Haberler-Mektuplar

İşçi Kıyımlarına Karşı Sihaz Direnişi 40 gündür sürüyor…
KÖYTEKS’tcn SlHAZ’ı kiralayan Ayşe Balcı, ilk günlerde, işçilere yakın gelecekte çok iyi çalışma koşulları ve ücret vaat etti. İşveren “sözünü tutup”, daha ayını doldurmadan 18 çalışanın işine son vererek ve 18 kişilik ücret karşılığında asgari ücretle sözleşmeli 78 kişi alarak gerçek yüzünü gösterdi.
İşverenin, işçileri sendikasızlaştırma ve sindirme çabalarına, sınıfın davasından uzak sarı sendika Tekstil-İş’in kayıtsız kalmasıyla birlikte, Sivas’ta açılması gereken sendika şubesinin her ne sebepse açılmamasından sonra kıyımlar daha da azgınlaştı.
Yasalar ve toplu iş sözleşmesi gereği doğum, süt, evlenme, ölüm kinleri ya çok az ya da hiç kullandırılmadı, ödemeler 1 ay kadar gecikmeli yapıldı, son ikramiye 75 gün gecikmeli ödendi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sendikacıların da onayıyla, ücretsiz cezai mesai uygulandı. Acil hastası olduğundan dolayı izin isteyen Nail Gürseven adlı işçi, “durumun acil, bir haftalık izin belgesi düzenleriz” oyunuyla izin dönüşü izinsiz gösterilip sendikadan istifası koşuluyla işe başlatıldı.
Bardağı taşıran son damla, Hayati Tipici adlı işçinin 12 Ağustos günü mesai bitimi, ücretsiz cezai mesaiye zorlanması ve kabul etmediğinde iş aktinin feshi oldu. İş güvenliği olmayan işçiler, 400’ün üzerinde çalışan, 13 Ağustos sabahı topluca uygulamaları protesto için bir günlük iş bırakma eylemi gerçekleştirdi. 14 Ağustos’ta Hayati Tipici işe başladı.
Sihaz’da dananın kuyruğu bir kez kopmuş; işçiler, birliği, dayanışmayı yakalamıştı. Tez elden paçayı kurtarmak isteyen işveren 16 Ağustos cuma günü, 193 kişi hariç, 75 gündür ödenmeyen ikramiyeyle birlikte Temmuz maaşlarını ödedi. Ödeme yapılmayan 193 kişinin iş aktini feshettiğini açıkladı. Bir olmanın verdiği güce inanan SİHAZ işçileri, 17 Ağustos cumartesi günü mesai olmadığı halde topluca işyeri önünde olayı protesto ettiler. Arkadaşlarının haklarını birlikte aradılar. 19 Ağustos pazartesi günü 193 kişi işe alınmayınca, (20-30 kişi hariç) işi bıraktılar. Kıyımlar karşısında Sivas Hazır Giyim, Sivas’ta öfkenin doruğu oldu. Sivas’ın onuru, gururu da olacak. Sınıf olarak kazanacaklar.
Sivas’tan bir ÖD okuru


Merter’de İşten Atmalı Kâr Oyunu!

Merter irili ufaklı yüzlerce tekstil atölyesinin bulunduğu yoğun işten çıkarmaların olduğu bir sanayi bölgesi. Burada işyeri sahiplerinin sık sık başvurdukları bir yöntemle işçiler hiç bir tazminat ve hak alamadan işten çıkartılıyor ve yerlerine yeniden işçi almıyor. Merter’de bu olaylardan sonuncusu Besa Tekstil’de yaşandı.
Besa Tekstil yaklaşık 80 işçinin çalıştığı Merter’deki yüzlerce tekstil atölyesinden birisi. Daha önceki adı ise Çılgı Tekstil. Bu isim değiştirmelerin nedeni ise, Besa Tekstil patronunun çalıştırdığı işçilerin parasını ödemeden tazminatlarını vermeden işten çıkartmak için bulduğu bir yöntem olması. Besa Tekstil yaklaşık üç ay önce 45 işçisini hiç bir gerekçe göstermeden işten çıkartıyor. Günlerce paralarını almaya çalışan işçiler hiç bir hak talep edemeden bu haksızlığa boyun eğmek zorunda kalıyorlar. Çünkü işyerinde çalıştıklarına dair hiç bir kayıt yok.
İşveren bu sefer aynı oyunu bu işçilerin yerine aldığı yeni işçilere oynuyor. Daha önceki adıyla Çılgı Tekstil yeni adıyla Besa Tekstil, yaklaşık 80 işçiye bir günlük izin veriyor. İşçiler bir gün sonra işyerine geldiklerinde işyerinin Sobe Tekstil adlı bir başka işyerine satıldığını öğreniyorlar. Kendi haklarının ne olacağını soran işçilere yeni patron bunun kendisini ilgilendirmediğini söylüyor. İşçilerin diretmesi ve haklarından vazgeçmeyeceklerini söylemesi karşısında kendisinin bu borçları ödeyebileceğini söylüyor. İşçilerin haklarını iki gün sonra alabileceklerini söylemesi karşısında dağılan işçiler iki gün sonra tekrar işyerine döndüklerinde yeni patron Besa Tekstil patronuyla anlaşamadığını bu yüzden paralarını ödemeyeceğini bildiriyor.
İşçilerin başvurdukları Bölge Çalışma Müdürlüğü gibi devlet kurumları ise “yaptıkları inceleme sonucunda konunun kendilerini ilgilendiren bir yönü olmadığını” söyleyerek mahkemeye başvurmalarını bildiriyor. İşverenin işçilere yaklaşık 100 milyona yakın bir borcu var. İşçilerin ilk başlangıçta işyerinde kalarak duruma müdahale etmemeleri sonucunda makinalar da sökülerek Sobe Tekstil’e götürülmüş.
Merter sürekli işsizliğin olduğu ve işçilerin bir işyerinden çıkarak diğerine girdiği bir bölge olduğu için bir işçi alımı olduğunda onlarca işçi atölye kapılarına yığılıyor. Bu yüzden işçiler uzun süreli işsiz kalmak istemiyorlar. Bu yüzden böylesi durumlarda uzun bir hak alma mücadelesine girilmiyor. İşçiler bir süre sonra bu işten vazgeçerek yeniden iş aramaya başlıyorlar. Bu sayede Besa patronları gibileri kurdukları düzeni sürekli işletebiliyorlar. Merter’de bu çarkı kumanın yolu örgütlülükten ve mücadeleden geçiyor. Eğer Besa Tekstil gibi işyerlerindeki işçiler böylesi durumlara örgütlü bir şekilde müdahale edebilseler ve patronların onları oyalama taktikleri karşısında kararlı bir şekilde mücadele edebilselerdi patronların bu oyunları boşa çıkarabilirlerdi.

Yeni bir İnkılap DAL cinayetine hayır!..
Şu anda İzmir Devlet Hastanesi’nin mahkûm koğuşlarından birinde yatan kanserli bir mahkûm var.
Adı Muharrem Eryaşar. Dev Yol davasından. Yıllarını cezaevlerinin sağlıksız koşullarından geçirmiş. Kansere ve Behçet hastalığına yakalanmış. Bir süredir radyoterapi ve kemoterapi görüyor.
Devlet Hastanesi Sağlık Kurulunca hakkında verilmiş “cezaevi şartlarında yaşaması sakıncalıdır.” raporu var.
Bu rapor İstanbul Adli Tıbba onay için gönderiliyor. Muharrem Eryaşar hala buradan gelecek onayı bekliyor, her nasılsa bu rapor bir türlü gelmek bilmiyor. Daha önce Özal ve şürekâsı “özel af dilekçesi” istiyorlar, Muharrem’den; vermiyor. “Ben affedilecek bir şey yapmadım” diyor. “Ben değil, halka karşı suç işleyenler, işkenceci-zindancı takımı halkımızdan af istemelidir.” diyor.
Muharrem’in acilen tahliye edilmesi ve tedavisinin dışarıda sürmesi zorunlu. Ancak malum karanlık eller sürekli uzanıyor onunla ilgili işlemlere. Herhalde “önce öldürelim, sonra tahliye edelim” diye düşünüyorlar.
Muharrem boyun eğmiyor ve bekliyor. Dışarıda karısı ve beş çocuğu bekliyor. Eryaşar ailesinin durumu Türkiye’de “insan hakları” ve “insan sağlığı”na verilen önemin tipik bir örneği.
Tüm duyarla insanları, tüm devrimci-demokratik kamuoyunu yeni bir İnkılâp Dal cinayetine izin vermemeye, ulusal ve uluslararası platformlarda tepkilerini ortaya koymaya çağırıyoruz.
BUCA CEZAEVİ’nden DEVRİMCİ TUTSAKLAR


Dokunmayın Başkana!

“Başkan seninle ölüme de gideriz.” Bu söz, geçen yılın Aralık-Ocak aylarında Zonguldak madencilerinin en çok haykırdıkları sloganlardan biriydi. Ama Başkan Denizer, madencilerle Ankara’ya gitmedi. “Canları”nı Mengen barikatında bıraktı. Ankara’ya yalnız gitti ve yürüyüşü bitirdi. Şemsi Denizer, Ankara’dan sonra da “canları”ndan ayrı yürümeye, kendi yolunda yürümeye devam etti.
Şemsi Denizer’in yolu sınıfın yolu değildi. O, bir parçası olduğu Türk-İş ve yönetimi gibi, bu düzenin savunucusu ve ondan çıkar uman biriydi. Zonguldak madencilerinin direnişini kârlı bir yatırım olarak görmüş ve milletvekili seçilme kişisel amacına ulaşmak için kaldıraç olarak kullanmayı tasarlamıştı.
Denizer, düzenin diğer adamları gibi, kişisel çıkar peşindeydi ve çıkarının gerektirdiği yollarda yürümeye, gerekli olduğunda bu yolları değiştirmeye hazırdı. Milletvekili olmak için önce DYP ile SHP arasında “tercih yapma”da zorlandı. Zonguldak madencilerinin çıkarını savunmak için (!) önce sicilli faşist Demirel’in DYP ile flört etti, sonra da işçi çıkarlarıyla en küçük bir ilgisi olmayan SHP’ye transfer oldu. Bu arada SHP’den DYP’ye transfer olan Bakırköylü deli doktor Y. Aktuna’nın kulaklarını çınlattı. Denizer’in işçi sınıfının çıkarlarıyla ilgisi olmadığı gibi ideolojisi ile de bir ilgisi yoktu. Sosyal demokrat bile değildi. Sadece SHP’den seçilebileceğini düşünmüş ve oraya yönelmişti. Mengen’de işçilerin karşısına dikilen barikata payanda olan Denizer, bu kez, işçilere hayâsızca “Mengen barikatını oylarımızla yıkalım” çağrısında bulunuyordu. Ama “papaz her zaman pilav yemiyordu”. Madenciler, “emeğiyle geçinen insanların temsilcisi olarak parlamentoda haklarını korumak istedi”ğini söyleyen Denizer’in aldatmacasını bu kez “yutmadılar”. Başkan, seçilemedi. Kendisine yöneltilen “madenciler sizi cezalandırdı mı? İşçi neden güven duymadı?” (Cumhuriyet, 23 Ekim) sorusuna, “belki bildikleri bir şey vardır” diye yanıt veren Ş. Denizer bir gerçeği kabul etmek zorunda kalıyordu: Madencilerin gerçekten bildikleri şeyler var artık. Sınıf yaşayarak öğreniyor.
Denizer, “politikaya devam edeceğim” diyor. Dokunmayın başkana; herkes yoluna…

Demirel ABD Yolcusu
Demirel’in partisi seçimlerin yarı-galibi olarak ortalıkta salınmaya başladığında, C. Çandar’ın deyişiyle “Amerika’nın Türkiye politikasını formüle edenlerin Washington’da düzenledikleri bir yemekte müstakbel Başbakana acil bir ABD ziyareti davetiyesi çıkarıldı. Ve öğrenildi ki Amerikalılar Demirel’e daha önceden de büyük bir “uzak görüşlülük”le davetlerini iletmişlerdi. Bir ülkenin henüz taze Başbakanı bile atanmamış zat vakit geçirilmeden sığaya çekilmek üzere ayağa çağrılıyordu. Ülkenin ayağa düşmüşlüğünü herkesin gözüne sokmak üzere.
Demirel önceki başbakanlık dönemlerinde Amerikan emperyalistlerine unutulmayacak hizmetler sunmuştu; eski gözbebeğiydi. Uzunca bir süre Özal’la birlikte Türkiye’yi yöneten emperyalistler, şimdi Özal’ın yanında yeniden Demirel’i görmekten memnun olacaklarını vurguluyorlar, bir ANAP-DYP koalisyonu öngörüyorlardı. Çandar gibiler, bundan ANAP-DYP hükümetini anladılar. Oysa ABD’ci koalisyon daha hükümet kurulmadan kurulmuştu bile. Nasıl bir hükümet kurulacak olursa olsun, Özal ve Demirel birbirleriyle “zıtlaşmaktan” vazgeçmişlerdi. Demirel Özal’dan “hesap sormayacak”tı ve cumhurbaşkanlığını kabullenecekti; Özal’sa Demirel yönetimine zorluk çıkarmayacaktı. Yeni slogan atılabilirdi: “Özal-Demirel el ele Amerikancı milli cephede”!

Cezaevlerinde anti-faşist direniş…
“Kamuoyuna
Egemen sınıflar içinde bulundukları ekonomik kriz koşulları ile sınıfsal ve ulusal mücadelenin yükselişi karşısında yeni tedbirler almak, istikrar unsurları bulmak için, ellerindeki kozları oynamaya başladılar. İfadesini “Terörle Mücadele Yasası”, “Ekonomik İstikrar Paketi” ve “Erken Seçim”de bulan söz konusu kozlar bir bir oynanıyor.
Kendisini, gelişmekte olan yığın hareketini engellemek, kitlelerin devrim ve devrimcilerden kopmasını sağlamak, radikal mücadele güçlerine her cepheden saldırı ve baskıyı örgütlemek, her türlü hak gaspları ve anti-demokratik uygulamalarla ifadelendirilen “Terör Yasası”nın yanı sıra, günlerdir kamuoyunun gündemini işgal eden erken seçim aldatmacasıyla da istikrar sağlanmaya ve çözümsüzlükler giderilmeye çalışılıyor. Ancak devletin politika üreticilerinin ömrü “istikrar ve huzur”a kavuşmuş bir Türkiye görmeye yetmeyecek. Enflasyon, işsizlik, pahalılık, yatırımlardaki durgunluk ve seçime rağmen tam takır bir bütçeyle kriz devam edecek ve bunun faturası emekçi halkımıza çıkarılacak.
Huzur ve istikrarı tehdit eden en önemli unsurlar olarak görülen devrim ve devrimci mücadeleye karşı geliştirilen “Anti-Terör Yasası” ile egemenlerin “demokrasi” gösterileri de çabucak dağıldı. Demokrasi perdesinin arkasından “Anti-Terör Yasası” çıktı.
Söz konusu yasa, karşı-devrim güçlerinin sınıfsal ve ulusal harekete yönelttikleri kapsamlı ortak saldırının hukuksal ifadesidir. Tamamen bir hukuksuzluk örneği olan bu yasa çıkmadan eskimeye başladı bile. Sindirilmeye çalışılan unsurlar sinmiyor, halktaki hoşnutsuzluk artıyor, işçi ve emekçilerin, gençliğin hak alma mücadelesi yeni mevziler kazanıyor, fabrika işgalleri, boykotlar, gösteriler artıyor, sosyalist basın toplatıldıkça yeniden basılıyor, yasanın uygulanabilirlik sınırları gittikçe daraltılıyor. Tecil yasasının kapsamı dışında bırakılan 146 kapsama alındı, ama 125. madde hala kapsam dışı. Bütün bu çarpıklıklar çözümsüzlüklerin ürünüdür. Sonuçta ortaya çıkan bu yasa; dizginsiz ve güçlendirilmiş bir polis devleti ve örgütlü terör; baskı, işkence, sokak infazları, katliamlar, gözaltı süresinin uzatılarak işkence ve ölümlere olanak sağlanması, muhbirlik ve itirafçılığın teşviki ve güvence altına alınması, cezaevlerinde hak gaspları, tecrit ve avukat sınırlaması yani savunma hakkının gaspı, yeni tip ya da “Terörist Tip” denen tabutlukların yaygınlaştırılması, sendika ve tüm demokratik kuruluşlara ve basına karşı azgın bir saldırı. Kısaca faşist, terörün yasallaştırılması demektir.
Yasanın yürürlüğe girmesiyle sokak infazları ve katliamlar yoğunlaştırılarak yaygınlaştırıldı. Hatice Dilek ve İsmail Oral’larla başlayan, ardından Türkiye ve Kuzey K….tan’ın pek çok yerinde sürekli olarak artan infaz ve katliamlarla halklara ve mücadele güçlerine gözdağı verilmeye çalışılıyor.
Egemen sınıfların bu birleşik ve bütünlüklü saldırısında reformist, düzen içi arayışlara uygulanan havuç politikası, mücadeleci unsurlara gelindiğinde sopa politikasına dönüşüyor. Bir yandan sahte demokrasi vaatleri, öle yandan ezilen çilekeş Kürt halkına, işçi ve emekçi yığınlara yoğun bir baskı…
Siyasi tutsaklara, yönelik hak gasplarına her gün yenileri ekleniyor. Cansiperane mücadelelerle kazanılmış haklar gasp ediliyor; devrimci kişiliklerinden ve siyasi kimliklerinden uzaklaştırılmış, tek tip, kişiliksiz, düzen insanları yaratılması hedefleniyor. Yasayla beraber “teröristlere” getirilen açık görüş yasağından sonra, en temel insani haklara dahi pranga vuruluyor, baskı ve işkence hâkim kılınıyor.
Cezaevlerinde tutsakların kazandığı mevziler egemen sınıflarca tek tek, adım adım, geri alınmaya çalışılıyor. İnsanca yaşamayı doğrudan etkileyen görüş, sağlık, savunma, yiyecek, giyecek gibi temel ihtiyaçlar kısıtlanarak baskı aracı olarak kullanılıyor. Tek tek başlayan ve gittikçe genele doğru yayılan bu hak gasplarıyla; cezaevleri, tutsaklar için cehennem, kapılarının da aileler için birer işkence hane olması hedefleniyor. Her açık görüş gününde cezaevi önünde toplanan aileler polis copu ve asker dipçiği ile karşılanıyor, yaşlı analar tartaklanıyor ve tutuklanıyor. Beş yaşındaki çocuklar cezaevi kapılarında polis copuyla tanışıyorlar. İnsanlık dışı uygulamalar günbegün artıyor. 12 Eylül’de yaşanan vahşetler yeniden yaşatılmak isteniyor.
Son olarak Buca cezaevinde ortaya çıkan gelişmeler, yasanın cezaevlerine yönelik en açık ve somut ifadesidir. Buca cezaevinde sıkıyönetim yıllarını aratmayacak türden uygulamalarla karşı karşıya kalan siyasi tutsaklara, görüş yasağı,, mektup yasağı, yemek yapma ve çay pişirme yasağı uygulanıyor, koğuşlar arası ziyaret engelleniyor, kapılar sürekli kapalı tutuluyor. Mahkemelere gidilirken insan onurunu zedeleyecek biçimde aramalar yapılıyor, ayakta sayım verilmesi isteniyor. Yani Buca’da her şey yasaklanmış durumda. Buca cezaevinde siyasi tutsaklar bütün baskı ve uygulamalara karşı hak alma mücadelelerini başlattıkları süresiz açlık greviyle sürdürüyorlar.
Can bedeli mücadelelerle kazanılmış hakların bir çırpıda gasp edilmesi söz konusu yasanın cezaevi yöneticilerine, polis güçlerine ve mahkemelere tanıdığı olağanüstü yetkilerin ve keyfiliğin bir sonucudur.
Hangi koşullarda olursa olsun kendisine insanım diyen, aydınım, demokratım diyen herkesi bu insanlık dışı uygulamalara karşı çıkmaya ve haklı mücadelemize destek vermeye çağırıyor ve diyoruz ki;
Egemen sınıfların çözümsüzlüklerinin ürünü olan bu saldırılar püskürtülecek ve bu yasa da SS kararnamelerinde olduğu gibi hak ettiği yere yani tarihin çöplüğüne gönderilecektir.
En insani hakkımız olan görüş hakkının gaspını ve Buca cezaevindeki insanlık dışı uygulamaları protesto ediyor, kamuoyunu duyarlı olmaya davet ediyoruz.
– Açık görüş hakkımız engellenemez!
– Anti-Terör Yasası bizleri yıldıramaz!”
Sağmalcılar Kapalı ve Özel Tip Ceza ve Tutukevi Siyasi Tutsakları


BABIÂLİ’NİN AYNASI: GÜNEŞ GAZETESİ

Asil NADİR’in “solcu” gazetesi GÜNEŞ’te 42 işçi ve emekçi, 2 EYLÜL’den beri direniyorlar. Gündüzün sıcağına, gecenin soğuğuna, yağmura çamura aldırmadan direnişlerini sürdüren GÜNEŞ çalışanları, sadece doğa koşullarına, sadece 8 aydır almadıkları ücretleri nedeniyle ekonomik güçlüklere karşı değil, basının, sendikacıların, aydınların ilgisizliğine, patron yanlısı olarak düzenlenmiş yasaların engellerine karşı da savaşıyorlar.
Babıâli patronları ve hınk deyici yazarları, kalemi ellerine aldıklarında, “işçi haklarından”, “insan haklarından”, “adaletten” “sendika hakkından” vs. dem vurmaktan çok hoşlanırlar. “Patronlar işçilerinin hakkını gözetir, işçi de hakkına razı olursa toplumda her şeyin günlük güneşlik” olacağı üstüne kurarlar propagandalarını. Eğer bir yerde bir patron onlara “kaba” gelen bir yöntemle işçileri sokağa atmışsa, patrona öfkelenir, “canım böyle de yapılmaz ki” gibi sitemlerle sayfalarını doldururlar. Hele patron “ilanları”nı başka gazetelere veriyor, ya da doyurucu ilan verecek kadar kıymeti harbiyesi yoksa kalemler daha da sivriltilir, işçilerin “savunulduğu” bile olur.
Sonra bu yazılanları dizgiciler, “vay be bizim patron” ya da hangi “büyük yazarımız ne de işçi yanlısıymış da belli etmiyormuş” diyerek dizerler. Düzelticiler, montajcılar, kalıpçılar, matbaa işçileri de aynı düşünceyi mırıldanırlar ve eklerler, “iyi adamlarmış da biz anlayamıyormuşuz herhalde”. Ama Babıâli’de bu “iyiliğin”, “işçi haklarını savunmanın” sınırı patronun çıkarlarına dokunduğu yere kadardır. Patronun ilan gelirine zarar verecekse, işçi hakkı, işçi mücadelesi görmezden gelinir. Görmezden gelinmeyecek kadar göze batıyorsa, haberiyle, yorumuyla patronların safından işçi mücadelesi karalanır.
Babıâli’nin, yüz yılı aşkın tarihinde bir gazetecilik kültü oluşturulmuştur. Onlara göre; “gazeteci olunmaz, gazeteci doğulur”. Bu her ne kadar yazarlar için söylenmiş görünürse de, teknik hizmetlerde de aynı felsefe işlenir, hepsinin de “kutsal bir görev” yaptıkları imajı uyandırılmaya çalışılır. Gazeteci, belirli bir ücret karşılığı emeğini patrona satan kişi değil, bu dünyanın dışında, her şeyiyle gazeteye bağlanmış kişi olarak biçimlendirilir. Ve herkesin “gazeteci doğduğunu” ispat etmesi için var gücüyle çalışması istenir.
Doğrusu Babıâli patronları yüz yıldır bu safsatayla durumu idare etmişler, servetlerine servet katmasını bilmişlerdir.
Ama son yıllarda, emekçileri sokaklara döken fırtına onları da etkilemiş, hiç olmazsa gazete çalışanları ücret ve hak diye bir şeylerin olduğunu fark etmeye başlamıştır. Son bir yıl içinde gazetelerden yüzlerce işçi ve emekçinin kovulması, herkese ahlak, erdem öğüdü veren “büyük gazetecilerin” on milyonlara varan transfer ücretleriyle birleşince, herkesin kafasında “kutsal görev” konusunda kuşkular uyanmıştır. İşte GÜNEŞ’te 5 EYLÜL’den bu yana süren, işçi ve emekçilerin direnişi bu birikimin sonucu olarak ortaya çıkmış, bugün de sürmektedir.
GÜNEŞTE NELER OLUYOR?
GÜNEŞ Gazetesi’nin Asil Nadir’in yolsuzluklarının ortaya çıkmasından önce bile, ücret ve sosyal haklar konusunda, tepedeki üç beş kişi dışında gazete emekçilerine zamanında ücret ödememek için elinden gelen her şeyi yaptığı bilinen bir gerçektir. Ama bu durum, 8 aydan bu yana dayanılmaz bir hal almış, gazete çalışanlarına ücret, sosyal hak, ikramiye adına hiç bir şey ödeme meye başlamıştır. Ne zaman ki, çalışanlar başkaldırmaya kalksa, eski yöneticiler alınmış, yerlerine “tatlı dilli”, “işçi dostu”, “solcu” yeni yöneticiler atanarak, emekçilerden “biraz daha zaman” istenerek durum idare edilmeye çalışılmıştır. Sendikanın desteğinden yoksun, örgütsüz, çaresiz emekçiler, aylarca görünüşte “biraz daha zaman”ı gerçekte ise milyarlarca lirayı Asil Nadir’e bağışlamaya devam etmişlerdir. Nihayet 27 Mayısta ilk direniş Ankara ve İzmir’de patlak vermiş, İstanbul’da da bugün direnişi sürdüren bir grup emekçi onları desteklemiştir. Ne var ki, İstanbul’dakilerin büyük çoğunluğu, direnişi desteklemek bir yana, direnen arkadaşlarını “hain” ilan edecek kadar patron yanlısı bir tutum takınarak Babıâli geleneğini sürdürmüşlerdir. Direniş kırıcılarının TGS İstanbul Şubesi’nin gerekçeleri pek “uyanıkça”dır: Onlara göre; “Direnişçileri Nezih Demirkent kışkırtmaktadır, TGS’nin Merkezi’de ondan yanadır, direnişe katılırsak oyuna geliriz. Solcu GÜNEŞ Nezih Demirkent’in eline geçer. Bu da gazeteye darbe olur vb. vb.” GÜNEŞ ve CUMHURİYET “solculuğu”ndan beslenen bu düşünce, GÜNEŞ’teki emekçi mücadelesine ilk darbeyi vurdu. Ankara ve İzmir’de direnen işçiler, tazminatsız işten atıldılar.
Çalışanların dağınıklığını, sendikanın aymazlığını fark eden patron, bu sefer hiç ücret ödememeye başladı.
12 Ağustos’ta, İstanbul çalışanları direnişe geçti. Ve şu talepler öne sürüldü: 3’er milyon liralık avans verilmesi ve geriye dönük alacakların garanti altına alınarak bir ödeme düzenine bağlanması, Ankara ve İzmir’de işten atılanlara tazminatlarının ödenmesi. Ne var ki, patron 3’er milyon ödenmesi dışındaki istekleri hiç kabul etmediği gibi, 3’er milyonu da ancak Eylül başında ödeyeceğini bildirdi. Ve pazarlık sonucu, 3’er milyonluk 350 senet düzenlenerek yediemine verildi. Ama aybaşı geldiğinde, senetler de ödenmedi. Bunun üzerine Merkez binadaki çalışanlardan 120’si 2-3 Eylül günleri yeniden direnişe başvurdular. Patron anlaşmaya yanaşmayınca, kısa bir direniş sonrası hak alınacak düşüncesiyle direnişe katılan servis şefi vb. durumunda olanlar direnişi bıraktılar. Kalan 62 kişiyse; 5 Eylül’de iş yasasının 17. maddesine göre, tazminatsız olarak, işten çıkarıldı. Ama bu sefer işten çıkarılanlar, çekip evlerine gitmediler. İlk üç günü gazete binasının içinde geçiren direnişçiler, 4. günden itibaren gazete binası önündeki kaldırımda direnişlerini sürdürmeye başladılar. Bazen sadece kendileri, bazen de eşleri ve çocuklarıyla direnişlerini sürdürdüler. Gece gündüz çadırlarının önünde direndiler. Havaların soğumasıyla birlikte, işçilerin direnişini kırmak için soğuktan yararlanmayı düşünen gazetedeki A. Nadir’in temsilcisi Erdal YILMAZ, polise çadırı yıktırdı. Ama işçiler yılmıyorlar. Soğuğa ve yağmura karşın gece gündüz demeden direnişlerini sürdürüyorlar.
BABIÂLİ BASINI SESSİZ
Babıâli’de gazeteler, varlıklarını birbirinin boğazını sıkmasına bağlamışlardır. Birisi köşeye sıkışmışsa hemen hepsi ona yüklenir, batırmaya çalışır, bu kapitalizmin yasalarının kaçınılmaz gereğidir. Her gazetenin kendi içinde de sistem yardımlaşma, ortak bir ürün çıkarma üstüne değil, kişisel rekabet üstüne oturtulmuştur. En yakın “dostlar” bile birbirinin ayağını kaydırmak için fırsat kollar. Bu rekabetten de en çok patronlar yararlanır, her birini emeklerinin son damlasına kadar sıkarlar. Gerek kişiler, gerekse gazeteler birbirlerine çamur atmak için her vesileyi kullanırlar.
Babıâli’nin ilk ciddi direnişi olma özelliğiyle, pek çok haber, yorum ve röportaja konu olabilecek GÜNEŞ DİRENİŞİ, Babıâli basınının ilgisini hiç çekmedi. Bir gün olsun bu direnişi haber yapmadılar, ilerici, emekçi yanlısı yazarlar, “Neden bu emekçiler kapı dışarı edildi?” diye sormadı, sormak ihtiyacını duymadı. Muhabirler, kendileri gibi birer emekçi olan GÜNEŞ çalışanları için bir haber yapıp gazetelerine sokamadılar, sokmadılar. Sağcısıyla, “solcu”suyla adeta bir duvar oldu, Babıali’nin gazeteleri. Garip olmayan bir “garip sessizlik” var Babıâli’de.
“Garip” değil. Çünkü daha dün Tercüman, Günaydın, Cumhuriyet çalışanlarının önemli bir kısmını kapı dışarı etti. Şimdi, Milliyet ve Hürriyet aynı şeyi yapmaya hazırlanıyor. Hiç birisi GÜNEŞ patronundan daha temiz değil işçiler ve işçi hakları karşısında. Kısacası Babıâli patronları çok bilinçli bir sınıf dayanışması içindeler, GÜNEŞ direnişçilerine ve yakında kendi gazetelerinde de olası işçi eylemine karşı. Bu yüzden yazmıyor kalemleri, inanmadan da olsa, basın çalışanlarının haklarından, güçlüklerinden söz etmemekte direniyorlar. Bu beklenen bir tutum ve garip değil. Ama garip olan, GÜNEŞ çalışanları başta olmak üzere diğer gazetelerin emekçilerinin de patronlarıyla aynı sessizliği paylaşmaları. Yarın onları bekleyen bugünkü GÜNEŞ direnişçilerinden farklı değil. Üstlerindeki küflenmiş Babıâli kültünü atmadıkça da birleşip mücadele etme şansını elde edemeyecekler. Bu yüzden de GÜNEŞ direnişi binlerce Babıâli çalışanı adına bir direniştir ve bugün ön saflardaki 42 emekçi sadece kendileri için değil, kendileri bunun farkında olmasa da, bütün Babıâli çalışanları için bu sıkıntılara katlanmaktadır. Babıâli’de, bugün sıcak masası başında günlük işini yapan, akşam evine dönen her emekçi, soğukta, yağmurda, gece-gündüz direnen GÜNEŞ emekçilerini düşünmek, onlara destek olmanın bir yolunu bulmak zorundadır.
SENDİKALAR İLGİSİZ

GÜNEŞ’te olup bitenlerle ilgili olarak TGS başta olmak üzere sendikalar da ilgisizliğini sürdürüyor.
Güneş çalışanları TGS’nin üyeleri. Ama TGS’nin yöneticileri bugüne kadar GÜNEŞ çalışanlarının direniş çadırını bir kez bile ziyaret etmiş değil. Sağda solda nutuk atılacak toplantılara vakit bulup katılan TGS’nin yöneticileri GÜNEŞ çalışanlarını ziyaret edecek, onların “halini-hatırını” soracak vakit bulamıyor olmalılar. TGS İstanbul Şubesi yöneticileri, sadece ziyaret etmemekle yetinmiyor, direnişte olan işçilere yardım da etmiyor. Çalışanların GÜNEŞ hakkında açtıkları davanın sadece mahkeme harçları 29 milyon tuttuğu halde, TGS’nin bugüne kadar direnişçilere verdiği 10 milyon TL’den ibarettir. Ve sendikacılar, “bizim yapacağımız yardım bundan ibarettir, bizden daha fazla bir şey beklemeyin” diyorlar.
Diğer sendikacıların tutumu da tam bir ilgisizlik, işçilere, “maddi, manevi her olanağımızla arkanızdayız”, “bu paralar zaten sizin paranız, böyle günlerde size yardım etmeyeceğiz de kime edeceğiz”, “sendikamız sizlerle beraberdir” diyen çeşitli sendikaların “ilerici”, “demokrat” başkan ve yöneticileri, iş mahkeme masrafları vb. harcamalara gelince yan çiziyor, “yönetim kuruluna kabul ettiremedik”, “yönetim toplanamıyor”, “hangi kalemden göstereceğimizi bilemiyoruz” vb. gibi gerekçelerle, işçilerin “borç olarak” istediği birkaç milyonu bile vermekten kaçınıyor. Dahası, Tümtis ve Deri-İş Kazlı Çeşme Şubesi dışında hiç bir sendikacı direnen işçileri ziyaret etmek zahmetine bile katlanmamıştır.
İşçiler bugün, günlük geçimlerini sağlamak, dava açmak ve haciz için gereken zorunlu harcamaları (milyonlarca lirayı buluyor) evlerindeki eşyaları satarak karşılamaya çalışmaktadırlar. Ama direnmekte kararlılar. Mücadele içinde dostlarını, sahte dostlarını ve düşmanlarını tanıyorlar. Babıâli çalışanlarının mücadelesini omuzlamış olmanın onurunu taşıyorlar. Sonuçta tek kazançları bu bile olsa, bundan sonra aynı yollardan geçmek zorunda kalan her gazete işçisi ve çalışanı onların deneyiminden öğrenerek ilerleyecek. Babıâli’nin tarihi düşünüldüğünde bu çok önemli bir kazançtır.
GÜNEŞ’TE “ÖRNEK” BİR SENDİKA BAŞKANI ADAYI VE BİR “68”li
TGS İstanbul Şubesi eski Mali Sekreteri Yusuf ENGİNKAYA 1 GÜNEŞ, Asil Nadir’in “solu da ben biçimlendireceğim” iddiasıyla satın alıp yayımladığı bir gazetedir. Bu yüzden de, GÜNEŞ’e yapılan makyajın malzemesi bir zamanların solcuları oldu. Zaman içinde bu uysal “solcular”a bile tahammül edemeyen A. Nadir, bunların bir bölümünü kapı önüne koydu, ama yine de birçok eski solcu” GÜNEŞ’te kalmaya devam etti. Bunlardan ikisi TGS İstanbul Şubesi İdari sekreteri Merdan Yanardağ ve Tarık Tavatoğlu’dur.
Merdan Yanardağ, daha Mayıs sonundaki Ankara ve İzmir çalışanlarının dir nişi sırasında TGS’nin diğer yöneticileriyle birlikte, işçilere karşı tavır aldı. “Yasa dışı direniş yapmışlar. 17. Maddeden çıkışları verilmiştir, patron haklıdır” diyerek patronun yanında tavır almış, İstanbul’daki eylemin kırılmasında da başrolü oynamıştır. Dahası günde 16-18 saat çalışarak gazetenin çıkması için elinden ne gelirse yapmıştır. Patron da onun hizmetlerinin karşılığını vererek, Merdan ve ekibini gazetenin üst yönetimine getirmiştir. Merdan bununla da yetinmedi. 2 Eylül’de İstanbul GÜNEŞ’te başlayan eyleme, “bize danışılmadan yapıldı” gerekçesiyle karşı çıktı ve direnişi kırmak için gazeteyi Dünya Gazetesi’nin tesislerinde bastırdı. Bu da yetmedi, direnen işçileri ve çalışanları “sağcılar, ihbarcılar eylem yapıyor” diye karalamaya, bölmeye çalıştı. Şimdi bu Merdan, bir yandan Demokrat!’ın sayfalarında “ilericilik”, “emeğe saygı” üstüne yazılar döktürüyor, bir yandan da İstanbul TGS Şube Başkanlığı için çaba harcıyor. Yöneticiler, başka işlerinden fırsat bulup bir gün toplanabilirse onu başkan yapacaklar. Eh, işçi mücadelesine cepheden saldıran, açıkça A. Nadir’den yana tutum alan bir sendika yönetimine de patron uşaklığında hayli deneyim kazanmış Merdan yakışır!
Güneş direnişinin ikinci “kahramanı”, her vesileyle “68’liliği” ile övünen, sağda solda o yıllardaki “kahramanlıklarıyla” övünen Tashih Şefi Tarık Tavatoğlu’dur.
2 Eylül günü başlayan eylemde, servis servis dolaşıp “Bu eylemi de başaramazsak sonumuz geldi!” diyerek herkesi mücadeleye çağıran T. Tavatoğlu, üç gün boyunca direnişi destekledi. Ama direnenlerin 17. Maddeden çıkışının verilmesiyle, pabucun pahalı olduğunu gören T. Tavatoğlu, bütün söylediklerini unutup masasının başına koştu. Üstelik karısını patron Erdal YILMAZ’a göndererek yalvarttırdı. Ama yine de E. Yılmaz’a yaranamadı. E. Yılmaz bir sürüngene nasıl davranılırsa ona karşı da öyle davrandı: “Sen ne utanmaz kişisin, hem eylem yapıyorsun, hem de hamile karını bana gönderip çıkışını durdurmak işitiyorsun. Ben senin gibi bir adamı çalıştırmam defol git” dedi. Alçalmada sınır tanımıyor Tavatoğlu; bu sefer direnen işçilere dönüp, “Ben komitedeydim, avukatlar benim davamı da üstlensinler.” diyerek ne menem ‘68’li olduğunu bir kez daha kanıtladı.
GÜNEŞ’te mücadele sadece patronun değil, uşaklarının da içyüzünü açığı çıkararak sürüyor. İçimizden patron uşaklarının çıkması bizi üzüyor, ama maskelerin düşmesine de seviniyoruz.
Önümüze çok engel çıkardılar, bunları aştık. Daha büyük engeller çıkaracaklarını da biliyoruz, ama biz direnen 42 kişi olarak bu engelleri de ezerek ilerleyeceğiz. Kararlıyız ve geri dönmeyeceğiz.

Dergimizin
32. Sayısında, göz ameliyatı için arkadaşlarının kampanya açtıkları İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencisi için kampanya sürdürülmektedir.
Hesap No: 094272-2 Yapı Kredi Bankası Beyazıt Şubesi

Arkadaşımız
AYNUR PİŞKİN her iki kalp kapakçığından rahatsızdır. Acilen ameliyat olması zorunludur. Ancak bu ameliyat, hastane masrafları dışında 36 milyon TL bir parayı gerektirmektedir. Bu paranın karşılanabilmesi için bir kampanya başlatmış bulunmaktayız. Özgürlük Dünyası okurları ve tüm duyarlı kamuoyunun ilgisini bekliyoruz.
Banka Hesap No: İŞ BANKASI, Ankara Merkez Şube: Döviz Hesap No: 23881 TL Hesap No: 4725669

Cam Ambalaj işçileri direniyor
Nakit bunalımı içine düşen İş Bankası’nı, Türkiye Cam Sanayisinin desteği ile kurtarma operasyonu, genel işçi kıyımlarıyla ve işçi direnişleriyle sürüyor.
İş Bankası’na bağlı genel yönetimlerin olduğu işyerlerinden, bir yıl kadar önce Tuzla Porselen Sanayisi’nden 1500 işçi işten atılarak fabrika kapatıldı. Arkasından Gebze Tez-san’dan 300 dolayında işçi kıyımı yapıldı. Paşabahçe Cam fabrikasında 700 işçi atılarak şanlı Paşabahçe direnişi ile süren olaylar, bir uzlaşma ve sendika oyunuyla yatıştırıldı, ama işten atılmalar başka biçimlerde sürdürülerek asgari 750 işçinin işine son verildi. Şimdi ise MEŞS patronlarının, Cam Sanayisi işverenin tehditleri para etmiyor. Camiş Ambalaj Sanayisi isçileri, fabrika kapatma tehdidine rağmen direnişlerini sürdürüyorlar.
7.10.1991 tarihinde Camiş Ambalaj sanayisi işçilerinden 72’si hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işten atıldı. 300 işçinin çalıştığı işyerindeki diğer işçiler bu kıyıma göz yummadılar ve direnişe başladılar. Çünkü bugün, sınıf kardeşlerinin başına gelen olay yarın kendi başlarına da gelecekti. Bunun esas nedeni MESS patronlarının toplu sözleşme dönemlerine yakın sürekli işçi atarak, kadroya geçecek işçilerin tekrar asgari ücretli duruma düşürmek, ucuz işgücü sağlamayı sürdürme gayretleridir. Bir diğer nedeni, geçici işçi çalıştırarak sendikasızlaştırmayı sağlamak, yeni teknolojinin sağladığı avantajları işçinin aleyhine kullanmaktır. Genel olarak MESS ve diğer patronların bugünlerde işçinin daha fazla sömürülmesi doğrultusunda uygulamaya başladığı yeni bir yöntem olan taşeron firma ve geçici işçi çalıştırma dolayısıyla işçinin sendikasızlaştırma politikasının sürdürülmesidir. Patron oyunlarının ancak kararlı bir direnişle bozulabileceği Camiş işçilerinin çok yakından bildikleri bir gerçektir.
İki yıldır zaman zaman işverenin kısmi işlen atma çabalarını çeşidi biçimlerde direnişlerle savuşturan işçiler, bu kez de atılan işçiler geri alınana kadar direnişi sürdürme kararındalar.
Üç temsilcinin ve işten atılan 7 işçinin 3 günlük açlık grevi ile sürdürülen direnişte, aileler gündüz eşlerini fabrikaya gelerek sürekli destekliyorlar. Oysa işyerinin bağlı olduğu Selüloz-İş sendikası, desteklemek bir yana patronun uşaklığını yaparak, işçilerin direnişini kırmak için fabrikaya patronlarla konuşmaya geliyor. Zorla çağırılıp getirtilen sendika ağalan işçilere nasihat verip gidiyor.
Seçim dönemi Refah Partisi dâhil tüm burjuva partileri, göstermelik olarak destek ziyaretlerinde bulundular. Reformist vaatler verdiler, ama işçiler;”Biz düzen partilerinden hiçbir şey beklemiyoruz. Bize kendimizden başka hiç kimse yardım edemez” diyerek, vaatlerinin boş olduğunu belirttiler.
Direnişçi bir işçi “5 yıldır buradayım, hep direniş ve grevler sürüyor, bıktık artık. Salt ekmek mücadelesiyle bir yere varılamayacağını görüyoruz. Patronlar her seferinde fabrikayı kapatma tehdidinde bulunuyorlar. Yeni makinaların alınması, bunun bir blöf olduğunu gösteriyor. Ama makinaların parasını biz işçilerden çıkarma çabasında olduklarını görüyoruz.” diye belirtiyor. İşçiler, sendika temsilcilerinin kendilerinden farklı olmadığını ve direnişte kendileri ile birlikte hareket ettiklerini belirttiler.
Fabrikada üretim % 10-15 oranında sürdürülüyor. 70 kadar işçi kısmi üretim sürdürüyor, ama patronun işçiler arasında ayrılık yaratmak için sürdürdükleri bu üretim işyerine zarardan başka bir şey vermiyor. Çünkü otomatik makaralar az üretimle fazla enerji harcayarak zarara neden oluyor, çıkan mamul de genelde bozuk olarak çıktığı için patron yararından çok zararını gördüğü üretimi sürdürme çabasından vazgeçemiyor. Sendika temsilciler toplantısı ile işçiler, 27.10.1991’den itibaren de üretimi tamamen durdurma kararı aldılar. Bu hafta içinde de Cam San’ın merkezine yürüme kararı alındı. Ayrıca işçiler atılan arkadaşları alınana ve hakları olan ücretlerinin tamamı ödeninceye kadar direnişe devam etmekte azimliler.


