Haberler-Mektuplar

Kontrgerilla tartışması
Sovyetler ve Varşova Paktının tehdit oluşturmaktan çıkmaya yönelmesiyle işlevsizleşme sürecine giren NATO’nun sırları ortaya dökülüyor, İtalya’da “Süper NATO” ya da Gladio adıyla açıklanan devletin yeraltı örgütü, Türkiye’de kontrgerilla tartışmalarım yeniden alevlendirdi. Tüm ileri NATO’cularımız, devletçi ilericilerimiz, U. Mumcu, Ecevit, M.A. Birand ve diğerleri, ilericiliklerini yeniden kanıtlamak üzere konunun üzerine gittiler. Başta bu tür ilericiler olmak üzere, NATO’nun ve devletin arınmaya ihtiyacı vardı. Fırsattan istifade, yine hemen devrimcilerin, örneğin ‘71 devrimcilerinin kontrgerillacı oldukları ya da bu örgüt tarafından oyuna getirilerek alet olarak kullanıldıkları tezi işlenmeye başlandı. Devrim, bir provokasyondu…
Öte yandan tartışmalar içinde 1974’e kadar, Özel Harp Dairesi adı da verilen örgütün tamamen ABD tarafından finanse edildiği, ajanlarının onun tarafından eğitildiği ve NATO’ya, daha doğrusu Amerikan emperyalizminin örgütlenmesine bağlı olduğu ortaya çıktı. Bu yetkili ağızlardan kabul edildi. Doğrusu burjuvalarımız ve devletimiz pek milliydi:
Milliyetçilerimizin ne denli Amerikan milliyetçisi olduklarını, dolar ve dolara satılmanın nasıl milliyetçiliğin tek ölçütü olduğunu ortaya koyan yeni kontrgerilla tanışması ilgi çekiciydi.
Bu arada MHP’lilerin de Kontrgerilla içinde örgütlendikleri. ABD ve devletimiz tarafından beslendikleri ve yönlendirildikleri bir kez daha ortaya çıkarken, Evren ve Torumtay, örgütün “terör”e, yani devrimci mücadelenin bastırılmasına karışıp karışmadığı konusunda anlaşamadılar. Evren: “Karışıyordu, ben engelledim, örgütü Genel Kurmay a bağladım” derken. Torumtay: “Örgüt, bir savaş durumunda cephe gerisinde gerilla yapmak üzere kurulmuştu, iç çatışmalara karışmadı” diyordu.
12 Mart Ziverbey Köşkü işkenceleriyle ünlenen ve her adımda halkın ve devrimcilerin karşısına çıkan kontrgerilla kimilerine göre “masum”du: kimileri ise karşı çıkarak ilericiliklerini kanıtlıyorlar, bir yandan da “provokasyon teorisi” yapıyorlardı.
Bakanlar Kurulu’na MİT brifingi
İstek üzerine MİT Müsteşarı Teoman Koman ve uzmanları bakanları aydınlattılar. Olay, manşetlerde. T. Koman’ın TV ekranlarında da görüleceği söyleniyor. MİT “şeffaflaşacak”mış. Oktay Ekşi, Koman’ın “MİT’in öcü olmadığını anlatmaya çalışmakta” olduğunu yazıyor. Koman Ekimde de gazetecilere yemek ve bilgi vermişti. Basınla MİT’in eşgüdümü gerekiyordu. Ne de olsa bu iki “kuvvet” de bilgilendiriciydi, saptırıcıydı.
Şirinleşme peşindeki T. Koman, sürekli “İslamcı terör karşıtı” söz ve demeçleriyle gündemde yer tutma uğraşındaydı. “Emniyet bloke olmuş vazıyettedir” diyordu İslamcıların sızmalarını söz konusu ederek. İslamcıların yurtiçi ve dışında kamplar, olduğunu ve askeri eğitim yaptıklarını öne sürüyordu. İçişleri Bakanı, zorla köy boşaltmayı yalanladığı gibi, onu da yalanladı. Komanın böyle demediğini ileri sürdü. Rivayet muhtelifti. Ama bu arada kontrgerilla “vur abalıya” durumundayken MİT’i kurtarıyorduk, MİT’imiz iyiydi: Katiller ve işkenceciler topluluğu “güzelleştiriliyordu”.

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı Belgesi imzalandı
Özal mı Akbulut mu yetkiliydi, kim imzalamak tartışması sürerken, imza törenine bu ikisi, Dışişleri Bakanı Alptemuçin’le birlikte katıldılar. Sonuncusu oturacak sandalye bulamayıp ayakta kaldı törende. Toplantı tek kişilik katılıma göre düzenlenmişti çünkü. Akbulut’a yedek bir sandalye uydurulduysa da üçüncüsü bulunamadı. Kamuoyumuz, bu herzelerle meşgul ediliyor. Bu arada manşetlerde şunlar yazılıyor: “Silahsız Avrupa”, ” insan hakları, demokrasi, hukuk devleti ve barışa dayalı dönem başladı”, “soğuk savaş sona erdi”… İşin bir doğru yanı var: Amerikan-Rus yakınlaşması. Aralarındaki buzlar çözülüyor. Ama silahsızlanma nerede? Almanya, anayasa değişikliğiyle sınırlandırılmış ordu mevcudunu ve nitelik ve nicelik olarak silahlanmasını artırmıyor mu? Barış nerede? Burnumuzun dibinde aylardır savaş senaryoları yazılmıyor mu? “Soğuk savaş”ın sonuna geldiği doğru, şimdi “sıcak savaş” konuşuluyor, hazırlanıyor. Konvansiyonel silahlarda indirim yapılıyormuş, doğrudur, bunlar herhalde Körfez’e indiriliyor.
En gülünç olanı ise, “şart1 bildirgesinin, insan hakları ve demokrasi, hukuk devleti ve barış döneminin başladığını imza altına alması. Daha bu konularda çok imza attılar. Bu alanlarda aldatıcı laflar edilmesiyle, tek tek ve bir tüm olarak bu taleplerin gerçekleşme koşullarının oluşturulması arasında bir çağ farkı var. Sosyalizmsiz, bunların ancak sözü edilir. Bugün hangi ülkede işkence yok: Hele Türkiye! Kürdistan’da hemen tüm köylüler işkenceden geçirilir, barınma hakları, yaşama hakları bile tanınmazken 100 tane belge imzalansa ne değişir? Demokrasi dönemine girildi denince giriliyor mu? Nerede demokrasi Türkiye’de? En gelişmiş Avrupa ülkesinde bile demokrasi güdüğün güdüğü değil mi? Gladio’lu İtalya, Rüzgâr Gülü ile Fransa ne kadar demokratik? Ama imzalar atılıyor, halklar biraz daha uyutulabilir belki diye…

Flört ve Cemil Çiçek
Aileden sorumlu Devlet Bakanı C. Çiçek’in flörtü, “fahişelik” ve “hayvani güdülerle insanların birbirine yaklaşması” olarak değerlendiren açıklaması yoğun tepkiler aldı. Başta okumuş kadınlarımız olmak üzere, hemen herkes bakana yüklendi.
Türkiye’de (ve tabii tüm burjuva ülkelerde) kamuoyu ilginç oluşturuluyor. Özal ya da bakanlarından birisi ortaya bir laf atıyor. Aydınlarımız bunun üzerine balıklama atlıyorlar. İncir çekirdeğini doldurmayan konu ya da bir kendini bilmezin lafı günlerce gazete sayfalarını, hatta manşetleri ve dolayısıyla kamuoyunun ilgisini meşgul ediyor. Bu arada bilmem hangi çok önemli kararname de geçiriliveriyor ya da hangi önemli karar alınıveriyor. Üstelik 1 milyona yakın işçi grev kapısındaymış, Kurdistan yakılıp yıkılıyormuş, neredeyse savaşa girmek üzereymişiz gözlerden kaçıp unutuluveriyor.
Önce Keçeciler “idamların infazı” sorununu onaya attı. Kuşkusuz nabız da yokluyor, kamuoyunu hazırlıyorlar da. Ama başlıca saptırıyorlar. .Ardından Çiçek’in ”flört” konusunda yumurtladıkları geldi. Hayvanlık ve fahişelikmiş! O pek beğenilen, kendisi gibi olmak istenen ABD’de bir kaç flörtü olmayan, birkaç flört deneyi yaşamayan genç kız ve erkek olmadığı bilinmiyor sanki. Ama biz bize benzeriz ve milliyetçiyiz ya, bakan sallıyor ve herkes onunla uğraşıyor. “Görücü usulü”, hatta erkeğin peçesinin altındaki kadını hiç görmeden evlenmesi daha güzel doğallıkla! Niçin peygamberimiz efendimizin yolundan ve öğrettiklerinden ayrılalım! Kadın örtünmeli ve evine kapanmalı! Öyle çalışmak filan da yok! En çok evinde örgü, kilim örsün! Neymiş o genç kızlarla erkeklerin el ele tutuşup dolaşmaları! Bir hayvan var ama kim? Fahişe kim?
Öğretim üyelerimiz sonunda tavır koydular ve yürüdüler. Sorun türban, takılırdı takılmazdı; sorun laiklik. Sırayla üniversiteler “Ata”larına gittiler. Bir ikisi de kampuslarında yürüdü. Öğretim üyelerimiz YÖK karşısında ağızlarını açmıyorlar, “özerk-demokratik üniversite” konusunda sessiz kalıyorlar. Bu sorunların ilerici-devrimci çözümü için mücadele eden öğrencileriyle birleşmek akıllarına gelmiyor. “Gözlerindeki merteği görmezken çöple” uğraşıyorlar. Kemalizm yapmak kolay geliyor. Sorun din mi, laiklik mi? Öğretim üyelerimiz neden önce kendi üniversitelerini düzeltmiyorlar? Bunun mücadelesi içine girmiyorlar? Üniversite ve fakültelerin büyük çoğunluğunun yönetimi “Türk-İslam sentezcileri”nin işgalinde, felsefe kürsüleri, hemen tümüyle dinci öğretim üyelerinin tekelinde, daha başkaları da böyle. Hiçbir eğiticimiz parmağını kıpırdatmıyor. Ders kitapları din propagandası ve bilim dışı açıklamalarla dolu. Evreni Allah’ın yarattığı, insanın bir gün içinde yaratıldığı öğretiliyor öğrencilere. Kendi evinin önünü temizlemeden, buna girişmeden “türban”la yasak savma eğiticilerimizin kendilerini ikna ediyor mu? Ve neden “Ata”ya şikâyet? Boykottan niçin vazgeçiliyor?
Öğretim üyelerimiz öğrencileriyle birleşip neden kendi yaptırımcı güçlerini ortaya koymaktan kaçınıp “Ata’larına sığmıyorlar? Ölülerden medet umma yerine somut güçlerle birleşmek gereken zamanlarda değil miyiz?

Amerika’dan Türkiye’ye tam not!
ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Kuvvetler Komitesi Başkanı Les Aspin, Körfez krizi konusundaki tutumlarıyla ilgili olarak çeşitli ülkeleri ve performanslarını puanladı. Türkiye, Mısır’la birlikte, ABD’den en yüksek not, tam not alarak “kraldan çok kralcılıklarını” kanıtladılar. 100 tam puan! Bu herkese nasip olmuyor. Türkiye ve Körfeze ilişkin tutumu, Amerikan emperyalistlerince tamamen ve eksiksiz onaylanıyor. Puanın yanına Türkiye için şu not düşülüyor “Teşvike gerek kalmadan fevkalade performans”. Yine “Ortadoğu ve Balkanlar’da en büyük”üz, rekor kırıyoruz. Ama notumuz kırılsaydı haksızlık olmaz mıydı? Türkiye elinden gelenin ötesinde her şeyi, istenmeyenleri bile yapmıyor mu Körfeze ilişkin? C. Çandar’ın yüzünde güller açmıştır! Ama teşvik bile gerekmiyormuş! Bu kötü olmalı. Yalak köpeklere az yemek verilir. Buna dikkat!

Fransa’da 68 ruhu kımıldıyor mu?
Fransa’da bir ayı aşkın süredir lise öğrencileri eylem halinde. Başlangıçta akademik ve eğitimin koşullarına, dersliklerin yetersizliği, kafeterya ve yurtların pisliği gibi sorunlara ilişkin taleplerle başlayan ve kısa sürede tüm Fransa’ya yayılan öğrenci hareketi siyasallaşma eğiliminde. Eylemlilik yeni taleplerle zenginleşerek gelişiyor. “Sosyalizm öldü” iddialarına karşın kapitalizmin metropollerinden birinde sosyalist talepler ileri sürülmeye başlandı. Unutturulmak istenen devrim, yeniden tanışmaya girdi, ideolojik çarpıtılmışlık ve yozlaştırıcılığın gemi azıya almış olmasına rağmen, henüz öğrenciler tam bir berraklığa ulaşmamış olmakla birlikte, devrim ve sosyalizm yine öğrencilere ilham veriyor. Ve önemli olan Fransız liselileri 68 geleneğini sürdürerek düzene isyan yolunu tutuyor. Polisle çatışmaya giriyorlar. Nereye kadar ve hangi yoldan gidecekleri üzerine bir şey söylenemez, ama düzen karşıtı, kapitalizm karşıtı hareketlenmenin sonu gelmiyor.

“Öğretmenler günü” Hutbeyle kutlandı
24 Kasım Öğretmenler Günü, M. Eğitim Bakanlığının talimatıyla camilerde hutbelerle kutlandı. “Öğretmenliğin ne kadar kutsal ve yüce bir meslek olduğu” konusunda vaizler halkı bilinçlendirdiler! Din derslerinin zorunlu olduğu, okulların dinci öğretmenlerle doldurulduğu bir ülkeye hutbeli kutlama doğrusu pek yakışıyor. Ama öğretmenlerimiz 3akanitk ve dincilerden başka şeyler de yaptılar kasım ayı içinde. Eğit-Der’li 2000’i aşkın öğretmen, 300 civarında kurucuyla İstanbul Valiliği’ne kuruluş dilekçelerini verdiler ve Eğit-Sen’i kurdular. Artık öğretmenlerin bir sendikası var. Sendika kurulduğunda binlerce üyeye sahipti. Öğretmenlere ve sendikalarına başarılar diliyoruz.

Kitle örgütlerine polis saldırısı
25 Kasım Pazar günü, İnsan Hakları Demeği İstanbul Şubesi’ni basan polis, çoğunluğu kadın ve çocuk olan 37 kişiyi gözaltına aldı. Dernek binasındaki üye defterleri ile çeşitli kitap ve dergiye el koyan polis, derneğin bulunduğu binadaki dernek tabelasını da söktü. Göz altılara ve kitap ve belgelere el konulmasına neden olarak dernek binasında üye olmayanların bulunması ve “yasak yayınlar” gösterildi.
İHD İstanbul Şubesi adına yapılan basın açıklamasında, olay kınandı, el konulan yayınların yasal olarak basılan aylık dergiler olduğu, derneğe üye olmayan insanların da derneğe gelebileceği ve sorunlarını konuşabileceği belirtildi. Açıklamada ayrıca, vesile ne olursa olsun, gerçekte, saldırıların amacının “tipik bir eşkıya devlet uygulamasıyla” savaşa karşı çıkan, duyarlılık gösteren kitle örgütlerinin susturulması olduğu vurgulandı.
Basın toplantısında İHD Gaziantep Şubesi’nin kapatıldığı, Beykoz Halkevi’ni basan polisin gerekçesiz olarak 25 insanı gözaltına aldığı belirtilerek saldırılar kınandı.


Almanya’da yabancı düşmanı Neo-Nazizm ve karşı koyuş

Almanya’daki Neo-Nazi eğilim, özellikle yabancı düşmanlığı temelinde gelişme peşinde. Atadan kalma bu yola Neo-Naziler gereken önemi veriyor, şimdi Yahudilerin yerine Türkleri, Kürtleri, Yugoslavları, Portekizlileri vb. koyuyorlar, İki Almanya’nın birleşmesi, Nazizmin güçlenmesinin bir etkeni de oldu. Doğuda bu eğilim oldukça güçlü. Revizyonizmin kötülükleriyle birlikle çöküşü ve sosyalizme yönelik zincirinden boşanmış propaganda, Doğuda Nazizmin taraflar bulmasının etkeni oldu. Bunlar, “dazlaklar” vb. çeteleri oluşturarak yabancılara saldırıyorlar. Ama karşılık da buluyorlar. Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden yabancılar da Neo-Nazilere karşı örgütlenmeye başladılar. Bazı Türk faşistlerin Naziler safında yer aldıkları bu Nazi ve anti-Nazi örgütler arasında sokak çatışmaları çıkıyor. Berlin-Kreuzberg bu çatışmaların merkezlerinden.
Bugün örgütlenme ve çatışmalar olgunlaşmış siyasal düzlemde değil henüz. Örgütler daha çok gençlik grupları durumunda ve kirli işler de (bölge paylaşma, esrar, eroin vb. kullanımı ve dağıtımı vb.) yapan çetecilikle iç içe. Ama yabancı düşmanlığı ve buna karşı koyuş bu gruplara ve eylemlerine damgasını vuruyor.

Körfez, köylü ve kriz
Vedat KARADUMAN

Irak’ın 2 Ağustos’ta Kuveyt’i işgalinden bugüne kadar kimin bu krizi en az zararla atlatabileceği üzerine iletişim araçlarında ve kamuoyunda epeyce resmi ve resmi olmayan açıklama ve yorumlar yapıldı. Savaşın sıcaklığını teninde duymayacak olanlar durumu iyimser bir dille anlatmaya çalışıyorlar ve açık vermiş bulunan hesaplarını ödetebilmek için emekçilere adeta yalvarıyorlar. Kendileri uğruna eğlencelerinden bile taviz vermeyecekleri ”vatan, millet, birlik ve beraberlik” palavrası uğruna emekçileri savaşa azmettirmektedirler.
Ülkemizde siyasal sınıf bilincinin en az kavrandığı veya en yavaş tepki gösteren kesimi köylülüktür. Köylülük resmi yaklaşımlara göre hala “Mehmetçik” övgüsüyle itibarlandırılarak kandırılabilen, kolay yola katılabilen (!) bir kesim olarak görülmekte ve “Musul-Kerkük” teraneleriyle (dolmuşa bindirilmeye) kışkırtılmaya çalışılmaktadır.
Bu arada ihracat politikalarıyla tekelci şirketlerin ağına düşürülüp, Ortadoğu’da faaliyet gösteren emperyalist sermayeye kaynak aktarımı yapmak için uygulanan politikalar sonucu kaderi bu tekelci sermaye grupları tarafından belirlenen ticaretin ağına düşürülen köylülük bugün artık ekonomik iflasını kapitalist üretim ilişkileri düzeyinde yaşamakladır.
Buğday, fasulye, nohut, mercimek, un, şeker ağırlıklı olarak Ortadoğu’ya, Irak ve Kuveyt’e ihraç edilmekteydi. Bu ihracat kapısının kapanması aracı tefeci-tüccar tabakası eliyle köylünün ürününün haraç mezat gaspına sebep olmuştur. Devlet, beslediği çeteler eliyle, bu soyguna göz yummakla, hatta kendisi de katılmaktadır. Toprak Mahsulleri Ofisi’nin verdiği çekler karşılıksız çıkmakta. Ziraat Bankası köylünün boğazına yapışmaktadır. Borçlu-alacaklı köylüler kavgalı, mahkeme kapılarında sürünmektedirler.
Bunalım dönemlerinde basit olaylar büyük yargılara kısa yoldan götürmektedir insanı. Ekonomik ve psikolojik olarak çöken köylü, zorlandığı savaşa örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğü nedeniyle girecektir. Mevcut oda ve birlikler resmi ideolojiye uymakla köylüyü kurdun ağzına atmaktadırlar.
Bugün ülkemizde köylülük diğer küçük esnaf gibi perişan edilerek egemen sınıfların gösterdiği ölümlerden birini beğenmeye zorlanmakladır.
Hayvancılık 1984 yılından beri yok edildi. Tanın Bakanlığı 1989 yılında büyükbaş hayvan sayısını açıklamaya cesaret edemedi.
Büyük bir kitleyi oluşlumu şoför esnafı ve çalışanları yaşamlarım sürdüremeyecek bukledir. Büyük çoğunluğu çocuklarının eğitim ve sağlık sorunlarıyla ilgilenmemektedir.
Fındık, tütün, pamuk, ayçiçeği üreticileri tefeci elinde boğulmuştur.
Günümüzde her köyde televizyonun bulunması resmi ideolojinin işini kolaylaştırmaktadır. Piyasa dengelerinin bozulmasına (denge varmış gibi), zamların nedenine, ihracatın olmamasına Körfez krizi neden gösterilmekle) çıkış yolu olarak da bir an önce savaşa girmeye hazır olmak için, Amerika’nın petrol çıkarları için savaşa hazır olmaya zorlanan emekçilerin zihinleri şartlandırılmaya çalışılmaktadır.
Kendi siyasal ve ekonomik örgütlerini çalıştıran egemen sınıflar emekçilerin dayanışmasına tahammül edememektedirler. İşçi sınıfı daha ileri unsurlara sahip ve eylemin öncüsü olduğundan, gençlikle birleşme yol ve yöntemlerini bulup diğer emekçi kesimlerle birlikte hareket edilebileceğini göstermelidir. Köylülük nasıl yürüyeceğini aramakladır, birçok diğer kesimdeki emekçiler de. Açık ve açık olmayan yol ve yöntemlerle işçi sınıfı ve öncüsü yardımcı güçlerini yanına alınanın koşullarını yaratmalıdır. Mart’lı. Eylül’Iü günleri yaşayan emekçilerimiz mücadeleden günlük faydalar da sağlanabileceğini ve bunun birlikte olunduğu zaman gerçekleşebileceğini görmeli ve göstermelidirler. Bu sırada öncü; “öncülük’ hastalığına kapılmamalıdır. “Ben gidiyorum” yardımcı güçler arkamdan gelsin dememeli, yardımcı güçlerin asgari örgütlülükleri acilen yaratılmalıdır. Yedek güçlerin yalnızlık ve ürkeklik duyguları atılırsa ancak örgütlenmekle atılabilir.
Sınıf sınıflığını yardımcı güçlerin elinden tutup birlikte yürüneceğini ve yürümek zorunda olunduğunu bizzat göstererek kanıtlayacak ve öylece yürüyecektir.
Toplu sözleşmelerin tıkandığı önümüzdeki günlerde Ege işçi sınıfı pamuk ve tütün üreticilerinin sorunlarından uzak durmamalıdır. Marmara işçileri ayçiçeği ve zeytin üreticilerini yanlarına almanın yolunu bulmalıdır. Haymana köylüleri Site işçileriyle yan yana yürümeyi öğrenmeden hak elde edemeyeceklerini öğrenmelidirler. Çukurova’nın yüreği Cudi dağının heyecanıyla atmalıdır. Diyarbakır kalesinden duyulan haykırışlar Koçgiri’den selamlanmalıdır. Doğubeyazıt’ta kapanan kepenklerin gıcırtıları Rize’de çay bahçelerinden, Giresun’da fındık tarlalarından duyuldu mu o gece gözümüze uyku girmemelidir. Emperyalist orduların savaş makinaları Kumkapı önlerinde boy gösterirken, “İstanbul hatırasının” kaç paraya çekildiğini öğrenmelidirler. Kokteyllerde viskilerini kahkahayla yudumlayan NATO komutanları ve yerli yamakları görevi ifa etmenin huzuru içinde uyumalarının mümkün olmadığını bilmelidirler.
Zaferin sahibi ve öncüsü işçi sınıfı gerçek kurtuluşa giden yolda yardımcı güçlerini yanına almanın ve birlikte yürümenin yol ve yöntemlerini bulup, genel kurmayından hareket emri beklemelidir.   19.10.1990

Cezaevlerinde Açlık Grevleri
Ekim ayının sonlarından itibaren yaklaşık bir ay süreyle cezaevlerinde ve bir kısım il ve ilçelerde açlık grevleri yapıldı. Yaklaşık üç bin kişinin katıldığı bu açlık grevlerinde, sadece iktidarın cezaevleri politikası değil, güncel siyasal gelişmelere duyarlılık ve tepkiler de dile getirildi. Bunların başında K…stan’daki ulusal mücadelenin bastırılması ve ezilen için, siyasal iktidarın Körfez Krizi bahanesi ile her geçen gün yeni yöntem ve araçlarla, baskının dozunu ve çeşidini artırması geliyor. İdam cezalarının infazının gündeme getirilmesi, Botan’ın insansızlaştırılması, Eskişehir tek kişilik hücre cezaevinin doldurulmak islenmesi, K…stan’da ev yıkma, köy yakma, göçe zorlama politikasının protesto edilmesi ve diğer konular olarak öne çıkıyor.
Başlangıç noktası Diyarbakır Özel Tip Cezaevinden diğer cezaevlerine yapılan sevki protesto etmek olduysa da esasen açlık grevleri cezaevi sorunlarını aşan bir siyasal tepki boyutuna ulaştı. Özellikle devletin de K…stan’daki uygulamalarına karşı oluşmuş olan tepkiyi ifade eden bir biçim oldu.
Bir kaç “cezaevinde devam etme eğilimi gösteren açlık grevleri, cezaevlerinde ve dışarıdaki üç bine yakın fiili katılımla bunlara çeşitli biçimlerde destek veren bir kitlenin iktidara, onun eliyle biçimlenen politikalara tepkisini kucakladı. (Burada belirtmek gerekir ki, cezaevleri dışındaki açlık grevleri hemen sadece Kürt yurtsever, demokrat ve devrimcileri katıldı.)
Bundan bir süre önce Diyarbakır E-tipi cezaevinden davalar, sürmekte olan 95 siyası tutuklu ve hükümlünün dövülerek çeşitli cezaevlerine sürgün edilmeleriyle başlayan açlık grevleri, belli başlı bütün cezaevlerinden destek görerek oralara da yayıldı. Adapazarı Kapalı Cezaevinde 16 siyasi hükümlü olarak bizler de, siyasi tutuklu ve hükümlülere karşı uygulanan politikayı protesto etmek ve açlık grevlerinde öne sürülen istemleri desteklemek üzere 12 Kasım 1990 sabahı başlayıp 13 Kasım 1990 akşamı sona ermek üzere iki günlük açlık grevine gidiyoruz.
Hükümet her yıl çeşitli gerekçelerle siyasi tutuklu ve hükümlülerin kaldığı özel tip cezaevlerinde baskılarını artırarak onları açlık grevlerine, ölüm oruçlarına zorlamaktadır. Bundan amaç, bu cezaevlerinde çeşidi direnişlerle elde edilmiş en doğal hakları geri almak ve siyasi tutuklu ve hükümlüleri direnişlere zorlayarak onları fizik olarak daha da yıpratmak ve çökertmektir. Güdülen bir başka amaç da, kamuoyunda, siyasi cezaevlerinin sürekli huzursuzluk kaynağı oldukları kanısını yaratabilmektir. Bütün bunlar, siyası cezaevlerine yönelik sistematik bir politika haline gelmiştir. İdam cezalarının her an infazı ve Eskişehir cezaevindeki tek hücre uygulamasının başlatılması tehditleri de bu politikanın parçasıdır. Siyasi tutuklu ve hükümlüler demokrasi, insan hakları ve özgürlük mücadelesine karsı açıkça rehin olarak tutulmaktadır.
Bizler işte bu politikayı protesto ediyor, açlık grevindeki arkadaşlarımızı destekliyor, haklı taleplerinin derhal karşılanmasını istiyoruz.
Adapazarı Cezaevinden Ahmet Aygün ve 15 siyasi hükümlü

Adapazarı cezaevinin 6. koğuşunda kalan 19 adli hükümlü olarak bizler de 12 Kasım 1990 Pazartesi sabahından başlamak üzere iki günlük açlık grevine gidiyoruz. Böylelikle, Diyarbakır Cezaevindeki sürgünlerle başlayan ve süren açlık grevlerini destekliyor, hükümetin bütün cezaevlerine yönelik olarak sürdürdüğü sürgün, baskı, kazanılmış hakları gasp politikasını, Eskişehir cezaevindeki tek hücre uygulamasını başlatma hazırlıklarını ve idam cezalarının infazını bir tehdit olarak kullanmasını protesto ediyoruz.
19 hükümlü adına Saim Bayram

12 Eylül’den bu yana emekçi halk muhalefetini susturmaya ve Kürt direniş hareketini bastırmaya yönelik olarak sürdürüle gelen devlet terörü körfez krizinin ortaya çıkmasıyla birlikte daha da yoğunlaştırılmakta ve iğrenç yöntemlerle pervasızca sürdürülmektedir.
Toplum üzerindeki egemenliklerini tesis etmiş olan sömürücü çevreler ve onların yönetim kademelerindeki sözcüleri bir yandan emperyalist efendilerinin gözlerine girebilmek ve onlardan “Aferin” alabilmek için yoğun bir savaş çığırtkanlığı yaparlarken diğer yandan yalanla, demokrasiyle bezenmiş oldukları gerici şoven propagandalarının sesi ardında, kendilerinin dışında kalan ve egemenliklerine karşı çıkan toplum kesimlerine ve kendi haklarına sahip olma kademiyle mücadeleye girişmiş olan Kürt halkına karşı tarihte eşine az rastlanır cinsten yoğun bir kampanya başlatmış bulunmaktadırlar.
Sorunlarımız ve İstemlerimiz
1- Bakan Oltan Sungurlu imzasıyla yayınlanan genelge ile gasp edilmiş olan 29 Ekim açık görüşümüz en kısa zamanda bizim tarafımızdan belirlenecek uygun bir tarihte ve insani koşullara uygun bir ortamda yapılmalıdır.
2- Devrimci bayan tutsaklara karşı cezaevi idaresince tam bir tecrit hali uygulanmaktadır. Bayan tutsakların bu tecrit durumlarına son verilmelidir. Sosyal ilişkilerini sürdürme anlamında aynı dava dosyalarından tutsak alınmış olan bayan ve erkek tutsaklar, haftanın muayyen zamanlarında sosyal ilişkileri sürdürme normlarına uygun olacak ortam ve koşullarda “Açık Görüşme” herhangi bir keyfiyete tabii olmaksızın görüşmelidir.
3- Bayan devrimci tutsaklar, açık görüşme günlerinde diğer devrimci tutsakların görüşme ortamlarından ayrı tutulmakta ve tecrit hali açık görüşme günlerinde sürmektedir. Bu uygulamaya son verilmeli ve açık görüşme günlerinde devrimci bayan tutsaklardan, diğer devrimci tutsakların, açık görüşme ortamlarında, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın görüşülebilmelidirler.
4- Avukatlarla yapılan görüşmelerde, avukatların meslek haklarına müdahalede bulunmakta ve görüşmeler keyfi olarak engellenmektedir. Avukatlarla yapılan görüşmelerde, gündeme getirilen engelleme, müdahale ve keyfiyete son verilmelidir.
5- Devrimci tutsak temsilcilerini, temsilcilik görevlerini yerine getirmeleri engellenmektedir. Bu keyfi engellemelere son verilmeli, tutsak temsilcilerin temsilcilik görevlerini yerine getirmede, gerek idare ile olan ilişkilerde ve gerekse tüm devrimci tutsaklarla rahatça ve engellenmeksizin görüşebilmeleri sağlanmalıdır.
6- Kapalı görüş günümüz ihtiyaca uygun olarak yeniden belirlenmeli kapalı görüşmenin yapıldığı kabinler ise insani ölçütler dikkate alınarak, ihtiyaca uygun olarak yeniden düzenlenmelidir.
7- Yemekler hem kalitesiz, hem kalori, hem de miktar bakımından oldukça yetersiz çıkarılmaktadır. Yemekler kalite olarak yükseltilmeli, çeşitlendirilmeli ve kalori oranı normal nizami ölçülere uygun hale getirilmelidir.
8- İki yıl kadar önce Bakanlık onayıyla da çözüme kavuşmuş olan telefon kurmak burada halen çözümlenmemiş bir sorun olarak varlığını sürdürmektedir. Telefon sorunumuza. ihtiyaçlarımızı gözetir bir tarzda kesin çözüm getirilmelidir.
9- Telefon sorunu olduğu kadar çay konusu da halen çözümlenmemiş sorun olmaya devam ermektedir. Çayı dışarıdan getirmemize ve kendimizin demlemesine izin verilmemekledir. Kuru çayı çok pahalı bir fiyatla, cezaevi kantininden almak durumunda bırakılıyoruz. Kuru çay ihtiyacımız bir sömürü aracı olmaktan çıkarılmalı, görüşçülerimiz tarafından getirilecek olan kuru çaylar içeriye alınmalı ve çayı kendimizin demlemesi koşulları sağlanmalıdır. Kuru çay koğuşlara verilmelidir.
10- Tutuklanarak cezaevine yeni gelmiş olan devrimci-demokrat tutsaklara idarece “idari işlemlere dair sorular soruyoruz” görünümü altında itirafçılık telkin edilmekte, devrimci tutsakların kalmakta olduğu koğuşlara gitmemeleri yönünde “nasihat”larda bulunulmaktadır. Bu türden uygulama ve yaklaşımlara son verilmelidir. Siyasi davalardan gelen insanlara, hangi gerekçe ile olursa olsun, hiçbir telkinde bulunulmamalıdır. Yani tutuklanarak gelen devrimciler bekletilmeksizin devrimci tutsakların kalmakta olduğu koğuş ve bölümlere verilmelidirler.
11- Sanat-edebiyat vb. çalışmalar için ihtiyaç duyduğumuz daktilo, bilgisayar vb araçlar koğuşlara verilmelidir.
12- Öykü, makale, şiir ve çeviri yapan arkadaşlarımızın kendi ürünlerini gerek yayınevlerine gerekse de kendi uygun bulduklar, kişi ve kuruluşlara, herhangi bir kısıtlamaya tabi olmaksızın, posta ile gönderebilmeleri sağlanmalıdır.
13- Temizlik malzemeleri ve genel koğuş ihtiyaçları ampul, çöp kovaları, su bidonları idarece karşılanmalıdır.
14- Hastaların ilaç ihtiyaçları idarece karşılanmalıdır. Bu konudaki engellemeler ortadan kaldırılmalıdır.
15- Spor araçları (top, voleybol filesi vb.) idarece karşılanmalıdır.
16- Devlet hastanesinde tedavi koşullarına ve insani ölçütlere uygun tam teşekküllü bir revir odası düzenlenmelidir.
17-.Mahkeme oluşları sırasında, tutuklular avukatları ile rahat bir ortam içinde görüşebilmelidirler.
18- Fotoğraf makinesinin içeriye alımı serbest bırakılmalıdır.
19- Abone olduğumuz dergilerin ve yayınevlerinden getirtmiş olduğumuz kitapları, toplatma ve yasaklama kararları gerekçe gösterilerek, içeriye sahiplerine verilmemesi durumuna son verilmelidir.
Malatya Özel Tip Cezaevi Devrimci Tutsaklar Temsilciliği adına
Sabri ALTUNEL-Adem KÜTÜK-Zübeyde ÇOKAN

HEP İstanbul il merkezinde açlık grevine katılanların açıklaması:
KAMUOYUNA

1- Kürt ulusunun yükselen mücadelesini boğmak için devletin SS Kararnameleri ile uygulamaya koyduğu ev yıkma, köy yakma ve hayvan katliamlarına varan keyfi gözaltı ve toplu sürgün uygulamalarına karşı durmak;
2- ülkemizde yükselen mücadeleye koşut olarak son günlerde gerek iç basında gerek dış basında ısıtılarak tartışılıp gündeme konulmaya çalışılan idam cezalarının infazına karşı durmak;
3- Sevk adı altında zindanlarda uygulamaya çalışılan sürgünlere ve can pahasına kazanılmış hakların yeni tüzük ve yönetmeliklerle gasp edilmesine karşı durmak.
4- Yukarıdaki haklı istemleri için zindanlardaki tutsakların ve onlarla beraber açlık grevi yapan halkın mücadelesine destek amacıyla bir grup yurtsever devrimci-demokrat olarak 3.11.1990 tarihinden beri HEP Bakırköy ilçe merkezi ile HEP Taksim İl merkezi ve SP Bakırköy ilçe merkezinde açlık grevine gitmiş bulunmaktayız. Açlık grevi şu anda 9. gününde. Açlık grevine gidenlerin sayısı 250 civarında…
Tüm yurtsever, devrimci-demokratları duyarlı olmaya ve desteklemeye çağırıyoruz.
BOTANLARIN İNSANSIZLAŞTIRILMASINA HAYIR DİYORUZ.

HALKLARIMIZA
Mevcut siyasal iktidar içerisine düştüğü ekonomik ve politik bunalımı atlatabilmenin, ömrünü uzatabilmenin aracı olarak Körfez krizini de bahane ederek, emperyalist babalarının gözüne girmek ve bölge halklarına yönelik ileri karakol olmak için kraldan çok kralcı gözükerek kirli savaşın çığırtkanlığını yaparak halklarımıza hayâsızca saldırmaktadır. TC devleti bu saldırgan politikasına karşı en küçük bir muhalefete dahi tahammül edememektedir.
Bu politikasının uzantısı olarak, yıllardır yoğun bir baskı ve asimilasyon politikasıyla yok etmeye çalıştığı ama yok edemediği Kürt halkına karşı kampanyasıyla saldırırken, bir yandan sürgüne gönderiliyor; diğer yandan “terörist” gerekçesiyle Kürt halkına yönelik uygulanıyor. Gün geçmiyor ki, suçsuz Kürt emekçileri işkenceli sorgulardan geçirilerek zindanlara atılmasın.
12 Eylül rejiminin tek tip gençlik yaratma aracı olarak YÖK belası ile suskun, kişiliksiz, düşünmeyen, araştırmayan bir gençlik yaratma hedefi azgınca sürdürülürken “Demokratik Üniversite”, “YÖK’e Hayır”, “Savaşa Hayır” diyen gençlik yoğun işkencelerden sonra tutuklanmakta, okuldan atılmaktadır.
Her meslekten aydınlar üzerindeki devlet baskısı varlığını sürdürürken sistemin uşakları tarafından Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Bahriye Üçok gibi aydınlar bir bir öldürülüyor; yaratılmaya çalışılan korku havası ile her aydın mevcut baskıcı, sömürücü politikaların kişiliksiz bir parçası durumuna getirilmeye çalışılıyor.
Toplumumuzun çeşitli kesimlerinde emekçi halklarımıza karşı bu azgın saldırılar yapılırken, cezaevlerindeki devrimci tutsaklar da bu saldırı politikalarından nasiplerini fazlasıyla almaktadırlar.
Yıllardan bu yana devrimci onur ve kişiliğini koruyarak kendilerini her gün bir daha, bir daha yenileyen ve bugünlere varıncaya kadar elde edilen kazanımlar karşılığında kan ve can ödeyen, yüzlerce sakat veren, yıllarca verilen cezalardan da fazlasını yatmak zorunda bırakılan, bunlara rağmen teslim alınamayan devrimci tutsaklara karşı rejimin vahşi saldırıları son günlerde artarak devam etmektedir.
Bayrampaşa, Diyarbakır ve Amasya Cezaevlerinde işkenceli vahşi saldırılar sonucunda kullanım eşyaları talan edilerek çapulculuklarını bir daha gösterir ve devrimci tutsakları sürgün yolculuğuna çıkarırken, Antep, Diyarbakır ve Amasya Cezaevlerinde ağır bedeller ödenerek elde edilen hakları gasp etme yoluna gidiyorlar.
Şimdi de bugüne kadar teslim alamadığı, halkımızdan tecrit edemediği siyası tutsakları ‘canlı mezar’ Eskişehir Özel Tip Cezaevi’ne götürme planları yapıyor.
Ayrıca bir bütün olarak toplumumuzu terörize etmek için idamların infazı gündeme getirilerek suskun bir toplum yaratılmaya çalışılıyor.
Şunu belirtelim ki; biz devrimci tutsakları dün olduğu gibi bugün de ne sürgünler, ne Eskişehir Özel Cezaevi ne de idamlar yıldıramadı, yıldıramayacak.
Her koşulda rejime karşı nefret ve kinimiz artarak devam edecektir ve sesimiz halkımızın sesiyle her zaman bütünleşecektir.
Sonuç olarak, bir kez daha yönetimin çağdışı, anti-demokratik uygulamalarını nefretle, şiddetle kınıyor 19.11.1990 tarihinden itibaren üç günlük protesto açlık grevine başlıyoruz.
Malatya E Tipi Cezaevinden: Tutsaklar adına DY—Veyis Sami Türkmen. DS—Ahmet Alkaya, DK —Turgut Serbest. THKO —Haydar Yurtsever. TKKKÖ —Vahit Gürbüz. TKP ML Hareketi —İsmail Kartal. TDKP—Metin İlgün. TKEP—Hüseyin İşli

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Bizler yıllarca cezaevlerinde bütün güçlüklere rağmen, halktan yana olmanın sorumluluğunun bilinciyle hareket eden devrimci tutsaklarız. Aramızda, işkence hanelerde katledilenlerimiz oldu. Onlarcamız, cezaevlerinde, açlık grevlerinde, ölümü bilerek göğüsledi. Kimileri değişik ölümcül hastalıklara yakalandı. Kimileri de idam sehpalarında can verdi. Bu yoldaşlar arasında yaşı henüz 17’sinde Erdal Eren yoldaşımız; burjuva mahkemelerinde ve idam sehpasında, sınıf bilinciyle ‘Kahrolsun Askeri Faşist Diktatörlük ve Faşizme Ölüm Halka Hürriyet” sloganlarıyla, bizlere ve gelecekteki nesillere direnişin en güzel örneğini verdi. Erdal Eren yoldaş yaşı küçük olmasına rağmen, sınıf bilinciyle donanmış militan bir genç yoldaşımızdı. Burada ölümün yıldönümüne yaklaştığımız bu günlerde, tekrar aramızda anıyoruz. Onu mücadelemizde örnek bir devrimci olarak yüreklerimizde yaşatacağız.
Verilen bu mücadelemizde, egemen güçler de, yeni taktiklerle şantajlarla ve öç alma duygularıyla idam cezalarının infazını yeniden gündeme getirerek halkımıza, devrimcilere gözdağı verilmesini amaçlıyorlar.
Bu gibi tekrarlanan tehdit ve şantajları, ayrıca Eskişehir Özel Tip Cezaevini, tabut tipi hücrelere dönüştürüp bunların devreye sokulmak istenmesini;
Diyarbakır’daki hükümlü ve tutuklulara işkence edilerek sürgün edilmesini;
Ortadoğu’da savaş kışkırtıcılığının körüklenmesini; Manisa E Tipi Cezaevinde on altı (16) arkadaşla birlikle 23-24.10.1990 tarihinde iki günlük açlık greviyle protesto ettik. Yaşanan bu tehditlere karşı devrimcilerin, demokratların, yurtsever tüm insanları, daha duyarlı olmaya çağırıyoruz.
Merdan Demir
E Tipi Cezaevi C/6 MANİS A

Diğer açlık grevleri
Diyarbakır özel Tıp Cezaevinden 95 kişinin diğer cezaevlerine sevk edilmesinden sonra başlayan açlık grevleri yaklaşık bir ay süreyle gündemde kaldı. Diyarbakır E-Tipi ve 1. No.lu Özeli Tip, Bismil, Malatya E-Tipi, Van, cezaevi, Gaziantep özel Tıp, Amasya E-Tipi, Urfa, Aydın ve Nazilli E-tipi, Adapazarı ve Ankara Merkez Kapalı, Erzincan, Sağmalcılar, Çanakkale E-Tipi, Bursa özel Tip, Akdağmadeni Cezaevinde açlık grevleri yapıldı. Diyarbakır HEP ve SHP il merkezlerinde, Cizre’de, Nusaybin’de, Malatya SP İl merkezindeki, Van SP ve HEP il merkezlerinde, Adana, Mersin, Aydın, İstanbul, İzmir HEP il merkezlerinde, Ankara SP il merkezinde, İzmir İHD ve SP il merkezinde Niksar ve Yıldızeli’nde cezaevlerindeki açlık grevlerini desteklemek için tutuklu ve hükümlü yakınlarının da katıldıkları açlık grevleri yapıldı. Kızıltepe’de açlık grevlerini desteklemek üzere kepenk indirme eylemleri yapıldı. Yaklaşık üç bin kişinin fiilen katıldığı açlık grevleri çeşidi şekillerde destekleyen ve ziyaret eden binlerce kişinin yakın ilgisiyle karşılandı.
İSTANBUL’DA- Bakırköy SP ve HEP ilçe merkezlerinde başlayıp HEP İstanbul il merkezinde süren açlık grevi 14. gününce sona erdi. Bu süre içinde 30 kişi sürekli olmak üzere, dönüşümlü katılanlarla birlikte yaklaşık 250 kişi açlık grevine katıldı. Halay ve türkülerle K…stan halkı ve cezaevlerindeki tutsaklarla dayanışma duyguları ifade edildi. İktidarın K…stan, cezavlerine yönelik politikası, Körfez Krizindeki tutumu kınandı. Savaşa, Eskişehir cezaevinin açılmasına, Botan’ın insansızlaştırılmasına tepkiler dile getirildi. Ziyaret ettiğimiz açlık grevcileri, devrimci-demokrat basının açlık grevlerine ilgi ve duyarlık göstermemesini üzüntü ile karşıladıklarını bildirdiler.

“İnsan kalacağız biz bağışlanmazlık pahasına” diyebiliyorsak
F. TİTİZ

Erdal’ı Tamzara’da Coyna gözesinde karpuz çatlatırken düşlemek… Hacettepe çayırlarında liselilerle söyleşirken genç yüzündeki vakarı izleyebilmek… Saraçoğlu’nda Anadolu Kıraathanesi’nde, yeşil çuha örtülü bir masada sabahın ilk saatlerinde, öncünün nefesini kapı altlarına gece nasıl bıraktıklarını neşe içinde coşkuyla anlatırken görmek… Zor konaklarının her aşamasında işkencenin bin bir yöntemine, vahşice yönelişlere karşı, gençliğinin bitmez tükenmez enerjisiyle, sınıf bilimini kavrayışıyla, halkına inanç ve öncüsüne sarsılmaz bağlılığıyla direnen örnek militan ruhunu yaşamak… Yokluğunun acısını her 13 Aralık’ta katlanarak duyurmaz mı?
Evet, ama ondan, onlardan geriye yalnızca acıları değil ki kalan. En az acıları kadar hatta daha fazla deneyleri, gençlik geleneği, mücadele mirasları ve geridekilere bıraktıkları yarım kalan görevleri, sorumlulukları. Ve geride kalanlar tarafından onlara verilen içi doldurulması gereken sözler kaldı. Kavga sonlanıncaya dek Andın andımız/Sevdan sevdamız, dedik, üniformaların lanetlediği gecenin daha şafağı sökmeden.

ÖLÜMDEN ÖNCE
Acımasız, dizginsiz bir kavga bu
Başsız, sonsuz, destansı.
Bir başkası dolduracak senden boşalan safı
Burada tek adam hesabı olur mu?…
Kurşuna diziliş; çürüyüş sonra…
Her şey yalın, mantıksal, yaşamak gibi.
Fakat birlikle olacağız büyük fırtınada
Halkım, çünkü sevdik seni…
N. Vaptsarov

Emperyalizmin-kapitalizmin çamurunun sıçradığı dünyanın tüm ülkelerinde işçiler birbirlerine benzer, yoksullukları, yoksunlukları, sayılarının çoklukları ile birbirine kenetlenen elleri öncü müfrezesinin ardında birleştiğinde gökleri yere yerleri göğe fırlatan tarihte son sözü söyleyecek öfkeleri ile birbirine benzer dünyanın bütün işçileri. Vatanları yoktur onların, yeni doğan bebekler gibi.
Sermayenin de vatanı yoktur. Egemenler de birbirine benzerler. İşverenler aynı kâr hırsıyla kanını emer çalışanların. Birbirine benzer yasaları -biraz erken biraz geç tarihlerde yapılmalarıdır fark- yasaların parlamentoların yetmediği yerde, cuntalarıyla ezilenlerin boğazlarına yapışırlar dünyanın her yerinde. Bankalar aynı işi görür, borsalar aynı kara-parayı aklarlar, askeri üsler aynı işi aynı amaçlar için yapar.
Yaptıklarımızla yapamadıklarımızla kimlerin ne kadar yakınındayız kendimizi sorguladığımızda, yerim sınıfımın yanı ve ben insan kalacağım bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
Dünyanın her yerinde silahlar aynı şeyler için konuşur. Sermayenin barışçıl politikalarının iflas ettiği yerde politika biçim değiştirir. Silahlarla sürer. Emperyalist-haksız savaşlar dünyanın her yerinde ezen hâkim yönetici sınıfların kararları ile yapılır. İşçiler, emekçiler, köylüler savaşır, bedelini de onlar öder dünyanın dört yanında. Yenenlerin de yenilenlerin de anaları birbirine benzer, ahları, ağıtları ile ayrı dillerde ağlasalar da.
Dünyanın her yerinde birbirine benzer ezilen uluslar. Ezilmişlikleri başkaldırıları ile. “Başka ulusları ezen ulus özgür olamaz/.” “Kendi” ulusunun başka ulusları ezmesine göz yuman proleter, sosyalist bir proleter olamaz” demekle kalmıyorsak, kapımızın önündeki savaş hazırlıklarını ters yüz edecek doğru bir kavrayışla yaratıcı bir ruhla kavgada yerimizi alıyorsak, karşımıza çıkan her yeni durumda, insan kalacağım ben bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
Dünyanın bütün dillerinde sözcükler dilin özelliğine göre değişse de olumlu olumsuz belli kavramlar belli durumlar için kendini ifade eder.
Tüm dillerde korkak, dönek, hain kavramları da aynı nitelikleri taşıyan bireyler için kullanılır. Güzelliğe giden yolun zorlu kavgasında bazen dolaylı bazen doğrudan hendek kazarlar, örgütlü, onurlu direnişli insanlar için. Sonuçta içine kendileri düşerler. Düştükleri hendeklere toprak doldurma işi devrimcilerin olur. Ezen yönetici sınıflarca, bebek ölümlerini önleyecek paralar bulunmazken, yüklüce ödenekler ayrılır bütçelerden hainlere, ihbarcılara, pişmanlara… halkın en yiğit evlatlarını arkadan hançerlemeleri için. Dünyanın tüm ülkelerinde hainlik hizmeti için bir yönetici sınıflar ödenek ayırır, bir de, zarara uğrayanların “ödülü” vardır onlar için. Tüm yaşamları ikincisinin beklentisiyle kararır. Solucanlar daha onurludur, yaşarken ölenlerden. Ve biz ezen yönetici sınıflar kadar, hainlere kinimizi sıcak saklayabiliyorsak bizdeki “ödül”lerini bugün vermek için ve çamur deryasında bile olsak, insan kalacağım ben bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
İnkârcılar… Üç aşağı beş yukarı aynı adreste toplanır bunlar da. Geçmişi olmayanın geleceği olmaz bilir inkarın sözcüleri. Kavgada, örgütlü insan eyleminde değil dedikodu ve anılarda çoğalanlar… Geçmişlerinden ders çıkarmak adına tüm izleri olumlu gelenekleri silerek, nevrotik küfürler savurmaktır işleri. İnkâr üzerine kurulmuş teoriler yeni inkârların teorilerine gebedir hep. Yakın geçmiş hem Uluslararası hem Türkiye’de ML’le saldıran inkârcılara tanıktır.
Sağ sol her türlü sapmanın ve inkârın önünde ideolojik siyasi hatun ve eyleminle karşısında duruyor tüm yaşamınca ezen sınıflara verdiğim kavganın bir parçası olarak da bunlarla savaşacağım diyebiliyorsan eğer.
Sömürüye dayalı sınıflı toplum yapısı içinde bordroyla başlar zindan, işkence. Nerde biter bilinmez. Belki emekli aylığını alırken banka kapısında kalp kriziyle, belki işten atılan dört maden işçisi gibi kalp krizinden belki de gazetelerdeki intihar haberlerinde olduğu gibi. Ama dünyanın her yerinde aynı nedenlerle, aynı amaçlarla inşa edilen sistemli özel örgütlü işkence kurumları vardır. Sömürüye dayalı ücretli kölelik sisteminin varlık koşuludur zor ve bir dizi zorkonakları. Soran, düşünen, üreten, öneren, dönüştüren, değiştiren, direnen kitleleri hedefler, ezilenleri, emekçi halkı hedefler. Amaç bellidir. Tek tip kafalar yaratmak, sindirmek, korkutmak, yıldırmak, hiç birini başaramazlarsa nihayet direnci bedenle ortadan kaldırmaktır. Şili’de, İspanya’da, Filistin’de, Diyarbakır’da, İstanbul’da, şehir ülke adlarının önemi yok. Önemi yok aletlerin ilkel ya da modem olmasının, işkence yöntemlerinin kaba ya da incelmiş olmasının: işkence işkencedir, insanın öz saygısına değerlerine, insana yöneliktir. İnsanların sivil ya da resmi otolara adımını attığı andır zorkonaklarına atılan adım. Nerde biter bilinmez. Ortası yoktur orada hiçbir şeyin. Ya yüreğin titrer diz çökersin ağzı köpüklü saldırganlar önünde. Ya da adı İsa’yla bulunan çarmıh olur, elektrik tezgâhı olur, mahpushane olur, belki de emniyette “intihar”, darağacı olur. Bir başına iken bile, senden haberi olan olmayan, yeni dünyanın özlemiyle yaşayan insanlar adına onurunla direncinle çoğalırsın cellâtlar önünde. Kim bilir belki de can verirken cellatlar elinde, Gılgamış’ın arayıp da bulamadığı ölümsüzlük otunu yudum yudum yudumlarsın, senden sonra da tüm ezilenlerin horlananların, haklıların, direnenlerin kavgalarında.
Bilerek, seçerek, seçtiklerimiz için direnerek yaşayabiliyorsak, zorun her aşamasında insan kalacağım ben bağışlanmazlık pahasına diyebiliyorsak eğer…
Dünyanın her yerinde adı Vaptsarov, Gabriel Peri, Babuşkin olur, Ekrem, Hasan Asker, Necdet, Erdal. Deniz, İbrahim, Mahir, Hıdır, Sinan, Ercan olur. İsimlerin çokça önemi yok, kimliği bilinmeyen olur adları. Ama yol bellidir. Altın çağın ölümsüz fenerinin ışığı bitimsizdir. Aydınlıktır yol, sonsuz. Olur düştür. Gerçektir. Amaçtır; ücretli köleliğin isminin cisminin kalmadığı, tanrıların tanrılığının, kulların kulluğunun, paranın Allahlığının, mülkün sultanlığının bitliği yer…
Özlem: insanın insanlığını her türlü üretiminde, tüketiminde yaşamasıdır. Yüzyıllardır yaşatmayan; yalnızca kendisi özgür mutlu, suçlu azınlıktan hesabını sormaktır.
İçtenlikle, her türlü kişisel tutkulardan arınmış, olarak yaratıcı devrimci bir ruhla sürekli kendimizi yenileyerek, kimlerle uzlaşıp kimlerle uzlaşamayacağımızı bilerek, bilinçli, donanımlı ve yüreklice örgütlü olarak hesap soracakların safında yaşamın her alanında gücümüz yettiğince yerimizi alıyorsak ve İNSAN KALACAĞIZ BİZ BAĞIŞLANMAZLIK P.AHASINA diyebiliyorsak attığımız her adımda, Erdal’lar ölümsüzlük otunu bulmuş olacaklar gerçekten. Ve geride kalanlar verdikleri sözlerin içini gereğince doldurmuş olacaklardır.

Erdal… Hücre arkadaşı… Bir idam… Bir ölüm…
C. AYDIN

Oğuz Arslan 1963 doğumlu. 1979-1983 yılları arasında cezaevinde kaldı. Bunun 2,5 ayı Mamak Askeri Cezaevinde Erdal Eren ile aynı hücrede geçti. Evli idi, bir çocuğu var. 24 Ekim 1990 tarihinde kan kanserinden öldü. Geride oğlu, eşi, annesi, babası ve bir de…

O’nu bir hastane koridorunda tanıdım. Kendisine sağlanan taze kanlardan, kanının pıhtılaşmasını sağlayacak maddelerin ayrıştırılıp, kendisine enjekte edilmesini bekliyordu. Sanki ömrünü birazcık daha uzatacak bir işlemin yapılmasını değil de herhangi bir devlet aşuresinin önünde bir ismin sonuçlanmasını bekliyordu. Belki de beklentisinin öylesine sıradan bir şey olmasına yürekten inanmak istediği için öyle olağan bir havadaydı. Annesi; o hepimizin evinde veya yakanında, sokakta, orada, burada çok tanıdığımız kadınlardan biri, o da yanımdaydı. Bu kadını da hep O’nun, oğlunun yanında görecektim, her gittiğimde. Yaşamını O’nunkiyle bütünleştirmiş gibiydi. Gözlerinde o işlemin zamanında başlayıp, bitirilmesi beklentisinden başka bir keder, bir umutsuzluk yoktu. Hastane koridorlarının kasvetli havası, üstelik burada bir hasta olmak, üstelik burada umarsız bir hasta olmak duygusu onlara çok yabancı, çok uzak gibi görünüyordu. Biraz da şaşarak bunu ayrımsadığımda, onlar adına sevinmiştim. Hatta giderek -bu ister bilinçli bir aşkınlık olsun, ister günün akışındaki herhangi bir işe kendini kaptırmak gibi bir hal olsun- gıpta etmiştim, bu metin duruşlarına…
Uygun bur zamanda kendisiyle söyleşmek istediğimi, Erdal Ereni O’ndan dinlemek istediğimi söyledim. Yanıt vermekte duraksadığı o kısa süre içinde, buna hem istekli olduğunu, hem de birtakım kaygıları olduğunu hissettim. Daha sonra kaygısını içtenlikle ifade etti. Beni yeni tanıdığı için söyleşinin türünü ve niteliğini kestiremiyordu. O’nu anlamamak mümkün değildi. Sağlığı yerinde olsa önemli değildi, ama bu durumda hiçbir yerle uğraşmak istemiyordu. Başının belaya girmesini göze alamıyordu. Çünkü onların ne kansız, ne insafsız, ne cani olduklarını çok iyi biliyordu. Ayağından yaralı bir arkadaşını konuşturmak için paslı telle yarasını nasıl kurcaladıkları unutulur gibi değildi. Çığlıkları halâ kulağındaydı. Bu saatten sonra bunlara dayanamazdı.
Bağışlanmak dileğini anlatan bir tarzda bunları anlattıktan sonra “Erdal…” dedi, “Çok iyiydi, öyle ki, canını verirdi, canını! …” Konu Erdal’a geçtiğinde gözleri bambaşka bir insanın gözleri oldu. Sevgiyle parladı. Yüzüne aydınlık bir gülücük yayıldı. Coşku ile aramıza yeniden geldi. Gözlerini hatif kısarak uzak bir yerlerde onu görür gibi baktı. “O gittikten sonra üç ay kendime gelemedim. Üç ay yemek yiyemedim. Sadece yoğurt yedirebildiler bana.” Sustu bir süre. Gidişi ve öncesi canlandı belki de gözünde… “Konuşur, konuşur, konuşurduk… Konuşacak şey kalmazdı…! ‘Ya Oğuz, şuraya dört-beş arkadaş verseler de bir katil kim oynasak!’ derdi. Bu oyunu çok severdi!” dedi. ‘Katil kim?’ oyununun nasıl oynandığını anlattı. Bir tanesinde KATİL yazılı kâğıtların dağıtılıp, grupta elden ele dolaştırılarak, oyunun sonunda elinde KATİL yazıl kağıt kalan kişinin cezalandırıldığı bir oyunmuş katil kim?’…
Erdal Eren ile iki kişilik bir hücrede iki buçuk ay birlikte yaşamışlardı. Oğuz da son uzun cezaevi yıllarından önce ele avuca sığmaz bir insan olarak bilinir, yörenin bütün karakollarında tanınırdı. Her eylemden sonra O’nu malum zanlı olarak karakola çekerlerdi. Ama Erdal Eren’i anlatırken yine de hayranlıkla anlatıyordu: “Erdal hücrede bıkmadan yorulmadan volta atardı…
-Yahu Erdal, yeter artık, yorulmadın mı? Seni seyrederken ben yoruluyorum,” derdim.
“- Oğuz biliyor musun, ben dışarıdayken öyle hareketliydim ki, şimdi buradaysam, beni iki dakika sonra başka bir semtte görebilirsin”, derdi. Bir olay anlatmıştı… Bunu, yanında ayağından sakat bir arkadaşıyla polis kovalıyormuş. Ama iki polis otosu! Arkadaşıyla ikisi yaya… Sakat arkadaşı önde, bu arkada, kovalamaca şehrin dışında bir tarlaya kadar sürmüş. Otolar hâlâ arkalarındaymış! Bu, arkadaşını koruyormuş. Bana bu olayı anlatırken, ayağı sakat olan arkadaşının o haliyle nasıl çevik, kendisinden daha hızlı koştuğunu ‘böyle  böyle…’ diye taklidini yaparak gösteriyordu. O tarlada nasıl yakalanmadan kaçtıklarını, nasıl izlerini kaybettirdiklerini zevkle anlatmıştı. “İşte öyle çekirge gibi pat orada, pat burada olurum. Bu ne ki” derdi…
Oğuz bunları anlatırken, coşkuyla kendini kaptırıyor, o anı yaşarcasına, karşısında Erdal varmışçasına canlanıyordu. O’nu böyle anılarla birlikte saran coşkunun, söylediklerinden çok daha fazlasını anlattığının ayrımında değildi.
Onca işkenceden, aklına hayaline sağdıramayacağı kötülüklerden inatçı, bükülmez bir iradeyle sıyrılıp çıktıktan sonra, Erdal’la birlikte kapatıldığı hücredeki yaşantı O’na, Erdal’ın da yanından alınıp götürülmesinden sonra, unutulmaz güzellikte ve doğallıkta bir süreç olarak göründü. Anılarında hep öyle kaldı. Erdal da tıpkı O’nun gibi ele avuca sığmaz bir delikanlıydı. Sık sık ‘dört-beş arkadaş gelse de katil kim oynasak! …’ diyecek kadar da çocuksu zevkleri vardı. Oturamıyordu, yerinde duramıyordu, durmadan volta atıyordu: şimdi çıksa, yine polis otolarını atlatacak kadar çevikti, kanı kaynıyordu. Yaşam doluydu. Arkadaşlığı da bambaşkaydı! Birbirlerinin kazaklarını giyerlerdi. Hâlâ O’nda Erdal’ın bir kazağı dururdu. Erdal felçli bir arkadaşını çok severdi En çok onu anlatırdı.
“Bir gece geldiler. Erdal’a Haydi, seni bir yere götüreceğiz’ dediler. Hemen anladı.
-Oğuz, beni götürüyorlar! dedi.
-Ulan oğlum, deli misin? Senden başka adam mı yok idam edilecek, bir sürü faşist var! dedim.
-Yok… Beni idama götürüyorlar, dedi. Beni kucakladı, öptü biliyon mu? “
Bunları söylerken sesi, Erdal’ı idama götürülmediğine ikna etmek için inandırıcılaşıyor; Erdal’ın sözlerini aktarırken hiç kanmaya yanaşmayan bir kesinlik kazanıyor: ‘öptü biliyon mu?’ sorusunu hayret ve hoşnutluk karışımı bir ifadeyle soruyordu.
Hayreti, O’nu öpmüş olmasına değil, o anda bunu düşünebilecek bir metaneti, ince duyarlılığı gösterebilmiş olmasındaydı, sanırım. Belki biraz da bütün günü, anılarını, özlemlerini karşılıklı paylaştıkları, kazaklarını değiştikleri, ağız dolusu birlikte gülüp, birlikte küfrettikleri, konuşacak şey kalmayana dek konuştukları birinin, daha “katil kim?” oyunu oynayamadan yanı başından alınıp, ölüm gibi soğuk, insanın kanını donduran; idam gibi insan olmak duygusuyla karşıt, yüreğin ve beynin sınırlarını zorlayan, yadırgatıcı bir kavrama, bir yere götürülmesindeki dehşet verici anlamsızlık, zorbalık karşısında gösterdiği bu son derece sakin, yalın ve insani tavır O’nu hayrete düşürmüştü. Daha gencecik adamı, daha dün katıl kim oynayamadığına yakınan çocuğu, daha dün polis otolarını atlatan bu delişmeni idama götürüyorlardı! İşte o çocuk, o delişmen, şimdi bilgece bir metanet ve yalın bir sıcaklıkla hücre arkadaşını kucaklayıp öpüyordu! … ”Güzleri bağlanmadan önce slogan attı. Bağlandıktan sonra da slogan atarak gitti…” Oğuz allak-bullak olmuştu. “Üç ay kendime gelemedim, üç ay yemek yiyemedim..”
Bundan öte duygularını ifade edecek bir söz bulamıyordu. Tekrar görüşmek için anlaştık, birkaç gün sonra aradığımda artık hastanede yatıyordu. Gittiğimde hastanede buluyordum, kendisini. İyileşmek için umut besliyordu. Bunu çok cesaretle söyleyemezse de anlıyordum. Kaplumbağa kanının iyileştireceğini duymuştu. Bulup, içmişti. Doktorunun, kanını değiştirmek için, bu tedavi süresinin tamamlanmasını beklediğini söylüyordu. Ameliyat yapacak doktoru gösterdi bana. Her gittiğimde, biraz daha kötüleşmiş görünüyordu.
Hastalığının, çektiği işkencelerle, cezaevinde kaldığı süre içindeki yoğun gerilim, tehdit ve baskı ortamıyla, hatta Erdal Eren’in idama götürülüşüne tanık olmasıyla içine girdiği psikolojik durumla kendi deyimiyle üç ay kendine gelememesi ile ve tüm bunların bünyesinde bıraktığı fiziksel ve duygusal etkilerle doğrudan bir ilgisi var mı, bilemiyorum. Büyük oranda payı olduğunu düşünüyorum. Oğuz bu hastalıktan kurtarılamayarak kısa bir süre önce öldü. Biz sorularımızla baş başa kaldık. Tip bilimi bu hastalığa tam bir açıklama getirdiğinde, belki dokunamadığımız birçok soruya net yanıtlar alabileceğiz. Bu dilek her ne kadar gerçekliği değiştirmeye yetmese de…
Oğuz gibi dolaylı veya Erdal gibi doğrudan; her halükârda yaşamı bir mücadelenin karşılığı olmuş insanların yaşama sarılışlarındaki örnek güzellik -kimi zaman hazin olsa da- anıt gibidir. Bu anıtları yüreklerimizde özenle korumalıyız. Ama bu kendimizi onarma ve toplumsal geleceğimiz için adımlar atma yeteneğini gösterebildiğimiz ölçüde mümkün olabilir. Onlara bağlılığımızı, gönül bağından öte, yaşamımızda ifadelendirmeliyiz. Erdal Eren’in yargılı ölüme gidişindeki yalın güzellik. Oğuz’un yüreğinde -Erdal Eren’in son tanıklarından birinin yüreğinde- efsanevi bir görkemle yaşadı. Ne var ki, Oğuz’u da 12 Eylül’ün kurbanlarından biri olarak kaybettik.
Onuncu yılında 12 Eylül hâlâ kurbanlarını almaya devam ediyor. Erdal Eren ve diğerlerinin duraksamasız gittikleri darağaçları hâlâ duruyor! 12 Eylül tutsakları hâlâ cezaevlerinde, hâlâ cezaevleri dolduruluyor! En ilkel sorgulama yöntemi işkence, en son teknoloji ile donatılıyor! Dumura uğratılmak istenen belleğimizi tazeleyip, bu basit karşılaştırmadan payımıza düşeni açık yüreklilikle önümüze koymalıyız.
Erdalları, Oğuzları ve diğerlerini saygıyla ve coşkuyla anma hakkımızı gözden geçirmeliyiz. Buradan başlamalı, bunu yapmalıyız, en azından…

Doyulmamış bir dostluğun ardından (Turan Dursun için)
Sait EFE

Köy gecelerimi anımsıyorum. Çocukluğumu. Dam üstünde, çardakta yattığımız günleri. Gözlerim pırıl pırıl uzayda. Kulaklarım çın çın öten sessizliğinde doğanın. Yıldızlara bakıyorum. Yıldızlar… Büyük küçük, yakın, uzak, parlak, mat. Parlaklar varsıl, matlar yoksul izlenimi uyandırıyor insanda. Samanyolu sonra. Sonsuzdan sonsuza giden yol. Düşsel umut gibi apak. En çok yıldız kaymalarına takılıyor gözlerim. Üzüntü ve korkuyla, Yıldız kaymalarıyla, insan ölümü arasındaki ilişkiyi öğrenmiştim anamdan.
Bir yıldız kaydı. Bir yıldız daha. Bir it havladı iki ev ötede. Bir çocuk ağladı itin sesine. Yanık bir ses yükseldi yamaçtan. Sevgi okuyor, istek dokuyordu kavalıyla çoban. Yıldızlar kayıyor ama… Eceli gelenlerin yıldızları. Daha geniş, daha parlak ışık saçarak uzaya.
Otuz yıl geçti aradan. Çardaktaki özgür çocuk değilim artık. Nemli beton duvarlara çakılıp kalıyor gözlerim. Çın çın öten doğa sesi yok kulaklarımda artık. O zaman yıldızların kaydığını görünce insanların öldüğünü düşünüyordum. Şimdi insanların öldürüldüğünü duyunca, yıldızların kaydığını.
Dört Eylül bin dokuz yüz doksan! Bir yıldız daha kaymış olmalı bugün. Samanyolu üzerinden aşağılara doğru, ışığını saca saça. Bir insan daha öldürüldü bugün. Bir ışık daha söndürüldü.
Eski müftü Turan Dursun’un kişiliğinde. Bir ışık ki, binlerce yıllık ilkelliğe, karanlığa karşı yanan, ilkelliğin, karanlığın içinden çıkmış üstelik.
Safo’lar duydular mı acaba? Hösso’lar, Hamame’ler biliyorlar mı “Küçük” Türko’Iarının vurulduğunu.
Ne çabuk Turan abi? İvedin neyeydi böyle? Pazardan pazara sekiz, bir dahaki pazara en beş, Pazartesi on altı, salı on yedi gün olmuştu tanışalı daha. Nasıl da ısınmıştık birbirimize. Aynı koşulların çocuğu olarak. Tanıyıp da ısınmayan var mı ki sana, ışık düşmanları dışında. Bir saatlik dostluğu için ozan Ahmet Can Akyol neler yazmış:
Karanlıklar sır perdedir.
Yırtar kalem gün serdedir
Pusulara gölgem düşmüş
Akar düşüm gül pembedir
Gün batıyor gün batıyor
Koşuyolda gün batıyor
Teni ışık teri ışık
Sel sel olmuş kan akıyor.
Öldüğüne inanmıyorum. Yıldızının kaydığına da. Belki kaymış olabilir. Kaybolmadı ama. Kayarken ulaştığı en koyu parlaklıkta, samanyolunun az aşağısında duruyor şimdi. Dünya durdukça da duracak. Orada yanacak hep. Şatolar Hamameler aydınlanana, karanlık beyinler daha da karanlıklarda kaybolana kadar. Biz yalancı değiliz ki mumumuz yatsıda sönsün.
Yatsı da olmuyor ki bir türlü. -değil mi Turan abi Baksana Bahriye Üçok’u da vurdular. Aynı adamlar, aynı amaçla üstelik. Neymiş? … Tesettüre karşıymış. Neymiş? … İnsanın insan olduğunu savunmuş, kul değil de. Neymiş? Laikliği savunuyormuş? Savunduğu da laiklik olsa bari. Mollasız bir dini düzen. Din istek dışı okutulacak çocuklara yine. Sabah uykusuna hasret kalacaklar, minareye yakın oturanlar. Sağlık kadar, eğitim kadar, hatta daha çok para ayrılacak bütçeden İslamiyet’e. Başka dinde, başka inançta insanlar yokmuş gibi ülkede. Sabah, akşam Arapça dersler dinleyeceğiz televizyonda, radyoda. Sıkıysa dinleme. Yiğitsen karşı çık. Başın dik. alnın açık. Üç kör kurşun, bir bombalı paket yeter de artar bile. Ortalığı karartmaya
Şimdilik tabii. Kayan yıldızları çoğaltarak.
Kayan her yıldız kaybolmuyor ama. Yaşıyor yüreğinin en derin köşesinde halkın. Yoksa, nasıl ölür ölür dirilir Pir Sultan? Silahı kucağında Nurhaklarda nasıl dolaşır her sabah Kadir, Sinan? … Kızıldere’de Mahir, Darağacında Deniz, her doğan yeni gün nasıl haykırırlar ölüme karşı? Samanyolu derisiyle, her gün, her gün nasıl sokak sokak dolaşır Hallacı Mansur? Dünyayı durduramadılar. Korkulan da bu ya Bruno’yu yakanların.
Ne mutlu sana ki, adın bunlarla anılıyor. Ne mutlu sana ne mutlu sana ki sönmeyecek ışığa bir soluk da sen verdin.

PERDECİ-Mehmet ESATOĞLU
İnsan hakları ana dilinden gayrı

Birdenbire Perdeci, birdenbire geldi o an. Hiç ummadığım bir anda, ayağa kalktım: İki çizgi var; bir adım öncesi, bir adım ötesi.
Bir adım öncesi, otobüste Kürt kadını parmaklarının ucuyla dokundu ağzımdan çıkacak ilk sözcüğe… “Dur! Sen konuşma, beni dinle belki kadın olduğum için bana daha az işkence, daha az hapis… Uff… Saçmalıyorum galiba. İşkencenin, mahpusun azı çoğu…”
“Peki, o sözcük dolacak? Bir mermi gibi fırlayacak dudaklarından. Dağılacak. Zerrecikleri dinleyenlerin yüzlerini yalayacak, duvarlarına çarpacak salonun. Bir akşamüstü ürpertisi dolaşacak ortalarda. Salonda dost var, düşman çoğunlukta mı acaba? Dudağından çıkacak o sözcük bir bıçak gibi yarayacak, kanatacak. İşte o andan sonra herkes sağlam basmadığı zemini terk edecek.”
Şovenlik kol geziyor.
“Bak Perdeci, o anda zamanın belirleyici anlarından biri. Bıçak gibi. Kesti mi arı sokmuş gibi sızlatan. Ayağa kalkışımla başladı. Dudağımda ilk sözcük yürüyorum. Durduruyorum zamanı söylemesem mi acaba? Sussam kapalı kalacak birçok şey, açıklığa kavuşmayacak. Oysa şimdi sözcük orada ya da burada değil tam dilimin ucunda, bütün gerekçe duvarlarını yıkmış geliyor. Dilimin ucundan hafif bir soluk alıp uçuracak onu rüzgârlara…
“Hani bir an vardır beklenen, umuda, işte o an gelir bir gün ardından kalın bir çizgiyi çekerek. Öncesi ve sonrası diye. İşte az sonra dudaklarımdan fırlayacak sözcük ağır ağır çekecek o çizgiyi. Nabız yeni bir süreçte çarpmaya başlayacak.”
“Kimi zaman pişmanlık egemen olur ortalığa. Keşke… Keşke diye yazılır. Dünya döner zaman geçer artık keşkeye olanak tanımayacak ölçüde her şey su yüzüne vurur. Zaman keşkeyi sollamıştır.”
Perdeci “şoka uğruyorsun cehennemlik bir iyi niyetle herkesi dost hanesine yazmak istiyorsun. Karşındaki küçük küçük ayrıntılar da gerçeği söylüyor, duymuyor musun?”
“Kürsüde herkes bana mı bakıyor? Yo hayır kürsüde değilim. Otobüsteyim. Mola yerinde koltukların arasından geçiyorum direksiyona doğru. Kürt kadını arkamdan yürüyor. Basamaktan inerken dönüp yüzüne bakıyorum, nasıl karar verdik? Basit bir an şakalaşır gibi. Konuşacağım. Çevremdekiler şaşkın gözlerle bakıyorlar yüzüme. Evet konuşacağım. Sesim bizim Dağıstan’ın türkü söyleyişi gibi. İncecik yayılacak kürsüden. Bir ulusun soluğu duyulacak salonda. Şaşıracaklar.
“Şaşırtıcı bir ulusuz. Tüm tarihimiz şaşkılara düşürmüş insanları. 84’ün en umutsuz Ağustos’unda patlayan tüfek gibi. Barışa hasret bırakmış bizi cumhuriyet tarihi…
“Dağlarda Spartakus misali vurmuşuz, vurulmuşuz. Adımız dağlarca anılmış. Vurulmuşuz, ele geçmişiz koymamış. Yok sayılmışız, yaralanmışız ille de dostun gülüyle…”
Sabahın erken saatinde ülkenin dört bir yanından başkente gelerek insan hakları aşkına toplanmıştılar. Bir anons “şimdi o diyarın delegesi konuşacak insan hakları üstüne.”
“Bütün ulusun, bütün çağların ağırlığı omuzlarında yürüdüm kürsüye. Durdum. İnsan hakları bizim diyarda… diye başlayacağım gülesim geliyor. Hiç bir zaman bizim diyardan geçmemiş insan hakları. İnsan sanılıp katledilmiş hayvan hakları çiğnenmiş gelincik hakları… Hakları… Haksızlıkları.
Köyün ortasında çırılçıplak soyulan, saldırıya uğrayan, zorla ırzına geçilen kadınlar, patlayan erkek tabanları, yarılmış kafalar, bok yedirilen dudaklar. Cipe bağlanarak yerde sürüklenen, işkenceyle öldürülüp kurşuna dizilen, elbiseleriyle bilinmeyen çukurlara gömülen… Vurucu tim, ezici tim, resmi işkence, gayri-resmi cinayet bütün bunların ortasında insan hakları… İnsan haksızlıkları ve bizim insanlarımız.
“Kürsüdeyim. .Anlatacağım ama bu kez kendi ANADİLİMLE. Bin yıldır toprağımdan öğrendiğimle.
“Dur! yalvarırım dur. Ben anlatayım. Henüz kürsüde değilsin, yol kenarındaki tabelalara bak başkente daha var. Kürsüdeki sözcüğe daha var. Dur! Beni dinle…
“Sonsuz bir boşluktayım artık Perdeci. Yalnız parmak uçlarım belli belirsiz yere değmekte. Sözcükler belleğimden akıyor dilimin ucuna. Bileğini sıkıyorum farkında olmadan yanımdaki Kürt kadınının. Anons. Ayağa kalkıyorum. yürüyorum. Kürsüden son kez ona bakıyorum.”
“Kürt kadınının gözlerinde hüzün, cezaevinde bir görüş sonu bakışması gibi.” “Hayır, veda yollama bana az sonra ineceğim bu kürsüden yeniden koşacağız kendi diyarımıza açlık grevinde solmuş göz ferleri bizi görünce ışıyacak, türküler doruğa varacak.
Başkentin ortasındaki bu kürsüden coşku anadilimle yayılacak dört bir yana. Bizimkiler başlayacak halaya. Davul bizi bekliyor. Güneş bulutun ardında sabırsız. Bakma öyle veda eder gibi ineceğim. Sonsuza dek kalmayacağım bu kürsüde. O diyar zindanlarındaki koro. Cudi dağındaki köylü kadını, Cizre sokaklarındaki kalabalıklar. Büyük bir koro bu. Uğultular yükseliyor kulaklarımda.
HEEEYYY BÜTÜN TARİH. BÜTÜN BİR ULUS. SOLUĞUM SOLUĞUNUZDA. HAYDİ HAAAA…
Dudağımdan ilk sözcük işte böyle çıkıverdi. Gözlerde şaşkınlık gözlerde korku, gözlerde gurur.
Tam iki omzumun ortasında yakıcı bir sızlama:
“Oturuma on beş dakika ara verilmiştir.”
Arkama baktım bembeyaz saçlı babam kadar saygı duyduğum bir hukukçu. Oturum başkanı.
Hukukçu gözlerinde yılların yorgunluğu önüne bakıyor.
Bir an yutkundu “ben insan hakları kuruluşunu hukuk cellâtlarının elinden kurtarmak istedim. Şuraya bak Perdeci. Güvenlik mahkemesinin çatısına. Nasıl tünemişler? Korkunç gözleriyle gözlüyorlar. Ellerinde iktidar marka satırlar biliyorlar. Hak, hukuk, yasalar emirlerinde her şeyi yontarlar para babalarının istediği biçimde. Bu görüntü yirmi birinci yüzyılın hukuk çirkinlikleri anıtı adeta. Ben bir hukukçu olarak bu hukuksuzluk denizinde korumak istedim. Düşündüm ki ‘ara verdim’den sonra konuşursa belki suçun oluşması açısından derneğin yasal durumu… Uff.. İşte böyle bir anda benim de tavrımı tarih böyle yazdı deftere.”
Perdeci “hukuki yollar. Yasanın çizdiği bıçak sırtı dönemeçler. Clarence Darrow’u bilir mısın. Büyük bir hukukça. Yüzlerce insanı idamdan kurtarmış. Reddedilir bir savaşım değil ama idamlar idamı üreten çarklar aynen berdevam. Bence bütün davalar siyasi. Bu yüzden gerçek adaleti bulmak olanaksız. Önceden veriliyor kararlar, karşısındakiler ister suçlu olsun ister suçsuz.
“Peki ya sen verdiğin arayla kurtardın mı zevahiri?”
“Komiser ayağa kalktı itiraz yağmuruna karşın çevirdi numaraları yaptı telsiz anonslarını. Geldiler… Geliyorlar… Gelecekler.
Merdivende yaşlı bir demokrat geçti önlerine “evet, konuştu anadilini ama vermezler onu size vermezler.”
Güvenlik güçleri bir an durakladılar. Düşündüler. Yasal bir kongrede caddede adam toplar gibi davranamazlardı.
“Anadilimi konuşurken salonu terk ettiler göğüslerindeki “demokrat” yaftasından utanmadan. Derneği kurtaralım derken ulusu es geçtiler. Savundular insan haklarını anadilimden gayrı.”
Bana da “konuş” diyorlar “anlat derdini yabancı bir dille.”
“Taviz vermek, bir şeyler adına, ulus olarak. Verilmedi mi? Yüründü uzunca bir dönem gide gide bir arpa boyu bile yol almadan. Ulus konuşur dilini özgürce dağda bayırda. Korku savunamadı onu mini minnacık bir salonda.”
“Ben bu kürsüde bütün bir ulus adına konuşuyorum anadilimi özgürlüğüm pahasına. Konuştum alkışladılar, konuştum sessiz kaldılar, konuştum salondan kaçtılar.”
“Konuşmam bitti, geldiler… Kürt kadınını bu kez daha acı bir bakışla yakaladım, parmaklıklar bizi bekliyor beni ve çevirmeni.”
“Kürsünün az ilerisinde şoven fısıltılar boğuyor beni. Şoven gözler… Dost gözler… Şoven gözler vahşi bir bakışla haykırıyor” “haydi yürü zindanın dibine”.
“Dışarıda beni bekliyorlar. Dostlarım vermemeye kararlı. Dost görünenler kayıtsız. Bir soru: Peki şimdi ne olacak?”
Yapacak pek bir şey yoktu. Sözcük çıkmıştı dudaklarımdan tarihe yazılmışa.
Ancak ortada çözümsüz bir durum vardı. Sıkışıklık giderek doruğa varıyordu.
Çözümsüzlüğün kördüğümünde kapıdan içeri giriverdi sosyal-demokrat milletvekilleri. Bu bir rastlantı mı? Açtılar kollarını bana doğru. Dostlarım kuşkuyla süzdü onları. Milletvekillerinden biri ne yapalım ki iktidar bizde değil. Dışarıda bekliyorlar seni. Götürmeye. Düşündük seni aramıza almaya karar verdik. Tam ortamıza. Bize dokunamazlar çünkü dokunulmazlığımız var. Yeni bir darbeye kadar. Bize dokunamadıklarına göre sana da dokunamazlar.
Halkımız “basiretim bağlandı” der ya. Bağlandı kimi gözler “tek çıkar yol bu” gibisinden bakarken yüzüme.
Yürüdüm bile bile ladese. Yürüdüm belki bu kez yanılırım diye. Tam salondan çıkacakken onların ardında 1 Mayıs’ta 1 Mayıs alanına yürümeye kalkmış yalnız bırakılmış, odunla dayak yemiş kalabalıktan biri tuttu kolumu. Tuhaf bir bakışla baktı yüzüme. Anlamadım o an anlamını. Yürüdüm tam ortalarında çıkışa.
Kapıdan çıkarken tam karşımızı kestiler. Bir yel esti, Sosyal-demokrat milletvekillerinin kararlılıkları savruldu çöp bidonlarına doğru.
Yanlış anlama Perdeci itmediler beni onların ellerine. Yalnızca tuhaf, yapışkan, sümük gibi bir hareketle sıyrıldılar, bıraktılar beni dımdızlak orta yerde.
Şoven homurtular ve sövgülerle dövüle itile tutarken biz zindanın yolunu, uzaktan hala anadilinden gayrı insan haklarına dair bir oturum sürüyordu başkentin orta yerinde.
Yiğitlik değildi yaptığım. Donkişotluk da. Yalnızca anadilimi konuştum hepsi o kadar.


SAVAŞ OYUNLARI – 3
“Savaşa Hayır” deyin;
Adı yok ülkeler olmasın
Aynur SARICA

Savaş tartışmaları, gazetelerin manşetlerinden, birinci sayfalarından iç sayfalarına doğru yol alıyor. Ancak bazı “gafiller”‘in “artık dünya barışa gidiyor” dediği günlerde patlak veren körfez krizi hala önemini koruyor Ortadoğu halkları için. Yalnız onlar için mi acı verici savaş? Daha on beş gün önce yazdı gazeteler; Amerika 35 bin tabut gönderiyor Körfeze… Bu ay konu edindiğimiz iki oyun bir kez daha çağırıyor insanları “savaşa hayır” demeye… Hem Amerikalıları, hem Arapları, hem Türkleri, hem Kürtleri… dünyanın bütün halklarını…
“Savaş Oyunları” dizimizin bu ay iki konuğu var. Biri Edward Bond’un Savaş Oyunları. Bond’un bir üçleme olarak kaleme aldığı oyunun “Kavruk ve Cahil” isimli son bölümünü konu edindik. Diğer oyunumuz ise Bond’un oyununa benzer bir üslupla derlenen “Savaş Oyunu.” Sermet Çağan ve Özdemir Nutku, Nazım Hikmet ve Bertolt Brecht’in şiirlerinden de yararlanmışlar oyunu kaleme alırken.
Bu iki savaş oyunu, savaşa karşıtlık temelinde birleşirken, savaşların nedenleri noktasında ayrı düşüyorlar. Bond savaşın yıkıcılığını dile getirirken, ahlaksal bir bakış açısı sergiliyor. “Özgürce bilgi edinebilme hakkını” demokrasi olarak niteliyor.
Sermet Çağan ve Özdemir Nutku’nun oyunu ise egemen ahlak anlayışından öte, bu ahlak anlayışını yaratan sistemi eleştiriyor.
Canavara dönüşen insan
Amerikalı yazar Edward Bond’un oyunu, temel olarak canavara dönüşen insan imgesi üzerine kurulu. Zaten oyunun başkişisinin adı da Canavar.
Bond’un imgeler ve soyutlamalar üzerine kurulu oyunu, canavarın bir bombardımanı şiirsel bir dille anlatmasıyla başlıyor. Oyun büyük bir savaşın öldürdüğü insanların var olsalar nasıl bir dünyada yaşayacaklarını anlatıyor. Anlatıcı konumundaki Canavar ve diğer oyun kişileri; anne, oğul bu büyük savaşta ölüyorlar. Canavar henüz annesinin kamında embriyonken yaşamını yitiriyor. Daha dünyaya gelmeden ölüyor. Daha sonra öncesinin hepsi birer anlatıcı durumunda olan oyun kişileri bu büyük savaş öncesinin dünyasını canlandırıyorlar.
Öğrenme, aşk, yeme, satış, çalışma, ordu ve cenaze bölüm başlıkları altındaki sahneler insanları ölüme götüren yolu aydınlatmak amacını taşıyor. Bond, savaşın yıkıcılığını anlatmakta çok usta olmakla beraber savaşa giden yolu yanlış tarif ediyor. Suçu eğitim, alış veriş, evlilik vb. gibi geleneksel kuramlarda arıyor. Savaştaki şiddetin kaynağını bu kurumlardaki ilişki biçimlerinde de bulguluyor. Bu yanıyla üst yapısal kuramlara takılarak asıl ekonomik olguyu -üretim ilişkilerindeki ezen-ezilen çelişkisini- göz ardı ediyor. Bu bakış açısı onu iyi/kötü ayrımına ve ahlakçı bir bakış açısına götürüyor. Bond’un oyunundan şu sonucu çıkarmak mümkün; “Eğer dünyada herkes iyi insan olsa savaş çıkmaz”
Bond keskin gözlem gücüyle pek çok doğru saptama yapıyor. Savaş ortamının yaşamın her alanına yansımış olduğunu söylüyor örneğin. Eğitimin kuralları, evlilik yaşamı, çalışma yaşamı, hepsi şiddet ve rekabet üzerine kuruludur. Bond kendine özgü şiirsel ve metaforlar içeren diliyle -kendisi adını böyle koymasa bile- bize kapitalist toplum olarak nitelenebilecek toplumun ilişki biçimini gözler önüne seriyor. Özellikle çalışma yaşamını ve eğitim sistemini geliştirdiği sahnelerde…
Canavarın, yanlışlıkla üzerine tükürdüğü çocuğa, sistemin kurallarına göre şunları söylemesi gerekir. “Tükürmek hijyenikle bağdaşmaz ve mankafaların işidir. Bu tükürükle dostluğumuzu tehlikeye atanız.” Daha sonra o da arkadaşının koluna tükürmeli ve el sıkışıp barışmalıdır. Öğretmenin Canavara söylediği budur işte. Bu kelimenin tam anlamıyla burjuva demokratizmidir.
Bond’un çalışma yaşamını anlattığı sahnede ise insanlar, bir fabrikadaki işi alabilmek için birbirlerinin acılarını görmezlikten gelirler. Kendilerine, birbirlerine yardımcı olmamayı aklayan bahaneler bulurlar. Bond, bu sahneyi şu sözlerle bağlar: “Kolay değil, adil olmayan bir dünyada adil olmak”, işte çok doğru bir saptama daha! Ancak Edward Bond, doğru saptamalarına yanlış çözümler öneriyor. Ona göre özgürlükçü olduğunu iddia eden “elleri kanlı, yürekleri karanlık, kara cahil yöneticiler” özgürlükçü değildir, (burada hem fikiriz kendisiyle) Bond’un demokrasi ve özgürlük anlayışı ise şu cümlede beliriyor!
“Demokrasi oy kullanma hakkı değil, özgürce öğrenilen bilgidir.”
“Özgürce öğrenilen bilgi” ne anlama geliyor? Yani bilgi ipotek altındadır ve eğer bu bilgiler herkese ulaşırsa kişi özgür olacaktır. Yani nedir? Tamiri, giysisini, yemeğini kendisi yapabilecek, en zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bilgi edinecek ve böylece kendi kendine yeter olup dolayısıyla da özgür olacaktır. Bu anarşist düşünce biçimi hiçbir zaman gerçeklik kazanamadı. Savaşa karşı olmakla teknolojiye karşı olmak arasında çok, hem de pek çok fark var.
Ayrıca Bond’un zincirleme olarak birbirini takip eden mantık halkaları devam ediyor; Her türlü kurumsal yapıya salt ve mutlak karşı çıkışı savaş konusunda da aynı tavrı takınması sonucunu doğruyor. Soyut bir özgürlük anlayışına sahip olduğu kadar, soyut bir savaşa karşı çıkışa da sahip Bond.
Ancak son tahlilde sosyalistlerin de her ne şekilde olursa olsun işçi sınıfının iktidarını hedefleyen savaşı zorunluluk olarak gördüklerini, savaş hayranı olmadıklarını göz önüne tutarsak ve bu bakış açısıyla Bond’un oyununu savaş karşıtı yönüyle ele alacak olursak, çok etkili tarzda yazılmış olduğunu inkâr edemeyiz. İşte silahlanma yerine bir bölüm:
“Oğlum, benim ona babalık ettiğim yaşa geldiğinde
Yeryüzünde o kadar çok füze vardı ki
Bir kirpi gibiydi dünya
Sanki küçük bir elmaymış da, uzayda dikilen bir dev onu bir
Isırışta yutacakmış gibi işten bile değildi yok olması
Sanki titreşimden füzeler ateşlenir korkusuyla
İnsanlar parmak uçlarında yürüyorlardı
Güvenlik öyle gelişmişti ki herkesten kuşku doyuluyordu.
Roketler ambarlarında dururken bile korudukları toplumları yok ediyorlardı. “
Tank-top var, süt-ekmek yok
Sermet Çağan ve Özdemir Nutku’nun derledikleri savaş oyununun Edward Bond’un oyunuyla üslup benzerliği olduğunu yazmıştık yazımızın başında. Bu oyunda adı yok bir ülkede “Ahmet Bey”,”Fatma Hanım” gibi reel isimlerin olmadığı, ama her cümlesi gerçek olan, zaman kavramı içermeyen bir oyun. Savaşın evrensel yıkıcılığı yazarları evrensel bir dil kullanmaya itiyor olmalı.
Yoksul insanların ülkesi adı yok ülke. Zenginlerin çok zengin, fakirlerin çok fakir olduğu bir ülke. Denizaltıların, topların, tüfeklerin, barutların cephaneliklerin binlerce metre kare alan kapladığı ülkenin insanı nasıl fakir olmaz.
Ülkenin yöneticileri Volutenya adında bir başka ülkeye savaş açmışlardır, ülkenin insanları yerini bile bilmez Volutenya’nın… Fısıltıyla sorarlar birbirlerine: “Volutenya neresi?”
Yöneticileri adını bile zor telaffuz ettikleri, yerini haritada bulabildikleri bir ülkeye savaş açmıştır. Bond’un Canavar tabir ettiği kişiyle bu oyunun “deli” karakteri arasında paralellikler bulunabilir. Ancak bu sefer ayakları daha sağlam yere basan bir kişiliktir. Delidir, çünkü onun gibi düşünmek ve konuşmak genel-geçer düşünce sisteminde “delilik” olarak algılanır. Bunu anlamak için, savaşın ardındaki ekonomik ilişkileri anlatan, Trompetçi ve Delinin kısa diyaloguna göz atalım.
TRAMPETÇİ: Vatandaşlar! Şanlı tarihimiz Yalanları ve bayrakları için kan dökenlerin destanlarıyla doludur.
KORO: Destanlar, destanlar, destanlar…
DELİ: Bonolar, hisse senetleri, tahviller.
TRAMPETÇİ: Kutsal topraklar uğruna…
KORO: Kutsal topraklar uğruna…
DELİ: Silah fabrikaları uğrana, Vickers. Armstrong, Krupp sülalelerinin milyarları uğrana…
TRAMPETÇI: Bugünün çocuklarının, yarının büyüklerinin mutlulukları adına…
DELİ: Standart Oil uğrana, Mobil, Shell, British Petrol uğruna, Rockefeller sülalesinin mutluğu uğruna..
TRAMPETÇİ: Koşun, askerlik şubelerine koşun… Vatan sizi bekliyor, koşun…
DELİ; Koşun , koşun… Vickers Rotchild, Rockefeller Thysen, Krupp sizi bekliyor.
Böylesine ya deli diyorlar, ya komünist..
Barış geldi sustular
Bu savaştan mezarlıklar dolusu ölüler döner. Dullara, yetimlere şehit maaşları döner. Ama babalar, oğullar sevgililer, eşler dönmez. “Barış.. Barıııııııış”‘ diye haykırır gazeteler.
Bu sefer barışı tam sayfa girerler. Ama barış yanında sevinç getirmez. Trampetçi Pandora’nın Kutusundan UMUT’un çıkmasını engellemiştir bir kez. Barış yanında ölüleri ve suskunluğu taşır.

Aralık 1990

Bu kez grizu değil! Madenlerde genel grev kıvılcımı

Zonguldak’ın maden işçileri zor ve şanlı bir görevle karşı karşıyalar. Kararlılıkları, mücadele azimleri, gösterecekleri yiğitlik, tüm işçi sınıfımızın cesaretle ileri atılması için bir dayanak olacaktır. Zonguldak işçileri bu bilinçle davrandıklarında her güçlüğü aşabilecek, tüm işçi sınıfı ve emekçilerimizi de mücadeleye çekme başarısının onurunu taşıyacaklardır.

“Bir kıvılcım gerekiyor, o da buradan düşebilir”. Bu sözler 17 yıldır yeraltında çalışan bir maden işçisine ait. Evet, Zonguldak madencileri, yeni bir patlamanın eşiğindeler. Fakat hayır, bu kez patlayacak olan grizu değil, ülke çapında genci grev yangınını tutuşturma gücüne sahip bir grev kıvılcımı…
Zonguldak Havzasında TTK (Türkiye Taşkömürü Kurumu)’nda çalışan 42 bin işçiyi kapsayan ve Genel Maden-İşçileri Sendikası GMİS) ile KAMU-SEN arasındaki sözleşme görüşmeleri tıkandı. GMİS grev kararı aldı. Eğer bir “son dakika uzlaşması” gerçekleşmezse, dergimizin elinize ulaşacağı 30 Kasım günü greve çıkılacak. Ocakların 140 yıllık tarihinde ilk kez işçiler toplu olarak greve çıkacak, üretim durdurulacak.
TTK’daki 42 bin işçinin yanı sıra, aynı sendikaya bağlı 6 bin MTA işçisi de aynı tarihte greve çıkmaya hazırlanıyor.
Türkiye Kömür İşletmeleri’nde çalışan 28 bin maden işçisinin sözleşme görüşmeleri de uyuşmazlıkla sonuçlandı. TTK işçisi Zonguldak Kurultayı’nda toplanmaya hazırlanırken, grev yasağı kapsamında olan TKİ işçileri de vizite eylemiyle üretimi durdurarak anlamlı bir mesaj verdiler.
Sonuçta 48 bin maden işçisi grev önlüğü giymeye hazırlanırken, grev yasağı olan 28 bini aşkın madenci de çeşitli biçimlerle madenci kardeşleri ile dayanışma ve eylemler yapmaya hazırlanıyor.
Zonguldak madencisi, korkunç yaşam koşullarına, iç içe olduğu ölüm tehlikesine, işverene tepkisini grevle dile getirmek için sabırsız. Madenciyi patlama noktasına getiren ve bardağı taşıran son birkaç aylık gelişmelere göz atarsak işçileri bu noktaya getiren nedenleri görebiliriz.
Yerin yüzlerce metre altında, ağır ve her türlü sağlık ve güvenlik tedbirlerinden yoksun olarak çalışan maden işçisinin aldığı en yüksek ücret, primleri de içinde olmak üzere 550 bin civarında. Hala 20 yıllık işçi olup 400 bin lira maaş alan madenciler var. İşçiler, kendi paralarıyla aldıkları domates ekmeğe kömür tozlarını katık ediyorlar.
Bu katlanılmaz yaşam koşulları, Zonguldak madencisini daha önce sayısız direnişlere sürükledi. Kendiliğinden patlayan ve yasa dinlemeyen bu direnişlerin en son örneği, 12-13 Eylül günleri yaşandı. TTK talep ettikleri 1 milyon liralık avansı vermeyince, Gelik’te patlayan direniş, dalga dalga Kozlu, Amasra, Armutçuk’u içine aldı. 30 bini aşkın işçi iki gün boyunca ocağa inmedi. İşyeri yöneticileri ortalarda gözükmezken bir araya gelen Genel Maden-İş yöneticileri, işçilerin tepkisinin haklı olduğu, “ancak eylemin uzamasının zarar ve sakıncalar doğurabileceği” görüşüne vardılar. İki günün sonunda, işçileri zorlukla ocağa indirebildiler. TTK işyerlerinde 42 bin maden işçisini kapsayan Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmeleri, 23 Temmuz’da başladı. 60 günlük süre boyunca işçi tarafını temsil eden Genci Maden-İş Sendikasının taleplerini “aşırı” olarak basına ve kamuoyuna açıklayan Kamu-Sen karşı teklif bile vermedi. Görüşmelerin yasal süresi olan 60 gün 21 Eylül’de dolarken, Kamu-Sen’in önerdiği ücret artışı şöyleydi: İlk altı ayda: % 50 artı 120 bin lira, ikinci altı ayda % 25 artı 50 bin ve üç ve dördüncü altı ay için % 25.
Uyuşmazlık zaptı tutulduğunda işvereni destekleyerek işçi tarafını suçlayan cephe oldukça genişlemişti. İşveren örgütlerinden başlayarak hükümet üyeleri ve Cumhurbaşkanı’nı kapsayan bu cephe, “işçi talebi aşırı” diyor ve bu sözler bir tehditle tamamlanıyordu: “Eğer greve çıkarsanız, ocakları kapatırız.”
En son 16 Kasım’da Devlet Bakanı İbrahim Özdemir televizyonda yaptığı konuşmada özetle: “Kamu-Sen çok bile vermiş, greve çıkarsanız ocaklar kapanır” dedi. Ertesi gün de sendika grev kararı alacağını açıkladı.
30 Kasım’da greve çıkmaya hazırlanan işçileri, devletin kurum ve yasalarından hükümet ve işveren örgütlerine kadar geniş bir cepheyle çatışma anlamına gelen zor grev günleri bekliyor.
Zonguldak madencilerinin grevini aynı zamanda Türkiye’nin işçileri ve emekçileri de ilgiyle izliyorlar. Bu grev sıradan bir grev olmayacak, her halinden belli. Devletle seri bir çatışmaya girmenin yanı sıra Zonguldak’ın tüm emekçilerinin yaşamını doğrudan etkileyecek bir özelliğe sahip.
Fakat daha önemli bir özellik şu ki, TİS görüşmeleri başlayacak olan, süren uyuşmazlıkla sonuçlanan ya da greve çıkan tüm işçiler kulak kesilmiş ve gözlerini Zonguldak’a çevirmiş durumdalar.
Zonguldak grevi, sadece 42 bin maden işçisinin değil, işçisi, emekçisi, esnafı, Zonguldak’ın tüm çalışanların grevi olacağa benzer. Yaşam koşulları işçilerle öteki çalışanları öylesine birbirine kaynaştırmış ki, ancak işçiler yaşam koşullarını iyileştirirlerse, mücadelede bir adım atabilirlerse, diğer emekçi kesimler de rahat bir nefes alabilecekler. Bu yüzden de “düzenin direği” esnaflar bile işçilerin grevini var güçleriyle destekleyeceklerini ifade etmekten kaçınmıyorlar.
Zonguldak grevi, sadece 42 bin maden işçisi ve Zonguldaklı emekçilerin işverenlere karşı bir mücadelesi değil; o aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının (bugünkü ortamda) burjuvaziye ve onun hükümetine karşı giriştiği mücadelede, sınıf hareketinin bir üst aşamaya zıplaması için bir kıvılcım olma şansını da taşıyor. Şöyle ki: bugün geldiği yerde TİS görüşmeleri birer birer işyerlerinde patronlar ve işçiler arasında bir mücadele olmanın ötesine geçerek, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki bir mücadeleye dönüşmüş durumdadır. Bu yüzden bütün sınıfın gözü maden işçilerinin eyleminde, yürekleri onların başarısından yanadır. Öte yandan, kömür madeni bir sanayi girdisi ve kömür ocakları bir üretim alanı olarak stratejik bir öneme sahiptir. Dahası nispeten dar bir alanda 42 bin işçi bir arada olup, fiziki bakımdan da küçümsenemeyecek bir güç oluşturmaktadır.
Öte yandan Zonguldak işçileri, bir kez greve çıktıktan sonra bir yandan bütün işçi sınıfının desteğini arkasında hissederken öte yandan sonraki gelişmelerin nasıl olacağının sorumluluğunu da omuzlarında duyacaklardır.
Öyle görünüyor ki; bir gerekliliği de aşarak, artık bir zorunluluk haline gelen “bütün çalışanların genel grev ve direnişi” sorunu bir anda başlayıp bitecek bir gelişme olmayacaktır. Birer birer işkollarında ortaya çıkan grevlerin baskısı sendikacıları böyle bir karara zorlayacak, grevlerden genel greve, genel grevin çeşidi sınıf ve tabakaların direnişlerini de kucaklayan gelişmesine evrilen bir süreç yaşanacaktır. Bu yüzden de maden işçilerinin eylemiyle, 17 yıllık maden işçisinin deyimiyle genel grev kıvılcımının Zonguldak’ta düşebileceği biçimindeki öngörünün gerçek olması olasılığı büyüktür.
Kısaca söylenecek olursa Zonguldak’ın maden işçileri zor ve şanlı bir görevle karşı karşıyalar. Kararlılıkları, mücadele azimleri, gösterecekleri yiğitlik, tüm işçi sınıfımızın cesaretle ileri atılması için bir dayanak olacaktır. Zonguldak işçileri bu bilinçle davrandıklarında her güçlüğü aşabilecek, tüm işçi sınıfı ve emekçilerimizi de mücadeleye çekme başarısının onurunu taşıyacaklardır.
Hiç kuşkusuz bugün 126 Kasım), “acaba son anda bir uzlaşma sağlanır mı?”, “30 Kasım’dan önce işçi ve işveren sendikasını bir araya getirmeye çalışacağı”’nı açıklayan İmren Aykut, “işçileri bir oldubittiyle karşı karşıya bırakır mı?” gibi sorular bugün hala açıktadır. Ama koşullar işçilerin kolay kolay aldatılamayacağı kadar açık ve işçiler de çok öfkeli.
Sözleşme görüşmeleri ve grevlerde, işçilerin her kademeden görüşü alındığı ve onlara inisiyatif verildiği oranda başarı şansı artar, işçi sınıfı, mücadele içerisinde, ihtiyaca cevap veren çeşitli mücadele ve örgüt biçimlerini yaratma yeteneğine sahiptir. Böylesine büyük bir grevde tabana yayılan ve onu kucaklayan örgütlenmelerle, sözleşmeyi ve grevi gözleyen ve denetleyen örgütlenmelerle yola çıkıldığında basan şansı daha da yükselecektir. On binlerce işçinin harekete geçirilen potansiyel gücü, engelleri aşmaya muktedirdir.
İşverenin, işveren örgütlerinin, hükümetin ve devlet güçlerinin ortaya koydukları tutum, işçi sınıfına karşı burjuvazinin sınıf tutumudur. Buna karşılık işçi sınıfı da sınıf tutumuyla baş edebilecek, onların oyunlarını bozabilecektir. Bu bakımdan katı sınıf tavrı gösteren işveren ve hükümetten “duyarlılık”, “anlayış” ve “acıma” beklemek, kötü niyetli bir davranış değilse bu gerçeği kavramamaktır. İşveren ve hükümet, bütün gücünü kullanıyor, bütün gücünü harekete geçiriyor. Buna karşılık işçi tarafı da bütün gücünü ortaya koyarak direnirse başarabilir. İşçi sınıfının bu gücü, bütün değerleri yaratmaya (istediğinde yaratmayıp hayatı durdurmaya) yetenekli ve kapitalizm koşullarında “özel bir çeşit meta olan” emek gücüne sahip olmasında, istediğinde yaşamı felce uğratmayı becermesinde, birlik ruhu içinde milyonlarca insandan oluşmasında kaynak bulur.
Lağımcı, kazmacı, domuzdamcı, nakliyatçı; kısaca maden işçisi, nasırlı ve kömür tozlu elleriyle ak grev gömleğini giymeye hazırlanıyor. Türkiye’nin milyonlarca işçisinin yüreği madencilerle çarpıyor. TTK’nın 42 bin işçisi, MTA’nın 6 bin işçisi greve çıkıyor. Yasaklı 28 bin işçi çeşitli eylemlerle madenci kardeşleriyle dayanışıyor. Türkiye işçi sınıfı, gözlen ve kulaklarını Zonguldak’a çevirmiş; 17 yıllık maden işçisinin öngörüsü gerçekleşsin diye, Zonguldak’taki grev kıvılcımı grev yangınını tutuştursun diye.

Aralık 1990

Genel grev yaklaşırken

Sendikalar genel grev dedi, Türk-İş ‘genel eylem’ kararı aldı.
SHP’den genel greve destek sözü.
Bakan Çiçek: ” Genel greve pabuç bırakmayacağız.” …
Günlük burjuva basında yer alan manşetler. İşçilerin genel greve duydukları ilgi artıyor. Artan bu ilgi, toplumun bütün örgütlü kesimlerini tartışmaya katıyor. Bu ortak ilgi, sınıf tutumları olarak farklılaşıyor.
Genel grev, işçilerin coşkularını, işverene ve devlete karşı tepkilerini dile getirdikleri ortak bir slogan. İlerleyen her gün, her saat daha fazla işçiyi genel grev tartışmasına çekiyor, işçiler ‘genel grev!’ diye haykırdıkça karşılarında hükümeti ve devleti buluyorlar. Bu slogan, artık sadece coşkuyla haykırılan bir slogan olmaktan daha fazla anlam ifade ediyor. Artık genel grev şiarı, nasıl bir genel grev? Kime karşı, kiminle? sorularının etrafında bir tartışmayı da mayalandırıyor. Gündeme giren bu tartışma, doğallıkla, “genel grevin koşulları var mı?”, “taban hazır mı?” tartışmalarını gölgeliyor. Genel grevin koşulları hızla olgunlaşıyor. Toplu iş sözleşmeleri birer birer kilitleniyor. TİS’lerde taraflar çok net. Tarafsızlığı üzerine iç bunaltıcı demagojiler yapılan devlet, tereddütsüz bir şekilde tarafını ilan ediyor. İşçi karşısında örgütlü bir cephe, var: patron, hükümet ve devlet. Bu koşullarda, birleşmiş sınıfa, burjuvaziye karşı işyerleriyle sınırlı grevlerin etkisizliği işçilerce her geçen gün daha açık görülüyor. Burjuvazinin 12 Eylül saldırısıyla işçilerden koparıp aldığı ekonomik ve siyasal hak gaspları yeniden gündeme geliyor. Artık birleşmiş burjuva sınıfına karşı işçiler şu ya da bu fabrikanın işçileri olarak değil, birleşmiş işçi sınıfı olarak çıkmanın bilincine ermeye başlıyorlar.
Bu hareketlenme sadece işçi sınıfıyla sınırlı değil. Kentin çalışan yığınları gözlerini işçi sınıfına çevirmiş durumda. Bu kesimlerde yükselen sendikal özgürlük talebi somut girişimlere dönüşüyor. Memurlar % 15’lik artışa karşı hareketlenmeye başladı. Eğitim emekçileri binlerce kişilik katılımla sendika başvurusu yaptı. Sırada belediye memurları var, sağlıkçılar var… Ulusal hareketin sıcaklığı dalga dalga yayılıyor. En son cezaevlerine destek direnişlerinde görüldüğü gibi insansızlaştırılan merkezlerde eylem için yine de yüzler, binler bir araya gelebiliyor. Yüksek öğrenim gençliğinin 6 Kasım boykotu, öğrencilerin genel grevle birleşen eylemlere yöneleceğinin işareti. Küçük üreticilerin hoşnutsuzluğu kronik bir hal aldı.
Yukarıda anlatılanlar madalyonun bir yüzündeki görüntüyü ifade ediyor. Madalyonun arka yüzünde burjuvazinin işçileri tehditle, şiddetle boyun eğdirme; olmazsa reformcu kanallarda etkisiz kılma hesapları var. Kimliğinde işçi ya da sendikacı yazan, ama sadakatle burjuvaziye bağlı bir güruh var. İşçi sınıfına ve emekçi halka düşman bu cepheden farklı çözümler öneriliyor. Hükümet, “genel greve pabuç bırakmam” diyor, “grev yaparsanız ben de işyerlerini kapatırım” diyor. Bazıları “bir şeyler verip susturalım, yoksa sosyal patlama olur” derken, bu cephenin işçi sınıfı içindeki uzantıları “artık zapt edemiyorum” diye feveran ediyorlar. Bütün bu farklılıklara karşın cepheyi birleştiren ortak nokta şu ki, genel grev kapıda, onu bir şekilde engellemek gerek.
Bu bakımdan Marksist-Leninist Partinin uzun bir zamandır ajitasyonunu yaptığı genel grev üzerinde durmak, amacından saptırma ve içini boşaltarak reformcu kanallarda boğma eğilimlerini teşhir etmek özel bir önem taşıyor.
Genel grev sınıfın sınıfa karşı birleşik eylemidir
İşçi sınıfı içinde genel grev eğiliminin gelişmesine eşzamanlı olarak burjuva revizyonist-reformist çevreler bu eylemi olabildiğince zararsız bir eyleme dönüştürmeye ve böylelikle burjuvaziye ve siyasal iktidara yönelen tehlikeyi ‘savuşturmaya’ çabalıyorlar. Sendika ağalarının, reformistlerin öngördüğü genel grev modeli kısaca şöyle ifade edilebilir: İşyerlerinin farklı sorunlarından doğan uyuşmazlıklar aynı tarihte grevle sonuçlanırsa, bu grevler şu kadar işçiyi kapsadığından genel bir grevdir.
Bu son derece hatalı, hatalı olmaktan da öte kötü niyetli bir anlayışın ürünüdür. Genel grev, işyerleriyle sınırlı taleplerden yola çıkan farklı grevlerin eşzamana denk gelmesi, bu grevlerin aritmetik bir toplamı olamaz. Çünkü genel grev bir işyerini aşan, bütün işçilerin ortak talepleri üzerinde şekillenen bir eylem biçimidir. Bu bakımdan da TİS bilincinden bir üst noktaya sıçramayı ifade eder. TİS’lerdeki uyuşmazlığın yol açtığı grevler, işyerindeki işçilerle işveren arasında cereyan eden ekonomik, en fazla idari maddelerdeki uyuşmazlığın ifadesi olan eylemlerdir. Elbette ki bu grevler de işçiler için önemli, bileyici eylemlerdir. Grev işçi sınıfının savaş okuluysa, bu grev de işçilerin savaşkanlığını geliştirir, onu yeni ve daha keskin savaşlara hazırlar. Ama işyerleriyle sınırlı grevi mevzi savaşına benzetirsek, genel grev de cephe savaşı anlamına getir. Burjuva çevrelerin genel grevi yukarıdaki şekilde formüle etmelerinin birinci nedeni genel grevin işçilerin sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıkmalarından ve bilinçlerindeki sıçramadan duydukları korkudur.
Diğer bir neden ise, genel grevi “yasal bir eylem” olarak sınırlama çabasının ifadesidir. Diktatörlüğün mevcut yasalarında genel grev diye bir hak yoktur. Fakat yukarıda formülleştirilen ‘genel grev’, işyerlerinde yasal prosedürün sonucu olduğundan yasaların dışına çıkamamış olacaktır. Gerçekte genel grev, ‘kanun dairesinde’ bir eylem olamaz. Zaten genel grevin ilk amacı da işçi sınıfının dayanışma ve genel grev hakkını yasallaştırmak olmalıdır. Eğer genel grev, adına yaraşır bir eylem olacaksa sadece TİS’leri kilitlenen işyerleri ile sınırlı olamaz. TİS’leri tıkanan tıkanmayan, grev hakkı olan olmayan yüz binlerce emekçiyi kapsamak zorunda. Bu işçi ve emekçilerin bir bölümünün grev hakkı yoktur. Milyonlarca emekçinin eylemine hiç bir yasal elbise uydurulamaz. İşçi sınıfı ve emekçiler, genci grev hakkını fiili bir genel grevle kazanmak göreviyle karşı karşıyadır.
Genel grev, işçilerin işe gelmeyerek evlerinde oturdukları bir eylemle sınırlanmaz. Sokak gösterileri ve direnişlerle birleşen bir eylem olduğunda anlam kazanır. Kuşkusuz genel grevin esas gücünü, ana gövdesini işçi sınıfı oluşturmalıdır. Merkezinde bu olmakla birlikte diğer emekçi sınıfların da katıldıkları, değişik birimlerdeki eylemlerin sokakta birleşmesi genel greve daha yüksek bir nitelik kazandıracaktır.
Genel grev, tek tek işyerleri ve bu işyerlerinin talepleriyle sınırlı bir eylem değil, sınıfın sınıfa karşı, işçi sınıfının burjuvaziye karşı başvurduğu siyasal bir eylemdir. Genel grev sadece ekonomik talepler uğruna yapılsa dahi gene de siyasal bir eylemdir. Çünkü, genel grev gündemine aldığı taleplerden ve onu örgütleyenlerin iradesinden bağımsız olarak bir sınıfın (işçi sınıfı) başka bir sınıfa (burjuvaziye) karşı eylemidir. “Sınıfın sınıfa karşı mücadelesi” Marksist literatürde siyasal mücadele (Bu konuda geniş bilgi için: ÖD 14-15 “İşçi Sınıfının En Keskin Mücadele Araçlarından Biri Olarak Grev” başlıklı yazı.)) olarak tanımlanır.
Genel grev henüz tartışma aşamasındayken siyasal bir nitelik kazandı. Türk-İş Başkanlar Kurulu ‘genel eylem’ kararı alınca Devlet Bakanı Cemil Çiçek “Grev hakkının bir tehdit olarak kullanılmasına pabuç bırakmayacağız” yollu tehditler savurdu. TİSK başkan vekili Nihat Yüksel: “Yasalarımızda yeri olmayan genel grev, sıkıntı yaratacaktır” dedi. Özal, tehdidini baştan savurmuştu. Kısacası burjuvazi sınıf olarak siyasal sözcüleriyle birlikte tavrını onaya koydu. Bırakalım genel grevi, tek tek ekonomik talepli, grevlerde bile burjuvazi sınıf tavrı gösteriyor, ‘tarafsız’ devlet, mahkemeleri, polisi ve yasalarıyla saldırıya geçiyor. En son Zonguldak TTK’daki uyuşmazlıkta hükümet siyasal tavrını ortaya koydu. En yetkili ağızlardan köpükler arasından şu tehdit savruldu: “Kamu-Sen çok bile vermiş, greve çıkarsanız ocakları kapatırım!”
Grev, işçi sınıfının savaş okuludur. Genel grev, işçi sınıfının burjuvaziyle cepheden savaştığı, zorluklarla ve fedakârlıklar bilincini suladığı bir yüksek okuldur.
Genel grevin hedefi ANAP hükümeti değil siyasal iktidardır.
Yukarıda, genel grev, siyasal bir mücadeledir dedik. Siyasal mücadele son tahlilde iktidar olma, iktidarı alma mücadelesidir. Bu bakımdan genel grev, proletaryanın iktidar mücadelesinin araçlarından birisidir. Hedefi de siyasal iktidardır. Ordusu, polisi, bürokrasisi, mahkemeleri ve parlamentosuyla siyasal devlet iktidarı. Proletarya partisi, genel grevle siyasal iktidarın alaşağı edebileceği gibi bir hayale kapılmadan genel grevi bir bütün olarak siyasi baskı aygıtına yöneltmeye çalışır.
Ekonomik talepler uğruna da genel grev örgütlenebilir, ama hiç bir durumda ekonomik taleplerle sınırlandırılamaz. Bu noktayı gözden kaçıran parti, bir devrim partisi değil, ancak bir reform partisi olabilir.
Bugün burjuvazi, bir yandan bütün gücüyle genel grevi engellemeye çalışırken, eğer genci grevi engellemeye güç yettiremezse, bu defa da onu en az zararla atlatabilmek için türlü dolaplar çeviriyor. Bu konuda burjuvazinin en büyük yardımcıları reformcu-revizyonist çevrelerdir. Kurulu reformist partiler, yıpranan ANAP hükümetine karşı burjuvazinin reformizm kartını oynamasını sağlama yolunda ellerinden geleni yapıyorlar. ANAP gider, kendileri hükümet olursa emekçilerin sıkıntıları bitermiş gibi propagandalarla emekçileri zehirlemeye çalışıyorlar. Kitlelerin eylemlerini kendi kanallarına aktarmaya çalışıyorlar. Gerçekte reformcu partiler, kitlelerin öfke ve eylemini umut ve reformlarda boğmaya çalışan gerici, burjuva partileridir.
İşçi sınıfının tercihi “ANAP gitsin SHP gelsin” olamaz. Bağımsız bir sınıf olarak işçi sınıfı kendi ikadarı için mücadele etmek, bunu bilince çıkarmak zorundadır.
Bütün enerjilerini işçi sınıfının mücadelesini engelleme yolunda harcayan Türk-İş ağaları, artık önünde duramaz hale geldikleri genel grev isteğini tarihi belli olmayan genel eylemle oyalamaya çalışırken bir yandan da genel grevin içini ovmaya, onu gerçek işlevinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Uygulama tarihi belli olmayan genel eylemin hedefi Hükümet olarak tanımlanıyor. Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısı öncesinde yaptığı açıklamada Ş. Yılmaz: “Eylemlerimizin hedefi iktidar (ANAP kastediliyor. ÖD) olacaktır. Çünkü bu iktidar, işçi meselelerine soğuk bakıyor…” Söylenen açık, işçi meselelerine ‘sıcak bakan’ bir hükümete ihtiyaç var: Ş. Yılmaz mücadele yoluyla hakları kazanmak yerme, hükümeti değiştirelim diyerek işçileri muhalefet partilerinin yedeğine çekmeye çalışıyor. Türk-İş’in partiler ‘üstü’ politikası, gerçekte burjuva partilerine yamanma politikasıdır.
Türkiye’nin son kırk yıllık tarihinde her renkten burjuva parti, hükümet oldu. Muhalefette iken işçi meselelerine sıcak bakan partiler, iktidar olduklarında bakışları soğudu. Zaten burjuva caniler tekelci burjuvazinin çözüm bekleyen sorunlarına çare bulmak üzere iktidara getirilirler. Burjuvazinin açmazlarına ‘çare’ bulmak temel görevi ile iktidara gelen partilerin işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarını savunması beklenemez. Kırk yıldan biraz fazla süren çok partili sistem tam üç defa askeri darbe ile rafa kaldırıldı. En sonuncusunun sonuçlarını işçiler ve emekçiler hala yaşıyor. Hiçbir işkolunda işçiler, cuntanın 80’de gasp ettiği haklarını geri alamadılar henüz. İşçilerin 80 öncesindeki ekonomik ve siyasi kazanımlarına bakıp, o dönemin AP ve CHP hükümetlerinin işçi meselelerine sıcak baktığı sonucu çıkarılmamalıdır. Bu kazanımlar, isçilerin ve emekçilerin yürüttükleri mücadelenin ürünleridir. 80 öncesi dönemde iktidara gelen partiler de IMF ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin yönergeleriyle hizmet verdi. 24 Ocak kararları, AP hükümetince alındı, tekelci burjuvazinin bunalımını tümüyle halkın sırtına yıkmak amacıyla alınan bu kararlar, kitlelerin sert direnişleriyle etkisizleşti. Ancak Cunta tarafından tam anlamıyla, sonuçları bugün de devam edecek biçimde uygulandı.
Ülkemizde iktidarın değişmeyen sahipleri işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak ağalandır. İktidar aslında militaristlerin karanlık odalarından yönetilir. Parlamento, ülkede kurulu faşist diktatörlüğü maskeleyen kaba bir perdedir. Siyasal partiler de olsa olsa bu perde önündeki demokrasi figüranlarıdırlar. İşçi sınıfının sorunlarının hükümet değişikliği ile çözülebileceğini söylemek, burjuva partilerinin kuyruğu olmak, işçileri sömürü düzenine zincirlemek anlamı taşır.
Türk-İş yönetiminin sorunu hükümet değişikliği ile sınırlandırması şaşırtıcı bir şey değil. İşçilerin büyük bir bolümü de zaten bu ağaların niteliği hakkında bir fikre sahip. Peki, son yıllarda keskin çıkışlar yapan, Kürt sorununa sahip çıkar görünen Sosyalist Parti-Yüzyıl çevresine ne demeli? 80 öncesinde bütün sol çevrelerde tartışılmaz bir biçimde sıfıra inen itibarlarını onarabilmek için sol çıkışlar, tumturaklı laflar ediyorlar. Fakat kendilerini bulamaya çalıştıkları bu ‘solcu’, ‘devrimci’ ciladan arındırıldığında geriye herkesin malumu olan eski Aydınlık çizgisi çıkıveriyor.
Aylardan beri Yüzyıl dergisi, Türk-İş yönetimine alkış tutuyor. Türk-İş yönetiminin manevralarını ‘büyük eylem kararları’ olarak lanse ediyor. Böylelikle işçi sınıfı içinde Türk-İş yönetiminin eylem yapacağı beklentisini yaratmaya çalışıyor. Burada da durmayan SP çevresi, genel grevin amacını “ANAP’ın yıkılmasını sağlamak” olarak ifade ediyorlar. SP’nin Eylem adlı gazetesinde (Sayı 10-11) bu fikirler Teori Dünyası köşesinde, teori adına yutturulmaya çalışılıyor. Eylem gazetesi önce “merkezi görev” tespiti yapıyor:
“Merkezi görev terimi ile kastedilen, diğer bütün görevlerimizin tabi kılındığı görevdir. Bugün merkezi görevimiz, ülkemizi ABD’nin dümen suyunda gerici ve emperyalist bir savaşa sürmek isteyen, her türlü darbe ve komplo girişiminin zeminini oluşturan Özal ve ANAP iktidarının yıkılmasını sağlamaktır.”
Merkezi görev “ANAP iktidarının yıkılmasıdır” dendikten sonra sıra “kavranacak halka’ya geliyor:
“Kavranacak halka” merkezi görevin yerine getirilmesi yolunda belirli bir anda atılması gereken adımdır… Merkezi görevimizin yerine getirilmesi için bugün kavrayacağımız halka, işçi sınıfının genel grevini örgütlemektir.”
Merkezi görev, “ANAP iktidarının yıkılması”; bu merkezi görevin yerine getirilmesi için kavranacak halka, “genel grevin örgütlenmesi”. Yani ANAP iktidarının yıkılması için genel grev! SP’nin işçi sınıfına önerdiği budur. SP, ‘teori’ adına işçi sınıfının mücadelesini anti-hükümet platformunda ve düzen sınırlan içinde tutmaya çalışıyor.
Hükümet, egemen sınıfların ekonomik ve siyasal egemenliğinin gündelik sürdürücüsüdür. Hükümetin izlediği politikaların gerçek sahipleri burjuvalar ve tüm kurumlarıyla devlettir. Hükümetin politikaları egemen sınıfları tatmin etmez bir duruma geldiğinde, merkezi görev ANAP’ın yıkılması olamaz. Eğer SP’nin ‘merkezi görevi’ Mao’cu anlayışının yeni bir ifadesi değilse ve illa “merkezi görev” denecekse, bugün merkezi görevi ANAP’ın yıkılması değil, tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının siyasal iktidarı olan faşist diktatörlüğün yıkılmasıdır.
Genel greve böylesine güdük bir amaç yükleyen SP-Yüzyıl’cılar genel grevi de Türk-İş’in ağalarının önderliğinde bir eylem olarak görüyorlar.
SP Yüzyılcıların teorileri, kof keskinlikten arındırıldığında meydana çıkan görüntü budur. “Kürtler için başımı veririm” diyen Perinçek’in keskin savunmaları biraz eşelenirse, onun, uğruna baş koyduğu Kürtlere en fazla bir özerklik reva gördüğü, kendi kaderini tayin etme hakkının bir gerçekleşme biçimi olan hakkını savunmadığı görülebilir.
Bu durumda büyük “ulusal sorumluluk”la hareket eden, “milli mutabakat” peşinde koşan TBKP’nin işçi sınıfına önereceği mücadelenin daha mahdut olacağı kendiliğinden anlaşılır. TBKP’nin “milli mutabakat” çağrılarına nihayet toplumun duyarlı kesimlerinden cevap geldi. Türkiye Odalar ve Borsalar” Birliği (TOBB) Yönetim Kurutu Başkanı Yalım Erez, “İşçi-işveren ilişkilerindeki gerginliği gidermek ve çalışma yaşamında milli mutabakatı sağlamak amacıyla” “ulusal anlaşma” önerdi. Bu uzlaşma için her iki taraftan da (işçi-işveren) tavizler İsteniyor ve bu şekilde tatlıya bağlanması isteniyor. “Bu toplum kavga istemiyor. Çalışma yaşamında barış istiyor, çalışma hayatının grevlere tahammülü yok. Grev hem işçiye, hem işverene zarar veriyor. İşçiye enflasyonun üstünde bir zam verilmeli, ancak bu % 500’leri bulmamalıdır. Yoksa işletmeler kapanır.”
Uzlaşma önerisi yabana atılır gibi değil! Elbette ki her uzlaşma tarafların karşılıklı tavizleriyle mümkündür. Milli mutabakat diyen TBKP’nin bunu dikkate alması gerekir.
Devrimi yakınlaştırmanın aracı: genel grev
Genel grev, yaygın olarak tartışılmaya başlanırken, doğalıkla. çeşitli kesimler, genel grevin nasıl bir eylem olduğu, neleri elde edip neleri çözemeyeceği konusunda eğilimlerini ortaya koydular. Burada, iki yanlış eğilimi eleştireceğiz.
Bu eğilimlerden birincisine göre genel grev etki gücü olmayan, işçi sınıfının taleplerinim elde etmede yetersiz bir mücadele biçimidir. Bu görüşü kanıtlayabilmek için de, bu görüş sahipleri, genel grevi yasal sınırlar içine hapsetmeye, onu yasak savma türünden bir eyleme dönüştürmeye çalışıyorlar, ardından dönüp, “Bakın genel grev hiç bir sorunu çözmeye yetmedi” diyebilmek için. Açık ya da örtülü bu düşünceyi savunan gerici sendika ağalarının, çeşitli reformcu çevrelerin amacı, sonucu fiyasko olan, içi oyulmuş bir genel grevle işçileri düş kırıklığına uğratmaktadır.
Diğer yanlış eğilim ise genel greve olması gerektiğinden daha büyük işlevler yükleyerek onu adeta bir devrim gibi ele almaktadır. Bu görüşlerinin doğal bir sonucu olarak da bu günden hükümet programları yapmaları şaşırtıcı değildir. Bu görüşü çelişkili ve tutarsız bir tarzda savunanlardan biri Troçkist Sosyalizm dergisidir.
Marksizm-Leninizm’in temel tezlerine ve Stalin’e yöneltilen saldırılar ve küfürler eşliğinde Troçkist zehirlerini kusan ‘Sosyalizm’ yazarları, orta sayfada “Genel grev, …her derde deva evrensel bir ilaç değildir” derken, başyazıda genel greve olmadık görevler yüklüyorlar.
‘Sonun Başlangıcı’ başlıklı başyazıda öncelikle ANAP hükümetinin çatırdadığı, gidici olduğu ifade ediliyor. “Evet, ANAP Hükümeti çöküyor, ama rejim kendini sürdürüyor.” deniyor ve ardında şunlar ekleniyor:
“ANAP hükümetinin gidiş biçimi önemlidir. Burjuvazinin bir kesiminin bir başka kesimini… tasfiye etmesi, durumda emekçiler lehine köklü bir değişiklik yaratmayacaktır. … O halde ANAP hükümetiyle birlikte bir sömürü ve baskı rejimi de gitmelidir. Bu ise ancak işçi ve emekçi yığınların demokratik ve sosyalist atılımıyla olanaklıdır. Türkiye’nin zorbalıktan, şiddetten, devlet teröründen, dışa bağımlılıktan ve kapitalist sömürüden arındırılmış bir rejime ihtiyacı vardır. Bu nasıl gerçekleşir? Bugün işçi sınıfının elindeki yegâne ve en önemli silah Genel Grevdir. Kısa süreli de olsa birleşik, kararlı ve etkili bir genel grev, çalışan halkın katılımıyla oluşturulacak bir Kurucu Meclisin ve bu meclise dayalı bir İşçi-Emekçi hükümeti’nin yolunu açabilecektir.” (abç)
Konunun anlaşılır hale gelmesi için uzunca aktarmak zorunda kaldık. Özetlersek: ANAP çöküyor. Ağırlığımızı koyarak, iktidarın başka bir burjuva kliğin eline geçmesini engelleyerek aynı zamanda bir sömürü düzenini ortadan kaldırabiliriz, bunun başaracak yegâne araç da genel grevdir. Buradan genel grevin her derde deva olduğu sonucu çıkmazsa ne çıkar? Hükümet devirip yenisini kurmanın aracı olan şey derde deva olmaz mı? Denebilir ki, elbette her genel grev, devrimi yakınlaştırır. Bu anlamda da “işçi emekçi hükümetinin yolunu açar.” Fakat burada ANAP’ın çöküşü çok yakın görülüyor. Bu hükümetin yerine de işçi-emekçi hükümeti geçirileceğinden genel grevden beklenen, çöken ANAP’a alternatif hükümetin yolunu açmaktır. Troçkistlerimize bakılırsa, ‘Türkiye’nin … kapitalist sömürüden arındırılmış bir rejime ihtiyacı var.’ “Kapitalist sömürüden arındırılmış” toplumun sosyalizm olduğu biliniyor. O halde ANAP gidecek, sosyalizm gelecek! Peki nasıl? Genel grevle. Hem de öyle çatışmalı, uzun süreli bir genel grevle de değil, “kısa süreli” bir genel grevle. Haklarını yemeyelim, Sosyalizm yazarları, genel grev doğrudan işçi hükümetini getirir demiyorlar, yolunu açar diyorlar. Genel grevden sonra nasıl bir yolla hükümetin yıkılacağı muğlâk bırakılmış. Gerçi “işçi ve emekçi yığınların demokratik ve sosyalist atılımı” gibi bir ifade var. Bu “demokratik atılım” ayaklanmaya yorulsa bile Sosyalizm dergisinin saçma düşünce yapısı haklı çıkmaz. Yazıda daha pek çok eleştirilecek yer, lastikli ifade var. Konuyu dağıtmamak için değinmeden geçelim. İşçi sınıfı “sosyalist öncüden yoksun”; ama bu arada hem öncüsüne kavuşuyor, hem de genel grevle (meğerse genel grev nelere kadirmiş!) sosyalizmin yolunu açıyor. Sosyalizm dergisine de kabineyi ve hükümet programını oluşturmak kalıyor.
Peki, o zaman, aynı derginin “Genci grev her derde deva değildir” demesi ne anlama geliyor? Belki şöyle bir tahmin yürütülebilir: Genel greve devrimden daha büyük işlevler yükleyenler var, Sosyalizm dergisi onları uyarıyor: bu kadarı da olmaz diye.
Ülkemiz işçi sınıfının gündemine giren genel grev, mevcut duruma göz atıldığında, ne bir kurucu meclis doğuracaktır, ne de bittiği gün koşullar ve işçi sınıfı genel grev öncesine aynen benzeyecektir. Genel grevin oluş tarzını ve kazanımlarını belirleyen şey, çalışan taraflar arasındaki çelişmenin sayısız faktörün etkisiyle aldığı biçim, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi, Proletarya Partisinin önderlik ve müdahale gücü vb. olacaktır. Genel grevin ayaklanmaya dönüştürülebileceği durumlar olabileceği gibi, sadece bazı ekonomik kazanımlarla yetinen genel grevler de olabilir. Hatta bir genel grev hiç bir somut sonuç sağlamış bile olmayabilir. Fakat her durumda Proletarya Partisi, genel grevin önüne siyasal talepler koymakta, mücadeleyi, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma mücadelesine çevirmeye çalışmakta, grevleri sosyalist sınıf bilinciyle eğitmekte bir an olsun tereddüt edemez. Genel grev, işçi sınıfının çok çeşitli mücadele araçlarında birisidir. Sınıfı bütün olarak harekete geçirdiği için de daha ileri mücadele biçimlerine dönüşme potansiyelini içinde taşır. Ama tek mücadele aracı değildir. Bu bakımdan genel grevi mutlak gizemli güçler taşıyan mücadele biçimi olarak öne çıkarmak, diğer mücadele araçlarının yerine geçirmek doğru değildir.
Mevcut koşullarda örgütlenecek bir genel grev, bir yandan, ekonomik ve siyasal kazanımlar elde etmenin ve bunları kalıcı kılmanın aracı olacak, öte yandan işçi sınıfının bilincinde bir sıçrama yaratacak, işçiler güçlerinin bilincine varacak; bu süreçte dostunu düşmanını daha iyi tanıyacak: kısacası genel grev, İş-Ekmek-Özgürlük mücadelesinin daha üst boyutlara yükselmesinin bir aracı olabilir ve olmalıdır. Genel grev, aynı zamanda, politik parti ve gruplarının program ve taktiklerinin çetin günlerde sınanmasını sağlayacak, proletarya partisine, bu mücadeleyi planlı politik mücadeleye dönüştürmenin de olanaklarını sunacaktır.
Türk-iş ve genel grev
Körfez krizi ve TİS’lerde tıkanmayla birlikte tabandan yükselerek Türk-İş’in bürokratik duvarlarına çarpan sıcak dalga, Türk-İş yönetimini sürekli ertelenen eylem kararları almak zorunda bıraktı. 24-25 Eylül’de toplanan Türk-İş Başkanlar Kurulu kararları, “Yeni bir mücadele dönemi başlatıyoruz” olarak ilan edildi. Bu “yeni mücadele döneminin” eylem biçimlerinin neler olacağı tespit edilmemiş, bu iş 30 Ekim’deki Olağanüstü Başkanlar Kuruluna ertelenmişti. 30 Ekimin sonuç bildirgesi daha radikaldi; Türk-İş “Genel eylem kararı” almıştı. Üretimden gelen güç kullanılacaktı, bu belirlenmişti. Fakat bu gücün ne şekilde ve ne zaman kullanılacağı, Aralık’ta şube başkanlarının da katıldığı toplantıda kesinleştirilecekti.
Görüldüğü gibi, Türk-İş yönetimi türlü hile ve cambazlıklarla eylem kararı almamakta, almak zorunda kaldığı kararlar için de tarih saptamamaktadır. Ayrıca genel grevin içini tümüyle boşaltmakta, bunu yasal bir eylem düzeyine indirgemektedir. Türk-İş yönetim kurulu üyesi M. Başoğlu eylemlerinin amacının AN’AP’ın gitmesini sağlamak olduğunu açıkladı. Ş. Yılmaz da eylem programının içeriğini şöyle açıklıyor “İşçiler ve sendikaları, eylemlerini olabildiğince yasal sınırlar içinde ve toplu biçimde gerçekleştirmekten yanadırlar. Hazırlanan eylem programımızın içeriği budur.”
Ş.Yılmaz ve çevresindeki gerici sendika ağalan, eylem karan alınmaması için ellerinden geleni artlarına koymayacaklarda. Eğer bunda başarılı olamazlarsa, bu defa da eylemin hedefini güdükleştirmeye, onu pasif ve yasal bir çizgiye çekmeye çalışacaklarda. Kırk yıllık genel grevi ‘genel eylem’ olarak değiştirmek ve içeriğini muğlâklaştırmak bu hesapların sonucudur.
Tük-İş yönetiminin bu tavrı, her geçen gün daha çok işçi tarafından kavranmaktadır. Burada özelikle genel grevi savunan sendikaların tavrına da değinmek istiyoruz.
Türk-iş içindeki sendikaların önemli bir bölümü “taban hazır değil” gerekçesiyle genel greve karşı çıkarlarken, 10’u aşkın sendika merkezi gündeme gelen sorunların ancak genel grevle çözülebileceğini ifade ediyor. Başta Türk-İş Başkanlar kurulu olmak üzere çeşitli platformlarda bu görüşlerini dile getiren sendikaların sayısı (Türk-İş içindeki) 10’dan fazla. Genel grevi savunan sendikaların üye sayısı, Türk-İş in toplam üye sayısının dörtte birinden az değil.
Eğer bu sendikalar genel grevi sadece Türk-İş’e muhalefet etmenin aracı olarak, Türk-İş yönetimini yıpratmanın aracı olarak görmüyorlarsa, yapabilecekleri (bugün yapmadıkları) çok şey vardır. Eylemler, söyleme uygun olmalıdır.
Bu sendikalar, tabanlarında genel greve hizmet eden örgütlenmeler yaratmazlarsa, diğer sendikaların tabanındaki genel grev eğilimlerini geliştirmeye çalışmazlarsa, genel grevin önüne engeller çıkaran sendika yönetimlerine açık bir tutum alarak teşhir etmezlerse, … Başkanlar Kurulunda yürüttükleri muhalefet fazla bir anlam ifade etmeyecektir.
Sonuç olarak, diğer bütün eylem biçimleri gibi, genel grevin de kendi başına mutlak bir içeriği yoktur. Genel grevin varacağı boyutları, neden olacağı başka eylemleri belirleyen şey, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, çatışan güçler arasındaki çelişmenin sayısız faktör altında aldığı biçimdir.
Proletarya Partisi, eylemin önüne siyasal talepler koymaya, siyasal bu mücadele aracı olan genel grevi, burjuva çerçeveden kurtarıp sosyalist siyasal mücadelenin aracı haline getirmeye çalışır.
Fakat proletaryanın eylem ve düşünce alanına ilgi duyan tek güç proletarya partisi ve devrimci güçler değildir. Her türden gerici güç, bu eylemi etkisiz kılmaya, onu güçten düşürmeye çalışır. Bu bakımdan eylem süreci, proletarya partisiyle burjuva akımlar arasındaki bir çarpışmaya da sahne olacaktır.
Genel grev proletarya öncüsünün damgasını taşıdığı oranda, proletaryanın planlı siyasal mücadelesinin bir aracı olacaktır.

EKLER

Petrol-İş Genel Başkanı MÜNİR CEYLAN :
“Taban genel greve hazır değildir demek sınıfa inançsızlıktır!”

ÖD- Niçin Genel grev? Genel Grev hangi sorunların çözümü için gündeme getirildi?
Yanıt- Doğru cevap verebilmek için gerilere gitmek gerekiyor. 12 Eylül darbesi özünde demokrasiye karşı yapıldı. Demokratik hakları ortadan kaldırmak, anti-demokratik bir ortam yaratmak amacıyla. Mevcut Anayasa 12 Eylül anlayışının ürünüdür.
Bu yasalarla sendikaların işlevlerini yerine getirmeleri önünde engeller oluşturuldu, sendikalar dernek düzeyine düşürüldü, işyerlerindeki sendikasızlaştırma girişimleri desteklendi. Tüm bu uygulamalara karşı Türk-İş, işçiler bu koşullara reva değildir yönünde demeçlerle yetindiler. Sağcı ve teslimiyetçi bir politika izlendi. Bu politikalar işçi sınıfının sorunlarını çözmede yetersizdir, iktidarın ve egemen çevrelerin işçi sınıfının haklarına saygı gösterebileceğine ben inanmıyorum. Bu anayasa nasıl egemenlerin yaşamı için zorunluluksa, demokratik haklar ve kurumlar da bizim yaşamımız için o kadar gerekli ve zorunludur.
Demokrasiye ivme kazandırabilmek, temel hak ve özgürlükleri çağdaş bir düzeyde kullanabilmek adına, insan hakları ihlalleri, işkence ve özellikle Güneydoğu’da, Kürt halkı üzerinde, sürgün ve devlet terörünün ortadan kaldırılmasını yaşamsal önemde görüyoruz.
Kısacası, 12 Eylül’ün doğrudan sonucu olan bu olumsuzlukların kaldırılması için işçilerin birleşip mücadele etmesi gerekiyor. Bunun yolu da işçilerin an büyük silahı olan üretimden gelen gücün kullanılması, genel grevin hayata geçirilmesidir.
ÖD- Sizin olmasını dilediğiniz genel grev nasıl bir eylem? Hedefi nedir bileşenleri kimler?
Yanıt- Önce işçilerin öncü olarak bu işe girişmesi gerekiyor. Fakat eylemin tam bir genel grev niteliğine dönüşebilmesi için diğer tüm çalışanların da bu eylemde yer alması gerekiyor. 12 Eylül hukuku sadece işçilere yönelik bir girişim değil. Diğer tüm çalışanları da hedefleyen bir darbedir. Bu anlamda diğer tüm emekçi kitlelerin de işçi sınıfı önderliğinde birleşip genel grevi hayata geçirmeleri gerekiyor.
Burada şunu da belirtmek gerekiyor. Genel Grev, Türk-İş Başkanlar Kurulu’ndan karar çıktığında hemen hayata geçirilebilecek bir şey değil.
Bu uzun bir çalışmayı, örgütlenmeyi gerektirir. Diğer emekçilerin, işçilerin iş bırakmasıyla hemen genel greve katılabileceklerini düşünmüyorum.
ÖD- Genel Greve taban hazır mı?
Yanıt- Benim son yıllardaki Gelişmelerden (Toplusözleşmeler TİS sonucundaki), yurt çapındaki araştırmalarımdan edindiğim izlenim şu: işçiler, artık sorunlarının TİS’lerle çözümlenemeyeceğini kavramış durumdalar. İşçiler, salt TİS sendikacılığı anlayışıyla hareket eden anlayışın sorunlarını çözmeye yetmediğini gördüler. İşçiler deneyleriyle şu özlü mesajı açılıkla veriyorlar: Artık bizi sözleşmeler kurtarmaz. Sağ ya da sol sendika demeden bütün işçiler şunu hep birlikte haykırıyorlar: İşçiler el ele genel greve, işçiler artık mevzi grevlerle bir yere varılamayacağını görüyor.
Tabanın hazır olmadığı görüşüne katılmam mümkün değil. Tabanın hazır olmadığını söylemek, inançsızlığın, güvensizliğin, sorunları bilerek göz ardı etmenin işaretidir, ipe un sermektir.
Ayrıca istatistiklere bakarsak: 1980 ile 89 arasında çalışanların MIHI gelirden aldıkları pay % 35’lerden %15’lere düşmüş. Üretim içindeki işçilik maliyeti % 30’dan % 9’a düşmüş. Rakamları işçi sınıfının pratik hayatına indirgersek, bunlar genel grev gerekçesi değil de nedir? Genel grev için daha ne olması gerekiyor. Genel Grevin koşulları var mı, yok mu? Cevabını rakamlar gösteriyor.
Aslında genel grevin koşulları sadece şimdi değil yıllar önce de vardı. Bugün bu sloganın tartışılır duruma gelmesinin nedeni, tadanın yönetimler üzerindeki etkilerini artırmalarının sonucudur. Taban bizim söylediklerimizi aştı. Artık bize düşen bu eylemi sağlıklı koordine etmek, doğru hedeflere yöneltmektir. Bir görev de diğer emekçi kitleleri eyleme katmaktır.
Burada söylediklerimiz, olağanüstü hal uygulamaları gösteri yasağı, DGM uygulamaları vb. akla getirilirse anayasal suç olarak görülüyor. Zaten bu nitelikte çağrılarımızdan dolayı hakkımızda açılmış davalar var. Bizim sorunumuz, bu sınırlar içinde ne yapabileceğimiz değil yaptıklarımızın evrensel hukuk kurallarına uyup uymadığı sorunudur.
ÖD- Genel grevi yasak savma türünden bir şey olarak ele alanlar var ve tıkanan TİS’lerde üst üste gelen grevleri ‘genel grev’ olarak gören anlayışlar var. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?
Yanıt- TİS tıkanmaları sonucu grevdeki işçi sayısını 800 binlere, 1 milyonlara çıkararak bu eylemin adına genel grev demek doğru değil. Bu yasal grevlerle elde edilecek sonuç, bugüne kadar elde edilenlerden çok daha iyi bir sonuç olmayacaktır. Belki yapılacak TİS’lerden daha iyi sonuçlar almaya yarayabilir. Petrol-İş’in yaptığı sözleşmeler basına da ‘flaş sözleşme’ diye geçti. Ama sözleşmeden bir kaç ay sonra işçilerin durumlarının tekrar kötüleştiğini ve bir yığın sıkıntı yaşadıklarını gördük. Bu nedenle şimdiye kadar TİS’ler sıkıntılarımızı nasıl azaltmadıysa, bundan sonraki sorunlarımızı da çözemez. TİS’leri genel grevden kesin bir şekilde ayırmak gerekiyor. Biz genel grevi siyasal kazanımlar anlamında (anayasa vb.) kullanıyoruz. Eylem yarım gün ya da bir gün olabilir (bana göre bir günden az olmamalı.) Ama biz genel grevi yalnızca bir günlük eylemler olarak alır, mesajı da o şekilde verirsek, ertesi gün her şeyin sütliman olacağı düşüncesiyle hareket edersek, egemenler de o bir günün sonuçlarına katlanır, sorunlarımız da çözülmeden kalır. Genel grevi iktidara bir ihtar eylemi olarak ele almak, eğer bunun sonucu gelmezse bundan sonra bu eylemelerin devam edeceği mesajını vermek olmalı.
ÖD- Aralıktaki genişletilmiş toplantıdan neler bekliyorsunuz?
Yanıt- Toplantının biçimi, kimlerin konuşacağı henüz açıklanmadı. Bunun için çok fazla şey söyleyemeyeceğim. Bu belirsizliğe rağmen şunu söyleyebilirim. Alınan bir başkanlar kurulu kararı var. Orada 800’ü aşkın şube başkanını konuşturmak ve alınan eylem kararının tarihinin saptanması için uğraşmak gerekiyor;
ÖD- Türk-İş’ten genel grev kararı çıkmadığı durumda ne yapmalı?
Yanıt- Başkanlar kurulunun oybirliği ile aldığı bir karar var. Biz bütün gücümüzle bu kararın nitelikli ve kısa bir zamanda hayata geçmesi için çaba gösteriyoruz. Bu aşamada söyleyeceklerimiz bu çerçevede olmalıdır. Geçmişte alınıp uygulanmayan kararlar gibi bu karar da (Kazaya uğrarsa) Türk-İş açısından çok kötü sonuçlar getirecektir. Bu aşamada içinde bulunduğumuz yapıyla bir şeyler yapma, bir yerlere varma konusu bizim için öncelikli olduğundan fazla bir şey söylemiyorum. Fakat bunun hayata geçmesinin sonuna kadar takipçisi olacağız. Bu sorun günlük işlerimizden çok daha önemli yer tutacak.


Otomobil-İş Topkapı şube başkanı KAMİL YILDIRIM

Bağımsız Otomobil-İş’e bağlı Topkapı şubesinin 3500 üyesi var. Pancar Motor, Elka bu şubenin örgütlü olduğu işyerlerinin başında geliyor.
Genel Grev şiarına katılıyorum. Bu çağrının sahibi öncelikle tabandır. Tabanın genel grev çağrısına gerek biz, gerekse de dışımızdaki sendika yöneticileri olumlu cevap vermek zorundalar. Günümüzde dayatılan sorunları lokal eylemlerle çözmek mümkün değil. 12 Eylül’den sonra bir NETAŞ grevi yaşandı; kitlesel ve büyük bir grevdi. Demir-Çelik ve SEKA grevlerini yaşadık. Yaşadığımız bu grevlerden çıkardığımız derslerle, biz, gündemdeki sorunların genel grevle çözülebileceğini görüyoruz.
Genel grev, siyasal yelpazenin iki tarafından da destek buluyor ve geniş bir kitle desteğine sahip durumdadır. Peki, genel grev bugün bütün sıkıntılarımızı çözebilir mi? Bu soruya cevabım olumsuzdur. Bu olumsuz cevabımın nedeni örgütsüzlük ve önderlik sorununda yatıyor.
Eğer örgütsüzlüğe son verilemezse ve doğru bir önderlik yapılmazsa sendikalar ile diğer kitle örgütleri arasında birliktelik sağlanamazsa genel grev eylemi bir saman alevinden farksız olacaktır. Fakat bir saman alevi olsa bile bu eyleme büyük değer veriyorum çünkü bu eylem bir gelenek başlatacaktır. Yoksa ilk elde büyük kazanımlar sağlanabileceğini sanmıyorum.
Genel grev, sadece bir günlük işe gelmeme eylemi değil, işçilerin ve diğer kitlelerin hükümet ve işverene karşı başlattığı yasadışı direnişi olmalıdır.
Genel grevin gündemine ekonomik taleplerle birlikte, işten atılmalar, sendikasızlaştırma vb. dışında zulme ve işkenceye, ülke zenginliğinin çok uluslu şirketlere peşkeş çekilmesine, işsizliğe karşı talepler de alınmalı.
Genel grevle bir hükümet değişikliği gündeme gelebilir. Bu olumludur. Ama işçilerin hükümeti kuruldu anlamında değil. Genel grevle işçilerin hükümeti bile değiştirebileceğinin delili olması nedeniyle değer veriyorum buna.

Deri-İş Kazlıçeşme Şube Başkanı Ali Gündoğdu:
Türkiye işçi sınıfı en hareketli dönemini yaşıyor
Bugün Türkiye işçi sınıfı hareketi ekonomik, sosyal ve siyasal alanda en hareketli dönemini yaşıyor.
Özellikle son on yıldaki sermaye saldırıları, devlet, siyasal iktidar ve gerici baskı yasaları, işçilerin istemleri önündeki temel engeldir. Bu gerçeği bugün artık her işçi görür ve tanışır olmuştur. Bu durum yaşamdaki grevde, sendikalaşmada TİS’lerde fabrikadaki direnişlerde tepkisini sokakta göstermeye çalışan işçi ve emekçilerin karşısına dikilen militarist saldırılarda kendisini göstermekle işçi emekçilerin bilincine kazınmıştır. Eğer bugün her toplantı gösteri mitingle işçiler, memurlar, gençler, işçiler el ele genel greve, ya da, işçi memur el ele genel greve, diye ısrarla haykırıyorsa bu bir tepkinin ifadesinden başka bir şey değildir.
Sermaye sınıfı ve siyasal iktidarın sömürü ve baskıları sadece işçi sınıfını etkilemiyor. Köylünün toprak talebi ve ürün bedeli talebi, memurun sendikal örgütlenme istemi, gençliğin özerk üniversite talebi Kürt halkının baskı ve sindirmeye karşı özgürlük mücadelesi bütün toplumun hoşnutsuzluğunu ve öfkesini dışa vurmasıdır. Emekçi toplumun değişik kesimlerinden gelen bu parçalar halindeki rahatsızlık bugün kendisini genel grev ile bütünleştirmek istemektedir. Tabiidir ki işçi sınıfı ve emekçi halktan yükselen bu eylem şiarı ciddi bir organizeye ihtiyaç duymaktadır. Ve genel grevin önünde işçi sınıfından gelmeyen birçok engel bulunmaktadır.
Ülkedeki sermayenin kurum ve kuruluşları işçi sınıfı hareketinin böylesi bir eylemine karşı şimdiden yeni saldırılara hazırlanmaktadır. Cumhurbaşkanının fazla hak isteme talebine karşı işyerlerini kapatma tehdidi, hükümetin KİT’Ierdeki TİS’leri uyuşmazlıkla sonuçlandırması ve TİSK’in yeni tehditli “tedbirlerinin” genel grevin tartışıldığı bir döneme denk düşmesi tesadüf değildir. Diğer taraftan başta TÜRK-İŞ olmak üzere sendikaların genel grevi oyalama “genel eylem” gibi kararlarla gösterdikleri iki yüzlülükler mücadelenin önündeki engellerdir.
Genel grevle işçi ve emekçilerin tüm sorunlarının halledileceği mantığı sınıf bilinçli işçilerin anlayışı olmamıştır, olmamalıdır. Ancak genel grevi küçümsemek de sınıfa inanmamaktır. Zaten bugün bile yüz binlere varan işçiyi kapsayan TİS’lerin grev aşamasına gelmesi, yerel grev ve direnişlerin yaygınlaşması, memurun sendikal mücadelesi, gençliğin akademik mücadelesi kendiliğinden bu eylemin yol göstericisi olmaktadır.
Yapılacak genel grev şu talepleri içermelidir. Başta bugünkü anayasa olmak üzere ona bağlı tüm yasa, tüzük, yönetmelik ve kararnamelerin iptal edilmesi, işçi ve emekçilerin taleplerine cevap veren düzenlemeler sağlanması, tüm emekçi kesimlere ekonomik ve siyasi örgütlerini serbestçe kurabilme özgürlüğü, faşist gerici baskılara neden olan kurum ve kuruluşların kaldırılması, işçi ve diğer emekçilerin kitle örgütlerinin kendi üye ve mensuplarının dışında hiç bir kurum ve kuruluşça denetlenmemesi uluslararası temel insan hakları normlarının ülkemizde koşulsuz olarak uygulanması. İşte genel grev böylesi talepleri hedefleyen kısa vadeli istemlerin elde edilmesinin bir aracı durumundayken uzun vadede sömürü ve baskısız bir ülke özlemi mücadelesinde işçi sınıfının ve emekçi halkın yol göstericisi olacaktır.
Genel grev mücadelesinde esas görev sınıfın öncü güçlerinin bu eyleme öncülük etmesinden geçiyor. Gerek genel grevin örgütlenmesinde gerek bu mücadele ile sağlanacak istemlerin doğru tespiti özellikle genel grev sonrası yeni mücadele biçimlerine şimdiden işçi ve emekçileri hazırlamak öncü gücün sırtında olduğu hiç unutulmamalıdır. Aynı şekilde başta işçi sendikaları olmak üzere tüm demokratik mevzileri genel greve hazırlamak her işçinin ve her emekçinin bugünden itibaren esas görevi olmalıdır. Yapılacak bu eylem çalışan, düşünen, üreten tüm emekçilerin önemli bir zaferi olacaktır.

Hava-İş Genel Başkanı Atilay AYÇİN
“işçi sınıfının tepkisi spor salonlarına kapatılmamalıdır!”
Sivil havacılık işkolunda örgütlü olan Hava-iş sendikasının genel merkezi İstanbul’da, İzmir ve Ankara’da iki şubesi var. Sendikanın üye sayısı 11 bin civarında.

ÖD- Niçin genel grev?
Yanıt- İşçi sınıfı ve halkın sorunları, 12 Eylül’den bu yana daha da arttı. Çalışma hayatı ile ilgili anti-demokratik yasaların ortadan kaldırılması, sendikalar yasasının değiştirilmesi, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, YÖK Yasasının değiştirilmesi ve özerk demokratik üniversitenin yaratılması, kısaca halka baskı getiren bütün anti’liklerin ortadan kaldırılması ve 12 Eylül’ün günümüze kadar uzanan tüm uygulamalarının kaldırılması gibi önemli sorunlar var. Bu sorunların çözümü yönünde adım atabilmek için önemli bir organize güç olan, Türk-İş’in genel grev kararı alması üzerinde duruyoruz. Varolan sorunlar ancak mücadeleci bir anlayışla çözülebilir. Bunun yolu da Türk-İş’in genel grev Kararı alması ve bu konuda somut adımlar atmasından geçiyor.
ÖD- Sizce genel grev nasıl bir eylem olmalı?
Yanıt- Genel greve bir günlük eylem ya da boykot olarak bakmak yanlış. “Yaptık, bitti” mantığıyla yaklaşılamaz. Genel grev, salt işçi sınıfının ekonomik talepleriyle sınırlı olamaz. Yanı sıra siyasi ve diğer kitlelerin taleplerine de sahip çıkan bir eylem olmalı (buna Doğu’daki devlet terörü, işkenceler ve cezaevi sorunları da dâhildir) Bu noktada işçi sendikalarının diğer demokratik kitle örgütleriyle birlikte mücadele platformu yaratması gündeme gelir. Fakat bu söylenenler, Türk-iş’in bugünkü yapısı ve yönetimi ile hayata geçirilemez.
ÖD- Bu dönemde Türk-İş içinde “taban hazır mı, değil mi?” tartışmaları yoğunlaştı. Sizce genel greve kimler hazır, kimler ‘hazır’ değil?
Yanıt- İşçi sınıfı tabanının genel greve hazır olmadığını söylemek doğru değildir. “Taban hazır değil” diyenler, bunu söylemekle kendilerinin hazır olmadığını açığa vuruyorlar.
ÖD- Türk-iş’ten genel grev kararı çıkmadığında yapılması gereken nedir?
Yanıt- Yapılması gereken, genel grevi savunanların bu düşüncelerini hayata geçirmesi olmalıdır. Türk-İş yönetimine muhalif sendikaların alacağı ortak tavırla bu düşüncenin hayata geçeceğini düşünüyorum. Türk-İş’ten genel grev kararı çıkmadığında muhalefet bir eylem kararı alabilir mi? Bunu bugünden kestirmek mümkün değil.
Şunu görebiliyoruz: Türk-İş yönetimi yapılabileceklerin en azını yapıyor. Başkanlar kurulunda çıkartmaya çalıştıkları kararlarla işçi sınıfının tepkisini spor salonlarına kapatmak istiyorlar. İşçisiz kentlerde etkisiz mitingler yapmak istiyorlar.
ÖD- Genel grevin hedefi sadece ANAP’ı alaşağı etmek mi?
Yanıt- Hayır. Bu, işçi sınıfının bağımsız mücadele anlayışına ters düşer. İşçi sınıfının mücadelesinin burjuva partilerin peşine takılmasına karşıyız. İşçi sınıfı, yasal burjuva partilerinin değil, gerçek öncüsünün önderliğinde düzen sınırlarını aşan mücadelesiyle başarıya ulaşabilir. Yükselen mücadelenin daha üst boyutlara sıçramasını engelleyebilmek için, burjuvazi düzen sınırları içinde yeni çözümleri (ANAP yerine başka bir burjuva partisini) hayata geçirmeye, halkın tepkisini yatıştırmaya çalışıyor. Bu durumlarda sınıfın öncüleri (sınıf henüz öncü partisine sahip değildir.) uyanıklığı elden bırakmamalıdır.
ÖD- Genel grev önündeki yasal engeller?
Yanıt- Genel grev hayata geçtiğinde, zorlukların bilincinde olması gereken öncüler, mücadele sonunda ödenmesi gereken bedelleri ödemeye hazır olmalıdırlar.


TÜMTİS Sendikası Genel Başkanı Sabri TOPÇU:
“Genel grevin amacı hükümet değişikliği değil, siyasal haklar kazanmaktır.”

Tüm-Tis’in Ankara, İzmir, İstanbul ve Adana’da dört şubesi var. Üye sayı 6 bindir.
ÖD- Niçin genel grev?
-Genel grevi Türkiye’nin acil çözüm bekleyen sorunlarına, anti-demokratik kurum ve uygulamalara karşı, işçi sınıfının bir eylemi olarak görüyoruz. Sözünü ettiğimiz sorunların, genel grev olmadan çözülmesi mümkün değildir, genel grev yapmadan Türkiye’nin demokratikleşme sürecine girmesi mümkün görünmüyor.
Bana göre Türkiye’de, genel grevin objektif koşulları var. Demokrasi ve özgürlüklerin olmayışı, can alıcı bir sorun haline gelen işten atılmalar, ücret düşüklüğü; kamu çalışanlarının kötü ücretleri ve sendikal yasaklar, çiftçinin, tütüncünün talepleri… Bütün bunlar genel grevin objektif nedenleridir, aynı zamanda kapsadığı güçlerin de ifadesidir.
ÖD- Genel grevden ne gibi sonuçlar bekliyorsunuz?
– Genel grevle her şeyin bir anda çözüleceğini düşünmüyorum ve bu eylemi de olup biten bir şey olarak değil, devam eden, sürekli ve çeşitli mücadelelerin parçası olarak görüyorum.
Emekçi sınıflar arasında en örgütlü sınıf olan işçi sınıfının eylemi diğer emekçileri de peşinden sürükleme gücüne sahiptir. Belki genel greve en başta işçiler katılacak, ama giderek bütün emekçiler destek verecek ve belki de fiilen katılacaklardır.
ÖD- Genel grevin amacını, hükümeti sandığa gitmeye zorlama olarak çizen görüş kamuoyuna pompalanıyor. Siz ne dersiniz?
– Genel grevin amacı seçim ya da hükümet değişikliği değil, siyasal özgürlüklerin kazanılmasıdır. İşçiler kendi haklarını ancak kendileri mücadele ederek kazanabilir, onları siyasal iktidarlara karşı koruyabilirler. İşçilerin kendi güçleriyle kazandıkları haklar ancak kalıcı olabilir.
ÖD- Türk-İş’in aldığı ‘genel eylem’ ve Aralık’taki toplantı için neler söyleyebilirsiniz?
-Kitlelerde ve kamuoyunda Türk-İş yönetimine karşı bir güvensizlik var. Kimse Türk-İş yönetiminin genel grev yapacağına inanmıyor. Aralık’taki toplantıda bir eylem tarihi saptanması söz konusu. Bundan ne çıkacağını öngörmek zor. Fakat tabandaki büyük tepki ve kaynamayı göz önüne almak zorundalar. Türk-İş eylem yapmak zorunda. Bu birkaç saatlik iş bırakma olabilir, daha pasif eylemler olabilir; ama bir karar çıkar sanıyorum. Tabii ki bu bizi tatmin eden bir şey değil. Eğer oradan bizi tatmin eden bir karar çıkmazsa genel grevi savunan sendikaların yapacakları önemli şeyler olmalı.
Türk-İş, işçilerin önüne pasif bir eylem çıkarırsa”, sendikalar birlikte hareket etme imkânı bularak tabana inmek zorundalar. Türkiye’nin gündeminde olan anti-demokratik uygulamaları (mevcut yasalar ve anayasa başta olmak üzere) hedef alan program yaparak temsilcileri ve işçileri kapsayan il il salon toplantıları, paneller vb. yapmalılar; Türk-İş yönetimi ve eyleme katılmayan sendikaların tavrı teşhir edilmelidir. Sonuçta da diğer sendikalar tabanındaki işçilerle bütünleşerek koşullara uyan eylem biçimleri saptayıp uygulamalıdırlar.
Genel grevi savunan sendikalar ve tabana en yakın olan şube başkanları genel grev, genel eylem için hep birlikte ses çıkarmalı, Türk-İş yönetimini, etkili bir eylem çıkararak tarih saptaması için zorlamalıdırlar.

Aralık 1990

İŞÇİ SINIFI GÜNDEMİ BELİRLEME YOLUNDA: Türkiye’yi sıcak mücadeleler bekliyor

1990’ın son ayına girerken toplu sözleşme görüşmeleri artarda uyuşmazlıkla sonuçlanıyor, her gün yeni bir grev başlıyor.
Grevler artıyor, uyuşmazlıklar greve doğru gidiyor. Genel Maden-İş Sendikasına bağlı Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) işletmelerinde çalışan 42 bin işçi 30 Kasım’da greve başlayacak. MTA’ya bağlı 7 bin işçi için 22 Ekim’de grev karan alındı. Kalan grev yasağı kapsamında bulunan Türkiye Kömür İşletmeleri’ne bağlı değişik illerdeki toplam 13 işyerinde 28 bin 500 işçi 16 Kasım’da üretimi tamamen durdurdu.
18 Kasım tarihinde Genel Maden-İş Sendikası tarafından Zonguldak’ta düzenlenen “Taşkömürü, Maden işçisi ve Zonguldak. Gerçeği”nin ele alındığı kurultayda, binlerce maden işçisi “işçiler el ele, genel greve” sloganını atarak hep bir ağızdan “greve evet” dedi.
TTK’yı özelleştirme planları içinde olan hükümet, 16 Kasım tarihinde, TV’deki “Büyüteç” programı aracılığıyla Devlet Bakanı İbrahim Özdemir’in ağzından maden işçisine tehditler savurdu. “Greve giderlerse, ocakları kapatırız” tehdidiyle maden işçilerine gözdağı vermeye çalışan iktidar, toplu sözleşme görüşmelerinde anlaşma umudunu tamamen ortadan kaldırınca, Genel Maden-İş Sendikası grev kararı aldı. Kurultay’da konuşan Sendika Başkanı Şemsi Denizer, “Ocakları kimse kapattıramaz. Ekmek teknemize sahip çıkalım” diyerek. “Zonguldak elden gidiyor, Zonguldak gözden çıkarıldı” şeklinde hayıflanmanın bir işe yaramayacağını belirtti. Şemsi Denizer “Bir milyon insanı hiçbir güç çiğneyemez. Yüz binlerce insanı hiçbir güç açlığa terk edemez. Yeler ki kolay lokma olmadığımızı gösterelim. Yeler ki önlerinde duralım, yollarına çıkalım” çağrısında bulundu.
Kurultay’ın düzenlediği salona sığmayarak sokağa taşan Zonguldak madencileri, kendilerine şirin görünmeye çalışan ANAP’lı milletvekillerini sürekli protesto ettiler. TTK’nın zarar etmesinin sorumlularının kendileri olmadığını belirten madenciler, hükümeti eleştirerek “Suçlu, sorumlu onlar. Onlar hesap verecekler, biz hesap soracağız” diye haykırdılar. İşçi sınıfı, madencilerin şahsında “Hesap sormaya” başlıyor artık. Sınıf uyanıyor. 12 Eylül’ün 10. yıldönümünü protesto etmek amacıyla 13 Eylül’de ocağa inmeyen madenciler, ‘5 ay değil, 5 yıl da sürse’ greve hazırlanıyorlar.
Madencilik işkolunda alınan iki grev kararı daha var. Bunlardan birincisi ve büyük olanı Maden Tetkik Arama Kurumu’na bağlı işyerlerini kapsıyor. Genel Maden-İş Sendikası tarafından 7 bin işçi adına alınan grevin tarihi 22 Ekim. İkinci grev kararı ise özel sektörde. Grev kararı Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden-İş Sendikası tarafından Konya Ermenek’teki Kömür İşletmeleri AŞ’ye bağlı Ermenek Linyit İşletmesi için alınıyor. 25 Ekim tarihli bu karar 251 işçiyi kapsıyor.
Öte yandan grev yasağı kapsamında bulunan Türkiye Kömür İşletmelerinde çalışan 28 bin 500 maden işçisi, toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, işvereni protesto etmek amacıyla 16 Kasım’da ülke genelinde üretimi durdurarak toplu viziteye çıkma eyleminde bulundular. TKİ’nin Soma, Tunçbilek, Seyitömer, Nallıhan, Çorum, Erzurum, Yatağan, Bursa, Balıkesir, Marmara Linyitleri, Cizre, Konya, Afşin-Elbistan ve Geli’de işçilerin eylemleri yer yer polis ve jandarma kuvvetlerince engellenmeye çalışıldıysa da başarılamadı. Grev yasağı kapsamında bulunulmasını işçilere karşı bir avantaj olarak gören işveren/hükümet toplu sözleşme görüşmelerinde ücrete ve idari konulara ilişkin tek bir karşı öneri bile getirmezken, televizyon aracılığıyla “işçilerin çok fazla ücret istediklerini” söyleyebiliyorlar. Günlük 14 bin lira alan işçilerin cevabıysa ocaktan çıkmama, toplu vizite ve yürüyüş eylemleri oldu.
Öz-demir-İş’in ‘Oto Çelik-İş’e katılıp katılmayacağının tartışma ve beklenti konusu olduğu metal işkolunda birleşme konusunda yeni gelişmeler yaşanırken, ülke çapında üç sendikaya bağlı 50 bin metal işçisi MESS’i protesto etmeye devam ediyor. Bağımsız Çelik-İş’e bağlı GAMAK’ta grev 40. gününü doldururken Türk Metal-İş Sendikası’na bağlı bir işyerinde de grev başladı. Altı işyeri için de grev kararı alındı.
Birleşmeye taraf olan sendikalardan Çelik-İş Sendikasının son genel kurul kararının mahkemece iptal edilmesi üzerine, Otomobil-İş Sendikası da “Olağanüstü Genel Kurul” kararını iptal etti. Birleşmenin taban tarafından istenen ve ülke çapında % 10 barajının altına düşülmesi tehlikesinin yaşandığı koşullarda zorunlu olan birleşme, sendikalardaki birleşmeye muhalif unsurlar tarafından engellenmeye çalışılıyor. Çelik-İş Eğitim Sekreteri Rafet Korkmazer, muhalif unsurlara rağmen birleşmeyi gerçekleştireceklerini. Ocak 1991’de yapılacak görüşmelere “Oto-Çelik-İş” Sendikası olarak katılmayı hedeflediklerini söyledi. Çelik-İş Karabük Şubesi tarafından, İstanbul, Kadıköy ve İzmir şubelerinin delege seçimlerinin hatalı olduğu, sayım esasına uyulmayarak fazla delege seçildiği ve bu nedenle Ankara’da yapılan genel kurul kararının iptali için açılan dava, bilirkişi raporunun aksi yöndeki kararına uygun olarak söz konusu şubelerde seçime gidileceği, temyiz yoluna başvurarak birleşmeyi geciktirmek istemedikleri ve iki ay içinde bu sorunu çözecekleri bildirildi. Otomobil-İş Sendikası da, Çelik-İş Sendikası’ndaki gelişmeleri beklemek ve paralelliği sağlamak amacıyla “Olağanüstü Genel Kurul” kararını iptal etmiş bulunuyor. Otomobil-İş Sendikası tarafından yapılan açıklamada; grevi ön şartsız düşünmedikleri ve amaçlarının esas olarak arabulucu raporunu bekledikleri ve buna göre toplu sözleşme bağıtlamak olduğu belirtiliyor.
Birleşme çalışmaları şimdilik ertelenmiş görünürken, Otomobil-İş ve Çelik-İş Sendikaları ile Hak-İş’e bağlı Özdemir-iş Sendikasına üye işçiler 13 Kasım’da toplam 171 işyerinde işi yavaşlattılar ve yürüyüşe geçtiler. 50 bin metal işçisinin ülke çapındaki eyleminde yer yer trafik kesildi. Birçok işyerinde de işe yarım saat ile bir saat geç başlanıldı. Kocaeli’nde Otomobil-İş’e bağlı Rabak, Telke Rabak, Bastaş, Philips, Bebsa, Kalibre Boru, Anadolu Düküm ve Tekfen işyerlerinde toplam 2 bin 200; Çelik-İş’e bağlı Sapanca Segman, Çelik Sanayi, Mannesman Sümerbank ve Çelikkord’da 2 bin ve Özdemir-İş’e bağlı Türkkablo ve Çelik Halat’ta bin olmak üzere toplam 5 bin 200 işçi iş yavaşlatırken, Gebze bölgesindeki binlerce işçi 2 kilometre yürüyüş yaptı. E-5 Karayolu’nu yer yer trafiğe kapattı.
Metal işkolunda bir grev sürerken bir yenisi başladı. Çelik-İş’e bağlı İstanbul’daki GAMAK işletmelerinde grev 40. günü doldurdu. İşverenin lokavt tehdidinde bulunduğu GAMAK’ta, grevci işçiler “Lokavt çare değil, bunu işveren de gördü. Bizim için dönüş yok” diyorlar. 12 Eylül’ün işçi haklarını gasp ettiğini, şimdi de savaşla işçilere ölüm getirilmek istendiğini söyleyen grevciler, grevlerini genel grevin bir parçası, ona giden yolda bir adım olarak gördüklerini ve genel grevle “12 Eylül’ün yargılanmasını, haklarının geri verilmesini isteyeceklerini” belirtiyorlar, ücretlerine % 300 artış isteyen GAMAK işçileri asgari ücrete yakın bir ücret alıyorlar.
Öte yandan 13 Kasım tarihinde Türk Metal Sendikasına bağlı Kayseri ÇİNKUR Fabrikası’nda da 604 işçi greve başladı. Metal işçilerini önce yarım, sonra tam dazlak dolaştıran, kadınlara da yarım bıyık eylemi yaptıran ve bununla övünen Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Mustafa Özbek, grevci ÇİNKUR işçilerine yaptığı konuşmada: “Biz burada zehir içerisinde ölüm soluyan isçinin hakkını istiyoruz. Vatan haini diyorlar. Asıl vatan haini işçinin alın terini vermeyenlerdir. ÇİNKUR geçen yıl 60 milyar kâr etti. İşçinin hakkını isteyince batıyor, zarar ediyor diyorlar. Ben (?) ve sizler Koç’tan, Sabancı’dan daha çok vatanperveriz. Vatanını sevmeyen adamlar olsanız 300 bin lira maaşla burada çalışır mısınız?” (Kendisinin cebine her halde çok daha fazlası giriyor olsa gerek Ö.D.) Zehir içerisinde ölüm soluyarak çalışan işçileri ‘vatanperverlik adına 300 bin lira sefalet ücretine çalışmaya çağıran Mustafa Özbek, “Siz birlik bütünlüğünüzü bozmayın. Biz hakkınızı söke söke, hükümet edenlerin başına vura vura alacağız.” (Şimdiye kadar olduğu gibi. İşçilerin karşısında aslan kesilir, kapalı kapılar ardında satışımızı yaparız demek istiyor, Ö.D.) Mustafa Özbek incilerine devam ediyor. “Zaten bu hükümet geleceğini Körfezde çıkacak savaşa bağladı. Körfezde barış sağlanınca tepetaklak giderler.” (Olur ya, barışa rağmen iktidarda kalırlar, Mustafa Özbek bunun da çaresini bulmuş.) Gerçi siz bunların dersini sandık başında verirsiniz.”
Söyleyecek fazla bir şey yok. İşçi sınıfı genel grevden, meydanlara çıkmaktan söz ederken M. Özbek sermayeye ve devlete zarar gelmemesi için uğraşıyor.
İşkolunda alınan yedi grev kararından dördü Türk Metal, biri Özdemir-İş Sendikasına ve bir diğeri de Otomobil-İş Sendikasına ait. Türk Metal Sendikası tarafından 22 Ekim tarihinde İzmit’te kurulu Varilsan Fabrikası’nda 16 işçi için, 24 Ekim tarihinde Bolu’da kurulu İto Kilit Fabrikası’ndaki 200, İstanbul Hendek Ambalaj’da çalışan 140 ve İzmir/Kemalpaşa’daki Ege Mosan Motorlu Araçlar Sanayi ve Ticaret A.Ş.’de 176 işçi için ve 13 Kasım’da da Adana Emniyet Müdürlüğü Tamirhanelerinde çalışan 2 bin işçi için grev kararı alındı. Özdemir-İş Sendikası tarafından 11 Ekim’de alınan grev kararı ise, Çorum’da kurulu Kızılırmak Döküm Sanayi A.Ş.’de çalışan 70 işçiyi kapsıyor.
Otomobil-İş Sendikası’na bağlı Ankara’da kurulu ASELSAN Fabrikasında 12 Kasım tarihinde grev kararı alındı. Fabrikada çalışan 2 bin işçiden 1800’ünün sendikaya üye olduğu ASELSAN’da grev kararı henüz işyerlerinde ilan edilmiş değil. Otomobil-İş Sendikası yetkilileri, istedikleri koşullara yaklaşılması durumunda işverenle görüşmeye hazır olduklarını; ancak anlaşma sağlanamadığı takdirde 2 ay içerisinde greve gideceklerini belirttiler.
Topkapı Otomobil-İş’e bağlı 13 işyerinde toplam 2500 işçinin uyuşmazlığı sürerken, General Elektrikte grev olasılığı çok yakın gözüküyor. Bu iş yerinde de 100 işçiyi kapsayan TİS görüşmeleri sürüyor. Uyuşmazlığın gerçekleştiği işyerinde ücret, iş güvenliği ve idari maddelerde tıkanma söz konusu. İşverenler hiç bir karşı teklif getirmeyerek sözleşmeleri engelliyor. İşçilerse, en radikal şekilde ortaya çıkmak ve bu mücadeleyi kazanmak istiyorlar.
Petrol, Kimya ve Lastik İşkolunda. Petrol-İş Sendikası’nın toplu sözleşmeleri başlıyor. Bağımsız Laspetkim-İş Sendikası tarafından İstanbul Bakırköy’deki Dora Plastik Fabrikasında çalışan 140 işçi için sürdürülen görüşmeler 24 Ekim tarihinde tutulan zabıtla uyuşmazlığa girmiş bulunuyor. Petrol-İş Sendikasına bağlı İstanbul Puma ve Malazlar grevleri ile Samsun Canik Lastik Fabrikası ve Malatya Boyataş Dağıtım AŞ’deki grevler sürerken üç yeni grev daha başladı. 24 Ekim tarihinde alınan karar gereğince Gebze’de kurulu Febor Isı’da 38 ve Kütahya Dostel Alüminyum Sülfat Sanayinde 89 isçi greve çıkmış bulunuyor. Kırşehir Petlas’ta ise Petrol-İş’e bağlı 234 işçi ilk defa greve çıktı. Halen ikisi Yüksek Hakem Kurulunda görüşülen toplam on uyuşmazlık devam ediyor. Malazlar grevi beşinci ayına girerken, işverenin geçici işçi çalıştırarak boğmaya çalıştığı PİLMA grevi ise 25. gününü doldurdu.
17 yıl sonra ikinci kez greve çıkan Pilma işçileri, aralarından bir kişinin emekli olması sebebiyle 72 kişi olarak sürdürüyorlar grevlerini. 5 emekli ustabaşı, 3 teknisyen, 15 sözleşmeli toplam 78 geçici işçinin üretimi sürdürdüğü Pilma’da işverenin asıl amacı, fabrikadan sendikayı kaldırmak. Sendikasızlaştırma çalışmalarını planlı bir şekilde yürüten işveren 10 yıldan beri kadrolu işçi almıyor. 74’deki grevde 450 kadrolu işçinin bulunduğu Pilma’da. emekli olmalar ve işten çıkarmalarla kadrolu işçi sayısı 72’ye düşmüş. Grevi kırmak için çalıştırılan işçiler, Coca-Cola’da olduğu gibi grev nedeniyle yeni alınmış işçiler değil. Yıllardır Pilma’da üçer aylık sözleşmelerle geçici olarak çalıştırılan ve her türlü haktan ve güvenceden yoksun geçici işçiler, grevcilerin ve sendikaların tüm çabalarına karşın greve katılmaya razı olmamışlar. Bilinçsizliklerinden ve işverenin aldatmacı tavırlarından ötürü (grevle birlikte geçici çalışma süresi altı aya, asgari ücret üzerinden ödenen aylık maaş 400 bin liraya çıkarılmış). Pilma grevcilerine ve bütün sınıf kardeşlerine karşı ihanet eden geçici işçiler, bir gün kendi başlarına da aynı şeyin gelebileceğinden habersizler, İşverenin sözleşmeyi imzalamaya kesinlikle yanaşmadığı Pilma’da grevciler, “1980-1984 arası sendikal faaliyetlerin durdurulması, yasaklanması bugünlere yol açtı. Burjuva sınıfının çıkarlarını yansıtan, koruyan iş yasalarına geçici işçi çalıştırma olanağı veren hükümler girmeseydi, şimdi 74 grevinin huzurunu yaşardık” diyorlar. Pilma patronu, grevcilere çıkışlarını almayı dayatıyor, işçilerin son beş ayın ücretlerinin toplu sözleşme görüşmelerinde istedikleri rakama göre hesaplanmasını ve ihbar tazminatlarının da verilmesini isteyen işçiler, işverenin son beş ayın ücretlerini TİS öncesi rakamlarına göre hesaplamayı, böylelikle kıdem tazminatını düşük tutmak islediğini ve ihbar tazminatı vermeye de yanaşmadığını belirtiyorlar. Beş kişilik komiteleri aracılığıyla grevlerini sürdüren Pilma işçileri, toplu sözleşmeyle geçici işçi çalıştırılmasının kaldırılmasını istiyorlar.
Petrol-İş Sendikasına bağlı özel sektörde, 52’si KİPLAS üyesi, 5’i ilaç ve 28 değişik işyerinde olmak üzere toplam 85 işyerinde 11 bin işçinin kamu kesiminde ise TPAO, TÜRPAŞ, PETKİM, SÜMERBANK, MKE ve SSK İLAÇ’ta çalışan toplam 27 bin işçinin toplu sözleşmeleri gündemde bulunuyor.
Ocak 1991 itibarıyla başlayacak olan toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde sendikaca yapılan çalışmalarda, “ücret sözleşmeciliği”nin ötesine geçerek, özellikle idari konulara ilişkin maddelerde mücadele edilmesi gerektiği vurgulanıyor. Sendikanın hedefleri arasında “kapsam ve sözleşmeden yararlanma konusunda daha fazla sayıda işçinin sözleşme kapsamına alınması ve iş güvencesi olarak ihbar sürelerinin arttırılması, disiplin kurulunda verilecek cezaların sırasıyla uygulanması ve hafifletilmesi; geçici işçilerin sözleşme sürelerinin sınırlanması ve sendikalı olmalarının sağlanması; devamlılık arz eden işlerde müteahhit işçinin çalıştırılmasının kaldırılması, çalışma sürelerinin 45 saatten 40 saate düşürülerek fazla mesai koşullarının ortadan kaldırılması ve böylelikle işsizlik oranının düşürülmesinin sağlanması; ücret ve zamların enflasyon karşısında erimeyecek şekilde ayarlanması yer alıyor.”
Diğer işkollarında gelişmeler, grevler ve uyuşmazlıklar
(*) Tek Gıda ve Tezkoop-İş Sendikaları’na bağlı 860 işçinin Coca-Cola’daki grevi, işverenin grev kırıcı tavırlarına, geçici işçilerle üretimin sürdürülmesine rağmen sürüyor. Tek Gıda-İş Sendikasına bağlı Sakarya Tarım Ürünleri AŞ (SATÜDAŞ)’de de Kasım ayında greve çıkıldı. 23 işçinin grevde olduğu işyerinde 4 geçici işçi çalıştırılıyor. 19 yıllık bir işçinin 266 bin lira aylık ücret aldığı SATÜDAŞ’ta, sendika 800 bin lira net aylık, artı aile ve çocuk yardımı için de ayrıca para istemiş. Buna karşılık işverenin 485 bin lirada diretmesi üzerine toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanarak greve kadar gelinmiş.
(*) Çimse-İş Sendikası’na üye 765 işçinin çalıştığı Kütahya Porselen ve Karoseri Fabrikası’ndaki grev 30. gününü doldurdu. Grevin başlamasıyla birlikte işverenin üretimi sürdürmek için müteahhit aracılığıyla işçi alması karşısında, sendika ihtiyati tedbir için mahkemeye başvurmuşsa da, mahkeme çoğunlukla olduğu gibi yine işveren lehine karar vermiş.
(*) Teknik okul öğrencilerinin kaçak işçi olarak çalıştırıldığı Ankara Tepe Mobilya grevi ile İstanbul Topkapı Yem Fabrikası’ndaki grev aylardır devam ederken, yeni bir grev daha başladı. Bu Tezkoop-İş Sendikasının İstanbul’da kurulu Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar işkolunda yer alan İmepa adlı işyerinde 570 işçi 22 Ekim tarihinde başlattığı grev.
Yeni grev kararları da alınmaya devam ediyor. Gıda Sanayi işkolunda Hak-İş Federasyonu’na üye Öz Gıda-İş Sendikası tarafından Erzurum Polat Un Fabrikasında çalışan 26 işçi için Çimento, Toprak ve Cam Sanayisinde Türk-İş’e bağlı Çimse-İş Sendikası’nca İstanbul Oralisan’da toplam 250 işçi için grev kararı alınırken, gıda, büro, ticaret, nakliyat, tekstil, belediye, enerji, çimento, ağ, deri, dokuma işkollarında toplam 23 bin 754 işçinin toplu sözleşmeleri de uyuşmazlıkla sonuçlanmış bulunmakta. Hava işkolunda ise Çelebi, THY ve Havaş işyerlerinde toplu sözleşme görüşmeleri başlıyor.
1991 yılında 1 milyon işçi için TİS mücadelesi
Maden işkolunda 50 bin işçinin grevi başlamak üzere. Metal işkolunda greve giden yol kısaldı. Çeşitli sektörlerde binlerce işçinin toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Petro-Kimya, Deri, İnşaat, ulaşım vb işkollarında toplu sözleşme dönemine girildi. Kamu kesiminde 500 bini aşkın işçi için toplu sözleşmeler başlıyor. Grevler ardı ardına yayılıyor. Hükümet ve işverenler grevleri boğmaya, işçilere gözdağı vermeye çalışıyorlar. İşçiler yılmıyorlar. Grevler devam ederken, sokağa çıkan işçi sayısı artıyor.
12 Eylül’den sonra geçici bir sessizliğe bürünen işçi sınıfı yeniden uyanıyor. 1980 öncesinden farklı olarak yalnızca geniş işçi kesimleri eyleme geçmiyor, işçilerle birlikte aileleri de haykırıyor. Kamu kesiminde çalışan memurların sendikalaşma çalışmaları sürüyor. Grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı için memurlar sokağa dökülüyor. Savaşa karşı hayır sesleri yükseliyor. İş, ekmek, özgürlük talebi olanca yakıcılığıyla geniş kesimlerde yankılanıyor.
1991 yılı yeni ve eskisinden çok farklı gelişmelere gebe. Genel grev şiarı sınıfın en geri kesimlerini bile sarmış durumda. Önümüzdeki günler ve aylar, burjuvazinin ve proletaryanın karşılıklı güçlerini deneyeceği ve birbirlerini sınayacakları günler olabilir.

Malazlar’da Bayram Var
Pendik-Kaynarca’da  kumlu Malazlar Kibrit Fabrikası işçileri, 5. ayına giren grevlerini aynı kararlılık, aynı birlik ve aynı coşkuyla-sürdürüyorlar.
Petrol-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu Malazlarda 39’u kadın 251 işçi çalışıyor. İşçiler, tek bir fire vermeksizin sürdürdükleri grevlerini “5 ay değil, 5 yıl da olsa, varız” diyerek selamlıyorlar.
Grev öncesinde ortalama 400 bin lira brüt ücretle çalışan Malazlar işçileri toplu sözleşme görüşmelerinde birinci yıl için 2 milyon, ikinci yıl için de 2 milyon 250 bin lira istemişler. Buna karşılık işveren, sırasıyla 450 bin ve 500 bin lira brüt ücrette dayatmış, işverenin bu tutumu yalnızca işçileri düşük ücretle çalıştırmak istemesinden değil, aynı zamanda görüşmeler döneminde elindeki 180 bin kolilik stoku eritme amacından kaynaklanıyor. İşveren grevi dayatıyor. Malazlar işçileri, işverenin bu davetini “kabulümüzdür” diyerek, ama kendi amaçları için ve kendi silahlarıyla karşılıyorlar.
Ustaların bile grevde olduğu ve yalnızca, yasa gereği kapsam dışı tutulan 2 işçinin çatıştığı Malazlarda bu işçilerin büyük çoğunluğu (% 70’i) için ilk grev. Malazlar işçileri, grevlerini bayrama çeviriyorlar. Grev, fabrika önünde davul-zuma eşliğinde toplu halayla başlıyor. Ayda bir şenlik yapmayı planlayan Malazlar grevcileri, “önemli olan (bizim için, Ö.D.) yasal olmayanı yasal kılmaktır. Çoğunluk, eylemi meşru kılar.” diyorlar.
Malazlar’da 24 kişilik (bunun yarısını kadın işçiler oluşturuyor) bir grev komitesi var. Toplu sözleşme görüşmeleri öncesinde ve sırasında sözleşme taslağının hazırlanması, görüşmelerin yürütülmesinin sağlanması, denetlenmesi ve fabrika kitlesinin gelişmelerden haberdar edilmesi vb çalışmalarını yürüten toplu sözleşme komitesi, uyuşmazlıkla birlikte grev komitesine dönüşmüş. Grev komitesi, grevin yürütümü, bölgedeki diğer işyerleri, sendikalar ve yöre halkı ile dayanışma ilişkilerinin sağlanması, grev süresince ortaya çıkan sorunların çözülmesi vb işlerle uğraşıyor. Şimdiye dek grevle ilgili iki de bildiri yayınlayan ve dağıtan Grev Komitesi, bunların dışında en geç on beş günde bir olmak üzere sendika şubesi binasında işyeri toplantıları düzenliyor. Bu toplantılarda, grevden başka, başlıca genel grev ve Körfez krizi ve savaş üzerinde tartışmalar yürütülüyor. Grev komitesi, ayrıca bölgedeki Selüloz İş, Otomobil-İş ve Çelik-İş Sendikalarına bağlı fabrika ve işyerleri ile de görüş ve mücadele deneyimi aktarımı ve ortak hareket etme planları yapma çalışmalarında da bulunuyor. Yine, işyeri toplantılarında komitenin yol göstericiliğinde sınıfın mücadelesinin sorunları, hedefleri ve araçları ile sınıfın kendi dünya görüşünün kavratılması hususunda eğitim çalışmaları yürütülüyor.
Grev komitesi, grevi desteklemek ve yöre halkıyla bütünleşmeyi sağlamada ve grevi duyurmada bir araç olmak üzere, hediyelik eşya yaptırmış; bunun yaygın dağıtımını da gerçekleştirmiş. Yine bu amaçla bir de dayanışma gecesi düzenleme girişimlerinde bulunuyor.
Petrol-İş İstanbul Anadolu Şubesi, Malazlar grevini destekliyor. Toplu sözleşme görüşmelerini komite ile birlikte uyum içinde sürdüren şube, grev boyunca her işçiye ayda 250 bin liradan toplam 900’er bin lira grev aidatı ödemiş şimdiye dek.
Grevin en büyük destekçisi olan yöre halkı ise, para yardımı başta olmak üzere dayanışma ziyaretleri, grevcilerin çeşitli ihtiyaçlarının giderilmesi vs. konularında grevcilerle dayanışma içine giriyor.
Grev, yöre halkı ve bölgedeki diğer fabrikalarla dayanışmanın sağlanması yanında, greve çıkan işçilerin birlik ve bütünlüğünü, birbirlerine kenetlenmelerini sağlıyor. Fire vermeksizin grevi sürdüren Malazlar işçileri karşılaştıkları sorunları birlikte çözüyorlar; birinin sorunu hepsinin sorunu oluyor, içlerinden birinin hastalanması, bir diğerinin eşinin tedavi için hastaneye kaldırılması olaylarında grevciler, aralarında her iki durum için de 600’er bin lira para toplayarak arkadaşlarına yardımda bulunmuşlar.
Grev, Malazlar işçilerinin kendi deyimleriyle üç yenden eğitim sağlıyor, okul işlevi görüyor. Birinci olarak, greve çıkan işçilerin kendileri mücadeleyi ve dayanışmayı öğreniyorlar, ikinci olarak, bölgedeki grevde bulunmayan fabrikaların, işyerlerinin işçileri grevci işçilerden öğreniyor ve onlarla dayanışma içine giriyorlar. Ve bununla bağlantılı üçüncü olarak da grevciler diğer işçilere öğretiyorlar. Grev, bu yönleriyle fiili olarak okul işlevi görüyor.
Genel grev, Körfez krizi ve savaş konularında tartışma vs eğitim çalışmaları yürüten Malazlar işçileri, savaşın ancak bütün emekçilerin, işçilerin, köylülerin, gençliğin birleşik mücadelesiyle önlenebileceği düşüncesindeler.
“Savaş, Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçi halk için gerçek bir yıkım olacaktır. Savaştan en çok emekçiler zarar görecektir. Erkekler cepheye, kadınlar tezgâh başlarına sürülecektir. Erkekler cephede, kadınlar çarklar arasında ezilecektir. Aileler parçalanacak; binlerce kadın eşsiz, oğulsuz; binlerce çocuk yetim kalacaktır. Böyle bir savaş bizim savaşımız değildir, olamaz da. Bu savaş emperyalistlerin ve petrol şeyhlerinin savaşıdır. Bizim bu savaşta çıkarımız yoktur. Daha şimdiden grevlerimizi yasaklayarak, ardı ardına zamlar, savaş vergileri ve işten çıkarmalarla bize saldırdılar bile. Siyasi iktidar ve sermaye çevreleri ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin faturasını bize çıkarmak istiyorlar. Şöyle diyor Malazlar işçisi ve ekliyor: “Genel grev, ekonomik, sendikal, demokratik hakların kazanımında olduğu gibi, ‘savaşa hayır’ demenin de bir aracı olabilir. Genel grevin yalnızca üretimi durdurmak demek olmadığını, “o gün ben evimde oturacağım, herkes de öyle yapsın” diyen sermayenin tescilli uşağı Şevket Yılmaz gibi, pasif bir eylem olarak düşünmediklerini; sorunların ancak “sokağa çıkmakla” çözülebileceğine ve genel grevin ancak bu şekilde etkili olabileceğine inandıklarını söylüyorlar. Sosyal-demokrat sendikacıların da, Türk-İş’li sendika patronlarından geri kalmadığına değinen Malazlar işçileri: “Sosyal-demokrat sendikacılar topu Türk-İş’e atıyorlar. Türk-İş yapmıyor, bu yüzden biz de yapamıyoruz’ dediklerini söylüyorlar.
Genel grevle her şeyin çözüleceğini düşünmenin (TİS görüşmelerini kesin olarak sağlayacağını söylemek ne kadar hatalıysa, işçilerin iktidara geleceğini söylemek de o kadar yanlıştır.) yanlış olacağını belirterek, Malazlar grevcileri bu konuyu şöyle noktalıyorlar; “Genel grev her şey değildir. Genel grev amaç değil araçtır. Genel grev işçi sınıfının gücünü gösterir. Esas olan işçi sınırının öncü partisinin önderliğinde siyasal mücadeleye atılmasıdır.”

Malazlar Grev Komitesi Bildirisi
Biz Malazlar işçilerinin isteği insanca yaşamaya yetecek ekonomik ve sosyal olanaklar karşısında Malazlar İşvereninin önerdiği gülünç, gülünç olmanın ötesinde aşağılayıcı önerileri, bizi, işçinin işçi olmayı öğrendiği dahası insanın insan olmayı öğrendiği ve yüceldiği grev silahına başvurmak zorunda bıraktı.
Hiç kimse hiçbir şey olmadan greve başvurmayı istemez. Bütün çıkış yollarının tıkandığı, tüm olanakların tükendiği bir noktada hep bir ağızdan greve EVET dedik ve halaylar çekerek, sloganlar haykırarak başlattık grevimizi.
Grevimiz şu günlerde 80’li günlerdedir. Durum gösteriyor ki daha da uzayacaktır. Malazlar işvereni bizleri uzun bir greve sürükleyerek istediği yönde bir sözleşme bağıtlama hevesinde. Ama şu bilinmelidir ki grevimiz değil 80, 300 gün de sürse biz bir adım dahi gerilemeden, taleplerimizi gelişmelere ve günün koşullarına uygun yeniden formüle ederek kendi öz gücümüzle sonuna kadar direnecek ve başarıyla sonuçlandıracağız. Buna inancımız tamdır. Bu grevimizde en büyük kazancımız inancımız ve işçi sınıfımızın ve demokratik kamuoyunun aktif destecidir.
“MİLLİ GÜVENLİK” BAHANESİ İLE GREVLERİN KIRILMASINA HAYIR!
Bu günlerde “Körfez Bunalımı” vesilesiyle “Milli Güvenliğimiz” bahane edilerek sürmekte olan grevlerimiz bir bir ertelenmekte ve işçiler eskisi gibi en zor koşullarda çalışmaya zorlanmakta ve açlığa mahkûm edilmektedir. ABD üslerindeki grevlerle lastik grevleri bu bahanelerle kaldırıldı. Bu durumun bizim grevimiz için de söz konusu edilebileceği ihtimal dâhilindedir. Üslerde ve lastik iş kolunda çalışan işçilerin haklarını emperyalizmin çıkarına feda eden bir zihniyet, bunu bize de reva görebilir.
Grevler “Milli Güvenlik” bahanesiyle erteleniyor ya da yasaklanıyor. Sormak gerekir; Milli güvenliği tehdit eden biz işçiler miyiz yoksa bizi, ülkemizi emperyalist haydutların çıkarları için kanlı bir savaşın ortasına doludizgin süren egemen sınıflar mı? Elbette ki ikincisi.
Emperyalist güçler ve petrol şeyhlerinin çıkarları için grevleri yasaklayan ve ülkemizi bile bile kanlı bir savaşın içine sürükleyen iktidarın bu tutumunun ülke çıkarlarıyla, işçi ve emekçi haklarıyla bağdaşır bir yanı yoktur. Bu yadsınamaz bir gerçekliktir.
3u vesileyle altını çizerek şunu söylemek istiyoruz:
Biz işçi sınıfı ve emekçi halkımızın emperyalist para babalarının çıkarına dökecek bir damla kanımız yoktur. Bizlerin çıkarı emperyalist haydutların ve petrol şeyhlerinin safında bir savaşta yer almakta ve ona jandarmalık yapmakta değil, tam tersine bizim ve emekçi halkımızın çıkarı emperyalizmin, sömürünün, zulmün ve emperyalist amaçlı savaşların ortadan kaldırılmasındadır.
Ekonomik ve sosyal haklarımız için sürdürdüğümüz haklı grevimize yönelecek her türlü saldırıya karşı sonuna kadar mücadele edecek ve direneceğiz.
Bu böyle bilinsin.
Bugüne kadar ilk günün coşkusuyla ve heyecanıyla sürmekte olan grevimiz bu günden sonra da aynı coşkuyla sürecek ve dayanacaktır.
Bu vesileyle başta sınıf kardeşlerimiz olan işçi sınıfı olmak üzere tüm kamuoyunu ve demokratik kuruluşları insanca yaşamanın ve dayanışmanın bir adımı olan grevimizi ve ülkede yükselen işçi ve memur eylemlerini desteklemeye çağırıyoruz.
Özgür ve kardeşçe bir dünya için ileri atılalım, el ele verelim, direnelim. Birliğimiz ve mücadelemiz tüm zorlukları yenecek ve gelecek bizim olacaktır. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın.
Yaşasın Malazlar işçisinin onurlu mücadelesi!
Yaşasın işçi sınıfının birliği ve kardeşliği!
Yaşasın haklı grevimiz!
Malazlar Grev Komitesi

Yasalar, işveren, grev kırıcıları ve polis Coca-Cola işçilerini yıldıramıyor
Coca-Cola grevi 26. gününü doldurdu. Cola işçileri işverenin grevi kırmak için giriştiği her türlü çabaya, özellikle geçici işçi çalıştırmasına ve polisin yoğun baskısına rağmen grevlerini sürdürüyorlar. “Dönüş yok, bir tek adım bile geriye atamayız. Bu yalnızca bizim için değil, bütün İstanbul işçisi için, Türkiye işçi sınıfı için geri adım olur” diyorlar.
19 yıllık işçinin 342 bin lira aylık aldığı Coca-Cola Fabrikasında ilk işçi sesi 1989’da ek zam talebi için üç günlük üretimi durdurma eylemi ile duyulur. Ardından, işverenin işçilere, TezKoop-iş sendikası işyeri baş temsilcisi dâhil 107 işçiyi işten çıkartarak saldırıya geçmesi üzerine Cola işçileri, bu kez üç günlük direnişle karşılık verir. Ve Cola işçisi durmuyor, hızla ilerliyor yolunda. 1984-85’lerde Hisarbank, Banker Kastelli döneminde) iflas eden patronu gündüz çalışmalarıyla kurtaran Cola işçileri, bu Kez kendileri için mücadele ediyorlar. Cola işçisi artık kendisi için var. Sınıf olmanın bilincine vararak 90 1 Mayıs’ında üretimi durduruyor. 170 Coca-Cola işçisinin 48 saat gözaltına alınmasını, sendika işyeri temsilcisinin 3,5 ay süreyle tutuklanmasını yemek boykotu yaparak protesto ediyor ve gözaltındakilerle dayanışma içine giriyor.
Ve Cola işçileri, toplu sözleşme görüşmelerini 10 kişilik komiteleri aracılığıyla bizzat yürütüyorlar. 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kabul edilmesi talebini sözleşme taslağına yazdıran Coca-Cola işçileri, toplu sözleşme görüşmeleri boyunca sendika merkezi ve sermayeyle mücadele ettiklerini belirtiyorlar.
Sözleşme metnini kendileri hazırlayan ve görüşmeleri adım adım izleyen, denetleyen Coca-Cola işçileri tam kadroyla (860 kişi, bunun içinde 18 ustabaşı ve memur da var) grevdeler. “Sermaye (işveren) de kendi gücünü görmek için grevi zorladı” diyor Cola işçisi. Kendi deyimleriyle, “işveren için Coca-Cola işçisi iflah olmaz içiydi. örgütlenmiş işçiydi” Ve işveren, örgütlenmiş Coca-Cola işçisinin burnunu sürtmek istiyordu. Kendisinin (ve bir parçası olduğu sermayenin) ve Cola işçisinin gücünü görmek istiyordu Çünkü Tezkoop-İş işyeri temsilcisinin de söylediği gibi, Cola patronu işçileri artık eskisi gibi sömüremeyeceğini biliyordu. “Baskı olmadan sömürü de olmaz” diyor Tezkoop-İş işyeri temsilcisi. Ve bunun için de işveren bir yandan tehdit ve gözdağına başvurur, öte yandan grev kırıcı sicilli faşistleri, MÇP’lileri, Akıncıları çalıştırırken, eski MİT’çileri grev kırmak için danışman olarak kullanırken (eski MİT’çi Bülent Öztürkmen, fabrika sahibi Bilge Hasoğlu’nun danışmanlığını yapıyor. Toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlığı döneminde grevi kafasına koyan B. Hasoğlu, grevi kırmak için Bülent Öztürkmen’in adamlarını işe almış.); bir yandan da yoğun baskısı ve terörüyle polisi ve yasalarıyla devleti arkasına almış durumda.
İşveren, daha toplu sözleşme görüşmeleri sırasında Cola işçisine saldırmaya başlıyor. Görüşmeler yürüten sendikacıları satın almaya çalışıyor. Bu olmayınca, görüşmelerin uyuşmazlık safhasında pasif direnişte bulunan işçilere gözdağı vermek için 18 kişiyi işten atmaya kalkışıyor. Saldırısıyla, grev öncesi Cola isçisinin gücünü sınamaya çalışan işveren, direniş karşısında geri adım atıyor, işten çıkarmadan vazgeçiyor.
Grev kaçınılmaz oluyor. Bu kez, Cola işçilerini yıldırmak ve grevlerini kırmak için yeni bir taktiğe başvuruyor Bilge Hasoğlu Cola patronu, toplu sözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, beşer onar yeni geçici işçi almaya başlıyor. Grev başladığı tarihte bu sayı 265’i buluyordu. Grevi kırmak için alınan bu geçici işçilerin çoğunluğunu MÇP’liler ve Akıncılar oluşturuyor. Herhalde vatanı, milleti bölücü-hainlere karşı korumak için buradalar! İşveren 1 milyon 200 bin lira aylık vereceğini söyleyerek aldığı geçici işçilerden istediği sonucu alabilmiş değil henüz.
Grevciler, işverenin grev kırıcılarının yalnızca on, on-beş elebaşısına bu parayı verdiğini, geri kalanlarınsa en fazla 600 bin lira aldıklarını söylüyorlar. Cola patronu elindeki stok günden güne erirken, grev kırıcılarının Cola yerine şurup, sirke üretmesinden hoşnutsuz; grev kırıcıları da aldatılmaktan ve verilen ücretin yetersizliğinden. Bu durum, başlangıçtaki geçici işçi sayısının düşmesine yol açıyor. Bugün ancak 120’ye yakın geçici işçi çalışıyor fabrikada. Onlar da ikiye bölünmüş durumdalar. Bu koşullar altında çalışmaya istekli görünmeyenleri faşist elebaşılar ikna etmeye uğraşıyorlar.
Türkiye’de savaş bahanesiyle, milli güvenlik gerekçesiyle grevler yasaklanırken, her şeye rağmen yapılabilen grevlerde böylelikle soğutmaya çalışılıyor. Grev kırıcılarına karşı işçiler silahlı değiller ne yazık ki. Yasalar, işverene geçici işçi çalıştırma olanağını tanıyor. Bunun karşısında işçilerin yalnızca tespit davası açma durumu tanınıyor. Tabii, bu da işvereni kesinlikle zor duramda bırakmıyor.
Tezkoop-İş Sendikası 7 Kasım tarihinde mahkemeye başvurmuş. Sonuç koca bir hiç. Yalnızca belediye kaçak işçi çalıştırdığı için 170 bin lira para cezasına çarptırmış işvereni. İşlem tamam! Grev kırıcılar eyleme devam! Cola işçileri grev kırıcılarına karşı etkili şeyler yapamıyorlar. Zaten tel örgülerden içeriye bir adım atmaları bile yasak. Gözetleyip, denetlemekte kusur etmeyen polis, grevcilerin tel örgülere yanaşmasına dahi izin vermiyor. Cola grevcileri, “grev kırıcıları ile ilgili geçici işçi çalıştırma olanağını veren; yasaları yalnızca Coca-Cola işçileri değiştiremez. Bu, tüm Türkiye işçi sınıfının bir sorunudur.” Diyerek, grev kırıcılarla mücadele bütün sınıfın birliğinin gerektiğini söylüyorlar.
Grevin başladığı günden bu yana polis denetimi ve baskısı eksik olmuyor Coca-Cola’da Grev gözcülerinin bu yoldaki girişimleri her defasında polis tarafından engelleniyor. Polisin işi, işlevi bununla bitmiyor. Sürekli kontrolün yanı sıra, grevcilerle dayanışmaya gelen ziyaretçiler gözaltına alınıyor. Grevin ikinci haftasında destek amacıyla gelen 52 Tekel işçisi slogan artıkları gerekçesiyle gözaltına alınarak birinci şubeye götürülüyor. 2 gün süreyle gözaltında tutulanlar arasında Tek Gıda-İş’in işyeri temsilcisi de yer alıyor Tekel işçilerinden sonra, Kartal Kültür Derneği üyeleri gözaltına alınıyor. Fabrika çevresinde sürekli dolaşan resmi ve sivil polisler, ziyaretçi olduğundan şüphelendiği kişileri gözaltına alıyor. Grev gözcülerinin bir kapı önünde ikiden fazlasının bir araya gelmesi yasak. Gözcülerin üçer beşer dolaşması ya da toplanması halinde polis tehditlere girişiyor. Grev gözcülerinin yağmurdan korunmak için parmaklıklara gerdikler örtünün altı -olur ya, yasak bir şeyler bulunur diye- kontrol ediliyor, vs.
Ama bütün bunlar Coca-Cola işçilerini yıldıramıyor. Onlar, bu yollarında kararlılar. Grevlerini kışa, soğuğa, işverene, grev kırıcılarına, polise ve yasalara rağmen sürdürüyorlar.

Aralık 1990

Gençliğin kazanımı: 6 Kasım boykotu

YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım’da Türkiye’nin belli başlı üniversitelerini etkileyen bir boykot deneyi yaşandı. Öğrenci gençlik içerisinde uzun bir süreden beri tartışılan “Genel Boykot” düşüncesi gerçekleştiği biçimiyle çeşitli tartışmalara ve yaklaşımlara yol açmasına rağmen ilk defa daha geniş kesimler tarafından savunuldu ve hayata geçirilmeye çalışıldı.

Boykotun gerçekleştiği 6 Kasım’da İstanbul Üniversitesi, İTÜ, Yıldız, Marmara ve Dicle üniversitelerinde boykot geniş katılımla uygulandı. Öğrencilerin hemen hemen fakültelere hiç gelmediği bu üniversitelerde, dersler tamamen boş geçerken, polis birçok öğrenciyi keyfi olarak gözaltına aldı. Eskişehir’de Anadolu Üniversitesi’nde kantinde boykot çağrısı yapan ve forum düzenleyen öğrencilere saldıran polis 89 öğrenciyi gözaltına alırken, ODTÜ’de aynı işi jandarma yaptı. Burada da 30’un üzerinde öğrenci gözaltına alındı.
6 Kasım, öğrencilerin büyük bir kesiminin okula gelmediği bir “boykot” oldu. Okullarda sivil, resmi ve çevik kuvvetten oluşan binlerce polis amfilerde, koridorlarda gövde gösterisi yaptı. O gün okula gelen devrimci öğrenciler üniversite kapılarında gözaltına alınırken, İÜ Edebiyat Fakültesi’nde olduğu gibi bazı okullarda faşist öğrenciler polis eşliğinde ders yaptı.
Genel boykot düşüncesi 88’lerden itibaren genç komünistler tarafından öğrenci gençlik içerisinde savunulmaya başlandı. 89 1 Mayıs’ında Taksim’de diktatörlüğün saldırısı sonucu M. AKİF DALCI’nın öldürülmesi ve onlarca kişinin yaralanmasını öğrenci gençlik üniversitelerde yaptığı forumlar ve yürüyüşlerle (protesto etmiş), bu katliama sessiz kalmamıştı. Bu saldırıyı protesto etmek için İstanbul Üniversitesi’nde yapılan amfi konuşmalarının ardından dersler boykot edilmişti. Özellikle İstanbul Üniversitesinin Hukuk, İktisat, Siyasal Bilgiler Fakültelerinde. M. Akif Dalcı’nın öldürülmesi ders boykotları ile protesto edilirken, geniş bir öğrenci kitlesi bu boykotlara katılmıştı. Daha sonra ise paralı eğitimi protesto için Boğaziçi
Üniversitesinde ders boykotları gerçekleşmişti. Bu dönemden sonra “Genel Boykot” bir eylem biçimi olarak öğrenci gençliğin gündemine girerken öğrenciler ‘kol kola genel boykota’ sloganı daha geniş kesimler tarafından sık sık atılır olmuştu.
Bu öğretim yılında Ortadoğu’da bir savaş tehlikesinin ortaya çıkması ve Ortadoğu halklarına karşı girişilecek bir savaşa Türkiye’nin de sürüklenmek istenmesi faşizmin uyduruk bir “Kanun Hükmünde Kararname” ile yüksek öğrenimi paralı hale getirmesi yüksek öğrenim gençliği içerisinde genel boykotu gündeme getirdi. Böylelikle üniversiteler işçi ve emekçi çocuklarına kapatılıyordu.
İstanbul’da bulunan bazı derneklerde boykot tartışmaları başladığı sırada İYÖ-DER YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım’da genel boykota gidilmesi önerisini derneklere getirdi.
6 Kasım, yüksek öğrenim gençliğinin mücadele ettiği YÖK’ün kuruluş yıldönümüydü. Bu anlamda tepkinin en iyi biçimde gösterileceği bir gün olması gerekiyordu. Bu bakımdan Kasım ayı diğer günlerden farklı bir özellik taşıyordu. Ayrıca boykotun bu tarihte gerçekleştirilmesi, hedefin sadece YÖK olmasını gerektirmiyor, yapılacak olan boykotun emperyalist savaş kışkırtıcılığı, paralı eğitim, özel güvenlik birimleri” ile birlikte işlenmesini gerektiriyordu. Derneklerde boykotun bu talepleri de kapsaması gerektiği savunularak “6 Kasım” önerisi desteklendi.
Genel Boykota gidilmesi birçok dernekten karar olarak çıktı. Bu döneme kadar “merkezileşme önünde enge!”, “boykotun nesnel zemini yok”, diyerek genel boykota karşı çıkan Devrimci Gençlik DY çevresi 31 Ekim’i “merkezi ders boykotu” ilan etti. Üstelik bunun bir uyarı boykotu olacağını, yapılabilen okullarda boykota gidileceğini savundu. Yapılan belirsiz, hedefleri saptanmamış bir ‘boykot’ savmaydı. Devrimci Gençlik tarafından 31 Ekim’in uyarı boykotu adı altında 6 Kasım’dan önceye gelecek bir biçimde tespit edilmesi boykot kırıcılığına denk düşen grupçu bir bakış açısıyla alınmış bir karardı. Çünkü 6 Kasım’ın YÖK’ün kuruluş yıldönümü açısından taşıdığı anlam ve 6 Kasım’ın tespit edilmesinden sonra kamuoyunda, boykot günü olarak yaygınlaşması, devrimci çevrelerde kabul görmesinden sonra böylesine bir karar anlamsız olduğu kadar siyasi faydacılığın devrimci mücadelenin önüne geçmesinden başka bir şey değildi. Üstelik savundukları “uyarı boykotu” tanımı, anlamsız bir nitelendirmedir. Eğer “boykot”un gerçekleşmesinin şartları varsa, boykot yapılır. Paralı eğitimin devreye girdiği, savaş tehdidinin arttığı bir dönemde yapılan eyleme “uyarı” demek anlamsızdır.
6 Kasım Öncesi Öğrenci Dernekleri…
Öğrenci dernekleri uzun bir süreden beri bir tıkanıklığın içindedir, özellikle 21 Mart’ta üniversitelere polisin girmesi ve buna karşı ciddi bir direnişin yaşanmamasından sonra bu dağınıklık daha da artarak sürmüştür. Uzun bir süreden beri öğrenci dernekleri geniş öğrenci kitleleri arasındaki kopukluğu giderecek, onların taleplerini kavrayan ve örgütleyen bir faaliyet yürütememiştir. Öğrenci dernekleri daha çok kısır çekişmelerin gündemi tıkadığı öğrencilikten ve öğrenci sorunlarından uzak yapılar haline dönüşmüştür. Bu öğretim yılına bu ortamda başlanılmıştır. Bu nedenle paralı öğretimin yürürlüğe konulmasına rağmen bu konuda yapılan forumlara katılım oldukça sınırlı kalmıştır. Öğrenci dernekleri, paralı eğitim gibi sıcak bir konuda bile öğrencileri faaliyetlerine katamamıştır. Derneklerle öğrenciler arasındaki uçurum bu denli geniştir. Bu nedenle dernekler öğrencilerin ekonomik ve demokratik çıkarlarına sahip çıkmalı ve güçlü bir ajitasyon-propaganda çalışması başlatmalıydı. Üstelik paralı eğitimin devreye girmesi, savaş tehlikesi kitle çalışmalarının bir genel boykota yönelmesini zorunlu hale getiriyordu. Tüm öğrenci dernekleri tarafından yapılacak hak almayı hedefleyen canlı ve disiplinli bir çalışma derneklerle öğrencilerin kaynaşmasını sağlayabileceği gibi, faşizmin öğrenci gençliğe karşı yaptığı saldırıyı da püskürtebilirdi. Çünkü yaklaşan savaş tehlikesi, 12 Eylül’ün bir ürünü olan YÖK’ün varlığını tüm uygulamalarıyla sürdürüyor oluşu tepkisiz kalamazdı. Buna karşılık yürütülen bir faaliyetin geniş kesimlerde az ya da çok bir karşılık bulacağı ve kitlelerin tepkilerini dile getireceği muhakkaktır. Yürütülecek iyi bir kitle çalışması ile kitleleri kucaklayan, onları boykota katan bir “genel boykot” gerçekleştirilebilirdi.
6 Kasım’a yönelik çalışmalar yapılırken, öğrenci demeklerinde var olan olumsuzluklar, bu çalışmaya büyük ölçüde yansımıştır. Gelinen aşamada öğrenci gençliğin örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve devrimci demokrat gençliğin birlikten yoksun oluşu, boykot çalışmalarını sekteye uğratmış ve engel teşkil etmiştir. Genel boykota gönülsüzce katılanların bu gönülsüzlüklerini genel boykot çalışmalarında da göstermeleri sonucu bazı fakültelerde çalışmalar yetersiz kalmıştır. Birleşik bir “genel boykot” çalışmasının yapılamayışı, kitle çalışmasının yanlış kavranması ve çalışmaların zenginleştirilmemesi bu çalışmanın bir eksiğiydi. Ajitasyon ve propaganda daha çok tek taraflı bir biçimde yürütülmüştür: Kantinlere bir kaç döviz asmak, duyurusu ve çalışması yeterince yapılmayan 15-20 kişilik forumlar düzenlemek, devrimci öğrenciler için doğru olan genel sloganlar atmak, kitle çalışması yapmak değildir. Bu nedenle ajitasyon araçları zenginleştirilemediği için ajitasyon gereken etkiyi uyandıramamış, kitleler yapılan çalışmanın içine çekilememiştir. Ayrıca 6 Kasım’a kadar sürecek genel boykot çalışması için sürenin çok kısa oluşu da çalışmaların yetersiz kalmasının nedenlerinden biriydi.
Bu olumsuzluklara rağmen, 6 Kasım öncesi yapılan çalışmalar öğrenci gençliğin uzun bir süreden beri ihtiyacını duyduğu, yetersiz de olsa onun sorunları temelinde yürütülen bir çalışmaydı. Bu anlamda yürütülen çalışma eksikliklerine rağmen öğrenci derneklerinin genel olarak bütün bir öğrenci gençliğe yönelik bir çalışma yürütmeleri anlamında olumlu bir çabaydı.
Boykot öncesi polis de boş durmamış, gerçekleştirilmek istenen boykotu engellemek ve çalışmaları baltalamak için bütün gücünü kullanmıştır. İstanbul’un yeni Emniyet Müdürü Mehmet Ağar gazetelere yaptığı açıklamalarda öğrencilerin derslere girmesini engelleyenler olursa müdahale edeceklerini açıklayarak, 6 Kasım’da bir polis müdahalesi için zemin hazırlıyordu. 6 Kasım öncesi ise polis öğrenci derneklerinde çalışan birçok aktif unsuru gözaltına alarak boykotu kırmaya çalıştı. Polis yaptığı açıklamalarla 6 Kasım’da üniversitelerde olayların çıkacağı görüntüsünü verdirmeye çalıştı.
Bu aşamada İYÖ-DER’in “boykot kırıcılarını uyarıyoruz” başlıklı bildirisi yayınlandı. Birçok fakültede, 6 Kasım’dan bir gün önce yayınlanan bu bildiri öğrencilerin tepkisini çekti ve doğal olarak öğrencileri boykota zor ve tehditle katma çabası olarak yorumlandı. Bildiride öğrencilerin ne için mücadele ettikleri, talepleri, hiç yer almazken, 6 Kasım’da derslere girmenin boykot kırıcılığı olacağı ve bu tavrı gösterenlerin cezalandırılacağı açıklanıyordu. Bildiride öğrencinin 6 Kasım’da taraflardan birinin yanında yer alacağını “ama hangi tarafta yer alırsa alsın bunun bedelini ödeyeceği” yazılmıştı.
Geniş kitleler kazanılmadan, kitleler talepleri için harekete geçirilmeden, devrimcilerin onlara kendi doğrularını dayatmaları ve uymalarını istemeleri onların katılımlarını sağlamaz; aksine onları devrimcilerden uzaklaştırır. Kitleler sorunlarına sahip çıkmadıkça, devrimci demokrat öğrencilerin taleplerini kendi talepleri olarak görmedikçe hiçbir eylem kitlesel olarak gerçekleştirilemez. Geniş kitlelerin bilinci ve katılımı sağlandıktan sonra bir avuç kalacak gerici-faşist, zaten kitlelerden tecrit olur ve açığa çıkar. İşte o zaman devrimci şiddet bu açığa çıkmış kişilere karşı anlam kazanır.
6 Kasım günü üniversite gençliğinin yoğun olarak bulunduğu illerde kanlım farklılıkları taşımasına rağmen, boykotlar yaşandı. Ancak bu boykotlar tüm öğrenci gençliği kucaklayan ve aktif eyleme çeken bir biçimde olmadı. 6 Kasım günü özellikle İstanbul’da bulunan üniversitelerde öğrenciler okullara hiç gelmezken okullarda faşistler, polisler ve devrimcilerden başka kimse bulunmadı. Boykot bu yönüyle geri ve pasif bir biçimde gerçekleşti. Polis üniversitelere gelen devrimcileri daha kapıda gözaltına alırken forum, şenlik yapmaya çalışan devrimci öğrencilere saldırarak dağıttı, birçoğunu gözaltına aldı. Devrimci öğrencilerin geniş öğrenci yığınları ile bütünleşememesinden faydalanarak saldırdı. Boykot bu biçimiyle kitlelerin taleplerine sahip çıktığı, aktif bir biçimde katıldığı, taleplerini forumlarla, yürüyüşlerle dile getirdiği bir boykot olmadı. Bu biçimiyle boykot, öğrenci derneklerinin ve öğrenci gençlik içinde çalışan devrimci grupların da kitle bağlarının yetersiz olduğunun bir kanıtı oldu. 6 Kasım bu anlamda bir genel boykot olarak yaşanamadı.
6 Kasımda gerçekleşen boykotu bu yönleriyle eleştirirken, bir yönüyle de kazanımlarının olduğunu da unutmamak gerekir. 6 Kasım’da özellikle İstanbul’daki üniversitelerin birçoğunda öğrencilerin yüzde doksanı fakültelere gelmedi. Bu öğrencilerin okula gelmemesinde, ön plana çıkan polisin yarattığı “korku” değil öğrencilerin “YÖK”e, Paralı Eğitim’e, savaşa karşı duydukları tepkidir. Boykot öğrencilerin sorunlarını ve taleplerini kamuoyunun gündemine sokarken, devrimci-demokrat güçlere bir genel boykotun objektif şartlarının olduğunu göstermiştir. 6 Kasım’da ön plana çıkan, öğrencilerde YÖK’e karşı güçlü bir tepkinin olduğu ve bu tepkiyi eyleme dökecek araçlar bulunduğu zaman geniş öğrenci yığınlarının bir genel boykota çekilebileceğidir.
Bu yüzden öğrenci gençlik işçi sınıfının “Genel Grev, Genel Direniş” şiarına, “Genel boykotlar ve direnişlerle” destek vermelidir.

Aralık 1990

“Büyük komplo” ve “Karşı devrim içinde karşı devrim”

Bu sayfalarda “Vietnam’dan Bu Yana” adlı Amerika’nın Vietnam’da yaptıklarıyla Güneydoğu ve Doğu’da yapılanları karşılaştıran yazımızın bulunması gerekiyordu. Ne var ki, 413, 424, 425 sayılı kararnamelere aykırı olduğu gerekçesiyle matbaa tarafından basılmadı. Bu yüzden yazıyı değiştirmek zorunda kaldık.

“Komplo” sözcüğü, gizli ve yıkıcı planlara sahip olma ve gerçekleştirme anlamının yanı sıra, bunun kişi ya da kurumlara karşı topluca işlenmesi anlamını da içerir.
“Sovyetler Birliği’ne Karşı Büyük Komplo”, 1917-1947 yılları arasında Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen faaliyetlerin özellikle bu boyutunu, uluslararası burjuvazi ile, ülke ve parti içindeki burjuva, küçük burjuva unsurlar tarafından “topluca” gerçekleştirilmeye çalışılmış olmasını anlatırken, okuyucunun önemli bir gerçeği kavrayabilmesine de kapı açıyor. Sınıflar mücadelesi, basitçe patronlar ve işçiler arasındaki mücadeleyle sınırlı değildir; bütün bir dünyayı, devletlerarası ilişkileri, kurumları ve kişileri kapsayan, çok yönlü, çok kutuplu ve karmaşık bir mücadeledir.
Dünyada ilk işçi devleti olan Sovyetler Birliği, sınıflar arası mücadelenin, dünya çapında sistemler arası bir mücadele biçimi almasına da yol açtı. Bütün ülkelerin işçileri, tarihte ilk kez, kendi sınıf kardeşlerinin, Rusya’da egemen sınıf haline geldiklerini, toplumsal hayatın bütününü etkileyen ve yöneten bir güç olarak iktidara yerleştiklerini gördü. Bu, yalnızca her ülkedeki işçiler, büyük bir ülkeyi yönetebileceklerini, köylülüğün ve diğer emekçilerin, her türlü sömürü ve baskıdan kurtularak özgürleşebilecekleri olanakları yaratabileceklerini göstermekle kalmadı, aynı zamanda bütün ülkelerin burjuvalarına da, işçi iktidarının sadece korkulu bir kâbus olmadığını, maddi olarak gerçekleşebileceğini de gösterdi. İşçi sınıfı iktidarı, yeryüzünde işçilerin hâkim olduğu büyük bir coğrafya parçası yarattı. Böylece, dünyanın toplumsal coğrafyasını da, işçilerin ülkesi ve burjuvaların ülkeleri olarak böldü.
Bunun en önemli sonuçlarından birisi, sömürücü sınıfların bütün dünyanın efendisi olduğunu ve sonuna kadar öyle kalacağını propaganda eden burjuvaların da, işçi iktidarının ancak çok uzak bir gelecekte belki gerçekleşebileceğini “tahmin eden” ürkek “sosyalist” teorisyenlerin de yanıldığını kanıtlamasıydı.
Ekim Devrimi, burjuvazinin yeryüzündeki egemenliğinin bu dünyanın kaderi olmadığını, işçi iktidarını bugün ve bizzat işçilerin elleriyle kurulabileceğini dosta düşmana gösterdi. Devrimin bütün ülkelerin işçileri, ezilen halklar ve uluslar üzerinde heyecan ve yaratan etki doğurması, devrimci dalgayı yükselterek burjuvazinin iktidarını dünya çapında tehdit etmesi karşısında dünya burjuvazisi, bunun bir rastlantı olduğunu, kısa zamanda yıkılacağını, böylece işçilerin ve halkların içinde yaşadıkları hayattan başka bir hayatı gerçekleştiremeyeceklerini, inandırıcı bir biçimde ortaya koyma savaşma girişti. Bunun en kestirme yolu, Sovyetler Birliği’nde kurulan işçi iktidarının yıkılması, çarların, burjuvaların siyası ve ekonomik iktidarının en kısa zamanda yemden kurulmasıydı. Bu amacın gerçekleştirilmesi için, dünya burjuvazisi, tam anlamıyla “topluca” bir saldırıya girişti. Elindeki bütün imkânlarla, devletleriyle, siyasi partileriyle, “yardım” dernekleriyle, “kültür” kurumlarıyla, Sovyetler Birliği’ne karşı yapılabilecek her şeyi yapmaya çalıştı.
Devrimin ilk yıllarında, bu Saldırı, büyük ölçüde, yıkılan Rus burjuvazisinin ve devletinin kalıntılarına dayanılarak sürdürüldü. Çarlık ordusunun kalıntıları. Kolçak, Denikin, Wrangel gibi gerici generaller eliyle yeniden toparlanıp devrime karşı saldırıya geçirdi. Burjuva devletten arta kalan bürokratlar, teknisyenler, uzmanlar eliyle casusluk, yıkıcılık ve sabotaj eylemleri düzenlendi.
Ancak ülke içinde devrim, zaferle ilerlemeye devam etti, burjuvazi için, artık, eski düzenin kalıntılarıyla yıkıcılığın sürdürülmesi olanağı kalmadı. Burjuvazi, Rusya’da silahtan, siyasi araçlardan ve mülkiyetten arındırıldıkça, uluslararası burjuva yıkıcılık faaliyeti de, kendisine hizmet etmek üzere, bizzat devrime önderlik eden parti içinde işbirlikçiler bulmaya onlar aracılığıyla amacını gerçekleştirmeye yöneldi.
Devrim, hiç kuşkusuz, düz bir çizgi izlemez ve yıkılan sistemin arkasında bıraktığı problemler üst üste yığılarak, bizzat devrimi yapan işçi sınıfı içinde de, işçi sınıfı partisinin kadroları arasında da izlenen yol hakkında umutsuzluklar ve kuşkular besleyenlerin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Yıkılan sömürücü sınıfların ideolojisi ile içten bağlı kalmış olanlar, mülk sahibi sınıflar içinden çıkarak devrimci işçi sınıfının saflarına katılmış parti kadrolarının bir bölümü, sosyalizmin gerçekleştirilmesi için tutulan yoldan geri dönmeyi, uluslararası burjuvazi ile uzlaşarak bir süre daha beklemeyi veya bir başka program izleyerek sosyalizmin gerçekleşmesini önlemeyi isteyebilirler. Bunlar, Sovyet Devriminin hemen ertesinde görülmeye başlamışlar ve bir iç tartışmayı ve mücadeleyi devrimin gündemine sokmuşlardır. Sovyet Devriminin yıkılmasına umut bağlayan uluslararası burjuvazi, bu unsurları, daima “yararlanılabilir” çatlaklar olarak görmüş, ve yıkıcılık faaliyetlerinde artık bu unsurlardan yararlanmıştır.
Sosyalizmin en büyük güvencesi olan Marksist-Leninist parti içinde, Marksizm-Leninizm’e aykırı, ondan ayrılmayı ifade eden oportünist, revizyonist ve reformist görüş sahipleri, böylece emperyalist burjuvazinin karşı devrimci araçları haline gelmişlerdir.
Bu da gösteriyor ki parti içinde burjuvazinin görüş ve özlemlerinin gerçekleşmesine aracılık edenlerin, mutlaka doğrudan doğruya burjuvazinin paralı ajanları olmaları gerekmiyor. Her bir partilinin dünya görüşü, işçi sınıfına karşı ödev ve sorumluluklarının bilinci, kendisinin işçi sınıfı içindeki yerini doğru değerlendirip değerlendiremediği, Marksizm-Leninizm’i kavrayış ve uygulayış düzeyi, her partilinin sosyalizm mücadelesi içinde izleyeceği çizgiyi etkiliyor ve ünlü örnek Troçki’de olduğu gibi, bazen önemli görev ve sorumluluklar yüklenmiş partililerin de, dünya görüşlerinin burjuvaziye yakınlığı ve sosyalist devrim programlarına uzaklığı nedeniyle dolaysız işbirlikçiler haline gelmesine yol açabiliyor.
“Büyük Komplo”, bu konuda, özellikle günümüzde yeniden canlandırılan tartışmalara ışık tutan birçok belgeyi içeriyor. Troçkistlerin ve Troçki’nin itibarının iade edilmesiyle, kendi sosyalizmden dönüş çabaları arasında doğru bir ilişki kuran bugünkü revizyonistlerin tarihi karartmaya çalışan bütün ifadelerine, bu kitapta, zamanında verilmiş cevaplar bulunabilir.
Günümüzde sosyalizmin yıkılışını kutlayanlar, bu yıkılışı tamamlamak için son biçimsel kalıntıları da temizlemeye çalışanlar, elbirliği ile yalnızca bugünü ve geleceği değil, geçmişi de tahrif ve tahrip ediyorlar. Sosyalizme karşı düzenlenen komplocu girişimlerin, bugün, sosyalizmin ve sosyalizmi inşa etmeye çalışan Bolşevik parti önderlerinin hatası gibi sunulduğuna tanık oluyoruz. Günümüzdeki gelişmeler açısından bakılınca, bugün sosyalizmi revizyonist tahribata uğratan ve artık Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yıkılmasından sorumlu olan herkesin ağızbirliği ile “Stalin’in hatalarından” söz etmesinin anlamı daha açık görülüyor: Bu suçlamalar, “sosyalizmin kurulması çabasına hiç girilmemeliydi” anlamına geliyor. Stalin, Sovyetler Birliğinde işçi sınıfı ve halkın büyük desteği ile bütün enerjisini ve zamanını bu savaşa adadığı bir sırada da, muhaliflerinin aynı suçlamalarıyla karşı karşıyaydı. Zinovyev, Buharin, Troçki ve diğerleri, her söyledikleri ve yaptıklarıyla, Stalin’in karşısında, bugünkü çocuklarının talebini dile getiriyorlardı: Sosyalizm kurulmamalıdır!
“Büyük Komplo”, bu bakımdan, yalnızca uzak geçmişteki bir otuz yılın öyküsü değildir; aynı zamanda günümüz olaylarının da bir açıklamasıdır.
İncelenen olay ve belgeler hakkında, kitabın yazarları, çeşidi tanıklara, değerlendirme, yorum ve açıklamaları için başvurmakta, bu arada komünist ya da sosyalist olmayan birçok politika, bilim ve sanat adamının görüşlerini aktarmaktadır. O yıllarda, emperyalist burjuvazinin devrim ve sosyalizm aleyhindeki propagandasının, dünya kamuoyu üzerinde küçümsenemez bir etkisi bulunuyordu ve buna karşı, doğruların savunulup anlatılması için pek çok güçlük söz konusuydu. Yazarlar, bu güçlüğü, kamuoyunda “sözü dinlenir” olarak kabul eden ünlü şahsiyetlere başvurarak aşmayı denemişlerdir. Kitapta, yer yer görüşlerine başvurulan “tarafsız” burjuva bilim, sanat ve politika adamları hakkında abartılı değerlendirmeler ve övgülere rastlanabilmektedir. Okuyucu, bu noktada, yazarların sosyalist Sovyetler Birliği’ne içten sempati duyan ve Stalin’in dünya çapındaki devrimci prestijinden büyük ölçüde etkilenen iki İngiliz aydını olduğunu hatırlamalıdır.
Yazarların bu özelliği, özellikle “komplo” kavramı eksen alınarak yazılmış bu kitapta, önemli bir perspektif eksikliğine de yol uçmaktadır.
Tarih, hiç bir zaman, komplocularla komploya konu olanların şematik bir çatışması olarak anlaşılamaz. Suikastlar, darbeler, sabotajlar, kışkırtıcılık ve ajan faaliyetleri büyük sınıflar mücadelesinin çok çeşitli ve çok yönlü ilişkileri içinde boy gösteren burjuva tipte araçlardır. Ve bunların içerikleri, ancak genel sınıf mücadelesinde mücadeleye katılanların politik ihtiyaç ve planlarıyla açıklanabilir. Bu temel sorun dikkate alınmadıkça, yalnızca komploların nedenleri anlaşılmaz olmakla kalmaz, komplonun nasıl alt edildiği, suikast, sabotaj ve kışkırtmalara rağmen devrimin nasıl ayakta kaldığı ve sosyalizmin inşasında nasıl başarılar elde edildiği de anlaşılamaz.
Bir komplonun başarıya ulaşmasını belirleyen şey, yalnızca onu gerçekleştirmek isteyenlerin gücü, becerisi, komplo planlarını, inceliği, keskinliği değildir. Komplonun yöneldiği hedefin nitelikleri de en az onu uygulayanlarınki kadar önemlidir ve asıl belirleyici olan çoğu zaman budur. Komploya konu olan kurumların, kişilerin, ülkelerin dayandıkları dinamik güçler, aynı zamanda komployu alt etmenin de güçleridir. Ve bunlar ne kadar güçlü, sağlıklı, yaratıcı ise, komplo o kadar başarısız kalmaya mahkûmdur.
İngiliz, Amerikan, Fransız, Alman vs. emperyalist komploları, yıllarca Sovyetler Birliği’ni hedef almış, ama değil yıkmak, sarsamamıştır bile.
Ama bir kez, politik aygıtlar, iktidar, parti, yığın örgütleri içten çözülmeye, devrimci politikalar üretme etkinliğinden uzaklaşmaya başladığında, kısacası, bir bütün olarak karşı oldukları sınıfın politikaları karşısında dayanıksız, açıklarla dolu ve devrimci içerikten yoksun hale geldiğinde, artık sabotajların, suikastların, darbeci girişimlerin ve kışkırtıcılığın yapamadığını, bünye kendi kendisine yapmaya başlar.
“Karşı-devrim içinde Karşı-devrim”, işte tam bu noktada, Polonya örneği üzerinde, komploların hedeflerine ulaşabilmesinde, bizzat parti ve devlet aygıtındaki çatlakların, çürüklerin, işçi sınıfı ve halktan kopmanın yol açtığı zayıflık ve hastalıkların oynadığı rolü açıkça ortaya koyması bakımından, “Büyük Komplo”da eksik kalan perspektifi geliştirmeye yardımcı olacak niteliktedir.
“Karşı-devrim içinde Karşı-devrim”, Spiro Dede tarafından yazılmış ve 1983’te Tiran’da yayınlanmıştır. Günümüz Doğu Avrupa ülkelerindeki “değişimin” kökleri, nedenleri ve eğilimleri hakkında, tarihsel bilgi ve siyasi yorum açısından son derece önemli değerlendirmeleri içeren bu kitapta, yalnızca Polonya İşçi Partisi’nin değil, Sovyetler Birliği de dâhil olmak üzere, bütün eski sosyalist ülke partilerinde, devlet ve toplum hayatında ortaya çıkan burjuva nitelikte gerici akım ve eğilimlerin sonuçta bugün ulaştığı yerin, Marksist-Leninistler tarafından önceden ve büyük bir kesinlikle öngörüldüğü belgeleniyor. “Büyük Komplomun derlediği verilerle bu öngörü arasında okuyucu tarafından kurulacak ilişki, sosyalizmin tarihi bakımından olduğu kadar devrimci mücadeleden bugün edinilmesi gereken bakış derinliği için de ufuk açıcı niteliktedir, olacaktır.
Spiro Dede, “Polonya”daki olaylar, hiçbir zaman yalnızca “bir Polonya Vakası değildir” diyor, kitabının önsözünde. Gerçekten, Polonya olayları, hemen akla gelebileceği gibi, yalnızca bir Doğu Avrupa vakası da değildir artık. PİP (Polonya İşçi Partisi), yazarın da belirttiği gibi, anti-NAZİ savaş için “Polonya proletaryası ve halkının sel gibi kan akıttığı ve kazanılmasına büyük katkıda bulunduğu savaşın içinde” kurulmuştu. Kuruluşunda, bir başka deyişle “mayasında”, çetin mücadele geleneği ve kurucuları arasında pek çok komünist kahraman bulunan, ülkesinde sosyalizmin inşasında, eski üretim ilişkilerinin tasfiyesi ve özellikle sanayide sosyalist ilişkilerin kurulmasında, sosyalist bir kültürün, sanat ve edebiyatın yaratılmasında önemli başarılar kazanmış bir para olarak PİP, uzun yular bu başarısının karşılığında, işçi sınıfı ve halkın büyük desteğine sahip olagelmişti. Ne var ki, önce parti bileşiminin bozulmasına yol açan hatalı kararlar sonucunda, bir anda sosyal-demokrat, “sosyalist” bir milyona yakın insanın parti üyesi yapılması, sonra da uzlaşmacı ve eyyamcı bürokratların partiye egemen olması, bütün bu parlak geçmişi tersine çevirmeye yetmiştir. Bu bakımdan “Karşı-devrim İçinde Karşı-devrim”, geçmişi açıklamakla kalmıyor, henüz devrimini gerçekleştirmemiş ülkelerin geleceğine de önemli derslerle ışık tutuyor.
Özellikle Polonya’daki olaylar söz konusu olduğunda, bazı sol çevreler, Vatikan’ın dinsel kurumlar üzerindeki etkisi aracılığıyla halkı yanılttığından, Walesa’nın “Amerikan ajanı” olmasından, aydınların burjuva liberalizmine kapılmalarından ve “ihanetlerinden” dem vurarak çözülüş ve yıkılışı açıklamaya çalışırlar. “Büyük Komplo”, ajanlık, ihanet, sabotaj gibi olayların sosyalizmin inşa sürecinde olduğu Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde daima ve büyük çapta bulunduğunu gösteriyor, ama buna karşı o zamanlar Sovyetler Birliğinin yıkılmadığını, aksine, yükselerek ilerlediğim görüyoruz. Polonya’nın, diğer Doğu Avrupa ülkelerinin böyle büyük “komplolara ihtiyaç duyulmaksızın, ya da komplolara karşı dayanma gücü gösteremeyerek içten çürümeyle yıkılışlarından kimin sorumlu olduğu, hangi politikaların ve hangi sınıfların programlarının kapitalizmi yeniden canlandırdığı sorusu artık cevapsız ya da kuşkulu değildir. Sovyetler işçi sınıfı ve halkının, proletarya partisi ve bizzat Stalin’in bütün ülkelerin işçilerinin ve komünist partilerinin, ilerici insanlığın güçlü devrimci göğsüne çarparak parçalanan komplolar, sağlıksız, burjuva öğelerle zayıflamış, sosyalizmin, işçilerin ve halkın iktidarı yolunun terk edildiği koşutlarda, artık gerekli olmaktan çıkarlar.
Spiro Dede, tam bir açıklıkla, Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin geriye dönüş ve çöküş sorununa ışık tutarken, yeniden bir devrimci sosyalist yükselişin imkânlarını da gösteriyor. Spiro Dede, kapitalist dünyanın sevinç çığlıklarına aldırmadan, bir yandan yıkılmakta olanın sosyalizm değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir biçimi olduğunu gösteriyor, diğer yandan bu yıkıntılar içinden yeni ve güçlü bir proleter hareketinin gelişeceğine dair işaretleri tespit ediyor.
Spiro Dede sözlerini, Enver Hoca’nın bir değerlendirmesiyle bağlıyor: “(Yeni bir devrimci sosyalist uyanış), kuşkusuz Lenin ve Stalin’in döneminin devrimci ruh ve geleneklerinin canlandırılmasını, kararlılık, cesaret ve özveri gerektiriyor. Hepsinden önemlisi, bu, gerçek devrimcileri proletarya ve öteki emekçi kitlelerin genel ayaklanmasını, zafer için seferber edecek, örgütleyecek ve ona önderlik edecek yeni Marksist-Leninist partilerde örgütlenmesini gerektiriyor.”
Son söz, henüz söylenmiş değildir.

