TURK-İŞ AĞALARINA HAKLARIMIZI SATTIRMAYACAĞIZ.
Biz İstanbul SUSER işçileri olarak 1.10.1989 tarihinden itibaren Toplu İş Sözleşmesi dönemine girdik. Yaklaşık 500 civarında işçi Tes-İş’te üyeyiz.
Sendika yöneticileri, yetki geldi-gelmedi, itiraz var diyerek bu güne kadar bizi oyaladılar. Ancak şu anda yetki gelmiş, taslak hazırlanmış bulunuyor.
Bugüne kadar işyerine uğramayan sendika ağalan da işyerine uğramaya başladılar. 13.2.1980 günü Tes-İş 1 No’lu Şube başkanı Emin İşcan SUSER’e geldi ve işçilerle bir toplantı yaptı. Toplantıdaki konuşmalarda, iyi bir sözleşme yapmak istediklerini, bugüne kadarki gecikmenin de bu iş koluyla ilgisi olmayan bir sendikanın itirazı yüzünden geciktiğini belirtti. Bunun üzerine söz alan bir arkadaş, iyi bir sözleşmenin ancak ve ancak isçilerin gözlem ve kontrolünde İmzalanması, sözleşmenin demokrasi ve özgürlük mücadelesiyle birleştirilmesi, enflasyon, işsizlik konularında hassas olunması ve iş güvenliğinin sağlanmaya çalışılmasıyla idiler yararına olabileceğini belirtti.
Yine söz alan başka bir arkadaş, Toplu İş Sözleşmelerinin yasaların üzerinde olduğu halde, grev yasaktır, 1 Mayıs yasal değildir, diyerek sendika ağalarının işçi sınıfını eylemsizliğe sürüklediğini vurguladı ve yine aynı arkadaş, 12 Eylül dönemine kadar. Tüm Belediye Şehircilik hizmetleri işçilerinin Genel Hizmetler işkolunda sayıldığını ye Toplu İş Sözleşmesi yetkilerinin o işkolunda örgütlü sendikalarda olduğunu, hatta
Emin İşcan’ın kendisinin o sendikalardan birinin kurucuları arasında bulunduğu halde, bugün bu sendikaları yetkisiz görmesinin nedenlerini sordu. Yine İSKİ ve SUSER’in aynı işi yapıp, aynı işverene bağlı oldukları halde İSKİ’deki Toplu İş Sözleşmesinin SUSER’de uygulanmamasının yanlışlığını vurgularken İSKİ ve SUSER arasında işveren tarafından yaratılan rekabetten, işçilerin zarar, işverenin yarar gördüğünü, bunu ortadan kaldırmak için mücadele edilmesi gerektiğini belirtti.
Görünen odur ki, sendika ağalarının işleri pek kolay olmayacaktır ve günleri de sayılıdır.
Sendika ağalığı ve bürokrasisini yıkarak işçilerin söz ve karar sahibi olduğu, sınıf sendikalarının inşası için ileri…
SUSER’den bir işçi
KADIN-ERKEK TÜM EMEKÇİ HALKIMIZA
Binlerce yıldır cinsel meta haline getirilen Kadın, kapitalizmde de işlevini iki statüde korur, yani onun satışı, tek kişiye ve çok kişiye olmak üzere belirlenir. Buna ek olarak onun cinselliğinin satılması da vergilendirilir, yasalaştırılır ve meşrulaştırılır.
TCK’nın 438. maddesinin bedenini satan kadınlara getirdiği “gerekçeli” tecavüz ayrıcalığının “çözümünün” düzen içi değişim, yasalar çerçevesinde iyileştirme olmadığını bilmek gerekir.
Kadını ikinci sınıf vatandaş olarak tanımlayan onlarca yasa da şu anda TCK’da yer almaktadır.
Sermayenin egemenliğinin söz konusu olduğu sistemlerde sömürü her alana farklı biçimlerde yansır. Kadın hangi sınıfa mensup olursa olsun, mensup olduğu sınıfın ezilen sınıf olmasına ek olarak bir de genel olarak kadın olduğu için cinsel baskı altına alınır ve sömürülür.
– Değişik halklardan ülkemiz kadınların işyerlerinde, çalıştıkları birimlerde uysal köleler gibi çoğu haklardan mahrum edilmesi,
– Yakalanan devrimci kadınlara tecavüz edilmesi,
– Kadınlara kızlık muayenesi yaptırılması,
– Ekonomik sorunların evdeki kadını daha çok etkilemesi gibi yüzlerce örnek ayrımcılığın ifadesi olarak sunulabilir.
Kokuşmuş düzenin alaşağı edilip yerine ALTIN ÇAĞIN yolunu açacak ve kadının cins olarak ezilmesinin, sömürülmesinin yanı sıra tüm insanların sınıfsız, sömürüşüz, her türden baskının kaldırıldığı bir dünyada yeni kimliklerin oluşmasını sağlayacak devrimci dönüşümlerin mücadelesi ile bu sorun gerçek çözümüne erişecektir. Gelecek, her boyutta eşit ilişkiler düzeyinde buluşan kadın ve erkeklerindir…
“Bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” gerçeğine uygun olarak “Bir cinsi ezen cins özgür olamaz” şiarına inanan siyası davalardan tutsak olan bizler, kadını ve dolayısıyla tüm insanları aşağılayan, bunu yasaları ile canlı tutan gerici, anti-demokratik mekanizmayı iradi birlikteliğimizi yansıtarak protesto ediyoruz…
Ali BİTİRGEÇ, Güven BOĞA, Özkan ÜNAL, Cengiz ARGÜÇ, Mustafa AYAN, Osman FİLİZ, Cengiz SAĞLAM, Oğuz YAMAN, Fuat ÖZPOLAT, Feyat KÖRKURT, Mehmet TEKİN – Malatya Cezaevi
KAMUOYUNA DUYURU
Bilim adamı Prof. Muammer Aksoy’un katli ile birlikte iktidar sözcüleri ve çeşitli çevrelerden “sağ-sol terör”e karşı mücadele demagojileri yeniden yoğunlaşmaya başladı.
12 Eylül öncesini bilenler, hatırlayanlar için Prof. Muammer Aksoy’un katillerinin kim olduğunu, amaçlarının ne olduğunu çıkarmak zor değildir.
Prof. M. Aksoy cinayetinin sorumlusu, bugünkü iktidardır. Katiller, MİT-KONTRGERİLLA maşalarıdır.
Prof. M. Aksoy, Türkiye proletaryasının, Kürt-Türk emekçilerinin, kavgacı gençliğimizin mücadeleye daha aktif katılması, devrimci mücadelemizin sesini her geçen gün daha fazla yükseltmesi karşısında, iktidar sahiplerinin seçtiği bir hedeftir. Amaç, kitlelere, tüm devrimci ve ilerici güçlere gözdağı vermek, ortalığı bulanıklaştırmak, devrimci atılımları önlemektir.
Prof. M. Aksoy’un ardından timsah gözyaşları döken iktidar sözcülerinin, 12 Eylül’den bu yana tüm ülkeyi en alçakça terör altında inletenlerin, Kürtlerin yurdunda vahşetin en koyusunu estirenlerin ve çeşitli gerici çevrelerin “sağ-sol terör” demagojilerine sarılmalarının anlamı da açıktır. Böylece hem faşist terör gizlenmek istenmektedir, hem de kitleler sindirilmek istenmektedir.
Ancak dev yekindi. Hiç bir güç, hiç bir demagoji, hiç bir provokasyon, hiç bir yalan, hiç bir kirli oyun onun ayakları üstüne dikilmesini engelleyemeyecektir. O doğrulacak ve balyozunu iktidarın burçlarına indirecektir. Bizler, işte bu taze inançla tüm devrimci ve demokrasi güçlerini, halkımızı, yoğunlaşan “sağ-sol terörist” demagojisine karşı uyanık olmaya çağırıyor, faşist terörü protesto ediyoruz. Su nedenle 8. 2.1990 günü sabahından itibaren üç günlük açlık grevine başlıyoruz.
“SAĞ-SOL TERÖR” YOK, FAŞİST TERÖR VAR.
PROF. M. AKSOY’UN KATİLİ FAŞİST GÜÇLERDİR.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ndeki
TDKP, DEVRİMCİ SOL, KAVA, TKP/ML HAREKETİ, DHÖ, TİKB, EKİM davaları tutukluları.
Not; Devrimci Yol ve Kurtuluş davası tutukluları, açlık grevine katılmalarına rağmen, yöntem konusundaki anlaşmazlıktan dolayı metni imzalamadılar. Adli tutuklu 80 kişi de 3 günlük açlık grevine katılmışlardır.
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden bir grup Özgürlük Dünyası okuru.
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’na
Dünyayı ve Türkiye’yi, dünya ve Türkiye devrimci hareketini ikinci veya üçüncü ellerden değil Marksizm-Leninizm’in özünden ve onun emrettiği evrensel kurallardan hareket ederek tahlil etmek, fakat bunu yaparken anın koşullarında evrenseli yakalayıp sapmamak… Bunda gösterdiği başarıdan dolayı Özgürlük Dünyası’nı kutlar, bu yolda uzun bir yayın dönemi dilerim. Sevgilerle.
Bedri ARKADAŞ
Merhaba Özgürlük Dünyası
Merhaba özgürlükler dünyasına ulaşmada yılmadan, yorulmadan uğraşanlar.
Gün geçmiyor ki revizyonist ülkelerden ayaklanma, kargaşa haberleri gelmesin.
Yine gün geçmiyor ki emperyalist ülkelerden “demokrasi” ithali için işgal haberleri gelmesin.
Bu haberler tüm Dünyayı olduğu gibi Türkiye solunu da etkiledi. Herkes kafa karışıklığına girdi, bir yorum çıkaramaz, kimi destekleyeceğini saptayamaz oldu. Oysa her şey gözler önüne serilmişti.
Bunu gören, olayları iyi tahlil eden ve buna göre tutumunu alan sadece Devrimci Komünistlerdi.
Bir kısım revizyonist-oportünist grup, ayaklanmaların arkasında emperyalist ve sosyal emperyalist güçlerin olmasından dolayı gerici-revizyonist iktidarları desteklemekte (Romanya’daki gerici ayaklanma), yönetime gericilerin gelmesini olumlamaktadır. Ülkemizdeki Sovyet-sosyal emperyalistlerin şubesi dışındaki revizyonist-oportünist parti ve gruplar, Çavuşesku’yu göklere çıkarmakta, onun gericiliğini ve asalaklığını görmezden gelmektedirler.
Biz, gericiliğin ve revizyonizmin her türüne karşı savaşmadan sosyalist olunamayacağının bilincindeyiz. Bu yüzden, ne içinde emekçilerin de bulunduğu ayaklanmayı bastırmak için ülkesini kana bulayan Çavuşesku zorbasının, ne de emekçileri peşine takarak yönetime gelen emperyalist destekli yeni hükümetin destekçisi olamayız. Bizim desteğimiz, Marksist-Leninistlere ve onların önderliğindeki ayaklanmalaradır.
Ayrıca şuna da inanıyoruz ki, gerici ülkelerin, burjuva basınının sosyalist Arnavutluk üzerine yalan haberleri, yıpratma çalışmaları tutmayacaktır. Görüyoruz ki sosyalist Arnavutluk Marksizm-Leninizm yolunda kararlılıkla ilerliyor. Emperyalist ve sosyal-emperyalistlerin emellerini, yalan ve demagojilerini boşa çıkarıyor.
Kimse unutmasın; hoşnutsuzluk, Kargaşa ve ayaklanma zorbaların olduğu yerde olur, sosyalizmin değil.
Bu sayfadan Tigre halkına da dostluk selamlarımızı yolluyor, sosyalizm yolundaki mücadelesini omuzluyoruz.
Selam olsun özgürlükler dünyasına ve bu uğurda çarpışanlara.
Ankara’dan bir grup devrimci adına Cengiz Çelik
ARHAVİ BELEDİYESİ’NDE REFORMİST BELEDİYE BAŞKANININ İŞÇİLERE OVMADIĞI OVUN
Son belediye seçimlerinde başkan olan Mehmet Çobanoğlu Arhavi’de belediye işçilerine tam bir ikiyüzlülük örneği vermiştir. Belediye’de çalışan 37 işçinin haklarını, Belediyenin mali kaynak yetersizliğini gerekçe göstererek askıya almıştır.
Kamu ve belediye işyerlerinde geçici sözleşmelerle sürekli çalıştırılan isçiler tamamen işveren durumundaki müdür ve yöneticilerin kontrolü altındadır. Bundan dolayı, işveren, işçiyi (geçici adı altında sürekli çalıştırılan) istediği zaman işten atabilmekte, istediği zaman çalıştırabilmektedir. SHP’li Belediye Başkanı bu yasayı çok iyi kullanarak işçilerin işine son vermiştir. Bunu yanarken, belediyenin bulunmuş olduğu mali krizi gerekçe gösterdi. Ama kendisinin almakta olduğu 3 000 000 maaş, krizin dışında kalıyordu.
Bu, olayın bir yanı. Diğer yanı ise şu: 10 temizlik işçisinin sigortasız, parasız, hiç bir güvence olmaksızın çıkışı yapılmış olmasına rağmen belediyede çalıştırılmaktadırlar. İşçilere: “Çalışmazsanız sizi işe almam!” diye tehditler savurmaktadır, işten atılan işçilerin yabancı olması da işçiler aleyhine kullanılmaktadır.
Seçim kürsülerinde herkese iş, sosyal güvence vaatleri dağıtan reformistler, işçiye düşmanlıkta ve onları işsiz bırakmada ANAP’ı geride bırakmıştır. 19. 1. 1990’da SHP ilçe örgütü ve Belediyenin düzenlediği Halkla Sohbet Toplantısına devrimciler olarak aktif biçimde katıldık. Belediye başkanının tutumu teşhir edildi ve katılanlardan destek alındı. Belediye başkanının demagojileri durumunu kurtarmaya yetmedi.
Arhavi’den bir Özgürlük Dünyası okuru.
Merhaba Özgürlük Dünyası
AÜ. (Anadolu Üniversitesi)nde öğrenci hareketliliğinin bugünlerde yoğunlaştığı, öğrencilerin akademik-demokratik mücadeleye yavaş da olsa katıldığı bir ortamda yaşıyoruz. 12 Eylül karanlığının tamamen apolitikliği ve bireysel ilişkileri geliştirdiği ve insanları birbirine yabancılaştırdığı ortamda ailelerinden kopup gelen geniş öğrenci gençlik kitlesi henüz feodal-faşist düşüncenin etkisi altında (bizim birimimizde) bulunmaktadır.
Şimdi okulumuzdaki somut olayları ve gelişmeleri, Hayatın ve mücadelenin bir alanında gelişen hareketliliği, okurunuzun aynı zamanda muhabiriniz olması gerektiği düşüncesinden hareketle aktarıyoruz.
Okulumuzda 80 sonrası revizyonist etkilenmenin yüksek olduğu bir dönemde öğrenci derneği kurulmaya çalışılmış ve başarısız olunmuştur.
Geçen seneden itibaren tekrar birliktelik ve öğrenci derneği kurulması çalışmaları yapılmış ve pratik olarak çeşitli kültür ve sosyal etkinlikler artırılmış ve bunlar derneğin önceli olarak düşünülmüştür. (Tiyatro, edebiyat, müzik, resim vb. çalışmalar)
Bu sene ise artık demek kurmanın zorunluluk olduğu ve şartlarının yaratıldığı düşüncesi ile dernek kurma çalışmalarına girişilmiştir. Ancak tam da bu noktada anlaşmazlıklar patlak vermiştir. Tiyatro birimi ve bir grup dernek çalışanı arasında son derece ciddi ayrılıklar çıkmıştır. Tiyatroyu kendi egolarının tatmin aracı olarak gören, onu toplumsal devrimin aracı olarak görmeyen bu kimliksiz kişiler önceleri derneğe çıkmanın teorilerini yapmış; daha sonra gelen muhalefet karşısında ise 180 derece çark etmişlerdi. Bu sefer de derneğin kurulması gerekliliğinden dem vurmuşlardır. Ancak burada da ince bir zekâ kullanmış ve kendilerinin dışında, kendilerinin bulunmadığı bir dernek kurulması gerektiğinin teorilerini yapmışlardır.
Bu süreçte ilginçtir ki bir kısım dernek çalışanı ve tiyatrocular işi birbirlerini muhbirlikte suçlamaya varacak kadar ilerletmiştir. Söylenenlere göre bir kısım dernek çalışanı dekana çıkıp tiyatrocuların örgütle uğraştıklarını, akabinde de tiyatrocuların da dernekçi olanları örgütçü olmakla suçladıkları söylenmiştir. Aslında çözümü dekanda aramak çok ilginçtir.
