Newroz Ateşi Harladı
Mart ayı, İdil, Dargeçit, Silvan, Cizre, Kulp, Hani, Nusaybin adlarının olaylar, operasyonlar, çatışma ve ölümler, gösterilerle birlikte anıldığı bir ay oldu. Şırnak’ta katırların kurşunlanmasından sonra İdil’in Kuvak mezrasında da operasyonla alana toplanan halka “Yat-kalk-sürün” talimi yaptırılmasına halkın tepki göstermesi, İdil, Dargeçit, Silvan ve Kulpla, Cizre’de protesto gösterilerine ve güvenlik güçlerinin müdahalesiyle çıkan çatışmalara, İdil ve Dargeçit’te toplam üç kişinin ölümüne neden olan olayları başlattı. Kepenkler kapatıldı. İdil ve Dargeçit’te binlerce kişi yürüdü. Lise öğrencileri okulu boykot etti. Silvan’da okul yönetimini ve kendilerine “pis Kürtler” diyen öğretmeni protesto eden bin öğrenci yürüdü. Polis, ateşle müdahale etti. Lisedeki görevinden alınıp ilköğretim okuluna atanan öğretmeni ilkokul öğrencileri de protesto edip derslere girmediler. Veliler ile öğrenciler polisle çatıştı. İlkokul öğrencilerine polisin cop ve göz yaşartıcı bomba kullandığı söylendi. Bütün bu olaylarda onlarca kişi yaralandı, sayısız insan gözaltına alındı. Böylece 20 Mart’a gelindi.
Ve 20 Mart’la öfke yerini coşkulu bir doğruluşa bıraktı. Gösteriler daha kitlesel bir boyuta sıçradı. Newroz ateşi, Cudi dağının eteklerinden İzmir’in sokaklarına, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Ankara, Adana’daki üniversite bahçeleri ve sokaklardan Dargeçit, İdil ve Nusaybin sokaklarına dek doğu ve batıda alev alev yükseldi. 90 başlarında ufukta görünen serhıldan, ateşler, türküler, halaylarla, sloganlarla; çatışmalar, ölüm, yaralanma ve göz altılarla 91 Newroz’unda Newroz ateşini harlayarak yayıldı. Adana’da 3 bin, Dargeçit’te 5 bin, Nusaybin’de 6 bin, İdil’de 8 bin, İstanbul Abdi İpekçi spor salonunda 15 binin üzerinde ve daha birçok yerde yüzlerce kişiyle kutlandı. Bu gösterilerde sarı-kırmızı-yeşil fular ve bayraklar taşındı. Adana’da göstericilerle güvenlik güçleri 15-20 dakika çatıştı, 5 kişi yaralandı, 80 gösterici göz altına alındı. Nusaybin’de yürüyen kalabalığa güvenlik güçlerinin açtığı ateşle Ali Turan öldü, 3 kişi yaralandı, 20’den fazla kişi gözaltına alındı. Diyarbakır’da 27, Ankara’da 100’ü aşkın öğrenci gözaltına alındı, birçok kişi yaralandı. İzmir ve Silvan’da da çok sayıda yaralanan oldu. Bu arada Kültür Bakanı N.K. Zeybek, “Newroz bayramının dünya Türklüğüne ve bütün insanlara barış, sevgi, kardeşlik ve hoşgörü getirmesini diliyorum” diyerek bir Kürt efsanesine dayanan Newroz bayramını “dünya Türklüğüne” armağan ediyordu.
Kamu Çalışanları Sendikalarını Savunuyor
İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Vecdi Gönül”ün “gereğinin yapılması”nı söyleyen genelgesini uygulamaya koyan İstanbul Valiliği, İstanbul’daki tüm kamu çalışanları sendikalarını mühürledi.
Sendikalarının kapatılması üzerine 20 Mart günü Cağaloğlu’nda toplanan 2000 kamu çalışanı trafiği keserek “mühürleri sökeceğiz”, “yaşasın grevli toplu sözleşmeli sendika mücadelemiz” sloganlarıyla İstanbul Valiliğine yürüdü.
27 Mart günü bu kez Anakent Belediyesi önünde toplanan 2000’i aşkın kamu emekçisi mühürlemeyi protesto ve sendikalarının açılması için tekrar eyleme geçti. Yapılan konuşmadan sonra Bölge Çalışma Müdürlüğüne yürümek isteyen memurların önü çevik kuvvet tarafından kesildi. Ters istikamette yürüyüşe geçen memurların üzerine çevik kuvvetin saldırdığı görüldü. Karşı koyan kamu çalışanlarıyla polis arasında yarım saat süren bir çatışma çıktı. Çatışma sırasında “sendika gücümüz, grev silahımız”, “işçi memur el ele genel greve”, “kahrolsun ücretli kölelik düzeni” gibi sloganlar atıldı.
Bu direniş, 12 Eylül sonrası devletin kolluk güçlerine memurların ilk karşı koy usuydu. Son on yılın bu en militan memur eylemiyle memurlar şimdiden kendi baharlarını başlattılar.
Kıbrıs… “Bire Yirmi Veren” Körfez Politikasına Ne Oldu?
Özal’ın Körfez politikası kapitalizmin mantığıncaydı. Sermayenin büyütülmesine, kar elde etmeye, “bir koyup yirmi alma”ya dayanıyordu. Daha çok kar için yürütülen ve gerçekleşme şansı Amerikancılıkta engel ve rakip tanımamaya bağlanan aktif ve sözde “kişilikli” dış politika hiç de umulan sonuçlan vermemiş görünüyor. Bush’un farklılığını yarım yamalak belirtmesi dışında hemen herkes ve bütün ülkeler Kıbrıs ile ilhak edilmiş haliyle Kuveyt arasında paralellik kuruyor ve TC’ye baskı yapıyor. Sözde TC. “aktif” dış politikayla Kıbrıs konusunda da rahatlayacaktı. Şimdi verilecek tavizlerin ölçüsünün hesabı yapılıyor.
Yine izlenen Körfez politikasına bağlı olarak Türkiye’ye bol taze para ve sermaye akacağı hayalleri kuruluyordu. Ama ABD gezisinde Özal Bush önünde bile hüsrana uğradı. Dış borçların faizini ödemek için oysa, ABD’den 1 milyar dolar dilenilmisti. “Evdeki hesap çarşıya uymuyordu.”
Kürtler ve Burjuva Muhalefetin Hali Pürmelali
Saddam’ın yenilgisiyle birlikte Irak’ta Kürtler ayaklanmış. Bütün bir halk olarak silaha sarılan Kürtler Irak Kürdistan’ının yüzde 95’ini ele geçirmiş, Musul’u kuşatma altına almışlar. Saddam saldın halinde ve savaş sürüyor. Irak ve Türkiye’yi de kapsamak üzere tüm Ortadoğu’yu içine alan Amerikan planı uygulamaya konmuş. Ayaklanmış bir halkı burjuva reformcu gerici kıskaca alıp sahte özerkliklerle Amerikancı plan ve statükonun unsuru haline getirmenin oyunu oynanıyor. Uğruna ayağa kalktığı ulusal özgürlük talebi çarpıtılıp reformcu kanallarda yozlaştırılarak, devrimci silkiniş, Amerikan “yeni düzeni”nin bayağılığına, köleliğe dönüştürülmeye girişilmiş. Amerikan emperyalizmi “yeni düzecinin güçlerini düzenliyor. Bu işin gönüllüleri çoktan ortaya çıkmış. Gönüllülerden biri “hamilik”e soyunuyor, kimsenin dişinin kovuğuna gitmeyecek hemen tümüyle propagandif girişimlerle safa girmiş. Bir diğeri, Talabani, gelip Özal’ın adamlarıyla görüşüyor. “Yeni düzen”in güçleri organize oluyor. D. Perinçek çıkmış, PKK’ya aynı onursuz görüşmeler siyasetini ve reformcu yol bile denemeyecek emperyalizm ve sömürgecilik önünde diz çöküş yolunu öneriyor; hükümete de akıl veriyor, “TC PKK ile görüşsün” diye.
Gelişmelerden sadece uluslararası ilişkiler açısından etkilenmekle kalmamış Türkiye. Irak Kürdistan’ından gelen rüzgârın da hızlandırmasıyla Türkiye toz duman içinde. Tahlillerindeki bir miktar terslik buyana, yazdıklarıyla bir devrim durumunu yansıtıyor Celal Başlangıç:
“Güneydoğu’da bir şeyler oluyor. Ancak bu ne dün Diyarbakır’daki Nevroz günü ne de Silvan’daki taziyedir. Uzun süren baskı dönemine ilk yığınsal tepkiler, geçen yıl Cizre’de, Nusaybin’de halkın katılımıyla yapılan gösteriler, ateş açmalar, gözaltılar, yine gösterilerle başlamıştı. Bu yıl daha çok insanın katıldığı eylemler yapılıyor daha çok yerleşim biriminde. Kürtçeye yasak getiren yasağın Cumhurbaşkanı Özal’ın talimatıyla kaldırılacağının açıklanması, Kuzey Irak’ta Kürtlerin duruma egemen olması, Özal’ın Talabani’yle görüşüldüğünü açıklaması gibi unsurlara zaten patlama noktasına gelen halkın tepkisi de eklenince bölgedeki ilk görüntüler “ipin ucunun kaçtığı” yolunda.
Bölgede bir sarsıntı ve alt üst oluş yaşandığı açıkça görülüyor. Devrim ile Amerikancı plan ve “düzen”e bağlanan bayağı reformcu göstermelikçilik boğaz boğaza. Reformcu sahtekârlar, Amerikan planının doğrudan savunucu ve uygulayıcıları, PKK’yı da bu oyunun piyonu olmaya “ikna” etmek için her yolu deniyorlar. Zordan tecrit etmeye, moral bozuculuktan kazanıcılığa kadar. Taktik incelik adına yalpalama belirtileri gösteren A. Öcalan’la yapılan röportajlar birbirini izliyor. 15 gün öncesine kadar nedense kimsenin aklına PKK lideriyle konuşmak gelmezken, şimdi röportajcılar kuyruk oluşturuyorlar. Irak’taki reformlar ileri sürülüp Amerikancı “düzen”in güçleri ve etkinlikleri karşısında köşeye sıkıştırılarak Türkiye’deki reform bile olmayan Amerikan planı öğeleri önünde diz çöktürülerek etkisizleştirilecek, en çok diplomatik alanın yeni bir “gücü” olarak Arafatlaştırılacak bir “Apo” peşinde bütün koşuşturmacılar.
