Haberler-Mektuplar

Cihaner Deri işçileri, direnişi işgale dönüştürdü.
Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu, yakın zamana kadar 850 işçinin çalıştığı Cihaner Dericilik Konfeksiyon işyerinde 16 Eylül günü işyerinde çalışan bütün işçilerin katılımıyla sendika ve hakları için gündüz direniş gece de işyerini işgal eylemi yaşandı. Böylece 12 Eylül sonrası ilk fabrika işgali de gerçekleşmiş oldu.
Topkapı Gümüşsüyü Caddesi üzerinde kurulu Cihaner Dericilik Konfeksiyon işyeri sahiplerinin birçok ilgi çekici “özellikleri” vardır. İşçiler üzerindeki baskı, bir başka deyişle, buradaki kölelik uygulamalarının düzeyi bu özellikleri ile doğrudan ilintilidir. Cihaner’in sahipleri deri imalat ve konfeksiyon sektöründe ilk sıralarda yer alır. 1988’de İTO’nun yayınladığı 500 büyük firmadan biridir. Kazlıçeşme’de 2, Uşak’ta 1, Irak ve Tunus’ta birer deri imalat fabrikaları vardır. Bu fabrikalarda üretilen deri, yaklaşık 3 dikim konfeksiyon atölyesinde mont, çanta, kaban vs. ihracat ürünü halinde tümü ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelere satılmaktadır. Yine bu ülkelerde pazarlama ve satış mağazaları bulunmaktadır. Burada bitmiyor. 8 kardeşinin ticaretleri baklagil ürünlerini değişik Arap ülkelerine ihracı üzerinedir. Özellikle İran-Irak Savaşı, sırasında stok edilen, bedelin çok üzerinde satılan kuru fasulye, nohut, mercimek vs. ile kısa zamanda “büyümüşler”. Mardin kökenli Arap asıllı Cihaner patronlarının gerici Arap ülkeleri iş adamları ile yakın ilişkileri bulunmaktadır. Buralardaki pikle deri ithalatı ile havadan para kazanmaları aynı biçimde, bu ülkelerde açtıkları deri fabrikalarında, Türkiye’den götürdükleri işçilerin sömürüsünü daha kolay yapmaktadırlar. “Arap ülkelerinde çalışmak daha çok para kazanmaktır” diye düşünerek giden işçilerin çoğu kısa sürede Türkiye’ye geri kaçmanın yolunu arıyor.
Cihaner firmalarında çalışan işçiler tam bir askeri disiplin altında çalışmaktadırlar. Personel müdürleri özellikle subay ve polis emeklilerinden oluşturulmuştur. Zorunlu mesai, çalışırken konuşmamak, usta şeflere itiraz etmemek ve patron-müdürlerin odalarında esas duruşla bulunmak işçilerde aranan ilk vasıflardır. Ustalarda aranan vasıf ise: Hangi ustanın daha fazla işçi üzerinde baskı yapma yarışında başarılı olup olmamasıdır. Gümüşsüyü Caddesi ve diğer dikim atölyelerinde çalışan işçilerin kıdem-ihbar tazminatları ve yıllık izinlerinin ne olduğu bugüne dek bilinmiyor. Başka bir deyişle, işveren zaten yetersiz ve cılız olan bu hakları da gasp etmiştir.
Deri konfeksiyonda çalışan işçilerin mesleki anlamda kalifiye olmaları nedeniyle uzun süre işsiz kalmadan iş bulabilme olanağı kendi yasal haklarının bilincinden yoksun olmalarını beraberinde getirmektedir. İstanbul’da yaklaşık 4000 konfeksiyon işyerlerinde çalışan işçilerin tümünün sendikal örgütlülükten yoksun olmaları bu durumun göstergesidir. Yüksek sayıda işçinin sendikal örgütlülükten yoksun olmasının nedeni elbette yalnızca işçilerin bilincinin yetersizliği değildir. Diğer önemli faktör de Deri-İş Sendikasının bu alana yönelik örgütlenmeye ilgisizliği düzen ve yasalardan kaynaklanan engeller de diğer faktörlerdir.
Sınıf hareketinin, sömürü ve haksız uygulamalara karşı yükseldiği bir döneme denk düşen Cihaner Deri işçileri’nin direnişleri sınıf açısından yeni bir atılımın yol göstericisi olmuştur. Ne işverenlerin kışla disiplini ne de polis terörü burada çalışan işçilerin gözünü korkutmamıştır. Hem de zincirlerini kaybetme pahasına.
Cihaner işçilerini hangi şartlar işyeri işgaline varan eyleme itmiştir?
Yaklaşık 8 ay önce bozuk çıkan yemeği yememe boykotu işçilerin birliğinin ilk nüve taşı olmuştur. Ancak işçilerin çok yönlü sorunları bulunuyordu. Her karşı çıkış sayısı yüzlere varan işçinin işinden olmasına neden oluyordu. Kısa süre sonra asgari sorunları çözmenin ilk yolu sendikal örgütlenmeyi sağlama bilinci birkaç öncü işçi tarafından başlatılmış oldu. Yapılan çalışmalara işçiler kısa zamanda sıcak ilgi gösterdiler. Ancak gelin görün ki, bir ustabaşı devrimcilikten dem vururken, sendikal örgütlülüğün gereksizliğinin de propagandasını yapıyordu. Sendikal çalışmaların önünde engel teşkil eden bu usta, “işyeri komite ve konseylerini” savunarak işçilere yaranmak isterken, diğer yandan, işe aldığı işçilerin hiçbir hak talep etmeden çalışmalarını istediği gibi, bu işçileri istediği koşullarda çalıştırabileceğini söyleyerek patronun gözde adamı olmuştu. Birkaç kez öncü işçileri açık bir biçimde işverene şikâyet eden bu usta kısa sürede işçilerin gözünde teşhir oldu. Yemek boykotundan sonra işyerinde haksız uygulamaları protesto eden işçiler eylemlerini yükselterek direniş yaptıklarında yine karşılarına bu usta çıkıyor ve kendi sorumluluğundaki banttaki işçileri zorla çalıştırıyordu. Tüm bu karşı koy uslar 150 işçinin, üretim düştü yalanı ile ücretsiz izin adı altında işverence kıyımı, işlerine son veriliyor. Hem de kıdem ve diğer yasal hakları ödenmeksizin gerçekleştiriliyordu.
Sendikal çalışmaları uşakları eliyle öğrenen işveren ilk tedbirine, Şevki ustaya görev vererek başvuruyordu: Sefaköy’de yeni bir dikim atölyesi açarak buradaki işçilerden 200’e yakın işçiyi Şevki usta eşliğinde yeni yere götürür. Ardından sıra, geride kalan duyarlı işçilere gelir 14 Eylül akşam mesaisinin bitiminde “üretim düştü” denerek, 300’e yakın işçiyi ücretsiz izne çıkaracağız denilir. Asılan listede görülür ki, süresiz ücretsiz izine çıkarılan işçiler sendikal faaliyet gösteren işçilerdir. Hem, üretim düşüşü fazla bayatlamış bir numara olmuştu. Bir yanda yeni işyeri açmak, bir yanda bir başka usta da 80 kişilik bir grup işçiyle daha ayrı bir işyeri açılarak işbaşı yapıyor. En önemlisi de deri konfeksiyonda ihracat sezonu olması patronların yalanlarını açıkça gösteriyor. İşverenlerin tek sorunu vardı: Sendikal örgütlenme çalışmasını boğmak.
İşverenin işçilere süresiz izine çıkarıldıklarını -işten çıkarıldıklarını- bildirdiği akşam, işten çıkarılan, çıkarılmayan tüm işçiler toplanır, iki gün sonra yani pazartesi sabahı direniş yapma kararı alırlar. Alınan bu karar pazartesi 17.9.1990 sabahı işi bırakarak işverenle görüşmek isterler. İşçilerle görüşmek istemeyen işveren, kuklası Şevki ustayı görüşmeye gönderir. İşçiler bu insanın ikiyüzlülüğünü bildiklerinden konuşturmadan kovarlar. Direnişçi işçilerle konuşmak zorunda kalan işverenin yeni sözleri de işçi kıyımı anlamına gelir ve işçilerden sert cevaplar gelir. Cevap direnişin devam edeceği olur.
Patron toplantıyı terk eder ve polisi işyerine çağırmakta çareyi bulur. Ancak tüm işçilerin kararlılığı polisi de şaşırtır. Aynı gün 300 işçi sendika üyelik formlarını doldurarak kabul eder. Yeni alınan 80 işçi (iki gün evvel işbaşı yapan) direnişteki işçilere destek olmak üzere işi bırakırlar. Akşama kadar patrondan iş güvenliğinin sözü verilmemesi üzerine gece de işyeri terk edilmeme kararı alınır. Ancak iletişim eksikliğinden bazı işçiler akşam paydos saatinde işyerini terk ederken, 151 işçi fabrikayı işgal eder. Böylece direniş yerini işgale bırakır. Patronun şikâyeti üzerine işyerine gelen polis yardımcı güç isteyerek çevik kuvvet polisi bölgedeki tüm giriş çıkışları tutar ve işyerini ablukaya alır. Saat 21.30’da demir kapılan kırarak işçilere karşı operasyon düzenler. İşçilerin karşı koymaları, güç üstünlüğü nedeniyle polis direnişi kırar, geride 10’a yakın işçiyi yaralayarak… İşveren polis işbirliği ve resmi terörle mücadeleyi bastırabildiler. Fakat bu yenilgi geride birçok deneyim bıraktı.
Gözaltına alınanlar arasında kadınlar ve çocuklar da vardı. Ancak işçiler direnişlerini gözaltında da sürdürdüler. Polisin fabrika operasyonu sırasında yaralanan işçiler (bacak lifi kopan Fatma Tan da dâhil) dört gün boyunca haksız gerekçeyle Zeytinburnu’nda değişik karakollarda tutuldular. Bu süre boyunca moralleri oldukça yüksek olan işçi aileleri ve diğer deri işçileri onları yalnız bırakmadı. İşyerinde çalışmakta olan onlarca işçi bu mücadeleye omuz vermek için işi bırakarak karakollardaki kardeşlerinin yanında yer aldılar. Topkapı infaz ekibinde on bir işçiye özel baskı ve işkence ile suç yüklenilmeye çalışıldı. Zeytinburnu savcılığına çıkarılan işçiler serbest bırakıldığında adliyede hep bir ağızdan “sendika hakkımızı, söke söke alırız” sloganı haykırılıyordu. İkinci gün, işbaşı talebi ile işyerine dönen işçilere, işveren iş akitlerinin 17. madde nedeniyle, eylemden dolayı feshedildiğini bildiriyordu. İşçiler, aynı gün akşama kadar işyerinin önünde “polis nezaretinde” oturma eylemlerine devam ediyorlardı.
Cihaner firmasındaki direniş ve işgalde bugün işçi sınıfının çıkarması gereken zengin dersler vardır.
Birincisi: İşveren-polis-yasaların birlikte gücü karşısında, işçilerin birlik-dayanışma ve mücadele ruhuyla kendi güçlerini çıkarma kararlılığı ve direniş ruhu
İkincisi: Artık işçi sınıfının, işten atılmalar, polis ve sermayenin baskısı karşısında sessiz kalmayacağının, kolay kolay teslim olmayacağının da bir göstergesidir. Cihaner firması işçilerinin direniş ve işgali.
Üçüncüsü: Geçmişinde “devrimciliğe bulaşmış” bugünü işçi sınıfının değil işverenlerin yanında ihanetçilik olanların sınıf mücadelesi içinde yerini almadığıdır. Mevcut yasalara ve sermaye sınıfına sırtını dayayanların, çoğu hala devrimcilik edebiyatı yapsa bile işçileri polise tanıtan, işverene şikâyet eden işgal ve direniş kıranları işçi sınıfı yaşamın pratiği içinde bir kez daha tanıma fırsatı buldular.
Cihaner’de, yüzlerce işsiz, binlere varan aç çocuk ve ailelerin dramına sebep olan işverenler ve suç ortakları yaptıklarının hesabını nasıl verirler.

Aksa’da mücadele sürecek
Yalova-Karamürsel yolu üzerinde kurulu kimya işkolunda 600 işçiyle üretim yapan bir fabrika var: AKSA. Bu fabrikanın işçilerine ilerici-devrimci basın geniş, günlük burjuva basın hatırı sayılır bir yer verdi. Basının bu ilgisi AKSA işçilerinin direnişi yüzündendi. AKSA işçileri, kendi tarihlerinin en önemli ve en ileri eylemlerini gerçekleştirirken, diğer sınıf kardeşlerine de cesaret ve moral kaynağı oldular.
1970’de üretime geçen AKSA’da önemli ilk direniş, 1975 yılında Ecevit sıkıyönetimi altında gerçekleşiyor. Sıkıyönetim altında grev yasaktır ve işçiler taleplerini kabul ettirmek için kendi buldukları yöntemlerle üretimi düşürüyorlar. Sonunda taleplerini elde ediyorlar.
12 Eylül sonrasında AKSA’da öncü ve aktif işçilerin bir bölümü işten atılarak AKSA bu unsurlardan “temizlendi”. Ama on yıl sonra yeniden işverenin karşısına çıktılar.
AKSA’da gelişen mücadelenin geçmişine baktığımızda önemli bir olayın işçilerin sendika değiştirmesi olduğunu görüyoruz. 1990 yılının ocak ayı içinde aynı zamanda işçilerin ezici çoğunluğunu oluşturan 500’ü aşkın işçi o güne kadar üyesi bulundukları Petrol-İş’ten istifa edip Laspektim-İş’e üye oluyor.
İşçilerin topluca sendika değiştirmeleri, Petrol-İş Yalova Şube Başkanına duyulan tepkinin ifadesiydi. Yüksel Yılmam, oturduğu işçi sendikası koltuğunda işveren temsilcisi gibi davranıyor, kendisine muhalefet edenleri işten attırıyor, attırmakla tehdit ediyor, keyfi olarak sendika temsilcilerini görevden alıyor, sendika delegelerini kendi köylü ve yakınlarından atıyordu. Bunları yapıyor fakat işçilerin talepleri doğrultusunda parmağını oynatmıyordu. 1988 yılında 85 işçi atılıyordu ve Y. Yılmam bir açıklama bile yapmıyordu.
Yüksel Yılmam, sendika ağası özelliğine feodal ağası özellikleri de ekleyerek kendisine karşı konuşanı azarlıyor, aşağılıyordu.
İşçilerin Y. Yılmam’ı başlarından atmak yönündeki delege olma, kongreye aday çıkarma gibi çabaları sonuçsuz kalıyordu. İşçilerin Petrol-İş Genel Merkezi düzeyindeki girişimleri; Y. Yılmam’ın işçilerin iradesini temsil etmediğini belgeleyen toplu imzalar, “bunu tepemizden alın” talepleri sonuç alamıyordu.
Böylece bütün yolların tıkandığı, Y. Yılmam’dan kurtulmanın sendika değiştirmek olduğu fikrine varan işçiler, arkasından sıkıntılar ve mücadeleler gelecek olan kararlarını veriyor, topluca sendika değiştiriyorlar.
Sendika değiştirerek Y. Yılmam’dan kurtulma mücadelesi veren işçiler sendikaya daha bir ilgiyle bakıyor, sorunların sendika değişimiyle çözülmeyeceğini düşünüyorlar. Diğer yandan AKSA Petrol-İş’in mi, yoksa Laspetkim-İş’in mi olacak sorusu üzerinde genel merkezleri de içine alan bir sendikalar arası kavga başlıyor. Doğaldır ki, kavgada kullanılan mızrakların sivri uçları işçilere batıyor.
İşçiler çoğunluğu Laspetkim-İş’te olduğu halde yasal işleyişe göre 10 Nisan’da AKSA’da toplu sözleşme yetkisi Petrol-İş adına gerçekleşiyor. Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan AKSA işçilerine yazdığı mektupta Toplu sözleşme yetkisinin Petrol-İş adına gerçekleştiğini ama işçileri arkasına almadan görüşmeye oturmayacağını, anti-demokratik yasalar ardına sığınmayacağını söylüyor. İşçiler de cevap olarak “biz kararımızı verdik, bize saygılıysanız yetkinizi kullanmayın” diyorlar. Petrol-İş, ardından gelen olaylar göz önüne alınmazsa demokrat denilebilecek bir tutum olarak yetkiyi kullanmayarak Petrol-İş’in yetkisinin düşmesini sağlıyor. Fakat bu demokratlığın ancak tırnak içinde anılabileceği gelişmelerle gün ışığına çıkıyor.
Petrol-İş’in yetkisi düştükten sonra Bölge Çalışma Müdürlüğü Laspetkim-İş’in AKSA’da çoğunluk kazandığını tespit ediyor. M. Ceylan “anti-demokratik” dediği ve “arkasına sığınmam” dediği yasalara dayanarak, AKSA’da toplusözleşmeyi geciktirmekten öte bir anlamı olmayan itirazı yapıyor, dava mahkemede görülüyor, karar yine Laspetkim-İş lehine veriliyor. M. Ceylan verdiği sözü unutarak davayı temyiz yoluna gidiyor. Dava temyiz aşamasında şu anda ve toplu sözleşmeye oturulamıyor. İtirazlara gerekçe gösterilen Laspetkim-İş’in spekülasyonları Petrol İş Genel Merkezi ve M. Ceylan’ın davranışını haklı kılamaz.
… Ve direniş
Toplu sözleşme için yetki sorunu çözülmemiş olarak beklediği, sendikaların AKSA üzerine mahkemeleştiği sırada AKSA Patronu ‘teknoloji yenilenmesi ve kadro fazlalığı’ gerekçesi altında çoğunluğu Laspetkim-İş’in delege ve yöneticisi olan 69 işçinin işine son verdi. Bu büyük ‘tenkisat’tan önceki süreçte 80’li yıllar boyunca patron çeşitli gerekçeler allında birer-ikişer ya da topluca, toplam 150 civarında işçiyi işten atmıştı. İşini kaybetme korkusu ve ne gün atılacağını bilememenin tedirginliği, işçilerin yaşamının bir parçasıydı. Buna karşı sendika yönetiminin hiç bir şey yapmaması ve dahası atılmalarda parmağının olduğu derin şüphesi, işçilerin işverene karşı tepkisi sendika yönetimine de yöneltiyordu.
30 Ağustos günü işçilere bildirilen işten alma karan bardağı taşırdı. Vardiyadan çıkan işçiler işyerini terk etmeyerek yemekhanede açlık görevine başladılar. Bütün vardiyaların işçileri fabrikada bir araya geldi, vardiyası gelen makine başına geçerek üretimi sürdürdü, vardiyadan çıkanlar yemekhanede arkadaşlarına katıldı. Aç olarak beton üzerinde yatan ve aynı zamanda üretimi de sürdüren işçiler 13 gün boyunca direnişlerini sürdürerek arkadaşlarının işe iadesini talep ettiler.
Bu direnişle eş zamanlı olarak Laspetkim-İş Sendikası Yalova Şubesinde açlık grevi yapıldı, işçilerin eş ve yakınları fabrika önünde gösteriler yaptılar. Patronun içerideki işçilerin fabrika dışındaki işçilerle haberleşmesini önleme çabaları, işçiler tarafından etkisiz kılındı. Viziteye çıkmak suretiyle üretim % 40’a kadar düşürüldü.
13 gün süren direniş, jandarma zorun altında bitirildi.
Bazı sonuçlar
İşçi sınıfının çözüm bekleyen sorunlarının sendika değişikliği ile çözülebileceği düşüncesi, 12 Eylül öncesinde rağbet gören bir anlayıştı. İşçilere edilgen bir rol biçen, ‘haklarınızı en iyi DİSK korur’ olarak ifade edilen anlayış, işçilerin mücadelesini sendika değiştirme mücadelesi olarak görüyordu. ‘Geri kalanı’ da sendika yapacaktı. Gerçekte sendikanın niteliği mücadeleye olanaklar açmakla birlikte sorunun temel çözümü olarak ifade edilemez. İşçiler sendikalar arası mücadelenin araçları haline getirilemez.
AKSA olayında kendine özgü çizgileri incelendiğinde Sendika değişikliğinin mücadeleye hız katlığı gözlenebilir. Sendika içinde yapılacakların tükendiğine inanan işçiler, işverenle birleşme sendika şube yöneliminden sendika değiştirerek kurtulma yolunu seçmişlerdir. Bu süreçte taraf olan sendikalar işçileri sendikalar-arası mücadele platformuna çekmeye çalışmışlardır. Eğer işçiler, yöneticileri denetleyen baskı mekanizmaları kuramazlarsa, kazanından fazla uzun ömürlü olamaz.
AKSA direnişi farklı vardiyalarda çalışan işçileri bir araya getirerek birlikte hareket olanağını sağlarken, viziteye çıkılarak üretimin % 40’a düşürülmesi, sendikadaki açlık grevi ve işçilerin eş ve yakınlarının eylemleriyle çeşitlilik göstermiştir. Sendika şubesinin haftada bir gün işçi eşlerine açılması ve onların da tartışmalara katılması olumlu bir sonuçtur.
AKSA direnişi, diğer fabrikalardaki işçiler, köylüler ve esnaf üzerinde olumlu bir etki yapmış, fakat diğer fabrikalarda doğan destek eğilimleri eyleme dönüştürülmemiştir. Aynı dönemde başka fabrikalarda da işten atma yaşanmış, eylem örgütlenememiştir. Giderek artan işten almalara karşı işçilerdeki genel hoşnutsuzluk ve AKSA direnişinin olumlu etkisi altında ileri işçilerin ve bazı sendikacıların birlikte bu saldırılara karşı koyma ve ortak bir miting yapma çabaları söz konusudur. Yalova çevresindeki fabrikalarda 6 bin civarında işçi çalışmaktadır. AKSA ve AKKİM’de örgütlü Laspetkim-İş, Yalova Elyaf’ta örgütlü Öziplik-İş ile Yalova’da şubesi olmayan ama Asil Çelik’teki üyelerinin önemli bir miktarı Yalova’da oturan Otomobil-İş arasında birlikte hareket etme olanağı olsaydı, AKSA işçisinin mücadelesi de önemli bir destek olacaktı. AKSA direnişi Yalova işçilerine eylemin sıcaklığını taşımıştı, ortak örgütlenecek eylemler de, önünde mücadele dönemi olan AKSA işçilerine moral ve cesaret verebilir.
AKSA yeni direnişlere gebe*
Şu anda 68 işçi atılmış durumda ve üretim devam ediyor. Yetki davası temyizden döndükten sonra toplu sözleşmeye oturabilecek işçiler ve sendikalar, “görüşlerin baş maddesi 68 işçinin geri alınması olacak” diyorlar.
Bu arada patron saldırılarına çeşitli biçimlerde devam ediyor. Petrol-İş Şb. Başkanı Y. Yılmam’la sorunsuz toplu sözleşmeler imzalayan AKSA patronu (en yüksek ücret şu an 400 bin lira) Y. Yılmam dışında bir yer meyleden işçileri işten atarak cezalandırdı. Yeni dönemde Laspetkim-İş’in yetkisini düşürmek için çeşitli hileler yapıyor. Resmi kayıtlara göre Laspetkim-İş’in 502 üyesine karşılık Petrol-İş’in 77 üyesi var. Patron bu 77 sayısını çoğaltmak için, AKSA bünyesinde elektrik üreten bir bölümü başka bir şirket gibi göstererek burada çalışan 57 işçinin sendika üyeliğini düşürme yoluna gidiyor. Ayrıca 10 işçi de kapsam dışı konuma getirilerek üyeliği düşürülüyor. Öte yandan 50 civarında yeni işçi alıyor. Bu da tensikat’ın sahte bir gerekçe olduğunu gösteriyor.
Patronun bu saldırılarına ve saldın hazırlıklarına karşı işçilerin aynı hazırlıkları yapmaları gerekiyor. Sendika değiştirme eyleminin başlangıcından direnişe kadar herhangi bir özel örgütlenmeye gitmeden mücadele eden AKSA İşçilerini yeni dönemde örgütlenmelere ihtiyaçları büyük.
İşçiler yetki davasının sonuçlarını bekliyorlar. Sendikaları yetki aldığında görüşme başlayacak. AKSA işçileri diğer talepleriyle birlikte atılan arkadaşlarının geri alınması için mücadeleye hazırlanıyorlar. Öyle görünüyor ki; mücadele iki konuda yoğunlaşacak, birincisi; atılan işçilerin geri alınması sorunu ki; bu konuda işçiler çok duyarlı; sendika da şimdilik bu konuda ısrar edeceğini söylüyor, ama ne kadar ısrar edeceği belirsiz ve işçiler konuyu sıcak tutarlarsa sendika üstünü kapatabilir. İkinci konu ise ücretler. İşçilerin açlık sınırındaki yaşama koşulları ücretlerde geri adım atılmasını olanaksız kılacak gibidir. Ama bu konuda olduğu gibi bu konuda da işçilerin görüşmeleri yakından izlemesi, bir satışa gelmeyi önleyecek müdahaleleri zamanında yapması zorunlu görünüyor.


Irak’ta bir işçi toplama kampı: ENKA Şantiyesi
Irak’taki Türk işçilerini savaş nasıl etkiledi?

Irak savaş zedelerinden bir grup Türk işçisi geçtiğimiz ay ortalarında Türkiye’ye dönüş serüvenlerini dergimize anlattılar. ENKA İnşaat ve Sanayi AŞ’nin Irak’taki şantiyelerinde çalışan 2350 işçiden 1500’ü zorla çıkış alabildiler. ENKA şirketinin çıkarları gereği kandırılarak veya zorla Irak’ta tutulan arkadaşlarının Türkiye-Irak ilişkilerinin gerginleşmesi durumunda can güvenliklerinden endişe elliklerini, söylediler. Ayrıca savaş şartlarından yararlanarak, kazanılmış haklarının gasp edildiğini belirterek, basın açıklaması yaptılar.
Irak’tan gelen bir şantiye işçisi oradaki yaşam koşullarını şöyle anlattı:
İstanbul’da çeşitli işyerlerinde çok düşük ücretle zar zor geçinebildiğim 1989 Haziran ayında, ENKA İnşaat’ta çalışan bir tanıdığım vasıtasıyla Irak’ta işçi istihdamı olduğunu öğrendim. Hemen ENKA AŞ’nin bürosuna başvurdum. O zaman bize net 1 milyon 300 bin-1 milyon 500 bin TL net ücret alacağımız vaat edilmişti. Bana çok cazip geldi. Kayıt koşulları çok ağırdı. Kayıt yaptırabilmek için ya şirketin işyerlerinde 3-4 ay çalışmak (çok düşük ücretle) ya da bir tanıdık bulmak gerekiyor. Kayıt için 11 maddelik bir belge verilerek bunun hazırlanması isteniyor. Bu belgeyi hazırlamak için memlekete gittim. Pasaport, göğüs filmi (ki daha sonra hiç gerekli olmadı), hastane sağlık raporu, ikametgah, vs. gibi belgeler için o günün koşullarında 500-600 bin TL harcamak zorunda kaldım. 89’un 5. ayında bu belgeleri veren 75 bin kişi oldu. Bunlardan 60-65 bin kişi gitti. Fakat büyük bir çoğunluğu geri döndüler. Ben o zamanlar bir tersanede 400 bin TL alıyordum. Ve yurtdışı çalışma şartlarının çok iyi olduğunu duyuyordum. Hemen her başvuran ev almak, iş kurmak, evlenebilmek gibi hayallerle şirkete başvurmuştu. İlk sözleşme 6 aylıktı ve devamlı çalışabilmek için bazı kurallara uyma zorunluluğu vardı.
Şirkete, ilk başvurumuzda, gidiş-dönüş masrafları bize ait demişlerdi. Biz 44 işçi, bir otobüsle, 54 saat yolculuk yaptık. Bu arada tüm masrafları kendimiz ödemek zorunda kaldık. Şöyle ki: Türk topraklarından çıktığımızda ilk yemek molası verildi. Habur Giriş Kapısı’nda Türk parası olanlar dinar satın almışlardı. Yemekleri yedikten sonra faturaları bize getirdiler. Dinarı olanlar verdi, olmayanların ücretlerini kendi aramızdan toplayarak verdik. ENKA patronlarından ilk darbeyi böylece Türkiye topraklarından çıkar çıkmaz yemiş olduk.
Irak’taki şantiyelere varır varmaz tam bir askeri kamp’la karşılaştık. Tüm şantiyenin çevresi tel örgülerle çevrili ve dışında Irak askerleri nöbet bekliyorlardı. Bizleri asker usulü sıraya sokup, önce kan aldılar, sonra kimlik tespiti ve mesleklerimizin kayıtlan yapıldıktan sonra battaniye ve nevresim verilerek 6’şar kişilik koğuşlara alındık. İşyerleri baraka ve konut şantiyeleri idi. İşçiler mesleklerine göre değil, boş kadrolara gelişigüzel dağıtıldılar. Oysa daha önce bize, 4’er kişilik koğuşlara alacaklarını ve mesleğimize uygun iş verileceği söylenmişti. En önemli sorun da ücretlerimizin ödenme durumuydu. Ücretin % 20’si dinar olarak Irak topraklarında harcanmak üzere, % 80’i de Türkiye’de ailemiz adına açılan bir hesap numarasına yatırılmak üzere 6 ay sonra ödenecekti, ödeme üç ayda bir yapılacaktı. Bu durumu öğrenir öğrenmez, işçilerin büyük bir kısmı geri dönüş için dinarı olanlar veya temin edebilenler hemen dönüyordu. Olmayanlar zorunlu olarak çalıştırılıyordu, ödeme şartlarına en ufak bir itiraz veya iş saatinde 5 dakika uyuma gibi durumlarda işveren hemen işçiyi Türkiye’ye gönderiyordu. Tabii bu arada tüm hakları da kayboluyordu işçinin. Sadece içerde kalan aylıklarının % 20’si ödeniyordu. Bu şekilde gönderilen arkadaşlar için çoğu zaman aramızda para toplayarak yol parasını çıkarabiliyorduk. Yol parasını çıkarabilmek için en az 5-6 aylık birikmiş % 20’nin ödenmesi gerekiyordu. Bu şekilde gönderilen bir arkadaşın bahanesi ise, İstanbul’da parasızlık çeken ailesine maddi yardım talebinde bulunması olmuştu. Vaat edilen ücret karşılığı ödenen % 3 oranındaki ücretlere ve zorunlu 8-9 saat süreli fazla mesailere karşı, vb. en ufak bir başkaldırı Türkiye’ye geri gönderilme ve birikmiş hakların gaspıyla cezalandırılıyordu. Başımızdaki şef, formen, müdür, usta gibi şirketin adamları ve aramızdaki bazı satın alınmış işçiler patronun ajanı gibi çalışıyorlar ve en küçük bir kıpırdanışı işverene bildiriyorlardı. Bu arada işveren Türk hükümetinden yardım görüyordu. Bu formenlerden Zeki Tanrıkulu adındaki kişi Suudi Arabistan’daki bir grevi kırdığı için altın yüzük ve bir villa ile ödüllendirilmişti.
Bu olumsuzluklar içinde 1 Mayısa gelindi. 1 Mayıs öncesi, yemekhane ve yatakhane kapılarına kâğıtlara veya keçeli kalemle bazı sloganlar yazıldı.
“Grev istiyoruz.”
“Birlik ve beraberlik.”
“Patron düzenine hayır.”
“İnsanız, insan gibi çalışmak istiyoruz.”
Sloganlar yazıldıktan sonra 150 işçi hemen Türkiye’ye yollandı. Ayrıca keçeli, kalemlerin alınabileceği bürodaki tüm elemanlar da Türkiye’ye yollandı. Grev talebi gündeme geldi, ama işçiler arasında yapılan bir nabız yoklamasıyla bunun olanağı olmadığı görüldü. Çünkü “Sendika yok, mahkeme, yok, insan hakları ve işçi hakları diye bir şey yok” diyerek, işçiler arasında sürekli bir anti-propaganda yürütülüyordu. Başarılamaz korkusu herkese sinmişti. Böylece grev girişiminden vazgeçildi.
Aslında Irak’ta AKEBE adlı devlete bağlı bir sendika vardı. Ayrıca “Mekteb-i Amel” adlı bir de iş mahkemesi vardı. ENKA ilk kurulduğunda sendika ve iş mahkemesinden adamlar gelmiş. Bunlar işçilerle hiç görüştürülmeksizin ENKA yetkilileriyle görüşmüşler ve rüşvet, vs. ile anlaşılmış, bir daha hiç görünmemişler. 1 Mayıs öncesi iki Kürt arkadaş sendikaya giderek nasıl grev yapabileceklerini sormuşlar. Irak’ta grev yasak. 20 gün iş yavaşlatmadan sonra AKEBE ve iş mahkemesi gelip, sorunları işverenle anlaşma girişiminde bulunuyor. İşçilerin örgütlenmesinin önünde ise bazı aşılmaz engeller var:
A- İşyerlerinin çok dağlık bir arazi olması.
B- İşyerine gazete, dergi gibi yayının girememesi,
C- Türkiye’ye geri gönderilme korkusu,
D- Sendikalaşmanın mümkün olmaması, vs.
Buna rağmen: 1983-84 yıllarında üç ay gibi, 1981 yılında kesin süresi bilinmemekle beraber çok olaylı, örneğin şefin kulağının kesilmesi gibi bir grevin gerçekleşmesi, 1988 yılında bir grev girişiminde, gece 500 kişinin koğuşlardan alınıp, “Musul’da altyapı işi” bahanesiyle Türkiye’ye gönderilmeleri gerçekleşti.
2 Ağustos 1990’da sıkıyönetim ilan edildi. Radyodan Saddam’ın Kuveyt’i işgal ettiği duyuldu.
2 Ağustos ile 10 Ağustos arasında her gün yüzlerce işçi çıkış dilekçesi vermeye başladı. Ayın 10’unda 800 kişiyi bulmuştu. ENKA yöneticileri “savaş durumundan dolayı vize yok” diyorlardı. 10 Ağustos akşamı işçiler gruplar halinde toplanmışlar, bir grup personeli basalım diğer bir grup şantiye şefinin evini, bir diğer grup ise Arap mühendislerin kampını basalım diye tartışıyorlardı. “Nasıl bize vize vermezler” diye çağırıyorlardı. Şirket yöneticilerinin amacı işçileri Türkiye’ye göndermemekti, çünkü baraj seviyesi belli bir koda (470 gibi) gelmeden yarım bırakılırsa, sonbahar yağmurlarıyla şantiyenin tamamen yıkılması tehlikesi vardı. Ve giden işçilerin yerine yenilerini getirmek, savaş şartları nedeniyle imkânsızdı. Ellerindeki işçileri kaybetmek istemiyorlardı. Geldikleri yörelere göre toplanan grupların birleştirilmesi gerekiyordu. Ben tüm gruplan gazinoya toplantıya çağırdım. Bir işçi “8 maaşlarımız verilmedi, vize verilmiyor” şeklinde bir konuşma yaptıktan sonra, söz alarak, şirketteki durumu değerlendirdikten sonra, “yarın işe gidilmeyecek” dedim. Sabah ilk vardiya (8 otobüs) 1500 işçi kapılara asılarak gidiyordu. Ertesi sabah otobüsler gelmiş ama kimse otobüslere binmiyordu. Grup mühendislerinden çoğu çekip gittiler. Birkaç tanesi işçilerin arasına girerek “asker gelir” diyerek caydırmaya çalışıyordu. Buna rağmen kimse otobüslere binmedi. Grup müdürlerinden biri bana “işçi temsilciliği kur” diye teklif elti. “İşçileri göndermemi istedi. Ben de gözüme çarpan 10 kişiyle komite kurdum. İşçiler beni önder olarak görüyorlardı. Onlara “işyerlerine gidin, ama çalışmayın” dedim. Çıkış verenler de, vermeyenle beraber alkış tutarak işyerlerine gittiler. Kalanlar 10 kişi kadardık. 5 kişilik bir komite kurduk. 7 maddelik bir önerge paketi hazırladık:
1- Vize konusu için bir grup işçi temsilcisi konsolosluğa gidecek.
2- 8 aylık maaşlar ödenecek.
3- Ödenmeyen % 20’ler hemen ödenecek.
4- Sözleşmede olan, ama ödenmeyen izin paralarının hemen ödenmesi,
5- İşçi temsilciliği kurulması,
6- Koğuşların 4’e indirilmesi ve komple temizliğin sağlanması
7- Sağlık koşullarının düzenlenmesi.
Saat 13’te toplantı olacağı duyuruldu. Tüm işçiler katıldılar. Öğleden sonra proje müdürü toplantı yapacağını ve önerge sonucunu vereceğini söyledi. Toplantıda önce ben konuştum. Sonra proje müdürü konuştu. Daha önce işçilerle hiç konuşmamıştı. “Sana güvenmiyoruz, Irak Konsolosluğu’na kendimiz gideceğiz” dedik. Ben ve iki arkadaşa bir araba ve şoför tahsis edildi. Musul Konsolosu Tufan Yılmaz “vize yok” dedi. Ben “arkadaşlar bize güvenmez, bana resmi bir yazı ver” dedim, yanaşmadılar. O halde Cevazat Amirliği’ne gitmek istediğimi söyleyince ofis müdürü Irak Ziraat Bankası’nın izin vermeyeceğini belirtti. Israr edince randevu için 3 gün izin istedi. 3 gün sonra Cevazat’a gitmemize gerek kalmadan vize izni geldi. İlk grup için 140 kişi için çıkış izni aldık. Bu grupla ben de geldim.
Şirket iş makinalarının güvenliği için 500 kadar işçiyi iki kat maaşla satın almış. Kalanlar Türkiye’ye gelmek için tekrar ayaklanmak zorunda kalmışlar. Bir kısmı dağlara kaçarak, “asker gelir” korkusuyla dağda yatmışlar. Onlardan 4 kişiyi akrep ısırmış. Bir kısım arkadaş Irak Konsolosluğu’na sığınmış. Sonra onlar da Türkiye’ye gelmişler. Kalanların akıbetleri belli değil. Kalanlara “Kendi isteğimizle kalıyoruz. Başımıza gelenlerden şirket sorumlu değildir.” diye bir belge imzalatıldı.
Geçen hafta Türkiye’ye geldik. Savaş şartları nedeniyle gasp edilmiş haklarımızı almak ve Irak’taki durumu protesto etmek için birlikte basın toplantısı yaptık. ENKA yetkilileri bizimle görüşmedi. Basın toplantısına gelen gazeteler günlük basında bize hiç yer vermediler. Onları da ayrıca protesto ediyorum.”
Savaş-zede işçiler memleketlerine döndüler. Bize de Türkiye-Irak ilişkileri ne kadar gerginleşirse gerginleşsin, Türkiyeli patronların Irak hükümeti tarafından nasıl desteklendiğini en açık bir biçimiyle kanıtladılar. Tabii savaşın faturasının kimlere ödetildiğini de…


12 Eylül faşizmi yurt dışında nefretle protesto edildi
Coşkulu ve mücadeleci göstericiler haykırdı:
Kahrolsun Faşist Diktatörlük!

12 Eylül faşist cuntasının işbaşına gelmesinin 10. yıldönümünde, yurt dışında devrimci ve komünist örgütler, eylem birlikleri oluşturup protesto eylemleri düzenlediler.
Tüm Avrupa çapında oluşturulan eylem birlikleri sırasında faşist cuntanın başa gelişi ve uygulaması bildirilerle, basın açıklamalarıyla, toplana ve seminerlerle teşhir edildi. F. Almanya’da düzenlenen ve en büyük gösteri olarak nitelendirilen Köln’deki merkezi yürüyüş, coşkulu ve mücadeleci geçti.
Günün ilk saatlerinde tüm Almanya’nın köylerinden kentlerinden gelen çocuk, kadın, genç, Kürt, Türk ve Alman göstericiler tüm yürüyüş boyunca sloganlarla faşist diktatörlüğe karşı, Ortadoğu’daki savaş hazırlıklarına ve emperyalistlerin Arap halklarına yönelik yeni saldırı ve yok etme planlarına karşı ve özel olarak da Kürt halkına karşı girişilen katliamlara, teröre karşı nefretlerini haykırdılar. Yürüyüş sonunda düzenlenen mitingle ise tıklım tıklım miting alanını dolduran yürüyüşçüler, hep bir ağızdan sloganlar atarak faşist diktatörlüğün sonunun yaklaştığını ve yok olup gideceğini dile getirdiler. Almanca ve Türkçe konuşmayı TDKP örgütünün yaptığı ve daha sonra da PKK adına Kürtçe konuşmalarda, faşist diktatörlüğün artık her yönden çözümsüzlük içinde olduğu ve Türkiye’nin devrime aday bir ülke olduğu vurgulandı. Korku ve yılgınlık çemberinin kırıldığı, özellikle 1 Mayıs eylemleriyle militan ve kitlesel mücadelelerin gündemde olduğu ve işçilerin yanı sıra küçük üreticiler ve memurların ve özellikle öğrenci gençliğin mücadelesinin yükseldiği ve dişiyle tırnağıyla koparıp alacağından emin bir tavırla kavgaya atıldığı vurgulandı.
Türkiye’de gericiliğin ve işbirlikçilerinin kendi ifadeleriyle “son Türk devleti” başka Türk halkı olmak üzere tüm emekçilerin, çalışanların baş düşmanı olduğu, barbarlığın ve zulmün temsilcisi olduğu ileri sürülen konuşmalarda, bu devletin, bu rejimin yıkılmayı hak ettiği ve gerçekten de “son” olmasının gerekliği ileri sürülen konuşmalardan başka, ayrıca cuntanın Botan’da gömüldüğü ve faşist diktatörlüğün ise gelecekteki büyük mücadelelerle yok edileceğini dile getiren konuşmaların yanı sıra kültürel program da sunuldu ve çeşitli yörelerden halk oyunlarının yanı sıra demokrat ve devrimci ozanlar da devrimci türküler söylediler.
8 Eylül’de Köln’de düzenlenen ve 10.000’i aşkın kitlenin katıldığı bu yürüyüş ve mitingin, çeşitli Alman örgütlerince de desteklendiği gözlendi. Köln’deki yürüyüş platformuna değişik gerekçeler göstererek katılmayan diğer geriye kalan Türkiyeli beş örgütün yine aynı gün fakat Duisburg kentinde düzenledikleri yürüyüşe ise yaklaşık 1500 kişi katıldı. Bu merkezi yürüyüşün dışında birçok kentte ve Almanya dışındaki diğer ülkelerde de toplantılar, yürüyüşler ve çeşitli protesto eylemleriyle 12 Eylül faşizmi lanetlendi.

12 Eylül faşizmine lanet!
12 Eylül askeri faşist cuntasının 10. yıldönümünde, Avrupa çapındaki merkezi olarak oluşturulan platforma bağlı bir şekilde Londra’da kitlesel yürüyüş ile protesto edildi. Londra’da faaliyetleri olan birçok “sol” örgüt ve gruba çağrı yapılmasına rağmen, sadece TDKP, PKK, D. Partizan, MLSP-B’nin taraftarları yürüyüş günü hazır bulunarak kitlesel ve militan ruhla faşist cunta 10. yılında lanetlendi. Diğer “keskin”, “sol” Aradan on yıl geçtiğini bu nedenle kitlelerin olayı artık unuttuğunu, her yıl bunu yürüyüşle protesto etmenin anlamsızlığını vs. vs. vurgulayan bu sapmacıların bir kısmı, bir bildiri dahi kaleme almadı.
8 Eylül cumartesi günü, Almanya’nın Köln şehrinde, yapılan yürüyüş ile birlikte aynı gün, Londra’nın en işlek ve kalabalık caddesi olan Harıngey ve Woodgreen’de de yığınsal yürüyüşün yapılması, düşman cuntaya olan kin ve mücadele azminin bir kez daha bilenmesine ve kitleleri sokaklara ve militan canlı eylemlere seferber etmede araç oldu. Yürüyüş esnasında yüzlerce Türkiyeli ve T. Kürdistanlı işçi emekçi 12 Eylül kanlı faşizmini lanetledi.
S. K. Bilen

İnsan Hakları Derneği İstanbul Kongresi’ni muhalefet kazandı
30 Eylül Pazar günü Ortaköy Kültür Merkezi Sinema Salonu’nda yapılan kongreye 343 üye katıldı. Eski yönetime muhalefet eden ve çeşitli eğilimlerden oluşan liste oylamayı 194’e 140 gibi açık bir farkla kazandı.
Çok tartışmalı geçen kongre boyunca eski yönetimi savunan ve eski yönetimce önerilen listenin aday ve destekleyicileri, yönetime aday olan yeni liste içinde yer alanları İHD’yi örgütlerin (yasadışı örgütler kastediliyor) çekişme alanı haline getirerek kapattırmak istemekle suçladılar. Bu suçlama sonuçta öyle bir hale geldi ki, muhalif listeyi destekleyen herkes, yasadışı örgüt üyesi oldu çıktı. İHD’nin ilk kurucularından olan ve muhalefetin listesinde yer alan Leman Fırtına yaptığı konuşmada: “Ben şimdiye kadar cezaevi kapılarında çile çeker ve mücadele ederken, insan hakları için yönetimin her söylediğini canla başla yerine getirmeye çalışırken ve üstelik Genel Merkez’de İstanbul Temsilcisi iken tehlikeli değildim, şimdi mi tehlikeli oldum?” diye tepkisini dile getirdi.
Devrim etkenlerinin yavaş yavaş yükselmesine bağlı olarak toplumun her kesiminde hissedilmeye başlayan radikalleşme, İHD’nin tabanının yönetimi değiştirmek ve yerine daha mücadeleci bir anlayışı savunan unsurları getirmek istemesinde de kendini gösterdi. Denebilir ki kongre öncesi tartışmalar ve kongre günü izlenen çekişmelerin kısa özeti devrim mi reform mu tartışması oldu. Radikal bir insan hakları mücadelesi mi, yoksa egemen sınıfların kabul edebileceği bir mücadele mi. Yönetimi alan yeni listenin en sık sorduğu soru bu oldu.
Eski yönetimin İHD’yi örgütlerin çekişme alanı haline getirmek biçimindeki suçlamasının gerçek amacının, bir takım önyargıları kullanarak muhalefeti etkisizleştirmek olduğu yapılan tartışmalarda da açıkça görüldü. Eski yönetimi destekleyenler çoğunlukla, muhalefeti, insan hakları konusunda esnek bir mücadele yolu sürdürmeyi bilmemekle, mücadelenin çeşitli yöntemlerini kullanmakta usta olmamakla ve yöneticilerinden direktif alarak hareket etmekle suçladı.
Muhalefet bu suçlamalar karşısında geri adım atmadı ve kendini savunma tutumu içine girmedi. Toplumda hiçbir bireyin politika ve örgütlerden bağımsız olmadığı gerçeğinden hareketle, insan hakları mücadelesine katılan herkesin de zaten politik olduğu ve şu ya da bu biçimde örgütlerle ilişki içinde bulunduğu görüşünü savundu. Önemli olanın Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerine karşı radikal bir mücadelenin geliştirilmesi olduğunu, eski yönetimin hatasının radikalizmden korkmak olduğunu aşılması gereken şeyin pasif ve devletle çatışmaya girmekten çekinen anlayışların aşılması olduğunu vurgulayan muhalefet temsilcileri büyük bir coşku ile alkışlandılar.
Genel olarak olgun bir hava içinde geçen kongre tartışmalarından sonra seçime geçildi.
Daha sonra kendi içinde bir toplantı yapan yeni yönetim kurulu İHD İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanlığı’na Avukat Ercan Kanar, Sekreterliğe Ayşenur Arslan, Mali Sekreterliğe Ayşenur Zarakolu getirildiler.

