146. MADDE HÜKÜMLÜLERİNİN BASIN AÇIKLAMASI
Biz, 146. madde ile yargılanmış ve onlarca yıl baskı, işkence, terörle, her türlü pasifikasyon ve propaganda aracıyla, insanlık dışı uygulamalarla kimliksizleştirilmeye çalışılmasına rağmen, bunlara karşı direnmiş devrimciler olarak, diyoruz ki;
İnsan hak ve özgürlüklerin her geçen gün daha da çok gasp edildiği, baskı ve terörün artırıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki, yeni saldırılar, sorgusuz sualsiz infazlar, işkence ve terör örnekleri yaşanmasın.
Şartlı tahliye uygulamasında da durum budur. Bu yasayla çıkarılan siyasi tutuklular bu kez dışarıda, daha geniş çaplı, yıpratıcı bir tutsaklığa büyük bir gözaltına itilmektedirler. Siyasi iktidarın istediği bu insanların düşüncelerini, hareketlerini bir yana bırakmaları ve polisin belirlediği çerçevede yaşamalarıdır. Bu çerçevenin dışına en küçük bir çıkışın bedeli ağırdır… Trafik suçu dışında her türlü suçun bedeli hapishane hücrelerinde 15-20 yıl tutulmak olacaktır. Burada “suç” denen şeye yüklenen anlam ise tümüyle siyasi polisin takdirine bırakılmaktadır. Siyasi tutsaklara karşı amansız ve koşullanmışlıklarla dolu olan polis açısından belli yerlerde görünmek, yasal derneklere girmek bile suç kapsamına girmektedir. Kısacası, içeride “şartlı” olarak bırakılan siyasi tutuklular bu kez dışarıda, ya kendini var eden değerlerden, ilkelerden tümüyle uzaklaşmak, ya da yeniden cezaevlerine dönmek, öldürülme tehditlerine göğüs germek zorunda bırakılmaktadırlar.
Öte yandan cezaevleri boşaltılmış da değildir. Her şeyden önce 125. maddeden yargılanan arkadaşlarımız içeride bırakılmışlardır. 125. maddenin kapsam dışı bırakılması hukuksal nedenlere dayandırılamaz. Asıl neden siyasidir… Anayasa mahkemesine başvuruda yer alan geçici 4. maddenin (a) ve (b) bendinin iptal edilmesi ve yerine sadece 146. maddeden yargılananları serbest bırakma kararının gerçek nedeni de budur. Bunun anlamı Kürt ulusal hareketinden yana tercihi olan, kendi sorunlarına sahip çıkan herkesin cezalandırılması, terör ve baskının sorunun çözümünde başlıca yol olarak görülmesidir. Bu düzeyde bir ayrımcılığa karşı çıkmak, her insanın görevi olmalı ve herkesin yapabileceği şeylerin de olacağını düşünüyoruz. Sorumluluk sahibi her insanı, her çevreyi sorunla ilgilenmeye, 125. maddeden yargılanan tüm arkadaşlarımızın serbest bırakılması yolundaki çabaya ortak olmaya çağırıyoruz.
Ülkesine ve insanlarına yabancılaşmayan, yapabilecekleri şeyler olduğuna inananlar, sizlere sesleniyoruz:
“Şartlı tahliye” adına salıverilen insanların suçlu olarak tanımlamalarına, sürekli bir baskı tehdit ve gözaltı ortamında yaşamaya zorlanmalarına, bütün bunlara rağmen hala pek çok insanın Kürt oldukları gerekçesiyle uygulamanın dışında bırakılmasına ve cezaevlerinde tutulmalarına karşı mücadele edelim.
UNUTMAYALIM Kİ BİR TOPLUMDA BASKI VE TERÖR VARSA, AYIRIMCILIK, HAKSIZLIK VARSA SORUMLULARI, HER ŞEYDEN ÖNCE O KOŞULLARI DOLAYLI YA DA DOĞRUDAN KABULLENENLERDİR. GELECEĞİ, ANCAK BUGÜNÜN SORUNLARINA SAHİP ÇIKARAK GÜZELLEŞTİREBİLİRİZ.
SESSİZLİĞE, DUYARSIZLIĞA SON!
İnsanları yıldırmayı sorunların boğmayı amaçlayan her türden uygulamaya karşı birlikte olalım.
125. MADDEDEN YARGILANAN ARKADAŞLARIMIZ DA SERBEST BIRAKILMALI, HER TÜRDEN AYIRIMCILIK SON BULMALI!
TERÖRLE MÜCADELE YASASI TÜMDEN İPTAL EDİLMELİ VE HER TÜRDEN ANTİ-DEMOKRATİK UYGULAMALARA SON VERİLMELİDİR.
BARTIN-ÇANAKKALE-GAZİANTEP-AYDIN CEZAEVLERİNDEN ÇIKAN BİR GRUP SİYASİ TUTUKLU
Bir mektup ve “tarih”ten bir kesit
Özgürlük Dünyası’na;
34. sayıdaki “Hemen Şimdi Devrim” başlıklı DY eleştirisini okudum ve çok önemli gördüm. Devrim ve komünizm mücadelesi yürütenler, DY’cuların yıllar sonra yeniden ortaya altığı bu görüşlerin ülke toprağında yeşermesine izin vermemelidirler. İşçilerin Sesi’nin bugün yayınladığı çağrıda dile getirilen ve Ö. Dünyası’nın eleştirdiği görüşler DY’cular açısından hiç de yeni görüşler değildir. DY, bu görüşleri bugün gündeme getirmedi. Bunlar 1983’lerde sistemleştirildi. 7 yıl önce Avrupa’da olanlar sanırım bugün ülkeye taşınıyor. DY’cuların Türkiye’de şimdi yeni bir bildirge olarak yayınladıkları görüşleri 1982’lerde Avrupa ülkelerinde binlerce kitlesi olan DY’u yiyip bitirmiştir.
12 Eylül sonrasında DY Avrupa’da T. Akçam’ın önderliğindeydi ve Devrimci İşçi adında bir gazete yayınlıyordu. Dev Yol’a Dev İşçi de denirdi. Sanırım şimdi adını takacakları Dev İşçi örgülü de o zamanki T. Akçam Dev İşçi’sinden başkası değildir. Teorisi ve pratiğiyle onun aynısı olacağa benziyor.
1981, ‘82, ‘83’lerde DY, faşizmin yarattığı moral yıkıntının etkisiyle yeni kimlik aramaya girişti. DY’cuların akıl hocalığını, kendisi bir DY’cu olmayan Birikim dergisi teorisyenlerinden Ö. Laçiner yapıyordu. DY, Avrupa’nın pek çok ülke ve şehrinde “Avrupa Komünizmi” partilerinin bürolarına yerleşti. Bir yandan yenilginin yarattığı moral çöküntü, öte yandan Birikim’in akıl hocalığı ve “Avrupa Komünisti” partilerle girilen ilişkiler DY önderliğini “yeni örgüt, yeni sosyalizm, yeni politika ve yeni kimlik” arayışına sevk etti.
