Haberler-Mektuplar

KAMU ÇALIŞANLARI PLATFORMU’NUN BASIN AÇIKLAMASI:
Grevli, toplu sözleşmeli sendika istiyoruz!
Belediye çalışanları! Öğretmenler! Maliyeciler! Ziraatçılar! PTT’ciler! DDY’ciler! Memur statüsündeki Mühendis-Mimarlar! Hemşireler! Doktorlar! Sağlık emekçileri! MERHABA
Yaklaşık on gündür, son on yılın en coşkulu ve onurlu günlerini yaşıyoruz. Kamuoyu sesimizi duydu. Rotatifler bizden söz ediyor. “MEMURLAR da YÜRÜDÜ.”
Evet, bizler on yılların mağdurları, emekleri gasp edilenler, artık susmuyoruz, susmak da istemiyoruz.
Bir milletvekilinin yan ödemeler hariç çıplak maaşının on sekiz devlet memuru ücretine eşit olduğu ülkemizde memurlar, kamu çalışanları, susamazlar, susmamaklar.
Görüldü ki, tüm egemen sınıflar, bizlere dost değiller. Hepsinin tek bir amacı var: Bizleri uyutmak. Bizleri kandırmak. Kimi % 25lik zamlarla, kimileri de Eşel-Mobil yutturmacasıyla yapıyor bunu. Ama artık kanmıyoruz.
Gazetelerden bir başlık daha: “MEMUR SOKAĞA ALIŞTI.” Evet, görülen odur ki, sokak bir çaredir, bir yoldur. Çünkü ülkemizde sokaksız hak alınamıyor.
Bizler zam istemiyoruz, sadaka istemiyoruz, sefalet ücreti istemiyoruz. Grevli, toplusözleşmeli sendika istiyoruz.
Memur hakkını istiyor. Evet, hakkımızı istiyoruz. Emeğimizin, alın terimizin karşılığını istiyoruz. Belediyelerde, okullarda, hastanelerde, resmi dairelerde, yönetimde söz sahibi olmak istiyoruz. Ayrıca devletin değil, çalışanların yanında olmak istiyoruz. Karanlığa karşıyız, aydınlığı seviyoruz. Zorbalığa karşıyız, demokrasi istiyoruz. Birlik içinde ve coşkuyla “GREVLİ, TOPLUSÖZLEŞMELİ SENDİKA” diyoruz…
Bugün hiçbir vicdan sahibi, utanma duygularını bir yana atmadan memurlara verilen sözde zammı savunamaz. Yalanı, yuttarmacayı, umut tacirliğini “meslek” edinmiş egemen sınıflar dahi % 25’lik sözde zammı savunamıyor. Bir sürü laf ebeliğiyle olayı geçiştirmek istiyor.
Sefalet ücretini onlara iade ediyoruz. Onları lanetliyoruz. Bir kez daha bizleri yumuşatmak için manevra ve yalanlara başvuruyorlar.
A. Kahveci: “Memurların sendikalaşmasına karşı değilim” diyebiliyor. Hükümetin tüm bakanları aynı şeyi yineliyor. Fakat buna karşın, Sağlık Bakanlığı İzmir’de ve daha bir dizi yerde hemşire ve Tabip Odası yöneticilerini sendikalaşmak istedikleri için sürgüne gönderiyor, kıyımlar yapılıyor. Gerçek ortada, bizlere, sendika hakkımıza engeller konuluyor. Hayır: O’nlar yalan söylüyor. Çünkü egemen sınıflar sendika mücadelemizin karşıtı ve hedefidir. O’nlar haklarımızın gaspçısıdır. O’nlar sendika düşmanıdır.
Hükümetin bizlere layık gördüğü sefalet kamu vicdanında derin bir nefret ve tepki uyandırdı.
Eylül saldırısından payını alan memurlar bu defaki saldırıyı, sefalet ücretini kabullenmediler. Sokaklara döküldüler, gösteriler yaptılar. Hak arayışına girdiler.
Bunun için güçlerini birleştirdiler. Kamu Çalışanları Birliğini kurdular. Devletin, yaptığı sözde zamları, temel ihtiyaç maddelerine yaptığı zamlar, enflasyon ve ücretlilerin vergi yükünü artırarak nasıl geri aldığını fark ettiler.
Sonuçta:
Ücretlere karşı olmanın yetmediğini, ücret sistemine de karşı olmak gerektiğini kavramaya başladılar.
Bizler haklıyız ve haklarımızı almak için de kararlıyız. Eylemlerimiz kamuoyunda geniş bir destek ve sempatiyle izleniyor.
Geniş bir toplumsal onaya sahibiz, yasal ve meşru bir zemindeyiz.
Bizler kışkırtılıyor muyuz?
Evet, kışkırtılıyoruz:
Evet, kışkırtılıyoruz: 350.000. TL ücret bizi kışkırtıyor. Konut kiraları bizi kışkırtıyor. Hayat pahalılığı bizi kışkırtıyor. Sefalet ücreti bizi kışkırtıyor.
Dahası:
Zorbalık bizi kışkırtıyor. 657 sayılı Devlet Memurları Yasası bizi kışkırtıyor. Demokrasisizlik bizi kışkırtıyor.
İşte bizi kışkırtanlar bunlar. Gerisi mi? Boş laf.
“Kamu Çalışanları Platformu” önderliğinde birliğimiz ve mücadelemiz, haklarımız alınıncaya kadar sürecektir. Haklı ve meşru eylemlerimiz sürecektir.
Bizler aynı zamanda birer aydın olarak çağı yakalamak zorundayız. Bize çağdaş mücadele araçları gerekli.
Bu nedenle “GREVLİ, TOPLU SÖZLEŞMELİ” sendika istiyoruz. Bu, çağdaş insanın en temel ve doğal hakkıdır. Bu hak engellenemez.
Kuşkumuz yok. ALACAĞIZ.
YAŞASIN GREVLİ, TOPLUSÖZLEŞMELİ SENDİKA MÜCADELEMİZ.
Fahri KARASU PTT Çayad
Süleyman ERYILMAZ DDY Faal. Mem. Der
Hakan KÜÇÜKÜNAL Ziraatçılar Der. İst. Şb.
Doğan ŞAHİN TTB İst. Tabib Od.
Kamil ÖZALP Teknik Sağlık Men. D.
Levent DOLDUR Ma-Der
Recep FİDAN G.paşa EGİT-DER Şb.
İsmail SARIOĞLU İst. EĞİT-DER Şb.
Nejat ALTINOK Kartal EĞİT-DER Şb.
Vicdan BAYKARA BEL. Mem. Sen. Yür. Kom.
Salih ŞENCAN TMMOB İKK Tem.


Kent yoksulları ayakta

Küçük Armutlu ve Atışalanı İstanbul’un yoksul emekçilerinin oturduğu semtler. Küçük Armutlu’da Polis ile işbirliği halindeki “arazi mafyası” burada oturanları yerlerinden atmak için uzun zamandan beri halka saldırı içinde… Bu çetelere karşı mücadele eden Küçük Armutlu halkı silah kullanarak kendilerini evlerinden çıkarmaya zorlayan bu kişilere karşı 20 Temmuz 1990 tarihinde Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu. Armutlu halkı polis ve belediye ile işbirliği halindeki bu kişilerin, gecekonduların bulunduğu bölgenin kendi malları olduğunu ileri sürerek, sık sık saldırı düzenlediğini belirtiyor.
Gecekonducuları yerlerinden atmayı amaçlayan bu çabaların ardından Küçük Armutlular yeni bir saldırı ile karşı karşıya kaldılar. Küçük Armutlu’ya gece yarısından sonra operasyon düzenleyen polis mahalleyi kuşatarak panzerlerle mahallenin bütün giriş-çıkışlarını kesti. Yüzlerce polis mahallede bulunan evleri basarak arama yapmaya başladı, insanları evlerinden çıkararak yere yatıran polis girdiği evlerde tam bir talan yaptı. Evlerden çıkardığı insanla-n gruplar halinde toplamaya başlayan polis nedensiz yere insanları gözaltına almaya başladı. Polisin bu saldırısına karşı koymaya başlayan gecekondu halkı polisi geri püskürttü. Başlayan direnişe karşı polis gecekonducuların üzerine ateş açtı. Polis açtığı ateş sonucu birçok kişi yaralanırken Hüsnü İşeri adlı bir emekçi aldığı yaralar sonucu hayatını kaybetti. Polisin saldırısından sonra barikatlar kurmaya başlayan gecekondu halkı yeni bir saldırıya karşı hazırlandı. Gecekondu halkının kararlı direnişinden sonra polis “yanlış anlaşıldıklarını” ileri sürerek geri çekildi.
Küçük Armutlu’daki gecekondu halkının direnişinden bir gün sonra Bakırköy Atışalanı’nda aylardır suların akmamasını protesto etmek için mahalle halkı E-5 Karayolunu kesti. Akşam saatlerinde çevre yolunu ellerinde su bidonları ile kesen kadınlara jandarma ve polis cop kullanarak saldırdı. Polisin ve jandarmanın saldırmasından sonra binlerce kişi E-5 karayolu etrafındaki yan yolları keserek trafiğin işlemesini engelledi, Karayolunu lastik yakarak kesen binlerce kişi su sorunu ile ilgili sloganlarla suların akmasını islediler. Saatlerce yolları kesen halk “su yoksa yol da yok” şeklinde sloganlar atarak kendilerini dağıtmaya çalışan polis ve jandarma ile çatıştılar. Karanlığın bastırmasıyla gittikçe daha da kalabalıklaşan halk karşısında polis ve asker çaresiz kaldı. Halkın karşı koyması üzerine geri çekilen polis ve asker gece 23.30 sıralarında panzerler ve komandoların gelmesi üzerine tekrar saldırıya geçti. Halk “Polis-Asker Defol” diye slogan atarak taş, sopa ve lastiklerle polise ve askere karşı direndi. Saatlerce süren direniş sırasında polis 30’a yakın kişiyi gözaltına aldı. Ertesi gün İstanbul Belediyesi önünde toplanan iki yüz kişi “Vaat değil su istiyoruz” yazılı pankartlar açarak bir gösteri yaptı.
Armutlu ve Atışalanı’ndaki direnişler neyin göstergesi?
Devletin siyasi uygulamalarına ve katlanılmaz ekonomik yaşam koşullarına karşı emekçi sınıfların bütün kesimlerinden protestolar yükseliyor, kitler sokaklara taşıyor; bu protestolar son Armutlu ve Atışalanı direnişlerinde görüldüğü gibi devlet güçleriyle açık çatışmaya dönüşüyor. Orada sokağa dökülenlerin sesi Ege’de tütün üreticilerinin sesiyle birleşiyor. On yıldan sonra sokağın sıcaklığını” tadan memurların sesi, gecekondularda devletin militarist güçleriyle saatlerce çatışan emekçilerin sesine katılıyor… Sonuçta bütün emekçi sınıf kesimlerinde biriken hoşnutsuzluk ve öfke, patlamalar halinde kendini dışarı vuruyor. Orada u… talepler için, beride yüksek taban fiyatı için, başka bir yerde su talebi için patlayan eylemler mevcut ekonomik ve siyasal sistemin toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak ve tamamen çözümsüz olduğunun çarpıcı göstergesidir.
Bu tek tek öfke patlamalarına ortak bir payda aranacak olursa şunlar söylenebilir: Kendiliğinden, aniden ve büyük sarsıntılar halinde oluşan patlamalar. Tütün taban fiyatlarını açıklayan hükümet ardından Egeli tütün üreticisinin bir anda ayağa kalkarak polisle, jandarmayla çatışacağını, ANAP binalarını taşa tutacağını hesaplayamamıştı. Yetersiz taban fiyatı için bir yazı tasarlayan köşe yazarı da öyle. Memur kitle örgütlerinin birçok yöneticisi % 25 zamma karşı böylesine büyük bir protestoyu hesap edemediğini ifade etti. Anlaşılan Türkiye, bir volkanik patlama bölgesinin tam üzerindeydi. Ve en son volkanik patlama, kır yoksulu iken kent yoksulu olan gecekondu sakinlerinden geldi. Ani ve sarsıntılı kitle patlaması kendine günlük gazete manşetlerinde de yer buldu, “İstanbul ayakta” idi, “Durun ciddi” idi; Ardından “ülkenin ve devletin selameti için” öneriler sıralanıyordu.
Bahar eylemleri, Nusaybinler, Tütüncülerin isyanı, memur eylemleri, gecekondu direnişi… İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların içinde yaşadığı ekonomik ve siyasal kölelik koşulları, onları patlamaya zorluyor. Dayanılmaz yaşam koşulları; derinleşen çelişkilerle mayalanan patlama öğeleri görünür vesile nedenlerle su yüzüne vuruyor. Değişik zaman ve yerlerde ortaya çıkan bu puflamalara uygun bir yatak oluşturarak hedefe yöneltmek noktasında önem kazanıyor. Merkezinde işçi sınıfının genel grevinin yer alacağı bütün çalışanların genel grev ve direnişi, bir ölçüde öncünün iradi müdahale gücüne bağlı görünüyor.
On yıllardır en azgın ekonomik saldırıları sınır tanımaz bir siyasal gericilik altında sürdüren diktatörlük, duvarlarına çarpan ve daha da güçleneceğe, benzeyen dalgalar karşısında çaresizlikle karşı karşıyadır.
Proletaryanın ve emekçi halkın gelişme dinamiği ne kadar büyük bir güçle bastırılmaya çalışılırsa, biriken direnme eğilimi o ölçüde büyük patlamalar olarak dışarıya vuruyor. Yaşanan budur.

İsmail Beşikçi serbest bırakıldı
“Devletlerarası Sömürge: Kürdistan” ve “Bilim, Resmi İdeoloji, Demokrasi ve Kürt Sorunu” adlı kitaplarından dolayı yargılanan İsmail Beşikçi, oluşan ulusal ve uluslararası kamuoyunun baskısı sonucu Devlet Güvenlik Mahkemesince serbest bırakılmak zorunda kaimdi. Bu türden tutuklu bulunan hemen hiç kimseyi tutuksuz olarak yargılamak âdeti bulunmayan DGM’nin bu tutumu, aynı zamanda İsmail Beşikçi’nin, görüşleri ve uzlaşmaz tutumu karşısında bir boyun eğmedir. Beşikçi, kitaplarında yazdığı görüşleri aynen savunduğunu ve bundan sonra da savunmaya devam edeceğini belirtmiştir. Mahkeme sonrasında Beşikçi, “bundan sonra DGM aynı konudaki yargılamalardan dolayı hiç kimseyi tutuklayamayacaktır. Tutuklamaları demek, kendi yasalarını çiğnemeleri demek olacaktır” dedi. Aynı günün akşamı, saat 22. civarında kalabalık bir topluluk tarafından cezaevinden alınan Beşikçi’yi karşılayanlar sloganlar attılar ve Beşikçi’yi omuzlarına aldılar.
Kürt meselesini hoşgörü anlayışı içinde çözülmesi gerektiği konusunda timsah gözyaşları dökerek yazı yayınlayan gazeteler, Kürt meselesinin tartışılması ve adil bir çözümün üretilmesinde en büyük katkıya sahip olanların başında gelen Beşikçi’nin tahliyesine ilişkin olarak hemen hemen hiç bir şey yazmadılar ve tahliye haberine çok az yer verdiler. Yerli basının tutumu böyleyken, BBC Beşikçi ile bir röportaj yayınladı.
Beşikçi tutuksuz olarak yargılanacak.

Sedat Karaağaçla tahliye umudu
Hükümlü S. Karaağaç’ın yaşamı Ekim 1989’dan bu yana kara kanser tanısıyla hastaneler ve cezaevleri arasında geçiyor. Ankara Numune Hastanesi Sağlık Kurulu “cezanın ertelenmesini gerektirir bir problemi yoktur” görüşüyle Sedat’ın tahliyesini engellemişti. S. Karaağaç daha sonra Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesine nakledilerek ameliyat olmuş ve kemoterapi tedavisi görmüştür. Onkoloji kliniğinden 27.7.1990 tarihinde verilen yeni raporda “bu hastalık nedeniyle yüksek nüks riski olduğundan hayati tehlike mevcuttur ve hastalığın immün sistemle (bağışıklık sistemi) yakın ilişkisi nedeniyle hapis cezasının infazı halinde hayatı için kati tehlike vardır” denilmektedir. Ankara Başsavcılığı bu raporla birlikte S. Karaağaç’ın dosyasını Adli Tıp Kurumuna gönderdi. Adli Tıp Kurumunun, raporu benimserse Karaağaç’ı tahliye etmesi gerekiyor. Bu arada F. Almanya ve Fransa’dan insan hakları savunucusu doktor ve hukukçulardan oluşan iki heyetin Karaağaç ile ilgili görüşmelerde bulunmak üzere önümüzdeki günlerde Türkiye’ye gelecekleri öğrenildi.


PROTESTO EDİYORUM

İşkenceleri ve Beraat kararını tanımıyor ak beni yeniden yargılamağa çalışan, davayı oldu-bittiye getirme gayreti içinde gereksiz yere uzatan, belli bir anlayışın militanı gibi davranarak haklarımı elimden almağa uğraşan İstanbul 3. Nolu Ağır Ceza Mahkemesinin tavrını protesto ediyorum.
Hüseyin Özlütaş
HÜSEYİN ÖZLÜTAŞ’IN BASINA AÇIKLAMASI
* 12 Eylül TDKP davası nedeniyle gözaltına alındım. Gayrettepe’de 90 günlük işkenceli sorgudan sonra tutuklandım. İki yıl hiç mahkemeye çıkarılmadan bekletildim. Çıktığım ilk mahkemede tahliye oldum. Daha sonra beraat ettim. Ve bu beraat kararı Askeri Yargıtay’ca onaylanarak kesinleşti.
* Gayrettepe işkence merkezinde gördüğüm işkence sonucu felç oldum. Halen felçli olarak hayatımı sürdürmekteyim. İşgücümü tamamen kaybettim.
* İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. nolu Mahkemesinin verdiği beraat kararı, Askeri Yargıtay’ca onaylanıp kesinleştikten sonra, İstanbul 3 nolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde 150.000.000 liralık tazminat davası açtım. Dava 1987 yılından beri uzayıp gitmektedir.
* İstanbul 3. nolu ağır ceza mahkemesi; İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. nolu Askeri Mahkemesinin ve Askeri Yargıtay’ın onaylayarak kesin hükme bağladığı beraat kararı tanımayarak hakkı olmadığı halde beni yeniden yargılamaya çalışıyor. Mahkeme bu tavrından vazgeçmelidir.
* İstanbul 3. Nolu Ağır Ceza Mahkemesi, belli bir anlayışın militanı gibi, davayı tam 3. kez direnerek ret etmiştir. Mahkemenin bu açık ve haksız, tutumunu, her seferinde temyiz ettim. Temiz mahkemesi, Bu açık tavrı ret etmiştir. Şimdi, İstanbul 3. Nolu Ağır Ceza Mahkemesi davayı gereksiz yere uzatmakla kalmıyor, aynı zamanda engellemek ve davayı düşürüp beni haklarımdan mahrum bırakma gayreti içindedir. Bir olup bittiyle karşı karşıyayım. Mahkemenin bu tavrını protesto ediyorum.
Hüseyin Özlütaş Maden Mühendisi

Werner Heinitz Rejisörler söyleşisi
PERDECİ-Mehmet Esatoğlu

Amatör tiyatro ile uğraşan kimi okurların kaynak konusunda taleplerine yanıt vereceğini umduğum bir yazıyı sunuyorum. Bu yazı geçtiğimiz yıl bir tiyatro dergisinde yayınlandı ancak derginin dağıtım, düzeni yüzünden sınırlı bir kitleye ulaştı.
Dünyaca ünlü değişik açıları olan beş estetik kuramcının düşsel tartışması ve tiyatro yaklaşımı “Duvarlar yıkıldı Politik Sanat öldü” edebiyatına iyi bir yanıt.

BRECHT
MEYERHOLD
PISCATOR
REINHART
STANISLAVSKI
Bu Kurgu, Werner Hecht, Wolfgang Pintzka ve Manfred Wekwerth’in yardımlarıyla Werner Heinitz tarafından hazırlanmış ve Doğu Berlin’deki Reji Enstitüsü’nün ilk ürünü olarak 25.11.1975’de izleyiciye sunulmuştur.
ÖĞRENCİ-Değerli Konuklar!
Brecht’in “Keuner Öyküleri”nden birinde; Bay Keuner şöyle der: “Bakıyorum da, her soruya bir yanıt bulabildiğimiz için, çoğu kimseyi ürkütüyoruz.” Sonra da yanıtı bulunamamış soruların bir listesini çıkarmayı önerir, işte biz de, bu tür sorular üzerine söyleşmek amacıyla, bir dizi ünlü rejisöre çağrıda bulunduk. Sonuç olarak da, bambaşka anlayışların, bambaşka tiyatroların önde gelen beş rejisörünü bu masanın çevresinde toplamayı başardık. Doğrusu şaşmamak elde değil. Üstelik söyleşimize katılan konukların her biri, tiyatro alanındaki çalışmaları üzerine söyleyecek sözü olan yönetmenler. Ancak, bu sevindirici olayda bir küçük eksiğim oldu: Sayın Bertolt Brecht’in 80. yaş gününü ancak bugün kutlayabildiğimiz için (x), diğer rejisörlerin görüşlerini aktarmalarını, oyuncu arkadaşlarımızdan diledik. Söyleşimizde yer alan bütün görüşler aslına uygundur. Bir başka deyişle, doğruluğu sınanabilir. Dilerseniz kaynakları sevinerek açıklarız.
İzin verirseniz, şimdi sizlere, söyleşimize katılan konukları tanıtayım:
Erwin Piscator, Nollendorfplatz Tiyatrosu’nun yöneticisi, ilk büyük sahne revülerinin rejisörü ve “Politik Tiyatro” adlı kitabın yazarı.
Konstantin Sergeyeviç Stanislavski, Moskova Sanat Tiyatrosu’nun ve Moskova Akademik Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni, dünyaca ünlü “Stanislavski sistemi”nin kurucusu. Hemen belirteyim: kendisi, “Stanislavski Sistemi” terimini hiç kullanmamıştır.
Max Reinhardt, Berlin’deki Duestehes Theater’ın yöneticisi, Brecht’den önce Friedrichstadt-Palast’da ve Schiffbauerdam Tiyatrosu’nda da çalışmaları var.
Vsevolod Emilyeviç Meyerhold, Moskova’da kendi adıyla anılan tiyatronun yönetmeni, “Sol Sanat Cephesi”nin kurucusu. “Tiyatro Ekimi” deyimi kendisinden kaynaklanır.
Bertolt Brecht, başlangıçta Augsburg kentinde tiyatro eleştirmeni Epik tiyatronun kurucusu olarak tanınmış, daha sonra “Berliner Emsemble”ın sanat yönetmenliğini yapmıştır.
ÖGRENCİ- (devamla) Ben de Axel Richter, reji öğrencisiyim, üçüncü sınıftayım. (xx)
İlk sorum şöyle olacak: Bugünlerde döne döne tartışılan bir konu var: Sanat ve politika. Aslında bu ilişki, Aiskilos’un “Persler” oyununu yazdığı günlerden beri son derece doğal değil mi?
PİSCATOR- Tiyatro, kamuoyu önünde gerçekleştirilen bir sanat olduğuna göre, her zaman ve her yerde politik açılar taşımıştır.
REINHART- Çok doğru. Tiyatro antik Yunan’ın tragedyaları ve komedyaları ile doğmuştur. Bütün bir halk, olimpik oyunlara nasıl iştahla koşturuyorsa; aynı şekilde en uzak yerlerden bile kalkıp yığınlar halinde tiyatro şenliklerine koşmuştur. Eski Yunan’da bunun bilinci oluşmuştu: Öyle ki Yunanlılar, Perelere karşı sürdürdükleri direnişe ve savaşa harcadıkları kadar parayı, tiyatro için harcamışlardır. Günümüzde tiyatro gerçek boyutuyla yeniden doğmak istiyorsa, bu eski şenliklere geri dönmek zorundadır.
BRECHT- Geri dönmek olur mu Sayın Reinhardt? Sanat politiktir, orası tamam. Ama biz şu anda, Cumhuriyet yönetiminde, toplumsal işlevi kesinkes belirlenmiş bir tiyatroyu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Biz bugün sahnede somut yaşamı tanımlamak istiyoruz. Hem öyle ki, izleyici yaşamın üstesinden gelebilmek yolunda, tiyatromuz aracılığıyla ustalaşsın istiyoruz.
STANİSLAVSKİ- Bu noktada ben bir başka tablo çizmek istiyorum. Oyuncu ailesinin tüm üyeleri, benim “Sanat Yaşamım” adlı kitapta dile getirdiğim bir şeye inanırlar: Orada şöyle diyorum: “Biz oyuncular şanslı insanlarız. Öyle ya, şu koskoca yeryüzünde yazgımız, bizlere birkaç yüz metreküp tutarında bir yer bırakmış: Tiyatromuz. Burada kendimize özgü, bambaşka tanrısal ve sanatsal bir dünya burabiliyoruz. Genellikle yaratıcı bir atmosfer için-* de, ortak sanatsal çalışma içinde ve Shakespeare, Puşkin, Gogol, Moliere ve diğer büyük dehalarla birlikte yaşıyoruz. Bütün bunlar, yeryüzünde harikulade bir köşeciğin yaratılması için yetmez mi?
BRECHT- Nerde efendim? Bugünkü günde tiyatroya gidin, -ister “Oidipus” oynansın ister “Othello”, isterse “Fuhrmann Renschel” ya da “Gece Davul Sesleri” fark etmez; eğer oyun sekizde başlıyorsa, sekiz buçuktan tezi yok yüreğimiz daralmaya başlar. En geç dokuzda, artık bir tek şey düşünürsünüz: “Dışarı!” … Şimdi bu duygu, izlediğiniz oyun güzel olmamış diye mi? Yoo. Güzel olmasına güzel de, doğru değil!
REINHART- Ben bu konuda gerçekçi olmaya çalışırım. Benim mesleğim, bir dizi fanteziyi gerçeğe dönüştürmek. Bence, gerçekten yoksun fanteziler ne kadar kınanmaya değerse, fanteziden yoksun gerçekler de o kadar kınanmaya değer.
MEYERHOLD- Sanatçı ille de kendisinin gerçekçi mi yoksa romantik mi olduğunu bilmek zorunda değildir. Hele ki bu kavramlardan herkesin başka bir şey anladığını düşünecek olursak. Önemli olan, sanatçının, sanatına kendi görüşünü katması.
ÖĞRENCİ-Yani her rejisörün kendince bir sözcük dağarı, bir sözlüğü var diyorsunuz, iyi ama sanatsal üretimde de kavramların netleşmesi gerekli değil mi?
MEYERHOLD-Ben size bir şey söyleyeyim mi? Bir defasında benim için, “Sonunda gerçekçi bir sahneleyişi becerebildi.” diye yazmışlardı. Doğrusu ben de buna sevindim. Gelgeldim, adamın yazdığı doğru olduğu için değil, hoşuma gidecek bir şey söylemek istediği için sevindim. Hani neredeyse generalliğe terfi ettirilmek gibi bir duyguydu bu…
PISCATOR- Aslında eleştirmenlerin yazdıklarıyla seyircinin görüşlerinin birbirine uymaması pek yeni bir şey değil. Çoğu zaman basın, benden de beklediğini bulamamıştır.
BRECHT- Zorluklardan birisi, eleştirmenlerin oyunlarını yalnız bir kez izlemeleri. Üstelik o da prömiyerde! Ne ki, oyunu bir kez izleyip de bununla yetinebilmeleri için, şu anda sahip olduklarından daha üstün yetileri olması gerekirdi… Hadi diyelim eskiden, haftada birkaç prömiyerin yapıldığı zamanlarda, eleştiriyi çabuk yazmaları gerekiyordu, zaman dardı. Ama bugün artık prömiyer sayısı nedir ki? Öyle sanıyorum ki, eleştirmenliği meslek dışı bir iş olarak yapıyorlar. Şanssızlığımız şurada: biz politik tiyatro yapıyoruz ama çevremizde basın tümüyle…
MEYERHOLD-Bir dakika arkadaşlar! Daha biz çağdaş tiyatronun seyirci üzerindeki etkilerinden konuşurken, değişik boyutları göz önüne almalıyız. Sözgelimi, eğer tiyatro bir ajitasyon (kışkırtma) aracı olarak alınacak olursa; doğal ki tiyatroya ilgi duyan insanlar da, sahneden belli bir düşüncenin aktarılmasını bekleyeceklerdir. Bir gösteri niçin hazırlanmış, rejisör ve oyuncular bu oyunu neden sahneleyip oynamışlar? Seyirci bütün bunları tam olarak bilmek, anlamak ister. Sonra…
REINHART- Sayın meslektaşlarım, dostlar, burada ben bir noktaya parmak basmayı görev sayıyorum: Bizler, kutsal tapınağımızdan, yalnızca tüccarları ve simsarları değil; aynı zamanda gayretkeş başpapazları da kovmalıyız! Çünkü bunların aklı fikri, tiyatroyu bir hitabet kürsüsüne çevirmektir. Varsa yoksa yazılı metin! Ama tiyatroda asıl sorun, yazıda-kâğıtta değil, ortaya konan işledir. Önceden ne kadar hedefler koysanız, niyetler tutsanız da, tiyatronun gene de hesaba-kitaba gelmeyen bir yanı vardır!
STANISLAVSKI-Tabii ki tiyatronun görevi bir üniversite açmak ve kafaları tıka basa bilimle doldurmak değildir…
MEYERHOLD- Biz ajitasyondan yanayız! Düşünün: tiyatronun politik olmaması mümkün mü? Ya kızıl olacak ya beyaz. Toplum düzeninin yeniden kurulmasına, yepyeni bir yaşamın organize edilmesine oyuncular da katılmalı. Seyirci de bizimle bir dizi soru üzerine akıl yürütmeli. Biz seyirciye tartışma ortamı hazırlamalı ve bir seçim yapmasına yardımcı olmalıyız. İşin bu yanı, yani düşünme yetisini canlandırması, tiyatronun doğasındaki öğelerden biri. Bir diğer öğe daha var ki, o da, izleyicinin duygu yanını sarması. Buna göre, bir sergileme, söze dayalı tiyatrodan ödünç alınmış diyaloglar getiriyor ve boyuna akıl danelik ediyorsa, iyi bir sergileme değildir. Biz bu tür tiyatroyu zaten benimsemiyoruz; çünkü o zaman tiyatronun salon tartışmasından farkı kalmaz, diyoruz.
REINHART-Bana kalırsa, tiyatroda bugün izlerini gördüğümüz tıkanıklığı ve zorluklan ortadan kaldırmak için, boyuna tiyatro kavramının ardına bir soru işareti koymaktan vazgeçmeli. Tiyatroyu yeniden canlandırabilmek için şaşmaz bir yöntem vardır; bu yola başvurmalı: İyi oyuncularla iyi oyunlar gerçekleştirmek.
BRECHT. Ama sevgili Reinhardt, bir sahneleyişin biçimi, ancak içeriğine uygun olduğu zaman iyidir. Olmadığı zaman da kötüdür. Bunu böyle kabul etmezsek hiçbir şeyi kanıtlamak olanağımız kalmaz.
ÖĞRENCİ- Yalnız, görülüyor ki, tiyatronun ne olduğu konusunda sizler bile kendi aranızda bir görüş birliğine varamıyorsunuz! Biz gençler, bu görüşlerden hangi birine tutu-nalım?
BRECHT- Şimdi bakın: Bizde henüz genelde sanat anlayışı açısından çok yüksek bir düzey oluşmuş değil. Onun için, biçim yönünden yürekli bütün atakların, bir ölçüde yadırganması zorunlu. Nedir alışılmış görüş? Bir sanat yapıtında, gerçeklik ne kadar kolay görülebiliyorsa; sanat yapıtı o ölçüde gerçekçidir. Ama ben, buna karşılık şu görüşü öne sürüyorum: bir sanat yapıtında, gerçekliğin üstesinden gelinebileceği ne ölçüde görülebiliyorsa; yapıt o ölçüde gerçekçidir.
STANISLAVSKI- Bence sanat konuşup yazarken, yalın ve anlaşılır olmak gerek. Karmaşık sözler genel olarak insanları ürkütür. Aynı durum sanat için de geçerli. Yoksa beyinlere seslenirsiniz belki ama yürekleri uyandıramazsınız.
MEYERHOLD- Yalınlık deyince, bir Puşkin’in yalınlığı var, bir de ilkelliğin yalın yalınlığı var. Nasıl ki sanatta “ortalama bir altın yol” yoksa aynı şekilde kesin, herkes için anlaşılır ve herkese yatkın bir yalınlık da yoktur.
BRECHT – Demek istediğim şu: olabildiği kadar yalın ve olabildiği kadar anlaşılır kalmalı. Savaşını, kültürünü genişletebilmiş bir avuç sanat aşıklısıyla kazanılacak değil ya! Ne var ki, tanımamız gereken bazı karmaşık süreçler de, ha deyince yalınlıkla dile getirilemiyor…
MEYERHOLD- Benim şaşmaz ilkem, yalın ve kestirme bir sahne dili oluşturmaktır. Ama bu dil, karmaşık ve boyutlu çağrışımlar uyandırmalıdır.
BRECHT-Kuşkusuz bugün gerçeği yansıtmanın kolay olduğundan söz edilemez. Yeryüzü pek karmaşık. Pek çok kimse de bilmesi gerekenleri bilmiyor. Ama edinilebilecek bilgilerle, Öğrenilebilecek yöntemlerin gerekliliği de açık.
ÖĞRENCİ- Bir dakika! Bir dakika lütfen! Bir yanda ajitasyon, öbür yanda duygusal yaşantı! Bir yanda bilinç, öbür yanda duygu! Bu yanda politik zorunluluklar, öte yanda sanatsal güzellik! Burada zorlama, orada keyfi! Bir yanda öğreti, öte yanda eğlence! … Peki, ama bu tiyatro ne yapmalı? Öğretmeli mi, eğlendirmeli mi?
STANISLAVSKI- Doğrusu ben, sanatımızda amansız bir usul-perestliğe (püritanizm) yokum… Yoo. Bence tiyatronun ufku son derece geniştir. Neşeyi ve şakacılığı da severim doğrusu.
REINHART- Zaten günümüzde artık böyle bir sınıflandırmanın ne gereği var ki?
PISCATOR- Şimdi bir kez tiyatronun açık seçik tek yönlü olmadığını kabul etmek gerekir. Tek yönlü olmamalıdır zaten. Tiyatro, çocuksu (naif), yalın, dolaysız ve psikolojiden uzak etkilerden de yararlanır. Tiyatro olayında, bir başmakalenin ana doğrultusu yetmez. Tiyatronun, asıl kendisine özgü olan şeye gereksinmesi vardır. Bu da etkileme gücüdür. Tiyatro, ancak gereğince etkileyebildiği zaman gerçek propaganda olmaya hak kazanır.
MEYERHOLD- Bence tiyatroda her zaman “eğlendirme-neşelendirme” unsuru “öğretmek”ten önce gelmeli, Devinime de, sözden daha fazla değer verilmeli.
BRECHT-Bana sorarsanız, tiyatrodan bir şeyler öğretilmesini beklemek bile fazla, tiyatro insana, olsa olsa, düşünsel ve bedensel boyutlarda keyifle devinmeyi sağlayabilir. Tiyatronun, her şeye karşın cabadan bir zenginlik olarak kalmasına izin verelim. Doğal ki, insanın mutlaka gerekli olmayan bu tür fazlalıklar için yaşadığını da kabul ederek. Bence savunmaya en az gereksinmesi olan şey keyiftir, nazdır, eğlencedir.
STANISLAVSKI- Eğlence… Evet, işte bu, tohumdur. Yazarın yaratmasını sağlayan, oyuncunun oyunu sevmesine yardımcı olan, oyuncunun rolünü oluşturup olgunlaştırmasına olanak sağlayan tohum, işte rejisör, bu tohumu oyuncunun ruhuna atmalı, onu keyiflendirmen’ ki; oyuncu doğurganlaşabilsin.
ÖĞRENCİ- İyi ama eğlenmesi gereken öncelikle izleyici değil mi?
BRECHT- Kuşkusuz. Oldum olası tiyatronun işi, insanları eğlendirmektir. Hiçbir durum, bize sanatın neşeli doğasını unutturmamalı.
MEYERHOLD- Yani siz de bazı arkadaşlar gibi diyorsunuz ki: “Müzik kullanın, ışık kulanın, ne isterseniz yapın; ama şu şeytanından bulası sanatınızla bize neşe katın. Katın ki, önümüzdeki savaşlar için güç toplayalım!” … Gelgelelim, yalnız güldürüler sahnelemek yetmez. Biz her şeyi sahnelemeliyiz. Bir rejisör, doktorlukta olduğu gibi, çocuk hastalıkları, zührevi hastalıklar ya da kulak-burun-boğaz üzerine uzmanlaşmak gibi bir yola gitmeli. Hiç tragedya sahnelemeksizin, yalnızca komedi çalışmak isteyen bir rejisörün başarısız olacağı açık. Çünkü gerçek sanatta, üzünçle gülünç omuz omuza, cücelikle yücelik yan yanadır her zaman.
STANISLAVSKI-Doğal ki bütün bunları gerçekleştirebilmek, ancak yetenekli olmamıza bağlı. Hoş, yetenek de tek başına yetmez, özellikle 20. yüzyılın tiyatrosunda. Büyük yazarlar, ancak kültürlü insanlar tarafından sahnelenip oynanabilir. Bugün artık, şaklabanlarla çığırtkanlar için çanlar çalmaya başlamıştır. Acemi tiyatroda çalıştırılmasının yasal olarak önleneceği günler de -bütün gönlümle dilerim ki-yakındır!
Yanılmıyorsam, şu günlerde Sahne çalışanları Birliği bu konu üzerinde çalışmalar yapmaktadır.
ÖĞRENCİ- Sayın Reinhardt, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
REINHART- Anladığım kadarıyla, benim yöntemim nedir, diye soruyorsunuz. Aslında benim belli bir yöntemim yoktur. Ben reji çalışmanın asal ekseni olarak, oyuncuyla çalışmamı görürüm. Doğal ki bu çalışma, genellikle imzamızın görünmediği bir çalışmadır. Çünkü güçlü oyuncu kişiliklerinin bu çalışmayı tepeden tırnağa benimsediklerini göstermek hem doğru olmaz hem de pek olası değildir. Zaten bu tür çalışmanın temel amacı, oyuncunun kendini bulmasına rehberlik etmektir.
BRECHT-Yöntem olmadan da birçok şeyler bulunabilir. Bu olası! Yalnız gerçeğin böyle rastlantılar sonucunda sergilenebildiğini varsayalım: insanlar bu sergilemeye bakarak, nasıl davranmaları gerektiğini seçebilecekler mi?
REINHART- Her oyuncunun kendine göre kuralları olduğu, kural olmadan oyun olmayacağı açık. Ama tiyatro, en yüce anlamıyla bir oyun olarak kalmalı. Hem öyle ki, bu oyunda, oyuncularla izleyiciler, birlikte ağlamak, birlikte gülmek, gerçek olmayan bir şeyi birlikte gerçek yapmak için, en canlı bir ilişki içine girsinler.
PISCATOR- Hani biz politik tiyatro diyoruz ya; inanın ki bunu, politikaya olan merakımızdan demiyoruz. Yeryüzü düzeninin yeniden kurulması için verilen büyük savaşta, kendi payımıza düşeni yapmak istiyoruz. Bizim sanat yapıtlarımız, ne devletin sanat için benimsediği kurallarla koşuların tutsağı olacaktır, ne de öteden beri alışılagelmiş biçimlerin. Biz, “sanat şöyle şöyle olmalı” diye, hiçbir zaman doğmalar koymadık ve belli bir “stil” arayışına girmedik. Eğer her gün tiyatromuza gelen bin kişiden, yüz tanesi, içinde yaşadığı “düzen” üzerine biraz düşünürse; eğer bunu başarabilirsek, bu bize yeter. İşte bu, bizim için gerekli olan tek ölçüdür. Biz ne tiyatro peşindeyiz, ne de düş peşindeyiz: gerçeğin peşindeyiz.
ÖĞRENCİ- Bir saniye lütfen! “Dogmalar olmasın” derken, bu her şeye serbest anlamına mı geliyor? Tiyatro belli bir zaman kesitinde, belli bir izleyici topluluğunun isteklerine yönetmiyor mu?
REINHART- Burada hemen bir şey eklemek isterim: Şuna kesinkes inanıyorum ki, iyi tiyatro yalnızca sahnede oluşmaz. Bizim asıl oyuncumuz, salonda oturandır. İyi tiyatro, yalnızca oyuncunun yeteneğine değil, aynı zamanda seyircinin de yeteneğine bakar. Şimdi sorarım size: Bu yetenek başka nerede, ülkemizde olduğu kadar verimli ve köklüdür? Oynama ve oyuna katılma dürtüsünün, her köşede ılıcalar gibi topraktan fışkırdığı bir başka ülke nerede bulunur? Bu kaynaklar…
MEYERHOLD- Ona bakarsanız, bence de yeryüzünün en iyi seyircisi bizim ülkemizde! Kalıbımı basarım buna! Ne batıyla kıyaslanır, ne de eski Rusya’nın ortalamasıyla!
REINHART- Aslına bakarsanız, oyuncu için en iyi seyirci geniş ve duygusal kitlelerdir. Tiyatro da, oldum olası kitleler için vazgeçilmez bir besin maddesidir. Hem de sözcüğün en gerçek anlamıyla!
BRECHT-” Sanat yapıtı temelde tüm insanları etkileyebilmeli” görüşü, asında çok eski ve köklü bir görüştür. Öyle ya, sanat insanlara yöneldiğine göre, tüm insanlar da bir sanat yapıtını anlayıp, ondan bir tat alabilmelidirler. Çünkü bütün insanların içinde de bir sanatçılık yatmaktadır. Bu görüşe yaslanılınca, görüyoruz ki, “kendi başına gerekli etkiyi uyandırmayan” ve açıklamalar gerektiren sanata, net tepkiler doğuyor. Aynı zamanda biliyoruz ki sanatla ilişkisini daha çabuk kurabilen, sanattan daha yoğun tat alabilen insanlar da var! Bunların “sanatı tanıyan dar bir çevre” ya da “bir avuç sanatsever” diye adı çıkmıştır. Bugün içlerinde çok iyileri de olan birçok sanatçı, bu bir avuç “bilgili”yle değil de, halkın tümüne sanat yapmak kararındalar. Bu karar, ilk bakışta demokratik görünüyor ama bence gene de tam demokratik değil. Bence asıl demokratik olan, o “bir avuç bilgili”yi genişletip “bilgililerin yığını” haline getirmektir. Çünkü sanatın bilgiliye gereksinmesi vardır.
ÖĞRENCİ- Biliyorsunuz Sayın Brecht, özellikle bu yüzden, bugün size pek çok eleştiri yöneltiliyor. Bir zamanlar sizin öğrenciniz olduğunu söyleyen başka yazarlar, bugün sizin pabucunuzun dama atıldığını söylüyorlar. Biri size on üzerinden bir buçuk verirken, bir diğeri “Gerçekçilik” kavramının tiyatroda işe yarar olmadığını öne sürüyor. Aynı yazar, kendi deyimiyle sizin “diskursiv “(xxx) dramatugri”nizi ve oyunlarınızda “olayları açık seçik sergilememizi beğenmiyor. Başkaları, oyunlarınıza en az on yıllık bir “avlanma yasası” koyulsun istiyorlar!
STANISLAVSKI- Anlayamadım gitti; yetenekli insanlar ne diye daha önce elbirliğiyle oluşturdukları güzelliklere kara çalarlar? İncir çekirdeğini doldurmayan kişisel anlaşmazlıklar küçümsenmeler yüzünden mi? Başkalarının baş ağrımalarına duyulan kıskançlık ve kendine yer kapma hastalığı içimizde yuvalanmış. Bundan çok büyük zararlar doğuyor. İşimiz gücümüz, kendini beğenmişliğimizi ve bencilliğimizi, bir takım kurnazca sözlerle, akla gelebilecek her türlü gerekçeyle örtmeye çalışmak!
PISCATOR- Şu kadarını söyleyeyim ki, bazı insanlar vardır, bir işçi toplantısına mı gidiyorlar, hemen kırmızı bir kravat bağlarlar. Ama toplantıdan çıkar çıkmaz hemen kravatı çıkarmayı da unutmazlar. İşte buna oldum olası karşıyımdır!
MEYERHOLD- Arkadaşlar! Hani bir zamanlar fütüristler, sanat alanında daha önce ne var ne yoksa bunların değer taşımadığını, insanların kafasına yerleştirmeye çalıyorlardı. Yeni sanatı yaratabilmek için, tüm sanat yapıtlarını silip yok etmek gerekir, diyorlardı. İşte günümüzde de pek çok şey bana bu eğilimleri anımsatıyor… Gerçek şu ki, geçmişle aradaki bütün köprüleri almak, ancak kendine özgü bir nihilizme (hiççiliğe) götürür. Çünkü geçmişin birikimleri olmadan sanat yapılamaz. Örneğin, “İşçi Gençliği Tiyatrosundaki arkadaşlar, uzun süre Konstantin Sergeyeviç Stanislavski ile hiç mi hiç alışverişleri olmasın istediler. Ama şimdi Stanislavski’nin sistemiyle ilgilenmenin gerekli olduğunu anladılar. Yalnızca biraz dinlenip, kulak kabartıp sonra gitmenin anlamsızlığını da gördüler de: pratikte uygulama gereğini bile duydular. İşte yararlı olan budur.
BRECHT- Aslında, her nerede olursa olsun, gerçeği kavrayabilmek için diyalektiği uygulamayı öğrenmeliyiz. Değil mi ki bugün artık diyalektik olmadan tiyatro olmaz. Ben görüşümde ısrar ediyorum: Sanatın bilgiye gereksinmesi vardır.
PISCATOR- Biraz da, politik tiyatro konusu işin özü olduğu için; politik tiyatro der demez bütün görüşler daha şiddetli bir şekilde ortaya sürülüyor, herkes kurdunu dökmeye başlıyor.
REINHART- Gene dei asıl belirleyici faktör oyun sevinci! Oyun sevinci olmaksızın tiyatro diye bir şeyi düşünemiyorum bile. Bu görüşümü şimdiye kadar öne sürmedim; çünkü biliyorum ki sözcükler çoğu zaman tehlikeli olacak ya da en azında bir temel oluşturmak için yetersiz kalacaktır. Ama bu da tek neden değil. Bir ikinci nedeni de, benim için yaşamın anlamı olan tiyatro kavramını, böyle dekoratif bir parolanın içine sıkıştırmak çok zoruma gidiyor.
BRECHT- İtirazım var: Bölük pörçük, karanlık ve çarpık birtakım yansıtmalarla etkiye ulaşan sanat ne olacak? Delilerin, çocukların ve ilkelerin ortaya çıkardığı sanat ne olacak? Bütün bunlardan da bazı kazançlar elde etmek belki olasıdır. Ama biz, yeryüzünün ve yaşamın aşırı öznel (sübjektif) ölçülerle yansıtılmasının, asosyal etkiler bırakacağından kuşkulanıyoruz.
PISCATOR- Benim parolam: “Bilgi-Bilinç ve İnanç”… Yani bir bakıma, tiyatroyu yeniden aktöresel (ahlâki) bir kurum olarak kavramak! Tolstoy’un dediği gibi, ancak insanları daha iyiye yöneltebiliyorsa sanatın bir anlamı vardır. Yapılacak iş, aklın lâyık olduğu yeri yeniden almasına yardımcı olmaktır. Sanat bulanıklık değildir. Sanat aydınlamadır.
BRECHT- Ve ileriye doğru yapılacak işlerin hiçbiri de, akla geri dönüş kadar zor değildir.
(Devam edecek)

OKUR MEKTUPLARI

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
24 Şubat 1990 tarihinde bir basın açıklaması ile kamuoyuna kendini tanıtan “Sendikal Haklar Koordinasyon Komisyonu”, 23 Haziran’da Cağaloğlu’nda yaptığı bir basın açıklaması ve gösteri ile sözde “zam”lara karşı mücadeleyi başlattı.
Bu mücadele esas olarak kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesinin bir parçası, sendikaya giden yolda önemli bir adımdı.
Eylemlerin görünüşteki somutlanışı zamlara karşı gibi olmakla birlikte, gerçekte sendika mücadelesinin bugünkü somutudur. 25 Hazirandaki gösteri üç bin, Sultanahmet Meydanında 16 Temmuz’daki gösteri ise erken başlamasına ve polisin müdahalesine rağmen 5.000 civarında memurun katılımıyla gerçekleşmiştir.
Polisin tüm engelleme, dağıtma çabalarına rağmen, gösteriler (özellikle ikincisi) memurların işverenleri olan devlete inanmadıklarını, güvenmediklerini. 350.000-500.000 maaş da dahil birçok şeyi kaybetmeyi göze aldıklarını ve sendika mücadelesinde kararlı olduklarını gösterdi.
Gencide sendikalaşma mücadelesi ivme kazanma yönünde ilerlerken, bugün sözde zamlara karşı gelişen mücadele başka zenginliklerle desteklenmezse düşme gösterecektir. Bu alanda kamu çalışanları, Temmuz eylemlerini (ki, bu eylemler işçilerin 89 bahar eylemlerine çok benziyor) bölgesel ve yasal mitinglerle taçlandırıp, en yakın zamanda koşulların uygun olduğu işkollarında bir sendika başvurusu yapmalı ve bu başvuru sonbaharda yaygın eylemlerle desteklenmelidir.
Faşist diktatörlüğün saldırılarına karşı kamu çalışanlarının birliği daha da pekiştirilmeli, bu birlik bir başka ve çok önemli bir güç olan işçi sınıfı ile destek ve dayanışmaya girilmelidir. Sınıfın, özellikle İstanbul ilimizde Sendika Şubeleri Platformunun desteği mutlaka alınmalıdır.
Temmuz eylemleri geleceği gösteriyor. Daha ileri Ve daha zorlu mücadelelere hazır olalım.
İstanbul’dan bir öğretmen

Y. ÇEVRİOĞLU’NUN ANISI BİZİMLE OLACAK
Antalya YDGD Yönetim Kurulu Üyeliği nedeniyle yaşamının 32 ayını 12 Eylül Zindan’ında geçiren Yusuf Çevrioğlu yoldaş, 3 Haziran 1990 günü hazin bir deniz kazasında yaşamını yitirdi.
1961 yılında Antakya da dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yusuf yoldaş henüz çocuk denecek yaşta, ortaokul sıralarındayken devrimci saflarda yerini aldı.
Gerici-Irkçı, Faşist güçlerin oldukça etkin oldukları Antakya’da bir avuç genç devrimci yoldaşlarıyla bu gerici çemberi kırmak için mücadele etti. Bu nedenle birçok kez polis tarafından gözaltına alındı, sivil faşist çetelerin saldın hedefi oldu. YDGD-YK üyeliği döneminde Antakya ve çevre Köylerinde gençlik çalışmasında yoğun bir şekilde yer alan Yusuf yoldaş, YDGF’nin Güney illeri koordinasyonunda Antakya YDGD temsilcisi olarak faaliyet yürüttü. Yoğunlaşan siyasal görevleri sonucu, başarılı bir öğrenci olmasına rağmen. Ticaret Lisesi 2. Sınıfta öğrenimini bırakmak zorunda kaldı.
12 Eylül cuntasının ilk günlerinde polis tarafından gözaltına alınan Yusuf yoldaş işkence altında abisinin politik faaliyeti hakkında bilgi vermeğe zorlandı. Bu konuda ifade vermeyen Yusuf Yoldaş, ilk sorgusundan sonra bir süre serbest bırakıldı. 1981 yılında YDGD yönetim Kurulu üyeliği nedeniyle yeniden gözaltına alındı. Adana Sıkıyönetim mahkemesinin YDGD hakkında gizli örgüt iddiasıyla açtığı davada yargılandı. “Ütü”nün bile örgüt malı sayıldığı, Devrimciler aleyhine delil olarak kullanıldığı 12 Eylülün “mizahi” bir Mahkemesi tarafından örgüt üyeliğinden mahkûm edildi. Yaşamının 32 ayının Faşizmin zindanında geçiren Yusuf Yoldaş hakkında Yargıtay daha sonra beraat kararı verdi.
Son dönemlerde Antakya Halkevinde faaliyetlere katılıp amatör Tiyatro gurubunun yönetmenliğini yapan Yusuf, 3 Haziran günü bir gurup eski arkadaşı ve tiyatro gurubuyla birlikte gittiği bir gezide geçirdikleri hazin bir deniz kazası sonucu Ali Koçak ve Yusuf Taş isimli arkadaşlarıyla birlikte yaşamını yitirdi. 10 Haziran günü Antakya Halkevinde 40 kişinin katıldığı bir anma toplantısında Yusuf yoldaşın yaşamı ve mücadelesi anlatıldı.
Sade, gösterişsiz ama yetenekli ve onurlu bir yaşamın anılan hep bizimle olacak.
Kalbi çocuklara sevgiyle dolu olan Yusuf un son olarak 13 Ocak 1990’da yakını olan Çocuklara yazdığı yazının son cümlesi: ‘Tüm çiçekler sizin olsun!” ile biliyordu. “Yusuf’un Tüm Çiçekleri” Dünyanın bütün Özgürlük Çocuklarının olsun.
ANTAKYA YDGD’den Mücadele Yoldaşları

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA

Bizler, İstanbul Belediyesinde çalışan yurtsever devrimci memurlar olarak, 1987’den bu yana sendika kurma mücadelesi içine girdik, öncelikle kendi aramızda bir sendika yürütme komitesi oluşturarak, daha sonra tüm ilçe belediyelerinde temsilcilikler belirledik. Bu temsilciler düzeyinde çalışmalarımızı sürdürdük. Çeşitli yerlerde zaman zaman toplantılar düzenleyerek çalışmalarımızı hızlandırdık. Bu çalışmalarımız sonucunda il ve ilçelerde birim bazında temsilcilikler oluşturduk. Birim temsilcilerinin seçtiği baş temsilciyle çalışmalarımızı daha da yoğunlaştırdık. Ne var ki, komisyon yönetiminde bulunan revizyonistler uzlaşmacı-icazetçi bir yol ve eğilim içindeydiler. Türkiye’nin ILO, Avrupa Sosyal Şartı vb. gibi tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülükleri gereği grevsiz, toplu sözleşmesiz sendika kurma konusunda açık yasal bir engelleme bulunmadığı, bu nedenle böyle bir sendika kurabilmenin olanaklı olduğu görüşünden harekede “Grevli, Toplu-İş sözleşmeli” bir sendika anlayış, hedef ve çalışmadan uzaktılar. Bu nedenle; bu sıralarda kurulan ve “grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika” mücadelesini amaçlayan Bem-Der’de tabam birleştirmeğe çalıştık. Mevcut yasalara sığınarak yasal çerçevede bir sendika kurmağa çalışan revizyonistler, böylelikle burjuvaziyle uzlaşıp yığınların mücadelesini bölme uğraşısı içine girdiler. Burjuva icazet sınırlan çerçevesinde bir tabela sendikası kurmaya çalışan revizyonistleri ve onların bu çabalarını teşhir göreviyle yükümlü olduğumuz bir dönemde Temmuz zammı gündeme geldi.
Sendika Yürütme Komisyonunun başındaki revizyonistler memurların eylem ve birliklerini bölmenin mücadelesini veriyorlardı. Nitekim Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin Günaydın gazetesine gelişi sırasında gazete önündeki protesto eylemine katılmadıkları gibi, var oldukları her ilçede eskiden de yaptıkları gibi eyleme katılmak isteyen insanların önüne geçerek, gidemedikleri yerlere de telefonlar yağdırarak “biz böyle bir şeye katılmıyoruz; polis orada sizi döverse, tutuklarsa size kim sahip çıkar?” diyerek eylem kırıcılığı yaptılar. Yine kendilerine” sendika yürütme komisyonu” diyen revizyonistler, 16 Temmuz’daki Sultanahmet mitingine, ortak basın açıklamasına imza atakları halde gelmeyerek ve kitleyi orda yalnız bırakarak uzlaşmacı yüzlerini gösterdiler. Bizler, devrimci demokrat memurlar olarak Sultanahmet’te organizasyonsuz ve başıboş bırakılan kitleyi toplayarak eylemimizi gerçekleştirdik. Revizyonistlerin uzlaşmacı-icazetçi bu tutum ve eğilimlerine karşılık, “grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika” amacını taşıyan Bem-Der ise, Sendika Yürütme Komisyonu’nun bulunduğu eylemlere katılmama gibi bir karara sahip. Bu eylemlere aktif olarak katılmamakta ve kitleyi revizyonist ve reformistlerin insafına bırakmaktadır. Böylelikle, aynı zamanda kitle içerisinde “derneklerin yarışına taraf olmayalım katılmayalım” şeklindeki yanlış eğilimin güçlenmesine ve güç ve eylem birliğimizin burjuva propagandalar karşınında zayıflamasına sebep olmaktadır.
BEM-DER üyesi bir Belediye Memuru

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI EMEKÇİLERİNE
Bizler Federal Almanya’nın Kuzey Ren Westfalya bölgesinde emeğini satarak geçimini sağlamaya çalışan Türkiyeli emekçileriz. Memleketimizden binlerce kilometre uzaklıkta olmamıza rağmen gözümüz kulağımız hep oralarda. Ülkemizde gelişen demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin takipçileriyiz. Nitekim bizler ve dünyanın 120’den fazla ülkesindeki işçi kardeşlerimiz bu yıl da 1 Mayıs’ı işçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kutladık. Fakat ülkemizde bu önemli ve anlamlı günün kutlanmasına izin verilmemesi işçi kardeşlerimizin üzerine ateş edilmesi, binlercesinin tutuklanması ve işkence görmesini nefretle protesto ettik. Nitekim burada katıldığımız mitinglerde ülkemizdeki gelişmeleri Alman emekçilerine aktardık ve bu durumun protesto edilmesi için de fabrikalarda, sendikalarda çeşitli girişimlerde bulunduk. Bunlardan bazılarını sizlere de iletmek istiyoruz. Her şeyden önce ülkemizde 1 Mayıs’ın yasallaşması, 1 Mayıs tutuklularının serbest bırakılmasını içeren telgrafları ve protesto kartlarını burada yaşayan sınıf kardeşlerimizle ve devrimci demokrat arkadaşlarla birlikte TC İçişleri Bakanlığı’na yolladık. Bunun yanı sıra üyesi olduğumuz F. Alman İGM sendikasının çeşitli toplantılarında konuyu gündeme getirdik. En son yaptığımız İGM bölge konferansında yabancı işçi, gençlik ve kadın komisyonundaki arkadaşlar olarak yukarıdaki taleplerimizi içeren ortak bir önerge verdik ve bu önergemiz kabul edildi. Aynı zamanda bu önerge içerisinde 1 Mayıs’ta polis tarafından yaralanan Gülay arkadaş için bir bağış kampanyası açtık ve hemen orada 3.060 DM topladık ve kendisi için açılan hesaba yatırdık. Gülay arkadaşa acil şifalar dileriz.
Gelecek 1 Mayısları dünya emekçileriyle birlikte kutlamak dilekleriyle, mücadeleniz mücadelemizdir diyor hepinize en candan selamlarımızı iletiyoruz.
-1 Mayıs tutukluları serbest bırakılmalıdır.
Gelsenkirchen’den bir Özgürlük Dünyası Okuru…

BİRLİK VE MÜCADELE GELİŞİYOR
İzmirli tüm sağlık emekçilerinin mücadeleleri yeni boyutlar kazanarak gelişiyor.
Yasadışı sürgünlere karşı yemek boykotu ve alkışlı gösteriler yapıldı. 28 Haziran 1990 günü ‘Grevli, Toplu iş sözleşmeli sendika’ hakkı ve sürgünlerin geri alınması için yemek boykotu İzmir’de tüm hastanelerde % 80’lere varan kitle katılımı ile gerçekleşti.
Sürgünleri protesto, ücretlerin insanca yaşanacak düzeye getirilmesi ve ‘grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika’ hakkı için; İzmirli sağlık emekçilerince, Başbakanlık, Sağlık Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı’na protesto telgrafı eylemi yapıldı.
İzmir Tepecik SSK ve Buca SSK hastanelerinden 8 doktor, 1 hemşire, 1 anestezi teknisyeninin çeşitli illere hiçbir gerekçe gösterilmeden, Çalışma Bakanı imren Aykut’un emri ile (faks emri) bir gün içinde sürgünleri yapıldı. Daha önce de Tepecik Göğüs Hastanesi’nden 3 hemşire hiçbir gerekçe gösterilmeksizin il içinde sürgün edilmişti. Sağlık emekçileri, bu saldırı ve sürgünlere sessiz kalamazlardı.
Sağlık emekçileri, sürgün ve kıyımlarla birlikte ‘grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika’ ve temmuz ayında % 25 zamlı ücret artışını protesto ile birleştirerek hastanelerde geliştirdikleri eylemler yeni boyutlar kazandı.
Yeşilyurt Devlet Hastanesi’nde 16 Temmuz günü, sağlık çalışanları (doktor, ebe, hemşire, memur ve yardımcı personel) yemek boykotu ve maaş bordrolarının yakılması şeklinde eylem yaptılar. Yemek boykotuna tüm hastane personeli katılırken, gösteride 350-400 dolayında sağlık personeli yer aldı. Tepecik Göğüs Hastanesi’nde yemek boykotuna % 80 katılım oldu. Yemek boykotunun hemen ardından 250-300 dolayında sağlıkçı, ellerinde dövizleri olduğu halde hastane bahçesinde toplandılar. “Grevli, Toplu-İş Sözleşmeli Sendika için ileri”, “sadaka değil, hak istiyoruz”, “İşçi, memur el ele; genel greve” sloganları gösteriye katılan tüm personelce atıldı. Hastane içerisinde yürüyüş şeklindeki gösteriye hastalar da katıldılar.
Göğüs Hastanesindeki eylemin bitimine yakın, hastane idaresi polisi çağırarak, idarenin polis ile işbirliği yaptığını gösterdi. Fakat saldırı, tehdit, sürgün ve baskılar sağlık emekçilerinin haklı mücadelesini engelleyemeyecektir. Nitekim bu eylemlerin ardından Ege Üniversitesi Hastanesi, Alsancak Devlet Hastanesi, Karşıyaka Devlet Hastanesi, Konak Doğum Hastanesi, Behçet Uz Çocuk Hastanesi ve Dokuz Eylül Hastanelerinde eylemler, yemek boykotları, hastane içi yürüyüş vs. ile sürdü.
Sağlık emekçilerinin bu eylemleriyle, pratik mücadele içinde en geniş kitlelerin birlik ve katılımının gerçekleştiği bir kez daha görülmüş oldu. Tüm yasal engellemelere rağmen, sağlık emekçileri mücadele için hazır olduklarını gösterdiler.
Kapitalist sömürünün işkence, tehdit vs. baskılarla azgınca sürdüğü ülkemiz koşullarında hak arama, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve her türlü baskının durdurulmasının yolunun mücadele etmekten geçtiği bir kez daha anlaşılmış oldu.
İzmir sağlık emekçilerinin eylemlerine Petkim işçileri ve sendika temsilcileri destek oldular. Bu da, işçi, memur ve tüm emekçilerin sorunlarının bir ve ortak olduğunu; bu nedenle tüm emekçilerin ortak çıkarlarının kapitalist sömürü düzenine son vererek özgürlük ve demokrasi içinde yaşamak olduğunu ve bunun için işçi, memur ve tüm emekçilerin birlikte mücadele zorunluluğunu göstermiş oldu.
Tüm toplum kesimlerinde olduğu gibi, sağlık emekçileri için de, bir araya gelme, mesleki sorunları tartışma, ekonomik-demokratik hakların kazanılmasında uğraşma, ülkemizin durumu ve geleceğini düşünme; sonuçta örgütlenme ve egemen sınıflara karşı bu örgütlü gücü harekete geçirme merkezlerinden biri olarak sendikalar zorunlu ve acil yaşamsal öneme sahip bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, modern revizyonistlerin, her türden gerici dinci ve faşist akım ve eğilimlerin öne sürdüğü gibi, grev hakkı, toplu-iş sözleşmesi yapma hakkı elinden alınmış, dernek tipi sendikalar çalışan emekçilerin istediği sendikalar olamaz.
Sağlık emekçileri ve diğer memurların sendikaları, mücadeleci, pazarlık gücü olan, grev yapan örgütlenme ve eğitim merkezleri olmalıdır. Bilinçli, örgütlü ve birlikte mücadele şiarlarını yükselterek, her türden gerici, faşist, reformist ve revizyonist aldatmaca ve ayak oyunlarına gelmeyelim. Unutmayalım ki, “Grevli, Toplu-İş Sözleşmeli Sendika”larımız, bu gerici engelleri de aşarak yaratılacaktır.
-Grevli, Toplu-İş Sözleşmeli Sendika için ileri!
-Ücretler, insanca yaşanacak düzeye getirilsin!
-İş, ekmek, özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük!
-İşçi, memur el ele; genel greve!
İzmir’den Yurtsever Devrimci Demokrat Sağlık Emekçileri

OZAN ÇAĞDAŞ’IN KAMUOYUNA AÇIKLAMASI
Halkın Türküsü Adlı Kaset Sansürden Geçmedi!

Neden geçmedi? Nedeni açık; çünkü Halkın Türküsü. Şayet “Halkın Türküsü” değil bugün hastalık derecesinde yaygın olan arabesk olsaydı takılır mıydı? Elbette ki hayır! Çünkü arabesk insanlara, kitlelere umutsuzluğu, karamsarlığı, hayata kahretmeyi, her türlü yoz duyguları körüklüyor.
Kasetimdeki ret kararının gerekçesi şöyle: “Kamu düzeni, genel asayiş, kamu yararına aykırı görüldüğünden, yayınlanması çoğaltılması kurulumuzca oy birliğiyle uygun görülmemiştir.”
Uygun görülmeyen nedir, biraz açalım. Kamudan kastedilen bir avuç azınlıkla bu karar doğrudur. Yok, halk yığınları ve çoğunluksa bu iddia komik olur. Çünkü bir anaya evladına sahip çık, onu ne zahmetlerle meydana getirdin demek, emeği, emekçiyi, insanı yüceltmek, haksızlığı, yoksulluğu, işkenceyi yermek suç ise her şeyi meydana getirenin eller olduğunu, doğurtanın da eller, mezara götürenin de eller, yapanın da yıkanın da eller olduğunu; silahı yapan, tetiği çeken, hedefte yaşamı son bulanın da eller olduğunu anlatmak kamu yararına aykırı ise o zaman vurun beyler, kesin asın, evlatta neymiş, insanın değeri ne ki, dememiz mi gerekirdi?
Halkın Türküsüne yasak koyan eller bunu istiyor. Halkın türküsü, yiğitliği, halk sevgisini, halk uğruna, ölüme severek gidenlere övgü, baskıya, işkenceye, haksızlığa tepkiyi içermektedir. İnsan ömrüyle pazarlık olmaz demişim, suç demişler. Hür ülkede canlı mezarlık olmaz demişim, suç demişler. Fikir tavına gelende, kaynat fikri fikre, kardeş olsun düşmanlıklar demişim, suç demişler.
Anaya evladına sahip çık demişim, suç demişler. Üretene, emeğine sahip çık demişim, suç demişler. Sensizlik-bensizlik çağında, sulanıp aşk ırmağında, özgürlüğün yanağında, açalım açalım gül gibi demişim, suç demişler. Bunlara suç diyenler, haksızlığı, yolsuzluğu, işkenceyi her türlü kini nefreti desteklediklerini bu kararlarıyla itiraf etmiyorlar mı? Öyle ise ben “Halkın Türküsü” adlı kasetimi insanlığa, halka, bilime, sanata, yorumcuya, eleştirmene, herkese açıyorum, dinleyin, inceleyin, karar verin. Yasaklar, “Halkın Türküsü” adlı kasetime mi olmalı, yoksa koydukları yasalara dahi uymayan, insan hakları evrensel beyannamesini böylesine ihlal eden zihniyete mi olmalı? Halkın Türküsü adlı kaset suç işlemişse, tutun yakamdan, yargılayın, sorgulayın, yabancısı değilim, zindanların hücrelerin: Halkın Türküsü’nün yasaklanması, bir suçtur! Suç duyurusunda bulunuyorum.
Sanatçılar da hem dünyadaki hem de kendi toplumundaki gelişmelerin dışında kalamaz. Kaldı ki, sanatçıyı da sanatı da yapan, asıl toplunun kendi kültürü ve koşullarıdır. Halk ozanları susmayacaktır. Anti-demokratik basıklara hayır. Zafer yeninin, güzelin, emeğin ve haklının olacaktır.

Ağustos 1990

Ve memurlar da sokakta…

Son yirmi yılda reel ücretleri % 80 gerileyen memurlar, ücretlerini geri almak, gasp edilen sendikal, demokratik haklarını yeniden elde etmek için, devletin tüm yasaklarına ve baskılarına, işten atma tehditlerine vs. aldırış etmeksizin, 25 Haziran’dan beri başlattıkları eylemlerini çeşitli biçimlerde (yemek boykotu, yürüyüş, bordro yakma, gösteri vs.) yaygınlaştırarak sürdürüyorlar.
Devlet istatistik Enstitüsü’nün açıklamalarına göre enflasyon artışı yılın ilk altı ayı için ortalama % 65 dolayında seyrederken, ANAP Hükümetinin memur ücretlerine %25’lik bir artış yapması, yıllardır sefil yaşam ve buna ek olarak ağır iş ve çalışma koşulları ve siyasal iktidarın çok yönlü (politik, ideolojik, kültürel vs) baskıları karşısında duyulan öfke, İstanbul’dan Ankara, İzmir’e, Muğla’dan Erzurum, Gaziantep’e kadar ülkenin pek çok yerinde memurların sokaklara taşmasına yol açtı.
Son yedi yılda, DPT’nin hesaplama yöntemine göre, 1983 başlangıç kabul edilirse, memurların reel ücretlerinde % 30.3 oranında bir düşüş olur ve yoksullaşma yaşanırken, yapılan % 25’lik ücret artışını protesto eden memurlara karşı Enerji Bakanı Fahrettin Kurt, % 25 zammın çok fazla olduğunu, % 20’lik bir zammın bile yeteceğini söyleyerek tavrını koymaktan geri kalmadı. (Oysa bugün 450 kişilik milletvekillerinin maaş tutan, 2 milyon memurun tutarları toplamının dörtte birine yakındır. Üstelik, milletvekillerin lojman, araba, lokal vs.leri ayrıcadır. Yine birçok milletvekili büyük holdinglerin ortağı ya da hissedarı durumundadır. Bakan Kurt’un tavrını bu nedenle bile doğal karşılamak lazım.)
Memur ücretlerinde gerileme böyleyken, Türkiye ücretlerden yaptığı % 35.9’luk kesinti ile AT ülkeleri arasında ilk sırayı almaktadır. (Ücretlerden kesinti oranı İngiltere’de % 17.9, Belçika’da 17.3, Fransa ve Portekiz’de 9.3, Lüksemburg’da 2.8’dir. Yunanistan’da ücretlerden kesinti yapılmamaktadır.)

Son 20 yılda Memur Bordro Dereceleri Ortalama Net Ücreti (Günlük)
Yıl    Net memur    Gecikme    Gerçek memur    Endeks
Ücreti        Endeksi    Ücreti           
1970    59,8        100,0        59,8            100.0
1971    72,9        194,0        37,6            62,9
1972    120,1        347,6        34,6            57,9
1980    380,5        1789,3        21,3            35,7
1983    800,1        4208,7        19,1            32,0
1986    2067,6        11975,6    17,3            29,0
1988    4188,1        31517,5    13,3            22,2

Sürekli olarak ücretleri düşürme politikası izleyen devlet, ücretlilerden kurumlardan aldığından daha fazla vergi almaktadır. 1988 yılında kurumlar vergisi 2.313 milyar lira iken, ücretlilerin cebinden çıkan vergi ise 2.670 milyar TL’yi buluyordu. 1989’da devletin ücretlilerden aldığı vergi 6.278 milyar olarak gerçekleşirken, kurumlardan 4.288 milyar liralık bir vergi alınıyordu.
Böylelikle son iki yılda kurumlar vergisi 2.7 kat artarken, ücretlilerden alınan vergi tam 4.6 kat’lık bir artış gösteriyordu. Ülkemizde yaratılan değerden net dolaylı vergiler ve amortismanlar düşürülerek bulunan ücret ve sermayenin paylaştığı gelirler arasındaki fark da giderek büyümektedir. Ücretlerin toplam gelirler içindeki payı 1963’te % 21.5’ten 1988’de % 14’e düşmüştür. Aynı dönem tarımın payı da % 42’den % 15.8’e düşmüştür. Buna karşılık kar, faiz ve kira olarak sermayenin payı ise 1963’te % 37.3 iken, bu oran 1988’de % 70.2’ye yükselmiştir.
Sermayenin payı 79-80’li yıllardan sonra sıçrama göstererek, % 42’ler den % 70’lere çıkarken, aynı dönem için ücretlerin payı % 32’lerden 88’de % 14’e düşmüştür.
12 Eylül’le birlikte uygulamaya sokulan 24 Ocak kararlarının doğrudan sonuçları olarak memur kitleleri, son on yıl içinde hızlı bir yoksullaşma süreci yaşarken, memur kitlesi içinde yoğun bir ayrışma süreci kendini gösteriyor; memur çoğunluğunun yaşam tarzı ve koşulları proletaryaya yakınlaşma özelliği gösterirken, küçük bir azınlık (üst düzey yöneticiler, genel müdürler, generaller, subaylar vs) gerek ücret, gerekse sahip olunan diğer ekonomik-sosyal haklar itibariyle ve gerekse de yaşam seviye ve tarzlarıyla burjuvaziye daha çok yaklaşmaktadır.
Bugün ülkedeki yaklaşık iki milyon memurun önemli bir kısmı, sözgelimi çeşidi sektörlerde çalışan müstahdem ve hizmetliler, demiryollarında ve PTT’de teknik hizmetlerde çalışanlar, vb. yaptıkları iş itibariyle memur sayılmaması gerekir. Çünkü bunlar esas olarak, “işçidirler”, yani işçinin yaptığı işi yapmakta, el emeği-beden gücü gerektiren işlerde çalışmaktadırlar. Zaten 80 öncesinde bu görevlerde çalışanların çoğu işçi statüsünde iken, 80 sonrasında çıkarılan yasalarla bu işleri yapanların statüsü, işçi statüsünden çıkarılarak memur statüsüne sokulmuştur. Öte yandan sağlık ve eğitim alanlarındaki emekçileri (ebeler, hemşireler, öğretmenler) de hesaba katacak olursak, bugün için memurların çok büyük çoğunluğunun (emekçi, yarı-proleter olmalarından giderek, yoksullaşmalarının dolayı) proletaryaya yakınlaşmaları anlaşılır bir şeydir.
% 25’lik temmuz zammı, memur ücretlerinin sefalet ücreti olmasını ortadan kaldırmamaktadır. Yapılan zamlarla beraber en düşük memur ücreti 392.876 lira olurken (yaklaşık 1 milyon 300 memur bu maaşı almaktadır); geçen Haziran’dan bu Haziran başına kadarki gıda maddeleri fiyat artışı % 98.2’ye ulaştı. Ev kiralarının ortalama olarak 300.000-400.000TL arasında seyrettiği, bir kilo etin fiyatının 17.000, zeytinin 11.000, beyaz peynirin 11.000, orta büyüklükte bir defterin 7.000 tl, bir gazetenin 700, bir ton kömürün fiyatının 120.000 tl olduğu düşünülürse, memur kitlelerinin nasıl bir sefalet içinde yüzdükleri, başka hiç bir açıklamaya gerek kalmaksızın kendini olanca çıplaklığıyla ortaya koyar. Dört kişilik bir ailenin asgari yaşam masraflarının aylık tutarı 1 milyon 600.000 TL’yi bulurken, 400.000 liralık maaşla beslenme ve barınma gereksinimlerini karşılanması bile mümkün olmamaktadır.
Memurların sorunları bu kadarla sınırlı değil. Memurlar üzerindeki ekonomik baskının dışında, siyasi-ideolojik, kültürel vs. çok yönlü bir devlet baskısı da sistematik olarak uygulanmaktadır. Baskılar, daha memurlar işe alınırlarken, temel hak ve özgürlüklerin çiğnenmesi şeklinde kendini gösteriyor. Çünkü Türkiye’de memur olabilmek için her şeyden önce “güvenlik soruşturmasından temiz” (!) çıkmış olmak gerekiyor. Politika yapma, örgütlenme yasağı (her ne kadar dernek kurma ve bu demeklere üye olma yasal olarak yasaklanmamışsa da, pratikle dernek kurucuları ve üyeleri disiplin soruşturmalarına uğrama, işten atılma ve benzeri birçok baskıyla karşılaşmaktadırlar, yine dernekler kanununa konan hükümlerle -amirlerin gösterecekleri derneklere üye olabilecekleri hükmüyle- 600.000 memurun dernek kurma hakları fiilen yasaklanmış bulunmaktadır), disiplin kurulları, disiplin cezaları, işten uzaklaştırma, işyeri değiştirme, sürgün, telefonların dinlenmesi, mektupların okunması, konuşma yasağı, basına açıklama yapma yasağı, kitap-gazete-dergi vs. okunmasında kontrol, kültürel etkinliklerde özgür olamama… Tüm bunların yanı sıra bakanlık talimatlarıyla toplu cuma namazlarına gitmeye zorlama gibi birçok baskı da cabası.
80’den sonra “Türk-İslam Sentezi” doğrultusunda ve depolitizasyonla birlikte sürdürülen ideolojik yönlendirme ve eğitim, devlet örgütlenmelerinde bu görüşe uygun kadrolar atanması buna aykırı olanların tasfiyesi ile tamamlanmaya çalışıldı. Bu şekilde işçi sınıfı, emekçi kesimlerin yanı sıra, memurların da örgütleri kapatılıp yasaklanarak (Türkiye, memurlara sendika kurma hakkının olmadığı dünyadaki altı ülkeden biridir), düzene karşı mücadele etmelerinin önüne geçilmek istenmiştir.
Bu koşullar içinde bulunan memurların temmuz eylemlerinin kökeninde yalnızca % 25’lik zammı yetersiz bulma yatmıyor. Artan hayat pahalılığı ve enflasyon karşısında, sosyal, kültürel vb. gereksinimleri karşılamaya yetecek ve hiç değilse 1977’deki alım gücüne ulaştıracak bir ücret artışı ama daha önemli olarak “Grevli, toplu sözleşmeli sendika” kurma hakkı talebi var.
Bugün için memurlar örgütsüz oldukları için, işveren durumundaki devletin tek yanlı iradesiyle belirlediği ücretlere boyun eğmek durumuyla karşı karşıyadırlar. Bu ve diğer baskılar karşısında, ekonomik mücadelelerini sürdürebilmelerinin, ücret politikalarının belirlenmesinde ve kendileriyle ilgili kararların alınmasında yer alabilmelerinin demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasının, ve ülkedeki demokrasi mücadelesine katılmanın önemli ve etkili bir aracı durumunda olan “sendika”dan yoksunlar.
Bu nedenle bugünkü memur eylemlerinde sendika talebi, ücret artışı talebinden öne çıkmıştır. Bu,”% 25 sizin olsun, sendika isliyoruz” şeklindeki sloganla belirginleşmiş durumda.
Memur Eylemleri Neyi Gösteriyor
90 memur eylemleri, bazı yönlerden 89 işçi sınıfının bahar eylemlerine benzer özellikler taşımaktadır. Memur eylemlerinin önemli özelliği kitleselliği, yasaları zorlayışı ve demokratik muhtevasıdır. 25 Haziranda İstanbul’da yapılan ilk memur eylemine katılanların sayısı 2.000’i aşıyordu. Başlangıcında bile küçük grupların dar eylemleri olarak değil, toplu ve nispeten yığınsal katılımlı eylemler biçimde gerçekleşti. Gerçekten de bayram tatilinin bitiminden sonra, başta sağlıkçılar, öğretmenler, belediye memurları, ziraatçılar, demiryolcular olmak üzere birçok işkolunda yapılan eylemlerde beş binler yürüdü. Bu 80 sonrasında memurların ilk yaygın eylemleri olması açısından tepkilerini on yıllık bir örgütsüzlük ve suskunluktan sonra kitlesel bir şekilde dile getirmelerinden başka bir şey değildi.
Memur eylemleri yalnızca İstanbul ile sınırlı kalmadı. Başta İzmir ve Ankara olmak üzere, ülkenin birçok ilinde (Bursa, Denizli, Gaziantep, Kütahya, Erzurum gibi) on binlerce memur, grevli-toplu iş sözleşmeli sendika hakkı, çalışma süresinin azaltılması ve (örneğin, Hızır Acil’de çalıştırılan sağlık personeli diğer memurlar gibi ayda 160 saat çalışmaları gerekirken, en az 180 saat çalıştırılıyorlar), insanca yaşam için eylem yaptılar.
Memur eylemlerinin diğer bir özelliği de çok çeşidi olmaları ve yasalara rağmen gerçekleştirilmeleridir. Yaklaşık bir ay boyunca süren protestolarda yemek boykotundan bordro yakmaya, oturma eyleminden yürüyüş ve yasadışı mitinge kadar çeşidi eylem biçimleri geliştirildi. Bu eylemlerin asıl vurgulanması gereken yönü ise giderek yasadışı bir platforma kaymalarıdır. Memurlar, hiçbir yerden izin alma gereği duymaksızın eylemlerini gerçekleştirdiler. Gerçekleştirilen eylemlerin hemen hiç birisi yasal olmadığı, eylemler sonucunda polis baskısı gözaltına alınma, açığa alınma, sürgün cezası vs. gibi riskler olduğu halde, memurlar eylemlerini sürdürdüler. Eylemlerin kitleselliği ye yasa dışılığı yanında, su götürmez meşruluğu ve bunun etkisiyle toplumda bulduğu yankı olumluydu. Memur eylemlerini 89 işçi sınıfının bahar eylemleriyle açtığı yoldan yürüdüğünü ve bahar eylemlerine göre bir adım ileri götürdüğünü göstermektedir.
Memur eylemlerinde, hemen hemen bütün işkollarından memurlar kitlesel bir biçimde yer almasına karşın, eylemlerde katılanların gerek niceliği gerekse, daha radikal bir tutum takınmaları açısından göze çarpın bir başka husus, emekçi ve yan proleter unsurların ağırlığıdır. Özellikle sağlık sektöründe çalışanlar, (hemşireler, teknik elemanlar, müstahdemler vs.) diğer çalışma koşullan ve aldıkları düşük ücretle tahammül edilmez bir yaşam sürdürmeye artık niyetli olmadıklarını, eylemlerde en ateşli tutumu alarak gösteriyorlar. (Nitekim özellikle memur eylemleri nedeniyle sürgün cezası alanların çoğu sağlık personelidir.)
Memur eylemlerinin gelişmesi iş bırakma eylemlerinin eğilim ve ipuçlarını taşımaktadır. Birçok işyerinde şimdiden birkaç saat de olsa iş bırakma gündeme gelmiştir. Ayrıca dernek ve diğer oluşumlar daha etkin iş bırakma eylemlerinin hazırlığını yapıyorlar. Memurların çeşitli eylemlerinde “Hükümet İstifa”, “IMF istedi, Devlet uyguladı” gibi sloganlarda ifadesini bulan siyasal öğeleri tespit etmek gerekir. Fakat özellikle Sultanahmet mitingine kadar polisin niteliği ve işlevi konusunda yanlış bir eğilim varlığını korudu. İlk eylemlere polisin müdahale etmemesi nedeniyle polisin de “devlet memuru” sayılarak “siz de devlet memurusunuz, bu sizin de sorununuz, gelin katılın” şeklinde çağrılarda bulunuluyordu. Devletin militarist gücünün bir parçası olan polisin, toplumsal muhalefeti terör ve şiddetle bastırma araçlarında biri olduğu memurlar tarafından kavranamamıştı. Sultanahmet gösterisinde polisin ne tür bir devlet memuru olduğunu kendi deneyleriyle kavramaya başladılar. Bu durum Sultanahmet’te polisin saldırısı karşısında yuhalanması, “işkencelilerden hesap soracağız”, “Polis defol” gibi sloganlarda ifadesini buldu.
Memur eylemlerinde en çok atılan sloganlardan biri de “işçi memur el ele genel greve” sloganıydı. Hemen her eylemde binlerce memur tarafından atılan bu slogan 89 Bahar eylemleri ve 1 Mayıs’ta öne çıkan, varlığını hissettiren, işçi sınıfından etkilenmeyi ve ona doğru yönelme eğilimlerini yansıtıyordu. Ayrıca geniş işçi kitleleri tarafından giderek daha yüksek sesle ifade edilen genel grev talebi, memurlar arasında da yankısını buldu. Eylemlerinde başarıya ulaşmak ve taleplerini elde etmek için işçi sınıfının desteğini aramakta ve istemekte olan memurlar, emekçilerin birleşik gücüyle gerçekleştirilecek genel grevin, düzene önemli darbeler vuracağını kavrama yoluna girmişlerdi.
Başlangıçta eylemlere müdahalede bulunmayan devlet, memurların git gite artan sayıda sokağa döküldüğünü görünce olayları engellemek için yer yer şiddete varan müdahalelere başvurdu. Devletin gelişen hareketi önleme taktiği yalnızca polis müdahalesi şiddet ve gözaltı ile sınırlı değil. Eylemlerin kamuoyunda meşruluk kazanması, giderek genişleme ve sertleşme eğiliminde olması nedeniyle devlet işten atmalar, sürgünlere de başvurdu. Şu ana kadar yalnızca İstanbul’da 12 hemşire, doktor ve teknik sağlık personeli bu gerekçe ile açığa alındı veya sürüldü. Böylece memurlara gözdağı verildi. Devlet, ayrıca gelişen memur hareketini kontrol altına almak ve pasifleştirmek için önlemler paketi hazırlamaya koyuldu, öğrenci dernekleri için çıkarılan “tek tip demek” yasa tasarısına benzeyen, memurların “oda” tipi örgütlenmesi tasarıları ortaya atıldı. Böylece memur örgütleri devlet tekelinde ve doğrudan onun kontrolü altında olacaktı.
Memur eylemleri karşısında Maliye Bakanı Adnan Kahveci “Biz memurlara tarihte verilen en büyük zammı verdik” diyerek, enflasyonunu kendi rakamlarına göre % 70’lerde seyrettiği ve gerçek ücretlerin son 7 yılda % 30 gerilediği Türkiye koşullarında % 20 artış düşünen Bakan Kurt’tan ne kadar insaflı (?) ve memur yanlısı(!) olduğunu gösterdi. Nitekim kendisi de yaptığı gafın farkına vararak, bir başka yerde, “Bütçe açığını iyi hesaplamalıyız” diyerek fazla zammın enflasyonu arttıracağı safsatasına katıldı ve çalışanların yaşam koşullarına aldırış etmediğini ortaya koydu. Oysa hayali ihracatçılara milyarlarca vergi iadesi verilirken, batık şirketler kurtarılırken “bütçe açığı” Maliye Bakanının aklına gelmiyordu.
Adnan Kahveci memurlara “sokağa dökülüp, slogan atmak çözüm değil” derken Başbakanı Yıldırım Akbulut ise “Memurların böyle bir hareketi yoktur. Bazı çevreler işçilerin yapmış olduğu yürüyüşleri memurlara mal etmektedir… Resimler daha önce yürüyüş yapan işçilerin resimleridir” diyerek gerçeklere gözünü kapamaya çalışırken, her zamanki gibi komik duruma düşüyordu. Ama öte yandan farkına varmadan gerçeği de ifade ediyordu: Birincisi yürüyenlerin çoğu yaptıkları işler göz önünde bulundurulduğunda işçi olması gereken insanlardır. Sendika ve grev hakları engellenmek için kanun marifetiyle memur statüsüne sokulmuşlardır, ikincisi işçiler yürüdüğünde “bunlar işçi değil, işçileri kışkırtan anarşist ve teröristlerdir” derken şimdi işçilerin yürüdüklerini kabul etmiş oluyordu.
SHP ve DYP ise Memurlara verilen zammı az buldukların belirttiler. Fakat çözüm için önerdikleri kendilerine oy verilmesi ve iktidara gelmelerinin sağlanmasından başka bir şey değildi. Onlar iktidara gelirlerse sorunları çözecek ve ücretleri arttıracaklardı. Oysa yıllar boyu memurlar bunların iktidara defalarca geldiklerini ve hiç bir şeyi çözemediklerini kendi deneyleriyle bilmektedirler.
Türk-İş Başkanı Şevket Yılmaz ise “zamların çok komik olduğunu” söyleyerek memurlara sendika hakkının verilmesinden yana olduklarını belirtmekten öte bir şey yapmadı. Memurlara, “haklarınızı devleti incitmeden arayın” yollu öğütler vererek daha şimdiden memurların sendika ve hak mücadelesinde nasıl “destek” olacağını belli etti.
Memur örgütlenmesinin mevcut durumu
12 Eylül darbesi 1975-80 yükseliş döneminde memurların yarattığı, kitle örgütlerini, diğer emekçi kitle örgütleri ile birlikte dağıttı. Cunta karanlığı içinde değişik kitle örgütleri 80’li yılların ortalarında oluşmaya başladı. Kitle hareketinin önemli bir gelişme gösterdiği günümüz koşullarında hemen her işkolunda memurların dernek ya da sendika ön örgütü gibi örgütlülükleri vardır. Bazı işkollarında birden fazla kitle örgütü oluşmuştur. Bu kitle örgütlerinin çok farklı özellikleri olmakla birlikte, bütün memur dernekleri için ortak iki eksiklikten söz edilebilir. Birincisi, bu örgütler işkollarında çalışan memurların henüz küçük bir bölümünü kapsamaktadır. Kent küçük burjuvazisinin ana gövdesini oluşturan ve sayıları bir buçuk milyonu aşan emekçi memur kitlesinin varlığına karşın, memur derneklerinin üye sayılan yüzlerle ifade edilmektedir, ikincisi, ekonomik durumları, nispeten iyi olan ve ‘kamu kuruluşu’ kapsamında görülen mühendis, doktor vb.lerinin odaları sayılmazsa, memur derneklerinin çoğu merkezi bir yapıdan yoksundurlar. Bu dernekler bir ya da bir kaç ilde örgütlüdür. Bu da deney alışverişini, merkezi koordinasyonu zorlaştıran ve tıkayan bir duruma yol açmaktadır.
Haziran ayının ikinci yarısında patlayan ve bütün bir Temmuz ayı boyunca çeşitlenerek yükselen memur eylemleri kendiliğinden bir özellik taşımaktadır. İçine itildikleri sefalete isyan ve ekonomik bir iyileştirme için bakanı ve hükümeti protesto niteliği taşıyan ve giderek hükümetle pazarlığın bir sendikayla mümkün olacağı bilinci kazandıran eylemlerdi söz konusu eylemler. Kitlelerde oluşan patlama öğeleri mevcut memur örgütlerince eyleme dönüştürüldü. Örgütlülük düzeyi bakımından İstanbul, diğer kentlerle kıyaslandığında daha iyi bir durumdadır. Bu durum, diğer faktörlerle birlikte İstanbul’u eylemlerin merkezi yapmıştır.
Daha çok İstanbul’la sınırlı kalan memur örgütleri hakkındaki gözlemlerimizi kısaca ifade edelim.
En başta 700 bine yakın kişinin çalıştığı eğitim işkolunda örgütlenen Eğit-Der’i anmak gerekiyor. Eğit-Der örgütlülüğünü ülkenin önemli bir bölümüne yaymıştır, işkolunun tek merkezi örgütü durumundadır, 12 Eylül öncesi dönemde en çok öne çıkan memur kesimi olan öğretmenler bu dönemde de radikal çıkışlar yapma potansiyeline sahiptirler. Sendikal özgürlük talebi en çok bu kesime mal olmuştur. Genel Merkez yönetiminde uzlaştırıcı nitelikte unsurlar bulunmasına rağmen özellikle İstanbul Şubesi şimdiden önemli bir kitlesellik kazanmıştır. Bünyesinde oluşturduğu Sendikal Haklar Komisyonu ile fiilen çalışan 500’ü aslan öğretmeni sendika üyesi yapmıştır. İstanbul’da merkezi memur koordinasyonunun oluşturulmasında önemli bir rolü olmuştur.
İşverenin/devletin saldırılarını bu süreçte en çok üstüne çeken ve sayısızca sürgün ye açığa alma ile cezalandırılan bir kesim olarak sağlıkçılar, İstanbul ve İzmir’de çok yoğun bir eylem süreci yaşadılar. Doktorların katılımının çok az olduğu bu eylemlerde en çok işçi oldukları halde memur statüsünde görülen) hizmetliler öne çıktı. Bu işkolunda doktorlar, eczacılar vb.nin dışındaki sağlıkçı kesimleri örgütlemeye yönelen iki demek mevcuttur. Bunlardan biri THD (Türk Hemşireler Derneği) ülke çapında daha çok merkezde örgütlü olmakla birlikte sadece hemşireleri kapsadığı için tüm sağlıkçıların örgülü olma özelliği taşımamaktadır.  Ayrıca THD’nin İstanbul yönetiminin yaklaşımının sonucu olarak dernekte bir daralma ve aynı süreçte sektörleşme yaşanmıştır. İstanbul çapında oluşturulan İstanbul Kamu Çalışanları Platformundan çekilmiş, kararlarına ve eylemlerine katılmamıştır. Bu işkolundaki diğer dernek TSD’dir (Teknik Sağlık Mensupları Derneği). Bu dernek, üye sayısını arttırma sürecine girmiş olmakla birlikte henüz çok az merkezde örgütlüdür. Merkezi Ankara’da bulunan bu demeğin İstanbul ve Eskişehir’de şubeleri vardır, İzmir ve bazı illerde de tüzel kişilik kazanma aşamasındadır. Sağlık işkolunda Tabip, Veteriner, Diş Hek. Odaları ile TSD ve THD’nin içinde yer aldığı Sendika Eşgüdüm Komisyonu vardır. Bu komisyon özellikle son eylemlerle birlikte somut adımlar atmaya yönelmiştir. THD, Sendika Eşgüdüm Komisyonu’nda yer aldığı halde kararlarına uymamakla, birlikle hareket etmemekledir. THD’nin bu komisyona aldığı tavır, TSD ile birlikle eylem yapmama şeklinde hayata geçmiş, iki farklı tavır ve farklı eylemler, sağlıkçıların eylemlerden soğumasına yol açmıştır.
İstanbul’da memur eylemlerine aktif olarak kanlan bir kesim de Belediye memurları oldu. Bu işkolunda sağlık işkoluna benzer bir şekilde iki yapılanma var. Belediye Memurları Sendikal Yürütme Komisyonu, ilçe ve işyerlerinde şube ve temsilcilik gibi organlar oluşturmuş, bir sendika ön-örgütü gibi örgütlenmiştir. Sendika Yürütme Komisyonunu ‘uzlaşmacı’ ve ‘ilkesiz’ olarak nitelendiren memurların çabaları ile Bem-Der kurulmuştur. Bu iki örgüt farklı kampanyalar örgütlemekte, her biri diğerinin örgütlediği eylemlere katılmamaktadır.
25 bin personelinin 19 bini sözleşmeli personel kapsamına alınan Demiryolu işkolunda örgütlü Demiryolu Faal Çalışanlar Derneği esas olarak İstanbul’da örgütlüdür. 1100 üyesi bulunan derneğin İzmir Şubesi tüzel kişilik kazanma aşamasındadır.
Yukarıda sözü edilenler dışında PTT ÇAY AD, Türkiye Ziraatçılar Derneği, MA-DER (Maliyecilerin) gibi örgütler vardır.
İstanbul’da memur eylemlerini yaratmaya, hız vermeye ve merkezi bir örgütlülük kazandırmaya hizmet eden bir yapılanma da İstanbul Kamu Çalışanları Platformudur. Kuruluşu daha önceye dayanan bu yapılanma Şubat 1990’da basına açıklanmıştır. Bu platform, her işkolundan bir temsilcinin katılımıyla 15 günde bir toplanmaktadır. Haziran-Temmuz eylemlerinde bu platform, örgütleyici, birleştirici bir işlev görmüş, eylemlerin doğuşuna ve yükselişine eksikleriyle olmakla birlikte önderlik etmeye çalışmıştır. Yukarıda sayılan derneklerin yanı sıra Kamu Çalışanları Platformu’na, TMMOB İl Koordinasyonu ve Tabip Odası da katılmaktadır.
THD ve Bem-Der İst. Kamu Çalışanları Platformu’na katılmamakta, eylemlerine iştirak etmediği gibi dışardan güç birliği yoluna gitmemektedirler. Bu tavrın pratikte yaşanan sonucu, memurların eylem birliğini zedelenmesi ve bir ölçüde güçten düşmesi olmuştur, “örgütsel anlayışımız farklı” “platform ilkesizdir” gibi gerekçeler, platformun ve eylem birliğinin dışına çıkmayı haklı çıkaramaz. Başını THD ve Bem-Der’li memurların çektiği son ‘sendika’ başvurusu, yanlış anlayışın hangi noktaya vardırıldığının göstergesidir.
Ülke çapında koordinasyon eksikliği eylemlerin ülke çapına kitlesel olarak yayılmasını engelleyen bir faktör olmuştur. Buna rağmen 16 kitle örgülünün Ankara’da bir miting kararı alması ve diğer illerdeki kitle örgütlerinin katılacaklarını açıklamaları olumlu bir gelişmedir.
Memur eylemlerinin gündeme yerleştirdiği sorun: Sendikalaşma
Yıllardan beri memur yığınları içinde kabaran sendikal özgürlük talebi bugün gündemi belirleyici bir sorun haline gelmiştir. Daha geniş kitlelere mal olan bu talep etrafında canlı tartışmalar yapılmakta, sendikanın nasıl kurulabileceği ve nasıl bir sendikanın ihtiyaca cevap vereceği tartışılmaktadır.
Son eylemlerin yarattığı birikim, sendikal özgürlük mücadelesinde bir adımı haline getirilirse, bu süreçte sağlam ve geniş örgütlenmeler yaratılırsa, bu birikimin burjuva partilerin ve hileli sendikacılığın kanalına akması önlenebilir.
Memurlar sefalet ücretine karşı, dönemsel eylemlerle ve daha fazla zam talebiyle kendilerini sınırlandıramazlar. Bu mücadele sistemin bazı görünüşlerine değil bir bütün olarak ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmaya yönelen özgürlük ve demokrasi mücadelesi olmak zorundadır. Sendika, bu mücadelenin bir aracı olarak görüldüğü durumda ancak gerçek işlevini görebilir.
Türkiye, memurların sendika ve grev hakkı bulunmayan ender ülkelerden biri olma ‘şerefine’ sahiptir. Faşist diktatörlük altında sınırlı ekonomik amaçlı eylemler bile devletin azgın saldırısıyla karşılaşmaktadır. Grevli toplusözleşmeli sendika hakkı da ancak zorlu bir mücadelenin sonucu olarak kazanılabilir.
Gelinen noktada memurların mücadelesini burjuvaziye yamayarak, sadece Türkiye’nin taraf olarak altına imza koyduğu uluslararası sözleşmelere yaslanarak icazetli sendikalar oluşturma eğilimleri revizyonistlerce pompalanmaktadır.
Buna karşılık geniş memur kitleleri arasında grevli toplusözleşmeli sendika hakkının nasıl kazanılabileceği yönünde samimi tartışmalar yapılmaktadır. ‘Sendika hakkımız, söke söke alırız’ sloganında ifadesini bulan, uluslararası sözleşmelerden doğan hukuksal boşluğu reddetmeyen ama esasta yükselen mücadelenin kazanımları üzerinde sendikalaşmayı savunan eğilim geliştirilmesi gereken eğilimdir.
Geçtiğimiz aylarda büyük ilanlarla kurulduğu haber verilen Eğitim-İş Sendikası hileli bir sendikadır. Eğit-Der kitlesinin iradesini yansıtmayan, komplocu bir biçimde dayatılan, Cunta’ya başarı telgrafı çekenlerin yönetim kurulu içinde yer aldığı bir sendikadır. (Bir İbret Belgesi başlıklı yazıya bkz.) Bu ‘sendika’ memur eylemleri hakkında bir açıklama bile yapmazken, sanki gündem buymuşçasına burjuva basının kendisine ayırdığı sayfalarda ‘öğrenciyi sınıfta bırakmayacağız’ yollu demeçler vermektedir.
Zorlu mücadelelerin kazanımlarının ürünü olarak doğacak çalışanların grevli, toplusözleşmeli sendikaları, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin güçlü manivelaları olabilirler.
İşçi sınıfı hareketi açısından memur eylemleri
“90 yazının sıcağında eyleme atılan memur kitleleri ’89 baharının sıcaklığını yaşadılar. Tarihlerinde rastlanmayan bir kitlesellikle eylemlere atıldılar, işverenlerini/devleti protesto ettiler,”% 25 senin olsun, sendika istiyoruz!” dediler. Memurlar bahar eylemlerinden öğrendiler ve “îşçi, memur el ele, genel greve!” diye haykırdılar. 89 Bahar Eylemleri, Memur Baharı için güç ve cesaret kaynağı olmuştur.
İşçi sınıfı, cesaret ve atılganlığıyla, diğer sınıfların henüz alçak sesle homurdandığı karanlık günlerde yarattığı eylemleriyle diğer sınıflara yolu açmıştır. Örneğin belediye işçilerinin mücadele ile kimi haklarını kazanmaları, memurlarda da “eğer mücadele edersek haklarımızı alabiliriz” düşüncesini yarattı. Yine 90 1 Mayıs’ında işçi sınıfının, bayramına ve taleplerine sahip çıkmadaki kararlılığı, memurları cesaretlendiren diğer bir olaydı…
İşçi sınıfının eylemi diğer sınıfları etkiliyor ve diğer emekçi sınıflarda devletin saldırıları karşısında işçilerle birlikte genel greve çıkma bilinci uyanıyor.
Bu eylemler sırasında memur temsilcileri Türk-İş’le görüşmüşler ve İst Sendika Şubeleri Platformu ile özel olarak dayanışma yönünde tavır belirlemişlerdir. Hastanelerde ve özellikle belediyelerde işçiler memurları desteklemiş, belediyede birlikle eylemler de gerçekleştirmişlerdir. Fakat bu desteğin yeterli olduğu söylenemez.
Desteğin yetersizliğinde Türk-İş yönetiminin olumsuz tavrını özellikle anmak gereklidir. Türk-İş, moral destekten öte hiçbir şey yapmamıştır. Türk-İş 1, Bölge Sekreteri Vahap Güvenç, manevi destek vaat etmiş ve ardından “Yasalar derneklerle dayanışmamızı engelliyor” diyerek hiçbir şey yapmayacaklarını ifade etmiştir. Aynı toplantıya katılan İst. Sendika Şubeleri Platformu temsilcileri ise, memur eylemlerinin meşru olduğunu, verilecek fiili desteğin de yasalara rağmen meşru olduğunu ifade etmişlerdir.
Yukarıda anlatılanlar, işçi sınıfının cesaret ve eylemiyle diğer sınıfların fiilen önderi olması, sorunun bir yönüdür. Sorunun diğer yönü ise işçi sınıfının kendi tarihsel rolünü kavrayabilmesi için işverenle ilişkilerinin alanı dışına, devlet ile muhalif toplumsal sınıflar arasındaki ilişki alanına bakması zorunluluğudur.
İşçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü yerine getirebilmesi için, bu rolünün bilincine varması, siyasal bilinçle donanması ve kazandığı özelliklerle toplumun emekçi sınıf ve tabakalarının önderi olması gerekir. İşçi sınıfı bu bilince, sadece işverenle girdiği mücadelede varamaz. Elbette işverenlerle ilişki alanında da bir bilince varabilir ama bu bilinç ancak sendikal bir bilinçtir; işverene karşı örgütlenmenin gerekliliğini kavramayı ve yaşam koşullarını düzeltmeyi düşünmeyi sağlayan bir bilinçtir.
İşçi sınıfının kendisi için bir sınıf olabilmesi, gerçek siyasal bilince erişebilmesi için, devletle bütün sınıflar arasındaki ilişki alanına, siyasal mücadele alanına girmesi zorunludur. Toplum hakkında tam bir bilgiye sahip olmak, toplumun tüm sınıflarının birbiriyle ilişkilerini ve bir bütün olarak toplumun kavranmasıyla mümkündür. “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve eğer işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil, sosyal demokrat (Marksist ÖD) açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci gerçek bir siyasal bilinç olamaz.” (Lenin)
Burada işçi sınıfı öncüsünün işçi sınıfı dışındaki diğer emekçi sınıflar arasındaki çalışmasının taşıdığı öneme de vurgu yapmak gerekiyor. Bu çalışma, sınıf içindeki çalışmanın yarattığı yoğunluğun diğer sınıfları kucaklaması şeklinde gelişebilir. Çalışmanın bir yönü de örgütlenmiş işçi kitlelerinin “bölükler halinde” toplumun diğer emekçi sınıftanım gitmesidir.
İşçi sınıfı ayağa kalkan, küçük burjuva sınıfların eylemlerine destek vermez ve örgütlemezse, bu sınıfların burjuvazinin yedeğine düşmeleri kaçınılmaz olur. İşçi sınıfı tüm öteki emekçi sınıfları bayrağı altında toplayabilmek, kendi tarihsel misyonunu yerine getirebilmek için, emekçi sınıfların düzen karşıtı eylemlerini desteklemek ve bu mücadelenin savaşçısı olmak zorundadır.

EK- 1
Sendika hakkı kitlelerin yığınsal eylemleriyle kazanılabilir.

Memurların % 25 zammı protesto ve grevli toplusözleşmeli sendika hakla için yaptıkları eylemlerde sağlık personeli en öndeydi.. Bu nedenle Sağlık personelini hızla örgütleyen Teknik Sağlık Mensupları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi bir sağlıkçı ile görüştük.

-Son memur eylemleri boy verdiğinde örgütlenmeniz ne düzeydeydi? Mücadelenin ihtiyaçlarına cevap verebiliyor muydu?
-Derneğimiz; ebe, hemşire, yardımcı hemşire, teknisyen, tekniker, yüksekokul mezunu yardımcı sağlık personelinin tümünü kapsamaktadır. Alanımız oldukça geniş olmasına rağmen; örgütlülüğümüz, son memur eylemleri boy verdiğinde oldukça düşük düzeydeydi. Böyle olmasında; derneğimizin sekiz aylık bir geçmişinin olması, çalışanların büyük bölümünün memur olması, çalışma koşullarının bedensel ve psikolojik açıdan çok yıpratıcı olması, özellikle 80 sonrasında yaratılan depolitizasyon, örgütlenme bilincinin olmaması ve örgüt korkusu, idari baskının çok yoğun olması gibi nedenlerin payı büyüktür.

– Haziran-Temmuz eylemleri ile grevli-Toplusözleşmeli sendika hakkı arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz?
-İşkolumuzda mücadele geleneği yetersizdi. Bugüne kadar gelişen eylemler daha çok; küçük bir azınlığı kapsamaktaydı. Yukarda saydığım nedenlerle; mücadele potansiyeli yaratmakta güçlük çekiyorduk.
İşkolumuz bürokratik mekanizmalarda yer alan ve yaşam koşulları oldukça iyi olan, muayenehanesi olan hekimden; gerçekten çalışma ve yaşam koşulları dikkate alındığında işçi olarak kabul edebileceğimiz yardımcı hizmetlisine kadar, birçok meslek grubunu içinde barındırmaktadır.
Yaşanan eylemlerde de, sınıf konumuna uygun olarak ara katmanlarda yer alan hekimlerin sayısı yok denecek kadar azdı. Bu oran yardımcı sağlık personelinde (ebe, hemşire, teknisyen vb.) daha yüksekti. Esas olarak hizmetli personeller birçok yerde % 80’lere varan kitlesellikle eylemlerde yer aldı.
% 25’lik zamma karşı kendiliğinden doğan tepki örgütlenerek; grevli-toplusözleşmeli sendika hedefine dönüştürüldü ve Türkiye tarihinde memurlarda görülmemiş oranda kitlesel eylemlerle doruğuna ulaştı. Artık memur, yılda iki dönem yapılacak maaş zamlarının sorunu çözmeyeceğinin bilincine vardı. Varolan sistem içinde, saranlarını azami ölçüde çözebilecek gücün, kendi örgütlü gücünden oluşan; grevli-toplu sözleşmeli sınıf ve kitle sendikası olacağını ve asıl mücadelenin bu yönde olması gerekliğini gördü.
Ancak işkolumuzdaki heterojen yapıda yer alan hekim kesiminde şu an acil olarak sendikalaşma talebi mevcut değil. Bu talep esas olarak hizmetli personel ve yardımcı sağlık personelinin talebidir.

-Nasıl bir sendika hedefliyorsunuz? Sendika hakkınız nasıl kazanılabilecek?
-Mücadelemizin ekonomik çıkışla başlamasına rağmen grevli, toplusözleşmeli sendika talebine dönüşmesi, sorunun asıl yanının demokratik olduğunu ortaya koydu.
Siyasal özgürlüğü kazanma çerçevesinde hedeflediğimiz sendika: grevli-toplu sözleşmeli, tabanın söz ve karar sahibi olduğu, ülkedeki diğer kesimlerin sorunlarına da duyarlı olan, çalışanların tümünü kapsayan (hiçbir ayrım gözetmeksizin), ekonomik taleplerin tavizsiz savunucusu olmakla birlikte, yaşanılır bir dünya yaratmada; demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesinde kendine bir yer belirleyen öncüsüyle birleşmiş, ulusal ve uluslararası işçi sınıfıyla dayanışma içinde olan sınıf sendikasıdır.
Böyle bir sendika da ancak; işyerlerinde oluşturulacak örgütlenme ve direniş merkezleri olacak, giderek tüm çalışanları bağrında toplayabilecek, tabanın söz ve karar sahibi olacağı işyeri komitelerinin oluşturulması, kitleyi yığınsal eylemlerle mücadeleye sevk etmesiyle kazanılabilir.

-Eylem sürecinde mevcut örgütlenmeniz nasıl bir işlev gördü ve bu süreçte ne gibi örgütlenmeler yaratıldı? Bit örgütlenmeler ne yönde gelişebilir?
-Eylem sürecinde örgütümüz, sağlık çalışanlarında ekonomik talepler doğrultusunda oluşan kendiliğinden tepkiyi, demokratik bir talebe sendika talebine dönüştürdü. Birçok yerde, diğer örgütlerdeki kişilerle birlikte; eylemleri yönlendirdi, önderlik etti.
Yükselen mücadelenin sürekli aynı düzeyde olmayacağı, bir süre sonra düşüş göstereceği; asıl yapılması gerekenin bu aşamada kalıcı örgütlenmeler yaratmak olduğunu tespit ettik.
Örgütlenme olmadan mücadele olmayacağı ve mücadele olmadan örgütlenmeyeceği gerçeğini kavrayan bizler, eylemlerde öne çıkanlarla tanıştık ve işyeri komitelerini oluşturmaya başladık.
İşyeri komiteleri; işyerinde varolan sorunlara ve gelişen saldırılara karşı mücadeleyi örgütleyecek, sendikalaşma talebini kitleye mal edecek; tabanın söz ve karar sahibi olacağı, grevli toplusözleşmeli sınıf sendikasını oluşturacak bir örgütlenmelerdir. Başlangıçta ileri unsurları içine alan bu örgütlenmeler, giderek mücadelede yer alan tüm çalışanları kapsayacaktır.
Şu anda bazı hastanelerde işyeri komitelerinin çekirdekleri oluşmuştur. Giderek bu örgütlenmeler genişletilecek ve oturtulacaktır. Var olan yasa(k)lara göre; memurların kuracağı sendikalar grevsiz-toplu sözleşmesiz tabela sendikalarıdır. İşte biz işyeri komiteleri temelinde, en geniş kitleyi kapsayan örgütlenmemizi yaratırsak; yasalarda olmasa da, doğal hakkımız olan grev silahını fiili olarak kullanıp, haklarımızı elde edebiliriz.

-Mücadelenin bölge ve ülke çapında merkezi eşgüdümü hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-Sendikalaşma mücadelemizin ve örgütlülüğümüzün merkezileşmesi amacıyla; İstanbul, İzmir, Adana Eskişehir ve Ankara’dan gelen sağlık örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir merkezi eşgüdüm var.
Başlangıçta kitleye dayanmadan varolan mesleki örgüt temsilcilerinden oluşan ve sağlıksız olan bu eşgüdüm lağvedilerek ilerde işyeri komiteleri üzerinde yükselen temsilcilerin oluşturduğu yürütme kurulu şekline dönüştürülecektir.
Diğer illerden farklı olarak İzmir temsilcileri; işyeri komitelerinden gelen temsilcilerden oluşmaktadır, İzmir’deki mücadelenin örgütlenmesi de bu temeldedir.
Bu eşgüdümün esas hedefi, grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkını elde etmektir.

-Memur eylemleri ile ’89 Bahar Eylemleri arasında bir kıyaslama yapar mısınız?
-Memur eylemlerinin esin kaynağı; 89 bahar eylemleri ve İstanbul Belediye işçilerinin mücadelesidir.
İşçi sınıfı olması gerektiği gibi, bize de yol gösterici öncü olmuştur.
89 Bahar eylemleri: Kendiliğinden, ekonomik taleplerle, yasal sınırları aşan, önderlikten yoksun olarak, sendikal bürokrasiye ve yasaklara karşı ve ona rağmen, devlete karşı, tabandan yükselen, yığınların mücadeleye atıldığı kitlesel eylemlerdi. Sonuçta da demokratik taleplere dönüştü ve işyeri komiteleri oluşturuldu.
Memur eylemleri de; % 25 zamma tepkiyle ve ekonomik istemle başlayan, tüm yasa(k)ları alt-üst ederek yasak sınırlarını aşarak işvereni olan devlete karşı, önderlikten yoksun olarak, tabandan kendiliğinden başlayan ancak demokratik bir talep olan sendika talebine dönüştürülen, kitlesel eylemlerdi. Ve şu anda esas talep sendikanın kurulabilmesi için işyeri komitelerinin oluşturulmasına başlandı.
Memur eylemleri bir şeyi daha gösterdi. Memurun işçi sınıfıyla birleşme, ortak mücadele isteğini! … Coşkuyla haykırılan “işçi-memur el ele genel greve” sloganı bunun göstergesidir.

EK- 2
‘MEMUR’ MANZARALARI

Cerrahpaşa Hastanesi’nde bir protesto eylemini izliyoruz. ‘Memur’un biri, bir hizmetli, üzerindeki lacivert önlüğü yutarcasına çıkarıp havaya fırlatıyor. Önlük elden ele dolaşırken, aynı hizmetli bağırıyor: “Benim nerem memur? Akşama kadar paspas yapıyorum, hastaların altını temizliyorum, ben nasıl memurum?” Sonra kendisi gibi bir müstahdemin yakasına yapışıyor “Söyle! Sen memur musun?” Maaş bordrosunu çıkarıyor ve gazetecilerin objektiflerine tutuyor. Okuyoruz (temmuz zarcılarından Önce), eline geçen net maaş 220 bin lira artı döner sermaye payı 30 bin lira.
Demiryolu Faal Memurları Derneği’ndeyiz. Bir yönetici, işkolundaki 25 bin memurun 19 bininin sözleşmeli personel olduğunu, maaşlarının karşılığında haftada 50 saat mesai yaptıklarını, fakat çoğu zaman 100 saatten fazla ücretsiz mesaiye zorlandıklarını anlatıyor. Biz, yöneticiye “bu gördüklerim izin hepsi memur mu?” diye sorunca orda oturan biri “Bana bak!” diyor. “Üstüm başım yağ İçinde, ben memurum ((!). Ben manevracıyım, yani vagonları birleştirip ayırıyorum. Gecemiz gündüzümüz yok, iş kazası riski çok yüksek. Biz işçiyiz, memurluğu kabul etmiyoruz. İki çocuğum var, eşim çalışmıyor, ben de 400 bin lira para alıyorum. 150 binini kiraya veriyorum. Mecburen ek işler yapıyorum. İnşaatlarda çalışıyorum. Eğer gazeteciliği doğru yapmak istiyorsanız, gelin bizim koşullarımızı görüp yazın…”

EK- 3
BİR İBRET BELGESİ:
“Emrindeyim Paşam!”

Bugün Eğitim-İş’in kurucusu ve yönetim kurulu üyesi olan AYHAN SARMAN, 10 yıl önce çiçeği burnunda Cunta generallerine ‘şükran’ ve ‘başarı’ telgrafı çekiyordu; öğretmen Dünyası Yazı Kurulu adına. Bugün bu öğretmen Dünyası, Eğitim-İş’in yayın organı haline gelmiştir; şaşırtıcı değil. Fazla uzatmayalım, 10 yıl öncesine dönerek sözü AYHAN SARIHAN’a bırakalım:
Belge: 1
Telgraf
Sayın KENAN EVREN
Devlet Başkanı, Genel Kurmay Başkanı
ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Öğretmenlerin can güvenliği, öğrenim özgürlüğü ve okullarımızda huzurlu bir eğilim için devletin alacağı bütün tedbirleri candan destekleyeceğiz.
Kurtuluş Savaşımız içinde doğan Muallimler ve Muallimeler Derneği’nin yurt ve halk sevgisiyle dolu bağımsızlıkçı mirasını devam ettiren öğretmenler, bugün de çocuklarımıza yurt bütünlüğünü, ulusal birliği, sevgi Ve kardeşliği telkin ediyorlar.
Anarşi mihraklarına ve partizanlığa karşı alınacak esaslı tedbirler, öğret menlere de derin bir nefes aldıracaktır.
Ülkemizde eğitim ve öğretimin gelişmesinin, bilim ve sanat hayatının canlanmasının, demokrasinin güçlenmesinin, anarşi ve terörün tasallutundan kurtularak sağlanabileceğine inanıyoruz. Bu inançla başarı dileklerimizi ve saygılarımızı sunarız.
Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurulu adına Ayhan Sarıhan

Belge: 2

Size Ekim sayımızı hazırladığımız günlerde, 12 Eylül sabahı, Türkiye radyoları önemli haberler verdi. Silahlı Kuvvetler yönetime el koydu, parlamento ve hükümet feshedildi. Bu hareket, çoktandır can derdine düşmüş olan halka geniş bir soluk aldırdı. Yıllardan beri ilk defa o gün bir siyasi cinayet haberi duyulmadı, insanlar haraç verme, dövülme endişesi taşımadılar… (Yazı Cuntaya övgülerle devam ediyor.)
(Öğretmen Dünyası Ekim 1980 sayısı)

Sendikalaşma mücadelesi veren, bu yolda işkence gören, tutuklanan, sürülen kamu çalışanlarının dikkatine!

Ağustos 1990

Örgüt-Devrimci Yol ve örgütsüzlük

Bu yazımızda, Devrimci Yol özgülünde, dönemin belirgin moda eğilimlerinden birinin, örgütsüzlük ve örgütsüzlüğün teorileştirilmesinin üzerinde duracağız. İki belgeden yararlanacağız: Devrimci Yol Savunması ve İşçilerin Sesi’nin 13. sayısında Melih Pekdemir ile yapılan “Mücadele ve Örgütlenme Görevleri Birlikte Ele Alınmalı” başlıklı söyleşi.
İçinden çıkılmakta olan dönem, uluslararası ve ulusal koşullarıyla, demokratizm adına örgütsüzlük düşünce ve pratiğinin geçer akçe sayıldığı bir süreç oluşturdu. Açıktan ve doğrudan savunulan, anarşizan demokratizmden kaynaklanan örgütsüzlük; hiyerarşik yapıların reddi; örgüt ve örgüt fikrinin herkesin istediği fikri savunup uygulayabileceği, “eleştiri özgürlüğünün” ötesinde bir Marksizm karalamasını esas alan ve irade birliğinden hareketle sağlanabilecek eylem birliğinin olanaksızlaştırılması üzerine kurulan ve sözde örgütü inkâr etmiyor görünmeye çalışarak benimsenen örgütsüzlük; “kanallı parti” fikri dolayımıyla savunulan örgütsüzlük; örgütsel alanda ilkel yöntemlerin, dernekçiliğin, dergiciliğin… savunulup uygulanmasına dayanan, iki temel yönden, yasa dışı ve gizli örgütlenen çekirdeklerin ve merkezi örgütlenmenin açık ya da örtük inkarı yönünden yasalcılığı ve kendiliğindenliği yücelten örgütsüzlük – günümüz örgütsüzlük düşünce ve pratiğinin belli başlı türlerini oluşturuyor.
Uluslararası koşullarının üzerinde durmak gerekmiyor, biliniyor artık. Revizyonist örgütler bile tasfiye edildiler, çoktan terkedilmiş bulunan toplumun parti önderliğinde komünist örgütlenmesi yerine piyasa koşulları ve onun anarşik niteliğinden güç alan kapitalist örgütsel biçimler, bireycilik, özel çıkarlar, bunların “örgütlülüğü” ya da örgütsüzlük geçirildi; parti, tüm toplumsal ve siyasal süreçlerin dışına itildi, itiliyor.
Ulusal koşulları da biliniyor: Eylül darbesinin başlattığı gericilik yılları, örgüt “öcü” ve korkusunu yarattı ve gericiliğin ideolojik saldırısı “solcu” önemli bir kesimin beyinlerine de nüfuz etli, örgütler ve örgütlülük inkâr edildi. Bu, yalnızca, kaba siyasal zorun etkisiyle mahkemelerde ve “dışarıda” olmadı; ideolojik etkilenme ve duyulan korkuyla, teorisi yapılıp savunulan bir siyasal “gerçek” de oldu. Yenilgiden, örgütsüzlüğün gerekli olduğu gibi bir ders çıkarıldı; adına da örgütsel alanda demokrasi dendi, birlikçilik dendi (eski yapıların “yetersizliği” ortaya çıkmıştı çünkü eski yapıları aşan bir “birlik” gerekiyordu, “birlik” oluşuncaya kadar aydınca tartışmalarla ortalıkta dolanmak ve bütünüyle sınıf mücadelesinin dışında kalarak neredeyse legal çevreler bile oluşturmaktan uzak kalmak, dolaysız örgütsüzlük savunusu ve sonra, eğer “birlik” başarılırsa -pek olası görülmüyor- legal çevreler aracılığıyla örgütsüzlük, bu “birlikçi” yönelimin damgasıydı), eski örgütlerin basitçe toparlanması yerine aşılması dendi, yeniden üretilmesi dendi, “mücadele platformlarında mevzilenme” ve bu platformlardan, kitle örgütleri, basın vb. içinden devrimci hareketi ve devrimci örgütü yaratma dendi… Ama bir ortak nokta var; üzerinde birleşiliyor, Devrimci Yol’un da katılma eğilimi gösterdiği “birlikçi” birliğin konsensüslerinin başlıcalarından birini sağlıyor: örgütsüzlük fikri, yasadışı çekirdeklere dayanan merkezi örgüt fikrinin, profesyonel devrimcileri ve bilinçli işçileri bağrında toplayan Leninist normlarla işleyen disiplinli bir mekanizmanın, proletaryanın yönetici aygıtının reddi; yalnızca pratikte değil düşüncede de reddi, örgütsüzlük durumunun teorileştirilmesi.
İddialarla ortalarda salınan tek tek ünlü bilir gezer şahsiyetleri bir yana bırakırsak, Eylül öncesi grup ve örgütlerin önemlice bir kısmı, kimi şu kimi bu nedenle, kimi siyasal baskı ve ideolojik etkilenmenin kurbanı olarak, kimi örgütsel demokratizm ya da birlikçilik uğruna kimi yeniden örgütlenmenin belirli özel ve öznel olumsuz etkenlerini aşabilmek için örgütsüzlüğü savunmaya yönelerek, kimisiyse “demokratikleşen” (!) Türkiye’de bu sürece katkıda bulunmak üzere yasallaşarak tasfiyeye uğratıldılar ya da siyasal zorbalığın dağıtıcı-tasfiye ediciliğine karşı durma yerine örgütsel dağınıklık ve hemen hemen tasfiye olmuşluk koşullarını teorileştirmeye girişerek durumu pratikte ve düşünce planında da kabullenerek iradeleri aracılığıyla da bu sürecin gelişmesine katılma yolunu tuttular.
TKP’nin durumu ortada. TBKP adını alarak yasalcı bir yola girdi. Tüm gizli ve yasadışı örgütlerini dağıttı, tasfiye etti. Ülkenin “demokratikleşme süreci”ne yasal bir çevreler toplamı olarak omuz vermeye girişti. 5-10 kişilik orijinal eylemlerle sansasyona oynuyor, yapabilecek başka bir şeyi kalmadı.
Diğer bir örnek, bugünkü Yeni Öncü çevresinin temsil ettiği ya da artık etmediği gelenek. Eski grup yapılarının sürdürülmesine karşı bir tulum içinde “birlik” yönünde girişimler içine girdiler. Eski örgüt tasfiyeye uğradı, “birlik” sürecine katılan unsurlar, hemen tümü sadece bireyleri adına konuşmaya ve bunun doğruluğunu savunmaya yönelerek ortak bir irade ve bir eylem birliği içinde olmanın koşullarını kendi elleriyle yok ettiler, şimdi bir yasal çevre olarak bile ayakta kalmayı başaramıyorlar ve yasal bir örgütsel faaliyet içine bile giremiyorlar. Sınıf mücadelesinin hemen tümüyle dışına düştüler, herhangi bir sektörde varlıklarını ortaya koyabilme durumunda değiller. Bu durum ve tutuma karşı çıkan az sayıda eski eleman, belki konumları dolayısıyla ellerinden gelmediği için, bir ağırlık oluşturamadılar.
Ve Devrimci Yol. Savunmasında ve etkin görünen Melih Pekdemir’in yazılarında örgütsüzlüğün teorisini yaparak tasfiye sürecine noktasını koymaya yönelmiş durumda.
Savunma’da Eylül öncesi “örgütsüz oluş” şu sözlerle ortaya konmaktadır:
“Devrimci Yol Bildirgesi’nde belirli bir teorik ve siyasi çizgi ortaya konulmuş; bu görüşler çevresinde, bu görüşlerin doğruluğuna inanan yüzlerce insan kendi çalışma alanlarında faşizme karşı mücadele görevlerini temel siyasi görev olan partileşme sürecine bağlı kılarak, çeşitli faaliyetler yürütmüştür. Kendiliğinden nitelikli ilişkilerin egemen olduğu böyle bir süreç içinde, faşist saldırılar karşısında kendi aralarında belirli bir dayanışma içine giren insanlar, bu saldırılara karşı durabilmek için belirli bir örgütlülük içinde hareket etmişlerdir.
“… Bu insanlar faşizme karşı mücadele konusunda, ülkemizdeki devrimci mücadelenin genel sorunları konusunda ortak siyasi görüşleri savundukları için Devrimci Yolcu olarak anılmaktadırlar. Böyle unsurların oluşturduğu bir siyasi gruba mensup insanlar, kendi içlerinde parti örgütlenmesi anlamında merkezi bir hiyerarşik yapı yaratmamış olsa da, elbette ortak sorunlar karşısında ortak davranışlar göstermiştir. Okullarda, fabrikalarda birlikte seçimlere girmişler, mahallelerde ve hayatın diğer alanlarında faşist saldırılar karşısında … ortak savunma tedbirleri almışlar, çeşitli meslek alanlarında ortak hareket etmişlerdir. Bu nedenle de Devrimci Yol bir siyasi grup ve birçok konuda ortak düşünceler savunan insanların içinde yer aldığı bir siyasi hareket olarak görülmüş ve öyle adlandırılmıştır.
“… ilişkilerin kendiliğinden nitelikli ilişkiler düzeyini aşması… mümkün olmamış, siyasi grup ilişikleri aşılamamıştır.
“(Ama- ÖD) kendisine Devrimci Yolcu diyen veya kendisini Devrimci Yola yakın gören, Devrimci Yoldaki görüşleri benimseyen on binlerce insandan oluşan bir devrimci hareket ordusu oluşmuştur.” (Devrimci Yol Gerçeği adlı bölümden)
Bunlar, Eylül öncesinin değerlendirilmesine ilişkin söyleniyor. Elbette Dev Yol ya da Dev Yolcular çeşitli “çalışma alanlarında” birçok şeyler yapmışlardır, seçimlere girmek gibi işlerin ötesinde de bir dizi devrimci faaliyet yürütmüşlerdir, ancak, savunmalarında, tüm bu faaliyetleri yürütenlerin, parti olmasa da, merkezi hiyerarşik bir örgüt değil, merkez komitesi, çeşitli komiteleşmeleri, aralarında astlık-üstlük ilişkisi olan organları ve yine çeşitli uzmanlık örgütlenmeleriyle, demokratik merkeziyetçi işleyişi ve Marksist örgütsel normlarıyla yukarıdan-aşağıya kurulmuş merkezi bir aygıt değil, kendiliğinden ilişkilere sahip bir dergi çevresi, aralarında yalnızca dayanışan ama belirli bir disiplinle hareket etmeyen, bir örgüt disiplinine sahip olmayan merkezileşmemiş, mücadelenin çeşitli sektörleri ve çeşitli şehirler ve yerel birimlerin çevrelerinin federatif bir birliği ve bir örgütün çeşitli komitelerince kabul edilmiş, onun belirli organlarında görev verilmiş üyeleri olmayan ama kendilerine Dev Yolcu diyen, kendilerini kendilerinin Dev Yolcu kabul etliği unsurlar olduğunu belirtiyorlar. Örgüt ve örgüt üyeleri yoktur, çevreler ve kendilerini Dev Yolcu kabul eden insanlar vardır. Ve bir de yasal dergi, Devrimci Yol dergisi. Savunmaya göre, bireyler, Devrimci Yol Bildirgesi ve Devrimci Yol dergilerindeki teorik ve siyasi çizgiyi, bu dergide ortaya konan ve temsil edilen “faşizme karşı mücadele ve devrimci mücadelenin genel sorunları konusundaki ortak siyasi görüşleri” savunup benimsemelerinden hareketle kendilerine Dev Yolcu demekte veya kendilerini Dev Yol’a yakın görmektedirler. Dev Yol, bu “kendisine Devrimci Yolcu diyen veya kendisini Devrimci Yola yakın gören” bireyler değil, hatta kendisini Dev Yola yakın gören, yakın hisseden kişiler Dev Yolcudur. Dev Yolcu olmak, doğrudan ve yalnızca bireylerin iradesine bağlıdır, bu iradenin sonucudur. İnsanların bir örgüte kabul edilmesi, bunun yetkili organlar eliyle gerçekleştirilmesi ve ancak belirir örgüt organlarında çalışmayı kabul eden ve çalışan bireylerin üye olabileceği bir örgüt oluşturulması gerekmemiştir. Örgüt, hiçbir zaman kurulmamış, var olmamıştır, bireyler, ortak siyasi görüşler savundukları, kendilerine Dev Yolcu dedikleri ya da kendilerini Dev Yola yakın hissettikleri için Dev Yolcu olarak “anılmışlardır”. Anan, üçüncü şahıstır, birileridir ya da kamuoyudur. Söz konusu olan Dev Yol olduğundan ve bir örgüt olup olmadığı tartışıldığından, özne ya da birinci şahıs olması gereken Dev Yol ya da örgüt, konuyla ilişkin olarak söz sahibi değildir, olmamıştır; ikinci şahıslar, yani bireyler, kendilerini Dev Yolcu kabul edebilmeleri ve böylelikle Dev Yolcu olabilmeleri dolayısıyla söz sahibidirler, Dev Yolcu olmaya kendileri karar verebilmektedirler ve üçüncü şahıslar ya da kamuoyu onay mercii ya da rivayet yayıcı olmaktadır. Dergi ortak iradenin unsurudur, ama temsili bir organ olmamıştır, bu iradeyi örgütlemeye yönelmemiştir. Dergi etrafında bir örgüt ve örgütlenme bile olmamıştır, savunmaya göre, Dev Yol, Devrimci Yol dergisi tarafından aralarında son derece gevşek bağlar, dayanışma bağları olan bireylerin oluşturduğu örgütsüz bir çevre durumundadır. Mücadelenin çeşitli alanları ve çeşitli şehirlerde kendilerine Dev Yolcu birey ve çevrelerin içine girdikleri ortak davranışlar, bir örgütün ve örgütlülüğün sonucu, unsuru ve göstergesi değil dayanışma ihtiyacının dayattığı kendiliğinden ilişkiler çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Görülen ya da anılan “belirli bir örgütlülük içinde hareket etme”, yalnızca bu dayanışma İhtiyacının yol açtığı kendiliğinden ilişkilere dayanmakta ve bu örgütlülük türü kendiliğindenimin örgütlenmesinin ötesine geçmemektedir.
Savunma örgüt konusunu böyle koymakladır. Savunmada, böylesine temel ve önemli konularda kesinlikle yanlış olmasına ve böyle yola başvurulmaması gerekmesine rağmen, bazı hukuki kaygıların gözetildiği düşünülebilir. Doğrusu bunu düşündürecek veriler de yok değildir. Ama önemli olan, savunmada yalnızca örgütsüzlük durumunun ortaya konması değil; parti ve partileşme sürecinin fetişleştirilmesi yoluyla, bu kategorilerin, bir süreç-parti, süreç-örgütlenme kategorisi olarak, kendiliğindenliğin önünde eğilme ve onu yüceltme temelinde kavranarak savunulması ve parti-öncesi sürecin ya da partileşme sürecinin bir kendiliğindenlik ve kendiliğinden örgütlenme sureci olarak öngörülmesi; yalnızca pratikte olanın değil, olabilecek olanın ve olması gerekenin, bu, kendiliğindenliğin örgütlenmesi olduğunun belirtilmesidir. Şu pasajlar başka ne anlama gelebilir:
“Kendiliğinden nitelikli ilişiklerin egemen olduğu böyle bir süreç içinde… Dev Yolcu olarak anılan… unsurların oluşturduğu bir siyasi gruba mensup insanlar, kendi içlerinde parti örgütlenmesi anlamında merkezi bir hiyerarşik yapı yaratamamış olsa da, elbette ortak sorunlar karsısında ortak davranışlar göstermiştir.”
“Ancak ilişkilerin kendiliğinden nitelikli ilişkiler düzeyini asması, bitim anladığımız ve amaçladığımız anlamda devrimci bir parti niteliğine dönüşmesi (bizim bu yöndeki çabalarımızın, becerilerimizin yetersizliği basta olmak üzere) çeşitli nedenlerle mümkün olmamış; siyasi grup ilişkileri aşılamamıştır.”
Evet, parti amaç (aslında araçtır), savunuluyor, oluşturulması düşünülüyor; ama bir süreç-örgütlenme olarak, kendiliğinden nitelikli ilişkilerin bir sonucu ve aşılması olarak, kendiliğinden ilişkiler, parti ilişkilerine dönüşecek.
Evet, bir dağınıklık dönemi olabilir, kendiliğinden ilişkilerin egemen olduğu bir dönem olabilir. Ama hiçbir Marksist, böyle bir dağınıklık ve kendiliğindenlik ortamında eli kolu bağlı oturmaz, hemen kendiliğinden olmayan ilişkiler yaratmaya, bir örgüt oluşturmaya ve sınıf mücadelesine bu örgüt aracılığıyla müdahale etmeye girişir, örgütlenmenin, kendiliğinden ilişkilerin aşılmasını partinin kurulmasına ertelemek, kendiliğindenliği, örgütsüzlüğü savunmaktır ve bir Marksist böyle davranamaz. Marksist, parti kuruluşunu gündemine alır, alamaz, almamalıdır denemez, alır, bunun için öncelikle yapılması gerekenleri yapmaya girişir. Partinin kurulmasının önünde engeller varsa, örneğin Marksistler kendilerini burjuva, küçük burjuva akımlardan temel noktalarda ayırmışlar ama henüz bir program oluşturamamışlarsa ya da hemen tümüyle sınıftan kopuk bir grup oluşturuyorlarsa veya birçok Marksist ve işçi grubunun birliği sorunu kendini dayatıyorsa ya da başka nedenlerle bir parti oluşturmak gündeme alınmakla birlikte, bu sorunun çözümü öncelikle bir dizi sorunun çözümünü gereksiniyorsa, Marksistler durum ve koşullara uygun parti-öncesi örgütlenmelere giderler. Bu örgüt, dağınık Marksist yerel grupların birliğini sağlamayı amaçlayan bir “örgütlenme komitesi” olabileceği gibi, herhangi bir bölgedeki işçileri birleştiren “işçi ve Marksist birlikler”, “mücadele birlikleri” ya da merkezi örgütlenmenin uygun koşullarının bulunduğu durumlarda parti-inşa örgütleri, reorganizasyon (yeniden örgütleme) örgütleri vb. olabilir, Ama gereken, mutlaka bir örgüttür; gevşek dergi ya da dernek örgütleri değil, çevreler değil henüz oluşturulmamış program sorunun ve engel durumundaki başka sorunları çözmeyi gündeminin ana maddesi yapan, merkezi (ya da eğer bölgeler söz konusuysa, diğer bölgelerle birliği ve merkezileşmeyi birincil sorunu olarak saptayan), hiyerarşik, parti kuruluşuna zemin sağlayacak ve kendi zaaf ve eksikliklerini, kendini aşarak partiye dönüşecek ya da başka benzeri örgütlerle birleşerek partiyi yaratan unsurlardan biri olacak, ama bu görevi başarabilmesi için, yapabildiğince partinin görevlerini yerine getirmeye yönelmesinin yanında ve ötesinde, Leninist örgütlenme ilke ve normlarını, kavrayış ve uygulama yetersizliklerine rağmen benimseyip uygulamaya çalışan, kendiliğindenlik ve onun yüceltisiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir Marksist Örgüt. İsteyen ya da kendini yakın gören kimseler, sadece kendi iradeleriyle bu Örgütün üyesi olamayacak, merkezi ve bölgesel komitelere, fabrika ve işyeri komitelerine ve birimlerde temel örgütlere (hücrelere) sahip bu örgütün ancak bölge, fabrika ya da birimlerdeki yetkili ve görevli organlarında üyeliğe alınabilecek, aşağıdan-yukarıya değil tersine yukarıdan-aşağıya örgütlenen bir örgüt.
Oysa Devrimci Yol savunması, kendiliğinden ilişkilerin, “bizim anladığımız ve amaçladığımız anlamda devrimci bir parti niteliğine dönüşmesinden” söz etmekte ve partiyi de kendiliğindencilik ve mükemmeliyetçilikle ertelediği için, parti-öncesi uzun süreci, süreç-örgütlenmenin kendiliğindenliğine, kendiliğinden ilişkilerin egemenliğine, örgütsüzlüğe terk etmektedir. Bu, bir anlayış oluşturmaktadır savunmada, pratik durumun izahı ve ortaya konması olmamaktadır yalnızca, ama savunma, “amaçlanan anlamda parti” öncesinde “ilişkilerin kendiliğinden nitelikli ilişkiler düzeyini aşmasını mümkün” görmemektedir, Kendiliğinden nitelikli ilişkiler, savunmaya göre, ancak partiyle aşılabilecektir. Öncesi, kendiliğinden ilişkilerdir, dergi çevresidir, gevşekliktir. Teorileştirilen, bu kendiliğindenliktir, kendiliğinden ilişkilerdir.
Biz böyleyiz, ne yapalım dense, kendileri bilir diyecek ve söz söylemeyeceğiz, ama bir de bu durumun teorisi yapılıyor, devrimcilere örgütsüzlük ve kendiliğindenlik öneriliyor, buna sessiz kalınamaz.
Ve Eylül öncesi bir yana, o dönem Dev Yol’un bir örgüt olup olmaması bir yana, savunmada, soruna hukuki kaygılarla yaklaşılıp yaklaşılmaması ve eğer yaklaşılmışsa bunun ideolojik bir taviz oluşturması ve yanlışlığı bir yana, aynı kendiliğindenlik ve örgütsüzlük Eylül’den 10 yıl sonra da savunulmaktadır. Örgütsüzlük ortamında Dev Yol’un ve örgütsüzlüğün savunucusu durumunda olan Melih Pekdemir, bu konuda savunmadaki tutumu geliştirmekle ve örgütsüzlük tezinin teorik temelini zenginleştirmektedir. Başta anılan söyleşide Pekdemir şunları söylüyor:
“Yapılmaması gereken, yukarıdan aşağıya bir siyasi grup örgütlenmesinin acil olarak gündeme getirilmesidir. Bugün bu anlamda bir “Devrimci Yolcular örgütü” kurulmaması gerektiğini düşünüyorum.”
Ve Pekdemir devam ediyor: “… önümüzde gerçekten yeni bir süreç ve bu sürecin bize sunduğu yeni ve zengin olanaklar var. Bunlar değerlendirildiği ölçüde güçlü ve sağlam bir partiye ulaşmak mümkün görünüyor.
“Güçlü ve sağlam bir partiye ulaşılacak”, ama bu, yukarıdan aşağı siyasal bir örgütlenme olmaksızın başarılacak! Bu, hiçbir zaman başarılamaz. Burada her şeyden önce mantık hatası var. Ulaşılacak şey örnek alınmazsa, onun gibi olmaya çalışılmazsa, onun başka alanların yanı sıra örgütsel alanda da ilke ve normları uygulanmazsa, bu norm ve ilkeler benimsenmezse, onlara uygun davranılmaya uğraşılmazsa, o şeye ulaşılamaz.
Partinin oluşması bir mücadele ve inşa çalışmasıdır. Her mücadele ve inşa çalışması ise, o mücadele ve çalışmayı yürütecek bir örgütü gereksinir. Üstelik parti kuruluncaya kadar sınıf mücadelesi de beklemeyecektir ve bu mücadeleye de örgütlü olarak katılmak Marksistler için zorunludur. Bu mücadele ve çalışmaların örgütü, aracı yoksa, onun yaratılması önceliklidir; çünkü alternatif, bir Marksist’in her zaman kaçınması gereken kendiliğindenciliktir. Ve Pekdemir, böyle bir örgülü reddediyor. Ne adına? “Güçlü ve sağlam bir partiye ulaşmanın olanakları” adına! Bu olacak şey değildir, bizim bu ele alıştaki mantığı anlamamız olanaksızdır ve kendiliğindenlikten parti çıkması daha da büyük bir olanaksızlıktır.
Denecek ki, neden çıkmasın, biz örgütsel alanda yukarıdan aşağı örgütlenmeyi reddederek kendiliğindenliği, aşağıdan gelişi, örgütsüzlüğü öngörsek bile, siyasal alanda kendiliğindenliği öngörmüyoruz, örneğin ekonomist değiliz, ekonomik mücadeleyi öne sürüp siyasal mücadeleyi, bilinç unsurunu küçümsemiyoruz, Dev Yol Bildirge ve dergilerindeki siyasal çizgiyi “çıkış noktası” alıyoruz. Bunlar denecekse, biz de, o biraz şüphen’ deriz. Bu konularda henüz pek bir şey söylenmediğinden eleştiriyi geliştirmek durumunda değiliz. Şimdilik şunlar söylenebilir:
Henüz ortak bir siyasal hedef, bu hedefe yönelik bir irade ve eylem birliği yoktur. Her şeyden önce irade birliği yoktur. Yalnızca “Devrimci Yol dergilerindeki temel siyasi konulardaki mutabakat böyle bir ortak hedefin tespiti için çıkış noktası olabilir” deniyor. Dergide yazılmış olanlar hedef ve iradenin oluşmasının ancak çıkış noktası olabilecek ve zaten belki bu dergilerde yazılanların birçoğu reddedilecek, çünkü “basit bir toparlanma” değil, “Devrimci Yolun aşılması ve yeniden üretilmesi” söz konusu ediliyor. Kısacası en azından bugün için, çok belli başlı bir kaç sorun dışında belki, siyasal bir mücadele yürütmek mümkün görünmüyor. Hedef belli değil, irade birliği yok çünkü. Kim, hangi mücadeleyi, nereye yönelik ve nasıl hangi taktikle ve eylem planıyla yürütecek, soruların yanıtlarını kim verecek, kararlaştırıcı durumda kim olacak? Bugünkü siyasal mücadelenin 10 yıl öncesinin dergilerindeki yazılara, örneğin bu yazılarda belirtilmiş taktiklere vb. bağlı olarak yürütülmesi ve hele siyasal araçlardan, örgütten yoksun olarak yürütülmesi mümkün değildir. Bu, siyasal mücadele yürütülemeyecek ya da, on yıl sonra şimdi eğer üzerinde mutabakat sağlanabilecekse, yalnızca genel bir devrim propagandası temelinde bir tür soyut mücadele yürütülebileceği (ama bunun için de yine araçlar yaratmak gerektiği) anlamına gelir. Ya da bir siyasal mücadelenin yürütülebilir olması, mutlaka birilerinin bu sorulan yanıtlamasını gerektirecektir. Melih Pekdemir mi, bir komite mi, çeşitli sektörlerin sorumlularının bir araya gelişinden oluşturulacak bir toplam mı -ama birileri karar verici bir konumda olmak durumundalar. Bu da yetmeyecektir. Bu mücadeleye bir de aygıt gerekecektir. Yoksa örgüt gerekmeyince taktik de mi gerekmeyecektir, eylem planı da mı, mevzilenme ve dost-düşman vs. saptamaları da mı? Ve galiba böyle! Galiba siyasal açıdan da kendiliğindencilik, ekonomizm vb. savunuluyor ve giderek daha açık savunulacak, örneğin Pekdemir şöyle diyor:
“… ortak pratiğimizin ürünü olan bir ortak iradenin yaratılmasıyla hareketin demokratik bir biçimde merkezileşmesi ve temel siyasi görev olan partileşmenin gerçekleşmesi elverişli sübjektif zeminin oluşturulması mümkün hale gelecektir.”
İrade ya da bilinç unsuru ve pratik, kuşkusuz karşılıklı bir diyalektik bağ içindedirler, birbirlerini etkilerler. Ancak eğer pratik bilincin, bilinçli bir tutumun sonucu değilse, orada bilinçli müdahaleden ve bu anlama gelen siyasetten ve içeriği siyasal olan bir mücadeleden söz edilemez. Siyasal mücadeleye bilinç unsuru yön verir. Siyasal mücadele, bilinçli bir mücadeledir. Eğer iradenin belirleyici ve oluşturucusu, nedeni pratik olacaksa, ortak iradeyi ortak pratik üretecekse, bu irade, siyasal bir irade olamayacaktır. Sorun tam tersine konabilir: ortak siyasal irade, eylem birliğine, pratiğin birliğine, ortak bir pratiğe yol açabilir. Eğer iradeyi, ortak pratik belirtiyorsa, bu pratiğin (ve araçlarının) kendiliğindenliği, iradenin kendiliğindenci bir irade olmasına, yer yer ekonomist, yer yer dar pratikçi, örneğin Demokrat başyazısında öne sürüldüğü gibi “Eylül’ün yaralarının sarılmasına hizmet edecek”, bununla sınırlı bir irade olmasına yol açar ve başka türlüsü olanaksızdır. Ve bu, siyasal alanda da kendiliğindencilik demek olur. Kendilerine Dev Yolcu demekle yetinmekte ısrar edecekler, siyasal alanda da kendiliğindenciliği açık ya da örtük biçimde savunmak zorunda kalacaklardır.
Yukarıdan aşağı bir devrimciler örgütü kurulmasını gereksiz gören Pekdemir, bu ülkede neyin “suç” olup olmadığı ortadayken, “Devrimci Yol dergisindeki görüşleri savunmak suç değildir ve böyle bir şey hiçbir şekilde ‘gizli bir terör örgütü’nün mensubu olmanın kamu olarak gösterilemez” demekte, Dev Yolculuğun örgütlülük olmadığı gibi, gizlilikle ve ‘suç’la da ilgili olmadığını söylemektedir. Ama O, yine de, ne olup olmadığını iyice meçhule ya da “mevhum”a götürdüğü Dev Yolculuğu alternatif olarak ileri sürmektedir. Dev Yol ve Dev Yolculuğu küçümsemeyi düşünmüyoruz, onun, en azından oluşturduğu potansiyel gücün farkındayız, üzerinde durmaya çalıştığımız, Pekdemir’in derinleştirme durumunda olduğu savunmadaki yaklaşımla, bu potansiyelin heder edileceği, reformcu-kendiliğindenci kanallara yöneltilmekte olduğu, eski devrimci konumundan uzaklaştırılarak alternatif olmaktan çıkan İma durumuna sokulduğudur. Dev Yol ve Dev Yolculuk şimdi sokulmaya çalışıldığı yolda alternatif oluşturamaz. Devrimciliğin gerekleri ve Türkiye’nin koşulları buna olanak tanımaz.
Her ne kadar bir “Devrimci Yolcular Örgütü” kurulmasına karşı çıksa da, Melih Pekdemir de, Dev Yolculuğun oluşturduğu potansiyel güçten yararlanılması gerektiği düşüncesindedir. Bugün yapılması gerekenlerin ipuçlarını, “ortak görev” ve “hedefler”! Dev Yolculukta aramaktadır. Kim ve nasıl yapacak, hangi araçlarla yapılacak sorularını açıkta bıraksa da, var olmak için yeni çevreler oluşturulmasının zemini olarak yine Dev Yolculuk gösterilmektedir.
“Görünen odur ki, merkezi bir örgütlenmenin bulunmamasının ortak görevlerin yerine getirilmesini erteleyen bir anlayışa yol açmaması ölçüsünde ortak hedefin öznel (kendimize ilişkin) yönünün tanımlanması bakımından genel bir mutabakatı yakalayabilmek söz konusu olabilir.”
Kuşkusuz, Pekdemir’in ve bizim onunla tartıştığımız konu açısından -irade, kendiliğindenlik; neyin, neye yönelik, kimin tarafından ve nasıl yapılacağının saptanması- bilmece gibi görünen bu sözler, “yakalayabilmek” ve “olabilirlik” gibi yumuşatmalarla, örgütsel kendiliğindenliğin yanında bir de siyasal alanda aşın kendiliğindenlikten, daha doğrusu tümüyle bilinmezlik ve belirsizlikten kaçınabilmek için sarf edilmekledir. Ve bu sözlerin bağlandığı yer şurasıdır:
“Bana göre, dün olduğu gibi, bugün de Türkiye’de devrimci olabilmenin en yetkin ifadesi Devrimci Yolcu olabilmektir. Çünkü Türkiye devriminin ancak Devrimci hareketimizin teorik-pratik birikimi ve geleneği sürecinde gerçekleşebileceğine inanıyorum.”
İdeolojik süreklilik, türlü birikimler, geleneğin somutluğu diye bir şey vardır ve bunlar, lafı hiç dolandırmaya gerek yok, örgüt demektir, örgüt ve örgütlü olmak demektir. Ama Pekdemir, çevreler mantığıyla, on yıl öncesinin dergi sayfalarında ve mücadele alanlarında kalan, örgütlü, hem de merkezi bir örgütlü güç tarafından kalıcılığı sağlanmadığında ancak bireylerin hatıralarında ve arşivlerinde silik izler bırakabilecek birikimleri ve somut olarak yaşatılmakta olmayan geleneği, hatıralara ve kendine Dev Yolcu diyen her bireyin öznel ve bireysel yorumlama bırakarak, ortak hedefin yeni oluşumunun ya da kendi deyimiyle “yeniden üretilmesinin” zemini olarak ileri sürmekte sakınca görmemektedir. Yanlıştan olması ve örneğin bizim ya da başkalarının eleştirmesi bir yana tamamen eski Dev Yol platformunda ya da bunun çeşitli yönleriyle gözden geçirilmesi ve düzeltmelere uğratılmasıyla oluşturulacak bir kendini aşma platformunda, yani tamamen eskiden kalkman ya da eskinin bugüne uyarlanmasından hareketle saptanacak hedef ve görevler, yönelimler ve irade birliği temelinde toparlanacak veya yeniden oluşturulacak bir örgütle bu birikimler ve gelenek değerlendirilebilir, bunun bir sakıncası olmaz. Ama değerlendirme ve ortak zemin sağlanması, herkesin kendi yorumu ve hatıralarına, kısacası bireysel özelliğe bırakılırsa, buradan kendiliğindenliğin aşılması çıkmayacağı gibi, bu kullanım biçimiyle birikim ve gelenekten yararlanılamaz. Belki yararlanılıyor görünülür, öyle sanılır ama yararlanılamaz. Önünde sonunda, aynı zamanda bir karar mekanizması da oluşturan bir aygıt olmadan, bir irade birliği sağlanamaz, bireylerin iradelerinin “mutabakatı”, uzlaşması ya da fedaratif irade gibi bir şey ve fedaratif bir çevreler örgütü ortaya çıkabilir ki, burada herkes ve her çevre kendi bildiği gibi, en çok, belirli uzlaşma ya da mutabakat noktalarını gözeterek davranır.
Sorun, partileşme süreci ya da süreç-parti anlayışında, parti kuruluşu öncesi koşullarda kendiliğinden nitelikli ilişkilerin, örgütsüzlüğün öngörülmesinde yatmaktadır. Bu noktada örnekler yararlı olacaktır. Bolşevik partisinin (ve parti öncesinin) tarihine bakalım.
Parti, kapitalizm koşullarında doğmazlık edemeyecek işçi hareketi ve başlıca kendi sınıfına ihanet içine giren burjuva aydınların ulaşabileceği Marksist teorinin, Marksizm’in birleşmesi ve sınıfın siyasal örgütlenmesi sorunudur.
Rusya’da 1883’de ilk Marksist grup kuruldu. Başında Plehanov vardı. Esas ağırlığı Marksizm’i sınıf içinde yaymaya yönelen bir grup olmasıydı. Narodnizmden kopan Plehanov ve arkadaşları “Emeğin Kurtuluşu” grubu olarak örgüdendiler ve ağırlıklı olarak yayın faaliyeti sürdürmelerine rağmen bu yayınları gizli olarak Rusya içinde yaymaya başladılar. Başlıca yayın dağıtma işlevini yerine gelirse de gizli bir örgütlülük içine girdiler. Lenin, bu grup için, “sosyal demokrasiyi ancak teoride kurdu ve işçi hareketine doğru ilk adımı attı” der. (Bolşevik Parti Tarihi)
Sonra, “Lenin, 1895 yılında, Petersburg’da sayısı yirmiyi bulan Marksist işçi derneklerinin hepsini tek bir çatı allında, işçi Sınıfının Kurtuluşu Uğrunda Mücadele Birliğinde birleştirdi. Böylece Lenin, devrimci Marksist işçi partisinin kuruluşuna giden yolda önemli bir adım attı.” (Age)
Görülüyor ki, partinin kuruluşuna giden yolda örgüt kurulmaktadır ya da partinin kuruluşuna ancak örgüt kurularak gidilmektedir. Örneğin Lenin, Emeğin Kurtuluşu grubunun teorik ve pratik faaliyetine sahip çıkmasına, birikim ve geleneğini reddetmemesine ve bunları temel ya da zemin edinerek aşmaya yönelmesine rağmen, örgüt kurmazlık etmemiş, bu grubun birikim ve geleneğinden lafta yararlanmaya gitmemiş, sorunu somut olarak, bir örgüt zemini üzerinde çözümlemeye yönelmiştir.
“Petersburg işçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği, Lenin’in önderliğinde, Rusya da sosyalizmi işçi sınıfı hareketiyle birleştirmeye başlayan ilk kuruluştu.” (Age) Ve örgütlenme Petersburg’la özel kalmadı. “Petersburg Mücadele Birliği, Rusya’nın öteki kent ve bölgelerinde de işçi kuruluşlarının bu gibi birliklerde toplanma atılımlarına önayak oldu. 1890-1900 yılları arasında, Trans-Kafkasya’da da bu gibi Marksist kuruluşlar ortaya çıktı. Moskova’da 1894’de Moskova ‘İşçi Birliği’ kuruldu. Sibirya’da. 1890-1900 arasının son yıllarında, Sibirya ‘Sosyal Demokrat Birliği’ kuruldu. 1890-1900 yılları arasında Ivanovo-Voznesenks’te, Yaroslav’da, Konstroma’da Marksist gruplar oluştu. Daha sonra bunlar, “Sosyal Demokrat Partisi Kuzey Birliği’nde birleştiler…” (Age)
Bu örgütlerin eksikliği henüz ulus çapında ve daha ötesi ülke çapında örgütler olmamaları, kentler ve bölgelerde kurulmalarıydı ama hızla birleşmeler aracılığıyla ülke çapında örgüt olmaya yöneliyorlardı. Ama örgüttüler. Ve asıl önemlisi, Rusya’da o dönemler geçerli olan keşmekeş ve dağınıklığı gidermenin aracı olarak ortaya çıkıyorlar ve örneğin Lenin hiçbir zaman ve hiçbir şekilde dağınıklık ve örgütsüzlüğü mazur göstermiyor, hele teorileştirmeye hiç girişmiyor, tersine bu tür eğilimlere karşı yorulmaz bir mücadele veriyordu.
Lenin 1897’de yazdığı “Propaganda ve Ajitasyon Üzerine” adlı bir makalede örgütlenme, bir örgütsel yapı oluşturma ve yerel örgütlenmelerin “Mücadele Birliği” ile, bu merkezi Marksist örgüt ile ilişkileri konularında şunları yazıyordu:
“İşçiler arasında eğitim çevreleri örgütlenmesi, bu çevrelerle merkezi Sosyal Demokrat grup arasında düzenli gizli temasın sağlanması, işçi yayınlarının basılıp dağıtılması, işçi hareketlerinin bütün merkezlerinde bir rapor verme sisteminin örgütlenmesi, ajitasyon amacıyla bildiri ve çağrıların basılıp dağıtılması ve tecrübeli bir ajitatör kadrosunun yetiştirilmesi; genel hatlarıyla, Rusya Sosyal Demokrasisinin sosyalist faaliyetinin alacağı biçimler bunlardır.”
Ve gelelim Dev Yolun öteden beri fetişleştirdiği partileşme süreci tezi aracılığıyla parti kuruluşunu sürekli erteleyen ve üstelik savunmayla birlikte bu süreci örgütsüzlük süreci olarak ilan eden anlayışı karşısında Rusya ve Bolşevik partisi pratiğine:
“1898 yılında, birkaç ‘Mücadele Birliği’ -Petersburg, Moskova, Kiev, Ekaterinoslav mücadele birlikleri- ile Bund, tek bir sosyal demokrat partisinde birleşmek üzere ilk atılımı yaptılar ve bu amaçla, 1899 Mart’ında Minsk kentinde Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisinin Birinci Kongresini yaptılar.
“Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Birinci Kongresi’ne yalnızca 9 kişi katıldı. Lenin o sırada Sibirya’da sürgünde olduğu için, Kongre’de bulunamadı. Kongrede seçilen Parti Merkez Komitesi, çok geçmeden tutuklandı. Kongre adına yayınlanan ‘Manifesto’ birçok bakımdan eksikli. Burada, proletaryanın politik egemenliği ele geçirme görevine hiç değinilmiyor, proletaryanın hegemonyasından hiç söz edilmiyor, Çarlığa ve burjuvaziye karşı mücadelede proletaryanın bağlaşıkları sorununa hiç değinilmiyordu.
“… Birinci Kongrenin toplanmış olmasına karşın, Rusya’da Marksist Sosyal Demokrat İşçi Partisi gerçekte henüz kurulmuş sayılmazdı. Kongre, ayrı ayrı Marksist dernek ve örgütleri birleştirmeyi ve bunları örgüt bağlarıyla birbirlerine bağlamayı henüz başarmış değildi, yerel örgütlerin çalışmalarına temel olacak tek bir hareket çizgisi henüz saptanmamıştı. Henüz parti programı, parti tüzüğü yoktu ve ortada merkezi bir yönetim yoktu.” (Age)
Rus Marksistleri, “partileşme süreci” yaklaşımını hiç dikkate almaksızın, örgütsüzlüğe karşı ne kadar amansızlar ve partinin bir an önce kurulması konusunda ne kadar aceleci davranıyorlar! Henüz yerel örgütlerin birbirine bağlanması ve aralarında merkezileşmiş gerçek bir örgütsel ilişki gerçekleştirilmesi başarılamamış, henüz “ortak bir irade” bile, hareket çizgisi anlamında yaratılamamış, program yok, tüzük yok, seçilen merkez komitesi tutuklanıyor ve yerlerini dolduracak kimse yok, yeni bir merkezi yönetim bile oluşturulamıyor; ama Rus Marksistleri bu koşullarda, tüm bu yetersizlikler ve olumsuzluklara karşın tek bir iradeye, belirli bir konuda ortak bir iradeye sahipler: tek bir merkezi örgütün, proletaryanın siyasal partisinin yaratılması.
Lenin, 1. Kongrenin, “tam anlamıyla temsili bir nitelik taşımadığı, çok kısa sürdüğü ve son derece elverişsiz koşullarda yapıldığı”nı (RSDİP Komite ve Gruplarının Genel Parti Kongresine Sundukları Raporların Konusu Üzerine) söylüyor, “İkinci Kongremiz Birinci Kongreye oranla daha fazla kurucu nitelikle olacaktır” (Age) diyor, ve zaten Parti Tarihi’nde Birinci Kongresinde Parti “gerçekte henüz kurulmuş sayılmazdı” diye yazılıyor; ama partinin kuruluşu için ilk Kongre tüm bu elverişsizliklere karşın 1899’da toplanıyor. Bir yönüyle, 1. Kongrede “kurulan” RSDİP, bir parti-öncesi örgüt durumundadır; ama her ne olursa olsun, “partileşme süreci” ve parti kuruluşunun fetişleştirilmemesi gereğinin kesin bir kanıtı ve örgütsüzlük fikrine karşı örgüt kurma ve yaratma mutlak zorunluluğunun bir göstergesidir.
Ve Lenin, yukarıdan aşağı merkezi siyasal örgütlenmeyi reddederek Devrimci Yolun eskinin aşılması aracılığıyla “yeniden üretilmesi”ni öngören Pekdemir’le tam bir karşıtlık halinde, 1. Kongre ve onun zeminini oluşturan örgütlenmenin aşılması ve partinin yeniden üretilmesini, soyutluklara bağlamadan, kim tarafından, ne için, hangi hedefe, nasıl gibi soruları yanıtsız bırakmadan, bir “örgütleme komitesi” kurulmasını çözüm yolu olarak somut olarak ortaya koymuştur.
“Bundan dört yıl önce, çeşitli Rus Sosyal Demokrat örgütler, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde birleşmişler ve partinin yayınladığı ‘Bildiri’de ortaya konulan belli bir örgütlenme planı ve genel faaliyet ilkelerini saptamışlardı. (Bu ilkeler, “ortak irade”, Pekdemir’e göre kendiliğinden sürecek ortak pratiğin sonucu olarak oluşacak!) Ama ne yazık ki, bu ilk girişim başarıyla sonuçlanmamışa. Proletaryanın her türlü baskı ve sömürü biçiminden kurtulması uğruna kararlı bir mücadele verecek olan birleşik ve güçlü bir sosyal demokrat partinin inşası için gerekli unsurlar o sırada henüz yoktu. Bir yandan, Rusya sosyal demokratlarının pratik faaliyeti daha yeni biçimlenmeye başlıyordu. Mücadele yoluna henüz atılmış bulunan sosyal demokratlar, henüz teorik görüşlerini pratiğe dökmenin en iyi yollarını arıyorlar ve hala ürkek ve belirsiz adımlarla ilerliyorlardı…
“Ama gene de, bu başarısız girişimin hiçbir iz bırakmadan geçip gittiği söylenemez. Bizden öncekilere yol göstermiş olan proletaryanın örgütlü siyasi partisi düşüncesi, o gün bu gündür bütün bilinçli sosyal demokrat militanların rehberi ve hedefi olmuştur. Şu dört yıl boyunca, ilk sosyal demokrat önderler tarafından bize devredilen bu düşünceyi gerçekleştirmek için birçok girişimde bulunulmuştur. Ama dört yıl sonra bugün, hala aynı dağınıklıkla karşı karşıyayız.
“Oysa hayat bizden her geçen gün daha fazla şey isliyor. Partinin ilk önderleri, işçi kitlelerinin uyumakla olan devrimci güçlerini uyandırma görevini üstlenmişlerdi; oysa biz çok daha karmaşık bir görevle, uyanmakta olan güçlere doğru yönde yol gösterme, bu güçlerin başına geçme ve onlara önderlik etme göreviyle karşı karşıya bulunuyoruz.
“… Rusya Sosyal Demokrasisi bugün dev bir görev ile yani hiçbir yerel komitenin, hatta hiçbir bölge örgütünün üstesinden gelemeyeceği bir görevle karşı karşıyadır. Yerel örgütler ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar, bu görevin üstesinden asla gelemezler, çünkü bu görev daha şimdiden yerel sınırları aşmış bulunmaktadır. Bu görev, ancak, Rusya’daki tüm Sosyal Demokratların merkezi ve disiplinli tek bir ordu içinde birleşmiş kolektif güçleri tarafından yerine getirilebilir. Öyleyse, bu birleşmenin inisiyatifini kim üstlenecektir?
“… Konferans bazı örgütlerin temsilcilerine, Rusya Sosyal Demokrat işçi Partisinin gerçekten yeniden kurulması görevini üstlenecek bir Örgütleme Komitesi kurmaları için talimat vermişti.
“St. Petersburg Mücadele Birliği, Moskora örgütü ve Yujni Raboçi grubunun temsilcileri, bu kararı uygulamak için, her şeyden önce ve en başta bir parti kongresinin toplanmasının koşullarını hazırlama görevini üstlenen bir Örgütleme Komitesi oluşturmuş bulunuyorlar.
“Ne var ki, bir kongrenin toplanması son derece karmaşık bir sorun olduğundan ve bir hayli zamanı gerektirdiğinden, merkezi parti örgütü yeniden kuruluncaya kadar örgütleme Komitesi bazı genel görevleri (bütün Rusya için bildirilerin yayınlanması, genel ulaştırma sorunları ve gizli çalışma yöntemleri, komiteler arasında bağların kurulması vb.) kendi üzerine almaktadır” (örgütleme Komitesi’nin Kuruluş Açıklaması, 1903 Ocak)
İkinci Kongre öncesi gündemi gelen Örgütleme Komitesi, büyük bir dağınıklık ve teorik keşmekeş ortamının ürünüydü ve bir yönüyle parti öncesi bir örgüte benziyorsa, diğer yönüyle dağınık ya da dağılmış bir örgütün yeniden kurulması ya da “yeniden üretilmesi” yönelim ve çabasının bir unsuru ve aracı olarak kurulmuştu. Burada, önemli olan, Örgütleme Komitesinin örgütlerle bağlantıları, kurye vb. gibi ulaşım sorunları ve gizlilik yöntemlerini elinde toplaması, sadece kongre toplamanın değil, o döneme kadar var olan örgülün işlemesi ve halta bunun ilerletilmesinin aracı olmasıydı.
Lenin örgütsüzlüğe hiç bir dönem ve koşulda tahammül edemiyordu. O, aynı dönemde, bu dağınıklıkta şöyle yazıyordu:
“Proletaryanın egemenliği ele geçirme uğrundaki mücadelesinde örgütten başka silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabetin baskısı altında ayrılığa düşürülen sermayeye kölecesine çalıştırılarak ezilen ve sürekli olarak koyu yoksulluk, gerilik ve yozlaşmanın ‘derinliklerine’ itilen proletarya, ancak Marksizm ilkelerine dayanan ideolojik birliğinin milyonlarca emekçiye işçi sınıfının ordusunda sıkı sıkıya toplayan örgütün maddi birliğiyle perçinlenmesi sayesindedir ki yenilmez bir güç durumuna gelir ve gelecektir de.” (Aktaran Parti Tarihi)
Bolşevik partinin kuruluşu ve/veya yeniden kuruluşu ya da “yeniden üretilmesi” ve Lenin’in konuya ilişkin tutumu doğrudan örgütlü bir şekilde, merkezi araçlar üzerinde durularak ve bunların kullanılmasıyla, kendiliğinden ilişkilerin bırakalım teorileştirilmesini, bu ilişkilerin varlığına tahammül edilmeyerek, üstelik kendiliğindencilikle mücadele içinde örgütlülüğün savunulması ve uygulanması biçiminde olmuşken, savunma ve Pekdemir süreç-partiyi ya da dün ve bugün örgütsel açıdan yapılması ya da yapılmaması gerekenleri nasıl ele alıyorlar?
Pekdemir, parti kuruluşu ve inşasını süreç-parti yaklaşımıyla “partileşme süreci” kendiliğindenliği ve mükemmeliyetçiliği çerçevesinde genel olarak olmazlaştırır ve yadsırken, yukarıdan-aşağıya siyasi grup örgütlenmesini bile iç savaş koşullarına bağlayarak, bugün de bu koşulların bulunmadığını söyleyerek, gereksiz görmektedir. Bugün yukarıdan-aşağıya siyasal örgütlenmenin gerekli olmamasının nedeni, Ona göre iç savaş koşullarında yaşanmıyor oluşudur:
“Bugün, 1971 yenilgisinden sonra ve 1975’lerde olduğu gibi gelişmekte olan bir iç savaş ortamı söz konusu değildir… kısa dönemde ve mevcut koşullarda iç savaş ortamının yaşanmıyor oluşu, devrimcilerin önüne iç savaşa kısa sürede hazırlanma bakımından acil bir görev olarak geçmişte olduğu gibi, yukarıdan aşağıya bir siyasi grup örgütlenmesini dayatmıyor. Temel siyasi görev elbette yine ML bir partinin yaratılmasıdır… partileşme sürecinin bugün farklı bir biçimde yaşanabileceğine dikkat çekebiliriz, öyle görülüyor ki, asıl olarak Devrimci Yol görüşünü savunanların (kendisine Dev Yolcu diyenlerin- ÖD.), birleşik devrimci muhalefet hareketi yaratma çabası sürecindeki politik birliği ile başarı şansına sahip olan böyle bir görev, açıktır ki, ideolojik netleşme ve eylemin devrimci birliği ile yerine getirilebilir.
“1975’lerde devrimcilerin görevi, kendiliğinden yükselen halk harekeline önderlik etmek ve temel siyasi görevi acil, ertelenemez bir görev olarak böyle bir pratikte yerine getirmek olarak belirlenmişti. Bugün kendiliğinden de olsa, hızla yükselen bir halk muhalefetinden söz etmek çok zordur. Bugün görev, halk muhalefetinin yeniden yükselmesi çabası içinde yer almak, birleşik devrimci muhalefet hareketini oluşturmaktır.”
Yani bugün temel siyasi görev olduğu söylenen Marksist Leninist partinin yaratılması, acil bir görev durumunda değildir. Parti bir yana siyasi bir grup örgütlenmesi bile acil bir görev değildir, örgütsüz kalınabilir, kendiliğindenliğin önünde sürüklenilebilir! Söylenen budur!
Aktardığımız pasajda kabul edilebilir hemen hiçbir şey yok. 75’lerde iç savaş ortamı yoktu, tartışmayalım şimdi, ama eğer o zaman vardıysa bugün neden olmasın? Pek mi farklı koşullar? Ve bugün kendiliğinden bile olsa hızla yükselen halk muhalefetinden nasıl söz edilemiyor? İşçiler neredeyse hiç yerlerine oturmuyorlar, ülkede dolaysız bir savaş yaşanıyor, savaşın bir yanını Kürt köylüleri oluşturuyor, eskiden farklı olarak MHP’li sivil çeteler yok ya da benzer örgütlenmeler farklı bir zeminde farklı örgütlenmeler olarak görünüyorlar, korucular gibi. 75’lerle 90’ı öyle abartarak farklılaştırmaya hiç gerek yok, hele süren açık savaş dikkate alındığında ortam bugün çok daha sert. Şimdi, ortamı falan değil, savaşın kendisi var.
Ve partinin kuruluşu ve inşası neden savaş koşullarına bağlı oluyor, hele savaş koşulu olmayınca neden siyasi grup örgütlenmesine bile gidilmeye gerek olmuyor? Mücadele ya da savaş örgütü olunca parti, böyle tanımlanınca, hemen savaşması mı ya da bir iç savaş ortamı yoksa ve hemen savaşmayacaksa kurulmaması mı gerekiyor?
Parti ya da parti-öncesi bir örgütün, devrimci bir örgütün, bir mücadele örgütünün kurulması ve inşası, hiç kuşkusuz savaş ya da barış koşullarına, mücadelenin ortamına, mücadeleye katılan kitle sayısına ve mücadelenin biçimine bağlı değildir. Lenin’den aktardığımız gibi, örgütü gerekli kılan, kapitalizm koşulları ve bu koşulların dönüştürülmesi amacıyla proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenme ihtiyacıdır. Parti, siyasal örgüt kapitalizmin alternatifini var etmek için ve bu alternatifin temel bir unsuru olarak gereklidir ve örgütlenmelidir. Yoksa yalnızca iç savaş koşullarında eline silah almak ya da silahlı birliklere kumanda etmek için değil. Üstelik barış koşullarında daha çok örgütlenmelidir. Lenin şunları yazıyor, tam da Pekdemir’in ileri sürdüğü gerekçeleri çürütecek şekilde:
“Koşulların değişmiş ve dönemlerin farklı oluşuna sarılmak saçmadır; bir mücadele örgütünün inşası ve siyasi ajitasyonun yürütülmesi, ‘durgun, barışçı’ her koşul altında ve ‘devrimci ruhun zayıflaması’ ne kadar belirgin olursa olsun her dönemde esastır. Üstelik böyle dönemlerde ve böyle koşullarda bu tür çalışma özellikle gereklidir, çünkü patlama ve taşma zamanlarında, örgütün kurulması çok geç olacaktır. Parti bir anda faaliyete geçebilmek için hazır durumda olmalıdır.” (Nereden Başlamalı?)
Pekdemir’e göre, bugün görev, acil olarak parti ya da parti-öncesi bir siyasal örgülü -hele yukarıdan aşağıya katiyen- kurmak değil, birleşik devrimci muhalefet hareketini oluşturmaktır. Partiye ya da siyasal örgüte buradan gidilecektir. Ama parti ya da öncü bir siyasal örgüt yoksa bu halk muhalefeti nasıl örgütlenecek, onu kim örgütleyecek. Marksistler, birey olmanın ötesine geçerek kolektif bir özne oluşturmadan, sınıf örgütünü yaratmadan tek bir şansa, genel muhalefet hareketi içinde erime şansına sahip olmazlar mı?
Pekdemir’in somut önerisi şu:
“Mücadele platformları fiili olarak işçi, gençlik, öğretmen, gecekondu, köylülük, insan hakları platformu vb. olarak biçimlenmiştir. Bu platformlarda hayat devam etmektedir ve sürüp giden hayata baktığımızda bu platformlarda Devrimci Yolcuların da, devrimci gençlik hareketini, devrimci işçi hareketini, devrimci öğretmen hareketini vb. yaratmak için mücadele ettiklerini görmek mümkündür.
“Görüldüğü kadarıyla, 1981 yenilgisinin yarattığı öznel konumun etkisiyle, her devrimcinin içinde bulunduğu doğal ortamda çalışması gibi nedenlerle, mücadele platformlarının birbirinden özerk oluştuğu ve bir süre daha özerk kalabilecekleri söylenebilir…
“Bugün yapılması gereken, hayatın değişik alanlarındaki mücadele görevlerini devrimci bir partinin kurulmasına ertelemeden, mücadele ve örgütlenme görevlerini birlikte ele alınabilen bir anlayışla davranabilmektedir. Mücadele platformları bu ikili görevi başlangıçta birleştiren bit çıkış noktası olarak değerlendirilebilir. ML devrimci bir partinin yukarıdan aşağıya yaratılmasının ancak böyle bir başlangıç ile oluşacak bir zeminde ve bu zeminde kurulacak siyasi ilişkiler (kadrolaşma) çerçevesinde gündeme gelebileceğini düşünüyorum, işte yeni döneme ilişkin yeni bir partileşme süreci bu şekilde kendini dayatmaktadır.”
Ve örgütlenmenin biçimine ilişkin yaklaşım:
“Önümüzdeki süreçte en önemli sorunlardan biri devlet tarafından ortaya konulan engeldir. Elbette bugünün Türkiye’sinde iç barış yok; yani TBKP’lilerin vb. önerdiği düzeyde legal çalışma olanakları yok. Ama bunun karşıtı TIKKO vb. çizgilerin savunduğu anlayış da değil. Kendini, Türkiye’de demokrasinin yerleşmekte olduğu şeklinde bir ham hayale kaptırmayan, ama polisin arzuladığı anlamda bir ‘gizli örgüt’ de olmayan meşru bir devrimci faaliyet sürdürebilmeliyiz.”
Önce sondan başlayalım, çünkü gizlilik-açıklık ya da meşruluk tartışması konunun bütününü ilgilendiriyor.
Bugünün Türkiye’sinde, kan dökücü, açık terörcü bir diktatörlük altında TBKP düzeyinde yasalcı olmasa da “gizli olmayan bir örgüt” mücadele örgütü olabilir mi? Ülkede yoksa fiilen kullanılabilecek açık örgütlenme olanakları var da biz mi göremiyoruz? Kendiliğinden örgütler, kitle örgütleri bile birçok alanda yasak durumda ve zor kurulup çalışabiliyor genel olarak. Bu sorunu tartışılmayacak kadar açık ve tersinin savunulmasını abes buluyoruz. İşle Lenin’in benzer diktatörlük koşullarında -sınıf dayanaklarının farklılığı bir yana- tanımladığı örgüt:
“Güçlü bir parti merkezleri örgütü, sistemli olarak çıkan illegal yayınlar ve en önemlisi yerel hücreler, özellikle de doğrudan doğruya işçilerin arasından gelen ve kitlelerle sıkı temas içinde yaşayan öncü üyelerin yönettiği fabrika hücreleri: devrimci ve Sosyal Demokrasi İşçi Hareketinin her türlü zorluğu göğüsleyebilecek sağlamlıktaki çekirdeğini işte bu temel üzerinde inşa ettik. Bu illegal çekirdek gerek Duma aracılığıyla, gerekse sendikalar, kooperatifler ve kültür eğitim kuruluşları içinde kendi duyargalarını ve etkisini eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde yayacaktır.” (Doğru Yolda)
Ve Lenin’in 1905 Devrimiyle siyasal özgürlüklerin fiilen koparılıp alındığı koşullarda söyledikleri:
“Toplantı, örgütlenme ve basın özgürlüğü kazanılmıştır. Elbette bu özgürlükler son derce eğretidir ve bunlara güvenmek delilik, hatta cinayet olur. Belirleyici mücadele henüz verilmedi, bu mücadeleye hazırlık ön planda ele alınmalıdır. Partinin gizli aygıtı korunmalıdır.” (Partinin Yeniden Örgütlenmesi Üzerine)
Bizde belirleyici mücadele verildi mi? Bu bir yana siyasal özgürlükler kazanıldı mı. TBKP’yi kıyısından, düzey farklılığını söz konusu ederek, legal olanakların düzeyini abartması dolayısıyla eleştirmekle açıkça savunulan yasal konumdan kurtulunamaz. TBKP’den fark düzey farklılığı olduğu anda, yasalcılığın derecesi ve “demokratikleşen” (!) Türkiye’nin ne derecede demokratikleştiği tartışılabilir onunla.
Lenin’in “Doğru Yolda” adlı makalesinden aktardığımız pasaj, parti ya da parti-öncesi örgütün inşasında çeşidi türden yasal örgütlerle, bu arada kitle örgütleriyle ilişkisi sorununa da açıklık getirmektedir. Parti ya da parti-öncesi örgüt, inşa olurken, kuşkusuz yasal ve kitle örgütleri içindeki çalışmasıyla da inşa faaliyetini sürdürecektir. Ancak öncelikli olan partidir, merkezi mücadele örgütüdür. Siyasal örgüttür. Yığınsal çeşidi platformlar değildir. Parti, bu tür platformlarda, bu platformlarda yürütülen halk muhalefetinden hareketle örgütlenemez, inşa edilemez; parti, tersine bu platformlarda mücadele yürütecek ve mücadele ettikçe inşasını ilerletecek, ama bu platformlardaki mücadelelere önderlik edecek güçtür, hareket noktasıdır. Parti yasadışı gizli çekirdekler temelinde örgütlenecek, yasal ve çeşidi kitlesel örgütlerde hücreleri vb. aracılığıyla faaliyet yürütecek, bunlar içinde etkisini yayacaktır. Yoksa bu platformların etkisiyle parti oluşturulamaz. Parti ile kitle örgütleri ve platformlar arasındaki ilişki, Pekdemir’in öngörüsünün tam tersine olduğunda, parti Marksist bir parti olmaya hak kazanabilir.
“Parti, illegal sosyal demokrat çekirdeklerden meydana gelir. Bu illegal sosyal demokrat çekirdekler de, kendilerine çeşitli legal işçi örgütlerinden oluşan mümkün olduğu kadar geniş ve dal budak salmış bir ağ şeklinde ‘kitle içinde çalışmak için dayanak noktaları’ yaratmak zorundadırlar.” (İllegal Parti ve Legal Çalışma) diyor Lenin.
“Parti dört yıldır şunu söylüyor Örgütümüz, mümkün olduğu kadar geniş ve dal budak salmış bir legal örgütler ağının kuşattığı illegal çekirdeklerden meydana gelir.” (Age) diyor.
Legal örgütler ağının, platformların, kitle örgütleri ağının kuşatacağı bir örgüt olmalıdır, çekirdekler olmalıdır, parti ya da parti-öncesi bir örgüt olmalıda-. Kuşatacağın şey yoksa onu kuşatamazsın ve kuşatacağın şeyi kuşatma araçlarıyla var edemezsin. Parti ya da öncesi örgüt, sözü edilen platformlarda kendi etkisini yaymak, işçilere ve emekçilere doğru yolu, bu platformların mücadelesi içinde göstermek için vardır; bu görevini başardıkça büyür gelişir, inşa olur, bu doğrudur, ancak, bu, partinin, bu platformların mücadelesinden hareketle inşa olacağı anlamına gelmediği gibi, tam tersi anlama gelir. “Legal örgütler, illegal çekirdeklerin fikirlerini kitleler arasında yaymak için dayanak noktalarıdır.” (Age) Yoksa, legal örgütler ya da platformlarda oluşacak ya da varolan fikirlerin parti içinde yayılması mı amaçlanan? Ama eğer, Pekdemir’in öngörüsündeki gibi, ne illegal çekirdekler ne de onların oluşmuş fikirleri, “ortak iradeleri” yoksa ve bu “ortak irade” platformların mücadelesinde oluşacaksa, kitleleri etkilemek mümkün olmayacak demektir ve tersine kitleler bu platformlardan parti kurmaya çalışan bireyleri ve çevreleri etkileyecek demektir. Lenin, parti militanlarının şekilsiz legal örgütler içinde erime tehlikesine dikkat çekerek örgütlenme siyasetini şöyle ortaya koyuyor:
“Bugünkü görevimiz, partinin illegal örgütlerini sağlamlaştırmak; bütün çalışma alanlarında parti hücreleri kurmak; özellikle ‘her sanayi işletmesinde sayıları az bile olsa sadece partili işçilerden oluşan Parti Komiteleri kurmak; yönetim görevlerinin bizzat işçiler arasından çıkmış sosyal demokrat önderlerin elinde toplanmasını sağlamaktır. Bu hücre ve komitelerin görevinin, bütün yarı-legal örgütlerden ve mümkün olduğu ölçüde legal örgütlerden yararlanmak, ‘kitlelerle sıkı bağı’ korumak ve çalışmalarını, Sosyal Demokrasinin, kitlelerin bütün taleplerine cevap vermesini sağlayacak şekilde yönlendirmek olduğu açıktır. Her parti hücresi ve her parti işçi komitesi ‘kitleler arasındaki, ajitasyon, propaganda ve örgütleme çalışması için birer dayanak noktası’ haline gelmeli, yani mutlaka kitle neredeyse oraya gitmelidir; bunlar, her adımda kitlenin bilincini sosyalizm doğrultusunda geliştirmek, her özel meseleyi proletaryanın genel görevleriyle birleştirmek, her örgütlenme eylemini bir sınıf dayanışması eylemine dönüştürmek ve çalışkanlık ve ideolojik etkinlik yoluyla (elbette unvan ve mevki ile değil) bütün legal proletarya örgütlerinde yönetici bir role sahip olmak için çalışmalıdırlar. Bu hücre ve komiteler bazen çok az sayıda kimseden oluşabilirler, ancak onlar parti geleneği, parti örgütü ve somut sınıf programıyla birbirlerine bağlı olacaklardır; böylelikle Sosyal Demokrat Partinin iki-üç militanı şekilsiz legal bir örgüt içinde erimek yerine, her durumda, her şart altında kendi parti çizgilerini izleyebilecek, partinin bütününün ruhuna uygun olarak çevrelerini etkileyebilecek ve bu çevrenin kendilerini eritip yutmasına izin vermeyeceklerdir.” (Yolda)
Ama hayır, Pekdemir, platformlarda, legal örgütlerde erimeyi istiyor. Bu legal örgütlere iki-üç kişinin örgütsüz, bağlantısız, bu örgüt ve platformları kazanmak için değil, oralarda öğrenecekleriyle oluşturulmasına katılacağı ortak iradeyi belirlemek için ve bu iradeye dayanarak siyasal örgüt ve parti oluşturmak için gitmelerini istiyor. Bu kaçınılmaz bir erime demektir.
Tüm bu yönelimler Gorbaçov etkeninin yanı sıra Eylül döneminin ürünüdür. 1905 yenilgisi sonrası karşı devrim yılları da aynı tür eğilimlere neden olmuştu:
“Azgın karşı devrim dönemi, bize, ideolojik karışıklık ve yozlaşmayı, işçi sınıfı hareketinin birçok merkezinde örgütsel dağınıklığı, ilkel yöntemleri, bazılarının zorla partiden kopmasını ve bazılarının da, devrimin gereklerini yerine getiren ve devrimci taktiği ustaca uygulayan ‘gizliliğe’ karşı horlayıcı ve hatta düşmanca tavrını miras bıraktı.” diyordu 1913’te Lenin.

