Kontrgerilla tartışması
Sovyetler ve Varşova Paktının tehdit oluşturmaktan çıkmaya yönelmesiyle işlevsizleşme sürecine giren NATO’nun sırları ortaya dökülüyor, İtalya’da “Süper NATO” ya da Gladio adıyla açıklanan devletin yeraltı örgütü, Türkiye’de kontrgerilla tartışmalarım yeniden alevlendirdi. Tüm ileri NATO’cularımız, devletçi ilericilerimiz, U. Mumcu, Ecevit, M.A. Birand ve diğerleri, ilericiliklerini yeniden kanıtlamak üzere konunun üzerine gittiler. Başta bu tür ilericiler olmak üzere, NATO’nun ve devletin arınmaya ihtiyacı vardı. Fırsattan istifade, yine hemen devrimcilerin, örneğin ‘71 devrimcilerinin kontrgerillacı oldukları ya da bu örgüt tarafından oyuna getirilerek alet olarak kullanıldıkları tezi işlenmeye başlandı. Devrim, bir provokasyondu…
Öte yandan tartışmalar içinde 1974’e kadar, Özel Harp Dairesi adı da verilen örgütün tamamen ABD tarafından finanse edildiği, ajanlarının onun tarafından eğitildiği ve NATO’ya, daha doğrusu Amerikan emperyalizminin örgütlenmesine bağlı olduğu ortaya çıktı. Bu yetkili ağızlardan kabul edildi. Doğrusu burjuvalarımız ve devletimiz pek milliydi:
Milliyetçilerimizin ne denli Amerikan milliyetçisi olduklarını, dolar ve dolara satılmanın nasıl milliyetçiliğin tek ölçütü olduğunu ortaya koyan yeni kontrgerilla tanışması ilgi çekiciydi.
Bu arada MHP’lilerin de Kontrgerilla içinde örgütlendikleri. ABD ve devletimiz tarafından beslendikleri ve yönlendirildikleri bir kez daha ortaya çıkarken, Evren ve Torumtay, örgütün “terör”e, yani devrimci mücadelenin bastırılmasına karışıp karışmadığı konusunda anlaşamadılar. Evren: “Karışıyordu, ben engelledim, örgütü Genel Kurmay a bağladım” derken. Torumtay: “Örgüt, bir savaş durumunda cephe gerisinde gerilla yapmak üzere kurulmuştu, iç çatışmalara karışmadı” diyordu.
12 Mart Ziverbey Köşkü işkenceleriyle ünlenen ve her adımda halkın ve devrimcilerin karşısına çıkan kontrgerilla kimilerine göre “masum”du: kimileri ise karşı çıkarak ilericiliklerini kanıtlıyorlar, bir yandan da “provokasyon teorisi” yapıyorlardı.
Bakanlar Kurulu’na MİT brifingi
İstek üzerine MİT Müsteşarı Teoman Koman ve uzmanları bakanları aydınlattılar. Olay, manşetlerde. T. Koman’ın TV ekranlarında da görüleceği söyleniyor. MİT “şeffaflaşacak”mış. Oktay Ekşi, Koman’ın “MİT’in öcü olmadığını anlatmaya çalışmakta” olduğunu yazıyor. Koman Ekimde de gazetecilere yemek ve bilgi vermişti. Basınla MİT’in eşgüdümü gerekiyordu. Ne de olsa bu iki “kuvvet” de bilgilendiriciydi, saptırıcıydı.
Şirinleşme peşindeki T. Koman, sürekli “İslamcı terör karşıtı” söz ve demeçleriyle gündemde yer tutma uğraşındaydı. “Emniyet bloke olmuş vazıyettedir” diyordu İslamcıların sızmalarını söz konusu ederek. İslamcıların yurtiçi ve dışında kamplar, olduğunu ve askeri eğitim yaptıklarını öne sürüyordu. İçişleri Bakanı, zorla köy boşaltmayı yalanladığı gibi, onu da yalanladı. Komanın böyle demediğini ileri sürdü. Rivayet muhtelifti. Ama bu arada kontrgerilla “vur abalıya” durumundayken MİT’i kurtarıyorduk, MİT’imiz iyiydi: Katiller ve işkenceciler topluluğu “güzelleştiriliyordu”.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Belgesi imzalandı
Özal mı Akbulut mu yetkiliydi, kim imzalamak tartışması sürerken, imza törenine bu ikisi, Dışişleri Bakanı Alptemuçin’le birlikte katıldılar. Sonuncusu oturacak sandalye bulamayıp ayakta kaldı törende. Toplantı tek kişilik katılıma göre düzenlenmişti çünkü. Akbulut’a yedek bir sandalye uydurulduysa da üçüncüsü bulunamadı. Kamuoyumuz, bu herzelerle meşgul ediliyor. Bu arada manşetlerde şunlar yazılıyor: “Silahsız Avrupa”, ” insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve barışa dayalı dönem başladı”, “soğuk savaş sona erdi”… İşin bir doğru yanı var: Amerikan-Rus yakınlaşması. Aralarındaki buzlar çözülüyor. Ama silahsızlanma nerede? Almanya, anayasa değişikliğiyle sınırlandırılmış ordu mevcudunu ve nitelik ve nicelik olarak silahlanmasını artırmıyor mu? Barış nerede? Burnumuzun dibinde aylardır savaş senaryoları yazılmıyor mu? “Soğuk savaş”ın sonuna geldiği doğru, şimdi “sıcak savaş” konuşuluyor, hazırlanıyor. Konvansiyonel silahlarda indirim yapılıyormuş, doğrudur, bunlar herhalde Körfez’e indiriliyor.
En gülünç olanı ise, “şart1 bildirgesinin, insan hakları ve demokrasi, hukuk devleti ve barış döneminin başladığını imza altına alması. Daha bu konularda çok imza attılar. Bu alanlarda aldatıcı laflar edilmesiyle, tek tek ve bir tüm olarak bu taleplerin gerçekleşme koşullarının oluşturulması arasında bir çağ farkı var. Sosyalizmsiz, bunların ancak sözü edilir. Bugün hangi ülkede işkence yok: Hele Türkiye! Kürdistan’da hemen tüm köylüler işkenceden geçirilir, barınma hakları, yaşama hakları bile tanınmazken 100 tane belge imzalansa ne değişir? Demokrasi dönemine girildi denince giriliyor mu? Nerede demokrasi Türkiye’de? En gelişmiş Avrupa ülkesinde bile demokrasi güdüğün güdüğü değil mi? Gladio’lu İtalya, Rüzgâr Gülü ile Fransa ne kadar demokratik? Ama imzalar atılıyor, halklar biraz daha uyutulabilir belki diye…
Flört ve Cemil Çiçek
Aileden sorumlu Devlet Bakanı C. Çiçek’in flörtü, “fahişelik” ve “hayvani güdülerle insanların birbirine yaklaşması” olarak değerlendiren açıklaması yoğun tepkiler aldı. Başta okumuş kadınlarımız olmak üzere, hemen herkes bakana yüklendi.
Türkiye’de (ve tabii tüm burjuva ülkelerde) kamuoyu ilginç oluşturuluyor. Özal ya da bakanlarından birisi ortaya bir laf atıyor. Aydınlarımız bunun üzerine balıklama atlıyorlar. İncir çekirdeğini doldurmayan konu ya da bir kendini bilmezin lafı günlerce gazete sayfalarını, hatta manşetleri ve dolayısıyla kamuoyunun ilgisini meşgul ediyor. Bu arada bilmem hangi çok önemli kararname de geçiriliveriyor ya da hangi önemli karar alınıveriyor. Üstelik 1 milyona yakın işçi grev kapısındaymış, Kurdistan yakılıp yıkılıyormuş, neredeyse savaşa girmek üzereymişiz gözlerden kaçıp unutuluveriyor.
Önce Keçeciler “idamların infazı” sorununu onaya attı. Kuşkusuz nabız da yokluyor, kamuoyunu hazırlıyorlar da. Ama başlıca saptırıyorlar. .Ardından Çiçek’in ”flört” konusunda yumurtladıkları geldi. Hayvanlık ve fahişelikmiş! O pek beğenilen, kendisi gibi olmak istenen ABD’de bir kaç flörtü olmayan, birkaç flört deneyi yaşamayan genç kız ve erkek olmadığı bilinmiyor sanki. Ama biz bize benzeriz ve milliyetçiyiz ya, bakan sallıyor ve herkes onunla uğraşıyor. “Görücü usulü”, hatta erkeğin peçesinin altındaki kadını hiç görmeden evlenmesi daha güzel doğallıkla! Niçin peygamberimiz efendimizin yolundan ve öğrettiklerinden ayrılalım! Kadın örtünmeli ve evine kapanmalı! Öyle çalışmak filan da yok! En çok evinde örgü, kilim örsün! Neymiş o genç kızlarla erkeklerin el ele tutuşup dolaşmaları! Bir hayvan var ama kim? Fahişe kim?
Öğretim üyelerimiz sonunda tavır koydular ve yürüdüler. Sorun türban, takılırdı takılmazdı; sorun laiklik. Sırayla üniversiteler “Ata”larına gittiler. Bir ikisi de kampuslarında yürüdü. Öğretim üyelerimiz YÖK karşısında ağızlarını açmıyorlar, “özerk-demokratik üniversite” konusunda sessiz kalıyorlar. Bu sorunların ilerici-devrimci çözümü için mücadele eden öğrencileriyle birleşmek akıllarına gelmiyor. “Gözlerindeki merteği görmezken çöple” uğraşıyorlar. Kemalizm yapmak kolay geliyor. Sorun din mi, laiklik mi? Öğretim üyelerimiz neden önce kendi üniversitelerini düzeltmiyorlar? Bunun mücadelesi içine girmiyorlar? Üniversite ve fakültelerin büyük çoğunluğunun yönetimi “Türk-İslam sentezcileri”nin işgalinde, felsefe kürsüleri, hemen tümüyle dinci öğretim üyelerinin tekelinde, daha başkaları da böyle. Hiçbir eğiticimiz parmağını kıpırdatmıyor. Ders kitapları din propagandası ve bilim dışı açıklamalarla dolu. Evreni Allah’ın yarattığı, insanın bir gün içinde yaratıldığı öğretiliyor öğrencilere. Kendi evinin önünü temizlemeden, buna girişmeden “türban”la yasak savma eğiticilerimizin kendilerini ikna ediyor mu? Ve neden “Ata”ya şikâyet? Boykottan niçin vazgeçiliyor?
Öğretim üyelerimiz öğrencileriyle birleşip neden kendi yaptırımcı güçlerini ortaya koymaktan kaçınıp “Ata’larına sığmıyorlar? Ölülerden medet umma yerine somut güçlerle birleşmek gereken zamanlarda değil miyiz?
Amerika’dan Türkiye’ye tam not!
ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Kuvvetler Komitesi Başkanı Les Aspin, Körfez krizi konusundaki tutumlarıyla ilgili olarak çeşitli ülkeleri ve performanslarını puanladı. Türkiye, Mısır’la birlikte, ABD’den en yüksek not, tam not alarak “kraldan çok kralcılıklarını” kanıtladılar. 100 tam puan! Bu herkese nasip olmuyor. Türkiye ve Körfeze ilişkin tutumu, Amerikan emperyalistlerince tamamen ve eksiksiz onaylanıyor. Puanın yanına Türkiye için şu not düşülüyor “Teşvike gerek kalmadan fevkalade performans”. Yine “Ortadoğu ve Balkanlar’da en büyük”üz, rekor kırıyoruz. Ama notumuz kırılsaydı haksızlık olmaz mıydı? Türkiye elinden gelenin ötesinde her şeyi, istenmeyenleri bile yapmıyor mu Körfeze ilişkin? C. Çandar’ın yüzünde güller açmıştır! Ama teşvik bile gerekmiyormuş! Bu kötü olmalı. Yalak köpeklere az yemek verilir. Buna dikkat!
Fransa’da 68 ruhu kımıldıyor mu?