DY tüm taraflar ve kadrolarını yeni “yönelim”e sokmak için yaygın bir eğitim ve araştırma kampanyası başlattı. Konular şunlardı: “Nasıl bir sosyalizm, nasıl bir parti?”, “proletarya diktatörlüğü mü, parti diktatörlüğü mü?”, “Bize nasıl bir siyasi kimlik gerek?” (Artık orta-yolcu olmaktan usandık deniliyordu), “Reel sosyalizmin kökleri”, “1917 gerçek sosyalizmi getirdi mi?”, “Komintern ve Stalin”, “Yalta barışı mı, teslimiyet mi?”.
Bu tartışmalar DY içinde uzun süre sürdürüldü. Devrimci İşçi’nin 1983-84 yıllarına ait sayılarında bunları bulmak mümkün. Bu tartışmalar DY’u böldü. T. Akçam bir grupla ayrıldı. İnsanları bırakıp eşek örgütlenmesine başladı. (Almanya’da sembolü eşek olan bir dernek kurmuşlardı ve en proleter yaratığın eşek olduğunu söylüyorlardı.) T. Akçam ayrıldıktan sonra O’na karşı eski çizgiyi savunma temelinde DY’u sahiplenenler, Akçam’ın yaydığı Euro-revizyonist, troçkist görüşlerin etkisi dışına çıkamadılar. Akçam’ın görüşlerini yavaş yavaş, karışık ve dağınık biçimde, kâh üstü örtülü, kah açıklan benimsediler. Ama koca Dev-Yol kitlesini de heba ettiler. Bugün “Hemen Şimdi Devrim” diye ortaya çıkanların yönelimi “yönetimci” T. Akçam’ın yöneliminden başka bir şey değildir. Ve halta görüşleri noktası noktasına aynıdır. Varacakları yer de aynı olacağa benziyor.
Not: DY’un 1983’lerdeki tartışmalarına yerel olarak biz de katılmıştık. O zaman çeşitli siyasi gruplardan, 100 kadarı DY’cu olan 200 kişi bir kampta kalıyorduk. Orada DY’cular bir tartışma gazetesi çıkarmışlardı. TDKP taraftarları da DY’un yeni yönelimini eleştiren bir yazı yazmışlardı. Bu yazıyı da size yolluyorum. Avustralya’dan M. Sarı
Stalin’e Saldırı Marksizm-Leninizm’e Saldırıdır
Günümüzde Troçkist, modern revizyonist, Maocu, Euro-komünist tüm sapık akımlar, uluslararası burjuvazinin derdini dile getirerek Stalin’in şahsında Marksizm-Leninizm’e saldırıyı moda haline getirdiler. Troçkist ve adı geçen modern revizyonist akımlar neden bu saldırıda Stalin’i hedef seçmektedirler? Bu soruyu doğru yanıtlamak için Stalin’in tarihi rolüne bakmak gerekiyor.
Dünya proletaryası ve ezilen halkların büyük öğretmeni Stalin, proletaryanın 4 büyük öğretmeninden biri, Ekim Devrimi’nin 2 büyük önderinden biridir. Lenin’in ölümünden sonra Sovyet Devrimi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının tartışmasız önderidir. Proletaryanın dünyada ilk kez burjuvaziyi mülksüzleştirip sosyalizmi kurmasına Stalin önderlik etti. Stalin, Sovyetler Birliği dışında pek çok ülkede Marksist-Leninist düşünce ve örgütlenmenin gelişmesine, ezilen halkların kurtuluş mücadelesine, anti-faşist mücadeleye yol gösterdi.
Yeryüzünde burjuvaziye ilk kez dünyayı zindan etmesinden dolayıdır ki, tüm gericiliğin, sömürücülerin ve onların açık suratlı veya maskeli temsilcilerinin baş düşmanı Stalin olmuştur. Bu düşmanlık her zaman gerçeği çarpılarak, yalana dayalı alçakça iftiralarla yürütülmüştür. Bu akımlar, Stalin’e saldırırken M-L bilimi çarpıtmış, sosyalist maskeli, burjuvazinin onayladığı proletarya ve halkların önünü karartan “yeni politikalar, yeni ideolojiler, yeni örgüt tipleri” (!) vb. üretmişlerdir!
DY(Dİ)’NİN STALİN DÜŞMANLIĞI
12 Eylül faşist cuntasının Türkiye devrimci hareketine darbe vurmasıyla ülkede yaşanan karanlık günlerin yarattığı umutsuzluk ve yılgınlık sonucu, eskiden devrimci hareketler içinde yer alan tek tek, ama hayli bir unsur bugün, devrimin yenilgiye uğradığı oranda güçlenen Troçkist ve revizyonist ihanet akımlarına yönelmektedirler. Bunun dışında doğrudan faşizme teslim olanlar, düşmana satılanlar da olmaktadır. Ama işin acı olan yanı, büyük bir devrimci örgülün bu yılgınlık ve karamsarlığa düşerek devrimci saflardan sıyrılıp sosyalist maskeli burjuva gerici safa yönelmesidir. Bugün, bu kötü yola DY yönelmiştir.
Faşizmin vurduğu darbelerin nedenlerini üç yıl boyunca ortaya koyup Türkiye toprağında mücadeleyi örgütlemek yerine, DY’nin yurtdışındaki önderleri (Dev İşçi) uzun bir zaman kitlelerin ve DY tabanının kafasını karıştırmak için, yurtdışında revizyonistlerle göçmen cepheler kurdular. “Birlik”, “direniş”, “cephe” gürültüleri arasında Avrupa ülkeleri ve kentlerinde “Avrupa Komünizmi” karargâhlarında “yeni politikalar üretmeye” koyuldular. DY’nin “ürettiği yeni politika” ve aradığı “yeni kimlik” neydi?