PERDECİ- Mehmet ESATOĞLU
Eski Diktatörün Kemikleri

“15 Eylül akşamı. Sarayburnu. Bir gemi.
Perdeci Gülhane Parkı’nın yüksek saray duvarlarından birine doğru yaklaşırken duvarın alt ucunda oturan birini gördü. Tanıdı. Sessizce yanına yaklaştı. Hafif bir fısıltıyla “Affedersiniz yaşlı moruklar bu duvara mı tünüyorlar?” Kır saçlı yaşlı bir işçi yüzü döndü. “Ooo Perdeci, dostum merhaba. Gel otur, kaçırma bu oyunu tam senlik.” Perdeci hafif bir sıçrayışla duvara çıktı, gemiyi göstererek “Kutsal kemik avcıları, büyük aile ve devlet dramı, üç perde gel vatandaş kaçırma bu oyunu”. Gülerek yaşlı işçinin yanına oturdu. “Ne dersin bulabilecekler mi kemikleri?” Yaşlı işçi sigarasından derin bir nefes çekti gözlerini kısarak gemiye baktı. “Biraz zor. Tarih bu, gömdü mü derine gömüyor. Gerçi sıradan bir kemik değil aradıkları eski bir diktatöre ve bakan arkadaşlarına ait Hey gidi kara gözlüklü diktatör. Seçimle seçildi, giderek her gün biraz daha diktatörleşti.”
Perdeci “Gazete ilanını gördün mü? Kutsal kemikler için bir gemi tutulmuştur. Gece 22’de kalkacak. Ertesi gün kemikler aranacak. Öbürsü gün bando mızıkayla anıtlanacak.”
Yaşlı işçi “Bak bak, toplanmaya başladılar yavaş yavaş. Hey gidi hey, 30 yıl öncenin yönetenleri. Tüh gözlere bak tanıyamıyorum”. Perdeci elini iç cebine attı “Bir dakika efendim, madem lüküs locada oturuyorsunuz, size tiyatromuzun ikramı bir adet tiyatro dürbünü sunalım. Yaşlı işçi “Ooo lüküs tarife… teşekkür ederim.” Perdeci “Ayarlayabildiniz mi gözünüze göre? Tanıyabildiniz mi sizi 30 yıl önce düzenleri, pardon idare edenleri?”
Yaşlı işçi “Hımmm… Oooo… son model renk renk marka marka otomobiller. Son model otomobillerden ‘Otomobil uçar gider’ devrinden kalma yöneticiler iniyorlar. Koyu renk giymişler. Ooo hoş geldiniz beyefendi: Arz-ı hürmet ederim. Beni tanıdınız mı? Ben naçiz kulunuz. Sultanahmet Meydanı’nda toplanan ‘Grev!’ diye haykıran 200.000 ameleden biri. Hala yaşıyorum. Sizler de yaşıyorsunuz. Tarih önümüzden akıp gidiyor. Eee ne demişler, herkes kendi sınıfına. Şuraya bak Perdeci, onlar da benim gibi yıpranmışlar, saçlarında, omuzlarında 60 yılın hatta 70 yılın yorgunluğu. Düşmemeye çalışan boksörler gibi sarılıyorlar birbirlerine. Burunlarını siliyorlar koca mendillerle. İşe bak 30 yıl önce manşettiler. Sonra unutuldular.
Unutulmak… anımsanmamak… yok sayılmak… yıllar sonra bir gün yeniden gündeme gelmek. Yaşamıyorsan, nasıl yazarlarsa, öyle gündeme gelmek. Günahlar… sevaplar… Ama üzülme. Senin günahlarının izinden yürüyenler varsa sana bir kıyak yapabilirler.”
“Eski diktatörün, Amerikancı yollarından gidenler şöyle anımsıyorlar onu:
“İlk defa duyuyorum sesini’ dedi eşim… Ne garip… Ben de otuz yıl sonra yeniden…
29 Nisan akşamı yaptığı radyo konuşması galiba… Araya bol Osmanlıca laflar katıyor gene… Azıcık “kırık’ bir ses bu, hatırlıyorum, o zaman düşmanları çirkin yakıştırmalar yaparlardı… Oysa kadınlar da bayılırlardı ona… Kara gözlüklerini, ‘hilal’ kaşlarını, ceketinin yeninden beş parmak taşan ‘Frenk gömleğini’ hatırlıyorum, altın düğmeli… Onu çok severdim. Evde herkes koyu Halk Partili, İsmet Paşacı’ olduğu için de, onu sevdiğimden dolayı benimle dalga geçerlerdi. Eşim, onun sesini ilk kez duyuyor… Öyle ya, ihtilalde bir, asıldığında iki yaşındaymış… Şimdi koskoca kadın. Vay canına, ihtilalden bu yana otuz, idamlardan beri yirmi dokuz yıl be sahi.
Ve Adnan Menderes’in sesi yeniden duyuldu… Bizler için yeniden, ‘gençler’ için ilk kez. Ya biz ne yaptık Adnan Bey? Biz ne halt ettik beyefendi? Otuz yıl sonra mı dank edecekti kafamıza?”
Perdeci “Aynı nostaljiyi sürdüreyim mi? O günlerin moda şarkısı ‘I Found My Love in Portofino’yu anımsar mısın? Fonda, dalga-dalga-dalga sesleri. O caaanım Ada vapuru. İstanbul’umuzu kırolar işgal etmemiş. Ah… ah… vah… ah, ah…
Yaşlı işçi “Biliyor musun, bu satırların yazarı bir gazeteci. Böyle anımsamamızı istiyor eski diktatörü. Yüreğimize nostaljik fiskeler atarak. Diktatörün günahlarını bilmezden geliyor. Ben biliyorum. Ben Sultanahmet Meydanı’nda 200.000’den biri… Övdüğü adam döneminde gazetecilerin başı beladan kurtulmadı. Cezaevinde gazetecilerin yattığı bölüme kalabalıklığından ‘Hilton’ denirdi. Önünde uzayan koridora da ‘Adnan Menderes Bulvarı’. Çok severdi yazarları rahmetli. Yazdıklarına ispat hakkı bile tanımadan tıkıverirdi zindanlara.
Yasaklar dizilirdi alt alta.
– Halkı heyecanlandıracak haber YASAK
– Hükümeti tenkit etmek YASAK
– Yokluk, pahalılık haberleri YASAK
12 dergi gazete ve basım evini kapatan ‘6 aydan fazla ceza alan gazeteci gazetecilik yapamaz’ diye 1954’te yasa çıkaran birine ağıt yakmaya utanmıyor.
Sarayburnu’nda kıyıda alkışlar ve bağrışmalar duydular. Şık bir araba durdu. Flaşlar patladı. Eski diktatörün oğlu gemiye doğru yürüdü. Bir an durdu. Yüzlerine baktı. Eski yöneticilerin yüzlerine. İktidarın bütün nimetlerini paylaşırken babasıyla birlikte davranmış, ama sehpaya götürülürken seslerini çıkarmamışlardı. Eski diktatörün oğlunun bakışlarında hiçbir sevecenlik yoktu. ‘Dava arkadaştan’ 80’Ierde zindanlarda en ağır işkenceler altında olmalarına rağmen arkadaşlarının asılmasına tavır koyan 20’lik gençler kadar olamamıştılar!
Yürüdü eski diktatörün oğlu. Ailede intihar ve ölümlerden sonra adeta tek başına kalmıştı. Yürüdü, 30 yıl sonra babasından bin kat daha teslimiyetçi, emperyalist beylerden telefonla emir alarak işleri yöneten bir yönetim tarafından alınan kararlarla kutsanan eski diktatör babasının kemiklerini almaya.
Gemi, gece 22’de eski diktatör ve arkadaşlarının gömülü bulunduğu İmralı Adası’na doğru yola çıkacaktı.
Eski diktatörün oğlu güverteye çıktı. Babası-vari bir bakışla çevresini süzmeye başladı. Eski yöneticilerden biri çekinerek yanına yaklaştı.
Yaşlı işçi elindeki dürbünü Perdeci’ye uzattı. “Dürbününüz iyi ama sesleri duyamıyorum.” Perdeci “Peki efendim, tiyatromuz size yeni bir hizmet daha sunuyor, uzaktaki görüntüleri seslendiriyor.”
Eski yönetici diyor ki: ‘Ah beyefendicim her şey hazır. 30 yıl sonra anımsadılar ama yine de Allah devlete zeval vermesin. Şimdi bandoyla hem de anıt mezara.”
Eski diktatörün oğlu sıkıntıyla başını çevirdi Topkapı Sarayı’na doğru bakmaya başladı. Eski yönetici: ‘öyle demeyin beyefendi, siyasi partilerden bir yığın teklif var.’ Eski diktatörün oğlu gözlerini Topkapı Sarayı’ndan ayırmadan “I. İnönü, II. İnönü, I. Menderes, II. Menderes.”
Garip bir yere sürüklenmeye başladık; eski, çürümüş yönetimlerin deforme olmuş yeni şekilleri üremeye başladı. 1923lerde Cumhuriyeti kurmuş bir ulusuz. Demokrasi, seçim, falan filan. 70 sene sonra I. Murat, IV Murat misali soyadına dayalı bir lider arayışı. Demokrasiyi bu kadar boğazlayınca, politikaya ambargo koyunca politik alanda insan öremiyor. Şu meclise bakın: ağzına kadar bürokrat ve general eskileriyle dolu.
Eski yönetici konuyu değiştirerek “Peki kemikler, kemikler ne olacak beyefendi? Söylentiye göre mezardan çıkarılmış sağa sola savrulmuş. Kurda kuşa yem edilmiş. Bulunamazsa koca devlet boş tabut mu taşıyacak?’
Gemi ağır ağır uzaklaştı Sarayburnu’ndan. Uğurlayıcılar gözyaşlarını silerek taksi bulma telaşıyla çevreye dağıldılar.
Perdeci “Ne dersin, bulabilecekler mi eski diktatörün kemiklerini? Bulurlarsa ayırabilecekler mi diğer asılmış bakanların kemiklerinden?
Yaşlı işçi “Diktatör bu, yapar numarasını belli eder kendini. Vardır elbet diğerlerinden ayrıcalığı, kemiklerinin bile. Adamı diktatör yaparlar mı? En çok yandığım da diktatörü 30 yıl sonra ‘Demokrasi şehidi’ ilan etmeleri. Adam kendi dışında kimseye hayat hakkı tanımamış. 1952’de Türkiye Sosyalist Partisi’ni, bir yıl sonra Millet Partisi’ni 1957’de de Kıvılcımlının Vatan Partisi’ni kapattı.
Ben bu adamları 946’larda savaşa girmeden savaşın bütün acılarını yaşamış kalabalıklara ‘Bu cigarayı size 5 guruşa içirecez’ yalanlarıyla tanıdım. ‘Hörriyet’ getireceğiz diye yırtınıyorlardı.
Tek parti iktidarında yoksulluktan inlemişlere dipçikten bıkmışlara ilaç gibi gelmişti bu yalanlar. İnandılar, desteklediler. Kimi komünist geçinenler bile aldandılar bu yalanlara. 10 küsur yıl ‘Hürriyet’ çiğnendi, katana atlarının nalları altında. ‘Astığım astık, kestiğim kestik’ yaşattılar herkese. Bir sabah tepesi atanlar,
Olur mu böyle olur mu
Kardeş kardeşi vurur mu
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı…     >
diye düştüler yollara. Turhan Emeksiz’ler gencecik gövdelerini siper ettiler diktatörlere.
Gemi gece yarısı yanaştı İmralı’ya. Gün ışıyınca eski diktatörün oğlu, resmi ve gayrı resmi zevat yürüdüler mezarlara. Uzaktan, çok uzaktan Yılmaz Güney’in İmralı Cezaevi’nde yatarken yetiştirdiği bir domates fidanı acı bir gülüşle baktı manzaraya.
Kazdılar toprağı uzun uzun. İki buçuk saat sonra bir kafatasına rastladılar. Diktatör kelleyi vermiş ama ağzındaki altın dişi vermemişti. O dişlen tanıdılar. Diktatörle birlikte asılan iki bakanını biri kısaydı, biri uzundu diye ölçü tutarak ayırdılar. Diktatörün kafatası mezardan çıktığında eski yöneticiler göz göze gelmemek için başlarını öne eğdiler.
Kafatası ‘Her şey yolunda mı?’ gibisinden bir bakış attı. Eski bir Demokrat Parti’li üstüne alınarak başladı anlatmaya. “Her şey kurduğunuz gibi. Her mahallede yarattığınız dışa bağımlı milyonerler oldu trilyoner ama eski diktatörlerden eser yok. Ne Şah kaldı, ne Somoza, ne de Pinochet… Hepsi kullanıldılar, atıldılar. Laf aramızda sizden yirmi yıl sonraki diktatör bile Marmaris’te garaja çekilmiş yatıyor. Devir çok değişti. Şimdi yönetenler sizin gibi çekingen davranmıyorlar. Telefonla alıyorlar emirleri Amerika’dan.
Eski diktatörün oğlu hiddetlendi bu konuşmaya. “Susun” dedi. “Susun. Burada idari işlerinizi konuşmayın. Bu bir aile meselesi” eski diktatöre döndü, “Hadi baba sen de gir tabuta. 30 yıl sonra seni yeniden gömeceğiz, bu kez bir anıta.”
Kafatası “Peki susuyorum. Yeniden giriyorum tabuta. Yalnız bir dileğim var. Kollayın girmesin tören sırasında alana. “Eski yöneticiler ‘Kim?’ diye sordular. Kafatası “Kore’de ölen o yedek subay. Duyuyorum sesini hala peşimde.”
Kemikler toplandılar, patiskalara sarıldılar, yerleştirildiler tahta tabutlara. Gemi yeniden yanaşırken Sarayburnu’na “Devlet bir gün, 30 yıl sonra” başlamak üzereydi.
Birbirine az şovenler, uz sevenler durdular, toplandılar aynı kutsal safta buyurun 30 yıl sonra yeniden cenaze namazına.
Kutsal ilahiler yükselirken dalga dalga, protokol müdürü elindeki protokol listesini son kez gözden geçiriyordu.
Amerika’dan telefonla emirleri alan beyefendi ve eşi en başta, aldığı emirleri ilettiği beyler arka rafta. Protokol böyleydi ama dinleyen kim. Herkes eski diktatörün kemiklerine yakın olmak için itişiyordu.
Telefonla emirleri alan beyefendi öfkelendi bu iliş kakışa kentin emniyet müdürünü çağırdı. Müdür ağlayarak geldi. Bir partinin milletvekili dövmüştü onu. Gencecik üniversitelilere, ekmek peşinde koşan işçilere memurlara aslan kesilen müdürcük, Bursalı işadamı bir milletvekili tarafından tartaklanmış ve sesini çıkaramamıştı.
Yürüdüler bando eşliğinde eski diktatör ve arkadaşlarının anıt mezarına. Resmi zevat toplanırken anıtın civarında beyefendi açıklama yapıyordu kendi yandaşı gazetecilere:
Duvarlar yıkılıyor. Dünya değişiyor. Soğuk savaş kalmadı. Tamam, anladık iş bununla kalmıyor ki. Bize de bastırıyorlar. Siz de yapın bir şeyler. Oturup düşündük cezaevinde yatan binlerce genci dışarı salsak bize yeniden kafa tutabilirler. Bin yıl ceza verdiğimiz gazetecileri bağışlasak yeniden aleyhimize yazabilirler. Dünyaya ayak uydurmak için biz de arayıp tarayıp eskiden asılmış diktatör kemikleri bulduk. Onları bağışladık. Dünya değişiyor diye taviz mi verelim yani?”
Kemikler anıta yerleştirilirken beyefendiden demeci kapan manşetler haykırdılar: Anıt.. Anıtlaşma… Anıllaştılar…
Kalabalık dağılmaya başlamıştı. Yaşlı işçi ile Perdeci kol kola yürüyorlardı. Yaşlı işçi, hadi bir kez daha okuyup şu şiiri eski diktatörün ruhunu titretsene! “Kaç yılında yazmıştı Nazım?” Perdeci “1959. Diktatörün asılısından bir yıl önce. Şiiri okurum da ya 1990’da gençlerimizi Arap çöllerine sürmeye kalkışanlar üstüne alınırsa?”

KORE’DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES’E SÖYLEDİKLERİ
DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz
iki hayın
ve zeytin yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclise kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin
iki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore’de harcadınız Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkadan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymanız için
kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.
(25 Haziran 1959)

EYLÜL’LE BİRLİKTE ÇOK ŞEYE TANIK OLDUK
Toplu tutuklamalardan katliamlara…
İnsanlık dışı işkencelere…
İşkencede katledilenlere…
Sokaklarda dağlarda sorgusuz sualsiz kurşuna dizilenlere…
17 yaşında idam sehpasında bile devrimci onuru ayakta tutan gençlere…
Diktatörlüğün her türlü baskısına cezaevlerinde bile boyun eğmeyenlere…
VE BİRDE:
Diktatörlüğün yıllardır cezaevlerinde uyguladığı baskı, kişiliksizleştirme ve işkence politikasına (bugün de bu değişik biçimleriyle devam etmektedir.) karşı mücadele içerisinde hastalanan tutsakların tedavi edilmemeleri, tedavilerinin savsaklanması sonucunda sessiz ‘infaz’ yoluna gidilenlere…
Yani sessiz ‘infaz’lara tanık olduk/olmaktayız. Adil CAN, Eşref DURSUN, İnkilap DAL ve geçtiğimiz ay yitirdiğimiz Feremez AYDIN bunun örnekleridir.
‘Asmayalım da besleyelim mi?’ mantığının devamıdır bu politika. Şimdi de bu sessiz ‘infazlara bir yıldır kara kanser hastalığıyla yaşama mücadelesi veren Sedat KARAAĞAÇ’la bir yenisi daha eklenmek istenmektedir.
Geçtiğimiz yıl açlığımızın 35. gününde EÖTC’den Aydın E tipine yaptığımız ‘kanlı sürgün’ sırasında yapılan işkenceler sonucunda iki arkadaşımızı katledip, yüzlercesini yaralarken; Sedat da yerde sürüklenmesi sonucu et beninin kopmasıyla kara kansere yakalandı.
On yıldır tutsak olan Sedat’ın hastalığının tespit edildiği Kasım 89’dan bugüne tedavi savsaklanmaktadır. Bu nedenle de hastalığı daha da artmıştır. Gerekli tedaviyi görmese üç yıllık bir ömrü kalmıştır. Bu da kalan cezası ile eşittir.
Ve Sedat’a HTF Onkoloji Kliniği 27.07.90 tarihinde; “… Hapis cezasının infazı halinde hayati tehlike vardır.” rapor vermesine ve gerektiği yasalara rağmen bırakılmayarak savsaklanma yoluna gidilmektedir.
Sedat için yaşadığı her saniyenin kurtuluşu için çok değerli olmasına rağmen, bu son yaşama şansı da elinden alınarak sessiz infaz yoluna gidilmektedir.
Bu ne ilktir ne de son olacaktır.
Egemenlerin bu politikasını boşa çıkartmak ve Sedat’ı yaşatmak, tüm ilerici demokrat ve devrimci kamuoyunun duyarlığı ve ilgisiyle olacaktır. Bu nedenle tüm ilgili kamuoyunu Sedat’ı yaşatmak ve yeni bir sessiz infaza/infazlara son vermek için aktif desteği sağlıyoruz.
Aydın E Tipi Cezaevinden 2. Koğuş tutukluları

KİTLE SENDİKACILIĞI MI? YOKSA TABELA SENDİKASI MI?
(…)
Sendikal mücadeleyi boğmaya çalışan bir dizi karmaşık çalışmaların sahnelendiğini görmemek mümkün değildir. Yasal engellemeler yapılıyor, üstten örgütlenme yapılıyor ve bizleri yanlış yola kanalize eden, küçümseyici, fırsatçı, grupçu, komplocu bir sendika ağalığı temelinde yürüyen çalışmalar var. Emekçileri hor gören bu gibi faaliyetler kitlesel çalışmalar önünde olan barikatlardır. Bu bağlamda eğitimcilerin çalışmaları iki iradeye yansımış bulunmaktadır.
Birincisi, hiçbir kitle temeli olmayan, tepeden tabana doğru, tabanın söz ve iradesini dikkate almadan kurulan ve tüzel kişilik kazanan Eğitim İş’in ağalık anlayışı. İkincisi ise tam bunun tersi olan kitlenin örgütlenme temeline dayanan, kitlenin söz ve kararları doğrultusundan yürüyerek örgütlü kitle sendikacılığını hedefleyen EGİT-SEN’in anlayışıdır. Bu iki anlayıştan doğrusu ikincisidir. Yani EGİT-SEN’in anlayışıdır.
Bu önemli aşamada Eğitim İş’in göstermelik sendikasını reddetmeliyiz. Onların çalışmasına katılmamalı ve desteklememeliyiz. Merdivenin ilk basamağında olan bu i çalışmaların iyi bir temele oturtulması gerekiyor.
(…)
Grevsiz bir sendikanın ne dereceye kadar haklarımızı alabileceğini siz ve eğitim emekçilerinin objektif değerlendirmesine bırakıyoruz. Grevli toplusözleşmeli sendika hakkını almayı başarmak tabanın ve eğitim emekçilerinin görevidir. Kitlelerin hakları ve talepleri, bunların kullanılması örgütlü bir mücadeleyi gerektirir.     Eğitim İş’in yaptığı aceleci ve fırsatçı bir iştir. Haklarımızı gasp etmeye örgütlü sendika mücadele çalışmalarımızı yok etmeye yönelik bu oyunlara biz eğitim emekçileri olarak razı olamayız.
Gerçek değerde bir sendikaya erişmek istiyorsak kitle tabanında birleşmeliyiz, örgütlenmeliyiz. Bu çalışmalar her demokrat, ilerici, devrimci ve emekçinin görevidir. Örgütlü bir kitle sendikacılığı anlayışıyla bütünleşmeli ve sendikal haklarımızı almalıyız. Savaş görmeyen ve savaşa gitmeyen “Zafer Kahramanları” gibi onları tek başına bırakmalıyız.
Eğitim- İş kurucu ve geçici yönetim kurulu üyesi Ayhan Sarıhan, 12 Eylül dönemine telgrafla övgüler dizen kimsedir. Bu şahsın Öğretmen Dünyası dergisi yazı kurulu adına yazdığı yazıda “Sayın Kenan Evren, Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı) öğretmenlerin can güvenliği, öğrenim özgürlüğü ve okullarımızda huzurlu bir eğitim için, devletin alacağı bütün tedbirleri candan destekleyeceğiz…” şeklindeki övgüleri ibret vericidir. Bu kişiliğe ve niteliğe sahip bir kişinin sendika için görev alması gerçek bir sendika ciddiyeti ile ne derece bağdaşır. Bu ve buna benzer kimseler bizi temsil edemez.
Hepimiz biliyoruz geçmişte öğretmenlerin sahip olduğu Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) vardı. Ama hiçbir hak ve isteme sahip değildi.
Eğitim emekçileri arkadaşlarımız.
Sendikal mücadelemizi EĞİT-SEN içinde bütünleştirerek sürdürmeliyiz. Çalışmalarımızı bulunduğumuz bölgenin geniş öğretmen tabanına yaymalıyız. Kitlelerin mücadele yönelimleri üzerine sendika çalışmalarımızı oturtarak sürdürmeliyiz. Ancak grevli, toplu iş sözleşmeli direniş boykot haklarımızla ilgili kazanım ve istemlerimizi böyle, örgütlü bir çalışmayla kazanabiliriz. Gerisi hayal.
Adana’dan bir gurup öğretmen.

SAVAŞ OYUNLARI -1
Vatansever Coriolanus!
Aynur SARICA

Gündemde hala savaş var. Yüzyıllar boyunca insanoğlu kendi eliyle doğal olmayan afetler yaratıyor. Şehirler yıkılıyor, yapılıyor. Haritalar düzenleniyor. Anlaşmalar yapılıyor. Ancak hiçbiri (savaşlar ne idüğü belirsiz nedenlerde değil idüğü belli edenlerle yapılıyor) ne idüğü belirsiz nedenlerle cepheye gönderilenleri, bombardımanlarda can verenleri geri getirmiyor.
Kapitalistlerin ve emperyalistlerin dünyayı paylaşma yarışı, emperyalizm ve kapitalizm dünya yüzünde var oldukça sürecek. Bu sürece yeni oyunlar, yeni romanlar, filmler tanıklık edecek. Tıpkı bugüne kadar ettiği gibi. Ancak emperyalistlerin savaş oyunlarına karşılık bizim de savaş oyunlarımız var. Tiyatro yazarlarının yüzyılların mirasını aktardıkları savaş üzerine yazılmış onlarca oyun. Gün gelip özgürlüklerin dünyası kurulduğunda sadece sahnede yaşayacak olan savaş oyunları. Şimdilik ise, bir-iki ay dergimizi “işgal” etmekle yetinecekler.
İlk savaş oyunumuz, Shakespeare’nin aristokrasi ile sıkı bir hesaplaşmayı sergilediği Coriolanus. Bir kahraman, bir vatansever, yiğit asker Coriolanus!
Evet, buyurun savaş oyunlarına!

William Shakespeare, 1600’lü yılların başında insanlığa armağan ettiği oyunlarına bir yenisini ekler; Coriolanus. Shakespeare Romalıların savaş öykülerine dayanarak yazdığı bu oyunda, ağırlıklı olarak pek çok oyununda işlediği iktidar temasının yanışını savaşı da işler. Bununla birlikte savaş, Shakespeare’e -ve bize- göre bir sonuçtur. Bu yüzden savaş teması çok da ön plana çıkmaz. Savaşın arkasındaki siyasi ilişkileri irdeler Shakespeare. Bu ilişki biçimlerini tartışmadan önce, oyunu kısaca özetleyelim ve Shakespeare’in iğne oyası gibi işlenmiş oyununu deşmeye başlayalım.
Oyunun başkişisi Coriolanus tartışılmaz bir yiğit askerdir. Adını bile savaşta kazandığı ve Roma topraklarına kattığı şehirden almıştır. Corioli şehrini ele geçirmedeki büyük gayretlerinden dolayı Roma Senatosu Caisus Marcius olan adının sonuna Coriolanus ismini de ekleyerek onu onurlandırır. Halka küstah davranan, halk ayaklanmalarına karşı kesin şiddet uygulanmasından yana olan Coriolanus, Senato’daki halk temsilcilerinin halkı yönlendirmesiyle Roma’dan sürülür. Buna karşılık ne yapsa beğenirsiniz? Vatansever Coriolanus kısa bir süre önce Corioli şehrini elinden aldığı düşmanı (!) Volsyalı General Aufidius’la birleşerek ülkesi Roma’ya savaş açar. Ama bu zalim askerin de insani buyanı vardır (!) ve annesinin yakarmaları üzerine savaştan (daha doğrusu Roma’yı işgalden) vazgeçer. Bunu da Aufıdius kendine yediremez ve Coriolanus’u öldürür. Bir tragedya da böylece sona erer.
Geçmiş zaman olur ki! …
Oyunun geçtiği tarihsel dönemde, Roma’da devlet üç koldan sıkıntıdadır. Birincisi, bir iç ayaklanma gündemdedir. İkincisi, Roma devletinin ulusal çıkarları söz konusudur. Komşu devlet Volsya’dan bir saldırı haberi gelmiştir. Üçüncüsü Senato içi huzursuzluk yaşanmaktadır. Ancak bu üçüncü madde diğer ikisine bağımlı olarak belirir. Senato sorunları çözümü konusunda anlaşamamaktadır. Oyun bu sacayağı üzerine inşa edilmiştir.
Yaklaşmakta olan savaş Senato üyelerini telaşlandırır. Romalı yoksul pleblerin ayak bağı olmamaları için Senato’da temsilci bulundurma hakkı verilir. Brecht Coriolanus oyunu üzerine yapılan bir konuşmada bu durumu şöyle formüle ediyor “Halk tribünlüğü, savaşın çıkışı yüzünden kurulan bir makamdır. Ama yine aynı savaş, Patricilerin (ve halk düşmanı Marcius’un) kumandayı ele almalarına yol açmıştır.”
Senato’daki görüş ayrılıkları da bu nokta da başlar. Coriolanus ayaklanmanın bastırılması için kesin sertlik yanlısıdır. Senato’ya halk temsilcisi alınmasına karşı çıkar. Savaş tehlikesi bile, halkına açtığı savaşı ertelemesini sağlayamaz. Görüşlerini şöyle dile getirir: “Ayaktakımı şehrin damlarını başıma geçirse bile ben gene bunu kabul etmezdim. Ancak zamanla güçleri artacak. Ayaklanmak için daha büyük bahaneler bulacaklar.”
Coriolanus’un yaklaşımına şaşmamak gerekir. O, bu tutumuyla asıl düşmanını yoksul pleb sınıfı olduğunu dile getirir. Üzerine yürüyen Volsya ordusu Coriolanus için tali bir düşmandır. Coriolanus’un ve temsilcisi olduğu aristokrasinin temel çelişkisi halkladır. Bu anlamda Coriolanus kendi sınıfı için en doğru görüşü öne sürerek pleblere zor kullanılmasını ister. Endişelerinde haklıdır. Gerçekten de pleblerin ayaklanmak için çok daha büyük ve haklı gerekçeleri olacak ve Coriolanus’u yok edeceklerdir.
Coriolanus’un aksine pleblerin sınıf bilinci çok daha az gelişmiştir. Coriolanus ve Senato buğday fiyatlarını indirerek hafin açlığa mahkûm ederler. Vatandaşlardan biri şöyle der. “Bize fukara vatandaş diyorlar, patrisyenlere zengin. Güçlülerin artıkları bile bize nefes aldırabilir. Arlıklar çürümeden verilseydi insanca davranıyorlar diyebilirdik. Fakat onlar bizi fazladan masraf olarak görüyorlar. Bizim sefaletimiz onların bolluğu. Çektiğimiz sıkıntı onlar için bir kazanç. Onun için kaburgalarımız çıkmadan, kollarımızda derman tükenmeden yürüyelim üstlerine. Bizi yürüten intikam duygusu değil, açlıktır. Açlık!” Bu kararlı ve sınıf bilinci taşıyan konuşmayı şu replikler izler. “Hepimiz Marciusa karşıyız”, “Baş hedefimiz o”, “Halka köpek gibi hırlıyor”, “Lanet olsun Marcius’a”
Görüldüğü gibi tüm haklılığına karşın ayaklanma yanlış bir zemindedir. Hedef Marcius olarak saptanmıştır. Coriolanus’un patrisyenlerin bir üyesi olduğunu, savaştaki kahramanlıklarının patrisyenlerin işine yaradığını ve patrisyenlerle çıkarlarının çeliştiğini bildikleri halde hedef olarak sadece Marcius’u görürler. Bu Romalı pleblerin deneyimsiz, örgütsüz ve bu nedenle de güçsüz olmalarından kaynaklanmaktadır. Shakespeare halkın bu dağınıklığını ve -çok kararlı göründüğü halde- kararsızlığını eleştirir. Yukarıda da alıntı yaptığımız Coriolanus üzerine konuşmada Helene Weigel, bu hususta şunları söylüyor: “Kararlılık bu denli özenle vurgulandığı zaman, bu, insanın kararsız, hem de fok kararsız olduğu anlamına gelir.” Pleblerin kararsızlığına bir örnek: Coriolanus’a bu denli düşman olan halk konsül seçimi sırasında isteksiz de olsa ona oy verir. Daha sonra aynı kişiler seçtikleri halk temsilcilerinin açıklamaları üzerine oylarını geri alırlar ve Coriolanus’un konsüllüğünü onaylamazlar. Oysa oy vermelerinin üzerinden daha 24 saat bile geçmemiştir.
Bu tutumu kararsızlıktan ziyade şaşkınlık sözcüğü tanımlayabilir. Evet, plebler şaşkındırlar. Coriolanus onlara bir yanıyla kötü davranır ama öbür yanıyla da “ülkeyi istiladan korur” Plebler “koruyucu Coriolanus” demagojisine deyim yerindeyse tav olurlar, iş dönüp dolaşıp onların uzun vadeli çıkarları için mi, yoksa kısa vadeli sus paylan için mi mücadele edecekleri sorusunda düğümleniyor. Eğer Romalı plebler kendilerine gösterilen Volsyalıların tahıl ambarını reddetselerdi, işte o zaman onların gerçekten doğru bir mücadele zemininde olduklarından söz edilebilirdi. Tabii, bu ayaklanmalarının haksız ve yanlış olduğu manasına gelmiyor. Aristokrasinin çöküşünü hedeflemezlerse başarılı olamayacaklarını plebler bu tarihsel dönemden yüzyıllar sonra öğrendiler. Yine Brecht’e kulak verelim: “Kanımca ezilenlerin birleşmesindeki güçlükleri iyi göremiyorsunuz. Bir kez sefaletlerine kimin yol açtığını öğrendiler mi, bu sefaletleri onları birleştirir. Bizim sefaletimiz onların zenginliğinden ileri geliyor. Ama bunun dışında sefaletler, onları birbirinden ayırabilir; bir lokma ekmeği birbirlerinin ağzından kapmak zorundadırlar çünkü insanların başkaldırmaya karar vermelerinin ne derili zor olduğunu düşünün bir kez! Başlı basma bir serüvendir bu onlar için. Yeni yolların açılmasını, yeni yollardan gidilmesini gerektiren bir serüven ve iktidarda olanlar, yalnız değildirler, kendileriyle birlikle düşünceleri de saltanat sürer. Kitleler için ayaklanma doğaldan çok doğal-dışı bir durumdur ve kitlelerin yalnızca ayaklanmanın yardımıyla kurtulabilecekleri durum ne denli kötü olursa olsun, evren üzerine yeni bir görüş bilim adamları için ne denli yorucuysa, kitleler için de ayaklanma düşüncesi o denli yorucu ve ürkütücüdür. Bu koşullar altında birleşmeye karsı çıkanlar çoğu kez daha akıllı olanlardır; ancak en akıllılar birleşme düşüncesini destekler”
Örgütsüz plebler yoksulluk karşısında, yöneticilerine karşı her an birleşebilirler. Ama onlara sınıf bilincini veren birleştirici bir örgüte sahip değillerse birleşmeleri kadar ani olarak dağılabilirler. Shakespeare’in oyununda pleblerin kararsız tutumunu bu şekilde ele almak gerekir.
Coriolanus’un kişiliği
Burjuva tiyatroları, Coriolanus gibi kişisel karakterlerin ayrıntılı işlendiği oyunları o kişinin çalkantılı yaşamına indirgeyerek “Coriolanus’un trajedisi” gibi oynarlar. Üstelik oyun kişisinin şahsına münhasır kişisel özellikleri varsa, örneğin Coriolanus gibi “kötü ve despot” olarak nitelendirilebilecek birisi ise bu olasılık çok daha güçlüdür. Ancak tarihsel bir oyun için bu çok önemli bir yanlış ve yanıltmacadır. Olaylar, bir bakarsınız ki, bir kişinin art niyetlerinden, sapkınlığından, ihtirasından kaynaklanıyormuşçasına aktarılıyor.
Bu tiyatrolar için Coriolanus oyununun “Carisus Marcius Coriolanus’un trajik hayal hikâyesi” biçiminde sergilenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Ayrıca Shakespeare’in devlet üzerine görüşlerinin, Roma aristokrasisine karşı halk ayaklanmalarının, vatanseverliğin simgesi gibi gösterilen savaşların hiçbir önemi yoktur burjuva tiyatrosu için. Olayların güncelle bağlantısını kurmaya da çalışmaz bu tiyatrolar. Aksine, geçmiş yaşantılar biçiminde aktarır seyirciye. “Bir zamanlar Roma’da, Coriolanus adında zalim bir asker yaşar, halkı hiç sevmezmiş” vb. yaklaşımlar burjuva tiyatrosunun gündeminden düşmez. Hatta bir de bugüne övgü düzülür, “Şükür ki o günleri yasamıyoruz artık!” gibisinden.
Kimi zaman “Kahraman Coriolanus” kimi zaman “Kahrolsun Coriolanus” denilerek yorum yapmış gibi olunur. Bunların ikisi de burjuva yaklaşımlardır özünde. “Kahraman Coriolanus” diyenler, onun cesaretini, açık sözlülüğünü savaşta gözü pekliğini göz önünde bulundurarak yorumlayacaklardır. Nitekim 1934 yılında Fransa’da Comedie-Francaise’de böyle bir uygulama sahnelenmiş. Fransa Cumhuriyeti’ne karşı bir ayaklanma girişimi içinde olan sağ kesim, Coriolanus’un, demokrasiyi baltalamaya yönelik bir yorumla sahnelenmesini sağlamış.
Öte yandan “Kahrolsun Coriolanus” demek de -her ne kadar buna katılmamak mümkün değilse de- bir başka kolaycı yaklaşımın ürünüdür. Bu yaklaşımla Coriolanus’u, Roma aristokrasisinin yarattığı ve büyüttüğü göz ardı edilerek mesele Coriolanus’un kötülüklerine indirgeniverir. Tıpkı Hitler faşizmini doğuranın Hitler’in paranoyak kişiliği olduğunun öne sürülmesi ya da bugünlerde Körfez Krizi’nin Saddam’ın diktatör kişiliğinden doğduğu gibi kaçamak ve yanlış bir yaklaşımdır bu. Toplumsal olaylar ve savaşlar psikolojiyle açıklanamaz maalesef.
Coriolanus’un öfkeli hallerine, hırsına, gururuna bakarak onun sağlıklı bir kişilik yapısına sahip olmadığını öne sürmenin yanlışlığı, onun kendi konuşmalarından çıkıyor. Devlet ve halk üzerine görüşleri tam anlamıyla kendi sınıfının sağlık ve selametini düşünen bir aristokratın sözleridir. Birkaçına kulak verelim.
“Aristokratların iktidarını kırmak istiyorlar. Buna göz yumarsanız sonunda yönetemediği gibi, yönetilmeye de hiçbir zaman razı olmayan insanlar güruhu ile bir arada yaşamak zorunda kalacaksınız.”
“Halkın suyuna gitmekle başkaldırı ve küstahlık tohumlarını senato aleyhine beslemiş oluyoruz. Geçmişle onlara taviz vererek (senatoya halk temsilcilerinin alınmasından söz ediyor) bu tohumları canlandıran biz olduk”
“İkili yönetimle hiçbir yere gidilemez. Halkın dilini derhal koparın. Koparın ki zehirli şekerleri yalamasınlar.”
Kulağa hiç de yabancı ve uzak gelmeyen bu sözlerin sahibi hastalıklı bir kişiden çok, sınıfının çıkarlarını kollayıp karşı sınıfa savaş açmış, bir kişi olabilir ancak. İşte Coriolanus budur. En halisinden bir aristokrat.
Savaş ve politika
Shakespeare, Coriolanus’un yanında bir aristokrat tipi daha çizer. Menenius Agrippa. Agrippa’nın iktidar anlayışı Coriolanus’dan farklılık arz etmese de, bu oportünist politikacı ayağını denk alacağı zamanı bilir. Siyasetiyle halka yalan görünür. Onları ürkütmekten korkar. Coriolanus’un korkusu yoktur. Ezilen halk tabakalarına olan kini, korkuyu bile hesaba katmasını engelleyecek boyuttadır.
Coriolanus’un Senato’yu şiddet kullanımına davet eden görüşleri desteksiz kalır. Örneğin oportünist senatör Agrippa destek vermeyişini şu sözlerle açıklıyor “Dönemin bu şiddetli bunalımı, Coriolanus’un halk yığınlarına boyun eğmesini gerekli kılmasaydı, ben de silah elde ortaya atılırdım.” Agrippa’nın kendisiyle ilgili olarak söylediklerinin her ne kadar gerçekle ilgisi yoksa da (Agrippa gibileri asla inandıkları görüşler uğruna mücadele verecek insanlar değildirler. Kim güçlüyse ondan yana görünerek gemilerini yürütmeye devam ederler. Böyleleri Coriolanus’lardan çok daha tehlikeli ve zavallıdırlar) doğru bir tespiti vardır, Coriolanus’un halk yığınlarına boyun eğmesi gerektiği. Coriolanus savaş ve siyaseti birbirinden ayıramaz. Her meselenin kılıçla çözülemeyeceğinin ayrımında değildir. Oysa tarihin her döneminde egemen güçler, zor kullanamadıkları anda politik oyunlara başvurmuşlardır.
Burada Coriolanus’un annesi Volumnia’nın söylediklerine kulak verelim. “Savaş ve politika birlikle yürür. Savaş koşulları yoksa orada politika uygulanır”, “Savaşta olduğun gibi gözükmemek nasıl bir şerefsizlik değilse ve amaç için her yol denenirse, neden politikada da bunu uygulamayalım? İkisi de farklı biçimde savaş değil mi?”
“İçinden geçenleri değil, dilinin ucundakileri söylemelisin. Varsın söylediklerinin gerçekle ilgisi olmasın. Bu kan dökülmemesi için şehri tatlı dille işgal etmeye benzer”
Evet, Agrippa yoksul pleblerin başına tatlı dille çöreklenmeyi önermektedir. İşte plebier bunu kavrayamazlar. Coriolanus’a duydukları nefreti, tatlı dilli Agrippa’ya duymazlar. Oysa Shakespeare’nin ustalıkla çizdiği bu iki karakter, Coriolanus ve Agrippa, bir bütünün parçalarıdır, özünde. Biri korkak ve oportünist bir politikacı, diğeri fikrini sakınmayan bir despottur. Biri sivil, öteki asker, iki aristokrat.
Agrippa’yı daha yakından tanıyabilmek için onun, oyunun açılış sahnesinde ayaklanmakta olan vatandaşlarla konuşmasından yararlanmak mümkün. Bu sahnede Agrippa, diplomatik tavrını yok etmeden, ılımlı bir edayla Roma devletinin gücünden söz ederek onları tehdit eder: “Sopalarınızı Roma devletinize kaldıracağınıza göklere vurun. Devlet sizin önüne koyacağınız engellerden çok daha güçlü on binlerce engeli ezip geçer. Evci, kalık diyorsunuz, kıtlığın sebebi Patrisyenler değildir. Kalığın sebebi takdir-i ilahidir. O halde, patrisyenlerle kapışacağınıza diz çökün yüce ilahi ile işinizi bitirin. Ah, ne yazık… Felaketin girdabına kapılmış daha kötü yerlere sürükleniyorsunuz. Devletin sizi baba gibi koruyan başlarına haksızlık etmiş olmuyor musunuz?” Bu sözleriyle vatandaşları ürkütmeyen Agrippa, mideye karşı ayaklanan organlar örneğini verir. “Bir zamanlar vücudun bütün organları mideye karşı ayaklanmışlar ve onu şöyle suçlamışlar: Mide vücudun ortasına yerleşmiş bir çukur gibi tembel ve hareketsiz. Üstelik yiyeceği de istif ediyor. Diğer organlar gibi emek harcamıyor. Diğer organlarsa görüyor, işitiyor, akıl yürütüyor; buyruk veriyor, hissediyor ve vücudun genel isteklerine hep birlikte hizmet veriyor. Mide ise şöyle demiş: Kazancını çekemeyen, başkaldıran organlarla alay ederek şöyle demiş mide, tıpkı sizin kendinize benzemeyen senatörleri kötülemeniz gibi. Mide kendine kusur bulanlar gibi atılgan değil, temkinli imiş. Şöyle demiş: Yaşamınız için tüm gıdayı benim aldığım doğru. Benimle aynı vücutta yaşayan dostlarım, bunun böyle olması gerekir. Çünkü ben vücudun deposu ve tezgâhıyım. Bildiğiniz gibi bunu kanın geçtiği yollarda vücudu/i sarayı kalbe ve merkezi olan beyne yolluyorum. Vücutta dolaylı diğer yollar aracılığıyla en güçlü sinirler ve basil damarlar gıdalarını benden alırlar. Hepinize ayrı ayrı verdiklerimi siz toplu olarak görmesiniz de ben hesabını yapar ve bilirim ki herkes ununu benden alır ve bana ancak kepek kalır. İşte Romalı senatörler bu yararlı mide, siz de ayaklanmış organlarsınız.”
Görüldüğü gibi Agrippa öncelikle ayaklananları tehdit ediyor, sistemin mantığını açıklamayı daha sonraya bırakıyor. Eğer devletin gücü ‘ karşısında vatandaşlar ürkseler belki mide örneğini anlatmasına gerek bile kalmayacak. Ama Agrippa şiddeti ve siyaseti birlikte yürütmeyi, günün koşullarına hangisi uygunsa onu uygulamayı beceriyor. Halkın öfkeyle devleştiğinin farkında Agrippa.
Tehditler savurduğu zamanlarda ise gücünü Coriolanus’dan alıyor. Bu da gösteriyor ki; Coriolanus gibi bir despotu aristokratik devlet yaratmıştır ve daha sonraki yüzyıllar boyunca da devletler -artık aristokrat olmasalar bile- yeni Coriolanusları tarihe yazacaklardır.
Coriolanus ise sahnede boy göstermesiyle birlikte, “ben dalkavuk değilim, yüzünüze gülmem” diyor. Evet, o dalkavuk bir siyasetçi değil, bir askerdir ve Agrippa’nın kılıcıdır. Ancak bu kılıcın, bir emir erinden farkları vardır. Kendi kendisini yönetmektedir. Agrippa meseleyi diplomasiyle çözmeye çalışırken Coriolanus şöyle der: “Aristokratlar acımayı bir yana bırakıp silahımı kullanmama izin verseler, bu kölelerin leşlerini mızrağıma tek tek dizerdim” Ancak Coriolanus’un yanıldığı bir şey var. Aristokratların acımalarıyla silahını kullanmaması arasında bir bağlantı yok. Aristokratlar bunu göze almaktansa (iç savaştan korkularından ve ayrıca gelmekte olan dış tehlikeden ürkmelerinden) küçük bir taviz vererek Senatoya beş halk temsilcisi alınmasını yeğlerler. Halka su payı verilmiştir. İktidarı hedeflemeyen isyancılar bununla yetinmişlerdir.
Yaşasın düşmanım!
Coriolanus oyunun daha birinci sahnesinde, daha evvel de aktardığımız bir kehanette bulunur. Senato’da halk tribünlüğünün kurulması üzerine, “zamanla güçleri artacak” der. Nitekim de öyle olur.
Corioli şehrinden zaferle dönen ve artık adı Coriolanus olan Caisus Marcius Senato tarafından Konsüllüğe aday gösterilir. Ama sözlük anlamı “en iyi yönetim” olan aristokrasi de halkın da görüşünü almak gerekir. Üstelik savaştan zaferle çıkmalarına karşın yoksulluğundan hiçbir şey kaybetmeyen bir ülkenin halkıyla karşı karşıya kalmışsa. Roma devleti yasalarına göre, Coriolanus’un konsül olabilmesi için halktan oy istemesi ve daha sonra ‘Senato’da halkın Coriolanus konsüllüğünü ikinci bir kez onaylaması’ gerekir. İşte Coriolanus için felaketlerin büyüğü bu anda başlar. Coriolanus gibi soylu bir asker halkın oylarına mı tenezzül edecektir? “Bu çok başlı hayvan”ların oylarıyla mı konsül olacaktır? Coriolanus bunları düşünerek hayatının en büyük acısını yaşayadursun halk ona oy verip vermemenin kararsızlığını yaşamaktadır öte tarafta. Coriolanus’un kazandığı zaferin sarhoşluğunu yaşayan halk -bu zafer onların yaşamında hiçbir şeyi değiştirmemiş olmakla birlikte- oy verme kararı alır. Yine de hoşnutsuz oylardır bunlar. Coriolanus oy isterken bile plebleri aşağılamış, hakaret etmiştir. Öfkelenir ve oylarını geri almak isterler. Halk tribünlüğü temsilcileri Sicinius ve Brutus onlara Kapitol’e gidip Coriolanus’un konsüllüğünü onaylamamayı öğütlerler. “Güçlü olmadığı ve devletin küçük bir adamı olduğu günlerde size yaptığı düşmanlıkları neden yüzüne vurmadınız? Sürekli devletin size tanımış olduğu haklara karşı tavır aldı. Şimdi devletin en yüksek iktidar makamına geçince düşmanlığını sürdürmeye devam ederse verdiğiniz oylar başınıza bela olmayacak mı?” Anlatılanlara hak veren halk Kapitol’e gider ve Coriolanus’un konsüllüğü onaylanmaz. Halk temsilcisi Brutus gelişmeler hakkında şunları söyler: “Daha büyüğünü beklemektense bu isyanı körüklemek iyi olacak. Eğer Coriolanus, halk reddedince doğası gereği öfkelenirse, onun bu öfkesinden yararlanalım.” Tahmin edildiği gibi Coriolanus öfkelenir, bu öfkeden yararlanan halk temsilcileri halkı arkalarına alarak Coriolanus’un ülkeden sürülmesini sağlarlar. Coriolanus’un kehaneti gerçekleşmiştir.
Coriolanus’un sürülmesine tepkisi çok ilginçtir: “Ben sizi sürüyorum” der Roma’ya. Şövalyelik ruhu kabarmış, kin ve intikam bürümüştür içini. Yenerek adını aldığı Corioli şehrinin eski kumandanı Volsyalı Aufidius’a gidere ve onunla birlikte olarak Roma üzerine yürümeye karar verir. Hani Coriolanus her şeyi vatanı için yapıyordu?
Bu gelişimden haberimiz yokmuş gibi biraz gerilere gidelim ve Coriolanus’un kazandığı zaferden ötürü ödüllendirildiği güne bakalım. Kahraman Coriolanus (Halk için de öyledir artık. Zafer baş döndürücüdür. Bir tek halkın senato temsilcileri Brutus ve Sicinius için kahraman değildir Coriolanus) savaşta aldığı yaraların sözünü bile etmez. Övgülerden de son derece rahatsızdır. Her şeyi vatan için yapmıştır.
O günlerde Volsyalı General Aufidius için “Fırsat olsa da nefretine karşılık versem” demektedir. Bunun yanı sıra ona olan hayranlığını da gizlemez. “Ben, ben olmasan Aufidius olmak islerdim” ya da “Dünyanın yarısı diğer yarısıyla savaşa girse ve Aufidius benim yanımda olsa ben yalnız ona karşı savaşabilmek için karşı tarafa geçerdim” sözleriyle bu hayranlığını dile getirir. Düşmanına hayran bir vatanseverdir Coriolanus!
Shakespeare büyük dehasıyla şu sözleri arka arkaya söyletir Coriolanus’a. “Fırsat olsa da nefretine karşılık versem” dediği anda, Senato’dan içeriye halk temsilcileri Brutus ve Sicinius girerler. “Bir de bunlardan nefret ediyorum ki, bu nefretin sonu yok. Çizmeyi aşacak kadar kendilerini güçlü görüyorlar.” der bunun üzerine. Ama bu iki nefretten biri Coriolanus’a daha yakındın Aufidius’a duyduğu nefret Çünkü nihayetinde o da bir aristokrattır. Kendi vatandaşları ise eğer pleb sınıfına dâhil iseler en büyük düşmanlarıdır.
Değişik bir vatanseverlik anlayışı, değil mi?
“Coriolanus’un Aufidius’la birleşmesi gösterir ki asıl düşman ve asıl çelişki patrisyenlerle plebler arasındaki çelişkidir. Diğer çelişkiler gelip geçicidir. Savaşılabilir, ama birleşik bilir de… Pleblerin patrisyenlerle uzlaşması ise olanaksızdır. Bu birlik mutlak ve mutlak pleblerin zararıyla sonuçlanacaktır. Vatanın bütünlüğü, ulusal çıkarlar propagandalarının yapıldığı dönemlerde ulusal uzlaşmalar yine ezilenlerin zararıyla sonuçlanır. Vatanın bütünlüğü öne sürülerek plebler savaşa gönderilir. Dönüşte onları yine yoksulluk bekler.”
Yazımızın başında Shakespeare’in oyunda savaşın arkasındaki siyasi ilişkileri irdelediğinden söz etmiştik. Bu ilişki biçimlerine bugün bulunduğumuz yerden, 20. yüzyılın dünyasından bakarsak görürüz ki; egemen güçlerin uzlaşmaz tek çelişkisi ezilen sınıflar ve ezilen halklardır. Şhakespeare’in 1610 yılında yazdığı, MÖ’yi konu alan bir oyun bile gösteriyor ki, “vatan, millet hep palavra”dır. Aslolan sınıfların karşıtlığı ve mücadelesidir.
Aynı tas, aynı hamam
Shakespeare, Coriolanus’tan kurtulmuş bir Roma üzerine bilgi vermiyor. Ancak devlet yapısının değişmeyişi “nasıl bir Roma?” sorusunun anahtarını taşıyor. Senato ayakta, belki halk yığınları bir mücadele deneyimi edinmiş durumda. Yaygın deyimle “aynı tas, aynı hamam” vaziyetinde Roma devleti.
Brecht’in bir şiiri durumu açıklamaya yetiyor: “İtişirler, didişirler / Sürdürürler kavgayı / En sonunda birleşirler / Yerler yoksul halkını”
Ya, 1600’lü yıllarda yazılan bir oyunun şaşılası güncelliğine ne demeli? Birebir bağlantılar olmasa bile, ezilen kitlelerin savaş malzemesi olduğunu bugün de görüyoruz. O zaman hedef gösterilen Volsyalılar’ın buğdayıysa, bugün de Musul-Kerkük, AT hayalleri, Kürdistan’daki çözümsüzlüğü savaş bahanesiyle kitle katliamlarıyla çözme, Amerikan yardımı vb… Uyutulan, başkalarının kuyusunu kazmak bahane edilerek, kuyusu kazılan, uluslar. Ezilen halkalardan öte herkese faydalı olacak bir savaş…

Ekim 1990

Toplu iş sözleşmelerinde tıkanma

·    MESS sendikaların ücret ve sosyal haklar taleplerine karşı yanıt vermiyor…
·    TİSK oyalama tutumu içinde…
·    KAMU-SEN kağıt iş kolundan sendikanın talepleri karşısında hiçbir karşı öneri getirmiyor…
·    Havacılık işkolunda görüşmeler yeni başlıyor…