Fransa’da bir ayı aşkın süredir lise öğrencileri eylem halinde. Başlangıçta akademik ve eğitimin koşullarına, dersliklerin yetersizliği, kafeterya ve yurtların pisliği gibi sorunlara ilişkin taleplerle başlayan ve kısa sürede tüm Fransa’ya yayılan öğrenci hareketi siyasallaşma eğiliminde. Eylemlilik yeni taleplerle zenginleşerek gelişiyor. “Sosyalizm öldü” iddialarına karşın kapitalizmin metropollerinden birinde sosyalist talepler ileri sürülmeye başlandı. Unutturulmak istenen devrim, yeniden tanışmaya girdi, ideolojik çarpıtılmışlık ve yozlaştırıcılığın gemi azıya almış olmasına rağmen, henüz öğrenciler tam bir berraklığa ulaşmamış olmakla birlikte, devrim ve sosyalizm yine öğrencilere ilham veriyor. Ve önemli olan Fransız liselileri 68 geleneğini sürdürerek düzene isyan yolunu tutuyor. Polisle çatışmaya giriyorlar. Nereye kadar ve hangi yoldan gidecekleri üzerine bir şey söylenemez, ama düzen karşıtı, kapitalizm karşıtı hareketlenmenin sonu gelmiyor.
“Öğretmenler günü” Hutbeyle kutlandı
24 Kasım Öğretmenler Günü, M. Eğitim Bakanlığının talimatıyla camilerde hutbelerle kutlandı. “Öğretmenliğin ne kadar kutsal ve yüce bir meslek olduğu” konusunda vaizler halkı bilinçlendirdiler! Din derslerinin zorunlu olduğu, okulların dinci öğretmenlerle doldurulduğu bir ülkeye hutbeli kutlama doğrusu pek yakışıyor. Ama öğretmenlerimiz 3akanitk ve dincilerden başka şeyler de yaptılar kasım ayı içinde. Eğit-Der’li 2000’i aşkın öğretmen, 300 civarında kurucuyla İstanbul Valiliği’ne kuruluş dilekçelerini verdiler ve Eğit-Sen’i kurdular. Artık öğretmenlerin bir sendikası var. Sendika kurulduğunda binlerce üyeye sahipti. Öğretmenlere ve sendikalarına başarılar diliyoruz.
Kitle örgütlerine polis saldırısı
25 Kasım Pazar günü, İnsan Hakları Demeği İstanbul Şubesi’ni basan polis, çoğunluğu kadın ve çocuk olan 37 kişiyi gözaltına aldı. Dernek binasındaki üye defterleri ile çeşitli kitap ve dergiye el koyan polis, derneğin bulunduğu binadaki dernek tabelasını da söktü. Göz altılara ve kitap ve belgelere el konulmasına neden olarak dernek binasında üye olmayanların bulunması ve “yasak yayınlar” gösterildi.
İHD İstanbul Şubesi adına yapılan basın açıklamasında, olay kınandı, el konulan yayınların yasal olarak basılan aylık dergiler olduğu, derneğe üye olmayan insanların da derneğe gelebileceği ve sorunlarını konuşabileceği belirtildi. Açıklamada ayrıca, vesile ne olursa olsun, gerçekte, saldırıların amacının “tipik bir eşkıya devlet uygulamasıyla” savaşa karşı çıkan, duyarlılık gösteren kitle örgütlerinin susturulması olduğu vurgulandı.
Basın toplantısında İHD Gaziantep Şubesi’nin kapatıldığı, Beykoz Halkevi’ni basan polisin gerekçesiz olarak 25 insanı gözaltına aldığı belirtilerek saldırılar kınandı.
Almanya’da yabancı düşmanı Neo-Nazizm ve karşı koyuş
Almanya’daki Neo-Nazi eğilim, özellikle yabancı düşmanlığı temelinde gelişme peşinde. Atadan kalma bu yola Neo-Naziler gereken önemi veriyor, şimdi Yahudilerin yerine Türkleri, Kürtleri, Yugoslavları, Portekizlileri vb. koyuyorlar, İki Almanya’nın birleşmesi, Nazizmin güçlenmesinin bir etkeni de oldu. Doğuda bu eğilim oldukça güçlü. Revizyonizmin kötülükleriyle birlikle çöküşü ve sosyalizme yönelik zincirinden boşanmış propaganda, Doğuda Nazizmin taraflar bulmasının etkeni oldu. Bunlar, “dazlaklar” vb. çeteleri oluşturarak yabancılara saldırıyorlar. Ama karşılık da buluyorlar. Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden yabancılar da Neo-Nazilere karşı örgütlenmeye başladılar. Bazı Türk faşistlerin Naziler safında yer aldıkları bu Nazi ve anti-Nazi örgütler arasında sokak çatışmaları çıkıyor. Berlin-Kreuzberg bu çatışmaların merkezlerinden.
Bugün örgütlenme ve çatışmalar olgunlaşmış siyasal düzlemde değil henüz. Örgütler daha çok gençlik grupları durumunda ve kirli işler de (bölge paylaşma, esrar, eroin vb. kullanımı ve dağıtımı vb.) yapan çetecilikle iç içe. Ama yabancı düşmanlığı ve buna karşı koyuş bu gruplara ve eylemlerine damgasını vuruyor.
Körfez, köylü ve kriz
Vedat KARADUMAN
Irak’ın 2 Ağustos’ta Kuveyt’i işgalinden bugüne kadar kimin bu krizi en az zararla atlatabileceği üzerine iletişim araçlarında ve kamuoyunda epeyce resmi ve resmi olmayan açıklama ve yorumlar yapıldı. Savaşın sıcaklığını teninde duymayacak olanlar durumu iyimser bir dille anlatmaya çalışıyorlar ve açık vermiş bulunan hesaplarını ödetebilmek için emekçilere adeta yalvarıyorlar. Kendileri uğruna eğlencelerinden bile taviz vermeyecekleri ”vatan, millet, birlik ve beraberlik” palavrası uğruna emekçileri savaşa azmettirmektedirler.
Ülkemizde siyasal sınıf bilincinin en az kavrandığı veya en yavaş tepki gösteren kesimi köylülüktür. Köylülük resmi yaklaşımlara göre hala “Mehmetçik” övgüsüyle itibarlandırılarak kandırılabilen, kolay yola katılabilen (!) bir kesim olarak görülmekte ve “Musul-Kerkük” teraneleriyle (dolmuşa bindirilmeye) kışkırtılmaya çalışılmaktadır.
Bu arada ihracat politikalarıyla tekelci şirketlerin ağına düşürülüp, Ortadoğu’da faaliyet gösteren emperyalist sermayeye kaynak aktarımı yapmak için uygulanan politikalar sonucu kaderi bu tekelci sermaye grupları tarafından belirlenen ticaretin ağına düşürülen köylülük bugün artık ekonomik iflasını kapitalist üretim ilişkileri düzeyinde yaşamakladır.
Buğday, fasulye, nohut, mercimek, un, şeker ağırlıklı olarak Ortadoğu’ya, Irak ve Kuveyt’e ihraç edilmekteydi. Bu ihracat kapısının kapanması aracı tefeci-tüccar tabakası eliyle köylünün ürününün haraç mezat gaspına sebep olmuştur. Devlet, beslediği çeteler eliyle, bu soyguna göz yummakla, hatta kendisi de katılmaktadır. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin verdiği çekler karşılıksız çıkmakta. Ziraat Bankası köylünün boğazına yapışmaktadır. Borçlu-alacaklı köylüler kavgalı, mahkeme kapılarında sürünmektedirler.
Bunalım dönemlerinde basit olaylar büyük yargılara kısa yoldan götürmektedir insanı. Ekonomik ve psikolojik olarak çöken köylü, zorlandığı savaşa örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğü nedeniyle girecektir. Mevcut oda ve birlikler resmi ideolojiye uymakla köylüyü kurdun ağzına atmaktadırlar.
Bugün ülkemizde köylülük diğer küçük esnaf gibi perişan edilerek egemen sınıfların gösterdiği ölümlerden birini beğenmeye zorlanmakladır.
Hayvancılık 1984 yılından beri yok edildi. Tanın Bakanlığı 1989 yılında büyükbaş hayvan sayısını açıklamaya cesaret edemedi.
Büyük bir kitleyi oluşlumu şoför esnafı ve çalışanları yaşamlarım sürdüremeyecek bukledir. Büyük çoğunluğu çocuklarının eğitim ve sağlık sorunlarıyla ilgilenmemektedir.
Fındık, tütün, pamuk, ayçiçeği üreticileri tefeci elinde boğulmuştur.
Günümüzde her köyde televizyonun bulunması resmi ideolojinin işini kolaylaştırmaktadır. Piyasa dengelerinin bozulmasına (denge varmış gibi), zamların nedenine, ihracatın olmamasına Körfez krizi neden gösterilmekle) çıkış yolu olarak da bir an önce savaşa girmeye hazır olmak için, Amerika’nın petrol çıkarları için savaşa hazır olmaya zorlanan emekçilerin zihinleri şartlandırılmaya çalışılmaktadır.
Kendi siyasal ve ekonomik örgütlerini çalıştıran egemen sınıflar emekçilerin dayanışmasına tahammül edememektedirler. İşçi sınıfı daha ileri unsurlara sahip ve eylemin öncüsü olduğundan, gençlikle birleşme yol ve yöntemlerini bulup diğer emekçi kesimlerle birlikte hareket edilebileceğini göstermelidir. Köylülük nasıl yürüyeceğini aramakladır, birçok diğer kesimdeki emekçiler de. Açık ve açık olmayan yol ve yöntemlerle işçi sınıfı ve öncüsü yardımcı güçlerini yanına alınanın koşullarını yaratmalıdır. Mart’lı. Eylül’Iü günleri yaşayan emekçilerimiz mücadeleden günlük faydalar da sağlanabileceğini ve bunun birlikte olunduğu zaman gerçekleşebileceğini görmeli ve göstermelidirler. Bu sırada öncü; “öncülük’ hastalığına kapılmamalıdır. “Ben gidiyorum” yardımcı güçler arkamdan gelsin dememeli, yardımcı güçlerin asgari örgütlülükleri acilen yaratılmalıdır. Yedek güçlerin yalnızlık ve ürkeklik duyguları atılırsa ancak örgütlenmekle atılabilir.
Sınıf sınıflığını yardımcı güçlerin elinden tutup birlikte yürüneceğini ve yürümek zorunda olunduğunu bizzat göstererek kanıtlayacak ve öylece yürüyecektir.
Toplu sözleşmelerin tıkandığı önümüzdeki günlerde Ege işçi sınıfı pamuk ve tütün üreticilerinin sorunlarından uzak durmamalıdır. Marmara işçileri ayçiçeği ve zeytin üreticilerini yanlarına almanın yolunu bulmalıdır. Haymana köylüleri Site işçileriyle yan yana yürümeyi öğrenmeden hak elde edemeyeceklerini öğrenmelidirler. Çukurova’nın yüreği Cudi dağının heyecanıyla atmalıdır. Diyarbakır kalesinden duyulan haykırışlar Koçgiri’den selamlanmalıdır. Doğubeyazıt’ta kapanan kepenklerin gıcırtıları Rize’de çay bahçelerinden, Giresun’da fındık tarlalarından duyuldu mu o gece gözümüze uyku girmemelidir. Emperyalist orduların savaş makinaları Kumkapı önlerinde boy gösterirken, “İstanbul hatırasının” kaç paraya çekildiğini öğrenmelidirler. Kokteyllerde viskilerini kahkahayla yudumlayan NATO komutanları ve yerli yamakları görevi ifa etmenin huzuru içinde uyumalarının mümkün olmadığını bilmelidirler.
Zaferin sahibi ve öncüsü işçi sınıfı gerçek kurtuluşa giden yolda yardımcı güçlerini yanına almanın ve birlikte yürümenin yol ve yöntemlerini bulup, genel kurmayından hareket emri beklemelidir. 19.10.1990
Cezaevlerinde Açlık Grevleri
Ekim ayının sonlarından itibaren yaklaşık bir ay süreyle cezaevlerinde ve bir kısım il ve ilçelerde açlık grevleri yapıldı. Yaklaşık üç bin kişinin katıldığı bu açlık grevlerinde, sadece iktidarın cezaevleri politikası değil, güncel siyasal gelişmelere duyarlılık ve tepkiler de dile getirildi. Bunların başında K…stan’daki ulusal mücadelenin bastırılması ve ezilen için, siyasal iktidarın Körfez Krizi bahanesi ile her geçen gün yeni yöntem ve araçlarla, baskının dozunu ve çeşidini artırması geliyor. İdam cezalarının infazının gündeme getirilmesi, Botan’ın insansızlaştırılması, Eskişehir tek kişilik hücre cezaevinin doldurulmak islenmesi, K…stan’da ev yıkma, köy yakma, göçe zorlama politikasının protesto edilmesi ve diğer konular olarak öne çıkıyor.