Daha sonra bu dernekçi arkadaşlar bir bildiriyi kaleme almışlardır. Biz bu dernekçi arkadaşların eleştirilerine karşı değiliz, ama eleştirmenin biçimine ve seviyesine karşıyız.
Bildiride son derece siyasi muhtevadan uzak ve bir o kadar da basit düşünceler hâkimdir. Özellikle bildiride dernekçi arkadaşların, kendilerinin örgüt üyesi olmadıklarını, ama olmak istediklerini kahramanca (!) söylemekle kalmamış bir de örgüt üyeliğinin ne şekilde olacağını açıklamışlardır. Apolitikliğin yaygın olduğu ve insanların örgüt bir yana dernek düşüncesinden bile ürktüğü bir ortamda böyle keskin ve solcu bir yaklaşımla bildirinin kaleme alınması bizce kendi egolarını tatmin ve doyuma ulaşmak isteğinden başka bir şey değildir.
Bildirinin altına atılan imza da ilginçtir: “A.Ü.Dernek çalışanları” Oysa böyle düşünmeyen ama dernek için çalışan insanları da her ne hikmetse kendilerine mal etmişlerdir.
Devrimciler somut durumu iyi tahlil etmek ve buna uygun mücadeleler ortaya koymak zorundadır. Böyle bir bildiri son derece geri ve insanları mücadeleden koparan, onları keskinlikle korkutan, uzak tutan bir bildiridir. En keskin mücadele değil en uygun mücadele idealdir ve her şey mücadeleyi daha ileri götürmek için yapılmalıdır. Bildirinin eleştirilecek daha birçok yönü vardır. Bizce önemli olan bunlardır.
A.Ü.Tıp Fak.den bir grup Özgürlük Dünyası okuru.
FAŞİST BASKILAR VE SİNDİRME POLİTİKALARI LİSELİ GENÇLİĞİN YÜKSELEN SESİNİ ENGELLEYEMEYECEK
Biz İstanbul Liselileri olarak faşist baskılar, sindirme politikalarını ve gerici-faşist-feodal eğitim sistemini protesto etmek amacıyla taleplerimizi içeren bir bildiri doğrultusunda imza kampanyasına başladık. Ve devrimci-demokrat insanları bize destek olmaları için duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Özgürlük Dünyası’na bin selam…
LİSELİLERDEN KAMUOYUNA
Biz liseli gençlik olarak yaşadığımız baskıların ve sindirme politikalarının özel okullar dışında ülkenin tüm orta öğrenim kurumlarında devam ettiğini biliyoruz.
Biz liseliler askeri kışla disiplini altında eğitim yapmaya zorlanıyoruz. Öyle ki sabahları saç tıraşı ve kılık-kıyafet kontrolleri sürekli yapılmaktadır. Kontroller sonucu uygun görülmeyen öğrenci arkadaşlarımız disiplin kuruluna verilip, haklarında disiplin cezaları uygulanıyor.
Okullarda; sınıflara ani baskınlar, aramalar yapılıyor, ders kitapları dışındaki kitap, dergi ve gazeteler suç unsuru sayılıyor, din derslerinin zorunluluğuma birlikte laikliği artık soyut bir kavram olarak tanıyoruz. Bazı okullarda mescit var; hem de çok yakınında cami olduğu halde.
Türk-İslam sentezci, gerici-dinci propagandalar yoğun şekilde sürdürülürken; laik-demokratik propagandalar, düşünceler en ağır yöntemler kullanılarak bastırılıyor. İlkel, insanlık dışı bir uygulamadan dayak, en sık kullandıkları yöntemdir.
Tüm meslek liselerindeki arkadaşlar haftada üç gün staj için işletmelere sömürülmeye gönderiliyoruz. İş yerlerinde disiplin ve yönetim okuldakinden farklı değil, ilgili olmayan bölüm ve işlerde çalıştırılıyoruz. Ayrıca bizi işçilerin haklarına tecavüzde, grev kırıcılığında etkili olarak kullanıyorlar.
Tüm baskıları, uygulanan anti-demokratik politikaları şiddetle protesto ediyoruz. Üzerimizdeki anti-demokratik uygulamaların kalkması için tüm demokratik insanları, demokrasi güçlerini gerici-faşist eğitime karşı demokratik lise mücadelemizde dayanışmaya ve güç vermeye çağırıyoruz.
– Liselerde demokratik-laik eğitim istiyoruz.
– Cezasız, dayaksız, yasaksız yetişmek istiyoruz.
– Din dersi kaldırılsın.
– Düşünce özgürlüğü.
– Gerici-faşist eğitime hayır!
– Söz ve dernekleşme hakkı istiyoruz.
– Paralı eğitime son, eğitimde fırsat eşitliği.
– Öğrencilerin yatıştırıldığı sınav sistemine son, herkese yüksek öğrenim hakkı.
– Bütçede eğitime ayrılan pay arttırılsın.
– Milli Güvenlik dersi kaldırılmalıdır.
– Polis-idare işbirliğine son.
– Uluslar kendi dilinde eğitim görmelidir.
(Liseli gençler bu taleplerini içeren bir dilekçeyi valiliğe vermek üzere 8 000’e yakın imza topladılar. Ancak toplanan imzaların yarısına yakın bölümüne polis el koydu. Öğrenciler imzaların kalan bölümünü bir basın açıklaması yaparak valiliğe verdiler.)
Dicle üniversitesinde mücadele yükseliyor
Dicle Üniv. kampusu, 1 Aralık 1989 günü 1500 dolayında öğrencinin coşkuyla attığı sloganlarla çınladı. Üniversitede bu yıl uygulamaya konulan “birinci sınıfların bütün derslerinin ön koşullu” olması uygulamasına karşı bir süredir başlatılmış olan eylemliliğin önemli halkalarından biri olarak 1 Aralık günü üç ayrı koldan, Tıp Fakültesi, Fen-Edebiyat Fakültesi ve Meslek Yüksek Okulu’ndan, Rektörlük binasına ellerinde dövizlerle yürüyen öğrenciler, oturma eylemine geçip rektörlükle görüşme talebinde bulundular. Temsilciler görüşme yaparken 1500 kişilik kitle yürüyüş boyunca attığı “Baraj sistemi kaldırılsın”, “YÖK’e Hayır”, “Okullarda polis işgaline son” sloganlarını tekrarladılar. Öğrencileri kameraya çekmeye çalışan polisler yuhalandı. Sorunun senatoda görüşüleceği ve değiştirileceği yönündeki açıklama üzerine öğrenciler “Bizi aynı sorun için bir daha buraya getirmeyin. Gelirsek bu kez gitmeyiz!” diyerek tekrar yürüdüler. Tıp Fak. kantininde bir süre daha slogan atıp dağıldılar.
7 Aralık günü yine kampusta, bu kez İstanbul’daki ülkücü saldırıyı ve işgalcilerin gözaltına alınmasını, ayrıca son aylarda Ş.Urfa’da yoğunlaşan sivil faşist saldırıları protesto etmek için 100’e yakın öğrenci bir protesto eylemi yaptılar. İki ayrı koldan ellerinde pankartlarla dövizlerle yürüyüşe geçen öğrenciler “Kahrolsun faşizm, Bımre faşizm, Baskılar bizi yıldıramaz”, sloganlarını attılar. Yaptıkları konuşmalarda İstanbul, Urfa’daki sivil faşist saldırıları teşhir eden öğrencileri, bir grup üniversite emekçisi alkışlayarak destekledi. Polisin yaklaşamadığı kalabalık sessizce dağıldı. (Not: Bu eylemi ilk sayfadan veren Cumhuriyet gazetesi devrimci-demokrat gençlik adına basına verilen bildiriden alıntı yaparken yanlışlıkla devrimci gençlik” deyimini kullanmıştır)
DÜ. Hukuk Fakültesi’nde 13 Aralık günü bir forum yapıldı. Forumda 12 Eylül’ün idamları-işkenceleri ve İkiyaka köyü katliamı teşhir edilerek katledilen devrimciler ve İkiyaka şehitleri için saygı duruşu yapıldı. Forumlarına polisi sokmayan öğrenciler hep birlikte “kahrolsun faşizm” sloganını attılar, dövizler astılar.
15 Aralık’ta DÜ. Eğitim Fakültesi’nde bir sınıfta 200 kişilik bir kalabalıkla bir forum düzenlendi. İnsan Hakları Haftası dolayısıyla düzenlenen forumda İnsan Hakları Bildirisi madde madde okunarak TC. devletinin her maddeyi nasıl çiğnediği somut olaylarla teşhir edildi.
20 Aralık günü DÜ. Hukuk Fakültesi’nde 4 öğrenci polis ajanı bir öğrenciyi dövdükleri gerekçesiyle gözaltına alındı. Ertesi gün bütün fakültelerden gelen 600 dolayında öğrenciyle Hukuk Fakültesi kantininde bir bildiri dağıtıldı. “Kahrolsun ajan-provokatörler” sloganıyla bahçeye çıkan öğrencilerden biri yaptığı konuşmada sivil faşist saldırıları, provokasyonları teşhir ederek, bunların doğrudan faşizmin oyunları olduğunu belirtti. Tekrar slogan atan kitle oturma eylemine geçti. “Gözaltılar Bizi Yıldıramaz-Sivil faşist-polis işbirliğine son-Yaşasın Haklı Mücadelemiz” sloganlarıyla dağılan kitleyi dışarıdaki 20 kişilik liseli bir grup alkışa tuttu.
D. Üniversitesi’nden Özgürlük D. okurları
ÜNİVERSİTEMİZDEKİ BAZI GELİŞMELER VE DEVRİMCİ TUTUM.
13 Aralık 1989 günü üniversitemizde devrimci demokrat öğrencilerin katılımıyla gerçekleştirilen eylem sonrasında dar grupçuluğun kör ettiği bazı çevreler eylemin anti-propagandasını yapmayı ihmal etmediler. Bu çevreler üniversite içinde bir ay boyunca yaptıkları anti-propaganda yetmezmiş gibi Yeni Demokrasi’nin Şubat sayısında tüm saçmalıklarını sergilediler.
Yazımıza kısaca eylemin gelişimi, sonrasını ve Yeni Demokrasi’deki yazıya değineceğiz. Eylem ülkemiz genelinde ve üniversitemiz üzerinde yoğunlaşan faşist baskıya protesto etmek için yapılmıştı. Eylem başlangıcında tüm devrim şehitleri ve Erdal Eren’in anısına saygı duruşunda bulunuldu. Aynı gün Erdal Eren’in ölüm yıldönümüne rastladığı için özellikle vurgulanması kadar doğal bir şey yoktur. Ama arkadaşlarımız açısından bu durum dar grupçuluk olarak nitelendirilip, eylem bir gruba mal edilmeye çalışıldı. Sanki birileri bu eylemi grup olarak üstlenecekti. Bunun için bu dar kafalılar, yangından mal kurtarır gibi, eylem biter bitmez kitleler arasında eyleme yönelik yaygaralar koparmaya başladılar ki, hiç kimse kalkıp da bir grup adına eylemi üstlenmez iken, telaşlı bir şekilde bunun propagandası yapıldı. Bu tavırlarıyla kitleleri mücadeleden soğuttular. Sözde olumsuzlukları eleştir en bu yazı, verilen görevin küçük burjuva pozlara bürünerek yerine getirilmesi bir yana, eylemin doğru bir şekilde değerlendirilmesine çağrıldıkları halde, gelmediler. Bunların yaptıkları başı boş gevezelikler sonucu, bazı insanların hedef gösterilmesinin zemini yaratıldı.
Yeni Demokrasi’de yayınlanan yazıda şöyle deniliyor. ‘Devrim Şehitleri için yapılacak saygı duruşu, Erdal Eren için saygı duruşuna dönüştü.’ ‘Saygı duruşunun merkezine, Erdal Eren’in konulması hatalı idi. Bu yüzlerce devrim şehidine saygısızlıktır.’ Bunlar olaya üstün körü yaklaşmasalardı, saygı duruşuna çağrı yapan arkadaşın, Erdal Eren’le aynı anlayışa sahip olmadığının farkına varır, devrimcilere yakışmayan, bu sözcükleri sarf etmezlerdi.
Erdal Eren faşist diktatörlüğün darağaçlarında öfkesini haykıran yiğit bir devrimcidir. Erdal Eren’i anmak her devrimcinin görevi değil midir?
Diğer bir nokta, “Erdallar ölmez’ sloganının atılması eyleme misyon yüklediği için yanlıştır, deniliyor. Bu ters bir durum değil, asıl olması gerekendir, Bu da misyon yüklemez. Birileri kafalarını kaldırıp etraflarına bakarlarsa, tüm toplantı ve gösterilerde gerçeğin böyle olduğunu görürler, çelişki burada değil, bu insanların göz kamaştıran parlak kafalarda olduğu görülür.
Üniversitemizde gösterilen etkinliklerde, devrim şehitlerini anma çerçevesinde yapılan saygı duruşu aynı günlere rastlıyordu. Bu durum herkes tarafından bilinmektedir.
“Faşizme Ölüm Halka Hürriyet”, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganları demokratik temelde bir araya gelmiş öğrenciler içinde atılmaması gereken sloganlar olarak nitelendiriliyor. Biz bu tür anlayışların seksen beşten sonra gelişmeye başlayan öğrenci hareketinde, reformistler tarafından, devrimci eyleme set çekmek, onu pasifize etmek için sürekli devrimciler önüne sulandırılıp sunulduğunu iyi biliyoruz.
Diğer bir neden ise, bu sloganların belli bir misyon yüklediği bahanesiyle karşı çıkılması. Ama bu dürüstlük şampiyonları aynı nitelikteki “Kahrolsun faşist diktatörlük” sloganına niye karşı çıkmıyorlar. (Bu slogana karşı olmamızdan değil)
Oysa bu slogan eylem içinde daha etkin rol oynayan arkadaşların anlayışına uygun düşmüyor. Tabi bunlara göre, benim attığım sloganı atarsan demokratik temele ters düşmez, ama değişik bir slogan atarsan bu demokratik temele ters düşer. Ne güzel ik yüzlü bir demokrasi anlayışı.
Cumhuriyet Üniversitesi’nden bir özgürlük okuru.
Eski bir YDGF yöneticisiyle yapılan röportaj
Soru: YDGD’ler nasıl kuruldular? Amaçları neydi?
Cevap: YDGD’ler, işçi, öğrenci ve köylü gençliğin merkezi birleşik siyasi örgütü olarak kuruldu. Etkileyebildikleri gençliği anti-emperyalist anti-faşist bir platformda mücadeleye çektiler. Ama orada mücadele eden gençliğin ufkunu çok daha geniş olduğunu belirtmek gerek.
YDGD’ler kuruluncaya kadar gençlik mücadelesinden sadece ve ağırlıklı olarak öğrenci gençliğin mücadelesi anlaşılıyordu. Bu yaygın bir yanılgıydı. Devrimci komünistlerin gençliğe bütünlüklü bir bakış açıları vardı ve bunun ürünü olarak halk gençliğini YDGD’lerde örgütlemeye çalıştılar. Onlar bir bütün olarak işçi (daha çok çıraklar ve sanayi sitelerindekiler) öğrenci köylü gençliği siyasi mücadelenin içine çekmek için kullanılan araçlardı.
Kısa bir süre sonra da YDGF çatısı altında merkezileştirilen ve önemli sayılabilecek bir gençlik kitlesini harekete geçirdiler.
Soru: YDGD’lerin bu tarzda ortaya çıkması doğru muydu?
Cevap: İdeal tip olarak doğru olduğu söylenemez. İşçi, köylü ve öğrenci gençliğin ayrı ayrı örgütlerinin bir merkezileşmesi olsa daha doğru olabilirdi. YDGD’ler kurulduktan sonra bu alanlara yönelen örgütler oldular. 71 yenilgisinden sonra bir süre birlikte giden gençlik 70’li yılların ortalarında bir yol ayrımına uğradı. Var olan gençlik örgütlerinde örgüt içi demokrasi tahrip edildi. Başka düşünceden olan gençlik kesimlerini bir arada bulunabilmesinin koşulları ortadan kalktı. Gençlik örgütleri yönetimi alan düşüncenin tekkelerine dönüşmeye başladı. Aslında bu siyasi grupların kendilerini var etme sürecinin yansımaları ve sonuçlarıydı. Kitle örgütlerinin daralmasının nedenlerini de burada aramak gerekir. Devrimci hareketin bu özelliğinin YDGD’leri de etkilediğini biliyoruz. Başlangıçta olumlu gelişmeler olsa da giderek devrimci komünistlere sempati duyan gençliği çatısında topladı. Ama giderek çok önemli bir kitleselliğe ulaştığını belirtmek doğru olacak. Kısacası, YDGDIer ideal bir tip olarak çıkmamakla birlikte gerek yaygınlığı gerek gençliği mücadele içine çekmesi ve merkezi olarak aynı hedefe yöneltilmesi açısından çok önemli bir işlevi yerine getirdiler.