“Büyük bir Kürt Kadın Ressamı” olmaya aday üstün bir yetenek:

NERİMAN OYMAN
AVNİ MEMEDOĞLU

Geri kalmış sınıflı “Kapitalist” toplumlarda, her şey GÜÇ’e ve ADAM KAYIRMA ilkelliğine dayandığı için, gerçek değerlerin ve yeteneklerin kendilerini kanıtlaması, gelinip sivrilmesi (Temayüz etmesi) çok zordur. Bu değerler yoğun bir savaşım içerisinde “Acıyı bal eyleme” yazgısına tutsaktırlar. Toplumda hak ettikleri yere gelene dek başarılarını kendi sonsuz çaba, istenç ve uğraşları başta olmak üzere, bazen de mutlu rastlantılardan yararlanabilme becerisine borçludurlar. Evet, onları her hangi birisi bulgulayıp (Keşfedip) yol gösterir ve özendirebilir. Ama gerçek anlamda gönül ister ki toplum ve toplumdaki eğitim kurumları bu görevi üstlenip yerine getirmiş olsun, o yeteneğe iye (Sahip) çıksın, o değerli cevheri işlesin, ülkesine ve insanlığa mal etsin. Bu toplum gerçekten kendi bireylerine hiç bir ayrıcalık tanımayan, gerçekten TOPLUM BİLİNCİNE erişmiş, halka dönük, ilerici ve devrimci bir toplumdur.
1961 yılında VAN ilimizin Erciş kasabasında dar gelirli bir terzinin (Bir erkek, üç kız) 4 çocuğunun sonuncusu olarak dünyaya gelen Neriman, resim sanatı’na karşı olan büyük yetenek ve sonsuz iştahı ile daha ilkokulun birinci sınıfından öğretmenlerinin ilgisini çekmiş, ama ona ilerde RESSAM olması için hiç bir öğüt ve özendirmede bulunmamışlar veyahut bulunamamışlar. Aslında parasal gücünün yetersizliği nedeniyle terzi baba, diğer çocukları gibi Neriman’ı da ilkokulu bitirdikten sonra okutamamış.
1975’te aile daha geniş iş olanaklarına kavuşabilme amacıyla İstanbul’a göç edip yerleştikten sonra, Neriman diğer kardeşleriyle birlikte babasının terzi dükkânında çalışırken, bir yandan da yüreğinde taşıdığı sanat ve kültür açlığını bu kentte var olan geniş olanaklardan yararlanma yollarını aramış, ilerici sanat ve kültür çevreleriyle tanışma becerisini göstermiş. Bol, bol kitap okumuş, resim sergilerini izlemiş, müzeleri gezmiş. Böylece devrimci bir kafa yapısına ve evren görüşüne iye (sahip) olurken, durmadan resim çalışmış, ustaları incelemiş. Ekonomik nedenlerden ölürü çok pahalı olan RESİM KURSLARINA girememiş. Bir aralık Dolma Bahçe Resim Müzesi’nde açılan kursa yazılma olanağını bulmuş ise de orada kursiyerlere empoze edilen BİÇİMCİ, kuru sanat anlayışıyla bağdaşmadığı için ayrılmış. Derken kendi düşünce ve yapısına uygun bir ustadan ders almak isteği ile aranırken onu kendi atölyemde buldum.
Bir yıldan beri öğrencimdir.
Birlikte çalışmalarımız sırasında söylediklerimi ve gördüklerimi büyük bir kavrayış ve beceriyle özümseyen öğrencim az oldu diyebilirim.
Desen çizerken SÜJE’yi o denli doğru ve realist bir biçemle (üslupla) yerine oturtup kompoze ediyor ki şaşkınlık içerisinde sevinç ve mutluluk duyuyorum. Resim sanatının ana temeli olan GÜÇLÜ BİR DESEN, SAĞLAM BİR KOMPOZİSYON ANLAYIŞI, boyada dengeli bir SİYAH-BEYAZ ve LEKE anlayışı, yani sağlam PENTÜR, renkte başarılı bir MÜZİKALİTE ve ARMONİ. Konu seçiminde (tercihinde) toplumsal sorumluluk erdemi, konuya POZİTİF BAKIŞ, hümanist yaklaşım, seyirciye iyimser bir dinamizmle güç ve umut veren MESAJ.
Neriman Oyman’a, bu Kürt kızına öğrencim demeye dilim varmıyor, bu kız DÖRT-DÖRTLÜK BİR RESSAM. Sosyalist realist bir sanatçı!
Batı Kültür Emperyalizmi’nin Türkiye misyonerliğini üstlenen, öykünmeci, bireyci, neme gerekçi, egosantrik, kozmopolitik ve de KİŞİLİKSİZ KİŞİLİKLERİYLE sözüm ona sanatçılara duyuruyorum!!!

DUYURU
Kapitalist emperyalizm ve onunla işbirlikçi uydu ülkelerin, halk kitlelerini yozlaştırmaya yönelik KÜLTÜR ve SANAT İDEOLOJİLERİ paralelinde ÇİRKİN SANAT SİMSARLARINCA, çirkin bir META durumuna düşürülen RESİM sanatının, beyzadelerin ve hanımefendilerin lüks salonların süsleyen bir MOBİLYA AKSESUARI olmayıp, yaratıcılığa dayalı, geniş bir kültür, sağlam bir teknik ve yoğun işçilik ürünü, ulusal, toplumsal ve evrensel sorumluluk taşıyan, kalıcılığı amaçlayan bir uğraş ve beceri olduğuna inananlar için Avni MEMEDOĞLU tarafından Atölye Çalışmaları sürdürülmektedir. Bu derslere katılmak isteyenler her gün saat 9.00-12.00 ve 20.00-24.00 arasında 347 76 65 numaralı telefona, saat 14.00-19.00 arasında 337 84 83 numaralı telefona başvurmalıdırlar. Dostluk ve sevgilerle…
YENİDAL SANAT GALERİSİ
Altıyol, Halitağa caddesi, Şemsitap Sokağı, No:2 Dikici İş-hanı Teras Katı KADIKÖY-İSTANBUL

UZLAŞMA”nın diğer adı;
KATİLİNE TEŞEKKÜR ET!
Aynur SARICA

Bugünlerde sinemalarımızda “UZLAŞMA” adında bir film oynuyor. Gazeteci-yazar Abdi İpekçi’nin Mehmet Ali Ağca tarafından öldürülmesi olayını gündeme getiriyor bu film. Ama olaylar konusunda net görüş öne sürmek cesaretinden yoksun olanlar, yeni bir savunma biçimi olarak şunu ekleyiveriyorlar filmin başına: Abdi İpekçi cinayetinden esinlenilmiştir. Ancak olaylar gerçek değil, kurgudur. Böylece çalışmanın özensizliğini ve araştırılmamışlığını örtecek bir kılıf bulunduğu gibi senaryoya da özgün bir hava verilmiş oluyor.
Filmin, adı dahi tatsız bir takım mesajlar içerdiğini ifade etmeye yetiyor. Her şeye   rağmen, “Kimler, nasıl uzlaşacak?” diye, önyargılarımızı geçici bir süre rafa kaldırıp, giriyoruz. Daha jenerikte önyargılar kazanıyor. Eeee, ülkede demokrasi var, filmin adı da uzlaşma, üstüne üstlük belgesel bir yanı var; dönemin siyaset adamlarının konuyla ilgili görüşleri alınıyor ve MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş de filme yaptığı katkıdan dolayı teşekkürü hak ediyor. Ve film, adıyla ve jeneriğindeki bu teşekkürle kimliğini ve mantığının zavallılığını ortaya koyuyor. İpekçi’nin anısını yaşatmak üzere çekilmiş bir filmin, dönemin terör örgütüne teşekkürle başlaması “UZLAŞMA”nın ne talihsiz bir zeminde hareket ettiğini gösteriyor.
“Uzlaşma” kavramı 12 Eylül sonrasında değişik biçimlerde bolca köşe yazarlarının sütunlarında, politikacıların dillerinde ve bir kısım sosyalistlerin “Yeni Açılım”larında kendine yer buldu. Terör, sağ-sol çatışması, “kardeş kardeşi vurur mu?” edebiyatıyla başlatılan kampanyanın sonunda askerler ve onların sivil iktidarları ve muhalefetleri bir sihirli değnek buluverdiler. Her darbenin ardından rejimin adını “demokrasi” ilan edenler kolları sıvadılar. Çare demokrasiydi ve tabii demokrasi de bu uzlaşma rejimiydi. ’80 öncesinin bütün eli kanlıları demokrasi peygamberi oldu birden. “Artık kimse 12 Eylül öncesine dönmek istemiyor”du. Evet, kimse faşistlere 5000 kurban vermek istemiyordu. Sadece ve sadece buydu halkın meselesi. Ama artık çözüm bulunmuştu işte; UZLAŞMA. Her kapıyı açan sinirli anahtar. Generaller önce devrimci muhalefet seslerini kan dökerek susturdular. İşlerini bitirip, ellerini yıkadılar ve o eşsiz çağrıyı yaptılar UZLAŞMA. Önce dış mihraklara karşı birleşme, sonra “ülkenin ve TC devletinin bölünmez ve yıkılmazlığı” için uzlaşma.
Sovyetlerdeki karşı-devrimci hareketin boyutlarının Gorbaçov’la birlikte iyice su yüzüne çıkması ve globalleşme, küreselleşme kılıfının Türkiye’deki temsilcilerinin tutumu da bir başka türlüydü. Onlar “uzlaşma” demiyorlardı. “Yakınlaşma”, “sınıflar-arası farklılıkların ortadan kalkıyor olması”, “bilimsel teknolojik devrim” en gözde sözcükleriydi, ama kullandıkları jargon ne olursa olsun, sol gösterip sağ vuruyorlardı ve UZLAŞMA kervanına katılıverdiler… O kadar uzlaştılar ki şimdi yoklar.
Müzmin sosyal-demokratlar ise tüm reformcu elbiselerini giyerek, yer yer Türkiye’de “sağcı” olarak tanımlanan partilerden dahi daha sağda yer alarak, halka afyon olmaya, muhalif söylemleri içinde eritmeye devam elli. Ak koyun-kara koyun giderek belli oldu, bir zamanlar “umut” olanlar, şimdi “ulusal birlikçi” oldular. Teorisini uzlaşma üzerine kurmuş sosyal-demokratlar, uzlaşmayı değil, saldırmayı yeğliyorlar şimdi… Bir başka sosyal-demokrat İnönü’nünse saldırmaya dahi mecali yok.
Sosyal demokrasinin ikiyüzlü politikasının hele de bizim gibi Amerika’yla telefon konuşmaları yapılarak yönetilen bir ülkede tutmayacağı açık. Ama neticede burjuvaziye yarıyor. Ezilenlerden oluşmuş bir nehir var akıyor. Kimi zaman taşacak gibi oluyor. Çevresi sosyal demokrasiyle çevrelenmiş, çıkamıyor. Ancak onlar açısından ne talihsizliktir ki, burjuvazinin kuyruğuna takılıp çareyi uzlaşmada düzen içi değişikliklerde gören reformcu gün geliyor faşist namlular oluyorlar. Namluya kurşun sürüyorlar, o kurşun kendilerini vuruyor
Burjuvazi yalan söylüyor. “Uzlaşma” dediği, demokrasi dediği onun kurallarına “HE” demektir, Onun demokrasisini, burjuva demokrasisini, onun diktatörlüğünü benimsemektir. Bugün “uzlaşma” çağrıları yapanları, yarın uzlaşmayanları, zorla “uzlaştıracak”, kan dökerek kazandığı her zaferin ardından, gemiyi yürütmek için tekrar “uzlaşma” çağrılarına başvuracak.
Uzlaşma ve demokrasi kavramının sınıfsal özünü yitirenler, kavrayamayanlar, tarihin motorunun uzlaşma değil, çatışma olduğunu, sınıf kavgası olduğunu anlayamayanlar, saf bir iyi niyetle uzlaşma çağrıları yapanlar gün gelecek, bu ideolojinin, kendi ideolojilerinin kurbanı olacaklardır. Abdi İpekçi sermaye gerçeğini kavrayamamış, onun sözcülüğünü yaparken çarkları arasında ezilmiş hazin bir kişiliktir. Ölümünden sonra hala körlükten kurtulamamış gözler, onun katiline teşekkür ediyor.
Filmin her karesi ticari sinema kokan “UZLAŞMA” Milliyet gazetesinin reklâm filmi olmanın ötesine geçemiyor. Demokrasinin ticareti oldukça karlı. Hem uzun metrajlı bir reklâm filmi yapıyorlar, bunu demokrasi adına göstererek de prim topluyorlar.
UZLAŞMA filminin prodüktörü Sabahattin Çetin ve Belge Filmcilik şimdi yeni bir proje üzerine çalışıyorlar. DENİZ, YUSUF ve HÜSEYİN belgeseli. Ama biz bir grup burjuva aydını gibi katillerimizle uzlaşmak, burjuvaziyle uzlaşmak niyetinde değiliz. Biz ölülerimizin hesabını er-geç soracağız. Biz katillerimize teşekkür etmeyeceğiz.

PAZAROLA… HAYROLA!
PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem…
Bir masanın arkasındayım.
Haydi elim yaz artık…
Kalemi kağıdın üzerinde hareket ettirmek istedim; tuhaf bir şekil oluştu, ama bu harf değildi.
Ajansta sessizlik vardı. Beyinler arıyor., beyinler zorlanıyor., beyinler inliyor.
Bir sözcük., bir sözcük yazmalıyım…
İşim bu benim.. Haydi elim gevşe biraz…
Sözcükler., nerdesiniz sözcükler? Gelin artık bekliyorum.
Mamul tanıtımı, çarpıcı-vurucu tanıtım ve ay sonu param, pirimlerim.
Ajansta sürekli çalan bu klasik müziğin rehabilite yanı var mı acaba?
Ne biçim yer burası?..
Hiç sertleşemiyor insan burada. Küfür yese bile.. Yumuşama.. Hep yumuşama. Yumuşacık sözler, yumuşacık gülüş, yumuşacık halı, para uyan pamuk eller…
Öff.. Öff diyorum bazen. Mesela, şu önümdeki beyaz kâğıda gıcık olduğum falanca gazetenin satışını artıracak sözcükler yazmak istemiyorum.
Ama..
Zorunluyum…
Müzik ne kadar yumuşak.
Dışarıdaki ayaz burada yok.
Bir kısa camel yakayım. “Nescafe var mı Fadime hanım”.
Başımdaki uğultu ne?
Ateşleyici birkaç söz yazsam da kurtulsam..
Sözcükler…
Bütün bu düzenek bütün ajans sözcükleri dizebilmede.
Bilinir bir sözcükle yine bilinir bir sözcüğün yan yana gelişi, yer değiştirmesi ya da ters iki sözcüğün buluşması.
Sözcükler, bütün numara sözcüklerde.
Zaten Shakespeare’i Shakespeare yapan sözcükler değil miydi? 1600’lerde şöyle konuşturuyor Hamlet’le Polonius’u:
“Polonius- Sevgili efendimiz Hamlet nasıllar bugün?
“Hamlet- İyiyim.. Tanrıya şükür.
“Polonius- Beni tanıdınız mı efendimiz?
“Hamlet- Tanımaz mıyım? Bir kadın tellalısınız.
“Polonius- Yanlış, değilim efendim.
“Hamlet- Öyleyse onun kadar namuslu olmanızı dilerim.
“Polonius- Namuslu mu dediniz?
“Hamlet- Evet, bayım; dünyamızın bugünlerinde namuslu insan binde bir çıkıyor da. “(…)
“Polonius- …Neler okuyorsunuz efendimiz?
“Hamlet- Sözcükler, sözcükler, sözcükler.
“Polonius- Aralarında ne var efendimiz?
“Hamlet- Kiminle kimin arasında?
“Polonius- Kitapta neler var demek istedim?
“Hamlet- Bir sürü iftira, bayım; bu hicivci maskaraya göre, yaşlıların sakalları kır, suratları buruşukmuş, güzlerinden sarı yağlar, çam sakızları akarmış; akılları kıt, bacakları cılız olurmuş. Elbette doğru bütün bunlar, tastamam doğru, ama bunları yazıya dökmek edepsizlik. Neden derseniz sayın bayım, siz mesela benim yaşıma gelebilirsiniz. Yengeç gibi gerisin geri yürüyebilirseniz.
“Polonius-… Bu havanın dışına çıkamaz mısınız efendimiz?
“Hamlet- Çıkarım, mezarımda.”
Hamlet oyunu durdurup yüzüme baktı birden:
“Kimsin sen?
Kimim ben.. Bir tür yazar.. Metin yazarı.
Ruhlarını krala satan Rosencrantz ve Guildenstern’den farkın ne?
(Rosencrantz ve Guildenstern Shakespeare’nin Hamlet oyununda yükselmek uğruna kralın hizmetine giren iki karakterdir. Hamlet’in en yakın arkadaşları olmalarına rağmen günün birinde O’nu yok etmeleri gerekir. Çünkü kral böyle istemekledir. Rosencrantz ve Guildenstern tereddüt etmeden harekete geçerler. Hamlet’i öldürmek isterken öldürülürler.)
Hooop! Saldırı yok.
Ben önemli biri değilim. İşim yalnızca sözcüklerle oynamak. Buyurun, kartvizitim. Metin yazarı dışında bir açıklama var mı?
Yeni bir meslek bu, sözcükleri değişik biçimlerde bir araya getirip dikkati pazarlanacakların üzerinde toplama sanatı.
“Şiir metalaşıyor” diye şairlerin ağladığı bir çağda, biz metin yazarları bütün sözcükleri, bütün şiirleri, bütün duyguları metanın, pazarlamanın bizzat emrine veriyoruz.
“Al meta, bütün sözcükler senin.” Sunuyoruz pazarına ham sözcükleri, yoğrulmuş sözcükleri daha çok kazandırmak adına.”
Bir dostum vardı. Akşamları iş çıkışı ağlardı içtiğimiz barda. İşkence.. işkence gibi metanın emrine vermek sözcükleri. Kimi zaman sıkışınca, en özellerini bile. Ah! Ne acı verici. Giderek sana ait hiçbir sözcük kalmıyor. Her sözcük birer kez patronun önüne atılıyor, orada evriliyor, çevriliyor, elleniyor, kirleniyor. Çöp sepetinden sözcük topladığım gün oldu.
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem.
Düşünceler uçuşuyor kâğıtla yüzüm arasında. Düşünceler sürükleniyor, çarpıyor hırçın dalgalarla sert kayalara. Yaşam gibi kayalara.
Kafamı kaldırıp masalara bakıyorum. Tanımıyorum bazen onları. Bu masaların başına tünemiş soluksuz düşünenler kim? Kim bu sessizliğin ortasındakiler? Nereden geliyorlar? Belki aynı yerden, belki değil.
Dünden gelenler de var aralarında. On bir yıl ötesinden… Masalardaki insanlara bakıyorum. Sözcüklerle oynamaktan yorulmuş, sıcak nescafeleri yudumlarken, ilkel, yanlış diye dudak kenarından dünü karalayanlara bakıyorum. O, beğenmediğimiz dün nasıl da hepimizi etkilemiş. Dışındakiler! bile… Oturuşumuza, sözcüklerimize, gülüşlerimize sinmiş.
Dünkü gibi değiliz. Bugün tuhaf bir yarışla herkes bir masaya yapışmış, gözleri kâğıt üstünde. İnce uç sözcükler çızıktırmaya alesta bekliyor.
Dünkü koşturmacada bu masa tutkusu hangi batakta boy verdi?
Eski karım 79 Kasım’ında iki arkadaşımı masa tutkusundan suçlamıştı. Tek kelimesini bile kabul etmemişlerdi. Bir gün Eylül geldi, maskeler düştü. Kaç kez masa aldılar, kaç kez battılar. Masa tutkusu içinde nice şeyleri çiğneyip geçtiler.
Benim buraya gelişim nasıl oldu?
“Bir iş arıyorum”un anlamı ne? “Karnımı doyuracak bir iş” masum bir talep.
Karın doyuracak işleri saysana. “Zücaciye”.
“Saçmalama, şakanın sırası değil. Bir işe ihtiyacım var. Acil., acil.”
Karın doyurmak ya da ne iş olsa yaparım. Hayır., hayır. Ben, “ne iş olsa yaparım”cılardan değilim. Yeteneklerim var. Yabancı dil ve -sosyalizm aşkına- okuyup biriktirdiklerim.
Ne yollar geçtik, nerelere geldik. Birikimler… Bu düzeni değiştirmek üzere biriktirdiklerimizi bile para eder hanemize yazıp düştük yollara. Bu düzende para etliğini fark ettiğin an mı başlıyor kaybedecek bir şeylerinin olması?
Bir zamanlar haftalık dergimizde gece-gündüz çeviriler yapardım. Çalışmak bir coşkuydu adeta. Uykuyu koyu çaylarla kovardım. Bir başka dili biliyorum. Okuyorum, anlıyorum. Aktarmalıyım. Düşünceler akmalı dilden dile. Satırlara bak, deneyimlerle dolu. Yeniden yürünmesin aynı çıkmazlarda diye aktarıyorum büyük bir hırsla. Beğenmiyorum her sözcüğü. Bazen bir harf ya da son hece bile keyfimi kaçırmaya yetiyor. Zaman akıyor. Kafamı kaldırıyorum, pencerede ışık var. Kafamı indiriyorum, masada gece olmuş. Gençliğimin en parlak yirmi ikisi. Sevgilim., sahi sevgilim var mıydı o günlerde…
Üniversite günlerim.. Bir sosyoloji dersi. Doçent hanım milliyetçilikleri söz ediyor:
“Tanrının insanları tek bir ırk üzerinde değil de ayrı ayrı milliyetler ve kavimler halinde yaratmasının hikmeti aralarındaki ihtiyaç ve münasebetlerin kolaylaştırmasından ibarettir. Bu durum şüphesiz insanda içinde yaratıldığı kavme karşı bir alaka ve rabıta meydana getirmekledir.”
Sınıfta uykulu-ilgisizlik egemen. Yanımdaki kız garip şekiller çiziyor. Önündeki çocuk dinlemeden baş sallarken arkadan biri ayağa kalktı, söz aldı. Uykuları parçalamasına sözcüklerin üstüne basa basa konuştu. Doçent hanım amfiyi terk etti.
Üniversiteyi işgal ettiğimiz gece binlercemize sabaha kadar faşizmi anlattı.
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem.
İlham perisi mi bekliyorum? Ne komik, bu ajansla boş inanışlara yer yok. Önümüzde bir kâğıt, üzeri dolmak için bekliyor.
Ajans yöneticisi bizi odasına çağırdığında, bir ürün beklerken karşımıza seçimde pazarlanacak bir parti çıktı.
Patron anlattıkça, kimileri vakit geçirmeden ilk akıllarına gelen şeyleri notlamaya başladılar.
Öff… Ne yapmalı?
Pazarlamaya çalıştığımız ürünün bozukluğu yüzünden tanıtım filmi çekiminde kusan çocuğu gördüğüm akşam masamı toplayıp çıkmak istedim. Yolumu keştiler:
“Sen bir profesyonelsin.”
Profesyonelin sözcük anlamı “her şeye rağmen yap” mı? Yooo, reddediyorum. İnsanım ben, “Boş ver, hıyarca bir duygusallık bu. Sen yapmazsan bir başkası yapacak.”
Evet, şımarıklığın alemi yok. Köpek sürüsü kadar adam var bu işi yapacak. “Sen matah bir mal mısın?”
Evet değilim. Duygulanıyorum, coşuyorum, ama artık korkuyorum. Sarhoş kafayla “kıytırık” dediğim maaşımı – primlerimi kaybetmekten, patronumdan korkuyorum.
Umursamazlık içinde gezdiğim günlerde, bir gün toplantıda patronumun konuşurken bana bakmadığını hissettim. Korktum. Odadan çıkışım ve bütün kentin duvarlarını süsleyen mucizevî sözcükleri buluşum bir anda oldu. Patron kâğıda yirmi saniye baktı, ayağa kalktı, ajansla keyifli bir tur atlı. Masama döndüm, İş konuşuyormuş gibi yapmadan telefonda kız arkadaşımla sohbet ettim.
Yazdığım mucize sözcüklerin filme dönüşeceği gün çekimin yapılacağı platonun yanında bir barda firma temsilcisi, patron ve ben içiyorduk. Konu, kampanya ve yeni aşamalarıydı.
Kampanya. Ne severdim bu sözcüğü. İşkence ve siyasi cinayetlere karşı koşuşturduğumuz, on binlerle Sultanahmet’e yürüdüğümüz kampanya günleri.
İşkence ve siyasi cinayetler sürüyor. Ben başka kampanyalar peşindeyim.
Bulunduğum ajans güzel ve manzaralı bir yer. Çay, nescafe bol. Hele öğlenleri çaycı kadının yaprak sarmaları. Eski derneğin mazotla silinmiş tahtaları yerine yumuşacık taban halıları.
Önümde beyaz kâğıt, elimde ince uçlu kalem.
Şimdi ben, 1979’da sırtımı coplayan partiyi pazarlamak için hangi sloganı yazacağım?

HASAN ALDEMİR YOLDAŞI KAYBETTİK
Acı bir haber ulaştı Dersim köylülerine;
Dersim, yiğit bir evladını daha kaybetti. Kürt halkının özgürlük mücadelesinde, Türkiye’nin tüm milliyetlerinden işçileri ve emekçilerinin kurtuluş mücadelesinde devrimci komünizm değerli bir savaşçısını daha yitirdi. Mütevazılığın, sarsılmaz inanç ve kararlılığın simgesi olan Hasan (Özmen) yoldaş, Denizlerin, Sinan’ların, Erdal’ların, Ekrem’lerin, İmran’ların yanına ismini yazdırdı. O, gerçek bir insan, gerçek bir yodaş, gerçek bir komünistti. Yusuflar, Veliler, Hüseyin’ler, Hıdırlar, Süleymanlar, açın kollarınızı; sarın yoldaşımızı.
Hasan Aldemir (Özmen), 10.2.1960’da Dersim Hozat ilçesinin bir köyünde yoksul bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. İlk, orta ve lise öğrenimini ekonomik sıkıntılar içinde tamamladı. 14-15 yaşlarında genç bir lise öğrencisiyken, THKO ile tanıştı ve onun sempatizanı oldu. 1975-76’dan itibaren komünist örgütlenmeler içinde yer aldı. Gericilik yıllarında ayakta kalmasını bilen ender yoldaşlardan biriydi. Tasfiyecilik yıllarında tereddütsüz devrimci komünizmi savundu. 1987 sonrası il düzeyindeki çalışmalarıyla tanınıyor. Hasan’ımızı 8.10.1991 günü kaybettik. O da ölümsüzler arasına katıldı.

ÖZMEN’E İTHAF
Aysız, yıldızsız bir gece vaktidir
Aman vermiyor yağmur,
Boyun eğmiş ağaçlar,
Toprak sancılı.
Düşüyor yoldaşlardan biri, otururcasına
dayanarak ardına.
Ah ne büyük acı!
Kaybediyor yoldaşlarını; partinin savaşçıları.
Kurdun, kuşun uyku saatidir,
Bulutların yasa durduğu,
Dağların sökün eylediği andır.
Hey kardeşler!
Acının, yoksulluğun kardeşleri,
Kaldırın kollarınızı.
Kusur olmasın saygıda.
Bırakın özgürce yol alsın gözyaşları;
Hey kardeşler!
Dağların kardeşleri, özgürlüğün kardeşleri,
Yoldaşlar;
Bu giden kaçıncı savaşçıdır,
Kaçıncı sıra neferi?
Biz Yusufları verdik toprağa,
Velileri, Hıdırları, Hüseyinleri,
Denizleri, Sinanları, İnanları,
Yüzyıllar yaşandı onyıllarda,
Nice kurban verdik özgürlüğe,
Nice dal fidan.
Hey dağlar, dost dağlar!
Siper durun rüzgâra, uykuda yoldaşım,
Etekleriniz babaevi, dorukların yankı verir
türkülerimize.
Dertlerimiz, eritir sizi, tanık oldunuz kırımımıza,
Laş sizde gizli, Dündül sizde, Düzgün sizde.
Ağıttan geçilmez ülkemin acılı anaları,
Sitemkar bakmakta Düzgün’e.
Düzgün,”hey Düzgün!
Nerde kutsallığın, düşmana aman vermez topların,
Böyle miydi dostlara vefan?
Nice kurban aldın, nice ağıt dinledin,
Salındı düşman orduları üstümüze,
Mahzun seyrettin onar onar katlimizi,
Sen Düzgün tarih oldun sayemizde.
Hey yoldaş, can yoldaaş;
Konuşamamanın, kucaklayamamanın acısı,
Kanayan bir yaradır yüreğimde.
Ben bulutlara binmiş bir Afrikalı,
Yaşama sevdalı bir Kübalı,
Ve esarete öfke bilenmiş bir Kürdistanlıyım.
Acılı bir ülke sürgünüyüm,
Kurtuluşa inanan bir devrimci.
Ve mavi göklerin ortasında,
Nilin ta göbeğinde,
Hasretim suya.
Yağmurlu bir Ekim gecesi,
Bulutlar kapanmış yere,
Ağaçlar hummalı, titremekte,
Ve yoldaş naaşı başında halka olmuş savaşçılar,
Kaldırıp yumruklarını,
Ve kaldırıp silahlarını,
Düşünerek yarınları,
Ve bakarak, dağların doruklarına,
Kenetlenmeye,
Ve mücadeleye ant içtiler!
EKİM 1991

Kasım 1991

Seçim ve sonrası…

Uygar”, “hoşgörülü”, yumuşak bir seçim dönemi ve seçim yaşandı. Sürtüşme ve çatışmalara rastlanmadı seçim kampanyaları sırasında. Siyasi partilerimizin gelişip olgunlaştığı ve memleketin ilerlediğinin göstergesi sayıldı bu durum.
Burjuva siyasi partilerimizin gelişip olgunlaştıkları bir gerçek. 12 Eylül’ün epey bir yararının olduğu görülüyor. Bağımsız komünist, devrimci adaylar kampanyaları sırasında burjuva düzen partilerinin birbirlerinden hemen hiç farkları olmadığını, farkın reklâmcılıkla olduğunu söylemişlerdi. Düzen partilerinin “ülkeyi kurtarma”, yani ezilenlerin mücadelesini bastırma yöntemlerinin de hızlı bir benzerleşme sürecinde olduğu söylenmişti. Gerek “olgunluk” içinde geçen seçim dönemi, gerekse “21 Ekim sabahı yepyeni bir Türkiye” kurulduktan(!) sonra yaşanmaya başlananlar, bu saptamanın gerçeğin ifadesi olduğunu ortaya koyuyor.
Burjuva partilerin sürtüşecek kadar dahi birbirlerinden farkı kalmamıştı. Üstelik sürtüşmeye mecalleri de yoktu. Hemen tümüyle aynı şeyleri ve neredeyse aynı tarzda savunup hükümet olma halinde uygulayacak olanların kavga etmek için neden bulamamalarına şaşmamak gerek. Eski seçimlerde bir miktar kavga konusu çıkardı; çünkü bir dizi parti çeşidi sloganlar ve emekçi mücadelesinin bastırılma yöntemleri konusunda çekişir, sürtüşürdü. Şimdi bu sürtüşme en alt düzeye inmiş, farklılık neredeyse kalmamıştır.
Seçim sonrası tartışmalarıyla tutumlar da bunu kanıtlıyor.
Seçim sonuç vermedi. “Top yuvarlak”tı, sonuçta bütün kalelere birden girdi. Kazananı olmadı. Oysa tüm burjuva partiler, Refah ve hatta ihbarcıların SP’si dâhil çok iddialıydılar. Hepsi seçimi kazanma peşindeydiler. Sadece onlar değil, düzenleri de kazanamadı. Umulanlar gerçekleşmedi. Çözüm koalisyona kaldı. Yıllardır koalisyon düşmanlığı yapanlar, burjuvalar, generaller, çeşitli burjuva partiler, şimdi dönüp nasıl bir koalisyon kurulacağının hesaplarını yapmaya başladılar.
Kazanan yoktu ama, kaybeden çok oldu. Tek tek tüm burjuva partiler kaybetti, burjuvazi düzenini sağlamlaştırma ve saldırılarını şiddetlendirmeye araçlık edecek güçlü hükümet amacına ulaşamadı; ancak esas kaybeden de emekçi halktı. Hiçbir burjuva parti emekçi halkın iradesini tek başına “temsil” yetkisini elde edemedi; ama yine de benzerler arasından birileri yine de halkın iradesini ortaklaşa “temsil” edecekler. Burjuva düzen “halkoyu”na başvurarak belirli bir partisi aracılığıyla meşrulaşmayı beceremedi. Bu nedenle düzen ve diktatörlük çeşitli gedikler vermeye, açmazlara gebedir. Sermaye ve diktatörlük siyasal istikrarı sağlamca sağlayamamıştır. Varolan istikrarsızlık unsurları, siyasal alanda burjuvaziyi bölen faktörler giderilemediği gibi, eskilere yenileri de eklenmiştir. Özal sorunu çözülememiş, muhafazakâr-faşist ve liberal-sosyal demokrat cenahta birer parti ve dolayısıyla “iktidar-majestelerinin muhalefeti'” hedefine ulaşılamamış, üstelik bir de şeriatçı-faşist ittifakı ve SHP’nin Kürt oyları ve milletvekilleri sorunu doğmuştur.
Ama artan istikrarsızlık unsurlarına rağmen, oyları burjuva düzenin aldığı da bir gerçektir. Emekçi kitleler, gönülsüzce ve hatla burjuva partilerine küfür ederek de olsa, onlar tarafından bir kez daha aldatılıp “oy deposu” olarak kullanılmayı kabullenmişler; burjuvazinin kendi açısından onarmayı ve istikrarsızlığını gidermeyi esasta başaramadığı düzenin dışarıdan ve cepheden yöneltilecek saldırılarla zayıflatılmasına zemin oluşturamamışlardır. Burjuva düzen ve diktatörlük, onun siyasal partileri, emekçilere, bir kez daha emekçilerden aldıkları oyları silah olarak kullanarak saldıracaktır. Proletarya ve emekçiler açısından asıl sorun buradadır; yoksa burjuvazinin koalisyona mahkum kalması değil. “Baba” ya da “ana”nın güçlenip zayıflamış olması hiç değil.
İşçi ve emekçi kitleler parlamento ve düzen partilerinden kopup uzaklaşma eğiliminde olduklarını, burjuva partilerin seçim kampanyaları ve oy atmaya ilişkin belirgin ilgisizlikleri, şişirilmiş bir “umut”un peşinden koşma yerine oylarını kerhen kullanmaları ve komünist propagandaya açıklıkları gibi göstergelerle bir kez daha açığa vurdular. Ancak komünist ve devrimcilerin henüz güçlüce bir alternatif oluşturamamaları, burjuva ideolojik aygıtların (TV, basın gibi) güçlü afyonlayıcı bombardımanı ve parlamento ve düzen partilerinden kopuşun kendiliğindenliği ve henüz bilinçli bir ifadeye bürünememesi gibi nedenlerle, oylarını yine burjuva partileri arasında dağıttılar. “Oyların boşa gitmemesi”, “sağa yaramaması” vb. gerekçeler, bir yandan komünist propagandaya açık olma ve bir yandan da hala burjuva afyonlamanın etkisi altında kalmaya devam etme gibi bir dönemeç noktasında olan (ya da hızla bu noktaya gelmekte olan) işçi ve emekçilerin oylarının yönünü belirlemelerinde etken oldu.
Emekçiler, şimdi komünist propagandanın gerçekleri yansıttığını yaşayarak görecekler. Şimdiden görmeye başladılar. Emekçilerin önemli miktarda oyunu alabilen SHP’nin Belediyeleri, seçimin hemen ardından Kartal-Gülsuyu, Avcılar-Parseller ve Esenyurt’ta hızla gecekondu yıkımına yöneldi. Kızgınlık dışa vurulmaya başlandı. Polis, direnen Güneş gazetesi emekçilerinin çadırını yıkmak için de seçimin yapılmasını bekliyordu.
SHP yaptıkları ve yapmadıklarının doğal sonucu olarak oylarını önemli ölçüde yitirerek ana muhalefet olmayı bile başaramazken, örneğin DYP’den bir farkı olmadığını ilan etmek üzere, hemen onunla koalisyon sevdasına düştü. Demire” SHP ile koalisyonu tercih ettiğini, çünkü iki partinin programları arasında büyük bir benzerlik olduğunu söylemekten çekinmiyor. Doğrudur, aslında DYP ile SHP, sicimi tek parti olarak kazanmış gibi kolaylıkla ortak hükümet kurabilecek konumdalar. SHP’nin seçim sonuçlarıyla birlikte hemen “iktidar” telaşına düşme yüzsüzlüğü ve önemlisi, bu “iktidar”da “sandıkta açan güller”in Demirel’in kanlı elleriyle ortaklaşa derilecek olması, kuşkusuz SHP’ne oy veren emekçiler tarafından değerlendirilecektir. Ve emekçiler, İnönü ve SHP’sinin, büyük olasılıkla faşist Demirel’le kuracağı hükümet aracılığıyla, zamcılığı ve zulümcülüğü yanı sıra solculuk ve ilericilikle bir ilgisi olmadığını da yaşayarak görecek ve hayaller yerine gerçeklerin peşine düşme yoluna gireceklerdir. DSP’yi yıpratmak amacıyla ona faşistlik suçlamasında bulunan SHP’nin faşist Demirel’le birleşmeme ve 12 Eylül’le mücadele yoluna girmesini boşuna beklemek ve onu yargılamak emekçilere düşen bir iş olacak ve henüz bilince çıkarılamayanlar yaşanarak öğrenilecektir. DSP’nin faşizm yardakçılığının bugünden görülmeye başlanması ise daha ileri bir adımdır.
Demirel’in propagandası, kendisinin yeterli bir süre içerisinde Türkiye’yi kurtaracağı ve güneşin “21 Ekim sabahı yepyeni bir Türkiye” üzerinde doğacağı temeli üzerine oturmaktaydı. Oysa onun “yeni Türkiye”leri önceden de, örneğin 14 Ekim 1969 sabahı da görülmüştü. Başka iddiaları da vardı: “herkese ev-araba”, yani iki anahtar, yeşil kart ve tütüne her partiden 5 bin lira fazla fiyat verecekti. Ve bir de özgürlük ve demokrasi.. Hem de birilerinden hesap sormayı kapsayarak. Demirel, partisini, emekçilerin ekonomik ve siyasal acil taleplerini sosyal demokratlardan daha iyi istismar ederek birinci parti yaptı. Seçim sonrası ise bu vaatlerin tümü geri alındı. Neden, koalisyonla vaatlerin gerçekleşemeyeceğiydi. Ne anahtar, ne hesap ve ne de enflasyonun önlenmesi ve ülkenin kurtarılması!.. Özgürlük vaadi ise, döndü dolaştı İstanbul’a 100 bin polis ve ulusal özgürlük talebinin kana boğulması için saldırının şiddetlendirilmesine dönüşlü. Deniz’lerin katili bu kan içici faşist iki gün içinde yüzünü bir kez daha açığa vuruyordu: özgürlük yerine polis ve kan! Ve zamlara, düşük ücret ve yüksek fiyatlara devam…
ANAP, emperyalistler ve burjuvazinin DYP ile koalisyon baskılarına direnerek kendisini muhalefette toparlamayı hedef edindi. O da özgürlük ve akılcı görünüşlü ekonomik vaatlerle bir bölüm emekçi oyunu almayı becermişti. Şimdi muhalefette “demokrasi” şampiyonluğunu Demirel’den M. Yılmaz devralacaktır. Bu seçim ANAP-DYP çekişmesine ve hangisinin burjuvazinin has partisi olduğunun belirlenmesine çözüm getirememiş oluyor. Burjuvazinin siyasal hesaplaşma ve istikrarsızlığı, bu kez ANAP’ın DYP’yi emekçilerin taleplerine sahip çıkma görüntüsü altında yıpratmaya çalışması zemininde sürecektir. Ama artık emekçilerin muhalefetle olan burjuva partilerinin istismarına karnının doyduğu/hızla doymakta olduğu açık belirtileriyle görülüyor. SHP’nin üçüncü parti olmaya itilmesiyle, Demirel’in olanca göz boyayıcılığına karşın tek başına hükümet kuracak gücü bulamaması ve emekçilerin devrimci komünist propagandaya açık olması, hele ulusal özgürlük talebinin olanca yüksekliği emekçi kitlelerin düzene ve partilerine gönülsüzce bel bağlamaktan da kurtulmaya yöneldiğinin göstergeleri olarak belirtilmelidir.
Durumun burjuvazi açısından bu vahameti, hemen istisnasız tüm burjuva partilerini özgürlükçü-demokrat, sosyal adaletçi görünmeye ve hatta sol söylemle propaganda yapmaya illi, itiyor. Görünüşe kanılacak olursa, Demirel’den demokratı ve Refah’tan çok düzen karşıtı ve sosyal adaletçi yoktu. Refah, yanı sıra anti-emperyalist görüntü de vermeye özen gösterdi. Üstelik bu peçeci-türbancı parti reklâmlarında başı açık kadın manken bile kullandı ortalama seçmeni kazanmak için.
Bu durum, SHP, DSP ve SP’yi sol sayıp geçen seçime göre oy yitirmelerine bakarak, Türkiye’de -dünyadakine paralel- bir sağ rüzgârın esmekte olduğu şeklindeki görüşlerin ve karamsarlığın gerçekçi olmadığını göstermektedir. Burjuva partiler sol karşıtlığıyla değil, görünüşte sol edebiyat yaparak, ya da onu dışlamayarak oy topladılar. Türkiye’nin sağa falan kaydığı yoktur. Tersine genel bir sola kayıştan söz etmek doğrudur ve giderek güç kazanan devrim ve sosyalizmdir. Dinsel inanışlar örneğin ancak görünüşte düzen karşıtı bir propagandayla birlikte emekçiler üzerinde belirli bir etki yapabilmektedir. Seçim sonuçları, bir kez daha düzen ve burjuva partilerden kopuşun devrim ve komünizme sağladığı dev olanakların göstergesi olmuştur. Yapılacak olan, erken seçimin amacını oluşturan sermaye ve faşizmin işçi ve emekçilere yöneltmeyi tasarladığı işçi kıyımlı, grev ve direniş kırıcı, özgürlükleri çiğneyici, ulusal özgürlük talebini kana boğucu, kemer sıkmalı, zamlı-zulümlü saldırıyı kitlesel olarak göğüsleyip püskürtme mücadelesi içinde bu olanakları somut gerçeklere dönüştürmektir.

