Bunalımlar Dünyasının Değişmeyen Karşılığı: Sosyalizm

Mayıs ayı, “Yeni Dünya”nın, eski dünyadan başka bir şey olmadığını, bütün çürümüşlüğü ve gelişmeleriyle kapitalizmin dünyayı can çekişme çırpınışlarıyla sarsmaya devam ettiğini gösterdi. Ama kapitalizmin çırpınışları ne kadar şiddetli olursa olsun, onun gerçek mezar kazıcıları, örgütlü politik bir güç olarak sürece ağırlığını koymadıkça kendiliğinden yıkılmayacaktır.

Geçen ay, dünya ve Türkiye için, kapitalizmin çelişkilerinin, iç sarsıntılarının ve açmazlarının değişik görüntüleri bakımından geniş bir panorama çizmeye elverişli zenginlikte geçti.
1 Mayıs bütün dünyada, işçi sınıfının kendi varlığını göstermek, “sınıf yok”, “proletarya geçmiş yüzyılda kaldı” tezlerini yalanlamak istercesine, yığınsal olarak kutlandı. Sınıf, en temel ve kendi tarihi kadar eski geleneğini yüz yıllık “birlik, mücadele, dayanışma” sloganıyla yaşattığını gösterdi. Bu gösterilerin belki de pek çoğu sarı sendikalar tarafından ister istemez örgütlenmişti, belki de gösterilere katılan işçilerin pek çoğu, sahip oldukları büyük devrimci gücün farkında değillerdi. Ama beş kıtada, milyonlarca işçi, milyonlarca “ücretli köle”, kendilerine ait bir tarihleri bulunduğunu, kendilerine ait bir dünyanın mümkün ve gerekli olduğunu, kendi varlıklarının dışında başkaca hiçbir kanıt gerektirmeyecek kadar açıklıkla ortaya koydular. 1 Mayıs, “sosyalizmin mezarlığı” diye anılan Moskova’da da, üstelik büyük bir kitle katılımıyla sosyalizmin talep edildiği bir gösteriyle kutlandı. Revizyonist yönetimlerin resmi, donuk, askeri törenlerinden büsbütün farklı bir halk gösterisiydi bu.
Mayıs ayının diğer önemli olayı, Amerika’da “kara isyan” olarak adlandırılan ayaklanmaydı. “Kara isyan”, Amerika’daki saptırılmış, içi boşaltılmış ve ezilen ırkın tepkileriyle donatıldığı için geri düzeyde bırakılmış zenci hareketinin, gerçekte bir yoksullar, işsizler hareketi kimliğiyle yaşamakta olduğunu ve her an bir başka vesileyle patlama potansiyeli taşıdığını gösterdi. Bu, olayların “Amerikan Rüyası’nın sonu”nu göstermesinden daha önce ve önemle vurgulanması gereken yanıdır. Yalnızca zencilerin değil, küçümsenmeyecek ölçüde beyazların da katıldığı ayaklanma, Amerika’yı bir baştan ötekine, günlerce kavurdu. Daha yüz yıl önce, zenci sorununun ırksal değil, sınıfsal bir içeriği olduğu ve kapitalizmin ilişkilerinin genel çerçevesi içinde bir anlamı bulunduğu komünistlerce saptanmıştı. “Kara isyan” adıyla, özellikle bu yanın üstü örtüldü. Ayaklananların, yoksullar ve işsizler değil, yalnızca rengi siyah olanlar olduğu söylenince, Amerikan düzeninin kapitalizmin karakteristikleriyle örülmüş çelişmeli ve çürük dokusu yeterince görülmüyor. Amerika’daki ayaklanma, bir “zenci ayaklanması”, bir “siyah isyan” değil, bir “yoksullar ayaklanmasıydı.” Ve tıpkı, Moskova’daki 1 Mayıs gibi, emperyalist süper devletlere, kendi metropollerinde kendi çelişmelerinin yarattığı çatırtıyı dinletti.
Yeni bir sıçramaya hazırlanan Almanya’da 1 Mayıs, işçi sınıfının hemen tüm kitlesinin grevde olması gibi özel bir biçimde kutlandı. Bu yüzden ajanslar, 1 Mayıs’ın kutlanmadığı tek ülke olarak bildirdiler Almanya’yı. Sarı sendikalar konfederasyonu DGB’nin kırk bin kişilik yürüyüşü de grev dalgasının gölgesinde kaldı. Başta İtalya, Fransa, İspanya olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerinde de 1 Mayıs, kitlesel işçi katılımlarıyla kutlandı. İşçi sınıfı, kapitalizmin bağrında, onun “mezar kazıcısı” kimliğiyle yaşamakta olduğunu bunu unutmaktan, gizlemekten ya da yalanlamaktan yana olanlara hatırlattı.
Kapitalist emperyalizmin çelişkilerinin bir başka boyutu, uluslararası ilişkiler içinde yansıyor. Kafkasya ve Balkanlardaki çatışmalar, Mayıs ayı boyunca devam etti. Asya, Afrika, Latin Amerika’daki çatışma odakları içinde bu iki bölge, katliamlar ve kanlı çatışmaların yoğunluğunun yanı sıra, dünya çapında geniş ilişkiler ağını ilgilendirdiği için sürekli bir gündem maddesi oluşturuyorlar. Bu olaylar, “Yeni Dünya Düzeni” kavramının yalnızca emperyalist nitelikte bir ideolojik propaganda sloganı olduğunu ve gerçek içeriğinde, hegemonya mücadelesi ve hammadde kaynakları üzerinde paylaşım kavgası bulunduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyorlar.
Türkiye’de Mayıs ayı, 1 Mayıs’ın, kanlı 1977 1 Mayıs’ından sonra İstanbul’da ilk kez “yasal” ve görece geniş kitlesel katılımlı kutlanmasıyla açıldı, “yasal” toplantılara da, yasadışı kutlamalara da katılım güçlü, yaygın ve coşkulu oldu. İşçi sınıfı ve emekçi halk, yoğun karşıdevrime baskı ve propagandayı cesaretle göğüsleyerek 1 Mayıs’a sahip çıktılar. Böylece, tekellerin saldırısına ve devlet terörizmine karşı halk muhalefetinin yükseleceği temeli, nesnel olarak gösterdiler.
Geçtiğimiz aylar, faşist terörün yeni “zaferlerine” de sahne oldu! On bir Devrimci Sol üye ve taraftarı yiğitçe direndikleri baskınlarda, özel timler tarafından katledildi. Kürdistan’da gerilla niyetine sivil halktan seçerek öldürme olayları artarak devam etti. Devlet, basın ve çeşitli kamuoyu yönlendirme odakları, “terör” ve “bölücülük” karşısında, halkın devletle bütünleştiği propagandasına görülmemiş bir abartma ile ağırlık verir ve bunun gerçekten kendi hayal ettikleri ölçüye ulaşması için haber üretirken işçi sınıfı ve emekçilerin yayılan grevlerinden, işten atmalara karşı direnişlerini, kısaca kitlelerin sürüp giden ekonomik ve demokratik mücadelesini bütünüyle gözlerden gizlemeye çalıştılar.
Bütün bu olaylar, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, toplumsal hareketin iki ucunu, egemen sınıflar ve onların politik ve militer güçlerinin çok yönlü faaliyeti ile, bunun karşısında işçi sınıfı ve halkların mücadelesini ortaya koydu. Mayıs ayı, “Yeni Dünya”nın, bildiğimiz eski dünyadan başka bir şey olmadığını, bütün çürümüşlüğü ve çelişmeleriyle kapitalizmin dünyayı can çekişme çırpınışlarıyla sarsmaya devam ettiğini gösterdi. Ama kapitalizmin çırpınışları, ihtilaçlı sarsıntıları ne kadar şiddetli olursa olsun, onun gerçek mezar kazıcıları, örgütlü politik bir güç olarak toplumsal süreçlere ağırlığını koymadıkça kendiliğinden yıkılmayacaktır.
Dünya, 80’li yılların bulanıklığından şimdi yeni bir berraklığa doğru ilerliyor. Sosyalizm, tarihsel haklılığını ve zorunluluğunu kanıtlamak için kapitalizmin kendisine sunduğu verilerden daha fazlasına muhtaç değil. Ezenlerin ve ezilenlerin kavgasının kesintisiz devam ettiği bir dünyada, sosyalizm, insanlığın değişmez umudu olmaya devam ediyor. Yaşanan olaylar ise, sosyalizmin yalnızca geleceğe ait bir özlem değil, günümüzün gerçekliğe dönüşmesi yakıcı bir ihtiyaç halini almış bir imkânı olduğunu gösteriyor.

Haziran 1992

Emperyalist Dünyanın Derinleşen Bunalımı Ve Devrim Olanakları

“… İktisadi hareket içinde, özel mülkiyet kendi öz yok olusuna doğru yol alır; ama o, bu işi sadece ve sadece kendi iradesine karşı gerçekleşen ve işlerin doğasının koşullandırdığı, kendinden bağımsız, bilinçsiz bir evrim aracıyla yapar. Sadece ve sadece proletarya olarak, yani bu tinsel ve fizik sefaletin bilinçli sefaleti, bu insan-dışılığın bu bilinç sonucu, kendini aşarak kaldıran bilinçli insan-dışılığı olarak proletaryayı yaratarak (yapar, ç.)
Proletarya, özel mülkiyetin proletaryayı yaratarak, kendine karşı verdiği yargı kararını uygular, tıpkı ücretli emeğin, başkasının zenginliği ve kendi öz sefaletini yaratarak, kendine karşı verdiği yargı kararını da uyguladığı gibi. Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu, hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o, bu zaferi ancak hem kendi kendini, hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir.” (K. Marx, 1845-Kutsal Aile)

DÜNYADA DEVRİMİN OLANAKLARI GENİŞLİYOR
Emperyalist-Kapitalist sistemin, Doğu Bloğu ülkelerindeki kapitalistleşme sürecinin tamamlanması ile birlikte, dünya pazarlarında yeni bir emperyalist hamle ile çözmeye çalıştığı krizi, bu ülkelerden potasına taşıdığı yeni ekonomik-sosyal sorunlarla, daha da derinleşen ve evrenselleşen bir boyut kazandı.
Mali sermayenin, son 10-15 yıl içerisinde hızla tekelleşme ve daha çok kârla tröstleşme eğilimi, sosyal ve siyasal çözümsüzlüklerini de artırarak, dünya halkları ve emekçi sınıflarıyla arasındaki çelişkilerin her gün daha hızlı derinleşmesini de beraberinde getiriyor. Ama emperyalist-kapitalist sistem, içine düştüğü kaosla, bağrında hızla gelişip büyüyen sorunları ve çelişkileri çözme yeteneğinden tamamen yoksun görünüyor.
Uluslararası tekeller ve onların mali merkezleri olan IMF ve Dünya Bankası, dünya ekonomisine tümüyle egemen olmuş durumdadır. Bu mali kuruluşların aldığı kararlar, dünyadaki tüm ülkelerde uygulanmakta ve tek sesli bir “koro” halinde “kapitalizmin üstünlüğü” teorisine eşlik eden ülkelerde, hükümetler tarafından “ulusal ekonomilere” yansıtılmaktadır.
Bugünkü “yeni dünya düzeni”ne gelen sürecin, 20 yıl öncesinden başladığı söylenebilir:
Sistemin mimarı, dünya jandarması ABD, 1972’de Vietnam’da aldığı yaranın acısıyla, hemen tüm emperyalizme bağımlı ülkelerde, yeni geliştirdiği “Acil müdahale gücü” (RDF) adı altında lanse edilen askeri tedbirler paketini yaygınlaştırma kararı alır. Kapitalist ülkelere “yardım programının başlangıcı ve belkemiğini oluşturan stratejik silahlar ve güç artırımı projesi, ulusal bağımsızlık hareketlerini ve anti-emperyalist tüm girişimleri kaba kuvvetle bastırma biçiminde, gelişen yeni hamlelerin ilkini teşkil ediyordu. Hemen arkasında, geniş çaplı bir ekonomik politikanın organizasyonu için girişimlere başlandı.
Reagan, 1980’de, başta Avrupalı metropol ülkeleri gezerek “monetarizme geri dönüş” çağrısı ile birlikte sistemin çöküşünü engelleme ve krizi atlatma amaçlı yeni bir “ekonomik paketi”, çözüme ilişkin önlemler olarak onaylatıyordu. Uluslararası burjuvazinin, ekonomik krizine çözüm olarak önerdiği yeni “ekonomik paket”, özellikle: a) Kamu harcamalarında kısıtlama, b) Gerçek ücretlerin düşürülmesi, c) Toplumun her alanında özelleştirme, d) Şimdiye kadar işçi ve emekçiler başta olmak üzere, toplumun her kesiminde kazanılmış sosyal haklan kısıtlama, e) Çalışan kesimlerin tüm örgütlenmelerin emperyalizmin güdümüne sokacak düzenlemeler, f) Ulusal hareketleri siyasi ve mali yönden kontrol altında tutmaya yönelik ekonomik tedbirler.
Emperyalist sistemin güç odakları tarafından dayatılan ekonomik bunalımdan kurtulma programlarına uygun olarak, dünya ülkelerinde askeri harcamalar 1977-81 yıllar arasında yüzde 3 artış gösterirken, 1979-82 yılları arası ABD’de, savunma harcamalarında yüzde 5,6 artışa tanık olunur.
1972-80 dönemi boyunca süren altüst oluşlar ve bunalımlar, dünya mali- sermayesinin çok küçük bir azınlığın elinde toplanmasına ve uluslararası tekeller açısından mali gücünün her tür rekabeti yok eden yoğunlaşmasının üst boyutlarda gerçekleşmesine yol açmıştı. Başta ABD, Alman ve Japon tekelleri, tüm dünya ülkelerinde siyasi ve ekonomik yapılanmalarda yoğun bir etki ve güç odağı haline gelirken, askeri harcamalarını da alabildiğine artırıyorlardı. Buna bağlı olarak,
1980’lere gelindiğinde, Lenin’in 1916’larda, Emperyalizm broşüründe ipuçlarından tahlililini yaptığı öngörüleri herkesçe görülen açık bir olgu haline getirmiş, dünya ekonomisi, her üretim dalında birkaç tekel tarafından tümüyle kontrol edilebilir ve yönlendirilebilir bir duruma gelmişti.
Öte yandan, emperyalist metropol ülkelerin tümünde, diğer kapitalist ülkelerde de olduğu gibi enflasyon oranlan hızla artmış, işsizlik ikinci dünya savaşından sonra en yüksek düzeye çıkmış, bütçe açıkları, kontrol edilemez boyutlara ulaşmıştı.
Hızlı tekelleşmenin ve askeri harcamaların dışında, emperyalist ekonominin krizini derinleştiren etkenlerden bir başkası da, Doğu Bloğu ülkelerinin kapitalizme entegrasyonudur. 1980’lere doğru, başta Polonya ve Romanya olmak üzere, SSCB ve bağlı ülkelerde baş gösteren sosyal buhrana eşlik eden ekonomik ve siyasal çöküş, Batılı emperyalist tekellere yeni hareket alanları açma, soluk alma olanağı tanırken, diğer yandan, sosyal ve siyasal çözümsüzlükleri ile yeni sorunları da emperyalist sisteme eklemişti.
SSCB’de 1977’de anayasal düzenlemeyle 26 işkolunda serbest girişimciliğin uygulanması, beraberinde işsizlik, rüşvet, ahlaki çöküşü de artırmış, ekonomide kaosu ve dengesiz gelişimin hızının artmasına neden olmuştur. Proletarya kazanımları ile tüm dünya işçi ve emekçi sınıfların sosyal ve siyasal kazanımları tarihsel bir yara almış, emperyalizm, görünüşte de olsa, Sovyet revizyonistlerinin ihanetiyle güç kazanmıştı. Görünüşte diyoruz çünkü kapitalist dünya, SSCB ve diğer bağlı ülkelerdeki pazarlarla birlikte sosyal ve siyasal çöküntüyü de kendi bünyesindeki çelişme ve çözümsüzlüklere eklemişti. Bu da sisteme, kısa bir soluğun ardından daha hızlı ve derin bir bulanımın etkisine girme olgusunu gündeme getirecekti.
Doğu Bloğu ülkelerindeki çözülme ve kapitalist girişimciliğin olanaklarından yararlanma Batılı emperyalist devletlerin, işçi ve emekçi sınıflara daha pervasız saldırma ve kazanılmış hak gaspına yönelik politikalarını gündeme getirmişti.

BAZI ÜLKELERDE ENFLASYON ORANLARI

1970     1980     1990
Polonya    1,1    9,4    22,9
ABD        5,9    13,5    6,1
SSCB        –    0,7    5,3
Kanada    3,3    10,2    5,0
Japonya    7,6    7,7    3,8
Irak        7,5    16,2    45,3
İspanya    5,7    15,6    6,5