Başlangıç noktası Diyarbakır Özel Tip Cezaevinden diğer cezaevlerine yapılan sevki protesto etmek olduysa da esasen açlık grevleri cezaevi sorunlarını aşan bir siyasal tepki boyutuna ulaştı. Özellikle devletin de K…stan’daki uygulamalarına karşı oluşmuş olan tepkiyi ifade eden bir biçim oldu.
Bir kaç “cezaevinde devam etme eğilimi gösteren açlık grevleri, cezaevlerinde ve dışarıdaki üç bine yakın fiili katılımla bunlara çeşitli biçimlerde destek veren bir kitlenin iktidara, onun eliyle biçimlenen politikalara tepkisini kucakladı. (Burada belirtmek gerekir ki, cezaevleri dışındaki açlık grevleri hemen sadece Kürt yurtsever, demokrat ve devrimcileri katıldı.)
Bundan bir süre önce Diyarbakır E-tipi cezaevinden davalar, sürmekte olan 95 siyası tutuklu ve hükümlünün dövülerek çeşitli cezaevlerine sürgün edilmeleriyle başlayan açlık grevleri, belli başlı bütün cezaevlerinden destek görerek oralara da yayıldı. Adapazarı Kapalı Cezaevinde 16 siyasi hükümlü olarak bizler de, siyasi tutuklu ve hükümlülere karşı uygulanan politikayı protesto etmek ve açlık grevlerinde öne sürülen istemleri desteklemek üzere 12 Kasım 1990 sabahı başlayıp 13 Kasım 1990 akşamı sona ermek üzere iki günlük açlık grevine gidiyoruz.
Hükümet her yıl çeşitli gerekçelerle siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldığı özel tip cezaevlerinde baskılarını artırarak onları açlık grevlerine, ölüm oruçlarına zorlamaktadır. Bundan amaç, bu cezaevlerinde çeşidi direnişlerle elde edilmiş en doğal hakları geri almak ve siyasi tutuklu ve hükümlüleri direnişlere zorlayarak onları fizik olarak daha da yıpratmak ve çökertmektir. Güdülen bir başka amaç da, kamuoyunda, siyasi cezaevlerinin sürekli huzursuzluk kaynağı oldukları kanısını yaratabilmektir. Bütün bunlar, siyası cezaevlerine yönelik sistematik bir politika haline gelmiştir. İdam cezalarının her an infazı ve Eskişehir cezaevindeki tek hücre uygulamasının başlatılması tehditleri de bu politikanın parçasıdır. Siyasi tutuklu ve hükümlüler demokrasi, insan hakları ve özgürlük mücadelesine karsı açıkça rehin olarak tutulmaktadır.
Bizler işte bu politikayı protesto ediyor, açlık grevindeki arkadaşlarımızı destekliyor, haklı taleplerinin derhal karşılanmasını istiyoruz.
Adapazarı Cezaevinden Ahmet Aygün ve 15 siyasi hükümlü
Adapazarı cezaevinin 6. koğuşunda kalan 19 adli hükümlü olarak bizler de 12 Kasım 1990 Pazartesi sabahından başlamak üzere iki günlük açlık grevine gidiyoruz. Böylelikle, Diyarbakır Cezaevindeki sürgünlerle başlayan ve süren açlık grevlerini destekliyor, hükümetin bütün cezaevlerine yönelik olarak sürdürdüğü sürgün, baskı, kazanılmış hakları gasp politikasını, Eskişehir cezaevindeki tek hücre uygulamasını başlatma hazırlıklarını ve idam cezalarının infazını bir tehdit olarak kullanmasını protesto ediyoruz.
19 hükümlü adına Saim Bayram
12 Eylül’den bu yana emekçi halk muhalefetini susturmaya ve Kürt direniş hareketini bastırmaya yönelik olarak sürdürüle gelen devlet terörü körfez krizinin ortaya çıkmasıyla birlikte daha da yoğunlaştırılmakta ve iğrenç yöntemlerle pervasızca sürdürülmektedir.
Toplum üzerindeki egemenliklerini tesis etmiş olan sömürücü çevreler ve onların yönetim kademelerindeki sözcüleri bir yandan emperyalist efendilerinin gözlerine girebilmek ve onlardan “Aferin” alabilmek için yoğun bir savaş çığırtkanlığı yaparlarken diğer yandan yalanla, demokrasiyle bezenmiş oldukları gerici şoven propagandalarının sesi ardında, kendilerinin dışında kalan ve egemenliklerine karşı çıkan toplum kesimlerine ve kendi haklarına sahip olma kademiyle mücadeleye girişmiş olan Kürt halkına karşı tarihte eşine az rastlanır cinsten yoğun bir kampanya başlatmış bulunmaktadırlar.
Sorunlarımız ve İstemlerimiz
1- Bakan Oltan Sungurlu imzasıyla yayınlanan genelge ile gasp edilmiş olan 29 Ekim açık görüşümüz en kısa zamanda bizim tarafımızdan belirlenecek uygun bir tarihte ve insani koşullara uygun bir ortamda yapılmalıdır.
2- Devrimci bayan tutsaklara karşı cezaevi idaresince tam bir tecrit hali uygulanmaktadır. Bayan tutsakların bu tecrit durumlarına son verilmelidir. Sosyal ilişkilerini sürdürme anlamında aynı dava dosyalarından tutsak alınmış olan bayan ve erkek tutsaklar, haftanın muayyen zamanlarında sosyal ilişkileri sürdürme normlarına uygun olacak ortam ve koşullarda “Açık Görüşme” herhangi bir keyfiyete tabii olmaksızın görüşmelidir.
3- Bayan devrimci tutsaklar, açık görüşme günlerinde diğer devrimci tutsakların görüşme ortamlarından ayrı tutulmakta ve tecrit hali açık görüşme günlerinde sürmektedir. Bu uygulamaya son verilmeli ve açık görüşme günlerinde devrimci bayan tutsaklardan, diğer devrimci tutsakların, açık görüşme ortamlarında, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın görüşülebilmelidirler.
4- Avukatlarla yapılan görüşmelerde, avukatların meslek haklarına müdahalede bulunmakta ve görüşmeler keyfi olarak engellenmektedir. Avukatlarla yapılan görüşmelerde, gündeme getirilen engelleme, müdahale ve keyfiyete son verilmelidir.
5- Devrimci tutsak temsilcilerini, temsilcilik görevlerini yerine getirmeleri engellenmektedir. Bu keyfi engellemelere son verilmeli, tutsak temsilcilerin temsilcilik görevlerini yerine getirmede, gerek idare ile olan ilişkilerde ve gerekse tüm devrimci tutsaklarla rahatça ve engellenmeksizin görüşebilmeleri sağlanmalıdır.
6- Kapalı görüş günümüz ihtiyaca uygun olarak yeniden belirlenmeli kapalı görüşmenin yapıldığı kabinler ise insani ölçütler dikkate alınarak, ihtiyaca uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.
7- Yemekler hem kalitesiz, hem kalori, hem de miktar bakımından oldukça yetersiz çıkarılmaktadır. Yemekler kalite olarak yükseltilmeli, çeşitlendirilmeli ve kalori oranı normal nizami ölçülere uygun hale getirilmelidir.
8- İki yıl kadar önce Bakanlık onayıyla da çözüme kavuşmuş olan telefon kurmak burada halen çözümlenmemiş bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Telefon sorunumuza. ihtiyaçlarımızı gözetir bir tarzda kesin çözüm getirilmelidir.
9- Telefon sorunu olduğu kadar çay konusu da halen çözümlenmemiş sorun olmaya devam ermektedir. Çayı dışarıdan getirmemize ve kendimizin demlemesine izin verilmemekledir. Kuru çayı çok pahalı bir fiyatla, cezaevi kantininden almak durumunda bırakılıyoruz. Kuru çay ihtiyacımız bir sömürü aracı olmaktan çıkarılmalı, görüşçülerimiz tarafından getirilecek olan kuru çaylar içeriye alınmalı ve çayı kendimizin demlemesi koşulları sağlanmalıdır. Kuru çay koğuşlara verilmelidir.
10- Tutuklanarak cezaevine yeni gelmiş olan devrimci-demokrat tutsaklara idarece “idari işlemlere dair sorular soruyoruz” görünümü altında itirafçılık telkin edilmekte, devrimci tutsakların kalmakta olduğu koğuşlara gitmemeleri yönünde “nasihat”larda bulunulmaktadır. Bu türden uygulama ve yaklaşımlara son verilmelidir. Siyasi davalardan gelen insanlara, hangi gerekçe ile olursa olsun, hiçbir telkinde bulunulmamalıdır. Yani tutuklanarak gelen devrimciler bekletilmeksizin devrimci tutsakların kalmakta olduğu koğuş ve bölümlere verilmelidirler.
11- Sanat-edebiyat vb. çalışmalar için ihtiyaç duyduğumuz daktilo, bilgisayar vb araçlar koğuşlara verilmelidir.
12- Öykü, makale, şiir ve çeviri yapan arkadaşlarımızın kendi ürünlerini gerek yayınevlerine gerekse de kendi uygun bulduklar, kişi ve kuruluşlara, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın, posta ile gönderebilmeleri sağlanmalıdır.
13- Temizlik malzemeleri ve genel koğuş ihtiyaçları ampul, çöp kovaları, su bidonları idarece karşılanmalıdır.
14- Hastaların ilaç ihtiyaçları idarece karşılanmalıdır. Bu konudaki engellemeler ortadan kaldırılmalıdır.
15- Spor araçları (top, voleybol filesi vb.) idarece karşılanmalıdır.
16- Devlet hastanesinde tedavi koşullarına ve insani ölçütlere uygun tam teşekküllü bir revir odası düzenlenmelidir.
17-.Mahkeme oluşları sırasında, tutuklular avukatları ile rahat bir ortam içinde görüşebilmelidirler.
18- Fotoğraf makinesinin içeriye alımı serbest bırakılmalıdır.
19- Abone olduğumuz dergilerin ve yayınevlerinden getirtmiş olduğumuz kitapları, toplatma ve yasaklama kararları gerekçe gösterilerek, içeriye sahiplerine verilmemesi durumuna son verilmelidir.
Malatya Özel Tip Cezaevi Devrimci Tutsaklar Temsilciliği adına
Sabri ALTUNEL-Adem KÜTÜK-Zübeyde ÇOKAN
HEP İstanbul il merkezinde açlık grevine katılanların açıklaması:
KAMUOYUNA
1- Kürt ulusunun yükselen mücadelesini boğmak için devletin SS Kararnameleri ile uygulamaya koyduğu ev yıkma, köy yakma ve hayvan katliamlarına varan keyfi gözaltı ve toplu sürgün uygulamalarına karşı durmak;
2- ülkemizde yükselen mücadeleye koşut olarak son günlerde gerek iç basında gerek dış basında ısıtılarak tartışılıp gündeme konulmaya çalışılan idam cezalarının infazına karşı durmak;
3- Sevk adı altında zindanlarda uygulamaya çalışılan sürgünlere ve can pahasına kazanılmış hakların yeni tüzük ve yönetmeliklerle gasp edilmesine karşı durmak.
4- Yukarıdaki haklı istemleri için zindanlardaki tutsakların ve onlarla beraber açlık grevi yapan halkın mücadelesine destek amacıyla bir grup yurtsever devrimci-demokrat olarak 3.11.1990 tarihinden beri HEP Bakırköy ilçe merkezi ile HEP Taksim İl merkezi ve SP Bakırköy ilçe merkezinde açlık grevine gitmiş bulunmaktayız. Açlık grevi şu anda 9. gününde. Açlık grevine gidenlerin sayısı 250 civarında…
Tüm yurtsever, devrimci-demokratları duyarlı olmaya ve desteklemeye çağırıyoruz.
BOTANLARIN İNSANSIZLAŞTIRILMASINA HAYIR DİYORUZ.
HALKLARIMIZA
Mevcut siyasal iktidar içerisine düştüğü ekonomik ve politik bunalımı atlatabilmenin, ömrünü uzatabilmenin aracı olarak Körfez krizini de bahane ederek, emperyalist babalarının gözüne girmek ve bölge halklarına yönelik ileri karakol olmak için kraldan çok kralcı gözükerek kirli savaşın çığırtkanlığını yaparak halklarımıza hayâsızca saldırmaktadır. TC devleti bu saldırgan politikasına karşı en küçük bir muhalefete dahi tahammül edememektedir.
Bu politikasının uzantısı olarak, yıllardır yoğun bir baskı ve asimilasyon politikasıyla yok etmeye çalıştığı ama yok edemediği Kürt halkına karşı kampanyasıyla saldırırken, bir yandan sürgüne gönderiliyor; diğer yandan “terörist” gerekçesiyle Kürt halkına yönelik uygulanıyor. Gün geçmiyor ki, suçsuz Kürt emekçileri işkenceli sorgulardan geçirilerek zindanlara atılmasın.
12 Eylül rejiminin tek tip gençlik yaratma aracı olarak YÖK belası ile suskun, kişiliksiz, düşünmeyen, araştırmayan bir gençlik yaratma hedefi azgınca sürdürülürken “Demokratik Üniversite”, “YÖK’e Hayır”, “Savaşa Hayır” diyen gençlik yoğun işkencelerden sonra tutuklanmakta, okuldan atılmaktadır.
Her meslekten aydınlar üzerindeki devlet baskısı varlığını sürdürürken sistemin uşakları tarafından Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Bahriye Üçok gibi aydınlar bir bir öldürülüyor; yaratılmaya çalışılan korku havası ile her aydın mevcut baskıcı, sömürücü politikaların kişiliksiz bir parçası durumuna getirilmeye çalışılıyor.
Toplumumuzun çeşitli kesimlerinde emekçi halklarımıza karşı bu azgın saldırılar yapılırken, cezaevlerindeki devrimci tutsaklar da bu saldırı politikalarından nasiplerini fazlasıyla almaktadırlar.
Yıllardan bu yana devrimci onur ve kişiliğini koruyarak kendilerini her gün bir daha, bir daha yenileyen ve bugünlere varıncaya kadar elde edilen kazanımlar karşılığında kan ve can ödeyen, yüzlerce sakat veren, yıllarca verilen cezalardan da fazlasını yatmak zorunda bırakılan, bunlara rağmen teslim alınamayan devrimci tutsaklara karşı rejimin vahşi saldırıları son günlerde artarak devam etmektedir.
Bayrampaşa, Diyarbakır ve Amasya Cezaevlerinde işkenceli vahşi saldırılar sonucunda kullanım eşyaları talan edilerek çapulculuklarını bir daha gösterir ve devrimci tutsakları sürgün yolculuğuna çıkarırken, Antep, Diyarbakır ve Amasya Cezaevlerinde ağır bedeller ödenerek elde edilen hakları gasp etme yoluna gidiyorlar.
Şimdi de bugüne kadar teslim alamadığı, halkımızdan tecrit edemediği siyası tutsakları ‘canlı mezar’ Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne götürme planları yapıyor.
Ayrıca bir bütün olarak toplumumuzu terörize etmek için idamların infazı gündeme getirilerek suskun bir toplum yaratılmaya çalışılıyor.
Şunu belirtelim ki; biz devrimci tutsakları dün olduğu gibi bugün de ne sürgünler, ne Eskişehir Özel Cezaevi ne de idamlar yıldıramadı, yıldıramayacak.
Her koşulda rejime karşı nefret ve kinimiz artarak devam edecektir ve sesimiz halkımızın sesiyle her zaman bütünleşecektir.
Sonuç olarak, bir kez daha yönetimin çağdışı, anti-demokratik uygulamalarını nefretle, şiddetle kınıyor 19.11.1990 tarihinden itibaren üç günlük protesto açlık grevine başlıyoruz.
Malatya E Tipi Cezaevinden: Tutsaklar adına DY—Veyis Sami Türkmen. DS—Ahmet Alkaya, DK —Turgut Serbest. THKO —Haydar Yurtsever. TKKKÖ —Vahit Gürbüz. TKP ML Hareketi —İsmail Kartal. TDKP—Metin İlgün. TKEP—Hüseyin İşli
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Bizler yıllarca cezaevlerinde bütün güçlüklere rağmen, halktan yana olmanın sorumluluğunun bilinciyle hareket eden devrimci tutsaklarız. Aramızda, işkence hanelerde katledilenlerimiz oldu. Onlarcamız, cezaevlerinde, açlık grevlerinde, ölümü bilerek göğüsledi. Kimileri değişik ölümcül hastalıklara yakalandı. Kimileri de idam sehpalarında can verdi. Bu yoldaşlar arasında yaşı henüz 17’sinde Erdal Eren yoldaşımız; burjuva mahkemelerinde ve idam sehpasında, sınıf bilinciyle ‘Kahrolsun Askeri Faşist Diktatörlük ve Faşizme Ölüm Halka Hürriyet” sloganlarıyla, bizlere ve gelecekteki nesillere direnişin en güzel örneğini verdi. Erdal Eren yoldaş yaşı küçük olmasına rağmen, sınıf bilinciyle donanmış militan bir genç yoldaşımızdı. Burada ölümün yıldönümüne yaklaştığımız bu günlerde, tekrar aramızda anıyoruz. Onu mücadelemizde örnek bir devrimci olarak yüreklerimizde yaşatacağız.
Verilen bu mücadelemizde, egemen güçler de, yeni taktiklerle şantajlarla ve öç alma duygularıyla idam cezalarının infazını yeniden gündeme getirerek halkımıza, devrimcilere gözdağı verilmesini amaçlıyorlar.
Bu gibi tekrarlanan tehdit ve şantajları, ayrıca Eskişehir Özel Tip Cezaevini, tabut tipi hücrelere dönüştürüp bunların devreye sokulmak istenmesini;
Diyarbakır’daki hükümlü ve tutuklulara işkence edilerek sürgün edilmesini;
Ortadoğu’da savaş kışkırtıcılığının körüklenmesini; Manisa E Tipi Cezaevinde on altı (16) arkadaşla birlikle 23-24.10.1990 tarihinde iki günlük açlık greviyle protesto ettik. Yaşanan bu tehditlere karşı devrimcilerin, demokratların, yurtsever tüm insanları, daha duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Merdan Demir
E Tipi Cezaevi C/6 MANİS A
Diğer açlık grevleri
Diyarbakır özel Tıp Cezaevinden 95 kişinin diğer cezaevlerine sevk edilmesinden sonra başlayan açlık grevleri yaklaşık bir ay süreyle gündemde kaldı. Diyarbakır E-Tipi ve 1. No.lu Özeli Tip, Bismil, Malatya E-Tipi, Van, cezaevi, Gaziantep özel Tıp, Amasya E-Tipi, Urfa, Aydın ve Nazilli E-tipi, Adapazarı ve Ankara Merkez Kapalı, Erzincan, Sağmalcılar, Çanakkale E-Tipi, Bursa özel Tip, Akdağmadeni Cezaevinde açlık grevleri yapıldı. Diyarbakır HEP ve SHP il merkezlerinde, Cizre’de, Nusaybin’de, Malatya SP İl merkezindeki, Van SP ve HEP il merkezlerinde, Adana, Mersin, Aydın, İstanbul, İzmir HEP il merkezlerinde, Ankara SP il merkezinde, İzmir İHD ve SP il merkezinde Niksar ve Yıldızeli’nde cezaevlerindeki açlık grevlerini desteklemek için tutuklu ve hükümlü yakınlarının da katıldıkları açlık grevleri yapıldı. Kızıltepe’de açlık grevlerini desteklemek üzere kepenk indirme eylemleri yapıldı. Yaklaşık üç bin kişinin fiilen katıldığı açlık grevleri çeşidi şekillerde destekleyen ve ziyaret eden binlerce kişinin yakın ilgisiyle karşılandı.
İSTANBUL’DA- Bakırköy SP ve HEP ilçe merkezlerinde başlayıp HEP İstanbul il merkezinde süren açlık grevi 14. gününce sona erdi. Bu süre içinde 30 kişi sürekli olmak üzere, dönüşümlü katılanlarla birlikte yaklaşık 250 kişi açlık grevine katıldı. Halay ve türkülerle K…stan halkı ve cezaevlerindeki tutsaklarla dayanışma duyguları ifade edildi. İktidarın K…stan, cezavlerine yönelik politikası, Körfez Krizindeki tutumu kınandı. Savaşa, Eskişehir cezaevinin açılmasına, Botan’ın insansızlaştırılmasına tepkiler dile getirildi. Ziyaret ettiğimiz açlık grevcileri, devrimci-demokrat basının açlık grevlerine ilgi ve duyarlık göstermemesini üzüntü ile karşıladıklarını bildirdiler.
“İnsan kalacağız biz bağışlanmazlık pahasına” diyebiliyorsak
F. TİTİZ
Erdal’ı Tamzara’da Coyna gözesinde karpuz çatlatırken düşlemek… Hacettepe çayırlarında liselilerle söyleşirken genç yüzündeki vakarı izleyebilmek… Saraçoğlu’nda Anadolu Kıraathanesi’nde, yeşil çuha örtülü bir masada sabahın ilk saatlerinde, öncünün nefesini kapı altlarına gece nasıl bıraktıklarını neşe içinde coşkuyla anlatırken görmek… Zor konaklarının her aşamasında işkencenin bin bir yöntemine, vahşice yönelişlere karşı, gençliğinin bitmez tükenmez enerjisiyle, sınıf bilimini kavrayışıyla, halkına inanç ve öncüsüne sarsılmaz bağlılığıyla direnen örnek militan ruhunu yaşamak… Yokluğunun acısını her 13 Aralık’ta katlanarak duyurmaz mı?
Evet, ama ondan, onlardan geriye yalnızca acıları değil ki kalan. En az acıları kadar hatta daha fazla deneyleri, gençlik geleneği, mücadele mirasları ve geridekilere bıraktıkları yarım kalan görevleri, sorumlulukları. Ve geride kalanlar tarafından onlara verilen içi doldurulması gereken sözler kaldı. Kavga sonlanıncaya dek Andın andımız/Sevdan sevdamız, dedik, üniformaların lanetlediği gecenin daha şafağı sökmeden.
ÖLÜMDEN ÖNCE
Acımasız, dizginsiz bir kavga bu
Başsız, sonsuz, destansı.
Bir başkası dolduracak senden boşalan safı
Burada tek adam hesabı olur mu?…
Kurşuna diziliş; çürüyüş sonra…
Her şey yalın, mantıksal, yaşamak gibi.
Fakat birlikle olacağız büyük fırtınada
Halkım, çünkü sevdik seni…
N. Vaptsarov
Emperyalizmin-kapitalizmin çamurunun sıçradığı dünyanın tüm ülkelerinde işçiler birbirlerine benzer, yoksullukları, yoksunlukları, sayılarının çoklukları ile birbirine kenetlenen elleri öncü müfrezesinin ardında birleştiğinde gökleri yere yerleri göğe fırlatan tarihte son sözü söyleyecek öfkeleri ile birbirine benzer dünyanın bütün işçileri. Vatanları yoktur onların, yeni doğan bebekler gibi.
Sermayenin de vatanı yoktur. Egemenler de birbirine benzerler. İşverenler aynı kâr hırsıyla kanını emer çalışanların. Birbirine benzer yasaları -biraz erken biraz geç tarihlerde yapılmalarıdır fark- yasaların parlamentoların yetmediği yerde, cuntalarıyla ezilenlerin boğazlarına yapışırlar dünyanın her yerinde. Bankalar aynı işi görür, borsalar aynı kara-parayı aklarlar, askeri üsler aynı işi aynı amaçlar için yapar.