Dev İşçi yazarları Avrupa burjuvazisinin davul çalarak müjdelediği “Avrupa Komünizmi” karargâhlarına kapağı allıktan sonra başlarına meşhur BİRİKİM ideologlarını orkestra şefi seçip, “nasıl bir sosyalizm”, “proletarya diktatörlüğü mü-parti diktatörlüğü mü”, “yeni politikalar yeni örgütlenmeler”, “reel sosyalizmin kökü nereye dek uzanıyor?” konulu tartışmalarla Stalin ve onun şahsında M-L’e karşı bir “yönelim”e giriştiler. Kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramayan tartışma ve araştırma programlarıyla sözde gerçek sosyalizmi kavratmak için, Euro-revizyonist ne kadar yazılı paçavra varsa ve tüm BİRİKİM dergilerini taraftar ve militanların önüne sürdüler. Göz boyamak amacıyla birkaç tane temel olmayan Marksist kitabı da yardımcı kaynak olarak bu listeye eklediler. Ardından bu çalış maya Komintern’i, Yalta’yı ve Stalin’i araştırmayı eklediler. Bu faaliyet içinde yavaş yavaş Stalin ve Komintern karalanmaya başlandı. “Stalin ulusal sorunu tankla çözmüştür.” “Kafkasya’da binlerce komünisti imha etmiştir.” “Merkez Komitesinin yüzde 90’ını kesmiştir.” “Almanya KP MK üyelerini Hitler’e teslim etmiştir.” “Yalta’da Yunanistan’ı İngiliz-Amerikan emperyalizmine salmıştır. (Bunu da KKE/Esoterikou’dan -Yunan İç Komünist Partisi- öğrenmiş olmalılar)” Bu safsataların ardından Dev-İşçi şu meşhur gerçeği yakaladı: “Bugüne kadar yeryüzünde gerçek bir sosyalizm kurulmamıştır.”
Bugün yeryüzünde sosyalizmin hiç kurulmadığını ve var olmadığını yalnızca “Euro-Komünist” gericiler iddia ediyorlar. “Avrupa komünistleri” kapitalizmi şirin gösterirken sosyalizme açık düşmanlık duyuyorlar. Onlara göre, bugüne kadar gerçek sosyalizm olmadı, yoktur da. Onlara göre, gerçek sosyalizm, kendilerinin uydurduğu ‘demokratik sosyalizm’, ‘çoğulcu sosyalizm’ ya da ‘üçüncü yol’ adını taktıkları sosyalizmdir.” (Enver Hoca) Dev İşçi yazarlarının aradığı, “kökleri Fatsa’da olan sosyalizm” de budur. DY’nin yeni önderleri geçmişte hayal meyal olarak AP, MSP, CHP ilçe yöneticiliği ile birlikte faşist diktatörlüğün ordu, polis ve tüm bürokratik kurumlarıyla iç içe Fatsa’da uyguladıkları bu ‘sosyalizm’in bilimsel sosyalizmle hiç alakasının bulunmadığını elbette biliyorlar. Bilimsel sosyalizmde burjuvaziye yer yoktur. Burjuva devlet tüm kurumlarıyla parçalanıp burjuvazi mülksüzleştirilmeden ve bunlar üzerinde proletarya diktatörlüğü uygulanmadan sosyalizm kurulamaz.
Stalin’in kurduğu sosyalizm, DY’nin tersine bilimsel sosyalizmdir. Euro Komünistler ve DY’nin Avrupalı önderleri böyle bir sosyalizme karşılar. Bundan ötürü, bilimsel sosyalizmin burjuvaziye yaşam hakkı tanımadığından ölürü, Stalin’e ve onun şahsında Marksizm Leninizm’e karşılar. Dev-İşçi yazarlarının üç yıldır aradıkları “kimlik” ve “ürettikleri yeni politikalar” Avrupa Komünizminin bitpazarından aşırılmadır.
DY TARAFTARI DEVRİMCİLER BU BATAĞI KURUTMAK İÇİN MÜCADELE ETMELİDİR
Dev İşçi yazarlarının Euro revizyonizme doğru yol almaları tesadüfî bir olay değildir. Bu, “yeni üretilen çizgi”, uluslararası arenada yeni olmadığı gibi, DY’nin eski çizgisinde de küçümsenmeyecek kökleri vardır. Geçmişten gelen revizyonist, Troçkist bu görüşler, faşist saldırganlığın yarattığı yılgınlıkla birleşince bugünkü kötü “yönelim” başlamıştır. Bu yönelimin kökleri faşist diktatörlük altında sosyalizm uygulamaya kalkma (Fatsa), MHP’ne karşı oluşturulan mahalle gruplarını halk iktidarının çekirdekleri görme (Direniş komitesi), “üçüncü bunalım dönemi” vb. tahlillerde yatmakladır. DY’nin cuntadan çok kötü darbe yemesinde bu tezlerin rolü büyüktür. Devrimcilerin yapması gereken, geçmiş çizgi ve pratiği ML bilim ışığında gözden geçirip, anti ML teori ye pratiği mahkûm ederek, Marksist Leninist bir yönelime girmek olmalıydı.
Fakat Dev işçi buna yanaşmadı. Onlar geçmiş yenilgilerinin nedenini öteki grupların hatalarına ve “daha çok Fatsa yaratılmayışı”na bağlıyorlar. Geçmişin devrimci yanlarını törpüleyip bayağı bir reformizme yol alırken, bir yandan da geçmişlerinin doğru olduğunu, M. Çayan’ı savunduklarını ima ediyorlar. Kuşkusuz, M. Çayan ve eski DY görüşleri bugün savunulması gereken görüşler değildir. Ama hiç olmazsa devrimci demokratik görüşlerdir. Bugün DY önderlerinin “ürettiği görüşler” ise, eski çizgiden bin kat geri bir çizgidedir.
Yeni önderler, DY tabanını da arkalarından sürükleyebilmek için eski çizgiyi savunur görünüyorlar. Aslında, onların anlayışına göre, tüm geçmiş sosyalist ülkeler, komünist partiler. Mahir Çayan dâhil ML ve devrimci önderler Stalinist kötü sosyalistlerdir. Tabii bu kategoriye Gramsci, Mandel, Ö. Laçiner gibileri girmiyor.
DY’nin Avrupalı önderlerinin amacı, tezgahladıkları bu revizyonist görüşler etrafında DY içinden bir kadrolaşmaya giderek, oluşturdukları kadroları Avrupalı üstatlarının deneyleriyle yetkinleştirip Demirci, İnönü, Ecevit gibi büyük demokrasi cengaverlerinin “Avrupa Komünizmi”ne karargah açmayı da sağlayacak bir “demokrasi”yi Türkiye’ye getirmelerini sabırla beklemektir. Onların bu amacına karşın gelen taraftarlara karşı amansız davranmaları, girdikleri bu kötü yolda son sürat ilerlemek istediklerinin açık kanıtıdır.
DY taraftarı arkadaşlar bu kötü gidişe dur demelidirler. Bu revizyonist çizgiyi örgütlerine egemen kılmak isteyenleri açığa çıkarmaları, ML teoriye sarılarak bu kötü ünlü “Avrupa komünizmi” hayranlarını başlarından ve çevrelerinden uzaklaştırmaları gerekiyor. Bu görev, tüm komünist ve devrimcilerin görevi olmakla birlikte, en başta da DY taraftar ve militanı devrimcilerin görevidir.
Ocak 1984 “LAVRİON GÜNLÜĞÜ”
SEGUELA, PARTİLER VE REKLÂMCILIK
İ. Zekeriya AYMAN
Artık ithal bir reklâmcımız da var. “Anneme reklâmcı olduğumu söylemeyin, o beni genelevde piyanist sanıyor.” isimli çok satan kitabın yazarı Fransız reklâmcı Seguela seçimlerde ANAP’ın propaganda kampanyasını yürütecek.