Çeşitli işçi sendikaları ile işveren sendikaları arasında yüz binlerce işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmeleri Eylül ayı sonlarında tıkanma noktasına gelmiş bulunuyor.
Eylül ayında artık son görüşmeleri yapılan işkollarında durum şöyle:
METAL işkolunda toplam olarak 135 bin işçiyi kapsayan ve MESS (Madeni Eşya işverenleri Sendikası) ile Türk-Metal, Otomobil-İş, Çelik-İş ve Özdemir-İş sendikaları arasında süren toplu sözleşmede sendikaların ücret ve sosyal haklar taleplerine karşı MESS hemen hiç bir yanıt vermemekte, ama kamuoyunu yanıltıcı, istemlerin karşılanamayacak kadar yüksek olduğu, işyerlerinin kapanacağı vb. konusunda propaganda yürütmektedir.
TEKSTİL işkolunda, toplam 100 bin dolayındaki işçiyi kapsayan görüşmeler TEKSİF ile Türkiye Tekstil İşverenleri Sendikası arasında sürmekte, ancak TEKSİF’in açıklamalarına göre hiç ilerleme sağlanabilmiş değildir.
KÂĞIT işkolunda, 10 bini aşkın SEKA işçisini kapsayan görüşmeler, Selüloz-İş ile Kamu İşverenleri Sendikası arasında sürüyor ve Kamu-Sen sendikanın talepleri karşısında henüz hiç bir karşı öneri getirmiş değil.
MADEN işkolundaki görüşmeler, TKİ ve MTA da çalışan 50 bin dolayında işçiyi kapsıyor ve görüşmeler, Genel Maden-İş ile Kamu İşveren Sendikaları arasında yürüyor. Sendikanın günlük ücretlerin 85-125 bin TL önerisine karşı Kamu-Sen 34-45 TL günlük ücret önerdi. Görüşmeler çıkmaza girmiş durumda.
HAVACILIK işkolunda, 6370 işçiyi kapsayacak görüşmeler ise henüz başlıyor.
PETROL işkolunda ise, Aliağa ve Yarımca petrol rafinerilerinde çalışan 7 bin işçiyi kapsayan görüşmeler ise, Petrol-İş ile Kamu-Sen arasında, bugünlerde başlayacak.
GIDA, LASTİK, YAPI, vb. işkollarında binlerce işçiyi kapsayan görüşmeler ise ya tıkanmış, ya da tıkanmaya doğru hızla ilerliyor.
Günlük basın izlendiğinde bile açıkça görülüyor ki; TİS görüşmeleri alışılmışın ötesinde kamuoyu gündeminde ön plana çıkmaya aday görünüyor.
Hiç kuşkusuz ki, her toplu sözleşme görüşmesi patronla işçi arasındaki gündelik ekonomik çıkar mücadelesinin somut bir safhası olduğundan, işçiler ve genelde kamuoyu için dikkatlerin çevrildiği bir alandır. Ve bu süreçte işçi, alabileceğinin en fazlasını, patron ise; verebileceğinin en azını vermek için uğraştığından, her iki tarafın da toplumsal konumları, birbiri için (patron kendi yerini zaten bildiğinden bu durum işçiler ve diğer emekçiler için önem kazanır) daha açıkça ortaya çıkar. Değeri kimin ürettiği, meta kılığına bürünen bu yaratılmış değere kimin el koyduğu, yaratılan değerin yaratıcısından nasıl kıskançlıkla sakınıldığı, işçiler için daha fark edilir hale gelir. İşçi babası, her çabasının işçiler için olduğunu söyleyen patronun; sıra ücret yükselmesi ve daha iyi çalışma koşulları için biraz masraf gündeme geldiğinde tüm çabasının kendi karı için olduğu ortaya çıkar ve “baba patron”, “çocuklarının” sefalet içinde yaşaması için elindeki tüm kozları bir bir görüşme masasına sürer. Zaten kendi temsilcilerinin yaptığı yasaları, kendi yanında, görüşme masasına oturtur; polis, mahkeme gibi kurumları kullanır, işçilerden esirgediği parayı sendikacıların cebine koyarak satışı bağlamaya çalışır, olmadı; bir lokavtla tüm işçileri sokağa atmayı dener. Kısaca, her şeyi satın alacağını düşündüğü parası ve siyasi gücüyle kapitalizm koşullarında bir metadan başka bir şey olmayan işçinin işgücünü ucuza kapatmaya çalışır.
Kapitalist toplumda, “her şeyin” sahibi olan kapitalist sınıf (burjuvazi) ve o sınıfın bir mensubu olan patron karşısında işçi, ilk bakışta çaresiz gibidir. Ama daha yakından bakıldığında, kapitalisti güçlü gösteren o “her şey”i aslında işçi üretmektedir. Yani kapitalisti güçlü yapan, onun, işçinin yarattığı değere el koymasıdır ve bu değere el koymadan ne sermaye sahibi olabilir, ne sermayesini büyütebilir ne de devletini ayakta tutacak kurumlan finanse edebilirdi. Bu gerçeği MESS başkanı bile kabul etmek zorunda kalıyor, örneğin, devletin memur maaşlarını niçin düşük tutmak zorunda kaldığını anlatırken şöyle diyor:
“Ama hiçbirisi (bugüne kadar iktidara gelmiş çeşitli partiler kastediliyor. ÖD), memurun insanca yaşamasına yetecek kadar ücret vermedi, veremedi. Çünkü bizlerden topladığı vergiden başka dağıtacak başka geliri yok ki, onun için hesap ediyor, kitap ediyor, ancak % 50.”
MESS Başkanı burada “biz” derken, işçileri ve patronları kastediyor. Ama bir gerçeği söylerken, ötesini de bu “biz” sözcüğü arkasına saklıyor. Elbette işverenler de vergi veriyor, ama neyin vergisini? Ettiği karın vergisini. Kar ise, işçinin yarattığı değerin ödenmemiş, daha doğrusu işveren tarafından el konulmuş bölümünden başka bir şey olmadığına göre demek ki, işverenin verdiği vergi de işçinin çalışma saatlerinde yarattığı değerin bir bölümünden başka bir şey değil. Yani patronun da, onun devletinin de üstünde “hesap kitap ettiği” şeyin bütünü işçinin yarattığı değerdir. Bu yüzden de işçi çalıştırmadan; patron da, sermayesi de hiçbir şeydir. İşçinin sermaye karşısındaki gücü de, işte onun işgücünün değer yaratma yeteneğinde saklıdır.
Kapitalist toplumu ayakta tutan bütün kurumlar (ordu, polis, bürokrasi, eğitim ve iletişim kurumları, mahkemeler, cezaevleri vb.) ayakta kalmalarını işte kapitalistin (kapitalist sınıfın demek daha doğru) üretim sürecinde işçinin yarattığı değere el koymasına borçludurlar. Bu el koyma gerçekleşmeden ne kapitalist sistem, ne de kapitalist devletler olamazdı. Patron işçinin yarattığı değerin bir bölümüne el koyarak kapitalist sisteme can veren şaltere basmış olur.
İşte toplu sözleşmelerde olan da, bu şalterden akacak can suyunun miktarının ne olacağı tartışmasıdır. Bu yüzden de kapitalistin gücü karşısında işçi, bu can suyunun da yaratıcısı olarak, büyük bir güce sahiptir ve bu gücü kullanmasını bildiği ölçüde kapitalistin payını azaltabilir. Dahası gerekli bilinç ve araçlara sahip olduğunda (burada kendi sınıf partisi en önemli yeri tutar) bir devrimle kapitalizme son vererek sömürüşüz ve sınıfsız bir dünya yaratma yoluna girebilir.
Demek ki, kuramsal açıdan bakıldığında, toplu sözleşme, işçi ile patron arasında, işçinin yarattığı değerden kimin ne kadar pay alacağını belirleyen sözleşmedir ve bu payların miktarını da iki tarafın güçleri, bu güçlerden yararlanma yetenekleri belirler. Kapitalistlerin tekrarlamaktan pek hoşlandıkları “lassez passe lansse fair” (bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar) ya da “Kürt kanunu” felsefesi içinde, “pasta”dan herkesin kendi gücüne göre pay alması ilkesi hem “adil” hem de “ahlaki”dir. Yani işçi ile işveren karşı karşıya gelecek, herkes kendi gücünü ortaya koyacak (başka kimse taraflara karışmayacak) ve herkes gücüne göre payını alacak. Ama bu sadece kuramsal olarak böyle. Gerçek ise tamamen başka.
Gerçeği işçiler her toplu sözleşme döneminde hatla her gün yaşıyor. Her şeyden önce “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” liberal ilkesi 150 yıl gerilerde kaldı. Tekellerin egemen olduğu bir dünyada bu ilke artık sadece büyük sermaye, kapitalist tekeller için geçerli. Onlar bildikleri gibi yapıyor, sonra devlet onların yaptıklarına meşruiyet kazandıran yasalar çıkarıyor. Yani artık böyle bir serbestlik, devletin karışmazlığı ilkesi kapitalist sınıfın çeşitli kesimleri arasında bile geçerli değil. Ama kapitalizmin ideologları “serbest pazar ekonomisi”, “piyasa ekonomisi” gibi kavramlar arkasında hala bir “özgürlükler dünyasında” yaşandığı imajını canlı tutmaya çalışıyorlar. Ama bütün özgürlük propagandası işçilerle kapitalistler arasında bir mücadele söz konusu olduğunda sadece bir boş laf yığınına dönüşüyor. Malların fiyatlarına dokunulamıyor, ama iş ücretlere gelince, kapitalist devletin en üst ve en “tarafsız” kurumlarından başlayarak patronlara kadar her kurum ve herkesin aklına “ekonominin kaldıramayacağı”, “ulusal çıkarlara zarar vereceği”, “ihracatı baltalayacağı”, “enflasyonu körükleyeceği” gibi sayısız gerekçelerle ücretlerin yükselmesini engelleyecek gerekçeler öne sürülerek, işçi sınıfının yolu kesilmeye çalışılıyor. Üstelik bu, belirli dönemlerde de yapılmıyor. Burjuvazi ve onun devletinin sürekli bir tutumu olarak ortaya konuyor. Sınıfın daha iyi yaşama ve çalışma koşulları için mücadelesine daha en başından sendikalara müdahale edilerek işe başlanıyor. Sendikaların işçi aristokrasisinin eline geçmesi için patronlar, burjuva siyasi partileri ve hükümet yasal, yasal olmayan tüm olanakları kullanmaktan çekinmiyor. Bu yetmiyor, grev hakkı, ülkeden ülkeye değişse de, yasaklamalardan sınırlandırmalara kadar çeşitli biçimlerde kısıtlanıyor. Yasalar ve yasal prosedürler adeta grevi olanaksız ya da işlevsiz hale getirmek için düzenleniyor. İşyerlerinde sendikal faaliyet her yolla sınırlanmaya çalışılıyor. “Toplumsal anlaşma”larla sınıf, mücadelenin dışına itilmeye çalışılıyor. Bütün bunların yetmediği yerlerde de polis, sivil gerici-faşist milis guruplar, “vatandaş komiteleri”, mafya devreye sokularak, işçi sınıfı mücadeleden caydırılmaya çalışılıyor. Kısacası; işçiler, bir toplu sözleşme süreci boyunca, sadece patronla ekonomik mücadele alanında mücadele etmek zorunda kalmıyor, çoğu zaman kendi sendikasının başında olanlar (sözde sendikacılar) da dâhil burjuva devletin önüne koyduğu engelleri de aşmak zorunda kalıyor.
Bizde (ve tabi bizim gibi burjuva demokrasisinin olmadığı ülkelerde) ise; toplu sözleşmelere devletin kapitalist sınıftan yana müdahalesi daha da açık biçimde görülüyor: Her on yılda bir yaşanan cuntalar dönemi, birbirini izleyen sıkıyönetim ve olağanüstü hal” dönemleri buyana bırakılırsa bile, devlet toplu sözleşme görüşmelerinin her aşamasında tavrını patronlardan yana açıklamaktan, grevleri kırmaktan bir an geri kalmıyor. Örneğin, çimento şeker ve demir çelik grevinde olduğu gibi, salt grevleri caydırmak için greve gidecek işkollarının ürettiği malların ithal vergilerini kasıtlı olarak düşürerek ithalatı geçici bir zaman için cazip hale getirerek pazarda mal bolluğu yaratıyor. Bu da yetmezse; “milli güvenlik”, “halk sağlığı” vb. soyut gerekçelere dayanarak, grevleri durduruyor. Çimento grevinde bunun ilginç bir örneği yaşandı. Çimento fabrikalarını üçer-beşer Fransız firmasına satarken “ulusal güvenlik” hiç aklına gelmeyen hükümet, işçiler greve gitti diye, “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevi erteledi. Böylece, ulusal güvenlikten ne anlamış oldukları da görüldü. Gerçi onların bundan çekindikleri yok zaten, açıkça emperyalizme mideden ve yürekten bağlı olmakla övünüyorlar, ama hükümetin sınıf tavrı bakımından yine de öğretici bir yanı var bu tutumun.
Ülkemizde hükümet, sadece grev aşamasına gelen, ya da grevlerin fiilen uygulandığı aşamalarda grevlere müdahale etmekle de yetinmiyor. Çalışma Bakanlığı, güya tarafsız bir tüzel kişilikle, sözleşmelere müdahale ediyor. Dahası, Cumhurbaşkanı bile, hiç de yetkisi olmadığı halde, hala MESS başkanı gibi konuşarak, işçilerin aşın ücret artışı istemesini eleştirip, 10 yıl daha beklemelerini (1980’de 10 yıl beklenirse işçilerin refaha kavuşacağım aynı zat her gün yüksek sesle bağırıyordu) söyleyebiliyor.
Bunlara Çalışma Bakanlığının hoşuna gitmeyen sendikaların yetkileriyle oynamasını, yüz binlerce işçinin grev hakkı olmadan (birçok işkolu ve işyerinde) çalışmayı zorlanmasını, Yüksek Hakem Kurulunu, grev prosedürü ve grev tüzüğünden doğan engelleri, diğer iş ve sendika yasalarının işçi aleyhine olan içeriğini, sendikaların burjuvazi ile iç içeliğini eklersek, aşılması gereken engeller daha açık bir biçimde ortaya çıkar.
Kısacası; bugün işçi sınıfımız, bir kilitlenme noktasına hızla yaklaşan TİS görüşmelerinde, ne patronların “baba”lığına, ne hükümetin “tarafsızlığına”, ne burjuva siyasi partilerinin muhalefet “görevi” saydıkları işçi dostluğuna, ne yasaların “güvencesi”, ne de kendi örgütleri, mücadele merkezi olması gereken sendikaların başındaki sendika ağası ve bürokratlarına güvenecek durumda değillerdir. Tek güvenceleri kendi birlikleridir. Nasıl ki; işçileri, sömürü ve zulümden kurtaracak “kendi kolları” ise; bugün kilitlenen toplu sözleşme kilidini açacakta kendi güçleridir. Eğer bu gücü doğru kullanırlarsa, işverenlerin direncini kırabilirler.
Burada, neden ve nasıl bu direncin kurulabileceği sorusu karşımıza çıkar ki, bunun anlaşılması için de varolan koşullara, mücadelede yer alan güçlerin sahip olduktan mücadele potansiyeline ve onların hedeflerini ve hedefin araçlarını doğru seçip seçmediklerine bakmak gerekir.

BUGÜNKÜ KOŞULLARDA KARŞIT GÜÇLERİN DURUMU
Bir toplu iş sözleşmesi söz konusu olduğunda, karşıt güçler deyince akla hemen işçiler ve patronlar gelirse de, yukarda sözünü elliğimiz nedenlerden dolayı, bugün Türkiye’de, bu “karşıt güçler” daha farklı bir bileşim göstermektedir. Örneğin hükümet, yasalar ve izlediği politikalar nedeniyle doğrudan ve ihmal edilemeyecek bir güç olarak patronlar yanında bazen fiilen bazen de resmen işverenlerin yanma oturmaktadır. Sendikalar ise; yönetimleri sendika ağası ve bürokrasisi tarafından gasp edilmiş olduğundan patronlardan yana; mücadeleci, işçi haklarını koruyucu değil uzlaştırıcı, sınıf işbirlikçisi bir rolde bulunmaktadır. Sendika bürokrasisi, işçilere dönüp “bütün hakların” savunulacağını söylemekte, ama kapalı kapılar ardında patronlarla tam bir işbirliği içinde “pazarlık” sürdürmekledir. Bu yüzden de patronlar cephesi işçilerin karşısına oldukça önemli desteklere sahip olarak çıkmaktadır.
Hükümetin tutum ve politikaları
Hükümetler, ülkemizde her zaman, toplu sözleşmelere müdahale etmişler, ağırlıklarını patronlardan yana koymayı kendileri için bir görev saymışlardır. Ama son 10 yılda bu müdahale yüz kızartıcı boyutlara varmıştır. Cunta koşullarında, işçi ücretleri doğrudan hükümetler tarafından saptanırken, İş Yasası, Grev, Lokavt ve TİS Yasası ve Sendikalar Yasasında yapılan değişikliklerle işçilerin toplu sözleşmelerde ağırlıkları iyice azaltılmaya çalışılmış, hatta grevin “olanaksız”,yapılsa bile “işçi aleyhine” olacağı düşünülen bir sistem getirilmiştir. Ama bu sisteme karşın grevlerin yapılabileceği görüldüğünden de, cunta sonrası hükümetlerde, toplu sözleşmelere müdahaleyi giderek artan dozda uygulamışlardır. Müdahale ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesine paralel olarak artmıştır. Denebilir ki; şu anda işbaşında bulunan hükümet ve Cumhurbaşkanı bugüne kadarkiler içinde, en açık işçi düşmanı politikalar izleyen bir tutum içindedirler ve patronları desteklediklerini açıkça söylemekte bir sakınca görmemektedirler.
Bu tutumları izlenen politikalarda da açıkça görülüyor: ,
“İşçi ücretlerindeki aşırı artışın enflasyona neden olduğu” biçimindeki 12 Eylül demagojisi, bugün yeniden ortaya sürülüyor, yüksek perdeden propaganda ediliyor. Oysa; 1979’da ulusal gelirden % 33 pay alan ücretlilerin 1988’de aldıktan pay % 14’e gerilemişken ve aynı dönemde üretilen malların maliyetinde işçi ücretinin payı, işverenlere göre bile, % 6’ya düşmüşken (Geçen yıl TV’de yapılan bir açık oturumda Halit Narin, işçilik payının % 10’dan az % 5’den biraz fazla olduğunu söyledi) işçi ücretlerinde ne aşırı artıştan, ne de artışın enflasyona ciddi bir etkisinden söz edilebilir. Ama bu gerçeklere karşın hükümet, işçi ücretlerinin yüksekliğinden, bunun enflasyon üstünde olumsuz etkisinden söz ediyor ve kamuoyunu işçiler aleyhine yanıltmaya çalışıyor.
Cunta tarafından çıkarılan Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmeleri, Grev ve Lokavt Yasalarını 7 yıldır, “değiştireceği” propagandasını yapmasına karşın, bu konuda sendika ağalarını memnun edecek ufak tefek rötuşlar dışında bir şey yapmadığı gibi, “Grev Tüzüğü” ile grevler için yeni engeller getirdi. Ve son aylarda, “Olağanüstü hal”, savaş olasılığı! ve “ulusal çıkarlar” bahaneleriyle grevleri ertelemeye başladı.
Alüminyum, demir çelik, SEKA grevlerinde olduğu gibi, hükümet, özel kesimden daha yüksek sözleşmeler imzalamamak için sonuna kadar direniyor. Bunun için işletmeleri kapatmayı bile göze alıyor. En azından bu tehdidi bile kullanmaktan çekinmiyor. Devlet işletmelerinin verimsizliğinden işçileri sorumlu gösteren bir propaganda ile işçi ücretleri ve sosyal haklan asgari düzeyde tutmak için kamuoyu desteğini arkasına almaya çalışıyor.
Greve giden ve gitme olasılığı olan işyerlerinin ürettiği malların ithalatını kolaylaştırarak, patronlara ek krediler, ithalat kolaylıkları sağlayarak grevleri anlamsızlaştırmaya çalışıyor.
Sözleşmeli personel, kapsam dışı personel istihdamını yoğunlaştırarak grevleri güçsüzleştirmeye, işçileri bölmeye çalışıyor. Sendikasızlaştırma politikası izliyor. Sendikalar arası rekabette, Çalışma Bakanlığı, doğrudan taraf olarak işe karışıyor ve kendi yandaşı sendikalar lehine karar alarak (DÇİ’de Çelik-İş’in yetki düşürülmesinde olduğu gibi), yetki karmaşasına yol açarak, bunun sonuçlarından yararlanmayı amaçlıyor.
Açıkça görüldüğü gibi hükümet, çok yönlü olarak işçi sınıfının sendikal mücadelesine müdahale etmekte, ağırlığını patronlardan yana koyarak toplu sözleşmelerde yer almaktadır.
İşverenlerin tutum ve politikaları
Birçok küçük işyerinde birer birer toplu sözleşme görüşmeleri yapılıyorsa da; çoktan beridir, belli başlı patronlar (büyük işyeri patronları), işçilerin karşısına güçlü patron sendikaları ile çıkmaktadır. Bugün yürüyen görüşmelerde ise, patron işçilerin karşısına MESS, Tekstil İşverenleri Sendikası, KİPLAS, Kamu-Sen olarak çıkmaktadır. Yani patronlar mümkün olduğu kadar birlikte hareket etmektedir. Böylece kendi aralarında (işçiler karşısında) rekabete son vermişlerdir. Bu durum onlara hem daha fazla direnme gücü vermekte, hem de aralarında çıkacak çatlak sesleri daha baştan önleme olanağı sağlamaktadır. Özellikle büyük işletmelere küçükler karşısında artı bir avantaj da sağlayarak; onları, kendi politikalarının aleti yapma olanağı vermektedir.
Öte yandan büyük patronlar burjuva basını ve TV’yi de kullanarak işçilere ve kamuoyuna yönelik yoğun bir propaganda yürütmektedir. Bir yandan işçilere dönüp: “biz de sizin refah içinde olmanızı istiyoruz” derken öte yandan işçi istemlerinin kabul edilemezliği, eğer “bu yüksek ücretler ödenirse pek çok işyerinin kapanacağı, işçi tenkisatlarına gidilmek zorunda kalınacağı” propaganda edilmektedir. Sendika taleplerinin değerlendirildiği toplantıda işveren sözcüleri aba altından sopa göstermektedir.
“Sanayinin durumunun bu talepleri kaldıramayacağını anlatmamız lazım. Aksi takdirde bunların işçimizin lehine değil, sonuçta aleyhine olacağını anlatabilme Uy iz. Anlatabildiğimiz kadar anlatacağız. Ama masa başında bir anlaşmaya varamadığımız takdirde biz de greve, lokavta hazır olmalıyız.” (Bahri Ersöz, MESS başkanı)
“İşçi kuruluşlarının yaptığı teklifler hiç bir mantığa ve hesaba dayanmıyor. Bu gerçek karşısında grevi göze almaktan başka çare yok. Mantıksız talepleri her halükarda kırmak için birlik ve beraberlik içinde olmalıyız.”(İsmet Sipahi, MESS baş Hukuk Müşaviri) MESS’in Başkanı aynı toplantıda tüketicileri de işçilere karşı kışkırtmaktan geri kalmıyor. Dahası gelecek zamların sorumluluğunu da daha şimdiden işçilere yıkıyor.
“Bu 15 bin işçi ayda 2$ milyon alıp çok mutlu olacak. Ama üretilen malları kullanan 15 bin işçi değil, 2-3 milyon insan. Onların cebinden çıkacak bu paralar. Dolayısıyla, o 15 bin işçi, biraz refah sahibi olacak diye, asıl az ücret alan, belki asgari ücretle çalışan işçi, çiftçi veya dar gelirli insan, çok zor bir duruma düşecek.”
Böylece bir şey daha açıkça anlaşılıyor patronlar, artık trilyonlarla ifade edilen karlarından biraz fedakârlık etmeyecekleri, ücret zamlarını olduğu gibi, büyük olasılıkla da katlayarak, fiyatlara yansıtacakları.
Büyük patronların son aylardaki propagandaları bir yanıyla da “makul ücrete evet, haksız ücrete hayır” sloganı etrafında dönüyor. Ama MESS ve Tekstil İşverenleri Sendikası, kendileri, karşı bir ücret önerisi getirmekten özellikle kaçınıyorlar. Bilindiği kadarıyla, yasal görüşme sürecisinin sonuna gelindiği halde, ücret ve sosyal haklar konusunda bir şey dememişlerdir. Kamu-Sen ise dünyanın en zor koşullarında çalışan kömür işçileri için “34-45 bin TL’lik günlük ücreti “makul” ücret olarak öne sürmüştür. Öte yandan ihracat bağlantısı olan işyerleri, fazla mesai ve ek vardiyalarla stoka çalışmaya başlamışlardır.
“Makul ücret”ten patronların ne aldığının ipuçlarını yine MESS gazetesinin Temmuz 1990 sayısında görüyoruz. MESS başkan Vekili Erdoğan Karakoyunlu, toplu sözleşmelerdeki son gelişmeleri değerlendirirken ücretler konusundaki düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Ücret artışı enflasyonun altında olmamalı, önceki sözleşme dönemi ile enflasyon arasında fark olmuşsa, fark karşılanmalı, milli gelir artışından işçilere makul bir pay verilmeli, toplu sözleşmenin ücret zammı, enflasyonun altında kalmışsa aradaki fark otomatik olarak giderilmeli”.
Öyle anlaşılıyor ki; patronların “makul ücret’i, en kabadayı hesapla ücretlere % 100’lük bir zammı öngörmektedir. Ki, sendikaların öne sürdüğü ücret talepleriyle bu karşı önerinin uzlaşır bir tarafını bulmak olanaksız.
Patronların aklından geçenler ve tutumlarına bakıldığında onlar, büyük olasılıkla bir grev-lokavt uygulamasına hazırlanmaktadırlar. Hükümet ve; grev ve lokavt yasası arkalarında olduğu için de bundan karlı çıkacaklarını hesaplamaktadırlar. Eğer greve çıkılırsa, hükümetin büyük olasılıkla “savaş hali” ya da “ulusal güvenlik” gerekçesiyle grevi erteleyeceğini, sonuçta da konunun Yüksek Hakem Kuruluna gideceğini hesaplıyorlar. Bu hesap tutar mı? Bu elbette işçilerin alacağı tutuma bağlı.
Bunların yanı sıra patronlar, işçi sendikalarındaki çatışmalara da müdahale ediyorlar, rakip sendikalardan daha yakın ilişki kurduklarına güç veriyorlar. İşlen çıkarmalar, iş disiplininim sıkışlaştırmalar vb. yoluyla da işçiler üstünde özel bir baskı uygulamaya çalışıyorlar. El altından tenkisat listeleri hazırlandığı, greve gidilirse, çok sayıda işçiyi çıkaracakları yolunda haberlerle, işçileri korkutmayı amaçlıyorlar.
Kısaca söylenecek olursa, işverenlerle hükümetin toplu sözleşmelerle ilgili politikaları şaşılası bir uygunluk arz ediyor. Ve sanki her şeyin üstünde, önceden konuşulmuş, anlaşılmış intibahı veriyor. Öyle yapılmadığını da iddia etmek zor olsa gerek.
Sendikaların tutum ve politikaları
Türkiye’de sendika ağaları ve sendika bürokrasisinin, işçi sınıfıyla yaşantı ve düşünce olarak bir bağı kalmamış, yozlaşmış bir kast olduğunu arlık bilmeyen yoktur. Doğrusu sendikacıların burjuvaziye karşı bugüne kadar hizmette kusur ettikleri de pek söylenemez. Dahası bunca deşifre olmuş olmalarına karşın, sendikaların başında bulunuyor olmaları, onların küçümsenemeyecek bir başarısı olarak görülmelidir. Ama öyle görünüyor ki; onlar için de kolay satış günleri geride kalmıştır.
30 yıldır grev nedir bilmeyen, demir çelik işçilerini satan Çelik-İş yöneticileri, içleri kan ağlayarak da olsa, 10 binlerce işçiyle 137 gün greve çıkarmak zorunda kalıyor. Grev sözü edenlere küfreden faşist Türk-Metal yöneticileri, büyük grev hazırlıklarından söz ediyor. Greve başvurmadan sendikacılık yapmakla övünen Türk-İş ağaları, “grev” ve “genel grev” tartışıyor.
Elbette, dünden bugüne, ne ağalar değişti ne de düşünceleri; artık işçileri patronlara tercih ediyor da değiller. Ama değişen bir şeyler de var. Fakat bu değişen şeyler ağalar da değil, ülkedeki yaşama koşulları ve işçilerin bu koşulların da etkisiyle, artık kolay satışlara boyun eğmeyeceklerini gösteren belirtiler, bu değişikliğe yol açan şey.
Şu günlerde sendika ağalan çok sıkıntılı günler yaşıyor: Patronların önüne % 500-600 ücret artışı isteyen tekliflerle çıkmışlar, patronların gölündeki ise % 100 gibi bir şey (sendikacının gönlündeki de bunun gibi bir şey); ama, bunu işçiye nasıl açıklayacak, sorun burada düğümleniyor. Nitekim MESS patronları da sendikacıların sıkıntılarını ve niyetlerini çok iyi anlıyorlar. Erdoğan Karakoyunlu, yukarda sözünü ettiğimiz değerlendirmesi içinde sendikaların (sendikacıların demek daha doğru) bu sıkıntılarını şöyle dile getiriyor:
“Bu durum da (‘aşırı talepler’de ısrar durumda -ÖD) müzakereler son derece zor ve mücadeleli olacaktır. Kabul edilmeyen talepler nedeniyle grevlerin çoğalacağı ve yaygın grevler yaşanacağı beklentisi vardır. Aşırı yüksek ücret taleplerinden veya zamlarından şirketler ve işyerleri olduğu kadar ciddi bazı işçi sendikaları da bundan şikâyetçi ve kaygılıdırlar. Zira bu sendikalar bir yandan başka sendikalardan geri kalmama duygusu ve tazyiki altındadırlar; diğer taraftan talep ettikleri yüksek artışı birçok işyerinin veremeyeceğini kendileri de bilmektedir.”
Görüldüğü gibi patronlar da sendikacıların düşüncelerini çok iyi biliyorlar. Ama burada bir soru sormak ve olası yanıtını vermekte gerekiyor. Hangileridir bu “ciddi işçi sendikaları” Herhalde patronlar, geçmişte rahatça pazarlık yaptıktan büyük sendikalardan söz ediyorlar, örneğin, Türk Metal, Tek-Gıda, TEKSİF, Genel Maden-İş gibi.
Gerici sendika ağalan, tek başlarına işçilerle baş edemeyeceklerini düşündüklerinden, bir yandan işçilere karşı ortak tutum almaya çalışırken, öte yandan da birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışıyorlar. Birisi önce ihanet etsin ki ötekilerin onun açtığı yoldan yürümesi kolay olsun. Örneğin Türk Metal, Özdemir-İş/Çelik-İş/Otomobil-İş üçlüsünü yakından izlerken, onlar da Türk-Metal’in yolu açmasını bekliyor. Ne yapalım en büyük sendika direnemedi, biz küçükler bir şey yapamazdık diyebilmek için. Bırakalım aynı işkolundaki sendikaları, ayrı işkollarında olup da ikisi de Türk-İş’e bağlı Tek Gıda ve Tez Koop Sendikaları bile aynı işyerindeki (Coca-
Cola) sözleşme için bile bir araya gelip patron karşısına ortak bir tutumla çıkmaktan kaçmıyorlar. İş yavaşlatması vb. gibi direnişlerde bile birbiriyle anlaşmaya yanaşmıyorlar. Bu çatışmalar dan da elbette, en çok yararlanan disiplinli ve güçlü işveren sendikalarında birleşmiş olan patronlar oluyor.
Bugün şu açıkça görülüyor: yüz binlerce işçi adına TİS görüşmelerine oturan sendikaların ne ortak, ne de tek başlarına görüşmeleri nasıl yürüteceklerine dair bir politikaları yoktur. Sadece kamuoyuna yönelik “işçi haklarını alacakları” konusunda bol kesen nutuk atıyorlar. Gerçekte ise, bütün düşündükleri, bu işi “kazasız belasız” nasıl allatacaklarını düşünmek ve bunun için entrikalar çevirmek. Dahası, varlıktan milyarlar, belki de trilyonla ifade edilen koca sendikaların, Petrol-İş dışında hiç birisinin, bir toplu sözleşme dairesinin bile bulunmadığı gerçeğidir. Sendikal faaliyeti sadece TİS yapmaktan ibaret gören bu sendikaların bu “tek işleri” için bile sürekli bir organizasyona sahip olmamaları, kendi başına, çok düşündürücüdür.
Bugüne kadar sendika ağaları ve bürokrasi, sendikaları ellerinde tutma başarısını işçilerin TİS görüşmelerinin dışında tutulması olduğunu bildiklerinden; sendikacılar, bugün de, bütün sıkışıklıklarına karşın “aktif sendikacı, pasif işçi kitlesi” ilkesini özenle uygulamaya devam ediyorlar. Kapalı kapılar arkasında süren görüşmelerden zerrece bilgi sızdırmıyorlar. Bırakalım işçileri, sendika şube yöneticileri, işyeri sendika temsilcileri bile; sendika ne diyor, patronlar ne yapmak istiyor, ne gibi karşı öneriler var vb. hiçbir bilgiye sahip değiller. Diplomasi gereği basına ne açıklanmışsa; onu, işyerlerinde de (eğer gidip işçileri görme zahmetine katlanmışlarsa) söylüyorlar. Örneğin 90 bin Metal işçisi adına TİS görüşmelerini yürüten M. Özbek, Türk Metal gazetesinde sözde açıklamalar yapıyor, işverenlere sövüp-sayma ötesinde gerçeği ifade eden tek bir cümle yok yazıda. Dahası, “sert üslup” arkasında yine işçileri kandırma ve işverene yaranma politikası izleniyor:
“Tük-İş’in temel ilkeleri doğrultusunda sendikacılık yapıyoruz. Maceracılara (!), sağlıksız sendikacılık gösterilerine harcayacak zamanımız ve paramız yoktur. Bizler sendikacılığı sendikacılık için yapıyoruz… (işçilerin) sendikacılığı, politikaya ve ideolojiye alet etmesini istemiyoruz.” (Ağustos 1990, Türk Metal Gazetesi)
Türk-İş’in ilkeleri doğrultusunda “sendikacılık”, “ideolojik olmayan sendikacılığın” ne olduğu arlık iyice biliniyor. Patronlar da bu mesajı almış olmalılar. Çünkü onlara göre, grev yanmak maceracılık, sınıf çıkarları için direnmek “ideolojik ve siyasi sendikacılık”, ötesi ne söylersen söyle patronlar için kabul edilir. Daha geçen yıl TİSK Başkanı Halit Narin, TV’deki bir tartışmada, “siz bize bakmayın, biz Şevket Başkanla kamuoyu önünde tartışırız, sert konuşuruz ama kuliste kucaklaşır öpüşürüz, işimizin gereği bu vb.” diyordu.
Tük Metal Gazetesinin Ağustos sayısının daha ilginç yanı ise başlığı. Manşete M. Özbek’in sözünü ettiğimiz konuşmasındaki “İŞÇİMİZİN HAKKINI SÖKE SÖKE ALACAĞIZ” sözü çıkarılmış. Böyle sıkışık durumlarda, gerici sendikacılar bile işçileri öne çıkarır, bu yolla pazarlık şansını artırmaya çalışır. Örneğin şöyle der; “işçimiz hakkını almasını bilecek”, “işçiler haklarının gaspına izin vermeyecek” vb. Ama Türk Metal Başkanı lafta bile işçileri toplu sözleşmenin dışında tutmaya ve ne alırsa sendikacının alacağını önemli öne çıkarmaya çalışıyor. Elbette bu bir politika bilmezlik ya da basit bir gazetecilik yanlışı değil. Konuşmanın içeriğinde de açıkça belli olduğu gibi, ideolojik bir tutumdur ve Türk-İş’in, sendikacılığı, profesyonel sendikacının işi olarak gören, ideolojik tutumundan kaynaklanmaktadır. Bu ideolojik sendikacılık yapmadığını iddia eden M. Özbek ve onun gibilerinin bal gibi “ideolojik sendikacılık” yaptığının göstergesidir. Ama burjuva ideolojisi ve siyaseti doğrultusunda.
Türk-İş’in büyük sendikalarının, işçiler ile kadim efendileri büyük patronlar arasında sıkışıp kalması, Türk-İş üst yönetimini de telaşlandırıyor. Buna körfez krizi konusunda Türk-İş muhalefetinin sıkıştırması ve işçilerin “ek zam” istekleri de eklenince, eylül sonlarında Türk-İş başkanlar kurulu toplanıp “sorunları görüşmek” zorunda kaldı. Ve “İşçi hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesi için yeni bir mücadele dönemi” başlattıklarını ilan etti. Basına yansıdığı kadarıyla Başkanlar kurulu, işverenlerin tutumlarını kınıyor; “Başkanlar kurulu, kendi işçisine adeta cephe açarcasına tezgâhlanan bu yanlış tutumun, işçileri geriletmeye yetmeyeceği gibi üretime ve ekonomiye de olumsuz etkiler yapacağını açıkça belirtir” diyerek alışılmış ve arlık gına gelmiş açıklamalardan birini daha yapıyor.
Başkanlar Kurulunun açıklamalarından da anlaşıldığı gibi; Türk-İş’in de, tıpkı üyesi sendikalar gibi, TİS görüşmeleri için uyguladığı bir plan yoktur. Sadece “duruma göre” konuşularak gün kurtarılmaya çalışılmaktadır. “Yeni bir mücadele dönemi” ise, daha çok boş lafa benziyor. Sorun bu aşamaya gelmişken “yeni” dönemlerden söz etmek, ancak söyleyecek sözü olmayan sendikacılara has bir şey olabilir. Belki de, bir “mucize”nin kendilerini bu açmazdan kurtaracağını umuyorlar. Örneğin Körfez Krizinin, bir sıcak savaşa dönüşmesini bekliyorlar. Savaşa karşı verilen, el altından destek arkasında, bu endişeler de neden olmasın? Denize düşen yılana sarılır. Ağaların pragmatizmi sınır tanımıyor. Yeter ki, patronların zararına bir konuma düşmesinler.
Yaşananlardan da açıkça görüldüğü gibi, işveren sendikaları ve hükümetin TİS görüşmelerinde açık-seçik bir planları, politikaları vardır ve amaçlarına doğru adım adım yürümektedirler. Sendikaların ise ne bir planlan vardır, ne kendi aralarında birlik, ne de işçi sınıfıyla aralarında bir bağ vardır. Bu yüzden ve yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı da sendika ağaları tam bir handikap içindedirler.
İşçilerin tutumu
TİS görüşmelerinde yer alan tarafların her biri için bu bölümde bir ara başlık koyduk ve diğer taraflar için ara başlıklara “… tutum ve politikaları” dedik. Ama sıra işçilere geldiğinde sadece “işçilerin tutumu” demek zorunda kaldık. Çünkü politika, şöyle ya da böyle bir örgüt tarafından üretilebilir ve o politika yığınlara mal olduğu ölçüde de bir politik tulum olarak kendini ortaya koyar. Modern toplumda da politikanın asıl üreticileri sınıfların kendi öz partileridir. Kitle örgütleri ise, hangi siyasi parti ya da partilerin denetiminde ise, o politikaları kendi faaliyet alanlarında özgürleştirip uygulamaya çalışırlar. Patronların iktidarda ve muhalefette partileri vardır ve egemen sınıf olmasından dolayı patronlar hem o partilerin politikalarınım yönetimini denetleyip yönlendirirler, hem de onların ürettiği politikalardan TİS görüşmeleri vb. için yararlanırlar. Sendikacılar ise; işçi sınıfı içinde burjuvazinin uzantıları olarak burjuva partilerinin ve patronların ürettiği politikaların bu alanda hayata geçmesinin aleti durumundadırlar ve yukarda sözünü eliğimiz “politikasızlık” politikası şu anda tek seçenekleri olduğu için izledikleri bir politikadır. Yani, “politikasızlık” politikası varolan koşullarda sendika ağaları için tek olanaklı politikadır.
İşçi sınıfına gelinde, ülkemizde elbette işçi sınıfının azami çıkarlarını savunan politik bir parti vardır. Onun TİS görüşmelerinin yürütülmesi için belirlediği politikalarda vardır. Ama henüz o, bu politikaları işçi yığınlarına mal edecek mekanizmaları gereği gibi yaratmış olmadığından dolayı, O’nun politikası, işçi sınıfının davranışlarında yeterince yansımamaktadır. Bu yüzden de, işçiler, hiç olmazsa şu yaşadığımız günler içinde, patronların, hükümetin ve sendika ağalarının politikaları karşısına, onların politikalarını alt edecek bir karşı politikalar demetiyle çıkamamaktadır. Öyle görünüyor ki; bu çelişme aşılmadan da işçi sınıfı bırakalım politik mücadele alanında, TİS gibi dolaysız ekonomik mücadele alanında bile patronlar karşısında gerçek gücünü gösteremeyecektir, gösterememektedir.
İşçilerin tutumu sorununa gelince; İşçi sınıfımız, gerçi henüz, sendika ağalarını ve sendika bürokrasisini sendikaların başından atacak bir olgunluk düzeyine erişememişse de, on yıllardır süren mücadele deneyimi içinde onların ne mal olduğunu anlamış olduğundan, sendika ağalarına güvenmemekte, onların yürüttüğü işlerden kendi lehine olabilecek bir şey beklememektedir. Özellikle son yıllarda bu tutumunu sendika ağalarını faaliyetlerini yakından izleyerek belli etmiş, sendikacıların kendilerin “satışına” kolayca izin vermemeye çalışmıştır. Bu “yakın izlemeyi” sendikacılar da fark ettiğinden tedirgin olmakta, kimi işyeri ve işkollarında, TİS öncesi işçilerin önerilerini almaya, son anda da olsa, “pazarlık” sonuçlarını işçilere sunmaya, onların da onayını almaya özen göstermeye başlamışlardır. Örneğin Türk-Metal bile, usulen de olsa işçilerden “patrondan ne isteyelim” diye soru zahmetinde bulunmak zorunda kalmıştır.
Son yıllardaki mücadele içinde işçiler patronlardan salı görüşmeler yoluyla hak alamayacaklarım fark etmişlerdir. Özellikle 1988 ve 1989 yıllarında yaşadıklarıyla bunu iyice anlamışlardır. Hak almanın ricadan, yalvarmaktan geçmediğini, birleşerek ve direnerek olanaklı olduğunu öz yaşamlarıyla görmüşlerdir. Bu da; bugün, işçilerin, gelip tıkanan TİS görüşmelerinde kilidi açacak, anahtar özelliği taşımaktadır.
Son on yılda reel ücretlerin yarı yarıya düşmesi, enflasyonun bilmek bilmeyen yükselişine son aylarda giderek artan zam yağmuru eklenince, işçiler için, ekonomik bakımdan bıçağı kemiğe dayandırmıştır. Öte yandan patronların, hükümeti de arkasına alarak, işçiler üstünde ağır baskı uygulamaya girişmeleri, ardı arkası kesilmeyen toplu ve kişi kişi işten çıkarmalar, çalışma koşullarının bütün şikâyetlere karşın kötüleşmesi, iş güvenliğinin göz ardı edilerek her şeyin, üretim artışı için feda edilmesi vb. uygulamalar, işçiler ve patron arasındaki ipleri gerginleştiren önemli bir etken olmuştur.
Bu TİS görüşmelerinde işçileri en çok ilgilendiren yanın ücretler olduğu görülüyor. Fiyatların başını alıp gittiği koşularda bu da doğaldır. Ama öyle anlaşılıyor ki, patronlarda bu noktada direnç göstermek eğilimindedirler. Bu yüzden de çatışma ücret sorunundan kopacağa benzer.
İşçilerin ilgilerini üstüne çeken diğer bir sorunda iş güvencesi ile ilgili olan maddeler. Biraz sonra da değinileceği gibi sendikalar bu konu üstünde ciddi öneriler getirmemişlerdir ve ücret sorunun çözümlerlerse iş güvencesi ve diğer idari maddeleri atlayabileceklerini düşünmektedirler. Oysa son yıllarda, özellikle de son aylarda işçi tenkisatlarına ve TİS sonrası patronların niyetlerine bakılırsa iş güvencesi olmayan sosyal hak ve ücretlerin pek bir işe yaraması beklenemez. Bu yüzden de TİS görüşmeleri artık kesilse bile sonraki süreçte bu konu üstünde titizlikle durmak ücretlerin korunması için bile önemlidir.
Körfez krizinin yakın bir gelecekte sıcak savaşa dönüşmesi ve ortaya çıkacak “savaş hali” dolayısıyla tüm toplu sözleşme görüşmeleri vb.nin yasaklanması uzak bir olasılık değildir. Patronlar hükümet ve sendikacılar bu durumdan yararlanarak krizin yükünü işçilerin ve diğer emekçilerin üstüne yıkmaya çalışacaklardır. Ama işçiler buna razı olacak mı? Bugünün verileriyle bakıldığında ne diğer emekçi kesimler, ne de işçiler yaratılmak istenen şovenist dalgaya kapılmak eğiliminde değildirler. Haksız bir savaş için ne cepheye gitmek istemekledirler, ne de çıkarılacak faturayı ödemek isteyeceklerdir. Ama bunu başarmak için, sadece isteksizlik belirtmek de yetmeyecek, koşuların gerektirdiği somut tavırları da almak gerekecektir. Görünen odur ki; bu konuda işçilerin tulumu olumludur ve olgular dayattıkça da bu olumlu eğilimin gelişme olasılığı büyüktür.
İşçilerin durumunu patronlar ve hükümet karşısında güçlendiren diğer bir etken de, işçi sınıfımızın epeyce bir zaman önceden beri, kronikleşen sorunları çözmek için “bütün çalışanların bir genel grev ve direnişinin” zorunluluğu düşüncesinin, işçi sınıfı içinde yaygınlaşmış, yaygınlaşıyor olmasıdır. Gerçekten de emekçiler için acil istem durumuna gelen her sorun; ya köhnemiş yasaların ya da işverenin ve hükümetin keyfi uygulamalarına çarpmaktadır. Bu da ancak bütün çalışanların ortak bir sınıf tavrı göstermesiyle aşılacak bir durumdur ve işçiler içinde bu düşünce bir hayli kök salmıştır.
Öte yandan sınıf partisinin işçi sınıfı içindeki çabalarının hissedilir sonuçlan ve devrimci demokrat siyasi eğilimlerin bu alandaki etkinlikleri bütün bu kendiliğinden gelişmeleri şekillendirmeye başlaması, dahası bir kabarış ve atılım karşısında Marksist önderliğin mücadeleye yol gösterme şansının bulunması, sınıf hareketinin yakın geleceği için çok önemli bir etken, bir dayanak olarak görülmekledir.

* * *
Toplusözleşme görüşmelerine oturan tarafların güçlerine bir bütün olarak bakıldığında; patronlar cephesi son derece örgütlü, kendi sınıf çıkarlarının bütünüyle bilincinde, elinde sınırsız olanaklar varmış gibi görünen bir cephedir. İşçiler cephesinde ise; sorun, salt bir toplu sözleşme sorunuyla sınırlı kaldığı koşullarda, işçiler tek başınadırlar. Üstelik bir örgütlenme ve mücadele merkezi olması gereken sendikaların olanakları bile patronlar tarafından kullanılmaktadır. Ama bütün bu olumsuzluklara karşın, işçi sınıfı, kapitalist toplumun değer yaratan, geleceği olan tek sınıf olması nedeniyle başka hiçbir toplumsal sınıf ve katmanda olmayan bir özelliğe, bu özellikten kaynaklanan bir güce sahiptir. Bugünkü koşularda bile bu gücünü kullanabilir ve kullandığı zaman da toplumun bütün diğer ilerici kesimlerinin desteğini alacak kanalları açmış olur. Bu ise; onun mücadeleyi ilerletmek için sınırsız olanaklara kavuşması demektir.
Bugün tıkanma noktasına gelen TİS görüşmeleri için ücretler ve iş güvencesi üstünde biraz daha durmak söylenenlerin anlaşılması bakımından önemli görünüyor. Bu yüzden de burada patronların demagojisini çürüten kimi gerçekleri sergileyeceğiz.

SENDİKALARIN ÜCRET ARTIŞ TALEPLERİ “AŞIRI” MIDIR?
Şu anda tıkanma aşamasına gelen TİS taslaklarında, sendikaların ücret istemleri, patronlar tarafından “aşırı’ bulunuyor. Ve şu anda tıkanmanın asıl nedeni olarak öne sürülüyor, “ödenemez”, “işyerleri batar” edebiyatı da bu gerekçe arkasında sürdürülüyor.
Burada hemen, neye göre “aşırı” sorusu karşımıza çıkar. Eğer, şu anda ödenen ücretlere göre “aşırı” buluyorlarsa bunun bir anlamı olur, ama işçilerin yaşama koşulları açısında bakılırsa istenen ücretler daha bugünden aşınmıştır ve “ek zam” isteklerini gündeme getirecek düzeyde azdır.
Patronların iddialarının, tamamen propagandaya yönelik, aşan kar hırsından kaynaklandığını, kendi açıkladıkları rakamlar bile açıkça ortaya koyuyor. (Bu bölümdeki tablo ve hesaplamalarda, Petrol-İş 89 Yıllığı’ndan yararlanılmıştır.)
TİSK (Türkiye işveren Sendikaları Konfederasyonu) verilerine göre 1979-1988 arasında gerçek ücretler şöyle değişmiştir. (1979 ücretleri 100 olarak kabul edilmiştir.)

Yıl     Ücret         Gerçek ücret     Gerçek ücret Endeksi
1979    39,67        57,4        100
1980    64,45        44,0        76,7
1981    98,42        47,7        83,1
1982    131,19        48,3        84,1
1983    157,68        45,4        79,1
1984    206,28        40,2        70,7
1985    290,00        39,6        69,0
1986    383,60        38,2        66,6
1987    537,60        39,9        67,8
1988    858,50        35,2        61,3

Rakamlara bakıldığında, 10 yıl içinde ücretler, 39.67 den 858.50 ye yükselerek 22 kat artmış görünmektedir. Ama işçi için önemli olan rakamın yüksekliği değil, eline geçen parayla ne kadar ihtiyaç maddesi alabildiğidir. Ki, gerçek ücret bunun ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında, 1979’da 39.67 TL ile alınan malların, 1988’de, 858.50 TL ile ancak % 61.3’ü alınabilmektedir. Yani ücretler rakam olarak artmasına karşın gerçekte ise o zamanki ücreti 100 ise, 1988’deki ücreti 61.3 olmuştur. Yani işçiler 1979’a göre % 65 oranında fakirleşmişlerdir.
İşçiler, bu dokuz yıl boyunca % 65 fakirleşirken patronların gerçek karları aşırı bir artış göstermiştir.