Yaptıklarımızla yapamadıklarımızla kimlerin ne kadar yakınındayız kendimizi sorguladığımızda, yerim sınıfımın yanı ve ben insan kalacağım bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
Dünyanın her yerinde silahlar aynı şeyler için konuşur. Sermayenin barışçıl politikalarının iflas ettiği yerde politika biçim değiştirir. Silahlarla sürer. Emperyalist-haksız savaşlar dünyanın her yerinde ezen hâkim yönetici sınıfların kararları ile yapılır. İşçiler, emekçiler, köylüler savaşır, bedelini de onlar öder dünyanın dört yanında. Yenenlerin de yenilenlerin de anaları birbirine benzer, ahları, ağıtları ile ayrı dillerde ağlasalar da.
Dünyanın her yerinde birbirine benzer ezilen uluslar. Ezilmişlikleri başkaldırıları ile. “Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz/.” “Kendi” ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman proleter, sosyalist bir proleter olamaz” demekle kalmıyorsak, kapımızın önündeki savaş hazırlıklarını ters yüz edecek doğru bir kavrayışla yaratıcı bir ruhla kavgada yerimizi alıyorsak, karşımıza çıkan her yeni durumda, insan kalacağım ben bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
Dünyanın bütün dillerinde sözcükler dilin özelliğine göre değişse de olumlu olumsuz belli kavramlar belli durumlar için kendini ifade eder.
Tüm dillerde korkak, dönek, hain kavramları da aynı nitelikleri taşıyan bireyler için kullanılır. Güzelliğe giden yolun zorlu kavgasında bazen dolaylı bazen doğrudan hendek kazarlar, örgütlü, onurlu direnişli insanlar için. Sonuçta içine kendileri düşerler. Düştükleri hendeklere toprak doldurma işi devrimcilerin olur. Ezen yönetici sınıflarca, bebek ölümlerini önleyecek paralar bulunmazken, yüklüce ödenekler ayrılır bütçelerden hainlere, ihbarcılara, pişmanlara… halkın en yiğit evlatlarını arkadan hançerlemeleri için. Dünyanın tüm ülkelerinde hainlik hizmeti için bir yönetici sınıflar ödenek ayırır, bir de, zarara uğrayanların “ödülü” vardır onlar için. Tüm yaşamları ikincisinin beklentisiyle kararır. Solucanlar daha onurludur, yaşarken ölenlerden. Ve biz ezen yönetici sınıflar kadar, hainlere kinimizi sıcak saklayabiliyorsak bizdeki “ödül”lerini bugün vermek için ve çamur deryasında bile olsak, insan kalacağım ben bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
İnkârcılar… Üç aşağı beş yukarı aynı adreste toplanır bunlar da. Geçmişi olmayanın geleceği olmaz bilir inkarın sözcüleri. Kavgada, örgütlü insan eyleminde değil dedikodu ve anılarda çoğalanlar… Geçmişlerinden ders çıkarmak adına tüm izleri olumlu gelenekleri silerek, nevrotik küfürler savurmaktır işleri. İnkâr üzerine kurulmuş teoriler yeni inkârların teorilerine gebedir hep. Yakın geçmiş hem Uluslararası hem Türkiye’de ML’le saldıran inkârcılara tanıktır.
Sağ sol her türlü sapmanın ve inkârın önünde ideolojik siyasi hatun ve eyleminle karşısında duruyor tüm yaşamınca ezen sınıflara verdiğim kavganın bir parçası olarak da bunlarla savaşacağım diyebiliyorsan eğer.
Sömürüye dayalı sınıflı toplum yapısı içinde bordroyla başlar zindan, işkence. Nerde biter bilinmez. Belki emekli aylığını alırken banka kapısında kalp kriziyle, belki işten atılan dört maden işçisi gibi kalp krizinden belki de gazetelerdeki intihar haberlerinde olduğu gibi. Ama dünyanın her yerinde aynı nedenlerle, aynı amaçlarla inşa edilen sistemli özel örgütlü işkence kurumları vardır. Sömürüye dayalı ücretli kölelik sisteminin varlık koşuludur zor ve bir dizi zorkonakları. Soran, düşünen, üreten, öneren, dönüştüren, değiştiren, direnen kitleleri hedefler, ezilenleri, emekçi halkı hedefler. Amaç bellidir. Tek tip kafalar yaratmak, sindirmek, korkutmak, yıldırmak, hiç birini başaramazlarsa nihayet direnci bedenle ortadan kaldırmaktır. Şili’de, İspanya’da, Filistin’de, Diyarbakır’da, İstanbul’da, şehir ülke adlarının önemi yok. Önemi yok aletlerin ilkel ya da modem olmasının, işkence yöntemlerinin kaba ya da incelmiş olmasının: işkence işkencedir, insanın öz saygısına değerlerine, insana yöneliktir. İnsanların sivil ya da resmi otolara adımını attığı andır zorkonaklarına atılan adım. Nerde biter bilinmez. Ortası yoktur orada hiçbir şeyin. Ya yüreğin titrer diz çökersin ağzı köpüklü saldırganlar önünde. Ya da adı İsa’yla bulunan çarmıh olur, elektrik tezgâhı olur, mahpushane olur, belki de emniyette “intihar”, darağacı olur. Bir başına iken bile, senden haberi olan olmayan, yeni dünyanın özlemiyle yaşayan insanlar adına onurunla direncinle çoğalırsın cellâtlar önünde. Kim bilir belki de can verirken cellatlar elinde, Gılgamış’ın arayıp da bulamadığı ölümsüzlük otunu yudum yudum yudumlarsın, senden sonra da tüm ezilenlerin horlananların, haklıların, direnenlerin kavgalarında.
Bilerek, seçerek, seçtiklerimiz için direnerek yaşayabiliyorsak, zorun her aşamasında insan kalacağım ben bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
Dünyanın her yerinde adı Vaptsarov, Gabriel Peri, Babuşkin olur, Ekrem, Hasan Asker, Necdet, Erdal. Deniz, İbrahim, Mahir, Hıdır, Sinan, Ercan olur. İsimlerin çokça önemi yok, kimliği bilinmeyen olur adları. Ama yol bellidir. Altın çağın ölümsüz fenerinin ışığı bitimsizdir. Aydınlıktır yol, sonsuz. Olur düştür. Gerçektir. Amaçtır; ücretli köleliğin isminin cisminin kalmadığı, tanrıların tanrılığının, kulların kulluğunun, paranın Allahlığının, mülkün sultanlığının bitliği yer…
Özlem: insanın insanlığını her türlü üretiminde, tüketiminde yaşamasıdır. Yüzyıllardır yaşatmayan; yalnızca kendisi özgür mutlu, suçlu azınlıktan hesabını sormaktır.
İçtenlikle, her türlü kişisel tutkulardan arınmış, olarak yaratıcı devrimci bir ruhla sürekli kendimizi yenileyerek, kimlerle uzlaşıp kimlerle uzlaşamayacağımızı bilerek, bilinçli, donanımlı ve yüreklice örgütlü olarak hesap soracakların safında yaşamın her alanında gücümüz yettiğince yerimizi alıyorsak ve İNSAN KALACAĞIZ BİZ BAĞIŞLANMAZLIK P.AHASINA diyebiliyorsak attığımız her adımda, Erdal’lar ölümsüzlük otunu bulmuş olacaklar gerçekten. Ve geride kalanlar verdikleri sözlerin içini gereğince doldurmuş olacaklardır.
Erdal… Hücre arkadaşı… Bir idam… Bir ölüm…
C. AYDIN
Oğuz Arslan 1963 doğumlu. 1979-1983 yılları arasında cezaevinde kaldı. Bunun 2,5 ayı Mamak Askeri Cezaevinde Erdal Eren ile aynı hücrede geçti. Evli idi, bir çocuğu var. 24 Ekim 1990 tarihinde kan kanserinden öldü. Geride oğlu, eşi, annesi, babası ve bir de…
O’nu bir hastane koridorunda tanıdım. Kendisine sağlanan taze kanlardan, kanının pıhtılaşmasını sağlayacak maddelerin ayrıştırılıp, kendisine enjekte edilmesini bekliyordu. Sanki ömrünü birazcık daha uzatacak bir işlemin yapılmasını değil de herhangi bir devlet aşuresinin önünde bir ismin sonuçlanmasını bekliyordu. Belki de beklentisinin öylesine sıradan bir şey olmasına yürekten inanmak istediği için öyle olağan bir havadaydı. Annesi; o hepimizin evinde veya yakanında, sokakta, orada, burada çok tanıdığımız kadınlardan biri, o da yanımdaydı. Bu kadını da hep O’nun, oğlunun yanında görecektim, her gittiğimde. Yaşamını O’nunkiyle bütünleştirmiş gibiydi. Gözlerinde o işlemin zamanında başlayıp, bitirilmesi beklentisinden başka bir keder, bir umutsuzluk yoktu. Hastane koridorlarının kasvetli havası, üstelik burada bir hasta olmak, üstelik burada umarsız bir hasta olmak duygusu onlara çok yabancı, çok uzak gibi görünüyordu. Biraz da şaşarak bunu ayrımsadığımda, onlar adına sevinmiştim. Hatta giderek -bu ister bilinçli bir aşkınlık olsun, ister günün akışındaki herhangi bir işe kendini kaptırmak gibi bir hal olsun- gıpta etmiştim, bu metin duruşlarına…
Uygun bur zamanda kendisiyle söyleşmek istediğimi, Erdal Ereni O’ndan dinlemek istediğimi söyledim. Yanıt vermekte duraksadığı o kısa süre içinde, buna hem istekli olduğunu, hem de birtakım kaygıları olduğunu hissettim. Daha sonra kaygısını içtenlikle ifade etti. Beni yeni tanıdığı için söyleşinin türünü ve niteliğini kestiremiyordu. O’nu anlamamak mümkün değildi. Sağlığı yerinde olsa önemli değildi, ama bu durumda hiçbir yerle uğraşmak istemiyordu. Başının belaya girmesini göze alamıyordu. Çünkü onların ne kansız, ne insafsız, ne cani olduklarını çok iyi biliyordu. Ayağından yaralı bir arkadaşını konuşturmak için paslı telle yarasını nasıl kurcaladıkları unutulur gibi değildi. Çığlıkları halâ kulağındaydı. Bu saatten sonra bunlara dayanamazdı.
Bağışlanmak dileğini anlatan bir tarzda bunları anlattıktan sonra “Erdal…” dedi, “Çok iyiydi, öyle ki, canını verirdi, canını! …” Konu Erdal’a geçtiğinde gözleri bambaşka bir insanın gözleri oldu. Sevgiyle parladı. Yüzüne aydınlık bir gülücük yayıldı. Coşku ile aramıza yeniden geldi. Gözlerini hatif kısarak uzak bir yerlerde onu görür gibi baktı. “O gittikten sonra üç ay kendime gelemedim. Üç ay yemek yiyemedim. Sadece yoğurt yedirebildiler bana.” Sustu bir süre. Gidişi ve öncesi canlandı belki de gözünde… “Konuşur, konuşur, konuşurduk… Konuşacak şey kalmazdı…! ‘Ya Oğuz, şuraya dört-beş arkadaş verseler de bir katil kim oynasak!’ derdi. Bu oyunu çok severdi!” dedi. ‘Katil kim?’ oyununun nasıl oynandığını anlattı. Bir tanesinde KATİL yazılı kâğıtların dağıtılıp, grupta elden ele dolaştırılarak, oyunun sonunda elinde KATİL yazıl kağıt kalan kişinin cezalandırıldığı bir oyunmuş katil kim?’…
Erdal Eren ile iki kişilik bir hücrede iki buçuk ay birlikte yaşamışlardı. Oğuz da son uzun cezaevi yıllarından önce ele avuca sığmaz bir insan olarak bilinir, yörenin bütün karakollarında tanınırdı. Her eylemden sonra O’nu malum zanlı olarak karakola çekerlerdi. Ama Erdal Eren’i anlatırken yine de hayranlıkla anlatıyordu: “Erdal hücrede bıkmadan yorulmadan volta atardı…
-Yahu Erdal, yeter artık, yorulmadın mı? Seni seyrederken ben yoruluyorum,” derdim.
“- Oğuz biliyor musun, ben dışarıdayken öyle hareketliydim ki, şimdi buradaysam, beni iki dakika sonra başka bir semtte görebilirsin”, derdi. Bir olay anlatmıştı… Bunu, yanında ayağından sakat bir arkadaşıyla polis kovalıyormuş. Ama iki polis otosu! Arkadaşıyla ikisi yaya… Sakat arkadaşı önde, bu arkada, kovalamaca şehrin dışında bir tarlaya kadar sürmüş. Otolar hâlâ arkalarındaymış! Bu, arkadaşını koruyormuş. Bana bu olayı anlatırken, ayağı sakat olan arkadaşının o haliyle nasıl çevik, kendisinden daha hızlı koştuğunu ‘böyle böyle…’ diye taklidini yaparak gösteriyordu. O tarlada nasıl yakalanmadan kaçtıklarını, nasıl izlerini kaybettirdiklerini zevkle anlatmıştı. “İşte öyle çekirge gibi pat orada, pat burada olurum. Bu ne ki” derdi…
Oğuz bunları anlatırken, coşkuyla kendini kaptırıyor, o anı yaşarcasına, karşısında Erdal varmışçasına canlanıyordu. O’nu böyle anılarla birlikte saran coşkunun, söylediklerinden çok daha fazlasını anlattığının ayrımında değildi.
Onca işkenceden, aklına hayaline sağdıramayacağı kötülüklerden inatçı, bükülmez bir iradeyle sıyrılıp çıktıktan sonra, Erdal’la birlikte kapatıldığı hücredeki yaşantı O’na, Erdal’ın da yanından alınıp götürülmesinden sonra, unutulmaz güzellikte ve doğallıkta bir süreç olarak göründü. Anılarında hep öyle kaldı. Erdal da tıpkı O’nun gibi ele avuca sığmaz bir delikanlıydı. Sık sık ‘dört-beş arkadaş gelse de katil kim oynasak! …’ diyecek kadar da çocuksu zevkleri vardı. Oturamıyordu, yerinde duramıyordu, durmadan volta atıyordu: şimdi çıksa, yine polis otolarını atlatacak kadar çevikti, kanı kaynıyordu. Yaşam doluydu. Arkadaşlığı da bambaşkaydı! Birbirlerinin kazaklarını giyerlerdi. Hâlâ O’nda Erdal’ın bir kazağı dururdu. Erdal felçli bir arkadaşını çok severdi En çok onu anlatırdı.
“Bir gece geldiler. Erdal’a Haydi, seni bir yere götüreceğiz’ dediler. Hemen anladı.
-Oğuz, beni götürüyorlar! dedi.
-Ulan oğlum, deli misin? Senden başka adam mı yok idam edilecek, bir sürü faşist var! dedim.
-Yok… Beni idama götürüyorlar, dedi. Beni kucakladı, öptü biliyon mu? “
Bunları söylerken sesi, Erdal’ı idama götürülmediğine ikna etmek için inandırıcılaşıyor; Erdal’ın sözlerini aktarırken hiç kanmaya yanaşmayan bir kesinlik kazanıyor: ‘öptü biliyon mu?’ sorusunu hayret ve hoşnutluk karışımı bir ifadeyle soruyordu.
Hayreti, O’nu öpmüş olmasına değil, o anda bunu düşünebilecek bir metaneti, ince duyarlılığı gösterebilmiş olmasındaydı, sanırım. Belki biraz da bütün günü, anılarını, özlemlerini karşılıklı paylaştıkları, kazaklarını değiştikleri, ağız dolusu birlikte gülüp, birlikte küfrettikleri, konuşacak şey kalmayana dek konuştukları birinin, daha “katil kim?” oyunu oynayamadan yanı başından alınıp, ölüm gibi soğuk, insanın kanını donduran; idam gibi insan olmak duygusuyla karşıt, yüreğin ve beynin sınırlarını zorlayan, yadırgatıcı bir kavrama, bir yere götürülmesindeki dehşet verici anlamsızlık, zorbalık karşısında gösterdiği bu son derece sakin, yalın ve insani tavır O’nu hayrete düşürmüştü. Daha gencecik adamı, daha dün katıl kim oynayamadığına yakınan çocuğu, daha dün polis otolarını atlatan bu delişmeni idama götürüyorlardı! İşte o çocuk, o delişmen, şimdi bilgece bir metanet ve yalın bir sıcaklıkla hücre arkadaşını kucaklayıp öpüyordu! … ”Güzleri bağlanmadan önce slogan attı. Bağlandıktan sonra da slogan atarak gitti…” Oğuz allak-bullak olmuştu. “Üç ay kendime gelemedim, üç ay yemek yiyemedim..”
Bundan öte duygularını ifade edecek bir söz bulamıyordu. Tekrar görüşmek için anlaştık, birkaç gün sonra aradığımda artık hastanede yatıyordu. Gittiğimde hastanede buluyordum, kendisini. İyileşmek için umut besliyordu. Bunu çok cesaretle söyleyemezse de anlıyordum. Kaplumbağa kanının iyileştireceğini duymuştu. Bulup, içmişti. Doktorunun, kanını değiştirmek için, bu tedavi süresinin tamamlanmasını beklediğini söylüyordu. Ameliyat yapacak doktoru gösterdi bana. Her gittiğimde, biraz daha kötüleşmiş görünüyordu.
Hastalığının, çektiği işkencelerle, cezaevinde kaldığı süre içindeki yoğun gerilim, tehdit ve baskı ortamıyla, hatta Erdal Eren’in idama götürülüşüne tanık olmasıyla içine girdiği psikolojik durumla kendi deyimiyle üç ay kendine gelememesi ile ve tüm bunların bünyesinde bıraktığı fiziksel ve duygusal etkilerle doğrudan bir ilgisi var mı, bilemiyorum. Büyük oranda payı olduğunu düşünüyorum. Oğuz bu hastalıktan kurtarılamayarak kısa bir süre önce öldü. Biz sorularımızla baş başa kaldık. Tip bilimi bu hastalığa tam bir açıklama getirdiğinde, belki dokunamadığımız birçok soruya net yanıtlar alabileceğiz. Bu dilek her ne kadar gerçekliği değiştirmeye yetmese de…
Oğuz gibi dolaylı veya Erdal gibi doğrudan; her halükârda yaşamı bir mücadelenin karşılığı olmuş insanların yaşama sarılışlarındaki örnek güzellik -kimi zaman hazin olsa da- anıt gibidir. Bu anıtları yüreklerimizde özenle korumalıyız. Ama bu kendimizi onarma ve toplumsal geleceğimiz için adımlar atma yeteneğini gösterebildiğimiz ölçüde mümkün olabilir. Onlara bağlılığımızı, gönül bağından öte, yaşamımızda ifadelendirmeliyiz. Erdal Eren’in yargılı ölüme gidişindeki yalın güzellik. Oğuz’un yüreğinde -Erdal Eren’in son tanıklarından birinin yüreğinde- efsanevi bir görkemle yaşadı. Ne var ki, Oğuz’u da 12 Eylül’ün kurbanlarından biri olarak kaybettik.
Onuncu yılında 12 Eylül hâlâ kurbanlarını almaya devam ediyor. Erdal Eren ve diğerlerinin duraksamasız gittikleri darağaçları hâlâ duruyor! 12 Eylül tutsakları hâlâ cezaevlerinde, hâlâ cezaevleri dolduruluyor! En ilkel sorgulama yöntemi işkence, en son teknoloji ile donatılıyor! Dumura uğratılmak istenen belleğimizi tazeleyip, bu basit karşılaştırmadan payımıza düşeni açık yüreklilikle önümüze koymalıyız.
Erdalları, Oğuzları ve diğerlerini saygıyla ve coşkuyla anma hakkımızı gözden geçirmeliyiz. Buradan başlamalı, bunu yapmalıyız, en azından…
Doyulmamış bir dostluğun ardından (Turan Dursun için)
Sait EFE
Köy gecelerimi anımsıyorum. Çocukluğumu. Dam üstünde, çardakta yattığımız günleri. Gözlerim pırıl pırıl uzayda. Kulaklarım çın çın öten sessizliğinde doğanın. Yıldızlara bakıyorum. Yıldızlar… Büyük küçük, yakın, uzak, parlak, mat. Parlaklar varsıl, matlar yoksul izlenimi uyandırıyor insanda. Samanyolu sonra. Sonsuzdan sonsuza giden yol. Düşsel umut gibi apak. En çok yıldız kaymalarına takılıyor gözlerim. Üzüntü ve korkuyla, Yıldız kaymalarıyla, insan ölümü arasındaki ilişkiyi öğrenmiştim anamdan.
Bir yıldız kaydı. Bir yıldız daha. Bir it havladı iki ev ötede. Bir çocuk ağladı itin sesine. Yanık bir ses yükseldi yamaçtan. Sevgi okuyor, istek dokuyordu kavalıyla çoban. Yıldızlar kayıyor ama… Eceli gelenlerin yıldızları. Daha geniş, daha parlak ışık saçarak uzaya.
Otuz yıl geçti aradan. Çardaktaki özgür çocuk değilim artık. Nemli beton duvarlara çakılıp kalıyor gözlerim. Çın çın öten doğa sesi yok kulaklarımda artık. O zaman yıldızların kaydığını görünce insanların öldüğünü düşünüyordum. Şimdi insanların öldürüldüğünü duyunca, yıldızların kaydığını.
Dört Eylül bin dokuz yüz doksan! Bir yıldız daha kaymış olmalı bugün. Samanyolu üzerinden aşağılara doğru, ışığını saca saça. Bir insan daha öldürüldü bugün. Bir ışık daha söndürüldü.
Eski müftü Turan Dursun’un kişiliğinde. Bir ışık ki, binlerce yıllık ilkelliğe, karanlığa karşı yanan, ilkelliğin, karanlığın içinden çıkmış üstelik.
Safo’lar duydular mı acaba? Hösso’lar, Hamame’ler biliyorlar mı “Küçük” Türko’Iarının vurulduğunu.
Ne çabuk Turan abi? İvedin neyeydi böyle? Pazardan pazara sekiz, bir dahaki pazara en beş, Pazartesi on altı, salı on yedi gün olmuştu tanışalı daha. Nasıl da ısınmıştık birbirimize. Aynı koşulların çocuğu olarak. Tanıyıp da ısınmayan var mı ki sana, ışık düşmanları dışında. Bir saatlik dostluğu için ozan Ahmet Can Akyol neler yazmış:
Karanlıklar sır perdedir.
Yırtar kalem gün serdedir
Pusulara gölgem düşmüş
Akar düşüm gül pembedir
Gün batıyor gün batıyor
Koşuyolda gün batıyor
Teni ışık teri ışık
Sel sel olmuş kan akıyor.
Öldüğüne inanmıyorum. Yıldızının kaydığına da. Belki kaymış olabilir. Kaybolmadı ama. Kayarken ulaştığı en koyu parlaklıkta, samanyolunun az aşağısında duruyor şimdi. Dünya durdukça da duracak. Orada yanacak hep. Şatolar Hamameler aydınlanana, karanlık beyinler daha da karanlıklarda kaybolana kadar. Biz yalancı değiliz ki mumumuz yatsıda sönsün.
Yatsı da olmuyor ki bir türlü. -değil mi Turan abi Baksana Bahriye Üçok’u da vurdular. Aynı adamlar, aynı amaçla üstelik. Neymiş? … Tesettüre karşıymış. Neymiş? … İnsanın insan olduğunu savunmuş, kul değil de. Neymiş? Laikliği savunuyormuş? Savunduğu da laiklik olsa bari. Mollasız bir dini düzen. Din istek dışı okutulacak çocuklara yine. Sabah uykusuna hasret kalacaklar, minareye yakın oturanlar. Sağlık kadar, eğitim kadar, hatta daha çok para ayrılacak bütçeden İslamiyet’e. Başka dinde, başka inançta insanlar yokmuş gibi ülkede. Sabah, akşam Arapça dersler dinleyeceğiz televizyonda, radyoda. Sıkıysa dinleme. Yiğitsen karşı çık. Başın dik. alnın açık. Üç kör kurşun, bir bombalı paket yeter de artar bile. Ortalığı karartmaya
Şimdilik tabii. Kayan yıldızları çoğaltarak.