Türkiye’de ilk kez karşılaşılan ithal siyasi reklâmcı olgusu iki şeyin göstergesi olabilir. Birincisi; Allah Kahretsin, yine çağ atladığımızın! İkincisi; şakası bir yana ve en doğrusu, seçmenin karşısına çıkıp program, icraat ve düşüncelerini anlatarak kendilerini desteklemeleri, oy verme çağırışı yapmaları beklenen siyasi partilerin; hem de bir seçim döneminde; bu gücü kendilerinde bulamamalarının, yani çaresizliklerinin. (Bu çaresizlik yalnızca ANAP açısından söz konusu değil. Biz eminiz ki SHP ve DYP, ANAP-Seguela anlaşmasını büyük bir kıskançlık içinde tırnaklarını kemirerek izledi.)
Bir siyasal partinin kitlelerin karşısına çıkarak oy istemeye cesaret edememesi, bunun yöntemini belirlemesi ve uygulanacak metotları kendisine ‘öğretmesi’ için bir reklâm şirketine başvurması, ülkemizdeki ‘çok partili parlamenter sistem’in neler içerdiği konusunda eğlenceli ipuçları veriyor.
Bir siyasal parti (ki bu iktidar partisidir), seçim kampanyası sırasında izleyeceği metotlarla kitleleri ikna edebileceğine, seçmeni kendisine inandırıp, oy verdirebileceğine inanmıyor… ‘Bu işi ben kıvıramam’ diyor… Neden? Seçmen çok mu ince eleyip sık dokuyor? Seçim yarışına giren siyasi partilere oy vermek için olmadık talepler mi ileri sürüyor? Ancak bir reklâmcının çözüp ifade edebileceği çarpıcı sloganların peşinde mi koşuyor? Hiçbiri değil.
Türkiye’de seçmen siyasi partilerin büyük bir danışıklı dövüşün elemanları, parlamenter aldatmacanın acemi figüranları olduğunu her geçen gün daha çok görüyor. Acemi oyuncular inandırıcı olamıyorlar. Oyunu sıkıntılı ve hoşnutsuz bir izleyici topluluğunun önünde oynayınca ilgi dağılıyor. Cumhuriyet gazetesinden Celal Başlangıç bu ilgisizliği tespit ediyor. Başlangıç Kürdistan’da yaptığı bir araştırmada düzen partilerinin bölgedeki içler acısı dirimini ortaya çıkarıyor. Kürdistan’da kitlelerin partilerden büyük oranda kopuş halinde olduklarını tam yazacakken ülke ‘seçim sathı mailine’ giriveriyor. Gazeteci yazı dizisi olduğu anlaşılan araştırmasını ‘partilerin moralini bozmamak’ gerekçesiyle yayından çekiyor. Bunu gazetesinde göze çarpmayan bir yerde üstü kapalı olarak dile de getiriyor. Celal Başlangıç seçimlerden sonra muhtemelen Kürdistan’daki seçmen sayısı ve partilere kullanılan oyların bir analizini yaparak Kürt seçmenin bölgedeki partilerden kopuş nedenlerinin tartışmasını yapacak. Kitlelerin partilerden kopuş halinde olduğu yalnızca Kürdistan’ın gerçeği değil. Hiç bir partinin kararlı bir seçmen tabanına sahip olmadığı, ‘en büyük partinin kararsızlar partisi’ olduğu her gün açıklanan kamuoyu anketlerinin gösterdiği açık gerçek.
Kitlelerin partilerle ilişkisi bu derece pamuk ipliğine bağlıyken, Seguela ortaya çıkarılarak düzenin mahcubiyet tablolarından biri kurnaz reklâmcılık yöntemleriyle kamufle ettirilmeye çalışılıyor. Bu seçimler kolay olmayacak. Daha doğrusu bu seçimlerde seçmeni kandırmak, partilerin peşinden sürüklemek kolay olmayacak. Bu güne kadar yapılan seçimlerde az çok belli bir parti veya lider lehine estirilmesi başarıları “umut” rüzgarları bu seçimlerde hiç birine doğru yönelmiyor. Ortalıkta kitleleri çekim merkezine alabilmeyi başaran bir umut görülmüyor. İşte bu nedenle partilerin işi çok zor. Partilerin ‘bu işi ben kıvıramam’ demesi de. Belki de bu nedenle çok haklı, bu seçimlerde halkı kandırmak zor olacak, özel bir takım çaba ve yöntemlerle seçmen düzen partilerinin peşine takılmaya çalışılacak. Seguela işle bu özel çabaların mimarı olacak.
Reklâmcılık, kapitalizmin ortaya çıkardığı, o olmazsa olmaz, yalan abartma, kandırma ve tüketimin sınırsız teşvikini esas olan arsız fotoğrafçılara vereceği ‘sempatik’ pozlar, ne çarpıcı sloganlar ne de koparılacak şamata halktan kopmuş hür parlamenter sistemin siyasi partilerinin ayıbını kapatamayacak. Halka ‘gitme’ şeklini arsız reklâmcıların belirlediği bir seçimde düzen partileri, yalancılıklarını bir kez daha teşhir etmiş olacaklar. Halk, partilerin verdiği her imajın uzun, uzun düşünülmüş, tartılmış, özellikle seçilmiş reklâm versiyonu olduğunu bilecek. Bu imaj yarın pek çoğu iyi düşünülmüş birer atraksiyon olmasının ötesinde bir değer taşımayacak. Son sözü Seguela ile noktalayacak olursak; Seguela Türkiye erken seçimleri sonunda bu işi bırakarak büyük bir ihtimalle genelevdeki piyanosunun başına dönecek.
(*) Gazeteci Celal Başlangıç, bu yazıyı yayınladıktan yaklaşık 2 hafta sonra (aynı zamanda bizim yazımız da tamamlandıktan sonra) 20 Ağustosta fikrini değiştirerek dizisini yayınlamaya başladı. Dizinin adı ‘Olağan-üstü Hal’de Siyaset, ilk günkü bölümün başlığı ise ‘Parti Kulvarları Boşalıyor’ oldu. Dizinin yayınlanmaya başlaması yazımızın esasını etkilemediğinden bölümü çıkarmayı veya değiştirmeyi gereksiz bulduk.
Kornaya bas… kornaya
PERDECİ – Mehmet ESATOGLU
(Gece. İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında yol tıkanmış. Uzaktan korna sesleri – ‘yol açın’ gibisinden değil- aracın içinde uykulu-ilgi-siz konuşmalar.)
“Uff bu yol yürümüyor”… “Kimin maçı vardı bugün?”
(Araçlar korna çalarak geçiyorlar. Üzerlerinde ne bayrak ne flama ne de yarı beline dışarı sarkmış insanlar.)
Uzaktan uğultular yükseliyordu. Araç adım adım yaklaştıkça ıslıklar, el çırpmalar, belli-belirsiz şarkılar, türküler…
“Yendik.,, yendik… bunlar bizimkiler.” “Uff yine maç muhabbeti.” “Nasıl kaptık Tanju’yu?”… “Ruh yok herifte, tabii kaparsınız.”… “Para karşılığı başka takıma geçmek bana ters geliyor.” “Niye? Paranın en yüce erdem olduğu bir dünyada doğal değil mi? Uyduruk iki renk uğruna milyarları reddetmek. Akılcı mı?”… “Canım ben vefasızlığa kızıyorum.”… “Vefa ya da 7 milyar.”… “Başkasının milyarlarına ‘vefa’ gibi duygulan öne sürmek ne kolay.”… “Bu benim düşüncem değil. Bütün kamuoyu ona ‘parayı reddet, renklerine bağlı kal’ dedi.”… “Gerçek vefalı oyuncu futbol yaşamı boyunca başladığı amatör küme takımında kalır.” (kahkahalar)
ŞİMDİ OLAY BAŞLIYOR
Araç adım adım ilerlerken (pencere yarıdan biraz fazla açık) sağ pencerede başörtüsü kaykılmış bir kadın yüzü belirdi:
“Kornaya bas… kornaya.”
Aracı kullanan bir an frene bastı. Anlayamadı. Şaşkınlıkla kadına baktı. Kadın yüzünde aynı sevinçli-gerginlikle yineledi:
“Kornaya bas… kornaya.”
Araçtakiler bir an kendilerini coşkulu bir kalabalığın ortasında buldular. Kalabalıktı, çok kalabalık.
ÖYKÜNÜN EVVELİYATI
Yolun sonunda bir cam fabrikası. Fabrika, kıyıdan yükselerek tepenin eteklerine yayılmış.
Yüreğinde 1500 derecede kum eriten, cam yapan bir fabrika…
Kalabalık bir fabrika. Binlerce el var içinde. Eller kumun yüreğini 1500 derecede okşayıp onu gah bardak kılığına, gah şişe kılığına sokuyorlar sabahlan başka sabahlara dek.
İşçiler kimi zaman sabah, kimi zaman geceleyin en tatlı düşlerini yastık üstünde bırakıp koşuyorlar oraya. Fabrikaya.
Bir sabah yine geldi eller fabrikaya. El hüneri, nefes gücüyle kumdan camı sökmeye. Kart bastıkları kapıda KIRMIZI bir ışık.
Şaşkınlık…
(Günlerdir fısır fısır konuşulan ama inanılmayan.)
Kırmızı ışık, kırmızı kart sanki.
ÇIK DIŞARI… SENİ İSTEMİYORUZ…
Dakikalar geçtikçe atlatılan şaşkınlık.
Biran iç burukluğu…
Yas mı? Asla.
(Yas tutmayı, gözyaşı dökmeyi kapıya asıp çıktılar bahçeye.)
Fabrika bahçesi, sokak, düğün-dümbelek.
İşte o olayın gecesi arabadakiler şaşkınlıkla bakıyorlar sağ camdaki kadına ve diğer yüzlere. Kadın ve kalabalık yalnız kendilerine değil, gelip geçen bütün araçlara bağırıyorlar:
“Kornaya bas… kornaya.”
Gece vakti kimi sürücüler şaşkınlığı allatıp basınca kornaya kalabalık dalgalanıyor, coşkulu sesler yükseliyor gök boşluğuna. Güzel bir kalabalık bu.
(Ayşe Abla be! Devrim akşamı da böyle mi olacak?)
Karşı kıyıda, Hisar’da bir şarkıcı -bütün bunların çok dışında- şöyle söylüyor:
“Çoktan yıkılırdık biz çoktan
UMUT olmasa”
İzleyiciler sözcükleri yakalayamıyor. Sözcükler uçup, Boğaz’ın karşı yakasına geçip kalabalığa takılıyor.
Kalabalığın gerisinde onları dağıtmak, boyun eğdirmek üzere gelenler çaresiz. Paşabahçe’de akşam vakti bir sınıf eğleniyor… Yoo, hayır… Direniyor. Direniyor mu? Eğleniyor mu? Belli değil.
‘Proletarya bitti’ diyenler, devrime olmaz çekenler, biraz yaklaşır mısınız… Bir parça daha. Etkilenmiyor musunuz? Peki, güle güle! Çünkü içinde bir parça kımıltı kalanlar bile gözü yaşarmadan geçemedi bu kalabalıktan.
Eğleniyor gibi görünen bu kalabalık aslında zor durumda. Ne zam alsalar bir anda uçup gidiyor. Üstüne üstlük imzanın ertesi günü acısını çıkarırcasına koyuyorlar birilerini kapı önüne. Baş şişman onlara haklarını istedikleri için “edepsizler” diyor. Köşe yazarları teknolojiden dem vurup “değeriniz yok” diye yazıyor. “İşletmeler aşevi değil. Kaç kişi karlıysa o kadar. Geri kalan yallah dışarı.”
Gözüne kırmızı ışığı ilk yiyen işçi kulağında bu uğultularla yürüdü dışarı. Söylenmeye başladı:
“Neden… neden. İşin bir ucu ben bir ucu fabrika. El ele vereceğiz, kıpkırmızı akacak cam. Korun bağrına üfleyeceğim soluğumu. Bir neyzen gibi. Şekillenecek cam ve yaşama doğru yola çıkacak.
“Kırmızı bana bakıyor…
“Bu özlediğim ateşin kırmızısı değil. Söküyorlar beni fabrikanın ucundan. En sabahlarımı, en gece-yarılarımı verdiğim fabrikadan. Ekmek… Evet, ekmek var işin ucunda. Ama sevmeden hangi iş yapılır? Lagün temizlerken bile işe yaramanın güzel duygusu sarar insanı. Yaptığı işe küfredenler uzun vadeli götüremezler, koparlar bir gün aniden.
“Kırmızı, gözümü yakıyor.Gözlerimden ‘neden’ sorusu giderek yayılıyor diğer kırmızı yemiş gözlere…
“Kırmızı yiyenler var. Kırmızı yemeyenler var. Bütün gözler hüzünlü. Kös kös geri dönüşüme vardiya arkadaşım bakamıyor. Çoktandır unuttuğum işsizlik günleri. Evdeki yüzlere bakamamak. Aybaşına yakın borç aramak. ‘Paramız bir olsun..’ düşleri… Uff.. rezillik.
“Fabrika seni istiyorum. Ellerim var, soluğum var, çalışmak isliyorum. Yanımdan geçerken ‘keşke o zamları almasaydık’ diye biri bir şey mi söyledi? Yoksa gazetede mi gördüm? Heyyy! Durun be! İstediğimiz ne? Aldığımız ne? Aldığımız zam hangi yaramıza tuz bastı?
“Kıyamet böyle bir anda mı kopacak? Verdikleri zam onları çökertirken bizi doyurmayacak.
“Bizim sırtımızdan çıkandan aldığımız pay ne? % 15 bile değilken, çöküşün nedeni niçin biz? Aç gözlü müyüz? Milli gelirdeki payımıza bak. Orada esas kaymağı kimin yediğini açıkça yazıyor.
“Kırmızı ışıktan giderek uzaklaşıyorum. Gözümde sürekli çakarak bırakmıyor peşimi. Bağırıyor:
“‘Defol.. Haydi yürrü.. Siktirol. Aç kal.’
“Asgari ücret net 500 bin oldu. Bu para ne ev kirası, ne bakkal, ne manav. 500 bin bir hiç. Bu yüzden yeni bir iş düşü yok kafamda.
“Kırmızı ışığa kafa tutulur mu? Bekâra karı boşamak kolay. Atılanlar var, ama atılmayanlar da. Hangi anda ekmeğimiz daha tehlikede? 12 Eylül’ün 11. yılı. Kaç yılı suskun geçti bunun?
“Kafamı kaldırdım. Yanıtlarını gözlerinde arıyorum. Ortada seslendirilmiş bir soru yok. Beynim soruyor, gözlerim yanıt arıyor. Birlikte geceler, gündüzler tükettiğim arkadaşlarımdan.
“Bir bıçak bölecek mi bizi ortadan? Kovulanlar ve kovulmayanlar. Vardiya başlarken kovulmayanlar içlerinden gizlice ‘çok şükür” mü çekecek?
‘”Bugün sana yarın bana.’
“Kim söyledi? Arkalardan bir fısıltı… Belki de ben öyle duymak istedim.
“‘Bana ne’ ile ‘bugün sana yarın bana’ arasında iki ayrı düşünce yalıyor.
“Çalışma yaşamı, geçmişimiz, direnişler, dövüşler, satışlar tarihi.
“16 yaşındayım. Bir ekmek fırınında dizicilik yapıyorum. Bir sabah vardiya başlarken bana iş bulan hamurkârla patronun adamının kapıştığını gördüm. Gece vardiyasının çıkardığı ekmek miktarını beğenmemiş sövüyordu. İki arkadaş daha hamurkârdan yana saf tuttu. Ortalık iyice karıştı. Hamurkâr vurdu yumruğunu tezgâha. Yürüdüler kapının önüne. Üretim durmuştu. Ben de çıkardım önlüğümü ocaktan çıkan sıcak ekmeklere bakmadan yürüdüm kapı önüne. Bekliyoruz. ‘Hadi gelin, tamam haklısınız’ı. Ses gelmiyor. Arkamıza bakıyoruz. Geri kalan arkadaşlarımız başlatmışlar üretimi.
“İlk satıldığım gündü. İçimde önce tükürmek sonra ‘haklıydık’ duygusuyla yürüdüm kahveye. Birkaç gün kahvede birlikte olurduk. Dağıldık sonra…
“Bir gün bir başka grevde eski bir işçi ‘kafa tutmanın da bir raconu var’ dedi. ‘Ardında sağlam bir örgüt olmadıkça, kazansan bile başarıyı koruyamazsın.’
Ne tuhaf. Sömürenlerin bir örgütlenmesi varsa kafa tutanların da bir örgülü olması gerektiği yüzyıllardır bilinen bir gerçekken bunu ben o gün yeni öğrendim.
Kırmızı ışık…
Adam kırmızıya basmış, kapının önü polis dolmuş, gazeteler kırmızı ışığı övüyor. Bu tezgâh kendi başına olur mu?
Bütün bunlar kafamda dolanıp dururken, birdenbire çevremde kırmızı ışığı yememiş insanları fark etmeye başladım. Az önce duyduğum *bugün sana, yarın bana’ sözü bir düş değil miydi? Bir mucizeyi seyredercesine bakıyorum.
Heyyy! Kırmızı ışığı yemeden bahçeye gelenler nereden geldiniz, nasıl geldiniz, kaç kez satıldınız? .
İşte yürüyoruz bahçeye… Yürüyoruz ÇIKIŞ’a.
Çıkış (çıkış anı ne güzeldir değil mi?)
ÇIKIŞ bahçeye doğru, sokağa doğru, denize doğru.
Arkama bakmıyorum. Ama çıkanları duyumsuyorum. Yürüyoruz. Nehirler gibi.
(Şimdi sıkı durun. Zonguldak geleneği başlıyor.)
Bizim nehir, denize doğru akarken su yürür de düşman uyur mu? Necmettin’in adamları otobüsleriyle doluşmuşlar yolun karşısındaki boşluğa. Açlığımıza, işsizliğimize bir çözümü yok 68 yıllık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin. Ama başkaldırımıza var.
Bahçede biz, kıyıda onlar dururken birden yeni gelenek sökün etti.
Kara haber -tez yayılır ya- yayılmış mahalleye. “Eyvah şimdi evdekilere ne anlatacağız?’ İşte geliyorlar… O da ne? Yüzlerinde bu ne gülüş? Alkışlarla, davullarla, oyunlarla geliyorlar. Bir mucize daha. Mahalleli, genci, yaşlısı, kadını, esnafı geliyorlar.
Bir gelenek de Paşabahçe’den. Ağıt yok, coşku var. Coşku bizimdir. Başlasın artık zengin eylemler, zengin söylemler.”
İşte yeniden arabanın durduğu ana dönelim. Pencere açık ve bir kadın bağırıyor:
“Kornaya bas kornaya.”
Arabadakiler şaşkın bakıyorlar.
Haydi! Kornaya bas… kornaya. Bu korkunç olayların, ihanetlerin dönüp durduğu dünyada umuttan yana Türkiye işçi sınıfının söyleyecek sözü var:
“KORNAYA BAS____ KORNAYA!” ■
BİR DERGİ KAPAĞI
Sait EFE
Çağ atlıyor Türkiye. Bolluk var ülkede. Bereket yağdırdılar her şeye. Doğru. Ama neye? İnsanların yaşaması için gerekli olan, et süt, yumurta vb. şeylere mi? Sonra özgürlük, demokrasi, insan hakları… Bunlara değil tabi. Tersine insanların ölmesi için açlığa, işsizliğe, işkenceye, baskıya, kana… Türkiye denince bunlar geliyor insanın aklına.
Gazete konularına bir de. Kapak resimlerine. Eminim konu sıkıntısı çekmiyorlardır şimdi. Öyle bol ki konu. Bol ve ilginç. Belki de üzülüyorlardır. Eskiden flaş olabilecek haberleri, şimdi çok çok daha flaş haberlerin altında köşe bucağa yazmak zorunda kaldıkları için.
Kapak konusu, kapak resmi arandığı günler çok olurdu dergilerde. Oysa şimdi!… Elini salla (ma)san (da) ellisi!… Elimde bir dergi. Özgürlük Dünyası, Ağustos sayısı. Bir kaç resim üst üste kapakta, iç içe. Kim bilir kapak resmi olmayı hak etmiş kaç resim arasından seçilmişlerdir.
Tam ortada iki dost karşılaşması var. Biri uzun boylu, ince yapılı sarışın. Kısa boylu diğeri. Esmer, tıknaz, By-paslı. Gören de beller ki asker arkadaşı, aile dostular yıllardan beri. Birlikte top oynamışlar sahil kumlarında. Uçurtma uçurmuşlar komşu damlarında. Kadeh tokuşturmuş, kaşık sallamışlar gençlik yıllarında. O kadar içten, o kadar yakınlar ki birbirlerine. Hanımefendi ile Lady’de öyle… Kucak kucağa kol kolalar. Biri patron oysa. Dışardan gelen. Öteki… temsilci. Görmeye değil, yön vermeye, yumuşatmaya gelmiş. Kullanmak için. Ülke insanları, ülke yaşamı hiçe sayıldı önünde. Gelmezden önce insan kurban edildi yoluna. Kapak resimlerinden biride bu zatı zevat gelmezden önce öldürülen insanlarla ilgili. On bir yiğit, On bir güzel insanla.,.
Ve gösteriler… Binlerce, on binlerce insanın katıldığı gösteriler, ister İstanbul’u canlandırın gözünüzde. On tabut artarda. On mezar yan yana Karacaahmet’te. İster Diyarbakır’ı. Vedat Aydın’ı. Adı gibi bir Kürt aydını. Bir gece yarısı çalar kapısını ölüm. Tanıdığı polislerin parmaklarıyla. Alır götürülür. Gidiş p gidiş!… Dört gün sonra ölüsü bulunur Elazığ sınırında. İşkence kan ve kurşun izleriyle. İnsan yağar Diyarbakır’a. Konvoylar oluşur sıra sıra. Vedat Aydın sevgidir, dökülmüş yollara. Direniştir zulme. Bağlılıktır ulusuna, insan haklarına. Şiirdir yüreklerde. Türküdür dillerde.
Haram sudan atladın.
Bunca sevgi topladın
Rahat uyu Vedat Yoldaş
Yüz binleri katladın.
Kıpır kıpır fabrikalar. Kıpır kıpır memurlar. Ağustos ayında Ankara’ya yürüdüler. Zonguldaklı kardeşleri gibi. Dört bir yandan yolları kesildi Ankara’nın. Tüm barikatları aştılar ama. Ankara’ya ulaştılar. Bir gününü onlara ayırdı Sakarya Caddesi. Çiçeği, esnafı, insanıyla. Ateş üstünde kazan gibi, ha bire kaynıyor toplum. Ateşi söndürme çabası içindeler yöneticiler. Tüm vanaları kapattılar. Odunları denize attılar. Denizlerin suyunu ateşe tuttular. Sönmedi ateş. Alevlendi.
Adamın biri öfkelendi buna. Televizyona çıktı. Konuştu bir gün. Yer olarak da Diyarbakır seçilmişti.
-Hoşgörülüyüz!… Ama bunlara asla. “Asi” Kürtler, “edepsiz” işçiler di bunlar dediği.
-İnlerinde vuracağız/Bellerini kıracağız.
Konuşmasını dinlerken. Şu sözler döküldü dilimden, bilinç dışı.
-Gözdağına bak gözdağına. Suratı benziyor buz dağına. Gülüşü güzeldi konuşurken. Yapma çiçek gibi. Asılınca… yazdan kışa geçiyor sanki suratı. Gözdağı veriyordu işçilere emekçilere. Tehdit yağdırıyordu Kürtlere.
Siz ey yoksullar. Durun durduğunuz yerde. Yazgınıza razı olun. Biz yazmadık ki bu yazıyı. Yıllarca önce yazılmış, iki dünya var dünyada. Biri yaşadığımız yalan dünya. Diğeri yaşayacağımız gerçek dünya. Yalan dünya biz zenginlere düşmüş. Gerçek dünyada yoksullara. Biz itiraz ediyor muyuz?…
Siz ey Kürtler, sizi bayrağımızın allına aldık. Bez dokuyup, bayrak dikme zahmetinden kurtardık. Göz nuru döküp alfabe yazmayasınız diye, ortak ettik bizimkine. Şanlı tarihimize, güzel dilimize de. Siz ne yaptınız peki? Bu kadar da nankörlük olmaz ki. Sabrımız taşarsa -ki… Taştı. Sınırı aştı. Irak dağlarına ulaştı. Hatta akbabalarla aynı sevinci paylaştı.
Irak operasyonlarını anlatıyor TV’de spiker:
Bu silahlar, bu cephaneler onlarındı. Bu duvar, bu höyükte. Şimdi kaçmışlar. Yer yer kan izleri var yörede. Ceset yok ama. Kaçırmışlar zayiatlarını az göstermek için düşmana. İşte bir görüntü. -Yüzü güldü, gözleri sevindi spikerin. Kamarayı tuttu. İnip kalkan akbabalar vardı görüntüde. Öldürmüş olduğumuz cesetlerin orada oldukları muştusunu çıkarıyordu spiker görüntüden. Ne garip Ki; akbabalarla aynı sevinci paylaşıyordu insanlar.
Dünya dönüyor. Olaylar artıyor artarda. Ana düzenimiz kapitalizmin karnı şişiyor gün gün. Karnında ki yavru düzen sosyalizmle. Düşük yaptı deniyor ama…
Moskova’da darbe. Yürekler ağza geldi iki günlüğüne. Dünya durdu.’Sonra … Moskova’da katır doğurdu.
Derken erken seçim çaldı kapımızı. Erken zamlar yani. Erken ya da geç bu tür seçimlerin kimin çıkarına yapıldığı belli artık. Seçim sonunda yapılacak daha büyük zamlardan başka hiçbir çıkan yok halkın. Seçimde ne seçilecek? iktidar. Şimdi yok mu ki? Var var da yıpranmış biraz, iyi tutmuyor zam dişlileri. Yenisini, sağlamını yapacaklar. Eze geçe, kıra biçe diye. işkence bıçağı da biraz körelmiş.
Muhalefete gelince… Bir nakarat tutturmuş gidiyorlar. “Özal gidecek her şey bitecek.” Yoklar, yoksulluklar… Aynen böyle. Üç noktalı sözlerinin sonu. Artacak mı, azalacak mı belli değil. Artacak ama. Çok gördük çok yaşadık bu tür seçimleri. Gelen gideni arattı hep. Aynı hamam, aynı tas… Neyi değiştirebilir ki tellak? Güdülen dava, verilen kavga halk için değil çünkü. Pasta kavgası. Kese düşü. Cep dövüşü.