1982         1984         1986         1987         1988
Bilanço karı (milyar)        210,1        655,9        1464,8        2625,4        4107,3       
Bil. Kar artışı endeksi        100        312        696        1250        1955
Yıllık ortalama işçilik       
(1 işçi için 1000 tl)        773,2        1355,8        2237,8        3426,6        5638,5
İşçilik artış endeksi
(1982 100 kabul ed.)        100        175        289        443        729

Rakamlardan açıkça görüldüğü gibi ücretlerin yükseldiğinden söz edenler karlarındaki aşırı artıştan hiç söz etmiyorlar.
1982 ile 1988 arasında patronların karı, 210.1 milyardan, 19,5 kez artarak, 4 trilyon 107 milyar 300 milyona çıkmıştır. Yıllık işçi ücretleri ise, aynı dönemde, 773 bin 200 TL’den, 7 kat artarak, 5 milyon 638 bin 500 TL yükselmiştir. Yani işçilerin ücreti 7 kat artarken patronların karları (aynı dönemde) 19,5 kat artmıştır.
Bu konuda bir iki şey söylemeden önce yukarıdaki tabloyu güçlendiren bir tablo daha verelim.

Yıllar         Maaş ve ücret     Sermaye
1979        32,79            42,88
1980        26,66            49,47
1981        24,57            52,36
1982        24,62            53,55
1983        24,78            54,69
1984        21,57            57,99
1985        18,84            62,08
1986        17,70            64,21
1987        17,00            64,21
1988        14,00            70,20
1989        14,80            69,80

1979-1980 arasında Ulusal gelirden sermaye ve ücret payları:
Demek ki; 1979’da ücret ve maaşlılar, ulusal gelirden % 32 pay alırken sermayenin payı % 42.88’miş. 1989’da ise, Maaş ve ücretlilerin payı % 14.80’e gerilerken sermayenin payı 69.80’e çıkmış. Yani işçilerin ve memurların yapı 2 x 21 kat azalırken patronların ulusal gelirden aldıkları pay 1.21 kat artmıştır. Bunun anlamı ise; işçiler ve memurlar giderek fakirleşirken patronlar milyarlarına milyarlar katmış, maaş ve ücretlilerle aralarındaki gelir farkı 1,21X2.21=2.67 kat artmıştır.
Burada ücret sorunu üstünde kısaca da olsa durmazsak söylediklerimiz yeterince anlaşılmayacaktır.
Genellikle, ücret dendiğinde, emekçi eline geçen parayı anlar ve çoğu zamanda eline geçen paranın kalabalık rakamlarına aldanır. Ama gerçekle eline geçen paranın rakamlarından çok, o para ile ihtiyaçlarının ne kadarını sağladığı önemlidir ki; baz alınan bir yıla göre (biz yukarıda 1979 yılını baz aldık) bu paranın ihtiyaçlarının şimdi ne kadarını karşıladığını gösteren rakama işçinin “gerçek ücreti” denir. Örneğin yukarıdaki rakamlara göre 1979’da 57.4 olan gerçek işçi ücreti 1988 de 35.2’ye gerilemiştir deriz. Yani eline geçen paranın rakam olarak miktarı arttığı halde alım gücü düşmüştür.
Ama bu gerçek ücretler de gerçeğin tümünü açıklayamaz. Çünkü toplum canlı bir organizmadır ve sürekli olarak gelişin üretim çeşitlenir ve artar ve her adımda bu artan üretimin yeniden paylaşılması gerekir. Dolayısıyla da, gerçek ücretler aynı kalsa bile; eğer ekonomik büyüme devam ediyorsa, işçilerin ücretleri düşüyor, işçiler fakirleşiyor demektir. Bu yüzden de burada başka bir ücret tanımlamak gerekir ki; buna “orantılı ücret, “göreli ücret” adını veriyoruz. Bu görelik kime göre? Elbette sermayeye göre. Bunun ölçülü ise; üretilen toplam toplumsal üretimden emek ve sermaye tarafından alınan paylardır. Eğer sanayi üretimi içinde işçilerin ücreti (belirli bir dönem için) 7 kat artarken patronların karlan 19,5 kat artıyorsa; ister gerçek ücretler değişmemiş olsun, isterse biraz artmış olsun, işçi sınıfı burjuvaziye göre fakirleştiğinden söz edilir. Yukarda verdiğimiz rakamlara göre 1982 ile 1988 arasında ki işçi aleyhine ücret gerilemesi nedeniyle patronlar yaklaşık 3 kat daha fazla zenginleşmiştir. Dolayısıyla da, işçiler, patronlara göre (1982’ye göre) 3 kat daha fakirleşmişlerdir.
Patronların “asın ücret istemi” demagojisini işçilik payının üretim maliyetindeki rolüne bakarak daha iyi anlayabiliriz. (Veriler TİSK’in Çalışma İstatistiklerinden yaralanan Petrol-İş’in araştırmalarından alınmış)

Topl. San. Üretiminde
Yıllar        İşçilik Payı
1979        14,75
1980        11,32
1981        9,84
1982        8,83
1983        8,72
1984        7,42
1985        6,96
1986        6,14
1987        6,00

Açıkça görüldüğü gibi, 1979 yılında bir metanın üretim fiyatı içinde % 14.75’i işçilik payı olduğu halde, 1987’de bu oran % 6’ya düşmüştür. Yani işçilik payı 2.5 kat düşürülmüştür. 1987’den 1990’a da bu payda düşme eğiliminin sürdüğü biliniyor ve bugün % 5’in bile altında olduğu tahmin ediliyor.
Bu durum sanayi kollarına göre verilen istatistiklerde daha açık kendini gösteriyor. Değişik işkollarında bir işçinin yılın kaç günü kendine kaç günü patrona çalıştığına ilişkin istatistikler, sömürünün boyutunu, başka bir söyleyişle sömürü oranını daha çarpıcı bir biçimde sergiliyor.
İzin, bayram ve pazarlar bir yana bırakılırsa bir yıldaki 254 günlük çalışma gününün çok küçük bir bölümünde işçi kendisi için çalışmakta, geri kalan bütün diğer günler yarattığı değerlere, patron tarafından el konulmaktadır. Çeşitli işkollarında rakamlar şöyle:

İşkolu        Kim İçin    1982    1985    1988
Madencilik    Patron        139    210    222
İşçi        115    44    33
Gıda        Patron        221    227    230
İşçi        33    27    24
Tekstil        Patron        210    221    215
İşçi        44    33    29
Kimya-Petr.    Patron        246    249    246
İşçi        8    5    8
Metal        Patron        211    233    231
İşçi        43    21    23

Yukarıda bir bölümünü verdiğimiz işkollarındaki genel işçilik payları göz önüne alındığında, bütün sanayi kolları için işçinin kendisi için çalıştığı sürenin sadece 18 gün olduğu görülüyor. 254 günlük iş yılının geriye kalan 236 günü için işçi patrona çalışmaktadır.
Bu rakamlardan bakıldığında, işverenlerin işçi ücretlerinde artış için önerilen % 500-600’lük miktarı “aşırı’ bulunması hem anlaşılır hem de anlaşılmaz. Anlaşılır; çünkü böyle bir artış olursa işveren karların da bir azalış (eğer ücret artışlarını bütünüyle fiyatlara yansıtmayı başaramazlarsa) olması kaçınılmazdır. Bundan dolayı da bir yerlerine ateş düşmüş gibi yaygara yapıyorlar. Ama işçiler tarafından ise, ücret artışı istemi anlaşılır, patronların yaygarası anlaşılmazdır. Çünkü bugün işçilerin, aldıkları komik ücretlerle yaşamlarını sürdürme olanağı olmadığı gibi, daha düşük oranda bir ücret zammı ile geçmiş yılardaki ücret kayıplarını karşılayıp, örneğin 1982’deki yaşam düzeyini tutturamayacaklar, dahası başını alıp giden enflasyon karşısında daha şimdiden aldıktan eritilmiş olduğundan yaşamlarında hiçbir iyileşme olmayacaktır. Hele işverenin gönlünden geçen % 100’lük bir ücret artışının hiçbir anlamı olamayacaktır.
Soruna yukarıdaki rakamlar açısından baktığımız da, şu çarpıcı gerçek kendisini ortaya koyar. Eğer bugün, sendikaların öne sürdüğü % 500’lük ücret artışı bütün işkollarında uygulansa ve bütünü diğer sosyal haklarda da aynı ölçüde bir artış olsa bile, işçilerin kendileri için çalıştıkları süre sadece 5×18=90 güne çıkacaktır ki; yine de geri kalan 164 günü patronlara, karşılığında hiçbir şey almadan çalışmaya devam edeceklerdir.
Yukarıda çeşidi tablolarda verilen rakamlardan (ki çoğu rakamlar da işveren kuruluşları ya da resmi devlet kurumlarının araştırmalarından alınmıştır) da, açıkça anlaşıldığı gibi sendikaların ücret artışı isteklerinin “aşırı” olduğu iddiası tamamen patronların bir propagandası, kamuoyunu işçiler aleyhine yanıltma çabalarının bir sonucudur. Sadece ev kiralarının bile; ücret ortalaması, genel sanayi işçisi ortalamasının üstünde olan metal işkolu işçilerinin ortalama ücretinin üstünde olduğu koşullarda, % 500-600’den daha düşük işçi ücreti artışının işçilerin yaşama koşullarının iyileştirilmesine hiç bir katkısı olmayacaktır. Bu yüzden de patronların propagandasına, sendikaların el altından patronlarla anlaşmalarına göz yumulmaması gerekiyor. Bunun başarılmasının yolu ise; görüşmelerin yakından izlenmesi ve sınıfın kendi içinde birlikte tutum almasından geçiyor kuşkusuz.
Bu bölümü bitirmeden; bu, son dönem TİS görüşmelerinde de gündem konusu olması gereken, ama sendikacılar tarafından (onların da işine geldiği için) es geçilen bir konuya daha değineceğiz. Patron ve sendikacıların, sınıflandırma, gruplandırma, kademelendirme adını verdikleri sorun.
1970’li yıllarda, başta MESS olmak üzere patron sendikaları işçilere seyyanen zam vermek yerine işçileri gruplandırarak değişik guruptaki işçilere değişik zam yapma, böylece işçiler arasında gelir farkı ve rekabet yaratma yoluyla sınıfın birliğini bozucu politikalar gündeme getirdiler ve ne yazık ki, bunu başarabildiler. 12 Eylül döneminden sonra ise, bu politika yaygınlaştırıldı, sendikalar tarafından da benimsendi. Tek Gıda-İş, Türk-Metal, Teksif, Otomobil-İş, Çelik-İş, Özdemir-İş, Las Petkim-İş, gibi hemen belli başlı pek çok sendika gönüllü olarak bu bölücü politikayı benimsiyorlar. Örneğin, Çelik-İş, Özdemir-İş, Otomobil-İş’in, 1990-1992 yılları için hazırladığı TİS taslağında sendikalar işçileri 9 ayrı gruba ayırarak ücret istiyorlar. 1. Grup için 10.200 TL isterken, 9. grup için 12.428 TL saat ücreti istiyorlar.
Elbette bu gruplandırma yönteminde sorun sadece ücret farkı yaratarak işçilerin bölünmesinden ibaret de kalmıyor. Gruplar arasında geçiş bir “puanlama” sistemine bağlanarak, işçiler arasında rekabet kışkırtılıyor. Grup değiştirerek daha yüksek ücret elde etmek isteyen işçinin, her bakımdan patronun gözüne girmesi gerekiyor. İşçinin, iş becerisinden, iş dışındaki yaşamına, amirlere itaatine kadar her şey “puana” bağlanıyor. Böylece işyerindeki ve dışındaki işçinin bütün yaşamı patronun denetimine giriyor. Bu ise, patronlara işçileri denetlemek, onları bölmek, mücadeleden alıkoymak için önemli olanaklar sağlıyor. Dahası, son yıllarda büyük işyerlerinden başlayarak, birçok işyeri bir adım daha atarak, “kalite çemberi” uygulamasına yöneliyor ve sınıf hareketini bölücü yeni dayanaklar yaratmaya çalışıyorlar. En azından bundan sonraki TİS taslakları bu konuları da kapsamak zorunda. Sınıf içinde bölücü bir rol oynayan “sınıflandırma”, ya da giderek genişletilen “kalite çemberi” uygulamalarına karşı çıkmak, sınıfın mücadelesinin ilerletilmesi için vazgeçilmez görünüyor.

TİS’TE İŞ GÜVENCESİ SORUNU

Malum 13,17 ve 24. maddeleri başta olmak üzere bütünüyle İş Kanunu, kapitalistlerin kolayca işçi bulma ve bir biçimde işine gelmediğinde, işçiyi sokağa atma olanağı vermek için düzenlemiştir. Gerici-faşist sendika ağaları tarafından imzalanan Toplu İş Sözleşmeleri ise, adeta bu yasaları dokunulmaz saymışlar, dahası İş Kanunu’nun “boşluklarını” da yaptıkları TİS’ler ile doldurmaya çalışmışlardır. Hemen bütün TİS metinlerinde işçinin işten çıkarılmasını haklı gösterecek uzun bir liste hazırlanmıştır. Bu listelerden bazılarında ise, 12 Eylül Cuntası üslubu ile yazılmış, bir sendikacı için yüz kızartıcı olacak maddeler vardır. Örneğin, Tek Gıda-İş’in Cibali için yaptığı TİS’in 58/6 maddesi ibret vericidir: “Yüz kızartıcı suçlar ile sabotaj, devletin ülke ve milleti ile bütünlüğüne, Milli güvenliğine, Kamu Düzenine, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı işlenen suçlardan hüküm giyenler, cezanın ertelenmesi, paraya çevrilmesi veya affa uğraması hallerinde dahi hiçbir surette işe alınmazlar.” Tek Gıda-İş’in ağaları sadece yukarıdaki siyasi amaçlı “suçlular” için önlem düşünmemişler. Onlar her türden yasa ihlaline karşı kişiler olarak, örneğin sendikal ya da başka bir nedenle tutuklananlar için de iş yasalarından daha insafsız davranıyorlar. Yukarda sözünü ettiğimiz sözleşme bu konuda şunları söylüyor.
“Madde 58- İşçi herhangi bir suçtan tutuklandığı ve tutukluluğu 30 günü aşlığı takdirde hizmet akdi münfesih sayılır.
2) Gözetim altına alınan işçiler bunu belgeledikleri takdirde yasal gözaltı süresinde ücretsiz izinli addedilir. Ancak gözaltında geçen süre sonunda tutuklanan işçilerin hizmet akilleri münfesih sayılır.
3) Tutukluluğun;
a) Kovuşturmaya yer olmadığı, b) Son tahkikatın açılmasına gerek olmadığı, c) Beraat kararı verilmesi, d) Kamu davasının düşmesi ya da ortadan kalkması, nedenlerinden biri ile 90 gün içinde son bulması ve işçinin bu tarihten itibaren bir hafta içinde işine dönmeyi talep etmesi halinde işveren tarafından emsallerinin hakları ile işe alınır. 90 gün sonunda yapılan başvuru halinde boş yer varsa işe alınır.
İnsan okurken bile, bir sendikanın imza attığı TİS’i değil de, ceza yasası okuyor duygusuna kapılmadan edemiyor. Diğer TİS sözleşmelerinde de belki dilinize biraz “özen gösterilmiş” olarak benzer maddeler var. Bu maddeler bazen patron, bazen de, kendilerine muhalefet eden işçilerden kurtulmak amacıyla sendikaların yöneticileri tarafından kullanılıyor. Ama bugünkü koşullarda iki taraf birden, açıkça ya da el altından anlaşarak birlikte kullanıyorlar
Hemen her toplu sözleşmeden sonra işyerlerinde toplu işçi çıkarmaları gündeme geliyor ve sözleşme ile ücreti “yükselen” işçilerden sendikacıların ve patronun hoşuna gitmeyenler bir bahanesi bulunarak işten çıkarılıyor. Ya da “ekonomik güçlükler” bahane edilerek eski işçilerin toplu çıkışları veriliyor, özellikle son yıllarda; ekonomik krizin derinleşmesine paralel olarak, işçi çıkarmaları da hızla artıyor. Günlük basından bile toplu işten çıkarmaların yoğunluğu izlenebiliyor. Gün geçmiyor ki, 500-1000 işçinin işten çıkarıldığı haberiyle karşılaşılıyor. Ne var ki-TİS taslakları ve TİS metinlerinde “Disiplin Kurulu” başkanı patron temsilcisinden mi olacak, yoksa “dönerli mi” olsun tartışması dışında işçi çıkarmalara karşı ciddi önlemlere yönelinmiyor.
İstatistiklere bakıldığında 1989 yılında, 97 bin 763″ü Türk-İş, 794’ü Hak-İş, 3 bin 87’si bağımsız sendikaların örgütlü olduğu işyerlerinden ve 37 bin 473’ü sendikasız işyerlerinden olmak üzere toplam olarak 137 bin 107 işçinin işine son verilmiş. Buna Sigortalı 528 bin 955 geçici işçiyi ve bir o kadar olduğu sanılan sendika ve sigorta sı olmadan çalıştırılan geçici işçileri eklersek, 1989 yılında 1 milyondan fazla işçinin işine patronlar tarafından son verildiği görülür.
Her ne kadar toplu işten çıkarmaların nedeni “ekonomik” olarak açıklanıyorsa da, bunun pek çok işyeri için geçerli olmadığı bir gerçektir. Patronlar, ya sendikalaşma hareketlerini önlemek, ya işçilerin bir grev ya da direnişle haklarını isleyeceğini sezdiğinde, ya da doğrudan doğruya mücadele içinde sivrilmiş işçileri, ileri işçileri hedeflemekledir.
Bu alanda İş Kanunu patronlara büyük olanaklar sunuyor; bu bir gerçek, ama TİS’e konulacak maddelerle bu yasaların işlemez hale gelmesi olanaklıdır. Ve bu yapılamadıkça bir dönem yüksek ücretler almak, bazı haklar kazanmak büyük bir önem taşımamakladır. Çünkü patronlar ücret yükselişlerini fiyatlara yansıtarak, yüksek ücret alan işçileri işten çıkararak ekonomik kazanım-lan yok etmeyi bir biçimde başarabilmektedir. Dahası işten çıkarmalarda ileri işçilere öncelik vererek, işten çıkarma kılıcını sallayarak, işçiler arasında korku yaratarak sınıf hareketinin bütünleşip gelişmesini önlemekte, bu yüzden de uzun vadeli çıkarlar sağlamakladırlar. Sendikacıların da, bu durum genellikle işine geldiğinden, işten çıkarmayı caydıran maddeleri TİS’e koymakta istekli davranmamaktadırlar.
Oysa iş güvencesiyle ilgili maddeler, en az ücretler kadar özen gösterilen maddeler olmazsa başarılı sözleşmeler yapmanın olanağı gelecekte bile olmayacaktır. Ülkemiz işçi sınıfının tarihinin gösterdiği gerçek budur.

OLASI GELİŞMELER
Yüz binlerce işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmeleri işveren sendikalarının ücret başta olmak üzere, hemen bütün konularda işçi ve sendikaların isteklerine direnmeleri üzerine tam bir çıkmaza sürüklenmiştir.
Önümüzdeki yılbaşından itibaren 700 bin işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri başlayacaktır ve bu yüzden işveren sendikalarını bugün takındıkları tavır önümüzdeki yılın TİS görüşmelerinde de belirleyici olacaktır.
İşçilerin yaşam koşullarının her geçen gün kötüleşmesi, yıllardır verilen vaatlerin yerine getirilmesi bir yana, patronlar ve hükümetin ellerine geçen her olanakta işçi haklarını gaspa yönelmeleri ve son günlerde iyice gemi azıya alan enflasyonun baskısı nedeniyle işçiler için bugünkü taleplerden geri adım atmaları, sendikacıların işçileri patronların gönlünde yatan bir rakama “ikna” etmeleri oldukça güç görünmektedir.
Öte yandan Körfez krizi her geçen gün sıcak bir savaşa doğru hızla yaklaşmaktadır. Türk hükümeti ve büyük sermaye çevreleri böyle bir savaşa salt ticari ve bölgedeki emperyalist çıkarlar açısından bakmakla, ABD ve İngiltere ile birlikte, dünyadaki savaşa en hevesli mihraklardan biri olarak boy göstermekledir. Kapalı kapılar ardında Kerkük-Musul, ulusal hareketin bu vesileyle toptan yok edilmesi hesabı yapılmaktadır. Buna; bugün, bir “savaş hali” ilanıyla emekçi sınıfların özgürlükleri gasp etme ve TİS görüşmeleri, grev ve benzeri haklan askıya almayı da hesap ettiklerini katmak gerekir.
Soruna, konumuz açısından daha yakından bakıldığında; daha şimdiden askeri harcamalardan kaynaklanan bütçe açığını kapatmak için KDV’nin yükseltilmesi, temel ihtiyaç maddelerine sürekli zam olarak yansıyan savaş harcamaları, işçi ve emekçilerin hak ve özgürlüklerinin gaspını da kapsayarak genişleme eğilimi taşımaktadır. Öyle görünmektedir ki; patronlar ve hükümet, bir yandan zorla, öte yandan şovenizm dalgasını yükselterek işçi istemlerini boğmaya çalışacaktır. Bu yüzden de savaş sorunu, ülkedeki genel siyasi mücadeleyi etkilediği gibi TİS görüşmelerine de doğrudan bir unsur olarak katılacak gibi görünmektedir. Bu ise; esasta ekonomik bir sorun olarak süren TİS güreşmelerinin savaş karşıtı siyasi mücadeleyle birleşmesi, mücadelenin siyasi bir karakter kazanması anlamına gelecektir.
Bir savaş durumu; sadece, bugün, TİS görüşmeleri çıkmaza giren 300bini aşkın, sadece önümüzdeki aylarda TİS görüşmeleri başlayacak 700 bin işçinin TİS, sendikal hak ve özgürlüklerini yok etmekle sınırlı değildir. Bir bütün olarak sınıfın hak ye özgürlüklerini yok etmekle sınırlı değildir. Bir bütün olarak sınıfın hak ve özgürlüklerine de saldırı olacak, belki de önümüzdeki uzun yıllan kapsayacak bir etkide bulunacaktır. Öyleyse işçiler, daha bugünden, savaşı cephede savaşanların sorunu olarak değil, ama aynı zamanda TİS görüşmeleri, sendikal hak ve özgürlüklerinin bir sorunu olarak da görmek zorundadırlar. Patronların uzlaşmaz tavrı arkasında bu etkenin önemli bir rol oynadığı gözden kaçırılmamalıdır. Bu yüzden de savaş karşıtı cephede aktif olarak yer almak, bu nedenle de, gerekli ve zorunlu olan bir görev olarak sınıfın karşısına çıkıyor. Ancak sınıf, aktif savaş karşıtı tavrı ve eylemleriyle, patronlar ve hükümet cephesinin savaş yanlısı tutumunu kırdığı ölçüde TİS görüşmelerindeki inadını da kırabilir. Şu anda, savaş karşıtı aktif bir tavra girmeden, salt TİS görüşmeleriyle ufkunu sınırlamak işçi sınıfı için alınabilecek en kötü tutum olacaktır.
Türk-İş yönetici kliği ve şu anda TİS görüşmelerini yürüten büyük sendikalar işçileri savaş sorunundan uzak tutan bir politika izlemeye çalışarak, TİS görüşmelerini tek başına öne çıkararak, hükümet ve patronların politikasının aleti rolüne soyunuyorlar. Bu durum açıkça görülmeli ve onların bu politikalarına göz yummanın TİS görüşmelerinin de akametle sonuçlanmasına yol açacağı bilinmelidir.Çünkü önümüzdeki günler salt ekonomik alanda adım atmanın giderek olanaksız hale geleceği günlerdir.
Kısacası hükümet ve patronlar bütün hesaplarını bir savaş olasılığı ve onun kendilerine sağlayacağı avantajlar üstüne yapıyorlar, işçiler de hesaplarını böyle yapmak, savaşa karşı tam bir birlik içinde, aktif tavır alarak, savaş karşılı güçlerle birleşerek mücadelenin en önünde yer almak durumundadırlar. Hem tarihsel misyonları, hem de bugünkü çıkarları bunu zorunlu kılmaktadır.

EK -1
Bir Beko işçisi anlatıyor:
BEKOTEKNİK’te neler oluyor?

BEKO TEKNİK, Türk Metal Sendikasına bağlı, İstanbul’daki en büyük işyerlerinden birisi. Geçmişi de epeyce eskiye dayanıyor. Ama Türk Metal, yetkili sendika olalı beri, işyerinde sendikal faaliyet neredeyse askıya alınmış durumda. Türk Metal, sendika temsilcilerini kendisi atadığından, kendisine yakın olanları temsilci olarak seçmektedir. Bu temsilciler ise, Türk Metal’in politikasına bağlı olarak, patronla tam bir işbirliği içinde davranmakta, İşverenin kimi uygulamalarını sendika temsilcisine şikâyete giden işçiler bile, hemen işverene ihbar edilmektedir. Bu yüzden de Beko’da, işçiler patrondan olduğu kadar sendikadan da kendilerini sakınmak zorunda kalmaktadırlar.
Şu anda tıkandığını anladığımız TİS görüşmelerinde, her zaman olduğu gibi Türk Metal bize hiçbir bilgi vermedi. Sendikaya gidip bilgi sormamız bile sendika temsilcileri tarafından engellendi. Ayrıca, Türk Metal kendi gazetesinde işçi haklarını sonuna kadar savunmaktan söz edip keskin sözler söylerken, işyerinde, sendika temsilciliğinin panosuna MESS’in açıklamalarını astırıyor, işçilerin isteklerinde direnmesini önleyecek propaganda yaptırıyor. Panoya asılan son MESS açıklaması ise, MESS Başkan Vekili E. Karakoyunlu’nun, “işçilerin ücret istemlerinin yüksek olduğu, bu ücret verilirse, birçok işyerinin kapanmak zorunda kalacağı ve toplu işten çıkarmalar olacağı” doğrultusundaki açıklamasıydı. Sendika temsilcileri de “adamın haklı” olduğu, “işten olmaktansa, biraz düşük bir ücrete razı” olunması gerektiği doğrultusunda propaganda yapıyorlar. Kısacası, Türk Metal patronlarla aynı ağzı kullanıyor ve işçileri patronların “kabul edeceği” bir sözleşmeye razı etmenin yollarını arıyor. Arada, “greve hazırız”, “grev yapacağız” vb. sözleri de ediyorlar ama; bu, daha çok Çelik-İş, Özdemir-İş, Otomobil-İş ile olan çelişkisinden kaynaklanıyor gibi geliyor bize.
Beko patronu ise, bir grev olasılığına karşı hazırlık yapıyor: son aylarda fazla mesailer sıklaştığı gibi, eskiden bir vardiya çalışan birçok bölüm iki vardiya çalışmaya alındı. Günlük üretim 6000 TV’yi aşmış durumda. Şu anda sürekli stoka çalışılıyor. Bir grev olasılığına karşı patron stok yapıyor. Böylece üretim duracak olursa, ihracat bağlantılarını kaybetmemiş olacak.
Bunları sendika da biliyor, ama ne fazla mesailere karşı çıkıyor, ne de üretim yavaşlatması gibi patronu baskı altına alabilecek eylemlere yanaşıyor.
İşçilerin büyük çoğunluğu, Türk-Metal’den bıkmış, ondan bir şey de beklemiyor, ama haklarımızı korumak için de var gücümüzle direnmeye niyetliyiz. Bu konuda patron ve Türk Metal’in engeller çıkaracağını, bir bahaneyle grevi engellemeye çalışacaklarını biliyor, ama 270 bin TL, ya da bir yıl sonra bugünkü 300-500 bin TL’ye karşılık gelecek bir ücret artışını da kabul etmeye niyetimiz yok. İşverenlerin “aşırı” olarak nitelediği ücret artışı, bugün razı olabileceğimiz asgari rakamdır. Kaldı ki, daha bugünden üretilen mallara zam yağdırmaya başladılar. Bu yüzden de, “batarız”, “vermeyiz” lafları kamuoyunu aldatmak içindir.
Toplu işten çıkarmalara gelince, ücret az da olsa “aşın” da olsa her TİS’ten sonra bunu yapıyorlar. Çünkü sendikalar iş güvencesiyle hiç ilgilenmedikleri gibi, TİS’e patronun işini kolaylaştıran maddeler koyarak işten çıkarmalara destek veriyorlar. İşçi çıkarmanın yolu patronlara yalvarmak ya da az ücret istemek olmamalıdır. Bu; ancak, tenkisatları önleyecek TİS maddeleri ve tabii, işçilerin tenkisatlara karşı alacakları ortak tavırla olabilir.
Kanımızca patronlar, ellerindeki bütün olanaklarla direnecektir. Ve bu grup sözleşmeleri; sadece şu anda TİS görüşmesi tıkanan işçilere değil, bütün sınıfı ilgilendirecek bir etkiye sahiptir. Onun için de sınıf olarak patronların direncini kıracak bir şeyler yapmak zorundayız. Bütün çalışanların genel grev ve direnişi olmadan aşılamayacak bir gidişat vardır. Eğer bunun gereğini yapabilirsek hem TİS görüşmelerindeki tıkanıklığı aşabiliriz, hem de özgürlüklerimiz için sağlam bir temel edinmiş oluruz.

EK -2
Toplu iş sözleşmeleri tıkanan Coca-Cola işçileri anlatıyor

1 Mayıs’taki kararlı ve mücadeleci tutumlarıyla kamuoyu gündeminde öne çıkan COCA-COLA işçileri, şu günlerde tıkanan toplu sözleşme görüşmelerini açmanın yolunu arıyorlar. COCA-COLA patronu işçilerden 1 Mayıs’ın intikamını alırcasına uzlaşmaz bir tutum sergileyerek yasal görüşme süresinde bir anlaşmaya yaklaşmadı.
Dergimiz muhabirlerinin COCA-COLA işçileriyle yaptığı görüşmenin bir özetini, TIS görüşmelerinde diğer işyerlerindeki benzerlikleri de gözeterek sunuyoruz.
İşyerinde 400’ü geçici olmak üzere toplam 1300 işçi çalışıyor. Bu işçilerden bir bölümü (satış ve ticaret bölümünde çalışanlar) TÜRK-İŞ’e bağlı Tez Koop-İş sendikasına, imalatta çalışanlar ise, yine TÜRK-İŞ’e bağlı Tek Gıda-İş sendikasına üye. Her iki sendika da şu anda TİS görüşmesi yürütüyor ve Eylül sonlarına doğru yasal görüşme süresi (şu günlerde) bitiyor.
Biz aslında bir yandan patrona karşı mücadele ederken öte yandan da sendikaya karşı mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Şöyle ki: daha sözleşme görüşmeleri başlamadan, bizim de bağlı olduğumuz, Tek Gıda -İş’in Cibali Şubesi’nin, 1 Mayıs’ta Türk-İş’in kutlama amaçlarını aşan kutlamalara ön ayak olduğu gerekçesiyle, şube’nin TİS görüşmelerine katılma yetkisi alınarak, yetki bölge Temsilciliğine devredildi. Biz, kendi şubemizin yetkili olmasını istiyoruz. Sendika Genel Merkeziyle aramızda bu sürtüşme sürüp gidiyor. Öte yandan, biz işyerinde yetkili iki sendikanın tek bir taslakla görüşmelere katılmasını istedik. Ama iki sendika görüşmeleri ayrı ayrı sürdürmekte çıkar umdu. Ve şimdi görüşmelerde ayrı ayrı sürdürülüyor. Oysa biz işçiler hepimiz aynı koşullarda çalışıyoruz ve sorunlarımız aynı. Sadece yaptığımız işler biraz farklı. Ama iş akışı açısından bakılırsa aynı işin çeşitli bölümlerini yapıyoruz. Nitekim birkaç ay sürdürdüğümüz, iş yavaşlatma, sakal bırakma, konvoy eylemi vb. de bu yüzden sorun çıktı. İmalat ve satış arasındaki dengesizlikler işçilerin bile birbiriyle sürtüşmesine yol açtı. Sendikaların işine de böylesi geliyor olacak ki, kendi aralarında sağlıklı bir diyalog kurarak ortak tavır almaya yanaşmıyorlar. Sadece işçilerin birlik çabalan ise tek başına uyumsuzlukları gideremiyor. Ama her-şeye karşın, geçmiş yıllara göre ortak davranışta bu yıl daha ileri bir aşamadayız ve çelişkiler çıkmasına karşın, iş yavaşlatma ve konvoy eylemlerinde başarılı olduğumuzu söyleyebiliriz.
TİS görüşmeleri sürecince yaptığımız eylemleri işyerinde 70-80 işçi tarafından seçilen bir eylem komitesiyle yürüttük ve sanıyoruz ki oldukça başarılı olduk. 1 Mayıs’tan önce de bir komitemiz vardı ve her üniteden arkadaşlar seçilmişti, ama işlevi bitince o dağılmıştı.
Tek Gıda’nın baskıları hala sürüyor, şube ile ilişkimizi kesmemizi istiyorlar. Temsilci arkadaşlara sizinle ilgili ayrı bir şube kuralım önerisinde bulunmuşlar. Biz reddediyoruz. Cibali Şubesine bağlı kalmak istediğimizi, 8 Eylül’de genel Merkeze giderek bildirdik. Ama onlar, Cibali’ye bağlı özel sektör işletmelerini oradan aldıklarını söylediler.
COLA işçisi sadece değişik sendikalara da bölünmüş değil. Sözleşme kapsamı dışında tutulan işçiler var. Ayrıca geçici işçiler var ve bunlar kadrolu işçilerin haklarında yoksunlar. Sendika bile bunların ücretine % 70 zam istiyor. Asgari ücretle çalışan bu arkadaşlar için % 70’lik zammın bir anlamı da olmuyor. Ayrıca bu arkadaşlar sözleşmeleri bittiği anda sokağa atılıyorlar. Bu toplu sözleşmeye bu arkadaşların yeni geçici işçi alınacağında öncelik tanınması için bir madde kondu, ama önemli olan bu tür işçiliğin kaldırılması. Sendika ve temsilciler, yasal bakımdan geçici işçiliği kaldıramayız diyorlar, ama TİS’e böyle bir maddenin konması olanaklı ve uygulamada geçici işçilik kadrolu hale getirilebilir. Yeter ki, kaldırılmak için gerçekten çaba harcansın.
Şu anda TİS görüşmelerinde Tek Gıda 11, Tez Koop. ise 13 maddede uyuşmazlık durumunda. En zor anlaşmaya varılacak madde de ücret konusunda karşımıza çıkıyor. Şimdi, işyerinde ortalama saat ücreti 1950 TL biz 14 bin TL istedik. Sendika şu anda 9500TL’na inmiş durumda. İşveren ise 5750 TL de ısrar ediyor. Ayrıca biz, yıllık kıdem saat ücreti içinde 200 TL istiyoruz. Ama patron yanaşmadığı için artık grev ilanının asılmasını bekliyoruz.
Grevini gündeme geleceği şu günlerde patron 100 yeni geçici işçi aldı. Her makinaya bunlardan birini vererek, sendikasız bu işçilerle grev kırmayı hesaplıyor. Siz greve gitseniz de ben bunlarla üretimi sürdürürüm demek istiyor. Üstelik bu yeni alınanlar seçilip alınmış, gerici nitelikte ve girdiklerinden beri sürekli provokasyon yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin şişeleri yere atıp kırıyor, sonra da iş yavaşlatıyor diye bizi patrona şikâyet ediyorlar. Patron ise, bunlara çok yakın davranıyor. Eskiden namaza gitmek isteyenlere, “çalışmak da ibadettir” diye izin verilmezken bunlar topluca namaza gidiyor, kimse bir şey söylemiyor. Bu yüzden yeni olaylara gebe görünüyor.

Ekim 1990

Emperyalist saldırganlığın bir temel faktörü: Helsinki Zirvesi… Körfez, Helsinki ve sonrası

·    Helsinki sonrası artan saldırganlık
·    Emperyalist saldırganlığı “meşrulaştırma” platformu: Birleşmiş Milletler
·    Siyasal-diplomatik çözüm “arzuları” ve gerçek: Körfeze durmak bilmez askeri yığınak
·    Amerikancı çözüm: Irak’ın ezilmesi ve haritanın değişmesi, Orta Doğu’da yeni “güvenlik sistemi”
·    Saldırganlık zıt tını doğuruyor: Ambargo deliniyor 
·    Amerikancı çözüm temelinde yapılan Türk “ulusal” çıkar hesapları