Kayan her yıldız kaybolmuyor ama. Yaşıyor yüreğinin en derin köşesinde halkın. Yoksa, nasıl ölür ölür dirilir Pir Sultan? Silahı kucağında Nurhaklarda nasıl dolaşır her sabah Kadir, Sinan? … Kızıldere’de Mahir, Darağacında Deniz, her doğan yeni gün nasıl haykırırlar ölüme karşı? Samanyolu derisiyle, her gün, her gün nasıl sokak sokak dolaşır Hallacı Mansur? Dünyayı durduramadılar. Korkulan da bu ya Bruno’yu yakanların.
Ne mutlu sana ki, adın bunlarla anılıyor. Ne mutlu sana ne mutlu sana ki sönmeyecek ışığa bir soluk da sen verdin.
PERDECİ-Mehmet ESATOĞLU
İnsan hakları ana dilinden gayrı
Birdenbire Perdeci, birdenbire geldi o an. Hiç ummadığım bir anda, ayağa kalktım: İki çizgi var; bir adım öncesi, bir adım ötesi.
Bir adım öncesi, otobüste Kürt kadını parmaklarının ucuyla dokundu ağzımdan çıkacak ilk sözcüğe… “Dur! Sen konuşma, beni dinle belki kadın olduğum için bana daha az işkence, daha az hapis… Uff… Saçmalıyorum galiba. İşkencenin, mahpusun azı çoğu…”
“Peki, o sözcük dolacak? Bir mermi gibi fırlayacak dudaklarından. Dağılacak. Zerrecikleri dinleyenlerin yüzlerini yalayacak, duvarlarına çarpacak salonun. Bir akşamüstü ürpertisi dolaşacak ortalarda. Salonda dost var, düşman çoğunlukta mı acaba? Dudağından çıkacak o sözcük bir bıçak gibi yarayacak, kanatacak. İşte o andan sonra herkes sağlam basmadığı zemini terk edecek.”
Şovenlik kol geziyor.
“Bak Perdeci, o anda zamanın belirleyici anlarından biri. Bıçak gibi. Kesti mi arı sokmuş gibi sızlatan. Ayağa kalkışımla başladı. Dudağımda ilk sözcük yürüyorum. Durduruyorum zamanı söylemesem mi acaba? Sussam kapalı kalacak birçok şey, açıklığa kavuşmayacak. Oysa şimdi sözcük orada ya da burada değil tam dilimin ucunda, bütün gerekçe duvarlarını yıkmış geliyor. Dilimin ucundan hafif bir soluk alıp uçuracak onu rüzgârlara…
“Hani bir an vardır beklenen, umuda, işte o an gelir bir gün ardından kalın bir çizgiyi çekerek. Öncesi ve sonrası diye. İşte az sonra dudaklarımdan fırlayacak sözcük ağır ağır çekecek o çizgiyi. Nabız yeni bir süreçte çarpmaya başlayacak.”
“Kimi zaman pişmanlık egemen olur ortalığa. Keşke… Keşke diye yazılır. Dünya döner zaman geçer artık keşkeye olanak tanımayacak ölçüde her şey su yüzüne vurur. Zaman keşkeyi sollamıştır.”
Perdeci “şoka uğruyorsun cehennemlik bir iyi niyetle herkesi dost hanesine yazmak istiyorsun. Karşındaki küçük küçük ayrıntılar da gerçeği söylüyor, duymuyor musun?”
“Kürsüde herkes bana mı bakıyor? Yo hayır kürsüde değilim. Otobüsteyim. Mola yerinde koltukların arasından geçiyorum direksiyona doğru. Kürt kadını arkamdan yürüyor. Basamaktan inerken dönüp yüzüne bakıyorum, nasıl karar verdik? Basit bir an şakalaşır gibi. Konuşacağım. Çevremdekiler şaşkın gözlerle bakıyorlar yüzüme. Evet konuşacağım. Sesim bizim Dağıstan’ın türkü söyleyişi gibi. İncecik yayılacak kürsüden. Bir ulusun soluğu duyulacak salonda. Şaşıracaklar.
“Şaşırtıcı bir ulusuz. Tüm tarihimiz şaşkılara düşürmüş insanları. 84’ün en umutsuz Ağustos’unda patlayan tüfek gibi. Barışa hasret bırakmış bizi cumhuriyet tarihi…
“Dağlarda Spartakus misali vurmuşuz, vurulmuşuz. Adımız dağlarca anılmış. Vurulmuşuz, ele geçmişiz koymamış. Yok sayılmışız, yaralanmışız ille de dostun gülüyle…”
Sabahın erken saatinde ülkenin dört bir yanından başkente gelerek insan hakları aşkına toplanmıştılar. Bir anons “şimdi o diyarın delegesi konuşacak insan hakları üstüne.”
“Bütün ulusun, bütün çağların ağırlığı omuzlarında yürüdüm kürsüye. Durdum. İnsan hakları bizim diyarda… diye başlayacağım gülesim geliyor. Hiç bir zaman bizim diyardan geçmemiş insan hakları. İnsan sanılıp katledilmiş hayvan hakları çiğnenmiş gelincik hakları… Hakları… Haksızlıkları.
Köyün ortasında çırılçıplak soyulan, saldırıya uğrayan, zorla ırzına geçilen kadınlar, patlayan erkek tabanları, yarılmış kafalar, bok yedirilen dudaklar. Cipe bağlanarak yerde sürüklenen, işkenceyle öldürülüp kurşuna dizilen, elbiseleriyle bilinmeyen çukurlara gömülen… Vurucu tim, ezici tim, resmi işkence, gayri-resmi cinayet bütün bunların ortasında insan hakları… İnsan haksızlıkları ve bizim insanlarımız.
“Kürsüdeyim. .Anlatacağım ama bu kez kendi ANADİLİMLE. Bin yıldır toprağımdan öğrendiğimle.
“Dur! yalvarırım dur. Ben anlatayım. Henüz kürsüde değilsin, yol kenarındaki tabelalara bak başkente daha var. Kürsüdeki sözcüğe daha var. Dur! Beni dinle…
“Sonsuz bir boşluktayım artık Perdeci. Yalnız parmak uçlarım belli belirsiz yere değmekte. Sözcükler belleğimden akıyor dilimin ucuna. Bileğini sıkıyorum farkında olmadan yanımdaki Kürt kadınının. Anons. Ayağa kalkıyorum. yürüyorum. Kürsüden son kez ona bakıyorum.”
“Kürt kadınının gözlerinde hüzün, cezaevinde bir görüş sonu bakışması gibi.” “Hayır, veda yollama bana az sonra ineceğim bu kürsüden yeniden koşacağız kendi diyarımıza açlık grevinde solmuş göz ferleri bizi görünce ışıyacak, türküler doruğa varacak.
Başkentin ortasındaki bu kürsüden coşku anadilimle yayılacak dört bir yana. Bizimkiler başlayacak halaya. Davul bizi bekliyor. Güneş bulutun ardında sabırsız. Bakma öyle veda eder gibi ineceğim. Sonsuza dek kalmayacağım bu kürsüde. O diyar zindanlarındaki koro. Cudi dağındaki köylü kadını, Cizre sokaklarındaki kalabalıklar. Büyük bir koro bu. Uğultular yükseliyor kulaklarımda.
HEEEYYY BÜTÜN TARİH. BÜTÜN BİR ULUS. SOLUĞUM SOLUĞUNUZDA. HAYDİ HAAAA…
Dudağımdan ilk sözcük işte böyle çıkıverdi. Gözlerde şaşkınlık gözlerde korku, gözlerde gurur.
Tam iki omzumun ortasında yakıcı bir sızlama:
“Oturuma on beş dakika ara verilmiştir.”
Arkama baktım bembeyaz saçlı babam kadar saygı duyduğum bir hukukçu. Oturum başkanı.
Hukukçu gözlerinde yılların yorgunluğu önüne bakıyor.
Bir an yutkundu “ben insan hakları kuruluşunu hukuk cellâtlarının elinden kurtarmak istedim. Şuraya bak Perdeci. Güvenlik mahkemesinin çatısına. Nasıl tünemişler? Korkunç gözleriyle gözlüyorlar. Ellerinde iktidar marka satırlar biliyorlar. Hak, hukuk, yasalar emirlerinde her şeyi yontarlar para babalarının istediği biçimde. Bu görüntü yirmi birinci yüzyılın hukuk çirkinlikleri anıtı adeta. Ben bir hukukçu olarak bu hukuksuzluk denizinde korumak istedim. Düşündüm ki ‘ara verdim’den sonra konuşursa belki suçun oluşması açısından derneğin yasal durumu… Uff.. İşte böyle bir anda benim de tavrımı tarih böyle yazdı deftere.”
Perdeci “hukuki yollar. Yasanın çizdiği bıçak sırtı dönemeçler. Clarence Darrow’u bilir mısın. Büyük bir hukukça. Yüzlerce insanı idamdan kurtarmış. Reddedilir bir savaşım değil ama idamlar idamı üreten çarklar aynen berdevam. Bence bütün davalar siyasi. Bu yüzden gerçek adaleti bulmak olanaksız. Önceden veriliyor kararlar, karşısındakiler ister suçlu olsun ister suçsuz.
“Peki ya sen verdiğin arayla kurtardın mı zevahiri?”
“Komiser ayağa kalktı itiraz yağmuruna karşın çevirdi numaraları yaptı telsiz anonslarını. Geldiler… Geliyorlar… Gelecekler.
Merdivende yaşlı bir demokrat geçti önlerine “evet, konuştu anadilini ama vermezler onu size vermezler.”
Güvenlik güçleri bir an durakladılar. Düşündüler. Yasal bir kongrede caddede adam toplar gibi davranamazlardı.
“Anadilimi konuşurken salonu terk ettiler göğüslerindeki “demokrat” yaftasından utanmadan. Derneği kurtaralım derken ulusu es geçtiler. Savundular insan haklarını anadilimden gayrı.”
Bana da “konuş” diyorlar “anlat derdini yabancı bir dille.”
“Taviz vermek, bir şeyler adına, ulus olarak. Verilmedi mi? Yüründü uzunca bir dönem gide gide bir arpa boyu bile yol almadan. Ulus konuşur dilini özgürce dağda bayırda. Korku savunamadı onu mini minnacık bir salonda.”
“Ben bu kürsüde bütün bir ulus adına konuşuyorum anadilimi özgürlüğüm pahasına. Konuştum alkışladılar, konuştum sessiz kaldılar, konuştum salondan kaçtılar.”
“Konuşmam bitti, geldiler… Kürt kadınını bu kez daha acı bir bakışla yakaladım, parmaklıklar bizi bekliyor beni ve çevirmeni.”
“Kürsünün az ilerisinde şoven fısıltılar boğuyor beni. Şoven gözler… Dost gözler… Şoven gözler vahşi bir bakışla haykırıyor” “haydi yürü zindanın dibine”.
“Dışarıda beni bekliyorlar. Dostlarım vermemeye kararlı. Dost görünenler kayıtsız. Bir soru: Peki şimdi ne olacak?”
Yapacak pek bir şey yoktu. Sözcük çıkmıştı dudaklarımdan tarihe yazılmışa.
Ancak ortada çözümsüz bir durum vardı. Sıkışıklık giderek doruğa varıyordu.
Çözümsüzlüğün kördüğümünde kapıdan içeri giriverdi sosyal-demokrat milletvekilleri. Bu bir rastlantı mı? Açtılar kollarını bana doğru. Dostlarım kuşkuyla süzdü onları. Milletvekillerinden biri ne yapalım ki iktidar bizde değil. Dışarıda bekliyorlar seni. Götürmeye. Düşündük seni aramıza almaya karar verdik. Tam ortamıza. Bize dokunamazlar çünkü dokunulmazlığımız var. Yeni bir darbeye kadar. Bize dokunamadıklarına göre sana da dokunamazlar.
Halkımız “basiretim bağlandı” der ya. Bağlandı kimi gözler “tek çıkar yol bu” gibisinden bakarken yüzüme.