Ağustos 1990

Arnavutluk, Doğu Almanya ve Romanya değil..

Dünya gericiliği ve emperyalizmin M-L’e ve sosyalizme çok yönlü saldırılan sürüyor. Doğu Avrupa ve Sovyetlerde revizyonist burjuva diktatör İliklerinin çöküşü ve açık bir biçimde burjuva kapitalist yola girmeleri sosyalizm düşmanlarının iştahlarını kabarttı. Doğu Avrupa ve Sovyetlerdeki karışıklık ve kargaşalığın arkasından Sosyalist Arnavutluk’a karşı kışkırtma ve saldırılar arttı. Revizyonist ülkelerin liberal burjuva yeni yöneticileri de karşı devrimci yüzlerini ve halklara karşı düşmanlıklarını gizlemek, yaptıklarını haklı çıkartabilmek için bu saldırı ve provokasyonlara canı gönülden ve büyük bir gayretle katıldılar.
Gericiliğin hizmetinde olan kitle iletişim araçlarından, radyo, televizyon ve gazetelerden Arnavutluk’ta da yönetime karşı ayaklanmalar olduğu yolunda yalan ve demagojiye dayanan bir propaganda yürütülüyor. Nisan-Mayıs aylarında Arnavutluk tarafından püskürtülen ve gerçek olmadığı açığa çıkarılan bu propagandaların ardından Temmuz başında yeni bir saldırı dalgası başladı. Radyo, televizyon ve gazetelerde Arnavutluk’ta yönelime karşı gösteriler olduğu, yüzlerce kişinin öldüğü, binlerce kişinin de yabancı elçiliklere sığındığı haberleri boy gösterdi.
İşçilerin ve emekçilerin düzene karşı mücadelesinin yükseldiği ve sosyalizmin her gün daha fazla sempati ve taraftar topladığı ülkemizde de basın ve TRT bu koroya büyük bir gönüllülükle katıldı. Sol görünmeye çalışan Cumhuriyet başta olmak üzere bütün gazeteler Arnavutluk’ta başlayan bu “çöküntü”ye sayfalar ayırmaya başladı. Kaynağına bakmadan, doğruluklarını araştırmadan yayınladıktan haberlerde Arnavutluk’taki gelişmelerin Çekoslovakya, Macaristan, Doğu Almanya ve Bulgaristan’dakilerin aynı olduğunu kanıtlamaya çalıştılar.
Oysa dikkatli bir gazete okuyucusunun bile bu haberlerin provokasyon olduğunu kavraması zor değildi. Ayaklanma ve gösterilerin yaygınlaştığı haberlerinin çoğu Prag, Yunanistan ve Yugoslavya kaynaklıydı ve bütün gazetelerde satır satır aynı biçimde yer alıyordu. Bu hiç de şaşırtıcı değil.
Revizyonist Yugoslavya kendi ülkesindeki “öz-yönetim sosyalizmi”nin içine girdiği kriz ve bunalımların giderek derinleşmesi sonucu işçi ve emekçilerin artan direnişleri ile karşı karşıya. Buna karşılık sosyalist Arnavutluk, içinde bulunduğu zorluklara rağmen işçi ve emekçileri, sosyalizmin sonuçlarından yararlandırarak kapitalist ekonomilerin krizlerinden etkilenmeden yaşıyor. Sosyalizmin bu başarılarının Yugoslav emekçilerini etkilemesinden çekinen Yugoslav revizyonistlerinin Sosyalist Arnavutluk’a karşı kışkırtma ve provokasyonları uzun zamandan beridir sürmektedir.
“Rejim insan haklarını çiğniyor” yaygarasını koparan Yunan gericiliği ise Arnavutluk’ta yaşayan Yunan azınlığı, sosyalizme karşı kışkırtmak ve Yunan şovenizmini körüklemek için uzun zamandır provokatif propaganda yürütüyordu. Bununla da yetinmeyip son olaylarda Arnavutluk sınırına kara ve denizden asker yığarak saldırgan emellerini iyice açığa çıkarmıştır.
Yönetime gelmesinin üzerinden henüz çok kısa bir zaman geçmiş olmasına rağmen ülkedeki karışıklığı sona erdirmek bir yana protesto gösterilerinden kurtulamayan ve tek amacı kapitalist emperyalist sisteme kapılanmak olan Vaclav Havel ise “sosyalizmin bütün dünyada iflas ettiği” tezini kanıtlayabilmek için en öne atıldı. Tiran’a özel bir uçak göndererek elçiliğe sığınanları aldırdı. Uçakla gelenleri büyük bir protokolle Çekoslovak Dışişleri Bakanı karşıladı.
Gerici basın ve yayın organlarında Arnavutluk’ta yönetime karşı gösteri ve ayaklanmaların olduğu yolundaki haberlere karşı en iyi cevabı ise Arnavutluk’a muhabir göndererek halkın gerçek durumunu doğrudan öğrenmek zahmetine katlananlardan almak mümkündü. Ayaklanma ve gösteri haberlerinin ayyuka çıktığı tarihlerde Günaydın gazetesinden Orhan Koloğlu’nun röportajındaki şu satırlar bunun en çarpıcı örneğidir “Nisan sonu ve Mayıs başında üç hafta boyunca hem de çoğu kez yalnız başıma yaptığım geziler sırasında bir tek gösteriye rast geldim. Deplasmanda oynayan İşkodra futbol takımı Partizan ile berabere kalmayı başarınca İşkodra taraftarları sevinç çığlıkları atarak sokaklardan geçtiler.” (Günaydın,15 Haziran)
Emperyalist-revizyonist gerici propagandanın etkisi ile birkaç bin kişinin elçiliklere sığınması sırasında sosyalizmin yaşayan örneği Arnavutluk’u ortadan kaldırmak, öte yandan kapitalizmin somut ve canlı alternatifi olan sosyalizmi, işçi sınıfı ve halkların gözünden düşürmek için bütün gericilik birleşti. Yalan ve demagojiye başvurarak sosyalizmin kurucusu ve savunucusu olan Arnavutluk Emek Partisi’ni ve Arnavutluk yöneticilerinin olaylar karşısında acz içine düştüğünü göstermeye çalıştı. Gücünü halkıyla bütünleşmiş ve kaynaşmış olmasından ve M-L’in ışıklı yolunda yürümekten alan Arnavutluk, bu olayda da kendine ve halka güvenle hareket elti. İlk günlerden itibaren isteyen herkese hemen pasaport verilebileceğini açıkladı. Zaten Arnavutluk Parlamentosu daha elçiliklere hiçbir sığınmanın olmadığı 2 Haziran’da yurtdışına çıkışları serbestleştiren bir kararnameyi onaylamıştı. Gerçek bu olmasına rağmen, hatla bu gerçek Türkiye Büyükelçisi temsilcisi Teoman Sürenkök tarafından “sığınmacıların ülkeyi terk edebilecekleri yolundaki kararın Arnavut yetkililer tarafından bize ve ülkedeki tüm yabancı elçilere duyuruldu” (9 Temmuz Milliyet) diye açıklanmış olmasına rağmen emperyalist ve revizyonistler yalanlarına devam eltiler. 11 Temmuz’da Çekoslovak Bakan Yardımcısı “Arnavutların ülkeyi terk etmelerine izin verilip verilmeyeceğini dün akşama kadar bilmiyorduk” diye utanmazcasına yalan söylüyordu.
Ama Arnavutluk bir Doğu Almanya, Çekoslovakya ve Romanya değildir. Doğu Bloğunun revizyonist yöneticileri gibi kapitalizmi inşa yoluna girmemiş, tam tersine on yıllarda- emperyalist-revizyonist kuşatma altında olmasına rağmen, sosyalizmi inşa etmiş ve bugün de savunmaktadır. Bugün açık burjuva liberal bir ekonomi yoluna giren revizyonist ülkelerde M-L açık olarak reddedilerek dinci, gerici, şovenist ideolojiler güçlenir, emperyalizmin işbirlikçileri tarafından halklar birbirine karşı kışkırtılırken, Arnavutluk’ta işçiler, emekçiler, gençler, kadınlar ve çocuklar özgürlük içinde ve kendi emeklerinin gerçek karşılığını alarak yaşıyorlar. Bunun sosyalizmin nimetlerinin sonucu olduğunun bilinciyle, “sosyalizmden vazgeçmeyeceğiz” diyorlar.
Ayrıca AEP ve Arnavutluk halkı 1950lerden bu yana revizyonizme karşı mücadele içinde eğitilmiş ve çelikleşmiştir. “Öz-yönetim”ci Tito revizyonizmine, Kruşçev ve diğer Sovyet revizyonistlerine, Euro-komünizme “Üç Dünya’cı Çin oportünizmine karşı AEP ve Enver Hoca’nın verdiği mücadele, onların halklara düşman yüzlerini açığa çıkarılmasındaki büyük katkıları, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in yolundan yürümekteki kararlılıkları, emperyalizmin ve revizyonizmin bütün ideolojik saldırılarına rağmen M-L’in saflığını korumadaki bitmez tükenmez enerji ve çabaları bunun en iyi göstergesidir.

Arnavutluk Dışişleri Bakanlığı Sözcüsünün Açıklaması
Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü ATA muhabirine, 2 Temmuz 1990 tarihinde bir grup hoşnutsuz kişinin Tiran’daki yabancı büyükelçiliklere zorla girmeye çalıştığı sırada ölümler olduğu yolunda bazı yabancı haber ajansları ve basın organlarında ileri sürülen iddiaların tamamen asılsız olduğunu açıkladı. Gerçeklerin saptırılıp tahrif edildiği gürültülü yorumlar, sansasyonel ve kötü niyetli bir niteliğe bürünmektedir. Ülkenin siyasal, ekonomik, toplumsal, hukuksal yaşamında derin bir demokratikleşme sürecinin yaşandığı herkesçe bilinmektedir. Bu süreç, coşkuyla karşılanmış ve tüm Arnavutluk halkının desteğini kazanmıştır. Yabancı siyasi ve resmi çevrelerde Avrupa’daki işbirliği ve güvenlik desteğini kazanmıştır. Yabancı vb. İle diplomatik ilişkilerin kurulmasına hazır oluş gibi Arnavutluk’un dış politika alanında almış olduğu önemli adımlan hoşnutlukla karşılamaktadır.
Pasaport ve vize verilmesinden söz eden Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, bu sorunla ilgili “yeni kararnameye göre, yurttaşların yurtdışına seyahat etmek için pasaport alma hakkının bulunduğunu söyledi ve yetkili Arnavutluk makamlarının yurtdışına seyahat etmek isteyenlere pasaport vermediği yolunda yabancı basında çıkarılan büyük gürültüyü üzüntüyle karşılıyoruz” dedi. Oysa son on gün içinde 1400 pasaport verilmesi gerçeğin böyle olmadığını göstermektedir. Bu pasaportlar, aşağıdaki ülkelere seyahat etmek için verilmiştir: İtalya, Yunanistan, Türkiye, Yugoslavya, Polonya, ABD, Fransa, Sovyetler Birliği, Belçika, Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, İsviçre, İsrail, Avustralya vb.
2 Temmuz 1990’dan itibaren vize alınmasını kolaylaştırmak için hem Tiran’daki yabancı diplomatik temsilciliklere hem de yurttaşlarımıza doğrudan doğruya ilgili diplomatik temsilciliklerden vize alınabileceği söylenmiştir. Şu anda bazı diplomatik temsilciliklerde vize almayı beklemekte olan Arnavutluk yurttaşlarına ait çok sayıda pasaport bulunmaktadır.
Bu yeni kararnameye göre, yurtdışına seyahat etmek için pasaport verilmekte olan Arnavutluk yurttaşlarının yabancı elçiliklerde beklemesi ve orada tutulmaya devam etmesi hukuk dışı bir uygulamadır.
Tiran’daki bazı yabancı elçiliklerde bulunan bir takım kişiler kendi istekleriyle girdikleri elçiliklerden çıkarak ailelerinin yanına ve normal yaşamlarına geri dönmüşlerdir. Yönetmeliklere göre, pasaport talebinde bulunan diğerleri pasaport ve vizelerini alarak ülkeyi terk etmişlerdir. Bir kısımda yurtdışına seyahat etmek için beklemektedir. Kararnamede öngörüldüğü üzere, Arnavutluk makamları, hala yabancı büyükelçiliklerde bulunup pasaport talep eden yurttaşlara da pasaport vermeye hazırdır.
Tiran 5 Temmuz 1990

Ramiz Alia’nın Parti Merkez Komitesi’nin 11. Plenumu’nda yaptığı konuşma özeti
Tiran, 6 Temmuz/1990
Yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi eğitimde de, parti ve halkımız, büyük ve tarihsel dönüşümler gerçekleştirmiştir. Geçen 45 yıl boyunca, eğitim alanında görülmemiş bir devrim gerçekleşmiştir. Bu durum, halk kitlelerinin eğitim ve kültür düzeyini yükseltmek için ufuklar açan ve olanaklar yaratan sosyalist düzenimizin canlılığını açıkça göstermektedir. Ramiz Alia yoldaş, diğer şeylerin yara sıra şunları söyledi:
“Devrim sonrasındaki 45 yıl boyunca eğitim alanında üç temel görevi yerine getirmek durumunda olduk. Okul öncesi eğitimden üniversite sonrası döneme kadar, birbirleriyle bağlantı içinde bir okul sistemi yaratılması, çok yanlı ve gerek sosyalist gerekse ulusal ruhla uyumlu bir eğitim sağlamayı amaçlayan içerik ve öğrenim yöntemleriyle yeni bir okul inşa edilmesi ve bu okula bilimsel-pedagojik alanda da gerçek bir çağdaş karakter kazandırılması şeklindeki bu görevler hala geçerliliğini korumaktadır.
Ramiz Alia yoldaş, devamla, eğitim, okul ve pedagoji alanlarında yoğun ve kapsamlı gelişmeler olduğunu vurgulayarak halkımızın ülkenin çok yanlı gelişmesinde, özellikle de genç kuşakların kültürel bakımdan ilerleyişi ve ruhsal biçimlendirilmesi yolundaki mücadelede güçlü bir silah rolü oynadığını belirtti.
Orta ve mesleki öğrenimin gelişmesinden söz ettikten sonra, eğitim ve öğrenim yöntemlerinin içeriği ile ilgili olarak çözümlenen sorunlara değindi.
Eğitimde yapılan değişikliklerin yeni sorunları beraberinde getirmesi üzerine, partinin ülke yaşamının daha da demokratikleştirilip devrimcileştirilmesi yolunda temeller attığını söyledi.
Ramiz Alia yoldaş, “temel amacımız hala genç kuşağın çok yanlı komünist eğitimini gerçekleştirmektir” diyerek bu yolda önemli başarılar kaydedildiğini, sosyalist okulumuzun sağlam karakterli bir gençlik yetiştirilmesinde hem geçmişte hem de şimdi rolü olduğunu belirtti.
Ramiz Alia yoldaş devamla şunları söyledi:
“Ülkenin gelişmesi ve halkın özgürlüğünün garantisi, şu anda herkesin uyanık ve tetikte olmasıdır. İçinde bulunduğumuz durumu ve özellikle de belli güçlerin Arnavutluk’a yönelik bugünkü politikalarını dikkatle izlemeliyiz.
“Ülkenin daha da demokratikleştirilmesi yolunda almış olduğumuz son önlemlerin uluslararası kamuoyunda genel olarak takdir ediliyor olmasını ve Arnavutluk’un kendi özel koşullarında ilerleyişini gördüğünü memnuniyetle karşılarken, gelişmemizi engellemek ve bu doğrultumuzu değiştirmek isleyen güçler de olduğuna dikkat çekeriz. Konu, perspektif yitirilerek açmaza sokulmak istenmektedir. En kötüsü de, bu güçler ülke içinde bilinçli ya da bilinçsiz destekçiler bulmaktadırlar. Ve bu kişilerce Tiran’daki yabancı büyükelçiliklerin önünde son olaylarda bir takım beyanatlarda bulunulmuştur. Talepte bulunan tüm yurttaşlara pasaport verilmesi konusunda yasa çıkarmış bulunuyoruz. Bu, tüm halkımızca selamlanan tamamen demokratik bir önlemdir. Ancak, yasayı tamamen okumadan, bazı bireyler, zorla yabancı büyükelçiliklere girmeye başlamışlardır, isteyen herkesin yurtdışına gitmesi için kapıların açık olduğu bir sırada yabancı büyükelçiliklere bu akın niye diye bir sorunun akla gelmesi gayet doğaldır. Açıktır ki, bu kişiler, bizzat yasaya ve demokratikleşme yolunda alınıp gerçekleştirilecek önlemlere karşı inançsızlık tohumları ekmeye çalışmaktadırlar. Ama parti, sonuna kadar gitme yolunu seçmiştir ve bunda kararlıdır.
“Büyükelçiliklerden iltica talebinde bulunanlar yurtsever olmadıkları gibi, ülkemizin onurlu yurttaşları da değillerdir. Onların bu hareketini hiçbir şey haklı gösteremez. Biz yoksul olabiliriz. Kuşkusuz, güçlüklerimiz ve eksikliklerimiz var. Yabancılar hiçbir zaman bizim sorunlarımızı çözmedi. Sorun, Arnavutluk’un sorunudur. Sadece biz, Arnavutluk halkı ülkemizi inşa edip ilerletmelidir. Başka hiç kimse bunu gerçekleştiremez. Şu açıkça görülmelidir ki, burada sorun, bu yanlış yönlendirilen kişiler değil, içeride ve dışarıda, onların gerisinde gizlenenlerdir. Bu yıkıcı, anti-demokratik ve Arnavutluk düşmanı güçlerin amaç ve eylemleri çok daha başka. Onlar ülkenin demokratikleştirilmesi ile ilgili olarak benimsediğimiz ve benimseyeceğimiz önlemlere güvensizlik ruhu aşılamak, eğer başarabilirlerse, devlet iktidarı ile kitleler arasında bir çatışmaya bile yol açmayı amaçlayan yapay bir siyasi gerilim yaratmak istiyorlar. Parti, her komünist, her yurtsever, ülkemin her yurttaşı, bunu kavramalıdır. Düşmanların amacı budur. Dolayısıyla, bunun bir pasaport, bir yanlışlık, bir eleştiri sorunu olmadığı, bu eylemlerle, halkın devletinden, ülkenin ise özgürlük ve bağımsızlığından yoksun bırakılması amaçlanmaktadır. Bunu hiç kimse unutmamalıdır. Kayıtsızlığa yer yoktur. Durum göz ardı edilmemelidir.
“Yukarıda da belirttiğim gibi, ülke yaşamında, özellikle de ekonomi, devlet iktidarı, kültür, yönetici kadrolar ve bizzat partinin politikası konularında belli yönlerden demokratikleşme gerçekleştirilmektedir. Haklı ve tamamen mantıklı olarak ekonomi alanındaki önlemlerin uygulanmasına öncelik vermiş bulunuyoruz. Bunlar, ülkenin ilerleyip gelişmesine yol açmakla kalmayacak, ülkedeki tüm yaşamın demokratikleştirilmesine doğrudan etkide bulunacaktır.
“Ancak bu önlemler, yavaş yavaş uygulanacak ve önümüzdeki yılın başından itibaren yürürlüğe girecektir. Ekonomi alanında hizmet ve el sanatlarının örgütlenmesi ve iyileştirilmesiyle ilgili olarak yarın alacağımız karar, bu alanda gerçek bir devrim oluşturacaktır. Halk meclisine seçimler ile ilgili yasa konusunda hiçbir taslak çalışma yapılmamıştır. Bu yasa, halkın devlet iktidarının temel kurumun demokratikleştirilmesini amaçlamaktadır. Bu eylemin siyasal ve toplumsal ilişkilerde ne denli büyük bir etkide bulunacağını tahmin edebilirsiniz. Önümüzdeki yılın ilk yarısında parti kongresini toplayacağız. Kongrede şimdiye kadar alınan önlemlerin bilânçosuna dikkat çekilmekle kalınmayacak, ayrıca, ülke yaşamının daha da demokratikleştirilmesi ve söz-konusu önlemlerin uygulanması yolunda talimatlar çıkarılacaktır.
“Görüldüğü gibi, tüm değişikliklerin ve gereken düzeltmelerin tamamen uyum içinde yapılmasına, hiçbir alanda boşluk yaratılmamasına, eşitsizliklere meydan vermeksizin, acele etmeden ve hayale kapılmadan, olağan akışı içinde bütün bunların gerçekleştirilmesine büyük özen gösterilmiştir. Tüm diğer değişikliklerin temelini oluşturan ekonomiye öncelik vererek kendi gerçekliğimizden hareket ettik. Ama aynı zamanda, baştan değil, kuyruktan işe başlayan başka ülkelerdeki bazı acı deneyleri de dikkate alıyoruz. Tüm doğrultular ve eylemler arasında varolan dengenin korunması gereklidir. Aksi takdirde, tehlikeli bir kendiliğindenliğe ve onarılamaz anarşiye düşeriz. Ayrıca, bu değişiklikler bir gün içinde yapılmayacağı gibi, aceleyle, tümü iyice düşünülmeksizin, aralarında koordinasyon kurulmaksızın, nesnel koşullar incelenip analiz edilmeksizin, halkın düşüncesine başvurulmaksızın, uygulamanın teknik yönlerini hazırlamaksızın da, yapılamaz.
“Hem aşırı demokrat hem de aşırı radikal geçinerek bunun aksini isteyenler, demokrasinin gelişmesini değil, onun engellenip yıkılmasını, ülkenin gelişmesini değil tahrip edilmesini istiyorlar.
“Arnavutluk halkı, anarşist acelecilikle değil, dirayetiyle, durumları gerçekçi değerlendirmesiyle karakterize olmuştur. Provokasyonlar ve kendisine yönelik anti demokratik tuzaklara düşmemiştir ve hiçbir zaman düşmeyecektir.
“Bilinmektedir ki, Arnavutluk’un istikrarı, uyumlu gelişmesi ve daha da demokratikleşmesi, Kosova’daki Arnavutlar için, özellikle de şu anda ulusal hakları ve özerkliklerini elde etmek için efsanevi bir yiğitlikle savaşmakta oldukları sırada büyük bir destek oluşturmaktadır.
“Görüldüğü gibi, demokratik, hümanist vb. geçinen güçler vardır. Aslında, gerici ve karanlıkçıdırlar. Bunlar, eskiden olduğu gibi, Arnavutların birleşmesini değil bölünmesini ve birbirlerine düşman olmasını görmek istemekledirler. Ama Arnavutlar tıpkı kendi tarihlerindeki önemli dönüm noktalarında olduğu gibi, hem yabancı düşmanlarla hem de içteki hainlerle başa çıkmayı bilecektir. Onların özgürlük, bağımsızlık, egemenlik ve adalet ülküsü, ulusal ve bireysel onuru, hiçbir baskı, hiçbir güç önünde eğilmez.
Ancak nereden gelirse gelsin, hiçbir düşman eylemini küçümsememeliyiz, herkes kendi görevini yerine getirmelidir. Parti organları, kitle örgütleri, yurtseverler ve eylem adamları, partimizin ve devletimizin politikasını berraklaştırmalı, aileler kendi çocuklarını anayurdun gerçek yurtseveri ve onurlu yurttaş duygularıyla eğitmeli, devlet organları yasaları savunmalı ve uygulamalıdır.
“Ülkenin ilerlemesinden ve halkın özgürlüğünden yana olan herkes ayakta ve tetikte olmalıdır. Halkın birliği, büyük ulusal ve toplumsal mücadeleler süreci içinde yaratılmıştır. Bizi yolumuzdan saptırmak, sadece şimdiye kadarki siyasal ve toplumsal zaferlerimiz değil ulusun ve halkın geleceği hakkında da kuşkular yaymak isteyen herkese karşı kavga vererek bu birliği korumamız gerekir.
“Sonuç olarak, şunun önemle altını çizmek isterim, ülke yaşamının demokratikleştirilmesi süreci dışarıdan ithal edilmediği gibi, bize dayatılmadı da. Sosyalist toplumumuzun gereksinimlerinden, gelişmemizin yeni aşamasından kalkarak bu süreci başlattık.
“Bu gelişmeyi engellemek ve temellerini dinamitlemek isteyen iç ve dış gerici güçlere karşı yeni bir sınıf mücadelesine girmemiz gayet doğaldır. Geri adım atmamamız gerektiği gibi, hangi bayrak ve sloganlarla üzerimize gelirlerse gelsinler, bundan kaygılanmamalıyız. Yağmurdan sonra mantar gibi yerden bitmeyi, eskiden olduğu gibi şimdi de, başaramayacak olan serserilerin, demagogların, kahvehane dedikoducularının canlanması karşısında şaşırmamalıyız. Siyasi demagoji, kamuoyundan ideolojik yararlanma ve onu kullanma, kitlelerin sosyalist ideallerine, demokrasiye ve gerçek yurtseverliğe karşı mücadelenin tercih edilen bir aracı haline gelmiştir.
“Ne tür baskılar altında kalırsak kalalım serinkanlılığımızı koruyarak, özellikle de dirayet ve açıklıkla ilkeli tutumlarımızı kararlılıkla sürdüreceğiz. Başlatmış olduğumuz değişiklikler yolu, geri dönülmez bir yoldur. Bugün temel önem taşıyan konu, kitlelerin parti tarafından yönetilmesi gerektiğidir. Çünkü bu yolu başlatan kesinlikle partidir. Hiç kimse, içteki hiçbir güç, dışardan gelecek hiçbir müdahale gerçek demokrasiyi, insan haklarını, ülkenin gelişmesini, özgürlük ve bağımsızlığın savunulmasını, parti ve onun etrafında birleşen halkımız kadar kavrayamaz.

BİR ARNAVUTLUK YURTTAŞI İLE RÖPORTAJ:
“Partimiz gelişen olayları ve koşulları göz önünde bulunduruyor”

Başını Sovyet-Sosyal Emperyalistlerinin çektiği Doğu Bloğu ülkelerindeki gelişmeleri, sosyalizmin iflası olarak lanse eden ve bu yöndeki propagandalarına hız veren Emperyalist burjuvazi sosyalizme karşı saldırılarında özellikle Arnavutluk’a yönelerek gerçekleri çarpınmakta ve komplolar düzenlemektedir.
10. Plenum kararlarından biri olan seyahat özgürlüğünden yararlanarak, yaklaşık bir aydan beridir Almanya’da bulunan kadın bir doktorla, gerek kendi meslek dalına yönelik olarak gerekse, gelişen son olaylarla ilgili olarak bir söyleşi yaptık.

Yusuf Kılıç- özgürlük Dünyası’nda yayınlanacak söyleşiye katıldığınız için teşekkür ediyoruz ve bize kendinizi tanıtmanızı istiyoruz.
Yanıt- Tiran Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum. Jinekoloji dalında uzmanlık eğitimi gördüm. Yaklaşık 30 yıldır bu dalda çalışıyorum. Evliyim iki çocuğum var.

Y.K- Arnavutluk’ta sağlık hizmetleri hakkında bilgi verir misiniz? Sağlık hizmetlerinin ülkeye göre dağılımı nasıldır?
Yanıt- Bizde (Arnavutlukta Y.K) özel doktor yoktur. Doktorların tümü devletten maaş alır. Ülkenin her yanında uzman doktorlar vardır. Bununla birlikte her köyde bile bir doktor vardır. Fakat birçok önemli tıp malzemelerinin her köyde bulunması henüz gerçekleştirilemedi. Tüm tıp malzemeleri bölge merkezlerinde toplanmıştır. Gerekli olduğunda helikopterlerle taşınır buralara. Bu malzemeler ister kullanılsın ister kullanılmasın her 48 saatte bir sterilize edilir. Her yıl devlet bütçesinde tıp malzemelerinin genişletilmesi için yeterli miktarda ödenek ayrılır. İnsan sağlığına verilmesi gereken önem, her alanda olduğu gibi, bu alanda da yerine getirilmektedir. Örneğin ben burada (Almanya’da) kendi uzmanlık alanımı ilgilendiren tıbbi olanakları incelemeye çalıştım. Bir Özel doktor muayenehanesi ile bir hastaneyi gezdim. Buralarda gördüğüm her türlü malzeme bizde de var. Aradaki fark şu: bizde tüm hizmetler ücretsizdir.