Soru: YDGD’lerin faaliyeti birimlere nasıl gidiyordu?
Cevap: YDGD faaliyetini birimlere taşıyan temel biçimin YDGD komiteleri olduğunu görüyoruz. Örneğin, öğrenci gençlik açısından sorunu ele alırsak aşağı yukarı her fakülte veya yüksek okulda bu komitelerin faaliyet gösterdiğini belirtmek gerek. Bu komiteler o birimdeki YDGD üyeleri tarafından seçiliyorlar ve merkezi önderliğin tespit ettiği politikaları oraya taşıyorlar-ve aynı zamanda bulundukları birimin özgül sorunlarından yola çıkan bir faaliyet örgütlüyorlardı. Açık ki bu komiteler ve genel olarak yurtsever devrimci gençlik aynı zamanda birim dernekleri içinde de çalışıyor onları ileri itmeye çalışıyorlardı.
Her birim özellikle dernek kongreleri öncesinde yıllık programlarını çıkarıyor ve kitleye sunuyordu. Birim somutuna dayanan bu programlar ilgili birimin yıl boyunca izleyeceği çizginin ana hatlarını belirtiyordu. Ama pratik olarak her zaman siyasi mücadelenin öne çıktığını biliyoruz. Aslında doğru olan da buydu, eksik olan ve doğru olmayan, faaliyet gösterilen birimin somutundan kopmak ve somut taleplerle kitlelere gitmede zayıflığın ortaya çıkmasıydı. Aslında bu iki alan birbirini dışlamayaz, karşılıklı olarak birbirini güçlendirir. Birim özgülünde yürütülen faaliyetleri, bu faaliyetlerin yaygınlıkları oranında siyasal mücadeleye aktarmanın koşulları yaratılabilir.
Soru: YDGD’ler üye potansiyelini yeteri kadar harekete geçirebiliyorlar mıydı?
Cevap: Üye potansiyelimizi yeteri kadar harekete geçirebildiğimiz söylenemez. Ama özellikle kampanyalar döneminde bunun başarılı örnekleri görülebiliyordu. Normal koşullarda aynı kitlenin günlük faaliyet içerisine çekilmediğini görürüz, bu da bizim çevremizi yeteri kadar harekete gevremediğimizin, onların yetenek, olanak ve yönelimlerinden yeteri kadar yararlanamadığımızın bir göstergesi. Katılımı oranında herkese yapabileceği yerine getirebileceği görevler vermek ve onları mücadelenin içine çekecek kanalların yaratılması ancak böyle mümkün olabilirdi. Doğaldır ki tüm üyelerden aynı katkıyı beklemek yanlış bir düşüncedir.
Soru: YDGD’ler işçi gençliğe nasıl ulaşıyordu?
Cevap: YDGD’lerin ilk dönemlerinde bürolar şeklinde bir örgütlenmemiz vardı. EGB’ler (Emekçi Gençlik Bürosu) Bu anlayışın sonucu olarak doğdu. Kendilerine temel çalışma alanı olarak sanayi sitelerini aldılar. Buralarda çıraklar ve genç işçilerin içinde faaliyet gösterdiler. Başarılı örnekler ortaya çıktı, örneğin,
Ankara YDGD’nin sitelerde yürüttüğü faaliyet kısa zamanda 1500 kişilik bir potansiyele ulaşmıştı. O dönemde Ankara YDGD’nin üye sayısının 7000’ee doğru tırmandığını belirtmek gerek. Aynı şekilde, İstanbul’da YDGD’li gençliğin örgütlediği Giyim-Der 4000 civarında genç konfeksiyon işçisini çeperinde toplamıştı. Başka grupların taraftarları da içinde yer almıştı. Bu bakımdan da olumlu bir örnekti. Bu alanlarda sendikaların olmadığını düşünürsek yürütülen faaliyetin önemini daha iyi değerlendirebiliriz. İşçi gençlik, gençlik mücadelesinin motoru olmalıdır. Onun yönelimi ve ufku anti-emperyalizm ve anti-faşizmle sınırlı olmayıp devrim ve sosyalizm onun asıl özlemidir. Devrim mücadelesine katılan gençliğin diğer kesimlerinin de aynı ideallere bağlı olmasına rağmen özellikle işçi gençlik hedeflere ulaşmada en tutarlı mücadeleyi ortaya koyma potansiyeline sahiptir. Sayılan olumlu örneklere rağmen bu potansiyelden yeteri kadar yararlandığımız söylenemez. Dışımızdaki gençlik örgütlerinin ise, genel faaliyetlerinin dışında özel bir yönelimleri yoktu.
Soru: Köylerde YDGD örgütleri var mıydı?
Cevap: Küçümsenmeyecek sayıda köyde YDGD’lerin kurulduğunu söyleyebilirim. Olmayan yerlerde de YDGD Komiteleri faaliyet gösteriyordu. Bu alanlarda kurulan YDGD komiteleri oralarda YDGD’lerin taşınmasının araçları oldular. Bu faaliyet YDGD’leri yaygınlaştırdı ve kitleselleştirdi. Örneğin, Karadeniz’in bazı köylerinde gençlik, fındık ve çay işçileri arasındaki çalışmayı anmak gerekir. Rize’nin Pazar ilçesinde yöneticilerimizden Mustafa Şefik’i böyle bir faaliyet içerisinde şehit vermiştik.
Soru; Sıkıyönetim YDGD’leri nasıl etkiledi?
Cevap: 1978 Aralığında sıkıyönetim ilanıyla birlikte YDGD’ler yasal olarak kapatıldılar. Ama devrimci komünistlerin her şart altında çalışabilecek, faaliyetini kesintisiz olarak devam ettirecek yasadışı kitle örgütleri yaratmak diye bir anlayışları vardı. Bunun doğal sonucu olarak YDGD’ler yasa-dışı yarı-legal bir konuma rahatlıkla geçebildiler. Sıkıyönetimin YDGD’lerin faaliyetini engelleyebilmek bir yana YDGD’ler asıl gelişmesini sıkıyönetim koşulları altında gerçekleştirdi. YDGF’de örgütlenen gençlik büyük bir özveri ve atılganlıkla resmi, sivil tüm faşist saldırılara karşı koydu, yüzlerce şehit verdi.
Soru: 12 Eylül Cuntası YDGD’lerin faaliyetini hangi yönde etkiledi?
Cevap: YDGD’ler Sıkıyönetim koşullarında faaliyetlerini kesintisiz olarak sürdürmüşlerdi. Üyelerini en alt birimlerine kadar gruplar şeklinde örgütlemenin ön hazırlıklarını tamamlamışlardı. Bunlara kısaca YDGD grupları diyebiliriz. YDGF 12 Eylül’ü yeni bir yönetimle karşıladı, faaliyeti yasa-dışı ve illegal bir temele oturmuştu. Yukarıda bahsettiğimiz her koşulda mücadele edebilecek bir yapıya aşağı yukarı ulaşmıştı. Cunta koşullarında başlangıçta biraz daralmakla birlikte, 81’in başlarında gelişme ve güçlenme eğilimleri ortaya çıkmıştı, örgütlenmeleri darbe yiyen devrimci-demokrat örgütlerin taraftarlarından YDGD faaliyetine katılmak isteyenler ortaya çıkmaya başlamıştı. 81 Nisan’ında Parti’nin ağır bir darbe yemesiyle YDGD’lerin faaliyeti de bir süre içinde zayıfladı ve giderek söndü.
Soru: YDGD’lerde demokrasi nasıl işliyordu?
Cevap: YDGD’lerin bu konuda son derece olumlu ve öğretici deneylerle dolu olduğunu düşünüyorum. Bir kere her kademedeki yönetici organlar aşağıdan yukarıya seçimlerle işbaşına gelmişlerdi. Bu konuda olumlu bir gelenek yerleşmişti. Seçimlerde zaman zaman farklı etkenler de işin içine giriyor olması bu olguyu karartmamalı. YDGF sıkıyönetim koşullarında Konferans ve Kongre toplayabilmiş, çok geniş bir tartışma platformu yaratabilmişim Cuntadan bir kaç ay önce yaptığı Kongresine Yasa-dışı toplanan her kademe seçimlerine ve tartışmalarını göz önüne alırsak 6000 bin kişi katılmış ve yeni yöneticilerini seçmişti. Diğer ülkelerin gençliğinin mücadele tarihinde böyle bir olgunun başka bir örneği olduğunu sanmıyorum.
Önümüzdeki yeni koşullarda YDGF deneyini yeniden inşa etmek için değil ama gençlik mücadelesini gelecekteki perspektifleri açısından incelemek büyük bir öneme sahiptir diye düşünüyorum.
Soru: YDGD Komsomol ilişkisi nasıldı, bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Cevap: Hem YDGD’ler hem komsomol, Parti’nin gençliğin mücadelesine önderlik etmek için kullandığı işlevleri farklı olan araçlardır. YDGD’lerin önemli bütün yönetici kademelerinin konsomol üyeleri olduğunu belirtmek gerek, hatta daha da ilerisi. Konsomol zaman zaman müdahaleci yöntemlerde kullanmakla birlikte ilişkiler genelde sorunsuzdu. Aslında bugünkü kavrayışımızla olaya baktığımızda o günkü YDGD üyelerini hepsinin birer komsomol üyesi olması gerekirdi diye düşünüyorum. Özellikle cunta koşullarında bu gereklilik somut bir olgu olarak ortaya çıkmıştı zaten.
Soru: Bugünkü gençlik mücadelesi için neler söyleyebilirsiniz?
Cevap: Gençlik, devrim ve sosyalizm mücadelesi için tükenmez bir kaynak büyük bir enerji ve fedakârlık örneğidir. Gençliğe büyük bir önem vermek, onu özenle eğitmek devrimci komünistlerin temel sorunlarından biridir. Bugün cunta sonrasının depolitizasyon dönemi zayıflamış, koşullar gençliğin mücadelesi için daha elverişli hale gelmiştir. Tabi büyük mücadeleler ve kayıplar pahasına. Hâkim sınıfların halk gençliğine verebilecek hiçbir şeyleri yoktur. Gençlik, umutlarını ve özlemlerini ancak sosyalizmde gerçekleştirebilir.
Bugün gençlik mücadelesinin henüz yaygın bir kitleselliğe ulaşmadığını tespit etmek gerekir. Özellikle, öğrenci gençliğin, geniş öğrenci yığınlarıyla kucaklaşmak ve elindeki birim derneklerini çalıştırmak gibi bir sorunu var. Bu da onlardan tükenmez bir enerji ile fedakâr, sabırlı ve kararlı bir çalışma yürütmeleri istendiği anlamına geliyor. Diktatörlüğün saldırılan ancak kitlesel bir mücadele ile püskürtülebilir. Öğrenci gençlik mücadelesinde özellikle YÖK halkasını iyi kavramalıdır.
Diğer bir sorun, son zamanlarda tartışılan merkezi örgütlenme meselesidir. Öğrenci derneklerinin merkezileşmesi olumlu ve ileri bir adımdır. Ancak bunun hangi temellerde ve hangi ilkelerle yükseleceğinin büyük bir önemi vardır. Aksi takdirde mevcut sağlıksız ve aksak yapıların ve anlayışların merkezileştirilmesi gündeme gelecektir ki, bu da varolan sorunların merkezileştirilmesi ve genişletilmiş olarak yeniden üretilmesi anlamına gelecektir. Ayrıca, öğrenci derneklerinden bağımsız olarak tüm gençliğin (işçi, öğrenci, köylü gençlik) merkezi birleşik siyasi örgütlenmesi gündeme alınmalıdır. Onunda platformu anti-faşist, anti-emperyalist ve hatta anti-şovenist olmalıdır. Sonuna kadar birlikte yürümeye çalışmanın gençliğe kazandıracağı çok şey vardır.
Her türden revizyonist ve reformist, gençliğin yükselen mücadelesini yasalcılığın ve legalizmin kanallarına akıtarak onu ehlileştirmek ve mücadelesini düzen içinde eritmek istiyor. Gençlik bu gerçeği bilerek onları mücadele içinde mahkum ederek, devrim ve sosyalizm hedefine ulaşacaktır.
Bir vefa örneği ve bir yenilik
Elimize 15 Şubat 1990 tarihli ve, yasadışı Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) … Hücresi imzalı bir bildiri ulaştı. Bildiri. 1980 yılında Mehmet AKARÇAY’ın Sıkıyönetim güçleri tarafından şehit edilmesini konu ediniyor, ilginç bir vefa örneği olması ve bir hücre tarafından yayınlanıyor olması açısından ilginç bulduğumuz bu bildirinin bazı bölümlerini yayınlıyoruz.
Mehmet Akarçay’ın şehit edilişi bildiride 1980 şubat ayları ve devrimci mücadele anlatıldıktan sonra şöyle ifade ediliyor, “… Faşist sıkıyönetim terörüne, revizyonist, teslimiyetçi ihanete rağmen demokrasi ve özgürlük kavgasından vazgeçmeyen, mücadelesini düzenin icazeti ile sınırlamayan, kavgasını sürdürenler de vardı. Bunlardan biri de … yiğit Profilo işçisi Mehmet Akarçay’dı. Mehmet 19 Şubat günü, davasına baş koyduğu partisinin bildirilerini başka bir yoldaşına ulaştırmak üzere omuzlamış, devriyeleri, aramaları hiçe sayarak yola çıkmıştı. Önceden anlaştıkları yere tam saatinde gitti. Bildirileri alacak olan yoldaşını beklerken sıkıyönetim devriyelerinin dikkatini çekerek kuşatıldı. “Dur!” diye seslendiler. … Ve Mehmet yoldaş sırtından aldığı kurşunlarla hayata gözlerini yumdu.”
Bildirinin son bölümünde: “PROFİLO İŞÇİLERİ! TÜM İŞÇİLER! KARDEŞLERİ Mehmet Akarçay’ın uğruna can verdiği TDKP, masa başlarında, kapalı salon toplantılarında ve otel lobilerinde değil, alanlarda ve senin kavganda doğdu” deniyor.
Tariş direnişinin şehitleri İskender Gül ve Cemil Oral kavgamızda yaşıyor
A.K.Konuk
Kalleş parmakların asıldığı tetiklerin yol verdiği kurşunlar çekti aldı yoldaşlarımızı aramızdan. Kan karıştı Şubat gecelerinin soğuğuna. Ağıtlar yakılmadı arkalarından. Çünkü kavga sürüyordu ve öçleri kalmadı yerde. Alındı.
Günlerdir süren TDKP 1. Kuruluş kongresi bitmek üzereydi ve kongre İzmir’de süren sımsıcak bir mücadelenin coşkusunu da taşıyordu.
Kongrenin toplandığı sıralarda, İzmir’deki işçi sınıfı ve emekçi halk, hakları üzerinde oynanmak istenen oyunları boşa çıkarmak için devrimci komünistlerin önderliğinde ye devrimci demokrat grupların desteğinde bir direnişe ve karşı çıkışa yönelmişti. İlk ses TARİŞ işletmelerinden geldi ve bu ses dalga dalga kentin her yanına yayıldı.
Faşist AP iktidarı TARİŞ işletmelerinde çalışan binlerce işçinin işine son vermek ve yerlerine kendi yandaşlarını doldurmak için sinsice bir planın uygulamasına yönelmişti. Durumu zamanında öğrenerek harekete geçen Devrimci komünistler TARİŞ direnişini başlatmış ve işbirlikçi sarı sendikacıların tüm engelleme çabalarına karşın militan bir mücadeleye yönelmişlerdi. Bu mücadelede dönemin “devrimci” sendikası olarak tanınan DİSK’in revizyonist yöneticileri ve onların kuyruğundan ayrılmayan hempaları sürekli engelleyici rol sergilemiş ve işçi sınıfından hak ettikleri dersi de almışlardı.
Direniş kısa bir sürede kentin her yanına yayıldı. Esnaflar devrimci komünistlerin ve devrimci demokrat grupların çağrılarına uyarak kepenklerini bir bir kapatırken şaşkınlaşan polis önüne gelene saldırmaya başladı. Her sokak bir direniş alanı haline gelmişti. TARİŞ işletmelerini işgal eden işçiler “Direnişi kıranın kafasını kırarız” sloganlarıyla birlikte ve dayanışmanın en güzel örneklerini sergiliyorlar, TKP revizyonistlerinin korku dolu bakışları arasında işyerlerini, işlerini yitirmemek için direnmekten başka yollarının olmadığını haykırıyorlardı.
Kentteki Sümerbank isçileri, Tekel işletmelerinde çalışan işçiler, Sümerbank işçileri deri işçileri TARİŞ’te süren kavganın aktif destekçileri olarak eyleme katılırken işçi ve emekçilerin yoğun olduğu gecekondu semtlerinde destekleme eylemleri ardı ardına gündeme geliyordu, Semtlerde yakılan barikat ateşlerinin arkasında silahları ellerinde, devrimci türküleri söyleyen devrimciler gözlerinde bin bir parıltı ile bekliyor ve her saldırıyı anında püskürtüyorlardı. Polis deliye dönmüş nereye saldıracağını şaşırmıştı.