Amerikan ve Sovyet başkanları, Bush ve Gorbaçov, Eylül başında, artık numaralandırılmaktan vazgeçilen zirve toplantılarından birini daha gerçekleştirdiler. Helsinki zirvesi, bu yıl yapılanların üçüncüsü oluyor. Artık Amerikan ve Sovyet başkanlarının içlikleri su ayrı gitmiyor.
Toplantıların sıklığının ötesinde, içeriğinde değil -içerik aynı kalmaya devam ediyor: dünyanın paylaşılması- ama anlaşmalara varabilme kapasite ve yeteneğinde önemli gelişmeler görülüyor. Birkaç yıl öncesine kadar bu tür toplantılar ya da zirveler ya anlaşmazlıkla sona ererdi ya da Küba’ya karşı Türkiye, Angola ve Etiyopya’ya karşı Mısır vb. gibi çatışma konularında belirli bir noktada uzlaşmaya varılırdı. İki süper devlet arasında rekabet, sürtüşme ve çatışmalar giderilemez, bunlar var olmaya devam eder, ancak belirli geçici uzlaşmalar sağlanırdı. Tamamen birlik içinde olunan dünya proletaryası ve halklarına karşıtlık noktasında bile, bu karşıtlığın gerçekleşme biçimi, sonuçları ve hangi kanala akıtılacakları anlaşmazlık ve rekabet konusu olur, farklı çözümler uygulamaya konurdu.
Bu durumun kökten ve kalıcı biçimde değişmekte olduğu ya da değiştiği varsayımı pek gerçekçi olamaz; geleceğe yönelik böyle bir beklenti, en azından şimdilik, gerçekçi bir değerlendirme olarak benimsenemez. Ancak şöyle ya da böyle, bugünkü somut durum, ABD ve SSCB arasındaki ilişkilerin bugünkü şekillenişi, bu iki emperyalist devletin rakipler olmaktan çok ortaklar olarak davrandıklarını ortaya koymaktadır. Körfez krizi karşısındaki tutumları, iki süper devletin rekabet ve çatışmadan çok ortaklık temeline dayanan, en azından konjonktürel ilişkilerinin bir kanıtı durumundadır. Körfez krizi karşısında Amerikan ve Sovyet tutumları arasında oldukça az bir farklılık vardır. Tutumlar temelde aynıdır, ortaktır.
Bu durumun ne yönde gelişeceğini göreceğiz. Gelişme yönünü belirleyecek olan, SSCB’nin bugünkü çok yönlü bunalımının şöyle ya da böyle çözülecek olmasıdır. Bugün S.B. ve Gorbaçov o denli iç sorunlara batmış durumdadır ki, bir soluk alıp gözünü dışarıya çevirememekle, çevirse bile, kendi farklı çözümünü dikte ettirmeye yönelmenin koşullarını henüz bir araya getiremediğinden “ayağını yorganına göre uzatmaktadır”.
Oluşan bu durumda, kuşkusuz, SB’nin batılı kapitalist normlara göre yeniden örgütlenmekte oluşunun belirleyici bir etkisi olduğu düşünülemez. Bu, olsa olsa, bundan sonra, SB’nin, halkların ve dünya proletaryasının sosyalizm özlemlerini daha düşük bir düzeyde kendi emellerine alet edebilecek oluşunun ya da belki artık bu etkeni kendi yararına kullanamayacağının bir faktörü olabilir. Ama S.B. bir emperyalist devlet olarak kaldıkça, sosyalizm maskesini isler kullansın isterse kullanmasın, başka emperyalist devletlerle çıkar çelişkilerine sahip olacak, onlarla sürtüşecek, barışçıl ya da barışçıl olmayan çatışmalara yönelecektir. Hele dünya hegemonyası peşinde koşma potansiyeline sahip bir büyük emperyalist devlet için bunun tartışılması bile gereksizdir. 1. ve 2. emperyalist savaşlar ve bu savaşlar öncesi rekabet, sürtüşme ve çatışmaların taraflarından biri hiç de sosyal emperyalist bir karakter taşımıyordu.
Bugün SB ve Gorbaçov, uluslararası sahnede, şu ya da bu sorunda Amerikancı çözümler karşısında Sovyet çözümünü dayatacak gücü kendisinde bulamamakta, böyle bir dayatmanın “yeniden yapılanma”yı alt üst edeceğini, SB’yi çeşitli olanaklardan yoksun kılacağını hesaplayarak geride durmayı tercih etmekte, Amerikan emperyalizminin dünya jandarması olarak ortada dolaşması ve uluslararası ilişkileri kendi odağından düzenlemesine ses çıkarmamaktadır. Gorbaçov’un yapmaya çalıştığı, uluslararası ilişkilerin yeni düzenlemelerinin tümüyle dışında kalmamak, gelecekteki SB lehine “düzeltmeler” için gerekli faktörleri bugünden gözetmek ve ama alternatif oluşturarak karşı çıkamadığı Amerikancı çözüme, onu belirli noktalarda törpülemeye yönelerek uyum sağlamaya çalışmaktır. Gorbaçov bugün için tersini düşünememektedir. Ulusal sürtüşme ve çatışmalarla birbirinin boğazına sarılmakta olan Sovyet halklarını bir dış çatışmaya seferber edebilmesi hemen hemen olanaksızdır. Bir çatışma için gerekli ekonomik temelden bugün için yoksundur, Sovyet ekonomisi bir türlü aşılamayan bir tıkanıklık içindedir ve yeniden örgütlenme durumundadır. Üstelik böyle bir örgütlenme dış kaynakları gereksinmektedir ve bu kaynaklara mali, ama bundan daha çok siyasal olarak hükmeden ise Amerikan emperyalizmidir; Gorbaçov dış kaynaksız kalma riskini göze alamamaktadır. Elini kolunu bağlayan bu nedenler olmasa, Gorbaçov, çoktan, üzerine teoriler kurduğu “barış” propagandasını bir yana bırakırdı.
Bu arada bir küçük parantez. Bu durumun pek uzun sürmeyeceği açıktır. Dünya hegemonyası peşinde koşmaya koşullanmış ve alışmış bir büyük emperyalist devlet, bugünkü gibi ikincil, üçüncül rollerle yetinmeye, açık ifadesiyle yedeklenmeye katlanamaz. Gorbaçov’un zamanı kısıtlıdır. O’nun belki, ekonomik ve sosyal konularda “tek adamlık” yetkisi aldığı 500 günlük bile süresi yoktur. 1992 Mart’ı büyük ihtimalle Gorbaçov için son tarihtir. Durum ortada. Daha bugünden darbe söylentileri yoğunlaşmaya başladı. Ekonominin genel istikrarsızlığı yanında, özel olarak savaş sanayinin bunalımı ve sonuçta SB’nin ülke içi ve dışında fonksiyonsuzlaşma ya da çaptan düşme eğilimi içine girmesi Gorbaçov’u sarsıyor. Genel Kurmay eski başkanı Akromcycv’dcn sonra Ulusal Savunma ve Güvenlik Komitesinin konuya ilişkin yaptığı açık “uyarılar”ın önemi görmezden gelinemez.
Nedenleri üzerine burada uzatmak gerekmiyor. Ancak Körfez krizi odağında SB’nin, bir süper emperyalist devlete “yakışmayan” tutum içinde, bir süredir “Sovyetlerin, dünya sorunlarında güvenilir bir kriz ortağı olabileceğini” söylemekte olan Bush’u haklı çıkaran bir yer tutmakta olduğu ortadadır.
SB’nin başlangıçtan beri, Amerikan emperyalistlerinden görünür en “önemli” farklılığı, Körfez sorunun “barışçıl çözümü”nü öngörmekte oluşudur. Türkiye büyükelçisi Çernişev bu tutumu şöyle açıklıyor:
“Sovyetler Birliği sorunun askeri yöntemler ile değil, politik ve diplomatik çabalarla güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlar yolu ile çözülmesini istiyor. Her ne olursa olsun yeni tedbirlerle ilgili alınacak kararlar BM Güvenlik Konseyi’nde alınmalıdır ve kabul görmelidir.” (Güneş 22 Eylül)
SB, kuşkusuz, örneğin Türkiye gibi Amerikancı olmamakta, ABD dümen suyuna girmemektedir. Bugün için durum ve konumu uygun olmasa da, geleceği düşünerek, Arap halkları karşısında açık saldırgan bir konuma girmekten kaçınmaya çalışmakla, yakın zamana kadar kendi arkasında safa girmiş ya da Sovyet politikasıyla uyumlu bir politika izlemiş güçlerden tümüyle kopmak istememekte, en azından İsrail kozunu elden çıkarmamaya gayret ederek, bunlarla gelecekte yeniden geliştirebileceği ilişkileri bütünüyle tehlikeye atmamaya uğraşmakladır. Üstelik sürdürmekte olduğu “barış” propagandasıyla çelişme içinde olmadığı görünümünü vererek, gelecekte Arap güçlerine bugünkü durumunu açıklayabilmenin hesaplarını yapmaktadır. Ama ne olursa olsun, Sovyetler bugün Arap halkları karşısında Amerikan emperyalistleriyle birlikte ve ortaklık halinde bir yer tutmaktadır. Ne Irak ve ne de Filistinliler ve diğer Arap halkları Sovyetler Birliği’nde güvenilebilecek bir yön bulamamaktadırlar.
Bugünkü durumu değişmez kabul eden metafizik bir yaklaşım sergilese de, Ecevit, bu yönüyle, günümüzü doğru değerlendiriyor:
“Helsinki’deki Bush-Gorbaçov doruğu, iki büyük devletin Ortadoğu bunalımı karşısında ortak tavır ve dayanışma eğiliminde olduklarını; aralarında bazı görüş ayrılıkları olsa bile böyle bir dayanışma ortamı oluşturmakta güçlük çekmediklerini göstermesi bakımından önemli bir gelişmedir. Ortadoğu’da çıkan veya çıkabilecek bunalımlarda, artık taraflar, iki büyük devlet arasındaki kamplaşmadan yararlanma, birbirlerine karşı iki büyük devletin ardında saflaşma olanağını kolay kolay bulamayacaklardır. Helsinki doruğu uluslararası alanda, Irak’ı yalnızlığını büsbütün vurgulamıştır. Doğu-Batı yakınlaşmasından önce ABD, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki etkinliğini engellemeye çalışırdı. Oysa şimdi tam tersine ABD, Sovyetler Birliği’nin de Ortadoğu’da kendisiyle yan yana etkin bir rol oynamasını ister duruma gelmiştir.” (Cumhuriyet, 11 Eylül)
Ecevit’in zaafı, bugünkü Doğu-Batı yakınlaşmasını kalıcı ve değişmez varsayması ve başka yer ve zamanlarda yaptığı değerlendirmelerde, iki süper devlet arasındaki barışa dayanan barışçıl bir “dünya düzeni”ni, geliştirdiği politikaların kalkış noktalarından biri yapma eğiliminde olmasıdır. Oysa bugünkü durum, konjonktürel nedenleri olan geçici, gelecekte ne yönde değişeceği bugünden kesin bir şekilde belirlenemeyecek ve üzerine kalıcı politikalar inşa edilemeyecek bir geçişsel durumdur. Ve Ecevit’in bir diğer zaafı ise, “çıkan ve çıkabilecek” Ortadoğu bunalımlarının Ortadoğu devletlerinden kaynaklandığını, bunalım bir kez patlak verdikten sonra bu devletlerin kendilerine iki süper devletten biri ardında yer aradıklarını düşünmesidir. Oysa bugünkü bunalım içinde olmak üzere, bölgede oluşan tüm bunalımlar başlıca, emperyalist büyük devletler kaynaklıdır ve bu bunalımlarda bölge ülkeleri ya emperyalist emellere alet edilmiş ya doğrudan kukla olarak kullanılmış ya da emperyalist saldırganlığın kurbanı olmuşlardır. Ama şu doğrudur ki, Ortadoğu’da ilk kez iki büyük devlet de içinde olmak üzere, aralarında nüansa ilişkin farklılıklarla, hemen tüm emperyalistler tek bir ortak cephe oluşturmuşlardır. Irak bu kez, yardımına güvenebileceği, çıkarlarını birleştirebileceği bir büyük devletin işbirliğinden yoksun kalmıştır. Ve doğrudur, Irak uluslararası alanda büyük bir yalnızlık içindedir, eğer uluslararası alan emperyalistler ve müttefiklerinden ibaret sayılırsa.
Ecevit’in değerlendirmesinde tek bir doğru var: Amerikan ve Sovyet emperyalistleri, diğer emperyalistlerle birlikte Irak’ın ve genel olarak Arap halklarının karşısında yer tuttular Körfez krizinde ve Irak’ın manevra alanı çok sınırlıdır.
Helsinki ortak bildirisinde Irak, Kuveyt’ten çekilmeye ve Sabah’ın yeniden işbaşına gelmesine izin vermeye çağrıldı. En büyük devlet, ABD, Irak’ı yutmaya, haritayı değiştirmeye, bunu açıktan deklare ederek yönelmişken, büyük bir sahtekârlıkla bildiride şu söylendi: “Büyük devletlerin, daha küçük komşularını yutabildikleri bir ortamda, barışçı bir uluslararası düzen mümkün olmayacaktır.” Hayâsızlık!
ABD ve Sovyetler “barışçı bir uluslararası düzen” peşindeler, bunu kuracaklar, ama Irak bırakmıyor! Ve bu düzen, ya Irak’a “siyasal diplomatik yollarla güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlarla” zorla boyun eğdirilerek ya da Irak silah zoruyla ezilerek kurulacak! Biz barışın silah zoruyla sağlanamayacağını, barış ve özgürlük dünyasına giden yolun silah zoruyla açılamayacağını düşünen sosyal pasifistlerden, içeriği ve sınıf niteliğine önem vermeyen mutlakçı şiddet, zor ve otorite karşıtlarında değiliz. Ama kendi ülkelerinde ve dışarıda tüm varoluşları ve politikaları sömürü zor ve şiddet üzerine kurulu emperyalistler, emperyalist burjuvazi, “barışçı bir uluslararası düzen”in Kuveyt petrolünün Irak değil de kendisi tarafından yağmalanması temelinde kurulabileceğine ikna edebileceği çok az kişi ve onlardan da daha az Arap bulacaktır. Barış düzenini Irak mı mümkün olmaktan çıkarıyor? Bırakın Arap halkları çözsün sorunu. Emperyalistlerin ne işi var Körfez’de? Siz kim oluyorsunuz da “barış düzeninin” jandarmalığına soyunuyor, “yeni bölgesel güvenlik sistemleri” sözü ediyorsunuz? Siz saldırgan NATO ve Varşova paktlarını lağvedin, bırakın yenilerini kurmayı. Halklar kendi güvenliklerini sağlamayı becereceklerdir. Ve buna ancak sizlere karşı yapabilecek”lerdir.
Helsinki bildirisi,”Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarının tam olarak uygulanmasından başka hiçbir şey kabul edilemez. Tüm dünya toplumunu, BM denetimindeki yaptırımlara bağlı kalmaya davet ediyor ve bizler de uyum içerisinde, yaptırımların tam olarak uygulanmasını sağlamak için çalışacağımıza söz veriyoruz.” diyor.
Birleşmiş Milletler ve yaptırımlar…
BM 2. savaş sonrası bir barış örgütü olarak kurulmuştu. “Soğuk savaş” yıllan boyunca niteliği değişti, kapitalist ve sosyalist ülkelerin ideolojik ve siyasal çatışmasının bir kürsüsü olmaktan tam bir emperyalist kuruluş olmaya doğru evrilerek bugüne geldi. Orada yılardır halkların çıkarlarına aykırı pazarlıklar yapıla-geldi. Uzun süre BM, iki süper devletin rekabet ve çatışmalarının diyalogunun platformu işlevi gördü. Emperyalist devletlerarasındaki sürtüşme ve çatışmalar sürerken, BM, karşılıklı vetolarla, uygulanmak üzere hiçbir kararın çıkamadığı, ama yine de bu devletlerarasında bir diyalogun korunabildiği ve ancak halklar aleyhine kararlar alınabilen emperyalist bir kuruluş olarak varlığını sürdürdü. Bünyesinde tüm ülkeleri barındırıyordu. Arnavutluk gibi sosyalist bir ülkeyle bir dizi demokrat ülke de BM’ye üyeydi; ancak bu ülkeler BM üzerinde belirleyici bir etki gücüne sahip değillerdi. Bugün de böyle Kararlar Güvenlik Konseyi’nden çıkıyor. 5 büyük emperyalist devlet bu kuruluşun daimi üyesi ve veto hakkına sahipler. Diğerleri değişiyor ve bunlar hiçbir zaman kararları etkileyemiyorlar. Ama sonuçta tüm dünya ülkelerinin ortak platformu görünümündeki BM, aldığı kararlarla emperyalist politika ve girişimlerin meşrulaştırılmasının mercii oluyor. Kore saldırısının “meşruluğu”nu BM sağlayıp üstlenmişti, bugün Irak’ın “haritadan silinmesini” meşrulaştırma görevi yine BM’ye düşüyor. BM, bir “dünya parlamentosu” olarak bütün parlamentoların oynamakta olduğu “asma yaprağı” rolünü “dünya çapında” oynuyor.
Bir ulusa boyun eğdirme amaçlı yaptırımları bu kuruluş karara bağlıyor. Zoru karara bağlıyor. Yaptırımların silah zoruyla denetimini kararlaştırıyor. Bir ulusa karşı silah kullanılmasını meşrulaştırıyor. Hani ulusal haklar? Hani BM’nin ulusların birlik halindeki çıkarlarının temsili kuruluşu olduğu yolundaki kuruluş amacı? Bu kuruluş azgın birer saldırgan olan ABD ve Sovyetler Birliği’ne karşı hiçbir yaptırım karan almadı şimdiye dek. Bunların saldırganlığını kınamadı bile. Ama şimdi kurtlara kuzu teslim ediyor. Körfez krizinde bir taraf olan, petrol çıkarlarının peşindeki Amerikan emperyalistlerine yaptırımları uygulama ve denetleme yetkisi veriyor.
Aslında hem Amerikan hem de Sovyet emperyalistleri BM kararı olmadan da, “yaptırım” ne kelime, doğrudan askeri müdahaleler, darbeler örgütlediler, birçok ülkeye karşı. Ama günümüz hem “barış” günü, hem de bölge oldukça önemli bir bölge, yalnız askeri-stratejik yönüyle değil, petrol kaynaklan yönüyle de. Ve bölgede bölünüp parçalanmış da olsa başlıca Arap halkı yaşıyor. Henüz tarihe bile mal olmamış yakınlıklar bölge ülkelerinin halklarını canlı bir içli-dışlılık halinde tutuyor. Siyasal açıdan karşıya alınmasından kaçınılması mutlak gerekli bir faktör oluşturuyor Araplar. Ve hele anti-emperyalist duygularla donanmalarından özellikle kaçınmak, buna fırsat yaratmamak gerekiyor. Amerikan emperyalistlerinin şimdiye dek bir türlü saldırmamasının altında yatan esas etken bu. Elbet giderilmesi gereken askeri yığınak yetersizliği de var, ama esas faktör, düşman bir anti-emperyalist Arap birliğini yaratmama kaygısı.
Bu noktada Birleşmiş Milletlerin rolü önem kazanıyor. Amerikan emperyalizmi bir dizi ülkeyi suçuna ortak etmek, Arap halkları karşısına yalnız başına çıkmamak istiyor. Sovyetler Birliği’ni Körfez sorununa “kriz ortağı” olarak çekmek islemesinin temelinde de bu var. Evet, ABD ile SB arasında dünya ölçeğinde yeni ilişkiler ve bir ortaklık platformu oluşuyor ama Körfez bunalımına Sovyetlerin asli faktörlerden biri olarak katılmasının da özel önemi var: Sovyetler, özellikle ilerici Arapların, bir dizi Arap ülkesinin yakın bir müttefiki olagelmişti, öyle sanılmıştı; Sovyetler Arap halkları ve ülkelerin gözünde bu yanılsamalı görünümü büyük ölçüde yaratabilmişti.
Amerikan emperyalistleri Irak ve Saddam’ı Araplar içinde de tecrit edebilmek ve gelecekle ve şimdi kendilerine karşı oluşabilecek Arap düşmanı potansiyel ve tutumlardan kurtulabilmek için, bir yanıyla BM şemsiyesine, diğer yanıyla Sovyet desteğine gerek duydu.
Amerikan emperyalistleri, bununla da yetinmiyor. Arap işbirlikçilerini baştan beri harekete geçirmiş durumdadır. Suudi kralı, Mısırlı Mübarek, bir dizi sultan ve şeyh Körfez kriziyle birlikte ABD’nin övgülerine ve cömertliklerine mazhar oldular, örneğin Mısır’ın 7 milyar dolarlık borcunu siliyor ABD. Henüz Türkiye’ye ilişkin olarak vaatlerin ötesine geçilmezken, Mısır yalnızca Arap oluşuyla bu cömertliği hak ediyor. Üstelik Ürdün kralı sadık Amerikancı Hüseyin, Irak yanlısı bir tutum içinde olan Filistinli ve Müslüman “tebaa”sının yarattığı iç zorluklarının üstesinden gelemeyerek “ambargo delici” bir konuma sürüklenmişken, ABD daha ince davranma zorunluluğunu duyuyor. Mısır’ın borcu silinerek ABD yanlılığı cesaretlendiriliyor; ötesine geçiliyor, “terör üssü” olarak lanetlenmiş Suriye kazanılmaya çalışılıyor. Irak’la geleneksel düşmanlık içinde olan Suriye’nin kazanılması pek zor olmuyor. Suriye Arabistan’a ilk asker yollayan ülkeler arasında yer alıyor, Helsinki sonrasında ise 10 bin asker ve 300 tanktan oluşan yeni birlikler yolluyor. Bu sevkıyata Mısır da katılıyor. Suriye’nin Amerikancı çözüm doğrultusundaki davranışını kolaylaştıran önemli bir faktör ise, Sovyetlerin Körfeze ilişkin tutumu. Suriye, Sovyetlerin bölgedeki en yakın müttefiki durumunda, bu bir, ve iki, Sovyetlerin işlev yitimini görmekte olan Suriye, kendisini, Amerikan etkisini daha çok gözeterek ve onunla daha yakın ve daha iyi ilişkilere sahip olmaya yönelerek yeniden konumlandırıyor. Suriye’nin bu esneklik yeteneğinde hiç kuşku yok, Helsinki’de gerçekleştirilmiş “mutabakatın temel bir rolü var.
Helsinki’de bir kararlılık ortaya kondu. “BM kararları uygulanacak” ve “yaptırımların tam olarak uygulanması sağlanacak” denmişti, ortak bildiride.Ama öteye de gidilmişti: ” (Irak) saldırganlığının sona erdiğini görmekte kararlıyız ve varolan girişimlerin başarıya ulaşmaması durumunda ek önlemler alınmasına hazırız.”
Irak da tecrit olmamaya ve cephe daraltmaya çalışıyordu. Bu noktada bile Sovyetleri suçlamadı, kaçındı bundan. Oysa “ek önlemler” ne olabilirdi? Önce hava ablukası geldi. Ama en önemli ipucunu BM toplantısına katılan Sovyet dışişleri bakanı Şevardnadze verdi: “Gerekirse BM şemsiyesi altında işgalci Irak’a gereken ders verilir”, “Irak Kuveyt’i terk etmediği takdirde gerekirse BM şemsiyesi altında silah gücüne başvurulabilir.” (Milliyet, 27 Eylül)
Ve Irak patladı: “Satılmış Moskova”! Irak bu noktada Sovyetleri Amerika ve Arap şeyhlerinden rüşvet almakla suçlayarak, “Sovyetler Birliği’nin Araplarla dostluk ilişkilerine hevesi yoksa ve yüzünü Amerikan saldırganlığına döndürüyorsa, o zaman Arapların Sovyetler ve onun gibilerle ilişki kurmaya meraklı olmadığını” açıkladı.
Daha üç gün öncesine kadar Sovyetler siyasi çözümden ve barışçı çözüm yolundan yana olduğunu tekrarlayıp duruyordu. Bu tulum, Sovyetlerin ABD’yi ikna etliği yorumlarına neden olarak, Helsinki bildirisine, “tercihimiz, krizin barışçı yollarla çözümüdür” şeklinde girmişti. Zaten Özal da “savaş istemiyoruz” ya da “savaş ihtimali % 1” gibi sözler ederken, aynı anda, “Irak’ın gücü abartılmamalı” diyerek Amerikalı dostlarını bile savaşa yüreklendirmeye çalışmıyor muydu? Aynı, “savaş son çare” diyen Özal gibi Helsinki bildirisi de “tercihimiz barışçı çözüm” diyordu. Savaşın da barışın da, her şeyin en iyisine anında karar verme yeteneğine sahip Akbulut hemen onaylamıştı: “Aynen bizim tutumumuz” demişti.
Özal da Meclis’ten yetki almış, ama Demirel’i bile isyan ettirerek “kullanmak için almıyoruz” mealinde sözler etmemiş miydi? Herkesin tercihi barış ve barışçıl çözüm. Ama yine herkes silah ve asker yığıyor, yetkilerini ve güçlerini yeniden düzenliyor. Sahtekârlık mı? Bir yönüyle evet Kimse savaş yanlısı görünmek istemiyor. Amerika bile. Orada kamuoyu yoklamalarına göre savaş aleyhtarlığı % 80’e, Türkiye’de Konda’ya göre % 70’e yaklaşıyor. Halkların bu savaş karşıtlığını kimse görmezden gelip öyle kolaylıkla açık bir savaş propagandası yürütemez. Propaganda bir yana, kimse böyle büyük oranda savaşa karşı halkları savaşa süremez. Elbette, “tercih” “barıştan yana” olacaktır!
Ama bir de madalyonun öte yüzü var. “Körfezde her an savaş patlayabilir. Eski bir dostları olarak uyarıyorum” diyen Şevardnadze’nin, “tercihimiz, barışçı çözüm” diyen Helsinki bildirisinin, benzer şeyler söyleyen Bush’un, “savaş son çare” diyen Özal’ın, sadece dillerinin altında yatan değil, pratikleri ve bu pratiklerine yön veren politikaları nedir? “Harita değişikliği”, Bush’un da, Özal’ın ve C. Çandar gibi tüm Amerikancıların da ağzında ve geleceğe ilişkin hesapların yanı sıra bugünkü politikalar da bu varsayım üzerine kuruluyor. Irak’ın ezileceği, etkisizleştirileceği ve Saddam’ın silineceği hesabı, herkesin, tüm emperyalistler ve uşaklarının tutum ve politikalarını belirliyor.
Şu açık: barışçı siyasal-diplomatik çözüm, yalnızca bugünkü “tercih” durumunda. Bu demektir ki, yarın “tercih” savaş olabilir ve zaten savaş ihtimalinden somut olarak söz ediliyor, yalnızca bu da değil, yalnızca tehditler savrulmakla da kalmıyor, devasa askeri yığınak yapıldı, yapılıyor.’
Alternatifler şunlar: ya tehditler, yığınaklar ve “politik ve diplomatik çabalarla güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlar yoluyla”, yani zoru dayatarak Irak’a diz çöktürmek ya da Irak’ın diz çökmemesi durumunda silahlı saldırı, savaş. Savaş tehdidi (örneğin Özal “BM savaşa karar verirse Türkiye’nin karşı çıkmayacağını” söylüyor -Milliyet, 28 Eylül) ya da savaş -bu ikisi öz olarak aynı politikanın iki, birbirinden pek farklı olmayan biçimlenişidir; bu politika, güç politikasıdır. Şiddet politikasıdır. İlişkilerin güç yoluyla düzenlenmesi, çıkarlar ve isteklerin güç yoluyla, güce dayanarak elde edilmesi politikasıdır. Bu tür bir “barışçı çözüm”ün “tercih” edilmesi, gerçek bir barışın tercih edilmesi değildir ve zaten emperyalist kapitalist dünyada her hangi bir sorunun güç ilişkileri dışında şekillenişi ve güce dayanmayan, güç politikası aracılığıyla olmayan çözümü şimdiye dek görülmemiştir, şimdi ve bundan sonra da mümkün değildir.
Burada yalnızca esas tercihi “barışçı çözüm” olan, ama “savaş son çare” ya da “her an savaş patlayabilir” türünden tehditlerle savaşkanlık ve saldırgan doğasını da ortaya koyan emperyalistler ve onların arabalarına bağlanmayı “ulusal çıkar” sayan işbirlikçilerin “barış” sahtekârlığının değil, cidden savaşa karşı çıktığını sanan sosyal demokrasinin açmazının da sözünü etmek gerekiyor. Örneğin İnönü, tutumunun esasını BM kararlarına uymak şeklinde saptıyor. BM kararları ise ortadadır. Savaş tehditleri bu kararlarda somutlanıyor ve bunlarda yansıyor. İnönü’nün Özal’la arasındaki temel tartışma, yetkiler sorununu bir yana bırakırsak, BM kararlarının ötesine geçip geçmeme tartışmasıdır. Ama Özal da BM kararlarının ötesine fiilde geçmiyor ki. O bir yana, ABD bile bu kararları tanımazlık etmiyor. ABD kendi politikası ve kararlarını BM politikası ve kararları olarak bu kuruluşa dikte ettiriyor.
Sorun savaş tehdidinin nereden geldiği ve savaş kararını kimin verecek olduğu değildir. Bunu BM yaparsa doğru mu olacak ve desteklenecek midir? Irak’ın güç yoluyla, güç politikası aracılığıyla, yaptırımlar ve savaş tehdidiyle BM kararları doğrultusunda Kuveyt’ten çekilmeye vb. “ikna” edilerek ona diz çöktürülmesi barışçı çözüm mü olacak, desteklenecek midir? Irak’a ve Arap halklarına karşı, BM şemsiyesini kullansın ya da kullanmasın Amerikan emperyalistleri başta olmak üzere emperyalistlerin ve onların güç politikasının safında yer alınacak mıdır? Sosyal demokrasinin yanıtlaması gerekli soru budur. Onlar bu soruya utangaçça ve savaş karşıtı bir propaganda eşliğinde de olsa, olumlu yanıt veriyorlar.
İnönü, hükümetin Meclisten istediği savaş yetkisi görüşmelerinde şu ilginç değerlendirmeleri yaparak Amerikancı ve onun ülkemizdeki savunucularının politikasından pek de farklı bir politikayı savunmadığını, farkının, Özal’ın deyimleriyle “riskli ve atak” ya da “kişilikli ve aktif kraldan çok kralcı, maceracı politikalar aracılığıyla” harita değişikliğinde uygun yerler kapmak, üstün bir rol elde etmek ve ucuz -ama aslında pahası büyük- parsalar toplamak peşinde olmamakta olduğunu ortaya koyuyor.
“Zaten olası savaş bölgesinin kuzey sınırını koruyan bir komşu ülke olan Türkiye’nin bölgenin başka bir yerine savaş birliği göndermesini istemek, hangi haklı gerekçeye dayandırılabilir? (…) Biz, güney komşusunu aniden istila eden bir ülkenin kuzey komşusu olmamıza rağmen bu hukuk ihlalini kınayan ve düzeltilmesini isteyen Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını çekinmeden uygulayan bir ülke olarak dünyada itibar kazandık. Bu itibarı gene uluslararası hukuk ilkelerine bağlılığımızı göstererek, barışçı çözümleri özendirerek devam ettirebiliriz.” (Cumhuriyet, 3 Eylül)
Burada Özal’ınkinden özünde farklı bir politik tutum var mı, tutarlı bir politika yakalamak mümkün mü bu söylenenlerde? Belki, karşıt bir politikayı eleştirirken aşırıya gidiyor İnönü, ancak söylediklerinin anlamı çok açık: Biz zaten savaş bölgesindeyiz, Arabistan’a birlik göndermeye ne gerek var, gerekirse Kuzeyden saldırırız Irak’a! Askeri açıdan doğru -ne de olsa paşa oğlu! Ama bunlar “savaşa hayır”ı sloganlaştıran bir partinin genel başkanının sarf edeceği sözler midir? Bu nasıl savaş karşıtlığıdır? Ve Türkiye BM’nin yaptırım kararlarını ilk uygulayan ülkelerden biri olarak hangi dünyada itibar kazanmıştır? Emperyalistler nezdinde bir itibar dışında, bir itibardan, örneğin Arap halkı karşısında bir itibardan söz edebilir mi? Hangi “uluslararası hukuk”? Emperyalist saldırganlığın “hukuku” ile halkların hukuku arasındaki fark ne zaman öğrenilecek? Ve öğrenilmeden kim aldatılabilecek? BM’nin, başta ABD olmak üzere emperyalist saldırganlığın “meşruluk” platformu olarak aldığı savaş ve saldırganlık kararlarının, hukukla ve barışçı çözümleri özendirme politikasıyla ne ilgisi olabilir? Burjuva politikasının sahne ışıkları allında “vur fakat dinle” diyerek, en azından Irak görüşlerini de yansıtan ve sorunun tek yanlı değerlendirilmesinin ötesine geçmeye yönelen Ecevit, İnönü’den çok daha kavrayışlı ve tutarlı olduğunu ortaya koyabilmiştir. İnönü emperyalist çerçevenin dışına bir nebze olsun çıkmayı düşünmez ve bunu yönelmezken, “barışçı çözümü”nün ABD ya da Özal’ın “barışçı çözümü”nden farkını kesinlikle ortaya koyamazken, zaten böyle bir politika üretmeye hiç niyeti yokken ve onun çözümü emperyalistler ve uşaklarınınkinden özünde hiç farklı değilken, Ecevit çerçeveyi zorlamıştır. Ecevit belki tam tutarlı olmamaktadır, ama emperyalist çözümü desteklemediğini ortaya koymaktadır. Alternatif ortaya koyabilmekte midir? Hayır, O’nun bakış açısı da burjuva “ulusal” çıkarlarla köreltilmiştir. Ama O, hiç olmazsa, gerçekten ulusalcı olmaya ve kendisini emperyalistlerden ve politikalarından ayırmaya çalışmaktadır.
Demirci de, biraz “yurtta sulh, cihanda sulh” düsturuyla, biraz muhalefette oluşunun eleştirelliği gereksinişiyle, Özal ve onun izini sürdüğü Amerikancı politika ve çözümün karşısında savaş karşıtı görünmekledir. Ama nasıl? O, savaş yanlılığıyla ya da Irak’ın ezilmesi ve haritanın değiştirilecek olması varsayımı üzerine kurulu politikayla pek parsa toplanamayacağını ya da toplanacak parsanın yitirileceklere değemeyeceğini düşünmektedir. “… bir savaş tehlikesi gelip yakınımıza oturmuşsa, hemen paçaları sıvayıp onun içine dalmanın bir gereği foktur.” (Cumh. 3 Eylül) demekte, 30 Eylül DYP toplantısında “savaşa ilk giren olmanın anlamsızlığı”ndan söz etmektedir. Onun Özal’dan ayrıldığı nokta, maceracı olmayış ve ayağın yere sağlam basılması gereğidir. Yoksa ne savaşa ve hele ne de yaptırımlar ve savaş tehdidiyle Irak’a diz çöktürme politikasına, güç politikasına karşı çıkmaktadır. Ama işte o da bir “savaş karşıtı”dır! Tıpkı
“demokrat” olduğu gibi…
Körfez krizine ilişkin Sovyet tutumu, ilk günlerin “barışçı çözüm” önerilerinden başlayarak tedricen, alıştıra-alıştıra gelişerek, Helsinki zirvesi sonrası basın toplantısında Gorbaçov’un “Irak liderliği ülkeyi bir çıkmaza götürmekledir” “saptaması” ile bildiride “ek önlemler almaya hazırız” noktasına, “güçlendirilmiş ekonomik yaptırımlar”dan “her an savaş patlayabilir” tehdidine ve “gerekirse BM şemsiyesi altında silah gücüne başvurulabilir” saldırganlığına varmıştır. Şevardnadze’nin en son açıkladığı tulum; “bizim tutumumuz BM kararlarına saygı göstermektir. Buna BM bayrağı veya gözetimi altında Körfeze Sovyet askeri gönderilmesi de dâhildir.” tulumu olmuştur. (Güneş, 1 Ekim) Burada ayak uydurularak alınan bir mesafe olduğu görülebilir. Ayak uydurulan kimdir?
Körfez krizinin sürükleyici gücü, Sovyetlerin şahsında “güvenilir bir kriz ortağı”nı artık bulduğunu düşünen ve “son olaylar, ABD liderliğine alternatif olmadığını kanıtladı” (12 Eylül, Kongre konuşması) diyen Bush’un başkanlığındaki Amerikan emperyalizmidir. ABD ve Bush, başından beri “Saddam kaybedecektir” vurgulamasını yapmaktadır. Haritanın değişecek oluşu vurgulaması da onundur.
“Artık diktatörlüğün Doğu ve Batı arasındaki çatışmalardan yararlanamayacağı”nı ilan edecek denli Sovyetleri yedeklediğine inanan Bush, ABD hedeflerini Kuveyt’in bağımsızlığı ve egemenliğinin sağlanmasıyla sınırlandırmamakta, “Körfezin istikrar ve güvenliğinin sağlanması”nı ve bunun için yeni bir “güvenlik sisteminin” kurulmasını da hedeflemekle, “adil bir barış arayışında olan yeni bir dünya düzeni kurulması”nı öngörmektedir. Bunlar, “harita değişikliği”nin değişik türden ifade edilmesi ve bunun siyasal-askeri kurumlaştırmasının gündeme getirilmesidir.
Bölge ülkelerinin gözünün korkutulması ve onların bu yolla yedeklenmesi amacıyla Bush’un söyledikleri şunlar:
“Irak şu anda dünya petrol rezervlerinin % 10’unu kontrol ediyor. Kuveyt ile birlikte % 20’yi kontrol ediyor. Eğer Kuveyt’i yutmasına izin verilirse, komşularını sindirecek ekonomik ve askeri gücü olur. Oysa bu komşular dünya petrol rezervlerinin aslan yapını kontrol ediyor, böylesine yaşamsal bir enerji kaynağının tamamının acımasız bir kişi tarafından kontrol edilmesine izin veremeyiz, vermeyeceğiz. Amerikanın gözü korkutulamaz.” (Cumh. 13 Eylül) Komşulara yönelik bu tahriklerin tuttuğu görülüyor. Ülkemiz egemenleri ve siyasal temsilcileri arasında bu fikirler önemli sayıda taraftar bulmuştur. “Güçlü ve daha da güçlenecek Irak’ın Türkiye’nin başına bela olacağı”, Irak’a karşı saldırgan bir politika geliştirilmesinin temel hareket noktalarından biri yapılmıştır. Bu, başka ülkeler açısından da doğrudur ve Bush propagandası, Amerikancı cephenin güçlenmesine hizmet etmiştir. Bush’un sorunu bağladığı yer ise başkadır. Irak değil ben kontrol etmeliyim, Irak’ın petrol rezervlerini kontrol etmesine izin verilmez!
Ve işte bölgeye kalıcı olarak yerleşmeyi, bunu bir “güvenlik sistemi” ile kurumsallaştırmayı tasarlayan ABD’nin geleceğe ilişkin öngörüleri (Helsinki bildirisinde her ne kadar “işimiz bilince birliklerimizi çekeceğiz” diyorsa da. Amerikan hesabı kalıcılık üzerinedir):
“Körfezdeki çıkarlarımız ve oraya ilgimiz geçici değildir. Bu ilgi Saddam Hüseyin’den önce de vardı, sonra da olacak. ABD’nin Körfezdeki tüm askerleri geri döndükten sonra bile ABD’nin Körfez’deki dostlarını desteklemekteki rolü kalıcı olacaktır. O zaman rolümüz, müstakbel saldırganlıkları caydırmak, dostlarımıza kendi savunmaları için yardım etmek, bölgede kimyasal, biyolojik, balistik ve nükleer teknolojinin yayılmasını önlemek olacaktır.”
ABD’nin bu kararlı ve Sovyetleri de kazanan tutum ve politikası etkilerini gösteriyor. Bu etki başlıca iki yönlü oldu. Kazama ve karşı safa itici etki.
İngiltere başlangıçtan beri ABD’ye en yakın politikayı izliyor. Şimdi Körfez’deki birliklerini takviye ediyorlar. Bir zırhlı tümen ve bir uçak filosu daha Körfez’e doğru yola çıkarılıyor. Thatcher “silahlı saldırıda bulunmayacağımıza dair hiç bir garanti veremem” diyor. Belki de en sert açıklama O’ndan geliyor.
İtalya, son günlerde saldırgan bir konuma sürükleniyor. Bir savaş gemisiyle bir tornado uçak filosu gönderiyor Körfez’e. Bunlar, BM yaptırımlarının daha etkili bir şekilde uygulanması amacıyla gönderilecekmiş!
Kanada, önceden gönderdiği 3 savaş gemisine ek olarak yeniden savaş uçakları ve asker gönderme kararı alıyor.
Fransa, Kuveyt’teki Fransız elçiliğine yapılan baskından sonra sertleşti. Mitterand, karşılık vereceklerini belirtti.
Almanya hala birlik gönderme yanlısı değil. Ama barışçıl bir tutum içinde de değil. ABD’nin askeri operasyonuna büyük mali yardımlarla katılmaya hazır olduğunu açıkladı. Körfez’deki Amerikan çıkartmasını nakliye gemileri ve uçaklarıyla takviye edecek. ABD’ye desteğini açıkladı.
Mısır, Suriye, BAE, birlikler yollayarak Amerikan politikasına katılıyorlar. Türkiye, “zaten kuzey cephesini tutuyor” ve ek olarak Özal, “zamanı gelince kriz ülkelerine danışarak asker gönderirim” (Cumh, 13 Eylül) diyor.
Her ne kadar Amerikancı politika izlemenin kârlılığı Özal ve C. Çandar gibilerince temel bir hareket noktası edinilmiş ve fakat hesaplar bugüne kadar doğru çıkmamışsa da, Türkiye tutumunda ısrar ediyor. Bush, “cephe hattındaki Türkiye ve Mısır gibi ülkelerce cömert yardım yapılacaktır” diyor Kongre konuşmasında. Mısır’ın borcu da siliniyor.
Ama Türkiye’ye yardım laftan öteye geçmiyor. “Kongreye baskı yapılacak” vb! Henüz para yardımı, malzeme sevkıyatı, borç silinmesi falan yok! Yazık! Dilencilik şimdilik sonuçsuz. Ve zaten 100 milyar doları aşkın ödemeler dengesi açığıyla ABD, Batılı dostları ve Arap Sultan ve şeyhlerinden askeri operasyonun finansmanına önemli katkılar istiyor. Verme bir yana almayı tasarlıyor. Durumu bilen Özal, “yardım değil ticaret” diyor. Başlıca Amerikan tekstil kotalarının kaldırılması, en azından hafifletilmesi üzerinde duruyor. Bush Kongreye baskı yapmayı vaat ediyor, ama henüz Özal ABD’deyken Kongre, her yıl olduğu gibi, bu yıl da, tekstil kotalarını % 1 oranında artırmakla yetiniyor.
Ticaretle de sonuç yok. Ve C. Çandar’ı bile isyan ettiren bir gelişme. Hani “aktif ve kişilikli politika” ile AT’la olan ilişkilerimiz düzelecek, bunun için ABD de AT’a baskı yapacaktı ya, bu AT’da Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (TC’nin Rum Yönetimi dediği) başvurusu reddedilmeden görüşülmek üzere komisyona gönderiliyor. En önemli “ulusal” sorunumuzda refüze oluyoruz. Özal ve Çandar’a göre, sözde AT önemini kanıtlayan Türkiye’yi küstürmeyi göze alamazdı! Olmuyor. Kala kala kimsenin Türkiye’ye yedirmeyeceği Kerkük-Musul hayali kalıyor! Hayırlısı! Üstelik zararın bini bir para. Petrol fiyatları yükseliyor zamlar, ihracat geriliyor, nakliye ve navlun gelirleri düşüyor, giderleri ise artıyor. Askeri harcamalar artıyor. Demek ki, küçük akıllarla kâr-zarar hesabı bile yapılamıyor. İnşallah! “yeni güvenlik sisteminin” temel direği olacağız!
Diğer yandan Amerikan politikasına tepkiler de gelişiyor.
Önce Irak’la arasında en çok düşmanlık ilişkisi olan, ama halkının anti-emperyalist duygularla en çok dolu olduğu İran. İran bir yandan ambargoyu deliyor. Irak, İran üzerinden özellikle gıda maddeleri alıyor. Anlaşma bir yönüyle açıklanmış durumda: İran Irak’tan düşük fiyatla günde 200 bin varil rafine petrol alıyor. Ve açıklanmayan yönü: petrolün karşılığı gıda vb. maddeleri olarak ödeniyor. İran diğer yandan Körfez’deki yabancılara yönelik olarak cihat ilan ediyor. Bu bağlantının ve eğer gelişirse, ABD’nin başını çok ağrıtacağı kesin.
Ürdün ambargoyu öteden beri deliyor. Ortada sallanmaktan Irak yanlısı bir tutuma doğru kayıyor. Libya ambargoya uymayacağını açıkladı. Tunus ile Yemen de aynı durumda. Cezayir’de bin Bella halkı Irak’la birlikte çarpışmak üzere gönüllü yazılmaya çağırıyor ve çağrısına cevap arıyor. Çin Irak’a yönelecek askeri müdahaleye karşı ve açıktan olmasa da ambargoyu deliyor, en son askeri malzeme satmakta olduğunun sözü ediliyor. Arap halklarının tutumu oldukça hızlı bir şekilde Irak’tan yana kayıyor.
Ve Körfez krizi olgunlaştıkça olgunlaşıyor. Irak, daha bir süre ekonomik yaptırımlarla dize getirilmeye çalışılacak. Ama kuşkusuz uzunca bir süre dayanacak. Bu kesin. Peki emperyalistler, özellikle angaje duruma giren Bush ne kadar dayanacak? Irak diz çözmezse ve Bush beklemekten sıkılırsa -puan kaybetmeye başlarsa, bekleyerek- bir Amerikan saldırısı başlayacak. Destekleriyle birlikte.
Nasıl gelişecek, nasıl bitecek? Amerikan emperyalizminin işinin pek de kolay olmayacağı, hele geleceğinde hiç de parıldayan bir şans yıldızı olmadığı şimdiden görülebiliyor.

Ekim 1990

Körfez krizi, Türkiye ve bahaneler

·    Amerikancı politikanın ekonomiye getirdiği yeni yükler…
·    Yeni yükler ve yaşam koşullarının kötüleşmesi, ekonominin kriz-öncesi sıhhatinin belirtisi olarak gösterilmeye çalışılıyor…
·    Yazık, ekonomimiz tam kurtulmuştu! Kahrolsun artan petrol fiyatları! Kahrolsun Saddam!
·    Patronlar Özal ve bakanlarını yalanlıyor…

Özal konuşuyor: “Türk ekonomisi Körfez kriziyle baş edebilecek durumda.” (Milliyet, 28 Eylül, Türk-ABD İş Konseyi toplantısında)
Ayrıca, “Türkiye’nin krizden doğan zararlarının abartılmaması gerektiğini” söyleyen Özal, “abartılı değerlendirmelerin Türkiye’nin kredibilitesini etkileyebileceğini”, “olumsuz değerlendirmeler karşısında bankaların ve mali çevrelerin Türkiye konusunda kendilerini geriye çekmeye başlayabileceklerini” belirtiyordu.
Belki biraz siyasal amaçlı sözler bunlar ya da öyle değilse Özal başbakan ve bakanlarıyla ayrı telden çalıyor. Özal’ın söylediklerinden anlaşılan, Körfez krizinin Türk ekonomisi üzerinde pek önemli etkileri olmadığı ve Körfez sorunu öne sürülerek ekonominin ve uygulanmakta olan ekonomik ve mali politikaların açıklanamayacağıdır.
Ancak Akbulut ve bakanlar, sözbirliği ederek, zamları, enflasyonun aşağı çekilmeyişini ve hatta işçi ve memur ücretlerine zam yapılamayacak olmasını Körfez krizinin Türk ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri ile açıklamaya yönelmişlerdir.
Akbulut “Körfez krizi nedeniyle petrol fiyatlarında hemen hemen bir misli artış oldu. Elbette ki bu artış ekonomiye de bir yük getiriyor. Mecburen bu pahalılığı bütün dünya paylaşıyor, biz de paylaşacağız. Hepinizin de bildiği gibi, krizden evvel enflasyonda bariz bir şekilde düşüş gerçekleşmiştir. Toptan eşyada % 46.45’e kadar indi. Yine aynı düzeyde tutmaya gayret sarf edeceğiz. Bazılarının söylediği gibi % 100’lcre ulaşacağı, 120 civarında olacağını kimse düşünmesin.” (Güneş, 26 Eylül)
Akbulut ilginç adam, söyledikleri zor anlaşılıyor, ama pahalılık olacak, bazı zamlar kaçınılmaz yapılacak, enflasyonu 46.5’a düşürmüştük başarıyla diyor. Enflasyon konusunda rakamları çok ihtiyatlı seçiyor “kurnazlıkla”. 46.5’lan % 100’lcre çıkarmayacağız buyuruyor. Kaç, 70 mi, 80 mi, 90 mı olacak? 46.5’la 100 arasında bayağı bir mesafe var. Bazen tedbiri elden bırakmamak gerekiyor!
Peki, enflasyon nasıl yükselmeyecek? Az sonra rakamları göreceğiz. Üst üste gelen zamlar maliyetleri yükseltecek. Bu zamlar ortamında sektörler arasında dengeli bir mübadele sağlanabilecek mi? Örneğin işçi ve emekçilerin ücretleri de zam görüp alım güçleri zamlarla orantılı olarak yükseltilecek mi? Böyle düşünülmediğini yine aktaracağız, çünkü bunun enflasyonist bir baskı yaratacağı düşünülüyor. Öyleyse fiyatları yükselen malları kim alacak, tümünü “mutlu azınlık mı”? Onlar milyara villa, milyonlara saat, banyo takımı vb. almakla yetiniyorlar. Bütün sigara ve rakıları nüfusun bu en çok % 5’lik kesimi içmez ki, tüm ekmekleri bunlar yiyip bütün demirleri ve boyaları bunlar kullanamaz ki! Ve sadece enflasyonu yükseltmemeyi başarmak da değil, siz o enflasyonu % 40’lara nasıl düşürdünüz? Rakamları sıralayacağız. İhracat-ithalat dengesi, genel olarak ödemeler dengesi bunca bozukken, son aylarda özellikle sanayi üretimi gerilemişken, bütçe açığı 10 trilyonu geçmişken ve hele bütün bunların yanı sıra % 10’luk bir büyüme hızına ulaşıldığı iddia edilirken, enflasyon nasıl oldu da, % 80-90 ve belki 100’lcrdcn % 40’lara çekilebilmişti? Yoksa bunca “başarı” Körfez “kedisi”ne mi yüklenecek? Yaz aylarında normal olarak duralayan ama sonbaharla birlikte artan enflasyonun önlenemez yüksekliği ve daha da yükselişinin suçu Körfez krizine mi yıkılacak? Tam aşağı çekmiştik, iyi gidiyorduk, ne yapalım Körfez krizi nedeniyle yine yükseldi, “yapacak bir şey yoktu” mu denecek? Böyle diyen “dahi çocuklar” var da!
Biliniyor, “Körfez krizi nedeniyle” artan petrol maliyetlerinin getirdiği yükleri karşılamak üzere yeni gelir kaynakları yaratmanın yolu olarak KDV oranlarının artırılması “tedbiri” alınmıştı. Genel olarak % 10’dan 11’e, temel gıda maddelerinde % 3’ten 5’e yükseltilen KDV oranlarıyla, sanki Körfez krizi öncesi 10 trilyon TL olarak gerçekleşmeyen (!) ama hemen Körfez kriziyle birlikte 1 ay içinde bu rakama vuran bütçe açıklan kapatılacaktı! Ne güzel bahane! Kriz patladı, böyle oldu. Açıkları kapamanın tam sırasıydı. Suç Körfez’e, Saddam’a atılabilirdi! Belki ekmeği daha az yiyecek emekçilerde Saddam düşmanlığı bile geliştirilebilirdi! “Dahi çocuk” Kahveci, KDV oranlarının artırılmasıyla emekçilere yeni yükler yüklendiği yolundaki eleştirileri yanıtlarken şöyle diyor:
“Bu tenkitlere katılmamak mümkün değil, söylenecek bir şey yok, söylenenlerin tersini serdedemem. Türkiye’nin geçtiği sıkıntılar maalesef başka türlü önlenemeyecek durumda.” Kahveci zekâsı nedeniyle boşlukta mı bıraktı yoksa gazetecilerin yetersizliği mi belli değil, “Türkiye’nin geçtiği sıkıntılar”ın neler olduğu anlaşılmıyor. Türk ekonomisinin iflah olmaz bozukluğu mu yoksa Körfez krizi mi, ortada kalıyor. Kriz olmalı! Siz, bu krizi hazır bulmuşken, daha çok KDV oranı yükseltir, daha çok zam yaparsınız. Yoksa bütçe açıkları nasıl kapatılacak, hele ihracat da düşmekteyken ve o % 10’luk büyümenin “yatırımları” (nerede bu, Türkiye’yi 6 ayda onda bir büyüten yatırımlar?) nasıl finanse edilecek? Dış borçlanmayla mı? Bu durumda ödemeler dengesi açığı büyümeyecek mi ve yine bu durumda paranın değer kaybı, yani enflasyon artışı gündeme gelmeden işin içinden nasıl çıkılacak?
Aşırı iddialı, has Özalcı, “Türk ekonomisinin Körfez kriziyle baş edebileceği” noktasında da Özal’la aynı görüşü paylaşan Güneş Taner’e bakalım: Körfez krizi ve petrol fiyatlarındaki artışın Ağustos ve Eylül enflasyonunu biraz yükseltebileceğini söyleyerek şöyle devam ediyor:
“Eylül ayında zaten mevsimsel olarak enflasyon artışı diğer aylardan yüksektir. Geçmiş yıllarda da bu böyle olmuştur. Yine de olağanüstü bir artış olacağını sanmıyorum. Enflasyon her şeye rağmen program hedefi doğrultusunda gelişecektir. Enflasyon beklentisi kırılmıştır. Bu pozitif psikolojiyi saptırmak, kamuoyunu yeni bir enflasyon beklentisine sokmak, bundan yararlanıp keyfi, haksız zamlar yapmak isteyenlere fırsat verilmeyecektir. Türkiye ekonomisi ilk yanda onda bir oranında büyümüştür. Bu büyümeyle ekonomiye kazandırılan dinamizme rağmen, enflasyon 15 puan aşağı çekilmiştir. Zam fırsatçılarının bu olumlu gelişmeyi yok etmesine izin verilmeyecektir.” (Milliyet, 23 Eylül)
Gerçekten iddialı. Artmayacak enflasyon diyor. En çok birkaç puan. Ama biz ne ekonominin ilk 6 ayda onda bir büyüdüğü ne de enflasyonun 15 puan aşağı çekildiği konusunda kendisiyle mutabıkız. Durgunluk içinde enflasyon olur, ama çok olağanüstü durumlar dışında ekonomi büyürken, hem de onda bir büyürken (doğru dürüst sanayi yatınım örneği vermek olanaksızdır, peki ekonomi hizmet sektörünün şişmesiyle mi yoksa ticari, hayali vb. faaliyetler aracılığıyla mı büyüdü?) enflasyonun düşmesi, üstelik 15 puan birden düşmesi ancak hayali olarak mümkündür. Piyasadan trilyonlarca para mı çekildi? Bütçe açıklan ne oldu, on trilyon tutuyor, nasıl izah edilecek? Bütçe açıkken, bir de üstelik piyasadan para çekildiyse onda birlik büyüme hangi kaynakla sağlandı? Delinin biri kuyuya bir taş almış, 40 akıllı çıkaramamış! Güçlü ve istikrarlı bir ekonomi olsa, Körfez kriziyle enflasyonun pek de artmayacağı düşünülebilir. Ama bu, bildiğimiz Türk ekonomisi. Ve iddia, kuyudan bir türlü çıkarılması mümkün olmayacak taşın hikâyesi. O kuyuya enflasyon mu düşürüldü yoksa? Enflasyon yükselişini engellemek üzere zamlara olanak tanınmayacağı iddiasını da kanıtlarıyla çürüteceğiz. Ama önce Devlet İstatistik Enstitüsü Başkam Prof. Dr. Orhan Güvenen’i dinleyelim:
“Enflasyonda Türkiye 1989 Temmuzundan bu yana çok önemli bir düşüş gerçekleştirmiştir. Enflasyon % 74.6’lardan son olarak ağustos ayında 45.9’a düştü. 28 puan düşme var ve çok büyük bir basandır. Türk ekonomisi bunu yaparken, % 10’lar civarında bir büyümeyi sağladı. Bu genellikle kitapların yazdığıyla ters bir olgudur. Türk ekonomisi her şeye rağmen bir etkinliğe ulaşmak üzere. Ancak Körfez olayının gelmiş olması, petrol fiyatlarının birdenbire yukarı tırmanması, enflasyonu isler istemez etkileyen bir durum. Biz bunun etkilerini hesapladık. Petroldeki her % 10’luk zam, % 1.5’un üzerinde etki yapmaktadır. Bunun toplam endekse getireceği artış 7-8 puandır. Bundan sonraki gelişmeler beklentiyle ilgilidir. Petrol birçok konuda girdidir. İç ve dış talep canlı olduğu için fiyatları yukarı çekme eğilimi doğabilir. Yani fahiş fiyat artışları karlar söz konusudur. Bundan kaçınmak gerekir. İkinci önemli olgu da beklentidir. Artış beklentisi. Bizim ekonomimizdir, bizim ülkemizdir. Sahip çıkmamız lazım.” (Agy.)
Güneş Taner’den farklı değil. Daha açıklayıcı. Birincisi ağustos başından bu yana petrol fiyatları dışarıda varili 20 dolardan 40 dolara, % 100, içerde yaklaşık % 60 arttı. Bu demektir ki, 7.5×6=45 puan enflasyon artışı. Yıl sonuna kadar % 10’luk artışın toplam endekse etkisi 7.5 kabul edilirse, % 60’lık artış 45 puan etkiler. Bu, beş ay içinde % 100’lük bir artışla, Prof un rakamlan veri alındığında, günümüzün % 45’lik oranının % 90’a vurması demektir. Hocamız başarısını ve Türk ekonomisinin başarısını tersten mi kanıtlamak istiyor? Yılsonu, düzgün bir hesaplamayla enflasyon oranı % 100 olarak ortaya çıktığında “ne yapalım, Körfez krizi, petrol fiyatlarındaki artış sonucu” mu diyecek, bahaneyi şimdiden mi hazırlıyor? Bugünkü iddia edilen % 46’lık oran sadece bir hesap oyunumu? Bizce öyle, önlenemeyen enflasyonun ve ne kadar % 10’luk büyüme iddia edilirse edilsin bir türlü rayına oturmayan ekonominin krizli durumunun suçu, yılsonunda Körfez krizine yıkılacak. Üstelik korktukları hocamızın ve onun istatistiğini tuttuğu nazenin kapitalizmimizin, “mutlu” burjuvalarımız ve siyasal temsilcilerinin başlarına gelecek. Yalnızca petrol zamları yansımayacak endekslere. Şimdiden petrolün girdi olduğu ve olmadığı tüm ürünlere yapılan zamlar da yansıyacak, fahiş fiyat artışları şimdiden oluyor, bunlar, bugünden yansıyor. Ve zaten verilen rakamlardan yüksek olan enflasyonun daha da yükselmesi beklentisi, tam bir kamçılayıcı etki yapacak. Burası Türkiye! Enflasyon eğrisi okunun sivri ucunu milimetrik kağıt üzerinde nerede bulup yakalayabileceğimiz meçhul. Bahane, hep Körfez krizi ve Saddam olacak! Gelelim zamlara.
3 EYLÜL: SEKA, kâğıt ve kartona % 3 ile 9 arasında zam yaptı. TCDD, yolcu taşıma ücretlerini % 15 ile 90 oranında artırdı. İstanbul’da ekmek fiyatına % 50 zam yapıldı. Bunların son ikisi doğrudan emekçilere yönelik.
11 EYLÜL: Demire yılın 4. zammı yapıldı, böylece 8 ayda demire toplam % 20’lik bir zam geldi. Bunun sonuncusu diyelim ki petrol fiyatlarındaki artıştan yansımaktadır. Peki ya ilk üçü? O zaman ne Körfez krizi vardı ne de petrol fiyatları başını alıp gitmişti. Ve demir temel bir girdi. Sanayin, inşaat sektörünün temel girdisi. Demire toplam % 20 zam yapılıyor ama enflasyon yılbaşından bu yana 15 puan düşüyor, öyle mi! Demir zamları ekonomimizin pespayeliğinin olduğu kadar enflasyonun aşağı çekilmesi ve istikrarın Körfez kriziyle bozulmakla olduğu yalanlarının da açık bir kanılıdır.
Aynı şey, 13 Eylül Tekel maddelerine yapılan zam için de söylenmelidir. Bu yıl Tekel ürünlerine kaç kez zam yapıldığını kimse hatırlamaz olmuştur. Son zammın oranı % 14-25 arasında değişmektedir. Bunun petrolden yansıdığı söylenemez. Ancak bu zammın Körfez krizi sonrası emekçilere yüklenen yeni yükler arasında olduğu kesindir. Hani haksız zam olmayacaktı? Ve bundan önceki Tekel zamlarının nedeni ile olmayan Körfez krizi miydi? Şu kesindir: Bozuk, enflasyonist ekonomik durum Körfez öncesi olduğu gibi sonrası için de geçerlidir. Değişen şey, Körfez krizi sonrasında bozukluğun, istikrarsızlığın, enflasyonun artması, emekçilere yük üstüne yük bindirilir olmasıdır.
14 EYLÜL: (Kriz sonrası artışlar- özel) Tüp gaz % 35, kablo % 8, Alüminyum % 9-12, şehir içi yolcu taşıma % 60-70, yoğurt % 10-20, pirinç % 10, kuru fasulye % 46, (pirinçle fasulyede petrol girdi değildir), çay % 8-14, kahve % 28, margarin % 21, SEK ürünleri % 5-20, deterjan % 7-17, hastane ücretleri % 32-200, bira % 20-25, boya % 10. Peynir, zeytin, giyecek, akla gelebilecek her şey zamlandı. Körfez krizi ekonomiye, daha doğrusu emekçilere yeni yükler getirdi. Ama bu kriz, sağlam ve istikrarlı bir ekonomiyi bozulmaya uğratmadı, zaten bozuk olan ekonomiyi daha da bozdu. Güneş Taner iki yönlü yanlış ya da hayal içinde. Hem Körfez krizi sonrası zamlarla enflasyon oranı yükselmektedir, yükselecektir, bu ekonomide bunu önlemenin olanağı yoktur; hem de demir ve Tekel zamlarının gösterdiği gibi zamlar yalnızca Körfez sonrasının değil, Türk ekonomisinin eski bir hastalığıdır. Haziran’da 200 TL olan yumurtanın Eylül’de 300-350 TL’ye yükseldiği, hem de yumurtanın önemli bir pazarını oluşturan Arap ülkelerine ihracatı düşmüşken iç fiyatının düşmesi gerektiği halde bu denli yükseldiği bir ülke ekonomisinin istikrarından söz edilebilir mi?
Ve Kahveci’ye soruyorlar: “Memur ve işçinin alım gücünü artırmak için kriz zammı (ücretlere zam- ÖD) gündemde mi?” Soru kuşkusuz iki amaçlı. Alım gücünü yükseltip anti-enflasyonist bir eğilim yaratmak ve emekçilerin yüklerini hafifletmek düşünülüyor mu- soru bu. Yanıt veriyor “Şu anda memura verdiğimiz artış bir hesaba göre % 57, diğer hesaba göre % 76’dır. Dolayısıyla enflasyon oranı bu oranlara ulaşmaktan uzak. Bu öneriyi yapanların hesaplarını tekrar kontrol etmeleri lazım. (Milliyet, 23 Eylül)
Hiç niyeti yok. Hadi emekçilerin sırtındaki yükü hafifletmek bir yana, beyzadenin enflasyonist baskılara karşı bir set oluşturmak gibi bir yönelimi de yok. İşçi ve memur aracılığıyla enflasyon mu dizginlenilmiş diye düşünüyordur!
Kendisi olsa aynı şekilde davranıp davranmayacağı bir yana, “zamlara bir bahane gerekiyordu, şimdi ve yarın bütün kusurlarını Körfez krizine yükleyecekler.” derken ve KDV oranlarının artırılması karşısında “bunu Körfez krizi ile örtbas etmek mümkün değildir” eleştirisini yöneltirken Demirci haksız değildir. Zamlara karşı tepkisini “enflasyonu düzeltme ümitleri başka bahara kaldı. Enflasyonun bütün zorluklarını sırtında taşıyan Türk tüketicisi yeni bir kambur daha sırtladı” dediğinde Odalar Birliği’nin eski ileri gelenlerinden, eski Evren (Danışma) meclisinin üyelerinden Dündar Soyer yanlış bir şey söylemiş olmuyor.
Sürekli laf salatasıyla uğraşıp çok şey söyleyen, bununla yasak savıp hiç iş yapmayan Şevket Yılmaz ağa, “Körfez bunalımı bahane edilerek hesapsız ve insafsız yapılan bu büyük ölçüdeki zamların tekrar gözden geçirilmesi gerekir. Kriz bahane edilmemelidir.” diye yakındığında doğruyu dile getiriyor. “Bizde kriz (Körfez krizi (ÖD), enflasyonist bir ekonomik politika uygulayan hükümet için can simidi yerine geçmiştir. Hükümet daha önce parça parça yapmaya cesaret edemediği zamları şimdi krizi bahane edip katlayarak yapıyor.” diyen Münir Ceylan’ın söyledikleri de tümüyle doğrudur.
Ege Bölgesi Sanayi Odası Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Yüce de petrol zamlarının bahaneye dayalı olduğunu düşünüyor “Akaryakıt zamları ve Türkiye’ye getirdiği mali yükün aslında başka açıkların sübvansiyonu için kullanıldığını düşünüyorum. Yani bunun politik amaçlı olduğu kanısındayım. Bütçe açıkları planlananın da çok üstünde cereyan etliğinden ve çok büyük bazı fon kayıpları olduğundan bunun bir bahane olarak kullanıldığı gerçektir.” (Milliyet, 23 Eylül)
Benzeri düşüncelere sahip olmak için herhalde ANAP’lı olmamak yetiyor.
“Sağlam ve istikrarlı”, “enflasyonu aşağı çekilmiş” ekonomimizin (!) bir başka istikrar unsuruna gelelim. Ekonominin Körfez krizinden etkilenmemiş haliyle asli yapısının unsurları hakkında bir fikir sahibi olabilmek için Körfez bunalımı öncesi dönemin rakamları ve durumuna bakacağız.
Temmuz 1990 üretim hacmi ve endekslenmesi ne durumdaydı?
Rakamlar DİE’nin, yani sayın Prof. Dr. Orhan Güve-nen’in Temmuz 1990 sanayi üretimi 1989 Temmuz’una göre % 1.6 oranında artmış. Bunun basan sayılması gerekiyor. Artış, az da olsa, yine de artıştır. Ancak, 1990 Haziranına göre Temmuz üretimi, % 12.8 azalmış durumda. Buna ne buyrulacak? Bu ne istikrar, bu nasıl bir onda birlik ya da % 10’luk büyüme, sayın hocam, sayın G. Taner? Üstelik enerji ve madencilik sektörleri dışta tutulup imalat sanayi kendi başına alındığında hazirana göre gerileme % 16.3.
Ya dış ticarette durum nasıl? Gelişme hızı ve istikrar ne âlemde?
Dış ticaret açısından Temmuz ayı, “kara Temmuz” diye anılıyor. 1981 Ağustos’undan bu yana en kötü sonuçlar 1990 Temmuz’unda alındı.
1990 Temmuz ihracatı 1989 Temmuz’una göre artıyor, % 4.4’lük küçük bir artış ama yine de artıyor. Geçen yıla göre bir istikrardan söz edilebilir. Aynı görecelikle ithalat ise % 20.3 artıyor. Temmuz 1990’da ihracatın ithalatı karşılama oranı % 51.3’e kadar düşüyor. 1990’ın ilk yedi ayı açısından ihracat 1989’un ilk yedi ayına göre % 6.2 oranında artarak 6.505 milyon dolar olarak gerçekleşiyor. Aynı dönemlerin kıyaslanmasında ithalat ise % 32.9’luk bir artışla 11.129 milyon dolar olarak gerçekleşiyor. İthalatın hızlı artışı ve ihracatın ithalatı karşılama oranındaki azalmada “istikrar” var, karşılama oranı “istikrarlı” bir şekilde düşüyor. 1989’un ilk 7 ayı sonunda ihracatın ithalatı karşılama oranı % 73 iken 1990’ın aynı dönem sonunda bu oran % 58.5’a düşüyor. Bu rakamlar oldukça “düze çıkmış” ekonominin verileri kabul edilebiliyor, DİE Başkanı ve Bakanlarımızca!
Ya ödemeler dengesi ne durumda? Özal’ın “döviz stoklarımızda yerli-yersiz övündüğü biliniyor. Haklı mı?
Rakamlar 1990’ın ilkv6 ayının rakamları, verileri Merkez Bankası yayınlıyor. Ödemeler dengesi bilânçosuna göre, 1990’ın ilk 6 ayında cari işlemler dengesi 1.448 milyon dolar açık veriyor, Özal geçen yılın rakamlarıyla övünüyor hala, çünkü 1989’un ilk 6 ayında fazla var: 340 milyon dolar. Ekonominin sağlamlığını da göstermek üzere istikrar müthiş! Geçen yılın ilk 6 ayına göre gerileme 1.788 milyon dolar. 89 Haziran’ında fazla var, 75 milyon dolar, bu yıl açık 46 milyon dolar.
Ödemeler dengesi bilânçosuna göre, dış borç geri ödemelerinde zorluklar baş göstermiş. Geri ödemelerde bu yılın ilk 6 ayında geçen yılın aynı dönemine göre % 8’lik bir azalma var. Dış borç mu azaldı. Kuşkusuz hayır. Katlanan faiz borçlarıyla birlikte borç artmış durumda, azalan ödeme gücü. Bu da sağlamlık ve istikrar unsuru! Yabancı sermaye girişi artıyor, artış oranı % 68. Türk ekonomisinin vefalı bir istikrarlı artış unsuru işçi dövizi girdileri, % 17.6 artışla 1.395 milyon dolar oluyor. Ve bir de son yılların gözdesi turizm gelirleri artıyor. 1.372 milyon dolara ulaşıyor. 1990’ın ikinci yarısında turizm gelirlerinden umudu kesmek gerekiyor, çünkü hemen tüm rezervasyonlar iptal edilmiş durumda, savaş tehlikesi nedeniyle. Bu üç kalemdeki artışlara rağmen, ödemeler dengesi açık veriyor. Kısacası, durum felaket.
Bir de enflasyon 28 puan düştü, onda bir büyüdük, istikrarlı bir ekonomiye sahibiz, Körfez krizini adatırız deniyor! Yılsonunda “Körfez krizi nedeniyle…” bahanelerini çok dinleyeceğiz…
Peki, bahanelerin ötesinde Körfez krizinin Türk ekonomisi üzerindeki olumsuz etkileri neler?
* Türkiye’den Irak ve Kuveyt’e 1990 sonuna kadar 700 milyon dolarlık ihracat öngörülüyordu. İhracat tümden durmuş durumda. Kayıp…
* Irak’ın Türkiye’ye, ithalat kredisi olarak, 750 milyon dolarlık borcu var, bu yılki taksit 180 milyon dolardı. Kayıp…
* Petrol boru hattı yıllık taşma ücreti olarak bu yır tahsil edilmemiş 125 milyon dolarlık bir alacak var. Kayıp…
* Taşımacılık firmalarının yıl sonuna kadar (5 aylık) tahmini kaybı: 230 milyon dolar. Tanker ve kamyonların işsiz kalması. Artan mazot giderleri karşısında taşımacılık fiyatlarını düşürmelerine rağmen iş bulamamaları -atıl sermaye… Ek kayıp…
* Irak ve Kuveyt’teki müteahhitlik firmalarının kayıpları, tahmini 150 milyon dolar. Mal varlıklarına el konma durumunda kayıp 600 milyon dolar.
*  Müteahhitlik firmalarının kar transferlerine izin verilmemesi ve iki ülkede çalışmakta olan yaklaşık 9000 Türkiyeli işçinin döviz tasarruflarına el konması durumunda yüklü bir kayıp…
* Türkiye’nin ithal edeceği petrolün şişecek navlun ücretleri. Boru hattıyla tonu 1.5 dolara taşınan petrol navlunu şimdi ithal edilecek ülkeye ve navlun piyasasına göre belirlenecek, yaklaşık 20 milyon dolar fazla ödeme…
* Turizm gelirlerinde savaş tehlikesi nedeniyle düşmeler. Güney boşalmış durumda. Kayıp oranı yüksek…
Turizme bağlı dövizli satışlarda düşme, hediyelik eşya, deri eşya vb. sektörlerinde durgunluk… Bunun gibi…
Bunlar, Türkiye’nin ödemeler dengesini, petrol fiyatlarındaki artış gibi başlıcaları dolayısıyla yatırımları (maliyetleri yükselterek), bir dizi ürünün üretim maliyetinin artışını etkileyecektin Kapitalizm koşullarında, bu etkenler kaçınılmaz zamlara neden olacak, piyasada bir dizi dalgalanma görülecektir.
Aslında kapitalizm koşullarında da, zamlar ve dalgalanmaların önüne geçilebilmesinin çaresi vardır. Özal övünüp durduğu döviz rezervlerinin bir kısmından fedakârlık ederek, hiçbir enflasyonist baskıya meydan vermeden yılsonunu getirebilir. Ama bu kuşkusuz yapılmayacak, yükler emekçilerin sırtına -zamlar ve vergilerle- yıkılmaya çalışılacaktır. Bir başka seçenek, Irak’la dostluk içine girmek ve Körfez’e ilişkin politikayı değiştirmektir. Irak’ın bedava vereceğini açıkladığı petrol tüm bu ek dertlerin sonu demek olacaktır. Bunun da gerçekleşmeyeceği ortada.
Geriye tek alternatif kalıyor İşçi sınıfı ve emekçilerle burjuvazi arasında, sömürüye, Körfez krizinin ek yüklerine, Amerikancı saldırganlık politikasına karşı dişe diş bir mücadele. Zamlara, vergilerin artırılmasına, ek yüklere, Türkiye’nin Amerikancı savaş arabasına bağlanmasına karşı grevler, direnişler. Yükleri burjuvaziye iade etme. Genel grev…