Y.K- Arnavutluk’ta son dönemde bir takım yenilikler getirildi, “özellikle 10’cu plenumdan sonra, örneğin bu yeniliklerden yararlanarak siz de yurt dışına çıktınız. Bu yenilikleri emperyalist burjuvazi “Stalinizmin son kalesi de yıkılıyor” vb. türden propaganda ediyor. Son gelişmelerle ilgili olarak sizin düşünceniz nedir bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yanıt- Partimizin ve devletimizin sürekli olarak halkın yaşam düzeyini yükseltmek diye bir hedefi var. Devrimden bu yana -belki bazen sınırlı da olsa- hayatın her alanında bunu başarmıştır. Batı ülkelerinde koparılan yaygaraların allında yatan çok yönlü nedenler var. Şimdi hayata geçirilen reformların hepsi, uzun süreden beri tartışılmış ve geçen yıl karara bağlanmıştır. Partimiz, gelişen olayları ve yeni koşulları göz önünde bulundurarak, her zaman gerekli kararları almıştır.
Örneğin seyahat özgürlüğü sorunu; bundan 10 yıl önce çıkarılan bu yasayla, yurt dışında akrabası olan herkes, pasaport alıp Arnavutluk dışına çıkabiliyordu. Bunun yanışını yüksek öğrenim görenlerin % 80’i uzmanlaşmak, yeni teknolojileri tanımak için yurt dışına çıkmıştır.
Geçtiğimiz Mart ayanda yapılan 10. Plenumda alınan bir kararla da bu hak herkese tanınmıştır. Ancak görüyoruz ki, bunun yaygarası koparılıyor, bugün güncelleşmişçesine lanse ediliyor. Zaten ben de bu yasadan yaralanarak yurt dışına çıktım.
Kısa bir süre önce 5 bin civarında Arnavut, büyükelçiliklere sığınarak yırt dışına çıkmayı hedefledi. Benim için anlaşılmaz olan, 4 aydan beri isteyen herkesin, pasaport alarak yurtdışına çıkma olanağı varken, neden bu yola başvurulduğudur.

Y.K- Sizce bunun nedeni ne olabilir?
Yanıt- Bence büyük bir olasılıkla örgütlü bir komplodur.

Y.K- örneğin, FAC, (Federal Alman Cumhuriyeti) ülkelerindeki faşist diktatörlüklerin zulmünden kaçan insanlara iltica hakkı tanımamak için elinden geleni yapıyor, öte yandan Arnavutluk’tan kaçanlara, 1965’lerde Almanya’ya gelen yabancı işçilerin karşılanması gibi “sevgi gösterisinde” bulunuyorlar. Ülkenizde ise yüz-binler Partinin çağrısına karşılık vererek alanları dolduruyorlar. Yapılan bunca karalamaların başını emperyalistler ve revizyonistler çekiyor diyebilir miyiz?
Yanıt- Hemen belirteyim, ben bir politikacı değilim. Ancak bir Arnavut vatandaşı olarak gelişmelerin ardında bir komplonun yattığını tecrübelerime dayanarak açıkça görebiliyorum. Düşünecek olursak, Alman büyük Elçiliği’ne ilk etapta 30-40 kişi sığınmıştır. FAC, bu insanları Almanya’ya götürmediği gibi yaptığı tek şey anti-sosyalist propaganda olmuştur. Bu propagandadan etkilenenler ise genelde satılmışlar. Olumsuz insanlar olmuştur.

Y.K- Dış basın organlarının ve özellikle TV’nin yaptığı yayınlar sonucu insanların etkilendiği ve kaçmak istedikleri lanse edilmeye çalışılıyor.
Yanıt- Evet Komşu ülke TV’leri yayınlarında sahip oldukları olumsuzlukları gizleyerek kendi ülkelerini cennet olarak gösteriyorlar. Konsolosluklara sığınanların birçoğunu tanımıyorum. Bunlar sosyalist topluma katkıda bulunmayan, çalışmak istemeyen ipsiz sapsız ve daha önceleri hırsızlıktan yargılanmış asalaklardır. Bir anlamda toplumumuz temizlendi diyebilir.
Bilirsiniz her canlı varlık barındırdığı pisliklerden sürekli arınır. Bizde yaşanan da budur. Tüm bunların ışığında komplo olması ihtimalinin akla yatkın olduğunu düşünüyorum. Örneğin bunlar olurken partinin 13 Temmuz’da Tiran’daki mitingine yüz binlerin katılması sevindirici olduğu kadar bir gerçeği de yansıtmaktadır.

Y.K- Pişman olanlar geri dönerse ne olur acaba?
Yanıt- 7 Temmuzda alınan kararda da görüldüğü gibi hiç bir cezaya çarptırılmayacaklardır. Kapılarımız açıktır.

Y.K-13 Temmuzdaki mitingde açıkça görüldüğü gibi, Parti ile halkın bütünleşmesindeki başarının “sırrı” nedir sizce?
Yanıt- Parti halktan ayrı düşünülemez. Parti önderleri halktan gelen bir parça haline gelmiştir, halka yabancı değillerdir. Bizde yaygın olarak kullanılan bir slogan vardır, “parti ne istiyorsa halk onu yapar, Parti de halkın istediğini”. Şimdiye dek Partimiz halka verdiği her sözü tutmuştur Belki bazen gecikmeler olmuştur ama her sözüne sadık kalarak başarmıştır. Bu “sır” budur. Yani parti halkın parçasıdır.

Y.K- Revizyonist ülkelerdeki gelişmeler ülkenizde halk tarafından nasıl karşılandı?
Yanıt- Revizyonist ülkelerdeki gelişmeler bizleri şaşırtmadı. Bizler seneler önce bunu görebiliyorduk.
Komplolar olayı her zaman olmuştur. Ancak halk-parti birliğinden oluşan çelik yumrukla tüm komploları boşa çıkarmıştır. Partimiz geçmişten dersler çıkararak her zaman ileriye doğru yürümüştür. Bu komplonun da üstesinden çok kolay gelecektir. Bizde 45 yıllık hayatın her gün doğruladığı bir atasözü vardır “it ürür kervan yürür”. Biz de yolumuzdan yürümeye devam edeceğiz.

Y.K- TV’den görebildiğimiz kadarıyla kaçanların büyük bir bölümünü gençler oluşturmaktadır. Gençliğin konumu hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
Yanıt- Evet doğru. Ancak bunların genel olarak Arnavutluk gençliğinin durumunu yansıttığını söylemek hata olur. Gençliğimizin durumu öyle söylendiği gibi kötü değil. Örneğin dünyanın hangi ülkesinde bir genç kız gecenin geç saatinde çekinmeden dışarıda dolaşabilir? Arnavutluk gençliği Batı ülkelerinde gençliği körelten, her türlü kötülükten uzaktır. Bu ortamda kaçanlar gençliği yakışmayan, onu temsil edemeyecek unsurlardır.

Y.K- Din konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yanıt- Halkımız yasaklar sonucu değil, kendi tecrübelerine dayanarak Kilise veya camilerin kendilerine hiç bir şey kazandırmadığını görerek dini reddetmiştir. Dine karşı mücadeleye örgütlü gençlik önderlik ediyor.
Ülkemizde din özgürlüğü vb. sorunlar hiç bir zaman gündem işgal etmemiştir. Böyle bir sorunumuz da yoktur. Bugün ben çocuklarıma eskiden kiliselere camilere gidildiğini anlatsam alacağım cevap “ne kadar aptalmışsınız” olur. Ben bu mücadeleye katıldım. Müslüman kökenli bir ailenin kızı olarak Ortodoks eşimle evlenebilmek için mücadele etmek zorundaydım. Bugün bu sorunların artık yabancısıyız. Anlatılanlar yanlıştır böyle bir sorunumuz yoktur.

Y.K- Kadınların durumundan da bahseder misiniz?
Yanıt- Hukuksal ve tüm diğer alanlarda kadınların erkeklerle eşitliği sağlanmıştır. Mühendislerin % 50’sini kadınlar oluşturmaktadır. Örneğin çalıştığım hastanede -hemşireler bir yana- üst düzey kadroların % 70’ini kadınlar oluşturmaktadır. Kendilerini daha fazla eğitebilmeleri için gelişen teknikten ve teknolojiden yavaş da olsa yararlanmaya çalışmaktadırlar. Parti de genç kadın işçilerin örgütlenmesine önem ve özen gösterilir. Parti ve Parti çeperi örgütlerinde yer almayan kadınlardan oluşan gençlik, anti-emperyalist cephe vb. gibi kitle örtülülüğü vardı.

Y.K.- Son olaylarla ilgili olarak ve Arnavutluk’u savunmak önem kazandı, örneğin siz gelmeden önce arkadaşlarla şakalaşarak “gidip Arnavutluk Konsolosluğu’na sığınalım ve iltica talebinde bulunalım. Çünkü burada (Almanya’da) can güvenliğimiz her geçen gün daha çok tehlikeye giriyor diye”
Yanıt- Şakayla da olsa bu bizim için bir moral kaynağıdır. Biz ilk kez bu tür olaylarla karşılaşmıyoruz. Ve her defasında da yalnız olmadığımızı dünyanın her yerinde dostlarımızın olduğunu görüyoruz ve seviniyoruz.

Y.K- Ö. Dünyası adına tekrar teşekkür ederim, bir isteminiz var mı?
Yanıt- Dileğim anlattıklarımı ülkemizi ziyaret ederek görmenizdir. Ben de sizlere gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederim. Soframız ve yüreğimiz dostlarımıza her zaman açıktır. Politikacı değilim ama biz Arnavutlar at gözlüğü taşıyan, her şeyden habersiz insanlar değiliz.
Yusuf Kılıç Frankfurt

FRANSIZ İŞÇİLERİNİN KOMÜNİST PARTİSİ
Sosyalist Arnavutluk’tan Elinizi Çekin!
Arnavutluk’un, Nazı işgalinden kurtulduktan Sonra kendine seçtiği Sosyalist Rejim bugünlerde, yoğun bir uluslararası saldırı ve karalama kampanyasının hedefi durumunda.
Dün Romanya olaylarında olduğu gibi bugün de, Arnavutluk sorununda, Fransa’da kamuoyunu yanlış bilgilendirme en son boyutunda. Rejim aleyhtarlarının gösterileri, göstericilerin katledilmeleri, (sonradan gizlice yalanlanmak üzere) yüksek perdeden duyuruluyor. Bazı devletler, Arnavutluk’a karşı baskı aracı olarak kullanmak amacıyla, elçilik işgalleri sorununun çözümünü ustaca sürüncemede bırakıyorlar.
Bu bayağı manevraların amacı Arnavutluk’u bağımsızlık ve sosyalist sistemden vazgeçmeye zorlamaktır. Bu konuda ukalaca açıklamalarda bulunan, Demokratik Alman Cumhuriyetini içine aldıktan sonra şımaran Batı Alman büyük burjuvazisinin parolası şudur: “Müdahale etmek gerekir!” Afrika halklarının özgürlükleri uğruna giriştikleri mücadeleleri kırmak için ordu gönderen Mitterand, Arnavutluk’a demokrasi dersi vermeye kalkışmaktadır.
Aylardan beri, Doğu’daki iktidar kliklerinin düşmelerinden bu yana, burjuvazi ile gericiler Fransa’da ve uluslararası planda “sosyalizmin son kaleleri” diye adlandırdıktan Arnavutluk’u ve Küba’yı düşürmeye çalışmaktadır. Açıkça dile getirilen amaç, gezegenden sosyalizmi silmek ve sözde kapitalizmin zaferini kutlamak için her türlü sosyal değişim isteğini kırmaktır. Ancak sömürü, baskı ve yağma var olduğu sürece işçi sınıfı ve halkların özgürlükleri uğruna mücadeleleri devam edecektir.
Günümüzde Arnavutluk halkı ve işçi sınıfı, her şeyin dolar, mark ve yen… Ie ödendiği karmaşık bir uluslararası kontekste sosyalist sistemi devam ettirmek için yeni bir mücadeleye girişmiştir. Arnavutluk Emek Partisi (AEP) ve hükümet, özellikle büyük gerilimlerle çalkalanan Balkanlar’da aktif bir barışçı politika izlemektedir. Dünyanın bütün halkları gibi Arnavutluk halkının da hiçbir müdahaleye yer bırakmaksızın tam bağımsızlıkla kendi geleceğini belirleme hakkı vardır. Bizler AEP’nin kendi gücüyle zorlukları aşacağına, nereden gelirse gelsin provokasyonları bozacağına, bağımsız ve sosyalist bir Arnavutluk düzenini devam ettireceğine inanıyor, mücadelelerini destekliyoruz. AEP’nin yanındayız.
Fransız İşçilerinin Komünist Partisi Merkez Komitesi, 9 Temmuz 1990

Ağustos 1990

Eski Solcular Kapitalizme Nefer Yazılıyor: Misyonerlik ve Hadi Uluengin

İnsanların görüşlerinden vazgeçmesi şaşırtıcı değil; bazen iyi, bazen ibret verici. Ama günümüzde, insanlık tarihinde her biri bir abide oluşturabilecek, aradan zaman geçse de unutulmayacak büyük çark edişler yaşanıyor. Gorbaçov’culuk bugün, ibret verici kategorisine giren çarkların yolunu açan dozer işlevini görüyor.
Emperyalizm ile anti-komünizm ortak paydasında bileşen Gorbaçov’culuk pek çok taraftar topluyor. Emperyalist devlet yönetimleri, tekeller vs., “barışçı Gorbaçov” imajı “kan dökücü”ye evrildiğinde bile onu desteklemekten kaçınmıyorlar. Gorbaçov’un komünizm ile birlikte ayağına dolaşan Azerbaycan halkını da gömmeye yeltenmesi, pek tepki toplamıyor. Gorbaçov, Sovyet halklarından daha çok emperyalistleri gözettiği, ABD tekellerini yöneten iş adamlarından kapitalizmin sırlarını öğrenmek için sık sık, en büyük 150 şirketi barındıran Minneapolis’e giderek onlardan sebatkâr bir öğrenci gibi feyiz aldığı sürece de bu böyle olacağa benziyor. Gazeteler, Haziran ayı başında kendilerini ziyarete gelen Gorbaçov konusunda Minneapolis’li iş adamlarının “Gorbaçov’a kapitalizmi öğreteceğiz” dediklerini yazıyor.
Gorbaçov dozeri ABD tekellerinden aldığı dersle önüne halkları katıp “yeni” dünyaya doğru yol alırken, açlığı yoldan ilerleyenler de boş durmuyor. Yine gazete haberlerine göre TBKP il örgütlerinin yemekli davetlerinde “güneşin sofrasındayız”ı söyleyerek göbek atan N. Yağcı-N. Sargın ve arkadaşlarının yanı sıra, pek çok yeni liberal türedi. Bunlara Gorbaçov misyonerleri de denebilir, içlerinde modern kapitalizmle en dolaysız bağı kuran ve bu nedenle en evlere şenlik bir manzara arz edeni Güneş gazetesinin Brüksel muhabirliğinin yanı sıra, pazar günleri aynı gazetede “Modern Zamanlar” isimli köşenin de yazarı olan Hadi Uluengin. Bu yazı, HU’in daha çok çeşitli tarihlerde yazdığı “Modem Zamanlarında ifade ettiği görüşlerinden yola çıkarak, HU şahsında bir “yeni Liberal” tipi eleştiri-yorumunu kapsıyor. (Parantez içindeki tarihler yazının gazetede çıktığı günü belirtiyor.)
Kendisiyle tanışma fırsatını da bulduğum HU bir anti-komünist. Fakat bu, onun Gorbaçov misyoneri olmasına engel olmuyor. Sovyet KP’sinin iktidar tekelinden vazgeçtiği günün ertesinde, demokrasi yolunda ilerleyen Gorbaçov’un önündeki engelleri sıralarken, en büyük engellerden birinin, bizzat Rus ve Sovyet halklarının siyasi-sosyolojik yapısı olduğuna dikkat çekiyor. Sovyetler Birliği’ndeki milliyetçi unsurlara da değinen HU, bu ülkede demokrasinin yerleşmesi konusunda, bu unsurun da ciddi konjonktürel engeller oluşturacağının düşünülmesi gereği üzerinde duruyor (8 Şubat). Yazarın kaleminden eksik etmediği modern çağ ve evrensel demokrasiye ulaşmanın yolu bu satırların arasında gizlidir. HU’in sergilediği aynı zamanda görkemli bir liberal ikiyüzlülüğüdür. Buyandan barış ve demokrasi gösterisi yaparken diğer yandan Azerbaycan halkının üzerine Tank’la yürüyen Gorbaçov’culuk daha başka nasıl alkışlanabilir? HU, Gorbaçov’un demokrasi yolunda ilerlediğine gönülden inanıyor. Münasebetsiz Azerbaycan halkı, “siyasi-sosyolojik” yapısındaki uyumsuzluktan dolayı demokrasinin yolunu tıkıyor. “Kızılordu yolu aç” komutu veren Gorbaçov bu nedenle tepki toplamıyor, aksine alkışlanıyor. Fakat ortada dökülen kan var. Bu da görmemezlikten gelinemez. Görülüyor. Basın tekelleri, Gorbaçov’un kafasındaki kırmızı lekeyi sızan bir kan haline getiriyorlar, fotoğraflarda. Bu da olayın boyutunu vurgulamaktan ziyade, konuya ilişkin olarak keşfedilmiş “parlak” bir görsel malzemeyi ifade etmekten öteye gitmiyor. Çünkü tekeller “I Love Gorbi” imajının değişmesini istemiyorlar. HU de bu doğrultuda düşünen biri olarak yazılarında oklarını “Gorbi”ye değil, Sovyet ve Rus halklarına çeviriyor.
İflah olmaz bir metafizikçi olduğunu söyleyen (11 Şubat) HU’in sınıf mücadelesine arbede (29 Nisan) gözü ile bakması onun temel mantığının reddiye olduğunu gösteriyor. TİKP saflarından geliyor olması ona Söke ovasına gittiği bir sıra nostalji yaşatıyor (1 Nisan). Şu banal 12 Eylül’ü milat kabul eden görüşü ileri sürdükten sonra, Söke ovasında milattan önce yakmayı planladıkları “isyan ateşi” ve başlatmayı düşündükleri “uzun yürüyüş”e o günlerde katılmayan köylülerin haklı olduğunu belirtiyor. Uluengin şimdi fark etmiş ki, Söke ovası köylüleri, bütün köylüler gibi, isyan ateşiyle değil, zenginleşme ateşiyle yanıyorlar. HU, birdenbire Sökelilerin köklü bir demokrasi terbiyesine sahip olduklarını keşfediyor. Yalnız bu değil, artık kasabada bile umumi telefonda Brüksel ile konuşabildiğini, insanların Levi’s blucinler, ithal muzlar satın aldıklarını ve Amerikan sigarası içtiklerini vurguluyor. Eski Mao’cu, yeni Gorbaçov misyoneri HU, Mao’cu günlerini düşünerek büyük bir pişmanlık ve acıyla “Gençliğim Eyvah” diye bağırmak istiyor (14 Ocak).
Eskiden şöyle veya böyle solculuk yapmış, sonradan çark etmiş liberallerin düşünmeye değil “doğrulanmaya” ihtiyacı var. Bu nedenle ikiyüzlülük, en temel noktalan göz ardı etmek, liberallerin temel politikaları ve ortak özellikleridir. Bu nedenledir ki Süleyman Demirci gibileri demokrat ilan edilebilmekte, dünü, sınıfsal kotlumu bir anda unutulup gitmektedir. Sayılan bütün özellikleri üzerinde taşıyan HU, şehir kültürü ve şehirlilik olgusunun altını yazılarında sık sık çizmesine, buna karşılık taşralılık ve köylülüğün aynı oranda aşağılanmasına rağmen doğrulanmaya olan ihtiyacının verdiği telaşla, bu yazısında, kendisini gerçek bir köylü dostu ilan ediyor, onlara tapmıyor. Köylüler kendisini doğruluyor, o öyle görüyor. Bir kere, başında kavak yelleri estiği dönemde isyan ateşi yakma çağrılarım reddeden köylüler ne kadar isabetli bir tavır göstermiştir. Köylülerin gözünde şimdi bir de zenginleşme ateşini gören eski Mao’cu, elbette onları daha sempatik bulacaktır. İthal muz yiyen (ve eminim bir başka zaman olsaydı aşağılayarak yerin dibine batırmakta hiç tereddüt etmeyeceği) köylülüğe övgüler dizmek artık elzemdir: “Köylülerin ayakları yere basıyor… Çünkü onların demokrasi terbiyesi ‘kurtarıcıların’ demokrasi terbiyesinden daha köklü… Köylülerin demokrasi isteyen bir öndere (Demirel-İZA) sahiplenmesinden haz alıyorum” (1 Nisan). Hâdi, hidayet veren, hidayet ise doğru yola girme demek oluyor. Hâdi adı, doğru yolu gösteren kişi anlamına geliyor. Hâdi Uluengin Güneş gazetesinde Doğru Yol’u gösteriyor. Hâdi’yi Demirel ve Doğru Yol doğruluyor. Hâdi Uluengin Demirel’e de övgüler düzüyor.
İkiyüzlü liberal yalnız görmek istediklerini görür. HU bu satırları DYP genel başkam Süleyman Demirel ile gittiği bir Ege seyahatinin arkasından yazıyor. Aynı dönem Söke ovasında pamuk dikme mevsimidir. Ovada toprak ağalarının pamuk tarlalarında çalışmak üzere iç ve doğu Anadolu’dan gelen, ovayı ikiye bölen şose üzerinde sağlı sollu dizilmiş naylon kondularda yaşayan yoksul tarım işçilerini görmemek için ancak kör olmak gerekir. Burada sergilenen bir ortaçağ görüntüsüdür. Söke ovasında gün onlar için şafak sökmeden başlar. Kadın-erkek, yaşlı-genç yüzlerce yoksul köylü, çok düşük bir ücrete 12-13 saat çalışır, iflah olmaz metafizikçi HU bunları görmek istemez. Fakat açık pencerelerden T. Chapman’ın şarkılarını duyar, genç kızların delikanlılara zeybek gelini fettanlığıyla baktığını görür. (1 Nisan). HU yalnız görmek istediklerini görüyor.
Eski solcu liberaller ikiyüzlülük ve inkâr konusunda kendilerini gidebildikleri kadar derine gitmek zorunda hissediyorlar. Çünkü açmazların verdiği çaresizlikle marjinal düşüncelere eğilim duyan bir kesim okur, ileri sürülen düşünce ne kadar aykırıysa, yazarına o kadar sempati duyuyor. Fakat aykırı düşünce üretmenin de bir sınırı ve kuralı olması gerekiyor. Bu sının yakalayamayanlar komik oluyor. HU, devrimcileri dağdan inen solcular (21 Ocak) diye aşağılamaya çalışırken, İngiliz asıllı burjuva film ve sahne artisti Suna Yıldızoğlu kadar bile samimi olamıyor. Yıldızoğlu, belki de ilk kez kalemi eline alarak devrimci gençlere ilişkin olarak şu görüşlerini dile getiriyor: “O yaşa kadar politikayla pek ilgilenmemiştim, ama üniversiteye yakın oturduğumdan, her sokağa çıkışımda bir şeylere, bir takım olaylara tanık oluyordum. Bu gençlerle yaşıttım, ama benden çok farklı yaşıyorlardı, İngiltere’de okurken benim tek düşüncem iyi bir eğitim görüp hayatımı kazanmaktı. Bu çocuklar daha büyük bir sorumluluğu taşıyorlardı” (X).
Liberal ikiyüzlüdür demiştik. HU iyi bir liberal örneği olduğunu neredeyse bütün yazılarında gösteriyor. Hele hele üç ay ara ile yazdığı iki yazıdaki ikiyüzlülük karşısında insan gülsün mü, ağlasın mı şaşırıyor. HU yazıyor, diyor ki: “Fahişelerini sahiplenmeyen toplum özgür olamaz” (21 Ocak) Fahişelerin özgürlüğü konusuna birazdan döneceğiz. Önce, özgür toplum konusuna değinelim.
Biz, bir toplumun özgür olup olmadığının bazı kıstaslara bakılarak anlaşılabileceğini biliyoruz. Bunlardan biri de “bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” şeklinde Marks tarafından formüle edildi, insanların fikri neyse zikri de odur derler. HU’in fikri fahişelerin özgürlüğünde takılı kalmış. Anlaşılabilir bir şey, yadırganacak bir durum yok. Ezilen uluslar bu günlerde mümkün mertebe gözden uzak tutulmaya çalışılıyor. Fahişelerin, Orangutanların özgürlüğü, parfüm seçme özgürlüğü, “sosyalizm mi, sizin olsun” diye bağırma özgürlüğü gibi özgürlüklerin tartışmasını yapmak daha revaçta. HU’den öğreniyoruz ki Berlin duvarından küçük bir parçayı evdeki kütüphanenin rafına, tam “Anti-Dühring” cildinin önüne koymak büyük bir zaruret. Ayrıca “Ray-Ban” marka güneş gözlüğü takmamak görgüsüzlük işareti. Kıyafet çok önemli. Erkeklerde ceketler kruvaze. Yaka cebine de mutlaka mendil yerleştirmek gerekiyor. Kadınlarda klasizm hakim. Döpiyeslerin koyu renk olması lüzumu var (4 Şubat)… Ezilen uluslar mı? Geçiniz. Yazıdan öğreniyoruz ki bu yıl modalar içinde ulusların özgürlüğü yok. “Müthiş demode”. Yalnızca bir başka yazıda Kürtler üzerine düşüncelerini öğreniyoruz. Şöyle diyor: “Milliyetçi ve şoven duygular taşımıyorum. Şimdiki şartlarda da Türkiye Cumhuriyeti topraklarının bölünmemesi gerektiğini düşünüyorum” (22 Nisan). HU, toplumların özgürlüğünü fahişelerinin durumuna bakarak tespit ediyor, özgürlük kriterini fahişeler gösteriyor. Normal. Çünkü HU’in yeni moda temayüllere ihtiyacı var. Zaten bu nedenle o, Marks’ı da yeniden keşfediyor (4 Şubat).
Şimdi fahişelerin özgürlüğü konusuna gelelim. HU yazıyor, diyor ki: “Orospular özgürlüktürler. Onlar, insanların yaşamak istediği, fakat ahlakçıların zapturaptından dolayı yaşanamayan gerçek cinsellikleri simgelerler. Orospularını sahiplenmeyen, onları anayasa mahkemesinin şerrinden ve Gürcünün hışmından koruyamayan toplumlar ise, hiç bir zaman özgür olamazlar. Böyle toplumlar, yalnız esaret hak ederler. Özgürlüğümüz, riyakâr ahlak zaptiyelerine karşı orospuların safında olmaktan geçiyor” (21 Ocak).
HU tarafından orospulaştırılan, özgürleştirilen dünya, herhalde, “Modern zamanlar” köşesinin en modem önermelerinden biri olmaktadır. Burada, yukarıda dile getirilen bir görüşün hatırlanması gerekiyor.
Eski solcu liberallerin marjinal okuruna seslenebilmesi için mümkün olduğu kadar aykırılık yapması gerektiğinin altını çizmiştik. Bu, önce tercih, sonra da, iç tutarlılık gereği bir zorunluluk oluyor. Değerlerini kaybetmiş marjinal okur, bu aykırı düşüncelerle kendi açmazının dışına çıkabilmekle ve iç dünyasında teselli olabilmektedir. Milan Kundera ve romanlarının topladığı ilgi de bu açıdan değerlendirilebilir. Kundera, Türkiye’de satış rekorları kıran “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde özellikle “ihanet”in altını çizmiş ve kutsamıştı. HU de aynı dilden konuşuyor. “Özgürlük” kavramının içeriği, yalnız Türkiye ilerici kamuoyunda değil, bütün dünyada ve gerçek ifadesi ile geleceği ve onun taleplerini ifade eden kavramlarla birlikte anlamlandırıldı. Sınıfsız, mutlu toplumu simgeledi. Şimdi, HU’in, hedefi bu simgedir, özgürlük kavramını orospulukla ilişkilendiren HU burada yalnızca fahişelerin özgürlüğünü tartışmıyor. Aynı zamanda bu kavramı yozlaştırıyor.. İleriyi temsil etmiyor. Toplumların özgür, eşit ve mutlu yaşamasının yollarını tartışan, dünyayı bugünkü cehennem halinden, cennete dönüşmesini sağlayacak, insanlığa bir altın çağ yaşatacak fikirler bu dille ifade edilemiyor. Bu dil, kapitalist vahşeti insanların dikkatinden uzaklaştırmanın, sömürü ve zorbalığı gizlemenin son on yıllardır keşfedilen yeni versiyonu oluyor.
Yeni doğmuş bir çocuk korkuyu tanımaz. Karşısına en vahşi Asya Kaplanını da çıkarsanız, bütün şirinliğiyle, o yırtıcı dişlere dokunmaya, oynaşmaya çalışır. Bilim, yeni doğmuş bir çocuğun tek korkusunun “dayanaksız kalmak” olduğunu bildiriyor. Bu çocuğu korkutmak için yapılacak tek şey, sırtım dayadığı yastığı çekerek onu “boşlukta” bırakmaktır. Çocuk korku tepkisini o an veriyor. O an, çocuğun zaaf anıdır, şaşırmıştır ve çaresizlik duygusuyla tanışmıştır.
Çocuğun büyümesi, bilgi ve tecrübe edinmesi onu değiştiriyor, fakat duygular kalıyor. Hangi yaşta olursa olsun insan, sırtından yastık çekilerek olmasa da, başka şekillerde, çaresizlik ve şaşkınlık duygusunu yaşıyor. HU, bu insani duyguyu kullanıyor. Özgürlük ve orospuluk kavramlarım ilişkilendirerek okurunu şaşırtıyor. Şaşkınlık anı insanın zaaf anıdır, insan, şaşkınlık anında şu veya bu ölçüde bilinçsizdir. Tersinden söyleyecek olursak; bilinç bir ölçüde şaşkın olmama halidir. HU, “orospular özgürlüktür” diyerek bir kesim okurun bilincine çelme atıyor. Ayaklan yerden kesilen bilinç “boşlukta”dır ve en çaresiz arımı yaşamaktadır. Düştüğü noktada bulunan Asya kaplanı, bilince bir şey ifade etmemektedir. Asya kaplanım yazıdaki son cümleler temsil ediyor: “böyle toplumlar (orospularına sahip çıkmayan-İZA), yalnız esaret hak ederler”. Düşme noktası bilincin tekrar yerine geldiği anı ifade eder. Fakat bilinç boşlukta yeniden oluşturulmuştur. Okur, artık ulusların özgürlüğü sorununa, orospuların özgürlüğü penceresinden bakmaktadır.
HU’in bütün yazılarında bu çelmeler vardır. Bu çelmeler okura soru sordurmaz. Bu yazısında orospuluğu öve öve göklere çıkaran HU, bir başka yerde, Romanyalı fahişelerden söz ederken onları toplumun olumsuz manzaraları arasında gösteriyor. Diyor ki: “Romanya ihtilaline kara çalanlar yalan söylüyorlar… Onlar… hiç sıfırın altında 20 derece sühunette Bükreş’te ekmek kuyruğuna girmediler. Sibiu otellerinde bir paket Kent sigarası için “kardeş parti” temsilcileri ile yatan kadınları tanımadılar (7 Ocak). HU’in deyimiyle orospuluk ‘kızıl’ bir renk alınca her şey değişiveriyor. Sibiu otellerinde orospuluk yapan kadınlar, bunu, “parti görevi” olarak değil de “özgür iradeleri” ile yapmış olsalardı, HU’den alkış alacaklardı (kaldı ki “parti görevi” olarak yaptıkları bizim yorumumuz. Sigara karşılığı yapılan fahişelik her halde “özgür iradeye” dayanır). Fahişelere “devrim”in kurtaracağı kadınlar gözü ile bakılıyor. Fakat devrimin nasıl bir devrim olduğu tartışılmadığı için, bu “devrim” sonunda Sibiu otellerinde fahişelik yapan kadınların, yeni dönemde, artık fahişelik yapmayacaktan mı, yoksa “vizite” ücretlerine zam yapıp daha çoğalacaktan ihtimali mi söz konusu olacak, belirtilmiyor. HU, yalnızca Romen fahişelerinin kurtulduğunu ileri sürüyor. Sosyalistler ise Romanya’da olan bilenden dolayı bir kurtuluşun değil, yukarıdaki ikinci ihtimalin gerçekleştiğini biliyor. Yine sosyalistler biliyor ki, Romen fahişeleri HU kadar şanslı değil. HU, Avrupa başkentlerinde ekmek elden yaşayıp, gazete köşelerinde kalem oynatma şansı bulabildi. Kapitalizmin çarkları arasında tümden ezilip çözülecek Romen fahişeleri “gençliğim eyvah” demeye fırsat bulamayacak. Romanya’ya yolu düşeceğinden emin olduğum HU, eğer Sibiu otellerinde bu kadınlarla karşılaşırsa, yine eminim ki, onların gözüne baktığında, “ben Romanya ihtilali ile sizlerin kurtulduğunu yazmıştım. Sizler özgürlüğün göstergesisiniz” demeye cesaret edemeyecek.
HU Avrupa başkentlerinde modem kapitalizmin pişkin, ikiyüzlü misyonerini oynuyor. Avrupasız yapamıyor. Taşralılıktan nefret ediyor. Türkiye ona taşra gibi geliyor, bunaltıyor, İstanbul’a “yerlisi olduğum ve artık alışamadığım”, Brüksel’e ise “yabancısı olduğum ve alışık olduğum şehir” (14 Ocak) diyor. Sık sık oraları anlatıyor, müjdeler veriyor. Gençliğe örnek gösteriyor. Modaları anlatıyor, ideal tipler çiziyor, “böyle olun” diyor. Diyor ki, “aksi takdirde birey olamayacağız” (4 Şubat). Şehirli bekârları anlatıyor: bireyci, kendine dönük, kıyafet ve fanteziler için çok harcama yapabilen’ (4 Şubat). Bir Avrupalılık imajı propaganda ediyor Bu imaj satırlarından da anlaşılabileceği gibi tüketici, modaların-markaların köleleştirdiği, bireyci kapitalistin imajıdır. Misyonerlik daha nasıl yapılabilir? Kapitalizm eski sokulan misyoner olarak kullanıyor. Yeni bir dil ve üslupla Gorbaçov’un açtığı yoldan ilerleyen bu “sol”cular kapitalizme nefer yazılıyor.
İsmail Zekeriya Ayman
(X) Broy, Aylık Şiir Dergisi. Sayı 55-56

H. Uluengin gibi muhabir bulmak zor!
27 Haziran tarihli Güneş gazetesinin iç sayfalarında çıkan bir haberde “Kürt ulusal kimliği” ve “terörü PKK’nın mı yoksa güvenlik kuvvetlerinin mi yarattığı” konusunda kuşkuların dile getirildiği satırlar yer alınca gazete karıştı,
İngiliz pasaportlu genel yayın yönetmeni Metin Münir bir gün önce haber toplantısına katılmamış, bu nedenle haberin sayfaya girmesinden haberdar olmamıştı. Haberi ertesi gün sayfada görünce küplere bindi ve şu duyuruyu bütün Güneş bürolarına iletti:
“Bundan sonra gazetemizde, muhabirlerin yazdığı Güneydoğu haberleri kullanılmayacaktır. Güneydoğu haberlerinde bugünden itibaren ajansın geçtiği haberler yayınlanacaktır. Eğer ilerde bu konudaki yeteneğiniz gelişirse yasak gözden geçirilecektir.”
Muhabirlere hitaben yazılan ve devamı da olan duyurunun bu kadarı bile, Takrir-i Sükun kararnamesinin, İngiliz terbiyesi almış genel yönetmeni mi bütün “batılılığı” ve “kibarlığına” karşın nasıl bir gözü dönmüş sansürcü-başı yaptığını gösteriyor. Güneş’in başına geçtiği ilk günlerden bu yana “özgürlükçülüğü”, “çağdaşlığı” hiç yanından ayırmayan Metin Münir, kafa olarak TS (“Takrir-i Sükûn”, dileyen ‘Türk Standardı” olarak da okuyabilir) normları içinde kalmaya özen gösteriyor.
Metin Münir bu duyurunun diğer gazetelerin eline geçmesinden ve teşhir edilmekten korkmuyor. Çünkü bütün günlük burjuva basın Güneydoğu haberleri konusunda Güneş’in tutumundan farklı bir tavır göstermiyor. Hepsi Bölge Valiliği’nin açıklamaları ve Devlet ajansı haberlerini kullanmaya özen gösteriyor. Güneydoğu konusunda birbirlerinin suç ortağıdırlar. Güneydoğu muhabirleri TS’dan sonra, kör ve sağır edildiler. Kör ve sağır olmayanlar ise, öyle görülüyor ki “yeteneksiz”. Devletin islediği doğrultuda haber yazan (kör ve sağır) muhabirin baş-göz üstünde yeri var.
Metin Münir duyurusuna devam ediyor
“Gazetemizde son günlerde marjinal grup ve görüşlere yer veren haberler yer almaktadır. Oysa geniş ve liberal olmakla salak olmak arasında ince bir ayrım çizgisi vardır. Bu nedenle bugünden itibaren gazetemizde marjinal grup vç düşüncelerin haberleri ya kullanılmayacaktır ya da bu çerçevede kullanılacaktır.”
TS’a uymayan haberlere yer vermek ‘salaklık’ oluyor. Metin Münir, “hücre ev” diye basılan ve burada delik deşik edilen devrimcilerin nasıl öldürüldüğünü sorgulayan haberler islemiyor. Bu olaylarda bulunan insanların yaptığı açıklamaların gazetesine haber olarak girmesinden rahatsız oluyor. Muhabirlerine İngiliz İmparatorluğu’nun müstemleke valisi edasıyla ‘salaklık’ ve ‘yeteneksizlik’ yapmamalarını duyuruyor. Bunda ısrar edenleri haberin yayınlamayacağı konusunda uyarıyor.
İngiliz terbiyeli Metin Münir müstemleke valisi gibi davranıyor. Yayınladığı duyum şüpheye yer vermeyecek kadar açıktır. Bir yandan “batılılık” ve “özgürlükçülük” oyunu oynarken ve bunun adı “Güneş çizgi değiştirdi. Artık Güneş özgür düşünce ve gerçeğin sesi olacak” demagojisi yaparken, bir yandan da “imparatorluğun” müstemlekeyi idare etmek için aldığı tedbirleri kraldan çok kralcı olarak aynen uyguluyor. İngiliz imparatorluğu da sömürgelerine uygarlığı götürmek demagojisi ile girmiş, onları bu demagojilerin arkasında azgınca sömürmüştür. Metin Münir de terbiyesini aldığı uygarlığın (!) yöntemleri ile Türkiye’de gazete çıkarıyor!
Güneşin başında gazetenin sahibi Asil Nadir’den sonra gelen ikinci isim eski emniyetçi Fahri Görgülü artık Metin Münir’den memnun olmalıdır. Haftada bir de olsa çıkmasından rahatsız olduğu İnsan Hakları sayfası bu eski emniyetçi tarafından nasıl susturulduysa, TS kafalı Metin Münir de yayınladığı duyuru ile “marjinal” grup ve görüşlerin gazetedeki sesini kesti. Görgülü-Münir ikilisi artık “hizada” bir gazetenin kaynaşmış imtiyazsız iki mutlu yöneticisidir şimdi! 60 bin ve giderek düşen tiraj müstemleke valisine ve emniyetçi eskisine kutlu olsun.

Ağustos 1990

Aile ve kadın statüsü resmileştiriliyor

İRAN 1990: Mollalar, İslam Devrimi öncesinde, “kadın-erkek eşit olacak ” diyordu. İslam Devrimi sonrasında da çarşafın, peçenin “bu eşitliğe” aykırı olmadığını söylediler, İran sol’unun bir kısmı da destekledi bu görüşü. Hatta onlara göre “yoksul-emekçi kadınlar zaten çarşaf giyiyordu; çarşafa karşı çıkanlar da burjuva reaksiyoner kadınlardı ve toplumu dönüştürme savaşının verildiği bir dönemde çarşaf gibi ayrıntılara takılmak yanlıştı”… Oysa İran’da şeriat, kadınların “cennete bile ancak kocasını memnun edip rızasını alırsa gidebileceği” yolundaki inancı dayattı. Baskı ve sömürünün “inanç maskesi” altında gizlendiği İran’da bugün kadınlar, bir köleci toplumun “tek cinse dayalı” kölesi adeta. İranlı kadınlar, 1990 dünyasında, birer “nesne” yalnızca.

CEZAYİR 1990:
Ulusal Kurtuluş Savaşı’na aktif olarak katılan Cezayirli kadınlar kurtuluştan sonrada üretime ve sosyal hayata katıldılar. Ulusal Kurutuluş Cephesi gericilerin baskısı ve oy kaygıyı ile 1984’te “Aile Kanunu”nu çıkardı. Başta dikkati çekmeyen bu kanun, dinciler güç kazandıkça hızla uygulanmaya başladı. Babası ve ya kocasının koruyuculuğu altında olmadıkça varlığı bile kabul edilmeyen Cezayirli kadını bugün çarşafa sokmak da yetmemiş. Etraflarına perde de çekilmiş ayrıca.

TÜRKİYE 1990: “Din afyondur” görüşüne bundan daha somut bir örnek olabilir mi? Emekçi kadınlar erkeklerle omuz omuza daha güzel ve sömürüşüz bir dünya için savaşırlarken, Müslüman kadınlar kendi varlıklarını bir “hiç” düzeyine indirmek için mücadele ediyor. Yumruklar sıkılıyor, sloganlar atılıyor, militanca öne çıkılıyor… Neden? Toplumun sessiz köleleri olmak, evleninceye kadar babanın, evlendikten sonra kocanın ‘”malı” sayılmak; evlere kapatılmak, aptallaştırıcı ev işlerine mahkûm olmak için… Emekçi kadınlar onları ezenlere, sömürenlere öfkelerini haykırırken, Müslüman kadınlar “insan sayılmaya” tepkilerini dile getiriyor. Bunlar, “beyinlerin uyuşturulmasından” başka ne anlama gelebilir ki!

Başta emekçi kadınlar olmak üzere her kesimden kadınlar son zamanlarda giderek artan bir hareketlilik içindeler. İşçi kadınlar grev ve direnişlerde en önlerde yer alıyorlar. Son memur eylemlerinde kadınlar yine ön saftaydılar. Kadın demekleri henüz çok geniş kitlelere ulaşmayı başaramasalar da birçok kadını etraflarında toplamakta. Gecekondulu kadınlar çeşitli taleplerini dile getirmek ve tepkilerini göstermek için yolları kesiyor, polis ve askerlerle çatışmayı göze alıyorlar. Birçok meslekte “yasak” yöneticiliklere talip olan kadınlar artmakta. Kısacası yıllardır ucuz işgücü ve sessiz köleler olarak görülmeye alışılmış kadınlar artık böyle yaşamak istemediklerini sözleri ve eylemleriyle ifade ediyorlar. Bu eylem ve ifadeler kaçınılmaz olarak düzenin sınırlarını zorlamaya başlıyor. Çünkü kadınlar çok çeşitli taleplerle mücadelede daha çok yer aldıkça karşılarında düzeni ve onun çitlerini görüyorlar ve kendi deneyleri onlara bu düzeni ve çitler yıkılmadıkça gerçek kurtuluşun mümkün olamayacağını gösteriyor.
Gelişmenin farkında olan egemenler elbette ki önlemlerini alacaklardı. Önlemlerin en önemlisi sokağa çıkan kadını yeniden evine kapatmaktı. Bunun en iyi yolu geleneksel ataerkil aileyi ve dini canlandırmaktı. Din ve ataerkil aile, kadını, evinin dört duvarı arasına kapatarak, aptallaştırıcı ev işlerine boğarak, yaşamın canlı akışından kopararak, üstelik bütün bunları kader sayıp sessizce boyun eğmeyi ve boyun eğişle mutlu olmayı vazederek yapmaya çalışıyor.
Ataerkil aile ve din propagandasının bir nedeni de ülkemizde giderek artan işsizlik. Kadınlar ucuz işgücü olmalarına rağmen işsizliğin arttığı dönemlerde işlerini “ailenin reisi” olan erkeklere terk etme tehlikesi ile karşı karşıya kalırlar. 1. ve 2. dünya savaşından sonra bütün Avrupa’da özellikle İngiltere’de yaşanan bu durum işsizliğin arttığı bütün ülkelerde yeniden gündeme geliyor. Burjuva ailesi güçlendirilmeye, kadının asıl yerinin yuvası içinde çocuklara bakmak olduğu propagandası yapılıyor.
Özellikle son dönemlerde televizyon ve diğer iletişim araçlarında ataerkil propagandaya hız veriliyor. Cumhurbaşkanının eşi neredeyse her gün televizyondan nasıl ideal bir eş ve anne olduğunu anlatmaktadır. Devletçe hazırlanan TV dizilerinde, kadının, evinde, çocuklarının ve eşinin bakımıyla yetinmesi ve mutluluğu burada araması gerekliliği ve bunun için acı çekse de tanrı tarafından mükâfatlandıracağı propagandası yapılmaktadır. “Yuva” dizisi bunun en iyi örneklerinden biri.
Devletçe desteklenen gerici dinci kurumların ve kuruluşlarının “tesettür ve ahlaka uygun giyinme” adı altındaki saldırıları da gün geçtikçe artıyor. Bakanlıklar ve birçok kuruluş bu konuda genelge üstüne genelge yayınlıyor, yasaklar koyuyor. Tesettüre uygun giyim ve türban yaygınlaştırılmaya çalışılıyor.
Kadınlara yönelik saldırılar bununla da kalmıyor. Esas tehlike hâkim sınıflardan ve bugünkü resmi temsilcilerinden geliyor. Hükümet tarafından gözlerden kaçırılmaya çalışılarak Kanun Hükmünde Kararnamelerle yürürlüğe konmak istenen “Aile Araştırma Kurumu”nun oluşturulması ve “Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı”nın kurulması bunun göstergesidir.
Bunlardan “Aile Araştırma Kurumu” “aile ile ilgili milli bir politikanın oluşturulmasına yardımcı olmak için araştırmalar yaparken, “Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı” kadınlara ilişkin faaliyetlere etkinlik kazandırmak için, başta yerel yönetimler olmak üzere, yapılan eğitim faaliyetlerini izleyecek, yönlendirecek ve kadının statüsü ve sorunları hakkında kamuoyu yaratacak, kadın kuruluşları ve derneklerinin oluşturulan “milli görüş” doğrultusunda yönlendirilmesini sağlayacaklardır. Ayrıca “Aile Şurası” toplanarak ailenin “kurtarılması” ve “milli” görüşe uygun hale getirilmesi için çalışmalar başlatıldı.
Yapılmak istenen resmi bir aile ve kadın tipinin yaratılması ve kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Devletçe saptanmak istenen bu kadın statüsünün resmi ideoloji, yani Türk-İslam sentezi çerçevesinde olacağı açıktır. Kadın bugün olduğu noktadan bile geriye götürülecek, İslam’ın kadına biçtiği kölelik zincirlerinin içine sıkıştırılacaktır. Kafes ve peçe arkasına mahkûm edilecek, erkeğin ve çocuklarının kölesi olması, evinden dışarı adım atmaması istenecektir, İran’da bugün kadınların içinde bulunduğu durum yarın ülkemiz kadınlarının başına da gelebilir. Türkiye İran değildir denmesin. İran ve Cezayir’deki gelişmelere yakından bakılırsa bugün Türkiye’de izlenen yolun farklı olmadığı görülecektir.
İran’da Mollaların yönetime gelmesinden hemen sonra kadına yönelik saldırılar giyim konusunda başladı. Ahlak Bakanlığı kurularak kadınlar tesettüre uygun giyinmeye çağrıldı ve uymayanlara karşı saldırılar düzenlendi. Başlangıçta esas amacın kadınların İslami köleliğe mahkum edilmesi olduğunun farkına ve bilincine varamayan kadın kuruluşları bunu önemsemediler. İkincil ve tali bir sorun olarak gördüler, gerekli tepkiyi göstermediler. Bu tutumlarıyla Mollalara daha sonraki adımları için cesaret verdiler ve adımlar birbirini izledi. Bugün İran’da kadın tam anlamıyla insan bile sayılmamaktadır. Ancak iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine eş sayılmakta, erkeğin yarısı kadar haklara sahip olmakta ve ondan kocasının bütün isteklerine kölece bir boyun eğiş istenmektedir.
Cezayir’de de süreç farklı olmadı. 1984’de çıkarılan aile yasası ile kadın, şeriat kanunlarına tabi kılındı. Başlangıçta bu yasa dikkati çekmedi. İslami Selamet Cephesi politikada etkinliğini arttırdıkça kadın konusundaki yasa da hızla işlemeye başladı. Bugün Cezayir’de bir erkeğin koruyuculuğu altında olmayan kadın, yok sayılmakta. Oy hakkını babası ya da kocası onun yerine kullanıyor. Yeni hazırlanan yasa tasarılarına göre ise ancak kocası izin verirse yurtdışına çıkabilecek ve artık yarım gün çalışacak, Cezayir’de bazı kadın grupları bu koşullara boyun eğmeyi reddediyor ve mücadele etmeye çalışıyorlar. Ama başlangıçta yeterince duyarlı davranılmadığı için sayıları çok az.
Farklı olmayışı iyice kavramak için Türkiye’deki gelişmeleri hatırlayalım. Devletçe desteklenen dinci gericilik kadınların tesettüre uygun giyinmeleri konusunda propagandaya hız verdi ve çarşaflı, türbanlı kadınların sayısı hızla çoğalmaya başladı. Üniversitelerde türban konusu yoğun tartışmalara yol açtı. Ama sonuçta türbanlılar kazandı. Aile Araştırma Kurumunun ve Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı’nın oluşturulması ikinci adımdır. Bu kurumlar bugün işlemeye başlamadığı için henüz etkileri hissedilmemektedir. Ama Milli (Türk-İslam Sentezi) görüş çerçevesinde işlemeye başladığında durum değişecektir. Kadınlar resmi statüye uygun davranmaya, İslami değerleri ve davranış biçimlerini kabul etmeye zorlanacaklar, bütün kadın çalışmaları ve dernekleri kontrol altına alınmaya çalışılacaktır. Yerel yönetimler ve okullar bunun aracı haline getirileceklerdir. Türkiye kadınlar açısından bir İran olabilir.
Türkiye İran değildir diyebilmek, gereğini yerine getirmeyi gerektirir. Tesettüre uygun giyinme konusunda demokrasi havariliği bir yana bırakılmalı, bunun, kadını bugün bulunduğu noktadan bile geri götürmeyi amaçlayan dinci-gerici adımlardan biri olduğu kavranmalıdır. Başta işçi ve emekçi kadınlar olmak üzere tüm kadınlar, Marksistler ve kadın sorununa duyarlı bütün kesimler oynanan oyunlara, atılmak islenen adımlara karşı uyanık olmalı ve duyarlı davranmalıdır.

Ağustos 1990

Kitle Örgütleri ve Bazı Sorunları-3

Bu yazının bundan önceki iki bölümünde, çeşitli emekçi sınıf kitle örgütlerinin 1980 12 Eylül’üne kadar gelen süreç içinde sorunlarına değinildi. Ayrıca, işçi sınıfımızın sendikal hareketinin bugün içinde bulunduğu durum ve sorunları ortaya konulmaya çalışıldı. Yazımızın bu son bölümünde ise; gençlik ve işçi sınıfı dışındaki emekçi kesimlerin kitle örgütlerinin sorunlarına değineceğiz.