Aralık 1990

İnfaz Hukuku Açısından Özel Tip Cezaevi Olgusu ve Direnme Hakkı Üzerine

Bugün sözcüklere dahi artık farklı anlamlar yükleniyor. Veya şöyle de söylenebilir: Sistem, kendi gerçekliğini meşrulaştırmak için terminolojiyi dahi bozma gereğini duyuyor. Siyasal kuramların yalıtılmışlığı ve şiddetin her alandaki egemenliği, gerçeklerden kopuşu da hızlandırıyor.
Sistemin şiddete dayanan gerçekliğinin meşrulaştırılması olgusu, bugün Adalet Bakanı Oltan Sungurlu’nun ağzından Eskişehir Özel Tip Cezaevi hücrelerinin koğuş statüsüne lanse edilmesinde kendini açığa vuruyor.
Bir askeri darbenin, on yıllık süreç sonunda hala demokrasiyi kurtarma harekâtı olarak anıldığı bir siyasal ortamda, Adalet Bakanının havalandırma bölümleriyle dahi ayrılmış tek kişilik hücrelerine, Eskişehir tabutluklarına, birazda sevimli göstermek amacıyla olsa gerek, tek kişilik koğuş ismini takması fazlaca yadırgatıcı olmuyor.
Siyasal tutuklular için hazır bekletilen Eskişehir tabutlukları, sistemin gerçekçiliğinin, aynı anlama gelmek üzere çıkmazının dışavurumunu temsil ediyor.
Dünün askeri cezaevleri olgusu ve askeri cezaevlerine doldurulmuş siyasal tutukluların asker kişi sayılması olgusu, sistemin kendi çıkmazının ve çözümsüzlüğünün hukuki bir belgesini oluşturuyordu.
Askeri cezaevlerinin varlığı ve siyasal tutukluların asker kişi sayılması olgusu, sistemin, kendi koyduğu hukuk normlarını gene öncelikle kendisinin ihlal etmesinin adeta bir itirafnamesi gibiydi.
Siyası tutukluların askeri cezaevlerinde, asker kış; statüsüne geçirilmesi, bütün bir sürece damgasını vuran insanlık dışı vahşetin, otoriteye boyun eğdirme programının hukuki zırhını oluşturuyordu.
Sıkıyönetimin kaldırılması ve Eylül Rejiminin seçimli-sivil görünümlü bir biçimde sürdürülmesi, siyasal cezaevleri olgusuna da yansıdı ama program kesintiye uğramadı. Süreklilik, hemen hiç bir hukuki itirazla karşılaşmaksızın, sivil görünümlü ve Adalet Bakanlığına bağlı özel tip cezaevleri olgusu ile sağlandı. Sadece tabelanın değiştirilmesi ve özel tip cezaevlerinin Adalet Bakanlığı bünyesine alınması yeterli göründü.
Askeri cezaevlerindeki uygulama, sivil görünümlü özel tip cezaevlerinde, yem deneyimlerin ışığında daha da inceltilmiş olarak yürürlüğe girdi.
Özel Tip Cezaevleri pratiği, sonrasında kendi hukukunu yanım, kendi hukuki dayanaklarına kavuştu.
Ama eksik bir biçimde… Özel Tip Cezaevleri, bugün de bir hukuk boşluğu üzerine oturuyor, özel tip cezaevleri pratiği sistemin varolan temel yasaları ile temel yasaların oturduğu hukuk normları ile ve Türkiye’nin de imza koyduğu uluslararası anlaşmalarla temelde çelişiyor. Özel tip cezaevleri pratiği ile sistemin mevcut hukuk normları arasındaki uyumsuzluğa, özel tip cezaevi pratiğinin ve en özel tip olarak Eskişehir özel tip cezaevi pratiğinin sistemin mevcut temel yasalarına aykırı olarak yürürlükte tutulduğuna öncelikle dikkate çekmek gerekiyor.
Özel tip cezaevleri pratiği, yasal dayanağını, temel yasalardan değil, tüzük ve yönetmeliklerden alıyor.
Özel tip cezaevleri olgusu, 1983 Eylülünde, ceza infaz kurumları ve tevkif evlerinin yönetimine ve cezaların infazına dair tüzük’te yapılan bir değişiklikle yasallık kazandı.
Özel tip cezaevleri pratiğine kaynaklık eden, tüzüğün 78 maddesinin (A), (B) ve (4) bentleridir. En özel tip olarak hücre sistemine dayalı Eskişehir özel tip cezaevi de, yasallığını, aynı maddenin, 78. maddenin ilgili bentlerinden alıyor.
Ama tüzük’ün ilgili maddeleri ve gencide özel tip cezaevleri pratiği, özelde de en özel tip hücre sistemi pratiği. Tüzük’ün diğer hükümlerine ve tüzük hükümlerine göre cana bağlayıcı ve gene: bir ezellik taşıyan 647 sayılı cezaların infazı hakkındaki kanun hükümlerine açık bir aykırılık taşıyor.
Eskişehir özel tip cezaevi pratiği, sistemin kendi koyduğu hukuk normlarına oturmuyor.
Temel Hukuki Dayanağı Olmayan Kurumlar: Özel Tip Cezaevleri
Tüzük’ün 78/A ve 78/3 ek maddeleri ‘Anarşi ve terör suçlarından hükümlü olanların konacakları toplu iyileştirme ve eğitim uygulanan özel kapalı cezaevleri (E Tipi Cezaevleri)’ ve ‘bireysel iyileştirme eğitimi uygulanan özel kapalı cezaevleri (L Tipi ya da Özel Tip Cezaevleri)’ düzenlemesini getiriyor. 78/4. madde de bu düzenlemeyi tamamlıyor.
Özel tip cezaevleri ve devreye sokulmak istenen en özel tip olarak Eskişehir özel tip cezaevi yasal kaynağını tüzük’ün bu maddelerinden alıyor.
Tüzük’ün bu maddeleri mevcut infaz sistemine, mevcut temel yasalara ve uluslararası sözleşmelere açık bir aykırılık taşıyor:
1. Mevcut hukuk sistemi açısından ecza yasasında adli suç ve siyasal suç ayrımı yapılıyor, ama aynı ayırım infaz yasasına taşınmıyor. Tersine 647 sayılı cezaların infazı hakkındaki kanun, özel tipte bir infaz düzeni öngörmüyor, kanunla bütün hükümlüler yönünde, Türkiye genelinde uygulanacak normal ve tek bir infaz düzeni kabul ediliyor.
İnfaz yasası, infaz sistemi açısından, özel bir statüyü kapsamıyor, ‘özel statü’ ayrımı, tüzük ve yönetmeliklere, 647 sayılı yasaya, ceza yasasına ve giderek anayasaya aykırı olarak sokuluyor.
“Ne 647 sayılı yasada, ne ceza yasasında, ne de anayasada ‘anarşi ve terör’ suçu diye bir suç tanımı yoktur. Suçlar ve cezalar açıkça tanımlanmış ve hükme bağlanmıştır, infaz yasası, hangi suçluların ve cezaların ne şekilde ayrımlanıp ve ne şekilde infaz edileceğini belirlemiştir. İnfaz, yasası cezaları, amaçlarına gere değil, ağır ya da hafif türde hürriyeti bağlayıcı ceza olup olmadıklarına göre ayrımlamış ve ‘yerine getirilmesini’ öngörmüştür. Oysa tüzük ve yönetmelikler, ‘amaca’ bir çeşitleme getirmiş, ‘anarşi ve terör suç’ ayrımlamasına gitmiştir. Bu kavramın hukuksal ve yasal içeriği yoktur.”
2. Tüzük’te getirilen, ‘özel statü’ ayrımı ve özel tip cezaevleri olgusu, ayrıca kanun önünde eşitliği öngören ve herkesin siyasi düşünce, felsefi inanç (…) ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” ifadesine yer veren anayasanın 10. maddesi hükümleriyle ve “politik ve diğer görüşler, (…) diğer siyasal statüler bakımından her hangi bir ayırım ve ayrıcalık gözetilmeyecektir” hükmünü taşıyan hükümlü ve tutuklulara karşı uygulanması gerekli asgari standart kurallar ve bu kuralların etkin bir biçimde uygulanması için usuller, başlığını taşıyan 1955 Birleşmiş Milletler standartlarıyla açıkça çelişiyor.
3. Gene mevcut anayasanın 38. maddesi “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerinin ancak yasa ile konulabileceğini, kimseye suçu işlediği zaman, yasada o suç için konulmuş olan cezadan ağır bir ceza verilemeyeceği” genel hükmünü tekrarlıyor. Anayasanın 38. maddesine kaynaklık eden, insan hakları evrensel bildirisi ve Avrupa insan hakları sözleşmesi ‘yasal’ olmayan ve evrensel hukuka aykırı olan uygulamaların ‘getirilemeyeceğini’ hükme bağlıyor.
İnfaz sisteminde, ‘özet statü’ ayrımını netleştiren ilgili tüzük maddelerinin, iç hukuk sistemi ve uluslararası hukuk normları açısından yasal bir dayanak taşımadığını söylemek bile bir fazlalık oluşturuyor.
Siyasal iktidar, politik amacına uygun bir ceza ve infaz sistemini devreye sokuyor.
Sadece hücre esasına dayalı Eskişehir özel tıp cezaevi pratiği değil, genel olarak bütün özel tip cezaevleri pratiği, genel ve özel hukuk normlarının belirlediği alanın dışında yer alıyor.
‘Eskimiş’ yeni bir sistem: Zindandan tabutluğa
Eskişehir pratiği ise bunun en uç örneği olarak ortaya çıkıyor ve hücre cezasını, mevcut yasaların öngördüğü anlamda ‘geçici bir disiplin cezası olmaktan çıkararak’, cezanın kendisi olmaya dönüştürüyor.
3u şekliyle, mevcut infaz yasasının ve Ceza infaz Tüzük’ünün tümüyle dışına düşüyor.
Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun 15. maddesi ve ceza infaz Tüzük’ünün 176. maddesinde, hücre cezası ‘geçici’ ve ‘tedbir’ niteliğinde ve ‘Disiplin cezası’ kapsamında bir düzenleme olarak yer alıyor. Süresi de belirleniyor 15 gün… Yasa hücre cezası süresini, en fazla 6 aya kadar çıkarıyor. İki yıl içinde üçten fazla hücre cezası almış olanların, Adalet Bakanlığının onayı ile iyi hal gösterinceye kadar, ama en fazla 6 ayı geçmemek kaydıyla, hücreye konulabileceği hükme bağlanıyor.
Dahası, Mevcut infaz yasası ve ilgili tüzük maddesi, hücre cezasının uygulanabilmesini, yargıç kararına ve tabip raporuna bağlıyor.
Mevcut hukuk sisteminin ‘bilirkişisi’ Prof. Dr. Sulhi Dönmezer dahi, hücre sistemini yürürlükteki infaz hukuku ile bağdaştıramıyor.
“Hücre ancak disiplin cezası olarak uygulanır, bunun süresi de yasa, tüzük ve yönetmeliklere göre belirlenir. Müebbet ya da idam alanların yeni bir suç işlemesi durumunda da hücre cezası uygulanır, gene yasa, tüzük ve yönetmeliklere göre. Bir de ilk girildiğinde müşahede var. Hepside yasa, tüzük, yönetmeliklerle belirlenir ve belli bir süreyi aşamaz. Onun dışında hücreye kapatma mümkün değildir.” (Demokrat Muhalefet, Kasım 1990, sayı; 6, sf.33)
Önemli bir nokta da, hücre cezasının hükümlünün hükmolunmuş cezasından dolayı değil, cezaevinde işlediği varsayılan disiplin cezası için öngörülmüş olmasıdır.
Tek kişilik hücre-tek kişilik havlandırma esasına dayanan Eskişehir özel tip cezaevi sistemi, hukuki anlamda, sadece hücre cezasını ‘geçici’ ve ‘tedbir’ niteliğinde bir ceza olmaktan çıkararak, hükümlülük boyu, sürekli ve kalıcı bir ceza haline dönüştürmesi açısından değil, daha önemlisi cezaevi disiplini ile ilişkilendirilen bir disiplin cezası değil hükümlülük cezasını baz alması bakımından da, mevcut hukuk normları ve infaz hukuku hükümlerinin belirlediği çerçevenin tamamen dışına düşüyor, fiili bir hukuk oluşturuyor.
Bakanlık, fiili hukukun yasal hukuka çarpmaması için kavramlarla oynama yoluna gidiyor ve var olan nesnenin ismini değiştirerek, ‘hücre’ kavramını ‘tek kişilik koğuş’ kavramı olarak değiştiriyor. Böylece varolan hukuki düzenlemelerle, kavramsal düzeyde uyum sağlanmış oluyor!
Kavramsal uyum sağlanıyor, ama pratik bir uyum sağlanmadığını Bakanlık da kabul etmiş olmalı ki, 1988 yılında gene Eskişehir özel tip cezaevi statüsünden hareketle, Ceza İnfaz Kurumları ile Tevkifevlerinin Yönetimine ve Cezaların infazına Dair Tüzük’ün iptal edilmesi için Danıştay’a dava açan ve açtığı davanın halen Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunda karara bağlanmasını bekleyen Avukat Emin Değer’in iptal istemine “… Eskişehir Özel Tip Cezaevi, her ne kadar 1 ve 3 kişilik koğuşlar halinde yapılmış ise de, koğuşlardaki yatak sayısı artırılarak Tüzük’ün 78/A maddesinde belirlenen toplu iyileştirme ve eğitim uygulanan özel tip cezaevi haline getirilerek anarşist ve terörist vasıflı hükümlülere tahsis edilmiştir” savunması ile yanıt veriyor.
Yanıtın kendisi, aslında, açık bir itirafı belgelemiş oluyor. İki yıl önce ‘yatak sayısının’ artırılması suretiyle koğuş statüsüne dönüştürülen hücreler, bugün havalandırma bölümleri de ayrılarak tümüyle birbirinden yalıtılıyor ve kavramlarla oynanmak suretiyle hücre sistemi, ‘tek kişilik koğuş’ ismiyle yasal mevzuata uyumlulaştırılmış oluyor. Kavram değişikliğinin nesnenin niteliğim değiştirmediği görülüyor ve Bakanlığını propagandası tersine dönüyor. Hatta Devletin çelişkili birliği, böylesine somut bir olayda kendini açığa vuruyor ve Başbakan adına müsteşar Yardımcısı Burhanettin Mumcuoğlu tarafından 29 Aralık 1988 tarihinde Danıştay’a iletilen savunmada, Adalet Bakanlığı’nın aksine, Eskişehir Özel Tip Cezaevindeki statü ‘hücre’ sistemi olarak niteleniyor.
Eskişehir Özel Tip Cezaevi örneği ile sürekli ve kalıcı bir ceza özelliğine bürünen hücre sisteminin, mevcut yasal mevzuata aykırılığı açık, biliniyor.
Hücre sistemine tek bu hukuki dayanak bulmanın mümkün olmadığı görülüyor.
Sistem Avrupa’nın Çürümüşlüğüne ve Engizisyon Felsefesine Sığınıyor
Hücre sistemi, Türkiye’nin de im/a koyduğu uluslararası sözleşmelere ve Birleşmiş Milletlerce konulmuş standartlara açık bir aykırılık taşıyor. Birleşmiş Milletlerce 1955 yılında kabul edilmiş asgari standart kurallar, hükümlünün cezalandırılmasını, hükümlünün ‘bedensel varlığına ve sağlığına yönelik cezalandırmalar ile onurunu ve kişiliğini zedeleyici ve yok edici cezalandırmalardan’ özenle ayırıyor.
Toplumsal bir varlık olan insanı tek kişilik hücrede, bütün bir hükümlülük süresinde, yalnızlığa ve yalıtılmışlığa iten hücre sisteminin insanın bedensel varlığına, kişilik ve onuruna yöneldiği, onur ve kişiliğini yok etmeyi hedeflediği tartışılamayacak kadar açık.
İnfaz hukuku uzmanları, insanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü zedelediği, toplumsal yaşam alışkanlıklarını kaybetmesine neden olduğu, insanı toplumsal bağlarından tümüyle yalıttığı için, hücre sistemine Avrupa’da bu yüz yılın başında son verildiğini açıklıyorlar. Hücre sisteminin, orta çağda inzivaya çekilmeye dayanan Hıristiyanlık inancından da etkilenerek, ‘mahkûm tecrit ve duayla pişmanlık gösterip, tövbe etmesinin sağlanacağı’ felsefesine dayandırıldığı biliniyor. Orta çağdan bugüne u/anan süreçte, artık bugün cezaevi binalarının, küçük gruplar için yapılan ve her grubun kapalı mekân ve açık havadaki çalışmalarına olanak sağlayacak mimari bir özellik kazandığı görülüyor. Cezaevlerinin kapalı kurumlar olmaktan çıkarılıp, açık ve yarı-açık kurumlar haline dönüştürülmesi genel bir eğilim olarak şekilleniyor.
Türkiye ise Avrupa’daki genel eğilimin tersine, özellikle siyasal tutsaklar için, onları toplumdan ve birbirinden tamamen yalıtmak amacıyla, hücre sistemi cezaevlerini genel bir kural haline dönüştürmeye çalışıyor. Ve bununla Avrupa standartlarına uyum sağlamış olacağının propagandasını yapıyor. Avrupa’nın, kapitalist uygarlığın yüz yıl öncesine ait çürümüş yanlarının taklit edilmesi Avrupailik olarak lanse ediliyor. Sistem, ilhamını ve siyasal çözüm yöntemlerini yüzyıl öncesinde arıyor. Avrupalının bugün artık terk ettiği sisteme, ‘çözüm yolu’ olarak sarılıyor.
Dünkü ve bugünkü Avrupa’nın cezaevi sisteminin insanı hiçe dönüştürmeyi, direnci tamamen karılmış bireyler üretmeyi amaçladığı açık. Cezaevi sistemi, toplumsal yaşam normlarını tamamlayıcı bir işlev görüyor. Bireyin, toplum içindeki tek kişilik hücrelerden, cezaevlerindeki tek kişilik hücresine taşınması, onun bireyselliğe dayanan yaşam kültürüne belki çok fazla aykırı gelmiyor. Ama buna karşın, bir tarihi kültür şekillenmesine karşın, insanı bedensel ve ruhsal yönden sakatladığı görüldüğünden, hücre sistemine Avrupa’da da son veriliyor.
Avrupa’da sona erdirilen sisteme, Türkiye’de siyasal otorite dört elle sarılıyor.
Türkiye’nin de imza koyduğu Birleşmiş Milletler Asgari Standart Kuralları, cezaevlerindeki uygulamaların, onur kırıcı ve küçültücü olmamasının yanında, her ülkenin kendine özgü geleneksel yaşam biçimlerinin etkisiyle de şekilleneceğini öngörüyor. Adalet Bakanı, buyandan, günlük basında yayınlanan demeçlerinde gelenekleşmiş toplu yaşam kültürü ile Avrupa’dan ayrıldığımızı ve hücre sisteminin ‘sosyal bünyemize’ uygun olmadığını açıklarken, bir yandan da hücre sisteminin meziyetlerini öve öve bitiremiyor ve mevcut infaz hukuku sitemine dahi aykırı bir biçimde Eskişehir özel tip cezaevi devreye sokuluyor.
Bu durumda hücre esasına dayalı Eskişehir özel tıp cezaevinin mevzuata karşın devreye sokulmasını tek bir gerekçeyle açıklamak gerekiyor. Siyasal tutuklu ve hükümlülerin toplumdan ve birbirinden tümüyle yalıtılarak yalnızlaştırılması ve siyasal baskı ve rehabilitasyon politikasına karşı yönelen toplu direnişlerin önüne geçilmesi.
Direnme hakkının fiilen ve topluca kullanılmasının en asgariye indirilmesi…
Siyasal otorite, şiddet ideolojisinin toplumun her bir hücresine şırınga edildiği, iç ve dış-politikada şiddetin egemenliğini koruduğu ve şiddetin kitleselleştirildiği bugünkü siyasal koşullarda, bu politikanın bir uzantısı olarak hücre sistemini devreye sokarken, yalnızlık psikolojisi içerisindeki tutuklu-hükümlünün siyasal otoriteye boyun eğeceğini varsayıyor. Toplumdaki genel yabancılaşma ve atomize olma olgusu, cezaevlerine de taşınıyor. Cezaevleri, toplumsal dayanaklarından ve siyasal tutukluları birbirinden tecrit edilerek, tutsakların yalnızlaştırılması hedefleniyor. Cezaevi otoritesine karşı, kolektif tepkilerin oluşmasını engellemek bahanesi adı altında, aslında, insanın toplumsal varlık koşulu olan birlikte yaşama olanağı elinden alınıyor.
Meşru bir zemin: Direnme hakkı
Bakanlık yetkililerinin, hiçbir hukuki kaygı taşımaksızın, bu amacı dolaysız olarak ifade etmekten kaçınmadıkları görülüyor.
Eskişehir Özel Tip Cezaevi örneği ve bu ilk örneğe ekleneceği açıklanan Yozgat ve Kırşehir halkalarını yönetimin kendi hukuku ile hukuki bağlarını kopardığının açık bir itirafı olarak değerlendirmek gerekiyor.
Siyasal otorite, kendini hiçbir yasayla bağlı hissetmiyor.
Siyasal Saiklerle ve idam tehditleriyle on yıllardır cezaevlerinde tutulan siyasal tutuklular ve hükümlüler, insan hakları ihlalleri ve siyasal baskılar karşısında kolektif davranış ve tepkilerini açık ki hiçbir hukuksal ve yasal bağla sınırlamazlar, sınırlayamazlar. İç hukuk normları ve uluslararası sözleşmeler, sistemin yasal resmi zırhını oluşturur. Birleşmiş Milletlerce benimsenen ve Türkiye’nin de imza koyduğu asgari kurallar, tutuklu ve hükümlülerin devlete karşı değil, devletin, siyasi ve adli ayrımı gözetmeksizin, tutuklu ve hükümlülere karşı davranışını sınırlayan minimum kurallar bütünlüğüdür.
Birleşmiş Milletler Kuralları, tutuklu ve hükümlü olarak kişinin bedensel ve beyinsel varlığına devletin müdahale edemeyeceğini, ancak, yargıyla belirlenmiş süre içinde, onun toplumsal özgürlüğünü kısıtlayabileceğini hükme bağlıyor.
İHD Hukuk Komisyonu tarafından 1988 yılında hazırlanmış bir raporda da belirtildiği gibi, toplumsal özgürlüğünden yoksun bırakılmasının ötesinde, devletin tutuklu ve hükümlü üzerinde başkaca bir tasarruf hakkı olamaz.
Toplumsal özgürlüğünden yoksun bırakılan insanın, bedenini koruma hakkını kısıtlayan zihinsel ve manevi varlığını zedeleyen uygulamalar bütünlüğü karşısında. Bedensel ve zihinsel varlığını korumak için tek tek veya topluca direnmesinin, direnme hakkını kullanmasının sadece bir hak değil aynı zamanda toplumsal bir görev olduğu biliniyor.
Baskı ve işkenceye karşı direnme hakkı, tarihsel ve meşru bir hak olarak şekilleniyor ve bugüne aktarılıyor. Sınırlandırılmış ve çarpıtılmış bir biçimde de olsa, uluslararası mevcut hukuk sözleşmeleri, direnme hakkını bir hak düzeyinde tanımak durumunda kalıyor. Direnme hakkı, anayasa maddelerine kadar giriyor.
Siyasal otoritenin, kendi legalitesini kendisinin ortadan kaldırdığı koşullarda direnme hakkı ve bu hakkın kullanılması, daha da önem kazanıyor.
Bugün, onlarca cezaevinde yüzlerce yıllık cezalarla ve idam tehditleriyle tutulmakta olan binlerce siyasal tutuklu ve hükümlü, bedensel ve siyasal varoluşlarını, bütün bir Eylül döneminde, her türden baskı ve çıplak şiddete karşı, rehabilitasyon politikasına karşı, direnme hakkını, kolektif ve sistemli bir biçimde kullanmalarına borçludurlar.
Bugün Eylül Rejimini ve Eylül döneminin politikalarını sürdürmenin dışında, herhangi bir siyasal işlev taşımadığı görülen siyasal iktidarın, yoğunlaştırılmış genel saldırganlık dalgasının bir ucu da savaş rüzgârları ile her şeyin üzerinin örtülmeye çalışıldığı bir ortamda, idam tehditleriyle, bugün Eskişehir tabutluklarında somutlanan hücre tipi cezaevleriyle, yeni disiplin cezalarıyla ve kazanılmış hakların gasp edilmesi girişimleriyle, siyasal tutuklu ve hükümlülere yönelmiş durumda.
Siyasal iktidar, hücre sistemine dayalı bir infaz sistemi ile çıplak şiddeti ve hukuksuzluğu içeren Eylül hukukunu tamamlamaya. Eylül Rejiminin hukuki ve siyasal sonuçlarını takviye etmeye çalışıyor. Eylül döneminin çıplak şiddetinin, rehabilitasyon ve tecrit politikasının sürdürülmesi için Eskişehir Özel Tip Cezaevi, pilot bir uygulama olarak gündeme getiriliyor.
Eylül Rejiminin bütün şiddetine ve rehabilitasyon politikasına karşı direnmeyi ve insan onurunu korumayı, varlık nedeni saymış devrimci tutsaklar için, Eskişehir tabutluklarının kabul edilemeyeceği açık. Dahası, yıllarca süren toplu direnişlerin sonuçları olan kazanımların gasp edilmesi karşısında sessiz kalınamayacağı da biliniyor.
Onlarca cezaevinde uzan süreli açlık grevleri ve ölüm oruçlarına kadar çevrilmiş ve Eskişehir tabutluklarını ve kazanılmış hakların gasp edilmesini hedefleyen toplu direnişleri bugün için sadece birer başlangıç olarak değerlendirmek gerekiyor.
Eskişehir’den Aydın’a uzanan ölüm yolculuğunda iki direnişçinin kaybedilmesinin, onlarcasının sakat bırakılmasının üzerinden dana bir yıl geçti.
Bugün yeni ölüm yolculuklarını enselemek ve insanların ölüm tabutluklarına kapatılmasının önüne geçmek, ancak en temel insan haklarının savunulmasını hedefleyen kişi ve kuruluşların ortak tepkisi ve ortak çabası ile direnme hakkının fiilen kullanılması ile mümkün olacaktır.
10 Kasım 90

Aralık 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