Şubat başlarında direniş ilk şehidini verdi. Çimentepe semtinde günlerdir direnen ve TARİŞ’e giden yollardan bir tek polisi bile geçirmeyen emekçilerin önünde mücadele eden CEMİL ORAL yoldaş uzaktan dürbünlü tüfekle atılan bir kurşunla şehit oktu. Ama semt halkı mücadeleci yoldaşlarına sahip çıkarak polisin üstüne yürüdüğünde polis arkasına bakmadan kaçmak zorunda kalmıştı.
Cemil yoldaş genç yaşına karşın kitleler tarafından sevilen sayılan biriydi. Korkusuzca atıldığı mücadelede ölümün onu beklediğini de biliyordu. Ama o bir başka şeyin daha bilincindeydi. Bu mücadelede önde yürüyenler ölüme yakın oldukları kadar zafere de yakındırlar. Kazanmak ancak dişe diş bir mücadeleyle olanaklıydı ve kazanacak olanlar mutlaka komünistler olacaktı.
Cemil yoldaşın şehit oluşu kentteki mücadeleye daha başka bir ivme kazandırmıştı. Aynı günlerde kentin bir başka semtinde olan Gültepe’de devrim ateşleri yakılmış bir polisin öldürüldüğü çatışmaların ardından barikatlar kurulmuştu. Artık herkes açıkça silahlarını taşıyarak barikatların başlarında bekliyor polisin her saldırısını anında püskürtüyordu.
Direnişin 6. gününde İskender Gül yoldaş katledildi, İskender yoldaş Cemil yoldaşın ulaşamadığı bir mutluluğa ulaştıktan sonra ayrıldı aramızdan. Partinin kuruluş bildirisi sıcak, sımsıcak mücadelenin tam ortasında devrim müjdesi gibi okunmuş, İskender yoldaş da bu müjdenin sevincini yaşamıştı.
Tam 8 gün boyunca semte polisi ve jandarmayı sokmayan devrimci komünistler ve devrimci demokratik örgütler geri çekilirken jandarma, tank, top, panzer eşliğinde hücuma geçen burjuvazi üç polisini daha çatışmalarda kaybetmiş ve korku dolu anlar yaşamıştı.
Yoldaşlarımız partimizin kızıl bayrağının göndere çekildiği günlerde aramızdan ayrıldılar. Bizler 10. .yılında O’nu daha yükseklerde tutmanın azmi ve inancıyla doluyuz.
Bu mücadelede yer alıp daha sonra tutuklanan ve idam edilen devrimci HIDIR ASLAN’I mücadelenin yıl dönümünde saygıyla anıyor onun idama giderken gösterdiği yiğit militan tavrın bütün devrimcilere örnek olacağına inanıyoruz.
Hıdır Aslan Gültepe direnişi sırasında korkusuzca bir mücadele sürdürdükten sonra direnişin son gününde yakalanarak kısa süren bir yargılamadan sonra idama mahkûm edildi. Ve 1980 Ekim’inde Burdur cezaevinde idam edildi. Devrimci eylem birliği anlayışını taşıyan ve eylem birliğinde coşkuyla mücadeleyi yükselten HIDIR ASLAN devrim tarihinde sonsuza kadar yaşayacaktır.
Onlar, hep birlikte yüreklerimizde…
BİZLER ÖZGÜR VE BAĞIMSIZIZ, BÖYLE İSTİYORUZ VE HEP BÖYLE KALACAĞIZ.
“Bırakın köpekler havlasın yorulunca susarlar”
Süleyman TOPRAK
Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyetinde yaşayan Yunan azınlığın yayın organı LAİKO VİMA (Halkın adamı) Yunanistan gericiliğinin provokasyonuna karşı cevabını 21 Ocak 1990 tarihli sayısında yayınladı. Laiko
Vima 46 yıldır Yunanca yayın yapıyor. Cevabını olduğu gibi yazıyoruz.
Grapsa tütün üretmede iki kişi bulduk. Kuru soğukla mücadele ediyorlar.
– Kuru soğuk aynı zamanda doğudan Arnavutluk’a doğru esen delice rüzgârlardır. Diyor bölüm başkanı Tomas Gikas çalışma arkadaşı Grigori Nanirdi’ye
– Bu soğuk rüzgârlar toprak donsun, tohumlar yeşermesin diye söze giriyor diğeri.
– Canını sıkma diye iş arkadaşı Niki Kaçi giriyor.
– Yoldaş Ramiz iyi söyledi. “Dağlar rüzgârla sallanmaz, bırakın köpekler havlasınlar, yorulunca susarlar” Biz azınlık olarak (Yunan azınlık kast ediliyor. S. TOPRAK) Sosyalist Arnavutlukta, sevgili emek partisi önderliğinde mutlu ve özgür yaşıyoruz.
İş molasında sohbet daha da koyulaştı. Daha da canlandı ve doruğa çıktı. Tütünde 7 yerine 10 hektar. Buğdayda 41.5 yerine 44, Mısırda 64.5 yerine 70 hektara çıkarmayı düşünüyorlardı. Grapsa’lıların Atina’nın despotlarına Belgrat’ın asılsız haberlerine cevabı buydu.
Ramiz Alia yoldaşın düşüncelerine işte böyle sevinçle katılıyorlardı Grapsa’lılar ve aşağı Dropili’ler.
– Bir zamanlar dört yol ağzında bulunurken Arnavutluk Komünist Partisi dışında hiç kimse bize doğru yolu göstermedi. (Yunan azınlığı kast ediyor. S. TOPRAK) hiç kimse bize yardım etmedi. Hiç kimse kölelikten ve sömürüden kurtulmamıza yardım etmedi; Arnavutluk Komünist Partisi dışında. E… şimdi bu yalancılar şimdi kalkmış melekler gibi bizi kurtarmaya çalışıyorlar. Ne hoş.
– Herkes Arnavutluk gerçeğini ve Azınlığın (Yunan azınlık S.T.) durumunu biliyor, diyor O Yanis Rucis.
– Bırakın biraz köyümüzle ilgili şeyler söyliyelim.
Argirakastro’nun (Argirokasta Y. azınlığın merkezi bir şehir S.T.) Eğitim Enstitüsü’nde bizim küçük köyümüzde 8 kişi eğitim gördü. Bizim Yunanlı çocukları eğitsinler diye. Yine yaklaşık 40 kişi kız-erkek farklı yüksek okulları bitirerek, ülkenin ihtiyacı olan yerlerde görev aldılar. Sözüm ona bugün bize yardım etmek isteyenler! Bizim kazançlarımızın farkında değiller ve bu kazançlarımızı görmek istemiyorlar.
Daha sonra Hırıstos Statis, öğretmen Tomas Yovanis, Xriso Noni ve Hırisavgi Yovani ile Vaggelis Yovanis ve köyün sekreteri Vaggelis Kukumis ve diğerleri konuştular.
ZİSOS LUÇİS
YAŞAMIMIZ GÜNDEN GÜNE GÜZELLEŞİYOR.
Ramiz Alia yoldaşın “Enver Hoca” Traktör ve Oto Fabrikası çalışanlarının toplantısında yaptığı konuşmadan sonra üretime geçildi. Aynı anda öğrenci gençliğin güçlü bir toplantısına tanık olduk.
Öğrenci gençlik Yugoslav basınının yalanlarına, Atina despotlarına ve gazetecilerin hücum çemberine şu cevabı verdi:
TANAsis Andruços
– Bizler tüm yaşamımızda ve tüm hak larımızla (Azınlık haklan S.T.) Özgür bağımsız ve mutluyuz. Bunu tüm kaibimöie söylüyoruz. Bunları ve bu ûüzel yaşamı partimize, yoldaş Ramiz ve ölümsüz Enver’in çizgisine borçluyuz. Ne istiyorlar? Sırplar, ve despotlar? Tekrar Dropoliye
(Dropoli Yunan azınlığın yasadışı kent S.T.) gelip bizi kanamı boyamak istiyorlar? Biz azınlık (Yun. az. S.T.) her alanda ve birimde canlı ve aerceğiz diyar.
Sınıf başkanı Andonis Bavvcis
– Aslında Arnavutluk karşıtlığı bu saldırılara, Ramiz Alia yoldaş bir daha cevap verdi. Arnavutluk halkı birliktir. Tek vücut gibidir. Biz azınlıkta (Yunan azınlık. S.T.) bu vücudun bir parçasıyız. Bu saldırılar bizi korkutamaz. Tam aksine bize güç veriyor. Birliğimizi güçlendiriyor.
Orta okul öğrencisi Evfrosini Nika
– Bizler genç kuşak Dripoliler papazların, sömürücülerin dönemini görmedik. Bizler sosyalizmin ak günlerinde, yaşamın ve günlerin güzel olduğu zamanda doğduk ve büyüdük.
Bütün konuşmacılar Arnavutluk’a karşı yürütülen yalan ve demagoji üzerine inşa edilmiş saldırıların amacının biz azınlığı (Yun. az.) ayırmak olduğunu söyleyerek, “Bu bir bahanedir. Saldırılar aslında Arnavutluk’a ve partimizedir. Bunun bilinici ile biz azınlık milliyet olarak Ramiz Alia yoldaşın önderliğinde partimizle daha sıkı birleşmeliyiz.
F. Almanya muhabirimiz bildiriyor:
Coşkulu bir 10. yıl kutlaması
“Partimiz silahımız” şiarı altında yapılan 10. Savaşım Yılı Gecesi görkemli ve coşkulu oldu! Enternasyonal dayanışma açısından örnek ve anlamlı bir an yaşandı. 4000’i aşkın izleyici, devrimci mücadele ve coşku doluydu!
Yurt dışındaki Türkiyeli emekçiler, devrimciler ve komünistler açısından 17 Şubat günü F. Almanya’nın Duisburg kentinde büyük öneme sahip coşkulu ve görkemli bir gece yaşandı. Günlerdir tüm Avrupa çapında hazırlıkları süren geceye Danimarka’dan İsviçre’ye, Belçika’dan Avusturya’ya kadar yüzlerce devrimci, demokrat, yurtsever ve komünist katıldı ve Türkiye devrimine inançlarını, mücadele ve kararlılık dolu olduklarını coşkulu ve devrimci heyecanla ortaya koydular. Afişleme, bildiri, duyuru ve diğer etkililiklerle gecenin propagandasının yanı sıra ülkedeki baskıyı, zulmü ve buna karşı direnişi, kurtuluşu ve başkaldırıyı bıkmadan gece gündüz anlatan devrimciler ve devrime inanmış tüm insanlar gecenin yapılacağı salonu doldurdular ve gözler bir an gecenin başlama saatine yöneldi.
Sunucu arkadaş gecenin başladığını duyurduktan sonra, tüm izleyicileri devrimci kavgada şehit düşenlerin anısına saygı duruşuna çağırdığında salonda çıt çıkmıyordu, izleyen kitle tek bir yürek halinde devrimci heyecan doluydu. Köln’den gençlerin oluşturduğu koro, Enternasyonal ile başladığı devrimci marş ve türkülerini, Avusturya İşçi Marşı ve İleri Yoldaşlar türkü ve marşlarıyla sürdürdü. Daha sonra Orhan Temur ve arkadaşları aralarında N. Hikmet’in şiirlerinden besteledikleri türkülerin de yer aldığı bir demet türkü ve şarkı sundular. A. Kadir Konuk kürsüye gelip karanlıktaki silah seslerini andıran bir havada şiirini okuduğunda geceyi izleyen kitle anında alkışlarla karşılık verdi ona. Gecenin bu başlayışı ve seyri içinde gözler ve tüm dikkatler yavaş yavaş gecenin önemine ilişkin söyleneceklere yöneldi ve beklenti gözle görülür hale geldiğinde, sunucu tam zamanında beklenen muştuyu verdi: “Yoldaşlar, Dostlar, Kardeş Parti Delegasyonları ve Tüm Konuklar! Şimdi de Türkiye devriminin kurmayı, partisinin (mk) gecemize gönderdiği mesajı sunuyorum sizlere…” Salonda tüm izleyiciler tam bir sessizlikle ve dikkat kesilerek söylenen her sözcüğü dinlemek ve özümlemek istercesine kulakları ve gözleriyle tüm konuşmayı büyük bir olgunluk ve saygıyla izlediler. Mesaj duyurusu yapıldığında bir alkış tufanı koptu gecenin orta yerinde ve bir dünyada, özellikle Doğu Bloğu ülkelerinde olup bitenlerle ilgili kafalardaki her soruya tek tek açıklık getirildi. Başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun her kesiminden, giderek artan bir hoşnutsuzluğun ve buna bağlı bir direnişin ve mücadelenin geliştiği ve artık işçi sınıfının kendi gündemini kendisinin belirlemesi gerektiğinin, altı çizilerek vurgulandığı mesajda, partiye ve onun tüm örgütlerine daha çok görev ve iş düştüğü bir bir ele alındı. Mesaj sona erdiğinde salonda coşku ve heyecan doruk noktasındaydı ve hep bir ağızdan atılan sloganlar tüm salonda yankılanıyordu. Daha sonra ellerinde çiçeklerle geleceğin umudu çocukların oynadığı halk oyunları büyük ilgi topladı. Özellikle çocukların, oyunlarının sonunda ellerindeki çiçekleri önde oturan uluslararası komünist hareketin temsilcisi delegasyonlara vermeleri salonda büyük bir sempati yarattı. Geceye sunulan mesajın Kürtçe olarak da okunmasından sonra, konuk olarak geceye katılan Kosovalı Arnavutların müzik grubu sahneye çıktığında, kitle “Kosova Cumhuriyeti” sloganı atarak Kosova halkıyla dayanışmasını dile getirdi. Kosovalıların ilk olarak ünlü “Enver Hoca” türküsünü söylemelerinden sonra, Kosova’daki halkın ve özellikle maden ocaklarında direnişe geçen maden işçilerinin mücadelesini anlatan türküleri söylemeleri alkış ve sloganlarla karşılandı. Geceye Almanya Komünist Partisi adına katılan Başkan Diethard Möller ise partisi adına gönderilen mesajı bizzat kendisi kürsüye gelerek Almanca sundu. Konuşmasına Türkçe “Sevgili Yoldaşlar” diye başlaması üzerine izleyenlerin büyük bir coşkuyla alkışladıkları Möller’in konuşması sık sık slogan ve alkışlarla kesildi.
… Geceye KPD dışında bizzat delegasyon olarak katılan diğer ML parti ya da örgütlerden temsilciler de çıkıp dayanışma mesajlarını sundular ve Türkiye devrimini desteklediklerini ve her zaman Türkiyeli devrimci ve komünistlerin yanında olacaklarını vurguladılar. Bu arada A. Kadir Konuk, ikinci kez, kendisinin yazdığı idama kadar giden bir süreci anlatan uzun bir şiir okudu, İran Emek Partisi adına yapılan dayanışma konuşmasından başka, İspanya KP (ML) adına ve ayrıca Hollanda Komünistler Birliği adına da bir konuşma yapıldı. Kardeş partilerin bizzat geceye gelerek dayanışmada bulunmaları ve hatta bazılarının konuşma ötesinde kültürel programla geceye katkıda bulunmaları gecenin en anlamlı ve örnek yanı olan enternasyonal dayanışma açısından coşku ve sevinç vericiydi, İspanyol müzik grubu Flamingo’nun şarkıları eşliğinde İspanyol halkının yüz yıllık geleneği ve kavgası, dansları ilgiyle izlenirken şarkıcı kadın yoldaşın, “Şimdi söyleyeceğimiz şarkının sözleri ise şöyle: Okumayı öğren/ Yazmayı öğren/ Savaşmayı da öğren!” demesi üzerine büyük bir alkış geldi ve kitle tempo tutarak izledi Flamingo müzik ve dans grubunu… Tigre ML-Ligası sözcüsünün mesajı bizzat sunması ise özel bir ilgi ve tezahüratla karşılandı. Gecede en çok beğenilen ve herkesin “mükemmel” dediği bir dia gösterisi sunuldu. Salonda üç ayrı görüntüyle ve aynı anda sunulan dia gösterisini gerek müziği ve gerek müzik eşliğinde okunan şiirleriyle özel olarak kutlamak gerek… Mustafa Suphi’lerden başlayan ve Erdal Eren’lere kadar süren Türkiye devriminin yaşanmış ve geride kalan bölümünün destanını, gecede olduğumuzu zaman zaman unutarak ve tüylerimiz diken diken izledik, yaşadık… Soluk soluğa, aynı anda üç görüntüde silahların, marşların, coşkulu yürüyüş ve çatışmaların, Gültepe’nin, Tariş’in, Antep’in, Çorum’un direnişlerini adeta yeniden yaşar gibi olduk ve coşku ve heyecanla izledikçe yeniden bilendik. “Mutluluğun resmini yapabilir misin, Abidin?” diyen şair baba örneği, Türkiye devrimini resmedebilen, görüntüleyebilen yeteneklerimiz çıktığı için övünç duyuyoruz, diyoruz.