1979-80 yılları, tüm kapitalist ülkelerde enflasyon oranının arttığı, sadece geri kalmış ülkelerde değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile açlık ve yoksulluğun belirgin bir yükseliş kaydettiği, metropol ve geri kalmış ülkelerin tümünün daha baskıcı yöntemler uygulama zorunluluğunun hissedildiği yıllar olmuştu. ABD, diğer gelişmiş kapitalist devletler karşısında güçlü hale gelirken, askeri ve mali hegemonya üstünlüğünü ele geçirmişti. Güçlenmek, SB karşısında kesin bir askeri üstünlük sağlamak için, askeri harcamalarını hızla artırırken, ücret ve sosyal hak taleplerini sınırlama konusunda tavizsiz tutum almaya başladı. Yeni sömürgelerdeki başkaldırılara karşı ise, darbecilikten, kaba güç kullanmaya kadar her yola başvurdu. Enflasyon ve buhrandan kurtulma çaresi olarak, SSCB’ye bağlı devletler dâhil, tüm kapitalist ülke ekonomilerinde tahakküm ve sömürüyü artıran IMF’nin “ekonomik paket” uygulamasını dayatmıştır. Bu yeni uygulama ise, sadece yoksul ülkelerde değil, metropol ülkelerde de toplumsal çelişkilerin boyutlarının giderek artmasına neden olacaktır.
BDT, Çin, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa gibi kapitalist ülkelerde “liberalizasyon” adıyla yaygınlaştırman yeni ekonomik politika, Asya, Afrika ve G. Amerika ülkelerinden bazılarında yeni hükümet darbelerini yaparak uygulamaya sokulmuştur. Eski “sosyalist” ülkelerde; “kapitalist reform”lar, din, kültür, aile, burjuva idealler adına emperyalist tekellere boyun eğmeyi hızlandırırken, kapitalist ülkelerde, ücretlerin kısıtlanması, “özelleştirme”, sosyal hak ve özgürlüklerde kısıtlama ile uygulanmaya başlandı. 1980’den bu yana tüm işçi ve emekçi haklarına koşulsuz ve pervasız saldırı temelinde uygulana gelen bu “yeni hamleye”, başta metropol ülke işçilerinden olmak üzere, Asya ve Afrika halklarının direnişleri karşı koymaya çalışmaktaydı. İşçilerin ekonomik grevleri, yoksulların daha fazla desteğini alarak genişleme ve güç kazanması biçiminde sadece kendi işyerleriyle sınırlı kalmayan, daha geniş kitleleri sokağa döken eylemlerle desteklenen muhtevalar kazanmaktadır.
ABD’de artan işsizlik 1974-80 yılları arasında yüzde 7 (ortalama) oranına, enflasyon 1976’da yüzde 5,8’den 1980’de yüzde 13,5’a çıkarken, bütçe açıkları dev boyutlara ulaşmış ve ülke genelinde sosyal huzursuzluk işçi sınıfı başta olmak üzere yoksul kesimlerin tepkilerini artırmıştı. Gelişen sınıf hareketine karşı Reagan, çok katı bir baskı politikası ile cevap veriyordu. 1981’de; emeklilik, çalışma saatleri ve işgücü ile ilgili haklarda daha iyi koşullar sağlanması talepleriyle greve giden Hava Kontrol İşçileri Sendikası (PATCO)’ya üye işçilere Reagan 2 günlük süre tanıdı. Bu sürede koşulsuz işe dönmemeleri halinde, iş akitlerinin feshedileceği söylendi. Hükümetin ültimatomuna boyun eğmeyen 15 bin hava kontrol işçisi eylemlerini sürdürdüler. Reagan tüm işçilerin sözleşmelerini iptal ederek PATCO’yu kapattı. PATCO’ya üye olmayan 2 bin işçiye Yedek Askeri Hava Kontrolcüleri getirilerek, direnişe rağmen hava trafiğini sürdürmeyi başaran hükümet, direnişi çok sert önlemlerle kırma yoluna gitmişti. Hükümet yanlısı FAA Sendikası’na muhalif kurulan PATCO’nun eylemine karşı yapılan sert müdahale, ABD’nin hükümet ve burjuvazinin güdümünde olmayan bağımsız sendikal harekete karşı ne denli hazımsız olduğunu ortaya koyar. Amerikan işçisinin bu eylemini Kanada hava işçileri, ABD hava sahasına seferleri iptal ederek destek vermişlerdi. Bu eyleme Reagan aleyhtarı halk muhalefeti de destek vermişti.
“Güneşi Batmayan İmparatorluk” diye bilinen İngiltere de 1980’lere gelindiğinde, işsizlik, ev-okul ve kamu hizmetlerinde genel bozuklukların arttığı bir krizin pençesindeydi. Başını ABD emperyalistlerin çektiği “yeni ekonomik paket” uygulaması “Thatcherizm” adı altında, daha düşük ücret, az sayıda işçiyle üretim yapılması ve kamu harcamalarının kısılmasına olanak tanıyan bir yasa ve düzen programıyla açılıyordu. Siyasi baskıların artışı ve militarist yönetimin desteğiyle uygulamaya başlanılan “liberasyon” politikası, 3-4 milyondan fazla işsiz ve enflasyonun hat safhaya vardığı ’81 yılı İngiltere’sinde işçi sınıfı eylemlerin yükselmesine ve halk ayaklanmalarına neden oldu. Kamu harcamalarının kısılması programına karşı 5 ay süreyle dönüşümlü grevlere giren memurlar ve demiryolu işçilerinin direnişi, büyük kentlerde geniş kitlelerin katıldığı “Temmuz Ayaklanmalarına yol açtı. Ücret artışlarının (yüzde 11-30), fiyat artışlarından (yüzde 15,6) daha az olması nedeniyle, Liverpool’da 100 bin ve Glasgow’da 70 bin göstericinin katıldığı sendikal eylemlere, ’81 Temmuz’unda 30 kentte, daha çok siyahlardan oluşan işsiz ve yoksulun ayaklanması sonucu sokak çatışmaları eşlik etti. Reagan’ın ilk Avrupa turnesi esnasında ABD’nin silahlanma yarışına karşı, Londra’da 250 bin kişinin katıldığı ABD politikasını ve nükleer silahlanmayı protesto eden gösteriler yapıldı.
Yine aynı yıllarda (1981), Japon hükümeti, kemer sıkma politikasına eş olarak, kamu kesimindeki devlet sübvansiyonlarının çoğunu iptal ederek, kamu harcamalarında yoğun kısıtlama programını gündeme getirdi. Ulusal Japon Demir Yolları, Telefon ve Telgraf Şirketi, Tütün ve Tuz Kamu Şirketi’ne tüm hükümet sübvansiyonları kesildi. Büyük kamu işletmelerinin önemli bir bölümü özel kesime devredildi. ABD’nin teşvikiyle, ’81’de Suzuki hükümeti, Japon Anayasası’nın 9. maddesinde yer alan; “ordu besleme” ve “savaş yapma” yasağını delerek “nükleer silaha sahip olmama, imal etmeme ve bulundurmama” ilkelerini terk eden kararlar aldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Japonya, ABD’ye stratejik olarak bağlı da olsa (Falkland’a silah yardımını, ABD istemediği için çekmek zorunda kalmıştı), ilk kez silahlanıyor, dünya hegemonyasında askeri gücü ve ordusuyla da yer almaya adım atıyordu. Japon emperyalistleri bunalıma giren ekonomilerini güçlü bir silah sanayisi ile kurtarma çabasına girerek, tekellerinin gücünü artırmayı rekabet şansını askeri alanda da kazanmayı hedeflemekteydiler. Bu uygulamalarına; kamu görevlileri ve sendikalar muhalefet etti. Ama ciddi bir karşı çıkış olamadı bu.
Alman ekonomisi, 1929 ekonomik bunalımına eşdeğerde bir işsizlik artışına karşın, ücret artışlarının sendikalarla anlaşarak dengede (az) tutmaya yönelik bir ekonomik politika izledi. 1981 Ekiminde nükleer silahlanma karşıtı 300 bin kişilik bir gösterinin Bonn’da gerçekleşmesi, siyasal güç oranında artışı sağlayacak bir askeri güce karşı, kamuoyunun tepkisini dile getiriyordu.
Batılı kapitalist ülkelerin, sömürüyü artırma amacıyla, her tür ırkçılığın, gerici çevrelerin ve Yeşiller hareketi gibi etnik anti-sınıf hareketlerinin, emperyalist politikasına zarar vermeme koşuluyla kışkırtılması yeni politikalarının gerçekleşmesine yönelikti. Ulusal hareketlerin şoven kışkırtma ve çatışma biçiminde de olsa sürdürme eğilimine karşı denetimleri altına almak koşuluyla desteklemeden yanadırlar. Uluslararası planda genel göç dalgalarının yaygınlaşması ve başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelere yoksul kesimlerden işçi akımı, ucuz işgücü kapasitesini artırmanın yanı sıra, farklı gelenek ve çevre kültürlerinden gelen etnik grupların sınıfsal birliği bozucu etkisinden, yararlanmayı da amaçladılar. Yoksul ülkelerden metropol kentlerin varoşlarına akın eden insan göçü, işgücü sömürüsünü de daha kolay sağlama açısından tekellerin kârını artırmada olumlu bir rolü olmuştur.
Orta Amerika ve Afrika’nın yoksul ülkelerinde IMF reçetelerinin uygulana geldiği ekonomik bağımlılık ve krizle, bu ülke halklarının huzursuzlukları artarak, çatışmaların artmasına yol açtı. Metropol ülkelerinin silah ticaretini artırmalarına olanak sağlayan bu çatışmaların, yoksul ülke halklarının anti-emperyalist geleneğini geliştirme ve emperyalizme kafa tutma geleneklerini artırması gibi olumlu yanları da vardı. Ancak, iç çatışmalar içinde sık sık yan değiştiren emperyalistler, halkların öfkesini kendi üstlerine çekmemeyi de başardılar. Şili, Peru, Nikaragua, Namibya, Angola, Mozambik, Güney Afrika, Eritre, Pakistan, Falkland, vs. bir dizi yoksul ülke halkı, bu dönemin emperyalist buhranın derinleşmesi ve çıkmazlarının artması sonucu, sosyal çalkantılar dönemine girmiş ve ulusal bağımsızlıkları yönünde adımlar atmaya çalışmıştır. Ama emperyalistlerin entrikalarıyla başa çıkacak bir önderliğe sahip olmadıklarından, içinde dönüp durdukları fasit çemberi kırmayı başaramamışlardır. Aynı yıllar, Doğu Bloğu ülkelerinde de ekonomik ve sosyal kriz kendini hissettirecek boyutlara ulaşmış, krizin yükünü çeken işçi ve köylü kesimi içine alan sosyal patlamalara neden olmuştur. 1980 Ağustos’unda Gdansk tersane işçilerinin direnişi ile başlayan Polonya olayları, halkın geniş kesimlerinin katıldığı sokak gösterilerine dönüşmüştü. Toplumun çeşitli kesimlerinin bağımsız örgütlerinin kurulması, sağlık, iş ve konut sorunlarında ortaya çıkan düzensizlerinin giderilmesi, ücret ve sosyal haklardaki tedrici düşüşe son verilmesi talepleriyle ortaya çıkan Bağımsız Dayanışma Sendikası, Batılı emperyalistlerin ve kilisenin etkisi altında gerici bir rol oynuyordu. Ama dile getirip önderlik tarafından istismar edilen talepler Polonya emekçilerinin acil talepleriydi, bu yüzden de milyonlarca Polonyalıyı peşinden sürükleyebiliyordu. Walesa ve yöneticilerinin tutuklanmasıyla sona eren grevler, 13 Aralık 1981’de Jaruzelski’nin askeri darbesiyle “savaş hali” uygulanarak sert bir şekilde bastırılmıştı.
30 yıllık Çavuşesku rejiminden kaçan 1 milyondan fazla Romen’i 1980’lerde göçe zorlayan nedenlerin başında, siyasi ve ahlaki (ihbarcılık, şantaj, rüşvet ve baskı), çöküntüye yol açan ekonomik kriz olmuştu. Elbette, Batılı emperyalistler bu hoşnutsuzlukları kışkırtıyor, ondan yararlanıyordu, ama Romanya’daki kriz ve siyasi çürüme yığınlarda büyük hoşnutsuzluk yaratmıştı. Yokluk ve enflasyon, “disipline edilmiş” ağır çalışma koşulları, özellikle 1977’de ortaya atılan sosyal hakları sınırlama programı, sosyal bunalıma neden olmuştu. 1 Ağustos 1977’de Romanya’da ilk grev bu nedenle patlak verdi, emeklilik haklarının gaspını protesto eden Lupeni madeni grevine 35 bin madenci katıldı ve 3 gün boyunca “kahrolsun kızıl burjuvazi” sloganları ile rejimi protesto ettiler. Çavuşesku, işçilere tüm hakları verme vaadiyle grevi bitirterek, maden bölgesini “yasak bölge” ilan etti. Grevin öncüleri tutuklandı, binlerce işçi işten atıldı. Grevi yürüten iki önder, çok geçmeden (birer “kaza sonucu”) öldürüldü.
1979 Şubatı’nda, Romanya’nın iki büyük kenti Bükreş ve Turnuseverinli 20 işçinin, daha iyi sırtlarda çalışma koşulları elde edebilmek imacıyla kurdukları “Romanya Bağımsız İşçi Sendikası” (SLOMR)’a iki haftada 2 bin 500 işçi üye olmuştu. Sendikal örgütlenme yasal alanda açığa çıkar çıkmaz, tüm kurucuları tutuklanarak, sendika kapatılmıştır. 1980 ve 81’li yıllar boyunca Romanya, ücret ve çalışma koşullarının düzeltilmesi amaçlı pek çok grev ve ayaklanmalarla çalkalanır. ’81’de üç maden bölgesinde işçiler, iş durdurarak bir termik santralı ele geçirirler, parti binalarının işgaline ve silahlı çatışmalar ile sokak gösterilerine dönüşen ayaklanmalar çok sert şekilde bastırılır.
Aynı süreç, Çin ve Vietnam gibi ülkelerde de benzer şekilde yaşanıyordu.
Çin’de 1980 Eylül’ünde, sanayide ve tarımda özel mülkiyetçiliği teşvik eden, yasal düzenlemelere geçildi. Toprak ve çiftliklerin: a) Özel şahıslara ve ailelere, “parça başı ödeme” usulüyle devri, b) Toprağı “devlet kotası” vermek koşuluyla ailelerin istediği gibi işleyebilmesi şeklinde “kolektifsizleştirme” programı, “yeni ekonomik çözüm” paketi olarak uygulanmaya kondu. Sanayide de 1981 yılında girişilen reformlar piyasa ekonomisinin uygulanmaya başlanması, devlet işletmelerini elinde bulunduran bölgesel bakanlıkların kârlarını merkezi hükümete devretmemeleri, işsizlik ve enflasyonun artışına neden oldu. 20-26 milyon işsiz ve yaşam koşullarından hoşnutsuz genç işçilerin grevleri yaygınlaşarak gözlerden saklanamaz boyutlara ulaştı.
Vietnam’da da “bireysel girişimcilik” ve “kişisel kâr”ı körükleyen resmi kararların kaldırılması, ’82 Mart’ında parti kongresinde çıkan uzun tartışmalar sonucu gündeme getirilir.
’80’li yılların ekonomide durgunluk ve istikrarsız gelişimine çare arayan metropol ülke emperyalistlerinin, tüm dünya ülkelerinde yaygınlaştırarak, uygulamaya koydukları “liberal ekonomi” paketinin, ’90’lı yıllara gelindiğinde çözüm olmaktan çok uzak kaldığı ortaya çıkmıştı.
Başta ABD, Almanya (Birleşik), İngiltere, BDT olmak üzere metropol ülkelerin ekonomik ve sosyal yapıları, yoksullaşma, işsizlik, siyasi baskı ve terörün şiddetlenmesine yol açan kargaşayı ve hoşnutsuzlukları artırarak bunalımın hızlandığı bir döneme girdi. Burjuva ekonomi uzmanlarının yaymaya çalıştığı “kapitalizmin zaferi”, ekonomi verilerinde doğrulanamıyor. ’80’lerde uygulama alanına konan geniş çaplı “Arz ekonomisi”, genel bir alım-gücü azalmasının duvarlarına çarpmış durumda.

ABD
Kapitalist dünyanın Kâbe’si ABD’de 1989 yılı, 20 milyonu aşan işsiziyle toplumsal olaylara yol açacak bir ekonomik durgunluğun mesajını veriyordu. Pittson maden şirketinde çalışan 10 bin maden işçisinin, eşleri ve halkın desteğini alarak başlattığı grev aylarca sürer. İşçiler düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına karşı protesto eyleminde bulunmuşlardır. İşveren, sendika liderlerini tutuklatmış işçilere gözdağı vermek için 1930’lardaki işçi düşmanı “vatandaş komiteleri”nin benzeri silahlı çetelerle eylemcilere saldırmıştır. 9 ay süren, sendikal hakların tanınmaması ve taşeron işçilere sendika hakkı verilmesini amaçlayan mücadeleleri sendikanın başarısı ile sonuçlanmıştır.
BASF ilaç firması işçilerinin başlattıkları grev de 6 ay sürdü ve sendika liderlerinin ve atılan işçilerin işe geri alınmasıyla sonuçlandı. Sendikal örgütlenmelere karşı girişilen tüm uygulamalara karşı işçilerde bir uyanışın ve mücadelenin yükseldiğine ilişkin önemli ipuçlarından biri de Maquiladora serbest bölgesinde sendikasız çalışan 400 bin işçinin verdikleri sendikalaşma mücadelesidir. Burjuvazi tarafından kapitalist bir cennet olarak sunulan Amerikan toplumu, işsizlik ve sefaletin artışı, (1991’de 31 milyonu bulan “yoksulluk içinde) uyuşturucu ve kör şiddeti körükleyen bir kaosla çalkalanıyor. ’92 yılı, Amerikan toplumunda derinleşen bunalımın, sosyal patlamalarla kendini gösterdiği bir yıl oldu. Yoksullar (1/4’ü beyaz 3/4’ü zenci olmak üzere) binlerce sokak gösterileri, kırma, dökme ve dükkân yağmalarıyla sisteme tepkilerini sergilediler. New York, Los Angeles ve Washington’da çoğunluğunu zencilerin oluşturduğu, sosyal sorunlarla bağlantılı 3 bin 700 cinayet işlendi (1990). Aynı yıl 168 banka iflas etti Bin banka zor durumda olduğunu ilan etti. 1989’da yüzde 5,5 oranındaki işsizlik, 1991 Martı’nda yüzde 7’ye ulaştı.
Latin Amerika ülkelerinde de demokrasi yanlısı her tür girişimi, Amerikancı diktatörlere ve sivil faşist güçlere verdiği destekle bastıran Amerikan yönetiminin izleri görülür. Arjantin’de 11 bin telekomünikasyon işçisinin grevi, öğretmenlerin grevi, ücretlerin artırılması ve sendikal hakların sınırlandırılmasına karşı protesto niteliğinde idi.
Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, El Salvador, Guatemala, Haiti, Nikaragua, Peru vb. gibi Latin Amerika’nın tüm ülkelerinde ’89-90 yılları, genel grevler ve direnişlerle, bunlara eşlik eden yaygın sendikacı ve eylemcilerin tutuklanmaları ve öldürülmeleri, şiddetle bastırılmaya karşın atağa kalkan işçi sınıfı mücadelesinin en yoğun olduğu yıllar oldu. Grevlerde genel istekler, ücretlerin artırılmasına eş olarak sendikasızlaştırmaya son verilmesi ve işten çıkarılmayı protesto niteliği taşıdı. Tüm Latin Amerika ülkelerinde işçi ve öğretmen (memur) eylemlerine ve sendikalara karşı şiddet ve terör uygulanmasına karşın, işçi direnişleri yaygınlaşarak sürmektedir. 1990 Haziranında, Honduras’ın başkentinde terörü protesto eden yüz binlerce işçi gösteri yaptı. Eylemlere karşı resmi güçlerden çok, “paralı asker” statüsündeki sivil faşist güçlerin saldırısı, ulusal olmaktan çok, uluslararası bir örgütlenmenin tek merkezden idare edildiği askeri bir organizasyona sahip olduğunu göstermektedir.

AVRUPA
Birleşik Avrupa Projesi çerçevesinde, tüm Avrupa ülkelerinde bir dizi, ekonomik reform paketi, 1989-90’da İngiltere, Fransa, Almanya, İsviçre başta olmak üzere uygulanmaya sokuldu. Birleşik Avrupa Projesi’nin gönülsüz yandaşı İngiltere’de, bu proje çerçevesinde vergi sisteminde yapılması istenen değişiklik, halk diliyle “kelle vergisi” olarak adlandırılan vergi, İngiliz işçi ve emekçilerinin geniş çaplı protesto gösterilerine rağmen yürürlüğe girdi. İsveç’te de yürürlüğe giren yeni vergi yasasına karşı geniş çaplı protestolar, hükümetin sert önlemleriyle bastırıldı.
Fransa’da, ’90 Haziranda, 500 bin emekçi, sosyalist etiketli hükümetin, sigorta başta olmak üzere diğer sosyal hakları da kısıtlamasına karşı sokağa döküldü. Birleşik Avrupa Projesi’nin işçi ve emekçi sınıfların, yıllardır sürdürdükleri mücadele ile kazandıkları sosyal hayat standardını, Avrupa’nın tüm ülkelerinde eşit seviyeye düşürmek (çıkarmak değil düşürmek) adına uyguladıkları sigorta ve diğer ödentilerin kısıtlanması dayatmasına karşı Fransız halkı, geniş çaplı gösterilerle tepki göstermişti.
Almanya’da da 8 milyonu aşan işsizlik ve göçlerle ortaya çıkan yoksulluk, iki Almanya’nın birleştirilmesi veya Körfez savaşındaki sarsıntıyı bahane eden tekellerin uyguladığı vergi artırımı ile daha da üst boyutlara ulaştı. İngiltere’de su ve elektrik, temizlik hizmetlerinde uygulanan yüzde 20’lik vergi, Almanya’da da posta, telefon ve sigorta ücretlerinde yüzde 20 vergi artırımıyla uygulamaya kondu. D. Almanya’yı kalkındırma fonu adı altında ücretlilerden fon kesmeye başlandı. Demir-çelik tekellerinin ’87’den buyana üretim kapasitesini ve kârlarını artırma hedefi; işçi sayısını ve ücretleri düşürme, kiralık (taşeron) işçi çalıştırma politikasıyla yürütülen bir politika olmuştu. Bu hedefleri; Demir-çelik sektöründe çalışan işçi sayısının 1990’da 1988’e oranla yüzde 6,1 azalırken, üretim kapasitesi yüzde 13,4, işçi başına verimlilik yüzde 20 artış göstererek başarılı oldu. Tekellerin kârı ise, yüzde 48,13 oranında artmıştı.
Alman işçi sınıfı, tekel kârlarının bekçiliğini yapan sendika ağalarının ihanete varan uzlaşma politikalarına karşın, özellikle maden ve çelik sanayisinde ve kamu sektöründe olmak üzere geniş çaplı eylemlere girdiler:
Aralık 1990: 135 bin Böhler işçisinin grev ve direnişleri
Aralık 1990: Kassel’de 4 bin metal işçisinin katıldığı izinsiz grev, Salzgitten işçileri ve sendika temsilcilerinin katılımı sonucu başarıyla bitti.
Haziran 1990: Bir yıllık bir mücadele sonucu kapitalistler, metal ve basın sendika ağalarına rağmen, işçilerin, “ücretlere ek zam” ve “toplu sözleşmelerin 1 yıla indirilmesi” taleplerine boyun eğmek zorunda kaldılar. 2-3 Mayıs 1990’da uyarı grevlerine 400 bin işçi katıldı.
Aralık 1991: Duisburg’lu 20 bin çelik işçisi, sendikaları İGM’nin ihanetini protesto etti. Sayıları 100 binlere varan, Thyssen, Krupp, Hoesch tekellerinin işçilerini de kapsayarak genişleyen uyarı grevleri, tekellerin, istenen talepleri (ek zam) karşılamanın “Alman sanayisinin ölümü” olduğunu tüm basın ve yayınla, propagandasıyla, ayrıca sendikayı da satın almasıyla isteklerini kabul ettirememişlerdir.
Eylül 1991: Duisburg’da 3 madenin kapatılmasını ve 700 işyerinin tasfiyesini protesto eden 135 bin maden ve 2 bin metal işçisinin yaygın gösterileri, emperyalist burjuvazinin “sosyal refah devleti” demagojilerine verilen bir yanıltı..
Nisan 1990: Berlin’de Kamu Hizmetleri Sendikası (ÖTV) ve Eğitim ve Bilim Sendikası (GEW) üyesi, 396 çocuk yuvası eğitmeni, “toplu sözleşme hakkı” için 7 hafta süreyle çeşitli eylemler yaptılar. Bu eylemlere 10 binlerce insan fiilen katıldı. Çocuk yuvalarına daha fazla mali destek vermesi istenen eyalet senatosuna karşı 20 yıldır ilk kez böyle geniş çaplı bir direniş sergileniyordu.
Yunanistan’da 8 Nisan 1990’da genel seçimlerinde halka hizmet vaadiyle gelen Mitsotakis hükümeti, uyguladığı ekonomi-politikayla, vaatlerini yerine getiremediği gibi, kemer sıkma politikasıyla halka baskı yaparak canından bezdirmişti. Ekim ayında, hükümetin bu politikalarını protesto eden işçilerin genel grev çağrılarına kamu emekçileri de katılmış, tüm eğitim ve sağlık işkollarında, tüm devlet işletmelerinde başlayan direnişlere halkın geniş desteği gözlenmişti. Genel grev, tüm ülkede hayatı felce uğratmıştır. Bugün de zaman zaman ülke çapında genel greve gidilmektedir,

