Haberler-Mektuplar

146. MADDE HÜKÜMLÜLERİNİN BASIN AÇIKLAMASI
Biz, 146. madde ile yargılanmış ve onlarca yıl baskı, işkence, terörle, her türlü pasifikasyon ve propaganda aracıyla, insanlık dışı uygulamalarla kimliksizleştirilmeye çalışılmasına rağmen, bunlara karşı direnmiş devrimciler olarak, diyoruz ki;
İnsan hak ve özgürlüklerin her geçen gün daha da çok gasp edildiği, baskı ve terörün artırıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki, yeni saldırılar, sorgusuz sualsiz infazlar, işkence ve terör örnekleri yaşanmasın.
Şartlı tahliye uygulamasında da durum budur. Bu yasayla çıkarılan siyasi tutuklular bu kez dışarıda, daha geniş çaplı, yıpratıcı bir tutsaklığa büyük bir gözaltına itilmektedirler. Siyasi iktidarın istediği bu insanların düşüncelerini, hareketlerini bir yana bırakmaları ve polisin belirlediği çerçevede yaşamalarıdır. Bu çerçevenin dışına en küçük bir çıkışın bedeli ağırdır… Trafik suçu dışında her türlü suçun bedeli hapishane hücrelerinde 15-20 yıl tutulmak olacaktır. Burada “suç” denen şeye yüklenen anlam ise tümüyle siyasi polisin takdirine bırakılmaktadır. Siyasi tutsaklara karşı amansız ve koşullanmışlıklarla dolu olan polis açısından belli yerlerde görünmek, yasal derneklere girmek bile suç kapsamına girmektedir. Kısacası, içeride “şartlı” olarak bırakılan siyasi tutuklular bu kez dışarıda, ya kendini var eden değerlerden, ilkelerden tümüyle uzaklaşmak, ya da yeniden cezaevlerine dönmek, öldürülme tehditlerine göğüs germek zorunda bırakılmaktadırlar.
Öte yandan cezaevleri boşaltılmış da değildir. Her şeyden önce 125. maddeden yargılanan arkadaşlarımız içeride bırakılmışlardır. 125. maddenin kapsam dışı bırakılması hukuksal nedenlere dayandırılamaz. Asıl neden siyasidir… Anayasa mahkemesine başvuruda yer alan geçici 4. maddenin (a) ve (b) bendinin iptal edilmesi ve yerine sadece 146. maddeden yargılananları serbest bırakma kararının gerçek nedeni de budur. Bunun anlamı Kürt ulusal hareketinden yana tercihi olan, kendi sorunlarına sahip çıkan herkesin cezalandırılması, terör ve baskının sorunun çözümünde başlıca yol olarak görülmesidir. Bu düzeyde bir ayrımcılığa karşı çıkmak, her insanın görevi olmalı ve herkesin yapabileceği şeylerin de olacağını düşünüyoruz. Sorumluluk sahibi her insanı, her çevreyi sorunla ilgilenmeye, 125. maddeden yargılanan tüm arkadaşlarımızın serbest bırakılması yolundaki çabaya ortak olmaya çağırıyoruz.
Ülkesine ve insanlarına yabancılaşmayan, yapabilecekleri şeyler olduğuna inananlar, sizlere sesleniyoruz:
“Şartlı tahliye” adına salıverilen insanların suçlu olarak tanımlamalarına, sürekli bir baskı tehdit ve gözaltı ortamında yaşamaya zorlanmalarına, bütün bunlara rağmen hala pek çok insanın Kürt oldukları gerekçesiyle uygulamanın dışında bırakılmasına ve cezaevlerinde tutulmalarına karşı mücadele edelim.
UNUTMAYALIM Kİ BİR TOPLUMDA BASKI VE TERÖR VARSA, AYIRIMCILIK, HAKSIZLIK VARSA SORUMLULARI, HER ŞEYDEN ÖNCE O KOŞULLARI DOLAYLI YA DA DOĞRUDAN KABULLENENLERDİR. GELECEĞİ, ANCAK BUGÜNÜN SORUNLARINA SAHİP ÇIKARAK GÜZELLEŞTİREBİLİRİZ.
SESSİZLİĞE, DUYARSIZLIĞA SON!
İnsanları yıldırmayı sorunların boğmayı amaçlayan her türden uygulamaya karşı birlikte olalım.
125. MADDEDEN YARGILANAN ARKADAŞLARIMIZ DA SERBEST BIRAKILMALI, HER TÜRDEN AYIRIMCILIK SON BULMALI!
TERÖRLE MÜCADELE YASASI TÜMDEN İPTAL EDİLMELİ VE HER TÜRDEN ANTİ-DEMOKRATİK UYGULAMALARA SON VERİLMELİDİR.
BARTIN-ÇANAKKALE-GAZİANTEP-AYDIN CEZAEVLERİNDEN ÇIKAN BİR GRUP SİYASİ TUTUKLU

Bir mektup ve “tarih”ten bir kesit
Özgürlük Dünyası’na;

34. sayıdaki “Hemen Şimdi Devrim” başlıklı DY eleştirisini okudum ve çok önemli gördüm. Devrim ve komünizm mücadelesi yürütenler, DY’cuların yıllar sonra yeniden ortaya altığı bu görüşlerin ülke toprağında yeşermesine izin vermemelidirler. İşçilerin Sesi’nin bugün yayınladığı çağrıda dile getirilen ve Ö. Dünyası’nın eleştirdiği görüşler DY’cular açısından hiç de yeni görüşler değildir. DY, bu görüşleri bugün gündeme getirmedi. Bunlar 1983’lerde sistemleştirildi. 7 yıl önce Avrupa’da olanlar sanırım bugün ülkeye taşınıyor. DY’cuların Türkiye’de şimdi yeni bir bildirge olarak yayınladıkları görüşleri 1982’lerde Avrupa ülkelerinde binlerce kitlesi olan DY’u yiyip bitirmiştir.
12 Eylül sonrasında DY Avrupa’da T. Akçam’ın önderliğindeydi ve Devrimci İşçi adında bir gazete yayınlıyordu. Dev Yol’a Dev İşçi de denirdi. Sanırım şimdi adını takacakları Dev İşçi örgülü de o zamanki T. Akçam Dev İşçi’sinden başkası değildir. Teorisi ve pratiğiyle onun aynısı olacağa benziyor.
1981, ‘82, ‘83’lerde DY, faşizmin yarattığı moral yıkıntının etkisiyle yeni kimlik aramaya girişti. DY’cuların akıl hocalığını, kendisi bir DY’cu olmayan Birikim dergisi teorisyenlerinden Ö. Laçiner yapıyordu. DY, Avrupa’nın pek çok ülke ve şehrinde “Avrupa Komünizmi” partilerinin bürolarına yerleşti. Bir yandan yenilginin yarattığı moral çöküntü, öte yandan Birikim’in akıl hocalığı ve “Avrupa Komünisti” partilerle girilen ilişkiler DY önderliğini “yeni örgüt, yeni sosyalizm, yeni politika ve yeni kimlik” arayışına sevk etti.
DY tüm taraflar ve kadrolarını yeni “yönelim”e sokmak için yaygın bir eğitim ve araştırma kampanyası başlattı. Konular şunlardı: “Nasıl bir sosyalizm, nasıl bir parti?”, “proletarya diktatörlüğü mü, parti diktatörlüğü mü?”, “Bize nasıl bir siyasi kimlik gerek?” (Artık orta-yolcu olmaktan usandık deniliyordu), “Reel sosyalizmin kökleri”, “1917 gerçek sosyalizmi getirdi mi?”, “Komintern ve Stalin”, “Yalta barışı mı, teslimiyet mi?”.
Bu tartışmalar DY içinde uzun süre sürdürüldü. Devrimci İşçi’nin 1983-84 yıllarına ait sayılarında bunları bulmak mümkün. Bu tartışmalar DY’u böldü. T. Akçam bir grupla ayrıldı. İnsanları bırakıp eşek örgütlenmesine başladı. (Almanya’da sembolü eşek olan bir dernek kurmuşlardı ve en proleter yaratığın eşek olduğunu söylüyorlardı.) T. Akçam ayrıldıktan sonra O’na karşı eski çizgiyi savunma temelinde DY’u sahiplenenler, Akçam’ın yaydığı Euro-revizyonist, troçkist görüşlerin etkisi dışına çıkamadılar. Akçam’ın görüşlerini yavaş yavaş, karışık ve dağınık biçimde, kâh üstü örtülü, kah açıklan benimsediler. Ama koca Dev-Yol kitlesini de heba ettiler. Bugün “Hemen Şimdi Devrim” diye ortaya çıkanların yönelimi “yönetimci” T. Akçam’ın yöneliminden başka bir şey değildir. Ve halta görüşleri noktası noktasına aynıdır. Varacakları yer de aynı olacağa benziyor.
Not: DY’un 1983’lerdeki tartışmalarına yerel olarak biz de katılmıştık. O zaman çeşitli siyasi gruplardan, 100 kadarı DY’cu olan 200 kişi bir kampta kalıyorduk. Orada DY’cular bir tartışma gazetesi çıkarmışlardı. TDKP taraftarları da DY’un yeni yönelimini eleştiren bir yazı yazmışlardı. Bu yazıyı da size yolluyorum. Avustralya’dan M. Sarı

Stalin’e Saldırı Marksizm-Leninizm’e Saldırıdır
Günümüzde Troçkist, modern revizyonist, Maocu, Euro-komünist tüm sapık akımlar, uluslararası burjuvazinin derdini dile getirerek Stalin’in şahsında Marksizm-Leninizm’e saldırıyı moda haline getirdiler. Troçkist ve adı geçen modern revizyonist akımlar neden bu saldırıda Stalin’i hedef seçmektedirler? Bu soruyu doğru yanıtlamak için Stalin’in tarihi rolüne bakmak gerekiyor.
Dünya proletaryası ve ezilen halkların büyük öğretmeni Stalin, proletaryanın 4 büyük öğretmeninden biri, Ekim Devrimi’nin 2 büyük önderinden biridir. Lenin’in ölümünden sonra Sovyet Devrimi ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının tartışmasız önderidir. Proletaryanın dünyada ilk kez burjuvaziyi mülksüzleştirip sosyalizmi kurmasına Stalin önderlik etti. Stalin, Sovyetler Birliği dışında pek çok ülkede Marksist-Leninist düşünce ve örgütlenmenin gelişmesine, ezilen halkların kurtuluş mücadelesine, anti-faşist mücadeleye yol gösterdi.
Yeryüzünde burjuvaziye ilk kez dünyayı zindan etmesinden dolayıdır ki, tüm gericiliğin, sömürücülerin ve onların açık suratlı veya maskeli temsilcilerinin baş düşmanı Stalin olmuştur. Bu düşmanlık her zaman gerçeği çarpılarak, yalana dayalı alçakça iftiralarla yürütülmüştür. Bu akımlar, Stalin’e saldırırken M-L bilimi çarpıtmış, sosyalist maskeli, burjuvazinin onayladığı proletarya ve halkların önünü karartan “yeni politikalar, yeni ideolojiler, yeni örgüt tipleri” (!) vb. üretmişlerdir!

DY(Dİ)’NİN STALİN DÜŞMANLIĞI

12 Eylül faşist cuntasının Türkiye devrimci hareketine darbe vurmasıyla ülkede yaşanan karanlık günlerin yarattığı umutsuzluk ve yılgınlık sonucu, eskiden devrimci hareketler içinde yer alan tek tek, ama hayli bir unsur bugün, devrimin yenilgiye uğradığı oranda güçlenen Troçkist ve revizyonist ihanet akımlarına yönelmektedirler. Bunun dışında doğrudan faşizme teslim olanlar, düşmana satılanlar da olmaktadır. Ama işin acı olan yanı, büyük bir devrimci örgülün bu yılgınlık ve karamsarlığa düşerek devrimci saflardan sıyrılıp sosyalist maskeli burjuva gerici safa yönelmesidir. Bugün, bu kötü yola DY yönelmiştir.
Faşizmin vurduğu darbelerin nedenlerini üç yıl boyunca ortaya koyup Türkiye toprağında mücadeleyi örgütlemek yerine, DY’nin yurtdışındaki önderleri (Dev İşçi) uzun bir zaman kitlelerin ve DY tabanının kafasını karıştırmak için, yurtdışında revizyonistlerle göçmen cepheler kurdular. “Birlik”, “direniş”, “cephe” gürültüleri arasında Avrupa ülkeleri ve kentlerinde “Avrupa Komünizmi” karargâhlarında “yeni politikalar üretmeye” koyuldular. DY’nin “ürettiği yeni politika” ve aradığı “yeni kimlik” neydi?
Dev İşçi yazarları Avrupa burjuvazisinin davul çalarak müjdelediği “Avrupa Komünizmi” karargâhlarına kapağı allıktan sonra başlarına meşhur BİRİKİM ideologlarını orkestra şefi seçip, “nasıl bir sosyalizm”, “proletarya diktatörlüğü mü-parti diktatörlüğü mü”, “yeni politikalar yeni örgütlenmeler”, “reel sosyalizmin kökü nereye dek uzanıyor?” konulu tartışmalarla Stalin ve onun şahsında M-L’e karşı bir “yönelim”e giriştiler. Kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramayan tartışma ve araştırma programlarıyla sözde gerçek sosyalizmi kavratmak için, Euro-revizyonist ne kadar yazılı paçavra varsa ve tüm BİRİKİM dergilerini taraftar ve militanların önüne sürdüler. Göz boyamak amacıyla birkaç tane temel olmayan Marksist kitabı da yardımcı kaynak olarak bu listeye eklediler. Ardından bu çalış maya Komintern’i, Yalta’yı ve Stalin’i araştırmayı eklediler. Bu faaliyet içinde yavaş yavaş Stalin ve Komintern karalanmaya başlandı. “Stalin ulusal sorunu tankla çözmüştür.” “Kafkasya’da binlerce komünisti imha etmiştir.” “Merkez Komitesinin yüzde 90’ını kesmiştir.” “Almanya KP MK üyelerini Hitler’e teslim etmiştir.” “Yalta’da Yunanistan’ı İngiliz-Amerikan emperyalizmine salmıştır. (Bunu da KKE/Esoterikou’dan -Yunan İç Komünist Partisi- öğrenmiş olmalılar)” Bu safsataların ardından Dev-İşçi şu meşhur gerçeği yakaladı: “Bugüne kadar yeryüzünde gerçek bir sosyalizm kurulmamıştır.”
Bugün yeryüzünde sosyalizmin hiç kurulmadığını ve var olmadığını yalnızca “Euro-Komünist” gericiler iddia ediyorlar. “Avrupa komünistleri” kapitalizmi şirin gösterirken sosyalizme açık düşmanlık duyuyorlar. Onlara göre, bugüne kadar gerçek sosyalizm olmadı, yoktur da. Onlara göre, gerçek sosyalizm, kendilerinin uydurduğu ‘demokratik sosyalizm’, ‘çoğulcu sosyalizm’ ya da ‘üçüncü yol’ adını taktıkları sosyalizmdir.” (Enver Hoca) Dev İşçi yazarlarının aradığı, “kökleri Fatsa’da olan sosyalizm” de budur. DY’nin yeni önderleri geçmişte hayal meyal olarak AP, MSP, CHP ilçe yöneticiliği ile birlikte faşist diktatörlüğün ordu, polis ve tüm bürokratik kurumlarıyla iç içe Fatsa’da uyguladıkları bu ‘sosyalizm’in bilimsel sosyalizmle hiç alakasının bulunmadığını elbette biliyorlar. Bilimsel sosyalizmde burjuvaziye yer yoktur. Burjuva devlet tüm kurumlarıyla parçalanıp burjuvazi mülksüzleştirilmeden ve bunlar üzerinde proletarya diktatörlüğü uygulanmadan sosyalizm kurulamaz.
Stalin’in kurduğu sosyalizm, DY’nin tersine bilimsel sosyalizmdir. Euro Komünistler ve DY’nin Avrupalı önderleri böyle bir sosyalizme karşılar. Bundan ötürü, bilimsel sosyalizmin burjuvaziye yaşam hakkı tanımadığından ölürü, Stalin’e ve onun şahsında Marksizm Leninizm’e karşılar. Dev-İşçi yazarlarının üç yıldır aradıkları “kimlik” ve “ürettikleri yeni politikalar” Avrupa Komünizminin bitpazarından aşırılmadır.

DY TARAFTARI DEVRİMCİLER BU BATAĞI KURUTMAK İÇİN MÜCADELE ETMELİDİR
Dev İşçi yazarlarının Euro revizyonizme doğru yol almaları tesadüfî bir olay değildir. Bu, “yeni üretilen çizgi”, uluslararası arenada yeni olmadığı gibi, DY’nin eski çizgisinde de küçümsenmeyecek kökleri vardır. Geçmişten gelen revizyonist, Troçkist bu görüşler, faşist saldırganlığın yarattığı yılgınlıkla birleşince bugünkü kötü “yönelim” başlamıştır. Bu yönelimin kökleri faşist diktatörlük altında sosyalizm uygulamaya kalkma (Fatsa), MHP’ne karşı oluşturulan mahalle gruplarını halk iktidarının çekirdekleri görme (Direniş komitesi), “üçüncü bunalım dönemi” vb. tahlillerde yatmakladır. DY’nin cuntadan çok kötü darbe yemesinde bu tezlerin rolü büyüktür. Devrimcilerin yapması gereken, geçmiş çizgi ve pratiği ML bilim ışığında gözden geçirip, anti ML teori ye pratiği mahkûm ederek, Marksist Leninist bir yönelime girmek olmalıydı.
Fakat Dev işçi buna yanaşmadı. Onlar geçmiş yenilgilerinin nedenini öteki grupların hatalarına ve “daha çok Fatsa yaratılmayışı”na bağlıyorlar. Geçmişin devrimci yanlarını törpüleyip bayağı bir reformizme yol alırken, bir yandan da geçmişlerinin doğru olduğunu, M. Çayan’ı savunduklarını ima ediyorlar. Kuşkusuz, M. Çayan ve eski DY görüşleri bugün savunulması gereken görüşler değildir. Ama hiç olmazsa devrimci demokratik görüşlerdir. Bugün DY önderlerinin “ürettiği görüşler” ise, eski çizgiden bin kat geri bir çizgidedir.
Yeni önderler, DY tabanını da arkalarından sürükleyebilmek için eski çizgiyi savunur görünüyorlar. Aslında, onların anlayışına göre, tüm geçmiş sosyalist ülkeler, komünist partiler. Mahir Çayan dâhil ML ve devrimci önderler Stalinist kötü sosyalistlerdir. Tabii bu kategoriye Gramsci, Mandel, Ö. Laçiner gibileri girmiyor.
DY’nin Avrupalı önderlerinin amacı, tezgahladıkları bu revizyonist görüşler etrafında DY içinden bir kadrolaşmaya giderek, oluşturdukları kadroları Avrupalı üstatlarının deneyleriyle yetkinleştirip Demirci, İnönü, Ecevit gibi büyük demokrasi cengaverlerinin “Avrupa Komünizmi”ne karargah açmayı da sağlayacak bir “demokrasi”yi Türkiye’ye getirmelerini sabırla beklemektir. Onların bu amacına karşın gelen taraftarlara karşı amansız davranmaları, girdikleri bu kötü yolda son sürat ilerlemek istediklerinin açık kanıtıdır.
DY taraftarı arkadaşlar bu kötü gidişe dur demelidirler. Bu revizyonist çizgiyi örgütlerine egemen kılmak isteyenleri açığa çıkarmaları, ML teoriye sarılarak bu kötü ünlü “Avrupa komünizmi” hayranlarını başlarından ve çevrelerinden uzaklaştırmaları gerekiyor. Bu görev, tüm komünist ve devrimcilerin görevi olmakla birlikte, en başta da DY taraftar ve militanı devrimcilerin görevidir.
Ocak 1984 “LAVRİON GÜNLÜĞÜ”

SEGUELA, PARTİLER VE REKLÂMCILIK
İ. Zekeriya AYMAN

Artık ithal bir reklâmcımız da var. “Anneme reklâmcı olduğumu söylemeyin, o beni genelevde piyanist sanıyor.” isimli çok satan kitabın yazarı Fransız reklâmcı Seguela seçimlerde ANAP’ın propaganda kampanyasını yürütecek.
Türkiye’de ilk kez karşılaşılan ithal siyasi reklâmcı olgusu iki şeyin göstergesi olabilir. Birincisi; Allah Kahretsin, yine çağ atladığımızın! İkincisi; şakası bir yana ve en doğrusu, seçmenin karşısına çıkıp program, icraat ve düşüncelerini anlatarak kendilerini desteklemeleri, oy verme çağırışı yapmaları beklenen siyasi partilerin; hem de bir seçim döneminde; bu gücü kendilerinde bulamamalarının, yani çaresizliklerinin. (Bu çaresizlik yalnızca ANAP açısından söz konusu değil. Biz eminiz ki SHP ve DYP, ANAP-Seguela anlaşmasını büyük bir kıskançlık içinde tırnaklarını kemirerek izledi.)
Bir siyasal partinin kitlelerin karşısına çıkarak oy istemeye cesaret edememesi, bunun yöntemini belirlemesi ve uygulanacak metotları kendisine ‘öğretmesi’ için bir reklâm şirketine başvurması, ülkemizdeki ‘çok partili parlamenter sistem’in neler içerdiği konusunda eğlenceli ipuçları veriyor.
Bir siyasal parti (ki bu iktidar partisidir), seçim kampanyası sırasında izleyeceği metotlarla kitleleri ikna edebileceğine, seçmeni kendisine inandırıp, oy verdirebileceğine inanmıyor… ‘Bu işi ben kıvıramam’ diyor… Neden? Seçmen çok mu ince eleyip sık dokuyor? Seçim yarışına giren siyasi partilere oy vermek için olmadık talepler mi ileri sürüyor? Ancak bir reklâmcının çözüp ifade edebileceği çarpıcı sloganların peşinde mi koşuyor? Hiçbiri değil.
Türkiye’de seçmen siyasi partilerin büyük bir danışıklı dövüşün elemanları, parlamenter aldatmacanın acemi figüranları olduğunu her geçen gün daha çok görüyor. Acemi oyuncular inandırıcı olamıyorlar. Oyunu sıkıntılı ve hoşnutsuz bir izleyici topluluğunun önünde oynayınca ilgi dağılıyor. Cumhuriyet gazetesinden Celal Başlangıç bu ilgisizliği tespit ediyor. Başlangıç Kürdistan’da yaptığı bir araştırmada düzen partilerinin bölgedeki içler acısı dirimini ortaya çıkarıyor. Kürdistan’da kitlelerin partilerden büyük oranda kopuş halinde olduklarını tam yazacakken ülke ‘seçim sathı mailine’ giriveriyor. Gazeteci yazı dizisi olduğu anlaşılan araştırmasını ‘partilerin moralini bozmamak’ gerekçesiyle yayından çekiyor. Bunu gazetesinde göze çarpmayan bir yerde üstü kapalı olarak dile de getiriyor. Celal Başlangıç seçimlerden sonra muhtemelen Kürdistan’daki seçmen sayısı ve partilere kullanılan oyların bir analizini yaparak Kürt seçmenin bölgedeki partilerden kopuş nedenlerinin tartışmasını yapacak. Kitlelerin partilerden kopuş halinde olduğu yalnızca Kürdistan’ın gerçeği değil. Hiç bir partinin kararlı bir seçmen tabanına sahip olmadığı, ‘en büyük partinin kararsızlar partisi’ olduğu her gün açıklanan kamuoyu anketlerinin gösterdiği açık gerçek.
Kitlelerin partilerle ilişkisi bu derece pamuk ipliğine bağlıyken, Seguela ortaya çıkarılarak düzenin mahcubiyet tablolarından biri kurnaz reklâmcılık yöntemleriyle kamufle ettirilmeye çalışılıyor. Bu seçimler kolay olmayacak. Daha doğrusu bu seçimlerde seçmeni kandırmak, partilerin peşinden sürüklemek kolay olmayacak. Bu güne kadar yapılan seçimlerde az çok belli bir parti veya lider lehine estirilmesi başarıları “umut” rüzgarları bu seçimlerde hiç birine doğru yönelmiyor. Ortalıkta kitleleri çekim merkezine alabilmeyi başaran bir umut görülmüyor. İşte bu nedenle partilerin işi çok zor. Partilerin ‘bu işi ben kıvıramam’ demesi de. Belki de bu nedenle çok haklı, bu seçimlerde halkı kandırmak zor olacak, özel bir takım çaba ve yöntemlerle seçmen düzen partilerinin peşine takılmaya çalışılacak. Seguela işle bu özel çabaların mimarı olacak.
Reklâmcılık, kapitalizmin ortaya çıkardığı, o olmazsa olmaz, yalan abartma, kandırma ve tüketimin sınırsız teşvikini esas olan arsız fotoğrafçılara vereceği ‘sempatik’ pozlar, ne çarpıcı sloganlar ne de koparılacak şamata halktan kopmuş hür parlamenter sistemin siyasi partilerinin ayıbını kapatamayacak. Halka ‘gitme’ şeklini arsız reklâmcıların belirlediği bir seçimde düzen partileri, yalancılıklarını bir kez daha teşhir etmiş olacaklar. Halk, partilerin verdiği her imajın uzun, uzun düşünülmüş, tartılmış, özellikle seçilmiş reklâm versiyonu olduğunu bilecek. Bu imaj yarın pek çoğu iyi düşünülmüş birer atraksiyon olmasının ötesinde bir değer taşımayacak. Son sözü Seguela ile noktalayacak olursak; Seguela Türkiye erken seçimleri sonunda bu işi bırakarak büyük bir ihtimalle genelevdeki piyanosunun başına dönecek.
(*) Gazeteci Celal Başlangıç, bu yazıyı yayınladıktan yaklaşık 2 hafta sonra (aynı zamanda bizim yazımız da tamamlandıktan sonra) 20 Ağustosta fikrini değiştirerek dizisini yayınlamaya başladı. Dizinin adı ‘Olağan-üstü Hal’de Siyaset, ilk günkü bölümün başlığı ise ‘Parti Kulvarları Boşalıyor’ oldu. Dizinin yayınlanmaya başlaması yazımızın esasını etkilemediğinden bölümü çıkarmayı veya değiştirmeyi gereksiz bulduk.


Kornaya bas… kornaya
PERDECİ – Mehmet ESATOGLU

(Gece. İstanbul Boğazı’nın Anadolu yakasında yol tıkanmış. Uzaktan korna sesleri – ‘yol açın’ gibisinden değil- aracın içinde uykulu-ilgi-siz konuşmalar.)
“Uff bu yol yürümüyor”… “Kimin maçı vardı bugün?”
(Araçlar korna çalarak geçiyorlar. Üzerlerinde ne bayrak ne flama ne de yarı beline dışarı sarkmış insanlar.)
Uzaktan uğultular yükseliyordu. Araç adım adım yaklaştıkça ıslıklar, el çırpmalar, belli-belirsiz şarkılar, türküler…
“Yendik.,, yendik… bunlar bizimkiler.” “Uff yine maç muhabbeti.” “Nasıl kaptık Tanju’yu?”… “Ruh yok herifte, tabii kaparsınız.”… “Para karşılığı başka takıma geçmek bana ters geliyor.” “Niye? Paranın en yüce erdem olduğu bir dünyada doğal değil mi? Uyduruk iki renk uğruna milyarları reddetmek. Akılcı mı?”… “Canım ben vefasızlığa kızıyorum.”… “Vefa ya da 7 milyar.”… “Başkasının milyarlarına ‘vefa’ gibi duygulan öne sürmek ne kolay.”… “Bu benim düşüncem değil. Bütün kamuoyu ona ‘parayı reddet, renklerine bağlı kal’ dedi.”… “Gerçek vefalı oyuncu futbol yaşamı boyunca başladığı amatör küme takımında kalır.” (kahkahalar)
ŞİMDİ OLAY BAŞLIYOR
Araç adım adım ilerlerken (pencere yarıdan biraz fazla açık) sağ pencerede başörtüsü kaykılmış bir kadın yüzü belirdi:
“Kornaya bas… kornaya.”
Aracı kullanan bir an frene bastı. Anlayamadı. Şaşkınlıkla kadına baktı. Kadın yüzünde aynı sevinçli-gerginlikle yineledi:
“Kornaya bas… kornaya.”
Araçtakiler bir an kendilerini coşkulu bir kalabalığın ortasında buldular. Kalabalıktı, çok kalabalık.
ÖYKÜNÜN EVVELİYATI
Yolun sonunda bir cam fabrikası. Fabrika, kıyıdan yükselerek tepenin eteklerine yayılmış.
Yüreğinde 1500 derecede kum eriten, cam yapan bir fabrika…
Kalabalık bir fabrika. Binlerce el var içinde. Eller kumun yüreğini 1500 derecede okşayıp onu gah bardak kılığına, gah şişe kılığına sokuyorlar sabahlan başka sabahlara dek.
İşçiler kimi zaman sabah, kimi zaman geceleyin en tatlı düşlerini yastık üstünde bırakıp koşuyorlar oraya. Fabrikaya.
Bir sabah yine geldi eller fabrikaya. El hüneri, nefes gücüyle kumdan camı sökmeye. Kart bastıkları kapıda KIRMIZI bir ışık.
Şaşkınlık…
(Günlerdir fısır fısır konuşulan ama inanılmayan.)
Kırmızı ışık, kırmızı kart sanki.
ÇIK DIŞARI… SENİ İSTEMİYORUZ…
Dakikalar geçtikçe atlatılan şaşkınlık.
Biran iç burukluğu…
Yas mı? Asla.
(Yas tutmayı, gözyaşı dökmeyi kapıya asıp çıktılar bahçeye.)
Fabrika bahçesi, sokak, düğün-dümbelek.
İşte o olayın gecesi arabadakiler şaşkınlıkla bakıyorlar sağ camdaki kadına ve diğer yüzlere. Kadın ve kalabalık yalnız kendilerine değil, gelip geçen bütün araçlara bağırıyorlar:
“Kornaya bas… kornaya.”
Gece vakti kimi sürücüler şaşkınlığı allatıp basınca kornaya kalabalık dalgalanıyor, coşkulu sesler yükseliyor gök boşluğuna. Güzel bir kalabalık bu.
(Ayşe Abla be! Devrim akşamı da böyle mi olacak?)
Karşı kıyıda, Hisar’da bir şarkıcı -bütün bunların çok dışında- şöyle söylüyor:
“Çoktan yıkılırdık biz çoktan
UMUT olmasa”
İzleyiciler sözcükleri yakalayamıyor. Sözcükler uçup, Boğaz’ın karşı yakasına geçip kalabalığa takılıyor.
Kalabalığın gerisinde onları dağıtmak, boyun eğdirmek üzere gelenler çaresiz. Paşabahçe’de akşam vakti bir sınıf eğleniyor… Yoo, hayır… Direniyor. Direniyor mu? Eğleniyor mu? Belli değil.
‘Proletarya bitti’ diyenler, devrime olmaz çekenler, biraz yaklaşır mısınız… Bir parça daha. Etkilenmiyor musunuz? Peki, güle güle! Çünkü içinde bir parça kımıltı kalanlar bile gözü yaşarmadan geçemedi bu kalabalıktan.
Eğleniyor gibi görünen bu kalabalık aslında zor durumda. Ne zam alsalar bir anda uçup gidiyor. Üstüne üstlük imzanın ertesi günü acısını çıkarırcasına koyuyorlar birilerini kapı önüne. Baş şişman onlara haklarını istedikleri için “edepsizler” diyor. Köşe yazarları teknolojiden dem vurup “değeriniz yok” diye yazıyor. “İşletmeler aşevi değil. Kaç kişi karlıysa o kadar. Geri kalan yallah dışarı.”
Gözüne kırmızı ışığı ilk yiyen işçi kulağında bu uğultularla yürüdü dışarı. Söylenmeye başladı:
“Neden… neden. İşin bir ucu ben bir ucu fabrika. El ele vereceğiz, kıpkırmızı akacak cam. Korun bağrına üfleyeceğim soluğumu. Bir neyzen gibi. Şekillenecek cam ve yaşama doğru yola çıkacak.
“Kırmızı bana bakıyor…
“Bu özlediğim ateşin kırmızısı değil. Söküyorlar beni fabrikanın ucundan. En sabahlarımı, en gece-yarılarımı verdiğim fabrikadan. Ekmek… Evet, ekmek var işin ucunda. Ama sevmeden hangi iş yapılır? Lagün temizlerken bile işe yaramanın güzel duygusu sarar insanı. Yaptığı işe küfredenler uzun vadeli götüremezler, koparlar bir gün aniden.
“Kırmızı, gözümü yakıyor.Gözlerimden ‘neden’ sorusu giderek yayılıyor diğer kırmızı yemiş gözlere…
“Kırmızı yiyenler var. Kırmızı yemeyenler var. Bütün gözler hüzünlü. Kös kös geri dönüşüme vardiya arkadaşım bakamıyor. Çoktandır unuttuğum işsizlik günleri. Evdeki yüzlere bakamamak. Aybaşına yakın borç aramak. ‘Paramız bir olsun..’ düşleri… Uff.. rezillik.
“Fabrika seni istiyorum. Ellerim var, soluğum var, çalışmak isliyorum. Yanımdan geçerken ‘keşke o zamları almasaydık’ diye biri bir şey mi söyledi? Yoksa gazetede mi gördüm? Heyyy! Durun be! İstediğimiz ne? Aldığımız ne? Aldığımız zam hangi yaramıza tuz bastı?
“Kıyamet böyle bir anda mı kopacak? Verdikleri zam onları çökertirken bizi doyurmayacak.
“Bizim sırtımızdan çıkandan aldığımız pay ne? % 15 bile değilken, çöküşün nedeni niçin biz? Aç gözlü müyüz? Milli gelirdeki payımıza bak. Orada esas kaymağı kimin yediğini açıkça yazıyor.
“Kırmızı ışıktan giderek uzaklaşıyorum. Gözümde sürekli çakarak bırakmıyor peşimi. Bağırıyor:
“‘Defol.. Haydi yürrü.. Siktirol. Aç kal.’
“Asgari ücret net 500 bin oldu. Bu para ne ev kirası, ne bakkal, ne manav. 500 bin bir hiç. Bu yüzden yeni bir iş düşü yok kafamda.
“Kırmızı ışığa kafa tutulur mu? Bekâra karı boşamak kolay. Atılanlar var, ama atılmayanlar da. Hangi anda ekmeğimiz daha tehlikede? 12 Eylül’ün 11. yılı. Kaç yılı suskun geçti bunun?
“Kafamı kaldırdım. Yanıtlarını gözlerinde arıyorum. Ortada seslendirilmiş bir soru yok. Beynim soruyor, gözlerim yanıt arıyor. Birlikte geceler, gündüzler tükettiğim arkadaşlarımdan.
“Bir bıçak bölecek mi bizi ortadan? Kovulanlar ve kovulmayanlar. Vardiya başlarken kovulmayanlar içlerinden gizlice ‘çok şükür” mü çekecek?
‘”Bugün sana yarın bana.’
“Kim söyledi? Arkalardan bir fısıltı… Belki de ben öyle duymak istedim.
“‘Bana ne’ ile ‘bugün sana yarın bana’ arasında iki ayrı düşünce yalıyor.
“Çalışma yaşamı, geçmişimiz, direnişler, dövüşler, satışlar tarihi.
“16 yaşındayım. Bir ekmek fırınında dizicilik yapıyorum. Bir sabah vardiya başlarken bana iş bulan hamurkârla patronun adamının kapıştığını gördüm. Gece vardiyasının çıkardığı ekmek miktarını beğenmemiş sövüyordu. İki arkadaş daha hamurkârdan yana saf tuttu. Ortalık iyice karıştı. Hamurkâr vurdu yumruğunu tezgâha. Yürüdüler kapının önüne. Üretim durmuştu. Ben de çıkardım önlüğümü ocaktan çıkan sıcak ekmeklere bakmadan yürüdüm kapı önüne. Bekliyoruz. ‘Hadi gelin, tamam haklısınız’ı. Ses gelmiyor. Arkamıza bakıyoruz. Geri kalan arkadaşlarımız başlatmışlar üretimi.
“İlk satıldığım gündü. İçimde önce tükürmek sonra ‘haklıydık’ duygusuyla yürüdüm kahveye. Birkaç gün kahvede birlikte olurduk. Dağıldık sonra…
“Bir gün bir başka grevde eski bir işçi ‘kafa tutmanın da bir raconu var’ dedi. ‘Ardında sağlam bir örgüt olmadıkça, kazansan bile başarıyı koruyamazsın.’
Ne tuhaf. Sömürenlerin bir örgütlenmesi varsa kafa tutanların da bir örgülü olması gerektiği yüzyıllardır bilinen bir gerçekken bunu ben o gün yeni öğrendim.
Kırmızı ışık…
Adam kırmızıya basmış, kapının önü polis dolmuş, gazeteler kırmızı ışığı övüyor. Bu tezgâh kendi başına olur mu?
Bütün bunlar kafamda dolanıp dururken, birdenbire çevremde kırmızı ışığı yememiş insanları fark etmeye başladım. Az önce duyduğum *bugün sana, yarın bana’ sözü bir düş değil miydi? Bir mucizeyi seyredercesine bakıyorum.
Heyyy! Kırmızı ışığı yemeden bahçeye gelenler nereden geldiniz, nasıl geldiniz, kaç kez satıldınız? .
İşte yürüyoruz bahçeye… Yürüyoruz ÇIKIŞ’a.
Çıkış (çıkış anı ne güzeldir değil mi?)
ÇIKIŞ bahçeye doğru, sokağa doğru, denize doğru.
Arkama bakmıyorum. Ama çıkanları duyumsuyorum. Yürüyoruz. Nehirler gibi.
(Şimdi sıkı durun. Zonguldak geleneği başlıyor.)
Bizim nehir, denize doğru akarken su yürür de düşman uyur mu? Necmettin’in adamları otobüsleriyle doluşmuşlar yolun karşısındaki boşluğa. Açlığımıza, işsizliğimize bir çözümü yok 68 yıllık Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin. Ama başkaldırımıza var.
Bahçede biz, kıyıda onlar dururken birden yeni gelenek sökün etti.
Kara haber -tez yayılır ya- yayılmış mahalleye. “Eyvah şimdi evdekilere ne anlatacağız?’ İşte geliyorlar… O da ne? Yüzlerinde bu ne gülüş? Alkışlarla, davullarla, oyunlarla geliyorlar. Bir mucize daha. Mahalleli, genci, yaşlısı, kadını, esnafı geliyorlar.
Bir gelenek de Paşabahçe’den. Ağıt yok, coşku var. Coşku bizimdir. Başlasın artık zengin eylemler, zengin söylemler.”
İşte yeniden arabanın durduğu ana dönelim. Pencere açık ve bir kadın bağırıyor:
“Kornaya bas kornaya.”
Arabadakiler şaşkın bakıyorlar.
Haydi! Kornaya bas… kornaya. Bu korkunç olayların, ihanetlerin dönüp durduğu dünyada umuttan yana Türkiye işçi sınıfının söyleyecek sözü var:
“KORNAYA BAS____ KORNAYA!” ■


