyor.
Kararın haksız eleştirilere uğradığını eleştirenler, yüksek yargıçların ve kararın yanında yer aldıklarını açıklıyorlar.
Haklı-haksız eleştirilerin boyutunu ve mahiyeti fazlaca ilginç değil ama Anayasa Mahkemesi kararının ve 438. madde hükümlerinin Anayasa’ya aykırı olmadığı, Anayasa’nın temel felsefesi ile uyumluluk sağladığı görülüyor. Toplumsal muhalefetin ve tepkinin yetersizliği koşullarında aksi bir karar, Anayasa’nın ruhuna ve temel ilkelerine aykırı olurdu. Fiili demokrasi koşullarının yaşandığı ve 141-142 gibi maddelerin fiilen işlemediği 1970’lerin sonunda, bu maddelerle ilgili yapılan bir başvurunun gene Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmesi, olayını anımsamak gerekiyor. Sosyal yaşamın ve pratiğin reddetmesine karşın, TCK’nın 141-142 maddeleri Anayasa’ya ve mevcut hukuk sistemine ne kadar uygunsa, farklı bir mahiyet taşısa da, TCK’nın 438. maddesinin ilgili hükmü ve Anayasa Mahkemesi kararı da aynı ölçüde Anayasa’ya uygunluk arz ediyor. Yasaklar manzumesinin hukuki ifadesinin oluşturan ve devlet karşıtlarının katledilmesine yönelik hukuki gerekçeler sıralayan bir Anayasa’nın fahişeye tecavüzde ceza indirimini, hukuki hak eşitsizliğini onaylamaması beklenemez.
Hukuk mevcut sistemin ‘kurulu ni-zam’ın korunmasının, sürdürülmesinin yasal zırhını oluşturuyor. Statükonun yasal çerçevesinin korunması, fiziki güç organlarının faaliyetlerine meşruiyet kazandıran hukuki düzenlemelerle mümkün olabiliyor. Bilinen ve doğrulanan bir gerçek: Hukuki normların, hukuki düzeyin, resmi toplumun siyasal normlarından, ‘kurulu nizam’ın düzeyinden daha gelişkin ve yüksek olmadığı görülüyor.
Resmi toplum kadına ikinci sınıf bir statü veriyor. Özellikle kriz dönemlerinde kapitalist sanayi sektörünün üretim sürecinden dışladığı, çalışmak için bile kocasının iznini almak zorunda bırakılan ve bazı mesleklerde çalışmasının yasaklandığı kadın, kırsal alanlarda pratik yaşamda henüz yurttaş düzeyine dahi erişememiş hemcinslerinin yanında, mutfağın ve yatak odasının boğucu atmosferine sürülüyor.
Anayasa ve özellikle Medeni Kanun hükümleri, kadın cinsine biçilen ikincil statüyü onaylıyor.
Kapitalizm, kadın cinselliğini metalaştırıyor.
Ev(lilik) sektöründe ve belirlenmiş bazı işkollarında kadın işgücünün istihdam edilmesinin dışında, özellikle kapitalist ekonominin bunalımının yoğunlaştığı koşullarda, resmi ve gayrı resmi fuhuş sektörü, kadın cinselliğinin metaya dönüşmesine yardımcı bir alan olarak açık tutuluyor.
Meta üretiminin ve ücretli köleliğin yoğunlaşması ve yaygınlaşması kapitalimde ifadesini buluyor. Kapitalizm ücretli köleliği yoğunlaştırırken resmi ve gayrı resmi fuhşu da yaygınlaştırıyor ve bizzat kadın cinselliğinin metalaşma-sının koşullarını yaratıyor. Üstelik fuhuş damgasının, bizzat burjuva evlilik kurumuna vurulmasına yol açıyor. Kapitalizm koşullarında burjuva evliliği, bazen her iki tarafın, daha çok da kadının fuhşu haline dönüşüyor. Şu farkla ki, “burada kadını aldatıcı fahişeden ayıran şey, onun bedenini bir ücretli işçi gibi parça başına kiralamayıp, bir defada tümüyle satarak köle olmasıdır”. Kapitalizm ilkel köleliği ve serfliği yıkıyor, işgücünü metalaştırıp pazara sürüyor, ama ev köleliğini koruyor. ‘Evlilik mahkûmları’ toplumsal bir statü oluşturuyor. Ev kadınlığı kadın için bir iş, bir meslek olarak genel kabul görüyor. Kapitalist pazarın kuralları evlilik olayı için de geçerlilik kazanıyor.
Kapitalist pazar, sistemin resmi fuhuş batağına ittiği kadını ‘vesika’landırıyor. Kapitalizm, kendi yarattığı sosyal statüyü ‘vesika’landırarak aşağılıyor. ‘Vesika’, kadın ve erkek cinselliğinin meta düzeyine indirgenmesinin, cinselliğin serbest piyasa ekonomisine dâhil edilmesinin resmi ifadesini oluşturuyor. Resmi ve gayrı-resmi ‘vesika’, cinsel borsada, hisse senedi işlemi görüyor.
Hisse senedi ile alıcı arasında duygusal yakınlık kurulması gerekmiyor. Alıcı bulabilmesi için, kullanım ve değişim değeri göstermesi ve serbest pazar ekonomisinin kurallarına tabi olması yeterli oluyor.
Tanzim edilen kalıcı bir belgeye atılan imzalar, imzaların resmi bir makam tarafından geçersizliği ilan edilinceye kadar, geçici değil sürekli bir kullanım değeri yaratıyor. Sürekli kullanım değerini resmileştiren belge, cinsel tekel hakkını doğuruyor. Yasa, cinsel tekel hakkının kullanımı ile erkeği görevlendiriyor. Cinsel tekel, aynı zamanda, kadının kendi vücudu üzerindeki denetim hakkının sistem tarafından ve sistem adına erkeğe devredilmesini ifade ediyor. Cinsel tekelle itaat altına alınan kadından, sistemin dayattığı sosyal kurumlara uyum ve sadakat göstermesi isteniyor. Ev-mutfak-yatak odası ortamı, burjuva bir çerçevede, kölelik ve bağımlılık ilişkisi üretiyor.
Kadın cinselliğinin metalaştırılarak her alanda pazara sürüldüğü kapitalizm koşulları ve burjuva ilişkiler ağı, cinsel tekeli ifade eden kurumlaşmanın erkek için bağlayıcı olmamasının maddi zeminini oluşturuyor. Cinsel tekel, bu çerçevede erkeğin cinsel özgürlüğünü kısıtlamıyor. Metres tutmayı da içine alan resmi fuhuş, erkeğin cinsel özgürlüğünden vazgeçmeyi reddetmesini yansıtıyor.. Fuhuş sektörü, kadının tekeşli evliliğe karşı cinsel isyanını yansıtan zina olgusu ile tamamlanıyor.
Hem fuhuşta ve hem de onu tamamlayan zinada, resmi toplum kadını aşağılıyor. Toplumsal ahlakın ölçüleri ve toplumsal değer yargıları, egemen erkek cinselliğinin aşağılanan kadın cinselliği ile ilişkisinin derecesine ve düzeyine göre belirleniyor.
Kapitalizm, kadın cinselliğini fuhuş sektörüne potansiyel bir işgücü olarak sürüyor. Kapitalizm, fuhşu, yasal ve resmi bir sektör düzeyine yükseltiyor. Bağımsız bir sektör statüsü vererek fahişeliği yasallaştıran ve resmileştiren sistem, eylemlerinden dolayı da fahişeyi cezalandırıyor, fahişeyi sosyal bir parya statüsünde aşağılıyor. İffetli’ kadını ‘iffetsiz’ kadından ayırarak, ‘iffetsiz’ kadını ayrıca cezalandırıyor. Kadın cinsiyeti, ‘iffetsiz’ kadının şahsında sistem tarafından ikinci bir kez ezilmiş oluyor.
‘Vesikalı’ kadına tecavüzü özendirme hukuku, uygarlığın düzeyine daha uygun düşüyor.
Sistem, ‘iffetli’ kadının korunması, ailenin ve analığın kutsanması görünümü üzerine oturuyor. Sistem ‘vesika’yı aşağılayarak, ‘ikili sözleşme’nin lekesiz kalmasını sağlıyor. Kapitalizm, toplumu aile kurumu dahil en küçük birimlerine kadar atomize ediyor. Fuhuş sektörü palazlanıyor.
Kadının korunması, propaganda ve görünümden ibaret kalıyor.
‘İffetsiz’ kadını aşağılamak ve cezalandırmak suretiyle, bu yolla, sistem, hem ‘iffetli’ kadının olumlanmasına, kadın cinsinin kendi ezilmişliğini unutmasına psikolojik ve moral zemin sağlanmış oluyor, hem de kapitalizmin ikiyüzlülüğü örtülmüş oluyor.
Kadını potansiyel olarak fuhuş sektörüne sürükleyen resmi toplumsal düzeni onaylayan ve hukukileştiren Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu, kapitalizmin ikiyüzlülüğünün üzerindeki örtüyü kaldırıyor.
Askerlik pratiğinde ve savaş düzeninde kuraldır: Düşmanın saldırısı tali hedeflere çekilir. Böylece asıl hedefin, asıl yığınağın korunması için, tali hedeflerin cazip halde sunulması da önemlidir.
Sistem, resmi toplumun ‘namus’unu korumak için, ‘iffetli’ kadını korumak için, fahişelik kurumunu tali hedef olarak kullanıyor.
Bu durum, fahişelere karşı tecavüzün ceza indirimine konu edilmesini onaylayan yasa hükmünün yürürlükte tutulmasının fazlaca ve temelden tepki toplamamasını daha anlaşılır kılıyor. Anayasa Mahkemesi kararının, ‘iffetli’ kadının saldırgan erkeğin saldırı hedefinden kısmen de olsa korunmasına yardımcı olacağı düşüncesiyle olsa gerek, karar, sistemin doğrudan savunucuları tarafından, muhafazakâr çevreler tarafından sessizlikle geçiştiriliyor.
Tali hedefin saldırı için cazip halde tutulması gerekiyor.
TCK’nın 438. maddesinin öngördüğü ceza indirimi ve bu hükmün Anayasa Mahkemesi kararıyla yeniden tescil edilmiş olması, fahişeye saldırının cazip halde tutulmasının hukuki ifade biçimlerinden birini oluşturuyor.
Kadın ve erkeği ile toplumun, insanlık değerlerinin, kapitalizm tarafından aşağılanması, hukuki bir boyut kazanıyor.
Ortaçağın kurulu düzeninin fahişelik batağına itelediği gayrı-resmi fahişeler veya kadın cinsinin köleleştirilmesine karşı isyan eden kadınlar, Engizisyon Mahkemesi kararıyla cadı ve büyücü olarak ilan edilip yakılıyordu veya Şeriat hükümlerine göre taşlanıyordu. Tarihsel gelişmenin Ortaçağı geride bıraktığı, mevcut hukuk sisteminin, Engizisyon ve Şeriat normlarından koptuğu anlaşılıyor. Resmi toplum Vesika’ vermediği fahişenin yakılması veya bu konudaki istekler artık yüksek sesle dile getirilmesine karşın, taşlanması yoluna gidilmiyor. Ceza indirimi ile ‘vesikalı’ kadına tecavüzü özendirme hukuku, uygarlığın düzeyine daha uygun düşüyor.
Sistemin ahlaki normları, tepkiyi yavaşlatıcı bir rol oynuyor
Toplumun, birbirinden uçurumlarla ayrılan sosyal sınıflara bölünmesi koşullarında, sosyal ve ekonomik statü bakımından eşit olmayan yurttaşların, yasa karşısında eşit sayılması, aslında bir eşitsizliğin onaylanmasını ifade ediyor.
Kapitalizm, tekelci evrede, sınıflar ve yurttaşlar arasındaki sosyal eşitsizliği derinleştiriyor. Burjuva hukuku, eşitsizliği onaylıyor. Kapitalizm, bütün yurttaşla-n yasa önünde eşit sayarak, burjuva hak eşitliğini gerçekleştiriyor.
Sosyal eşitsizliği onaylasa bile, kapitalizmin siyasal hak eşitliğini gerçekleştirdiği sanılıyor, öyle biliniyor.
Eksik biliniyor.
‘En demokratik’ Avrupa tekelci burjuvazisi, ırk ayırımı politikası güdüyor, sömürgelerin devlet bağımsızlığını tanımıyor, göçmenlere siyasal hak eşitliği vermiyor, örgütlenme özgürlüğünü yasak ve kısıtlamalarla sürekli buduyor. Ülkemizde de sistem, yasaklar temelinde oturuyor. Kapitalizm karşıtı düşünce ve eylemin örgütlenmesi, grev ve sendikal örgütlenme hakkının, toplu gösteri hakkının kullanılması yasalarla yasaklanıyor. Anayasa ve yasalar birer yasaklar manzumesinden ibaret. TCK’nın 141-142. maddelerinin kaldırılmaması için kamuoyu oluşturuluyor. Hukuk, siyasal hak eşitsizliğin onaylanmasının siyasal ifadesini oluşturuyor. Hukuk kadın cinsinin siyasal eşitsizliğini Han ediyor. TCK’nın belli maddeleri ve Medeni Kanun, kadın cinsinin siyasal hak eşitsizliğini belgeliyor.
İslam hukuku, kamu “hakları” alanında, kadını yarım İnsan olarak kabul ediyordu. Kapitalizm, TCK’nın 438. maddesinde ifadesini bulan hukuk sistemi ile kendi yarattığı batağa sürdüğü kadın cinsinin bir bölümünü üçte bir insan olarak ilan ediyor.
Anayasa Mahkemesi kararı ile de, üçte bir insanlık statüsü yeniden tescil edilmiş oluyor.
Sistem, kendi çözümsüzlüğünü resmileştirmiş oluyor.
İnsanı üçte bir insan sayan ve 65 yıldan bu yana yürürlükte olan bir yasa hükmünün yeniden yürürlükte kalmasını resmileştiren bir karar, bazı kadın örgütlerinin eylemleri dışında tepki toplamıyor.
Toplumsal-siyasal muhalefet odakları, belli bir dozajda ve sınırlı tepki göstermekle yetiniyorlar.
Sistemin ahlaki kurallarının hala tek geçerli ahlak kuralı olarak kabul görmesi ve ‘erkek egemen ideoloji’nin etkileri, başka bir yığın etmenle birleşerek, tepkileri yavaşlatıyor, reforme ediyor.
Sistem insanlığın diğer yarısını, erkek cinsini paratoner olarak kullanıyor, erkek cinsini öne çıkararak kendini gizlemeyi başarıyor. Tepki ve öfke, yatak boykotunu da kapsayacak şekilde erkek cinsine yöneliyor.
Kadın cinsine karşı yönelen bir saldın, kadın hareketinin doğal tepkisi ile karşılaşıyor. Feministler bu tepkiyi ve öfkeyi yansıtıyor.
Tepkiyi ve öfkeyi desteklemek gerekiyor.
Feminizm tepki üretiyor, tepki sistemin çeperine çarpıp kırılıyor, çözüm olmuyor. Feminizm çözüm üretemiyor.
Olguların görünen yanları, bir kalkış noktası yakalamak açısından önemli. Ama olguların sadece görünüm biçimleri çoğu kez aldatıcı olabiliyor. Feminizm, olguların görünen yanlarından kalkarak sistemin özüne inemiyor. TCK’nın 438.*’ maddesi ve Anayasa Mahkemesi karan, kadın örgütlerinin eylemlerinde, sistemin sorgulanması, kadının kapitalist toplumda ikinci cins konumuna düşürülmesinin bütün yönleriyle gündeme getirilmesi için bir kalkış noktasına dönüşmüyor.
Feminizm bu aşamada, genel toplumsal muhalefetin toplumsal dinamizminden beslenemiyor, sonuç olarak da \ reformcu politikalar, aynı anlama gelmek üzere çözümsüzlük üretiyor. Feminizm, doğal bir tepkinin eylemlilik düzeyinde su yüzüne çıkması sınırında takılıp kalıyor.
Kapitalizm ya da barbarlığa güzellik makyajı
Kadın cinsinin hakarete uğraması ve alçaltılması, aynı anlama gelmek üzere düzenin kendi kendini aşağılaması, Ortaçağ barbarlığının olduğu kadar uygarlığın da genel ve karakteristik bir özelliğini oluşturuyor. Şu farkla ki, barbarlık aşağılamayı ve eşitsizliği güzelleştirmeden, olduğu gibi, çıplak şiddetin eşliğinde uyguluyor. Oysa uygarlık koşullarında, aşağılanma ve sosyal eşitsizlik güzelleştirilerek, ikiyüzlü bir biçimde gerçekleşiyor.
Hiç bir tarihsel sistem, kadını alçaltma ve kadın cinsine hakaret açısından, kapitalizm kadar alçalmıyor. Tekelci kapitalizm, barbarlığı güzelleştirerek sürdürüyor. TCK’nın 438. maddesi hükümleri ve Anayasa Mahkemesi kararı, ülkede, sistemin, her konuda barbarlığı güzelleştirmeye gerek duymadığını gösteriyor.
Toplumsal muhalefetin gelişmesi ı bugünkü tepkisellik düzeyini aşması karşısında TCK’nin 438. maddesinin ilgili hükmünün yasadan çıkarılması yoluna gidilmesi durumunda, böyle bir gelişme ancak şunu gösterir: Barbarlığın çıplak vahşeti, uygarlığın hukuk operasyonu ile güzelleştirilir, sistem bu tip operasyona vitrini güzelleştirmek için başvurur. Ama tekelci kapitalizm kadın cinsti aşağılamayı sürdürür. Sadece tepki, toplumsal bir yetersizliğin, politik bir darlığın ifadesidir.
Sorunun çözümüne, bu ilişkinin tersine çevrilmesinden başlamak gerekiyor.