Belleğimizde daha, son yaşadığımız yerel seçim. Çarşaf çarşaf liste çıkarmışlardı Sosyal Demokratlar! Yolsuzluk listeleri. Dalanla ilgili. Kazanırsak… Kaybettikleri gece sabaha kadar belge yaktırdılar belediyede. Ölmüş babalarının… bezi gibi. Çıtı çıkmadı hiç kimsenin.
-Seçim öncesi zam yapacak kadar aptal değilim- demişti Özal. Partisinin kazandığı bir seçimin ardından. Sosyal Demokratlarda bu özdeyişe uydular galiba. Listeleri çarşaf altı ederken. Yemlenecekleri yolu kapatacak kadar aptal değillerdi. Ve Dalan’ın, Dalan gibi nice nice sağ partililerin yapmayacağını yaptılar İstanbul’da: Çift bilet olayını.
Dalan denedi ama başaramadı çift bileti. Halk ayaklandı. Otobüslere binmedi o gün Mecidiyeköy’de. Dalan’ınki karşıdan karşıyaydı yalnızca. Bunlarınki şuradan şuraya. Kemeri bağla, arkayı yağla ey halkım. Kazık çakma, kemer sıkma oyunu başlayacak seçimden sonra.
Yada…
YURTDIŞINDAN
Yurtdışında ikinci gençlik kampı “Gelecek gençliğindir!” parolasıyla gerçekleşti.
Yurtdışındaki genç komünist ve devrimcilerin düzenlediği 2. Gençlik Kampı Temmuz ayında gerçekleşti. “GELECEK GENÇLİĞİNDİR!” parolası altında, Yurtdışında yaşayan 300 gencin katılımıyla gerçekleşen Kamp, gençliğin coşkusunun, yaratıcılığının ve özverili enerjisinin göstergesi oldu.
Kamp on gün sürdü. Kamp süresince gençler tüm üretkenliklerini, disiplin ve coşkularını ortaya koydular. Çeşitli sportif, kültürel etkinlikler düzenlediler, seminerleri dikkatle dinleyip tartıştılar, kamp radyosu ve kamp gazetesi örgütlediler. Çoğu birbirlerini ilk kez gören bu gençler sıcakça kaynaştılar ve birlikte işler örgütlediler. Kamp süresince her gün KAMP ATEŞİ adlı günlük bir gazete çıkardılar, her gün radyo yayını yaptılar.
Kamp, bir yandan gençlerin inisiyatiflerini ortaya koydukları, diğer yandan çok şey öğrendikleri ve tecrübe aktarımında bulundukları iyi bir okul oldu. Kampa yollanan çeşitli mesajlar da coşkuyla karşılandı. Aşağıda Kampa katılan bir genç arkadaşın dergimiz için yazdığı izlenimlerden bölümler yayınlıyoruz:
“…Kamp programı açıklandıktan sonra kamp ateşi yanmaya başladı. Marşlar ve türkülerle kampın havası birdenbire değişti. Kamp programına geçilirken çalışma grupları (kültür, spor, ajit-prop. vb) oluşturuldu. Ayrıca her bölgenin etkinliklerini sergileyen sergiler ve stantlar kuruldu. Kamp alanı ve bazı yerler devrimci önderlerin adlarıyla adlandırıldı. Lenin Meydanı, Karl Marks Salonu, İmran Aydın, Erdal Eren Caddesi… Parti ve Avrupa’daki çeşitli geçlik kuruluşlarının mesajları, kültürel gösteriler, kamp ateşi etrafında söylenen marşlar ve sloganlar sürüp gitti… Geçen yılki kampta olmayan ve bu yıl gerçekleştirilen kamp radyosu ve kamp gazetesi sürekli güncel gelişmelerden kampa katılanları haberdar etli.
4. gün sabırsızlıkla bekleyen gençler, komünizmin büyük ustası Karl Marks’ın Trier’deki evine gitmenin sevincini yaşıyorlardı. Kamp Komitesi, Marks’ın mozolesine bir demet çiçek bıraktıktan sonra, ziyaretçi defterine, anısına ve eserine sadık kalınacağına dair sözlerin yer aldığı bir mesaj yazdı. Kolektif çalışmanın en güzel örneklerinden biri kampın 6. günü yaşandı.
Devrimcilerin spor anlayışlarını ortaya koyan 12 bölgenin katıldığı futbol turnuvasının yanı sıra diğer grupların kültürel gösterileri gerçekleştirildi.
Deney aktarımı ve öğrenme amaçlı birimlere yönelik deneme türünden çıkarılan birim gazeteleri büyük ilgi gördü. Sahalılara kadar süren bu çalışmalar gençliğin dinamizminin, tükenmeyen enerjisinin en güzel örnekleriydi. Mannesman’da Çırak Gençlik, Deng’ e Xorten, Thyssen Çırak Gençliği, Öğrenci Arkadaş gibi.
Kamp süresince Parti ve Gençlik, Ulusal Sorun, Dünyada Durum ve Sosyalizme yönelik Saldırılar vb konularda çok öğretici seminerler düzenlendi.
Kampın 8. günü kültürel ve sportif faaliyetlerle geçti. Gençler güzel oyunları ve eğlenmeyi de kamp yaşamının bir parçası haline getirdi. Sık sık kamp değerlendirmesi yapıldı. Öneriler, tartışmalar canlılıkla yürütüldü.
10. gün, kampta en üzüntülü ve telaşlı gündü. Kampın kapanış günü, son günü olmasından dolayı kapanış şenliğiyle ilgili son hazırlıklar, son koşuşturmalar, uyku durak bilmeden ve durmadan peş peşe yapılan çeşitli etkinlikler ve tiyatro gösterileri, halk oyunları, müzik grupları, şarkı ve türkü söyleyen genç arkadaşlar… Gençler, büyük bir coşku ile kamp ruhunu yaşamın her alanına taşımaya, devrim ve sosyalizmin bayrağını daha da yükseklere çekmeye ve bıkıp usanmadan mücadeleye devam etmeye ant içiyor ve “Gelecek bizimdir!” diyorlardı.
Kampın son saatlerinde, kampın toplu değerlendirmesi yapıldı. Tüm genç arkadaşlar daha da bilgilenmiş, mücadeleci ve canlı bir ruhla dolu olarak bölgelerine gidip mücadeleye daha güçlü katılmanın kararı ve heyecanı içindeydiler. Bugün burada, yarın mücadele alanlarında, “Gelecek gençliğindir!” sözüne bağlı kalarak kamptan ayrılıyorduk.”
Katılan tüm gençlerin çok olumlu izlenimlerle ayrıldığı kampın süreklileştirildiği ve gelecek yıl üçüncü gençlik kampının yapılacağı belirtildi.
Özgürlük Dünyası Temsilciliği-Almanya