BİR DERGİ KAPAĞI
Sait EFE

Çağ atlıyor Türkiye. Bolluk var ülkede. Bereket yağdırdılar her şeye. Doğru. Ama neye? İnsanların yaşaması için gerekli olan, et süt, yumurta vb. şeylere mi? Sonra özgürlük, demokrasi, insan hakları… Bunlara değil tabi. Tersine insanların ölmesi için açlığa, işsizliğe, işkenceye, baskıya, kana… Türkiye denince bunlar geliyor insanın aklına.
Gazete konularına bir de. Kapak resimlerine. Eminim konu sıkıntısı çekmiyorlardır şimdi. Öyle bol ki konu. Bol ve ilginç. Belki de üzülüyorlardır. Eskiden flaş olabilecek haberleri, şimdi çok çok daha flaş haberlerin altında köşe bucağa yazmak zorunda kaldıkları için.
Kapak konusu, kapak resmi arandığı günler çok olurdu dergilerde. Oysa şimdi!… Elini salla (ma)san (da) ellisi!… Elimde bir dergi. Özgürlük Dünyası, Ağustos sayısı. Bir kaç resim üst üste kapakta, iç içe. Kim bilir kapak resmi olmayı hak etmiş kaç resim arasından seçilmişlerdir.
Tam ortada iki dost karşılaşması var. Biri uzun boylu, ince yapılı sarışın. Kısa boylu diğeri. Esmer, tıknaz, By-paslı. Gören de beller ki asker arkadaşı, aile dostular yıllardan beri. Birlikte top oynamışlar sahil kumlarında. Uçurtma uçurmuşlar komşu damlarında. Kadeh tokuşturmuş, kaşık sallamışlar gençlik yıllarında. O kadar içten, o kadar yakınlar ki birbirlerine. Hanımefendi ile Lady’de öyle… Kucak kucağa kol kolalar. Biri patron oysa. Dışardan gelen. Öteki… temsilci. Görmeye değil, yön vermeye, yumuşatmaya gelmiş. Kullanmak için. Ülke insanları, ülke yaşamı hiçe sayıldı önünde. Gelmezden önce insan kurban edildi yoluna. Kapak resimlerinden biride bu zatı zevat gelmezden önce öldürülen insanlarla ilgili. On bir yiğit, On bir güzel insanla.,.
Ve gösteriler… Binlerce, on binlerce insanın katıldığı gösteriler, ister İstanbul’u canlandırın gözünüzde. On tabut artarda. On mezar yan yana Karacaahmet’te. İster Diyarbakır’ı. Vedat Aydın’ı. Adı gibi bir Kürt aydını. Bir gece yarısı çalar kapısını ölüm. Tanıdığı polislerin parmaklarıyla. Alır götürülür. Gidiş p gidiş!… Dört gün sonra ölüsü bulunur Elazığ sınırında. İşkence kan ve kurşun izleriyle. İnsan yağar Diyarbakır’a. Konvoylar oluşur sıra sıra. Vedat Aydın sevgidir, dökülmüş yollara. Direniştir zulme. Bağlılıktır ulusuna, insan haklarına. Şiirdir yüreklerde. Türküdür dillerde.
Haram sudan atladın.
Bunca sevgi topladın
Rahat uyu Vedat Yoldaş
Yüz binleri katladın.
Kıpır kıpır fabrikalar. Kıpır kıpır memurlar. Ağustos ayında Ankara’ya yürüdüler. Zonguldaklı kardeşleri gibi. Dört bir yandan yolları kesildi Ankara’nın. Tüm barikatları aştılar ama. Ankara’ya ulaştılar. Bir gününü onlara ayırdı Sakarya Caddesi. Çiçeği, esnafı, insanıyla. Ateş üstünde kazan gibi, ha bire kaynıyor toplum. Ateşi söndürme çabası içindeler yöneticiler. Tüm vanaları kapattılar. Odunları denize attılar. Denizlerin suyunu ateşe tuttular. Sönmedi ateş. Alevlendi.
Adamın biri öfkelendi buna. Televizyona çıktı. Konuştu bir gün. Yer olarak da Diyarbakır seçilmişti.
-Hoşgörülüyüz!… Ama bunlara asla. “Asi” Kürtler, “edepsiz” işçiler di bunlar dediği.
-İnlerinde vuracağız/Bellerini kıracağız.
Konuşmasını dinlerken. Şu sözler döküldü dilimden, bilinç dışı.
-Gözdağına bak gözdağına. Suratı benziyor buz dağına. Gülüşü güzeldi konuşurken. Yapma çiçek gibi. Asılınca… yazdan kışa geçiyor sanki suratı. Gözdağı veriyordu işçilere emekçilere. Tehdit yağdırıyordu Kürtlere.
Siz ey yoksullar. Durun durduğunuz yerde. Yazgınıza razı olun. Biz yazmadık ki bu yazıyı. Yıllarca önce yazılmış, iki dünya var dünyada. Biri yaşadığımız yalan dünya. Diğeri yaşayacağımız gerçek dünya. Yalan dünya biz zenginlere düşmüş. Gerçek dünyada yoksullara. Biz itiraz ediyor muyuz?…
Siz ey Kürtler, sizi bayrağımızın allına aldık. Bez dokuyup, bayrak dikme zahmetinden kurtardık. Göz nuru döküp alfabe yazmayasınız diye, ortak ettik bizimkine. Şanlı tarihimize, güzel dilimize de. Siz ne yaptınız peki? Bu kadar da nankörlük olmaz ki. Sabrımız taşarsa -ki… Taştı. Sınırı aştı. Irak dağlarına ulaştı. Hatta akbabalarla aynı sevinci paylaştı.
Irak operasyonlarını anlatıyor TV’de spiker:
Bu silahlar, bu cephaneler onlarındı. Bu duvar, bu höyükte. Şimdi kaçmışlar. Yer yer kan izleri var yörede. Ceset yok ama. Kaçırmışlar zayiatlarını az göstermek için düşmana. İşte bir görüntü. -Yüzü güldü, gözleri sevindi spikerin. Kamarayı tuttu. İnip kalkan akbabalar vardı görüntüde. Öldürmüş olduğumuz cesetlerin orada oldukları muştusunu çıkarıyordu spiker görüntüden. Ne garip Ki; akbabalarla aynı sevinci paylaşıyordu insanlar.
Dünya dönüyor. Olaylar artıyor artarda. Ana düzenimiz kapitalizmin karnı şişiyor gün gün. Karnında ki yavru düzen sosyalizmle. Düşük yaptı deniyor ama…
Moskova’da darbe. Yürekler ağza geldi iki günlüğüne. Dünya durdu.’Sonra … Moskova’da katır doğurdu.
Derken erken seçim çaldı kapımızı. Erken zamlar yani. Erken ya da geç bu tür seçimlerin kimin çıkarına yapıldığı belli artık. Seçim sonunda yapılacak daha büyük zamlardan başka hiçbir çıkan yok halkın. Seçimde ne seçilecek? iktidar. Şimdi yok mu ki? Var var da yıpranmış biraz, iyi tutmuyor zam dişlileri. Yenisini, sağlamını yapacaklar. Eze geçe, kıra biçe diye. işkence bıçağı da biraz körelmiş.
Muhalefete gelince… Bir nakarat tutturmuş gidiyorlar. “Özal gidecek her şey bitecek.” Yoklar, yoksulluklar… Aynen böyle. Üç noktalı sözlerinin sonu. Artacak mı, azalacak mı belli değil. Artacak ama. Çok gördük çok yaşadık bu tür seçimleri. Gelen gideni arattı hep. Aynı hamam, aynı tas… Neyi değiştirebilir ki tellak? Güdülen dava, verilen kavga halk için değil çünkü. Pasta kavgası. Kese düşü. Cep dövüşü.
Belleğimizde daha, son yaşadığımız yerel seçim. Çarşaf çarşaf liste çıkarmışlardı Sosyal Demokratlar! Yolsuzluk listeleri. Dalanla ilgili. Kazanırsak… Kaybettikleri gece sabaha kadar belge yaktırdılar belediyede. Ölmüş babalarının… bezi gibi. Çıtı çıkmadı hiç kimsenin.
-Seçim öncesi zam yapacak kadar aptal değilim- demişti Özal. Partisinin kazandığı bir seçimin ardından. Sosyal Demokratlarda bu özdeyişe uydular galiba. Listeleri çarşaf altı ederken. Yemlenecekleri yolu kapatacak kadar aptal değillerdi. Ve Dalan’ın, Dalan gibi nice nice sağ partililerin yapmayacağını yaptılar İstanbul’da: Çift bilet olayını.
Dalan denedi ama başaramadı çift bileti. Halk ayaklandı. Otobüslere binmedi o gün Mecidiyeköy’de. Dalan’ınki karşıdan karşıyaydı yalnızca. Bunlarınki şuradan şuraya. Kemeri bağla, arkayı yağla ey halkım. Kazık çakma, kemer sıkma oyunu başlayacak seçimden sonra.
Yada…

YURTDIŞINDAN
Yurtdışında ikinci gençlik kampı “Gelecek gençliğindir!” parolasıyla gerçekleşti.
Yurtdışındaki genç komünist ve devrimcilerin düzenlediği 2. Gençlik Kampı Temmuz ayında gerçekleşti. “GELECEK GENÇLİĞİNDİR!” parolası altında, Yurtdışında yaşayan 300 gencin katılımıyla gerçekleşen Kamp, gençliğin coşkusunun, yaratıcılığının ve özverili enerjisinin göstergesi oldu.
Kamp on gün sürdü. Kamp süresince gençler tüm üretkenliklerini, disiplin ve coşkularını ortaya koydular. Çeşitli sportif, kültürel etkinlikler düzenlediler, seminerleri dikkatle dinleyip tartıştılar, kamp radyosu ve kamp gazetesi örgütlediler. Çoğu birbirlerini ilk kez gören bu gençler sıcakça kaynaştılar ve birlikte işler örgütlediler. Kamp süresince her gün KAMP ATEŞİ adlı günlük bir gazete çıkardılar, her gün radyo yayını yaptılar.
Kamp, bir yandan gençlerin inisiyatiflerini ortaya koydukları, diğer yandan çok şey öğrendikleri ve tecrübe aktarımında bulundukları iyi bir okul oldu. Kampa yollanan çeşitli mesajlar da coşkuyla karşılandı. Aşağıda Kampa katılan bir genç arkadaşın dergimiz için yazdığı izlenimlerden bölümler yayınlıyoruz:
“…Kamp programı açıklandıktan sonra kamp ateşi yanmaya başladı. Marşlar ve türkülerle kampın havası birdenbire değişti. Kamp programına geçilirken çalışma grupları (kültür, spor, ajit-prop. vb) oluşturuldu. Ayrıca her bölgenin etkinliklerini sergileyen sergiler ve stantlar kuruldu. Kamp alanı ve bazı yerler devrimci önderlerin adlarıyla adlandırıldı. Lenin Meydanı, Karl Marks Salonu, İmran Aydın, Erdal Eren Caddesi… Parti ve Avrupa’daki çeşitli geçlik kuruluşlarının mesajları, kültürel gösteriler, kamp ateşi etrafında söylenen marşlar ve sloganlar sürüp gitti… Geçen yılki kampta olmayan ve bu yıl gerçekleştirilen kamp radyosu ve kamp gazetesi sürekli güncel gelişmelerden kampa katılanları haberdar etli.
4. gün sabırsızlıkla bekleyen gençler, komünizmin büyük ustası Karl Marks’ın Trier’deki evine gitmenin sevincini yaşıyorlardı. Kamp Komitesi, Marks’ın mozolesine bir demet çiçek bıraktıktan sonra, ziyaretçi defterine, anısına ve eserine sadık kalınacağına dair sözlerin yer aldığı bir mesaj yazdı. Kolektif çalışmanın en güzel örneklerinden biri kampın 6. günü yaşandı.
Devrimcilerin spor anlayışlarını ortaya koyan 12 bölgenin katıldığı futbol turnuvasının yanı sıra diğer grupların kültürel gösterileri gerçekleştirildi.
Deney aktarımı ve öğrenme amaçlı birimlere yönelik deneme türünden çıkarılan birim gazeteleri büyük ilgi gördü. Sahalılara kadar süren bu çalışmalar gençliğin dinamizminin, tükenmeyen enerjisinin en güzel örnekleriydi. Mannesman’da Çırak Gençlik, Deng’ e Xorten, Thyssen Çırak Gençliği, Öğrenci Arkadaş gibi.
Kamp süresince Parti ve Gençlik, Ulusal Sorun, Dünyada Durum ve Sosyalizme yönelik Saldırılar vb konularda çok öğretici seminerler düzenlendi.
Kampın 8. günü kültürel ve sportif faaliyetlerle geçti. Gençler güzel oyunları ve eğlenmeyi de kamp yaşamının bir parçası haline getirdi. Sık sık kamp değerlendirmesi yapıldı. Öneriler, tartışmalar canlılıkla yürütüldü.
10. gün, kampta en üzüntülü ve telaşlı gündü. Kampın kapanış günü, son günü olmasından dolayı kapanış şenliğiyle ilgili son hazırlıklar, son koşuşturmalar, uyku durak bilmeden ve durmadan peş peşe yapılan çeşitli etkinlikler ve tiyatro gösterileri, halk oyunları, müzik grupları, şarkı ve türkü söyleyen genç arkadaşlar… Gençler, büyük bir coşku ile kamp ruhunu yaşamın her alanına taşımaya, devrim ve sosyalizmin bayrağını daha da yükseklere çekmeye ve bıkıp usanmadan mücadeleye devam etmeye ant içiyor ve “Gelecek bizimdir!” diyorlardı.
Kampın son saatlerinde, kampın toplu değerlendirmesi yapıldı. Tüm genç arkadaşlar daha da bilgilenmiş, mücadeleci ve canlı bir ruhla dolu olarak bölgelerine gidip mücadeleye daha güçlü katılmanın kararı ve heyecanı içindeydiler. Bugün burada, yarın mücadele alanlarında, “Gelecek gençliğindir!” sözüne bağlı kalarak kamptan ayrılıyorduk.”
Katılan tüm gençlerin çok olumlu izlenimlerle ayrıldığı kampın süreklileştirildiği ve gelecek yıl üçüncü gençlik kampının yapılacağı belirtildi.
Özgürlük Dünyası Temsilciliği-Almanya

Erken seçim mi, erken saldırı mı? Burjuva partilerine oy yok

En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile seçimin, her 4-5 yılda bir, hangi burjuva temsilcilerin ülkeyi idare edeceklerinin oylanmasından başka bir şey olmadığı yaygın bilinen bir gerçektir. Söz konusu olan bizimki gibi, tarihinde bile, burjuva demokrasisinin hiç yaşanmadığı bir ülkede seçimin bu kadarıyla bile bir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü iktidarıyla muhalefetiyle burjuva partileri, ülkenin en temel problemlerinde, en ayrıntı noktalarında bile tam bir fikir birliği içindedirler. İşçiler karşısında, Kürtler karşısında, emperyalizmle ilişkiler konusunda ve emekçi sınıfların özgürlük talepleri karşısında, bugün birbiriyle oy yarışına giren partilerin birbirinden ayrıldıkları bir şey yoktur. Kaldı ki; bu partiler birbiriyle farklı görüşlere sahip olsa bile, ülke yönetiminde bu görüşlerin bir değeri olmayacaktır. Çünkü ülke ABD emperyalizminin has adamları tarafından yönetilmektedir. Bir kaç sivil ve general her halükârda gidilecek doğrultuyu belirlemektedir. Bu durumda, seçimlerin esasa ilişkin bir değişiklik yapması elbette beklenemez.
Bu gerçeğe karşın burjuva siyasi partiler; ülkeyi kendilerinin yönettiği, kendilerinin ülke yönetimi için vazgeçilmez olduğu imajını vermeye çalışırlar. Bugün de, şu yeni bir seçime gidildiği koşullarda, bu imajı özellikle vermek istiyorlar.
Muhalefet partileri, aylardır “erken seçim” sloganıyla ortalıkta boy gösterip bugünkü kötü gidişi ancak kendilerinin geri çevireceğini iddia ederken, ANAP kendisinin burjuvazinin ve ABD’nin tek seçeneği olduğu iddiasıyla “erken seçim” “isteğini” görmezden geliyordu. Ama “erken seçim” istemi son zamanlarda sadece muhalefetten değil, iş çevrelerinden, büyük burjuvazinin en üst örgütleri, TUSİAD, TİSK, MESS’in tepelerinden de gelmeye başladı. Bu isteği ANAP bile göz ardı edemezdi. Sadece makyajını düzeltmesi gerekirdi ve onu yapar yapmaz da büyük burjuvazinin isteğine uydu, “erken seçim” kararını aldı.
Burjuva muhalefet partilerinin “erken seçim” isteği anlaşılıyor: Oy oranı % 15’lere gerileyen ANAP’ı devirerek yerine geçmek. En azından koalisyon ortağı olarak pastadan biraz da kendilerinin yararlanması. Ama büyük burjuvazinin, iktidarda en has adamları varken seçim istemesi, ilk bakışta, garipsenmeyecek gibi değil. Ama “erken seçimden ne beklendiği göz önüne alınırsa. Büyük burjuvazinin temsilcilerinin her şeyin başını “erken seçim” olarak görmeleri anlaşılır. Tablo şöyledir: Bir yandan dış ödemeler öte yandan iç borç ödemeleri, tarım ürünleri, TİS farkları ve memur maaş farklarının ödenmesi bütçeyi açmaza iterken, yakın gelecekte bir seçime hazırlanan ANAP hükümetinin para musluklarını sıkması, işçilerin memurların, çiftçilerin istemlerine, bu istemler yığınsal eylemlerle de baskılanınca, direnebilmesi olanaksızdı. Bu yüzden de hükümet, Merkez Bankası’nın banknot matbaasını çalıştırarak, elden geldiğince şirin görünecek bir ekonomi politika izlemeye girişti. Taban fiyatlarına, sanki önceki fiyatları belirleyen ANAP hükümeti değilmiş gibi, yeni zamlar yaptı. Üreticilerin alacaklarının zamanında ödeneceğini açıkladı. Beldelere yönelik yatırımları arttırarak oy alacak girişimler başlattı. Zamanında bir seçim için hükümetin bu tür politikaları bir yıldan daha fazla bir zaman yürütmesi demekti ki, bu, içinde bulunulan ekonomik koşullarda olanaksızdı.
Öte yandan Kürt sorunu bütün ağırlığı ile kendini duyurmuş, sadece Türkiye’nin değil Ortadoğu’nun da en önemli sorunlarından birisi olduğunu ortaya koyar. Türkiye’yi de Ortadoğu kaosunun içine çekmiştir. Buna, Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarının gönüllü bekçiliği de eklenince, dış politikada da önemli açmazlar bütün ağırlığı ile kendini duyurur olmuştur.
Bu nedenledir ki büyük burjuvazinin temsilcilerinin son aylarda “bir an önce istikrarlı, halkın güvenini tazelemiş bir hükümetin işbaşına gelmesi için erken seçim” demeleri boşuna değildi. ANAP ve burjuva muhalefet partilerinin “erken seçim” gerekçelerinin özü aynıdır.
Demek ki egemen sınıf temsilcilerini ilgilendiren, ANAP’ın %15’ler dolayındaki bir oyla parlamentodaki milletvekillerinin % 65’ine sahip olması “haksızlığı” değildir. Tersine onlar bundan yıllardır hiç de rahatsızlık duymadılar. Onları asıl rahatsız eden, bir yıl sonra yapılacak seçime kadar, hükümetin emekçilere yönelik saldırılarda yeterince cesaretli davranamayacağıdır. Bu yüzden de seçimi bir an önce yaptırıp, vergi, zam, işsizlik furyasını başlatacak cesarette bir hükümetin işbaşına gelmesini istemişlerdir.
Kapitalist sistemde krizler sistemin özündeki çelişmeleri açığa çıkaran olgulardır. Olağan dönemlerde görülmeyen, üstü değişik biçimlerde örtülen çelişmeler sistemin kriziyle gizlenemeyecek biçimde açığa çıkar. Şu anda Türk ekonomisinin içinde bulunduğu kriz de sistemin sadece ekonomik plandaki çelişmelerini değil siyasal alandaki çelişmesini de ortaya seriyor. Genelde halkın “kendi istediği” hükümeti seçmesi, eskiden beğenmediği ekonomik politikalar yerine “kendi yararına” olanların vb. konması için bir fırsat olduğu öne sürülen seçim, sistemin krizinin derinleşmesi sonucu, tüm bu kendisinde olduğu öne sürülen “erdemler”den soyunarak gerçek haliyle ortaya çıkıyor. Halka karşı yeni bir saldırı için burjuvazinin güç toplaması. Gerçekte tam böyle. Burjuvazinin sözcüleri, ANAP’ı bugün seçim politikası izlemek, emekçilere ekonominin gereklerini aşan tavizler vermekle suçluyorlar. Öyle ki, halkçı geçinen SHP, “benim işçim, benim köylüm” diye meydanlarda acıklı nutuklar atan DYP’nin Demirel’i, son toplu sözleşmelerde sağlam kaynaklara dayanmayan ücret artışlarına imza attığı için hükümeti eleştirmektedirler. Kapitalistler de aynı görüştedirler. Bu politikalar sürdürülürse “ülke batar”, “ekonomi onulmaz yaralar alır”mış! Bir an önce “ekonomik önlemler paketi” hazırlanıp “her kesimden fedakârlık istenmeli”ymiş vb. Bütün bunların bir an önce olabilmesi için de ön koşul, seçimlerin bir an önce yapılması!
Ekonomik durum, büyük burjuvazinin istemleri ve burjuva muhalefet partilerinin amaç ve politikaları göz önüne alındığında şu apaçık ortadır: Erken seçimle ister herhangi bir burjuva partisi, ister bir kaç partinin oluşturacağı bir koalisyon işbaşına gelsin yapacakları ilk şey, 24 Ocak kararlarını artmayacak yeni bir “ekonomik istikrar paketi” hazırlamaktır. Tabii her “ekonomik istikrar paketi” gibi, istikrarsızlığı gidermek için zorbalık ve baskı da bu ekonomik önlemlere eşlik edecektir. Grev yasaklamaktan işçi kıyımlarına, devrimcilere, Marksistlere, işçilere, Kürtlere, gençliğe, özgürlük ve demokrasi isteyen herkese karşı bir saldırı kampanyası bu ekonomik önlemlere eşlik etmek zorundadır. Çünkü işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların mücadelesinin bu ölçüde yüksek olduğu koşullarda şiddete başvurulmadan “ekonomik istikrar paketi” uygulamak olanaksızdır.
Öte yandan burjuva partileri, izlenecek politikalar bakımından seçeneksizdir. Çünkü bugün yürütülen politikalar, şu ya da bu burjuva partisinin kendine has politikaları değil, Türk egemen sınıflarının politikalarıdır. Hatta Türk egemen sınıflarının da kendilerine has politikalar değildir. Uluslararası burjuvazinin tüm geri kalmış ülkelere, IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile dayattığı politikalardır. Bu yüzden de, bugünkü sistem içinde kalındığı sürece, politikaların asıl doğrultusunun değişmesi beklenemez. Değişse değişse uygulayanın yöntemleri değişebilir ki; bunun da düzen sınırları söz konusu olduğunda önemi yoktur.
Kısacası burjuvazinin ve onun partilerinin zamanında bir seçim yerine erken seçimde acele etmelerinin nedeni, emekçilere saldırmak için daha fazla bekleyecek tahammülleri kalmamış olmasıdır.
Koşullar ve burjuva partilerinin konum ve politikaları göz önüne alındığında, seçimlerde
ANAP, SHP, DYP, DSP, RP, MÇP, SP, SBP gibi partilere oy vermek demek burjuvazinin kırbacını kimin indireceğine oy vermek olacaktır. Bu yüzden de burjuva partilere oy yok!
Burjuva partilerine oy verilmeyecekse, “nedir bu seçimlerde emekçilerin seçeneği?” sorusu gelir burada.
Burjuva parlamentarizmin az çok işlediği koşullarda Marksistler, düzene gerçekten muhalif devrimciler olanlar için başlıca iki taktikten söz edilebilir. Bunlar; seçimi boykot; diğeri de seçimlere katılarak burjuva parlamentosunun, burjuva partilerinin, halk düşmanı, emekçi düşmanı yüzlerini teşhir etmektir.
Günümüz koşulları göz önüne alındığında seçimi boykot etmenin koşulları yoktur. Tersine, seçimlere katılmak burjuva parlamentosunun niteliğini, burjuva partilerinin ipliğini pazara çıkarmak için sayısız olanaklar sunacaktır.
Burjuva partilerinin birbirinden sadece ad farklılığı ile ayrıldığının, onların ülkenin en temel sorunları karşısında çözümsüzlüğünün gösterilmesi, emekçi düşmanı politikalarının açığa çıkarılması, bu koşullarda seçimlere katılarak olanaklıdır. Yığınların kulakları politikaya açık olduğundan İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK mücadelesi çağrısını kavratmak için koşullar daha elverişli olacaktır. Kısacası, seçim ortamı burjuva partilerin programlarıyla sınıfın partisinin programının farklılığının ortaya çıkarılabileceği, bunun vesilesi olarak kullanılacak bir ortam gibi görülmelidir.
Burjuva partileri ve milletvekili adayları seçim kampanyası yürüttükleri bölgelerde, toplantı düzenledikleri meydanlarda, kahvelerde, oy avcılığına çıktıkları sokak aralarında, her yerde, günün her saatinde devrimci adayların, onlardan daha çok da gerçek devrimcilerin, demokratların, komünistlerin nefeslerini enselerinde hissetmelidirler. Sadece adaylar değil, ama daha çok da bizzat burjuva sistemin kendisi teşhirin konusu olmalıdır. Sistemin nasıl işlediği, kimlerin hesabına çalıştığı, seçimlerin hangi işlevi yerine getirdiği sergilendiği ölçüde seçimlere katılma anlamlanacaktır.
Bugün, burjuva parlamentosunun, işlevi ve burjuva partilerinin rolünün açığa çıkarılması her zamankinden çok daha fazla olanak ve malzeme vardır. Dahası, seçim dönemlerinde yığınların politika alanının sorunlarına, burjuva parlamentosunda olup bitenlere kulakları daha fazla açıktır ve yapılacak teşhir ve ajitasyon yerli yerine oturacaktır.
Öte yandan bu faaliyet, sadece yığınların burjuva parlamentosu ve burjuva partilerin niteliklerini anlamasına yardımcı olmakla kalmayacak, komünistlerin, devrimcilerin, demokratların yığınlarla kurdukları ilişkide ne ölçüde başarılı oldukları, bugüne kadarki çabalarıyla emekçileri nasıl etkilediklerini de gösterecektir. Sadece bu da değil; devrimci demokrat örgüt ve komünist parti bu faaliyet içinde kendi kadrolarının bu alandaki yeteneklerini de sınama, onların deneyimlerini artırma fırsatı bulacaktır.
Ama seçime katılmakta asıl amaç, burjuva partilerin ve onların siyasi düzenlerinin ifadesinin bir biçimi olan burjuva parlamentosunu ve parlamentoculuğu teşhirdir. Seçim döneminde devrimci taktiğin amacı budur.
Emekçilerin düzene tepkisini, özgürlük ve demokrasi istemini, Kürt halkının baskı ve zulme öfkesini, ulusal özgürlük talebini burjuva partileri temsil etmiyor. Bu yüzden de burjuva partilerine oy yok. Sıra oy vermeye geldiğinde emekçilerin oyu devrimci demokrat, gerçek komünist adaylara olacaktır. Çünkü Türk ve Kürt emekçilerin istemlerini, baskı ve zulme öfkelerini onlar dile getireceklerdir.

Eylül 1991

İşçi kıyımına karşı işçi barikatı: PAŞABAHÇE

1990-91 Toplu sözleşmelerinin hemen ardından, sermaye sınıfı ve devlet, Körfez krizini bahane ederek yoğun bir işçi kıyımı furyası başlattı. 1991 Ocak’ından bu yana atılan işçi sayısı 500 bine ulaştı. Kıyımlara ve devamında gelen/gelecek olan saldırılara karşı işçi sınıfının tepkisi, birkaç örnek dışında cılız kaldı. Sınıf huzursuz. Atılmalara karşı mücadelenin bayraktarlığını Zonguldak madencisinin ardından Maga deri işçileri ve Ereğli demir-çelik işçisi yaptı. Bu bayrağı direnişi biraz daha ilerleterek Paşabahçe işçisi devraldı.
Reformist-uzlaşmacı Kristal-İş Sendikası, kendisine rağmen, bütün engelleme çabalarına rağmen tam 21 gün süreyle geceli gündüzlü direnen Paşabahçe işçisinin ve halkının Türkiye işçi sınıfına kazandırdığı bu mücadeleyi kendisinin bir başarısı olarak göstermeye çalışıyor. Direnişe sahiplenir görünerek parsa toplamaya ve böylelikle prestij kazanmaya çalan Kristal-İş, alelacele yangından mal kaçırırcasına seçime gidiyor. Belli ki, kaçırmak istediği bir şeyler var. Direnişin meyvelerinin üzerine konmak isteyen sendikanın yüzünü açığa çıkaran gerçek öyküyü bir de biz anlatalım. Tanıklarımız ve kaynaklarımız, direnişin gerçek sahipleri, Paşabahçe işçisi ve Beykoz halkı olsun.
Direnişe giden süreç
Direnişe yol açan işten atmaların tezgâhı geçen yıla dayanıyor. 1990 yılının sonlarına doğru (Ekim-Kasım ayları) Paşabahçe’den 208 kişinin işten çıkarıldığı işveren tarafından sendikaya bildirilmiş ve bu, Ahmet Okuyan (Kristal-İş Paşabahçe Şube Başkanı), Ziya Karadeniz (Genel Başkan vekili) ve İsmet Konuk (Genel Merkez üyesi) tarafından işçilere duyurulmak sureliyle doğrulanıyor. Sendika yönetimi alılan işçilerin (208 kişinin), işverenle yaptıkları görüşme sonucu geri alındığını açıklıyorlar. Masa başında görüşerek geri almanın mümkün olmayacağını düşünen işçiler olaya tepki gösteriyorlar. Sendika ile işveren arasında bir takım oyunların döndüğü sonucuna varıyorlar. Öyle ya, daha önce kuvarsit (hammaddeyi hazırlayan servis) bölümünden 17 işçi atıldığında, göstermelik bir eylem yapan sendika nasıl olur da, işverenle görüşerek atılanları geri aldırabilir? (Sendika atılmayı protesto için yarım saat işe geç başlama eylemi yapıyor. Fakat işin ilginci, bir vardiya yarım saat geç işbaşı yaparken, içerdeki vardiyanın işçileri o sürede yarım saat fazla çalışıyorlar. Yani üretim hiç aksamıyor, üretim durmuyor. Sendika, işverenin çıkarına halel gelmemesi için üzerine düşen vazifesini yerine getirmekte kusur etmiyor. Bir yandan da eylem yaptık diye geçinmekten geri kalmıyor.
91 yılı Ocak ayında toplu sözleşme görüşmeleri başladığı sırada; 750 işçinin çalıştığı el imalatı yapılan goble servisindeki fabrikanın en büyük fırını olan 9 nolu fırın (500 kişi çalışıyor) tamir edileceği gerekçesiyle kapatılıyor. 9 nolu fırın ve bağlı servislerde çalışan işçiler ki bunların sayısal toplamı fabrika mevcudunun % 50’sine yaklaşıyor, senelik izine çıkarılıyorlar.
İzin dönüşü işçiler onaylan alınmaksızın, “olağanüstü durum” denilerek (sıkıyönetim gerekçelerine ne kadar da benziyor) kendi bölümlerinden alınıp ambar ve oto-zücaciye gibi servislere gönderiliyorlar. Tabii burada, sendikanın onayını unutmamak gerek. Böylelikle 9 nolu fırının kapatılacağı ortaya çıkıyor. Sendika tarafından işten atmaları önlemek için söz konusu servislerde 2 saatlik ücretin feda edilerek 4 vardiya sistemiyle çalışmanın propagandası yapılarak, psikolojik baskıyla da 1 Mayıs’tan itibaren 4 vardiya çalışmaya geçiliyor.
İşten atılmaların yakın bir tehlike olarak gündeme geldiği dönemde, TİS görüşmeleri devam ediyor. İşverenin işten atmaları dayatmasına karşı sendika sözleşme görüşmelerinde “ücretten ziyade iş güvencesi” propagandası yaparken, hiç de iş güvencesi kaygısı taşımıyordu. Tersine iş güvencesiyle birlikte ücretten de vazgeçiyordu. Tabandaki muhalif işçiler iş güvencesini sağlamak üzere üçte-bir tazminat (bunun uygulaması şöyle olacak: İşten çıkarılan bir işçiye ödenecek tazminat, çalıştığı sürenin üç katı süre hesabı katılacak. Sözgelimi 10 yıllık bir işçiye ödenecek tazminat, 30 yıllık çalışma karşılığı olarak hesaplanacak), iki gün hafta tatili ve 18.300 TL saat ücreti. İlk iki madde sendika tarafından daha ikinci görüşmedeyken çekiliyor. Ücrete ilişkin (bu ücret, aynı zamanda asgari işe giriş ücreti olarak da işten atmalara karşı caydırıcı bir fonksiyon görebilir.) son madde de, sendikanın hezimetine uğruyor. İşçiler saat ücretinin 18.300 liradan 9.200 liraya çekildiğini, grev sabahı basından öğreniyorlar. Grev sonrasında ise saat ücreti 7.200 TL’ye indiriliyor, (asgari işe giriş saat ücreti halen 4250 TL ki, bu işten atmalara karşı hiç de caydırıcı bir işlev görmüyor. Sendika hiç bununla övünmesin. Zaten asgari ücret belirlemeleriyle saat ücretleri bu kadar oldu.) Grev boyunca, grev ve mahalle komitelerinin oluşturulması ve diğer fabrika ve şubelerle ilişkiler hep işçilerin zorlamasıyla oluyor. Sendika, grev boyunca farklı fabrikaların işçilerinin bir araya gelmesini önlemek için türlü düzenler kuruyor. Grevi bitirmek için fabrikalar ve işyerleri arasında spekülasyon yürütüyor. 21 Haziran’da grevi bir an önce bitirme amacıyla işveren ve sendikanın işbirliğiyle, işçilerin ezici çoğunluğunun muhalefetine rağmen grev oylamasına gidiliyor, “grev bizim, sandık denize” diyerek 1600 dolayında işçi oylamayı boykot ediyor. 700 işçi grevin bitirilmesi yönünde oy kullanırken, (bu rakam da şaibeli işçiler gerçek rakamın 350 dolayında olduğunu, sandığı denetleyemediklerini söylüyorlar.) 400 işçi de hayır oyu veriyor. Sendikacılar, 1600 işçinin boykotu, karşı çıkış, direnişine ve 400 işçinin de oylamadaki ‘hayır’ına rağmen, 700 oya dayanarak grevi kırıyorlar. Ertesi gün, Genel Başkan İbrahim Eren, saat ücretinin 7.200 TL olduğunu ve işverenin “1993’e kadar işten çıkarma olmayacağı yolunda ‘delikanlı’ sözü” verdiğini, kendilerinin de bu söze güvenerek (!) işten çıkarmaların olmayacağı konusunda sözleşmeye yazılı bir maddenin konulmasına gerek duymadıklarını açıklıyor. İşçiler, “işçiler bir yana, işveren yanlıları bir yana” diyerek İ. Eren’i yuhalıyorlar. Burada yalnızca 200 işçi sendikacıların yanında yer alıyor.
Grevden Direnişe!
Toplu sözleşme imzalanmasından 25-26 gün sonra atılmalar başlıyor. Kristal-İş yöneticilerinin dediği gibi, Sinop’taki atılmalara karşı Paşabahçe’de vizite eylemi kararının alındığından işçiler haberleri olmadığını söylüyorlar. Yani, vizite eylemi tabana duyurulmamış. “Böyle bir şey olduğunu ilk defa sizden duyuyoruz” dedi işçiler. Paşabahçe’de ilk önce el imalatı servisi müdürü ile kristal bölümünün şef teknisyeni ve iki usta başısı atılıyor. Ardından 588 işçi 13. maddeden atılıyor.
Böylelikle direniş başlıyor. Sendikanın şalter indirme kararı alması, onun mücadeleciliğinden, burjuvaziye karşı sınıf tavrından kaynaklanmıyor kesinlikle. Zaten “patlamaya hazır” Paşabahçe işçisinin öfkesinin ve mücadelesinin kendilerini de aşmasından korkan sendikacılar, inisiyatifi ele geçirmek, böylelikle direnişi en zayıf noktada tutmak ve işveren ve devlet açısından en az zararla atlatılmasını sağlamak için ‘şalter indirmeyi’ zorunlu görüyor. İşkolundan işten atmalar vs. ile yetki barajının altına düşme tehlikesi, aynı zamanda Kristal-İş yöneticilerini, koltuklarını korumak için bu kararı almaya zorluyor. Sendikanın “direnişi kendilerinin başlattıklarının ve kazandıklarının” propagandasını yapmaları bu yüzdendir. Varlıklarını sürdürmek için ‘direnişçi’ pozlarına bürünmek zorunda kalıyorlar işçilere karşı. Tıpkı, ‘şalter indirme’yi kabul ölmelerindeki zorunluluk gibi.
Ancak, Kristal-İş’in reformist yöneticilerinin, direniş yanlısı görünme zorunluluğu, onların asli görevlerini ortadan kaldırmıyor. Kristal-İş, direnişi bir an önce bitirmek ve başka yerlere “sıçramasını” önlemek için devamlı fırsat kolluyorlar. Buldukları ilk fırsatla Sinop’u sattılar. Sinop valisinin direnişçi işçilere “direnişe son vermezseniz. Fabrikayı kapatırız” tehdidini sendika da kendi üzerine düştüğü kadarıyla savuruyor. Aynı taktik, Paşabahçe’de sökmüyor ne var ki. Paşabahçe işçisinin kararlı direnişini bastırmak için işveren, bu kez önce 47 kişiyi ardından 334 kişiyi daha işten atıyor, hem de 17. maddeden. Baskı ve tehdit, atılmalar yıldırmıyor Paşabahçe işçisini, direniş sürüyor.
Paşabahçe işçisinin kararlılığı, direnişin daha ilk günlerinde ve daha elim bir şekilde bitirilmesinin önündeki en büyük engel oluyor. Bu kararlılığa, kadınların, ailelerin, esnafın, kısaca bütün Paşabahçe halkının desteği, kararlılığı ve mücadelesi omuz veriyor. Her gün on binlerce insan Paşabahçe caddelerinde yürüyor, trafiği kapatıyor. Esnaf kepenk indiriyor. İstanbul’un diğer fabrikalarındaki işçiler, bu arada öğrenciler ve devrimciler de Paşabahçe işçisinin ve emekçilerinin yanında yer alıyorlar. Direnişi kolaylıkla satamayan Kristal-İş, işte burada direnişin büyümesinin önünü almaya çalışıyor. Önce kadınların ve ailelerin gelmesi engellenmeye çalışılıyor. Direnişe katılan kadınların söylediği gibi, gece saat on bir-on iki olunca sendikacılar, sanki tiyatro seyretmeye gelmişler gibi “haydi, evinize dağılın” diyerek gece fabrikayı bekleyenleri engellemeye çalışıyorlar. Mahallelerden gruplar halinde destek vermeye gelen halka karşı sendikacılar yolun kesilmesi karşısında saldırıyor ve Şube Başkanı kadınlara hakaret ediyor. Bunun üzerine bir kadın Başkanı tokatlıyor, Başkan vekilini kadınlar sopayla kovalıyorlar. Kadınların kararlılığı karşısında sendikacılar daha sonra “analarımız, bacılarımız sağ olun” edebiyatı yapıyorlar. Direnişi desteklemeye gelen işçi ve öğrenciler bizzat sendikanın talimatlarıyla sendikanın adamları tarafından yakalanıyor ve polise teslim ediliyor, (işgalin başlamasıyla birlikte, sendika “polisin değil kendilerinin güvenliği sağlayacaklarını, bunun içinde kolluk güvenlikleri oluşturacaklarını” açıklıyor. Gerçekten dt kolluk görevlileri, ziyarete gelen işçi ve öğrencileri yakalama ve polise teslim etme görevi görüyorlar. Bu olay üzerine, muhalefetteki devrimci işçiler olaylara müdahale etmek için sendikaya kolluk görevi almak üzere başvuruyorlar ve ancak 210 kolluktan 30’unu alabiliyorlar.)
Sendika tarafından cam işkolundaki diğer işyerlerinin Paşabahçe’yle dayanışmasını engellemek için farklı işyerlerindeki işçilerin birbirleriyle görüşmeleri ve birleşmeleri engelleniyor, işyerleri arasında olumsuz söylentiler çıkartılıyor. Bütün bunların yanı sıra sürekli olarak işçilere “emekliliği ve askerliği gelenler ile kendi isteğiyle ayrılacak olanların işten çıkmaları gerektiği; yoksa herkesin işten atılacağı ve fabrikanın kapatılacağı” tehdit ve baskısı yürütülüyor.
Uzlaşmacı Kristal-İş, işlen çıkarmaya karşı 4 vardiya sistemini ileri sürüyor. 8 saat yerine 6 saat çalışmayı getiriyor. “İş güvencesi için 2 saatlik ücretin feda edilmesinin zorunlu olduğu”nun propagandasını yapıyor. Kristal-İş yöneticileri, bir yandan direnişi bitirmenin fırsatını kollarlarken, bir yandan da iki saatlik ücreti işverene peşkeş çekmenin hesabını yapıyorlar.
Paşabahçe direnişi Cam Han’a yürüyüşle sonuçlanıyor. 7 bin işçi ve ailesi yürüyüşe katılıyor. Sendikacılar, “olaysız” bir yürüyüş isteyen polise güvence veriyorlar. “Disiplin” adına, Cam Han yürüyüşüne destek için gelen işçileri korteje almama çağrısı yapıyor. Bununla da kalmıyor; korteje girmek isteyenleri polise teslim ediyorlar. Yürüyüşün “sessiz ve sakin” ve de “disiplinli” geçmesi için işçileri, polis müdürünün talimatlarına uygun olarak yoldan değil kaldırımdan yürütüyor. Slogan atılmasına engel olmaya çalışıyor.
Sinop gibi Paşabahçe işçisinin de yılacağını, korkacağını sanan işveren aldanıyor. Tehditler savurduğu Paşabahçe işçisinin mücadelesinin önünde o gün boyun eğmek zorunda kalıyor, geri adım alıyor. Direniş sırasında “fabrikayı kapatma” tehdidi sökmüyor ve işçiler geri alınıyor.
Ne var ki, Paşabahçe işçisinin ve halkının bu çok önemli direnişi tam bir başarı, kesin bir zafer sağlamaya yetmiyor. Bunda sendikacıların direnişi engelleme ve bastırma çabalarının yanında, mücadelenin taşıdığı bazı eksik ve zaaflar da rol oynuyor. Ve sonuç, ilk elde 200-300 olan atılmanın peyderpey 600’e çıkması oluyor. Atılan işçiler, öyle gösterilmeğe çalışıldığı gibi “kendi istekleriyle” ayrılmıyorlar. Emekliliğine 5, 10 ay hatta 1-2 senesi kalanlar, askerliğini 2-3 yıl tecil ettirenler, stajyerler ve öğrenciler de atılıyorlar. Sendika, atılmalar konusunda kesin bir rakam vermiyor. Bu gidişle işveren ilk baştaki rakama ulaşacak görünüyor. Direniş sırasında, ayrılmak isteyenler listesine adını yazdıran emekliliğine 15 ay kalmış bir işçi direnişten etkileniyor ve sonra, sendika adını listeden sildirmek istediğini söylüyor. Ne var ki, sendika “liste bir kere verildi, adını sildirtemezsin” diyor. Aslında sendika daha baştan, direniş esnasında atılacakların listesini işverene vermiş.
Emekliliğine 5 ay kalan Ali Beceren usta da atılanlardan. Daha geçen yıl işverenin dergisinde “en üretken işçi” olarak gösterilmiş oysa. Üstelik bu her yıl için böyle. Atılmalarda gözetilen özelliklerinden biri de, Ali Beceren’in dediği gibi ‘”sendikaya muhalif olmak’! En disiplinli, en çalışkan ve en tutarlı, direngen işçilerin atılması bir başka dikkat çekici nokta. Devrimci işçilerin yanında, devrimci olmadıkları halde, işverenin bile üretim için en çok aradığı işçilerin atılmasının sebebini direnişe omuz veren bir esnaf şöyle yorumluyor: “İş bakımından en çok çalışan ve en disiplinli işçiler, haklarını aramada ve direnişte en kararlı ve en mücadeleci işçiler oluyor. Çalışma süresinin yarısını veya üçte birini izin veya raporla geçiren, işte gevşeklik gösterenler daha az direnme ve mücadele eğilimi taşırlar. İşveren de, sendika da bunu biliyorlardı. Ve böyle olduğu için, önce disiplinli işçileri atarken geride kalanların yeni bir direniş için en zayıf olarak gördüğü unsurları bıraktı.”
İşveren, emekliliğine 5 ay kalmış bir işçiyi bile çıkarmakla büyük karlar elde ediyor. Örneğin, böyle bir işçinin yalnızca parasal kaybı en az 45 milyon oluyor. Genç işçilerin, okuyanların kaybı ise çok daha büyük; parasal olmayacak kadar, hayati öneme sahip.
Sendika tarafından bu gerçekler gizlenmeye çalışılıyor. Bunun için de gündeme Kristal-İş’in Paşabahçe Şubesinin seçimleri sokuluyor. Muhalefetin iki yılı aşkın bir süredir ısrarla seçim istemesine rağmen buna bir türlü yanaşmayan Kristal-İş Paşabahçe yönetimi, Kasım ayında yapılması gereken seçimi öne alıyor. “Erken seçim” 29 Ağustos’ta. Sendika, direnişin kazanımlarının üzerine oturmak, atılmaları gözlerden kaçırmak ve sıcağı sıcağına yeni bir direnişin olanaklarını ortadan kaldırmak için seçim atmosferi yaratıyor. Bu işverenin de işine geliyor tabii ki. Rahat rahat çarkını döndürmesinde kendisine yardımcı olan sendika yöneliminin işbaşında kalmasında onun da çıkarı var. Üstelik atılmalar sessiz sedasız sürerken, gözler bu olayı görmüyor. Bütün işçiler, devrimcisi, demokratı, sendika yanlısı… seçim peşinde koşturuyorlar,”erken seçim”in ardından atılmaların devam edeceğini bilerek. Şimdi Paşabahçe’de bunun tedirginliği yaşanıyor. Bir bekleyiş hüküm sürüyor. Patron ve sendika ağaları da bu “bekleyişten” yararlanmaya çalışıyor.
Paşabahçe direnişinin değerlendirilmesi
Sermayenin ve diktatörlüğün saldırılarının azgınlaştığı bir dönemde, Paşabahçe işçisi halkıyla bütünleşerek sınıf mücadelesine önemli bir kazanım sağladı. Bu kazanım her şeyden önce sınıfın mücadele içerisinde kendi gücünü görmesi ve sermayeye karşı ancak direnilerek kazanımlar elde edilebileceğini bizzat öz deneyimiyle görmesi oldu. Paşabahçe işçisinin şahsında sınıf yeni ve ileri bir mevzi elde etti. Sermayeye ve diktatörlüğe bir geri adım attırdı. Ve yine, burjuvazi ve diktatörlüğün saldırılarının mücadeleyle püskürtülebileceğini gösterdi. Aynı zamanda sınıf arasında dayanışma duygularını pekiştirdi. İşçi sınıfının emekçi halkla dayanışmasının güzel bir örneğini de verdi.
Paşabahçe direnişi bu açılardan bir kazanımdır, ama sendikacıların mücadeleyi “en az direnme çizgisinde” tutmaları, mücadelenin hedefini daraltarak, bir pazarlık beklentisi yaratılması, daha da kötüsü işçilerin “polis görevi yapacak gibi” görevlendirilip “disiplin” adına işçi inisiyatifinin yok edilmesi gibi olumsuzluklara karşın Paşabahçe direnişi, Zonguldak’la başlayıp gelişen işçi sınıfının zenginleşen eylem çeşitlerine birini daha katarak sınıf için önemli bir kazanım olmuştur. Dahası, son bir yıldır sürdürülen işçi kıyımı karşısında, patronlara ilk kez açıkça geri adım attırılmış olması bu kazanımın üst boyutta ifadesidir. Bunun anlamı, artık kapitalistlerin rahatça işçi atamayacağıdır. Çünkü her işçi atışında artık en geri direnme çizgisi (koşullarda çok ciddi değişme olmadıkça) Paşabahçe’nin çizgisidir. İşçi sınıfımız, bundan böyle Paşabahçe’nin bıraktığı yerden başlayarak ilerleyecek, onun zaaflarını yinelemeden yürüyecektir.
Direnişin eksik kalan yönlerinden biri işçilerin örgütsüzlüğüdür. Direniş, sendikanın bütün engellemelerine rağmen işçilerin öz-güçleriyle yürütülmüştür; fakat işçiler direniş içinde kendi mücadele komitelerini yaratamamışlardır. Bu da sendika yöneticilerini patronla pazarlık yapmasını kolaylaştırdığı gibi, direniş sonrasında çeşitli manevralarla kazanımları yok etme fırsatı vermiştir.
Direnişin en temel zaaflarından birisi ise; sınıf dayanışma geleneğinin zayıflığıdır. Paşabahçe direnişi yerel bir alanla sınırlı kalmış, diğer fabrika ve işyerlerine sıçrayamamıştır. Direnişi yaygınlaştırmanın ve gerçek dayanışmayı sağlamanın yolu bütün işyerlerinde üretimin durdurulmasıyla gerçekleşebilirdi ancak. Esas olan, işçilerin birbirini ziyaret etmeleri değil şalterlerin inmesiydi.
Paşabahçe işçileri, patron ve sendikacıların entrikaları sonucu şimdi kazandıkları iş güvencesini kaybetseler bile onların açtıkları yol işçi sınıfımızın bilincine kazındığı, kazınacağı için hiç kaybolmayacaktır. Yeter ki sınıfın öncüsü diğer önemli eylemlerde olduğu gibi Paşabahçe eyleminden de gereken dersi çıkarıp sınıfa özümletmeyi başarabilsin. Öncü, bunu başardığı ölçüde öncü olma niteliğine sahip olabilir.
Paşabahçe direnişi, sınıfın önüne sınıf dayanışmasını ve örgütlenme görevini, kendi devrimci partisinin içinde ve etrafında birleşme zorunluluğu bir kez daha ortaya koyuyor. Aynı biçimde öncünün önüne de, böyle durumlarda sınıfın önünde olma görevini koyuyor.