Ekim 1990

EKİM DEVRİ’MİNİN 73. YILINDA SAVAŞ VE BARIŞ Emperyalist savaşa girenler iç savaşa da hazır olsunlar!

“Güçlü bir devrimci hareketin, büyük devletlerarasında birinci mi, yoksa ikinci mi emperyalist savaş sırasında olacağını; savaştan önce mi, savaştan sonra mı patlak vereceğini şimdiden söyleyemeyiz, ama ne olursa olsun bizim görevimiz bu yönde sistemli olarak çalışmaktır.” Lenin
Sosyalist partilerin uluslararası birlik örgütü olan II, Enternasyonal 1889’da Engels’in çabaları ile kuruldu. Enternasyonal, işçi hareketinin yığınsallaştırılması, Marksizm’in yaygınlaştırılması ve sosyalist partilerin gelişmesi konusunda önemli rol oynadı. Emperyalist dönemin başlaması ve Engels’in ölümünden sonra ise Enternasyonal’de oportünist eğilimler ağırlık kazanmaya başladı, özellikle savaş konusunda alınacak tavır üzerine çıkan tartışmalar, sosyalist partileri önemli ( bir yol ayırımına getirdi.
Emperyalistler arasında, özellikle de genç, yeni gelişen ve pazardan payını almak isteyen Alman emperyalistleri ile dünyanın hemen her yerinde sömürgelere sahip olan İngiliz emperyalistleri arasında gerginliğin arttığı ve savaş tehlikesinin baş gösterdiği 1907 yılında toplanan II. Enternasyonal’in Stuttgart Kongresi’nde savaşın nasıl önleneceği, bu gerçekleşemediği takdirde nasıl tavır alınacağı konusu tartışmalara neden oldu. Lenin’in yoğun çabalan sonucunda savaşların kapitalist sistemin bir sonucu olduğu, savaş tehlikesinin 4 ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla yok olacağı, sömürgeciliğin silahlanma yükünü ve savaş tehlikesini arttırdığı, işçi ve emekçilerin savaştan en çok zarar gören kesim olduğu belirtilerek, işçi sınıfının ve onun temsilcilerinin savaşa karşı olması gerektiği karar altına alınarak şöyle dendi:
“Savaşın patlak vermesi tehdidinin baş göstermesi halinde savaşı önlemek için doğaldır ki sınıf mücadelesinin yoğunluğuna ve genel olarak siyasal duruma bağlı olarak kendilerince uygun olan tüm yollara başvurarak her türlü çabayı göstermek, ilgili ülkelerdeki işçi sınıfının ve parlamentodaki temsilcilerinin görevidir. (…) Savaşın patlak vermesinin kaçınılmaz olması halinde, savaşın derhal son bulması ve savaşın doğurduğu ekonomik ve toplumsal bunalımdan halkın en geniş katmanlarını harekete geçirmek ve kapitalizmin egemenliğinin çöküşünü hızlandırmak yolunda yararlanmak için bütün güçleriyle müdahale etmek onların sorumluluğudur.”
Silahlanmanın arttığı, sömürgelerde mevzi çatışmaların ve sınır ihlallerinin başladığı 1910 yılında toplanan Kopenhag Kongresi’nde silahlanmanın engellenmesi için Enternasyonalin parlamentolardaki işçi temsilcilerinin çabaları ve kitlesel eylemler yoluyla baskı yapması görüşü benimsenerek, sosyalistlerin savaş tehlikesine karşı parlamenter mücadeleden sonuna kadar yararlanarak silahlanmayı engellemek için, askeri harcamaların kısıtlanması, askeri harcamalara karşı oy verilmesi, hükümetler arası gizli diplomasinin yasaklanması, her türlü uluslararası anlaşmanın yayınlanması, ulusların bağımsızlık ve askeri saldılar karşısında dokunulmazlık haklarının sağlanması doğrultusunda mücadele için çağrı kararlan alındı.
1912’de Basel’de olağanüstü toplanan kongrede de Marksistlerin savaş konusundaki tutumları, savaşı iç savaşa çevirme taktiğini açıklayan Basel bildirisi yayınlandı. Emekçilerin, kapitalistlerin çıkan, hanedanların gururu ya da gizli anlaşma kombinezonları, için birbirlerine kurşun sıkmalarının bir cinayet olarak kabul ettiklerini ilan eden Basel bildirisi; bütün hükümetlerin ancak kendi yıkılışlarını göze alarak bir savaş çıkartabileceklerini, savaşın ekonomik ve politik bir bunalım yaratacağını, halkı ayaklandırmak ve kapitalizmin yıkımını hızlandırmak için sosyalistlerin bu bunalımdan yararlanmaları gerektiğini, bir dünya savaşının devamı olabilecek bir proletarya devrimi önünde yönetici sınıfların duyduğu korkunun, bansın güvencesi olduğunu belirterek, Paris Komünü’nü ve 1905 Rus Devrimi’ni hatırlatarak şöyle diyordu:
“Bir savaş tehlikesine karşı, tehdit allında bulunan bütün ülkelerdeki işçi sınıfı için, işçi sınıfının parlamentolardaki temsilcileri için, bir eylem düzenleme gücü olan Uluslararası Sosyalist Büro’nun yardımıyla kendilerine en uygun görünen ve doğal olarak sınıf savaşımının keskinliği ve genel siyasal duruma göre değişen bütün araçlarla savaşı önlemek için, ellerinden gelen bütün çabayı göstermek bir görevdir. Ama gene de savaş patlarsa, onu kısa zamanda durdurmak için aracılık etmek ve en geniş halk tabakalarını ayaklandırmak ve kapitalist egemenliğin düşüşün hızlandırmak için, savaş tarafından yaratılan ekonomik ve siyasal bunalımdan var güçleriyle yararlanmak onların görevidir.”
1914’te savaş çıktığında başta Kautsky olmak üzere sosyalistlerin çoğu Enternasyonal’de alınan kararları unutarak yönetimde burjuvazinin olduğunu dikkate almadan kendi hükümetlerinin yanında yer aldılar. “Anayurdun savunması” gerekçesiyle savaş bütçeleri lehinde oy kullanarak savaş kışkırtıcılığında kendi burjuvazilerini desteklediler, diğer ulusların ezilmesi ve emperyalist devletlerin ayrıcalıklarının korunması için onlarla işbirliği içine girdiler, uluslararası proletaryayı parçaladılar. Enternasyonal içinde oportünizmin vardığı yer sosyal şovenizm oldu.
Çeşitli Sosyalist partiler içinde önderlerin bu ihanetinden sonra parçalanmalar oldu. Kendi emperyalist hükümetine ve burjuvazisine karşı devrimci mücadelenin yükseltilmesini, Enternasyonal’in emperyalist paylaşım savaşı hakkındaki kararlarının uygulanmasını isteyen gruplar sosyal-şoven bir politika izleyen sosyalist partilerden ayrıldılar. Almanya’da Karl Liebnecht ve Rosa Luxemburg’un önderlik ettiği “Spartakus” grubu İşçi ve askerleri “silahlarını kendi hükümetlerine karşı çevirmeye” çağırdılar. K. Liebknecht parlamentoda     ” Savaşı, savaşın sorumlularını ve rejisörlerini, savaşa yol açan kapitalist politikayı, savaşın izlediği kapitalist hedefleri, işgal planlarını, Belçika’nın ve Lüksemburg’un tarafsızlığının ihlal edilmesini, askeri diktatörlüğü, hükümetin ve egemen sınıfların hala üzerlerinde taşımakta oldukları toplumsal ve siyasal sorumsuzluğu protesto” ederek askeri kredilere ret oyu verdi.
Rusya’da ise Lenin ve Bolşevikler savaşı iç savaşa çevirerek Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdiler.
Ekim Devrimi’nin 73. yılı, emperyalizmin istikrara kavuştuğu, barışçıl dönemin başladığı yaygaralarının tüm hızıyla sürdüğü bir sırada patlak veren ve Ortadoğu’daki zengin petrol yatakları uğruna kışkırtılan savaş günlerine rastlıyor. Bu durum kendisi de 1. paylaşım savaşının sonunda ortaya çıkan Ekim Devrimi’nin derslerinin önemini artırmaktadır. Lenin ve Bolşeviklerin gerek savaş çıkmadan önce savaş tehlikesine karşı II. Enternasyonal’de savaşa karşı tavrın alınmasında ve bunun Rusya’da kararlı bir biçimde uygulanmasında, gerekse savaş çıktıktan sonra savaşı iç savaşa çevirmek için yaptıkları çalışmalardan günümüz Marksistlerinin kuşkusuz öğrenecekleri çok şey vardır. Lenin ve Ekim Devrimi, 73. yılında savaş ve Marksistlerin savaşa karşı tutumları konusunda da yol göstermeye devam ediyor.
Kuşkusuz Ekimi Devrimi yalnızca Marksistler açısından önem taşımıyor. En az Marksistler kadar, emperyalistler tarafından ezilen sömürülen milletler ve sömürgeler için ama bunlardan daha fazla tüm ülkelerin işçi ve köylüleri için büyük bir örnektir. Çünkü Ekim Devrimi savaşa karşı barıştı. Emperyalist ilhak ve işgallere karşı ulusların özgürlüklerine sahip çıkmaktı. Ezilen işçi ve köylü yığınlarının sömürüden kurtulması için haklı, meşru ve gerekli bir savaştı. Ekim Devrimi kısacası İŞ-EKMEK-BARIŞ ve ÖZGÜRLÜK’tü.
Bu bakımdan bugün merkezinde emperyalistlerin açgözlü çıkarlarının ve Orta Doğu’daki zengin petrol rezervlerini kontrol etme kaygısının yattığı krize karşı tavır söz konusu olduğunda Ekim Devrimi hatırlanmak zorundadır. Ekim Devrimi Marksistler açısından nostaljik öneme sahip ve geçmişte kalmış bir eylem değildir.
Bugün Ekim Devrimi’ne yol açan gelişmelere benzer gelişmeler yaşanıyor. Emperyalistler, tıpkı 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda olduğu gibi barış yaygaraları arasında dünyayı kontrol etme ve yeni nüfuz alanları yaratma çabası içindedirler. Bu çabada, geri ülkelerin işbirlikçi egemen sınıfları belli bir yere sahipler ve efendilerinin kuyrukçuluğunu yapmak konusunda birbirleriyle yarış içindedirler. Öte yandan Ekim Devrimi ve diğer ulusal kurtuluş savaşlarının inkârına yönelmiş, çoğu eski Marksist dönek takımı, emperyalistlerin ve geri ülkelerdeki burjuvazinin açgözlü çıkarları için uşaklığa soyunmuş durumdadır ve bu doğrultuda savaş kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. İşçi sınıfı ve ezilen kitleler açısından ise durum, dün olduğu gibi bugün de farklı değil. Anti-demokratik yasalar, özgürlüklerin daha çok kısıtlanması, sömürünün daha da yoğunlaşması ya da çok sıkı denetime tabi kılınması.
Böylesi durumlarda proletarya ve ezilen sınıfların ve ulusların önünde tek bir seçenek kalıyor. Ekim Devrimini izlemek, onun açtığı yolda kararlılıkla yürümek.
Ekim Devrimi’nin en özlü ifadesi ise şu: İş-ekmek-barış ve özgürlük için devrimci savaş! Emperyalistler ve işbirlikçilerinin halklara saldırısına karşı ezilen sınıfların ve baskı altındaki milletlerin meşru hakları için emperyalist savaşı iç savaşa, ezilen sınıfların silahlı savaşına çevirmek! Emperyalistler ve işbirlikçileri için bu savaş tersine çevrilmelidir. Proletarya ve halklar ya bu savaşı önlemeli, ya da savaşın çıkmasını engellemek olanaklı olmazsa, emperyalistler ve işbirlikçilerini bu savaşı çıkardıkları için pişman edecek şekilde devrimci bir iç savaşa dönüştürmelidirler.
Ekim Devrimi’nin bugün öğrettiği ve öğretmesi gereken en önemli şeylerden biri budur.

Ekim 1990

ÜNİVERSİTELER AÇILDI… Sorunlarla dolu bir yıl daha

1984’lerden bu yana örgütlenme çalışmalarına başlayan yüksek öğrenim gençliği, 1990’lara gelindiğinde, yola çıkarken karşılaştığı sorunlarla yine yüz yüze… Örgütlenme ve kitleselleşme sorunu, daha doğru bir anlatımla yüksek öğrenim gençliğinin kitlesel örgütlülüğünün yaratılması sorunu halâ yakıcı bir tarzda kendini hissettiriyor. Gelinen nokta, elbette ki yola çıkılırkenki nokta değil, ondan daha ileride. Ancak bugünkü aşamada hâlâ sorunun özü itibariyle, nitelik açısından çok şey değişmiş değil. Yüksek öğrenim gençliğinin akademik-demokratik örgütleri olan öğrenci dernekleri, pratikte bu niteliğine bürünemediği gibi, geniş öğrenci kesimlerinin ancak % 5’ini bünyesinde kapsar bulunmaktadır.
Durum genel olarak böyle olmakla birlikte, üniversite gençliğinin örgütlenme ve mücadelesi, başlangıçta başta İstanbul olmak üzere ülkenin başlıca illerinde kendini gösterir ve oluşurken, 1987’lerden itibaren hızla ülkenin diğer şehirlerine ve üniversitelerine de yayıldı.
Bugün birbirinden esas olarak kopuk gelişen örgütlenme ve mücadele çalışmaları, genelde ülke çapında bir dağınıklığı yaşıyor. Bu durum ortak bir mücadele çizgisinin olmamasına ve bu nedenle mücadelenin gelişememişine yol açan etkenlerden biri oluyor. Bu da, doğal olarak diktatörlüğün üniversiteli gençlik karşısında avantajlı bir pozisyon yakalamasına yol açmakta…
Gelinen noktada, üniversiteli gençliğin mücadelesinde yaşanan dağınıklığın bir ölçüde de olsa giderilmesi ve ortak bir mücadele platformunun yaratılarak mücadelenin yükseltilmesi sorunu kendini dayatıyor. Merkezileşme sorunu öğrenci gençliğin mücadelesine bu şekilde girmiş bulunuyor.
Yazının bu bölümünde kitleselleşme ve birim derneklerinin merkezileşme sorununu ele alacağız. Örgütlenme ve kitleselleşme sorununun bir parçası olarak merkezileşme sorununun, bugün kimi çevrelerce yüksek öğrenim gençliğinin en önemli sorunu olarak öne çıkarılması ve öğrenci gençliğin örgütlenmesi ve mücadelesinde yaşanan tıkanıklığın, istikrarsızlığın ve darlığın nedeni ya da nedenlerinden biri olarak görülmesi-gösterilmesi nedeniyle, öğrenci gençliğin örgütlenmesindeki anlayış ve yaklaşımın bir parçası olarak konuya buradan gireceğiz.
Öğrenci derneklerinin merkezileşmesi, öğrenci gençliğin, birimler temelinde yükselen merkezi örgütlenmesinin oluşturulması, bir ölçüde de olsa yaşanılan dağınıklığın giderilmesi, ortak bir mücadele platformunun yaratılması ve öğrenci gençliğin mücadelesinin geliştirilmesi açılarından önem taşıyor.
Merkezi örgütlenmenin yüksek öğrenim gençliğinin gündeminde olduğu bu süreçte; öğrenci gençlik hareketi geride bıraktığımız yıl içinde nispi bir kitleselleşme göstermekle birlikte, bu oldukça yavaş bir tempoyla gerçekleşmekte; ve bugün, bu alandaki zaaflar henüz aşılabilmiş değil. Mücadeleye atılan kesim, öğrenci gençliğin halen çok küçük bir azınlığım oluşturduğu gibi; eylemlere katılanların sayısı aynı oranda örgütlenmeye yansımamakta, derneklere üye olan ve katılan öğrenci sayısı eylemlere katılan öğrenci sayısına oranla düşük durumda… Yine, öğrenci dernekleri büyük ölçüde birimlere oturmuş, birimlerdeki öğrenci gençlik kitleleriyle asgari ölçüde kaynaşmayı başarabilmiş değil. Dernekler daha çok öğrenci gençliğin siyasileşmiş, devrimci-demokratik gruplar etrafında kümelenmiş kesimlerini -ki bunun bile tamamını değil, yalnızca bir kısmını- bir araya getiren örgütlenmeler durumunda.
Durum böyleyken, öğrenci gençliğin mücadelesi ve örgütlenmesindeki tıkanıklık, istikrarsızlık ve darlığın nedeni ya da nedenlerinden biri olarak merkezi örgütlülüğün yaratılmamış olmasını ileri süren görüş; hem sorunun kaynağının, nedeninin tespiti açısından yanlıştır, hem de merkezi örgütlenmeye yüklenen işlev ve ondan beklenen şey ile öğrenci gençliğin bu sorunlarının çözümünün yanıtını bulmak açısından hatalı yaklaşımlar taşımaktadır. Öğrenci gençlik hareketindeki tıkanıklık, darlık ve istikrarsızlığın nedeni olarak, merkezi örgütlülüğün yaratılamamış olmasını göstermek, öğrenci gençliğin örgütlenmesine ilişkin yaklaşımlarda ve öğrenci gençlik içinde yürütülen faaliyetlerde taşman zaafların üstünün örtülmesine, gözlerden kaçmasına yol açar ve merkezi örgütlülükle birlikte bu sorunların ortadan kalkacağı gibi yanlış bir beklenti içine girilmesine neden olur.
Merkezileşme sorununa nasıl yaklaşılmalı?
Merkezileşme sorununa “örgütlenmek için mücadele, mücadele için örgütlenmek” perspektifinden hareketle; merkezileşmek için kitleselleşme, kitleselleşmek için merkezileşme perspektifiyle bakılmalıdır.
Bugün, geniş öğrenci gençlik yığınlarının mücadeleye atılmasının objektif koşullan ve öğrenci gençliğin saflarında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteği her zamankinden daha çok olarak vardır. Böyle olmakla beraber, geniş öğrenci yığınları mücadeleye çekilemiyorsa bunun nedenini başka yerde merkezi örgütlülüğün yaratılmamasında değil, esas olarak sürdürülen faaliyetlerde taşman zaaflarda aramak gerekir: Öğrenci gençliğin güncel akademik taleplerine ve bu talepler etrafında geniş öğrenci kitlesinin örgütlenmesine gereken önemin verilmemesi; güncel-akademik talepler ile, temel siyasi talepler arasında ilişki kurmada yetersizlik; azınlıktaki komünist ve devrimci, ilerici öğrenci gençliğin bilinçlilik ve istemlerini geniş öğrenci yığınlarının bilinçlilik ve istemleri gibi görerek (devrimci öğrencilerin istemleri esasta tüm öğrenci gençliğin istemleridir, onların çıkarınadır; ancak bugünkü durumda geniş öğrenci yığınlarının bilinçlilik durumları ve acil istemleri göz önünde yeterince ya da hemen hemen hiç bulundurulmadığından, geniş öğrenci yığınlarının mücadeleye çekilmesinde başarısız kalınıyor; mücadeleye atılan kesim azınlıkta kalıyor), kendi eylemlerini geniş yığınların eylemleri yerine geçirmeleri; sansasyonel eylem peşinde koşulması, yine öğrenci gençliğe yönelik propaganda, ajitasyon ve teşhir faaliyetindeki yetersizlik; dernekleri geniş öğrenci yığınlarını kucaklayacak örgütlenmeler olarak değil de, daha çok, devrimci-demokratik hareketler etrafında kümelenmiş olan, -lafta aksi iddia edilse de- gençliğin birlik platformu olarak ele alma… Yanı sıra, devrimci-demokrat öğrenci-gençlerin, pratikle genel olarak öğrenci niteliğine, okulcu vasfına pek sahip olamamaları, öğrencilerin bulunduğu yerlerde, amfilerde bulunmamaları, onlardan mekan olarak da uzak olmaları ve daha önemli olarak devrimci-demokratik grupların kendi aralarındaki ilişkilerde taşıdıkları hata ve zaaflar, birbirlerinin düşüncesine, düşüncesini açıklamasına saygı göstermeme, tahammülsüzlük, yer yer birbirine sataşma ve şiddet uygulama ve bunun geniş öğrenci kesimlerinde yarattığı hoşnutsuzluk ve önyargılar ile, grupçu, sekter ve rekabetçi, dernek yönetimini ele geçirme mantık, anlayış ve tutum, öğrenci gençliğin mücadelesine ve örgütlenmesine zarar vermiştir. Örgütlenme konusunda aracın niteliğinin (örgütün) kavranamayarak, tek bir örgüt biçimiyle yetinilmesi, değişik konu ve alanlarda farklı sorunlar ve istemler temelinde geçici ve/veya kalıcı örgütlenmeler yoluna gidememe de, örgütlenmede darlaşmaya ve kısırlığa yol açan faktörlerden biri olmuştur.
Öğrenci gençliğin oluşturulacak merkezi örgütlülüğü, mücadelenin yükseltilmesi ve daha geniş kesimlerin örgütlenmesine hız kazandıracaktır kuşkusuz. Ancak bu, birim derneklerinin bugünkü halleri, bugünkü nitelik ve özelliklerini korudukları; öğrenci gençlik içindeki çalışmadaki hata ve zaaflar aşılmadığı ve varlığını sürdürdüğü sürece ve ölçüde mümkün değildir. Öğrenci dernekleri, geniş öğrenci kesimlerinden kopuk ve soyut oldukça, çeşitli siyasal yoğunlukların gençlik içindeki uzantılarının bir platformu ya da bir tür güç ve eylem -o da zaman zaman- birliği olarak kaldıkça; kurulacak bir merkezi örgütlülük dar bir kesimin bir tür üst örgütlülüğü olmaktan ileri gidemeyeceği gibi, öğrenci demeklerinin sahip oldukları dar yapılardan ve içindeki siyasi grupların genel olarak grupçu, rekabetçi tavırlarından ve diğer hata ve zaaflardan ötürü süreç içinde yeni yeni ayrışma ve bölünmelerin yaşanması söz konusu olabilecektir, tabii daha önce yeni ayrışma ve bölünmeler yaşanmazsa.
Sorun, siyasileşmiş azınlık bir grubun değil, en geniş öğrenci yığınlarının örgütlenmesi sorunudur. Bu nedenle; merkezileşme sorununa, çeşitli siyasal hareketler etrafında kümelenmiş grupların üst düzeyde (güç) birliğini sağlamak amacıyla değil, geniş öğrenci gençlik kesimlerinin örgütlenmesi, mücadeleye çekilmesi perspektifiyle bakılmalıdır. Kitleselleşme, birim demeklerinin tabana oturması sorunu ile merkezileşme sorunu içice girmiştir. Bu nedenle, bu ikisi birlikte ele alınmalıdır.
Öğrenci gençlik demeklerinin merkezileşmesi faaliyetlerine yukarda işaret ettiğimiz yanlış anlayış ve tutumların, hata ve zaafların hızla giderilmesi eşlik etmelidir. Böyle olduğunda, öğrenci gençliğin merkezi örgütlenmesi, geniş öğrenci yığınlarının mücadeleye çekilmesi ve örgütlenmesine bir atılım kazandıracaktır.
İllerden başlayarak, öğrenci gençliğin merkezi örgütlenmesinin yaratılması yönündeki çabaların yoğunlaştığı ve bu doğrultuda hazırlıkların sürdüğü koşullarda, akademik nitelikteki öğrenci gençlik örgütlenmesi, bunun nasıl olması ve mücadele platformu üzerinde durmak gerekiyor.
Mücadeleyi baltalamaktan başka bir amaç ve faaliyetleri olmayan; düzenin icazetine sığınmış revizyonist-reformistler, öğrenci gençliğe kısmi akademik taleplerin ve yasaların dışına çıkılmamasını; siyasetle uğraşılmaması gerektiğini söylüyorlar. Revizyonistler ve reformistler, öğrenci derneklerinin kitleselleşememelerinin nedeni olarak da, kısmi akademik taleplerin dışına çıkılmasını, siyasetle uğraşılmasını ve yasa(k)ların çiğnenmesini gösteriyorlar. Üniversiteli gençliğe suskun kalmayı öneren revizyonistler, gerçekte gençliğin anti-faşist, anti-emperyalist hareketinin gelişmesine, öğrenci gençliğin özgürlük ve demokrasi için mücadeleye atılmasına değil, aynı zamanda kısmi akademik ve demokratik talepleri için de mücadele etmesine de karşıdırlar.
Devrimci-demokrat hareketlerin saflarında da öğrenci gençliğin örgütlenmesi, öğrenci demeklerinin platformu konularında, birbirine “zıt” gibi görünse de, son çözümlemede aynı yerde buluşan; biri “sol”, diğeri “sağ”, iki yanlış anlayış mevcuttur.
Birinci görüşü, başını Y. Çözüm’ün çektiği, öğrenci gençlik örgütlenmesinde, geniş öğrenci yığınlarını dıştalayan, devrimci-demokratik hareketlerin, daha doğrusu kendinin öğrenci gençlik içerisinde etkilediği güçleri bir araya getirmeye çalışan bir örgütlenme olarak bakan “sol” anlayış oluşturuyor. Buna “sağ”dan karşı çıkan anlayış da, öğrenci derneklerinin, akademik-demokratik örgütlenmeler olmasından hareketle, anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin aracı olamayacaklarını, siyasi talepler için mücadele veremeyeceklerini savunuyor. Bu anlayışın temsilciliğini de Emeğin Bayrağı yapıyor. Birinci görüş sıradan (politikleşmemiş) geniş öğrenci yığınlarını dıştalar, “ilkeler” adına öğrenci gençliğin örgütlenmesini onların dışında yaratmaya çalışırken; ikincisi, öğrenci yığınlarının mücadelesini, ekonomik-akademik talepler ve bu taleplerle sınırlı bir mücadele içine hapsediyor.
Yeni Çözüm, özel Sayı 12’de “Merkezi öğrenci Gençlik Derneği” başlıklı yazıda şunlar söyleniyor: “(…) Biz, demokratik-merkeziyetçilik ilkesini kabul eden ve anti-faşist, anti-emperyalist gördüğümüz tüm anlayışlarla bir araya gelmeyi savunuyoruz. Asgari müşterek olarak bunu görüyoruz, öğrenci gençliğin merkezi-demokratik örgütlenmesi, öğrenci harekelini oluşturan devrimci ve demokratik güçlerin ilkeli birliği üzerinde yükselmek durumundadır. Böyle bir oluşumun sınırları doğal olarak anti-faşist, anti-emperyalist çizgiyle belirlenmiştir.”
Öğrenci gençlik örgütlenmesi, Yeni Çözüm tarafından “devrimci-demokratik güçlerin ilkeli birliği üzerinde” yükselen bir örgütlenme, bir başka anlatımla, devrimci-demokratik grupların öğrenci gençlik içindeki taraftarlarını bir araya getiren bir örgütlenme olarak ele alınıyor.
Anti-faşist, anti-emperyalist nitelikle görünen tüm anlayışlarla bir arada olmanın savunulması kuşkusuz iyi bir şeydir; ancak hem pratikte bu yaklaşımın pek gözetilmediği söylenmelidir, hem de öğrenci gençlik örgütlenmesinin anti-faşist anti-emperyalist anlayışların taraftarlarının birliği üzerinde yükselmesinin öngörülmesi hatası, öğrenci derneklerinin kaçınılmaz olarak dar kalmasına yol açar.
Yeni Çözüm’ün öğrenci gençliğin örgütlenmesi sorununa yaklaşımını yine kendisinden bir alıntıyla izleyelim.
“(…) öğrenci örgütlenmesi (üstelik söz konusu olan merkezi öğrenci örgütlenmesidir.) siyasi ilkeleri olmayan “mesleki” nitelikte bir örgütlenme olamaz. Siyasi ilkeleri olmadan tutarlı bir akademik-demokratik mücadele programı üretilip hayata geçirilemez ve demokratik öğrenci hareketinin güçlenmesi, ilerici-demokratik niteliklere sahip bir kitleselleşmenin yaratılması sağlanamaz.” (ay. s. 10)
Yeni Çözüm, sık sık “ilkeler” vurgusu yapar, “siyasi ilkeleri olmayan ‘mesleki’ nitelikte bir örgütlenme olamaz” derken, en önemli ilkeyi, yığınların -yalnızca ileri kesimlerinin değil- devrime kazanılması olduğunu; kitlelerin ileri kesimleri ile geri kesimlerini bir araya getiren, ekonomik, mesleki, akademik nitelikteki örgütlerin her günkü mücadele içerisinde, kitlelerin eğiliminde; yalnızca ekonomik akademik talepler için değil, aynı zamanda, devrim için mücadeleye çekilmesinde, devrim için mücadeleye hazırlanıp, seferber edilmesinde vb. önemli kaldıraçlar olduklarını unutuyor.
Öğrenci gençliğin örgütlenmesini esasta devrimci-demokratik gençlik güçlerinin (ya da etkilediği öğrenci gençlik kesiminin) bir örgütlenmesi olarak gören bir anlayış, geniş öğrenci yığınlarının, anti-faşist, anti-emperyalist bir mevziiye çekilmesine ve devrim mücadelesine kazanılmasına hizmet etmez. Tam tersine bu anlayış, devrimci-demokratik gençlik güçlerinin, geniş gençlik yığınlarının dışına düşmesine; sıradan öğrenci kitlelerinin, burjuvazinin, faşist, gerici, revizyonist ve reformist akımların etkisine terk edilmesine yol açar.
Ekonomik, mesleki, akademik yığın örgütlenmelerinde, bu örgütlere üye alınmasında, siyasi bilinç aranmaz ya da baştan, anti-faşist, anti-emperyalist olma gibi bir önkoşul ileri sürülemez. Böyle bir “siyasal ilke” yoktur. Böyle bir “ilke” öne sürmek, sıradan kitlelere kapıları kapatmaktır. Ekonomik, akademik örgütlenmeler, olabildiğince geniş ve olabildiğince “gevşek” olmak zorundadırlar. Bu örgütlerin, işverenle, idare ve polisle işbirliği yapanların, bilinçli düzen savunucularının vb. dışında, tüm kitleyi kucaklamayı hedeflemeleri gerekir.
Açıktır ki, bu örgütlere katılan her birey birleşmenin, ortak çıkartan için örgütlü mücadele vermenin gerekliliğini kavrayarak üye olmaktadır. Sıradan öğrenci kitlelerinin birim örgütlerinin saflarına katılmasını sağlayacak şey, bu örgütlerin öğrenci gençliğin sorunlarına, acil ve temel taleplerine sahip çıkması, bu temelde tutarlı ve kararlı bir mücadele sürdürmesidir.
Öğrenci gençliğin örgütlenmesi sorununda “sağ” uçta kalan Emeğin Bayrağı, öğrenci demeklerinin “akademik” mi, yoksa anti-faşist, anti-emperyalist karakterli örgütler mi oldukları tartışmasını yürütürken; gençliğin örgütlenmesini, “akademik” ve anti-faşist anti-emperyalist örgütler diye iki kategoriye ayırıyor ve ekonomik-akademik talepler için mücadelenin, akademik örgütler, anti-faşist, anti-emperyalist mücadelenin ise, anti-faşist, anti-emperyalist karakterli örgütler tarafından verileceğini savunuyor.
Emeğin Bayrağı özel sayısı “Gençlik Yıldızı” (Ekim 89) “Gençliğin Hareketi durum ve görevlerimiz” adlı yazıda; “Yığınsal politik öğrenci gençlik hareketinin geliştirilebilmesi için hem akademik ve hem de politik karakterli örgütlenmelerin oluşturulması, geliştirilmesi, merkezileştirilmesi ve kitleselleştirilmesi ve işlevlerinin iyi ve doğru tanımlanması gereklidir. Anti-faşist, demokratik karakterli örgütlenmelerin yerini de mesleki-akademik örgütlenmeler dolduramaz. Ekonomik mücadele ve araçlarıyla, politik mücadele ve araçları farklıdır, birbirine karıştırılmamalıdır. Akademik-demokratik örgütler olan öğrenci derneklerinin politik örgütler olarak görülmesi bu örgütlerin kitleselleşememesinin ana nedenlerinden biridir. Bu bağlamda, bu tür anti-Leninist teori ve pratiğe karşı etkili bir mücadele yürütülmelidir.” deniyor.
Bir örgütün ekonomik, ya da akademik karakterde olması, o örgütün taleplerini, programmi ve mücadelesini ekonomik ya da akademik alanla sınırlayacağı anlamına gelmez. Emeğin Bayrağı gibi, öğrenci gençliğin akademik nitelikli örgütlerinin anti-faşist, anti-emperyalist mücadele veremeyeceklerini söylemek, geniş öğrenci yığınlarının ve akademik örgütlerin mücadelesini, akademik talepler içerisine hapsetmek olur. Bu aynı zamanda, geniş öğrenci gençlik kesimlerine anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleyi yasaklamak anlamına gelir, öğrenci gençliğin akademik nitelikteki örgütlerinin, kendilerini akademik talepler için mücadele ile sınırlamaları gerektiği, yoksa darlaşacakları görüşleri aslında revizyonist ve reformistlerin görüşleridir.
Akademik örgütlerin mücadelesi akademik-demokratik taleplerle; sendikaların mücadelesi, de, ekonomik taleplerle sınırlandığında, ekonomik-akademik mücadele ile siyasal talepler için mücadele arasındaki ilişki nerede, hangi örgütle kurulacak? Ekonomik mesleki, akademik nitelikli örgütlenmeler, saflarında örgütlü olan kitleleri, anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleye çekmede, devrim (sendikal alanda sosyalizm) mücadelesinde, bir rol oynamayacaklara, kitlelerin hoşnutsuzluk ve tepkilerini düzen içi kanallara akıtmanın ötesinde işlevleri ne olacak?
İster öğrenci dernekleri, ister sendikalar, isterse diğer mesleki örgütler olsun, her bir örgüt, -şayet örgüte damgasını vuran uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi, egemen sınıfların ve düzenin çıkarlarını gözeten bir politika değilse- temsil ettiği sınıf ya da toplumsal kesimin, -asgari değil- azami çıkarlarını savunmakla yükümlüdür. Onun programını, mücadele platformunu belirleyen, tekabül ettiği sınıf ya da toplumsal kesimin çıkarlarıdır.
Öğrenci gençliğin “akademik” örgütlerinin, gençliğin tüm akademik taleplerine sahip çıkması, bunların elde edilmesi doğrultusunda kararlı bir mücadele yürütmesi gerekir. Ancak, öğrenci gençliğin akademik örgütleri, kendini salt akademik talepler ve bunlar için bir mücadele ile sınırlayamaz, sınırlamamalıdır.
Öğrenci derneklerinin, öğrenci gençliğin aynı zamanda anti-faşist, anti-emperyalist, demokratik siyasal mücadelesinin birleştiği direniş merkezleri olarak ele alınması zorunludur. Çünkü genel olarak, “ideolojik içerik”ten arınmış salt mesleki örgütler olmadığı gibi, bu örgütler siyasetin dışında değillerdir. Çünkü en küçük bir talep için mücadele düzenle çatışmayı beraberinde getiriyor. Ve YÖK’e karşı mücadele kaçınılmaz olarak siyasi bir nitelik taşıyor. Ama bu örgütlerin siyasal mücadelesi gençliğin gerçek devrimci siyasal mücadelesi olmalıdır, sorun budur. Bu örgütleri, sözde “siyaset dışı” örgütler saymak onları burjuvazinin siyasal çizgisine çekmek; son tahlilde gençliği burjuva ideolojisine itmek olur.
Birimlerdeki öğrenci gençlik demeklerinin ve bunlar üzerinde yükselmesi gereken merkezi örgütlülüğün, mücadele platformunun çerçevesi böyle olmalıdır. Akademik taleplerle ve bunlar için mücadelenin yanı sıra, esas olarak anti-faşist, demokratik ve anti-emperyalist talepler ve bunlar için mücadele…
Öğrenci derneklerinin karşı karşıya olduğu iki önemli sorun: Yasallarına ve Kitleselleşme
Birim öğrenci demeklerinin tabana oturamaması ve kitleselleşememesi üzerine, devrimci-demokrat grupların, öğrenci demeklerinin nitelik ve mücadele platformlarına ilişkin yanlış yaklaşımları ile öğrenci gençliğe yönelik faaliyetlerdeki diğer hata ve zaaflara değinerek, derneklerin ve devrimci-demokrat öğrenci gençlerin bunları aşma göreviyle karşı karşıya bulunduğunu belirttik.
Demeklerin kitleselleşememesinin ve geniş öğrenci yığınlarının örgütlenip mücadeleye çekilememesinin başka nedenleri de var. Bunlardan en önemlileri arasında yasallaşamama ve özgül soran ve talepler için geçici/kalıcı özgül örgütlenmelerin oluşturulamaması ve devrimci öğrencilerin yarattığı imajın (okulcu olmayan devrimci tipi) anlamaması sayılabilir.
Kurulma çalışmalarının başladığı 1984 yılından bu yana, öğrenci dernekleri ve dernek kurma girişimleri diktatörlüğün yoğun saldırılarına uğradı, uğramaya da devam ediyor. Bu saldırılar, bugün üniversitelerin açık işgaliyle (bu olay bir bütün olarak tüm üniversite gençliğine yöneliktir.) daha da arttırıldı.
Önceleri, dernek kurma ve örgütlenme çabalarını “tek tip dernek yasası”yla boğmaya çalışan diktatörlük, öğrenci gençliğin, örgütlenmesine sahip çıkarak, bu saldırıyı 14 Nisan ve ardından gelen ülke çapındaki yoğun kitlesel eylemleriyle püskürtünce, yeni saldırı yöntemlerini kullanmaya başladı. Siyasi iktidar, burjuva anayasasının açık hükümlerini bile çiğneyerek, YÖK Yasası’nın 59. maddesi gereği “rektörlük izni olmadığı” gerekçesiyle yasal olarak kurulan öğrenci derneklerini kapatma yoluna gitti. Saldırıların bir başka yönü de dernek çevresinin ileri unsurlarını bir taraftan gözaltılar, işkenceler yoluyla korkutmaya, yıldırmaya çalışarak gerçekleşirken; öte yandan polis-idare işbirliğiyle disiplin soruşturmaları açarak okuldan uzaklaştırma-atma şeklinde oluyordu. Böylelikle; hem ileri unsurların, devrimci-demokrat öğrencilerin geniş öğrenci kesimleriyle aralarındaki bağı koparmak, öğrenci yığınlarını öndersiz bırakmak amaçlanırken, öte yandan bu saldırılarla topyekûn olarak üniversiteli gençliğe gözdağı verilmeye çalışılıyordu. Yasal olarak her türlü engeli aşarak kurulan derneklerin de, kongrelerini yapmaları engellenerek, kongre yapmadıkları gerekçesiyle kapatma yolu kullanıldı, kullanılıyor. Siyasi iktidar dernekleri kapatmaktan, öğrenciler yeniden kurmaktan bıkmadılar.
“Yasallık” amaç değil, araçtır. Öğrenci demeklerini meşrulukları “yasal” olmalarından değil, mücadele ettikleri zeminden gelir. Ancak, “yasallık” yine de önemli bir sorundur. Resmi iktidarın sürekli olarak, geniş öğrenci yığınlarını demeklerden ve mücadeleden uzak tutabilmek için, başka şeylerin yanı sıra, derneklerin “yasadışı” oldukları ve “meşru” olmadıkları; “arkalarında gizli örgütler bulunduğu” yolundaki demagojilerinin geri bilinçli öğrenci kesimleri içerisinde yarattığı etkiyi bertaraf etmede ve yığınları örgütleyebilmede ve birtakım olanaklardan, haklardan yararlanabilmede “yasallık” önemli bir araç olabileceği gibi; derneklerin yasal-tüzel kişilik kazanmaları aynı zamanda faşizmin cephesinde açılan birer gedik ve birer demokratik mevzi olacaktır. Öğrenci demekleri yasal olarak kurulup, bu durum genel ve yerleşik bir hal aldıkça, kitleselleşme daha kolay ve daha hızlı olabilecektir.
Bu nedenle, öğrenci gençlik hak ve özgürlükler için mücadelede, örgütlerinin yasal kimliğini oluşturmak için daha gayretli bir çaba ve uğraşı göstermek durumundadır. Derneklerin yasal olarak kurulması, tüzel kişiliğin kazanılması yalnızca yasal-usulü işlem/yöntemler yoluyla değil; aynı zamanda, daha çok fiili mücadelelerle, fiili kazanımlarla gerçekleştirilebilecektir. Bu, siyasi iktidar ve uygulamalarına, YÖK’e karşı dişe diş bir mücadeleyle olanaklıdır ancak.
Kitleselleşememe ve birim derneklerinin tabana oturamamasının, devrimci demokrat öğrencilerle geniş öğrenci kesimleri arasında asgari bir bağın yaratılamamasının nedenlerinden bir diğeri de, tek bir örgüt biçimine bağlı kalınması, farklı örgüt biçim ve çalışmalarına yönelinmemesi olarak gözleniyor.
Bugüne değin, demekler alt ve taban örgütlerini oluşturabilmiş değiller. Bu nedenle; dernekler, sürekli olarak genel kurul şeklinde tüm dernek üyelerinin toplanmaları ve karar almalarıyla işleri görüyorlardı. Bu da pratikte hantallığa ve her soruna yetişememeye yol açıyordu. Derneklere bağlı yetkili ve inisiyatif sahibi özgül örgütlenmelerin oluşturulması, derneklerin kitleselleşmesinin sağlanmasına hizmet edecektir. Dernek çalışmasını yürüten öğrencilerce, özgül sorun ve talepler için farklı örgütlenmeler oluşturma yoluna gidilmesi bir yol olarak düşünülebilir.
Özgül sorunlar temelinde kurulacak olan örgütlenmeler, sorunun kısa ya da uzun vadede çözüme ulaşması açısından geçici veya kalıcı olabilirler. Bu tür örgütlenmeleri örnek verecek olursak, başta, ulusal sorun komiteleri olmak üzere, polis-idare işbirliğine, atılmalara karşı mücadele komiteleri ya da yurt sorunlarının çözümü için mücadelede yurt komitesi vs. oluşturulabilir. Bunların dışında, okullarda tabanda örgütlenmenin araçları olarak “amfi komiteleri” oluşturulması yoluna da gidilebilir.
Bu tür örgütlenmeler içerisine giren öğrencilerde, başlangıçta “demeğe üye olma” ya da başka bir kıstas aranmamalı; bunlara gerici faşist, ajan provokatörler dışında sorunlara sahip çıkan ve çözümü için mücadele etmek isteyen her öğrenci girebilmelidir. Böylelikle bu örgütlenmeler kendi alanlarında en geniş öğrenci kesimini kucaklayabilecektir.
Bu örgütlenmeler, kendi alanlarında politika üretmek ve eylem organize etmek konularında inisiyatif sahibi olabilmelidirler.
Bu tür özgül örgütlenmeler çeşidi sorunların çözümü için duyarlı olan çok sayıda öğrencinin kendi talepleri ve sorunları için mücadeleye çekilmesini sağlayabileceği gibi; başlangıçta demeğe girmekte ve üye olmakta çekince duyan geniş öğrenci yığınlarının mücadele içinde kendi öz deneyimleriyle bilinçlenerek, sorunların ve bunların çözümlerinin bütünlük ve birliğini, böylelikle birleşik bir gücün-örgütün gerekliliğini kavrayarak dernek çatısı altında birleşmesini ve mücadeleye atılmasını sağlayacaktır. Bu tür örgütlerdeki çalışma ve bunun kazanından öğrenci demeklerinin kitleler üzerindeki prestijini artırıcı etki göstererek, demeklerin gelişmesine, büyümesine ve güçlenmesine de katkıda bulunabilecektir.
Bu bölüme ilişkin olarak devrimci öğrenci gençlerin, öğrenci niteliklerini korumaları ve kitleler içinde bugüne kadar oluşan ve burjuva propaganda ve demagojilerle de beslenen imajı ortadan kaldırmaları gerekliliğine değinelim. Devrimci-demokrat öğrenciler ile geniş öğrenci kesimleri arasındaki uçurum, bağlantısızlık yalnızca devrimci-demokratların geniş yığınların güncel ve akademik taleplerine ilişkin ajitasyon, propaganda da, eksiklik, güncel ve akademik sorunlarla temel ve siyasi sorunlar arasındaki bağlantıyı yeterince koyamamalarında ve demeği, devrimci-demokrat gruplar etrafında toplanan gençliğin bir tür platformu olarak görmelerinden kaynaklanmıyor; devrimci-demokrat gruplara mensup üniversiteli gençlerin pratikte öğrenci niteliklerinden uzaklaşmaları ile; sıradan öğrencilerle birebir ve çok yönlü ilişkilere girmemelerinden ve mekan olarak da öğrenci yığınlarının bulunduğu yerlerden, amfilerden uzak olmalarından da ileri geliyor. Yine çeşitli devrimci-demokrat gruplara arasında grupçu, rekabetçi anlayışın terk edilememesi, aşılamaması ve bunun sonucu olarak kendisinden farklı olana karşı hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlük ile birbirine karşı şiddet kullanma eğilim ve tavırları da devrimci öğrencilerin kitlelerden kopmasına yol açıyor. Aynı zamanda darlığın ve kitlelerden kopukluğun nedeni olan bu hata ve zaaflar, burjuva propagandalarla devrimci öğrencileri karalamada kullanılıyor. Devrimci öğrencilerin bu konudaki hatalarını düzelterek, amfilerine gitmeleri, öğrencilerin içinde bulunmaya ve öğrenci yığınlarıyla sıcak ve yakın, birebir ilişkiler kurmaya özen göstermeleri, öğrenci kitleleriyle kurulacak gündelik ilişkiler içinde onların güvenini kazanmaya önem vermeleri devrimci-demokratlarla geniş öğrenci kesimleri arasında yakın bağların ve ilişkilerin kurulmasına, devrimci-demokrat gençlerin politikleşmemiş gençler üzerinde daha kuvvetli bir etki bırakmalarına ve burjuva propaganda ve demagojilerin etkisizleştirilmesine yol açacaktır.
Üniversiteli Gençlik, paralı eğitime, üniversitelerin işgaline ve savaşa karşı mücadeleyi yükseltmelidir.
Yeni öğretim yılının başladığı şu günlerde, üniversiteli gençlik geçen yıldan devralman paralı eğitim ve okulların polis tarafından açık işgaliyle karşı karşıya… Diktatörlük, emekçi çocuklarına üniversite eğilimi hakkını yasaklamak, bu hakkı yalnızca egemen sınıflar gençliğine tanımak istiyor. Egemen sınıflar ve onların faşist diktatörlüğü, kendi geleceklerini garanti altına alabilmek için, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak olan kendilerine bağlı sadık uşaklar yetiştirmek istiyor. Emekçi sınıflardan gelen üniversite gençliğinin mücadelesinden çekinen diktatörlük, gençlikten, onların mücadelesinden kurtulmak için, onlara üniversite eğitimi hakkını tanımamanın yollarına gidiyor, haklarını gasp etmeye, ellerinden almaya çalışıyor. Yüksek öğrenim gençliği, eğitim haklarını ortadan kaldırmaya, ellerinden almaya yönelik bu saldırıyı püskürtebilmek için en geniş cepheye ve olanaklara her zamankinden daha çok sahiptir.
Gençliğin mücadelesini bastırmak, ileri unsurlarla kitleler arasındaki bağı koparmak, en küçük bir örgütlenmeyi ve kıpırtıyı yok etmek için ve öğrenci gençliğe yönelik paralı eğilim de dâhil olmak üzere ekonomik, siyasal, ideolojik yeni saldırıları başlatmak ve uygulamak amacıyla gerçekleştirilen, üniversitelerin, diktatörlüğün militarist kuvvetlerinin (jandarması, sivil-resmi-çevik polisiyle) açık işgaline karşı mücadele, özerk-demokratik üniversiteye giden yolda, hak ve özgürlüklerin elde edilmesinde ve mevzilerin korunmasında; üniversitelerde, üniversite emekçileri ve gerçek bilim adamları ve öğretim görevleriyle birlikte öğrencilerin yönetim ve denetimlerinin gerçekleşmesinde, önemli ve zorunludur. Paralı eğitime ve üniversitelerin işgaline karşı yığınlardaki hoşnutsuzluk ve öfke ile mücadele isteği, doğru yolda kanalize edilerek mücadele isteği, doğru yolda kanalize edilerek en geniş bir cepheyle mücadeleye atılınmalıdır. Üniversite gençliğinin diktatörlüğe karşı mücadeleye atılma koşullan ve olanaktan şimdi daha elverişlidir.
İçinde bulunduğumuz dönem emperyalistlerin bir bütün halinde Ortadoğu halklarına yönelik yeni saldırıların başlatıldığı, yeni ve yakın, sıcak bir savaş tehlikesinin yaratıldığı bir dönem. Ülkede de, körfez krizinin bahane edilerek, faşist diktatörlüğün başta Kürtler, işçi sınıfı olmak üzere, emekçi halka karşı topyekûn genel bir ekonomik ve siyasal saldırıyı başlattığı ve yoğunlaştırdığı bir dönem. Türkiye’nin gerici egemen sınıfları, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki jandarmalığına soyunuyor… Bağımsızlık, vatanperverlik laflarını ağızlarından düşürmeyen siyasi iktidar, ülkeyi ABD emperyalizminin emrine daha çok amade etmenin gayretinde. Grevleri erteleyerek, ardı ardına zamlar yaparak, yoğun gözaltı ve tutuklamalara girişerek gerçekleştirilen saldırı dalgaları, karşı konulmadığı takdirde ve sürece yeni ve daha büyüklerinin yalnızca habercisi olacak.
İşçi sınıfı haklarını korumak için, iş ekmek ve özgürlük mücadelesini yükseltmek için savaşa karşı mücadeleye başladı bile. Diğer emekçi sınıfların olduğu gibi, üniversiteli gençliğin de savaşa karşı mücadeleye katılması, yeni hakların elde edilmesi, kazanılan nispi hak ve mevzilerin korunabilmesi, özerk-demokratik üniversite mücadelesinin garanti altına alınması için gerekli ve zorunludur. Savaş, demeklerin kapatılması demektir, savaş özerk-demokratik üniversite mücadelesine saldırı demektir, savaş eğitim haklarının ellerinden alınarak gençlerin emperyalistler uğruna cepheye gönderilmesi demektir. Üniversiteli gençlik bu yüzden diğer emekçilerle birlikte savaşa karşı mücadele etmelidir.
Bunun için, yüksek öğrenim gençliği, tek tek talepler uğruna mücadeleyi savaşa karşı mücadele ile birleştirmeli, akademik-demokratik üniversite mücadelelerini, YÖK’e karşı mücadeleyi, siyasal hak ve özgürlükler uğruna mücadeleyi, savaşa karşı mücadeleye tabi kılarak sürdürmelidirler. 1960’lardan bu yana gelişkin bir anti-emperyalist mücadele geleneğine sahip olan ülkemiz yüksek öğrenim gençliği, 1980’le birlikte unutturulmaya, geçmişle bağlantısı koparılmaya çalışılan bu geleneğini yeniden hayata geçirerek sürdürmenin koşullarına sahiptir. Üniversiteli gençlik, her yerde yaygın, kitlesel anti-emperyalist gösterilerle emperyalizmin, Ortadoğu’da giriştiği egemenlik saldırılarına, Türkiye’nin emperyalistlerin çıkarları uğruna savaşa sürüklenmesine karşı mücadele etmelidir.
Savaşa karşı mücadele, bu yönüyle anti-emperyalist bir mücadeledir. Anti-emperyalist mücadele, savaşa karşı mücadele için üniversiteli gençlik, en büyük silahı olan genel boykotlarla, ülkede gerçekleşecek emekçi sınıfların genel direnişinin bir halkası olmak durumundadır. Savaşa karşı mücadele, bugün en önemli, en temel mücadeledir. Üniversite gençliği, savaşa karşı birleşik mücadele şiarıyla hareket etmekle yükümlüdür.

