Haberler-Mektuplar

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Adana siyasi şube polislerinin 1.2.1990’da yapmış olduğu operasyon sonucu gözaltına alındık.
Gözaltına alınan insanlara, yaklaşık olarak 15 gün süreyle elektrik, falaka, soğuk su banyosu, askı, ters askı, çapraz oturtma vb. gibi bir dizi işkenceler uygulandı. Doktor raporuyla bunlar kanıtlıdır da.
Bu ülkede yaşayan, kendisine insanım, devrimci demokratım, sosyalistim diyen her birey ve kuruluş, kendi üzerine düşen sorumluluğunu üstlenmek ve haksızlıklara, sinsi planlara karşı koymak zorundadır. Bu insanlık borcudur.
Burada, kamuoyuna işkencenin kanıtlarını sunmayacağız, zaten dünya kamuoyunca dahi, markası tescillenmiş durumdadır. Açıklamak istediğimiz Adana siyasi polisinin, bir arkadaş hakkındaki ölüm fermanının gıyabında verilmiş olmasıdır. İşkenceci katillerin bunu yapacaklarından kuşkumuz yok. 4 yiğit yoldaşımızı İstanbul Tuzla köprüsünde katletmelerini unutmuş değiliz.
Adana siyasi polisi, Polat Yiğit isimli arkadaşın katledilmesinin ön provalarını bugünden hazırlamış durumdadır.
Mersin-Osmaniye Karakolu baskını, Çukurova sorumlusu, vb. gibi safsatalarla ve gözaltına alınan insanlara işkence zoruyla Polat Yiğit hakkında, bizzat kendilerinin hazırlamış oldukları senaryoları imzalattırmaktadırlar.
Belirttiğim gibi bunlar, Polat Yiğit’in infazı için hazırlanan ön provalardı ve bugün bu provalar tamamlanmıştır, infaz olması için Polat’ın elde olması yeterlidir.
Devrimciyim, demokratım, kendine insanım diyen tüm kesimleri, bu durumla ilgili olarak, bugünden haberdar ediyoruz. Faşist cellâtların infaz kararlarını teşhir ediyoruz.
Sosyalist basından istediğimizi ise, aynı şekilde bu soruna sessiz kalmamaları ve sayfalarında yer vermeleridir.
Yayın hayatınızda başarılar dilerim.
E Tipi Cezaevi K-15 Rauf Yanık

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA YURTDIŞINDAN BİN SELAM
Özgürlük Dünyası gittikçe yetkinleşiyor ve gerçekten artık doyurucu ve nitelikli yazılarıyla, yayın anlayışıyla bizi memnun ediyor.
Bizim en çok hoşumuza giden ve sevdiğimiz şey nedir biliyor musunuz? Örneğin biz kendi aramızda bir konuyu tartışıyoruz, güncel olan ya da bizim için gündeme gelmiş bir konuyu, fakat bu konuda bir eksiklik duyuyoruz, bir yazı bir açıklama vb. bekler durumda oluyoruz. Geçtiğimiz son birkaç sayıdaki yazılar buna örnek, işte tam bu sırada dergiyi alıyoruz, bir de bakıyoruz, bizim için ihtiyaç haline gelmiş o konu ya da sorun Özgürlük’te enine boyuna ele alınmış ve doyurucu olarak işlenmişi Bu derde deva gibi bir şey oluyor!
Bu anlayışa devam edilsin, güncel konular ya da gündeme gelmiş bir konuyu Özgürlük hemen yakalasın ve işlesin istiyoruz. Yalnız bu sayıda bu olmadı, bunu da geçerken söylemek istiyoruz. Örneğin bizler, Nisan sayısında uluslararası bir konuda geniş ve doyurucu bir yazı bekliyorduk, çıkmadı: Kontraların Nikaragua’daki seçim zaferi / Nikaragua’daki seçimler / Sandinistlerin yenilgisi / Nedenleri vb. Neden?
Derginin kapağında da daha çok kitlesel, mücadeleci ve coşkulu resimler çıksın. Son sayıda örneğin ağırlıklı yazı Serhıldan, gönül isterdi ki, 5. sayfadaki resim kapak olsun. Çok coşkulu, hareketli ve mücadeleci kitlesel bir resim.
Daha çok resim, daha çok desen, çizgi, DAHA FAZLA SAYFA, sayfa sayısını arttıramaz mısınız, hemen bitiveriyor okumaya başlayınca…
F. Almanya’dan Özgürlük Dünyası Okuyucuları

SEVGİLİ ÖZGÜRLÜK;
Geçen sayıda verdiğiniz birinci genel konferans muştusu büyük bir coşku kaynağı ve bu coşkuyla konferansı selamlıyoruz.
(…)
Biz kadınlar “analık hakkı” ve onun tamlayanı “kutsal aile” anlayışlarıyla çocuklarımızın, eşlerimizin yaşlı ebeveynlerimizin bakıcısı olarak evlerin ve ailelerin koruyucu stabilize direği olmak istemiyoruz. Bu tür kavramlar hep böylesi bir yaşam biçiminin ifade edilişinde kullanılmıştır.
Eğer çocukların bakımından sorumlu olmak bunu devlet ve toplum adına yükümlenmek anlamına gelerek, karşılığında çalışma ve ev faaliyetleri alanında çok yönlü bir üstlenmeyi gerektiriyor bütün bunlar için hak, ödül, onurlandırma gibi lütufları içeriyorsa analık hakkı gibi özel bir hak talebimiz yok.
Ailenin kutsallığına ve analık durumuna biyolojik bir nedensellik ve öncesiz olmak gibi bir tarihsellik atfediliyorsa buna inanmıyoruz. Tarihsel olan pek çok şey gibi gerçek boyutlarına ulaşabilmek için kutsallık örtülerinden vazgeçilmesi gerekiyor; analık, bacılık gibi akrabalık ilişkileriyle tanımlanmaksızın da kadınlardan söz etmek mümkün olabilir. Tarihsel gelişimin kadına doğal ve özgür bir gelişim olanağı yaratacağını biliyor ve öyle inanıyoruz.
Analık hakkı olarak bir tek şeyi talep edebiliriz belki; evlerden dışarı çıkmak, analık bağlarından ayaklarımızı ve beyinlerimizi kurtarmak. Agorafobik kadınların marazi ilgilerinden ve komplekslerinden kurtulmuş çocukların yürümeyi daha çabuk öğrenebileceğini biliyoruz. O vakit bütün kadınlar bütün çocukların anası olabilir, bütün erkeklerin baba olabileceği gibi.
Kendimize ve çocuklarımıza daha iyi bir dünya özlemi ve bunun için gerekli mücadele azmiyle. Saygılar.
Nedret-Ayla

ÇANAKKALE SAVAŞI VE “ANZAK DAY”
Avustralya’da 25 Nisanda “Anzac Day” (Anzak Günü) diye bir gün kutlanır. 25 Nisan resmi tatildir. Avustralya burjuvazisi ve bu sınıfın devleti her 25 Nisan günü askeri-sivil gösteriler yapar. Televizyon ve basında “Anzac Day” üzerine yazılar yazılır, filmler gösterilir. Anılar tazelenir. Gürültü şamata içinde tarihi kahramanlık masalları anlatılır. Yapılan bu şamata ve gürültüyle ırkçı ve ayrımcı fikirler özellikle kendini Avustralya’nın sahibi olarak gören İngiliz soylu kesim içinde iyice yayılmaya çalışılır. Pompalanan bu ırkçı ve faşist propagandanın bugün pratik sonuçları pek önemli gözükmese de, Avustralya’ da yaşayan toplumun bir kesiminin (Türkiyelilerin) toplumun egemen kesimine düşmanın uzantıları olarak gösterilmesi ilerde kötü olaylara yol açacak bir durumdur ve bu özellikle faşistlerce 25 Nisanlarda körüklenmektedir.
“Anzac Day”, 202 yaşındaki Avustralya devletinin kendi doğum günü olan “Avustralya Day” hariç, geçmişiyle övündüğü, geçmişe ait bir kökünün olduğu şeklinde kendini topluma reklâm ettiği biricik gündür. “Anzak Günü” Avustralya’nın önemli bir kahramanlık günü sayılır ve onun için resmi tatil günüdür. Avustralya’nın her önemli merkezinde Anzac anıtları dikilmiştir. 25 Nisan Avustralya burjuvazisinin nezdinde bir ulusal kurtuluş mücadelesinin zaferle sonuçlandığı bir gün gibidir, belki daha da önemli.
Peki, ne olmuştu da bu tarihte, bu gün bu denli önem kazanmaktadır? Bayram seyrandır, kahramanlık simgesidir. Anzac Günü adını Avustralya-Yeni Zelanda Ordu Komutanlığından alıyor. Bu ordu 1. emperyalist paylaşım savaşına katılıyor ve özellikle Kuzey Afrika ve Çanakkale savaşlarında büyük kahramanlıklar (!) gösteriyor. Anzac kuvvetlerinin tarihe geçmesini sağlayan asıl savaş Gelibolu’da Osmanlı ordusuyla yaptıkları çatışmadır, İngiliz emperyalizminin çıkarları için savaşa katılan Anzac birlikleri efendileri tarafından Osmanlı ordusunun üstüne sürülür. Amaç, Çanakkale Boğazını yarıp İstanbul’un kapılarını açmaktır.
Alman emperyalizminin uşağı olarak ve birazcık da baklavadan kendisine pay umut ederek savaşa giren Osmanlılar Anzac birliklerine karşı Mustafa Kemal Komutanlığında inatla karşı koyarlar. Bu savaşta Osmanlı Ordusu çok büyük kayıplar vermesine karşın kurşunun önüne sürdüğü köylü Memetlerin cesetlerinden oluşan barikatları Anzac güçleri geçemez. Anzac kuvvetleri de büyük kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalır.
Teferruatın dışında olayın hikâyesi kısaca böyle. Gerçekten de Avustralya burjuvazisinin geçmişinde ataları İngilizler gibi bin bir çeşit savaş serüveni ve vahşeti yok. Bir elin parmakları kadar ufak tefek savaş hikâyeleri var. Bunlar içinde en önemlisi Gelibolu. Bir de Avustralya’yı işgal sırasında silahsız yerli halkı modern silahların gücüne dayanarak bin bir çeşit zalimliklerle yok etmeleri. Burjuvazi kendi kökünü haliyle ve doğru olarak geçmişinde var olan savaş, sömürü, işgal ve talan gibi şeylerde arıyor. Bunlar üzerinde sağlamlığını ispatlamaya girişiyor. Kendine tarihsel dayanak buluyor.
Türkiye egemen sınıfları da Avustralya burjuvazisi de on yıllardır Gelibolu’da birbirine kırdırdıkları emekçilerin kemiklerini tepeleyerek timsah gözyaşları eşliğinde ırkçılığı körükleyerek vatan-millet-Sakarya ticareti yapıyorlar. Oysa Anzac ve Osmanlı ordularının çarpıştığı ve bugün burjuvazinin övünç malzemesi yaptığı savaş haksız bir savaştır. Yağmacı, insanlığı toplu yıkıma götüren bir vahşettir. Bu savaşın ne Osmanlıların çocuğu Türkiye burjuvazisi nede Avustralya burjuvazisi açısından da aslında (burjuvazinin talana amaçlarına göre) övünülecek bir yanı yoktur. Her iki devlet de efendilerinin çıkarları doğrultusunda savaşta maşa rolü oynamışlardır. Her ikisi de savaştan ağır kayıplarla çıkmışlar, Anzac birlikleri imha edilmiş, Osmanlının devlet varlığı son bulmuştur. Savaşta Avustralya-Yeni Zelanda ve Anadolu emekçilerinin ocakları sönmüştür.
Anzac şehitleri hatırasına bundan 5 yıl önce, 25 Nisan 1985 günü Avustralya’nın başkenti Canberra’da Türkiye ve Avustralya yöneticilerince bir tören düzenlenmiş, Canberra Parkı’na zamanın Türkiye Dışişleri Bakanı Vahit Halefoğlu tarafından bir Atatürk büstü dikilmişti. Büstün dikiliş töreninde emperyalist Avustralya yetkilileri faşist Türkiye yetkilileriyle barış, dostluk ve kahramanlık nutukları atmışlardı. Aynı törende Melbourne ve Sydney’den gelen Devrimci Komünist sempatizanlarla öteki demokrat guruplardan oluşan 300 kişilik kitle okun sivri ucunu Türkiye yönetimine çevirerek bu olayı protesto etmişti. Nitekim V. Halefoğlu şiddetli sloganlar ve yuhalamalarla tören yerinden ayrılmıştı.
Bu yıl Türkiye ve Avustralya yetkililerince ortak törenlerden birisi de büyük ihtimal Türkiye’de yapılacak. Avustralya başbakanı eski Gelibolu gazileri eşliğinde Türkiye’ye gelip, insanların emperyalist yağma için boğazlandığı kanlı topraklar ziyaret edilecek. Gelibolu anıtında törenler yapılıp, eskiden birbirinin gırtlağını sıkanlar utanmazca el sıkışarak, barış, dostluk ve kahramanlık nutukları atacaklar katlettikleri emekçilerin kemiklerini tepeleyerek.
M. KARTAL Avustralya

KOCAMUSTAFAPAŞA’LI GENÇLİK SADIK CANARSLAN’I UNUTMAYACAK
Sadık Canarslan bundan 13 yıl önce 19 Nisan 1977 günü “Yurtlar Üzerindeki Faşist Baskılara Son” kampanyası sırasında afiş yapıştırırken dönemin İGD’li revizyonistlerince arkadan kurşunlanarak katledildi. K. Mustafapaşalı yurtsever devrimciler Sadık Yoldaşın cenazesine militan bir şekilde sahip çıktılar ve onu memleketine İstanbul çapında yapılan bir kitle gösterisiyle uğurladılar.
Gerek gençlik içinde gerekse halk içinde örnek kişiliği ile sevilen ve sayılan biri olan Sadık Yoldaş kararlılığı, bitmez tükenmez enerjisi, devrime bağlılığı ile bugün de gençliğin kalbinde yaşıyor.
Katledilişinin 13. yılında saygıyla anıyoruz.
K. Mustafapaşalı Devrimciler

Thatcher Hükümeti emekçi İngiliz halkından gerekli yanıtı aldı:
“Kelle vergisini ödemeyeceğiz”

“Kelle Vergisi” denilen yeni soygun yasası İngiltere ve Galler’de 1 Nisan 1990 tarihinden itibaren Gerici Hükümet tarafından yürürlüğe konuldu. Bir yıldır İngiliz emekçilerinin aktif mücadelesine rağmen yürürlüğe konulan Poll Tax nedir? Türkçesi “Kelle Vergisi” olan yeni soygun ve haraç vergisi olan Poll Tax, Toplum ödeneği ya da toplum vergisidir. 18 yaşını dolduran herkesin ödemek zorunda bırakıldığı vergi işsizlerin de aylık ya da haftalık ödemeler yapmasını öngörüyor. Poll Tax, Britanya’da emlak üzerinden alınan artan oranlı belediye vergisinin toplum vergisi adıyla toplumun her bireyine yaygınlaştırılmasıdır. Böylece vergide konu emlak olmaktan çıkıp 18 yaşını doldurmuş herkes olmaktadır.
“POLL TAX”la hükümetin hedefi nedir?
Bu yasa emperyalist İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfı ve emekçilere yönelttiği yeni bir saldırıdır. Geçen 1988 Nisan ayında yürürlüğe konulan yeni “Sosyal yardım yasası” ile gelirlerine bağlı olarak yardım alan 16 milyon insanın ve başka yardım fonundan yararlanan 8 milyon kişinin gelirleri azaltıldı. Yardım alan herkes su ve belediye vergisinin en az % 20’sini ödemek zorunda bırakılıyordu. 1979 yılından bu yana İngiltere’de toplumun en yoksul % 10’luk kesimi vergilerin % 23’ünü, en zengin % 10’u ise vergilerin sadece % 16’sını ödemiştir. Nisan 1989’da İskoçya’da uygulanmaya konulan bu yeni vergi Nisan 1990 tarihinde de İngiltere ve Galler de yürürlüğe girdi. Geçen yıl İskoçya’da yürürlüğe konulduktan sonra bir milyonun üzerinde insan bu vergi yasasına karşı çıkarak Poll Tax denilen vergiyi ödemediler. Kişi başına Poll Tax vergisi belediyelerce belirlenecektir. Örneğin Hackney Belediyesi 499 Sterlin, Harringey Belediyesi 562 Sterlin olarak belirlemiştir yıllık vergiyi kişi başına… Yılda iki milyon Türk Lirası vergi alınacak 18 yaşını doldurmuş herkesten. Toplumun en zengini de en yoksulu da bu oranı eşit verecek, işte hedeflenen İngiliz işçi sınıfı ve emekçi halkının daha sistemli olarak soyulmasıdır.
Poll Tax’a karşı ayağa kalkan yüz binlerce emekçi
Bir yılı aşkın bir süredir Poll Tax’a karşı çeşitli kampanyalar ve mücadele biçimleri sergilendi İngiltere’de… Çeşitli sendikalar, kitle örgütleri, mülteci örgütleri, yabancı azınlık ve milliyetler, çeşitli parti ve gruplar Anti-Poll Tax federasyonu kurarak Poll Tax yasasının iptal edilmesi için mücadeleye girişti. Toplantı, gösteri, yürüyüş, imza toplamalar, basın toplantıları vs. vs… Ancak sonuç alınamıyor çünkü gerici Thatcher Hükümeti hiçbir ses dinlemiyor. Dediğim dedik kestiğim kestik diyordu. Tıpkı bizim 24 Ocak kararları ve onun uzmanlarından Özal Hükümeti gibi… Zaten Demir Lady ile Özal çok iyi arkadaşlardı. Aylarca süren kitlesel mücadeleler ve hatta uygulandığı ekonomik reçetelerden dolayı büyük oy kaybına, büyük güç kaybına uğramasına rağmen geri adım atmıyor “Demir Lady”… Özal’ın düştüğü oy oranlarının bile altına düşmesine rağmen gerici Thatcher Hükümeti aldırış etmiyor. Mart 1990 ayı içersinde onlarca büyük kitlesel eylemler düzenlendi ve bu eylemlere yüz binlerce emekçi ve işçi katıldı. Bu eylemlerde kitleler burjuvazinin koruyucu melekleri Polislerle çatışmalara girip burjuvazinin bina ve mallarını tahrip etmekten çekinmiyorlardı. Yüzlerce polis yaralanıyor yüzlerce halk yaralanıyor., binlerce insan tutuklanıyordu tüm İngiltere düzleminde, hatta Hackney Belediyesi’nin önündeki militanca eylemde polisler püskürtülüyordu bu eylemin bitiminde ise ikisi Özgürlük Dünyası okuru olmak üzere 50 kişi tutuklanıyordu ve ikinci gün hepsi serbest bırakılmak zorunda kalınıyordu.
Ve büyük eylem “Trafalgar Meydan Savaşı” başlıyor
Aylardır süren mücadeleler sonuç vermiyor yeni soygun yasası Poll Tax’ın yürürlüğe girmesine bir gün kala yani 31 Mart 1990 Cumartesi günü İngiltere düzeyinde yüz binlerce emekçi ayağa kalkarak gerici hükümetle çatışmalara girmekten barikatlar kurmaktan geri kalmıyor. Çeşitli kentlerde sokaklara dökülen ve polislerle dişe diş çatışmalara giren kitlesel eylemlerin en büyüğü Londra’da yapıldı. Kenington Parkta başlayan büyük çatışmalı yürüyüşe yüz elli bin dolayında işçi-emekçi katıldı. Türkiyeli Devrimci ve Komünistlerin de yığınsal katıldıktan bu kitlesel eylem İngiltere tarihinde (son elli yıllık) görülmemiş militanca eylemdi. Yürüyüşün noktalanacağı yer olan Trafalgar Sguare gelindiğinde kitlelerin öfkesi ve kini patlak verip saldırıya dönüştü. Polis otoları, resmi binalar, büyük tekellerin temsilcilikleri ve binaları tahrip ediliyor, barikatlar kuruluyor, ateşe veriliyor, tüm polislere taşlı sopalı saldırılar yapılıyordu. Bununla gerici Thatcher Hükümeti gerekli yamanı alıyordu emekçi İngiliz halkından. Öyle ki ünlü BBC Televizyonumun spikeri olayları görüntülerken TV seyircilerine “Burası Lübnan değil… Burası Londra Trafalgar Meydanı” diyordu. Eşine az rastlanır bu eylem sonucunda 478 kişi yaralanıyor, bir kişi ölüyordu. Yaralıların içerisinde 300 tanesi polislerdi. Yüzlerce insan tutuklanıyor ve iki gün sonra hepsi serbest bırakılmak zorunda kalmıyordu hükümet tarafından… Günlerce TV’lerin ve tüm basın organlarının birinci haberi olarak gündemi işgal ediyordu bu görkemli eylemler. Şimdi hükümet Poll Tax’ı nasıl uygulayabileceğinin hesabı içerisindedir. Çünkü yüz binlerce insan Poll Tax’a kayıt olmayacak ve kelle vergisini ödemeyecektir.
S.K.BİLEN / İngiltere

Almanya’da Çıkarılmak istenen “Yeni Yabancılar Yasa Tasarısı” karşısında Türk Hükümetinin ve diğer yetkililerinin tavrı üzerine kısa bir açıklama
Almanya’da Türkiyeli Demokratik İsçi Dernekleri Federasyonu (DİDF)’in “Yeni Yabancılar Yasa Tasarısı” ve Türk Hükümetinin ve diğer yetkililerin tavrı üzerine bir basın açıklaması yaptı. Aynen yayınlıyoruz.
Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde olan gelişmelerin Türkiye’deki demokratik kamuoyu tarafından ilgiyle izlendiği düşüncesindeyiz. Bu nedenle gelişmeler konusunda ülkemiz kamuoyuna zaman zaman seslenmek, bilgilendirmek görevimizin de olduğu düşüncesindeyiz.
Bilindiği gibi B.Avrupa’daki özellikle de Almanya’daki gelişmelerle ilgilenen sadece halk, devrimciler ve demokratlar değil, Türk devleti döviz akımını ne kadar çok artıracaklarının, arsa ve bina spekülatörleri yurt dışında çalışan işçilerin paralarını kendilerine nasıl kanalize edeceklerinin yoğun hesabını yapıyorlar. Türkiye’nin egemen güçleri her şeye para hayal eden gözlüklerle bakarlarken, yurtdışındaki işçilerin ırkçı, gerici ve faşist saldırılara maruz kalmaları karşısında kıllarını bile kıpırdatmamaları bir yana bu saldırılar ve sorunların çözümü karşısında onları uysal köleler olmaya çağırıyor, sahte hedefler gösteriyorlar. Bunun en son ve en ilginç olana Devlet Bakanı Mehmet Yazar’ın “Yeni Yabancılar Yasa Tasarısı”yla ilgili açıklaması Ve çağırışıdır.
M. Yazar Federal İçişleri Bakanı île yaptığı görüşmeden hemen sonra “Yasa taslağı”nın iyi olduğunu, Türk işçilerinin galeyana gelmemelerini, kanunsuz hareketlerde bulunmamalarını öğütledi. “Kanunsuz harekette bulunmamak”tan kastettiği şeyin “mücadele etmeyin” anlamına geldiğini biliyoruz. “Mücadele edin” diyecek hali yok ya sayın Bakan’ın. Ancak “bu yasa iyidir” açıklaması karşısında satış belgesi imzalayanların insanların gözünün içine baka baka gerçekleri nasıl çarpıttıkları konusundaki ustalıklarını değil, biçareliklerini de gösteriyor.
Yasa yapıcıların kendileri bile bu yasanın iyi olduğunu söylemeye cesaret edemiyorlar. Onlar açık oynuyorlar. Diyorlar ki; “biz AET dışındaki ülkelerden gelen yabancıların hakkından geleceğiz. Bir zamanlar getirip posasını çıkardığımız, iş güçlerinden fazlaca yararlanamayacağımız insanları ülkelerine göndereceğiz. Biz vampir gibi kanlarını emerek bitirdik. Hem Doğu Almanya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinden gelen ve gelecek insanlar getirip islediğimiz zaman geri göndereceğiz. Burada kalabilenleri ise hiçbir haktan (işsizlik parası, sosyal yardım vb.) yararlandırmayacağız. Politik faaliyet ve örgütlenmelerine müsaade etmeyeceğiz. Eşit siyasal, sosyal ve hukuksal haklar istemeleri epeyce rahatsız edici olmaya başladı, ikide bir faşist ve gerici rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerdeki baskı ve zulme karşı dayanışma eylemleri ve faaliyetlerde bulunmaları FAC’ın (Federal Almanya Cumhuriyeti’nin) dış politik çıkarlarını da etkiliyor. Bu yönlü faaliyetlere yasaklar getireceğiz vb.”
Evet, bunu diyorlar Alman Emperyalist burjuvazisinin temsilcileri. Yukarda aktardığınız gibi kabaca söylemiyorlar. Bunu allayıp-pullayıp açıklıyorlar.
Bu aktarılan, yabancılara karşı uygulanmaya çalışan politikanın çok ama çok özeti. Bu aynı zamanda yasalaştırılmaya çalışılan “Yeni Yabancılar Yasası”nın da özeti.
Durum bu iken Devlet Bakanı Bay Yazar; ‘yasanın iyi olduğunu’, bu ülkede yaşayan 1.5 milyon Türkiyeli’nin gözlerinin içine baka baka herkesi aptal yerine koyarak açıklıyor. Böylesi bir öğüt sadece Yazar’a ait olmadığı gibi yeni de değil. Birçok devlet yetkilisi, elçilikler, konsolosluklar yurtdışında bulunan işçilere yılbaşı mesajlarında “meslek öğrenin, oturma hakkı alın” şeklinde bolca öğüt verdiler. Türkiye egemen sınıfların yurtdışındaki temsilcileri saldırıların, buna karşın mücadelelerin de artığı dönemlerde her zaman “aman uslu durun”, “işinize sıkı sarılın”, “viziteye çıkmayın”, “doktora rapor yazdırmayın”, “çalışkanlığınızla iftihar ediyoruz” vb. diyerek, Türkiyeli işçileri gelişen sınıf hareketinin dışında tutmaya özen gösteriyorlar. Yurtdışındaki insanlarımıza da “kölece boyun eğin” çağrısı yapanların Yabancılar Yasası’na karşı mücadele edilmesini istemeleri tabi ki beklenemez. Onlar buradaki işçi ve emekçileri sadece döviz makinası olarak görüyorlar.
Bir yandan sözde Yunanistan’daki Türklere sahip çıkar, Bulgaristan’daki soydaşlarını bağırlarına basarlarken, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki insanlara sahip çıkmamalarının sebebi hikmeti nedir acaba?
(DİDF)


PERDECİ- Mehmet ESATOĞLU
Önlemler neyi önler?…

Büyük bir masanın etrafında oturmuştular
Büyük çok büyük
Ülke kadar
Masa etrafında yumuşak koltuklar
Yüzler asık, yüzler gergin Kaşlar çatık
Garip bir soluk sesi egemen havaya

Dışarıda mevsim bahar
Dışarıda çiçeğin nabzı tıkırdamada
Dışarıda saf bir kuş
Nevruz sarkılan mırıldanıyor

Masanın etrafındakiler
Kuşu, çiçeği duymaktan uzak
Alt dudakları öne çıkmış
Gözleri dalgın, gövdeleri gergin oturuyorlar
Ülkenin kara bahtı gibi
Önlerinde bir tomar kağıt
Kağıtların üzerinde önlemler
Önlemler önlemek için
Kendi kaderini tayin etmek isteyen her bir şeyi
Dışarıda bahar var ama
Önlemler kan kokuyor
Önlemler kıyım kokuyor
Önlemler ölüm kokuyor
Masaya bir el uzandı
Kağıtlardan kağıt beğenir gibi
Çekti aldı bir yaprağını
İlk kez okuyormuşçasına
Bir an satırların arasındaki anlamı düşündü
Satırlarda kelimeler
Kelimeleri oluşturan harfler
Harfler zırh kuşanmış
Haçlı ordusuna benziyor
Kağıdı elinde uzun bir süredir tuttuğunu fark etti
Kafasını kaldırınca masanın çevresindekilerle
Göz göze geldi
Masanın karşısındaki yüzler bu uzun incelemeye
Bir anlam verememiş
“İtiraz mı var” gibisinden bakıyorlar
Ellerinde birer kalem
Kalemler hançer misali
Hazırlanıyorlar imzalan saplamağa

Biraz sonra
Kağıtla kalem buluşacak
Kalemin kağıdın üzerinde
Zikzaklar yaparak oluşturacağı şekil
Ölüm yağdıracak bir bölgeye
Bölgenin adı: O Diyar
Masadan biri “Soğukkanlı olalım” dedi
Birazdan kalemin kağıt üzerinde çıkartacağı hışırtı
Sorumluluğumuz bizim. Palavraya gerek yok
Önlem gerek biliyoruz yani
Öyle istiyorlar
Yönetiyormuşuz gibi tafralanmayın
Özetle öyle tavsiye ediliyor
Yani isteniyor, öyle olacak
Düşünün
İmzalarınızı koyunca kağıtların bağrına
Ulusal bütünlük marşı çalacak bir yanda
Bakalım kimler katılacak bu koroya
Tabii itirazlar olacak
Oyunun kuralı gereği
Bir kaç önlem biçimine itiraz
Genel olarak olabilir
Bu kadar açık anlatılınca masanın etrafındakiler
“Hık” bile diyemediler
Sadece yutkundular “Gurk” diye
Masa
Masanın üzerinde önlemler
Masanın üzerinde ölüm dansı
Sessizlik uzadı bir süre
Uzayan sessizlik
İtiraz gibi durdu
Bu sessizlikten tedirgin biri
“Cumhuriyet tarihi” gibi
Büyük sözler gevelemeğe yeltendiyse de
Söz döndü dolaştı geldi
Altmış beş yıl önceki önlemlere
Takrir-i sükûn
Eski önlemin adı
Altı gazete kapatmakla başlamışlar önlemlere
Yazı yazan herkes tutuklanmış
Doğudan Batıya sürgün
İşkenceler
Ölümler
Toplu kıyımlar
Hepsi ama hepsi önlem adına
Altmış beş yıl sonra bir gün bir masa
Masanın üzerinde yine önlemler
Eski bitmek bilmez ulusal bir türküye karşı
Bu türkü çok zamandır söylendi
Kimi zaman ağır ağır
Kimi zaman bangır bangır
Herkes duydu anladı
Sağır sultandan gayrı
Sağır sultan da duysun diye
Türküyü söyleyenler
Bir akşam vakti
Ateşin başında
“Şimdi mavzer yoldaş konuşsun” dediler
Mavzer konuştu
Bütün sesler kesildi
Bütün teskin etmeler
Bütün aldatmalar
Bütün vaatler
Sustu.
Yalnız mavzer konuştu.
Kısa bir suskunlukta arayı boş bulanlar
Başladılar bol keseden dağıtmalara
Dizi dizi incisin
Kalkınmadan birincisin
Al sana baraj
Al sana cereyan
Al sana telefon
Al sana kadro
Al sana ücret zammı
O Diyar’dakiler duyduklarında
Dudak ucu gülücükle baktılar
Sus payına
Şaştılar mavzerin kerametine
Sordular birbirlerine şaşkın
Neredeydi bunca zaman
Bunca bolluk
Madem vardı, vereceklerdi
Niye vermediler
Hey gidi mavzer hey
Önlemler masada imzayı beklerken
Askerler vardı O Diyar’a gitmek üzere
O Diyar’ı kuradan çekmişler
Endişeli esprili konuşmalar yapıyorlar
Ölüm üzerine
Başlarında bir asker
Başladı anlatmağa
Korkmuyorsunuz, titremiyorsunuz hayret
Bilmiyorsunuz olacakları
Pusu gördünüz mü, kurşun yediniz mi
Çok kararlılar çok
Çok gözleri kara
Birkaç ay önce
Bir gece çatıştık
Vurduk, vurulduk
Sabaha karşı bize destek gelince
Geri çekildiler
Kimi ölmüş, kimi yaralı
Yaralıları yüklüyoruz cemselere
Omuzlarından tutup kaldırmak isterken
Bir asker bombayla parçalandı aniden
Yaralı elinde tutuyormuş bombayı
Çıkarmış pimi yatarken yüz üstü
Yalnızca parmak ucuyla
Tutuyormuş mandalı
Gece yansı gözlerinde garip gözlükler
Çıktılar tatbikata
Karanlık bir araziye
Ellerinde tüfek, tüfekte ışıldak gizli
Karanlıkta birileri dolaşır karşı yakada
Elde tüfek, salarsın ışığı
Dolaşır ışık karşıdakinin kafasında
Yüreğinde, gözünde, canında
Işık dolaşır lakin
Karşısındakinde yoksa gözlük
Göremez üzerinde dolaşan ışığı
Göremez yanı başında gezen ölümü
O Diyar’ın insanları için.
Hem yalanlar
Hem ışıldaklı tüfek
Avlanırlar birer birer
O Diyar’ın insanları
Düşerler toprağın üzerine
Özgürlüğü düşleyerek
Düşler özgürlüğü göremeden
Yalnızca toprağın ucunda
Parmak ucuyla hissederek
Yazıyor… Yazıyor…
Savaş mı var savaş
Evet yapılacak savaş
Önlemler der ki:
Yapılacak, yazılmayacak
Tarihe bile geçmeyecek
Saklanacak
Uydu çağında tüm dünyadan
İnsanlardan…
Çığlıklar yükselecek
Ama duyulmayacak,
Çünkü susulacak
İnsanlar sürülecek
Nereye gittikleri bilinmeyecek
Bütün bunları
İktidar
Muhalefet
Vesaire… fet
Şakşaklayacak bütünlük adına
Bu önlemler yazılmadan bir gün önce
Sözüm ona haktan hukuktan yana bir yazar
Bilirsiniz köşesinde
Dirhemle tartar hukuku
Mahkemelerde mafya babalarının nara atarak
Serbest kaldıklarını bilmez gibi
Hukuktan dem vuruyor hala
Sıralıyor köşesinde bu güne dek olanı biteni
Ve talihsizce haykırıyor
Teröre karşı ne yapılırsa yapılsın helal
Durdurun terörü inecek var
Masanın etrafındakiler imzayı atmadan önce
İçlerindeki küçük tereddütçüğü
Bu sözlerle yendiler
“O” bile helal diyor
Durduralım terörü
Demek ki milli birlik beraberlik
Bunu istiyor
Tam da süper yöneticimizin istediği gibi
Bir milli maç anı
Gol atacağız
Ve herkes itirazsız
“Gol” diye bağıracak
Golü kim atacak
Golü kim yiyecek
Kimse sormayacak
Hazır mısınız?
Kapatın sözüm ona hak-hukuk demokrasi perdesini
Hazır mısın “Türküm, doğruyum, çalışkanım” korosu
Bu tüyler ürpertici konuşma üzerine
Masanın etrafında kalemler kalktı havaya
Tam imzalar inecekken
Biri (kendisi ve aslı O Diyar’dandı ama
Şu andaki yeri masa etrafı)
“Beyler” dedi, “önlemler güzel, kararlısınız
Ya tam susturmağa
Ya da kan kusturmağa
Biliyorsunuz, aslım o Diyar
Ama yanınızdayım
Sürgün diyorsunuz,
Sansür diyorsunuz
Ümük diyorsunuz
Can diyorsunuz
Bir zamanlar,
Beni de sürüm sürüm sürmüştüler
Döndüğümde ne evim kalmıştı, ne barkım
Birden aklıma geliverdi” de
Masanın etrafındakiler göz ucuyla bakıştılar
Kalemler yeniden gerildi imzaya
Önlemler bağırıyor bangır bangır
O Diyar’da
Özgürlük ateşi
Yakam
Yaktıranı
Yazanı
Yazdıranı
Bastıranı
Omuz vereni
Arka çıkanı
………..
………..
(Bu arayı tarih dolduracak)
Bakalım altmış beş yıl sonra bu hikaye
Nasıl yazılacak…

Ankara Ekin Tiyatrosu “Netekim”le İstanbul’da
İçinde bulunduğumuz sezonda Ankara’da kurulan Ekin Tiyatrosu Nail Güreli, Mustafa Kamil Zorti, Muzaffer İzgü, Rıfat Ilgaz, Haşmet Zeybek, Baskın Oran, İlter Sağırsoy’un kimi kitaplarından oyunlaştırdıkları “Biz Bu ihtilali Niye Yaptık” adlı oyunu Ankara’dan sonra İstanbul’da sergilemeye başladı.
“Netekim”, adından da anlaşılacağı üzere Kenan Evren’in MGK Başkanı olduğu dönemde yaptığı kimi konuşmalardan oluşuyor. Faruk Güvenç konuşmaların arasına döneme ilişkin insanlarımızın sorununa ilişkin çektiği hayat pahalılığı başta olmak üzere birçok sorununa ilişkin büyük oyunlar eklemiş. Özellikle cezaevinde siyasi suçtan yatıp çıkan gencin çevresince yalnız bırakılışı, Dama çıkan memur, seçim oyunu, oyunun öne çıkan bölümleriydi.
Ekin tiyatrosu son yıllarda nitelikli örnekleri giderek artan muhalif tiyatro cephesinde yeni bir soluk. Genç oyuncu kadrosu, sahnede büyük bir coşkuyla oynayarak deneyim eksikliğinden gelen hataları affettiriyor.

Devrim Şahitlerini Anma ve Parti İle Dayanışma Gecesi
Program: Abdülkadir Konuk, Berivan-Dilan, Abuzer Karakoç, Nizamettin Ariç
DİA, Folklor, Tiyatro. Koro
Yer: Solle de La Mutualite 5. Rue St. Victor
75005 PARİS Moubert Mutualite
Tarih: 13.05.90 H: 13.00 I Giriş: 50 F.F.

BASIN AÇIKLAMASI
ANAP iktidarının 10 Nisan 1990 günü çıkardığı 413 sayılı “Kanun Hükmünde Kararname ‘ikinci bir “Takrir-i Sükûn” yasasıdır. Bu kararname ile egemen ideolojinin yıllardır sürdürdüğü Kürt Halkım yok sayma, asimile etme ve kitle çizgisine yükselen mücadelesini ezme politikaları daha da üst düzeylere sıçratılmak istenmektedir.
Çıkarılan son kararnamenin amaçlarından birisi de katliam boyutlarına varabilecek gelişmelerden halkların bilgilenmesini önlemektir. Bu noktada yaşanan olaylara duyarlı olan sosyalist basını da topyekûn susturma hesapları yapılmaktadır. Matbaalar üzerinde keyfi olarak oluşturulan baskıyla sosyalist basının yayın yaşamına son verilmeye çalışılmaktadır. Bugün sosyalist basın üzerinde somutlaşan baskılar giderek bütün basın özgürlüğünü ortadan kaldırmayı hedeflemekledir.
Gelişen bu saldırılar karşısında sosyalist basın olarak bizler, susmayacağımızı Delirtiyor, tüm ilerici, demokrat, devrimci, yurtsever, demokratik güçleri sansür: ve sürgün kararnamesine karşı ortak mücadeleye çağırıyoruz.
413 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname Kaldırılsın!
Yeni Takrir-i Sükûn Yasalarına Hayır!
Sansüre ve Oto sansüre Hayır
Çağdaş Yol, Devrimci Mücadele, Yeni Çözüm, İşçilerin Sesi, Özgürlük Dünyası, Yeni Öncü, Yeni Demokrasi, Deng, Emek, İktidar Yolu, Kıvılcım, Siyaset, Zafere Doğru, Komün, Hedef Emeğin Bayrağı, İşçinin Gazetesi, Medya Güneşi, Sosyalist Atak, Toplumsal Kurtuluş, Sorun.

BEŞİKÇİ “YARGILANIYOR”
23 yıldan bu yana yaşamının büyük bir bölümünü sadece yazdığı kitaplar nedeniyle cezaevlerinde geçiren İ. Beşikçi, geçtiğimiz Şubat ayında yayınlanan “Devletlerarası Sömürge Kürdistan” adlı kitabında DGM tarafından, bölücülük propagandası keşfedildiğinden dolayı, tutuklanmıştı, İ. Beşikçi, 18 Nisan günü ilk duruşmaya çıkarıldı.
Mahkeme salonu alışılmışın dışında kalabalıktı. Çeşitli Baro’lardan 125 dolayında avukat savunma için salona gelirken çok sayıda aydın, demokrat ilerici yurttaş, İHD üyeleri ve devrimci ve demokrat dergilerin çalışanlarında oluşan kalabalık bir izleyici topluluğu da salona dolmuştu. Ama salon yeterince büyük olmadığında çok sayıda kişi de salon dışında beklemek zorunda kaldı.
Beşikçi, yaptığı kısa konuşmada, kitaplarını propaganda amacıyla yazmadığını, ama sadece gerçeği ortaya çıkarmak için bilimin yöntemleriyle soruna yaklaştığını, bu araştırmalarının da kendisini resmi ideolojinin öne sürdüğü tezlerin karşıtı sonuçlara götürdüğünü, vardığı sonuçların bugünkü yasalara göre suç olmasını gerçeği değiştiremeyeceği, bundan sonra da bu tutumunu sürdüreceğini söyledi. Resmi ideoloji yok dedi diye Ortadoğu’da yaşayan 40 milyonluk bir halkın yok sayılamayacağını belirten İ. Beşikçi baskı yasadışı ve yasal terörün gerçekleri değiştiremeyeceğini, doğru karşısında yanlışın er geç yenilgiye uğrayacağına inandığını ifade etti. Beşikçi’nin bu aydın onuruna yakışır tutumu (ki özellikle sön günlerde aydın çevrelerdeki resmi ideolojiye tam teslim olmadan sonra da bu tür onurlu tutumların önemi daha da artıyor.) izleyiciler tarafından da alkışlarla karşılandı.
Mahkeme İ. Beşikçi’nin tutukluluğuna karar verdi. Ama bu herkesçe beklenen bir şeydi ve bu karar ne Beşikçiyi sarstı ne de Beşikçi’nin onurlu tutumundan hoşnut kalan izleyicilerin umudunu azalttı.

İNSAN HAKLARI DERNEĞİ İSTANBUL ŞUBESİ
“Susmak sorumluluğu paylaşmak demektir”

İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi bir basın açıklaması yaparak 413 sayılı kararnameyi eleştirdi ve herkesi kararnameye karşı çıkmaya çağırdı.
“İnsan Hakları Derneği kurulduğundan bu yana, insan hakan ihlallerine karşı çıkmak ve insan haklarının gündelik yaşamımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmesi için mücadele vermede oldukça zorlandı.
Son on yılda insan haklarını hiçe sayıldığı ciddi dönemler yaşandı. Son yıllarda insan hakları konusunda yaşadığımız bir adım İleri iki adım geri politikalarıyla bu gün yeni ve oldukça ciddi bir döneme gelmiş bulunuyoruz.
Derneğimiz, insan hakları ihlallerine karşı mücadelesini sürdürmeye devam edecek. Bu mücadelede insan haklarını gözeten bir demokrasinin ancak demokrasi ile korunabileceği inancını kararlılıkla savunmaya da devam edecek.
Bugün bu açıklamayı yapmamızın nedeni, insan haklarının askıya alınacağını belirten ünlü 413 sayılı kararname, Kanun Hükmündeki bu kararnameyle Türkiye’de demokrasiyi “koruma” adına daha fazla baskı ve hak sınırlandırmaları bir anlayış olarak meşrulaştırılmak isteniyor. Yaşama, barınma, ifade, savunma örgütlenme özgürlüğü gibi temel insan haklarının sınırlandırılması, bu sınırlamanın meşrulaştırılması hiçbir demokraside söz konusu edilmez. Bu temel haklar, Birleşmiş Milletler insan Haklan Evrensel Sözleşmesi başta olmak üzere Türkiye’nin de altına imza attığı bir dizi uluslararası antlaşma ile korunmaktadır.
Yürürlükteki Olağanüstü Hal Yasası ve 413 sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile darbe vurulan insan hak ve özgürlüklerini kısaca örneklemek istiyoruz: İçişleri Bakanlığı, Bölge Valisinin teklifi üzerine yayın yasaklama, izne bağlama, toplatma, matbaayı kapatma ve para cezası düzeyinde Türkiye’nin her yerinde sansür uygulayabilecektir. Bu kararname sonucunda önce haftalık “2000’e Doğru” dergisinin basılması ardından hemen tüm sosyalist dergiler engellenmiştir. Kararnamenin yarattığı baskı ve tehdit ortamının yanı sıra matbaalar güvenlik güçlerince dolaşılarak, hangi yayınları basmamaları gerektiği “tebliğ edilmiştir”. Bu sansürün Güneydoğu’da yaşanan olaylar nedeniyle başlatıldığı ortadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana gündemde olan Kürt sorunu konusunun baskıyla çözümlenmesi olanaksızdır. Bugün daha önce komünizm umacısına benzer yeni bir Kürt sorunu umacısı yaratılarak insan hakları askıya alınmakta ve tüm Türkiye’nin üzerine karanlık çökertilmektedir.
Kararnamenin yayınlandığının ertesi günü büyük gazetelerimizden birinin muhabiri, İnsan Hakları Derneği Tunceli Şube Başkanı Ali Özlerin gözaltına alınmasını haber yapamayacaklarım, kararnamenin bunu engellediğini belertmiştir. Kararnamenin bunu engelleyip engellemediği bir yana yaratılan baskı ve sansür havasının sonuçları ağır bir biçimde yaşanmaya başlanmıştır. Savunulan düşüncelere bakılmaksızın, düşünce ve ifade özgürlüğünü savunmak derneğimizin kuruluşundan bu yana başlıca amaçlarından biri olmuştur. Bugün sosyalist dergilere yöneltilen dolaylı engelleme ifade özgürlüğüne vurulmuş ciddi bir darbedir, yarın olabilecekler konusunda da açık ipuçları vermektedir.”
Kararname ile sendikal çalışmaların kısıtlandığını gerek bölge halkının gerekse bölgede çalışan kamu personelinin sürgün edilebileceklerini ve haber alma özgürlüğünün ortadan kaldırıldığı bildirilen basın açıklaması şöyle son buluyor
” Bu kararnamenin arkasındaki anlayışa bakılınca Türkiye’de insan haklarının gözetilmesinden bahsetmek mümkün olmayacaktır, Çünkü bu anlayış sorunları baskıyla çözmeye yönelen bir anlayıştır. Türkiye’nin yaşadığı olağanüstü müdahale dönemlerinde, insan haklarını askıya alma, baskıcı önlemler ve özgürlükleri kısıtlama anlayışı hiçbir sorunu çözmemiştir. Suskun toplumlar yaratmayı hedefleyen önlemler 21. yy.ın eşiğinde, demokrasi ile yönetildiği söylenen bir ülkede savunulamaz, karşı çıkılmalıdır.
Türkiye suskun bir toplum olmamalıdır. İnsan hakları hiçbir gerekçeyle askıya alınmamalıdır.
Bu konuda susmak sorumluluğu paylaşmak demektir.”
İHD İstanbul Şubesi

Mayıs 1990

1 Mayıs 100 yaşında

100 yıldan bu yana, her 1 MAYIS’ta bütün dünyanın işçileri, sanayi kentlerinin varoşlarından meydanlara aktılar. Ellerinde kendi bayrakları, ağızlarında kendi türküleriyle el ele, omuz omuza, yeni bir dünyanın müjdesinin simgesi olarak yürüdüler, istemlerini dile getirdiler, sömürüşüz, baskısız bir dünya isteklerini haykırdılar.
100 yıldan buyana, her 1 MAYIS, bütün dünya işçileri için, dünyanın her köşesindeki sınıf kardeşleriyle aynı idealleri haykırmanın, aynı mücadele coşkusuyla ayağa kalkmanın sıcaklığım yüreklerinde duydukları bir birlik ve dayanışma günü oldu.
100 yıldan bu yana, her 1 MAYIS, bütün dünyanın işçileri için, baskı ve zulme karşı özgürlük için başkaldırma günü oldu.
100 yıldan bu yana, her 1 MAYIS, bütün dünyanın işçileri için, KAHROLSUN KAPİTALİZM, YAŞASIN SOSYALİZM sloganı etrafında birleşerek yeni bir dünya yaratma mücadelesinin simgesi, bir mücadele günü oldu.
100 yıldan bu yana her 1 MAYIS, burjuvazi için, o yaldızlı caddelerini, görkemli meydanlarını işçilere terk edip, kâşanelerinin kalın duvarları arkasına saklandıkları, yaklaşan “Nuh tufanı”nın korkusunu yüreklerinin en derin köşesinde duydukları, caddeleri ve meydanları dolduran, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların toprağı sarsan öfkelerini, sıkılı yumruklarını dehşetle izledikleri bir gün oldu.
1990’da da; New York’tan Tokyo’ya, Oslo’dan Johannesburg’a, sanayi merkezlerinde işçiler yine cadde ve meydanları dolduracak, istemlerini dile getirecek, yeni, baskısız ve sömürüşüz bir dünya kurma azmini haykıracak, 1 MAYIS’ın simgelediği ideallere ulaşmak için kararlılığını bir kez daha dostlarına ve düşmanlarına duyuracak.
1 MAYIS, işçi sınıfının birlik ve mücadele günü, bir işçi bayramı olarak, New York işçilerinin 1880’lerde burjuvaziye karşı mücadelelerinin anısına tüm dünya işçilerinin o mücadeleye sahip çıkmasıyla 1880’lerin ortalarından itibaren kutlanmaya başlandı. Ama 2. Enternasyonalin 1889 1. Kongresinin kararıyla bütün dünyanın işçilerinin bayramı oldu. Ve bu kararla birlikte 1 MAYIS, sadece, Amerikan işçilerinin 8 saatlik işgünü ve daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için verdikleri mücadelenin bir simgesi olmaktan çıktı, işçi sınıfının sömürüden kurtuluş ve sınıfsız bir toplum için öne atıldığı, 1848’lerin, 1871’lerin kahramanca başkaldırılarının da simgeleştiği bir gün oldu.
1 MAYIS’ın temsil ettiği idealler, daha başından itibaren birbiriyle sıkı ilişki içinde iki değerler sistemi içinde şekillendi. Enternasyonalizm ve mücadele.
Kapitalizm, uluslararası bir ekonomik sistemdi. Ulus ve sınır farkı gözetmeksizin nerede kar varsa oraya akıyor, derisinin rengine, dini inancına, siyasi düşüncesine bakmadan işçi yığınlarını acımasızca sömürüyor, geri halkları ve ulusları boyunduruk altına alıyordu. Bu yüzden de işçi sınıf, nerede olursa olsun kapitalist sömürüye başkaldırdığında karşısında sadece kendi burjuvazisini değil uluslararası burjuvaziyi de buluyordu. Kapitalistler pastadan daha çok pay almak için birbiriyle savaşırken bile işçilere karşı birlikte, aynı cephede yemliyorlardı. Kapitalizmin bu uluslararası niteliği, ona karşı mücadele eden işçilerin de uluslararası planda örgütlenmesi ve mücadele etmesini zorunlu kılıyordu. Öte yandan işçi sınıfı sınıfsız ve sömürüşüz bir ülke değil, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünya kurma misyonunun taşıyıcısı olarak, sömürüye ve zulme karşı dünya ölçüsünde bir mücadele içinde olmakla yükümlüydü. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun bütün işçiler aynı sistem tarafından sömürülüyor ve köleleştiriliyorlardı. Bu yüzden de işçiler ulus ve ülke farkı gözetmeksizin, bütün i dünya ölçüsünde, birleşik kapitalizme karşı mücadele etmek zorundaydı. İşçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadelenin tarihi de bunun böyle olduğunu gösteriyordu. 1830, 1848, 1871 işçi ayaklanmaları ve diğer belli başlı mücadele dönemleri kapitalizme karşı mücadelelerin uluslararası niteliğini gösteriyordu, özellikle emperyalizm çağında, işçi sınıfı mücadeleleri ezilen ulusların sömürgeciliğe karşı mücadelesiyle birleştiğinde, işçi sınıfı mücadelesinin enternasyonalist niteliğinin, önemi ‘ arttı, kapsamı ise genişledi. Artık İngiliz ya da Fransız işçileri; sadece, Hindistan ve Cezayir işçilerinin burjuvaziye karşı mücadelesini desteklemekle enternasyonalist görevlerini yerine getirmiş olamıyorlardı, ama bununla birlikte Hindistan ve Cezayir halkının İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı verdiği kurtuluş mücadelesini de desteklemek zorundaydılar. Ancak böylece gerçek enternasyonalist bir tutum alabilirlerdi. Ancak kendi burjuvazilerinin, kendi devletlerinin çıkarları doğrultusunda değil, ama kim yaparsa yapsın sömürüye, baskıya, zulme karşı savaştıklarını ortaya koydukları ölçüde, Hindistan ve Cezayir proletaryasının gönlünü kazanabilir, Hindistan ve Cezayir emekçi yığınlarını kapitalizme karşı savaşım ve baskısız sömürüşüz bir dünya kurmak isteyenlerin safına katabilirlerdi. Çünkü proletarya, büyük öğretmeni Marks’ın da açıkça söylediği gibi, insanlığı zulüm ve sömürüden kurtarmadan kendisini de zulüm ve sömürüden kurtaramayacak bir sınıftı. Bu yüzden de o; kendisini, burjuvazinin çıkarları demek olan ulusal çıkarlarla sınırlayamaz, tersine ulusal çıkarla sınıfsal çıkarların çeliştiği her durumda sınıfsal çıkarları öne çıkararak bu çıkarlar etrafında bütün dünyanın işçileriyle kaynaşıp kapitalizme karşı kendi ülkesinde ve dünya ölçüsünde kavgaya katılmak zorundadır.
İşçi sınıfının, özellikle, son 100 yıllık mücadelesi gösteriyor ki; burjuvazi, sarı, revizyonist ve reformcu sendikacılar, sınıfın mücadelesini hep “ulusal çıkarlar” uğruna boğup saptırmışlar, işçi sınıfı enternasyonalizmine şovenizm bulaştırarak sınıfı kapitalizme karşı mücadeleden alıkoymuşlardır. Örneğin İngiliz reformcuları, İngiliz işçilerinin, Cezayir halkının Fransız emperyalizmine başkaldırılarını desteklemelerine pek ses çıkarmayarak enternasyonalizm gösterisi yapmışlardır, ama İngiliz işçilerinin, Hindistan ya da İrlanda halkının İngiliz emperyalizmine karşı mücadelesini desteklemesini vatan hainliği ile, asilere ve teröristlere arka çıkmak ile suçlayarak İngiliz İşçilerinin mücadele yolunu karartmışlardı. Bugün de bütün san, reformcu ve revizyonist sendikalar dünyanın her köşesinde lafta insanlıktan, enternasyonalizmden söz ediyorlar, ama iş kendi burjuvazilerine karşı, gerçekten enternasyonalist tutum almaya gelince “vatan millet” edebiyatıyla işçi sınıfını burjuvazinin çıkarlarının aleti, burjuva terör makinasının destekçisi bir çizgiye çekiyorlar.
1 MAYIS’ı niteleyen ikinci özellik ise, 1 MAYIS’ın bir mücadele günü olmasıdır: 1 MAYIS işçi sınıfın grev alanlarında, barikatlarda, alanlarda verdiği kavgaların bir simgesi olarak doğdu. İşçi sınıfı her 1 MAYlS’ta bu geleneği daha da zenginleştirerek sürdürdü. Ama 2. Enternasyonalin reformcuları her alanda olduğu gibi, 1 MAYIS’ı da bir mücadele günü olmaktan çıkarıp bir törene dönüştürdüler. İşçileri güzel elbise giydirip yakalarına kırmızı karanfil taktırarak meydanlara topladılar, kapitalizmin “erdemlerini” öven konuşmalar yapıp işçileri evlerine gönderdiler. Böylece hem 1 MAYIS’ın “kutlamış”, hem de onu ‘burjuvazi için kabul edilebilir bir “bayrama” dönüştürmüş oluyorlardı. Süreç içinde reformcu ve revizyonist sendikacılar bu küçük burjuva geleneğin sürdürücüsü olurken, devrimci sendikalar devrimci 1 MAYIS’larda burjuvazinin yüreğine korku salan devrimci enternasyonalist geleneği sürdürdüler, bugünde sürdürüyorlar.
Hiç kuşkusuz devrimci 1 MAYlS’lar, işçilerin sadece kapitalizme kinlerini, sosyalizme olan tutkularını dile getirdikleri günler olmakla sınırlanmadı. Her 1 MAYIS’ta işçiler daha iyi çalışma ve yaşama koşulları, özgürlük ve demokrasi gibi konularda acil taleplerini haykırdılar, günün öne çıkan sorunlarını kendi sorunları olarak alıp tutumlarını açıkça ortaya koydular. Bu nedenlerledir ki, devrimci 1 MAYIS’lar burjuvazi için korkulu bir gün olduğu kadar, onun şiddetini de üstüne çeken bugün oldu. Bugün de öyle olmaya devam ediyor.
Ülkemiz işçi sınıf 1990 1 MAYlS’ını pek güç koşullarda karşılıyor. Baskının ve terörün emekçiler üstünde dizginsiz olarak yoğunlaştığı, TÜRK-İŞ reformcu ve revizyonist çevrelerinin egemen sınıfların sadık hizmetkarları olarak, sınıf hareketini bölüp parçalayarak kapalı salonlarda eritmeyi planladıkları, tehdit ve şantajla işçilerin yıldırılıp kapitalist sömürü çarkının ebediyen uysal kölesi olması için akla hayale gelmez entrikaların çevrildiği koşularda işçi sınıfımız 1 MAYIS’ı devrimci 1 MAYIS olarak kutlamaya hazırlanıyor.
Özellikle İstanbul işçilerinin, TÜRK-İŞ’in kokuşmuş sendika ağaları ve bürokratik aygıtını bir yana iterek, doğrudan sendika şube ve işyeri temsilcilerini devreye sokmuş olması bir başlangıç, ama sınıflar mücadelesi tarihi başarıların ye zaferlerin ancak iyi başlangıçlarla kazanıldığını gösteriyor. Bu yüzden de İstanbul işçileri özgürlük ve demokrasi mücadelesinde ilk kez kendi tavrını koyma şansını elde etmiştir. Bu da, ülkemizde şimdiye kadar kutlanan 1 MAYIS’lardan daha farklı ve daha önemli bir nitelik kazandırıyor 1990 1 MAYIS’ına.
Daha baştan, bu tutumuyla işçi sınıfımız, bugüne kadar kendisine ayak bağı olan sendika ağalarını, reformcu ve revizyonistleri biryana iterken, sınıfsız 1 MAYIS kutlamaları hayali kuranların sözde keskinliklerine de pirim vermiyor ve kendi bayramına sahip çıkağını “yol arkadaşlarına” da açıkça söylüyor.
Daha baştan, bu tutumuyla işçi sınıfımız 1 MAYIS’ı devrimci değerlerine uygun olarak kutlayacağını belli ediyor ve ülkemizde ve dünyanın her kesesinde 1 MAYIS idealleri uğruna, grev boylarında, meydanlarda, barikatlarda sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya kurma uğruna kavgaya giren sınıf kardeşleriyle, işkence tezgâhlarında, cezaevlerinde, idam sehpalarında 1 MAYIS ideallerini haykıran devrimciler, sosyalistler ve gerçek demokratlarla; emperyalizme, faşizme, gericiliğe karşı bağımsızlık ve özgürlük için savaşa atılan halklarla tam bir dayanışma içine girme isteğini, kendisine yakışan bir devrimci tutum ve katıksız bir enternasyonalizm ruhuyla öne çıkarıyor. 1 MAYIS’ı şanına layık bir biçimde kutlamak isteğini dosta düşmana ilan etmek istiyor.
Selam olsun; 1 Mayıs’ta meydanları dolduranlara, işçilerimize, emekçilerimize, gençlerimize!
Selam olsun; 1880’lerin New York, Chicago işçilerinin, 1870’lerin, 1848’lerin, Paris kömünarlarının, Ekim Devriminin kahramanlarının mücadeleci geleneğine sahip çıkan işçi sınıfımıza!
Selam olsun; grev boylarındaki, grevleri ertelenen ama tezgâh başında direnen işçilere!
Selam olsun; işkence tezgâhlarında, cezaevlerinde, idam sehpalarında 1 MAYIS idealleri için savaşanlara!
Selam olsun özgürlük, demokrasi ve sosyaliz uğruna savaşan dünya işçi sınıfına, emekçi halklarına, devrimcilerine, sosyalistlerine, özgürlük savaşçılarına!
İşçi sınıfının bu mücadele gününde yüreği 1 MAYIS idealleri ile çarpan herkese ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’ndan BİN SELAM!
YAŞASIN 1 MAYIS
YAŞASIN İŞÇİ SINIFI
YAŞASIN ENTERNASYONALİZM
YAŞASIN SOSYALİZM!
Not: Dergimizin 24 Nisan’da çıkmak üzere planlanmıştı. Ama SUNU’da da belirttiğimiz nedenlerden dolayı 1 MAYIS’tan önce bastırma olanağı olmadı. Bu yüzden de 1 MAYIS’la ilgili yukarıdaki yazı güncelliğini yitirmiş oldu. Ama yazının genel bir perspektifi de içeriyor olmasından dolayı da çıkarılmasına gerek görmedik.


BASIN AÇIKLAMASI

Değerli Basın Mensupları;
Ülkemizde 1 Mayıs’ı kutlamaya yönelik tartışmalar yıllardır devam etmektedir. Egemen sınıflar, işçi sınıfının Uluslararası Birlik, Dayanışma ve Mücadele günü olan 1 Mayıs’ı yasaklamaya çalışıyor. İşçi sınıfımız ve emekçi halkımız ise en doğal hakkını kullanabilme mücadelesi veriyor.
1976-1979 yılları arası işçi ve emekçilerin gücü ile yığınsal olarak kullanan 1 Mayıs, 12 Eylül rejimi tarafından gasp edilen haklarımızdan biridir.
1 Mayıs’ları yasaklamakla kalmadılar. Yasal 1977 1 Mayıs’ında Tak-sim’de alanı dolduran yığınlar üzerine ateş açarak 37 emekçinin ölümüne neden oldular. 1989 1 Mayıs’nda yine aynı alanda, göstericilere açılan ateş sonucunda M. Akif Dalcı yaşamını yitirdi. “1 Mayıs’ı kutlamaya kalkmayın, provokasyon olur” diyenlerle, provokasyonları tertipleyenlerin kimlikleri aynıdır.
Bu yıl 1 Mayıs’ın anlamına yaraşır kutlanmasının iki nedeni vardır: Birincisi 1990 1 Mayıs’ına, yılların biriktirdiği sorunları daha yakıcı biçimde yaşayarak ve bu sorunların aşılması yönünde mücadelenin belli bir yükselme eğilimi ile birlikte giriyoruz. Durumun bilincinde olan sermaye, mevcut yıldırma politikalarını son çıkarılan kararname ile de perçinledi. İkincisi: 1 Mayıs’ın 100. yılı olması nedeniyle, TÜRK-İŞ’inde üyesi olduğu Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), 1990 1 Mayıs’ını dünyanın her tarafında görkemli bir biçimde kutlanması kararını alarak üyelerine bildirdi. TÜRK-İŞ ise, uzun yıllar 1 Mayıs’ı sahiplenmemenin ötesinde, 1 Mayıs’ın emekçiler için Birlik, Dayanışma ve Mücadele içeriğini bile kabul etmedi. Böyle bir anlayışın 1990 1 Mayıs’ına sahiplenmesi beklenemezdi. Nitekim genel kurul kararına ve ICFTU’nun ilke kararına rağmen TÜRK-İŞ 1990 1 Mayıs’ını kapalı salonda ve işyerlerinde bir bildiri okumakla geçiştirmeye çalışmaktadır.
1 Mayıs’larda dünyanın hemen hemen tüm ülkelerinde işçi ve emekçiler üretimden gelen güçlerini kullanmakta, emekçiler 1 Mayıs’ı anlamına yakışır şekilde alanlarda kutlamaktadır. Türkiye İşçi sınıfı ve emekçilerinin de 1 Mayıs Birlik, Dayanışma ve Mücadele Gününü çalışmayarak, alanlarda kutlamaları en doğal haklarıdır.
Biz İstanbul’da değişik sendika şubelerinden yöneticilerin oluşturduğu ŞUBELER PLATFORMU olarak, TÜRK-İŞ’in belirlediği 1 Mayıs’ı kutlama biçiminin günün anlamından uzak olduğunu görmekteyiz.
İşte bu nedenledir ki; aşağıda imzası bulunan bizler 1990 1 Mayıs’ını en yığınsal biçimde Taksim 1 Mayıs alanında kutlama karanın almış bulunuyoruz. Bugün İstanbul Valiliğine başvurusunu yapacağımız 1 Mayıs kutlamasına başla İşçi sınıfımız olmak üzere, tüm emekçi halkımızı mücadeleye güç vererek sahiplenmeye çağırıyoruz.
Adem Ustaoğlu, Şükrü Kartal, Hakkı Kaya, Zülfü Karaağaç, Aynur Karaaslan, Zikri Çiftçi, Satılmış Harmancı, Mustafa Altıparmaklı, Mehmet Karagöz, A. Rıza Küçükosmanoğlu, Munzur Pekgüleç, A. Süreyya Özdemir, Y.Engin Kaya, Yüksel Polat, Hıdır Bal, Ziya Zengin, Ahmet Güven, Hilmi Karaoğlan Nizamettin Afacan, Musa Aykanat, Zeki Seferoğlu, Ali Çarboğa, Hacı Ömer Yazıcı, Nihat Varol, Ali Gündoğdu, Hasan Tufan, Erdal Demirkan, Şakir Zengin, Hüseyin Acer, Kayım Açıkalın, İlyas Güven, Nafiye Kaban, Ali Bilir, A. Celal Güner, Hasan Altunkaya, Durmuş Uçar, Hasan Aktaş, Mehmet Kılınçaslan, Kamil Kartal, Kezban Oral, Asiye Yaşargün, Muzaffer Şahin.

1 MAYIS için toplanan işçi temsilcileri: 1 MAYIS, ALANLARDA…
8 Nisan’da, İstanbul’da 40 sendika şubesinin temsilcilerinin katıldığı bir toplantı yapıldı. Hava-İş Sendikası’nın düzenlediği temsilciler kurulu toplantısına, değişik işkollarından işçi temsilcileri ve baş temsilcileri katıldı. Toplantı tek gündemliydi ve konu 1 MAYIS’tı.
Toplantıyı Hava-İş düzenlemişti, ama bu toplantının hazırlanması uzun süren daha geniş kapsamlı bir çabanın sonucuydu.
İşçi baş temsilcileri ve temsilcilerinin her soydan sendika ağası ve özellikle de Türk-İş’in bürokratik aygıtını bir yana iterek, 1 MAYIS gibi pek çok çevrenin tüylerini diken diken eden bir konuyu tartışmaları işçi temsilcileri için ve tabi işçileri sendikaların çektiği yere giden bir kalabalık olarak gören çevreler için yeni bir şeydi.
Toplantıya katılan temsilciler, belki de yaşamlarında ilk kez, sendika ağaları ne der korkusunu duymadan özgürce konuştular. Çok sayıda işçi temsilcisi, 1 Mayıs’ın hangi koşullarda ve nasıl kutlanması gerektiği üzerinde düşüncelerini söylediler. Söylenen şeyler belki çok edebi değildi ama 1 Mayıs üzerine kalıplaşmış sözleri yıllardır tekrarlayan “yazarlar”ın söylediklerinden içerik olarak daha zengindi. Bütün temsilciler, Türk-İş, reformcu ve revizyonist çevrelerin 1 MAYIS’ın anlamım çarpıtan, onu bir törene dönüştüren anlayışlarını eleştirerek, 1 MAYIS’ı devrimci geleneğini uygun bir tarzda, bir mücadele günü olarak kutlamak istediklerini belirttiler. Bunun için de, üretimden gelen gücün kullanılmasını, 1 Mayıs günü üretimin durdurularak, caddeler ve alanlara yürünmesi gerektiğini, 1 MAYIS’ı 1 MAYIS Alanında kutlamak istediklerini söylediler. Toplantıda konuşanlar Türk-İş’in salon toplantısını protesto ederken, 19891 MAYIS’ında son anda sınıfa ihanet ederek işçileri ortada bırakan ağaların ihanetini de unutmadıklarını vurguladılar.
Toplantıya katılan ve konuşan temsilcilerin büyük bir çoğunluğu 1990 1 MAYIS’ının kutlanacağı koşulların önceki yıllardan farkını özellikle belirtiyorlar ve işçi sınıfının burjuvazi, hükümet ve sendika ağaları kıskacı altında boğulmak istendiği, bir genel grev koşullarının olgunlaştığı, işçi örgütleri, demokratik ve devrimci örgüt ve çevreler üstündeki baskıların yoğunlaştırıldığı, ulusal ve sınıfsal baskının had safhaya vardığı, kitlesel başkaldırıların “terörist” suçlamasıyla vahşi bir baskı ile söndürülmek istendiği koşullarda kutlanacağı, bunun da 1 MAYIS’ın devrimci bir tarzda kutlanmasının önemini artırdığını belittiler.
1 MAYIS’ın kapalı salon toplantıları ve işyerlerinde bir bildiri okuyarak geçiştirmenin sınıfa ve toplumsal muhalefete ihanet olacağını belirten temsilciler, 1 MAYIS’ta üretimin durdurulması ve işçilerin mutlaka alanlara çıkması gereğini özellikle belirttiler.
Toplantıda söz alan değişik konuşmacılar, sınıfın gündelik istemleri, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin acil istemlerinin, özellikle de enternasyonalist görevlerinin 1 MAYIS’ın içeriğini belirlemesi gerektiği konusunda görüşler ifade ettiler.
Toplantıdan çıkan ortak bir görüşte, Türk-İş önderliğinde bir 1 MAYIS’ın 1 MAYIS’a layık olmayacağı, bu yüzden de sendikalar platformunun örgütleyeceği yasal ya da yasal olmayan bir 1 MAYIS kutlamasının mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiği idi.
Toplantı, siyasi bildirilerin dağıtıldığı, okunduğu, heyecanlı tartışmaların ve konuşmaların olduğu militan bir havada geçti. Bu hem izleyiciler için, hem de sendikacıların sıkboğaz ettiği işçiler için yeni bir şeydi. Ve şu açıkça görülüyordu ki; eğer işçilere düşüncelerini açıklama imkânı tanınırsa, onlar tartışarak yeni fikirler üretebilir, sorunlara çözüm getirmek için canla başla çaba gösterebilirler.
Temsilciler toplantısı, “Şubeler Platformu”na, 1 Mayıs’ın şanına layık olarak yapılabilmesi için gerekeni yapma görevini vererek sona erdi. Toplantıdan çıkan herkes hem toplantıda konuşulanlardan bir şeyler öğrenmiş olmaktan, hem de alınan karardan hoşnuttu.