Dia gösterisi ile yükselen devrimci coşku ve heyecanı, şimdi de harekete geçirmek için sabırsızlıkla bekleyen bir müzik grubu geliyor karşımıza… Savage Rose… Daha sunucu Savage Rose der demez, salondaki tüm izleyenler ellerindeki bayraklarla yerlerinden fırlayıp halaya başladılar. Savage Rose sahneye çıkınca izleyicileri sarıp sarmalıyor, sarsıyor ve harekete geçiriyor… Onların müziğini dinler, salonda ellerinde bayraklarla genç, yiğit ve militanları görürken, insanın gözlerinin önünden Filistin’de İNTİFADA’daki kadınlar, çocuklar, Kosova’da tanka kata tutan gençler. Afrika’da dişe diş kavga edenler gelip geçiyor. Savage Rose adı, artık uluslararası dayanışma demektir. Anissette, Danimarka’da liman işçileri için söylenen bir Barikat Şarkısının anonsunu yapıyor ve tüm kitleye dönerek, “Haydi şimdi halay çekerek, bir barikat kuralım” diye çağrıda bulunuyor.. Salon birden ayağa kalkıyor ve halay çekmeye başlıyor…
Gecenin ikinci önemli mesajı yurt dışındaki komünistlerden geliyor… Bu gecenin tüm organizasyonunu üstlenen ve yurt dışında sürgüne gönderilmiş yüz-binlerce işçi ve emekçiyi devrim için örgütlemeyi hedefleyen yurt dışındaki komünistler şöyle seslendiler: “Huzurlarınızda, her türlü zulme ve baskıya göğüs gererek, sabırla, kararlılıkla, ülkemiz işçilerini örgütleyen, Türkiye devrimini adım adım saran ülkemiz devrimci ve komünistlerini, militanlarını, zindanlardaki devrimcileri ve yoldaşları en sıcak devrimci duygularla selamlıyoruz.” (…) “Bizler yurt dışındaki yüz binlerce gencin enerjisini, atılganlığını, fedakârlığını kendi çıkarları için harekete geçirmeye ve örgütlemeye çalışıyoruz. Aynı şeklide işçi ve emekçi kadınları saflarımıza kazanmaya özel bir önem veriyoruz.” “Yaşasın Sosyalizmi/Kahrolsun Kapitalizm! Yaşasın Proleter Enternasyonalizmi!” sloganlarıyla son bulan mesaj da alkış ve peş peşe sloganlarla karşılandı…
Gecede daha sonra çıkan ve ilk kez izlenen Kafkas oyunlarını sergileyen Kafkas Oyunları Ekibi de çok beğenildi. Oyuncuların keskin hatlarla ve dinamik bir tarzda bir an bile durmadan büyük bir hareketlilik içinde oyunlarını sergilemeleri izlemeye değerdi. Gecenin sonuna doğru gür ve güçtü sesiyle devrimci ozan Mehmet Erdoğmuş’u devrimci türküleriyle izledik. Ülkemiz toprakları dışında bir başka halkın, Gürcü halkının halk danslarını sunan halk oyunları ekibini de, kendilerine özgü giysi ve danslarıyla ilgiyle izledi. Kitle… Gecenin programının akışı içerisinde geriye delegasyon düzeyinde katılamayan ML parti ya da kuruluşların, devrimci kuruluşların, Türkiye zindanlarından devrimcilerin gönderdiği mesajların okunması da coşkulu alkış ve sloganlarla karşılandı.
Geceye mesaj gönderen Marksist-Leninist partiler arasında Togo Komünist Partisi, Japonya Komünist Partisi (Sol), İran Emek Partisi, Ekvador Komünist Partisi (M-L), Tigre Marksist-Leninist Ligası, Almanya Komünist Partisi, Britanya Devrimci Komünist Partisi, Hollanda Komünist Partisi, Fransa İşçileri Komünist Partisi, Danimarka Komünist Partisi (M-L), İspanya Komünist Partisi (M-L) Brezilya Komünist Partisi, Surinam Komünist Partisi de bulunmaktaydı.
Yurt dışındaki devrimciler başta olmak üzere, tüm emekçilerin baskı ve sömürüye karşı verdikleri savaşımda esin ve ivme verebilecek bir özelliğe sahip olan ve devrimci bir geleneğe yol açacak olan gecenin sonunda, sunucu arkadaş, geceye, katılan tüm sanatçı ve ML parti delegasyonlarını sahneye davet ederek son kez hep birlikte yumruklar havada Enternasyonal söylendi ve son verildi.
Atina muhabirimiz S. Toprak bildiriyor:
EGE’NİN KARŞI YAKASINDA ŞUBAT, COŞKULU YÜREKLERLE KUTLANDI
3 Şubat 1990. Yer, Lavrion İşçi Merkezi. Kapıda, boyunlarında kırmızı fular bulunan iki genç, konuklara hoş geldin diyor, yer gösteriyorlardı.Salona adım atar atmaz, insanın içini ısıtan bir görüntü… Parti taraftarlarının Yunanca-Türkçe çıkardıkları broşür ve bültenlerden oluşan sergi. Bütün salon kızıl bayrak, flama ve panolara bezenmiş… Sahnenin üst kısmında ustaların büyük boy posterlerinin altında “Yaşasın Marksizm-Leninizm, Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi”, onun altında güneşle sembolleştirilmiş orak-çekiçli parti amblemi, sağında Lenin’in tam boy bir posteri ve “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet” sloganı. Salonun duvarlarında üç dille yazılmış (Türkçe-Kürtçe-Yunanca) “Yaşasın Halkların Özgürlüğü, Kardeşliği ve Gönüllü Birliği”, “10. Mücadele Yılında Partimiz Silahımız”
Toplantıyı yapanların yaptığı konuşmalardan ve TDKP Merkez Komitesinden gelen mesajın okunmasından sonra, Dev Yol Taraftarları, Avrupa Dev-Genç, PKK, THKP/C-Acilciler, TKP(B) ve TKP/ML Taraftarlarının mesajları duyuruldu. Bu arada Stalin Komitesi Temsilcisi ve eski bir Yunanistanlı partizan sahneye bizzat gelerek başarı dileğinde bulundu.
Mesajlar arasında en çok alkış alan eski partizanlar tarafından kurulan STALİN KOMİTESİ temsilcisinin yaptığı konuşma oldu: ” Kürt ve Türk halkının ve onun partisinin yürüttüğü mücadeleyi candan destekliyoruz. Bugün tüm gericiler ve revizyonistler Stalin’in şahsında devrime saldırıyorlar. Biz partinizin Marksizm-Leninizm yolundan şaşmadan yürüyeceğine inanıyoruz”
Gece, halk oyunları, tiyatro ve dia gösterilerinden sonra büyük bir coşku içinde son buldu.
Çeşitli cezaevlerinden elimize ulaşan basın ve kamuoyuna açıklamalarını yayınlıyoruz:
Sağmalcılar Cezaevi siyasi tutuklularının kamuoyuna açıklaması:
12 Eylül’den bu yana cezaevlerinde sürdürülen baskılarla, siyasi tutuklu ve hükümlüleri sindirme ve siyasi kişiliklerini yok etme politikalarının bir devamı olan 1 Ağustos genelgesi kamuoyunda tepkilere yol açmış ve geriletilmişti. Bugün ordu ve Adalet Bakanlığı yeni planlar yapmakta ve yaratılmaya çalışılan provokasyon ortamıyla da bu planlara zemin hazırlamaktadırlar.
Geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun ve İstanbul İl jandarma Komutanlığı’nın basında yer alan açıklamalarında; “Cezaevindeki görevliler görev yapmıyor. Siyasi tutuklular ellerini kollarını sallayarak firar ediyorlar. Gardiyanlar rüşvet alıyor. BMW marka otosu olan gardiyanlar var. Sağmalcılar Cezaevi’nde tünel var.” vs. yalanlar, spekülasyon ve provokasyona dayalı söylemler yer aldı. Bu açıklamalarla, dış güvenlikten sorumlu askerin, firarlar karşısındaki yetersizlik ve çaresizlikleri örtbas edilirken diğer taraftan yöneticilerce işletilen rüşvet çarkları gizlenmeye çalışılmaktadır. “Asıl hedefledikleri, askerle zor kullanımlarını meşrulaştırarak siyasi tutuklu ve hükümlüleri kişiliksizleştirmek için de “Daha özel tip” cezaevleri hazırlıyor, tek kişilik hücre ve havalandırması olan cezaevlerine bizleri diri diri gömmek istiyorlar. Bulunduğumuz Sağmalcılar Cezaevi’nde de izledikleri genel politikaya paralel provokasyona yol açacak yeni girişimlerde bulunuyorlar.
Bu cezaevine sevk edildiğimizden beri, köşe başlarını tutarak rüşvet ve çeşitli yolsuzluklarla cezaevini yönetmeye çalışan bir avuç asker ve sivil yöneticinin keyfi kaçtı. Başlangıçtan beri diğer tüm cezaevlerinde varolan asgari yaşam koşulları ve haklar bu cezaevinde korunamamaktadır, idari sorunların çözümünde görüşmeler yolunu değil, provokasyonlarla gerginlik yaratma keyfi yönetimi ile olayları tırmandırma ve operasyon yolunu seçmektedir. Daha geçen Mayıs ayında birçoğu ağır olmak üzere 150’yi aşkın arkadaşımızın yaralanarak, tüm eşyalarımızın kullanılmaz hale gelene kadar yağmalanmasına neden olan operasyon sıcaklığını korurken, yılbaşı öncesi haklılığı kabul edilerek çözülmek üzere açık görüş sonrasına ertelenen kadın siyasi tutukluların koğuş talepleri ve görüş kabinlerinin koşullara uygun hale getirilmesi vb. taleplerimiz çeşitli bahanelerle hiç yoktan sorunlar çıkartılarak çözülmemiş, gerginlik aktarılarak biz tutukluları operasyonlarla, askerlerle karşı karşıya getirmişlerdir.
En son 1 Şubat günü yaşamak zorunda bırakıldıkları koğuşun olumsuz koşulları kendini acil bir şekilde çözümlemek üzere dayatan ve tahammülü güç boyutlara ulaşan sorunları için, eşyaları ile koridora çıkarak söz verilen yeni koğuşlarına geçmek üzere bekleyen siyasi kadın tutuklular, idarece yanıt verilmeksizin günlerce beton üzerinde sabahlamak zorunda bırakıldılar. Temsilcilerimize verdikleri “üç gün bekleyin, beş gün bekleyin çözülecek” benzeri ciddiyetsiz ve ikna edicilikten uzak yanıtlar üzerine arkadaşlarımız geçici olarak boş koğuşlardan birine yerleşmek zorunda kaldılar. Durumu kabullenmiş görünen idare buraya geçici olarak kabul ettiklerini ve koğuşu barınmaya uygun hale getireceklerini söylediler. 3 Şubat sabahı siyasi ve adli tutukluların bulunduğu tüm koğuş anahtarları toplanarak kapılar açılmadı. Yemekler verilmedi ve ihtiyaçlarımız karşılanmadı. Koğuş önlerindeki sivil personel çekilerek koridorlara askerler dolduruldu. Siyasi kadın tutukluların geçici olarak yerleştirildikleri koğuşa erkek gardiyanlar ve askerlerce apansız saldırıldı. Siyasi kadın tutuklular tekmelenerek, coplanarak yüzlerce metre sürüklenerek eski koğuşlarına götürüldüler. Toplam 21 siyasi kadın tutuklu asker ve erkek gardiyanlarca dövülme sonucu çeşitli yerlerinden yaralanarak tedavi altına alındılar. Kadın tutuklulara yapılan bu saldırıdan sonra erkek siyasi tutukluların koğuşlarına da saldırı hazırlıklarına başladılar. Cezaevinde hiç bir olağan-dışılığın olmadığını bilmelerine rağmen Cezaevi Savcısı Muzaffer İnanlı 1. Müdür Mustafa Yelegen, Dış Güvenlik Amiri Bnb. Halit Kayır, İç Güvenlik Amiri Bnb. Feridun Baran, Üsteğmen Tugay Karataş, Üsteğmen Ayhan Bozpınar ısrarla olay var havası verdirmeye ve operasyon zemini yaratmaya çalıştı. Askerler marşlarla motive edilerek üzerimize saldırıldı. Bu saldırıya karşı olayları kendi çabalarımızla önlemeye çalışarak gerekli tedbirlerimizi aldık. Bir gün boyunca elektriklerimiz, sularımız kesildi tüplerimiz toplandı. Yiyecek ve benzeri ihtiyaçlarımız giderilmeyerek olası durumlara hazırlık amacıyla cezaevi kapısında sayısız ambulans bekletildi. Fakat amaçlanan boyutta bir saldırının nedenlerini yaratamadıklarından askerleri çekmek zorunda kaldılar.
Şu an cezaevinde yaşam normale dönmüş gibi görünse de, sorunlarımızın çözümü için hiç bir yetkili görüşmeye yanaşmamakta, yeni yeni olaylarla durum gerginleştirilmeye çalışılmaktadır. Fırsatı bulunduğunda provokasyonlarla karşılaşacağınızın belirtileri apaçık ortadadır. Beklenen saldırlar karşısında haklı olduğumuzun verdiği kararlılıkla kendimizi savunacağız.
Halkımızı, devrimci-demokrat kamuoyunu ve tüm insan hakları savunucularını genelde ülke cezaevleri üzerinde planlanan özelde de, bulunduğumuz Sağmalcılar Cezaevi’nde gerçekleştirilmek istenenler karşısında duyarlı davranmaya ve sorunlarınızı sahiplenmeye çağırıyoruz. 13.2.1990
Sağmalcılar’daki Siyasi Tutuklular
Çanakkale Cezaevi siyasi tutuklularının kamuoyu açıklaması
Cezaevlerinde devrimci tutsaklara yönelik yeni provokasyon ve imha planları tezgahlanıyor. Her defasında yeni bir gerekçe öne sürerek ayaklar altına alınan insanlık onuru, yaşatılan vahşet bu defa “güvenlik” bahanesiyle yeni inşa edilen ölüm kamplarında gerçekleştirilmek isteniyor. İlk elde Eskişehir ve İstanbul’da yapılan bu iki cezaevi, devrimci tutsakların insan onuruna ve siyasi kimliklerine uygun en asgari koşulları gözeterek değil, esas olarak devrimci kuşakları tek tek teslim almayı, insani ve siyasi kişiliklerinden, özlerinden boşaltmayı tepkisiz birer robot haline getirilmesi için, en uygun koşullar gözetilerek yapılmıştır. Bu cezaevleri, tek kişilik hücreler, tek kişilik havalandırmalar biçiminde inşa edilmiş ölüm kamplarıdır. Bu fiziki koşullarda tutulacak devrimci tutsaklar, siyasi ve insani değerlerinden vazgeçme ya da ölümü seçme dayatılacaktır.
Ancak bu yeni imha programı sadece Eskişehir ve İstanbul’da inşa edilen ölüm hücreleriyle sınırlı kalmıyor; bir şey bu politikaya göre düzenleniyor. En önemlisi iç ve dış kamuoyu bu “güvenlik” demagojisiyle uyutulmak isteniyor, buna göre şartlandırılmaya çalışıyor Bu amaçla burjuva basın-yayın organlarınca bilinçli ve sistemli bir propaganda yapılıyor, yürütülüyor. Yapılacak katliamlar karşısında, şimdiden kamuoyunu tepkisiz bırakmak için, hemen her gün, “cezaevlerinde denetim yok”, “güvenlik yetersiz”, “cezaevi yolgeçen hanı” biçiminde kaynağı belli olmayan ve ismini gizli tutan yetkililerin (!) demeç ve açıklamalarına yer veriliyor. Tüm bunlar asılsız ve yalandır! Kamuoyunu yanıltmayı amaçlamaktadır.
Bugüne kadar cezaevlerinde yüzlerce ölü, yaralı ve sakat çıkmıştır. Daha dün Aydın Cezaevi’nde, tüm insanlığın gözleri önünde MEHMET YALÇINKAYA ve HÜSEYİN HÜSNÜ EROĞLU adlı devrimcilerin katledilmesiyle sonuçlanan ve etkisi halen de Aydın Cezaevi’nde canlı biçimde süren bir vahşet yaşandı! Aradan daha birkaç ay geçmeden, yeni bir imha dayatılıyor. Eskişehir ve İstanbul’daki yeni cezaevinin bu amaçla hazırlandığını öğrenmek için, bunları yaşamak gerekmez. Kısacası yeni bir imla-işkence saldırısı adım adım gerçekleştiriliyor. Hem de geliyorum diye!