Mart 1990

Ulusal Sorun Ve Tkp Revizyonizmi

Türkiye içinde ve dışında “Kürt Sorunu” düne göre bugün daha fazla “kamuoyu” gündemine girmiş bulunmaktadır. Giderek daha fazla kişi, yandaş, ya da karşı konumdan kalkınarak bu sorunu tartışıyor. Kürt halkının haklı davası, ulusal baskıdan kurtuluş istemi ve bu istem doğrultusunda giderek yaygınlaşan muhalefet hareketi, dikkatlerin bu soruna ilişkin tartışmalara yönelmesini sağlıyor.
Kürt ulus varlığı ve onun toplumsal yaşamdaki yeri, Türkiye egemen sınıfları ve onların politik temsilcileri tarafından ne denli inkârdan gelinirse gelinsin ve Kürt sözcüğünün ağza alınması ne denli yasaklanırsa yasaklansın, ulusal eşitsizlik ve öz-gürsüzlük devam ettiği sürece, bu tartışmalar yoğunlaşarak devam edecek, Kürt halkının dostları ve düşmanları bütün açıklığıyla saflarını belirleyeceklerdir. Bu saf belirleme geleceğin sorunu değildir ve daha bugünden, Kürt halkının dostları ve düşmanları bellidir. Gerçek o ki, bu saf tutmada TBKP revizyonistleri pratik tutumları ve önermeleriyle Kürt halkının özgürlük davasının karşısında yer almışlardır ve onlar Kürtlerin ulusal köleliğinin devamı için gerici ve hedef saptırıcı çabalardan geri durmamakta, Şefik Hüsnü’nün sosyal-şoven burjuva kuyrukçu çizgisini en gerici sonuçlarıyla pratiğe geçirmeye çalışmaktadırlar.
Başta TKP, ya da TBKP olmak üzere, geleneksel burjuva parlamenter muhalefet partilerinin rolünü üstlenmiş bulunan revizyonist partiler, kapitalizmle sosyalizmi, burjuvaziyle proletaryayı, emperyalistlerle ezilen halkları, ve ulusları, aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıkları örtbas ederek uzlaştırmayı görev edinmişlerdir. Revizyonist partileri karakterize eden özelliklerden biri de, onların, mücadelenin yükselme anlarında, mücadelenin önünü kesmek üzere öne fırlamaları ve sözde çözüm önermeleriyle proletarya ve halkları aldatarak, burjuva iktidarın ömrünü uzatmaya çalışmalarıdır. Bu ihanetçi tutum, Kürt halkı bünyesinde ulusal uyanış ve direniş eğiliminin güçlenerek geliştiği günümüzde daha fazla netlik kazanmıştır.
‘Yeni Açılım’ dergisi, Ekim-89 sayısını, ağırlıklı olarak TBKP’li yazarların Kürt sorunuyla ilgili görüşlerine ayırdı. Gerek TBKP MK üyesi Ş. Yıldız, gerek S. Talay ve gerekse de Yeni Açılım’ın “Yuvarlak Masa”sı etrafında toplanan revizyonist yakarlar, Kürt ulusal sorununu tartışırken, devrim ve demokrasi, savaş ve barış, sınıflar ve sistemler arası ilişkiler, emperyalizm ve çağın özellikleri vb. bir dizi konudaki düşüncelerini de ortaya koyuyorlar. Revizyonist yazarlar, Kürt ulusal sorununun ve genel olarak ulusal sorunun ânti-emperyalist muhtevaya sahip olmadığını, emperyalizmin nitelik değiştirdiğini, sınıf farkları ve çatışmalarının yumuşadığını, sınıflar ve sistemler arası ilişkilerde “askersel yöntemlere” yer kalmadığını, sömürge sisteminin çöktüğünü, devrimci mücadelelerle hiçbir sorunun çözümlenemeyeceği vb. vb. bir dizi konuda burjuva reformcu ve uzlaşmacı görüşlerini dile getirmektedirler.
TBKP MK üyesi Şeref Yıldız şunları yazıyor:
“… Ezilen ulus sorununu sömürgeler sorunu olarak ele alan tez biliniyor. Bu tez Lenin tarafından geliştirildi… Bu tezin Kürt sorununa yanıt vermediğini düşünüyorum. Çünkü tez, ezilen ulus sorununa anti-emperyalist bir görev yüklüyor. Diğer yandan soruna bağımsız bir karakter kazandırıyor. Bunun sonucu olarak sorun bütünden kopuyor ve ayrı bir yol arayışını gündeme getiriyor. Kürt sorunu Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur ve bu karakteriyle diğer toplumsal sorunların bir parçasıdır. Bu açıdan Kürt sorununun anti-emperyalist bir karakteri yoktur. Onun ana karakterini demokratik olma belirtiyor. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil, adil ve demokratik olmayan bir rejime karşı ulusal hak eşitliği mücadelesidir.” “Kürtlerin karşısında emperyalist sermaye değil, adil ve demokratik olmayan ulusal ayrımcı bir burjuva rejim vardır.” (Y. Açılım s.18,Sf.11)
Ş.Yıldız’ı Ö. Ağın tamamlıyor ve şunları yazıyor; “Ulusal sorunların çözümünde şu seyirde izleniyor. Emperyalizme karşı olma koşulu ortadan kalkıyor. Olmazsa olmaz koşul olmaktan çıkıyor… En azından ortaya çıkan sonuç şudur: Artık ulusal sorunlar anti-emperyalist bir seyir izlemeyebilirler. Bu anlamda da Kürtler taraftar bulabiliyorlar. Dünden farklı özelliklere sahip bulunan emperyalizm, az gelişmiş ülkelere farklı bir biçimde bakıyor. Emperyalizm, önceden bu ülkeleri ucuz iş gücü ve ucuz hammadde deposu olarak görüyordu. Ama bugün, bilimsel teknolojik devrim emperyalist ülkeleri öyle bir yapıya soktu ki; ucuz iş gücüne olan gereksinim büyük ölçüde azaldı.” (agd. sf38)
TBKP’li revizyonistler öncelikle Lenin’e saldırıya geçiyorlar. Lenin tarafından geliştirilen ulusal sorunun çözümüyle ilgili belirlemelerin, günümüzde geçersiz hale geldiğini, ulusal sorunun anti-emperyalist muhtevaya sahip olması için herhangi bir nedenin bulunmadığını ve emperyalizmin nitelik değişimine uğrayarak ucuz işgücü ve hammadde kaynakları peşinde koşmaz ve buna ihtiyaç duymaz hale geldiğini “tespit ediyorlar. Lenin’in ve Marksizm’in, devrimin tüm temel sorunlarına ilişkin önermelerinin tümüyle geçersiz hale geldiğini ilan eden uluslararası revizyonizmin ülkemizdeki temsilcileri, başta genel sekreterleri H.Kutlu olmak üzere, elbirliğiyle, sistem ve sınıf farklılıklarının “yeni gelişmeler tarafından ortadan kaldırıldığını, burjuvazi ve emperyalist kapitalizmin, proletarya ve halkların devrimci kurtuluş hareketleri karşısındaki konumunun nitelik değişimine uğradığını ‘beş vakit ezan gibi tekrarlayıp duruyorlar.
Ş. Yıldız, Lenin’in tezlerinin Kürt ulusal sorununa çözüm teşkil etmeyeceğini, Kürtlerin karşısında emperyalizmin bulunmadığını ve bu nedenle de Kürt sorununun anti-emperyalist niteliğinin “olamayacağın” vaaz ediyor. Ulusal sorunda zorunlu olan anti-emperyalizmi “tarihe gömen”, mali sermayenin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına duyduğu ihtiyacı “ortadan kaldıran” gelişmeler nelerdir? TBKP’liler, papağanca tekrarlıyorlar, “Bilimsel teknolojik devrim”.
Tarihsel ve toplumsal gerçekler, TBKP’lilerin “tespitleriyle uyum halinde mi? Değilse, yaşamın gerçeği neyi gösteriyor? Kısaca değinelim.
Lenin, ulusal kurtuluş savaşlarını ele alan tüm konuşma, yazı ve yapıtlarında, ulusal sorunu emperyalizmle ilgisi çerçevesinde ele almakta, tekel öncesi kapitalizm dönemiyle, tekelci kapitalizm döneminde, burjuvazinin ulus sorunu karşısındaki konumunu irdelemekte ve ulusal sorunun emperyalizm ve proleter devrimleri çağında kazandığı muhtevayı, sömürgelerin ve bağımlı halkların emperyalizmden kurtuluşu sorununa dönüşmesini, temel nedenleriyle birlikte ele alıp irdelemektedir. TBKP’li revizyonistler, Lenin tarafından yapılan bu belirlemelerin neden “geçersiz” olduğunun “tahlili”ne girişmeden, fetva vermekle yetiniyorlar.
Önce; ulus; toplumların tarihsel gelişme sürecinin belli bir evresinde ortaya çıktı. Feodalizmin çözülüp dağıldığı, kapitalizmin, feodalizmin bağrında gelişip yükseldiği koşullarda, halkların ulusal topluluklar olarak şekillenmesi ve oluşan bu milli toplulukların kendi ulusal devletlerini kurmak üzere, ulusal kavgalara girişmesi yükselen sanayi devrimiyle uyum gösteriyor, burjuvazi, tarihsel olarak ulusun temsilcisi oluyor, henüz sınıf bilincinden yoksun bulunan işçi ve köylüleri peşinden sürüklüyordu. Burjuvazi, eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla işçi ve köylüleri etrafında topluyor ve ulusal pazara egemen olma mücadelesinde onların gücünden faydalanıyordu. Kapitalizmin bu döneminde çok uluslu ülkelerde ulusal sorun ezen-ezilen ulus ilişkisi biçiminde gündeme geliyor ve ezilen ulusun bağımsız yaşama, ulusal pazarına sahip olma vb. için kavgası, ulusal devletin kurulmasıyla sonuçlanıyordu. Bu halele ulusal sorun ilgili devletin bir iç sorunu durumundaydı, sorunun kendi kendine devlet içi bir sorun olarak çözümü mümkündü. Eğer bir “yalıtılmışlık”tan “bütünden koparılma”dan söz edilecekse, bu, bu dönem için mümkündü.
Ne ki; kapitalist gelişmenin tekelci evresinde, tekel öncesi kapitalizme özgü özellikler önemli değişikliğe uğradılar. Emperyalizm, başka şeylerin yanı sıra bir dünya pazarının oluşmasına yol açtı. Sermaye ihracı yoluyla dünyanın en ücra köşeleri de dâhil her yeri “ahtapot kollan”^ saran mali sermaye, ihraç olduğu alanlara, her türlü özelliğini de doğal olarak götürüyor, girdiği alanları kendine bağlıyor, kendi dünya ekonomisinin bir halkasına dönüştürüyordu. Artık herhangi bir ülkede ulusal özgürlük, emperyalizme, mali sermaye egemenliğine yönelmeden, gerçek anlamda elde edilemez hale geliyordu. Lenin; emperyalizm döneminde ulusal sorunun kazandığı muhtevaya değinirken,” Emperyalizm, sermayenin ulusal devletler çerçevesini aşması, ulusal baskının yeni bir tarihi temel üzerinde şiddetlenip ağırlaşması anlamına gelir.” diyordu. Ulusal sorunun “devlet içi bir sorun” olması durumunda, ulusal devletin kurulması, sorunun çözümüne denk düşerken, tekeller ve sermaye ihracı temelinde ulusların köleleştirildiği tarihi evrede, ulusal baskı “yeni bir tarihi temel üzerinde” şiddetlenip ağırlaşıyor, tekelci kapitalizm ve ondan kaynaklanan olguların oluşturduğu “tarihi temel” ulusal sorunu uluslararası bir soruna dö Düştürüyor ve artık, ulusların yaşamına hükmeden tekelci kapitalist egemenliğe son verilmeden sorunun gerçek ve ciddi bir çözümü mümkün olmaktan çıkıyordu.
Serbest rekabetçi ve tekelci kapitalist dönemi, ulusal sorunla ilişkisi açısından değerlendiren Lenin şunları yazıyordu: ‘Kapitalizm, feodal rejime karşı mücadelede ulusların kurtarıcısı iken, emperyalist kapitalizm halkları ezen en büyük güç halini almıştır.”
Emperyalizm, kendinden önceki toplumsal dönemlerden geride kalan ne kadar gerici özellik varsa, tümünü kendine bağlar, “halkları ezen en büyük güç” durumuna gelir. Bundan böyle halklar, kendilerini ezip sömüren bu “en büyük güç”ten, onun baskıcı boyunduruğundan kurtulmadan özgür olamazlar. Emperyalist sömürü ve baskı esas olarak ezilen ulusun ezilen yığınlarını, işçi ve emekçileri hedefler. Proletaryanın bağımsız bir güç olarak sınıf mücadelesi sahnesine çıkışı, burjuvazinin proleter devrim korkusuyla ve sınıf güdüleri gereği giderek pintileşmesi ve emperyalizmle birleşmesine yol açar ve artık burjuvazi ulusun kurtarıcısı değil, onu emperyalizme ve feodalizme bağlayan, karşı-devrimci bir güç olarak ulusun geniş kitlesinin karşısında yer alan bir konumda mevzilenmesine neden olur. işte bu durum ulusal hareketin başına proletaryanın geçmesi, ulusal sorunun sosyal devrim sorununa bağlanması ve genişleyerek sömürgelerin ve ezilen ulusların emperyalizmden kurtuluşu sorunu haline gelmesine yol açar. Bu yeni tarihi evrede, dünyanın neresinde olursa olsun, emperyalist baskı ve sömürüye tabi bulunan bir ulusun kurtuluş hareketi, bütün öteki ezilen ulusların ve sömürgelerin kurtuluşu sorunuyla dolaysız bir bağ içeriyor ve emperyalizmin en zayıf halka ya da halkalarda kırılması ve sosyalist devrim sürecinin bir bileşenine dönüşüyordu. Emperyalizm yalnızca dışta sermaye ihracı ve kuvvet kullanarak halkların sömürgeleştirilmesine yo! açmıyor, emperyalist ülkelerin kendi bünyesinde de ulusal sorunu yeniden gündeme sokuyordu. Tekeller ekonomik ve politik hayatın tüm alanlarında özgürlüğü ortadan kaldırır. TBKP’lileri kızdırmayı göze alarak yine Lenin’e başvurursak, O, şöyle diyor; “Dış politikada olduğu gibi, iç politikada da, emperyalizm, demokrasiye karşı gelmek, gericiliği kökleştirmek eğilimindedir. Bu böyle olunca, emperyalizmin genel olarak demokrasinin, tümüyle demokrasinin olumsuzlaması olduğu su götürmezdir.” Ulusal kaderini tayin hakkının demokratik bir hak olması esprisi, emperyalizmin bu hakkın kullanımının da karşısında olduğunu ortaya koyar.
Pazar arayışı içinde olan, etki alanları mücadelesi yürüten, sermaye ihraç alanları kavgasına tutuşan ve gerektiğinde bu alanları elde tutmak ve yenilerini ele geçirmek için kuvvet kullanmaktan, savaşa girmekten geri durmayan emperyalist tekellerin bütün bu özellikleri bugün de geçerlidir ve revizyonistlerin iddialarının aksine emperyalizm nitelik değiştirmemiş ve ucuz işgücü ve hammadde kaynakları arayışından vazgeçmemiştir.
Emperyalizm, geri halkların tekeller tarafından köleleştirilmesi demektir. Ulusal kurtuluş her şeyden önce, emperyalist boyunduruktan kurtuluştur. Kapitalist emperyalizm nitelik değiştirmedikçe, sosyalist devrimle onun varlığına son verilmedikçe, ezilen ve bağımlı ulusların ulusal özgürlük sorunu, anti-emperyalist bir sorun olarak var olacaktır. Kapitalist emperyalist sistem var oldukça, tekellerin ve sermayenin egemenliği sürdükçe, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, burjuvazi ve gericilik tarafından baskı altında tutulup sömürüldükçe, sınıflar, sınıf farklılıkları ve sınıf mücadelesi varlığını sürdürdükçe, “uygarlığın bugünkü aşaması, “nükleer savaş tehlikesi Vb.ni gerekçe edinerek, burjuva konumdan hümanizmi, sınıf mücadelesinin yerine ikame etme girişimi, yalnızca “barış” ve “demokrasi” gibi kavramları gerçek içeriklerinden ve proletarya ve burjuvazi için taşıdıkları farklı anlamdan, sınıfsal temelden bağımsız ele alarak, tüm sınıfların üzerinde birleşebilecekleri genel-geçer bir barış ve demokrasi olabilirmiş gibi, bir izlenim yaratmak proletarya ve ezilen yığınların burjuvazi yararına aldatılmasına yarar. Revizyonizm, toplumsal sorunların sınıf gerçeği temel alınarak irdelenmesi ve sorunlara sınıfsal yaklaşımı “gerilik”, ‘darlık”, “yeni gelişmeleri dikkate almama” ve “dogmatizm” olarak değerlendirmektedir. Böylece daha baştan, olay ve olguların, toplumsal gelişme ve çelişmelerin diyalektik materyalist yorumu ret edilmektedir.
Emperyalizmin ‘nitelik değiştirdiği1 ve “sömürge sisteminin çöktüğü” biçimindeki revizyonist “tahlil”ler ulusların kurtuluşçu hareketinin ve proleter devrimlerinin ‘gereksizliği’ ve devrim yerine burjuvaziyle sınıf uyumu ve işbirliğinin gerekliliği için yapılıyor. Emperyalizmin nitelik değiştirdiği(!)nin kanıtları olarak ileri sürülen başlıca gelişmelerden biri, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sömürge politikasında görülen biçimsel değişiklikler, bir diğeri ise, bilimsel teknolojik alanda kat edilen yoldur. Bu iki tür gelişmenin aynı zamanda emperyalist kapitalizmin çelişkilerinde yumuşamaya yol açtığı ve emperyalistler arasında savaşları kaçınılmaz olmaktan çıkardığı da öne sürülen iddialar arasındadır. Yine “uygarlığı” krizden kurtarmak için sistem ve sınıf ayrımı gözetilmeden işbirliği öneriyor.
Kısaca da olsa bu iddialar üzerinde durmakta yarar var.
Ekim Sosyalist Devrimi yalnızca proletarya devrimleri çağını açmakla kalmadı, ezilen halkların ulusal kurtuluş hareketinin yeni bir tarihi aşamaya girmesine de yol açtı. Sömürge ve bağımlı halklara, kölelikten kurtuluş mücadelesinde esin kaynağı oldu. Ezilen ulusların kurtuluşçu hareketi Sovyet devriminden aldığı güçle, emperyalizme önemli darbeler vurdu. Asya ve Afrika ülkelerinde burjuva ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizm ve feodalizme darbe vurarak zafere ulaştılar. Doğu Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesinde sosyalizm desteğindeki ulusal kurtuluş mücadelesi, emperyalist saldırganları dize getirerek, sömürgeci boyunduruğun dışına çıktı. Özellikle ikinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı uluslararası koşulların da etkisiyle çok sayıda ezilen ulusun siyasal bağımsızlığına kavuşması ve sosyal devrim tehlikesinin emperyalist kapitalist sistemi giderek daha fazla tehdit etmesi emperyalist sömürgeciliğin eski klasik biçimiyle sürdürülemeyeceğini orta/a çıkardı. Emperyalistler taktik değiştirdiler. Doğrudan çok sayıda ulusu siyasi olarak ilhak edip, ulusalcı güçlerin darbelerine hedef olacaklarına, mali sermayenin gücüne dayanarak, ulusları, ekonomik sömürgecilik statüsünde ve biçimsel bir siyasal bağımsızlık görünümü altında sömürme politikasını daha ağırlıklı olarak uygulamaya başladılar. Görünürdeki bu siyasi bağımsızlık, gerçekte, ekonomik, askeri, mali, diplomatik vb. biçimde sömürgeciliğin devamını önlememekte ve onun üzerini örten bir örtü görevini yerine getirmektedir. Görünür siyasal bağımsızlık, günümüzde, sömürgeciliğin temel biçimi olan ekonomik sömürgeciliği kolaylaştırmakta, sömürgeci emperyalist gücün doğrudan görülmesi ve buna karşı mücadelenin yükselmesinin önüne set çekmektedir. Sömürgeci politikanın bu biçimi yeni ya da yarı-sömürgecilik olarak bilinmektedir.
İşte, revizyonistler tarafından “sömürgecilik sisteminin çöktüğü”ne kanıt olarak gösterilen gelişme budur. Revizyonistler, böylece emperyalist sömürgeciliği aklamakta, gizlemekte ve halkların darbelerinin ona yönelmesini engellemeye çalışmaktadırlar. TBKP’li revizyonistler, yalnızca “sömürgecilik sisteminin çöktüğü” tespitiyle değil, bundan çıkardıkları, ulusal sorunun anti-emperyalist niteliğinin günümüzde “geçersiz hale geldiği” sonucuyla da ezilen ulusların ve Kürt ulusunun karşısında ve emperyalistlerin safında yer almaktadırlar. Emperyalist tekellerin sömürgecilik eğiliminin son bulduğu, ‘sömürgecilik sisteminin çöktüğü’nü öne süren revizyonistler, örneğin Vietnam halkının ABD bombalarıyla imha edilmesini, Kamboç ve Laos halklarının emperyalizme karşı mücadelesini, İngilizlerin Mısır ve Irak’ta, Fransızların Cezayir’de sömürgeci konumlarını sürdürmek için bu ülke halklarının kurtuluş mücadelesine silahlı saldırılarını 6. Filo’nun Akdeniz’i ablukaya alması ve Ortadoğu halklarını tehdit altında tutmasını, küçücük Grenada’nın ABD savaş tekellerinin iştahını kabartmasını, Amerikan savaş filolarının ikide bir toplarını Libya ve Lübnan’a çevirmesini, Nikaragua halkının ulusal kurtuluş mücadelesini sabote ederek tekrar ABD emperyalizmine bağlanmasını sağlamak için karşı devrimci Kontra’ların CIA uzmanlarınca eğitilip ABD savaş tekelleri tarafından finanse edilmesini Panama’nın üstelik de barış türkülerinin en büyük koro ile söylendiği bir zamanda işgal edilmesini, Malta paylaşmasını nasıl izah edecek ve nasıl gizleyeceklerdir. Buna revizyonistlerin gücünün yetmeyeceği açıktır. Bütün bunlar ve daha bir dizi olay, emperyalizmin sömürge politikasının tarihe karışmadığını, halkların ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinin karşısında en büyük güç olarak emperyalizmin durduğunu halkların ve ezilen, baskı altında tutulan ulusların özgür olmak istiyorlarsa en başta emperyalist tekellere karşı mücadeleye atılmak zorunda olduklarının kanıtlarıdır.
Tekelci kapitalizm döneminde her türlü sömürü ve baskının tekelci sömürü ve baskıya bağlandığı bilinen bir gerçektir. Emperyalist sömürgecilik ve onun özellikle ikinci Dünya Savaşı sonrasında ağırlıklı olarak öne çıkan biçimi olarak ekonomik sömürgeci politika, emperyalist kapitalizm, varlığını sürdürdükçe var olacaktır. Emperyalizmin halklar için tehlike olmaktan çıktığını ileri süren revizyonistlerin, halkların dostu olmadıkları açıktır. Ezilen uluslar ve halklar, emperyalizme karşı olunmadan özgür olunamayacağını, emperyalizmin varlığı koşullarında ulusal hak kullanımının sözde kalacağını bilerek mücadele etmek zorundadırlar.
Bugün uluslararası ekonomik-toplumsal koşullar Lenin’in emperyalizm-çağ tahlillerini ve onunla doğrudan bağlantılı olarak ulusal soruna ilişkin çözümlemelerini “geçersiz” kılacak herhangi bir temel değişikliğe uğramamıştır. Bilimsel-teknolojik devrim ve nükleer tehlike sınıfları, sınıf çatışmalarını, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmamış, tersine nükleer tehlikeyi “insanlığın” başına bela eden tekelci burjuvazinin tüm ülkelerde proletaryanın sosyalist devrimiyle tasfiyesi görevini artan oranda proletarya ve halkların önüne koymuştur. Nükleer savaş tehlikesi durup dururken değil, emperyalist tekellerin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına azami kâra, yeni pazarlara ve etki alanlarına duyduğu ihtiyacın bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin çelişkileri yumuşama yönünde değil, keskinleşme yönünde yeni olgularla güçlenmektedir. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerin-de kapitalizmin restorasyonu ve Batı kapitalizmiyle biçimsel farkların da ortadan kalkmış bulunması çelişkileri yumuşatıcı değil keskinleştirici bir rol oynamaktadır. Etki alanları mücadelesi kızışacaktır. İki Almanya’nın birleşme eğilimi vb. olgular, birleşme gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin emperyalistler arası çelişkileri artırıcı etkenler olacaktır. Bütün bu olgular, ulusal sorunun anti-emperyalist niteliğini zayıflatan ve yok eden değil, güçlendiren ve zorunlu kılan etkenlerdir. Yine, Sovyet Cumhuriyetlerinde Lenin ve Stalin döneminde yaşanan ulusal eşitlik ve özgürlük döneminin, revizyonizmin karşı devrimci darbesi ve kapitalizmi yeniden restore etmesiyle son bulması ve günümüzde bu ülkelerde baş gösteren ulusal çatışma ve ayaklanmaları emperyalist tekellerden bütünüyle bağımsız gelişmeler olarak ele almak mümkün değildir. Kruşçevi ve ardından Gorbaçovcu revizyonizmin “reform hareketi”ni bir biçimde destekleyen emperyalist tekellerin, Sovyet Cumhuriyetleri bünyesindeki ulusal hareketlenmelere kayıtsız kalacağı nasıl iddia edilebilinir? Etki alanları mücadelesinin bu alanları ele geçirme ve sözde ulusların özgürlüğünü savunma adına buraların sömürgeleştirilmesini içereceği açıktır. Bütün bunlar, emperyalizmin ulusal sorun karşısında kayıtsız kalmadığının ve bu durumun sorunun anti-emperyalist niteliğini güçlendirdiğinin de kanıtlarıdır.
Kürt ulusal sorununun “anti-emperyalist” niteliğinin “bulunmadığı” iddiası ise, başta ABD olmak üzere emperyalizmin Türkiye ve Kürdistan’daki varlığı ve egemenliğinin gizlenmesini hedeflemektedir. Kürt ulusunun ulusal köleliğinin devamında emperyalizm doğrudan rol oynamakta, Türkiye ve bölge rejimlerinin ayakta tutulması ve Kürtlerin mevcut statüsünün devamını sağlamak için, emperyalist tekeller, militarizmi devreye sokmak dahil, her yola başvurmaktan geri durmamaktadırlar.
Emperyalizmin çıkarı, kendine bağımlı bulunan bir alanda ezilen ulusun özgürlüğünde değil, o ulusun köleliğinin devamındadır. ABD’nin ünlü diplomatı, CIA uzmanı Paul Hanze bunu açıkça ifade etmekten kaçınmıyor ve şöyle diyor. “Amerika Kürtleri desteklemiyor. Türkiye ile iyi ilişkilerimiz var. Bu durumda Türklerin pozisyonunu desteklememiz daha akılcı.”
Özgür olmak isteyen Kürt ulusunun emperyalizmi ve emperyalizmin sömürgeci egemenliğini hedeflemeden bir adım bile ilerlemesi mümkün değildir. Tersini önerenler, Kürtlerin üzerinde emperyalist köleliğin devamından yana olanlardır. Anti-emperyalist olmadan, günümüzde herhangi bir ulusal hareketin ilerici ve devrimci olması düşünülmemelidir. Çünkü emperyalizm demokratizmi değil, demokrasi karşıtlığını, siyasal özgürlüklerin ve bu anlamda bir hak olan ulusal özgürlüğün reddini temsil etmektedir.
Bilimsel teknik devrimin emperyalist kapitalizmin bünyesinde niteliksel değişime yol açtığı iddiası bütünüyle burjuva bir aldatmacadır. Emperyalist politikanın özü dünya hâkimiyetidir. Dünya hâkimiyeti mücadelesinde, bilimsel buluş ve yenilikler, tekellerin elinde, gerek emperyalist ülkenin kendi iç pazarlarında ve gerekse uluslararası alanda daha fazla sömürü ve baskının araçları olarak kullanılır. Toplumsal yaşamda genel bir ilerlemeye de hizmet etmesi kaçınılmaz ve tekellerin iradesi dışında gerçekleşir duruma gelmesine karşın, bu yenilikler hiçbir zaman kapitalist azami kâra duyulan ihtiyacı ve dolayısıyla da “ucuz İşgücü ve hammadde kaynaklarına” duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz, mali sermayeyi bu amaçlı faaliyetten alıkoymaz, örneğin robotların daha fazla ekonomide kullanılması revizyonistlerin iddiasının aksine bu sonuçları doğurmaz ve doğurmamakta. Tersine bu durum çelişkileri artırmakta, özel mülkiyetin ve kapitalist ilişkilerin varlığı koşullarında işsizlik vb. sorunların artmasına yol açmakta ve ulus düşmanı emperyalist politikaları daha fazla uygulama alanına getirmektedir.
Bilimsel teknik devrim, militarizmin ulaştığı düzey, nükleer silahlar vb. emperyalizmin tekelci ve ilhakçı özelliğini ortadan mı kaldırdı, burjuvazi içte ve uluslararası alanda sömürücü egemenliğini ayakta tutmak için silahlı saldırı dâhil, her yolu denemekten vaz mı geçti, onun, “hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru” mücadelesi, “söz götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin inkarı” özelliği tarihe mi karıştı? Tekeller demokrasi savaşçısı ve dolayısıyla da ulusal özgürlük mücadelesinin gücü haline mi geldi? TBKP’li revizyonistlerin bu sorulara cevabı olumludur ve onlar, Maocu “Üç Dünya Teorisi”ni burjuvazi ve emperyalizm yararına aşırı bir yorumla savunmaktan geri durmuyorlar.
Sermaye ihracı temelinde geri ülkelerin ve ulusların yaşamına sızan emperyalizmin sermaye ihracından vazgeçmesine yol açan niteliksel değişiklikler nelerdir? Sermaye ihracı tekelci sermayenin ana karakteri değil midir, kapitalist tekeller yaşamını sürdürdüğü sürece bu özellik kendiliğinden yok olabilir mi? Revizyonistler, bu konuları atlayıp “emperyalizm nitelik değiştirdi” diyorlar.
Emperyalizm niteliksel bir değişikliğe nasıl uğrar? Bu, ancak, devrimle, kapitalist toplumsal sistemin varlığına son verilerek, emperyalizmin yerini sosyalizme terk etmesiyle mümkündür. Niteliksel değişme, emperyalizmin iç evrimi sonucu ve reformlarla gerçekleşmez. Proletarya, M-L partisi önderliğinde emekçi halk yığınlarını seferber ederek, ezilen ulusların devrimci kurtuluş hareketiyle birlikte emperyalizme darbe vurarak ve onun varlığı ve egemenliğini tasfiye ederek kendi sınıf diktatörlüğünü ve sosyalizmi inşa eder ve tüm geri dönüş çabalarına karşı amansız bir mücadeleyle bir daha geri gelmemecesine kapitalizmin varlığına son verir. İşte ancak bu yolla, sosyalizmin kurulması ve politik devrim yoluyla emperyalizm ve emperyalist kapitalist toplum niteliksel değişime uğrar. Robotların ve teknik devrimin nitelik değiştirici etkenler olduğu savunusu ise yalnızca bir burjuva aldatmacasıdır. Revizyonistlerin “Dünden farklı özelliklere sahip olan emperyalizm” nakaratını tekrarlamaları işte bütün bu gerçeklerin üstünün örtülmesini amaçlamaktadır.
“Dünden farklı özellikler” olarak lanse edilen özelliklerin emperyalizmin sömürü gibi esas olarak ekonomik alana ilişkin temel bir özelliğini ortadan kaldırıp kaldırmadığı sorununu atlayan revizyonistler, ulusal sorunun “anti-emperyalist olma özelliğini de yalnızca fiili işgal şartına bağlamaktadırlar.” Kürt sorununun anti-emperyalist bir karakteri yoktur. Çünkü mücadele emperyalist bir güce karşı değil tespiti bunun için yapılıyor. Böylece ekonomik sömürgecilik gizleniyor, ekonomik olarak bağımsız olmayanın siyasi vb. olarak da bağımsız olamayacağı burjuva reformcu politikacıları da arkada bırakacak bir pişkinlikle göz ardı ediliyor, halklar uyutulmaya çalışılıyor.
Emperyalist-kapitalist sistemin çarkı içinde bulunan tüm ülkelerde, emperyalizme bağımlı geri ülkelerde, ezilen yığınlara yönelik saldırı ve zulmün emperyalizmden, onun gerici, demokrasi düşmanı niteliğinden bağımsız olmadığı söylenebilir mi? Kapitalist ülkelerin kendilerinde olsun, bağımlı, sömürge yarı-sömürge ülkelerde olsun, gelişen halk muhalefetinin kanla ezilmesi hangi politikanın sonucudur? Bağımlı ülkelerde işçi ve halk hareketinin ezilmesi için yerli egemen sınıflara her tur desteği sağlayan, tüm çabalarına karşın ilerici hareketin baskılamadığı koşullarda doğrudan askeri müdahalede bulunmaktan geri durmayan tekelci burjuvazi, en başta da ABD emperyalizmi değil midir? ABD emperyalizmi, Latin Amerika’da gelişen halk hareketleri karşısında eli kolu bağlı mı durdu, bugün böyle mi duruyor, Nikaragua’da, Salvador’da, Panama’da olanlar neyi ispatlıyor? Türkiye’de olup bitenler, Türkiye egemen sınıflarının Kürt ulusunu zorba bir boyunduruk altında tutması, zulüm ve işkenceyle asimilasyona tabi tutması emperyalizmden bağımsız gelişmeler midir? Söylenecek bir şey varsa o da, emperyalizmin, özellikle de ABD emperyalizminin tüm dünyada gericiliği, demokrasi düşmanlığını, ulusların kendi kaderini tayin hakkının zorbaca engellemesini finanse eden esas güç durumunda bulunduğu ve ulusal özgürlük talebiyle ayağa kalkan bir halkın en başta emperyalizme yönelmesi gerektiğidir.
TBKP’Ii Ş. Yıldız, Kürt sorununun anti-emperyalist karaktere ‘sahip bulunmadığı tespitini, onun demokratik bir sorun oluşuna bağlıyor ve demokratik kelimesini büyük yazarak sözde demokrasi sorununa verdiği büyük önemi belgelemiş oluyor. Anti-emperyalist olunmadan da demokrat olunabileceğinin propagandasına girişiyor. Faşist gericiliği emperyalist egemenliğin dışında bir olay olarak ele alma ‘şerefim, burjuva politikacıları değil, Şeref Yıldız gibileri taşıyor. Revizyonist yazarların bu tesitlerini Lenin ile Kievsky ve emperyalist ekonomistler arasındaki tartışmalarla da bir ilişkisi yoktur. Çünkü onlar daha baştan ve açık bir biçimde Lenin’in tezlerinin “eskidiğini” ilan ediyorlar. Bilindiği gibi, emperyalizm koşullarında ulusal kaderin tayin hakkının “elde edilemez” olduğu biçimindeki emperyalist ekonomist teze karşı Lenin, ulusal kaderini tayin hakkının demokratik bir talep olduğu ve demokrasinin öteki talepleri gibi emperyalizm koşullarında “elde edilebilir” olduğu tezini savundu. Ne ki, Lenin revizyonistler gibi emperyalizmi aklamayı aklından bile geçirmiyor ve altını çizerek ve döne döne emperyalizmin demokrasiyle çeliştiğini, onun yalnızca ulusal kaderini tayin etmenin değil, tüm demokrasinin düşmanı olduğunu belirtiyordu. Emperyalizmin, demokrasinin, “bütün demokrasinin” düşmanı olduğu, yalnızca onun taleplerinden biri olan “ulusal kaderini tayin etmenin” değil, ulusal özgürlük de dâhil tüm özgürlüklerin düşmanı olduğunu ve “söz götürmez” bu düşmana karşı mücadeleden bir an bile geri durmaksızın, ulusal kaderini tayin hakkının elde edilebilir olduğunu somut kanıtlarıyla birlikte ortaya koyuyordu. Lenin emperyalizmin en kararlı ve uzlaşmaz düşmanıyken, TBKP’li revizyonistler emperyalizm işbirlikçiliğine soyunmuş bulunmaktadır.
Lenin’i, ulusal soruna ilişkin çözümlemeleri nedeniyle “eleştiriye tabi tutan Ş.Yıldız, Lenin’in, ulusal soruna “bağımsız bir karakter” kazandırdığı ve sorunu “bütünden kopardığı” iddiasındadır. Lenin’in adını anmak bu revizyonistlere hiç yakışmıyor. Ağababaları Gorbaçov’un demagojik ikiyüzlülüklerini yer yer sürdürseler de, M-L’e ve Marksist-Leninist ustalara saldırmaktan bir an olsun geri durmuyorlar. Öncelikle “Kürt sorunu anti-emperyalist karaktere sahip değil, o, ülke içi demokratikleşme sorunudur” diyerek sorunu bütünden koparan ve onu tekel öncesi dönemin bir sorunuymuş gibi ele alanlar revizyonist yazarların kendileridir. “Toplumsal sorunlar” arasında emperyalizmin ülke üzerindeki egemenliğinden kaynaklanan sorunları saymayanlar revizyonistlerdir. Önermeleriyle, Kürt ulusal sorununu emperyalizme peşkeş çeken ve Türkiye egemen sınıflarının, diktatörlüğün güvenini, halkların güvenine tercih edenler de onlardır. Kürt ulusal direnişi ve bunun üzerinde yükselen hareketi yasal platformlarda faşizme bağlamaya çalışanlar da yine bu hainlerdir. Bütün bu yaptıkları yetmiyormuş gibi, bir de kalkıp Lenin’in adını kirletmeye çalışıyorlar. Lenin, ulusal sorunun, emperyalizm döneminde, genelleşerek, sömürgelerin ve bağımlı ulusların emperyalizmden kurtuluşu sorunu haline geldiği ve proleter sosyalist devrim sürecine bağlandığı tespitiyle, revizyonist saldırıların aksine sorunu bütünden koparmıyor, bütün içindeki yerine oturtuyordu.
Burada, Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin revizyonist önermelere de kısaca değinmek gerekiyor. Revizyonist yazarlar ve ‘Yeni Açılım’ dergisi, Kürt sorununun “anti-emperyalist karakteri bulunmadığı” tespitini sonucuna götürüyor ve çözüm(!) için, ilgili tüm tarafların işbirliğini öneriyorlar. Ö. Ağın “Artık ulusal sorunlar anti-emperyalist bir seyir izleyemeyebilirler. Bu anlamda Kürtler taraftar bulabiliyorlar.” diye yazıyor. Ö. Ağın açık yazıyor. Kürtler emperyalizme işbirliği çizgisi izlerlerse, emperyalist egemenliğin devamına ses çıkarmazlarsa, emperyalist tekellerin kendi kaderlerine hükmetmesini kabullenirlerse, emperyalistlerin saflarında taraftar bulabilirler. Revizyonist yazar bunu olumsuz bir yorum olarak getirmiyor, bir öneri olarak öne sürüyor.
Kürt ulusal sorununun çözümünü emperyalizm ve tekelci burjuvazi ile mutabakata bağlayan bu yazarlar “şu da çok açıktır ki, dünya kamuoyunun, gerek kapitalist dünyanın, gerekse sosyalist dünyanın Kürt sorununun çözümü üzerinde bir mutabakata varmaları gerekir.” demektedirler. “Sosyalist Dünya” adını verdikleri doğu kapitalizmi ile batı kapitalizminin mutabakatım zorunlu görüyor ve Kürt halkının kendi kaderini kendisinin belirleme hakkını bile ortadan kaldırıyorlar. Halkların katilleri oturup pazarlık yapacaklar ve Kürtler de dâhil ezilen uluslara “özgürlük” bahşedecekler. Kürt işçi ve emekçilerinin ulusal köleci boyunduruğa karşı ayağa kalkmasına gerek yok, yoksul Kürt köylülüğü ve Kürt gençliği mücadeleci tutumunu terk etmeli ve revizyonistlerin “risksiz” teslimiyetçi yolunu izlemelidir! Bu ihanetçi önermelere en iyi cevabı baskı altındaki Kürtler veriyorlar ve onlar daha bugünden izlenmesi gereken mücadele yolunu tutacaklarının belirtilerini yeterince ortaya koyuyorlar. Kürt köylülüğü ve işçilerinin emperyalizmden bağımsız bir saldırı karşısında olduğunu söyleyen bu adamlar, “tarafların mutabakatıyla”, “adil bir çözüm” olabileceğini propaganda ediyorlar. Onlara göre, Kürt emekçilerine karşı tankla, topla, mitralyözle, napalm bombaları ve lav silahlarıyla, orduları ve polis birlikleriyle yürüyüşe geçen ve yıllardır, on yıllardır azgın gerici bir baskıyı onlara uygulayanlarla mutabakat mümkün ve gereklidir. Ne demeli!
Kürt halkına mücadeleden “geri dur”! çağrısı çıkaranlar, sorunun çözümünü “tarafların işbirliği ve mutabakatı”nda görenler, boyunduruk altında tutulan bir halkın, kendisini ezen ve en ufak bir hak kullanımına izin vermeyen, bırakalım hak kullanımını, varlığı ve yaşam hakkını tanımayan ve sürekli saldırı ve baskıyla tehdit altında tutan bir güçle “işbirliği” yoluyla özgür ve eşit hale geldiğinin bir tek örneğini bile günümüz dünyasında gösteremezler. Özgürlük ve eşitlik, uğruna savaşılmadan, egemen gücün bahşetmesiyle elde edilen şeyler değildir.
Kürt halkına işbirliği ve “mutabakat\ dayatan revizyonistlere göre “savaş politik sorunları çözmenin aracı olmaktan çıkmıştır.” Mücadele etmek gereksiz hale gelmiştir. Yapılacak tek şey, “sosyalist dünya ile kapitalist dünyanın” pazarlığı sonucu, Kürtlere belirleyeceği kadere razı olmaktır. Savaşın politik sorunların çözümünde bir yol olmaktan çıktığını hiçbir somut olguya dayandırmayan bu revizyonistler, Lenin’i bir kez daha olumsuzlamaktan geri durmuyorlar. Politik sorunlar, ezilen sınıflar ve baskı altındaki halklar açısından ele alındığında, bugüne kadar ve günümüzde, ezilen yığınlar, siyasal özgürlükler uğruna kurtuluş için burjuvazi ve emperyalizme karşı uzlaşmaz bir çizgide devrimci bir ayaklanma içine girmeksizin hiçbir hak elde edememişlerdir. Klasik kapitalist ülkelerde olsun, geri ülkelerde olsun, proletarya ve ezilen yığınların burjuvazi ve gericiliğe karşı politik mücadelesi olmaksızın, kalıcı demokratik özgürlükler elde edilememektedir. Burjuvazi ve gericiliğin, militarist aygıtı gün geçtikçe güçlendirerek, işçi ve emekçi yığınları baskı altında tutmak için harekete geçirdiği, zulüm ve baskıyla boyun eğmeye zorladığı, tüm baskı ve tehditlere karşın, halk hareketinin yükselmesi engellenemez duruma geldiğinde ise, yozlaştırıcı tedbirlerin yanı sıra içte ve uluslararası alanda açık savaş yollarına başvurduğu bilinen bir gerçektir. Burjuvazi ve emperyalizmin kendi egemenliğine itirazı olmayanlarla mutabakata vardığı, politik baskısına, özgürsüzlüğe, köleliğe, zulüm ve işkenceye karşı çıkmadan boyun eğenlerle anlaştığı ve onları kendi egemenliğinin devamı için proletarya ve ezilen halklara karşı harekete geçirdiği doğrudur. Burjuvazi ve kapitalizmin hizmetine giren sözde sosyalist burjuva yolcuların, proletaryaya, sınıf düşmanına karşı politik mücadeleden vazgeçmesi ve mücadelenin her türünü yasaklamasından daha doğal ne olabilir. Halkların katilleri, sözde yumuşama görüntüleri ardında halkların yaşamına kastederken; onların savaşçı yöntemlere başvurmaktan vazgeçtiğini ve artık savaş denen şeyin tarihten ve toplumsal yaşamdan bütünüyle silinmiş olduğu masalıyla halkları aldatıp uyutmaya çalışanlar, emperyalistler ve gericiler arasındaki her çatışma gibi, işbirliği ve yumuşamanın da özünde proletarya ve halklara yeni saldırlar gündeme getirdiği ve birer tuzak teşkil ettiğini gizlemeye çabalamaktadırlar. Ne Saddam’ın Kürt katliamı ve ne de on yıl kadar bir süre devam eden Irak-İran savaşı, savaş ve şiddet unsurunun tarihe karıştığının kanıtları olarak İleri sürülebilinir. Yalnızca bu örnekler bile tersini açıklamaya yeterlidir. ‘Yeni Açılım’ yazarı S. Talay şöyle diyor; ‘Sık sık vurguluyoruz. Kürt ulusal sorunu ancak barışçıl, adil ve demokratik bir tarzda, ilgili tüm tarafların mutabakatıyla çözümlenebilir. Çünkü, askersel yol çıkmazdır, çünkü, savaş politik sorunları çözmenin aracı olmaktan çıkmıştır; çünkü, ulusal yalıtkanlık ve sorunları bir başına çözebilme devirleri artık tarih olmuştur; çünkü üretici güçlerin ve nesnel olarak tüm toplumsal süreçlerin uluslararasılaştığı… bir dünyada yaşıyoruz.” (agd. sf. 46) “Üretici güçlerin ve nesnel olarak tüm toplumsal süreçlerin uluslararasılaştığı bir dünyada” yeni yaşamaya başlayan revizyonist yazar, bu durumu hem yanlış tahlil etmekte ve hem de yanlış sonuçlara gerekçe kılmaktadır. “Toplumsal süreç”\n yalnızca günümüzü ifade eden bir tanımlama olarak kullanılmasının yanlışlığı bir yana, üretici güçlerin uluslararasılaşması olgusu da 1980’lerin bir olgusu değildir. Marksizm! revize girişimlerinde revizyonistler sürekli olarak “yeni gelişmeler” demagojisine sarılırlar. Üretici güçlerin uluslararasılaşmasının “yeni” bir gelişme olarak piyasaya sürülmesine bu bakımdan şaşmamak gerekir.”Üretici güçlerin”, üretimin, bu temel üzerinde gelişen ilişkilerin ve toplumsal olayların, bununla bağlı olarak, ulusal sorunun ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin uluslararası bir özellik kazanması yüzyılın başından beri söz konusudur ve bu tekelci kapitalizm ve proleter devrimler çağının bir özelliğidir. Ancak, hiçbir Marksist bu “nesnel” durumdan hareketle, revizyonist S. Talay tarafından ulaşılan sonuçlara ulaşmamıştır. Hiçbir Marksist, Marksizm’i reddetmeden, politik sorunların savaşarak çözümleneceği gerçeğini yadsımamış ve yadsımamaktadır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri yüzyılın başında ve ortasında elde silah ayaklanarak zafere ulaşıyordu, bu gerçek bugün de değişmiş değildir.
“Ulusal yalıtkanlık ve sorunların bir başına çözülmesi ifadesi muğlâk, gerçeği tam yansıtmıyor ve yine yanlış bir sonucun sözde haklılığı için ileri sürülüyor. Ulusal yalıtkanlık ve sorunların bir başına çözülmesi döneminin sona erdiğini iddia edenler, yine revizyonistlerin kendileridir. Ulusal sorunu anti-emperyalizmden kurtarırken bizzat revizyonist yazarlar bu “yalıtkanlığı sağlamış oluyorlar. Kapitalist emperyalizmin her sorunu, ulusal düzeyde sorunları genelleştirip, bütün ulusları ve ezilen halkları ilgilendiren soruna dönüştürdüğünü ve bu yüzden de ulusal sorunun tekel öncesi dönemde olduğu gibi devlet içi bir sorun olarak ele alınamayacağını ve kendi başına değil de proleter devrimine bağlanarak ele alınması gerektiğini önemle vurgulayanlar Marksistlerdir. O halde revizyonistlerin Lenin başta olmak üzere Marksistleri, sorunu bir başına çözmeye çalışmakla suçlamaları bütünüyle kara çalma amaçlı bir saldırıdır.
Ulusal sorun Ekim Devrimiyle birlikte proleter devrimler sürecinin bir bileşenine dönüştü, ezilen halkların emperyalizmden kurtuluşu sorunu haline, sömürgelerin ve bağımlı halkların emperyalist kölelikten kurtuluşu sorunu haline geldi. Günümüzde ulusal sorunu anti-emperyalist içeriğinden soyutlayarak ele alan revizyonistler, bütün bu gerçekleri çarpıttıkları hal-.de dönüp utanmaz bir biçimde Marksistleri suçlamaktan kaçınmıyorlar.
Burjuvazinin ‘sol’daki savunucuları, direnişi, mücadeleyi, burjuvazi ve gericiliğe karşı devrimci savaşı, işgalci güçlere karşı “askersel yolu reddederken, bütün bu devrimci yöntemlerin terk edilmemesi ve burjuvazi ve emperyalizmle uyum ve işbirliği yolunun tutulmaması durumunda, “insanlığı tehdit eden büyük bir tehlike”nin baş göstereceğini, nükleer savaşın çıkacağını ve bunun tüm “insanlığın sonu olacağını propaganda etmektedirler. Mutabakat ve işbirliğini sözde bunun için önermektedirler. Onlara göre, “insanlığı tehdit eden” bu “ortak tehdit”in ortadan kaldırılması için, işçi sınıfının burjuvaziyle ve ezilen halkların kendilerini ezen güçlerle işbirliğine gitmesi zorunluluktur.
Öncelikle, “insanlığı bu tür bir tehditle karşı karşıya getiren, halkları azgınca sömürmek ve bağımlılık ilişkileri içinde tutmak için bir tehdit ve güç unsuru olarak gündeme getirenin, nükleer silahları, dünya pazarları ve hammadde kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde rakiplerini alt etmek ve etkisiz duruma getirmek üzere kullanmak için hazırda tutanın, milyonlarca ve milyonlarca insan açlık, hastalık ve ölümle pençeleşirken, trilyonları kasalarına doldurmak için her gün yeni tip ölüm silahlan icat edenin, tekelci burjuvazi olduğunu belirtmek gerekiyor, işçi sınıfı ve emekçi yığınları baskı altında tutan, militarizmi ve militarist kurumları sürekli güçlendiren, sözde silahsızlanma propagandalarının gerisinde yeni tip silahların geliştirilmesi için hummalı bir çalışma yürüten, dünya toprakları, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarını rakiplerini etkisizleştirerek ele geçirmek için yanıp tutuşan, bölgesel savaşları kışkırtarak genel savaşlara hazırlık yapan, sabotaj, entrika, tehdit ve güç kullanımını (askeri) elden bırakmayan mali sermaye gruplarıdır.
Egemenliğini garantiye almak için silahlı müfrezeler oluşturan, düzenli ordular kuran, onları etki gücü giderek geliştirilen silahlarla donatarak işçi ve emekçilerin üzerine salan, proletarya ve emekçilere karşı katliamlar düzenlemekten, zulüm ve işkencenin her türünü uygulamaktan geri durmayan kapitalist burjuvazi değil midir?
Sınıfların, sınıf karşıtlıklarının, ezen ve ezilen ulusların var olduğu bir dünyada, “nükleer savaş” korkuluğunu burjuvaziyle birlikte sallayarak ve ‘insanlığın çıkarlar/1 demagojisiyle, proletarya ve ezilen halk yığınlarına ve boyunduruk altındaki uluslara, mücadeleden vazgeçip, sınıf düşmanlarıyla işbirliği yapmayı önerenler, yüzlerindeki tüm örtüleri fırlatıp atıyor, burjuvazi ve gericiliğin saflarından ezilen yığınlara ve işçi sınıfına saldırıya geçiyorlar. Sınıfların ve sınıf çelişmelerinin olduğu toplumsal koşullarda, sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliği ve uyumunu vazetmek, egemen sınıf çıkarlarının savunulması ve burjuvazi ve emperyalizmin egemenliğinin devamını istemekten öteye bir anlam ifade etmez.
Diyalektiğin temel yasalarından biri, karşıtların varlığı (bir arada) ve mücadelesidir. Karşıtlar bir arada ve mücadele içindedirler. Birlik izafi ve mücadele esastır. Üretim araçları karşısında farklı konumda ve farklı çıkarlara sahip bulunan güçlerin çatışması kaçınılmazdır. Tekellerin, burjuvazinin, proletarya ve ezilen halkların var olduğu bir dünyada “insanlığın genel çıkarları” sınıf farklılıkları gerçeğinin üstünü örtmekte ve “insanlığın genel çıkarları” sözcüklerini, sınıf işbirliği ve uyumuna gerekçe kılanlar, diyalektiğin bu temel yasasını, karşıtların mücadelesini reddetmektedirler. “Günümüzün gelişmelerinin bilimsel teknik devrimin, nükleer savaş tehlikesi vb.nin sınıf farklılıklarını, burjuvazi ve proletaryanın üretim araçları karşısındaki konumunu, ezilen uluslarla emperyalizm arasındaki ilişkileri neden ve nasıl değiştirdiği sorularına cevap vermeksizin, “sınıf ve sistem farkı gözetmeyen”, ortak çıkarlardan söz edenler, nükleer savaş tehlikesinin ortadan kalkmasının tek yolunun, devrimle burjuvazi ve sermayenin egemenliğine dünya çapında son vermek olduğu gerçeğinin proletarya ve halklar tarafından kavranmasının önünü de kesmeye çalışıyorlar.
Bugün “İnsanlığın” (!) karşı karşıya bulunduğu tehlikelerin kaynağı emperyalist kapitalizmdir. Sorunlar, üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı kapitalizmin bünyevi sorunlarıdır. Militarizm, onun niteliksel özelliklerinden biridir ve tekelci dönemde daha fazla gelişmiştir. Emperyalizm varlığını sürdürdükçe, militarizm var olacak ve burjuva egemenliğinin ezilen yığınların hareketi karşısında korunmasına hizmet edecektir. Tekelci burjuvazinin savaşlardan ders çıkardığı, militarizmsiz emperyalizm olabileceği, savaşların kaçınılmaz olmaktan çıktığı vb.ni vaaz edenler, öte yandan da, nükleer savaş korkuluğu sallamaktadırlar.
Karşıtların var olduğu -sınıfsal planda ele alırsak- proletarya ve burjuvazinin birlikte ve çatışma içinde bulunduğu koşullarda, sınıf mücadelesi ve bunun zorunlu varış noktasını, iktidarın, silahlı kitlelerin ayaklanması sonucu zoralımını ret ve fakat işbirliği ve sınıfsal uyumu zorunlu sayanlar, bunları, “insanlığı” nükleer “tehditten kurtarmak” için ileri sürdükleri iddiasındadırlar. Kuşkusuz bu aldatıcı bir burjuva propagandasıdır. Çünkü bütün bu “tehdit ve “tehlikeleri ortadan kaldırmanın biricik yolu, devrimle burjuva egemenliğine, emperyalizmin varlığına son vermektir: Lenin, savaşın -ve elbette nükleer savaşın da- kaynağının emperyalist kapitalizm olduğunu ve savaş tehlikesinin bütünüyle ortadan kaldırılması için, emperyalizme son vermek gerektiği, bunun için de, her ülkede, proletaryanın, iktidar mücadelesine girişerek burjuva iktidarına son vermesinin zorunlu bir görev olduğunu önemle belirtiyordu.
Burjuvazi ve emperyalizmle “mutabakatı” önerenler, burjuva devlet adamlarının “sağduyusu”nun propagandasından da geri durmuyorlar, “insanlığın” sorunlarının çözümü için onların “sağduyusunun ne denli önemli olduğu üzerine göz yaşı döküyorlar. Burjuva devlet adamlarının, revizyonistlere aldırdığı yok. Onlar sınıf çıkarlarına uygun olarak, kapitalist sömürünün devamı için hummalı bir çalışma içindedirler ve durmadan sömürüyü uzun erimli ve azami boyutlarda gerçekleşir kılmak için çalışıyorlar.
Revizyonistler, “insanlığı” “tehlikeden korumak” için halkların başkaldırı hakkının da artık tarihe karıştığını söylüyorlar. Şunları yazıyor, söz konusu yazısında Ş.Yıldız. “Geçmişte hepimizin paylaştığı bir fikir ‘ezilen, baskı altında bir halkın başkaldırı en doğal hakkıdır’, kendi adıma bugün bunu söyleyemiyorum.” (agd sf. 19)
Ş. Yıldız, bu sözleri durup dururken sarf etmiyor. Somut bir soruna ilişkin olarak dile getiriyor. Kürt ulusal sorunun çözümünü tartışırken, Kürtlerin başkaldırı hakkının ortadan kalktığını sözde ispatlamaya çalışırken bu satırları yazıyor. Baskı altında tutulan halkların “başkaldırı hakkı”nın ortadan kalkmasının nedenleri olarak da tıpkı S. Talay gibi, “yeni gelişmeleri”, “askersel” yolun “çıkmazın”, nükleer savaş tehlikesini, ve savaşın politik sorunların çözümünde bir araç olmaktan çıkmasını sayıyor. Şeref Yıldız ve diğer revizyonistlere göre, “gelişmeler” baskı altında tutulan halkların -Kürt halkının da- başkaldırı hakkını ortadan kaldırmıştır. Bu halklar boyun eğmeli, köleci yaşamı kader olarak benimsemelidirler! Burjuva devlet adamlarının “sağduyusuna güvenmeli, emperyalist tekellerin sömürüsünü zedeleyecek herhangi bir girişimde bulunmamalıdırlar!
Marksizm’in devrimci özünü, proleter sınıf ruhunu yok etmek için revizyonistler, sürekli olarak ‘yeni gelişmelerden söz edip, gelişmelerin sınıf mücadelesi yoluyla özgürlüklerin elde edilmesini nasıl “geçersiz” kıldığının ispatına girişiyorlar. Onlara göre, bugün de koşullar, sınıf savaşımı yoluyla özgürlük ve kurtuluşa gitmeyi, baskı ve zulme karşı “en doğal hak” olan başkaldırıyı geçersiz kılmış, devrim yolunu kapatmış ve burjuvazi ve emperyalistlerle uzlaşma yolunu “zorunlu” hale getirmiştir. Baskı altındaki halkların başkaldırı hakkının bundan böyle olamayacağını ileri süren TBKP’liler, baskı altındaki Kürt halkının da başkaldırı yolunu tutmaması gerektiğinin teorisine girişiyorlar.
Başkaldırı hakkının “en doğar hak olmaktan çıktığı, “mutabakat ve “işbirliğinin tek geçerli yol olduğu, sorunun çözümünün devrime bağlı olmadığı, sorunun, “yasal platformda” çözülmesinin gerektiği vb. propagandası hangi koşullarda yoğunluk kazanıyor?
Bu tam da, yoksul Kürt köylülüğü ve Kürt gençliğinin, katliam ve imha politikasına karşı, uyanış ve direniş eğiliminin geliştiği koşullarda nefretle ayağa kalktığı, ulusal ezme ve asimilasyona karşı başkaldırı “hakkini, bugüne kadar olandan daha fazla yaygınlıkta kullanmaya çalıştığı, radikal bir çizgide direniş bilinci ve nüvelerinin gelişme gösterdiği koşullarda yoğunlaştırılmaktadır. “Adil ve barışçı bir çözüm”, “ilgili tüm tarafların mutabakat” önermeleri işte bu koşullarda Kürt hareketine dayatılmak isteniyor. Kürt halkı, kendini imha ve asimile etmeyi tek geçerli politika edinen gerici egemen sınıflarla, onların gerisindeki emperyalizmle uzlaşmaya, katilleriyle barışmaya, azgın gericiliğe demokrasi kılıfının giydirilmesine yardımcı olmaya çağırılıyor.
Uzlaşma ve işbirliğini önerenler, “Kürtlerin demokratik haklarının güvence altına alınması için bir ulusal mutabakat gerekir diyenler, mücadeleyi, devrimci direnişi, devrimi, ulusal kurtuluş için ayağa kalkmayı siyasal literatürden ve pratikten silmeye çalışıyorlar. Faşizmle, tekelci burjuvaziyle, on yıllardır Kürt halkını köleci bir boyunduruk altında tutan, imha ve asimilasyonu temel politika edinen, ulusal uyanış ve direnişi engellemek için Kürt köylerini ablukaya alarak kan ve kurşunla dize getirmeye çalışan gerici egemen sınıflarla “mutabakatın, Kürt halkına ihanet edilmedikçe sözü edilebilinir mi? Kürt ulus varlığını tanımayanların “adil ve barışçı olabilecekleri yönündeki propagandalar yalnızca aldatma amaçlıdır. Revizyonistler, geleneksel-ırkçı politikayı aklayıp, gericiliğe destek sunuyor ve burjuvaziyi barışsever ve demokrat ilan ediyorlar. “Adil ve demokratik olmayan burjuva rejim” tanımlaması hem faşizmi aklıyor, hem de burjuva adaletinin sınıfsal özü göz ardı edilerek, burjuva adaletinin, özel mülkiyetin hizmetinde oluşu ve burjuvazi ve onun düzeninin proletarya, emekçiler ve ezilen uluslar için sömürü ve baskıdan başka bir şey olmadığı gerçeği gizlenmek isteniyor. Faşist zulüm bir yana, burjuvazinin en ‘adil’, en “demokratik” düzeninin bile proletarya ve emekçiler için diktatörlük ve baskı rejimi demek olduğu örtbas ediliyor.
TBKP, Türkiye rejiminin bugünkü durum unu da “demokratikleşme” süreci olarak değerlendiriyor ve böylece Evren, Özal ve Demirel’in değerlendirmelerine katılıyor, onlardan geri kalmamaya özen göstererek, parlamentoda yer alma olanağına bir an önce kavuşmak istiyor.
Lenin; “Ulusal kendi kaderini tayin etme, tam bir ulusal kurtuluş için, tam bağımsızlık için, ilhaka karşı mücadeleyle aynıdır ve sosyalistler -sosyalist olmaktan vazgeçmeden- böyle bir mücadeleyi, ayaklanma ya da savaşa kadar, her ne biçimde olursa olsun reddedemezler” diyordu.
TBKP’li yazarlar, sosyalizm karşıtları olduklarından Lenin’in düşünceleri onlar için “zaman aşımına uğramış doğmalar” durumundadır. Bırakalım, “ilhaka karşı mücadele” etmelerini, onlar, mücadelenin önüne set çekiyor ve “insanlığın genel çıkarları” adına Kürt halkının başkaldırı hakkının artık doğal olmaktan çıktığın propaganda ederek, Kürt halkından, Türkiye rejiminin “demokratikleşmesini” beklemesini, burjuva “adaletine” güvenerek, gerici egemen sınıflarla “mutabakata” varmasını istiyorlar. Kürt halkının ilhaka karşı mücadelesinin “ayaklanma ya da savaşa kadar” yükselmesi, bütün burjuva sınıf ve partileri olduğu kadar, mevcut statüyü savunmada gericilikle bütün ayrım noktalarını ortadan kaldıran revizyonistler tarafından da “lanetleniyor”, tehlikeli ilan ediliyor Ve önlenmek isteniyor.
Revizyonistler, Marksizm’e karşı mücadelelerinde, onu, gelişen toplumsal koşullara sözde uyarlama adına, devrimci özünden soyutlayarak, burjuvazi için kabul edilebilinir bir sözcük yığınına dönüştürmeye özen gösterirler. Revizyonistlerin büyük hizmetleri sayesinde burjuvazi ve gericilik, tarafından “Marksizm’in öldüğü” propagandası hızlandırıldı. Revizyonizmin tarihsel işlevini layıkıyla yerine getirdiğine kuşku yoktur. Eğer bugünün revizyonistleri, emperyalizm ve faşist diktatörlükler tarafından hararetle desteklenip, öpücüklere boğmuyorlarsa, ödül olarak, örneğin Türkiye’de TBKP’ye “legalleşme” izni için çalışmalar hızlandırılıyorsa, bu, onların tarihsel devrim ve sosyalizm karşıtı görevlerini yerine getirerek, burjuvaziye yeterli güveni verdiklerinin göstergesidir.
Lenin, revizyonizmi, “proletarya üzerindeki burjuva etkilerin ve burjuvazi tarafından proletaryanın yozlaştırılma biçimlerinin başlıcalarından biri, hatta başlıcası olarak tanımlarken, tarihsel bir gerçeğe parmak basıyordu.
Revizyonizm, burjuvazinin hizmetinde olarak, toplumsal devrimci dinamiklerin atılıma kalkışmasının önünü kesmek için, özellikle mücadelenin yükselme anlarında, sahte alternatiflerle ileri doğru hamle yapar. TBKP’li revizyonistleri Kürt ulusunda gelişen ulusal uyanış ve direniş eğiliminin radikal bir çizgide ilerleyişinin önünü kesmek üzere, “mutabakat ve “yasal platform” önermeleriyle ‘piyasa’ya çıkışları da, uluslararası revizyonizmin Gorbaçovcu “hale”sinin bir sonucudur, onunla uyumludur. Durun! diye bağırıyor TBKP’li revizyonistler, Kürt halkına; durun, aksi durumda ‘insanlık” tehlikeye girer, “uygarlık krizi” gelişir, nükleer savaş çıkar.
‘Yeni Acilini yazarı A. Zeki Okçuoğlu da, Kürt sorununun “radikalize” edilişinden duyduğu hoşnutsuzluğu dile getiriyor, sorunun “uluslararası mutabakat sonucu “çözümü” yerine, radikal devrimci çözümünü önerenlerin, uluslararası durumu gerginleştirdiğini belirtiyor ve “bu son derece sakıncalı bir anlayıştır” buyuruyor.
Marksist partileri, geleneksel burjuva partilerden ayıran temel farklılıklardan biri, onların, kapitalizm ve burjuvaziyle uzlaşmaz mücadele çizgisine sahip olmalarıdır. Oportünist ve revizyonist partiler ise, burjuvazinin önünde diz çökerek, işçi sınıfı hareketiyle kapitalizmin arasını bulmaya çalışırlar. Kapitalizmin ve burjuva-faşist rejimin istikrarını amaç edinen revizyonistler, proletaryaya, emekçi yığınlara ve ezilen uluslara radikalizmi, başkaldırıyı, devrim ve kurtuluş için ayağa kalkmayı yasaklayarak, teslimiyet ve boyun eğmeyi önermektedirler. Kürt halkına da mücadele etmeme çağrısı çıkarılıyor TBKP’lilerce.
TBKP revizyonizmi, anti-Marksist, sosyal-şoven ve Kürt düşmanı politikasını kapitalist sistemin korunup yaşatılması temel hedefine bağlarken, kuşkusuz daha bir dizi saçma “tez” geliştiriyor! Kapitalizmin yaşatılmasına hizmet eden ve özü aynı olan bu “tez/er”in tümünü yazı kapsamında ele alma olanağı yok. Burada baştan beri üzerinde durmaya çalıştığımız, ulusal sorunun Marksist açıdan ele alınışının ezen ve ezilen ulus işçileri ve Marksistleri açısından taşıdığı değer üzerinde kısaca da olsa durmak istiyoruz.