Mayıs 1990

Basın: Dördüncü kuvvet değil, beşinci kuvvet

Bir-iki ‘çatlak’ ses dışında basın, TCK’nın 141-142. maddelerinin kaldırılması ile ilgili istem ve tepkileri yansıtmaktan vazgeçeli çok oluyor. Anayasaya, ceza yasasına, Eylül “adaleti” ve yargılamalarına, iş yasası ve mevzuatına, toplu iş sözleşmesi, grev ve gösteri yasalarına, özel olarak 141 ve 142’ye yönelik tepkiler oldukça geniş toplum kesimlerinden kaynaklanarak sürdüğü halde, hiç bir istisnası olmaksızın, günlük basın organlarında bu tür haberleri görebilmek uzunca bir süredir mümkün olmuyor.
Basın, “yüksek” siyasal zirve öncesinde, yaklaşık bir ay “Güneydoğu” sorununun yarattığı acil durum üzerinde durdu, oluşturduğu tehlikeye dikkat çekti ve “terörist” hareketin ezilmesi gereğine ilişkin kamuoyu yaratmaya çalıştı. Bununla meşgul oldu. Basın, haber ağırlığıyla ve hemen tüm kalemleriyle “milli dava” peşindeydi. İlerici görünümler vermeye çalışan köşe yazarları, yorumcular, son yerel seçimlerden beri Özal ve ANAP eleştirisinde, cumhurbaşkanını tanımaktan kaçınan DYP ve SHP’nin bu tutumunu desteklemekte kararlıydılar. Ama “milli dava” söz konusu olunca, Özal’ın zirve çağrısına uyulmasının gerekliliği propagandası ve gericiliğin birliğinin fazileti üzerine yorumlar, bu kararlılığın yerine aldı. İlerici görünümlü kalemler ve herhangi bir alternatif oluşturmadığı körlerce bile kolaylıkla görülebilecek olan destekledikleri SHP, Özal’ın çağrısı karşısında en azından tereddütlü bir görüntü vermeyi yeğleyen Demirel kadar bile olamadılar. Şovenizm en çok ”ilericilerimiz”‘in gözünü karartmıştı. Ancak “ilerici”si-gericisiyle, ayrımsız tüm günlük basın “milli dava”nın bilincindeydi. “Milli birlik ve beraberlik” propagandası, bununla aynı anlama gelmek üzere şovenizm dalgasının güçlendirilmesi ve Güneydoğu’da “terörizmin” ezilmesi gerektiği, artık her şeyin merkezine yerleştirilmiş durumdaydı. Hatta O. Ekşi ve C. Çandar (bu bay eskiden pek “devrimciydi”) gibi kalemler, “hareket ordusu”nun birer kurmayı gibi, düzenlenecek tenkil seferlerinin “başarısı” ve “kalıcı” sonuçlara yol açması için detaylandırılmış askeri hareket planlan çizecek kadar uzmanlıklarını ortaya koyma gereği duyuyorlardı. O. Ekşi, işi, Kozakçıoğlu’nun basın toplantısında bir soru yönelten D. Perinçek’in üzerine yürüyüp basın mensuplarımızı ona karşı kışkırtacak ve bunda önemli bir basan kazanacak noktaya kadar vardırmıştı. Basın özgür değil miydi, sorular sormaya, açık aramaya ne gerek vardı!
Şöyle söylemek uygun düşecek: genelkurmayın operasyon planlan, gazete sütunlarında, basında ve basın örgütlerinde belirli bir yer işgal eden gazeteci-yazarların imzalarıyla kamuoyuna yansıtılmaktadır.
Zaman zaman devletimizin yüksek organları ve temsilcileri, sorumluları basın organları sorumlularıyla, sahip ve yöneticileriyle toplantılar yapıyorlar. Bu toplantılardan sonuncusu, yüksek siyasal zirveyi takip ederek gerçekleştirildi. Önceleri “demokrasimiz” rayına oturtuldu, şimdi “basın özgürlüğümüz” sık sık rayına oturtuluyor.
“Basın özgürlüğümüz” olağanüstü gerçekleşme durumunda. Basınımız, en üst noktasında “özgür”. Oto-sansür organı olarak bir “Basın Konseyi” tesis edilmişti. “Ahlaklı ve özgür” basınımız, bu konseyin garantisi altına alınmıştı, önce Asil Nadir bu “özgürlüğü” genişletti! Kıbrıs konusunda ancak şunlar yazılabilir yollu bir genelge yayınladı yazarlarına. İtirazlar oldu. Asil Nadir grubunun “çalışanı” yazarlarımız, birçok “ilerici” kalemimiz “siz bizim patronumuza nasıl karışırsınız” deyip kararlı özgürlük yanlısı bir tutumla bu konseyden çekildiler. Özgürlüklerini yaman savunuyorlardı! Tanrı paraya köle etmeye görsün! Ardından basın özgürlüğü, brifinglerle, basın organı sahip ve genel yöneticilerine bilgi verme toplantılarıyla daha da geliştirildi. Söz konusu olan “milli dava” olduğunda, yalnızca gazete sahiplerimiz değil, en “ilerici” yazarlarımız, en “demokrat” aydınlanınız da özgürlüklerinin “genişletilmesinin” gönüllü destekçileri oldular.
Cumhuriyet’in en “demokrat”, eksikli demokrat köşe-pencere yazarları dahi, özgürlük düşkünlükleriyle, koyu bir şovenizm histerisi içinde, kendilerini, “terörizmin” zor yoluyla ezilmesinin gerekli ve misak-ı milli sınırlarının ancak fiziki zor politikası ile korunabilecek oluşunun “haklı ve meşru” zeminini yaratmakla görevli sayıyorlar.
Tebaa kültürü, toplumsal kurumların ve ilişkilerin bütün gözeneklerine sinmiş durumda. Basın, tebaa kültürünün de gerisinde bir konumda bulunuyor. Bir bütün olarak basın, günlük basın, haftalık burjuva dergilerinin de hakkı yenmesin, şuadan bir devlet dairesi kimliği taşımayı kendisi için gerekli ve yeterli görüyor.
70 yıllık cumhuriyetin “özgürleştirebildiği” en “özgür” cumhuriyet bireyi dahi, bir türlü aşamadığı memur kimliğiyle övünüyor, bu kimliğini özgürlüğünün nişanı olarak kavrıyor; kendini, hep, izlenen egemen politikalara göre tanımlamayı “kurtuluş” sayıyor. Hem başına “bela” gelmeyeceği için kurtuluş, hem de ondan kaynaklanan çıkarlara sahip olduğu burjuva sistemle birleştiği için kurtuluş!
Basın organları ve basın mensupları, temel egemen politikaları, basın yoluyla yansıtmayı “basın özgürlüğü” sayıyorlar.
Günlük basın organlarının kendilerine biçtikleri konum, istihbarat fc örgütlerinin, Dış ve İç İşleri Bakanlıklarının birer alt dairesi olmaktan öteye geçmiyor. Gazeteci-yazarlar da, “ilericileri” içinde olmak üzere, temel egemen politikaların yansıtılması açısından, Dış ve İçişleri Bakanlıklarının memurları olmanın ötesinde birer kimlik taşımaktan kaçmıyorlar, başka kimlik istemiyorlar. Sadece kısmen özerk bir konumda bulunmaları, yalnızca böyle bir fark, onları sıradan memurlardan ayırıyor. Ve fark da son derece küçük ve azdır.
Günlük gazetelerimizin ve yazarlarının “basın özgürlüğünü” ağızlarına aldıkları olmuyor mu? Belirli haberlerin “zamansız” yayınlanması ya da kısmi özerkliğin de ihlal edilmesi ve doğrudan sansürün gündeme gelmesi durumunda, basın, basın özgürlüğünü ve sansür mekanizmasını anımsayabiliyor.
Sabah gazetesi, önceden yayınlayacağını ilan ettiği Özal’a suikast haberini, Adalet Bakanının “özel ricası” üzerine erteliyor. Haberin sızması ve bir süre sonra, diğer gazetelerde de yer almaya başlaması üzerine, haber tekelini elinden kaçırmamak ve haksız rekabete uğramamak için, Sabah haberin yayımlanmasını daha fazla geciktirmiyor. Ama toplatma karan ile karşılaşıyor. Basın konseyi başkanı “sıkı demokrat” Oktay Ekşi, gece baskınları ile gazetelerin yayınlarının durdurulduğu sayılı zamanlarda, 152 yasanın basın özgürlüğünü kısıtlayıcı hükümler taşıdığını tekrarlamakla yetiniyor. Yine öyle oluyor. Yasalar yerinde duruyor, her defasında yerinde kalıyor ve basın organ ve kuruluşları, hep “kısıtlayıcı” yasalara uyumlu davranarak yasaların meşruiyetini savunuyorlar. Meşruiyetçidirler. Gerçek değil düzen meşruluğun savunucusudurlar; özgürlüğün ve onun meşruluğunun değil yasaların, özgürlüğün engeli yasaların meşruluğunun savunucusudurlar.
Burası Türkiye’dir. Günlük gazetelerin baskılarının gece baskınlarıyla durdurulması bile, bir iki demeç dışında, fazlaca bir tepkiye yol açmaz. Gazeteci-yazarlar sansüre karşı seslerini yükseltmezler, öylesine devletçidirler ki, seslerini yükseltmek istemezler. Bizde, egemen politika ve resmi ideoloji ile tümüyle bütünleşmiş basın, doğrudan kendisine yönelik sansüre bile karşı koyamayacak, sansür karşıtı politik geleneklere bile sahip çıkamayacak ölçüde mecalsizdir. Oysa Abdülhamit sansürüne karşı, basın organları, daha 80 yıl öncesinde, basılmış gazete nüshalarını sansür heyetine göndermeyerek fiili bir politik tutum alıyor ve basından resmi sansürün kaldırılmasına öncülük ediyorlardı. Yine Bayar-Menderes sansürü karşısında, boş sayfa-boş sütun basılarak protestolar ortaya konuyordu. Günümüz tekelci basınıysa, 1909’lar ve 1959-60’ların fiili politik tutumunun geleneklerini sürdürmek bir yana, tersine, resmi sansürü, 152 yasanın getirdiği “yasaklayıcı” hükümleri bile yetersiz bularak oto-sansüre başvuruyor, bunun mekanizmaları ve Basın Konseyi gibi organlarla da kurumlarını oluşturuyor. Tekellerin uzun vadeli çıkarları ve sistemin istikrarının sağlanması kaygısıyla, sansür, oto-sansür mekanizmalarıyla takviye ediliyor. “Çatlak sesler”in susturulması, basın özgürlüğünün derinleştirilmesi yoluyla destekleniyor!
Gazete baskılarının gece baskınlarıyla durdurulması karşısında hiç değilse bir kaç protesto demecine yer veren günlük gazeteler için, devrimci yayın organlarının yasaklanması, toplatılması, yazı işleri müdürlerinin tutuklanması haber değeri bile taşımıyor. Yazar-sosyolog İsmail Beşikçi’nin iki kitabından dolayı iki kez tutuklanması, basın için, sıradan bir “adli zabıta vakası” olmanın ötesinde bir anlam ifade etmedi. Hayır, O, yazar değildi! Tekelci basın, kendi dışındaki yazarları yazardan saymıyor! 1988’de İstanbul’da toplanan IPI Kongresinde, Kongre kararlarının “Türkiye” bölümüne, hapisteki yazı işleri öneriye, öncelikle bir kısım Türk basın yöneticisinin karşı çıkması, kararın ancak IPI başkanının müdahalesi ile Kongreden geçmesi, bu tabloya ters düşmüyor, yadırgatıcı olmuyor, tersine tabloyu bütünlüyor. Demokrasi ve özgürlük istemleri karşısında, kendilerini dördüncü kuvvet olarak değil “beşinci kuvvet” olarak gören bir kısım basın çevreleri için, basın özgürlüğünün yok edilmesi ve binlerce yıllık toplamlara varan basın cezaları olayı, basının sorunu olmuyor, olsa olsa “rahatlatıcı” bir haber değeri taşıyor.
Genel demokratik bir kültürün ve özgürlük bilincinin tarihsel-siyasal olarak yerleşmediği, “aykırı” dalların sürekli budandığı, bizzat basının tekelci bir karakter taşıdığı -Asil Nadir ve Hürriyet grubu piyasanın yarısına yakınını elinde tutuyor-, sisteme ve tekel gruplarına bin bir bağla bağlı bulunduğu ve basın yöneticileri ve hatta gazeteci-yazarların kendilerini Dış ve İçişleri Bakanlıklarının memurları gibi gördükleri tekelci bir zeminde, bu durum fazlaca bir terslik taşımıyor. Doğal oluyor.
Şimdi yeni bir döneme girildi -ne kadar süreceğini ve sonuçlarını göreceğiz-, basın da ayak uyduruyor.
TCK’nın 141 e 142. maddeleriyle ilgili oyalayıcı tartışmalar iktidarın gündeminden şimdilik indiğine göre, basının da aynı yolu izleyerek, yine gündeme uygun davranması, bu gündem ile ilgili kamuoyu yaratması ve propaganda yapması doğal oluyor.
Şimdi gündemde “milli dava” var. Ülkedeki tüm gelişmeleri belirliyor. Bu soruna değinmeden ya da onunla bağlantısını kurmadan hiçbir sorun tartışılamıyor. Durum, devrimciler için de gericiler için de geçerli.
Şimdi basının da sorunu, “milli birlik”‘m korunması ve ona yönelik tehdidin bertaraf edilmesi, bunun için her şeyin yapılması. Bunun için basın da fedakârlıkta bulunuyor, çıkarılan sansür yasasını, ülkede bugüne kadar görülmemiş ağırlıkta olan bu yeni yasayı, daha henüz yasa bile değil, ama yasa kadar güçlü kararnameyi hemen hemen görmezlikten geliyor. Cumhurbaşkanının basınla zirvesinde, gerekli değildi, gereğini gönüllü olarak yerine getirirlerdi, ama bunun istenmiş, hazırlatılmış olmasından doğalı olamaz. Zirveyi takip eden brifinglerin de, basının yönünü belirlemesinde katkısı göz ardı edilemez. Ama bu toplantılar brifingden de ötedir, buralarda basınımız istihbarat örgütleriyle, emniyet teşkilatlarıyla, diğer idari ve mülki amirlerimizle birlikte, almaları gereken tutumları kararlaştırıyorlar. Tekelci basın söz konusu olduğunda MİT’in nerede bitip gazeteciliğin nereden başladığını saptamak kolay değildir.
“Milli Birlik”‘in sağlanması için izlenmesi gereken yol ve kullanılması gereken yöntemler, sadece zirvelerin gündem maddesi olmuyor. Tartışmalar, aynı zamanda Pentagon ve Avrupa Topluluğu’nun karanlık koridorlarında da yürütülüyor. Basına ilişkin yönlendirici politikaların, basının gönüllü olarak uymakta ve uygulamakta olduğu bu politikaların çatısı, sadece zirvelerde ve Genel Vali’nin ve istihbarat örgütlerinin brifinglerinde çatılmıyor. Çatının çatılmasına, basın-yayın organlarının genel yönetmenlerine ve yöneticilerine “nezaket ziyaretlerinde bulunan ABD Büyükelçilik görevlileri de katılıyor.
Son kanun hükmünde kararname ile birlikte yeni bir “takrir-i sükûn” dönemine girildi. Ve yeni dönemin yasal çerçevesi eskisini gölgede bırakmaktadır. Bir-iki “mırın-kırın etme”dışında, önlemler, basınımızda genel kabul görüyor ve “kraldan çok kralcı” tanda, uygulanıyor. Basınımız, oto-sansürü alabildiğine boyutlandırdı. Gönüllüce! Cumhurbaşkanı, “ne sansürü, sansür falan yok” demiyor mu? “Büyük demokratımız” İnönü, “Özal’ın sansür yok demesini olumlu karşılıyorum” demiyor mu? Doğru! Sansür yok, çünkü oto-sansür var, sansür gönüllü olarak ve adabınca uygulanıyor. Alan memnun, veren memnun, kime ne! Yakın süreye kadar basından şikâyetçi olan, basınla çekişip duran Özal, şimdi ne oldu da basına bu kadar güveniyor? Açık değil mi? Sorun Özal-basın çekişmesi olmaktan çıktı, “milli dava” haline geldi ve Özal, “basının milli ihtiyaç yönünde kendi kendini kontrol etme esası getirilmiştir” diyor. Kendi kendini kontrol etme durumunda olmayanı, Özal da, basın da basından saymıyor. Onlara her şey müstahaktır!
Günlük basının takrir-i sükûn dönemini ve onun önlemlerini seve seve benimseyeceği, benimsettiği görülüyor. Basının, egemen politikaların, resmi ideolojinin yeniden üretilmesinin ve toplumun her bir hücresine şırınga edilmesinin ötesinde bir işlev taşımadığı, bir kez daha anlaşılıyor.
Ve yalnız Özal değil, basının kendisi de, kendine biçilen siyasal-ideolojik işlevi, basın özgürlüğü olarak adlandırıyor. Oto-sansür, basın özgürlüğü oluyor, oto sansüre yeni bir ad takılıyor ya da basın özgürlüğü yeniden tanımlanıyor.
Yağma ve baskının aygıtlarının, temel çizgilerini belirlediği, sınırlarını çizdiği bir düşüncenin, böylesi bir resmi ideolojinin propagandasını yapmak, özgürlük değildir. Resmi ideoloji ve tabuların sınırları içinde kalan, dokunulmazlığı garanti edilmiş, tartışılmaz düşünceler ileri sürmek, buna uygun olarak oluşturulmuş politikaları yansıtmak, basın özgürlüğü olamaz. Üstelik resmi ideolojinin propagandasını yapan bir basın için, özgürlük gerekli de değildir.
Bu durumuyla tekelci basın, ancak “beşinci kuvvet” olabilme misyonunu taşıyabilir ve zaten onu taşıyor. Tekelci basın, basın özgürlüğüne ihtiyaç duymuyor.
Basın özgürlüğünün karşısına en güçlü odak olarak, bizzat basının kendisi dikiliyor. Oto sansürle, aslında yazmak istediklerini, ihtiyacını hissettiklerini yazarak, tekelci basın, sistemin doğrudan bir parçasını oluşturur, resmi ideolojiyi ve sisteme doğrudan bağımlılığı temsil ediyor.
Oysa özgürlük, siyasal bağımlılıktan, baskı ve önyargılardan kurtuluşu ifade eder, dışına çıkışı ifade eder.
Günlük basının “beşinci kuvvet” ya da “beşinci kol” işlevi, yalnızca oto sansürcü tutumu dolayısıyla ortaya çıkmıyor. Tekelci günlük basın, devrimci, ilerici ve tekel dışı basın organlarına karşıt tutumu dolayısıyla da bu işlevini gerçekleştirmektedir.
1. Takrir-i sükûn yasasıyla tüm muhalif sesler susturulmuştu. Yine öyle davranılıyor, muhalif tüm basın’ susturulmak isteniyor. İstemenin Ötesinde fiili önlemlerle, bu gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Uygulama, DGM’nin elindeki basın savcılıkları ve polisi eliyle, istihbarat, örgütleri eliyle kararnamede yazılı olanın çok daha ilerisine taşınmaktadır.
Matbaalar “ikna edilerek” muhalif yayınları basmaktan caydırılmaktadır. Emeğin Bayrağı dergisi, her zaman basıldığı matbaada basılamaz edilmiş, iki misli bir ödemeyle Tercüman’ın tesislerinde basılma durumda kalmıştır. Ama günlük basınımızın patronları, istihbarat örgütleri ve basın polisiyle içli dışlı oluşlarını, hem para kazanmak hem de devrimci bir yayın organının yayımını engellemek için kullanmışlardır. Dergiye dağıtım şirketinde el konmuştur.
Yasalcılığın çıkmazı bir yana, 2000’e Doğru dergisi, kendisini basacak matbaa bulamamaktadır. Hiçbir günlük gazete patronu dergiyi matbaasında basmamaktadır. Dergi, belirli yazılarım çıkarıp oto sansürü kabullenmesine rağmen Hürriyet tesislerinden ilginç bir yanıt almıştır. Kendilerine sadece belirli yazılar nedeniyle değil, derginizi basamayız denmiştir. En son bulup basımı için anlaştığı bir matbaaya ise basın polisi 2000’e Doğru’nun basım sorumlularından önce giderek, basımı yine engellemiştir.
Uzun süredir dergimizi basan matbaa, yeni durumda basım yapamayacağını söylemiştir. Matbaa “güvenlik kuruluşları”nca sürekli taciz edilmekte, “emirler” almaktadır. Memlekette basın özgürlüğünün yanında ticaret özgürlüğü de vardır! Hayali ticaret özgürdür, ama para karşılığı yayın basma, işte, o serbest değildir. “O kadar kusur kadı kızında da olur!”
Dergiler bir yana, Nisan ayı ortalarından itibaren Türkiye’de kitap da kısılamaz, bas tınlamaz olmuştur. Bu tarihten itibaren basılan tek bir kitap yoktur.
Özgürlükler hiçbir şekilde engellenmemektedir. Türkiye’de zaten Güneydoğu’da İnönü’nün “isteyince” halka şefkatli de davranılmaktadır. Zaten sansür yoktur! Yalnızca kitap ve tekelci olmayan, muhalif yayın organları yayınlanamamaktadır! Bu sansür değildir ki, basım özgürlüğü engellenmemektedir ki, muhalif yayınlar yayınlanamaz kılınmıştır!
Ve ünlü “demokratlarımız”, pek sayın ve hem de “ilerici” köşe yazarlarımız, gönül rahatlığıyla, demeçler verip Önlemler konusunda memnuniyetlerini bildiriyor, destek yazıları kaleme alıyorlar. Böyle “demokratlık”, böyle “ilericilik” kepazeliktir, olmaz Olsun.
Bu dönem pek uzun sürmez ve sürdüğü sürece de muhalif sesleri susturmayı başaramaz. Ama bunun için mücadele etmek gerekiyor. Böyle dönemler, demokratı, demokrat olmayandan ayrıştırır, kimlerle birleşilebileceğini gösterir. Görmek istiyoruz. Gerçek demokratları, özgürlük yanlılarını tanımak istiyoruz.

Mayıs 1990

Özgürlük ve demokrasi

Marks 100 küsur yıl önce anlaşılması son derece kolay ve net bir söz sarf etti. “Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” diye. Marks bu sözü daha çok İrlanda sorununu irdelerken kullandı ama bu sözün, İrlanda-İngiltere ilişkisi türünden ilişkilere sahip tüm devletler için geçerli olduğu çok kısa bir zamanda anlaşıldı. Daha sonra bunu, başta Lenin olmak üzere hemen hemen tüm devrim liderleri, ister ülkelerindeki sorunlar dolayısıyla, ister başka ülkelerdeki sorunları ilgilendirdiği kadarıyla çeşidi biçimlerde ifade ettiler. Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamazdı.
Marks bu tespiti kuşkusuz sırf entelektüel bir tespit olsun ve akademik tartışmaların bir konusu olsun diye yapmıyordu. Yine aynı şekilde, yalnızca komünistleri ilgilendiriyor diye de söylemiyordu bu sözü. Böylesi durumlarda, içinde komünistler de olmak üzere özel olarak bir ulusun ya da genel olarak tüm ulusların tüm fertlerini ilgilendiriyor olması açısından bakarak söylüyordu bu sözü. Yine bununla, yalnızca sorunun ahlaki yönü dolayısıyla değil, maddi manevi her yönüyle ele alarak, düşünerek kullanıyordu “bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz” sözünü.
Devlet olarak örgütlenmiş bir ulusun ferdi kuşkusuz egemen bir devletin ferdi olmakla gururlanabilirdi. Ancak o egemenlik gururunun bir başka ulusu bağımlılık altında tutma ayıbı ile kirli olmaması koşuluyla. Kendisi için özgürlük ve demokrasiyi isteyen bir ulusun ferdi, ancak bütün dünya uluslarının fertleri için aynı talepleri ister ve savunursa bu taleplerinde haklı ve tutarlı olabilirdi. Kendisi için özgürlük ve demokrasiyi isterken, kendi ulusal özellikleri için herhangi bir sorunla karşılaşmazken, başka bir ulus ya da ulusların fertleri için aynı duyarlılığı göstermemek kendi içinde tutarlı bir tavır olamazdı.
Bir ulusun fertleri, kendi burjuvazilerinin gerici propagandasının etkisi altında yanılsamalı bir tutum sürdürebilirler, sürdürüyorlar da. Bu, işin bir ölçüde ahlaki yanı. Ve açıktır ki sırf bu yanıyla bile olsa egemen bir ulusun herhangi bir ferdinin böylesi bir tutumu, görünüşte öyle bir görünüme sahip de görünse, özgür bir seçim değildir. O fert o tutumu gerçeklerin doğru bir biçimde yorumu temelinde takınmıyordun vs. Sonuç olarak o birey, kendi ulusundan burjuvazinin, kendi çıkarı için, kendi ülkelerindeki bir başka ulusun, ulusal ve demokratik haklarım gasp etmesinin bilmeyerek ve istemeyerek ya da daha uygun bir deyimle farkında olmayarak aleti olur. Böyle bir birey her zaman kendi burjuvazisinin ahmaklaştırıcı şovenist propagandasının etkisi altında, başka ulusların bireylerini aşağılar ve boş bir böbürlenmenin tutsağı olur.
İşin diğer ve en önemli yanı ise şudur: Her şeyin bir bedeli vardır. Ezen ulus burjuvazisi, kendi bencil çıkarları için, kendi devlet topraklan içinde yaşayan bir başka ulusu ezer ve onu hiç bir ulusal ve demokratik hakkından yararlandırmazken, aynı zamanda kendi ulusuna da ağır bir bedel ödetir. Yukarıda kısmen değinildiği gibi bu bedel bir yanıyla manevidir. Maddi yanı ise ifadesini, ezilen ulus başkaldırısının ortaya çıkmaya başladığı koşullarda olağanüstü boyutlarda büyüyen askeri harcamalar ve gerici şoven tedbirler için boşa akıtılan giderlerde bulur. Bu giderlerin tümü o ülkede yaşayan işçi ve emekçilerin sırandan çıkarılır, ödenen ağır bedel bununla da kalmaz, ezilen ulusun demokratik bir muhteva taşıyan başkaldırısı ile başa çıkabilmek yürürlükteki yasalarla olanaksız hale geldiğinde, o devlet toprakları üzerinde yaşayan ulusların tüm fertlerinin özgürlüklerini kısıtlayan yasal önlemler alınmaya ve halklar üzerindeki çember daralmaya başlar. Sendikalar, dernekler ve tüm kitle örgütleri kapatılmaya, demokratik hak ve özgürlükler sınıflandırılmaya, söz ve ifade haklan kısıtlanmaya başlar. Burjuvazinin baskısı olanca ağırlığıyla tüm uluslardan emekçilerin sırtına çöker. İşte ” bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” sözünün önemi buradadır ve ezen-ezilen ulus ilişkilerinin yaşandığı her yer bu sözün gerçekliğini kanıtlayan örneklerle doludur.
Ezen ulusun bireylerinin özgür olmadıklarının ya da özgürlüklerinin sınırlanmasının, ezilen ulus demokratik hareketinin kendini duyurmaya başlaması ile eşzamanlı olması da gerekmez. Uyanışın henüz başlamadığı dönemlerde de ezilen ulusun eritilmesi ve tüm ulusal değerlerinin talan edilmesi için yoğun bir şoven faaliyet sürer. Uyanış olasılığına karşı önceden hazırlıklı egemen ulusun burjuvazisinin ve onun devletinin tüm kurumlan bölücü avın-dadırlar. Ezilen ulusun varlığını bile çağrıştıracak en ufak bir benzetme, bir uyarı ya da ezilen ulus diliyle yayınlanmış bir yayın, akıl almaz cezalara konu olur. Ezilen ulusun adını anmak bile yasaklar arasına girer. Ezilen ulusun üzerinde yaşadığı toprağın adı yasak listesinin zaten başındadır. Coğrafi olarak anılması ve o adla yasal dernek kurulması da en nihayet yasaklar arasına girer.
Aydın ve demokrat geçinenlerin beyinleri önemli ölçüde korkularından korkmalarının sonucu olarak cendereye alınır ve ezilen ulusun tamamen haklı ve demokratik içerikli istem ve mücadelelerine gericilik atfedilir. Burjuvazinin gerici ve bencil çıkarlarının ayırımına varılmaksızın burjuvazinin getirdiği gerici yasal, kültürel ve askeri önlemlerinin sorumlusu olarak ezilen ulus ve onun demokratik muhtevalı girişimleri gösterilmeye çalışılır.
Artık meydan burjuvazinindir.
Asıp kesebilir… Herkesi, en ılımlı muhalefeti bile bölücülük ile suçlayabilir… Kısacası her türden olağanüstü önlemleri alarak tüm muhalefeti susturabilir.
Bu koşulların dayatıldığı bir ülkenin ezen ulusuna mensup bir bireyinin özgür olduğundan söz edilebilir mi?
Önceki sayılarımızda belirtmiştik: Bundan sonra Türkiye’nin gündemini “Doğu Sorunu” belirleyecek diye. Lütfen Doğu Sorunu’na ilişkin olarak geçmişte yazdıklarımıza yeniden bakılsın. Doğu Sorunu bundan sonra Türkiye gündemini daha çok belirler hale gelecek çünkü. Bundan böyle, abartmasız olarak her şeyi belirleyecek: Sanayisi, kültürü, haberleşmeyi, dış ilişkileri, partiler-arası diyalogu ya da diyalogsuzluğu, hatta dostlar arası sohbetleri bile.
Türkiye burjuvazisi, Doğu sorunu açısından bir sathı maile girmiş durumda. Yıllardır, hatta on yıllardır sürdürülen politikanın sonuçsuzluğunu kendi deneyleriyle ciddi bir biçimde yaşamaya başladı çünkü. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana iki ciddi bunalım yaşadı. Birincisi 1925’te Şeyh Sait Ayaklanması yaşattı, ikincisini bugün bilinen olaylarla yaşıyor. Ve Türkiye Cumhuriyeti ve burjuvazisi kendi varlığını iki olayda koruyabilirse düze çıkabileceğine inanıyordu kendini oldum olası. Biri komünizmdir, diğeriyse Türkiye burjuvazisinin daha da önemli diye addede-geldiği Doğu Sorunu’dur, iki tarafın da çok istemesine rağmen çok da içice giremedi bu sorunlar, ama Türkiye burjuvazisi bu sorunlar uç verdiğinde biri aracılığıyla diğerini ya da ikisini birden gerekçe göstererek “çözdü”. Ama her zaman Doğu Sorunu’nu daha fazla önemseyerek, daha büyük önem atfederek ve daha ciddiye alarak. Bu konuda burjuvazi, devrimci, demokrat ve komünistlerden daha öngörülü oldu. Kendi çıkarlarını daha erken gördü ve önlemlerini ona göre aldı.
Devrimci demokratlar ve komünistler ise bu iki konunun, yani demokrasi ve devrim mücadelesi ile Doğu Sorunu arasındaki yakın ilişkinin, bu çok yakın etkileşimin önemini gereğince değerlendiremediler. Aynı biçimde, genel olarak Doğu Sorunu davasının takipçileri de bu yakın etkileşimin farkında olmadılar. Farkında olsalar bile önlemlerini ona göre almadılar, olaya daha çok, burjuva ve küçük burjuva ulusalcı dar görüşlülüğünün penceresinden baktılar, kendilerini yalnızca Doğu Sorunu ile sınırlayarak bütünün sorunlarından soyutladılar. Sonuç, şimdiye kadar ve çoğunlukla, daha çok acı, daha büyük güçlükler ve başarısızlıklar oldu.
Bu konuda burjuvazinin öngörüsüne, yeteneğine ve eğitimine diyecek yok. Hatta tehlike çanları çalmaya başladığında birleşebilme yeteneğine de. Yukarıda burjuvazinin, Doğu Sorunu’nu daha fazla önemsediğini söylemiştik. Gerçekten böyledir. Böyle olduğu içindir ki bir anda egemen sınıf partilerinin tümü, aralarındaki ayrılıkları bir kenara bırakarak bir anda yekvücut oldular. “İkinci Takrir-i Sükûn Yasası’nın bazı ayrıntıları üzerinde ayrılık fırtınaları koparıldığına bakılmasın: Esas üzerinde hiçbirinin itirazı yoktur ve olmadığını çeşitli biçimlerde vurguluyorlar. Yalnız egemen sınıf parti sözcüleri içinde geçerli değil bu söylenenler, ama aynı zamanda liberal ve demokrat geçinen ve öyle bilinenler için de böyledir. Doğu sorunu zamk gibidir. Atatürk’ün rahle-i tedrisinden geçen tüm kesimler Doğu Sorunu gelip kapıya dayandığında, ona karşı, karşı oldukları her kesimle birleşmeye ve onun dümen suyuna gitmeye hazırladılar. Bir anda her şey; demokrasi, bir anda insan hakları, bir anda geçerli ulusal ya da uluslararası anlaşmalar ve ondan doğan yükümlülükler, bir anda mevcut ve hep keyfi kullanılma özelliğine sahip hukuk bile unutulur. Bir anda ortalığı ulusal bütünlük çığlıkları kaplar, tikeler bir süre için rafa kaldırılır, iptal edilir. Bir korku çağı başlar. Herkes bir şeylerden, ama özellikle içselleştirdiği kendi korkusundan korkmaya başlar. Misak-ı Milli… irtica, vesaire. Oysa irtica ta en başlardadır. Oysa ilticanın sinmediği tek bir yer yoktur ve tek başına içselleştirilen korku en büyük irticadır. Türkiye aydım bunu fark etmez. Türkiye aydını ayağını bağlayan ve Cumhuriyetin kuruluşundan çok kısa bir süre sonra kendisini uşak ve zavallı bir eklenti haline getiren bu ayak bağını fark etmez. Demokratlığının burada bittiğini fark etmez. Neden inanılır ve sözü dinlenir, aldırılır olmadığının nedeninin buradan, bu tavrından, bu sorundaki tutumundan kaynaklandığını bilmez ve bu yüzden onursuzluğu seçer ve burjuvazi tarafından tam da layık olduğu muameleye maruz kalır. Ardından, “basın-söz ve örgütlenme özgürlüğü” çığlıkları yükselmeye başlar.
Bugünler o günlerdir: ilkelerin unutulduğu, aydın ve demokrat geçinenlerin kendi korkularının tutsağı olduğu günler. Bir avuç devrimci ve demokrat dışında herkes, tüm burjuva muhalefet bölücülüğün başını ezme korosuna katılmış durumda. Herkes önlemlere atıp tutuyor, hatta önlemleri 2. Takrir-i Sükûn Yasası diye adlandırıyor ama esasında karşı oldukları şey çok sınırlı. 413 nolu kararnamenin sivri ucunun ezilen ulus ve onun hareketine yöneltilmesine kimsenin itirazı yok. Okun geçerken, kendilerini de sıyırmakta olmasından yakmıyor ve korkuyorlar. Ve anlamıyorlar tutumları böyle devam ederse okun hep kendilerini sıyıracağını.
Kendi tutsaklıklarının da köklerinin burada olduğunu anlamıyorlar…