Oğlu Ve Kardeşi Paşabahçe’de Çalışan Direnişçi Bir Kadının Anlattıkları: “Bu Dava İçinde Bilinçlendik”
Ö.D. Direnişe nasıl katıldınız?
Olayı duyar duymaz neler oluyor diye fabrikaya indik. İlk önce nöbetleşe bekledik. Fakat fabrikayı hiç terk etmedik. Ertesi gün ve sonraki günler mahalleden diğer kadınlarla hep beraber gittik.
Önce pek aydın değildik, biraz cahildik; ürküyorduk, pek umutlu değildik. Fakat direnişle biraz aydın olduk. Çok destek gördük. Halk hep bizi destekledi. Dışardan da çok destek geldi. İşçiler, öğrenciler, genç çocuklar geldiler.
Yeni Müdür Alev Hanım var. Atılma kâğıtlarını o imzalamış. 17. maddeden atın bunları. Birkaç kişiyle ne olacak ki, demiş. Sen misin bunu diyen. Onu bir güzel sıkıştırdık. “Bir daha Paşabahçe’ye adım atmam” dedirttik ona. Ama biri direnişten sonra kimse yokken gizlice gelmiş, fabrikaya girmiş.
Ö.D. Direnişte sendikanın tavrı sizce nasıldı?
Sendikada iş yoktu, sendika tutarlı davranmadı. Sendikanın değil, halkımızın kazancıdır bu. Biz fabrikanın karşısındaki parkta beklerken sendika bize “evinize gidin” dedi. Biz gitmedik. Direnişin üçüncü gecesi sendika bir eğlence yapmak istedi. Yapıldı. Oyun havaları çaldılar, millet göbek atmaya başladı. Sendika berduş gecesine döndürmek istedi. Direnişte göbek atılır mı? Biz buraya mücadele etmeye geldik. Hemen müdahale ettim, göbek havası çalınmasın; direniş yapıyoruz, ona uygun türküler söylensin dedim. Biz buraya göbek atmaya değil, direnmeye geldik, dedim. Göbek havasını bıraktılar. Direnişimize uygun türküler söyledik.
Ö.D. Polisin tavrı nasıldı?
Biz parkta toplanmışız. Her akşam bekliyoruz. Polis gelmiş bizi ziyarete gelenleri, gazetecileri (dergi muhabirleri) yanaştırmıyor, alıp götürüyor. İnsanları dövüyor, saçlarından sürüklüyor. Çok kızdım. Sizin ne işiniz var burada, insanlara böyle mi davranılır dedim. “Biz sizin güvenliğinizi almaya geldik” dediler. Sizle işimiz yok bizim, dedim. Gelmeyin dedim. Biz birbirimizi savunuyor, kolluyoruz. Sizin ne işiniz var? Bir kadın polis vardı. Sevil. Yanımıza yanaşıp bizden söz almak istiyordu. “Ne olacak bu işin sonu, diye sordu. Bu iş Allah’a kalır dedi. Ben de, yok, biz mücadelemize devam edeceğiz. Üç ay da sürse, beş ay da sürse devam edeceğiz. Gerekirse çadır kurarız dedim.
Ö.D. Sizin polise tavrınız nasıldı?
Bir gün bizi ziyarete gelen genç işçileri gözaltına aldılar. Gazetecileri toplayıp götürdüler. Bildiri dağıtan, halay çeken çocukları gözaltına aldılar. Bu olaylar üzerine, bizi ziyarete gelenleri ve dergi muhabirlerini koruma kararı aldık. Bir sefer bir gazeteci kız vardı. Polisler şöyle gel, kimliğine bakacağız, dediler. Gitmeyecek, bakacaksanız burada bakın dedik. O zaman çekip gittiler. Yani bizi ziyarete gelen dergi muhabirini götürmelerine izin vermedik. Bir keresinde de karanfillerle öğrenciler vardı. Onları da polise vermedik.
Ö.D. Sendikanın ve işçilerin tavrı nasıldı?
İlkönce bazı işçiler, onları desteklemek için gelen çocukları yakaladılar. İşçinin biri “gel polis kardeşim” deyince sinirlendim. O çocuklar işçilere güvenip de gelmişler oysa. Bir gün de parkta oturuyoruz. Çevik kuvvet amiri dağıtın bunları dedi polise. Polis yanaşmayınca sendikacının biri hemen slogan başlattı, “işçi-polis kardeş, işveren kalleş” diye. Ben bu slogana katılmıyorum. Ben polislere siz bizi değil, “büyükleri” korumak için varsınız dedim bir keresinde. Biz onlara “işveren köpeği” diyoruz. Bir akşam da polis lambalarımızı söndürdü, bizi yıldırmak için. Yılmadık. Sendikadan da ‘gidin’ dediler. Hayır, dedik; bu bir düzen dedik ve gitmedik. Eğer bu direniş devam etseydi, polisi parka almama kararı aldık, almayacaktık.
Ö.D. Yürüyüş nasıl oldu?
Yürüyüşümüzün olacağı gün işçiler gemilere gitmişlerdi. Fabrikada pek kimse yoktu. Yüksek rütbeli bir subayla polisler fabrikaya girip çıkmaya başladılar. Fabrika elden gidecek, dedim. Kapıda bekleyen bir işçiye ne olacak, dedim. Abla, dedi sen eline bir sopa al. Zorla da olsa işçileri fabrikadan dışarı bırakma dedi. Bir kadın da hoparlörden “çevik kuvvet fabrikayı bastı” diye anons yapınca, hemen 500 tane işçi ellerinde sopalarıyla fabrikaya geldiler.
Yürüyüşte panzer midir, ne zıkkım, onları getirmişler. Helikopterler uçuyor tepemizde. Hiç korkmadım. Halkta korkmadı.
Ö.D. Direniş sizce ne gibi özellikler kazandırdı?
Önce üzüntülüydük, cahildik. Bu dava içinde bilinçlendik basbayağı militan olup çıktık sonra da.
İlk günler bir yaşlı teyze vardı. “Bizim burada ne işimiz var, niye burada bekliyoruz diye soruyordu, ‘teyze, burası bizim kalemiz; o yüzden buradayız dedim. Sonra o anladı, burada niye beklediğimizi. Bir de çok az bir işçi karısını hiç getirmedi direnişe. Bir tanesine “niye karını getirmedin diye sorunca” ne bileyim, bir şey olmaz sandım” demişti. Kimisi de “gidenle gelseydi, benim bam alınırdı. Boşuna uğraşmayın” dedi. Direniş onlara da bir uyarı oldu.
Ö.D. Hangi sloganları attınız?
“İşçiyiz, haklıyız”, “hakkımızı söke söke alırız” Bunu çok sevdim. “ölmek var dönmek yok dedik”, “işçiler el ele, genel greve” dedik. Ama bak sinir olduğum şeyler de vardı. Mesela, “almaya almaya geldik” diye müzikle söylüyorlardı. Kaideyle atın dedim.
Ö.D. Eşiniz size nasıl davrandı?
Dört senedir ayrıyız onunla. Beni mahkemeye verecekmiş. Gazetelerde çıkan fotoğraflarımı da mahkemeye gösterecekmiş. Bilmem ki niye- Öyle yapacağını bilseydim, daha güzel pozlar verirdim. O gerici bir adam, Ecevitçi. “Çocuklarıma anarşist diyor. Varsın desin, o ve onlar mücadele etmekten gurur duyuyorlar. Ondan ayrılmak benim için zafer olacak, daha bir özgür olacağım.
Ö.D. Kadınlara mesajınız nedir?
Bütün kadınlar önce okusunlar, sonra da çalışsınlar. Eve kapanıp kalmasınlar. Ben buna karşıyım. Ve mücadeleye atılsınlar derim. “Birliksiz dirlik olmaz derler”. Birlikte mücadele etmezsek, bu sömürü düzeni sürer gider, özgürlük için mücadele etmek gerek.

Belediye-İş 2 Nolu Şube Sekreteri Hilmi Karaoğlan:
“Paşabahçe’ye destek yeni mücadele cepheleri açmakla anlamına kavuşur”
Paşabahçe Direnişi, işçi sınıfı arasında yaygın destek duyguları yarattı. Fakat sendikal önderlik, bu duyguları eyleme dönüştürmek için bir çaba içinde olmadı. Basın açıklamaları, sendika yetkililerinin basına poz vererek yaptıkları ziyaret gösterileri, “desteğin” sendikalar tarafından “gösterilen” geçen biçimiydi. Fakat bu arada, Belediye-İş Sendikası 2 Nolu Şubesi işçileri, bir şubeyle sınırlı olsa da, sınıfın desteğinin nasıl olması gerektiğini gösterdiler. H. Karaoğlan’ın ifadesiyle kısa süreli de olsa bir “mücadele cephesi” açtılar. Yarım gün iş bırakıp hizmeti durdurdular. Sınıf dayanışmasının olumlu örneğini veren Belediye-İş Sendikası 2 Nolu Şube işçilerinin eylemi üzerine Şube Sekreteri Hilmi Karaoğlan’la görüştük.

Ö. D.: Paşabahçe’deki işçi kıyımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Olayı Paşabahçe’yle sınırlı görmüyorum. Kıyım, Türkiye işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkinin sonucu. 3 Ocak’tan bu yana devam eden (700 bin işçi atıldı) kıyımın bir parçası, öte yandan çeşidi sendikacıların işverenle pazarlığının da rolü var. TİS’i biraz yüksekten bağlamanın karşılığında işten atmaya destek veriyorlar. Burjuvazi ve hükümet işçi sınıfına toptan bir saldırı yöneltmiş bulunuyor, gönül isterdi ki, sınıf da bu saldırılara toplu bir cevap verebilsin. Ama bunun birçok engeli var.
Ö. D.: İş bırakmayı nasıl örgütlediniz, katılım nasıldı?
-Bir yandan önerilerimizi Genel Merkeze iletir, Sendika Şubeleri Platformu’na katılarak oradan kararlar çıkmasını beklerken, aynı süreçte şubemizin temsilciler kurulunu topladık. Şubeler platformu. Türk-İş Temsilciliğinin basın açıklaması yapmaya zorlanması, kitlesel olarak Paşabahçe’nin ziyaret edilmesi, şubelerin de olanaklarıyla yapacaklarını yapması kararı aldı. Temsilciler toplantısında da buna paralel kararlar aldık. Toplantıya 70 civarında temsilci katıldı. Basın toplantısı ve ziyarete kitlesel olarak katılmaya, destek amacıyla iş bırakmaya karar verdik. Sabah 6.30’dan 1’e kadar iş birimlerinde üretimi durdurduk. Katılım çoğunlukla gerçekleşti. Ama bazı işyerlerinde 300 kadar işçi eyleme katılmadı. Şubemize bağlı 6500 işçi var. Basın toplantısına ve ziyaret eylemine de katıldık. Daha önce de Genel Merkezimize öneriler götürmüştük; ekonomik haklar için, anti-terör yasasına karşı, G. Doğu’daki baskılara karşı eylemler önerdik, ama başarılı olamadık.
Ö. D.: Paşabahçe’ye destek amacıyla iş bırakmanın nerdeyse tek örneğini verdiniz, niçin?
– Şu anlayışla hareket ettik: Paşabahçe işçileri orada mücadeleyi başlatmışlardır. Orda bir mücadele cephesi açmışlardır. Bize düşen görev, üretimden gelen gücümüzü kullanmak, yeni mücadele cepheleri açmaktır. Gönül isterdi ki, tüm işkollarında mücadele cepheleri açılsın, sermayeye toplu cevap verilebilsin. Biz kendi iş birimlerimizde kısa da sürse bir cephe açtık. Olumlu bir örnek olarak, sadece 2 Nolu Şube’nin değil, tüm işçilerin olumluluğu olarak görmek gerek.
Ö. D.: Eylemleriniz ne gibi etkiler yarattı?
-Sendikamız dışındaki diğer şubeler olumlu buldular. Ama kendi genel merkezimiz ve bazı şubelerimizden eleştiri aldık. Zamansız dediler, kendi başınıza davrandınız dediler. Ama somut sorunlar, beklemeden bir şey yapmayı gerektirir. Birlikte bir şeyler yapmaya engel değil ki bizim yaptığımız. Eylem kararımız şubeler platformunun aldığı kararlara da uygundur.
Basının eskiden beri devam eden ilgisizliği yeniden görüldü. Fakat işçilerimiz coşkuyla karşıladı. Onlar için olumlu bir ders oldu. Hatta bu eylemden sonra, Paşabahçe direnişi devam ediyordu. İşçiler sürekli gelip, niye bir şeyler yapmıyoruz? diye soruyorlardı. Ve bir şeyler yapamamanın sıkıntısını çekiyorlardı. Türk-İş bölgenin basın toplantısına ve Paşabahçe ziyaretine en kalabalık şubelerden biri olarak katılmamız da bir ölçüdür.

Eylül 1991

Gorbaçov’un Yıldızı Sönüyor, Yükselen Yeltsin Darbeye karşı-darbe

Bir sabah erkenden Gorbaçov’un devrildiği öğrenildi. “Sağlığı bozulmuş” ve görevlerini yürütemez hale gelmişti. Moskova’da yetkileri devralan bir Olağanüstü Hal Komitesi’nin kurulduğu ilan edilmiş, tanklar ve askerler sokaklara çıkmıştı.
Başkan Yardımcısı, Başbakan, Savunma Bakanı Mareşal, KGB Başkanı, İçişleri Bakanı’nın aralarında bulunduğu darbeci komite, “devleti çökertmeye ve SB’ni tasfiyeye girişen güçlere karşı” ve “ülkenin geleceğinin sorumluluğuyla” yönetimi üslendiğini açıklamıştı. Ekonomi çöküşten ve ülke açlıktan kurtarılacak ve demokrasi ve reform sürecinde ilerlenecekti. Darbeciler ABD’ye, “NATO’ya CENTO’ya saygılar”ını ilettiler, uluslararası ilişkileri değişiklik olmaksızın devam ettireceklerdi..
Ama darbeciler başarılı olamadılar. İlk gün nispeten duruma hakim gibi göründüler. Ülke içinden ve dışından, örneğin Fransız “Komünist” Partisi ve Yalçın Küçük gibilerinden destekler sağladılar, ama çok geçmeden gerekli gücü toplayamadıkları ve üç gün içinde toprağın ayaklarının altından kaydığı görüldü. Zaten ayaklarını yere sağlamca basamamışlardı.
12 Eylülcü darbe uzmanı Evren darbecileri beğenmemişti. “Bu ne biçim darbe anlayamadım. Sadece Gorbaçov’u gözaltına almışlar, diğerleri ortada” diyordu. Yeltsin, kılıcını çekmiş, nutuklar atıyor, halkı darbecilere karşı direnişe çağırıyordu. Darbecilerin başarılı bir harekât düzenleyemedikleri ortadaydı. Gazetelere yansıdığı kadarıyla Yeltsin’i tutuklamakla görevlendirilen KGB birliği, emre uymamış, saf değiştirmişti. Ele geçmeyen ya da geçirilemeyen, başta Yeltsin olmak üzere “demokrasi cengâverleri”, Rusya parlamentosunu karargâh haline getirerek, ilk darbeyi sağlam indiremeyen Brejnev döneminin hayali içindeki darbeci bürokratlara karşı etraflarına topladıkları Batı ve Batı sistemi hayranı bir kalabalıkla karşı-darbenin baskı gücünü, tabanını ve atmosferini oluşturma olanağını yakaladılar. Olayların gelişimi, darbeci “muhafazakarların” (eski devletçi rejim yanlılarının), Amerikan emperyalizmi ve kendi darbelerini örgütlemek ve güçlenmek isteyen Yeltsin gibilerinin kışkırtma ve oyununa “kurban” gittiklerini akla getirecek kadar zayıf bir darbe girişimine işaret ediyordu.
Darbecilerin yeterli gücü toparlayamadıkları açıktı. Gorbaçov bir darbeye muhatap olmaya elverecek kadar güçten düşmüştü; ancak bu arada, Batı’ya entegrasyonun güçleri, liberal demokratlar olarak tanımlananlar, gerçekle Yelisin gibi faşistler, ilerleyen “reformlar” sürecinde güç toplamışlardı. “Reformlar”, yalnızca siyasal alanda Batı hayranlığına yol açan normlar geliştirmekle kalmamış, ekonomide özelleştirmeleri, sosyal alanda da bürokratik kapitalizm karşıtı “hür teşebbüs”ü geliştirip güçlendirmişti. Çelişme ve çatışmalar siyasal egemenlik örgütlerine kadar yansımıştı. Ordu, KGB, polis içinde saflaşmalar yaratarak ilerleyen çekişmeler, Birlik ve Cumhuriyetlerin parlamento ve hükümetlerde karşı-darbeyi gerçekleştiren güçlerin önemli yerler tutmalarına kadar varmıştı. Rus milliyetçisi Batı hayranı bir faşist olan Yeltsin Rusya Federasyonu başkanlığını elde etmiş, daha birçok yönetim yetkisi, Gorbaçov’un ilerlediği yolda daha hızlı ve daha ilerilere gidilmesi yanlısı güçlerin eline geçmişti. Darbeciler darbeyi gereken sertlikte vuramayınca bir karşı darbeyle devrildiler.
Direnişi örgütleyen Yeltsin şimdi yeni yıldızdır. Darbeye kadar iki gerici burjuva kanat arasında dengede durmaya uğraşan, darbeyle devrildikten sonra toparlanmaya çalışan Gorbaçov, kesindir ki, bir kez daha eski konumunu elde edemeyecek, eski gücüne ulaşamayacaktır. Bugün elindeki kılıcı sağa sola sallayan, direnişin ve karşı darbenin şefi Yeltsin’dir. Darbenin bir karşı darbeyle bastırılmasıyla, devlet kapitalizmi yanlısı “muhafazakâr” revizyonistlerin şahsında yeni bir anti-komünizm dalgası yükseltilmiştir.
Kuşkusuz darbecilerin komünizmle en küçük bir ilgileri yoktur. Ama önemli olan amaçtır, araç değil. Yeltsinci karşı darbeci sözde liberaller, Batı kapitalizmi hayranı faşistler, darbeyi bahane ederek, ülkede komünizmin en küçük bir işaretini bile bırakmamaya, komünizmi ülkenin tarihinden de tümüyle silmeye yönelmişlerdir. Saldırı kampanyası, şimdiye dek dokunulmaz kalmış kurucu Lenin’in heykelleri ve adını da yok etmeye yöneliktir. Bayrak değiştirilmiş, orak çekiçler bulundukları yerlerden sökülmüştür. Bu anti-komünist kampanya içinde Yeltsinciler rakiplerinden de bütünüyle kurtulmaya girişmişler, onları da kampanyanın hedefi arasına katmışlar, hatta kampanya onların şahsında örgütlenmiştir. Bu, komünizmi kötüleyip karalamanın bir yöntemi olarak özellikle seçilirken, aynı zamanda rakipleri ezmek amacına da hizmet etmektedir.
Darbe karşısında tavırlar beklendiği gibi, her çevre ve gücün, o güne kadarki yaklaşım ve politikalarının bir devamı olarak şekillendi.
Amerikan emperyalizmi ve genel olarak: emperyalistler, darbeye karşı sert bir tavır aldılar. Gorbaçov göz bebekleri olduğu için değil kuşkusuz. Çıkarları, Sovyetlerdeki reformlar ve Batı kapitalizminin gelişmesi sürecinin ilerlemesinden yana olduğu için. Darbeciler, bu süreci yavaşlatacaklar, bürokratik imtiyazları ve devlet kapitalizmini yaşatmaya yönelecekler, Batıyla ekonomik ve siyasal entegrasyon süreci kesintiye uğrayacak, sürtüşme ve çekişmeler başlayabilecekti.
Bu sürtüşme ve çekişmelerin Yeltsincilerle hiç olmayacağı kuşkusuz söylenemez. Tersine, belirli bir süre sonra bu Batı hayranları da ABD ve diğer emperyalistlerle sürtüşecekler, çatışmalara sürükleneceklerdir. Kesintiye uğrayan, barış süreci değildir. Çünkü “barış” emperyalistler arasındaki güç dengelerinin değişmesinin dikle ettiği bir emperyalist “barış”tır. Sovyetlerin ABD’nin “yeni düzeni”ne zorunlu olarak gösterdiği uyumun sonucudur. Darbecilerin de bu uyumu gösterecekleri kuşkusuzdu. Hem darbeciler ve hem de karşı-darbecilerin oluşturmaya çalıştıkları, güçtü. Darbeciler bu gücü, eskisine yakın bir temelde, karşı-darbeciler ise yeni temellerde oluşturmayı hedefliyorlardı. Farklı olan, yöntemlerdi, içerik ve amaçlar değil. Ne eskiler sosyalistti örneğin ya da hemen darbeyle birlikte ABD ile hesaplaşmayı davet edecek işlere kalkışabilirlerdi ne de karşı-darbeciler Amerikan emperyalizminin sonsuza kadar dümen suyunda gitmeyi kabulleneceklerdir. Darbeciler eskiye yakın bir temelde, Yeltsinciler ise Batı kapitalizmini geliştirip Rusya Federasyonu’nun ekonomik olarak sağlamlaştırılması temelinde yeniden bir süper güç olarak ayağa kalkmayı ve diğer emperyalistlerle rekabet edebilecek güç oluşturmayı tasarlıyorlardı.
Darbe, azınlık çevreler tarafından desteklendi. Gerekçeler, yaklaşık olarak. Gorbaçov’un arsızca ilerlediği kapitalist restorasyon sürecine ve azgınlaşan anti-komünist histeriye dur denildiği, sosyalizmin prestijinin kurtarılmasına girişildiği ve SB’nin, ABD “yeni düzeni”nin eskisi kadar kolay kurulmasına engel bir güç olarak yeniden sahneye çıkacağı noktalarında toplanıyordu. Çeşitli revizyonist partiler ve bizde Y. Küçük gibiler, Brejnev savunucuları, başarı ihtimalini araştırma ihtiyacı bile duymadan hemen desteklerini açıkladılar. Sosyalizmin ayaklar altına alınan onuru kurtulacaktı! Kimse artık “sosyalizm öldü” diyemeyecekti! Çünkü kapitalist restorasyonun önü alınmış ve yeniden sosyalist yola girilmiş olacaktı! Mümtaz Hoca görece daha gerçekçi bir noktadan hareket etti, ama saptamaları ve çıkardığı sonuç yanlış oldu. Bu darbe Sovyetlerin yeniden ayağa kalkmasını olanaklı kılacak ve Sovyetler ABD’nin karşısına, onun vahşiliğini engelleyecek, “yeni düzen” kuruluşunu zaafa uğratacak bir güç olarak çıkacak, geri ülkeler bu durumdan yararlanacaktı! Mantık yanlıştı: ayağa kalkış darbeye değil, ekonominin sağlamlaşmasına yaslanabilirdi; emperyalistler arası çelişmelerin şiddetlenmesi, proletarya ve halklar için bir yedek güç oluşturur ve manevra alanı sağlardı, ama daha ötesini değil. Emperyalistlere dayanılamazdı ve bir emperyalistin diğerinin amaçlarının gerçekleşmesinin engeli oluşu, onun ve bu duruma yol açabilecek darbenin desteklenmesine gerekçe olamazdı. Her emperyalistin kendi saldırgan amaçları vardı.
Darbe’nin hiçbir sosyalist ya da demokratik yön ve içeriği yoktu. Sosyalizmin prestiji anti-komünist bürokratların darbesiyle kurtarılacaksa, hiç kurtulmasın daha iyiydi. Bu darbe aracılığıyla kurtulacak bir sosyalist prestij olamazdı. Darbeciler kapitalizmin restorasyonunu da önleme amacında değillerdi. Onlar
40 yıllık restorasyon sürecinin unsuru ve restorasyoncu güçlerdi. Sadece kendi imtiyazları peşindeydiler, devlet kapitalizmini yaşatma yanlısıydılar. Sosyalizmin prestijinin darbeciler elinde daha da sarsılacağı kesindi.
Darbe karşıtları ise çoğunluğu oluşturdular. Özal’dan İnönü’ye Türk burjuvazisinin siyasi temsilcileri, TBKP vb. solcular, tüm “demokratik sosyalistlerimiz” demokrasi adına darbenin karşısında yer aldılar. Darbe “demokrasi”ye, “demokratikleşme süreci”ne karşı gerçekleştirilmişti! Oysa dünyanın ve bütün ülkelerin çıkarı (solcu “demokratlar” “halkların çıkarı” diyorlardı) “demokrasi”yi gerektirirdi. Bu “demokratlar” örneğin bizde, “Türk aydınının darbe karşısındaki tavrı”na karşı bir kampanya açtılar. Amaç açıktı: aydınlan darbeye karşı gerçekleştirilen karşı-darbeye destek vermeye yöneltmek, darbe karşıtlığı ve “demokrasi” adına karşı-darbeye övgüler yağdırarak “yeni düzen”e destek sağlamak, onu güçlendirmek. Böylece, sözde “demokrasi”, “insan hakları”, “özgürlükler” kurtarılacaktı. Baş “kurtarıcılar” ise, Amerikan emperyalistleri ve Yeltsin’di. Sözde Türk aydınının Türkiye’de gerçekleşmiş darbeler karşısındaki tavrı (boyun eğiciliği) eleştiri konusu ediliyordu; ama bir bu olumsuz tutumdan söz ediliyorsa on Yeltsin karşı-darbesine övgü düzülüyordu. Üstelik bu “demokratlar” Özal, Demirel ve benzerleriyle, Yeltsin karşı darbesini birlikte övdüklerini, “demokratlık”larının ancak onlarınki kadar olduğunu akıllarına bile getirmiyorlardı.
Sosyalizm, komünizm, kuşkusuz Brejnevci darbecilerin, demokrasi ise Yeltsinci Batı hayranı faşistlerin eline ve diline terk edilemez. Gericiler tepişirken, Marksist ve devrimcilere, onlardan birine güç ve destek vermek değil, ancak ve ancak bu tepişmeden yararlanarak devrim yolunda daha hızlı ilerlemek düşer.