Rejimin, bu insanlık düşmanı inkârcı yüzünü, yıllardır cezaevlerinde sürdürdüğü uygulamaları ele veriyor. Her fırsatta, devrimci tutsaklara saldırmaktan geri durmuyor. Ancak, rejim ve piyonları olan işkenceciler, şunu iyi bilsin ki devrimci tutsaklar insanlık onurunu çiğnetmeyecek, insani ve siyasi kişiliklerini bedenlerinden ördükleri barikatlarıyla can-kan pahasına savunacaklardır.
Tüm kamuoyunu, ilerici ve devrimci güçleri, kendisine “insanım” diyen herkesi, cezaevlerinde gerçekleştirilmek istenen bu yeni saldırıya karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Zindanlarda yükselen insanlık sesine kulak verin! Devrimci tutsaklara sahip çıkın!
Cezaevlerinde, imha politikasını rahatça gerçekleştirmek amacıyla, rejimin başvurduğu yalan ve sahtekârlıkları açığa çıkarmak için, tüm gücümüzü harekete geçirerek bu yeni iğrenç ve kanlı oyunu boşa çıkartalım.
Çanakkale Cezaevindeki sol tutsaklar adına
DURSUN ALİ KÜÇÜK – MURAT ÖZEL – ÜLKÜ DARICIOĞLU – İHSAN ZAFER – MEHMET YILMAZ
Tutuklu bulunan, Deng dergisinin Yazılşleri Müdürleri ve Sahibinin ortak açıklaması:
BASINA VE KAMUOYUNA
Egemen sınıfların içine düştükleri açmazlar gün geçtikçe anıyor. Bu açmazlardan kurtulmak için çeşitli entrikalara başvurabileeklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Ülkede varolan kaos ortamı artırılıp, uygulanacak yeni baskı yöntemleri için zemin hazırlanmaktadır. Bunun için de hayatın her alanında karanlık güçlerini harekete geçirip, ardından denetimlerindeki iletişim araçları ile kamuoyunu yanıltma uğraşı içine giren hakim sınıfların hedeflerinden biri de cezaevleridir. Her zaman olduğu gibi baskılarını haklı çıkarmak için cezaevlerindeki siyasi tutsakları hedef gösterme çalışmaları, faşist yönetim ve burjuva basını tarafından yoğun bir biçimde yeniden gündemleştirilmiştir.
Cezaevlerinde varolan yığınla sorunu kamuoyundan saklamak, mevcut baskılara yenilerin eklemek için yaşanan firar olayları sebep gösteilerek çeşitli kışkırtmalarla siyasi tutsaklar pro-vakasyona getirilmek istenmektedir. Bu konuda burjuvazi basnı da görevin layıkıyla yerine getirmektedir.
Tercüman ve Hürriyet gazeteleri ünlerdir yaptıkları yayınlarla Bayrampaşa Cezaevinin lüks otel haline geldiğini, gardiyan ve cezaevi yöneticilerinin kouşlara giremediklerini yazmakta. Milliyet, Sabah vb. gibi diğer gazetelerin de onlardan aşağı kalır yanı yok. Hele emniyet teşkilatının içine düşmüş olduğu korku ve bunun sonucu yapılan telkinler, demokratik kamuyonun dikkatin çekip bir an önce bu oyunlara dur demeye yeter de artar bile.
Cezaevlerindeki siyasi tutsaklar, geçmiş deneyimlerinden hareketle duyarlı çevreleri bir an önce harekete geçmeye çağırıyorlar. Açlık grevlerinin tekrar ölüm sınırına dayanmaması için, işin başında sorunlarına sahi çıkılmasını isteyen siyasi tutuklular, tüm demokratik kişi ve kuruluşları duyarlı olmaya davet ediyorlar.
Bizler de tüm cezaevlerine olduğu gibi, Bayrampaşa Cezaevi’ne yönelik oyunların boşa çıkarılması için demokratik kamuoyunun ve basının sorunlarımıza sahip çıkmasını bekliyoruz.
Bayrampaşa Cezaevinden Deng Dergisi Yöneticileri: Sahibi: Hikmet Çetin, Y. İşleri Md: Kamil Ermiş Y. İşleri Md: Sedat Karakaş
“TUTSAKLARIN SESİ” YAYININI SÜRDÜRÜYOR
Malatya Cezaevi’nde tutsaklar tarafından çıkarılan “Tutsakların Sesi” adlı gazete, Ekim 1989’dan bu yana düzenli olarak çıkıyor. Şubat ayında 5. sayısı çıkan gazete, politikadan ekonomiye, tarihten sanata, yaşamın her alanına yönelik, düzeyi oldukça yüksek yazılar içeriyor.
Yazıların içeriklerine bakıldığında hemen görülüyor ki; tutsaklar sadece kitap okuyup geçmişi tartışmakla yetinmiyor, politikadaki güncel gelişmeleri de izleyip değerlendiriyorlar. Cağaloğlu’nda çıkan birçok dergiye taş çıkartacak bir yaklaşımla sorunları ele alıyorlar. Şöyle bir karıştırıldığında bile gazetenin ilgi alanının “Filistin sorunundan Kürt sorununa, evrim kuramından felsefenin değişik konularına (Örneğin İbni Haldun’un tarih kuramı) Türkçe ve Kürtçe şiirlere kadar uzandığı hemen anlaşılıyor.
Anlaşılan bir değer şey de, her görüşten siyasi tutuklunun bu gazeteye yazabildiği. Dahası yayıncıları, yazarla okuyucunun da kesin bir ayırımı olmadığını, bu gazetede de herkesin hem yazar hem de okuyucu olduğunu söylüyorlar. Oto sansür ve savcılığın soruşturma toplama kaygısı da olmayınca gazetede okunmaya değerlik bir kat daha artıyor.
Gazeteyi çıkaran tutsak arkadaşları kutluyor, başarılarının devamını diliyoruz. Bir dileğimiz de bundan sonraki sayılarından da bize ulaştırmaları.
Niçin “Dövüşenler Konuşacak”!
Ayşe HÜLYA
8 Mart 1990… Yıllardır her birini çeşitli ortam ve süreçlerde kutlamakta olduğumuz bir Dünya Kadınlar Günü daha… Onu, hem ülkemiz hem de dünya ölçüsündeki çarpıcı olgularla karşılıyor, yaşıyoruz.
Ülkemizin dokuz yıl önce yaşadığı depremin şokunu henüz nesnel olarak atamadığımız şu yıllarda, bu kez, ülkemize tufan indi. Biriken yanlışlıkların daha fazla direnemeyen birikimi ve her türlü yabancılaşmanın sonucunda sosyalizm, tarihsel evrimi içindeki en ağır bunalımına girdi. Halkların yeni mücadelelerine, yeniden yapılanmalara, sosyalizmin dünya çapında girişeceği kuramsal ve politik düzeyde bütünlüklü çarpışmalarına gebe bir tarih süreci başladı.
Öyle bir süreç ki şu ya da bu şekilde politik devrimini gerçekleştiren ülke halkları, yabancılaşmanın doğurduğu çelişkilerle, bir yandan özellikle ekonomik düzlemde ve siyasal soyutlamalar planında sosyalizmin başat özelliklerine aykırı sloganlar atarken, öte yandan yine sosyalizmin başka temel kriterlerini, amaç-gerçeklerini istiyorlar. Özgürlük diyorlar, demokrasi diyorlar, ulusal varlık hakkı diyorlar, yönetme ve yönetilmede kendi ellerimiz için daha fazla fonksiyon diyorlar.
Uluslararası emperyalizmin, dünyanın bu güncel gerçeklerini kundaklama çabalarına rağmen bu konudaki, geçici, görünüşü aldatıcı sonuçlar henüz fazla bir şeyin anlamı değildir. Yalnız şu an dahi anlamı açık olan ve görece değil, gerçek fonksiyonlar taşıyan tek şey vardır: Uluslararası emperyalizmin çarpışmaya girdiği olguların da, ekonomik olguların da bizzat kendi gerçekleri, sosyalizmin zaferinin gündemini oluşturacak olgular taşımaktadır. Zaten yaşamın bu gerçekleridir ki emperyalizmin kalıcılık şansını baştan yadsımıştır. Öte yandan ise yaşananlar, sosyalizmin sorunlarına, yaşayacağı çelişkilere ve dönemsel açmazlara çözümler üretmek olanaklarını oldukça zengin kılmıştır.
Evet, nasıl Eylül bizim için, ‘şiddetine’ o anın verileriyle göğüs geremediğimiz, fakat göğüs germek zorunda olduğumuz, faşizmin yükselttiği saldırı karşısında stratejik savunma tavrımızın bütün olanaklarını topyekûn ayaklandırıp-örgütlememiz, örgütleyip-ayaklandırmamız gereken bir deprem idiyse, bu yıllar da (çok farklı süreçler ve özelliklede de olsa) dünya halklarının birçoğu için bir depremdi… Sarsıntı hala sona ermedi ki, hasar tespit çalışmaları sonuçlandırılıp sosyalizmin gerçekleri adına yeniden yapılanma, görünür değil gerçek kıstaslarıyla ortaya konulabilsin. Ne var ki bu durum, materyalizmin öngörüleri ile (ve artık öngörüler gerektirmeyen yanlarıyla) temel saptama, tanımlama ve çözümlerin üretilmesine engel değil.
Dünyadaki çalkantılara ve bu çalkantılar için dile getirilenlere bakarken, Marks’ın “dış görünüşler ile şeylerin özü doğrudan doğruya çakışsaydı her türlü bilim gereksiz olurdu” tümcesini niçin çok sık anımsıyorum diye sormadım kendime. Çünkü çağrışımların gerekçeleri çok uzak yerlerde değildi… Bu alt-üst oluş süreci, kavramlardan ekonomik işlevlere kadar birçok şeyin, yaşamdaki gerçek yerlerinden başka mekânlarda saf tuttuğu, söz konusu sıçramalarla yaratılmış değerlerin de mekân dışı yerlere savrulduğu bu dönemde, her şeyin yerli yerine oturtulmasına kadar çekilecek sancı da, kuşkusuz tarihin çektiği en büyük sancılardan biri olacak. Ama hiç sarsılmayan bir gerçek var: Her olgu ve değer yerli yerine mutlaka oturacak. Tarihin eleği ve doğal ayrıştırma gücü, volontarizmin olanak ve yetenekleri kadar hızlı değilse de alabildiğine objektiftir. Ve bu anlamda, yaşananlar bir depremden çok, bir tufandır belki…
Ve bütün depremlere, tufanlara rağmen, tarihin potansiyelinin sosyalizmin olgularıyla dopdolu oluşunun bilinci içinde, bu 8 Mart’ta da devrim savaşçısı kadın arkadaşları, tüm emekçi kadınları, yürekleri ve kafalarıyla geçmiş süreçlerde gurur ışıkları yakmış kadınları, işkence hanelerde incecik narin bedenleriyle aşılmaz barikatlar kurmuş kadınları, mevzilerin gerektiğinde ordu olmuş kadın direnişçilerini ve tüm kadınları ve onların nezdinde bütün dünya emekçilerini DÖVÜŞENLER KONUŞACAK şiarıyla selamlıyorum!
Bilimin diğer dallarında olduğu gibi toplumsal bilimlerde de bazı sorunlar çok fazla seçenek taşımazlar. Bir önceki sürecin koşullarının, birbirini yaratan, devindiren, birlikte varoluşlarının iç çelişki bütünlüğünde ortama biçim veren özelliklerinin doğuracağı kaçınılmaz tarihsel örgüler, sonuçlar vardır. Koşulların özelliklerinin, etkileyici öğelerin durumlarının ve yaşanan mevzi çatışmalarının kazanç-kayıp hanesine işlediği puanların sonuçlar üzerinde oynadığı roller, niteliklere değil özelliklere ilişkindir. Bu rollerin ancak gecikmelerde-hızlanmalarda, esnekliklerde, katılıklarda, sancılarda-sükûnetlerde, taktiklerde, velhasıl deyim yerindeyse yolda yordamda hükmü vardır. Mevcut siyasal, sosyal, tarihsel, kültürel, ekonomik birikimlerin topyekûn imhasına kimsenin gücü yetmez. Dolayısıyla onların koşulladığı, verilerini aktardığı yarının, bu birikimler nesnelliğinde şekillenmesi kaçınılmazdır.
Sosyalizmin geleceği böylesine somut bir tarihsel kaçınılmazlıkla belirgindir. Tek başına sosyal koşullar üzerinde görece farklılıklar yaratmak olanaklıdır. Ekonomik koşulları da, zevahiri biraz daha kurtarmak adına, programın başka bir yerinden sökülen yapı taşlarıyla bir süre restore etmek mümkündür. Hatta tarihin belleği, insan belleği kadar nankör olmadığı halde ve kendini dayatma gücü oldukça ciddi bir faktör olduğu halde, tarih de bir süre çarpıtılarak, belki ters yüz dahi edilerek sunulabilir. Toplumların kültürü, toplumsal bir varlık olarak insanın en fazla içselleştirdiği olgular bütünü olduğu halde kültür de cılız, dingin, enjekte edilen mikroplardan aldığı yaralarla bitap tablolar çizebilir.
Ne var ki bütün bunların birlikte ve sağlıklı iç bağlantılarla başarılabilmesi, baskı organizasyonlarının ekonomik, tarihsel, kültürel, sosyal ve siyasal koşulları bütünlüklü olarak ve kalıcı özelliklerle parçalayıp yepyeni bir tarih gidişatı tayin etmesi olanaksızdır. Ola ki dünyada bugün özellik ve nitelik adına ne varsa değiştirecek bir dış etmen gündeme gire, belki o zaman…
Dolayısıyla bugün, yarına evrilmenin dinamiğini ellerinde tutanların, “konuşan” güçler olmaması, onların “konuşan” güçler haline gelmesi için “dövüşmesi” gerekliliğini de kendi varlık koşulları bağlamında dayatmaktadır. Yine aynı koşutluklar, aynı birbirini koşullayan ve doğuran dizge içinde, kazanma eyleminin öznesi, dövüşenler olacaktır. Çünkü bu dövüşün gereklilikleri, kendi içselinde bu dövüşün mevcut olma kriterleri, onun için son amilde kazanmanın seçenek değil, doğal amaç-sonuç olduğunu ortaya koymuştur.
Dünya güncelinin ortaya Koyduğu bir zorunluluk daha vardır. O zorunluluk, sosyalistlerin, aydınlanma evrelerinin ilerlemesine bağlı olarak teoride de, strateji ve eylemde de (veya planlama ve işlev demek olanaklı) daha dinamik, nitel ve nicel çapı dana olgun, derinliklerin, soyutlamaların gücüyle eşdeğer olması gerçeğidir. Bu gerçekliğin rotasındaki sapmalarla orantılı olarak dövüşme süreci uzar, geçici yengiler artar, bunalımlar periyodikleşir, sancılar kitlesel tepkiler doğurur. Çünkü içselleştirme, sürekli dönüştürme, kendi ikliminde yenilenme doğal bir arayış sürecidir. Bu durumda gereken zamanlarda gerektiği biçimde ortaya konulamayanlar, kendi yapay karşıtlarını üretir. Olumsuzluklar iç dinamiğin özelliklerine bağlı olarak gelişebileceği gibi, güçlü dış etmenler de durumu temel noktalardan sarsıcı olabilir. Özellikle bir yeninin ortaya çıkma, kendini belirleme-tanımlama evresinde dış faktörlerin etki şansı büyüktür. O halde hiçbir şeyin tamamen bağımsız gelişme kurallarına elvermeyecek bir diyalektik tanımladığı ve bu özelliklerin her gün biraz daha öne çıktığı dünyamızda dış koşullarla da, geçmişte olduğundan daha güçlü “dövüşmek” gerekmektedir.
Kuşkusuz, yeni gerçeklikleri nitelendirmeden önce, değerlendirmelerimizde dogmatizmin saplantılarına, değişimin yoğun ve çarpıcı olmasından kaynağını alarak kolaylıkla şekillenebilecek nihilizme, kuşkuculuğa vs.lerine yakayı kaptırmadan, öncelikle kendimizi tanımlama kıstaslarımızı tekrar tekrar gözden geçirerek girişmek sağlıklı olacaktır. Bunu yaparken, iç hesaplaşma, çatışma, geçmişi masaya yatırma türünden, güncel işlevleri askıya alarak gündeme getirilen tek akımlı cereyanlara kapılmak ise, başa gelebilecek hem en önemli hem de çok sık rastlanan felaketlerdendir.
Devrimcinin iç hesaplaşması, çevresiyle hesaplaşması, ülkesinin ve dünyanın günceliyle hesaplaşması (Gerçekte hesaplaşma yerine kullanılması gereken deyim, değerlendirmedir), onun gündeminin değişmezlerindendir. Bu kalıcı gündem maddesi, onun bir takım saptamaları, prensipleri, mücadele yolu-yordamı, başka bir deyişle ideolojisi ve savaşı olmasının, bunun sürmesinin karşıtı değildir. Tam tersine, devrimcinin bu durumunun, içerdiği kavram ve tanımlardan sadece bir tanesidir. Dövüşün sürmesi değerlendirmelerin, yeniden değerlendirmeler-irdelemeler dövüşün sürmesinin sağlık ve belki son tahlilde varlık koşulu olan ikilemin faktörleridir. Ama dövüşün beklemesinin değil…
“Dövüşenlerin düşünmeye başladığı” dönem miydi?
Düşünce ve tavır, ideoloji ve mücadele yani ‘dövüşme’ ve ‘konuşma’ (bu iki sözcüğe eşanlam yüklediğim de oluyor) diyalektiğinin iç bütünlüğünü, onların eklemleniş ve birbirini üretme koşulunun değişmezliğini kavrayamayanlar, 12 Eylül depreminden sonra ‘düşünmeye başladıkları, tartışmak gerektiği, devrimimizin yoğun çözümsüzlükler taşıdığı ve öncelikle onları aşamadan eskiyi tekrarlamanın yanlışlığı’ üzerinde ideolojiler yaparak ideolojiyi yadsımaya başladılar. Yadsıma, mevsimin baş konuğu idi.
Güçlüğün bilincinde olmadan girilen bu ‘zor’ dövüşünde, güçlüklerin biraz daha büyümesi karşısında girilen panik, çeşitli türlerden yeni yalnızlık duyguları yarattı. Bir ucu (bireyselleşmeyi değil) bireycileşmeyi üreten yaklaşımlar, bir ucunda “önce geniş platformlar, birlikler sonra dövüş” tarzında ortaya konulan eski bir ütopyayı hortlattı. Belirsiz kimliklerle girilen beraberlik tartışmaları, bir zaman sonra kendi tartışma pratiğinin çıkmazlarında gerçeği belirlemek zorundaydı. Bu ‘bir zamanlardan elde kalan, belki biraz iyi niyet somutlukları, ama esasta sosyalistlerin beraberliklerinin, yalnız yaşamın her alanında karşılığını bulan pratiklerden hareketle söz konusu olabileceği, pratiğin zemininde gündeme gelebileceği gerçeğinin yeni vurguları idi. ‘Elde kalan’ diğer olgu ise, pratiğin bizi, bizim pratiği beklememiz idi. Yani hayatın bizi, bizim hayatı… Ülkenin siyasal ve sosyal gereksinmelerinin devrimin işlevlerini, devrimin gerekliliklerinin kendi karşılıklarını…
Çıkış noktası olarak alındığı üzere, bir yenilgi gerçeğinin varlığı doğruydu. Bu gerçeklik kuşkusuz devrimimizin taşıdığı çözümsüzlüklerin değil, hata, zaaf ve eksikliklerimizin doğurduğu bir yenilgi idi. Ne var ki, 72 yenilgimizde olduğu gibi, bu yenilgi de, ne Marksizm-Leninizm ne de ideolojilerin ‘çıkmazlarıyla’ doğmuş bir yenilgi idi. Her planda sorgulamayı içselleştirmiş olan ve ancak taşın gelip başa çarptığı dönemlerde değil, ilkesel bir tavırla bunu sürekli kılanlar için ‘yeni’ bir şey yoktu bu anlamda. Dolayısıyla onların ‘arayışları’ kimlik bazında değil, ortaya çıkan yeni koşulların değerlendirilmesi ve devrimci sürecin bu koşulları uygun taktiklerle donatması çerçevesindeydi. Teori ve ideolojiler değil, bunların çalışma tarzlarındaki zaaflar sorgulanmalıydı öncelikle. Hata ve eksiklikler daha çok bu bağlamda somutlaşıyordu.
Yapılan yanlışlarının sorgulanması, yanlışlarla pratiğe geçirilen konunun, kavramın ya da tespitin yadsınması ile sonuçlanırsa, elbette devrimimizin bu genç döneminde, kimileri için sonuçta kavram, ilke, değer, hatta ‘geçmiş’ kalmaması kaçınılmazdı.
Söz konusu dönemde, bu deprem ekolünün pratikte ve söylemde gerektiği gibi yanıtlanmaması, doğal olarak cesaretin artmasına ve ülkemiz devriminde de dünya pratiğinde de devrimci dönüşümlerin seçeneksiz saptamaları olarak nesnelliğini çizmiş konuların dahi spor malzemesi yapılmasını getirmiştir.
Ülkemiz solunda tabanda da karşılığını bulmuş bir saflaşma olarak çoktan yaşanmış olan silahlı muadele, gerilla savaşı, politikleşmiş askeri savaş stratejisi temelinin, yeni arayışlara konu olabilmesi, böylesine bir dönemin zaaflarından mıydı yoksa talihsizlik mi! Eylül, bir anlamda siyasal ve sosyal şoklar yaratmış, karşı devrimin de beklemediği bir hızla pasifikasyon, depolitizasyon, yılgınlık kavramları bir dönem için kitlesel karşılıklarını bulmuştu. Bu sonuçları tanımlamada genelde birleşildiği halde, bunları yenmenin yöntemi, bu yapay statüyü kırmanın yolu, devrimci siyasal zorun tekrar ülke gündeminde her kesim için nesnel olacak bir çıkış noktası yaratması gerekliliğiydi. Elbette zaman içinde başka açılım perspektifleri de söz konusu olabilirdi. Ama bunların yaratacağı ağırlıklar, orta vadeli programlara yükleyeceği sorunlar, yeni geç kalmışlıklar yaratmaktan başka anlamlarda tartışılamaz. Sağlıklı bir çalışma-örgütlenme zemini için programların çıkış, açılım noktası tespit ve pratiğinin öncelikli doğruluğu gerekir. Bir önceki dönemin aktardığı verilerin ve sonuç özelliklerinin doğru evrilmesi gerekir. Ancak o durumda söz konusu zemin, senin işleme platformun, sana gerekli alan dinamikleri sunabilir.
Sonuç olarak, bir ‘durak’, bir arayış Çözümlemesi terminolojisiyle ideoloji üretmenin ideolojisi, yaklaşık on yıla yayılan bir hızla (!) tartışma (geveleme anlaşılmalı) pratiği değil, mücadelenin pratiği içinde mücadelenin kendi nesnelliğini yeniden üretmesi gerçeğiydi, Eylül sonrası yaşamamız gereken…
Yani, “Dövüşenler Konuşmalıydı”… Yaşamda üretenler, yaşamı üretenler, kavgayı, devrimin adımlarını, kitlelerin mücadelede çoğalmasını…
Oysa dövüşenler konuşmadı, konuşamadı depremden sonraki yıllar boyu… Birkaç yıl, cezaevleri ve cezaevleri direnişleri çıplak bir mevzi olarak kaldı neredeyse. Bu yıllarda devrimciler için ve onlar adına karşı devrimin sözcülerinden, sıfatı kendinden menkul ‘devrimcilere kadar hemen herkes konuştu. Devrimciler hariç… Olanakların o terör, baskı ve yılgınlık ortamındaki dehşetli fukaralığı, önemli bir faktördü ama esas olan bu değildi. Bir anlamda hızlı terk etmeler süreci oldu Eylül. Herkes bir şeyleri, bireyleri, birilerini terk etti hızla…
Oysa bu uzun maratonun belli bir dönemiydi sadece. Ve aslında o kadar da Eylül değildi… Onuru on yıllarca taşınacak direnişler de yaşandı. Ortamın özellikleri bağlamında tutunmak, ayak diremek, korumak değil, ilerlemekti bir yanıyla… En azından değerleriyle, erdemleriyle taşınmasıydı devrimin, bir adım sonrasına…
Şuna kesinlikle inanıyorum ve biliyorum ki, “Dövüşenler Konuşacak” fazla zamanı kalmayan bir şiardır. Bugün-yarın! “dövüşenler konuşuyor” denilecek artık. Ve o kavramı “Dövüşenler Konuşur” nitelemesiyle sunacağız çocuklarımıza.
8 Mart 1990’da dövüşen, dövüşerek konuşan, suyun adı, devrimin gökkuşağı ve gökyüzünün yarısının değil, erkeklerle birlikte gökyüzünün tümünün sahibi kadınlara selam olsun…
Bartın Özel Tip Cezaevi
KAMUOYUNA AÇIKLAMA
Bilindiği gibi egemen sınıflar bütün organizasyonlarıyla devrimcilere, yurtseverlere ve tüm toplumsal muhalefet güçlerine karşı çok yönlü saldırılarını sürdürmektedir. Bunalım derinleştikçe saldırılar artıyor, boyutlanıyor. Devrimciler ve yurtseverler katlediliyor, insanlar kitlesel olarak işkencelerden geçiriliyor. Demokratik kitle örgütleri baskı altında tutulmaya çalışılıyor. Devrimci mücadelenin, toplumsal muhalefetin gelişmesini engellemek, faşist teröre gerekçe yaratmak için provokasyonlar düzenleniyor. Bu saldırılara, çeşitli gazete ve dergiler de azımsanmayacak bir destek sunuyor. Bütün faşist, gerici resmi ve sivil kurumlar devrimci güçlere karşı her geçen gün yoğunlaşan bir seferberlik içinde.
Devrimci güçlere yönelik saldırı planının bir parçası olarak MLSPB’ye, MLSPB tutsaklarına ilişkin komplolar son günlerde daha sık gündeme getirilmeye başlandı. MLSPB ve MLSPB tutsakları ile ilgili olarak, MİT ve siyasi polis kaynaklı açıklamalar birbirini izliyor.
25 Kasım 1989 tarihli gazetelerde MLSPB bağlantısıyla bazı insanların tutuklandığı haberi yer almıştır. Birçoğu geçmişte MLSPB davasında yargılanmış ve serbest bırakılmış olan bu insanlara emniyette ağır işkencelerin yapıldığı bilinmektedir! Ancak bu insanların bazıları işkence altında ifade vermeyi reddetmişlerdir.
Aynı dönem NECATİ KILIÇ isimli bir şahıs da gözaltına alınmıştır. Necati Kılıç, emniyette yapılan işkence ve baskılar karşısında devrime ve halkımıza ihanet yolunu seçerek MİT ve siyasi polisle işbirliği yapmıştır. Önce işbirliğini gizleme yoluna giden bu şahıs, ihanetinin anlaşıldığını görünce, bunun bedelinin ne olduğunu bildiğinden dolayı siyasi polise sığınmıştır. Necati Kılıç, MİT ve diğer güçler tarafından devrimcilere karşı kullanılmak istenmektedir. Bazı gazeteler de bu oyunun senaryosu dâhilinde kullanılmaktadır.
23 Şubat 1990 tarihli Günaydın gazetesi, MİT ve polisin direktifinde, “Alarm Veren İtiraf” manşeti altında şu haberi vermektedir; “itirafçı militanın kimliği büyük bir titizlik gösterilerek gizli tutuluyor.”
Oysa söz konusu hain, MLSPB tutsakları ve devrimciler için bir “sır” değildir. Esrarengiz havalar içinde verilmeye çalışılan bu “haberin hiçbir değeri yoktur. Daha başından beri bu çok gizli şahısın Necati Kılıç olduğu, ihanet ederek halk düşmanlarıyla işbirliği yolunu seçtiği bilinmektedir.
Öte yandan bu haberle, Necati Kılıç’ın isminin, MLSPB tutsaklarının mahkemelerinde bir ‘kanıt’ olarak kullanılmak amacıyla gizli tutulmasına yönelik bir çaba içine girilmesinin yanı sıra, MLSPB hakkında yeni ‘açıklamaların’ aktörü olarak gerektiğinde tekrar provokasyon sahnesine çıkarılmasının hesapları peşinde koşuluyor.
Ayrıca, 20 Şubat 1990 tarihli Hürriyet gazetesi de “BAYRAMPAŞA CEZAEVİNDE YENİ BİR TÜNEL” manşeti ile bir haber verdi. Bu haberin amacı da bizler tarafından iyi bilinmektedir. Bugün cezaevlerinde yeni saldırı dalgalarının hazırlıkları yapılmaktadır. Tutsaklara yönelik Adalet Bakanlığı, MİT siyasi polis ve cezaevleri İdareleri ortak senaryolar Hazırlıyor, komplolar düzenliyorlar. Bir süredir aynı bağlamda Bayrampaşa cezaevinde de tutsaklara yönelik oynanmak istenen oyunlar kamuoyunca bilinmektedir. Daha önce çeşitli olaylar bahane edilirken, şimdi buna bir yenisi eklendi. Söz konusu tünelin, MLSPB tarafından, tutsak yoldaşlarının esaretine son vermek amacıyla çok önceleri kazıldığı ama daha sonra devam ettirilmeyen bir faaliyet olduğu bilinmektedir. Bugün bu tünel, yeni bir olaymışçasına, kamuoyuna sunulmakta, devrimci tutsaklara yönelik saldırıların materyali haline getirilmek istenmekledir. Daha önce Bartın Cezaevindeki tutsakları hedef gösteren Hürriyet gazetesinin açıklamaları da tazeliğini koruduğundan, niyetler iyice belirginleşiyor.
Egemen güçlerin, çeşitli kurumları aracılığıyla devrimcilere, yurtseverlere yönelik saldırı, tezgâhladığı oyunlar, devrimciler tarafından boşa çıkarılacaktır. Haklı tarihi mücadelemizi hiçbir güç engelleyemeyecek. Devrimci saflardan çıkan hiç bir hain devrimin şiddetinden kurtulamayacak ve cezasız kalmayacak. Halkına, devrime ihanet eden bütün onursuz insanlar gibi Necati Kılıç da ihanetinin bedelini ödeyecek. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Saygılarımızla, MLSPB TUTUKLULARI
PERDECİ- Mehmet ESATOGLU
Odun sobamızın çatırtısına ne oldu?
Tiyatroda oyun değişikliğine az kala bir gece. Son provalar, yorgun insan yüzleri, sağa sola atılmış oyun metinleri, koca bir merdiven, hafif çatlak bir yönetmen sesi.
Yönetmenin önünde üzeri savaş alanına dönmüş birtakım kâğıtlar ve kağıt parçacıkları. Oyun metninin suyu sıkılmış son damlaları sahne üzerine yerleştiriliyor. Gecenin anlamsız bir saatinde yönetmen yorgun bacak yığınının üzerinden koltuğa çöktü, “peki keselim” dedi.
Oyuncuların “yarın görüşmek üzere”li çıkışlarından sonra yönetmen, koltuğunun altında oyun dosyasıyla kapıya yöneldi. Işıkçı Memo yönetmenin son önerilerinden anladıklarına ve anlamadıklarına “he” diyerek kapıya kadar uğurladı. Yeniden salona yöneldi. Işıkları ertesi gün yapılacak provaya göre ayarlayacaktı. Ortalıkta gecenin geç saatine özgü bir sessizlik… Haldun Taner şöyle tanımlar:
“Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelerden birine takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la Virjinya’nın bir diyalogu eski kostümlerin birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar, o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar bir fısıltı halinde yine sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. Seyircilerimiz de kalmadı.
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar.
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır.
PERDE.
İşte böyle bir zaman dilimi, Işıkçı Memo elinde kontrol kalemi dudağında çok bilinir bir caz şarkısının hafif alaturkalaşmış bir ıslığıyla dolanıyordu. Salon girişinde belki bin kez gördüğü duvara asılı oyun afişlerinde gezdirdi gözlerini. Her afiş bir oyun; her oyun yaşamın bir başka dönemi. Yalnız yaşadığı günler, evli olduğu günler, bir de Perdecinin deyimiyle şen-dul olduğu günler.
“Faşizmin Korku ve Sefaleti” adlı oyunun afişine takıldı gözler. İçi burkuldu, ıslıkla aynı şarkıyı bu kez iyice bozarak icra etmeye koyuldu.
Perdeci dayanamadı kulisten bağırdı; “O parça hiç de öyle değil. Lütfen öfkemizi cazdan çıkarmayalım.”
Memo afişe öylesine dalmıştı ki irkildi. “Ey Perdecinin ruhu, herkes yuvasına koşmuşken senin sesin nereden geliyor? Yaşayanlar tarafından mı yoksa ölümsüzlerden mi?” diye sordu.
Perdeci bu soruya öfkelenerek; “Oğlum benim temiz on iki yılım var ölümsüzler tarafına geçmeye”. Memo “Sözleşme mi yaptın?” diye üsteleyince ses hüzünlendi. “Bizden önceki kuşağa göre ortalama yapıyorum. Biz son darbede acıcık daha fazla yıprandık, gibi hesaplar.”