***
Ulusal sorun karşısında ezen ve ezilen ulus proletaryası ve Marksistlerinin tutumu:
Ulusal baskı ve boyunduruk, proletaryanın sınıf dayanışması ve mücadelesinin gelişmesini engelleyen önemli bir etkendir. Ulusal ayırımın yol açtığı milliyetçi önyargılar, işçi ve emekçilerin dayanışmasını ve burjuvaziye karşı birliğini engeller. Ulusal baskı aynı zamanda, baskı altında tutulan işçi ve emekçilerin kültürel gelişimini, sınıf çıkarlarının bilincine ulaşması ve bu doğrultuda mücadeleye atılmasına engel oluşturur. Bu nedenle, proletaryanın devrimci partisi ve Marksist-Leninistler, ulusal baskı ve zulmün en uzlaşmaz muhalifi ve ulusal özgürlüğün en kararlı savunucularıdır.
Ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus milliyetçiliği arasında belli bir fark vardır. Ezen ulus milliyetçiliği, ulusal bencilliğin, ırkçılık ve şovenizmin bayrağıdır ve ezilen ulusların boyunduruk altında tutulmasını, horlanıp aşağılanmasını ve asimilasyonunu öngörür. Ezilen ulus milliyetçiliği bundan farklıdır ve nesnel olarak baskıya karşı yönelmiş olduğundan demokratik bir muhtevaya sahiptir. Lenin, bu konuda şunları yazar.
“Ezilen bir ulusun her tür burjuva milliyetçiliği, ezilmeye karşı yöneltilmiş genel bir içeriğe sahiptir; bu içeriği kayıtsız şartsız destekliyoruz.”
Ezilen ulusun ‘burjuva milliyetçiliği emperyalizm tarafından baskı altında tutulan geniş köylü yığınlarının, şehir ve kırın küçük-burjuva yığınlarının demokratik, anti-emperyalist kurtuluşçu hareketinin gelişmesi sırasında baskıya karşı yönelmiş olduğundan demokratik bir içeriğe sahiptir. Bunun içindir ki, Lenin
“Sosyalistlerin görevi yalnız sömürgelerin kayıtsız-şartsız geri dönülmeyecek şekilde, derhal özgürlüğe kavuşturulması için mücadele değildir; bu dava politik anlamı bakımından, ulusların kendi kaderine sahip olma hakkını tanımaktan başka bir şey değildir; sosyalistlerin görevi aynı zamanda, en büyük azimle, bu ülkelerdeki burjuva demokratik ulusal kurtuluş hareketlerinin en devrimci elemanlarını desteklemek, onları ezen emperyalist güçlere karşı ayaklanmalarında (gerektiği zaman devrimci savaşlarında) yardımcı olmaktır.” diyordu.
Revizyonistler, ezilen ulusların devrimci savaşlarını elbette desteklemeyecekler, çünkü onlar, “sosyalist değil, burjuva kapitalist yolculardır ve ezilen ulusun kurtuluş hareketini emperyalizme ve yerli egemen sınıflara peşkeş çekmeye çalışmaktadırlar. Ulusal özgürlük emperyalizme ve feodalizme karşı mücadeleyi öngörür ve bu içerikli hareket proletaryanın devrimci partisince desteklenir.
Bugün Kürt halkı, ulusal baskıya karşı, zulme, işkenceye, asimilasyona, sürgün ve yok edilmeye karşı mücadele ediyor. Mücadele henüz ağırlıklı olarak, milliyetçi bir içeriğe sahip bulunuyor. Kürt ulusunu köleci bir boyunduruk altında tutan gerici egemen sınıflar başta olmak üzere, sosyal-şoven ve ırkçı ideolojinin tüm savunucuları, reformist ve revizyonistler, ezilen ulusun demokratik içerikli hareketini, “emperyalizmin Türkiye’ye karşı bir komplosu” olarak değerlendirmekte ve bu “ayrılıkçı” hareketin kan ve kurşunla boğulmasını istemektedirler. Kürt ulusal hareketini, emperyalizmin egemenliği koşullarında ve mevcut ekonomik-toplumsal statü korunarak sözde çözümünü önererek, revizyonistler de aynı platformda hareket etmektedirler
Ulusal kaderini tayin hakkı demokratik bir taleptir ve sınıf bilinçli proletarya için o, sosyalizm davasının bir bileşeni durumuna gelmiştir. Sınıf bilinçli proletarya nihai kurtuluş hedefini, sosyalizm hedefini, ulusal çıkarlara feda etmez. Ancak, bu durum, onun, ulusal hak özgürlüğü için mücadele etmeyeceği, ulusal eşitsizliğe, baskı altında tutulmaya, ilhak ve işgale karşı kayıtsız kalacağı anlamına gelmez. Ezilen ulusun proleterleri, ezen ulus ve bütün diğer ulusların proletaryasıyla sınıf dayanışması görevini asla ihmal etmeksizin, ulusal boyunduruğa karşı tutarlı devrimci mücadeleyi örgütleyip, onun başına geçerek, ulusal kurtuluşu, sosyal kurtuluşa, proleter devrimine bağlar. Biliyoruz ki; ulusal baskı eninde sonunda geniş halk yığınlarının baskıya karşı direnişini besler direnişe yol açar. Tıpkı kapitalizmin kendi mezar kazıcısı proletaryayı örgütleyip, disipline etmesi ve kapitalizme karşı mücadele koşullarını olgunlaştırması gibi. ‘Ulusal olarak ezilen bir nüfusun direnişi her zaman ulusal ayaklanmaya meyillidir” (Lenin) Ulusal ayaklanma, siyasal bağımsızlığın elde edilmesi için girişilen ayaklanmadır. Türkiye’nin revizyonistleri ise, ezilen Kürt ulusunun, “ulusal olarak ezilen bir nüfusun direnişi”nin önünü, ‘yasal platform’da sağlanacak “adil” bir “mutabakat”la kesmeye çalışıyorlar.
Türk ulusundan işçi ve emekçiler, Kürt ulusuna karşı, Kürt işçi ve emekçi yığınlarına karşı yoğunlaşan baskıya, ulusal ezme politikasına, Kürt dili ve kültürünün yasaklanmasına, yıllara yayılmış imha ve asimile çabasına karşı olmak, Kürt halkına yönelik saldırılar karşısında suskun kalmayarak devrimci görevlerini yerine getirmek gibi doğru bir tutumu benimsemedikçe, devrimci sınıf olma özelliğine uygun bir tutum almış sayılamaz ve burjuvaziye karşı tüm işçilerin ulusal önyargılardan arınmış devrimci birliği gerçekleşemez. Kaldı ki; Kürt ulusuna yönelik baskıdan, Türk milliyetinden işçi ve emekçilere düşen pay, yalnızca daha fazla baskı, işkence ve sömürüdür. “Cumhuriyet döneminde yaşanan olaylar, Takrir-i Sükûn ve Mecburi İskân Kanunlarıyla ve Kürt halk hareketleri gerekçe kılınarak ilan edilen sıkıyönetim dönemlerinde yaşananları unutmak mümkün değildir. Türk ulusundan proletarya ve emekçiler, “Başka bir ulusu ezeri ulusun kendisinin de özgür olamayacağı” tarihsel gerçeğini, her an akılda tutmakla yükümlüdürler.
Öte yandan, ezilen ve eşit olmayan ulusların ayrılma özgürlüğünün Marksistler tarafından kayıtsız-şartsız savunulması, Marksistlerin, ulusların ayrılmasından yana oldukları anlamına gelmiyor. Marksistler, zora dayalı birliğe karşıdırlar ama zordan arınmış koşullarda ulusların eşit, özgür ve gönüllü birliğinin en kararlı savunucularıdırlar. Çünkü ulusların eşitlik ve özgürlük temelinde gönüllü birliği, geniş proleter yığınların burjuvazi karşısında birliği ve sosyalizm için güçlü bir mücadelesinin olanaklarını yaratır. Esas bölücü ve ayrımcı olan burjuvazi ve gericiliktir. Ulusal ayrımcılık, dil ayrımcılığı, mezhep ayrımcılığı yapan ve bütün bunları sürekli olarak canlı tutmaya çalışan sömürücü egemen sınıflardır. Onlar, eşitsizlik ve baskıyla, ulusların ezilen ve sömürülen yığınları arasında çitler çekerek, çelişkilerden yararlanma yöntemiyle egemenliklerini sürdürmek isterler. Ulusal özgülük koşulları proletaryaya, ezilip sömürülmesinin gerçek kaynağının ücretli kölelik sistemi olduğunu daha net görmesinin olanaklarını sağlar ve bu da, sosyalizm için mücadeleyi güçlendirir. Marksistler, geri halkların, baskı ve eşitsizlikten arınmış toplumsal koşullarda, toplumsal gelişmenin “insan”a sunduğu hizmetlerden yararlanmasını ve dünya proleter sınıf kardeşliğinin gerçekleşmesi için mücadele etmektedirler ve milyonlarca ve milyonlarca emekçinin, toplumun azınlık gücü olduğu halde, silahlanmış örgütlü güce sahip olması ve devlet olarak örgütlenmiş bulunması nedeniyle güçlü gözüken burjuvazinin diktası altında tutulması gibi bütünüyle “ada/ersiz, haksız, zorbalığa dayalı, durumun son bulması, tüm ayrımcı ve bölücü politikaların ve uygulamaların son bulması için çalışmaktadırlar. Bu nedenle burjuvazi ve gericilik tarafından, ve onun ‘sof maskeli temsilcileri olan revizyonistler tarafından Marksistlerin “bölücü”, ya da ‘ayrımcı’ olarak tanıtılmak istenmesi de kasıtlıdır ve işçi ve emekçilerin aldatılmasını hedeflemektedir.
Kaldı ki; ayrılma ya da birlikte yaşama son tahlilde bir ulusun kendi iradesiyle belirlenecek bir durumdur. Somut konuşursak, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğünün savunulması, onun, ayrı devlet kurma da dâhil, kendi geleceğini kendisinin belirlemesi hakkının savunulmasıdır. Kürt halkı bugünkü köleci statü içinde isteyerek yer almamaktadır ve O, zor kullanılarak devlet bütünlüğü içinde tutulmaktadır. Onun, bu zora karşı, kendini ve yurdunu savunması kadar, savunmanın tüm biçimleri de bütünüyle meşru ve haklıdır. Yalnızca ve esas olarak “ilgili tüm tarafların mutabakattın meşru görenler, “askersel” yöntemlerin halkların özgürlük ve proletaryanın devrim mücadelesinde kullanılmasının “yanlı f ve “kabul edilemez” olduğunu ilan edenler, revizyonist ve reformistler, Kürt halkının kölelik durumunun devamını istemekte ve bunun için burjuvaziye ideolojik-siyasi ve pratik hizmetten geri durmamaktadırlar.
Ancak, ne burjuvazinin, emperyalizm ve dünya gericiliğinin saldırıları ne de, onların ve burjuva dünyanın hizmetindeki revizyonist-reformist akım parti ve güçlerin çabaları, tarihin ileri doğru dönen çarkını ve kapitalizmin zorunlu tasfiyesi ve sosyalizmin kurulması ve bununla birlikte ulusal baskının son bulup, ulusların kardeşliği üzerinde dünya emekçi kardeşliğinin gerçekleşmesini engelleyemez. Batılı kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde olduğu gibi, kapitalizmin restore edildiği Doğu Avrupa ülkelerinde de bu süreç kaçınılmaz olarak yaşanacak, yeniden devrim ve Marksizm kazanacak. Bu toplumsal gelişmenin zorunlu varış noktası ve zorunlu yürüyüş yönüdür. TBKP revizyonizmi de, Gorbaçov ve şürekâsı da bu gelişmeyi önleme gücüne asla sahip değildirler.