Eylül 1991

ABD desteğinde “sınır-ötesi operasyon”

Bush’un ziyareti ile birlikte aldıkları talimatın ardından, egemen sınıflar, Amerikan hayranı generaller, hükümet ve burjuva muhalefet, sözde bilim adamı burjuva ideologlar ve şakşakçı basın “savaş” çığlıkları attılar. Türkiye, 20 bin asker, 1500 özel tim ve kontrgerilla, 2 bin korucu, uçaksavar ve tanklarla Güney Kürdistan’a girdi, işgale PKK’nın Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine bağlı Samanlı Köyü’ndeki sınır karakoluna düzenlediği son baskın gerekçe gösterildi. Ve “Türkiye’nin güvenliği, insanların güvenlik ve huzuru” için, “Türkiye’yi ve insanları savunmaya” yönelik olarak “Körfez savaşı sonrasında Kuzey Irakta oluşan otorite boşluğundan yararlanan eşkıyanın (PKK’nın, Ö.D.) sınırın hemen bitişiğindeki bu yörede yerleşme ve örgütlenme imkanı bulmuş olmasından hareketle, söz konusu bölgenin eşkıyadan temizlenmesi için” sınır ötesi harekatın yapıldığı açıklandı resmi ağızlarca.
“Sınır ötesi harekât” ilk kez yapılmıyor. Türkiye, daha öncede Irak’a girmiş, ırkçı-faşist Saddam yönetimiyle Kürt direnişini bastırılması konusunda anlaşmalar yaparak; ilk kez Mayıs 1983, daha sonra Ağustos 1986 ve Şubat 1987 tarihlerinde, “sıcak takip”lerle sınırı geçmişti. 5 Ağustos 1991’de başlayan harekâtla ‘Irak topraklarına girdiği’ni resmi olarak kabul ediyor. Öncekilerden farklı olarak, Türkiye bu kez sadece “sıcak takip”le yetinip geri dönmeyecek. Güney Kürdistan topraklarında yerleşmenin hesaplarını yapıyor. Gerekçe de hazır. Ve “meşruiyet” yasal dayanaklara oturtuluyor! Irak’ın henüz siyasal bağımsızlığının olmadığı, İngiltere’nin sömürgesi olduğu bir dönemdeTürkiye ile İngiltere arasında, 1926 yılında yapılan bir anlaşmaya dayanarak “meşruluk” kanıtlanmaya çalışılıyor. Türk egemen sınıflarının iştahı o kadar kabarmış ki, daha da ileri gidilerek söz konusu anlaşmanın 6-11. maddelerine dayanılarak sınırdan içeri 75 km girme hakkını ileri sürebiliyor.
Gerekçenin ileri sürüldüğü gibi PKK’nın sınıra yakın bölgede yerleşme ve örgütlenme imkânının ortadan kaldırılması yoluyla Türkiye ve insanların güvenlik ve huzurunun sağlanmasının pek olmadığını bizzat olayların gelişimi de doğruladı. Türkiye’nin Güney Kürdistan’a girmesi kendisi ile ABD emperyalizminin çıkarları ve amaçları doğrultusunda, bilfiil ABD’nin desteği ile olduğu anlaşılıyor.
Ortadoğu’daki en önemli iki ulusal hareketlen biri olan Kürt ulusal harekeli gerek emperyalizmin gerekse Kürt halkını baskısı altında tutan bölge gericiliklerini zora sokan hayali öneme sahip sorunlardan biri olma özelliğini koruyor.
Körfez savaşından beri Ortadoğu’nun emperyalizmin ilgi odağı olma özelliğini hiç yitirmediği, bu “sınır ötesi operasyonla” ilgili olarak bir daha gözlendi. Ve her çelişmenin kendini en saf biçimde açığa vurmasının çelişmenin en keskin olduğu yer ve zamanda gerçekleştiği bir kez daha görüldü: ABD emperyalizmi, bütün sistemin çıkarlarının “koruyucusu” olarak ağırlığını Türkiye’den yana koydu ve ilk kez PKK’yı açıkça eleştirerek, “terörist” nitelemesini kullandı. Bu, kaderini ABD’nin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlamış olanları pek sevindirdi. ABD, “bizim yanımızda” yer alıyordu! ABD demek bütün emperyalist dünya demekti! Ama emperyalistler arasında bu sefer Irak’a karşı girişilen Körfez savaşındaki kadar bir “birlik” yoktu. “Birlik” bir yana çok ciddi çatlaklar vardı. Türklerin “kadim dostu”, “silah arkadaşı” Almanya başta olmak üzere İngiltere dışındaki bütün belli başlı Avrupa ülkeleri, “sınır ötesi harekât”ı çok sert biçimde eleştirip Türkiye’yi protesto eltiler. Almanya, Alman turistlerin kaçırılmasını da bahane ederek sadece protesto etmedi aşağılayıcı bir dille de tutumunu ifade etti.
Burada iki ilginç gelişme vardı: Birincisi ABD’nin PKK’na ve onun şahsında Kürt hareketine karşı belirli bir tutum alması, Türkiye’nin müdahalesini açıkça desteklemesi, ikincisi ise; İngiltere dışındaki Avrupa ülkelerinin, özellikle de Almanya’nın ABD politikasına karşı bir tutumu açıkça ortaya koymaları.
Kuşkusuz ki; ABD halen emperyalist dünyanın tartışılmaz patronudur ve izlediği politikalarda da bu konumuna uygun davranmaya çalışmaktadır. Bazen BM şemsiyesi, bazen NATO, bazen özel danışmalar yoluyla sistem içinde ağırlığı olan ülkelerle diyalogu canlı tutmaya çalışmaktadır. Ortadoğu da emperyalistlerin çıkarlarının kuyruklarının birbirine fazlaca dolaştığı bir bölgedir. Kürt sorunu da bölgenin, bugün en can alıcı sorunlarından birisidir. Ama emperyalistler böyle can alıcı bir sorunda karşı karşıya geliyorlar. Acaba ABD gerçekten Avrupalı emperyalistlerin çıkarlarını fazlaca mı çiğnedi; yoksa iddia edildiği gibi, Avrupalılar Irak’ın toprak bütünlüğüne çok mu saygılı, ya da Almanya Kürtlere özel ilgi duyup PKK’yı el altından destekliyor mu vb. sorular çoğaltılabilir, ama bu soruların yanıtı hep aynı olacaktır. O da şu: Ortadoğu’da emperyalizmin Kürt sorununa karşı yeterince seçeneği var. Bölge ülkeleri tarafından parçalanmış, bugünkü statünün olduğu gibi korunduğu bir Kürdistan’dan “bağımsız” tek bir Kürdistan’a kadar, koşullara göre, bütün seçeneklere oynayabilirler. Bütün bu seçeneklere oynayacakları, bölge hükümetlerinden Barzani, Talabani gibi Kürt liderlere kadar epeyce koza sahipler. Emperyalistler için gözetilecek tek ilke Kürtlerin statü ve istemlerinin bölgede deki çıkarlarına aykırı, çomak sokucu olmamasıdır. Bundan başka değiştirmeyecekleri bir ilke ve politikaları yoktur. Bugün şunu desteklerken yarın öbürünü, bugün şununla işbirliği yaparken yarın bugün “düşman” olduklarıyla işbirliği yapabilirler.
Emperyalistlerin, bugün Kürt sorunuyla ilgili politikalarına bakarsak şu açıkça görülür: Ortadoğu’da emperyalistler kendi düzenleri için tehlike gelecek odakları denetim altına almışlardır. En hareketli odak olan Kürtler ise; birer ” Caş” olan Talabani ve Barzani tarafından nispeten denetim altına alınabilmişse de, Kürt hareketinin en güçlü ve en dinamik ayağı olarak görünen PKK’nın temsil ettiği kanadı emperyalist düzenle uyumlu bir platforma çekilemediği gibi, aynı zamanda bölgede kurulmak istenen düzene tehdit niteliğindedir. Bugün ABD’nin bölgedeki önemli sorunlardan birisi bu muhalefet odağının tasfiyesi, ya da aynı anlama gelmek üzere hizaya getirilmesidir. Bunun yollarından birisi ise; Türkiye’nin PKK’na karşı hareketini desteklemek, onun bölgedeki eylemine göz yummaktır. Bu yolla zayıflayacak radikal Kürt hareketinin ABD’den icazet dilenmesi, onun kabul edeceği bir çizgiye çekilmesi. Sonrası “tartışılarak” halledilebilir. Dünyanın pek çok bölgesinde denenip başarılı olmuş bu taktik Ortadoğu’da da olur mu? Pek olanaklı görünmüyor, ama zamanla daha açık göreceğiz.
Bu durumda ABD ve İngiltere’nin tulumu anlaşılıyor, ama Almanya ve Avrupa’nın tutumunun nedeni nedir?
Kuşkusuz ABD ve diğer emperyalistlerin Ortadoğu’daki çıkarları hem ortak hem de çatışma halindedir. Ortadoğu’nun en önemli sorunlarından birisi olan Kürt sorununda da ciddi bir uyuşmazlıkları yoktur, olamaz da. Tıpkı ABD gibi diğer emperyalistler için de tek ilke emperyalizmin çıkarlarıdır, diğerleri; Kürtlerin kaderlerini tayinmiş, insan haklarıymış, uluslararası hukukmuş hepsi propagandaya yönelik, piyasayı “yükseltmek” için öne sürülen “değerler”dir. Almanya ve öteki Avrupalı emperyalistlerin asıl itirazı Türkiye’nin “sınır-ötesi harekâtı”na değildir. O sadece işin görüntüsüdür. Asıl ABD’ye mesaj iletilmektedirler. Kısaca, Körfez savaşında da az çok ortaya çıktığı gibi Almanya ve Japonya başta olmak üzere belli başlı emperyalistler ABD’nin tek patronluğuna, kendi adlarına haraç toplamasına, haraçtan da en çok kendine pay ayırmasına karşı çıkmaktadırlar. Kürt sorununda Almanya’nın yüksek sesle farklı bir tutum aldığını ilan etmesi, Fransa ve diğer Avrupalıların onu izlemesinin asıl nedeni budur. Bu aynı zamanda ABD baskısından bunalmış diğer ülkelere de, “ben de varım, ABD’den bunaldınızsa elinizi bana uzatın” demenin bugünkü koşullardaki ifadesidir. Görünen o ki; emperyalistler Ortadoğu ve Kürt sorununda şu anda hemen bir çıkar çatışması içinde görünmüyorlar, ama Almanya ve ABD arasındaki gelişen rekabette Almanya “sınır ötesi harekâtı” kendi ayrı tavrını belirtmek için vesile yapıyor. Ve öyle görünüyor ki; Japonya’nın da katılmasıyla bundan böyle dünyanın değişik köşelerindeki önemli olaylarda, emperyalist ülkeler giderek sertleşen farklı politikalar izlemeye hazırlanmaktadırlar. Asıl amaç pratik çıkardan çok bir tutum belirtmeyse de; Almanya ve öteki emperyalistlerin tutumlarını Ortadoğu ülkelerindeki diğer anti-emperyalist hareketler ve Kürtler içinde bir yatırım olduğu gerçektir. ABD’den yüz çevirenler için yeni bir çekim merkezi olarak konumlanmaya çalıştıklarını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Bugünkü koşullarda şu açıkça görülmektedir: ABD, kendi denetimi dışındaki Kürt hareketini denetimi allına almak için Türkiye’yi kullanmayı tercih ederken, Almanya ve diğer emperyalistler, daha değişik bir Ortadoğu düzenine oynayarak, Türkiye’nin “sınır ötesi operasyonuna karşı bir tutum almışlardır.
ABD, bölgedeki askeri gücü, stratejik konumu ve güç ve ekonomik potansiyeli ile bugün bölgenin en güçlü devleti olan Türkiye’yi destekleyerek çıkarlarını sürdürmeyi amaçlıyor. Bu destek siyasi planda Türkiye’yi savunma şeklinde olurken; harekâtın askeri açıdan başarısı için uzaydan çekilen fotoğraflar; istihbarat yardımı veriliyor. Daha da önemlisi Silopi’de konuşlandırılan emperyalist askeri güç “Hazır Çekiç”le Kürtlere gözdağı veriliyor. ABD emperyalizminin Kürt sorunundaki olanaklarından biri si de Türkiye’nin seçeneksizliğiyle ortaya çıkıyor: Çünkü Türk egemen sınıfları izledikleri iç ve dış politikalarıyla Kürt sorunu şiddet ve zora dayanmayan yöntemlerle çözebilecek seçeneklere sahip değildir. Bu da bugün egemen sınıfları emperyalizmin politikalarına, onun çıkarlarını aleti olmaya mahkum eden nedenlerde en önemlilerindendir.
Türkiye’nin G. Kürdistan’a girmesi, PKK’nın “bir avuç eşkıya” olalak görülmediğinin de kanıtı oluyor. Aynı zamanda PKK ile fiilen ve resmen bir savaşın zorunlu kabulü gerçekleşiyor. Türk egemen sınıflarını buna iten genel olarak Kürt sorununu varlığı ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket etme zorunluluğu değil yalnızca. Kürt halkının direnişi yalnızca belirli dar bir alanla sınırlı olmaktan çıkmış durumda. Hareket, dağlardan köylere, köylerden şehirlere doğru genişliyor. Son Diyarbakır olaylarında görüldüğü gibi kitle hareketleri büyüyor. Köylülüğün, gençliğin ve esnafın en önemlisi işçi sınıfı mücadeleye katılmaya başlıyor. Bu gelişmeler, taviz politikasını da imkânsızlaştırıyor. Verilecek her taviz, hareketin yeni olanaklar içinde daha da gelişmesine yol açacağından, egemen sınıflar çaresizlik içinde “zor”u tek çözüm ve seçenek olarak kullanmak durumunda kalıyorlar. Basında da açıkça yazıldığına göre; Irak’taki Kürtlere karşı da uçaklar ve tanklar kullanılıyor. Böylelikle Genel Kurmay Genel Sekreteri Hurşit Tolun tarafından da “ama peşmergeler de öğrendiler ki, onların (PKK’nın, Ö.D.) yanında olurlarsa biterler” denilerek açıklandığı gibi amaç, boyun eğmeyi zor’la kabul ettirmek. Yalnızca Irak’taki değil, esas olarak Türkiye’deki Kürtlere de savruluyor bu tehditler. Halkın kentleri de sararak gelişen mücadelesine ket vurulmak istenirken Kürtlere, Talabani ve Barzani’nin yolu örnek gösterilmek ve kabul ettirilmek isteniyor. Boyun eğme yolu Kürt halkının tek seçeneğiymiş gibi dayatılmak isteniyor. Savaşla devletin gücü kanıtlanmağa çalışılıyor; ona karşı gelmenin imkânsız olduğu fikri işleniyor. Irak’taki Kürtlerin kanla bastırılan ayaklanmalarına olduğu gibi ayaklanmanın, karşı gelmenin fayda etmeyeceği, baş eğmekten başka yolun olmadığı ve baş eğilmek zorunda olunduğunun kabul edilmesini sağlamak amaçlanıyor. Kürt halkına, “teröristlik” yapan “zorba” PKK’nın radikal çizgisi değil, Talabani ve Barzani’nin uzlaşmacı çizgisi kabul ettirilmek isteniyor. Ve bunun için bütün yollar mubah sayılıyor.
“Sınır-ötesi harekat”ta Kürt “Caş”ları Talabani ve Barzani’nin tutukları çok ilginçti. Bir yanda serde Kürt olmak vardı; öte yanda da Türkiye ve emperyalistlerle açık ve gizli sözleşmeler, anlaşmalar vs vs. vardı. Onun için de yabancı basına başka, Türk basınına başka açıklamalarda bulunacak kadar alçaldılar: Türkiye’ye “bizim birbirimize gereksinmemiz var” diyen bu sözde Kürt liderleri, PKK’ya “bölgelerinden gitmediği takdirde zorla çıkaracakları” tehdidini savunuyorlar. Operasyon süresince birçok kez Türkiye’ye gelerek aldıkları direktifler doğrultusunda basına açıklamalar yaptılar. Türkiye’ye yardımlarının bununla kalmadığı çok açık olsa gerek.
Burjuva partiler ve basın, operasyonu canı gönülden desteklediler. Muhalefet, hiç de muhalif değildi hükümete. “Türkiye’nin huzuru ve güvenliği”, “misak-ı milli”nin bekası için yapılan bu harekâtın bir an önce başarıyla tamamlanması istendi hükümetten. Yalnız, devletin gücü içte de gösterilmeliymiş. MİT kaynaklı haberciliğiyle ünlü Hürriyet’ten “solcu”, “demokrat” Cumhuriyet’e kadar bütün burjuva basın sevinç çığlıklarıyla elleri ovuşturdular. “Eşkıya’nın kökü kazmıyordu, ordumuzun gücü büyüklü, uçaklarımız ve tanklarımız şu kadar hedefi vurmuştu, Türk devletinin milletiyle bölünmezliğine ve bütünlüğüne kastedenler cezalandırılıyordu… Yürütülen harekât boyunca Devletçi basın önemli zamanlarda görevini layıkıyla yerine getirmeyi biliyordu.
Türkiye’nin Kuzey Irak”ta giriştiği harekâtın can alıcı noktası: “tampon bölge”. .
Olayların ilk gününün ardından gelişiminin açıkça ortaya koyduğu gibi Türkiye İsrail’in Lübnan’da yaptığı gibi Güney Kürdistan’da yerleşmek için bir tampon bölge oluşturmayı amaçlıyor. Operasyonun yapılmasının esas amaçlarından biri budur. Genelkurmay ve hükümetçe yapılan açıklamalardan “şimdilik” 5 km.lik bir tampon bölge amaçlandığı açıklanıyorsa da, yetkililerin birbirleriyle çelişen açıklamaları ve olayların ve olguların gelişmesi bununla yetinilemeyeceğini, daha da yayılacağının, “güvenlik kuşağı bölgesi” yeni güvenlik kuşağı bölgelerini zorunlu kılacağını gösteriyor. İlkiyle, sınırın güvenliği alınmağa çalışılacak, ancak bu bölgenin bizzat kendisi “güvensiz” olacaktır. Bu da yeni güvenlik bölgeleriyle “güven altına alınmayı” getirecektir. Egemenler ve generaller psikolojik olarak da kendilerini şimdi olduğu gibi sürekli güvensiz hissedeceklerdir. Ve bu yüzden de egemen sınıflar “dönüşü olmayan bir yola”‘ girmişlerdir. Onların bu korkularını bir gazeteci şöyle dile getirmektedir “TSK’nın artık savaşta olduğu yadsınabilir mi? Kuzey Irak topraklarına girilmiştir ve bu gidişin dönüşü yoktur. Önemli olan bir yere girdikten sonar orada tutunmaktır, batmak değil.” “Güvenlik kuşakları” ya da tampon bölge oluşturmaların kendilerini kurtarmaya yetmeyeceğinin Türkiye de farkındadır. Fakat çaresizlikten ötürü bu yola sarılmakladır. Yoksa İsrail de Filistin intifadasını engellemek için Lübnan’da tampon bölge kurmuştur; ama bu da Filistin halkının mücadelesini engelleyememiştir. Tampon bölge yalnızca bu açıdan değil, ekonomik, siyasi, psikolojik ulusal ve uluslararası bir yığın problemi de beraberinde getirecektir.
Güney Vietnam ve Güney Kürdistan’da ortak olan sadece “Güney” sözcüğü olmayacak, Güney Vietnam’ı ünlendiren şey Güney Kürdistan’ı da ünlendirecek gibi görünüyor.

Eylül 1991

Dev Yol cephesinde durum – 2 “Dev İşçi” çözüm mü?

Dev Yol cephesindeki duruma göz atarken, Dev Yol ve özellikle eski önder ve ileri kadrolarının uzun süreli eylemsizlik ve bugünkü durumlarını teorize etmek üzere ileri sürülen “de-moralizasyon”, “depolitizasyon” gibi saptamalara değinmiş; bozuk moralle ve sınıf mücadelesine katılma çabası içine girilmeden hareketsiz ve dolayısıyla emperyalist, burjuva gerici kültürel, ideolojik siyasi etkilenmelere açık geçirilmiş yıllar ve yıllar boyunca, hamuru, başlıca anti-komünist, burjuva liberal, “liberter”, Troçkist yaklaşım ve tezlerin yoğrulmasıyla şekillenmiş yan-anarşist, kendiliğindenci reformcu saptama, görüş ve öneriler (“nasıl bir sosyalizm”, “nasıl bir devrim”, “nasıl bir parti” sorularına aranan yanıtlarla Marksist öğretinin geçersiz sayılması, “75 yıllık” tüm yaşanmış sosyalizm deneylerinin reddi, anti-Stalincilik, öncü karşısında “emekçi” yüceltisi vb.) ve onlara dayanan, “bulunduğu her yerde” “herkesin”, örgütsüz ve kendiliğindenci tarzda, sosyalizm, devrim ve parti teori ve pratiğinin dejenerasyonu anlamına gelmek üzere “hemen şimdi devrim” yapmaya girişmesi önermesi üzerinde durmuş; pratik politik örgütsel alana ilişkin önermelere gelip dayanmıştık.
Mahkeme savunmalarında Dev Yol’un örgüt olmayışına dair görüşler açıklanmasının ötesinde ağızları bıçaklarının açmadığı, ateşi küllenmiş ruhların devrimci politik tutumlara, eylem ve örgütlenmelere, bir ucundan sınıf mücadelesine katılmaya çağrı çıkarmadığı moralsizlik, ürküntü ve eylemsizlik yıllarından sonra ve ancak Bahar Eylemleri, 1 Mayıslar, Zonguldak, 3 Ocak, Yaz Eylemleri’nden sonra, ancak 91 yazında, bir “politik çıkış” yapılması gereğinde karar kılınabilmiştir.
İşçilerin Sesi’nde yayınlanan çağrıya göre, “devrimcilerin bulundukları yerde devrim yapmaya girişmeleri”ni öngören “devrim hemen şimdi!”, yalnızca “75 yıllık sosyalizm deneyi”nin emperyalistler, burjuvazi, Gorbaçov-Yeltsinler ve Troçkistlerin jeneratörlerinin aydınlatmasında olumsuzlanmasıyla ulaşılan “sosyalizmin, devrimin ve partinin nasıl olmaması gerektiği” bilgilenmesine dayanılarak ortaya atılmış teorinin yeniden üretimi ihtiyacını ifadelendiren bir teorik yenilenme şiarı değildir. Aynı zamanda, ‘”devrim hemen şimdi!’ demek, ‘politik çıkış yapma zamanıdır’ demektir”. Çağrı böyle.
Sosyalizmde “devrim”, devrimde “devrim”, partide “devrim”. Sosyalizm, devrim ve partinin teori ve pratiğinde “devrim”!
“Teorinin ve pratiğin yeniden üretilmesi, teorik ve pratik bir çıkıştır: Politik bir çıkıştır. (…)
“Pratik-teorik politik çıkışımızda üç kerteriz noktası bulunmakladır: Sosyalizm, devrim, parti…
“Nasıl bir dünyada yaşıyoruz ve bunun yerine nasıl bir sosyalizm koyacağız? Bu sosyalizm için dünyayı ve önce yaşadığımız ülkeyi nasıl değiştireceğiz. Bu değişimi hangi araçlarla yapacağız?
“Bütün bu sorulara ise ancak bir politik hareket düzleminde yanıt bulabiliriz.”
Akla yeni geliyor! Politik hareket olmak gereği yeni hatırlanıyor! Bugün durum ve koşullar uygun bulunuyor, politik hareket bugün öngörülüyor. Fobi, koşullar uygunlaştığında hobi haline dönüşebilmekte, dönüşmektedir. İyi düşünüp sağlamca karar vermek gerekli. Geleceğin muhtemel zor yıllarında “hayır, politik bir hareket değildi, örgüt yoktu” dememek için…
Boş ve eylemsiz geçirilen reddiye (örgüt reddi) yıllarının kaçınılmaz olarak yol açtığı ciddiyet ve güvenilirlik felci ve yeni hatırlayış sorunları bir yana, aşmaya yönelik pozitif değil negatif reddiyenin ancak başka negatif reddiyelerle bir arada bulunabileceği ve bu tür yeni reddiyeleri davet edeceği açıktır. Geçen sayımızda yazmıştık. Politik mücadelenin, sınıf mücadelesinin dışında boşlukta kalışı, üstelik moralsiz boşlukta kalışı, emperyalist, burjuva ve onların liberalizm, demokratizm gibi yeniden yaratılmaya çalışılıp lanse edilen eski moda, eski gardırobun yeni kreasyonu olan Gorbaçovculuk gibi moda ya da Troçkizm gibi “gadre uğradığı” ve “haklılığı kanıtlandığı” ileri sürülen, sözde “muhalifler” arasında moda akımların ve onların zehirli etkilerinin koşullandırmasından doğalı yoktur. Bu koşullandırmanın nesnel yönü ve temeli ise, şu unsurlarıyla tanımlanabilen “Yenilgi şoku” olarak da tanımlanan, mücadele örgütleme çabası içine girilip karşısında devrimci kalabilme ve olabilmenin becerilemediği ve koşullarına ve yol açtığı tutsaklık durumuna uyum sağlanarak bir yönüyle gerici zor bir yönüyleyse tavırsızlıktan beyin karıncalanması ve “satın alınması” ve boyun eğmeye kadar bir dizi şekillenme/şekillendirilmeyle oluşan genel bir konformizm ve özellikle düşünsel süreçlerde düzene uyum ve eklemlenme eğilimini var eden yenilgi ortamı. Proletarya ve emekçilerin kendiliğinden hareketinin düzeyinin düşüklüğü ve kurtulmak denenmeyen yenilgi şartlarında eziklik ve kafaca direnemeyişle, sonsuza dek, en azından içinde yer alınacak yeni mücadele yıllarının hayal edilmesi ve buna uygun davranılmasını engelleyecek uzunlukta bir süreci kapsayacağı varsayılan zor yıllarıyla burjuva egemenlik (ve emperyalizmin tahakküm) koşulları… Sayılan ve benzeri daha bir dizi özelliklerin sosyal dayanağı küçük burjuvazinin varlığı…
Böyle bir öznellik ve nesnellikle varolan ve bugün de devam ettirilen örgüt reddiyesi, bir ayağıyla, ciddi ve her yönüyle organize edilen bir inşa örgütlenmesi (örneğin bir parti-inşa örgütü organizasyonu) olarak kavranıp uygulanmayan ve zor yıllarda tümden reddedilen “partileşme süreci” ya da “süreç-parti” teori ya da taktiğine ve bunun pratiğine dayalıdır. Reddiyenin bugünkü bir diğer ayağı ise, kendine güvensizlik ve itibar ve güvenilirlikten yoksunluktur. Yapılan, “75 yıllık deneyim”in olumsuzluğu söz konusu edilerek, yalnızca, “nasıl bir parti” sorusuna yanıt aramak üzere, Lenin ve Stalin’in Bolşevik partisinin olumsuzlanması, Leninist parti öğretisi, parti yaşamı ve örgütlenme ilkelerinin reddiyesinden ibaret değildir. Bu, “nasıl bir sosyalizm” ve “nasıl bir devrim”le devrim ve sosyalizmin reddiyesiyle de bir arada bulunmakta; sonuç olarak, örgüt alanıyla sınırlı kalmamakladır. Reddiye, devrim ve sosyalizm teori ve pratiği alanını da kapsayarak, çok daha derin ve geniş kök ve temellere sahip durumdadır. Anormal değildir. Örgütsel alan devrim ve sosyalizm alanının bir türevi, örgüt devrim ve sosyalizmin bir aracı durumundadır çünkü örgüt reddiyesinin, devrim ve sosyalizm alanında “ulaşılan” reddiyeden türemesi ve feyiz alması, kuşkusuz doğaldır. Nasıl ki sonunda SBKP’nin bir örgüt olarak tümüyle tasfiyesi ve kapatılmasına, reddiyesine varan sürecin temel dinamikleri ve kökleri Kruşçev’le başlayıp Gorbaçov’la arsızlaştırılan devrim ve sosyalizmin reddiyesindeyse. Ve nasıl ki SBKP’nin tümden tasfiyesine varılan günümüz dünyasında bu doğrultudaki tüm gelişmeler emperyalizmin “yeni düzeni” içinde mümtaz bir yer buluyor ve onun bir unsuru durumundaysa, sosyalizm, devrim ve parti teori ve pratiğinde retçi her eğilim ve yaklaşım, güçlü ya da zayıf, dolaylı ya da dolaysız, ama mutlaka bu “yeni düzen”in damgasını taşıyacak, onun içinde belirli bir yer tutacak, şöyle ya da böyle bir unsuru olduğu/olacağı bu “düzeni” güçlendirecektir.
İstenmiyorsa, örgüt kurulmasın, politik bir hareket oluşturmaya çalışılmasın. Kuşkusuz bu da bir kötülüktür, tasfiyeciliğin meslek edinilmesi anlamına gelir. Ama, en çok, yıllardır süregelen durumun devam ettirilmesi olur. Zararı sınırlı kalır. Dağılan Dev Yolcular çoğunlukla zaten dağılmıştır. Ama eğer İşçilerin Sesi çağrısında ortaya konan ve sözde teorinin yeniden üretimi adına sadece ipuçları verilmiş olmanın ötesinde, genel yönelim ve yaklaşım olarak zaten üretilmiş olan; o, bir zamanlar eleştirilen Taner Akçam’ın “Avrupa Komünizmi”, Troçkizm, Gorbaçovculuk ve demokratizmden esinlenen görüşlerinin yinelenmesinden ibaret reddiyelerle oluşturulacak “politik hareket”, “yeni düzen”in güçlendirici unsuru olmanın dışına çıkamayacaktır. “Politik hareket” oluşturma adına böyle bir doğrultu ve onun “hareketleştirilmesi”, pratik politik düzeye, örgütsel düzeye yükseltilmesi, zararlının da fevkindedir. Zararın ise neresinden dönülse kardır. Bugün saflar sert ve keskin bir biçimde birbirinden ayrılma durumundadır. Emperyalistler ve onların çeşitli ideologları, felsefecileri, tarihçileri, ekonomistleri, siyasal akımları karşısında devrimciler ve başlıca devrimci komünistler yer almaktadır. Eskiden olduğu gibi ortalarda salınmak, orta yolculuk yapmak şansı yoktur. Orta yol artık, emperyalizmle devrim ve sosyalizm, emperyalistlerle devrimci ve komünistler arasında tutulmaya çalışılabilir. Şimdi sorun, doğrudan ve açık bir şekilde emperyalizmin, karşı devrimin güçlendirici unsuru olma, onları güçlendirme sorunudur. Bu yapılmamalıdır.
Şimdi yapılmasına başlanan, bir “politik hareket düzlemi” oluşturmak üzere “nasıl sosyalizm”, “nasıl…” sorularıyla, Marksizm’in, sosyalizmin teori ve pratiğini reddetmek, bolca “devrim” lafıyla devrimi gündemden çıkarmak ve öngörülen, ama aslında temel çizgileri ve yönetimiyle şimdiden üretilmiş olan teori ve pratiğin bu gerici burjuva içerikli “yeniden üretimi”nin temelini sağlayıp ideolojik politik zeminini oluşturacağı, devrim ve sosyalizmle ilgisi ancak karşıtlıkta olacak/olan bir politik hareket yaratmaktır.

“Politik hareket”in amaçlaştırılması ve örgütsüzlük

“Bugün bir ‘politik hareket’ haline gelebilmek için öncelikle devrimcilerin politikada harekele geçmesi gerekiyor. Bugün mevcut durumu aşabilmek, bir politik çıkış yapabilmek, politik bir hareket kimliğini kazanabilmek; bütün bunlar, politika sahnesinde hareket halinde bulunmaya bağlıdır.”
Dev Yol’un eski önderleri, sonunda, yıllar sonra, “politika sahnesinde hareket halinde bulunma”nın önemini kavramış bulunuyorlar. Ama bu, devrim ve devrimciliğin dayatıp zorunlu kıldığı görevlerin bir kavranışı değildir. Bunu, yalnızca, öngördükleri hareketlenmenin içini doldurmak üzere tasarladıkları “nasıl”lı içerik açığa vurmuyor. Yılları kapsayan kavrayışsızlık bugünkü kavrayışın ne türden olduğu ve olabileceğinin bir deliliyse; bir başka delil de, Taner Akçam’ın zaman ve mekân olarak en uygun koşullarda (12 Eylül sonrasında ve liberalizm ve demokratizmin görece sağlam kök salması açısından en elverişli toprağı oluşturan yurtdışı koşullarında) denediği ve kargaşalığa yol açarak çok sayıda Dev Yol kadrosunun devrimden uzaklaşmasına neden olduğu işi, aynı içerikle, devrimciliğin “kolay”laştığı 91 ortamında yinelemeye girişirken, “politik hareket” oluşu ya da “politika sahnesinde hareket halinde bulunma”yı ele alış tarzları ve buna yaklaşımlarıdır.
Örgüt olmaktan korkma ve kaçınma ve örgütten, örneğin partiden belirsiz bir geleceğin hedefi olarak söz etmeye ama “politika sahnesinde hareket halinde bulunma”. “Eski ilişkilerin basitçe yeniden düzenlenmesi, geliştirilmesi”nin, olumsuz vurgu yapmak için kullanılan “basitçe” sözcüğü kaldırıldığında, ilişkilerin ve örgülün toparlanıp kendini ve zaaflarını aşmayı da içererek düzenlenmesi ve geliştirilmesinin, Dev Yol’un sürekliliğinin sağlanmaya çalışılmasının reddedilmesi, tayin edici “nasıl”Iı sorular ortaya atılarak “teorik-pratik yeniden üretim” öngörülmesi ve ama “yeniden üretim” gereği üzerinde durulurken sanki bu sorun en azından ana hatları, temel yönleri ve genel yaklaşım olarak çözülmüş gibi (sorun gerçekte çözülmüş ve eski Dev Yol bugün eskisinden farklı yeni ve devrimci olmayan bir yol tutmuştur) “politika sahnesinde hareket halinde bulunma”. Bir yandan, “siyasi pratiğin ve teorinin yeniden üretimi, bir program çalışmasıdır ve aynı zamanda ‘programlı bir çalışma’ olmak zorundadır” ve “İlk adımlarda ne tüt bir örgütlenmenin amaçlandığının belirlenmesi, ne tür bir parti, ne tür bir iktidar(devrim) ve ne tür bir sosyalizm amaçlandığının belirlenmesi ile birlikte yapılmalıdır. İlk adımlar, nasıl bir parti, nasıl bir devrim ve nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olunduğu şeklindeki ideolojik-politik tercihlerin etkisini taşıyacaktır” derken; öte yandan, “Sosyalizm için yola koyulduğumuz bu süreçte, önce, nasıl bir sosyalizm, nasıl bir devrim, nasıl bir iktidar amaçladığımızı, bu yöndeki politik tercihlerimizi hangi ölçüde açıklığa kavuşturabiliriz? Yani önce bunları tartışalım, açıklığa kavuşturalım, ondan sonra mı yola koyulalım? Yoksa ‘bunları sonra tartışırız’ deyip önce yola mı koyulalım? Ya da, ‘biz bu tartışmaları on sene önce bitirmiştik, tartışacak yeni bir şey yok’ deyip yola devam mı edelim? Kuşkusuz, bu saçma bir ikilemdir.” demek…
Tüm bu paradoksun anlamı nedir? Elbette tartışma, açıklığa kavuşma ve mücadele etme birlikle, bir arada yürüyecektir. Ancak politik bir hareket olarak mücadele etmenin, temel “tercihler”de belirli bir düzeyde açıklığa kavuşmuşluğu gereksindiği kesindir. “İlk adımlar”dan itibaren tüm yapılacak olanlar, “yön verici” durumda olacak “örgüt”ün ideolojisi ve temci sorunlara yaklaşımıyla belirlenecektir. Ve politik hareketlenme, eğer örneğin burjuva sendikal politika yapılmayacaksa, kaçınılmazlıkla bu hareketlenmenin merkezi örgütünü şart koşar. Örgütsüz ve temel konularda (sosyalizm, devrim, parti gibi) belirli bir açıklığa ulaşılamamışlık koşullarında “politik hareket” var etmek olanaksızdır. Ama başarılacağı söyleniyor. Bu, ne olursa olsun “politik hareket olalım” mantığıdır. Eski önderlere iş ve kendini tatmin, bunun için dayanacakları bir düzen ve kariyer gerekmektedir. Bu nedenle “politik hareket olmak” amaçlaştırılmaktadır. Hem de amaç-araç diyalektiği üzerine onca laf edildikten sonra:
“Karşımıza bir amaç-araç diyalektiği çık(..)maktadır. Diyalektiğin bulunduğu bir yerde sorunu süreç içinde ele almak şarttır. Çünkü süreç içinde ele alındığında kısa dönemde amaç olanın, uzun dönemde bir araç işlevine sahip olduğu görülebilmektedir.
“Bizim önümüzde duran iradi süreç, uzun dönemden (nihai amaç olan sınıfsız toplumdan) geriye doğru bakıldığında, sosyalizm, iktidarın kazanılması (devrim) ve parti amaçları ile tanımlanmakladır. Bunların her biri birer amaç’tır ve her amaç, bir sonraki amaç için bir araç’tır. Böylece kaçınılmaz olarak, ele alman her araç önündeki amacın özelliklerini de barındırmak, bir başka deyişle onun özelliklerini bir nüve olarak taşımak, durumundadır.”
Evet! Peki, bu, “nasıl bir sosyalizm” hedeflediği açıklığa kavuşmamış, diğer “nasıllar”a dair henüz bir fikri olmayan bir “politika sahnesinde hareket halinde” oluş, nasıl “politik hareket” olacaktır? Ve bu “politik hareket” eğer bir tür “araç” olacaksa, hangi amacın “özelliklerini bir nüve olarak taşımak durumunda” kalacaktır? Henüz “nasıl” bir “nüve” taşıyacağını kararlaştırmamış “politik hareket”! Nüvesiz, içeriksiz bir “politik hareket”! Sosyalizme yönelmesinin koşulları oluşmamış, ancak kendiliğindenci ve dolayısıyla burjuva karakter taşıyabilecek bir hareket. Amaçlaştırılmış, sosyalizmin “aracı” olamayacak ve kaçınılmazlıkla burjuva olmaya koşullu bir hareket! Eskimiş önderlere yer gerek, düzen gerek, ellerinin altında adam gerek! Üstelik bir de “söz, yetki, karar, iktidar emekçilerde olacak” deniyor! Bu önderlerle mi olacak? Böyle bir “politik hareket” ile, burjuva politikası ve hareketiyle mi olacak?!
Tam da bu noktada, “…hiç bir şey bilmesek bile, istediğimiz sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olmaması gerektiğini, devrimin nasıl bir devrim olmaması gerekliğini, partinin nasıl bir parti olmaması gerektiğini biliyoruz. Üstelik bunların nasıl olması gerekliği konusunda, devrimci hareketin teorik birikimi sayesinde önemli referans noktalarımız var.” deniyor.
Bu pasajla ilgili yazmıştık. Ve “olmaması gerekenler”, “araç”ı, “nüve taşıyan” araç yapmıyor, yapamaz. “Araç” bu haliyle amaçsız bir “araç” durumundadır. Bu anti’cilikle, ancak karşı-araç yaratabilmek olanaklıdır. Ve zaten tam da bir karşı-araç, karşı-örgüt, karşı-politik hareket yaratılmaya girişilmiştir. Karşı olunan şey, o, “olmaması gerektiği” bilindiği söylenenlerdir. Sosyalizmdir, devrimdir, partidir. Bunların karşı-aracı, “yeni” bir karşı-örgülü yaratılmaktadır.
Üstelik sıkışılan noktada, eskiye dönülmekte, hem örgüt olarak ve hem de sürekliliği reddedilerek kopuşma ilan edilen Dev Yol’a, onun teorik birikimine müracaat edilmektedir.
12 Eylül sonrası alınan merkezi darbeden bu yana sayarsak 10, örgütsel süreklilikte tam bir kesintinin başlangıcı olarak Mahmut Memduh’un tutsak düşmesinden sonrasını alırsak yaklaşık 5 yıllık faaliyetsizlik, yalnızca mahkemelerde değil, dışarıda ve dışarıya yönelik olarak da tutulan uzlaşmacı, örgülü reddeden, devrimci olmayan yol eski önderlerin itibarından çok şey götürmüştür. Öz güvenlerini yitirmelerine yol açtığı gibi, Dev Yolcular nezdindeki güvenilirliklerini de yok etmiştir. Bugünkü hareket tarzlarını, “politik hareket” oluşturma “taktiklerini” belirleyen önemli nedenler arasındadır bu etken.
Eski Dev Yol önderleri siyasal önderlik nitelikleri açısından güvenilirliklerinin en alt düzeyde olduğunu kuşkusuz kendileri de görüyorlar. Hem yine bir “politik hareket”in başında olmayı istiyorlar, hem de bunun kolay olmadığını, birçok Dev Yol militanının “onlarla şuradan şuraya gidilmez, gitmem” dediğini biliyorlar.
Kadroları arasındaki ilişkiler ve birbirlerine güven zedelenmiş ve çoğunlukla kopuşmuş Dev Yol’un, bu koşullarda “mevcut (ve eski) ilişkilerin basitçe yeniden düzenlenmesi, geliştirilmesi” yoluyla örgütsel sürekliliğinin sağlanması, onlara başarı şansı olmayan boşa bir çaba olarak görünmektedir. Eski defterlerin karıştırılmasına götürecek, gereksiz ve sonuç alınamayacak, isteklerine ulaşamayacakları bir girişim… Anlaşabilen, uzlaşabilen eskilerin içinde yer alacağı, nostaljiden, Dev Yol’un eski başarılarından güç alan, yeni insanlar ve yeni ilişkilerle ve önemlisi, eskinin zaaflarını aşmak yerine onlara zamane modalarından etkilenerek benimsenmiş çok daha köklü yenilerini ekleyerek, günün emperyalizm tarafından belirlenen “yeni düzeni” koşullarına uygun, bu çerçeve içinde mümkün olabilecek kendi düzenlerini kurabilecekleri, amaçsız ama kendisi amaçlaştırılmış bir “politik hareket” yaratma fikrinin kaynaklarından biri buradadır. Bu elken, örgütsüzlüğün, örgüt olarak ortaya çıkmaktan kaçınmanın, göreceğimiz gibi, “kim” sorusuna yanıt veremez halde, soruyu -yalnızca yanıtsız bırakma değil- reddetme yoluna gitmenin ve kendiliğindenci politik ve örgütlenme laktikleri geliştirmenin temel nedenleri arasındadır.
Böyle bir yol tutulunca, hem eski Dev Yol’un prestiji gereklidir ve sıkışıldığında teorik birikimine de başvurulmaktadır ve hem de ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak aşılarak ama sürekliliği sağlanarak sahiplenilmesi olanaksız olmaktadır. Eski militanlar ve ilişkiler -uzun eylemsizlik yılları sonunda şimdi çoğu heder ve dejenere olarak şöyle ya da böyle düzenin çarkları haline gelmiş ya da onlara takılmış olsalar da- eski, 10-15 yıl öncenin koşullarının ve devrimci ruh halinin ürünü, ama yenilgi koşulları ve yıllarında aralarında güvensizlikler baş göstermiş unsurlardır. Ve bir “politik hareket”in bugünü gözetmesi gerekmektedir. Günün emperyalizmin dikte ettirdiği nesnel koşullarını ve yine ona bağlanan, onun tarafından geliştirilmiş ya da beslenmekte olan moda akımlarını… “Nasıl” tanışmaları, saf iyi niyetli yanlış fikir yürütmeler olarak gündeme getirilmiş değildir kuşkusuz. Ve zaten gündeme getiren de eski Dev Yol önderleri değildir. Onlar sürdürülmekte olan bu tartışmada taraf tutmuşlardır yalnızca.
Şimdi bu nedenlerle “teorik ve pratik olarak yeniden üretilmiş” bir “politik çıkış yapmak”, bir “politik hareket” oluşturmak şart görülmekledir. (Kuşkusuz bu “politik çıkış”ın amacı değişik tanımlanmaktadır: “de-politizasyon” kırılacak, “de-moralizasyon”un üstesinden gelinecektir bu “çıkış” aracılığıyla.) Ama burada da sorun çıkmakladır. Eski önderler kendilerinde politik hareketi oluşturuyoruz” ya da eskiden olduğu gibi “yaptık oldu” deme gücünü bulamıyorlar.” Yapılmalı-edilmeli” diyorlar, ama alttan alla yönlendiriyorlar ve yapıyorlar. Bir yandan “her devrimci kurmaydır, kurmay olmalıdır”, “kendisini siyasi çalışmanın öncü müfrezesinde yer almakla yükümlü gören her devrimcinin bu çalışmaya (kurmay çalışması -Ö.D) katılma sorumluluğu vardır” denmekledir ve öte yandan “nasıl”lı yollar çizilmekte ve temel görüşler ve yaklaşımlar “3-5 kişi” tarafından belirlenmekledir. “Nasırlı arayışların, kendisini “yükümlü gören her devrimcinin” şu ya da bu biçimde katıldığı bir “genel kurul” ya da kurultay da kararlaştırılmadığı kuşkusuzdur. Ve ama eski önderlerin “her devrimci”yi kendileriyle eşil haklara sahip kurmaylar olarak “ödüllendirmeleri”nde, kendilerine güven eksikliği ve güvenilirlikten yoksunluk yanında, günün moda akımlarınca yaygınlaştırman örgütsüzlük ve organize hale yükseltilmeyen ve yönlendirilmeyen “katılımcılık” propagandasının, hem kendileri vc hem de kendiliğindenci reformcu yönelimlerine uygun olarak gözetmek zorunda oldukları “her devrimci” üzerindeki etkisinin de rolü vardır.
“Yeni” bir “politik çıkış yapma”ya soyunan eski önderler eskiden kalma sorunlar olduğunu, bu nedenle eski yapının aşılarak da olsa sürdürülemeyeceğini, üstelik bugünün nesnel ve öznel koşullarında arzuladıkları türden bir “politik çıkış” yapma ya da düzenlerini kurmanın “nasıl”lı ve sonuçları olarak burjuva “katılımcı” ya da “katılımcılık” karikatürü “yeni” görüşleri sahiplenmeyi zorunlu kıldığını, bununsa eski sorunlara yenilerini eklediğini bilerek, “politik hareket” yaratmayı taktiğe bağlıyorlar:
“Şimdi atılacak ilk adım, devrimci hareketin yeniden üretilmesi anlamında bir devrimci birlikteliğin zemininin hazırlanması çalışmasıdır. Bu, kendimize, ‘birleş’ komutundan önce, ‘birleşmenin gereklerini yerine getir’ komutunu vermemiz demektir, ilk amaç olarak birleşmenin (devrimciler olarak birlikte siyasi çalışma yapmamızın) zemininin hazırlanmasına yönelik bir vaziyet alış, bu amaca ulaşabilmemiz için varolan imkânlarımızın, kendi gücümüzün değerlendirilmesini ve bu amaca ulaşırken önümüze çıkan engellerin tespitini ve bu engellerin ne şekilde aşılabileceğine karar verilmesini gerekli kılıyor.”
Birleşilemiyor, önce bu birleşmenin zemininin hazırlanması gerekiyor. Birleşilecek yer, parti filan değildir. Henüz birlikte siyasi çalışma yapabilmek için bir birleşmeden söz edilmekte ve bunun zemininin hazırlanması üzerinde durulmakladır. Şimdilik sadece “vaziyet alınacak”, “değerlendirme” ve “teshiller” yapılacaktır. Birleşebilenlerin birleşip örgüt kurulması ve geri kalanlarla mücadele içinde birleşilmesi yolu tutulmuyor; çünkü bu, eskinin mücadeleyi sürdürme yanlısı unsurlarıyla başlatılacak eskinin sürekli kılınması tulumuna denk düşecektir. .
İstenense, bu değildir. Mevcut ilişkilerin bile yetersiz olduğu kabul edilmekledir: “Henüz ‘dört elimiz’ yok, sayımız az…” İkincisi, etrafında birleşilebilecek güvenilir otorite yoktur ve hemen oluşturulamamaktadır. Üçüncüsü, eski önderler eski Dev Yol birikimi temelinde bir birlik oluşturmak istememekte, bunun “değişen” “yeni koşullar”a ve günün ihtiyaçlarına cevap vermeyeceğini, sağlam ve zararsız “sosyalizm”, “devrim” ve “parti” türleri “keşfetme”nin gerekli olduğunu, üstelik Dev Yol birikiminin gereksiz ve “aşırı devrimci” bir dizi yönü olduğunu ve bunlardan kurtulmak gerektiğini düşünmektedirler. Ve dördüncüsü, modaya göre, birlik, herkesin katılacağı tartışmalar içinde, örgüt ve örgüt fikri karşıtı bir özgürlükle ve katılımcılık yüceltisiyle gerçekleşmelidir ve gerçekleşebilir! Sonuncusu, örgütlenmede ısrar, örgütsüz özgür durumuyla Dev Yolculuk beyan eden çok sayıda insanın dışlanması anlamına gelecektir; onları ürkütmek gereksiz bulunmakta ve bu nedenlerle örgütsüzlük, önderlerin istek ve çıkarlarını da yansıtmak üzere, benimsenmektedir.