Bu alt üst oluş içinde burjuva muhalefet ne yapıyor? 80 öncesine göre üç gömlek daha gerici konumda olan Ecevit’in hala bütün bir ulusal varoluşu reddedip “Güneydoğu sorunu”nda ısrar etmesi dışında, burjuva muhalefet, SHP ve DYP, İnönü ve Demirel, Talabani ziyaretinde önemli olan, O’nun kiminle ve kimlerin bilgisi dâhilinde görüştüğü imiş gibi, uzun süre “Akbulut’un haberi var mıydı-yok muydu”yu tartışmakla yetindiler. “Demokrat” geçinen bu parti ve beyler, garip Akbulut’un işlevsizliğinin ve Özal’ın çalışma yöntemlerinin teşhiri ardında Amerikancı plan ve ulusal özgürlüklerin bu plan uyarınca boğulmaya girişilmesi karşısında sessiz kalışlarını gizlemeye çalıştılar. Böylelikle, sorunun asıl özünün taşıdığı tehlikelerden kaçınabileceklerdi! Öze ilişkin sözü olmayan, iktidarsızlığı temel işlev edinmiş bir muhalefet. Bir de “erken seçim” istiyorlar. Ama bunu D. Perinçek bile istemiyor mu? Her “yiğit”in gönlünde bir aslan yatarmış! Ama bu muhalefetin aslanı sığdıracak büyüklükte gönlü bile yok.
Lafla peynir gemisinin yürüyeceğini sanıyorlar. Âlemi kör ve sağır belliyorlar. Farklı politikalar üretip parlamenter yarışmacılığı bile sürdürme gücüne sahip değiller. Laf yarıştırmaya çalışıyorlar. Cindoruk, Özal’ın Eylül sonrası uygulamalarına ve “tek adamlık” çalışma yöntemlerine gönderme yaparak ANAP’ı “faşist parti” ilan ediyor. “Tencere dibin kara…” DYP, farklı ne savunuyor ki, faşist olmasın? İnönü, Özal ve ANAP’ı Kürt politikası dolayısıyla “yayılmacılık” ve “Irak’ın içişlerine karışmakla suçluyor. SHP, Körfez savaşının nedeni olarak da Kuveyt’in içişlerine karışılması ve işgalini göstermişti, ilgisizdi. Şimdi de sorunun özünü Irak’ın içişlerine karışmak oluşturmuyor. SHP, belirleyici olmayan sorunları öne çıkararak politikasızlık ve işlevsizliğini kanıtlıyor. Üstelik yayılmacılık! Sız Kıbrıs’ta aynı şeyden yana değil misiniz? Siz, ünlü 413 sayılı kararname öncesi Özal’la “ulusal mutabakat” oluşturmadınız mı? Ve siz ulusal özgürlükleri mi savunuyorsunuz? Siz yayılmacı olmuyor musunuz? Yayılınmış yerlerin elde tutulmasıyla mı yetiniyorsunuz?
Bu muhalefetten ne köy olur ne kasaba… Dünya yıkılsa umurlarında değil ya da önerecekleri ve yapacakları değişik bir şeyleri yok.. Laf edip hiçbir şey söylememeyi, sorunların özünü ve kendilerini gizlemeyi marifet sayıyorlar.
8 Mart Dünya Emekçi kadınlar Günü Kutlandı
Dünya emekçi kadınlar günü ülkenin çeşitli yerlerinde yürüyüşler, paneller ve şenliklerle kutlandı. Bu yıl kutlamalar geçen yılkinden daha gelişkindi ve daha çok sayıda kadını kucakladı. Ve diğer bir önemli farklılık, bu yıl kutlamalara bazı sendikaların da belirli bir ilgi göstermesi ve 8 Mart’ın ağırlıklı olarak işçi kadınlarca kutlanmasıydı. Örneğin Cibali, Cevizli ve Paşabahçe Tekel’de Tek Gıda-İş’in düzenlediği kadın ve erkek işçilerin katıldığı dia, müzik, şiir, folklor gösterisi yapıldı. Petrol-İş İstanbul ve Merkez Şubeleri, Tüm Bel-Sen,
Tes-İş 1 nolu şube, Deri-İş Beykoz şubesi ve Kristal-İş Paşabahçe Şubesi söyleşiler düzenlediler. Petrol-İş Boğaziçi Şubesi bir gece- düzenledi.
Bu arada İstanbul Sultanahmet’te de yaklaşık 300 kişinin katılımıyla sloganların atıldığı bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüş Çemberlitaş’a kadar sürdü. Bu gösteriyi düzenleyen çeşitli kadın örgütleri, ayrıca sendikaların düzenlediği etkinliklere de katıldılar.
Ancak işçi kadınlar içinde hemen hiç örgütlenmesi olmayan dernekler, sendikaları etkilemede başarılı olamadıkları gibi, geniş katılımlı ve etkili kutlama ve gösterileri de pek gündemlerine alamadılar. Bu durum, başlıca, kadın derneklerinin geniş emekçi kadın kitleleri içinde çalışma ve onların örgütü olma perspektifine pek sahip olamamalarının ve siyasallaşmış az sayıda kadını içlerinde barındırmanın ötesine geçmeye ciddi olarak yönelmemelerinin sonucu olsa gerekti.
Çandar ve Ajanlık Üzerine Tefrikalar
Doğu Perinçek, C. Çandar’a yüklendi. Eski gerillacılıktan, eski Maoculuk ve Aydınlıkçılıktan ajanlığa, MİT’çiliğe, CIA’cılığa, “Özal kuryeliği”ne terfi ettiğini yazdı “Yüzyıl” C. Çandar’ın. Özal Talabani ile önün aracılığıyla randevulaşmıştı. Bir miktar “ateş” olmalıydı ki,”duman” çıkıyordu. Cumhuriyet ve Uğur Mumcu başta olmak üzere, birçok gazete ve yazan çağrışımcı bilgilere sahip olmalılar ki, bu iddiayı destekler yayınlar yaptılar.
Çandar “Yüzyıl”ı ölüme azmettirmekten mahkemeye verdiğini açıkladığı “zehir zemberek” uzun bir yazıyla “Yüzyıl”a yanıt vermediğini ama açıklama yapağını söyledi, daha çok da Uğur Mumcu’ya saldırıyordu. Güneş Gazetesi, doğrusu önceden günlerce Çandar’ın bu saldırısının zeminini hazırlamıştı. İddiaları bizzat gazete yanıtlamış, Çandar’ın tarafını tutan, ona kefil olan ya da, ajanlık değil yalnızca gazetecilik yaptığını ileri süren bazı muhterem “aydınlarımız”ın açıklamaları içinde olmak üzere, bir karşı propagandif atak başlatmıştı.
Çandar, Londra’ya Özal değil Güneş tarafından görevle gönderildiğini, inanmayanlara uçak bileti dekontlarını vb. gösterebileceğini söylüyordu. Elhak! MİT’çi olsa böyle minareleri “kılıflarına” sokamazdı! Eski günlerindeki formunu aratmayacak küfürlerden arta kalan birkaç paragrafta Çandar, Özal’dan Talabani’ye değil Talabani’den Özal’a mesaj getirdiğini ileri sürüyor, bunun doğal bir gazetecilik işlevi olduğunu söylüyordu:
Anlaşmazlık ve çatışma, çeşidi senaryolara konu olan MIT içi bir sorundan kaynaklanmışa benziyordu. Kendisi hakkında da MİT’çiliğine ilişkin yoğun şayialar duyduğumuz Perinçek, eski arkadaşım iyi tanıyor olmalı. Çandar ise, MİT görevlisi ya da değil, ama sıradan bir MİT’çiden çok daha etken bir faaliyet içinde. Özal’ın politikalarını açıklamalı olarak bu eski Aydınlıkçıdan öğrenmek artık pek doğal bir şey oldu. ABD politikalarıyla en Amerikancı uyumu onun sağlayabildiği de bir gerçek. Bu alanda CIA Türkiye masa şefine parmak ısırtacak bir cevvallik içinde. Artık bu adam için en önemli şey, TL bile değil, dolar ve doların egemenliği. Ve yazarlarımız özel bir nedenden dolayı, ona buna bağırıp çağıran bu militan Amerikancı neo-faşiste çok hırslandı: bu adam, neredeyse hiç kimsenin başaramadığı ve başaramayacağı şeyi başarıp kendisi karşısında bize D. Perinçek’i savunduracaktı!
Doğu Alman İşçileri Kohl Hükümetini Sarsıyor
Haber ajansları, “komünizm öldü”, “komünist rejimler yıkıldı, yıkılıyor” yoğun haberleri arasında boğulan bir haber geçtiler. Haberde şunlar söyleniyordu:
İki Almanya’nın birleşmesinden sonra durumlarında hiçbir iyileşme olmadığını haykıran on binlerce Doğu Alman işçisi Kohl hükümetine karşı gösteri yapıyorlar. Demokratik Almanya yönetiminin yıkılmasına yol açan gösterilerin merkezi Leipzig, bu kez Birleşik Alman burjuvazisine karşı gösterilerin merkezi durumundaydı. Kötü yaşam koşulları, işsizlik ve özelleştirmeler gösterilerin başlıca nedeni. Göstericiler, hükümetin istifasını ve seçim talep ediyorlar. Leipzig’de 30 bin kişinin katıldığı ilk gösteride konuşan bir işçi; “bizim yaşamımız bir sefalet. 1989 sonbaharında bir diktatörü devirmek için burada toplanmıştık. Şimdi başka bir diktatörle yaşıyoruz” diyordu. 90 bin kişinin katıldığı ikinci bir gösterinin başlıca sloganı “Kohl istifa”ydı.
Revizyonist diktatörlükten bunalmış işçiler, burjuvazinin kollan bütün dünyayı saran medyalarına kanarak iyi bir yaşam ve özgürlüğü Batı’da aramışlardı. Ama Batı’nın kapitalist dünyası, hiç de reklâmlar ve propaganda bombardımanlarıyla lanse edildiği gibi parlak, sorunsuz ve rahat değildi. İşçi ve emekçilerin yaşamı Batı diktatörlükleri koşullarında da iyileşmedi. İşçileri Alman burjuvazisine karşı ayağa kaldıran bu gerçekti.
Bu gerçeği bir başka örnekle Arnavutluk’tan kaçanlar da yaşadı. Alia’nın, sosyalist üretimin sabotesiyle yaratılan olumsuz ekonomik koşullar ve emperyalistlerin de dev iletişim aygıtlarıyla da geliştirilen ve desteklenen Batı’ya, değer ve normlarına hayranlık yayarak sosyalizme karşı kışkırttığı insanlar, binlerle ve zor şartlar altında “cennet” yanılsamasıyla Batı’nın bir başka burjuva ülkesine, İtalya’ya kaçtılar. Propagandif “cennet”in gerçek bir cehennem olduğunu yaşayarak gören 2 binin üzerinde “kaçak” yeniden Arnavutluk’a döndü.
“Cennet”lerin, yani sosyalist ülkelerin yeniden yaratılmaları gerekiyor. Ama “Komünizm öldü”, “Marksizm öldü”, “yaşasın kapitalizm” demagojileri, kapitalizmi mezar yolundan döndürebilecek güce sahip olamıyor. Kapitalizmin sosyalizm maskeli uygulanması olan revizyonist rejimler, işçi ve emekçilere elbette hiçbir şey veremez. Ama renkli propagandayla sunulan kapitalizm de onun alternatifi olamaz. Emek-sermaye çelişmesi ve proletaryanın bulunduğu her yerde sosyalizm bir ideal olmaya ve tüm tersine çabalara rağmen yeni güçler oluşturmaya devam edecektir. Sosyalizmin gücü proletaryadır ve o kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Ne revizyonizmin sosyalizmi çamura bulama çabalan ne de uluslararası burjuvazinin demagojileri bu gerçeğin üzerini külle yemez. Varsın Özal, “komünizm öldü, Dev-Yol, Dev-Sol gibi örgütler Mafya örgütlerine dönüştü” desin…
“Solculuk”un İlkesiz Uzlaşmacılığı
Tez Koop-İş Olağanüstü Genel Kurul Aday Listesi
Genel Yönetim Kurulu Üyeleri Genel Yönetim Kurulu Üyeleri
Genel Başkan: Kenan Gürbüz (32) Genel Başkan: Ahmet Tamer (136)
Gn.Bsk.Yrd.: Faruk Üstün (36) Gn. Bşk. Yrd. : Nurettin Sarıpolat (134)
Gn. Sekreter: Sabri Elmas (33) Gn. Sekreter: Ertuğrul Kakmacı (144)
Gn. Mali Skrt. : Nadir Bozkurt (33) Gn. Mali Skrt. : Bahattin Sak (138)
Gn. Örg. Skrt. : Ahmet Ulusoy (34) Gn. Ört. Skrt. : Erol Polatcan (136)
Gn. Eğ. Skrt. : Aynur Karaslan (35) Gn. Eğ. Skrt: Ahmet Yıldız (142)
Üye: Fahrettin Başoğlu (34) Üye: Sadık Özben (129)
Üye: Refik Aydoğan (34) Üye: İsmail Kiniş (126)
Üye: Adil Yaman (33) Üye: Mustafa Boncuklu (137)
Bu liste Tez-Koop-İş sendikası olağanüstü genel kurul listesidir. Olağanüstü ilginç bir durum. “Olağanüstü ilginçlik”, genel kurulda değil, eski yönetimi temsil eden Kenan Gürbüz ile Aynur Karaaslan’ın aynı listede yer almasında. Başında Türk-İş’in yüzü açığa çıkmış has başkanlarından Kenan Gürbüz olmak üzere, listede “solcu”sundan faşistine kadar herkes bir şey için birleşmiş… Ama ne için? Kim kimle beraber, ortak ilke ne?! Verilecek hiçbir cevap, işçi düşmanlığı tescillenmiş yılların işbirlikçi sendikacısı ve faşistlerle birliği açıklayamaz.
Hatırlanacağı gibi.Kenan Gürbüz yönetimi “sendikal disipline uymadıkla-n” gerekçesiyle (aslında kamuoyunda devrimci diye tanındıklarından) 2 ve 3 nolu şubeleri tasfiye etmişti. Şimdi, tasfiye edilen Aynur Karaaslan ve Faruk Üstün aynı listede K. Gürbüz’le birlikte yeniliyorlar. Faşistinden “sosyalist birlikçi”si ve keskin “solcu”suna kadar herkesi bir araya getiren nedir diye düşünmeden edemiyor insan. Adım başı ilkeden söz eden “solcular”ın bu esnekliklerinin kazanmaya yetmemesi de ayrı konu…
Terörle Mücadele Yasası Eşliğinde Anayasa Değişiklik Taslağı
Anayasanın 16 ayrı maddesinde değişiklik öneren taslak, Cumhurbaşkanı Özal’ın isteği üzerine hazırlanarak Bakanlar Kurulu’nda bakanlara dağıtıldı. Aynı şekilde Terörle Mücadele Yasası olarak çıkarılması planlanan yasanın taslağı da gündeme getirildi. Bu taslağın MGK’da düzenlenip, görüşüldükten sonra Bakanlar kuruluna sunulacağı vurgulanıyor.
Kurum ve kuralları darmaduman edilen sözde demokrasi, egemenlerin, Özal’ın şahsında somutlanan ve en yetkin temsilcisini bulan egemenliklerini sağlamlaştırma ve kabalaştırma yolunda içerik değiştirmeye devam ediyor. ’82 Anayasası’nın 83’ten itibaren tartışılmasından sonra bugün artık 1961 Anayasası tarihte hoş bir belge olarak kalmaya yüz tutuyor. “Demokrasi” ad olarak korunmaya, üstüne basıla basıla söylenmeye büyük özen gösteriliyor. Ne var ki, “demokrasi” adına, “liberalleşme” adına yapılan her yeni düzenleme, egemenlerin önündeki taşları temizlemekten, manevra alanını genişletmekten başka özlü bir değişiklik sunmuyor. Halkın güncel demokratik beklentilerine seslenmiyor. Şu kadar ki; demokratından ‘solcu’suna kadar herkes başta anayasa olmak üzere bir şeylerin değişmesini istiyor. Evet, Anayasa da değişiyor. Salt değişiklik anlamında beklenti gerçekleşiyor. Yükselen muhalefet, yeni düzenleme umut ederken, sözde demokrasinin Türkiye’de alışılan özgün seyrine uygun olarak, sıkı düzenlerden çıkarken daha ılımlı, demokratik taleplere kısmen de olsa yer veren değişiklikler bekliyor. Kamuoyu bu yönde oluşuyor. Elbette böyle oluşmasına resmi katkılarda da bulunuluyor. Evet değişiklikler oluyor! Oluyor ama, beklentileri kısmen bile karşılayacak değişiklikler değil.
Anayasa’da değişiklik öngören taslak ne getiriyor? Demokrasiye ne katkılarda bulunuyor? TCK 141,142, 163. maddenin kaldırılmasına engel teşkil eden Anayasa’nın 124. maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılıyor. “Artık komünist, faşist ve dinci parti kurulabilecek!” Böyle diyor burjuva basın. Terörle Mücadele Yasası taslağında ise bu maddelere şiddet unsuru eklenmesi ve devlet aleyhine işlenen suçlardan TCK 125, 131, 156, 157,158. maddelerinin terör amacıyla işlenmesi durumunda -ki, bunun saptanmasını mahkemelere bırakıyor- ceza miktarlarının yarı oranında artırılmasını öngörüyor. Bu suçlarla bağlantılı yazı ve haberlerde basma ağır yaptırımlar, tutuklamanın kapsamının genişletilmesi, göz altıların dilediğince uzatılabilmesi, savunmaya sınırlama, polise yargıdan muafiyet ve maddi destek, ihbarcıya ödül, bu suçlardan yargılananlara yasal indirimlerin ve şartlı tahliyenin uygulanmaması! Yani, 12 Eylül’den sonra defalarca artırılan 141,142,168 vs. maddelerdeki değişikliklere, ceza artırımlarına rahmet okutacak düzenlemeler!.. Değiştirilerek ‘demokratikleştirilecek’ anayasanın sunduğu olanaklara(!) bakın! Ceza Yasasının diğer maddeleriyle oransızlığından, yasal indirimine şartla tahliyenin kaldırılmasıyla Ceza Yasasının uygulanmasındaki eşitsizlikten, işkence kovuşturmasına uğrayacak polise yargı muafiyeti getirilmesiyle azgınlaştırılacak vahşete kadar kurumlaştırılmaya çalışılan düzenleme, Anayasada yapılacak değişikliklerin kimler ve ne için yapıldığı konusunda fikir vermeye fazlasıyla yetiyor.
Anayasa değişiklik taslağında yer alan diğer hükümlerde, dinsel tören ve toplantıları devleti töhmetten kurtaracak serbesti ile radikal basını daha sıkı kıskaç altına alacak yaptırımlar, reformizm ile radikalizm arasına kesin sınırlar çizerek radikal sesleri susturmayı hedefleyen bir düzenleme öngörülüyor. İdamların -bırakalım kaldırılmasını- TBMM’ye ait olan onay yetkisini cumhurbaşkanına devrederek toplumsal muhalefet devreden çıkarılıyor. Bu hassas yetki, tek bir iradeye bırakılıyor. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, yerel yönetim seçimlerinin parlamentoca belirlenmesi, seçme ve seçilme yaşı ile ilgili düzenlemeler, Özal’ın ve egemenlerin geleceğe yönelik planlarının parçası ve kamuoyunu aldatmaya yönelik taktiklerinden ibaret görünüyor.
Görüldüğü gibi, demokrasiye katkı babında, halka demokratik mekanizmalar yaratma, temsili olarak bile halk iradesinin yönetime katılması yönünde yönelik hiç bir değişiklik olmadığı gibi, parlamentonun işlevlerini azaltan yönde adımlar anlıyor. Siyasi partilerin kadın ve gençlik kolu kurulabilmesi ise, bunların yasaklanmasından sonra geçen süre içinde bugün artık çok işlevsellik taşıyan bir gelişme değil.
Anayasa değişiklik taslağının özü, devlet için tehlike arz etmeyecek reformizme -belki biraz- hoşgörü, radikal seslere ve hareketlere Terörle Mücadele Yasası eşliğinde hedef daraltarak daha da bindirme; bu alanda işkencenin ve işkencecinin bile yasal korumaya alınması, bu yönde kurumlaşma, devleti tahkim etmek temeline dayanıyor.
Etiyopya’da zafere doğru
Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri faşist rejimlerce bütün zenginliği çalınan, halkı iliklerine kadar sömürülerek yıllarca açlığa ve kıtlığa mahkûm edilen siyah Afrika’da devrim ışığı parıldıyor bugünlerde. Etiyopya’nın emekçi sınıflara ve ezilen ulusları, yıllardır yürüttükleri ÖZGÜRLÜK ve EKMEK savaşında faşist Derg rejiminin sonunu getirmek için son vuruşlarını yapmanın hazırlığı içindeler. 50 milyon nüfusun yaşadığı Etiyopya’da, Ocak 1991 ‘de 1. Kuruluş Kongresi ile kuruluşunu ilan eden Etiyopya Devrimci İşçi Partisi’nin önderliğindeki Etiyopya Halkları Devrimci Demokrat Cephesi EPRDF, ülkenin tamamının yönetimini ele geçirmeye doğru ilerliyor. Etiyopya halkları, Marksist-Leninistlerin önderliğinde uzun yıllardır faşist yönetime karşı silahlı bir mücadele yürütüyorlar. 1989 Ocak’ında, Tigre Kurtuluş Hareketi ile Etiyopya Demokratik Halk hareketi’nin birleşmesi ile EPRDF kurulmuştu. Marksist-Leninist Etiyopya Devrimci İşçi Partisi ise, Etiyopya Marksistleri ile Tigre’li ve Oromo’lu (her ikisi de ezilen ulus) Marksist-Leninist örgütlerin birleşmesiyle oluştu. Başlangıçta, ezilen ulus Marksist-Leninistleri ayrı örgütlenmeyi savunmuşlardı. Ezen ulus olan Etiyopya ulusuna mensup Etiyopyalı Marksist-Leninistler ise, başlangıçtan itibaren ulus ve milliyet ayrımı gözetmeyen bir örgütlenmeyi savunmuş olmalarına rağmen, uzun süre faşist rejime karşı ayrı örgütler halinde mücadele edilmişti. Ulus ve milliyet temelinde örgütlenmenin dar görüşlülüğünün bilincine vardıkça Marksistler, birleşik bir devrimci işçi partisinin inşası yoluna giderek, mücadele ve örgütlenmelerinin bütünlüğünü 1991’in yılının başında doruğuna ulaştırmayı başarmış bulunuyorlar.
Nüfusun üçte birinin kurtarılmış bölgelerde yaşadığı Etiyopya’da, direniş giderek büyüyor. Faşist rejimin yıkılarak bağımsız-demokratik bir geçici bir hükümetin kurulması arlık uzak bir geleceğin sorunu değil. Etiyopya Halkları Devrimci-Demokrat Cephesi’ne bağlı gerilla birlikleri ilerleyişlerini sürdürerek yeni bölgeleri ele geçiriyor.
Halkın bütün gücüyle kurtuluş savaşını desteklediği Tigre’de, Mengistu rejimi artık ülkede hiç bir destek bulamıyor. Yıllardan beridir Sovyetler Birliği tarafından desteklenen faşist rejim, kaçınılmaz sonunu önlemek için kendine, Filistin ve Arap halklarına karşı Siyonist katliam ve yok etme politikası izleyen İsrail’i müttefik olarak seçmekten kaçınmıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarına yerleştirilmek için Etiyopya’daki Yahudileri ülke dışına çıkaran Mengistu rejimi, karşılığında İsrail’den Napalm ve Kluster tipi bombalar ve çeşitli silahlar alıyor. Fakat bunların hiç biri Etiyopya halklarının devrimini yolundan çevirmeye yetmiyor.
3 Mart 1991 tarihli kurtuluş örgütlerince yapılan korsan radyo yanına göre de, Mengistu rejiminin tahıl ambarı olarak bilinen Gordon ve Gojan kentleri ele geçirildi. Tigre Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF), başkent Adis Ababa’ya doğru yürüyor. Eritre Halk Kurtuluş Cephesi EPLF’nin, TPLFyi desteklemek için ikinci bir cephe açarak saldırı düzenlediği liman kenti Assap’ ta çarpışmalar sürüyor.
Marksist-Leninistlerin önderliğinde halk, kendi yönetim organlarına sahip. Korkunç bir kıtlık ve açlığın tehdidine ve faşist yönetimin demokratik yardım kuruluşlarının gönderdikleri yardımların halka ulaşmasını engelleme çabalarına karşın, Tigre Kurtuluş Örgütü TPLFnin denetimi altındaki tüm bölgelerde, kısıtlı olanaklara rağmen halk, okul ve sağlık sistemlerini gerçekleştirip işlerliğe kavuşturuyor, tarım alanında üretimi sürdürüyorlar; böylelikle “kendi kaderlerini kendileri belirliyorlar ve kendi sorunlarına da kendileri sahip çıkıp çözümlüyorlar”
Batan gemiyi ilk önce fareler terk edermiş. İşbirlikçi faşist rejimin son günlerini yaşadığını gören emperyalist devletler telaş içinde Etiyopya ile diplomatik ilişkilerini kesmeye başladılar. Washington Hükümeti, başkentteki diplomatlarını çekerken, Ortak Pazar üyesi devletler Brüksel’deki toplantıda Etiyopya’daki diplomatik temsilcilerine, kadın ve çocukların ülkelerine dönmeleri çağrısını yaptılar.
TDKP’nin Etiyopya Devrimci İşçi Partisi’nin 1. Kongresi’ne Mesajı:
(…)
Etiyopya’da çeşitli milliyetlerden M-L’lerin İlkeli örgütsel birliği olarak İşçi sınıfının devrimci sınıf partisinin kurulması sadece, çeşitli milliyetlerden Etiyopya proletaryası ve halkları açısından değil, uluslararası komünist hareket, dünya proletaryası ve halkları açısından da büyük bir tarihsel öneme sahiptir.
(…)
İçinde bulunduğumuz dönemde M-L partiler ve hareketler arasındaki ilişkilerin, ortak mücadelenin ve dayanışmanın proleter enternasyonalizmi temelinde, proletaryanın devrimci hareketinin her ülkedeki öncü müfrezeleri, kolları perspektifiyle güçlendirilmesi özel bir önem taşımaktadır. Bizler birliğimizi ve ortak mücadelemizi pekiştirirken, her renkten eski ve yeni revizyonizmin tüm belirtilerine karşı mücadeleyi geliştirmeli, tarihi tecrübenin de defalarca gösterdiği gibi hataları tespit ve sözde M-L teoriyi ve sosyalizmin pratiğini geliştirme adı altında tezgahlanan oportünist eğilimler ve çizgilere karşı uyanıklığı artırmalı, proletaryanın devrimci ideolojisini M-L teoriyi ve sosyalizmin tarihsel kazanımlarını daha kararlı bir biçimde savunmalı ve M-L’i somut koşullara uygulamada yetkinleşmeliyiz.
Alman İşçi Sınıfının Önderi Ernst Thaelman
Evrensel Basım Yayın önümüzdeki dönemde, Alman proletaryasının önderlerinden ve eski KPD Başkanı Ernst Thaelmann’ın yaşamı, mücadelesi ve katledilmesiyle ilgili incelemeleri kapsayan bir kitabı okuyucularına sunacak. Kitabın Türkçe çevirisine bugünkü KPD Başkanı Diethard Müller (KPD MK adına) bir önsöz yazdı. Dergimizin bu sayısında bu önsözü yayınlayarak, doğumunun 125. yıldönümünde Ernst Thaelmann yoldaşı saygıyla anıyoruz.
E. Thaelmann yoldaşın yaşamı ve yapıdan, Alman işçi sınıfının devrimci kitlesel mücadelesinin yükseldiği bir döneme rastlar. Yoldaş Thaelmann bu kavganın içinde yetişti, sonra da onun ürünü ve onun önderi oldu.
Daha 17 yaşındayken, o zamanlar hala devrimci olan SPD’ye katıldı. Fakat daha başlarda bu partinin giderek yozlaşması ve burjuvalaşmasına karşı çıktı. Rosa Luxsemburg ve Karl Liebknecht ile birlikte SPD’nin ve sendika önderlerinin gittikçe güçlenen Alman emperyalizmine bağlı hale getirilmesine karşı mücadele etti.
Yoldaş Thaelmann sıradan bir taşıma işçisiydi. O, sınıfının sorunlarını ve ihtiyaçlarını iyi tanıyordu. Açlık, yoksulluk, işsizlik vb.nin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. O da, diğer sınıf kardeşleri gibi, baskısız, sömürüşüz, savaşsız ve kitlesel sefaletin olmadığı bir toplum için yanıp tutuşuyordu. O, içinde çalışan insanların kendilerinin işçi sınıfı tarafından yönetildiği ve bizzat kendi ellerinde olan, devrimci partileri aracılığıyla devleti, ekonomiyi kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre yönettiği bir toplum için çalışıp çabalıyordu. Bütün kiniyle burjuva devlete karşı, kapitalizme ve emperyalizme karşı savaştı. Onun hedefi sosyalizm ve komünizme doğru giden uzun yoldaki proletarya diktatörlüğüydü.
Yoldaş Thaelmann demirden bir iradeyle, sadece pratikte değil teorik olarak da çok çalıştı. Sıradan bir işçi olarak, ML bilimi kendine mal etti. Ölü bir kitap bilgisi öğrenmedi, aksine Almanya’daki devrimci mücadele için net sonuçlar çıkardı her zaman. Öyle ki, KPD’yi milyonlarca taraftarı olan bir parti haline getirebilen bir strateji ve taktik geliştirdi.
1. Dünya Savaşında Alman sosyal demokrasisi açıktan Alman emperyalizmini destekleyip savaş kredilerini onayladığında, yoldaş Thaelmann SPD ile ilişkilerini kesti ve önce USPD’ye üye oldu. 1918 Devriminde aktif mücadele etti. O günlerde Hamburg İşçi ve Asker Konseyinin üyesi olarak barikatlarda savaştı.
KPD’nin kurulmasından sonra yoldaş Thaelmann, USPD içinde KPD ile birleşmeyi savundu. SPD’ye yönelen USPD’nin oportünist önderlerine karşı, yoğun mücadeleler sonunda USPD çoğunluğunun KPD ile birleşmesini başarıyla gerçekleştirdi. Böylece 1920 yılında yoldaş Thaelmann KPD MK’ya seçildi. Fakat ne var ki, KPD içinde de oportünizme karşı ısrarla mücadele etmek gerekiyordu. Gerek “sol” gerekse sağ sapmalara karşı Almanya’da 1920’li yılların başında sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve devrimci durumun giderek olgunlaşması nedeniyle KPD yönetimi iflas etti ve halka ve işçi sınıfına ihanet etti. Kapitalist sisteme karşı devrimci bir ayaklama sürdüreceği yerde SPD ile uzlaşma arandı.
1923 yılında bizzat Ernst Thaelmann yoldaş tarafından yönetilen Hamburg ayaklanması birkaç KPD önderinin hain rolünü apaçık ortaya çıkardı. Kitlelerin sefaletinden, tüm Almanya’da devrimci bir hareket doğdu. KPD MK, nihayet silahlı bir ayaklanma hazırlığı için talimat verdi. Fakat ne var ki, bu karar, Brandler ve Talheimer’in çevresinde yer alan sağcı KPD önderlerince sabote edildi. Hamburg’da KPD ve yoldaş Thaelmann işçileri mücadeleye çağırdı. Kısa sürede işçi ve askerler konseyi iktidarı ele geçirdi. Fakat dönek KPD önderleri bu ayaklanmanın tüm Almanya’ya yayılmasını önledikleri için, Hamburglu işçilerin ayaklanması başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra SPD ve burjuvazi amansızca devrimcileri tutuklayıp katlettiği için, bu ihanet binlerce işçinin yaşamına mal oldu. Ayaklanmadan sonra KPD içindeki devrimci güçler sağcı önderlerin ihanetine karşı seferber oldular. KPD Bolşevik bir parti olmanın mücadelesini verdi. Yoldaş Thaelmann bu mücadelede en önde yer alıyordu. 1924 yılında başkan yardımcısı, 1925 yılında ise KPD başkanı oldu. Yoldaş Thaelmann, her zaman net ve devrimci bir programı savundu. Bu nedenle onun önderliğindeki KPD burjuva düzenine karşı tek inandırıcı seçenek olarak kitlesel bir işçi partisine dönüştü. Hitler faşizminden önceki son seçimlerde, örneğin, KPD tam 6 milyon oy aldı -bu da işçi sınıfı içindeki büyük etkinliğinin açık bir göstergesidir. Yoldaş Thaelmann, her zaman sınıf mücadelesine aktif katılmanın zorunlu olduğunu vurguladı. O, devrimci bir temelde işçi sınıfının birliği için savaştı. Her türlü uzlaşmacılığı her zaman reddetti. Almanya’da faşizmin iktidarı ele geçirme tehditleri gündemde olduğunda, Ernst Thaelmann yoldaş önderliğindeki KPD, SPD’ye birleşik cephe önerdi. Fakat SPD bunu reddetti. Hatta faşistler iktidarı gasp edip Alman emperyalizmi işçi sınıfına karşı yoğun bir teröre giriştiğinde bile, SPD yöneticileri, KPD’nin 1933 yılında ve sonraki önerilerini her defasında reddettiler. Hatta tam tersine 23. 3.1933 tarihinde, Meclisin açılış gününde SPD, Hitler hükümetine işbirliği bile önerdi. Gasp edilen faşist iktidar, gittikçe güçlenen Alman emperyalizminin hem içerdeki devrimci işçi sınıfına ve onun partisi KPD’ye, hem de dışarıda emperyalist rakiplere karşı mücadelede bir araçtı. Alman emperyalizmi böylece KPD yönetimindeki sosyalist devrim tehdidini önlemek istiyordu. Korkunç bir zorbalıkla saldırıya geçti. Kısa süre içinde binlerce KPD üyesi tutuklandı. 3.3.1933 günü yoldaş Thaelmann da tutuklandı. 14.3.1933 günü ise, KPD resmen yasaklandı.
Thaelmann yoldaşın tutuklanmasına karşı uluslararası geniş bir protesto fırtınası yükseldi. Proletarya enternasyonalizmi için, halkların ulusal kurtuluş savaşları ve diğer ülkelerin işçilerin mücadelesiyle her zaman büyük dayanışmada bulunmuş olan yoldaş Thaelmann, şimdi tüm dünya emekçilerinin dayanışmasını yaşıyordu. Alman emperyalizmi elbette haklı olarak, yoldaş Thaelmmann ve onun önderliğindeki KPD içinde en tehlikeli düşmanlarının olduğunu biliyordu. Yoldaş Thaelmann mahkemesiz zindana kapatıldı, sonra da Buchenwald topla kampına gönderildi. 2. Dünya Savaşında Nazilerin yenilgisi kesinleşmek üzereyken, faşistler, 18 Ağustos 1944 tarihinde, Alman işçi sınıfını seçkin ve büyük önderinden yoksun bırakmak için katlettiler. Çünkü O’ndan, önceden olduğu gibi şimdi de çok korkuyorlardı.
Yoldaş Thaelmann, yaşamının sonuna dek boyun eğmeyen bir savaşçı ve ateşli bir enternasyonalistti. Katledilmesinden kısa bir süre önce kendisini gözetleyen SS görevlilerinden birisine aynen şunları söylemişti: “Stalin Hitler’in boynunu koparacak!”
Yoldaş Thaelmann net devrimci tutumuyla bugüne kadar her Alman komünist için örnek oldu. Yoldaş Thaelmann’ın oportünizme ve kendi saflarındaki döneklere karşı sürekli mücadele etmesindeki uzak görüşlülüğü bugün daha açık olarak anlaşılıyor.
Bununla O, komünist bir partinin gelişmesinde ortaya çıkan temel bir soruna el atıp yolu gösterdi: bir komünist partiyi kariyeristlerin ve post kavgası veren oportünistlerin toplanma yerine dönüştüren herkese karşı amansız bir kin ve uzlaşmaz bir mücadele, yoldaş Thaelmann’ın ne kadar haklı olduğunu, Sovyetlerdeki ve diğer eski sosyalist ülkelerdeki yozlaşma ortaya koydu. Onun oportünizme ve revizyonizme karşı savaşı hayati önemde bir zorunluluktu. İşte bugün de, KPD yaşamak ve gelişmek için, Onun bu örnek tavrına uygun olarak mücadelesini sürdürmek zorundadır. Oportünizme ve revizyonizme karşı böyle kararlı bir mücadele olmadan bir komünist partisi başarıyla devrimi gerçekleştiremez ve sosyalizmi de inşa edemez.
Geçtiğimiz yıllarda yaşanılan deneyimler, tam tersine şunu göstermiştir; oportünist ve dönek unsurlara karşı yeterince mücadele edilmezse ve onlar şayet etkinlik kazanırlarsa, bu unsurlar, emekçi insanların büyük başarılarım ve zaferlerini yok edecekler ve dağıtacaklardır.
Yoldaş Thaelmann’ın devrimci işçiler ve komünist partiler için büyük önemim, sermaye, onun anısında yok etmeye çalışıyor. Ernst Thaelmann’ın katili bugüne dek elini kolunu sallayarak yaşıyor. Yoldaş Thaelmann’ın yakınları sürekli uğraşıp bu katili mahkemeye çıkarmaya çalışmalarına karşın, burjuva sınıf hukuku, bunu engellemek ve katili serbest bırakmak için her zaman bir yolunu bulmayı başardı. Bununla da onlar, nasıl Hitler faşizminin arkasında yer aldıklarım ve onun komünistlere karşı giriştikleri katliamları nasıl onaylıyor olduklarını bir kez daha gösterdiler.
KPD’nin büyük önderi yoldaş Thaelmann’ın yaşamının ve eserinin Türkiye’deki okuyuculara tanıtılması Alman komünistleri için büyük bir sevinçtir. Türkiye’deki işçi sınıfı açlık ve sefalete, faşizme ve baskıya karşı zor bir mücadele yürütüyor. Tüm bu kavgalar içinde -Sovyetler ve önceden sosyalist olan diğer ülkelerdeki yozlaşmaya karşı- işçilerin özgürlüğe, haklılığa, iş, ekmek ve barışa ve tüm bunlarla birlikte SOSYALİZME özlemleri yer almaktadır.
İşte emperyalizm ve kapitalizm çalışan insanların bu özlemlerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmadığı için, Thaelmann yoldaşın uğruna yaşamım verdiği düşünce ve idealleri yok olmadı ve yok edilemeyecektir de. Devrimciler, sosyalizmin gelişmesindeki hata ve eksikliklerden öğrenecekler ve ikinci bir hamlede sosyalist toplumu başarıyla kuracaklardır.
Thaelmann yoldaşın mücadelesi, özellikle oportünizme ve revizyonizme karşı verdiği mücadelesinin bu durumda bizlere büyük yardımı olacaktır.
Diethard Müller (KPD MK Başkanı)
Cürüm ve cemaat ortaklığı
Sait EFE
Toprağı çatlatan tek neden var. O da susuzluktur. Önce kurutur toprağı susuzluk. Sonra küçültür. Ve damar damar çatlatır ardından. Suya doyuncaya kadar da sürer bu durumu toprağın. Susuzluğa karşı bir eylemi gibi. Toprağı çatlatan başka bir neden yok doğada.
Yakın da olacak ama!…
Ne mi?..
İşkencecilere çıkacak af!…
Cayır cayır yakacak toprağı. Çatır çatır çatlatacak. Koca koca yarıklar, bomboş karanlık aralıklar oluşturarak. Susuzluktan değil ama. Üzünçten bu kez. Üzerinde yaşattığı insanların sorumsuzluğuna duyduğu sorumluluktan. Bir halk türküsü:
Taş olsaydım erirdim, erirdim, erirdim
Toprak idim dayandım, dayandım,dayandım
Sorumluluk üstüne sürdürelim biz türkümüzü. Günümüz insanlarına uyarlayarak.
Toprak olsam çatlardım, çatlardım, çatlardım
İnsan (değil) idim dayandım, dayandım dayandım
Önce hırsız (kaçakçı, karaborsacı, dolandırıcı)lar bağışlandı. Şartlı bir bağışlanmayla da değil üstelik. Bundan böyle, bu işler, bu ülkede serbest bırakılıyordu.
Sustuk biz halk olarak. “Cana gelmeden, mala gelsin” diyerek. 12 Eylül kara karanlığını kabullenme gerekçemiz de aynıydı.
Şimdi de sıra işkencecilerde. Canımıza kast edenlerde yani.
“Yatukları yeter” demiş büyük patron.
İşkenceciler de serbest dolaşacaklar sokaklarımızda. Tıpkı hırsızlar gibi. Belleri silahı, elleri bıçaklı, fermuarları açık olarak. Hırsızlık gibi işkencede serbest olacak ülkemizde…
Üzerinde bağışlanmış bir işkenceci dolaşırken, toprak çatlamaz da neder?
İşkence bir insanlık suçuydu hani?… Yapan, yaptıran, göz yuman herkes ortaktı bu suca. Peki, durup dururken bunları bağışlamanın gerekçesi ne ola acaba? Cürüm ve cemaat ortaklığından başka. İşkenceyi birlikte yaptılar. Ya da yapardılar. Göğüs gerip, arka vererek. Hırsızlıktan pay aldılar. Veya ortaktılar. Ortaklarını elbette bağışlayacaklar. Veli Yılmaz gibi bir milyona yakın yıl verecek, Aydın Çubukçu gibi emekli ettikten sonra bırakacak değiller ya!… Veli Yılmaz yatıyor hala. Aydın Çubukçu’da mahkûm emeklisi olarak sürdürecek yaşamını bundan sonra. Görmeyenler, bilmeyenler de ne zanneder acaba? Ben bile heyecanlanmıştım ilk göreceğim gün. Bir mahkûm emeklisiyle ilk kez karşılaşacaktım. Nasıl bir şey di acaba?
Meşe kırması kol, demir dürmesi bilek, çam yarması beden beklerken ben, gele gele ufak tefek bir adam geldi. Bizler gibi. Sıradan biri. Sevgi gölü gözleri başkaydı yalnızca. Beton duvar, demir parmaklıklar arasında yıllara yenilmemiş sarışın teni bir de. Ve eli ve dili ve saçının her teliyle, su gibi, hava gibi, ekmek gibi, sevgi gibi işkenceyi yakından yaşamış biri. Ama yüreği dipdiri. Ona sorsak bu işkencecilerin bağışlanma
olayını. Ne derdi acaba?… Onların asılması kesilmesi ile işkencenin durmayacağını bilirdi. El, kol, gövde değiller, işkence olayında onlar. Yalnızca birer maşalar. İşkence nedir diye sorardı ilkin.
İşkence nedir, nerede, ne zaman, kimler tarafından, kime karşı, niçin ve nasıl kullanıldı? En yalın tanımıyla zorbalıktır işkence. Kaba dayağından ince alayına kadar. Güçlünün güçsüze, ezen, sömüren sınıfın, ezilen, sömürülen sınıfa uyguladığını görürüz tarihte. Bazı biçimsel değişiklikler yaşanmışsa da özü aynı kalmıştır hep. Bu değişiklikler, ezilenlerin kanları karşılığında kazandıkları haklardır aslında. İnsan hakları… Son sınıflı toplum kapitalist ana, başka bir güç büyüttü karnında. Proletaryayı doğurdu sonunda. Her çeşit sömürünün, kötülüğün mezar kazıcısı proletaryayı. Sınıf savaşımı daha da keskinleşti bundan sonra. Bir yanda çağdaş efendi, kravatlı ağa patronlar. Diğer yandan zincirsiz köle işçiler. Grev yasağı işten atma, fabrika baskını, köy göçürme, soy kırımı bu savaşın başka bir cepheden sürdürülmesidir. Katırların katli bile.
Şırnak’ta katledilen katırların yani. İnsanları ile birlikte. Artıklardan topladıkları kömürlerle geçimini sağlayan insanlar. Bireyi olduğu devletten umudu kesik insanlar. Devletin iş kapısı açacağına, çöplüğünü bile kapattığı insanlar.
Yetersiz, yanlış da olsa adam öldürmenin yeri vardır, masallarımızda, türkülerimizde. Ekin yakma, mal vurmanınsa asla…. Bunun içindir ki, adam öldüren birine ilkten sövülmez halk arasında. “Yazık oldu” olur ilk tepkisi insanların. Yazık oldu. Ölene de öldürene de… Asıl giz adam vurmanın oyun olmadığının bilinmesindedir burada. Kan davası veya bilinen başka bir neden yoksa arada. Bu giz daha da büyür kafalarda.
Niçin vurdu acaba? …
Ekin yakma, mal vurma eylemine gelince… Adam öldürmedeki hoşgörüyü göstermez halkımız bu konuda. Ana, avrat düz gider. Ya da aklına gelen başka başka sövgüler… Ayaksız ağaç, dilsiz hayvandan ne istedin diye. Yahut adamın çoluk, çocuğuna kastın ne? Ekin yakma, mal vurma, ekmeğini kesmek, açlığa hükümlü kılmaktır adamı. Aç bırakmak, öldürmekten kötü ki…
Bu katır öldürme olayında, başka bir koku geliyor burnuma: soykırım kokusu… Bir ulusun, insanı, hayvanı, bitkisi, müziği, halayı ile yok etme kokusu. Gelin biraz geriye gidelim. Çok değil, az.
Şırnak’ta katırların katledildiği aydan geriye, yıl hesabı üç, ay hesabı otuz altı saydığımızda, başka bir katliamla karşılaşırız K…’da. İnsanlığı insanlıktan küme düşüren bir katliam. HALEPÇE KATLİAMI! …
Sorumlusu Saddam deniyor ama. Saddam’a silah sağlayan çıkarcılar, katliama sessiz kalan görür kör, duyar sağırlar, katliamı gizlemeye çalışan fetvazlar… Tüm burjuva-gerici dünyanın ortak katliamı bu…
PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Destek ararken kösteğe çarpanlar
Sahnenin arkasındaki sarı filtreli bin vatlık ışık ağır lağır söndü. Karanlık her yanı kapladı. Yeniden, ışıkla oyuncular kulisten sahneye doğru akarken alkışlar yükseldi. Üç kez ışık yandı söndü, üç kez eğildiler selamladılar izleyiciyi. Alkışlar bitmedi, tek tek yeniden selamladılar. Oyuncular kulise girerken salon ışıklan yandı, izleyiciler ince bir uğultuyla salonu boşaltmaya başladılar.
Perdeci -her oyun sonrası olduğu gibi- izlenimlerin fısıltısını saptamak istercesine kulağım çıkışa doğru uzattı. Dudaklarına ve kaşlarına dikkatlice bakan biri duyduğu izlenimleri hemen anlayabilirdi.
Perdeci ve şişko yönetmen en son çıktılar tiyatrodan. Perdeci hararetle duyduklarını yönetmene aktarıyordu. Birdenbire provalardan beri tartıştıkları bir sahne üzerine konuşma derinleşti. Tartışmanın bir yerinde şişko yönetmen yüksek sesli konuşurken birden durdu. Bakıştılar, şişko yönetmen “Yine birbirimizi yiyoruz, ihtiyar. Oyun çıktı, izleyici memnun, biz hala kavgadayız.” Bu kez, Perdeci öfkelendi: “Madem izleyici memnun, niye soruyorsun eleştirileri? Aferin sana. Zaten sen hep iyisini yaparsın” Şişko yönetmen: “Böyle bir iddiamın olmadığını sen de bilirsin. Peki, anladım, izleyiciler de sen de sahnedeki o çözümü beğenmiyorsunuz. Peki, öneriniz? Perdeci, “Ben haddimi bilirim. Yönetmen değilim.” “Eleştirmen de değilsin.” Perdeci iyice kızarak, “Bir tiyatro adamıyım ve eleştirmek için ille de eleştirmen olmam gerekmiyor. Biz gücünü izleyiciden alan bir topluluğuz. Eleştirilerin biçimi hoşuma gitmese bile en azından neden böyle bir eleştirinin geldiği bile düşündürmeli bizi.”
Bir tiyatrodan içeri girdiler, tanıdıkları bir oyuncuyu alıp çıkacaklardı. Kulise doğru yürürken bir patlama sesi ve kahkahalar yükseldi. Şişko yönetmen çekinerek kapıyı araladı, kulisten, “Ooo, buyrun” sesleri yükseldi.
Patlayan bir şampanyaydı, kahkaha atan oyuncular.
Perdeci, “Kuliste şampanya özel durumlar dışında pek patlamaz, hayrola” Yönetmen yardımcısı kadın, “Yardım. Ek yardımdan en büyük paylardan biri de bizim topluluğa verildi, devletçe.” Bu söz üzerine kadehler yeniden kalktı, çınladı, yudumlanırken şişko yönetmen, mırıldandı; “Devletçe.”
Perdeci, aynı kaygıyla bir bakış attı şişko yönetmene. Şampanyalar bitince konuk geldikleri tiyatronun yöneticisi ya da oyuncuların deyimiyle “Aslan Patron” ayağa kalktı: “Günün mana ve ehemmiyetine ilişkin konuşup gecenin içine etmek istemiyorum.” Oyunculardan biri: “Vaat et patron, gönlümüzü hoşnut et.” “Aslan Patron” “Yüz milyonun neresinden ne vaat çıkar.” Başka bir oyuncu: “Amma maymun iştahlısın be patron. Daha dün on milyonu beğenmiyordun.” Aslan Patron, “Haklısın ama şu son durumları biliyorsun? Bir savaş çıktı, belimiz büküldü. Oyun oynayamadığımız günler oldu. Hep cepten yedik. İzleyicinin son yıllarda bize karşı tutumu bir garip. Ne diyelim, çok şükür. Yüz milyon biraz soluk aldıracak.” Yaşlı bir oyuncu; “Neyse biz galiba umumen bu yardımdan havamızı alıyoruz. Aslan Patron bari bir kaç şişe daha aldır da efkârımızı öyle dağıtalım.”
Aslan Patron, çaycı çocuğu çağırdı, cebindeki desteden ayırarak çıkardığı iki elli binliği uzattı. Çaycı çocuk, “Bir şişe şundan”, “Bir şişe bundan” sesleri arasında dışarı çıktı.
Perdeci ve şişko yönetmen arkadaşları oyuncuyla işaretleşip kalkmaya hazırlanırken itirazlar yükseldi, “Aaaa olmaz, bu gece şamata var gidemezsiniz.” Birbirlerine bakarak, “Neyse biraz daha” gibisinden gitmeyi ertelediler.
İlerleyen saatlerde şişelerdeki alkol seviyeleri düştükçe şamata gürültüleri yerini hafif sesli ikili üçlü söyleşilere bıraktı. Oyunculardan biri -az önce patrondan vaat bekliyeni- Perdeci’ye takıldı; “Ne o, yüzün pek gülmüyor bu akşam. Katılmıyorsun şamataya.” Perdeci; “Şamatasına bağlı”, oyuncu; “Şamata işte, kutluyoruz.” Perdeci, “Neyi kutluyorsunuz?” Oyuncu, “Yardımı, devlet-i aliyenin verdiği yüz milyonu.” Perdeci yüzünü ekşiterek önüne baktı. Oyuncu “Ne o hoşlanmadın mı?” Perdeci gözlerini yere dikerek; “Hayır” dedi. Oyuncu; “Niye Sayın Perdeci. İşte bir olanak. Bence her olanaktan yararlanılmalı. Sanat yapıyoruz biz. Hayalciliği bir yana bıraktım. Büyük düşlerim de yok. Sanata katkı nereden ve nasıl gelirse önünde şapka çıkarırım.” Perdeci, “Bence senin durumun klinik. Düşlerini yitirmiş bir sanatçı. Böyle bir sanatçı neye yarar? Tiyatronun kapısına bile koyamazsınız. Çünkü en azından suratının duruşu bile izleyicinin salona girerken moralini bozar.” Oyuncu, “Böyle saldırma. Büyük düşlerle neyi kastettiğimi anlıyorsun.” Perdeci, “Tabii, insanlığın en büyük düşü, sömürüşüz ve özgür bir dünya.” Oyuncu, öfkeyle: “Gördük canım. İzliyoruz televizyondan sonunu. Yerlerde sürüklenen, parçalanan heykelleri de.” Perdeci, “Yeniden deneriz efendim. YENİDEN. Özgür oluncaya dek.” Oyuncu, “Peki bu özgür olma sürecinde nasıl ayakta kalmayı düşlüyorsunuz? Bak Perdeci, biraz sağ duyulu ol. Bu devletin kültüre sanata önem verişi yetmiş sene öncede kalmış. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarından sonra ilk, ciddi yaklaşım geçtiğimiz yıllarda oluştu. Sanatçılar uzun yıllar yalnız bırakıldılar. Ellerinde Atatürk’ün ‘milletvekili vs. olabilirsiniz sanatçı olamazsınız vecizesiyle.’ Umutla beklerdik ziyaretlerin sonucunu. Hep aynı şeyler anlatılırdı. Çok sıcak karşılama, dinlerken giderek ilgisizleşme, konuşmanın belli bir aşamasında ilgisiz-anlamsız bir soru, ısrarlı tavır karşısında kaş çatarak not alma, ayağa kalkışımızda müthiş ferahlama, sıcak uğurlama. Ardından derin bir sessizlik dönemi. Sessizliği kırma yolunda bir kaç telefon uzun hatırlatma, hatırlama, geçiştirici yanıtlar. Sonra yine ve yine değişmeyen derin sessizlik.”
“Uzun çabalamalardan sonra, seksenin en karanlık günlerinde bir fısıltı dolaştı ortalıkta: “başvurun devlete, para verecek size.” Fısıltı önceleri inandırmazken giderek yaygınlaştı. O güne dek bir birine sırt çeviren, bir birinin oyunlarını bile izlemeyen patronlar sokuldular dip dibe. Eski dostluklarını hatırladılar. Eski madikleri unuttular. Yalnız içlerinde küçük bir kuşku vardı; ya başvurup alamazsak. Öyle ya alamayıp madara olmak da vardı. İçlerinden en sevimli komik tiyatro patronunu allayıp pullayıp Ankara’ya gönderdiler. Sevimli komiğin çaldığı kapı, 12 Eylül darbesini yapan generallerinkiydi. Komik, yüreği titreyerek içeri girdi. Birkaç dakika içinde etkiledi generali. Bütün dönem boyunca elli kişiyi ‘beslemeyip asacak’ adam, gülüyordu karşısında katıla katıla.”
İstanbul’a döndüğünde patronları toplayıp generali nasıl “kafaladığını” anlattı ballandıra ballandıra. Patronlar avuç ovuşturdular. İşler tamamdı. “Ah! Keşke önceden akıl etseydik. Ama ne bilelim. İlerici görünen en sevimli komiğin meğer ne numaralan varmış.” Bir ara kısa bir sessizlik döneminden sonra yeniden hareketlenme ve ‘dosyalar gelsin’ muhabbeti. Bu sevinç kargaşası içinde aniden en sevimli komiğin ortalıkta olmadığı fark edildi. Gizli bir endişeyle aranmaya başlandı. Telefonlara çıkmıyor, barlara gelmiyordu. Tiyatrosunun gösteri yapmadığı günlere denk geldiğinden hiç bir yerde bulunamıyordu.
Patronlar toplantı karan aldılar. “Nasılsa zorunlu gelir, devlet katında temsilcimiz değil mi.”
Toplantı günü herkesin gözlerinin kapıda olduğu bir birleriyle geçiştirici sözlerle konuştuğu bir hava yaşandı. En sevimli komik gelmedi. Toplantıdan sonra, kimi fısıltılar dolandı ortalıkta. Kimine göre, ‘İş yatmıştı’, kimine göre en sevimli komik verilecek para miktarını beğenmemişti ya da başka bir hesabı vardı. Umutsuzluk kol gezerken, bir gün paraların bir kısmını alın diye bir yazı geldi. Coşkuyla koştuk devlete.”
“Parayı aldıktan sonra, gerçek kafamıza dank etmeye başladı. Para iyiydi ama hiçbir derde deva olmuyordu. Bir prodüksiyonun masrafını bile karşılamıyordu.”
“Ertesi yıldan itibaren paranın dağıtıldığı dönemlerde garip olaylar yaşanmaya başlandı. Yardım kurulu belli topluluklara yardım vermiyordu. Yardım alamayan topluluk başlıyordu bağırmaya; ‘Olur mu böyle adalet, hesap soracağım.’ Ertesi yıl, kendi yardım alıp başkası alamayınca garip bir suskunluğa bürünüyordu.”
MHP kökenli Kültür Bakanı’nın yönetiminde sergilenen tiyatro kurultayı komedi sonrası ‘yardım yetmiyor’ ağlaşmasına bir karşılık olarak yardım arttırıldı.”
“Yardımın amacı ‘Tiyatronun gelişmesi, kalkınması iken az gittik uz gittik. Baktık tiyatro bir arpa boyu bile gelişememiş. Aksine geçmişteki izleyicisini de belli bir oranda yitirmiş. Ama bu tespit çok önemli değil. Evet, Perdeci işler böyle, gerçi sende biliyorsun bu durumları ama demem şu ki nereden nereye gelmişiz. Devlet nihayet sahip çıkmaya başladı fena mı yani?”
Perdeci, “Devlet, kültür-sanat-bunlar birlikteliği zor kavramlar. Bir araya gelince ortaya devlet tiyatrosu ya da devlet opera ve balesi gibi ucubeler çıkıyor. En iyi oyunun sağlıklı bir biçimde on oyun oynanabildiği, sanatçılarının memurlaştığı, sanat adına her türlü kepazeliğin sahne önünde ve ardında yapıldığı, adam kayırmanın, yolsuzluğun ve yozluğun kol gezdiği kurumlar…”
“Tepedeki kokuşmuşluk giderek kendine bağlı kurum ve kuruluşları sarıyor. Ödemeler sizleri de çürütüyor. ‘İstediğimizi oynuyoruz, kimse karışmıyor’ diyorsunuz, ama en muhalif geçinen topluluk bile yardımı keserler korkusuyla gizli bir oto-sansür uyguluyor. Devlet, geçmiş yıllarda kimi topluluklara yardım vermeyerek bu konuda kulaklarını çekti, onlar da ayaklarım denk aldılar. Şunu unutma: ‘Egemenler ve devlet ödedikçe, çürütür-yozlaştırır. Doğrudan bir denetim görünmese bile -ki bunu da polisiye güçler aracılığıyla yapıyor- ona mideden bağlananlar gizlice onun politikasına da bağlanırlar. Bugün sizin topluluk da dâhil olmak üzere birçok muhalif geçinen topluluğun yığınlardan bu denli kopmalarının anlamı ne olabilir. Yığınların gücü yerine bürokrasinin kirli liralarına bel bağladınız.
“Sanala kültüre yapılan baskılara sessiz kalıyorsunuz. Dergiler kapatılıyor susuyorsunuz, kasetler toplatılıyor susuyorsunuz, aynı salonu paylaştığınız topluluğun oyunu yasaklanıyor. Susuyorsunuz. İşkencelere karşı susuyorsunuz. Ülkenin dört bir yanındaki devlet terörüne susuyorsunuz.”
“Aynı salonu paylaştığımız topluluk konusunda haksızsın. Adamlar oyunun finalinde pankartla çıkıyorlar sahneye. Böyle tiyatro olur mu?” Şişko yönetmen, dayanamayarak, “Bravo be! Sosyalizmden söz açılınca özgürlük şampiyonluğu yapanlar kapitalist sistemde bir tiyatroyu polislerin mantığına dayanarak yargılayabiliyorlar. Devlet yardımı mantığı sizi bu noktaya sürükledi. Yasaklanan oyunu yargılamak, yolda sorgusuz sualsiz öldürülen örgüt üyesi ise suskun kalmak hep bu mantığın ürünleri.” Oyuncu, “insanlar bize sahip çıksaydı, bu noktaya gelmezdik.” Şişko yönetmen, “Politikaya, kültüre-sanata can veren, onu yaşatan insandır. İnsana rağmen hiçbir şey olmaz. İnsanlar sahip çıkmıyorsa bunun nedenleri aranmalı. İnsanlar sahip çıkmıyor diye egemenlere koşmak yanlıştır. Egemenlerin bize vereceği her türlü destek ancak köstek olabilir. Şu halinize bakın. Yığınların kaç adım gerisindesiniz.”
“Bu uygulama, bütün dünya için geçerli. Sanatçıya üç-beş kuruş vererek onu sermayenin kapısında dilenci eltiler. Sanatçı bir ürün verecekse önce kapı kapı gezip para arıyor. Tabi üretirken de o çevreleri incitmemeye çalışıyor ki, bir daha para istemeye yüzü olsun. Üreteceği oyunu, filmi alacağı parayla anan sanatçılar var. ‘Şeyh Bedrettin yapacağım, iki yüz elli bin mark buldum’, ‘Yapacağım oyun dine ilişkin, İslamcılardan yardım istedim’ diye ortalıkta dolanan, geçmişinde devrimci olan sanatçılar var.”
“Biz, bu soruyu seksenlerin başında devlet-holding yardımı için millet koştururken ortaya attık, sanatçı kime dayanacak; Sermayenin gücüne mi, yığınlara mı? Bu soru olayın geleceğini de belirledi. Devlete-holdinge sırtını dayamaya çalışan birçok topluluk yığınlardan koptu. Seksen başlarında darbeyle birlikte başlayan yığınların suskunluğunu mutlak bellediler, seksen öncesine ağıt yaktılar. Seksen sonlarına doğru, yığınlar sokağa döküldüğünde şaşırdılar. ‘Dünya durmuş, sosyalizm bitmiş’ değil miydi. Oysa, biten sosyalizm değildi, onun sapmış uygulama biçimleriydi. Sosyalizm yaşıyordu, çünkü onu Paris Komününden beri iktidara gebe bırakan iki unsur yaşıyordu: Burjuvazi ve proletarya.”
Şişko yönetmen ayağa kalktı, “Kusura bakmayın şampanya partinizin tadını kaçırdık. Ama bu biraz zorunluydu. Aynı salonu paylaştığınız tiyatrocu dostlarınız devletin saldırılarından kan ağlarken burada şampanya patlatmanızı biraz yadırgadım. Cezaevinde binlerce yıl hapis yemiş gazetecilere sırt dönüp basın özgürlüğü için konsey kuranların durumuna düşmeyelim dostlar. Dışarıda dünyayı hala değiştirmeye çabalayan insanlar var. Özgürlük aşkına gelin hep birlikte el ele verelim.”
Perdeci ve şişko yönetmen, oyuncu dostlarını da alarak çıktılar tiyatrodan. Şişko yönetmen Perdeciye, “Ne dersin anlatabildik mi derdimizi.” Perdeci, yanıtlamadı çünkü ıslıkla “Madenciler geliyor” şarkısını çalıyordu.
27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü
Hazır mısın? Perde açılmak üzere…
Gerginliği bırak. Sıkma kendini ama sıkı dul…
Nasıl geldin buraya? Bir gün yüreğine ateş mi düştü? Sevdalandın mı? SAHNEYE. Çevrende seni etkilemek üzere hazırlanmış birçok şey varken aldırmadın yürüdün güneş eğiminde ışıkların aydınlattığı bir yere. SAHNEYE.
Bir solukta yüreğine dalmak istedin. Almadı SAHNE. BEKLETTİ, sınadı anladı ve anlattı. “Hazırlan, birik, bana öyile ak ey oyuncu” dedi.
Hazırlanmak, uzun, bitmez bir yol gibi görünse de. “SAHNE ZAMANI” inanılmaz bir günde geliverdi. Coşkuyla girdin kulise. Kostüm giydin. Boya süründün. Yüreğin güm güm…
Birazdan üçüncü zil çalacak, ışıklar yanacak. Açılacak perde.
Anlatacakların göstereceklerin var, insana dair.
İnsanla başlayan, insanla gelişen bir destan. Oyun başlıyor…”
Konumuz, insanca yaşamak isteyen, insanca yaşayamayan, insanın yüzyıllardır insanca yaşam için verdiği kavgada başından geçen yaşam öyküleri. Ekmeği, sevdası, acısı, mutluluğuyla İNSAN. İnsanca yaşamanın önündeki engellerle boğuşan yenilen, yeniden boğuşan İNSAN.
Anlatmak, göstermek kolay değil, insan İNSANCA yaşayamıyorsa. yaşatmayanlar var.
Yaşatmayanlar her alanı olduğu gibi sahneyi de kuşatmışlar. Seni de susturmak için ödemeler ve öldürmelerle bekliyorlar. Tırnaklarında işkence ve ölüm İzleri.
EY OYUNCU…
Yeryüzünde yaşanan bu öykünün bir parçası da ülkemizde, Şu ülkeye bak. Milyonlarca insanımıza. Ekmeğine, diline, kültürüne, bilgilenmesine, özgürlüğüne, geleceğine zincir vurulmuş insanlarımıza.
İnsanlarımız bu acılarla uzun yollar yürümüşler. “Birliğe özen” deyip birleşmişler. “Münkire kılıç çalalım” deyip dövüşmüşler. Gâh yenmişler, gâh yenilmişler. Kanlı darbelerle barikatlar çıkmış önlerine korumak üzere kanlı iktidarları
Birazdan perde açılacak. Sokakta yeniden yükselen uğultuyu duyuyor musun? Suskunlukları parçalamış geliyorlar, Ülkenin dört bir yanından türkülerle, halaylarla geliyorlar.
Ey yönetmen, dekoratör, müzikçi, ışıkçı, yer gösteren!
Sahneler anlatmasın diye oyunları yasaklıyorlar. Fuayeler mahkeme kararlarıyla doldu.
Ziller zangırdıyor. Haydi tiyatrocu soluğunu sıkı tut. Işıklar yandığında, sahnede atılacak küçücük bir adım, çıkacak küçücük bir ses tarih önünde sorumluluğun senin.
Sahnede söyleyeceğin repliklerin acısını çıkarmak için zincirlerle, kelepçelerle bekleşseler de, salonda ve sokaklarda senin repliklerini bekleyen insanları unutma.
Perde yeni gönlere açılmaya gebe…
AMATÖR TİYATROLAR ÇEVRESİ
Malatya E Tipi Cezaevinde Devrimci Tutsaklara Yönelik Oynanmak İstenen Oyunlara ve Provokasyon Girişimlerine Dikkat!
Hangi gerekçeyle olursa olsun, kazanılmış haklarımızın gaspına asla izin vermeyeceğiz.
Ülkemiz emekçi halklarını baskı, zulüm ve yoksulluk çemberi içinde yaşamağa mahkûm etmiş olan iktidardaki bir avuç işbirlikçi hain, bir avuç sömürücü zorba başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi halk kesimlerine ve Kürt… … karşı iktidar erkine sahip oluşlarının bütün olanak, araç ve avantajlarıyla, dün olduğu gibi bugün de yine aynı pervasızlık içinde saldırganlıklarına devam etmektedirler. (…)
Toplumsal muhalefet cephesinde yer alan bütün sınıflar, kesimler ve devrimci güç odakları sömürücü sınıfların öncelikli saldırı hedefi olmaya devam ediyor… Devrimcileri teslim almaya, kazanılmış haklarımızı gasp etmeye yönelik saldın hazırlıkları 1991’in başından itibaren sürdürülmektedir. Saldırı hazırlıklarının örgütlendirilmesi ve planlanması iç emniyet amiri olarak görev yapmakta olan ve Diyarbakır Cezaevinden özel görevli olarak gelmiş bulunan MEHMET ALATAŞ isimli ikinci müdür tarafından sürdürülmektedir.
Keyfiyete dayalı hak gaspları, baskılar ve provokasyonlar süreci 1991 başında açık görüş hakkımızın gasp edilmesiyle birlikte başlatılmış ve sistemli bir tarzda uygulamaya sokulmuştur.
Direnişlerimizle elde etmiş olduğumuz ve uzun bir dönem boyunca uygulanmasını sağladığımız insani düzeye uygun yaşam olanaklarımız ve araçlarımız kademeli olarak elimizden alınmaya başlanmıştır. Keyfiyet ve provokatif yaklaşımlar cezaevi idaresinin temel yönetim metodu haline gelmiştir. Devrimci tutsaklara kendi özgürlüklerini kendi öz güçleriyle elde etme yönündeki haklı ve meşru faaliyetlerinden olan tünel kazarak firar girişimi bahane edilerek kazanılmış hakların gasp edilmesi yönündeki uygulamalar pervasızlık noktasına ulaştırılmıştır. Toplu sürgün için “uygun an” yaratılmaya çalışılmaktadır. Tünel olayı sonrasında “arama” bahanesiyle bütün eşyalar, kitaplar vb. tahrip ve talan edilmiştir. Mehmet Alataş “asker sayımı yapacağız” diyerek çok sayıda askerle koğuşları işgal etmiş, provokasyon denemiştir. Sonra, koğuşları basılarak bayan tutsaklara saldırılmıştır. Saldıranlar Meryem CİRO, başgardiyan Hacı TOY, serbaşgardiyan Ekrem TUNÇ, işkenceci başgardiyan Maden TANER, İbrahim ve Salih isimli gardiyanlardır.
Bizler, idarenin keyfi tutumlarına son vermesi, gasp edilmiş haklarımızın elde edilmesi, yaşamsal sorunlarımızın ihtiyaca uygun düzeyde karşılanması, her türden baskı ve saldırganlığın sona erdirilmesi ve aşağıdaki tüm istemlerimizin çözümlenmesini sağlamak amacıyla 11.3.1991 gününden itibaren süresiz
açlık grevine başlıyoruz. (…)
Malatya E tipi Devrimci Tutsakları adına Cezaevi Temsilcileri Ahmet Toksoy-Sabri Altunel
(Malatya’daki tutsaklar; 1. Sürgün ve disiplin cezalarının kaldırılması, 2.Görüşe ilişkin sorunların çözümlenmesi, 3.Temsilciliğe ilişkin sorunların halli, 4.Beslenme, 5. Sağlık soranlarının çözümü, 6.Keyfi aramalara son verilmesi, 7.Asker sayının kaldırılması, 8.Yazışma, okuma ve koğuşlar arası ziyaret, daktilo, bilgisayar vb. kullanma, telefonla görüşme, kantin hakkı gibi hak istemlerini ileri sürüyorlar.)
Bursa Cezaevi’nden Basın Açıklaması:
On yıllardır gerek Türkiye gerekse K…’da her geçen gün artarak uygulanan baskı ve terör artık toplu katliama, sorgusuz infaza dönüştü. Bir yandan demokrasi havariliği yaparken diğer yandan Türkiye ve K… halkının bağımsızlık ve demokrasi, sosyalizm mücadelesini boğmanın yeni yolları aranmaktadır.
Bizler; PKK, TDKP, THKP-C/Acil davası tutsakları olarak, hiçbir insani ve hukuki sınır tanımayan
“devlet terörü”nü ve K…’da yaşanan zulmü ve katliamları protesto ediyor, Türkiye ve K…’daki mücadeleyi NEWROZ’un anlam ve coşkusuyla selamlamak için 22-23 Mart 1991 günleri (iki gün) açlık grevine başlıyoruz.
Ceyhan’dan kamuoyuna:
(…)
Ailelerimizin, yerel ve uluslararası ilerici-demokratik kamuoyunun destekleriyle, dayanışmalarıyla bütünleşmiş direnişlerle elde edilen, can bedeli kazanımlarımızdan biri olan açık görüş, Adalet Bakanlığının talimatıyla yılbaşında yaptırılmamış, yüzlerce kilometre uzaklardan gelen analarımıza, kardeşlerimize “Açık görüş hakkımız” dedikleri için saldırılmış, gözaltına alınanlar hatta tutuklananlar olmuştur.
(…)
Geçtiğimiz yılbaşına kadar koğuş havalandırma, yemekhane ve koğuş koridorlarında olaysızca yaptığımız gün boyu, kısıtlamasız açık görüş, yalnızca bizlerin değil, ailelerimiz ve yakınlarımızın da hakkıdır. Bunu engellemenin hiç bir mantıki açıklaması yoktur, olamaz. Ancak, eğer, buna karşın engellenmek istenirse, bilinmelidir ki, binlerce devrimci tutsak, tek bir yumruk olarak gasp edilecek haklarını yeniden kazanmak için direniş bayrağını yükseltecektir. Biz diyoruz ki, dün engellenen açık görüşün, yarın da engellenmek istenmeyeceğini kimse söyleyemez. O nedenle; yüreği demokrasiden, insan haklarından yana atan, tüm kişi ve kuruluşları, dernek, oda, birlik, sendika ve partileri, dahası tüm ilerici, devrimci-demokrat kamuoyunu, bizlerin, ailelerimizin ve yakınlarımızın kazanılmış hakkı olan açık görüşü, eski biçimiyle yapabilmemiz için, çaba harcamaya çağırıyoruz.
Ceyhan Özel Tip Cezaevinden devrimci tutsaklar.
Nisan 1991