Ekim 1990

Tarihsel materyalizm ve burjuva yaygaralar-1

Son yıllarda, başını emperyalizmin ideologları ve propagandacılarının çektiği geniş bir koro, artık sosyalizmin kapitalizm karşısında kesin bir yenilgiye uğradığının, kapitalizmin ebediyen yaşayacak bir ekonomik ve siyasal sistem olarak varolacağının kanıtlandığının propagandasını, ellerindeki sınırsız iletişim olanaklarıyla yüksek perdeden yayıyorlar.
Bu anti-sosyalist koro, sadece emperyalizmin dolaysız ideologları ve liberal aydın ve politikacılardan da ibaret değil. 1960’lı yıllarda Marksizm’in platformundan açıkça ayrılarak burjuva reformist bir platforma kayan Euro-komünistler, çoktan beri bu koronun vokalistliğini yapıyordu. Yine aynı yıllardan itibaren SB ve Doğu Avrupalı revizyonistler ise açıkça bu koroya katılmasa da, tutumları ve izledikleri anti-Stalinist, anti-Leninist çizgiyle hayranlar safındaydılar. Ama, 1980’lerden sonra, özellikle de Gorbaçovculuğun SB ve D. Avrupa’daki etkinliğinin yaygınlaşması ve D. Avrupa’nın revizyonist diktatörlüklerinin bir bir devrilmesinden sonra bu utangaç hayranlık utanmazca bir emperyalizm, liberalizm şakşakçılığına dönüştü. Ve böylece de anti-sosyalist koronun safları genişleyip berraklaştı.
Koronun kadrosu genişledikçe de sesi daha gür çıkmaya başladı ve bu ses, sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemde burnundan kıl aldırmaz sosyalistler olarak boy gösteren küçük burjuva çevrelerde yankı buldu ve bu çevreler bu ideolojik baskı karşısında sosyalizmi, Marksizm-Leninizm’i açıkça ya da üstü kapalı bir biçimde yeniden gözden geçirmeye koyuldular. Yanıtı, emperyalist propagandacılar tarafından kulaklarına önceden fısıldanmış soruları kendilerine sormaya başladılar: SB ve D. Avrupa’da sosyalizm neden yıkıldı? Batı, “sosyalist ülkelere” göre nasıl oldu da teknolojik üstünlük sağladı. Marks, Lenin, Stalin ve diğer büyük Marksistlerin “kapitalizm yıkılacak” öngörüsü neden doğru çıkmadı? Materyalist tarih anlayışından başka doğru bir tarih açıklaması neden olmasın? Diyalektik bugün olup bitenleri neden açıklayamıyor?
Bu sorular elbette çoğaltılabilir, ama hepsinin özü diyalektik materyalist dünya görüşüne karşı olumsuz kuşkular ve sosyalizme karşı düşmanca bir tutumda kendisini açığa vuran sorulardır.
1917’lerden 1970’lere kadar sosyalizme ve Marksizm’e cepheden saldın cesaretini yitirten; burjuva liberal aydınlara, küçük burjuvazinin radikal ve reformcu sözcülerine sosyalizm maskesi takmaya zorlayan kuşkusuz ki; sosyalizmin kazandığı prestijdi. Ve sosyalizm bu prestiji SB gibi Avrupa’nın en geri ülkesini iç savaşlara, emperyalist abluka ve komplolara, 2. Büyük Savaşın SB’de yaptığı büyük tahribata karşın dünyanın ikinci en büyük ekonomik devi haline getirerek, bütün güçlükleri göğüsleyerek, ezilen halklara ve dünya proletaryasına karşı enternasyonal görevini yerine getirerek, Hitler faşizmine karşı gösterdiği kahramanca savaş vb. herkesçe bilinen (bugün Marksizm inkârcılarının, sosyalizm düşmanlarının bile reddedemeyeceği) büyük mücadeleler içinde kazandı.
Bu prestij, sosyalizm ve dünya proletaryası için büyük bir kazanandı ve SB’nde Ekim Devrimi’yle 1950’li yılların ortasına kadar, sosyalizmin kuruluşuna Marksizm-Leninizm’in yön verdiği yıllar boyunca burjuva ideologları ve iktisatçılarının, diplomat ve politikacılarının sosyalizmin geleceği konusunda bütün kötü kehanetleri iflas etmişti. Bu da onları artık sosyalizme karşı cepheden saldırmaktan vazgeçmeye zorlamıştı. Ne var ki; SB’nde parti ve devlet iktidarım ele geçiren revizyonistler, sosyalist devlet ve ekonomiye burjuva normları egemen kılarak emperyalizm ve gericilikle uzlaşma ve işbirliği politikalarını uygulamaya sokarak, bu prestiji kısa zamanda ayaklar altına aldılar. Bu yüzden de, I960’lı yıllardan itibaren emperyalist ideolog ve propagandacıların sesleri, Euro-komünist partilerden başlamak üzere, henüz Marksist sosyalizm çizgisine gelmemiş, ama sosyalizmin kazanımı olan “sosyalist” çevrelerde, devrimci demokrat, ulusal kurtuluşçu çevrelerde yankı bulmaya başladı. Kruşçevizm D. Avrupa’dan Çin’e, Vietnam’a kadar etkisini duyururken, eski Marksist partilerden büyük çoğunluğu da bu etkinin yayılma alam oldu. Emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelenin yerini işbirliği ve uzlaşmanın alması bu partilerle proletaryanın bağlarını zayıflatırken, partiler içinde işçi aristokrasisi, küçük burjuva ve burjuva çevrelerin etkinliği arttı. Bu değişim işbirliği ve uzlaşma eğilimini kışkırttı, daha çok işbirliği ve uzlaşma ve sağa kayış önlenemez biçimde ilerledi. Bugün gelinen yer ise ortada.
Kısaca söylenecek olursa; başka nedenlerin yanı sıra emperyalist ve kapitalist sistemin ideolojik baskılarının ürünü olarak yükselen revizyonizm, dolaysız emperyalist ideolojinin ideologlarının cesaretlenmesinde ve sosyalizme karşı sürdürdükleri kampanyanın yükselip geniş yığınları etkilemesinde çok önemli bir dayanak oldu.
Hiç kuşkusuz bu ideolojik yükselişe emperyalist ülkelerin askeri politik ve ekonomik yükselişi de eşlik etti. Buna, giderek, geniş yığınların gözünde hala sosyalist olan revizyonistlerin, sosyalizmin prestijini ayaklar altına alan politikaları ve ekonomik, siyasi alandaki başarısızlıkları da eklenince, dünya yüzünde sosyalizm sadece kimi ülkelerde kapitalizmin restorasyonu yoluyla toprak kaybetmekle kalmadı, milyonlarca proleterin, komünistin ve devrimcinin kanı canı pahasına kazanılan saygınlığı da önemli ölçüde erozyona uğradı. Bu da kaçınılmaz biçimde, bu propagandanın baskısına ve “sosyalizm” olarak gördükleri revizyonizmin iflasının ortaya çıkardığı moral bozukluğunun baskısına karşı direnecek kadar Marksizm’den etkilenmeyen çevrelerin kısa sürede saf değiştirerek anti-sosyalist kampa geçmelerinin yolunu açtı.
Bu gelişmenin finali sayılacak son 10 yılı ülkemizde 12 Eylül terörüyle de birleşti. Bu yüzden de Marksist saflarda ve önemli ölçüde Marksizm’den etkilenen devrimci demokrat çevrelerde, anti-sosyalist kampanyanın etkileri daha da yıkıcı oldu. Tasfiyecilik, devrimden kaçış kitleler üstünde de etkili oldu. Gorbaçovcu etkiler özellikle devrimci demokrat hareket saflarında oldukça geniş bir yankı buldu. Ama ülkemizde, bu olumsuz etkinin yanı sıra mücadelenin yükseliyor olması, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların ve gençliğin oldukça yüksek bir mücadele isteği göstermesi, gösteriyor olması bu olumsuzluğun derinleşmesinin başlıca engeli olarak ortaya çıktı. Bugün de, bütün bu olumsuzlukları tersine çevirecek bir güçle gelişeceğini gösteren belirtilerle ilerliyor.
Hiç kuşkusuz ki; bugün, tarihi boyunca sosyalizme karşı açılmış en kapsamlı ve planlı yürütülen bir kampanyayla yüz yüzeyiz. Etkileri de ortada. Ama bu, ne burjuvazi tarafından sosyalizme karşı açılmış ilk kampanya, ne de zafer çığlıkları, sosyalizm öldü, artık zafer kapitalizmin haykırışları ile kutladığı ilk “bayram”.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana, devrimin yükseliş dönemlerinde büyük bir popülarite kazanan Marksizm, burjuva ideologları tarafından bile dokunulmaz bir statüye ulaşırken, yenilgi dönemlerinde “eski” Marksistler başta olmak üzere bütün “eski solcuların”, pusuda bekleyen burjuva ideologlarının saldırılarına uğradı.
1848-1849 devriminin arifesinde gün ışığına çıkan Komünist Manifesto, proletarya hareketi ve devrimin yenilmesine paralel olarak anlamsız görünmeye başlandı. Burjuvazi ve gericilik devrimci ve proleter değerleri lanetledi ve kendi tutumunu tüm toplumun tutumu olması için bütün olanaklarını kullandı. Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli önsözünde o günleri Engels şöyle anlatıyor
“Haziran 1848 Paris ayaklanmasının, proletarya ile burjuvazi arasındaki bu ilk büyük savaşın, yenilgiye uğraması, Avrupa işçi sınıfının sosyal ve politik amaçlarını bir süre için tekrar arka plana itti. O zamandan bu yana, iktidar için savaşım, Şubat Devriminden önce olduğu gibi, yine mülk sahibi sınıfın farklı kesimleri arasında oluyordu; işçi sınıfı… orta sınıf radikallerinin aşırı sol kanadı durumuna indirgenmişti. Proletarya hareketi nerede canlılık belirtisi gösterdiyse, amansız biçimde bastırıldı. … Manifesto’ya gelince, bundan böyle, unutulmaya mahkûm edilmiş gibiydi.” (1) (abç)
İşçi sınıfı hareketi yeni bir atılım dönemine girdiğinde, devrimci değerler yeniden itibar kazandı. Manifesto yeniden gün ışığına çıktı, sosyalizmin proletarya ve diğer yığınlar üstündeki itibarı arttı vb. Ama 1871’de proletarya Paris Komünü’nde başarısızlığa uğrayıp yenilince, başta proletaryanın yükselişi karşısında inlerine çekilen burjuva ideologları olmak üzere, proletaryanın yükseliş dönemindeki yol arkadaşları, proletarya ve onun değerlerine saldırdılar. Proletarya burjuva gericilik karşısında tek başına savaşmak zorunda kaldığı gibi, yenilgiye uğradığında da temsil ettiği değerleri bütün gericilik elbirliği ile gömmeye çalıştı. Engels bu dönemi anlatırken, Paris Komününden sonra artık herkes devrimci proletaryanın öldüğüne inanıyordu, diyordu. (2)
1880’lerin sonunda Bernsteincilik modası egemen olduğunda da Marksizm’e karşı burjuva revizyonist kampanya esas olarak sözde Marksizm’i savunma adına onu gözden düşürmeyi amaçlıyordu. Ve hemen bütün Avrupa’da Marksizm’e karşı kuşkular yaratmayı da başarmıştı. Lenin, 1889 Ekim’inde yazdığı bir makalede bu bocalama ve kararsızlık dönemi için şunları anlatıyor
“ENTERNASYONAL sosyal-demokrasi halen ideolojik kararsızlık ve bocalama durumundadır. Bugüne kadar Marks ve Engels’in doktrinleri devrimci teorinin sağlam ve şaşmaz temelleri sayılırdı, ama artık her yerde bu doktrinlerin yetersiz ve modası geçmiş olduğunu ilan eden sesler yükselmeye başlamıştır.
“Bu sözlerimiz için (Lenin bir üst paragrafta Bernsteincılara karşı Marksizm’i savunuyor. ÖD) bir alay suçlamalara hedef olacağımızı şimdiden biliyoruz; sosyalist partisini, “dogma”dan saptıkları için ve her türlü bağımsız düşünceleri yüzünden “sapkınlara” işkence eden “gerçek müminlerin” tarikatı haline sokmak istediğimizi ileri sürecekler ve buna benzer kim bilir daha ne yaygaralar koparacaklar.” (3) (abç)
1905 devrimi sonrasındaki yenilgi döneminde, devrimin yol arkadaşlarının, Marksist geçinen aydınların partiden ve devrimden nasıl kaçtıklarını, kendi kaçışlarının teorisini yaparak nasıl inkârcı ve tasfiyeci bir bataklığa sürüklendiklerini, ama balarken de, herkesi o bataklığa çekmek için, devrimciyken devrim için gösterdikleri enerjiden daha büyük bir enerji harcadıklarım az çok tarih bilen, Marksizm’le ilgilenen herkes bilir.
Yukarıda bir kaç belirli dönem için yapılan aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, 150 yıla yaklaşan tarihi boyunca Marksizm, bütün öteki teorilerden farklı olarak bir spekülatif laf yığını değil de bir eylem kılavuzu olduğundan, mücadelenin yükseliş dönemlerinde proletarya dışındaki çevreler, devrimden yana olan güçler tarafından da baş tacı edilirken, yenilgi dönemlerinde, burjuvazi ve sözde- “eski” Marksist çevrelerce “günah keçisi” olarak ilan edilmiş, egemen sınıf ve yardakçıları için ellerindeki bütün karaları Marksizm’e çalmak, onu tarih sahnesinden silmek baş amaç olarak belirlenmiştir.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkışı, kendisinden önceki idealizm ve kaba materyalizmle kesin bir hesaplaşma içinde oldu ve her adımda bu eğilimlerin “yeni” versiyonları ile tekrar tekrar savaşmak zorunda kaldı. Bu mücadele onun gelişmesinin de itici gücü oldu kuşkusuz, ama ilerlemesi öyle dümdüz bir çizgi de izlemedi. Sınıf mücadelesinin yükseliş ve alçalışlarına göre Marksist teorinin yaygın kabul görmesinin sınırları da değişti. Bütün bu iniş çıkışlar içinde 1848’den başlanarak günümüze doğru yüründüğünde, (sınıf mücadelesinin sıkça rastlanan yenilgi ve zafer günlerine dönemeç dersek) her dönemeçte, insana tarih tekerrür ediyor duygusunu verecek kadar aynı olgularla karşılaşılıyor. Devrimin yükseliş günlerinde, mücadele içinde yer alıp az çok bir itibara sahip olmak için insanların kendilerini “Marksist”, “sosyalist” ilan etmesinin zorunlu olduğu günlerde Marksizm’in en “kararlı” savunucusu görünenlerin, kendi yaptıkları bütün aptallıkları Marksizm’in bir yorumu olarak varılmış uygulamalar olarak gösterenlerin, kabarışın bir zaferle değil de yenilgiyle sonuçlanması somasında, yaptığı bütün saçmalıklar da dâhil her şey den, “artık modası geçmiş bir teori” olan Marksizm’i, sosyalizmi sorumlu tuttuğu görülüyor. Marksizm’in eski çığırtkanları, yenilgi döneminde kapitalizmin çığırtkanlığına soyunuyor, ama yine de görüşlerinden dönmemiş oldukları devrimci olmaktan vazgeçmedikleri çalımıyla. Onlar yine ilerleme, toplumun ilerlemesi için uğraşıyorlarmış, ama “yaşam Marksizm’in günün sorunlarını çözemeyecek kadar eskidiğini” göstermiş, bu yüzden de daha modern bir teoriye ihtiyaç varmış. Neymiş bu modern teori, örneğin Marks doğmadan, (Marks’ın doğumundan 11 yıl önce 1804’de öldü) ölen Kant’ın kuramına, Marks doğmadan 28 yıl önce ölen (Ölümü 1790) Adam Smith’in liberalizmi eklenir ve ikisinin tepesine de iki yüz küsur yıllık bir geçmişi olan çoğulcu siyasal sistem oturtulursa, “günümüzün sorunlarını çözecek” “yeni” bir dünya görüşü ortaya çıkarmış! Ya da örneğin, Marks, zamanında haklıymış, ama Stalin ve Lenin onu yanlış doğrultuda geliştirmişler. Nitekim uygulamaları başarısız olmuş. Öyleyse, Marksizm’in uygulanmasında ve yorumlanmasında, başarılı olanlara dönülmelidir. Kim bu başarılı olan Marksizm yorumcuları, uygulayıcıları? Bunu herkes biliyor Bernstein, Kautsky, Buharın, Troçki, Tito. Elbette ki dürbünün tersinden bakarsan, Ekim Devrimi, dünyanın 1/3’ünde sosyalizmi inşaya koyulmak başarı değildir, ama sosyalizmin içeriğini boşaltarak onu burjuva, sosyal adaletçi, reformcu bir sisteme dönüştürmek, bütün hayatı boyunca sosyalizm adına kürsülerde, parlamento koltuklarında, ya da emperyalist burjuvazinin tahsis ettiği keşanelerde oturup sosyalizm düşmanlığı yapmak sosyalizmin, Marksizm’in “başarılı bir yorumlaması” olarak görülebilir. Belki bu söylediklerimizden daha saçma gerçekler öne sürerek sosyalizmi karalamaya yönelenler de vardır. Zaten görünen o ki, yenilgi dönemlerinde bir kez mücadele saflarını terk edenler için gerinin, gericiliğin, düşmanlığın sınırlan çizilemiyor. Burjuvazi ve gericiliğin çıkardığı toz duman içinde, yarattığı terör ortamında “şimdi gerçeği gördüm, meğer Marksizm’in dogmaları benim gerçeği görmemi engellemiş” diye yola çıkanlar, gerçekte karşı devrimin baskı ve terörü karşısında gördükleri kabusu “gerçek” sanmaktadırlar, ama bir kez gerçekler ülkesinden gittikleri için de gidebildikleri kadar geriye gitmektedirler. Kiminin, Kuruçeşme’ye, kiminin, TBKP’ye, kiminin SHP, kiminin ANAP, kiminin de itirafçılığa kadar gitmesi gibi.
Bir kere karşı saflara geçenlerin, düşmanlıkta sınır tanımamaları en gerici, en akıldışı kurumları bile Marksizm’e üstün tutacak bir ölçüsüzlüğe sürüklemelerinin elbette pek çok “nedenleri” vardır. Belki bu “nedenlerin” bir bölümü de sadece psikologları ilgilendirir, ama burada bizim konumuzu ilgilendiren nedenler de vardır ki; biz bu nedenler üstünde burada biraz duracağız.
Konumuz açısından bakıldığında: vesile neden ister revizyonizmin iflası, ister kapitalimin nispi bir refah dönemi yaşıyor olması, isterse daha köklü ya da basit bir neden olsun; bugün, burjuva ideolog ve propagandacıların daha yüksek perdeden yaygara yapıyor olması, ya da eskiden Marksizm’in etkisi altındaki çeşitli “sosyalist” çevrelerin açıkça burjuva dünya görüşünü kutsamaya cesaret etmelerinin nedeni, emperyalist burjuvazinin ideolojik baskısının geçmiş yıllara oranla daha yüksek olmasındandır.
Hiç kuşkusuz her ideolojik yükselişin arkasında ekonomik ve sosyal alanda yapılan “atılımlar” vardır ve bugün burjuva ideolojisinin etkinliğinin artışının arkasında da revizyonizmin kapitalizme sunduğu (SB ve Doğu Avrupa’da sosyalizmi yıkma, yığınlara revizyonizmi) sosyalizm olarak gösterme başarısı vb.), önce gizli, sonra da açık destek vardır. Bunlar Özgürlük Dünyası’nın bundan önceki sayılarında çeşitli vesilelerle işlendiği, ulusal ve uluslararası planda M-L parti ve çevrelerde yaklaşık 30 yıldır çeşitli boyutlarıyla tartışıldığı için, bunlardan ayrıca söz etmeyeceğiz. Burada sorunun bir başka yönü, düşünsel alanda Marksizm’in gerçekten yenilgiye uğrayıp uğramadığı üstünde duracağız. Çünkü burjuva yaygaracılar ve onların yardakçılarının iddiası bu sefer geçici değil “kesin” bir zafer kazandıktan, Marksizm’i kesin bir yenilgiye uğrattıkları biçimindedir. Bu iddiayı öyle çok, öyle yüksek perdeden ve öylesi çok kanaldan tekrarlamaktadırlar ki; samimi olarak Marksizm’den yana olan çevrelerde bile kuşkular, kararsızlıklar yaratabilmektedirler. Buradaki en büyük avantajları ise, burjuvazinin dünya ölçüsünde egemen sınıf olarak örgütlenmiş olmasından gelmektedir. Marks’ın da çok açık biçimde belirttiği gibi;
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de… Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarınım da elinde bulundurur… Kendisine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır… Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeylerin yanı sıra, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve ötekiler arasında düşünen varlıklar olarak olduğu gibi fikir üreticileri olarak da egemen bir durumları vardır ve kendi çağlarının düşünceler üretimini ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların fikirleri, çağlarının egemen fikirleridir.” (4) (abç)
Hiç kuşkusuz bu aktarmadan anlaşılması gereken her toplumda (sınıflı toplumda) birden çok ideolojinin varlığıdır. Aksi halde egemen bir ideolojiden söz edilmezdi. Örneğin kapitalist toplumda her sınıfa karşılık bir ideolojinin varlığı söz konusudur ve sınıflar mücadelesi ekonomik ye siyasi alanlarda olduğu gibi egemen burjuvazinin ideolojisine karşı da bir mücadele hem kaçınılmaz hem de zorunluluk olarak vardır.
Öte yandan burjuvazi, nasıl ki, ekonomik çıkarlarım tüm toplumun çıkartan olarak öne sürüyorsa, kendi dünya görüşünü de tüm toplumun dünya görüşü olarak öne sürer ve bütün ezilen ve sömürülen sınıflan da aynı dünya görüşü etrafında toparlamayı amaçlar. Bugün olan da budur; ve burjuvazi, bugünkü tarihsel durumdan yararlanarak, hiç bir zaman meşru bir dünya görüşü olarak tanımak istemediği proletaryanın dünya görüşünü, Marksizm’i kesin bir yenilgiye uğrattığı yaygarasını koparmaktadır. Çünkü özellikle Ekim Devrimi’nden sonra dünyanın bir bölümünde de olsa egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya karşısında, ne kendi etrafında bütünleşmiş tek bir dünyanın varlığını iddia edebilme, ne de kendi ideolojisini bütün insanlığın ideolojisi olarak öne sürme şansını yitirmişti. Şimdi bu durumu elindeki sınırsız olanaklarla değerlendirmek istiyor ve bütün gücüyle “Marksizm, sosyalizm öldü, kapitalizm ebediyen yasayacak!” diye haykırıyor. Ve onun bu görüşü de, gerçek Marksistler, proletaryanın ileri kesimleri dışında genel bir kabul görüyor.
Bir düşüncenin böylesi geniş bir kabul bulması tek basma azınlıkta kalan düşüncenin yenilgiye uğradığı anlamına gelir mi? Tarih buna hayır diyor. Tersine insanlık tarihine bakıldığında, çoğunluk düşüncesinin genelde egemen sınıfın düşüncesi olduğunu, ezilen sınıfların da, kendi sınıf çıkarlarıyla çelişmesine karşın çok uzun bir süre bir düşüncenin peşinden sürüklendiği görülüyor. Dahası din gibi açıkça bilime aykırı düşüncelerin bile, bugün, 21. yüzyılın eşiğinde insanlığın çok büyük bir kesimince kabul gördüğüne bakılırsa, bir düşüncenin geniş kabul görmesinin o düşüncenin doğru ve her zaman kabul görecek bir düşünce olduğu anlamına gelmiyor.
Öyleyse, bugün Marksizm’in ebediyen gömüldüğü yaygarasının “genel kabul” görme iddiasının gerçekliği ile ilgili bir kanıt olamayacağı açıktır. Bu yüzden de işin bu görüntü yanını bir yana bırakıp, yaygaranın arkasındaki gerçeklere bakmamız, ama ön yargılardan, arınacak burjuvazinin gözlüğünü bir yana bırakarak bakmamız gerekir. Bize, bu toz duman arkasındaki gerçeği gösterecek olan, bilimin, tarihin gözüdür.
Biraz tarih
19.yüzyılın ikinci yarısında, Marksizm tarih sahnesine çıktığında, burjuvazi insan toplumuna verebileceği hemen her şeyi vermişti. Kendi devrimci çağının ürünleri yetkinleşmiş, bütün olanaklarının sonuna gelmişti.
Felsefede Hegel, Ekonomik politik alanında Adam Simitti ve Ricardo, var olan toplumun eleştirisinde Saint Simon, Fourier ve Robert Owen gibi ütopik sosyalistler tarih alanında (doğa bilimi dışındaki bütün toplum bilim kastediliyor), burjuva dünya görüşü çerçevesinde söylenebilecek olumlu ne varsa onu söylemişlerdi. Bu burjuva tarih bilimlerinin zirvesiydi, aynı zamanda da sonuydu çünkü burjuva dünya görüşü çerçevesinde kalındığı sürece bu alanda söylenebilecek her şey ya bir yineleme ya da daha eskiye dönmek biçiminde olacaktı. Nitekim sonraki 150 yıl boyunca burjuva dünya görüşü çerçevesinde tarih bilimlerine hiç bir yeni katkı yapılamadı. Bu alandaki bütün ciddi ilerlemeler ve bilime yeni gerçek katkılar Marksizm’den ve Marksist bilim çevrelerinden geldi.
Daha başından, 1840’larda bu gerçeği fark eden Marksizm’in kurucuları Marks ve Engels, kendi kuramlarını, Hegel’de uçlaşan Alman idealist felsefesini, Adam Smith ve Ricardo’da en olgun biçimini alan İngiliz ekonomi politiğini ve Saint Simon, Fourier ve R. Owen’in şahsında biçimlenen ütopik sosyalist düşünceyi eleştirerek kurdular. Ve bütün tarih bilimleri için devrim yaratan şu temel önermeye vardılar.
“Maddi hayatın üretim biçimi genel olarak toplumsal, siyasi ve fikri süreci şartlarıdırır.
“Bütün toplum ve devlet görüşleri, bir bütün din ve hukuk sistemleri, tarihte beliren bütün nazari görüşler, ancak o devrin maddi hayat şartları anlaşılmışsa ve bunlar bu maddi şartların sonucu olarak görülüyorsa anlaşılabilir.
“İnsanları varlıklarını belirleyen bilinçleri değildir; aksine, onların toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler.” (5)
Bu basit önerme “uygulamada tamamen devrimci sonuçlar” (Engels) yarattı. Sadece burjuva tarihçilerinin ve bilim adamlarının değil, ama burjuva toplumunun eleştiricileri olan ütopik sosyalistlerce de bir türlü kargaşalık ve anlaşılmazlıktan kurtulamayan insanlık tarihi son derece açık, anlaşılır hale geldi. Kendi önermesinden kalkan Marks, burjuva üretim biçimini inceleyerek, burjuva toplumun çelişmelerini herkes için anlaşılacak bir biçimde sergiledi. Burjuva toplumunda burjuvazi ve proletaryanın sosyal konumlarını açıkladı, sömürünün kaynağını gösterdi, bu iki sınıf arasındaki çatışmanın kaçınılmaz olarak bir sosyal devrime, kapitalizmin yıkılmasına yol açacağını, yeni bir toplumsal düzene, sınıfsız topluma giden yolu açacağını gösterdi
Marks öncesi sosyalistler elbette kapitalist toplumu eleştiriyorlar, onun çelişmelerini sergiliyor, kapitalizmin “akla aykırı” bir toplumsal düzen olduğunu söylüyorlardı, ama bu sömürünün kökeni üstüne bir şey söyleyemedikleri gibi, kapitalizmin yerine de ancak kendi kafalarında tasarımladıkları toplumsal düzen projeleri önermenin ötesine geçemiyorlardı. Proletarya için de durum çok farklı değildi. Proletarya sömürüldüğünü görüyor, yaşıyor, kapitalist sömürüye karşı ayağa kalkıyordu; ama bu sömürünün nerede olduğu konusunda bir fikre sahip olmadığı için de mücadelesi bir protesto ötesine geçmiyordu.
Düşünsel gelişme ve proletarya mücadelesinin gelip dayandığı bu açmazı çözümleyen Marks oldu. Onun çözümlemeleriyle sosyalizm düşünürlerin akıl yoluyla buldukları bir toplumsal proje olmaktan çıkıp bir bilim haline geldi.
Engels, Marks’ın buluşunun ne olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Ama bunu yapabilmek için (kapitalist toplumun gizemini çözümlemek için -ÖD) (1) kapitalist üretim yöntemini, tarihsel bağlantısı ve belirli bir tarihsel dönemdeki kaçınılmazlığı içinde ve bundan ötürü, kaçınılmaz çöküşüyle birlikte göstermek ve (2) onun hala bir sır olan temel karakterini ortaya çıkarmak gerekliydi. Bu artı-değer’in bulunmasıyla yapıldı, ödenmemiş emeğe el koymanın, kapitalist üretim tarzının ve bu üretim tarzında ortaya çıkan işçi sömürüsünün temeli olduğu ve kapitalistin, emekçinin emek-gücünü pazardaki bir meta gibi tam değerini ödeyerek satın alsa bile, ondan ona ödediğinden daha çok değer çıkardığı (sağladığı) ve son çözümlemede, bu artı-değerin, varlıklı sınıfların ellerinde sürekli olarak artan sermaye birikimlerini çıktığı değerler tutarını oluşturduğu gösterildi. Kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin doğumu, ikisi de açıklandı.” (6)
Bu açıklama sadece bir açıklama olarak da kalmadı, sonraki yıllarda proletarya mücadelesiyle doğrulandı. Ama bu pek kolay olmadı Her adımda, her ilerlemede bütün burjuva dünya görüşleriyle dişe diş bir mücadele gerekti. Bir yandan ütopik sosyalizmin geç kalmış temsilcileri diyebileceğimiz, Proudhonculuk, Blankicilik, Lassalcılık gibi anarşist, reformist eğilimlerle savaşılırken, öte yandan da Hegel ardıllarıyla hesaplaşma sürdü.
Marks öncesi tarih anlayışı idealist ve metafizik bir tarih anlayışıydı ve tarihçiler olup biteni, ya doğaüstü güçlerle açıklıyor, ya da büyük adamların tarihi rastlantısal olarak, ya da keyiflerine göre yaptıklarını iddia ediyorlardı. Kralların, sultanların dizi dindeki vakanüvislerin, efendilerinin hoşuna gidecek biçimde tuttukları notlar, kahinlerin öngörüleri, mitoloji ve dinsel doğmaların birbirine karıştığı bir olaylar dizisi tarih olarak sunuluyordu. Bütün bu saçma sapan şeylere “akılcı” bir kılıf geçirenlere de tarihçi deniyordu. Örneğin, ünlü İtalyan tarihçisi Giovani Battista Vico (1868-1744), tarih yasalarının tanrısal bir ilkeden geldiğini söylüyordu. Hegel (1770-1831) ise, çağın en seçkin zekası olarak, Fransız devrimine hayranlık duyuyor, insan eyleminin önemini fark ediyor, ama devrimi insan eylemini düşüncenin biçimlendiriri olarak yorumluyor ve kendi tarih tezini, tarihe insan bilincinin üstünde bir tümel bilincin yön verdiği biçimde bile dile getiriyordu. O’na göre, evrensel düşüncenin kendi ereğine varmak için (kendi bilincine) geçtiği bir süreçtir toplum ve toplum tarihi de böyle bir erek taşır. Sol Hegel’ciler ise, evrensel düşüncenin yerine daha gerçek varlıklar olarak önder kişileri geçirerek, tarihe önder insanların yön verdiği tezini öne sürerek Hegel’i “aşmaya” çalışırlar.
Hiç kukusuz onca altüst oluş içinde, tarihi materyalist bir doğrultuda yorumlamaya çalışan tarihçiler de vardır Restorasyon dönemi tarihçilerinden, tutucu burjuvazinin temsilcisi Guizot (1787-1874), İngiltere devrimini inceleyerek tarihte sınıflar mücadelesinin önemini fark eden çağının büyük tarihçilerinden biridir. Yine aynı dönem Fransız tarihçilerinden Mignet (1796-1884) Fransız devrimini inceleyerek Guizot’la aynı sonucu varır. Thierry (1795-1856) de bütün Fransız tarihini sınıf savaşımı tarihi olarak ele alarak Materyalist tarih anlayışına katılan tarihçilerdendir.
Marks, sınıf savaşımını keşfetme şerefinin, kendisine değil; bu restorasyon dönemi tarihçilerine ait olduğunu söyleyerek, onların hakkını teslim eder. Ama sadece bu kadar. Çünkü, Restorasyon dönemi tarihçilerinde sınıf savaşımının kavranması sadece sezgisel düzeyde kalır. Kavramın içeriği ise, ancak artı-değer’in keşfedilmesiyle Marks tarafından doldurulur.
Diyalektik materyalist tarih anlayışı
Marks’ın, Hegelciliğin şahsında kendinden önceki felsefeyi eleştirmesiyle başlayan süreç; eski anlamıyla felsefenin, spekülatif felsefenin sonu olmuştu. Gerçekten de Hegel sonrası burjuva filozoflarının bütün spekülatif felsefe denemeleri, saman alevi gibi gelip geçici oldu ve bu alandaki bütün girişimler başarısızlığa uğradı. Bu filozofların en “umut verici” olardan bile Kant’a, Hegel’e ya da idealizmin en berbatı olan Berkeleyciliğe varmak zorunda kaldılar. Üstelik onların en olumsuz yanlarını geliştirerek… Çünkü gerek bilimlerin gelişkinlik düzeyi, gerekse sınıflar mücadelesinin ulaştığı boyut, artık “ya katıksız materyalizm ya da idealizm” seçeneği dışında bir seçenek tanımıyordu. August Comte gibi “ne idealizm ne materyalizm” diye yola çıkan üçüncü yolcular bile sonunda öznel idealizme vardılar.
Felsefi alanda olup bitenler tarih alanında da, ama daha da çarpıcı bir biçimde yaşandı. Fransız ihtilali, 1831’deki Lyon büyük işçi ayaklanması, 1838-1842 arasındaki İngiliz çartistlerinin önderliğinde büyük bir atılım gösteren İngiliz işçi sınıfının mücadelesi, önceki insanlık tarihinin olgularının incelenmesini bir zorunluluk haline getirmişti.
Marks, yukarda sözünü ettiğimiz, bütün tarih bilimlerinde çığır açan önermesini insan toplumunun tarihin uyguladığında, o güne kadar ki, tarih kavrayışından tamamen farklı ve tarihin “kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insan faaliyetinden başka bir şey olmadığı” (7) sonucuna vardı. Her toplumda insanların değişmeyen faaliyeti ise; yeme, içme, barınma gibi insan yaşamına sürdürmeye yarayan araçların üretimiydi. Bu araçların üretilmesi ve bölüşümü bütün toplumsal yapının temelini oluşturuyordu. Her toplumda, zenginliğin dağıtımı toplumsal sınıfların durumlarını belirtiyordu. Bu görüş açısından yaklaşıldığında da, toplumdaki ilerleyiş ve gerileyişlerin, toplumsal evrim ve devrimlerin insanların kafalarında beliren, kişilerin ya da “sonsuz gerçek” ve “adalet duygusundan” değil, üretim ve değişim biçimindeki değişmelerden olduğu açıkça görülüyordu.
Elbette ki tarihi insanlar yapıyordu, ama bunu keyiflerine göre yapmıyor, önceki kuşaklardan devraldıkları üretim ilişkileri içinde yapıyorlardı. Bundan dolayı da, insanlık tarihi insanlar tarafından yapılmasına karşın yasalı, doğal-toplumsal bir süreçti.
Eğer tarihsel materyalist tarih kavrayışı tarihe yön veren temci itici gücün sınıflar mücadelesi olduğu açıklamasıyla yetinseydi eski materyalizmden kopmuş olmazdı. Tersine Marks ve Engels, daha kuramlarının geliştirme sürecinin başında, eski felsefeden sadece kuramsal olarak değil, ama tutum olarak da koptuklarını gösterirler. Ve Marks, Feuerbach Üzerine Tezler’inde;
“Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar önemli olan onu değiştirmektir.” (8) (abç, Marks) diyerek tulumunu belirtiyordu.
Marks ve Engels yaşamları boyunca kendilerini eski tip filozoflardan ayıran tutumlarına sadık kaldılar. Sadece olup biteni incelemek ve bunlardan sonuçlar çıkarmakla yetinmediler, proletarya mücadelesinin gündelik sorunlarıyla yakından ilgilendiler, pratiğin karşılarına çıkardığı sorunlara çözümler aradılar; ajitasyondan örgütlenmeye kadar bir pratikçinin ilgileneceği her sorunla ilgilendiler. Savaşan işçiler için ajitasyon bildirileri yazdılar, grev kırıcılarını saf dışı etmek için yol ve yöntemler gösterdiler, grevcileri desteklemek için diğer ülkelerdeki işçileri dayanışmaya çağırdılar, yardım kampanyaları örgütlediler. Kısaca Onlar, proletarya ile bazen barikatlarda, bazen uluslararası platformlarda proletaryanın davasını savundular, yenilgi dönemlerinde de asla kötümserliğe, umutsuzluğa düşmeden onu yeniden toparlayıp savaş yeteneğini geliştirerek son büyük savaşa hazırlamak için bütün enerjilerini harcadılar.
Marks ve Engels’in büyük izleyicileri Lenin ve Stalin, Marksizm’in bütün diğer gerçek teoricileri de onların açtığı yoldan yürüdüler, teori ile pratik arasında bağı asla koparmadan, proletaryanın büyük davasının savunucuları oldular. Tarihsel maddeciliğin ilkelerini proletarya mücadelesi içinde denediler ve onu her adımda zenginleştirdiler.
Marksizm, kendisinden önceki bütün felsefelerden farklı olarak; toplumsal pratikten çıkarılmıştı ve amacı da yine toplumsal pratikti. Bu yüzden de Marksizm daha ilk şekillenmeye başladığından itibaren büyük toplumsal mücadelelerde denendi ve geliştirildi: Örneğin, Marksist devlet kuramı, 1848 devrimi, 1851 karşı devrimi ve Paris Komünü deneyimleri içinde geliştirildi. Proletaryanın, burjuva devleti ele geçirmesiyle yetinemeyeceği, tersine burjuva devlet makinasını parçalayıp, yerine proletarya devletini geçirmesi gerektiği, bu devletin biçiminin de proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başta bir şey olamayacağı biçimdeki tarihsel materyalist devlet kuramına varıldı. Lenin, bu kuramı yetkinleştirdi ve 1917 Büyük Ekim Devrimi ile pratik bir gerçek haline gelmesini sağladı. Ya da örneğin Marksist devrim kuramı, kapitalizmin 20. yüzyıldaki bir biçimi olan emperyalizm koşullarında yeniden yorumlanarak geliştirildi ve yine 1917 devrimi ile doğrulandı.
Diyalektik materyalist tarih anlayışı tarihi, “kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insanların faaliyetlerinden başka bir şey” olarak görmediğinden ve bunun toplumsal plandaki ifadesi olan karşıt sınıflar arasında bir mücadele olarak ele aldığı, tarihin akışını üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle açıkladığından, insanlık tarihini ileriye doğru akan bir süreç olarak ele aldı. İnsanlığın ilkel topluluklardan kapitalizme, oradan sosyalizme ulaşan ilerleyişini de bu maddi koşullardaki sürekli gelişme temeline oturttu. Buradan elbette şöyle bir genel sonuç çıkarılabilir: tarih, ileriye doğru akan bir süreçtir ve tarihin tekerleği geriye döndürülemez. Ama bu sonucu, ne Marks ne Engels, ne Lenin ne Stalin, ne de Marksizm’in diğer gerçek izleyicileri tarihin ilerleyişini sürekli bir ileri gidiş olarak yorumlamadılar. Tersine, tarihin akışının ileri gidiş ve geri dönüşlerle, zikzaklarla olduğunu her zaman özenle belirttiler. Tarihe sürekli bir ilerleyiş (geri dönüşleri olmayan) niteliğini yakıştıranlar Marksizm’in kaba materyalist izleyicileri ve 1950’ler sonrasının revizyonist ideologları oldu.
Aslında, tarihin geri dönüşleri içermeyen bir ilerleme içinde olduğunu iddia etmek, tarihe bir “erek” yüklemek anlamına gelir ki; bu “erek” ister tanrısal, isterse doğal-toplumsal bir güç tarafından verilmiş sayılsın, bu açıkça, Marksist materyalizmden kopma, idealist tarih anlayışına geri dönmek anlamına gelir. 1950’lerden sonra SB ve D. Avrupa ülkelerinin M-L Enstitüleri kökenli yapıtları diyalektik materyalist tarih anlayışını terk ederek bu idealist tarih anlayışını Marksizm’in tarih anlayışı, olarak propaganda ettiler. Ve yığınlardaki geriye dönüşlere karşı uyanıklığı körelterek sonraki yıllarda kapitalist normların sosyalizm içine sokulması, giderek kapitalist restorasyonun gerçekleştirilmesinin üstünü örttüler. Nitekim, 1960’lardan itibaren, Marksistlerin, “kapitalist restorasyon” uyarıları karşısında “tarihin tekerleği geriye çevrilemez, bunu iddia edenler anti-Marksistlerdir” tekerlemesi hatırlanırsa, bu idealist tarih anlayışının revizyonizme ve burjuvaziye nasıl bir destek verdiği dahi iyi anlaşılır. Madem tarih, hep ileriye giden bir süreçti; devrime, proletarya diktatörlüğüne ne gerek vardı, gibi sorular bile revizyonist ideologların kaldırdığı toz duman örtüsünü yırtamadı. Çünkü, dönem, Marksizm’in kendi kaynaklarından değil, ama Markizinin “yorumcularından, revizyonist ideologlardan, Politzer’den, Mao’dan, Piao’dan vb. “öğrenildiği” bir dönemdi.
Oysa Marks ve Engels, daha 1848 devrimleri içinde, çok açık bir biçimde; ilerlemenin ancak ilerici sınıfın zaferiyle olanaklı olduğunu, gerici sınıfların zaferinin ise, tarihsel olarak bir gerileme olacağını, açıkça ortaya koyuyorlardı. Çünkü tarih karşıt sınıflar arasında bir mücadeleydi ve ileriye mi yoksa geriye mi gidileceği de bu karşıt sınıflar arasındaki çatışmada kimin üstün geleceğine bağlıydı. İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerinin tarihi de bunun açık bir kanıtıydı: Birbirini izleyen devrim ve restorasyon dönemlerinin başka ne anlamı olabilirdi?
Bu türden harcı âlem düşüncelere karşı Marks şöyle diyordu:
“Sermayeye karsı yürütülen savaşım içinde karşılaşılan olaylar ve durumlar, zaferden çok yenilgiler, her derde deva harcı âlem düşüncelerin yersizliğini insanlara mutlaka öğretecek ve işçi sınıfının kurtuluş koşullarının lam bir kavranışını hazırlayacaktı.” (9) (abç)
Marks’ın öğretisinin proletarya ve insanlığa neyi kazandırdığı üstüne yazan Lenin’de sorunun bu yanı üstünde özenle duruyor:
“Belirli bir toplumda, toplumun kimi üyelerinin uğraşıları öbürlerinin uğraşları ile çalışır, toplumsal yaşam çelişkilerle doludur ve tarih, uluslar ve toplumlara arasında olduğu gibi, uluslar ve toplumlar içinde de bir savaşım ve bunun yanı sıra değişerek birbirini izleyen devrim ve gericilik, barış ve savaş, durgunluk ve çabuk ilerleme veya gerileme dönemleri olduğunu açığa vurur. Marksizm, bu görünüşteki karışıklığı ve düzensizliği yöneten yasaların ortaya çıkarılmasına uygun Havuzu, yani, sınıf savaşımının teorisini sağladı.” (10) (abç)
Demek ki; Marksist tarih anlayışında insanlık tarihi dümdüz ilerleyen bir çizgi izlemiyor. Tersine tarih, uzun süreçlere bakıldığında doğrultusunu hep ileriye yönelmiş, ama bunun içinde sayısız ileri gidişler, duraksamalar ve geriye gidişler içeren bir süreçler zinciri olarak görülüyor. Bu yüzden de, tarihi hep ileri giden, yenilgiler ve geriye dönüşleri reddeden görüş, görünüşteki bütün “iyi niyetine” karşın nesnel gerçeklikle bağdaşmayan idealist bir anlayış olarak karşımıza çıkıyor.
Yukardan beri söylenenlere bir bütün olarak bakıldığında; Marksizm’in tarih kavrayışının temelinde, tarihi karşıt sınıflar arasındaki mücadeleden ibaret gördüğünü, tarihte olup biten bütün savaşlar, ayaklanmalar, devrim ve karşı devrimlerin, din, hukuk, siyaset, ideoloji, sanat vb. üst yapı kurumlarının bu çatışma ve bu çatışmaya neden olan üretim-ilişkileri tarafından belirlendiğini; kapitalist toplumda burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmanın proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı tezinin yattığı görülür.
Bu bilimsel tarih görüşü 150 yıla yakın bir zamandır burjuva tarihçileri tarafından çürütülmeye çalışıldı, çalışılıyor da. Ne var ki; bütün gayretlerine ve zaman zaman Marksizm’in kesin yenilgiye uğradığı iddialarına karşın gericilik, ne Marksizm den ne de onun tarih görüşünden bir taş bile sökemedi. Çünkü Marksizm’e karşı öne sürülen tarih tezlerinde bırakalım bilimselliği hiç bir nesnel temel bile yoktu. Burjuva gerici bu tarih tezlerinin neler olduğu bir sonraki sayımızın konusu olacak.
(Devam edecek)

KAYNAKÇA
(1) Engels, Komünist Manifesto, s. 12, Bilim ve Sos. Yay.
(2) Engels, Fransa’da Sınıf Savaşları
(3) Lenin, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, s. 18-119, Bilim ve Sosy. Yay.
(4) Marks, Alman İdeolojisi, s. 79-81, Sol Yay.
(5) Marks, aktaran Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 86, Doğan Yay.
(6) Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 91, Sol Yay.
(7) Marks, Kutsal Aile
(8) Marks, Alman İdeolojisi, s. 22, Sos Yay.
(9) Marks, aktaran Engels, Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli önsözü
(10) Lenin, Karl Marks ve Öğretileri, s. 27, Başak Yay.