“Örgütsüz kurmay” ya da “çarıklı erkânıharp” ve iradesiz pratikçilik
“Birleşmenin gereklerini yerine getirmek” ya da “devrimci harekelin yeniden üretilmesi anlamında bir birlikteliğin zemininin hazırlanması” “ilk adımlarından itibaren ve bu adımları atabilmek için, çağrı (eski önderler), bir “kurmay çalışması”nı öngörmektedirler. “Kurmay” denince, gerçek bir kurmay ve onun çalışması anlaşılmasın. Çağrı, komünizmde ortadan kalkabilecek kol ve kafa emeği, “mühendislerle ameleler” arasındaki çelişmenin yok olma yönündeki gelişmesine bugünden ayak uydurma gereğini abese vardırarak, öncüyle kitleler, partiyle sınıf arasındaki ayrımları yadsımakla kalmamakladır. Çağrıda, aynı zamanda, teorik pratik deney ve birikim, kültür ve eğilim, beceri, sınıfa yakınlık ve disiplin, fedakârlık vb. düzey farklılıklarından kaynaklanması kaçınılmaz, genel olarak devrimciler arasındaki ve özel olarak örgüt (ve parti) içindeki ayrımlar, ortadan kalkma koşulları olgunlaşmadıkça işbölümü ve hiyerarşinin gereği yok sayılmakta; kurmayla ordu birbirine eşitlenmekle ve devrimciler arasında önderlerin özel bir yere sahip olduğu gerçeği de yadsınmaktadır.
Kuşkusuz sınıf ve emekçiler karşısında parti ya da Marksist devrimci örgütün kendisi, örgüt olarak, kurmaydır ve parti ya da parti-öncesi bir proleter örgütte kuşkusuz teorik ve pratik yaşama ve üretim faaliyetine tüm üye devrimcilerin ve hatla çevre yapıların katkısı ve katılımının sağlanması ve bunun için çaba, temel bir sorundur, küçümsenemez. Ama buradan hareketle, “her devrimci”yi “kurmay” sayma, hele “örgütsüz her devrimciye “kurmaylık” payesi verme, Marksizm’e ve askerlik sanatına “örgütsüz kurmay” gibi bir katkı yaparak “kurmaylık” fikri ve tanımını dejenere etmenin yanında, bireycilik ve örgütsüzlük övgüsü, örgüt karşıtı özgür aydın aldatmacası, ve, bir bütün olarak, kendiliğinden gerçekleşecek bir “kurmay çalışması” ile siyasal mücadeleyi tamamen kendiliğindenliğe ve dolayısıyla burjuvaziye terk etmektir. Çağrıda şunlar yazılı:
“Bu çalışmayı (kurmay çalışmasını -Ö.D), ortak pratiğimizin ürünü bir ortak iradeyi tecelli ettirebildiğimiz ölçüde yerine getirebileceğimizi biliyoruz. Bu doğrultuda, pratik-teorik ayakları üzerinde yükselecek bir politik çıkışın imkânlarını araştırmak ve yaratmak, önde gelen görevimiz olarak görülmelidir.
“İşte bu, kurmay çalışmasıdır. Kendisini siyasi çalışmanın öncü müfrezesinde yer almakla yükümlü gören her devrimcinin bu çalışmaya katılma sorumluluğu vardır.”,
“… Örgütün yaratılabilmesi için her devrimcinin çalıştığı mekanın, mücadele verdiği alanın kurmayı olma iddiasını, sorumluluğunu yüklenmesi şarttır, örgütlüyü da örgütsüz, her devrimci kadro, kurmaydır..”
Burada örgütsüzlüğe ve onu sürdürmeye-çağrı dışında ne vardır? Tek bir şey daha: “ortak irade”nin “ortak pratiğin ürünü” olarak şekillenecek oluşu öngörüsü. Yani önce, üzerinde birleşilmiş bir irade, bir irade birliği olmadan, nasıl olacaksa bir “ortak” pratik yürütülecek ve bu pratik ortaklık irade birliğinin oluşumunun zemini olacaktır. Yine yani, “islim arkadan gelecektir”! Bu, örgüt karşıtlığının örgütlenmesi ya da örgütsüzlük fikrinin doğal bir sonucudur. Örgüt, irade birliğini gereksinir ve irade birliği olmadan örgüt olmaz. Etrafında irade birliğini sağlayacak itibarlı önderlerin yokluğunda, örgütsüzlük, örgütsüz “kadrolar”ın kurmay olarak kabul edilmesi, irade birliğinin sağlanması ve “politik çıkış”la “partinin kazanılması”nın kendiliğindenci ele alınışı kader görülmekte ve bu yola girilmektedir.
Ne olursa olsun bir “politik çıkış” yapılacaktır, ama önder ve örgüt yoktur. Bu durumda, “örgütlü ya da örgütsüz her devrimci kurmaydır” düşüncesi geliştirilmiştir. “Örgütsüz kurmaylar”, “irade birliği”nden yoksun “her devrimci”, “ortak pratik” örgütleyecek ve bu temelde “ortak irade”yi de “tecelli ettirecek”tir! Örgütsüzlük övgüsü ve örgüt karşıtlığından hiçbir zaman örgüt çıkmamıştır. Mümkün olabilecek olan, ancak çevre halinde bir arada bulunuştur. Ama buradan örgüte varılacağı, parti, devrim ve sosyalizmin bu noktadan hareketle “kazanılacağı” iddia ediliyor.
Teoriyi ve “ortak irade”yi, yürütülecek “ortak” pratik temelinde kendi başlarına ve kerametleri kendilerinden menkul “kurmaylar” olan “her alanda çalışan” “her devrimci”nin çalışması şekillendirecektir. Kendiliğinden. Örgütsüz.
Bu, “kendisini yükümlü gören her devrimci”, “ortak irade”siz “ortak pratik”i nasıl gerçekleştireceklerdir? Yeni görüşler, “dünyadaki değişiklikler” ve “teori ve pratiğin yeniden üretimi”, “nasıllar”, eski önderlerin Dev Yol’u yönlendirdikleri ve etkisini bugünden önemli ölçüde hissettiren istikameti oluşturuyor. Bu yeni “teorik ürünler”, bugünkü Dev Yol “iradesi”ni etkilese ve halta bir ölçüde ona damgasını vursa bile, henüz “irade birliği” bu temelde sağlanmamıştır. Bu yeni ürünlerin henüz “ortak irade”ye can verdiği, çağrıda da savunulmamaktadır. “Ortak irade”, belirtildiğine göre, ancak “nasıl olmaması gerektiği” üzerinde, olumsuz anlamda ya da antici tarzda vardır “yeni ürünler” ile ilgili olarak. Asıl “ortak irade”, “politik çıkış”a olanak tanıyacak “ortak irade” eskiden kalmadır. Onu eski Dev Yol birikimi sağlamaktadır. (Ve kuşkusuz, eski görüşler yeni görüşlerle uyum sağlayacak pek çok unsur barındırmaktadır) Yeni görüşler öneren eski önderler, bu noktada eski Dev Yol görüşlerini referans göstermekle sakınca görmüyorlar.
Ne anlama geliyor bunlar? Birincisi, eski önderler kullanacakları kendi prestijleri olduğunu düşünmüyorlar, ama Dev Yol soyutlamasının hala bu prestije sahip olduğu görüşündeler. Sıkışınca eskiye başvurmaları, bunu gösteriyor.
Ama “devrimci hareketin teorik ve pratik olarak yeniden üretileceği” ve geçmiş birikimin ancak “önemli referans noktaları” sunduğu söylendiğine göre, eski birikim, “ortak pratiğe” yön verecek “ortak irade”yi oluşturmak açısından yeterli değildir. Bu yetersizlik, çağrıda da ifade edilmekte ve “ortak irade”nin “her devrimcinin ortak pratiği” ile tecelli edeceği belirtilmektedir. Bunun anlamı ise şudur Bugünkü “mücadele”ye, “politik çıkış yapma” çalışmasına katılacak eski (ve daha çok yeni görüşlerle kazanılmış yeni) Dev Yolcular pratik eylemlerinde “dirsek teması”nda bulunacaklar; birleşebildikleri kadar eski “referans noktaları” ve yeni yaklaşımlar temelinde birleşecekler, dirsek temaslı “ortak pratik” içinde yakınlaşacaklar ve giderek birlik noktalarını artıracaklardır. Belirli bir iradi zemini olan ortak pratik böylelikle yeni “ortak irade”yi üretecektir. Tasarlanan budur. Ama kuşkusuz, bu tasarım örgütlü çalışmayı dışlamaktadır. Çünkü görece sağlam irade birliği olmadan örgüt ve örgütlü faaliyet olanaklı değildir. Dev Yol önderleri, bir yönüyle, moda örgütsüzlük fikrine duydukları sempati nedeniyle, bir yönüyle de, üstesinden gelmeye güç yetiremeyeceklerini düşündükleri mevcut dağınıklık koşullarına boyun eğerek, yeni “nasıl”lı yaklaşımlarını “ortak irade” olarak kabul ettirmenin bu dolambaçlı ve örgütsüz yolunu benimsemişlerdir.
Aralarında sağlam bir ilişkinin mekanizmasından, merkezi bir bağlantılar sisteminden yoksun, merkezi bir örgütlenmenin unsurları olmayan “kendini yükümlü gören, her alandaki her devrimci”, merkezi bir disiplin ve yönlendirmeye de sahip olmadan, “ortak pratik” faaliyet yürütecekleri gibi, her biri birer “kurmay” olarak, “ortak irade”nin oluşturulmasına sadece katılmayacak (her örgütte her üye irade birliğinin geliştirilip derinleştirilmesine katılmak durumundadır); örgütsüzdük koşullarında onu oluşturacaktır! Çağrıda deniyor ki:
“Kuşku yok ki, siyasi pratiğin ve teorinin yeniden üretimi, bir program çalışmasıdır ve aynı zamanda ‘programlı bir çalışma’ olmak zorundadır.”
Örgütsüzlük övgüsüyle bu söylenenler nasıl uyumlu kılınabilir? Bu, birbirini yadsıyan iki şey nasıl bir arada ifade edilebilir?
Herhangi türden örgüt bağından yoksun, “kendiliğinden kurmay”, “ordusuz kurmay” “her devrimci”nin “programlı bir çalışma” yürütebilmesi mümkün müdür5? Tek tek “her devrimci” ancak kendi başlarına ve tek tek, ayrı ayrı programlar yapmayacaklar mıdır? “Programlı çalışma”dan tek başlarına kişilerin kendilerini programlamaları kastedilemeyeceğine göre, bu, ancak en azından bir koordine merkezini, merkezi bir büro ve orada merkezileştirilmiş çalışmayı gerekli kılmaz mı? Çalışma merkezileştirilmeden, aynı anlama gelmek üzere örgütlü bir çalışma olmadan, programlı olamaz. “Gönüllü disiplin” denebilir. “Her devrimci gönüllü olarak programlı çalışmaya” katılır iddiasında bulunulabilir. Peki, programı kim yapacaktır? Eğer “her devrimci” birlikte yapacaksa koordinasyon nasıl sağlanacaktır ve ileride tartışacağımız bir soru burada da ortaya çıkıyor koordinasyonu kim ya da ne (hangi araçla) sağlayacaktır? Örgütlü olarak ifadelendirilmeyen “gönüllülük” ya da “gönüllü disiplin”, liberter ya da liberal kendiliğindenciliğin savsaklamacılığı, başıbozukluk yüceltisi bir aldatmacadır. Üstelik alternatifçilik gereksizdir; Marksist örgütler, zaten, ancak ve ancak gönüllü disipline dayanır, gönüllülük temelinde varolabilirler.
Örgütlendirilmemiş “programlı çalışma” ancak saçmalık olabilir. Bu, ancak, örgütsüz “her devrimci”nin dirsek temaslı bireyler olarak oluşturacakları çevreler halinde yapacakları bir çalışma olarak mümkündür. Burada yine bir örgütlülük durumu vardır. Ama bu gevşek bir örgütlülük durumudur. Sendikalar, genel olarak kitle örgütleri bu gevşeklikte örgütlenebilir, ama bir “devrimciler örgülü” ya da siyasi iddiası olan ve hele sosyalizmi amaçlayan bir örgüt asla. Ve çevre örgütlenmesi durumunda da, gevşek bağlar üzerine, otursa bile, yine bir yönlendirici güç, bir merkez, bir önderlik vardır. Dev Yol örneğinde, İşçilerin Sesi’ni araç olarak kullanan eski önderlerin yönlendiriciliğinin bulunduğu gibi. Her şey bir yana, eleştirdiğimiz çağrıyı yayınlayan işçilerin Sesi’nin “yönlendirici merkez” olduğunu kim reddedebilir? Ve yayılan görüşlerin eski önderlerin görüşleri olduğunu kim inkâr edebilir? Kuşkusuz bir yönlendirme, bir önderlik ve merkezileşme vardır. Sorun burada değil, şuradadır ki; yönlendirici merkez, kendine güvensizlik ve çeşidi laktik nedenlerle “alçakgönüllülükle” merkezliğini “reddetmekte” ve örgüt ve örgüt bağları değil, çevre ve gevşek çevre bağları oluşturmaya yönelmektedir. Çevrenin içinden giderek örgüt çıkaracaktır. İnşallah!
Durum budur: eski önderlik ve onun çevre oluşturmaya çalışması. Ama alçakgönüllü görüntüde bir tutumla, üstelik “örgütsüz her devrimcinin kurmaylığı”ndan söz açılmaktadır. Bu “örgütsüz her devrimcinin kurmaylığı”yla hem “programlı bir çalışma” yürütülecek ve hem de “program çalışması” gerçekleştirilecektir. Eski önderlerin durumu teorize edişleri böyledir.

Kendiliğinden bir program!

Peki, program çalışması, örgütsüzlüğün teorileştirildiği koşullarda nasıl yürütülecek, program nasıl oluşturulacaktır?
İşçilerin Sesi çağrısının şu iki pasajı bir arada bu sorunun yanıtım sağlamakladır:
“Ülke çapında bir mücadele programını teorik-pratik çakışımızla çerçevesini çizerek, pratik politik çıkışımızla somut içeriğini doldurarak (ve içeriğin çerçeveyi, yani pratiğin teoriyi zorladığı, teorinin yetersiz kaldığı yerde ise içeriğe önem vererek) ve somut anlamıyla her mücadele alanındaki programların bileşkesi olarak üretebiliriz. İler alandaki somut ve farklı sorunlarımızı ise teorik-politik çıkışımızla (çerçevemizle, bakış açımızla) yetkinleştirebileceğimiz devrimci çözümlerimizle ele alabiliriz.” ve
“.. örgütün yaratılabilmesi için her devrimcinin çalıştığı mekanın, mücadele verdiği alanın kurmayı olma iddiasını, sorumluluğunu yüklenmesi şarttır.”
Üç başlıca tez ileri sürülmüş oluyor:
1. Program, her mücadele alanındaki programların bileşkesi olarak üretilebilir.
2. Her devrimci çalıştığı alanın kurmayıdır.
3. Teori ile pratik çeliştiğinde, teori yetersiz kaldığında pratiğe önem verilmelidir.
Sentez şu olmaktadır: Her devrimcinin kurmay olduğu çalışma alanlarında üreteceği özel ve somut programların bileşkesi olacak program, ancak teori karşısında pratiğe önem verilerek üretilebilir.
Bu sentez, bir dar pratikçilik, kendiliğindencilik ve örgütsüzlük savunusu şaheseridir.
Program, “kurmay”ı oluşturan “örgütlü-örgütsüz” oluşu önem taşımayan her devrimcinin (kendisine “Dev Yolcuyum” diyen herkesin) çeşitli çalışma alanlarında oluşturacakları özel programların toplamı, bileşkesi olarak üretilecek!
Birinci olarak, çalışmanın merkezi örgütsel bağlarla birbirine bağlanmadığı farklı alanlardaki farklı pratikler içinde üretilecek. Kimi “Hanya’ya giderken kimi Konya’ya” gitmesi muhtemel değil kaçınılmaz farklı çalışma alanlarındaki çabalara bağlı olarak üretilecek! Ve işin ilginci, tek tek çalışma alanlarının durum, sorun ve ihtiyaçlarının araştırılması ve çözümlenmesi çabasına bağlı olarak gerçekleştirilecek bu üretim. İşçi “devrimciler” işçi çalışması programı, memur olanlar memur programı, köylülük içinde çalışanlar kırsal alan programı … oluşturacaklar; bunlar bileşecek ve Dev Yol’un “sosyalist programı” “tecelli edecek”! Ülkenin bütünsel koşullarını göz önünde tutmak, onları Marksist teori ışığında araştırmak ve çözümlemek şansına, çalışma yapacakları özel pratik alan ve onun özgünlüğü dolayısıyla sahip olamayacak tek tek ve çalışma alanlarında (haydi diyelim ülke çapında da) dirsek temaslı “devrimci” bireyler, “kurmaylar”, “bileşke” bir yana, onun bileşenlerini, çeşidi alanların somut programlarını nasıl oluşturabilirler? Bu, olanaksızdır. Tek yönlü olarak parçadan bütüne gidilemez. Parçalar, somut araştırmaların konusu edinilip, veri olarak, bütünün çözümlenmesinde yararlı bir kullanıma, araçlık edebilirler. Parça ya da somut, somuttan soyuta ya da parçadan bütüne ve sonra tekrar soyutlan somuta ya da bütünden parçaya gidilerek çözümlenebilir. Başka Marksist yöntem yoktur. Materyalist diyalektik, tümevarım ve tümdengelim yöntemlerinin, birbirini tamamlamak üzere, bağıntılı olarak birlikle kullanılmasını öngörür. Özel alanlardan giderek bütüne (bileşkeye) varmak ve onu bu pratikçi, deneysel tek yanlılıkla “çözümlemek”le yetinmek, geneli ve onun yasalarını küçümsemek ya da yok saymak ve bütünün çözümlenmesinde çıkmaza saplanmaktır. Bu yöntemle özel alanların ve sorunlarının da doğru çözümlenmesi olanaksızdır.
Özel alanların, somutun, deneylerin bilgisiyle genel yasaların geçerliliğini doğrularken, genel yasaların bilgisi ışığında özel alanlar ve sorunlarına yaklaşılmazsa, dar pratiğin yanıltıcılığından kurtulmak mümkün olmayacaktır. Eleştiri konumuzla ilgili olarak söylenecek şey, çeşitli çalışma alanlarının dar pratikçi kendiliğindenci çözümlemeleri ancak burjuva çözümlemeler olabilir. Bu alanlardaki pratik ve hatla teorik eylem, doğru genel programatik çözümlemelere götürmeyeceği gibi, somut çalışma alanlarının doğru çözümlenmesini de sağlayamaz.
Program oluşturmak, özel araştırma ve çözümlemelerin ötesini gerektirir. Ülkenin, emperyalizmin genel durumu, koşulları ve genel sorunları, devrimin genel sorunlarının açıklığa kavuşturulmasına varmak üzere, çeşitli alanların özel durum ve sorunlarına kadar inerek, genel ve Marksist teoriyi ustaca kullanan yaklaşımlara konu edilmezse, değil programatik çözümler taktik çözümler bile üretilemez. Doğal ki yine de bir tür üretim olanaklıdır. Ama bu üretim, ancak burjuvaziden çekilecek kopyaların tasnifi olabilir. Siyaseti ve teori geliştirmeyi burjuvaziye terk eden dar pratikçi kendiliğindenciliğe, ancak burjuvazinin programlarının kopyalanmasının çeşitli “yeni” düzenlemelerini yapmak kalabilir.
Çağrı, bu zaaf ve açmazının farkında olarak, diyalektik laf oyunlarıyla durumu kurtarmaya yönelmiştir. Genel yaklaşımlar ve bakış açısının yetkinleştirilecek olmasıyla “her alandaki somut ve farklı sorunlar”ın ele alınabileceğini de söylemektedir. Ancak açmaz birkaç açıdan giderilemez kalmaya devam etmekledir. Birincisi, program, “bileşke” olarak, çeşitli alanlardaki çalışmalara bağlı olarak oluşturulacaktır. İkincisi, ancak programı oluşturacak bu çalışmaya bağlı olarak yetkinleştirilecek (fiil, gelecek zaman kipiyle kullanılmakladır; doğrusu da budur, çünkü Öncelik, özel çalışma alanlarındaki programların -ve buradan giderek bileşkenin- oluşturulmasındadır ve “yetkinleşme”nin bu çaba başarıyla ilerlediği ölçüde “sağlanabileceği açıktır, üstelik ifade edilmekledir) teorik bakış açısıyla dönüp somut alanlara bakılabilecektir. “Teorik” bakış açısını “yetkinleştirecek” olan, somut alanlardaki somut programların yaratılması çabasıdır. Ve üçüncüsü, ileri sürülen bir üçüncü tez daha vardır: teori yetersiz kaldığında pratiğe önem verilecektir. Öncelik pratiktedir. Çağrının, Bacon’vari bir deneyci, dar pratikçi yaklaşıma sahip olduğu açık ve kesindir. Buysa, kendiliğindenciliğin ve örgütsüzlük savunusunun doğal bir unsuru ya da kalkış noktasıdır.

Yanıtsız soru: “kim” ya da “örgüt”?
Şimdi “kim” sorusuna geliyoruz.
Eleştirilenler kimin bakış açısıdır? Hiç kuşku yok, eski önderlerin. Bu bakış açısını yansılan işçilerin Sesi’nin. Ama hayır, “alçakgönüllü” eski önderler ve İşçilerin Sesi’nin kendiliğindenci burjuva “katılımcı” teorizasyonunda, örgütün yanı sıra, feminist ve liberterlerin tarzıyla, önderlik de reddedilmekte; önderler, yönlendirici fonksiyonlarını fiilen uygulamalarına karşın, açıkça önderliğe soyunmaya cesaret edememekle ve önderliği “her devrimci” arasında dağılarak, bu “her devrimci”den birkaçı olarak gazetede yazan/yazacak, fiili koordinatörlüğünü yaptıkları/yapacakları “pratik-politik çıkışın” örgütlendiricileri arasında “birileri” olarak belirmektedir.
Yanıtsız bırakılan, soru olarak yadsınarak yanıtı saptırılan soruların başında gelen “kini” sorunu şöyle ortaya konuyor:
“…İradi gücün cisimleşmesi, belli ki ortak pratik içinde şekillenecek. Peki ama, bu iradi gücün şekillenmesi için iradi müdahaleyi ‘kim’ yapacak? Aslında yanıt, sorunun içinde saklıdır. Bu gücün sahipleri! İşte bu nedenle, tek tek bireyler söz konusu olduğu zaman hiç kimse kuşku duymamalıdır. İsteyen herkesin ‘devrimcilik’ yapabileceği ortak pratikleri, devrimciliği hayatın her alanında farklı düzeylerde yeniden üreten siyasi çalışmaları bulmak (keşfetmek!) hiç de zor sayıl-mamalıdır. İliç kimsenin, ‘ben devrimcilik yapmak istiyorum, ama kiminle çalışacağımı bilmiyorum’ şeklinde bir mazereti olamaz! (Mazeret olsun diye ileri sürülen mazeretler bir yana, neden olmasın? Devrimcilere yasala bir örgütsüzlük ve kendiliğindencilik empoze edilmenin dışında nasıl bir güvenilir devrimci alternatif sunuluyor ki? Devrimciler, kuşkusuz güvenilir yoldaşlarla güvenilir bir örgüt içinde çalışmak isteyeceklerdir. Bunun yolunu göstermeyen örgütsüzlük öneren çağrı, bu tutumuyla, devrim ve örgüt karşıtı ve hoşnutsuzlara, gerçek mazeretçilere zemin olmaktadır, çağrıya başla bunlar yanıt verecektir. -Ö.D)
“Devrimcileri bu çalışmalarda ortak pratikleri bir araya getirdi ve getiriyor. Elbette devrimci bir parti kurulduğu zaman, başta merkez komitesi olmak üzere yetkili meşru parti organları bu çalışmaları parti çalışmaları olarak düzenleyecektir, kadroları parti çalışmasına göre ‘bir araya’ getirecektir. Ama şimdi? Kendini merkez komitesi yerine koya bilen üç-beş kişi mi?
“Yok öyle şey!
“Söz konusu edilen müdahaleler ancak ve ancak, politik çalışmada yeterli ve gerekli olmaktan kaynaklanan bir meşruiyet zemini üzerinde geçerli olabilir. Aksi halde, bu ‘üç-beş kişi’ye, pekâlâ, üç-beş bin kişi ‘sen de kim oluyorsun?’ diyebilir! (Lenin ‘böyle’ yapmamış mıydı? Hayır, yapmamışa!) Kaldı ki, ‘gerekli müdahale’ üç-beş kişi ile yapılabilseydi, bu ‘mümkün olsaydı’, zaten ‘devrimcileri kim bir araya getirecek’ sorusu sorulmazdı.
“Aslında soru yanlıştır. Devrimcileri kim bir araya getirecek diye sorulmamalıdır, devrimcileri ‘ne’ bir araya getirecek diye sorulmalıdır. Bunun yanıtını sürekli tekrarlıyoruz işle; ortak pratikleri! Devrimcileri kim mi bir araya getirecek? Hayatın değişik alanlarında devrimci ‘çalışmada yer alanlar’, tanımı gereği, zaten bir araya gelmiş, yerlerini almış sayılmayacaklar mı? Elbette!”
Önderlik reddi, örgütsüzlük ve kendiliğindenci pratikçilik daha iyi savunulabilirdi, ama bu da, bir savunu tarzıdır. Bir de volantarizm edebiyatı yapılıyor! Her şey o denli pratiğin sürükleyiciliğine bırakılmıştır ki, “kim” sorusundan ısrarla kaçılmakladır, örgüt bile kendiliğinden kurulacaktır! “Kim”in yanıtı, “bu gücün sahipleri” olarak veriliyor. Bu yanıt mıdır!?
“Kim” değil de “ne” sorusu sorulmalıymış ve yanıtı da “ortak pratik”miş, “mücadele”ymiş! Mücadelesiz hiçbir şey elde edilemeyeceği gibi, “pratik-politik çıkış”ın da, “teorik-politik çıkış”ın da, “ortak iradi gücün cisimleşmesi” ve parti dahil her türlü örgülün de mücadelesiz elde edilemeyeceği kesindir. Bu genel doğru ardına saklanmakla hiçbir şey izah edilmiş olunmuyor. “Kim”-“ne” ikilemi oluşturarak kaçamağa sığınılmamalıdır. “Kim”, “ne” ya da “nerede” soru zamirlerinden birisiyle düzenlenecek “hangi araçla” sorusunun yanıtlanmasından kaçılamaz. Kimse “kim” sorusuna Ali ya da Veli yanıtını beklemez, beklemiyor. Yanıtı islenen, “kim” tarafından, “hangi araçla”, “ne”ye başvurularak, “nerede” ve “nasıl” örgütlenileceği sorusudur. Mugalâtaya gerek yok. Sorun, kendiliğindenci olup olmama sorunudur, örgüt aracına başvurup vurmama sorunudur. “Kim” ile sorulan da örgüt var mı-yok mu sorusudur. Örgüt reddedildiği için, yanıtlanmaktan kaçınılmakta-dır. “Çalışmalarda yer alanlar, zaten yerlerini almış sayılmayacaklar mı”ymış! Ancak bu denli totoloji yapılabilir ve kendiliğindencilik ancak bu denli açık formüle edilebilirdi…
Sıkışıldığında açmazların üstesinden gelme ve boşlukları doldurma yolu hep aynıdır: gelecek zaman kipini kullanmak ve sorunu, süreç-taktik uygulayarak süreç-örgütlenme sorunu olarak ortaya koymak, geleceğe fırlatmak. Gelecekte parti kurulduğu zaman merkez komitesi ve diğer yetkili parti organları olacakmış! (Bir de o olmasaydı!) O zaman bu organlar her alandaki çalışmaları düzenleyecekmiş!.. Şimdi, “parti-öncesi” mi? Şimdi organlar olamazmış! “Üç-beş kişi” kendini merkez komitesi yerine koyamazmış! Eski önderler Marksizm’den bu denli habersiz olamazlar. Eskiden kendilerinin de böyle “üç-beş kişi”leri vardı. Yapmışlar olmuştu! Marksizm’in deneysel ve teorik hazinesinde “geçici merkez komiteleri”, “koordinasyon komiteleri” vb. vardır. Bunların fonksiyonu, oluşumun, dağınıklığın vb. geçici durumuna son vermenin geçici örgütleri olmalarındadır. Bunlar, bir partinin ya da oluşum halindeki partinin, partiye giden yoldaki diğer örgütlerin geçici yetkili organları olarak çalışır ve bir an önce bu geçiciliklerine son vermeyi amaç edinirler.
“Bu üç-beş kişiye pekâlâ üç-beş bin kişi ‘sen de kim oluyorsun’ diyebilir”miş. Evet, sıfırı ya da sıfıra yakını temsil ediyorlar ve birleştirici özellikleri yoksa misyonları ve güvenilirlikleri bulunmuyorsa, yapacakları işe layık değillerse, yüz kişiye de “hadi canım sende” denir. Kendi durumunu açıkça onaya koyup, bu duruma bir çözüm, bir çıkış yolu aramak varken, sorunu teorize etmeye kalkışmak daha da olumsuz yerlere götürüyor.
Türkiye’den örnek vermek gerekirse, ilk kuruluşunda THKO örgütsel normlara sahip değildi, ama durumunu teorize etmiyordu ve militan kadro kesinlikle “üç-beş kişi” etrafında birleşmişti. Ne THKO’lu ne de başka kimsenin aklına bu “üç-beş kişi”nin yerini tartışma konusu etmek gelmemişti. ‘71 darbesiyle oluşan dağınıklığın ardından THKO militanları bir Geçici Merkez Komitesi oluşturdu. Kimse de çıkıp onlara “siz kim oluyorsunuz” demedi. Ve bir örgüt geleneği oluştu, buralardan gelerek. THKO, partiyi kazanacak bir örgüt haline ancak böyle geldi. “Partiyi kazanacak” bir çalışmanın, örgütsüz ve hatta Leninist örgüt ilkelerine göre örgütlenmeyi temel edinmemiş bir parti-öncesi örgütle yürütülmesi olanaksızdır. Böyle bir “çalışma”dan parti çıkmaz.
Lenin’in tecrübesine bakalım. Lenin Iskra planını önerdiğinde, Iskra Yazı Kurulu’nu oluşturan “üç-beş kişi” ve Örgütlenme Komitesi”ni oluşturan “üç-beş kişinin yetkilendirilmiş olduğu bir örgütlenmeyle başladı. “Lenin, böyle yapmamış”mış! Örgütsüzlük ve kendiliğindenciliğin teori ve pratiğini Lenin’e mal etmeye çalışmak ilginç oluyor! Yaşamı boyunca örgüt adamı olan Lenin’e…

İşlerin örgütü!
“Kim” sorusundan kaçılarak örgütsüzlüğün örgütlenmesinin, devrimcilere gevşek bir çevre örgütlenmesinin dayatılmasının bir başka yön ve unsuru ya da bir başka ifade edilişi, “kişilerin değil işlerin örgütlenmesi”nin öngörülmesidir:
“Pratik-politik çıkışın zemini eylemdir, iş’tir (…), işin örgütlenmesidir. Böyle bir örgütlenme kişilerin basitçe bir araya getirilmesi ve kişiler için bir hiyerarşi oluşturulması yerine, işlerin bir araya getirilmesi, işlerin tasnifi ve işlerin hiyerarşisinin oluşturulması demektir. Politikada birlik, devrimci eylemde birliktir. Politik bir örgütlenme, bu anlamda devrimcilerin kendi aralarında örgütlenmesi değil, devrimcilerin önlerindeki görevlere göre örgütlenmesidir.”
Teorinin ve irade birliğinin yön vermediği eylemin, pratiğin ve “eylemde birlik”in yüceltilişi, kendiliğindenciliğin bir başka yönden savunuluşudur. Böyle bir eylemde birlik, ancak anlaşmalar ve uzlaşmalar yapmak anlamına gelebilir ve farklı siyasal grup ve örgütler arasındaki eylem birliklerinden farkı kalmaz. Bir “örgüt” halindeki devrimcilerin (başka türlü devrimcilik, örgütsüz devrimcilik yoktur, olamaz), yeterli asgari düzeyde irade birliği olmadan ve bu, iş edinilmeden, “pratik iş” zemininde birleşmesinin vurgulanması, birleşmenin ve örgüt oluşumunun kendiliğindeni iğe terk edilmesidir.
Ve “kişiler’in yerine “işler”in örgütlendirilmesi ve hiyerarşisinin oluşturulması ve “devrimcilerin kendi aralarında değil önlerindeki görevlere göre örgütlenmesi”, yine kendiliğindenciliğin bir başka yönüyle savunulmasıdır. Bu, kalıcı olmayan örgütlenmelerin, örgütsüzlüğün önerilmesinin dolambaçlı bir söyleniş tarzıdır. Kuşkusuz örgütlü bir güç görevler yerine getirmek için varolur. Ancak, “öndeki görevlere göre” örgütlenme ya da “işlerin örgütlendirilmesi”, “öndeki görevler” ya da “işler” hiç bitmeyeceğine göre, sürekli yinelenen, kalıcı-olmayan, gelip geçici, gevşek örgütleri koşullandıracaktır. Ve üstelik bir parti ya da “partiyi kazanmak”ı hedef edinen bir örgüt çalışması, öndeki görevlere göre değil, ne zaman hangisi öne çıkacağı kestirilemeyecek sonsuz denebilecek sayıda görevleri gerçekleştirmek üzere ve ama komünizme göre, komünizmi elde etme “görevine göre” yürütülebilir ancak. Bu görevi yerine getirme amacıyla gönüllü olarak bir araya gelen Marksist kişilerin ve proletaryanın örgülü olarak…

Dev-İşçi
Başlan beri eleştire-geldiğimiz yaklaşım ve görüşler, Dev-İşçi önerisinin içini doldurmaktadır. Dev-İşçi eleştirilen tezlerin zarfı olarak ortaya atılmıştır. Dev-İşçi, “politik çıkış”ı yapacak araç; “nasıl”lı soruların yanıtının aranacağı “politik düzlem”; “kendini kurmaylıkla yükümlü gören her devrimcinin program çalışması da yaparak çalışacağı her alandan biri ve “ekseni”; “ortak irade”nin oluşturulacağı “ortak pratik”in temel alanı; “birleş” komutu verilmeden önce “birleşmenin gereklerinin yerine getirilmesinin aracı; hedeflerinin “ne olmaması gerektiğini” bilen ama ne olması gerektiğine karar vermemiş -ancak anti-amaçlı ya da amaçsız; “kendiliğinden hareketlere sıçrama yaptırarak onu politik harekete dönüştürme laktiği izleyen”; eski Dev Yol önderlerince yönlendirilen ama “örgüt” yanıtına yol açacak “kim” sorusu yanlış bulunup “üç-beş kişi” tarafından yönlendirilme reddedilerek, “örgütlü-örgütsüz kurmaylar”ın burjuva katılımcılığının teorize edildiği – önderliksiz; yoksun olduğu irade birliğinin kendi ekseninde ve çeşitli alanlarda oluşturulacak iradelerin “bileşkesi olarak üretileceği; teori yetersiz kaldığında pratiğe önem verecek; gerekli olduğunda eski Dev Yol birikiminin referanslarına başvuracak; devrimcilerin değil, işin ve görevlerin “örgütleneceği”; örgütsüzlüğün ve kendiliğindenliğin gevşek çevre örgülü olarak gündeme getirilmiştir.
“(De-politizasyonu -Ö.D) kırmayı ve (de-moralizasyonu -Ö.D) aşmayı, politik bir çıkışla başarabiliriz. Bunu ise, DEV-GENÇ benzeri bir DEV-İŞÇİ sağlayabilir.”
Benzetme geliştiriliyor ve parti kurmada (doğrusu, “partileşme sürecinde”) konjonktürel hareketlerin kullanılması mantığı açıklanıyor:
“Dün, çokbilmiş sosyalistlerimiz tarafından DEV-GENÇ’ten parti çıkarmaya kalkışmakla ‘suçlanırdık’. Bugün de DEV-İŞÇİ’den parti çıkarmaya çalışmakla ‘suçlanmalıyız’!
“(…) (’70’lerde –ÖD) başlangıçla devrimci gençlikte kadrolaştık, yoğunlaştık; çünkü toplumsal muhalefetin nabzı gençlik hareketinde atıyordu ve gençliğin isyanının örgütlenmesi toplumsal muhalefetin örgütlenmesini sağlıyordu. Gençliğin eyleminin devrimci birliği, başlangıçta önde gelen şiarımızdı. Şimdi işçilerin eyleminin devrimci birliği önde gelen şiarımız olmalıdır. Çünkü toplumsal muhalefetin nabzı işçilerde atıyor ve işçilerin isyanının örgütlenmesi, toplumsal muhalefetin birleşik gücüne eksen yaratabilecek. (…) bir DEV-İŞÇİ olabilmeliyiz. Devrimci hareketimiz bir konjonktür gerçeği olarak gelişti. (…)Biz bir ‘konjonktür hareketi’ydik, koşulları doğru değerlendirdik. Bolşevikler de bir konjonktür hareketiydiler.”
Konjonktür önemlidir ve değerlendirilmesi gereklidir. Ancak devrimci örgütler ve partilerin, hele proletaryanın Marksist partisinin konjonktürel hareket olduğu ya da olabileceğinin ileri sürülmesi, iflah olmaz kendiliğindenciliğin yeni bir belirtisidir.
Marksist parti, örgütlenmesinde işçi sınıfını, sınıf konjonktürel olarak hareketli olduğu için temel almaz. Ya da böyle bir parti, bir dönemde toplumsal muhalefetinin “nabzı”nın attığı işçilere bir başka dönemde bu nabzın attığı bir başka sınıf ya da tabakaya, örneğin gençliğe dayanarak kurulamaz, örgütlenemez. Bolşevik Partisinin “konjonktürel hareket” olmakla ilgisi yoktur. Konjonktürlerden yararlanmıştır, evet, ama hiçbir zaman işçi sınıfını ve işçi sınıfı içindeki çalışmayı temel edinmezlik etmemiştir. Komünizm hedefine sahip her parti, örgüt ve hareket, komünizm kapitalizmin zorunlu bir sonucu ve proletarya da kapitalizmin zorunlu olarak var edip geliştirdiği mezar kazıcısı olduğundan, hareketlilik düzeyinin gelişkin ya da düşük oluşuna bakmaksızın, kesinlikle ve ancak proletaryaya dayanarak, onun içindeki çalışmayı esas alarak örgütlenmeye başlayabilir ve böyle devam edebilir. Konjonktür hareketleri, pragma-tik burjuva harekedendir. Proletarya dışı sınıf ve tabakaların eylemleri, belirli dönemlerde, gelişkinlik düzeyleriyle toplumsal muhalefeti etrafında toplayabilir. Ama böyle oldu diye, bu sınıf ve tabakalar içinde ve onların hareketi olarak örgütlenen, buralarda kadrolaşan hareket ya da örgütler Marksist ve proleter örgüt olmazlar. Aynı şekilde ne “gençliğin isyanının örgütlenmesi” ne de onun “sağlayacağı” “toplumsal muhalefetin örgütlenmesi”, komünizm yolunda yürümenin örgütlenmesi olmaz, Olamaz. Bu nedenle “gençliğin eyleminin devrimci birliği”, ne “başlangıçta” ne de bir başka süreçle “önde gelen şiarımız” olamaz. Tüm süreçler için geçerli olmak üzere “işçilerin eyleminin devrimci birliği”nin “önde gelen şiarımız” olması; proletaryanın nitelikleri, Marksizm’in onun eylem kılavuzu, Marksist partinin de öncü müfrezesi oluşu ve devrimde proletarya önderliği ve kesintisiz devrim aracılığıyla komünizme yürüyüşün başka yolu olmayışı nedeniyledir.
Peki, çağrıya göre, DEV-İŞÇİ ne tür bir örgüttür?
“DEV-İŞÇİ, siyasi örgütlenme çalışmasıdır ve çalışmanın örgütlenmesidir. En geniş İdde çalışması içinde en dar kadro çalışmasının örgütlenmesidir.”
Buradaki tanım, DEV-İŞÇİ’nin, yalnızca siyasal bir örgüt çalışması olmakla kalmadığını, aynı zamanda, bir dar kadro örgütlenmesi çalışması olduğunu ortaya koyuyor. Henüz bir örgüt değil ama örgütlenme çalışmasıdır; ancak, bu çalışma siyasaldır ve dar kadro’ya ilişkindir. Örgütsüzlük örgülüdür, çevreler halinde örgütleniştir, ama ifade açıktır, siyasi bir dar kadro çalışmasıdır.
Ve hemen birkaç paragraf aşağıda bir başka tanım:
“DEV-İŞÇİ bir çözümdür.
“Ama DEV-İŞÇİ ne olmalıdır, nasıl bir çözüm olmalıdır? Demokratik bir kitle örgütü mü? Hayır! Dar kadro örgütü mü? Hayır! Parti mi? Hayır! Cephe mi? Hayır! Gizli örgüt mü? Hayır! Yasal örgüt mü? Hayır! Sendikal örgüt mü? Hayır!
“Çünkü tek tek bunların hepsi ama tek başına hiçbiri. Yetkinleştiği zaman bunların hepsine ayrışacak ya da varolanlara da damgasını vurarak kendisini ayrıştıracak bir militan mücadele örgütü.. (..) Lenin dergi etrafında parti kurmuştu, biz de DEV-İŞÇİ sürecinde partileşebiliriz.”
Ne kuş ne deve! Burada kadro örgütü oluş reddedilmekledir. Ne yasal ne gizli; ne sosyalist ne demokratik; ne parti ne cephe; ne siyasal ne sendikal… Ve ne de örgüt. Belirsizlik ve örgütsüzlük yalnızca. Mücadele aracı ama! Ancak kendiliğinden mücadelenin örgütsüzlüğünün örgütü olabilir, bu, her şey olan ama hiçbir şey olmayan bilmece gibi şey. Eski önderlerin sorunu açıktır: “kim olursan ol, gel; neyi amaçlıyor olursan ol, gel.” Bu Mevlanacı bir örgüttür. Eski önderlere güç kazandıracağı tasarlanan bir araçtır. Kişisel ve onun gerektirdiği kadarıyla (taban edinmek ihtiyacıyla) “kitlesel” pratik ihtiyacın “örgütü”dür, DEV-İŞÇİ. Ama asla bir çözüm değildir, örgüt de değildir.
Ve bu, ne kuş ne deve, ileride, yetkinleştikçe ayrışacakmış! Şimdi farklı kategorileri içinde barındıracak ama ilerde ayrışacak! Bu, THKO’nun 71’deki anlayışıydı. THKO, kendisinin hem ordu hem parti olduğunu, “şimdilik” iki fonksiyonu da gerçekleştirebildiğini, gerekli olduğunda ayrışacağını söylüyordu. Dev Yol eski önderleri ne kadar geride kalmışlar! “Nasıl”lı sorularla “ilerliyorlar”, ama örgüt konusunda gerinin de gerisinde kalıyorlar. Partiyle sendikanın birbirinden ayrıştığı nerede görülmüştür. Bir de, “partileşme süreci” ve Lenin “dergi etrafında parti” kurarken, “DEV-İŞÇİ sürecinde parti”leşmeymiş! Lenin’in Marksist teoriyi yayma ve çevreleri merkezileştirme aracı Iskra’sı ile sosyalist mi demokratik mi bile belli olmayan Dev Yol DEV-İŞÇİ’si ne de benzeştirilebilir ya! Lenin’in adı gereksiz yerlerde kullanılmamalıdır…
Lenin, Iskra aracılığıyla, farklı mahalli çevrelerin seslerinin farklı çıkışına ve amatörlüğe son vermeyi ve tek sesli merkezi bir yapı, bir örgüt (parti) oluşturmayı önüne koymuştu. Parti “inşaatı”nın “iskelesi”ydi, parti ilişkilerinin kurulma aracı, örgütleyiciydi. Öyle farklı alanların programlarından giderek program oluşturmanın, teori karşısında pratiğe “önem verme”nin, iradesiz, bilgisiz, iktidarsız sözde “kurmaylar” çevresi değil. Temel sorunlarıyla programı yaygınlaştırmanın ve “cisimleştirme”nin organı olarak görev yapmıştı. “Koşullarınız farklı”ymış ve “biz gazete etrafında örgütlenmeyelim”miş! Sonuç: “Biz DEV-İŞÇI olalım ve onun etrafında örgütlenelim. (…) Partileşme sürecini DEV-İŞÇİ bünyesinde yaşayabiliriz.”
Bu Dev-İşçi’li “partileşme süreci”nden belki bir parti çıkabilir ama proletarya örgütü, partisi çıkmayacağı kesin. Yine de hayırlı olsun!

Eylül 1991

Türk-İş’ten işçi kıyımına yeni çare: “Yönetime katılma”

Paşabahçe direnişinin 9. gününde Türk-İş ağalarının, sendika şubelerinin baskısıyla yapmak zorunda kaldıkları basın toplantısı, tam bir ihanet politikasının aleti durumuna getirildi. Türk-İş 1. Bölge temsilcisi Faruk Büyükkucak, aylardır süren ve yüz binlere varan işçi atılmalarına ses çıkarmazken, işçi sınıfının direnişi karşısında paçaları tutuşup, hızla gelişen muhalefeti engelleme gayretiyle, kökleri çok eskiye dayanan, günümüzde ise popüler yapılmaya çalışılan sözde yeni bir yöntem ortaya attı! “İşçinin işletmenin yönetimine katılması.”
Örnek aldığı uygulama Avrupa sendikacılığı ve özellikle Alman sendikalarında işçilerin işyeri yönetimine katılması. Böylece hem iş barışı, hem de işyerlerinin kolayca batmaması sağlanacakmış!… Eğer sendika yöneticileri yönetime katılırlarsa, işyerinin gerçek durumunu bilecekler, işçinin atılıp atılmamasına karar verecekler. Eğer, işyeri batıyorsa, işçiler patronlarıyla el ele verip, işyerini kurtarmaya çalışacak, gerekirse hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, işten gönüllü ayrılacaklar! Veya ücret almadan (ya da ücretten fedakarlık ederek) patron için çalışacaklar!.. İş barışı sağlanmış olacak ve sosyal patlamaların önü alınmış olacak! Bunları söylüyor basın toplantısında Bay Faruk Büyükkucak. Ne büyük bir gaf ve ne boş bir hayal!
Türk-İş yöneticileri, tekelci sermayenin hayâsız yöneticileri ile kafa kafaya verip kapitalist sistemin can çekişmesine engel olmak, bir süre daha devamını sağlamak için kafa yoruyor. Türk-İş, işçi kıyımını önlemek için elindeki hazır yüz binlerce işçinin mücadele gücünü seferber etmek yerine, AT ülkeleri sendikacılığın bulduğu çarelere sığınıyor. “Avrupa iş konseyleri” benzeri modeli savunuyor. Sınıf işbirliği çerçevesinde, patronlarla birlikte hazırladıkları işçi kıyımı planlarını gizlemek için “İş konseyleri”ni öne sürüyor. Bir yandan işçileri oyalamaya çalışıyor, bir yandan da sınıf işbirlikçisi politikalarının tabanda yayılmasına çalışıyor Türk-İş ağaları. Bunun başarılması için hükümet, partiler, işverenler ve sendikaların “demokratik toplumsal bir mutabakat” içinde işçi sorunlarına çözüm bulmaları gerektiği çağrısı yapılıyor.
Bugün Türk-İş’in 5’inci ilkesi olan; “sınıf ayrılıklarının derinleşmesine ve sınıf çatışmalarına yol açabilecek sebepleri ortadan kaldırmayı amaç alan ve sınıflar arasında denge, barış ve kaynaşma sağlayan bir politika izleyecektir.” biçiminde formüle edilen amaçlarına ulaşmak için öne sürdüğü “iş konseyleri” nasıl oluşturulacaktır? Sendikanın işyeri temsilcileri, sendika yöneticisi ve işveren temsilcisi üçgeni ile, toplu sözleşme dönemlerinde işyerinin kârını, zararını, amortisman giderlerini, emeğin verimliliğini, elde edilen kardan ne miktarının işçiye verileceğini, üretimin artışını (kalite artışı) ve hangi alana yoğunlaştırılacağını kararlaştıracaklar! Bu şekilde işçi yönetime katılmış olacak! Patron ve İş konseyi ücretlerin ne kadar artırılacağını, hangi işçilerin işten atılacağını da karara bağlayacak. Böylece işçi, kendisini değil, işverene nasıl daha fazla kar sağlayacağını düşünecek. Kendisi için değil işveren için çalışacak. Ya da işveren için çalıştığında kendisi için çalıştığını sanacak. Ayrıca, üretime yabancılaşmasının getireceği iş verimindeki azalma ve işe yabancılaşmanın etkileri de azaltılmış olacak. Çıkarlarının bilincinde sınıf olmaktan uzaklaşıp kapitalist sınıfın ve sistemin ebedi olarak parçası olması için çaba harcayacak. Son tahlilde proleter sınıf, “tarihi ilerleten yegâne güç” olmaktan uzaklaşarak tüm toplumsal görevleri ve işlevine yabancılaşacak. Kardan alacağı ufak kırıntılar uğruna karın artmasından başka bir şey düşünemez hale gelecek.
Paşabahçe direnişinin son günü, basına bir açıklama yapan Kristal-İş Genel başkanı İbrahim Eren, direnen Paşabahçe işçilerinin gücünü görmezden gelerek, “demokratik toplumsal bir mutabakata dayanmayan çözümler iflas etmiştir, iflas etmeye mahkûmdur” diyerek, ancak sınıf işbirlikçilerinde görülecek bir utanmazlık sergilemiştir. Oysa asıl iflas eden sınıf uzlaşmacılığı tavrı ile, işveren yanlısı tutumuyla, Türk-İş Sendikacılığının kendisidir. Çünkü Paşabahçe işçisi kazandıysa uzlaşmacılığı ile değil mücadele ettiği için kazandı; Türk-İş ve Kristal-İş ağalarının çizgisinden uzaklaşıp mücadeleci bir çizgiye yaklaştığı için kazandı. Paşabahçe işçileri ve Beykoz’un kadın erkek tüm işçi ve emekçileri direndi. İstanbul işçileri, sendikaların engellerine karşın Paşabahçe işçilerine güç ve moral verdi. Paşabahçe’ye kazandıran bunlardı. Yoksa “demokratik mutabakat” değil.
Kapitalistler ve uzantıları sendika bürokratları, Türkiye işçi sınıfının yükselen mücadelesi karşısında etekleri tutuşmakta ve yeni uzlaşma modelleri aramaya, sınıfın eylemini, ekonomik alanla sınırlı bile olsa, önünü kesmeye çalışmaktadır. Önerdikleri toplumsal mutabakat sağlayacak olan “sendikaların (ya da işçilerin) işletmelerin yönetimine katılması” teorileri Türkiye işçi sınıfının mücadelesini engellemeye ne derece başarılı olabilecektir, önümüzdeki süreçte göreceğiz.

Kapitalist işletmelerde “yönetime katılma”nın tarihsel kökleri
Marks öncesi ütopik sosyalistler, başta Owen daha sonra Proudhon ve L. Blanc, toplumda huzur ve barış sağlamak amacıyla üretim faaliyetine katılan işçi (proleter)’nin üretim, kâr, iş verimliliği, vs. gibi yönetimine de katılması durumunda, emek verimliliğin arttırılacağını, işçinin ürettiği mala ve işe yabancılaşmasının önleneceğini, böylece hem kârın artması, hem de iş barışının ve toplumsal barışın sağlanacağını iddia ettiler. Owen, “Ahenk Köyleri” adını verdiği bölgesel uygulamada, L. Blanc ise hükümette yer alarak denemeye kalktığı kendi tezinde, başarısızlığa uğrayarak bu yöntemlerin tarihsel zıtlıkları uzlaştırmadaki yetersizliğini gördü.
Marks ise, burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkinin, işçi sınıfının, üretim araçlarının tümüne ve devlete, zorla el koyması ve sınıfları giderek ortadan kaldırması ile çözülebileceğini ortaya koydu. Marks’ın önermesi, Lenin ve Stalin tarafından ilk kez Rusya’da uygulandı ve pratik olarak doğrulandı daha sonra Enver Hoca’nın, Arnavutluk deneyimi sınıfsız topluma giden yolda önemli kazanımlar sağladı. İş verimliliği tarihte hiçbir dönemde görülmediği kadar arttı ekonomik kriz yok edildi, iş saatleri azaltıldı. Sosyal hizmetler tüm topluma ücretsiz sağlandı, v.s.
Tito, Yugoslavya’da uyguladığı, Marksizm’in revize edilmiş hali ile öz yönetim modeli uygulaması, Marks öncesi ütopik sosyalistlerin düştüğü yanılgıyı ve başarısızlığı tekrarladı. Stalin sonrası Kruşçevcilik ise kapitalist-emperyalist sisteme eklemlenme deneyini yaşadı.
Emperyalist – kapitalist sistem, SSCB’nin de eklenmesiyle, sürekli bir kriz içindedir. Bunun tüm yükünü ise, işçi ve emekçi sınıfların çektiği ortadadır.
Sosyal barış adı altında halka ve işçi sınıfına her gün saldıran polis, çevik kuvvet, asker gücü karşısında işçi sınıfının mücadele örgütlerine yeni darbeleri indirmenin hesabını yapan diktatörlük, Türk-İş yöneticilerinin yardımıyla da işçi sınıfının sendikal mücadelesine yeni bir darbe indirmeye hazırlanıyor. İşçilerin kapitalist işletmelerin yönetimine katılarak bütün sorunlarının çözümleneceğini iddia ediyor. İşçi sınıfının çalışma koşullarının iyileşmesi için tek tek kapitalistlere karşı verdiği mücadeleyi bile engellemeye çalışıyorlar.

Kapitalist işletmelerde “yönetime katılma”da bir model

Türk-İş’in çok özendiği Avrupa tipi sendikacılığa ve işletmelerin yönetimine katılınmasına Fransa’dan bir örnek verelim: (yönetime katılmanın yasalaşması, ilk kez, 1945’de “ikili iktidar”ın -işçi ve burjuva iktidarı- var olduğu koşullarda devrimci bir tarzda gerçekleşmiştir. Ama sonraki yıllarda reformculuğun ve Euro-komünizmin bir dayanağı olarak 1966’da yeniden düzenlenmiştir.
18 Haziran 1966 tarihli yasada: En az elli ücretli çalıştıran bütün işyerlerinde bir işyeri komitesi bulunması gerekmektedir. İşyeri komitesi şu üyelerden oluşur: İşletme Şefinin kendisi ya da bir temsilcisi, işletme personeli tarafından seçilmiş delegeler (Sayılan: 50 ücretli için 2, 75 ücretli için 3, 100 ücretli için 4, 500 ücretli için 5,1000 ücretli için 6 ve yedek üyeler) içinde değişik kısımları bulunan işletmelerde, ayrı işyeri komiteleri gibi kurumun komiteleri oluşturulur. Anonim şirketlerin yöneticileri, yıllık hesabı sunmadan önce, yıllık bilânço, kâr ve zarar hesabı gibi temel belgeleri işyeri komitesinin incelemesine sunmakla yükümlüdürler. Ayrıca, patron her üç ayda bir komiteye üretim, istihdam, sipariş hacmi ve işletmenin piyasası hakkında bilgi verecektir. Ücretlerdeki artış ve çalışanların sayısını azaltma konusunda da komiteye bilgi verecektir. Komitenin bu tasarıları hakkındaki düşüncelerini de iş müfettişine iletmek zorundadır. Komiteler, ücretli izin dönemi saptaması, işten toplu ya da tek tek işten çıkarma koşulları, iş yerini genişletme, yardımlaşma sandığı, lojman, bahçe, tatil, spor, kitaplık, çırak ve işçi eğitimi gibi iş yerini ilgilendiren tüm konularda günümüzde başvurulan bir kurumdur.
Ama tüm bu görev ve yükümlülüklerine karşın karar veren yegâne merci yine patrondur.
Burada yönetime gerçekten katılma diye bir şey yok. Alınan kararlarda söz hakkı yok. Sadece göstermelik bir biçimde yönetimin nasıl olacağı konusunda patrona yardımcı konumda olmak ve danışma merkezi gibi çalışan göstermelik bir mekanizma.
Buna karşın, bu “yönetime katılma mekanizmasının” işçi sınıfının büyük bir kısmını sendikal mücadeleden ve siyasal mücadeleden soğutan ve sendikaları artık gereksiz bulan, pasif ılımlı, burjuvaziye baş kaldırmayan bir sürü haine getirmede oldukça başarılı olduğu kesin.
Fransa’da kapitalist işletmelerin yönetimine işçilerin müdahale etmelerinin tarihi epeyce eski. Örneğin 1848 Devrimi şuasında işçiler kapitalist işletmelerin yönetimine müdahale ediyorlar, devrimin yenilgisiyle bu durum son buluyor. Paris Komünü zaten kapitalist işletmelere el koyarak her şeyi kökten çözmeye yönelme eylemi. 1938’da, Halk Cephesi hükümeti döneminde işçilerin kapitalist işletmeleri işgal etmesi, yönetimlerine bütünüyle el koyması (ama sonradan burjuvaziyle varılan bir uzlaşma sonucu işletmelerde ortak yönetimlerin kurulması) ve nihayet 2. Dünya Savaşı sonrasında, kapitalistlerin egemenliklerinin sınırlanmasının aracı olarak kapitalist işletmelerin yönetimlerine ortak olunması var. Bütün bu sözü edilen “yönetime ortak olma” eylemleri, sınıf mücadelesinin belirli bir gelişme aşamasında, burjuvazinin egemenliğini sınırlamak, onun ekonomi üstündeki tekelini kırmaya, aynı anlama gelmek üzere mücadeleyi bir üst aşamaya sıçratmaya yönelik girişimlerdir.
Bugün ise, işçi sınıfını pasifleştirici ve tarihsel görevlerinden alıkoyucu bir fonksiyon haline gelmiştir.
Çünkü bugün Avrupa’daki uygulama şunu gösteriyor: sendika yönetimleri, İş Konseyleri veya Komitelerinin üyeleri, işverenle aynı masaya oturduklarında, işçinin değil işverenin ve devletin çıkarlarını gözetmek zorunda bırakılmaktadır. Çünkü burjuva ideolojisinin etkisi altındaki işçiler proleter siyasetten uzak, kendi çıkarını düşünen kişilerdir. Bu durum temsilcileri, burjuvaların baştan çıkarmasını kolaylaştırmakta, bazen tehditle, bazen parayla satın alarak (çoğu zamanda bunların hiç birine gerek kalmadan ideolojik ve siyasi olarak patron savunucularını temsilci seçtirerek) patronlar bu konsey ve komitelerle istedikleri kadar oynamaktadır. Bugün bu uygulamaların en yaygın olduğu Fransa ve Almanya’da bu durumun tersine örneklere pek nadiren rastlanmakta olup, bu halde bile patron ortaya çıkan sorunu kendi lehine çözmenin bir yolunu bulmaktadır. Kısacası, işçilerin kapitalist işletmelerin yönetimine katılması, devrimci yükseliş, ya da geçiş dönemlerinde sınıf mücadelesinin ileri atılımı için ne kadar etkin bir destek oluyorsa, olağan zamanlarda da mücadeleye o ölçüde köstek olmakta, işçinin kapitalist sistemle bütünleşmesinin bir aracı durumuna gelmektedir.
Ülkemizde, Türk-İş’in yeniden motive etmeye çalıştığı “yönetime katılma modeli”, kendisini aşan ve engellemeye olanak bulamadığı sınıf mücadelesinin önüne geçmenin bir yolu olarak dayatılıyor. İşçi sınıfı mücadelesini tasfiyeye, etkisizleştirmeye çalışıyor. Tekelleşmenin hızlanması, aşırı kar elde etmenin ve bu aşırı karı fazla sıkıntıya düşmeden arttırmanın bir yöntemi, sömürüyü dizginsizce arttırmanın bir çaresi olarak ele alınıyor. Basında Japon modeli sendikacılık olarak propagandası yapılan ve Türk-İş içerisinde de yaygınlaştırılmaya çalışılan bu yöntemin, “Avrupa Birliğine (1992) doğru giden Almanya’da” iş barışının, ekonomik kalkınmanın temel taşı olarak propaganda ediliyor. Bu propagandanın açıkça, işçi düşmanlığının daha oturmuş bir pratiğini gördüğümüz Almanya’yı örnek göstermesi boşuna değil, Almanya, emperyalist dünyanın liderliğine oynar bir konumda olması, Doğu-Batı Almanya’nın birleşmesinin yol açtığı kriz döneminin sonucu olan geniş işçi atılmalarına karşı bu yöntemin başarıyla uygulandığı söylenebilir. Son aylarda Alman çelik ve metal sanayi tekellerinin, iş yeri temsilciliklerinin onayıyla yüzlerce işçiyi kapı dışarı etmesine rağmen işçi temsilci (İş konseyinin) ve tabi sendikaların hiç bir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizliğin en önemli dayanağı olarak “işçilerin yönetime katılması” tezgâhını kullanan sendikaların marifeti olduğu söylenebilir. Siemens fabrikalarından geçen ay atılan, çoğunu yabancı işçilerin oluşturduğu 500 işçi için DGB’nin (Alman Sendikalar Birliği) hiçbir müdahalesi olmamıştır. DGB ve İş Konseyleri, çeşitli fabrikalardan atılan yüzlerce (Alman ve yabancı) işçi için kılını bile kıpırdatmadığı halde, şovenist kışkırtmalar ve bizzat ileri işçileri işverene ihbar ederek işçi kıyımına neden olan tutum içindedir. Fabrika işçilerinin çoğunluğu sendikalarına güvenmiyor ve cesaret edip gidemiyorlar bile. İş Konseyleri ise, sendikalardan bile beter. Bizim sendika ağalarının polis ve işverenlerle yaptığı işbirliği orada da fazlasıyla geçerli, işveren tarafından satın alınmış işçilerin yönetime katılmak şöyle dursun sendikalaşmaya çalışması bile atılma nedeni olarak konsey tarafından peşinen kabul ediliyor.. Zaten konseye üye işyeri temsilcileri patronun adamları olarak biliniyor. Berlin’den ülkemize gelen Türkiyeli işçiler, Doğu Alman işçilerinin “pespaye” ücretlere razı olduklarının, bu nedenle Alman tekellerinin diğer yabancı işçileri atıp yerlerine azami sömürüye maruz kaldıkları halde uysal olmaya devam eden, Doğu Alman işçilerini tercih ettiklerini söylüyorlar.
Tekellerin kar hırsına karşı, savunmasız ve uyuşturulmuş, hatta tamamen makinenin iyi çalışan bir parçası haline getirilmiş yeni robot insan modeli, yeni dünyaya sosyal barış, toplumsal barış sağlamanın örneği olarak sunuluyor.

Türk-İş ağalarına, konuya ilişkin bazı sorular:

Diyelim ki; işçiler kapitalist işletmelerin yönetimine katıldılar ve kapitalistin verdiği rakamlara göre işletmenin ekonomik durumunu “inceleyip” karar verecekler! Bu olanaklı mıdır? Bu soruya yanıt vermeden önce şu sorulara yanıt vermelidirler:
1) DİE Başkam, “Türkiye’de kaç tane holding vardır?” sorusuna, “Belli değil” diyerek cevap veriyor. Devlet ye hükümet görevlileri bile, holdinglerin sayısını bilemez, mali durumunu kontrol edemezken, tekellerin, dünyanın hangi bankasında “sırdaş” veya değişik adlarla açılmış hesaplarını takip edemezken, Türk-İş yöneticileri, bu işi nasıl başaracaklar? Japon modeli sendikacılık bu durumu, muhasebe müdürünü de sendika üyesi yaparak çözdüğünü iddia etmektedir. Ama muhasebe müdürünün bütün bu bilgileri bildiği varsayılsa bile kapitalizm koşullarında sendikaya mı, yoksa kapitaliste mi daha yakın olduğunu bilmek için kahin olmaya gerek yoktur.
2-İşverenlerin veya İşveren sendikalarının uluslararası ün yapmış mali müşavirleri ile kar zarar hesabı yapmaya oturan Türk-İş mali uzmanları arasındaki rekabet için ödenecek meblağ kimin sırtından çıkacak? Paranın her şeyi satın aldığı koşullarda, Türk-İş’in mali uzmanlarının, (başkanlarının bile satın alındığı koşullarda) satın alınması nasıl önlenecek?
3-Asıl önemli olan, Türk-İş yöneticileri, Türkiye işçi sınıfının çıkarlarını gerçekten gözeten bir tutum içinde midir?
Bırakalım işin ideolojik yanını, Türk-İş ağalan sorunun bu teknik ve niyet yanına bile çözüm bulamazlar. Burada denebilir ki; zaten Türk-İş ağalarının kapitalist işletmeleri denetlemek gibi bir sorunu yok, onlar sadece işçi kıyımı ve diğer çözemedikleri sorunlar karşısında topu başka yerlere atarak vakit kazanmaya çalışıyor. Galiba Tük-İş’in asıl gerçeği de bu olsa gerek.

EK:
KAPİTALİST İŞLETMELERDE “İŞÇİ DENETİMİ”NİN BAZI İPUÇLARI

Türk büyük burjuvazisinin titizlikle üstünde durduğu konuların en başında, işletmenin yönetiminde sendika ya da işçilerin söz sahibi olmaması. Bunu çağrıştıracak en sıradan talepler bile tepkiyle karşılanıyor. “Mademki işletme benim, benden başka Kimsenin sözü geçmemeli” anlayışı tüm davranışlarına yön veriyor.
Öte yandan sendikacılarımız, Batı Avrupa ve Japonya’da, “İş Konseyleri”, “Kalite Çemberleri” ve sendikalar aracılığı ile kapitalist işletmelerin “yönetimine katılmaları”ndan övgüyle söz ederek, mücadelenin biriken sorunlarının çözümünü bu sihirli formüle bağlayarak, “yönetime katılırsak bu işler çözümlenir” diyerek her şeyi geçiştirmeye çalışıyorlar.
Gerçekten de kapitalist işletmelerde işçi denetimi iki tarafı da keskin bir kılıç. Bu yüzden de burjuvalarımızın korkuya kapılması, sendikacılarımızın işçilerin uysal köleler olacağı, grev, direniş vb; dertlerden kurtulunacağı biçimindeki görüşlerin her ikisi de doğru. Ancak bu doğrulardan hangisinin gerçek olacağı işletme yönetimlerine katılmanın nasıl, hangi koşullarda olacağı ile sıkı sıkıya ilgili.
Burjuvalarımızı korkutan, Batı Avrupa işçi sınıfının tarihinde görülen, “geçiş dönemleri” diyebileceğimiz dönemlerde işçi sınıfının mücadele düzeyinin hayli yüksek olduğu ve burjuvaziyi ekonomik olarak (barışçıl koşullarda) sıkıştırmak, elindeki olanakları sınırlamak için işçilerin etkin olarak kapitalist işletmelerin yönetimlerine katılmasıdır. Sendikacılarımızın istediği katılma ise bugün Batı Avrupa ve Japonya’da örneği görülen, sınıfın hareketini engellemenin, onu kapitalizme bağlamanın yolu olarak kullanılan, işçilerin işletmelerin yönetimine göstermelik olarak katılmasıdır.
Burjuvalarımız elbette bu iki katılım arasındaki farkı görüyorlar. Ama bir farkı daha görüyorlar. Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin bugünkü seyri içinde yönetime katılma konusunun onların isteklerinin ötesine geçme olasılığının yüksekliğini. Çünkü sınıf hareketinin seyri ve yönelebileceği hedefler bu masum “yönetime katılma” işini sınıf hareketinin yükselişinin bir basamağı yapabilir. Nitekim Zonguldak direnişinden bu yana, Cihaner, Maga Deri, ERDEMİR, Paşabahçe direnişlerinde beliren çizgi, işçi kıyımına karşı mücadeleler; Zonguldak, Hava-İş grevleri ve KİT sözleşmeleri şırasında işletmelerin işçilere devrine ilişkin (demagoji için bile ileri sürülse) tartışmalar, özelleştirmeler konusunda giderek artan muhalefet, işçilerin işletme yönetimlerine müdahale isteklerinin bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. İşçi kıyımının bir yanı olarak gerçekleşen KİT özelleştirmelerinin engellenmesi ve patronların karlarının sınırlanması talebi, işçi sınıfının giderek kapitalist işletmelerin yönetimlerini denetlemeye yönelebileceğinin ipuçlarıdır. Bu tarzda bir denetlemeye elbette kapitalistlerimiz “evet” demeyecektir. Ama sınıf hareketi yeterince yüksek bir seviyeye vardığında da başka çareleri kalmayacaktır.

Eylül 1991

Burjuvazi “Toplumsal uzlaşma”yı dayatıyor

Ağustos ayının başında Vehbi Koç’un iki ay önce SHP ve DYP Genel Başkanlarına birer mektup yazdığı ve İnönü’ye yazdığı “toplumsal uzlaşma” önerisi içeren mektubu basına yansıdı. SHP’nin işten çıkarmalar konusunda hükümetin önlem alması ve iktidara geldiklerinde bu konuda anayasa değişikliğine gidileceği yolundaki sözlerine yanıt niteliğinde olduğu belirtilen mektupta, Vehbi Koç, işsizlik ve işten çıkarmaların sorumlusunun sendikalar olduğunu öne sürüyor. Bir sendikanın yaptığı toplu sözleşmeden sonra ikinci sendikanın daha fazla ücret almadan sözleşme imzalamadığını, bu durumun lüzumsuz grevlere yol açtığını; dünyada grevler süratle azalırken, hatta neredeyse ortadan kalkarken, ülkemizde grevlerin yaygınlaşması ve grevde kaybolan işgünü sayısının çığ gibi büyümesinin hepimiz için düşündürücü olması gerektiğini söylüyor. Yükselen ücretler karşısında ayakta durabilmek için Türk sanayisinin mekanizasyon ve robotlaşmaya gitmesi halinde yüzde 30-50 daha az işçi kullanmak zorunda kalacağını, işsizliğin daha da artacağını söylüyor. En önemli husus olan, nüfus artışını yavaşlatmak için önlem alınması gerektiğine iktidar ve muhalefet partilerinin hiç eğilmediğinden yakınan Vehbi Koç, bugünkü şartlarda birçok fabrikanın yaşamak için ya işçi çıkarmak ya da kapanmakla karşı karşıya olduğunu, “memleket sanayisi”nin ayakta durması gerekliğini vurguluyor. İşçi çıkarmalarını mevduat yoluyla önlemenin sanayi gerçeklerine uymadığını, başta ABD olmak üzere batıda sanayinin zarar ettiği ülkelerde derhal işçi çıkarabildiğini, sanayicinin zor durumda olduğunu, “sanayici fazla kar ediyor, işçi az ücret alıyor” kanısının doğru olmadığını, sanayicinin kazandığının yüzde 40-50’sini vergi olarak verdiğini, bazı yıllarda yaptığı karın enflasyonu bile karşılamadığını, vs. öne sürüyor. Sonuç olarak Vehbi Koç, “Sermayedarın sermayesinin hakkını, işçinin emeğinin hakkını, devletin de vergisini dengeli bir şekilde alabilmesi için iktidar ile muhalefetin, ilgili tarafları, uzmanları dinleyerek, Batı’daki örnekleri inceleyerek, beraberce adil bir çözüm bulunmasını, aksi halde ülkede kalkınmanın zorlaşacağını” söylüyor.
İlk bakışta insan bu sözlerden yola çıkarak Türkiye’de işçi sınıfının yaratılan artı-değerin yüzde 90’ını ‘götürdüğünü’ düşünebilir! Ve burjuvazinin Vehbi Koç’un ağzından dile gelen “mağduriyeti” karşısında Türkiye’de işçi sınıfı ile burjuvazinin yer değiştirdiğini sanabilir! O denli ‘dokunaklı’ bir mektup! Hemen burada, burjuva ekonomistlerinin saptamasına göre, son on yılda % 30 olması gereken işçi maliyetinin % 10’un altına düştüğünü söylersek, Vehbi Koç’un “adil çözüm” önerisinin neyi amaçladığı anlaşılabilir.
“Toplumsal uzlaşma” öneren burjuvazinin, “uzlaşma” sözü ” “Çatışma”yı burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmayı, kabulünü ele verirken, aynı anda (söz konusu mektupta) “memleket sanayisi”, “ülke kalkınması” sözleriyle kendi fabrikalarını, toplumun mülkü, kendi sınıf çıkarlarını toplumun ‘kalkınması’ gibi kolektif bir sahiplik ve yarar kılıfında sunması, bu ikiyüzlülük, dokunaklı adil çözüm önerisi gerçek amacını açığa vuruyor.
Mektuptaki bir diğer ince demagoji de, işçi sınıfını açıkça suçlamaktan kaçınarak sendikaları günah keçisi ilan etmektir. Bunda burjuvazinin yakın vc uzak çıkarları gizlidir. Vehbi Koç’un Batı’daki örneklerinin incelenmesini önerdiği “adil çözümler” de, işçi sınıfının uzun ve kanlı mücadelelerle elde etliği kazanımlar üzerine örneklenen sendika bürokrasilerinin burjuvaziye eklenmesi söz konusudur. Türkiye’de de sendika bürokrasisi, her toplu sözleşme döneminde, her toplumsal çatışma sürecinde burjuvaziye hizmet etmekle büyük bir çoğunluğuyla üzerine düşeni canla başla yapmaktadır. Ama öte yandan, işçi sınıfının gelişmekte olan mücadelesi sendika bürokratlarını, bu işçi sınıfı içindeki burjuvazinin hizmetkârlarını zorlamaktadır. Burjuvazi, sendikaların, Batı’daki örneklerinde olduğu gibi, işçi sınıfı mücadelesini bütünüyle düzen sınırları içine hapseden, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında tampon bir kast teşkil eden bir güç olarak görmek istemektedir. Batı’da birkaç yarım yüzyıl dinmeyen kanlı sınıf mücadelelerinin deneyimiyle, tez elden işçi sınıfının önünün kesilmesi dileği, aynı süreci bir yüzyıl gecikmeyle yaşayan Türkiye açısından tehlike çanlarının çalması karşısında burjuvazinin acil bir gereksinimi olarak gündemde durmaktadır. Vehbi Koç’un şahsında dile gelen burjuvazinin “toplumsal uzlaşma” önerisi bu gereksinimi gündeme getirmektedir. Burada tarihteki örneklerinden farklı olarak “toplumsal uzlaşma” işçi sınıfına karşı burjuvazinin uzlaşma isteğidir. Burjuvazi işçi sınıfına karşı zaten uzlaşma içindedir. Ancak, sendikaların tabandan gelen baskılara karşı göstermelik işçi sınıfı savunuculuğu, işçi sınıfı mücadelesinin son yıllarda sendikal bürokrasileri de tanımayan, sokaklara taşan, fabrika işgalleri, direnişler boyutlarına varan mücadelesi karşısında, dipten gelen dalganın savurmaya başladığı sendika bürokratları işlevlerini sürekli kılabilmek, kolluklarına tutunabilmek için işçi sınıfı mücadelesinin yanında gözükmek zorunda kalmaktadırlar. Henüz büyük çoğunluğuyla sınıf sendikacılığından uzak olan sendika mücadelesi ile aynı şekilde kendisi için mücadele sınırlarını aşmamış olan sınıf hareketi burjuvazinin kendi geleceği açısından tehlike sınırında bulunmaktadır. İşçi sınıfı hareketi içinde bulunduğu yoğun mücadele sürecinde geliştikçe, sendikal bürokrasinin işçi sınıfına hükmetmesi, mücadeleyi hak talepleri ve kendiliğinden mücadele sınırları içinde tutması şansı giderek kalmayacaktır. Bu durumun kendi geleceği açısından taşıdığı önemi gayet iyi bilen burjuvazi, sendikal bürokrasiyi burjuva ittifakı içine resmen dâhil etmek için SHP ve DYP’nin amcalığına başvurmakladır. Sendika aracılığıyla mücadelenin işçi sınıfı içinde gördüğü genel kabul nedeniyle sendika yönetimlerinin oynayacağı rolün önemi açıktır. “Toplumsal uzlaşma” görüntüsü altında işçi sınıfına karşı sendikaları da kapsayan bir burjuva ittifakı, işçi sınıfı hareketini yalnızlaştırmaya ve meşru mücadelesini gayrimeşru bir konumda göstermenin zeminini hazırlamaya yöneliktir.
Vehbi Koç’un ve burjuvazinin “adil çözüm”, “toplumsal uzlaşma” önerilerinin gerçek içeriği budur. Peki, “toplumsal uzlaşma” nedir? Bugün Türkiye’de toplumsal bir uzlaşma olabilmesinin koşulları var mıdır?
Toplumsal uzlaşma, uzlaşmaz sınıf çıkarları bulunan sınıfı toplumda, sınıflar-arası mücadelede bir ara dönem, bir geçiş dönemi, belirli koşullar altında karşılıklı güç ilişkilerinin dengelendiği geçici bir süreç olarak tanımlanabilir. Kapitalist sistemde uzlaşmaz sınıf çıkarlarına sahip burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadele süreklidir. Bu, sistemin karakterinden kaynaklanır. Ta ki, işçi sınıfının sınıf bilinci ile donanmış olarak siyasal iktidarı ele geçirerek sosyalizmi kurmasına, burjuva sınıfı ortadan kaldırmasına kadar bu uzlaşmaz çelişki sürer. Burjuva sınıfın ortadan kaldırılması ve ekonomik ve toplumsal sistemde burjuva unsurların tedrici olarak temizlenmesi ile çelişki ortadan kalkar ve komünizme geçişle sözcüğün tam anlamıyla bir toplumsal uzlaşma süreklilik kazanır. Ama bu sınıfları olmayan bir toplumsal uzlaşmadır.
İşte işçi sınıfının siyasal iktidarı ele geçirmesine kadar kendiliğinden veya örgütlü öncü gücüyle burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin sürekliliği içinde yükselişler, gerilemeler, inişler, çıkışlar olur. En yaprak kıpırdamadığı sanılan dönemlerde bile içten içe bir mücadele yaşanır. 12 Eylül darbesiyle tüm sendikal mücadele, grevler yasaklandığı halde yer yer az da olsa eylemler, fiili grevler oldu. Nihayet ‘80’li yılların ortalarından itibaren giderek yükselen bir mücadele seyri yaşanıyor.
Türkiye’de de geçmişte zaman zaman dile getirilen toplumsal uzlaşma önerileri, gelişme seyri Batı’dakine pek benzemeyen emperyalist kapitalizmin işbirlikçisi burjuvazisini gönlünde bu talep, kafasına vur ekmeğini elinden al türünden bir işçi sınıfı görmek arzusunun dile getirilişi olmuştur. Zira 24 Ocak kararlarını, silah zoruyla susturulmuş bir halk ve işçi sınıfı; bütün muhalefeti susmuş, örgütlülükleri dağıtılmış, grevleri yasaklanmış, bir toplum; diledikleri yasa ve kararları hükümetler eliyle anında çıkarılan ve uygulamaya sokulan bir ortamda yaşama geçiren burjuvazi, ekonomik krizine 12 Eylül uygulamalar ve devamındaki aynı siyasal ortamda da çare bulamamıştır. Ekonomik krizlerin nedeninin, işçi sınıfı, onun grevleri, toplu sözleşmelerde işçi maliyetini % 10’un üzerine çıkarmayan işçi ücretleri olmadığı, 12 Eylül den sonraki süreçte ekonominin
‘düze çıkamaması’ ile en kalın kafalı olanları bile ikna edecek açıklıkla ortaya çıkmıştır, işten atmaların, işsizliğin sorumluluğunu sendikaların üzerine alan burjuvazi, kapitalist sistemin onmaz hastalığını açık etmeme çabası içindedir. Ekonomik krizlerin nedeni kapitalist sistemin kendisi, eşitsiz ve anarşik üretim yapısıdır. Türkiye’deki biçimiyle emperyalizme bağımlı, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin aşırı kârı ile ayakla kalabilen niteliğidir. Son on yılda işçi maliyetlerinin % 10’un allına düştüğünü burjuva ekonomistleri itiraf ederken, bununla yetinemeyen burjuvazinin hastalığının çaresizliğini açıklayacak başka bir kamla ihtiyaç yoktur. Hal böyle iken, burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki yasa ve kararlar dişe dokunur bir müdahale ile karşılaşmaksızın meclisten geçerken, uygulanmaları ile ortaya çıkan hak ihlallerine karşı hiçbir yasal yaptırım yolu yokken, halk muhalefetinin sesi zorbalık ve anti-terör yasalarıyla karşılanırken, burjuvazi hangi uzlaşmadan, hangi koşullarla uzlaşmadan söz ediyor? Eğer gerçeklen uzlaşma söz konusu ise, burjuvazinin ödün vermek için hiçbir nedeni yoktur. O nasıl ki, kendi fabrikalarının işletmelerini ‘memleket sanayisi’ diye yutturmaya çalışıyorsa, aynı şekilde işçileri dilediği gibi işten atmak özgürlüğünü meşrulaştırmayı siyasal partilere ‘memleket sanayisinin kurtarılması’ olarak dayatıyor. Bu konuda muhalefetinin onayını, aracılığını, mutabakatını istiyor ki, muhalefeti yanına kalabilirse, işçi ve halk muhalefetine karşı sesini daha gür ve kesin yükseltebilsin! Toplu sözleşme görüşmelerinde sendika yönetimlerinin tabandan gelen baskıyı göz ardı edememeleri karşısında sendikaları suçlayıp, bu sadık hizmetkârlarını azarlasın ki, bir sonraki dönemde hizmetlerini daha kusursuz yerine getirebilsinler. İçinde bulunulan ekonomik ve siyasi çıkmazların sorumlusu sendikalar gösterilsin ki, işçi sınıfının mücadele merkezleri olmasının önlenmesi için geleceğe yönelik düzenlemelerde, buralar mücadele merkezleri olmaktan çıkarılıp, tam anlamıyla burjuvazinin hizmetinde göstermelik işçi örgütleri haline getirilsin. Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında incelenen Kalite Çemberi ve Japon Modeli Sendikacılık türü, sınıf mücadelesini baltalayan, işçileri burjuvazinin hem işgücünü sömürdüğü, hem sömürüsünü arttırmakla sorumlu tuttuğu, hem de zarar ettiği takdirde işveren zahmet etmeden kendiliğinden işten çıkan, burjuvazinin külfetini azaltıp, karını artıran fedakâr “köle örgütleri” haline getirebilsin.
İşte, burjuvazinin “toplumsal uzlaşma” koşullan bunlardır! İşçi maliyetini % 10 altına düşürüp, sömürüyü % 1000’e mümkünse! çıkarmak, işten atmaları burjuvazinin meşru hakkı olarak resmen tanıtmak, sendikaları tümüyle kontrolüne almak.
Bugünkü siyasi ve ekonomik koşullarda, nasıl burjuvazinin işçi sınıfı ile uzlaşmak için hiç bir nedeni yoksa işçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşmamak için binlerce nedeni vardır. Bunların en başında, onmaz hastalığı ile kıvranan emperyalist kapitalist sisteme alternatif olarak, kendi elleriyle kurup, yaşatabileceği, yerleştiği oranda sağlamlaşarak geleceği, sosyalist sistemi vardır. Bu geleceği yakınlaştıracak en önemli faktörlerden biri, işçi sınıfının burjuvazi ve onun her türden destekçisi ile asla uzlaşmamasıdır. İşten atmalara karşı aktif direniş, sendikaları sınıf sendikacılığı çizgisine çekmek için çalışmak, mücadele etmek, işçi sınıfı bilinciyle donanarak, öncü partisiyle geleceğin iktidarının nüvelerini oluşturmak, gasp edilen hak ve özgürlükler için mücadeleyi sosyalizm mücadelesi ile birleştirmek; bu koşullarla köylü ve diğer emekçi halk kesimleri ile ancak bunlarla uzlaşmak! İşçi sınıfının uzlaşabileceği alan budur.