Memo dayanamadı seslendi kulise “İyi ama biz kimi Çarşambalılar gibi niye uzaktan uzağa konuşuyoruz”. Yanıt gelmeyince daldı kulise.
Kuliste Perdeci köhne bir koltuğa kurulmuş günün yoğunluğundan okuyamadığı kimi günlük gazeteleri karıştırmakta. Perdeci kafasını kaldırmadan sordu: “Na’pıyordun saatlerdir salon girişinde”. Memo “Yönetmeni uğurladım, dönerken gözlerim oyun afişlerine takıldı. Brecht’in ‘Faşizmin Korku ve Sefaleti’ afişine bakarken eski karımı anımsadım”. Perdeci anlamadan baktı. “Karın çok mu cadalozdu?”. Memo da anlamadı “Hayır” dedi. “O oyun sahnelendiğinde yeni evliydim”. Birden karşılıklı katılarak gülmeye başladılar.
Memo kuliste unuttuğu iki adet ışık filtresini aldı. Işık odasına yönelirken aklına gelmiş gibi “Ey ihtiyar sen niye gitmiyorsun evine”. Perdeci kafasını gazetelerin arasından çıkararak “Bir arkadaşıma yardım edeceğim” dedi. Memo birden aptalca bir soru sorduğunu fark ederek önüne baktı, duygulandı. “Sağol be ihtiyar, bütün dünyada sosyalizm çöktü diye çığlıklar atılırken senin bu dayanışma duygun gözlerimi yaşartıyor.” Perdeci yine aynı tavırla “senin şu kocaman ellerin iki yüz yirmi voltu böyle tutukça, sosyalizmi hiçbir güç yok edemez. Doğu Bloğunda olup bitene gelince orda son yirmi yıldır süren bir maskeli balo sona erdi.”
Işık odasından sesi duyuldu Memo’nun, “Ne güzel bir gece, çoktandır, işin gücün yorgunluğundan yapamadığımız söyleşimizi bu gece yapalım ışıkları ayarlarken. Söyleşmenin yanında ne gider?” Işık odasının merdivenlerinden güm diye sahneye atlayarak “Çay, evet gece ve Çay. Gecenin ayazına karşı içine bir parmak konyak, gece yarısına doğru…” “Bir dakika” diye kesti Perdeci. “Ben ışıklar ayarlanırken her ışık için ayrıca tek tek ışık odasına koşmayasın diye kaldım. Gece yarısı ayyaşlığına ortak olmak için değil” Memo göstermece bir somurtkanlığı oynamaya başlayınca Perdeci, “Peki, gece yarısına doğru birer çay içeriz. Sen o çayın içine bana çaktırmadan bir parmak konyak koymuşsan, buna ben ne yapabilirim.”
Memo dudağında biraz önce üflediği ıslıkla mutfak diye kullanılan çıkıntının civarında çay için gerekli malzemeleri ararken içeri seslendi “Ey ihtiyar ışık odasına geç.”
Perdeci, ışık odasında önce ana şalteri açtı. Işık odasının duvarlarında Memo’nun yapıştırdığı kimi uyarı sözcüklerini küçük kahkahalar atarak okudu, her birinin asıldığı gün olan olayları anımsamaya çalıştı.
Memo, kendisinden bin kat iri bir merdiveni sürükleye sürükleye salona getirdi, izleyici koltuklarının arasına sokarak dikleştirdi. Demir boruya asılı spotlardan birine doğru tırmanırken “Biri yak” diye bağırdı Perdeci, hafif bir tereddütle üzerinde bir yazılı reosta sürgüsünü yukarı doğru sürdü. Salon ışıklarını söndürünce salonda tek bir spottan yakılan bir ışık huzmesi sahneye yayıldı. Perdeci, “Daralt” diye bağırınca Memo spotun arkasındaki burgudan merceğin yerini değiştirdi. Bunu Perdeci “tamam” diye bağırıncaya dek sürdürdü.
Memo altıncı spotla uğraşırken Perdeci çayları doldurdu, “Takviyeli olsun” uyarısıyla Memo’nun paltosunun iç cebindeki cep konyağından birer parmak ilave etti.
Salonda “Hüüüüüüp” sesleriyle çayları yudumladılar bir süre, sessiz.
Gece yarısı Memo, uykudan çizgileşmiş gözlerini parlak bir ışığa dikmiş, merdivenin tepesindeki Perdeci’ye “Az biraz aşağıya, hayır accıcık yukarı” diye komutlar yolluyordu.
Sahne dışındaki spotlar ayarlandıktan sonra, sahne içinde be şyüz vattık bir spotu ayarlamaya çalışırken Perdeci, efekt teybine ünlü gitarcı Joe Pass’in Ella Fitzgerald ile yaptığı bir çalışmanın kasetini koydu. Memo bazı parçaların sözlerine yarım yamalak katılırken kulağına belli belirsiz bir ses geldi. “Odun sobamızın çatırtısına ne oldu?” Duraladı, sesin geldiği yöne baktı. Spottan yayılan ışık gözlerini yaladı, hiç bir şey göremedi. Merdivenin tepesinde öyle dururken bir an Ella Fitzgeralt’ın bangır bangır söylediği bir bölümün sesi egemen oldu salona. Joe Pass ardından incecik bir geçiş yaparken yine aynı sesi duydu. “Odun sobamızın çıtırtısına ne oldu?” Kafasını hızla sesin geldiği yöne çevirdi. Yine göremeyince, Perdeci’ye seslendi. “Salonda biri mi var?” Perdeci ses çıkarmadı. Memo elini gözlerine siper yaparak daha dikkatli bakınca, bir karaltı görür gibi oldu.
Sahne kenarında kıvırcık saçlı güzel yüzlü bir kadın, üzerinde eskimeye yüz tutmuş paltosuyla duruyordu. Memo merdivenden indi, hiçbir şey söylemeden kadının yanına yaklaştı, bir süre bakıştılar. Sonra müziğe ayak uydurup dans eder gibi bir süre sallandılar.
Perdeci, parlak ışığın kenarında ışıkçı Memo’ya sarılmış kadını tanır gibi oldu. Bir zamanlar tiyatroya gelir, ya oyun seyreder ya da kuliste Memo’yu beklerdi. Son yedi senedir gelmez olmuştu.
Kıvırcık saçlı, dansımsı sallanmanın bir yerinde gözlerini Memo’nun gözlerinden ayırmadan sordu “Geçti mi geçen günler? Sevdamız geçen günlerde mi kaldı?”
Joe Pass’in bir solo geçişi kopardı onları bulundukları andan. Doludizgin geçen günlere koşmaya başladılar. Ta başlangıçtaki bir güne vardılar.
Perdeci, sahnenin ortasında kocaman bir araba vapuru görür gibi oldu. Kıvırcık saçlı, okul üniformalı bir kız vapura binip binmemekte kararsız, o gece yatılı okula dönmek zorunda. Memo vapurun açılmış kapağının tam kenarında, konuşmuyorlar. Yalnızca ara sıra göz göze bakıp önlerine bakıyorlar. Martılar, gemi, deniz sessiz, bu anı bozmak istemiyorlar sanki. Arabalar gemiye adeta parmak ucuna basa basa giriyorlar. Memo son kez bakarken bakışını kaçırmıyor, dayanılmaz sözcük yuvarlanıyor ortaya, “Gitme!”.
Bir telefon kulübesinin içi, Memo kıvırcık saçlı kızın babasının sesini taklit ediyor okul müdiresi hanıma, “Bu akşam bizim kız, biraz rahatsız da, yarın sabah erkenden göndereceğim. Merak etmeyin.” Telefonu kapatıyorlar, katıla katıla gülüyorlar yokuşu çıkarken.
Ucuzlu Marmara Şarabının yanı sıra bir paket makarna, bir sana yağı, bir ekmek alıyorlar. Bütün menü bu. O gece ilk kez birlikte olacaklar.
Işıkçı Memo’nun tiyatrodan bir arkadaşıyla ortaklaşa tuttuğu İstanbul’a özgü güzellikte deniz bir oda bir salonda ışıkları söndürmüş denizi seyrediyorlardı. Memo’nun arkadaşının pikabından yükselen caz sesini o gece ilk kez dinliyorlar, birlikte. Gece bir düş kadar renkli, bir düş kadar sessiz. Gece yarısı battaniyelere sarınıp çay içiyorlar sessizlik bozulmuş, sürekli gülüyorlar.
Perdeci, öykünün burasında sahnedekilerin çok özel bir yere uçtuklarını görüp, ayakucuna basarak salondan çıkarken “Dur!” diye seslendi Memo. Perdeci sevecen, biraz da utangaç bir tavırla “Bu iki kişilik bir düş. İzin verirseniz…” Kıvırcık saçlı kadın, yorgun bir sesle “Hep böyle düşle başlamaz mı?” Perdeci, “Daha farklı da başlayabilir. Düş ummadığınız bir yerde karşınıza çıkar. Zaten düşü de düş yapan bu yanı değil midir? Çay içelim mi?” Kıvırcık saçlı kadın yanıtlamadı, gözlerinde herhangi bir kımıltı olmaksızın eli cebine gitti, cebinden bir cep kanyağı çıkardı. Perdeci, bu görüntüyü görmezden gelerek içeri gitti, tepside üç çay fincanıyla geri döndü.
Memo’yla Perdeci gelen çayları yudumlamaya başladılar. Kıvırcık saçlı kadın cep kanyağından küçük yudumlar almayı sürdürüyordu. Perdeci, “Bu küçücük şişeyle ilişkiniz ne kadardır sürüyor?” Birden kıvırcık kakülün altından fırlayan bir çift bakışla göz göze gelince sustu. “Ben” dedi kadın “şu çalan caz şarkısının fonunda sizin duymadığınız bir sesle yanan ve çıtırdayan odun sobasının sesini arıyorum.” Memo, “O soba dünde kaldı” gibisinden bir kaç sözle yanıtlamaya çalışırken kıvırcık saçlı kadın birden haykırdı, “Senin yüzünden!” Perdeci, ortaya fırlayan gerginliği yakalayarak araya girdi. “Durun, yalvarırım durun. Çirkinlikler üretmeyelim. Hadi gelin o güzelim düşe geri dönelim.” Kıvırcık saçlı, “Dönemeyiz. O güzelim düş öldürüldü. Katili, Memo”. Bir an sustu, konyağından bir yudum daha içti. Önündeki çaya elini uzattı, çaydan buhar çıkmıyordu. Ayağa kalktı, boş sahnede sahne gıcırtısının gizemli sesinde yürüdü bir süre. “Düşten kâbusa ve sonunda ayrılığa geçiş bir anda olmadı tabi.”
Memo’nun yüzünde hafif kasılmalar dolaştı. O da ayağa kalktı, yüzüne yeniden eski düşü anımsadığı andaki ifade yerleşti. “Şarap makarnalı hafta sonlarının yazında okulu bitirdin. Hatırlar mısın? Sıcağı yumuşacık gelen bir yazdı. Pencereyi açmıştım ardına kadar. Marmara’yı kokluyordum. Kapı çaldı, elinde naylon poşetlere doldurulmuş eşyalarla geldin.” Kıvırcık saçlı. “Kapıyı açtın.” Memo, “Hoş geldln.” Kıvırcık saçlı, “Sana geldim, sonuna dek.” Memo. Biran duraksadı, “Bak. O gün coşkuyla sarıldım bu söze ‘Sonuna dek’ ama mantıklı mıydı? Nasıl yaşardık bir kaç kuruşla senle ben. Yazdı, tiyatro kapalıydı. Kıştan kalan birkaç kuruşla yaşamaya programlandığım bir dönem.”
Kıvırcık saçlı, “Mantık, evet mantık. Bir olay yaşandıktan sonra üstüne ahkâm kesmek ve bir kılıf geçirmek ne iğrenç. Bak Perdeci, İki sevdalı genç biri yirmi bir, biri on sekiz. Sevdalanmışlar, Üstüne üstlük yaşamı birlikte kucaklamak istiyorlar. Gelelim beyefendinin mantığına. Neymiş? İki artı iki eşittir dört. İçine sıçayım bu toplamın. Olmaz sevgilim. Böyle sevda hesabı olmaz. Sevdanın toplamalarla, çıkarmalarla ilişkisi yok. Ben bakirelikten kadınlığa geçerken hiçbir iki rakamı toplamadım. Ekşitme suratını. Onun da kimi toplamları yok mu? İki artı iki eşit dört ha. Adi herif.” Memo kızgınlıkla döndü, “Sus” dedi, parmakları gergindi. Kıvırcık saçlı, gergin parmakları tuttu, “Neden tedirgin oldun sevgilim? Bu toplamlar, bu bekâretler, bu bozuk para gibi harcanan yaşamlar.” Memo, “O yaz, bütün bu anlattıklarına karşın iki artı iki bizi yendi. Kirayı ödeyemedik, sokağa atıldık. Bir öğle vakti, apartmanın önünde eşyalarımız sokağa atılmış, sevdiceğim eşyaların üstünde oturuyor. Gidecek yerimiz, verecek kiramız yok. Aileye yük olmayalım derken on beş gün parklarda sabahladık.’
“Sokaktan kurtulamayacağımızı sandığımız bir günün akşamı dokuz yüz liraya bir ev buldum bahçe içinde. Anımsadın mı? İnanmamıştın bahçesinde kedilerin oynadığına. Taşındık, bir masamız bir divanımız, bir döşeğimiz, bir tüp gazımızdan gayrisi çar çur olmuştu, tiyatronun deposunda.”
“Ev sorunumuz çözülmüştü. Kimi eskicilerden üç beş eşya denkleştirip düze çıktığımızı konuştuğumuz bir kış günü hamile kaldın. İşte düşün ilk rengini yitirişlerinden biri. Evden atıldık, sokakta kaldık en küçük bir sarsıntı geçirmedik, oysa hamilelik…”
Kıvırcık saçlı, “Bir çocuk, ne güzel. Anne olacağım, ne hoş. Hoş geleceksin bebek yoksul soframıza. Bakarız değil mi? Bakamazsak annem bakar. Bazen de senin annen. Ellerim sürekli karnımın üzerinde, düşler içindeyim, o gün Memo’nun suratı bir canavara benziyordu. ‘Çocuk bize lüks’ derken dişlerin ne çirkindi, bunca insan nasıl bakıyor sevgilim?
“Ben o masaya nasıl yattım, nasıl beni ikna ettin canavar? Güler yüzlü, yumuşak bakışlı bir bebek katliamcısı. Acımasız, paragöz ve gerçekçi. Kürtaj sonucu bir daha doğuramayabilirsin. Hiç doğum yaptın mı? Masadan fırladım, ilk buluştuğumuz kafeteryanın önünden sessizce inmeye başladık yokuş aşağı. Aşağılık herif. Çocuğunun öldürülmesini nasıl onaylıyor. Bir sanat kurumunda çalışan aşağılık bir katil bu herif.”
Memo, “Eve döndük, birden bağırmaya başladın. Kırdık birbirimizi, vurduk birbirimize. O gece ilk kez aynı evde ayrı odalarda uyuduk.” Kıvırcık saçlı, “Dördüncü gün, belki bulantının bıkkınlığı, belki aramızdaki suskunluğu kırmak için boynuna sarıldım, öptüm yüzünü, ikna oldum. Yenik, yaralı yattım demir yığını bebek katili masaya, Yürüyemiyordum muayenehaneden çıkarken. Günlerce akşamüzerleri ağladım. Ağıt yaktım bebeğimin ardından. Kimseyle paylaşmadım acımı. Aramızda bunca ay, bunca gün açan bazı ince şeyler kırılmıştı. Makarna-şarap günlerinden kalma eşitlik bozulmuştu. Her acıyı, her mutluluğu birlikte yaşamıştık ama kürtajın acısını ben tek başıma çekmiştim.”
Memo, “Ne yani, ben de mi aynı acıyı yaşamalıydım?” Kıvırcık saçlı, “Hayır canım, paylaşmalıydın. Paylaşmadın. Formülü, reçetesi yok. Belki sevecenlik yol gösterebilirdi sana ama, kürtaj tartışmaları onun önemli bir kısmını alıp götürmüştü”. Kıvırcık saçlı, ayağa kalktı, sendeledi, “Başım dönüyor Memo” dedi. Yürüdü, öndeki izleyici koltuklarından birine çöktü. Bağıra bağıra bebek türküsünü söylemeye başladı. Perdeci, salonu terk etmek üzere kapıya yürüdü. Kıvırcık saçlı, şarkıyı yarım kesti. “Gitme, bu, öykünün yarısı. Bir yarısı daha var.” Perdeci, “Gelin tiyatrodaki gibi on dakika ara verelim. Birer çay daha doldurayım. Ama söz ver, bu kez içeceksin.”
(ikinci yarı gelecek aya…)
Mart 1990