Ekim 1990

‘Açık faşizm’ teorisi ya da pratik yanılgılar üzerine -1

Toplumsal tarihe materyalist bir bakış açısı ile bakmamak, olguları açığa çıkan görüntüleri ile tahlil etmek, ‘aşağıdaki’, tabandaki oluşumları görememek, gözlerin hep ‘yukarılara’ çevrilmesini beraberinde getiriyor.
‘Aşağıya’ bakmayanlar, ‘yukarıdaki’ değişimlerden olumlu tarihsel sonuçlar çıkarmaya yöneliyor. İlerici ve demokratik siyasal miras ve gelenekler, olmayan yerde aranıyor.
Yanıltıcı oluyor.
Önce 27 Mayıs’ın ‘ilerici bir politik devrim’ olduğunun ve ‘küçümsenmeyecek dönüşümler gerçekleştirdiğinin’ bir hipotez olarak kabul gördüğü anlaşılıyor. Sonra da ‘toprak ağalarının sürgüne gönderilmesi’ olgusu, benzeri başka tip olguların yanında, 27 Mayıs ‘ilericiliğinin’ unsurları arasında sayılıyor.
Ek’te sunular aktarmalardan da görülüyor: Toprak ağalarının sürgüne gönderilmesi olayı, 27 Mayıs ‘politik devriminin’ anti-feodal bir yönelme olarak tahlil ediliyor, öyle anlaşılıyor.
Sürülen toprak ağalan olgusunu görür görmez, sürgünü gerçekleştiren siyasal otoriteyi, anti-feodal gibi ‘ilerici’ bir sıfatla ödüllendirmek, olguların dış görünüşünün aldatıcılığının ilerisine göçememek olur.
Dahası, özellikle toplumsal-siyasal olguları, içinde hareket ettikleri tarihsel-siyasal zeminden kopararak ele almak ve resmi ideolojinin ortaya koyduğu veriler dışındaki kaynaklara ulaşamamak, nesnel koşullardan kaynaklanıyor olsa bile, sonuçta genel kabul görmüş tezlerin, farklı bir platformda, yeniden üretilmesini beraberinde getiriyor.
Bugün sol, Kemalizm’in, Kemalist tezlerin yeniden üretilmesini değil, Kemalist ideolojiden, Kemalizm’in siyasal etki ve geleneklerinden çok yönlü bir kopuşu temsil etmek zorundadır.
Gerçekçi ve nesnel bir sonuca ulaşmak için, olguları çok yönlü etkileriyle irdelemek gerekiyor.
Ulusal sorun ve ulusların kaderlerini tayin hakkı savaşımının bütün bir cumhuriyet tarihini etkilediği, yönlendirdiği Türkiye gibi çok uluslu bir sosyal ve siyasal zeminde, önemli siyasal dönüm noktalarını, bugün güncel siyasal gelişmelere damgasını vuran ulusal sorundan kopararak irdelemeye kalkışmak, hep yanıltıcı sonuçlara yol açar. Cumhuriyet tarihinin belirli dönüm noktalarından, varılmaması gereken sonuçlara varılır.
27 Mayıs ‘devriminin’ toprak ağalarını sürgüne göndermesi olgusunu ulusal sorundan, ulusal sorunun verili koşullardaki bölgesel gelişme düzeyinden ve bu gelişme düzeyinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki etkilerinden, ek olarak da Kemalist devlet geleneklerinden soyutlayarak irdeleyebilmenin, kendimize tarihin nesnel yasalarını ve nesnel oluşumlarını özgürce yorumlama hakkı tanımıyorsak, mümkün olmadığını söylememiz gerekiyor.
27 Mayıs Milli Birlik Hükümeti, Kemalist devlet geleneğini ve mirasını, Kemalizm’in ulusal soruna ilişkin ‘çözüm’ politikasını sürdürüyor ve 55 toprak ağasını, belirli bir süre İçin kamplara topluyor.
Sınırlı bir süre için 55 ağanın sürgünü ve toprak reformu sloganının, 1960 sonrasına sarkacak şekilde hep tartışma gündeminde tutulması dışında, 27 Mayıs ‘politik devriminin’, anti-feodal bir yönelim taşımadığı görülüyor.
Veya şöyle de ifade etmek mümkün: Toprak reformu sloganı, kısa bir dönem dışında, bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca politik gündemden hiç düşmüyor ve bütün hükümet programlarında yer alıyor. Ve hep slogan düzeyinde kalıyor. 27 Mayıs Milli Birlik Hükümeti, var olan demokratik bir birikimi eritmek için, cumhuriyet hükümetlerinin politik geleneklerine sahip çıkıyor ve daha uzunca bir dönem sürdürme gereğini duyuyor.
Toprak ağalarının sürgün edilmesi olgusu ise, 27 Mayıs’ın anti-feodal politik özelliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor. Ulusal sorunla bağlantılı olarak, bir ‘çözüm yöntemi’ olarak 55 toprak ağası için sürgün kararı alınıyor.
Biliniyor, ama sorunun tarihsel olarak yerine oturtulması ve bir yanılgının düzeltilmesi için tekrar edilmesi gerekiyor.
Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi ile Irak’ta monarşiye son veren 1958 General Kasım darbesi arasında iki yıllık bir zaman farkı olmasına karşın, General Kasım rejiminin Güney Kürdistan’a ilişkin politikaları, daha sonraki gelişmeleri içerisinde, 27 Mayıs’ın sürgün politikasını bütünüyle olmasa bile, önemli ölçüde belirliyor.
1958 darbesi, darbe ile birlikte yasallık kazanan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) tarafından da destekleniyor ve yeni rejimin Kürt ulusunun, ulusal haklarını tanıyabileceği bekleniyor. Tam tersi gerçekleşiyor. SSCB’nin ve Irak Komünist Partisi’nin de cesaretlendirmesiyle, Irak Silahlı Kuvvetleri Güney Kürdistan’a karşı askeri saldırıya geçiyor. Güney Kürdistan’da Molla Mustafa Barzani ve KDP önderliğinde, ulusal kendi kaderini tayin hakkı savaşımı başlıyor. KDP, Güney Kürdistan’ın veya resmi tanımıyla Kuzey Irak’ın büyük bir bölümünde askeri ve siyasal denetimi ele geçiriyor. Güney Kürdistan’daki ulusal kurtuluş savaşımının etkileri Diyarbakır, Van, Mardin, Hakkâri ve Siirt yörelerine uzanıyor ve Güney Kürdistan için yardım kampanyaları başlatılıyor. 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi Hükümeti, kuzeyde de benzeri bir hareketin başlayabileceği kaygısına kapılıyor. Barzani, Türkiye tarafından şeyh ve aşiret reisi olarak tanınıyor. Kuzeydeki Kürt kıpırdanmanın arkasında ağaların ve aşiret reislerinin olduğu, ulusal kıpırdanışın ağa ve aşiret reisleri tarafından kışkırtıldığı sanılıyor. Ve bir ‘önlem’ olarak, 27 Mayıs darbesinin hemen arkasından toprak ağası, şeyh ve aşiret reislerinden oluşan 485 kişi Sivas’ta toplama kampına alınıyor. Toprak ağası, şeyh ve aşiret reislerinden 55 kişi, daha sonra Edirne, Balıkesir, Sakarya, Aydın, Çorum ve Kütahya’ya sürgüne gönderiliyor.
Milli Birlik Hükümeti, bir devlet geleneğini sürdürüyor ve ağa, şeyh ve aşiret reislerini sürgüne göndererek, ulusal bir kıpırdanışa gözdağı vermeye çalışıyor. Kısa vadede amacına ulaştığı anlaşılıyor. Ağa, şeyh ve aşiret reisleri, büyük bir bölümüyle toplama kamplarında ehlileşiyor, bir süre sonra da evlerine ve topraklarının başına dönüyorlar.
Daha sonraki cuntalar, Mart ve Eylül darbelerinde görülüyor, toprak ağası ve şeyhlerin ulusal hareketin ezilmesi ve asimilasyon politikasının sürdürülmesi açısından devlet karşıtı değil, devlet yanlısı olduğuna karar veriyor, öyle anlaşılıyor, mart ve eylül rejimlerinin 27 Mayıs’ın sürgün politikasını tekrarlamadığı görülüyor. Mart rejimi, güçlü, diri ve ezilmemiş bir toplumsal muhalefet karşısında, toprak reformu sloganını uzunca bir süre gündemde tutuyor, tepkiyi azaltmaya ve eritmeye çalışıyor. Eylül rejimi ise, toprak reformu vaadini bir slogan olarak dahi kullanma gereğini duymuyor.
Bir nesnellikten kaynaklandığı düşünülmeli: Özellikle askeri darbeler döneminde, askeri darbeler aynı zamanda çelişkilerin derinleşmesinin bir siyasal sonucunu temsil ediyor, darbecilerin zaman zaman toprak reformu gibi sloganlara sarılması, önemli ölçüde ulusal istemlerin ve ulusal asimilasyonun eriştiği boyutlarla ve yoksul köylülüğün doyurulmamış toprak açlığı istemleri ile bağlantılı bir politik taktik olarak kendini açığa vuruyor.
Sadece askeri darbelerin politik sloganlarına değil, ‘sistemin reformcu/sosyal-demokrat veya ‘muhafazakâr’/liberal renklere bürünen hükümetlerinin izlediği politikalara, bunun dışında bir işlev yüklemek yanıltıcı oluyor.
Ek’te aktarılan alıntılardan görebilmek mümkün: Sadece 27 Mayıs’a değil, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine, farklı gerekçelerle de olsa ek işlevler yükleniyor. Mart ve eylül rejimleri, aynı zamanda tekelci burjuvazinin pre-kapitalist ilişkilere ve bu ilişkilerin siyasal temsilcilerine karşı bir ‘tepkisi’ olarak da değerlendiriliyor.
Görebilmek zor değil: 19. yüzyılın Bonapartist rejimleri tarihsel ve siyasal işlevleri ile bugüne taşınıyor ve Bonapartizm ile büyük ölçüde eşitlenen askeri rejimler, ‘açık faşizm’ terimi ile tanımlanıyor. Ek yazıda tarihsel ve siyasal kaynakları ile üzerinde duruluyor. ‘Açık faşizme’ karşı siyasal savaşım taktikleri açısından açık ve radikal bir tutum sergilenmesi, burada konumuzun dışında yer alıyor ve ikinci derecede bir rol oynuyor. Ama açık ki, siyasal niyet ve siyasal iradeden, siyasal gerekçeler arasındaki farklılıktan bağımsız olarak, nesnel bir zeminde 19. yüzyıl Bonapartizm ine yaklaştırılan ‘açık faşizm’ olgusuna ve tekelci burjuvaziye, ‘pre-kapitalist unsurları’ siyasal iktidardan ve süreç içinde doğal olarak toplumsal-ekonomik yaşamdan ‘dıştalamak’ gibi ileri ve ilerici bir misyon yükleniyor.
Bir kısım ‘sol’ görünümlü çevrelerin, bütün bir cumhuriyet döneminde ‘sol’u temsil eden reformculuğun siyasal ve tarihsel mirasını sürdürdüğü, THKP-C’nin tarihsel ve siyasal mirasının taşıyıcısı olan radikal siyasal oluşumların ise, 1990’lı yılların maddi siyasal zemininde, reformculuğun etkilenmelerinden ve Kemalizm’in ideolojik kalıntılarından dinamik bir kopuş sürecine giremedikleri görülüyor.
İdeolojik düzlemde dünle bugün arasında bir kopuştan değil, bir süreklilikten söz etmek gerekiyor.
Aynı ideolojik zemin, Kemalizm’in Bonapartizme eşitlenmesi ve dahası Kemalizm’e, ek olarak yeni ‘ilerici’ misyonlar yüklenmesi, cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal bir ayaklanmanın ‘kara irtica’ olarak nitelenip, ‘gericiliğe ve feodalizme karşı yürütülen bir savaş’ adına ezilmesinin desteklenmesini beraberinde getiriyordu. Aynı Kemalist mantık, 12 Mart askeri darbesinin desteklenmesine veya Muhtıra karşısında en azından bir beklenti içerisine girilmesine kaynaklık ediyordu. Bonapartizm ideolojisi, aktarılan alıntılardan görebilmek mümkün, Mart darbesi ile yeniden dinliyordu.
Bugün Gorbaçovculuk akımı ile siyasal sloganların değiştiğini görebilmek mümkün. Ama ideolojik zeminin, olguların ele alış yönteminin aynı kaldığı görülüyor.
Irak’ta Baas’çı faşist rejimin 2 Ağustos 1990 ile birlikte Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesi ve arkasından Ortadoğu’nun ABD’nin ve diğer Batılı emperyalistlerin askeri işgal ve ablukasına girmesi karşısında, Yüzyıl dergisi ve Doğu Perinçek’in, Ortadoğu’nun Prusya’sını, Saddam Hüseyin’de de Bismarck’ın tarihi kişiliğini buluyor. Prusyacılık olgusunun tarihsel ve siyasal miadını doldurmasının üzerinden bir yüzyıldan fazla bir zaman geçmesinin arkasından, D. Perinçek, ‘Arapların Prusya’sı nerede?’ diye soruyor ve ‘Arap milliyetçiliğinin’ gerçekleşmesi için Kuveyt’in işgalini yetersiz buluyor ve “Keşke Irak Arap Emirliklerini, hatta Suudi Arabistan’ı alabilse” diye ekliyor, işgal ve ilhaklar, ezilen halkların kendi kaderlerini tayin hakkı yöntemleri arasında dahil ediliyor. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ile emperyalizme darbe indirdiği sonucuna varılıyor: “… Emperyalizmi huzursuz eden bir birleşme hangi sınıfın önderliğinde olursa olsun, ileri doğru bir gelişmedir.” ‘Birleşme’ için ırk birliği yeterli sayılıyor: “Irak Kuveyt’i işgal ederse, bu Arapkir’in kendi geleceklerini belirleme hakkına bir saldırıdır ve yasal olmayan bir zordur. Ama Araplar arasındaki ilişkilere farklı bakmak gerekir.” D. Perinçek farklı baktığını gösteriyor ve Saddam’ın kişiliğinde Bismarck’ı tarihi olarak yeniden diriltiyor. Irkçı hayaller de D. Perinçek’in kimliğinde diriliyor. Bu durumda Kıbrıs işgalinin, Turancılık hayallerinin ve Tercüman gazetesi aracılığı ile kamuoyunda hep diri tutulmaya çalışılan Kerkük-Musul politikalarının fazlaca bir terslik taşımaması gerekiyor.
Bugün Alman birliği Prusyasız ve Bismarksız gerçekleşiyor.
Sadece 19. yüzyılın Bonapartizmi ve Bismark politikaları değil. 1970’li on yılların ‘üç dünyacılık’ politikaları da Yüzyıl’ın sayfalarında yeniden dinliyor.
Gericiler arasındaki çatışmada taraf olmak ve 19. yüzyıl Bonapartizmini bugüne taşımak, ‘üç dünyacılığı’ yeniden diriltmek, ancak, gerici bir savaş kışkırtıcılığına, gerici ilhak ve işgallerin meşrulaştırılmasına, desteklenmesine hizmet ediyor.
1990’lı yıllarda gericiler arasındaki savaşları, emperyalist blokların Ortadoğu’yu ateş çemberine almasını veya Irak’ın Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesini Bonapartizm çerçevesinde ‘haklılık-haksızlık’ platformunda tartışmak, tarih mantığını emperyalizm öncesine geri götürmek olur. Dahası emperyalizm çağını ve emperyalizm çağında gerici-faşist rejimlerin yapısını ve işlevini yok saymak olur.
Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele dergisi, emperyalizm çağında gerici-faşist rejimlerin yapısını ve işlevini yok saydığını gösteriyor. 15 Ağustos 1990 tarihli 2. sayısında, “Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi(ni) tarihsel olarak haksızlık-haklılık boyutlarında” tartışıyor. Aslıda tartışmıyor, satır aralarında Irak’ın tutumuna destek verdiğini belli ediyor. “Irak’ın tavrının, en başta ABD emperyalizminin tartışmasız hegemonyasını” sarstığım tahlil ediyor. ABD’nin bu yüzden Irak’ı ‘dize getirmek’ istediğini belirtiyor. 1 Eylül 1990 tarihli 3. sayıda belirlenen siyasal tutum, daha net biçimde formüle ediliyor. Kuveyt’in emperyalizm tarafından suni bir devlet olduğu saptanmasından kalkılarak, Irak’ın “tarihsel bir haksızlığa neşter vurduğu” belirtiliyor. Mücadele dergisi tarafından, geçmişte Ortadoğu’da küçük burjuva radikalizmini temsil eden rejimlerden biri olarak tanımlanan Irak Baas rejiminin, Ortadoğu’daki bugünkü yayılmacı politikası açık bir anti-emperyalizm ile eşitleniyor ve Saddam rejiminin yayılmacı ve yağmacı politikasına anti-emperyalizm adına destek veriliyor. Mücadele dergisi, Saddam’a karşı olmayı da ‘hedef saptırma’ sayıyor.
“Saddam’ın son tavrı, hangi nedenle yola çıkarsa çıksın, emperyalizme rağmen bağımsız olarak gelişti ve emperyalizmin bölgesel çıkarlarına yönelerek, emperyalizmle karşı karşıya gelmesine yol açtı. (…) anti-emperyalist tavır öne çıkarıl(malıdır). Tersi bir tavırla, Irak’ı da hedef tahtası içine almak, emperyalizmin politikasının ve nereye yöneldiğinin açık ve net olarak görülmesini engelleyecektir. ABD emperyalizminin yapacaklarını biraz olsun gözden kaçıracak bir tavra gelmemelidir. Bu noktada Saddam yönetimine, geçmişte Halepçe’de yaptıklarına bakarak gerici, ırkçı demek fazla bir şey ifade etmiyor ve etmeyecektir.” (Mücadele, 1 Eylül 1990, sayı: 3)
Gericiler arasında bir dalaşmada, sadece emperyalist kuşatmayı teşhir edip, emperyalizmin desteği ile Ortadoğu’da bir ‘çıbanbaşı’ olan faşist Saddam rejiminin işgal ve ilhak politikasının karşısına çıkmamak, hatta ‘gerici ve ırkçı’ olarak teşhir edilmesine ambargo koymaya kalkışmak eksikli bir politikayı yansıtıyor. Bugün geçmişten devralınan eksikli politikaları, aynı düzlemde ama daha geri bir konuma savrularak yeniden üretmenin kazanç hanesine yazılamayacağı açık. Düzen karşıtı, radikal akımların çürümüş bir cesede yeniden kan vermeye çalışmalarını, her şeyden önce, siyasal bilânçonun zarar hanesine kaydetmek gerekiyor. Yüzyıl dergisinin, aradan geçen on yıl sonunda da Maocu Üç Dünya Teorisi’nden kalkarak anti-emperyalizm adına gerici, ırkçı Saddam rejiminin yayılmacı politikasına destek vermeyi sürdürmesi anlaşılır bir durum, yadırganmamalıdır. Aynı ideolojik temelin, belirli dönemlerde siyasal tutumları eşitlemesi eşyanın doğasına uygun, ama Mücadele dergisinin anti-emperyalizm adına Saddam rejiminin yayılmacı politikasına destek vermesinden, ancak üzüntü duyulabilir. Hele Saddam gericiliğinin yayılmacı ve ilhakçı politikasının anti-emperyalistliği ile tek ülkede yeni yeni oturma sürecine giren sosyalist rejimin emperyalizmin ablukası ve işgali koşullarında, çevre ülkelerde toplumsal bakımdan gerici bir konumda bulunan bazı rejimler için belirli dönemler öne çıkarılan anti-emperyalizm tanımlaması arasında tarihsel ve siyasal paralellikler kurma ve geçmişin belirli tarihsel olgularını tartışmasız dini dogmalar düzeyine indirgeme, emperyalizmin ve kapitalizmin dışına çıkmayan dar bir anti-emperyalizm noktasında çakılıp kalma perspektifi ile, toplumsal devrimin bugün getirip dayattığı sorunları çözmek bir yana, salt bir anti-emperyalizm tutumunda dahi siyasal savrulma örnekleri yaşanabilir. “Körfez Krizi’ ile ilgili olarak sergilenen tutumlar, savrulma politikasının ilk değilse bile, net bir örneğini sunuyor.
Gericiler arasındaki bir çatışmayı, ‘it dalaşı’nı, taraflardan birinin yayılmacı ve ilhakçı tutumunu ‘haklılık’ zemininde tartışmak, politik bir taktik belirleme tutumundan, çok daha önemli olarak ideolojik düzlemde sistemin ördüğü sınırların dışına çıkamamayı ifade ediyor. Faşizm olgusunu siyasal olarak tekelci burjuvazinin sadece bir kanadına, ‘en gerici’ tekelci burjuva kanadına bağlama, tekelci burjuvaziyi ABD yanlısı ve  AT yanlısı olarak iki kesime ayırarak, ABD yanlısı olanları faşist, AT yanlısı olanları ‘liberal-demokrat’ ilan etme tutumu da, aynı bakış açısının, aynı ideolojik zeminin dışa vuran örneklerini oluşturuyor.
19. yüzyıl Bonapartizmi ile eşitlenen ‘açık faşizm’ olgusuna, siyasal ve toplumsal platformda anti-feodal bir misyon yüklenmesi de aynı ideolojik zeminden kaynaklanıyor.
‘Açık faşizm’ olgusu egemen sınıf ittifakındaki daralma perspektifi üzerine, toprak ağalarının siyasal iktidardan dışlanması tahlilleri üzerine oturtuluyor. Mart ve eylül rejimleri ile birlikle Bonapartizm olgusu yeniden tarih sahnesine çağrılıyor.
Kapitalizm ve siyaset ile ekonomi arasındaki ilişki
Siyasal anlamda ‘olağanüstü’ olmayan dönemlerde egemen sınıf bloğunda hep entegrasyon arayışını sürdürme perspektifi, mart ve eylül rejimleri gibi ‘olağanüstü’ dönemlerde tam tersine dönüşüyor, entegrasyon teorisi yerini, egemen sınıflar bloğundaki çelişmeler ve çatışmalar teorisine bırakıyor.
Dahası çelişmeler ve iç-çatışmalar olgusu, burjuva toplumunun sınıf yapısı ve siyasal düzlemi ile yapısal olarak uyuşmayan siyasal sonuçların çıkarılmasına ve siyasal taktiklerin ve bir ölçüye kadar siyasal ittifakların belirlenmesine kaynaklık ediyor.
Burjuva toplumunun yapısal özelliklerinin ve kapitalist-emperyalist ilişkiler sisteminin genel karakteristiğinin, sınıfsal zeminle kesişmeyen bir siyasal bakış açısı ile tahlil edildiği anlaşılıyor.
Kapitalizmin kapitalizm olarak kavranmadığı görülüyor.
Biliniyor, fazladan tekrar edilmesi gerekmiyor. Burjuvazi, tekelci burjuvazi terimi bir bütünü ifade ediyor, gerek ulusal ve gerekse uluslararası düzlemde parçalı, birbirinden çıkar çatışmaları ile ayrılmış bir bütünü ifade ediyor. Ekonomik ve siyasal çıkar çatışmaları, ulusal ve uluslararası düzlemde tekeller arası, tekelci gruplar ve tekelci devletler arası rekabete, yoğunlaşmış ve daha ileri bir siyasal platforma, askeri platforma sıçramış rekabet de emperyalistler arası paylaşım savaşlarına kaynaklık ediyor.
Siyasal devlet iktidarı, ulusal düzlemde, tekellerin, tekelci grupların siyasal anlamda birliğini temsil ediyor.
Genel olarak tekellerin, tekelci burjuvazinin, burjuva toplumunun en üst düzeydeki siyasal örgütlenmesi, tekelci burjuva devletinde ifadesini buluyor.
Tekelci burjuva devleti, sosyal sınıf temelini şu veya bu tekel grubunda değil, genel olarak tekelci burjuvazinin bütününde buluyor. Burjuva devletinin siyasal olarak, tekelci burjuvazinin genel sınıf çıkarlarını temsil etmesi, dönemsel ekonomik ve siyasal politikaların, hükümet politikalarının belirli tekel gruplarının tekelci çıkarlarım daha fazla yansıtıyor olması olgusu ile çelişmiyor, tersine bu iki olgu birbirini tamamlıyor. Dahası, olgunun kendisi, açık ki, devletin temel ve genel politikaları ile hükümetlerin dönemsel politikaları ve sosyal-ekonomik yönelimleri arasına eşit işareti koymamak kaydıyla, tekelci burjuvazinin çelişmeli ve çalışmalı birliğinin siyasal düzlemdeki yansımasını oluşturuyor.
Saptayabilmek ve izleyebilmek mümkün: Belirli dönemlerin belirli hükümet politikaları, kapitalist sanayinin belli dallarının, tekelci burjuvazinin belli kesimlerinin, diğerleri aleyhine gelişmesinde, hatta zaman zaman, ihracatçılık politikasının bir dönem için önem kazandığı Eylül rejimi alünda yaşanan örneklerde görüldüğü gibi, ekonomik politikaların, başka etmenlerle birleşmesi durumunda, bir kısım tekel gruplarının ekonomik çöküş tehlikesi ile karşı karşıya gelmesinde, belirli ölçüde etkili oluyor. Dengesiz ve eşitsiz gelişme, kapitalizmin yapısından kaynaklanıyor. Kapitalist sanayi dallarının eşitsiz ve dengesiz gelişmesi, sanayi ve tarım sektörleri arasındaki yapısal eşitsizlik ve dengesizlik, belirli ekonomik politikaların etkisiyle daha da büyüyebilir, özellikle ekonomik krizin derinleştiği koşullarda, kredi-teşvik-yatırım politikaları yoluyla, fiyat düzenlemeleri yoluyla, daha çok tarımdan sanayiye kaymak aktarımı hızlanabilir.
Böylesine bir politika doğal tepkisini, tarım burjuvazisinin, büyük toprak sahiplerinin direnişlere kadar uzanabilen muhalefetinde bulunabilir.
Bir senaryo çizilmediği açık. Tersine kapitalizmin, burjuva toplumunun yapısına, toplumsal ve ekonomik ilişkiler bütünlüğüne uygun düşen, kapitalist ilişkiler bütünlüğünü, özellikle belirli dönemlerde birebir ölçülerde yansıtan bir tablo.
Burjuva toplumunun ezilen-ezen sınıf ilişkisi temelinde yükselen ve sosyal ifadesini proletarya-burjuvazi arasındaki antagonizmada bulan çelişmeli birliği, farklı bir düzlemde, burjuvazinin kendi iç-karşıtlığı ile iç-çatışmaları ile tamamlanıyor.
Kapitalizmin yapısal özellikleri ve krizin derinleştiği koşullar, burjuvazinin kendi iç-çelişmelerinin, daha büyük ölçüde ‘açık faşizm’ ortamında veya ‘açık faşizm’e yönelme sürecinde, açığa çıkmasının maddi-nesnel zeminini sağlıyor.
Sanayinin bir dalının başka bir dalı lehine veya tartışılan konu açısından genel olarak kapitalist sanayinin kapitalist tarım lehine gelişme göstermesi, başka bir ifadeyle tarımla sanayi arasındaki eşitsizliğin ve dengesizliğin büyümesinin, ‘açık faşizm’ koşullarında kapitalizmden bir sapma olarak görülmemesi gerekiyor, tersine kapitalizmin nesnel ekonomik-sosyal işleyişinin bir devamı olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Burjuva toplumunun ekonomik ve siyasal özelliklerini, tekelci burjuvazinin farklı kesimlerinin eğilimlerini ve eğilim farklarını tahlil etmek, farklı eğilimlerden gerekli siyasal sonuçları ve eğilimleri çıkarmak entegrasyon mantığının kırılması açısından da önemli sayılmalıdır. Entegrasyon mantığının karılması bir ilerlemedir. Ama entegrasyon mantığının kırılmasına yol açan tahlillerden, başka bir sonuca varmanın, egemen sınıflar bloğu arasındaki çelişme ve çatışmaları, ‘açık faşizm’ ve anti-feodalizm saptamaları ile açıklamaya yönelmenin, önemli bir ideolojik gerileme olduğu görülüyor. Sosyal sınıf olarak tekelci burjuvaziye ve tekelci burjuvazinin sınıf iktidarının siyasal bir biçimi olarak faşizme, anti-feodal bir misyon yükleniyor. Siyasal yaşam bazen kara mizah örnekleri sunuyor. Eylül rejimi altında toprak ağalarının siyasal iktidardan dışlandığının tahlil edildiği dönemde, eylülcüler Urfa’daki toprak reformu uygulamasından ‘zarara’ uğrayan toprak ağalarının eski topraklarına kavuşmalarını sağlayacak yasa değişikliğinin hazırlıkları ile meşguldüler.
Aynı günlerde, eylülün daha ilk günlerinde, TKP, eylül rejimine anti-MHP politikalar yamamakla uğraşıyordu.
‘Kara irtica’ olarak tanımladığı ulusal ayaklanmaların Kemalist rejim altında bastırılmasına destek veren ve bütün tarihi boyunca burjuvazinin bir kanadı karşısında diğer kanadını desteklemeyi politika sayan TKP’nin ideolojik-siyasal mirasının, ideolojik geleneklerinin aşılamadığı görülüyor. TKP’nin ideolojik gelenekleri, radikal bir akımın siyasal tezlerinde, ‘açık faşizm’e bir özellik olarak eklenen anti-feodal siyasal yapılanma olarak yansıyor. Olguların tahlilindeki eklektizmin teorinin eklektizmi ile birleşmesi ve teorinin sağa çekilerek yorumlanması sonucunda, ‘açık faşizm’in ve ‘gizli faşizmin üretici güçleri geliştirme saptamasına takılıp kalma tutumu, ancak mart rejimi altında THKP-C bölünmesi örneğinde yaşandığı gibi, sağ-sağcı kanadın elemanlarının, sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarında Demirci’lere, Abdülhamit’lere övgü dizmeleri gibi traji-komik bir sonla noktalanabilir.
Veya en iyimser ve olumlu yanıyla, bütün bir 1970’li ve 80’li on yıllar boyunca, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemlerinin radikal köylü politikalarının, emperyalizmi ve tekelci kapitalizmin tarihi zeminini yok sayarak, çarpık bir biçimde yeniden üretilmesinin ötesine geçilememiş olur.
Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine dönüş, radikal köylü-toprak devrimi tarihi sürecinin yaşanmadığı bir coğrafi zeminde, ancak Bonapartizmin yeniden diriltilmesiyle mümkün olabiliyor.
Tekelci kapitalizm koşullarında, özellikle krizin derinleştiği durumlarda, tekelci burjuvazinin kendi iç-çatışmaları, sektörler arası eşitsiz, dengesiz ve sıçramalı gelişmenin getirdiği sonuçlar ve bunların siyasal düzlemdeki yansımaları farklı bir durumu ifade ediyor, kapitalizm ve tekelci ilişkiler çerçevesinde, geri ülkelerde de olsa, feodal ilişkilerin giderek kapitalist ilişkiler ağı tarafından kuşatılması ve kapitalist ilişkilere bağlanması, tekelci kapitalizmin daha farklı bir özelliğinin ifadesini oluşturuyor.
1920-30’lu on yıllarda kapitalizmin gelişmişliği, olgunluk derecesi üretici güçlerdeki gelişmişlik başka tip etmenlerle birlikte baz alınarak, ülkeler çeşitli kategorik gruplara ayrılıyor ve proletarya diktatörlüğüne geçişin çeşitli yol ve koşullan tahlil ediliyordu. Bugün de kapitalist-emperyalist ilişkiler sistemi içerisinde, metropollerde ve bağımlı ülkelerdeki kapitalizmin ‘olgunluk’ ve ‘gelişmişlik’ farklarından söz edebilmek mümkün. Kapitalist-emperyalist sistem eşitsiz ve dengesiz gelişmişlik konumunu sürdürüyor. Kapitalist ilişkiler ve üretici güçlerdeki gelişme düzeyi açısından çeşitli ülkeler, metropol ve bağımlı ülkeler arasındaki kategorik farklar sürüyor. Nicel bakımdan, 1920-30’lu yılların olgunluğunun ve gelişmişlik düzeyinin bugün aşıldığı, geri ve bağımlı ülkelerde yaygınlaşan meta ilişkileri, ücretli işgücü ve sermaye ihtiyacı temelinde, kapalı ekonomilerin kapitalist pazar ilişkileri çerçevesine çekildiği, feodal-yarı-feodal ilişkilerin önemli ölçüde çözülme gösterdiği açık. Görülüyor, somut olarak tahlil edebilmek mümkün.
Bugün giderek daha büyük ölçüde yaygınlaşan kapitalist ilişkiler ve tarımın daha büyük ölçüde kapitalize olması, burjuva devlet iktidarının siyasal biçimlerinden, ‘gizli’ veya ‘açık’ faşizm tartışmalarından, ‘demokrasi’ tartışmalarından bağımsız olarak, feodal/yarı-feodal ilişkilerin büyük ölçüde dönüşmesine maddi temel hazırlıyor. Kapitalist ilişkiler, tarım sektöründe, yarı-feodal ilişki biçimlerini kendine bağlıyor, dönüştürüyor. Dönüşüm, toprakta yarı-feodal ilişkilerin köylü-toprak devrimi yoluyla ve radikal bir biçimde gerçekleşmiyor, feodal/yarı-feodal ilişkiler ekonomik ve sosyal platformda bir köylü devrimi ile değil, kapitalizmin yaygınlaşmasıyla, kırsal alanlarda meta ekonomisinin gelişmesiyle ve ücretli işgücü ilişkisinin artış göstermesiyle hızlı bir dönüşüm sureci yaşıyor, kapitalist ilişkiler ağına bağlanıyor, kapitalist ilişkiler sistemine tabi oluyor.
Kredi dağılımı veya tarım ürünlerine uygulanan taban fiyatları politikası ile belirlenen farklı siyasal koşullar ve farklı hükümet politikaları yarı-feodal ilişkilerin çözülmesinde hızlandırıcı veya yavaşlatıcı bir işlev taşıyor. Dahası bir köylü devrimi ile feodal ilişkilerin tasfiye edilmemiş olması ve geri ve emperyalizme bağımlı ekonomik yapı, üretilen ekonomik değerin metropollere taşınmasını beraberinde getiriyor, yapısal özellikler iç-sermaye birikimini geri çekici yönde bir rol oynuyor. Emperyalizm faktörü, bağımlı, yarı-sömürge yapı, bağımlı ve çarpık bir kapitalist ilişkiler sisteminin gelişmesine temel hazırlıyor.
Kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasının ayırt edici özelliklerinden birisi, meta ihracıdır ve meta dolaşımının feodal ekonominin çözülmesinde, kapalı ekonomilerin pazara dahil edilmesinde önemli bir işlev taşıdığı biliniyor. Emperyalizm aşamasına damgasını vuran sermaye ihracı, meta ihracının yanında ve ondan daha önemli olarak, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin de ihracı anlamına geliyor.
Sermaye ihracı ile geri ülkelere ihraç edilen sadece çıplak sermaye değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileridir.
“… Emperyalizmin belli başlı niteliği sermaye ihracıdır. Kapitalist üretim, Avrupa mali sermayesine bağımlılıktan kurtulması olanaksız hale gelen sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmaktadır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)
“İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek imhasına olduğunu unutmamalı.” (Lenin, Emperyalizm)
“… Çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızla büyümesini dışladığını sanmak yanlış olur. Gerçek böyle değildir. Emperyalizm çağında bazı sanayi dalları, burjuvazinin bazı tabakaları veya bazı ülkeler, kah çürüme kah büyüme eğilimini farklı derecelerde ortaya koymaktadırlar. Genel olarak kapitalizm, eskiye oranla çok daha hızla büyümektedir. Fakat bu büyüme genellikle daha da eşitsiz hale gelmekte ve bu eşit olmayan büyüme, özellikle sermaye bakımından en zengin ülkelerin çürümesinde açığa çıkmaktadır.” (Lenin, Emperyalizm)
Emperyalist sömürünün gerçekleşmesi, kapitalist ilişkilerin gelişmesinin ve yaygınlaşmasının varlığını gerektiriyor. Kapitalist ilişkilerin gelişmesi ise, pazar ilişkilerinin ve ücretli emek sömürüsünün yaygınlaşması ile feodal/yarı-feodal ilişkilerin giderek çözülmesi ile eşitleniyor. Emperyalizm aşamasında da olsa, kapitalizm, meta üretiminin yaygınlaşması, pazarın genişlemesi ile varolabiliyor.
Gelişen kapitalist ilişkiler ve sermayenin tekelci biçimi, aynı zamanda, giderek artan ölçüde kapitalizmin parazitleşerek yozlaşmasını ve çürümesini, üretici güçlerin sınırsız ölçüde gelişmesinin engellenmesini birlikte getiriyor. Rantiyeci ve asalak özellikleri, yaygınlaşan kapitalist ilişkilerin ve emperyalizmin temel ve tarihsel nitelikleri arasında yer alıyor. Dahası, yukarıda bir yönüyle dokunulup geçildi, geri ülkelerde gelişen kapitalist ilişkiler, son derece çarpık ve farklı özgül özellikler gösteriyor.
Bir olguyu tek bir yönüyle değil, tek bir özelliği ile değil, bütün yönleriyle tanımlamak, tahlil etmek gerekiyor. Bir olgunun tek bir özelliği üzerinde sürdürülen vurgu, doğal olarak, hep tek yanlı savrulmalara yönelmenin ideolojik-maddi zeminini sunuyor. Savrulmaların kendi iç-bütünlüğü ayırt edici bir politik çizgi düzeyine yükseliyor. Feodal/yarı-feodal ilişkiler aleyhine kapitalist ilişkilerin, meta ekonomisinin gelişmesini, egemen ilişkiler haline dönüşmesini, ‘açık faşizm’ şartına bağlamak, emperyalizm olgusunu kapitalizmin hareket yasalarından bağımsızlaştırma, emperyalizmi salt bir siyasal olgu düzeyine indirgeme anlayışının doğal sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kapitalizmi kapitalizm olarak kavramama ve emperyalizm olgusunun belirli özelliklerini kapitalizmin temel hareket yasalarının tamamen dışında arama anlayışı, 19. yüzyıl Bonapartizmini, 1990’lar dünyasının emperyalist ilişkilerine taşıma ve askeri-faşist diktatörlüklere nesnel olarak ‘ilerici’ misyonlar yükleme gibi açıklanması zor sonuçlan beraberinde getiriyor.
Bükülme ve kırılmaları doğrultmak gerekiyor, burjuva devletinin siyasal biçiminden bağımsız olarak, emperyalizm koşullarında da, gelişen kapitalist ilişkilerin feodal/yan-feodal ilişkileri süreç içinde çözdüğünü ve kendisine bağladığını, dünün feodal torak ağalarının bir bölümünün, bugünün kapitalist toprak sahiplerine dönüştürdüğünü görmek gerekiyor.
Kapitalist gelişmenin izlediği tarihsel seyri ve gelişme seyrinin özelliklerini, yayınlanmış bir dizi araştırma dokümanından somut olarak irdeleyebilmek mümkün. Sorunun bu yönü üzerinde özel olarak durmak, böylesine dar kapsamlı bir çalışmanın sınırlarını aşar, ayrıca ele aldığımız sorun açısından, sorunun bizi ilgilendiren yanı gelişen kapitalist ilişkilerin tarihsel ve özgül özellikleri değil, tarihsel-siyasal ve toplumsal sonuçlandır. Kapitalist gelişme sorununa, kapitalist gelişmenin yarattığı sonuçlar açısından, kırdan kente sürülen ve proletarya ordusunun büyümesine potansiyel bir kaynak oluşturan yedek işgücü açısından, kırsal alanlardaki proleter/yoksul köylü-toprak sahibi sektörü açısından, sınıf ilişkilerinin aldığı yeni boyutlar ve sınıflar savaşımının ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakmak gerekiyor.
Lenin, emperyalizm olgusunu ve kapitalist gelişmenin eski ve yeni özelliklerini, kapitalist gelişmenin yarattığı tarihsel, siyasal ve toplumsal sonuçlarına vardırarak irdeliyor. Emperyalist sermaye ihracının, geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırdığını ve kapitalist gelişmenin doğuracağı toplumsal ve siyasal sonuçlan tahlil ediyor. Lenin, geri ülkelerdeki kapalı yapıların yıkılmasının, uluslaşma bilincini hızlandıracağına ve kapitalist ilişkilerin gelişmesinin emperyalist baskı ve sömürüye karşı ulusal uyanışı ‘kışkırtacağına’ işaret ediyor:
“… emperyalizmin başlıca özelliklerinden biri, en geri ülkelerde, kapitalist gelişmeyi hızlandırması ve ulusların ezilmesine karşı verilen savaşımı yaygınlaştırması ve yoğunlaştırmasıdır.” (Lenin, Savaş ve Sosyalizm)
20. yüzyılın başında, sömürge/yarı-sömürge ülkeler kapitalist gelişme bakımından son derece geri bir konumdayken, ulusal kurtuluş savaşları. Ekim Devrimi’nin açtığı yoldan ilerleyerek, yüzyılın neredeyse bütününe damgasını vuruyor.
Ulusal ve sosyal kurtuluş savaşları, ulusal veya sosyal devrim ihtimali, emperyalist burjuvazi ve yerli tekelci burjuvazi ile toprak ağalarının siyasal ittifakının maddi zeminini oluşturuyor. Tekelci burjuvazinin toprak ağaları ile siyasal sınıf ittifakını, kapitalist ilişkilerle feodal ilişkilerin iktisadi ‘uyumu’ ile eşdeğerli görmek, siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkiyi, matematiksel formüller içerisine sıkıştırmak olur. Feodal ilişkilerin, gelişme süreci içerisinde kapitalist ilişkilere ‘uyum’ gösteremeyecek kadar dayanıksız olduğu biliniyor.
Siyasal devlet iktidarı, tekelci burjuvazi ile kapitalist ilişkiler ağına dâhil olan, aynı zamanda kapitalist ilişkilere bağlanan yarı-feodal ilişkileri de sürdüren büyük toprak ağalarının/sahiplerinin siyasal ‘uyumu’, siyasal ittifakı üzerine oturuyor. Ekonomik ve toplumsal alana egemen olan sınıflar, siyasal devlet iktidarını da elinde tutuyor. Tersi de doğru, siyasal devlet iktidarını elinde tutan egemen sınıflar bloğu, siyasal devlet iktidarını kullanarak, ekonomik ve toplumsal egemenliğini güçlendiriyor, perçinliyor.
Kapitalist ilişkiler ağı ve ücretli emek sömürüsü, sadece ülkenin en ücra köşelerine kadar uzanmakla kalmıyor, tarımda yarı-feodal ilişkilerin ve sosyal-siyasal bir kurum olarak aşiret ilişkilerinin nispeten daha yoğun olduğu coğrafi bölgelerde, aynı zamanda aşiret ilişkilerini aşarak ulusal bilincin gelişmesinin, ulusal kurtuluş hareketinin yaygınlaşmasının maddi koşullarını güçlendiriyor. Gelişen ulusal bilincin karşısına, ulusal asimilasyon politikasının bir dalgakıran olarak çıkarılmasının yetmediği görülüyor. Ulusal bilincin köreltilmesi ve ulusal hareketteki yaygınlaşmanın engellenmesi için, resmi ağızlardan, ağalık kurumunun ve aşiret ilişkilerinin güçlendirilmesi gerektiği, artık politik düzeyde dile getiriliyor. Eylül tipi rejimlerin Bonapartizm karşıtlığını somutlamak açısından, yaşanan süreci ve somut olguları irdelemek gerekiyor, aşağıda bu irdeleme yapılıyor, şimdilik tek örnekle yetinebiliriz: Atatürk Yüksek Kurulu’nun 1990 yılının ilk yarısında açıklanan belgelerinde, “oralarda ağalığa dayanmak, dine dayanmak” gerektiği resmi bir politika olarak açıklanıyor,
‘Açık faşizm’ ile Bonapartizm arasında siyasal paralellik çizen siyasal akımlar, parlamento kurumunun yeniden eklenmesi ile 1983’te başlayan siyasal süreci, eylül rejiminin devamı, eylül rejiminin sivil görünümlü devamı olarak tanımlıyorlar.
Haklı ve yerinde bir tanımlama olduğundan kuşku duyulmamalı.
Eylül rejimi, bugün ulusal hareketi, merkezi militarist gücün yanında, aşiret ağalarının sosyal ve askeri gücüne dayanarak bastırmaya çalışıyor.
Görülmesi gerekiyor: Eylül tipi rejimleri Bonapartizm olgusu ile kurulan siyasal bir paralellikte değil, toprak ağalarının siyasal iktidardan dışlanması ekseninde değil, tersine ulusal ve sosyal devrim ihtimalinin egemen sınıflar bloğunu siyasal düzlemde birbirine daha çok yaklaştırması ekseninde irdelemek gerekiyor.
Somut olgular bunu gösteriyor.
Siyasal saptamaları ve genel teorik önermeleri, somut olgular üzerine oturtmak gerekiyor.
(Sürecek)

Ekim 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