Yürüdüm bile bile ladese. Yürüdüm belki bu kez yanılırım diye. Tam salondan çıkacakken onların ardında 1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanına yürümeye kalkmış yalnız bırakılmış, odunla dayak yemiş kalabalıktan biri tuttu kolumu. Tuhaf bir bakışla baktı yüzüme. Anlamadım o an anlamını. Yürüdüm tam ortalarında çıkışa.
Kapıdan çıkarken tam karşımızı kestiler. Bir yel esti, Sosyal-demokrat milletvekillerinin kararlılıkları savruldu çöp bidonlarına doğru.
Yanlış anlama Perdeci itmediler beni onların ellerine. Yalnızca tuhaf, yapışkan, sümük gibi bir hareketle sıyrıldılar, bıraktılar beni dımdızlak orta yerde.
Şoven homurtular ve sövgülerle dövüle itile tutarken biz zindanın yolunu, uzaktan hala anadilinden gayrı insan haklarına dair bir oturum sürüyordu başkentin orta yerinde.
Yiğitlik değildi yaptığım. Donkişotluk da. Yalnızca anadilimi konuştum hepsi o kadar.
SAVAŞ OYUNLARI – 3
“Savaşa Hayır” deyin;
Adı yok ülkeler olmasın
Aynur SARICA
Savaş tartışmaları, gazetelerin manşetlerinden, birinci sayfalarından iç sayfalarına doğru yol alıyor. Ancak bazı “gafiller”‘in “artık dünya barışa gidiyor” dediği günlerde patlak veren körfez krizi hala önemini koruyor Ortadoğu halkları için. Yalnız onlar için mi acı verici savaş? Daha on beş gün önce yazdı gazeteler; Amerika 35 bin tabut gönderiyor Körfeze… Bu ay konu edindiğimiz iki oyun bir kez daha çağırıyor insanları “savaşa hayır” demeye… Hem Amerikalıları, hem Arapları, hem Türkleri, hem Kürtleri… dünyanın bütün halklarını…
“Savaş Oyunları” dizimizin bu ay iki konuğu var. Biri Edward Bond’un Savaş Oyunları. Bond’un bir üçleme olarak kaleme aldığı oyunun “Kavruk ve Cahil” isimli son bölümünü konu edindik. Diğer oyunumuz ise Bond’un oyununa benzer bir üslupla derlenen “Savaş Oyunu.” Sermet Çağan ve Özdemir Nutku, Nazım Hikmet ve Bertolt Brecht’in şiirlerinden de yararlanmışlar oyunu kaleme alırken.
Bu iki savaş oyunu, savaşa karşıtlık temelinde birleşirken, savaşların nedenleri noktasında ayrı düşüyorlar. Bond savaşın yıkıcılığını dile getirirken, ahlaksal bir bakış açısı sergiliyor. “Özgürce bilgi edinebilme hakkını” demokrasi olarak niteliyor.
Sermet Çağan ve Özdemir Nutku’nun oyunu ise egemen ahlak anlayışından öte, bu ahlak anlayışını yaratan sistemi eleştiriyor.
Canavara dönüşen insan
Amerikalı yazar Edward Bond’un oyunu, temel olarak canavara dönüşen insan imgesi üzerine kurulu. Zaten oyunun başkişisinin adı da Canavar.
Bond’un imgeler ve soyutlamalar üzerine kurulu oyunu, canavarın bir bombardımanı şiirsel bir dille anlatmasıyla başlıyor. Oyun büyük bir savaşın öldürdüğü insanların var olsalar nasıl bir dünyada yaşayacaklarını anlatıyor. Anlatıcı konumundaki Canavar ve diğer oyun kişileri; anne, oğul bu büyük savaşta ölüyorlar. Canavar henüz annesinin kamında embriyonken yaşamını yitiriyor. Daha dünyaya gelmeden ölüyor. Daha sonra öncesinin hepsi birer anlatıcı durumunda olan oyun kişileri bu büyük savaş öncesinin dünyasını canlandırıyorlar.
Öğrenme, aşk, yeme, satış, çalışma, ordu ve cenaze bölüm başlıkları altındaki sahneler insanları ölüme götüren yolu aydınlatmak amacını taşıyor. Bond, savaşın yıkıcılığını anlatmakta çok usta olmakla beraber savaşa giden yolu yanlış tarif ediyor. Suçu eğitim, alış veriş, evlilik vb. gibi geleneksel kuramlarda arıyor. Savaştaki şiddetin kaynağını bu kurumlardaki ilişki biçimlerinde de bulguluyor. Bu yanıyla üst yapısal kuramlara takılarak asıl ekonomik olguyu -üretim ilişkilerindeki ezen-ezilen çelişkisini- göz ardı ediyor. Bu bakış açısı onu iyi/kötü ayrımına ve ahlakçı bir bakış açısına götürüyor. Bond’un oyunundan şu sonucu çıkarmak mümkün; “Eğer dünyada herkes iyi insan olsa savaş çıkmaz”
Bond keskin gözlem gücüyle pek çok doğru saptama yapıyor. Savaş ortamının yaşamın her alanına yansımış olduğunu söylüyor örneğin. Eğitimin kuralları, evlilik yaşamı, çalışma yaşamı, hepsi şiddet ve rekabet üzerine kuruludur. Bond kendine özgü şiirsel ve metaforlar içeren diliyle -kendisi adını böyle koymasa bile- bize kapitalist toplum olarak nitelenebilecek toplumun ilişki biçimini gözler önüne seriyor. Özellikle çalışma yaşamını ve eğitim sistemini geliştirdiği sahnelerde…
Canavarın, yanlışlıkla üzerine tükürdüğü çocuğa, sistemin kurallarına göre şunları söylemesi gerekir. “Tükürmek hijyenikle bağdaşmaz ve mankafaların işidir. Bu tükürükle dostluğumuzu tehlikeye atanız.” Daha sonra o da arkadaşının koluna tükürmeli ve el sıkışıp barışmalıdır. Öğretmenin Canavara söylediği budur işte. Bu kelimenin tam anlamıyla burjuva demokratizmidir.
Bond’un çalışma yaşamını anlattığı sahnede ise insanlar, bir fabrikadaki işi alabilmek için birbirlerinin acılarını görmezlikten gelirler. Kendilerine, birbirlerine yardımcı olmamayı aklayan bahaneler bulurlar. Bond, bu sahneyi şu sözlerle bağlar: “Kolay değil, adil olmayan bir dünyada adil olmak”, işte çok doğru bir saptama daha! Ancak Edward Bond, doğru saptamalarına yanlış çözümler öneriyor. Ona göre özgürlükçü olduğunu iddia eden “elleri kanlı, yürekleri karanlık, kara cahil yöneticiler” özgürlükçü değildir, (burada hem fikiriz kendisiyle) Bond’un demokrasi ve özgürlük anlayışı ise şu cümlede beliriyor!
“Demokrasi oy kullanma hakkı değil, özgürce öğrenilen bilgidir.”
“Özgürce öğrenilen bilgi” ne anlama geliyor? Yani bilgi ipotek altındadır ve eğer bu bilgiler herkese ulaşırsa kişi özgür olacaktır. Yani nedir? Tamiri, giysisini, yemeğini kendisi yapabilecek, en zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bilgi edinecek ve böylece kendi kendine yeter olup dolayısıyla da özgür olacaktır. Bu anarşist düşünce biçimi hiçbir zaman gerçeklik kazanamadı. Savaşa karşı olmakla teknolojiye karşı olmak arasında çok, hem de pek çok fark var.
Ayrıca Bond’un zincirleme olarak birbirini takip eden mantık halkaları devam ediyor; Her türlü kurumsal yapıya salt ve mutlak karşı çıkışı savaş konusunda da aynı tavrı takınması sonucunu doğruyor. Soyut bir özgürlük anlayışına sahip olduğu kadar, soyut bir savaşa karşı çıkışa da sahip Bond.
Ancak son tahlilde sosyalistlerin de her ne şekilde olursa olsun işçi sınıfının iktidarını hedefleyen savaşı zorunluluk olarak gördüklerini, savaş hayranı olmadıklarını göz önüne tutarsak ve bu bakış açısıyla Bond’un oyununu savaş karşıtı yönüyle ele alacak olursak, çok etkili tarzda yazılmış olduğunu inkâr edemeyiz. İşte silahlanma yerine bir bölüm:
“Oğlum, benim ona babalık ettiğim yaşa geldiğinde
Yeryüzünde o kadar çok füze vardı ki
Bir kirpi gibiydi dünya
Sanki küçük bir elmaymış da, uzayda dikilen bir dev onu bir
Isırışta yutacakmış gibi işten bile değildi yok olması
Sanki titreşimden füzeler ateşlenir korkusuyla
İnsanlar parmak uçlarında yürüyorlardı
Güvenlik öyle gelişmişti ki herkesten kuşku doyuluyordu.
Roketler ambarlarında dururken bile korudukları toplumları yok ediyorlardı. “
Tank-top var, süt-ekmek yok
Sermet Çağan ve Özdemir Nutku’nun derledikleri savaş oyununun Edward Bond’un oyunuyla üslup benzerliği olduğunu yazmıştık yazımızın başında. Bu oyunda adı yok bir ülkede “Ahmet Bey”,”Fatma Hanım” gibi reel isimlerin olmadığı, ama her cümlesi gerçek olan, zaman kavramı içermeyen bir oyun. Savaşın evrensel yıkıcılığı yazarları evrensel bir dil kullanmaya itiyor olmalı.
Yoksul insanların ülkesi adı yok ülke. Zenginlerin çok zengin, fakirlerin çok fakir olduğu bir ülke. Denizaltıların, topların, tüfeklerin, barutların cephaneliklerin binlerce metre kare alan kapladığı ülkenin insanı nasıl fakir olmaz.
Ülkenin yöneticileri Volutenya adında bir başka ülkeye savaş açmışlardır, ülkenin insanları yerini bile bilmez Volutenya’nın… Fısıltıyla sorarlar birbirlerine: “Volutenya neresi?”
Yöneticileri adını bile zor telaffuz ettikleri, yerini haritada bulabildikleri bir ülkeye savaş açmıştır. Bond’un Canavar tabir ettiği kişiyle bu oyunun “deli” karakteri arasında paralellikler bulunabilir. Ancak bu sefer ayakları daha sağlam yere basan bir kişiliktir. Delidir, çünkü onun gibi düşünmek ve konuşmak genel-geçer düşünce sisteminde “delilik” olarak algılanır. Bunu anlamak için, savaşın ardındaki ekonomik ilişkileri anlatan, Trompetçi ve Delinin kısa diyaloguna göz atalım.
TRAMPETÇİ: Vatandaşlar! Şanlı tarihimiz Yalanları ve bayrakları için kan dökenlerin destanlarıyla doludur.
KORO: Destanlar, destanlar, destanlar…
DELİ: Bonolar, hisse senetleri, tahviller.
TRAMPETÇİ: Kutsal topraklar uğruna…
KORO: Kutsal topraklar uğruna…
DELİ: Silah fabrikaları uğrana, Vickers. Armstrong, Krupp sülalelerinin milyarları uğrana…
TRAMPETÇI: Bugünün çocuklarının, yarının büyüklerinin mutlulukları adına…
DELİ: Standart Oil uğrana, Mobil, Shell, British Petrol uğruna, Rockefeller sülalesinin mutluğu uğruna..
TRAMPETÇİ: Koşun, askerlik şubelerine koşun… Vatan sizi bekliyor, koşun…
DELİ; Koşun , koşun… Vickers Rotchild, Rockefeller Thysen, Krupp sizi bekliyor.
Böylesine ya deli diyorlar, ya komünist..
Barış geldi sustular
Bu savaştan mezarlıklar dolusu ölüler döner. Dullara, yetimlere şehit maaşları döner. Ama babalar, oğullar sevgililer, eşler dönmez. “Barış.. Barıııııııış”‘ diye haykırır gazeteler.
Bu sefer barışı tam sayfa girerler. Ama barış yanında sevinç getirmez. Trampetçi Pandora’nın Kutusundan UMUT’un çıkmasını engellemiştir bir kez. Barış yanında ölüleri ve suskunluğu taşır.
Aralık 1990