Kasım 1991

Seçim taktiği üzerine

Sonuçları burjuvazinin derdine derman olmayan, o, yıllardır yakınılıp durulan koalisyonlar dönemini yeniden başlatan bir seçim daha geride kaldı.
Milyarları sokağa döken burjuva düzen partilerinin kıyasıya yarıştıkları, mağlubu çok galibi yok bir seçim yaşadı burjuvazi. Sonuç ortada kaldı; hiçbir düzen partisi tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemedi, yeni bir erken seçim kapıda duruyor.
Peki, seçim ve seçim dönemi proletarya açısından ne ifade ediyordu; proletarya adına öne sürülen, genci olarak sol güçlerin izledikleri taktikler somut olarak nasıl irdelenebilir?
İşçi sınıfının geniş kesimlerinin özellikle son birkaç yıldır ekonomik taleplerle yoğun bir hareketlenme içinde olduğu bir gerçektir. Ancak D. Perinçek’in burjuva SP’sinin başını çektiği abartıcı kendiliğindencilerin iddialarının tersine, sınıfın henüz ağırlıklı olarak ve belirgin bir siyasal bir hareketlenme içinde olmadığı da bir başka gerçektir. Örneğin SP sınıfın hem de siyasal bir nitelik taşıdığını öne sürdüğü hareketinin önderliği iddiasındaydı. Bu, parti kararlarında ileri sürülüyordu. Böyle olmadığını seçim sonuçları açıkça ortaya koydu. Bu burjuva düzen partisi sandık sayısı kadar oy alamadığı gibi; işçilerin yoğun olarak yaşadıkları birçok bölgedeki oyları, parti yönetim kurullarının üye sayısına bile ulaşamadı.
Şu ya da bu partiyi seçimlerde aldığı sonuçlara göre yargılamak bizden uzak olsun. Hele faşist diktatörlük altında işçi sınıfını temsil etme iddiasındaki örgütlerin oyla tartılmasının yanlışlığını vurgulayanlardanız. Burjuva diktatörlüklerinde seçimlerin, parlamenter eylemin, alınan oyların ve parlamentoya mümkün olduğunca milletvekili sokma çabasının hiçbir şekilde esas ve temel alınamayacağı kesindir.
Ancak, proletaryanın siyasal hareketinin yöneticisi, önderi iddiasındaki bir grubun alacağı/aldığı oyların bu iddiaya şöyle ya da böyle belirli bir uygunluğu da beklenir. (Örneğin Kürdistan oyları üzerindeki PKK etkisi bu uygunluğu ulusal yönüyle bir türden göstermiştir.)
Seçim sonuçları, seçim öncesi proletarya ve hareketi üzerine devrimci komünistlerin saplamalarını doğrulamıştır. Proletarya kendisi için sınıf olmaya henüz adımını atmıştır ve eylemi, içinde siyasal öğeler barındırsa da, kendiliğinden karakterdedir. “ANAP iktidarı”na, “Çankaya’nın şişmanı”na karşı atılan sloganlar ve yükseltilen taleplerde sınıfın bağımsı/, siyasal tulumunu bulanların şaşkın kendiliğindenciliği belirgin bir biçimde ortadadır. ANAP Hükümeti devrilmiştir, Özal’ın etkisizleşeceği açıktır; ama gerçekleşen bu iki talebin de “sosyalist içeriği” nedense kendini dışa vurmamıştır! Nedense proletaryanın “önderi” SP’nin yerine, iş politikaya geldiğinde, sınıfın oylarının hala belirli bir bölümünü, özellikle büyük şehirlerde, hem de proletaryanın siyasal olarak hedeflediği ileri sürülen ANAP almıştır. Sınıfın oylarının geri kalan bölümü büyük ölçüde diğer burjuva partilerden olan SHP, DYP, DSP ve hatta RP arasında dağılmıştır.
Burada kuşkusuz ki, moral bozucu değil görev koyucu bir durum söz konusudur. Proletaryanın başlıca ve ağırlıklı olarak ekonomik ve hak talepli harekelinin, sınıfın siyasal örgütlenmesi için devasa olanaklar sunduğu, ama henüz olanağın gerçeğe dönüştürülmesi için yapılacak çok şeyin olduğu tartışma götürmez. Devrimci komünist hareketin başlıca görevi bu olanağı gerçekleştirmektir.
Seçim öncesi bu olanağın siyasal alana ilişkin ipuçları da bulunuyordu. Geniş emekçi kitleler düzen dışı eğilimlerle donanıyor, bu durum özellikle yapılan kamuoyu yoklamalarıyla kendisini ortaya koyuyordu. Hiçbir, burjuva partinin sınıfa ve emekçilere, onların taleplerine sahip çıkıyor görünerek bile seslenememesi, parlamentonun yetkisiz ve işlevsiz konumunun gizlenemez oluşu, emekçi kitlelerin parlamento ve burjuva partilerden kopuşa yönelmelerinin temel nedeniydi. Özellikle seçim döneminin başlangıcında tüm burjuva partilere yöneltilen küfürler, birbirlerinden farksızlıklarının yüksek sesle dile getirilmesi ve hiçbirine oy vermeme tutumu küçümsenmeyecek boyuttaydı. Ancak henüz bu kopuşma kendiliğinden tarzda yeterli olgunlaşma düzeyinde olmadığı gibi, kendisini siyasal olarak ifade etmesinin koşulları da yeterince geliştirilemediği, sübjektif etken gereken yeterli müdahaleyi gerçekleştiremediği için, burjuvazinin olanca reklâmcılık hayhuyu içinde perdelendi, geçici olarak yatıştırıldı. Anketlerde “kararsız oylar” olarak geçen kopuşma eğilimi, seçim kampanyası boyunca giderek azaldı ve “ehveni şer” olarak çeşitli burjuva partilere dağıldı. Bundan nasibini, burjuvazinin TV benzeri olanaklardan yararlanmasına göz yumduğu SP de aldı. Sandık başına 1 oy düşmemek üzere…

Günün koşullarında seçimlere bağımsız adaylarla katılma gerekli ve doğru tek taktikti…
Sorunun, özellikle proletarya ve emekçi kitlelerin eyleminin devrim ve sosyalizmin gelişmesine sunduğu dev olanakları değerlendirip gerçekleştirmek olduğu koşullarda gündeme getirilen seçimlere -tam da bu nedenle- katılmak tek devrimci ve doğru taktikti.
Seçimlere katılmaya, parlamenter mücadeleye ANAP’ından SP’sine kadar burjuva partilerin yüklediği rol ve işlevler geçersizdir. Parlamento, ne burjuvazinin iktidar merkezi, bu iktidarın asıl organı ve ne de bir devrim odağıdır. Devrimci komünistler ve genel olarak devrimciler açısından parlamentoda oluşturulacak bir çoğunlukla iktidar değişikliği, iktidarın burjuvaziden proletaryaya “aktarılması” gibi yaklaşım, iktidar sorununun bu tarz bir konulusu, bir hayal olarak tartışma dışıdır. Yalnız bu da değil; Marksist ve devrimciler, kendi başına parlamenter mücadeleyle emekçilerin acil sorunlarının çözülebileceği hayalini yaymaktan da kaçınırlar. Parlamenter zeminde ne idüğü belirsiz bir “emekçi cumhuriyeti”nin kurulabileceği ya da “acı ilacın tekellere içirilebileceği” propagandaları, tümüyle diktatörlüğü güçlendiren burjuva yardakçılığının kanıtlarıdır.
Bir Marksist “parlamentarizme (temsili meclislere katılmaya) proletaryayı aydınlatma, bilgilendirme ve eğitme aracı olarak ve onu bağımsız bir sınıf partisi halinde örgütlendirme aracı olarak, işçilerin boyunduruktan kurtuluşları uğruna siyasal savaşımın araçlarından biri olarak bakar”. Marksistler, “tüm parlamenter eylemlerini bütünüyle işçi sınıfı hareketinin çıkarlarına ve proletaryanın güncel burjuva demokratik devrimdeki özel görevlerine bağımlı” kılarlar.
Marksistlerin parlamento seçimlerine katılmalarının anlamı yalnız ve yalnızca budur: proleter kitleleri aydınlatma, örgütlendirme ve siyasal mücadelenin araçlarından biri olabilir parlamenter eylem ancak. Belirleyici ve temel olmayan bir araç. Parlamenter mücadelenin, seçimlere katılmanın “görece önemsizliğini hiçbir zaman gözden ırak tutmamak gerekir. Ağırlık noktası, asıl parlamento dışında sürdürülen iktidar mücadelesinde-olduğu için, proletarya diktatörlüğü ve bunun için verilen kitle mücadelesi sorununun parlamentarizmden yararlanma gibi özel bir sorunla aynı kefeye konamayacağı kendiliğinden anlaşılır.”
Tüm bu nedenlerle Komintern 2. Kongresi kararlarında, “seçim kampanyası, parlamentoda mümkün olduğu kadar çok sandalye kapma anlayışı ile yürütülmemeli, kitleleri proletarya devriminin sloganlarıyla harekete geçirmeyi hedefleyerek yürütülmelidir” denir.
Sorun iki yanlıdır. Parlamentoya umut bağlanmayacaktır, parlamentarizm illetine düşülmeyecek, mümkün olduğunca çok sandalye ve mümkün olduğunca çok oy seçim taktiğinin perspektifi olmayacaktır. Bu sorunun bir yanı. İkinci yanıysa, proleter hareketin genel çıkarlarına ve tayin edici olan parlamento dışı eyleme bağlı bir eğitim, örgütlendirme ve mücadele aracı olarak parlamenter eylemin genel kural olarak ve her şart altında reddedilemeyeceğine ilişkindir.
Proletaryanın bilinç, örgütlülük ve eylemlilik düzeyi, sınıf ve güç ilişkilerinin durumu ve devrimin gelişme ihtiyaçları, devrimci komünizmin genel olarak taktiklerini ve özel olarak seçim taktiğini belirlemede temel ölçüttür. Ve taktik, maddi toplumsal gerçeklere uygun olduğu ölçüde yaşama geçme hakkını elde eder. Aksi halde saptanan taktikler gerçekleri değil, gerçekler taktikleri değiştirir, kendine uydurur. Ancak maddi gerçekler ve ihtiyaçların ifadesi olmayan taktikler geliştirilmeye çalışıldığında, devrimci bilinç ve irade unsuru, toplumsal gelişmeye doğru ve gerçek bir müdahale olumsuzlanarak işlevsizleştirilmiş demektir. Buradaysa, yaşama uymayarak işlevsizleşen bilinç, irade ve siyasal müdahalenin yerini kendiliğinden (yani burjuva temelde) bir başka bilinç, irade ve müdahale doldurur. Yaşam ve toplumsal mücadele boşluk tanımaz. Zaaflı bilinç maddi gerçekler ve ihtiyaçlar karşısında ancak belirli bir noktaya kadar ısrarlı olabilir yanlışta. Bir noktadan sonra ayak diremeye güç yetiremez. Ve kapı değişik bir bilince, değişik bir politikaya açılır. Bu, gerçeklere uyum sağlama, sürüklenme ya da doğruya katılma olabileceği gibi, kendiliğindenliğin kuyruğunda, gerçeğin bir başka yanılsaman ama bunda daha fazla ısrar edebilecek maddi güç ve dayanaklara sahip bilinç ve politikalarına alet olma noktasına savrulma olarak da gerçekleşebilir.
Boykotçuluktan söz edildiği anlaşılmış olmalıdır. Boykotçuluğa yön veren bilinç ve irade, gerek maddi koşulları uygun olmadığı ve gerekse uygulayıcı yeterli güç ve dayanaklardan yoksun olduğu için, boykotçulukla birlikte dönüşüme uğradı seçim sürecinde. Zaten ortaya atıldığında da önemli ölçüde değişik bir bilinç ve iradenin yön verdiği değişik bir taktiğin, -içindeki ilerici, demokratları destekleme gerekçesiyle SHP destekçiliğinin- örtüsü durumundaydı. Devrimcilik adına açıkça söylenemeyen sosyal demokrasi kuyrukçuluğunun gizlenmesi ve örtülmesinin- adıydı boykot. PKK’nın açıktan ve ama belirli amaçlara ulaşmak üzere ve önemlisi bu amaçlara ulaşabilmenin maddi güç ve dayanaklarına sahip olarak yöneldiği destekçiliği, bu tür bir güce ve bu tür bir tutumu açıkça savunma cesaretine sahip olmayanlar “boykot” adı altında yapmaya yöneldiler. Mücadele, bunu muğlâk ve lastikli ifadeler kullanarak (boykot, ama çeşitli listelerdeki devrimci, demokratlar desteklenebilir gibi), Yeni Demokrasi ve aynı gelenekten gelen başkaları ise yalnızca “boykot” diyerek yaptılar bunu. Muğlaklığın olup olmamasından bağımsız olarak, siyasal toplumsal gerçeklerle ilişkisiz olan “boykot” iradesi, aslında daha ortaya konduğunda kendisinden farklı bir iradeydi ve siyasal pratikte SHP destekçiliği olarak gerçekleşti. Gerçeğe uymayan irade ya görünüşteydi ya da dönüştü, farklılaştı. Ağırlıklı olarak birincisi yaşandı.
Bu tutarsızlık ve asıl olarak gerçeğe uygun olmayış, görünüşte boykotçu saflarda dalgalanmalara ve farklılaşmalara yol açtı. Tutarsızlığını ve “boykotçuluk”un pratikte SHP destekçiliği olarak uygulanıyor oluşunu görüp buna tepki duyan, gerçeklerden ve seçime bağımsız adaylarla katılma taktiğinin gerçeklerden güç alan, devrimi geliştirici, devrimci olanaklar ve potansiyeli harekete geçirici elverişli araçlar sunan işlevselliğinden pratikte ve düşünsel olarak etkilenen “boykotçu” gruplardan devrimciler, çeşitli bölgelerde bağımsız adayları açıkça ya da dikkatlice desteklediler.
Bir yanda “solculuk” adına parlamentarizmiyle kuyrukçuluğuyla pratikte SHP destekçiliği; öte yanda hem de olanca elverişli araç ve olanaklarıyla parlamentonun, kapitalist düzenin, emperyalizm ve bağımlılık ilişkilerinin, diktatörlüğün, siyasal ve ulusal zorbalığın teşhiri ve bağımsızlık, ulusal ve sosyal kurtuluş, devrim ve sosyalizmin propagandası, bu propagandanın binlerce emekçiye ulaştırılması.
Kuşkusuz doğru olan ve savunulması gereken, ancak ikincisi olabilirdi. Binlerce ve binlerce işçi ve emekçiye açık ve yasal olarak da devrim ve sosyalizm fikrinin taşınması olanağını reddetmek için ya çocukluk hastalığına tutulmuş ya da bu seçim kampanyası somutunda SHP’yi destekliyor olmaktan başka bir açıklama bulunamaz.
Seçim kampanyalarının ve seçime katılmanın anlamının, işçi ve emekçileri aydınlatıp örgütlendirmenin ve siyasal mücadeleyi geliştirmenin bir aracı olmak olduğu açıkken ve seçim döneminde en sıradan insanın bile politikaya ilgisi artıp devrimci propagandaya daha açık hale geldiği ortadayken ve bu laktiği uygulamanın koşulları varken, bundan kaçınmanın ne tür bir açıklaması olabilir?
Pratikte görülen, parlamenter eylemin ve seçimlere katılma taktiğinin lekeli olarak, oportünizm belirtisi olarak kavranması değildi. Çünkü “boykotçuluk” pratikte SHP destekçiliği olarak şekillendi. Düşüncede sözde lekeli oluşu nedeniyle “solculukla sınıfın bağımsız harekelinin ve devrimin geliştiricisi olarak uygulanmasından kaçınılan seçimlere katılma taktiği, bu kez reformculuğun yaygınlaştırılması ve hakkında hayal yayılması ve en kötü bir oportünizm türü olan kuyrukçuluk olarak uygulandı.
“Solculuk” adına reddedilen, bağımsız adaylarla seçime katılmanın kullanılır hale getirdiği olanaklar oldu. Bu olanakların devrimin hizmetine koşulması reddedildi devrimcilik adına; ama SHP’nin düzene bağlayıcı olanakları, bir kısım sözde devrimci düzen yanlılarının milletvekili olduklarında sağlayacağı tasarlanan düzen içi olanaklar ve en azından bilinç allında varolan, muhtemel bir SHP hükümetinin iyileştirmelerinin sağlayacağı örgütlenme vb. kolaylıkları ve bunlara bel bağlamak reddedilemedi.
Reformculuğun ve SHP listesindeki sözde devrimci reformcuların sağlayacağı düşünülen “olanaklar” bir yana, devrimcilik ve gerçekçilik zemininde tartışılacaksa, sözde “boykotçuluk”un bu seçim döneminde pratik olarak kullandığı ya da harekete geçirdiği olanaklar neler oldu? Dergilerde yazılanları saymaya hiç gerek yok. Devrimci Sol Güçler’in 10-15 kişilik birkaç korsan gösterisi dışında “boykotçu” bir hareketlenmeye tanık olunmadı. Bu ise her zaman yapılan ve yapılabilecek olan, etkisi son derece sınırlı ve seçim dönemine özgü sayılamayacak türden bir hareketlenmedir. Özel olarak seçim döneminde, Özel olarak bu çerçevede oluşan ve yaygın olarak kullanılabilir olan hiçbir olanaktan yararlanamadı “boykotçuluk”.
Bağımsız adaylarla seçime katılma taktiğinin kullanılır kıldığı olanaklar ise sayısızdı.
Uygun araçlarıyla her zaman sürdürülen propaganda-ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti kuşkusuz kesintiye uğramadı seçim döneminde, tersine parlamenter eylem ve yasal olanaklardan yararlanarak birkaç misli arttı ve yoğunlaştı. Seçimlere katılma taktiği buna elverişli koşullar sağladı.
Bağımsız adaylarla seçime katılma taktiği ek olarak dev propaganda-ajitasyon olanaklarını kullanılır kıldı. Yüz binlerce bildiri ve bülten ulaştırıldı emekçilere. Hiç ulaşılamamış binlerce emekçi devrim ve devrimci komünizm fikriyle tanıştı. Tek tek, grup grup, araba konvoylarıyla propagandacı ve ajitatörler seçim bölgelerinde en ücra köşelere kadar ulaşıp binlerle emekçiyle tartışma olanağı buldular. Hem de emekçilerin siyasete en duyarlı oldukları bir dönemde. O, 5-10 kişiyle yapılan korsanlar meşrulaşıp yasal olarak ve yüzlerce kişiyle ve emekçilerin katılımıyla yapıldı. Özellikle araba anonsu ve araba konvoyları hemen her mahallede küçük çaplı mitinglere yol açarak yapıldı. Sayısız ev ve kahve toplantısında devrim ve devrimci komünizm tartışıldı. Yüzlerce emekçi ve çeşitli ölçülerde ve nedenlerle reformculuğun etkisine girmiş devrimci Sosyal Demokrasiden koparıldı, onlarla yeni ve sıcak bağlar kuruldu, örgütlenmelerinin yolu açıldı.
Devam etmeye gerek yok. Bunların hiçbirisi ne SHP destekçiliği ve ne de aynı kapıya çıkan ve zaten SHP destekçiliğinin üstünü örten ” boykotçuluğun yararlanması imkânsız olanaklar ve sağlaması imkansız hareketlenmelerdi. Ve bir de sorunun içeriğe ilişkin temel yanı var. SHP destekçiliği ve aynı kapıya çıkan sözde “boykotçulukla ne parlamenter sistem ve aldatmaca teşhir edilebildi ne de devrim ve sosyalizm propagandası yapılabildi. Devrimci Sol Güçlerin sınırlı bir kaç korsanı dışında bu güçlerin bağımsız propaganda ve ajitasyon yapmadıkları, yapamadıkları, bunun olanağını bulamadıkları pratikle görüldü, kanıtlandı. SHP destekçiliğiyle ya da SHP ilçe örgütleri ve seçim bürolarından ayrılmayan “boykotçulukla bunun gerçekleşebilmesi olanağı yoktu. Bağımsız adaylarla seçime katılma tek doğru ve devrimci taktikti.
SHP destekçiliği’nin doğru olmamakla kalmadığı ve ama kesinlikle devrimcilikle de bir ilgisi bulunmadığının üzerinde durmaya gerek yoktur. Boykotçuluk ve hemen boykotun yanına eklenen çeşitli listelerden ilerici ve “devrimci” adayların desteklenmesi adına da uygulanan bu reformculuğu güçlendirme ve parlamenter hayaller yayma taktiğinin başlıca savunucu ve uygulayıcısı Dev Yol’cu-SHP’liler olmuştur. İşçiler ve Politika gibi kuyruklarla birlikte SHP’lileşen Dev Yol’un “büyük” beklentilerle -yine burjuva listelerden “ilerici ve devrimcileri” destekleme bahanesiyle- yaşama geçirdiği bu kuyrukçuluk ve düzene entegrasyon şaheseri sözde taktik, umulan sonuçları vermedi. Bağımsız adayın desteklendiği İstanbul Kartal istisnası dışında SHP’lileşme olarak şekillenen bu reformcu ve Dev Yol’un devrimle tam bir kopuşmaya yöneldiğini kanıtlayan “taktik”in hareket noktası, kesinlikle devrim ve sosyalizm propagandası ve devrimci hareketin güçlendirilmesi kaygısı değildir ve olamaz. “11 yıl yeter” sloganı da demokrasi ve özgürlük talebini kucaklamanın değil, SHP reformizmini güçlendirmenin, O ve burjuva parlamentosu ve parlamenter yol üzerine hayaller yaymanın aracı olmuştur. Dev Yol’un SHP’den beklentisi, devrim değil, demokrasiyi devrim sorunu olmaktan çıkaran bir muğlâklığa ilişkin hayalin, eskiden “sömürge tipi faşizm” dediği türden bir “demokrasiye yamanmanın yanı sıra ikbal ve ihalelerin kolaylaştırmasından ibarettir. SHP destekçiliğinin içler acısı görünümü, bağımsız adayla seçime katılma laktiğinin doğruluğunun daha çok sayıda insan tarafından kavranmasını kolaylaştırıcı bir faktör olmuştur denebilir.

Yetersizlikler…
Taktiğin uygulanmasında zaaflar yok muydu? Kuşkusuz vardı.
Bir başka yazımızda propagandanın içerik, biçim ve tekniğine ilişkin eksiklikler üzerinde duruluyor. Bunlara parlamenter eyleme alışkın olmama, bölgelere göre düzeyi değişmek üzere koordinasyon eksikliği, çeşitli alan ve biçimlerdeki eylemi birleştirmede yetersizlik, yer yer adaylara oy istemeye, oylara ve oylama tekniğine neredeyse ilgisizlik eklenebilir.
Bu sonuncusu üzerinde kısa da olsa durmak istiyoruz.
Marksist için daha çok oy ve daha çok sandalye hesabının seçim laktiğinin esasını belirlemediği söylenmişli. Ancak bu, kuşku yok ki, alınacak oyları önemsiz görme ya da devrim ve sosyalizm propagandasını ve asıl ağırlığı parlamento dışında olan devrimci proletarya hareketini geliştirmeyi esas alırken yüksek bir oy oranını da hedeflememe anlamına gelmez. Çünkü seçimler, bir eğilim, aydınlatma, örgütlenme ve mücadele aracıyken, aynı zamanda, devrimci proletaryanın kendisini sayma ve gücünü görmesinin de bir aracı olarak hizmet eder. Ancak özellikle seçimin oylama yönüne yeterli titizlikle eğilmeme, devrimin gücünün olduğundan küçük görünmesine neden oldu. Burjuvazi, bağımsız adayların yüksek oranlı oy almasını önlemek üzere türlü engeller koymuştu. Başlıca ikisi şuydu: bağımsız adayın oy pusulasına “evci” mührü” vurulmayacaktı, oysa her sandık başına gidenin eline bir mühür tutuşturuluyordu. Ve bağımsız adayın oy pusulasının konduğu zarfa başka bir şey konulmayacaktı, oysa yine herkesin eline partilerin ortak oy pusulası da tutuşturuluyordu. Bu konuda yeterli uyanıklık gösterilip önlem alınmayınca, bağımsız oylar misliyle iptal oldu. İptal oranı, 6-7 misli olarak gerçekleşti.
Bazı sandıklardan örnekler (rakamlar yalnızca “evet” mührü basılan ve hiçbir partinin işaretlenmediği tamamen boş parti pusulalarıyla zarfa birlikte konan bağımsız oy pusulalarının iptaline ilişkindir):

Oy kullanılan sandık ya da sandıklar         İptal     Geçerli
Esenyurt-Fatih                    93    28
İncirtepe                    110    12
Söğütlüçeşme                    39    9
Örnek                        254    58
Küçükçekmece-İlkokul            80    2
İkitelli                        118    15
Ümraniye-1 Mayıs                288    39
Sarıgazi                    398    126
Bursa-Namazgah                23    1
Bursa-Esenevler İlkokulu            18    0
Adana-Meydan Cumhuriyet İlkokulu        135    15

Kasım 1991

Seçim hukuku

20 Ekim 1991 erken genel seçimleri ucube demokrasimizin akıldışı ve çağdışı engelleri arasında “serbest, eşit, gizli, tek derecelik, genel oy, açık sayım ve döküm esaslarına göre…” yapıldı. Anayasadan başlamak üzere; seçme, seçilme, siyasi faaliyette bulunma, parti kurma, partilere girme ve çıkma, düşüncelerini ifade etme ve örgütlenme, parlamentoda temsil haklarını -bütün temel hak ve özgürlükleri olduğu gibi- zapturapt altına alan kurallar dizisi yine ‘anayasal haklar’ olarak sunuldu. Bu hakları kullanarak ‘serbest’ seçimlere giren düzen partileri dahi hala, uluslararası kuruluşlarla ve ülke içindeki demek, sendika, vakıf, kooperatif ve meslek kuruluşları ile işbirliği yapmaktan yasaklı bulunuyor. Düzen alternatifi olan komünist parti ve hareketlerin ise anılan hakları kullanmaları söz konusu bile değil.
Bilindiği gibi 12 Eylül’den sonraki ilk seçimler olan 1983 seçimlerinde generallerin icazetini alan parti ve adaylar seçimlere katılabilmişti. Ondan sonra da 12 Eylül faşist ideolojisinin demokrasi düşmanlığı demokrasinin en küçük nebzesine tahammülsüzlüğünü sürdürdü. Demokratik örgütler olmaktan ziyade çıkar çevrelerinin temsilciliğini yapan düzen partilerinin parlamentoya girmeleri 1987’de baraj sistemine bağlandı. Yığınların siyasal tercihlerini ancak birkaç siyasal partiye oy kullanarak ifade etmesine izin verildi. Bunların da anayasa ve diğer yasalara göre engelleri olmayan, özünde birbirinden farkı tek bir ideolojinin, değişik kesimlere seslenen temsilcileri olduğu görüldü. Bu görünürdeki görüş farkının bile parlamentoya yansımasına baraj sistemi yoluyla engel olundu. Barajı aşamayan parti ve adayların aldıkları oyların sahibi olan kitlenin tercihi yok sayılarak, birçok yerde oy toplamının ezici fazlalığına baraj aşamayan parti ve adaylar aldığı halde, onların tercihlerini yansıtmayan parti veya adaylar, o yörenin temsilcisi olarak parlamentoya gitti. 20 Ekim seçimlerinde, seçim öncesi yapılan yasa değişikliği ile baraj oranı illerden çıkacak milletvekili sayısına göre de -dört ve daha az milletvekili çıkaracak yerlerde % 25, dörtten fazla milletvekili çıkaracak seçim bölgesinde % 20 olmak üzere- değiştirilerek, insanların tercihi ülke düzeyindeki baraj oranı olan %10’un altında oy alan partiler de bölge barajını aşmış bile olsalar, parlamentoda temsil hakkı kazanamadığından, başka partilerle ittifak veya adaylarını başka partilerin saflarından seçime sokma gibi formüllere yöneldiler. Seçim öncesi yapılan yasa değişikliği ile illerin yarısında örgütünü kurmamış ve seçimlerden en az altı ay önce büyük kongresini yapmamış partilerin seçimlere girmesi engellenerek, bu partileri destekleyen insanların oyları başka partilere akmaya zorlandı. Bütün bunlara ek olarak oy kullanmayanlara uygulanan para cezası emekçiler için azımsanmayacak bir meblağa yükseltilerek (50.000-TL) insanların oy kullanmama özgürlüğüne bir kez daha el atıldı. Milletvekili Seçimi Kanununun 2. maddesine bakarsanız, “Seçmen oyunu tam bir serbestlikle kendisi kullanır”. Ama vatandaş hem bu dayatmalara uymak, hem de “seçmek” zorundaydı. Elbette anılan yasa hükmünü dayatılan koşul ve seçenekler arasında ‘serbestlik’ olarak anlamaktan başka çare yok! Bütün bu serbestliklere (!) karşın oy kullanma oranı % 85 oranında gerçekleşti ve dört milyonu aşkın, yaklaşık 60 milletvekilini belirleyecek sayıdaki seçmen oy kullanmadı.
‘Demokratik, serbest, eşit, vs…’ nitelikte olduğu iddia edilen seçimlerde, seçme, seçilme, parti kurma, siyasi faaliyetle bulunma, vs. özgürlüklerin ne derece gerçekleştiğini görmek, öncelikle bu özgürlüklerin nasıl kullanılamayacağını “… devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü …” diye başlayıp, gösteren anayasa, ceza yasası, seçim yasaları, siyasi partiler yasası vs. yasalardaki yasakların, bu özgürlüklerin zaten gerçekleşmesine engel olduğunu görmekle çok kolay anlaşılabilir. Yazının başından itibaren anlatılmaya çalışılan durumlar ise, bu yasakların ölçüleri içinde kullanılan haklarla ilgilidir. Bunlar bile gerçek içeriklerinin çarpıtılması bir yana, demokrasinin gereği olarak değil, egemenlerin /seçimlerin hesapladıkları gibi sonuçlanması için, hukukla, demokrasi ile alakası olmayan yasaları çıkararak siyasal tercihleri istedikleri kanallara yönlendirilerek, istedikleri sonuçları ‘demokrasi’ görüntüsü içinde devşirmelerinin aracıdırlar. Bunun içindir ki; yasalar her düşüncenin ifade edilmesine, örgütlenmesine, yayılması için propagandasına, parlamentoda temsil için seçimlere girmesine, seçimlere girebilenlerin de birkaçı dışında parlamentoda temsiline izin YO olanak vermiyor.
Bu koşullar altında, siyasal partiler dışında bağımsız olarak aday olanlar ve onları destekleyenler açısından durum ise daha da vahimdir. Her şeyden önce, düzen partilerinin seçimlerin ilanından itibaren propagandaya başlamalarına ses çıkarılmazken, bağımsız adayların on günle sınırlanmış propaganda süresi ile işe başlamaları, ulaşabilecekleri alanı ve propagandanın etkisin peşinen azaltıyordu. Yani, seçilme hakkında eşitsizlik. Siyasal parti adayı veya bağımsız aday olmak için en yüksek devlet memurunun aldığı brüt aylık üzerinden devlete ödeme yapma koşulunu da seçilme hakkının kullanılmasında parası olanlar ve olmayanlar arasında bir eşitsizlik yarattığı için bu arada belirtmek gerek. Geçen seçimlerde birleşik oy pusulalarında bağımsız adayın adı da seçenekler arasında bulunurken, 20 Ekim seçimleri öncesi yapılan yasa değişikliği ile birleşik oy pusulasında siyasal partilerin ve adaylarının adlarının bulundurulması, bağımsız adayın oy pusulasının ayrı olarak bastırılması ve bizzat kendisi tarafından bastırılması yükümlülüğü (birleşik oy pusulasını devlet bastırıyor) getirildi. Burada yine bir çifte eşitsizlik açık görülüyor.
Bağımsız adayın oy pusulasının ayrı olmasının sonuçları neler oldu? Bağımsız adayın oy pusulası ile birleşik oy pusulası ayrı yerlerde tutuldu. Oy kullanılacak salonda, birleşik oy pusulası sandık kurulunun masasında, bağımsız aday oy pusulası kapalı kabın içindeki masa üstünde bulunduruldu. Oysa iki ayrı seçenek olduğuna göre birlikte yer alması gerekirdi. Bunun sonucunda, oy kullanmaya gelen seçmenin kimlik tespitinden sonra eline birleşik oy pusulası verildi. Başka seçeneğinin kimlik tespitinden sonra eline birleşik oy pusulası verildi. Başka seçeneğinin olduğu konusunda istisnalar dışında uyarılmadı. Birleşik oy pusulası ve ‘evet’ mührü eline tutuşturulan vatandaş, (bağımsız adaya oy kullanacak ise ‘evet’ mührünü basmaması konusunda uyarılmadığı gibi) tek seçenek birleşik oy konusunda kararlı, tercihini biliyor, bunu nasıl kullanacağını da biliyor ise, oyunu açık etmemek için birleşik oy pusulasını da alarak kabine giden seçmen için sorun yok. Ama, (1985 verilerine göre bugün 18 yaşını bitirmiş olanlardan 4,5 milyondur) yetişkinlerden oluşan toplumumuzda tercihini şöyle veya böyle belirlemiş bile olsa, oyu nasıl kullanacağını bilmeyenlerin çoğunlukta olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu nedenle de eline birleşik oy pusulası tutuşturulan vatandaşın, başka seçenek var mı, varsa nerede, nasıl kullanılır diye sorma ihtiyacı veya cesaretini büyük olasılıkla gösteremeyeceği açık oy kullanma salonundaki ortamın da bunu vatandaşın kendi kendine keşfetmesine olanak sağlamadığı, birleşik oy pusulası dışında bir tercihle gelenlerin, örneğin bağımsız adaya oy kullanmak isteyenlerin, iki ayrı oy pusulası olması, birine ‘evet’ mührünün basılması, diğerine basılmaması gerektiği gibi işi karmaşıklaşman bir sistemi anlamasına elverişli olmadığı, esasen yasayı yapanların bunu öngördükleri görülüyordu. Öte yandan, bağımsız adayın oy pusulasının arkasına sandık kurulu mühürü basılması, ilgili genelgede sandık kurullarına oy kullanma işi başlamadan yapılacak işler arasında belirtildiği halde, sandık kurullarının bunu dikkate almaması sonucu kimi sandık kurullarında buna uyuldu, çoğunda uyulmadı. Aynı şekilde, bağımsız aday oy pusulasının kullanılması halinde üzerine ‘evet’ mührü basılıp basılmayacağı konusunda da uyguluma birliği yoktu. Sandık kurullarının bu birbirini tutmayan uygulamalarının sonuçları da bağımsız adaylara geçersiz oy olarak yazıldı. Her seçmenin eline sandığın bulunduğu salona girerken verilen birleşik oy pusulası, seçmen bağımsız adaya oy kullanmak niyetiyle gelmişse bile kullanmak zorunda olduğunu sandığı birleşik oy pusulasını da bağımsız aday oy pusulası ile birlikte zarfın içine koyarak kullanmasına ve oyunun geçersiz sayılmasına yol açtı. Bu şekilde zarflar sadece seçmenin eline tutuşturulduğu için kullanılması gerekir zannıyla birleşik oy pusulası konulmuş, ama üzerinde herhangi bir tercih yapılmamış, tercih bağımsız adaya yapılmış iken, bağımsız adayın oyu geçersiz sayıldı. Aynı durumda olan parti tercihi yapılmaksızın bir veya birden fazla aday tercihi yapılan birleşik oy pusulaları geçersiz, sayılmadı. Aday tercihi yapılmamış sayılarak, ilgili partiye oy sayıldı. Bağımsız adaylara yönelik hem seçim sisteminden, hem de uygulama biçiminden ve ek olarak sandık kurullarının oy pusulalarının sandık kurulu mühürü ile ‘evet’ mührünün kullanılmasındaki farklı uygulamalarından dolayı mühürü ile ‘evet’ mührünün kullanılmasındaki farklı uygulamalarından dolayı yapılan haksızlık ve eşitsizliklerin boyutunu göstermesi bakımından birçok örnek var. Önce bir karşılaştırma: Bursa’da bağımsız aday bulunan 2. bölgede geçersiz oy sayısı 13273; Yaklaşık 5000 oyluk açık farkı (iki bölgenin seçmen sayısı bir birine çok yakın) okuyucunun yorumuna sunuyoruz. Bunun dışında yine Bursa’da Namazgah mahallesinden bir sandıkta bağımsız adaya çıkan 24 oydan 23’ü; Yavuz Selim’de 14 oydan 11’i, Esenevler’de 18 oyun tümü geçersiz sayıldı. İstanbul, Ümraniye, 1 Mayıs mahallesinde bağımsız adaya çıkan oylardan 288’i geçersiz 37’si geçerli; Sarıgazi’de 238’i geçersiz, 15’i geçerli; Küçükçekmece’de bir sandıkta 80’i geçersiz 2’si geçerli; İkitelli’de 118 geçersiz, 15 geçerli; Esenyurt İncirtepe’de 110 geçersiz, 12 geçerli; Esenyurt Örnek Mah.’de bir sandıkta 254 geçersiz, 58 geçerli Fatih Mah.’de bir sandıkta 93 geçersiz, 28 geçerli sayıldı. Pendik’te yalnızca bir sandıkta 130 oy geçersiz sayıldı.
Örnekleri uzatmaya gerek kalmıyor. Bağımsız adayların özellikle devrimci demokrat adayların maddi olanaklar, propaganda araçları, hazır bir örgütlü gücün olanaklarından yoksun olmalarının yanında propaganda süresinin azlığı, seçim sistemi ve uygulanmasındaki haksızlıklarla ortaya çıkan durum, anayasa ve yasalardaki yasaklarla kuşatılmış hakların dahi kullanılmasındaki olanaksızlığı, göstermekledir. Demokrasinin en bariz göstergesi olarak sunulan seçimler, diktatörlüğün, seçme, seçilme, örgütlenme, siyasal yaşama katılım gibi burjuva haklara hayâsızca müdahalesinin boyutlarını göstermiştir. Bu yönden, demokrasinin varlığını değil, olmadığını gösteren bir deney olmuştur. Seçimler, yine bilinen işlevini yerine gelirmiş, “tüm kurum ve kurallarıyla” işletileceği vaat edilerek kutsanan burjuva demokrasisine ulaşma yanılsamasının bir nebze daha yaşamasına araç edilmiş, insanların demokrasi özlemleri sömürülmüştür. Oysa yığınların beş yılda bir sandığa oy atmaktan öte hiçbir sürecine bulaştırılmadıkları bu ‘demokrasi’nin sandıkta bile demokratik olmadığı yukarıdaki verilerden görülmektedir. Gerçek demokrasi sandıktan değil, yığınların mücadelelerinden doğacaktır. Seçimler, bunun bir kez daha altını çizmiştir.

Kasım 1991

Proletarya Partisi ve Çalışma Tarzı: (1) İşçi Sınıfı Partisinde Disiplin Ve Demokrasi

Burjuvazi ve onun Marksist “sallardaki” uzantıları yüzyıla yaklaşan bir güreden beri, sadece Marksist teoriye saldırmıyor, aynı zamanda bu teorinin yaşama geçirilmesinin en temel aracı olan Marksist-Leninist partiye de saldırıyorlar, saldırmak zorunda kalıyorlar.
1900lerin başında, daha devrimci işçi sınıfı partisinin biçimlenişi sırasında, Menşeviklerin iddiaları, bugün de her türden burjuva ve revizyonist propagandacılar tarafından yeniden yeniden piyasaya sürülüyor.
Ne zamanki burjuvazi Marksizm-Leninizm’e karşı saldırı kampanyasının dozunu artıyor; onunla eş zamanlı olarak, burjuvazinin Marksist saflar içindeki uzantıları da koroya katılıp; Marksist parti içinde “eleştiri özgürlüğünün yok”luğundan, “fikirlerinin bastırıldığından, “merkeziyetçiliğin inisiyatiflerini körelttiği”nden, vb. vb. dem vurmaya başlıyorlar. Menşeviklerden sonra troçkistler, sonra titocular, maocular, kruşçevciler ve Euro-komünistler hep aynı iddialarla işçi sınıfının devrimci partisinin normlarına saldırdılar, saldırıyorlar. İkinci savaş sonrasındaki “soğuk savaş” döneminde emperyalist-gerici propaganda merkezleri bu iddiaları genelleştirip yaygınlaştırdı ve “soğuk savaş” malzemesi olarak kullandı.
Gorbaçov’la birlikte, emperyalist-revizyonist birleşik propaganda cephesi Marksizm-Leninizm’e karşı tarihte eşi görülmemiş bir propaganda kampanyası başlattı. Bu kampanya, en azından kendisini sosyalist, Marksist-Leninist sayan saflarda etkisini hemen duyurdu. “Reel sosyalizmin sorgulanması” gerekçesi arkasında Marksizm’in en temel ilkelerine saldırılmaya, Leninist partinin en temel ilkelerinin inkârına yönelindi. “Çok partili sosyalizm”, “çok kanatlı sınıf partisi” zırvaları bu saflarda büyük itibar gördü. Bolşevik Partisi, Lenin ve Stalin’in parti anlayışları lanetlendi, en iyimserleri bile; “O günün koşullarında, Lenin ve Stalin’in parti anlayışları belki geçerliydi, ama bugün, değişen koşullarda bu ilkeler geçersizdir” diyerek emperyalist-gerici propagandanın kervanına katıldılar.
Ülkemizde de, 70’lerin keskin “Marksist-Leninistlerinden” birçok kişi ve siyasi eğilim de aynı emperyalist-gerici propagandanın etkisiyle iyice sağa savrularak, anti-Stalinizm’den kalkıp M-L partinin en temel ilkelerini redde vardılar. Başka yere de varamazlardı. Çünkü Lenin’le Stalin’i ayırmak olanaksız olduğu gibi, Lenin ve Stalin’le M-L partiyi ayırmak da olanaksızdı. Çünkü Lenin ve Stalin’in parti anlayışı, kapitalist düzenin kötülükleriyle savaşmakla sınırlı reformcu parti anlayışıyla taban tabana zıttı. Tersine onlar, sadece kapitalizmin kötülükleriyle savaşan bir partiyi değil, kapitalist sistemin kendisine karşı savaşan, onu yıkacak olan işçi sınıfına önderlik etme yeteneğine sahip devrimci bir partinin tikelerini savunuyorlardı. Ötekilerse; yüz yıl sonra dönüp dolaşıp İkinci Enternasyonal’in parlamentoyu asıl mücadele alanı gören, kapitalizmi yıkmayı değil iyileştirilmesini amaçlayan parti anlayışına varıyorlardı. Bunlardan bazıları, (SBP gibi) sözleri ile devrimi ve Marksizm’i reddederken, bazıları ise; kimi hesaplarla ya da aptalca bir bönlükle, kendilerini hala devrimci, sosyalist, hatta M-L saymaya devam edebiliyorlar.
Hiç kuşkusuz saldırıyı yürüten kamp içinde ne yaptığını en iyi bilen burjuvazi ve onun propagandacılarıdır. Onlar Leninist parti normlarına saldırırken devrime, sosyalizme saldırdıklarını çok iyi biliyorlar. Bu yüzden de, örneğin Türkiye’de (her tür özgürlüğün olduğu bir cennet olarak sunulmaya çalışılan Batı ülkelerinde de düzenin devrimci yoldan yıkılmasını savunan partileri yasaklayan yasalar var) olduğu gibi, “şiddeti reddeden M-L parti kurmaya (!!)” burjuvazi ses çıkarmıyor. Ses çıkarmak bir yana, onun palazlanıp devrimci saflarda dağınıklık yaratması için uygun destekler de sunuyor.
Leninist partinin ilkeleri nereden çıkar?
Kimi sözde devrimci ve Marksistlerin iddia ettiği gibi, Leninist partinin ilkeleri; Lenin’in, Stalin’in ya da Bolşeviklerin keyfi olarak masa başında belirledikleri bir lakım kabuller değildir. Tersine bu ilkeler proletaryanın tarihsel misyonunun ne olduğu, proletaryanın sosyalizmi, sınıfsız toplumu nasıl kuracağı sorusuna verilen yanıtla kopmaz bir biçimde bağlıdır.
Nedir proletaryanın tarihsel misyonu?
Marksizm’in bu soruya yanıtı çok açıktır ve şudur: Proletarya, sınıflı toplumların sonuncusu olan kapitalist toplumun bağrında doğup gelişmiş, ama çıkarları kapitalizmle taban tabana zıt olan, insanlık tarihinin gördüğü en devrimci sınıftır. Kapitalizmi ortadan kaldırmadan sömürü ve baskıdan kurtulması olanaksızdır. Dahası kapitalizmi ortadan kaldırma yeteneğine sahip tek sınıf da proletaryadır.
Peki, kapitalizmi ortadan kaldırma işini proletarya nasıl başaracaktır?
Bu soruya da Marksizm’in verdiği yanıt çok açıktır: Proletarya, reformlarla, tedrici iyileştirmelerle kapitalist sömürüyü ve kapitalizmi ortadan kaldıramaz. Proletarya, bütün olarak kapitalist sistemi hedef alan bir mücadeleyle, kapitalist devlet aygıtını parçalayıp yerine kendi siyasal iktidarını geçirdiği zaman kendi tarihsel misyonunu başarma yoluna girmiş olur. Yani proletarya, bir devrimle burjuvazinin iktidarına son vermedikçe, yığınların devrimci başkaldırısıyla burjuva devlet mekanizmasını parçalamadıkça kendi tarihsel misyonu olan komünizmi kurma yoluna giremez. Sorun, ne ekonomik mücadeleyle, çalışma ve yaşama koşullarını tedricen iyileştirme, ne de ideolojik olarak, burjuva düzeninin sömürücü, baskıcı bir düzen olduğuna insanları mantıksal olarak ikna etme sorunuyla sınırlıdır. Bütün bu çabalara ek olarak, ama hepsinin üstünde burjuvaziye karşı siyasal iktidarı ele geçirme mücadelesidir. Kısacası bir devrim mücadelesi sorunudur. Bu yüzden de kapitalizm çağında devrim ve sosyalizm birbirinden ayrılamaz iki kavram ya da eylemdir. Sosyalizmi amaçlamayan bir devrimin eninde sonunda burjuvazi ve gericilik tarafından denetim allına alınıp yenilgiye uğraması kaçınılmaz olduğu gibi, bundan da fazla devrimle birleşmeyen bir sosyalizm mücadelesinin de hiç bir başarı şansı yoktur. Bunun başarılabileceğini söyleyenler de, eğer burjuvazinin aşağılık uşakları değilse ahmak şarlatanlardır.
Eski dünyayı, sömürü dünyasını, kapitalizmi yıkıp, baskısız sömürüsüz yeni dünyayı, komünizmi kurma eylemini proletarya kendiliğinden gerçekleştiremez. Çünkü bu mücadele bir sınıf savaşıdır ve bütün öteki savaşlardan daha karmaşık ve zor bir savaştır. Proleter yığınlarsa, kapitalizm koşullarında kendiliklerinden kapitalist toplumun sınıf ilişki ve çelişkilerini kavrayamazlar. Bu durumda sınıfı eğitecek, mücadele içinde yönetecek bir öncüye ihtiyaç vardır ki bu proletaryanın kendi öz PARTİSİ, devrimci komünist partidir.
Açıktır ki; burjuvaziye karşı verdiği savaşla proletarya ve diğer emekçileri yönlendirip yönetecek parti sıradan bir burjuva partisi gibi olamaz. Tersine, proletaryanın en fedakâr, en deneyimli, en mücadeleci unsurlarını bağrında toplamış, her koşul altında mücadeleyi yönetme yeteneğine sahip bir parti, bir “kurmay heyeti” olmak zorundadır.
İşte proletaryanın partisinin örgütsel özellikleri, onun bu eyleminin muhtevasının açılımından ortaya çıkar.
Öyleyse devrimci komünist partisinin özellikleri neler olmak zorundadır?
* Parti, işçi sınıfının en yiğit, en fedakâr, en mücadeleci unsurlarını bağrında toplamak zorundadır. Yani parti, sınıfın öncü müfrezesi olmalıdır.
* Kapitalizm koşulları altında son derece değişik mücadele alanları ve çok güç mücadele koşulları altında faaliyetini sürdürmek zorunda olan parti, sadece öncü müfreze değil, aynı zamanda her şart altında mücadeleyi yönetecek kadar örgütlü bir müfreze de olmak zorundadır.
* Parti, proletaryanın değişik örgütleri (sendikalar, kooperatifler vb) birleştiren, sınıf örgütlerinin en yüksek biçimi olmak zorundadır.
* Parti, kapitalizm koşullarında proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin, proletarya iktidarını kurmanın, kurduktan sonra da onu sağlamlaştırıp sınıfsız topluma giden yolu açmanın, proletarya diktatörlüğünün aleti olma özelliğini de taşımak zorundadır.
* Parti, burjuvazi ve bütün gericiliğe karşı devrimci savaşı yürütmenin yönelim aygıtı, “genelkurmayı” olarak hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan bir irade birliği olmak zorundadır.
* Parti, proletaryanın devrimci savaşının aygıtı olarak kendisini, hizipçiliğin, kararsızlığın, mücadeleyi arkadan hançerlemenin, kaynağı olan oportünist unsurlardan arıtarak ilerlemek zorundadır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz allı temel özellik proletaryanın devrimci komünist partisinin ana özellikleridir ve bu özelliklerden birisini taşımayan bir parti ne gerçekten devrimci, ne de komünist adına layık olamaz. Çünkü bu özelliklerden biri olmadığı zaman bütün diğer özelliklerde işlevsizleşir, anlamsızlaşır.
Nitekim, son yüz yıl içinde bütün sapmalarda açıkça görüldüğü gibi, oportünist-revizyonist akımlar Leninist partiye karşı hemen toptan ret yoluna gitmemişler, onun şu ya da bu özelliğine karşı çıkarak işe başlayıp süreç içinde tümden inkara varmışlarda. Bu tutum bazen taktik olarak ortaya çıkmışsa da çoğu zaman mantıksal bir zorunluluk olmuştur. Çünkü yukarıdaki özellikler öylesine birbirine bağlıdır ki, herhangi bir özelliği reddeden, mantıksal bir tutarlılık gösterdiğinde bütün diğer özellikleri de reddetmek zorundadır. Yaşananlar da bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Kısaca söylenecek olursa proletaryanın partisi onun tarihsel misyonunun örgüt biçimindeki ifadesidir. Bu yüzden de, burjuvazinin ideolojik, siyasi, polisiye vb. her türden saldırısını boşa çıkaracak, karmaşık sınıf savaşında proletarya ve emekçilere yol gösterecek kadar bir ideolojik sağlamlığa, siyasi uyanıklığa ve her koşul altında tek bir yumruk olarak hedefe yönelecek bir “demir disipline” sahip olmak zorundadır. Ve burjuvaziyi asıl rahatsız eden de budur. Çünkü kapitalist toplum içinde kendisine ve kendi dünya görüşüne kapalı tek kurum, tek güç merkezi proletaryanın partisidir. Bu yüzden de burjuvazi, sosyalizme karşı açtığı kampanyada en önemli yüklenme noktası olarak partiyi, partiye hayal veren ilkeleri seçmektedir. Bu nedenle bu yazının bundan sonraki bölümünde devrimci komünist partinin “demir disiplin” ile demokrasiyi bağdaştırması üstünde duracağız.
“Demir disiplin” demokrasi ve “kişisel özgürlük”
Bütün varlığı proletarya ve emekçileri sömürmek, baskı altında tutmaya bağlı olan burjuvazi, proletaryanın partisinin disiplini söz konusu olduğunda, birden bire özgürlükten, bireysel inisiyatiften söz etmeye, sınıf partisinin üyelerinin özgürlüğünü engellediğinden vb. dem vurmaya başlar. Sadece söz etmekle de kalmaz dünyayı ayağa kaldıran kampanyalar düzenler, birden bire demokrasi havarisi kesilir. Son yüz yıl bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ama yaşanan şu son 10 yıl bu kampanyanın zirvesidir.
Emperyalist, gerici, revizyonist, faşist propaganda merkezleri, devrimci komünist partilerin disiplini karşısında en baştaki kişiler dışında hiçbir üyesinin özgürce fikirlerini söyleyemediğini, parti içinde kişisel ya da merkez komitesinin diktası bulunduğunu, aykırı fikirlerin çeşitli yollardan yok edildiğini vb. iddia ederek, partiyi karalamayı, emekçilerin gözünden düşürmeyi amaçlıyorlar. Aynı zamanda da devrimci parti içindeki, ideolojik olarak burjuvaziye yakın unsurları etkileyerek, bu partiler içinde hoşnutsuzluk yaratmayı, onları bölüp güçten düşürmeyi, böylece bir taşla bir kaç kuş vurmayı amaçlıyorlar. İnandırıcı olmak için de, Lenin’in Menşeviklere, Stalin’in Buharincilere ve troçkistlere karşı tutumlarını çarpıtarak yansıtıyorlar. Ya da SB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki revizyonist polis devletlerinin sözde komünist partilerinin uygulamalarını örnek gösteriyorlar.
Hiç kuşkusuz Lenin ve Stalin’in, onların Bolşevik Partisi’nin tavrı, doğrudan doğruya proletaryanın davasını, onun tarihsel misyonunu engelleyen unsurlara karşı bir tavır olup, bunun partide demokrasi olup olmamasıyla ilgisi yoktur.
Lenin ve Stalin’in parti anlayışlarını yukarıda özetledik. Biraz aşağıda ise onların parti içinde nasıl bir demokrasi uyguladıkları üstünde duracağız. Doğu Avrupa’nın revizyonist partilerine gelince, onların sadece adı komünisttir, gerçekte ise her biri bir burjuva partisidir ve uygulamaları da burjuvacadır. Bu yüzden de onlardan verilecek örnek sadece burjuvazinin parti anlayışının ifadesi olur.
Evet, devrimci komünist partisi “demirden bir disipline” sahiptir. Ve bu parti yoluna çıkan tüm engelleri aşmak için her zaman tam bir irade birliği ile davranmak zorundadır. Böyle davranamazsa adına layık olamaz. En kötüsü de proletaryanın davasına ihanet etmiş olur. Ama “demirden disiplin”, burjuva ordularında ya da burjuva partilerinde olduğu gibi “körü körüne” bir disiplin değildir. Bu disiplin gerçek bir gönüllü disiplindir. Çünkü proletaryanın partisi, her hangi kişisel ya da grupsal çıkarın bir araya getirdiği kişilerden oluşmaz. Onları bir araya getiren kapitalist soygun ve sömürü düzenini yıkmak, daha genel bir ifadeyle M-L dünya görüşüdür. Bunun anlamı ise; partinin her üyesinin hiç bir kişisel çıkar gözetmeksizin, proletaryanın davası için kendisini adamayıdır. Bu durum, burjuva ve küçük burjuva partilerinden farklı olarak bütün üyeler arasında olabilecek en gerçek eşit hakka sahip olmanın temelini hazırlar.
Burjuva partilerinde, üyelerin partiye katılımları kendi mal varlıkları ve çıkarlarının düzeyi tarafından belirlendiğinden, çok çıkarı olan, partiye çok katkı yapan, sıradan bir üyeye göre, daha çok fiili hakka sahiptir. Çünkü burjuva ilişkiler içinde her şey para ve mali güçle ölçülür. Proletarya partisi içinde böyle bir ölçü söz konusu değildir; herkes bütün varlığı ile partiye bağlıdır. Bu yüzden de proletarya partisi içinde kişisel çıkar için gelenler yoktur, eğer bir biçimde çıkar için sızanlar olmuşsa orada uzun süre barınmaları da olanaksızdır.
Proletaryanın partisine giren her üye, daha baştan partiye girmek için başvururken, kapitalist sömürüyü dünya üstünden kaldırmak için sınırsız bir özveriyle çalışmayı kabul etmiştir. Bu kabul ediş bilgisizlik ya da herhangi bir kişisel çıkar nedeniyle değil, tersine kapitalizmi yıkmayı amaçlayan partinin öyle bir “demir disipline” sahip olmasının gerekliği bilincinden gelir.
Proletarya partisinde “demir disiplin” burjuva partileri ya da burjuva ordularında olduğu gibi yukarıdan emretme, “emirin demiri kesmesi” biçiminde değildir. Tersine bu disiplinin arkasında, sadece partinin gizlilik koşullarıyla sınırlı, geniş bir demokrasi vardır. Her üye, partinin gündemine gelen her konuda, ya da sınıf mücadelesinin tartışma ihtiyacını dayattığını düşündüğü her sorundu, kendi örgütünden başlayarak bütün partiye görüşlerini açmada, bütün partiyi bu görüşlere ikna etmek için sözle ya da partinin yayın organları aracılığıyla çaba harcamada sınırsız bir biçimde özgürdür. (Parti üyelerinin eleştirileri, önerileri ya da herhangi bir konudaki düşüncelerini yazdıkları yayın organlarının parti içi yayın organları olduğu açıktır.) Yine partinin üst organlarına yönelik eleştiri ve öneriler konusunda da her üye parti basınını kullanmakta eşit haklara sahiptir. Tartışma sürdüğü sürece her üye, kendi görüşlerini sonuna kadar savunmakla, özgürdür. Ama tartışma sonuçlanıp, parti çoğunluğunun görüşü karar haline geldikten sonra bu konuda hangi düşünceye sahip olursa olsun bütün üyeler alınan kararları yaşama geçirmek için var güçleriyle çalışmak zorundadır. “Alınan karar benim düşünceme terstir” gerekçesiyle kararların yaşama geçirilmesini savsaklamak, ya da kendi düşünceleri doğrultusunda yığınlara yönelik propaganda yaparak partinin faaliyeti konusunda kuşkular yaratıcı tutumlara girmek “parti suçu” işlemektir. Burjuva propagandacıların istismara yeltendikleri de budur. Onlar istiyorlar ki; burjuva partileri gibi proletarya partisinin üyeleri de, köşe bucakta birbirlerinin kuyusunu kazsın, birbiri hakkında ve parti hakkında dedikodu yapsın, hizip ve grup çatışmaları içinde kaynaşıp dursun. Ama bütün bunların, yukarda sözünü ettiğimiz proletarya partisinin yapısından ve bileşiminden dolayı, kişisel, grupsal ya da hizip çatışmalarının zemini yoktur. Bu tür çatışmalar ancak parti içine sızmış burjuva unsurlar tarafından çıkarılan çatışmalar olabilir. Bu yüzden de proletarya partisinin hiziplerin varlığını meşru görmesi söz konusu olamaz. Çünkü hizip ve gruplaşmalar değişik çıkar çevrelerinin varlığını gerektirir ki; proletarya partisi işçi sınıfının partisi olarak bu türden bir bileşimde değildir, olmamalıdır da.
Kaldı ki; en “demokratik burjuva partilerinde bile üyeler belli bir disipline uymakla yükümlüdür. Örneğin bu partiler; temsil ettikleri sınıfın belirli çıkar gruplarının kendi bünyelerinde “lobiler”, hizip ve gruplar oluşturmasına hoş görüyle bakarlar. Onların faaliyetlerine ses çıkarmazlar, ama bu gruplaşmalar burjuvazinin çıkarlarına aykırı bir yola girdiğinde kişi özgürlüğü, parti içi demokrasi, ya da kişilerin partiye kattığı güce bakmaksızın çizmeyi aşanları temizlemekte hiç bir sakınca görmezler. En açık örneği, “demokratik” örgütlenmesiyle övünen SHP’de gördük. Paris’te Kürt Konferansına katılan üyelerinin gözünün yaşına bakmadan bir günde kapı önüne koydu. Ya da ANAP, parti çizgisine aykırı davrandığı gerekçesiyle parti kurucusu ve bakanlık yapan pek çok kişiyi kapı dışarı etti. Her gün bir burjuva partisinden ihraç edilenleri, istifa edenleri, bu partilerin bünyesindeki lider despotluğu, genel merkez zorbalığını, feshedilen “seçilmiş” il ve ilçe yönetimlerini basından izlemek olanaklı.
Soruna yakından bakılınca; burjuvazinin ve onların partilerinin parti içi demokrasi konusunda, proletarya partisine söyleyebileceği hiç bir şey olamaz. Çünkü bu partiler içinde ne üyelerin ne alt örgütlerinin ne belirlenmiş doğru dürüst hakları vardır, ne de tüzüklerde varolan haklara karşı yöneticiler en küçük bir saygı gösterirler. Feshedilen il ve ilçe yönetimleri, sağda solda gruplaşmalar ve hizipleşmeler, kongre oyunları, delegelerin para ya da mevki için alınıp satılmaları, bütün bunların da ötesinde kongrelerde sonucun üç-beş para-babasının ağırlığı tarafından belirlenmesi, bu partiler içinde var olduğu iddia edilen üyelik ve üye hakları gibi bütün “değerlerin” anlamsızlığının en açık kanıtıdır.
Bir burjuva partisinin, bir il ya da ilçedeki üyesinin, bir konuda muhalefeti, düşüncesini açıklaması için en olabilir olanak parti örgütünün çapıyla sınırlıdır. Çoğu zaman bir muhalife bu olanak bile tanınmaz. Demagog yaltakçılar o muhalif sesi orada boğarlar. Diyelim ki muhalif ya da muhalifler dişli çıktı da “görüşlerinde” ısrar etli. O görüşlerin yaygınlaşmasını engellemek için bütün çıkar grupları birleşir. O da olmadı, fikirler ilçe çapında yayıldı. Bu sefer il ya da genel merkez “uygun” bir bahaneyle onları tasfiye etmenin bir yolunu bulur. Az çok ülke politikasıyla ilgilenen, günlük basını izleyen birisi bu entrikaların, ancak burjuvaziye yakışacak “demokrasi” uygulamalarının sayısız örneklerini görebilir.
İşte burjuva partilerinin “demokrasi”, “kişisel özgürlük” dediği, bu; parti içinde hizipçilik, grupçuluk, entrika, kongre oyunları, fesihler, atamalar, birbirinin kuyusunu kazma özgürlüğüdür.
Bu türden bir özgürlüğün bütün burjuva partilerinde olması bir rastlantı değildir. Tersine bir zorunluluk, onların ayakla kalmasının ilk koşuludur. Çünkü onların temsil ettiği sınıf, değişik çıkar gruplarından meydana gelir. Bu çıkar gruplarının en kaim çizgileriyle birbirinden ayrılanları belki ayrı burjuva partilerinde örgütlenirler. Ama ne kadar küçük bir kesimi olursa olsun burjuvazi içinde çıkar çatışmaları ve gruplaşmalar durmaz. Tersine, daha da artar. Çünkü aralarında çıkar çatışması olmayan iki burjuva dünyanın hiç biri yerinde bulunamaz. Gerçi proletarya ve devrim karşısında büyük çoğunluğu hemen birleşir, ama bu onlar arasında çıkar çatışmasının durduğunu göstermez. Bu yüzden de her burjuva ve her burjuva grup, hangi önceden belirlenmiş “ilkeler” etrafında birleşirse birleşsin, onların o ilkelere saygısı kendi çıkarlarıyla çatışmadığı yere kadardır. Bu çatışma ortaya çıkar çıkmaz bayraklarını açarlar. Yerine göre; bazen kişisel bir başkaldırıya, bazen de bir grup oluşturarak kısa ya da uzun bir hedef için hizip örgütlemeye girişir. Diğerleri de aynı şeyi yaptığından, en azından ileride yapmak ihtiyacını duyacakları bilindiklerinden, bu tutumu hoşgörüyle karşılamak zorundadırlar. Bu hoşgörünün sınırı, o partiyi belirleyen burjuva çevrenin genel çıkarlarının sınırına kadardır. Bu sınır aşıldığı noktada, “disiplin kurulları” işler ve “kişisel özgürlük”, “parti içi demokrasi” lafları sadece kapı önüne konanların öfkeli ağıtlarının dizelerinden ibaret kalır.
Proletarya partisi için durum, tamamen farklıdır. Her şeyden önce proletarya partisinin temsil ettiği sınıfla burjuva sınıfı tamamen farklı yapıda sınıflardır. Gerçi proletarya içinde işçi aristokrasisi, sınıfın geri kalanlarıyla bir çelişme içindedir Ama proletarya partisi zaten ilke olarak işçi aristokrasisini kendisinin dışında tutmayı amaç edinmiştir. Ve bu yüzden de işçi aristokrasisi partileri proletaryanın devrimci partisiyle ne ideolojik, ne de örgütsel benzerlik göstermeyen burjuva reformcu, revizyonist partilerdir. Bu-partilerin işleyişi de klasik burjuva partilerinden farklı değildir.
Elbette proletarya içinde değişik katmanlar vardır: sanayi proletaryası, kır proletaryası, proleterleşme süreci yaşayan kır ve kentin yarı proleterleri gibi. Ama bunların nesnel bakımdan çıkarları sanayi proletaryası ile çelişme içinde değil, tersine tam bir uygunluk içindedir. Bu yüzden de proletarya partisi proletaryanın bütününün (artık proletaryadan çok burjuvaziye yaklaşan bir yaşam biçimini benimsemiş, ideolojik olarak da burjuvaziye bağlanmış işçi aristokrasisi dışında) temsilcisidir. Ve temsil ettiği çeşitli kesimler ve birer birer proleterlerin birbiriyle çıkar çatışması söz konusu değildir. Tersine bütün sınıfın çıkarı birleşmek ve mücadele etmektedir. Bu yüzden de proletarya partisinde hizipler ve grupların meşru görülmesinin, onlara propaganda özgürlüğü tanımanın hiç bir meşru temeli yoktur. Yine aynı nedenle gruplaşma ve hizipleşmelerin de meşru bir temeli yoktur. Bu yüzden de proletarya partisinin temci özelliklerinden birisi “hiziplerin varlığı ile bağdaşmayan” bir yapıyı öngörmesidir.
“Kişisel özgürlük” sorununa gelince; kişisel özgürlüğün burjuva partilerinde hiç bir anlamı yoktur. Çünkü bir çıkar grubu, bir aşiret ya da dinsel vb. bir grubu temsil etmiyorsa; bir kişiyi, hangi doğruyu savunursa savunsun, kimse ciddiye almaz. Burjuva partilerinde yer alıp da, “kendine has” tutumlar takınıp, ama kimseye bir şey anlatamadığı için arkasında bir “ad”dan başka bir şey bırakılmamış pek çok kişi vardır. Burjuva partilerin en kalabalık kitlesini meydana getiren emekçiler ise, ömürlerini kendi çıkarlarıyla taban tabana zıt burjuva partilerinin peşinde sürüklenmekle tüketen, delege ve seçim pazarının alınıp satılan, ama kendisine değil oyuna bir “değer” biçilen, “sürü”nün unsurlarıdır. Bunlar için ne parti içi demokrasiden, ne de “kişisel özgürlük”ten söz bile edilemez.
Proletarya partisi içinde “kişisel özgürlük” konusunda da tamamen farklı bir tutum vardır. Her şeyden önce proletarya partisinde kalabalık görünsün diye “kaydedilen” üyeler yoktur. Her parti üyesi partinin bir organında görev almak zorundadırlar. Her üye organın ve partinin, eşit haklara sahip, bir unsurudur. Bu yüzden de ister organın gündemindeki, isterse partinin gündemindeki her sorunda düşüncesini belirtmek, bu düşüncesini başkalarına da kabul ettirmek için çaba göstermek hakkına sahiptir. Bu sadece bir hak değil, parti içinde yeni fikirlerin üretilip zenginleştirilmesi için, bir görevdir de. Parti içinde herhangi bir değişik görüşün bastırılması, bu görüşün yaygınlaşmasının önlenmesi diye bir sorun olamaz. Parti içinde yanlış bir düşünceye karşı düşünceyle bir mücadele yürütülür. Yeter ki, farklı düşünceyi savunan eylemde partinin birliğini bozmasın, yığınlara karşı “kişisel görüşlerini” değil, parti çoğunluğunun benimsediği, parti görüşünü savunmaya devam etsin, partinin tek sesliliğini ihlal etmesin. Farklı görüşlere karşı “örgütsel önlemler” sadece bu görüşler etrafında gizli gruplaşmalar, hizipler örgütlenmeye başladığı zaman söz konusu olabilir ki; bu da proletarya partisinin gerçekten bir devrimci komünist partisi, proletaryanın “genelkurmayı” olmasının zorunlu koşuludur.
Kısacası; burjuva propagandacıların iddialarının aksine, burjuva partilerinde lafta bir demokrasi, buna karşın hizipçilik, kişisel ve grupsal çıkar çatışması varken, proletarya partisinde üyeler bütün görüşlerini özgürce tartışabilir, parti içinde yayıp savunabilirler. Bu bakımdan da proletarya partilerinin üyeleri burjuva partilerinin üyeleriyle kıyaslanamayacak bir özgürlük ortamında kararların ve politikaların oluşturulmasında, sınırsız rol sahibidirler. İşte proletarya partisinin demir disiplini; bu, üyelerin tam hak eşitliği ve kararların oluşturulmasına sınırsız (sadece gizlilik koşullarının sınırladığı bir sınırsızlık olarak anlatılmalıdır) bir katılım üstünde yükselir. Parti içi böylesi canlı bir yaşam gerçekleştiği ölçüde proletaryanın partisi adına layık bir işlevi yerine getirebilir. Kaldı ki; yığınlara yönelik çalışmada da bu canlı yaşamın uzantısı olarak mahalli parti örgütleri, taban örgütleri ve birer birer üyeler kararların yaşama geçirilmesinde kendi yaratıcılıklarını da kalan inisiyatifli birer mücadele odağı rolü oynarlar, oynamak zorundadırlar. Proletarya partisini, bütün burjuva partilerinde ayıran bu sorunu bundan sonraki yazılarımızda ele alacağımızdan burada sadece vurgulamakla yetiniyoruz.
Bütün söylenenlerden şu çıkar: burjuva partilerinde demokrasi tıpkı burjuva demokrasisi gibi seçkinler için “demokrasi”den ibarettir ve sahte bir demokrasidir. Proletarya partisindeki demokrasi ise, proleter demokrasi gibi bütün parti örgütleri ve bütün üyeler içindir ve gerçek demokrasidir.

Kasım 1991

Gençlik mücadelesi ve bazı dersler (2)

Bu yazının birinci bölümünde gençlik mücadelesinin 1968’e gelen ana çizgileri üstünde durmuş, sonraki yıllarda mücadelenin gidişatını önemli ölçüde etkileyecek olan eğilimlere değinmiştik.
Bu bölümde, “1968 gençlik hareketi” olarak dünya ölçüsünde ünlenen mücadelenin Türkiye ile ilgili yanma değinip, bu dönemin günümüz açısından önem taşıyan özelikleri üstünde duracağız. (’68 eylemleri olarak bilinen gençlik eylemleri, Avrupa ve Amerika’da kısa bir sürede bastırılmasına karşın, Türkiye’de 1971 12 Mart darbesine kadar sürmüştür. Bu yüzden de burada biz, dönemi 1968’le sınırlı tutmayıp, 4 yıllık dönemin bütününü inceleyeceğiz. Yazı içinde de birer birer olaylar söz konusu olmadıkça, “1968” derken bütün bu 4 yıllık dönemi niteleyeceğiz.)

1967’DEN 1971’E GENÇLİK MÜCADELESİ

1966’dan itibaren uç vermeye başlayan, 1967’de şekillenen ve 1968’den itibaren devrimci, kitlesel ve bağımsız bir nitelik kazanarak ilerleyen gençlik mücadelesi, iniş çıkışlarla, zaaflarının ve olumluluklarının giderek daha açık bir biçimde ortaya çıkmasıyla birlikte 12 Mart darbesine kadar sürer.
Türkiye gençlik mücadelesinin en kitlesel ve en yoğun mücadelelere sahne olan bu dönemi, kuşkusuz sayısız derslerle dolu olan bir dönemdir. Bu yüzden de üstünde özel olarak durmayı hak eder.
Döneme bir bütün olarak bakıldığında, kendisini önceki ve sonraki gençlik mücadelelerinden ayıran iki önemli özellik çok açık görülür. Birincisi; mücadelenin kitleselliği, ikincisi ise; öne çıkan bir anti-emperyalizm ve ona bağlı bir anti-faşist mücadele.
1968’in “arka plan”ı
Yazımızın bir önceki bölümünde, 1968’e gelen süreçte ortaya çıkan örgüt biçimleri ve anlayışlar üstünde durmuştuk. Ama bütün bu gelişmelere dayanak olan, daha doğrusu yığınların mücadeleye çekilmesine zemin olan yan üstünde durmamıştık. Bu yüzden de burada öncelikle bu yan üstünde duracağız.
Döneme bakıldığında iki tip gençlik örgütünün var olduğu görülür: Birincisi, daha çok çeşitli siyasi eğilimlerdeki öğrencilerin içinde yer aldığı anti-faşist, anti-emperyalist bir “program” etrafında biçimlenmiş (FKF, DÖB ve daha sonra da Dev-Genç) siyasal nitelikli gençlik örgütleri. İkincisi ise, çeşitli üniversite, fakülte ve yüksek okullardaki öğrenci dernek ve birlikleridir.
Bugünden bakıldığında siyasal türden örgütlerin ön planda olduğu görülürse de, soruna daha yakından bakıldığında bu siyasal gençlik örgütlerinin asıl gücünün birimlerde örgütlü olan akademik nitelikli gençlik örgünlerinden geldiği daha iyi fark edilir.
Şöyle ki;
Bu dönemde, fakülte ve yüksek okullardaki öğrenci dernekleri kitleseldir. Bütün öğrenciler, daha üniversiteye kayıt yaptırırken aynı zamanda derneğin de üyesi olurlar. Bu durum dernekleri her öğrencinin gözünde meşru ve kendisinin bir örgülü olduğu imajını güçlendirirken, demeğin saygınlığını da artıran bir etken oluyordu. Demokratik bir biçimde gerçekleşen kongrelere öğrenci kitlesinin oldukça büyük bir kesimi katılıyor, yönetimler belirli görüşler arasında bir mücadele ile oluşuyordu. Sadece bir kongre gününün değil, bir kaç aylık bir zaman dilimine yayılan kongre çalışmaları boyunca tartışmalar, öğrenci gençliğin kitap, ders, sınıf geçme sorunlarından ülke ve dünyadaki gelişmelere kadar uzanarak derinleşiyordu. Sonuçta öğrenciler kongrede, tartışmalar içinde oluşan görüşler doğrultusunda, oy kullanarak yönetimleri belirtiyorlardı. Kongreden sonra muhalefetle kalan görüş, bir yıl sonraki kongreyi almak için kendince bir muhalefet sürdürüyor, ama derneğin aldığı kararlar ve yaptığı çağrılara da uymak zorunda kalıyordu. Aksi halde, yığınların gözünde, meşruiyetini yitireceğini düşünüyordu.
Öğrenci derneklerinin böylesi kitlesel ve demokratik işleyişinden en çok devrimciler yararlandılar. Çünkü varolan düzenin hiç bir şey vaat etmediği gençlere, onlar yeni bir şey söyleme olanağına sahipli. Dahası gençliğin taleplerinin en radikal savunucularıydılar ve gençlerle doğru bağlar kurup geliştirme becerisini gösterdiler. Bu yüzden de, 1960’lann ortalarında sosyal demokratların, cuntacıların ya da dinci-faşist çevrelerin ellerinde bulunan dernek yönetimleri bir kaç yıl içinde büyük çoğunlukla devrimcilerin denetimine geçti. Sosyal demokratlar kısa zamanda varlıklarını yitirerek tecrit olurken (Kimi yüksek okullarda Fikir Kulüplerini örnek alarak Sosyal Demokrasi Derneklerini kurdular ve tecritlerini tescil etmiş oldular.) kongrelerde bir muhalefet grubu olma şansını bile yitirerek devrimci harekelin peşinden sürüklendiler. Giderek sosyal demokrat olduklarını bile inkâr eden bir konuma düştüler. Dinci-faşist çevreler ise; yöneticiler ve hükümet desteğini arkalarına almalarına karşın yükselen öğrenci mücadelesi karşısında tutunamadılar. Ellerindeki yönelimlerin bir bir düşmesi karşısında okul binalarındaki dernek oda ve lokallerini kilitleyip ortada görünmemeyi yeğlediler. Bunlardan birçoğu fiilen devrimci öğrencilerin eline geçti ve fiili yönelimlerle sürdürüldü. Öğrenci kitlesi içinde iyice tecrit olan dinci-faşist çevreler, dernek yönetimini elinde tutmak için, gazetelere gerçekle olmayan adreslerde kongre ilanı verip, polisle anlaşarak, hamamda, minibüste ya da bir evde gizlice “kongre” yaparak derneğin resmi temsilcileri olmayı sürdürmeye çalıştılar. Böylesi komik yöntemlerle varlık olarak kalma onları daha da tecrit etli, kimsenin ciddiye almadığı küçük gruplara dönüştürdü. (Dinci-faşist çevreler çoğu zaman derneğin kongre ilanını hiç okunmayan bir mahalli gazeteye veriyorlardı. Öğrenciler bunu bir biçimde öğrenip verilen adrese gittiklerinde; boş bir arsa, ya da lalettayin bir ev, bir işyeriyle karşılaşıyorlardı. Bir süre sonra da kongrenin bir hamam, bir kahve, hareket halinde bir minibüste ya da benzer bir biçimde ilgisiz bir yerde yapıldığını öğreniyorlardı. Devrimcilerin yaptıkları kongrelerde kılı kırk yaran hükümet komiserleri gericilerin bu sahte kongrelerini hemen onaylayarak derneklerin işlemez hale gelmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu durumda bile, asıl dernek yönetimi devrimci gençlerin ellerine geçiyor, idare de ister istemez fiili yönetimlerle muhatap olmak zorunda kalıyordu.)
Devrimci öğrencilerin başarısı iki nedene dayanıyordu: (1) Devrimci öğrenciler, öğrenci derneklerini birer birim örgütü olarak ciddiye alıyorlar, demek içinde aktif görevler alarak öne çıkıyorlar, gençlik mücadelesine yan çizen yönelimlere karşı yığınların taleplerinden, kalkan bir mücadele yunuyorlardı. (2) Öğrenci gençliğin akademik taleplerini küçümsemiyorlar, yığınları bu talepleri doğrultusunda ayağa kaldırarak gerici yönetimlerin niyet ve tutumlarının açığa çıkmasını sağlayabiliyorlar, dahası izlenen devrimci bir eylem çizgisiyle gerici yönetimleri tecrit ediyorlardı. Burada asıl dayanak gençliğin istemlerini bilmek ve onların ruh hallerini kavrayarak gidebilecekleri yere kadar onlarla yürümekti. Bu yürüyüş çoğu zaman önceden kestirilemeyecek kadar ileri bir noktaya varıyordu.
Devrimci öğrencilerin, öğrenci taleplerine içten sahip çıkmaları ve öğrenci dernekleri içinde yürüttükleri faaliyet, onların geniş öğrenci yığınlarını mücadeleye çekmesinde başlıca dayanak oluyordu. Bu durum, akademik mücadeleye kitlesellik kazandırırken, aynı zamanda da DÖB, FKF ya da Dev-Genç’in genişlemesi için sınırsız bir kaynak oluyordu.
Öte yandan devrimci gençler, öğrenci gençlik içinde yoğun bir anti emperyalist ajitasyon yürütüyorlar, dahası öğrenci talepleriyle anti-emperyalist talepleri birleştirerek geniş kesimleri anti-emperyalist talepler doğrultusunda harekete geçirerek öğrenci yığınlarının devrimci siyasi bilinçle hızla donanmasına da özel önem veriyorlardı. Bazen bir eylem çok basit bir akademik taleple başlıyor, ama kısa zamanda anti-emperyalist, anti-faşist bir gösteriye dönüşebiliyordu. Ya da anti-emperyalist amaçlı bir eylem içinde okul idaresine karşı talepler de yer alıyordu.
Örneğin, ünlü 1968 üniversite işgalleri, akademik taleplerle başlamıştı. Başlangıçta öne sürülen talepler üniversitelerde yönetime katılma, derslerin sayı ve türlerinin belirlenmesinde öğrencilerin de söz sahibi olması, öğrenim koşullarının iyileştirilmesi ve okullardaki sosyal hizmetlerin ihtiyaca yeter bir düzeye getirilmesiydi. Ama polis ve hükümetin baskılan ile eylemin kapsamı genişlemiş, anti-emperyalist ve demokrasi talepleri haykırılarak işgaller sürmüştü.
Kısaca söylenecek olursa; dönemin öğrenci gençlik mücadelesinin arka planında, geniş öğrenci yığınlarını kucaklayan öğrenci dernek-birlikleri ve bu dernekler içinde faaliyet gösteren devrimci öğrencilerin öğrenci taleplerine sahip çıkışı ve öğrenci yığınlarını harekete geçirmek için gösterilen çaba vardır.
Bu neden belki öğrenci hareketini açıklar ama dönemin yüksek anti-emperyalist mücadele düzeyini açıklamaz. Bu yüzden de arka planı açıklamak için burada bir etken, ama çok önemli bir elken üstünde durmak gerekiyor. Bu etken ise; yazımızın birinci bölümünde değindiğimiz Küba ve Vietnam devrimlerinde uçlaşan, bütün dünyada esmekte olan anti emperyalist fırtınadır.
Tepeden tırnağa silahlı emperyalist orduların dünyanın çeşitli köşelerindeki ulusal kurtuluş mücadeleleri karşısında geri adım atması, Vietnam halkının ABD’ye karşı yürüttüğü kahramanca mücadele, sadece geri ülkelerin gençliğinin gönlünü fethetmekle kalmamış, emperyalist ülkelerin gençliğini bile etkilemişti. ABD’den Fransa’ya, Kanada’dan Almanya’ya, İsveç’e kadar bütün büyük kapitalist ülkelerin gençliği, kapitalizmde gelecek görmeyerek, onu reddeden bir tutum içindeydi. On binlerce genç anti-kapitalist sloganlar haykırarak, Che, Ho Şi Minh posterleriyle sokaklara dökülmüştü. Vietnam’da, Vietnamlılara karşı savaşan ABD askerleri ABD’nin büyük kentlerinde de kendi gençlerine karşı silah kullanıyor, Fransa’da, Almanya’da polis göstericilerle başa çıkamayınca askerle müdahale ediyordu. Özellikle gösterilere işçi yığınlarının da katılması Fransa’da De Gouelle’ün istifasına varan siyasi gelişmelere yol açtı. Ne var ki, Batı’nın revizyonist komünist partileri gençlerin kapitalizme tepkilerini ve anti-savaş tutumlarını desteklemek yerine düzenin saflarına geçerek gençleri, anarşizm, goşizmle suçlayarak mücadeleyi arkadan hançerliyorlardı. Öndersiz gençlik yığınları, bir yandan tavizlerle, bir yandan polis baskısıyla denetim altına alındılar ve Batı’daki gençlik mücadelesi nispeten kısa bir dönemde “uysallaştırılabildi.”
Burjuva ideologlar ve politikacıları, komünist partilerin aymazlığı karşısında, kendi dünyalarına karşı olan bu devrimci gençlik başkaldırısını bile lehlerine çevirdiler: komünist partileri ve onların etkinliğindeki işçi sınıfının gençlik mücadelesine sahip çıkmamasını bahane ederek, “yeni sınıf kuramları geliştirmeye koyuldular. “Artık işçi sınıfı devrimci değildir, asıl devrimci olan gençliktir” görüşü etrafında çeşidi kuramlar icat ettiler, sözde ilerici, “derin” tezler geliştirdiler.
Batı gençliği içinde kapitalizme karşı bir güvensizlik, 2. savaş sonrası sosyalizmin başarılan sonucu olarak, zaten vardı. Ama gençler bunu, kapitalizmin nimetlerini, onun aile, mülkiyet ve çıkar ilişkilerini reddederek gösteriyorlardı. “Hippilik”,” komünal yaşam” biçimindeki pasifist direnişler, “asi gençlik çeteleri” kurup amaçsız bir serseri yaşamı sürmek, “sapkın mezheplere” katılmak gibi tulumlarla kapitalizme ve onun öğütlediği yaşam tarzına sırt dönüyorlardı. Bu tepkiyi biçimlendiren ve 68’de patlamasına yol açan dünya üstündeki anti-emperyalist cereyandı. Ama bu cereyanın etkisi sadece gelişmiş kapitalist ülkeler gençliğini değil, geri kalmış ülkelerin gençliğini de derinden etkiliyordu. Üstelik geri kalmış ülke gençliklerinin ayaklanmak için batı gençliğinden çok daha fazla nedenleri vardı. Bu yüzden de Türkiye’deki gençlik mücadelesi anti-emperyalist mücadelelerden Batı gençliğine göre farklı bir etkilenme içine girdi ve geniş gençlik yığınlarının anti-emperyalist mücadelesi daha keskin, daha uzun soluklu ve yüzü sosyalizme daha fazla dönük bir mücadele oldu. İşte ‘68 gençlik mücadelesinin arka planını oluşturan ikinci etken bu anti-emperyalist cereyandı.
Akademik talepler için ayağa kalkan gençlik yığınları bütün dünya gençliğini de derinden etkileyen anti-emperyalist eğilimle birleşince fırtınalı bir gençlik mücadelesi dönemini açmış oldu. İşgaller, boykotlar, mitingler, gösteriler, fabrika ve toprak işgallerine destek, grev ve küçük üretici gösterilerine katılma dönemiydi bu dönem. Bir kuşak öğrenci gençlik bu mücadele içinde yetişti. Öndersizlik ve egemen sınıfların terörü karşısında bazen sağa bazen sola savruldu, ama bugünün gençliğine de değerli bir deneyim hazinesi bıraktı.
68 gençlik mücadelesi ve Dev-Genç
Bu yazının bir önceki bölümünde Dev-Genç’in oluşumuna gelen süreç içinde FKF ve DÖB gibi iki farklı geleneğin ortaya çıktığını, Dev-Genç’in de bu iki farklı eğilimi içinde birleştiren bir örgüt olarak biçimlendiğine vurgu yapmıştık. Burada bu farklı eğilimlerin Dev-Genç içindeki gelişim süreci üstünde duracağız. Ama öncelikle de, dönemin gençlik mücadelesinin daha önce yeri geldikçe değindiğimiz kimi özelliklerine gençlik mücadelesinin geliştiği ülkedeki siyasi koşullara kısaca göz atmakta yarar olacaktır.
1960’ların ortalarından itibaren kendisine sosyalist diyen eğilimler kutuplaşmaya başlamıştı. Bir taraf TKP geleneğinin sürdürücüsü durumundaki reformist-parlamentarist TİP etrafında toparlanırken diğer taraf MDD tezini savunuyordu. M. Belli’nin başını çektiği cuntacı-revizyonist MDD’nin önde gelenleri TİP’e tepki gösteren gençliğin ileri unsurlarına çengel atmak için onların mücadelesini onaylar bir tutum takındılar ve bir kaç yıl süreyle de bu devrimci gençlik kesimlerini peşlerinden sürüklemeyi başardılar. 1968’lere gelindiğinde gençlik mücadelesi içinde yer alan ileri gençler MDD etrafında toplanmış bulunuyorlardı. Gerçekte ortada sosyalist terminolojiye bulanarak kaleme alınmış Kemalist-cuntacı bir tek MDD tezi olduğu halde, aynı tezi benimsediğini öne süren ama değişik mücadele anlayışlarına sahip bir kaç eğilim vardı. Bu yüzden de görünüşte bir bütünlük var gibi görünmesine karşın gerçekle kısa bir süre sonra birbiriyle uzlaşamayacak eğilimler bir arada bulunuyordu. Kaşarlanmış MDD’cilerin herkesin nabzına göre şerbet vermesi durumu iyice karmaşık hale getiriyordu. Örneğin, Aydınlık sayfalarında, Doğu Perinçek ve yandaşı Şahin Alpay 6-7 Haziran olaylarını “anarşist bir eylem”, “anayasa sınırlarını çiğneyen bîr eylem” olarak lanetlerken, M. Belli eyleme övgüler dizip gençlerin gönlünü kazanmaya çalışabiliyordu. M. Beli gibi eski, D. Perinçek gibi “yeni” revizyonistlerin bütün sağa çekme çabalarına karşın gençlik önderleri nispeten kısa sürede kendi yollarını buldular. Bu sağcı, reformist, cuntacı çabalara tepki olarak kendilerine Che, Kastro, Marigella gibi küçük burjuva devrimcilerini önder seçtiler ve onların görüşleri doğrultusunda bir mücadele çizgisini benimsediler.
1960 ortalarından itibaren açıkça ayrışma sürecine giren TİP-MDD saflaşmasından ikinci saflaşma, 1969 sonlarında reformcu-devrimci ayrışması biçiminde gerçekleşen Perinçek ve yandaşlarının ayrışması oldu. Cuntacılıktan reformculuğa her konuda Perinçek’le aynı görüşlere sahip M. Belli ve yandaşları ise; basit bir ticari hesap yaparak Perinçek’i yarı yolda bırakarak devrimci gençlik önderlerinin safında bir yıl daha kalmayı başardılar. ‘70 sonlarına doğru ise; M. Belli tutumunu nihayet açıkça ortaya koyarak, “sol” cuntaya oynayan tulumunu açığa vurdu. Aynı zaman dilimiTHKO ile THKP-C ayrışmasının da süreciydi ve sonraki yıllar mücadelesine damgasını vuracak bir gelişme olması bakımından da ayrıca önem taşır.
Kısaca söylemek gerekirse, MDD’ci teorisyenler için gençlik toplumun “zinde güçlerinden” birisiydi, (diğerleri ordu ve aydınlar). Bu yüzden de sonraki yıllarda gelişen mücadeleyi de önemli ölçüde etkileyecek gelişmeler ve saflaşmalar en canlı biçimde gençlik içinde yaşandı. Bunun olumsuz etkilerine biraz aşağıda değineceğiz.
Öte yandan 60’lı yılların sonu işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin ülke tarihinde ilk kez sokağa taştığı yıllardı. Fabrika işgalleri, grevler, gösteriler anti-faşist, anti-emperyalist eylemler ve toprak işgalleri, üretici gösterilerinin son derece yaygın olduğu yıllardı. Bu durum devrim tutkusuyla yanan öğrenci gençler için ayrı bir coşku etkeniydi. Devrimci gençlik saflarına katılan her genç, işçi, köylü ve diğer emekçilerin mücadelesine katılmak için, belki bugün acemice sayılacak, yol ve yöntemler bulmaya çalışıyor, buluyordu da. En önemlisi de bu katılış çok içten ve hiç bir günlük çıkar gözetilmeden gerçekleşiyordu. Bir fabrika işgali o gün en azında derslerin boykot edilerek desteklenmesi biçiminde bir gelişmeye yol açarken, uzak bir köydeki toprak işgaline destek vermek için onlarca öğrenci yüzlerce kilometre yol kat etmeyi göze alabiliyordu. Başlayan bir grev ya da işgal edilen bir fabrikanın ilk ve sonuna kadar ısrarlı ziyaretçileri öğrenci gençler oluyor, bir kaç işçiyle yaptığı sohbet ya da onlara yaptığını düşündüğü yardımın hazzıyla coşuyorlardı. Hele işçiler onların anlattığı kitabi bilgiler doğrultusunda bir şeyler söylemişse bu coşku bildiriler ve bültenlerle bütün öğrencilerle paylaşılıyor, gelecek güzel günlere ve işçi sınıfının devrimci niteliklerine güven yeniden yeniden tazeleniyordu.
Kısacası devrimci düşünceyi yeni yeni, Marksist klasiklerden ve Marksizm’in çeşidi yorumcularının kitaplarından öğrenmeye başlayan gençler bu güzel dünyayı işçi ve emekçilerin dünyasında bulmaya çalışıyor, bu yüzden de emekçi sınıfların mücadelesine içten, sıcak bir ilgi duyuyorlardı. Hiç kuşkusuz bu yöneliş son derece olumluydu, ama bu yönelişi değerlendirip disipline edecek, çabaları, deneyimleri biriktirip yönlendirecek bir sınıf partisi yoklu. Bu iddiayla ortaya çıkanlar ise genç devrimcilerde hayal kırıklığı ve karamsarlık yanmaktan başka bir işe yaramıyorlardı. Süreç ilerledikçe bu durum, devrimcilikte ısrar edecek kadar bir bilinç ve inanca sahip olanları yığınlardan kopuk bir eylem çizgisine sürüklerken, henüz bu bilinç düzeyine varmayanları ise lümpenlikten, düzenle bütünleşmeye yönelmeye varan değişik tutumlara itti.
İşte Dev-Genç bütün bu gelişmelerin yaşandığı bir laboratuar işlevini yerine getirdi.
Dev-genç, 1969 ortalarında kurulduğunda, doğal olarak heterojen yapılı bir gençlik örgülüydü. İçinde değişik siyasi eğilimleri barındırıyordu. Ve gençlik mücadelesi içinde yer alan hemen bütün ileri unsurlar Dev-Genç’in çatısı altındaydı. Bu durum ona öğrenci gençlik içinde önemli bir saygınlık kazandırıyordu. Dahası devrimci öğrenci gençlik mücadelesi ilk kez bu ölçüde merkezileşebilmişti.
Dev-Genç ikili bir yapı üstüne oturuyordu. Birincisi, Merkez Yürütme Kurulu ve belli başlı üniversitelerin bulunduğu kentlerde Bölge Yürütme Kurulları ve üniversitelerde yasal statüye sahip olmayan üyelerden oluşan gruplar. İkincisi ise fakülte ve yüksek okulların Dev-Genç’li öğrencilerin yönetimde etkin oldukları dernekler. Bu, ikinci kategorideki derneklerin, elbette yasal bakımdan Dev-Genç’le bir ilişkisi yoktu, ama politik çizgi ve mücadeleye katılma doğrultuları Dev-Genç’le paraleldi. Buna karşın bu dernekler, Dev-Genç’in öğrenci gençlik mücadelesi içinde faaliyetinin, gençlik yığınlarını seferber çimenin en önemli dayanaklarıydılar.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, öğrenci derneklerinin yönelimlerinin devrimci öğrencilerin yönetimine geçmesi Dev-Genç’in resmen kuruluşunun öncesindeki süreçte gerçekleşmişti. Bu yüzden de Dev-Genç resmen kurulduğunda geniş gençlik yığınlarını harekete geçirebileceği mekanizma da hazırdı. Kuruluşunun başında Dev-Genç bu mekanizmayı olumlu bir biçimde değerlendirdi ve yığınsal öğrenci eylemleri ve anti-emperyalist gösteriler düzenleyebildi.
Dev-Genç bir öğrenci örgülüydü. Hem dayandığı kitle hem de amaçları bakımından perspektifi öğrenci gençlik mücadelesiyle sınırlıydı. Ama yukarıda da belirtildiği gibi fiili durumu bir blok partisi gibiydi. Ve değişik siyasi eğilimlerin dolaysız çatışma alanıydı. Daha kurulduğu andan itibaren de bu olumsuz etken kendini duyuruyordu. Kısa süre sonra, bu etken Dev-Genç’i asıl uğraşından alıkoyacak kadar belirleyici olmaya başladı. Yönetim düzeyindeki parçalanmalar en alt tabana kadar hızla etkili oldu. Grupçuluk, adam kollama, öğrencilerin taleplerinin küçümsenmesi, öğrenciliğin küçümsenip yanlış bir profesyonellik anlayışının yüceltilmesi, Dev-Genç adının fetişleştirilip yığınların, taleplerinin görmezden gelinmesi vb. eğilimleri hızla güç kazandı.
Öte yandan polisin öğrenci gösterilerine karşı baskısını artırması ve önder öğrencileri öldürmeye varan tutumu ve gerici-faşist öğrenci çevrelerinin hükümet ve polis tarafında kışkırtılması, dincilerin “toplu namazlardan” sonra öğrencilere, üniversite binalarına saldırmaya varan eylemleri, öğrenci derneklerinin gericilerin polis desteğinde sahte kongrelerle resmen iki başlı hale getirilip kapatılması ya da işlemez hale getirilmesi, Dev-Genç’in yığınların taleplerini göz ardı eden, onların nabzını gözetmeyen tutumuyla birleşince Dev-Genç giderek varlığının nedeni olan öğrenci yığınlarından kopmaya, yer yer de yığınlara karşı bir konuma düşmeye başladı. Bu durum gericilerin ve polisin işini kolaylaştırdı; polisin baskısı arttıkça da yığınlarla ileri öğrenciler arasındaki bağ aşındı.
70′ ortalarına gelindiğinde Dev-Genç öğrenci gençliği temsil yeteneğini önemli ölçüde kaybetmişti. Bu yapısında da artık açıkça görülür hale gelmişti.
Her şeyden önce, DÖB’den söz ederken değindiğimiz, öğrencilerin taleplerini içten benimseyip, onlar için yığınları mücadeleye çeken, anti-emperyalist ve anti-faşist talepler için yığınların nabzını elinde tutan gençlik önderi tipi, yerini, öğrencilikle hiç bir ilgisi kalmamış, öğrencilerin taleplerini küçümseyen, öğrenci derneklerini yığınları harekete geçiren bir mekanizma değil parası ve olanaklarından yararlanılan, küçümsenen örgütler olarak gören, kendisini sözde profesyonel devrimciliğe atamış, ama bütün gününü kantin köşelerinde laklakla geçiren, öğrencileri ‘hot-zot’la hizaya getirmeyi iş edinmiş, arada bir korsan gösteri ya da bireysel kimi eylemlere katılarak kendisini tatmin eden “yeni” bir “devrimci genç” tipi Dev-Genç’e egemen olur hale gelmişti. Bu yığınlardan kopuk sözde profesyonellik kendisini profesyonellik yozlaşması olarak ortaya koydu: Asık surat, herkese tepeden bakma, sıradan öğrencileri küçümseme, öğrenci taleplerinin yerine kendi kafasındakileri geçirme, asalaklık, zorbalık, dedikoduculuk, ilIegalitecilik oynayarak etrafa hava atmak, ahlaki çöküntü vb. vb. gibi.
‘68-69’la ‘70 kıyaslandığında eylemlerde de önemli farklılık görülür: ‘68-69 eylemlerinin niteliğini belirleyen, her şeyden önce (akademik olsun anti-emperyalist eylemeler olsun) kitleselliğidir. Bu eylemlere geniş kitleler katılırken, katılmayanların da gönül desteği vardır. ‘70 ortalarından itibaren bu durum değişir, daha küçük grupların, çoğu kez de Dev-Genç üyelerinin bile bir bölümünün katıldığı korsancılık, göstericilik asıl eylem biçimi olarak ortaya çıkar. Öğrenci boykotları bile bir kaç kişinin verdiği kararla uygulamaya sokulan, yer yer zorun da içine girdiği yöntemlerle hayata geçirilen eylemler olur. Kitleleri harekete geçirmenin yerini göstericilik, yığınların talepleri yerini Dev-Genç’in adının reklâm edilmesi alır. Burjuva basını, devrimci gençlik hareketini kendi lehlerine kullanmak isleyen cuntacılar bu eğilimi kışkırtırlar. Bu durum geniş öğrenci yığınları içinde hoşnutsuzluğu artırıcı, Dev-Genç’in saygınlığına gölge düşürücüdür. Ama bu gerçek görülüp doğru bir yönelişe girmek yerine öğrencilerin kaypaklığı, küçük burjuvalığı, “küçük burjuvazinin güce taptığı” vb. gibi genel saptamalarla zevahiri kurtarmak yolu seçilir. Çünkü “yeni” devrimci tipin sosyal konumu buna uygundur. Onlar, yığınları kazanmak için sürdürülmesi gereken her günkü ajitasyon faaliyetiyle uğraşamayacak kadar “meşgul”dürler, değerli zamanlarını küçük-burjuva öğrencileri ikna etmek için harcamak “devrime” zarar verirdi!
12 Mart darbesiyle gençliğe karşı girişilen yıldırma kampanyasında ise, bulundukları mevziiyi terk edip “uslu öğrenciler” olarak “fırsatı” değerlendirenler, okulları bitirip düzene uyum sağlamaya ilk yönelenler bu sözde profesyoneller oldu.
Dönemin gençlik mücadelesi ve örgütlenmesinin başlıca özellikleri
‘68 dönemi, kendisinden önceki ve sonraki yıllarla kıyaslandığında şunlar söylenebilir;
1) Bu dönemin gençlik eylemi kendisinden önceki ve sonraki dönemlerde hiç olmadığı kadar kitleseldir. Gerek akademik gerekse anti-faşist, anti-emperyalist gençlik eylemlerine öğrenci kitlelerinin büyük çoğunluğu katılmıştır. Döneme damgasını vuran, militan öğrenci önderleri ve sonradan bunlar tarafından oluşturulan Dev-Genç’tir. Özellikle Dev-Genç’in kurulmasından itibaren öğrenci gençlik mücadelesi az çok bir merkezdik kazanarak politik bakımından da etkisini yaygınlaştırmıştır. 1969-70 yıllarında öğrenci gençlik ve kamuoyu gözünde saygın bir yere sahip olmuş, ‘70 ortalarından itibaren de saygınlığını yitirdiği bir sürece girmiştir.
2) Öğrenci kitlelerinin asıl örgütlendiği örgütler öğrenci dernek ve birlikleri olmuştur. Yönelimlerin devrimcilerin denetimine geçmesinden sonra bu örgütler, “çaylar”, “tanışma toplantıları” düzenleyen kurumlar olmanın ötesine geçerek, öğrenci yığınlarını akademik ve siyasi mücadeleye çekmenin araçları olarak son derece önemli ve olumlu bir rol oynamışlardır. Dernek ve birlikler, öğrenci taleplerine sırtlarını dönmedikleri ve öğrenci yığınlarıyla bağlarını koparmadıkları her yer ve zamanda bu işlevlerini başarıyla yerine getirirken, taleplerden değil de masa başında belirlenen “ihtiyaçlardan” kalkılmasının alışkanlık haline getirildiği her yer ve dönemlerde ise işlevlerini yitirmiş, Dev-Genç’in göstermelik şubelerine dönüşmüşler, böylece de kendilerinden beklenen yarar elde edilememiştir.
Dev-Genç’in yığın harekelini kucaklaması da, yukarıdaki duruma bağlı olarak, başarılı ya da başarısız olmuştur. Dernek ve birliklerin işlevsizleştiği yerlerde Dev-Genç de etkinliğini yitirerek bir avuç devrimci gencin “örgütüne”, gençlik mücadelesi de salt devrimci gençlerin gösterilerine dönüşmüştür.
3) Bu dönemde gençlik mücadelesi yüksek öğrenim gençliğinin katıldığı bir mücadele biçimindedir. Gerçi çeşidi il ve ilçelerde kültür dernekleri ya da devrimci gençlik dernekleri gibi mahalli örgütlerde ortaya çıkmıştı, ama bunların emekçi gençliğe yönelik bir çalışmaları olmadığı gibi Dev-Genç’le örgütsel bir ilişki içinde değillerdi. Dahası Dev-Genç, işçi grevlerine ve gösterilerine, toprak işgallerine ve üretici mitinglerine yakın bir ilgi gösteriyor ve bunlara katılıyordu; hatta kendisi grev ve mitingler örgütlemek için çalışıyordu, ama işçi ve köylü gençliği örgütlemek gibi bir amaç taşımıyor, onların talepleri etrafında bir mücadele örgütleme perspektifine sahip değildi. Bu yüzdende Dev-Genç bütün popülerliğine karşın devrimci-demokrat, anti-emperyalist bir yüksek öğrenim gençliği örgütü olarak kaldı. Bunu aşmak için de hiç bir çaba göstermedi. Çünkü o dönemde böyle bir perspektif yoktu gençlik mücadelesi içinde.
Bu küçük burjuva temel Dev-Genç’in başlıca zaaflarından biri olarak kaldı ve sonraki yıllarda da bu miras, özellikle THKP-C’nin çeşitli fraksiyonları tarafından, yüceltilip teorileştirilerek sürdürüldü. Bugün de sürdürülüyor.
Liseli gençlik içinde de yer yer kıpırdanmalar vardı, ama bunlar, bu dönemde, Dev-Genç’in ilgisi ve ilişkisi dışındadır.
4) Dev-Genç’in de, öncesi gençlik mücadelesinde olduğu gibi, en büyük handikabı işçi sınıfının partisinin yokluğu, onun yol göstericiliğinden yoksun olmasıydı. Gençler yollarını el yordamıyla kendileri bulmaya çalışıyordu. Yine dönemin bir özelliği olarak, Dev-Genç’in kendisi her bakımdan bir öğrenci gençlik örgütü olmasına karşın, bir gençlik örgülünden çok, bir “gençlik partisi” gibi hareket ediyordu. Öte yandan da çeşitli siyasi eğilimlerin çatışma alanıydı.. Bu koşullarda; cuntacı, revizyonist ve reformcu teorisyenlerin öğütleri Dev-Genç üstünde etkili oluyor, kendisinin üstesinden gelebileceği işlerde bile bu etkinin doğrultusuna göre sağa sola savruluyordu. Nitekim bu etkilenmenin sonucu olarak, bir yandan Dev-Genç’ten parti çıkarmak, daha doğrusu onu bir partiye dönüştürmek, bir yandan şehir gerillacılığı çabası içinde olan Dev-Genç’in son Merkez Yürütme Kurulu, 12 Mart darbesi arkasından yayımladıkları bildiri ile öğrenci gençliğin darbecilere tutum aldığı koşullarda, cuntaya açıkça, koşullu destek verebiliyordu.
5) Dev-Genç ve ‘68 deneyimi Kürt, Türk her milliyetten ülkemiz gençliğinin olumlu ve olumsuz yanlarıyla unutmaması gereken mirasıdır. Ama 12 Mart darbesi sonrasında yeniden yükselen gençlik mücadelesi içinde, Dev-Genç’in sürdürücüsü olduğunu iddia eden gruplar, bu dönemin sonlarında ortaya çıkan olumsuz mirası (grup çatışmaları, slogancılık, korsancılık, sözde profesyonellik, öğrencileri ve taleplerini küçümseme, sadece öğrenci gençlikle sınırlı bir gençlik mücadelesi anlayışı, bürokratizm vb.) alıp geliştirmiş, dönemin olumlu yanlarının (kitlesellik ve talepler etrafında, birimler temelinde örgütlenmiş örgütleri harekete geçiren mücadele anlayışını reddetmiş) üstünü örtmüşlerdir. Bu yüzden de 1973-80 dönemi, Dev-Genç’in zaaflarının geliştirildiği ve sonuçlarına vardırıldığı bir dönem olmuştur. Gençlik mücadelesinin bu dönemi yazımızın bir sonraki bölümünün konusu olacağından burada buna değinmeyeceğiz.
(Sürecek)

Kasım 1991

EK:
‘68 NOSTALJİSİ VE İKİ ‘68

Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada burjuvazi, 60’lı ve 70’li yıllarda 68’i lanetledi, gençliği potansiyel suçlu ilan etti. ‘80’lerde ise, özellikle ‘88’den itibaren yine burjuvazi bir “68’i yüceltme” kampanyası başlattı. Bugün birer düzen savunucusu olan 68’in namlı adlarını gazetelerin manşetlerine, TV programlarına çıkararak yeniden ünlendirdi.
Avrupa ve Amerikan burjuvazisi yapar da bizimkiler durur mu? ‘68’i anarşistlik, komünistlik, vatan hainliği ile suçlayan büyük basınımız,’ 68’de öğrenci gençlik mücadelesi içinde olup da bugün köşe dönmüş, düzene yamanmış, her şeyden elini eteğini çekip uysal yurttaş haline gelmiş ne kadar dönek, döküntü varsa onları yeniden gündeme getirdi, röportajlar yaptı. Onların ağzından ‘68’in “masum”luğunu dile getirirken, aslında ‘68’i mahkûm etti. Çünkü bir değil iki ‘68 vardı. Birinci ‘68 Deniz, Hüseyin, Yusuf, Sinan, Mahir, Ulaş gibi devrimcilerin temsil ettiği ‘68, ikinci ‘68 ise, o zaman dünya üstünde esen anti-emperyalist fırtınanın etkisine kapılarak öne çıkan, ama burjuvazinin ilk çağrısında onun kollarına atılanların ‘68’i. Bugün burjuvazinin akladığı, en azından hoş gördüğü ‘68 bu ikincisidir. Ve yine bugün, ‘68’Ii günleri düzenleyenler, ‘68’li vakıfları kurarak ‘68’in ticaretini yapmaya çalışan “lobicilerin, ‘68’de genç ve rüzgârın önünde savrulmuş olmalarının ötesinde ‘68’le gerçek bir ilişkisi olmayanlar bu ikinci ‘68’lidirler. Zaten, ‘68’lilik dedikleri de, birbirlerine o günkü maceralarını anlatıp, sonrada “harcanmış gençliklerine” ağıtlar yakmaktan, bu “duygusallık” ortamında birden konu değiştirip yeni “işler bağlama” hesaplarından ibarettir. Bu türden bir ‘68, burjuvazinin ‘68’idir ve reddedilmelidir.
Nostalji, burjuva yaşam tarzının bir parçasıdır; konusu ne olursa olsun kesif bir küf kokusuyla birlikte varolur ve The Marmara’nın parfümleri bile bu küf kokusunu bastıramaz. Gerçek ‘68’in temsil ettiği devrime burun kıvıranlar, bugün liberalizmin arabasına binip düzenin nimetlerinden yararlananların ‘68’i sadece ‘68 nostaljisidir.
Gerçek ‘68 ise, dün Denizlerin, Mahirlerin şahsında simgelenmişti, bugün kurtuluş mücadelesi veren Kürt gençlerinin, emperyalizme ve faşizme karşı mücadelede hiç bir kişisel çıkar gözetmeden yer alan devrimci, demokrat, komünist her milliyetten kız, erkek, öğrenci, işçi ve emekçi gençliğimizin mücadelesinde yaşamaya devam ediyor. Bu yüzden de gerçek ‘68’lilerin nostaljistler gibi yılda bir; ‘68’i anmalarına hiç neden yoktur. Onlar onu her gün mücadele alanlarında yaşatıyorlar, ‘68’in dinamizmini, devrimci ruhunu kendi eylemleriyle sürdürüyorlar zaten.

Ortak bir düzleme yürümek

Tarih, dönüp de geriye bakıldığında, açıkça görülebilen bir yığın kilometre taşı ile doludur, insanlığın toplumsal evriminde, büyük alt-üst oluşlarla, geçiş evrelerine ve temel dönüşüm noktalarına karşılık gelen bu kilometre taşları, sınıflı toplumlar tarihinin yakın dönemi incelendiğinde az sayıdadır: Fransız İhtilali, Ekim Devrimi, İkinci Paylaşım Savaşı gibi…
Söz konusu bu dönemlerde zaman çok hızlı akar, toplumsal evrilme hızlanır, bütün çelişkiler açığa çıkar, birikimler patlar ve yeni dengeler kurulmaya başlar. Öylesi az zamanda, öylesi çok değişim olur ki, tarih, geçmişini unutmamak için, dönüp arkasına bir kilometre taşı koyar.
Bu dönemleri yaşayanlar, büyük toplumsal alt-üst oluşlarla dolu geçiş döneminin bütün acı ve sancılarını duymalarına karşın, bir başka açıdan da şanslıdırlar. Başka kuşakların kolay yaşayamayacağı bir dönemi yaşarlar. Üstelik bir değil iki ayrı dönemi yaşarlar. Belki bir çağın nasıl bittiğine, yeni bir çağın nasıl başladığına tanık olurlar. Bu tanık oluşun deneyim ve tecrübesini kazanırlar.
Dünyanın içinde yaşadığı şu yıllar, böyle bir döneme daha işaret ediyor. Toplumsal statüko deviniyor, dengeler bozuluyor ve yeni bir dalganın doruklarına çıkılıyor sanki. Zaman, her zamankinden daha hızlı akıyor, büyük bir alt-üst oluş daha yaşanıyor, dalgalar iç içe ve peş peşe, birikimler birer birer patlıyor. Bir süreç daha sona ererken, belki yeni bir dönemin kapısı aralanıyor… Ve sınıflı toplumların tarihi, geçen bir döneme daha damgasını vurmak istercesine, dönmüşte arkasına, bir kilometre taşı daha koyuyor.
İşte, bu dönemi de bizler yaşıyoruz. Belki üzülüyor, belki şaşırıyoruz. Düşerken yere bir vincin tepesinden, hiç kuşkusuz insanlığa insanca bir geleceği müjdeleyenlerin başı, ortak acılar duyuyor, hüzünleniyoruz. Sınıflı toplumların son egemen gücü seviniyor, uluslararası kapitalist sermaye alkışlıyor. Zafer sarhoşluğu içerisindeki dünya gericiliği, daha bir şımarıyor, daha bir küstahlaşıyor. Kapitalizm, bir dönem için bile olsa, dünya ölçeğinde egemenliğini ilan ediyor ve perçinliyor.
Artık yerkürenin bütün topraklarında, saflar daha bir net, daha bir sıkı, geleceği savunmak daha bir onurlu olacak. Kendi iç çelişkileriyle baş başa kalan kapitalist topraklarda, hiç kuşkusuz ve kaçınılmaz, yeni umutlar yeşerecek.
Bu toprakların en belli başlıcalarından birisi de, bütün bir geçmiş ve gelişmeler gösteriyor ki, en geniş içeriğiyle Türkiye olacaktır…
Değişik uluslardan halkların yaşadığı bu topraklara, sözü edilen anlamda yeterince tohum ekilmiştir, bu topraklar yeterince yeşermiştir. Sınıf mücadelesinin son otuz yılı, sonuçla yadsınamaz bir toplumsal devrimci gelenek oluşturmuştur. Mevcut sistemin, kendi geleceğinin tehlikeye düştüğü en kritik dönemlerde, bu geleneğin, öbür yanı zaman zaman zorla bastırılsa da, devrimci olan yanı her seferinde güçlenerek, yeniden ortaya çıkmış ve devam etmiştir. Böylesi anlamlı bir geleneğin oluşmasının olumluluğuna karşılık, toplumsal dönüşümün sağlanması ve bunun ilerletilmesinde bir türlü başarılı olunamamış, bu uğurda çok büyük adımlar anlamamıştır. Bu başarılı olunamayışın en büyük nedenlerinden birisi de, söz konusu geleneğin, hep birleşik olmayan toplumsal bir devrimci gelenek olarak kalması ve o sınırların dışına taşamamasıdır.
Türkiye’deki sınıf mücadelesi, söz konusu mücadelenin her türlü sınıf bileşeni açısından, Önce bir çocukluk dönemi yaşamıştır. Yanlışlarıyla, doğrularıyla, geride bıraktığı bir sürü ders ve çocukluk hastalıklarıyla. Ardından yenilgi yılları gelmiştir, geri çekiliş ve suskunluk yıllan… Ve yeni bir toplumsal kabarışla beraber yeni ve güçlü bir atılım: Mücadelenin delikanlılık dönemi… Toplumsal muhalefetin en devrimci yanlarının ortaya çıkması, sistemin çözülmeye uğraması, egemen sınıfların yönetemez hale gelmesi… Buna karşılık ve ancak, bu en kritik dönemde bile, toplumsal devrimci muhalefetin vektörel bir güç oluşturamaması ve egemen sınıfların topyekûn yeni bir cepheden saldırısı… Sisteme muhalif her bileşenin, ayrı ayrı ve tek tük bastırılması… Tekrar yenilgi yılları… Ve içinden çıkılamayan kısır bir döngü…
Derken bir on yıl daha geçer. Sistemin kendi hastalığını tedavi etmesi olanaklı değildir. Hastalık kroniktir, uyuşturulmuş toplum yavaşça kendine gelmekle, yaralar tekrar kanamakladır. Yıllardır bastırılan düşünceler patlamaya hazırlanmakla, fizik kendi yasalarına karşı koyamamakla, uzun yıllar tek nüfuz ettirilen etki, kitlelerde doğması kaçınılmaz tepkiyi vermeye başlamakladır.
Artık bu topraklar yeterince olgunlaşmıştır. Umudun yeşermeye yüz tuttuğu bu verimli topraklarda, üstelik bir halkın kendini bulma savaşı fışkırmıştır. Bir bütün olarak kendini saran, dünya ölçeğindeki sorunlarıyla, geçmiş dönemlerin geleneksel hataları ve gelecek zorluklarıyla, ama yepyeni, ama taptaze yeşermiş umutlarıyla, farklı bir dönem başlamıştır…
Bu dönem bir olgunlaşma dönemidir ve öyle olmak zorundadır artık. Köprülerin altından çok sular akmış, ne yaşanması zorunlu bir çocukluk dönemi, ne de kaçınılması güç bir delikanlılık çağı kalmıştır.
Değişik halklardan, Türkiye toplumsal devrimci harekelinin ününde uzanan bu dönem, olabildiğince derinlikli ve kapsamlı, olabildiğince geniş, re anlamlı bir olgunluk dönemidir. Bu dönemin bir görev olarak eksiksiz anlaşılması, bu olgunlaşmanın iliklere kadar sindirilerek yaşanması, insana ve onun geleceğine sahip çıkma sorumluluğunu bilinçli bir şekilde duyumsayan bütün devrimcilerdir. Bunun, toplumsal dönüşümün en temel ve sorumlu güçlerince, öncelikle benimsenmesi, oldukça önemli ve esastır. Dünya halklarının yürüdüğü önümüzdeki zor dönemeçte, bu önem hiç mi hiç yadsınamaz.
Bir halkın kendini bulma savağında, kendi geleceğini arayışında, bir ulusal kurtuluş savaşının fışkırdığı bu topraklarda, -belki de kaderleri birbirine bağlı- Kürdistan ve Türkiye devriminin bu zor yıllarında, kavranılması gereken en temel halkalardan biridir bu. Kendi içindeki olgunlaşmanın, alılacak en temel adımıdır bu…
Dünya ölçeğindeki ayaklanmalarla dönüşmüş, koca bir tarihten tutun, en bireysel tavır alışa kadar, yenilgi ve zaferlerle dolu, engin deneyimlerle yüklenmiş her türlü malzemeye sahibiz. Ne çocukluk döneminin ruhuna ihtiyacımız var artık, ne de delikanlılık çağının ateşine. Bırakınız ihtiyacımız olmayı, o çocukluk dönemi hastalıkları ile delikanlılık çağı kaprislerine tahammül bile edilemez artık…

Ortak devrimci bir düzleme yürümek, tarihi bir sorumluluk, kaçınılmaz acil bir zorunluluktur.
Türkiye egemen sınıflarının son bir buçuk yıldır içine girmeye başladığı ve şu son dönemlerde hızla yuvarlandığı bunalım ve darboğaz, toplumsal devrimci hareketler açısından da, altı çizilecek önemli şeylere işaret ediyor. Her şeyden önce, üretim ilişkilerine hâkim ve onu yönlendiren sınıflar, girmekte oldukları bunalım dönemini görerek, şimdiden önlemler almaya çalışıyorlar, yeni arayışlara giriyorlar. Bu arayışların bir parçası olarak kitlelerin düzenden kopuşlarına daha fazla olanak tanımadan, seçimleri öne alıp, yeniden soluklanmak istiyorlar. Bu arada yönetenler arasındaki çelişkiler artarken, kapitalistler bile kendileri açısından, en umut verici ve en tutarlı programlar öngören düzen partilerini tercihle zorlanıyorlar. Çünkü kapitalizm kendine bir çıkış yolu bulamıyor, çünkü o bir tıkanıklığı daha yaşıyor. Buna karşılık, aralarındaki her türlü çelişkiye rağmen, egemen olan sınıflar ve onların temsilcileri, gelişmekte olan toplumsal devrimci muhalefet ve Kürdistan’daki devrimci savaş konusunda ortak bir noktaya gelmekte zorluk çekmiyorlar. Öte yandan onların bu politikalarından bağımsız olarak, devletin askeri aygıtları, kendilerini yeni saldırı araç ve gereçleriyle donatmaya devam edip, yeni savaş ve ölüm teknolojilerine yönelirken, bölgesel çalışmalar ve iç ayaklanmaları bastırmak konusunda, emperyalist, faşist-Siyonist askeri ittifaklara yöneliyorlar. Özellikle koşulların kendileri açısından uygun olduğu dönemleri kollayarak, Kürt halkının uyanışını boğmaya hazırlanıyorlar.
Egemen sınıflar ve her türden gericiliğin halklara böylesi karanlık ve zor yılları dayattığı, bu bunalım yıllarında, Türkiye toplumsal devrimci harekeline ilişkin maksimum bileşenlerle, ortak devrimci bir düzleme yürümek, tarihi bir sorumluluk, kaçınılmaz acil bir zorunluluktur! Bu sorumluluk ve zorunluluğun aşılması ve kavratılması, bireyden başlayan, örgüte ve örgütlenmeye dayanan, kitlelere taşınan bir olgunlaşmayla ele alınmalıdır. Karşı-devrimin bütün kurumlarıyla örgütlenmeye devam ettiği bir dönemde, devrimin ve onun güçlerinin örgütsüz kalması düşünülemez. İnsana ve onun geleceğine duyarlı, toplumsal evrilme döneminin ileri unsurları, böylesi bir örgütsüz kalışın yükünü taşıyamazlar. Onlarca yıllık geleneğe karşılık, birleşik devrimci bir düzleme, bir türlü inilemeyişin sorumluluğuyla sonsuza dek yaşayamazlar…
Hayır. Geleceğin kazanılması ve toplumsal dönüşümün sağlanmasından kendilerini sorumlu tutanlar, böyle bir örgütsüz kalışın yükünü asla taşıyamazlar. Sorun bugüne aittir ama bütün bir geleceği ilgilendirmektedir ve esas olarak bu niteliğiyle ele alınmalıdır. Sorumluluklar ve zorunluluklar, farkına varıldığı anda, gerekleri yerine getirilmeye başlanmalıdır. Ortak bir düzlem arayışı, bugünün sahip çıkılan kazanımları ve başarılarından çok, yarının zor günleri göz önüne alınarak yapılmalıdır.
Olgunlaşma dönemi, devrimcilere, bugünden yarına, çok şeyin, hemen ve bir anda değiştirilemeyeceğini de hesaba katarak hareket etmeyi öğretmiş olmalıdır.
Kuşkusuz ki böyle bir düzlemin, hemen yaratılması olanaklı olmayabilecektir. Olanaklı olmadığı gibi, kolay da olmayacaktır. Buna karşılık bu, böyle bir aciliyetin, belirsiz gelecek bir zamana bırakılması anlamına da gelmeyecektir. Doğrular, önce düşüncelerde olgunlaşacak, ardından vakit geçirilmeksizin verilecek kararlarda filizlenecek, sonuçta ilkelerde somutlaşacaktır.
Ve kuşkusuz ki böyle bir düzlem, hemen her şey demek de olmayacaktır. Fakat toplumsal dönüşüme düşman, karşıt güçlerin kuşatılması, hareket alanlarının damıtılmasıyla, onlara nefes alacak bir mekân bırakılmamasıyla, alt-üst oluşun en zor günlerinde, ortak bir tavır alış, ortak bir omuz veriş, ortak bir karşı duruşuyla, çok şey demek olacaktır…
Ve yine kuşkusuz ki, sorunlar da olacaktır, farklılıklar da. Ve halta, belki farklılıklar, nicelik olarak aynılıklardan fazla da olacaktır. Ama bizi, bu ortak zemine sürükleyen coşku, her zaman daha yüksek, sorumluluklar her zaman daha büyük, bizi o zemine bağlayan bağlar her zaman daha güçlü olacaktır. Ve elbette ki tartışacağız kendi içimizde sorunlarımızı. Ama düşmana karşı ayrılık noktaları değil, dayanışma ve birlik noktaları ön plana çıkartılarak, ama ortak içtenlik ve güven, devrimci ağırbaşlılık ve hoşgörü, elden ele bir bayrak yapılarak…

* * *
Zor..! Tabii ki zor..! Bir türlü içimize sindiremediğimiz, basit yaşayıp, basit ölmek kolaylığı değil midir? Bizi bir araya getirmesi gereken, tarihsel olarak rolü yadsınamaz olan şey değil midir, zor..?
Evet… En gelişkin devrimci sorumluluklarımızla, bu Zor’u başaran insanlar olmalıyız. Ortak bir yerlere basmalı, ortak adımlar almalı, hep birlikte ortak bir yerlere varmalıyız. Bu yer, umudun yitmeden, şevkin kırılmadan, kararlılık ve inancın azalmadan yaşayacağı bir düzlem olmalıdır. Soruna, kısa vadeli kazanımların dar ufuklarıyla değil, insana ve onun geleceğine sahip çıkmanın vazgeçilmez duyarlılığı ve çok kapsamlı bir perspektifle yaklaşılmalıdır. Böyle bir ortak düzleme, toplumsal devrimci hareketin mümkün olan bütün bileşenleri ve en kararlı unsurlarıyla mutlaka, ama mutlaka inilmeye çalışılmalıdır.
Böyle bir düzlemde varoluş, kitlelere vereceği taze bir güven ve cesaretle birlikte, devrimci politikaların belirlenmesindeki sürat ve kıvraklık, bunlar arasındaki koordinasyonun sağlanması, faaliyetlerdeki bütünleşme ve ortak bir sesleniş, karşılıklı zayıf yanların desteklenmesi ve eksikliklerin giderilmesi, bölgesel boşlukların doldurulması, hareket alanlarının genişletilip, teknik ve eylemsel yeteneklerin birleştirilerek geliştirilmesi, birleşik dost kuvvetler eylemliliğinin yaratılarak, bunlar arasındaki senkronizasyonun sağlanması gibi çok önemli ve vazgeçilmez yararlılıklar kazandıracaktır. Bütün bu yeni değerleriyle böyle bir düzlem, ulusal ve toplumsal harekette bambaşka bir gelenek oluşturacak, ona yepyeni açılımlar kazandıracaktır.
Bir araya gelişin asgari noktalarında, karşılıklı, sonuna kadar duyulacak bir güven ortamının yaratılması, birleşik-ortak devrimci bir düzleme inmedeki kararlılığın bir göstergesi olarak, vakit geçirilmeksizin alınacak kararlar, böyle bir platformda bir araya gelmeyi, onun koşullarını da hazırlayarak, olgunlaştırıp, yakınlaştıracaktır.
Bütün bu açılardan;
Ulusal ve toplumsal kurtuluşun bu olgunlaşma döneminde, sahip olunması gereken en temel devrimci sorumluluklarla, birleşik-ortak devrimci bir düzleme inmede ısrarlı ve samimi olan ve bu konuda kendini açıkça ifade eden bütün bileşenler tarafından, zaman geçirilmeksizin ilk adımlar atılmalıdır. Bu bağlam ve acilen yapılması gerekenler anlamında, şunların altı özellikle çizilmelidir:
1. Ortak devrimci bir düzlemin yaratılmasındaki istek ve kararlılığın bir ifadesi olarak, alınacak karar ve bu kararın açıklanması,
2. Kesintisiz iletişim ve koordinasyonun sağlanmasında, uygun mekanizmaların yaratılması,
3. Periyodik olarak bir araya gelecek görüşme gruplarının oluşturulması.
Görüldüğü ve dikkat edileceği üzere;
Birincisi, ortak bir düzlemdeki bir hareketliliği hemen ifade etmez. Daha çok, boyutları ve sınırları belirsiz bir düzleme karşılık gelir ve olanaklıysa eğer, ilk elde en büyük katılımın sağlanması esas alınır. Ancak gerçekçi olunduğunda, en büyük katılımın sağlanması uğruna, belirsiz bir zaman beklemektense, kendilerini somutlaştırmış taraflar arasında, ilk adımların atılması öngörülmelidir.
İkincisi, boyutları ve sınırları belirsiz düzleme ayak basılması anlamına gelir, ancak ortak bir hareketliliği yine ifade etmez.
Üçüncüsü ise, düzlemin boyutlarını ve sınırlarını belirleyecek olan aşamadır. Bütün ilkeler belirlenir, yürümenin koşulları burada ortaya konulur. Gelişmenin her aşamasında, yeni bileşenler, aynı sürece, aynı koşullarda eklemlenebilir ve bu eklemlenişlerle beraber, üçüncü fazın dinamiği her zaman canlı tutulur.

* * *
Dünya halklarının yürümekte olduğu bu zor dönemeçte, tereddüt etmeden ve açıkça ifade edilmelidir ki, her türlü saldırı ve karalamaya ve görünen bütün bir gerilemeye karşın, gelecek açısından bugün, dünden daha umutlu olunmalıdır.
Asla ve asla göz ardı edilmemelidir ki;
Topraklarımız üzerinde, birleşik devrimci-demokratik bir düzlemin yaratılması, ulusal ve toplumsal kurtuluşun ortak bir parametresidir. Kürdistan ve Türkiye devriminin önemli bir aracı, bu iki devrimin tarihsel ittifakının temel ifadesidir.
Bir çocukluk çağı yaşandı, bir delikanlılık döneminden geçildi. Artık bu dönem, bir olgunlaşma dönemi olmalıdır. Artık bu dönemin bütün devrimci sorumlulukları, bu döneme yakışır bir tarzda yerine getirilmelidir.
Unutulmamalıdır ki:
“Kitlelerin birleşik devrimci kuvvetinin açığa çıkartılması” Kürdistan ve Türkiye devrimi için bir zorunluluktur, Bu zorunluluğun yerine getirilmesindeki iradi unsur, toplumsal değişim ve dönüşüm sürecinin her aşamasında kendisini iliklerine kadar sorumlu gören herkestedir. Bu iradenin bekletilmeksizin derhal kullanılması acil bir görevdir, Söz konusu görevin ısrarla yerine getirilmesinde gösterilebilecek küçük bir karamsarlık bile asla affedilemez…

Kasım 1991

Ekim devrimi geçmiş değil, gelecek!

KENDİ TARİHİNİ YAPAN İNSAN
Sosyalisin düşüncesi, insanlığın açlık, salgın hastalık, savaş ve yıkımla geçen binlerce yıllık tarihinin içinden, sonsuz barışa, bolluğa, özgürlüğe ve eşitliğe duyulan özlemin, gerçekleşebilir bir siyasal program olarak inşa edilmesi sonucunda doğdu.
Bugün burjuvazinin bütün kesimleri, küçüğünden tekelcisine kadar, sosyalizmin iflas ettiğinden, gerçekleşemez bir ütopya olduğundan ve insanlık için artık kapitalizmden başka bir gelişme yolunun bulunmadığının anlaşıldığından söz etmekte birleşiyorlar. Kapitalizmden sonrasının olmadığını söylemek, insanlığın sınıflara bölünmüş halde yaşadığı bütün çağlar boyunca çektiği acıların sonunun gelemeyeceğini söylemek demektir. Eğer tarihte, kendi sınıfsal varlığına son vererek diğer bütün sınıflan ortadan kaldırma yeteneğini taşıyan bir sınıf, işçi sınıfı doğmamış olsaydı, sosyalizm de kendisinden önceki bütün toplumsal kurtuluş düşleri gibi gerçekleşemez özlemlerin soyut ifadesi olarak kalmaya mahkûmdu.
Ekim Devrimi’nin büyük önemi, geçmişin bütün ütopyalarında, halk inançlarında, folklorda, kendisini değişik biçimlerde gösteren “yeni dünya” özlemini gerçekleşebilir bir siyasal program olarak ortaya koymuş olmasında, bu programı hayata geçirecek olan işçi kitlelerinin dönüştürücü gücünü göstermesinde ve bütün eski efsanelerin ve ütopyaların bizzat onları düşleyen insanlar tarafından “kendi kollarının gücüyle” gerçekleştirilebileceğini kanıtlamasındadır.
Bu anlamda Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, insanın toplumsal hayatını kendi iradesi doğrultusunda düzenleyebileceğini, yaşadığı toplumsal koşulları aşabileceğini göstermesi bakımından, insanlığın başlıca umutlarından, en temel özlemlerinden birisinin gerçekleşmesi olarak, her şeyden önce bunun için, geçmişe ait olmaktan çok geleceğe ait bir olaydır.
Elbette Ekim Devrimi, bir anda işçi ve emekçi halkın acılarına, açlığına ve yoksulluğuna son veren sihirli bir olay değildi. Hatla devrimi izleyen ilk yıllar boyunca, açlık, hastalık ve yoksulluk, karşı devrimci saldırıların, emperyalist kuşatmanın ve tahrip olan üretim araçlarının durumu dolayısıyla daha da artmış, fakat işçiler ve halk kendi eserleri olan devrimin karşılaştığı bütün güçlükleri, yalnızca bir umuda dayanarak, kendi yarattıkları yeni toplumun eskisinden daha iyi olacağına inanarak bu acıları göğüslemeye, eskisinden çok daha büyük fedakârlıklarla kendi sorunlarını kendileri çözmeye girişmişlerdir. Geçmişe ait olan hiç bir sosyal devrimde, devrimin böyle büyük bir yığın enerjisi ve özverisi ile yaşatılmaya çalışılmış olması görülmüş değildir. Çoğu kez, ayaklanmacılar, ayaklanmanın yarattığı toplumsal yaraların altında ezilmiş ve eski düzen temsilcilerinin tekrar egemen konuma geçmelerine ve eski hayat tarzının yeniden kurulmasına teslim olmuşlardır. Toplumsal çalkantı, çalkantının başlıca yürütücülerini pek çok kez, yoksulluğun, hastalığın, açlığın ve yıkımın dehşetiyle geri püskürtmüştür. Ne var ki Ekim devriminin yaratıcıları kendilerinin son sosyal sınıf olduğunun, kendilerinden sonra aşağıda bir başka sömürülen sınıf bulunmadığının, bundan sonra ne yapılacaksa artık yalnızca kendileri tarafından yapılacağının bilinciyle, kısaca, büyük tarihsel eylemlerinin bilinciyle hareket ediyorlardı. Bu, bir ütopyaya sahip olmakla yetinmeyip onu gerçekleştirmek iradesiyle hareket eden ve geçmişte örneği görülmeyen bir insan niteliği olarak, artık ölmüş ve bir daha dirilemeyecek bir şey, olamaz. Geleceğin insanı, Ekim Devrimini gerçekleştiren insanın soyundan gelecektir.

KENDİNİ YÖNETEN İNSAN

Ekim Devrimine toplumsal karakterini veren temel örgütlenme biçimi Sovyetler. Sovyet, çalışan kitlelerin, kendi verdikleri kararları kendilerinin uyguladıkları bir örgütlenme biçimi olarak, sosyal ve siyasal hayat arasındaki ikiliği, yöneten ve yönetilen arasındaki sınıflı toplumlara özgü işbölümünü ortadan kaldırmış ve toplumsal hayatın, devlet olmaksızın da var olabileceğine açık bir işaret vermiştir.
Tarihte, sınıflara bölünmüş toplumların üç başlıca devlet tipi altında örgütlendikleri görülür: köleci devlet, feodal devlet ve kapitalist devlet. Bu devlet tiplerinin hepsi de, sömüren ve sömürülen ilişkisinin ürünüdürler ve sömüren azınlığın sömürülen çoğunluğu baskı altında tutmasını ifade ederler. Yalnızca sosyalist “devlet”, bu ilişkiyi tersine çevirir: çalışan, üretici çoğunluk, azınlık üzerinde bir baskı aygıtı olarak devlete başvurur. Ancak bu devlet yalnızca sınıfsal içeriği bakımından değil, örgütlenme biçimi bakımından da tarihte görülen bütün devlet tiplerinden ayrıdır. Sosyalist “devlet”, eski devlet tipleriyle kıyaslandığında, artık bir devlet olarak adlandırılmayacak özelliklere sahiptir. Her şeyden önce, sosyalist devlet, kendi varlığının ortadan kaldırılmasını kendi hedefi olarak görür. Bu, diğer hiçbir devlet tipinin hedefi olamayacak kadar ihtilalci bir programdır. Bütün diğer devletler, kendi merkezi yapılarını güçlendirmek, daha katı, daha güçlü ve halktan daha fazla kopuk organlar yaratmak ve halk üzerinde daha baskıcı bir yönetim kurmak için kendilerini pekiştirirlerken, sosyalist “devlet”, kendi güçlerini ve yönetim işlevlerini giderek daha fazla sayıda insanın gündelik görevi haline getirecek tedbirleri almakla yükümlüdür. Çünkü sosyalizmde devlet, özel bir bürokratik kast olmaktan çıkarak, halkın kendini yönettiği organlardan, Sovyetlerden kurulmuş bir özel yapı niteliği kazanır. Bu yapı, koşullar buna zorlamadıkça, kendisini gittikçe daha merkezi hale getirmek yerine, yönetimi bütün halkın iktidar organları arasında dağıtmak ve politik yönetimi her bireyin, her toplum üyesinin gündelik işi halinde yaygınlaştırmaya yönelir.
Toplumsal hayatın herhangi bir alanında, herhangi bir kararı alanlarla bu kararı uygulayanların aynı insanlar olması, yöneten ve yönetilen ikiliğine son verilmesi demektir. Ekim devrimi, halkın gerçek anlamda kendi kendisini yönetmesinin kapılarını açtı. Kendi hayatlarına ilişkin kararları, herhangi bir bürokratik temsil kurumu aracılığıyla değil, bizzat kendileri vererek ve bu kararların sonuna kadar uygulanmasını bizzat kendileri üstlenerek, Ekim Devrimini yaratan kitleler, gerçek anlamda demokrasinin kurucusu ve uygulayıcısı oldular. Burjuva parlamento, en iyi işleyiş koşullarında bile, aldığı kararların uygulanmasını, kendi yetkilerini devrettiği bir hükümete, bürokratik-askeri makineyi elinde tutan bir yürütme gücüne teslim eder. Böylece parlamento, çıkardığı yasaların, aldığı kararların yürütülmesi üzerinde hiç bir etki taşımaz. Bu durumda da, “demokrasinin bütün kurallarının” işler halde bulunduğu bir burjuva parlamenter sistemde bile, yasama ile yürütmenin ayrılması sonucunda, demokrasi kavramının içi boşaltılmış olur. Tarihte ilk örneği Paris Komünü’nde görülen kitlelerin kendi kendilerini yönettiği iktidar biçimini, ihtilalci işçi ve halk yığınlarının elinde tamamlanmış bir hale getiren olay Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’dir.
Ne var ki, Büyük Ekim Devrimi’nin başlattığı bu gelişme, sosyalizmin ancak bir geçiş dönemi olarak yaşanmasının sonucunda ve daha ileri gidilmesine karşı duran bürokratik revizyonist sapmayı temsil eden yöneticiler elinde kesintiye uğradı. Geçiş döneminin sona ermesinden sonra devletin sönmeye başlaması süreci, bürokratik karşı devrim tarafından yolundan saptırıldı. Lenin’in belirttiği gibi, sınıfsız toplumun alt evresinde, burjuva hukukun dar ufkuna hapsolmak zorunda kalan örgütlenme, tıpkı sınıfsız bir toplumda burjuva hukukun bir süre daha devam etmek zorunda olması gibi, burjuvasız bir burjuva devletin de sürmesini gerektiren koşulların aşılamamış olması yüzünden, bugünkü yıkıma kadar geldi dayandı. Lenin, “Devlet Ve Devrim” adlı eserinde, devletin ne zaman söneceğine ilişkin su belirlemeyi yapmıştı: “Toplumun bütün üyeleri, ya da en azından geniş bir çoğunluk, devleti kendileri yönetmeyi öğrendiklerinde, bu işi kendi ellerine aldıklarında, sayıları, önemsiz kapitalist azınlık üzerinde denetimi örgütlediklerinde, işte bu andan başlayarak herhangi bir hükümet biçimine duyulan ihtiyaç da ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, onu gereksiz kılan an da o kadar yaklaşır. Zor aygıtı silahlı işçilerden oluşan, artık “kelimenin sıradan anlamında devlet olmayan devlet’ daha çok demokratikleştikçe, her türden devlet biçimi hızla sönmeye baslar.” Demek ki, gittikçe daha çok işçinin devlete ait görevlere gittikçe daha çok dâhil olması, devletin gündelik işlerinin gittikçe daha çok insanın gündelik işi haline gelmesi, yani yönetilenlerin kendi kendilerini yönetmeye başlaması, sınıfsız ve devletsiz bir toplumun tek yoludur.
Sosyalizmin tarihinde kısa sayılacak bir dönem olarak yaşanmış olsa da, insanların kendi kendilerini bürokratik bir aygıt olmaksızın da yönetebileceğine ilişkin bu örnek, geçmişin dünyasına, eskiye ait bir şey olamaz; o, insanlığın daha ileri düzeyinde, tek kelimeyle gelecekte olabilecek bir şeydir ve bu anlamda da Ekim Devrimi, geleceğin devrimi olarak kalmaya devam etmektedir.

KENDİ ENEĞİNİN EFENDİSİ, KENDİ KENDİNİ YARATAN İNSAN
Ekim Devrimi, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen ilişkisine son vermekle, çalışmayı da bir yük ve bir zorunluluk olmaktan çıkarmanın ilk adımlarını almıştır. Sömürüye dayanan bütün toplumlarda, insanların çalışması bir zorunluluktur. Çalışma, çalışan insanın bir ihtiyacı olmaktan çok, onun eğer çalışmazsa temel hiç bir ihtiyacını karşılayamayacağı koşullar dolayısıyla bir mecburiyet haline gelmiştir. Oysa insan, kendisini hayvanlıktan ayıran bu temel özelliğiyle, yani emeğiyle dünyayı değiştirme ve kendi insanlığını yaratma özelliğini, bir yük olarak taşıdığı sürece ve özellikle de kapitalist üretim ilişkileri içinde kendi emeğinin ürünlerine yabancılaştığı sürece, bu bir ihtiyaç, insani bir özellik olmaktan çıkarak, çalışan insanı köleleştiren ve insani özelliklerini yitirmesine sebep olan bir faaliyet halini almıştır. Sömürünün ortadan kalkması ve insanın kendi Ürünü üzerinde denetim kurulmasını sağlayan koşulların doğması, çalışmayı yeniden insani bir özellik haline getirir. Emek, sömürülerek insanlıktan çıkmanın aracı olmaktan kurtulur ve dünyayı değiştirerek insanlaşan insanın temel ve kendisini gerçekten insan hissetmesinin başlıca biçimi haline gelir. Emeğin özgürleşmesi, yani kapitalist sömürü altında artı-değer üretmek ve bununla ancak yaşanabilir bir ücret elde etmek aracı olmaktan kurtulması, dünyayı değiştiren, doğal ve kendiliğinden bir dünya olmaktan çıkararak insanın dünyası haline getirmesi demektir. Bu yalnızca doğanın insanlaştırılması değil, aynı zamanda insanın da doğal bir varlık olmaktan, hayvanlıkla tanımlanan bir varlık olmaktan çıkarak gerçekten insan haline gelmesi demektir. Bu süreç ancak emek özgürleştiği zaman gerçekleşebilir. Bu anlamda da özgür emek, insanın kendi kendini yarattığı bir süreçtir. Kapitalizm koşulları altında emek, insanın yalnızca hayvanca çalışabilmesinin ve ancak yaşayabileceği kadarını kazanabilmesinin baskıcı bir aracı haline gelmiştir. İşçi, emeğini kapitaliste satarken, yalnızca emek gücünü yeniden üretebileceği kadar bir karşılık bekler ve bu da yaratıcı emeğin sadece boğaz tokluğuna yaşamanın aracı haline gelmesi demektir. Sosyalizm ise, emeği kapitalistin sömürüsünden kurtarmakla kalmaz, onun gerçek bir insani nitelik olarak doğayı dönüştürücü ve insanın kendini yeniden yaratmasının gücü halinde özgürleştirir.
Bugün sosyalizmin çökmesine sevinenler, işte bu bakımdan, bilerek ya da bilmeyerek insanın insan olmasının başlıca koşulunun yok edilmiş olmasına sevinmekledirler. Ekim Devrimi, hayvanlıktan tam kurtuluşun yolunu açtığı için insanlığın geleceğinde durmaya devam ediyor.

YENİ DÜNYA, ESKİ DÜNYA

Ekim devrimi, mevcut dünyayı devrimci bir tarzda değiştirmenin ilk ve en önemli örneğiydi. Milyonlarca işçi ve köylü, kendilerini kuşatan ve burjuvazi ve ondan önceki bütün sömürücü sınıflar tarafından kurulup kendi önlerine konulmuş bulunan koşullara hücum ederek onu pratik tarzda değiştirmeye yöneldiler. Böylece bütün insanlık için, dünyayı tek bir sömürü dünyası olarak insanlığın çöküş dünyası haline getiren burjuvazinin devrilmesinin ve yeni bir dünyanın doğuşunun başlangıcını yarattılar. İnsanlığın mülkiyetten arınmasının ve mülkiyetin insanlığa getirdiği bütün kötülüklerden kurtulmuş bir dünyanın kurulmasının mümkün ve gerekli olduğunu gösterdiler.
Ancak böyle bir dünyada, ulusal sınırlarla bölünmüş insanlık yerine, evrensel ölçekte birbirine bağlı, yalnız ekonomik bakımdan değil, kültürel ve entelektüel bakımdan da birbiriyle bütünleşmiş tek bir insanlık doğabilirdi. Bu, burjuvazinin düzenin sınıflara, uluslara, gruplara bölerek birbirine düşman kıldığı insan toplumunu, gerçekten birleşmiş bir tek insan topluluğu haline getirebilirdi. Ekim Devrimi, bunun imkânsız olmadığını, bir düş, bir ütopya olmadığını, bütün insanlık için bir gelecek vaat ettiği yükseliş yılları boyunca, en azından kendi sınırları içindeki bütün ulusların gönüllü ve kardeşçe birliğini sağlayarak gösterdi.
Ekim Devrimi, burjuvazinin dünyasının karşısına, ihtilalci işçi sınıfının dünyasını yalnızca Rusya’da devrimin başarılması biçiminde koymakla yetinmedi. Bütün dünya işçilerine, kurtuluşlarının kendi kollarında olduğunu, bütün işçi dünyasında yetmiş yıldır tekrarlanan bu gerçeğin uygulanabilir olduğunu göstererek büyük bir atılım verdi. Bu umudu, dünya çapında işçilerin tek bir siyasal örgüt altında yeniden bir araya getirilmesini sağlayan Komünist Enternasyonal’i yaratarak canlandırdı ve eylemli hale getirdi. Yeni bir dünyanın, ancak yeni bir sınıf tarafından kurulabileceğinin, bunun ise eski dünyanın bütün unsurlarına karşı, özellikle eski dünyanın mümkün tek dünya, kendilerinin de bu dünyanın efendisi olduklarını söyleyen sınıflara karşı bir sınıf mücadelesi ile yaratılabileceğinin gösterilmiş olması, geleceğe yakılmış en kuvvetli ışıklardan birisidir ve insanlık bunu da Ekim Devrimi’ne borçludur.
Ekim Devriminin bu çağrısı, yalnızca dünya işçi sınıfını değil, bütün dünyanın emperyalizmin ve sömürgeciliğin baskısı altında bulunan halklarına da ulaştı. Ulusal kurtuluş savaşları, Ekim Devrimi’nin bir uzantısı, onun bir müttefiki ve onun vaat ettiği geleceğe yönelmenin bir ifadesi haline geldiler. Ekim Devrimi, burjuvazinin dünyasını, kendi unsurlarına ayırarak onun içinde ilerici ve demokratik olan ne varsa kendi kanallarına, insanlığın geleceği olan sosyalizmin kanalına akıtmaya başladı. Yoksulluk ve sömürüyü, emperyalist sömürü ve tahakküm olarak yaşayan halklar, işçi sınıfı yeterince gelişmiş, örgütlü ve bilinçli olmasa da, kendi milli çıkarlarının savunulmasında, sosyalizmin ilham verici etkisini hissetmeye ve kendi geleceklerini emperyalizmden kurtuluşla birlikte sosyalizme yönelmekte görmeye başladılar. Asya, Afrika, Latin Amerika’nın emperyalist boyunduruk altındaki köylü halkları, dünya işçi sınıfının ihtilalci eylemini, emperyalizme vurduğu darbeleri kendi adlarına ve kendileri için vurulmuş olarak görmekte gecikmedi. Yalnızca emperyalizme vurmakla yetinilemeyeceğini, darbenin kapitalizme ve kendi kapitalist sınıflarına da vurulması gerektiğini onlara Ekim Devrimi öğretti. Günümüz dünyasında ise, sosyalist sistemin yokluğunda, uluslar arasındaki çatışma tam bir gericiliğe dönüşmüş durumdadır. Küçük ulusal devletler kurulması uğruna yapılan bölgesel savaşlar, sosyalizm perspektifine ve dünya işçi sınıfı hareketiyle birlik politikasına sahip olmadıkları için, onların harekelini kendi hareketinin bir parçası olarak değerlendirecek uluslararası bir sosyalist işçi hareketi de henüz kendi imkânlarının bütün gücünü harekete geçiremediği için, sonuçta da ancak küçük kapitalist adacıklar kurmak gibi gerici bir milliyetçilikten güç aldıklarından ötürü, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve diğer pek çok coğrafya parçasında, kendilerine ait bir gelecek duygusunu yalnızca geçmişteki geri biçimler içinde arayan siyasi hareketlerin savaşı biçiminde sürmektedir. Oysa Ekim Devrimi’nin bütün dünyada insanlığın biricik geleceğini temsil etliği, işçilerin ve köylülerin devrimci savaşının biricik odağı olduğu dönemde, ne kadar küçük olursa olsun, ne kadar sınırlı coğrafya parçası üzerinde cereyan ediyor olursa olsun, her ulusal kurtuluş hareketi, insanlığın geleceğine doğru atılmış bir adım niteliği taşıyordu. Çünkü Ekim Devrimi, ulusal kurtuluş savaşlarının emperyalizme karşı büyük gücünü açığa çıkaran bir etki yaratmış, emperyalizmin kapitalizm demek olduğunu, emperyalizmden kurtuluşun ancak kapitalizmden kurtuluşla tamamlandığı zaman bir anlamı olacağını göstermişti. Böylece Ekim Devrimi, dünyada, yeni bir çağın, “Emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nın başlangıcını yarattı. Ve bu çağa başlıca özelliğini veren temel çelişmenin doğuşunu hazırlayarak, Emperyalist-kapitalist dünyanın karşısına, sosyalizmin, işçilerin ve yoksul halkların dünyasını koydu. Dünya, bu andan itibaren kapitalizmin tek ve egemen dünyası olamayacak bir biçimde, sosyalizmin ve kapitalizmin dünyası halinde ikiye bölündü. Bu andan itibaren, durum Lenin’in işaret ettiği gibi, artık iki dünya arasındaki çelişme tarafından belirlenecekti ve bunun orta bir yolu yoklu: “Kapitalizm ve sosyalizm yan yana var oldukları sürece, barış içinde yaşayamazlar; sonunda biri ya da öteki üstün gelecek, ya Sovyet Cumhuriyetinin ya da dünya kapitalizminin cenazesi kalkacaktır.” Bugün artık dünyada sosyal ve iktisadi yapısı itibariyle sosyalist sistem yaşamıyor. Bu anlamda, Lenin’in işaret ettiği olasılık gerçekleşmiş ve “Sovyet Cumhuriyetinin cenazesi kaldırılmıştır.” Ama Ekim Devrimi ile birlikle, dünyanın yaşlı yüzünde açılan derin uçurum kapanmamıştır. İki sistem arasındaki ölümcül mücadeleyi siyasal ve ekonomik planda kazanmış olarak görünen kapitalizm, bütün dünyada işçi sınıfının ve onun mücadelesinin bir parçası olma birikimini hala taşıyan yoksul halkların varlığına son vermedikçe sosyalizmin, şimdi keskin sınıf mücadeleleri biçiminde yeniden doğuş işaretleri verdiği bir dünyada, bir umut olarak var olmasını ortadan kaldıramayacaktır ki sistem arasındaki çelişme, şimdi kapitalizmin doğasından kaynaklanan ve kapitalizm var oldukça etkisini ve gücünü gösterecek olan temel çelişme ekseninde yeniden örülüyor: Emek ve sermaye, iki ayrı dünya, iki ayrı siyasal odak, iki ayrı sosyal sınıf gücü olarak karşı karşıyadır ve Ekim Devrimi’nin düne ait değil, geleceğe ilişkin bir olay olarak yaşamasının asıl gücünü de bu oluşturmaktadır.

EK:
EKİM DEVRİMİNİN ANISI VE LENİN

“Lenin’in ziyaretçisi ekşitmiyor:.. Batının propaganda çarkları, Sovyet halkını Lenin’e karşı toplu bir ret eylemi içinde göstermeye çalışıyor. Ne var ki, Kızıl Meydan’daki görüntü bu propagandayı doğrulamıyor. Son yılların tüm fırtınalı gelişmelerine rağmen, Kızıl Meydan’daki kuyruk hiç kısalmadan devam ediyor. Sovyetlerde iktidara hâkim olanların tabanı ne kadar temsil ettikleri, üzerinde düşünmeye değer bir soru olarak gündemde duruyor”.
Milliyet Gazetesindeki köşesinde Melih Âşık, Lenin’in ünlü mozolesi önünde uzayıp giden ziyaretçileri gösteren bir fotoğrafı bu sözlerle sundu. Ekim Devrimi’nin 74. yıldönümünde, kapitalist dünyanın basın ve yayın tröstleri, politikacıları, ellerindeki bütün imkânları kullanarak Sovyet Halkının ve bütün dünya işçilerinin tarihinden en büyük ve en şanlı sayfayı silmeye gayret ederken, en azından devrimin büyük önderi Lenin’in adının Sovyet halkının yüreğindeki yerine henüz dokunulamadığını gösteren pek çok örnekten biri bu.
Lenin’in mozolesi, bütün dünyada, ulusal kahramanlar, devlet büyükleri, meçhul askerler adına dikilip parkları, meydanları dolduran anıtlar ve mezar-anıtlar arasında, belki de en alçakgönüllüsü, en gösterişsizidir. Mozole, sıradan turistlerin ve sokaktaki adamın ilgisini çekecek hiç bir şey sergilemez. Lenin’in mumyalanmış cesedini görmek için yaz kış, Kızıl Meydan’ı dolduran on binlerce insan, oraya mum yakıp dua etmeye, ya da mozolenin parmaklıklarına çaput bağlayarak adak adamaya geliyor değillerdir.
On binlerce Sovyet insanını ve dünyanın her tarafından gelen ziyaretçileri oraya toplayan şey, resmi bir çağrı ya da özel bir tören günü de değildir. Öyleyse, dondurulmuş ve ilaçla korunmaya alınmış bir cesedin, aradan geçen onlarca yıla rağmen, insanlara çekici gelen yanı nedir? Neden, binlerce yıl önce mumyalanmış Mısır Kralı Tutankamon’un önünde kuyruklar oluşmuyor? Neden meçhul asker anıtlarının, devlet ve politika büyüklerinin tantanalı mezarları, anıtları yalnızca resmi tören günleri ye ancak yasa ile toplanmış insanlarca ziyaret ediliyor da, Lenin’in ilaçlı ölüsü on binlerce gönüllü insanın sevgi saygısıyla her gün ve her gün yeniden sarılıp sarmalanıyor?
Orada kalın camlar altında yalnızca, bir zamanlar dünyayı bir devrimle sarsmış bulunan bütün Rusya proletaryasının dâhi önderinin, tıpkı bütün dünya proletaryasının sönmeyen devrim ve sosyalizm umudu gibi ışımaya devam eden yüzü görünür. On binlerce insan, o sınıfının ihtilalci eylemiyle kurulan yeni bir dünyanın doğuş hikâyesini yeniden ve yeniden okuyabilir; orada görülmek, anılmak ve anımsamak istenilen şey, ilaçlarla korunan bir ceset değil, hiçbir ilacın ölümüne çare bulamayacağı kapitalizmi kendi ülkesinde yerle bir etmiş olan işçi sınıfının unutturulmayacak olan zaferidir. Bu anlamda da, eğer Lenin öldüyse, kimse yaşamıyor demektir!

Kasım 1991

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da meydana gelen olaylar: Ulusal hak savunusunun oportünist yorumu

“Sovyetler Birliği” ve Yugoslavya’da kapitalizmden kaynaklanan ulusal çelişkilerin kanlı çatışmalara dönüşmesi, “SB”de cumhuriyetlerin tek tek “birlik”ten ayrılması ve Yugoslavya’da bombardıman uçakları ve tankların da katıldığı Hırvat-Sırp çatışmalarının büyümesi, burjuva-emperyalist propaganda merkezlerince Marksizm ve sosyalizme karşı sürdürülen saldırı ve karalamaların yeniden bir kampanyaya dönüşmesine neden oldu. Uluslararası gericilik, söz konusu ülkelerdeki çatışmaları, “sosyalizm kaynaklı” ilan ederek, “sosyalizmin ulusal çatışmalara son vermediği ve veremeyeceği” propagandasına hız verdi. Bu propaganda yalnızca burjuva-emperyalist güçler tarafından yürütülmüyor. Marksizm ve sosyalizm karşıtı kampanyaya Türkiye’de kendilerine “devrimci”, “sosyalist” ve “ulusal devrimci” adını veren oportünist bir çevre de katılıyor. “Komün”, “Newroz” ve “Özgür Halk” dergileri ve bu dergilerin yazarları bunlardan bazıları.
Türkiye egemen sınıflarının da aralarında yer aldığı uluslararası gericilik tarafından, Marksizm’e, Marksist önderlere, geçmiş sosyalizm pratiğine karşı sürdürülen propagandanın amaçları, neden ve hedefleri biliniyor. Bunlar üzerinde uzunca durmaya gerek bile yok. Ancak, “devrimci” ya da “sosyalist” oldukları iddiasıyla bu aynı gerici kampanyaya güç verenlerin uluslararası alanda devam eden burjuvazi-proletarya mücadelesinde, iddia ve önermeleriyle burjuvazinin rotasında yürüdükleri, burjuva propagandası ve ideolojisinden etkilendiklerini de belirlemek gerekiyor. Bu çevrelerin “SB” ve Yugoslavya’daki gelişmeler üzerine ortaya koydukları tulum ve izledikleri çizgi, onların sosyalizm karşısında gerici bir konumda bulunduklarını bir kez daha açığa vuruyor.
Bu yazıda, “sosyalist” olma iddiasındaki bu ‘sol’ çevrelerden bazılarının iddiaları üzerinde duracağız.
İşçi sınıfına ve onun devrimci ideolojisi Marksizm-Leninizm’e yönelik emperyalist merkezlerce organize edilmiş çok boyutlu ve kapsamlı saldırıların, başka şeylerin yanı sıra, ulusal soruna ilişkin devrimci tutumu da tahrip edici bir etki yarattığı, devrimci ve solcu bir dizi akım ve grubun burjuvaziyle uzlaşma konumuna savrulduğu bir dönemde bulunuyoruz. Birçok devrimci grup ve kişi soruna proletarya ve ezilen yığınların sınıf çıkarı ve devrimci kurtuluşu açısından yaklaşmamakla, dahası bu tutumu “ulusun çıkarına aykırı” saymakta ve burjuvazinin ideolojik-politik etki alanından devrimci sallara “ateş” açmaktadır. Marksizm adına, burjuva milliyetçiliğinin ideolojik “cephaneliği”, proletaryanın devrimci ideolojisine ve bu ideolojinin büyük öğretmenleri Marks, Engels, Lenin ve Stalin’e karşı kullanılmaya çalışılmaktadır. Marksizm’in ulusal soruna ilişkin belirlemeleri, Lenin ve Stalin’in konuyla ilgili düşünceleri vc sosyalizmin uluslara kazandırdığı ve sağladığı özgürlük reddedilmektedir.
Burjuva-emperyalist cepheden Marksizm’e ve sosyalizm pratiğine yönelik olarak sürdürülen bu saldırı kampanyası, bugüne dek olmadık ölçüde ‘sol’dan destek görüyor. Oportünist sol, açıktan ve toptan bir reddedişe yönelerek, gericiliğin iddialarını Marksizm’e ve Marksist önderlere karşı kullanıyor. Günümüzde Marksizm’e karşı sallanan bayraklardan biri de burjuva ulusçuluğu bayrağıdır ve anlaşılan bu bayrağı taşımaya hevesli epeyce “sosyalist” var. Marksizm-Leninizm’e saldırı için fırsat kollayan kimi çevreler (Komün, Newroz, Özgür Halk vb), burjuvazi yararına oluşan bugünkü geçici durumdan güç alarak bulundukları yerlerden başlarını kaldırıyor ve “SB” ve Yugoslavya’da ortaya çıkan ulusal boğazlaşmalarla Kürt ulusal özgürlük sorunu arasında paralellikler kurmakta, Marksizm’in ulusal soruna ilişkin öngörü ve belirlemelerinin “sorgulanması gerektiği”ni vazetmektedirler. Tarihsel gerçeklerin çarpıtılması ve burjuva ideolojisinin benimsenmesi temelinde yapılmak istenen bu “sorgulama”nın savunucuları, düne göre “cesur olduklarını” da ilan ediyorlar. Marksist olma iddiasındaki bu grup, dergi ve çevreler, burjuva ideolojisinin çeşitli varyantlarını savunurken, “Marksizm’in ulusal sorun konusunda çözümsüz kaldığı” ve ulusal çatışmaları “önleyemediği”ni söylemektedirler. Yine onlar, tarihsel gelişmeyi inkâr temelinde emperyalist hegemonya mücadelesine bağlanan “SSCB” ve Balkanlar’daki gerici milliyetçiliği savunmakta, bu ülkelerde ortaya çıkan ulusal boğazlaşmaları, nasıl geliştikleri ve neye hizmet ettiklerini dikkate almadan desteklemeyi görev edinmekte ve “dünyada esen ulusal dalga”yı hararetle alkışlamaktan geri durmamaktadırlar. Bu çevreler, Lenin’in “Proletarya eşitliği ve ulusal devlet kurma eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal istemi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf savaşımı açısından değerlendirir,” biçimindeki sözlerinin UKKTH’nin “tanınmaması” anlamına geldiğini iddia etmekledirler. “Özgür Halk” dergisindeki yazısında R. Küçükertan ve “Newroz” dergisinde K. Bilget (!) bu iddiayı çok açık olarak ifade etmekte, bununla da yetinmeyerek, Marksist “kuram”ın ulusal soruna ilişkin değerlendirmelerinin “pratiğin duvarlarına çarpıp çöktüğü”nü ileri sürmektedir.
Burjuva-emperyalist propaganda ve onunla bütünleşen revizyonizmin, Lenin’in yukarıdaki sözlerindeki işçi unsurundan duyduğu huzursuzluk biliniyor. Bu huzursuzluk, yukarıda adı geçen dergi, çevre ve yazarları da sarmış bulunuyor. İşçi sınıfının burjuvazi ve emperyalizme karşı birliği ve uluslar sorunun işçi sınıfının çıkarları ve sınıf olarak kurtuluşu sorununa bağlı ele alınması, burjuvaziyle birlikte, oportünizmin de hassas bir noktasını oluşturuyor ve Marksizm’e saldırı için gerekçe oluyor.
Eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sonrasında, revizyonizmin maske kullanma ihtiyacı duymadan, dünya gericiliğiyle birlikle, Marksizm-Leninizm’e saldırıya geçtiği koşullarda, “Marksizm’in öldüğü”, “sosyalizmin ulusal çelişkileri çözemediği” propagandası devrimci küçük-burjuva çevreleri de sarıyor ve küçük-burjuva düşünce tarzı ve sınıf tulumunu güçlendirici bir rol oynuyor. Geçmiş sosyalizm deneylerinin “hatalarını tespit” adına, sosyalizme ve proletaryanın devrimci ideolojisine, saldırı oldukça yaygın bir tulum. Devrimci inançların “alabora olduğu” bir dönemde (bu yalnızca ulusal zeminde değil, uluslararası açıdan da geçerlidir) burjuva teorilerinin yinelenip piyasaya sürülmesi “prim yapıyor”. İnançsızlık ve devrimci mevzilerden geri basmanın adı “hatalardan öğrenme” ve “Marksizm’in yetersizliklerini ortaya çıkarma” oluyor. Dünya proletaryasının devrimci mücadelesinin geçici ve nispi bir gerileme gösterdiği koşullar fırsat bilinerek -ki bizde olduğu gibi, bazı ülkelerde nesnel durum bunun tersi olgulara da işaret etmektedir- emperyalist burjuvazinin “SB” ve Yugoslavya başta olmak üzere Balkanlar’da körükleyip kullandığı burjuva ulusalcılığı (Kürt özgürlük mücadelesi farklı bir içerik ve çizgiye sahiptir ve farklı değerlendirilmek zorundadır) önünde secdeye eğiliniyor. Proletaryaya karşı burjuvazinin sınıf çıkarları öne alınıyor ve bu çıkarların savunuculuğu üstleniliyor. “Komün” dergisi gibileri “güçsüz ulusların” emperyalistlerle işbirliği yapmasının “kaçınılmaz olduğunu”, söylemekle yetinmiyor, bu işbirliğinin haklı olduğunu iddia edebiliyor. “Özgür Halk” dergisi ve yazarları, Leninizm’in, proletaryanın tek örgütünü savunmasına ateş püskürüyor ve bunun ulusların iradesine aykırı olduğunu iddia ediyorlar. R. Küçükertan, daha da ileri giderek, ulusal sorunun, proletarya için “sınıf sorunundan daha fazla potansiyele sahip olduğu” ve “pratik”in (hangi pratik?) bunu “kanıtladığı”nı söylüyor. Newroz yazan K. Bilget, kapitalizmin, sosyalizme göre ulusların gelişmesine daha açık olduğunu ve uluslar sorununu “daha iyi çözdüğü”nü iddia ediyor. Bütün bu saçma düşüncelerin günümüzde moda olan burjuva-revizyonist düşüncenin türevleri olduğu açıktır.