Mayıs 1990

Türkiye kendi Sartre’ını arıyor

Olayların ve toplumsal eylemlilik düzeyinin insanı geliştirdiğini, düşünceyi derinleştirdiğini, düşünsel boşlukları doldurduğunu görmek gerek.
Toplumsal eylemlilik düzeyinin eriştiği aşamayı, bir sevinç kaynağı olarak karşılamak gerek.
Düşüncenin gelişmesinin toplumsal eylemliliğin arkasından gelmesini doğal karşılamak gerekiyor. Ama doğmalara sığınmış, skolastik kalıplar içerisinde eritilmiş bir düşünsel sistem, gelişmişliği değil, tutuculuğu temsil ediyor.
Skolastisizmi yıkmak gerekiyor. Toplumsal eylemliliğin, toplumsal olayların eriştiği düzeyin şovenist dalgayı ve skolastik düşünce kalıplarını sarsmaya başladığı görülüyor.
Sevindirici oluyor.
OLAY-1: 1988 Martında Irak Kürdistan’ında Halepçe kasabasında sivil halka karşı İRAK Hükümet kuvvetlerince kimyasal silahlar kullanılıyor. Beşikteki çocuklardan yetmiş yaşındaki yaşlılara kadar toplam 5000 kişi yaşamını yitiriyor, on binlerce kişi sakat kalıyor. Kimyasal silahların kullanılması daha 1925 Cenevre Anlaşması ile yasaklanmış ve Irak Hükümetinin bu anlaşmayı 1932 yılında onaylamış olmasına karşın, Kuzey Irak’ta 5000 Kürt’ün kimyasal silahlarla yok edilmesi, tekelci basın ve iletişim organlarınca küçük ve şuadan bir haber olarak duyuruluyor, katliama bir haber değeri bile biçilmiyor. Daha önemlisi de katliam, dünyada herhangi bir tepki toplamıyor.
Tek istisnayla: Almanya’da Doğayı Koruma Derneği, kimyasal silahların kullanılmasını protesto ediyor, kimyasal silahların kullanılmasının doğal dengeyi bozduğu, bitki örtüsünü tahrip ettiği ve ilkel canlıların yaşamını doğrudan etkilediği için…
OLAY- 2: İsmail Beşikçi’nin ‘Devletlerarası Sömürge…’ isimli sosyolojik bir araştırması, yayınevinden çıktığı gün toplatılıyor ve bir süre sonra da yazarı tutuklanıyor. Kitabın toplatılması ve yazarının tutuklanması, Güneş gazetesi ve 2000’e Doğru dergisi dışında, basın-yayın organlarında sessizlikle geçiştiriliyor. Bir kısım gazeteci yazarların karakola veya mahkemeye çağrılması veya cinsellikle ilgili herhangi bir çeviri kitabının toplatılması karşısında, yoğun bir tepki gösteren basın organlarında toplatma-tutuklama olayı, bir habere konu olabilecek kadar bile değerli bulunmuyor. Daha önceki yıllarda yasaklama ve sansür kararı karşısında, toplu bir tepki göstererek H. Miller’in ‘Oğlak Dönencesi’ni toplu yayınlayan ve Ç.Emeç’in katledilmesi üzerine ortak imzayla basın açıklaması yapan yayınevleri arasındaki dayanışmanın, sıra ‘Devletlerarası Sömürge…’ kitabına gelince bir işlevi olmadığı görülüyor. İnsan hakları ile ilgilenen örgütler ve yazar örgütleri ise sessizliğe gömülmeyi tercih ediyorlar.
OLAY-3, 4, 5… Basın Filistin intifadasını övüyor ve Arafat’ın, Filistin’de İsrail işgalcilerine karşı taş atan çocuklar için kullandığı küçük generaller’ sözünü övgüyle aktarıyor, ama aynı basın sokağa dökülen binleri, ‘hain’, ‘bölücü’, ‘terörist’ ilan ediyor. Lozan’ın korunması çağrısı yapılıyor.
VE OLAYLAR DİZİSİ: Bir yığın siyasal-sosyal gelişme arasında öne çıkan iki olgu: Bir ulus kendi kimliğini dayatıyor, kadın cinsi kimlik kazanma savaşımı yeriyor…
Sistem bir ulusun ulusal kimliğini, kadının cinsel kimliğini ısrarla reddediyor.
Bir ulus, ulusal kimliğinin reddedilmesini reddediyor. Ret Cephesi kuruluyor.
Doğayı korumayı hedefleyen örgütlerin yaygınlaşmamış olmasını bir eksikliktir. Bu tip örgütlerin varlığı ve yaygınlığı, hiç değilse canlının yaşama hakkını, bir hak olarak, insanların tartışma gündemine gelmesine vesile oluşturuyor. Bir ulusun kimlik savaşımı ile en azından, bir canlının varolma savaşımı arasında kıyaslama yapılabiliyor.
İnsan hakları ile ilgilenen örgütlerin, insanın büyükçe bir bölümünün, kadın cinsinin ve özellikle bir ulusun kimlik kazanma savaşımını fazlaca insani bulmadıkları anlaşılıyor. Egemen ulusun aydını, bir ulusun kimliksiz bırakılmasından komisyon alıyor. Ulusal gelir sömürgede kişi başına 450 dolar olarak dağıtılıyor, ülke ortalaması ise 1000 doların üzerinde. Aydının sömürgeciliği ve kimliksizliği savunmasının ekonomik ve sosyal bir temeli var. Egemen aydın bir ulusun kimliksizliğini onaylamak suretiyle, kendisini de kimliksiz bırakmış oluyor. Tepki toplayan ve trajik sonuçlara yol açan bir takım olayların, bir ulusun, kimliksiz bırakılmasına karşı doğal tepki olduğunu göremiyor, doğal tepki karşısında hoşgörü taşımıyor.
Kimliksiz aydın, insanlaşmanın tarihsel sürecinin dışına düşüyor, kendini yeniden üretemiyor, insanlaşma sürecine katılamıyor.
İnsanlaşma tarihsel bir süreci kapsıyor ve sürüyor. İnsan ancak dayatılmış olan kimliği reddederek, insanlaşma sürecine katkıda bulunabiliyor.
Kapitalizm, hep tek-yanlı, dar kafalı ve kimliksiz insan tipi yaratıyor.
Egemen aydın, insanlaşma sürecinin dışında, kimliksizlik bunalımı yaşıyor ve hep çifte ölçülere, çifte normlara sığınıyor. İsrail Siyonizm’inin Filistinlilerin kimliğini yok etmek istemesinin karşısında yer alıyor. Bulgaristan’daki şovenist-Slav dalgasının Türk kimliğini ezip geçmesini lanetliyor, Filistinlilerle ve Bulgar Türkleri ile dayanışmasını ilan ediyor.
Kendi ünü, ülkesinin ününü aşan aydın, her gün içe-içe yaşadığı bir ulusun kimlik savaşımının karşısına dikilmek için, önce kendi kimliğini reddetme yolunu seçiyor, genel normları feda ederek, bir ulusun kimliği ile kendi kimliğini eşitlemeye çalışıyor.
Olumsuz bir çifte standartlılık, aydını ve ülkesini kimliksiz bırakıyor.
Aydının kimlik savaşımı açısından, belki de çok bilinen bir örnek: Jean Paul Sartre, 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında, Fransız emperyalistlerinin, Fransız sömürgecilerinin yanında değil, Cezayir halkının, Cezayir ulusunun yanında yer alıyor. Cezayir halkının, Fransız sömürgecilerine karşı sürdürdüğü bağımsızlık mücadelesini desteklediğini açık bir manifesto ile ilan ediyor. Fransız askerlerinin Cezayir’den çekilmesini ve Cezayir halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istiyor. Sartre, Fransız gericiliği ve kamuoyu tarafından ‘hain’ olarak ilan ediliyor. Cezalandırılması için yoğun bir kampanya başlatılıyor. Sartre’nin ünü, Fransa’nın ününün önüne geçiyor. Fransız gericiliği Sartre’ı cezalandırmaya cesaret edemiyor. De Gaulle, “Fransa’nın ünü, Sartre’ın ününü kapatmaya yetmez” diyerek, Fransız gericiliğinin cesaretsizliğini sergiliyor.
Sartre’nin çıkışı, şovenist dalganın üzerinde yükseldiği korku şokunun kırılmasında, önemli bir başlangıç noktası oluyor. Fransız aydını korku şokunu atlatıyor. Fransız aydınlan, Cezayir halkının ulusal bağımsızlık savaşının saflarına geçiyor. Artık Cezayir Bağımsızlık bildirileri, Fransa’nın demokrat gazetelerinde ve yayın organlarında, dayanışma örnekleri olarak yayınlanıyor. Cezayir Bağımsızlık Savaşını anlatan kitap ve broşürler, Fransa’nın Cezayir’den elini çekmesini isteyen yayınevleri tarafından ortak imzalarla basılıyor. Fransız işçi sınıfının, Cezayir halkı ile destek-dayanışma grevleri, enternasyonalist gösteriler ve Fransız gençliğinin askere gitmeyi reddetme eylemlerine yönelmesi, bütün bunlar, Cezayir Bağımsızlık Savaşının başarıya ulaşmasında önemli bir etken oluyor.
Fransız Komünist Partisi (FKP) ise, bütün bir Cezayir Bağımsızlık Savaşı süresinde, Fransa’nın bölünmez bütünlüğünü savunuyor, Cezayir’i Fransızlar Cephesi’ne dahil etmeye çalışıyor. Cezayir halkını da kapsayan ‘Fransızlık bilinci’ sınıf bilincinin, ulusal kurtuluş bilincinin önüne geçiyor. FKP’nin Fransızlılık’ bilinci, somut yansımasını, sadece 1945’teki Cezayir Ayaklanmasında ve 1956-62 Cezayir Bağımsızlık Savaşında izlenen ‘Fransızlar Cephesi’nde, Fransızlar Birliği sömürge politikasında değil, 1930’lu yılların Halk Cephesi Hükümetinin Cezayir politikasına onay verilmesinde de buluyor. Cezayir halkının bağımsızlık istemi karşısında, Halk Cephesi Hükümeti, bu istemin sözcülüğünü yapan örgütü ‘ayrılıkçı’ olarak nitelendiriyor ve yasadışı ilan ediyor. FKP, vurguyu güçlendirme gereğini duyuyor ve Örgütün, aynı zamanda gerici ve faşist olduğuna karar veriyor, Hükümet politikasını onayladığını açıklıyor. Cezayir topraklan da dahil olmak üzere, Fransız Cumhuriyeti’ni ‘tek ve bölünmez bir bütün’ ilan ediyor.
Cezayir halkının kendi kaderini tayin hakkını bağımsızlık yönünde kullanması, sadece Fransız sömürgeciliğinin ‘bölünmez bütünlüğü’ hayallerini suya düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda FKP gibi sosyal-şoven örgütlerin kimliksizliğini de açığa çıkarıyor.
Daha önemlisi de, JPİ Sartre gibi aydınlara kimlik ve özgürlük alanı kazandırıyor. Ezen bir ulus aydınının da özgür olamayacağını gösteriyor.
Bugün FKP benzeri parti ve Örgütleri her yerde görebilmek mümkün. Yüzyıllık şovenizm ve sosyal-şovenizm toplumun ve bireyin bütün gözeneklerine sinmiş durumda.
Şovenizm korku dalgaları eşliğinde ilerliyor.
Korku şoku yaşanıyor.
1985 yılındaki Aydınlar Dilekçesi, Eylül sürecinin getirdiği korku şokunun atlatılmasında bir başlangıç noktası olması açısından önem taşıyordu.
Aydın, Aydınlar Dilekçesi aracılığıyla kendi yarattığı korkularını yeniyordu.
Şovenist dalganın etkileri ve yüzlerce yıllık koşullanmışlık, bugün egemen ulus aydınının korkudan korkmasının tarihsel ve kültürel zeminini oluşturuyor.
Şovenist, sosyal-şovenist dalgayı kırmak ve korkuyu yenmek için küçük de olsa bir adım atmak gerekiyor. Yeni bir Aydınlar Manifestosu, belki de korkuyu yenmede küçük bir adım olacak.
Türkiye, bugün kendi Sartre’ını arıyor. Türkiye tarihsel, siyasal ve kültürel birikim ve eylemlilik düzeyi açısından şovenist dalganın üstüne çıkabilecek demokrat bir aydın potansiyeline sahip. Ama kendi Sartre’ına sahip değil.
Türkiye’nin kendi Sartre’ına sahip olamaması çok büyük bir eksiklik olarak ortaya çıkıyor.
Basın, basın özgürlüğünü savunmayarak, haber verme özgürlüğü hakkını dahi kullanmayarak eksikliği derinleştiriyor. Şovenist dalgayı, korku şoku dalgalarını yaygınlaştırıyor. “Nadir”ane genelgelerin tepki toplamaması bile, basının bir bütün olarak tekellere bağımlılığının göstergesini oluşturuyor. Basının yönlendirici kalemleri, gazeteci-yazarlar, kendilerini İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarının memurları olarak görüyorlar.
Kendi kimliğini değil, dayatılan bir kimliği taşıması, insanın sonsuz olarak soysuzlaşmasına, ahlaki olarak çürümesine kapıyı açıyor.
Kendi kimliğini reddeden insan, “tutarlılık” sergiler ve bir ulusun ulusal kimliğini de reddeder.
Toplumsal eylemliliğin düzeyi ve ulusal kimlik arayışı, reddin reddedilmesinin maddi zeminini sunuyor.
Ulusal kimlik arayışı ve reddin reddi aydına da kimlik kazandırıyor.
İsmail Beşikçinin kitabının 200 imzayla basılacağının açıklanması, sadece bir açıklama düzeyinde kalmadığı takdirde, aydının kimlik arayışına yönelimini simgeliyor.
Olumlu bir aşama olarak, bundan ancak sevinç duyulabilir.
Aydın, dayatılan kimliği reddettiği ölçüde, ancak bu ölçüde, insanlaşma sürecine katkıda bulunabilir.
Sartre gibi aydınlar, dayatılan kimlikleri reddettikleri için büyük kalabilmişlerdir.
Türkiye’nin en büyük aydınlan hep küçülerek büyümeye çalışıyorlar.
Türkiye’nin küçük aydınlan, bir önkoşul olarak, ancak bir ulusa kimlik arayışı hakkını tanıyarak, kendi kimliklerine sahip çıkarak büyüyebilirler.
Türkiye hala kendi Sartre’ını arıyor.
FKP’lere karşın, FKP’leri ve korku dalgalarını aşarak bir ulusun onuru olabilmiş Sartre’lar sevilmelidir.
1950’li -60’lı on yılların Fransa’sının 1990’lı yılların Türkiye’sinden çok büyük olmadığı düşünülmeli.
Bugün kendi yanmasında kendi Cezayir’i ile iç-içe yaşayan bir coğrafi zeminde, bir Sartre tavrı sergilenmesine sonsuz bir özlem duyuluyor.
25 Mart 1990

Mayıs 1990

TPLF-Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’nin 15. kuruluş yıldönümü Londra’da coşkuyla kutlandı: TPLF Onurumuzdur

Tigray Halk Kurtuluş Cephesi, TPLF, Etiyopya Demokratik Halk Cephesi, Eritre Halk Kurtuluş Cephesinin İngiltere’deki halk cepheleri geçen yıl birleşmişler ve Etiyopya Devrimci Demokrat Halk cephesini kurmuşlardı. Kurulan bu cephe kısa sürede önemli başarılar elde ederek Faşist Derg hükümetini tam köşeye sıkıştırmışlardı. Derg rejiminin elinde sadece Başkent Adiss Ababa kalmış ve cephe şu anda tüm gücüyle sıcak bir savaş içerisinde, Faşist Derg rejimine karşı… Trigraylı M-L’ler kendi topraklarını kurtarıp özgürlüğe yakın olarak yollarına devam ediyorlar. Ancak bununla da kalmayarak tüm Etiyopya’yı kurtarmak için Etiyopya Demokratik Cephesiyle birleşerek Etiyopya Devrimci Demokrat Halk Cephesini kurdular. Bu cephe önderliğinde savaşarak bir Etiyopya kurma yolunda hızla ilerliyorlar… Sovyet revizyonistleri gerilemektedir. 1 Nisan 1990 Pazar Günü Londra’daki DAY-MER’de bir araya gelen cephe temsilcileri Etiyopya, Tigray ve Eritre’deki son durumları tartıştılar. Uluslararası Dayanışma, Cephenin şu anda karşılaştığı önemli sorunlar üzerinde tartışıldı. Etiyopya’ya gönderilen yiyecek, giyecek ve ilaç yardımlarının çeşitli Emperyalist ülkelerce engellenmeye çalışıldığı, bununla Derg rejimine açıktan destek olduğu vurgulanan bu toplantıda Eritre Halk Kurtuluş cephesi ile Etiyopya Tigray cephesi arasında büyük siyasi ayrılıklarının olduğu her iki cephe temsilcisi tarafından vurgulandı. Revizyonist düşünceye yakınlığı ile bilinen Eritre Halk Kurtuluş Cephesi ile birliğin uzak olduğu, vurgulandı. Toplantı sonunda tüm kamuoyu destek ve dayanışmaya çağırıldı.
Ayrıca MLLT (Tigray M-L Ligası)nın önderlik ettiği ve tüm Dünya halklarının övüncü olan TPLF-Tigray Halk Kurtuluş Cephesi’nin 15. kuruluş yıldönümü Londra’da coşkuyla kutandı. Londra’da yaşayan Tigraylıların katıldığı ve organize ettiği 15. kuruluş kutlaması Güney Londra’daki Wheatsheaf Community Centre’de yapıldı. Türkiyeli Devrimcilerin yanı sıra Britanya Devrimci Komünist Partisi de geceye katıldı. Sıcak mücadeleden çekilmiş resim ve video gösterisi, Konuşmalar, Tartışmalı-sorulu-cevaplı bir konferans, film gösterisi, halk dansları ve diğer kültürel ve siyasal etkinliklerle geçen geceye ilk kez katılmanın sevinci Türkiyeli Devrimcilerde hissedilir durumdaydı. Halkların Kardeşliği ve Proletaryanın Uluslararası dayanışması böylesi anlarda kulaklara küpe gibi takılıyordu. Savaşın verdiği sıcaklık ve zafer şarkılarının yakında tüm Etiyopya halkları tarafından tek bir ağızdan söyleneceği umudu… Tüm ağırlığıyla gecede üzerimize çöküyordu. Çoktandır çok özlediğimiz belliydi böylesi bir ağırlığı hissetmek ve hemen ülkemizdeki halkların yükselen sıcaklığı belleğimize yerleşiyordu. Ne güzeldi mutluluğu tatmak, zafere koşan insanlardan… Dile kolay koskoca on beş yıl, hem de her gün, her saat ellerde silahlarla ölümle burun buruna özgürlüğe koşmak… 15 yıl boyunca silahlı mücadele vermek, Etiyopya topraklarında, açlığın, yokluğun diz boyu olduğu bir ülkede ve bir o kadar da halk… ve bir o kadar da Faşizmin bütün çirkefleri… Bir o kadar da Sovyetlerin sosyalist maskeli işgalci emperyalistleri… Tüm bunlar mı? Hayır. Hayır. Daha niceleri… İşte hepsine meydan okurcasına çıktı karşılarına TPLF 18 Şubat 1975’te. Hem de ikinci bir, Arnavutluk olacağız şiarını her gün yüzlerine söylercesine… TPLFnin 15 yılı zor ve ağır koşullarda geçti ama sonunda Faşizmi diz çöktürdü karşısında. Şimdi Kurtuluşa daha yakın Etiyopya ve Tigray Halkları. TPLF Onurumuzdur, diyerek geceden ayrılıyorduk 7 Nisan 1990 Cumartesi akşamı…
S.K. Bilen-Londra

Mayıs 1990

71’in Militan ve Kararlı Ruhu Yaşıyor: ŞAN OLSUN MAYIS’a

Türkiye 20 yıldır farklı bir Türkiye artık. 68’lerden başlayarak, 71 devrimcilerinin eylemlerinden bu yana Türkiye’de her şey daha farklı gelişiyor. Türkiye, 20 yıl öncesine göre, tarihini, değişik türde, farklı ve yeni bir unsurun katılmasıyla farklı yaşıyor. Türkiye insanı, hem farklı bir ülkede yaşıyor 20 yıldır, hem önceden tanıklık etmediği olaylara tanık oluyor hem de bu olayları, kimine katılarak, kiminden etkilenerek yaşıyor, deney biriktiriyor, eğitimini ilerletiyor, öncüler yetiştiriyor, öne çıkıp ileri atılan değerli evlatlarıyla, şehitler de vererek, yüceliyor. 20 yıldan bu yana mücadelenin yükseldiği de oldu düştüğü de; emekçi yığınlar coşkulu yıllar, haklar koparıp aldıkları meşruiyet dönemleri de yaşadılar, toplumsal muhalefetin hemen tümüyle ezildiği, seslerini yükseltemedikleri karanlık gericilik yılları da. Ama uzun yıllar geçerli olmayan bir faktör, 71 devrimcileri ve onların eylemleriyle ülke gündemine girmişti artık: Toplumsal siyasal muhalefet. “Anarşistler”, “teröristler” edebiyatına başlamıştı burjuvazi ve gericilik. Kemalizm’iyle, milliyetçiliğiyle, parlamentoculuğu ve darbeciliğiyle, “yukardan” hak bekleyişi ve reformculuğuyla yasalcılığıyla sistem içinde yer tutan, düzenin eklentisi “majestelerinin muhalifçiliği” aşılmıştı. Türkiye solu düzen dışılığa yönelmişti.
TİP ve TKP’nin Amerikan 6. Filosu’nu protesto gösterilerinin önüne kurduğu barikatın Deniz Gezmiş ve Devrimci Öğrenci Birliği’nce parçalanmasıyla başlanmıştı. Besleme şeriatçı-faşist milislerin özellikle öğrenci gençliğe yönelik silahlı saldırılarına karşı savunmanın geliştirilmesiyle başlamıştı. Anti-faşist, anti-emperyalist eylem içinde parlamentoculuk ve darbeciliğin çıkmazının pratikte ortaya çıkışıyla sürmüştü. Devrimci eylem, barışçıl hayalleri parçalamıştı. Emperyalizm ve özellikle Amerikan emperyalizminin yağma ve tahakkümü, burjuvazi ve gericiliğin sömürü ve baskısı ve reformcu, Kruşçev ve uzantılarının uluslararası ve ulusal gericiliklerle, emperyalizm ve faşizmle uzlaşma ve işbirliği rüzgârının oluşturduğu tepki zıddını doğurmuştu. Emekçi halkın, özellikle gençliğinin sömürü, yağma ve baskıya ve revizyonist reformcu uzlaştırıcılık ve yarıştırıcılığa tepkisi, kendini, ileri unsurlarının, öncü evlatlarının devrimci tutum ve eylemliliğinde açığa vurmuştu. Solcu insan, solcu tipi değişmişti. Kendisini değil halkı ve onun çıkarlarını düşünen, toplumcu, gözünü budaktan esirgemez, halkını emperyalizm ve gericiliğe peşkeş çekmeyen ve önemlisi eyleminde her şeyini, yaşamını ortaya koyan yeni türden muhalifler ortaya çıkmıştı. Dişinden tırnağına silahlı bir düşmana, emperyalizm ve faşizme karşı cesaretle ileri atılan, konulan sınırları ve entegrasyon kanallarını tanıyıp kullanmayan yeni solcu tipi oluşmuştu. Ve uzlaşma tanımayan, boyun eğmeyen bir mücadelecilik ve direniş ruhuyla, doğruluğu ve gerekliliğine inandığı en ileri mücadele yöntemlerini uygulamaktan kaçınmayan, uygulamalarından ürküntü duymayan, attığı her adımın bedelini karşılamaya hazır bir toplumsal muhalefet unsuru, temelleri sağlamlaşarak giderek gelişip genişleyecek olan devrimcilik ve toplumsal devrim faktörü, siyaset yapan herkes tarafından hesaba katılmak zorundalığıyla artık bir gerçek olarak gündemdeydi.
Türkiye devriminin yolunu 71 devrimcileri açtı. Artık uzlaştırıcılar, yatıştırıcılar yetersiz ve işlevlerini tümüyle gerçekleştirmede yeteneksizdirler. Bir uzlaşmazlık uçurumu açılmıştı çünkü. İşleri zordu. Bir yol, bir örnek vardı. Salt düşüncede karşı konulmakla kalınmamıştı, pratikte bir örnek konmuştu, düzen bir kez sarsılmıştı ve bir daha yıkıcı, dönüştürücü muhaliflerinden kurtulamayacaktı. Ve üstelik muhalifler, dersler çıkararak, kendilerini ve emekçi halkı eğiterek, tabanlarını genişleterek gelişeceklerdi.
Bugün, 71 devrimcilerinin eyleminden 20 yıl sonra, emperyalizm ve sosyal emperyalizm, burjuvazi ve revizyonizm yeni bir uzlaşma rüzgârı ve dönemi örgütledi. Dünya gericiliği, Gorbaçov’undan Bush’una kadar yeniden barış hayalleri üretiyor. Uluslararası ve ulusal alanlarda çıkarların karşılıklı dengelenmesi ve birliği, özgürlük ve barış dünyasının uzlaşma ve işbirliği ile kurulması, gerici propagandanın temel yönlerinden biri durumunda. Demirel “teröre karşı” hükümete destek veriyor. SHP “ulusal mutabakat hükümeti” öneriyor. TBKP’den Aydınlık’a kadar tüm bir reformcu revizyonist cephe ulusal konsensüs peşinde. Uzlaşmacılık yeniden moda. Ama bu moda özellikle Türkiye’de pek tutmuyor. Tüm bir burjuva iletişim aygıtının saatler ve sayfalar dolu propagandası, burjuva bürokratik-militarist mekanizmanın ideolojik, eğitsel ve kültürel olmakla kalmayan idari ve siyasal tüm yüklenişi, bu modayı kalıcı bir şekilde yerleştirmede yetersiz kalıyor. Oysa bu moda, 20 yıl önce yerleşikti Türkiye’de, yıkıcılıktan söz edilmezdi, en “ileri” muhalefet bile, hem de son derece dar ve gelişkin olmayan kanallardan düzene bağlanır, onu güçlendirirdi. Şimdi uzlaşmacılık propaganda ve girişimleri, beklenen toplumsal etkiyi gösteremiyorsa, bu, kuşkusuz, her şeyden önce, maddi toplumsal koşullar dolayısıyladır. Toplumu uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları temelinde kutuplaştırmış olan kapitalizmin egemenliği nedeniyledir. Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla bölünmüş bir kapitalist toplumun güçleri ve insanları ne denli uzlaştırılmaya çalışılırsa çalışılsın, bu çaba temelde başarısızlığa mahkûmdur. Ancak bu çaba, Türkiye’de geçici bir başarıya da ulaştırılamıyor. Çünkü karşıtları ve onların elinde örnekleri vardır, açılmış bir yolları vardır, dönem dönem azalsa ya da çoğalsa da oluşmuş bir güçleri vardır. 71 devrimci eylemliliğinden bu yana karşıtı ve karşı koyucuları, siyasal ve ideolojik olarak reddedicileri olmayan bir siyasal ve toplumsal uzlaşma ve uzlaştırıcılık, bunun her hangi bir girişimi olanaksızdır. Ve burjuvazi ve gericilik açısından işin kötüsü, uzlaşma karşıtlığı, kararlı bir uzlaşmazlık, sadece siyasal alanda, toplumsal siyasal pratik ve eylem alanında belirli bir güç oluşturmakla kalmamaktadır, toplumsal düşünceye “sızmıştır”, ideolojik baskının en üst boyutlara vardırıldığı en karanlık baskı dönemlerinde de varlığına son verilmemekte, etkileri giderilememektedir; uzlaşmazlık, Türkiye’de toplumsal kültürün bir unsuru halindedir artık, 71 devrimcileri ve eylemleri, emekçi halkın yüz bin yılların içinden süzülüp gelen uzlaşmazlık ve direniş geleneklerini canlandırmış ve üstelik Marksist hareketin işçi hareketiyle birleşme yolunda attığı adımlar bu uzlaşmazlığın sağlam proleter temeline oturma yönünde mesafeler kat etmesiyle gelişmesine yol açmıştır. Ezilen bir halkın kararlı direnişi, salt askeri stratejik nedenlerle, coğrafi nedenlerle ya da örneğin Bekaa ile açıklanamaz. 71 devrimcilerinin canlandırdıkları Pir Sultan’ın direniş geleneği, onların yeniden açığa çıkardıkları halkların etine kazınmıştır uzlaşmazlık geleneği, emperyalist, sömürgeci yağma ve baskının yanı sıra temel bir hareket ettirici güç ve etkendir. Öncü devrimci siyasal örgütlenmeler, doğrudan örgütsel devamı olsunlar ya da olmasınlar, 71 devrimcilerinin ve onların uzlaşmazlıklarının devamı ve mirasçılarıdırlar. Grevinde, direnişinde, gösterisinde kararlı, uzlaşmaz ve militan mücadeleci bir tutum izleyen işçi, şiddeti içeren yöntemler kullanarak taban fiyatlarına tepkisini ortaya koymaya yönelen köylü, demokratik ve özerk üniversite ve bağımsız ve özgür bir Türkiye için uzlaşmaz bir tutumla mücadele eden genç, 71 devrimcilerinin mirasçısıdır.
Kendilerinin ve siyasal yönelişlerinin sınıf kökeni, içeriği ve tabam ne olursa olsun, bu uzlaşmazlık ve kararlılık, proleter bir sınıf özelliğidir. 71 devrimcilerinin bu proleter sınıf özelliğine hiç kimse dil uzatamaz ve bu özellikleri onların temel bir yönü olarak, küçümsenemez. Proletaryayı, uzlaşmacılıktan ve barışçıl hayallerine Kruşçev ve Gorbaçov, düzenin eklentisi oluşlarıyla TİP- TKP ve Aydınlıkçılar temsil etmedi, etmiyorlar, onlar geçmişin gücüdürler, 71 devrimcileri ise, uzlaşmazlıklarıyla, bu proleter özellikleriyle geleceğin temsilcisi ve gücüydüler. 20 yıl sonrasının geleceği, bir yönüyle onların eseridir. Onlar ya da onlar gibileri olmadan bugüne varılamazdı.
Günün bir başka modası, “insancıllık”tır, “hümanizm”dir, “global insani değerler ve talepler”dir. Bu moda, bir yandan yine bir temel uzlaşmacılık nesnesidir, kapitalist toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlığı temelinde bölünmüşlüğünün inkârından hareketle, burjuvazi ile proletaryayı “tek bir insan”da bütünleştirmeyi ve bu iki karşıt sınıfın çıkar ve taleplerinin uzlaştırılmış “tekniği”ni varsaymaktadır; öte yandan, “insani- değer ve talepler”, “hümanizm”, kapitalizmin insanı ve onun değerleri, burjuvazi ve burjuva değerler, özel çıkarlar, mülk ve mülkiyet düşkünlüğü, bireycilik, rekabetçilik gibi “değerler” üzerine, piyasada gerçekleşen değerler üzerine kurulmaktadır. Sovyetler Birliği ve bütün bir Doğu Avrupa sosyalizmin değerlerinin çiğnenmesiyle bu “yeni” ve çürümüş değerler temelinde yeniden örgütlenmektedir. Tüm kapitalist dünya ve onun bir parçası olan Türkiye’de bu değerler zaten insanlara yön veriyor olmakla kalmamakta, yeni bir hız ve atılımla güçlendirilmeye çalışılmaktadır.
Proletarya, bu burjuva, küçük burjuva değer ve özlemleri, gelenekler ve alışkanlıklardan güç alarak yayan bir küçük burjuva atmosferle ona kaynaklık eden, burjuva sistem tarafından etkilenmiş ve kendine bağlanmış, küçük burjuva uzlaştırıcıların bilinç ve ruh hallerinde cirit attığı bir dizi toplumsal tabaka ve geçiş tipleriyle çevrili durumdadır. Etkiye açıktır. Burjuva, küçük burjuva yozlaştırıcı akımlar çeşidi devrimci gruplaşmaları da etkilemektedir, ama bir noktaya kadar. Yine bir örnek vardır, Marksist hareket tarafından geliştirilmekte olan 71 devrimcilerinin yeni insan tipi örneği, geleceğin insanı örneği.
71 devrimciliği dönemi, evet, bir kahramanlık dönemiydi, ama bundan fazla bir şeydi, bir kahramanlık destanından ibaret değildi. 71 devrimcileri uzlaşmazlıkla ve kahramanlıkla öne atıldılar, ama sıradan bir kahramanlık değildi 71 eylemcilerinin kahramanlığı, önemli ve temel bir özelliğe sahipti. Bazıları küçümsüyor, siyasal ve ideolojik çizgileri savunulmadan onlara sahip çıkılamaz deniyor, 71 devrimcileri, sahip çıkılıp örneği sürdürülmeksizin geleceğe uzanmanın olanaksız olduğu bir özellik sahibiydiler. Bu onların bir diğer proleter özelliğiydi. Kendi özel çıkarlarının peşinde değillerdi, onları güdüleyen özel değil toplumsal çıkarlardı. Onlar sınıfsız toplumun, kolektif insanın değerleriyle davranıyorlardı. Toplumsal çıkar ve değerler için feda etmekten kaçındıkları hiç bir şey yoktu. Kendi mülkleri, atölyeleri, tarlaları, dükkânları için mücadeleye girmemişlerdi. Siyasal ve toplumsal hedef ve projelerin tamamen belirgin ve doğru olup olmamasının, bu noktada önemi yoktu. Küçük bir grup olarak örgütlenmişlerdi -başlangıçta kim küçük grup olarak örgütlenmez ki- ama kolektif bir ruhla hareket ediyorlardı. Kuşkusuz önderleri vardı ve kişilere güven anlayışı belirgindi, ancak, kendi aralarındaki ilişkileri ve emekçi halka ve çıkarlarına yönelik tutumları kolektif bir temele oturuyordu. Hem günlük hem de siyasal yaşamlarında karşılık ve özel çıkar gözetmeme, dayanışma, yoldaşlar ve halk için kendini feda etme, halka ve devrim davasına bağlılık, bunun gereğini en zor koşullarda yerine getirme, ’71 devrimcilerinin şaşmaz özellikleri arasındaydı. Bu dayanışmacı, toplumcu özellikler, proleter özelliklerdir, yeni insanın, sosyalist insanın özellikleridir. Ancak bu özellikleri taşıyan militanlarıyla, ancak 71 devrimcilerinin tüm yaşamlarıyla ve canlan pahasına pratik olarak ortaya koyduktan dayanışma, halka ve devrim davasına bağlılık yolunda yürüyen proletaryanın Marksist hareketi sosyalizmi kurmaya ve onun yeni insanının yaratmaya yetenekli olacaktır.
71 ‘devrimcilerinin kitabında halka zarar vermek yazmazdı, eylemlerine yön veren ilkelerin başında halkın çıkarlarına uygunluk geliyordu. İnsani değerler ve insan-severlik adına bugün ortalıkta dolaşanlarla kıyaslanması olanaksız insan severlerdi ve onlardan temelde ayrılıyorlardı. 4 Amerikalıyı kaçıran Deniz ve diğer yoldaşlar, sıradan askerler olmaları karşısında öldürmeye elleri varmayarak onları serbest bırakacak denli milliyetçilikten uzak ve hümanisttiler. Ama bu hümanizmleri, bugün moda olan gibi, emperyalistler ve gericilikle emekçi halk arasındaki çıkar zıtlıklarının üzerini örtüp, onları uzlaştırmaya çalışan, insani değerler adına teslimiyeti öngören türden bir “hümanizm” değildi. Devrimci hümanizmdi.
Bugün olanca burjuva ve revizyonist propagandaya rağmen, bu yönde baskı ve “köşe dönücülüğün” kanallarının alabildiğine açılmasına rağmen, dayanışmacı ruh, toplumcu tutum ve amaçlar, özverili, devrim, proletarya ve halkın davasına bağlı militan mücadeleci tavır etkisizleştirilemediyse, bunda uzlaşmaz sınıf karşıtlığı üzerine kurulu kapitalist sistemin mücadeleye yol açıcı temel neden olmasının yanında, 71 devrimcilerinin oluşturduğu geleneğin de rolü reddedilemez.
Emekçi halkların binlerce yıllık tarihsel deneyiminden süzülmüş bir başka geleneği daha canlandırdı 71 devrimcileri: “ferman padişahın dağlar bizimdir”. Bu, sadece bir direniş ve baskıya silahla karşı koyuş geleneği değil, düzenin baskı ve zoruna rağmen mücadele, düzenin koyduğu sınırları kabullenmeyen, yasallığı esas almayan mücadele geleneğidir de. 71 devrimcileri kendilerini yasalarla sınırlamayan bir örgütlenme ve mücadele anlayışlarıyla ileri atıldılar.
Eylül sonrası, olası baskılardan kaçışla birlikte “Gorbaçov demokratizmi”nin de etkisiyle yasalcılık yeniden moda olmuştu. Bu da, bir geleneğin devamıydı; Şefik Hüsnü yasalcılığının, TİP yasalcılığının devamı. Çıkmazı çok yaşanmıştı. Yasalcılar, her birkaç yılda bir toplu tevkifattan geçiriliyor, bir süre “mücadelece ara veriyor, sonra yeniden yasal sınırlar çerçevesinde başlıyorlardı. Son gelişmelerle, bugün yasalcılık yeni bir çıkmazla karşı karşıya. Ama canlandırılmış bir gelenek var. Yasalcılık yapmayanlar var. Kendi yöntemleriyle kitlelere ulaşanlar, seslerini duyuranlar var. Siyasal mücadele alanında bu geleneği ortaya koyanlar, devrimin yolunu açanlar değiller midir? Sinan ve diğer yoldaşlar Nurhaklarda şehit düşerken hem silahlı direniş hem de yasalarla sınırlanmama geleneğini aktardılar geleceğe, ölümleri sonunu getirmedi, bu gelenek her iki yönüyle birlikte yaşıyor.
Toplumsal muhalefet, maddi toplumsal koşulların, kapitalist, emperyalist sömürü, talan ve baskıların biriktirdiği patlayıcı madde stoklarının harekete geçirici gücü yanında devrimci geleneklerden de güç alarak varoluyor ve gelişiyor. Darağaçlarında uzlaşmazlığı, kararlılığı, davaya ve halka bağlılığı şiar edinip “Yaşasın Marksizm Leninizm’in Yüce İdeolojisi” diye haykıran Deniz-Yusuf-İnan’ın, Kızıldere’de “dönmeye değil ölmeye geldik” deyip teslimiyeti reddeden Mahir ve Cihan’ın, işkence tezgâhlarında yarattığı uzlaşmazlık ve direniş destanıyla ser verip sır vermeyen Kaypakkaya’nın yaratıp canlandırdıkları devrimci gelenekler, bugün de devrim ve sosyalizm mücadelesinin itici güçlerinden birini oluşturuyor.
Varsın “goşizm”le, “anarşizm”le suçlansınlar, açtıkları yoldan yürünmeden devrimci olunamaz, devrim ve sınıfsız toplumun zaferi sağlanamaz.

Mayıs 1990

Marksizm’i tahrifte yarışanlar ve “Yeni” durumlar “Yeni” yorumlar – 3

Bundan önceki iki bölümde, Euro-komünistlerden Andre Gorz’a revizyonistlerin Marksizm’e karşı tutumları ile teknolojist eğilimlerin Marksizm karşıtı savları üstünde duruldu. Bu bölümde ise, Marks’ı, Lenin’i “asma” iddiasındaki “Marksistlerin iddialarına değineceğiz.
Aşkın Marksistler ya da Marksizm’in sinsi düşmanları
Bundan önceki bölümlerde görüşlerini ele aldığımız eğilimler ya Marksizm’in artık geçersiz olduğunu açıkça iddia ediyorlardı, ya da bununla birlikte, Marksizm’in eskiden de geçersiz olduğunu, yeni ortaya çıkan olguların Marksizm’in geçersizliğini ortaya çıkardığını kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Bu bolümde ele alacağımız eğilimlerin, amaç açısından öncekilerden bir farkı olmamasına karşın görünüşte Marksizm’in hala geçerli olduğunu iddia ettikleri, hatta Marksizm’in Ortodoks savunucuları olarak görünmeye özen gösterdikleri halde Marksizm’i tahrifte ve gözden düşürme çabasında Marksizm’in açık düşmanlarından hiç de geri kalmadıklarını göstermektir.
Bu kampta yer alan eğilimler; Marksizm geçerlidir, iyidir, hoştur, ama diyorlar ve ekliyorlar; “Marksizm aşılmalıdır”, “diyalektik yetersizdir”, “Marksist sınıf tanımını yeniden ele alıp genişletmek gerekir” vb.
Aslında söyledikleri, Marksizm’in bugünkü koşullarda yeniden gözden geçirilmesidir, ama bunu söylediklerinde Bernsteinlerin, Kautskylerin safına düşeceklerinden çekindiklerinden bunu böyle ifade etmekten kaçınıyorlar. Bunun yerine, “aşmak” ya da “bugünün sorunlarına yanıt vermek için geliştirmek” gibi ifadeler kullanıyorlar. Ötekilerin açıkça yaptıklarını bunlar sinsice yapıyorlar.
Bütün bu eğilimlerin ortak tutumu Marks’ın, Engels’in, Lenin’in, Stalin’in “aşılması” gerektiğinde birleşmeleridir. Üstelik de bunu, “Marksizm’in bir dogma olmadığı”, Marks’ı, Lenin’in, Lenin’i Stalin’in, Lenin ve Stalin’i Mao’nun aştığını söyleyerek bir kavram kargaşası yaratma tutumlarına “meşru bir temel” oluşturarak yapmaya çalışıyorlar.
Bu bölümün önceki iki bölümünden diğer bir farkı ise, “kahramanlarının” bizim ülkemizden birileri olmalarıdır. D. Perinçek, Y. Küçük. Y. Koç ve H. Yurtseven’in Marks’ı, Lenin’i, Stalin’i “aşama” çabalarına değineceğiz bu bölümde.
D. Perinçek Marks’ı nasıl aşıyor?
D. Perinçek’in 25 yıllık siyasi yaşamım izleyenlerin de yakından bileceği gibi, Perinçek her zaman sınıf işbirlikçisi, reformist bir siyasi çizgi izlemiş, ama en aşırı sağ politikaları benimsediği, “istikrar” adına gerici parlamentoyu, faşist diktatörlüğü açıkça savunduğu dönemlerde bile koyu bir Marksist olarak görünmeye özen göstermiştir. Bunu da, Marks’tan Lenin’den sahte alıntılar yaparak, Marksist terminolojinin kavramlarının içini boşaltarak yapmaya çalışmıştır. O, bugün, sınıf işbirliği alışkanlığını sürdürdüğü gibi, kavramları çarpıtmayı da sürdürmektedir. Konumu Marks ilgili olarak çarpıtıp arkasına saklandığı kavram ise “aşma” kavramıdır.
Perinçek, “aşma” kavramını “Marks’ı aşma” olarak ele alıyor ve bu kavramı olumlu bir biçimde, somut koşulların tahlili olarak özetlenen “Marksizm’in yaşayan ruhu”nu (Lenin) yok sayarak, karşılaşılan her yeni olguda “Marks’ı aşma” iddiasını öne çıkararak Marksizm’i gözden düşürmeye çalışıyor. 2000’e Doğru’nun 1988’de çıkan 22. sayısında, “Doğu Rüzgârı” yazısında, Marks’ı sıradan Avrupalı bir aydın olarak gösterdikten ve “sosyalizm adına devrimlerin Marks’ın öngörüsü tersine Doğu’da gerçekleştiğini söyleyerek “Bu olgu, Marks’ın değil onu aşanların nakli olduğunu gösterdi. Dünya’nın değişme merkezinin Doğuya kaydığı şimdi çok daha açık görülüyor. Burada bir kez daha Marks’ın aşılması haklı çıkıyor.” (13)
Burada, Marksizm’e yöneltilen “Avrupa Merkezci” suçlamasını ve Marksizm’i açık düşmanı liberal çevrelerle aynı dili kullanarak Marksizm’in gözden düşürme çabasını bir yana bırakıyor, onun için bir öğünme vesilesi, keskin devrimci görünme kılıfı olan aşma kavramı üstünde kısaca durmak istiyoruz.
“Aşma” kavramı, Hegel felsefesinden Marksist terminolojiye aklanmış bir kavram olup, herhangi bir şeyin olumsuz yanını reddedip olumlu yanını daha üst bir düzeyde gerçekleştirmeyi ifade eder. Hegel’de “aşma” kavramı mantıksal düzeyde ele alınır, Hegel’e göre, olumsuz aynı zamanda olumludur ve olumlu olumsuzu inkâr ederken aynı zamanda olumsuzun da olumlu yanlarını içererek daha zengin bir içeriğe kavuşur. Yani, kendisinden farklı olarak hem kendisinin nemde karşıtının olumlu yanını içermektedir. Böylece, bütün dış etkilerden bağımsız olarak karşıtıyla zenginleşen kavram sürekli olarak gelişir. Hegel’de kavramsal düzeyde ele alınan “aşma”, Marksist terminolojide alt olandan üst olana geçişi ifade eder. Örneğin Diyalektik Materyalizm, idealizmle çelişen kaba materyalizmin aşılmış bir biçimidir. Diyalektik materyalizm aşmış bir biçim olarak, aştığı kaba materyalizmle idealizmin olumlu yanlarını içermiş olarak önceki materyalizme ve idealizme göre daha zengin ve üst bir içeriktir. Toplumsal planda ise, feodalizmle çelişen kapitalizm feodalizmi tasfiye ederken onun olumlu yanlarıyla kendini zenginleştiren daha üst bir toplum biçimidir. Aynı biçimde, kapitalizmi yadsıyan sosyalizm de kapitalizmin yarattığı olumlu değerleri alarak karşıtından aldıklarıyla zenginleşir.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi “aşma”nın gerçekleşmesi gibi bir sav, bir de karşı savın olması gerekiyor. Aşanın, aşılanın olumlu yanlarını da içererek zenginleşmesi gerekiyor. D. Perinçek’e göre, devrim Marks’ın öngörüsünün aksine “Doğu”da gerçekleştiğine göre, Lenin Marks’ı, Mao ise (herhalde Çin daha da Doğu’da olduğundan olacak!) Marks ve Lenin’i aşmıştır.
Bir “aşma” söz konusu olması için, ya Marksizm monist (tekçi) değil, çokçu bir öğretidir ve eklektik niteliğinden dolayı çelişen yanlardan biri ötekini inkâr ederek aşabilir, ya da Marksizm monist bir öğretidir, ama onun dışında gelişen karşıt bir öğreti tarafından aşılabilir. Örneğin, Marksizm’in Hegel’ciliği aşması gibi. Ama Marksizm’in monist bir öğreti olduğunu D. Perinçek bile reddedemediğine göre, aşma olması için ancak Marksizm dışında oluşan bir öğreti Marksizm’i inkâr ederek ortaya çıkabilir. Bu durumda ise, ortaya çıkan öğreti adına Marksizm dese bile artık o Marksizm’le bir ilgisi kalmamış yeni bir öğretidir. Nitekim Marksizm’in tarihi boyunca Marksizm’i aşma iddiasında bulunan pek çok “Marksist” çıkmıştır. Ama Lenin, Stalin gibi büyük Marksistler böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Tersine Lenin ve Stalin Marksizm’e dâhiyane katkılarına karşın Marks’ı aştıklarına dair bir şey söylemedikleri gibi, Marks’ın sadık izleyicileri olduklarını defalarca vurgulamak ihtiyacını duymuşlardır.
Marksizm’in ortaya çıkmasından bu yana Marks’ı aştıklarım iddia eden “büyük Marksistler” olmamış mıdır? Elbette olmuştur: 1870’lerde, daha Marks’ın sağlığında E. Duhring, Marksizm adına “bilimi altüst ederken” Marksizm’i de altüst edip onu liberal bir burjuva öğretisine dönüştürerek Marks’ı aşmayı başarmıştı. 1880’lerin sonunda E. Bernstein, diyalektik Marksizm’e sızmış Hegel’ci bir “yük” olarak görüp, diyalektiksiz bir Marksizm yaratmak iddiasıyla ortaya çıktı ve Marks’ı aşmayı başardı. Ama bu başarı ona revizyonizmin babası olma onurunu kazandırdı. 1915’den sonra ise K. Kautsky, Marks’ın diyalektiğini Hegel’ci bir anlayışla yorumlayarak Marksist çelişme kuramını reddederek Marks’ı aşmayı denedi; “saf demokrasi” ve “ultra-emperyalizm” kuramlarıyla “burjuvazinin bir kahramanı” olmanın ötesine geçemedi. Troçki aynı aşma çabasını “sürekli devrim” kuramıyla yapmaya çalıştı ve bütün “sol” görünümüne karşın emperyalizmin ve Hitler’ci faşizmin hizmetkârlığı rolünü başarıyla yerine getirdi. 1930’lardan itibaren ise, Marks’ı ve Lenin’i “aşmak” gerekiyordu: bu görevi Troçki ve D. Perinçek’in esin kaynağı Mao üstlendi. Mao, Marks’ı ve Lenin’i “aşma” çabasının temeline Marksist diyalektiğin “karşıtların birliği ve mücadelesi” yasası dışındaki bütün başlıca yasalarını reddetmeyi koydu ve üstelik tek yasayı da Hegel’ci bir tarzda yorumlayarak, Marksist çelişme kategorisinin en başına da “baş çelişme”yi ekleyerek Marks’ı, Lenin’i ve Stalin’i astı.” Aşmasına “aştı” da vardığı öğreti Marksizm’in daha üst bir bireşimi değil, eski Çin felsefesi ile Marksizm’in eklektik bir karmaşası olan reformcu, köylü-burjuva nitelikte bir öğreti oldu. Mao, diyalektiği metafizik kalıplar içinde, alt olandan üst olana doğru ilerleyen süreçlerin öğretisi olarak değil karşıtların sürekli birbirine dönüştüğü dairesel süreçlerin öğretisi terekesine düşürdü. Bu yüzden de, 3. Enternasyonal’in bütün desteğine karşın ÇKP Marksist bir parti düzeyine yükselemedi. Mao, Marks’ı ve Lenin’i aşma iddiasıyla ortaya çıktı, ama bununla Çin’i Marksistleştiremedi, tersine Marksizm’i Çinlileştirerek, onu bir köylü öğretisine dönüştürmeyi başardı. 1950’lerden itibaren Troçkist 4. Enternasyonal’in ideologları diyalektiğin başlıca yasalarından biri olan “Niceliğin niteliğe dönüşmesi yasasını” geçersiz ilan ederek Marksizm’i bir kez daha aşmayı denediler ve buradan “sürekli bunalım”, “silahlı propaganda”, “suni denge” gibi anti Marksist içerikte kavramlara, anti-Marksist bir ideolojik ve siyasi tutuma vardılar. Tito, Kruşçev, Euro-komünist eğilimler ise, diyalektiği üstü örtülü biçimde, proletarya diktatörlüğü öğretisini açıkça inkâr ederek revizyonizmin çağdaş temsilcileri olarak Marks’ı, Lenin ve Stalin’i aşmış oldular. Günümüzde ise Gorbaçov ve Gorbaçovcular ortaya çıkan yeni koşul ve olgular karşısında Marks’ı ve Lenin’i aşma iddiasındalar ve bunu başarmak için bütün eski “askın Marksistlerden” ilham alıyor, onların söylediklerini pratik sonuçlarına götürerek, Troçki’den bu yana emperyalistlerin en gözde adamları olma payesini şimdiden kazanmış durumdalar.
Hiç kuşkusuz, bizim ülkemizde de Marks’ı, Lenin’i aşma iddiasında olanlar eskiden beri var: Önce Ş. Hüsnü, sonra Aybar, şimdi ise, D. Perinçek, Y. Küçük ve tabi genellikle üniversitede kariyer yapmış pek çok “Marksist”. Bunların ötekilerden farkı, “Marks’ı aşmada” gösterdikleri çabanın azlığı değil de dünya ölçüsünde ün salamamış olmalarıdır.
D. Perinçek, hiç olmazsa bugün, bu ünlü revizyonistlerle aynı safta gözükmek pek işine gelmeyeceğinden, “ben Duhring ya da Gorbaçov gibi değil Lenin gibi Marks’ı aşmaktan söz ediyorum” diyebilir ve “Marksizm’e katkı yapmanın herkesin hakkı olduğunu söyleyerek” haklı bir konumda durmaya çalışabilir. Ama bilgi, kavramlarla kurulur ve bu kavramaların içerikleri herkes için, özellikle aynı literatürü kullananlar için, aynı olmazsa iletişim sağlanamaz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, “asma” kavramı Marksist literatürde iki karşıt arasında olan bir ilişkiyi ifade eniğinden, bir şey ancak kendi karşıtı tarafından aşılabilir Ya Marks’ın Hegel’i aştığı gibi olumlu bir biçimde olur ya da sözünü ettiğimiz revizyonistlerinki gibi tırnak içinde olur. Kuşkusuz ki, D. Perinçek bunun böyle olduğunu bilir, ama amaç katkı ya da Marksizm’i zenginleştirmek değil de burjuva ideologları ve revizyonist koronun yürüttüğü Marksizm’den kuşku yaratmak kampanyasına güç vermek olunca kavramları çarpıtmak onun amacına uygun düştüğü için böyle davranmak doğal olur.
Perinçek, “Marks’ı ağanlar haklı çıktı” derken, Marks’ın, devrimin en gelişmiş kapitalist ülkede patlak vereceği biçimindeki tespitinin doğru çıkmamış olmasına dayanmaya çalışmaktadır. Ama her şeyden önce, Marks ve Engels’in bu öngörülerinin gerçekleşmemesi, ne kapitalist özüne ilişkin söylenenlerin yadsır mahiyettedir, ne de Marksizm’in temeli olan diyalektik materyalizmin olguları incelemede yetersizliğini gösterir. Kaldı ki Marks, daha sağlığında, devrimin merkezinin Doğu’ya doğru kaydığı tespitini de yapar. Engels ise, 1849’lara ilişkin tespitlerini açık yüreklilikle eleştirir: “Ama tarih bizi de haksız çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti; yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti.” (14) Görüldüğü gibi sorun teorik bir sorun olmaktan çok ortaya çıkan yeni olgular sorunudur. 20. yy başlarında ortaya çıkan emperyalizm olgusu ve bu olgunun Marksizm ışığında Lenin tarafından çözümlenmesi ile de Marksizm daha da zenginleşir. Ama bu, Marks’ın aşılması değil geliştirilmesidir. Sınıf mücadelesindeki her ilerleme, ortaya çıkan yeni olguların çözümlenmesi Marksizm’e bir katkıdır ve onu zenginleştirir. Zaten Lenin de, “somut koşulların somut tahlilini Marksizm’in yasayan ruhu” olarak niteler.
Eğer, Perinçek’in Marksizm hakkında kuşkular yaratma niyetini bir yana bırakırsak, 1849’daki yanlışlarını eleştiren Engels’in Marks’ı ve kendisini, Lenin’in Marks’ı ve Engels’i, çıkan her yeni olguyu tahlil eden bir Marksist’in kendisinden önceki Marksistleri aştığını iddia etmek durumunda kalırız ki; bu durumda da, “aşma” kavramı bir kavram olmaktan çok sıradan bir sözcük durumuna gelir, kavram olarak anlamsızlasın Ama 2000’e Doğrudan, yukarda yapılan alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Perinçek, “asma” kavramını sıradan bir sözcük olarak kullanmıyor, terminolojideki anlamını da çok iyi biliyor. Ne var ki; Marksizm, Leninizm artık geçersizdir demek bugün işine gelmediğinden (işine böylesi geldiğinde Marksizm, Leninizm öldü, artık geçersizdir demekte tereddüt etmeyeceğine eminiz) Marks, Engels, Lenin hakkında ve tabi onların teorisi hakkında kuşkular yaratmak ve Marksizm’e açıkça saldıranları desteklemekte yetiniyor.
Nitekim Perinçek, “Marks’ı aşanlar haklı çıktı” diye fetvalar verip ama bir yandan da Marksist geçinmeyi elden bırakmadığı günlerde, 2000’e Doğru’nun sayfalarını açıkça Marksizm’e savaş açmış Batı ve Doğu Avrupalı revizyonist ve liberallere açıyordu. Polonyalı Jak Kuron’a, “Düşüncem (sosyalist devlet konusundaki düşüncesi, ÖD) totaliter devlet yönünde gelişiyor. Bu da başka bir toplumun analizinde Marksizm’in eksikliğini gösteriyor.” (abç) dedirtmek için 2000’e Doğru ta Polonya’ya muhabir göndermekten çekinmiyordu, Saçak ise, bu yazının son bölümünde değinileceği gibi anti-Marksist sınıf tahlili yapanlara sayfalarını açarak, Marksist sınıf kavramına karşı savaş açıyordu. Yine aynı aylarda, Doğu Perinçek, Gorbaçov’u alkışlıyor, Gorbaçov’u partilerine üye alabileceklerini söylüyordu. Bu arada, günün modası “68 Nostaljisi”ni de takılmaktan geri kalmıyor, 68’i Herbert Marcus’çu bir tutumla selamlayarak, onun olumsuz yanlarına övgüler diziyordu. Sadece övgü düzmekle de kalmıyor, 2000’e Doğru’nun 1968 22. sayısında “Avrupa’da devrimci sınıf yoktur, gelecekte olabilir ama bugün yoktur.” gibi zırvalarla da kendi imzasıyla açıkça Marksist terminolojinin en temel kavramlarından birisinin daha içini boşaltıyor, üstelik de bunu devrimci pozlarla yapmaktan geri kalmıyordu. “Marks’ın öğretisinin en önemli yanı” diyordu Lenin, “ondaki, proletaryanın dünya-tarihsel rolün açıklığa kavuşturuluşudur.” Çünkü Marks proletaryayı sadece ezilen ve sömürülen bir sınıf olarak görmüyor, tarihsel bakımdan da insan toplumunu ileriye götürecek tek devrimci sınıfın sübjektif durumuna bakarak değil, ama onun tarihsel bakımdan ortaya çıkış koşullarına bakarak varıyordu.
Marks’ı “aşılmış” ve eskimiş bulan D. Perinçek ise, Avrupa işçi sınıfının bugünkü bilinç ve eylem durumuna bakarak onu devrimci olamayan bir sınıf olarak ilan ederken, bir yandan Euro-komünistlerle öte yandan da Marcus’la dirsek temasındadır. Zaten Perinçek’e göre her sınıf devrimci olabilir ve bu yüzden de ulusal burjuvaziyi, hatta Avrupalı emperyalistleri sosyalizme ikna etmeye uğraşmaktadır. Bu da, onun için, Mao’dan Gorbaçovculuğa geçiş için bir sıçrama platformudur. Bugün, Perinçek’in sözde anti-Gorbaçovculuğuna bakarak bu yargımız çok ileri gitmiş gibi sanılabilirse de onun faydacı politik çizgisini bilenler için bu, hiç de ileri gitmiş bir yargı değildir. 1988’de Gorbaçov’u SP’sine üye olmaya çağırırken samimi bir Gorbaçovcuydu. Ama TBKP o boşluğu doldurduğu için bir fayda sağlayamayacağını anladığı için sözde bir anti-Gorbaçovcu olmayı tercih etti. Yoksa başka hiç bir ideolojik kaygısı yoktur. Nasıl ki, burjuva partileri ve Euro-komünist partiler alacakları oyu artırmak için programlarını, salt oy kaygısıyla biraz daha sağa ya da biraz sola çekmeyi ilke edinmişlerse, Perinçek de, siyasi yaşamı boyunca hep “solda” boşluklar aramış, nerede boşluk bulmuşsa, bir ideolojik kaygı gütmeden çadırını oraya açmıştır. Politikalarını da o boşluğun durumuna göre belirlemiştir. Bugünkü bulunduğu yerde Stalin’i savunmak, PKK ve Kürt sorununa yakın durmak prim yapar diye düşündüğünden; devrimcilikten, Kürtlerden ve onların haklarından söz etmektedir. Ama yarın bunun tam tersinin faydalı olacağını görürse, 12 Eylül öncesi ipliği pazara çıkmış, sınıf işbirlikçisi reformcu, sosyal şoven çizgiye dönmek için asla tereddüt geçirmeyecektir. O’nun götüreceği yer ise D. Perinçek’in bugüne kadar ve bugün sürdürdüğü çizgidir.
Y. Küçük diyalektiği altüst ediyor.
Marksizm’e saldıran çeşidi anti-Marksist odakların açıkça saldırmaktan çekindikleri alan Marksist diyalektiktir. Kuşkusuz bu, onların diyalektiğe duyduktan yakınlıktan değil; birincisi diyalektiğe saldırdıklarında. Marksist olma iddiasını yitireceklerinden çekinmelerinden, ikincisi ise diyalektiğin karşısına inandırıcı bir sistemle çıkamamalarındandır. Bu yüzden de Marksizm’in muhaliflerinin çoğunluğu diyalektiğe övgüler dizmişler, ama devlet, devrim, tarih vb alanlarda Marksizm’i eleştirmeyi ya da “düzeltmeyi” yeğ tutmuşlardır. Bu yüzden de Marksizm’in diyalektiğine saldıranlar daha çok marjinal aydınlar olmuştur. Ülkemizde de, Marksizm’den kuşku uyandırma kervanına diyalektik hakkında kuşkular uyandırmak onuru tipik bir marjinal aydın olan Y.Küçük’e düşmüştür. O, Duhringvari bir burnu büyüklükle “resmi tarihi tersine çevireceğini” iddiasıyla yola çıkmış, ama diyalektiği tersine çevirmenin sınırına dayanmıştı. Şöyle diyor, ‘Türkiye’de Aydının Rolü” yazısında: ‘Türkiye’de aydın ocakları, kaybedilmiş olanları kırıntılarıyla yakalamayı değil, felsefede, fizikte, estetikte, toplumsal araştırmalarda uçlarda dolaşmayı hedef almak durumundadır. Diyalektiğin bilinen yasalarının, karşılaşılan sorunları çözümlemeye yetmediğini düşünüyorum. Türkiye aydınının önündeki temel sorunun diyalektiğin yasalarını geliştirmek ve düşünme için yeni diyalektik ilkeler bulmaktır; böyle görüyorum, eşitsiz gelişme yasasının böyle bir imkanı zorladığını ve yarattığını düşünüyorum.” (abç) (15)
Elbette “düşünmek” serbest, ama ciddi bir “düşünen” bu yetersizliğin nerede olduğunu da göstermek zorunda. Y. Küçük bugüne kadar çiftlerce kitap yazdı, üstelik çok iddialı tezler öne sürdü, orada diyalektik yetmemiş olsa söylerdi, söylemiyor. Sıradan bir edebiyat eleştirisi içinde bu türden açıklamalarda bulunuyor. Bu da ister istemez akla, tıpkı D. Perinçek gibi Y. Küçük’ün de “soldan” günün modası olan Marksizm eleştiricileri safında yer aldığı düşüncesini getiriyor. Bu tutum, biraz aşağıda sözünü edeceğimiz Y. Koç, H. Yurtseven, gibi açıkça Euro-komünist görüşler savunan yazarlara sayfalarım açmasıyla birleşince tutumu daha da kuşkulu hale geliyor.
Her şeye karşın Y. Küçük bir noktada “haklı” gözüküyor. Gerçekten de Y. Küçük’ün öne sürdüklerini diyalektikle açıklamak olanaksız. Örneğin, resmi tarihi bir despot ve gerici olarak nitelediği Abdülhamit’i “resmi tarihi tersine çevirme” adına Abdülhamit’i (Abdülhamit öğretmen okulları, sağlık okulları liseler açtırdı, çeşitli bayındırlık hizmetleri yaptı vb. gerekçesiyle) aklıyor. Aynı ekonomist mantıkla, Brejnev’in SB’de buzdolabı, çamaşır makinası, TV vb. tüketim mallarını yaygınlaştırmasını gerekçe göstererek onu gelmiş geçmiş büyük sosyalistlerin en başına yerleştiriyor (16), bütün bir 1988 ve 1989 yılı boyunca, Lenin, Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’un hepsinin kendi dönemlerine göre Marksizm’in yaratıcı uygulayıcıları olduğunu Lenin ve Stalin’den diğerlerini ayıranların Marksizm’den bir şey anlamadıklarını savunuyor. (Romanya’daki ayaklanmadan sona Çavuşesku’nun safına geçen Y. Küçük, Çavuşesku’nun katlinde Gorbaçov’un da parmağı olduğunu, son yıllarda Gorbaçov’un “hoşuna gitmeyen” işler yaptığını söylüyor. (17) Böylece O’nu “büyük sosyalistler” sıralamasından çıkardığı anlaşılıyor. Ama Gorbaçov’u büyük olmasa da sosyalist saymaya devam ediyor. Ancak, Gorbaçov’un son ataklarından sonra Y. Küçük şimdi nasıl “düşünüyor” henüz pek belli değil.) Malta paylaşım doruğuna ise, Shavardnadze’nin gelmiş geçmiş en uzlaşmacı Sovyet Dışişleri Bakam olması ile açıklıyor (18). Elbette bu tezleri kanıtlamada Diyalektiğin bir yaran olamaz. Yaran bir yana diyalektik düşünmenin ölçülerine vurulduğunda bu “tezler” bir saçma düzeyine düşer. Çünkü Diyalektik bir çelişmeler öğretisidir, ama bu, mantıksal bakımdan da çelişirlik anlamına gelmez, tersine diyalektik katıksız bir mantıksal tutarlılıktır. Bu yüzden de Y. Küçük bütün öteki öznel idealist aydınlar gibi diyalektikten rahatsızdır, ama ütün “uçlarda dolaşalım” öğüdüne karşın, bu konuda -cesareti yetmediğinden- sadece diyalektiğin yetersizliğinden yakınmakla yetinmektedir. Gelecekte ise istediği, diyalektikten kurtulmaktır. Tıpkı Bernstein gibi.
Eğer Y. Küçük’ün amacı Marksizm hakkında kuşku yaratmak değil de diyalektiğe bir katkı yapmaksa, her şeyden önce diyalektiğin hangi sorunu çözmekte yetersiz kaldığını açıklaması gerekir. Çünkü diyalektiğin Marks ve Engels tarafından “idealist zarfından çıkarılması” üstünden 140, Engels’in Doğanın Diyalektiği” adlı yapıtının yayınlanmasının üstünden ise 100 yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre içinde büyük toplumsal altüst oluşlar, devrimler karşı devrimler yaşandı, bilim ve teknolojide şaşırtıcı ilerlemeler oldu, ama bütün bu ilerlemeler diyalektiği doğrulayan gelişmeler oldu; her yeni buluş, her toplumsal ilerlemede diyalektik yasaları daha da doğrulandı. Örneğin; Engels’in Doğanın Diyalektiği’ni yayınlamasından bu yana geçen süre içinde doğa bilimlerindeki gelişmenin boyutlarım bir bilim adamı olan Y. Küçük bilir, ama Doğa bilimdeki gelişmelerden hangisinin Engels’in sorunları çözümlerken yaklaşımını yadsıdığını gösterebilir? Bugün, Doğanın Diyalektiğinde açıklanan pek çok olgu içinde bir kaçının eskimiş olduğu iddia edilebilir Kant-Laplace’ın evren doğum kuramı ve esirin mekanik varsayımı kuramı artık doğabiliri tarafından kabul edilmiyor. Yine 19. yüzyılda elektrik hızının ışık hızından fazla olduğu biçimindeki varsayımı da artık geçersiz sayılıyor. Ama bunlar sorunun özüne ilişkin yanılgılar değil, bilimsel gelişmenin o tarihteki yetersizliğinin sonucu olan açıklamalardır. Buna karşın Engels, kendisi bir doğa-bilim uzmanı olmadığı halde kendi çağının bilim adamlarının ortak kanısına karşın 19. yüzyıl elektrik teorisinin zayıf yönlerini diyalektik yasalar açısından eleştirir, kimyasal süreçlerin açıklanması için öngörüler ileri sürer ve onun bu sezgileri daha sonradan elektrolitik ayrışım teorisi tarafından formüle edilir. Yine, çağdaşı bilim adamlarının atomun yapısının basit olduğu konusundaki hem fikirliklerine karşın; O, karmaşık bir atom yapısı görüşünü dile getirir, bu öngörü de, Rutherford ve Niels Bohr’un araştırmaları ve 1930’lardan sonra atom-altı parçacıklarda yapılan buluşlarla doğrulanır.
Burjuva ideologları ve pek çok sözde Marksist özellikle doğa-bilimin diyalektik materyalizmi yalanlayan bir olgusunun çıkmasını ömür boyu beklediler, bugün de bekliyorlar. Ama sevinçleri hep kısa sürdü: 20. yüzyılın başında radyo aktivitenin keşfini bayram yaparak duyurdular dünyaya. Çünkü elektron ışık ışını yayarak yok oluyordu. İdealist ve sözde materyalistlerce bu, “madde yok oluyor” çığlığı ile karşılandı. Öyle ya ne kadar küçük olursa olsun bir parçacık yok olmuştu ya, öyleyse diyalektik materyalizmin en temel ulamı (kategori) çökmüştü. Ama bu şaklabanlık kısa sürdü, bu sürecin tersinin de doğru olduğu keşfedilince idealist çığırtkanlar inlerine dönmek zorunda kaldılar, bir başka bahan beklemek üzere. 20. Yüzyıldaki her yeni buluş diyalektik materyalizmi daha da güçlendirdi. Rieman ve Laboçeski’nin modern geometrilerinin bir doğrulaması olan Einstein’in özel ve genel görecelik kuramı evrenin eğri-sel bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyarken metafizik doğru ve düzgün geometrik şekillerin sadece kaba soyutlamalar olduğunu, bununla da kalmayıp evrende her şeyin birbirine göre bir hareket içinde olduğunu, madde ve hareketin bir uzay-zaman boyutu içinde anlamlandığını da kanıtlayarak, durağanlığı ve tanrısal ya da mekanik bir tekdüze hareketliliği savunan tüm idealist kaba materyalist öğretileri yerle bir etti. Biyoloji, nükleik asit ve proteinleri çözümledi, gen teknolojisi canlı organizmaların “gizlerini” büyük ölçüde şuadan bilgi düzeyine çıkardı ve böylece Darwin’in (Marks, Türlerin kökeni için Engels’e yazdığı mektupta “bu bizim kitabımız” diyordu) materyalist diyalektik evrim kuramını doğruladı, doğruluyor. Bütün bunlardan da öte, atom fiziğindeki gelişmeler ve yeni buluşlar, özellikle yeni yeni atom-altı parçacıkların bulunması, her parçacığın bir karşıtının keşfedilmesi dahası, bilim adamlarının bugün daha da ileri giderek evrende madde kadar bir karşı-madde olduğu yolundaki bulgular çıkarmaları diyalektik için kesin zaferin (bütün idealist ve kaba materyalist öğretilere karşı) uzak olmadığının belirtileridir.
Doğa-bilim alanının, sosyal bilimlere göre ölçülebilir ve gözlenebilir olgularla uğraşıyor olması, sorunları azaltıyor olmasına karşın bu alanda da gelişmeler sancısız ve tartışmasız sürüyor değildir. Bu alanda da çeşitli kuramlar savaşıyor elbette. Örneğin Max Planc’ın “Kuantum Kuramı” ile Einstein’in “Görecelik Kuramı” arasında uzlaşmayan bir çok noktanın olduğu biliniyor, ama bunda diyalektiğin bir suçu yok. Tersine bu tür uzlaşmazlıklarda bilim adamlarının diyalektiğe uzak durmaları, dar deneyciliğin, bilinemezciliğin tuzağına düşmüş olmalarının rolü vardır.
Sosyal bilimler alanında da durum çok farklı değil, sadece biraz daha karmaşık ki, o da, bu alanın doğasından gelen bir şey. Bütün 19. ve 20. yüzyılda olup bitenler (ve elbette bütün sınıflı toplumlar boyunca olup bitenler dâhil) Marksizm’in, diyalektik ve tarihsel materyalizmin temel yasalarının bir doğrulanmasıdır. Bugün en gerici burjuva ideologları bile “Marks’ın çözümlemelerinin 19. yüzyıl için geçerli” olduğunu kabul ediyorlar, ama diyorlar (tıpkı revizyonistler gibi), “bugün koşullar değişti, proletarya eski proletarya değil”. Yine bu burjuva ideologlarının bir bölümü ve revizyonistlerin çoğunluğu 20 yüzyılın ilk yansı için Lenin, hatta bazıları Stalin’in bile doğru çözümlemeler yaptığını söylüyorlar. Hiç kuşkusuz burada gerçeğin zararsız bir yanını kabul ederek, “bak adamlar gerçeği kabul ediyorlar, öyleyse bugün söyledikleri de gerçektir” imajını yaratmak gibi sinsi bir amaç varsa da, onları buna zorlayan tarihsel gerçeklerin de önemli bir etkisi olsa gerekir. Bugün tartışmalar Stalin dönemi ile bugün arasındaki kıyaslamalar, daha doğrusu bağlantılar üstünde yoğunlaşıyor. Gorbaçovcuların son yıllarda kazandığı ivme ile diyalektiğe yönelik saldırıların son yıllarda kazandığı ivme ile diyalektiğe yönelik saldırıların anması da bir paralellik gösteriyor. Çünkü, son 30 yıldır sürdürülen SB’de ve Doğu Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen kapitalist restorasyon, artık en sadık izleyicilerince bile görmezden gelinemiyor. Y. Küçük ve diyalektiği onun gibi kavrayan başkaları 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca SB’nde kapitalizmin restore edildiğini söyleyenlere müstehzi bir tebessümle “siz diyalektiği bilmiyorsunuz, tarihin tekerleği tersine çevrilemez, hani nerede kanlı bir karşı devrim vb.” deyip yüreklerini ferahlatıyorlardı. Son bir kaç yılda olup bitenlerle kafaları duvara çarpınca, “ha burada duvar varmış, ama diyalektik bunu yazmıyor, demek ki Marks’ın diyalektiği yetersizmiş” diyorlar. Ama dün olduğu gibi bugün de yanılıyorlar; diyalektik materyalizm ve onun topluma bir uygulaması olan tarihsel materyalizm tam da bunu söylüyordu. Bu yüzden de bu felsefi temele yükselen ML partiler programlarının basına bunun için proletarya diktatörlüğünü yazıyorlar, bunun için komünizmin birinci aşaması, sosyalizm aşamasını sınıf mücadelesinin bütün şiddetiyle sürdüğü bir dönem olarak biliyorlardı. Ama sizler, diyalektiği metafizik-idea-üst bir zarf içinde kendi burjuva dünya görüşünüze uygun yorumladığınız için tarihin dümdüz ilerleyen bir seyir izlediğini sanıyordunuz. Ve bugün yine kendi küçük burjuva burnu büyüklüğünüzü eleştirecek yerde, 150 yıllık toplumsal pratiğin doğruladığım kabul etmiyor bu pratiği tersine çevirerek kafanızda kurduğunuz “tezlere” uygun bir diyalektik yasalar demeti arıyorsunuz. “Benim için” diyordu Engels, “Diyalektik yasaları kurgu aracılığı ile doğaya sokmak değil, ama orada bulmak ve oradan çıkarmak söz konusu olabilirdi” (19). Elbette doğru yaklaşım da Engels’inkidir ve soruna Engels gibi değil de Dühringvari, kafamızdakini doğaya ve topluma yakıştırmaya kalkarsak her toplumsal dönemeçte yeni yasalar aramak bir kaçınılmazlık olur.
Y. Küçük kabul etse de, etmese de, bugün Doğu Avrupa ve SB’nde olanların kökleri Stalin döneminde değil, Kruşçev ve göklere çıkardığı Brejnev döneminde gerçekleştirilen kapitalist restorasyondadır. Bugün yapılan artık biçim olarak da sosyalist kalıntıların açıkça reddedilmesidir. Bu yüzden de bugün sorun olarak görülen şey “sosyalizmin sorunları” değil revizyonizmin sorunlarıdır. Eğer bugün artık hayranlarının bile kabul etmek zorunda kaldığı kapitalistleşmenin sorunları, “sosyalizmin sorunları” olarak ele alınırsa burada diyalektiğe yeni yasalar eklemek bile sizleri kurtaramaz. Çünkü birkaç yıl sonra, bu ülkelerdeki gelişmeleri açıklamak için “yeni” diyalektik yasalara ihtiyacınız olacaktır. Yok, eğer ortaya çıkan durumu kapitalizm olarak ele alırsanız, var olan diyalektikle her şeyi doğru ve basitçe açıklayabilirsiniz. Çünkü bu ülkeler sosyalist değil kapitalist ülkelerdir. Artık klasik kapitalizmin bütün normları da işlemeye sokulmuştur. Burada ortaya çıkanlar da sosyalizmin değil kapitalizmin sorunlarıdır. Proletarya için gündemde olan burjuva ölçüler içinde yeniden iktidara gelmek değil, bir proleter devrimdir, Marksist-Leninistlere düşen de bir devrim için proletarya ve diğer emekçileri hazırlamaktır. İlla sosyalizm için sorun aranıyorsa; sorun bugün buradadır. Tabi ki; eski “geriye dönüş olmaz’ vb. gibi saçmalıkları bir yana iterek ve geri dönüşün nedenlerini sorgulayıp gelecek için dersler çıkararak.
Kısaca söylenecek olursa; bugün doğa-bilim alanında birbirine karşıt kuramlar ve bu kuramların yandaşları arasında bir çekişme sürüp gitmekte, sayısız bilim adamı bu kuramları uzlaştırmak için çaba harcamaktadır. Tekeller ve kapitalist devletler, bilimsel bilgiyi birbirinden sakladığından aynı bilgi için pek çok emek ve para israf edilmektedir (soğuk füzyon örneğinde olduğu gibi). Dahası, bilim adamları birer robot gibi, tarih felsefe, siyaset gibi alanların dışına itilerek sadece bilgilerini kapitalist tekellerin çıkarları için kullanan aletler olarak görülmektedir. Bu da onları miyoplaştırmakta, kendi dar deneyci dünyalarına hapsetmektedir. Deneycilik, bilinemezcilik, olguculuk gibi öğretiler bilim adamlarını diyalektikten uzaklaştırmakta, onların yeni sentezlere varmasını önlemektedir.
Sosyal bilim alanındaki ilerlemeyi ise revizyonistler engellemekte, Marksizm’in içini boşaltarak onu reformcu bir öğretiye dönüştürmekte, dahası iktidara geldikleri ülkelerde sosyalizm adına kapitalizmi inşa ederek sosyalizmin gözden düşürülmesine katkıda bulunmaktadırlar. Onlar için diyalektik ise, sofistlerde olduğu gibi bir laf kalabalığına dönüşmektedir.
Yukarıdaki nedenlerden dolayıdır ki, bugün aydınları, bilim adamlarını bekleyen görev “uçlarda dolaşıp” yeni diyalektik yasalar aramak değil, bilimsel araştırmalarda diyalektiği kılavuz edinmek, bilimdeki gelişmeleri, yeni buluşları diyalektik yasalar ışığında yorumlamaktır.
20. yüzyılın başında Lenin, Ernst Mach’ın pozitivizminin bilimden kaçışı hızlandırdığını gördü ve ünlü eseri Amprio-kritisizm’de onun “dünya ile ilgisi olmayan düşüncelerini” eleştirerek diyalektiği savundu. Bugün de, bilimden kaçışı kışkırtan, deneycilikten yapısalcılığa bir dizi öğreti aynı işi yapmakta, tekelci burjuvazinin çıkarları uğruna bilimsel gelişmeyi bir kaos içine çekmeyi sürdürmektedir, işte, diyalektiği savunan aydınların bilim adamlarının baş görevi bu kaosu parçalamaktır. Ne var ki, dünyayı kafasındaki “tezler”den ibaret gören Y. Küçük, bu durumu anlamaktan uzaktır. O “yazdığı kitaplarla” her şeyi çözdüğünü düşünmektedir ve üstelik de dünyada neler olup bittiğini anlamadan yazmaktadır. Toplumsal Kurtuluş’ta edebiyat eleştirileri yaptığı bir yazıda, çok satan kitaptan okumadığını, gazete almadığım, sadece rastlarsa (bir yerlerde) okuduğunu, sinemaya gitmediğini ve TV seyretmediğini, (üstelik kendisini övmek için) yazıyordu. (20) İnsana bu pek inandırıcı gelmiyor, ama yukarda sözünü ettiğimiz panelde söylediklerine bakınca inanmak da gerekiyor. Şöyle diyor Y. Küçük: “Bu kavram (revizyonizm Kavramı O.D.) Ekim Devrimi öncesini niteleyen bir kavramdır. Biraz araştırın, kafanızı kullanın yeni kavramlar üretin, bakın ben araştırdım bugünkü duruma uygun bir kavram geliştirdim. Ben bugünkü durumu kapitalist restorasyon kavramıyla niteliyorum. Siz de kullanabilirsiniz” (!!!). Bir başka panelci, bu kavramın Türkiye’de 15-20 yıldır kullanıldığını söyleyince Y.Küçük hayretle bakıyor, “arkadaşım bu kavramın nerede kullanıldığını söylerse öğrenmiş oluruz” diye pişkince yanıtlıyor. Ne gündelik gelişmeleri ne de yakın tarihin Marksist basının doğru dürüst izleme zahmetine katlanmayan (buna ihtiyaç duymayan demek daha doğru) Y. Küçük kalkıp aydınları “yeni yasalar bulmak” adına diyalektiğe karşı savaşa çağırıyor. Sosyalizmin tarihiyle bir paralellik kurarsak bu bir Duhring kompleksidir. Gerçekten de Anti-Duhring sanki Y. Küçük için yazılmış gibidir. O da bunun farkında olmalı ki, “Stalin 1930’lu yıllar boyunca Anti-Duhring’e karşı savaştı” (21) diyerek Stalin’i övüyor,(!) ama dolaylı yoldan da Duhring’i aklıyor.
Y. Küçük’ün politik tutumu da bu “uçta dolaşma çağrısına uygundur”. Tıpkı D. Perinçek’in politik çizgisini hiçbir ideolojik kaygı gütmeden politik yelpazede nerede bir “boşluk” varsa ona göre belirlemesi gibi, Y. Küçük de politikalarını “en uçlardaki” “boşluklar” a göre belirlemektedir. Bu tutum ne Marksist’tir ne proleter, tipik bir marjinal aydın tutumudur
H. Yurtseveri ve Y. Koç “yeni” sınıf kavramıyla Marks’ı “aşıyor”
Marksizm’in en temel kavramlarından birisi de sınıf kavramıdır. Bu yüzden de Marksizm’i açıkça ya da üstü örtülü biçimde reddeden, hemen bütün eğilimler, bu temel kavramı da çarpıtmak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle Euro-komünizmin ortaya çıkmasından sonra sınıf kavramının yeniden yorumlanması hemen bütün sapmaların ortak özelliği olmuştur. Bu yazının önceki bölümlerinde gördüğümüz gibi, kimi revizyonist çevreler, işçi sınıfı yok oluyor diye sevin çiğlikten atarken kimileri ise, memur, mühendis, doktor vb. küçük burjuva katmanları da işçi sınıfından saymak gerektiğini iddia ederek ve bu “yem” sınıfa göre programlar geliştirerek anti-Marksist bir çizgide ilerlemekledirler.
Hiç kuşkusuz, bugün Marksizm’in sınıf kavramını çarpıtan pek çok eğilim vardır. Özellikle akademik çevrelerde bu eğilimler daha da çeşitlenmektedir, ama öz itibariyle ortak tutumları Marks ve onun tutarlı izleyicilerini darlıkla, sınıf kavramını yeterince geniş yorumlamamakla suçlamaktadır. Bu türden eğilimlerin Euro-komünist olanlarına bu yazının birinci bölümünde değindik. Burada ise; ülkemizden iki örnek vererek yazıyı bitireceğiz.
Haluk Yurtseveri, “işçi Sınıfının Devrimci Rolü” adlı yazısında işçi sınıfının bugün kazandığı özellikler üstünde durduktan sonra Marks’ı şöyle “düzeltiyor”: “Beyaz yakalılar, çok büyük çoğunluklarıyla yaşamak için iş güçlerini kapitaliste satmak zorunda kalan ve satan, doğrudan ya da Marks’ın “kolektif emekçi” kavramı içinde dolaylı olarak artık değer üreten, sömürülen bir gruptur.” (22)
H. Yurtseven beyaz yakalıları, “büyük çoğunluklarıyla” işçi sınıfı içine sokup “kolektif emekçi” kavramı içinde “artık değer üreten” bir grup vb. diyerek Marks’tan tümüyle kopmama gayreti içinde görülüyor. Ama aynı dergide (Toplumsal Kurtuluş) sık sık onunla birlikte kalem oynatan yandaşı Yıldırım Koç, aynı şeyleri, Y. Küçük’ün “uçlarda dolaşma” öğüdüne uygun olarak, pervasız bir biçimde dile getiriyor. Y. Koç, “Saçak”taki “Türkiye Sendikacılık Hareketi ve Sendikal Birlik” adlı yazısında şöyle söylüyor: “Üretim sürecinin teknik yanına kafa emeği ile katılan insanlar da (eğer ücretli özgür emekçilerse) dar tanımıyla bile işçidir, proleterdir. Buna göre, bir işyerinde ücretli olarak çalışan ve üretim sürecine kafa emeğiyle katılan bir mühendis tam anlamıyla bir proleterdir. Buna karşılık, sokakları çok zor şartlarda süpüren ve bedenen çalışan bir temizlik işçisi, proleter değildir. Temizlik işçisi ücretlidir ve geniş tanımıyla işçi sınıfına girer. Bu açıdan baktığımızda, geçmişte ‘küçük burjuva’ olarak (kanımca yanlış biçimde sınıflandırılan memurların çok büyük bir bölümü işçi sınıfının içinde saymak ve işçi sınıfı tanımı salt üretken faaliyette bulunanlar değil, tüm ücretli özgür emeği kapsayacak biçimde genişletmek gerekir.” (23) (Sözü edilen fazı Y. Koç’un sadece dergide misafir yazar olarak yazdığı bir yazı değildir. Aynı metin SP’nin 9 Nisan ye 23 Nisan 1988 günleri SP’nin Ankara İl ve İstanbul İl merkezlerinde Y. Koç taralından konferans olarak verilmiştir. SP’nin işçilere nasıl bir Marksizm öğrettiği açısından önemlidir bu.)
Aktardığımız yarım paragraf içinde, Y. Koç, işçi sınıfını işçiler ve proleterler, mühendisleri de proleter sayma ve ne idüğü belirsiz bir “tüm ücretli emek” kavramıyla Marks’ı bir kaz kez “aşıyor” ya da daha doğru söyleyişle Marks’ı birkaç kez ihlal ediyor. Ama durun: Y. Koç’un “uçlarda dolaşması” daha bitmedi. Çünkü her şeyin en az iki “ucu” var ve öteki “ucu” da dolaşmadan Y. Küçük’ün öğüdü tam olarak tutulmuş sayılmaz. Bir “uç”dan ötekine geçen Y. Koç, şöyle söylüyor: “Kanımca esnaflaşmayan yeniçerileri de geniş tanımıyla “işçi sınıfı içinde saymak gereklidir. Bu anlayış, şu açıdan önemlidir: Yeniçerilerin, devletin bilinçli bir enflasyonla ücretlerinin satın alma gücünü düşürme çabalarına karşı bilinçli direniş ve eylemleri vardır. Grev yapmışlar, toplu pazarlık yapmışlar, ikramiye almak için padişah değiştirmişler, ayaklanmışlardır… Yeniçerilerin önemli bir bölümü Osmanlı imparatorluğu’nun son dönemlerinde ücretlere dönüşmüştür ve bu son derce örgütlü ve militan güç, çok önemli bir gelenek oluşturmuştur.” (24)
Yukarıdaki tanımlamalar içinde Y. Koç’un “ücretli özgür emek” anlayışı kabul edilirse, sadece üretim sürecinde görev alan mühendisleri değil, işletme müdürlerini, genel müdürleri de “tam proleter” saymamak için hiç bir neden yoktur. Öyle ya, adamlar hem “ücretlidirler” hem de “özgür”: istedikleri zaman işten çıkıp bir başka işe girebilirler vb. Üretim süreci içinde de “kafa emekleri” ile doğrudan yer almaktadırlar. Aynı biçimde bu yüksek teknokratlar, H. Yurtseven’in tanımına göre de işçi sınıfı içinde sayılması gerekir. Dahası, Osmanlı yeniçerilerini proleter sayan Y.Koç’a göre; Cezayir’de savaşan Fransız paralı askerlerini, despotik Arap şeyhliklerindeki paralı askerleri, hatta bütün öteki düzenli ordu içinde bir ücret karşılığı görev yapan subay ve astsubay kastını, polisleri proleter saymamak için hiçbir neden yoktur. Çünkü bunlar da “özgürdür ve “ücretlerini” pazarlıkta tespit ederler, bazen ücretlerini artırmak için direnir, hatta kral ya da hükümeti bile değiştirirler. Üstelik yeniçerilere göre daha da “modern” ilişki içindedirler.
Elbette Marks’ta “özgür ücretli emek” kavramı vardır ama içeriği bu bay yazarların “özgür ücretli emek” kavramından çok farklı, hatta bunların kavramlarının içeriğine karşıttır. Çünkü Marks’ta işçi sınıfı, ya da proletarya kavramı her şeyden önce tarihsel bir kategoridir, yani insan toplumunun ilerlemesinin belirli bir dönemine karşılık gelir. Dahası, Marks’ta proleter kavramı sadece ezilen ve sömürülen bir sınıf olmaya karşılık gelmez, aynı zamanda sömürüyü ortadan kaldırmadan, sadece burjuvaziyi değil kendisini de yok edecek bir toplumsal ilerlemeyi de temsil eder. Bunun için de, tarihin gördüğü en devrimci sınıf olma niteliklerini temsil eder proletarya. Marks proletaryanın bu niteliğini şöyle açımlar: “Öyle bir sınıf ki burjuva toplumunun içinde oluşsun ama burjuva toplumundan olmasın, öyle bir sınıf ki tüm sınıfların yok oluşu olsun. Öyle bir sınıf ki evrensel açılarıyla evrensel bir kürekler taşısın ve kendisine özel bir haksızlık değil, evrensel bir haksızlık yapıldığı için özel bir hak istemesin. Öyle bir sınıf ki kendini tarihsel unvanlara değil, sadece insan olma unvanına bağlasın. Öyle bir sınıf ki anamalcı sistemle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde olsun. Ve nihayet öyle bir sınıf ki toplumun tüm sınıf ve katmanlarından kurtulmaksızın ve dolayısıyla onları da tümüyle kurtarmaksızın kendini de kurtaramasın, tek sözle öyle bir sınıf ki insan varlığının tam yitimi olsun ve insan varlığını gerçek anlamıyla yeniden kursun. İşte bu sınıf işçi sınıfıdır.” (25)
H. Yurtseven’in “beyaz yakalıları”, Y. Koç’un “tam proleter” mühendisleri ve yeniçerileri, Marks’ın tanımladığı proletarya kavramı içinde sözünü ettiği hangi özellikleri taşımaktadır? Bu tabakalar ne var olan topluma karşıt, onunla tümden çatışan çıkarlara sahiptir, ne de ortak evrensel acılan vardır, ne hak istemleri geneldir, ne de bütün öteki sınıfların yok oluşunu temsil ederler; ne öteki sınıfları kurtarmak için bir amaçları vardır, ne de kendi yok oluşlarını da temsil ederler ve tabi insan varlığının gerçek anlamıyla yeniden kuruluşunu da temsil etmezler. Çünkü, yeniçerilerin Osmanlı feodalitesinin
Varlığının bir nedeni olduğunu, feodalizmin yıkılma sürecine girmesiyle de yaratıcıları tarafından yok edildiğini, ilkokul 4. sınıf öğrencileri de biliyor. Bu yüzden burada uzun uzadıya, Yeniçeriliğin, evrensel özellikler taşımadığı, öteki sınıfların yok oluşunu temsil etmediği, acılan ve sorunlarının kendi özel durumlarından kaymaklanmadığı vb. üstünde durmayacağız. Mühendisler ve beyaz yakalılar içinde sorun çok farklı değil. Bu kesimler de; ilk bakışta, burjuvazinin baskı ve “sömürüsü” altında eziliyor gibi görünmesine karşın, bu toplumsal kesimler burjuva toplumuyla ortaya çıkmış olup, ama burjuva toplumsal statüleri açısından da çıkartan burjuva toplumuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yaşamlarının bir döneminde, zor ekonomik koşullarda yaşasalar bile bulunduktan toplumsal statü onlara burjuva toplumu içinde “seçkin” bir yer edinme şansını tanır. Bu yüzden de onların burjuva toplumuyla olan karşıtlıktan “tikel” ve geçici bir durumdur. Dahası bu toplumsal katmanlar, toplumsal statüleri, yaşam tarzları, dünya görüşleriyle proletaryanın değil küçük burjuvazinin bir kesimidirler.
İşçi sınıfının büyük öğretmeni Lenin, sınıfı şöyle tanımlıyor: ‘Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeni içindeki konumlarına ve üretim araçlarıyla olan ilişkilerine, toplumsal gelirden paylarını alma biçimlerine ve elde ettikleri payın büyüklüğüne göre birbirinden ayrılan geniş insan gruplarına sınıf denir.”
Lenin’in bu tanımlaması açısından da bakıldığında, üretim düzeni içindeki konumları, üretim araçlarıyla olan ilişkileri ve iş örgütlenmesinde oynadıkları rol bakımından da, “beyaz yakalıların” işçi sınıfından sayılmaları olanaksızdır. Çünkü onlar, üretim süreci içinde doğrudan rol almadıktan gibi, konumlan açısından da işi yönlendiren, kapitalist adına denetimci konumda yer alırlar. Bu yüzden de, ücretleri ve o anki yaptıkları iş ne olursa olsun, burjuva sınıfının bir uzantısı olarak iş sürecine katılırlar. Kaldı ki, rastlantısal olarak aldıkları ücret, işçilerin ücretine yakın olduğu hallerde bile kapitalist, bu kesimi başka bir takım yan ödemeler ve yetkilerle donatarak, onlara ayrıcalık sağlar, bazen genç mühendislerin, işçiler gibi, onların koşullarında çalıştıktan olursa da bu tamamen geçici bir durumdur, bir kaç yıl içinde hiyerarşi içinde yükselir ve çalışacağı 20-30 yıllık süre içinde, bu ilk dönem, küçük bir zaman aralığıdır. Bu yüzden de her mühendis bu sürenin geçici olduğunu (önündeki sayısız örnekten) bilir ve bir işçi gibi çalıştığı süre içinde bile, işçilere karşı bir mühendis, geleceğin yöneticisi olarak davranır. Gelişmiş kapitalist ülkelere göre yaşam standardı daha düşük olan bizim ülkemizin mühendisleri bile kendi sorunlarının işçi sınıfının sorunlarıyla bir olduğunu kabul etmez; bu nedenle de istisnai durumlar dışında işçilerle ortak mücadele etmekten kaçınır. Çünkü kendi sorunlarının çözümü kapitalizmin koşullan içinde olanaklıdır, işçiler ise bir sistem olarak kapitalizmden kurtulmadan sömürüden ve baskıdan kurtulamazlar. Doktorlar, öğretmenler, devlet memurları vb. meslek kesimleri içinde durum aynıdır.
Haluk Yurtseven, Y. Koç gibi “Marksizm üstüne” iddialı incelemeler yapan, üniversitelerde kariyer ya da sendikalarda “uzmanlık” yapmış kişilerin; bu, açıkça anti-Marksist savlara dergi sayfaları ve parti kapılarını açan Y. Küçük ve D.Perinçek’in yukarda aktardığımız Marks ve Lenin’in düşüncelerini bilmediği düşünülemez elbette. Tersine onlar bu kavramları çok iyi bilirler, ama kendilerine Marks’ı, Lenin’i izlemeyi, değil de, Marks’ı, Lenin’i “aşmayı” diyalektiğin ve Marksist kavramların içini boşaltmayı amaç edindiklerinden, Marksizm-Leninizm adına pespaye tezler üretmeyi başMarks görev edinmişlerdir.
D. Perinçek, Y. Küçük, H. Yurtseven, Y. Koç’un söyledikleri göz önüne alındığında Marks aşkıncılarının, estirilen anti-Marksist rüzgârların etkisiyle Kıvılcımlı, K. Korcan, K. Tahir gibi eski Marks inkârcılarının tezlerine yöneldikleri, bunun da, kendilerine önümüzdeki dönemde Gorbaçovculuğu bile aşan anti-Marksist bir atılım için potansiyel sağladığını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Bu ortak temel, “Toplumsal Kurtuluş” ve “Saçak”ın (Şimdi de Teori’nin) birbirine karşıt saflardaymış gibi görünmelerine karşın, sayfalarını aynı yazarlara açmasını sağlamaktadır. Çünkü ortak tutum, Marks’ı, Lenin’i revize etmek, çeşitli kılıflar altında anti-Marksist cereyana güç vermek, Gorbaçovculuğa karşıymış görüntüsü arkasında, Gorbaçovculuğun bıraktığı boşluğu doldurmak ve ondan alman cephane ile Marksist-Leninist çevrelerde kargaşa yaratma tutumudur. Mücadele ilerledikçe bu tutum daha açık “tez” ve tutumlarla kendini ortaya koyacaktır.
Bir dergi için uzun sayılacak “Yeni” Durumlar “Yeni” Yorumlar başlığı atında günümüz Marksizm “yorumcularının” ana eğilimlerini belirlemeye ve ana çizgilerini eleştirmeye çalıştık. Elbette, Marksizm’in tarihi boyunca yürütülen bu en büyük anti-Marksist kampanyayı ne böyle bir ne de bir kaç yazı içinde eleştirerek görevin yerine getirilemeyeceği açık. Bu yüzden de, soruna sadece genel hatlarıyla değindiğimizin bilincindeyiz. Ama Özgürlük Dünyası; olanakları elverdiği ölçüde, bugüne kadar olduğu gibi bundan böyle de bu eğilimleri ayrıntıda da eleştirme çabasını sürdürecek Marksizm’in saflığını korumak için tüm olanaklarıyla savaşacaktır.

KAYNAKÇA
(13) D. Perinçek, “2000’e Doğru”, 1988, s. 22, “Doğu Rüzgârı”
(14) Fransa’da Sınıf Savaşımları, Engels’in 1895’de yazdığı önsöz, s. 13, Sol Yay. 2. Baskı,
(15) Y. Küçük, ‘Toplumsal Kurtuluş”, s. 36, s. 15
(16) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(17) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(18) Y. Küçük, Ocak 1990’da Aksaray, İnci D. Salonu’ndaki Panel’den
(19) F. Engels, Anti-Dühring,2. Baskıya Önsöz, Sol Yay.
(20) ‘Toplumsal Kurtuluş”) s. 36
(21) Yukarda adı geçen Panel’den
(22) Toplumsal Kurtuluş” S. 12, s. 910
(23) Y. Koç, Saçak, s. 54, s. 20-21 (24) Y. Koç, agd, s.22
(25) Karl Marks, Felsefe İncelemeleri

Mayıs 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