1980 12 EYLÜL DARBESİ SONRASINDA GENÇLİĞE YÖNELİK SALDIRIIAR VE GENÇLİK MÜCADELESİ:
1980,12 Eylül’üne gelindiği günlerde, gençlik hareketi, önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz zaaflarına karşın, yüksek bir düzeyde seyrediyordu. Orta öğrenim ve yüksek öğrenim gençliği bir yandan akademik mücadele içinde yer alırken öte yandan da anti-faşist mücadelenin önünde yer alıyordu. Dahası sivil ve resmi faşist odaklar, ellerindeki her araçla gençliğe saldırıyor, onu teslim almak için kitle katliamlarına kadar varan her yolu kullanıyordu. Ama aşağı yukarı son 20 yılın anti-faşist anti-emperyalist mücadele geleneğinin olumlu mirasının da taşıyıcısı olan gençlik yığınları bütün bu baskı ve teröre karşın mücadele etmekten geri durmuyor, okullarda ve semtlerde anti-faşist mücadelenin asıl yükünü omuzlarında taşıyordu. Sayısız şehitlerine karşın, bu yoğun anti-faşist mücadele yıllarında gençliğimiz, büyük bir özveriyle direndi ve gelecek kuşaklara olumlu ve olumsuz yanlarıyla zengin bir anti-faşist mücadele deneyimi bıraktı.
Öte yandan, egemen sınıf politikacıları ve propagandacıları, bütün 1960 ve 1970’li yıllar boyunca, ekonomik ve siyasi krizlerinin; yokluğun, pahalılık ve enflasyonun, çürümüş ve kokuşmuşluklarının, her türden olumsuzluklarının nedeni olarak gençliği göstermeye çalıştılar. Eğer gençliğin anti-emperyalist anti-faşist eylemi olmasa, ülkenin barış ve huzur içinde, kalkınmış bir ülke olacağı iddiasını bütün iletişim araçlarıyla yaydılar. Bu gerekçe arkasında, emekçi sınıflar üstünde uyguladıkları baskı ve terörü, haklı ve zorunlu göstermeye çalıştılar. Reformcu ve revizyonist çevrelerin, yükselen anti-faşist ve anti-emperyalist mücadeleden korkuya kapılarak; açıkça egemen sınıfların safına geçmeleri; gençliğin anti-faşist direnişini “goşizm”, “anarşizm”, “Sovyet emperyalizmin kışkırtması” vb. olarak suçlayarak, egemen sınıfların karşı devrimci kampanyasına katılmasıyla, egemen sınıfların, gençliğe ideolojik ve fiili saldırıları daha da yoğunlaştı.
1970’li yıllar boyunca, her yıl bir önceki yıla göre daha da yükselen ve dolayısıyla gençliği yeni sorunlarla yüz yüze getiren anti-faşist mücadelenin sorunlarının çözümlenememesi, artan faşist saldırılar, gurupçuluk, anti-faşist kesim içinde ortaya çıkan, çatışmaya varan çelişmelerin su yüzüne çıkması, önceki bölümlerde sözü edilen zaaflarla birleşince; devrimci, anti-faşist gençlik kesimleriyle geniş öğrenci ve emekçi gençlik arasındaki bağ zayıfladı ve koptu. Bu da, anti-faşist mücadelede faşist ve gerici güçlere büyük bir avantaj sağlarken, devrimci gençlik için dezavantaj oldu. Mücadele, faşistler ve devrimciler arasında bir çekişmeye dönüştü. Mücadele yoğunlaştıkça da bu durum kendisini daha da açığa vurdu; olumsuz etkenler mücadelenin seyrini belirler hale geldi.
Kısacası 12 Eylül darbesi gelip çattığında gençlik harekeli çözümlenememiş pek çok sorunla boğuşuyor, neredeyse bir kör dövüşüne dönüşen anti-faşist mücadelenin ağır yükünü taşımaya çalışıyordu.
İşte 12 Eylül darbesini gençlik bu koşullarda karşıladı.
Darbeciler çok hazırlıklıydılar, işçi ve emekçi sınıf mücadelesini bastırmak, krizin yükünü emekçi sınıflara yıkmak için bir ekonomik programa sahip oldukları gibi, kimlerle işbirliği yapacakları ve kimleri boy hedefi gösterecekleri, baskı ve terörü nereden başlayarak yaygınlaştıracakları vb. konusunda da ayrıntılı planlara sahiptiler. Ve boy hedefi olarak gençliği seçtiler.
Darbeciler, propagandalarının merkezine “can güvenliği” demagojisini yerleştiriyor ve aldıktan bütün “önlemlerin” nedenini bu gerekçeye bağlıyorlardı. Toplumun can güvenliğini ise; bir bilinç çarpıtması yaratarak, anti-faşist mücadeleye katılanların tehdit ettiği, dolayısıyla da anti-faşist mücadeleye en yoğun katılımın gerçekleştiği kesim olarak gençliğin, “anarşistler”, “teröristler”, “komünistler” tarafından aldatılan gençliğin, toplumun “can güvenliğini” tehdit ettiği propagandasını yayıyorlardı. Ami faşist mücadelenin zaaflarından ustaca yararlanarak bu demagojiye uzunca bir süre geniş yığınları inandırdılar.
Bir yandan darbecilerin, varolan bütün iletişim araçlarını kullanarak, bir anti-gençlik propaganda kampanyası açması, öle yandan devrimci demokrat siyasi odakların ve Marksist hareketin darbeler karşısında dayanamaması ve buna bağlı olarak, mücadele içinde az çok deneyim kazanmış gençlik önderlerinin çeşitli biçimlerde (tutuklanarak ya da kaçak duruma düşerek) gençlik hareketinin dışına düşmesi, gençliği olası mücadele dayanaklarından mahrum etti. Gençlik, darbeden kısa bir süre sonra sahipsiz, örgütsüz ve dayanaksız kalmıştı.
Artık egemen sınıflar, onların vurucu gücü Cunta’nın var gücüyle gençliğe saldırması için hiç bir engel kalmamıştı. Ve bütün bu karanlık dönem boyunca her genç potansiyel bir “suçlu” olarak görülebildi; kırsal kesimde ve kentlerde gençler kitleler halinde tutuklandı, işkence tezgâhlarından geçirildi, sahte kanıtlarla onlarca yıllık hapis cezalarından idama kadar cezalara çarptırıldı.
Öğrenci ve emekçi gençlik, bir yandan işkence, tutuklama, hapis, kurşunlama gibi yöntemlerle yıldırılmaya çalışılırken, öte yandan da gençlik ideolojik olarak da “kazanılmaya” çalışıldı. Çünkü egemen sınıflar da “gençliği kazanmanın geleceği kazanmak” (en azından düzenlerinin ömrünü uzatmak için gençliği kazanmak) zorunda olduklarının farkındaydı. Bu yüzden de, Cunta, özellikle yüksek öğrenim gençliğini kazanmak, egemen sınıfların doğrultusuna çekmek için elindeki bütün olanakları kullandı: Üniversitelerin genel bütçeden aldığı paylan artırarak, yurt, yemek vb. gibi fiziki ihtiyaçlar bakımından geçmiş on yıla göre gençliğe daha çok “olanak” sunarken, üniversitelerde tam bir kışla disiplinini de egemen kıldı. Egemen sınıfların çıkarlarıyla çelişecek her türden siyasi ideolojik ve kültürel faaliyeti yasakladı. Sıradan klasik edebiyat yapıtlarının bile üniversite ve yurtlara sokulması yasaklanırken, ancak Hitler faşizmiyle ölçülebilecek bir kitap ve bilim düşmanlığı politikası izlendi. Öğrenciler ve öğretim üyelerinin kılık kıyafetine kadar her şey tüzük ve yönetmeliklerle belirlendi. Üniversite ve öğrenci yurtlarının yönetimlerine MHP yanlısı faşistler getirilerek uygulanan baskı ve teröre ideolojik bir renk de katıldı. Cunta ileri gelenleri üniversitelerde “askeri” törenlerle karşılanıp uğurlanırken, Cunta şefleri ve büyük kapitalistler, “onur nisanları” ve “fahri doktorluk”la ödüllendirildi. Banka ve sanayi dünyasıyla üniversiteler tam bir işbirliği ve iç içeliğe itildi. Hiç ilgisi olmayan branşlarda bile, ırkçı-milliyetçi, dinci-gerici dünya görüşleri ders olarak okutuldu, öğrenciler bu dersleri benimseyip benimsemediklerine göre başarılı ya da başarısız sayıldı, istenen standartlara uymayanlar,bir bahane ile okuldan atılmaktan tutuklanmaya kadar çeşitli yollarla tasfiyeye yönelindi..
Cunta, hükümet ve egemen sınıflar, tam bir işbirliği içinde, öğrenci gençliği, bir yandan ırkçı dinci-gerici düşünceler temelinde eğilip, düzene bağlı “muhafazakâr” bir gençlik olarak yetiştirmeye çalışırken, bir yandan da, batı kültürünün en yoz, en çürümüş yanlarını gençliğe aktararak, bireyciliği körükledi; Batı’nın en yoz sanat yapıtlarından uyuşturucu madde alışkanlıklarına kadar gençliği yozlaştırıp düzene bağlayacak her olumsuzluk resmi çevrelerce el altında teşvik edildi. “Muhafazakâr, milliyetçi” yurt yöneticilerinin öğrenci kızları fuhuşa teşvik ettiği mahkemelere bile yansıdı; ama bu yöneticiler yerlerini korumaya, faaliyetlerini sürdürmeye devam ettiler. Çünkü yaptıkları üstlendikleri görevin bir parçasıydı.
Benzer uygulamalar, orta öğretimde “milliyetçi”, “muhafazakâr” öğretmen yöneticilerce sürdürüldü. Din eğitimi, zorunlu ders olarak programlara konduktan sonra, dizginsiz bir dinci-gerici propaganda orta öğretimde yürürlüğe sokuldu. Henüz çocuk yaştaki kız ve erkekler gerici öğretmenler aracılığı ile tarikatların örgütlenmeleri içine itildiler; gençler, gerçek dışı dini dogmalarla eğitilip yüksek öğrenime “hazırlandı”, ya da burjuvaziye kayıtsız koşulsuz hizmet etsin diye eğitildiler. Disiplin kurulları ” Müslüman ahlakına” uygun davranmayan, “ıslah olmaz” öğrencileri okuldan atmak için dönem boyunca çalıştı. Öğretmenler (ırkçı-gerici öğretmenler) sıkıyönetimin ihbarcıları olarak görev yaptı. 15-16 yaşında pek çok öğrenci, “anarşist”, “terörist”, “komünist” olduğu gerekçesiyle işkenceden geçirildi, tutuklandı.
Hiç kuşkusuz, ülke tarihinin bu en karanlık dönemin-de, gençliği sindirmek ve denetim altına almak için başvurulan yol ve yöntemlerin bütününü böyle bir yazı içinde sayabilmek bile olanaksızdır. Ama bu saydıklarımızla bile ne amaçlandığı açıkça görülür: Egemen sınıflar, ülke ve emekçilerin geleceğini düşünen, kendisi için de güvenli bir gelecek isteyen, özgürlük ve demokrasiden yana, baskısız, sömürüşüz bir dünya için mücadele eden bir gençlik istemiyorlardı, Onlar, burjuvazinin verdiği ile yetinen, kişiliksiz, “evet efendim”ci bir gençlik istiyorlardı. Ama bu isteklerini bütünüyle gerçekleştiremeyeceklerini de bildiklerinden, kaba zor ve ideolojik baskıyla, feodal-burjuva dünya görüşüyle eğitilmiş, kafası gerçek dışı bilgilerle doldurulmuş, işe yaramaz bir gençliğe bile razıydılar. Ama ellerindeki bütün olanaklara karşın bunu da başaramadılar. Belki bir kuşak gençlik çok sıkıntı çekti, pek çok değerinden de taviz vermek zorunda kaldı, ama gençliğimiz Cunta’ya ve arkasındakilere teslim olmadı. Kendisinden önceki kuşakların olumlu değerlerini bu zor koşullarda bile korudu ve koşullar bu değerlerin yeniden gün ışığına çıkmasına elverdiğinde geçmiş gençlik mücadelesinin değerlerini koruduğunu göstermekten geri kalmadı.
Cunta, YÖK yasası ve giderayak çıkardığı dernekler yasasıyla gençliğe karşı tutumunu yasalara geçirdi.
1983 seçimleriyle görünüşte yeni bir döneme girildiyse de, üniversiteler ve orta öğrenim gençliği üstündeki baskılarda bir değişiklik olmadı. Emekçi gençlik için ise yaşam koşulları daha da ağırlaştı: izlenen politikalar sonucu olarak eğitim yaşındaki gençler daha büyük kitleler halinde burjuvazi için ucuz emek kitlesi olarak işgücü pazarına sürüldü.
1983 seçimleriyle “gençlik üzerindeki baskılarda bir değişiklik olmadı” demek, aslında 12 Eylül’ün “sivil” sürdürücüleri olan ANAP iktidarı için “haksızlık” olur. Çünkü ANAP’la birlikte baskı ve şiddet politikasına yeni bir unsur eklendi: “Sizi seviyoruz gençler”, “size güveniyoruz gençler”, “siz de bizi sevin, bize güvenin” edebiyatı…
Cunta, zor ve baskının bütün araçlarını kullanarak gençliğin üstüne çullanmıştı, ama gençliği “kazanmakta” bir başarı sağlayamamıştı. Egemen sınıfların pervasız savunucusu ANAP’ın bu başarısızlığı görmemesi olanaksızdı. Öyle de oldu. Bu yüzden de ANAP iktidarı, gençlik üstündeki baskıyı azaltmadan, gençliğe karşı yeni bir propaganda kampanyası başlattı. ANAP, gençleri sevdiği ve gençliğe güvendiği propagandasına inandırıcılık kazandırabilmek için “YÖK’e karşı” olduğunu, “özgür bir eğitimden ve üniversiteden” yana olduğunu, “YÖK yasasını değiştirerek ” özgür bir eğilim ortamı sağlayacağını, “gençlerin ülke sorunlarıyla uğraşmasının doğal” olduğun, bundan korkmadıklarını vb. ilan etti ve gençleri kendi safına çekmek için yoğun bir kampanya başlattı. Bu kampanya başlangıçta gençlik içinde özellikle TKP ve TİP çevresinin etkisi altındaki kesimlerde yankı buldu. ANAP’tan demokrasi bekleyen bu çevreler, gençlik içinde de aynı hayalleri yaydılar ve gençliğin baskıya karşı mücadele isteğini, Meclise dilekçeler vermek, araya HP milletvekillerini ve SODEP yöneticilerini sokarak gençliği bu partilerin potansiyel gücü haline getirmeye çalıştılar. Ama aradan geçen uzun zamana karşın, ANAP hükümetinin ne baskıların azaltılması ne de YÖK Yasası ve eğitimi ilgilendiren diğer yasalarda bir değişiklik yapma niyetinde olmadığı görüldü. Aksine, ek olarak, gençlik içinde çeşitli türden tarikatların etkinliği de ANAP hükümetinin desteği ile hızla arttı.
ANAP hükümetini bir diğer “iyileştirme” uygulaması da emekçi gençliğe karşı oldu: Meslek okullarında okuyan, geleceğin eğitilmiş işçileri olacak olan yüz binlerce genç, staj adı altında burjuvaziye ucuz işgücü kitlesi olarak sunuldu. Meslek liselerinde okuyan her gence haftada üç gün bir işyerinde fiilen çalışma zorunluluğu getirildi. Buna göre, öğrenciler mesleği ile ilgili bir işyerinde haftada üç gün fiilen çalışacak ve bu çalışma karşısında ise asgari ücretin üçte biri kadar bir ücret alacaktı. Üstelik bu öğrenci-işçiler, ne sendikalı ne de sigortalı olamayacaklardı. Bu açıkça öğrencilerin azgınca sömürülmesiydi. Dahası bu uygulamaya zaten işsizliğin had safhada bulunduğu ülkede, işsiz gençler ve genç işçilere * karşı öğrencileri kullanarak ücretleri düşürmek için burjuvaziye sunulan bir olanaktı. Daha sonraki yıllarda görüldüğü gibi, kapitalistler, bu öğrenci işçileri canlarının istediği gibi çalıştırırken, aynı zamanda grevleri kırmak için de kullanmaya çalıştılar, kullandılar.
12 Eylülle başlayan süreç içinde, genç emekçilerin sömürülmesinin artırılmasına yönelik diğer bir uygulama ise, çıraklığın ve çırak okullarının yaygınlaştırılması oldu.
Teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak çıraklığın kalkması kapitalizmin işleyen bir kuralıyken, “çağ atlayan”, “ileri teknoloji yatır unları yapan” Türkiye’de çıraklık daha da genelleştirildi. Elbette bu, teknolojinin ihtiyacından değildi. Kapitalistlerin ucuz işgücüne duyduğu iştahtandı. Nitekim bugün çıraklar, bir işçinin sahip olduğu hiçbir sosyal ve yasal hakka sahip olmadan çalışmakla, kapitalistin “vicdanından kopan” bir ücret karşılığı yıllarca çırak statüsünde, kapitalistlerin karına kar katmaktadırlar.
12 Eylülle başlayan süreç sadece kentlerdeki emekçi ve öğrenci gençliği baskı ve zulmün boy hedefi haline getirmekle kalmadı, kırsal alandaki gençler de bundan nasibini aldı. Kitle halinde gençlerin gözaltına alınıp günlerce işkenceden geçirilmesi, tutuklanması, ya da “sorgusuz sualsiz” kurşuna dizilmesi olağan bir uygulama oldu. Bugün de Kürt gençler için aynı uygulamalar daha da artırılarak sürdürülmektedir.
Kısaca söylenecek olursa; 12 Eylül dönemi ve 1983 seçimleri sonrasında sürdürülen örtülü 12 Eylül dönemi, gençliğe acı ve zulümden başka bir şey vermedi. Bugün de, üniversiteler ve yurtlarda kışla disiplini polis zoruyla sürdürülmeye çalışılmaktadır ve; orta ve yüksek öğretim kurumlarında yönetim tümüyle faşist ve dinci çevrelerin elindedir. Öğrenci gençlik içinde çeşitli türden tarikatlar hükümetin tam desteğinde örgütlenmektedir. 12 Eylül döneminin yasaları küçük değişikliklerle yürürlüktedir. YÖK ise aradan geçen 7 yıla karşın dimdik ayakta durmaktadır.
Emekçi gençlik için ise, yaşam her geçen gün daha da zorlaşmakla, düşük ücret ve artık hiç bir anlamı kalmamış olan asgari ücretle bile iş bulmak, emekçi gençlik yığınları için bir sorundur. Kırsal alanda gençliğin orta çağ koşullarındaki yaşamı sürerken Kürt gençliği için bir çatışmada ya da bir kuşku üzerine yaşamını yitirmek olağan bir yaşam tarzı haline gelmiştir.
12 Eylül Sonrası Gençlik Mücadelesi ve Gençlik Örgütlerinin Sorunları:
Sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, 12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra gençlik hareketi de uzun bir dinginlik dönemine girdi.
1978 Aralık’ında ilan edilen sıkıyönetimden sonra büyük ölçüde yasal olanaklarını yitiren gençlik örgütlerinin pek çoğu, daha 12 Eylül öncesinde, etkinliklerini yitirmişti. 12 Eylül darbesi ise yasalcılığa dayalı gençlik birim örgütlerini ve Dev-Genç gibi anti-faşist gençlik örgütlerini bütünüyle işlemez hale getirdi. Bu açıdan diğerlerinden farklı bir konumda bulunan, legalist-reformist örgüt anlayışını reddeden YDGF ise 12 Eylül darbesinden sonra da varlığını sürdürdü, ancak Cunta’nın darbelerine o da çok uzun süre dayanamadı. Ve faaliyetini dar çevreler içinde sürdürmek zorunda kaldı.
12 Eylül darbesinden soma, bir süre daha devam eden küçük hoşnutsuzluk eylemlerini saymazsak, gençlik hareketinin 1984’e kadar sözü edilecek bir eylemine tanık olunamıyor. Ancak, 1984’den itibaren gençlik hareketinin yeni bir canlanış içine girdiği görülüyor. Özellikle revizyonistlerin etkisinin kırılmasıyla birlikte gençliğin, “özerk Üniversite”, “örgütlenme özgürlüğü” ve “siyasi özgürlükler” isteği ile hareketlenmesi olanaklı oldu.
1986’dan itibaren gençlik, bir yandan birim örgütlerini yaratma, öte yandan da, akademik haklan için bir atılım içine girdi: YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin özerkleştirilmesi, polisin üniversitelerden çıkarılması, eğitimin demokratikleştirilmesi, daha iyi okuma ve çalışma koşullan vb. talepler için harekete geçen öğrenci gençlik, uzun yıllardır sürülen depolitizasyon politikalarını parçalayarak ülke sorunları ve dünyada olup bitenlerle de ilgilenmeye başladı.
Bu yıllardan itibaren devrimci demokrat siyasi eğilimlerin ve Marksist hareketin de öğrenci gençlik içinde varlığım yeniden duyurmaya başlaması, öğrenci gençlik hareketinde olumlu bir etken oldu. Öğrenci kiüelcrinin mücadele ve örgütlenme isteği hızla artı. İşçi ve diğer emekçi kesimlerin hareketleri ile bir paralellik içinde öğrenci gençlik hareketi de 1987 ve 1988’de giderek yükseldi. Yükselişi boğmak isteyen hükümet ise, öğrenciler içinde-gerici faşist çevreler ve üniversite yönetimlerine dayanarak öğrencilere hoş görünecek atraksiyonları artırdı: bir yandan “gençliği seviyoruz” demagojisini yaygınlaştırırken, öte yandan üniversite-Milli Eğitim Bakanlığı işbirliği ile atanmış delegelerle oluşan bir “Gençlik Kurultayı”, Milli Eğitim Bakanı’nın “himayesinde” toplandı. Ama öğrenci gençlik, bu sahte kurultayı tanımadı. Ve toplantıyı protesto ederek terk etti. Böylece de onların öğrencileri ve gençliği nasıl “sevip”, “güvendiklerini” herkese gösterme fırsatı buldular! İçeride M. Eğitim Bakanı gençleri ne kadar çok sevdiklerini anlatıp bol keseden vaatler sıralarken; dışarıda, İçişleri Bakanlığı’nın polisleri gençleri kıyasıya coplayıp yakaladıklarını gözaltına alıyordu.
Böylece “Gençlik Kurultayı” daha toplantısı sona ermeden maskesini düşürmüştü. Hükümet ve YÖK tarafından kurulan tuzak bir kez daha işe yaramaz hale gelmişti.
1987 ve 1989 yıllan yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesinin toparlanıp kitleselleştiği yıllar oldu. Polisin üniversitelerden çıkarılması ve YÖK’ün kaldırılması isteminin öne çıktığı boykot ve gösteri türü eylemlere binlerce öğrenci katıldı. Yüksek okul birim dernekleri azım-sanamayacak bir kitleyi kapsar ya da etkiler duruma gelirken, dernekler yasasının değiştirilerek daha demokratik nitelikli hale getirilmesi için geniş öğrenci kitleleri hareketlendi.
Mücadelenin hızlı bir yükseliş içine girmesi, mücadeleyi engellemeye çalışan revizyonist ve reformcu çevrelerin etkinliğini kırarken devrimci demokrat ve Marksist harekete eğilim duyan çevrelerin etkinliğini artırıcı bir rol oynadı. Ama bu, gelişmenin sadece bir yanıydı. Diğer yanda ise; yükselen hareket içinde geçmişin olumsuz mirasının yeniden gün ışığına çıkmasıyla daha açık hale gelen mücadeleyi zayıflatan etkenler vardı.
Bu yazımın önceki bölümlerinde sözünü elliğimiz, yığınları ve onların mücadelesini önemsemeyen, kitle örgütlerinin gündelik ve devrim mücadelesindeki rolünü görmezden gelen anlayış gençlik mücadelesi içinde yeniden boy gösterdi. Siyasal eğilimleri farklı gruplar arasında çekişme, esasa ilişkin olmayan sorunların esas sorunlarmış gibi gündeme getirilip bitmez tükenmez tartışmalara dalınması, yığın taleplerinin göz ardı edilerek grup çıkartan doğrultusunda eylemlerin zorlanması, yığınların mücadeleye çekilerek eğitilmesi ve etkilenmesi yerine “göstericilikle” yığınları kazanmaya çalışmak vb. gibi eğilimler, yükselen öğrenci gençlik hareketi içinde olumsuz etkenler olarak ortaya çıktı.
Burada bu eğimler ve kökenleri üstüne biraz durmak zorunlu olacak. Çünkü bu zaaflar; bugün de, öğrenci, gençlik hareketini-hatta diğer kitle hareketlerini de tehdit eden başlıca zaaflar olarak görünüyor.
Her şeyden önce tarihsel materyalizm; bize, kitlelerin ancak kendi talepleri etrafında toplanıp mücadeleye alıklıklarını, yığınlarda bu eğilimin açıkça görülür hale gelmesinin ancak mücadelenin belirli bir aşamasından itibaren olanaklı olduğunu gösteriyor. Bu yüzden de, talepleri ve mücadelenin gerekliliğini kavrayan kitlelerin ileri kesimlerinin, başka bir söyleyişle, kitlelerin az-çok bilinçlenmiş kesimlerinin, kitlelerin geri kesimlerini kazanmak, onlara nasıl mücadele etmelerini öğretmek yükümlülüğü ortaya çıkıyor. Bizim ülkemizde bu durum, kitlelerin ileri kesimlerini çeşidi siyasi eğilimler etrafında toplanması nedeniyle, kesimlerin mücadeleye çekilmesi faaliyetini, bu siyasi eğilimlerin faaliyetleri olarak ortaya koyuyor. Bu durum, kitle mücadelesi içinde siyasi gruplar arasında bir mücadeleyi de gündeme getiriyor. Bu hem doğal, hem de kaçınılmaz bir durum. Burada doğal ve kaçınılmaz olmayan ise, yaşanan bunca deneyime karşın, eski yanlışların tekrarlanması, yığınların ve yığın * örgütlerinin kitle mücadelesinin içindeki rolünün kavranmamış olmasıdır.
Gerçekten de, 1980’li yılların ikinci yansında gelişip yükselen öğrenci gençlik mücadelesine bakıldığında, 1970’lerin ikinci yarısındaki öğrenci gençlik mücadelesinin zaaflarının neredeyse aynen tekrarlandığı görülüyor.
Gençlik içinde değişik siyasi eğilimlerin varlığı ile gençliğin bütününün aynı talepler etrafında birleşip hareket etmesi arasındaki çelişmenin çözümünün bir ifadesi olan “propaganda ve ajitasyonda özgürlük eylemde birlik” ilkesi yaşanan bunca deneye karşın 1985’lerden sonra bile, tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi çeşitli guruplarca reddediliyordu. Bu ise daha baştan gençlik hareketi içinde olumsuzluk, bölücülük tohumları atmaktı. Gerçi bu ilke, 1989’dan itibaren üstü kapalı bir kabul görse de, bu yanlış anlayış temelden reddedilmediği için bugün bile pek çok gereksiz tartışma ve sürtüşmelere s kaynaklık etmeye devam etmektedir.
Grupçuluk illeti; bugün de gençlik hareketini kemiren başlıca eğilimlerden birisi olarak sürmektedir. Ve gençliğin ileri kesimleri bugün de, enerjilerini bu yüzden boşa harcamaktadır. Dahası bugün öyle bir noktaya varmışlar ki, gençlik içinde çok küçük bir kesimi temsil eden bir siyasi eğilim, kendi gurup çıkarlarına bile aykırı olan bir tutumla, tek başına “merkezi gençlik örgütü” kurduğunu ilan edebilmektedir. Gerekçesi ne kadar keskin sözcüklerle ifade edilirse edilsin, bu tutumun “kör grupçuluk” ötesinde inandırıcı bir nedeni gözükmemektedir.
Öte yandan göstericilik eğilimi; yığın mücadelesini baltalayan, gençliğin ileri kesimleriyle geri kesimleri arasındaki bağı zayıflatıp koparan bir tutum olarak ortaya çıktığı görülüyor. Yığınların taleplerinden kopuk, ya da yığınların taleplerini görünüşte ifade eden ama yığınlar adına hareket eden küçük gurup eylemelerinin her derde deva eylemlermiş gibi bir alışkanlık haline getirilmesi, ileri öğrenci gençlik kesimlerini geniş yığınlardan tecrit eden eylem türü olarak, mücadele içinde olumsuz bir rol oynadı; bugün de bu olumsuz rolü oynamaya devam ediyor.
Gençlik hareketi içinde hangi dönemlerde hangi taleplerin öne çıkarılacağı, geniş öğrenci gençlik kesimlerinin mücadeleye nasıl çekileceği, gündelik taleplerle anti-faşist mücadele talepleri arasındaki bağın nasıl kurulacağı, emekçi gençliğin mücadelesi ile öğrenci gençliğin mücadelesinin birliğinin nasıl gerçekleştirileceği gibi gençlik harekelinin temel sorunları yok sayılırken, gençlik örgütlenmesi ile ilgili olarak kurulan platformlar, birim örgütlerinde “demokratik” yön ne kadar fazla “merkezi” yön ne kadar az olmalı, birim örgütüne bütün öğrencileri mi yoksa bazı öğrenciler mi üye olmalı, dernek tüzüğünde “anti-emperyalist anti-faşist” ilke olmalı mı olmamalı mı gibi, sonuçta hiç bir şey çıkmayacak, çıksa da esası ilgilendiremeyecek sözde sorunları gündemlerinin esas sorunu yapmışlardır. Bu tartışmalar aylarca, hatta yıllarca tam bir aydın gevezeliği içinde, küçük-burjuva dar kafalılığı ile sürdürülmüştür.
Yukarda sözünü ettiğimiz ve bunlara benzeyen, gençlik hareketini kemiren sayısız zaaf bugün de yaşamaktadır.
Gençlik hareketinin, geçmişten buyana süregelen zaaflarını az çok bilen birisi için bugünkü tablo karamsar görünür ve bunca zaafın allından kalkılması olanaksız gibi görünürse de durum pek öyle değildir. Görünenin arkasına, nedenlere bakıldığında, bütün bu zaafların esasta devrim mücadelesi ve kitleler ile kille örgütleri arasındaki ilişkinin kavranmamış olmasında yattığı açık bir biçimde görülür.
Özgürlük Dünyası, bu soruna bugüne kadar değişik vesilelerle defalarca değindi. Ama bugün, bu vesile ile soruna bir kez daha, gençlik mücadelesi açısından değinmekte yarar görüyoruz:
Marksizm’in en temel önermelerinden birisi, “tarihin karşıt sınıflar arasında bir mücadele” olduğu gerçeğidir. Son tahlil ilerlemeyi belirleyecek olan karşıt sınıflardan hangisinin üslün geleceğidir. Açıktır ki; burada sınıftan kastedilen, sınıfın ileri orta ya da geri kesimleri değil bilfiil olarak sınıfın bütünüdür. Bu açıdan bakıldığında, gençlik mücadelesi, ya da özel olarak öğrenci gençlik mücadelesi denildiğinde sözü edilen bir avuç karşı devrimci dışında, gençliğin bütününün mücadelesidir. Bu yüzden de, öğrenci gençliğin talepleri denildiğinde, bütün bu geniş kitlenin taleplerinin, öğrenci gençliğin mücadelesi denildiğinde bütün bu geniş kitlenin mücadelesinin ve nihayet, öğrenci gençliğin birim örgütleri denildiğinde de bütün bu geniş kesimi kucaklayan, en azından ilkeleri açısından bütün bu geniş kitleyi içine alacak potansiyeli taşıyan kitle örgütlerinin anlaşılması gerekir. Bu bağlantı gözden kaçırılarak; “kitle”den çeşitli siyasi eğilimler etrafında toplanmış küçük bir çevre anlaşılır, mücadeleden bu çevrelerin mücadeleye katılması kastedilir ve birim örgütleri ve merkezi gençlik örgütü bu çevrelerin koalisyon ihtiyaçlarına yanıt verecek biçimler olarak anlaşılırsa sonuçta hiçbir yere varılamaz. Ve bugün olduğu gibi tam amaca varıldığı sanıldığı anda, amaçla araçların çelişmesinden ortaya çıkan çürüme, dağılma, yozlaşma kaçınılmaz olur.
Hiç kuşkusuz bundan, talepler belirlenince bütün öğrenci kitlesinin hemen mücadeleye atılacağı, kitlelerin hemen birim örgütlerinin çatıları allında toplanacağı anlamı çıkarılamaz. Tersine, mücadele ve örgütlenmeye katılımın en ileri kesimlerden başlayarak nispeten yavaş yavaş olacağı açıktır. Ama ihtiyaçlar, talepler, sorunlar ve çözümleri bu perspektifle ele alınmazsa geniş yığınları seferber edip kucaklamak hiçbir zaman olanaklı olamayacaktır. Bugün olan da budur: İşçi ve öteki emekçi kesimlerin mücadelesi yükselirken, (öğrenci gençliğin sorunları tedricen çözümlenmek biryana günden güne büyürken), son yıllarda Öğrenci eylemlerinin gerilemesi, birim örgütlerindeki öğrencilerin sayısının mutlak olarak bile azalması başka ne anlama gelebilir?
Sözünü ettiğimiz yanlışlar, birim demekleri ve merkezi gençlik örgülü tartışmaları içinde kendisini daha açık bir biçimde ortaya koyduğu görülüyor.
1986 sonlarından başlayarak süregelen tartışmaların ana konusunun, birim örgütlerinin nasıl olacağı, “anti-faşist” ilke koşulunun bu derneklerin tüzüğünde yer alıp alamayacağı bu ilkenin nasıl yorumlanacağı, konusunun olduğu görülüyor. Bu konuda bir fikir birliği sağlanamadı için de pek çok önemli sorun gündeme giremiyor.
Yeni Çözüm, Yeni Demokrasi, Kıvılcımcılığın çeşitli versiyonları ve eski Dev-Yol geleneğinin sürdürücüsü olduğu iddiasındaki öğrenci çevreleri bu ilkenin birim örgütleri ve merkezi gençlik örgütünün “eleyici ilkesi” olması gerektiğini savunuyorlar. Eğer bu ilke olmazsa, bu örgütlerin anti-faşist olamayacağını, her gelenin içinde yer alacağı ekonomist örgütler olacağını iddia ediyorlar.
Bu yazı boyunca söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, burada bir birine karıştırılan bir kaç şey var: Birincisi, birim örgütlerinin kategorik olarak bütün örgüt biçimleri için en alt biçim olduğu, dolayısıyla yığınların ilk bilinçlenmelerinin bu örgütler içinde gerçekleşeceğidir. Bu durumda, “bu örgütlere katılacak kitleler “anti-faşist” bilinci hangi örgütte aldıktan sonra birim örgütüne katılacaktır” sorusu akla gelir ki, bu sorunun gerçekçi bir yanıtı yoktur. Ya da, birim örgütlerinden daha alt seviyede kitle örgütü biçimleri mi yaratılacaktır, yoksa kişiler önce birim örgütü dışında örneğin “eğitim gruplarında” eğitilerek, bu eğitimi tamamlayanlar mı birim örgütüne girecektir? Elbette her iki varsayım da saçmadır. Tersine kitleler, o anki kendiliğinden var olan bilinçleriyle, belki de sadece gündelik çıkartan uğruna mücadele etmek için kitle örgütüne katılacaklar ve o mücadele içinde siyasal bilinci elde etme şansını elde edeceklerdir. Bu yüzden de, bu türden bir örgütlenme içinde “anti-faşist” ilkesini; örgüte girmek isteyenleri seçmek için getirmek, o örgütü daha baştan geniş öğrenci gençlik yığınlarından tecrit etmek anlamına gelir. Karıştırılan ikinci şey ise, bir kitle örgütünün siyasi niteliğini belirleyen şeyin onun tüzüğünün kimlere açık olup olmasıyla ilgisi olmadığıdır. Kitle örgütünün, reformcu mu ekonomist mi, yoksa devrimci mi olduğunu iki şey belirler. Birincisi o kitle örgütünün çatısı altına topladığı kitlelerin azami taleplerinin mevcut düzen içinde gerçekleşip gerçekleşemeyeceği, ikincisi ise; o kitle örgütünü yönlendiren siyasi eğilim ya da eğilimlerin devrimci mi yoksa reformcu mu bir mücadele çizgisi izlediğidir. Hiç kuşkusuz gençliğin ve onun bir parçası olan öğrenci gençliğin taleplerinin, bugünkü düzen içinde, gerçekleşme olasılığı yoktur. (Yukarda sözünü ettiğimiz bütün siyasi eğilimler de böyle düşündüğü için burada “neden yoktur?” sorusuna girmeyeceğiz) Öyleyse geriye, harekete yön veren siyasal eğilimlerin tutumu kalmaktadır ki; bu da onların mücadele içinde gençlik kitleleriyle bağ kurma düzeyiyle ilgilidir. Eğer devrimci siyasal eğilimler mücadele içinde doğru tavır alır, gençliğin taleplerini savunur, önderliklerini yığınlara kabul ettirirlerse birim örgütleri devrimci bir mücadele çizgisine çekilmiş olur. Yok, eğer devrimciler sağ ya da “sol” bir çizgi izler, yığınlarla doğru bağlar kurup geniş kesimleri mücadeleye çekemezlerse, gençlik mücadelesi reformcu bir çizgiye düşer, gençlik örgütleri de tüzüklerinde ne yazarsa yazsın reformcu düzen örgütlerine ya da sözde kitle örgütlerine dönüşürler. Tıpkı sendikalar ve diğer emekçi sınıf ve tabakaların kitle örgütlerinde olduğu gibi.
Soruna biraz daha yakından bakıldığında, birim örgütlerinde “anti-faşist” ilkeyi örgüte girmek isteyenleri seçmek olarak yorumlayan siyasi eğilimlerin düşüncelerinin ardında, birim öğütlerini anti-faşist mücadelenin bir aracı olarak görmemeleri yatar. Çünkü onlara göre bu tür yığın örgütleri “ekonomik-demokratik”, “akademik-demokratik” mücadelenin araçlarıdır. Bunlar, anti-faşist mücadele içinde yer alamazlar. Bu yüzden de tüzüğü “anti-faşist” ilkeyi eleyici bir ilke olarak yorumlamayı bu örgütlerin anti-faşistliği için zorunlu görüyorlar. Oysa sınıf mücadeleleri tarihi bize gösteriyor ki; emekçi sınıfların ve gençliğin birim örgütleri siyasi mücadelenin de (yani anti-fasit mücadelenin de) araçlarıdır ve devrimci öncü en geniş yığınları bu temel kille örgütleri aracılığı ile siyasi mücadeleye çeker. Eğer bunlar varsayıldığı gibi, salt ekonomik mücadelenin ya da reformlar uğruna mücadelenin araçları olsaydı, devrimci öncünün ya da devrimci demokrat siyasi eğilimlerin bu örgütlerin içinde yer alması, onları örgütleyip güçlendirmesi pek anlamsız olurdu. Olsa olsa onları yıkıp dağıtmak, içindeki yığınları devrim için mücadele edecek yığın örgütlerine götürmeye çalışmaları gerekirdi.
Değişik siyasi eğilimlerce çok önem veriliyor görüntüsü verilmesine karşın, bugün öğrenci gençliğin örgütlülük düzeyi de pek iç açıcı değildir.
1980’lerin ikinci yansından itibaren, özellikle yüksek öğretim kurumlarında girişilen örgütlenme çalışmaları yukarda sözünü ettiğimiz zaaflar nedeniyle mücadelenin ihtiyaç ve boyutlarına uygun bir gelişme gösteremedi. Başlangıçta öğrenci çevrelerince heyecanla karşılanan birim örgütleri, beklentileri karşılamaktan uzak kalınca, giderek büyüyen değil küçülen bir eğilim kazandılar. Başlangıçta, başlıca büyük şehirlerdeki hemen tüm yüksek öğrenim kurumlarında oluşturulan öğrenci demekleri buyandan polis ve YÖK’ün öte yandan da, küçük-burjuva siyasi eğilimlerin sekter ve grupçu tutumları ile revizyonist mihrakların bozguncu faaliyetleri sonucu işlevsiz kaldılar. Yasal olarak kurulmuş olanlar bile kısa sürede tüzel kişiliklerini yitirdiler.
Bu olumsuz eğilim çoktandır sürmesine karşın, bu eğilimin tersine çevrilmesi için girilmesi gereken yol; öğrenci yığınlarının taleplerinden hareketle mücadelenin ilerletilmesi, geniş yığınları mücadele içinde örgütlemek olması gerekirken, küçük gurupların yığınlardan kopuk gösterileri, sloganlarla sınırlı bir ajitasyonla durum kurtarılmaya çalışıldı.
Derneklerin giderek küçülme eğilimlerine girmesi, gurupçu eğilimlerle birleşince, çeşitli siyasi eğilimler arasındaki çelişmeler de keskinleşti, öğrenci gençlik platformundaki çelişmeler derinleşti ve Dev-Genç yanlısı öğrencilerin platformu terk etmesiyle başlayan bölünme, bu gurubun geçtiğimiz aylar içinde bir “merkezi gençlik örgütü” kurduğunu açıklamasıyla doruk noktasına vardı.
Hiç kuskusuz bu tutum, gerekçesi ne kadar parlak sözlerle savunulursa savunulsun, açıkça bölücü bir davranıştı. Birim örgütlerinde bile az çok bir kitlesellik sağlanmadığı koşullarda, dahası bütün devrimci demokrat ve Marksist siyasi eğilimin öğrenci kitlesinin çok küçük bir kesimini kucakladığı koşullarda, bir siyasi eğilim salt kendi taraftarlarına dayanarak “merkezi gençlik örgütü” kurması mantıklı bir açıklaması olmayan bir tutumdur.
Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz zaaflar varolan yükseköğrenim gençliği mücadelesi ve onun kitle örgütlenmesinin zaaflarıydı. Ama yüksek öğrenim gençliği her milliyetten Türkiye gençliğinin sadece küçük bir bölümüdür. Ne var ki pek çok siyasi eğilim, “gençlik” dendiğinde, sadece öğrenci gençliği, gençlik mücadelesi dendiğinde de sadece öğrenci gençlik mücadelesini anlıyor. Oysa Türkiye genç insanlar ülkesidir. Ve milyonlarca işçi ve emekçi genç de diktatörlük tarafından ezilip baskı altında tutulurken, sendikasız, sigortasız, eğitimsiz, okulsuz, geleceği karartılmış olarak çalışmaya ve yaşamaya zorlanmaktadır.
İşçi ve emekçi gençlik, öğrenci gençliğin mücadele olanaklarından yoksundur, ama bu onların mücadele içinde yer almadıkları ya da alamayacakları anlamına da gelmez. Tersine 1970’li yıllarda emekçi gençler kemlerde bir yandan ekonomik mücadele içinde yer almışlar (çırak dernekleri vb.) öte yandan da, semtlerde ve kırsal alandaki anti-faşist mücadelenin en önünde yer almaktan çekinmemişlerdir. Bugün de, bu alanda bir kaynaşma vardır ve sınıf hareketinin yükselişine paralel olarak çıraklar, işsiz gençler, eskisine göre daha yavaş ama daha derinden görünen bir istekle devrime ve sosyalizme yönelmektedir. Elbette bu devrim ve sosyalizm mücadelesi için son derece önemli bir olanaktır ve bunun görmezden gelinmesi yanılgıların en büyüğü olacaktır.
Kırsal kesim gençliği ise, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak her gün daha büyük bir ölçüde topraksız ve işsizlikle yüz yüze gelerek bir yandan büyük metropollere yönelerek işçi sınıfına, işçi gençliğe katılırken, bir yandan da tarım proletaryasına katılmakta, ya da orta ve yoksul köylü gençlik olarak kırsal alandaki devrim mücadelesinin asıl dinamik gücünü oluşturma potansiyelini taşımaktadır. Dahası daha şimdiden Kürt köylü gençliği ulusal harekelin asıl sürükleyici gücü olduğunu kanıtlamış durumdadır.
Bu açıdan bakıldığında, ülkemizde devrimci demokrat eğilimlerin en büyük zaaflarından birisinin, gençlik hareketi olarak sadece öğrenci gençliği görmüş olmasıdır dersek bir abartma yapmamış oluruz.
Gerçi, 1970’lerdeki gençlik ve onun mücadelesine ilişkin çözümlemelere bakıldığında, Marksist hareketle çeşitli devrimci demokrat eğilimler arasında bu konuda yoğun tartışmalar yapıldığı, Marksist hareketin bu zaafa önemli dikkat çektiği, hatta bu konuda önemsenecek pratik adımlar attığı görülürse de, öğrenci gençliğin mücadelesi ve onun sorunlarının yine de ağırlıkta olduğu, emekçi gençlik sorunları ve bu alandaki çabaların genel gençlik mücadelesi içinde hak ettiği ağırlıkta yer almadığı görülür. Bu nedenle de gençlik mücadelesi hep bir ayağı eksik, nicelik olarak dar, nitelik olarak da emekçi gençliğin amaçlarını da kapsamaktan ve bu yüzden de süreklilikten uzak kalmıştır.
Hiç kuşkusuz öğrenci gençlik mücadelesi içinde yer almak ve onun sorunlarıyla uğraşmak; öğrenci gençliğin toplumun diğer kesimlerinde fiziki olarak da ayrılmış; sorunlarının nispeten çok daha kolay belirlenebilir, en azından 25-30 yıllık kendine özgü bir tarih oluşturuyor ve bugün gençlik hareketi içinde yer alan ileri unsurların öğrenci kökenli olması vb. nedenlerle devrimci gençler için bu alan daha çekici gelmektedir. Ama sınıflar mücadelesi ve bu mücadelenin geleceği açısından emekçi gençlik mücadelesinin yükselmesi ve mücadelenin genci gençlik mücadelesine bağlanması hayati önemde görünmekledir. Bu eksikliğin giderilmesi gençlik mücadelesi için hayati öneme sahip bir etkendir ve özellikle Marksist gençlik kesimi bu yöneliş içinde olmadan kendisine düşen grevi yerine getirememiş olur.
Bir bütün olarak gençlik mücadelesine bakıldığında şu saptamaları yapabiliriz:
* Türkiye gençliği uzun bir geçmiş mücadele tarihine sahiptir ve bütün zaaflarına karşın bu tarih örnek alınacak pek çok tutum ve deneyimle doludur. Diktatörlüğün bütün ezme çabalarına, gençliği düzene bağlamak için elindeki her olanağı kullanmasına karşın gençliğimiz devrim ve sosyalizm mücadelesinden yana bir tutum içinde olmakta direnmiştir ve bugün de bu yolda yürümektedir.
* 12 Eylül darbesinden sonra çok geri bir çizgiden mücadeleye başlamak zorunda kalmış olmasına karşın gençliğimiz, 1984’ten itibaren yeni mevziler kazanarak ilerlemiştir. Bugün henüz mücadele esasta akademik mücadelenin sınırlarını aşmış görünmüyorsa da, içinde bulunulan nesnel koşullar ve gençliğin talepleri göz önüne alındığında gençlik mücadelesinin büyük sıçramalar yapma potansiyelini taşıdığı, sadece potansiyel olarak değil pratik olarak da bir sıçrama yapmanın eşiğinde bulunduğu görülebiliyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz zaaflar nedeniyle, özellikle öğrenci gençlik hareketi henüz olması gereken yerde değildir, ama devrimci bir kabarış için de bütün öğeleri bağrında biriktirmektedir.
Her milliyetten Türkiye gençliği, özerk üniversite, eşit, demokratik ve parasız eğitim, örgütlenme ve siyasi mücadele özgürlüğü, iş, emek, özgürlük, insanca yaşam koşulları ve ulusal eşitlik istiyor.
* Gençlik hareketinin gelişmesinde, diktatörlüğün ve burjuvazinin gençlik mücadelesini ezme ve gençliği düzene bağlama çabalarının boşa çıkarılması için gençlik hareketinin örgütlenmesi doğru ve yeterli bir önderliğe kavuşturulmasının hayati bir önem taşıdığı görülüyor. Bugün gençlik örgütsüz, güçleri dağınık, ileri kesimler arasındaki birlik ve birliğin gerçekleşeceği sağlıklı bir platformdan yoksundur. Birleşmiş ve güven verici bir önderliğin oluşması hayati öneme sahip bir etken olarak öne çıkmaktadır.
* Bugün açıkça görülen bir zaaf ise, gençliğin ileri kesimleri ile geniş gençlik yığınları arasındaki bağın kopukluğudur. Bu zaafın aşılmasının yolu ise; gençliğin bugün içinde bulunduğu “geri” mücadele biçimlerini küçümsemeden, gençliğin bugün öne sürdüğü kısmi ekonomik-akademik talepleri, manevi ve kültürel isteklerini gözeterek, işyerleri ve eğitim kurumlarında mücadelenin bütün biçimleri içinde yer alarak, bu mücadele içinde ve önünde onu yeni hedeflere yöneltmekten geçmektedir. Elbette ki bu yaklaşımın, ancak, bu taleplerden kalkıldığı ama onlarla sınırlanmak yerine, onları emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle birleştiren bir perspektifle yürütüldüğü ölçüde bir anlam taşıyacaktır.
* “Gençliği kazanmak geleceği kazanmaktır” önermesi tarihin kanıtladığı bir önermedir. Gelecek toplumsal düzen ise, bütün geri dönüşlere ve bugün sosyalizm düşmanlarının tersine iddialarına karşın sosyalizmdir. Gençliğin istemlerinin yerine gelmesi ise ancak sosyalizmle olanaklıdır. Bu yüzden de gençlik mücadelesini sadece ekonomik-akademik, ya da özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle sınırlamak geniş gençlik yığınlarının özlem ve taleplerinin tam ifadesi olamaz. Gençlik mücadelesinin özgürlük ve demokrasi mücadelesi ile sınırlanması gençlik ve onun önderliği arasında giderek derinleşen bir çelişki anlamına gelir. Öyleyse gençlik içindeki çalışmanın merkezinde, gençliği sosyalizme kazanmak, gençliği bu temelde çeşidi örgüt biçimleri içinde örgütlemek perspektifi olması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm gençliği bu perspektifle mücadeleye çekmek gözden kaçırılmaması gereken bir görevdir.
* Görev sınıf mücadelesinin pratiği, gerekse ülkemiz gençlik mücadelesinin tarihi gençliğin ancak örgütlenerek mücadeleye çekilebileceğini ve ancak mücadeleye çekilebildiği ölçüde örgütlenebileceğim göstermektedir. Öğrenci gençlik bu diyalektik ilişkinin farkına vardığı için birim örgütleri oluşturmaya yöneldi, ama bu örgütler henüz kitleleri kavramış, onları kendi çatıları altında toplamış, dolayısıyla adına layık örgütler olabilmiş değildir. Ama bu örgütler durdukları yerde, şu da bu yolla uyanan öğrencilerin çatıları altına gelmelerini bekleyerek de kitlesel nitelik kazanamazlar. Ancak yığınların talepleri etrafında bir mücadele örgütleyerek yığınları kendi çatıları altına çekebilirler ve ancak yığınları kendi çatılan altına topladıkları ölçüde ve yığın hareketini örgütlü bir harekete dönüştürebilirler. Bunun başarılması ise, bu örgütlerin radikal bir biçimde ekonomik-akademik ve özgürlük mücadelesi içinde yer almalarıyla, tutarlı bir anti-faşist, anti-emperyalist çizgiye çekilmeleriyle olanaklı görünüyor.
* Bugünkü durumda, reformcu ve revizyonist çevreler bu örgütleri, yasalcı, ekonomik-akademik mücadele aracı olarak tutmak isterken, kimi “sol” çevreler ise sekter politika platformlarıyla bu örgütleri salt “siyasileşmiş gençlik örgütleri” durumuna getirmek isliyorlar. Oysa bunlar bütün öğrenci gençliğin kitlesel anti-faşist direniş merkezleri oldukları ölçüde anlam kazanacak, işlevini yerine getirebilecek kitle örgütleridir. Ne var ki, “sol” sekter çizginin bugün en ucunda bulunan Dev-Genç tarafından, bu örgütler, daha bugünden bölünmüştür. Ama bu, artık birim örgütlerinin işlevsizleştiği anlamına gelmez. Bu örgütlerin kitleselleşmesi ve merkezileştirilmesi halen öğrenci gençlik örgütlenmesinin başlıca sorunu olarak gündemdedir. Dev-Genç eğilimindeki gençler tarafından kurulduğu ilan edilen “merkezi gençlik örgütü” ise, sekter çizgisi ve kuruluş biçimiyle, bir süre belki varolacaktır, ama giderek işlevsizleşme, kurucularının beklediği faydacı amaçları gerçekleştirmekten uzak bir girişim olarak kalmaya mahkûm görünmektedir.
* Bugün gençlik mücadelesi içinde, şu ya da bu ölçüde yer alan pek çok siyasi eğilim etrafında kümelenmiş gençlik grupları vardır, ve bu, ülke özelikleri göz önüne alındığında doğaldır. Ancak bu gruplar arasındaki ilişkilerin gerektiği düzeyde ve sağlıklı bir biçimde yürüdüğü söylenemez. Tersine, bu ilişkilerdeki sağlıksızlık, özelikle öğrenci gençlik hareketini tehdit edecek boyutlardadır. Gençlik mücadelenin anti-faşist bir platformda birleşmesi için bu ilişkilerin grup çıkarlarından, sekterlik ve dar görüşlülükten arındırılması, anti-faşist bir gençlik cephesi ve örgütlenmesini yaratmak için zorunlu gözükmektedir. Bunun başarılması ise; elbette kolay değildir, ama başarılmadan da ciddi bir adım atılamayacağı bilinmek durumdadır. Mücadelenin geçmiş tarihinin de gösterdiği gibi, “birlikler” ve “ittifaklar”, ideolojik ilkeler üstünde olacak diye zorlamak yerine, talepler etrafında birlikler esas alınırsa; bir tek ortak talep varsa, onun için bile birliklerden kaçınılmazsa, sorunlar çözüm yoluna gireceği gibi, yığınların doğruyla yanlışı ayırması da bu süreçte gerçekleşeceğinden, hareket içindeki olumsuz kişi ve eğilimlerin tecridi ve tasfiyesi, hareketin toparlanması içinde sağlıklı bir sürece girilmiş olacaktır.
Az çok mücadelenin sorunlarıyla ilgilenen herkesin de görebileceği gibi; gurupçu, rekabetçi, sekter hatalara düşmeden, her birim, alan ve bölgede gençliğin gücünü birleştirecek anti-faşist, anti-emperyalist platformlar yaratılmaya çalışıldığında sorunların aşılmaması için bir neden görülmüyor. Özellikle gençliğe önderlik etmek isteyenler devrim ve gençlik mücadelesini güçlendirecek hiç bir tutumdan geri kalmamak zorundadır. Slogan rekabetinden ve gurup önyargılarından kesinlikle kaçınmak, gençlik içinde demokrasinin yerleşmesine çalışmak, küçük burjuva kökenden kaynaklanan rekabetçilik ve Kemalizm’den kaynaklanan despotik geleneği silip atmak, “propaganda ve ajitasyonda özgürlük, eylemde birlik” ilkesini herkes için savunmak, gençlik mücadelesinin t birleştirilmesi için atılması gereken adımlardan ilki olarak görünüyor.
* Sadece sınıfsal bakımdan değil, milliyetler düzeyinde de gençliğin birliği hayati bir öneme sahiptir. Bunun baş koşulu ise, gençlik saflarında milliyetçilik ve şovenizme karşı amansız bir mücadele açılmasıyla, resmi devlet ideolojisiyle uzlaşmayan bir çizginin izlenmesiyle, gençliğin enternasyonalist bir ruhla eğitilmesinden geçmektedir. Özellikle Türk kökenli gençliğin anti-şovenist tutum alması gençliğin birliği açısından bugün belirleyici öneme sahip bir etken olarak görünüyor. Gençlik mücadelesinin sorunları çok fazladır ve diktatörlük de gençlik hareketini ezmek için elindeki her olanağı kullanmaktadır. Ama soruna mücadelenin olanakları ve gençlik yığınlarının mücadeleci geleneği açısından ve yığınlara güvenen bir perspektiften bakılırsa gençlik hareketinin sorunlarını alt edebilmesi için her olanağa sahip olunduğu daha iyi görülür.
Sendikalar ve Gençlik Örgütleri Dışındaki Kitle Örgütlerinin ve Kitle Mücadelesinin Durumu
(Bu bölümde sözünü edeceğimiz mücadele daha çok şehir küçük burjuvazisinin bir bölümünü oluşturan kamu çalışanlarının mücadele ve örgütlenme çalışmalarıdır.)
Yazımızın bu bölümünde proletarya ve gençlik dışındaki emekçi sınıf ve katmanların bugün içinde bulundukları mücadele ve kitle örgütlerinin durumları ve sorunlarından söz edeceğiz, mücadelenin geleceğe yönelik ipuçlarını vermeye çalışacağız.
Son 30 yıllık mücadele tarihine bakıldığında, bu ara sınıf ve tabakalar içinde yer alan kitlelerin değişik tipte örgütlenmeler içinde yer aldıklarını, ancak, öğretmenler, dışında olan diğer emekçi kesimlerin istikrarlı bir örgüt ve örgütlenme geleneği oluşturamadıklarını görüyoruz. Gerçi bu kategoride olan yığınların bir kesimi olan doktorların Tabip Odası, mühendislerin ve mimarların Mimar ve Mühendis Odaları içinde örgütlendiği, avukatların Baro içinde yer aldığı görülüyorsa da, bunlar o tabakaların bağımsız kitle örgütü olma özelliğinden çok, yarı-resmi, devletin doğrudan denetiminde olan kamu kuruluşlarında çalışanlarla serbest çalışanların birlikte örgütlendiği kurumlar olması bakımından sözünü ettiğimiz kitle örgütlerinden farklı özellikler göstermektedir. Gerçi bu örgütler de, yönetiminde devrimci demokrat eğilimlerin bulunduğu ölçüde geçtiğimiz dönemde demokrasi mücadelesine katılmışlar bugün de bu potansiyeli taşımaktadırlar, ama yine de bu tabakaların sendikal mücadele örgütleri diyeceğimiz nitelikte örgütler olma özelliklerini taşımamaktadırlar. Bu yüzden de; bugün de, doktorlar, mühendisler, çeşitli işyerlerinde ücretli olarak çalışan avukatlar için sendikal hak ve özgürlükler acil bir talep olarak durmaktadır.
Bu kategorideki kitlelerin örgütlenmesi denildiğinde, bugün daha çok 657 sayılı Devlet Personel Yasası’na göre çalışan kişiler anlaşılmaktadır ve bu kişiler kamu kurum ve kuruluşlarında görev yapmaktadırlar. Bunların bir bölümü devlet memuru olarak bürokratik bir görev yerine getirirken diğer bir bölümü ise; öğretmenler, sağlıkçılar, teknisyenler, PTT çalışanları vb. gibileri ise; büro işi yapmadıkları halde “memur” statüsünde sayılmaktadır. Hatta bu kesim içinde işçi olarak, doğrudan kol gücüyle çalışan pek çok kişi de bulunmaktadır. Bugün bu statüde çalışan insan sayısı 1,5 milyon dolayındadır.
Yaptığı iş ne olursa olsun, bu kesimlerde çalışanların büyük çoğunluğu (bir avuç yüksek bürokrat ve teknokrat ile devlet mekanizması içindeki özel yerlerinde dolayı polis ve subayları biryana bırakırsak) emekçilerdir.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana bu kesimler ideolojik olarak “kutsal devlete hizmet ” ettikleri, bir “devlet görevlisi” olarak, öteki emekçilerden ayrı, onlara karşı devletin yanında olmaları bilinciyle eğitilmişlerdir. Ve uzun yıllar diğer emekçiler bu kesimlere korku ve imrenme karışımı duygularla bakmışlardır. “Düzenli” bir maaşa ve “emeklilik garantisine” sahip olmak ayrıcalığı, bu kesimleri avutan başlıca öğe olmuştur. Ve uzun yıllar bu kesim emekçileri; kendilerini “devletin kendilerinden iyi düşüneceği” hayalinin esiri olmuşlardır. Ancak 1960’lardan itibaren, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişi ve mücadele ile çalışma ve yaşama koşullarının düzeltilebileceğini gördükten sonra durumlarından hoşnutsuzluklarım ifade etmeye, daha çok hak talebi öne sürmeye başlamışlardır.
Bu uyanış surecinde mücadele edebilecek düzeyde ilk örgütlenenler öğretmenler olmuş, 1960’ların ikinci yansından itibaren bağımsız bir öğretmen harekeli yaratarak TÖS(Türkiye öğretmenler Sendikası) çatısı altında örgütlenmişlerdir.
TÖS 200 bin dolayında öğretmeni çatısı altında toplayan gerçek bir öğretmen kitle örgütüydü ve öğretmenleri değişik mücadeleler içine çekmeyi de başardı, ancak reformcu ve revizyonist etkiler nedeniyle de 1960 Anayasası’nı savunma, Kemalizm’in propagandasını yapma ötesinde ciddi gelişmelerin etkeni olamadı, ama öğretmen mücadelesi için olumlu bir temel yaratmak işlevini de yerine getirdi.
TÖS’ün 12 Mart darbecileri tarafından kapatılmasından sora da öğretmenler, bir adım geriden de olsa, yeniden örgütlenerek yine nispeten büyük bir öğretmen örgütü olan TÖB-DER’i kurdular. Sonraki yıllarda diğer kamu kesiminde çalışan emekçilerin bir bölümü de öğretmenlerin yolunu izleyerek çeşidi demekler içinde örgütlenmeye yöneldiler. Sağlık emekçileri, PTT çalışanları, teknisyenler küçümsenemeyecek kitleler halinde derneklerde örgütlendiler. İşçi sınıfı mücadelesi ve anti-faşist mücadelenin yükselişine paralel olarak da bu kesimler ekonomik ve siyasi mücadeleye katıldılar. Mücadele ve örgütlenme bilinci giderek genişlemesine ve derinlemesine olarak yaygınlık kazandı. Bu dönemde öne çıkan temel talep “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı” talebiydi.
12 Eylül darbesi diğer emekçileri hedeflediği gibi bu kesimde çalışanların mücadelesini de hedefledi. Darbeciler, harekete önderlik edenleri çeşidi nedenlerle “devlet memurluğuna layık bulmayarak” görevlerinden uzaklaştırdı ve bütün devlet dairelerinde bir kışla disiplini kurdu. Ama bu baskı ve terörün yanı sıra devlet memurluğunun “erdemleri” ve devletin ayakta kalması için memurların “önemi” konusunda bir propaganda başlatıldı. Memur nasıl olmalı, nasıl davranmalı, neleri düşünüp neleri düşünmemeli, kılık kıyafeti nasıl olmalı, törenlerde nasıl davranmalı, devlet büyüklerine karşı nasıl saygı göstermeli vb. hemen her davranışı, işyeri ve dışındaki tüm yaşamı yeni baştan “düzenlendi”. Bu kurallara uymayanlar işten atıldı. Ek olarak da memurların “seçkin” bir statüye kavuşturulması, geçim zorluklarının ortadan kaldırılması için devletin gerekeni yapacağını söylendi, örneğin, darbeciler ve akıl hocalarına göre devlet memurluğu ayrıcalıklı bir statüdür ve işçilerin ücretlerinin memurlardan fazla olduğu propaganda edildi; işlerin yürümesi ve devlet kurumlarına “anarşinin” girmemesi için 1970’li yıllarda “bozulan”, işçilerin memurlardan “daha yüksek ücret” alma durumları tersine çevrilmeliydi. Ama bu nasıl olacaktı? Cunta burjuvaziden alıp memura veremezdi; bu onların varlık nedeniyle çelişirdi. Buna da çare bulundu: 3 yıllık Cunta dönemi süresinde işçilerin gerçek ücretlerindeki düşüş daha da hızlandırılıp memurlarınki yavaşlatılarak, iki yıl içinde, durum tersine çevrilerek “memurların gönlü alınmaya” çalışıldı.
Böylece memurlar yeniden “seçkin” bir konuma getirildiler, ama buna karşın ücretler yine de bir memur ailesini az çok geçindirecek düzeye çıkmadı. Dahası, eski “iş garantisi” bile bütünüyle ortadan kalktı ve gelecekleri amirlerinin iki dudağı arasından çıkacak bir emre bağlı hale getirildi. Zor yaşam koşullarına memuru aşağılayan çalışma koşulları da eklendi.
12 Eylül’ün uzun sayılacak karanlık dönemi, kamu emekçilerini “hizaya getirmiş” gibi görünmüşse de giderek kötüleşen, berbat çalışma ve yaşam koşullarına işçi sınıfının yükselen mücadelesinin uyarıcı etkisi de akıtılınca; 1980’lerin sonlarına doğru, yine öğretmenlerden başlayarak kamu çalışanlarının mücadelesi, yeni bir yükseliş içine girdi. Değişik alanlardan kamu çalışanlarının ileri kesimleri değişik dernek örgütlenmeleri için de yer alırken “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı” talebi yaygınlaşarak öne çıktı.
Bugün varolan kamu çalışanlarının yasal örgütleri, (kamu çalışanlarına dernek kurma ve kurulmuş bir derneğe üye olması Bakanlıkların iznine bağlanmış olması nedeniyle “yasaklanmış” olmasına karşın) kimi boşluklardan yararlanılarak faaliyet göstermektedir. Ama kamu çalışanlarının son aylardaki eylemlerine bakıldığında, onların istem ve amaçlarının, bu demeklerin amaçlarını ve kitleselliğini çok aşan bir gelişim seyri izlediği görülmektedir.
Haziran ve Temmuz aylarında; sağlık, belediye, öğretmen, demiryolcu, PTT, ziraatçı vb. kamu çalışanları binlerce kişilik kitleler halinde yemek boykotundan sokak gösterilerine, polisle çatışmaya varan bir mücadele içinde oldular. Başlangıçta hoşnutsuzluğun nedeni hükümetin maaşlara yapılan Temmuz zammını % 25 olarak belirlemesini protesto gibi görüldüyse de, kamu çalışanlarını ayağa kaldıran neden, örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı için olduğu açıkça görüldü. Nitekim gösterilerde ve basın açıklamalarında öne çıkarılan istem “Grevli Toplusözleşmeli Sendika Hakkı” istemiydi. Dahası kamu çalışanları, “İşçi Memur El Ele Genel Greve” sloganını öne çıkararak, hak elde etmenin yolunun mücadeleden ve işçi sınıfı ile dayanışmaktan geçtiğini de fark ettiklerini ortaya koydular.
Son aylardaki gelişmeler izlendiğinde açıkça görülüyor ki; 1960 ve 1970’lerdeki kamu çalışanlarının mücadelesinin mirası bugünkü kamu çalışanlarınca unutulmamış, dahası bir üst aşamaya sıçrayacak ölçüde benimsenmiştir. Nitekim geçmiş yıllarda TÖS ve TÖB-DER gibi on binlerce öğretmeni kucaklayan, örgütleyen örgütlerin yaptığı eylemlerden daha etkin kitle eylemleri bugünkü cılız örgütlenmeler üstünde yükselebilmektedir. Ve görülen odur ki; kamu çalışanlarının örgütlenme ve sendika istekleri geçmiştekine göre kıyaslanamayacak ölçüde artmış, onları sokak çatışmalarına çekecek kadar derinden duydukları bir istek haline gelmiştir.
Öte yandan şu veya bu şekilde kurulmuş olan dernekler, bugün kitleleri harekete geçirmede elbette bir dayanak olarak işlev görmektedir, ama gelişmelere bakıldığında bu örgütlerin ilerleyen süreçte mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kalacağı da bir gerçektir.
Son yıllardaki, özellikle de son aylardaki gelişmeler kamu çalışanlarının mücadelesi açısından son derece olumlu gelişmelerdir.
Bugün örgütlenme ve mücadelenin seyrine bakıldığında şu etkenlerin öne çıktığı görülüyor:
Mücadele geçmiş kamu çalışanları mücadelesine göre yüksek bir düzeyde ve yığınları derinlemesine etkileyen bir gelişme potansiyelini açığa vurarak ilerlemektedir. Öte yandan kamu çalışanları, mücadelelerini ortak hedeflere yöneltecek bir örgütlenme sürecine girmişlerdir. Örneğin, 16 değişik kamu çalışanları alanından gelen temsilcilerden oluşan bir “Kamu çalışanları Sendikal Haklar Platformu” oluşturularak dayanışma ve mücadele için bir mekanizma oluşturulmuştur. Memur, öğretmen, sağlıkçı, maliyeci, ziraatçı, demiryolcu, adliyeci, PTT çalışanları, teknisyen, devlet denetleme memurları, mimar-mühendis ve doktorlar bu platformda temsil edilmektedir. Giderek platformun genişlemesi ve etkinliğinin artması beklenir bir olgu olarak görülmektedir.
Ancak, bütün bu olumlu etkenlere karşın, her kendiliğinden hareket gibi kamu çalışanlarını harekeli de olumsuz etkenler de taşımaktadır. Bu olumsuzlukların başında kitleselleşme sorunu gelmektedir.
Bugünkü kamu çalışanlarının mücadelesinin boyutları ve nispeten kısa geçmişi göz önüne alındığında, son bir ayda ortaya çıkan eylemlerin kitlesel karakteri bir gerçektir. Ama 1,5 milyon kamu çalışanı olduğu düşünülürse, bu hareketin henüz ileri memurları kapsayan, geniş kamu çalışanlarını mücadeleye çekemediğini, daha bugünden, saptamakta yarar olduğu da ortadadır. Çünkü sendika hakkı, sadece ileri kamu çalışanlarının bir talebi değil, bütün kamu çalışanlarını doğrudan ilgilendiren bir taleptir. Öyleyse, bugün mücadele içinde yer alan ileri kamu çalışanları, dünle bugünü kıyaslayarak “başarılı olduk” saptamasını yapmakla yetinmeyip, yüz binlerce, henüz harekete katılmamış kamu çalışanını da mücadeleye çekmeyi başaracak yol ve yöntemleri bugünden aramak ve bulmak zorundadırlar. Bu yol ve yöntemlerin bulunmasında, her şeyden önce, geçmiş kamu çalışanlarının mücadelesi ve örgütlenmesinde düştükleri zaafları tekrarlamamak, gençlik ve işçi sendikalarının dün ve bugün içinde bulundukları olumsuzluklardan dersler çıkarmak ilk basamak olarak görünmektedir. Bu açıdan bakıldığında reformcu ve revizyonist çevrelerin mücadeleyi baltalayan, yığın hareketini yasal çerçeveye sıkıştıran sağ çizgileri reddedilirken, bugün kimi siyasi eğilimlerce savunulan, yığın talepleri ve yığın mücadelesinin düzeyini göz ardı eden; sekler, slogancı, yığınların yerine kendilerini geçiren anlayışlarına karşı da mücadele etmek yığın mücadelesinin sağlıklı bir yolda ilerlemesi için hayati öneme sahip bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.
Kitlelerin, ancak mücadeleye çekilerek örgütlenebildiği, örgütlenebildiği ölçüde de yığınların mücadeleye çekilebildiği gerçeği, bütün diğer emekçi kesimler için geçerli olduğu gibi kamu çalışanları için de geçerli bir ilkedir. Bu yüzden de, yığının taleplerinin en geniş kamu çalışanları arasında ajitasyonu yapılırken, mücadeleye hazır kesimlerin de her fırsatta pratik mücadele içinde ilerletilmesi yığın hareketinin ilerlemesinin ve geniş kamu çalışanlarının mücadeleye çekilmesinin iki önemli unsuru olarak ortaya çıkmaktadır.
Bugün, kamu çalışanları hareketi içinde ortaya çıkan bir diğer önemli zaaf ise; kamu çalışanları için sendikanın her şey olduğu, “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı” gerçekleşirse kamu çalışanlarının sorunlarının biteceği anlayışıdır. Hiç kuşkusuz “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendika Hakkı”nın elde edilmesi kamu çalışanlarının mücadelesinin ilerlemesinde çok önemli bir basamak olacaktır. Ama bu her şeyin biteceği, artık kamu çalışanlarının başka bir şeye ihtiyacı olmadığı anlamına gelmez. Tersine kamu çalışanları da, diğer emekçi sınıflar gibi, salt sendikal mücadele platformunda kaldığı sürece, bir takım ekonomik haklarını bile gereği gibi elde edemezler. Bu yüzden de kamu çalışanları, kendilerini sendikal haklan elde etme mücadelesiyle sınırlayamazlar. Tersine, kamu çalışanları ülkedeki özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılmak ve sendikal hakları elde etmelerinin bile bu mücadelenin ilerlemesine bağlı olduğunu anlamak zorundadırlar. Özellikle reformcu ve revizyonist çevreler, bugün dünya ve Türkiye’de gerici çevrelerce estirilen liberal cereyanı da arkalarına alarak geniş kamu çalışanlarının geri bilincine hitap ederek “işin içine siyaseti sokmayı” yasaklamaya çalışmaktadırlar. Ama bunu yaparken de yığınları burjuva siyasetinin kuyruğuna takmaktadırlar.
Kamu çalışanlarının salt sendikal mücadele platformuna sıkıştırılması isteği, aynı reformcu ve revizyonist çevrelerce, “bağımsız sendikacılık” çizgisine çekilme çabasıyla birleşmektedir. Ama sözü edilen bağımsızlık burjuvaziden bağımsızlık değildir. Tersine, proletaryanın mücadele çizgisinden, proleter siyasetten bağımsızlıktır. Bu ise açıkça burjuva siyasete bağlanmak anlamına gelir ki, bugün işçi sendikalarının düştüğü duruma kamu çalışanları mücadelesinin ve sendikalarının da düşmesi demektir bu.
Diğer emekçi kesimler içinde olduğu gibi, kamu çalışanları içinde de sağcı cereyan TBKP çevreleri tarafından körüklenmektedir. Bu daha bugünden görülüp alt edilmesi için savaşılması gereken bir tutumdur.
Kendilerine “devrimci mücadelede memurlar” diyen çevreler ise; özellikle gençlik mücadelesi içinde olduğu gibi, sekler bir anlayışla, uzunca bir süre kamu çalışanlarının sendikal hak mücadelesine ilgisiz kaldıktan sonra, kamu çalışanlarının yükselen mücadelesi karşısında sadece kendisinin ilişki içinde olduğu çevrelerce oluşturulan KAM-SEN adında sözde bir sendika için hemen başvuru yapmıştır. Bu, tıpkı EGİT-DER merkez yönetiminin EĞİTİM-İŞ başvurusu gibi kamu çalışanlarını bölücü, onların mücadelesini ve amaçlarını görmezden gelen bir tutumdur. Bu eğilimin, gençlik içindeki taraftarlarının tek başlarına “merkezi gençlik örgütleri kurdukları düşünülürse, bu eğilimin mantığı “küçük olsun ama benim olsun” mantığıdır ve bu mantık, yığın hareketi ve onun örgütlenmesi içinde çok zararlı bir rol oynamalarına yol açmaktadır.
İçinde taşıdığı olumsuzluklara, sağ ve “sol” sekter saptırma girişimlerine karşın kamu çalışanları mücadelesinin esas doğrultusu olumlu bir çizgide seyretmektedir. Hareket kitleselleştiği ve örgütlülük düzeyini arttırdığı ölçüde bu olumlu doğrultu daha da açık belirecektir. Farkında olunduğu ölçüde de zaaflar mücadele içinde aşılabilecek, olumsuzlukta direnenlerse bu mücadele içinde hak ettikleri yanıtı mücadeleye katılan yığınlardan alacaklardır.
Sonuçta başarı, günlük grupsal çıkarlar için yığın hareketini ve onların taleplerini istismar ederek köşe kapmaya çalışanların değil, yığınları talepleri doğrultusunda mücadeleye çekip emekçilerin nihai kurtuluşunu amaçlayanların olacaktır. Yeter ki, yığınların enerjisi yanlış hedeflere yöneltilerek israf edilmesin.
BİTTİ

Ağustos 1990

Kim için insan hakları?

Mezopotamya’da Sümer sitelerinin en görkemlilerinden biri olan Lagaş’ta hasat sonrası şöleni yaşanıyor. Yedi gün yedi gece sürecek şölen. Ve şölen boyunca köleci toplumların o kesin sınırları kalkacak; “herkes eşit” olacak. O kadar ki, Lagaş’ın eşitlikçi kralı Gudera, tahtını şölen sürecince bir köleye bırakacak. (Tarih kitapları daha fazla ayrıntıya girmiyor ama belki de tacını bile kendi elleriyle kölenin başına koyacak.) Lagaş sitesi, bu eşitlik, özgürlük havasını bir hafta doyasıya yaşayacak. Köle kral, tüm köleleri temsilen bu bir hafta boyunca egemenlerle eşitliğin, dahası “egemenliğin” tadına varacak; ama şölenin sonunda da tanrılarına kurban edilecek.
Lagaş sitesi, MÖ 2100 yılında, “eşitlik” anlayışım bu “yöntemle” hayata geçirirken, Nü Vadisi de toplumsal dönüşüm sancılarıyla sarsılıyordu.
Eski Mısır’da “halk”, daha çok hak için büyük toprak, mülk sahiplerine ve rahiplere karşı ayaklanmıştı. Daha az ezilmek, daha az vergi vermek istiyorlardı. Yoksul halkın bir talebi daha vardı: Yalnızca aristokrasiye, rahiplere vb. tanınan “öteki dünyada ölümsüz olmak” hakkı!
Günümüzden 4000 yıl önce insanlar, hele yoksul insanlar, taleplerinin gerçek karşılığım sorgulayabilecek bilinçten yoksundu kuşkusuz. “Ebedi yaşam ayrıcalığının” bir egemenlik aracı olduğunu; bunun “ölümsüz egemenlerin” kendilerini baskı altında tutup sömürmeye yarayan bir silaha dönüştüğünü bilmiyorlardı. “Öteki dünyadaki yaşam”. Bu dünyadaki yaşamın getirdiği tüm zulüm ve acılara karşı bir dayanaktı onlar için. İşte 4000 yıl önce binlerce insan; “egemenlere mahsus” ölümsüzlük hakkı için, bedelini ödeyip “kendisini efendisinden satın alma” hakkı için mücadele etti, öldü…
Bugünden bakıldığında, sonunda kurban edileceği bir oyuna katılıp kendisini bir haftalığına kral zanneden Lagaş’lı kölenin hali de; “öteki dünyada yaşayabilmek” için ölen yoksul Mısırlının hali de traji komik geliyor. Ama M.S. 1990 yılında, TÜSÎAD Başkanı Cem Boyner’in düşünce özgürlüğünü savunan TBKP’nin “hali” kadar değil!
Onlar hiç değilse kendileri ve kendileri gibi ezilenler adına savaşıyor ve ölüyorlardı. TBKP gibi, patronların / egemenlerin yanında yer almıyorlardı. Lagaşlı Köle, eşitliğin gerçek anlamını bilmemekte mazurdu kuşkusuz. Ama M.S. 1990 yılında, hele adında “komünist” sözcüğü yer alan bir partinin bilmemek gibi bir mazereti yoktur!
Yapılan; düşünce özgürlüğü, insan hakları gibi Türkiye’nin gündeminde baş sırayı alan konularda kafa karıştırmaktır. İnsanı, içinde yaşadığı toplumdan, sınıfları, tarihsel koşullardan bağımsız ve “soyut” bir varlık gibi sunup insan haklarının özünü boşaltmaktır.
Proletaryaya “elveda” diyenlerin, işçi sınıfı ile sermaye için “eşit haklar” hayal etmesi ve savunması şaşırtıcı değil aslında. Ama gerçek insan hakları savunucuları, neyin ne adına talep edildiğini “bilmek” zorundadırlar. Bilmek ve durdukları yeri “belirlemek” zorundadırlar.
“HERKES EŞİTTİR, AMA…”
“Herkes eşittir, ama bazıları daha eşittir” diyor ünlü bir özdeyiş. Gerçekten de, İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi de, anayasalar, yasalar da “herkesin eşit olduğunu” yazıyor. Oysa yaşam, tarih boyunca “bazılarının daha eşit olduğunu” gösteriyor!
İşle insan hakları tartışması da bu noktada başlıyor ve bu noktada düğümleniyor: Kim savunulacak?
Tarih boyunca haklar, dönemin ve toplumun karakterine uygun biçimde farklılıklar taşımıştır. Ama bütün bu farklılıklara karşın tek ve değişmeyen ortak bir nokta vardır: Ezenle ezilen arasındaki çelişki. Hak arayışı, “haksızlığın /sömürünün olduğu yerde” vardır; “haksızlığa /sömürüye karşı” gelişir.
Genel bir doğrudur. İnsanlık tarihi, üretim ilişkilerinin belirlediği bir sınıf mücadeleleri tarihidir. İnsan hakları, özgün koşullara bağlı farklılıklar göstererek bu genel doğrunun içinde yer alır. Egemen sınıflar, ellerinde bulundurduktan devlet mekanizması ile toplumdaki “hakları” düzenler. Üretici güçler emekçi sınıflar da yeni haklar alabilmek ve 1 kazanılmış haklan kendi yararlarına daha ileri götürebilmek için mücadele eder. (İşçi sınıfının tüm dünyada yüzyıllar süren ve kanla yazılmış mücadele tarihidir bugün grev hakkım yasalara geçiren). İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi dâhil, tüm yasalardaki haklar, hep uzun ve zorlu mücadelenin sonunda alınabilmiştir. Daha açık deyişle, tarihin hiçbir döneminde egemenler, hakları, “insanları sevdikleri için” yermiş değildir. Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu örneğin 1600’lerde insan haklarına ilişkin öncü yapıtlardan birini yazdığı için mahkeme tarafından hakkında “iki kulağının kesilmesi, yüzünün dağlanması ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılması” kararı verilen İngiliz Bostwick’in sayesindedir. Egemenlerin değil! Bugün insan haklarından söz edilebiliyorsa bu örneğin, 1908 yılında grevleri, ta İstanbul’dan Mecidiye Zırhlısı ile gönderilen askerler tarafından kanla bastırılan Aydınlı Şark Demiryolları işçilerinin sayesindedir. Egemenlerin değil! Bugün insan haklarında söz edilebiliyorsa, bu, tarih boyunca, hakları için dövüşen, işkence gören, öldürülen emekçilerin sayesindedir. Egemenlerin değil!
Bu anlamda, insan haklarının içeriğinde “emeğin hakkı” vardır. Yarattığı, ürettiği değerlere el konulan, sömürülen sınıfların emeğinin karşılığını alma mücadelesi vardır. Bu zorlu mücadelelerdir, köleci ve feodal toplumlarda görülmeyen bir biçimde “evrensel” insan hakları tanımı ve “kabulünü” burjuva toplumlara dayatan. Bu zorlu mücadeledir, “eşitlik” ilkesini kâğıtlara geçirten.
Ne var ki, sömüren- sömürülen; emek-sermaye çelişkisi, yani “eşitsizlik” sona ermedikçe, bu eşitlik ilkesinin kâğıt üstünde kalması da kaçınılmazdır. Bu eşitsizlik sona erene, yani sosyalizm hedefine ulaşıncaya dek insan hakları mücadelesi de sona ermeyecektir.
O nedenle, insan hakları mücadelesinden söz edilirken sınıf mücadelesi anlaşılacaktır. Ezilen sınıfın, “emeğin” yanında olmak ve sınıf mücadelesinin yanı sıra, ezilen ulusun, ezilen cinsin haklarının savunulması anlaşılacaktır.
İnsan haklarını savunurken kimin yanında yer alacağız? 1 Mayıs alanında üstüne ateş açılan işçinin mi, yoksa “patronların patronu” TÜSİAD Başkanı Cem Boyner’in mi? “Liberal” TBKP’liler gibi, aynı organik fonksiyonlara sahip oldukları için ortak ve soyut bir “insan” tanımlaması ile ikisini de “eşit” mi göreceğiz?
Kürtlere yönelik baskı, zulüm ve soykırım politikalarını görmezden gelip, TBKP önderleri Kutlu ve Sargın’ın serbest bırakılmasını “demokrasinin zaferi” diye alkışlayacak mıyız?
Ya da, İslamcı teorisyenlerden Abdurrahman Dilipak’a “demokratça”! kucak açıp, onunla birlikte İslamcıların “düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü” savunacak mıyız?
Öyle ya, Cem Boyner “devletle çelişkiye düşüp” savcılığa ifade vermeye çağırılıyor; Kutlu ve Sargın, bedeli “devlete teslim olmak” olsa bile “komünist” adını legalleştiriyor!
Emek sömürüsünü meşru sayan, sınıflar ve cinsler arasındaki eşitsizliğe Kuran süreleriyle kılıf giydiren bir ideolojinin temsilcisi Abdurrahman Dilipak da, “demokratlara” teminat veriyor:
“Ben bir insanım ve Müslümanım. İman ettiğim İslam, beni insanlığın meşru hakları konusunda tek yanlı bir deklarasyonla sorumluluk duygularına donatır. Benim gibi inanmayanlar benim haklarımı savunmasalar bile ben onların temel haklarını savunmak zorundayım. İslam barış ve özgürlük dinidir.”
İlginç bir rastlantı! Abdurrahman Dilipak’ın sözleri, Ayetullah Humeyni’nin İslam Devrimi öncesi Paris’te söyledikleriyle nasıl örtüşüyor!
İşte, İranlı yazar Bahman Nirumard’ın “İran: Soluyor Çiçekler Parmaklıklar Ardımla” kitabından bir pasaj:
“(Ayetullah Humeyni) Söz ve düşünce özgürlüğü, insanların temel haklarından biridir, diyordu. Hiç bir nedenle bu kısıtlanamaz. Her vatandaş, kendi kaderini kendi çizmeli, diyordu. “Vatana ihanet edenlerin” dışında, tüm politik partilere ve öz-güllere her serbestliği tanıyacağına söz veriyordu. Halkı ezen tüm devlet kuruluşlarını kaldıracağını söylüyordu. İran’da böyle kuruluşların yeri olmayacaktı. Radyo ve televizyon halkın malıdır, diyordu. Hükümet, bunları denetlemeyecekti. Sansürü tümüyle kaldıracağına söz veriyordu. Gelecekte İran’da herkes istediğini yazıp okuyabilecekti. (…) İnanç özgürlüğünden söz ediyordu Şii molla. (…) Kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlikleri kaldıracağına söz veriyordu: “Söz veriyorum ki, memleketimizin kadınları, meslek, meşgale ve gayet tabi ki kıyafet tercihinde, bazı kaideler çerçevesinde tamamen serbest olacaklarda-.”
İşte Humeyni’nin sözleri, işte bugünkü İran!
Humeyni bu sözlerinde ne kadar “samimi” idiyse, Türkiye’deki “insan hakları ihlallerine müsaade etmeme kararlılığındaki” devlet sözcüleri de o kadar samimi!
Ancak burada önemli olan ve altını çizmek istediğimiz, devletin tutumu değil. Devletin, egemen sınıfların bir aracı olarak emekçilerin, ezilen sınıf ve ulusun karşısında olması doğal. Doğal olmayan, insan hakları savunuculuğuna soyunmuş bir kuruluşun, İnsan Hakları Derneği’nin, devletin yörüngesine girmesi.
İHD’nin politikası bunun örnekleriyle dolu. Son ve çarpıcı örneği ise, İsmail Beşikçi için parmağını kımıldatmaması, Genel Merkez bültenlerinde Kutlu ve Sargın’ın duruşmalarını “tefrika” ederken Beşikçi’nin tutuklanmasını tek cümlelik bir haberle geçiştirmesi…
İHD’nin devletçi tutumuna bir başka ilginç örnek de. Şubat 1990 tarihli açık oturumu. Bu açık oturumun konuklarından biri de ANAP milletvekili Bülent Akarcalı. Bay Akarcalı, İHD yöneliminin konuğu olarak, insan hakları savunucuları ile alay ediyor: “insan hakları ihlalleri 12 Eylül öncesinde de vardı. Ancak 12 Eylül öncesinde ihlaller, sıradan vatandaşın başına geliyordu. Bazı insanlar ve aydınlanınız 80’den sonra ne zaman ki 12 Eylül’ün duvarıyla karşı karşıya kaldılar, ortaya insan hakları çıktı.”
Bay Akarcalı belki İHD yöneticilerine “Sesinizi fazla çıkarmazsanız size aydınlara dokunmayız. İnsan hakları ihlalleri de sıradan vatandaştan öteye gitmez” demek istiyor. Sesini çıkarmayan bir derneğe takdirlerini de açık olurumda şöyle belirtiyor: “Bize İHD gibi çok sayıda dernek lazım. Devlet bu sorunu çözmeye çalışıyor ama iddialar kesilmedi.”
Evet, bir yanda işçi sınıfı bir yanda devlet. İnsan hakları savunucuları seçimini yapmak zorunda. Beşikçi ve Boyner ya da Akarcalı birer simgedir. Ama bu simgeler, ezenin mi yoksa ezilenin mi yanında yer alınacağı sorusuna açık, net bir yanıttır.
Tarihin çöplüğü, bu soruya yanlış yanıt verenlerle dolu…

Ağustos 1990

“Bireyselleşme” sloganı

Yaklaşık son on yıldır, bütün dünyada yaygın ve etkili bir “liberalizm” rüzgârı esiyor. Sanki yüz yıl öncesindeymişiz gibi, iktisadi alanda şimdi varolan ve emperyalist tekellerce belirlenmiş üretim ve yeniden üretim mekanizmalarının “doğal ve değiştirilemez” bir dünya düzeni oluşturduğu, insanın ise, “en az emekle en çok kazancı sağlamaktan öte bir amacı olmayan bir ekonomi varlığı” olduğu rahatça propaganda edilebiliyor.
On yıl boyunca, Reagan-Thatcher adlarıyla özdeşleştirilen politikalar toplamı, yalnızca ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanında değil, ideoloji ve kültür hayatında da kendisini kuvvetle hissettiren etkiler yarattı ve bugün bu etkiler, yeni gelişmelerle beslenerek sürüyor.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerinde hızla yaşanan ve kapitalist restorasyonun tamamlanma sürecini ifade eden değişiklikler, “liberalizm” dalgasına yeni bir güç kazandırdı ve liberalizmin “insan doğasına en uygun hayat tarzını” temsil ede-geldiğinin kanıtlandığı ilan edildi. Uzun yıllar sosyalizm için savaşmış, kan ve ter dökmüş ülkeler, mademki şimdi “serbest pazar ekonomisini” kendilerine çıkar yol olarak seçmişlerdi, o halde insanlığın kaderinde kapitalizmden kurtuluş diye bir seçenek yoktu!
Emperyalizm, çok yönlü ilişkileri ve kendi iç çatışmaları ile yeryüzünde sosyal, ekonomik ve politik hayatı belirlemeye, uluslararası ilişkilerin dengelerini yeniden ve kendi lehine kurmaya çalışırken, bu politikaların “cephe gerisi” olarak adlandırılabilecek kamuoyu alanında da koşullara uygun bir güdüleme programını yürüttü. Ara sınıfların, nükleer savaş tehdidi karşısındaki korkusunu, dünyayı, doğayı kaybetme tedirginliğini, yoksullaşma ve açlığın yarattığı paniği, “terörizm” heyulasının sürüklediği huzursuzluğunu kışkırtarak ve büyüterek, onların içi boş özlemlerini, moral ve duygusal beklentilerini en yüksek noktasına çıkardı. Denetimindeki bütün iletişim araçlarıyla, bu beklenti ve özlemlerin ancak bir biçimde, iki süper şefin anlaşma ve uzlaşmasıyla cevaplandırılabileceği yanılgısını “tartışılmaz bir doğru” haline getirdi. Bu propagandaya göre, anlaşma zemini, “pazar ekonomisi”, “demokratikleşme”, “silahsızlanma”, “doğanın korunması” gibi, her derde deva, herkesi mutlu etmeye yeter maddelerden ibaret basit bir programdı. Özellikle “pazar ekonomisi” konusunda Gorbaçov, “muhafazakârların” direncini kırabilirse, gelişen “liberalizm”, diğer sorunların çözümü için de her yolu açabilecekti!
“Liberalizm”, ağır enflasyonist ekonomi politikaları altında her geçen gün borç yükleri artan “az gelişmiş, gelişmekte olan” ülkeler için de, “yeni ve alternatifsiz bir yol” olarak dayatıldı. Ekonomik, sosyal, politik bunalımın fırtınalar estirdiği her Asya, Afrika, Latin Amerika ülkesinde, olayların ve sıkıntıların kaynağının “yeterince liberal olmamaktan” olduğu düşüncesi egemen kılındı.
Avrupa’nın “sosyalist” ya da “Avrupa komünizmi”ni savunan partilerinin düzen içi reformcu çözüm arayışlarının umut kinci sonuçsuzluğu, sosyal-demokrat cephede de bir “alternatif bunalımı” yaratarak “liberalizm”e yeni alanlar açtı. Liberalizm, derece derece, dünya sözde “sol”unun da “kendisini ifade edebileceği” bir çerçeve değeri kazandı.
Geçmiş on yıllar boyunca, emperyalist sistemin krizine eşlik eden, onu derinleştiren ve ciddi bir alternatifin varlığı konusunda işçileri ve halkları uyaran, muhalefet hareketlerine devrimci ve demokratik bir içerik kazandırarak ileriye götüren bir başka/karşıt hareket, demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm yönünde canlı, kitlesel ve dünya çapında etkili bir hareket söz konusuyken, son on yıl, bu bakımdan da oldukça yoksul geçti: Dünya devrimsiz geçen bir on yıl yaşadı.
70’li yılların sonlarında ortaya çıkan ve her ikisi de bölgeler ve dünya çapında derin etkiler doğuran İran ve Nikaragua devrimleri, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren birer hayal kırıklığı ve yanılgı olarak görünmeye başladılar.
Sermaye birikiminin dünya çapında karşılaştığı genel ve kapsamlı sorunlar da, bu dönemde, en azından belli başlı emperyalist süperler açısından (ABD, Japonya, Federal Almanya…) bir genişleme ve istikrar sağlanarak aşılabildi.
Günümüzde artık, kapitalizmin sonsuza dek aynı tempoyla gelişeceği yolunda, geçmişte de pek çok kez ileri sürülüp art arda devrimlerle “geçersiz teoriler” arşivine postalanan görüşler, yeniden fakat bu kez çok daha iddialı ve süslü biçimlerde piyasaya sürülüyor. En “kötümser” burjuva yazarlar bile, önümüzdeki son elli yılın artık yalnızca “batının değerleri ile belirleneceğinden” kuşku duymuyorlar.
“Değerler” atanında kazanıldığına inanılan bu hegemonya mücadelesi, uluslararası burjuvaziye, yaşanan sıkıntıların, iktisadi çöküntülerin, sosyal ve siyasal bunalımların devrimsiz atlatılabileceği güvenini veriyor. Burjuvazi, “komünist olmayan” ve bundan sonra da olamayacağına inandığı halk ve işçi hareketlerinden, bağımsızlık savaşlarından uzun vadede fazlaca korkmuyor. Kendi “değerler sistemi” içinde bir biçim kazanan bütün muhalefet hareketlerini, eninde sonunda yola getirebileceği “kendi çocukları” olarak görüyor ve ekonomik, kültürel, siyasal, sosyal bin bir bağla kendi içinde eritmeye hazır olduğu bu hareketleri, ne kadar savaşkan, ne kadar uzlaşmaz-radikal görünürlerse görünsünler, kapitalist dünyanın bir parçası halinde “ıslah” edebileceğinden kuşku duymuyor.
Bu güven, “sosyalist blok”taki çözülmelerle desteklenip güçleniyor; burjuvazi, 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile girdiği on yıllar süren devrim ve sosyalizm kâbusundan kurtulduğuna inanıyor, iki sistem arasındaki kavganın kapitalizm tarafından kazanıldığını ilan ediyor.
Liberalizm, Türkiye’ye dünyanın bu alacakaranlık tablosu içinde, 12 Eylül darbesinin yaratıp egemen kıldığı karanlık bir dönemde, “yeni”, “özgürlükçü”, “demokrat” olarak tanıtılabilmesi için elverişli koşulların varlığında girdi. Geleceğe ilişkin umutları gasp edilmiş olan Türkiye toplumu, kendisine “alternatifsiz” sunulmuş bu yola itildi. Liberalizm, bu koşullarda, önce her meseleyi olduğu gibi, liberalizmi de “derinlemesine”, “tarihsel ve sosyal arka planı ile birlikte” tanıyan, onun tarihte “nice ilerici hamleyi başarmış” olduğunu kitaplardan pek çok kez okumuş bulunan, aynı zamanda 12 Eylül darbesiyle birlikte iyice sıkılmış ve sıkışmış bulunan “solcu” aydınları kendisine çekti.
Liberalizm, son devrimci dalganın çekilmesiyle ve Türkiye’de de büyük bir terörle ezilmesi sonucunda, devrimin neredeyse o an olacağına küçük burjuva acelecilik ve öngörüsüzlükle inanmış, yenilgiyle birlikte de umutsuzluk ve teslimiyetle karakterize olmuş bir ruh haline düşmüş aydınlara “ilaç gibi” geldi. Bir kısmı, liberalizmin bayraktarlığına soyunmuş ANAP’ın saflarına katılırken, bir diğer kısmı da, ya ANAP’ın yeterince liberal olduğuna inanmadığından, ya da “gerçeklen liberal”, “demokrat ve sivil topluma dayanan” bir seçeneğin, ancak “sosyalizm” güçleri arasından çıkacağını sandığından, “muhalif” kaldı.
Devrimin bir ütopya, sınıflar savaşının bir yanılsama, işçi sınıfı devrimciliğinin de palavra olduğu bu süre içinde keşfedildi. “Elvedacılık” eski sosyalistler arasında moda haline geldi.
12 Eylül öncesinde saflarında yüz binlerce insanı toparlayan ve seferber eden devrimci hareketlerin çözülmeleri, yıkılmaları, kendi kendilerini tasfiye etmeleri, ya da en azından uzunca bir süre suskun kalmaları, kendi aralarında özel ilişkilere, özel tulumlara, bir dünya görüşüne benzer düşünce alışkanlıklarına sahip taraftarlar kitlesini her sınıftan pratik politikacı için, ilgilenmeye değer bir özel sosyal sorun kitlesi haline getirdi. Toplum bir biçimde onları yeniden kendi bünyesine uyumlu hale getirmeli “hepsi de bu vatanın evlatları olan” milyonlarca insan ıslah edilmeliydi.
Bunun yolu, yalnızca onları burjuva ilişkiler içinde istihdam etmekten, yalnızca maddi yaşam koşulları içinde onları kuşatmaktan ibaret kalamazdı. Burjuva politikanın genel kuralı, her sosyal grubu bir politik nesne haline getirmektir. Buna göre, toplum, kendi bünyesini oluşturan her bir sınıfın, katmanın, özel grubun, belli bir yönde ve aralıksız olarak güdümlenmesiyle kontrol altında tutulabilir. Böyle bir güdümleme etkinliği, ilişkilerin öznel olarak da benimsenmesini sağlayacak bir düşünce tarzının, genel olarak kabul edilir hale getirilmesini gerektirir. Bunun için dünya ve ülke koşullan elverişli görünüyordu: Kendini kurulu düzen içinde ifade etmeyi isteyen ve bunun yolunu, fazlaca bir ahlaki yük ve vicdan zorlaması altına girmeden bulmak isteyen her birey ya da grup için, yeni duruma uygun teoriler “felsefeler” geliştirme yolu açıktı! Böylece, oldukça acıklı bir adlandırmayla, “yorgun demokrat” denilen eski devrimcilerin ya da devrim taraftarları arasında, böyle günler için bekletilen hazır teorileri bulunanların eliyle, yenilginin yarattığı “duruma uygun”, uzlaşma ve uyum içinde yaşama beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap vermeye yeterli tezler ve teoriler doğuverdi.
Kaynağını ve kanıtlama geniş bir uluslararası literatürden derleyerek Türkiye’ye uyarlayan ve yeni “teorik çaba”, özellikle yenilgiden kendi “hatalı teorilerini” sorumlu tutan, bunu Marksizm-Leninizm’le ve ille de “Stalinizm”le ilişkilendiren eski devrimci/demokrat siyasi hareketlerin çevresinde etkili oldu, verimli sonuçlar elde etti. Yaratılan tartışma, söz konusu hareketlerin eski önderleri için yeni ufuklar açarak, onların teorik cephaneliğini, feminizm, yeşilcilik, sivil toplumculuk, liberterlik gibi batılı “yeni sol”un, biraz eski, ama hoş ve eğlenceli oyuncaklarıyla dolu bir dükkâna çevirmeye hizmet ederken, “tabandaki” sonuçlan arabesk özellikler gösterdi. Böylece bir yanda, “kendisi olmuş olarak”, “kendini ifade etmek için” yeni platformlar oluşturan bir elit tabaka, diğer yanda da tartışmanın içerdiği kavramları kendi hayatına uyarlayıp yorumlayarak kendine özgü anlamlar veren, tartışmanın ancak gölgeleriyle oyalanan bir yeni kuşak yarı-aydın tabakası ortaya çıktı.
Bu yazı, tartışmayı ana hatlarıyla ve eleştirel notlarla özetleyerek, “bireyselleşme” sloganının açmazlarını göstermeyi amaçlıyor.
Mülkiyet, Emek, İnsan
Tarihi boyunca kapitalizm, ideolojik ve siyasi planda kendisini insan özgürlüğünün son ve en mükemmel kalesi olarak tanıtmaktan usanmadı. Kendisinden önceki tarihi “karanlık çağlar” olarak adlandırdı ve geçmişe damgasını vuran kölece bağımlılığı kutsayan ikiyüzlülüğü açığa çıkardı. Bunun karşısına özgür bireyin gerçekliğini dikliğini iddia elti.
“Bireysel özgürlük” kavramının burjuva anlamda gerçekleşmesi, “özel mülkiyet sahibi olma”ya indirgenirken, “insan hakları” ya da “vatandaş hakları” diye ilan edilen bütün hak ve çıkarlar da, mülkiyet kavramı temelinde yeniden içerik kazandı. Böylece özgürlük, insanın diğer insanlardan bağımsız olarak servetini-mülkünü istediği gibi kullanma ve bundan istediği gibi yararlanma hakkı olarak anlam kazandı. Ne var ki, bu hak, gerçekte her insanın, diğer insanlarda kendi “özgürlüğünün” sınırlarını bulması sonucunu veriyordu. Burjuva rekabet dünyasında bireysel özgürlük denilen şey, bir başka bireyin özgürlüklerinin başladığı yerde biten bir şey olmaktan öle tanımlanamıyordu. Gerçekte, işlemesi imkânsız bir kuraldı bu: Çünkü sermayenin çitlerle çevrilmiş, sınırlan belli toprak mülkiyeti biçiminde gerçekleştiği zamanların anısını dile getiren ve herkesin kendi mülkü (toprağı) üzerinde ekip biçerek “özgürce” yaşadığı dönemlerin kurallarını, para-sermaye toplumunun ilişkilerine taşıyabileceğini sanan bir “özdeyişten” ibaretti. Ama artık yalnızca çillerin içinde değil, bütün bir toplumsal ilişkiler alanında bir yandan kendi varoluş koşullarını yaralan böylece kendisi bizzat bir toplumsal ilişki halini alan sermayenin egemen olduğu bir toplumda, rekabetin, çelişme, çatışma ve kavganın esas olduğu bir toplumda, hiçbir bireysel sınır artık “kutsal” olamazdı. Her “özgür birey”, bir başka “özgür birey”in yemi olacağını bilerek, öyleyse, herkesten önce kendisinin mümkün olan herkesi yiyebileceği üstün bir konuma geçmeyi isteyerek, bunun için didişerek yaşayacaktı. Her “özgür birey”, İsler sermaye sahibi olsun, ister emekçi, “kendisi olmaya” bırakılmayacak, hiç bir şey, satma-satın alma, üretme-tüketme ilişkisinin dışında kalamayacaktı.
Kapitalizm öncesi mülkiyet biçimlerinde, bireyler-insanlar arasında kişisel bağlar, bağımlılık ilişkileri mümkün ve geçerliyken, kapitalizm, bu ilişkileri yalnızca mübadele dolayısıyla gerçekleşebilir hale getirmiştir, Modem özel mülkiyetin nitelikleri, parayla ölçülebilir sermayenin nitelikleridir ve bu nitelikler, sermaye toplumsal bir ilişki olarak kaldığı surece, toplumsal İlişkileri belirleyen nitelikler olarak kalacaktır. Böylece “insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, nakit ödemeden başka hiç bir bağın bulunmadığı, duyguların, ahlakın eninde sonunda bir “mübadele ilişkisi” olarak tanımlandığı bir ilişki biçimi hâkim olacaktır.
Kapitalist üretim biçiminde birey, ya bir burjuva olarak kendi mülkünün/sermayesinin bir bağımlısıdır, fakat bunun kendisini “rahatlattığım” bilir ve kendisini bu bağımlılıkta bulur, bu bağımlılığın kendi gerçek gücü olduğunun bilincindedir; ya da bir işçi olarak, mülkiyetten bağımsız ve bu anlamda da “özgür”dür! İşçi, “ne köleler ve serfler gibi üretim araçlarının ayrılmaz parçasıdır, ne de mülk sahibi köylüler ve zanaatkârlar gibi üretim araçlarına sahiptir”, bu engel ve yükten kurtulmuştur! Kendi özgürlüğünü mülk sahibi olmakla tanımlayan burjuvazi, işçiye, yalnızca mübadele edebileceği “emek gücü”nün sahibi olarak, emek gücünü “özgürce” pazara çıkarabileceği alam bırakmıştır. Neresinden bakılırsa bakılsın, mülkiyet karşısındaki konum ile tanımlanan bu “özgürlük” anlayışı, sonuçta özgürlüğün biricik gerçekleşme alanını “serbest piyasa”da görür. İşçinin de özgürlüğünü gerçekleştirdiği tek alan, “serbest emek pazarı”dır! “Rekabet gücü”nün elverdiği ölçüde diğer işsizlerle/işçilerle kendi “özgürlüğü” için dövüşerek, işçi olabilme özgürlüğü!
Sermaye ilişkileri ve özel mülkiyet ile belirlenmiş kapitalist toplumsal hayat İçinde tek özgürlüğü, emek gücünü pazara çıkarabilmekten ibaret olan işçi, aynı zamanda bu sonucu doğuran sürecin de kaynağında bulunur. Çünkü özel mülkiyet, emeğin artı-değer biçiminde bir hareket kazanarak yabancılaşmasının ürünüdür. Bu süreçte emek ürünü, işçiye kendisine yabancı bir şey, üreticisine bağlı olmayan, ona egemen olan ve onu köleleştiren bir güç olarak karşı çıkar. Bunun bir devamı olarak emek, üreticiye ait olmayan bir faaliyet halinde, işçinin fiziksel ve zihinsel tükenişinin kaynağı halini alır. Artık, “emek ne kadar güçlüyse, işçi o kadar zayıftır. Yaptığı işin karmaşıklığı arttıkça, işçinin tabi olduğu doğaya köleleşmesi ve zihinsel yıkımı artmaktadır.” (Marks)
Kapitalist toplumsal örgütlenme, işin antagonist tarzda bölünmüş olmasını gerektirir. Böylece bireyler, kısmi ve dar uzmanlık alanlarıyla belirlenmiş bir yaşam tarzına zorunludurlar. Bireyler, doğal yeteneklerine, kişisel tercih ve ihtiyaçlarına göre değil, kendiliğinden oluşup biçimlenmiş bir ortamın öğesi haline gelirler. Kapitalist toplumda bireyin hayatı, sürekli yitim, gerileme ve “özgürlüksüzleşme” olarak somutlanır. Sonuçta gündelik hayat, binlerce dolaylı yoldan elden uçup giden ve sürekli yeniden kurulmaya çalışılan bir “bireylik” kaygısıyla belirlenir.
“İnsan İnsana ilişki” hep geçmişe alt bir özlem olarak ve ancak sistemli, zorunlu kılınmış bir nesneler-metalar arası ilişki olarak yaşanabilir. Ve böyle bir toplumda birey, her “kendine özgü” sandığı ve “bağımsız” olarak geliştirdiğine inandığı ilişkisi içinde, kendisine dayatılmış hor bir özelliğin kendisine karşı çıkan ve etkinliğini kıran, onu her adımında daha bağımlı kılan güçler halini aldığını görür.
Çalışan insanın kendi faaliyetinin her türden ürününe yabancılaşması, yani onun uzağında, onun sonuçları üzerinde etkisiz kalışı, çalışmanın olumsuzlanması sonucunu doğurur. İşçi, ancak çalışmadığı zaman kendisini insan gibi hissedeceği bir duruma sürüklenir. Çalışmanın bir zorunluluk olduğu kapitalist ilişkiler içinde, insanın kendisi için olması gereken faaliyeti, kendisine dayatılmış bir zorlamadan başka bir şey olamaz. Böylece, çalışma, insanın kendine özgü bir ihtiyacının karşılanması olmaktan çıkarak, “çalışmanın dışındaki bazı gereksinmeleri doyurmak için bir araç” haline düşürülmüştür.
Oysa yaratıcı Üretkenlik, insanı doğanın bir parçası, hayvanlığın bir türü olmaktan çıkararak “insan” yapan temel etkinliğidir. Ve bundan dolayı insan doğasının bir parçası halinde var olagelmiştir. Sıradan bir yaratıkken onu insan yapan iş, yaratıcı, üretken çalışma, kapitalizm allında işçiyi “insan” olmaktan çıkaran bir “dış zorunluluk” haline gelmiştir. Çünkü artık, iş işçiye ve işçi de kendisine ait değildir. Her ikisi de, iş de işçi de, başkasının olmuştur, işçinin etkinliği, kendi benliğinin yitirilmesine dönüşmüştür, “Bütün bunların sonucunda insan (işçi), yalnızca hayvansal işlevlerinde, yani yerken, içerken, çocuk yaparken ve olsa olsa evinde vb, serbestçe etkin olabilir; insani işlevlerinde ise iyice hayvanlaşmıştır. Hayvansı özellikleri insani, insani özellikleri hayvansı olmuştur… Şüphesiz, yemek, içmek, çocuk yapmak vb. aynı zamanda insani işlevlerdir. Ama onlun başka bütün insani etkinliklerinden ayıran ve son biricik amaç yapan soyutlamada hayvansaldırlar.” (Marks)
Ne var ki, günümüz kapitalizminin çok yönlü toplumsal kuşatmasının etkisi, kişiyi iş-çalışma saatleri dışında da “kendisi olmaya” bırakmayan bir düzeye ulaşmıştır. Özellikle çalışanlar söz konusu olduğunda, emek-gücünün yeniden üretimi için ayrılan bütün zaman boyunca da birey, tıpkı çalışma zamanlarında olduğu gibi “başkasına ait” kılınmakta, özgür, bilinçli etkinliğini ortaya koyabileceği tüm olanaklardan uzaklaştırılmaktadır. Yapılabilen her şey, eninde sonunda ya fiziksel varoluşun sürdürülmesi amacına bağlanmaktadır ve böylece hayat sadece hayatta kalmanın aracı olabilmektedir, ya da ulaşılabildiği kadarıyla sanat, eğitim, eğlence gibi tüketimin değişik biçimleri aracılığıyla gene bağımlı ve “sistem içi nesne” halinde tutulmaktadır. Orada tutulmanın araçlarından kurulmuş bir dünyada ve bu dünyanın işleyişinin bir öğesi olarak yaşamakladır.
Böylece “hayvan”dan bilinçli etkinliği ile ayrılan insan, hayat etkinliğini kendi bilinçliliğinin nesnesi yapan insan, modern toplumun yabanıl bir ormanı andıran ilişkileri içinde “kendi öz etkinliğini” hiç bir şekilde gerçekleştiremeyeceği bir biçimde belirlenmiş ve bağlanmış olmaktadır.
Yabancılaşma, yalnızca yaşanan ortamın insanın dışında ve ona karşı olması biçiminde belirmekle kalmaz, insanı insana karşı getiren sonuçlar da doğurur.
Eğer herhangi bir ilişkide, bir tarafın nesneleşmiş olmasından söz ediliyorsa, orada bir de etkin, belirleyici “özne” bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır, insan, kapitalizmde hangi öznenin nesnesidir? Burada, açıkça karşı karşıya gelen, belirleyen ve belirlenen olarak ayrılan şeyler, kapitalist özel mülkiyet ve bu temelde kalındıkça aşılamaz olan işbölümü ile çalışan ve üreten insandır. Bir yanda, emeğiyle bir ürünün, bir etkinin doğmasına yol açan insan, diğer yanda ürünü ve insan etkinliğinin diğer bütün sosyal sonuçlarını insana karşı çıkaran özel mülkiyet ve işbölümü düzeni…
“Bireyselleşme” teorisyenlerinin özenle göz ardı ettikleri en önemli özellik, üzerine konuştukları “birey”in varoluşunu belirleyen sosyal varlık zemininin bu niteliğidir.
Ana Hatlarıyla “Bireyselleşme” Teorileri:
“Bireyselleşme” çağrıları, zaman zaman tam bir kapitalizm övgüsüne dönüşebiliyor. Böylece çağrı sahiplerinin sözlüğünde “birey” sözcüğünün “mülk sahibi özgür birey” anlamına geldiği, ya da en azından, bireyselleşme nitelikleri denilen şeyin, burjuva birey modeli üzerinden türetildiği anlaşılıyor.
“Bireyselleşme” teorileri, “sınıflara bölünmüş bir dünya” kavramı yerine, kurumlar ve bireyler arasındaki çatışmayla tanımladıkları bir dünya tasarımı koyarlarken de, bireyin esas alındığı bir hayat tarzının savunusuna geçebilmenin mantıksal zeminini oluşturmaya çalışıyorlar. Sınıf kavramının türdeş ve özdeş, bir örnek bireylerden kurulu bir topluluğu tanımladığını, bunun bireysel özellikleri göz ardı eden sonuçlar olduğunu ileri sürüyorlar. Böylece bir sınıfa mensup olmak demek, birey olamamak anlamına geliyor!
İşçisizleştirilmiş her teori, konuyu kapitalizm çerçevesinde tartışmayı engeller. Böylece “birey” eksenine oturtulmuş bir tartışmada, anarşizmin argümanları, örgütlü sınıf mücadelesine karşı olumlanırken, çözüm de kapitalizmin içinde bir alana, giderek kapitalizmin mümkün en yüksek ölçüde gelişmesi hedefine bağlanır. Buradan da, “bireyselleşme”nin, yalnızca ve ancak kapitalizm içinde ve onun gelişmesine bağlı olarak mümkün olacağı sonucuna ulaşılır. Bu noktada, kapitalizmin birey olma sorununun çözümü değil, kaynağı olduğunun anlaşılması önem kazanmaktadır.
Kapitalizmi, bireyselliğin kuruluşunun maddi zemini olarak gösteren her teori, kendisine örnek olsun diye Rönesans insanını, kapitalizmin tarihinin bilimde, sanatta, politikada kendini göstermiş “yüksek bireylerini” seçerken, önemli bir tarihsel ayrım noktasını ihmal etmektedir: Örnek bireyler, kapitalizmin olağan dönemlerinin değil, ya onun çalkantılı, sancılı devrimci yükseliş döneminin, ya da bunalımlı, çelişmelerinin yoğun, geriliminin yüksek “kendi mezar kazıcılarıyla” kavgasının şiddetli olduğu dönemlerin ürünüdür. Bu şunu gösterir: Etkin, çok yönlü, bağımsız bir kişilik yaygın ve toplumsal bir tip olarak, ancak devrimci bir ortamın, genel toplumsal ilişkilerde olağandışı bir sarsıntı ve dönüşümün yaşandığı çağların ürünü olarak gerçekleşebilir.
Bu anlamda “bireyselleşme” probleminin formülasyonunun kapitalizmle mümkün olduğu söylenebilir. Burada, sorunun çözümünün de gerçekten “kapitalizmin içinde” olduğu sonucuna ulaşılabilir. Ama kapitalizmin kapitalizm olarak kalmasında değil, onu bütün sonuçlarıyla birlikte ilga edecek olan çelişmelerinde, amansız sınıf çatışması içinde… Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, bireysellik gibi, kendi ortaya çıkardığı hiçbir problemin çözülmesine olanak tanımaz. Ama kapitalizmin yıkılışını sağlayacak her dinamik, onun yarattığı problemlerin de çözüm imkânıdır.
“Bireyselleşme” teorilerinin en önemli bir diğer zaafı, problemi birey bazında ele almalarıdır. Bir kişi, örneğin teorisyenin kendisi, “burada ve şimdi” nasıl olup da birey olabileceği sorusunu kendi açısından cevaplandırdığında, herkese önerilebilir bir çözüm yolu bulduğuna da inanabilmektedir.
Bireyin bilgi ve becerisini, yeteneklerini, toplumsal hareketin bütün dinamikleriyle, bütün bireylerin ortaklaşa birikim ve çabalarıyla birleştirerek, dünyanın dönüştürülmesi eyleminin bir öğesi haline getirebilmesi, canlı ve etkili kılabilmesi, yani kısacası kendi kabuğunda birey olma kuruntusundan çıkarak gerçekten “insan” olabilmesi, kapitalizmle açıktan ve cepheden bir çatışmanın örgütlü hayatı içinde ve bunun “özel hayat” olarak benimsenip sürdürülmesi durumunda mümkündür.
Bireysellik özellikleri
“Birey olma” kavramının gündelik dilde, “adam olmak”, “stresten kurtulmak”, “kendi hayatını yaşamak” gibi anlamlara gelecek biçimde de kullanılır olmasından sonra, bireysellik özelliklerinin kapitalizm koşullarında elde edilebilir özellikler olarak tanımlanması, kendisine bir tür “sosyal taban” bulmuş oldu.
Etkin, bağımsız, özgür bir “özne” olabilmenin “bugün ve burada” herkes için mümkün olabileceği yanılsaması, umutsuz ütopyalara, aykırı ve “marjinal” yaşam biçimlerine olduğu kadar, “arabesk” sıkıntılara ve alışkanlıklara da “teorik bir içerik” kazandırdı! “Bireyselleşme”nin, boş vermişlik, aylaklık, a-sosyallik olduğu sanılıyor ve “Modern Robinsonculuk”, “kafana göre takılmak” sloganlarıyla dile getirilen sözde “yaşam biçimleri”, bireyselleşmenin gerçekleşmesi olarak adlandırılabiliyor.
Oysa bireyselliğin gerçekleşebilmesi, her şeyden önce bir bütünselliği gerektirir. Birey, bir bütünün etkin öğesi olmadıkça, kendi özlediği türden bir bireyselliği gerçekleştiremez. Bireysel olanla toplumsal olan arasında kapitalizm tarafından dikilmiş bulunan duvarların olumlanması anlamına gelen bu türden bir bireyselleşme, söz konusu duvarın kişisel bir tutumla daha da yükseltilmesi sonucunu verir. “Birey” sorunu, bir bölünmenin sonucu olarak doğmuşken, çözüm, bölünmenin derinleştirilmesinde bulunamaz. Birey sorununun tümüyle ve toplumsal çapta çözümü, bölünmenin ortadan kaldırılmasına bağlıdır.
Kapitalist siyasal örgütlenme, “bireyin özgürlüğü”, “demokratik katılım” vs. gibi birçok demagojik sloganla dile getirilse de, gerçekte söz ve karar sahibi olmayı, tümüyle bireyin dışında, insanın öz etkinliğine yabancı kurumlar aracılığıyla yok eder. Bu anlamda kapitalist devlet, bireye karşı “bağımsız” bir varlık kazanarak, “kişisel özgürlüğün, ancak egemen sınıfın koşulları içinde gelişmiş bireyler için ve yalnızca bunların, bu sınıfın bireyleri olmaları ölçüsünde” (Marks) varolabileceği bir kurumlaşma olarak kendini gösterir. Toplumun bütününe ilişkin kararlara katılabilme özgürlüğü, gerçekte, kendisini etkileyecek bütün eylemlerde söz sahibi olma iktidarı, yalnızca devletin bu biçiminin ilgasıyla mümkündür.
İşin bölünmesinin siyasal alandaki yansıması, kişinin kendi eylemlerinin sonuçlarını denetleyememesi ve eylemin toplumsal örgütlenişine etkin bir birey olarak katılamamasıdır. Bu yüzden Marksizm, işin bölünmesinin mutlaklaştırılmasına karşı çıkışın, özel mülkiyet ilişkileriyle belirlenmiş bütün siyasal biçimlere karşı çıkmayı gerektirdiğini söylemiştir. “… kaçak seriler, yalnızca varolan kendi varlık koşullarını geliştirmek ve zafere ulaştırmak isterlerken, ve bundan dolayı yalnızca serbest çalışmaya ulaşırken, proleterler eğer kendilerini birey olarak ortaya koyuyorlarsa, şimdiye kadar süregelen kendi varoluş koşullarım, yani işi ortadan kaldırmalıdırlar. Bu bakımdan, proleterler toplum bireylerinin şimdiye kadar topluluğun tümünün ifadesi olarak seçmiş bulundukları biçim ile doğrudan karşıtlık halinde, yani devlet ile karşıtlık halinde bulunmaktadırlar, ve kendi kişiliklerini gerçekleştirmeleri için bu devleti devirmeleri gerekir.” (Marks)
Bireylerin tümüyle özgür bireyler olabilmesi, gerçek ve bütünsel insanlar olabilmeleri koşulu böylece yaratılır. “… Bir sınıfın bireylerinin katıldıkları ve her zaman onların bir başkasına karşı ortak çıkarlarıyla koşullandırılmış bulunan kolektif ilişkiler, bu bireyleri yalnızca sıradan bireyler olarak, kendi sınıflarının varoluş koşulları içinde yaşadıkları ölçüde içinde toplayan bir ortaklaşalık oluşturur, demek ki bunlar, kısaca bireyler olarak değil, ama bir sınıfın üyeleri olarak katıldıkları ilişkilerdi. Buna karşılık, bütün kendi varlık koşullarım kendi denetimleri altına alan devrimci proleterlerin ortaklaşalığında bunun tam tersi meydana gelir, bireyler, bu ortaklaşa-lığa bireyler olarak katılırlar.” (Marks)
Her tarihsel dönemin üretici güçleri ve değişim koşullarıyla belirlenmiş varlık koşullarında, birey, birey oluşunu ancak mensup olduğu sınıfın varlığı içinde gerçekleştirebilir; sınıftan bağımsız, sınıf özellikleriyle belirlenmemiş bir “özgünlük” ve “özgürlük”ten söz edilemez.
Bu anlamda “bireyselleşme” talebi, daima bir bütünsel insan olma talebidir. Ve bu, sıradan anlayışın ifade etliğinin aksine, birey olarak çok fazla birikim, çok fazla yetenek, çok fazla etkinlik sahibi olmakla ilgili değildir. Sorun, kendi etkilerinin sonuçlarını siyasal ve toplumsal alanlarda bir bütün olarak denetleyebilme sorunudur.
Sıradan insan, parçalanmış bir dünyanın kendisine dayatılmış parçası üzerinde yaşamaya mahkûmdur. Bu sınırların katı ve kesin hale getirilmesinden başka bir şey olamayan “bireysel yaşam”, bu yüzden kabul edilmiş bir boyun eğişten başka bir şey olamaz. Kapitalizm, yalnızca işbölümünü en yüksek düzeye çıkarmakla kalmamış, “kişisel hayat” denilen şeyi de sınırlanmış bir hayat olarak damgalamıştır. “Kendi hesabına bir dünya” özlemi, bu yüzden toplumsal yabancılaşmanın bütün biçimleri ve kaynaklarıyla çatışmaksızın, yalnızca soyut bir insan özelliği olabilir. Böylece “bireysel hayat” yalnızca en koyu bir bireycilikle ifade edilebilecek tarzda, ahlaki bakımdan da kabul edilemez bir nitelik olarak gerçekleşebilir. Kapitalizmle belirlenmiş insan ilişkilerinin, bir hesap ve çıkar ilişkisi halini alması, yalnızca en koyu bireyciliğe sığınarak yaşanabileceğine inanmaya ve bunun bir ideoloji olarak genel toplumsal yargı haline gelmesine yol açar. Bir bütünlük talebi olan bireyselleşme, “birey olma”, işte bu yüzden bir yalnızlık, bir tekillik biçimi ve bunun ahlakını yaratarak kendi niteliğinden sapar.
Özgürleşme Aracı Olarak Politika:
Politika, kapitalizm içinde bir yabancılaşma alanıdır. Bununla birlikte, devrimci proletaryanın elinde her türden yabancılaşmanın aşılmasının bir aracı olarak içerik kazanır. Çünkü yalnızca devrimci proleter politika, bilinçle kavranmış ve politikanın aşılması için ele alınmış bir eylem alanı olarak somutlanır. Devrimci politik hayat, kendi varlık koşulunun tüm diğer yabancılaşma biçimleri gibi, politikanın da ortadan kaldırılması çabası olduğunu bilir.
Burjuvazinin kendisini gerçekleştirdiği bir alan ve etkinliğinin bir biçimi olan politika, en demokratik işleyiş içinde bile, mülkiyete dayalı yabancılaşmanın, bölünmenin bir ifadesi ve bölünmenin mutlaklaştırılması demektir. Buna rağmen, kendini her türden ayrımın silinmesi olarak sunar: Devletin sınıflar üstü olduğunu, parlamentonun bir birlik ve bütünlük platformu olduğunu ileri sürer. Devrimci proletarya açısından her biri bir parçalanmışlığı ve bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini ifade eden bu kurumlar karşısındaki konumlanış, yeni ve gerçek bir bütünlüğün başlangıcını, devrimci politika ise bunun bir imkânını oluşturur.
“Bireyselleşme” sloganlarının önemli ölçüde ve belirgin olarak “politika düşmanı” motifler taşıması, bireyselleşmenin politika dışında ve “politik varlık” olmayı dışlayarak gerçekleşeceğinin vazedilmesi, bu bakımdan tam bir çelişkidir. Kişinin kendi faaliyetleri üzerinde kendi denetimini gerçekleştirebilmesinin tek alanı, “bireyselliğin ezildiği” bir alan olarak tanıtmak ve mahkûm etmek, bireysellik kavramına verilen anarşizan içerikle ilgilidir.
Etkin bir özne olarak birey, eleştirel bir pratiğin öznesi olarak nitelendiğinde, politika ile olan ilişki daha somut bir hal alır. Bilinçli etkinliğin toplumsal gerçekleşme biçimi, varolan koşullar karşısında eylemli bir eleştirinin sahibi olmaktır. Bu, açıkça, kendi kendine homurdanıp durmaktan, her şeye karşı olmak ve sistem içi bir “alternatif hayat” özlemiyle oyalanmaktan farklı bir şeydir. Varolan koşullar karşısında, dönüştürücü-devrimci bir eylemliliğin içinde olmak, çok yönlü, karmaşık ve çok boyutlu bir mücadeleye girişmek demektir. Bu mücadele, yalnızca onun temel aygıtı olan devrimci proletarya partisine değil, onun içinde ya da onun ekseninde yer alan herkese, çok yönlü, etkin ve “bütünsel özne” olabilme yolunu açar.
Bugün kapitalizmin bağları ile birbirine çelişik, çatışmalı bir biçimde bağlanmış olan bütün toplumsal kategoriler, sınıflar, üretim ve yeniden üretim mekanizmaları, kültür dünyası, politik hayat, gerilimli birlikteliklerine son verecek bir sosyalist işçi hareketi karşısında parçalanacak ve yeni bir bütünlüğün unsurları olarak değer kazanacaklardır. Sıradan insanı bir pratik eleştirici haline getiren, ona yetenek ve becerilerini, birikimini bir yeniden üretme ve geliştirme olanağı ile birlikte gerçekleştirme fırsatı veren tek “alternatif hayat” budur. Bunun ancak devrimci komünist partisi içinde ve bir komünist olarak sağlanabileceği doğruyken, komünistler, “herkes kurtulmadıkça kimsenin kurtulamayacağını” da bilirler.
Özellikle 12 Eylül sonrasında, devrimci mücadeleye, sığ, renksiz, tek boyutlu bir “örgüt hayatının” egemen olduğu, hiyerarşinin kişilikleri körelttiği, özel hayata yer bırakmayan bir tek tipleşmenin yaşandığı vs. vs. çok söylendi, yazıldı. Bu sözde eleştiriler, yeni moda örgütsüz “demokratlık” teorileriyle birleştirilerek, şimdi yeni türde bir sözde “devrimciliğin” içeriği haline getirilmek isteniyor.
Geçmişte, genellikle küçük burjuva çevrelerin kendi aralarındaki ilişkileri, tersine çevrilmiş haliyle “örgüt hayatı” diye adlandırdıkları bir dönemin yaşandığını i kimse inkâr edemez. Ama bütün olumsuzluğuna rağmen, devrimci ortamın “etkin özne” olabilmek için, bir uzlaşma ve uyum ortamından çok daha sağlıklı koşullar sağladığı görmezden gelinebilir mi? Kişinin kapitalizm koşullarında, ancak kapitalizmle çatışarak, koşulların sürüklediği, edilgen bir nesne konumundan çıkarak “özne” olabileceğinin pek çok göstergesinden biridir bu. Ve bununla şu da kanıtlanmış olur: “bireyselleşme” denilen şeyin başlıca karakteristiği, dünya tarihinin oluşturulmasına etkin olarak katılmaktır.
Sonuçta görünen, “birey” kimliğinin kapitalizm koşullarında daima bir sınıf kimliği altında tanımlandığı ve “kendini ifade etmek” isteyen herkes için sınıfların mücadelesi içinde bir tarafta bulunmaktan öte fazla seçeneğin bulunmadığıdır.
Birey, sahip olduğu özelliklerin farklılığını ve çeşitliliğini, ait olduğu toplumsal sınıfın mücadelesi içinde, onun genel çizgilerinin bir ifadesi olarak ortaya koyabilir. Ve nasıl bir toplumsal sınıf, kendisini ancak bir diğer sınıfa karşı mücadelesi içinde sınıf haline getirebiliyorsa, aynı şey birey için de geçerlidir; birey, “kendine özgürlüğünün” gerçekleşmesini, safında yer aldığı sınıfın diğerine karşı mücadelesinde bulabilir. Kişinin bireyselliğini, herkese duyurabileceği toplum dışı ya da sınıflar-üstü bir fildişi kule bulunmadığı surece…

EK-
“PİS ADAM”
“Bireysel özgürlüğün” zirvesinde yaşayan bir “liberter” tip, KARA dergisi aracılığıyla, Türkiye’ye “Pis Adam” adıyla transfer edildi. Pis Adam, üç-beş günlük sakalla, daima yarım bir sigarayı dudağına iliştirmiş olarak ve düşük bir dondan ibaret “giysisiyle” dolaşıyor ortalıkta.
Sıradan insanların “otorite tarafından” belirlenmiş alışkanlıklarını, yaşayış tarzlarını ve düşüncelerini, kendi sümüğünü yiyerek, patates kızartmalarını donuna doldurarak üstlerine işeyerek yenmesini önererek “eleştiriyor”. Çevresini iğrendirerek Ve tedirgin ederek kendisine bir “hayat alanı” açıyor, böylece boşalttığı bir ortamda, bireysel özgürlüğün tadını çıkarıyor.
Bir “liberter”i (ya da anarşisti), yalnızca şurayı burayı bombalayan; suikastlarla ortalığı karıştıran bir tip sananlar, Pis Adam tarafından, bir bireycinin “zengin iç dünyası ve etkili kişiliği” gösterilerek uyarılıyorlar! Pis Adam, gerçekten, “bireyciliğin derinliği” hakkında ciddi bir örnektir!
“Pis Adam”, basit bir çizgi-bond kahramanı değildir. O, sahici bir sosyal-sınıfsal tiptir. Kendisini, toplumun bütün sınıf ve katmanlarının dışında ve üstünde görüp göstermeye çalışmasına rağmen, burjuva dünyasının karmaşık ilişkilerinin bir ürünü, yoğunlaşmış ve “sonuna kadar gelişmiş” bir karakteridir. Onun bir erdem haline getirdiği kendini beğenmişliği, tedirgin ederek ve tiksindirerek açığa vurduğu herkese ve her şeye karşı düşmanlığı, mülk sahibi sınıfların ahlakının kaba ve yalın bir biçimde ortaya konuluşudur.
Kapitalizm, bireyi aşağılar ve onu kendisini en olmadık biçimlerde savunmaya zorlar. Anarşist mistifikasyonun mantık düşmanlığı buradan kaynaklanır ve kapitalist sistemin temel bir mantıksal veri olarak kabul edilmesinin sonucudur.
Bu, “Pis Adam” kimliği altında olduğu kadar, “ciddi” liberter literatürde de mantıksızlığa övgü biçiminde kendini gösterir. Kendini ancak “mantık dışına çıkarak” savunabileceğine inandırılan bireyin bulduğu bu tarz, gerçekte kapitalizmin anarşik üretiminin ilişkilere yansımış halini kabullenmeyi ifade eder.
Bir başka deyişle “liberter”, herkese ve her şeye karşı düşmanlığının bir ifadesi olan mantıksızlığın yüceltilmesi içinde, kapitalizmin kendisine dayattığı bir savunma biçimini kabullenmiş olmaktan öteye geçemez. “Akıl dışı” olmanın iradi olarak seçildiği sanısı, gerçekte kapitalizmin dayattığına teslim olmaktan ibarettir. Kapitalizmin kendisini aşağılamasına, herkesi ve her şeyi aşağılayarak cevap verdiğini sanan Pis Adam, kapitalizmin aşağılayıcı ahlakının sonuna ulaşmış halini temsil eder, bir yeniliği ya da karşı koymayı değil.
Bu bakımdan Pis Adam, çok değişik kılıklar altında, farklı sınıflara mensup kişiler olarak kendisine sık rastlanan popüler bir tiptir. Pis Adam, bazen cesaret ve inisiyatif yoksunluğunu örtmek için, bazen tembelliği, yeteneksizliği mazur göstermek için başka bir zaman toplumsal ilişkiler içinde tutunamayışı açıklayabilmek veya disiplin ve sis-tem yabancılığına, aylaklığa fiyakalı bir kılıf bulmak için “bireyselleşme”, “birey olma” çağrılarının hem kaynağında duruyor, hem de bu çağrıların “nihai” hedefinde bulunuyor.
Pis Adam, bazen politikanın her türlüsünün keskin düşmanı, politik: örgüt kavramının amansız eleştirmeni ve küçümseyicisi rolüne soyunuyor. Devrimci bir hayatın kötülükleri geriliği, ilkelliği üzerine romanlar yazıyor. Bunu becerecek yetenekte değilse, adam çekiştirmeyle, bireyselliğinin “harcanmış olduğu” zamanlara küfretmeyle oyalanıyor. Taşıdığı kara bayrakla “birey” olduğunu sanarak oyalanıyor.
Pis Adam’ın kendisine tanıdığı özgürlüğün sınırı yok! Bir bakıyorsunuz, “birlikçi sosyalist” kimliği altında “çok kanatlı, çok sesli” parti çatısı altında “eleştirici bir güvence” olarak liberterleri davet ediyor, bir bakıyorsunuz, davet edilen liberter kılığında bu çağrıyla dalga geçiyor.
Pis Adam, neşeli bir toplumsal düzen eleştirmeni olmak isterken, komik bile olamayacağı toplumsal koşullar içinde yaşadığını İçten içe sezen bir Türkiyeli kılığında, yalnızca acıklı olabilmektedir.

Ağustos 1990

Çernişevski ve Nasıl Yapmalı? Üzerine

“Nasıl Yapmalı”ya ilkel, yavan, zayıf demeye kimsenin hakkı yoktur! Yüzlerce insan bu kitabın etkisiyle ilerici olmuştur. Çernişevski ilkel ve yavan şeyler yazmış olsaydı bu hiç mümkün olabilir miydi? Örneğin benim ağabeyim bu kitaba vurgundu; ben de vurgunum “Nasıl Yapmalı”ya. Beni derin bir biçimde ikinci bir kez sürmüş çapalamıştır bu kitap. Sorabilir miyim ne zaman okudunuz siz “Nasıl Yapmalı?”yı Ağzı süt kokarken okuyanlara bu kitabın vereceği bir şey yoktur. Genç yaşlarda okunduğunda anlaşılamayacak denli derin düşüncelerle dolu ve çetrefildir Çernişevski’nin kitabı. Sanırım ilk kez 14 yaşımdayken okumaya çalışmıştım “Nasıl Yapmalı?”yı. Hiç bir yarar sağlamayan üstünkörü bir okumaydı bu. Ağabeyimin idam edilmesinden sonra Çernişevski ‘nin romanının onun en sevdiği kitap olduğunu bilerek yeniden elime aldım “Nasıl Yapmalı?”yı ve bu kez birkaç gün değil birkaç hafta sürecek bir okumaya giriştim. Ancak o zaman anlayabildim derinliğini öyle bir iki atımlık değil, insana yaşam boyu yetecek bir baruttur bu kitap. Hiç zayıf bir kitabın böylesine güçlü etkisi olabilir mi?”
Bu sözler Lenin’in Nasıl Yapmalı’yı yerin dibine batıran Menşeviklere verdiği cevaptır. Yazıldığı dönemde büyük yankılar uyandırmış, dönemin devrimci gençliğinin eğitiminde büyük rolü olan bu değerli kitaptan bahsetmeden önce Lenin’in Nasıl Yapmalı’ya ilişkin düşüncelerini aktarmayı uygun buldum. Nedenini açıklayayım; sıradan bir okuyucu gözüyle değerlendireceğim bu kitabı ele alışımın amacı; kitabı eleştirel bir gözle okunduğunda odan sayısız yararlar sağlayacağını görecek olan okuyucuya sevdirmek, okumasını tavsiye etmektir.
Kitabın adı “Nasıl Yapmalı?” okuyucuya yöneltilmiş çarpıcı bir sorudur. Hem gündelik sorunlarımızda hem de yaşantımıza daha büyük anlamlar katan uzun erimli amaçlarımızı yerine getirmek için verdiğimiz mücadelelerde, özel yaşamımızda bizi derinden sarsan olaylarda; aşkta, mutlulukta, acıda, heyecan ve korkuda, kısacası yaşamın ta kendisinde insanoğlunun kendi kendine sık sık sorduğu önemli bir sorudur Nasıl Yapmalı? İşte “Nasıl Yapmalı” birçok romandan farklı olarak, hayatın insanı ve toplumu etkileyen aşk, evlilik, erdem, dostluk, kadın, mücadele, gibi çeşitli yönlerine, materyalist yaşam felsefesini içeren fikirleriyle cesaretle değinmiştir. Birçok romana bu temalardan yalnızca bir ya da ikisi konu olurken, konuyu işlemede, herhangi bir kişilik ya da tipi vermedeki başarısı romanın edebiyat şaheseri olması için yeterli olurken, Çernişevski hayatın çetrefilli sorunlarım kapsayan birçok konusunu eline yüzüne bulaştırmadan işleme cesaretini nereden almaktadır? Kendisine kulak verelim “Bende sanatsal yetenek denen şeyin damlası bile yok. Dili bile doğru dürüst kullanamadığımı görüyorsundur belki. Ama sen kafam takma bunlara ve beni yine de oku, güzel okurum! Yararını göreceksin beni okumanın. Gerçek, güzel şeydir, kendisine hizmet eden yazarın eksiklerini kapatır. Bende sanatsal yetenek denen şeyin damlası yok dediğime bakıp da sakın bundan senin büyük bildiğin yazarlarından daha kötü bir yazar olduğum ve romanımın da onların yaptıklarından daha zayıf olduğu sonucunu çıkarma. Bu değil söylemek islediğim. Ben sana hikâyemin, gerçekten sanatsal yeteneği olan insanların yapıtları yanında zayıf kaldığını söylüyorum, yoksa sen şu ünlü yazarların o çok ünlü yapıtlarıyla rahatça kıyaslayabilirsin bu romanı, hatta onlardan üstün tutabilirsin: böyle yaptığında yanılmış olmayacağına inanabilirsin. Her şeye karşın benim kitabımdaki sanat onların yapıtlarındakilerden daha üstündür bu yönden gönlün rahat olsun”
Yayımlandığı dönemde kitaba gerici liberallerce ana konunun aşk ve kadın sorunu olduğu eleştirileri yüklenir. Kadın sorununun (kitaptaki olumlu kadın tipi Vera Pavlona’nın) önemli bir yer tuttuğu doğrudur. Ancak kitabın sadece kadın sorununu işlediği görüşü tamamıyla yanlıştır. Çünkü Çernişevski kamu hayatından dışlanan, toplumda kendisinden sadece sadık bir eş ve iyi bir anne olması istenen her yönüyle ezilen kadının durumunu ele alışıyla bize kadını ezen, hiçbir bilgi ve beceriyle donatmayan çarpık bir toplumun, 1860’larda gelişmemiş Rusya’nın tablosunu gözler önüne serer. Kadın ve toplum arasındaki köprüyü iyi kuran yazara göre bir toplumda kadının özgürlüğünün derecesi o toplumun özgür ve gelişmiş bir toplum olup olmadığının da göstergesidir. Çernişevki’nin Vera Pavlona’ya kitapta söylettiği bu fikirler O’na Rusya’da tip dünyasına adımını ilk atan kadın olmasını esinletir.
Kitapta evlilik iki insanın özgür iradeleriyle karar verdikleri bir sevgi bağı olarak ele alınır. Yakın arkadaşı Lupohov’un karısı Vera’ya âşık olan Kirsanov, dostunun mutluluğunu bozmamak için aradan çekilir. Bundan sonra romanın aşk cephesinde neler olacağını okuyucu kendisi görsün.
Liberaller gençlik üzerinde ahlak bozucu etki yarattığı, por-no edebiyatı yaptığı gerekçesiyle kitaba saldırırlar. Gerçekte saldırdıkları Sosyalist ahlak ilkeleri, kendi savundukları ise çökmekte, çürümekte olan bir düzenin çatırdayan temelleri arasından kötü kokular yayan, ahlaki yozlaşmanın ilkeleriydi.
Kitapta henüz toplumda sayılan az olan yeni insanları tanıyalım. Vera Pavlona korkunç bir aile baskısı altında yaşayan (ki kendisi içinde bulunduğu ortamı ‘bodrum” diye adlandırır) anne ve babası tarafından kendisine biçilmiş bir gelecek hazırlanan binlerce genç kızımızdan biridir. Evlendirileceği zengin koca adayının kendisine hazırladığı felaketten hem sağduyusuyla hem de gelişen birtakım rastlantılar sonucu kurtulur. Bu rastlantılardan biri de yeni insanlardan biri olan Lupohov’la tanışmasıdır. Lupohov’la tanışması, Veroçka’nın yepyeni düşüncelerle tanışması, bir anlamda yeniden doğmasıdır. Lupohov’un Veroçka’ya anlattıkları onu böylesine derinden sarsan düşünceler neydi? Lupohov bütün insanların özgür, sömürülmeden mutlu bir biçimde yaşayacakları, yoksulluktan kurtulacakları bir dünyanın kurulmasının olanaklı olduğunu fısıldadı Veya’ya. Vera’nın gelişen düşüncelerini izleyelim; “Alalım George Sandı… Ne kadar iyi yürekli tertemiz kadın! Ama işte onda da her şey yalnızca bir düş! Charles Dickens’ı alalım. Onda bunlar var ama işte onun da sanki umudu yok, yalnızca arzu ediyor. Çünkü iyi yürekli bir insan ama bunların özellikle de böyle olmaları gerektiğini, kimsenin yoksul kimsenin mutsuz olmaması için özellikle böyle olması gerektiğini bitmezler?
Ama onların yazdıkları da bu değil mi? Hayır onlar yalnızca acıyorlar ve her şey in şimdi nasılsa öyle kalacağını düşünüyorlar Özgür ve mutlu bir insan olmak istemek neden tuhaf olsun! Böyle bir istek duymak ne müthiş bir buluş, ne de göz kamaştırıcı bir kahramanlıktır.”
Kısa sürede Vera da bu yeni insanlar arasına katılır. Çernişevski’nin romanındaki bu yeni insanlar Vera, Lupohov, Kirsanov, Rahmetov temiz dürüst çalışkan insanlardır. Bu yeni insanları Stendhal, Hugo gibi yazarların kitaplarındaki temiz ve iyi yürekli romantik devrimcilerden ayıran özellikleri onların kişiliklerini belirleyen atılganlıkları, hayattaki bir işi tamamlamadan bırakmayan eylemci çalışkanlıklarıdır. Kişilerin yaşama yön veren eylemliliği taşıyan çizgisi, sosyalist insanın gerçekçi maddi tohumlarını bize verir. Lupohov da. Vera da, Kirsanov da, ayakları yere basan; yaşamdan neler beklediklerini bilen, boş hayaller peşinde koşmayan insanlardır.
Lupohov ve Kirsanov arasında geçen bir konuşmayı onları daha yakından tanımanız açısından aktardım.
“-Rezilin rezili bir ailenin çok aklı başında, ciddi bir kızları var. Ailesinden kaçıp kurtulmak için mürebbiye olmak istiyor. İşte onun mürebbiye olarak çalışabileceği bir yer arıyorum.
-Kız için iyi biri dedin değil mi?
-Evet
-Eh madem öyle ara bakalım.
Konuşmaları burada bitti. Hey gidi bay Kirsanov ve bay Lupohov! Bu dünyada neye iyi deneceğini hala anlayamamışsınız! Anlayamamışsınız; çünkü baksanıza sizin, bay Kirsanov, kızın güzel mi çirkin mi olduğunu ne sorduğunuz var ne de soracağınız. Size gelince bay Lupohov isin bir de böyle bir yanının olabileceği aklınızın ucundan bile geçmiyor. Bay Kirsanov ise “iyi de kardeşlik, ona mürebbiyelik bulma işine kendini böylesine kaptırdığına göre besbelli kıza aşıksın?” falan gibi bir şeyler söylemiyor. Gördüğümüz gibi bir insanın kötü budunundan kurtuluşu söz konusu oldu mu o insan güzelmiş, hatta dünya güzeliymiş ya da çirkinmiş falan gibi şeyler asla akla gelmiyor. Hele hele aşkmış meşkmiş böyle şeylerin kimsenin aklının ucundan bile geçmediğini söylemeye gerek bile yok. Böyle bir şeyin düşünülebileceğini bile düşünecek insanlar değil onlar. Zaten en iyi yanları da bu; herkesin en çok kafa yoracağı bir şeyi akıllarından bile geçirmediklerinin farkında değil ikisi de”
Kitapta en önemli sima özel insan Rahmetov’dur. Rahmetov tipinde bir komünistin genel çizgilerini bulabiliriz. Lenin sadece Rahmetov’u yaratmış olduğu için bile Çernişevski’nin büyük bir şey başardığını söyler, ideallerini gerçekleştirmek için hiçbir güçlükten yılmayan cesur, fedakâr, özel yaşamı devrimci mücadelenin çıkarlarına bağlı Rahmetov karşılaşacağı güçlükler karşısında yılmamak, iradesini çelik gibi sağlamlaştırmak için çivili bir tahtanın üzerinde bile yalar. Fiziksel güç edinmek için jimnastik yapar, büyük güç isteyen kaba işler de çalışır ve özel olarak beslenir.
Bir devrimcinin disiplinli bir yaşam sürmesi gerektiği, çivili tahta üstünde yatma gibi Rahmetov’un kendisine işkence etmesine varan acımasızlığıyla biraz abartılsa da; bir devrimcinin karşılaşacağı güçlüklerin gerçek bir habercisidir.Rahmetov’un yaratıcısı Çernişevski de mücadele eden her devrimci gibi sayısız kere tutuklanmış ve kendini savunma hakkı dahi tanınmadan ömür boyu sürgüne mahkum edilmiştir.
Üniversitede okurken Kirsanov’la tanışan Rahmetov “ilk akşam Kirsanov’un ağzından çıkan her sözü çölde yanmış bir insanın sonunda kavuştuğu suyu içişi gibi dinledi, ağladı, yok olması gerekenleri lanetleyici, yaşaması gerekenleri yüceltici haykırışlarla ikide bir onun sözünü kesti. Peki, hangi kitaplardan başlayayım okumaya?” hummalı bir okuma faaliyetinden sonra istediği sistematik bilgiye ulaştığını görünce bu doludizgin okuma temposunu yavaşlatır ve kitap okumaya öteki işlerinde artakalan zamanlarda vakit ayırır. Okuyucumuz bu öteki işlerin ne olduğunu kolayca kestirebiliyor tabi ki. Ancak Çernişevski o dönemdeki ağır sansür koşullarından dolayı Rahmetov’un örgütlenmeyle uğraştığına (Rahmetov sık sık seyahatler yapan ertelenmez işleri olan bir gezgincidir) atıfta bulunarak temkinli bir dil kullanıyor. Rahmetov’un okuma yöntemine de göz atalım: “Her konunun kendi temel yapıtları vardır ve bunların saf” yıları pek azdır, geri kalan yapıtlar yalnızca bu çok az sayıdaki yapıtta en özlü biçimde anlatılmış olan şeyleri yinelerler, geveler ve iğdiş edilmiş olarak yeniden önümüze sürerler. Thackoray’ın “Gösteriş Dünyası”nı büyük bir keyifle okuduktan sonra aynı yazarın Pendennisini okumaya başladı. Ama daha 20. sayfaya gelmeden kitabı kaldırıp attı: “Gösteriş Dünyası”nda diyeceğini demişsin seni daha fazla okumanın da gereği yok! Benim okuduğum kitaplar beni yüzlerce başka kitap okumaktan kurtaran kitaplardır.” “Gördünüz mü okumayı!”
Çernişevski devrimci aydın Rahmetov’ların halk yığınlarını örgütlemesi sonucu onların girişkenliğiyle feodal Rusya’yı temelinden sarsan bir devrim düşlüyordu. Rus köylüsünün çıkarlarını ifade eden bir devrim onu köylü sosyalizmine götürür. Çernişevski’nin düştüğü politik hataları değerlendirebilmek için (bu bizi Nasıl Yapmalı’da yansıyan yanlış fikirleri de anlamaya yöneltecektir.) Narodnizmin Rusya’da nasıl doğduğunu ve o dönemdeki Rusya’nın koşullarını bilmek gerekir. Narodnizm ilk doğduğunda köylülüğü toplumun temellerini kökünden değiştirmek için savaşmaya iten bir devrim amaçlıyordu. Sosyalist bir devrimde köylülüğün öncü güç olarak temel alınması, kır ekonomisinin (komünal sistem) burjuva niteliğinin görülmemesi, Çernişevski’nin de içine düştüğü temel hata olmuştur. Bu temel hatanın aşılması ancak kapitalizmin Rusya’da gelişmesinin getirdiği sanayileşme, meta ekonomisi ve yeni bir sınıf olarak proletaryanın doğuşu ve proletaryanın devrimin biricik temel gücü haline gelmesiyle mümkün olacaktır. Kapitalizmin gelişmesiyle büyüyen proleter yığın kırın parçalanmasına yol açacaktır. Kırın parçalanmasıyla köylülüğün büyük bir kısmı aşın yoksullaşırken bu yoksullaşmadan palazlanan bir avuç “kulak” doğar. Yoksullaşan köylü yığını gözlerini işçi sınıfına çevirmek durumundadır. Kapitalizmin öncelikle Avrupa’da gelişme seyri izlemesi, Marx’ın fikirlerinin Avrupa’da yayılması Çernişevski’yi çağdaşı Marx’ın materyalizmine ulaşmaktan yoksun bırakmıştır. Tarihin itici gücü olarak her zaman kitleleri gören Çernişevski kapitalizmin yarattığı işçi sınıfının üretimdeki rolünü yakalayamamış, sınıfsal bir bakış açısına sahip olamadığı için ancak işçi sınıfı öncülüğündeki bir devrimin gerçek sosyalist bir devrim olacağını görememiştir.
Lenin “ilk Rus sosyalistleri” olarak adlandırdığı Çernişevski, Herzen, Belinski gibi Narodnikleri diğerlerinden, Halkın Dostları Kimlerdir kitabın da bahsettiği Rusya’da kapitalizmin gelişmesini yadsıyan, çarlığa karşı devrimci savaşımı reddeden, kapitalist meta ekonomisinin silip süpürüp attığı kır ekonomisini hala savunan Narodniklerden ayırır. Çernişevski bütün hatalarına karşın bir devrimi savunuyordu, ilerleyen süreçte kapitalist gelişmenin berraklaştırdığı gerçekleri görmemekte direnen ötekileri ile ilk Rus sosyalistleri arasındaki ayrımı Lenin şöyle koyuyor “Köylülüğü sosyalist devrim için modern toplumun temellerine karşı harekete geçirmek üzere hesaplanmış olan bir politik programdan modern toplumun temelleri korunurken köylülüğün durumunu “iyileştirmek” düzeltmek üzere hesaplanmış olan program doğmuştur.”
Nasıl Yapmalı’da halka bilinç taşıyanlar Rahmetov, Lupohov ve Kirsanov köken olarak halk içinden çıkma insanlar değildi. Örneğin, Rahmetov’un ailesi soylu bir aile, babası yüksek bir memurdu. Devrim mücadelesinde bilinç taşıyan gelişmiş beyinlerin aydınların ön plana çıktığını görüyoruz. Toplumların çıkar karşıtlığına dayalı sınıflara bölünmüşlüğünü tam kavrayamayan Çernişevski, halkın bilincinin geriliğinin nedenini bu sınıflara bölünmüşlüğe bağlar. Sınıfın niteliğini değil onun gerilğini ön plana çıkaran bu görüş onu aydının toplumsal gelişmelerdeki rolünü abartmaya iter, kitleler ise aydının bilinçlendirmesi sonucu direktifleri yerine, getiren devrim sahnesinde basit birer figüran rolüne indirgenirler. Oysaki biz biliyoruz “insanların eylemlerini bilgileri belirlemez her zam an. insanların eylemlerini belirleyen hiç bir zaman sadece bilgileri değildir; aynı zamanda ve asıl olarak konumlandır. Varlık bilinç tarafından değil, bilinç varlık tarafından belirlenmektedir.” Bugün birçok bakımdan geri kafalı, örneğin kızına başını örttüren, birçok kör inancı olan bir işçi, sınıfının çıkarı gereği devrimci bir eyleme, örneğin bir greve katılabilir; bu demektir ki “yığın adamı” “entelektüele” oranla bir bakıma geridedir şüphesiz; ama bir başka bakıma da gene hiç şüphesiz ki aynı “entelektüel”den kat kat ileridedir.
Çernişevski sosyalizmin gelişmiş bir teknoloji ve bu teknolojinin donanımları, gelişmiş en yetkin teknikle kurulabileceğini gören çağının nadir kafalarındandır. Nasıl Yapmalı’daki köy komünü tasvirinde de bu gayet açık biçimde gözlenir; bir bölüm aktarıyoruz.
“Kemlerde yasamak isteyen pek yok Bu yüzden kent sayısı eskiye göre çok düştü.
•iyi ama ya ben kentte yaşamak istiyorsam?
‘öyleleri de var: tıpkı sizin Petersburg’unuzda Paris’inizde Londra’nızda olduğu gibi… Engel olan yok ki, canın öyle istiyorsa hay hay sürekli kentte yaşa. Ancak insanların yüzde doksan dokuzu sana kız kardeşimle gösterdiğim biçimde yaşıyor. Çünkü böylesi onların adeta hoşlarına gidiyor.
Bir yapı. Bugün ancak en önde gelen birkaç başkentte bulunabilecek büyüklükte bir yapı. Ya da hayır bugün hiçbir başkentte, hiçbir yerde benzeri olmayan büyüklükle bir yapı. Yapının dön yanında ekinler çayırlar bahçeler… Tarlalarda çalışanlar şarkı söylüyorlar. İyi ama ne yapıyor onlar tarlalarda? İşleri nasıl da hızlı yürüyor. Elbette hızlı yürüyecek çünkü onların yerine bütün işleri makinalar yapıyor. Ekini biçen, demetleyen, demetleri taşıyan hep makinalar. İnsanlar makinaların yanında duruyorlar ya da üzerlerine çıkmış onları yönetiyorlar. Ne güzel şeyler yapmışlar kendilerine böyle.”
Köy komününün tasvirinde dile getirilen insanlardaki gönüllü köylerde yaşama isteği hemen dikkatleri çekiveriyor. insanlar adeta şehirleri terk ediyorlar. İlerleyen süreçte kapitalizmin gelişmesi sanayileşme merkezleri olarak kentleri toplumsal bir olgu olarak karşımıza çıkarmıştır. (Sanayinin yoğun olduğu kentlerdeki sanayi-şehir proletaryası sosyalist devrimin asıl gücünü de oluşturacaktır.) Çernişevski kapitalist gelişmenin üretimin yoğunsallaştığı kentlere önemli bir yer kazandıracağını göremediğinden, kentleri boşalmış, özgür ve mutlu köylerde yaşayan bir insanlar topluluğu hayal ediyor.
Çernişevski, eksiklerine rağmen, çağdaşı olan diğer yazarlarla karşılaştırıldığında, Çernişevski’nin ötekileri çok geride bıraktığı kolayca görülebilir.
Gonçarov’un Oblomov’u ile Çernişevski’nin “Nasıl Yapmalı?” sı aynı dönemle yazılmış iki kitap, özellikle Oblomov tipini büyük bir başanyla vermiş, bu yönüyle değerli bir kitap vermiş olan Gonçarov’u çağının koşullarını bu koşulların yarattığı maddi olguları kavrama, çağını yakalayan devrimci aydın açısından Çernişevski’yle karşılaştıralım, öncelikle Gonçarov’un Oblomov tipini ele alalım. Oblomov ve Oblomov’un kişiliğini biçimlendiren bir yaşam biçimi olarak beliren Oblomovculuk 18. yüzyılın sonlarına doğru çökmekte olan Rus feodalizminin bir ürünüydü. Temiz yüreği, dürüst kişiliği, gerçekleştirmek isteyip de ruhunu ve bedenini saran uyuşukluktan ötürü bu ideallerini bir türlü gerçekleştiremeyen gerçek bir aristokrattır Oblomov. Oblomov’un tembelliği toplumsal bir tembelliktir. Rusya’yı kara bir bulut gibi saran, gerçekte tarihin, toplumları hızla dönerek ilerleten tekerleğinin gerisinde kalan, gelişen iktisadi faaliyete ayak uyduramayan sınıfın tembelliğidir. Bu tembellik nasıl ortaya çıktı? Tarıma dayalı kapalı köy ekonomisi şehirlerde gelişen iktisadi faaliyetin ihtiyaçlarına cevap vermemekte, gelişen meta ilişkileri meta üretim alanının genişlemesi sonucuna yol açmaktadır. Üretimin merkezi haline gelen, uyanan şehirlerden yeni bir sınıfın temsilcisi burjuvazi doğar, işte Oblomov’un yakın arkadaşı Sholtz çalışkan, dinamik girişimci işadamı özellikleriyle bu “yeni” sınıfın temsilcisidir. Gonçarov’un bize sunduğu yeniçağın insanı Sholtz tipik bir kapitalist olarak karşımıza çıkıyor. Gonçarov’da mevcut olan toplumsal düzenden hoşnutsuz olarak daha ileri bir toplumu düşlemiş. Ancak ileri bir toplumun altın çağın kıstaslarını görmediğinden; bir devrim ülkesinde, ondan hayli uzak kalmıştır.
Sayısız çiftliğe ve köylülere sahip Oblamov’a bu fikir hiç de garip gelmez. Gonçarov övgü yağdırdığı Sholtz’un sınıf özelliklerini doğru dürüst kavrayabilmiş değildi; insanlara mutluluk, getirecek sosyalist bir toplumun özelliklerinden de bihaber olduğu ve kapitalizmi bilinçsiz olarak savunduğu için onu gericilikle değil olsa olsa dar görüşlülükle suçlayabiliriz. Feodal Rusya’nın bağrında gelişen yeni toplum düzenini maddi olgularıyla kavramaya çalışmadan iyi bir toplum hayali besliyor. Çernişevski Sholtzların gerçek yüzünü çok iyi bilir, Sholtz’un tam tersine Vera’nın annesi Mariya Aleksiyevna karşımıza ahlaksız, kötü yürekli, kurnaz ama kafası hep hileye çalışan tefeci bir tip olarak çıkar. Mariya Aleksiyevna’ya bu özellikleri kazandıran yaşadığı toplumsal koşullardır. Bur da önemli olan birinin iyi yürekli birinin kötü yürekli olması değildir. İkisi de aynı, gelişmekte olan “yeni “sınıfın temsilcisi görünen bu iki tip, Gonçarov’da sınıf özelikleri kavranamadığından ayakları yere basmayan kof bir iyi yüreklilik ön plana çıkartılarak sunulur. Gerçekte bu iyi yüreklilik Mariya’daki kötü yürekliliğe eşdeğerdir, insanları sömüren bir toplumun temsilcisi Mariya Aleksiyevna kötü yürekli olurken yine aynı toplumun temsilcisi Sholtz nasıl iyi yürekli olabilir? Sholtz’un hiç bir ideali sosyalizmle örtüşmez. Bir de Çernişevski’nin Vera Pavlona’sına kulak verelim; Tıpkı yaşam gibi, Çernişevki’de, insan da sürekli bir gelişme halindedir, özel insan Rahmetov’a göre Vera. Lupohov gibi insanlar daha sıradan tiplerdir. Vera’nın doktor olmaya soyunduğunu biliyoruz, ancak o bununla yetinmez ve, ilerleyen süreçte devrimci çalışmaya onun da katıldığını, şu sözlerinden anlıyoruz;
“Ama senin benim gibi kartal olmayan insanlar özel birtakım duygularıyla boğuşup dururken başkalarını nasıl düşünecek. Yüreği özel duygularından kaynaklanan acılarla burkulan bir insan inançlarının peşinden nasıl koşabilir! Hayır! insana özel bir iş gerek, tüm yaşamını bağlıyacağı, zorunlu, vazgeçilmez bir iş, öyle bir iş ki, bütün gönül akışlarından, heveslerinden, çok daha önemli olsun, yalnız böyle bir iş insana güç verir insanı dinlendirir. Ben işle böyle bir iş istiyorum kendime”
Toplumsal gelişmenin tarihsel zincirini oluşturan halkalardan sosyalist halkayı yakalamayı Çernişevski başarmıştır. Tarihi gelişmenin eksik kavranışında teorik olarak idealist fikirlerinin ve Feuerbach materyalizminin kabalığı etkili olmuş, teorik boşluğu kapitalist halkanın eksik kavranması oluşturmuş, ancak Çernişevski pratik devrimci faaliyeti içinde Rus demokrasisi ve sosyalizm mücadelesine önderlik ederek, Feuerbach materyalizmini pratik olarak aşmıştır. O Feuerbach gibi köyde yalnızlığıyla baş başa bir filozof değil, devrimci çalışmalarıyla kitleler arasına kök salmayı başaran bir devrimciydi.

Ağustos 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