Marksizm’in, ulusal sorunu proletaryanın sınıfsal kurtuluşu sorununa bağlı ve bu bakımdan ikincil bir sorun” olarak ele alması “hata” mıdır?
Marksizm, kapitalist toplumun derinlemesine tahlili temelinde ve kapitalist sistemin çelişkilerinden hareketle, devrimci bir ideoloji olarak ortaya çıktığı andan itibaren, ulusların özgürlüğü-sorununu, ulusal hak eşitliği sorunu olarak ele aldı ve baskı ve zordan arınmış ulusal bütünlüğe doğru tarihsel evrimi destekledi, bu biliniyor.  Marksizm, birden fazla sınıfın değil, bir tek sınıfın, işçi sınıfının dünya görüşü, devrimci ideolojisidir. Marksizm nihai amaç olarak sınıfların ortadan kaldırılmasını hedefler, Sömürü ve baskının olmadığı, ama aynı zamanda üzerinde baskı uygulanacak ve baskıyı uygulayacak sınıfların da olmadığı, dolayısıyla ezen-ezilen ulus ilişkisinin de bulunmadığı bir toplumsal düzeninin kurulmasını öngörür. Marksizm, burjuva kapitalist toplumun maddi gerçeklerin, temel alarak, öngörülen bu toplumsal düzenin toplumsal-tarihsel evrim sonucu, zorunlu olarak gerçekleşeceğini söylerken, işçi sınıfı esas hedef olan sınıfsız toplumu gerçekleştirmek için, sınıflı toplumların sonuncusu olan kapitalizmin neden olduğu tüm baskı ve eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı tarihsel görevi sayar. Kuşkusuz işçi sınıfı, nihai hedeflerine varmayı tüm sorunlarda ve çelişkilerin çözümünde temel ve birincil bir sorun olarak ele alır ve diğer sorunları buna bağlamaya çalışır.
Proletaryanın ve onun devrimci öncüsünün ulusal baskı politikasına karşı oluşu, ulusların siyasal özgürlüğü ve tam hak eşitliğini savunması ve bunun gerçekleşmesi için savaşmayı bir program maddesi olarak benimsemesi, onun, ulusal sorunu kendi başına ve tecrit edilmiş bir sorun olarak ele alması anlamına gelmez. Marksizm gerek kapitalizmin yükseliş dönemi (serbest rekabetçi evresi) gerekse tekelci dönemde, ulusal sorunu, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarına bağlı olarak ele almıştır. Bu tutum, özellikle emperyalist zincirin 1917’de büyük Ekim Devrimi’yle yarılması sonrasında daha da netleşmiştir. Onlarca yıl sonra bugün, kapitalist emperyalizmin, proletarya ve ezilen emekçi yığınların gerekli direnci ve devrimci uyanıklığı gösterememesi sonucu, sosyalizm karşısında -tarihsel açıdan geçici olmaya mahkum- bir “üstünlük” sağlamasından hareketle, burjuva-liberal ‘sol’culuk ve her renkten oportünizm, Marksizm’i bütün öteki konularda olduğu gibi bir de ulusal soruna ilişkin olarak “sorgulamaya” yeltenmektedir. Esas desteği burjuva-emperyalist ideolojiden alan oportünizm, Marksizm’in ulusal sorunun esas ve gerçek anlamda çözümleneceği belirlemesinin “doğru olmadığı” iddialarını “SSCB” ve Yugoslavya’da ortaya çıkan çatışmalara dayanarak ispatlamaya çalışmaktadır. Uluslararası oportünizmin Türkiye güruhu da aynı telden çalmaktadır. Türkiye’nin bu “ilerici kalem güruhu” bütün tarihi kan, şiddet ve talan olan sermayeyi aklamaya yellenirken, günümüzde revaçta olan ve emperyalistler tarafından alkışlanan gerici milliyetçiliği desteklemekten geri durmamaktadır. Son günlerde bu konuda daha “cesaretli” adımlar atmaya başlayan bu çevreler, Lenin ve Stalin’in ulusların kaderlerini tayin hakkını “savunmadıklarını” iddia edebiliyorlar. Bu kampanyanın bir parçası olarak bir süre önce, Özgür Halk Dergisi’nde R. Küçükertan ve ‘aile efradı’nın kaleme aldığı bir yazı yayınlandı. Bu yazıda Küçükertan, Marksizm’in, “daha Marksist kuramın kuruluşu döneminden başlayarak” ulusal sorun konusunda “yanlış konumda bulunduğunu” iddia ediyor, özgür Halk Dergisi, Marksizm’e saldırıyı içeren bu yazıyı yayınlamakla benzer düşünceleri paylaştığını, ya da en azından buna açık olduğunu ortaya koydu. Söz konusu yazıda Marksizm’in yüz elli yıllık deneylerinin “çöktüğü” iddia edilerek şunlar söyleniyordu:
“Öncelikle ulusal çelişki ve sınıfsal çelişki arasındaki oranlamada, kuramın kuruluşundan başlayarak, birincinin geçiciliğini, kısa vadeli bir sorun olarak görme hatasına düştüğümüzü, ulusal çelişkinin, işçi sınıfı da dahil, geniş yığınları sürükleme gücünü yelerince görmediğimizi teslim etmek durumundayız.”
Benzer bir iddia “Komün”, “Newroz” dergileri yazarları tarafından da ileri sürülüyor. Newroz yazarı K. Bilget, “Ulusal sorunun çözümü yönünde 1917 ‘den bu yana belirlenmiş politikalar birbiri ardına yıkılıyor.” buyuruyor. Bu konudaki teorik belirlemelerin de “yıkılmakta olduğunu” ekliyor ve “Sovyet Federasyonu çatısı altındaki uluslar, ulusal sorunun çözümünün uygulanmasını reddediyorlar” diyor. Bu sözler, yayınladıkları dergilerin adlan ve kişilerin kendilerine “devrimci” ya da “sosyalist” sıfatı yakıştırmalarından soyutlanarak, ele alındığında, Özal gibi burjuva politikacılarının günlük propaganda sözcüklerinden farklı olmadıkları görülür. Sosyalist olma iddiasındaki bu dergiler için hangi uygulamayı, kimin nasıl ve ne tür bir gelişme sonucu “reddettiği” önem taşımıyor. Onlar, uluslararası burjuvazinin başını çektiği, Marksizm ve sosyalizm karşıtı propagandaya bir kenarından katılmayı, “marifet”, Yugoslavya ve “SB”de on yıllardır burjuvazi yararına yapılanları görmezden gelerek, faturayı “Marksist kurama” çıkarmayı da ihmal etmiyorlar.
Örnek gösterilen ülkelerde, on yıllardır burjuvazi iş başındadır. Kapitalizmin restorasyonu ve emperyalizme entegre olma yolunda “büyük” ilerlemeler kaydedilerek, sosyalizmden imar miras kalan tüm engellerle biçime ilişkin unsurlar ortadan kaldırıldı. Yugoslavya’da sosyalizmin inşası hiç bir zaman gerçekleşmedi, sömürü ve ulusal ayrımcılık politikası devam etti. Titocu “özyönetim sosyalizmi”, kapitalizmin Yugoslavya’ya uyarlanmış ve sosyal-haklarla bezenmiş biçimi olarak yaşadı. “SB”de otuz yılı aşkın bir süredir, sosyalizmin tasfiyesini görev edinen bürokrat burjuvazi, kapitalist girişimciliği ve özel mülkiyeti egemen kılma ve sosyalist dönemin tüm uygulama ve etkilerini kaldırma kavgası veriyor. “Tarihsel gerçek” ise, bugünkü ulusal boğazlaşmaların sosyalizmin değil, kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıktığını gösteriyor. On yıllardır sosyalizm karşıtı bir pratik içinde bürokrat burjuvazinin, ezilen yığınları aldatma başarısını gösterip, ulusal çatışmaları körüklemesi ve proletaryanın devrimci davasına darbe vurması nasıl oluyor da Marksist kuram ve sosyalist pratiğin yanlışlığını gösteriyor? “SB” ve Balkanlar’da ortaya çıkan ulusal çatışmalardan hareketle “ulusların kaderini tayin hakkının uygulana-gelen çözüm yönteminin çöküşü”nü ilan etmek, tarihsel gerçekleri bilinçli olarak inkâr anlamına geldiği gibi, bu aynı zamanda burjuvaziden yana ve “ulusalcılık” adına alınmış bir tutumu ifade etmekledir. Bu çevrelerin “çöken” çözüm yöntemi olarak Marksizm’in öngördüğü çözümü lanetlemeleri, hangi somut gerçeklere dayanıyor? Bu ülkelerde, Marksist ilkeleri uygulayan komünistler yönetimde olduğu ve sosyalizm uygulandığı sürece, herhangi bir kopuşma amaçlı çatışma olmuş mudur? Kapitalist burjuvazi bu “çözülmenin Stalin’in zorbalığıyla engellendiği” iddiasındadır. Komün, Newroz ve Özgür Halk aynı iddiaları üstü örtülü olarak ve cesaretsizce tekrarlamaktadırlar. Bu dergilerin yazarlarına göre, “proletarya bugüne kadar ulusal sorunda kendi adına savunulan ve uygulanan politikaları reddediyor.” (Newroz.) “Sovyetler Birliği” ve Balkanlar’da meydana gelen çatışmalar içinde işçilerin de yer aldığı bir gerçektir. Devrimci önderliğe sahip olmadığı koşullarda proletaryanın bu tür çalışmalara sürüklenmesinin olanaklı olduğu açıktır. Ancak söz konusu ülkelerde, proletaryayı bu noktaya getiren koşullar nasıl oluştu? Bu ülkelerdeki ulusal hareketlerle, örneğin zulüm allında tutulan tüm ulusal hakları gasp edilen ve silah gücüyle köleci bir boyunduruk altında tutulmak istenen Kürt halkının ulusal hareketi aynı kapsamda ele alınabilinir mi? Tarihsel açıdan, Kürdistan’daki ulusal hareketle, söz konusu ülkelerde ortaya çıkan ulusal çatışmalar aynı özellikte hareketler olarak değerlendirilip, tümüne karşı aynı tutum alınabilir mi? Bütün bu sorulara verilecek cevap, “proletaryanın sınıf tutumu ve çıkarlarının dikkate alınmasını” vazeden bu sözde ulusal hareket savunucularının gerçek yüzlerini de açığa çıkaracaktır.
Bu ülkelerde, uluslararası burjuvazinin ekonomik, askeri, siyasi olduğu kadar, ideolojik ve ahlaki saldırılarıyla birlikte dönek Marksistlerin ve eski “işçi sınıfı partileri”nin kapitalizm ve burjuva demokrasisi önünde eğilip, burjuva ideolojisini benimsemeleri ve bunu proletarya saflarında yaymaları sonucu, proletarya kendi sınıf konumu ve tarihsel görevlerine aykırı bir platforma savrulmuş, bulunmaktadır. Proletarya ve diğer tüm ezilen emekçiler, bugün yaşanan bunalım ve çatışmaların sosyalizmden değil, bu ülkelerde tümüyle yeniden egemen kılınmış kapitalizmden kaynaklandığını kavramak ve bu gidişi, yeni bir devrimle tersine çevirmekle karşı karşıya bulunduklarını bilmek zorundadırlar. “Sovyetler Birliği” proletaryası ve halklarının bugün savrulmuş bulundukları platformu, birbirleriyle kavgaya tutuşmalarını “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınması ” adına destekleyenler ve bu durumu “olması gereken durum” sayanlar, proletaryaya, proletaryanın devrimci davasına, halklara ve halkların kardeşliği ideallerine ihanet etmektedirler. Proletaryayı uyarma ve sınıf konumu ve sınıfsal çıkarlarına uygun bir tutum almasında ona yardımcı olma yerine, burjuvazi yararına oluşan durumu olumlayarak, bundan “ulusların yararına” sonuç çıkaranlar, dünyaya burjuvazinin, burjuva milliyetçiliğinin penceresinden bakmaktadırlar.
“Yanlışlık yöntemin kendisinde” diyor bay Bilget (!) ve Marksizm’in “insanlığın ve ulusların tarihsel gelişimini yanlış anladığı”nı iddia ederek, ulusların “sosyalizmde birliği”nin savunulmasının doğru olmayacağını, tersine AT örneğinde olduğu gibi, kapitalizmin ulusların birliği için daha elverişli koşullara sahip olduğunu ekliyor.
Marksizm, “insanlığın ve ulusların tarihsel gelişimini” nasıl ve neden “yanlış” anlıyor? Bunu kanıtlamanın mümkün olmadığını, böyle bir girişimde bulunduğu zaman, idealizmin, metafiziğin batağında kaybolacağını bu bayımız da biliyor. “İnsanlığın gelişimi”ni bir yana bırakalım. Bu tarihsel evrimi anlatmak için ciltler dolusu kitap gerekiyor ve Marksizm’in ustaları bunu yeterince yapmış bulunuyorlar. Bilget gibileri bu hazineden bir şeyler öğrenmedilerse veya öğrenmek istemedilerse o ayrı bir sorun. Ulusların gelişimi sorununa gelince, Marksizm, ulusların kapitalizmin şafağında ortaya çıktığını, kapitalizmin gelişim sürecinde başlıca iki evre (serbest rekabetçi ve tekelci) bulunduğunu, bu iki evrede ulusal hareketin değişik kapsam ve içerikle kapitalizmin gelişimine uygun bir çizgi izlediğini, “her ulusal hareketin” eğiliminin “modern kapitalizmin gereksinmelerinin en iyi karşılanabileceği ulusal devletlerin oluşumuna doğru bir eğilim” olduğunu, “en derin iktisadi etkenlerin” insanları buna doğru sürüklediğini ve bundan ötürü, “kapitalist dönemin tipik normal devletinin ulusal devlet olduğunu vb. vb. söyler. Yine Marksizm ve onun emperyalizm ve proleter devrimler döneminin biçimi olarak Leninizm, -her ulusun “yabancı ulusal bütünden ayrılma hakkı bulunduğunu”, bu hakkın tanınması gerektiğini söyler. Ulusların tarihsel gelişimiyle ilgili olarak Lenin şunları ekler: “Birinci dönemin tipik özellikleri genel olarak siyasal özgürlük ve özel olarak ulusal haklar uğruna savaşım için, ulusal hareketlerin uyanması ve nüfusun en kalabalık, en ‘uyuşuk’ bölümünü oluşturan köylülerin harekete çekilmesidir. İkinci dönemin tipik özellikleri yığınsal burjuva demokratik hareketlerin bulunmayışı, gelişmiş kapitalizmin ticari ilişkilere lam olarak sürüklenmiş olan ulusları bir araya getirirken, bunları her gün artan ölçüde birbirlerine karışmalarını sağlarken, uluslararası ölçüde birleşmiş olan sermaye ile uluslararası işçi hareketi arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi ön plana çıkarmasıdır.”
Marksizm, kapitalizmin emperyalist evrede, uluslar arasında iktisadi bağlar temelinde oluşturduğu “birlik” bağlarının daha da ileri düzeyde ve tamamen özgür bir ortamda sosyalizm tarafından geliştirileceğini, ulusların ve dillerin lam hak eşitliğinin sağlanmasıyla ulusların özgürce gelişme ortamına kavuşacaklarını ve bu özgürlük ortamında doğal bir kaynaşma ve özümleme sonucu ulusların birliğinin sağlanacağını, bu birliğin, giderek bir “dünya ulusu-halkı” birliğine doğru gelişeceğini, sınıfların ve sınırların kalkması sonucu özgür bir dünya toplumunun oluşacağını öngörür. Marksizm bu öngörüsünün şu ya da bu sürede gerçekleşeceği biçiminde mutlak bir zaman sınırının belirlenemeyeceği açıktır ve Marksistler bu gelişmenin çatışmasız, engelsiz, geri dönüşsüz olacağını hiç bir zaman ileri sürmediler. Ne ki tarihsel evrimin yönü ileriye doğrudur ve gelişme iradi engellerle ve asla tümüyle engellenemez.
Marksizm-Leninizm her tür ulusal ayrıcalığa karşı durur ve tüm ulusların hak eşitliğini savunur. Bu savunu, proletaryanın sınıf çıkarları ve nihai kurtuluşunun gerçekleştirilmesi yolu üzerindeki engellerin ortadan kaldırılmasına hizmet eder. Marksizm, kapitalizmin özellikle ikinci aşamada, sağladığı uluslararası sermaye birliğine karşı, işçilerin uluslararası birliğini savunurken, oportünistlerimizin iddialarının aksine, bunu ulusların köleliğinin ve hak yoksunluğunun üzerinde değil, ulusların özgür ve gönüllü birliği üzerinden gerçekleştirmeye çalışır.
Oportünizm, ulusal sorunda “an-ti-emperyalist” olma gibi bir ilkenin öne çıkarılamayacağını” (Küçükertan), emperyalizmle işbirliği ve ona bağlanma çizgisinde gelişen hareketlerin desteklenmesi gerektiğini (Komün), “her halükarda ulusların eşitliği ve bağımsızlığına yönelen her hareketi, öncülüğünün sınıfsal niteliğinden ve anti-emperyalist oluşundan ayrı” olarak desteklemek gerektiğini (Newroz) savunmaktadır. Oportünizm, ulusal sorunun emperyalizm ve proleter devrimleri döneminde proletarya ve emekçilerin, emperyalizmden kurtuluşu sorunu olarak ele alınması düşüncesine karşıdır. Bu karşı duruş özünde proletarya-burjuvazi karşıtlığının inkârı ve ulusal baskı kaynağının kapitalizm dışında aranması anlamına gelmektedir. Marksizm’in ulusal çelişkilerin Çözümü ve ulusal hareketlerin gelişim süreciyle ilgili tahlillerinin “geçersizliği”nin ilanı bunun içindir. Ulusal hareketin evrimi nasıl olmuştur? Kısaca değinmekle yarar var.
Marksizm, ulusal hareketi yükselen kapitalizmin bir ürünü olarak ele alır ve bu ele alış, emperyalizm döneminde ulusal hareketlerin görülemeyeceği anlamına gelmez. Tarihsel olarak uluslaşma sürecini daha geç yaşayan toplumlarda, ulusal sorunun emperyalist evreye naklolduğu, ulusal kurtuluşun, siyasal olarak bağımsız devlet kurma sorununun, emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüştüğü bir gerçektir ve bu durum tam da tarihsel gelişmeye, sınıflar ilişkisine, emperyalizmin bir dünya ekonomi sistemi olarak tüm ulusların yaşamasına sızması ve her bir ülke ekonomisini emperyalist ekonomi zincirine bağlanması gerçeğine uygun düşer.
Proletarya ve burjuva sınıfların uzlaşmaz karşıt güçler olarak tarih sahnesinde yer almaları, o güne dek, burjuva ‘eşitlik’ ve ‘özgürlük’ sloganlarıyla emekçileri kendi peşinde sürüklemeye çalışan burjuvazinin, proletaryanın devrimci eylemi karşısında gericileşmesi ve esas olarak devrimci sürecin önünde engel işlevini görmesi, ulusal sorunun, işçi sınıfı ve emekçi yığınların devrimci kurtuluşu sorununa bağlanmasına yol açar. Ulusal baskı artık bir tek devletin iç sorunu olma kapsamını aşmış, uluslararası bir nitelik kazanarak, emperyalizme, emperyalizmin ulusları köleleştirme politikasına bağlanmışın-. Ulusal kurtuluş kapitalizm koşullarında olabildiği kadarıyla siyasal bakımdan bağımsız devlet kurma sorunudur, ama emperyalizmin ve tekelci sermayenin mali gücü, siyasal bakımdan bağımsız olan ulusların ekonomik olarak sömürülmesi olanağını yaratıyor ve siyasal bağımsızlığı görünürde bir bağımsızlığa dönüştürüyor. (Yeni sömürgecilik koşullarında ulusal baskının devamı.) Bunun için, ulusal baskı politikasının ortadan kalkması ve bu baskının esas hedefi olan geniş işçi ve köylü yığınlarının baskıdan kurtulması, emperyalizmden tam bir bağımsızlığı gerektiriyor. Bu ise, ulusal sorunun ve çözümünün sosyal devrime bağlanması, sömürü ve baskının tasfiyesi sorununa bağlı olarak ele alınmasını zorunlu kılıyor. Marksistlerin bütün yaptıkları, bu somut gerçeği tespit ve buna uygun bir tutumu benimsemiş olmalarıdır. Tarihsel gelişme, işçi-köylü devrimini ve proletarya sosyalizmini yakıcı bir görev olarak öne çıkardığında, kapitalizm kaynaklı herhangi bir sorunda olduğu gibi, ulusal sorunun çözümü konusunda da proletarya ve emekçilerin çıkarlarını ve gerçek kurtuluşlarını esas almak; pratik tutumun buna göre saptanmasını önermek ve bunda ısrar etmek zorunluydu ve zorunluluk bugün de değişmiş değildir. Burjuvazi-proletarya çelişkisi tüm “ulusal” motiflere ve burjuvazinin sınıf uzlaşması çığırtkanlığına rağmen, bugün daha da derinleşmiştir ve ulusal sorunun sınıf sorunundan bağımsız olarak çözümünü önerenler tarihsel ve” toplumsal gelişmenin yasalarını ve devrim için mücadelenin gerekliliğini inkâr etmektedirler.
Ulusal çelişkilerin “geçiciliği” sorununa gelince, Marksist “kuram” ve Marksistler, ulusların, kapitalizm yeryüzünden tümüyle silinmeden ve ulusların hak eşitliği ve kardeşliği temelinde doğal bir kaynaşma ve özümleme gerçekleşmeden, bu çelişkilerin tümüyle sona erebileceğini hiç bir zaman ve hiç bir yerde ileri sürmedi. Sosyalizmde ulusal çelişkilerin yok olacağı belirlemesi ise gerçeğin ifadesidir. Sosyalizm ulusal eşitsizliklerin yok edilmesi için maddi temel yaratır ve siyasal alanda tam hak eşitliği için tüm tedbirleri alır. Marksizm’in burjuva muhalifleri ve ikiyüzlü küçük-burjuva sosyalistleri, bir ya da birkaç ülkede sosyalizmin kurulmasıyla bir sürecin tamamlandığını kuşkusuz biliyorlardır. Bir ya da birkaç ülkede kurulan sosyalizmin karşı karşıya bulunduğu zorluklan, çözümlemeye çalıştığı çelişkilerin onu kuşatma altında tutan emperyalizm tarafından sürekli olarak, yeniden, ona dayatıldığı, bir dizi ileri ülkede proletarya iktidarı almadan, bu çelişkilerin tümüyle ortadan kalkmasının, en azından dış nesnel kaynaklarının ortadan kalkmayacağını ve bütün bunların bizzat Marksizm’in büyük ustaları -örneğin Lenin- tarafından dile getirildiğini de kuşkusuz bilmektedirler. Sosyalizmde ulusların eşitliğinin somut bir gerçek olarak yaşanması ve bu temelde sürecin kesintiye uğramaması koşullarında ulusal çelişkilerin bir daha dirilmemek üzere çözümlenmesi, proletaryanın iktidarı ve sosyalizmin kesintisiz devamına bağlı bir olaydır. Sosyalizmin tasfiye edilmesi koşullarında, eski sosyalist Ülkelerde kapitalizmden kaynaklanan diğer çelişkilerin uç vermesi gibi, ulusal çelişki ve çatışmalar da gündeme gelir ve bugün “SB” ve Yugoslavya’da yaşananlar böyle bir süreç sonucu gerçekleşmiştir.
Ulusların “yakınlaşması” olayı bir yanıyla kapitalizm koşullarında yaşanmaya başlar. Kapitalist üretim genişleyen yeniden üretim olarak sürmesi, kapitalist pazarın genişleyerek bir dünya pazarına dönüşmesi
tek tek ulusal pazarların giderek uluslararası bir pazar birliği tarafından içerilmesi, tüm rekabet ve engelleyici çabalara karşın, iktisadi gelişmenin ulusal devlet sınırlarını aşındırması, ulusal çilleri kırması vb. olgular, bu sürecin bir dünya devleti doğrultusunda gelişeceğini gösterir. Marksizm, tamamen kapitalist toplumun tahlili ve toplumsal gelişmenin yasalarına dayanarak bu gelişmeye dikkat çeker. Marksizm’in bu öngörüsünün son on yıllarda, kapitalizmin uluslararası ilişkilerinde görülen gelişmeler tarafından, sermayenin uluslararasılaşması olgusunun dev boyudan ve işçilerin “anavatan” yaygaralarını “kulak ardı eden” bir tutumla “yâd ellerde” ekmek parası bulmaya yüz binler ve milyonlar olarak koşmaları gerçeği tarafından güçlü bir biçimde desteklendiğini hiç bir inkârcı ve gerici burjuva milliyetçisi reddedemez. Ve yine bu yöndeki gelişmenin işçilerin burjuvaziye karşı, uluslararası dayanışması ve proleter enternasyonalizmini güçlendirici bir rol oynadığı da inkâr edilemez. Ulusal çelişkilerin “geçiciliğin”nden söz ettiği ya da bu çelişkilerin çözümünü proletaryanın sınıf sorunlarının çözümüne bağlı olarak ele aldığı için, Marksizm’e saldırıya geçenler, her şeyden önce, tarihsel materyalist dünya görüşünü ve toplumların gelişme yasalarını inkâr etmektedirler. Oportünist iddiaların aksine ve Marksistler, bu sürecin “kısa”, “gelip-geçici” ve engelsiz bir süreç olduğunu ne öngörmüş, ne de söylemişlerdir. Tarihsel-toplumsal gelişmenin ulusların asimilasyonu ve kaynaşmasına doğru geliştiğini tespit eden Marksistler, ulusal baskı ve eşitsizliklerin kaynağı olan kapitalizm koşullarında, ulusal çelişkinin varlığını sürdüreceğini, burjuvazinin, elindeki güç ve olanaklarla bu süreci, sınıf çıkartan doğrultusunda etkilemeye çalıştığını ve ulusal çelişkileri diri tutmak için her yolu denediğini de bilirler. Emperyalistler bir yandan daha güçsüz halkları köleleştirerek, öte yandan egemenliklerinin devamı için ulusları birbirine karşı kışkırtarak, ulusal çelişkileri diri tutmaya çalışırlar. Bunun bolca örneği var. Daha “Manifesto”da Marks ve Engels, “Halklar arası ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişmesiyle, ticaret özgürlüğü ile, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki tek düzelik ile her geçen gün biraz daha yok oluyor.” derken, işte bu sürece dikkat çekiyorlardı. Sürecin nesnel gelişmesini ifade eden bu tespit hiç bir zaman, bu gelişmenin tek yanlı ve engelsiz olacağı anlamına gelmez. Bu belirlemeye karşı çıkan Küçükertan gibi revizyonist-milliyetçi kırması görüş ise ne tarihsel evrimi, ne de Marksizm’i kavramışlardır.

Oportünizm, proleter devrimin ulusal sorunu çözümleyeceği ve ulusal eşitlik temelinde ulusların kaynaşma koşullarını olgunlaştıracağı gerçeğini, kapitalizmin restorasyonu sonucu ortaya çıkan ulusal çatışmaları kanıt göstererek “çürütmeye” çalışıyor:
Yukarıda andığımız dergilerde imzalı ve imzasız yayınlanan, söz konusu soruna ilişkin yazıların ortak ana-fikri, Marksizm’in ulusal sorunun çözümü konusunda “çözümsüz olduğudur. Remzi Küçükertan, Özgür Halk Dergisi’ndeki yazısında şunları söylüyor: “Yakın geçmişte en azından Sovyetler Birliği’nde ulusal sorunun çözümlendiği inancı en sağdan en ‘sol’a tüm kendilerine Marksist diyenlerin anlaşabildikleri istisna konulardan birini oluşturuyordu. Oysa tüm devrim sonrası toplumlarda ulusal taleplerin, başta işçi sınıfı olmak üzere, on milyonları peşinden sürükleyerek bu rejimlerin çözülmesinde (diğer demokrasi sorunlarıyla birlikle), (Burada çözülen rejimin sosyalist değil kapitalist olduğu gizlenerek, çözümsüzlük ve çürüme sosyalizme mal edilmeye çalışılıyor, Ö.D.) temel iç dinamiklerden birini oluşturduğu, dolayısıyla bu inancımızda yanıldığımızı gördük. Söz konusu çöküntünün sonrasında tarihe daha nesnel bakabilme olanaklarına kavuştuğumuzda gerçek çözümlerin hiç bir dönemde ve hiç bir ülkede zaten sağlanamamış olduğunu anladık. “
“İnançlarında yanılan”lar sadece Küçükertan gibileri değil. Kruşçevciler, Gorbaçovcular, onların Türkiye’deki “yol arkadaşları” Kutlu’lar, daha önce yanılgılarını ilan ettiler ve Marksizm’in tümüyle reddi temelinde burjuvazi ve emperyalistlerle anlaştılar. Küçükertan gibileri, bu öncellerinin izinde yürüyorlar. Kruşçevcilerin, Euro-komünistlerin ve Gorbaçovcuların batılı emperyalistlerle el ele “ortaya serdikleri” “belgeler” temelinde onların sundukları “olanaklara kavuşarak”, “sosyalizmin çöküntüsü”nü tespit ediyorlar. Ne büyük ilerleme! Ne büyük nesnelcilik!?
Perestroykacıların açtıkları yolda yürüyerek, “sorgulamalarını derinleştiren Küçükertan’ın da aralarında bulunduğu küçük-burjuva oportünistleri, “Marksizm’in ulusal sorun konusunda çözümsüz olduğu” iddialarını, açık bir Lenin ve Stalin saldırısıyla birleştirmekten ve Lenin’i eleştirmekte “cesur olduklarını” ilan etmekten de geri durmuyorlar. Newroz yazarı K. Bilget, başta Lenin ve Stalin olmak üzere, Marksistlerin, UKKTH’yi “savunmadıklarını” iddia etmekte ve “SB”de ulusal çatışmaların ortaya çıkmasını buna kanıt olarak göstermektedirler. Şu pervasız sözler ona ait: “KTH, proletaryanın birliği, çıkarları vb. hiç bir gerekçe öne sürmeksizin ezilen ve sömürge ulusların ayrılıp, bağımsız devletlerini kurabilmeleridir… Açın ‘Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nı, açın ‘Ulusal Sorun Sömürgeler Sorunu’nu yeniden okuyun! Ezilen ve sömürge ulusların ayrılıp bağımsız devletlerini kurmalarının savunulmadığını göreceksiniz. Lenin de Stalin de ulusların ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkını ‘Ulusların ayrılıp bağımsız devlet kurma hakkı’ sözcüklerinin gerçek anlamında savunmamışlardır.” (Newroz)
Gözünü, beynini ve yüreğini burjuva çıkarların bürüdüğü bu türden adamları “ikna etmek” için, Lenin’i Lenin’e başvurarak savunmanın fazlaca bir anlamı olmayacağı açıktır. Garip olan bu kişilerin, Marksizm-Leninizm’i reddettikleri halde hala kendilerine “Marksist”, “komünist” demeleridir. Nereden bakarsak bakalım, bu sözde “eleştirici” bayların sosyalizme ve M-L ideolojiye karşı uluslararası gericiliğin açtığı savaşın etkisinde kaldıkları açıktır. Esas sorgulamayı kendi inançlarındaki “depresyon”a yöneltme yerine, moda inkârcı akımın türevleri arasında yer almayı daha uygun bulmaktadırlar. Burjuva cephaneliğinden alınma paslı silahlarla ve geçmiş sosyalist pratiğe saldırıya geçmekte, “sosyalizm-ulusal sorun bağlantısına ilişkin kuram”ın yanlışlığını “SB”de ortaya çıkan çatışmalara dayanarak ispatlamaya çalışmakta ve tarihsel gerçekleri tersyüz etmektedirler. 1917 Ekim Devrimi’nin ezilen ulusların yaşamında sağladığı yenilik ve değişiklikleri
SSCB içinde birleşen çok sayıda ulus ve ulusal topluluklar işçi ve emekçilerinin ulusal çelişki ve çalışmadan kurtularak sağlanan kardeşlik ortamında ileri doğru attıkları adımları inkar etmektedirler. Çarlık Rusya’sı köle halklarının Lenin ve Stalin döneminde elde ettikleri ve kardeşlik ilişkileri içinde kullandıkları hakları görmezden gelmekte, ezilen uluslar yararına kaydedilen gelişmeleri, dil ve kültür alanında kazanılan hakları, 40 yıl gibi kısa sayılacak bir zaman diliminde değişik uluslara mensup işçi ve emekçiler arasında sağlanan, güvene dayalı ilişkileri, kaynaşmayı görmezden gelmektedirler.
Bu kişi ve grupların, “nesnel gerçeklerden söz edip, nesnel gerçekler adına, gözlerini yalnızca bugünkü ulusal çatışmalara ve özellikle de karşı-devrim kampına dikmeleri, Marksist ideoloji ve sosyalist pratiğe karşı seferber olmuş dünya gericiliğinin elde ettiği “başarı” karşısında başlarının dönmesinden kaynaklanıyor. 1917’lerden 1950’lerin ortalarına kadar proletarya ve ezilen ulusların yaşamında ilerici-devrimci anlamda meydana gelen değişiklikleri görmezden geldikleri gibi, Stalin sonrasında, emperyalist burjuvaziyle işbirliği içinde, “SB”ni emperyalist-kapitalist sisteme yeniden dahil etmek için, modern revizyonistlerin yaptıklarını da gizliyorlar. Yine onlar, nesnel gerçekler edebiyatı yaparken, emperyalist zincirin devrimle yarıklığı ilk sosyalist ülke ya da ülkelerde, nesnel olarak yaşanması kaçınılmaz olan zorlukları “ilk” olmanın kaçınılmaz eksikliklerini, uluslararası sermaye ve dünya gericiliğinin bu ilk deneylerin başarısızlıkla sonuçlanması için uyguladıkları çok yönlü saldırıları hesaba katmıyorlar. Tüm anti-sosyalist, anti-Stalin güçlerin yaptıkları gibi, onlar için de, bugünkü sonuçları üne çıkarmak, bu sonuçları sosyalizme mal ederek, saldırıya geçmek daha “ticari” oluyor. Tümü birden şu nakaratı tekrarlıyorlar. “Marksist kuram, sınıf sorunu ile ulusal sorun arasındaki bağı doğru kurmadı. Proletaryanın birliğini öne çıkarmak yanlıştı. Sosyalizm, ulusal sorunu çözme gücüne sahip değil. SB’de bugün yaşanan ulusal çatışmalar bunun kanıtıdır.” vb.
Bu propagandanın “devrimci”, “ulusal devrimci1” ve “sosyalistlerimizden önce, hem de daha güçlü bir biçimde emperyalist burjuvazi tarafından yürütüldüğü biliniyor. Türkiyeli oportünistlerin yaptıkları, bu kervana daha gerilerden katılmaktan başka bir şey değildir. Onların esas rahatsızlıkları, Marksizm-Leninizm’in, ulusal sorunla sınıf arasında bir bağ kurması, proletaryayı, ulusal sorunu, kendi sınıf çıkarlarına bağlı bir sorun olarak ele almasını salık vermesidir. Bunun için, onlar, bir yandan, SB’de kırk yıllık sosyalizm pratiğini, proletaryaya ve ezilen uluslara sağladığı gelişme olanaklarını ve kazandırdığı hakları atlarken, öte yandan Lenin ve Stalin’in, ulusların hak eşitliği ve özgürlükleri için verdikleri mücadeleleri inkar etmektedirler. Proletaryanın devrimci kurtuluş davası yerine, ulusu oluşturan tüm sınıfların “ortak çıkarları” (!)nın savunusunu üstlenen bu çevreler, proletarya-burjuvazi çelişkisinin üstünü örtmeye çalışmakta, “ulusal haklar” adına, proletaryanın birliğine ve kendi sınıfsal kurtuluşu için mücadelesine karşı çıkmaktadırlar. Lenin’in aşağıdaki sözleri, onları son derece rahatsız etmektedir. “… birincisi, her tür milliyetçiliğe karşı ve özellikle Büyük Rus milliyetçiliğine karşı savaşım vermek, yalnızca genel olarak bütün ulusların tam hak eşitliğini tanımakla yetinmemek, ama aynı zamanda bağımsız devlet kurmada da hak eşitliğini tanımak. Ve ikincisi, özellikle bütün ulusların herhangi bir biçimdeki milliyetçiliğine karşı başarıyla savaşım verebilmek için bugünkü durum karşımıza proleter savaşımın ve proleter örgütlerinin birliğini koruma görevini, ulusal tecrit doğrultusunda burjuva çabalarına karşı, bu örgütleri uluslararası birlik içinde toplama görevini koymaktadır.” Onlar ne “her tür milliyetçiliğe karşı çıkılmasını doğru görüyorlar, ne de proleter savaşımı ve proleter örgütlerinin birliğinin sağlanması için çaba gösterilmesini. Onların tek sloganları var. “Proletaryanın birliği, hakları, önderliği vb. gerekçelerinden söz edilmeksizin” ulusal haklar savunusu”! Tarihsel açıdan her devirde burjuva renkleri de içeren ulusal bayrağın sallanmasını, proletarya ve emekçilerin devrimci bayraklarının karşısına bir alternatif olarak dikenler, proletarya ve ezilen halk yığınlarının ulusal kurtuluş mücadelesinin esas sürükleyici gücü olduğunu ve fakat ulusal baskıya karşı mücadeleyi burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleden kopuk, tecrit edilmiş, bir başına bir mücadele ve tek amaç olarak algılamadığı, algılayamayacağı ve algılamaması gerektiği gerçeğini de reddediyorlar, Ulusal hareketlerin “tarihsel haklılığı”, baskıyla bir arada tutmaya karşı oluştan kaynaklanır ve Marksistler, bu hareketlerde “ilerici ve devrimci ne varsa ancak onu desteklemekle yetinir”ler. Ezilen ulusun burjuva demokratik harekeli baskıya karşı oluştan kaynaklanan demokratik bir içeriğe sahip olduğu için desteklenir.
Burjuva hak yüceltisiyle sorunlara yaklaşan bu çevrelerin, ulusal hakkın varlığı, tanınması ve kullanım biçiminin birebir aynı şey olmadığı, Marksizm’in, burjuva ideolojisinden tamamen farklı ve ona karşı bir sınıf ideolojisi olarak sınıf kıstasım, sınıf farklılıklarını esas aldığını, her sorunu, proletaryanın sınıf konumu ve çıkarları sorununa bağlı olarak ele aldığı, bu bakımdan gerçek anlamda bir taraf tuttuğu, karşıt sınıflardan birinin, işçi sınıfının ve onunla birlikte ezilip sömürülen emekçi kesimlerin kurtuluşlarını öngörüp hedeflediğini görmezden gelip reddettikleri açık bir gerçektir. “Devrimci” ve “komünist” nitelemelerini gelişigüzel kullanıp, bundan kendilerine de pay çıkarmaya çalışan bu çevrelerin Marksizm’in ulusal programına itirazları da aynı anlamı taşıyor. Onlar, “UKKTH savunusunun bugüne kadarki biçimi ile ezilen ve sömürge ulusların, proletaryasının öncülüğünde, ulusal mücadelelerini bağımsız devletlerle unlandırmalarının olanaklı olmadığı” iddiasındadırlar. Ya ne yapmalı? sorusuna verdikleri cevap ise, kuşku olmasın, “burjuva önderlikler kayıtsız-şartsız kabul edilmeli ve emperyalizme bağlanmak kabul edilip, bu bağımsızlığa aykırı bir tutum olarak yorumlanmamalı” biçiminde olacaktır. Tüm yorum ve önermelerinden çıkan sonuç budur.
Oportünizmin, “geçersiz” ilan ettiği, Marksizm’in ulusal programı nedir? Kısaca bu program, “bütün uluslar için tam hak eşitliği, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesi, …” (Lenin) biçiminde formüle edilebilir. Lenin “bütün dünyanın deneyiminin işçilere öğrettiği işte budur” diye ekliyordu ve biz, bugün de, oportünistlerin karşı çıkmaları ve “geçersiz” ilan etmelerine rağmen, burjuvaziye ve emperyalizme karşı “bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinin zorunlu ve doğru olduğunu düşünüyor, bu birliğin, ulusal baskının ortadan kaldırılması ve ulusların tam hak eşitliğinin sağlanması için gerekli olduğunu söylüyoruz. Marksistlerin görevi, burjuvazinin sahte bir biçimde sürdürdüğü, “birey ve ulus özgürlüğü” propagandasının işçi ve emekçiler içinde ve uyanış içindeki genç devrimciler üzerinde etkili kılınması amacıyla “devrimci” maskeyle işe koyulanların bu amaçlarını ve gerçek yüzlerini açığa çıkarmaktır. “Bütün dünyanın deneyimi”ni, kapitalizmin restorasyonu temelinde “SB”de ortaya çıkan olaylarla sınırlayarak, Marksizm’in ulusal programını geçersiz ilan edenler, Marksizm’in “her tür milliyetçiliğe”, kuşkusuz öncelikle ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadele ilkesini de yarım olarak ele almakta; bu ilkeden “her tür milliyetçilik” sözcüklerini çıkararak, yalnızca ezen ulus milliyetçiliğine karşı mücadeleyi kabul etmekledirler. Ezilen ulusun her türlü eylemi, bu eylemlerin, ezilen ve sömürülen yığınlar açısından taşıdığı anlam dikkate alınmadan “desteklenmeye değer” görülmektedir. Ezilen ulusun ezilmesine ve baskı altında tutulmasına yol açan nedenin kapitalizm ve kapitalist sömürü olduğu dikkate alınmamakta, bunun sonucu olarak, her türlü baskı ve sömürünün esas ve en başta gelen kaynağı emperyalizm, ezilen ulusun mücadele hedefleri dışında tutulmaktadır. Ezilen ulusun kime karşı mücadele edeceği böylece kapitalizmin ilk evresi için “geçerli olabilecek” bir mantık çerçevesinde -o kapsamda bile değil- ele alınmaktadır.
Türkiye’nin oportünistleri, tarihsel gelişmenin, dünden de daha fazla olarak bugün proletaryaya dayattığı görevleri örtbas ederek, ulusal hareketleri, haklı-haksız, emperyalizmi zayıflatan-güçlendiren, emperyalizmden kopuşu, ya da ona bağlanmayı ifade eden hareketler olarak ayrıştırmayı da “yanlış” ilan etmektedirler. Marksistlerin, ulusal başkaldırıların “emperyalizmi hedeflemesi” önermesine ateş açan bu sınıf uzlaşmacılarının, “SB”deki çatışmalarda hangi tarafı “ezilen ulus” olarak gördükleri merak konusudur. Gerçi Komün Dergisi ve yazarları 116 milyonluk ve başında Yeltsin’in bulunduğu Rus Ulusunu da “ulusal haklarını kazanmaya çalışan” bir ulus olarak göstermeye çalışıyor ve Marksizm adına “cambazlık yapmayacaksak, bütün bu ulusal hareketleri desteklememiz gerekir” demektedirler. Bu çevrelerin “SB” ve Yugoslavya’da ama özellikle “SB”de gelişme koşulları ve güdülen amaçlardan bağımsız olarak, batılı emperyalistlerin emellerine bağlanan her türden “ulusal hareketin” desteklenmesini istemeleri ve buna aykırı düşen Marksist “kuram”ı geçersiz ilan etmeleri hangi konumda bulunduklarını açıkça ortaya koyuyor.
UKKTH’nın sözde savunucuları, bugüne bakıp dünü de toptan mahkûm etmeye kalkışıyorlar. Bugüne nasıl gelindiği onları ilgilendirmiyor. “SB”de değişik milliyet kökenli işçi ve emekçilerin, birbiriyle kanlı boğazlaşmaları hangi evrelerden geçerek gelişti? Burada ortaya çıkan “bağımsızlıkçı” hareketler gerçekten bağımsızlıkçı bir çizgide mi gelişiyor? Dünya emperyalizminin (özellikle ABD) bu hareketlerin doğup gelişmesi için, onlarca yıldır, “SB” bünyesinde dıştan ve içlen yürüttüğü faaliyetlerin rolü ve etkisi nedir?
“Devrimci”, “ulusalcı” ve “komünist”lerimizin bu konularda kafa yormaya, ne ihtiyaçları, ne de zamanları var. Onlar, Marksizm ve sosyalizm karşıtı cephenin gücü önünde, kollarını birleştirip, eğilmeyi ve burjuva propagandanın öne çıkardığı iddiaları yinelemeyi “kutsal görev” sayıyorlar.
1917 Ekim Sosyalist Devrimi’nin, dünya işçi sınıfı, ezilen, bağımlı ve sömürge halkların kurtuluşu için açtığı devrimci yolda ilerleyen Rusya uluslarının, özgür iradeleriyle oluşturdukları birliğin SSCB’nin, “zora dayalı bir birlik olduğu” ve bu birlik içinde yer alan ulusların “özgür olmadıkları” iddiası uluslararası gericiliğin iddiasıydı. Şimdi bu iddia “parti ve devlet eliyle gerçekleştirilen birliklerin sağlam olmayacağı” propagandasıyla yerli ve yabancı perestroykacılar tarafından destekleniyor. UKKTH’nin, sözde savunucuları tarihe de bakmıyorlar. Çarlık dönemi, devrim sonrası, 50’li yılların ortalarına kadarki sosyalist dönem, Kruşçevcilerin başlattıkları kapitalizmin restorasyonu süreci ve SB’nin sosyal-emperyalist bir ülke haline gelerek kapitalizmin diğer ürünleri gibi ulusal çelişkilerin ve uluslararası eşitsizliklerin yeniden ortaya çıkıp gelişmesi ve bugün “SB”nin “ulusal çatışmalar” temelinde bölünme süreçlerini ayrı ayrı değerlendirme zahmetinden kendilerini kurtararak, bir kalem darbesi ile sorunu çözmüş oluyorlar.
Kapitalist iktisadi ilişkilerin, ulusları, zorunlu olarak yakınlaştırması ve ulusal çilleri kırma eğilimini güçlendirmesi gerçeği bir yana, Çarlık Rusyası’nın, köle halkları çok sayıda ulusal toplulukların emekçileri devrimle, eşil ilişkiler temelinde merkezi bir devlet birliği oluşturdular. Bu birlik içinde, ezilen uluslar açısından, tarihten gelme eşitsizliklerin giderilmesi ve bu ulusların ulusal-kültürel gelişmelerinin tüm olanakları sağlandı. Küçük ve güçsüz uluslardan yana bir politika bu açıdan bilinçli olarak güdüldü. Bütün bu ulusal topluluklardan işçi ve ezilen diğer yığınların kardeşçe ve gönüllü birliği için üretim araçlarının kolektif mülkiyeti temelinde, maddi temel yaratılıp güçlendirildi. Ulusların dil serbestliği ve ulusal dilde eğitim gerçekleşti. Sağlanan eşitlik ve özgürlük ortamında küçük uluslar serpilip geliştiler.
Tüm Sovyet Cumhuriyetleri emekçileri, uluslararası işçi birliğini yaratıp güçlendirdiler. Uluslararası emperyalist sermayeye ve faşist saldırganlığa karşı ülkelerini, Sosyalist Anavatanlarını ve Sosyalizmi birlikle savundular, işçi ve emekçi birliği ve yaratıcılarının militan örneğini pratikle göstererek, harap olmuş bir alt yapı üzerinde engin bir fedakârlıkla ve tüm zorluklara göğüs gererek, sosyalizmi inşa etmeyi başardılar.
40 yıllık sosyalist pratik, dünyada ilk deney olmasına rağmen, ulusal çatışmaların son bulduğu ve tüm Sovyet ulusları emekçilerinin kardeşliğinin pekiştiği bir dönem oldu.
Bu gelişmeler dünya gericiliği için sarsıcı nitelikteydi. Ulusal özgürlük mücadelesi veren ve emperyalist kölelikten kurtulmak isteyen tüm halklar, yönünü başında Stalin’in bulunduğu Sosyalist Sovyetler Birliği’ne çevirmişlerdi. Sosyalizm, kapitalizmin iktisadi gelişiminin ya-kınlaştırıp doğal bir özümlemeye zorladığı ulusların, bu yakınlaşma ve kaynaşmasını, tam bir özgürlük ortamında, daha da hızlandırmıştı. Gelişmeler tümüyle emperyalist sisteme karşı ve onun zararınaydı. Dünya emperyalizmi, sosyalizm ve SB’ni yıkmak için her yolun denenmesini temel bir taktik olarak belirledi. Propaganda, şantaj, sızma, ekonomik sabotaj, satın alma, casusluk faaliyetleri ve devrilmiş gericiliği yeniden örgütleyip harekete geçirme faaliyetleri, İkinci  Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, açık emperyalist-faşist saldırıyla birleştirildi ve savaş sonrası “soğuk savaş” denilen politikayla bir arada sürdürüldü. İşte tüm bu karşı-devrimci faaliyetler, ilk deney olmanın nesnel zorlukları ve modern revizyonist ihanetle birleşerek etkili oldu. Ve ellili yıllardan sonraki otuz küsur yıllık süreçte gelişerek, bugünkü sonuçları doğurdu. Tüm bu gelişme ve gerçekleri görmezden gelerek ve “sonuç”tan hareketle sosyalist pratiği ve M-L ideolojiyi suçlamak, bugünkü ulusal boğazlaşmaları bu gelişmelerden bağımsız ele alarak, desteklemek ve bunu “ulusların kaderlerini tayin hakkı” adına yapmak, sosyalizme, diyalektik materyalist dünya görüşüne, dünya işçi sınıfı ve ezilen halklara saldırmakla aynı şeydir.

Tarihsel- toplumsal evrimin belli bir noktasından sonra atılan geri adımı desteklemek ve bunu devrim ve devrimcilik adına yapmak saçma ve gericidir. Uluslar ve ulusal toplulukların işçi ve emekçi yığınları arasında oluşturulmuş örgüt birliğinin dağılması-dağıtılması ve yine özgür ulusların birliği temelinde gerçekleşen sosyalist birliğin dağılması, dağıtılmasını “ulusal haklar” adına desteklemek, yalnızca sınıf karşısında burjuva konumu değil, aynı zamanda tarihsel-toplumsal gelişme karşısında geriyi ve daha ilkeli tercih etmek ve gericiliktir.
Üstelik, desteklenen, “ulusal hareketler” emperyalizme darbe vuran, işçi ve emekçilerin bağımsız siyasal gelişme ve mücadelelerini güçlendiren ve işçi-köylü devrimine bağlanan hareketler değil, emperyalistler tarafından değişik düzeyde desteklenip finanse edilen hareketlerdir. Emperyalizm, “sosyalist” dediği bir topluluğu parçalamanın zevkini tadıyor. Ve sosyal-emperyalizm gerçeği, “SB”deki ulusal çatışmaların, “ulusların özgürlüğü” adına desteklenmesini haklı çıkarmıyor.
Tarihsel olarak ileri bir konuma kavuşmuş, büyük bir pazarı ve işçiler birliğini daha küçük parçalara bölerek sömürme ereği ve işçileri bu ereği alet etme girişiminin ifadesinden başka bir anlam taşımayan bu ülkedeki ulusal boğazlaşmaların ilerici bir niteliğe sahip olmadıkları açıktır. Proletarya ve emekçilerin SSCB’nin parçalara bölünmesinden, gerici-milliyetçi çatışmalardan ve bu çatışmaların doğuracağı “ulusal devletlerden herhangi bir çıkarı yoktur. “SB”de yaşanan “ulusal çatışmalar”ın, “ezen ulus zulmüne karşı” başkaldırıyla ilişkisini kurma çabaları Marksizm’in canlı özünü, ölü metinlere kurban etme girişimlerinden ibarettir. “Sovyetler Birliği”nin milliyetlere göre bölünmesinin, “birlik”in dağılmasının küçük ayrı “ulusal devletler” haline gelmesinin, proletarya ve halklara bir yararı olmadığı gibi, bu tür bir parçalanmanın tarihsel açıdan da herhangi bir haklılığı yoktur. (Burada somut bir ülkedeki çatışmalardan söz edildiği açıktır. Bu durumun genelleştirilemeyeceği kuşkusuzdur. Zora dayalı birliklerin, güçlü konumdaki bir ulusun, silah kullanarak ötekileri kendisine bağlı tutmasının haklı ve desteklenebilir bir yanı olmadığı gibi, bu durumun parçalanması için mücadele etmek bir görevdir. Örneğin Yeltsin’in Rusya’sı, öteki uluslun zorla kendine bağlı tutmaya çalıştığı zaman, bu zorbalığa karşı mücadele edilir. Ancak, bugün, ‘SB’ halklarının ayrılmak değil, birlikte mücadele edip, kendi merkezi iktidarlarını kurmak için güçlerini birleştirmeleri ve tüm ulusların burjuvalarını alaşağı etmeleri en doğru tulumdur.) Bu ülke özgülünde böylesi bir ‘ulusal bölünme’ ileriye değil, geriye doğru atılmış bir adım olacaktır.
“SB” işçi ve emekçilerinin yapmaları gereken, burjuvazinin, pazar kavgasına alet olmayı ve birbirlerini boğazlamayı reddederek sınıf tutumuyla hareket etmek ve tüm milliyetlerden “Sovyet” burjuvazisine karşı birlikte mücadeleye atılmaktır.
Kim bu ülkedeki çatışmalarda haklı bir yan buluyorsa, o tarihsel-toplumsal gerçeklerin kötü bir tahrifatçısıdır. Bir ulusun bir başka ulusal bütünden ayrılma ve kendi kaderini tayin sorunu, bu tür bir ilişkinin yaşandığı ülkeler için geçerlidir. S. Birliği’nde çok sayıda ulus ve ulusal topluluk, tümüyle eşit ilişkiler temelinde ve kendi cumhuriyetlerini kurarak SSCB içinde özgür iradeleriyle birleştiler. Ulusal sorun bu ülkede çözümlendi. Bugün kapitalizmin yeniden inşası (restorasyon) temelinde, burjuvazi tarafından ulusal farklılıklar yeniden öne çıkarılıyor ve emekçiler birbirine kırdırılıyorsa, bunda desteklenecek yan nedir? Komün yazarlarının yaptığı gibi, Yeltsin’in Rus Ulusunu da ulusal sorununu çözmeye çalışan “gadre uğramış” bir ulus saymak ise Komün Dergisi gibilerine yakışıyor. “Ezen-ezilen” ulus ilişkisi, bu ülkedeki hangi uluslar arasında yaşanıyor? Bu tespit edilmeden, UKKTH formülasyonunun düz bir mantıkla savunulması lafazanlıktan öte bir anlam taşımaz. Kuşkusuz, hiç bir ulus, bir başka ulusu kendisiyle birlikte yaşatma hakkına sahip değildir. “SB”de baskı ve zorlamalarla halkaların “birlik” içinde tutulması onaylanamaz, emperyalist bir ülke haline geldiği için, bu ülkede, ekonomik, siyasi, askeri açıdan güçlü ‘cumhuriyet’lerin zayıf olanlara baskı uygulanmasına karşı çıkılmalıdır. Ama bu UKKTH adına, bu ülkedeki işçi ve emekçilerin milliyetler temelinde ayrılmaları ve birbirlerini burjuvazileri yararına boğazlamaları onaylanamaz.
“SB” işçi ve halklarının önündeki görev, kendi burjuvazilerinin kavgasına alet olmaksızın, tarihlerinde ileri doğru atılmış ne tür adım varsa onu sahiplenerek pratikte burjuva-emperyalist ideolojiye bağlanmış bulunan “ulusal” çatışmaları reddetmek ve uluslararası proleter sınıf dayanışması ve birliğini yeniden sağlayarak, yeni bir Ekim Devrimi için ileri atılmak ve tarihsel deneyden devrim için yararlanma yeteneğini göstermektir

Ulusal sorun konusunda “eski” revizyonist, burjuva milliyetçi düşünceler, yeniden öne çıkarılıyor ve sosyalizme saldırılıyor:
Lenin şöyle diyordu: “İlkin ulusal görevler, ondan sonra proletaryanın görevleri diyorlar burjuva milliyetçileri ve onların da Yurkeviçler, Dontsovlar ve öteki yalancı Marksistler bunu yineliyorlar. Biz her şeyden önce proletaryanın görevleri diyoruz. Çünkü bu görevler, yalnızca emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarlarını karşılamakla kalmıyor, ama zamanda zamanda bunlar, demokrasinin çıkarlarına da uygun düşmektedir. Ve demokrasi olmadan Ukrayna ne özerk olabilir, ne de bağımsız.”
Lenin’in düşünceleriyle birlikte, onun hatırası olan her şeyin “Sovyet” işçileri ve halklarının teslimiyetçi bekleyiş ve bakışları önünde, gericilik tarafından “silinip-süpürüldüğü”, bu ülkedeki gelişmelerden destek alanlar onun görüşlerinin geçersizliğini” bizde de ilan ediyorlar. Ama tarih yalnızca 1990’lardan ibaret değildir ve yanılanlar burjuvazi ve gericilik olacaktır. Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in takipçileri olmaktan “utanç duyduklarını” ilan eden ve Dontsovların, Yurkeviçlerin izinde yürüyenlerin esas yanılgılarını tarih kanıtlayacaktır.
Burjuva liberalizminin, kapitalizmin yaşatılması amacıyla sınıf uzlaşmasını “çıkar yol” olarak sunması ve proletaryaya kendi sınıf çıkarlarını öne çıkarmaktan vazgeçip, “ulusların çıkarları”nı sahiplenmesini önermesi, burjuva milliyetçiliğiyle proleter enternasyonalizmi arasındaki farkları karartma çabalarıyla birleşiyor. Onlar, proletaryaya “ulusun ortak çıkarları”nı her şeyin başına koymasını öneriyorlar. Proletaryaya, burjuvazi tarafından körüklenip alevlendirilen ve tümüyle emperyalistler tarafından hararetle desteklenen bugünkü çatışmalarda yer almasını, kendi önderliği için mücadele etmemesini, ulusal hareketin anti-emperyalist bir hareket olarak gelişmesi için çaba göstermemesini istiyorlar. Komün ve Newroz yazarları bunu çok açık olarak ifade etmektedirler. Komün şunları yazıyor: “Kendisinden güçlü olan işgalci emperyalist güce karşı mücadele veren küçük güçsüz uluslar için bir emperyalist gücün desteğinin alınması bulunmaz Hint kumaşı gibi bir şeydir. Küçük uluslar, denize düşenin yılana sarılması pozisyonundadırlar. Hiç bir yardımı reddetme lüksüne sahip değildirler.”
Bu düşman önünde, güçlü olanın önünde boyun eğiş felsefesidir. “Bükemediğin bileği öp” anlayışıdır. Devrimci Marksist tutumla alakası yoktur ve üç-dünyacı/Maocu bir zırvadır. Emperyalizme bağlanmanın savunuşudur ve bunun sözde “nesnel durum” demagojisiyle aklanmaya çalışılmasıdır. Komün, geçici bir durumdan da söz etmiyor, emperyalistlere yamanmayı genel-geçer bir “zorunluluk” olarak sunmaya çalışıyor. Komün, “küçük-güçsüz uluslar” diyerek, emperyalizmle işbirliği düşüncelerini haklı çıkarmaya çalışıyor ve köylü mantığıyla, “denize düşen yılana sarılır” diyor. Komün’e göre “güçsüz uluslar hiç bir yardımı reddetme lüksüne sahip değiller”. Komün güçlü emperyalistlerden birine karşı çıkarken, diğer güçlü emperyalistin uydusu olmayı, sakıncalı görmediği gibi, bunun “zorunlu olduğumu propaganda ediyor. Maocu Komün, emperyalizmin işbirliğini “küçük-güçsüz uluslar”a önerirken, “ulusal bağımsızlık taleplerinin olduğu yerlerde hemen hemen proleter güçler yok gibidir.” biçiminde saçma ve esasta burjuvaziye bağlanmanın gerekçesi yapılmak istenen bir “durum tespiti” yapıyor, böyle bir iddiada bulunuyor. Komün yazarları mantıklarını sonuca da götürüyor ve burjuvazi ve “korumacı” emperyalistleri savunma konumuna düşmekten kaçınamıyorlar. “Yolları açık olsun!” demiyoruz, Marksizm’e sarılın ve oportünizmi terk edin diyoruz.

Emperyalizm ulusal baskının esas kaynağıdır
Günümüzde ulusal sorun, devlet içi, tecrit edilmiş bir sorun değil, uluslararası bir sorundur. Emperyalizme bağlanan “Ulusal Kurtuluş Hareketi”nin ezilen ulusun iradesini -ki bu irade esas olarak geniş işçi ve köylü yığınlarının iradesi olmak zorundadır- temsil ettiği söylenemez. Marksistler, ezilen ulus hareketinin emperyalizme bağlanması karşısında sessiz ve tarafsız değildirler.
Komün ve Newroz dergilerinin yazarları, ulusal hareketlerde anti-emperyalistlik aramanın “UKKTH’nin tanınmaması anlamına geldiği” düşüncesindedirler. Bunu çok açık olarak ifade etmektedirler. Yazının önceki bölümlerinde bu saçma düşünceler üzerinde durmaya çalıştık. Burada Komün yazarının, emperyalizm işbirlikçiği (o “yardım” diyor)ni ulusal kurtuluş adına önermesi üzerinde kısaca durmak isliyoruz. Şöyle diyor:
“Emperyalistler, ezen ulusla ya da emperyalist karşı güçle ilişkilerine bağlı olarak, kendi çıkarları için ulusal kurtuluş hareketinden yana olabilirler. Bu noktada dikkat edilmesi gereken temel hatalardan biri, emperyalistlerle ilişkilerinden ötürü ezilen ulus burjuva ulusal hareketinin anti-emperyalistlik adı altında tamamen karşıya alınıp, ulusların kaderlerini tayin hakkının rafa kaldırılmasıdır. Bunun en son örneğini, Körfez Savaşı sürecinde Türkiye’deki sol akımların Kürt burjuva-feodal önderliğine karşı tavrında gördük. Oysa oluşan tarihsel koşullar burjuva-feodal önderlik açısından başka imkân bırakmamıştı.”
Komün bu anti-Marksist ve burjuva-liberal düşüncelerini “tarihsel koşullar”, “sürece müdahale edecek proleter güçlerin olmaması” gibi gerekçelere bağlıyor. Komün ne tarihsel koşulları kavrıyor, ne de Kürt milliyetinden işçi ve emekçilerin çıkarlarının savunuculuğuyla ilgileniyor. T. Kürdistan’ı koşullarını ise hiç görmek istemiyor. Tarihsel koşulları, burjuvazinin “güç” ve emperyalistlerin “dünya hâkimiyetinden ibaret sayıyor. O, Kürt burjuva-feodal gericiliğinin, emperyalistler ve Türkiye gericiliğiyle işbirliğini “haklı” kılacak “tarihi koşullar”ın ne olduğunu açıklamıyor. Marksistler, koşulları gerekçe göstererek, proletarya ve halklara, emperyalistlerle işbirliğini önermezler. Komün yazarlarının gözleri başka hiç bir şeyi görmüyorsa, T. Kürdistan’ı halkının yükselen özgürlük mücadelesini de mi görmüyor? Tüm baskı ve zulme karşın, emperyalizm ve Türkiye gericiliğinin işbirliği içinde ezmeye çalıştığı, Türkiye Kürt harekeli anti-emperyalist bir çizgide gelişme gücü gösterebiliyorsa, Talabani ve Barzani gibi burjuva-feodal gericilerin başında bulunduğu gerici önderliği ve bu önderliğin emperyalizme yamanarak, Irak Kürt halkını emperyalizmin kölesi yapma girişimlerinde haklı görülecek ne var ve bu tutum kime hizmet ediyor?
Tarihsel koşullar, emperyalizm işbirlikçiliğini, emperyalizme bağlanmayı haklı çıkarmıyor, tam tersine, emperyalizme karşı mücadele etmeksizin bağımsızlığın elde edilmez olduğunu gösteriyor. Anti-emperyalist olmadan hiç bir ulusal bağımsızlık hareketinin gerçekten başarıya ulaşamayacağını ve emperyalizm hedeflenmediği sürece, kurtuluştan söz edilemeyeceğini proletarya ve emekçilerin anlaması zorunluluğunu dayatıyor. Bu yalnızca ulusal kurtuluş hareketleri için değil, ileriye doğru atılmış her toplumsal hareket için temel bir zorunluluktur. “Komüncülerin, gözü, düşmanın gücünden başka bir şey görmüyor. “Boyun eğmeye mecburuz” demeye getiriyorlar. Ve ezilen halkları -bu arada Kürt halkına da- boyun eğmeyi öneriyorlar.
Irak Kürt hareketini emperyalizme ve Türkiye faşizmine bağlamak ve bağımsızlıkçı-devrimci bir çizgide gelişen Türkiye Kürt hareketini boğazlayıp ezmek için, Irak Kürdistan’ı, Türkiye ve ABD arasında mekik dokuyan ve CIA, MİT- Pentagon ve Türk Genel Kurmayı ile işbirliği içinde “Kürtleri kurtarma” (gerçekte köleliğin devamını sağlama) planları yapan Talabani ve Barzani’yi desteklemek, tam da Komün yazarlarının boyuna göre. Zaten onlar, komprador-tekelci burjuvazi ve emperyalizmi “ilerici” gösteren bir geleneğin temsilcileri olmakla övünmüyorlar mıydı? Yolunuz açık olsun baylar, tam gaz ileri!

Kasım 1991

Alçalmışlar dünyasının Mekke’si Manukyan’ın “huzuru” nereden geliyor?

Türkiye fuhuş işletmelerinin bir numarası Matild Manukyan, İstanbul Ticaret Odası’nca düzenlenen çağ atlama (!) töreninde “vergi rekortmeni” olarak pornografya plaketi ile ödüllendirildi. Ahlaksal faşistleşme süreciyle birlikte saldırganlığını artırarak yaygınlaştıran ataerkil sisteme katkısından dolayı insanlık düşmanı Manukyan’ın tecimen kafasına 27 Eylül’de giydirilen batakhane tacı, eşgüdümlü erkek şovenizminin kafatasçı dilini bir kez daha itiraf etti. Fuhuşla göbeği kesilmiş erkeklerin cinsiyet simgesiyle aynı anlama gelmek üzere, faşizmin buyruğuna girmiş yandaşlarının el çabukluğu ile bayraklaştırıldı.
Manukyan kalesindeki burcuna utanç bayrağını diken erkek şovenizmi, herkesçe bilinen en eski “koruyucu” namus maskesini kendi eliyle yere çalıp çiğnedi; siyasal faşizmle ortaklığını, kulak tırmalayıcı bir sesle, bir kez daha ilan edip vurguladı. “Erkek” ayaklarına yön veren Nazi psikolojisi, Mesir Şenlikleri’nin padişah macunu ile beslenip doyuruldu. (Erkek diktatoryası peşinde koşan kadın kulaklarına küpe olsun!)
İktidardaki faşist zorbalıkla at başı giden kültürel yozlaşma ve ahlaksal soysuzlaşma, blok haline gelmiş ataerkil ağızlarca göklere çıkarılıp selamlandı. Burjuva dünyada yerini paraya bırakan tüm insanlık değerleri ve ulusal onur, her şeyin üzerine çıkarılan ayaklı paranın pençesine serilip lanetlendi. Pentagon koridorlarında ve IMF kapılarında sürüngenleşmeyi kimlik edinmiş terörist erkek diktatoryası, Manukyan veznesinin önündeki “alnının kınasını” mekânının başköşesine oturttu. Dünya emperyalist diplomasi pazarında kendisiyle birlikte ülkemizi açık artırmaya çıkaran faşist erkekler çetesi, doğrudan hiç bir mali yatırım gerektirmeden, erkek-devlet, erkek-yurttaş işbirliği ile kurulmuş endüstriyel fuhuş gelirlerini güle oynaya cebe indirdi. Müminleri namaza çağıran müezzin gibi, bütün inanmış sürülerini “vatandaşlık görevlerini” yerine getirmeleri için, erkek devletin boy aynası fuhuş kapısına davet etti ve sloganını yazdı; “En güçlü erkek, faşizmi iki bacak arasından besleyen erkektir!-En iyi kadın, ateist diktatoryanın yasalarını sindiren kadındır!”
“Erkekliğini kanıtlamaya” çağrılan fuhuş seven erkek nüfusa, burjuva gemisinin cankurtaranları olarak, devlet bütçesinin imdadına yetişmeleri için, bir kez daha erkek hükümet ön ayak oldu. Aile ocağından ödünç alınmış fuhuş karşıtı maske, yağma sofrasında kepçeye düşen bir sinek olarak çöpe atıldı. Ödüllendirilen resmi fuhuş, gümrüksüz tunusun önüne geçti; Batılılaşan fuhuş, Muhammetçi fuhşu geride bıraktı; devlet yöneticisinin ağzından “vatan sevgisi” düzeyine çıkarılıp yüceltildi. Özel cüzdanını seven gayrı-resmi fuhuş, resmi kurumuna sahip örgütlü fuhuşla karalanıp bir kenara itildi. Kısacası ataerkil erkekler çetesi, dizginlerini sıkıca ellerinde tuttukları devletin gereksinimini karşılayan her şey gibi fuhuşu da, unvanlarla örttü: “Evvel ar idi, şimdi kar oldu.”
Ataerkil ideolojinin tarihsel-si-yasal içeriğine ve güncel kimliğine büsbütün uygun düşen bir dille, destekçilerince olumlanan burjuva toplumun cinsiyet ahlakının el üstünde tutulan “tek” yöntemini sloganlaştırdı: “Kahrolsun aşk, yaşasın fuhuş!”
İstanbul Ticaret Odası’nın ödül törenine katılan devlet ve hükümet temsilcileri, burjuva partilerin başkan ve önde gelen üyeleri, fuhuş yolunda çalım göstermiş isimsiz ayakların sahipleri, hep birlikte sevgiyi lanetleyip defterini dürerek, ip kaçkını fuhuşu bayraklaştırdılar. Güneş gazetesi muhabiri Alican, Değerin bildirdiğine göre, tören konukları arasında ilk sırayı alan İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu, “rekortmen” Manukyan’a ilişkin düşüncesini belirtmek için uzatılan deftere şunları yazdı: “Vatan sevgisini göstermenin çeşitli yolları vardır. Bunun en güzel yolu da vergi vermektir.”
Bu, Manukyancı burjuvaya göre, işçilerle köylülerin, bütün emekçilerle ücretlilerin ve çalışan diğer yurttaşların devlete ödediği vergi, alın terine dayandığı için, sözü edilen vatan sevgisinden yoksundur ve dolayısıyla anılmaya değmez. Çünkü vatan sevgisi fuhuşla özdeştir; insanlaşma yolundan sapmış erkeğin kaba cinsel arzusunun doyumudur; sevgisiz yanaşmaların, banka cüzdanlarıyla sevindirilmiş etiketlerin, fuhuşa indirgenmiş cinsel bilincin, aşağılanmış insan onurunun paraya dönüşmüş ifadesidir; devlet kasasını da gönendiren yüzgörümlüğüdür.
Bu yüzden âşıklar polisçe kovalanıp mahkemelerce cezalandırılır; fuhuşçular ise kollanıp kucaklanır, övülüp ödüllendirilir.
Cinsler eşitliğinin coplu düşmanı Hayri Kozakçıoğlu, “Olağanüstü Hal Bölge Valisi” olarak Diyarbakır’da mesleğini icra ederken “Köy Korucularının” yaşam düzeylerini ve cinsel refahlarına ilişkin anlayışı, yüz kızartıcı şu sözlerle açıklamıştı: “Köy korucularının maaşları arttırıldı. Birçoğu ikinci eşlerini de aldılar”.
İstanbul’a pornografya, Diyarbakır’a harem ağalığı! İşte burjuvazinin cinsel kültürü!
Bu olgu, Kürdistan halkına kan kusturan Vali Kozakçıoğlu’nun refahtan neyi anladığının en açık göstergesidir: Ulusal çıkarlara ihanet, emperyalist yağmacılığa alet, faşist zorbalığa hizmet… ve karşılığında dişi köleler edinme, işte devlet yönetenlerin yurtseverlik sergisi!
Özgürlük ve insanca yaşamak isteyen Kürt halkının barbar yöntemlerle katledilmesi, işkenceden geçirilip sindirilmeye çalışılması, topraklarından sürülüp yersiz yurtsuz bırakılması, silah ve cop şakırtıları arasında, Güney Kore gelenekleri örnek alınarak devletle gelin-güvey ilan edilmesi eylemlerinin de aktörlüğünü üstlenmiş olan Kozakçıoğlu, azgın ulusal şovenist saldırganlığının içinde barınan fuhuş düşkünlüğünü de “vatan sevgisi” kılığına sığınarak, kamuoyunun kulaklarına duyurdu. Temsil ettiği ataerkil erkekler çetesinin iktidarı adına konuşan Vali, kadın hak ve özgürlüklerinin, kapitalist baskı ve sömürüden kurtulmuş bir dünyanın ezeli düşmanı olduğunu, başka hiç bir kanıtı gerektirmeyecek biçimde, Kürt kadınlarına olduğu kadar, Türk kadınlarına da aynı küstahlıkla ilan edip onayladı. Sözcülüğünü yaptığı devletin, kadının kişilik hakları üzerindeki hegemonyasını apaçık doğrulayarak, fuhuş kurumları aracılığıyla aşağılanmış şoven erkek dünyasının baş destekçisi ve bayraktarı olduğunu başka hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde kanıtladı. Manukyan plaketini imzalayarak, parmaklarındaki kontrgerilla damgalı kalemiyle, fuhuşa koşullanmış sayısız “vatanseverin” figürünü çizdi. Ataerkil eğitimle biçimlenmiş kaba içgüdülerinin dürtüsüne körü körüne boyun eğip köleleşmeleri, faşist ideolojiye uygun olarak sevgi ve aşka yabancılaşmaları için resmi çağrı çıkardı. Devlet kasasına akacak vergi uğruna, fuhuş pazarının alçaltıcı nesneleri haline gelmeleri için, tümünü toptan kışkırtıp yürünen yolu asfaltladı. Antalya Limanı’na gelen 6. Filo’nun aylıklı fahişeleri, kentin ana meydanındaki K. Atatürk anıtını tuvalet olarak kullanmaya kalkıştıklarında “vatanseverliğini” bir an olsun anımsama gereği duymayan Kozakçıoğlu, emperyalizme başkaldıran halkların kanını içe içe imparatorluğunu kurmuş, bütün faşist diktatörleri ve dalkavuklarını bağrına basmış ABD’nin kontrgerilla sarayında dokunan cariyelik şalını ulusal bayrak diye salladı.
İstanbul Ticaret Odası’nın ödül töreni, hiç bir gizlisi saklısı kalmadan, halk katındaki ahlaksal kaygılarından ve sınırlayıcı sağlık engellerinden kurtulmuş olarak, örgütlü temsilcisinin çağrısıyla iktidarını kabullenip onayladı. Bugüne kadar hiçbir istatistiğe geçmemiş olan fuhuş işletmelerinin hammaddesi rolünü üstlenmiş erkek nüfus, -fuhuş kurumlarının bu gönüllü kaynağı, faşizmin güdümüne girip kendini nesneye indirgedikçe, kuyusunu kazanlar tarafından özendirilerek kamçılandı. Manukyan’a sunulan pornografya tacı, bu sürecin en uç noktasında beliren olgusal gerçeklikte eksiksiz doğrulanışını buldu. Erdem yoksunu erkek şovenizmi, alnındaki NATO bayrağı ile mirasçısının örgütlü koltuğundan, bütün yandaşlarının eşgüdümlü dayanışmasıyla kutsayıp paylaştığı erdemsizlik belgesini, herkesin gözü önünde Kâbe olarak ilan etmekten çekinmedi. Tören düzenleyicileri ve konuklarının hararetli alkışlarıyla sarmaşan iğrenç dualarını, hiç yüzü kızarmadan alıp bağrına bastı. Önünde secdeye kapanan devletli erkeklerin beylik elleriyle okşanıp sıvazlandı. Burjuva burunlarla koklanıp solundu. Fuhuşla aşılanmış kara ruhları coşturup cesaretlendirdi.
Erkek devletin toplardamarı fuhuş, devlet bütçesinin utangaçlıktan kurtulmuş yeminli uğuru, ayağı alışkın erkeklerin altın yumurtlayan tavuğu, alçalmışlar dünyasının varoluş borcu olarak, çan çalan ataerkil gönüllerce ulusal bayrama dönüştürüldü. Fuhuş kurumları aracılığı ile kötü yola sürüklenip kişiliksizleştirilmeyi, kapitalizmin açlık ve sefalete itilmiş,’ sosyal güvenceden yoksun kadın nüfusunu alçakça kiralamayı, fuhuşla içli dışlı olup batakhanede yüzmeyi, erkeklik; fuhuş sektörüne bel bağlamayı devlet yönetme ve yaşama sanatı sayan tüm soysuzlar adına Manukyan Tapınağını beslemeye gelen bayraktarlar, ellerinden geleni artlarına koymadılar. Göbekten bağlı oldukları meslektaşlarının yüzkarası tahtını, yinelenen resmi teşvik önlemleriyle donatarak, bütün insansal değerleri arsızca çiğnediklerini, bir kez daha, dünya yüzünde belgelendirdiler. Fuhuş kurumlarının beslenip desteklenmesi, korunup geliştirilmesi yolunda etkin girişimciler ve adaylar, yaşayanlarla birlikte henüz doğmamış kurbanlar, göz göre göre, en etkili ağızların oybirliğiyle güvencelendirildi.
Fuhuş sektörünün güvencesini “erkek hakları” kapsamına alan burjuva ticaret yasası, “zamanını doldurmuş erdem” maskesiyle veto edilemezdi elbet. Erkek şovenizminin içine düştüğü utanç çukuru, ataerkil kuralların sözde çağdaş biçimine uyarlanarak, eskiden beri savuna-gelen temsilcileri tarafından sahiplenilip sürdürülmeliydi. Bütün insansal duyarlık ve kaygılardan yakasını kurtarmış burjuva ticaretin “özgür” yasaları, kendi payına düşen “ganimetlere” uzanmadan edemezdi. “Kenarın dilberi” Türkiye burjuvazisi, azgın emek sömürüsü ve emperyalist kredilere, silah ve cop örgütüne sırtını dayayarak, yağmacılık şafağında külahlı horozunu nasıl öttürdüyse, Manukyan’lar sayesinde de karnı doyurulan bütçesinin belini doğrultup dünyaya ün salmalıydı.
Terörist erkek diktatoryasının her derdine deva, fuhuş, kaydedilen olağanüstü gelir patlaması sayesinde, har vurup harman savuran ellerden kurtulamayan erkek bütçesinin, böylece, kaygısını savuşturmuş, boşalan kasasını doldurup, yüzünü güldürmüş, kendi deyimiyle, Manukyan’ı da huzura kavuşturmuştur.
Her ölüm döşeğine yatışında CIA damgalı tankların yardımıyla kefenini yırtmaya koşullanmış Türkiye burjuvazisi, yağma ve talana dayalı ekonomisini yeniden “düzlüğe” çıkaracak fuhuş gelirlerinin katkısından avucunu esirgeyemezdi. Yüzündeki kuzu postunu düşürüp, kontrgerilla kimliğiyle sahnesine çıkan faşist erkekler çetesinin kanlı zulmü, yozlaşmış burjuva beğeniyle buluşan Manukyan imalatlı coplarla “şirinleştirilmeliydi”. Çünkü devlet destekli fuhuş, üzerinde oturan erkek diktatoryasının temel siyasal güvencesi olduğu kadar ideolojik devamlılığının da güvencesidir. İnsansal benliğin yitirilmesi ve ulusal değerlerin horlanması, soysuzlaştırıcı emperyalist kültürle içice geçmiş ataerkil, burjuva cinsel kültüre güdümlenen kitlelerin yaratılması, devrimden çıkarı olan tüm devrim güçlerini içten kuşatan hileli araçlarla burjuva dünyanın benimsetilmesi ve olumlandırılması yolu ile kapitalizm boyunduruğuna koşulması gericiliği güvencelendirir. İktidardaki fuhuş, halk katlarına bulaşıp yaygınlaştıkça, fuhuşlanmış toplumsal güçlerini artırır. Fahişeleştirilmiş nüfus, dünyada olan biten her şeye kendisini güdümleyen ataerkil diktatörlüğün gözleriyle bakar.
Bu gözler, iktidardaki zulüm ve sömürü makinasının suç ortaklarıdır, insanlıklarını reddederek fuhuş makinalarının çarklarına koşup, devlet makinasının akaryakıtı oldukları için; işkencecilere ve polise aylık sağladıkları; için; acı ve gözyaşı seli ile inletilen Kürdistan topraklarına daha çok silah ve cop, daha çok uçak ve füze taşıyan katillerin yardımına koştukları için; kadının özgürlüğünü zincire vuran erkek despotizmine yandaş oldukları için; ulusal bağımsızlık, özgürlük, demokrasi yolunu tanklarla, yozlaştırıcı yaşam biçimi ile ezmeye kalkışanlara arka çıktıkları için, iktidardaki ataerkil diktatoryanın suç ortaklarıdır.
Cinsler eşitliğinin devrimci savaşımı ve sosyalist dünyası, bu suç ortaklığını asla bağışlamayacak!

Kasım 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