EK:
TOPLUMSAL UZLAŞMA NEDİR?
Uzlaşma, sözcük anlamıyla karşılıklı ödünler içeren bir anlaşma olarak tanımlanabilir. Sınıflar mücadelesi tarihinde toplumsal anlaşma olarak niteleyeceğimiz olumlu ve olumsuz örnekler vardır. Örneğin, Bismark’ın Almanya-Avusturya savaşı öncesinde Alman ulusal birliğini sağlamak için verdiği “genel oy” vaadi karşısında Lassalcıların ve liberal burjuvazinin desteğini sağlaması, bundan kendi diktatörlüğünü sağlamlaştırmak için yararlanması toplumsal anlaşmalara tarihsel kötü örnektir. 1930’ların ortalarında, Fransa’da “halk cephesi” hükümetleri döneminde, ya da İspanya’da iç savaş öncesinde yapılan, faşizme karşı çeşitli demokrat güçlerin ittifakı koşullarında ortaya çıkan toplumsal uzlaşmalar ise olumlu örneklerdendir.
“Toplumsal uzlaşma’nın doğruluğu ya da yanlışlığı hangi koşullarda gerçekleştiğine bağlıdır. Eğer anlaşma burjuvazinin lehine, emekçilerin aleyhine sonuçlar doğuruyorsa, sınıf mücadelesini gerileten bir amaca hizmet ediyorsa emekçilere ihanettir.
Genel olarak yaklaşıldığında “toplumsal anlaşma”, emekçilerden yana bir hükümetin işbaşına geldiği ve gerici güçlerin bu hükümeti devirmeye yöneldiği koşullarda, hükümetin emekçilerin desteğini sağlamak, emekçilerin de kimi kazanımlar; elde etmek için yaptıkları bir anlaşmadır. Örneğin, ilerici, anti-emperyalist bir hükümetin, emperyalizmin çıkarlarına tutum alması, fiyatları dondurma, yabancı sermayeyi ya da tekelleri ulusallaştırma programını uygularken, emekçilerden ücret artışı, grevler vb. konusunda destek istemesi, bu koşulların belirli bir sözleşmeye bağlanması bir “toplumsal anlaşmadır” ve koşullara göre de sınıf mücadelesini ilerletici olacağından desteklenebilir. Ama bugün Koç ve diğer büyük burjuvazinin sözcülerin önerdiği “toplumsal anlaşma” sınıf düşmanı bir anlaşma olacaktır. Çünkü her şeyden önce bugün başta bulunan hükümet işçi ve emekçi düşmanı politikalar izlediği gibi, emperyalizme hizmette kusur etmeyen, bütün politikası emperyalizm ve büyük sermayenin çıkarları doğrultusundadır, böyle bir hükümetle, bu politikaları destekleyen burjuvazi ile işçi sınıfının, emekçilerin uzlaşacağı hiçbir şey yoktur. Bu yüzden de değil bir toplumsal uzlaşma, bunun burjuvazi ve hükümetle tartışılması bile sınıfa yapılabilecek en büyük ihanettir.

Eylül 1991

Kamu çalışanlarının sendikal mücadelesinin bazı yönleri

Son yıllarda kamu çalışanlarının mücadelesi oldukça yüksek bir gelişme seyri izliyor. (Son yıllarda bu alanda yürütülen mücadele içinde “kamu çalışanları” adlandırması memur adlandırması yerine daha çok kullanılmaya başlandı. “Memur” sözcüğünün uyandırdığı imaj, mücadele içindeki memurun memurluğunu tartışılır hale getirse de, bu kategori içinde olanların çok büyük çoğunluğunun devlet memuru olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bu yüzden de biz bu yazı boyunca “memur” ya da “kamu çalışanları” sözcüğünü aynı anlamda kullanacağız.) Hükümet ve gericiliğin tüm baskılarına karşın kamu çalışanları kendi sendikalarını kurarak mücadelede bir adım daha attılar.
“Emre itaat”in simgesi olarak bütün dünyada atasözlerine, vecizelere konu olan memurlar, yukarıdan gelen emir ve tehditlere boyun eğmeyerek grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı için yürüttükleri mücadelede çeşitli türden eylemlerle seslerini duyurdular. Geçtiğimiz Temmuz ayının başında da, belli başlı kentlerden, başkent ve memur şehri olarak bilinen Ankara’ya gelen memurlar, polis ve hükümetin aldığı tüm önlemlere karşın Ankara’nın en kalabalık caddelerinde hakları için yürüdüler, sloganlarını haykırdılar.
Kamu çalışanlarının mücadelesinin yükselip yaygınlaşması gerek mücadelenin geçmişi, gerekse içeriği üstüne tartışmaları da yoğunlaştırmış bulunuyor. Bir yandan hükümetin sendikaları daha baştan boğma taktiklerine karşı mücadele veren kamu çalışanları bir yandan da sendikalarının nasıl sendikalar olması gerektiği, hangi mücadele anlayışıyla yaklaşılırsa tüm kitleyi kucaklayacak bir nitelik kazanacağı üstünde tartışıyorlar.
Tartışılan pek çok konu var: hâlihazırda kurulmuş olan memur sendikalarının (aynı işkolunda olanların) birleştirilmesi, bunların kitleselliğinin sağlanması, birim örgütlerinin yaratılması, üst yönetimlerin tabanı temsil edecek ve mücadeleyi omuzlayacak biçimde yeniden oluşturulması vb gibi. Hiç kuşkusuz ki, bütün bunlar gerçek sorunlar ve tartışıldıkça da daha iyi anlaşılıp çözümlenme yoluna girecekler. Ama biz burada bu gündelik sorunlardan çok, tartışılan bir başka konuya değineceğiz: Kamu çalışanı, ya da memur adı verilen kategorinin işçi sınıfıyla olan farkı ve benzerlikleri, bu fark ve benzerlikten kaynaklanan sendikal mücadelenin hedefleri. Ama öncelikle memurun ne olduğu, tarihsel bakımdan bu kategorinin nasıl biçimlendiği üstünde kısacada olsa durmakta yarar görüyoruz.

Toplumsal sınıflar bakımından memurun yeri ve sınıflar mücadelesi içindeki konumu
Sınıfların, dolayısıyla devletin ortaya çıkmasından başlayarak memurlar da toplumsal bir kategori olarak ortaya çıkmışlardır.
Köleci devletin mali, idari, adli ve askeri bürokrasisi hemen bütünüyle memurlardan oluşuyordu. Ve halkın karşısına devlet adına memurlar çıkıyordu. Belki başta, bir kral, bir imparator ya da bir tiran bulunuyordu, ama devletin sürekliliğini ve işlerliğini sağlayanlar, bugün olduğu gibi o gün de çeşitli kademeden memurlardı.
Feodal çağda, kimi askeri ve adli görevleri memur olmayan soylular üstlenmiş olmasına karşın, durum pek değişik değildi. Devlet işleri dar bir memur kadrosu tarafından yerine getiriliyor, memurlar egemen sınıfın hizmetkârı, egemen sınıfın egemenliğinin doğrudan aracı olarak işlev yapıyorlardı.
Kapitalist devlet her şeyden önce feodal devletin bürokrasisini devralırken kaçınılmaz olarak bu bürokrasinin elamanları olan memurları da devraldı. Kendi egemenliğini sürdürmek için devlet cihazını yeniden organize ederken memuru da yeniden biçimlendirerek kendi hizmetkârı durumuna getirdi. Burjuva devlet mekanizmasının ana kurumlan olan asker ve sivil bürokrasi doğrudan maaşlı memurlara dayanan bir mekanizma olarak biçimlendi. Üstelik feodal devletten farklı olarak kapitalizm en üst makamlarda bile “gönüllü” ya da “soydan gelen” görevleri de bir yana iterek devletini en tepeden en aşağıya maaşlı, profesyonel hizmetkârlarından oluşan bir mekanizmaya dönüştürdü. Köleci ve feodal çağın memurlarından farklı (Köleci ve feodal çağda da devlet memurları çoğunlukla hizmetleri karşılığı bir gelir elde ediyorlardı, ama bu gelir her zaman doğrudan devletten maaş alma biçiminde olmuyor; tersine, bazı imtiyazlar, rüşvet, yapılan işten elde edilen gelirin bir bölümü vb. biçiminde oluyordu.) olarak kapitalist devletin memuru sadece devletin kendisine verdiği görevi yerine getirdiği için para alan, maddi yaşamı bu görevi yerine getirmesine bağlanmış kişi haline geldi.
Kapitalist devlet, sadece memuru yasalarla belirlenmiş bir statü ve maaşa bağlamakla kalmadı, eski toplum biçimlerinde nihayet, askerlik, adalet, maliye, idari işlerle sınırlı memurluk görevlerini genişletip çeşitlendirdi. Fabrika yöneticisi ve deneticilerinden genel eğitim ve sağlığa, ulaşıma kadar çok çeşidi alanlarda memurlar istihdam etmek zorunda kaldı. Özellikle sanayi devriminden sonra devlet bürokrasisi hızla genişlemeye başladı. Binlerce kişinin çalıştığı fabrikalarda burjuvazi yönelim ve denetim için bir memur ordusunu da işe almak zorunda kaldı. Gerçi fabrikadaki yönetim ve denelim görevlileri devlet memuru değillerdi ama yaptıkları iş ve yaşantıları göz önüne alındığında onlar işçilerden çok patrona yakınlıklarıyla belirleniyorlar, devlet bürokrasisinin toplum karşısındaki görevini onlar işletmeler düzeyinde yerine getiriyorlardı. Bu yünden do bugün, kapitalist İsletmelerin yönetici ve denetçileri gibi o günün yönetici ve denetçileri de birer “memur”dular.
Burjuvazi, feodalizmin ağır işleyen, formalitelere boğulmuş bürokrasisini eleştirerek iktidarı ele geçirmişti, ama kendisi de daha geniş ve hantal bir bürokrasi yaratmaktan geri duramadı.
Kapitalist için bürokrasinin büyümesi, memurların sayılarının artmasının anlamı el koyduğu artı-değerin daha çok miktarının memurlara maaş olarak verilmesidir. Bu yüzdende burjuvazi için memurların sayısını asgariye indirmek her zaman islenir bir şey olmuştur. Bu ise, burjuva sınıfının egemenlik aracı olan devletin büyüyüp etkinliğinin artmasıyla çelişik bir düşüncedir. Ve devletin baskıcı, denetleyici gücüyle onun mekanizmalarında yer alanların sayısı arasında (özel durumlar dışında) doğrudan bir ilişki vardır.
Liberal ekonomiciler, kapitalizmin devrimci çağında devletin ekonomiye müdahaleleri ve çeşitli harcamalar için arlı değerden belirli bir payın devlete aktarılmasına karşı çıkıyorlardı. Bu bireysel kapitalizm savunucularının şikâyetlerine karşın, henüz o yıllarda, burjuva devletin bürokrasisi, bugünle kıyaslandığında son derece sınırlıydı. Bürokrasinin boyutu ekonomik işletmeler ve savunma, adalet, askeri, güvenlik, idare vb. gibi bakaç zorunlu alanla sınırlıydı. Ancak 19. yüzyılın sonlarından başlayarak iki gelişme devletin etkinlik alanlarının gelişmesini zorladı: Bunlardan birincisi, ekonomide tekellerin ortaya çıkması ve kapitalizmin tekelci devlet kapitalizmine dönüşmesi; bu durum ekonomik, askeri, idari bakımdan kapitalist devletin devasa bir mekanizmaya dönüşmesini zorunlu kıldı. İkincisi ise, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin devrimci mücadelesinin yan ürünü olarak ortaya çıkan toplumsal ilerlemenin getirdiği sağlık, eğitim-öğretim, ulaşım, iletişim hizmetleri, enerji gibi alanların genelleşerek, topluma bir devlet hizmeti olarak gitmesinin zorunluluğu, devlet hizmetlerinin, buna bağlı olarak da memur kadrosunun genişlemesine yol açtı.
Burada şunu hemen belirtelim ki; kapitalist devletin çeşitli toplumsal hizmet alanlarına el almasının nedeni onun “sosyalleşmesi”, emekçilerin ihtiyaçlarını karşılamayı kendisine görev edinme isteğinden değildir. Tersine, onu buna zorlayan, her şeyden önce toplumsal gelişmedir. Ekonomik-toplumsal gelişme öyle bir aşamaya gelmişti ki; yığınların en temel ihtiyaçlarını karşılamayan bir devletin “çağdaşlığından”, “gerekliliğinden” söz edilemezdi. Devlet ancak bu toplumsal hizmet alanlarında kendisini duyurduğu ölçüde varlığına toplumsal “meşruiyet” kazandırabilirdi. Kısacası burjuva devlet, yığınlar gözünde gereksiz ve asalak bir kurum olduğu gerçeğini saklamak zorundaydı. Bunu da ancak toplumsal kimi hizmetleri (eğitim, sağlık, iletişim, vb.) üstlenerek yapabilirdi. Öte yandan emekçiler burjuvaziye karşı kesintisiz bir mücadele içindeydi, burjuva düzeninin baskıcı, sömürücü, adaletsiz niteliğine karşı çıkarak kendi düzenleri için mücadele ediyorlardı. Bu durum burjuvaziyi onu kimi toplumsal reformlar için zorlayan başlıca etkenlerden birisi olarak ortaya çıkmıştı.
Toplumsal gelişmenin zorladığı devlet hizmetlerinin artması, buna bağlı olarak devlet bürokrasisinin büyümesi ve memur sayısının işçilerin sayısıyla yarışan bir artış göstermesi memurların durumunda da değişikliklere yol açtı: Geçmişte tümüyle egemen sınıfın beslemesi, onun kırıntılarıyla emekçilere göre oldukça iyi bir yaşam süren memurlar, sayılarının hızla artmasıyla bu seçkin statülerini yitirdiler. Gerçi üst bürokrasi diyeceğimiz küçük bir kesimi (devlet makinasının kilit noktalarını bunlar tutuyorlar) gelir ve statü olarak hala seçkin özellikler taşımakladır, ama geniş memur yığınları işçi ve öteki emekçilerle aşağı yukarı aynı ekonomik yaşam koşulları içindedir. Bu durum gelişmiş ülkelerden az gelişmiş ya da geri ülkelere doğru gidildikçe daha açık görülmekte, memurların alt tabakasıyla işçi ve diğer emekçi sınıfların maddi yaşam koşulları birbirine iyice yaklaşmaktadır.
İşçi sınıfının mücadelesinin bir sonucu olarak sınıfın maddi yasam koşullarının iyileşmesi ve memurların eski durumlarına göre statü düşüşüne uğramasından kalkan kimi revizyonist ve reformcu teorisyenler, anık memurların bu alt ve orta tabakalarının da işçi sayılacağı, bu yünden da işçi sınıfı denince eskisi gibi salt üretimde doğrudan yer alan, değer yaratan ya da değer dolaşımında yer alan emekçileri değil, memurları, mühendis, öğretmen, doktor, sağlıkçı vb. de işçi saymak gerekliğini iddia etmektedirler. Kaba bir bakışla bu tez doğru görünürse de, işçi sınıfı ile diğer sınıfları ayıran tek kıstas onun maddi yaşam koşullarının düzeyi değil, onun üretim sürecindeki konumudur. Onu kapitalist düzene her noktada karşıt konuma ilen sadece yaşadığı nispeten kötü koşullar değil, yarattığı değere el konulması, bir başka söyleyişle sermaye sınıfı, yani burjuvazi tarafından sömürülmesidir.
Kapitalist sistemde değer yaratılan iki sektör vardır: Tarım ve sanayi; Bütün diğer alanlardaki yatırım ve harcamalar için kullanılan kaynaklar bu iki alanda yaratılan değerden başka bir şey değildir. Bu yüzden de, devletin kendi memurlarına verdiği maaşın kaynağı da el konulan artık değerdir. Burjuvazi el koyduğu artık değerin bir bölümünü kendi devletinin etkinliğini sağlayan memurlarına verir, vermek zorunda kalır. Bu durum işçi ile memuru ayıran maddi temeli oluşturur. İşçi değerin asıl yaratıcısı olarak sömürülen iken, memur verdiği hizmet karşılığında artı değerden kendisine pay verilen konumdadır. Yani memur sömürülen değil, belki hizmeti karşılığında yeterince tatmin edilmeyen, hizmeti ucuza kapatılandır.
Bizim ülkemizdeki durum göz önüne alındığında; gerçekte durum başka ülkelerden çok farklı olmamasına karşın, yasal düzenlemede, kol emeği ağırlıklı işte çalışan pek çok kişi memur (hastanelerin ve eğitim kurumlarının temizlikçileri, makinistler, vb) sayılırken, gerçekte bir memur gibi çalışanlar da birçok yerde işçi sayılmaktadır Kuşkusuz bu gerçeği değiştirmez. Sadece yasaların yanlış tanımlamalar yaptığını gösterir. Yani bir kişi ya da hizmet grubu SSK’lı diye işçi sayılamayacağı gibi, 657 sayılı devlet personel yasasına bağlı çalışıyor diye de memur sayılamaz.
19. yüzyılın sonlarından başlayarak memurların sayılarının olağanüstü artması onların sınıflar mücadelesi içindeki yerlerinde de önemli bir değişikliğe yol açtı. Burjuva devletinin yasalarının uygulayıcısı, bunun sonucu olarak da her türden ilericiliğin karşısında yer alan, burjuvazinin kırıntılarıyla beslenen memurun yerini, kendisine yeni bir statü arayan; emekçilerden yana olmanın kendi toplumsal konumunu güçlendireceğinin farkına varan memurun almasına yol açtı. İşçi sınıfı ulusal ve uluslararası planda memurların hak mücadelesini destekledi. Bu gelişmelerin sonucunda birçok ülkede, daha doğrusu Türkiye, Hindistan, Honduras, Kolombiya, Mısır, Filipinler, Srilanka, Suriye, Uruguay gibi bir kaç ülke dışında hemen bütün dünya ülkelerinde memurlar sendikalarda örgütlendiler. Diğerleri de, bizim ülkemizde olduğu gibi, bugün de mücadelelerini sürdürüyorlar.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde memurların ekonomik ve sosyal statüleri bizim gibi ülkelere göre çok daha yüksektir ve bu durum onların işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların mücadeleleriyle birleşmelerini güçleştirici bir unsurdur. Ama bizim gibi, maddi yaşam koşullarının çok daha geri, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin yüksek olduğu yıllarda memur maaşlarının ortalama işçi ücretinin bile çok allına düştüğü ülkelerde, memurların varolan duruma başkaldırma, öteki muhalif güçlerle birleşme eğilimi güçlenmektedir.

Türkiye’de memur mücadelesi
Türkiye’de memurların mücadelesi Avrupa ülkelerine göre çok yenidir. Her şeyden önce Cumhuriyet, Osmanlı İmparatorluğundan pek çok diğer şeyi alırken memurlarını ve “kapı kulluğu”nu da devralmıştır. Özellikle de yoksul yığınlar, karşılarında baskıcı devlet gücü olarak jandarma, tahsildar, kentlerdeki memur tabakasını bulmuştur. Memurlarda adeta bu görüntüyü yerleştirmek istercesine devletçi bir tulumla yoksul halka tepeden bakmayı ahlak ilkesi edinmişler, baskı, tehdit ve rüşvet gibi yollarla emekçilerin ezilip sindirilmesinin gönüllü hizmetkârları olmuşlardır. Memur devletle eşit görünen bir statüdedir ve halkın en çok korkup çekindiği, aynı zamanda en çok gıpta etliği kişidir. Köy ve kasabaların ağaları, kızlarını orta dereceden bir memurla evlendirmenin kendilerine güç kazandıracağını düşünürlerdi bu yıllarda.
Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, devletin gerçek sahibi burjuvazi öne çıktıkça, bir avuç yüksek bürokrasi dışındaki devlet memurları kendi toplumsal yetini görmeye başlamış, 1960’lardan itibaren de öğretmenler başta olmak üzere çeşitli memur kesimleri örgütlenme ve mücadele içine girmişlerdir,
1961 Anayasası 46. maddesi memurlara sendikalaşma hakkı tanımasına karşın, 624 sayılı Devlet personel Yasası (1965) ile memura grev ve toplu sözleşme yasaklanarak sendikal mücadele engellenmiştir. Ama bu engele karşın 407 adet memur sendikası kurulmuştur. Bu dönem kurulan memur sendikalarının başlıcaları şunlardı: İLK-SEN, TEK-SEN, TÖS, TÜRK-PER-SEN, TÜRK-PER-SEN Konfederasyonu, Devlet Teşekkül ve Teşebbüsleri Personel sendikaları vb. vb. Ne var ki, bu sendikalardan TÖS dışındakiler seslerini duyuracak bir büyüklük ve eylem çizgisine yaklaşamadıklarından varlıkları sözden ibaret kalmıştır.
1971’de, 12 Mart darbesinden sonra, yapılan Anayasa değişikliği ile memurların sendikalaşması yasaklanmıştır. Ancak bu sefer de işkolu ve işyeri düzeyinde çok sayıda dernek kuruldu: Türk-Per-Der, TÖB-DER, TÜTED, TÜM-DER, TÜS-DER, T. Ziraatçılar Derneği, Veteriner Hekimler Derneği, Genel Der, İm-Der, Pol-Der, Tüm Sağlık-Der, Sağlık-Der vb. Pek çok demek ve yasa dışı memur grupları oluştu. Sınıf mücadelesinin yükselişine paralel olarak on binlerce memur çeşitli eylemlerle “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” ve demokrasi talepleriyle mücadeleye girdiler. Reformcu ve revizyonistlerin mücadeleyi geri çekme çabalarına karşın çoğu yerde pek çok memur (200-300 bin) bu örgütlenmeler içinde yer aldı. Hiç kuşkusuz bu büyük bir killeydi, ama mücadeleye doğru bir önderlik götürülemediğinden, mücadelenin dernek mücadelesine indirgenmesi ve salt ekonomik bir çizgide seyretmesi nedeniyle bu örgütlenmelerden istenilen verim alınamadı. Grupçuluk, dernekçilik, ekonomizm ve reformizm memur mücadelesi içinde parçalayıcı ve mücadeleyi zayıflatıcı bir rol oynadı.
12 Eylül süreci ise, memurları işçilere karşı kışkırtan bir propagandayla başladı. İşçi ücretlerinin memur ücretlerinden daha yüksek olmasını cunta, işçi ücretlerini aşağı çekmenin gerekçesi olarak kullanırken, memur maaşlarını işçilere göre daha yüksek tutarak “memurun toplumsal statüsünü” değiştirmeyi, daha doğrusu memuru devleün sadık kölesi haline getirmeyi amaçladı. Ama cuntanın olanakları; birincisi, memur mücadelesinin geçmiş mirası ve devrimci demokrat düşüncenin memurlar içinde az çok yaygınlaşmış olması, ikincisi ve en önemlisi ise, bütçe olanakları ile sınırlıydı. Memurlar, sürgün, işten el çektirme, güvenlik soruşturması, zorbalıkla bir kaç yıl susturuldu, ama memurların sosyal statüsü fazlaca değiştirilmediğinden; bir süre sonra, memurlar içindeki hoşnutsuzluk, mücadele ve yığınsal örgütlenmelere doğru gelişti.
1980 sonrası baskı ve terör döneminde memurlar da çok çekmişlerdi, ama geçmiş mücadele mirasından da çok şey öğrenmişlerdi. Nitekim 1980’lerin ortalarında yeniden örgütlenmeye yönelindiğinde eski yanlışlar önemli ölçüde aşılmış olarak işe başlandı. Çeşidi kamu çalışanı sendikaların içindeki memur sayısı 1970’lerdeki kadar kalabalık değildi, ama istemler memur kitleleri içinde ses bulmuş olduğundan, mücadelenin oturduğu zemin geçmişe göre çok daha sağlamdı. Bu yüzden de memur sendikaları, daha yasallaşmadan bir meşruiyet kazandılar. Valiliklerin kapatmaları memurların daha kalabalık kitleler halinde gösterilere başvurmasını engellemediği gibi, sendikalara karşı ilgiyi daha da arttırdı. Bugün yasal karışıklık sürmektedir; ama memurlar için ne yapılacağı hangi yolun yürüneceği açıktır. Gelişmeler, sendikalaşma alanında memurların geri dönülmez bir adım attıklarını göstermektedir.

Memur sendikalarının bugünkü durumu ve işlevleri
Ülkemizde memur ya da kamu çalışanı olarak sendikalaşacak konumda 1,5 milyon dolayında emekçi vardır. Son bir kaç yıldır, eğilim, belediye, sağlık, tarım iş kolları başla olmak üzere değişik iş kollarından kamu çalışanları, önce sendikal platformlar oluşturup işyerleri düzeyinde çeşitli türden eylemler içinde örgütlenmişler, bu mücadeleler içinde EĞİT-SEN, TÜM-BEL-SEN, TÜM SAĞLIK-SEN, TARIM-SEN gibi sendikalar, daha şimdiden, on binlerce kamu çalışanını çatıları altına toplamış durumdadırlar.
Kamu çalışanlarının 1970’li yıllardaki örgütlenme düzeyine bakıldığında, bugünkü örgütlü emekçi sayısı 1970’lerin çok gerisindedir; ama örgütlenme isteğinin bugün daha derinden hissedildiği, eylemlerin o günkülerden daha etkili olduğu da gerçeğin diğer bir yanıdır. Hükümet ve polisin tüm engellemelerine karşın bugün mücadelenin sürüyor olması, sendikaların, sendikal çalışmanın, resmen faaliyetin engellendiği koşullarda da fiilen sürüyor olması, mücadelenin geniş kamu çalışanları kitlesiyle en azından gönül bağlarının doğduğunun açık göstergesidir.
Evet, kamu çalışanları sendikalaşmaya karşı yakın bir ilgi göstermektedir; ama bu örgütlenme açısından problemlerin çözümlendiği anlamına gelmez. Tersine bugün bu sendikaların önündeki en büyük engel henüz yeterince kitleselleşememiş olmalarıdır. Bu başarılamadıkça da “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı”nın elde edilmesi ya hayaldir, ya da hükümet ve reformcuların her türden saptırmasına açık bir istem olarak kalmaya mahkûmdur. Bugün bu sendikalar için baş görev kitleselleşmek, yüz binlerce memuru çatıları altında toplamaktır. Bu yapıldığı ölçüde karşılaşılan sorunların çözümü için sağlam bir zemin edinilmiş olacaktır.
Kitlesellik bugün başlıca sorundur, ama aynı zamanda kitleselliğin hangi ilkeler doğrultusunda olacağı da bir sorundur ve memurlar bugün, bu sorunu da doğru bir biçimde çözmek durumundadırlar. Aksi halde işçi sınıfımızın başındaki sarı sendikacılık ve sendika ağalığı belası memurlar içinde kaçınılmaz olacaktır.
Bugüne kadarki memur mücadelesi göstermiştir ki; memurları birleştirebilecek tek yol aktif bir kitle mücadelesi çizgisidir. Ricacı, yasalara teslim olmuş, bakanlıklar ve üst bürokrasiyle girişilecek uzlaşmalar ve görüşmeler sonucu elde edilebilecek hiç bir şey yoktur. Bu yüzden de memurlar ancak kendi güçlerini birleştirip ortaya koydukları ölçüde mücadeleyi ilerletebilecekler, mücadele ilerlediği ölçüde de geniş yığınlarla birleşebileceklerdir. Bu çizgi daha şimdiden memur sendikalarına da sendika ağalığı ve sendika bürokrasisinin taktiklerini politikalarını bulaştırmak isteyen reformcularla devrimci sendikacılık anlayışını ayrıştırmıştır. Komplocu tarzda kurulan sonu “İŞ”le biten memur sendikalarının başındaki reformcu sendika bürokratları, hükümetten icazet bekleme politikasının kendilerine esas alarak memurların geleneksel mücadeleci çizgilerini inkâr ederek, “memur tipi” bir sendikacılığı yerleştirmeye çalışmaktadırlar.
Sınıf sendikacılığı programı, en radikal devrimci demokrat bir programdan iki özelliği ile ayrılır. Birincisi, bütün sınıfları ortadan kaldırarak sınıfsız topluma giden yolu açma, ikincisi ise; katıksız bir enternasyonalizmle. Aynı ilkeler sınıf sendikacılığının bel kemiğini meydana getirir.
Demek ki; bugün kamu çalışanlarının sendikaları iki başlıca işlevi yerine getirmekle karşı karşıyadır: geniş kamu emekçilerini sendikaların çatıları altına toplayarak sendikaların etkinliklerini anırmak ve devrimci sendikal ilkeler temelinde, kitle mücadelesi üstünde yükselen, bir sendikacılık anlayışının geleneğini yerleştirmek.

Memur sendikaları ve ilkeleri
Ülkemizde en yaygın hastalıklardan birisi de her reçetenin her hastalığa iyi geleceği biçimindeki kalıpçı yaklaşımdır. Bu yaklaşımın son örneğini,1970’lerde DİSK’in TKP’li ağalarınca, sınıf sendikacılığını sulandırmak için öne sürülen “sınıf ve kitle sendikacılığı” etiketinin hemen memur sendikalarına yapıştırılmasında görüyoruz. (“Sınıf ve kitle sendikacılığı” kavramının içeriğini daha önce “kitle örgütleri”yle ilgili olarak yayımladığımız yazının ikinci bölümünde eleştirdiğimiz için burada kavramı ayrıca eleştirmeyeceğiz. Bak: Özgürlük Dünyası, Sayı: 21, s.46,47)
“Sınıf ve kitle sendikacılığı” kavramının içeriği çarpık olduğundan, işçi sendikalarına uymadığı gibi memur sendikalarına da uygun düşmez. Ancak bu kavramı kullananlar, onu sınıf sendikası anlamında kullandıklarından, burada sınıf sendikacılığı ilkelerinin memur sendikalarına uygunluğu üstünde duracağız.
Her şeyden önce sınıf sendikacılığı programı işçi sınıfının tarihsel-toplumsal misyonundan, sınıfsız toplumu kurma yükümlülüğünden doğar. Bu yüzden de sınıf sendikacılığının ilkeleri doğrudan proletaryanın öz partisinin azami programından yansır. Konumuz açısından bu program, en radikal devrimci demokrat bir programdan iki özelliği ile ayrılır. Birincisi, bütün sınıfları ortadan kaldırarak sınıfsız topluma giden yolu açma, ikincisi ise; katıksız bir enternasyonalizmle. Aynı ilkeler sınıf sendikacılığının bel kemiğini meydana getirir. Ücretli kölelik sistemine tümden son vermeyi amaçlamak ve bütün sorunlara yaklaşımda proletaryanın uluslar-arası çıkarlarını gözetmek; sorunlara ulusal değil uluslararası bir perspektiften yaklaşmak. Bunlar, sınıf sendikacılığım diğer bütün sendikacılık eğilimlerinden ayıran temel ilkelerdir.
Öte yandan “memurlar” dendiğinde, aralarında çok farklı gelir ve toplumsal statü farkı olan bir kategoriden söz edilir. (T.C. Personel yasası 60 ayrı ücret basamağı ile memurları sınıflandırmıştır). Kapıcıdan bakanlık müsteşarına kadar, genelkurmay başkanına kadar herkes memurdur. Bu uç noktaları, makamlarından ayrıca güç alanları bir yana bıraksak bile, sadece memur olmaktan gelen konumlarıyla ayrı ücret ve statü farklılıkları son derece fazladır. Ancak bugün, memur olarak sorunları olan kesim, 1,5 milyonluk memur kitlesinin % 80’inden fazlasını oluşturan bir kitledir ki; sendikaların asıl birleştirmesi, taleplerini göz önüne alması gereken kesim bunlardır. (Bu yazı boyunca “memur” dediğimizde hep bu % 80’i aşan çoğunluktan söz ettik. Yüksek bürokrasiyi, subay ve polisleri burada sözünü ettiğimiz “memur” mücadelesinin dışında tutuyoruz. Ülkemizdeki 1,5 milyonu aşkın memurun sadece 220 bin kadarı az çok imtiyazlı bir dereceler olan 1-4 derecelerden maaş alırken; geri kalan 1,3 milyon memur, bugün işçilerin ortalama ücretlerinin altında bir maaşa tekabül eden 5-15 derecelerden maaş almaktadır.) Çünkü üst kesimlerin bugünkü düzenle zaman zaman çelişmeleri olsa da bunlar kapitalizmin koşulları altında çözümlenebilecek çelişmelerdir.
Şu gerçeği burada vurgulanmalıyız: Kapitalist ülkelerde, yaşama koşulları proletaryaya ne kadar yakın olursa olsun memurlar küçük burjuvazinin bir kategorisi olup, düzen tarafından ezilip baskı altında tutulsalar da kapitalizmle her noktada uzlaşmaz bir karşıtlık içinde değillerdir. Kapitalizmin kendilerini ezen, hizmetlerini ucuza kapatan “kötü yanlarına” karşıdırlar. Bu yüzden de bu kategori için sosyalizm, nesnel olarak, kaçınılmaz, bir zorunluluk değildir.
Memurlar, küçük burjuvazinin bir kategorisidir. Ama kapitalist baskı ve tekelci sömürünün bugünkü boyutlarında memurların en geniş kesimlerinin çıkartan işçi sınıfının çıkartan ile birleşmiş olup, kapitalizmin ortadan kaldırılması geniş memur yığınlarının (üst bürokrasi dışında) çıkarlarıyla çalışmaz. Bu yüzden de bugün memur sendikacılığı sınıf sendikacılığı ile her noktada tam olarak çakışmasa bile kapitalizmin ortadan kaldırılması ilkesinde çelişmez. Bu haliyle de bugün kamu emekçilerinin toplayacak sendikalar, sıradan demokrat sendikacılığın ötesine geçmek, sosyalizm için mücadeleyi benimsemekle karşı karşıyadırlar. Nasıl ki düzenle çelişmelerinin artması, yaşam koşullarının kötüleşmesi onları proletaryaya katmazsa, sosyalizm istemiyle çelişmeyen bir sendikacılık çizgisi izlemeleri de bu sendikaları sınıf sendikası düzeyine getirmez. Kısacası, sendikalar içinde etkin olan memur kitlesinin emek yanı ağır olduğu ölçüde bu sendikalar sınıf sendikacılığı çizgisine yaklaşacaklar, düzenle bağlantısı fazla kesimlerin etkinliği arttığı ölçüde de ondan uzaklaşacaklardır.
Elbette ki bu sendikaların sınıf sendikacılığına yaklaşan bir programları olması istenir bir şeydir ve sendikaların işlevlerini yerine getirmesi için de bu zorunluluktur. Ama pratikle sendikanın, kendisinin üyelerini birer birer bağlayan (parti gibi) bir programı olmaz. Tersine sendikaya girmek isteyen herkes sendikanın üyesi olabilir. Dahası her memurun sendikanın üyesi olması istenir bir şeydir, öte yandan memurlar da değişik burjuva partilerin, sendikacılık akımlarının etkisi altındadır. Bu yüzden de memur yığınları, aynı sendika içinde bile olsa, değişik programlar etrafında yoğunlaşırlar ve bu programlardan hangisi ya da hangilerinin ittifakı yönetime gelmişse, sendikanın yönelişini o belirler. Kısacası son tahlilde sendikanın ve mücadelenin çizgisini belirleyecek olan yığınları hangi programın etkisi allında olacağıdır. Eğer Marksist memurların savunduğu sendikacılık ilkeleri egemen olursa mücadele devrimci, sınıf mücadeleci, işçi sınıfı harekeliyle ve onun partisinin çizgisiyle bağlantılı bir doğrultu izleyecektir. Yok, eğer reformcu memurların programı ağır basarsa mücadele düzen sınırları içine hapsedilmiş bir veya bir kaç burjuva partisinin siyasi yönlendiriciliğinde olacaktır.
Yeri gelmişken şunu belirtelim ki, memur sendikalarının siyaset dışı olması, salt memurların gündelik sorunlarıyla ilgilenmesiyle sınırlı bir sendikacılık anlayışı, bugün Türk-İş’in savunduğu çizgide bir memur sendikacılığı olacaktır. Tersine sendika açıkça işçi sınıfı ve onun partisinin çizgisinde yürüdüğü ölçüde en geniş memur kesimlerinin de özlemlerini tam karşılamış olacaktır. Bu yüzden de geçmişin grup çekişmelerinin kötü mirasından kalkarak siyaset dışı sendikacılığı savunmak sarı sendikacılık çizgisine düşmekle eş anlamlıdır.
Bugün, bu kuruluş ve örgütlenme aşamasında, memur sendikalarının, hangi talepler için ve hangi politik platformda bulunması gerektiğinin tartışılması, mücadelenin devrimci bir platformda yürümesinin, memur yığınlarının bu mücadeleci platforma çekilmesinin önemi elbette büyüktür. Ama daha da önemlisi memur yığınlarının devrimci politikaya kazanılmasıdır. Bu ise memurlar içinde yürütülecek sistemli bir ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti ile gerçekleştirilebilir. Burada asıl görev Marksist, Marksizm yanlısı memurlara düşmektedir. Düzenin ekonomik ve siyasi açmazlarının ajitasyonunun yanı sıra, sosyalizmin propagandası, memurların kurtuluşu ile işçi sınıfının kurtuluşu arasındaki yakın bağ, bir bütün olarak emekçilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesi, bu mücadelenin gerekliliği memur yığınları içinde yaygınlaştığı ölçüde sendikanın mücadelesi de radikal devrimci bir çizgide sürebilecektir. Ama çalışma, bugün sık sık yapıldığı gibi, salt sendika çalışmasına indirgenirse, istersek kendimize sınıf sendikacılığı programını esas aldığımızı söyleyelim, sonunda varılacak yer sendikalizm olur. Bugün memur sendikacılığı iki tehlikeyi içinde barındırmakladır: Bunlardan birincisi, salt ekonomik mücadelenin alanına saplanıp kalmak. Grupçuluk, sekterlik, slogancılık vb. gibi geçmişin yanılgılarına tepki memur yığınları, özellikle geçmişte sola yakın bulunmuş kesimlerde, politikaya ilgisizliği kışkırtıcı bir etken olarak bugün de vardır. Bu eğilim kendisini, ileri memurlar arasında politik bakımdan tavırsız görünme ya da politik tutumunu saklama, değişik siyasi eğilimler arasında tanışmalar açılmasından kaçınma eğilimi olarak kendisini açığa vurmaktadır ki; bu günümüz koşullarında sonuçları daha da kötü olan bir tutumdur. İkinci tehlikeli eğilim ise; eski demek alışkanlığı ile sendikaların az çok siyasi olarak uyanmış memur kesimleriyle sınırlı kalmasına yol açacak tulumlardır. TİS hakkı olmadığı koşullarda, memurların sendikalara biraz hor bakacakları göz önüne alınırsa, bugün sendika içinde ve yönetiminde olan memurların da, sendika dışındakilere karşı hor bakması, onları küçümsemesi beklenmez değildir.
Açıktır ki bütün bu ve daha başka olumsuzlukların önlenmesi, sendikaların sağlıklı bir gelişim, devrimci bir mücadele çizgisi izlemelerinin baş koşulu ileri memurların doğru bir sendikacılık anlayışıyla sorunlara yaklaşmasından, sendikanın bütün memurların sendikası olduğu, aynı zamanda yığınlarla özgürlük ve demokrasi mücadelesi arasında bir iletişim merkezi olduğu bilinciyle hareket ettikleri ölçüde memur sendikaları adlarına layık olan kitle örgütleri olma yolunda ilerleyeceklerdir. Devrimci, demokrat memurların içinde yer aldığı memur sendikaları, bugün bütün hata ve zaaflarına karşın, genellikle doğru bir yöneliş içindedirler ve bunlara yığınların ilgisi de oldukça yüksektir. Bu sağlam zemin doğru değerlendirildiği ölçüde memur sendikalarının gerçek sendikalar olmasını hükümet ve gericiliğin barikatları da engelleyemez.

Eylül 1991

İnsan Hakları, Marksizm, Politika

Türkiye’de yıllardır her türden siyasi muhalefetin, ana temalarından birisini, kendisini çeşitli biçimlerde gösteren resmi zorbalık oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bütün iktidar muhalefet ilişkilerinde, zor, ister siyasal iktidarın elde tutulması ve sürdürülmesi için, isterse yeni biçimler altında iktidarın yoğunlaştırılması için olsun politikanın araçlarından birisi olma özelliğini her zaman korumuştur. Bir yandan zor, daima politik amaçların bir aracı olarak kullanılırken, diğer yandan da politika, daima ancak şiddetin bir araç olarak kullanılması ile yürütülebilecek sert bir sınıf mücadelesi ortamının olgusu olagelmiştir.
Son yıllardaki gelişimine bakarak, kaba kuvvetin politik bir araç olarak kullanılmasının, yalnızca devrimle karşı devrim arasındaki ilişkinin bir sonucu olduğunu söylemek yanıltıcıdır. Gerçekte Türkiye’de politika, burjuvazinin değişik politik temsilcileri arasında da zoru gündeminden hiç bir zaman çıkarmamıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, İttihat ve Terakki Fırkası’ndan arta kalan unsurların muhalefetinin, padişah ve şeriat yanlısı kişi ve örgütlerin en kaba biçimde ezilmeleri ve yoğun idam cezalarının uygulanmış olması, Milli Şef döneminde yalnızca muhalefete karşı değil, en küçük bir hak talebiyle kıpırdanan ya da yalnızca yasalarca kendine tanınmış hakları kullanmak isteyen herkese karşı zorun sınırsızca kullanılmış olması, Demokrat Parti döneminde (ki Milli Şef döneminin zorbalığına karşı en keskin propaganda ile halk kitlelerinin sempatisini kazanmış olması iktidara gelmesinde en büyük rolü oynamıştı) polis gücünün, jandarma dipçiğinin siyasetin araçlarından birisi olmaya devam etmesi, Cumhuriyet tarihini, siyasi iktidarın hangi partinin elinde olduğuna bağlı olmaksızın, bir şiddet ve zor tarihi olarak nitelemeye yetecek olgulardır.
Ne var ki, siyasi zorun en kaba biçimlerinin geniş bir kamuoyu eleştirisinin konusu olması, şiddetin ve ölüm cezalarının burjuvazinin iç ilişkilerinde kullanılmasının açıktan ve arlık devlet hakkındaki endişelere de yeni bir biçim kazandırarak gayrı meşru ilan edilmesine yol açacak bir kapsamda gündeme gelmesi, büyük ölçüde halkçı ve devrimci muhalefetin eseri olmuştur. Bir başka deyişle, tekelci burjuvazinin değişik siyasal temsilcilerinin egemen siyasal parti ya da devletin temel kurumları karşısındaki konumunun şiddetle tarif edilmesine, burjuvazi fazla ses çıkarmadı ve halkın önünde bu konuyu tartışmayı, kendi ayıbını faş etmek gibi gördü. İttihatçılar idam edilirken, Serbest Fırka kaba kuvvetle kapatılır ve yöneticileri zorla susturulurken, Milli Şef kendi dışındaki herkese yumruğunu sallarken, Demokrat Parti kendi dışındaki bütün siyasal partilere, komünistlere ye halka polis ve jandarma şiddetini uygularken, 27 Mayıs darbecilerinin elinde Demokrat Parti mensupları en bayağı uygulamalara, işkenceye tabi tutulurken ve nihayet asılırlarken burjuvazi sustu. “Kol kırılır yen içinde kalır” dedi ve kendi devletinin kendi siyasal partilerine karşı girişebileceği her muameleyi, devlet ve millet ve vatan adına suskunlukla, en çok bir iç çekiş ve mızıldanmayla karşıladı. Kapalı kapılar ardında birbirlerine yakındılar ve uğradıkları muameleyi kendi kendilerine etmiş gibi boyun eğdiler. Konu hep üstü örtük tutuldu ve eğer açığa çıkarsa, başta devlet olmak üzere, burjuvazinin tüm siyasi kurumlarının bundan zarar göreceğine ilişkin öngörüye uygun hareket edildi.
Ne zaman ki, işkence, idam ya da bir başka biçimde zor, doğrudan halka, devrimcilere yani bir bakıma en geniş anlamda tekelci burjuvazinin siyasi temsilcileri dışındaki siyasi gruplara uygulanmaya başladı, şiddetin bu türüne karşı, açık bir muhalefet ve kamuoyu tepkisi de oluştu. Çünkü artık, kendilerine yönelmiş bu şiddetin teşhiri dolayısıyla sistemin zarar göreceğinden endişe duymayan bir sosyal güç, işkencenin, idamın yasadışı uygulamaların nesnesi olmaya, herhangi bir kutsal kurum adına razı olamayacak bir sosyal güç söz konusuydu.
Ancak bu muhalefetin ana temaları da hemen hemen daima, egemene sistem içi referanslara dayanarak şekillendi. Demokrasi, insan hakları, uygar toplum, hukuk devleti, çağdaşlık gibi, kimi siyasal, kimi sosyal, kimi ahlaki ama hepsi burjuva olan bu kavramlar, devletin yönelttiği zor karşısındaki muhalefetin köşe taşları oldular. Özellikle insan hakları kavramı, gündemine ağırlıklı olarak 1980 askeri darbesiyle girdiği Türkiye’de, her türden muhalefetin en önemli sloganını teşkil etti ve giderek, özellikle de sol ve sosyalist muhalefete kendi sınıfsal muhalefet şiarlarını unutturacak kadar önem ve ağırlık kazandı. Buna, cezaevlerindeki baskı ve şiddet uygulamaları, işkence, hukuksuz ve yasadışı tutuklamalar, kitle halinde cezalandırmalar, idamlar gibi, olağan sosyal ilişkiler zemininin dışında bir uygulamalar bütününe karşı, muhalefetin daha geniş kesimleri ilgilendiren toplumsal temalar ekseninde yürütülme ihtiyacıyla yönelindiği söylenebilir; ya da belki daha acımasız bir hükümle, bütün o uygulamalara konu olan insanların, kendilerine yalnızca insan olarak davranılmasından öte bir şey istemeyi artık hayal bile edemedikleri…
İkincisinin anlamı, ne kadar yaralayıcı görünürse görünsün, 12 Eylül faşizmi karşısında işkenceye ve katliama tabi tutulanların faşizme karşı koyuşlarının çoğunlukla kendi İnsanlıklarının kabul edilmesinden ibaret bir çizgiye kadar gerilediği olacaktır. Elbette bunun yanı sıra, kavgalarının içeriğini bütün çıplaklığıyla onaya koyan ve uğruna savaştıkları ilkeleri ve idealleri, işkence altında, mahkemelerde, idam sehpalarında sonuna kadar savunanlar da vardı. Fakat genel ve toplumsal denilebilecek ölçüde geniş bir muhalefetin sarıldığı bayraklarda, daima bu sistem içi temalar öne çıktı.
Eğer soruna tarihteki yeri bakımından bakacak olursak, ezilenlerin, ezenler karşısında, yönetilenlerin yönetenler karşısında en son durumda kendilerinin de insan olduklarını kabul ettirmek diye bir sorunların daima bulunduğunu söyleyebiliriz. Köleler, kendilerinin de köle sahipleri kadar insan olduklarına inanıyorlardı; Engizisyonun bir “şeytan” olarak görüp gösterdiği her muhalif, insanlığının bilinmesi, tanınması için mücadele ediyordu. Seriler, yarı hayvan toprak köleleri değil, “herkes kadar insan” olduklarına inanıyorlardı. Burjuvazi, ilk büyük devriminin bayrağına bunu açıkça yazacak ve teori düzeyinde ifade edecek kadar ezilenler soyunun ilk en bilinçli temsilcisi olarak ortaya çıktı. İlk proleter derneklerinde, insanlık, eşitlik ve adalet kavramları belirleyici bir yer tutuyordu. Siyasal, sosyal, ekonomik baskının değişik biçimleri karşısında, baskıya konu olanların kendi insanlıklarının tanınmasını istemeleri, her şeyden önce, ezen ve baskı altında tutanların “insan” denilince önce ve sadece kendilerinin anlaşılması gerektiğini kabul ettirmelerinin bir sonucudur. İnsanlık düzeyinde bir eşitlik talebi, siyasal, ekonomik, sosyal eşitlik talebinin en trajik olduğu kadar, her türden sınıflı toplum içinde kalmak koşuluyla kendiliğinden ileri sürülebilecek son biçimdir de. Bundan sonrası, ezilenlerin yalnızca kendilerinin insan oldukları iddiasına kadar yükselmeleridir: bu ise sistem dışında bir tanımdır; çünkü insan olmayı istemek, eğer bilinçle kavranır ve politik tarzda formüle edilirse, son durumda egemen sınıf olmayı istemek demektir.
İçinde yaşadığımız genci dünya ve ülke koşulları, bugün yalnızca insan olma düzeyinde eşitlik talebi olarak ortaya çıkmış bulunan o geri eğilimi olumlayan, özellikle insan hakları kavramının belirleyici olduğu noktasından hareket ederek, bu eğilime daha “derin” bir teorik zemin hazırlamaya yönelen çabaların yaygınlaşmasına olanak tanıyor. Sosyalizm deniliyor, nasıl olsa bütün dünyada çöktüğüne göre, bir halk muhalefeti artık yalnızca demokrasi, insan hakları ve çok çok ezilen ulus milliyetçiliği çerçevesinde yürütülebilir! Bu yaygın ve umutsuz görüş bakımından, demokrasi, siyasal “insan eşitliğini”, insan hakları ve ezilen ulusların hak eşitliğini savunma eğilimi de kurumlaşmış faşizan önyargıların eleştirisini herhangi bir yeni toplumsal düzen endişesi taşımaksızın dile getirmenin aracı oluyor. Böylece, toplumsal değişim talepleri de mahkûm ediliyor! Değişik biçimlerde sık sık yinelenen ve artık neredeyse bir postulatmış gibi tartışılması bile gereksiz gösterilen bu ana fikir, eninde sonunda daha insani bir kapitalizm ve kapitalizm içinde daha özgür bir insan hedefiyle kendisini sınırlıyor.
Sınırlar buradan çizilince, kapitalizmin bugüne kadar yapılmış en bilimsel ve hâlâ geçerli tek eleştirisi olan Marksizm de bu sınırlara uygun olarak yeniden yorumlanmaya, Marksizm’in “çağın gereklerine uygun”, yani demokrasi, insan hakları, çağdaşlık, hukuk devleti vs. kavramlar bakımından yumuşatılmış, bozulmuş bir yorumunun yapılması için yeni bir fırsat doğduğuna inanılıyor. Marksizm, sanki kapitalizmin yıkılışının değil, iyileştirilmesinin ve daha insanileştirilmesi ve insanın kapitalizm içinde özgürleştirilmesinin teorisi halinde anlatılmaya, anlaşılmaya çalışılıyor. Burada artık, insan olarak kabul edilme talebiyle, egemen sınıf olarak örgütlenerek insan olma eylemi arasında bir ilişki kurulmuyor. Sorun, burjuva hukuk ilişkileri çerçevesinde burjuvazinin kendisini insan olarak ilan etmesini kabul ve o çerçevede kendisine bir yer talep etmekten ibaret hale gelmiştir.

İNSAN HAKLARI KAVRAMINA YAKLAŞIMDA “MARKSİSTLER”
Doğu Avrupa’nın “sosyalist” ülkeleriyle SSCB’de son yılların bütün dünya gündemini meşgul eden değişikliklerin nedenleri üzerine pek çok teori ve sav ileri sürüldü. Konumuzla ilgili olarak, çöküş ve geriye dönüş olayının, bir de insan hakları kavramı bakımından ele alındığı tartışmalara göz almak istiyoruz.
Gerçekten, sözü geçen ülkelerdeki olayların hemen hemen tümünde, muhalefetin “insan hakları” kavramına ağırlık verdiği, yığın hareketlerinin bu bayrak etrafında önemli bir dinamik kazandığı kuşku götürmez. Ancak buna bakılarak, çöküş ve geri dönüşün tek başına, o ülkelerde başlangıçtan günümüze insan haklarının ihlal edilmiş olmasından doğduğunu söylemek elbette bütünüyle yanlıştır. Ne var ki, olayların gümbürtüsü içinde, görünüşü oluşturan sloganların ve gündelik taleplerin en fazla kitle toplayan ve genel bir kamuoyu yaratılmasında rol oynayan şiarlarına bakılarak yapılacak bir yorum, gerçekten bir başka sonuç çıkarılmasını güçleştirecek nitelikteydi. Bu, aynı zamanda, Amerikan emperyalizminin ve onun dünya çapındaki ortaklarının insan hakları, demokrasi ve hepsini birden ifade etmek üzere liberalizm sloganıyla ortada dolaşmaya başladığı bir zamana da denk düşünce, kitle iletişim araçlarının ve devasa reklâm medyalarının da etkisiyle, olayın temel ve en geçerli nedeninin sahiden “insan hakları ihlalleri” olduğuna inanmak, sıradan insanlar ve sıradan teorisyenler için kolay oldu.
Kendisini Marksizm içinde bir yerlerde tanımlama alışkanlığını her nedense sürdüren bir kısım aydın, bu kavram ekseninde kalarak konuyu tartışmaya başladığında, ortaya başlıca üç görüş çıktı. Bunlar göre, evet, bütün o ülkelerde ta başından beri insan hakları denilen şey gerçekten hiç olmamıştı. Ama bunun nedenleri hakkında, tartışmayı bu eksende yürütenler arasında farklılıklar vardı. Bir bölümü, insan hakları ihlallerini, özellikle Sovyetler Birliği ve Stalin dönemi açısından ele aldıklarında, dönemin gereklilikleri ve yönetimin kurumsal özellikleri bakımından açıklıyorlardı. Bunlara göre, emperyalist kuşatma altında bulunmak, sosyalizmin inşasının zorlukları, siyasal muhalefetin parti ile ilişkisi gibi pek çok tarihsel ve siyasal faktör, insan haklarının rafa kaldırılmasını ya da ihlal edilmesini gerektirmişti. Diğer bazıları ise, insan haklarının durumunu, o ülkelerde hiç bir zaman sosyalizmin kurulmamış olmasının bir sonucu olarak görüyorlardı. Sosyalizm yoksa insan haklarından zaten söz edilemezdi, insan haklar ihlal ediliyorsa, sosyalizm gerçekleşmemiş demekti. Üçüncü bir görüş, sorunun cevabını ülkelerin durumundan ayrı, daha yüksek bir düzeyde arıyordu. Sorunun kökleri, pratik ve politik sosyalizmde, yani kısacası söz konusu ülkelerdeki uygulamalarda ve uygulayıcılarda değil, bizzat bütün bu eyleme yön veren Marksist teoride, Marks’ın görüşlerinde aranmalıydı. (1)
Bu yazının konusu, özel olarak insan haklarıyla devrimci teori ve politika arasındaki ilişkinin incelenmesi olduğundan, eski sosyalist ve halk demokrasisi ülkelerindeki geriye dönüş ve çöküş sorunun gerçek nedenleri ve süreç özellikleri hakkında bir tartışmaya girişilmeyecektir. Ama şu kadarı peşinen söylenebilir ki, olay, hiç bir biçimde tek bir nedene, özellikle de insan hakları kavramıyla dile getirilebilecek hukuka ilişkin bir nedene kesinlikle indirgenemez.
Bu bağlamda, şu anda bizi daha çok, Marks ve Marksizm’in insan hakları kavramı karşısındaki tutumu hakkında söylenenler ilgilendiriyor.
“İnsan haklarının eksik ve yanlış ele alınmasındaki önemli bir payın sosyalist düşüncenin kendisinde yattığına”, “ana sorunun, sosyalist düşüncenin insan bakışından ve tarihte insana verdiği rolden kaynaklandığına” (2) inanan T. Akçam, bu görüşlerini, Marks’ın farklı dönemlerde yazdığı ve savunduğu görüşlerin bir özetini vererek kendi tezini temellendirmeye çalıştığı kitabında, sonuç olarak, yeni bir toplum projesinin, kendi deyimiyle “adına sosyalizm dediğimiz şeyin”, bundan böyle, baştan beri ihmal edilmiş olan insan hakları kavramına dayandırılması gerektiğini söylüyor. Ve teslim etmek gerekir, görüşlerini çok diyalektik şu cümle ile özetliyor: “Ve bir toplumun gerçekten ideal olup olamayacağı, artık üyelerine vaat ettiği cennetle değil, çektiği sınırların dışında kalanlara yaptığı uygulamalarla ölçülecektir.”
Ne var ki, bir sözün, kurlusunun diyalektik olması, özellikle “sosyalizm denilen şey” söz konusu olunca, dolaysız bir toplumsal pratik söz konusu olunca, mutlaka devrimci olmasına, bu anlamda doğru olmasına yetmiyor.
Her şeyden önce, sosyalizm kavramının neredeyse dil ucuyla kullanılmış olmasına, yazarın bu terimi içine sindirerek kullanmakta oldukça güçlük çektiğine dair bir izlenimden kurtulmak mümkün değil. Sanki sosyalizm, onun literatüründe, artık kirli bir kavramdır ve kendisinin de sosyalist sanılmasından ürktüğünü söylemek insafsızlık sayılmayacaktır. Gene de T. Akçam, sorunu Marksizm içi bir tartışma olarak ve kendisini de Marksizm’e hiç değilse bu konuda bir katkının sahibi olarak göstermek isteğinden uzakla görünmüyor. Ancak, herhangi bir toplumsal sorunu Marksizm içinde tanışmak için belirleyici sayılması gereken önkoşul, yani işçi sınıfının siyasal iktidarı ve sınıfsız toplum perspektifi bulunmadıkça, varılacak sonuçların Marksizm’in ihtilalci özüyle ilgisi olmayan sıradan bir reformizme dönüşeceği gerçeği Akçam’ı ilgilendirmiyor. Bu yüzden kendi zemininin çok çok revizyonist Avrupa Komünizmi içinde bir tür “Marksizm”e karşılık düştüğüne de aldırmıyor.
Akçam’ın Marksizm’e insan hakları kavramı bakımından yönelttiği eleştirilerin başlıcası onun şu cümlelerinde görülebilir:
“İnsanı, toplumsal ilişkilerin taşıyıcıları olarak gören, sadece sahip oldukları sınıfın içerisinde ele alan ve sadece kolektif aktörleri (proletaryayı) tarihin motoru olarak değerlendirin bir bakışın bireyi ve haklarını arka plana atması kaçınılmazdı. Tarihi ileri götürmek, ancak bu yasaların bilincine varan parti ve tarihi yapacak kolektif bir güç olan sınıf ile mümkündü. Geri kalan her şey bundan sonra gelebilirdi.” (3)
Gerçekten, eğer insan hakları kavramını, burjuva içeriği ile ve onu belirleyen mülkiyet kavramı açısından ele alırsak, insan hakkı denilen şey, “birey hakkı” olarak anlaşılır. O durumda bile, kastedilen şey, burjuva hukuk ile belirlenmiş olan mülk sahibi bireyin haklarından başka bir şey olamaz.
Akçam, kitabında sık sık, insan hakları kavramının burjuva içeriğinin genişletilmesinden söz ediyor. Bunun yeni bir insan ve yeni bir dünyanın devrimci olanakları bakımından yeniden ve bütünüyle farklı karşıt bir biçimde kurulabileceğine ilişkin ise hiç bir perspektif taşımıyor. İnsan ve birey kavramlarının özdeşliği sonucundan hareket ettiği için de, bu özdeşliğin bu anlamıyla yalnızca mülkiyet kavramı ve özel mülkiyete dayalı toplumsal sistemler bakımından geçerli işlevine değinmiyor bile. Bu yüzden, “kolektif kelimesinin geçtiği her yerde, “ben ne olacağım” diye sormaktan kendini alamıyor: ‘Toplumsal eşitsizliklerin çözümünün ancak kolektif olabileceği basit gerçeği, bireyin özgürlüğü gibi bir sorunun ikinci plana atılması yanlış anlayışını da beraberinde gelirdi.” (3)
Kuşkusuz bu endişeli tutumun,”basit gerçeğin” bireyin özgürlükleri gibi çok “derin” bir başka gerçek yanında önemsiz ve gereksiz kaldığına inanmaktan kaynaklandığını anlamak zor değil. Birey, kolektif iradenin içindeki yerini kendi sınırlarıyla ölçtüğü, özellikle de herkesin özgürlüğünün başkalarının özgürlüklerinin başladığı yerde bittiğini söyleyen gene “çok basit” ama “burjuva gerçek” açısından ele aldığı sürece, kolektif olan her şeyin, kendisinin özgürlüklerini, bir başka birey tarafından da değil, bütün bir kolektif etkinlik tarafından sınırlandığı gibi bir kâbustan kurtulamayacaktır. Öyleyse, T. Akçam, kitabının daha ilk sayfalarında ileri sürdüğü düşüncesini, yani bir toplumsal projenin kendi üyelerine vaat ettiği cennetle değil de, “kendi dışında bıraktıklarına yaptığı uygulamalarla ölçülmesi” gerekliği fikrini, sosyalizmin birilerini ve herhalde kendileri gibilerini dışta bırakacağı korkusunu yansıtan düşüncesini, sonunda, kolektif olmayan bir sosyalizm düşüyle gidermeye çalışmaktadır.

İNSAN HAKLAR KAVRAMININ TARİHİ
T. Akçam, insan haklarının tarihine ilişkin yaptığı özetlemede, kavramın kökenini aslında hiç ilgisi olmayan zamanlara kadar uzatıyor. Dinlerin tarihinde, kutsal kitaplarda, köleci toplumlara ait belgelerde, insan haklarıyla ilgili argümanlar bulup çıkarıyor. Kavramın tarihini, evrimci bir çizgi üzerinde arıyor. Bunun özel bir politik nedeni var. Akçam, bu tarih özetlemesiyle, insanın olduğu her yerde insan haklarıyla ilgili bir tartışmanın bulunduğunu, giderek bugünkü tartışmanın tarih kadar eski bir tartışmanın devamı olduğunu anlatmak istiyor. Buradan çıkacak örtük sonuç ise bellidir: Hiç bir toplumsal kuruluş, bu tartışmanın dışında değildir! Neredeyse tarih, insan hakları için mücadelenin tarihi oluveriyor. Herhalde, tarihin sınıf mücadelelerin tarihi olduğunu söyleyen o “eski” önermeye bir karşılıktır bu da! Bunun bizim bir yakıştırmamız olmadığını anlayabilmek için, onun gelecek toplum projesi hakkında insan hakları kavramını eksen alan bir politika kurmayı önerdiğini hatırlamak yeterli olacaktır.
Oysa tarihin sınıf mücadeleleri tarihi olarak ele alınması, kavramın doğuş ve gelişmesinin evrelerini de doğru ve nesnel bir temel oturtmaya yetecektir. “İnsan hakları” kavramı, tarihteki o zorlanmış ve belirsiz izlerde değil, doğrudan doğruya sosyal ilişkilerin bu kavramı nesnel bir ilişki olarak ortaya koyduğu, sınıflar mücadelesinin özel bir tarihsel evre sinde yeni bir sınıfın ortaya çıkış koşullarında aranmalıdır.
Bu eksiklik, daha doğrusu yanlışlık, Akçam’ın belli başlı iki yanlışına yol açıyor. Birincisi, o, kavramın kendi evrimsel gelişimine bağlı olarak ancak zenginlcşlirilcbilccc-ğini ve yeni bir içerikle tanımlanmaktan çok, devralınan bir miras gibi kapsamının genişletilebileceğini düşünüyor. Arada bir kesinti görmüyor: Ahti atik sorunu nasıl ele aldıysa Konvansiyon da aynı ilkeleri biraz değiştirerek, biraz zenginleştirerek ortaya koymuştur sanıyor. Bundan çıkarılacak sonuç da, bir sosyalizm projesinin ancak bu çizginin ilerletilmesi üzerine şekillenebileceği oluyor.
İkinci olarak Akçam, insan denilen şeyin sınıflara bölünmüş bir toplumun insanı olduğu gerçeğini göz ardı ederken gene bu evrimsel tarih anlayışına dayanıyor. Dünyanın tek bir dünya olma yolunda ilerlediği güncel propagandadan fazlasıyla etkilenmiş olacak ki, herkes için geçerli ve herkesi kucaklayabilecek yeni bir insan tanımının ve buna uygun bir insan hakları kavramının geliştirilebileceğine inanıyor. İnsanlığın global sorunlarının oluştuğunu ve bunun ancak dünya çapında çözülebileceği düşüncesiyle, tek insanlık ve tek dünya kavramlarına gönderme yapıyor ve artık insan hakları kavramının gerçeklen insan hakları olarak tanımlanabilmesinin zamanı geldiğini ilan ediyor. Ama bunun yolu, gene tarih dışı bir yerde aranıyor; ona göre, “insan hakları, ne burjuvaziye ne de bir sınıf-grup veya devletin tekeline bırakılacak bir politik sorundur.” Burada nedense açıkça söylemediği şey, insan hakları kavramına ilişkin herhangi bir girişimin, özellikle proletarya ve onun iktidarının tekeline bırakılmaması gerektiği yolunda görüşüdür! Peki, ne yapılmalıdır? “İçeriği her ezilen kesimce yeniden doldurulmak, genişletilmek, zenginleştirilmek durumundadır” (4)
İnsan hakları kavramının özellikle burjuvazinin devrimci çağının bir ürünü olduğu tarihi gerçeğinden önemli bir sonuç çıkar: söz konusu kavram, düzenli bir evrim çizgisi izlememiş aslında, daima yeni egemen sınıf tarafından, eski içeriği berhava edilerek yeniden kurulmuştur. Burjuva insan hakları kavramının kendisine geçmişte kökler aramasının biricik nedeni, örneğin kulsal kitaplara, eski filozoflara, halta yer yer mitolojiye dayanarak kendisine bir geçmiş aramasının biricik nedeni, her politik sloganın, her politik partinin, her devrimci kalkışmanın kaçınılmaz olarak başvurduğu bir yolun bir biçimde kendisini göstermesinden başka bir şey değildir. O ünlü pasajda söylendiği gibi, “Daha önceki devrimlerin kendi öz içeriklerini kendilerinden gizlemek için tarihi hatırlamalara gereksinimleri vardır.” (5)
Bu bir aldanma ya da aldatmaca değildin sonuçta, politika ile iktidar arasındaki ilişkinin, iktidarların yönetilen kitleler karşısındaki konumlanışın bir gereğidir. Ama bu bir tarih incelemesinin yolu hiç olamaz. Kavramların kendilerini yalnızca içerikçe zenginleştirerek ilerlediği yolundaki idealist teze, onların kırılmalarını, dönüşmelerine ve eski içeriklerine karşıt anlamlar kazanarak ilerlediklerini göremez, özellikle sosyal pratikteki nesnel karşılığının hareketinin ilerleyişinde lokomotif rolü oynayan devrimci sıçrayışların kavramların içeriğini de dönüştürdüğünü anlayamaz. İnsan hakları kavramı, tarihte hiç bir biçimiyle gerçeklen evrensel insan haklarının değil, daima ve yalnızca özel bir sınıfın iktidar kavgasının işaretlerinden birisi olmuştur. Bu özellikle ve bugüne kadar burjuvazi için böyledir, İsa’nın insanları Tanrı’nın çocukları olarak eşit kabul etmesinin, bugün kullanılan anlamıyla insan haklarıyla bir ilişkisi yoktur. Ama belki bir iktidar kavgasının, şimdi moda olan deyimle “medyasının” nelerden oluşabileceğine dair bir tarih incelemesinin konusu pekâlâ olabilir, o kadar. Bundan da, insan hakları kavramının kesintisiz sürekliliği hakkında bir sonuç çıkarmak için bir medya teorisyeninin hokkabazlığı gerekir.
Hiç kuşkusuz, burjuvazinin kendi hak ve çıkarlarını “insan hakları” diye öne sürebilmesinin ve bunu (BM’deki imzaya açılış sırasında ortaya çıktığı üzere, Suudi Arabistan ve Sovyetler Birliği gibi kavramı kendi açılarından geçerli görmeyenler dışında) kabul ettirebilmesinin koşulları dünya ölçeğinde vardı. Çünkü dünya nasıl emperyalizm tarafından tek bir ekonomik zincirle birbirine bağlanmışsa, ideolojik bakımdan da burjuvazi, kendisine özgü bir tek dünya yaratmayı başarabilmişti. Bu açıdan bakılınca, grupların, azınlıkların, değişik düşünce ve etkinlik kümelerinin, iktidarlar karşısında kendi hakların kabul ettirmek için birer beyanname hazırlayarak iktidarlara sunmaları yoluyla kavramın çerçevesini genişletebileceklerini ummanın ve hele bunu “aklı başında” bir “sosyal olaylar uzmanı” olarak önermenin ciddiye alınır yanı kalmıyor. Renkli azınlıklar, eşcinseller, fahişeler, evet bütün bu insanlar kendi hak ve çıkarlarını “insan hakkı” olarak ilan etmek ve bütün insanlar tarafından bunların kabul edilmesini istemek hakkına sahiptirler. Ama bunun genci kabul görebilmesinin, bu anlamda evrensel olabilmesinin tek ve değişmez bir koşulu vardır: bunlardan herhangi birinin “egemen sınıf olarak örgütlenme” potansiyeli taşımaları; bir başka deyişle, dünyayı kendi dünyaları kılmayı sağlayabilecek bir toplumsal sistem kurma gücüne sahip olabilmeleri.
Hiçbir birey ya da sosyal sınıf olma özelliği göstermeyen hiç bir grup, kendi hak ve çıkarlarını, bütün insanların hak ve çıkarları olarak onaylatma gücünde değildir.
Fakat T. Akçam’ın bu önerisinin çok anlaşılır bir gerekçesi vardır: o, mevcut toplumsal düzenin, kapitalizmin ve onun egemen sınıfının kalıcılığına, onun iktidarının sürekliliğine inanmıştır ve yapılacak her şeyin, ancak bu iktidar karşısında bir yer tutmak için ama onu var eden bütün tarihsel koşulları veri olarak kabul ederek mümkün olacağını düşünmekledir. Özel bir çıkarın, genci çıkar olarak kabul edilmesinin koşulları ve tarihsel imkânları üzerine, dergimizde daha önce yayınlanan bir yazıda ayrıntılı olarak konuşuldu. (6)
Şu kadarını hatırlamakla yarar var günümüz dünyasının bütün “temel insani değerleri”, her çağda olduğu gibi, egemen sınıfların kendi özel çıkarlarını en genel biçimde ifade edebilmelerinin ürünüdür ve onların yok oluşu ile birlikte, ne temel ilkeleri ne de insanilikleri kalacaktır. Bugün, bu değerleri referans alarak tanımlanacak azınlık, grup, sınıf vs. hak ve çıkarlarını ifade eden değerlerde ancak o kadar ömürlüdür.
T. Akçam ise, burjuvazinin kapitalizm yoluyla her türden ulusal kültürel duvarı yıkarak insanlığı bir tek doğru sürüklediği tezinin, Marksizm’in bu önemli öngörüsünün gerçekçi çıkmadığı düşüncesindedir. (7) Elbette o, henüz kendi kültürlerini yaşayan ve yaşamaya hakkı olan küçük uluslar ve halklar tarafından ortaya konulan folklorik değerlere, etnik özelliklere bakarak bu sonuca ulaşıyor. Kanıtlarını, Levi-Strauss’un literatüründen derlediğinden, sorunu yalnızca etnografinin-antropolojinin çerçevesinde ele alabiliyor. Oysa kapitalizmin sağladığı bütünlüğün, yalnızca ekonomik değil özellikle siyasal ve büyük ölçüde de üretim tarzlarının bütün diğer sonuçları bakımından ele alınması halinde, öngörünün hem de şimdi değil, çok üzün bir süredir gerçekleştiğini görebiliriz. Öyle ki, şimdi emperyalist kapitalizmin tek derdi, bu bütünlüğün dışında kaldığını laf düzeyinde olsun ileri süren kimsenin kalmaması haline alabilmiştir. “Antropologların da gösterdiği gibi” diyor Akçam, “insanlık, bu tür bir tekleşmeye doğru giden bir evrenselleşme yaşamıyor.” (age, s. 79) Antropologların kast ettiği şey, gerçekle hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir. Marks’ın bunu öngördüğünü söylemek ise cahillikten başka bir şey değildir. T. Akçam, “Burjuva veya proleter biçimler altında düşünülmüş bir dünya medeniyeti projesi, gelinen noktada hem tutmamış görünüyor, hem de çok gerçekçi gelmiyor” derken, emik kültürel farklılıkların bulunmasını kanıt gösteriyor. Proleter medeniyetin gerçekleşmediği, hatta burjuva dünya sistemi karşısında bugün derin bir yenilgiyi yaşadığı gerçektir. Ama dünyada bugün bir burjuva medeniyetin, daha doğru deyimle kapitalist sistemin, bütün kurumlarıyla dünyanın egemeni olduğunu söylemek de o kadar doğrudur. İnsanların, Afrika ormanlarında, Asya steplerinde nasıl yaşadıkları, ne yiyip içtikleri, hangi şarkıları hangi araçlarla çalıp söyledikleri, yani bir anlamda hangi özgün kültür ortamında yaşadıkları değildir önemli olan; bütün bu toplumların grupları, ne tarzda ürettikleri, ürünlerini nasıl dolaşıma soktukları, kredi kullanıp kullanmadıkları, bu yolla hangi finans kurumlarıyla hangi başka kurumlar aracılığıyla ilişkiye girdikleri, ne tarzda yönetildikleri, nasıl örgütlendikleri ve tek kelimeyle bütün bu işleri hangi sistem içinde yaptıklarıdır. Şimdi bunlara bakarak karar verilsin: “burjuva biçimler altında düşünülmüş bir dünya medeniyeti projesi” tutmuş mudur, tutmamış mıdır? Evet, dünyamız, bugün burjuva “medeniyetin” dünyasıdır. Bu bize, tarihsel olarak bir sınıfın kendi sistemini bir dünya sistemi olarak kurabileceğinin de kanıtını, öyleyse dünyanın bir gün bir proleter dünyası olarak yeniden kurulabileceğinin de umudunu veriyor.

NOTLAR:
(1) Tartışmayı kısaca özetleyen: T. Akçam, “İŞKENCEYİ DURDURUN-İNSAN HAKLARI VE MARKSİZM, Ayrıntı Yayınevi, Ocak 1991, İstanbul
(2) T. Akçam, age, s. 19
(3) Akçam, age s. 69
(4) Bkz. age,sJ2
(5) Marks, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Sol Yay. Mayıs 1976, s. 15
(6) Bkz: Özgürlük Dünyası, Sayı: 16, “PERESTR OY KANIN YENİ DÜŞÜNCESİ”
(7) Akçam, age, s. 77

Eylül 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