SONUÇ
İMF ve Dünya Bankası’nın, bugünkü emperyalist ekonomilerinin, içinde bulundukları buhranı aşmak için önerdiği ve yukarda sözünü ettiğimiz politikaların, sorunu çözme yönünde hiçbir gelişme sağlamadığı, artık gözle görülür hale geldi. Buhrandan ve dengesiz gelişiminin ortaya çıkardığı çelişkilerden kurtulma ümidi olarak hazırlanan programların hemen hepsi, emperyalist buhranın derinleşmesinden başka bir sonucu vermedi. ’80’lerde vaat edilen “yeni düzen” ve “refah toplumu”, gittikçe azalan küçük bir tekel grubunun dışındaki tüm emekçi ve işçilerin yaşam standardının düşmesi ve sosyal krizin derinleşmesine yol açıyor. Finans çevrelerinin usta ekonomistleri, planlarına uygun düşmeyen ve hedeflenen sonuçların tam tersi bir ekonomi verisi ile kendi düştükleri durumdan şaşkın görünüyorlar. Özellikle metropol ülkelerde ortaya çıkan huzursuzluk ve yoksulluk, emperyalist ekonominin beyninde tümör oluşturmaya devam ediyor. Buhranın en gözle hissedildiği gelişmiş kapitalist ülkelerde sadece işçileri değil, geniş halk kesimlerini de içine alarak genişleyen direnişleri krizin ortaya çıkardığı ilk sancılar olarak kabul edilebilir.
* 1980’lere kadar, işyerleriyle sınırlı kalan grevler, bugün işyerlerini aşarak, daha geniş kesimleri kucaklayan genel eylemlere doğru bir sıçrama gösteriyor. Bir bölgede başlayan huzursuzluk, o bölgenin tüm kesimlerini kapsayarak daha yaygın bir gelişim seyri izliyor, başka bölgelerde etkisini giderek daha fazla hissettiriyor.
* Ücret artışları ve sosyal hakları için mücadele eden sendikalar, işçi tabanından gelen baskılar sonucu, iş güvencesi ve sendikasızlaştırmaya karşı eylemler yapmak zorunda kalıyorlar.
* Dünyanın her yanına dağılan tekellerin, bir ülkedeki işyerinde başlayan huzursuzluğu, diğer ülkelerdeki işyerlerine de sıçrayarak, grevlerin işkolu düzeyinde uluslararası nitelik kazanması eğilimi kendisini hissettiriyor.. Bir maden tekelinin metropol ülkelerdeki işyerini kapatması, aynı tekelin yoksul bir ülkedeki işyerinde de huzursuzlukların artmasına neden oluyor.
* “Sosyal Devlet” ilkesinin terk edilmesinin sonucu olarak, genel eylem ve direnişlerin en çok etkilediği işkollarından posta, ulaşım, telefon, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerine yönelik sektörler, son yıllarda en yaygın eylemlerin olduğu işkolları olarak dünya sahnesine çıkıyor. Aynı dönemde pek çok ülkede birden kamu sektöründe yaygınlaşan eylemler, sadece direnişe giden emekçileri değil, halkın tümünü, hatta uluslararası kamuoyunu etkiliyor.
Kamu sektöründe “özelleştirme” programlarının doğurduğu kitlesel bunalım ve baskılar, başta metropol ülke halklarının olmak üzere, tüm ülkelerin halklarında yaşam standardının genel bir düşüşüne yol açıyor. Yasal örgütlenmelere karşı girişilen yoğun baskılar nedeniyle, genelde yasadışı eylemler giderek daha çok yaygınlaşıyor.
* Tekellerin satın aldığı sendikalara rağmen, yapılan grevlere, daha çok sendikalaşma mücadelesi için yapılan eylemler eşlik ederek, tüm işçi ve emekçilerin örgütlenme mücadelesi, giderek, daha çok önem kazanmaya başlıyor. Bir yandan, patron yanlısı sendikalar üye kaybediyor, ama direniş ve grevlere katılan işçi sayısının yıllara göre arttığı da gözlemleniyor.
* Daha da önemlisi, sanayinin can damarı maden, metal, otomotiv sanayisinde, özellikle başta ABD, Almanya, Japonya olmak üzere kapitalizmin kalbi olan ülkelerde kriz ağır ama istikrarlı bir biçimde varlığını duyuruyor. Amerika’da oluşan ve işsizlik, enflasyon, üretimde gerileme, bazı sektörlerde aşırı üretim olarak başlayan kriz, Almanya ve Japonya’yı da sarmış durumda. 1980’lerden beri önlemeye çalıştıkları kriz, emperyalist dünyayı 90’larda sarsmaya başladı.
Burjuva ekonomistlerin de artık açıkça kabul ettiği gibi, bu krizin nasıl aşılacağına ilişkin çözüm üretilemiyor. “Kapitalizmin yeni bir atılım içinde olduğu”, “bütün çelişmelerini aştığı” yollu yaygaralar şimdi ancak sadece şarlatanlar ve propaganda merkezleri tarafından yürütülen anti-komünist kampanyanın dayanaksız sloganı durumunda.
Gelişmeler, kapitalist dünyanın bir eşikte bulunduğunu, bundan sonraki gelişmelerin hangi doğrultuda olacağını, hem dünya hem de ülke bazında, proletaryanın tarihsel rolünü oynayıp oynamamasına bağlı olduğunu söylemek bir kehanet olmayacaktır.

Haziran 1992


EK:
Kapitalist Dünyanın Para Kasası İsviçre de Huzursuz

İkinci dünya savaşında bile bir sükûn ve huzur ülkesi olarak kalmayı başaran İsviçre de dünya ekonomik krizinin etkisi altına giriyor.
İsviçre’de, uzun yıllardan beri sendikalar ile işverenler arasında yapılan yazılı anlaşmalara göre grev yapmak yasaktı. Bu yıl ise ekonomik kriz ve işten atılmalara karşı haklarını savunmak zorunda kalan işçiler, ilk defa “Mermer İsçileri” olarak Luzem’de Emilio Stecher in Root firmasında 600 kişinin katılımı ile işten atılma tehditlerine karşı ve pahalılık karşısında ücretlerinin artırılması için greve gittiler. Grev sonunda somut bir başarı sağlanamadı, fakat İsviçre’de de işçiler, kendi hakları için greve gidebileceklerini gösterdi. Bu grev, işçi sınıfı içinde “İsviçre’de de işçiler grev yapabilir” düşüncesini yerleştirdi ve daha sonraki ayda, sözgelimi Şubat ayında Cenevre’de devlet memurları ve taşımacılık alanında çalışan memurlar, tramvay işçileri otobüs şoförleri yarım günlük uyarı grevi yaptılar. Katılım yüzde 90’ından fazla idi ve ek olarak 4 bine yakın insanın katıldığı yürüyüş yapıldı. Talepleri ücretlerinin pahalılık oranı ile eşitlenmesi ve işten çıkarma tehditlerinin durdurulmasıydı. Bu grevlere yabancı ve yerli işçiler birlikte katıldı ve örgütledik. Yine geçen yıl 14 Haziran’da, kadınlar, yarım günlük genel grev denemesi yaptılar. Bazı bölgelerde yüksek katılım oldu. Önemli merkezlerde yürüyüşler ve şenliklerle tamamlandı. Yasal olarak memurlar, yani devlet çalışanları grev yapmamalarına rağmen, resmi kuruluşlarda örneğin öğretmenler, hemşireler bu grevde büyük rol oynadılar. Talepleri ise, esas olarak, kadın ve erkek eşitliğinin her alanda sağlanması ve bu isteklerini yasal güvenceye alınması.
— Kadına hamilelik döneminde daha çok izin ve sosyal yardımın artırılması.
— Eşit işe eşit ücret.
— Gece çalışmasının kaldırılması.
— Kadınlara öğrenim görme ve işyerlerinde yükselme şansının artırılması için garanti ve teşvikler, grev sonunda kısmi talepler, bazı Kantonlarda kabul edildi, yani etkisini gösterdi. Bu yıl ise, yine 14 Haziran’da, 5 dakikalık sembolik iş durdurma “uyarı grevi” yapılmasının hazırlıkları devam ediyor. Amaçları, taleplerini tekrar kamuoyuna hatırlatmak.
■ İsten atmalar yoğun olarak yaşanıyor. Devlet dairelerinde yüzde 2 indirim (memur sayısında) isteniyor. Örneğin önümüzdeki yıl PTT’de 2 bine yakın memurun işten atılması şimdiden hazırlanmıştır.
■ Daha önce, işveren -sendika görüşmelerinde yılda bir defa pahalılık oranı ile işçi ücretleri eşitleniyordu, sendikalar bunu daha sık yani pahalılık arttıkça bunun işçi ücretlerine de yansıtılmasını istiyorlar. “Eğer AET’ye girersek daha büyük olanaklarımız olacaktır. Yani iyi loplu sözleşmeler yapabiliriz diye, fakat bu da işçi sınıfının örgütlenmesine bağlı” diye sendikacılar görüş belirtiyor.
■ İsviçre devleti, ABD’den FA-18 adlı 50 milyar İsviçre frankı karşılığında savaş uçağı almak istiyor. Yine IMF’ye ve Dünya Bankası’na giriş yapmak istiyor. Bütün bunlara karşı halktan tepkiler yükseliyor. Fakat sonuçta, hükümet ya da Devlet isteklerini halka kabul ettiriyor.
Örneğin: Bir ay içinde bir kuruluş bu uçakların satın alınmasına karşı 200 bin imza topluyor ve parlamentoya sunuyor. Bu ilgi demokrat çevrelerde yeniden toparlanmak, mücadele etmek için cesaret veriyor. Kendisine işçi partisiyim diyen partilerde, yeni olumlu dalgalanmalar yaratıyor.
■ İşsizlik büyük bir artış göstererek yaygınlaşmaya devam ediyor. Şu anda, BIGA adlı kuruluşun yaptığı açıklamaya göre, bu sayı 100 bin civarında. Bunların yüzde 60’ını kadınlar oluşturmaktadır. Bu sayı, geçen yıl aynı dönemde aşağı yukarı 30 bin idi, tabii ki bu bilinen resmi rakamlar. Mevsimlik işçilerin çalışma izinlerinin iptal edilmesi ve ülkelerine gönderilmesi bu sayının dışında tutuluyor.
■ Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan ve “sosyal devlet” ilkesine göre incelediğimiz zaman artık kapitalist sistemin gelişmiş ülkelerinden biri olan İsviçre, işçi sınıfına bir şey verememektedir, kaynakları tükeniyor (kendisinin tükenişi) Örneğin: Çalışmayan veya işsizlere ödenen sosyal yardımlar kısılmakta ve aynı dönemde sorun çözüleceği yerde ev kiralan artırılmakta ve yeni yatırımlar çok sınırlı tutulmaktadır. Örneğin: Mayıs ayı içinde Basel’de yapılan konut sorununu protesto yürüyüşünde insanlar tepkilerini artık yüksek sesle dile getirmektedirler.
■ Uyuşturucu sorunu giderek büyümekte bu yıl 407’e yakın genç uyuşturucu kullanımından öldü. Yabancılaşma, işsizlik, düzenin tükenmişliği, geleceğe duyulan ilgisizlik ya da umutsuzluk buraya yöneltiyor.
■ Yabancı düşmanlığı da aynı durumda, seçimlerde “Auto Portei” oylarını yükseltiyor. İltica yurtlarına saldırılar artıyor, Diğer yanda işsizliğin sorumlusu yabancılarmış gibi basın ve devlet tarafından bilinçli kışkırtmalar sorunu alevlendiriyor.
Not: İsviçre’de sendikalı işçi sayısı 442.000’dir. Geçen yıla oranla % 2,1 oranında azalma olmuştur.

Kürt Gerçeği, Resmi Politika Ve “Bölücü Terör” Propagandası

Son birkaç ay içinde, diktatörlüğün tüm resmi ve sivil temsilcileri, tüm devlet kurumları ve tekelci burjuva basını, “terör” ve “bölücü terör” üzerine sürdürdükleri propagandanın dozunu iyice arttırdılar. Kürt halkına karşı sürdürülen ırkçı-şoven propaganda sonucu, Genel Kurmay, hükümet, burjuva partileri ve sendika ağaları işbirliği çerçevesinde, gericilik, henüz cılız da olsa bir destek sağladı ve “ulusal mutabakat” çığlıklarıyla, saldırılarını pervasız bir biçimde sürdürüyor. Burjuvazi ve diktatörlüğün, Kürt sorununa ilgi duyulmasını ve Kürt halkının haklarının savunulmasını “ülkenin ve milletin bölünmesi” olarak göstermesi, özellikle Türk ulusundan işçi ve emekçileri belli oranda etkiliyor.
Türk egemen sınıflarının, burjuvazi ve diktatörlüğün, burjuva partileri ve hükümetin sürdürdüğü “bölücü terör” propagandasının hedeflerinin doğru kavranması; işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin, burjuvazinin barikatlarını aşması için oldukça önemlidir ve bunun için de Kürt sorununa biraz geriye dönerek, Türk devletinin kuruluş yıllarından başlayarak bakmak gerekiyor. (1)
Bilindiği gibi, “Kürt sorunu”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye egemen sınıflarını zora sokan belli başlı ve denebilir ki, birincil önemde bir sorun olageldi. Daha “cumhuriyet” ilan edilmezden önce, 1921’de Koçgiri’de, ilk Kürt ayaklanması görüldü. Kürtler, “Türklerin bu düşkün zamanında” ayaklanmanın doğru olup olmadığını tartışma gereği duydular ve M. Kemal’le, Kürt halkının haklarının tanınması için çeşitli görüşmeler yaptılar. M. Kemal ve arkadaşlarının, izlediği Kürt politikası sonucu, Kürt isyanları bundan sonra da devam etti. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde kısmi ayaklanmalar baş gösterdi. 1925’te Şeyh Sait’in başını çektiği ve dini motiflerle karışık ulusal istemler etrafında gelişen isyan, ilki 1927’de, ikincisi 1930’da patlak veren Ağrı isyanı izledi. 1936’da ilk kıvılcımları görülen Dersim isyanı 1938’de, önceki isyanlarla kıyaslanmayacak ölçüde geniş katliamlarla bastırıldı.
Kürt isyanlarının hepsi kanla bastırılarak, isyanların başını çekenler idam edildi. 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu ve 1934’te Mecbur-i İskân kanunu çıkarılarak, Kürtlerin batı illerine toplu sürgünleri gerçekleştirildi. Bu sürgünler sırasında binlerce çocuk, kadın ve yaşlı Kürt, işkence, açlık ve hastalık sonucu yollarda öldü. Sürgün edilenlerin, aynı aile bireyleri de dâhil, sürüldükleri alanlarda bir arada oturmaları bile yasaklandı. (2)
Kürtler ne istiyordu, neden Türk Kurtuluş Savaşı sırası ya da sonrasında isyan ediyorlardı? Neden “bölücülük” suçlaması, başkalarına değil de Kürtlere yöneltiliyordu? Bu sorulara verilecek cevap, sorunun aydınlanması açısından önemlidir.

OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YIKILIŞ SÜRECİ VE ULUSAL HAREKETLER:
Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, çok sayıda milliyetin bir arada tutulduğu askeri feodal bir imparatorluktu. Kapitalizmin çok daha önce geliştiği Fransa gibi ülkelerle, on altıncı yüzyıldan itibaren ticari-siyasi ilişkilere sahip olmasına rağmen, kapitalist gelişme, Osmanlı açısından imparatorluğunun dağılma ve çökme dönemine denk düştü. Daha doğrusu kapitalist gelişmenin etkisiyle, imparatorluk bünyesindeki halkların saflarında, ulusal duygu ve düşünceler boy verdi ve bu temelde ulusal devletler kurmaya yönelik eylemler başladı. İmparatorluk, Kuzey Afrika’dan, Batı Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik sürdürüyordu. İmparatorluk topraklarının bir kısmı, padişaha vergi ve asker veren ve belli bir özerkliğe sahip beylerin yönetimindeydi; bağlı beylikler biçiminde yönetiliyordu. Kürdistan’ın geniş bölgeleri de bu statüdeydi. Osmanlı padişahları at sırtında ve kılıç zoruyla Viyana kapılarına kadar dayanmışlardı.
1789 Fransız burjuva devriminin etkileri, gecikmiş bir biçimde de olsa imparatorluğa bağlı topraklara dek yayıldı. Osmanlı, girdiği savaşlarda elde tuttuğu toprakların bir bölümünü rakiplerine kaptırarak kaybetti. Yıkılış dönemi sürecinde Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar vb. kendi ulusal devletlerini kurmak için ayaklandılar. Balkan Savaşı sonunda bu ülkeler, imparatorluktan koparak, kendi devletlerini kurdular. 1912-14 Balkan Savaşı ve ardından gelen Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Almanya’nın yanında savaşa katılan Osmanlı padişahı, alınan yenilginin de etkisiyle tahtını bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Ulusal devlet kurma ve kendi haklarına sahip çıkma eğilimi Kürtler arasında da gelişiyordu. Kürtler, diğer halkların yaptığı gibi, kendi bağımsız siyasal devletlerini kurmak istiyorlardı. Ancak, tam da bu sırada imparatorluk toprakları emperyalistlerce işgal edilmeye başlandı. Kürtler, Türklerle birlikte emperyalist işgal güçlerini kovmak amacıyla savaşa giriştiler. Diğer cephelerde savaştıkları gibi, Urfa, Maraş, Antep ve Adana’nın savunulmasında Fransız emperyalistlerine karşı başarılı bir mücadele yürüttüler.
M. Kemal’in başında bulunduğu Kemalistler; esasen çete savaşı biçiminde, işgal güçlerine karşı, halkın başlatmış bulunduğu direnişin üzerine oturdular. Ordu geleneğinin verdiği deneyle hareketin başına geçtiler. Kurtuluş Savaşını “Türk ve Kürtlerin savaşı” ilan eden M. Kemal, Kürt aşiret ağalarını işbirliğine çağırdı. Ermeni-Kürt çelişkisini işlemeye özel bir önem veriyordu. Erzurum ve Sivas Kongrelerine Kürtler de katıldılar. Erzurum Kongresinin 54 delegesi Kürt’tü. 1919’da M. Kemal, Koçgiri aşireti reisi Mustafa Paşa ve oğlu Alişan Bey’le de görüştü. Alişan Bey, “Konfedere bir Kurdistan” talebiyle birlikte, işbirliği yapabileceklerini belirtiyordu. Ancak gelişmeler hızlıydı ve 13 Şubat 1921’de Koçgiri’de çatışmalar ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanma 17 Haziran 1921’de bastırıldı.
M. Kemal, kurulacak devlet içinde, Kürtlerin ve Türklerin, eşit haklara sahip olacaklarını özel olarak vurgulama ihtiyacı duyuyordu. O, verilen savaşı; “Bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davası” olarak niteliyor, kurtuluş mücadelesinin yalnızca Türkler için değil, Kürtler, Çerkezler vb. için de verildiğini belirtiyordu. 1920’de, Mecliste “Kürsüde konuşma hakkı iki millete aittir; Türkler ve Kürtler” diyebiliyordu. Yine 16 Ocak 1923’te TBMM’nin “hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahibi salahiyet milletvekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhit etmiştir (birleştirmiştir)” diyen de oydu. Yine Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başkanı İnönü, kendilerinin görüşmelere “Türk ve Kürtlerin temsilcileri olarak katıldıklarını” ilan ediyor ve böylece İngiliz ve Fransızları sıkıştırmaya, onlara karşı pazarlık gücünü artırmaya çalışıyordu. M. Kemal, 1920’de yaptığı bir başka konuşmada ise; İslam dininin birleştirici özelliğinden yararlanmaya çalışıyor ve şöyle diyordu: “Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bitabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslamiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı (bütünü) teşkil eden unsuru-u İslami bizim kardeşimizdir… Vatandaşlar yekdiğerine hürmeti mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırki, içtimai ve coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrarla teyit ettik.”
Kürtlerin haklarından, bu haklara saygıdan, kurulacak devletin iki ulusa eşit haklar sağlayacağına dair vaatlerden söz eden bu konuşmalar elbette samimi değildi. Pratik bunu çok iyi gösterdi. Uygulama, tam tersi oldu ve Cumhuriyet ilanıyla birlikte bir daha Kürtlerin haklarından ve varlığından söz edilmez oldu. 1924 Anayasası’nın gerekçesinde “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz” deniliyordu. Artık, Türklüğün “tüm ırkları bir araya getirme kabiliyeti”nden söz ediliyordu.
Amaca ulaşılmıştı. Ulusallık talep eden, haklarına sahip olma isteklerini dile getiren Kürtlerin üzerine artık asker gönderiliyordu. Savaşın sona ermesi ve yeni devletin kurulmasıyla birlikte, Kürt halkına yönelik askeri baskı ve saldırıların yanı sıra, “Misak-ı milli” içindeki topraklarda yaşayanların Türk olduğu propagandası da giderek ağırlık kazandı. Türk devletinin; ülkesi içinde, Türk’ten başka millet tanımadığı resmen ilan edildi. İslam dininin devlet içindeki tüm ırkları, ulusları bir tek Türk ulusu halinde birleştirdiği iddia ediliyordu. (3)
Kürtler, Kemalistlerin, bu ikiyüzlü manevralarına ve Kürt ulusal varlığı ve haklarını inkârdan gelme tutumuna, isyan hazırlıklarına girişerek cevap verdiler. Daha önce, imparatorluktan ayrılanların, ulusal devletler oluşturmaları, Kürt ulusal güçleri arasında da, bağımsız siyasal devlet kurma eğilimini güçlendiriyordu. Eğitim görmüş Kürt gençleri, ulusal istemler etrafında, çeşitli dernek ve örgütler bünyesinde bir araya geliyorlardı. Çeşitli Kürtçe dergi ve gazeteler çıkarılmaya başlanmıştı. 1917 Ekim sosyalist devriminin, ulusların kaderlerini tayin hakkının kayıtsız-şartsız tanındığını ilan etmesi ve ulusal kurtuluş savaşlarının Doğu Avrupa ve Asya’da gelişmesi Kürt toplumunu etkileyen olgular arasındaydı. Bütün bunlar, Kürt halkı içinde haksızlık ve eşitsizliklere karşı düşüncelerin etkili olmasına ve bağımsızlıkçı eylemlerin destek görmesine yol açtı. Kürtçe dergi ve gazetelerin etrafında bir araya gelen Kürt aydınlarının bir kısmı, Kürdistan’ın bağımsızlığı düşüncesiyle halk arasında faaliyeti genişlettiler. Bunların bir kısmı, sonraki isyanlarda etkin rol oynadılar.
Kemalistler, cumhuriyet ilanıyla birlikte, sınıf konumlarına uygun bir tutumla, genelde işçi ve emekçilere karşı; ama özel olarak, ulusal hak talebinde bulunan Kürtlere yönelik baskı ve saldırılarını artırdılar. Kurtuluş Savaşı sırasında, siyasal faydacılığı (pragmatizm) taktik bir ustalıkla uygulayan Kemalistler, bir yandan emperyalistlerle “arayı hoş tutmaya”, onlarla ilişkileri geliştirmeye soyunurken, öte yandan, “Lenin yoldaş” hitabıyla başlayan mektuplarla, Bolşeviklerin desteğini sağlamaya çalışıyorlardı. İçerde dedin adamlarına, halife sultana, Kürt aşiret ağalarına “saygılar sunarak” desteklerini sağlamaya çalıştılar. Aynı siyasal kurnazlığın devamı olarak, Kürt halkına yönelik sürdürdükleri katliamları, “Köylülere baskı yapan aşiret reisi ve toprak ağalarının cezalandırılması” olarak gösterdiler. Doğrusu, bunda başarılı da oldular.

AYAKLANMALARIN KANLA BASTIRILMASI VE KÜRT VARLIĞININ İNKÂRI POLİTİKASI
Türk egemen sınıfları, Kürt ayaklanmalarını geniş katliamlara girişerek bastırdılar. Kürt halkı, on binlerce insanın kaybı pahasına köleliğe karşı savaştı, büyük fedakârlıklara katlandı. Ancak Kürt isyanları, nispeten kolayca bastırıldı. Bunun başta gelen nedenlerinden biri, Kürt ulusal hareketinin, Kürdistan’ın geri toplumsal yapısından kaynaklanan zaafları önemli oranda taşıyor olmasıydı. Kapitalizm Kürdistan’da, henüz önemli sayılabilecek bir gelişme göstermemişti. Feodal aşiretçi yapı, kapalı ekonomi, gücünü koruyor ve ulusal hareketi bölücü bir rol oynuyordu. Kürdistan’ın bir bölgesinde patlak veren ayaklanmaların, o bölgeyle sınırlı kalmasında bu durumun büyük payı vardı. Bu da, isyanların daha kolay bastırılmasını olanaklı kılıyordu. Ayrıca bu aynı neden, devletin aşiret çelişkilerinden yararlanmasını, işaret ağalarını satın alarak, hareketi bölmesini kolaylaştırıyordu. Mezhep farklılıkları, isyanların bastırılmasında, devlet tarafından kullanılan bir diğer etkendi. Ünlü Hamidiye Alayları, Sünni Kürtlerden oluşturulmuştu ve Dersim gibi, alevi mezhebinden’ halkın yaşadığı bölgelerde, devlete karşı patlak veren isyanların bastırılmasında, etkili olarak kullanılmıştı.
1930’lu yıllar Alman faşizminin de etkisiyle Türk ırkçılığının daha da geliştirildiği yıllar oldu. “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” vb. sloganlar, ırkçı-faşist ideolojinin ürünü olarak ortaya çıktı. “Güneş Dil Teorisi” geliştirildi. Kürt ulusal varlığının inkârı, resmi politika olarak benimsendi. Bu aynı yıllarda, Kürtçe konuşma yasağı getirildi ve bu kapsamda para cezası başlatıldı. Kemalistler, Kürt katliamlarını gerçekleştirmekle kalmadılar, aynı zamanda, Kürt diye bir ulusun ve Kürtçe diye bir dilin bulunmadığı propagandasını başlattılar. Sözde bilimsel araştırmalarla bunu kanıtlamaya yeltendiler. Artık “Misak-ı Milli” sınırları içinde “Kürtler ve Türkler birlikte değil, “Türk ulusu” yaşıyordu. Resmi propaganda bu görüş üzerine monte edildi.
Bu propagandaya göre Kürtler “Bir Türk boyu” idi ve Kürt ismi, kar üzerinde yürürken çıkan seslerden türemişti! Türk devleti ve egemen sınıflar, bu, bilim dışı olduğu kadar, maddi gerçeği bile bile görmezden gelen, uydurma varsayımı “kanıtlamak” üzere, üniversite çevrelerini, “bilim adamları”nı görevlendirdi. Doğal ki; bu “araştırmacılar”ın vardıkları “bilimsel sonuçlar” da resmi görüşü destekler nitelikteydi.
Bu “bilimsel araştırma sonuçları” o günden sonra, resmi devlet görüşünün savunucusu tüm devlet adamları, burjuva aydınları, üniversite çevreleri ve burjuva partileri tarafından günümüze dek savunula-geldi. 1940’lı yıllardan itibaren, yani Dersim’deki son Kürt başkaldırısı da ezildikten sonra artık resmi görüşe göre, Kürtlere düşen, “Türk’e hizmet etmekti.” O dönemin hükümet yetkilileri, bunu açık açık ifade ediyorlardı.
Kürtlere yalnızca fiziki imha yoluyla saldırılmıyordu. On binlerin katledildiği, köylerin, evlerin ve ekinlerin yakılıp tahrip edildiği, yaşlıların, gebe kadınların, bebeklerin, çocukların süngüden geçirildiği isyan dönemleri de dâhil; Kürt insanının, ruhen de teslim alınması ve asimilasyona tabi tutulması için çok yönlü bir faaliyet yürütüldü. Bir yandan Kürt diye bir ulusun olmadığı propaganda ediliyor, öte yandan, Kürt çocuklarının Türk egemen sınıflarının çıkarları doğrultusunda eğitilmesi ve Kürt benliğinin unutturulması için “eğitim” faaliyeti yürütülüyordu. Bu faaliyetin bir unsuru olarak, “yatılı bölge okulları” açılıyor ve buralarda, Kürt çocukları Türkçe eğitime tabi tutuluyorlardı. Kürtleri “medenileştirmek” (Türkleştirmek) için yollar ve karakollar yapılıyordu.
Kürt ulusal varlığının inkarı, onun asimilasyonunu sağlamaya yönelik çok yönlü faaliyet ve propaganda ile Türk ulusundan işçi ve emekçiler, Kürt diye ayrı bir ulus olmadığına inandırılmak istenirken; onların, resmi görüşe karşı gelişen Kürt ulusal özgürlük mücadelesini, “Ülkenin ve milletin bölünmesi” olarak değerlendirmeleri de sağlanmak isteniyordu. Yine bu aynı propaganda ile Kürt işçi ve köylü yığınlarının, kendilerini “Türk saymaları” sağlanmak isteniyordu.
Kemalist burjuvazinin “ilerici”, “solcu”, ‘komünist” maskeli destekçileri de hazırdı. Kürt halkına yönelik katliamları desteklediler. Şefik Hüsnü’nün başını çektiği TKP oportünizmi; Kürt katliamlarını, “Köylülere baskı yapan aşiret ağalarının cezalandırılması” olarak göstermeye çalışan ve böylece feodalizme karşı savaştığı görüntüsü yaratmak isteyen Kemalistleri, bu eylemlerinde destekledi, Kürt katliamlarına ortak oldu. Dönek sosyalistler ise, Kadro dergisi etrafında bir araya gelerek, Kemalistlerin resmi devlet görüşü doğrultusunda faaliyet yürüttüler.
Türk egemen sınıflarının kanlı diktatörlüğü, uluslararası ve ulusal alandaki gelişmelerin de etkisiyle, 1930’lu yıllarda faşist bir biçime büründü. Bu durum, Kürtlere yönelik baskı ve saldırıların, ırkçı-şoven propagandanın ve asimilasyon faaliyetinin daha da yoğunlaşmasına yol açtı. Bir yandan, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle ilişkilerini sürdüren burjuvazi; öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nda, yanında savaşa katıldığı Alman emperyalistlerinin yeni hamlelerine hayranlık duyuyor, onların “üstün ırk, üstün dil” teorilerinden ve yönetim biçiminden derinden etkileniyor ve Almanya ile de ilişkilerini sıcak tutuyordu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında takınılan sözde tarafsızlık tutumu, daha önce izlenen politikanın bir devamıydı. Hitler’cilerin “üstün ırk” yaygarası, Saraçoğlu hükümetini de etkisi altına almıştı. Kemalistler ve Türk faşizmi, kendini, “Mazlum milletlerin kurtuluş yolunu açmak”la payelendiriyordu. Daha sonraki yıllarda da sürdürülen bu propagandaya göre; Kemalistler, emperyalistlere karşı ilk ulusal kurtuluş mücadelesini başlatmış ve başarmış bir milletin temsilcileri olarak, kimseye baskı yapmazlardı ve eşitlikçiydiler! Ülkede herhangi bir ayrımcılık yoktu, herkes bir tek ulusun ferdiydi ve Türk ulusu, “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle”ydi!
Türk egemen sınıflarının, 70 yıldır sürdürdükleri geleneksel devlet politikasına göre, Türkiye’de, Türklerden başka bir ulusun bulunduğunu kabul etmek ve bu ulusun, ulus olmaktan kaynaklanan haklarından söz etmek “Vatan hainliğiydi! Sonuncusu Dersim’de yaşanan, on binlerin katledildiği, Kürt kırımlarından sonra, Kürdistan’da belli bir suskunluk sağlandı. Kürt ulusal güçleri, bünyesel zaaflarının önemli bir rol oynadığı, birleşik bir ulusal direnişin nesnel olarak mümkün olmadığı koşullarda, dövüşerek yenildiler ve aralıksız bir baskı altında bir dönem için suskun kaldılar. Ancak öfke ve mücadele isteği büyüdü. Yeni ve daha genişlemiş bir direnişin görülebilmesi için yirmi yıla yakın bir dönem geçti. 1940’tan 1960’a kadar süren bu dönem, ‘60’lı yıllarla birlikte aşılmaya başlandı. Ulusal hak eşitliği, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıların son bulması vb. taleplerin yeniden yükseltildiği bu dönem, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik tehdit ve saldırıların yeniden yoğunluk kazandığı bir dönem oldu. Aralık 1959’da Ankara ve İstanbul’da okuyan 50 Kürt genci gözaltına alındı ve konuya ilişkin haberlere sansür kondu. Celal Bayar bu gençlerin Taksim Meydanı’nda asılmasını ve “ibret için” orada bir hafta asılı kalmasını istiyordu. 1960 darbesi sonrasında bu gençler yeniden yargılandılar.  1960 sonrası yıllarda Kürt gençleri ve aydınlarının etrafında bir araya geldiği yeni bazı gazete ve dergiler kısa dönemli de olsa çıkarıldılar. Dicle-Fırat dergisi, Deng, Roja Newe, Reya Reşt vb. dergilerde Kürt sorunuyla ilgili bazı yazılar yer aldı. 28 Haziran 1963’te bu dergileri çıkaranlar “bölücülük” suçlamasıyla tutuklandılar. MBK yönetimindeki cuntacılar, 1961 Anayasası’yla, Kürt halkına karşı yasakları daha da geliştirdiler. 1587 nolu yasayla Kürt köylerinin ve Kürtçe yer isimlerinin değiştirilmesi gündeme getirildi. Anayasanın 4. maddesi “Hâkimiyet kayıtsız-şartsız Türk milletinindir” diyordu.
Ancak her şey, Türk burjuvazisi ve faşist gericiliğin iradesine bağlı değildi. Kapitalizmin kırsal alanda feodal bağları çözücü etkide bulunması, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, öğrenim gören ve toplumlar tarihi ve toplumsal olaylar hakkında bilgi edinen Kürt gençlerinin artması vb. etkenler, Kürdistan’da yeniden ulusal direnişlerin görülmesine yol açıyordu. Türk devleti, 1920-40 arası gerçekleştirdiği katliamlarla, Kürdistan’da siyasal otoritesini kurmuş, ilhak gerçekleşmişti. Ancak şimdi, yeniden bu siyasal otorite, işçi ve halk hareketiyle birlikte Kürt ulusal direnişi tarafından da sarsılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Emperyalizm, sömürge, yarı-sömürge, geri ülkelerin en ücra köşelerine kadar sokuluyor, ekonomik gücüyle ülkeleri kendine bağladığı gibi; uluslararası alanda meydana gelen olayların, örneğin halk devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarının etkilerinin yayılmasına da neden oluyordu. Bir dizi Doğu Avrupa ülkesinin, emperyalizmin egemenliği dışına çıkması, sosyalizmin o yıllardaki büyük prestiji, Latin Amerika ülkelerindeki özgürlük mücadeleleri vb. etkenler Türk ve Kürtleri de kaçınılmaz olarak etkiliyordu. ‘50’li yıllar Türkiye’de -daha geriden gelmek üzere Kürdistan’da da- dışa bağımlı kapitalizmin daha hızlı bir ivme ile geliştiği yıllar oldu. Kapitalizm ister iç dinamiğin sonucu, isterse dış dinamiğin uzantısı olarak gelişsin, toplumda sınıflaşmayı geliştirmekle birlikte, ulusal duygu ve düşüncelerin, bu düşünceler doğrultusundaki hareketlerin gelişmesine de yol açıyordu. Kürt ulusallığı bu yıllarda giderek güç kazandı. Eski katliamların güçlü etkileri, henüz tümüyle kırılmasa da, Kürt halkı bünyesinde, yeni kuşak gençlik içinde, ulusal hak talepleri ve bu doğrultuda gelişen mücadele ‘60’lı yıllarda yeniden canlılık kazandı. 1960 darbesi sonrasında “eşitlik-özgürlük” gibi “erdemli” sözcükler etrafında sürdürülen propagandaya rağmen, Kürtler açısından geleneksel resmi politika daha da sistemleştirildi. Darbecilerin başına geçen Cemal Gürsel, “Dağlı Türk” dediği Kürtleri, eğer akıllı durmazlarsa, “akıbetlerinin önceki yıllardaki gibi olacağı” biçiminde tehdit ediyordu. Aşiret ağaları ve din adamlarının da aralarında bulunduğu yüzlerce Kürt, bu dönemde, yeniden gözaltına alınarak yargılandıkları gibi, sürgüne ve mecburi iskâna tabi tutulanlar da oldu. Türk egemen sınıfları, Kürdistan’a daha fazla karakol kurarak, Kürt halkı üzerindeki baskıyı arttırarak, asimilasyonu amaçlayan politikayı yoğunlaştırarak, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklamaları artırarak, Kürt halkı içindeki direnişe karşılık verdiler. 1961 Anayasası’yla “”ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”yle ilgili maddeler ağırlaştırıldı. Ünlü 125. maddeyle Kürt gençleri, aydınları ve Kürt halkının haklarını savunmaya çalışanlar, “vatan hainliği” suçlamasıyla ve idam talebiyle yargılandılar.
Kürt halkına yönelik faşist ulusal baskı ve zulüm, kaçınılmaz olarak, Kürtler içinde zulme karşı öfkenin büyümesine, direniş eğiliminin güçlenmesine yol açtı. Giderek artan oranda, Kürt genci ve emekçisi örgütlü mücadeleye yöneldiler.

TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ İÇİNDE ULUSAL SORUN TARTIŞMALARI VE KÜRT GRUPLARININ ORTAYA ÇIKIŞI
1960’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye Sol Hareketi içinde Kürt sorunu daha yoğun olarak tartışılmaya başlandı. TİP içinde yer alan Kürt ve Türk devrimcileri; henüz Kürt sorununu, ulusların kaderlerini tayin hakkı kapsamında ele alınması gereken bir sorun olarak görmüyorlardı. Henüz bu bilinç yoktu. TİP içinde önce, Kürt aydınları ve gençlerinin kendi aralarında oluşturdukları bir “Doğulular grubu” vardı. TİP’in 1967’de düzenlediği “Doğu mitingleri”nde, “Doğunun geri kalmışlığı” vb. sorunlar işlenerek, Kürt sorununa dikkat çekilmeye çalışıyordu. Yine Kürt gençleri, Türk gençleriyle birlikte FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde örgütlüydüler. TİP bünyesinde 1968’de görülen ayrışmalar, FKF bünyesinde de yaşandı. FKF’deki ayrışma sonucu DEV-GENÇ kuruldu. (‘60’lı yılların sonunda Dev-Genç ile 1980’li yıllarda Dev-Genç arasında herhangi bir organik ya da başka bir bağ yoktur. ‘80’li yıllarda Dev-Yol, Dev-Sol gibi örgütler, eski Dev-Genç’in mirasını kendilerine basamak yapmak için bu ismi kullandılar.) Bu yıllarda ayrıca Kürt gençlerinin bünyesinde bir araya geldiği DDKO (1969’da kuruldu) gibi derneklerde, Kürt ulusal sorunuyla ilgili tartışmalar sürüyordu. Kürt gençleri, Kürtlerin tarih boyunca çektiği acıların nedenlerini, Kürt tarihini incelemeye daha fazla ilgi göstermeye başladılar. Gerek DDKO üyeleri, gerekse, sonraki yıllarda kurulan çeşitli sol örgütler içindeki Kürt gençleri ve aydınları, 12 Mart faşist cuntasının işkence haneleri ve mahkemelerinde, solcu olmalarının yanı sıra, Kürt olmaları ve Kürtlerin ulusal haklarından söz etmeleri nedeniyle de yargılandılar, işkence gördüler ve çeşitli cezalara çarptırıldılar.
12 Mart sonrası dönem, Kürt ulus sorununun, eski dar kalıpların, belli ölçülerde de olsa aşılmasıyla, Türkiye Devrimci Hareketinin gündemine gelip oturduğu bir dönem oldu. Önceki yıllarda TİP ve FKF’nin dışına çıkmış ve sonraları MDD (Milli Demokratik Devrim) teziyle TİP’e karşı mücadele cephesi açmış kesim içinde sürüyordu. Henüz egemen ulus şovenizminin harekete güçlü etkilerde bulunduğu bu dönem; devrimci demokratik hareketin Marksizm’e yöneldiği, Marksist klasiklerle daha fazla yüz yüze geldiği, ulus sorununa Marksist ideolojinin çözümlemeleri doğrultusunda yaklaşma eğilimlerinin güç kazandığı bir dönemdi.
1970’in ilk yıllarında Kürt gençleri esas olarak -DDKO bir yana bırakılırsa- THKO- THKP-C gibi devrimci demokrat örgütlerin içinde ya da çevresinde yer alıyorlardı. Ancak, yığın hareketinin ve gençlik eylemlerinin yeniden yükselişe geçtiği 1974-75’lerde, Kürt kökenli devrimci gençler içinde, Kürdistan’ın “sömürge olduğu” düşüncesi ve bununla bağlantılı olarak “ayrı örgütlenme” düşüncesi uç verdi. Önceki yıllarda Kürdistan’da faaliyet yürüten Irak KDP’sinin Türkiye kolunun bu düşüncelerin gelişmesinde bir rolü bulunduğu kuşkusuzdu. Bu yıllarda, Kürt toplumunun yapısı, tarihi, kültürü vb. sorunlara ilgi arttı. Yalnız Kürt kökenli devrimci gençler değil, aynı zamanda Türk kökenli devrimciler de, Kürt sorununa giderek artan oranda ilgi duydular. “Ayrı örgütlenme” düşüncesi, bir yanıyla burjuva gelişme sonucu, burjuva ulusçu eğilimlerin yansıması olarak gündeme geliyorken, öte yandan, Türkiye Devrimci hareketi saflarında, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, bu hakkın açık ifadesi olan, bağımsız siyasal devletini kurma hakkı sorununda, yeterli bir duyarlılığın henüz olmayışı, etkilerinin kırılmasına yönelik bazı adımlar atılsa bile; sosyal-şoven etkinin varlığını sürdürmesi, vb. bu tür düşüncelerin oluşmasında etkili oluyordu, bütün bunlar, “ayrı örgütlenme” düşüncesinin, Kürt kökenli bazı üniversite gençliği içinde gelişmesine yol açtı. O dönem AYÖD (Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) içinde örgütlenen üniversite gençliği içinde, Kürt kökenli olanların bir kısmı bu düşünceleri savunmaya başladılar. Sonradan PKK adını alan ve başını Abdullah Öcalan’ın çektiği bir grup genç üniversiteli, “ulusal kurtuluşçular” adıyla bir araya geldiler. Yine bu dönemde, Özgürlük Yolu dergisi etrafında birleşen bir kesim Kürt aydını ve genci, “Türkiye Kürdistan’ı Sosyalist Partisi adıyla bir örgüt kurdular. Bir kısmı KDP’den koparak, bir kısmı daha önce bünyesinde yer aldıkları sol örgütlerden ayrılarak bir araya gelen Kürt gençlerinden bazıları da Şıvancılar (Kürdistan Öncü İşçi Partisi), Rızgari ve Kawa gibi Kürt örgütlerini kurdular. Sol hareket içinde bir arada bulunan Kürt ve Türk devrimciler, önce, ülke devriminin yolu, devrimin karakteri vb. sorunlardaki görüş ayrılığı nedeniyle reformist-parlamentarist sözde sosyalist devrimcilerle buna karşı çıkan ve TİP’i reformist sayan demokratik devrimciler, ya da MDD’ciler biçiminde bölünmüşlerdi. Şimdi bir de ulusal sorun konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ve daha sağlıksız bir temelde ulusal temelde devrimci örgütlenmelerin sağlıklı bir yaklaşımın sonucu gündeme geldiği söylenemez. Bunlar, halk hareketinin ihtiyacı olarak değil, bazı genç ve aydınların iradi zorlamaları sonucu gündeme geldiler-) bölünüyordu. Kürt gençlerinin bir kısmı, daha önce etrafında kümelendikleri sol gruplardan koparak, bu yeni “ulusal kurtuluşçu” vb. örgütleri kurdular.
“Ayrı örgütlenme”yi savunan ve bu doğrultuda pratik adımlar atan Kürt grupları, başlangıçta, Marksist klasiklere daha fazla ilgi gösteriyor, Marksist olduklarını vurgulamaya özen gösteriyor ve güç toplamak için buna ihtiyaç duyuyorlardı. Bu bir yanıyla, Türkiye’de devrim ve sosyalizm düşüncelerinin ve devrimci hareketin sahip olduğu prestijle ilgiliydi. Güç alabilmek ve tutunabilmek için “Marksist olmak” gerekiyordu. Daha sonraki yıllarda, gerek sosyalizmin güç ve prestij kaybetmesi ve gerekse, ulusalcı düşüncelerin yaygınlaşarak güç kazanması sonucu, ilk yıllarda titizlikle öne sürülen “Marksist-Leninist olma” iddiası bir yana bırakıldı. Başta PKK olmak üzere, bazıları, artık Marksist-Leninist düşüncelerin ve Marksizm’in ulusal soruna ilişkin çözümlemelerinin yetersiz ve hatta geçersiz olduğunu söylemeye başladılar. Lenin ve Stalin’in klasik sayılan eserlerinin sözünü giderek daha az eder oldular.
Sonraki yıllarda, PKK yürüttüğü gerilla eylemleri ve Kürdistan’da gelişen ulusal direniş eğilimiyle birleşmesini bilerek adından söz ettirirken, öteki Kürt gruplarının varlığıyla-yokluğu bir oldu, bugün söz konusu Kürt gruplarının hemen hepsi, yeniden sahneye çıkmış bulunuyorlar. Bunlardan bazıları, örneğin Kemal Burkay’ın başında bulunduğu TKSP, reformist uzlaşmacı bir temelde, devletle anlaşarak, Kürtlere Kültürel haklar vb. sağlanması temelinde sorunu bitirmeye çalışmaktadır.

TÜRKİYE EGEMEN SINIFLARI, KÜRT HALKINA KARŞI YÜRÜTTÜKLERİ SALDIRILARDA, HER ZAMAN EMPERYALİSTLERİN DESTEĞİNİ ALDILAR
Türk egemen sınıfları ve Türk devletinin iç ve dış politikası hiçbir dönem “bağımsız” olmadı. Her dönem, dayanılan, işbirliği yapılan emperyalist efendinin politikasıyla uyum içinde yürütüldü. Kürt halkına karşı, Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı, “ulusal çıkarlar” demagojisiyle en vahşi saldırıları yürüten burjuvazi ve diktatörlük; Türk ulusal çıkarlarını emperyalistlere peşkeş çekmekten geri durmadılar. Emperyalizme hizmetin karşılığı ise; içerdi işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına karşı yürütülen sömürü ve zulüm politikasının emperyalist efendi tarafından onanıp desteklenmesi oldu.
Türk devletinin, Kürdistan politikası inkâr, asimilasyon ve zulüm olarak özetlenebilir. Bu özelliklerin hiçbiri emperyalizme yabancı olmadığı gibi, emperyalizmin varlığı, ulusal kölelik ve baskının varlığını sürdürmesi için gerekli koşulları ve egemen sınıfların sırtını dayayacakları esas gücü oluşturur. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Kürt sorunu, emperyalistlerle pazarlık sorunu olarak kullanılırken, özellikle 1930’lu ve ‘40’lı yıllardan sonra, tamamen emperyalistlerin desteğinde Kürt halkının katliamları sürdürüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, ABD emperyalizmi Türkiye’yi bir eyaleti konumuna getirdi ve Türkiye egemen sınıflarının, Kürt halkına karşı sürdürdüğü imha ve asimilasyon politikasının belirlenmesinde doğrudan rol oynadı. ABD emperyalizmi, Türkiye’yi “soğuk savaş dönemi” diye bilinen ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda Sovyetler Birliğine karşı ileri bir karakol olarak ve İran-Irak savaşı ve Şahlığın devrilmesiyle birlikte, Ortadoğu halklarına karşı bir saldırı üssü olarak kullanırken, kuşkusuz Türk egemen sınıflarının, Kürdistan politikasını da onaylayıp destekledi. Bugün de, Amerikan çıkarları Kürt halkının kölelik statüsünün devamını gerektirmektedir. ABD yetkilileri, sık sık, Türkiye’nin, Kürt politikasını desteklediklerini, Amerikan çıkarlarının, Türkiye’nin “Üniter yapısının devamını gerektirdiğini”, Türkiye’ye istedikleri her şeyi yaptırdıklarını ve bunun için, Türk devletinden farklı bir Kürt politikasına sahip olmadıklarını açıklamakta sakınca görmemektedirler. Nitekim son aylarda Kürt halkına karşı yeniden yoğunlaştırılan katliam ve baskı politikası da ABD tarafından desteklendi ve ABD yetkilileri, ABD silahlarının PKK’ya karşı kullanılabileceğini, Türk devletinin, “bölücü teröre karşı her türlü yöntemi kullanmasının zorunlu olduğu”nu açıkladılar.
ABD ve diğer emperyalistler, bugün, dünden de fazla artmış bir iştahla, Türkiye üzerinden eski Sovyetler Birliği topraklarına, o topraklardaki hammadde kaynaklarına ulaşmak istemektedirler. Her biri kendi çıkarlarını öne alarak, Türk egemen sınıflarını, kendileriyle işbirliğine zorlamaya çalışan bu emperyalist ülkeler arasında, bu nedenle, büyük bir rekabet devam etmektedir. Türk egemen sınıfları ise, güçlü emperyaliste uşaklığı daha yararlı görmektedirler. Dünyanın, bugün için en güçlü emperyalisti olan ABD’nin politikasına, onun askeri ve siyasi stratejisine bağlanarak hareket etmek, Türk egemen sınıflarının da işine gelmektedir. Onlar böylece, bir yandan, Kürdistan’ın mevcut kölelik statüsünü sürdürmekte, sırtlarını Amerika’ya dayarken, öte yandan, Amerikan politikasının bir unsuru olarak, kendilerine de Orta Asya ve Kafkasya’da düşecek kemiğin hesabını yapmaktadır. Amerika, Türkiye cumhuriyetlerinin kendi politikasına ve sömürü alanına çekilmesi işini Türk egemen sınıfları ve burjuva hükümetine görev olarak vermiştir. Kürt halkına karşı sürdürülen vahşi saldırılarda, Türk halkının desteğine ihtiyaç duyan burjuvazi ve gericilik; Türk şovenizmini geliştirmek için, Türkî cumhuriyetler olgusundan da yararlanmakta, “Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk dünyası” demagojisine karılmaktadır. Türkiye egemen sınıfları ve Türkiye gericiliği gerek Kürdistan’da, gerekse Ortadoğu ve Orta Aysa topraklarında, yalnızca emperyalistler hesabına değil, aynı zamanda kendi hesaplarına bir politika uygulamaktadır. Yer yer ve koşullara bağlı olarak efendiyle uşağı arasında çelişki ve sürtüşmeler mümkün olsa bile, bugün, için Kürt halkına karşı yürütülen politika üzerinde anlaşmaktadırlar.
Bu durumun Kürt halk hareketi için taşıdığı anlam ise; ulusal kurtuluş mücadelesinin, aynı zamanda emperyalizmden kurtuluş sorunu olduğunun daha iyi kavranması ve emperyalizme karşı mücadeleyle, Türkiye egemen sınıflarına karşı mücadelenin bir tek kanalda birleştirilmesinin zorunlu olduğudur. Kürdistan’da bulunan emperyalist ordu birlikleri, doğrudan Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin karşısında yer alan güçler konumundadırlar. Amerikan çekiç gücü, Kürdistan’da, Türk_ordusu ve polisinin yanı sıra konuşlandırılmış bir işgal gücüdür. Kürt halkının imhasında kullanılan silahların hemen hemen tamamı emperyalistlere, Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalistlerine aittir.

KÜRDİSTAN’DA GELİŞEN ULUSAL ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ; KARŞISINDA YALNIZCA TÜRKİYE GERİCİLİĞİ VE EMPERYALİZMİ DEĞİL, AYNI ZAMANDA İRAN VE IRAK GİBİ ÜLKELERİN GERİCİ REJİMLERİNİ DE BULMAKTADIR:

Kürtlerin yaşadığı Irak, İran ve Türkiye’nin devlet ve hükümetleri, aralarındaki çelişkilerin seyrine bağlı olarak, hemen her zaman, Kürt halkına karşı ya ortak bir tavır aldılar ve ya, Kürtleri, birbirlerine karşı kullanılacak bir güç olarak gördüler. Irak ile İran, İran ile Türkiye, Türkiye ile Irak, birbirlerine karşı ve Kürtlere karşı bu ikili tutumu bugün de sürdürmektedirler. Önceki bir yana, son 15-20 yıl içinde bu politika hem İran ile Irak arasında, hem de Türkiye ile Irak arasında yaşandı. İran-Irak savaşı sırasında, İran Kürtleri, Irak’a karşı, Irak’ta onları İran’a karşı yanına çekmeye çalıştı. Savaş sona erdiğinde ise; bu her iki devlet de “kendi Kürtlerini” ezmek üzere baskılarını artırdılar. 1988’de Irak Kürtlere karşı, önce Halepçe’de (16 Mart 1988), sonra diğer Kürt yerleşim bölgelerinde kimyasal silah kullanımı da dâhil olmak üzere, azgın bir saldırı başlattı. 5 bin kişinin öldüğü Halepçe katliamının ardında, Ağustos ‘88’de başlatılan ikinci büyük saldırı sırasında, on binlerce Iraklı Kürt, topraklarını terk ederek, Türkiye Kürdistan’ına doğru yola çıktılar. Yollarda binlercesi yaşamını yitiren Kürtlerin, Türk-Irak sınırını geçmesi, Türk silahlı kuvvetleri tarafından önce kuvvet kullanılarak önlenmeye çalışıldı, ancak, başa çıkılamayınca ve “sınır” fiili olarak aşılınca, geçişler kabullenilmek zorunda kalındı. Türk ve Irak devletlerinin, Kürt halkına karşı işbirliği politikası bu katliam sırasında da devam etti. Türk devleti ve hükümeti, Irak’ın kimyasal silah kullandığı iddialarının araştırılması için inceleme yapılmasını reddederek, Saddam gericiliğinin yanında yer aldı. Körfez savaşı sırasında ise, diktatörlük ve hükümet, doğrudan ABD politikasına bağlandı ve “paylaşılacak” Irak’tan “pay kapma” anlayışıyla hareket etti. Türk devleti ve hükümetinin, Körfez savaşı süreci ve sonrasında Irak devleti aleyhine takındığı tutumun nedeni buydu. Onun, “Kürt hamiliği” politikası ikiyüzlü ve sahteydi ve bugün de öyledir. Daha önce reddedilen kimyasal silah kullanılma iddiaları, artık, çıkarların çatışması nedeniyle, Türk egemen sınıfları tarafından da dile getiriliyordu.
Türkiye egemen sınıfları, Kürt halkına karşı sürdürdükleri saldırılarda, hemen her zaman, Irak ve İran gericiliğinin desteğine sahip oldular. Önceleri Irak’la anlaşma sonucu, Amerikan işgalinden ve Irak’ın güçsüz düşürülmesinden sonra ise buna da gerek görmeden, birçok kez -şimdilerde bu iş artık günlük olarak ve devamlı yapılıyor- “sınır”ı aşarak Irak Kürdistan’ına girdiler ve “sınır”ın iki yanındaki Kürt köylerini bombaladılar. Son iki ay içinde, Türkiye resmi olarak açıklanana göre, 18 kez Irak tarafındaki Kürt köylerini bombaladı. Irak yetkililerinin yaptığı ise, sahte bir iki “protesto” demeci yayınlamak oldu.
Kürt halkı, onlarca yıldır tabi tutulduğu katliam ve asimilasyona direndiğinde, bu ülkelerin sömürücü egemenleri, “bölücülük” propagandasına sarılarak, Kürtlere karşı sürdürdükleri cinayetleri aklamaya çalışıyorlar. Ve onların tümü, çıkarlarına bağlı olarak Kürt halkı karşısında güç birliği yapmaktan geri durmuyorlar. Kürdistan’ın kölelik statüsünün son bulması ve Kürt halkının özgürleşmesi, bu ülke gericiliklerinin sömürücü egemenliklerine darbe vuracağı için, Kürt halkının, özgürlük için içine girdiği mücadeleyi karalamak, silah zoruyla bastırmak ve Türk, Arap ve Fars halkını Kürt halikına karşı kışkırtmak amacıyla tüm güç ve olanaklarını harekete geçiriyorlar,

TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN ŞOVENİZM KIŞKIRTICILIĞI VE “ÜNİTER DEVLET” DEMAGOJİSİ:
Türk devlet ve hükümet yetkilileri, burjuva-gerici faşist partilerin yöneticileri ve ırkçı yazarlar, Türk işçi ve emekçi halk yığınlarını, Kürt halkına karşı kışkırtmak için, şovenizmi geliştirmeye yönelik bir propaganda kampanyası sürdürmektedirler. Onlar, elbirliğiyle ve tek ses halinde, Kürdistan’da, ulusal baskıya, katliamlara, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklamalara karşı ve özgür yaşama istemiyle gelişen Kürt halk hareketini, Türkiye’nin “Üniter devlet yapısını bölmeye yönelik eylemler” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. “Üniter devlet”ten kasıtları, bugünkü Türk devletinin yapısıdır. Bugünkü devlet, Kürt ulusunun varlığını inkâr ederek Kürtleri kölelik ilişkileri içinde tutmayı temel politika olarak benimsemiştir. Türk devleti kendini “tek uluslu” olarak ilan etmiştir ve herkesin Türkiye’de yalnızca Türk ulusunun yaşadığına inanmasını istemektedir. Kürt halkının varlığını -o da can ve kan bedeli bir mücadele sonucu- Türkiye’nin kültürel zenginliği olarak değerlendirmekte, Kürtçe konuşulmasını, Kürt ulusunun varlığıyla ilişkili doğal bir hak olarak değil, “bahşedilmiş” bir şey olarak ele almaktadır. “Üniter devletle anlatılmak istenen “tek uluslu devlettir. Kürt halkı, bu devletin, kendisini köleliğe mahkûm etmiş olmasına karşı çıktığında ve mücadeleye yöneldiğinde de “bölücü” olmaktadır!
“Bölücü terör” demagojisi, Kürt halkına karşı, sistemli bir biçimde sürdürülen ulusal baskı ve zulmü gizlemeye, dahası haklı göstermeye yöneliktir. Kürt halkına karşı, faşist terör eşliğinde yürütülen bu kampanya; baskıya tabi tutulan, köyleri ve evleri bombalanan, işkence edilen, sürgüne zorlanan, dilini konuşup, kimliğine sahip çıktığı için suçlu ilan edilen bir halkın imhasına yönelik politikayı haklı göstermeyi ve Türk işçi ve emekçilerini bu politikaya kazanmayı hedeflemektedir.
Türkiye egemen sınıfları, Kürt halkına karşı aynı zamanda ikiyüzlü bir politika izlemektedirler. Bunu anlayabilmek için, Türk devlet ve hükümet yetkililerinin ve MİT ile Genel Kurmay yönlendirmesindeki burjuva-gerici basının Balkan ülkeleri, Kıbrıs ve Türkî cumhuriyetler politikasına bakmak yeterlidir. Türk ırkçıları, Türkiye’nin, Balkan ülkeleri ve eski Sovyetler Birliği’nin Türkî kökenli halklarının yaşadığı bölgelerine müdahalesini, bu halkların “kendi kaderlerini tayin hakkı” kapsamında ele alırken, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından söz edilmesini, “Türkiye’nin üniter devlet yapısının bölünüp parçalanması” olarak değerlendirmektedirler. Onlar, Azeri-Ermeni çatışmasında, “Türk kökenli oldukları” gerekçesiyle, açıkça, Azerilerden yana tutum alırken, bu çelişkiyi, Türkiye’deki Kürt sorunuyla bağlantılı hale getirmekte ve Ermenilere karşı kışkırttıkları şoven dalganın bir ucunu da Kürt halkına çevirmeye çalışmaktadırlar.
Türk egemen sınıfları, devleti ye hükümetinin politikası, o denli ırkçı özellikler taşımaktadır ki; Türkiye’ye göç eden Bulgar Türkleri ile Irak Kürtlerine karşı alınan tutum birbiriyle tamamen zıt özelliklerdedir. Bulgar göçmenleri her hangi bir yerde “ikamete mecbur” değilken, Irak’tan kaçan Kürtler, belli merkezlerde, etrafları dikenli tellerle çevrilmiş esir kamplarında oturmaya mecbur edilmişlerdir. Bosna-Hersek’teki ve eski SB’nin bazı ülkelerindeki gelişmeleri sevinçle karşılayıp, buralardaki ayrılmaları, bu halkların ulusal bağımsızlıklarını kazanmaları olarak değerlendirirken, onlara destek temelinde kampanya yürütülürken, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından söz etmek bu hakkı savunmak ve bu doğrultuda mücadele etmek, Türkiye’nin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne kastetmekle, “üniter devlet yapısını” parçalamakla, “bölücülük ve vatan hainliği” yapmakla özdeş sayılmaktadır. İşte Türk egemen sınıflarının, burjuva parti ve politikacılarının, tekelci basın ve Türk burjuva aydınlarının şoven-ırkçı ve çifte standartlı politikası böyle yansımaktadır.

TÜRK DEVLETİNİN KÜRT HALKINA KARŞI SÜRDÜRDÜĞÜ KATLİAMLAR YENİ DEĞİLDİR VE PROPAGANDA EDİLDİĞİ GİBİ BU KATLİAMLARIN NEDENİ “PKK TERÖRÜ” DEĞİLDİR:
Burjuvazi, diktatörlük ve hükümet, Kürt halkına karşı on yıllardır sürdürülen ulusal zulüm politikası yeni bir şeymiş gibi; uygulanan saldırı politikasının nedeni olarak “PKK terörü”nü göstermektedir. İnandırıcı en ufak bir yanı olmayan bu iddia, PKK’nın “dış destekli olduğu” demagojileriyle desteklenmektedir.
Diktatörlüğün ve burjuva partilerinin bu iddialarına karşı, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının; PKK ya da bir başka Kürt örgütünün hangi koşullarda ve nasıl ortaya çıktığı ve tüm saldırılara karşın varlığını nasıl sürdürebildiği üzerinde düşünmesi zorunludur. Kürt sorunu yeni bir sorun olmadığı, Osmanlı imparatorluğu dönemi bir yana bırakıldığında, Türk devletinin kuruluşundan bu yana hemen her zaman gündemdeki bir sorun olduğu bilinen bir şeydir. Bu yazının baş tarafında da bu duruma dikkat çekmeye çalıştık. Kürt sorunu yeni bir sorun olmadığı gibi, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğü için mücadele eden ilk örgüt de PKK değildir. Bunun gibi, Türk egemen sınıflarının “bölücülük” üzerine sürdürdüğü propaganda da yeni başlamamaktadır.
Kürt halkı, zora dayalı olarak, iradesi çiğnenerek, varlığı ve hakları inkâr edilerek, baskıyla asimile edilmeye çalışıldıkça; adı PKK, ya da başka olur, bu halkın haklarını savunan ve onun özgürlüğü için mücadele eden siyasal örgütler ortaya çıkacaktır. PKK’yı ve diğer ulusal Kürt örgütlerini var eden toplumsal temeli ve gerçek nedenleri görmek istemeyenler, özellikle Türk burjuva aydınlan, devletin, Kürt halkına karşı sürdürdüğü ve düzeyi, Kürdistan’daki mücadelenin gelişim düzeyine bağlı olarak değişen, zulüm ve imha politikasını, “PKK terörü’ne bağlamayı kolaycı bir yol olarak ve ırkçı ideolojinin etkisi sonucu benimsemektedirler.
Oysa baskı ve zulmün direniş ve mücadeleyi doğurduğu, toplumlar tarihinin değişmez yasasıdır. Baskı ne denli katmerli olursa olsun, ebedi sessizliği sağlayamaz. Baskı, Kürdistan’da birçok kez yaşandığı gibi; on binlerce insanın katledilmesi boyutlarına da ulaşsa eninde-sonunda, ona karşı bir tepki gelişecek ve kendini örgütleyecektir. Nitekim Kürt katliamları da Kürt halkını özgür olma istemiyle ayağa kalkmaktan alıkoyamadı. Türk genel kurmay başkanları bir yandan ordu birliklerini Kürt halkı üzerine sürerken, öte yandan 1920-40 yılları arası yapılan katliamları anımsatarak, Kürtlere “benzer şekilde ders verme” tehditleri savurmalarına, kurşuna dizme eylemleri aralıksız sürmesine ve silah zoruyla Kürt köylülerine pislik yerdirme girişimlerine karşın; Kürt halkının, köleliğe boyun eğmesi ve sessiz kalması sağlanamadı. PKK gibi örgütler, eğer yaşam olanağı buluyorlarsa, bu; Kürdistan’da, zulme karşı gelişen hak direnişi sonucu mümkün olabilmektedir. Baskı ve zulüm aralıksız sürmesine karşın, Kürdistan’da ulusal uyanış ve direniş eğilimi güçlendi, Kürt köylüsü “ölüm korkusu” sınırını aşmaya başladı. On binleri bünyesine alan direnişler yaygınlaştı. Cizre, Nusaybin, Şırnak, Batman, Dargeçit, İdil, Hakkâri, Derik, Lice, Kulp, Diyarbakır vb. il ve ilçelerde, Kürt emekçileri, tank, panzer ve makinalı tüfeklerin üzerine yürümekten kaçınmadılar.
Bütün bu gerçekler ve olayların gelişimi, Türkiye egemen sınıfları ve hükümetin, “Kürt realitesini tanıma” propagandasını gündeme getirdi. Kürdistan’da içine girilen tecrit sürecini durdurmak ve Kürt halkını beklenti içine çekerek devlete ve düzene bağlamak için, kültlere “şefkatle yaklaşılacağı” palavralarıyla harekete geçildi.

KOALİSYON HÜKÜMETİNİN “DEMOKRATİKLEŞME”VE “KÜRT REALİTESİNİN TANINMASI”PROPAGANDASININ SAHTELİĞİ VE NEWROZ SALDIRISI:
DYP ve SHP, her biri ayrı ayrı ve koalisyon hükümeti ortakları olarak, halk yığınlarının karşısına, “demokrasiyi tüm kurum ve kuruluşlarıyla işletecekleri” vaadiyle çıktılar. Seçim öncesi dönemde, işçi sınıfının, Kürt halkının ve emekçilerin, ağır sömürüye, faşist baskı ve ulusal zulme karşı, siyasal ve sendikal hak ve özgürlükler için verdiği mücadele, egemen sınıfları, seçimleri öne almaya zorladı. Bu aynı nedenle, burjuva partileri, sahte bir biçimde halkın taleplerine sahip çıkmada birbirleriyle yarıştılar. En koyu ırkçı ve faşist olanları da dâhil, bu partiler; çalışma koşullarının düzeltileceği, çalışanlara sendika hakkı tanınacağı, işkenceye son verileceği, olağanüstü hal uygulamasının kaldırılacağı vb. propagandasıyla halkın karşısına çıkıp oy istediler. DYP, SHP gibi partilerin yürüttüğü bu propaganda, birçok “eski solcu” çevreyi, bunlarla birlikte ulusal devrimci Kürt hareketini de etkiledi ve örneğin PKK; seçimlerde, SHP-HEP ittifakını desteklemenin gerekçesi olarak; “savaş hükümetlerinin önünü kapama ve demokratik hak ve özgürlüklerin yolunu açma’yı gösterdi ve bunu “büyük bir siyasal taktik ustalık” olarak ilan etti.
DYP ve SHP, halkın taleplerine sahtekârca sahip çıkma taktiğinin de etkisiyle, halktan oy aldılar ve koalisyon hükümetini kurdular. Hükümet yöneticileri kalabalık bir heyet halinde Kürdistan’a bir gezi düzenleyerek, “Kürt realitesini tanıdıklarını” ilan ettiler. Demirel bunu “yılın olayı” olarak sunmayı ihmal etmedi. Artık Kürt halkına “Şefkatle yaklaşılacak”tı!
Koalisyon hükümetinin “demokrasi”, “şefkat” ve “Kürt realitesinin tanınması” propagandası aralıksız sürdürülürken; Kürt halkına yönelik baskı ve katliamlar devam etti ve daha da önemlisi, daha büyük saldırılar için hazırlıklar hızlandırıldı. MİT ve Genel Kurmay yetkilileri, Kürt katliamlarına ilişkin senaryoları, pervasız bir biçimde açıklamaktan geri durmadılar.
Newroz, Kürt halkına karşı, diktatörlüğün, gövde gösterisine çıktığı bir gün oldu. Cizre, Şırnak ve Nusaybin’de, bir bayram yürüyüşüne çıkan ve yakılan ateşler etrafında halaylar çeken halkın üzerine bomba ve kurşun yağdırılarak, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu yüz civarında insan katledildi. Yüzlerce yaralının yanı sıra, evler ve işyerleri diktatörlük güçleri tarafından tahrip edildi ve yağmalandı.
Bu vahşi saldırının ardından, demagojik “demokrasi” propagandasının içyüzünün daha net olarak görülmesi, diktatörlük çevrelerini yeni bir propaganda malzemesine yöneltti. Tüm devlet ve hükümet yetkilileri, burjuva basını da arkalarına alarak, “vatan ve milletin bölünmesini amaçlayan bir ayaklanma girişimi ile karşı karşıya bulunulduğu” propagandasına sarıldılar. Şovenizm kışkırtıcılığını tırmandırarak, Kürt halkına karşı girişilen kanlı saldırıları aklamaya çalıştılar. Kürt halkına karşı Newroz’la birlikte daha da yoğunlaştırılan saldırılar, tüm Kürt şehir ve köylerini kapsayacak biçimde genişletildi. “Türk devletinin gücü” daha fazla işkenceyle, daha fazla insanın katledilmesiyle, daha çok köyün yerle bir edilmesiyle kanıtlanıyordu!
Vahşi saldırılar ve şoven propaganda bir arada yürüdü. Kürt halkına karşı gericiliğin “cephe birliğini oluşturmak için, yoğun bir kampanya başlatıldı. “Ülkenin bölünmeyle karşı karşıya bulunduğu”, “PKK’nın Ermenilerle işbirliği yaptığı”, Terörün Yunanlıların yanı sıra, İran, Irak ve Suriye tarafından desteklendiği” söylenerek, Türk işçi ve emekçi kitleleri, Kürt halkına karşı, şoven bir temelde kışkırtılmaya çalışıldı.   Yetmediği görülünce, Ermeni-Azeri çatışmasından yararlanma yoluna gidildi. Demirel’in “arkamızda durun bu işi bitirelim” çağrısıyla, burjuva basın şoven propaganda kampanyasını hızlandırdı. Radyo, TV ve gazeteler, “bölücü eşkıyanın vahşeti” üzerine programlarına ve dizilerine yenilerini eklediler. Burjuva partilerinin “tek ses, tek yumruk olduğumu göstermek için açık oturumlar düzenlendi ve bu üç açıkoturumlarda Kürt halkına karşı “ulusal mutabakat” sağlanmasının önemi vurgulandı.
“Ulusal mutabakat” çerçevesinde, on binlerce asker ve polisin, Kürt köylerini basarak, köylüleri işkenceye çekmesi, gruplar halinde kurşuna dizmesi ve toplu gözaltılar TV ve burjuva basından “teröre karşı büyük zafer” çığlıklarıyla verildi.

“BÖLÜCÜLÜK” PROPAGANDASI “AYRIM YOKTUR” DEMAGOJİSİYLE BİRLEŞİYOR VE İKİ ULUSTAN İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ BÖLMEYİ, ONLARI BİRBİRİNE KARŞI KIŞKIRTMAYI VE KÜRT HALK HAREKETİNİ EZMEYE YÖNELİK DEVLET SALDIRISINI “HAKLI” GÖSTERMEYİ HEDEFLİYOR:

Burjuvazi ve gericilik; Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesini, “Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya yönelik bölücü hareket” olarak göstererek, Türk emekçi halk yığınlarının, Kürt halkının haklı mücadelesine kuşkuyla bakmasını ve Kürt halkına karşı şoven bir çizgide harekete geçmesini sağlama politikasını hiçbir dönem terk etmedi. Bu doğrultudaki propaganda, Kürt halkının ulusal taleplerle çeşitli biçimlerde direnişe yöneldiği zamanlarda ise iyice yoğunluk kazandı.
Oysa Kürt halkının eyleminin, Türk halk kitlelerinin çıkarlarına aykırı olmadığını, “bölücülük” propagandasını yürüten gerici egemen sınıflar ve burjuva politikacıları da çok iyi biliyorlar. Ancak, onların, sömürü üzerine kurulu düzenlerinin devamı için, bu propagandaya ihtiyaçları var. İşçi sınıfı ve emekçilerin, milliyet, mezhep vb. farklılıkları temelinde bölünmeden, sömürü ve baskıya karşı birleşik bir mücadeleye atılması, gericiliğin ve burjuvazinin en büyük korkusudur. Bunu önlemek için her yola başvuruyorlar. “Bölücülük” propagandası bu yollardan biridir ve salt Kürt halkını baskı altında tutmaya değil, aynı zamanda Türk emekçi halk yığınlarının bugünkü sömürü ve zulüm koşullarında tutulmasını sağlamaya hizmet etmektedir. Kürt halkının, ulusal baskı ve zulme karşı çıkması ve kendi geleceğini kendisinin belirlemek istemesinin, kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesinin illa Türkiye’nin bölünmesi anlamı taşımadığını gerici egemen sınıflarda bilmektedirler. “Bölücülük” propagandası bugünkü rejimin, devletin ve ücret köleliği üzerinde yükselen sistemin “cankurtaran simidi” haline gelmiştir. Kürt ulusunun özgürlüğünün, Türk ulusunun özgürlüğü anlamına da geldiği bugün çok daha açıklık kazanmıştır. Diktatörlüğün, Kürdistan’da etkisiz kılınıp püskürtülmesi, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin devrimci-demokratik devletinin kurulmasının yolunu açacak devrimci bir girişim olacaktır. Burjuvazi ve diktatörlüğün, devletin tüm kurumlarını, burjuva basını, burjuva politikacılarını, gazeteci ve yazarlarını seferber ederek, sürdürdüğü propaganda, olası bu gelişmeleri engellemeye yöneliktir.
Bu yazının baş taraflarında, kısaca değinildiği gibi, devletin Kürdistan’daki varlığı zora dayalıdır ve 70 yıldır silah zoruyla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Türk egemen sınıfları, Kürt kökenli, ancak Kürt kimliğini reddederek, düzen ve devletle bütünleşme temelinde kendileriyle kader birliği yapmış Kürt egemenlerle birlikte, Kürt halkına 70 yıldır kan kusturmaktadır. Kürt halkı en temel hakları gasp edilerek, süngü, dipçik ve kurşunla boyun eğmeye zorlanmış, polis ve ordu baskısıyla, işkence, bombalama, tutuklama, sürgüne gönderilme, gruplar halinde kurşuna dizilme, evleri ve ekinlerini yakıp yıkma, dilini ve kültürünü yasaklama vb. yöntemlerle bugünkü devlet birliği içinde tutulmuştur. O halde, bu baskı ve zulmün ortadan kalkmasını istemenin, buna karşı ayağa kalkmanın, ulusal kimliğiyle var olmaya çalışmanın, Türk işçi ve emekçilerinin çıkarlarıyla çelişen bir yanı yoktur, dahası, devletin, Kürt halkına zorla dayattığı kölelik ve ulusal boyunduruk son bulmadan, onun Kürdistan’daki haksız varlığı ortadan kalkmadan, her iki ulustan halkın özgürlüğü ve mutluluğu ve bu temeldeki kardeşçe gönüllü birliği mümkün değildir. Bölücülük propagandası burjuvazi ve devletin elinde, işçi ve emekçilere karşı kullanılan bir silahtır. Bu silahı onun elinden almak, ya da silah namlusunu gericiliğe çevirmek ise; daha çok Türk işçi ve emekçilerine düşen bir görevdir.
“Bölücülük” propagandasını sürdürenlerin, bir diğer iddiası, Türkiye’de, Kürt ulusu aleyhine hiçbir uygulamanın, hiç bir ayrımın bulunmadığıdır. İddia sahiplerinin bile inanmadığı bu palavra, her gün ve herkesin gözü önündeki uygulamalarla çürütülmesine karşın, inatla sürdürülmektedir. Kürt ulusunun varlığı kabul edilmezken, Kürtçenin bu ulusun dili olarak kullanılması tümüyle yasaktır. “Kürtçe konuşma serbestîsi” salt günlük yaşamda ve halkın kendi arasındaki ilişkilerde söz konusudur ki, bunu engellemek zaten mümkün değildir ve diktatörlüğün gücü bunu engellemeye yetmemektedir. Kürtçe, en az Türkçe kadar yaşamın her alanında kullanılma hakkı olması gereken bir dil iken ve Kürt halkı için anadilde eğitim hakkı, doğal ve dokunulamaz bir hak iken, bu hakkın zorla gasp edilmesi ve ardından “hiçbir ayrım yoktur” denilmesi, egemen sınıfların ikiyüzlülüğünün bir ifadesi olmaktan öte, bir ulusun varlığı ve haklarına yönelik bir saldırıdır. Anadilde eğitim hakkı olmadan Kürtçe politik mücadele dâhil, her alanda serbestçe kullanılmadan ve “Ayrım olmadığı”nın bir diğer kanıtı olarak, devlet bürokrasisinde Kürtlerin de bulunduğu, Kürtlerin de bakan, başbakan, vali, polis müdürü ve hatta general olduğu” gösterilmektedir. Resmi propagandaya göre, bugünkü devlet ve parlamento Türkleri olduğu kadar Kürtleri de temsil etmektedir; çünkü Kürtler de milletvekili ve bakan olmaktadır. Kuşkusuz bu propagandayı sürdürenler de bu iddianın gerçeğe dayanmadığını bilirler. Bunun için de, onlar, her fırsatta, bugünkü devletin “son Türk devleti” olduğunu, “hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Türk milletinin olduğunu vurgulama ihtiyacı hissederler. Vali, general, bakan olanların Kürt kökenli olması hiçbir gerçeği değiştirmemektedir. Bunlar, “Kürt valisi, Kürt polisi, Kürt milletvekili, Kürt bakanı” değildirler. Kürt kimliğini bir yana bırakarak, egemen sınıfların uygun gördüğü politikayı benimseyenlerin, Kürt kökenden gelmesi, Kürtleri temsil ettiği anlamına gelmiyor. Hiçbir parlamenter, “Kültlerin ve Türklerin parlamentosu’nda görev yapmadığı gibi, bütün öteki yönetici kademe görevlileri de “Türk olarak” çalışmaktadırlar. Meclis kürsüsünde iki kelime Kürtçe konuştuğu için Leyla Zana’ya yapılanlar ve “millet infial içinde” çığlıkları, egemen sınıfların, “ayrım yoktur” demagojilerini tüm iğrençliğiyle ortaya koyan ibret verici bir örnektir.

TÜRK HALKI VE KÜRT HALKI, KÜRTLERİN ULUSAL KÖLELİK STATÜSÜNÜN SON BULDUĞU, KÜRT ULUSUNUN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKININ TANINDIĞI KOŞULLARDA, İŞÇİ VE KÖYLÜLERİN DEVRİMCİ-DEMOKRATİK DEVLET DÜZENİNDE, ÖZGÜR VE EŞİT KOŞULLARDA BİRLİKTE YAŞAYACAKLARDIR:
Türk halkının köleliği, bir yanıyla Kürt halkının köleliği üzerine oturtulmuştur. Kürt halkının baskı ve zulüm altında tutulması, kaçınılmaz olarak, Türk halkının da baskı altında tutulmasına yol açmaktadır. 70 yıllık cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kürdistan’daki devlet baskısı Ankara ve İstanbul’a dek uzamakta, işçi ve emekçilere yönelik saldırılar yoğunlaşmaktadır. Yanı sıra; köleliğin sürdürülmesi için silaha daha çok başvuranlar, bu silahları ve silahı kullananları, Kürt ve Türk ulusundan işçi ve emekçilerin sırtından finanse etmektedirler. Kısacası, Kürt halkı kölelik koşullarında tutuldukça, Türk halkı “kendi kölelik zincirlerini dövmek” zorunda kalmaktadır.
Faşist gericiliğin estirdiği şovenist dalgayı kırmak, “bölücülük” propagandasının etkisiz kalması için çalışmak, Kürt ulusunun haklarını savunmak daha çok Türk ulusundan işçilerin ve emekçilerin önünde duran bir görevdir. Türk işçi ve emekçileri; gericiliğin, “bölücülük” propagandasının, Kürt halkına yönelik katliamları aklamaya ve iki ulustan emekçileri birbirlerine karşı kışkırtmaya hizmet ettiğini görerek, burjuvazi ve diktatörlüğün bu planını bozmadıkça; faşizme ve sermayeye karşı mücadelenin başarıya ulaşması zordur. Kürt ve Türk’ün eşit haklara sahip olmasının, Kürt halkının, ulusal hak ve özgürlüklerine kavuşmasının, dilini ve kültürünü serbestçe geliştirip kullanmasının, Türk işçi ve emekçilerine hiçbir zararı yoktur. Tam tersine bu durum, iki ulustan ezilenlerin kardeşçe birliğini daha de pekiştirecek ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesini güçlü kılacaktır. Türk işçi ve emekçisi, 70 yıldır baskı ve katliamlarla dize getirilmeye çalışılan bir halkın, tabi tutulduğu baskı ve zulme karşı ayağa kalkmasının neden “suç” sayıldığını, neden “bölücülük” olarak değerlendirildiğini sorgulamadan ve mücadeleye destek olmadan, sömürücü egemen sınıflara ve emperyalist egemenliğe karşı mücadelede başarılı olamaz.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı, en açık anlamıyla bir ulusun bağımsız siyasal devletini kurma hakkıdır. Bu hakkın, Kürt ulusu söz konusu olduğunda, reddedilmesi ve Kürt halkının ulusal özgürlük, isteminin “bölücülük” olarak değerlendirilmesi kabul edilemez bir şeydir. Türk işçi ve emekçisi, Türk devletinin, Kıbrıs’taki, Batı Trakya’daki ve Türkî cumhuriyetlerdeki “Türk kökenlilerin kaderlerini tayin hakkını söz konusu ederken ve örneğin, bir Azeri’nin “Kan dökülmeden azatlık olmaz” sözlerini alkışlarken, Kürt halkına karşı, kan ve kurşuna başvurması arasındaki farkı sorgulamadan, özgürlük ve sosyalizm için, bağımsız devrimci çizgide yürüyemez. O halde Türk işçi ve emekçisinin sorumluluklarının en önemlilerinden biri ve bir bakıma başta geleni, Kürt halkına karşı sürdürülen kanlı imha eylemine karşı mücadele etmektir.
Kürt işçi ve emekçisi için sorun Türk işçi ve emekçisinden ayrılma, onunla araya sınır çekme, ulusal dar bencililiğe sarılarak, dünyada ve ülkedeki diğer tüm sosyal-siyasal olaylara yabancılaşma en büyük hata olacaktır. Kürt halkı kendisini köleliğe mahkûm eden gücün, emperyalizm desteğindeki sömürücü egemen sınıflar olduğunu gördüğü ve bu aynı gücün Türk ulusundan işçi ve emekçinin de düşmanı olduğunu anlayarak, bu ortak düşmana karşı, yaşamın ve mücadelenin her alanında, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle tam bir dayanışma ve güç birliği içine girdiği zaman, özgür olma mücadelesinde başarıya ulaşma olanağı bulacağını, gün geçtikçe daha iyi görmektedir. Her ne kadar, uluslararası alandaki gelişmelerin de etkisiyle, bazı Kürt grupları ve aydınları, “Kürt olanın ayrı olması gerektiği” propagandasına giderek daha fazla başvuruyor ve örneğin işçi sendikalarının bile milliyet kökenine göre bölünmesi gibi çok tehlikeli ve mücadeleyi daha da zayıflatıcı önermelerde bulunuyorlarsa da, Kürt halkı, onlarca yıllık mücadele pratiğinin de öğreticiliğiyle bu yanlışlara düşmemek zorundadır, düşmemesi gerekmektedir. Ulusun istediği gibi örgütlenme hakkına sahip olması, işçi ve emekçilerin çıkarlarına aykırı ve onların zulüm ve sömürüden kurtuluş mücadelesini zaafa uğratan mücadele ve örgütlenme biçimlerinin kabullenilmesi anlamına gelmemektedir. Ulusların kaderlerini tayin etmesi, bugün, işçi ve emekçilerin kaderlerini tayin etmesi; emperyalist-kapitalist sömürü ve baskıdan kurtulması sorunu haline gelmiştir ve buna aykırı her girişime karşı koymak, en başta sınıf bilinçli işçilerin, Kürt halkının bilinçli unsurlarının görevidir. Kürt halkı, Kürt işçi ve köylüleri, bulundukları her yerde, mücadeleyi salt ulusal istemlerle sınırlamanın kendi çıkarlarına olmadığını bilerek, Türk ve Kürt kökenli sömürücü egemenlere, emperyalizme ve onun aşağı tekelci burjuvazi ve toprak ağalarına karşı, feodal baskı ve zorbalığın, bu temeldeki sömürünün, kapitalist ücret köleliğinin, emperyalist talanın son bulması ve baştan aşağı demokratik bir devlet sisteminin kurulmasının önlerinde duran esas görev olduğunu unutmadan hareket ettiklerinde, özgürlük mücadelesi güç kazanacak, engellere katılıp kalmayacak ve sözde bir bağımsızlığa dönüşmeyecektir. Ulusal özgürlük mücadelesi ancak sosyal kurtuluş için mücadeleye bağlanırsa anlamlı ve kalıcı kazanımlara yol açabilir.
Bugün, devlet, Kürdistan’da olağanüstü hal uygulamasıyla, özel tim adlı cinayet mangalarıyla, kontrgerillasıyla, ordu birlikleri ve polis kuvvetleriyle, MİT ve siyasi polisiyle ve işbirlikçi aşiret ağalarına bağlı olarak oluşturulmuş “köy korucuları” adlı paralı özel milis güçleriyle, Kürt halkına karşı yoğun bir baskı ve saldırı politikası uygulamaktadır. Bu politikanın Türk işçi ve emekçilerine de hiçbir yararı yoktur. Bu baskı kurumlarının dağıtılması ve Kürdistan’dan çekilmesi hem Kürt halkının istemidir ve hem de Türk halkının yararınadır. Bölge valiliği ve olağanüstü hal uygulamasının kaldırılması, köy korucularının dağıtılması, ordu birlikleri, özel tim ve polis kuvvetlerinin çekilmesi acil taleplerdir.
Mevcut devlet ve parlamento, Kürt ulusun temsil etmemektedir. Kürt ve Türk halkı ve ulusunun çıkarlarına aykırı olarak, ABD başta olmak üzere, emperyalistlere ikili anlaşmalar, Stratejik İşbirliği anlaşmaları imzalamaktadır. İki ulustan işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine, birçok yasa parlamentodan çıkmakta, birçok karar hükümet tarafından ve doğrudan MGK emriyle alınmaktadır. Tüm bu anlaşmaların iptal edilmesi ve geçersiz ilan edilmiş, alınmış hiç bir karar ve anlaşmayı kabul etmek zorunda değildir. Bu karar ve anlaşmaların Kürt halkı açısından geçersizliğinin ilan edilmesi özellikle önemlidir.
Emperyalistlerle, özellikle ABD emperyalizmi, Türk devletini, Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkasya’da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya, bu bölgeler halklarına karşı sürdürdüğü emperyalist hegemonya mücadelesinde ondan yararlanmaya çalışmaktadır. Devlet ve hükümet politikası, emperyalist ABD’nin askeri-siyasi stratejisine bağlanmıştır. Emperyalist ordu birlikleri halen Kürdistan’da bir işgal gücü olarak tutulmaktadır. Çekiç güç, Kürt halkını köleliğe mahkûm tutmanın aracıdır. Ülke toprakları, emperyalistlerin konvansiyonel ve nükleer silah deposuna çevrilmiştir. Bu politika ve uygulamalar, bu fiili işgal durumu ve ülkenin cephaneliğe dönüştürülmesi kabul edilemez. Kürt ve Türk halkının, bütün bunlara karşı mücadelesi, bugün daha fazla, günceldir ve önem kazanmıştır. Emperyalistlerin tüm askeri birlikleri Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklardan çekilmeli, NATO’dan çıkılmalı, emperyalistlerle imzalanmış tüm anlaşmalar iptal edilmelidir.
Kürdistan’da aşiret ve toprak ağaları sırtlarını diktatörlüğe dayayarak, Kürt işçi ve köylülerine baskı uygulamakta, toprakların önemli bir bölümü bunlar tarafından gasp edilmiş bulunmaktadır. Kürt işçi ve köylüsünün mücadelesi, yalnızca diktatörlüğün ulusal baskı ve zulmüne karşı olmakla sınırlı kalamaz. Diktatörlüğün Kürdistan’daki sosyal dayanağını oluşturan feodal kişi ve kurumlara karşı mücadele edilmeden, toprakların köylüler yararına (topraksız ve az topraklı köylü) kullanımı sağlanmadan, Kürt köylüsü ve işçisi, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, bağımsız devrimci mücadele çizgisinde yürümeden, gerçek anlamda özgürleşemez.
Kürt işçileri ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçerlerse ve Kürt köylüsünün toprak ve özgürlük talebine sahte çıkarlarsa, ulusal özgürlük için mücadelenin tutarlı bir sınıf çizgisinde yükselmesini sağlayacakları gibi, bu mücadelenin sosyal kurtuluş mücadeleyle birleşmesini de sağlamış olurlar. Toprak ağalarının ellerindeki toprakların, topraksız ve az topraklı köylüler yararına kullanımının sağlanması bir diğer önemli taleptir ve bu talep için mücadele ihmal edilemez.
Kısacası: Kürt ulusunun faşist terör ve ulusal zulümle dize getirilmesini hedefleyen devlet politikasına karşı mücadele bugünün en önemli gündem maddesidir. Bu hem Kürt ulusundan ve hem de Türk ulusundan işçi ve emekçilerin önünde duran acil bir görevdir. Burjuvazinin “bölücülük” propagandasının boşa çıkarılması, iki halkın kardeşçe dayanışması ve birliğinin sağlanması da buna bağlıdır. Kürt sorunu yeni çıkmış, hele de PKK tarafından yaratılmış bir sorun değildir. Öncesi bir yana 70 yıldır var olan bir sorundur ve bu sorunun halkın yararına çözümü, ancak tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin devrimci mücadelesiyle mümkündür. Bunun ötesindeki tüm girişimler, “realite tanıma” palavraları Kürtlerin köleliğini devam ettirmeye yöneliktir. Kölelik ebedi değildir ve kazanan halk olacaktır.

DİPNOTLAR:

(1) Kürt isyanlarının ve Kürt özgürlük mücadelesinin tarihini detaylı olarak incelemek bu yazının konusunu oluşturmuyor. Bu konuda yazılmış ve tek tek isyanları da inceleyen, dokümanlar bilgi veren ve belgelere dayalı olan onlarca kitap var. Biz yalnızca, bugünkü azgın şoven propagandanın ve Kürtlere yönelik katliamların daha iyi anlaşılabilmesi için, geçmişe dönüp bakmanın gerekliğine işaret etmek amacıyla, kısa bir hatırlatma yapmaya çalıştık.

(2) 14 Haziran 1934 tarihinde çıkarılan Mecbur-i İskan Kanunu, konuya ilişkin bu zorunlulukları getiriyordu: Madde 9. Türkiye’ye bağımlı bulunan ve Türk kültürüne bağlı olmayan göçebelerin toplu olmamak üzere kasabalara serpiştirilmek suretiyle Türk kültürlü köylere dağıtılıp yerleştirmeye…
Madde 11. a) Ana dili Türkçe olmayanlardan tonlu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurması veya bir sanatı kendi soydaşlarına intişar ettirmeleri yasaktır.
Madde 11 b) Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkındaki kültürel, askeri içtimai ve inzibati sebeplerle toptan olmamak şartıyla başka yerlere nakledilmesi… ‘

(3) İslam olma ortak unsurunun değişik ulusları bir tek ulus birliği, içinde eritemediğinin en açık örneği Arap Türk ve Kürtlerin durumudur. Arapları İslam oldukları için hiç kimse Türk sayamıyor. İslam ortak unsuru Kürtleri de Türk yapmadı, yapamaz.

Haziran ’92

Röportaj: TDKP yasal parti sorununa nasıl bakıyor?

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP) Merkez Komitesi Temsilcisi ile yapılan ve yurtdışı temsilciliğimizce iletilen röportajı yayınlıyoruz.

Türkiye’de son aylarda legal sol parti kurma girişimleri sürdürülmekte, TDKP bu konuda ne düşünüyor, böyle bir partinin kurulmasını gerekli görüyor mu?

Son birkaç yıldır, değişik konjonktürlerde, değişen ivmelerle yapıla-gelen “yasal parti” tartışmaları, Türkiye solunun gündeminde hep ola-geldi. Özellikle, son seçimlerden bugüne, yaklaşık yedi sekiz aydır, bütün grupların içinde yer alabileceği yeni bir “birleşik-sol parti” kurma fikri, değişik çevrelerce, dozaj arttırılarak işleniyor. Bu çevreler, farklı nitelikler atfettikleri parti modelleriyle farklı kümeleşmeler oluşturuyorlar.
Bir kısım gruplar, “bir seçim partisi olarak kurulmalıdır” derken, diğer bir kısmı, “bu parti açık-sosyalist parti olmalıdır ve sosyalistim diyen tüm grupları bir araya getirmelidir” diyerek, değişik eğilimler yaratmaya çalışıyorlar.
Bazıları da “yasallık esas değildir, yasallığı kullanmak gerekir ama meşruiyet kazanmak önemlidir; bu özellikleri taşıyan bir sol parti, sosyalist parti olmalıdır” dediler. Öte yandan da HEP’i, içinde çeşitli grupların yer aldığı, Kürdistan’da ve Türkiye’de örgütlenen Türk-Kürt Blok Partisi, halk partisi içeriği taşıyan bir blok partisine dönüştürme girişimleri de bir başka eğilim olarak sol kamuoyunun önüne geldi. Genel olarak herkes legal bir açık parti istemekle birlikte, Türkiye’de bugün aşağı yukarı dört beş tane değişik nitelemeler altında bir araya gelme eğilimi içine giren kümelenmeler oluştu. Örneğin, eski Dev-Yol çevresi, yansıdığı kadarıyla doğrudan ve kendi bağımsız tutumuyla yasal parti kurma girişimini tartışıyor. Öte yandan etkili/etkisiz irili ufaklı bazı gruplar “Marksist bir işçi partisi”, yahut da “sosyalist bir işçi partisi* kurmak ve bütün radikal solu birleştirecek bir yasal dayanak yaratmak amacıyla bir araya gelmeye çalıştılar. Genel olarak, bütün bu kümeleşmelerden bağımsız olarak baktığımızda, Türkiye’nin bugünkü konjonktürü, legal olanakların derlenip, açık bir parti olarak örgütlenmesini ve ortaya çıkarılmasını, dahası böylesi bir çıkış imkânlarını zorlamayı, Marksistlerin ve devrimci akımların önüne bir görev olarak koyuyor. Bu bir gerçektir. Yani Türkiye’de, sosyalizmin kendisini, yasal bir parti olarak da ortaya koyması için mücadele (pratik bir görev haline, yani genel olarak olabilir bir şey, genel olarak kabul edilmesi gereken bir şey olmaktan, pratik bir görev haline gelme eğilimi kazanmıştır ya da kazanmaktadır diyebiliriz) Kuşkusuz, birçok başka koşulun da oluşması gerekiyor böyle bir parti kurabilmek için.  Ama kurulmak istenilen partilere baktığımızda, partilerin oluşmakta olan siyasal platformlarına baktığımızda, değişik güdülerle hareket edildiği de görülüyor. Türkiye’de olumsuz bir gelenek vardır; yığın hareketi şu ya da bu şekilde yasal olanakları açmaya başladığı zaman, en zor koşullar altında da mücadeleyi sürdürme, halkı aydınlatma ve örgütleme görevlerini yerine getirme yeteneği olan illegal örgütlenmenin tasfiyesi ve onun yerine yasal olanın geçirilmesi geleneğidir bu. Bugün esas itibariyle sol akımlar ve onların belli başlıları içinde yasal parti isteği, yasalarla sınırlanmayan bir mücadelenin yerine, yasal bir mücadeleyi ve yasal bir paravanı geçirme anlayışının, bir ürünü olup, bahsedilen olumsuz geleneğin bugün yeniden üretilmesinin zemini anlamına gelebiliyor. Bu, gerçekte, Türkiye’nin modern tarihinde, devrimci ve ilerici örgütlenmelerinin bir zaafı olmuştur. Ve esasta tasfiyeci bir rol oynamıştır. Bugün çoğu kümelenmenin ya da bu kümelenmeleri oluşturan grupların bu geleneğe yaslandığı, pratik çalışmalarından, örgütlenmelerinden ve ortaya koydukları örgütlenme platformundan rahatlıkla görülebilmektedir. Şimdi, böyle bir parti, yani bu geleneğe uygun bir parti olmanın, bizim düşüncemize göre, Türkiye işçi sınıfı hareketine ve halk hareketine kazandıracağı fazla bir şey olmadığı gibi, diktatörlüğe karşı onun yasalarıyla sınırlanmamış bir mücadelenin ve örgütlenmenin yöntem ve araçlarını öğrenmek, oluşturmak ve etkin kılmak yakıcı görevinin unutulmasına, en iyi ihtimalle tali kılınmasına yol açacağı açıktır. Biz, niyetler ne olursa olsun, nesnel olarak bu sonuçlara yol açabilecek böylesi anlayışlarla, kümelenmelerin bu türü içinde olamayacağımızı şimdiden rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Ancak şöyle bir noktada vardır: Bir kitle partisi ya da kitle partisi özellikleri kazanma potansiyeline sahip gelişmeler karşısında, ilgisiz olmadığımızı da söylemeliyiz. Örneğin ister HEP isterse HEP dışında yeni bir mevzilenmeyle olsun Türk ve Kürt milliyetinden halkı bünyesinde birleştirebilecek ve en azından uyanmakta olan kesimlerini birleştirebilecek ve bu özelliklere sahip örgütlenme fırsatları ortaya çıktığında -ki bugün birçok yönüyle bu vardır, birçok yönüyle bunun engelleri de vardır- duyarsız olmamak, bu olanağı kullanmak gerekir. Ve bugün Türkiye’de Kürt ulusal hareketiyle ya da Kürt halkıyla Türk halkının birliğini ve ittifakını bir eğitim haline getirmenin olanakları mevcuttur. Bunları değerlendirmek ise komünistlere, devrimcilere düşen bir görevdir.

Sizce bunun temel koşulu ne olacaktır?
Bunun temel koşulu kuşkusuz devrimci, anti-emperyalist, demokratik bir siyasal platform üzerinde anlaşmak olacaktır. Ve böyle bir parti kendisini sosyalist parti olarak ortaya koymaz zaten; o ancak anti-emperyalist, demokratik bir kitle partisi olarak ortaya çıkabilir Bunun olanakları bugün vardır, önündeki engellerin kaldırılması için mücadeleye de ihtiyaç vardır; bu mücadeleyi vermek gerekir, devrimci bir platform üzerinde, anti-emperyalist, demokratik bir platform üzerinde oluşturulması gereken şey, geçmişte devrimi ve devrimci demokrasiyi temsil etmiş akımların da Türkiye’deki son on yıllık gelişmelerin ardından bugün devrimci demokrasi yoluna, girmiş olan akımların tümünün içinde yer aldığı bir blok, Türk ve Kürt milliyetinden işçileri ve emekçileri birleştirecek bir blok partisidir. Örneğin Dev-Yol, TDKP, PKK vb. gibi akımlar, radikal asgari bir demokratik platform, asgari bir anti-emperyalizm üzerinde anlaşabilirlerse, zaman zaman düşüşler de yaşansa,   moral gerilemeler içerisine düşse de genel olarak yükseliş eğrisini sürdüren işçi sınıfı bereketinin ve Kürt ulusal hareketinin birliğini sağlayabilecek bir alternatif yaratmak olanaklıdır ve bu benzeri örgütlülükler, bugünkü Türkiye koşullarında bir ihtiyaçtır.
Öte yandan, Kürt burjuvazisinin reformist ve revizyonist çevrelerinin, diktatörlüğün olurunu da alarak, PKK’yi zayıflatmak ve onun şu andaki durumundan da yararlanarak kendi etkilerini artırmak için yeni bir ‘Kürt partisi” kurmak eğilimi içine girdiklerini görüyoruz. Böyle girişimleri sol parti olarak vb. değerlendirmeyeceğiz. Bunlar da, kendilerini sola açık olduğunu söylüyorlar. Bizi de muhatap alan çağrılar da çıkarıyorlar, ancak biz böyle çağrılar içinde yer almayacağımızı, böyle çağrılara muhatap olmayacağımızı şimdiden ifade ediyoruz. Yani örneğin, PKK, TDKP, Dev-Yol ve giderek irili ufaklı diğer gruplar, emperyalizme karşı mücadele, demokrasi ve özgürlük için devrimci mücadele temelinde ve yığın hareketini ilerletici bir taktik çizgi üzerinde oluşacak bir demokratik parti, devrimci halk partisi içinde birleştiklerinde, reformizmin iflasa doğru gidişinin ve yığın hareketinin yükselişinin bir arada getirdiği potansiyeli örgütleme olanakları çıkacaktır. Ancak şunu ifade edelim; Dev-Yol’un gidişatı bu yönlü bir girişimi zayıflatmaktadır. Ancak yine de, anti-emperyalist, demokratik bir platform üzerinde birleşen bütün grupların kabulleneceği, daha doğrusu bütün grupları içine çekme yeteneğine sahip anti-emperyalist, demokratik bir kitle partisi olanaklıdır. Ancak bu her şey demek değildir, bunun gerisinde asıl önemli bir başka şey vardır. Gerçekten de işyerlerinde, üretim alanlarında, öğrenim kurumlarında ve devlet kuruluşlarında ve yerleşim alanlarında, örgütlenmeyen, örgütlenmeyi bürolar açmak, parti büroları ya da dernek büroları ya da basın büroları açmak ve onlara dayanmak olarak gören akım ve eğilimler yasal geleneğin baskısından kurtulmadan; yani yeraltında oluşacak bir ittifak sağlanmadan, açık alandaki bir ittifakın güvenceye alınabileceği kanısında değiliz. Ve asıl şey, bugünkü yasalarla sınırlanamayan bir mücadele üzerinde ittifaktır. Bu ittifak başarıldığı koşullardadır ki, bunun belirlediği, geliştirdiği ve ilerlettiği platform üzerinde açık alanda ittifaka dayanan sözünü ettiğimiz türden bir parti oluşabilir. Bu bir ihtiyaçtır. Engeller vardır, örneğin PKK’dan ve Dev-Yol’un farklı eğilimlerinden gelen engeller.

Legal sosyalist partiyi ve onun görevlerini nasıl niteliyorsunuz?
Sosyalistlerin partisi denildiği zaman bundan anlaşılması gereken, Marksist-Leninist bir işçi partisidir. Ve dolayısıyla da böyle bir açık parti denildiğinde de birçok grubu bir araya getiren ve grupların birleşmesinden ibaret bir parti anlaşılmamalıdır. Bu parti işçi sınıfının açık partisi, onun kitlesel hareketini temsil eden partidir. İşçi sınıfının kitlesel hareketini temsil eden parti denildiği zaman işçi sınıfının çoğunluğunu kucaklayan parti anlamına gelmiyor. Yani o günkü koşullardaki kitle hareketini, açık kitle hareketini bünyesinde toplayan ve onun temsilcisi olarak ortaya çıkan, meşrulaşan ve kendisini de kabul ettiren bir parti anlamına gelmektedir.

Bunun koşulları var mıdır?

Bunun koşulları olgunlaşmaktadır. Ama Türkiye mevcut durumu dikkate aldığımız zaman, bunun koşullarının doğacağı bir yere varır mı, varmaz mı, bugünden bir şey söylenemez. Çünkü istikrarsızlıktır bugün egemen olan, dünyada da, Türkiye’de de egemen olan budur.
İşçi hareketi böyle bir olanağa sahip olduğu zaman kuşkusuz, kendini bir ileri aşamaya doğru atma dinamiklerini de geliştirecektir. İşçi sınıfının ileri tabakalarının açık hareketini temsil eden, bağlantıları olmayan bir açık parti, kendilerine sosyalist diyen grupların birbirleriyle çalışması, ya da “ben bu işi kendi başıma çözemiyorum” diyen bir kaç grubun bir araya gelmesi, anlamına gelecektir ki, bunun çözüm çıkmayacağı açıktır. Çünkü bu “ben bu işi çözemem” diye düşünen, “ben bu işi kendi başıma temsil edemiyorum” diye düşünen birkaç grubun bir araya gelmesi, yine “kendimi temsil edemiyorum” yahut da “devrimi ilerletme yeteneği bende yoktur” diyen grupların topluluğu olacaktır. Proletaryanın böyle bir partiye ihtiyacı yoktur. Proletaryanın ihtiyacı, kendisinin ileri öğeleri ile bağlantı halinde ve Marksist-Leninist bir platform üzerinde, asgari olarak kendini açığa vurmuş kitle hareketinin örgütlenmesidir. Bugün baktığımızda işçi hareketindeki gelişmeler, düşüşler ve çıkışlar içinde böyle bir yöne doğru gitmekle birlikte, şu anda işçi sınıfı hareketi, kendini açık parti olarak ortaya koyabilecek koşulları henüz yaratabilmiş değildir. Ama bu yönde gelişmeler vardır, bunu ilerletmek, hızlandırmak komünist partisi için bir görevdir. Biz bu görevin bilincindeyiz ve buna uygun bir mücadele içinde olmaya çalışıyoruz.
Açıktır ki, işçi hareketinin açık bir parti olarak da çıkışını güçlendirecek, hem de çıktığı zaman, onun gerisinde, onun köklerini oluşturan temel önemdeki şey illegal örgüt; yani sınıfın, fabrikalarda, işyerlerinde örgütlenmiş illegal örgütleridir. Legal çalışmanın az çok açıldığı alanda, yığın hareketinin bunu açtığı koşullarda, zaten biçimsel olarak örgütlenmiş olan illegal örgütü tasfiye etme, askıya alma, yerine legal olanı koyma biçiminde bir anlayış Türkiye devriminin yenilgisini peşinen kabullenmektir. İşçi hareketi kendini açık sosyalist parti olarak da ortaya koyması doğrultusunda da ilerletilmelidir, hazırlanmalıdır derken, bunun altını özellikle çizmek istiyoruz. Ve olguları dikkate aldığımızda! Türkiye’deki koşullar, örgütlenme sorununda, bir yandan illegal örgütü işçi kitleleri arasında  yayma, işyerlerinde, fabrikalarda örgütleme, genişletme, derinleştirme, çoğaltma olanaklarını sunuyor bize, öte yandan legal alanların ve legal olanakların kullanılması olanakların genişletiyor; yenilerin kullanılması için koşulları olgunlaştırıyor. Açık parti, işçi hareketinin açık parti olarak da örgütlenmesi, bu sözünü ettiğimiz olanaklar içerisinde gözetilmeli ve değerlendirilmelidir.

Türk ve Kürt işçi ve emekçileri birleştiren blok partisinin önündeki engellerden söz ediyorsunuz. Nedir bunlar?
Kürt hareketi, Kürt halk hareketiyle işçi hareketin ittifakı sorunu, bugünkü konjonktürde, belli fırsatlar yakalamıştır. Kürt ve Türk işçi ve, emekçilerine dayanan, anti-emperyalist demokratik bir Kürt ve Türk halkının ittifakının ifadesi olan bir halk partisi, böyle bir eğilimi güçlendirebilir ve Türkiye’de bunun oluşturulmasının fırsatları da vardır. Engelleri de vardır dedik. Buradaki temel engel ise bizce, Türk ve Kürt milliyetinden halkın uyanan güçlerini temsil edebilecek gruplar arasındaki siyasal platform uyuşmazlığıdır. PKK’nın içine girdiği eğilimi dikkate aldığımızda, politikalarını dikkate aldığımızda, taktiklerini, örneğin Sosyalist Parti gibi revizyonist, reformist, parlamentarist bir partiyle, TBKP gibi burjuva liberal bir partiyle ittifaka da açık olan platformuyla böyle bir partinin doğması zordur. Biz, kitlelerin hiç olmazsa ileri kesimlerini temsi) etme kabiliyeti olan örgütlerin anti-emperyalist demokratik bir platform üzerinde ittifakını, gerekliliğini düşünüyoruz, öneriyoruz, bunun mücadelesini veriyoruz. Ancak bu ittifak kuşkusuz, açık alanla sınırlı kaldığı sürece, kendi kendini geliştirme yeteneği gösteremeyecek bir ittifak olacaktır. Bu ittifak mücadelenin tüm biçimlerine, aktüel mücadelenin dayattığı bütün biçimlere cevap verebilecek bir ittifak olmalı; buradan çıkacak politikalar, politik taktikler, buradan çıkan kararlar açık alanda da kendisini ifada edebilmelidir. Bu ifade Türk ve Kürt halkının bir blok partisi olabilir, çeşitli konjonktürel gelişmeler bugün bu fırsatı, bu olanağı bir fırsat haline de getirmektedir. Sorun, bir siyasal platform üzerinde anlaşabilirle sorunudur. Ama bu gelişmelerin olduğu koşullarda böyle bir parti pek çok zaaf taşısa bile partimiz çalışmaya, böyle bir örgütlülük içinde yer almaya devam edecektir. Yineliyoruz; asıl önemli olan Türkiye’deki halk hareketinin, Türk ve Kürt milliyetinin halkı hareketini temsil eden radikal akımların siyasal bir platform üzerinde anlaşması, bu platform üzerinde bir halk partisi oluşturmalarıdır. Belirttiğimiz, engeller de böyle bir platform önündeki engellerdir. Çeşitli sol grupların üç, beş, on her neyse bir araya gelerek mevcut durumlarını bir partiye dönüştürmelerine, açık bir partiye çıkmalarına ise ne işçi hareketini örgütleme konusunda ne de iki milliyetten halkın mücadelesinin aracı haline gelme konusunda herhangi bir şans vermemekteyiz. Böyle bir şey olsa olsa hâlihazırdaki grupların çatışma ya da mevcut grupların mevcut durumlarını bir parti olarak ya da parti adı altında ifade etmesi olacaktır ki, bu Türkiye devriminin ihtiyacı değildir. Ama özenle şunu vurguluyoruz; partimiz illegal örgütlenme çizgisini temel almaya, illegal örgütlerini fabrikalara ve işyerlerine dayandırmaya, oralarda tüm işçi kitlesini temsil eden organlar oluşturmaya çalışmaktadır. Açık alandaki; -ister parti olsun, islerse başka bir biçimde olsun- çalışmaysa bu alandaki çalışmaya, bu alandaki mücadeleye bağlanan hem onu güçlendiren, hem onun tarafından güçlendirilen ve genişlettirilen bir faaliyet olacaktır.

Özellikle Türkiye’nin bugünkü somut siyasal koşulları içersinde bu tür girişimlerin anlamı üzerine görüşlerinizi belirtir misiniz?

Bu tür girişimler farklı anlamlar taşımaktadır. Örneğin, Marksist grupların “sosyalist partisi”, işçi sınıfı alternatif arıyor ama illegal örgütlenmeye gelemez, bu nedenden dolayı biz işçilerin örgütlenebileceği bir alternatif yaratalım; gruplar bir araya gelip bir Marksist-Sosyalist parti kursunlar, bunun içinde mücadelelerine devam etsinler” denilerek gerekçelendirilebiliyor. Böylesi bir işçi partisi olmaz. Bunun deneyleri, sürekli yeri parçalanmalar doğurmuştur, bugünde olacağı odur. Böyle bir partinin taşıyacağı anlam, açık çatışma alanlarının genişlemesi ve bir anlamıyla da, çözümsüzlüğü, çözümsüzlüğü derinleştirerek ikame etmek oluyor! Birçoğu açısından da bir yerlere tutunma çabası olmaktadır. Görüyoruz, büyük kentlere bakıyoruz hemen hiçbir fabrikada hiçbir işyerinde rastlamadığımız birçok grup var ortada. Adıyla var, etkinliği ve faaliyeti ile sınıfı ve yığınları örgütleme ve aydınlatma faaliyetiyle yok. Bunlar açısından ise “birleşik parti”, bir yerlerde var olmak aracından başka bir şey değildir. Ama örneğin HEP’in mevcut durumunun ya da Kürt ulusal uyanışının Türkiye’deki uyanan işçi hareketinin yarattığı olanaklarla geniş kitleye dayanan bir halk partisi olanağı vardır ki, bu da bir başka anlam taşımaktadır. Çeşitli girişimler var ve biz burada, her girişimin, Türkiye’nin mevcut konjonktüründe nasıl konumlandığını, ne anlama geldiğini ayrı ayrı belirtmeyi gereksiz görüyoruz. Fakat genel olarak söyleyebiliriz; parti ve örgütlülüklerin kitle mücadelesinin örgütlenmesi ve devrimci bir platform üzerinde doğması ve temel belirleyici alanın, açık alandaki yansıması olarak doğması önemlidir ki, bu bakımdan anlamlar farklılaşmaktadır; daha önce vurgulanmıştı. Anti-emperyalist demokratik bir platform üzerinde küçük gruplar da dahil olmak üzere tümünün yer alabileceği ama bunlara dayanan değil, yığınlara dayanan, Kürt-Türk halkının mücadelesine dayanan, işçilerin ve emekçilerin mücadelesine, dayanan onların açığa çıkmış mücadelelerinin örgütlenmesi olarak doğan bir blok partisi ileri bir anlam taşıyacaktır, devrimci bir rol oynayacaktır.

Haziran 1992

İşçi Sınıfının Eğitimi Ve Sendikalar

İşçi sınıfının eğitilip sosyalizme kazandırılması faaliyetinde, işçi sınıfının geniş, kapsayıcı örgütleri olan sendikaların çok önemli bir işlevi vardır. Sendikaların bu işlevlerini yerine getirip getirmediğini belirleyen başlıca faktörler, sendikaların nasıl bir eğitim programına sahip olduğu ve bu programı hangi yaygınlıkta ve ne tarzda hayata geçirdiğidir. İşçi sınıfının sendikal eğitimi, özgünlükler taşısa da işçi sınıfının genel eğitiminin bir parçasıdır. Ve içeriği, işçi sınıfının politik hedefleri tarafından belirlenir. Kapitalist sistem ve onun düşünsel üst yapısıyla uzlaşmaz bir karşıtlık halindeki bu politik hedefler doğrultusunda yapılmayan eğitim, işçiye kapitalist toplumdaki yerinin kabulüne dayalı bir programın sınırları dışına taşmaz. Yazıda öncelikle işçi sınıfı eğitiminin genel çizgilerini özetledikten sonra sendikalardaki duruma kısaca değineceğiz.

KAVRAM OLARAK EĞİTİM
Eğitim kavramı, eğitilen kişi ya da topluluğu, istenilen nitelikler doğrultusunda biçimlendirmek için yapılan amaçlı, sistemli bir etkileme faaliyetini dile getirir. Anlaşılacağı gibi, eğitim bir biçimlendirme faaliyetidir; öğretmekle yetinmez, öğretileni içertir, duyuş ve düşünüş tarzı ve alışkanlık oluşturur. Amaçlı bir faaliyettir. Bu amaç, bir dünya görüşünü, bir ahlak anlayışını daha genel olarak bir toplumsal sistemi benimsetmeye yöneliktir.
Günlük dilde eğitim denince sadece eğitim kurumu adı verilen yerlerde yapılan öğretim ve özel amaçlı kurs, seminer vb. faaliyet anlaşılır. Gerçekte eğitim, sadece okulda ya da okul dışında okumayla yürütülen bir faaliyet değil, bunlarla birlikte bütün toplum hayatının her alanında yürüyen bir faaliyettir. Gözlem, görgü, gelenek, din, ahlak, vb. hepsi de birer eğitim aracıdır ve akıp giden hayat bunların insanları biçimlendirdiği alandır.
Burjuvazi, bütün kavramları olduğu gibi eğitim kavramını da bütün sınıflar için ortak göstermeye çalışır. Toplumu kendi damgasını taşıyan düşüncelerle biçimlendirirken, bu eğitimin sınıfsal niteliğini ikiyüzlüce bir özenle gizlemeye çalışır.
Dünyanın, içeriğini kendisinin doldurduğu kavramlarla algılanmasını isteyen burjuvazi, bütün kavramların olduğu gibi eğitimin de sınıflardan bağımsız, bütün toplumun sağlıklı bir biçimlenmeye kavuşması için yürütülen bir faaliyet olduğuna bütün toplumu inandırmaya çalışır. