Haberler-Mektuplar

Newroz Ateşi Harladı
Mart ayı, İdil, Dargeçit, Silvan, Cizre, Kulp, Hani, Nusaybin adlarının olaylar, operasyonlar, çatışma ve ölümler, gösterilerle birlikte anıldığı bir ay oldu. Şırnak’ta katırların kurşunlanmasından sonra İdil’in Kuvak mezrasında da operasyonla alana toplanan halka “Yat-kalk-sürün” talimi yaptırılmasına halkın tepki göstermesi, İdil, Dargeçit, Silvan ve Kulpla, Cizre’de protesto gösterilerine ve güvenlik güçlerinin müdahalesiyle çıkan çatışmalara, İdil ve Dargeçit’te toplam üç kişinin ölümüne neden olan olayları başlattı. Kepenkler kapatıldı. İdil ve Dargeçit’te binlerce kişi yürüdü. Lise öğrencileri okulu boykot etti. Silvan’da okul yönetimini ve kendilerine “pis Kürtler” diyen öğretmeni protesto eden bin öğrenci yürüdü. Polis, ateşle müdahale etti. Lisedeki görevinden alınıp ilköğretim okuluna atanan öğretmeni ilkokul öğrencileri de protesto edip derslere girmediler. Veliler ile öğrenciler polisle çatıştı. İlkokul öğrencilerine polisin cop ve göz yaşartıcı bomba kullandığı söylendi. Bütün bu olaylarda onlarca kişi yaralandı, sayısız insan gözaltına alındı. Böylece 20 Mart’a gelindi.
Ve 20 Mart’la öfke yerini coşkulu bir doğruluşa bıraktı. Gösteriler daha kitlesel bir boyuta sıçradı. Newroz ateşi, Cudi dağının eteklerinden İzmir’in sokaklarına, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Ankara, Adana’daki üniversite bahçeleri ve sokaklardan Dargeçit, İdil ve Nusaybin sokaklarına dek doğu ve batıda alev alev yükseldi. 90 başlarında ufukta görünen serhıldan, ateşler, türküler, halaylarla, sloganlarla; çatışmalar, ölüm, yaralanma ve göz altılarla 91 Newroz’unda Newroz ateşini harlayarak yayıldı. Adana’da 3 bin, Dargeçit’te 5 bin, Nusaybin’de 6 bin, İdil’de 8 bin, İstanbul Abdi İpekçi spor salonunda 15 binin üzerinde ve daha birçok yerde yüzlerce kişiyle kutlandı. Bu gösterilerde sarı-kırmızı-yeşil fular ve bayraklar taşındı. Adana’da göstericilerle güvenlik güçleri 15-20 dakika çatıştı, 5 kişi yaralandı, 80 gösterici göz altına alındı. Nusaybin’de yürüyen kalabalığa güvenlik güçlerinin açtığı ateşle Ali Turan öldü, 3 kişi yaralandı, 20’den fazla kişi gözaltına alındı. Diyarbakır’da 27, Ankara’da 100’ü aşkın öğrenci gözaltına alındı, birçok kişi yaralandı. İzmir ve Silvan’da da çok sayıda yaralanan oldu. Bu arada Kültür Bakanı N.K. Zeybek, “Newroz bayramının dünya Türklüğüne ve bütün insanlara barış, sevgi, kardeşlik ve hoşgörü getirmesini diliyorum” diyerek bir Kürt efsanesine dayanan Newroz bayramını “dünya Türklüğüne” armağan ediyordu.

Kamu Çalışanları Sendikalarını Savunuyor
İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Vecdi Gönül”ün “gereğinin yapılması”nı söyleyen genelgesini uygulamaya koyan İstanbul Valiliği, İstanbul’daki tüm kamu çalışanları sendikalarını mühürledi.
Sendikalarının kapatılması üzerine 20 Mart günü Cağaloğlu’nda toplanan 2000 kamu çalışanı trafiği keserek “mühürleri sökeceğiz”, “yaşasın grevli toplu sözleşmeli sendika mücadelemiz” sloganlarıyla İstanbul Valiliğine yürüdü.
27 Mart günü bu kez Anakent Belediyesi önünde toplanan 2000’i aşkın kamu emekçisi mühürlemeyi protesto ve sendikalarının açılması için tekrar eyleme geçti. Yapılan konuşmadan sonra Bölge Çalışma Müdürlüğüne yürümek isteyen memurların önü çevik kuvvet tarafından kesildi. Ters istikamette yürüyüşe geçen memurların üzerine çevik kuvvetin saldırdığı görüldü. Karşı koyan kamu çalışanlarıyla polis arasında yarım saat süren bir çatışma çıktı. Çatışma sırasında “sendika gücümüz, grev silahımız”, “işçi memur el ele genel greve”, “kahrolsun ücretli kölelik düzeni” gibi sloganlar atıldı.
Bu direniş, 12 Eylül sonrası devletin kolluk güçlerine memurların ilk karşı koy usuydu. Son on yılın bu en militan memur eylemiyle memurlar şimdiden kendi baharlarını başlattılar.

Kıbrıs… “Bire Yirmi Veren” Körfez Politikasına Ne Oldu?
Özal’ın Körfez politikası kapitalizmin mantığıncaydı. Sermayenin büyütülmesine, kar elde etmeye, “bir koyup yirmi alma”ya dayanıyordu. Daha çok kar için yürütülen ve gerçekleşme şansı Amerikancılıkta engel ve rakip tanımamaya bağlanan aktif ve sözde “kişilikli” dış politika hiç de umulan sonuçlan vermemiş görünüyor. Bush’un farklılığını yarım yamalak belirtmesi dışında hemen herkes ve bütün ülkeler Kıbrıs ile ilhak edilmiş haliyle Kuveyt arasında paralellik kuruyor ve TC’ye baskı yapıyor. Sözde TC. “aktif” dış politikayla Kıbrıs konusunda da rahatlayacaktı. Şimdi verilecek tavizlerin ölçüsünün hesabı yapılıyor.
Yine izlenen Körfez politikasına bağlı olarak Türkiye’ye bol taze para ve sermaye akacağı hayalleri kuruluyordu. Ama ABD gezisinde Özal Bush önünde bile hüsrana uğradı. Dış borçların faizini ödemek için oysa, ABD’den 1 milyar dolar dilenilmisti. “Evdeki hesap çarşıya uymuyordu.”

Kürtler ve Burjuva Muhalefetin Hali Pürmelali
Saddam’ın yenilgisiyle birlikte Irak’ta Kürtler ayaklanmış. Bütün bir halk olarak silaha sarılan Kürtler Irak Kürdistan’ının yüzde 95’ini ele geçirmiş, Musul’u kuşatma altına almışlar. Saddam saldın halinde ve savaş sürüyor. Irak ve Türkiye’yi de kapsamak üzere tüm Ortadoğu’yu içine alan Amerikan planı uygulamaya konmuş. Ayaklanmış bir halkı burjuva reformcu gerici kıskaca alıp sahte özerkliklerle Amerikancı plan ve statükonun unsuru haline getirmenin oyunu oynanıyor. Uğruna ayağa kalktığı ulusal özgürlük talebi çarpıtılıp reformcu kanallarda yozlaştırılarak, devrimci silkiniş, Amerikan “yeni düzeni”nin bayağılığına, köleliğe dönüştürülmeye girişilmiş. Amerikan emperyalizmi “yeni düzecinin güçlerini düzenliyor. Bu işin gönüllüleri çoktan ortaya çıkmış. Gönüllülerden biri “hamilik”e soyunuyor, kimsenin dişinin kovuğuna gitmeyecek hemen tümüyle propagandif girişimlerle safa girmiş. Bir diğeri, Talabani, gelip Özal’ın adamlarıyla görüşüyor. “Yeni düzen”in güçleri organize oluyor. D. Perinçek çıkmış, PKK’ya aynı onursuz görüşmeler siyasetini ve reformcu yol bile denemeyecek emperyalizm ve sömürgecilik önünde diz çöküş yolunu öneriyor; hükümete de akıl veriyor, “TC PKK ile görüşsün” diye.
Gelişmelerden sadece uluslararası ilişkiler açısından etkilenmekle kalmamış Türkiye. Irak Kürdistan’ından gelen rüzgârın da hızlandırmasıyla Türkiye toz duman içinde. Tahlillerindeki bir miktar terslik buyana, yazdıklarıyla bir devrim durumunu yansıtıyor Celal Başlangıç:
“Güneydoğu’da bir şeyler oluyor. Ancak bu ne dün Diyarbakır’daki Nevroz günü ne de Silvan’daki taziyedir. Uzun süren baskı dönemine ilk yığınsal tepkiler, geçen yıl Cizre’de, Nusaybin’de halkın katılımıyla yapılan gösteriler, ateş açmalar, gözaltılar, yine gösterilerle başlamıştı. Bu yıl daha çok insanın katıldığı eylemler yapılıyor daha çok yerleşim biriminde. Kürtçeye yasak getiren yasağın Cumhurbaşkanı Özal’ın talimatıyla kaldırılacağının açıklanması, Kuzey Irak’ta Kürtlerin duruma egemen olması, Özal’ın Talabani’yle görüşüldüğünü açıklaması gibi unsurlara zaten patlama noktasına gelen halkın tepkisi de eklenince bölgedeki ilk görüntüler “ipin ucunun kaçtığı” yolunda.
Bölgede bir sarsıntı ve alt üst oluş yaşandığı açıkça görülüyor. Devrim ile Amerikancı plan ve “düzen”e bağlanan bayağı reformcu göstermelikçilik boğaz boğaza. Reformcu sahtekârlar, Amerikan planının doğrudan savunucu ve uygulayıcıları, PKK’yı da bu oyunun piyonu olmaya “ikna” etmek için her yolu deniyorlar. Zordan tecrit etmeye, moral bozuculuktan kazanıcılığa kadar. Taktik incelik adına yalpalama belirtileri gösteren A. Öcalan’la yapılan röportajlar birbirini izliyor. 15 gün öncesine kadar nedense kimsenin aklına PKK lideriyle konuşmak gelmezken, şimdi röportajcılar kuyruk oluşturuyorlar. Irak’taki reformlar ileri sürülüp Amerikancı “düzen”in güçleri ve etkinlikleri karşısında köşeye sıkıştırılarak Türkiye’deki reform bile olmayan Amerikan planı öğeleri önünde diz çöktürülerek etkisizleştirilecek, en çok diplomatik alanın yeni bir “gücü” olarak Arafatlaştırılacak bir “Apo” peşinde bütün koşuşturmacılar.
Bu alt üst oluş içinde burjuva muhalefet ne yapıyor? 80 öncesine göre üç gömlek daha gerici konumda olan Ecevit’in hala bütün bir ulusal varoluşu reddedip “Güneydoğu sorunu”nda ısrar etmesi dışında, burjuva muhalefet, SHP ve DYP, İnönü ve Demirel, Talabani ziyaretinde önemli olan, O’nun kiminle ve kimlerin bilgisi dâhilinde görüştüğü imiş gibi, uzun süre “Akbulut’un haberi var mıydı-yok muydu”yu tartışmakla yetindiler. “Demokrat” geçinen bu parti ve beyler, garip Akbulut’un işlevsizliğinin ve Özal’ın çalışma yöntemlerinin teşhiri ardında Amerikancı plan ve ulusal özgürlüklerin bu plan uyarınca boğulmaya girişilmesi karşısında sessiz kalışlarını gizlemeye çalıştılar. Böylelikle, sorunun asıl özünün taşıdığı tehlikelerden kaçınabileceklerdi! Öze ilişkin sözü olmayan, iktidarsızlığı temel işlev edinmiş bir muhalefet. Bir de “erken seçim” istiyorlar. Ama bunu D. Perinçek bile istemiyor mu? Her “yiğit”in gönlünde bir aslan yatarmış! Ama bu muhalefetin aslanı sığdıracak büyüklükte gönlü bile yok.
Lafla peynir gemisinin yürüyeceğini sanıyorlar. Âlemi kör ve sağır belliyorlar. Farklı politikalar üretip parlamenter yarışmacılığı bile sürdürme gücüne sahip değiller. Laf yarıştırmaya çalışıyorlar. Cindoruk, Özal’ın Eylül sonrası uygulamalarına ve “tek adamlık” çalışma yöntemlerine gönderme yaparak ANAP’ı “faşist parti” ilan ediyor. “Tencere dibin kara…” DYP, farklı ne savunuyor ki, faşist olmasın? İnönü, Özal ve ANAP’ı Kürt politikası dolayısıyla “yayılmacılık” ve “Irak’ın içişlerine karışmakla suçluyor. SHP, Körfez savaşının nedeni olarak da Kuveyt’in içişlerine karışılması ve işgalini göstermişti, ilgisizdi. Şimdi de sorunun özünü Irak’ın içişlerine karışmak oluşturmuyor. SHP, belirleyici olmayan sorunları öne çıkararak politikasızlık ve işlevsizliğini kanıtlıyor. Üstelik yayılmacılık! Sız Kıbrıs’ta aynı şeyden yana değil misiniz? Siz, ünlü 413 sayılı kararname öncesi Özal’la “ulusal mutabakat” oluşturmadınız mı? Ve siz ulusal özgürlükleri mi savunuyorsunuz? Siz yayılmacı olmuyor musunuz? Yayılınmış yerlerin elde tutulmasıyla mı yetiniyorsunuz?
Bu muhalefetten ne köy olur ne kasaba… Dünya yıkılsa umurlarında değil ya da önerecekleri ve yapacakları değişik bir şeyleri yok.. Laf edip hiçbir şey söylememeyi, sorunların özünü ve kendilerini gizlemeyi marifet sayıyorlar.

8 Mart Dünya Emekçi kadınlar Günü Kutlandı
Dünya emekçi kadınlar günü ülkenin çeşitli yerlerinde yürüyüşler, paneller ve şenliklerle kutlandı. Bu yıl kutlamalar geçen yılkinden daha gelişkindi ve daha çok sayıda kadını kucakladı. Ve diğer bir önemli farklılık, bu yıl kutlamalara bazı sendikaların da belirli bir ilgi göstermesi ve 8 Mart’ın ağırlıklı olarak işçi kadınlarca kutlanmasıydı. Örneğin Cibali, Cevizli ve Paşabahçe Tekel’de Tek Gıda-İş’in düzenlediği kadın ve erkek işçilerin katıldığı dia, müzik, şiir, folklor gösterisi yapıldı. Petrol-İş İstanbul ve Merkez Şubeleri, Tüm Bel-Sen,
Tes-İş 1 nolu şube, Deri-İş Beykoz şubesi ve Kristal-İş Paşabahçe Şubesi söyleşiler düzenlediler. Petrol-İş Boğaziçi Şubesi bir gece- düzenledi.
Bu arada İstanbul Sultanahmet’te de yaklaşık 300 kişinin katılımıyla sloganların atıldığı bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüş Çemberlitaş’a kadar sürdü. Bu gösteriyi düzenleyen çeşitli kadın örgütleri, ayrıca sendikaların düzenlediği etkinliklere de katıldılar.
Ancak işçi kadınlar içinde hemen hiç örgütlenmesi olmayan dernekler, sendikaları etkilemede başarılı olamadıkları gibi, geniş katılımlı ve etkili kutlama ve gösterileri de pek gündemlerine alamadılar. Bu durum, başlıca, kadın derneklerinin geniş emekçi kadın kitleleri içinde çalışma ve onların örgütü olma perspektifine pek sahip olamamalarının ve siyasallaşmış az sayıda kadını içlerinde barındırmanın ötesine geçmeye ciddi olarak yönelmemelerinin sonucu olsa gerekti.

Çandar ve Ajanlık Üzerine Tefrikalar
Doğu Perinçek, C. Çandar’a yüklendi. Eski gerillacılıktan, eski Maoculuk ve Aydınlıkçılıktan ajanlığa, MİT’çiliğe, CIA’cılığa, “Özal kuryeliği”ne terfi ettiğini yazdı “Yüzyıl” C. Çandar’ın. Özal Talabani ile önün aracılığıyla randevulaşmıştı. Bir miktar “ateş” olmalıydı ki,”duman” çıkıyordu. Cumhuriyet ve Uğur Mumcu başta olmak üzere, birçok gazete ve yazan çağrışımcı bilgilere sahip olmalılar ki, bu iddiayı destekler yayınlar yaptılar.
Çandar “Yüzyıl”ı ölüme azmettirmekten mahkemeye verdiğini açıkladığı “zehir zemberek” uzun bir yazıyla “Yüzyıl”a yanıt vermediğini ama açıklama yapağını söyledi, daha çok da Uğur Mumcu’ya saldırıyordu. Güneş Gazetesi, doğrusu önceden günlerce Çandar’ın bu saldırısının zeminini hazırlamıştı. İddiaları bizzat gazete yanıtlamış, Çandar’ın tarafını tutan, ona kefil olan ya da, ajanlık değil yalnızca gazetecilik yaptığını ileri süren bazı muhterem “aydınlarımız”ın açıklamaları içinde olmak üzere, bir karşı propagandif atak başlatmıştı.
Çandar, Londra’ya Özal değil Güneş tarafından görevle gönderildiğini, inanmayanlara uçak bileti dekontlarını vb. gösterebileceğini söylüyordu. Elhak! MİT’çi olsa böyle minareleri “kılıflarına” sokamazdı! Eski günlerindeki formunu aratmayacak küfürlerden arta kalan birkaç paragrafta Çandar, Özal’dan Talabani’ye değil Talabani’den Özal’a mesaj getirdiğini ileri sürüyor, bunun doğal bir gazetecilik işlevi olduğunu söylüyordu:
Anlaşmazlık ve çatışma, çeşidi senaryolara konu olan MIT içi bir sorundan kaynaklanmışa benziyordu. Kendisi hakkında da MİT’çiliğine ilişkin yoğun şayialar duyduğumuz Perinçek, eski arkadaşım iyi tanıyor olmalı. Çandar ise, MİT görevlisi ya da değil, ama sıradan bir MİT’çiden çok daha etken bir faaliyet içinde. Özal’ın politikalarını açıklamalı olarak bu eski Aydınlıkçıdan öğrenmek artık pek doğal bir şey oldu. ABD politikalarıyla en Amerikancı uyumu onun sağlayabildiği de bir gerçek. Bu alanda CIA Türkiye masa şefine parmak ısırtacak bir cevvallik içinde. Artık bu adam için en önemli şey, TL bile değil, dolar ve doların egemenliği. Ve yazarlarımız özel bir nedenden dolayı, ona buna bağırıp çağıran bu militan Amerikancı neo-faşiste çok hırslandı: bu adam, neredeyse hiç kimsenin başaramadığı ve başaramayacağı şeyi başarıp kendisi karşısında bize D. Perinçek’i savunduracaktı!

Doğu Alman İşçileri Kohl Hükümetini Sarsıyor
Haber ajansları, “komünizm öldü”, “komünist rejimler yıkıldı, yıkılıyor” yoğun haberleri arasında boğulan bir haber geçtiler. Haberde şunlar söyleniyordu:
İki Almanya’nın birleşmesinden sonra durumlarında hiçbir iyileşme olmadığını haykıran on binlerce Doğu Alman işçisi Kohl hükümetine karşı gösteri yapıyorlar. Demokratik Almanya yönetiminin yıkılmasına yol açan gösterilerin merkezi Leipzig, bu kez Birleşik Alman burjuvazisine karşı gösterilerin merkezi durumundaydı. Kötü yaşam koşulları, işsizlik ve özelleştirmeler gösterilerin başlıca nedeni. Göstericiler, hükümetin istifasını ve seçim talep ediyorlar. Leipzig’de 30 bin kişinin katıldığı ilk gösteride konuşan bir işçi; “bizim yaşamımız bir sefalet. 1989 sonbaharında bir diktatörü devirmek için burada toplanmıştık. Şimdi başka bir diktatörle yaşıyoruz” diyordu. 90 bin kişinin katıldığı ikinci bir gösterinin başlıca sloganı “Kohl istifa”ydı.
Revizyonist diktatörlükten bunalmış işçiler, burjuvazinin kollan bütün dünyayı saran medyalarına kanarak iyi bir yaşam ve özgürlüğü Batı’da aramışlardı. Ama Batı’nın kapitalist dünyası, hiç de reklâmlar ve propaganda bombardımanlarıyla lanse edildiği gibi parlak, sorunsuz ve rahat değildi. İşçi ve emekçilerin yaşamı Batı diktatörlükleri koşullarında da iyileşmedi. İşçileri Alman burjuvazisine karşı ayağa kaldıran bu gerçekti.
Bu gerçeği bir başka örnekle Arnavutluk’tan kaçanlar da yaşadı. Alia’nın, sosyalist üretimin sabotesiyle yaratılan olumsuz ekonomik koşullar ve emperyalistlerin de dev iletişim aygıtlarıyla da geliştirilen ve desteklenen Batı’ya, değer ve normlarına hayranlık yayarak sosyalizme karşı kışkırttığı insanlar, binlerle ve zor şartlar altında “cennet” yanılsamasıyla Batı’nın bir başka burjuva ülkesine, İtalya’ya kaçtılar. Propagandif “cennet”in gerçek bir cehennem olduğunu yaşayarak gören 2 binin üzerinde “kaçak” yeniden Arnavutluk’a döndü.
“Cennet”lerin, yani sosyalist ülkelerin yeniden yaratılmaları gerekiyor. Ama “Komünizm öldü”, “Marksizm öldü”, “yaşasın kapitalizm” demagojileri, kapitalizmi mezar yolundan döndürebilecek güce sahip olamıyor. Kapitalizmin sosyalizm maskeli uygulanması olan revizyonist rejimler, işçi ve emekçilere elbette hiçbir şey veremez. Ama renkli propagandayla sunulan kapitalizm de onun alternatifi olamaz. Emek-sermaye çelişmesi ve proletaryanın bulunduğu her yerde sosyalizm bir ideal olmaya ve tüm tersine çabalara rağmen yeni güçler oluşturmaya devam edecektir. Sosyalizmin gücü proletaryadır ve o kapitalizmin mezar kazıcısıdır. Ne revizyonizmin sosyalizmi çamura bulama çabalan ne de uluslararası burjuvazinin demagojileri bu gerçeğin üzerini külle yemez. Varsın Özal, “komünizm öldü, Dev-Yol, Dev-Sol gibi örgütler Mafya örgütlerine dönüştü” desin…

“Solculuk”un İlkesiz Uzlaşmacılığı
Tez Koop-İş Olağanüstü Genel Kurul Aday Listesi

Genel Yönetim Kurulu Üyeleri             Genel Yönetim Kurulu Üyeleri
Genel Başkan:     Kenan Gürbüz        (32)    Genel Başkan:     Ahmet Tamer        (136)
Gn.Bsk.Yrd.:         Faruk Üstün        (36)    Gn. Bşk. Yrd. :     Nurettin Sarıpolat    (134)
Gn. Sekreter:         Sabri Elmas        (33)    Gn. Sekreter:         Ertuğrul Kakmacı    (144)
Gn. Mali Skrt. :     Nadir Bozkurt        (33)    Gn. Mali Skrt. :     Bahattin Sak        (138)
Gn. Örg. Skrt. :     Ahmet Ulusoy        (34)    Gn. Ört. Skrt. :     Erol Polatcan        (136)
Gn. Eğ. Skrt. :     Aynur Karaslan    (35)    Gn. Eğ. Skrt:         Ahmet Yıldız        (142)
Üye: Fahrettin     Başoğlu        (34)    Üye:             Sadık Özben        (129)
Üye:             Refik Aydoğan        (34)    Üye:             İsmail Kiniş        (126)
Üye:             Adil Yaman        (33)    Üye:             Mustafa Boncuklu    (137)

Bu liste Tez-Koop-İş sendikası olağanüstü genel kurul listesidir. Olağanüstü ilginç bir durum. “Olağanüstü ilginçlik”, genel kurulda değil, eski yönetimi temsil eden Kenan Gürbüz ile Aynur Karaaslan’ın aynı listede yer almasında. Başında Türk-İş’in yüzü açığa çıkmış has başkanlarından Kenan Gürbüz olmak üzere, listede “solcu”sundan faşistine kadar herkes bir şey için birleşmiş… Ama ne için? Kim kimle beraber, ortak ilke ne?! Verilecek hiçbir cevap, işçi düşmanlığı tescillenmiş yılların işbirlikçi sendikacısı ve faşistlerle birliği açıklayamaz.
Hatırlanacağı gibi.Kenan Gürbüz yönetimi “sendikal disipline uymadıkla-n” gerekçesiyle (aslında kamuoyunda devrimci diye tanındıklarından) 2 ve 3 nolu şubeleri tasfiye etmişti. Şimdi, tasfiye edilen Aynur Karaaslan ve Faruk Üstün aynı listede K. Gürbüz’le birlikte yeniliyorlar. Faşistinden “sosyalist birlikçi”si ve keskin “solcu”suna kadar herkesi bir araya getiren nedir diye düşünmeden edemiyor insan. Adım başı ilkeden söz eden “solcular”ın bu esnekliklerinin kazanmaya yetmemesi de ayrı konu…


Terörle Mücadele Yasası Eşliğinde Anayasa Değişiklik Taslağı

Anayasanın 16 ayrı maddesinde değişiklik öneren taslak, Cumhurbaşkanı Özal’ın isteği üzerine hazırlanarak Bakanlar Kurulu’nda bakanlara dağıtıldı. Aynı şekilde Terörle Mücadele Yasası olarak çıkarılması planlanan yasanın taslağı da gündeme getirildi. Bu taslağın MGK’da düzenlenip, görüşüldükten sonra Bakanlar kuruluna sunulacağı vurgulanıyor.
Kurum ve kuralları darmaduman edilen sözde demokrasi, egemenlerin, Özal’ın şahsında somutlanan ve en yetkin temsilcisini bulan egemenliklerini sağlamlaştırma ve kabalaştırma yolunda içerik değiştirmeye devam ediyor. ’82 Anayasası’nın 83’ten itibaren tartışılmasından sonra bugün artık 1961 Anayasası tarihte hoş bir belge olarak kalmaya yüz tutuyor. “Demokrasi” ad olarak korunmaya, üstüne basıla basıla söylenmeye büyük özen gösteriliyor. Ne var ki, “demokrasi” adına, “liberalleşme” adına yapılan her yeni düzenleme, egemenlerin önündeki taşları temizlemekten, manevra alanını genişletmekten başka özlü bir değişiklik sunmuyor. Halkın güncel demokratik beklentilerine seslenmiyor. Şu kadar ki; demokratından ‘solcu’suna kadar herkes başta anayasa olmak üzere bir şeylerin değişmesini istiyor. Evet, Anayasa da değişiyor. Salt değişiklik anlamında beklenti gerçekleşiyor. Yükselen muhalefet, yeni düzenleme umut ederken, sözde demokrasinin Türkiye’de alışılan özgün seyrine uygun olarak, sıkı düzenlerden çıkarken daha ılımlı, demokratik taleplere kısmen de olsa yer veren değişiklikler bekliyor. Kamuoyu bu yönde oluşuyor. Elbette böyle oluşmasına resmi katkılarda da bulunuluyor. Evet değişiklikler oluyor! Oluyor ama, beklentileri kısmen bile karşılayacak değişiklikler değil.
Anayasa’da değişiklik öngören taslak ne getiriyor? Demokrasiye ne katkılarda bulunuyor? TCK 141,142, 163. maddenin kaldırılmasına engel teşkil eden Anayasa’nın 124. maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılıyor. “Artık komünist, faşist ve dinci parti kurulabilecek!” Böyle diyor burjuva basın. Terörle Mücadele Yasası taslağında ise bu maddelere şiddet unsuru eklenmesi ve devlet aleyhine işlenen suçlardan TCK 125, 131, 156, 157,158. maddelerinin terör amacıyla işlenmesi durumunda -ki, bunun saptanmasını mahkemelere bırakıyor- ceza miktarlarının yarı oranında artırılmasını öngörüyor. Bu suçlarla bağlantılı yazı ve haberlerde basma ağır yaptırımlar, tutuklamanın kapsamının genişletilmesi, göz altıların dilediğince uzatılabilmesi, savunmaya sınırlama, polise yargıdan muafiyet ve maddi destek, ihbarcıya ödül, bu suçlardan yargılananlara yasal indirimlerin ve şartlı tahliyenin uygulanmaması! Yani, 12 Eylül’den sonra defalarca artırılan 141,142,168 vs. maddelerdeki değişikliklere, ceza artırımlarına rahmet okutacak düzenlemeler!.. Değiştirilerek ‘demokratikleştirilecek’ anayasanın sunduğu olanaklara(!) bakın! Ceza Yasasının diğer maddeleriyle oransızlığından, yasal indirimine şartla tahliyenin kaldırılmasıyla Ceza Yasasının uygulanmasındaki eşitsizlikten, işkence kovuşturmasına uğrayacak polise yargı muafiyeti getirilmesiyle azgınlaştırılacak vahşete kadar kurumlaştırılmaya çalışılan düzenleme, Anayasada yapılacak değişikliklerin kimler ve ne için yapıldığı konusunda fikir vermeye fazlasıyla yetiyor.
Anayasa değişiklik taslağında yer alan diğer hükümlerde, dinsel tören ve toplantıları devleti töhmetten kurtaracak serbesti ile radikal basını daha sıkı kıskaç altına alacak yaptırımlar, reformizm ile radikalizm arasına kesin sınırlar çizerek radikal sesleri susturmayı hedefleyen bir düzenleme öngörülüyor. İdamların -bırakalım kaldırılmasını- TBMM’ye ait olan onay yetkisini cumhurbaşkanına devrederek toplumsal muhalefet devreden çıkarılıyor. Bu hassas yetki, tek bir iradeye bırakılıyor. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi, yerel yönetim seçimlerinin parlamentoca belirlenmesi, seçme ve seçilme yaşı ile ilgili düzenlemeler, Özal’ın ve egemenlerin geleceğe yönelik planlarının parçası ve kamuoyunu aldatmaya yönelik taktiklerinden ibaret görünüyor.
Görüldüğü gibi, demokrasiye katkı babında, halka demokratik mekanizmalar yaratma, temsili olarak bile halk iradesinin yönetime katılması yönünde yönelik hiç bir değişiklik olmadığı gibi, parlamentonun işlevlerini azaltan yönde adımlar anlıyor. Siyasi partilerin kadın ve gençlik kolu kurulabilmesi ise, bunların yasaklanmasından sonra geçen süre içinde bugün artık çok işlevsellik taşıyan bir gelişme değil.
Anayasa değişiklik taslağının özü, devlet için tehlike arz etmeyecek reformizme -belki biraz- hoşgörü, radikal seslere ve hareketlere Terörle Mücadele Yasası eşliğinde hedef daraltarak daha da bindirme; bu alanda işkencenin ve işkencecinin bile yasal korumaya alınması, bu yönde kurumlaşma, devleti tahkim etmek temeline dayanıyor.

Etiyopya’da zafere doğru
Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri faşist rejimlerce bütün zenginliği çalınan, halkı iliklerine kadar sömürülerek yıllarca açlığa ve kıtlığa mahkûm edilen siyah Afrika’da devrim ışığı parıldıyor bugünlerde. Etiyopya’nın emekçi sınıflara ve ezilen ulusları, yıllardır yürüttükleri ÖZGÜRLÜK ve EKMEK savaşında faşist Derg rejiminin sonunu getirmek için son vuruşlarını yapmanın hazırlığı içindeler. 50 milyon nüfusun yaşadığı Etiyopya’da, Ocak 1991 ‘de 1. Kuruluş Kongresi ile kuruluşunu ilan eden Etiyopya Devrimci İşçi Partisi’nin önderliğindeki Etiyopya Halkları Devrimci Demokrat Cephesi EPRDF, ülkenin tamamının yönetimini ele geçirmeye doğru ilerliyor. Etiyopya halkları, Marksist-Leninistlerin önderliğinde uzun yıllardır faşist yönetime karşı silahlı bir mücadele yürütüyorlar. 1989 Ocak’ında, Tigre Kurtuluş Hareketi ile Etiyopya Demokratik Halk hareketi’nin birleşmesi ile EPRDF kurulmuştu. Marksist-Leninist Etiyopya Devrimci İşçi Partisi ise, Etiyopya Marksistleri ile Tigre’li ve Oromo’lu (her ikisi de ezilen ulus) Marksist-Leninist örgütlerin birleşmesiyle oluştu. Başlangıçta, ezilen ulus Marksist-Leninistleri ayrı örgütlenmeyi savunmuşlardı. Ezen ulus olan Etiyopya ulusuna mensup Etiyopyalı Marksist-Leninistler ise, başlangıçtan itibaren ulus ve milliyet ayrımı gözetmeyen bir örgütlenmeyi savunmuş olmalarına rağmen, uzun süre faşist rejime karşı ayrı örgütler halinde mücadele edilmişti. Ulus ve milliyet temelinde örgütlenmenin dar görüşlülüğünün bilincine vardıkça Marksistler, birleşik bir devrimci işçi partisinin inşası yoluna giderek, mücadele ve örgütlenmelerinin bütünlüğünü 1991’in yılının başında doruğuna ulaştırmayı başarmış bulunuyorlar.
Nüfusun üçte birinin kurtarılmış bölgelerde yaşadığı Etiyopya’da, direniş giderek büyüyor. Faşist rejimin yıkılarak bağımsız-demokratik bir geçici bir hükümetin kurulması arlık uzak bir geleceğin sorunu değil. Etiyopya Halkları Devrimci-Demokrat Cephesi’ne bağlı gerilla birlikleri ilerleyişlerini sürdürerek yeni bölgeleri ele geçiriyor.
Halkın bütün gücüyle kurtuluş savaşını desteklediği Tigre’de, Mengistu rejimi artık ülkede hiç bir destek bulamıyor. Yıllardan beridir Sovyetler Birliği tarafından desteklenen faşist rejim, kaçınılmaz sonunu önlemek için kendine, Filistin ve Arap halklarına karşı Siyonist katliam ve yok etme politikası izleyen İsrail’i müttefik olarak seçmekten kaçınmıyor. İsrail işgali altındaki Filistin topraklarına yerleştirilmek için Etiyopya’daki Yahudileri ülke dışına çıkaran Mengistu rejimi, karşılığında İsrail’den Napalm ve Kluster tipi bombalar ve çeşitli silahlar alıyor. Fakat bunların hiç biri Etiyopya halklarının devrimini yolundan çevirmeye yetmiyor.
3 Mart 1991 tarihli kurtuluş örgütlerince yapılan korsan radyo yanına göre de, Mengistu rejiminin tahıl ambarı olarak bilinen Gordon ve Gojan kentleri ele geçirildi. Tigre Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF), başkent Adis Ababa’ya doğru yürüyor. Eritre Halk Kurtuluş Cephesi EPLF’nin, TPLFyi desteklemek için ikinci bir cephe açarak saldırı düzenlediği liman kenti Assap’ ta çarpışmalar sürüyor.
Marksist-Leninistlerin önderliğinde halk, kendi yönetim organlarına sahip. Korkunç bir kıtlık ve açlığın tehdidine ve faşist yönetimin demokratik yardım kuruluşlarının gönderdikleri yardımların halka ulaşmasını engelleme çabalarına karşın, Tigre Kurtuluş Örgütü TPLFnin denetimi altındaki tüm bölgelerde, kısıtlı olanaklara rağmen halk, okul ve sağlık sistemlerini gerçekleştirip işlerliğe kavuşturuyor, tarım alanında üretimi sürdürüyorlar; böylelikle “kendi kaderlerini kendileri belirliyorlar ve kendi sorunlarına da kendileri sahip çıkıp çözümlüyorlar”
Batan gemiyi ilk önce fareler terk edermiş. İşbirlikçi faşist rejimin son günlerini yaşadığını gören emperyalist devletler telaş içinde Etiyopya ile diplomatik ilişkilerini kesmeye başladılar. Washington Hükümeti, başkentteki diplomatlarını çekerken, Ortak Pazar üyesi devletler Brüksel’deki toplantıda Etiyopya’daki diplomatik temsilcilerine, kadın ve çocukların ülkelerine dönmeleri çağrısını yaptılar.
TDKP’nin Etiyopya Devrimci İşçi Partisi’nin 1. Kongresi’ne Mesajı:
(…)
Etiyopya’da çeşitli milliyetlerden M-L’lerin İlkeli örgütsel birliği olarak İşçi sınıfının devrimci sınıf partisinin kurulması sadece, çeşitli milliyetlerden Etiyopya proletaryası ve halkları açısından değil, uluslararası komünist hareket, dünya proletaryası ve halkları açısından da büyük bir tarihsel öneme sahiptir.
(…)
İçinde bulunduğumuz dönemde M-L partiler ve hareketler arasındaki ilişkilerin, ortak mücadelenin ve dayanışmanın proleter enternasyonalizmi temelinde, proletaryanın devrimci hareketinin her ülkedeki öncü müfrezeleri, kolları perspektifiyle güçlendirilmesi özel bir önem taşımaktadır. Bizler birliğimizi ve ortak mücadelemizi pekiştirirken, her renkten eski ve yeni revizyonizmin tüm belirtilerine karşı mücadeleyi geliştirmeli, tarihi tecrübenin de defalarca gösterdiği gibi hataları tespit ve sözde M-L teoriyi ve sosyalizmin pratiğini geliştirme adı altında tezgahlanan oportünist eğilimler ve çizgilere karşı uyanıklığı artırmalı, proletaryanın devrimci ideolojisini M-L teoriyi ve sosyalizmin tarihsel kazanımlarını daha kararlı bir biçimde savunmalı ve M-L’i somut koşullara uygulamada yetkinleşmeliyiz.

Alman İşçi Sınıfının Önderi Ernst Thaelman
Evrensel Basım Yayın önümüzdeki dönemde, Alman proletaryasının önderlerinden ve eski KPD Başkanı Ernst Thaelmann’ın yaşamı, mücadelesi ve katledilmesiyle ilgili incelemeleri kapsayan bir kitabı okuyucularına sunacak. Kitabın Türkçe çevirisine bugünkü KPD Başkanı Diethard Müller (KPD MK adına) bir önsöz yazdı. Dergimizin bu sayısında bu önsözü yayınlayarak, doğumunun 125. yıldönümünde Ernst Thaelmann yoldaşı saygıyla anıyoruz.
E. Thaelmann yoldaşın yaşamı ve yapıdan, Alman işçi sınıfının devrimci kitlesel mücadelesinin yükseldiği bir döneme rastlar. Yoldaş Thaelmann bu kavganın içinde yetişti, sonra da onun ürünü ve onun önderi oldu.
Daha 17 yaşındayken, o zamanlar hala devrimci olan SPD’ye katıldı. Fakat daha başlarda bu partinin giderek yozlaşması ve burjuvalaşmasına karşı çıktı. Rosa Luxsemburg ve Karl Liebknecht ile birlikte SPD’nin ve sendika önderlerinin gittikçe güçlenen Alman emperyalizmine bağlı hale getirilmesine karşı mücadele etti.
Yoldaş Thaelmann sıradan bir taşıma işçisiydi. O, sınıfının sorunlarını ve ihtiyaçlarını iyi tanıyordu. Açlık, yoksulluk, işsizlik vb.nin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. O da, diğer sınıf kardeşleri gibi, baskısız, sömürüşüz, savaşsız ve kitlesel sefaletin olmadığı bir toplum için yanıp tutuşuyordu. O, içinde çalışan insanların kendilerinin işçi sınıfı tarafından yönetildiği ve bizzat kendi ellerinde olan, devrimci partileri aracılığıyla devleti, ekonomiyi kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre yönettiği bir toplum için çalışıp çabalıyordu. Bütün kiniyle burjuva devlete karşı, kapitalizme ve emperyalizme karşı savaştı. Onun hedefi sosyalizm ve komünizme doğru giden uzun yoldaki proletarya diktatörlüğüydü.
Yoldaş Thaelmann demirden bir iradeyle, sadece pratikte değil teorik olarak da çok çalıştı. Sıradan bir işçi olarak, ML bilimi kendine mal etti. Ölü bir kitap bilgisi öğrenmedi, aksine Almanya’daki devrimci mücadele için net sonuçlar çıkardı her zaman. Öyle ki, KPD’yi milyonlarca taraftarı olan bir parti haline getirebilen bir strateji ve taktik geliştirdi.
1. Dünya Savaşında Alman sosyal demokrasisi açıktan Alman emperyalizmini destekleyip savaş kredilerini onayladığında, yoldaş Thaelmann SPD ile ilişkilerini kesti ve önce USPD’ye üye oldu. 1918 Devriminde aktif mücadele etti. O günlerde Hamburg İşçi ve Asker Konseyinin üyesi olarak barikatlarda savaştı.
KPD’nin kurulmasından sonra yoldaş Thaelmann, USPD içinde KPD ile birleşmeyi savundu. SPD’ye yönelen USPD’nin oportünist önderlerine karşı, yoğun mücadeleler sonunda USPD çoğunluğunun KPD ile birleşmesini başarıyla gerçekleştirdi. Böylece 1920 yılında yoldaş Thaelmann KPD MK’ya seçildi. Fakat ne var ki, KPD içinde de oportünizme karşı ısrarla mücadele etmek gerekiyordu. Gerek “sol” gerekse sağ sapmalara karşı Almanya’da 1920’li yılların başında sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve devrimci durumun giderek olgunlaşması nedeniyle KPD yönetimi iflas etti ve halka ve işçi sınıfına ihanet etti. Kapitalist sisteme karşı devrimci bir ayaklama sürdüreceği yerde SPD ile uzlaşma arandı.
1923 yılında bizzat Ernst Thaelmann yoldaş tarafından yönetilen Hamburg ayaklanması birkaç KPD önderinin hain rolünü apaçık ortaya çıkardı. Kitlelerin sefaletinden, tüm Almanya’da devrimci bir hareket doğdu. KPD MK, nihayet silahlı bir ayaklanma hazırlığı için talimat verdi. Fakat ne var ki, bu karar, Brandler ve Talheimer’in çevresinde yer alan sağcı KPD önderlerince sabote edildi. Hamburg’da KPD ve yoldaş Thaelmann işçileri mücadeleye çağırdı. Kısa sürede işçi ve askerler konseyi iktidarı ele geçirdi. Fakat dönek KPD önderleri bu ayaklanmanın tüm Almanya’ya yayılmasını önledikleri için, Hamburglu işçilerin ayaklanması başarısızlıkla sonuçlandı. Daha sonra SPD ve burjuvazi amansızca devrimcileri tutuklayıp katlettiği için, bu ihanet binlerce işçinin yaşamına mal oldu. Ayaklanmadan sonra KPD içindeki devrimci güçler sağcı önderlerin ihanetine karşı seferber oldular. KPD Bolşevik bir parti olmanın mücadelesini verdi. Yoldaş Thaelmann bu mücadelede en önde yer alıyordu. 1924 yılında başkan yardımcısı, 1925 yılında ise KPD başkanı oldu. Yoldaş Thaelmann, her zaman net ve devrimci bir programı savundu. Bu nedenle onun önderliğindeki KPD burjuva düzenine karşı tek inandırıcı seçenek olarak kitlesel bir işçi partisine dönüştü. Hitler faşizminden önceki son seçimlerde, örneğin, KPD tam 6 milyon oy aldı -bu da işçi sınıfı içindeki büyük etkinliğinin açık bir göstergesidir. Yoldaş Thaelmann, her zaman sınıf mücadelesine aktif katılmanın zorunlu olduğunu vurguladı. O, devrimci bir temelde işçi sınıfının birliği için savaştı. Her türlü uzlaşmacılığı her zaman reddetti. Almanya’da faşizmin iktidarı ele geçirme tehditleri gündemde olduğunda, Ernst Thaelmann yoldaş önderliğindeki KPD, SPD’ye birleşik cephe önerdi. Fakat SPD bunu reddetti. Hatta faşistler iktidarı gasp edip Alman emperyalizmi işçi sınıfına karşı yoğun bir teröre giriştiğinde bile, SPD yöneticileri, KPD’nin 1933 yılında ve sonraki önerilerini her defasında reddettiler. Hatta tam tersine 23. 3.1933 tarihinde, Meclisin açılış gününde SPD, Hitler hükümetine işbirliği bile önerdi. Gasp edilen faşist iktidar, gittikçe güçlenen Alman emperyalizminin hem içerdeki devrimci işçi sınıfına ve onun partisi KPD’ye, hem de dışarıda emperyalist rakiplere karşı mücadelede bir araçtı. Alman emperyalizmi böylece KPD yönetimindeki sosyalist devrim tehdidini önlemek istiyordu. Korkunç bir zorbalıkla saldırıya geçti. Kısa süre içinde binlerce KPD üyesi tutuklandı. 3.3.1933 günü yoldaş Thaelmann da tutuklandı. 14.3.1933 günü ise, KPD resmen yasaklandı.
Thaelmann yoldaşın tutuklanmasına karşı uluslararası geniş bir protesto fırtınası yükseldi. Proletarya enternasyonalizmi için, halkların ulusal kurtuluş savaşları ve diğer ülkelerin işçilerin mücadelesiyle her zaman büyük dayanışmada bulunmuş olan yoldaş Thaelmann, şimdi tüm dünya emekçilerinin dayanışmasını yaşıyordu. Alman emperyalizmi elbette haklı olarak, yoldaş Thaelmmann ve onun önderliğindeki KPD içinde en tehlikeli düşmanlarının olduğunu biliyordu. Yoldaş Thaelmann mahkemesiz zindana kapatıldı, sonra da Buchenwald topla kampına gönderildi. 2. Dünya Savaşında Nazilerin yenilgisi kesinleşmek üzereyken, faşistler, 18 Ağustos 1944 tarihinde, Alman işçi sınıfını seçkin ve büyük önderinden yoksun bırakmak için katlettiler. Çünkü O’ndan, önceden olduğu gibi şimdi de çok korkuyorlardı.
Yoldaş Thaelmann, yaşamının sonuna dek boyun eğmeyen bir savaşçı ve ateşli bir enternasyonalistti. Katledilmesinden kısa bir süre önce kendisini gözetleyen SS görevlilerinden birisine aynen şunları söylemişti: “Stalin Hitler’in boynunu koparacak!”
Yoldaş Thaelmann net devrimci tutumuyla bugüne kadar her Alman komünist için örnek oldu. Yoldaş Thaelmann’ın oportünizme ve kendi saflarındaki döneklere karşı sürekli mücadele etmesindeki uzak görüşlülüğü bugün daha açık olarak anlaşılıyor.
Bununla O, komünist bir partinin gelişmesinde ortaya çıkan temel bir soruna el atıp yolu gösterdi: bir komünist partiyi kariyeristlerin ve post kavgası veren oportünistlerin toplanma yerine dönüştüren herkese karşı amansız bir kin ve uzlaşmaz bir mücadele, yoldaş Thaelmann’ın ne kadar haklı olduğunu, Sovyetlerdeki ve diğer eski sosyalist ülkelerdeki yozlaşma ortaya koydu. Onun oportünizme ve revizyonizme karşı savaşı hayati önemde bir zorunluluktu. İşte bugün de, KPD yaşamak ve gelişmek için, Onun bu örnek tavrına uygun olarak mücadelesini sürdürmek zorundadır. Oportünizme ve revizyonizme karşı böyle kararlı bir mücadele olmadan bir komünist partisi başarıyla devrimi gerçekleştiremez ve sosyalizmi de inşa edemez.
Geçtiğimiz yıllarda yaşanılan deneyimler, tam tersine şunu göstermiştir; oportünist ve dönek unsurlara karşı yeterince mücadele edilmezse ve onlar şayet etkinlik kazanırlarsa, bu unsurlar, emekçi insanların büyük başarılarım ve zaferlerini yok edecekler ve dağıtacaklardır.
Yoldaş Thaelmann’ın devrimci işçiler ve komünist partiler için büyük önemim, sermaye, onun anısında yok etmeye çalışıyor. Ernst Thaelmann’ın katili bugüne dek elini kolunu sallayarak yaşıyor. Yoldaş Thaelmann’ın yakınları sürekli uğraşıp bu katili mahkemeye çıkarmaya çalışmalarına karşın, burjuva sınıf hukuku, bunu engellemek ve katili serbest bırakmak için her zaman bir yolunu bulmayı başardı. Bununla da onlar, nasıl Hitler faşizminin arkasında yer aldıklarım ve onun komünistlere karşı giriştikleri katliamları nasıl onaylıyor olduklarını bir kez daha gösterdiler.
KPD’nin büyük önderi yoldaş Thaelmann’ın yaşamının ve eserinin Türkiye’deki okuyuculara tanıtılması Alman komünistleri için büyük bir sevinçtir. Türkiye’deki işçi sınıfı açlık ve sefalete, faşizme ve baskıya karşı zor bir mücadele yürütüyor. Tüm bu kavgalar içinde -Sovyetler ve önceden sosyalist olan diğer ülkelerdeki yozlaşmaya karşı- işçilerin özgürlüğe, haklılığa, iş, ekmek ve barışa ve tüm bunlarla birlikte SOSYALİZME özlemleri yer almaktadır.
İşte emperyalizm ve kapitalizm çalışan insanların bu özlemlerini ve ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olmadığı için, Thaelmann yoldaşın uğruna yaşamım verdiği düşünce ve idealleri yok olmadı ve yok edilemeyecektir de. Devrimciler, sosyalizmin gelişmesindeki hata ve eksikliklerden öğrenecekler ve ikinci bir hamlede sosyalist toplumu başarıyla kuracaklardır.
Thaelmann yoldaşın mücadelesi, özellikle oportünizme ve revizyonizme karşı verdiği mücadelesinin bu durumda bizlere büyük yardımı olacaktır.
Diethard Müller (KPD MK Başkanı)

Cürüm ve cemaat ortaklığı
Sait EFE

Toprağı çatlatan tek neden var. O da susuzluktur. Önce kurutur toprağı susuzluk. Sonra küçültür. Ve damar damar çatlatır ardından. Suya doyuncaya kadar da sürer bu durumu toprağın. Susuzluğa karşı bir eylemi gibi. Toprağı çatlatan başka bir neden yok doğada.
Yakın da olacak ama!…
Ne mi?..
İşkencecilere çıkacak af!…
Cayır cayır yakacak toprağı. Çatır çatır çatlatacak. Koca koca yarıklar, bomboş karanlık aralıklar oluşturarak. Susuzluktan değil ama. Üzünçten bu kez. Üzerinde yaşattığı insanların sorumsuzluğuna duyduğu sorumluluktan. Bir halk türküsü:
Taş olsaydım erirdim, erirdim, erirdim
Toprak idim dayandım, dayandım,dayandım

Sorumluluk üstüne sürdürelim biz türkümüzü. Günümüz insanlarına uyarlayarak.
Toprak olsam çatlardım, çatlardım, çatlardım
İnsan (değil) idim dayandım, dayandım dayandım

Önce hırsız (kaçakçı, karaborsacı, dolandırıcı)lar bağışlandı. Şartlı bir bağışlanmayla da değil üstelik. Bundan böyle, bu işler, bu ülkede serbest bırakılıyordu.
Sustuk biz halk olarak. “Cana gelmeden, mala gelsin” diyerek. 12 Eylül kara karanlığını kabullenme gerekçemiz de aynıydı.
Şimdi de sıra işkencecilerde. Canımıza kast edenlerde yani.
“Yatukları yeter” demiş büyük patron.
İşkenceciler de serbest dolaşacaklar sokaklarımızda. Tıpkı hırsızlar gibi. Belleri silahı, elleri bıçaklı, fermuarları açık olarak. Hırsızlık gibi işkencede serbest olacak ülkemizde…
Üzerinde bağışlanmış bir işkenceci dolaşırken, toprak çatlamaz da neder?
İşkence bir insanlık suçuydu hani?… Yapan, yaptıran, göz yuman herkes ortaktı bu suca. Peki, durup dururken bunları bağışlamanın gerekçesi ne ola acaba? Cürüm ve cemaat ortaklığından başka. İşkenceyi birlikte yaptılar. Ya da yapardılar. Göğüs gerip, arka vererek. Hırsızlıktan pay aldılar. Veya ortaktılar. Ortaklarını elbette bağışlayacaklar. Veli Yılmaz gibi bir milyona yakın yıl verecek, Aydın Çubukçu gibi emekli ettikten sonra bırakacak değiller ya!… Veli Yılmaz yatıyor hala. Aydın Çubukçu’da mahkûm emeklisi olarak sürdürecek yaşamını bundan sonra. Görmeyenler, bilmeyenler de ne zanneder acaba? Ben bile heyecanlanmıştım ilk göreceğim gün. Bir mahkûm emeklisiyle ilk kez karşılaşacaktım. Nasıl bir şey di acaba?
Meşe kırması kol, demir dürmesi bilek, çam yarması beden beklerken ben, gele gele ufak tefek bir adam geldi. Bizler gibi. Sıradan biri. Sevgi gölü gözleri başkaydı yalnızca. Beton duvar, demir parmaklıklar arasında yıllara yenilmemiş sarışın teni bir de. Ve eli ve dili ve saçının her teliyle, su gibi, hava gibi, ekmek gibi, sevgi gibi işkenceyi yakından yaşamış biri. Ama yüreği dipdiri. Ona sorsak bu işkencecilerin bağışlanma
olayını. Ne derdi acaba?… Onların asılması kesilmesi ile işkencenin durmayacağını bilirdi. El, kol, gövde değiller, işkence olayında onlar. Yalnızca birer maşalar. İşkence nedir diye sorardı ilkin.
İşkence nedir, nerede, ne zaman, kimler tarafından, kime karşı, niçin ve nasıl kullanıldı? En yalın tanımıyla zorbalıktır işkence. Kaba dayağından ince alayına kadar. Güçlünün güçsüze, ezen, sömüren sınıfın, ezilen, sömürülen sınıfa uyguladığını görürüz tarihte. Bazı biçimsel değişiklikler yaşanmışsa da özü aynı kalmıştır hep. Bu değişiklikler, ezilenlerin kanları karşılığında kazandıkları haklardır aslında. İnsan hakları… Son sınıflı toplum kapitalist ana, başka bir güç büyüttü karnında. Proletaryayı doğurdu sonunda. Her çeşit sömürünün, kötülüğün mezar kazıcısı proletaryayı. Sınıf savaşımı daha da keskinleşti bundan sonra. Bir yanda çağdaş efendi, kravatlı ağa patronlar. Diğer yandan zincirsiz köle işçiler. Grev yasağı işten atma, fabrika baskını, köy göçürme, soy kırımı bu savaşın başka bir cepheden sürdürülmesidir. Katırların katli bile.
Şırnak’ta katledilen katırların yani. İnsanları ile birlikte. Artıklardan topladıkları kömürlerle geçimini sağlayan insanlar. Bireyi olduğu devletten umudu kesik insanlar. Devletin iş kapısı açacağına, çöplüğünü bile kapattığı insanlar.
Yetersiz, yanlış da olsa adam öldürmenin yeri vardır, masallarımızda, türkülerimizde. Ekin yakma, mal vurmanınsa asla…. Bunun içindir ki, adam öldüren birine ilkten sövülmez halk arasında. “Yazık oldu” olur ilk tepkisi insanların. Yazık oldu. Ölene de öldürene de… Asıl giz adam vurmanın oyun olmadığının bilinmesindedir burada. Kan davası veya bilinen başka bir neden yoksa arada. Bu giz daha da büyür kafalarda.
Niçin vurdu acaba? …
Ekin yakma, mal vurma eylemine gelince… Adam öldürmedeki hoşgörüyü göstermez halkımız bu konuda. Ana, avrat düz gider. Ya da aklına gelen başka başka sövgüler… Ayaksız ağaç, dilsiz hayvandan ne istedin diye. Yahut adamın çoluk, çocuğuna kastın ne? Ekin yakma, mal vurma, ekmeğini kesmek, açlığa hükümlü kılmaktır adamı. Aç bırakmak, öldürmekten kötü ki…
Bu katır öldürme olayında, başka bir koku geliyor burnuma: soykırım kokusu… Bir ulusun, insanı, hayvanı, bitkisi, müziği, halayı ile yok etme kokusu. Gelin biraz geriye gidelim. Çok değil, az.
Şırnak’ta katırların katledildiği aydan geriye, yıl hesabı üç, ay hesabı otuz altı saydığımızda, başka bir katliamla karşılaşırız K…’da. İnsanlığı insanlıktan küme düşüren bir katliam. HALEPÇE KATLİAMI! …
Sorumlusu Saddam deniyor ama. Saddam’a silah sağlayan çıkarcılar, katliama sessiz kalan görür kör, duyar sağırlar, katliamı gizlemeye çalışan fetvazlar… Tüm burjuva-gerici dünyanın ortak katliamı bu…

PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Destek ararken kösteğe çarpanlar
Sahnenin arkasındaki sarı filtreli bin vatlık ışık ağır lağır söndü. Karanlık her yanı kapladı. Yeniden, ışıkla oyuncular kulisten sahneye doğru akarken alkışlar yükseldi. Üç kez ışık yandı söndü, üç kez eğildiler selamladılar izleyiciyi. Alkışlar bitmedi, tek tek yeniden selamladılar. Oyuncular kulise girerken salon ışıklan yandı, izleyiciler ince bir uğultuyla salonu boşaltmaya başladılar.
Perdeci -her oyun sonrası olduğu gibi- izlenimlerin fısıltısını saptamak istercesine kulağım çıkışa doğru uzattı. Dudaklarına ve kaşlarına dikkatlice bakan biri duyduğu izlenimleri hemen anlayabilirdi.
Perdeci ve şişko yönetmen en son çıktılar tiyatrodan. Perdeci hararetle duyduklarını yönetmene aktarıyordu. Birdenbire provalardan beri tartıştıkları bir sahne üzerine konuşma derinleşti. Tartışmanın bir yerinde şişko yönetmen yüksek sesli konuşurken birden durdu. Bakıştılar, şişko yönetmen “Yine birbirimizi yiyoruz, ihtiyar. Oyun çıktı, izleyici memnun, biz hala kavgadayız.” Bu kez, Perdeci öfkelendi: “Madem izleyici memnun, niye soruyorsun eleştirileri? Aferin sana. Zaten sen hep iyisini yaparsın” Şişko yönetmen: “Böyle bir iddiamın olmadığını sen de bilirsin. Peki, anladım, izleyiciler de sen de sahnedeki o çözümü beğenmiyorsunuz. Peki, öneriniz? Perdeci, “Ben haddimi bilirim. Yönetmen değilim.” “Eleştirmen de değilsin.” Perdeci iyice kızarak, “Bir tiyatro adamıyım ve eleştirmek için ille de eleştirmen olmam gerekmiyor. Biz gücünü izleyiciden alan bir topluluğuz. Eleştirilerin biçimi hoşuma gitmese bile en azından neden böyle bir eleştirinin geldiği bile düşündürmeli bizi.”
Bir tiyatrodan içeri girdiler, tanıdıkları bir oyuncuyu alıp çıkacaklardı. Kulise doğru yürürken bir patlama sesi ve kahkahalar yükseldi. Şişko yönetmen çekinerek kapıyı araladı, kulisten, “Ooo, buyrun” sesleri yükseldi.
Patlayan bir şampanyaydı, kahkaha atan oyuncular.
Perdeci, “Kuliste şampanya özel durumlar dışında pek patlamaz, hayrola” Yönetmen yardımcısı kadın, “Yardım. Ek yardımdan en büyük paylardan biri de bizim topluluğa verildi, devletçe.” Bu söz üzerine kadehler yeniden kalktı, çınladı, yudumlanırken şişko yönetmen, mırıldandı; “Devletçe.”
Perdeci, aynı kaygıyla bir bakış attı şişko yönetmene. Şampanyalar bitince konuk geldikleri tiyatronun yöneticisi ya da oyuncuların deyimiyle “Aslan Patron” ayağa kalktı: “Günün mana ve ehemmiyetine ilişkin konuşup gecenin içine etmek istemiyorum.” Oyunculardan biri: “Vaat et patron, gönlümüzü hoşnut et.” “Aslan Patron” “Yüz milyonun neresinden ne vaat çıkar.” Başka bir oyuncu: “Amma maymun iştahlısın be patron. Daha dün on milyonu beğenmiyordun.” Aslan Patron, “Haklısın ama şu son durumları biliyorsun? Bir savaş çıktı, belimiz büküldü. Oyun oynayamadığımız günler oldu. Hep cepten yedik. İzleyicinin son yıllarda bize karşı tutumu bir garip. Ne diyelim, çok şükür. Yüz milyon biraz soluk aldıracak.” Yaşlı bir oyuncu; “Neyse biz galiba umumen bu yardımdan havamızı alıyoruz. Aslan Patron bari bir kaç şişe daha aldır da efkârımızı öyle dağıtalım.”
Aslan Patron, çaycı çocuğu çağırdı, cebindeki desteden ayırarak çıkardığı iki elli binliği uzattı. Çaycı çocuk, “Bir şişe şundan”, “Bir şişe bundan” sesleri arasında dışarı çıktı.

Perdeci ve şişko yönetmen arkadaşları oyuncuyla işaretleşip kalkmaya hazırlanırken itirazlar yükseldi, “Aaaa olmaz, bu gece şamata var gidemezsiniz.” Birbirlerine bakarak, “Neyse biraz daha” gibisinden gitmeyi ertelediler.
İlerleyen saatlerde şişelerdeki alkol seviyeleri düştükçe şamata gürültüleri yerini hafif sesli ikili üçlü söyleşilere bıraktı. Oyunculardan biri -az önce patrondan vaat bekliyeni- Perdeci’ye takıldı; “Ne o, yüzün pek gülmüyor bu akşam. Katılmıyorsun şamataya.” Perdeci; “Şamatasına bağlı”, oyuncu; “Şamata işte, kutluyoruz.” Perdeci, “Neyi kutluyorsunuz?” Oyuncu, “Yardımı, devlet-i aliyenin verdiği yüz milyonu.” Perdeci yüzünü ekşiterek önüne baktı. Oyuncu “Ne o hoşlanmadın mı?” Perdeci gözlerini yere dikerek; “Hayır” dedi. Oyuncu; “Niye Sayın Perdeci. İşte bir olanak. Bence her olanaktan yararlanılmalı. Sanat yapıyoruz biz. Hayalciliği bir yana bıraktım. Büyük düşlerim de yok. Sanata katkı nereden ve nasıl gelirse önünde şapka çıkarırım.” Perdeci, “Bence senin durumun klinik. Düşlerini yitirmiş bir sanatçı. Böyle bir sanatçı neye yarar? Tiyatronun kapısına bile koyamazsınız. Çünkü en azından suratının duruşu bile izleyicinin salona girerken moralini bozar.” Oyuncu, “Böyle saldırma. Büyük düşlerle neyi kastettiğimi anlıyorsun.” Perdeci, “Tabii, insanlığın en büyük düşü, sömürüşüz ve özgür bir dünya.” Oyuncu, öfkeyle: “Gördük canım. İzliyoruz televizyondan sonunu. Yerlerde sürüklenen, parçalanan heykelleri de.” Perdeci, “Yeniden deneriz efendim. YENİDEN. Özgür oluncaya dek.” Oyuncu, “Peki bu özgür olma sürecinde nasıl ayakta kalmayı düşlüyorsunuz? Bak Perdeci, biraz sağ duyulu ol. Bu devletin kültüre sanata önem verişi yetmiş sene öncede kalmış. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarından sonra ilk, ciddi yaklaşım geçtiğimiz yıllarda oluştu. Sanatçılar uzun yıllar yalnız bırakıldılar. Ellerinde Atatürk’ün ‘milletvekili vs. olabilirsiniz sanatçı olamazsınız vecizesiyle.’ Umutla beklerdik ziyaretlerin sonucunu. Hep aynı şeyler anlatılırdı. Çok sıcak karşılama, dinlerken giderek ilgisizleşme, konuşmanın belli bir aşamasında ilgisiz-anlamsız bir soru, ısrarlı tavır karşısında kaş çatarak not alma, ayağa kalkışımızda müthiş ferahlama, sıcak uğurlama. Ardından derin bir sessizlik dönemi. Sessizliği kırma yolunda bir kaç telefon uzun hatırlatma, hatırlama, geçiştirici yanıtlar. Sonra yine ve yine değişmeyen derin sessizlik.”
“Uzun çabalamalardan sonra, seksenin en karanlık günlerinde bir fısıltı dolaştı ortalıkta: “başvurun devlete, para verecek size.” Fısıltı önceleri inandırmazken giderek yaygınlaştı. O güne dek bir birine sırt çeviren, bir birinin oyunlarını bile izlemeyen patronlar sokuldular dip dibe. Eski dostluklarını hatırladılar. Eski madikleri unuttular. Yalnız içlerinde küçük bir kuşku vardı; ya başvurup alamazsak. Öyle ya alamayıp madara olmak da vardı. İçlerinden en sevimli komik tiyatro patronunu allayıp pullayıp Ankara’ya gönderdiler. Sevimli komiğin çaldığı kapı, 12 Eylül darbesini yapan generallerinkiydi. Komik, yüreği titreyerek içeri girdi. Birkaç dakika içinde etkiledi generali. Bütün dönem boyunca elli kişiyi ‘beslemeyip asacak’ adam, gülüyordu karşısında katıla katıla.”
İstanbul’a döndüğünde patronları toplayıp generali nasıl “kafaladığını” anlattı ballandıra ballandıra. Patronlar avuç ovuşturdular. İşler tamamdı. “Ah! Keşke önceden akıl etseydik. Ama ne bilelim. İlerici görünen en sevimli komiğin meğer ne numaralan varmış.” Bir ara kısa bir sessizlik döneminden sonra yeniden hareketlenme ve ‘dosyalar gelsin’ muhabbeti. Bu sevinç kargaşası içinde aniden en sevimli komiğin ortalıkta olmadığı fark edildi. Gizli bir endişeyle aranmaya başlandı. Telefonlara çıkmıyor, barlara gelmiyordu. Tiyatrosunun gösteri yapmadığı günlere denk geldiğinden hiç bir yerde bulunamıyordu.
Patronlar toplantı karan aldılar. “Nasılsa zorunlu gelir, devlet katında temsilcimiz değil mi.”
Toplantı günü herkesin gözlerinin kapıda olduğu bir birleriyle geçiştirici sözlerle konuştuğu bir hava yaşandı. En sevimli komik gelmedi. Toplantıdan sonra, kimi fısıltılar dolandı ortalıkta. Kimine göre, ‘İş yatmıştı’, kimine göre en sevimli komik verilecek para miktarını beğenmemişti ya da başka bir hesabı vardı. Umutsuzluk kol gezerken, bir gün paraların bir kısmını alın diye bir yazı geldi. Coşkuyla koştuk devlete.”
“Parayı aldıktan sonra, gerçek kafamıza dank etmeye başladı. Para iyiydi ama hiçbir derde deva olmuyordu. Bir prodüksiyonun masrafını bile karşılamıyordu.”
“Ertesi yıldan itibaren paranın dağıtıldığı dönemlerde garip olaylar yaşanmaya başlandı. Yardım kurulu belli topluluklara yardım vermiyordu. Yardım alamayan topluluk başlıyordu bağırmaya; ‘Olur mu böyle adalet, hesap soracağım.’ Ertesi yıl, kendi yardım alıp başkası alamayınca garip bir suskunluğa bürünüyordu.”
MHP kökenli Kültür Bakanı’nın yönetiminde sergilenen tiyatro kurultayı komedi sonrası ‘yardım yetmiyor’ ağlaşmasına bir karşılık olarak yardım arttırıldı.”
“Yardımın amacı ‘Tiyatronun gelişmesi, kalkınması iken az gittik uz gittik. Baktık tiyatro bir arpa boyu bile gelişememiş. Aksine geçmişteki izleyicisini de belli bir oranda yitirmiş. Ama bu tespit çok önemli değil. Evet, Perdeci işler böyle, gerçi sende biliyorsun bu durumları ama demem şu ki nereden nereye gelmişiz. Devlet nihayet sahip çıkmaya başladı fena mı yani?”
Perdeci, “Devlet, kültür-sanat-bunlar birlikteliği zor kavramlar. Bir araya gelince ortaya devlet tiyatrosu ya da devlet opera ve balesi gibi ucubeler çıkıyor. En iyi oyunun sağlıklı bir biçimde on oyun oynanabildiği, sanatçılarının memurlaştığı, sanat adına her türlü kepazeliğin sahne önünde ve ardında yapıldığı, adam kayırmanın, yolsuzluğun ve yozluğun kol gezdiği kurumlar…”
“Tepedeki kokuşmuşluk giderek kendine bağlı kurum ve kuruluşları sarıyor. Ödemeler sizleri de çürütüyor. ‘İstediğimizi oynuyoruz, kimse karışmıyor’ diyorsunuz, ama en muhalif geçinen topluluk bile yardımı keserler korkusuyla gizli bir oto-sansür uyguluyor. Devlet, geçmiş yıllarda kimi topluluklara yardım vermeyerek bu konuda kulaklarını çekti, onlar da ayaklarım denk aldılar. Şunu unutma: ‘Egemenler ve devlet ödedikçe, çürütür-yozlaştırır. Doğrudan bir denetim görünmese bile -ki bunu da polisiye güçler aracılığıyla yapıyor- ona mideden bağlananlar gizlice onun politikasına da bağlanırlar. Bugün sizin topluluk da dâhil olmak üzere birçok muhalif geçinen topluluğun yığınlardan bu denli kopmalarının anlamı ne olabilir. Yığınların gücü yerine bürokrasinin kirli liralarına bel bağladınız.
“Sanala kültüre yapılan baskılara sessiz kalıyorsunuz. Dergiler kapatılıyor susuyorsunuz, kasetler toplatılıyor susuyorsunuz, aynı salonu paylaştığınız topluluğun oyunu yasaklanıyor. Susuyorsunuz. İşkencelere karşı susuyorsunuz. Ülkenin dört bir yanındaki devlet terörüne susuyorsunuz.”
“Aynı salonu paylaştığımız topluluk konusunda haksızsın. Adamlar oyunun finalinde pankartla çıkıyorlar sahneye. Böyle tiyatro olur mu?” Şişko yönetmen, dayanamayarak, “Bravo be! Sosyalizmden söz açılınca özgürlük şampiyonluğu yapanlar kapitalist sistemde bir tiyatroyu polislerin mantığına dayanarak yargılayabiliyorlar. Devlet yardımı mantığı sizi bu noktaya sürükledi. Yasaklanan oyunu yargılamak, yolda sorgusuz sualsiz öldürülen örgüt üyesi ise suskun kalmak hep bu mantığın ürünleri.” Oyuncu, “insanlar bize sahip çıksaydı, bu noktaya gelmezdik.” Şişko yönetmen, “Politikaya, kültüre-sanata can veren, onu yaşatan insandır. İnsana rağmen hiçbir şey olmaz. İnsanlar sahip çıkmıyorsa bunun nedenleri aranmalı. İnsanlar sahip çıkmıyor diye egemenlere koşmak yanlıştır. Egemenlerin bize vereceği her türlü destek ancak köstek olabilir. Şu halinize bakın. Yığınların kaç adım gerisindesiniz.”
“Bu uygulama, bütün dünya için geçerli. Sanatçıya üç-beş kuruş vererek onu sermayenin kapısında dilenci eltiler. Sanatçı bir ürün verecekse önce kapı kapı gezip para arıyor. Tabi üretirken de o çevreleri incitmemeye çalışıyor ki, bir daha para istemeye yüzü olsun. Üreteceği oyunu, filmi alacağı parayla anan sanatçılar var. ‘Şeyh Bedrettin yapacağım, iki yüz elli bin mark buldum’, ‘Yapacağım oyun dine ilişkin, İslamcılardan yardım istedim’ diye ortalıkta dolanan, geçmişinde devrimci olan sanatçılar var.”
“Biz, bu soruyu seksenlerin başında devlet-holding yardımı için millet koştururken ortaya attık, sanatçı kime dayanacak; Sermayenin gücüne mi, yığınlara mı? Bu soru olayın geleceğini de belirledi. Devlete-holdinge sırtını dayamaya çalışan birçok topluluk yığınlardan koptu. Seksen başlarında darbeyle birlikte başlayan yığınların suskunluğunu mutlak bellediler, seksen öncesine ağıt yaktılar. Seksen sonlarına doğru, yığınlar sokağa döküldüğünde şaşırdılar. ‘Dünya durmuş, sosyalizm bitmiş’ değil miydi. Oysa, biten sosyalizm değildi, onun sapmış uygulama biçimleriydi. Sosyalizm yaşıyordu, çünkü onu Paris Komününden beri iktidara gebe bırakan iki unsur yaşıyordu: Burjuvazi ve proletarya.”
Şişko yönetmen ayağa kalktı, “Kusura bakmayın şampanya partinizin tadını kaçırdık. Ama bu biraz zorunluydu. Aynı salonu paylaştığınız tiyatrocu dostlarınız devletin saldırılarından kan ağlarken burada şampanya patlatmanızı biraz yadırgadım. Cezaevinde binlerce yıl hapis yemiş gazetecilere sırt dönüp basın özgürlüğü için konsey kuranların durumuna düşmeyelim dostlar. Dışarıda dünyayı hala değiştirmeye çabalayan insanlar var. Özgürlük aşkına gelin hep birlikte el ele verelim.”
Perdeci ve şişko yönetmen, oyuncu dostlarını da alarak çıktılar tiyatrodan. Şişko yönetmen Perdeciye, “Ne dersin anlatabildik mi derdimizi.” Perdeci, yanıtlamadı çünkü ıslıkla “Madenciler geliyor” şarkısını çalıyordu.


27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü

Hazır mısın? Perde açılmak üzere…
Gerginliği bırak. Sıkma kendini ama sıkı dul…
Nasıl geldin buraya? Bir gün yüreğine ateş mi düştü? Sevdalandın mı? SAHNEYE. Çevrende seni etkilemek üzere hazırlanmış birçok şey varken aldırmadın yürüdün güneş eğiminde ışıkların aydınlattığı bir yere. SAHNEYE.
Bir solukta yüreğine dalmak istedin. Almadı SAHNE. BEKLETTİ, sınadı anladı ve anlattı. “Hazırlan, birik, bana öyile ak ey oyuncu” dedi.
Hazırlanmak, uzun, bitmez bir yol gibi görünse de. “SAHNE ZAMANI” inanılmaz bir günde geliverdi. Coşkuyla girdin kulise. Kostüm giydin. Boya süründün. Yüreğin güm güm…
Birazdan üçüncü zil çalacak, ışıklar yanacak. Açılacak perde.
Anlatacakların göstereceklerin var, insana dair.
İnsanla başlayan, insanla gelişen bir destan. Oyun başlıyor…”   
Konumuz, insanca yaşamak isteyen, insanca yaşayamayan, insanın yüzyıllardır insanca yaşam için verdiği kavgada başından geçen yaşam öyküleri. Ekmeği, sevdası, acısı, mutluluğuyla İNSAN. İnsanca yaşamanın önündeki engellerle boğuşan yenilen, yeniden boğuşan İNSAN.
Anlatmak, göstermek kolay değil, insan İNSANCA yaşayamıyorsa. yaşatmayanlar var.
Yaşatmayanlar her alanı olduğu gibi sahneyi de kuşatmışlar. Seni de susturmak için ödemeler ve öldürmelerle bekliyorlar. Tırnaklarında işkence ve ölüm İzleri.
EY OYUNCU…
Yeryüzünde yaşanan bu öykünün bir parçası da ülkemizde, Şu ülkeye bak. Milyonlarca insanımıza. Ekmeğine, diline, kültürüne, bilgilenmesine, özgürlüğüne, geleceğine zincir vurulmuş insanlarımıza.
İnsanlarımız bu acılarla uzun yollar yürümüşler. “Birliğe özen” deyip birleşmişler. “Münkire kılıç çalalım” deyip dövüşmüşler. Gâh yenmişler, gâh yenilmişler. Kanlı darbelerle barikatlar çıkmış önlerine korumak üzere kanlı iktidarları
Birazdan perde açılacak. Sokakta yeniden yükselen uğultuyu duyuyor musun? Suskunlukları parçalamış geliyorlar, Ülkenin dört bir yanından türkülerle, halaylarla geliyorlar.
Ey yönetmen, dekoratör, müzikçi, ışıkçı, yer gösteren!
Sahneler anlatmasın diye oyunları yasaklıyorlar. Fuayeler mahkeme kararlarıyla doldu.
Ziller zangırdıyor. Haydi tiyatrocu soluğunu sıkı tut. Işıklar yandığında, sahnede atılacak küçücük bir adım, çıkacak küçücük bir ses tarih önünde sorumluluğun senin.
Sahnede söyleyeceğin repliklerin acısını çıkarmak için zincirlerle, kelepçelerle bekleşseler de, salonda ve sokaklarda senin repliklerini bekleyen insanları unutma.
Perde yeni gönlere açılmaya gebe…
AMATÖR TİYATROLAR ÇEVRESİ

Malatya E Tipi Cezaevinde Devrimci Tutsaklara Yönelik Oynanmak İstenen Oyunlara ve Provokasyon Girişimlerine Dikkat!
Hangi gerekçeyle olursa olsun, kazanılmış haklarımızın gaspına asla izin vermeyeceğiz.
Ülkemiz emekçi halklarını baskı, zulüm ve yoksulluk çemberi içinde yaşamağa mahkûm etmiş olan iktidardaki bir avuç işbirlikçi hain, bir avuç sömürücü zorba başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi halk kesimlerine ve Kürt… … karşı iktidar erkine sahip oluşlarının bütün olanak, araç ve avantajlarıyla, dün olduğu gibi bugün de yine aynı pervasızlık içinde saldırganlıklarına devam etmektedirler. (…)
Toplumsal muhalefet cephesinde yer alan bütün sınıflar, kesimler ve devrimci güç odakları sömürücü sınıfların öncelikli saldırı hedefi olmaya devam ediyor… Devrimcileri teslim almaya, kazanılmış haklarımızı gasp etmeye yönelik saldın hazırlıkları 1991’in başından itibaren sürdürülmektedir. Saldırı hazırlıklarının örgütlendirilmesi ve planlanması iç emniyet amiri olarak görev yapmakta olan ve Diyarbakır Cezaevinden özel görevli olarak gelmiş bulunan MEHMET ALATAŞ isimli ikinci müdür tarafından sürdürülmektedir.
Keyfiyete dayalı hak gaspları, baskılar ve provokasyonlar süreci 1991 başında açık görüş hakkımızın gasp edilmesiyle birlikte başlatılmış ve sistemli bir tarzda uygulamaya sokulmuştur.
Direnişlerimizle elde etmiş olduğumuz ve uzun bir dönem boyunca uygulanmasını sağladığımız insani düzeye uygun yaşam olanaklarımız ve araçlarımız kademeli olarak elimizden alınmaya başlanmıştır. Keyfiyet ve provokatif yaklaşımlar cezaevi idaresinin temel yönetim metodu haline gelmiştir. Devrimci tutsaklara kendi özgürlüklerini kendi öz güçleriyle elde etme yönündeki haklı ve meşru faaliyetlerinden olan tünel kazarak firar girişimi bahane edilerek kazanılmış hakların gasp edilmesi yönündeki uygulamalar pervasızlık noktasına ulaştırılmıştır. Toplu sürgün için “uygun an” yaratılmaya çalışılmaktadır. Tünel olayı sonrasında “arama” bahanesiyle bütün eşyalar, kitaplar vb. tahrip ve talan edilmiştir. Mehmet Alataş “asker sayımı yapacağız” diyerek çok sayıda askerle koğuşları işgal etmiş, provokasyon denemiştir. Sonra, koğuşları basılarak bayan tutsaklara saldırılmıştır. Saldıranlar Meryem CİRO, başgardiyan Hacı TOY, serbaşgardiyan Ekrem TUNÇ, işkenceci başgardiyan Maden TANER, İbrahim ve Salih isimli gardiyanlardır.
Bizler, idarenin keyfi tutumlarına son vermesi, gasp edilmiş haklarımızın elde edilmesi, yaşamsal sorunlarımızın ihtiyaca uygun düzeyde karşılanması, her türden baskı ve saldırganlığın sona erdirilmesi ve aşağıdaki tüm istemlerimizin çözümlenmesini sağlamak amacıyla 11.3.1991 gününden itibaren süresiz
açlık grevine başlıyoruz. (…)
Malatya E tipi Devrimci Tutsakları adına Cezaevi Temsilcileri Ahmet Toksoy-Sabri Altunel
(Malatya’daki tutsaklar; 1. Sürgün ve disiplin cezalarının kaldırılması, 2.Görüşe ilişkin sorunların çözümlenmesi, 3.Temsilciliğe ilişkin sorunların halli, 4.Beslenme, 5. Sağlık soranlarının çözümü, 6.Keyfi aramalara son verilmesi, 7.Asker sayının kaldırılması, 8.Yazışma, okuma ve koğuşlar arası ziyaret, daktilo, bilgisayar vb. kullanma, telefonla görüşme, kantin hakkı gibi hak istemlerini ileri sürüyorlar.)

Bursa Cezaevi’nden Basın Açıklaması:
On yıllardır gerek Türkiye gerekse K…’da her geçen gün artarak uygulanan baskı ve terör artık toplu katliama, sorgusuz infaza dönüştü. Bir yandan demokrasi havariliği yaparken diğer yandan Türkiye ve K… halkının bağımsızlık ve demokrasi, sosyalizm mücadelesini boğmanın yeni yolları aranmaktadır.
Bizler; PKK, TDKP, THKP-C/Acil davası tutsakları olarak, hiçbir insani ve hukuki sınır tanımayan
“devlet terörü”nü ve K…’da yaşanan zulmü ve katliamları protesto ediyor, Türkiye ve K…’daki mücadeleyi NEWROZ’un anlam ve coşkusuyla selamlamak için 22-23 Mart 1991 günleri (iki gün) açlık grevine başlıyoruz.


Ceyhan’dan kamuoyuna:

(…)
Ailelerimizin, yerel ve uluslararası ilerici-demokratik kamuoyunun destekleriyle, dayanışmalarıyla bütünleşmiş direnişlerle elde edilen, can bedeli kazanımlarımızdan biri olan açık görüş, Adalet Bakanlığının talimatıyla yılbaşında yaptırılmamış, yüzlerce kilometre uzaklardan gelen analarımıza, kardeşlerimize “Açık görüş hakkımız” dedikleri için saldırılmış, gözaltına alınanlar hatta tutuklananlar olmuştur.
(…)
Geçtiğimiz yılbaşına kadar koğuş havalandırma, yemekhane ve koğuş koridorlarında olaysızca yaptığımız gün boyu, kısıtlamasız açık görüş, yalnızca bizlerin değil, ailelerimiz ve yakınlarımızın da hakkıdır. Bunu engellemenin hiç bir mantıki açıklaması yoktur, olamaz. Ancak, eğer, buna karşın engellenmek istenirse, bilinmelidir ki, binlerce devrimci tutsak, tek bir yumruk olarak gasp edilecek haklarını yeniden kazanmak için direniş bayrağını yükseltecektir. Biz diyoruz ki, dün engellenen açık görüşün, yarın da engellenmek istenmeyeceğini kimse söyleyemez. O nedenle; yüreği demokrasiden, insan haklarından yana atan, tüm kişi ve kuruluşları, dernek, oda, birlik, sendika ve partileri, dahası tüm ilerici, devrimci-demokrat kamuoyunu, bizlerin, ailelerimizin ve yakınlarımızın kazanılmış hakkı olan açık görüşü, eski biçimiyle yapabilmemiz için, çaba harcamaya çağırıyoruz.
Ceyhan Özel Tip Cezaevinden devrimci tutsaklar.

Nisan 1991

Kürtler ayakta

Geçtiğimiz ay içinde, ajansları, basın ve yayın organlarını, emperyalist politikacı ve diplomatları en çok meşgul eden konu, Irak’ta Kürtlerin silaha sarılarak Saddam gericiliğine karşı başkaldırmasıydı. Küçüklü büyüklü burjuva iletişim araçları birbirleriyle yarışırcasına Kürtlerden söz etmeye başladılar. Türk basını bile, “Kürt gerçeği”nden söz etmeye, “Kürtleri görmezden gelen” bir Ortadoğu planının başarısız olacağından dem vurmaya başladı. Türkiye’deki Kürtlerden sadece “terör” ve “bölücülük” edebiyatı içinde söz eden büyük tekellerin gazeteleri, dergileri; Kürt tarihinden “Apo’yla röportajlara uzanan hummalı bir faaliyet içine girdiler. Devlet politikasıyla yayıncılığı aynılaştıran AA bile Apo ile röportaj yapmak ihtiyacını duydu. Çünkü halklar ancak silaha sarıldıklarında kendilerini kabul sürebiliyorlardı.
Irak’ta bu gelişmeler olurken büyük emperyalist dolap dönmeye devam ediyor. Döndükçe de içindeki Ortadoğu senaryolarından biri ya da birkaçı dışarı fırlıyor. Senaryoların hiç de yabancısı olmayan ağızlar, senaryoları, emperyalist gerici öz ve içeriklerini saklamak için allayıp pullayarak dünya kamuoyunun önüne getiriyorlar. Bazen bir politikacı, bazen bir diplomat, bazen basın ya da TV aracılığıyla, ama çoğu zaman da bu çevrelerin ortaklaşa çabasıyla, emperyalist senaryolar dünya kamuoyuna mal edilmeye, en azından kamuoyu bu senaryolara alıştırılmaya çalışılıyor.
Emperyalist dolap içinde “geleceğin Ortadoğu’su” için pek çok senaryo var; ama bütün bu senaryoların ortak yanı Ortadoğu’daki emperyalist çıkarların korunmasına dayanıyor. Bu amaç gerçekleştirildikten sonra, Irak’ta “bağımsız bir Kürt devleti” mi olacak yoksa bir federasyon mu, Filistin’de bir “küçük Filistin devleti” mi olacak yoksa bugünkü statü mü sürdürülecek, Arap şeyhliklerinde göstermelik parlamentolar mı olacak yoksa şeyhlerin bugünkü monarşik diktatörlükleri mi sürüp gidecek -bütün bunlar işin ayrıntısı ve emperyalistler için manevra alanı. Koşullara göre bu biçimlerden birini ya da ötekini savunmak, emperyalistler için bir sorun değil. Zaten bugün, emperyalist politikacılar, diplomatlar ve propaganda merkezleri tarafından öne çıkarılıp kamuoyunun ilgi odağı haline getirilen konular da, senaryoların özü değil, ayrıntılardır.
Aydınlar arası tartışmalarda “şeytan ayrıntıda gizlenir” denirse de, bugün Ortadoğu’da çevrilen dolapta “şeytan”, ayrıntıda değil özde gizlenmektedir. Çünkü bugün Ortadoğu’da sorun, şöyle mi-böyle mi olsunla sınırlı aydın tartışmasını aşmış, ayağa kalkan Kürt halkı ve hoşnutsuzluğu giderek derinleşen diğer halklarla emperyalistler ve gericilerin hesaplaşmasına giden bir çizgiye doğru ilerlemektedir. Bu durum, emperyalistler için istedikleri çözümü kabul ettirmeyi güçleştirmekte; onları, çıkarlarını koruyan değişik senaryolar üretmeye zorlamaktadır. Bu yüzden de bugün asıl sorun, emperyalist planların ayrıntıları değil, bu ayrıntılar arkasında gizlenen, gizlenmeye çalışılan özdür.
Bugün Ortadoğu’da sadece emperyalist bir dolap dönmüyor, dolapçıları kaygılandıran bir başka etken de yükseliyor. Yüzyıllardır baskı ve zulüm altında inleyen Kürtlerin ayağa kalkması bu. Kaygılanan, sadece emperyalistler de değil; Irak, Türkiye, İran ve Suriye gericiliği doğrudan, bütün diğer gerici bölge ülkeleri de -dolaylı bir biçimde de olsa- derin bir kaygı içindeler. Çünkü karşılarında, büyük acılar yaşamış, yüzyıllardır özgürlüğe susamış bir halk var. Gerçi başlarında Talabani, Barzani ve daha birkaç ay öncesine kadar Saddam’ın işbirlikçisi olan “caş” Kürt liderlerinin olması, emperyalistler ve bölge gericileri için rahatlatıcı bir etken gibi görünüyorsa da, onlar, deneyleriyle biliyorlar ki, silaha sarılıp ayağa kalkan bir halkın nerede duracağını kimse bilemez. Bu yüzden, ayağa kalkan halklar, onlar için, potansiyel bir tehlikeyi her zaman taşımışlardır. Ve emperyalistler için en kaygı verici etken de budur. Çünkü Kürtler özgürlük ve kendi kaderlerini kendileri tayin etmek istiyorlar. Sorunun devrim mücadelesi açısından asıl önemli yanı da bu yandır.
Emperyalistler, Körfez krizini bahane ederek Ortadoğu’da hegemonyalarını sağlamlaştırırken, saldırgan tutumlarını örtmek için, “bölgeye demokrasi getirecekleri” propagandasını da birlikte yürüttüler. Bu yolla, demokrasi ve özgürlükten yoksun bırakılmış Ortadoğu halklarının kalbini kazanmaya çalıştılar, bugün de bu çabalarını yoğunlaştırarak sürdürüyorlar. Son yıllarda özellikle Gorbaçov’un “değerli” yardım ve katkılarıyla dünyada estirdikleri demokrasi rüzgârı ve bölgenin liberalleri ve reformcularının da desteğiyle asıl amaçlarını gizlemeye çalışıyorlar. Nitekim sadece Irak’a değil, Kuveyt, Suudi Arabistan ve diğer Arap şeyhliklerine de “demokrasi” getireceklerini ilan edip duruyorlar. Ancak burada da sorunun özü saklanıyor. Çünkü bağımsızlık gibi demokrasi de verilen değil alınan bir şeydir ve halkların mücadele sonucu kazandıkları bir hak olduğu ölçüde anlamlıdır. Ama emperyalistler, özgürlüğe susamış Ortadoğu halklarına, tankları ve toplarının gölgesinde “ya benim dediğim kadar bir özgürlük ve bağımsızlıkla yetinirsiniz ya da hiçbir şey” diyerek dayatmada bulunuyor. Ortadoğu’nun tüm gerici ve reformcuları da bu emperyalist dayatmaya, kendi çıkarlarıyla da uzlaşıp birleştiği için, sarılıyorlar.
Göstermelik bir demokrasi, göstermelik özgürlükler ve göstermelik bir bağımsızlıkla halkların mücadelesini engellemeye çalışıyorlar. Bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük kırıntılarıyla yetinmeyi esas alan politikalarla emperyalist plan içinde kendilerine yer edinmeye çalışan Burjuva liberal ve demokrat çevrelerse, “hiç olmamasından daha iyidir” propagandasıyla, emperyalizmin “yeni düzeni “ne dayanak ve emperyalist gerici propagandanın yığınları aldatmasının aleti oluyorlar.
Bu durum, kendisini en çok ayağa kalkıp silaha sarılan Irak Kürtlerinin şu andaki önderliğinde gösteriyor. Barzani ve Talabani başta olmak üzere, Iraklı Kürt liderler, dikkatlerini, Kürt halkının isteklerinden çok bölgedeki gerici hükümetler ve emperyalistlerin planlarıyla uyum içinde bulunmaya hasrediyorlar. Talabani ve Barzani’nin temsilcileri, bölge ülkelerinin devlet görevlileri ve emperyalist ülke yetkilileriyle görüşüp onlara garantiler vermeyi her şeyin başı olarak görüyorlar. Emperyalizm ve gericiliğe karşı çıkıp onların bölgeye ilişkin planlarını bozarak Kürtleri gerçek özgürlüğe götürecek ve bölgedeki diğer ülkeler halklarını da mücadeleye çekecek taktikler yerine, emperyalizmin kabul edebileceği reformlarla yetinmeyi tercih etmiş görünüyorlar.
Elbette ki özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi içinde gericiler ve emperyalistlerle görüşmeler de yapılabilir. Önemli olan, görüşmelerin olup olmaması değil, görüşmelerin amacı ve hangi “politikanın devamı” ve unsuru olarak gerçekleştirildiğidir. Eğer devrimi güçlendirmeyi, emperyalistler ve gericiler arasındaki çelişmelerin derinleştirilmesini ya da zor koşullarda daha ileri gitmesi mümkün olmayan devrime soluk aldırmayı amaçlıyorsa, görüşmeler kabul edilebilirdir. Yok, eğer görüşmeler, emperyalistler ve gericilerle uzlaşma politikasının ürünü ve unsuru olarak, dahası onları, planlan çerçevesinde kalınacağına inandırmak için yapılıyorsa, bu, arkasında isterse silahlı güçler olsun, ulusun kendi kaderini tayin hakkı yerine ulusun kaderini emperyalizmin tayininin geçirilmesine bağlanan bir uzlaşmacı tutuma işaret eder ki, kesinlikle reddedilmesi gerekir.
Saddamcı azgın kölecilik koşullan karşısında, “eskisinden daha iyi” bir durumun, örneğin özerkliğe dayanan bir federasyon seçeneğinin binlercesiyle ayakta olan Kürtleri nasıl coşturup etkilediğini görüyoruz. Yaygınlaştırılan emperyalist ve gerici propaganda altında hatta ilerici Kürtlerin emperyalizmin planları çerçevesindeki özgürlük kırıntılarıyla yetinme ve bunu da ileri bir adım görme tutumuna eğilim göstermelerini anlayabiliyoruz. Evet, özgürlüğün kırıntısı da iyidir. Ama halklar alırsa ve emperyalizmi gerileterek alırlarsa. Yoksa bir kez emperyalistlere dayanılır, onların planlan içinde yer tutulursa, emperyalist yeni “düzen”in bir unsuru olmak ve kırıntılar ardında gericileşmek ve kuklalaşmak kaçınılmazdır. Kürtlere, emperyalizmin kurmakta olduğu “yeni düzenin” kuklalığı, kukla devlet ya da sahte özerklik yakışmaz.
Emperyalistler, 2. emperyalist paylaşım savaşından bu yana, uluslara bağımsızlık ve demokrasi bahşetmeyi gelenekleştirmeye çalıştılar. (Örneğin Türkiye 1946’dan itibaren “demokrasi” bahşedilen bu ülkelerin bir örneğidir.) Son yıllarda bu tutumlarını özellikle geliştirdiler. Nereye saldırıp egemenliklerini pekiştirmeye niyetlenmişlerse, orada, yıllardır besledikleri diktatörleri eleştirmeye, demokrasi ve özgürlük yokluğundan söz etmeye başlıyor, böylece saldın için “meşru” bir zemin yaratmaya çalışıyorlar. Ortadoğu’daki büyük askeri yığınak ve Irak’ın çökertilmesi de aynı propaganda eşliğinde yapıldı. Bugün de Ortadoğu’daki varlıklarını aynı gerekçeye bağlamaya çalışıyorlar.
Yakın geçmiş şunu açıkça göstermiştir ki, emperyalistler hiçbir yere özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi götürmemişler; şu ya da bu emperyalistlerle uzlaşılarak elde edilen “bağımsızlık”lar da göstermelik olmaktan öteye geçememiştir. Sadece efendiler değişmiş, baskı, sömürü ve özgürlüksüzlük sürüp gitmiştir. Emperyalistler kendi aralarındaki çelişmelerden dolayı ya da halkların artık önlenemez bağımsızlık istekleri karşısında, bir ulusun bağımsızlığından söz ettiklerinde, bundan anlaşılması gereken, ulusal bağımsızlık mücadelesini baltalamak için ona müdahale, yükselen mücadeleyi denetim altına alarak onu kendi çıkarları çerçevesinde tutma olmalıdır.
Son yüzyıl içinde Kürtlerin bağımsızlık istekleri karşısında emperyalistlerin tutumu da farklı olmamıştır. Kürt ayaklanmalarına sızarak onları kendi doğrultularına çekmeye çalışmışlar, çoğu kez de bunda başardı olmuşlardır. Niyetleri bugün de farklı değildir.
Bugün Irak’ta silaha sarılmış olan Kürt halkı özgürlük ve kendi kaderini kendi tayin etmek istiyor, bunun için savaşıyor. Ama ona önderlik edenler, onu emperyalizmin çizdiği çerçevede tutmaya yönelik politikalar izleyerek ayaklanmanın amaçlarını sınırlamaya, silaha sarılmış on binleri emperyalistlerin yedekliğine götürmeye çalışıyorlar, konulan sınırların aşılmayacağı konusunda emperyalistler ye bölgedeki gerici devletlere güvence üstüne güvence veriyorlar. Bu, bugünkü ayaklanmanın asıl handikabı olarak görünüyor.
Bugün ayaklanan Kürtler, bugüne kadar Ortadoğu’da oynamadıkları tarihsel bir rolle karşı karşıyadırlar: emperyalizmin Ortadoğu’ya giydirmek istediği gömleği parçalamak, emperyalist plan ve senaryoları bozmakta öncü güç olma rolü. Eğer bunu başarırlarsa; Ortadoğu’nun emperyalizmin “yeni düzeni”ne bağlanma projesi daha baştan iflas edecektir. Ve onların attığı ileri adımı diğer Ortadoğu halkları da izleyeceklerdir. Ama bugünkü önderlerinin çizdiği çerçevede kalınırsa, akıtılan kan ve çekilen acıların karşılığı beklenenin çok gerisinde kalacaktır. Irak’ın, hatta Ortadoğu’nun yakın gelecekte emperyalizme karşı konumlarının ne olacağı anti-emperyalist mücadelenin nasıl seyredeceği, Irak’taki Kürt ayaklanmasının radikal mi yoksa uzlaşmacı bir tutum mu takınacağı ile yakından ilgilidir. Ortadoğu halklarının gözü Irak’taki Kürt ayaklanmasında, gönülleri onun tam zaferinden yanadır.

Nisan 1991

Irak’ta hızlı çözülme ve nedenler Saddam, ordu, bürokrasi ve yenilgi

Saddam yönetiminde Irak, emperyalistler ve uşaklarının koalisyonu karşısında olanaklı olabilecek en sert direnişi gösterdi. Kuveyt işgali sonrasında başta ABD olmak üzere emperyalistler ve uşaklarının tehditlerle sınırlı kalmayıp büyük askeri yığınakları içeren savaş hazırlıklarıyla geliştirdikleri saldırgan tutum ve politikalar karşısında Saddam ve Irak gerilemedi. Hatta Kuveyt’in bir bölümünü elinde tutabileceği ve belki de bir miktar “savaş ganimeti” tazminat elde edebileceği (sırasıyla Arap ve Fransız kaynaklı) uzlaşma ve “barış” girişimlerine sıcak bakmadı, politikasında esnekliğe yönelmedi. Kuveyt’i, 19. Irak ili ilan etmişti, gerilemedi. Sorunu, varlık-yokluk sorunu haline soktu. Kuşkusuz özellikle ABD emperyalizminin yaklaşımının da Kuveyt sorununun çözümünden daha ileri hedeflere, kendisinin devrilmesine ve Ortadoğu’da yeni bir “düzen” kurulmasına yöneldiğini görmekteydi. Yazdı BM belgeleri bir yana ABD bu amacım çeşitli defalar açıklamıştı ve Saddam gerilese de gerilemese de Amerikan politikası ve durum değişmeyecekti. Saddam direninde ABD ve ortakları saldıracak, gerilese durmayacaklardı. Saddam, sorunun kendi varlığı sorunu olarak şekillenmesini kabullendi, çeşitli “barış” girişimleri dolayısıyla ustaca manevralarla uzlaşmalar aramaktan da kaçındı -bu tutumun aleyhine sonuçlara yol açacağını düşünmüş olmalı-, kendi gücünü abartarak direnme yolunu tuttu.
Saddam’ın bazı değerlendirme hataları yaptığı düşünülebilir. Örneğin Sovyet kartım abartılı bir şekilde yanlış değerlendirdiğini tahmin etmek yanlış olmayacaktır. Sovyetler ve Gorbaçov, kendisinden en azından siyasal destek uman Saddam ve Irak için, kara savaşının hemen öncesinde sahte “barış planı” sunma dışında parmağını kımıldatmadı, üstelik kımıldatacak mecali yoktu. Hatta tersine, Sovyetler “BM miğferi altında Irak’a müdahaleye katılma”ya bile eğilim gösterdi, bunu Şevardnadze’nin ağzından açıkladı.
Kuveyt işgaline kadar ABD ile yakın bağlara sahip olan ve söylentilere göre Rumeyla bölgesiyle sınırlı olarak ilhak için ondan yeşil ışık alan Saddam, ABD ile ilişkisinde “geri dönülmez nokta”ya varılmadan sorunun bir şekilde çözümlenebileceği düşüncesiyle de davranmış olabilir. Eninde sonunda onun çıkarlarıyla bağdaşabilecek Irak yönetimindeki bir Kuveyt’in emrivaki yoluyla ABD’ye dayatılmasına yöneldiğini düşünmek de mümkündür. Saddam’ın, çıkarları arasında paralellik bulunan ABD’nin bunca sert tepkisini ve Irak yönetiminde bir Kuveyt’i bölgeye ilişkin Amerikan planında hiç yer olmayışını kestirememesi ise olasıdır.
Ayrıca Saddam, hemen Kuveyt işgali öncesine kadar oldukça sıcak ilişkiler içinde olduğu, başta önemli bir silah kaynağı olan Fransa olmak üzere Almanya, Japonya gibi ülkelerin olası politika ve yaklaşımlarını tahminde de başarısız olduğu varsayılabilir. Saddam’ın bütünlükten uzak büyük emperyalist devletlerin Kuveyt’e ilişkin emrivakisi karşısında da bir araya gelemeyeceklerini ve bu ortamda kendisi için elverişli manevra alanları edinebileceğini düşündüğü ileri sürülebilir.
Aksi yaklaşımlar, kısacası, Saddam’ın hemen tüm emperyalistlerin aktif ya da pasif olarak tüm bir uşaklar güruhuyla birlikte karşısında yer tutacaklarım ve başta ABD olmak üzere sert bir karşılığa ve “cezalandırma”ya yöneleceklerini bile bile, bilinen politikasını uygulamaya koyduğunu düşünmek pek olası değildir. Saddam’ın, altından kalkması, kendini ve gücünü ne denli abartırsa abartsın, imkânsız olan böyle bir politik maceraya atılmayı düşünmeye bile cesaret edebilmesi pek mümkün görünmüyor. Saddam’ın başta ABD olmak üzere özellikle büyük emperyalist devletlerin izleyecekleri politikalara ilişkin şurada ya da burada hesap hataları yapmış olması büyük ihtimaldir.
Dikkat edilirse, sürekli şartlı konuşuyoruz. Bunun doğru olduğu düşüncesindeyiz; çünkü savaş öncesi Irak’taki rejimin durumunu hesaba katmak gerekiyor. İran’la 8 yıllık savaştan elinde bir miktar İran toprağı kalarak, zafer propagandası için görece elverişli bir zeminle çıkan Irak’ta, Baas Partisi, 5 kişilik Devrim Komuta Konseyi ve onun kahraman ilan edilmiş başkam Saddam mutlak iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Rejim Devrim Komite Konseyi ve Saddam’a en küçük bir muhalefet yürütmüş olanların, örneğin Kuveyt işgaline karşı tutumlar gösteren bazı generallerin kanlan üzerinde ayakta duruyordu. “Kahraman Saddam”ın her yumurtladığı keramet var sayılıyor, böyle propaganda ediliyordu. Saddam’ın kendisinin de bir büyüklük kompleksine (megalomani’ye) kapılmış olması, “bizim” Evren Paşa örneği hatırlanırsa çok doğaldır. Her şeyi bilen yanılmaz uzmanlık inanışları, deha pırıltılarından yoksun her sıradan yöneticinin ve hele diktatörün onmaz hastalığıdır. Saddam da fazlasıyla bu hastalıktan muzdaripti ve hele 2 Ağustos sonrası tüm dünya basın yayın organları kendisinden söz etmeye başladığında bu hastalığının ilerlediğini düşünmek yanlış olmayacaktır.
Irak’ın politikalarına ilişkin değerlendirmelerde kişilerin ve dar grupların özellik, zaaf ve birikimlerinin göz önünde bulundurulması bu nedenle zorunludur. Bunun, kişilerin temsil ettikleri sınıfların genel özellikleri görmezden gelmeye kadar vardırılmaması gerekiyor; ancak, kişilerin önemli bir rol oynadıkları yönetim biçimlerinde kişilik özelliklerinin önemli görülmesi de doğrudur. “Tek adam”ların, diktatörlerin, sonradan, temsil ettikleri sınıfların çıkarlarıyla uyumlanmak üzere düzeltseler ya da belirli bir süreç içinde kendiliğinden düzelse de, “kahramanlık” kültüyle beslenmiş, aslında sıradan olan kişisel özelliklerinin gelişmeler üzerinde belirli bir etkide bulunduğu “tek adam”ların doğrudan çok yanlış düşünme yürütmelerin sahibi olageldikleri bilinen bir şeydir. Tarih, “sabah kalktıklarında” orijinal fikirler ortaya alan birçok “tek adam”a tanıklık etmiştir. “Çöl tilkisi” olarak ünlenen, askeri dehalardan olan Mareşal Rommel’e olur olmaz emirler veren Hitler gibi, aslında tek iyi bildikleri tuvalet ve mutfak denetlemek olan ama yine de levazım yolsuzluklarını yakalayamayan bizim apoletli “tek adam”larımız gibi, “her şeyi en iyi bilen”, kerametleri üzerine laf edilemez, bilgiçlik ve “kahramanlıkları”na inanmış kişiler ve kendileri başlarında olmak üzere örgütledikleri dar gruplar, temsil ettikleri sınıflar açısından da yanlış olan saptama ve tutumlarla, ortaya çıkan ama elde etmeyi tasarladıklarıyla ilgisiz ve olumsuz sonuçlara önemli ölçüde katkıda bulunmuşlardır.
Şartlı konuşmamızın nedeni bu. Saddam’ın, özellikle propagandif olan konuşmalarına ve tutumlarına bakarak Irak’ın politikalarını tümüyle çözümleyebilmek olanaklı değil. (Saddam’ın geliştirdiği fikir ve yaptığı saptamaların Irak politikalarını büyük ölçüde belirlediği ortadadır; ancak Saddam ve düşündükleri üzerine spekülasyonla bir sonuca varılamaz.) Ama bu durumun kendisinin Irak yenilgisinde temel bir etken olduğu kesin. Yalnızca Saddam’ın kişisel katkısının büyük olduğu yanlış ve hatalı başlangıçları, Irak burjuvazisinin çıkarlarına uygun olarak düzeltmek için yeterli zamandan yoksunluğun (savaş ortamında zaman çok hızlı akmaya başlar ve karşılıklı olarak yanlışlardan yararlanma büyük önem kazanır) zorlaştırdığı koşullar nedeniyle değil kuşkusuz. Bunun bir rolü olmuştur, ancak daha da önemlisi, geliştirilen fikir ve politikaların halktan kopukluğu, halka mal edilmemişliği, halkın bu politikalar doğrultusunda seferber edilmesinin zemininin olağanüstü darlığı, bu zeminin gerçekte hemen hiç olmayışıdır. Saddam, Komuta Konseyi ve BAAS diktatörlüğü, Irak halkının, Amerikan ve emperyalizm aleyhtarı politikalar yürütmek üzere ulusal ve halkçı nitelikte organ ve örgütlerde örgütlenmelerinin önünü açmamıştır. Bu, kuşkusuz onların sınıf nitelik ve çıkarlarına uygun değildi. Saddam’ın yaptığı, özellikle Amerikan dayatmaları sonrası genel bir anti-Amerikan propaganda, Filistin’le dayanışma ve halkın İslami eğilimini istismara yönelik ajitasyondur. O, bu propaganda ve ajitasyonun oluşturulmayı hedeflediği Irak halkının seferberliğinin gerçek olmayan zemininde geniş ve güçlü emperyalist ve uşaklar koalisyonuna karşı koyacak güçler yaratmaya girişmiştir. Irak yenilgisinin temel nedeni buradadır. Yoksa koşullar ne denli zor olursa olsun ve hatta hesap hataları da yapılmış olsa bile, Irak halkı ani çöküntüden kaçınabilirdi.
Marksistler, Saddam’ı ve Saddam politikalarını desteklemedi, ancak emperyalistlerin Irak ve Ortadoğu halklarına yönelik saldırısına karşı oldular, halkların emperyalistler ve ortaklarına yönelik her karşı çıkışlarını, gösterilerini, direnişlerini yürekten desteklediler. Emperyalizmin saldırısına karşı çıkmanın tartışılabilir bir yönü yoktu ve savaş, gelişmesi için de, halkların ortaya koymakta oldukları anti-emperyalist tutumlarının var edebileceği gerçek bir anti-emperyalist zemine oturabilirdi. Ancak, olmadı, bu, başarılamadı.
Saddam ve diktatörlüğüne gelince, o, istemiş olsun ya da olmasın, savaş kaçınılmazlaştıkça, geri adım atmayı da reddederek çatışmayı kabullendi. Teslimiyet anlamına gelmeyen bir uzlaşmayı ABD kabul etmeyeceğini açıklamaktaydı. Teslim olacak bir Saddam için ise iktidarım sürdürmek hemen hemen olanaksızlaşacaktı. Bu noktada Saddam’ın can havliyle emperyalistleri bile şaşırtan bir direniş gösterdiği söylenmelidir. O üstün teknoloji ve geliştirilmiş silahlara rağmen, “iki gün sürer” denen Irak direnişi devam ettikçe etti. Saddam ve komutanlarının iyi askerler oldukları da söylenmeli. Güzel savaş hilelerine başvurdular, güçlerini sakınarak ve tasarruflu kullandılar, bir-iki taktik karşı saldırıya giriştiler, hava akınları karşısında büyük askeri zayiatlar vermediler. Geliştirdikleri Scud füzeleriyle Patriot’ların barajlarını aştılar. Askeri açıdan bir savaşa oldukça iyi hazırlandıkları görülüyordu. Ama Saddam halkı unutmuş, ona ve gücüne değer vermemişti.
Kaçınılmazlaşan savaşı kabullenen Saddam savaşı kendi lehine çevirecek açılımlar da yaptı. Birincisi, Irak ve Ortadoğu halklarını yedeklemesine olanak sağlayacak koşullan oluşturmaya yöneldi. Stratejisini bir yönüyle İsrail’i savaşa çekme üzerine kurmuştu. Bu, ABD peşindeki Arap koalisyonunu dağıtacak ve genel olarak Arap halklarını Saddam’ın yanma çekecek bir girişimdi. Akıllıcaydı, ama ABD, İsrail’i yatıştırarak savaşmamaya ikna etti. İkinci olarak, Saddam, Vietnam örneğini izleyerek, mümkün olduğunca dayanmayı ve özellikle kara savaşında ABD ve diğer emperyalist ülkelere verdireceği kayıplarla bu ülkelerde gelişecek muhalefete oynadı. Saddam’ın bu stratejik yönelimi başarılı olmadı, çünkü Saddam bu denli bir direniş örgütleyemedi. Hava akınlarının ardından girişilen kara harekâtı, bu kez Irak’ı iki günde çökertti. Saddam kayıtsız şartsız ateşkes istedi.
Gerici, burjuva uzmanlar, Saddam’ın hatalarını, birliklerini yerleştirmesinde, örneğin Kuveyt cephesine büyük yığınak yaparken Irak’ın batısını boş bırakmasında, Bağdat’a giden vadileri tutmamasında vb. görüyor ya da Patriot, Apaçhe, B-52 vb. silahlarının ve genel olarak ABD’nin teknolojik üstünlüğünü kabul etmemesinde buluyorlar. Bu değerlendirmeler kuşkusuz doğru değildir. Vietnam deneyi ortadadır. Silah teknolojisi açısından o zaman da ABD ile Vietnam arasında bugün Irak ile olandan daha az bir fark yoktu. Ama Amerikan emperyalistleri orada kısa dönemde zafer kazanmak bir yana yıllar sonra yenilgiyi kabullenmek durumunda kaldılar.
Amerikalıların Irak’ta yeni bir Vietnam batağına saplanacağı iddiasını Saddam da ileri sürdü. Hatta bazı ABD’li uzmanlarda da bu korku vardı. Bu iddia ve korkular gerçek çıkmadı.
Irak Vietnam’dan farklıydı. Silah ve teçhizat açısından güç farkında değildi farklılık. Silahı kullanan insanlar ve örgütlenmeler farklıydı. İnsanların Vietnam ya da Irak «ulusundan olmaları önemli değil kuşkusuz. Ama sahip oldukları bilinç ve örgütlenmelerinin niteliği iki olguyu farklılaştıran ayırt edici etkendi. Vietnamlılar bir ulusal kurtuluş savaşı veriyorlardı, başlarında bu savaşı örgütleyip yönlendiren ulusun ve halkın inisiyatifinin önünü açan ve halkına dayanan bir parti vardı. Vietnamlılar siyasal bir cephe örgütünün yanında, savaşlarını, askeri olarak, saflarında, düzenli birlikler, gerilla müfrezeleri ve milisler olarak örgütlendikleri halk ordusuna dayanarak yürütüyorlardı. Ya Irak ve Saddam?
Saddam kendini ulusal birlik peşinde gösterdi. Ama yalnızca gösterdi. Öyle miydi? Bizim her türden gericiliğin gönüllü destekçisi, reformcu aydınlıkçılarımıza göre öyleydi. “Irak Arapların Prusya’sıydı”, “Saddam Arap ulusal birliğini gerçekleştirme yolundaydı” Bu gerekçelerle ona destek verdiler. Emperyalizm ya da” 1. dünya” karşısında her ezilen ya da “3. dünya” ülkesini desteklerlerdi! Burada kendiliğinden anti-emperyalizm vardı! Şimdi ağızlarını açmıyorlar. (Özal ordudan koptu da diyorlardı. Oysa şimdi Doğan Güneş, Özal’ın öngörüsü doğrultusunda ordunun reorganizasyonuna gidileceğini açıklıyor. Yine ağızlarını açmıyorlar.) Ulusal birliğin “sözcüsü” ve “savaşçısı” Saddam halka dayanmıyordu, halkın sınırsız olanaklarını harekete geçirme eğiliminde değildi. Irak halkını gerici bürokratik örgütlerin cenderesinde tutuyor, halka değil tersine halka karşı başlıca bürokrasiye ve özellikle militarist aygıta dayanıyordu. Saddam bırakalım Arap birliğinin temsilcisi olmayı, Irak ulusunun temsilcisi, Irak ulusal çıkarlarının savunucusu olmadığı için Irak’ı yenilgiye götürdü.
Irak’ın savaş aracı olan ordusu tümüyle bir gerici düzen ordusuydu. Halka karşı bir orduydu. Halka yabancı ve onun üzerinde bir devletin aygıtıydı. Katı hiyerarşik kurallara ve faşist bir disipline dayanarak örgütlenmişti. Kürt ulusu üzerindeki zulmü, İran devrimine saldırının, kendi halkı üzerinde zorbalığın silahlı aracıydı. Saddam’ın politik örgütü olan halktan kopuk ve ona karşı gerici bürokratik bir kurumlaşma olan BAAS Partisi’nin temel iktidar organıydı. Vietnam’dan farklı olarak halkın silahlanmasına dayanmıyordu. Silahlar, özel olarak örgütlenmiş silahlı birliklerin elindeydi yalnızca. Ordunun, ordunun bir özel birimi olarak örgütlendirilmiş “seçkin” Cumhuriyet Muhafızları’nın (bu kurum özel eğitim, teçhizat ve ödentileriyle Saddam’ın esas dayanağıydı) ve BAAS milislerinin elindeydi silahlar. Saddam’ın, iş işten geçtikten sonra, yine kendi disiplini altında BAAS dışında milisler örgütlemeye ve onlara silah dağıtmaya girişmesi, gecikme ve gerici disiplinin geçerli olması ve bu milis örgütlenmesinin halkın ulusal bilinçle oluşturduğu gönüllü örgütlenme olmaması dolayısıyla işe yaramadı ve hatta dağıtılan bu silahlar, yenilgi sonrası, bugün, Saddam’a karşı kullanılıyor.
Saddam, bürokratik militarist örgütlenmesi ve halktan kopuk ve ona karşı gerici ordusuyla İran’a karşı görece başarıyla savaşabilmişti. Bu savaşta Saddam, gerçek olmayan propagandif bir zeminde, belli başlı emperyalist ülkelerin açık ve örtülü desteği ve silahlandırmasıyla en azından yenilgiye uğramamıştı. İran, Mollaların olanca gericiliğine rağmen halk güçlerinin anti-emperyalist davada seferber oluşu aracılığıyla savaşı sürdürmüş, olumsuz askeri ve teknik koşullarda, hem de emperyalistlerin desteği Irak’tan yanayken ezilmemişti. Ama ABD ve müttefikleriyle savaş İran savaşına benzemiyordu. Güç ve teknolojik farkın üstesinden ancak halka dayanarak ve halkın tüm potansiyel ve olanaklarının seferber edilmesiyle ve inisiyatif ve yaratıcılığının özgürce gelişmesinin önündeki tüm engellerin kaldırılmış olmasıyla gelinebilirdi; Ama böyle bir tutum Saddam’ı Saddam olmaktan çıkarırdı. Bu tutum, BAAS’ı değil, en azından ulusal bir partiyi (ve hatta tümüyle demokratik olanını), düzenli ve profesyonel bir orduyu değil halk ordusunu gereksinirdi. Ama halka karşı bir diktatörlüğün başında olan Saddam’ın bu tür güç ve organlara dayanması olanaksızdı. Ve Irak, savaşı böyle örgütler, halkın güç, potansiyel ve inisiyatifine dayanan ve onları harekete geçiren örgütler aracılığıyla yürütmediği için, yapabileceklerini son sınırına kadar yaptıktan sonra, kaybetti. Hava akınlarına dayandı, hatta ordu kendini korudu büyük ölçüde. Ama sonunda hızlı bir çöküntüye uğradı. Kendi gücüne güveni harekete geçirilmemiş, gücü ve olanakları örgütlendirilmemiş, eğitilmemiş ve uzun yıllar yaşadığı zorbaca diktatörlük koşullarında inisiyatifi körelmiş Irak halkı, amansız hava akınları karşısında korunmasız da kalarak ve sonunda morali de bozularak Saddam’ın savaş politikasını desteklemekten tümden vazgeçti. Böyle bir savaşa göre örgütlenip eğitilmemiş Irak ordusunun da morali bozulup direnci azalmaya başlayınca çözülme ve Saddam’ın teslimiyet günü geldi çatı.
Saddam Vietnamlılar bir yana Türkiye Kurtuluş Savaşı’ndaki Kemal önderliği kadar bile değildi ve olamadı. Kemal, dağılmış Osmanlı ordusunun kalıntılarını toparlayıp örgütlüyor ve başlıca bu güce dayanıyordu; ama yanı sıra ve özellikle kurtuluş savaşının başlarında çetelerin ve silahlanmış halkın güçlerinin ve ayaklanmalarının önünü de kesmiyor, yolladığı subaylar aracılığıyla bu güçlerle birleşmeye çalışıyor, ulusun ve halkın potansiyel ve bütün olanaklarından yararlanmaya yöneliyordu. Kemal’in bu yönelişinde, ulusal devrimci tutumun olduğu kadar, Osmanlı devletinin ve ordusunun dağılmış olmasının da rolü vardı kuşkusuz. Kısacası, Kemal, koşulların da dayatmasıyla, bir yandan yenilmiş ve dağılmış ordunun kalıntılarını toparlar ve yeniden düzenli ve hiyerarşik disipline dayalı bir ordu olarak örgütlenmeleri özellikle başlangıçta hemen bu tür bir ordu içinde profesyonel askerlik kurallarıyla kurumlaştırmaya yönelmemiş, onları süreç içinde ordusunda eritmeye girişmişti. Ege’deki Yunan ilerleyişini durduran, gerici ve sultan yanlısı ayaklanmaları bastıran, Antep ve Urfa gibi yöreleri kurtaran hep bu silahlı halk güçleri oldu.
Saddam ise, teslimiyeti ve yenilgi sonrası kendisine karşı silaha sarılan Irak halk güçleri ve Kürt ulusal güçleriyle karşı karşıya. Bu güçler, emperyalistler ve gerici ortaklarınca düzenlenen toprakta ürediler, Saddam üzerinde yaratılan baskıdan güç alıyor ve emperyalistlerle uzlaşıyorlar. Pek ilerici önderlik ve politikalara sahip olmasalar da, emperyalistlerin uşağı olmadıkları gibi, Saddam’dan da gerici değiller.
Burjuvazinin halk karşıtı konum, örgütlenme, dayanak ve politikaları, ancak yenilgi nedeni olabiliyor.

Nisan 1991

Ulusal sorunun çözümünde iflas etmiş bir yöntem: Ulusal-Kültürel özerklik”

“Avusturyalılar ‘milliyetlerin özgürlüğü’nü küçük reformlarla, yavaş yavaş gerçekleştirmeyi düşünüyorlar. Ulusal-kültürel özerkliği pratik önlem olarak önerirken, asla öngörmedikleri köklü bir değişikliği, bir demokratik kurtuluş hareketini hiç hesaba katmıyorlar. Buna karşılık Rus Marksistleri, ‘milliyetlerin özgürlüğü’ sorununu köklü değişikliklere, demokratik kurtuluş hareketine bağlıyorlar; onların reformlar üzerine hesap kurmak için hiçbir nedenleri yoktur.” J.V. STALİN (1)

Yukarıdaki sözleri, Stalin, 1913 yılında milliyetçi, ‘kültürel özerkçi’lere karşı söylüyordu. Stalin’in ortaya koyduğu ayırım, ulusal sorun konusunda devrimci ve reformcu çizgi arasındaki tartışmanın ayırım noktası olmaya devam ediyor. Tartışmalar, o günden bugüne çeşitlendi, renklendi; ama özünü korudu: Reform mu, devrim mi? “Reformizmin özü kötülükleri azaltmaktır, onları yok etmek değil.” (2) Reformizm, her konuda olduğu gibi ulusal sorunda da, çözüm olarak kötülüklerin göze batan sivri yanlarını törpüler, ama kötülüğü esas çizgileriyle korur; sorunun özüne dokunmaz. Sorunu, bazen bir ‘hukuk’ sorununa, bazen kültür’ sorununa indirger. Sorunun etrafında dolaşır ama hiç bir zaman özüne inmez, sorunu bir devrim, siyasal olarak ayrılma hakkı olarak görmez.
Burjuvazinin ‘liberal’ temsilcileri, onların çeşitli izdüşümleri, ulusal hareket henüz kendini açık eylemlerle dışarıya vurmamışken, hareketin üzerine örtülü kül tabakasına bakarak huzurlu bir sessizliğe gömülürler. Memlekette çok şükür bir ‘etnik’ sorun olmadığından dem vururlar. Ulusun birliği ve bölünmezliği üzerine veciz sözler ve coşkulu tiratlar çekerler.
Sesi vahşet ve kanla boğulan ulus, suskunluğu büyük patlamalarla bozar. Ulusal hareketin alevleri küller arasından fışkırır. Bütün ulus inkârcılarının, şoven ve sosyal-şovenlerin keyfi kaçar. Fakat onlar, kısa bir tereddüt anından sonra ‘durumu’ kavrarlar: Bir ulusu yok saymanın imkânı yoktur. Ortalığa akortsuz sesler yayılır. Memlekette ‘anadili farklı olan yurttaşlar’ vardır. Onlar da bu ülkenin yurttaşlarıdır, ‘orası’ geri bıraktırılmış bir bölgedir…
Ulusal sorunun utanmazca ve yarım ağızla kabulünden sonra sıra çözüm önerilerine gelir. Bütün yurttaşlar evde tarlada anadillerini kullanabilmelidir. Kendi dillerinde şarkı söyleyip dinleyebilmelidirler. Yelpaze geniştir, bu bakımdan çözüm önerileri de çeşitlilik gösterir.
Kimileri ana dilinde okuma hakkını bile savunur. Ve nihayet en cesur olanlar bir kültür özerkliğinden söz ederler. Burjuvazinin, onun soluk gölgeleri olan reformcu akımların çözüm önerilerinin varabileceği en ‘ileri’ nokta, ezilen ulusa kendi dilinde eğitim hakkı, dilini kullanma hakkı, kısacası kültürel özerklik sınırını geçmez. Bütün bu ‘haklar’, ‘üniter devlet’, ‘resmi dilin yanı sıra ikinci dil’ sözleri eşliğinde telaffuz edilir. Kısaca, ezen ulus devlet üzerindeki bütün egemenliğini korur. Ezilen ulusa, kültürel alanla sınırlı haklar verilir. Ezen ulusun, ezilen ulus aleyhindeki imtiyazları, ezilen ulusun ilhak durumu devam eder. İşte ulusal-kültürel özerklik ulusal sorunu böyle ‘çözer’. Kuşku yok ki, bu ulusal sorunun çözümü değil, ulusal hareketin küçük reform kırıntılarıyla yatıştırılmasıdır.
Daha da ilginç olan durum, ufukta henüz özerkliğe dair somut bir belirti yokken, reformcu ve ezilen ulus reformcuları, kültürel özerkliği alkışlamaya başlarlar. Kendilerine ‘devrimci’ ‘ulusalcı’ diyen birçok çevre, milliyetçiliğin çöplüğe atılmış ‘çözümünü’ karşımıza çıkarırlar: Ulusal-kültürel özerklik.
Bu yazının devamında ulusal sorunun çözümünde kültürel özerkliğin yeri ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkım gerçek anlamını açıklamaya çalışacağız.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Ne Demektir?
Bu sorun ezen ve ezilen ulus milliyetçileri tarafından sürekli çarpıtılmış, gerçek anlamından ve içeriğinden saptırılmaya çalışılmıştır. Kimileri, bu sorunu ‘reform’ olarak anlamış, diğer bazıları ise milliyetçi bakış açılarına kalkan yapmaya çalışmışlardır. Bu sloganın gerçek anlamını sosyalist harekete mal etmek için, Lenin, büyük mücadeleler vermiştir.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH), egemen ulus tarafından ilhak edilmiş ezilen ulusun, egemen devletten siyasi olarak ayrılıp ayrı bir devlet kurma hakkını içerir. İçinde ezen ve ezilen ulusların bulunduğu, türdeş olmayan ulusların bulunduğu bir devlette, ulusal sorunun çözümü için bu temel bir formüldür. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ancak siyasal anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını içerir.” (3)
Bu hak, yukarıda da anlatıldığı gibi, ezilen ulusun ayrı devlet kurma hakkıdır; hiç bir şekilde ulusa tanınan bazı kültürel haklara, kısmi iyileştirmelere indirgenemez, içeriği daraltılamaz. ,
Fakat aynı zamanda ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, hiç bir zaman ayrılma yükümlülüğü olarak anlaşılamaz. Lenin, bu hakkı boşanma özgürlüğüne benzetir. Boşanma hakkını içermeyen bir evlilik, özgürce bir birlik olamaz. “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ayılmayı isteklendirmeyi suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır… Kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulus ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim ve yöntemlerini savunmaya eşittir.”(4)
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının iki gerçekleşme biçimi vardır. Ulusun özgürce iradesini ortaya koyabileceği bir ortam yaratıldığında yapılan ulusal referandumla ya ulus çoğunluğu ayrılmadan yana karar verir ve bu durumda, söz konusu ulus, ayrı bir devlet olarak kalmaya karar verir ve uluslar arasında tam bir hak eşitliği sağlanır, resmi dil yasaklanır, ezilen ulusun yaşadığı bölgenin özelliklerine göre toprağa dayalı bölgesel özerklik uygulanır. Bu noktadan sonra ulusal baskı son bulur.
Birçokları, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkım bir reform olarak görme eğilimindedirler. Bu kesinlikle doğru değildir. Ekim devriminden önce istisnai bir durum olan anayasal gerçekleşme biçimi, artık kesinlikle ortadan kalkmıştır. Ayrıca, sıfıra yakın bir ihtimal üzerine koca bir program kurmak sosyalistlerin işi olamaz. Ulusal sorun, ancak devrimle çözülebilir. Burjuvazi önderliğindeki ulusal devrimler, sorunu bir yönüyle çözmekle birlikte kesin çözüm olmaktan uzaktır. Ulusal sorunun kesin bir şekilde çözümü ancak proletarya iktidarı altında mümkündür.
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmak, her türlü ulusal hareketi desteklemeye eşitlenemez. Bu istemin mutlak bir istem olması, proletaryayı, gerici, proletaryanın çıkarlarına aykırı ulusal hareketleri destekleme yükümlülüğü altına sokmaz. Nasıl din ve vicdan özgürlüğünü savunmak, dine karşı ajitasyon hakkını ortadan kaldırmazsa, ulusların kendi kaderlerini savunmak da gerici hareketlere karşı ajitasyonu engellemez. Bu konuda Lenin şunları söylemiştir:
“Ulusların kaderlerini tayin hakkı dâhil, demokrasinin çeşidi istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır, o zaman parça atılır.” (5)
Bugün proletarya devrimi ile ulusal hareketler, emperyalizme karşı oluşan mücadele cephesinin iki ayrı halkasıdır. Emperyalizme darbe vuran, onu gerileten bütün hareketler desteklenmeye layık, proleter devrimin yedeği durumundaki hareketlerdir.
Niçin Ulusal-Kültürel Özerklik Değil?
On yılların şovenizmiyle tahkim burjuvazinin sahte ‘özerklik’ manevraları, egemen ulus sosyal-şovenleri ve emperyalizmin ‘yeni düzen’ tablosundaki boşluklar üzerine program kuran ezilen ulus burjuva çevreleri içinde heyecan yaratıyor. Ortada somut hiç bir uygulama yokken, küçük vaatler üzerine büyük planlar yapılıyor. Alkışlar arasında kötü dikilmiş yeni elbiseler içinde tamdık bir ‘teori’ arz-ı endam ediyor: Ulusal-kültürel özerklik.
Lenin ve Stalin’ce tanıtlanan ve Sovyet deneyimiyle doğrulanan ulusal sorunun doğru çözümüne karşı, kültürel özerliği savunmanın anlamı nedir?
Ulusal-kültürel özerklik teorileri Lenin tarafından açık bir sekile çürütülmüş, bir kısım mucitlerince de, Ekim Devriminden sonra ‘geçerliliğini yitirdiği hazin bir şekilde kabul edilmiştir.
Avusturyalı kötü ünlü sosyal-demokratlar Otto Bauer ve Springer tarafından ortaya atılan, Yahudi milliyetçileri Bundçular ve diğer çeşidi milliyetçilerce desteklenen ve ‘ulusal program’ haline getirilen ulusal-kültürel özerklik, gerici, reformcu, ilhakları meşru gören bir yapıdadır.
Lenin’in milliyetçi muarızlarına göre, merkezi devlet olduğu gibi kalmalı, devlet içinde yaşayan bütün uluslara ve azınlıklara topraktan bağımsız kültürle sınırlı özerlik organları hakkı tanınmalıydı. Bunun eşliğinde Bolşeviklerin programındaki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bölgesel özerkliğe sert eleştiriler getiriliyordu.
En başta ulusların kendi kaderlerini tayin hakkım kültürel özerkliğe doğru daraltmak, bu haklan inkârı anlamına gelir. Çünkü ulusların kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun siyasal ayrılığını, bağımsız ayrı bir devlet kurma hakkını içerirken, kültürel özerklik, devleti ezen ulusun elinde bırakmayı peşinen kabul eder. Devletin yapısında bir değişiklik önermeyen kültür özerkçileri, ezilen ulusa sadece kültürel organlar reva görür. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, bir ulusun bir devlet içinde zorla tutulmasına karşı ezilen ulusun haklarını güvence altına alır. Ama kültür özerkliğinde, kültürel haklan düzenleyen ‘organ’ ancak bu zorla kendine bağlamaya ‘şirin’ bir görüntü verebilir.
Böylece kültürel özerklikle, bir ulusun başka bir ulusu zorla kendine bağlanmasından başka bir şey olmayan ilhak meşrulaştırılır, ulusal baskı kutsanır. “… İlhak, bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkının çiğnenmesidir, halkın iradesine karşı olarak devlet sınırlarının saptanmasıdır.” (6) Bu durumu kabul eden özerkçilerin elinde, ulusların kaderlerini tayin hakkı, ilhaklara karşı mücadele silahı olmaktan çıkar. Burada ulusların tam hak eşitliğinden eser olmayacağı anlaşılır bir şeydir. Ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki “hamiliği’ kabullenilir.
Ulusal-kültürel özerkliğin çıkış noktası, devletin birliği ve bölünmezliğini kabuldür. Bauer, bunu şöyle ifade ediyor: “”Biz ilkönce, Avusturya uluslarının şimdi içinde yaşadıkları devlet içinde kalacaklarını varsayıyoruz…” (7) Ulusal baskının temel dayanağı olan ezen ulus devleti, ortada kaldığı sürece ulusların ulusal baskıdan kurtulmaları mümkün olabilir mi?
Ulusal-kültürel özerklikte, egemen ulusun ilhakını, imtiyazlarım savunmanın yanında ezilen ulus milliyetçiliğini sevindiren bir şeyler de var. Tabii ezilen ulus burjuvazisine verilen tavizlerin proletarya açısından sevinilecek bir yanı yoktur. Özerkçilik, devlet içine dağılmış ulusun bütün fertlerini ‘ulusal kültürel örgütlerde’ toplarken, ezen ve ezilen ulustan işçiler arasına ulusal duvarlar örer. Ezilen ulusun proleterlerini sınıf kardeşlerinden uzaklaştırır, kendi burjuvazisine yaklaştırır. Ulusal ayrılıkları körüklerken, sınıfsal ayrılıkların üstünü örter. Böylelikle ulusal baskı son bulmaz, ortada enternasyonalizm kalmaz, proletarya kendi burjuvazisinin yedeği olur.
Ulusal-kültürel özerklik “sadece ulusların birbirinden ayrılmasına değil, fakat aynı zamanda yekpare işçi hareketinin parçalanmasına da zemin hazırlar. Ulusal özerklik düşüncesi, yekpare işçi partisinin tek tek milliyetlere göre inşa edilmiş partilere ayrılması için psikolojik önkoşullar yaratır. Parti gibi sendikalar da parçalanır…” (8)
Ve en önemli olarak, ulusal özerkçilik, ulusal sorunu bir devrim sorunu olarak görmez. İstediği hakların merkezi parlamento tarafından verilmesini bekler. Bu, sadece ulusal özerkçilerin iradelerinden ötürü böyle değildir. Ulusal özerkçiler, geliştirdikleri düşüncelerle reformizme mahkûmdurlar. Çünkü düşüncelerinde devletin düzenini sarsan bir yön yoktur. Lenin’in bu konuda söyledikleri öğreticidir:
“Şu iki pratik öneriyi kıyaslayınız: (1) Özerlik için (Polonyalıların tezleri) ve (2) Ayrılma özgürlüğü için. Programlarımız özellikle ve yalnızca bu noktada bir birinden ayrılmaktadır! Bunlardan birincisinin reformist olduğu ve onu ikinciden ayırt eden şeyin, bu reformizm olduğu açık değil mi? Reformist bir değişiklik, egemen sınıf iktidarının temellerini sarsmayan, bu sınıfın bir ödünü olan ve onun tahakkümünü sürdüren bir değişikliktir. Devrimci bir değişiklik ise, bu iktidarı temellerine kadar sarsar, ulusal programda reformizm, egemen ulusun bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaz; reformizm, ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. ‘Özerk’ bir ulus, ‘egemen’ bir ulusla haklar bakımından eşit değildir.” (9)
Emperyalizm, çağımızın esas sömürgeci gücüdür; ulusal ve sömürgesel baskı ve zulmün esas kaynağıdır. Emperyalizm, tekel-öncesi kapitalizmden devraldığı sömürge sistemini kendi sistemine ‘uydurmuş’, dünyanın bütün geri ülkelerini kendi nüfuz alanı haline getirmiştir. Dünyanın belli başlı toprak alanları emperyalist tekeller tarafından paylaşılmıştır. Emperyalistler, sömürge ve nüfuz alanlarını rakipleri aleyhine genişletmek ve dünyanın esas jandarmaları olabilmek için, insanlığı iki büyük emperyalist savaş yangınına atmışlar, sayısızca bölgesel savaş çıkarmışlardır. İhtiyaç duyduğu hammadde, yakıt ve ucuz işgücünü temin ettiği, üzerinde askeri üstünlüğünü pekiştirdiği alanlar tehlikeye girdiğinde, emperyalizm hiç bir gaddarlıktan sakınmaz. Emperyalistlerin Ortadoğu’da giriştikleri son saldın savaşı, dünya ve özellikle bölge halklarının belleğinde tazedir.
Bundan dolayı, ulusal kurtuluşu hedefleyen her hareket, emperyalizmin ekonomik, askeri ve siyasal varlığına yönelmek zorundadır. Emperyalizmi karşıya almadan, onun varlığına son vermeden ulusal sorunu çözmek, ulusal bağımsızlığı kazanmak mümkün değildir. Ulusal sorun, esas olarak, emperyalizme karşı mücadele, emperyalist sistemden kopuş sorunudur. Emperyalizme ve onların ‘ulusal’ dayanaklarına karşı devrimci bir savaş verilmeden ulusal sorunun az-buçuk da olsa çözümü mümkün değildir.
Peki, bu durumda emperyalizmin planlarının bir parçası olarak önerilen ulusal çözümlere sıcak bakmak ne anlam taşır? Bu, ancak boynunu emperyalist boyunduruk altına uzatmak anlamına gelir.
Durumu şu şekilde netleştirmek mümkün: Bir halk, tarihinde görülmüş en büyük yığınsallıkla kendini ulusal mücadelenin içine atıyor. Çok çeşitli biçimler alarak zenginleşen ulusal hareket, her gün daha fazla yoksul köylüyü, genci, kadını vb. kendine çekiyor, işte bu durumda iki alternatif beliriyor.
Birincisi, ulusal hareketi tutarlı bir çizgide yöneterek emperyalizmi ve onun hizmetindeki iç gericiliği karşıya alıp gerçek ulusal özgürlüğü kazanmak; devrimci olan budur.
İkincisi, ulusal kabarışın üzerine binip emperyalistlerle pazarlık masalarında “güdük” bir çözüm aramak. Bu yol, ulusal özgürlük mücadelesinin küçük kırıntılarla boğulmasına hizmet eder. Ulusal özgürlüğü değil ancak, verilen bu kırıntıları sağlayabilir. Emperyalizmin “yeni düzen” planının bir parçası olmak zorundadır. Emperyalizm, “yeni düzen” planı çerçevesinde bölgenin tartışılmaz hâkimi olabilmek için, “demokrasi” manevraları yapmakta, ulusal özgürlüğe karşı kendi denetiminde en fazla sınırlı bir kültür özerkliği dayatmaktadır. Bu, kültürel özerklik bile değilken, bunun üzerine büyük programlar kurmak, emperyalist planın uşak uygulayıcılarını alkışlamak, gericiliğin değirmenine su taşımaktır. Emperyalizmin planını, dünya kamuoyunun tepkilerinin sonucuna bağlamak safça bir iyi niyet olur.
Emperyalistler, 2. emperyalist savaş sonrasında da, “demokratikleşme” adı altında bir güldürü sahnelediler. O zamana kadar emperyalizmin yumuşak karnı işlevini gören sömürgelere kısmı bir siyasal “özgürlük” verildi. Ama bu ülkeler, askeri, mali ve diplomatik ve en başta ekonomik olarak sıkıca emperyalizme bağlandı. Fakat bu ülkeler, bağımsızlıklarını kazanabilmek için yeniden emperyalizme karşı ulusal mücadeleler vermek zorunda kaldılar. Kukla devletler ulusal sorunu çözemez.
Proletarya hareketi, emperyalizmin aleti olmayan, aksine onu darbeleyen, ulusal özgürlüğü yakınlaştıran bütün hareketleri kayıt ve şart koymaksızın destekler. Ezilen ulusun, ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkı dâhil, kendi kaderini tayin hakkını tavizsizce savunur. Fakat bu tutum, ulusal hareketin kapsamını toprak ve özgürlük yönünde genişletme çabası önünde bir engel değildir.
Sorun, uyanan ulusal devin küçük kırıntılarla mı yatıştırılacağı, yoksa özgürlüğün mü galebe çalacağı şeklinde netleşmiştir. Tarih, her iki örneğe de sayısızca sahne olmuştur.

Dipnotlar:
1. Stalin, Eserler-cilt: 2, sf. 275, Inter yay.
2. Lenin, UKKTH, sf. 196, Sol yay.
3. Age, sf. 152
4. Age
5. Age, sf. 192
6. Age, sf. 176
7. Aktaran: Stalin, Eserler-cilt: 2, sf. 274
8. Age, sf. 287-288
9. UKKTH, sf. 195

Nisan 1991

Dönek R. Alia ekibi Arnavutluk’u kapitalizm yoluna soktu

SB’deki revizyonist karşı devrim ve kapitalizme geri dönüşten sonra tüm dünyada Marksizm-Leninizm’in bayraktarlığını yapan, modern revizyonizmin yüzünü açığa çıkaran, Leninizm ve sosyalizmi Titoculuktan Maoculuğa kadar her türden sapma karşısında başarıyla savunan AEP, dönek Ramiz Alia ve ekibi tarafından teslimiyet ve revizyonizm yoluna sokuldu.
Bugün AEP’de, R. Aila’nın teslimiyetçi revizyonist çizgisi egemen olmuştur ve ASHC, dönekler güruhunun eline geçen yakın geçmişin bu şanlı partisi aracılığıyla kapitalist restorasyon yoluna sokulmuş, Arnavutluk’ta toplumsal yaşamın her alanında Marksizm Leninizm ve sosyalizme cephe alınmıştır.
Sorunun bu durumun tespit edilmesi olmadığı açıktır. Bu, Arnavutluk ve oradaki gelişmelere uzak-yakın bir ilgi duyan hemen herkesin, pek de düşünmeye gerek hissetmeden, ilk ağızda ortaya koyabileceği bir gerçektir. Marksistler açısından durumun tartışılır yanı yoktur, olamaz.
Ramiz Alia çizgisinin çeşitli yönleriyle ayrıntılı olarak ortaya konması bile gerekmiyor bu saptama için. BM konuşmasında, Avrupa’da ye dünyada “yumuşama, güvenlik, çatışmama, işbirliği, yardımlaşma ve uyum” peşine düşen, “şiddete başvurulmamasını” dileyen, Arnavutluk’u AGİK sürecine katan, Körfez bunalımında Irak’ın kınanmasını ve ambargoyu savunan R. Alia ve ekibinin emperyalizmin önünde diz çöküşü belirgindir. “Parti ve ülke yaşamının devrimcileştirilmesi ve demokratikleştirilmesi” adı verilen reformlarla izlenen çizgi yeterince açıktır. Partinin önderliği ve ülke ve devletin tek yönetici gücü olma özelliğine son verilerek politik çoğulculuk sistemine geçilmesi, özel mülkiyetin serbest bırakılması ve pazar ekonomisine geçildiğinin açıklanması, yabancı sermaye ile ortak banka ve şirketler kurulmasına girişilmesi, sendikaların bağımsızlaştırılması, din propagandasına izin verilmesi, genel olarak batı standartlarının savunulması, geçmişin “hataları”na, yani E. Hoca’nın çizgisine savaş açılması. Stalin’in ismi ve eserlerinin her yerden kaldırılması, Enver Hoca heykellerinin kaldırılıp kaldırılmamasının halkoyuna sunulacağının açıklanması vb. gibi önlemlerin anılması, bu çizginin revizyonist burjuva içeriğini belirtmek için yeterli olacaktır.
Sorun, Alia çizgisinin burjuva revizyonist niteliğiyle AEP ve ASHC’nin bugünkü durumunun saptanması değil, bu duruma nasıl ulaşıldığı, AEP ve Arnavutluk’un bu duruma nasıl getirildiğidir. Sorun, SB ve bir dizi ülkede geri dönüşün deneyleriyle eğitilmiş, bu deneylerden teorik ve pratik sonuçlar çıkarmış AEP ve onun yönetimindeki ASHC’nin nasıl geri dönüş yoluna sokulduğu sorunudur. Ve bu durum bütün ülkelerin Marksistlerine, geriye dönüşlerin, derinlemesine inceleme konusu edinilerek, neden ve sonuçlarıyla, gerçek temelleriyle ortaya konması, Marksizm Leninizm ve sosyalizmin temel ve genel sorunlarının irdelenerek her türden sapmaya karşı ideolojik mücadelenin geliştirilmesi sorumluluk ve görevini yüklemektedir.
AEP’nin revizyonizmin egemenliğine girmesi ve ASHC’nin “kapitalizm yoluna sokulmasının, teşvik ve tehditleriyle bu yolun açılmasında katkıları olan uluslararası burjuvazi ve revizyonizmin, Troçkistlerden Maoculara kadar bütün bir anti Marksist cephenin eline önemli bir koz verdiği gerçektir. “Sosyalizmin son kalesinin yıkılması”, bu cepheyi sevince boğmakla kalmamış, Marksizm Leninizm ve sosyalizmin tamamen “öldüğü” iddiası içinde olmak üzere, Stalin ve eserine, sosyalizmin temel sorunlarına ilişkin sapmalar oluşturan tezler daha yüksek sesle savunulur olmuştur. Bu gerici bloklaşmanın Marksist ve devrimciler ve emekçi kitleler arasında, Arnavutluk’taki durumdan harekede, kuşku, güvensizlik, umutsuzluk ve moral bozukluğu yayıcılığına şimdiden soyundukları görülüyor. Bu koşullarda geri dönüşlerin neden ve gerçek temellerinin olanca derinliğiyle ortaya konup burjuva revizyonist cepheye karşı amansız bir ideolojik mücadelenin yükseltilmesi daha bir önem kazanmaktadır. Üstelik geri dönüşlerin köklü bir analiziyle bunlardan dersler ve sonuçlar çıkarmak, gelecekteki ideolojik, politik, örgütsel gelişme ve mücadeleler açısından dirimsel önemdedir.
Gerici kamp sevinebilir, ancak sevinci kursağında kalacaktır. İşçi sınıfı ve Marksizm, kuşaktan kuşağa deney aktarımlarıyla da, onları savunacak ve savunma yeteneğinde evlatlarını yetiştirmektedir. Lenin, Marks ve Engels’in eserini geliştirip zenginleştirdi, onu savundu ve yaşama geçirdi. Stalin, Lenin’in öğrencisi ve takipçisi olarak Marksizm Leninizm hazinesine sahip çıktı, uyguladı ve geliştirdi. Sevgili Enver Hoca, Stalin’in yanında ondan öğrendi ve Marksizm Leninizm’i en zor koşullarda, bütün bir düşman cepheye karşı ve güvenle söyleyebiliriz ki, eserlerinin bütününde genel olarak ilke yanlışlıklarına düşmeden, savundu. Türkiyeli komünistler, uluslararası komünist hareketin değişik ülkelerdeki müfrezeleri, öğretmenleri olarak tanıyıp tanıtacakları Enver yoldaşları ve onun dik başlı yiğit devrimci AEP’den çok şey öğrendiler. Biz hazırız. Çeşitli ülkelerdeki yoldaşlarımız hazırlar. Bütün bir gericilik karşısında Leninizm’i savunacak yeterince birikimimiz var. Savunacağız, uygulayacak ve geliştireceğiz. Tarihin tekerleğini tersine döndürmek isteyen, her kim olursa olsun onun altında kalacaktır. Bu tekerleği hep ileri doğru iteceğiz. Marksizm’in yenileceğini sananlar aklandıklarını görecekler. Marksizm, ne Rusya ne de Arnavutluk var diye var olmadı. Rusya, Arnavutluk ve diğerleri, Lenin, Stalin ve Enver Hoca gibi büyük devrimcilerin ve onların yaslanıp örgütledikleri, harekete geçirdikleri işçi sınıfının güçlü omuzlarında sosyalizm yoluna girdiler. Kapitalizm yolunda yürüyenler ve bu yola taş döşeyenler, dünya işçi sınıfının olanaklarını, işlevini ve bu işlevini gerçekleştirme potansiyelinin gücü ve sınırsızlığını unutuyorlar. Oysa bu güç kendisini Türkiye’de bugünden hiç de azımsanmayacak boyutlarıyla ortaya koyuyor bile.
Marksistler açısından Stalin ve Enver Hoca tabu değildir. Ama özellikle bu aşamada bu iki büyük komünisti savunmak, onlara ve eserlerine sahip çıkmak, gerçek Marksist olmanın ve sosyalizm yolunda yürümenin ölçütü durumundadır. Proletarya kurtuluşuna, ancak onların ve eserlerinin izini sürerek ulaşabilir. Marksistler bu izi sürecekler.

Mao’nun izini sürenlerin, Deng ve ekibinin hali ortadayken, Maocular, AEP’in Mao’yu eleştirmeye başladıktan sonra girdiği “dogmato revizyonist” (ne demekse? Gerçekte, ya dogmatik olunur ya revizyonist) yolda kaçınılmaz olarak bu noktaya geldiğini iddia ediyorlar. Onlara göre, herhalde en başta burjuvaziden kopmamak, ekonomik ve siyasal iktidarı onunla paylaşarak “sosyalizmi inşa etmek” (!) gerekiyordu.
Troçkistler, zaten “tek ülkede sosyalizmin zaferi olanaksız”dı ve “Arnavutluk bürokratik bir işçi devletiydi” temel tezlerinden (70 yıldır çiğnene çiğnene eskimiş tezlerden) hareketle yeni bir iddiada bulunuyorlardı. “Arnavutluk Doğu Avrupa ülkelerini takip edecekti”… Arnavutluk’la diğer Doğu Avrupa ülkelerini “Stalinist diktatörlükler” ortak paydası ile aynı kefeye koyuyor, ona aynı geleceği biçiyorlardı. Şimdi söylediklerinin doğrulandığını düşünüyor ve iddia ediyorlar. Gerçek değildir.
Arnavutluk uzun yıllar proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmi inşa ettikten sonra, Doğu Avrupa ülkelerinin on yıllar önce girdikleri revizyonist karşı devrim yoluna değişik koşullarda ve yeni giriyor.
Doğu ülkelerindeki revizyonist çöküntünün Arnavutluk’un geri dönüş yoluna girmesinde belirli bir etkisi oldu. Bu ülkelerin çöküntü ve bütünüyle batılılaşma yoluna girmeleri öncesinde, Arnavutluk, dış ticaretinin önemli bir kısmını onlarla yapıyordu. Arnavutluk’a yönelik burjuva revizyonist kuşatmanın nispeten gevşek olduğu ülkeler arasında, Türkiye gibi ülkelerin yanında, birkaç Doğu Avrupa ülkesi vardı. Bu bloktaki çöküş, takasa dayalı olarak gerçekleşen bu ticareti bozmuş ve dolayısıyla Arnavutluk’un ekonomik durumunu zorlaştırmıştı. Üstelik Arnavutluk yaşayan tek sosyalizm uygulaması olarak bu ülkelerin öfkeyle ve vahşice hedefledikleri ülke olmuştu. Doğu ülkelerinde iktidara gelen yeni batıcı güçlere kendi yakın geçmişlerini hatırlatıyor ve ölesiye nefret ettikleri ve hınçla saldırdıkları sosyalizmi temsil ediyordu. Arnavutluk’a yönelik kuşatma, bu koşullarda amansızlaştı, vahşileşti ve sertleşti. Sosyalizmi çökertmek için her türlü yola, tehdit, şantaj, propaganda, gericiliğin kışkırtılıp teşvik edilmesi ve içten çökertme yollarına başvuran emperyalistlerin, Yugoslav ve Yunan gericilerinin yanına bu ülke gericileri de yeni bir şevkle katıldılar. Arnavutluk yeni zorluklarla karşı karşıya kaldı.
Üstelik küçük bir ülke olmanın zorlukları vardı. En başta büyük ölçekli sosyalist üretimle pazarın küçüklüğü arasındaki ilişki sosyalist inşayı zorlaştıran önemli bir etkendi.
Bunlar küçümsenmeyecek ciddi zorluklardı. Ama Arnavutluk’un sosyalizm yolunda kalmasını ve ilerlemesini olanaksız mı kılardı? Hayır. Öteden beri Yugoslav, Sovyet ve Çin revizyonistlerinin müdahale ve şantajlarıyla derinleştirilen emperyalist revizyonist kuşatmanın zor koşullarında gelişen Arnavutluk sosyalizminin ilerleyişinin zorluklarını artırırdı. Öte yandan Arnavutluk, 40 yıldan uzun bir süredir küçük bir ülke olarak sosyalizmi inşa ediyordu. Zaten hiç büyük olmamıştı. Böyle zor koşullarda yapılması gereken tek şey vardı: İçte ve dışta sınıf mücadelesini yükseltmek, sosyalist eğitime ağırlık vererek başta parti olmak üzere bütün ülkede disiplin, fedakârlık ve mücadele ruhunu geliştirmek, proletarya ve emekçi halkla bağları daha da sıkılaştırarak proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırmak.
Ramiz Alia tam tersini yaparak karşı safa geçti ve mücadeleyi, o saflardan, proletarya ve sosyalizme karşı yürütmeye başladı. O, karşılaşılan zorlukları istismar etti. Böyle zorluklar karşısında, yukarıda belirtilen tutum alınmak ve emekçi kitleler, amacı, işlevi ve perspektifleri konusunda açıkça ve sistemli olarak eğitilerek, çeşitli tavizler verilerek geri çekilme ve soluklanarak güç toplama taktiği izlenebilirdi. Dönek Alia, zorlukları istismar ederek bu taktiğin sözünü etti başka ülkelerin komünistlerine, Emek Partisine ve Arnavutluk halkına bu yönde açıklamalar yaptı. Ama öte yandan, izlenenin, bir taktik olmadığını, reformlarla Arnavutluk’un “geri dönülmez bir yola girdiğini”, bu yolun “halkın seçtiği yaşam biçimini oluşturduğu”nu söylüyordu. Alia, sevgili Enver yoldaşın kararlı mücadeleci tutumunun tersine, zorluklan ileri sürerek emperyalistlerin önünde diz çökmüş, baş eğmezliğin simgesi olmuş Emek Partisi’ni de teslimiyet ve revizyonizm yoluna yöneltmişti.
“Demokrasi kahramanı” pozları takınan dönek Alia ve ekibi, “sosyalist demokrasinin derinleştirilmesi” adı altında, gerçek demokrasi olan, emekçi halkın ekonomik ve siyasal yaşamın yönetimine doğrudan katıldıkları, ona dayanan ve onun için olan sosyalist demokrasi yerine, “batı standartları” propagandasıyla, politik çoğulculuk sistemiyle parlamenter burjuva demokrasisini geçirmeye yönelir, sosyalist parti ve devleti tahrip eder ve başta sosyalist ekonominin pazar ekonomisine dönüştürülmesi ve merkezi planlama yerine kar ilkesinin geçirilmesi olmak üzere, toplumsal yaşamın bütün alanlarında değiştirilmeyen şey bırakmazken, hiç de “demokratik” tutum ve yöntemler kullanmadı. Bütün yöntemleri darbeciydi.
Birkaç örnek vermek gerekirse, Alia, kendi başkanlığında 1986’da toplanan AEP 9. Kongresi’nde saptanmış genel yönelim ve çizgiyi, alınan tüm kararları MK Plenumları ve daha dar toplantılarda değiştirdi. Önemli kararlar alınırken kardeş partilerle bile görüş alışverişinde bulunan Enver Hoca yoldaşın demokratik tutumunun tersine, O, kararların parti içinde bile tartışılmasını ve partililerin kararlara katılmasını engelleyerek, “uzmanlar”, profesörler, bürokrat ve askeri “yetkililer”le oluşturularak alınan kararlan partiye dikte etti. Uzun süre amaçlarını partiden gizleyerek Marksizm-Leninizm’e ve Enver Hoca tarafından geliştirilmiş çizgiye sadık kaldığını, koşullar karşısında taktik izlenmekte olduğunu ileri süren Alia, burjuva unsurların teşvik edilmesiyle güç kazandıkça açık oynamaya ve ülke hayatını hızla ve baştan aşağı değiştirmeye girişti. Bu süreçte, parti içinde bürokratlaşma eğilimindeki bazılarını “ikna” ederek yanına çekti, karşı duranları gücü yettikçe tasfiyeye yöneldi. Elçilik olayları gibi her fırsattan, partinin Leninizm’e sadık kalan ama belirli bir bürokratik deformasyon içinde atıllaşan ve girilen revizyonizm yolunu tersine çevirmeye güç yetiremeyen kıdemli parti önderleri ve kadrolarını “sağlık” ve “yaşlılık” gibi gerekçelerle ve tepki çekmekten kaçınarak, daha çok “terfian” görevlerinden alınıp kızağa çekilmeleri yoluyla, tasfiye etmek için yararlandı. “Yola gelmeyen” 5 politbüro üyesi, Merkez Komitesi toplantısına bile gerek görülmeksizin görevlerinden alındı. Partiyi “demokratikleştirici” reformlardan biri, “yerel parti organ sekreterlerinin iki dönemden fazla görev yapmamaları”na ilişkin olan, Gorbaçov’dan ödünç alınmış, bizde Aybar tarafından savunulmuş, yöneticiliği, proletarya ve Leninizm’e bağlılık, bilgi ve beceri düzeylerine değil süreye bağlayan biçimsel burjuva demokratizminin bir normunun uygulanmasına geçişti. Amacı, denenmiş ve karşı koymayı örgütleyebilecek yönetici kadroların konumlarından uzaklaştırılmalarıydı. Ve bu önlemle çok sayıda kadro yönetici mevkilerden tasfiye edildi.
Peki, sorun, darbe sorunu mudur, geri dönüşler ve özel olarak Arnavutluk’taki geriye dönüş, “darbeler” mantığıyla açıklanabilir ve revizyonizmin egemenliği ve restorasyon tehlikesine karşı mücadele, darbe olasılığına karşı mücadele ve bu konuda uyanıklığa indirgenebilir mi?
Silahlı proletarya egemenliğini, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi demek olan proletarya diktatörlüğünü, burjuva diktatörlüğü benzeri, dayanaksız ya da halktan kopmuş dar bir elitin, örneğin bürokrasinin, partinin diktatörlüğü olarak gösteren burjuvazi ve Troçkistler, onlara katılan Maocular, Türkiye’de Aydınlıkçılar gibileri ve onlardan az ya da çok etkilenenler, sorunu dar elitler arası çekişmeler ve “saray darbeleri” sorunu olarak koyuyor; gelişmeleri, kişiler ve dar grupların sürtüşme ve tutumlarına bağlıyorlar. Sorunu, doğru “haleflerin seçilmesi” olarak gösterip kişilere bağlayan Maocu anlayış oldukça yaygındır. Ama ne Enver Hoca “bürokratik bir diktatörlüğün” başındaydı, ne Arnavutluk’un bugünkü durumu Onun “dogmato-revizyonist çizgisi”nin doğal ve kaçınılmaz sonucudur ve ne de gelişmeler, Enver Hoca’nın yerini alan Alia’nın kötü niyeti ve darbesine ve genel olarak kişilere bağlanarak izah edilebilir.
Başlangıçta, örneğin Enver Hoca’nın sağlığında Alia’nın kötü niyetli ve yüzünü gizleyen bir bürokrat ve revizyonist ve bir darbeye yönelik bilinçli hazırlık içinde olan bir gerici olup olmadığı önemli değildir. Ancak belirli bir aşamadan sonra, Alia, etrafına topladıklarıyla, uzun süre gizlice ve Leninizm’e, Enver Hoca ve çizgisine, sosyalizme sahip çıkma örtüsü altında, geriye dönülmez noktayı aştı, önce “tavizler siyaseti” aldatmacasıyla sonra açıktan revizyonizm ve restorasyonu geliştirici bilinçli bir revizyonist olarak davrandı ve darbeci yöntemlerle parti ve devlete egemen oldu.
Arnavutluk’ta Alia ve ekibi tarafından darbeci yöntemler kullanıldığı ve bir darbenin gerçekleştirildiği açıktır. Ama bu, burjuva ülkelerdeki “saray darbeleri” ya da askeri darbelerden farklıdır. Sosyalist ülkelerde geri dönüşün bir unsuru olarak darbeci yöntemler ve darbe ve genel olarak kişilerin rolü, ideolojik, siyasal, iktisadi, kültürel, askeri her alandaki koşullar, rol oynayan unsurlar, örgütler ve yaratılmış mekanizmalardaki gelişmeler ve değişiklikleri kapsamak üzere, varolan toplumsal koşullar ve bu koşullardaki gelişme ve değişikliklerin önemli bir yönü ama sadece bir yönüdür.
Sosyalist bir ülkede bu koşullar, egemen sınıf durumuna gelmiş olan proletarya taralından yaratılmış ve örgütlenmiştir; ancak bu koşullar uzun süre içinde burjuva unsurları barındırır ve bunlardan etkilenirler, onların oluşturduğu tehlikelerle karşı karşıya bulunurlar. Geri dönüşler, onların bir yönü ve aracı olan darbeler ve bu darbeleri gerçekleştiren yönetici konumlarda olan kişilerin gerici rolü, gerçek anlamda bir devlet olmaktan çıkmış bir geçiş devleti olan proletarya diktatörlüğü döneminin ekonomik, siyasal vb. toplumsal koşulları, bu koşullardaki değişme ve gelişmeler temelinde, bir sınıf oluşturmak üzere şekillenmeleri ve toplumsal gelişmeye damgalarını vurmaları engellenmiş, işlev ve etkileri sınırlandırılmış, ancak tümüyle yok edilememiş ve uzun süre edilemeyecek olan ve sürekli bir sınırlandırıcı ve gelişmelerini engelleyici mücadelenin hedefi yapılmaktan uzaklaşıldığı durumlarda yozlaştırıcı ve bozucu etki ve işlevleri gelişip yıkıcı sonuçlara kaynaklık edebilecek kapitalist unsurların varlık koşulları temelinde anlam kazanır. Geri dönüşlerin gerçek neden ve kaynaklan bu koşullardadır ve bu tehlikeye karşı yürütülecek mücadele ve alınacak önlemler bu alanda yaşama geçirilebilir. Bürokrasi tehlikesinin, gerici özlem ve yönelişlerin, darbecilik ve revizyonizmin kaynağı bu toplumsal koşullardır ve geri dönüş olasılığına karşı önlem, bu koşulların Marksizm Leninizm’in normlarıyla biçimlendirilmiş örgüt ve mekanizmalarla düzenlenmesi yoluyla alınabilir.
Sosyalist toplumda, sınıfsız-sömürüsüz topluma geçiş dönemi olan proletarya diktatörlüğü koşullarında, üretim araçları toplumsallaştırılıp burjuvazinin bir sınıf olarak varlığına son verilmesine, sanayi ve tarımda sosyalist üretim ilişkileri kurulup üretim merkezi bir plan uyarınca örgütlenmesine rağmen, kapitalizmin kalıntıları daha uzun bir süre yaşamaya devam eder. Meta ilişkileri var olmaya devam eder. Sınırlandırılmıştır ve tüm üretim meta üretimi değildir; ancak meta ilişkileri, farklı sosyalist mülkiyet biçimleri ve az da olsa bireysel mülkiyet ve farklı sektörler arasında değişim sürdüğü ölçüde ve koşullarda varlığını sürdürür. Bu durumun etkileri bölüşümde de görülür. Sosyalist toplumda bölüşüm, “emeğine göre” gerçekleşir ve burada hâlâ meta ilişkilerinin yön verici yasası olan değer yasası rolünü oynamaya devam eder. Bu yönüyle burjuva hukuku ve hakkı geçerliliğini sürdürür. Kendisi de burjuva karakter taşıyan ve değer yasasının bir başka dile getirilişi ve yönü olan “eşit işe eşit ücret” ilkesi uygulamasına rağmen, bu nedenle ve sürekli sınırlandırılmasına yönelmek gereken ücret farklılıkları bir kılıçla kesilip atılanı az. Kafa ve kol emeği ve sanayi ile kır arasındaki farklılıklar bir çırpıda giderilemez ve bu durum meta ilişkilerinin, değer yasasının ücret farklılıklarının sürmesini besleyici rol oynar. Üretimin olağanüstü gelişmesine bağlı olarak politeknik ve kültürel eğitimin genelleşmesi ve her yönüyle yeni insanın yaratılması ile birlikte devletin gereksizleşip sönmesinin koşulları oluşuncaya kadar, varolan farklılıklar süreç içinde azalmasına rağmen yönetilen ve yönetenler ve aralarında farklılıklar varlıklarını korurlar. Toplumun yönetilmesi işi, devlet işleri, biçimsel olmakla kalmayan gerçek (sosyalist) demokrasi koşullarında, Sovyetler ya da konseyler, cephe örgütleri, sendikalar, denetim komisyon ve komiteleri aracılığıyla emekçi kitlelerin en geniş katılımının örgütlenmesiyle yürütülmekle birlikte, yöneten-yönetilen farklılığının tümüyle aşılması sınıfsız toplumun oluşturulmasına bağlandığından ve ne türden olursa olsun demokrasi, sınıf farklılıklarının ve sayılan diğer farklılıkların, giderek azalmakla birlikte, devamı demek olduğundan, sosyalist demokrasi ya da proletarya diktatörlüğünde, devlet işlerinin yürütülmesinin burjuva devletlerde olduğu gibi halktan kopuk, onların üzerinde meslekten yöneticiler olmasalar da, belirli ölçüde, yöneticiler tarafından gerçekleştirilmesine bütünüyle son verilemez. Yöneten-yönetilen farklılığının devamının maddi koşullarının ancak sınıfsız topluma varıldıkça ortadan kalkabileceği ve bütünüyle ortadan kalkmasının devletin sönmesiyle özdeşlik içinde bulunduğu düşünüldüğünde, proletarya diktatörlüğü altında bu farklılığın belirli bir rol oynayacağı ve yapılacak ve yapılması gereken tek şeyin, yönetici konumlarda olanların kendilerinin ve yönetsel aygıtın kendisinin bürokratlaşma tehlikesine karşı mücadele olduğu anlaşılacaktır.
Sosyalist toplumda dirimsel ve yıkıcı sonuçlara yol açacak olan, bürokrasi tehlikesidir. Böyle bir tehlike sürekli vardır ve yönetici konumlarda olanların meslekten yöneticilere dönüşmelerinin ve proleter devlet aygıtlarının bürokratik aygıtlara dönüşmesinin yolunu açmalarının engellenmesi, içerde sınıf mücadelesinin temel bir yönünü oluşturur. Bu yönde, emekçi kitlelerin devlet işlerinin yürütülmesine en geniş katılımının sağlanmasının yanında, yöneticilerin, öncelikle kendilerini meslekten yöneticiler olarak görüp hissetmemeleri ve öte yandan bunun nesnel koşullarının da en minimuma indirilmesi için, yöneticilerin sık sık fabrika ve tarlalarda çalışmalarının örgütlenmesi, normal bir işçiden fazla ücret almamaları, kendilerini seçen kişi ve organlar tarafından görevden alınabilmeleri ve bu amaçla emekçi kitlelerin yönetime en geniş biçimde katılmalarının olduğu kadar, bu katılımın aktif biçimde, disiplinin yanında eleştiri ve özeleştirinin, aleniyetin ve emekçi inisiyatifinin derinlemesine serpilip gelişebileceği mümkün en demokratik mekanizmaların oluşturulması gerektiği açıktır. Devletin sınıf farklılıklarından doğduğu ve şöyle ya da böyle toplumun üzerinde ve ona yabancı bir aygıt olduğu, kapitalizmden itibaren burjuva bir karakter taşıdığı, komünist toplumda devlete yer olmayacağı, proletaryanın, bir baskı aracı olan devleti, özünde ve perspektif olarak reddettiği ama anarşist de olmadığı, sosyalist toplumda devletin yani proletarya diktatörlüğünün kaçınılmaz ve zorunlu olduğu; ama bu devletin burjuva/isiz burjuva devleti, burjuvaların egemen durumlarından uzaklaştırıldığı ve sınıf olarak varlıklarına son verildiği ama hukukunun belirgin bir biçimde devam ettiği, değişik bir sınıf karakteri kazanmak ve proletaryanın amaçlan doğrultusunda kullanılmakla birlikte ve ne denli öyle olmaktan uzaklaştırılsa uzaklaştırılsın, siyasetin, yani devlet işlerinin, başlıca üst yapıya ilişkin bir faaliyet olarak ve ona uygun (ne denli değiştirilmiş olursa olsun) yapılarıyla ve bizatihi ve yalnızca kendileri ve işlevlerinden kaynaklanan yöneticilikleri sınırlandırılmış olsa, da hâlâ yönetici işlevlere sahip olan ve yönetici faaliyet sürdüren çeşidi kurum ve organlar ve yönetici konumda olan kişilere dayanılarak yürütüldüğü bir devlet, yani burjuva devlet ve diğer yandan, yönetime emekçilerin katılması, yönelim faaliyetinin sıradan günlük bir iş haline gelmesi ve sıradan işçi ve emekçilerce yürütülmesi ölçüsünde, yönetici kurum, organ ve kişilerin, ücretleri, geri alınabilirlikleri, doğrudan üretken faaliyette de çalışmaları ve demokrasinin alabildiğine genişleyip devlet ve organlarıyla birlikte sönmesinin arifesinde olması nedeniyle ve bu yönleriyle, aslında artık devlet olmayan bir devlet, devlet olmaktan çıkmaya başlayan bir devlet olduğunu bilinciyle sosyalist toplumun sorunlarına yaklaşmak, bu perspektifle mücadele etmek ve buna uygun olarak burjuva unsur ve yönleri sürekli olarak sınırlandırıcı önlemler almayı sürdürmek zorunludur. Engels ve Lenin, proletarya diktatörlüğünün, “burjuvazisiz bir burjuva devlet”, “kelimenin gerçek anlamıyla artık bir devlet olmayan devlet”, “bir yarı-devlet” olduğunu boşuna söylemediler.
Dönek Alia, burjuva amaçlan ve revizyonist yönelimine uygun olarak tam tersi bir bilinç ve perspektifle davrandı. O, başlangıçta, proletarya diktatörlüğünü güçlendirme adına (ve sonra bu gerekçeden de vazgeçerek) dolaysızca ve kategorik olarak devleti, onu toplumdan kopuk, onun üzerinde ve ona yabancı yapan öğeleri, yönetici işlevlerinin güçlendirilmesiyle devlet kurumlarını, içişleri organlarını ve kurumsal yapısıyla orduyu güçlendirmeye girişti.
Devletin güçlendirilmesiyle proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesinin bir ve aynı şey demek olmadığı açıkça anlaşılmalıdır. Devletin devlet olarak güçsüzleştirilmesi ve gelecekte sönecek olmasına uygun davranılmasıyla proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi arasında bir çelişme yoktur ve tersine proletarya diktatörlüğü ne denli güçlendirilirse, devlet, o denli sönmeye yakınlaşır. Bu ne demektir?
Egemen sınıf olarak örgütlenen proletarya, burjuvaziden devlet diye bir mekanizmayı miras almıştır. Devlet aygıtı, sosyalizmde, hemen kaldırılıp bir kenara atılamayan bir kapitalizm kalıntısıdır. Yönetici kurumlarıyla, içişleri organları, yani polisi, gizli polisi vb. ile militer aygıtıyla. Proletarya, iktidara gelirken parçaladığı bu aygıtı, kuşkusuz, olduğu gibi kullanamaz ve değişikliklere uğratarak dönüştürür; ama varlığına bütünüyle son veremez. Proletarya diktatörlüğü, devlet yönetim organlarının denetimsiz ve kimseye hesap vermeyen bürokratik, bizatihi yönetici iktidar organları olmaktan çıkması, dolaysız olarak proletarya ve emekçilere bağlanması demektir. Devlet işlerinin sıradan günlük işler olarak sıradan insanlar olan işçiler tarafından yürütülmesi ve ancak bu temelde ve yöneten-yönetilen farklılığının yok edilmesinin olanaksızlığı ölçüsünde, bizatihi ve meslekten yöneticiler ve bunlardan oluşmuş organlar olmaktan uzaklaştırılmış organlar ve kişilerin şahsında yönetici işlevlerin devam etmesi demektir. Organlarının bileşimi, yöneticilerin değişebilirliği, ücretleri, doğrudan üretken çalışma içinde bulunmaları ve emekçilerin kitlesel olarak yönetim işlerinin yürütülmesine katılmasıyla karakterize olan proletarya diktatörlüğü, başta, iktidar organı olan ve sadece yasama değil aynı zamanda doğrudan yürütme yapan Sovyet meclislerine dayanır ve bu nitelikleriyle devletten farklılaşır. Bu niteliklerin geliştirilmesi ve aynı anlama gelmek üzere, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi, devletin sönmesine götürecektir; ama salt yönetici organların ve kişilerin (meslekten) yöneticiliğinin geliştirilip güçlendirilmesi, bürokrasinin güçlendirilmesidir, devletin sönmesine değil, tersine güçlenmesine ve yeniden tam bir burjuva devlete dönüşmesine götürür.
İçişleri organları ve ordu açısından da durum farklı değildir. Proletarya diktatörlüğü silahlı güç olarak, çeşitli biçimlerde örgütlenmiş, silahlandırılmış işçilere dayanır; o, silahlandırılmış işçi sınıfının egemenliğidir. Sosyalist toplumda iç güvenlik silahlı işçi milisleriyle sağlanır. İç ve dış yıkıcılığa, casusluğa vb. karşı koyma örgütü, teknik ve bilgi düzeyi açısından belirli uzmanları kaçınılmazlıkla gereksinecektir, ancak, bu faaliyetin yalnızca uzmanlar ve onların örgütlenmesi aracılığıyla yürütülmesi düşünülemez bile. “İstihbarat” örgütlerinin istihbarat ve güç kaynağı örgütlü emekçiler olabilir. Yıkıcılığa karşı mücadelenin temeli yine onlardır. Ve iç ve dış yıkıcılığa karşı ve istihbari örgütlenmelerin, içinde uzmanlar barındırsa da, mutlaka emekçi örgütleri olması ve onların güç ve potansiyeline dayanması zorunludur. Bu tür örgütlerin güçlendirilmesi, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesidir ve devletin sönmesine yakınlaşmaktır. Ama kurumsal olarak (uzmanlar örgütleri olarak) içişleri organlarının güçlendirilmesi, proletarya diktatörlüğünün zayıflatılması ve burjuva diktatörlüğüne yönelmek anlamına gelir.
Proletarya diktatörlüğünde sürekli ve profesyonel orduya yer yoktur; ancak kesinlikle geçici olarak ve son derece özel ve istisnai durumlarda, örneğin büyük savaş koşullarında sürekli orduyu çağrıştırabilecek önlemler anlayışla karşılanabilir. İşçi egemenliği, dış güvenliğini bizzat kendi örgütlü silahlı gücüyle, silahlandırılmış işçi birlikleri ve milisleriyle sağlayabilir.
“Özel silahlı adam müfrezeleri” kavram ve olgusu, genel olarak devlete, bu aşamada burjuva devlete özgüdür ve proletarya diktatörlüğü, ancak, silahlı güç olarak, “bizzat silahlı güç faalinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücü” (Engels) olarak “özel silahlı adam müfrezelerine” (Lenin) değil, silahlandırılmış emekçi halka, “halkın özerkli silahlı örgütlenmesi” ne (Lenin) dayanıyorsa ve dayandığı ölçüde proletarya diktatörlüğüdür. Proletaryanın askeri teknik, taktik, silaha ilişkin ve eğitsel bilgi birikimli, eğitilip uzmanlaştırılmış belirli kişilere de ihtiyacı olacağı kuşkusuzdur. Bunları da kucaklayan, ancak subayların seçildiği, bütün halkın silahlanmasına dayanan ve üretim faaliyetiyle doğrudan bağlı işçi ve emekçi milisi örgütlenmesi, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesi gereken temel dayanaklarından biri olarak, zorunlu askerlik hizmeti ve hiyerarşik sistemiyle militer bir aygıt oluşturan ve zora dayalı disiplinle bir arada tutulan bir burjuva kurumu olarak sürekli ordudan tümüyle farklıdır. İşçi milisi örgütlenmesi, kızıl ordu ya da halk ordusu, dış düşmanlara karşı sağlam bir güvence ve devletin sönmesine gidişin araçlarından biriyken, sürekli ordu, burjuva diktatörlüğünün ve silahlı işçi birlik ve milislerinin sürekli ordu yönündeki bozulma ve yozlaşması ve uzman askeri kadroların yetkileri, işlevleri, hiyerarşi ve gönüllü olmayan disipline yatkınlıklarıyIa sivrilip silahlı birliklerin temelini oluşturmaları, burjuva diktatörlüğüne dönüşün belli başlı faktörleri arasındadır.
Lenin sorunu, tüm berraklığıyla daha 19I7’de ortaya koymuştur:
“… Bizim, proletaryanın, bütün emekçilerin, nasıl bir milise gereksinimi var? Gerçekten bir halk milisi, yani birincisi, gerçekten bütün halktan, her iki cinsiyetin bütün yetişkin yurttaşlarından oluşan ve ikincisi, bir halk ordusunun göreviyle polislik görevini, devlet düzeninin en önemli ve ana organlarının ve devlet yönetiminin görevleriyle birleştiren bir milis.
“(…)
“… Petrograd’ın yaklaşık 2 milyon nüfusu var ve bunun yandan çoğu 15-65 yaş arasındadır. Diyelim ki yarısı, bir milyonu. Bunun hadi dörtle birini de çıkaralım: geçerli gerekçelerden ötürü bugün kamu hizmeti göremeyecek durumdaki hastaları ve diğerlerini. Geriye 750.000 kişi kalır ki, bunlar örneğin her on beş günde bir miliste çalışırsa (ve bu süre için girişimciden ücretlerini alırlarsa), 50.000 kişilik bir ordu kurulur. Bizim gereksindiğimiz böyle tipte bir “devlet”tir! Böyle bir milis, yalnız adıyla değil, gerçekten bir “halk milisi” olur.
Bu yolu tutmalıyız ki, hiçbir özel polis ve halktan ayrı hiçbir özel ordu yeniden kurulmasın.
Böyle bir milis, yüzde 95 işçilerden ve köylülerden oluşur ve halkın ezici çoğunluğunun sağduyusunu ve iradesini, gücünü ve kuvvetini dile getirir. Böyle bir milis, gerçekten tütün halkı istisnasız silahlandırır ve askeri sorunlarda eğitir ve halkı, gericiliği tüm restore etme çabalarına karşı, çar ajanlarının bütün tertiplerine karşı, Guçkov vari ve Milyukov vari olmayan bir tarzda güvence altına alır. Böyle bir milis, “İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyet”inin yürütme organı olur, halkın mutlak güvenini kazanır; çünkü kendisi istisnasız bütün halkın bir örgütü olur. Böyle bir milis, demokrasinin halkın kapitalistlerce köleleştirilmesini ve alaya alınmasını gizleyen yıldızlı bir tabela olarak kalmasını önler, yığınların bütün devlet işlerine katılması için gerçekten eğitilmesi olur.” (Uzaktan Mektuplar – III. Mektup, Proleter Milis Üzerine) ve
“… Polisin yerini bir halk milisinin alması -bu, tüm devrim sürecinin akışından ortaya çıkan ve şimdi Rusya’nın çoğu kısımlarında uygulanan bir dönüşümdür. Halka, alışılan tipteki burjuva devrimlerin çoğunda bu dönüşümün her zaman son derece kısa ömürlü olduğunu ve burjuvazinin -en demokratik, en cumhuriyetçileri bile- eski, Çartist tip polisi, yani, halktan kopuk, burjuvaziden emir alan ve her yoldan halkı ezebilecek olan polisi yeniden düzenlediklerini açıklamalıyız…
Polisin yeniden örgütlenmesini önlemenin bir tek yolu vardır: Genel bir halk milisi yaratmak ve polisi bu ordu içinde eritmek (düzenli bir ordunun yerine bütün halkın silahlandırılmasının geçirilmesi)” (Devrimimizde Proletaryanın Görevleri)
Darbe, ancak bu koşullar, kapitalizmin kalıntıları, burjuva unsurlar, gerekli şekilde davranılmaması ve doğru bir çizgi izlenerek sınıf mücadelesinin yükseltilmemesi durumunda, bu kalıntıların, yeni burjuva unsurların ortaya çıkıp güç kazanması ve sosyalist mekanizmaları içerden bozmasına da kaynaklık eden gelişmesi tehlike ve olanağının bulunması koşullan ile birlikte düşünüldüğünde anlaşılır bir şey olabilir. Bu kalıntıları ve eski-yeni burjuva unsurları geliştirmeye yönelik bir hazırlık içinde olmayan, varlığı süren ve geliştirilen bu unsurlara dayanmayan ve onlardan güç alıp beslenmeyen, kısacası, toplumsal sistemin genel bir bozulmasının hem ürünü hem de aracı olmayan “saray darbesi” yaklaşımıyla geri dönüşler açıklanamaz.
Üstelik bu da yeterli değildir. Çünkü kapitalizmin kalıntısı burjuva unsurlar sayılanlardan ibaret değildir. Sosyalist toplumda ideolojik ve kültürel alanda da burjuva unsurlar bir çırpıda yok edilemez ve uzun süre varlıklarını sürdürürler. Burjuva ideolojisinin kalıntıları, milliyetçi ve dinsel fikirler, küçük burjuva ideolojisinin çeşidi biçimlenmeleri, küçük burjuva ruh halleri, önyargı, özlem ve özentiler, alışkanlıklar, sosyalist eğitim ve yeni insanın yaratılması mücadelesi ve bu mücadelenin başarısını nesnel olarak olanaklı kılmak üzere ekonomik temelde, üretim ve değişimde burjuva unsurların giderilmesi yönelim ve çabasına bağlı olarak, etkileri giderek azalmakla birlikte, var olmaya devam ederler. Bir darbe, hazırlığı ve gerçekleşmesini olanaklı kılan, ona ideolojik gıda sağlayan ve yine ona kafaları karışık, burjuva, küçük burjuva özlem ve özentilere sahip, hala kurtulamamış olduktan bu tür alışkanlıktan işlenip geliştirilmiş unsurların şahsında dayanaklar sunan bu kalıntı ve burjuva unsurlar ve onların engellenmeyen tersine önü açılmış gelişmeleri olmadan izah edilemez.
Sosyalizm yolunda ilerlemede olduğu gibi geri dönüşlerde de, birbiriyle bağlantılı üç temel faktör rol oynar. 1) Önderlik, 2) Sınıf mücadelesi, 3) Yenilerini doğurma tehlike ve potansiyelini de içinde barındıran burjuva unsur ve kalıntılar.
Önderlik, Marksizm Leninizm silahını kullanıyorsa ve sağlamsa, çizgisi ve genel siyasal yönelimi doğruysa; bu önderlik, başlıca hedefi sözü edilen kalıntı ve unsurları tedricen giderip sosyalizmi inşa etmek ve sınıfsız topluma ulaşmak olan sınıf mücadelesine her alanda, içte ve dışta sıkıca sarılıp, kitlelerin sosyalist eğitimini gerçekleştiriyor ve onları hedefe uygun olarak seferber ediyor ve mücadelelerini örgütlüyorsa; sürekli ve yorulmak bilmez bir çabayla tasfiyesi sürdürülen kapitalizmin kalıntılarının etkisi her gün biraz daha kınlıyor, gelişmeleri önleniyor, yıkıcı roller oynamalarının önüne geçiliyor ve en başta bürokrasi tehlikesine karşı uyanıklık yükseltilerek, bu tehlike ciddi bir mücadele konusu haline getiriliyorsa, tüm bu kalıntı ve tehlikelere karşı, inisiyatif, bilinç ve katılımcılıklarıyla kitleler aktifleştiriliyor ve onlara dayanan siyasal, iktisadi, askeri örgütler ve (onlara özellikle dayanan) yönetsel işlevli mekanizmalar kurulup sağlamlaştırılıyorsa, sosyalizm yolunda ilerlemek garanti altına alınmış demektir.
Ve tersine, önderlik, ipe sapa gelmez fikirlerle, Marksizm-Leninizm’in normlarına aykırı yönelim ve tutumlarla oportünizm ve revizyonizme sapmışsa; dışta emperyalizm ve burjuvazi ve içte burjuva unsurlar, özlem ve özentiler vb. önünde diz çökülerek etkileri ve gelişmelerinin önü açılıyor ve sosyalist sınıf mücadelesi ve onun önemli bir yönü olan kitlelerin sosyalist eğitiminden vazgeçilerek, alan, iç ve dış düşmanlara ve düşman unsurlara terk ediliyorsa; kapitalizmin kalıntıları ve burjuva unsurların giderilmesi ve gelişmelerinin engellenmesi bir yana önleri açılıyor ve hatta onlara dayanılıyorsa, sıradan emekçiler karşısında yöneticiler ve yönetici kurum ve organlar yüceltiliyorsa, geri dönüşün yolu açılmış demektir. Bu yönde bilinçsiz tutumlar, uyanıklık eksikliği ve hatalar geri dönüş tehlikesini gündeme getirir ve ama bilinçli çaba, karşı-uyanıklık (bir süre yüzünü gizleyerek hazırlanma) ve çizgi ve sosyalist inşayı, içerden torpillemeler ve sabotajlar dahil olmak üzere, kapitalizmin kalıntılarını ve burjuva unsurları geliştirici (özellikle yeni burjuva unsurların ortaya çıkıp gelişmesini sağlayıcı) ve onlara dayanıp onlardan beslenmeyi amaçlayan yönelim ve tutumlar, revizyonist darbeci ve restorasyoncu amacı ortaya koyar ve başarıya ulaşması halinde, sosyalist ülke geri dönüş yoluna sokulmuş olur.
Başlangıçta, Ramiz Alia’nın ve ekibinin kötü niyetli ve darbe hazırlığı içinde yüzlerini gizleyen revizyonist gericiler olup olmadığının önemli olmadığını söylemiştik. Çünkü iyi niyet ve dürüstlük, olumlu kişilik özellikleri, sosyalizm yolunda yürünmesi için gerekli ama yeterli değildir. Önemli olan, önderliğin Marksizm Leninizm’i eylem kılavuzu kabul etmesi, doğru bir çizgiye sahip olması ve kitleleri bu temelde sürekli bir sosyalist eğitimden geçirmesi, sınıf mücadelesini her alanda yükselterek kapitalizmin kalıntılarına karşı ML normlara uygun olarak oluşturulmuş ve sürekli geliştirilip sağlamlaştırılması gerekli mekanizmalar çerçevesinde kitleleri harekete geçirerek uyanık ve doğru bir tutum içinde olmasıdır. R. Alia ve onun peşinden gidenler, başından beri, ister bilinçli ister bilinçsizce olsun bu yönde davranmamıştır. Kalıntılara karşı mücadelenin gevşetilip aksatılması ölümcül sonuçlar doğurur ve Arnavutluk’ta da doğurmuştur. Gelişmeleri sürekli sınırlandırılıp etkileri durmaksızın kırılmaya çalışılmayan ve süreç içinde tasfiyelerine yönelinmeyen kalıntılar ve burjuva unsurlar, kuşkusuz, oldukları gibi kalmazlar ve gelişip serpilirler, kendilerini yeniden ve yeniden üretirler. Onlara karşı mücadeleyi aksatmak, gelişmelerinin önünü açmak demektir. Bu durumda, özel mülkiyet ve tüketim toplumlarına özgü “tüketici” özlem ve özentiler, ücret farkları ve imtiyazlar, emperyalist ve burjuva propagandanın da teşvik edici etkisiyle küçük burjuva ideolojik tutumlar (özel mülkiyet ve tüketimcilik alanında olduğu gibi, sözde kapitalizmin sunduğu “daha iyi yaşam koşulları”na, “batı standartlarına, gerçekleşmesi için daha iyi ve emin bir zemin olan batı demokrasisi ve “özgürlükçülüğü”ne, politik çoğulculuğa ilişkin tutum ve özlemler), yöneticiliğin hak edilmişliği duygu ve kompleksli yaklaşımından gelen hak ve imtiyaz istekleri ve bunları sağlama çabalan vb. gelişmeye koyulur. Kalıntılara karşı mücadelenin yanı sıra, emekçilerin sosyalist eğitiminde aksama, bilinçli ve mücadeleci bir tutumla bu ideolojik biçimler, özlem ve özentilere karşı ve yeni insanın yaratılması yönündeki mücadelede baştan savıcı bir tutum ya da bundan vazgeçilmesi, bu yöndeki gelişmenin önlenmesini de olanaksız kılar. Özlem ve özentileri, ideolojik yönelişleri itibarıyla küçük burjuva, bürokratik, imtiyaza vb. yollarda yürümeye başlayan insanlar sosyalizm karşıtı saflar oluşturmaya başlarlar ve kalıntılar ve burjuva unsurların besleyiciliğiyle sürekli bir gelişme içine girerler. Marksizm’den sapmamış, iyi niyetli ama hatalı önderliğin, emperyalizmin dışardan ve sürekli bir mücadele konusu edilip sınırlandırılmaları gereken (ama kendilerine karşı bu kararlı tutum alınmayan) kalıntılar ve burjuva unsurların içerden baskısı karşısında verilen tavizlerin bile sonucu, bu tür bir gelişmedir. (Sosyalizm koşullarında hiçbir şekilde taviz politikası, bilinçli bir geri çekilme taktiği izlenemeyeceği söylenemez. Ancak bu politika ve taktik zorunlu olduğunda bir başka zorunluluk daha kendisini dayatır: içerde ve dışarıda sınıf mücadelesinin daha da yükseltilmesi ve emekçi kitlelerin sürekli ilerletilen sosyalist eğitimine bir de bu politikanın koşullan, amacı ve perspektifleri konularında en açık aydınlatıcı faaliyetin eklenmesi zorunluluğu.) insanlar, yöneticiler istedikleri kadar iyi niyetli ve dürüst olsunlar sınıfsız toplum yönünde ve kalıntılara karşı mücadele ve emekçilerin sosyalist eğitiminin gereğince yürütülmediği, toplumsal mekanizmaların ML normlara uygun olarak çalıştırılıp geliştirilmediği koşullarda, kalıntılar ve burjuva unsurlar işlevlerini yerine getirir, rollerini oynar, kendilerini ve yeni burjuva unsur ve öğeleri yeniden üretirler. Örneğin ücret farklılıklarına ve imtiyazlara karşı mücadeleyle birlikte, emekçilerin inisiyatifini harekete geçirip katılımını örgütleyerek, yönetim organları, içişleri organları ve ordu Leninist normlara uygun kurulmuş ve geliştirilen mekanizmalar olarak en sıkı bağlarla halka bağlanmaz ve doğrudan ona dayandırılmazsa, hiçbir iyi niyetli ve dürüst kişi, eninde sonunda, kendisi de içinde olmak üzere, yönetici kişilerin ve bu organların bürokratlaşmasını, bu kurumların giderek sınıfa ve halka yabancılaşan, onların üzerinde ve onlara karşı kurumlara dönüşmesini, geri dönüş için bir köprü ve ona güçlü dayanaklar oluşturmasını engelleyemez.
Ramiz Alia ve ekibi, ister bilinçsizce yanlışlar yapan ve Marksizm’e sarılmayan tavizler üzerine kurulu bir politika isterse bilinçli revizyonist darbeci bir politika izlemiş olsun, her ikisi aracılığıyla da, Arnavutluk’un revizyonizm ve karşı devrim yoluna, kapitalizmin restorasyonu yoluna yöneltileceği ve yöneltildiği kesindir.
Kaldı ki, yalnızca bugün ulaşılan noktada ortaya çıkan ideolojik politik, iktisadi göstergeler ve toplumsal yaşamdaki olgular değil, parti bürokrasisinin bileşimi, oluşumu ve ilişkileriyle birlikte devletin temel kurum ve organlarının bugünkü rol ve işlevleri ve bunların kazanmış oldukları boyutlar da, R. Alia ve ekibinin yıkıcı tutum ve faaliyetlerinin yeni olmadığı gibi, hatalı bir çizgi, iyi niyetli ama bilinçsiz bir tutum ve tavizler politikasının ötesinde temellerden kaynaklandığına işaret etmektedir. Alia, revizyonist karşı devrimci, darbeci ve doğrudan kapitalizmin restorasyonunu hazırlayıp teşvik edici ve onu gerçekleştirmeye yönelik bir tutum izlemiştir. Onun 1986’daki 9. Kongre’yle birlikte geliştirdiği, sonra giderek bu kongre çizgisi ve kararlarının da (ki bunlar lafız olarak gerçek yönelim ve durumu yansıtmıyordu, bazı muğlâklık ve yanlışlıkların ötesinde genel doğruların aldatıcı tekrarlanmalarından ibaretti) darbeci tutumlarla değiştirilmesi yoluyla dışa vurarak açıkça ortaya koymaya giriştiği gerici amaç ve tutumları ve bu yöndeki faaliyetleri, Enver Hoca’nın sağlık yıllarına kadar dayanıyordu. Kendisini gizlemiş ve olduğundan başka göstermeyi başarmıştı; ekibini kurup sabotajlar ve bilinçli aksatıcı tutumlarla etkilerinin giderilmesini sekteye uğrattığı (ve önce tavsatıp yozlaştırarak sonra tamamen durdurduğu sosyalist eğitimin de düzeltici etki ve baskısından kurtardığı) kalıntılar ve eski ve özellikle yeni burjuva unsurlar tarafından beslenip onlardan güç aldıkça ve onlara dayandıkça kendini güçlü hissetmesine bağlı olarak yüzünü açığa vurdu; başlangıçtaki üstü örtülü ve “emeklilik” ve “terfi ettirme” gibi gerekçelere bağlanmış tasfiye ve sözde geri çekilme vb. politikasını ileri sürerek yürüttüğü gericiliğe ikna faaliyetleri, yerini, giderek açık tasfiye, gözaltına alma ve yeni gerici partilerin kurucuları da içinde olmak üzere, gerici ve bürokratlarla açıkça birleşme tutumuna bıraktı. Ancak Alia, şimdi “Arnavutluk geri dönülmez bir sürece girdi”, “bu stratejik bir yönelimdir”, “pazar ekonomisine geçtik” derken bile hala, “ikna” faaliyetinin bir unsuru olarak “tavizler politikası”, “geçici taktik” vb. laflarını da etmektedir.
Alia, kendi istatistiklerinin gösterdiği üzere, sanayi ve özellikle üretim aletleri üretimi ağırlıklı olarak gelişmek durumunda olan sosyalist üretimin dengelerini ve içyapısını sabotajlarla bozmuş, onu tüketim ağırlıklı bir üretime dönüştürmüş ve ekonomide bilinçli bir kriz politikası izlemiştir. Ekonomide krizin emekçi kitleleri ve özellikle öğrenci ve genel olarak aydınlan sosyalizme karşı kışkırtıcı temel bir rol oynayacağını bilen Alia, stratejisini bir yönüyle, yığınların sosyalizme karşı kışkırtılması üzerine kurmuştur.
O, sosyalist eğitimi tavsatıp süreç içinde durdurarak, bu eğitimin yerine, batı hayranlığı ve standartları propagandasının yürütülmesini, “daha iyi yaşam koşulları” ve yüksek ücret (bu kuşkusuz genel ilerleyiş ile birlikte gereklidir) ve mülkiyet özlemlerinin, imtiyaz taleplerinin kışkırtılmasını geçirmiş ve özellikle aydınlar açısından (sanki eskiden yaratıcı eserler verilmiyormuş gibi) yaratıcı eserlerin maddi teşviklerle ödüllendirilmesi politikasını izlemeye yönelmiştir.
Alia ekibinin ileri gelenlerini öğretim üyeleri ve yozlaştırılan öğrencilerden unsurlar oluşturmuş ve fakat O, başlıca, bozulmasını teşvik ettiği ve oluşumunu sağladığı ordu ve devlet bürokrasisinin, özellikle yüksek mevkileri elinde tutan unsurlarına, giderek, halktan kopan, yöneticilik işlevleri ve imtiyazlarla gericilik yolunda coşturulmuş sivil ve askeri yüksek bürokratlara dayanmıştır. Bugün revizyonist ve emperyalist propagandayla kafaları doldurulup küçük burjuva özlem ve özentileri körüklenen yozlaştırılmış öğrenci gençlik ve öğretim üyeleriyle Tiran Üniversitesi gericiliğin karargahı ve sanatçı vb. unsurların da katılımıyla genel olarak aydınlar kapitalist restorasyonun sosyal temeli durumundadır, başta ordu olmak üzere, devlet bürokrasisinin ileri gelenleri ve partili dönek önder ve kadrolar ise, gerçekleştirilmesine girişilen kapitalist restorasyonun örgütleyicileri, buna yönelik politikanın taşıyıcıları ve yönetici unsurlarıdırlar. Kılık-kıyafete, bir Maykıl Ceksın Tişörtü için düşkünleşmeye varıncaya kadar batıya özendirilen, yozlaştırılarak sosyalizme karşı kışkırtılan öğrenciler ve genel olarak aydınların (ve kuşkusuz aralarına kattıkları emekçi halktan bazı kişilerin de) ilk başkaldırısında R. Alia, propaganda ettiği batı “demokrasisi”nin temel gereklerinden birini hemen yerine getirme fırsatı bulmuş ve anında yeni partilerin kurulması kararı açıklanmış ve AEP hegemonyasına son verilmiştir.
Enver Hoca zamanında bir yeraltı maden işçisinden fazla ücret almayan yöneticiler ve ordunun uzmanları (kısa sürede subaylaştılar) Alia’nın bahşettiği yüksek ücretlere ve imtiyazlara mazhar oldular. İçişleri organlarının şef ve mensupları için aynı şey geçerli oldu ve bunlar polisleştirildiler. Açıklandığına göre, Türkiyeli Marksistlerin 1980 yılında AEP ile görüşme için Arnavutluk’u ziyaretlerinde herkesin omuzunda ve evinde silah vardı, köylüler silahlarını çatmış halde tarlalarını sürüyorlardı. Ortalıkta resmi elbiseli silahlı kişiler görünmüyordu. Aynı amaçlı 1989 ziyaretinde ise, ortalıkta ve özellikle resmi binaların etrafında üniformalı silahlı insanlardan geçilmiyordu ve başkalarının omzunda silah yoktu. Bunun nedenleri hakkında -eleştirel olduğu açıkça ortada olan- ısrarlı sorular yöneltilmiş, geçiştirici yanıtlardan sonra, ısrarlar karşısında itiraf edilmişti: Arnavutluk’ta artık polis ve sürekli ordu vardı ve bunların mensupları sıradan işçilerin oldukça üstünde ücretler alıyorlardı. Restorasyona köprü kurulmuştu. ML normlara aykırı olarak, özellikle içişleri ve askeri proleter mekanizmalar yeniden örgütlenme yoluna, polis, gizli polis ve sürekli orduya dönüştürülme yoluna sokulmuştu ve hatta dönüştürülmüştü. Burjuvazinin ezilmesinin ve kalıntılarının temizlenmesinin, kitlelerin kazanılması ve eğitimlerinin ve sosyalist inşanın aracı ve aygıtı olan proletarya diktatörlüğü aygıtı, artık kapitalist restorasyona bir köprü olacak ve onun aracı haline gelecekti. Nitekim restorasyoncu politikanın açığa vurulmasının hemen ardından “bağımsızlık”ını ilk ilan eden polis örgütü oldu. Tiran polis şefi, polisin “artık partinin değil halkın hizmetinde olacağını” açıkladı.
R. Alia, uzun süreden beri proletarya ve emekçilerin sınıf mücadelesinin yükseltilmesinin karşısında yer aldı, bu mücadeleyi sekteye uğrattı ve tersine karşı mücadeleyi örgütlemeye girişti. Bu, Tiran radyosunun yayınlarında bile belli oluyordu. Enver Hoca zamanında olağanüstü önem verilen ve sorunları incelenen ve Tiran radyosundan “ML hareket bütün dünyada büyüyor ve güçleniyor”, “ML her zaman genç ve canlı bir öğreti”, “proletarya, kapitalizmin mezar kazıcısı” vb. programlarla aktarılan içe ve dışa yönelik sınıf mücadelesi, artık bu radyo programlarında yer almaz olmuştu. Müzik bile değişmiş, yayınlar, popüler içerikli programlar, ekonomik raporlar, batı ile ilişkilerin haberleriyle dolmaya başlamıştı. Hâlbuki bu radyo, olanakları zorlayan harcamalarla Avrupa’nın en güçlü radyosu (vericileri vb. olarak) olarak kurulmuştu ve doğrudan sınıf mücadelesinin emrindeydi. Kuşkusuz yalnız bu değil. Söylendiği gibi kalıntılara ve bürokrasi tehlikesine karşı ve kitlelerin sosyalist eğitimi için mücadele durdurulmuştu: Bu mücadelenin hedeflerinin gelişmeleri teşvik edilir olmuştu. Yeni dostlar edinilmişti; bunlar eski düşmanlardı. Emperyalistler, işadamları, turizmciler, diplomatlar ve içerde, gelişmeleri teşvik edilen batı hayranı gericiler gibi…
Ramiz Alia, önce sinsice ve gizliden gizliye hazırlayıp güçlerini oluşturduğu darbesini bu koşullarda gerçekleştirdi. Emperyalistlerin de dışarıdan katkılarıyla, sınıf mücadelesi ve sosyalist eğitimi tavsatıp giderek durdurarak ve tersine kalıntıları, yeni burjuva unsurların doğup gelişmesini ve özellikle bürokratlaşmayı teşvik edip yozlaşmayı ve sosyalizm karşıtı ideoloji, özlem ve özentileri her yolla kışkırtarak, geliştikçe onlara dayanarak ve onlardan beslenerek, önce gizlice ikna ve tasfiyelerle yaygınlaştırdığı revizyonist çizgisini pek uzun olmayan bir sürede ama yine süreç içinde açığa vurup derinleştirdi. Restorasyonun ürünü ve aracı darbesini böyle gerçekleştirdi.
Özgürlük Dünyası Arnavutluk’ta Restorasyona Karşı Tavrını Geç Mi Açıklıyor?
Bazdan, başta “Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele” bizi başka şeylerin yanı sıra Arnavutluk’taki restorasyon karşısında sessiz kalmakla (ve “bunun karşı devrimi övmekle aynı anlama geleceği” düşüncesini ileri sürerek) eleştiriyorlar. Hayır, geç kalmadık, kalmıyoruz; sadece sorumlu ve ciddi davranıyoruz. Daha 1989 Kasımında size yönelttiğimiz “Kapitalist Restorasyon ve Yeni Çözüm” başlıklı eleştiri yazımızda söylemiştik: “Bizi tanımlarken AEP yandaşı”, “AEP çizgisini izleyenler” gibi nitelemeler yerinde değildir (…) bunu birilerini birilerinin ‘şubesi’, ‘şabloncusu’ olarak tarif etme tutumunu benimsemediğimizi belirtmek için söylüyoruz. Biz AEP’in çizgisini izlemiyoruz. Kendi çizgimiz var (…) şurası kesin ki kendi çizgimizi izliyoruz.” Ama siz bizi hiç tanımıyormuş ve sanki bizim R. Alia ve yaptıklarını, Arnavutluk’un restorasyon yoluna sokuluşunu desteklememiz olanağı varmış gibi, Mücadele’nin son sayısında -ve hem de bir arkadaşımız haftalık bir dergiye bu konuda bir demeç verdikten sonra- hala “kulakları Tiran radyosunun başka yayını duymayan”, “her tavrını AEP’e göre belirleyen” vb. şeklinde yazıyorsunuz. Tavır açıklamamış oluşumuzun nedenleri olabileceğini düşünmeliydiniz.
Niçin gecikmedik?
Türkiyeli Marksistlerin AEP ve ASHC’ye ilişkin olarak özellikle 1989’dan itibaren başlayan kuşkuları ve olağanüstü ihtiyatlı tutum ve yaklaşımları, R, Alia’nın açıkladığı reformlardan sonra arttı ve derinleşti.
Reformlar ve “tavizler politikası”nı tartıştık kuşkusuz aramızda. Arnavutluk’un özellikle Doğu ülkelerinde revizyonizmin çöküşünden sonra karşı karşıya kaldığı zorlukları dikkate alarak, bunun, iktidarı korumak amaçlı zorunlu bir geri çekilme de olabileceği, ama revizyonizmin ve restorasyona yönelme politikasının bir adımını da teşkil edebileceğini düşündük. R. Alia başlangıçta bunun geçici bir taktik adım olduğu üzerine yeminler ediyor ve Marksizm-Leninizm’e, Stalin ve Enver Hoca yoldaşa, onun çizgisine bağlılığını açıklıyordu. Kuşkularımız, kuşkusuz devam etti, izlenen politikaların, iddia edildiği gibi geçici bir taktik politika olsa bile, bazı terslik ve hataları açıkça görülüyordu. Ancak bunlara rağmen, AEPin şanlı devrimci geçmişi ve mücadelelerini de dikkate alarak iyimserliğimizi korumaya çalıştık.
Açıklandığına göre, 90 Şubatından itibaren Türkiyeli Marksistler AEP’le hem kendilerinin hem de AEP ve Arnavutluk’un son durumu üzerine görüşme girişimlerinde bulundular. Bu talepler diplomatik biçimde “nazikçe” geri çevriliyordu. Durum başka ülkelerin Marksistleri açısından da farklı değildi. Enver Hoca zamanında üzerinde titrenen ve büyük önem verilen -ve önemli politik kararlar öncesinde mutlaka kendileriyle görüş alış verişinde bulunulan- başka ülkelerden, yoldaşlarla ilişkiler artık geçiştiriliyordu. Gizlilik koşullarının geçerli olduğu ülkelerin komünistleriyle ilişkiler hemen tümüyle kesilmişti ve diğer ülkelerin partilerinin kongrelerine bile artık AEP görüş alış verişi açısından yetkili olmayan heyetler gönderiyordu. Kısacası AEP ve Arnavutluk’taki durum hakkında birinci elden bilgilendirilme ve gelişmeleri tartışma girişimleri sonuç vermedi ve üstelik gerek R. Alia’nın kamuoyuna yönelik açıklamalarıyla ve gerekse doğrudan olmayan yollarla Arnavutlar yanlış bilgiler veriyor, durumu olduğundan başka yansıtıyorlardı. Alia yüzünü uzun süre gizledi. Bu koşullarda, Türkiyeli Marksistler, özellikle reform önlemlerinin açıklanmasıyla birlikte AEP’in ciddi çizgi hataları olduğunu tartışmalarına ve bu konuda önemli kuşkulara sahip olmalarına rağmen, kamuoyuna açıklamalar yapmadılar.
Doğruluğu ve yanlışlığının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği ileri sürülebilir olsa da, özellikle Kruşçev revizyonizmine karşı mücadele içinde oluşan uluslararası komünist harekelin bu alandaki geleneği, tartışmaların partiler arasında sürdürülmesi ve son ana kadar dışa vurulmaması ve açıklanmaması şeklindeydi. Açık eleştiri, muhatabı partinin karşıya alınması anlamına geliyordu. Bu çerçevede davranılmaya çalışıldı.
Söylendiği gibi iyimserlik korunmaya çalışıldı.
Arnavutluk sosyalist bir ülke ve tek sosyalist ülkeydi, en zor koşullarda özellikle gözbebeği gibi korunması gerekiyordu ve AEP de onun yönetici gücü, deneyli ve baş eğmezliğini birçok mücadele içinde kanıtlamış bir partiydi. Kuşkulardan kalkınarak ve hele birinci elden bilgilere sahip olunmadan kamuoyuna açık olarak uluorta eleştirilmesi, özellikle bu koşullar dolayısıyla, doğru olamazdı. Komünistler sorumlu davranmak zorundaydı. Ama öte yandan görüşmelerden kaçınıcı AEP tutumu, kuşkuların daha da derinleşmesine neden oluyordu.
Özellikle dünyada tek sosyalist ülkenin bulunduğu koşullarda bu ülkenin şahsında sosyalizmin savunulması büyük öneme sahipti ve zorunluydu. Arnavutluk, daha yakın zamana kadar dünya devriminin bir üssü ve güç kaynağıydı. 89’dan itibaren ordu ve polis konusunda olduğu gibi, şimdi bazı önemli tersliklerin olduğu daha açık olarak görülüyordu ama son ana kadar sorumluluk elden bırakılmamalıydı.
Bu yaklaşımlarla, “elçiliklere ilticalar” olayında olduğu gibi, başka bir şeyi değil ama sosyalizmi ve henüz sosyalizmin anayurdu olmaktan çıkmayan Arnavutluk’u savunduk. Sosyalizmin geleceğine ilişkin umudumuzu ifade ettik. Kuşkularımıza ve eleştirel yaklaşımımıza rağmen, devrimciler ve komünistler tarafından tartışılmalarını sağlamak ve onları bilgilendirmek amacıyla ve doğruluğu hakkında tek söz söylemeyip yorum yapmadan, anti-Stalinizm, proletarya diktatörlüğünü yadsıma gibi doğrudan ve açık çizgi hataları taşımayan R. Alia’nın çeşidi plenum konuşmalarını Türkçeleştirip yayınladık.
Üstelik olgucu arkadaşlarımız, ancak olguların bütün açıklığıyla ortaya çıkmasıyla, Sovyetler Birliği’nde restorasyondan, ancak 30 yıl bekledikten sonra söz açarlarken, grupçu yaklaşımlardan olsa gerek, Arnavutluk konusunda pek aceleci davranarak ve restorasyon teorisinin sahiplerinden olan ve bu konuda teorik ve pratik deneyleri inkar edilemeyecek bizleri, hem de pasif “beklemecilik”le suçlamaları hiç inandırıcı olmuyor. Biz, gereksiz yere ve hele, restorasyon, olgularıyla ayan beyan ortaya çıkmışken, beklemedik. Olguları ortaya çıkmak bir yana henüz verilerinin toplanmasında zorluk çekilen bir durumla karşı karşıyaydık. Gerçi Alia az hızlı çıkmadı. Olgular neredeyse verilerle eş zamanlı olarak görülür oldu ve ortaya çıktı. Yakın zamanda açık tavır alınmasını gerekli kılacak veri ve olgu birikimi oluştu. Ama bugünkü veri ve olgularla değerlendirme yapan birileri, bir yıl öncesi için örneğin, neden tavır açıklamadınız diye sorarsa, olmaz.
Ve başka bir şey. Şimdi yine birileri, bugünkü veri ve olgulardan hareketle yapılan saptamadan sonra, dönüp geriye, bu veri ve olguların ortaya çıkıp gelişme koşullarına bakma ve bu koşullarda, ama ortaya çıkmış veri ve olgulardan harekede ve bugün gelinen noktadan bakış açısıyla, önemli bir bölümüyle zaten eskiden de en azından kuşkusu duyulan ve fakat veri yetersizliği vb. nedenlerle dışa açıklanmayan yanlışlıklar bulma ve Arnavutluk üzerine analizleri geliştirip geri dönüşün kökenleri ve buna yönelik olarak izlenen çizginin tarihsel oluşumu konusunda saptamalar yapma tutumuna burun kıvıracaklardır, şimdiden böyle davrananlar var. Örneğin bugünkü veriler ve geçmişten sahip olunan bilgilerle 86 Kongresindeki muğlâklıklar, eskiden yapılmış hatalar ve hatta Enver Hoca’nın sağlığında Alia’nın gizli faaliyetlerinin sözü edildiğinde, niçin o zaman söylememiştiniz diyeceklerdir. Ama bu tutum ve yaklaşım yanlıştır. Bir şey ortaya çıkar, gelişir ve ancak gelişmesinin belirli bir aşamasında kendisine ilişkin olarak sahip olunabilecek veri ve olgularla, bugünden geçmişe de bakarak, bir değerlendirme yapılabilir. Süreçlerin dıştan değerlendirilmesinin başka yolu yoktur. Daha hızlı ve çabuk değerlendirmeler, ancak AEP içinden ve AEP üyelerince yapılabilirdi. Ama onların bile anında değerlendirmeler yapması için yönetim kademelerinin en üstlerinde ve gelişmelerin tarihsel şekillenişine ilişkin bilgilere sahip olmaları gerekirdi. Aksi, yani birçok Arnavut komünistinin R. Alia ve ekibi tarafından yanlış bilgilerle ve aldatıcı gerekçelerle en azından bir süre için ikna edilmeleri çok şaşırtıcı değildir. Bu durum, yalnız uyanıklık eksikliğine bağlanamaz; çünkü değerlendirmeler ancak gerçek duruma ilişkin bilgiler ve veriler temelinde yapılabilir.
AEP ve ASHC’ye karşı tavırdaki “gecikme”nin, AEP’in uluslararası komünist hareket içindeki önemli ve özel yeri ve Arnavutluk’un tek sosyalist ülke olması ve sosyalizmin özellikle en zor koşullarda ve en son umut pırıltısı sönünceye dek savunulmasının zorunlu oluşu dolayısıyla gösterilen olağanüstü itinalı ve sorumlu tavrın (AEP ve ASHC’den, onların savunulmasından kopmak söz konusuydu ve kopuş öncesi, sorumlulukla, elden gelebilecek her şey yapılmış olmalıydı) yanında diğer önemli ve özellikle son 5-6 aylık “gecikme”yi açıklayan bir nedeni de, bir başka sorumluluk duygu ve davranışına ilişkindir.
Türkiyeli Marksistlerin sorunu kendi aralarında tartışmak için belirli bir zamana ihtiyaçları vardı. Ama bunun ötesinde, uluslararası komünist hareket içinde önemli ve etkin bir yer tutan Türkiyeli komünistlerin başka ülkelerdeki yoldaşlarına karşı da sorumlulukları vardı. Açıklandığına göre, 84’lerde uluslararası komünist hareket içinde anlamsız ve gereksiz tartışmalar ve dayatmacı tutumlar baş göstermişti, bundan, büyük ölçüde, sorumsuzca ve vurdumduymaz bir tutum alan AEP sorumluydu. Bu durum tekrarlanmamak ve gelenekleşmemeliydi. Arnavutluk konusunda başlangıcından itibaren farklı ülkelerin partilerinde farklı yaklaşımlar vardı. Türkiyeli komünistler AEP ve çizgisi üzerine kuşkulara sahip olmaya başlamaları ile birlikte, önce AEP ile görüşme yolunu aramış ve hemen arkasından durumu diğer ülkelerdeki yoldaşlarıyla görüşmeye yönelmişlerdi. Farklılıklar vardı. Ve giderilmeleri, mümkün olduğunca giderilmeleri ve uluslararası komünist harekette bir bölünmenin yaşanmaması için elden gelenin yapılması gerekiyordu. İlk başlarda açıklanacak AEP’e ASHC karşıtı tutum bazı yoldaşlarla diyalog ve ilişkilerin kopması anlamına gelebilecekti. Tartışılmış ve bu belirli bir süre almıştı. Bugün hemen hemen yalnızca İngiltereliler dışında -arada değerlendirme farkları bulunsa ve tartışma derinleşme amacıyla sürecek olsa bile- AEP’in yeni teslimiyetçi revizyonist çizgisine, onun restorasyoncu içeriğine ve kapitalist restorasyon yoluna sokulan Arnavutluk’a karşı tavır alınmasında fikir birliği sağlanmış, bunun sağlanmasında Türkiyeli komünistler önemli ve etkin bir rol oynamışlardı.
İnsanlık altın çağma girinceye kadar sosyalizm için savaşın sonu yoktur. Bu savaş, uluslararası bir savaş olarak ve Marksizm-Leninizm’in yol göstericiliğinde sonuna kadar yürütülecektir. Biz bu yolun yolcusuyuz. Dayanağımız ve güç kaynağımız ise başta Türkiye işçi sınıfı olmak üzere uluslararası proletaryadır.

KPD’nin Arnavutluk’taki Gelişmeler Üzerine Açıklaması
Sosyalizm tasfiye ediliyor
(Bu yazı, Almanya Komünist Partisi’nin aylık yayın organı Roter Morgen’in Şubat 1991 sayısından çevrilmiştir.)
Çeviren: Semra ULUSOY / Bremen
ASHC uzun süredir baskı altında. Doğu Avrupa’daki çeşitli revizyonist kliklerin devrilmesinden sonra burjuva güçler, emperyalistler, başlarını on yıllardan beri gözlerinde bir diken olan Arnavutluğa çevirdiler. KPD, bu saldırılar karşısında Arnavutluk’la dayanışmasını sürdürdü ve sürdürüyor. Böylesi güç durumlarda bazı geri adımlar, uzlaşmalar ve tavizler kaçınılmazdır. Ancak AEP yönetimi sosyalizmin temellerine tasfiye etme ve bunu “ilerleme” olarak gösterme yolunda güçlü bir şekilde yürümektedir.
ASHC ve AEP ile dayanışmak bizim için boş bir laf değildir. Bu, ML’e, ML’e karşı ihanete karşı ortak mücadeleye ve işçi sınıfının baskısız, sömürüşüz yeni dünyasına dayanmaktadır. Bu dayanışma aynı zaman da Enver Hoca Yoldaş’ın KPD’ye verdiği büyük ve çıkarsız desteğe de dayanmaktadır.
AEP ve onun önderi E. Hoca’nın Titoculuğa, SB’de sosyalizmi yıkan ve onu sosyal-emperyalist bir güç haline dönüştüren Kruşçevçiliğe, keskin laflarla sözde revizyonizme ve SB’ne karşı mücadele ederken Amerika ile anlaşan ve Çin’e yabancı sermayeyi sokan Maoculuğa karşı on yıllardır sürdürdüğü mücadelesi, dünya ML hareketince geçiştirilemeyecek katkılarıdır.
Kruşçev’in SB ve Hua Gua Feng’in Çin’i ile ekonomik ilişkilerin kesilmesi ve emperyalistlerin kuşatması Arnavutluk’ta çok büyük zorluklara yol açtı. Ama Arnavutluk yabancı yardım ve kredi almadan tüm güçlükleri aşabildi ve gelişmesine devam etti. Bu içinden çıkılmaz gibi görünen durumlarda sosyalizm, ekonomiyi dengeli ve hızlı bir şekilde düzelten, insanlara onurlu ve özgür bir yaşam güvencesi veren yaşam gücünü ve yeteneklerini kanıtladı.
AEP, uzlaşmaz bir şekilde bürokrasiye, kariyeristlere ve yozlaşmış unsurlara karşı mücadele etti. Hiç kimse çalışanların sırtından geçinmemeliydi. Yöneticiler düzenli aralıklarla üretimde çalışmak zorundaydılar. Parti üyeleri partiye alınmadan önce işçiler tarafından kontrol ediliyorlardı. Gençlik çeşitli eylemlerle ülkenin inşasına çekildi. Bunlar ve benzeri uygulamalar Arnavutluk’ta derin izler bıraktı. Sosyalist Arnavutluk, dünyanın her köşesinden binlerce kişiyi etkiledi.
Artık bunlar geçerli olmayacak. Merkezi planlar ortadan kaldırıldı. Pazar ekonomisi yürürlüğe sokuluyor. Devletin dış ticaret tekeli bir kenara atıldı. İşletmeler, kendi kararlarıyla, bağımsızca kapitalist dünya pazarında iş yapabilecekler, “ortak” arayabilecekler vs… İşsizlik şimdiden var ve gittikçe artıyor. Dış borçlar hiç yoktu, hızla artmaya başladı. Arnavutluk, emperyalist aygıtlar olan Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası’na giriyor. Özel sermaye serbest bırakılıyor. İşçi sınıfının egemenliği ve sosyalizm kavramları Anayasa’dan siliniyor ve burjuva partiler yeşeriyor, sürekli bu gelişmeyi onaylayan haberler geliyor.
Ramiz Alia, 26. 12.90’da AEP Ulusal Kongresi’nde bu gelişmeyi kabul elti: “İzlediğimiz bu yeni çizgide toplumsal düzenleme olarak sosyalizme, özel mülkiyete, çoğunluğun demokrasisine ve partiye ilişkin konularda eski prensiplerimizden bir sapma gizli. ” (ATA. Nr. 111/90)
Biz zorunlu uygulamalar olarak nitelendirilebilecek bazı önlemleri anlayışla karşılardık. Ancak hoş olmayan emperyalizmin güzel gösterilmesi ve onunla ilgili hayaller yayılmasıdır.
Birdenbire AEP “yumuşama” ve uluslararası ilişkilerin demokratikleştiğini gözlemlemeye başlıyor. Avrupa’da “demokratikleşme süreci” takdirle karşılanıyor ve Arnavutluk’un da bu sürece bağlanacağı ve uyum sağlayacağı duyuruluyor. Almanya’nın yeniden birleşmesi, Batı Alman sermayesinin Doğu Almanya’yı ilhakı Avrupa’da problemlerin barışçı ve demokratik çözümünde olumlu bir örnek olarak lanse ediliyor.
Amerika’nın Körfezdeki kanlı saldırganlığı şuasında “yumuşama”dan söz etmek emperyalizmi güzel göstermektir. Aynı zamanda ASHC hükümetinin ABD, SSCB ve Çin’le aynı şuada yalnızca Saddam Hüseyin’i mahkûm ederek BM ve Güvenlik Konseyi’nden bir kelimeyle dahi söz etmemesi bizim gözümüzde emperyalist saldırganlığın yanında tavır almadır.
Tüm bu uygulamalarla Arnavutluk işçi sınıfından emperyalizmin baskıcı yüzü gizlenmekte ve emperyalizm güzel gösterilmektedir. Emperyalizmin en büyük anti-komünist saldırısını sürdürdüğü, Arnavutluk’ta da yeteri kadar insanın bu sistemle ilgili hayallerinin olduğu böylesi bir dönemde işçi sınıfı silahsızlandırılıyor.
Hala geçerli olan Arnavutluk Anayasası’nda kredi alımının yasak olması bir yana 12. 5. 90 tarihinde BM Sekreteri Perez de Cuellar ile yaptığı konuşmada Ramiz Alia şunları söylüyordu: “Bir şeye inanılmıştı. Yalnızca kredi sayesinde gelişebileceği. Aslında bu konuda deneyler olumsuz. Kredi sayesinde borçlar oluştu, fakir ülkeler daha da fakirleştiler; çünkü kredi verenler için önemli olan fakirlerin gelişmesi değildi.” (Albanien Heute 3/90 s.28)
Aynı kişi 26. 12. 90’da AEP ulusal kongresinde şunları söylüyordu: “Batının doğunun ülkelerine bu ülkelerde ekonominin yeni biçimlenmesi kolay olmayan pazar ekonomisine uyum sürecinde ortaya çıkan zorlukları yok etmek için yaptığı yardım geleceğin Avrupa’sına katkıdır. Biz bu yardımlardan Arnavutluk’un da mahrum bırakılmayacağını umuyoruz.”
Emperyalist sömürünün “yardım” olarak nitelendirilmesi ve Arnavutluk’a da bu “yardım”ın yapılması için el açılması bizi öfkelendiriyor. Bu yalnızca ML’den teorik bir sapma değil, burjuva ekonomisinin bilinen gerçekliğinden de bir sapmadır. Yugoslavların Tito zamanından beri aldıkları yardım nasıl görülüyor?’Ramiz Alia oradaki gerçeği bilmiyor mu? Emperyalistlerin Kosova’ya yaptıkları yardımları bilmiyor mu?
Ramiz Alia pazar ekonomisinin propagandasını yapıyor. O, yabancı sermayeye Arnavutluk’un daha önce hiç borcu olmadığı ve bol miktarda maden yataklarına ve iş gücüne sahip olduğu için aşırı kar sunuyor. O, (R. Alia) verimsiz işletmelerin kapatılmasını, işsizliğin olabileceğini, fiyat artışlarını, vergi ve kesintileri onaylıyor. Tüm bunlar, emekçiler öderken kapitalistlerin kar toplamaları anlamına gelmektedir. O, yabancı yatırımcılar ve yeni özel küçük ve orta işletmeler sayesinde iş alanı sözü veriyor. Ramiz Alia Doğu Almanya, Polonya ve Macaristan’daki deneyleri bilmiyor mu? O, o ülkelerde batı yardımı sayesinde ne kadar insanın sokağa atıldığını ve yoksullukla karşılaştığını bilmiyor mu? Bu tehlikelerle dolu olan gelişmelerin gerçek yüzü Arnavutluk işçi sınıfı ve halkından gizlenmektedir. Resmi sömürü, iş gücünün meta olarak yeniden ortaya çıkışı ve sosyalizmin tasfiyesi “gelişme” olarak sunuluyor.
Uygulanan politika şimdiye kadar AEP ve E. Hoca’nın uyguladığı politikanın karartılmasıdır. Birdenbire yalnızca bir kişinin üstüne atılmayacak dağınık, karışık hatalardan söz edilmeye başlandı. Kim olabilir bu kişi? Enver Hoca tabii ki. Ancak bu yapılan yanlışlarla hesaplaşmak da komünistlere bırakılmıyor, bu işi tarihçiler yapmalıymış. R. Alia: “Bırakalım tarihçiler geçmişle hesaplaşsınlar, bu onların görevi.” diyor.
O, başka bir yerde ise açıkça artık tüm halkın özgür olduğundan ve önceki gibi baskı ve sınırlama olmaksızın seçebileceğinden söz ediyor. Önceden Arnavutluk halkının özgür olmadığını mı söylüyor R. Alia?
Stalin’de birden bire dayanılmaz oluyor. R. Alia: “Stalin’in hayatı ve eserlerinin Arnavutluk’la direk ilişkisi yoktur. SB ve Stalin’le ilişkilerimizin bazı anları çok uzak geçmişte kaldı. Buna rağmen o anlara yönelik bazı adlar, heykeller, semboller, eski değerlerini yitirmiş olmalarına rağmen hala duruyorlar. Kimseyi ilgilendirmeyen isim, sembol ve heykellerin politik ve ideolojik semboller olma tehlikesiyle yüklü olmaları en kötüsüydü.”
E. Hoca ise Stalin’i başka şekilde değerlendirmekteydi. “Stalin’in yardımı, desteği partimiz ve Arnavutluk halkının özgürlüğü için belirleyici önemdeydi.” Arnavutluk tarihine saldırılar, emperyalizmin güzel gösterilmesi, sosyalizmin tasfiyesi, revizyonist bir çizgiye eşittir. Bu, biz ML’ler için acı vericidir. Ama biz her zaman korkusuzca gerçeklerin gözünün içine baktık ve gelecekte de bunu yapacağız.
KPD, yıllardan beri Almanya için bağımsız, devrimci bir politika izliyor. Kimseye bağlı olmadı, şimdi de değildir. Bir yıl önce KPD kendi içinde revizyonist yozlaşmanın nedenleri üzerine bir tartışma başlattı. Bu tartışmaya Doğu Almanya’da revizyonizmin çöküşü, doğulu yoldaşlarla tartışmalar ve Arnavutluk’taki gelişmeler bu tartışmaya ön ayak oldu.
E. Hoca Yoldaş’ın revizyonizme karşı kesintisiz mücadelesine karşın bu kadar hızlı bir şekilde yozlaşma ve sosyalizmin tasfiye sürecine girilmesi, araştırılmak ve cevaplandırılmak zorundadır. Sosyalizmin inşası sürecinde ve yozlaşmaya karşı mücadelede bir sıra cevapsız teorik ve pratik soruların olduğunu gördük. Bu somlar ancak ML yöntemlerle çözülebilir. Bu konular üzerinde tüm arkadaşlar ve sempatizanlarla çalışmak istiyoruz.
Arnavutluk işçi sınıfı ve Arnavut Komünistleriyle emperyalizme ve revizyonist ihanete karşı mücadelelerinde dayanışmamız sürecek. Arnavutluk’taki çalışmalarımız ve gezilerimiz sayesinde tanıdığımız insanlar, ülke ve yoldaşlarla derin bağlara sahibiz. Sosyalizmin tasfiyesi bu dostluk ve enternasyonalist bağları koparamayacaktır. Eminiz ki Arnavutluk işçi sınıfı, pazar ekonomisinin nimetlerini tanıdıkça ondan nefret edecek ve ona karşı mücadele edecektir. Biz yanlarında olacağız.

Nisan 1991

Strateji ve taktik üzerine

‘70’li yıllarda strateji ve taktik üzerine hayli yoğun tartışmalar yapılmış, en azından ana çizgileriyle stratejik ayırımlar ortaya çıkmıştı. Taktik konularda ise, taktiğin ne olup olmadığı tartışılmış ama pratikte taktiksel ayrılıklar pek netleşmemişti. Dahası pek çok siyasi eğilim için savunduğu taktikle uyguladığı taktik çelişik olmasına karşın, o günün koşullarında, buna genel değinmelerle yetinilmişti. Ya da taktik ayrılıklarının pek önemi olmadığı gibi bir düşüncenin de etkisiyle önemsenmemişti.
Elbette ki, stratejik ayırım önemli hatta belirleyicidir, ama bir kere strateji belirlendikten sonra bu stratejinin zaferi taktiklerin ne ölçüde stratejinin başarısına yönelik olduğu belirleyici bir önem kazanır. Özellikle günümüzde, proletarya hareketi ile sosyalist hareketin birleşip birleşmemesinin hayati önem kazandığı koşullarda taktik ayrılıklar daha da önem kazanmaktadır. Ve son yıllardaki tartışmalar da bu nedenle taktikler üstüne olmaktadır. Bu yüzden, biz de bu yazımızda konuya bir yaklaşım getirmeye çalışacağız. Ve aynı nedenle daha çok Marksist taktik anlayışının ne olup olmadığı üstünde duracağız.
Sınıflar arasındaki savaş, iki ordunun birbiriyle savaşından “yüz kat” daha karmaşık bir savaştır, iki ordu arasındaki savaş, nihayet bu orduların sayısı, teçhizatları, moral durumları, deneyimleri başlarındaki komutanların yetenekleri vb. gibi birkaç temel unsur tarafından belirlenirken, sınıflar-arası savaş; karşıt sınıfların tarihsel ve toplumsal konumları, bilinç ve örgütlenme düzeyleri, mücadele deneyim ve yetenekleri, o andaki psikolojileri, ülke ve dünyadaki ekonomik ve siyasi krizin durumu, karşıt sallardaki ittifakların sağlamlığı ya da zayıflığı, önderliklerin niteliği, vb. gibi sayısız etken tarafından belirlenir. Bu yüzden de, küçük ya da büyük her savaşın bir stratejisi ve bu stratejiyi gerçekleştirecek bir dizi taktiği olmak zorundaysa, ordular arası savaştan “yüz kat” daha karmaşık olan sınıflar savaşı için strateji ve taktiklerin olması çok daha gerekli ve zorunludur, işte bu nedenledir ki; Marksizm, strateji ve taktikler, sınıf hareketinin sübjektif yanını sınırlandırır der.
Bilindiği gibi devrimin objektif yanı, proletarya ve onun partisinin isteğinden bağımsız olarak varolan gelişme sürecini ifade ederken, sübjektif yanı ise, objektif süreçlerin proletaryanın (proletarya partisinin) bilincinde yansıyan, proletaryanın içinde yer aldığı süreçleri ifade eder. Son tahlilde objektif yan belirleyici olmakla birlikte, sübjektif yan da süreçleri hızlandırma ya da yavaşlatmada belirleyici etken olur.

STRATEJİ VE TAKTİK
Strateji, her şeyden önce, objektif süreçlerin doğrultusunu inceleyen, iktidardaki gerici sınıflarla iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan devrimci sınıfların toplumsal ve tarihsel konumlarını inceleyen Marksist teorinin ve bu teoriden çıkarılan öz üzerinde yükselen sınıfın hareketinin amacını (asgari ya da azami programı) açıklayan bir programın varlığını önkoşul olarak gerektirir. “Program stratejiye kılavuzluk eder ve ulusal ve uluslararası düzeyde mücadele eden güçlerin çözümlenmesi üstünde temellenir.” (Stalin)
Demek ki, devrimci bir stratejiye varabilmek ve devrimci taktikler uygulayabilmek için, her şeyden önce, devrimci bir teoriye ve teori üstünde yükselen bir programa sahip olmak gerekir. Ancak devrimci teori ve programın yol göstericiliğinde ilerleyen bir hareket devrimi başarma yeteneğine sahip olabilir.
Strateji ve bu stratejinin basan kazanması için uygulanan taktiklerin amacı egemen gerici sınıfların diktatörlüğünü yıkmak ve toplumun sınıfsız, baskısız, sömürüşüz bir topluma dönüşmesinin yolunu açmak olduğuna göre; Marksist bir strateji ve onun taktikleri, her şeyden önce, proletaryanın tarihsel olarak ortaya çıkmış en devrimci, burjuvazi ile uzlaşmadan devrimi sonuna kadar götürecek tek sınıf olduğu gerçeğine dayanmak zorundadır. Bu dayanak, kendisini taktiklerde de duyurur. Bu yüzden de taktiğin ne olacağını, nasıl uygulanacağını o andaki proletarya mücadelesinin durumu belirler.
Öte yandan proletaryanın tarihsel misyonu ulusal sınırlarla sınırlı değil, enternasyonalisttir. Onun tarihsel misyonunun yerine getirilmesinin aracı olan strateji ve taktikler de enternasyonalist bir öz taşırlar. Bu enternasyonalizm, hem ülke koşulları ile sınırlı olmamak, diğer ülkelerdeki mücadelenin çıkarlarını gözetmek, hem de başka ülkelerin deney ve derslerinden yararlanmak anlamındadır. Her ülkenin proletaryası için en gerçek enternasyonalizm kendi ülkesinde devrimi gerçekleştirmektir. Ama bu görev, diğer ülkelerde devrimin güçlenmesinin kendi ülkesinde de devrimin güçleneceği bilinciyle kavranırsa gerçek anlamını kazanır.
Stratejiler, planlar ve taktiklerin hazırlanmasında diğer bir ilke de dogmacılıktan, hazır reçetelerden, tarihsel paralellikler kurmaktan, bire bir karşılaştırmalardan kaçınmaktır.
Lenin, Nisan 1921’de, Kafkas komünistlerine şöyle diyordu: “Bizim taktiklerimizi kopya etmeyiniz, ama bu taktiklerin bu özgün özellikleri içermesinin nedenlerini, bunları ve bunların sonuçlarını hangi koşulların doğurduğunu kendiniz düşünüp çıkarınız.”
Dünyanın, olay ve olguların değerlenmesinin varolan koşullar içinde yapılması, Marksizm’in canlı diyalektiği ışığında; her somut durumun bağlantıları ve olanaklı bütün yönleriyle irdelenip, en uygun plan ve taktiklerin geliştirilmesi, taktiklerden beklenen faydanın sağlanması ve stratejinin zaferi için önkoşullardan birisidir. Elbette burada kastedilen, teoriyi küçümsemek değil, dogmatizmden kaçınmaktır. Aksi halde bir pragmatistle bir Marksist’in farkı kalmazdı. Sorun, Marksizm’i sosyal pratiğin hizmetine sokabilmek, somut koşulların somut tahlilini yaparak, mücadelenin sorunlarını çözümlemektir.
Bir önderlik, Marksist strateji ve taktiklerin bu temel dayanaklarını gözden kaçırmadığı ölçüde doğru bir stratejik hat, bu stratejiyi zafere götürebilecek taktikler geliştirme şansını elde tutabilir, proletarya ve emekçileri yeni bir dünya kurma yolunda seferber edebilir.
Bu ön açıklamadan sonra, şimdi artık, asıl konumuza, strateji ve taktikler konusuna dönebiliriz.
Devrimin aşamaları ve strateji
Sınıflar mücadelesi son derece karmaşık ilişkileri içerdiği gibi, aynı nedenlerden dolayı da, düz bir yol izlemez. Tersine sınıflar arasındaki bütün karmaşık ilişkiler mücadele alanına da yansır. Bu karmaşık ilişkilerin en genel ifadesi devrimin aşamaları olarak kendini ortaya koyarken, sınıf hareketinin yükseliş ve alçalışları olarak kendisini ortaya koyan süreçler bu karmaşık sınıf ilişkilerinin bir aşama içinde birçok kez değişen nispeten kısa süreli dönemleri olarak belirir.
Dünya ve ülkedeki nesnel süreçlerin incelenmesinin sonucu olarak belirlenen aşamaya karşılık gelen sübjektif etkeni strateji kavramıyla ifade ediyoruz. Stalin ünlü yapıtı Strateji ve Taktik adlı yapıtında strateji kavramını şöyle açıklıyor:
“Strateji, devrimin belirli bir aşamasında proletaryanın temel darbesinin yönünün tayin edilmesidir; devrimci güçlerin mevzilenmesine (temel ve ikincil yedekler) tekabül eden planın hazırlanmasıdır; devrimin belirli bir aşaması boyunca bu planı gerçekleştirme savaşımıdır.” (Strateji ve Taktikler Üzerine, s. 54) (abç)
Bu tanımdan anlaşılması gereken, (1) stratejinin devrimin belirli bir aşamasında, yani toplumda köklü dönüşümlerin gerçekleşmediği bir dönem boyunca, proletaryanın temel darbesinin doğrultusunun yönünü, (2) bu aşama boyunca proletaryanın etrafında birleştirilip mevzilendirilecek toplumsal sınıf ve tabakaları kucaklamayı ve onları seferber edilmesi için savaşmayı esas alınmasıdır. Ve stratejinin amacı bütün dönem boyunca yürütülen sınıflar savaşını kazanmak olduğundan bu dönem boyunca değişmeden kalır.
Soruna, Marksist teori ve Marksist Parti’nin programı açısından bizim ülkemiz koşullarında bakıldığında, sosyalizme varmak için iki aşamadan geçilmesi gerektiği görülür. Bu aşamalar Marksist Partinin programına da yansıdığı gibi birbiriyle içice geçmiş, birinden ötekine kesintisiz olarak geçilen iki aşamadır. Ama yine de iki ayrı aşamadır: Birinci aşaması; anti-emperyalist, anti-faşist karakterde, proletaryanın öncülüğünde gerçekleşecek olan bir halk devrimidir. Bu aşamada amaç, ülkenin emperyalist sömürüden kurtarılarak, emperyalizmin uzantısı gerici egemen sınıflar diktatörlüğüne son vererek demokratik halk iktidarının gerçekleştirilmesi, tekelci kapitalizm ve feodal artıkların tasfiyesi sürecine karşılık gelirken, aynı zamanda devrimde proletaryanın etkinliği ölçüsünde de sosyalist nitelikte kamu mülkiyetinin ortaya çıkmasına da yol açar. BU aşamada sınıfların mevzilenmesi de aşamanın nesnel süreçlerine uygun olarak biçimlenir. Devrimin öncü ve temel gücü proletaryadır. Kır ve kentin yarı proleterleri, yoksul köylülük ile küçük burjuvazinin değişik katmanlarının proletaryanın etrafında toparlanması temel ittifak politikasıdır. Bu aşamada orta burjuvazinin siyasi etkinliğinin kırılarak tarafsızlaştırılmışı, onun reformcu, büyük burjuvazi ve emperyalizmle uzlaşmacı eğilimlerinin diğer emekçi sınıflan etkilemesinin önlenmesi başlıca görevlerdendir. Uluslararası proletarya hareketi ve halkların emperyalizm ve feodalizme karşı mücadelesi bu dönemde stratejik yedek güçtür. Darbenin asıl hedefi, emperyalizm ve gerici sınıfların diktatörlüğüdür. İkinci aşama ise; doğrudan sosyalist devrim aşaması olup, bu aşamada devrimin hedefi bütün burjuvazidir. Proletarya darbesinin doğrultusu orta burjuvazi dâhil olmak üzere tüm sömürücüleri hedef alır. Proletaryanın bu aşamadaki temel ittifakı kır ve kentin yan proleterleri ile yoksul köylülüktür. Uluslararası proletaryanın kapitalizme karşı mücadelesi ve dünya halklarının anti-emperyalist mücadelesi devrimin yedekleridir.
1970’li yıllarda ve günümüzde süren program ve strateji tartışmaları göz önüne alındığında, burada iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Birincisi; devrimin birinci aşamasının “demokratik” niteliği arkasına sığınarak proletaryanın öncü rolünün muğlâklaştırılması ya da tümden reddedilmesi ki; bu kaçınılmaz olarak devrimi eski türden bir burjuva demokratik devrimi niteliğine büründüreceğinden, çağımızın koşullarında geri ve gerici bir stratejidir. Ya da keskin gerekçeler öne sürerek (Emeğin Bayrağı’nın yaptığı gibi); devrimin birinci aşamasının proletaryanın öncülüğü sözde kabul edildiği halde, ortaya çıkan halk diktatörlüğünün proletarya diktatörlüğünün özgün bir biçimi olmayıp bir burjuva diktatörlüğü olarak görülmesi ve aynı anlama gelmek üzere birinci aşamadaki sosyalist görevlerin reddedilmesi eğilimi de, lafta ne denirse densin, devrimin birinci aşamasında proletaryanın öncülüğünün, tersten, reddi anlamına gelir. Keskin kavramlar arkasına saklanarak, devrimin birinci aşamasında proletaryanın öncülüğünü, ideolojik öncülükle sınırlayan, “öncü savaş” yanlıları ve her renkten Maoculuk da, aynı geri ve gerici strateji anlayışının savunucularıdır. Devrimin birinci aşaması için burada vurgulanması gereken ikinci önemli nokta ise; orta burjuvazinin stratejik ittifaklar içinde görülmesi eğilimidir. Eski TKP, SP ve her türden Maocu eğilim, orta ya da liberal burjuvazinin emperyalizmle, feodalizmle çelişkisi olduğu “gerçeği”nden kalkarak, (onun asıl yönünün emperyalizm ve gericilikle, feodalizmle uzlaşma olduğunu ve demokratik devrimde önderliğe ilişkin başlıca mücadelenin proletarya ile bu sınıf arasında cereyan edeceği ve ettiği gerçeğini görmezden gelerek) orta burjuvaziyi de stratejik ittifaklar içinde görüyorlar. Oysa Lenin’in “iki Taktik” adlı eserinde özellikle vurguladığı ve sonraki sınıf mücadelelerin ve gerçek devrimlerin de çok açık bir biçimde gösterdiği gibi, bir stratejinin devrimci mi yoksa reformcu mu olduğunun kıstası onun orta burjuvaziye karşı tutumuyla belli oluyor. Çünkü orta burjuvazinin stratejik ittifaklar içine alınması, devrimin proleter yönelişi ve görevlerinin orta burjuvazinin çıkarları uğruna feda edilmesi, proletaryanın asgari programının orta burjuvazinin azami programı derekesine düşürülmesi, dolayısıyla devrimin eski tipten bir burjuva devrimine indirgenmesidir ki; Rusya’da Menşeviklerin stratejisi, Çin devriminde Mao Zedung’un ve günümüz Maocularının stratejisi, 1960’lardaki M. Belli’nin MDD, 1970’li yıllardaki ünlü “Üç dünya teorisi” ve günümüzdeki sosyalizm adına yapılan burjuvaziyle uzlaşma stratejilerinin temelinde; bu, orta burjuvazinin, “emperyalizm ve feodalizmle çelişkisi”nin mutlaklaştırılması anlayışı yatmaktadır. Bu nedenledir ki, yukarıda sözü edilen eğilimlerin bugünkü temsilcileri de, attıkları her adımda gözlerini, işçi sınıfına değil, “kazanmak” adına, reformcu burjuvaziye çevirmekte, onu hoşnut görüyorsa “yollarına” devam etmektedir.
Kısacası strateji, proletaryanın darbesinin doğrultusunu belirler, devrimin temel güçleri ve yedeklerinin kimler olduğunu saptar ve bir devrim aşaması boyunca değişmez. Ancak yeni bir devrim aşamasına geçildiğinde değişir.
Stratejik Amaçlara Ulaşmanın Yol ve Yöntemleri Olarak Taktik
Yukarıda belirttiğimiz gibi, stratejinin amacı, devrimin bir bütün aşaması boyunca verilen savaşı kazanmaktır ve bu yüzden de bu aşama boyunca strateji değişmeden kalmak zorundadır. Ama sınıflar mücadelesi nispeten uzun bir süreyi kapsayan aşama boyunca hep aynı özellikleri taşıyarak ilerlemez. Tersine bu dönem boyunca alçalışlar, yükselişler, başarılar, büyük ileri atılışlar ya da yenilgiler, geri çekilişlerle ilerler. Bu ileri atılışlar ve geri çekilişler içinde mücadele biçimleri, mücadeleye katılan güçlerin ilişkileri, sloganların işlevi değişir. İşte taktik, bütün bu değişiklikleri göz önüne alarak hareketin yönlendirilmesidir. Stalin, Strateji ve Taktikler adlı yapıtında taktiği şöyle tanımlar:
“… Taktikler ise, belirli bir dönüşüm ve stratejik dönem temeli üzerinde inişler ve çıkışlar tarafından, birbiriyle mücadele eden güçlerin ilişkileri tarafından (hareket), hareketin temposu tarafından herhangi bir bölgedeki, herhangi bir andaki mücadele arenası tarafından belirlenir. Ve bu etkenler, bir dönüşümden bir diğerine kadar olan dönem sırasındaki zaman ve mekân şartlarına uygun olarak değiştiğinden, tüm savaşı kucaklamayan ama sadece tek tek savaşları kucaklayan ve savaşın kazanılması ya da kaybedilmesine yol açan taktikler, bir stratejik dönem boyunca birçok kere değişir (değişebilir). ” (Stalin, Strateji ve Taktikler Üzerine, s. 9-10, Aşama Yay, abç)
Söylenenlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, bir stratejik dönem taktik dönemlerden çok daha uzundur ve bir stratejik dönem boyunca taktik birçok kez değişir. Dahası bir taktik dönem içinde, mücadelenin değişik alanlarında değişik taktiklerden söz edilir. Örneğin, bir mücadele dönemi içinde, sosyalist hareketle işçi sınıfı hareketini birleştirme taktiğinden, bir genel grev taktiğinden ya da bir seçim taktiğinden söz edilebilir. Ama bir taktik dönem boyunca; örneğin yükselen işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketin birleştirilmesinin temel taktik olduğu dönemde, genel grev ve seçim taktiği vb. taktikler, bu temel taktiğe hizmet eder biçimde olmak zorundadır. Bunun için ise, her şeyden bütün çalışmanın proletarya üstündeki burjuva partilerinin siyasi ve ideolojik etkinliğinin kırılmasına yönelmesi gerekir. Hele hareketin yükseliş dönemlerinde her vesile bu amaç için kullanılmak zorundadır. Anlaşılacağı gibi taktiğin kendi başına bir anlamı yoktur. Tersine taktik, strateji ile sıkı bir ilişki içinde, stratejik mücadelenin kazanılmasına hizmet eder biçimde ele alınmak durumundadır. Ancak taktik, devrimci bir stratejiye hizmet ediyorsa anlamlı ve devrimci olabilir. Bu durum, son yıllarda yükselen işçi sınıfı mücadelesi içinde daha çarpıcı bir biçimde, özellikle geçtiğimiz 1 Mayıs’ta uygulanan taktik ve genel grev taktiği içinde değişik siyasi eğilimlerin sorunu kavrayışları oldukça açık bir biçimde kendisini ortaya koydu.
Bilindiği gibi, 1990 1 Mayıs’ında birbiriyle kalın çizgilerle ayrı üç taktik savaştı. Birincisi, Türk-İş ağaları, TBKP, SP, SHP gibi çevrelerin, 1 Mayıs’ı geçiştirme taktiği idi. Bunlara göre 1 Mayıs,”işçi Bayramı”ydı ve işçilerin bu bayramı kutlama haklarıydı. Öyleyse işçiler, sendikalarıyla birlikte, yasaları çiğnemeden bayramı kutlayabilirdi. Bunun biçimi ise, Türk-İş’in 1 Mayıs bildirisinin “uygun bir zamanda” sendika temsilcisi tarafından işçilere okunmasıydı. İkinci taktik ise, çok kesicin gerekçeler, “devrimci” laflar arkasında, işçileri, daha çok da devrimcileri, demokratları Taksim’e çağıran, “sosyalist dergi” çevreleri ve kimi devrimci demokrat örgütlerin Taksim taktiği”ydi. İddiaya göre, orada burjuvaziye meydan okunacak, güvenlik güçleri ve alınan önlemlere karşın 1 Mayıs kutlanacaktı. Mademki, burjuvazi “Taksim’de 1 Mayıs yaptırmam” diyordu, öyleyse yapılması gereken Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamaktı, vb. Üçüncü taktik ise; Marksist parti’nin taktiği idi. Mademki 1 Mayıs, bir işçi bayramı, işçi sınıfının birleşme ve mücadele günü; o zaman her şeyden önce işçi sınıfı bu günü kendi birliğini güçlendiren, kendi gücünü hissettiği bir gün olarak kutlamalıdır. Bunun için de; iş bırakılarak, üretim birimlerinden meydanlara, her alanın 1 Mayıs alanı olması için çaba harcanmalıydı.
Türk-İş, TBKP, SP, SHP vb.lerinin taktiği açık ki, sınıfı düzen sınırlan içinde tutmayı amaçlayan, sınıfı burjuva düzene bağlamayı amaçlayan stratejiye bağlı bir taktik, reformizmin taktiğidir. Bu yüzden de burada üstünde daha çok söz söylemeye gerek yoktur.
“Taksim taktiği” ise, sınıfı yok sayan, var saysa bile orun 1 Mayıs’la, 1 Mayıs’ın sınıfla ilişkisini anlamayan, 1 Mayıs’ı sınıfın değil devrimcilerin bir mücadele günü sayan anlayışta ifadesini bulur. Bu taktik, burjuvaziyle hesaplaşmak vb. gibi parlak gerekçelerine bakılırsa, devrimci bir taktik bile sayılabilir. Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir taktiğin doğru sayılması için; sadece, o taktik için öne sürülen gerekçeler ve uygulanan mücadele yöntemlerinin şöyle ya da böyle olması yetmez. Aynı zamanda devrimci, Marksist bir stratejinin zaferini de hazırlamak zorundadır. Bu açıdan bakıldığında, “Taksim taktiği”, sağcı, devrimci güçlerle sınıf hareketinin birleşmesine zarar veren bir taktiktir. Çünkü böyle bir taktik, uygulayanların aklına gelmese bile; olsa olsa, işçi sınıfının bu düzenin en radikal muhalefeti olduğu temel gerçeğini görmeyen, devrimi sınıflar arasında bir mücadelenin son büyük çatışması değil ama devrimci demokratlarla gericiler arasına bir çatışma gibi gören, devrimin temel ve yedek güçlerini yanlış belirleyen bir stratejinin ürünü olabilir.
“Bütün alanlar 1 Mayıs alanı olmalıdır” biçiminde ifade edilen Marksist taktik ise; devrimde işçi sınıfını öncü ve temel güç olarak gören stratejinin, yaşanan döneme ilişkin olan temel taktiğine -ki, bu, işçi sınıfı hareketiyle sosyalist hareketi birleştirme taktiğidir- hizmet eder. 1 Mayıs’ın kutlanmasının üretim birimlerinden başlanarak alanlara taşması, bir yandan sendika ağalarının sınıfı denetim altında tutma çabalarını engellerken, öte yandan sınıfın kendi gücünü tanıması, 1 Mayıs’ın temsil ettiği ideallerin sınıfın zihninde yer etmesinin de vesilesi olacaktı. Olayı, sadece 1 Mayıs günü yapılan bir eylem olarak değil de, 1 Mayıs öncesi ve sonrasını kapsayan uzunca bir dönem içinde süren tartışmalar ve çalışma olarak alırsak, böyle bir 1 Mayıs taktiğinin ne anlama geleceği daha iyi anlaşılır. Kısacası; Marksistlerin 1 Mayıs taktiği, hem dönemin temel taktiği ile hem de devrimin birinci aşamasının stratejisi ile son derece uyumlu, onun zaferi için atılmış bir adım olması bakımından da başarılı olabilmiştir.
Strateji ve taktik arasındaki ilişkiyi en çarpıcı biçimde açığa çıkaran etkenlerden birisi de son aylarda yükselen işçi sınıfı hareketi karşısındaki reformist taktiklerde ifadesini buldu. SP’den DYP’ye tüm burjuva muhalefet partileri ile, Demokrat!’tan Troçkistlere kadar çeşitli “sol” siyasi eğilimler, sınıfın hedefini; “Hükümet istifa”, “Özal istifa”, “Meclis istifa” gibi sloganlarla sınırladılar. Bu blok içinde “sol” olarak nitelenenler, bu tutumun eleştirisi karşısında bunun bir “taktik” olduğunu, asıl amaçlarının ise daha ileri olduğunu vb. iddia ettiler, ediyorlar. Elbette ki, bu bir taktiktir, ama nasıl bir taktik, devrimci bir taktik mi, reformcu bir taktik mi? Eğer bu siyasi grup ve eğilimlerin stratejik amaçlan gerici sınıflar diktatörlüğünü yıkmak, bunun için de her şeyden önce işçi sınıfını burjuva siyasi eğilimler ve sendika bürokrasinin etkinliğinden kurtarmaksa, uyguladıkları taktiğin bu strateji ile hiç bir ilgisi yoktur. Ve onlar uyguladıkları bu “taktik”le kendiliğinden hareketin, daha da kötüsü burjuva muhalefetin kuyruğuna takılmışlardır. Yok, eğer bunlar, bugün de bu taktiklerinin doğru olduğunu iddia ediyorlarsa (ne yazık ki bunda ısrar ediyorlar); o zaman da, hangi sözcüklerle ifade edilirse edilsin stratejileri egemen sınıflar diktatörlüğünü devrimci yoldan ortadan kaldırmayı amaçlayan bir strateji değildir. Çünkü, yaşanan dönemin özelliği şuydu: Emekçi yığınlar düzen partilerinden ve parlamentodan hızla kopma sürecine girmişti. Yığınların gözünde parlamento bir “asma yaprağı” kadar bile itibara sahip değil, burjuva muhalefet partileri muhalefet olarak bir işlev yerine getiremezken, ama buna karşın, yığın hareketi, Türkiye tarihinde hiç görülmediği bir biçimde patlamalarla ilerlerken, yığınların dikkatini yeniden hükümet ve parlamentoya, seçime yöneltmek, onların kaybettiği itibarı yeniden kazanacakları bir ortam oluşturmak için çaba harcamak, ancak burjuvazinin has temsilcilerine düşer. Dahası, devrimciler için parlamentoya yeniden itibar kazandırmak, seçim sandığını kurtuluş olarak göstermek hiç bir zaman bir taktik olamaz. “Hükümet istifa”, “Meclis istifa”, “Demokratik erken seçim” vb. gibi sloganlar öne sürmenin, bunu dönemin taktiği olarak savunmanın bugünkü koşullarda bir tek anlamı olabilir, o da, düzenden, düzen partilerinden kopma eğiliminde olan emekçi yığınları, yeniden parlamentarizme, düzen partilerine yöneltmek. Bu ise; ancak, gerici sınıflar diktatörlüğünü devrimci yoldan yıkmaktan vazgeçen bir stratejinin taktiği olabilir.
Demek ki, devrimci taktikler ancak devrimci bir strateji ile uyumlu olduğu ve onun zaferine hizmet etmeyi gözden kaçırmadığı zaman yaşama geçirilebilir. Bunun gözden kaçırıldığı her durumda taktikler devrimci olma niteliklerini yitirirler.
Taktik ve önderlik
Devrimin sübjektif yanında asıl sorun öncünün kapitalist düzenin çürümüşlüğünü, yıkılmasının gereği ve zorunluluğunu anlaması değildir. Asıl sorun yığınların, proletarya başta olmak üzere emekçi sınıfların bunu görüp harekete geçmesidir. Ne var ki proletarya ve diğer emekçiler, bunu kendi kendilerine öğrenemezler. Dahası, son hedefe ulaşılıncaya, kesin çatışmaya kadar mücadele pek çok aşamalardan geçerek ilerler. İşte önderlik, mücadelenin çeşitli aşamalarında bütün mücadele ve örgüt biçimlerini geliştirmek ve varolan güçler dengesi içinde stratejik zaferi hazırlamakla yükümlüdür.
Bunu bir yanıyla proletarya ve emekçilerin kendi deneyimleri temelinde eğitilmesi olarak ele alırken bir diğer yanıyla da, milyonlarca emekçiyi kapitalizme ve gericiliğe karşı mücadeleye çekecek örgüt biçimlerinin geliştirilmesi, her durumda mücadelenin biçimi, yararlanılacak dayanaklarının belirlenmesi, sloganların (propaganda, ajitasyon, eylem sloganları) belirlenip zamanında değiştirilmesi vb. olarak anlamak gerekir. Kısacası proletarya, emekçilerin nabzım her an elde tutmak, her yeni durumda kavranacak halkayı, “Partinin önündeki bütün görevlerden, gerçekleştirilmesi merkez noktayı teşkil eden ve yerine getirilmesi diğer acil görevleri başarıyla gerçekleştirecek olan en acil görevi” (Stalin) yakalamaktır.
Bu konuda Lenin de şöyle söylüyor: “Bir devrimci ve genel olarak sosyalizm savunucusu veya bir komünist olmak yetmez. Bir kimse her özel anda zincirin özel halkasını bulabilmelidir, tüm zinciri kavrayabilmek ve halkalardan bir diğerine geçişi hazırlayabilmek için bir kimse bütün kararlılığıyla bu özel halkayı kavramalıdır.”
Kısacası taktik önderlik; stratejik önderliğin bir parçasıdır ve stratejik önderliğin görev ve isteklerine tabidir. Dolayısıyla da onun zaferini hazırlamak için yığın hareketinin yükseliş ve alçalış dönemlerinde uygun mücadele ve örgüt biçimlerini geliştirerek yığınları büyük kesin mücadeleye hazırlama, bunun için ortaya çıkan en küçük olanakları bile değerlendirme faaliyetidir.

Hareketin Yükselişi, İnişi ve Taktikler
Taktikler, hareketin nispeten kasa dönemindeki yükseliş ve inişlerinde, devrimin çıkış ve düşüşünde proletaryanın çizgisinin tayin edilmesidir; eski mücadele ve örgüt biçimlerinin, eski sloganların yerini yenilerinin alması ve bu biçimlerin-kaynaştırılarak savaşın sürdürülmesidir. Stratejinin hedefi, savaşı, diyelim ki çarlığa karşı veya burjuvaziye karşı kazanmaksa, çarlığa ve burjuvaziye karşı sonuna kadar savaşı sürdürmekse, taktikler daha az önemli hedefler peşinde koşar, çünkü laktiklerin amacı savaşı bir tüm Olarak kazanmak değil, bazı özel anlaşmalara veya özel savaşlara girişilerek bunların kazanılması, başarılı bir biçimde bazı özel kampanyalara veya devrimin yükseliş ya da inişindeki belirli bir dönemde somut durumlara tekabül eden eylemlere girişilmesidir. Taktikler stratejinin bir parçasıdır, ona tabidir ve ona hizmet eder.
Taktikler, yükseliş ve inişe göre değişir. Devrimin ilk aşamasında (1903’den Şubat 1917ye kadar) stratejik plan değişmeden kalırken, bu dönem boyunca taktikler birçok kereler değişti. 1903’ten 1905’e kadar Parti saldırı taktiklerini uyguladı, çünkü devrim yükseliş dönemindeydi, hareket üst derecedeydi ve taktikler bu olgudan ilerlemek zorundaydı. Buna göre, devrimin yükselişinin gereklerine uygun olarak mücadele biçimleri devrimciydi. Mahalli siyasal grevler, siyasal gösteriler, genel siyasal grev, Duma’nın boykotu, ayaklanma, devrimci savaş sloganları -işte bunlar o dönemin başarılı mücadele biçimleriydi. Mücadele biçimlerindeki bu değişiklikler örgüt biçimlerindeki değişikliklere tekabül ederek gerçekleştirildi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi temsilcileri Sovyetleri, aşağı yukarı legal olarak faaliyet gösteren bir işçi partisi- işte bunlar o dönemdeki örgüt biçimleriydi.
1907den 1912’ye kadar olan dönemde Parti geri çekilme taktiklerine başvurmak zorunda bırakıldı; daha sonra biz devrimci hareketin inişinden, devrimin gerileyişinden gerekli dersleri aldığımızdan, taktikler zorunlu olarak bu gerçeği hesaba katmalıydı. Mücadele biçimleri, örgüt biçimlerinde olduğu gibi duruma göre değişti; Duma’nın boykotu yerine, Duma’ya katılma; Duma dışındaki açık devrimci eylemler yerine, Duma içinde eylemler ve çalışma; genel siyasal grevler yerine, kısmı ekonomik grevler veya faaliyetlerde durgunluk. Elbette ki, o dönemde devrimci kitle örgütlerinin yerini kültür, eğitim, kooperatif, sigorta ve diğer legal örgütler alırken, Parti yeraltına geçmek zorundaydı.
Taktiklerin düzinelerle değiştiği, stratejik planların ise değişmeden kaldığı, devrimin üçüncü aşaması için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
Taktikler, değişmeleriyle ve kaynaşmalarıyla proletaryanın mücadele ve örgüt biçimleriyle ilgilenir, devrimin belirli bir aşamasında devrimin yükseliş ve düşüş, iniş ve çıkışına göre taktikler birçok kereler değişebilir.
(Stalin, Strateji ve Taktikler, s36-57, Aşama Yay,)

Nisan 1991

Bir Yaşam, Bir Portre

Tarih: 2 Mart 1991, yer: Ankara Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şube Dal. TDKP yayın organı D. Sesi’nde açıklandığına göre Türkiye Genç Komünistler Birliği Ankara İl Sekreteri ve Türkiye Devrimci Komünist Partisi Ankara İl Komitesi üyesi İMRAN A YDİN işkencede can verdi. Polis iddiası: Kaçarken çukura düştü, başını taşa çarpıp öldü. ‘Adli Tıp raporu: Pankreas kanaması. Ve gerçek: Yaşamı işçilikle ve sosyalizm idealiyle yoğrulan devrim ve sosyalizm savaşçısı, işkencede katledildi.
İlkokul öğreniminin ardından Sitelerde çırak olarak çalışmaya başlayan İmran Aydın, devrimci fikirlerle çırakken tanıştı, 12 Eylül’ün karanlık yıllarında sosyalizm yolunda büyük bir inançla çalıştı. Uzun yıllar boyunca devrimci çalışmasıyla işçilik yaşamını biramda sürdürdü. Site çırak gençliğinin tartışılmaz doğal önderi durumuna geldi. Öğrenci devrimciler, onun şahsında işçi devrimciyle tanıştılar, İmran Aydın, bütün devrimci yaşamında olduğu gibi, işkence hanede de sosyalizme ve devrime olan inancından en küçük bir taviz vermeden direndi, işkencede devrimci tavrın gelenekselleşmesinde bir köşe taşı oldu.
Aşağıda bir öğrenci devrimcinin İmran Aydın anısına yazdığı şiiri yayınlıyoruz.

1. Söyleşi
Bir parkın gölgesinde buluştu iki kişi.
Biri kızdı bunlardan, biri işçi.
Kıvırcıktı saçları işçinin
İnce uzun elleri vardı
Bir de derin gözleri
Yıpranmış çalışmaktan ince uzun elleri belli.

Bir yoldaş;
Ellerinden anladım işçi olduğunu demişti
Eller ki çok şey anlatır bize,
“Biliyorsunuz
insanlar sınıf damgalarını
taşırlar avuçlarının içinde”
demiş şair.

Bu bir komünist yoldaşın öyküsüdür
Taşır eller bizi yıllar ötesine.
Parkın gölgesindeki söyleşide;
Kıvırcık saçların, ince uzun ellerin sahibi
konuştu bir süre.
Dinledi yanındaki kız.
Sonra başladı anlatmaya
çalıştığı işleri saydı birer birer
kıvırcık saçlıya.
Sitede bir anket yaptım dedi
Bir İşçi cehennemiydi kızın orda gördükleri.
Anlattı birer birer.
Yaşlan on iki olup da sekiz gösteren çocuk çırakları.
Öğrenci kızın kitaplarda okuduğu sefaletle
Yaşamda gördükleri bambaşkaydı.
Dehşetti sefalet
Dehşetti tozlu atölye
Dehşetli bir deri bir kemik çocuklar
En çok oyun çağındaki.
Bu küçük işçilere acımıştı genç kız.
Kin duymayı yeni baştan öğrendim burada
dedi, kıvırcık saçlı işçiye.
Tıpkı “Vahşi fakat cana yakın
bir şarkı öğrenir gibi”

Öğrenci kız, bir ay süreyle diyar diyar gezdikleri bu sefalet ülkesinde sokak sokak gördüklerini anlattı. “Biz sürücü kursundan geliyoruz. Ehliyet almak için yazılmak ister misiniz?” diye sorduklarında; bir lokma ekmeği kazanmak için gün boyu çalışan işçilerin, bizimle alay mı ediyorsunuz diyen bakışlarını anlattı. Gülümseyerek dinledi anlatılanları genç işçi, bir süre sonra aldı sözü;
Biz de oralardayız
Karşılaşmadık hiç sizinle
İşçiyim ben de Site’de
Bizi daha küçücükken
ustaların eline verdiler
“eti senin kemiği benim” dediler.

Devam etti genç kız kaldığı yerden. Atölye patronlarını telaşa sardırmak için önemli kişiler gibi içeri girip “Niye bu işyerinin aspiratörü yok”, “işçiler niye maske kullanmıyorlar?” gibi sorular sorduklarını anlattı. Güldüler biraz. İşçilerin yaşamını, çalışma koşullarını biraz olsun yakından görmenin kendisi için ne kadar öğretici olduğunu ekledi konuşmasının sonunda genç kız.
Ağır ağır, tane tane sözcüklerle
başladı söze genç işçi;
Görmek, duymak başka
Yaşamak bambaşka.
Kafasındaki işçi sınıfı hayalini,
bir kez daha yokladı genç kız
ne kadar uyuyor
gerçeğine diye.

2. Söyleşi
Başarması gerekenlerden söz açtığında işçi,
Genç kız inşallah deyiverdi.
Kıvırcık saçlının çatıldı kaşları bir parça
derinleşti alnındaki çizgi.
– İnşallahlar bırakır mı hiç, bir devrimci yapması gerekenleri? Biz feodal kökenden gelenler bile kullanmıyoruz böyle kaderci deyimleri. Size İse hiç yakışmıyor.
Bir keresinde sabahtan görüşüp akşam buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Görüştüklerinde kıvırcık saçlı “günün nasıl geçti bugün hocam” diye sordu.
Dakikalardaki en ufak aylaklığa bile paydos!
Günün bugün nasıl geçti sözü çınladı kulağımda bir kez daha. İmran Yoldaş usulcacık fısıldıyordu kulağıma, “bugün partin için ne yaptın?”

3. ve Son Görüşme
Aradan 4 ay geçti. Uzun bir süre görüşmediler. Selam yolluyordu genç kız gördükleriyle kıvırcık saçlı işçiye. Artık iyice öğretmeni bellemişti bu bilge işçiyi. Kız beklemeden ansızın karşılaştılar uzunca bir aradan sonra. Genç kız yaşantısından daha bir memnun, gururlu bir sevinçle selamladı işçiyi. Gözlük takmıştı kıvırcık saçlı bu kez.
O gece konuştular
Kavgadan, dostluktan
daha birçok şeyden…
İlişti bir ara gözleri genç kızın parmağındaki nişan yüzüğüne. Şakacıktan takıldı.
-Oo hocam bu ne hızlılık böyle. En son gördüğümde yoktu bu yüzük değil mi?
Sabah vakti Vedalaştı dostlar
birbirleriyle
Bir dahaki görüşmeye kadar
Kıvırcık saçlı bilmeden bir daha
görüşemeyeceklerini
Sarıldı genç kıza.
Kız da ne bilsindi bir daha görüşmeyeceklerini

Kıvırcık saçlı, bir de sarıldı yine uzun uzun bir yoldaşa daha. Ellerinden anladım işçi olduğunu diyen yoi-aaşla da vedalaştılar aynı şekilde.

Ölüm haberin
bir pazar sabahı
Bizi, uğursuz bir gazete kupüründe buldu.

Dostlarım;
Bir parti işçisi
Bir yiğit yoldaş öldü
Yaktı direniş meşalesini
Ankara sokaklarında
Adı İmran’mış
Hayatı Kavga ve İsyan
Aklım alırken ölümünü İmran Yoldaş
Yüreğim zor dayanır bu acıya.

Sonradan “nasılda sarıldı son görüşmemizde uzun uzun” diye anımsarken seni diğer yoldaşla; ikimiz de birbirimizi ağlatmaktan korkarak ısırdık dudaklarımızı.

“En fazla bir yıl sürer
yirminci asırda ölüm acısı”
dizeleriyle sitem yollamıştı
ölenleri unutanlara şair.

Kabullendik ölümünü
Kabullenmek gerek çünkü.
Tıpkı yaşam gibi gerçek ölüm de.
Yalnız unuttuk mu ki
Denizleri. Sinanları, Erdalları
Unutur muyuz hiç seni de.

Bir tümceyi okurken takılır aklıma
O ağırbaşlı halin, derin sıcak gözlerin.
Seni kaybedişimizin acısını duyarken bütün
derinliğiyle yüreğimizde.
İnançlı olmayı fısıldar anılardan canlanan yüzün.
Anılar ki geçmişteki köklerimizdir
Bizi geleceğe uzatan.
Ve biz daha büyük bir hızla
anılarımızdan, senden
güç alarak dalarız yaşamın
o cömert kucağına _
Dersimiz Devrim
Öğretmenimiz İmran.

Yaşamının ayrıntılarını bilmiyoruz
Kaç kardeştiniz
Bir sevdiğin var mıydı
Yoksa evli miydin
Anan baban hayatta mıydı?..
Anacığının ağıtını duyar gibi oluyorum
şu türkünün dizelerinde
“Bin bir çileyle büyüttüm oğlumu
Yemedim yedirdim bugüne getirdim
Cesurdu mertti, kaya gibi senti
Bir gün geldi ki vay vay vurdular onu”
Biz biledik mücadele azmimizi
Ölümünün hazin taşında.
Direnişinle anlaştın yüreğimizde
teselli bulduk avunduk bir parça.
Ancak kim avutabilir ki
bir oğul kaybetmiş anayı.

Bilmiyoruz yaşamındaki ayrıntıları
Adını da gazetelerden öğrendik.
Bilmesek de tüm bunları
Bildiğimiz tek şey var;
Adın İmran
Hayatın baştanbaşa Kavga ve isyan.
Bir şair için;
“Hayatı bir şiirdi.
Geriye kalan ise dipnottu”
denildiğini okumuştum.
İMRAN AYDIN’ın
Yaşamı ise Kavga ve isyandı
Geriye dipnot kalmamacasına yaşanan

Bir portre sunduk size yaşamdan dostlar!
Mesleği; bir işçi, kıvırcık saçlı
İnce uzun narin elli
İçinde güneşler yanan derin gözlü,
Bir parti işçisi
Adı İmran
Hayatı Kavga ve isyan

Çiğdem GÖKÇE

Nisan 1991

1 Mayıs’a doğru

‘89 Bahar eylemleriyle işçi sınıfı hareketi, yasal sınırları zorlayarak eylemi sokağa taşıtıldı. Bu bahar dalgasının diğer önemli özelliği de yaygın ve kitlesel olmasıydı. ’89 baharında ekonomik nedenlerle sokağa yönelen işçi sınıfı, ’90 1 Mayıs’ında sınıfın birlik ve mücadele gününü kutlamak için üretimi durduruyor, yer yer çatışarak sokağa çıkıyordu. ’90’ın sonlarında ise İzmit’te, Zonguldak’ta sokaklardaydı. Zonguldak madencilerinin grevi, 12 Eylül sonrasında, grev süresi boyunca sokaklarla işçilerin ve halkın adeta özlem giderircesine haşır-neşir oldukları bir süreç oldu. E-5 Karayoluna 8 km. kalana dek süren bu tarihinin en uzun işçi yürüyüşü, işçi sınıfının ayak seslerini ve nasırlı ellerinin gölgesini burjuvazi ve iktidarının ensesinde duyurdu. Bir günlük gazetenin sekiz sütuna manşetten verdiği gibi ‘adım adım geliyorlar’dı.
Evet, adım adım geliyorlar! Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanlar, kendi mücadelelerinden ve deneylerinden, bilimsel sosyalist öğretiden, Marksizm-Leninizm’in engin öngörülerinden öğrenerek geliyorlar. Zaman zaman satılıyorlar, aldatılıyorlar; öz çıkarlarının yolundan saptırılıyorlar; ufukları karartılmaya, bilinçleri çarpıtılmaya çalışılıyor. Yetmediğinde silahlı teçhizattı güçlerle çıkılıyor karşılarına, kuşatılıyorlar. Tüm bunlar, “kaybedeceği bir şeyi olmayanlar” için, kimi zaman işlerinden, “özgürlüklerinden”, canlarından olsalar da sonuç olarak gelecek büyük mücadeleler için kazanç hanesine kayda geçiyor. Öğreniyorlar. Mücadelenin sıcak ateşinin içinde çelikleşerek geliyorlar…
’90 1 Mayıs’ı devrimci-demokrat sendika Örgütlerinin, düzen destekçisi eylem çizgisinden kopuşuna ve 1 Mayıs’ı mücadeleci bir tarzda kutlama ve birlik oluşturmalarına tanık oldu. 1 Mayıs’a hazırlanma süreci içinde sendika işyeri temsilcileri ve seçilen işyeri temsilcileri aracılığıyla da olsa, bir dizi toplantılar ve diyaloglar sürecinde sınıfın görüş ve kararının -kısmen- eylem çizgisine yansımasında Sendika Şubeler Platformu bir açılım sundu. Platformun “üretimi durdurup sokaklara çıkma, her yeri 1 Mayıs alanı haline getirme, alanlarda toplanan güçlerle Taksim’e yürüme” kararı, Taksim alanının tali planda kalmasına neden olduğu, güçlerin birleşmesine engel olduğu vb. iddialar ileri sürülmüş olsa da, yakın geçmişin çalışan kitleleri eyleme katma, sınıf çizgisinde kapsayıcılık deneyi olma yönüyle birleştirici bir rol oynadı. Geniş bir işçi kitlesinin sınıfın mücadele gününü adına yaraşır bir tarzda kutlamalarının yolunu açtı. Aynı zamanda, bürokratik ve düzen yanlısı sendikal tekeli kıran bir başlangıç oldu. Eylem çizgisi ile ekonomik nedenler dışında bir nedenle, sınıfın kendi birlik ve mücadele günü için üretimi durdurması, yer yer çatışarak sokağa çıkması işçi sınıfı hareketinde bir dönemecin ifadesi oldu. 1 Mayıs kutlamasını devrimci siyasi hareket ve grupların, devrimci-demokrat kişilerin her koşulda Taksim alanında gösteri yapmasından ibaret görenler için ‘901 Mayıs’ı başarısız bir teşebbüs ya da yüzlerce-binlerce kişi ile kutlamaya girişilmiş ancak güvenlik güçlerinin yığınağı karşısında bir-iki dakika kutlanabilmiş bir bayram sayılabilir. Eğer, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının birlik ve mücadele günü olduğu gözden kaçırılırsa… Böyle kutlamaları belki her şeye karşın ve her koşul altında yapmak mümkün olabilir. Ancak, sınıf bir tarafta kalır, kendiliğindenliğe terk edilir ya da sadece onun ileri, devrimci azınlığı ile Taksim’de olmak amaçlanırsa, bunu bugün, dünden daha iyi başarmak da mümkündür. Ama 1 Mayıs’ın işçi sınıfının mücadelesinde bir atılım günü olması gereğinden yola çıkanlar için, çalışmaları, çağrı ve taktikleri bu bakış doğrultusunda belirlenenler için, 1 Mayıs’ın devrim ve karşı-devrim arasında güçlerin sınandığı bir gün olmasına bütün gücünü seferber eden siyasi hareketler ve işçi sınıfı partisi için bununla yetinmek kendini aldatmak olur. ’90 1 Mayıs’ı bu bakış çerçevesinde bir değerlendirmeye konu olunca, ondan sonra yükselme eğilimi içine giren işçi hareketinde bir dönemece işaret ettiği yadsınamaz. Taksim alanında yapılacak 1 Mayıs gösterisi de küçümsenemez. Ancak, işçi sınıfını, çalışan yığınların üretimi durdurarak kitleler halinde Taksim’de olmaları o alanın simgesel anlamıyla uygun düşer. Hedef bunu başarmak, çalışmalar ve çağrılar bunu gözetme durumundadır.
’91 yılı başında 3 Ocak ve Zonguldak madencilerinin grev ve yürüyüşü ile doruğuna tırmanan işçi hareketi, grevlerin ertelenmesi ve özellikle Zonguldak madencilerinin Mengen’den döndürülmesi ile bir cephe yenilgisi aldı. Genel Maden-İş Sendikası, Türk Metal, Teksif gibi yüz binleri bulan işçiyi kapsayan toplusözleşmeler, taleplerin çok altında rakamlarla bağıtlandı. İşçiler, Körfez Krizi ve Madencilerin Mengen’den döndürülmesinin ardından ortaya çıkan cephe yenilgisinin moral bozukluğu ile sözcüğün tam anlamıyla satıldılar. İktidarın, sendika ağalarının taktik ve desteği ile madencileri Mengen’den geri döndürmeyi başarması, işveren kesimi ile açık işbirliği halinde işçi sınıfına saldırının yollarını açtı. Burjuva basının bildirdiğine göre son altı ayda 60 bini sendikalı olmak üzere 200 bini aşkın işçi işten atıldı. Son iki ayda hız verilen işten atmaların ulaştığı sayı henüz kesin olarak belli değil.
Ama bu gidişte belli ve kesin olan şeyler var: İşten atmalar devam edecek. Atılan işçiler, işyerlerinin ve sendikaların ileri işçileri başta olmak üzere sınıfın mücadeleci işçilerinden seçiliyor. İleri işçilerin tasfiyesine titizlik gösteriliyor. Böylelikle işçi sınıfı öndersiz bırakılmaya, mücadelesinin önü alınmaya çalışılıyor. Öte yandan sendikal örgütlülüğü dağıtılarak, yaklaşan toplusözleşme görüşmelerinde ve hareketli olacağı anlaşılan bahar döneminde sınıfın örgütlü bir güç olarak satılmaya ve kıyımlara karşı durmasının koşulları yok edilmeye çalışılıyor. ’90 1 Mayısını aşan bir eylemliliğe objektif koşullar ve mücadele deneyi itibariyle hazır olan işçi sınıfına ’91 1 Mayısında fırsat vermemek, amaçlanıyor.
Toplu işten atmaların hızlanması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, fabrika direnişleri ve işgalleri de artmakta. Ücretli veya ücretsiz izine çıkarma bahanesiyle işyerinden uzaklaştırılan işçiler izin süresinin biliminde işlerine son verildiğini öğreniyorlar. Kimi işyerlerinde bu uygulama toplusözleşmelerin bağıtlanmasının hemen sonrasına denk geliyor. İşveren kendisini ne yasalarla, ne de toplusözleşme hükümleriyle bağlı sayıyor. İşten atmakta, toplusözleşme hükümlerini uygulamamakla, tazminat ödememekle alabildiğine özgür! Bu fiili durumla işverenin yarattığı anarşinin hiçbir yaptırımı yok. Ama bunun karşısında direnmekten başka bir silahı olmayan işçiler için ise yasalar, devlet, güvenlik güçleri var. Açlığa, sefalete; direndiğinde baskıya maruz kalması olağan şeylerden sayılıyor. Bir burjuva profesörünün ‘uzman gözüyle’ basına verdiği bilgiye göre son on yılda % 30 civarında olması gereken işçilik maliyeti % 10’un allına düşmüştür. Aradaki sermaye birikimi ise yatırıma yönelmesi gerekirken paralar ya yurtdışına çıkarılmış, ya da ölü yatırımlara bağlanmıştır. Burjuvazinin ve iktidarının işçi sınıfına ve halka saldırısının pervasızlığı artık ‘vatan-millet aşkı’yla cilalanma gereği duymuyor. Amaç belli: Burjuvazi elde edebileceği kârı son kuruşuna kadar cebine indirmek istiyor. Bunu yaparken kendisini hiçbir yasal, siyasal, ahlaksal bağla bağlı hissetmiyor. Hukuksal ve siyasal çerçeve onun önündeki pürüzleri gidermeye yönelik olarak yeniden yapılandırılmaya, güçler merkezileştirilmeye, hedef dağıtılmaya ve daraltılmaya çalışılıyor. Ekonomik krizin yüklerinin halka ve işçi sınıfına bindirilmesinde hiç tereddüt gösterilmiyor. Bunun için her fırsatı ganimet bilmekten geri durmuyor. Son olarak Körfez Krizinin bu konuda burjuvaziye sunduğu olanak alabildiğine kullanılıyor. Türk-İş’in saptadığı Şubat ’91 gıda harcaması, artışını Körfez Krizi’nden bu yana 174.872 TL. ilave ile dört kişilik bir aile için 680.907 TL.ye ulaştığını gösteriyor. Ücretlerin düşük tutulması, toplu işten atmalarla işçilik maliyetinin azaltılması, tazminatların ödenmemesi veya taksitlere bağlanması ile birlikte kesintisiz zam furyası burjuvazinin sömürüsünün boyutları ile bunun karşısında halkın ve işçi sınıfının yaşam koşullarındaki gerileme ve yoksullaşma, işsizliğin artışı, siyasal baskıların yoğunlaşması ekonomik ve siyasal açmazları derinleştiriyor. Safları netleştiriyor.
’89’dan itibaren işçi sınıfı harekelinde sendika bürokrasisinin ve yasaların çizdiği çerçeveyi zorlayarak yükselen grafik haklı ve meşru temelle yaygınlaşırken, bundan telaşa kapılan TİSK Başkanı Refik Baydur “İşçi çıkarmalara karşı işçi-işveren-hükümet düzeyinde “consensus” öneriyor ve sendikalardan sınıf sendikacılığından vazgeçmelerini, hükümetten de özel sektörü dış rekabete karşı korumasını istiyor. İşçi çıkarmalarının sona erdirilmesi ve işverenlerin sorunlarının azaltılması için “uzlaşma sendikacılığı” öneriyor. Türk Metal Sendikası İstanbul Şube Başkanı Erdoğan Aslıyüce ise “… Gerçekten zor durumdaki sanayiciyi desteklemek için biz de bir şeyler yapmaya çalışıyoruz…” diyerek % 10’un altındaki işçi maliyeti, tazminatsız işçi çıkarma, zamlar yoluyla kâr sınırını azami haddine çıkarmaya çalışan burjuvazinin ‘perişanlığına’ (!) ‘naçizane’ desteklerini sunuyor.
Saflar netleşiyor, işçi sınıfı burjuvazinin hizmetindeki sendikacılarını da tanıyor. Onların kader olmadığını, sınıf karşısındaki tutumlarında gördükçe anlıyor, sınıf sendikacılığına yöneliyor. Yer yer, Bursa ve Adana’da olduğu gibi haklı talepleri konusunda duyarsız kalan, grev kararını uygulamayan, işveren vekili gibi davranan sendika yönetimlerini protesto etmek için de yürüyor. Mücadele ivme kazandıkça, burjuvazinin hizmetindeki sendikacılardan arınmayı da başaracaktır.
Bugün işçi sınıfı hareketi, aldığı cephe yenilgisinin ardından işten çıkarmaların, yetersiz ücret artışlarının, gerileyen reel ücretlerin, zamların, devam eden ve yaklaşan toplusözleşmelerin, huzursuzluğu, kıpırdanışı içindedir, işten atmalara karşı fabrika direnişleri ve işgalleri yaygınlaşmakta, bir oldu-bitti ile sokağa atılan yüz bini aşkın işçi ve aileleriyle birlikte yüz binlerce kişi çare-siz-güvencesiz biriken öfkesiyle patlamaya hazır durumdadır. Ekonomik ve siyasi açmazlarını ‘liberalleşme’ yaygaralarıyla örtmeye çalışan egemenler de bunun ayrımında olmalı. Şimdiden memur sendikalarının kapısına kilit vurulmakta, atılan işçiler, sendikalılara öncelik verilerek seçilmekle, yapılacak yasal değişikliklerle ‘liberalleşme’ görüntüsü altında radikal-sosyalist basını, kesimleri diğerlerinden ayırarak hedef daraltıp, susturmanın formülleri araştırılmaktadır. Sendikalar, üyesizleştirilerek işlevsiz duruma getirilmeye, tüm devrimci demokrat örgütlenme ve girişimler kâh yasal düzenlemelerle, kâh zorbalıkla dağıtılmaya çalışılmaktadır. İşçi sınıfını ve ezilen halkı bir yandan güçlerini toparlama ve özgürlük ve demokrasi için mücadele vermekte zorlu bir dönem beklerken, öte yandan aynı koşullar objektif olarak özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir atılım yapmanın uygun zeminini oluşturmaktadır. ’91 1 Mayısı işçi sınıfı, devrimci-demokrat güçler için sınıf çizgisinde bütünleşerek burjuvazinin açıkça sınıfa ve halka açtığı savaşa, ’90 1 Mayısından daha güçlü ve etkili bir yanıt vererek, özgürlük ve demokrasinin yolunu açmak için önemli bir sınav günü olacaktır. Öyle de olmalıdır. Grup çıkarlarını mücadelenin merkezine koyarak, sınıfla bütünleşmenin olanaklarını tepen tavırlar ’91 1 Mayısında yeniden gözden geçirilerek, terk edilmelidir. Öte yandan Sendika Şubeler Platformu şeklindeki girişimler, sınıfı birleştirici ve kapsayıcı özelliği, sınıfın eylem çizgisine açıklığı gözetilerek daha örgütlü ve güçlü bir sınıf bayramı için desteklenmeli, bunun oluşmasına çalışılmalı ve işçi sınıfının çıkarları ile özgürlük ve demokrasi mücadelesinde bir atılım perspektifi ile yaklaşılmak belirleyici olmalıdır.
Türk-İş Başkanlar Kurulunun 12 Mart 1991 tarihli bildirisinde 1 Mayıs’ın illerde salon toplantılarıyla kutlanması kararı, işçi sınıfının tabanından yükselmesi olası eylem isteklerinin koordineli ve yaygın tartışma ve kararlarıyla sınıfın istemleri doğrultusunda boşa çıkarılabilir. 1 Mayıs’ın işçi sınıfının üretimi durdurarak birlik, dayanışma ve mücadelesini yükselttiği bir gün olma özelliği içeriği boşaltılarak değil aksine güncel sınıf ve demokrasi talepleriyle zenginleştirilerek, alanlara taşınabilir. 3 Ocak ve Zonguldak grev ve yürüyüşü ile burjuvazinin yüreğine salınan korku ’91 1 Mayısında daha büyük bir adımla büyütülebilir. Bunun objektif zemini hazır.
İşçi kıyımları, memur sendikalarının kapatılması, sendikaların işlev-sizleştirilmesi, Türkiye’nin Ortadoğu’da emperyalistlerce öngörülen role uygun yapılandırılması, burjuvazi için dikensiz bir gül bahçesi, işçiler ve halk için örgütsüz, güvencesiz; gitgide yoksullaştırılan bir ekonomik sistem, özgürlük ve demokrasinin sadece burjuvazi için mevcut olduğu bir toplumsal sistemin yasal, siyasal, ekonomik ve toplumsal yapılarının yerleştirilmeye çalışılması… 1 Mayıs ’91’e girerken demokrasi güçlerinin önündeki tablo bu. Bu tablonun değişmesi, demokrasi ve özgürlüğün yolunu açılması, bir yandan bunu iyi anlayabilmekten, ama sadece bu değil, bunun karşısına örgütlü ve birleşik bir güç olarak çıkıp, onu parçalamaktan geçiyor. Gerçekten demokrasiye ve özgürlüğe işçi sınıfının motor gücüyle ulaşılabileceğinin ayırtında olmak, bugün her şeyden daha basit ve anlaşılabilir, açık bir gerçektir. İşçi sınıfının kitlesel gücüne ve tarihsel önderliğine kuşku ile bakanlar Zonguldak madencilerinin kendilerini tüm dünyanın ilgi odağı haline getiren eylemlerini sıcağı sıcağına anımsamaklar, işçi sınıfının sınıf olmaktan çıktığını iddia edenlerin düştükleri gülünçlüğü anımsamaklar. O sınıf var ve daha dün tüm yaratıcılığıyla, sendikacısından esnafına, mühendisinden avukatına, çocukları ve kadınlarıyla birlikte tüm halkı yanına katarak yüzlerce kilometre sürükledi. Afrika’daki liman işçilerini eylemine kattı, işçi sınıfı ideolojisine kefen beğenmeye kalkışanlara ağır ve nasırlı elleriyle anlamlı bir tokat attı! Zaman, işçi sınıfı ile onun önder gücüyle tüm önyargıları, tüm kısa vadeli çıkar hesaplarını ve sığ yaklaşımları bir yana bırakarak birleşme ve bütünleşme zamanıdır. ’91 1 Mayısı bunun için bir kaldıraç olmalıdır.

Nisan 1991

511 bin 454 işçi TİS masasında Yeni bir grev dalgasına doğru

1990 Toplu İş Sözleşmeleri dönemi, zorlu mücadeleler dönemi oldu. Türkiye işçi sınıfının tarihi boyunca görülmedik boyutta işçi uzun grevlere çıkarken, aynı zamanda Zonguldak’ta uçlaştığı biçimiyle, yeni mücadele biçimleri de sınıfın geniş kitleleri tarafından hayata geçirildi.
Resmi rakamlara göre; 1990’da yasal grevlere, 458 ayrı işyerinden 166 bin 306 işçi katılırken, bu grevlerde 3 milyon 466 bin 407 işgünü kayboldu, işçi sınıfımızın, grev hakkını elde ettiği 1963 yılından bu yana, en çok işçinin greve katıldığı ve en çok işgününün grevde geçtiği yıl 1990’dır. Aslında, 1990’da başlayan grevlerin, 1990’da bitmeyip, 1991’e sarktığı ve ancak hükümetin, “savaş nedeniyle” grevleri ertelemesiyle 27 Ocak’ta bittiği düşünülürse, geçtiğimiz toplu sözleşme dönemindeki işçi hareketinin boyutu’nun resmi rakamlarda yansıyanların çok ötesinde olduğu daha iyi anlaşılır.
Bir bütün olarak, 1990 TİS dönemine bakılırsa, kendisini geçmiş TİS dönemlerinden ayıran şu olgular açıkça görülür:
TİS görüşmeleri boyunca, hemen bütün işkollarındaki işyerlerinde, 1988-1989’ların popüler eylemleri olan, viziteye çıkmaktan iş yavaşlatmaya kadar çeşitli eylemlerle işçiler, işveren ve sendikacıları baskı altında tutmuşlar, bir satışı engellemek için hep uyanık olmuşlardır. Bu tutumun sonucu olarak, “akıllı sendikacılık”, “maceracı olmayan sendikacılık”, “grev yapmadan TİS’i bağlayan sendikacılık” yapmakla öğünerek pirim yapmaya çalışan Türk Metal gibi en gerici, faşist sendika ağalarının denetimindeki bir sendika, 80 bin işçiyi greve çıkarmak zorunda kalmıştır. Yine işçilerin baskısı sonucu olarak, Türk-İş tarihinde ilk kez “genel eylem” kararı alıp uygulamaya sokmuştur. Zonguldaklı maden işçilerinin sürekli gösteri ve mitinge dönüşen ve Ankara yürüyüşüyle taçlanan eylemleri işçi sınıfımızın kararlılığının ve mücadeleciliğinin bir simgesi olarak, işçi sınıfımızın zihnine kazınması yine işçi sınıfımız tarihinde ki “ilk”lerden birisi olarak bu dönemde yaşanmıştır.
Yine bu dönem de TİS taslaklarının hazırlanmasında işçilerin katılımları yaygınlaşmış, Türk Metal bile işçilerden ücret vb. konusunda öneri almak zorunluluğunu hissetmiştir. Kısacası sendikacılar ve patronlar için TİS görüşmelerinin yürütüldüğü masa rahatça “al gülüm ver gülüm” yaptıkları bir masa olmaktan çıkmış, işçilerin öfkeli soluğu hep enselerinde olmuştur. Bu yüzden de sendika ağalan, greve gitmeden TİS görüşmelerinin altına imza atamamışlardır. Bunun bir istinası, Ş. Yılmaz’ın TEKSİF’i olmuşsa da bunun, dönemin genel eğilimi içinde fazlaca bir öneminin olduğu söylenemez.
Ne var ki; bu dönem boyunca işçilerin alışılmadık biçimde radikal bir tutum takınmaları, işveren cephesinde tedirginliği yaygınlaştırmış, ama işçi kıyımlarını önleyecek kadar ileri bir boyutta işverenleri baskı altına alamamıştır. Bu yüzden de kapitalistler, görülmemiş boyutta işçi kıyımına başvurarak, özellikle ileri işçileri işten çıkarmak için ellerindeki yasal ve yasal olmayan her olanağı kullanmaktan geri durmadılar. Bugün de bu kıyım bütün hızıyla sürüyor.
Grevlerin yasaklanarak sözleşmelerin bağıtlanması ve işçi çıkarmanın genel bir uygulama haline dönüşmesi, TİS’i sonuçlanmış işyerlerinde de huzursuzluğun sürmesine yol açarken, bu huzursuzluk kimi işyerlerinde işyerini işgale kadar varabilmektedir, işten çıkarmalara karşı tepkiler giderek yaygınlaşıp radikalleşme eğilimi göstermektedir.

1991’DE TİS GÖRÜŞMELERİ BAŞLAYIP HALEN SÜREN BELLİ BAŞLI İŞKOLLARI VE İŞ YERLERİ
Yol-İş Sendikası üyesi 113 bin 662 işçiyi kapsayan sözleşme görüşmeleri Mart’ın ilk haftasında başladı.
Tek Gıda-İş Sendikasına üye, Çay işletmelerinde çalışan 28 bin ve Tekelde çalışan 50 bin işçi için TİS görüşmeleri Şubat sonunda başladı.
Belediye-İş üyesi, 259 işyerindeki 44 bin işçi için yapılan TİS görüşmeleri sürüyor.
Şeker-İş Sendikasına üye 50 bin işçi için yürütülen TİS görüşmelerinin ilk görüşmeleri tamamlandı.
Türkiye Maden-İş’e üye, TDÇİ, ETİBANK ve Karadeniz Bakır İşletmelerinde çalışan 12 bin 500 işçi için Şubat sonunda başlayan görüşmeler sürüyor.
Türk Metal Sendikası’nın, MKE’de 11 bin 614, Tirat Donatım Kurumunda 2 bin 854, Seydişehir Alüminyum’da 6 bin 206, ERDEMİR’de 5 bin 500 işçi adına başlattığı TİS görüşmeleri sürüyor.
Harb-İş Sendikası’na üye 36 bin 479 işçi adına yapılan TİS görüşmeleri Mart ortasında başladı. (İşkolunda grev yasağı var)
Tes-İş Sendikası üyesi 94 bin 350 işçi adına yürütülecek TİS görüşmelerinde, işkolunda grev yasağı olduğu için, sözleşmenin YHK’ya gitmesini önlemek için sendika masaya oturmayarak yetkisini düşürdü.
Petrol-İş Sendikası, TPAO ve Tüpraş işyerlerinde çalışan 8 bin 300 işçi için yapılan TİS görüşmelerinin ilk aşamasını tamamladı, (bu işyerleri de grev yasağı kapsamında) Ayrıca, geçen yıldan kalan Petkim sözleşmesi uyuşmazlık aşamasında.
Dokgemi-İş Sendikası üyesi 4 bin 710 işçi adına yapılan TİS görüşmeleri sürüyor.
Denizciler Sendikası 9 bin 826, Toleyis 4 bin 500, Tezkoop-İş 4 bin 314, Likat-İş 1338 işçi adına görüşmeleri sürdürüyor…

BURJUVAZİNİN YALAN KAMPANYASI

1991’le yeni bir TİS dönemine girildi. Toplam olarak, 511 bin 454 işçi için yapılan TİS görüşmeleri sürüyor.
İşçi sınıfımız, geçen yılın yüksek mücadele temposu ve edindiği deneyimlerin desteğinde, TİS masasında etkinliğini, elbette oldukça güçlü bir biçimde hissettirecektir. Ama patronlar da boş durmuyor, işçi kazanımlarını işçileri işten atarak yok etmeye çalışırken, aynı zamanda bu kıyımları “yüksek işçi talepleri” gerekçesine bağlayarak, işçileri mücadele ve taleplerinden caydırmayı amaçlıyor. Bunu sadece işçi kıyımıyla da sınırlamıyor, burjuva basını aracılığı ile “İşçiler sözleşme zengini” propagandasıyla işçi sınıfı dışındaki emekçileri de kendi safına çekmeye, işçi kıyımına meşruiyet kazandırmaya da çalışıyor. Bu yüzden de, işçi sınıfımız grevler, direnişler, gösteriler vb. eylemlere gebe yeni bir döneme girerken iki konu üstünde önemle durmak gerekiyor: ÜCRETLER ve İŞ GÜVENCESİ.
“İşçiler sözleşme zengini” mi?
Sıradan bir evin kirasının bile 400-500 bin TL olduğu koşullarda ortalama 300-400 bin TL aylık ücretle işçi çalıştırırken, yaşamlarından pek memnun olan kapitalistler ve onların basındaki sözcüleri, daha işçilerin TİS taslaklarındaki istemleri belli olur olmaz yaygaraya başlamışlardı. “Böyle ücret talebi olmaz”, “% 500-600 ücret artışı mı olur?”, “Hiç bir işletme bu ücretleri karşılayamaz”, “hepimiz batarız” vb. vb. Bu türden edebiyat, her toplu sözleşme döneminde alışık olduğumuz bir şeydir. Ama 1990 sözleşme döneminin bir farklılığı vardı: İşçilerin baskısı sonucu, sendikacılar, bu sefer, patronların gönlünde yatan rakamlarla TİS masasına gelememişlerdi. Tersine işçiler kendi yaşamlarını az çok dayanılır hale getirecek ücret talep ediyorlardı. Bu yüzden de patronlar, yaygarayı iyice yüksek frekanstan yaydılar. Burjuvazinin basındaki yardakçıları ve hükümet vb. devlet görevlerindeki sözcüleri “aşırı ücret” demagojisine ellerindeki her olanakla katıldılar. Hayali hesaplamalarla işçilerin isteklerinin akıl dışı olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bu kampanyanın tozu dumanı içinde 15 yıldır işçi ücretlerini kemiren kronik enflasyonu, işçiler gerçek ve orantılı ücretlerindeki sürekli gerilemeyi, başını alıp giden fiyatları, her gün yaptıkları zamları, işçilerin açlık sınırındaki sefaletlerini, işsizliği vb. gibi işçinin her an etinde canında duyduğu yakıcı etkenlerin üstünü örtmeye çalıştılar. Sonunda, işçiler isteklerinde ayak direyince de, “Körfez savaşı”na oynayarak grevleri erteletip, işçileri, “makul bir ücret”le yeniden kapitalist sömürünün çarkını çevirmeye zorladılar. Atılan işçilerin baskısı, yukardan da patronların sitemi arasında, “iki ara bir dere”de kalan sendika ağalan grevlerin ertelenmesine “mal bulmuş mağribi” gibi sarıldılar. İşçi baskısının azalmasıyla, TİS’lerini hemen sonuçlandırdılar.
Savaş ortamından yararlanılarak yaratılan baskı ortamına ve grevlerin ertelenerek fiili işçi gücünün devre dışı bırakılmasına karşın, TİS’te elde edilen ücretler, önceki ücretlerden oldukça yüksekti. Bu, sayıların kabarıklığı, işveren çevreleri ve burjuva basım tarafından allanıp pullanarak sunuldu. İşçilerin yüksek ücret elde ettikleri, işletmelerin buna dayanamayacakları, bu yüzden de bir takım önlemlerle işyerlerinin yeniden kar eder duruma getirilmesi için patronların tüm yaptıkları ve yapacaklarının haklılığı konusunda kamuoyu oluşturmaya soyundular.
Oysa yıllardır süren enflasyon ve enflasyondan daha düşük düzeyde zam gören işçi ücretlerini iyice törpülemiş olup, bugün “yüksek” olduğu iddia edilen zamların bile yılların kaybını karşılamaktan çok uzak olduğu gerçeği patronlarca saklanmaya çalışıldı. Nitekim 1963’ten günümüze çeşitli yıllara göre işçilerin gerçek net ücretlerindeki gerileme aşağıdaki tabloda çok daha açık bir biçimde gözükmektedir.

Yıllar     Net ay. üc. (TL)     Altın Fyt.(TL/gr)     Net aylık üc. alınan altın (gr. olarak)
1963    463,8            14,16            32,8
1970    879,9            17,35            50,8
1977    2259,4            99,94            27,7
1982    12834,4        2123,00        6,1
1986    47791,0        8597,00        5,6
1987    63995,0        13325,00        4,8
1988    93993,0        21788,00        4,4

DİE verilerine göre hazırlanan bu tabloda da açıkça görülüyor ki; yıllara göre ücretlerin alım gücü büyük bir oranda düşmüştür. Örneğin, 1963 yılında bir işçi eline geçen 463.8 TL ile 32.8 gr. altın alabilirken, 1970’te eline geçen 879.9 TL ile 50 gr. altın alabiliyordu. Buna göre işçilerin 1963’e göre 1970’de gerçek ücretleri yaklaşık % 60 artmıştı. Ama aynı işçinin, 1982 yılında eline geçen para rakam olarak çok artarak 12.834.4 TL olurken, işçi bu parayla ancak 6.1 gr altın alabiliyordu. Ya da aynı işçi, 1988 yılında 93.993.0 TL görünür ücret almasına karşın bu parayla aldığı sadece 4.4 gr. altındı.
1989 ve 1990 yılları işçi sınıfı mücadelesinin hayli yüksek olduğu, bu yüzden de gerçek ücretlerdeki düşüşün nispeten önlenebildiği yıllardır. Buna karşın, yine de gerçek ücretlerdeki artış 1977 düzeyine bile ulaşamamıştır. Elde henüz resmi rakamlar olmamasına karşın şöyle hesaplamalar gerçeğe yakın sonuçlar verebilir: Sendikaların açıklamalarına göre; 1990’da ortalama net işçi ücreti 350.000 TL dolayında, altın fiyatları ise 30.000 TL/gr olduğu varsayılırsa, 1990 yılında işçinin net ücretiyle alabileceği altın miktarı sadece 11.8 gramdır. İşçi ücretlerinin çok yüksek olduğu yaygarasının yapıldığı, son sözleşmelerde bile, örneğin bir maden işçisi eline geçen net ücreti, 1 milyon 206 bin TL ile, ancak 30 gr. altın alabilmektedir..
Bu rakama ulaşan ya da bunu biraz aşan işkolları, petrol, kimya, metal gibi bir kaç işkolu olup, ortalama işçi ücretlerinin çok üstündedirler. Bu bile açıkça gösteriyor ki; ‘işyerlerini yıkıma uğratan”, “iyi yürekli patronları ” işçi kıyımına zorlayan “aşırı ücret artışı” sınıfın genel ücret düzeyini 1977nin düzeyine bile ulaştıramamıştır. Kaldı ki, gerçek ücretlerde belli bir yükselme olsa bile, bu işçi sınıfının yoksulluğunun azaldığı anlamına gelmez. Çünkü yoksulluk göreli bir olgudur. Bu yüzden de, işçi sınıfının durumunu daha açık gösteren ücret karşılaştırması ancak ulusal gelirden sermayenin ve ücretin payı arasındaki oranda görülebilir.

Tüketici Fiyatlarının Seyri (%)
Ocak 1990        60
Şubat 1990        59,5
Mart 1990        62,8
Nisan 1990        63,5
Mayıs 1991        63,6
Haziran 1990        62,6
Temmuz 1990        56,3
Ağustos 1990        54,8
Eylül 1990        59,3
Ekim 1990        60,3
Kasım 1990        61,3
Aralık 1990        60,0
Ocak 1991        62

Yukarıdaki tablo, işçilerin gerçek ücretlerindeki gerilemeyi göstermektedir. Bu gerileme aşağıdaki tabloda daha çarpıcı yanıyla kendini açığa vurur.
Tablo gelirlerden maaş ve ücretliler ile kapitalist sınıfın yıllara göre aldıkları payı göstermektedir.
Yıllar         maaş ve    sermaye
ücret payı %    payı %
1979         32.79        42.88       
1980        26.66        49.47       
1981        24.57        52.36       
1985        18.84        62.08       
1988        14.00        70.20       
1989        14.80        69.80       

Tablodan da açıkça görüldüğü gibi, ulusal gelirden, 1979’da maaş ve ücretliler % 32.79, kapitalistler % 42. 88 pay alırken, yıllara göre sürekli azalan maaş ve ücret payı, 1989’da % 14.00’e gerilemiştir. Aynı dönemde kapitalistlerin payı hızla artarak, % 70.20’ye yükselmiştir. Ancak, “Bahar eylemleri” olarak adlandırılan işçi kalkışından sonradır ki; işçilerin payında küçük bir kıpırdama olmuş, 1989’da işçilerin ve maaşlıların payı % 14.80’e yükselebilmiştir. 1990’daki artışlarla bu % 14.80 bir miktar daha yükselmiş olsa bile, 1979’un % 32.79’undan çok gerilerde olduğu açıktır.
Yukarıdaki resmi istatistik verileri de açıkça gösteriyor ki, son 15 yılda % 60-120 gibi resmi rakamlarda bile açıkça yansıyan enflasyon işçi ücretlerini iyice aşındırmış olup, yıllık enflasyon hızından biraz daha yüksek ücret artışlarıyla da kapatılacak gibi değildir, Nitekim büyük iddialarla, % 30’lara düşürüleceği ilan edilen 1990 enflasyonu, aşağıdaki grafikte de görüldüğü gibi iddiaları ikiye katlayarak seyretmektedir. Bu yüzden de, işçilerin sözleşme taslaklarında öne sürdükleri % 500-600 dolayındaki ücret artışı “aşırı” değil makul, işçi için ancak geçinebileceği ücret artışlarıydı. Ne var ki, bağıtlanan TİS sözleşmeleri işçi istemlerinin yansım bile karşılamış değildir.
Patronlar ve onların basındaki sözcülerinin propagandasını yaptıkları, “işçiler TİS zengini” edebiyatının ne kadar altı boş bir iddia olduğunu güncel rakamlara vurarak göstermekte olanaklı.
Örneğin, İstanbul’da, 4 kişilik bir ailenin aylık mutfak masrafı, 1990’ın Aralık ayında 814 bin 189 TL iken, Ocak 1991’de, 839 bin 514 TL’ye yükselmiştir. Bu durumda, yeni sözleşmeyle eline 1 milyon 350 bin TL dolayında para geçen bir metal işçisi, mutfak masrafından sonra elinde kalan 535 bin 811 TL ile ev kirasını ödemek, çocuklarının okul masraflarını, yol paralarını, giyecek, aydınlanma, ısınma vb. masrafları karşılamak zorundadır. Bugün sıradan bir evin kirasının bile 400-500 bin TL’yi aştığı koşullarda, işçi diğer zorunlu giderler için mutfak masraflarından keserek ve tabi eğlence, eğitim vb. masraflarını sıfıra yaklaştırarak karşılamak durumundadır ki, “yüksektir”, “aşırıdır” denilen ücretin gerçekte bir sefalet ücreti olduğu anlaşılır.
Demek ki, “aşırı ücret” artışı edebiyatı ve işçi kıyımlarını yüksek ücrete bağlanması patronlar ve onların propagandacılarının bir demagojisinden ibarettir.
İşçi kıyımı ya da kapitalizmin krizinin işçilerin sırtına yıkılması
İşsizlik ve buna bağlı olarak işten çıkarılma, Türkiye’de kapitalistlerin sürekli politikası olagelmiştir. %16-20 arasında seyreden işsizlik oranıyla Türkiye, dünyada işsizlik oranının en yüksek olduğu bir kaç ülkeden birisidir. Bu durum, çalışan işçiler üstünde sürekli bir baskı oluştururken, kapitalistler için işçilerin başı üzerinde salladıkları bir “demokles kılıcı” olmaktadır. Sahnede kapitalistler, amaçlarının kar değil, işsizlere iş bulmak olduğu, kan da yeni işyeri açmak için istedikleri propagandasını yaparken, gerçekte her gün binlerce işçi işten çıkarılmakta, yerlerine asgari ücretle çalışacak yeni işçiler alınmaktaydı, bugün de öyle yapıyorlar. Ancak bugün izlenen politika geçen yıllara göre bazı bakımlardan değişiklik gösteriyor. Yani sorun, sadece yüksek ücretli işçiyi işten çıkarıp onun yerine düşük ücretle çalışacak yeni işçiler almaktan ibaret değil. Hiç kuşkusuz sorunun böyle bir yanı da var, ama bugünkü asıl amacın daha farklı olduğu gelişmelerden açıkça görülüyor.
TİSK, MESS gibi tekelci burjuvazinin örgütlerinin sözcüleri, daha TİS görüşmelerine oturmadan bile, işçilerin “aşın ücret ” istemlerinden yakınmaya başlamışlar, eğer işçiler patronların vereceğine razı olmazsa, işletmelerin kapanacağı, büyük ölçüde işçi çıkarmalarının gündeme geleceği propagandasını da başlatmışlardı. Bu aslında kamuoyunu yanıltmak için öne sürülen bir gerekçeydi. Gerçek ise tamamen farklıydı.
1990’ın ilk üç ayında burjuvazinin sözcüleri ve hükümet yıllık ekonomik büyümenin % 10,5’larda seyrettiğini söyleyerek kapitalizmin ve Türk burjuvazisinin başarısının propagandasını yaparken, yılın ikinci üç ayında sesleri kısıldı; herhalde % 9-9,5’luk bir büyümeyi başaracağız demeye başladılar. Ama üçüncü üç ay ve dördüncü üç ay tam tersi gelişmelere sahne oldu ve büyüme hızı % 5’lere kadar geriledi. Bütün diğer ekonomik veriler ekonominin belli başlı hemen bütün dallarında küçülmenin süreceğini, 1991’de % 3-3,5’luk bir büyümenin bile basan olacağı, bunun yıl sonuna kadar % 0’a yaklaşacağı OECD’nin verilerinde bile açıkça saptanıyor. Elbette ki bunun işçiler için anlamı yüksek enflasyon, hızla düşen gerçek ücret ve işsizlik demektir. Yani işçi ücretleri yüksek de olsa, düşükte olsa, kapitalistler işçi çıkarmaya başvuracaklardı. Çünkü onlar, karlarının küçük bir kısmından da olsa vazgeçmek yerine, alıştıkları üzere en kolay -ve tabii en karlı- yolu seçip işçileri işsizliğe mahkûm etmeyi seçeceklerdi. Kapitalistler bu niyetlerini saklamadılar, sadece buna “aşırı işçi talepleri” kılıfını geçirdiler. Ne var ki sendikacılar da, her TİS’ten sonra, işçilerin işten çıkarılmalarını olağan gördüklerinden şu anda yaşanan işçi kıyımına karşı hiç bir önlem almayı düşünmediler, düşünmek bile istemediler. Nitekim ne TİS taslaklarında ne de (elbette) TİS metinlerinde işçinin iş güvencesine ilişkin hiç bir ciddi önlem yoktur. Buna bu yazının akışı içinde tekrar döneceğiz. Ama daha önce kapitalistlerin gerekçelerine kısaca göz atmak gerekiyor.
TİSK Başkanı Refik Baydur, 10 Ocak 1991-28 Şubat 1991 arasında TİSK’e bağlı işyerlerinden 45 bin işçinin işten atıldığını açıklarken, kendilerini “işçi çıkarmaya zorlayan” nedenleri şöyle sıralıyor; “Verimlilik düşüklüğü, her hizmete eşit ücret zammı, yüksek ücret, ekonomik durgunluk, hatalı ekonomik politikalar, işletmelerin küçülmeleri, yüksek kredi faizleri, KİT’lerin periyodik zamları”.
TİSK Başkanı’nın da açıkça itiraf ettiği gibi işçi kıyımına gerekçe olarak gösterilen sekiz nedenden sadece ikisi işçi istemleriyle ilgilidir. Ve bu iki neden de sahte nedenlerdir.
“Yüksek ücret” iddiasının ne kadar boş olduğunu, işçi ücretlerinin işçilerin asgari ihtiyaçlarım karşılamaktan bile uzak kaldığını ücretlerle ilgili bölümde açıklamaya çalıştık. Bu yüzden burada ayrıca üstünde durmayacağız.
“Her hizmete eşit ücret zammı” iddiasına gelince, bugünkü toplu sözleşme düzeni içinde böyle bir iddia sadece boş değil komiktir de. Çünkü işçi sınıfının mücadelesi bakımından her hizmete eşit ücret zammı elbette ki en iyisidir ve ciddi her işçi sendikası bu konuda direnmek zorundadır. Ne var ki, ülkemizdeki sendikalar işçiden çok patronlara hizmeti esas alan bir çizgide bulunduklarından, 1970’li yılların ortalarından itibaren bu ilkeyi savunmaktan vazgeçmişler, MESS başta olmak üzeri işveren sendikalarının empoze ettiği, gruplara göre ücret belirlemeyi benimsemişlerdir. Nitekim imzalanan bütün TİS metinlerinde işçiler on ayrı grup üzerinden değerlendirilmekte, dahası metal işkolu gibi, çok sayıda işletmeyi barındıran işkollarında iş yerleri de gruplandırılarak, ücret zamları bu gruplara göre de değişmektedir. Örneğin, en son yapılan metal işkolu grup sözleşmesinde, önce işyerleri dört gruba ayrılmış, Özel Grup’a % 130 zam yapılırken, 1. Grup’a % 112,5, 2.Grup’a % 100, 3. Grup’a % 75 zam yapılmıştır. Aynı işyerindeki işçilere yapılan zamlarda farklıdır. Örneğin, “özel Grup”taki bir işyerindeki gruplandırmada 1. Grup’a giren bir işçi % 130+2.600 TL/saat ücret zammı alırken IX. Grup’a giren bir işçi % 130+3.900 TL/saat ücret zammı almaktadır. Demek ki, TİSK Başkanı’nın iddiasının aksine her hizmet aynı zammı almamakta, tersine değişik hizmetler değişik zamlar almaktadır.
TİS’nin rakamlarında da açıkça görüldüğü gibi, “hizmete göre” yapılmış gruplandırmalarla işçiler aynı değil değişik oranda zam almaktadırlar. Kaldı ki; hiç bir işyerinde hizmete göre gruplandırmalar sözleşmelerde belirlenen dokuz-on grupla da sınırlı değildir. Tersine son on yılda giderek artan oranda kapitalistler, sözleşme kapsamı dışında kalan personel, geçici işçi, taşeron işçisi gibi değişik adlar altında işçi istihdamı yaparak işçileri bölmeyi, aynı zamanda da karlarım artıracak statüler icat etmişlerdir. Bugün de işyerlerindeki birçok “hizmet” bu statülerdeki işçiler tarafından yapılmaktadır. Bu yüzden de “değişik hizmetlere aynı zam verildiği için ekonomik sıkıntıya düşüyoruz” iddiası boş bir iddiadır.
İşçi kıyımına gerekçe gösterilen diğer iddialara gelince;
Verimlilik düşüklüğü: Elbette ki; bunda işçilerin hiç bir rolü yoktur. Bir işyerinde verim düşüklüğü, yatırımların gereği gibi yapılmaması, teknolojik gerilik, iş planlaması ve yürütülüşünün ekonomik gereklere uygun olmaması vb. gibi doğrudan doğruya kapitalisti ilgilendiren sorunlardan ortaya çıkar. Bu gerekçeye dayanarak işçi atılmasının, kapitalistin kendi beceriksizliğini işçiye yıkmaktan başka bir anlamı yoktur.
Hatalı ekonomik politikalar: Bu ülkede ekonomik politikaları oluşturan ve onu uygulamaya sokan bizzat büyük patronlar ve onların çıkarlarının hastemsilcisi olan hükümettir, Cumhurbaşkanı’dır. On yılı aşkın bir süredir uygulanan bu ekonomik politikalar, büyük patronların göklere çıkardığı “serbest pazar ekonomisi”nde ifadesini bulmuyor mu? Bu politikaların oluşturulmasında, onlardan hoşnutsuzluk duyma, onların altında ezilme ötesinde işçilerin ne ilişkisi var? Elbette sorular çoğaltılabilir, ama şu açık ki; bugün uygulanan ekonomik politikalarda, onların uygulanmasını engelleyememiş olma dışında işçilerin hiç bir suçu yoktur. Ama büyük patronlar, bugüne kadar bu politikaları savundular, bugünde yürekten destekliyorlar. Dolayısıyla da, kendi belirledikleri ekonomik politikaların çıkmaza girmesinden dolayı işçileri suçlamaya, kendilerinin başarısızlıklarını işçilerin üstüne yıkmaya haklan yoktur. Böyle bir konuda “hak”, “haksızlık” gibi ahlaki kavramların yeri olmadığını biliyoruz, ama açık işçi kıyımını bu tür örtülerle örtmeye kalkmaları sı olmayan işçiler sokağa atılmaktadır. Yani, sorumlu başkalarıdır, ama sokağa atılan, cezalandırılan karşısında söylenecek söz bulmak da gerçekten güç.
İşletmelerin küçülmeleri: Bu da doğrudan doğruya, izlenen ekonomik politikalar ve kapitalist ekonominin kendi sorunlarından kaynaklanan bir şey olup, işçilerle bir ilgisinin olmadığı açık. Bu gerekçeyle, işçi atımları değil, olsa olsa kapitalizmin işçilerin sadece işçilerin de değil bütün emekçilerin sınıf çıkarlarıyla kapitalizmin karşıtlığı açıklanabilir.
Yüksek kredi faizleri: Faizler, fiyatlar serbest bırakılsın diye bütün 1970’li yıllar boyunca bağıranlar sanki büyük patronlar değilmiş gibi, bugün kalkıp yüksek faizi krizin gerekçesi, işçi kıyımının nedeni olarak göstermek nasıl bir savunma olabilir? Kaldı ki, bugün bu ülkenin en büyük patronları aynı zamanda da en büyük bankacıları olup, faizden çok şikâyet ediyorlarsa bunu düşürmenin olanaktan da ellerindedir. Ama onların faizden yakınmaları için pek bir neden olmamalı, çünkü faizden elde edilen gelirlerin de en büyük bölümü kendi ceplerine giriyor. Bu da diğerleri gibi kafa karıştırmak, bulanık suda balık avlamak için öne sürülen bir gerekçedir.
KİT’lerin periyodik zamları: KİT’lere de işçiler zam yapmıyor. Bizzat kendi hükümetleri ve bakanları bu zamların uygulayıcıları. Dahası elde edilen kaynaklar tümüyle tekrardan büyük patronlara, kredi vb. olarak sunuluyor. Bu yüzden de bu konuda da büyük patronların ciddi olarak şikâyet edecekleri bir şey olmaması gerekir. Kaldı ki, şikâyetleri ciddi bile olsa, başvuracakları makam başkadır. Dahası işçi kıyımı, yıllardır planlı bir biçimde, KİT’lerde de sürdüğüne göre bu gerekçe hepten anlamsız oluyor.
Ekonomik durgunluk: Ekonomik durgunlukta doğrudan doğruya kapitalist ekonominin yapısından kaynaklanmıyor mu? Hani kapitalizm bütün sorunlarını aşmış, insanlığın önüne sınıf çatışmalarının olmadığı bir gelecek koymuştu. Hele Türkiye, önümüzdeki on yılda Almanya ve Japonya’nın yanında süper bir güç olacaktı. Bunu has temsilciniz Özal söylüyordu. Ama işsizlik gibi kronik bir sorunda küçük bir adım atmak bir yana, varolan işçilerin bile yığın halinde sokağa atılması, eh bir “durgunluk var’la geçiştirilebilir mi?
Refik Baydur’un işçi kıyımı için öne sürdüğü sekiz gerekçeden altısı, doğrudan doğruya kapitalist sitemin kendi yapısından, izlenen ekonomik politikalardan ve patronların kendi tutumlarından kaynaklanmaktadır. Ama bunun sonucu olarak, sokağa atılarak cezalandırılan, bu etkenlerin oluşmasına hiçbir katkısı olmayan, bu alanda bir role sahip olmayan işçiler olmaktadır. Sözü edilen yanlış ekonomik politikaların oluşturucusu ve uygulayıcısı hükümet yine büyük patronların baş tacıdır. Kendi beceriksizlikleri ve yatırımdan kaçınmaları sonucu işletmelerin düşük verimlilikle çalışmasına neden olan patronlar yine işlerinin başında, dahası ülkenin yönetiminin başındadırlar. Ekonomik durgunluk, işletmelerin küçülmesi, yüksek kredi faizleri gibi etmenlerin kaynağı kapitalizm halen göklere çıkarılmaktadır. Ama bugünkü, şikâyet edilen nedenlerden hiç birinde işçiler sorumlu değildir. Kapitalistlere sorarsanız, buna “ekonominin gereği” diyeceklerdir. Ama gerçekte buna ekonominin gereği değil, kapitalist düzenin gereği demek daha açıklayıcı olacaktır. Çünkü egemen sınıf olarak örgütlenmiş, devlet iktidarını ele geçirmiş olan burjuvazi, kendi mülkiyetini korumak için elindeki her olanakla, düzenim savunmaktadır. Düzeni ise, ancak emekçileri sömürdüğü, onları herhangi bir meta gibi gerektiğinde kullanıp, artık işine gelmediğinde sokağa atmayı gerektirir. Bugün bir yanıyla atılan işçiler, kapitalistlerin her kriz döneminde başvurduğu, krizin yükünün işçilere yıkılmasının kurbanıdırlar. Ama bugünkü işçi kıyımının amacı, sadece ekonomik bakımdan yükün işçilere yıkılmasıyla sınırlı değildir. Bundan daha fazla olarak, kıyım işyerlerindeki, mücadeleye önderlik eden, grev komitelerinde yer alarak, sınıf hareketinin radikalleşmesine katkıda bulunan ileri işçileri hedef almaktadır. Bu kıyım, “yüksek ücret talebine” bağlanarak, bu yıl yapılacak TİS görüşmelerinde, işçiler aleyhine caydırıcı bir unsur olarak kullanılmak istenmektedir. Kapitalistlerin verdiği mesaj şudur: “Eğer bizim verdiğimiz ücretlere razı olmazsanız, direnirseniz, sizi işten atarız”.
Refik Baydur, yukarıda sözünü ettiğimiz açıklamasında, sadece kendi gerekçelerini de açıklamakla yetinmiyor, sendikalara da akıl veriyor: “Bir konsensüs sağlanması için sendikalar sınıf sendikacılığından vazgeçmelidir” diyor. Bu söz , sınıf sendikacılığının ve Türkiye’de varolan sendikaların ne olduğunu bilenler için saçmadır. Elbette Teksif, Türk Metal vb. sendikaların sınıf sendikası olmadığını R. Baydur da bilir. Ama burada sözünü ettiği, sendikaların son TİS’te işçilerin baskısıyla “satış”ta rahat davranamamaları sonucu grevlere başvurmalarıdır. Bay Baydur demek istiyor ki, sendikaların görevi işçi isteklerinin patronlara kabul ettirilmesi değil, patronların teklifini işçilere kabul ettirmektir. Sendikacıların çoğu bunu yıllardır yapıyor. Ama bu yıl bunu layıkıyla yapamadılar diye sitem ediyor olmalı, patronlar patronu.
Zaten Baydur da, onların işçi isteklerini çok gönüllü savunmadıklarının farkında. Bunu aynı konuşma içinde hissettiriyor: “Sen benim isteğim ücreti ver daha sonra lazım olmayım çıkar anlayışından vazgeçmeli sendikalar” diye, öğütlerini sürdürüyor TİSK Başkanı.
Baydur’un bu sözlerinden iki şey anlaşılıyor. Birincisi, sendikacıların işçi isteklerini, tabanın baskısı sonucu savunmak zorunda kaldıkları, işçilere patronların tekliflerini kabul ettirmekte başarısız oldukları; ikincisi ise, patronlara işçi kıyımı için açık çek verdikleri. Nitekim, en yoğun işçi çıkarmalarına sahne olan tekstil ve metal işkollarında sendikacılarla patronların işbirliği içinde çıkarılacak işçilerin listesini düzenledikleri, Türk Metal’in, ileri, grev şuasında aktif görev yapan işçileri patrona ihbar ettiği, çıkışları için özel çaba harcadığı bütün işçiler tarafından bilinen bir gerçektir.
R. Baydur’un işçi kıyımlarına sendikaların yeşil ışık yaktığı yolundaki açıklamasını doğrulayan bir başka kanıt da; bir işçi kıyımının gündeme geleceği aylar öncesinden belliyken, sendikaların TİS metinlerinde iş güvencesine ilişkin bazı önlemler koymadıklarıdır. Elbette, İş Yasası’nın 13,17 ve 24. maddeleri dururken işçinin iş güvencesini sağlamak oldukça güçtür, ama en azından caydırıcı maddeler konabilirdi. Hiç olmazsa işvereni işçi kıyımından kar sağlayamayacağı maddeler konabilirdi. Ne var ki, sözleşmelerde tam tersi vardır. Ya yeni alınacak işçiler için hiçbir kayıt konmayarak, işverenin asgari ücretten işçi almasına seyirci kalınmış, ya da Türkiye Genel Maden-İş sözleşmesinde olduğu gibi, yeni alınacak işçiler için 30.000 TL/gün ücret belirlenerek, 47.000 TL/gün ücretli işçiyi işten çıkaran işverenin yerine 30.000 TL/gün ücretli işçi alarak işçi kıyımından karlı çıkacağı maddeler konmuştur. Nitekim bugün işçi kıyımında patronlar, bu açıktan yararlanarak, sadece “istihdam fazlası” işçiyi değil, ihtiyaç duyduğu “yüksek ücretli” işçiyi de işten çıkarmaktadır. Çünkü, her çıkardığı işçiden, yerine az ücretli işçi alarak da kar sağlamaktadır. Yol gösteren kar olunca da, “iyi niyet”, “kıdeme saygı” vb. ahlaki kavramların bir değeri olamayacağını artık herkesin bilmesi gerek. Elbette başta sendikacıların.
Türk-İş üst yönetimi de, giderek yoğunlaşan işçi kıyımları karşısında, kamuoyuna şikayet demeçleri vermekten öte bir şey yapmadı, yapmak istemedi, işçi kıyımlarını gündem olarak tartışan, son Türk-İş Başkanlar Kurulu da yakınmaktan başka bir şey yapmadı. Üstelik Ş. Yılmaz, “hükümetin işçi kıyımları konusunda duyarsızlığını” eleştirerek-sanki Türk-İş duyarlı davranıyor-muş gibi- komik duruma da düştü. Ş. Yılmaz’ın komikliği kendisine, ama o anlaşıldı ki, Türk-İş, işçi kıyımları konusunda bir şey yapmak niyetinde değildir. Her zaman olduğu gibi, “şikâyetçilik” ve “topu başka yerlere atarak” işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadır.
İşçiler ise, kıyımın hedefi olarak, işten atmalara karşı çeşitli tepkiler göstermekle birlikte, tedirginlik içindedirler.
Son sözleşmeler, işçilerin istemlerinin çok gerisinde kalmış olmasına karşın, birikmiş sözleşme zamlarıyla birlikte, sözleşme öncesine göre, nispi olarak “yüksek” ücret ellerine geçtiğinden, TİS’e karşı bugün açık bir tepki içinde değillerdir. Gerçi, eski tipte bir satışla bağıtlandığı için ücret bakımından da çok geride kalan tekstil işçileri sözleşmenin parasal konulardaki maddelerinden de rahatsızdırlar ve bu tepkilerini, Teksif’in Adana Şubesi’ni basarak, dile getirmişlerdir. Ama genelde bugünkü hoşnutsuzluk ve tedirginlik, TİS’lerin iş güvencesiyle ilgili caydırıcı bir madde içermemesinden, patronların işçi kıyımını krizin yükünü işçilere yükleyen politikalarının bir devamı olarak uygulamaya sokmasından, dahası sendikaların işçi kıyımına seyirci kalmasından gelmektedir.
Sendikaların ilgisizliğine karşın işçiler, işçi kıyımlarına karşı tutum almaya çalışmaktadırlar. Contiteks ve Maga Deri’de olduğu gibi toplu çıkarmalara karşı işgalle yanıt vermeye çalışırken, başka birçok işyerinde de iş yavaşlatma, protesto gösterisi, yemekhane işgali vb. biçimlerde tepkilerini dile getirmeye çalışmaktadırlar. Ne var ki, bir tek ya da bir kaç işyeriyle sınırlı kalmayıp, tersine patron sendikalarından kaynaklanan bir politika olan işçi kıyımına karşı işçilerin fevri çıkışları fazla etkili olamamaktadır. Patronlar, her gün bir kaç işçinin işine son vererek hem kıyımdan amaçladıktan hedeflerine ulaşmaktadır hem de çalışan işçileri sürekli olarak işten çıkarılmanın baskısı altında tutmaktadırlar.

1990 TİS’LERİNİN 1991’e ÖĞRETTİKLERİ
1990’da başlayıp, 1991’de devam eden ve Petrol işkolu gibi kimi işkolu ve işyerleri dışında sonuçlanan TİS görüşmelerine genel olarak bakıldığında, asıl anlaşmazlık maddelerinin parasal konularla ilgili olduğu, işçilerin ve sendikacıların, iş güvencesini de içeren “idari maddeleri” önemsemediği görülüyor. Dahası idari maddelerde, TİSK ve MESS’in ilkelerinin aynen sözleşmelere geçtiği yaygın bir uygulama olarak ortaya çıkıyor.
Son 10 yılda, ücretlerin gerileyerek asgari ücret düzeyine düştüğü göz önüne alınırsa, işçi istemlerinde ücretlerin ön sıralara çıkması elbette şaşırtıcı değildir. Ama daha önce yaşananlar göstermiştir ki, salt parasal sorunun öne çıktığı sözleşmeler sınıfın mücadelesi bakımından fazla bir anlam ifade etmiyor. Çünkü kapitalistler verdikleri ücreti hemen fiyatlara yansıtarak, hatta daha da fazlasını yansıtarak, enflasyon yoluyla ücretleri geri almanın yolunu buluyorlardı. Ya da işten çıkarmalarla, yüksek ücretli işçilerin işine son vererek yerlerine düşük ücretle işçi alarak TİS’i geçersizleştirebiliyorlardı. Elbette ki, bu türden olanaklar bugün de ellerindedir ve dahası bu önlemleri uygulamak için düne göre ellerinde daha çok olanak vardır. Nitekim daha sözleşmeler sürelerken patronlar, üretilen ürünlere çeşitli gerekçelerle bir kaç kez zam yaptılar. Bugün işçilerin eline geçen, burjuva basının üstünde “işçiler sözleşme zengini” yaygarasını yaptığı, bol rakamlı nominal ücretler, yükselen fiyatlar karşısında bir kaç ayda erimeye mahkum gözükmektedir. Ama enflasyon böyle sürdükçe, işçiler elbette, yaşama koşullarını yükseltmek için gerekli ücreti isteyecekler, patronları dize getirmek için parasal konularda direnmeyi sürdüreceklerdir. Ne var ki, direnme sadece bu alanda sınırlı kalırsa, ücretlerin işçi istemlerine yaklaşması bile fazla bir değer taşımayacaktır.
1990 sözleşmelerinin diğer bir özelliği de, Türkiye tarihinde görülmedik sayıda işçinin grevlere katılması ve bu grevlerin Zonguldak örneğinde görüldüğü gibi militan bir karaktere bürünmesidir. Ücretlerin işverenlerin gönlünden geçenlerin ötesinde olmasının nedeni de bundan başkası değildir. Ne var ki bu gelişmeyi kapitalistler de görmekte, bu yüzden de, grevlere önderlik eden ileri işçileri kıyımın asıl hedefi yaparak cezalandırmak istemektedirler. Bütün işçi çıkarmalarının yaşandığı işyerlerinde çıkarmaların grev komitelerinde görev alan işçileri de kapsaması elbette bir rastlantı değildir. Patronlar bu politikayla bir kaç kuş birden vurmayı amaçlamaktadırlar. Birincisi, işyerlerindeki ileri işçileri çıkararak işyerinde bir önderlik zaafı yaratarak, “huzurlu bir çalışma-ortamı” yaratmayı, bundan sonraki mücadeleler içinde caydırıcı olmayı amaçlamaktadır.
Kapitalistlerle işçiler arasında , “muhabbet tellalı” rolünü oynaya-gelmiş sendikaların bu dönemde rollerini, en azından layıkıyla yapamamalarının başlıca nedeninin işçi yığınlarının taleplerine sahip çıkmakta gösterdikleri uyanıklık olduğu dönemin diğer bir özelliği olarak kendisini ortaya koyuyor. Nitekim tekstil işçileri aynı uyanıklığı gösteremediği için Ş. Yılmaz kaş-göz arasında satışı gerçekleştiriverdi.
Demek ki;
İşçiler, 1991 TİS görüşmelerinde de parasal konularda, yaşamlarını daha iyileştirecek, geçmiş yılların kayıplarını ortadan kaldıracak düzeyde istemlerinde direnmek zorundadırlar. Eğer işçiler, pazarlık masasında sendikacıların ensesinde olduklarını hissettirmezlerse, 1990’daki sözleşmeler kadar bile ücret zammı elde edemeyeceklerinin bilincinde olmak durumundadırlar.
Patronlar ve sendikacılar, şu anda yaşanan işçi kıyımını “yüksek ücret talebine” bağlıyacaklardır. Elbette buna inanılamaz. Çünkü ücret istemi ne olursa olsun patronlar, daralan kapitalist ekonominin yükünü işçilerin sırtına yakmak için işçi kıyımına başvuracaklardı. Bu nedenledir ki, kıyımla “yüksek ücret” arasında, gerçekte doğrudan bir ilişki yoktur.
Bugün, yüksek ücret kadar, belki de ondan daha önemli bir talep olarak iş güvencesi sorunu işçilerin karşısındadır. Bu yüzden de 1991 döneminin kazanımlarından yararlanabilmek için kazanından iş güvencesiyle birleştirmek bir zorunluluk olarak dayatmaktadır. Burada en önemlisi, sendikaların tutumu göz önüne alındığında, işçi yığınlarının işten çıkarmalar karşısında birliği, ortak tavır alabilmekte göstereceği yeteneğe bağlıdır. Çünkü kıyımdan zarar gören sadece işten atılan işçiler değil, bizzat çalışan işçilerdir de. Bu hem büyüyen işsizler ordusunun çalışan kesimler üstündeki baskısından dolayı, hem de mücadelede en önde yer alan önder işçilerin kıyımın hedefi olması sonucu olarak patron işçi çatışmasında işçilerin zayıf düşmesi nedeniyle böyledir.
Elbette ki bu alandaki mücadele, salt TİS’te işçi kıyımını caydıracak maddelerde ısrar etmekle sınırlı kalamaz. İş yasasının 13,17 ve 24. maddeleri başta olmak üzere bir bütün olarak değiştirilmesi, işsizlik sigortasının çıkartılması gibi taleplerle birleştiği ölçüde etkili olacaktır.
İşçiler bu alandaki uyanıklıklarını sadece patronların faaliyeti ile sınırlamamak durumundadır. Çünkü işçi kıyımlarında patronların politikası kadar bu politikayla uzlaşan, hatla patronlara yol gösterip cesaret veren sendikacılara karşı da uyanık olmak, onları işçi kıyımlarına karşı tutum almaya zorlayacak yol ve yöntemler bulup geliştirmek zorundadırlar.

* * *
Bir yandan 1990 TİS’inin ardından ortaya çıkan huzursuzluklar ve tepkileri, direniş, işyeri işgalleri, işçi kıyımları ve bunlara tepkiler değişik biçimlerde sürerken, öte yandan 1991 TİS görüşmeleri hızla uyuşmazlığa gitmektedir. Bu da önümüzdeki aylarda, yeni bir işçi sınıfı hareketi dalgasının yükseleceği anlamına gelmektedir. Bu mücadele içinde çatışan güçler, bir önceki TİS döneminden farklı olmayacaktır. Bu yüzden de geçtiğimiz mücadelenin deney ve dersleri iyi özümlendiği ölçüde işçi sınıfımız bu mücadeleden başarıyla çıkacak, bu dersler görülmediği ölçüde de eski yanlışların yinelenmesi kaçınılmaz olacaktır. Sorun bir yanıyla bu noktada düğümlenmektedir.
Pratik öğreticidir, pratik içinde yer alan herkes elbette bir şeyler öğrenir, ama asıl olan “bir şeyler” öğrenmek değil, sorunun özünü kavrayıp, bunu yığınların öncünün kavradığı gibi kavramasını sağlamaktır. Bu görev ise, elbette öncü işçilerindir. Varolan koşullarda, ekonomik mücadelenin sorunlarını küçümsemeden ama mücadeleyi salt ekonomik mücadele alanında tutmaya çalışan her türden sendikalist, reformist eğilimle de mücadele ederek sınıf hareketinin ilerletilmesinin koşullan her geçen gün bir öncekinden daha elverişli hale gelmektedir. Bunun görülüp, gereğine uygun davranılması, ekonomik mücadelenin özgürlük ve demokrasi mücadelesine bağlanmasının başarılması, işçi sınıfı hareketinin gerçek bir ilerletilme sağlamasının başlıca koşulu olarak gözükmektedir.

Nisan 1991

Türkiye’de kadının statüsü -2

19. yüzyılın başından itibaren, Büyük Fransız Devrimin özgürlük düşüncesi Osmanlı toprağında da etkisini gösterip, üst sınıflardan gelen aydınlar arasında, bir yandan çöken imparatorluğun kurtarılması için neler yapılması gerektiği tartışılırken, çöküşe neden olan eski yapının tartışmaları içinde Osmanlı kadınının geleneksel statüsünün de sorgulanmaya başlandığına ve azımsanmayacak sayıda kadın aydının da bu alanda tartışmalara katıldığına, çıkarılan dergi ve gazetelerle, Osmanlı kadının çağdışı yaşam koşullarını eleştirdiklerine bu yazının birinci bölümünde değinmiştik.
Osmanlı İmparatorluğu 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sarsıntıları içinde çökerken, onun temsil ettiği tüm eski değerler de itibarını yitiriyordu. Feodal Osmanlı sisteminin çöküşü, onun temsil ettiği feodal aile sistemini de kökünden sarsıyordu. Ama bu sarsıntı bütünüyle olmasa da aile sisteminde de çatlaklar yaratmıştı.

KURTULUŞ SAVAŞINDA KADIN
Özellikle Tanzimat’tan itibaren, düşünce ve eğitim alanında kadın statüsünün sorgulanması, eğitim görmüş kadın sayısının artışı ve ekonomik yaşam içinde rol alan kadınların sayısındaki artış, özellikle uzun Balkan Savaşları ve 1. Emperyalist Savaş içinde kadınların daha Çok sayıda çalışma yaşamına katılmaları Kurtuluş Savaşı eşiğine gelindiğinde kadınların toplumsal bakımdan ilerlemeleri için geniş bir potansiyel yaratmıştı. Dahası Kurtuluş Savaşı bütün toplumu derinden sarsan bir olay olarak kadınlarını da sarsıyor, onların da bu toplumsal olay içinde yer alabileceği olanaklar yaratıyordu. Nitekim daha savaş başlamadan, emperyalist işgallere karşı Anadolu’nun kentlerinde yapılan mitinglere kadınlar da katılarak, İslam-Osmanlı geleneğinde olmayan bir tarzda gösteriler yapıyorlardı. Emperyalist işgalleri lanetliyorlardı. 19 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali üzerine yapılan, İstanbul, Fatih Mitingi’nde Halide Edip ve Meliha Hanım birer konuşma yapıyorlardı. Bunda ne var, kadınlar mitinge katılmışsa ne olmuş denirse de; Osmanlı toplumunda, kadının sokağa çıkması, çarşıya pazara gitmesi bile olağan karşılanmazken, kadınların gösteri için sokaklara dökülmesi, hele binlerce erkeğin karşısına çıkarak söylev vermesi olağan Osmanlı geleneği içinde bırakalım uygulamayı, akla getirilmesi lanetlenecek bir tutumdu. Kadınların miting ve gösterilere katılması tek bir olayla da sınırlı kalmadı. Fatih mitinginin ertesi günü, Üsküdar’da yapılan mitingde bu sefer, Asri (Çağdaş) Kadınlar Cemiyeti adına Sabahat ve Naciye Hanımlar konuşuyor, “işgalcilere karşı ana, bacı ve eşlerin de erkeklerle birlikte savaşacağını” haykırıyordu. 22 Mayıs 1919’da Kadıköy’deki anti-emperyalist mitingde, bir genç öğrenci, Münevver konuşuyor “Davranmak zamanı gelmiştir, oysa biz hala ağlamakla vakit geçiriyoruz. Hıçkırıklarımızla düşmanın kalbini yumuşatanlayız… Örgütlenmeye başlayalım ve harekete geçelim.” diyordu. Bu radikal konuşma polisin dikkatini çekiyor olmalı ki, ertesi gün Münevver’i tutuklamak için arıyorlar, ama Münevver gizlice Anadolu’ya geçiyor, savaşa fiilen katılarak çatışma sırasında yaralanıyor.
23 Mayıs’ta yapılan ünlü Sultan Ahmet Mitingi’nde yine Halide Edip, bu sefer 150 bin kişi karşısında konuşuyordu. Halide Edip’in aktif bir propagandacı olarak faaliyetleri polisin gözünden kaçmıyor, aranmaya başlıyor. O’da Münevver gibi Anadolu’ya kaçmak zorunda kalıyor. Direnişin önde gelenleri içinde yer alıyor. İstanbul Hükümeti’nin hakkına ölüm fermanı çıkardığı ilk 5 kişi arasında Halide Edip de vardır.
Bu sıralarda Anadolu illerinde de kadınlar boş durmuyordu: 1919 Eylülünde Erzurum’da Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kuruyorlar. Ve dernek hızla yayılarak, Amasya, Erzincan, Burdur, Bolu, Pınarhisar, Niğde, Kayseri, Kangal ve giderek tüm illerde bu demeğin şubeleri faaliyete geçiyor. Dernek, asıl olarak anti-emperyalist amaçlıydı ve kadınları işgalci emperyalistlere karşı savaşmaya çağırıyordu. Nitekim TBMM’nin kuruluşundan 5 gün sonra Ankara Hükümeti bir çağrı ile Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini emperyalist saldırganlara karşı işbirliğine çağıracaktı.
Kadınlar sadece propaganda faaliyetlerinde ve dernek çalışmalarıyla sınırlı olarak bir anti-emperyalist tutumla yetinmediler. Tersine çete ve düzenli ordunun birçok hizmetini kadınlar yerine getirirken, azımsanmayacak sayıda kadın da fiilen çete savaştan içinde ya da düzenli ordunun bazı kollarında yer aldılar. En çok erkek işi sayılan savaşta kadınların da erkekler kadar cesur, yurtsever olduğunu kanıtladılar. Örneğin Gördesli Makbule Hanım, eşiyle bir çete kurarak Yunan işgaline karşı direnişe ilk katılıp, savaşarak ölen ilk kadınlardandır. Yine, Fransız İşgaline karşı savaşan bin gönüllüler birliğine komuta eden Tayyar Rahmiye Hanım bir Fransız karargâhında saldırı sırasında yaşamını yitiren kadınlardandır. Yine Adanalı Hatice Hanım, doğrudan çeteci faaliyete katılmış, yüz kişilik gönüllüler birliği ile Fransızlara karşı savaşmıştır. İzmit’te Fatma Seher Hanım, kendi çetesiyle birlikte, padişahçılara ve emperyalistlere karşı savaşmıştır. Kemalist ordunun komutanlarından Halit Bey’in kızı Nezahat, babasıyla birlikte pek çok cephede savaşlara katılarak Türk Jeanne D’Arc’ı unvanını almıştır. Nezahat Hanımın bu çabasından dolayı TBMM’nde rütbe verilmesi, hatta “paşalık” verilmesi istenmişse de, Meclis’in tutucu kanadının muhalefeti sonucu bu reddedilmiştir.
Kısacası yukarda adları bugüne biline-gelen Kurtuluş Savaşı’nın kadınları yanışına sayısız isimsiz kadın kahraman, anti-emperyalist savaşa her şeyiyle katılmıştır. Nitekim M. Kemal kadınların Kurtuluş Savaşı’ndaki rollerini açıkça kabul ederek şöyle der: “Türk kadını savaş sırasında ülkeye çok büyük yardımda bulundu, herkes gibi o da acı çekti. Bugün o, özgür olmalı, eğitim görmeli, okullar kurmalı, ülkede erkeklere eşit bir konuma sahip olmalıdır. Buna hakkı vardır.”
Bu bölüme son vermeden önce bir iki noktaya dikkat çekmek gerekir:
Birincisi; Kurtuluş Savaşı’na katılan kadınlar, “kadın haklan” talebiyle öne atılmadılar. Tersine, doğrudan ulusal bağımsızlık ve özgürlük için mücadeleye katıldılar. Ama bu onlara kendi statülerini ilerletme olanağı tanıdı. Çünkü kadınlar, mücadeleye katılarak Osmanlı’nın kadın statüsünün dışına çıktılar. Osmanlı’da sadece ev işleri, çocuk doğurma ve bakımıyla sınırlı olan kadın; mücadele içinde yeteneklerini kanıtladı. Savaş, askerlik gibi salt erkeğe has sayılan işlerde de becerisini ortaya koyması, sadece analık duygusu ötesinde yurtseverlik, özgürlük duygularına da sahip olduğunu ortaya koyması, erkeklerin gözünde kadının statüsünü hiç bir tartışmanın başaramayacağı kadar yükseltmiştir. M. Kemal’e yukarıdaki sözleri söyleten sadece burjuva özgürlükçü düşünce değil, daha çok kadının kendini mücadele içinde kanıtlaması, kadının insansal yanının savaş içinde ortaya çıkmasıdır. Zaten Kurtuluş Savaşı sonrasında kadınların hukuksal alanda elde ettiği haklarda da kadınların Kurtuluş Savaşı’na katılımda gösterdikleri başarı önemli bir yere sahiptir. Yoksa kimi Kemalist aydınlarımızın iddia ettiği gibi, kadınlara “hak” M. Kemal’in yüce gönüllülüğünün sonucu verilmiş değildir. Çünkü Kurtuluş Savaşı’na katılarak kadınlar, eski Osmanlı aile geleneğini parçalamış, artık, haremin duvarlarını yıkarak erkek dünyasına bir yarandan katılmışlardı. Onu yeniden hareme kapatmak artık olanaksızdı. Cumhuriyet, yasalarıyla sadece bu durumu yasallaştırdı.
Burada değineceğimiz ikinci özellikse; Kurtuluş Savaşı öncesi Osmanlı kadın statüsünü az çok aşabilen kadınlar; üst sınıflardan gelen az sayıdaki aydın kadınken, Kurtuluş Savaşı sırasında bu durum köylü emekçi kadınlara kadar yayılmış, toplumsal bir alt-üst oluşa yol verecek kadar genelleşmiştir. Cumhuriyet sonrasında ailenin nispeten hızlı bir biçimde burjuva karaktere bürünmesi Kurtuluş Savaşı’nın yarattığı bu kaynaşma ile sıkı bir bağlantı içindedir.

CUMHURİYET DÖNEMİNDE KADIN
Kemalist ideoloji, özünde bir burjuva ideolojisi olması nedeniyle, toplumda ve kadının özgürleşmesinde üst yapı kurumu olarak bazı değişimleri gerekli kılar ve yasal düzenlemelere girer. Fakat kadınlar, çok dar bir çerçevede kalan üst katmanları bir yana bırakılırsa, savaşın bitiminden hemen sonra, toplumsal gelenek ve göreneklerin, bağnaz aile ve iş hukukunun yıpratıcı etkisine geri dönerler. Kemalist reformlar toplumu tümüyle etkileyecek ve dönüştürecek güce hiçbir zaman sahip olmamıştır. Hele, emperyalist dünya sisteminin hegemonyacı isteklerine tamamen açık bir dünya görüşüne sahip olan reformist önderler, açıkça bir emperyalist hegemonyaya karşı olmakla birlikte, özellikle emperyalist politikaların etkilerine açık olmuşlardır.
Bağımsız Türk Devleti kurulduktan kısa bir süre sonra, batıya açılma adı altında tekrar emperyalizmin kucağına düşmüş, ideolojik, sosyal, siyasal kurumlarını emperyalizmin çıkarlarına uygun bir biçimde oluşturmaya başlamıştır. Ekonomik alanda reformlar, kan bir bürokratik devletçilik anlayışıyla sınıfların varlığını reddeden bir politika izlemiştir. Sınıf çıkarlarının ifade özgürlüğü yasaklanmış, hatta yok sayılmıştır.
M. Kemal ve çevresi, yeni Türk Devletinde kadınların olması gereken yere ulaştırılmasının önündeki en büyük engel olarak dini baskılan ve gelenekleri, eğitimsizliğin yol açtığı cehaleti görüyorlardı, İslamiyet öncesi Türk toplumlarında kadınla erkeklerin eşit bir konumda olduğunu iddia eden Afet İnan; “İslam’ın ve İslam’ı benimseyen öteki halkların etkisi, erkekle aynı durumdaki kadını, açıkça çok daha aşağı bir konuma düşürmüştür.” der. Türk Tarih Tetkik Cemiyetinin başkan yardımcısı olan Afet İnan “Türk Kadınının Kurtuluşu” adlı yapıtında Osmanlı toplumu öncesi Türk kadınının Orta Asya, Avrupa ve Anadolu’da uygarlık kuran Türk devletlerinde, erkekle eşit bir konumda olduğu iddiasındadır. Oysa bu eşitlik, Hakan’ın karısı veya anası, bir Bey’in kızı veya eşi gibi, genellemeden çok uzak bir görüştür. Buna rağmen, ilkel bir üretim biçimini yakından ilgilendiren, kırsal kesimde yaşlı kadınların görüşlerine güven ve saygıdan kaynaklanan bir “yönetici kadın”, sembolize edilerek bu eşitliği haklı görmek mümkünse de, bu kadınların, kadınsal özelliklerini yitirdikleri bir dönemde, ev işlerini gelinlerine ve kızlarına bıraktıktan sonra kazandıkları statü, köyün yâ da kasabanın en akıllı ve mücadeleci kadınlarına özgü bir “eşitlik” ve “öncülük” olup, toplumda genel bir kadın statüsü içinde bir önem ifade etmez.
Kadın nüfusunun büyük bir çoğunluğunun katılımıyla kazanılan Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın ilk oturumunda, TBMM’nin milletvekillerinin çoğu tarafından, kadınlara bazı siyasal haklar verilmesi şiddetle reddediliyor, hatta bu konunun tartışılması bile ayaklarla tempo tutularak protesto ediliyordu. (3 Nisan 1923). 1924 Anayasası tartışılırken, “18 yaşını bitiren her Türk’ün milletvekili seçimlerine katılabileceği” hükme bağlanırken, bu “her Türk” kelimesi kadınları kapsamıyordu. “Her Türk kelimesi kadınları da kapsamalı” diye savunan Recep Peker ve Yahya Kemal’e karşı, Millet Meclisi’nde aleyhte öylesine büyük bir tezahürat yapılır ki, yasaya bu maddeler “her erkek Türk” olarak girmek zorunda kalır.
Kadınların siyasal haklarını alabilmelerine olanak sağlamak amacıyla, 1924’te Türk Kadın Birliği kurulur. Bu birlik, M. Kemal’in kız kardeşi Makbule Hanım ve Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti üyeleri tarafından kurulmuştur. 1923’te ise, daha önce söz edilen Osmanlı döneminde Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi’nin kurucusu Nezihe Muhittin Hanım, Halk Partisi’nin kadın kollarının kurulması ve yaygınlaştırılması için öncülük etmiştir. Bunların yanı sıra Türk Ocağı şubeleri de kadın haklarının yaygın savunuculuğunu yapıyorlardı. Türk Kadın Birliği, kuruluşunda, rejimin baskısı ve kuruluşuna karşı çıkabileceği gibi endişelerle, siyasal nitelikli tüm maddeleri, tüzüğün, istemlerin ve aile yasasına ilişkin hakların savunulmasını içeren düşünsel çalışmalara ağırlık vermek zorunda kalır. Bu hakların kazanımlarında eyleme girme girişimleri sürekli baltalanır. Türk Ocağı’nda yapılan büyük bir toplantıda, kadınların haklarını nasıl alacakları konusunda çok şiddetli tartışmalar yapılır. Bu gelişmelere, basın ve kamuoyundan çok sert tepkiler gelir. Basın; kadınların erkekler tarafından buralara gönderildikleri, kendi haklan için mücadele etme yeteneklerinin olmadığı, gibi gerekçelerine, dini geleneklerin yok edileceği gibi, bağnazca düşünceleri de ekleyerek, olumsuz propagandalara başlar. Akşam, Vatan, Tanin ve Tevhit gibi gazeteler hepsi bir ağızdan, kadın haklarına saldırıya geçerler. Bu olumsuz propagandaya cevap veren Halide Edip, Hikmet Arif, Nezihe Muhittin gibi hanımlar, “kadınlar, kendi kurtuluştan için kendileri savaşmalıydı”, “örf, adet ve geleneklerin tutucu kurumlarına boyun eğen çilekeş Anadolu kadınını, kentlerin aydın kadım neden savunmasındı”, “din, ahlak, gelenek gibi alışkanlıkların, erkeklere tanıdığı güç ve erdemin, kadınları ezme ve köleleştirme zihniyetine karşı çıkılmalıydı” diye savunuyorlardı. Trabzon Türk Ocağı’nda bir konferans veren Süreyya Hulusi Hanım: “Türk kadını tarihte siyasal bir rol oynamıştır: O, kendi olanaklarını tanımaktadır. Ekonomik yaşamda yer almaya yeteneği olduğuna göre, ülkenin işleriyle uğraşmaya yetenekli olduğu niçin kabul edilmiyor? Herkes ondan, yurttaşlık dersi alırken, ulusun kaderi ve yönetimi söz konusu olduğunda, onu neden ihmal ediyoruz” diyordu.
İstanbul’da ilk kongresini 1927 Martında toplayan Türk Kadın Birliği, “Kadınlar için oy hakkı ve yerel seçimlere katılmaları” şeklinde tüzüğe bir madde ekler. İstanbul valisi, “kadınların asli görevlerinin çocuk doğurmak ve yetiştirmek olduğunu, onların, ne siyasal haklara sahip olmaları, ne de kamu görevi yapmalarının uygun olmadığı” savıyla tüzüğü reddeder. Kadınlar Birliği bu tavra isyan eder. Bunun üzerine Hükümet, Vali’ye tüzüğü onaylamasını emreder. Aynı yıl, dernek başkanı: “Devrimleri doğuran, çabalar ve savaşımdır. Savaşmayı sürdüreceğiz. Yasalar, er geç, toplumsal yaşamın gereklerine uymak zorundadır.” diyerek çalışmalarını yoğunlaştırır. Haziran ayında, yerel seçimlerle ilgili, Mecliste ateşli tartışmalar yapılır. Basın da, Kadınlar Birliği’nin kulağını bükerek, “ılımlılaşmaları” konusunda öğütler vermeye devam eder. Kadınlar Ekim seçimlerine katılamaz, ama çalışmalarına hız verirler. Bu arada, basın, kısmen de olsa kadınları desteklemeye başlar. Eylül’de dernek içinde tartışmalar arttığı ve “idari usulsüzlük” gerekçesiyle, birliğin yönetim kurulu polis baskısıyla uzaklaştırılır. Dernek basılıp, aranır ve kayıtlan mühürlenir. Derneğin dağıtılması, basını çok sevindirir. Yeni yönetim kurulu tarafından başkan seçilen Ortaokul Müdürü Sadiye Hanım, kısa zamanda yıpratılır. Yerine gelen Latife Bekir Hanım ise, Türk Kadın Birliği’ni, kültürel, hayırsever ve göstermelik bazı ekonomik etkinlikler yürüten pasif bir dernek haline getirir. Siyasal istemler reddedilmemekle birlikte, bunlar iyice ılımlılaştırılarak, çok gösterişsiz biçimlerle sürdürülmeye çalışılır.
3 Nisan 1930’da kadınlara yerel seçimlerde oy ve seçilme hakkı kabul edilir. 1933’te köy kurullarına katılma hakkı, 4 Aralık 1934’te ise TBMM’de seçme ve seçilme hakkını elde etmişlerdir. 1934’ten sonra, Kadınlar Birliği, kendi varlık nedenlerinin ortadan kaldığı gerekçesiyle kendini lağveder. Oy hakkının, toplumun çok az bir kesitinde eğitim görmüş, aydın bir kadın kesimi için bir anlamı olabilirdi. Diğer kesimleri de, özellikle çoğunluğu kırsal kesimde yaşayan kadınların hemen hepsi, kocalarının veya babalarının istediği parti veya adaya oy vermek zorundadırlar. 1970’lerde yapılan istatistikler, kadınların kırsal kesimde % 60’ının okuma yazma bilmediği, gazete okumadığı, radyoda haber dinlemediği, dolayısıyla en asgari biçimiyle bile politik hayatın tamamen dışında kaldığını göstermektedir. 1935’lerde, % 90’ın üstünde kadın, okuma yazma bilmiyor, köyünden, hatta bulunduğu ilden dışarı hiç çıkmamış, dünya ile bağlan tamamen kesik, sosyal gelişmelerden habersiz küçücük bir dünyada yaşıyordu. Genel kadın nüfusunun, 1925’lerden başlayarak, yaygın bir okuma yazma seferberliği sonucu 1970’lere gelindiğinde, okuma yazma oranı olarak % 40’lara kadar ancak yükseltilmiştir. Bu oran kente göre, kırsal kesimde çok daha düşüktür.

KADINLARIN EĞİTİM DURUMU

Osmanlı eğitim sisteminden laik eğitime geçiş süreci oldukça sancılı olmuştur. Dini eğitimin, kadın statüsünde sağladığı gerici ve çağdışı düşünce hükümlerinden kurtulma, yeni dönemin en önemli sorunlarının birini oluşturmaktaydı Bu amaçla, yeni hükümet eğitim sisteminde bazı değişikliklere, reformlara gerek duymuştur Bunlardan ilki; eğitimin birleştirilmesi ve her tür eğitimin tek bir okulda kız-erkek öğrencilerin okutulmasına olanak sağlayan yasanın çıkarılmasıdır. 3 Mart 1924’te, bu amaçla “Tevhidi Tedrisat Kanunu” çıkarılarak, bilimsel ve teknik tüm eğitim kurumlan Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı ve medreseler kapatıldı. İkinci adım olarak; “öğretimin laikliği” ilkesi getirildi. 1927’de din eğitimi okullarda zorunlu olmaktan çıkarıldı. 1931’de ortaokullardan, 1933’ten itibaren de ilkokullardan din dersi kaldırıldı. Kadının toplumsal gelişimi açısından bu çok önemli bir adımdır. Çünkü kız çocuklan henüz yaşamın gerçek yüzünü göremediği körpe çağında “haram”, “helal” kavramları ile tüm yaşamı boyunca kurtulamayacağı bir şartlanmadan hiç olmazsa yasal olarak kurtarılmıştır.
Yasanın “Demokratikleşme İlkesi”, kız ve erkek çocukların eğitiminde eşit olanaklara sahip olması biçiminde yorumlanır. 1924 Anayasası: “İlköğretim, bütün Türkler için zorunlu ve devlet okullarında parasızdır” hükmünü getirmiştir.
1922’de TBMM’de, M. Kemal, “Kadınlarımızın da aynı derece-i tahsilden geçerek yetişmelerine atf-ı ehemmiyet olunacaktır.” diyerek kadınların eğitimine özel önem verdiğini belirtir. “Kadınlarımız, hatta erkeklerden daha çok münevver daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle olmalıdırlar” diye düşüncesini savunuyordu.
M. Kemal’in ölümünden kısa bir süre sonra, baş gösteren dini gericilik, gösteri ve eylemlerle dini geleneklerin tekrar siyaset sahnesine çıkmasını sağlamaya çalışır, ikinci Emperyalist Paylaşım Savaşı koşullarının ülkeyi kasıp kavuran açlık ve yoksulluğunun olumsuz etkilerinden yararlanan gerici ve dinci çevrelerce ticanilik yeniden hortlatıldı. Bu çevrelerin etkisiyle İnönü Hükümeti, 1947’de, eğitimde din derslerine yeniden yer vererek, Kemalist reformlardan geri adım attı. Bu tavizden cesaret alan dinci çevrelerin etkisiyle, Kemalistlerin yasakladığı çarşaf giyme, Arapça okuyup yazma ilkeleri çiğnenmiş, Anadolu’da kadınlar tekrar çarşafa bürünmeye, Kuran kursları açılmaya başlanmışta. Çok partili sisteme geçişle birlikte, dini feodal gericiliği arkasına alan DP köylerde, “Atatürk Devrimlerinin terk edilmesi” çağrısında bulunur. Bu gelişmelere ilişkin olarak 1949’dan sonra ilkokul ve ortaokullara din dersi kondu, DP döneminde bu gericilik daha da artarak devam etti. 1951’de orta dereceli, 1955’te liseli öğrencilere din dersi vermek amacıyla İmam-Hatip okulları açıldı. Bunları Ankara’da İlahiyat Fakültesi, İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü izledi. Buna rağmen, 1962’de; resmi okullardaki din derslerine giren eğitmenlerin 60.000’inden, sadece 10.000’i herhangi bir din okulundan mezundu. Gerisi hiç eğitim görmemiş cami hocalarından oluşuyordu. Gerici hoca ve tarikat üyeleri ve siyasi çevreler tarafından yürütülen propagandalarla, özellikle köylerde, başta kadın öğretmenler olmak üzere, öğretmenlere karşı açık bir düşmanlık yaygınlaştırılıyordu. 20 Şubat 1963’te Ankara’da, bu gerici uygulamalara karşı on bin öğretmenin katıldığı bir gösteri düzenlenmiştir. Bu gösteride bayan öğretmen Nadide Yenisey şöyle diyordu: “Köy öğretmeni gerici güçler karşısında yalnız kalmıştır. Yalnızca son altı ay içinde 50 öğretmen saldırıya uğramış, dövülmüş, bazdan öldürülmüştür.” 1969 yılı içinde açılan Kuran kurslarının sayısı ise 50.000’i buluyordu. Bu uygulamalar, kadının sosyal, ekonomik yaşama katılmasını engelleyen karşı bir dalga oluşturuyordu.
1949’da Türk Kadınlar Birliği yeniden kuruluyor. Meclisteki üç kadın milletvekili eliyle, çarşafın kaldırılmasına ilişkin bir yasa tasarısı verilir. Bu tasan hemen reddedilir. Hem de, “demokrasi ve insan haklarına aykırılığı” gerekçesiyle… Milletvekillerinin çoğu tarafından, yasaya gerek olmadığı, çarşafın kendiliğinden ortadan kalkacağı savunuluyordu. Mustafa Kemal Derneğine göre; “Gazi’nin ölümünden sonra başlayan yobazlık, kınanması gereken çarşaf giyimindeki bu yeniden azmanın kökenindeki olguydu.”
Kadınların sosyal ve ekonomik yaşama katılmalarında önemli etken olarak, eğitim sistemindeki gelişmelerin neler olduğuna sırasıyla değinelim:
1- İlköğretim: İlköğretim genel olarak kız ve erkek çocukların okuma-yazma, Türkçe, matematik, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, tabiat, çevre, müzik, beden eğitimi, resim gibi derslerin ortak okutulduğu, ev işi ve elişi derslerinin ise, kız ve erkek çocukları için farklılaşma gösterdiği bir eğitim süresi izler. 4. ve 5. sınıflarda kız çocukları ev işi derslerinde mutfak işleri, çocuk bakımı, dikiş gibi konulan öğrenirken, erkek çocukları, ağaç oyma, marangozluk, tarım gibi dersler görürler.
İlköğretimde okullaşmış kız öğrenci sayısı 1923-24’te 62554 iken, 1970-71 ders yılında 2.120.754’e yükselmiştir. Bu artış köylerde, kentlere göre daha hızlı seyreder. Erkek öğrencilerle karşılaştırıldığında, kız öğrenci oranında yıllara göre sürekli artış gözlenir. Örneğin, 1924’te okullaşmış tüm öğrencilere göre, kız öğrenci oranı % 18.73 iken, 1970’te bu oran % 43.30’a yükselmiştir. 1939-60 yılları arasında bu oranda oldukça belirgin düşüş gözlenmektedir. D.P. hükümetinin gerici propagandası altındaki kırsal kesimin kız çocukları, ev ve tarla işlerinde daha çok çalıştırılmaya başlandı. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki okullaşma oranı oldukça düşüktür. Örneğin: 1970-71 ders yılında, Bitlis’te bu oran % 19.71, Hakkari’de % 21.90, Van’da % 26.50 iken, Elazığ’da % 32.52 iken, İstanbul’da % 46.30’a ulaşır.
2- Orta öğretim: Yeni düzenlemeyle 3 yıllık ortaokul ve 3 yıllık lise olmak üzere iki kademeli olan bu eğitim, fizik, kimya, doğa bilimleri dışında kız çocuklan için ev ve aile bilgisi dersleri içeriyordu. Kız çocuklarının ortaöğretimdeki sayılan, M. Kemal döneminde en çok artış gösterirken, okullaşan erkek öğrenci sayısına göre de artmıştır. İnönü ve D.P. dönemlerinde kırsal yörelerde daha belirgin olarak, nispi bir düşüş görülürse de, 60’lardan sonra tekrar artmaya başlamıştır 1970’lerde, İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerde liselerde okuyan kız ve erkek öğrenci sayısı neredeyse eşitlenmiş durumdadır. Aym yıllarda, Bingöl’de liseli kızların tüm liseli öğrencilere oranı % 7.64 civarındaydı.
Kapitalizmin gereklerine uygun kalifiye eleman yetiştirmek amacıyla, birçok meslek ve teknik öğretim okulları açıldı. Bu okullar ortaokul ve lise öğretimine denk düşüyordu. 1970-71 döneminde, ortaokul düzeyindeki meslek okullarına giden kız öğrenci sayısı 71.364 idi. Bu, tüm orta dereceli meslek ve teknik okullarda okuyan öğrencilerin % 29.33’ünü kapsıyordu. Lise derecesindeki kız öğrencilerin sayısı 172.780 ile toplam kız öğrenci sayısının % 70.67’sini kapsamaktadır. 1928-29 ders yılında kız enstitülerinin açılması ve kız sanat okullarının yaygınlaştırılması bu oranın artışında etken olmuştur. Tüm bu okullarda kızlar, genel kültürün yanı sıra, biçki-dikiş, nakış, modelcilik, çocuk bakımı, halk sağlığı dersleri görüyorlardı.
Kızların rağbet ettikleri diğer bir meslek okulu ilk öğretmen okullarıdır. Bu okullarda, kentlerden gelen öğrenci sayısı, kırsal kesime göre daha fazladır. Daha çok köy öğretmeni yetiştiren bu okullara kırsal kesimden talebin azlığı, bu yörelerdeki ailelerin, kızlarını tek başına bir köye göndermeme anlayışı, kızların okumasını engelleyen bir etken olmuştur.
1932-33 ders yılında, karma eğitim yapan, ticaret ortaokullun ve ticaret liseleri kurulur. Ortaokuldan sonra devam edilen sağlık okullarının açılması, özellikle kırsal kesimin kız öğrencilerin jı büyük ilgisini ve erkek öğrencilere oranla % 86’lık bir oranla meslek edinmesini sağlamıştır. Sağlık okullarından, ebe, hemşire, sağlık memuru, laborant olarak pek çok kadın yetişmiş ve kırsal kesimin sağlık sorunlarına hizmet vermişlerdir.
Bunların dışında kız öğrencilerin devam ettiği meslek okullarını ve 1970-71 ders yılındaki kız öğrenci sayısını şöyle sıralayabiliriz.
Sekreterlik Okulları             611
Otelcilik ve Turizm Okulları         35
Ev Ekonomisi                 279
Maliye Meslek Okulları         3
Kız Meslek Öğretmen Okulları     117
Tapu ve Kadastro Meslek Okullar     2
İmam-Hatip Okulları             833
İmam-Hatip Liseleri             20
Terzilik Orta Okulları             132
4- Yüksek Öğretim: Kız öğrencilerin yüksek okullara devamı 1914’ten sonra tanınmış, yeni hükümet döneminde de öğrenci sayısı artarak devam etmiştir.
Kız öğrencilerin üniversiteye devamı, 1929-30, savaş yılları ve 1954-60 DP dönemi içinde nispeten azalma göstermekle birlikte tüm öğrenci sayısına oranla sürekli bir artış göstermiştir. Buna rağmen orta öğretimdeki dengesizlik, yüksek öğretimde daha belirginleşmektedir. Kız öğrencilerin tüm öğrencilere oranı, 1970 yılında, ilköğretimde % 42.30, ortaöğretimde % 29, iken, bu oran yüksek öğretimde % 18.87’ye düşmüştür. Böylece yüksek öğretimdeki okullaşma, Suriye, Lübnan, Mısır gibi ülkelerin bile gerisinde kalmıştır.
5- Yetişkinler İçin: M. Kemal 16-45 yaş arasında tüm yurttaşların okuma-yazma öğrendiğini belirten bir belge sahibi olmalarını zorunlu kılar. Bu amaçla, Ulus Okulları (Halk Dershaneleri) açılır. Bu okulların etkinliğini arttırmak için, özellikle köylülere yönelik Yurt gazetesi yayınlanır ve parasız dağıtılır. Geniş dağıtım ağı olan bu gazete, ulusal, kültürel, ekonomik ve sağlıkla ilgili bilgilere yer verir. M. Kemal’in ölümünden sonra etkinliği azalan, Halk Dershaneleri ve Yurt gazetesi 1949’da kapatılır.
Yetişkin kadınlar için, Akşam Kız Sanat Okullarının açılmasını, İstanbul, İzmir, Ankara ve Eskişehir ve Samsun Olgunlaşma Enstitüleri takip eder. 1938’de açılan ve yaygınlaştırılan Ev Sanatları ve Biçki-Dikiş kursları, özellikle köylerde, kadınlara ev ekonomisi, ev işi, çocuk bakımı, gibi dersler verir. 1965’lere değin sürer.
Tüm bu okullar ve kurslar bir yanıyla kadının, aile içinde daha iyi hizmet etmesi, çağdaş köle konumuna girmesinden başka bir amaca hizmet etmediği açıktır. Ayrıca bu okul mezunları, sanayi kesiminde vasıfsız işçi statüsünde’ değerlendirilmekti vs çok düşük ücretle çalıştırılmaktadırlar.
“Eğitim seferberliği”nin bir ürünü olarak kentlerde Halk evleri, köylerde Halk Odaları açılmıştır. 1931’den sonra etkinlikleri artan bu kuruluşlar, kadın ve erkeklerin bir arada ulusal ve kültürel eğitimini geliştirme amacı güdüyordu. Okuma-yazma kurslarının da verildiği bu Halkevlerinde tiyatro, sanat, toplumsal yardımlaşma, spor, kitaplık, yayın, köylülere yardım kolları kurularak, kadın ve erkeklerin ortak sosyal faaliyetlere katılmaları amaçlanıyordu. Böylece, Osmanlı döneminin kadına yasakladığı sanat, tiyatro, resim, müzik, dans çalışmalarıyla, özellikle genç kızlara yeteneklerini geliştirme olanağı ortaya çıkarıyordu. Az sayıda da olsa kadınların sosyal yaşama katılmalarında vesile olan Halkevleri ve Halkodaları, DP tarafından 1951’de kapatılmış ve mallarına el konmuştur.
Kemalist Devrimin kazanından olarak kadının sosyal yaşama katılmasının az çok olanağını sunan tüm adımlar, başta eğilim ve kültürel faaliyetler olmak üzere hemen her alanda, İnönü döneminde başlayarak, DP dönemiyle, dini ve siyasi gericilik tarafından elden geldiğince yok edilmiştir.

ÇALIŞMA YAŞAMINDA KADININ DURUMU
Yeni Türkiye Cumhuriyeti bir tarım devletidir, fakat tarımda toprak reformu dâhil, ürün fiyatlarının teşhiri ve sosyal güvenceler konusunda yeni devletin öngördüğü tüm reformlar, köylüyü, daha yoksul ve topraksızlaştırma sonucuna götürmüştür. 1925’te köylü vergisi aşar kaldırılmış. 1923-38 yılları arasında kısmi bir toprak reformu yapılmıştır, fakat genelleşmemiştir. Tarım ürünlerinin fiyatlarını saptayan Toprak Mahsulleri Ofisi ise, köylülerin giderek yoksullaşmasının bir aracı olmuştur. Tarlada, evde, halice ve ahırda çalışan kadının yaşam koşulları da bu gelişmelere koşut olarak giderek kötüleşmiştir. Yasaların, özellikle Yurttaşlar Yasasının kendisine tanıdığı haklardan köylü kadını hemen hiç yararlanamamıştır. Tarım ekonomisi sistemi içinde köylülük düşük ürün fiyatları ve teknolojik gerilik karşısında sürekli topraksızlaşmış ve yoksullaşmıştır.
1965 verilerine göre çalışan nüfusun % 74.67’si, tarım kesiminde çalışmaktadır. Çalışan kadın nüfusunun ise, % 94.15’i tarımda, % 5.85’i sanayi ve ticaret sektöründe çalışır görünmektedir.
Kırsal alanda kadın, ister tarlada, isterse hayvancı-Irkta uğraşsın, erkekten çok daha fazla çalışır. Ev işi, çocuk bakımı, hayvanların bakımı, tarla işleri, su getirmek, giyecek dokumak ve dikmek, süt sağmak, kerpiç yapıp evini örmek, odun getirmek, tarlaya yemek götürmek, misafir ağırlamak, bahçesine bakmak, pazara mal götürüp satmak, onun için sızlanmadan, durup dinlenmeden, hiçbir karşılık beklemeden yapması gereken “asli” işleridir. 1960’larda köylerin % 79.8’inde içme suyu bulunmamaktadır. Yüzlerce metre uzaktan omuzlarında su getiren Anadolu kadını, motif olarak resimlere, sanat yapıtlarına konu olmuştur. Bir de bunlara, kilim ve halı dokuma işi de eklenerek, kadına nefes almak için bile zaman kalmaz. Tüm bu işlerde kadın ücretsiz köle durumundadır. Hatta kocasına ortak bile olamaz. Aile çerçevesi içinde ücretsiz çalışan kadın, gerektiğinde, pamuk, tütün, incir, çay, zeytin bahçe ve tarlalarında ücretli, mevsimlik işçi olarak çalıştırılır. Tarım işçiliği, ücretlerin elçiler tarafından çok düşük bir miktarla keyfi olarak saptandığı, köylülüğün en yoksul kesimini kapsar. Tarımda, ne ücretli, ne de ücretsiz çalışan kadınlar için (erkeklerde olduğu gibi) hiçbir yasal hak tanınmamıştır. Sürekli artan enflasyonun giderek yoksullaştırdığı tarım kesiminde, 1965-70 yılları arasında, kadınların da katıldığı 156 toprak işgali yapılmıştır.
Topraksızlaşan köylüler, 1950’lerden sonra kente göçe başlarlar. Kentlerde, erkeklere iş bulma olanakları daha fazla olduğundan kadın, biraz “rahatlar”, ama dört duvar arasında ev işlerinin yalnızlığına mahkûm olur.
Sanayi ve ticaret alanında kadının çalışma yaşamına katılımı da, eğitimdeki gibi 1945 yılından sonra önemli bir düşüş gösterir. Sanayi kesiminde çalışan kadın işçi sayısının, bu kesimde çalışan toplam işçi sayışma oram 1935’ten sonra giderek azalmıştır.
Yüksek öğrenim gerektiren işkollarında ise nispi bir artış görülür.
Kadın işçiler, başlıca; halıcılık, dokumacılık, beslenme ve giyim olmak üzere, dört sanayi dalında çalıştırılmaktadırlar. Tüm dallarda kadın işçilerin ücretleri, erkek işçilere göre daha düşüktür. 3008 sayılı iş yasası ile işçilerin, her tür sendika kurmaları ve grev yapmaları yasaklanmıştır. Bununla birlikte, kadınların çalışmalarını teşvik edici bazı haklar getirilmiştir.
8 Haziran 1936 tarihli 3008 sayılı yasanın çıkarılması pek kolay olmamıştır. 1924’te kadınların iş yaşamında korunmasını sağlayan, bazı haklar tanıyan yasa tasarısı (örneğin: Hamile kadınların doğumdan önce 4, doğumdan sonra 6 hafta ücretli izin hakkı) TBMM’de reddedildi. Aynı konuda 1929 ve 1932 yıllarında meclise gelen yasa tasarıları da reddedilmiştir. Buna karşılık, kadınların çalışma koşullarını düzenlemek amacıyla bazı hükümet kararnameleri çıkarılmıştır, örneğin 10 Eylül 1921’de Ereğli kömür havzası ile ilgili, 22 Temmuz 1923’te, yardım sandığı kurulmasıyla ilgili, 31 Aralık 1935’te, işçilere sağlık yardımı ve sosyal haklarına ilişkin kararnameler çıkarılır.
Sanayide çalışan kadın ve genç emekçilerin korunmasına ilişkin Umumi Hıfzıssıhha Kanunu 1930’da çıkarıldı. Bu kanunla hamile kadınların korunması, sanayi ve madende 12 yaşın altında çocuk çalıştırılmaması, 16 yaşın alandaki çocukların 8 saatten fazla çalıştırılmaması, yeraltı ve gece çalışma süresinin her işçi için 8 saatle sınırlandırılması ve işçi sağlığı, iş güvenliği ile ilgili düzenlemelere yer verilmişti.
3008 sayılı ilk iş yasası: “yaşları ne olursa olsun, kadınlar gece sanayi işlerinde çalışamazlar”, “yaşları ne olursa olsun, kadınların, maden ocaklarında, kablo döşeme işinde, lağım kanalı ve tünel yapımında, yeraltı veya sualtı işlerinde çalıştırılmaları yasaktır”, “doğum nedeniyle işe gelmeyen kadının işine son verilmesi yasaktır.” gibi kadınların çalışmalarını teşvik edici ve koruyucu maddeler içerir. Doğum izni 3 hafta doğum öncesi, 3 hafta doğum sonrası olmak üzere 6 hafta, ücretinin yansına eşit bir ücret verilmesi hükme bağlanır. 1945’te ücretinin % 70’i verilecek şekilde tekrar düzenlenir. 1471 sayılı yasa ile doğum izni 12 haftaya çıkarılmıştır.
Toplumsal sigortalar, 17 Temmuz 1964 tarihli yasa ile düzenlenmiştir. Ancak yasa oldukça önemli emekçi kesimlerini uygulama kapsamının dışında bırakmaktadır. Tarımda, bağımsız çalışmalar, herhangi bir iş sözleşmesiyle bağımlı olmayanlar ve ev hizmetlerinde çalışanlar Toplumsal Sigortalar kapsamı dışındadır. Ayrıca, 4 veya daha az işçi çalıştıran işyerleri, işçilerini sigortalamak zorunda değildir. 1963 verilerine göre, toplam 160.000 işletmeden 157.759’u küçük işletme statüsünde bulunuyordu.
Toplumsal sigortalar yasası çıkmadan önce de, bazı sigorta yasaları çıkmıştı. İş kazaları ve meslek hastalıkları sigortası, malullük sigortası, hastalık ve yaşlılık sigortalan ile ölüm sigortası, kadın ve erkek işçiler için eşit haklar tanıyan bazı kazanımlar getirmiştir.
1945’te yürürlüğe giren Analık Sigortasından kadın işçinin yararlanabilmesi için, doğumdan önceki bir yıl içinde en az 90 gün prim ödemiş olması gereklidir. Bu şart, erkek işçinin karısı için erkek işçiye 120 gündür. Analık sigortasının sağladığı yardımlar, gebelik süresince gerekli tıbbi yardım ve tedavinin yapılması, doğum izni ve nakdi yardımı, emzirme yardımı ve izni verilmesi gibi kadın işçiler ve erkek işçinin karısının yararlandığı bazı haklar getirmiştir. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, çocuklu kadınların iş saatlerinde, yarım saatlik emzirme izni kullanmalarını, bu süreler için hiçbir ücret kısıntısına gidilmemesini öngörüyordu. 100-300 arası işçi çalıştıran işyerlerinde emzirme ve bakım odaları açılması getirilir. 1475 saydı yasayla 300’den çok kadın işçi çalıştıran işyerlerinde kreş açılması zorunluluğu getirilir. Bu yasanın 6. maddesine göre, birden çok işverenin bir araya gelerek işyerlerine en çok 250 m. uzaklıkta olmak üzere, ortak bir kreş açmaları öngörülür.
Kadınların çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve kadın işçinin korunmasını amaçlayan bütün bu yasalar, her ne kadar kadının çalışma yaşamına katılmasını teşvik edici gibi görünse de, uygulamada tam tersi bir etki yapmıştır. Çünkü işverenler, düşük ücretle çalıştırabilecekleri işsizler ordusu içinde, erkek işçileri her zaman daha çok tercih eder olmuşlardır.
Kamu hizmetlerinde ve büro işlerinde çalışan kadınlar, sigorta yasalarından hiçbir biçimde yararlanamamaktadırlar. Tarım hariç, çalışan kadın nüfusuna göre % 28 oranında bulunan bu kesim, 1965’te çıkardan 657 sayılı devlet memurları kanununa bağlanmışlardır. (1965 verilerine göre)
Yüksek öğrenim gerektiren işlerde çalışan kadınların, tarım dışı, çalışan tüm kadın nüfusuna oranı % 21.41’i bulmaktadır. (1965) Avukat ve doktor olarak, kadınların çalışmaları oldukça zorlu bir dönemden geçmiştir. Erkek doktorların kadın doktorların uzmanlığına güvenememeleri ve görev vermede direnmeleri, 1930’lardan sonra kırılabilmiştir. 1927’ye kadar kadın avukatları baro kabul etmemiştir. 1928’de, peçesiyle bitikte cübbe giymiş bir kadın avukatın İstanbul Ticaret Mahkemesi’ndeki savunmasını birçok kadın izleyici merakla dinlemeye gelmiştir. 1959’da kadın avukatlar, meslektaşlarına göre % 8.2 oranında, baroya kayıtlıyken, 1970’te bu oran % 14.9’a yükselmiştir. Kamu yönetiminde sorumluluk alan kadınların sayısı da, yüksek öğrenim gören kadınların sayısına eşdeğer ölçüde artmaya devam etmiştir.
Eğitim gerektiren işlerde kadınlar, en çok öğretmenlik mesleğinde başarılı bir gelişme göstermişlerdir. İlköğretimde, kadın öğretmenlerin, tüm ilkokul öğretmenlerine oranı 1927’de % 28 iken, 1970’de % 31.48’e yükselmiştir. Ortaöğretimde, kadın öğretmenlerin, tüm öğretmenlere oranı 1950’lerde % 46.18’e kadar yükselmiştir. DP döneminde bu oranda sürekli bir düşüş kaydedilmekle birlikte 1970’lerden sonra tekrar artmaya başlamıştır. Yüksek öğretimde ise, bayanlar, 1932-33 ders yılından sonra çalışmaya başlarlar. 1970’de, tüm üniversitelerde toplam 2.082 kadın, öğretim görevlisi veya öğretim üyesi olarak görev yapıyorlardı. Kadınların yoğun olarak çalıştıktan yüksek öğretim gerektiren diğer dallar, fizik, kimya, mimarlık, gazetecilik, yazarlık, güzel sanatlar, gibi dallardı. Sinema, tiyatro, müzik, resim ve heykeltıraşlık gibi mesleklerde çalışan pek çok kadın, başarılı olduklarını kanıtlamışlardır.
1923-1970 yılları arasında Türkiye’de kadın statüsündeki gelişim bir bütün olarak ele alındığında şu saptamalar yapılabilir.
Cumhuriyetten sonra yapılan kimi reformlarla, hukuksal alanda kadınlar bir hayli haklar elde etmişlerdir. Miras, çok eşli evliliklerin yasaklanması, boşanma hakkı, seçme ve seçilme hakkı, zorunlu eğitim vb. alanlarında yapılan düzenlemelerle kadınlar en azından hukuk alanında erkeğe karşı eskisinden “daha iyi” bir konuma sahip olmuştur. Ne var ki, bu düzenlemelerin arkasındaki eşitlik anlayışı burjuva eşitlik düşüncesi olduğu için elde edilen çoğu haklar kâğıt üstünde kalmaya devam etmiştir. Kadınların mirastan erkekler gibi yararlanması, tek eşli evlilik, oy hakkının özgürce kullanılması ya da seçimlere katılma geleneksel statü tarafından sınırlanmış, çoğu kadın kesimleri, için de hiç kullanılamamıştır.
Zorunlu eğitim ve her dereceden okulların kadınlara açılması, kadınların sosyal ve ekonomik yaşama katılmasını kolaylaştırmışsa da bu alandaki ilerleme de beklenen sonuçlan vermekten uzak kalmış, özellikle emekçi sınıf kadınlarının eğitim olanaklarından yararlanması çok sınırlı kalmıştır.
Hukuksal engellerin kalkmasının yanı sıra, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, kapitalizmin ucuz kadın emeğine duyduğu ihtiyaç sonucu, kadınların çeşitli sanayi kollarındaki istihdamı, dönem dönem nispeten azalmalar görülmesine karşın, hızla artmış; bu durum kadınların sosyal ekonomik yaşama katılmasının başlıca etkeni olmuş, olmaya devam etmektedir. Ancak bu durum, kapitalist toplumun “aile işlerini” kadına yıkan “işbölümü” nedeniyle kadınların iki kat sömürülmesinin derinleştirilmesinin de vesilesi olmuştur. Gün boyu işte çalışan kadın, akşam da evde gündüzden biriken ev işlerini yapmaya devam etmek zorunda kalmıştır. Kırsal kesimde ise, Osmanlı’dan devir alınan “aile statüsü” sürüp gitmeye devam etmiştir.
Bir yandan cumhuriyet döneminin kazanından, öte yandan kapitalizmin gelişmesi kadınların ekonomik ve sosyal yaşama katılmasının olanaklarını artırırken bu olanaklar dini ve siyasi gericiliğin önderlik ettiği gelenek, görenek, din vb. eski değerleri kendisine temel alan bir karşı dalga tarafından sınırlanıp yok edilmeye çalışılmış, kadının dört duvar arasındaki statüsünün değişmemesi için gericilik elindeki her olanağı kullanmıştır. Gericiler, her zaman olduğu gibi, kendilerini haklı göstermek için kapitalizmin kadını iki kat köleleştiren, onun cinselliğini bir meta olarak kullanarak “eğlence sektörüne” iten ahlaki yanını öne çıkararak “İslami kadın statüsünü” aklamaya çalışarak yapmışlardır. Bu durum Türkiye kadınının kapitalizm koşullarında olabileceği kadarıyla bile sosyal ve ekonomik yaşama katılmasını engellemiştir.
Dönemin “kadın hareketi” bakımından özelliği ise, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dar aydın çevre arasında kalan ve Kemalizm’in koruyuculuğundaki kadın hakçısı hareket sayılmazsa, dönem boyunca kadınların kadın hakları uğruna bir hareketi gözlenmez.
Kısacası, Cumhuriyet sonrasında, hukuksal alanda parçalanmış gözüken Osmanlı kadın ve aile statüsü, Kemalist devrimin karakterinden gelen bir etkiyle pratikte, törpülenmiş olsa bile, esas olarak varlığını sürdürüp gider. Köklü bir halk devrimiyle süpürülmeyen geleneksel aile yapısı bugün de kadının özellikle emekçi kadının durumunu belirlemeye devam etmektedir.
Cumhuriyet sonrası gelişmelerin kadının kurtuluşunun olanakları üstündeki etkisini ve 1960’ların sonlarından başlayarak bu alandaki mücadelenin olanakları ve zaafları üstünde bir dahaki sayımızda duracağız.

(Sürecek)

Yararlanılan Kaynaklar:
B. Caporal: Cumhuriyet Döneminde Türk Kadını
C. Çaka: Tarih Boyunca Harp ve Kadın
H.Z. Ülken: Türkiye’de Kadın Hayatının Tekamülü
K. Araburnu: Milli Mücadelede İstanbul Mitingleri
T. Taşkıran: Cumhuriyetin 50. yılında Türk Kadın Hakları
A. Afetinan: Türk Kadının Kurtuluşu
G. Özkaya: Tutsaklıktan Özgürlüğe Kadınların Savası
Z. Celasin: Tarih Boyunca Kadın
B. Önger: Atatürk Devrimi ve Kadınlarımız
M. Taşçıoğlu: Osmanlı Cemiyeti’nde Kadının Sosyal Durumu ve Kadın Kıyafetleri
Z.F. Fındıkoğlu: Tanzimat’ta Aile ve Kadın Telakkisinde Tebeddil

Nisan 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