Mart 1990

12 Mart’a gelirken DEV-GENÇ

1960’tan 1990’a gelinceye kadar yaklaşık her on yılda bir yapılan askeri darbeler, Cumhuriyet tarihinin son otuz yıllık bölümünün 10’ar yıllık dönemler halinde değerlendirilmesinde önemli rol oynamışlardı. 27 Mayıs askeri darbesi bütün 60’lı yıllar üzerinde etkili olurken “12 Mart Muhtırası” 70’li yıllara, 12 Eylül faşist cuntası da 80’li yıllara damgasını vurmuşlardır. Kuşkusuz bu darbeler egemen sınıfların içine düştükleri ekonomik ve siyasi krize bir çözüm olmak üzere gündeme getirilmiştir. Bununla birlikte her üç darbenin de emekçilerin ve gençliğin mücadelesinin, baskı ve sömürüye karşı direnişinin yüksek düzeylere eriştiği bir noktada gerçekleştirilmesi bir rastlantı olmasa gerek. Söz konusu askeri darbeler diğer şeylerin yanı sıra yükselen kitle mücadelesini bastırmak ve ezmek için tezgâhlanmıştı. Aralarında bazı yöntem farklılıkları da olsa her askeri darbenin ilk hedeflerinden birisini gelişen toplumsal muhalefeti yok etmek oluşturmuştur. 27 Mayıs darbesiyle kitlelerin istemleri doğrultusunda kısmi tavizler verilerek mücadele yatıştırılmaya çalışılırken, 12 Mart ve 12 Eylül’de daha farklı bir yönteme başvurulmuş, “balyoz” politikası izlenmiştir. Her darbenin amacı bir döneme son vermek, yeni bir dönemi başlatmak olmuştur. Elbette ki sömürü sisteminin temelini koruyarak. Temeli korunan sistemin siyasi üst yapısında yapılan kimi düzenlemeler tropluma sanki köklü değişiklikler gibi gösterilmek istenmiş, bununla da kitlelerin mücadelesine, hoşnutsuzluğuna yol açan koşulların ortadan kaldırıldığı imajının yaratılması hedeflenmiştir. Ama ne gezer. Kitlelerin beklentilerinin gerçekleşmesi şöyle dursun, yaşam git gide daha çekilmez olmuş, baskı ve zulmün şiddeti her seferinde kitle mücadelesinden daha büyük patlamalara yol açmıştır.
Cumhuriyet tarihinin son otuz yıllık kesitinde darbelerin meydana getirdiği üç belirgin boğumdan birisi de 12 Martla gerçekleştirilendir. 12 Mart’ta 27 Mayıs’ta yapılanın aksine kısmi tavizler verilme yoluna gidilmemiştir. Aksine gençliğin ve halkın yükselen özgürlük ve demokrasi istemlerine zorbalık ve terörle yanıt verilmiştir. Askeri şeflerin 12 Mart günü verdikleri “muhtıra”nın ardından o dönemde işbaşında bulunan Demirel hükümeti istifa etmiş, yaklaşık bir buçuk ay sonra da 11 ilde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sıkıyönetimle birlikte koyu bir terör dönemine girilmiş, binlerce ilerici, devrimci, demokrat aydın zindanlara doldurulmuş, işkencelerden geçirilmiş sakat bırakılmıştır. Kurulan darağaçlarında devrimciler idam edilmiş, çatışmalarda, pusularda onlarca devrimci şehit edilmiştir.
12 Eylül’de ise baskı, saldırı ve katliamların boyuttan çok daha dehşet verici düzeylere tırmanmış, bir karşılaştırma yapılırsa 12 Mart, Eylül’ün yanında onun provası gibi kalmıştır.
Bu darbelerin her ikisi de toplumsal muhalefeti zorla ve kanla ezmeye yönelmiştir. Başarılı da olunmuştur. Ama ne var ki her iki darbenin de ardından çok geçmeden kitlelerin mücadelesi yeniden filizlenmiş, giderek büyümüştür. Darbeler mücadeleyi durdurmayı başarmış ama alınan tüm önlemlere rağmen yeniden patlak vermesini engelleyememiştir.
Faşizmin baskı ve boyunduruğuna, askeri faşist darbelerle gelen yoğun zulüm ve işkencelere şimdiye kadar en büyük ve yaygın direniş gençlik saflarında gösterilmiştir. Bu nedenle askeri faşist diktatörlükler işbaşına gelir gelmez ivedilikle gençliğe ve gençlik örgütlerine saldırmışlardır.
12 Mart’a gelindiğinde en etkin gençlik örgütü DEV-GENÇ’ti. DEV-GENÇ, farklı eğilimlerden gençliği barındırıyordu. DEV-GENÇ o dönemde faşizme, emperyalizme karşı gençliğin vermiş olduğu yiğit, militan mücadelenin belli başlı merkezi durumundaydı. Onun güçlü, etkin olmasında farklı görüşten gençlik çevreleri arasında demokrasinin geniş ölçülerde uygulanmasının payı büyüktü. Bu açıdan DEV-GENÇ deneyiminin değerlendirilmesinin, gençliğin bugünkü mücadelesi açısından da önemi büyüktür.
FKF’nin 1968’deki kongresinde alınan bir kararla bu örgütün adı DEV-GENÇ olarak değiştirildi. Ta ki 1971’de 12 Mart’ın yarı askeri faşist diktatörlüğü tarafından kapatılıncaya dek yaklaşık üç yıl boyunca DEV-GENÇ devrimci, antiemperyalist gençliğe önderlik etti. Gençliğin akademik, demokratik hakları için verdiği mücadelesiyle, faşizme ve emperyalizme karşı verilen mücadeleyi başarıyla birleştirdi. Gençlik kitlelerini başta ABD emperyalizmi olmak üzere emperyalizme, faşizme karşı harekete geçirdi. 15-16 Haziran’da olduğu gibi işçi sınıfının mücadele ve eylemlerine omuz verdi. Yoksul köylülüğün ağalara karşı baş kaldırışını destekledi, toprak işgallerinde köylülerle birlikte hareket etti. Akhisar’da, Doğu Karadeniz’de olduğu gibi tütün ve fındık üreticilerinin ve diğer kesimlerin haklı istemleri uğruna gerçekleştirdikleri eylemleri güçlendirdi. Küçük üreticilerin mücadeleye atılmasında onlara önderlik etti ve izlediği devrimci çizgiyle emekçilere esin kaynağı oldu.
Bugün farklı görüşlerden gençliğin aynı örgüt çatısı altında mücadele edebilmesi kimi yanlış tutumlar nedeniyle çoğunlukla mümkün olmamaktadır. Son yıllarda öğrenci derneklerinde yoğun biçimlerde yaşanan bu olgu DEV-GENÇ’in içinde yok denecek kadar az hissediliyordu. Bu bir olumluluk muydu? Aslında sorunun ikili yanı olduğunu kabul etmek gerekiyor. DEV-GENÇ gibi bir kitle örgütünde farklı görüşlere sahip gençlik kesimlerinin aynı eylem platformu içinde, faşizme ve emperyalizme karşı birlik içinde mücadele edebilmesi hiç kuşkusuz olumlu bir şeydir. Çünkü anti-faşist, anti-emperyalist eylem birliği ideolojik birliği şart koşmaz. Çok farklı fikirleri kapsayan bir yelpaze içindeki gençlik kesimleri, devrimci, anti-faşist, anti-emperyalist örgütler ve eylemler içinde birlikte hareket edebilirler. Bu tür eylem birliklerinde önemli olan faşizme ve emperyalizme karşı mücadelede en geniş kitlelerin katılımının sağlanmasıdır. Mücadelenin güçlü ve etkin olması, katılımın genişliğiyle de doğru orantılıdır.
Bu türden eylemlerde ve örgütsel birliklerde farklı görüşlerden olmak ortak hareket önünde engel değildir ama bu, ideolojik ayrılıkların tamamen örtbas edilmesi, ideolojik mücadeleden vazgeçilmesi gerektiği anlamına gelmez. Gençliğin eylem için eylem birliği, körü-körüne eylem birliği yapan bir platformda bulunması savunulacak bir şey değildir. Aksine gençlik, eyleminin muhtevasını doğru-devrimci teoriyi daha çok özümseyerek, onun daha geniş kesimler arasında yaygınlaştırarak derinleştirebilir. Bu da yalnızca kitaplara kapanarak, kitap kurdu olunarak sağlanamaz. Önemli olan devrimci teori ile pratik arasındaki diyalektik etkileşimi ve bağlantıyı doğru kavrama temelinde bir mücadele yürütebilmektir. Bu anlamda teorinin giderek derinleştirilmesi ve mükemmelleştirilmesi pratik mücadele geliştirilmesine sıkıca bağlıdır.
Devrimci eylem birliklerinde doğru görüşlere ulaşılabilmesi ve bu doğruların kitlelere mal edilmesiyle maddi bir güce dönüştürülebilmesi, doğru ile yanlışın karşı karşıya gelmesiyle, getirilmesiyle olanaklıdır. Doğru, yanlışlara karşı, yanlışların tümüne karşı kıyasıya bir mücadele içerisinde üstünlüğünü kanıtlayabilir. Bu nedenle farklı görüşlerden çeşitli kesimlerin bir araya geldiği örgütlerde ve eylem birliklerinde ideolojik mücadeleye ambargo konulması, sözde birliğin korunması adına ideolojik farklılıkların ortaya çıkmasının engellenmesi gerçekte birliğe hizmet etmediği gibi, dahası giderek grupsal bencilliğin, fiziksel çoğunluğa bağlı despotizmin kanalları açılır; bu da birlik olması gereken güçler arasında birbirini dışlamaya, itmeye yönelik eğilimleri besler, körükler. Ve sonuçta kitle eylemleri değil dar grup eylemleri, kitle örgütleri değil tekkeler doğar.
Aslında DEV-GENÇ’in kapatılmasını izleyen yıllarda görüş ayrılıklarının kristalize olmasına bağlı olarak aynı örgüt çatısı altındaki görüşlerden gençlik kesimlerinin giderek dağılması, her görüşün ancak kendi çevresini toparlayabildiği bir nevi “tekkelerin oluşması ve çoğalmasının en önemli nedenlerinden birisi de budur.
Peki, DEV-GENÇ’te olan neydi? DEV-GENÇ içinde farklı görüşlerden güçlerin bir arada mücadele edebilmesi nasıl mümkün olabildi?
Gerçek şuydu ki, her ne kadar DEV-GENÇ çatısı altında çeşitli fikirlere sahip devrimci gençler bir araya gelmiş idiyse de söz konusu görüş ayrılıkları o kadar net ve derin değildi. Farklı çizgilerin şekillenmesi ve kendilerini tam olarak ortaya koymaları esasta, DEV-GENÇ’in kapatılmasından sonraki yıllara rastlar. Bu yıllar aynı zamanda çok sayıda gençlik örgütünün de (neredeyse çizgi sayısı, kadar, çünkü her siyasi grup kendi “anti-faşist, anti-emperyalist” gençlik örgütünü kuruyordu) ortalığı kapladığı yıllardır.
Elbette ki DEV-GENÇ’te olduğu gibi ideolojik ayrılıkların netleşmemesinden doğan anti-faşist, anti-emperyalist eylem birlikleri ve örgütsel birliktelikler pek de savunulacak bir şey değildir. Ancak burada önemli olan henüz ideolojik ayrılıkların su yüzüne çıkmamış olmasının böylesi birliklerin de içinde yer almanın ve niteliklerini devrimci bir temelde dönüştürmenin önünde bir engel bulunmadığının görülmesidir. Yoksa fikir ayrılıkları belirginleşirse birlik bozulacak kaygısıyla ideolojik mücadelenin önüne set çekmek gerici bir tutum olurdu.
DEV-GENÇ’te böyle bir şey olduğu söylenebilir mi? DEV-GENÇ içinde görüş ayrılıklarının henüz belirginleşmemesinin nedeni bilinçli olarak ideolojik tartışmaların engellenmesi ya da bastırılması değildi. Aksine tüm eylem kararlarının yurt ve dünya sorunlarının geniş kitlelerin katılımıyla tartışıldığı ve alınan kararlara hep birlikte uyulduğu rahatlıkla söylenebilir. DEV-GENÇ’in genel kurullarına ya da çeşitli konulardaki tartışmalarına binlerce kişi katılabiliyordu ve tam bir demokrasi uygulanıyordu. İdeolojik ayrılıkların tam olarak kesinleşmemesi, Çizgilerin kendilerini programatik olarak ifade etmelerinin henüz gerçekleşmemiş olması, kasıtlı bir çabanın, iradi bir engellemenin ürünü değil, o zamanki ideolojik-siyasi düzeyin nesnel sınırlılığıma bağıntılıydı. Ancak zaman içinde ideolojik farklılıklar derinleştikçe sanki mutlaka öyle olması gerekiyormuş gibi anti-faşist, anti-emperyalist örgütlerde birljk olmak da giderek zorlaştı; dağılma ve parçalanmalar çoğaldı. Mutlaka öyle olması gerekmiyordu; çünkü anti-faşist, anti-emperyalist birliktelikler birer Leninist parti örgütlenmeleri değildir. İdeolojik birlik ancak partilerde aranır. Partide irade birliğinin sağlanması için ideolojik birlik bir zorunluluktur. Leninist partinin çelikten birliği ve öncü rolünü yerine getirebilmesi, zor şartlara ve gericiliğin saldırılarına göğüs gerebilmesi buna bağlıdır, ideolojik birlik Leninist partinin “olmazsa olmaz”ıdır.
Gelgelelim anti-faşist anti-emperyalist örgütlenmeler için böyle bir zorunluluk yoktur. Faşizme ve emperyalizme karşı mücadele etmek bu tür örgütlenmeler için asgari temeli sağlayacaktır. Bilindiği üzere bir örgütün niteliğini belirleyen o örgütün eyleminin muhtevasıdır. Bir örgütün anti-faşist anti-emperyalist bir nitelikte bulunması esas olarak mücadelesinin bu muhtevada olmasına bağlıdır. Böyle bir mücadeleyi de farklı ideolojik görüşlerden kimselerin bir arada verebilmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Tam tersine önceden de belirtildiği gibi böylesi bir mücadelenin önemli ilerlemeler sağlaması farklı görüşlerden olsalar bile en geniş kesimleri kucaklamasını şart koşar.
T.C. devleti gibi emperyalizme bağımlı yarı sömürgelerde henüz uyanmamış da olsa güçlü bir anti-faşist, anti-emperyalist potansiyel barınmaktadır. Devrimcilerin ve Devrimci Partilerin başta gelen görevleri arasında bu potansiyeli örgütlemek ve harekete geçirmek de vardır. Böylesi ülkelerde devrim ve sosyalizm mücadelesinin hedefine ulaşması geniş kitlelerin faşizme ve emperyalizme karşı mücadeleye seferber edilmesine bağlıdır.
DEV-GENÇ deneyimi eksikliklerine ve zaaflarına karşın devrimci mücadelede yararlanılması ve öğrenilmesi gereken zengin dersleri içermektedir. Bu günkü anti-faşist, anti-emperyalist görevlerin yerine getirilmesi ve geniş kitleleri kucaklayan devrimci yönelime sahip örgütlenmelerin oluşturulması DEV-GENÇ mücadelesinin olumlu derslerini özümsemeyi gerekli kılmaktadır.
12 Eylül sonrası yıllarda, belli bir dönemden sonra yeniden filizlenen devrimci gençliğin mücadelesinde, deneylerden yararlanmaya gereksinimin büyük olduğu bir gerçektir. Son yıllarda gençlik, geçmişin mücadele deneylerinden yeterince yararlanmadan, bir bakıma el yordamıyla yolunu bulmaya çalışmaktadır. Örneğin öğrenci derneklerinde üç-dört yıldan beri kısır bir döngü içinde sürdürülen tartışmalar, sözünün milyonlarca kez tekrarlanmasıyla ters orantılı olarak bir türlü “kitleselleşmenin” sağlanamaması, gençliğin 12 Eylül sonrasında bir çok şeyin yanında geçmişin mirasından yeterli ölçüde sonuçlar çıkarmasıyla da yakından ilgili olduğu yadsınabilir mi?
Bir bakıma şu tespit gerçeklerle uyumludur. DEV-GENÇ döneminde görüş farklılıkları yeterince kristalize olmamıştı, bir derecede buna bağlı olarak çeşitli görüşlerden gençlik kesimleri DEV-GENÇ çatısı altında eylemde birliği yaşama geçirebiliyorlardı. Buna karşılık bugün çeşitli görüşler arasındaki farklılıklar iyice belirginleşmiştir ama bu da grupların birbirlerinden iyice kopmalarını getirmiştir. Oysaki eylem birliği görüş ayrılıklarının netleşmesiyle çelişmez. Anti-faşist, anti-emperyalist örgütlülüklerin işlerlik kazanması ideolojik ayrılıkların silikleşmiş olmasını gerektirmediği gibi, mevcut fikir ayrılıkları da mutlaka grupların birbirinden ayrı mücadele vermelerini gerektirmez.
Gençlik kitlelerine doğru ideolojik-siyasi çizgiyi gösterebilmek, farklı görüşleri karşılaştırma ve bunlar arasındaki ilişki ve farklılıkları görme olanağının tanınmasıyla mümkündür. Eğer çeşitli grupların etkilediği gençlik çevreleri eylem içinde bir araya gelerek diğer grupları tanıma olanağı bulamazlarsa, başka yollardan bunu nasıl başaracaklardır? Bir grubun etkilediği çevre öteki grubun siyasal tutumunun gerçek içeriğini eylemin dışında nasıl kavrayabilir? Bir grubun, taraftarlarına yalnızca kendi propagandasını götürmesiyle gerçek bir siya-si-ideolojik bilinçlenme sağlanabilir mi?
DEV-GENÇ örneği şunu iyi göstermiştir ki, görüşler farklı da olsa devrimci bir temelde birleşen gençlik kesimleri muazzam bir güç meydana getirmekte, geniş kitlelerin harekete geçirilmesinde belirleyici bir rol oynamaktadır. Böylesi eylem birliklerinin örgütlenmesi, faşizmin saldırılarının daha etkin bir biçimde püskürtülebilmesi bakımından aslında bugünden kendisini dayatmış bulunmaktadır. Devrim, kitlelerin bir anda ayaklandığı ve herkesin o gün geldiğinde birlik içinde mücadeleye atılacağı bir “kıyamet günü” olarak değerlendirilmemelidir. Devrimin şartları, diğer şeylerin yanında daha bugünden kitlelerin mücadele içinde eğitilmesi ve bilinçlendirilmesinden geçen bir hat üzerinde olgunlaşır. Kitleler içinde çok çeşitli düşünceler olabileceğine göre, önemli olan çok çeşitli düşünceleri devrimci bir temelde birleştirebilirle ustalığını ve becerisini gösterebilmektedir.
Fakat DEV-GENÇ geleneğini takip ettikleri iddiasında olan kimi eğilimler “bir zamanların” DEV-GENÇ’lisi gibi davranmaktan bir hayli uzak görünmektedirler. Bunlarda, kendi dışındaki eğilimleri hegemonyaları altına alma, başka eğilimlere kendi kurallarını dikte ettirme ve onlara, ancak, kendilerinin koyduğu kurallara uyarlarsa hayat hakkı tanımak gibi grupsal bencilliğin koşullandırdığı tavırlar egemendir.
Bu tavırlar doğal olarak kendi dışındaki gruplara zor kullanmayı içermektedir ki pratikte bunun örneklerine az rastlanmıyor. Niçin zor? Bu küçük burjuva, halka tepeden bakan, sekter, ben-merkezci tutumun başka siyasi gruplara kendini ikna yoluyla kabul ettirmesi mümkün değildir de ondan. Ancak her hangi bir kişilik belirtisinden yoksun, şekilsiz oluşumlar ya da gruplar boyunduruk altına girmeyi kabullenirler, başkalarının dayatmalarına kolayca boyun eğerler, özgüvenden yoksundurlar, itaat altına girmeye elverişli yapıdadırlar. Devrimci kişiliğe sahip oluşumlar ise her türden kaba kumandacı, tek taraflı iradenin ürünü tepeden inmeci tavırların karşısında dururlar. İşte kendini düşünce ve yaklaşımlarının içeriği ile kabul ettirmekten aciz, gerici tavırlarla malul bağnaz yapılanmaların halka ve halk güçlerine zor kullanmaktan başka çıkar yolları yoktur. Zor bunlar için biricik silahtır ve ona taparlar. Zaten güçlerini ve enerjilerini halka ve devrimcilere karşı zor kullanmakla tüketenlerin devrim için harcayacakları fazla bir şeyleri de kalmaz.

Mart 1990

“İnsancıl” Gorbaçov halkları boğazlıyor

Gorbaçov, Bakû’de olağanüstü durum ilan ederek Azerbaycan’a sefere çıktı. Bahane, Azerilerle Ermeniler arasındaki çatışmanın önlenmesiydi. Gerekçeler, “canice tutumlara, insani ölçüleri yitirmiş olan aşırılıklara bir son vermek”, “iki halkın barışçıl, özgür ve demokratik gelişmesini sağlamak”tı. Amaçları böyle ilan edilen askeri sefer sırasında yüzlerce insan “insanlık dışı” bir tutumla ve “canice” katledildi. Tank paletleri ve kurşunlar, “insanlık”a düzülen övgüleri ve bu yöndeki gerekçeleri süpürdü attı.
Azerbaycan işgaliyle birlikte gerçekleşen katliam, “demokrasi, “insan hakları” ve “özgürlük” sözcüklerini dilinden düşürmeyen “barış” havarisi Gorbaçov ve revizyonizminin demagojisinin ardındaki kanlı yüzü ortaya koyan bir örnektir. Bu örnek, revizyonistlerin ve onları destekleyen emperyalistlerin dilinde bu sözcüklerin gerçek anlamını gösteriyor.
Askeri müdahalenin amacının ‘iki hakin barışçıl, demokratik ve özgür gelişimini sağlamak” olduğu yalanı, aldatıcı rol oynayamıyor. Bizzat işgal, tank paletleri altında parçalanan ya da kurşunlanarak katledilen yüzlerce insan, estirilen yoğun ve yaygın terör, tutuklamalar, bölgeye “özgürlük”, “demokrasi” ve “barış”ın tam zıtlarının götürüldüğünün kanıtlarıdır. Emperyalist ve revizyonistlerin ağzında bu sözcüklerin gerçek anlamı, halkları boğazlamak ve köleleştirmektir.
Kuşku yok ki, Azerbaycan’ın işgali bölgedeki çatışmalara son vermek ve barış ve demokrasi götürmek için değil, Sovyet merkezi yönetiminin bölgede sarsılan otoritesini pekiştirmek, ayrılma yönelimini durdurmak ve halklara gözdağı vermek amaçlarıyla gerçekleştirilmiştir. Merkezi yönetim, âdemi merkeziyet ve bölgelere özerklik politikalarının göstermelik niteliğini ortaya koymak üzere, uzun süredir gönüllülük yerine zora dayanan birlikten ayrılma ve merkezi otoriteyi tanımama eğilimlerinin güçlenmesi ve birliğin dağılıp parçalanması tehlikesi karşısında sessiz kalmayacağını, Azerbaycan örneğinde olduğu gibi, çizme aşıldığında kanlı yöntemlere başvurmaktan kaçınmayacağını göstermek istemiştir.
Gorbaçov, gelişmeler karşısında böyle bir müdahalede bulunmaktan başka çare kalmadığını, müdahalenin zorunluluk haline geldiğini söylerken bir gerçeği de dile getirmektedir: Gerçekten de, Ekim Devrimi öncesi gibi bir “uluslar hapishanesi” niteliğini yeniden kazanan, ulusal düşmanlıklar, çatışmalar ve milliyetçi hareketlerle çalkalanan Sovyetler Birliği’nin “dış bölgeler”inde, ok bir kez yaydan çıktıktan sonra, “düzeni sağlama”da orduyu daha fazla ve doğrudan devreye sokmaktan başka çare yoktur.
Canlanan ulusal düşmanlıklar ve çatışmalar ve milliyetçi eğilimlerin güçlenmesi hangi temelde yükseliyor?
Ekim Devrimi öncesi Çarlık Rusya’sı bir “uluslar hapishanesi”ydi. Ekim Devrimi, işçi ve emekçilerin kurtuluşunun yolunu açtığı gibi, ezilen ulusların da kurtuluşunu sağladı. Ulusal ayrıcalıklara son verdi ve ulusal baskıyı tarihe gömdü. Ulusal düşmanlık ve çatışmalar son buldu, milliyetçi önyargılar ve güvensizlik yerini halkların enternasyonalist dayanışmasına bıraktı ve zora dayalı birliğin yerini ulusların kendi iradelerine dayanan özgür ve gönüllü birliği aldı. Lenin ve Stalin’in yaklaşık 40 yıllık Sovyet iktidarı ve proletarya diktatörlüğü döneminde, SSCB’de halklar, eşit haklara sahip olarak ve kardeşçe yaşadılar ve enternasyonalist bir ruh ve tutumla aynı sosyalist ideallerle, burjuvaziye, emperyalizme, faşizme karşı, sosyalizmin inşası için birlikte savaştılar. Ama proletarya diktatörlüğü dönemi aynı zamanda, ulusal bir baskı bir yana, ulusların ve ulusal azınlıkların özgürce gelişip serpildikleri bir dönemdi de.
Kruşçev ve özellikle Brejnev döneminde ise, kapitalizmin restorasyonu ve burjuva revizyonist çıkar ve yönelimlerle birlikte ulusal ayrıcalıklar ve baskı yeniden gündeme getirildi. Günümüzde ise, SSCB, derin bir ekonomik ve siyasal krizin yanı sıra ulusal düşmanlıklar ve çatışmalarla, milliyetçi akım ve hareketlerle çalkalanıyor. Ulusal düşmanlıklar ve burjuva milliyetçiliği, “pazar”ın yeniden önem kazanmasıyla körüklenerek boy atıyor. Aynı “pazar” kaygısı ulusal baskı ve şovenizmi güçlendiriyor. Ekim Devrimi’nin yarattığı kardeşleşmeyle son bulan Azeri-Ermeni çatışması da bu arada yeniden gündeme girdi. “Pazar” sorununun önem kazanması, pazar olabilecek topraklar sorununa önem kazandırdı. Nahçıvan ve Dağlık Karabağ’ın hangi ulusun pazarı olacağı sorunu, çatışmanın kaynağı haline geldi. Askeri müdahale bu zeminde ortaya çıktı.
Ulusal çelişki ve çatışmaların keskinleşmesi, şovenizm ve milliyetçiliğin güçlenmesi, ulusların birbirinin boğazına sarılması bu zemin üzerinde yükseliyor.
Sınıfsal sömürü ve baskı gibi, ulusal yağmanın, baskının, her türlü ulusal eşitsizliğin kaynağı kapitalizmdir, kapitalist sömürü sistemidir. SSCB’de kapitalizmin restorasyonu süreci, aynı zamanda bu ülkenin yeniden bir “uluslar hapishanesi” haline gelmesinin, ulusal hak eşitliğinin yerini ulusal ayrıcalıklar ve baskıya, halkların kardeşliği ve enternasyonalist dayanışmanın yerini milliyetçi önyargılar ve düşmanlıklara bırakmasının da sürecidir. Eski düşmanlıkla-nn, şovenizm ve milliyetçiliğin yeniden canlanması, kapitalizmin restorasyonu zemininde yükselmiştir.
Gorbaçov’un “yeniden yapılanma” olarak propaganda ettiği klasik kapitalizme geçiş politikası, işçi ve emekçi kitlelerin sömürülmesinin daha da şiddetlenmesine, sınıfsal farklılık ve çelişmelerin daha da derinleşmesi ve belirginleşmesine yol açtığı gibi, ulusal çelişki ve çatışmaların, ulusal ayrıcalıkların, rekabetin, burjuva milliyetçiliği ve şovenizmin de güçlenmesine neden olmuş, bunları körüklemiştir.
Batılı emperyalistlerin desteğinde Gorbaçov revizyonizmi, “yeniden yapılanma” ve “açıklık? politikası ile, Sovyet toplumunun “refaha kavuşacağı”nı ve ‘insanların özgürleşecekleri”ni propaganda ediyor. Oysa “piyasa koşulları”, “rekabet ve “kâr” ilke ve dürtülerinin ve bu sloganlarla klasik kapitalizme yönelinmesinin proletaryaya, emekçilere ve ezilen halklara “refah” ve “özgürlük” değil emek sömürüsünün yoğunlaşmasını ve her türlü baskının artışını getirdiği açıktır. “Yeniden yapılanma”, ulusal eşitsizlikleri körükleyerek merkezi ve yerel burjuva gruplar arasında, cumhuriyetler ve bölgeler arasında çıkar çelişkilerini, piyasa ve dolayısıyla pazar sorunu çerçevesinde şiddetlendirmiştir. Bugün bu şiddetlendirilmişliğin süreci yaşanıyor.
Stalin’in söylediği gibi, “ezilen ulusların kurtuluşu olmaksızın, ulusal özgürlük olmaksızın” nasıl sosyalizmin var olması düşünülemezse, kapitalizmin de ulusal baskısız varoluşu düşünülemez.
“Egemen ulusların çıkarları ile bağımlı ulusların çıkarları arasındaki çelişkiler, öyle çelişkilerdir ki, bunlar çözümlenmedikçe, çok uluslu bir devletin kararlı varoluşu olanaksızdır. Çok uluslu burjuva devletin trajedisi şudur ki, o bu çelişkileri çözebilecek durumda değildir, özel mülkiyeti ve sınıf eşitsizliğini sürdürerek, ulusları ‘eşitleştirmek’ ulusal azınlıkları korumak için yaptığı girişimlerin hepsi genel olarak yeni bir başarısızlığa, ulusal çatışmaların yeni bir kızışmasına yol açar.”
Bu çelişkiler bugün Sovyetler Birliği’nde en açık bir şekilde yaşanıyor. ABD’nin yanı sıra süper güç konumunu korumaya devam etmesine rağmen, kapitalist dünya pazarında rekabet gücü önemli ölçüde zayıflayan, Doğu Avrupa’daki uydusu ülkelerin bazılarını daha şimdiden giderek Batılı emperyalistlere kaptırma tehlikesiyle karşı karşıya olan SSCB’nin iç durumu da hiç parlak değil. Ekonomisinin tıkanıklığını ve içine yuvarlandığı krizi bir türlü aşamayan Sovyetler Birliği’nde, cumhuriyetlerin merkezden bağımsızlaşma ve -Battık ülkelerinde olduğu gibi- “Birlik”ten tümüyle kopma eğilimleri gittikçe güçleniyor, yaygınlaşıyor. Gorbaçov, bu eğilimlerin önünü almak amacıyla başta Baltık ülkeleri olmak üzere Cumhuriyetleri dolaşıp duruyor, SSCB’nin zayıflamasına neden olan bu etkeni geriletmek için vaatlerde bulunuyor. Ayrılmanın yasaya bağlanacağını söyleyerek, çeşitli tavizlerle kapıdaki tehlikeyi atlatmaya çalışıyor. Ancak, Stalin’in belirttiği gibi, çok uluslu burjuva devletlerin onmaz çelişkisini çözemeyecektir. “Yeniden yapılanma” ilerledikçe ulusal çelişki ve çatışmalar daha da kesinleşecektir.
Öte yandan tüm çok uluslu burjuva devletlerde olduğu gibi, SB’de de ezilen ulus ve halkların çıkarları ortaktır. Azeri, Ermeni, tüm1 halklar ortak çıkarlara sahiptir. Sınıfsal sömürü ve baskı gibi, ulusal yağma ve baskının, tüm ulusal ayrıcalıkların kökünün kazınması, ancak sosyalizmle olanaklıdır. Kuşkusuz, gerçek sosyalizmle. Bunun yaşanmış kanıtı, ne denli çarpıtılıp tersyüz edilmeye çalışılırsa çalışılsın Lenin ve Stalin dönemi Sovyetleridir. Ermeni, Azeri ve diğer uluslardan emekçi halkın kendi burjuvaları peşinde başka uluslardan sınıf kardeşleriyle düşmanlaşmadan uzak durup, silahlarını yeniden kendi burjuvalarıma birlikte Sovyet sosyal emperyalist burjuvazisine çevirmeleri ve sosyalizm yolunu tutmaları, ulusal baskı ve ayrıcalıklara da son verecek tek yoldur ve ortak olan çıkarlarının gereğidir.
Halkların karşısında her zaman olduğu gibi Batılı emperyalistler de yer alıyorlar. Ve bu gün bu yer alış, ezilen halkların aldatılmasını ve bu amaçla onların safında görünmeye çalışılmasına önem vermeyen bir açıklıktadır. Nedeni, kapitalist “yeniden yapılanma” politikasıyla Gorbaçov’un başarısını dilemek ve bu başarının onlara Sovyet pazarından sunacağı yeni olanakların hesabını yapmaktır.
Türkiye gericiliği de, bir yandan Amerikan emperyalizminin izlediği politikayla uyum içinde kalmaya özen gösterirken, öte yandan “soydaşlarımız” edebiyatıyla Azerbaycan’ı destekleyip kazanmaya yönelik bir politika izledi. Bu ikili yan Türk gericiliğini tutarsızlığa götürdü, ama yine de söven bir kampanya sürdürüldü. Şeriatçı, faşist güçler harekete geçirildi, Azerbaycan olayları ırkçı faşist ve dinci gerici propaganda ve eylemin aracı haline getirildi. Bir taşla iki kuş vurulmaya çalışılarak, bu kampanya içinde faşist ve şeriatçı hareketin güç toplaması tutumu geliştirildi. Emekçilerin, gençlerin, devrimciler ve Marksistlerin hemen tüm gösterilerine saldıran polis, faşistlerin gösterilerinin korumasını yaptı, hiçbir müdahalede bulunmadı. Sosyal demokratlar ve burjuva liberalleri de bu kampanyada yer aldı. Türk-İş, Azerbaycan mitinglerinin tertip komitesi üyeliğinden son anda çekildi.
Faşistlerden sosyal demokratlara kadar tüm şovenizm körükleyicilerinin amacı, Türkiye halkının dikkatini, bir türlü içinden çıkamadıkları ve bir çözüm yolu öneremedikleri ülkenin, emekçilerin sorunlarından dış sorunlara döndürmekti. Türkiye’deki faşist teröre ses çıkarmayan, Eylül’e söz söyletmeyen, reformcu bir Kürt Konferansı’na katıldıkları gerekçesiyle kendi milletvekillerini ihraç eden, faşizm destekçisi sosyal demokrat ve liberallerle, Türkiye’nin emek düşmanı ve ulusal baskı destekçisi faşistlerin ve gericilerinin Azerbaycan halkına yönelik katliama karşı çıkmalarının demagoji ve şovenizm dışında bir temeli yoktur ve olamaz.
Bugün “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar birleşin” şiarını tüm canlılığıyla daha çok yükseltmenin günüdür.

Mart 1990

Düzenin orta direği sallandı

“Olayları çıkaranlar çiftçiler değildir. Zamanında anarşiye karışmış, olay çıkarmış insanlardır. Tütün alımı bin yerde yapılıyor. Neden en çok Akhisar’dan ses geldi?”
Bunları söyleyen Maliye ve Gümrük Bakanı Pakdemirli. Akhisar tütün üreticilerinin öfkelerini dile getirişini, kara ve demir yollarını kesip ANAP ilçe merkezini, Tekel ve tefeci-tüccar büro ve alım merkezlerini basıp kırıp döküşlerini bu cümlelerle değerlendiriyor. Manisa valisi, ‘Siyasi yönü yok”, ‘üreticilerin öfkeleri” derken, üretici eylemlerinin zoru içermesi, silahsız da olsa şiddetin ortaya çıkması, Pakdemirli’ye “anarşi” tanımlaması yaptırıyor.
Özal’a, Çavuşesku’yu deviren darbeyi desteklemekte pek ileri gitmemesi gerektiği, “ihtilal” sözcüğünü fazla kullanmaması hatırlatılmış, örneğin Demirel, Çavuşesku’nun sonuna göndermeler yaparak Türkiye’nin durumunun da patlamalara gebe olduğuna şöyle bir değinmişti.
İşçilerin Mart-Nisan eylemleri, yalnızca geleceğin göstergesi değildi, bir şeyleri ortaya koyuyordu. Günler gebeydi. İşçiler yatıştırıldı sanıldı, öyle olmadığı biliniyordu, ama öyle gösterilmesi işe geliyordu. Sınıf içinde eylemci mayalanma boyutlandıkça boyutlanıyor, şurada burada durmak bilmeyen eylemlerle kendini açığa vuruyor. Ekonomik talepler eylemleri damgalıyor ama Yeni Çeltek işçilerini destekleme eylemlerinde olduğu gibi ötesine de geçiliyor. Türk-İş yöneticileri işçilerin arasına giremez durumda, her çabalarında yuhalanıyorlar, satış ve ihanet affedilmiyor, yanıtını buluyor. Genel grev şiarı hemen her işçi eyleminin temel bir sloganı durumunda. O, işçi hareketini gelişemez kılacağı hesabıyla kurulan “mevzuat” barikatı, toplu sözleşme ve grev yasaları yürüyen, direnen, greve çıkan işçilerin ayakları altında eziliyor. Yasaların çiğnenmesi, neredeyse şimdiden meşrulaştı. Sınıf Eylül’den bu yana katlandı durdu kendisine dayatılan yaşama-sürünmeye. Nereye kadar katlanacağı sanılıyordu? Savaş ve kıtlık yıllarının sloganı, “ekmek” sloganı, dayatıldı sınıfa. Ekmek talebiyle seslerin yükseltilmesi nereye kadar engellenebilirdi? Şimdi her fabrikadan, her işletmeden güçlü sesler yükseliyor, bu sesler eyleme dökülüyor. Sınıf Türkiye’de hiç bu derdi homurdanır olmamıştı. Hiç bu denli yığınsal olarak eyleme dönük olmamıştı. Ve üstelik burjuvazinin, diktatörlüğün çözümsüzlüğü, çıkışsızlığı, yakın geleceğinin karanlığı bu denli derinleşmemiş, koyulaşmamıştı. Burjuvazi hem ekonomik hem de siyasal açıdan karanlıkta ve bu karanlık yalnızca koyulaşmayı vaat ediyor.
Enflasyon baş belası. Para musluklarını kapatıyor olmuyor, açıyor olmuyor. Ve durgunluk. Para basılıyor, ekonominin olmayan dengesi iyice bozuluyor, alım gücü düşüyor, eldeki para işe yaramıyor; basılmıyor, bütçe daraltılıyor, ödemeler yapılamıyor, işçiler, üreticiler başkaldırıyor -şaşkınlık!
Artık “orta direk” edebiyatı yapılmıyor, yapılamıyor. “Orta direk” ve onun düzenin istikrar unsuru olduğu imajı artık propaganda edilemiyor, çünkü “orta direk”, ara sınıflar, küçük üreticiler, köylüler, esnaf çökertildi, bir çöküşü yaşıyor ve toplumsal muhalefeti güçlendiriyor ayağa kalkıyorlar.
“Enflasyondan kaçış” için tütün taban fiyatı düşük tutuldu. Geçen yıla göre % 36 artırıldı ancak, ama enflasyon oranı % 100 dolayındaydı. Tüm üreticiler tütünlerini maliyetinin altında ellerinden çıkarmaya zorlandı. Öyle Pakdemirli’nin dediği gibi yalnız Akhisar’da ses çıkmadı. Kırkağaç, Selendi, Cumaovası’nın köyleri dalgalandı, yollar kesildi, tekeller taşlandı, zor yalnız Akhisar’da girmedi köylü “siyasetine”. En büyük patlama Akhisar’da oldu, doğru. Ve Akhisar 80 öncesi devrimci çalışmanın, köylü hareketinin güçlü olduğu bir yöreydi. Ama Pakdemirli bilmeli ki, egemenler bilsinler ki, devrimci hareket, köylü eylemliliği geçmişte yalnızca Akhisar’da yoktu.
Ezildi, beli kırıldı sanılan her şeyin bir tarihi var artık. Devrimci hareketin de yığın hareketinin de. Ve devrimci hareket toparlanıyor, yığınlar da yeniden ayakta. Hem de arkalarında koca bir tarihle. Şöyle ya da böyle bir birikimle, derslerle. Devrimci hareketin 80 öncesi girmediği fabrika, köy, kasaba yoktu Türkiye’de. Ve hemen her fabrika, okul, köy, kasaba yığınsal eylemlere sahne olmuştu. Bu, elbette bir etkendir ve rolünü oynayacaktır. İnsanlar yaşadılar bu ülkede ve gördüler, öğrendiler, dersler çıkardılar. Eylül kararlılığının tüm yaşanmışları yaşanmamış kılabileceği, kıldığı hesapların tutmadığı ortada bugün. Ve ezilenler bu yaşanmışlıktan da güç alarak sokaklara çıkıyor.
Barışçıllığın ve yasallığın aşılma zorunluluğunu gericilik dayattı, burjuvazi davet etti. Şimdi kaldırdıkları taşın altında kalıyorlar. Akhisar ve diğer Ege köylüleri hem yaşadıklarından öğrendikleriyle, hem de bıçak kemiklerine fazla dayandırıldığı için barışçıllığı ve yasal sınırları aştılar. Pakdemirli taban fiyatlarını yüksek tutmaya baksın! Buğday, pamuk, fındık, çay vb. vb. üreticileri sıralarını bekliyorlar çünkü. Ekonomi ve politikanın bu çerçevesinde daha çok yollar kesilecek, daha çok yerler basılacaktır. Tütün üreticilerininki sadece bir uyarıydı. Bu uyarıdan da öğrenen başkaları daha ileri gidecekler.
İşçilerin Mart-Nisan eylemleri emekçilere bir çıkış yolu önerişiydi. Kabul gördüğü anlaşılıyor, yolundan yürünüyor, hem de aşılarak. Şimdi köylüler örgütlenme ihtiyacı içindeler, açıkça söylüyorlar bunu; işçilerin sendikası var, bunun gibi bir şey gerek bize de diyorlar. Aslında işçilerin de örgüte ihtiyacı var. Sendikalar yetmiyor, ayak bağı oluşturuyor, barikat oluyorlar ezici çoğunlukla. Ve işçiler bunun da farkında, yeni örgüt biçimleri geliştiriyorlar.. Yığınsal ve giderek birimlerdeki tüm yığını kucaklayan örgütler. Ve işçi hareketi ile köylü hareketi yan yana birbirini güçlendirerek ilerlemeye başladığında alınacak önlem zor bulunur. Kürt köylüleri zaten baştan çıkmış durumda, bir de Akhisar köylülerinin haberciliğini yaptığı Batının köylüleri hareketlendi mi, korku dağları bekler. Üstelik hareketlenmenin koşulları ileri eylem biçimlerini çağırma yönünde.
Yakın gelecek gebe. Gereken, örgüt ve siyaset. Sınıf bilinci, siyasal bilinç ve siyasal hareket. Geleceğe hazırlanmak, geleceği hazırlamak can alıcı önemde. Yığınlar hazırlanıyor. Kendiliğindenliğin aşılması can alıcı sorun.
Burjuvazinin geleceği karanlık. Gidişin sonu yok. Nereye varacak? Devrimci hareketin gücü nereye yeterse oraya. Düzen partileri de, ne SHP ne DSP ve DYP bu mayalanma ve kabarışı saptırabilme umudu ve alternatifini sunmuyor çünkü. Mart-Nisan işçi eylemlerinin gösterdiğini Akhisar köylüleri de yineledi: Burjuva partilerini de dışlıyor yığın eylemleri. Kendiliğinden kabarış çok güçlü, öfkesi gelişken ve onda içkin düzen dışı yönelim küçümsenmeyecek düzeyde. Sonuç, Marksist ve devrimci hareketin gücü, gelişme potansiyeli ve becerisine kalıyor.

Mart 1990

Kapitalizmin Kar Hırsının Sonu, İş Cinayetleri: KAZA DEĞİL CİNAYET

Burjuva basını, TV’si yansıtmak zorunda kaldıklarından ve uzmanların söylediklerine bakılırsa, Yeniçeltek’te kaza olması değil de olmaması kazadır. Önlem deyince işi Allah’a emanet etmiş gerici dinci bir ekip, o ekiple işbirliği içinde sendikacılar, çağdışı yöntemlerle yapılan üretimle tam bir uygunluk içindedir.
Hiç kuşkusuz ki iş kazalarının temelinde yatan kapitalistlerin kâr hırsıdır ve onlar, iş emniyetini sağlamak için yapılan masrafları ödemekten kaçındıklarından, çok az yatırım gerektiren emniyet önlemlerine bile ilgi göstermezler. Dahası kapitalist için sorunun ideolojik yanı da vardır ve bu tür işçinin canını koruyacak önlemleri onun sınıf olarak meşruiyetini tanımak olarak anladığından da çalışma koşullarının iyileştirecek yatırımlardan şiddetle kaçınır. Bu yüzden de işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin zayıfladığı dönemlerde çalışma koşullarının kötüleşmesi sonucu iş kazalarının arttığı görülür. Özellikle 12 Eylül sonrası bizim ülkemizde pek açık bir biçimde yaşandığı gibi, işçi denetiminin olmadığı koşullarda kapitalistler yasal olarak almak zorunda oldukları önlemleri bile almazlar. İşte yukarıdaki fotoğraflardan hiç birisi özel olarak ‘iş güvenliği” koşullarına uyulmadığını göstermek için çekilmemiştir. Tersine çoğu, işletmelerin kendilerini tanıtmak için çekip, gazete ve dergilere verdikleri fotoğraflardır. Bunun anlamı ise hiçbir iş güvenliği koşuluna uyulmadığı, daha da kötüsü bunların denetlenmediğidir. Konuyla ilgili ilginç bir yan da TİS metinlerinde vardır. Bu metinlerde iş güvenliği ile ilgili birçok madde vardır. Patron da bunları hemen kabul eder. Sendika işçilere dönüp, patronun bilmem kaç maddeyi kabul ettiğini söyleyerek puan toplar. Ama bu maddelere bakıldığında, bunları ya iş yasaları ile ilgili ya da tüzüklerle ilgili hükümler olduğu görülür. Yani, TİS’te hiç sözü edilmese de elde edilmiş haklardır. Ne var ki, bu metinlerde olması gereken iş güvenliği ile ilgili yasa tüzük maddelerine uyulup uyulmadığını denetleyen herhangi merci yoktur. Denetlense ne olacak, patron 50-100 bin TL ceza öder kurtulur diye düşünülürse de, kapitalistlerimiz, sendika va da bir işçi komitesinin iş güvenliği ile ilgili önlemleri denetlemesini “mülkiyet hakkını sınırlama” olarak gördüğünden buna yanaşmamaktadır. Buna yanaşmadığı 12 Eylül’den bu yana da iş kaza-lan artmıştır. Bu duruma boyun eğildikçe de daha pek çok “Yeniçeltek” yaşanılacaktır.
Bugün, teknolojinin sunduğu olanaklar iş güvenliği için uygulanırsa, iş yerlerinde olan kazaların sadece % 2’sinin önlemeyeceğini söylüyor uzmanlar. Ama yukarda da söylendiği gibi kapitalistler açısından iş güvenliği için yapılan her yatırım kârının sokağa atılmasıdır. Kolayca, çok ucuza sağlayacağı bir metayı pahalıya almak anlamına gelir ki bu da onun namusuna halel getirecek bir aptallıktır. Nitekim bu nedenle en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile iş kazaları nala yaygın olaylardır. Ama yine de buralardaki kazalar Türkiye ile kıyaslanamaz. Nitekim istatistiklere göre, gelişmiş kapitalist ülkelere göre Türkiye’deki oran 15-17 kat daha fazladır. Demek ki, kapitalist bir ülkede “kaza” diye sunulanların ancak % 2’si kazadır. Geri kalanlar ise, kapitalistlerin kâr hırsının, işçileri insan yerine koymayan dünya görüşünün bir sonucu olan sözcüğün gerçek anlamıyla cinayetlerdir. Bu nedenle cinayete son vermek için gerekeni yapmak işçiler için vazgeçilmezdir, ama bu daha bugünden bazı girişimlerle cinayetleri azaltmak için gerekli çabayı da ihmal etmek anlamına gelmez, “iş güvenliğini denetleyecek işçi komiteleri” sorunu önümüzdeki dönem TİS metinlerinde yer almalı fiili komiteler de devreye girmelidir. Yoksa “iş güvenliği” kapitalistlerin insafına, ya da takdiri ilahiye devredilemeyecek kadar ciddi bir sorundur.

Yeniçeltek’te 68 işçi katledildi:
İş cinayetlerine bir yenisi daha eklendi
9Şubat 1990 günü her birkaç yılda bir karşılaşılan iş cinayetlerinden biri daha gerçekleşti ve Yeniçeltek Kömür İşletmeleri’nde 68 işçinin ölümüne yol açtı. Daha önceleri de olduğu gibi, bilinen çevreler, bilinen (kendilerine biçilen) rolleri oynayarak bir bir sahneye çıkıp görevlerini icra ettikten sonra köşelerine çekildiler.
Önce sahneye iktidar ve muhalefet partisinin yöneticileri ile hükümet fırladı. Muhalefet bakanları ve işletme yöneticilerini suçladı, hükümet ve iktidar partisinin önde gelenleri, kalanlara “baş sağlığı” dileyip, “hükümetin ölenlerin ailelerine her türlü yardımı yapacağını”, “sorumlulardan hesap sorulacağını”, ölenler de dâhil, işçilerin bir kaç gün içinde ücretlerini alacağını neredeyse müjde verir gibi duyurdular.
Muhalefet ise, bu tür, işçileri ilgilendiren konularda fazla ileri gitmemenin bilincinde, hükümeti hafif yollu eleştirerek, işletmenin ilkelliğini vb. öne çıkararak bir şeyler geveledi.
Basın ve TV ise, “nesnel” görünmeye çalıştı. O, bol görüntü sergileyerek ama daha çok da yöneticilerin “gafletini” öne çıkararak kendine düşen rolü yerine getirmeye çalıştı.
“Günah keçisi” olarak ortaya atılan işletme yöneticileri ise, “kazanın” “Allah’ın takdiri olduğunu” söyleyerek, böyle durumlarda çok prim yapan bir davranışla kendilerim savundular. Böylece, 68 kişinin ölümünden sorumlu “üç görevlinin” tutuklanmasıyla işin ceza yanı savuşturuldu.
İddialara bakılırsa, hükümet kusursuzdu; Çalışma Bakanlığı üstüne düşen bütün denetimleri yapmıştı. Genel Müdür üretimi yakından izliyordu, kaza olmaması için bütün önlemleri aldırmıştı, işletme Müdürü “teknik bakımdan hiçbir eksiğimiz yok” diyordu. Öyle görünüyor ki, patlama ancak “takdiri ilahi” olabilir.
Olup bitenler için daha çok şey söylenebilir, ama gereği yok. Çünkü olayın görünen yanları basın ve TV’den de izlendi. Dahası, bu ülkede yüzyılı aşkın bir süredir, belli başlı kömür havzalarında bu tür kazalar olmaktadır ve yukarda sözünü ettiğimiz sahneler benzer bir biçimde tekrar edilmektedir. Bir süre sonra ise, hiçbir şey olmamış gibi yeni bir “kaza”ya kadar bir daha bu ‘acı gerçeğe dönüp de insanların keyfini kaçırmak’ istememektedirler. Nitekim hükümet basın, ve muhalefet çevreleri olayı unutulmaya bırakmışlardır. Bu yüzden de burada sorunun güncel yanı üstünde daha fazla durmanın gereği yok. Ancak gelişmeler içinde bazı tutumları belirlemek işçi sınıfı mücadelesi açısından önem kazanmaktadır.
Bu gelişmeler içinde önemle üstünde durulması gereken olaylardan birisi TÜRK-İş’in bu is cinayeti karşısındaki tutumudur. Türk-İş’e bu tür olaylarda biçilen rol, keskin demeçler vermek ve sorumluların cezalandırılması için yetkilileri göreve çağırmak, ama bunu yaparken de biraz yığınların gözünü boyayacak bir üslup kullanmaktır. Ne var ki, Türk-İş ağaları bu sefer, ne görünüşte de olsa sınıfı temsil eder biçimde öne çıkabildiler, ne de yatıştırıcılık görevlerini yeterince yapabildiler. Çünkü bu sefer bir yandan sendika ağaları arasındaki çatışmanın boyutları, öte yandan işçi yığınlarındaki potansiyelin oynanamayacak kadar büyümüş olması Türk-İş ağalarını devre dışı bıraktı. Sonuçta Türk-İş ağaları işveren sendikalarının da “çok iyi olur” dediği iş saati başlamadan önce, saat 8.00’de 2 dakikalık “saygı” duruşu ile ölenlere karşı “görevlerini” yerine getirme yolunu tuttular.
Türk-İş üst yönetimi ile bağlı sendikaların yöneticileri arasındaki çatışma böyle bir olayda bile geri planda kalmıyor: Türk-İş yönetimi, Türkiye Maden-İş ve Genel Maden-İş sendikalarına, “işçileri ocağı indirmeyin” diyor. Ama sendikacılar bunun kendilerini “yasadışına düşürmek için tezgâhlanan bir oyun” olduğunu düşünerek, “yazılı emir” istiyorlar. Tabi, Türk-İş “hayır” diyor ve böylece, “iki saatlik protesto ve koşullar düzeltilinceye kadar sürekli eylem”(!) kararı alıyorlar. Sendika yöneticilerinin bu “uyanıklığı” ilerici bilinen bayan bir gazeteci tarafından övülerek lanse ediliyor. Doğrusu iki taraf da “uyanık” ama arada giden sınıfın çıkarları oluyor. Ona aldıran kim?
Ağalar arasında çatışmalar ve burjuvazinin biçtiği rolün oynanması sırasında eskiden pek görülmeyen bir durum çıkıyor ortaya; işçiler, ne Türk-İş’in iki dakikalık saygı duruşu ile ne de “İki saatlik” ocağa inmemekle yetiniyor: Pek çok iş yerinde iş bırakmaktan yemek boykotuna kadar değişen yaygın protestolara başvuruyorlar. Türk-İş ve sendikalara rağmen bu oluyor. Çoğu yerel sendika görevlisi ise, ya isteyerek ya da istemeyerek işçilerin istekleri doğrultusunda davranmak zorunda kalıyorlar.
Yeniçeltek’teki patlamanın etkisi göz önüne alındığında, tepki küçük görülebilir, ama varolan sendikaları kenara iterek ilerleme isteği, son aylarda yeniden kıpırdanma içine giren işçi yığınlarının direniş eğilimi ve önümüzdeki aylarda olası yığınsal grev ve direnişlerinin gündeme geleceği göz önüne alınırsa, Yeniçeltek olayıyla ortaya çıkan tutumun anlaşılması önem kazanmaktadır. Çünkü işçiler, sadece hükümeti ya da işletme sorumlularını değil muhalefet partilerini de reddetmektedir. Nitekim olayın hemen arkasından bölgeye giden Çalışma Bakanı yuhalandığı gibi, Demirel’de yuhalanmıştır. İşçilerin öfkesinin kendini de içine aldığını fark eden Demirel; hükümetin hiç bir konudaki uygulamalarına inanmadığı halde, bu sefer bir ayrıcalık yaparak “gerekenler yapılacaktır buna inanıyorum” diyor, demek zorunda kılıyor.
Burjuva basını, hükümet, muhalefet ve diğer burjuva kamuoyu oluşturma merkezlerinin önemle üstünde durduğu diğer bir şey de, cinayetin sorumluluğunu işletme yönetiminin ya da orada görevli bir kaç teknisyenin üstüne yıkma çabasıdır. En ileri gidenler buna Çalışma Bakanlığının görevlilerinin “ihmalini” de katmaktadırlar. Elbette bu sözü edilen görevlilerin bir sorumluluğu vardır: Grizu tehlikesi artan ocağa işçileri indiren işletme müdürü, Polonya’dan gelen direkleri kurtarmak için işçileri ocağa inmeye zorlayan sorumlular hesap vermelidir, ama bu ne yeni cinayetleri önleyebilir ne de her gün binlercesi olan “iş kazalarını”. Çünkü bu cinayetlerin altındaki gerçek fail, kapitalizmin kendisidir. Ve bugün kapitalizmin siyasi temsilciliğini yapanlardır. “Suçlu ayağa kalk” dendiğinde ayağa kalkacak, o işletmeye işletmecilikle ilgisi olmayan bir alay gericiyi dolduran “yetkililer”, işçiyi zorla, tehditle grizulu ocağa indiren yöneticiler, iş emniyetinin denetimini yapmayan sendikacılar, bu işçi cinayetine ortak olan herkestir. Sorunun bir kaç kişinin ihmaline indirgenmesi yeni Yeniçelteklere yol vermek olacaktır.

İş cinayetleri Zonguldak’ta protesto edileli
Genel Maden-İş ve Türkiye Maden-İş sendikalarının ortaklaşa düzenlediği “İNSANA SAYGI MİTİNGİ” ile Yeniçeltek ve diğer iş cinayetleri protesto edildi.
Zonguldak’ta, İstanbul, Ankara, İzmit ve diğer çevre illerden gelen işçi ve gençlerin katılımıyla miting alanındaki kitle 25-30 bin kişiyi buldu. Deri-İş, Tümtis ve Petrol-İş’in kömür işçilerine en büyük desteği verdiğinin gözlendiği miting, saat 10.00’da, Zonguldak istasyonuna giden cadde başında “EMEKÇİLER ÖLÜME TERK EDİLEMEZ” sloganıyla başladı. Özellikle İstanbul’dan katılan emekçilerin korteji ilgi ile izlendi. “İşçiler ölüme terk edilemez” sloganı yanı sıra, “GENEL GREV” sloganı en çok ilgi çeken slogandı. 1 Mayıs Marşı eşliğinde istasyona doğru yürüyen kortej maden işçilerinin de katılımıyla daha da büyüdü. Genel grev isteğini ifade eden sloganlar daha gür sesle ve daha sık söylenir oldu. Çeşitli sendikaların yanı sıra, DSİM, işçi Sözü, İstanbul Halkevleri, Devrimci Gençlik, İstanbul İHD, işçi Dünyası ve “Faşist Katliamlara Karşı ‘DEVRİMİN SESİNİ YÜKSELTELİM, Kahrolsun Faşist Diktatörlük” pankartları kortejin belli başlı pankartlarıydı. Saat 13.00’de yürüyüş sona erdiğinde katılan kitle sayısı da 25-30 bini bulmuştu.
Mitingin en dikkate değer özelliklerinden birisi, “GENEL GREV”le ilgili sloganların işçiler içinde en çok rağbet gören slogan olmasıydı. Genel grev gibi, ilgi gören sloganların diğerleri ise, TÜRK-İş’i protesto eden sloganlardı: “İşçiler Burada, Türk-İş Nerede?” “Şevket Yılmaz istifa”, en çok taraftar bulan sloganlardan olurken, Şevket Yılmaz’ın mesajını ıslık sesleri arasında okunamaması da bir başka yanıydı. Ş.Yılmaz gibi istifaya çağırılan başka şeyler de vardı: “Hükümet İstifa!”
Mitingde ilgi çeken diğer bir şey de, iş yerlerinde işçileri denetlemeyi iş edinen sarı sendikacıların miting alanında bile işçileri “yakın korumaya” almalarıydı, işçilerin dağıtılan bildiri, broşürleri alıp almamalarına bile karışıyorlar, işçiler adına hangi bildirilerin okunup okunmayacağına karar veriyorlardı!
Her iş kazası sonucu perişan olan, acıyı ta içlerinde duyan madenci ailelerinin miting alanında hemen hiç olmaması da bu mitingin düşündürücü yanlarından birisiydi.
Miting Genel Maden-iş Sendikası ve T. Genel Maden-İş Sendikası başkanlarının konuşmalarıyla sürdü. Daha sonra mikrofona gelen Harb-İş Sendikası Genel Başkanı konuşmasına başladığında, hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı, işçiler ve kitle, Kenan Durukan’ı “KAHROLSUN SARI SENDİKA AĞALARI” sloganıyla karşıladı. Şaşıran Durukan konuşmasına devam etmek istediyse de işçilerin ve devrimcilerin “İŞÇİLER KÜRSÜYE” sloganı, ıslık ve yuh sesleri arasında konuşmasını bitiremeden inmek zorunda kaldı.
Bu işi yasak savmak olarak sahneye koyan sendika ağaları “miting olaysız bitti” diye belki rahatlamışlardır, ama öyle görünüyor ki işçiler rahatlamadılar ve önümüzdeki aylarda çeşitli biçimlerde bu rahatsızlıklarını anlatmayı sürdürecekler.
Petrol-İş Başkanı Münir Ceylanla kısa bir röportaj.
S- İş kazaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
C- Bunlar iş kazası değil cinayettir. Bu cinayetlerin durdurulması için ciddi bir şekilde çalışılması gerekiyor ve bunda yalnız Yeniçeltek’te 68 İşçinin ölmesi değil, kalıcı çözümler yapılması gerekiyor insanların ocaklarda kurban edilmemesi için.
S- Peki sizin sendikanız bu iş kazalarıyla ilgili olarak daha ciddi eylemler düşünüyor mu? Bildiğiniz gibi Türk-İş’in ciddi bir çabası yok bu konuda.
C- Bu, yalnız bizim değil insanın hayatına önem veren bütün anlayışların sendikaların önderliğinde birleşmesiyle hayata geçirilebilecek bir şey. Biz sendika olarak bize düşeni yapmaya çalışacağız ve şunu söylüyoruz: Artık sürekli bir mücadeleyi gündeme getirmek ve bun devam ettirmek lazım.
Deri-İş Kazlıçeşme Şube Başkanı Ali Gündoğdu ile kısa bir röportaj.
S- İş kazaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
C- İş kazaları Türkiye’de kaza olmaktan çıkıp cinayete dönüşmüş vaziyette. Son olarak Yeniçeltek olayında, Kumkapı’da, Levent’te görüldüğü gibi, iş kazaları cinayete dönüşmüş durumda. Burjuvazi artık bunu saklayamıyor, bir iki mühendisin bir iki sorumlunun tutuklanması, elbette ki onların kişisel istismarıdır ama sorun, bir bütün olarak düzen sorunudur. Bugün Maden-İş kolu başta olmak üzere Lastik-İş kolunda, Otomobil-İş kolunda, Deri-İş kolunda yılda 350 işçinin şehit edildiği bir ortam var. Şüphesiz ki, kapitalizmin doğası bu tür iş cinayetleri için çok elverişli. Ancak Türkiye, diğer kapitalist ülkelere bakıldığında oran olarak daha ağır basıyor.
S- Peki özelde ne yapılıyor ve sizin sendikanız ne yapıyor?
C- Özelde ve esasta bugün, özellikle maden ocaklarında ya da diğer iş kollarında iş kazaları, bile bile önceden beklenen şeyler, bu nedenle maden ocakları gibi ve kazaların çok olduğu diğer iş kollarında daha önceden tespit edilen bir çok iş yerinin kapatılması gerekiyor. Bizim iş kolunda ise, pek çok iş kazası gerçekleşiyor ve 1-1.5 senede bir ölüme yol açılıyor. Bunla ilgili olarak biz, esasta, tepkimizi sıcağı sıcağına gösteriyoruz. Bu tepki bir bütün olduğu için, sendikaların ya da işçi sınıfının, bir bütün olarak hareket etmesi gerekiyor.
S- Peki işçi cinayetlerinin kökenleri ve çözümleri konusunda işçi sınıfına yeterli bilgi götürülüyor mu?
C- Götürülmüyor. O eğitim sağlanmıyor. Her şeyi burjuvaziden beklemek, her şeyi kapitalistlerden beklemek şüphesiz ki çok büyük bir yanılgı. Nitekim bugün, özellikle sendikaların -istisnai olarak- iş kazaları ile ilgili yaptıkları şeyler çok yetersiz. Bu anlamda paradan öte bir olay, ücretten öte bir olay. İş güvenliği konusunda yeterli eğitim yapılmadı, ama bir an evvel yapılması konusunda düşüncelerimiz var. Bir bütün olarak bütün sendikaların bunu hayata geçirmemesi gerekiyor. Tek tek çabalar var ama yetersiz olarak değerlendiriniz.

Mart 1990

Marksizm’i tahrifte yarışıyorlar: “Yeni” durumlar “Yeni” yorumlar -1

2500 yıldan, Herakleitos’un “Bir ırmakta iki kez yıkanamazsın” demesinden bu yana insanlık, her şeyin, her an, dursuz duraksız bir değişim içinde olduğunu biliyor. Bu dursuz duraksız değişimin yasalarını ortaya koyan ise diyalektik materyalizmdir, insanlığın bu bilimsel anahtarı ele alabilmesi, ancak bilginin belirli bir aşamaya ulaştığı 19. yy. ortalarında olabildi. Bu bilgi sentezine de Marks ve Engels’in dâhiyane çabalarıyla ulaşıldı.
Diyalektik materyalizmin topluma uygulanmasından başka bir şey olmayan tarihsel materyalizm bize, toplumun tarihsel olarak oluşan bir nesne, sınıfların ortaya çıkmasından beri de, toplumu ilerleten esas gücün karşıt sınıflar arasındaki mücadele olduğunu göstermektedir, ilerleme, böyle; karşıt sınıfların mücadelesi biçiminde kendisini ortaya koyunca, insanların şu ya da bu sınıfın yanında yer alması, şu ya da bu sınıfın çıkarını savunması, toplumun ilerlemesinden yana, ya da ona karşı olmama eş anlama gelmektedir. En genel anlamıyla eski ile yeni arasında bir çatışma olarak süren bu savaşta eskiden, eski düzen ve değerlerden yana olmakla, yeniden, yeni değerlerden yana olmak iki karşıt safta olmak anlamına gelir. Eskinin safları gericiliğin, yeninin safı ise devrimin, ilerlemenin, gelişmenin, geleceği temsil edenin saflarıdır.
Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm, bir başka deyişle Marksizm, tarih sahnesine çıktığından bu yana, hiç bir ikircik göstermeksizin her zaman ve her yerde; devrimden, gelişenden, geleceği temsil edenden, yeniden yana tutum almış, dahası hem yandaşları hem de düşmanları için katıksız devrimci bir dünya görüşü olarak tanına gelmiştir. Onun bu özelliği tarihsel olarak son sınıflı toplum olan kapitalizmi yok etme yeteneğine sahip tek sınıf olan proletaryanın dünya görüşü olmasında kendisini açığa vurur.
Marksizm’in, toplumu ilerleten esas gücün karşıt sınıflar arasındaki çatışmada yattığı saptaması, proletaryanın dünya görüşü olduğu gerçeği ile birleşince, bütün gericiliğin, her türden kapitalizmin savunucularının tek cephe halinde Marksizm’e şaldın cephesinde yer almaları anlaşılır hale gelir. Gerçekten de her soydan gericilik hemen hiç bir konuda olamadığı kadar bir birlik içinde Marksizm’e saldırmış, büyük bir bilinçle gerçek düşmanını tanımış, tarih sahnesine çıktığı 150 yıldan bu yana da usanmadan, bazen umutsuzluğun verdiği bir dirençle, bazen umudun verdiği bir cesaretle, ama her zaman elindeki bütün araçları sonuna kadar kullanarak Marksizm’e saldırılarını sürdürmüştür. Bu açıdan bakıldığında, Marksizm’in tarihi, onun karşıt dünya görüşleriyle mücadelesinin tarihidir demek gerçeğin tam bir ifadesi olacaktır.
Sınıflar arasındaki savaş nasıl kesintisiz süren bir savaşsa, bu savaşın bir alanı olan ideolojik (teorik, felsefi) alandaki savaş da kesintisiz bir savaştır ve Marksizm’in tarihi boyunca da böyle olmuştur. Ama bu savaş her zaman aynı şiddet ve yoğunlukta olmamış, mücadelenin siyasi ya da ekonomik yanlarının öne çıktığı dönemlerde nispeten geri planda kalmıştır Bernsteinciliğin, Kautskyciliğin ve modern revizyonizmin ortaya çıkıp sınıf hareketi içinde etkinlik kazandığı dönemler ideolojik mücadelenin de göreceli olarak ağırlık kazandığı dönemler olmuştur. Çünkü bu dönemler, işçi sınıfı üstünde burjuva ideolojisinin etkisinin arttığı, işçi sınıfının dünya görüsü ile burjuvazinin dünya görüşünün arasındaki çizginin belirsizleştiği, başka bir deyişle, doğru ile yanlışın ayırımının olanaksızlaştığı dönemlerdir, öyle görünüyor ki bugün de böyle bir dönemde yaşıyoruz.
Bugün, Doğu Avrupa ülkeleri ve SB’de gelinen nokta, partilerin adlarını bile değiştirecek kadar kapitalist gelişmeyi açıkça teşvik eden, Komünizmi sözcük olarak yasaklamaya varan gelişmeler, son 30 yılda burjuva ideolojisinin aldığı yolun artık kimsenin inkâr edemeyeceği somut göstergeleridir. Gerek ülkemizde, gerekse öteki ülkelerde, açıkça, Marksizm’in en temel tezlerinin artık eskidiğini, geçersizleştiğini, diyalektiğin sorunları çözmekte yetersiz kaldığını, sosyalizm ve Kapitalizm gibi toplumsal iki ayrı kategorinin artık var olmadığını, kapitalizmin kendi zaaflarını aşarak ebediyen varolabilecek bir sistem olduğunun kanıtlandığını, vb. vb. iddia eden bir ‘eski Marksistler” kuşağı var. Burjuvazinin bütün fraksiyonlarının da desteğini alan bu reformcu ve revizyonist güruhu, eski konumlarından da yararlanarak işçi sınıfı ve öteki emekçiler üstündeki etkinliklerini burjuvazi hesabına kullanırken, yüzlerinin iyice açığa çıktığı revizyonist ülkelerde ise yığınların öfkesini sosyalizme yöneltip, yığın hareketini burjuvazinin kucağına itiyorlar. Üstelik de bunu, “yeni”, “yenilikten” yana, “ilerlemeden” yana olmakla övünerek yapıyorlar. Tabi Marksizm’in gerçek savunucuları ise, “eski” görüşlerde direnen “tutucu Marksistler” olarak niteleniyor.
Bugün Marksizm’e yönelik saldırılar, bir zamanlar Marksizm’e bulaşmış burjuva liberallerinden alda, Marksizm’in aşılması gerektiğini iddia eden “keskin Marksistlere” kadar uzanan geniş bir cephede sürmektedir. Elbette ki bu anti-Marksist odakların adlarını saymak bile bir dergi yazısının sınırlarını aşar, üstelik de gereksizdir. Bu yüzden burada bu saldırıları ve onların nitelik ve konumlarını üç başlık altında toplayacağız:
1) Marksizm’in eskiden geçerliydi, ama kapitalizm kendini yenilemeyi başarmıştır ve bugün koşullar değişmiştir. Bu yüzden de, Marksizm’in sınıf mücadelesi anlayışı, parti anlayışı, devrim anlayışı vb. gözden geçirilip günün koşullarına uydurulmalıdır. Bernstein, Kautsky, 2. Enternasyonal üstünden Euro-komünizme Gorbacovculuğa uzanan çizgi.
2) Gelişen teknolojinin proletaryanın niteliğini ve bileşimini değiştirdiğini, proletaryanın artık bir alt sınıf değil orta sınıf durumuna geldiğini, bu yüzden de devrimlere gerek kalmadığını, artık barışçıl yoldan sosyalizme geçilebileceğini, hatta emperyalizme geçilmese bile, bir iki iyileştirmelerle kapitalizm koşulları altında da işçi sınıfı ile (artık proletarya değil işçi sınıfı) burjuvazinin ebedi bir uzlaşma içinde yaşayıp gideceğini, önemli olanın teknolojinin gelişmesi ve onun sorunlarının aşılması olduğunu iddia eden görüşler, Bernstein,  Kautsky, Buharin, Tito, Euro-komünizm üstünden her ülkedeki perestroykacılara uzanan çizgi.
3) Marksizm esasta doğrudur, ama günümüzde sorunları çözmekte yetersiz kalmaktadır. Marksizm aşılmalı, diyalektiğin yeni yasaları keşfedilmelidir. Aksi halde, Avrupa merkezci bir dünya görüşü olan Marksizm doğuya kayan devrimin ihtiyaçlarına yanıt veremez: Bernstein, Kautsky, Troçki, her türden Maocu üstünden günümüz kimi aydın ve reformcularına, Maocu gruplara uzanan çizgi.
Bakıldığında yukarıdaki her üç bölümdeki akımların bir kaç eksiği ile birbirinin aynı olduğu görülür. Elbette bunda bir yanlışlık yoktur. Çünkü, Marksizm karşısında yer alan bu oportünist revizyonist akımların birbirinden ayrılıklarından çok birlik noktaları vardır. Üstelik de söyleyecek çok fazla şeyleri de olmadığı için biri ötekinin paslı silahını kullanmaktan vazgeçemez. Birbirine karşıymış gibi görünenler bile çoğu zaman Marksizm karşısında ittifak içindedirler. Troçkistlerle Buharinciler, Titocularla troçkistler ve krusçevciler, Gorbaçovcularla troçkistler, dayanışmacılarla Gorbaçovcular ve troçkistler, maocularla tilocular ve Kruşçevciler vb. olduğu gibi. Öte yandan oportünizm, siyasette fırsatçılık, teoride ise eklektizmdir. Bu yüzden de, bir oportünist siyasi çıkarları gerektirdiğinde bugün ak dediğine yarın kara demekten asla çekinmez. Bu yüzdende
bulunmayacak şeylerden birisi de bir oportünistte (oportünist olmakta tutarlı davranmak dışında) tutarlılık aramaktır. İlke ve tutarlılık kaygısı taşımayınca bu akımları belirli görüşler içinde tanımlamak güçleşmekte, bazen birinin savunduğu tezleri bir başka durumda diğeri savunabilmektedir.
Söylenenler göz önüne alındığında Marksizme düşman oportünist ve revizyonist akımları belirli başlıklar altında toplamak anlamsız gibi görünmekteyse de, bir yazı çerçevesi içinde söylenmek istenenleri belirlemek için bu zorunlu olmaktadır.
Gerek yukarda adı geçen eğilimler ve onların değişik türevleri gerekse burjuvazinin dolaysız temsilcisi durumundaki liberal çevrelerden dini gericiliğe uzanan saldırı odakları ellerindeki çok çeşitli araçlarla Marksizm’e saldırmaktadır. Ancak, bu saldırıların ana iddialarına yanıt vermeden önce bütün bu akımların ortak iddialarının bir kavramı, “yeni” kavramı üstünde durmamız, bundan sonra söyleneceklerin anlaşılması için zorunludur. Dahası “yeni” ya da “eski” sorunu bu tartışmalar İçinde önemli bir yer tutmakta, gerçekten yeni’den yana tek dünya görüşü olan Marksizm; gericiliğin, eski’nin gerçek savunucularınca eski’den yana olarak lanse edilmektedir, Oysa gerçek tamamen tersidir.
Kim Yeni’den Yanadır?
Yukarıda da belirtildiği gibi, kimi liberal çevreler ve değişik sözcüklerle de olsa, kimi sözde Marksist çevrelerin iddialarına göre, 1980’lerin dünyası Marks’ın, Lenin’in, Stalin’in yaşadığı, çözümlemeler yaptığı dünya değildir: Bilimsel ve teknolojik gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında dünyayı hızla değiştirmiş, ortaya çıkan “yeni olgular” “yeni çözümlemeleri” gerektirir olmuştur, örneğin, işçi sınıfı sayısal olarak azalan, yok olan bir sınıf olma yoluna girerken devrimci niteliklerini yitiriyor, burjuvazi de kapitalizmin sorunlarını çözerek, işçi sınıfı ile bir arada yaşama yeteneğini gösteriyor! Dolayısıyla, toplumun ilerlemesinin devrimle olabileceğini iddia eden, devrimin işçi sınıfının öncü partisinin önderliğinde olanaklı olduğunu öne süren vb. Marksist tezler “eskimiş”tir! Hala bu tezleri savunanlar ise Ortodoks Marksistler, tutucu Marksistlerdir!
İddiaların niteliğini iyice anlayabilmek için işe “yeni” ve “eski” kavramlarının tanımından başlayalım:
Az çok ciddi her felsefe sözlüğü bu kavramları şöyle tanımlar: “Diyalektik ve tarihsel materyalizme göre yeni tarihsel koşullarda gelişmenin ürünüdür, gelişmeyi gerçekleştirir ve yönlendirir. Eski ise gelişmenin engelleyicisidir.” (1)
Bu tanımda hemen herkes hem fikir olabilir. Ama burada kalırsak tartışmaya bir şey katmış da olamayız. Bu yüzden konuyu biraz daha açmak gerekecektir.
Bu yazının giriş bölümünün ilk cümlesinde Herakleitos’un ünlü bir önermesinden söz ediliyor: “Bir ırmakta iki kez yıkanamazsın”. Bu ve benzeri başka önermeler çağlar boyu değişik diyalektikçiler tarafından ifade edile-gelmiştir. Diyalektik ve tarihsel maddeci öğretiye göre de, doğada, toplumda ve düşüncede diyalektiğin yasaları geçerlidir. Bu yüzden de olaylar ve olgular birbiriyle sonsuz bir bağlantı içinde ve sürekli bir oluş halindedir. En değişmez gördüğümüz kayalar bile, düşünülebilecek en küçük zaman aralığından daha küçük bir zaman parçasında dahi bir değişikliğe uğramaktadır. Canlı doğada ise bu değişim daha gözle görülür elle tutulurdur. Toplumların da sürekli değişme içinde olduğunu hem tarihten hem de kendi yaşantımızdan biliyoruz. Düşüncede de öyle; düşünce de, dış dünyadaki değişmelere bağlı olarak sürekli yenilenir ve ilerler. Bu yüzdendir ki, hiç bir zaman kendisiyle aynı kalmayan nesneler dünyasındaki değişikliğe bağlı olarak düşüncelerimiz de sürekli yenilenir ve zenginleşir. Biraz önceki nesne, şimdi hem biraz önceki kendisidir hem de biraz önceki kendi değildir. İçinde bir şeyler değişmiş, biraz önce var olan bazı şeyler değişmiş, biraz önce olmayan yeni bir şeyler ortaya çıkmıştır.
Demek ki, her şey her an değişmektedir. Burada eskinin olamayacağı gibi bir paradoks var gibi görünüyorsa da gerçekte böyle değildir. Eski, biraz önceki eski olmadığı bakımından yenidir ve daha da eskimiş olarak “yeredir. Aynı zamanda yeniye biraz daha yaklaşmış bir eski olması bakımından da yenidir. Burada durup kalırsak, çağlar boyunca bütün bilinemezcilerin düştüğü yanlışa düşeriz ve mademki her şey her an değişiyor, öyleyse daha biz var olanın bilgisini edinmeden var olan dediğimiz eskimiş olacağından yeni bir var olanla karşılaşırız, öyleyse biz varolanların bilgisini edinemeyiz ve olup bitenler hakkında her şeyin durmadan değiştiği ötesinde bir şey bilemeyiz gibi saçma bir sonuca varırız. Ama kavrayışımız diyalektikse, şalt sürekli değişimi saptamakla kalmayıp, değişimin nasıl bir değişim çizgisi izlediğini, incelediğimiz olay ve olguların çelişmelerin (genel ve özel çelişmeler) gelişmesinin hangi aşamasında bulunduğunu, gelişme doğrultusunu belirler, böylece olay ve olguyu, nesnenin kendisini bilebilir duruma gelebiliriz.
Ne var ki, sınıflı bir toplumda her kişi bir sınıfa mensuptur ve bu yüzden de nesnel gerçekliği olduğu gibi değil de kendi sınıf bakış açısından kavrar ve yansıtır. (Kuşkusuz bu sınıfsal yaklaşım proletarya ve onun ideolojisi için de geçerlidir. Ama proletaryanın sınıf çıkarları toplumsal gelişme ile tam bir uygunluk içinde olduğundan nesnel gerçekliği olduğu gibi kavrama da tek proletaryanın sınıf çıkarlarına uygundur, bu yüzden de Marksizm bilimsel bir öğreti olma olanağına sahiptir) Bu yüzden de gündelik dilde kullanılan “yeni” ile bizim burada sözünü ettiğimiz “yeni” çelişir. Örneğin bir kaç yıl önce, bir Amerikan “doğa-bilimcisi”nin, Darwin kuramına karşı çıkarak; maymunun insan ırkının yozlaşması sonucu ortaya çıktığı iddiası, şimdiye kadar kimsenin aklına gelmeyen, ya da kimsenin cesaret edip söyleyemediği bir zırvaydı ama ilk kez söylenmiş olması bakımından da günlük dilde “yeni” idi. Ama bir gelişmenin, bilimsel düşüncenin gelişmesinin bir ürünü değil, materyalizm karşısında çaresiz kalmış idealizmin bir zırvası olması bakımından da eski idi. Demek ki yenilik zaman dilimi açısından bir yenilik olmaktan öte, gelişmenin ürünü, gelişmeyi yönlendiren ve ilerleten özellikleri taşımak zorundadır. Öne sürülen düşünce, gelişmeyi önleyici ise^ne kadar yeni söylenmiş olursa olsun eski’dir. Ama günümüz revizyonistleri (hiç olmazsa büyük çoğunluğu) tezlerinin zaman bakımından da yeni olduğunu, Marksizm’in yanıt veremediği sorunlara yanıt getirdiklerini iddia ediyorlar.
Bu genel değinmeden sonra tekrar konumuza dönüp, revizyonistlerimizin “yenilerinin neler olduğuna bakabiliriz.
Eğer revizyonistler ve Marksizm’in eskidiğini iddia eden burjuva ideologları “yeni”den söz ederken, kimi nicel değişmeler ve ayrıntıdaki kimi özellikler olsaydı bunları tartışırdık. Çünkü gerek bilim ve teknolojideki gelişmeler, gerekse ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin boyutu ve ortaya çıkardığı sorunlar, gerekse her gün daha da çürüyen ve gericileşen kapitalist sistem ve onun değerleri karşımıza çözülmesi gereken yeni olay ve olgular çıkarmaktadır. Dahası, yeni olay ve olguların yorumlanmasını, “somut koşulların somut tahlilini Marksizm’in yaşayan ruhu” olarak güren Marksizm-Leninizm, her somut durumdaki çözümlemelerle kendi hazinesini zenginleştirmeyi kendine ilke edinmiştir. Ama onlar bunu kapitalist toplumun temel çelişmesinin değiştiğini iddia ederek, toplumsal ilerlemenin yeni sorunlarına çözüm getirmek iddiasındadırlar ve bu yazı boyunca bu iddialara hiç olmazsa belli başlılarına değineceğiz. Burada ise; revizyonist-reformcu takımının yenilerinin neler olduğunu sergilemeye çalışacağız.
Bernstein’den A. Gorz’a “Yeni”lik
Gericiler, nerede, ne zaman “yeni”den. “yenilik”ten yana olduklarını iddia etmişlerse, yeni adına eskiye, daha eskiye dönmüşlerdir. Üstelik de eskinin olumlu yanlarını atarak en olumsuz yanlarını benimseyerek ortaya çıkmışlardır. Örneğin, 19. yy sonu ve 20. yy başlarında “çağın sorunlarına çözüm getireceği” iddiasıyla ortaya çıkan bütün düşünce akımları adlarının başına ”yeni” eklemesini takmışlardı. Yeni Kantçılar, Yeni Hegelcier, Yeni Darwinciler, Yem Olgucular. Vb. Vb. gibi. Ama hiç bir soruna yeni bir çözüm getiremedikleri gibi Kant’ın Hegel’in, Darwin’in dürüst ve tutarlı izleyicileri bile olamadılar. Tersine onların en olumsuz yanlarını abartarak idealizmin batağına yuvarlanıp, burjuvazinin sıradan hizmetkarları durumuna düştüler. Politikada da durum pek farklı değil; Lui Bonapart, Napolyon’un “yeni” ama gerici bir karikatürü oldu, günümüz
Kemalistleri “yeni” adına M. Kemal’i tekrarlarken nasıl faşist devletin baş savunucuları durumuna düşüyorlarsa. Tıpkı, günümüzün “yeni düşünc” sahiplerinin yeni adına, Proudhon’a, Lassalle’a Saint Simon’a, Bernetain’a, Kautaky’e, A. Smith’e vb. dönmeleri gibi. Gerçekten de, 1970’lerin sonlarından başlayarak, özellikle son yıllarda, keşfettikleri “yeni sorunlara” “yeni çözümler” getirme iddiasında olanlar henüz orijinal, tırnak içinde bile olsa yeni bir şey söylemiş değillerdir. Tersine bugün, “koşullar değiştiği için” getirilen “yeni çözümlemelerin” hepsi, Bernstein’den Euro-komünistlere ünlü revizyonistlerin söylediklerinin, bazen utangaçça, bazen de utanmazca yapılan tekrarlarından başka bir şey değildir.
E. Bernstein, 1880’lerin sonunda, Paris Komünü sonrasının nispeten barışçıl yıllarında, işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarının önceki yıllara göre daha istikrarlı bir iyileşme içine girdiğine bakarak (ya da bunları bahane ederek) artık Marks’ın dönemindeki proletaryanın kalmadığını, bu yüzden de devrimci olmayan yollarla sosyalizme geçmenin olanaklı olduğunu, Marksizm’i de eski devrimci içeriğinden kurtarmak gerektiğini, diyalektiğin Marksizm için yük olduğunu, yeni koşullarda, işçi sınıfının barışçıl mücadelelerle sömürüden kurtulup tedricen sosyalizme gideceğini iddia etti. Marksizm’i “yeni koşullara uydurma” denemesi olan “Sosyalizmin Öncüler? adlı yapıtı, bugünün Marksizm’e “yeni” katkıları yapanlarının isteklerinin tam bir ifadesidir.
Bernst’in revizyonizminin ortaya çıkmasından önce de var olan ve onun ortaya çıkması sonrasında netleşen, 1900’lerin başındaki Marksizm’den sapma eğilimlerini A.S. Losovsky, şöyle özetliyor: (Bugünkü revizyonistlerin Marksizm’e yönelttiği eleştirilerle yakınlığını dikkate alarak buraya aktarıyoruz.)
“1- Sınıf mücadelesi teorisi ‘aslında’ doğrudur, ama sendikaların büyümesi ve demokrasinin kurulması ile anlamını yitirmiştir.
“2- Devrim toplumsal gelişmenin daha alt aşamalarına tekabül eden artık zamanı geçmiş bir kavramdır. Demokratik devlet, devrimi ve devrimci mücadeleyi dıştalar.
“3- Demokrasi işçiler arasında kapitalizmden sosyalizme barışçı geçişi güvence altına alır ve bundan dolayı proletarya diktatörlüğü gündemde durmamaktadır ve gündemde durmaz da.
“4- Yoksullaşma teorisi kendi içinde doğruydu, ama şimdi eskimiştir.
“5- Marks’ın çağında partinin sendikalar içindeki önder rolü belki doğruydu, ama bugün yalnızca parti politikası açısından tarafsızlık, sendikal hareketin doğru gelişmesini güvence altına alabilir.
“6- Marks’ın çağında, grevler belki en önemli mücadele araçlarından biri olarak değerlendirilebilirdi, ama bugün sendikalar artık büyümüştür vb. “(2)
Sanki 20. yy başlarındaki Marksizm’e yönelik “eleştiriler” değil de 1990’da TBKP ve bütün dünyadaki yandaşları ve türevleri tarafından kaleme alınmış bir “yeni” manifestodur şu yukarıdakiler.
1920’lerden hemen önce Karl Kautsky, tekelleşmenin giderek tekeller arasında rekabete son verecek, ultra emperyalizm düzeyine varacağını iddia ederek, artık dünyamızın savaşsız bir dünya olacağını, dolayısıyla da devrimlere ne yer ne de gerek olacağını, proletarya diktatörlüğünün de zaten, Marks tarafından bile 1bir kez değinilmiş” (!) bir şey olduğunu, proletarya diktatörlüğünü değil “saf demokrasi”yi amaçlamak (TBKP, “tam demokrasi diyor) gerektiğini, Bolşeviklerin “demokrasiye kılıç çekerek” yanlış yaptıklarını vb. iddia ediyordu
1944’te Amerikan Komünist Partisi’nin önde gelen liderlerinden Ernst Browder, Tahran Konferansı’nın sonuçlarını “yorumlayarak”, dünyada kapitalist sistemle sosyalist sistem arasındaki karşıtlığın kalktığını, bu yüzden Amerika’da (tabi öteki kapitalist ülkelerde de) burjuvazi ile proletarya arasında uzlaşmaz bir karşıtlık kalmadığını, sınıf farkı gözetilmeksizin bir kalkınma çağına girildiğini, Amerika’nın da (tabi kapitalist Amerika) bu ilerlemeye önderlik edeceğini söyleyerek şöyle devam ediyordu: “Eğer gerçekleri ciddi olarak karşılayabilir, Jefferson, Raina ve Lincoln’un yüce geleneklerini çağdaş bir anlayışla yeniden yoğurabilirsek, o zaman Amerika dünya önünde birleşebilir, insanlığın kurtuluşundan yönetici bir rol oynayabilir.” (3)
İtalyan Komünist Partisi’nin ünlü lideri, Euro-komünizmin babası Palmire Togliatti, 1944’de, henüz savaş sürerken, İKP’nin ulusal konseyinde yaptığı konuşmada, ‘Ulusal ve uluslararası koşullardan dolayı iktidarın ele geçirilmesini bir hedef olarak görmüyoruz; istediğimiz sadece faşizmi tümden yok etmek ve gerçekten anti-faşist, ilerici bir demokrasi yaratmaktır.” Togliatti burada da kalmaz, (kalamazdı da) düşüncesini daha da ileri götürür ve Leninist partiden farklı bir bileşim ve yapıda olan “kitlelerin yeni partisi” düşüncesini öne sürer: “Bu partinin amacı, reformlar aracılığı ile toplumda köklü değişiklikler yaratmaktır.” (4) Sonradan, Togliatti’nin sadık izleyicisi Berlingeur’in bu düşünceleri geliştirerek Leninizm’e açıkça karşı çıktığını, Marks’ın “yeni yorumcusu” olarak Euro-komünizmin yerleştirilmesinde başrolü oynadığı biliniyor.
2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Swİzy, Mandel, Baran gibi Troçkist 4. Enternasyonalin ideologları, Bilimsel ve Teknolojik Devrimin artık emperyalistler arasında bir savaşı olanaksız kılarken Marksist devrim kuramını da değiştirdiğini, diyalektik materyalizmin “nitel sıçramaların nicel birikimlerle olanaklı olduğu” biçimindeki ilkesinin artık geçersiz olduğunu, işçi sınıfının devrimde önderliğinin ideolojik önderlikle sınırlı olduğunu, suni dengenin bozulması için öncü savaşın gerekli olduğunu vb. iddia ediyorlar.
Mao Zedung 1930’lardan başlayarak “Marksizm’in Çinlileştirilmesi” iddiası ile onu revize etti, bir köylü ideolojisine dönüştürdü. İşçi sınıfı yerine, köylülüğü ya da belirsiz “halk” kavramını geçirdi. Emperyalistlerin bir bölümünü dünya devrim güçleri içine aldı, burjuvazinin sosyalizme ikna olabileceği hayallerini yaydı.
1960’lardan George Marchaise, kapitalizmin gelişme düzeyi ve Fransız işçi sınıfının durumunu değerlendirerek, “Artık, Fransız Proletaryasından değil, ancak Fransız işçi sınıfından söz edilebilir der. (Biz de proletarya sözcüğünün karşılığı olarak ‘işçi sınıfı’ sözcüğünü kullanıyoruz. Bu yanlış da değil. Ama Marchaise, bu iki sözcüğü birbirinin yerine değil, birini ötekine karşıt olarak kullanıyor. Proletarya derken, ezilen, sömürülen, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan, dünyayı değiştirme yeteneğine sahip tek sınıftan söz ederken, işçi sınıfı derken, artık bir orta sınıf durumuna gelmiş, kapitalist toplumla uyum ve uzlaşma içinde yaşayıp gidecek reformcu bir sınıftan söz ediyor. Euro-komünistler iki sözcüğü birbirine karşıt anlamında kullansa bile, biz her zaman olduğu gibi proletarya ve işçi sınıfı sözcüklerini eş anlamlı olarak kullanmaya devam edeceğiz.)
FKP, 1979 Mayıs’taki 23. Kongresinde parti belgelerinden “Marksizm-Leninizm” terimini çıkarır ve yerine “bilimsel sosyalizm” terimini geçirir. (Marksist literatürde “bilimsel Sosyalizm” ile Marksizm, Leninizm eş anlamlı olarak kullanılagelmiştir. Bugün de kullanılmaktadır. Revizyonistler, Bilimsel Sosyalizm sözcüğü ile bir yandan Marksizm-Leninizm’in burjuvazide uyandıracağı tepkiyi önlemeye çalışırken öte yandan da, sosyalizmi bir eylem kılavuzundan çok “masum” bir “bilimsel teori” olarak nitelemeyi çıkarlarına ve konumlarına uygun buluyorlar. Ama revizyonistler sözcüğe kendilerince anlamlar veriyorlar diye “bilimsel sosyalizm” sözcüğünün Marksist literatürden çıkarılamayacağı açık bir şeydir.)
İspanya Komünist Partisi ise, 1960’lardan başlayarak yukarıda sözü edilen bütün görüşleri daha da geri bir yorumla benimseyerek bütün revizyonistlerin önüne geçti. 1978 Nisan’ındaki kongresinde İspanya Komünist Partisi Marksist-Leninist bir parti olmadığını, “Marksist-demokratik-devrimci” bir parti olduğunu ilan etti. Gerçi, bu bugünün Polonya, Çek, Macar vb. partilerindeki değişikliklere bakınca çok masum sayılırsa da, bu İspanya Komünist Partisi’nin hala Marksist kaldığını değil, geçen yıllarda gericiliğin kazandığı mevzileri belirtmesi bakımından önemlidir
Bu örnekleri daha çoğaltmak hatta ayrıntıya inerek, bugün olup bitenlere tıpa tıp benzer olaylar ve öne sürülen tezler bulmak olanaklı, ama yukarıdaki özet bile, bugün iddia edilen yeni tezler ve Marksizm’in çözemediği yeni sorunlar diye bahane gösterilen şeylerin eski revizyonistler tarafından öne sürülmüş ve “çözümlenmiş” olduğunu göstermektedir. Bu örnekler ve sosyalizmin tarihi açıkça göstermektedir ki, bugün öne sürülen tezler yeni değil, tersine eski revizyonistlerin her biri tarafından öne sürülmüştür. Ne var ki, yaşam bu tezleri öne sürüldüğü günden başlayarak defalarca yalanlamasına karşın, her revizyonist, kendi yaşadığı dönemi “yeni”, öne sürdüğü sınıf işbirlikçisi tezleri de bu “yeni döneme uygun Marksizm’in yaratıcısı yorumlanması” olarak lanse etmiştir.
Dikkat edilirse bütün revizyonist tezler, kapitalizmin nispi bir rahatlama içinde olduğu (bunun anlamı sosyalizme karşı savaşta daha cüretli ve saldırgan bir ideolojik mücadele yürüttüğüdür) koşullarda ve proletarya ile burjuvazi arasındaki çatışmanın artık bir savaşa dönüşmesinin gerek olmadığı, kapitalizmin bir barış çağı açtığı, tedricen sosyalizme geçişin olanaklı olduğunu iddia eden tezler etrafında şekillenmiştir. Bu da pratikte, partinin sıradan bir sosyal demokrat partiye dönüştürülmesi, öncülük niteliğine son verilmesi, Marksizm-Leninizm, proletarya diktatörlüğü, devrim gibi burjuvazi için ‘uğursuzluk’ çağrıştıran terimlerin parti literatüründen ayıklanması, “insanlık”, “sınıf bilimi”, “emekçi alternatifi”, gibi ne idüğü belirsiz kavramlarla tam bir kavram kargaşası yaratılması amaçlanmıştır. Çünkü temel kavramlardaki belirsizlik, ideolojik belkemiksizliğin ifadesinden başka bir şey değildir.
Revizyonistlerin, Marksizm’i, “yeni koşullara” uyduranların en eskileri olan Bernstin ve Kautsky’den bu yana, iki büyük dünya savaşı, Rusya’dan Çin’e sayısız devrim ve kurtuluş savaşları, sayısız darbe, iç savaş ve karşı devrim, bu revizyonistlerin “yeni” koşullar ve “yeni çözümler”ini kumdan şatolar olduğunu kanıtlarken, “eskimiş” dedikleri Marksizm’in dünyanın her köşesinde milyonlarca proletere ve ezilen haklara yol gösterdiğini Marksizm’in azılı düşmanları bile inkâr edemez. Togliatti daha kendi yaşarken “ileri demokrasi’nin burjuvazi tarafından elinin tersiyle itildiğini gördü. (Anlamadı o ayrı) Euro komünist partiler, gericiliğe ve geleneksel değerlere aykırı düşmemek için onca çabalarına karşın, her geçen gün güç kaybettiler, sağa kayarak sağ seçmenin oyunu alma hesabı yaparken evdeki bulgurdan da olup birer marjinal parti durumuna düştüler. SB ve Doğu Avrupa’da Kruşçev’le başlayan revizyonizm ise, bugün açıkça liberalizmin kucağına sürüklendi, Marksizm iddiasından bile bütünüyle vazgeçecek çizgi üstünde durma savaşı vermektedir. Bunlara burjuvazinin sosyalizmle hiç de yan yana yaşama isteği olmadığı ve dünya jandarmalığından asla vazgeçmediği (Panama örneğinde görüldüğü gibi) ve vazgeçmeyeceği (emperyalizmin karakterinden dolayı) eklenirse, Marksizm’in yeni yorumcularının, eskilerinden daha büyük bir hayal kırıklığı beklemektedir. Çünkü her zaman yeni olan, ama gerçekten yeni olan tek dünya görüşü Marksizm’dir. “Yeni” adına bile olsa Marksizm’den her sapma eskiyle çürüyenle, gericilikle birleşmek anlamına gelir, geliyor.
“Elveda Proletarya” çığlığı
Yukarıdan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, Bernstein’den Gorbaçov’a “yeni bir dönem’e ilişkin “yeni tezler”, ya da “Marksizm’in yeni koşullardaki yorumu” olarak ileri sürülen tezlerin eski revizyonistlerin ya da sıradan burjuva ideologlarının Marksizm’e yönelik eleştirilerinin süslenmiş bir yinelenme-sidir. Ama bu sözünü ettiğimiz revizyonistlerin tümü, ya eskiden Marksist saflarda yer almış döneklerdir, ya da Marksist maskesi takmış burjuvalardır. Bu bölümü bitirmeden sözünü edeceğimiz son kişi ise, iddiaları ve amaçları revizyonistlerle tam bir uygunluk içinde olduğu halde, kendisi “Marksist” çevreden gelmemiş Andre GORZ’dur.
Asıl adı Michel Basquet olan bu Fransız gazetecisi, sıradan bir gazeteci iken, 1980’de yayınladığı “Elveda Proletarya” adlı kitabıyla burjuvazinin ve her soydan reformcu ve revizyonistin, sözde Marksistlerin gözdesi oluverdi. Andre Gorz’un kitabına burada değinmemizin nedeni de kitabın yayınlandığından bugüne popülaritesini koruyor olmasıdır. Gerçi son aylardaki yaptıkları atakla Gorbaçovcular, A. Gorz’u gölgede bırakmış gibi gözüküyorlarsa da, en azından kitabın adının “Elveda Proletarya” olması ve tüm devrim düşüncesine, devrimci mücadeleye küçümseyici bir bakışı çağrıştırması bakımından, devrim karşıtları için müstehzi bir ifadeyle sık sık söylenen bir tekerleme olmaya devam etmektedir. Bu yüzden de bu bölümü, Jean Paul Sartre’nin bu sadık izleyicisinin düşüncelerine değinerek bitireceğiz.
Andre Gorz, J.P. Santre çevresindeki diğer ekzistansiyalistler (varoluşçular) gibi, ekzistasiyalizmle kimi Marksist düşünceleri ve kavramları uzlaştırmaya çalışan, ama Marksizm’i benimsemeyen, buna karşın da kendisini bir tür “sosyalist” sayan bir kişidir. Bu yüzden de diğer revizyonistlerden farklı olarak, “Marksizm eskiden doğruydu, ama bugünkü koşullarda yeniden yorumlanması gerekil” diye bir ikiyüzlülüğe baş vurmuyor. Açıkça Marksizm’in eskiden de geçersiz olduğunu söylüyor. Ama bunu söylerken de, bu yazının çerçevesine giren düşünceler öne sürüyor. O’nu, revizyonistlerin ilham kaynağı ve gözdesi yapan bu düşünceler bizim de eleştiri konumuz alacak.
Gorz “işçi sınıfı içindeki buhranı şöyle değerlendiriyor: “Bununla birlikte buhran, fiilen mevcut bir işçi sınıfının buhranı olmaktan çok bir mitos’un bir ideolojinin buhranıdır, bir yüzyıldan fazla bir süreyle, proletarya düşüncesi gerçek dışılığını gizlemeyi başardı.”
Her şeyden önce bu yargı, Marksizm’in yüz yılı aşkın bir süre kendi “gerçek dışılığını” sakladığı düşüncesi, ancak immateryalist (maddeyi yok sayan, özdeksizci) temelde yükselen varoluşçu dünya görüşü tarafından öne sürülebilecek bir saçmalıktır. Çünkü Marksizm tarih sahnesine çıktığı 19. yüzyıl ortalarından bu yana burjuva dünya görüşünden kaynaklanan sayısız akımla savaşıp rüştünü ispatlayarak, her adımda yeniden yeniden tutarlılığı sınanmış bir dünya görüşüdür. Dahası, 1848’den bugüne, Marksizm sadece düşünsel sağlamlık bakımından değil, sınıf mücadelesinin pratiği bakımından da sınanmış, her seferinde doğruluğu kanıtlanmıştır. Ekim Devrimi başta olmak üzere sayısız devrim ve devrim girişimleri Marksizm’in doğrulanmasının kanıtı olarak ortadadır. Özellikle son yüzyıl içinde toplumu ileri götüren bütün ileri atılımlar Marksizm’in damgasını taşımaktadır. Bu gerçek ortada dururken, “proletarya düşüncesi gerçek dışılığını yüzyılı aşkın bir süre sakladı” demek en hafifinden gerçekleri gözden saklamaktan başka ne anlama gelir?
Peki, öyleyse 1980’lerde A. Gorz’a “Elveda Proletarya” diye sevinç çığlığı atma cesaretini veren nedir? 8u sorunun yanıtı da ortada duruyor: Troçkistlerden Gorbaçovculara sayısız revizyonist ve reformcu odak gerek Marksist kuramı tahrifte, gerekse eski sosyalist ülkelerde Marksizm’i uygulamamakta öylesine başarılı oldular ki, dışardan saldırarak Marksizm’i yıkmaktan umudunu kesen burjuvazi yeniden umutlandı. Öncelikle bu Marksizm düşmanı “Marksistleri” destekleyerek, sonra da A. Gorz gibilerini sahneye sürerek Marksizm’e yönelik saldırı kampanyasına güç verdi. Saldırının malzemesi ise eski sosyalist ülkelerin açmazları oldu. Marksizm’den uzaklaşmaktan doğan revizyonizm bunalımı Marksizm’in, sosyalizmin bunalımı olarak lanse edildi. Troçkizmin desteklenmesiyle başlayan bu kampanya, soğuk savaş döneminden geçerek, titoculuktan gorbaçovculuğun emperyalist kapitalizmin gözdesi olmasına kadar sürdü. İşte, A. Gorz’u cesaretlendirip, “Elveda Proletarya!” çığlığını attıran budur. Oysa bu perde üstünden kaldırıldığında açıkça görüldüğü gibi bu Marksizm değil, Marksizm’e ihanetin ifadesi olan revizyonizmin bunalımıdır. Demek ki, A. Gorz’u konuşturan “Marksizm’in gerçek dışılığı”nın artık gizlenemez olması değil, revizyonistlerin gerçek Marksizm’i gizlemiş, onun yüz yıldan fazla bir süredir gerçeği aydınlatan ışığını gölgelemeyi başarmış olmalarıdır.
A. Gorz, kitabı boyunca Marksizm’in geçersizliğini kanıtlamak için bazen Marks’tan sahte alıntılar yaparak, bazen anarşistlerle Marks’ı özdeşleştirerek Marksizm’i eleştirmeye çalışıyor, ama onun temel önermesi şu (ve kitap boyunca da bunu kanıtlamaya çalışıyor):
“Üretici güçlerin gelişmesi, yalnızca ve yalnızca kapitalizmin mantığı ve gereksinimleri açısından işlevseldir. Bu gelişme sosyalizmin maddi temelini yaratmayacağı gibi, sosyalizme engel de olur. Kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler öylesine onun damgasını taşır ki sosyalist mantıkla ne işlenebilir ne de kullanılabilir. Varolan üretici güçlere göre mantık yürütmek, sosyalist düşünce biçimini geliştirmeyi hatta öngörmeyi olanaksız kılar.” (5)
Görüldüğü gibi A. Gorz’da gökten gelen yargılar Marksizm’in gerçek dışılığını yüzyıldan fazla gizlediği iddiası gibi, gökten gelen önermelere dayanıyor. Kapitalizmin geliştirdiği üretici güçler yalnız ve yalnız kapitalizmin mantığı ve gereksinimleri açısından işlevselmiş! Bu mantığın doğal sonucu olarak da proletarya, kapitalizmi ortadan kaldırma yeteneklerine sahip olamıyor elbette!
Yukarıda aktardığımız, A. Gorz’un temel önermesi mantıksal bakımdan tutarsız, tarihsel bakımdan da gerçeği açıklayamaz durumdadır. Çünkü, bir şeyin ancak kendisiyle özdeş olduğu, bir şeyin hem kendisi hem de başka bir şey olamayacağı önermesi formel mantığın önermesidir. Ve bugün bu önerme doğmanın asıl gerçek sayıldığı dini gericilik çevreleri ve aşırı gerici “felsefî çevreler dışında geçersizliği bilinmektedir. Az çok bilimsellik iddia eden her kişi ve çevre, her şeyin bir tarihe sahip olduğunu, bu anlamıyla da bir oluş içinde olduğunu kabul etmek zorundadır. (Aksi halde her nesnenin ayrı ayrı tanrı ya da ona benzer bir şey tarafından yaratıldığını kabul etmek gibi, artık gelişmiş insan düşüncesinin kabul edemeyeceği bir çözümsüzlüğü var sayması gerekirdi.)… Oluş ise, zorunlu olarak, bir şeyin başka bir şeyden, kendisi olmayan bir şeyden türediğini kabul etmektir. Öyleyse hiçbir şey sadece kendi kendisiyle özdeş değildir. Tersine, bir şey hem kendisidir, hem de başka bir şeydir. Ki, bir süreç içinde başka bir şey kendisini inkâr ederek, yeni bir sürece başka bir şey olarak girer. Ama Bay Gorz için bir şey neyse odur: Mademki proletarya kapitalizmin bir ürünü olarak tarih sahnesine çıkmıştır, öyleyse ancak onun üretici gücü olarak işlevseldir. Bu nedenle de onu yıkma potansiyelini taşımaz. Diyalektik mantık ise tam tersini zorunlu görüyor: Evet, proletarya kapitalizmin yarattığı bir güçtür (nasıl ki, feodalizm köleciliğin, kapitalizm ise feodalizmin bağrında doğup geliştiyse) ama aynı zamanda o, kapitalizmi yok edecek yanıyla anlamlanır. Terminolojik olarak da bu içerikle anlam kazanır. Aksi halde, sadece kapitalizmin yarattığı bir güç anlamında proletarya kavramının bir önemi olamazdı, materyalist diyalektiğin bir kavramı bile olamazdı. Demek ki, A. Gorz önermesini doğrulayabilmek için mantıksal olarak formel mantığın kategorilerini (ulamlarını) kullanmak zorunda kalıyor ki, daha baştan bu onu az çok bilimsel olma iddiasındaki çevrelerin bile dışına düşürüyor.
A. Gorz, bu iddiasıyla yaşanan tarihi de reddediyor. Çünkü o bu önermesiyle, proletaryanın burjuvaziye başkaldırılarının (en ileri yorumuyla bile) hiç bir zaman kapitalizmi yok edecek bir perspektife sahip olamayacağını “yalnızca ve yalnızca kapitalizmin mantığı ve gereksinimleri açısından işlevsel” olabileceğini söylüyor. Bırakalım, 1848’den sonraki sayısız ayaklanma girişimlerini, Ekim Devrimi bile Gorz’un önermesini çürütmeye yeterlidir. Gerçekte Gorz, mantığında tutarlı olursa, ilkel toplumdan bugüne gelen hiç bir gelişmeyi, işe tanrıyı da tanrıların arabalarını (laik görüşlü olduğuna göre her halde ikincisini tercih eder) karıştırmadan açıklayamaz. Çünkü ilkel köleci ve feodal toplum da kendi yarattıkları güçlere salt kendileri için “işlevsel olacak” kadar damga vurabilirler. Kapitalizm vurduğuna göre onlar neden vurmasın? Bu durumda da, ne köleci toplumun bağrında gelişen feodalizm, ne de feodal toplumun bağrından çıkan kapitalizm damgalarını taşıdıkları toplumları yıkamazlardı.
Ne var ki, A. Gorz Marksizm’in basit bir muhalifi değildir. Onun da bir “sosyalizmi” var ve kimlerin kuracağını ilan ediyor:
“Kapitalizm hiç bir zaman kendi doğurduğu sorunları çözümlemede bu denli yeteneksiz kalmamıştı. Ne varki, bu yeteneksizlik onun için ölümcül değil. Kapitalizm, bugüne kadar pek incelenememiş ve ancak çok az kavranabilmiş bir gücü, kendi sorunlarına hakim olma gücünü ele geçirebilmiştir… (!)
“Buradan itibaren, kapitalizmin aşılması ve farklı bir üretim biçimi adına olumsuzlanması ancak, proletarya da dâhil olmak üzere tüm sınıfların yok oluşunu temsil edebilen ya da öngörebilen sosyal katmanlardan beklenebilir.” (6)
Görüldüğü gibi Gorz, hiç olmazsa kapitalizmin sorunlarını çözdüğünü söylemeyerek, Gorbaçovculardan daha ileri (!) bir tutum alıyor. Ne var ki, kapitalizmde “gizli güçler” keşfediyor. Ama asıl ilginci Marksizm’ini “çözümleyemediği” sosyalist iktidar sorununu “yeni” bir biçimde çözümleyerek “yeni”lik iddiasına bir ucundan katılmaktır. “Tüm sınıfların yok oluşunu temsil edebilen ya da öngörebilen sosyal katmanlardan” bekliyor sosyalizmi kurmayı. “Temel inisiyatif gruplarıyla merkezi siyasi otoritenin işbirliğine dayanan ‘yeni bir sosyalist toplum’ modeli sunuyor Gorz. Gorz’un “temel inisiyatif grupları ve merkezi siyasi otoritesi” burjuvazi teknokratlar ve bürokratları kapsayan bir iktidardır. Bunlar sosyalizmi kuracaklardır! Ama nasıl kuracaklarına geçmeden önce bu önerinin yeni olup olmadığına bakmak gerekecek. “Yeni”lik konusunda Gorz’da reformcu ve revizyonistler gibi çok şanssız. Yeni bir şey ileri sürdüğünü iddia ediyor ama ne var ki, yeni dediği şey 150 yıl önce, nerdeyse aynı sözcüklerle söylenmiş. Galiba, ünlü fizikçi Lord Kelvin’in fizik için söylediği yanlış çıkışsa da, politika alanında doğru; artık “keşfedecek bir şey” kalmamış! Yoksa böyle “yeni bir şey” bulmak için yanıp tutuşanlar, Marksizm’in dışına çıktıklarında ancak tarihin çöplüğünden bir şeyler bulup çıkarırlar mıydı? (1900 yılında, fizikteki gelişmelerin değerlendirildiği bir sempozyumda Lord Kelvin fizikte artık yeni bir şey keşfetmenin olanaksız olduğunu, keşfedilecek her şeyin keşfedildiğini, ancak daha hassas ölçümler yapılarak bazı nicel iyileştirmeler yapılabileceğini söylemişti. Ama daha bu sözlerden bir kaç yıl sonra fizikte yeni keşifler art arda ortaya çıkarak ünlü fizikçiyi yanıltmıştı.)
Ne var ki, A. Gorz’un kaderi de reformcu ve revizyonist sözde Marksistlerle birleşiyor, bütün “yeni”lik iddialarına karşın, çözüm olarak getirdiği tutarsız bir Saint Simon’culuktan başka bir şey değil. Saint Simon (1760-1825) A. Gorz’dan 150 yıl önce, aynen Gorz gibi, endüstriyellerden, bankerler, tüccarlar ve işçilerden oluşan (buna Gorz temel inisiyatif gurubu diyor) bir karma yönetim altında sosyalizm kurmayı düşler. Bu tasarım, hiç bir gerçek temele dayanmadığı, nesnel koşullara ters düştüğü için de Simon “ütopik” sosyalist olmaktan öte gidemez. Üstelik bu yaklaşım biçimi, ilk kez St. Simon’da da görülmez. St. Simon, bu yönetim biçimini, Platon’un görüşlerinin dinci bir yorumu olan Yeni-Platonculardan esinlenir. Yani, Bay Gorz’un Marksizm’in karşısına “yeni” olarak sunduğu görüşün kökleri iki bin yılı geride olup, hiç uygulama alanı bulamamış bir ütopyadır. Ama hakkını yemeyelim Gorz’da bir ütopyacı olmaktan öte geçmediğinin farkındadır, bu yüzden olacak, sosyalizmi nasıl kuracağını ve nasıl bir sosyalizm olacağını kitabında “İKİ ÜTOPYA” (7) bölümünde anlatmaktadır. Ama “ütopya” kavramını olumlayarak. Oysa, Marksist terminolojide ütopya olumsuz bir kavram olarak, uygulama olanağı olmayan, nesnel gerçeklikten çıkarılmamış önermeleri niteleyen bir kavramdır. Ama son yıllarda, pek çok kavram ve değer gibi ütopya, gibi olumsuz kavramlar bile bir aydın sorumsuzluğu içinde popülerleştirildi ve sevimli bir içerik kazandırılmaya çalışıldı. “Ütopik” ya da “nostaljik takılmak” marifet sayılır olduğundan olacak Gorz’da çözümünü “ütopya” olarak sunuyor. Doğrusu Gorz’un sosyalizm tasarımı başka türlü de adlandırılamaz: Bir sabah uyanan Fransız halkı, Cumhurbaşkanı yeni yönetimin amaç emirlerini halka duyurarak sosyalizmi ilan eder. Başbakan’da daha ayrıntıdaki kuralları radyodan ilan ederse, bu sosyalizme ütopik demekten öte ne denebilir? Çünkü ‘inisiyatif grupları” ve “siyasi otoritenin” sosyalizmi ilan etmeleri için hiçbir neden yoktur. Her halde iyi niyetlerinden olacak, halka, “daha az çalışıp daha iyi tüketme” çağrısı yapıyorlar. Sanki bu gruplar ve siyasi otoriteler “kapitalizmin damgasını taşımıyor” gibi onlara kapitalizmi yıkacak güç payesi yüklüyor Bay Gorz. Ne var ki Gorz’da proletarya kapitalizmi yıkacak bir sınıf olarak görülmüyor. Ama yaşanan dönemin niteliğine ışık tutan böyle bir kitabın yazılmış olmasından çok, bu kitabın aydın çevrelerde, sözde de olsa Marksist çevrelerde okuyucu bulup “ilginç” bir kitap olarak lanse edilmiş olmasıdır. Bunun nedeni ise, Gorz’un kalkış noktası farklı da olsa, amaç bakımından reformcu ve revizyonistlerle tam bir uyum içinde olmasındandır. Demek ki, Berstein’den Gorbaçov’a uzanan çizgi Gorz ve Gorzları da içine alan amaçlar gütmektedir. Yazının bundan sonraki bölümleriyle bütünleştirildiğinde bu çizginin başka bileşenleri de daha açık görülür olacaktır. (sürecek)

KAYNAKÇA
(1) Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi “Yeni” maddesi
(2) Losovsky, Sendikalar Üzerine II s. 189-190
(3) E.Hoca, Euro-komünizm Anti-komünizmdir s.26
(4) Age s.63
(5) Andre Gorz, Elveda Proletarya s.9
(6) Age s. 9-10
(7) Age s.186-193

Mart 1990

Demokrasi ve faşizm, tekelci burjuva devletinin iki yüzünü, iki biçimini ifade ediyor-2

b) Almanya
Almanya, birinci paylaşım savaşı sonrasında, İtalya ve Rusya’nın dışında, emperyalizmin zayıf halkaları arasında yer alıyor.
Toplumsal bunalım, Rusya’da 1917 Ekim Devrimi ile çözülüyor. Zayıf halka devrimle kırılıyor. İtalya’da, tekelci burjuvazi, zayıflığını faşizmin işbaşına gelmesi ile tamamlıyor. Sosyal-demokrasinin karşı-devrimin doğrudan siyasal bir aleti olarak rol üstlenmesi ve güçlü bir devrimci örgütün yokluğu, 1918-23 Alman Devrimi’nin yenilgisini getiriyor. Alman Devrimi yeniliyor, ama düzen yerine oturmuyor, toplumsal bunalım sürüyor. Alman tekelci burjuvazisi, düzeni oturtmak için, 1033’le birlikte, faşizm silahına başvuruyor.
Devrimin zaafları, Hitler faşizminin iktidara yerleşmesinin yolunu açıyor.
Alman işçi sınıfı, savaşın en çok kızıştığı 1917 Nisan’ında, savaşın sonunu, ekonomik taleplerin yanında, savaşa sen verilmesi, sansürün ve olağanüstü hal yasasının kaldırılması, siyasal tutukluların serbest bırakılması, seçimlere gidilmesi gibi siyasal talepleri içeren grevler ve işçi konseyleri ile karşılıyor. 1918 yılı başlarında 1 milyon işçinin greve çıktığı görülüyor. Askerler anti-savaş eylemlere başvuruyor, cepheye gitmemek için ayaklanan askeri birliklerin sayısında artışlar ortaya çıkıyor. Grevler, 1918 yılının sonunda bir ayaklanma dalgasına dönüşüyor. 1918 yılı sonbaharında, Kiel’de yönetim İşçi ve Asker Konseylerinin eline geçiyor. Aynı yılın Kasım ayında İşçi, Asker ve Çiftçi Konseyi Bavyera Cumhuriyetimin kuruluşunu ilan ediyor. Devrimi durdurmak için, ordu ve monarşi ‘yatıştırma’ politikasına yöneliyor. 1918 sonbaharında Alman Sosyal-Demokrat Partisi (SPD), Ordu Komutanlığının da desteği ile iktidar ortağı oluyor.
‘Yatıştırma’ politikasının devrimin yatışmasında etkili olmadığı görülüyor. Berlin’de Devrimci İşyeri Temsilcilerinin ve Spartakistlerin genel grev çağrısı, 1918 Kasım’ında, Berlin’de, siyasal bir devrime dönüşüyor. Ayaklanan işçiler Emniyet Sarayını ele geçiriyor ve siyasal tutukluları serbest bırakıyorlar. Burjuvazi hem Kasım Devrimini durdurma politikası izliyor, hem de ayaklanmadan sistemin istikrarı için yararlanmak istiyor. Sosyal-demokrasi kendisinden beklenen tarihsel ve siyasal işlevine uygun davranıyor ve devrimi yatıştırmak için Cumhuriyet ilan ediyor, imparator II. Wilhelm Hollanda’ya kaçıyor.
SPD’nin burjuva cumhuriyetinin ilanı için kullandığı Kasım Devrimi, konsey örgütlenmesine dayanıyor. SPD konseyler içerisinde yer alarak, konseyleri işlev-sizleştiriyor. İkinci iktidar organları olarak somut bir ‘tehlike’ arz eden konseyler, SPD eliyle, siyasal içeriğinden soyutlanarak, parlamenter sisteme bağlanıyor. Ekonomik demokrasiyi temsil eden organlar konumuna indirgenerek, konseylerin işlevleri ortadan kaldırılıyor. 1918 sonunda SPD, konseylerin denetimini tümüyle eline alıyor. Daha önceden SPD’den kopan ve Alman Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi (USPD) ismiyle örgütlenen ve Spartakistler Birliği’nin de bir fraksiyon olarak içinde yer aldığı devrimci kanat ise, konseylerin siyasal olarak işlevsizleştirilmesinde yardımcı bir rol oynuyor. Parlamenter demokrasi ile konseylerin yan yana varolacağı bir sistem savunuluyor. Aynı anlama gelmek üzere, SPD ve USPD eliyle, konseyler, burjuva demokrasisinin bir eklentisine dönüştürülüyor. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht önderliğinde Spartakistler Birliği SPD’nin, Ebert-Scheidemann yönetiminin izlediği karşı-devrimci politikaya dikkati çekiyor. Spartakistler Birliği, konseyler cumhuriyeti için mücadele ediyor. Güçsüz kalıyor, etkili olamıyor.
1918 Kasım Devrimi, siyasal üst yapıda burjuva cumhuriyetinin, monarşinin yerini alması ile sonuçlanıyor. Burjuva cumhuriyeti, devrimin dalgalarına karşı bir dalgakıran işlevini üstleniyor, toplumsal Sovyet cumhuriyetinin yolunu kesiyor. Güçlü bir siyasal önderlikten yoksun olan proletarya, toplumsal bir devrim fırsatını kaçırıyor.
30 Ağustos 1918’de Spartakistler Birliği, diğer bağımsız sol gruplarla birleşerek, Alman Komünist Partisi’ne (KPD) dönüşüyor, ilk kuruluş döneminde, sol çizginin partide etkili olduğu görülüyor. Sol çizgi özellikle bir devrim döneminde, mücadele biçimlerinin birbirleriyle uyumlu kullanılmaması ve zamansız ayaklanma girişimleri gibi taktik sorunlarda yansımasını buluyor.
SPD, Kasım Devriminin kazanımlarını arkasına alarak tek başına hükümete oturuyor. Bakanlık koltuklarına yerleşen SPD, devrime arkasını dönüyor, devrimin kazanımlarına karşı saldırıya geçen burjuvazinin karşı-devrimci siyasal bir aleti olduğunu göstermekte gecikmiyor. Konseyler Merkez Kongresinin denetiminin SPD’nin eline geçmesine karşın, işçi sınıfının SPD’nin etki alanından koptuğu gözleniyor. USPD’li Berlin Polis Müdürünün SPD Hükümetince görevden alınması üzerine, başkanlığını Karl Liebknecht’in yaptığı Geçici Devrimci Komitenin protesto çağrısı üzerine, Ocak-1919’da işçi sınıfı Berlin’de sokağa dökülüyor. SPD İçişleri Bakanı Noske, işsiz lümpenlerden ve gönüllülerden Freikorps Birliklerini örgütlüyor. Freikorps Birlikleri ve diğer karşı-devrimci çeteler sokağa dökülen Berlin’e karşı saldırıya geçiyor. Geçici Devrimci Komite oyalanarak zaman kaybediyor ve karşı-devrime hazırlanma fırsatı veriyor. Freikorps Birlikleri devrime karşı kıyım hareketine girişiyor, Rosa Luxemburg ve Karl Liebneckht katlediliyor, Berlin sokakları kan gölüne dönüşüyor.
Berlin Ayaklanmasının etkileri ocak ayı sonunda Ruhr Havzası’na ve Orta Almanya’ya uzanıyor. 1919 Ocak-Şubat aylarını kapsayan, işçi sınıfının, üretim araçlarının toplumsallaştırmasını hedef alan toplumsallaştırma hareketi, özellikle Orta-Almanya’da, kömür madenlerinin toplumsallaştırması, işçi ve asker Sovyetlerinin yetkilerinin artırılması, işletmelerde konsey sisteminin yerleşik hale getirilmesi gibi taleplerle kitlesel grevlere dönüşüyor. Berlin proletaryası Orta-Almanya’yı yalnız bırakmıyor. Berlin İşçi ve Asker Konseyleri Genel Kongresi genel af, askeri mahkemelerin kaldırılması, Freikorps Birliklerinin dağıtılması siyasi talepleriyle genel grev kararı alıyor. Berlin proletaryası genel greve çıkıyor. SPD Hükümeti Freikorps birliklerini yeni baştan örgütleyerek olağanüstü hal ilan ediyor. 1919 Mart’ı yeni bir iç-savaş dönemidir. İç savaşı burjuvazi kazanıyor ve binlerce işçi katlediliyor. Katliam sırası Münih’e geliyor. Nisan-1919’da Münih Konsey Cumhuriyeti kuruluyor. Noske’nin Freikorps birlikleri en büyük katliamı Münih’te gerçekleştiriyor.
Burjuvazi Berlin’den Münih’e ve genel grevden ayaklanmalara kadar uzanan kış ve bahar eylemlerini SPD Hükümeti eliyle bastırıyor. Freikorps Birlikleri, gelecekte Nasyonal Sosyalist Partinin örgütleyeceği faşist çetelerin ilk nüveleri olarak şekilleniyor. Sosyal-demokrasi, daha faşist hareketin doğuşunda ebelik görevi üstleniyor.
Ebe erken doğumu önleyemiyor. Önlenemeyen doğum, eski monarşist subayların askeri darbesiyle ortaya çıkıyor. İki tugay.’Versailles ruhu’na sarılarak, Versaillesci Berlin’e giriyor. Darbe, eski Prusya Genel Valisi Kapp’ın Şansölye ilan edilmesiyle sonuçlanıyor. ‘Resmi” ordu Güney ve Batı Almanya’nın bazı bölgeleri dışında Cumhuriyete sahip çıkmaya yanaşmayınca, SPD Hükümeti, başkenti darbecilere terk ediyor ve Berlin dışına kaçıyor. Darbeciler işçi sınıfına ve devrime karşı teröre girişiyor. Kapp Darbesi, başta Ruhr Havzası olmak üzere, işçi sınıfının direnişiyle karşılanıyor. Ruhr Havzasında işçilerin katılımı ile örgütlenen 50 bin kişilik Ruhr Kızılordusu, darbecilere karşı bir aya yakın çarpışıyor. Berlin ayağa kalkıyor ve işçi sınıfı genel greve gidiyor. Darbeciler yeniliyor. İşgalci tugaylar Berlin’den çekilmek zorunda kalıyorlar. Ayağa kalkan işçi sınıfı karşısında, monarşist darbe girişimi başarısızlığa uğruyor. Ama zaferin meyvelerini, burjuvazi topluyor. Darbenin ilk günlerinde, bağımsız sosyalistler ve yerel sosyal-demokrat örgütler tarafından oluşturulan ve KPD’nin sonradan katılımı ile genişleyen ortak komite, darbecilerin yenilgisinin hemen arkasından Berlin’de bir işçi hükümeti kurmaya yöneliyor. Yöneliş ilerlemeden duruyor. İşçi sınıfının tepkisi ve darbecilerin yenilgisi, ancak, bir kısım subayların ordudan çıkarılması ve Noske’nin Ordu Bakanlığımdan alınmasını sağlıyor.
KPD ilk yalpalamasını, Kapp Darbesi karşısındaki tutumu ile gösteriyor. ‘Çocukluk hastalığı’ açığa çıkıyor. Darbenin ilk günü, 13 Mart 1920, KPD önderliği ‘burjuva cumhuriyetini korumak üzere bir tek parmağını dahi oynatmayı’ reddediyor. Berlin’deki harekete, ertesi günü reformcu sendikalar tarafından başlatılan genel grevin başarısı ve darbeciler karşısında Berlin’in ayağa kalkması üzerine katılıyor. Ortak komiteye giriyor. Kapp Darbesi karşısındaki tutumu ile KPD önderliği itibar erozyonuna uğruyor ve ileri ölçülerde sınıftan kopuyor. İtibar erozyonu ve sınıftan kopuş Haziran 1920’de yapılan seçimlerde, KPD’nin büyük ölçüde oy kaybetmesi ile kendini açığa vuruyor. 1920 yılı sonunda KPD, eski gücünü yeniden kazanıyor ve ultra-sol öğelerin Alman Komünist İşçi Partisi’ni kurarak KPD saflarını terk etmeleri ve KPD’nin bağımsız komünistlerle birleşmesi sonucunda, KPD kitlelerle güçlü bağlar kurmaya yöneliyor.
Ama ‘sol’ çizgiyi sürdürüyor. 1921 başında Prusya’da darbeci bir girişimde bulunuyor. Mansfeld’deki askeri ayaklanma bir haftada yeniliyor. Yenilgi sonrasında yapılan ayaklanmacı genel grev çağrısı yanıtsız kalıyor. Lenin, Ağustos 1921’de Alman komünistlere yazdığı uzun bir mektupta, ayaklanmayı ‘zamansız’ olarak nitelendiriyor: “Sosyal-demokrasinin oportünistlerine duyulan kin, Alman isçilerini zamansız ayaklanmaya itmiştir Komintern 11. Kongresi KPD darbeciliğini mahkûm ediyor. Darbeci politika, KPD’nin üye sayısını yarı yarıya azaltıyor. KPD, 1921 yılından güç kaybederek çıkıyor.
1923 yılı dönüm noktasıdır. KPD ‘sor politikayı aşıyor, ama 1923 yılına gelindiğinde ‘sol’ politika ‘sağ’ politikaya evriliyor. KPD’nin tabandan ‘işçi cephesi’ politikasından çok, üst düzeyde parlamenter ittifaklara daha çok değer biçtiği görülüyor. 1923 sonbaharında Ruhr Havzası’nda devrimci durum ortaya çıkıyor. KPD sınıfın mücadelesinin önünde yer alıyor, ama savaşma azmi göstermiyor. Ekim-1923’te Hamburg’da ayaklanma başlatılıyor. Ama Parti Merkez Komitesi, genel grev direktifini vermiyor, Hamburg savaşçıları yeniliyor. Başlayan baskı ve terörle birlikte Parti yasaklanıyor.
1923 sonuna gelindiğinde, aralıklarla ve zaman zaman mevzi olarak süren beş devrim yılı “devrimsiz” kapanıyor. Sosyal-demokrasi, aynı zamanda iktidar partisi olarak doğrudan karşı-devrimci bir rol oynuyor ve 1918-23 Alman Devrimi yeniliyor. Devrim yıllarında siyaset sahnesine geç çıkan Alman Komünist Partisi, belli devrimci fırsatları değerlendiremiyor, kaçırıyor. Tekelci burjuvazinin, sosyal-demokrasinin izlediği karşı-devrimci politikalar yardımıyla, toplumsal bunalımı faşizmi devreye sokarak, devrimi Hitler faşizmini iktidara getirerek ezmesi ve paylaşılmış dünyayı yeniden paylaşma savaşına girişmesi için yol açılmış ve düzlenmiş oluyor.
KPD, daha 1923 yılında, güç toplamaya ve siyaset sahnesine çıkmaya başlayan faşist hareket karşısında ‘yoğun ve etkin mücadele’ kararı alıyor. Faşizmi, Nasyonal-Sosyalist Hareketten değil, ordudan bekliyor. Hatta bütün bir faşistleşme süreci boyunca, karşıtlarını Hitler’in iktidara gelemeyeceği konusunda ikna etmeye çalışıyor, ileri derecede sanayileşmiş Almanya’nın bir İtalya olmadığı sık sık vurgulanıyor, sanayileşmiş bir ülkede faşizmin iktidara gelebileceği beklenmiyor. KPD, burjuva demokrasisi koşullarında, faşizmin bir kitle tabanına dayandığını görmekten uzak gözüküyor. Dahası faşizm ile faşizm-dışı burjuva devlet biçimleri arasına eşit işareti koyuyor. Hitler öncesindeki iktidarın ‘faşist’ olarak değerlendirilmesi bunu gösteriyor. Faşizmin iktidara yerleşmesinden ve tekelci burjuvazinin faşizm aracılığı ile genel bir saldırıya yönelmesinden sonra KPD, bu değerlendirmeyi bir ‘hali olarak ele alıyor. Hitler iktidara gelinceye kadar, 1933, KPD, Sosyal-demokrasi ile anti-faşist ittifakı, eylem birliğini reddediyor. Hitler’in iktidara gelmesinden belli bir süre sonra.sosyal-demokratlara artık sonuç alma olasılığı iyice zayıflamış olan ortak öylem önerisi yapıyor. Hitler iktidarı öncesinde ise ‘sosyal-demokrasi baş düşman’ olarak değerlendiriliyor. Hitler’in Hindenburg tarafından Ocak-1933’te Başbakanlığa atanmasından sonra bile, bir yandan yanıtsız kalan genel grev çağrısı yapıyor, bir yandan da SPD’yi esas tehlike olarak ilan etmeyi sürdürüyor. Öncesinde, baş düşman saptamasından kaynaklanan politikaların, zaman zaman uç noktalara savrulduğu görülüyor. 1932 yılı başında Württemberg örgütü, mücadelenin sivri ucunu sosyal-demokrasiye karşı değil, Nazizme karşı çevirdiği için, KPD Merkez Komitesinin eleştirisine uğruyor. KPD, Versailles anlaşmasına karşı şekillenen güçlü şovenizm dalgasının sosyal-şoven etkileriyle zaman zaman da milliyetçi duyguları okşama gereği duyuyor. Thaelmannn Mayıs 1931’de, KPD’nin Versailles mücadele geleneği içinde örgütlendiğini savunuyor, Şubat 1932’de KPD’yi ‘Versailles ile mücadele eden tek parti’ olarak ilan ediyor.
KPD’nin faşizm tehlikesini küçümsediği anlaşılıyor.
Farklı gerekçelere dayanmış olmasına karşın, KPD, faşizm tehlikesinin küçümsenmesinde veya yok sayılmasında, SPD ile birleşiyor. SPD orduya ve devletin polis gücüne güveniyor. Nasyonal-Sosyalizmin iktidara bir adım uzakta bulunduğu 1931 yılında bile, Sosyal-demokratlar, Hitler’in polise ve orduya rağmen iktidara gelemeyeceğini yüksek sesle açıklıyor. KPD Hitler’in zafer kazandığı 1930 seçimlerinden sonra dahi, Nazi tehlikesini, ciddi bir “tehlike”, saymadığını belli ediyor. Nazilerin görünüşteki seçim zaferi sonun başlangıcı’ olarak değerlendiriliyor.
KPD sınıf iyimserliğini koruyor. Ama iyimserliğini, faşizme karşı mücadele çizgisi ile doğru taktiklerle, uygun politikalarla birleştiremediği gözüküyor. KPD, 1921 yılında yasaklanmış olsa bile varlığını yasa dışı olarak sürdüren ve 1924 yılında 100 bin üyesi bulunan yarı-askeri Roter Front Kaempferbund (Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği) içinde azımsanmayacak bir vurucu güce sahip. Roter Front Kaempferbund, faşist hareketin gelişmeye başladığı dönemde, Nasyonal-Sosyalistlere karşı, kesik kesik de olsa etkin bir mücadele sürdürüyor. ‘Faşistleri gördüğünüz yerde vurun’ sloganı KPD’nin izlediği anti-faşist mücadelede önemli bir işlev görüyor. Daha sonra, açık ve örgütlü mücadelede önemli zaafların ortaya çıktığı gözüküyor. Faşist hareketin iktidara yürümeye başladığı 1931 yılında ise, kavganın dışına çekiliyor. KPD, faşistleri gördüğünüz yerde vurun sloganını, 1931 yılına gelindiğinde ertelediğini duyuruyor. KPD Genel Sekreteri, Thaelmann, bu sloganın ve sloganın kaynaklandığı politikanın, seçim sürecini engelleme tehlikesi barındırdığını, daha önemlisi de, sloganın-proletaryanın dikkatini, ‘baş düşman’ sosyal demokrasinin dışında, başka odaklara kaydırma tehlikesi taşıdığını açıklıyor. KPD, faşist saldırılara karşı Sosyal-demokratlar tarafından kurulan anti-faşist savunma grupları ile Nazizmin vurucu birlikleri arasında bir ayniyet kuruyor. KPD’nin bu politikayı sürdürmesi ve Sosyal-demokratların tepeden faşizmle uzlaşma politikası izlemesi, faşizme ve kapitalizme karşı sınıf güçlerinin birleşmesinde olumsuz bir rol oynuyor. KPD, sınıfın kitlevi sınıf güçlerinin birleşmesinde olumsuz bir rol oynuyor. KPD, sınıfın kitlevi örgütleriyle, faşizme karşı birleşik cephe kuruması politikasına sıcak bakmıyor. Birleşik cephe için, sendikaların ve kitle örgütlerinin Parti önderliğini kabul etmelerini bir ön-koşul olarak dayatıyor. Bu durum sadece anti faşist birleşik cephenin kurulmasını engellemekle kalmıyor, daha önemlisi KPD’nin sendikalardan kitle örgütlerinden, genelde kitlelerden kopma sürecini hızlandırıyor. Belli bir dönem, Devrimci Sendikal Muhalefet (RGO) örgütlerinin, mevcut sendikaların dışına çıkması, kopuş sürecine yeni bir olumsuzluk ekliyor. Dimitrov, KPD’nin tabandan birleşik cephe örgütlenmesinin özgül biçimlerini ortaya koyamadığını ve RGO’yu her derdin devası saydığını belirtiyor.
KPD’nin işçi sınıfını anti-faşist eylemlere sürüklemede gösterdiği başarısızlık, Partinin sınıftan kopuş ve sınıfı etkileme sürecinde geldiği noktanın bir göstergesini oluşturuyor. KPD, 1929-32 yılları arasında 6 kez genel grev çağrısı yapıyor. Genel grev çağrıları, her seferinde de yanıtsız kalıyor. Devrimin yenilgiye doğru ilerlediği, ama devrimci dalganın hızının kesilmediği 1923 yılında, işçi sınıfı açık veya kapalı biçimde KPD’nin etki ve yönlendiriciliğinde. 1926 geri çekilme döneminde bile, KPD, seçimlerde 4 milyona yakın oy topluyor. 1930’larda ise oy oranının kitle ilişkilerinin bir göstergesi olarak ele alınması ölçüsünde, KPD’nin oy oranında hissedilir bir düşüş gözleniyor. Dahası KPD, sınıfın temel çekim gücünü oluşturan büyük sanayi merkezlerinde değil, daha çok küçük işyerlerinde örgütlenmiş durumda. Büyük fabrikaları kucaklayan örgütler ve sendikalar SPD ile organik ilişkilere sahip, SPD’nin siyasal etkisi altında bulunuyor. KPD, siyasal eylem çağrılarını büyük sanayi merkezlerine kadar taşıyacak araç ve organlara sahip değil, eylem çağrıları büyük fabrikaların nabzını elinde tutan fabrika organları eliyle so-mutlanıyor, genel grev çağrılarının yanıtsız kalması yadırgatıcı olmuyor.
Aynı durum, Hitler’in iktidara geldiği Ocak-1933’te tekrarlanıyor. Hitler’in 1933’te Hindenburg tarafından Başbakanlığa atanması, hem SPD’nin faşistleşme sürecinin tamamlanmasına yaptığı paha biçilmez katkıları en son anda da sürdürdüğünü açığa çıkarıyor, hem de KPD’nin yığınlardan kopuşta geldiği noktanın yeni bir göstergesini oluşturuyor.
Hitler’in Başbakanlığa atanması, SPD tarafından, meşru ve ‘Anayasaya uygun’ bulunuyor. SPD yönetimi, Hitler’e karşı parlamento düzleminde yürüteceği yasal muhalefet dışında, Naziler tarafından provokasyon olarak kullanılabilecek eylemleri, kendi örgütlerine yasaklıyor. Parlamento-dışı muhalefet eylemlerini yasal saymayacağını açıklıyor. Daha da ileri gidiyor ve Nazi Partisi’nin dış politikasını destekleyeceğini ilan ediyor. Alman tekelci burjuvazisi, Hitler’in iktidara gelmesinden 6 yıl sonra halkların kanına girmeye başladıktan sonra bile, toplama kamplarında gün dolduran SPD liderlerinin ve reformcu sendika bürokratlarının manevi desteğini hep arkasında hissediyor. Reformcu liderlik maddi destek için 6 yıl bile beklemeyi gerekli görmüyor. Reformist sendika liderleri, Hitler’in sendikaları İtalyan “korporatif” modeline göre yeniden örgütlemesine gönüllü olarak rıza gösteriyorlar. Dahası, Nazilerin bütün sendikal hareketi teslim alarak, önde gelenlerini toplama kamplarına göndermesinden bir gün önce, 1933 1 Mayısında, işçi sınıfını, Hitler’in ‘Ulusal Emek Günü” yürüyüşüne katılması için ikna etmeye çalışıyorlar.
Faşistleşme sürecinin Hitler’in Hindenburg tarafından Başbakanlığa atanması ile hukuki anlamda tamamlanmasının hemen arkasından KPD, faşizme karşı genel grev çağrısında bulunuyor. Karşılıksız kalıyor.
KPD’nin kendini yeraltı mücadelesine göre hazırlamadığı ve ihtilalci örgütsel mekanizmalara sahip olmadığı görülüyor. Devrimin yenilgisi ile zaten SPD’nin denetiminde olan Sovyet organları giderek ortadan kalkıyor. KPD’nin fabrika komitelerinde ve sendikalarda 1923’lerde var olan gücü ise giderek azalıyor. Yukarıda belirtildi, KPD, faşist çetelere karşı mücadele etmek, var olan mevzileri korumak için silahlı müfrezelerin örgütlenmesine yönetmiyor. Tersine, özellikle 1931 yılına gelindiğinde, Roter Front Kaempferbund içindeki vurucu gücünü, seçim sürecine engel olmamak ve dikkatleri baş düşman sosyal -demokrasiden başka yere çekmemek gerekçesiyle, açık olarak kavganın dışında tutmaya başlıyor. Silahlı müfrezelere dayanmayan proletaryanın, faşist çetelerin ‘nokta operasyonları’ sürecinde, fabrikaları savunabilmeleri mümkün olmuyor. Dimitrov Reichstag Savunmasında, KPDK’nin silahlı bir ayaklanmaya hazırlanmadığını dile getiriyor. KPD’nin yasal koşullara uygun bir örgütlenme rotası izlediği anlaşılıyor. Faşizmin iktidara gelmesini pek fazla olanaklı görmediği için, hazırlıksız yakalanıyor, yeraltına geçemiyor, Reichstag Komplosunun gerçekleştiği 22-23 Şubat gecesi, Hitler herhangi bir direnişle karşılaşmaksın beş bine yakın komünisti tutukluyor.
Sosyal-demokrasinin sistemli karşı-devrimci politikası ve KPD’nin pazifizme ve sağ reformizme açık tutumu, Hitler’in iktidar meyvesini fazlaca bir direnişle karşılaşmaksızın koparmasını kolaylaştırıyor.
Nesnel koşulların olgunlaşmış olması temelinde, öznel etken, sınıfın örgütlülüğü ve siyasal önderliğin izlediği politika belirleyici bir rol oynuyor. Bolşevik Partisi, Rusya’daki devrimci durumu, 1917 proleter sosyalist Ekim Devrimi’ne çeviriyor. Macaristan’da 1918 Devrimi gerçekleşiyor, ama Komünist Partisi’nin sosyal-demokratlaşması ve köylülüğünün devrim dışına itilmesi sonucunda uzun ömürlü olamıyor, yıkılıyor, İtalya’da savaşın bitiminden önce başlayan devrimci durum, 1922’de faşizmin iktidara gelmesiyle sonuçlanıyor. Beklenen Alman Devrimi gerçekleşmiyor.
Devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın, ödemek zorunda kaldığı siyasal bir bedel olarak Almanya’da faşizm şekilleniyor.
Emperyalizmin yeni bir zayıf halkasında, proletarya, devrimi gerçekleştiremediği için, devrimin yenilgisi koşullarında, faşizm iktidara geliyor. Kapitalizmin yarattığı toplumsal bunalım, siyasal düzlemde faşizm ile çözülüyor.

Mart 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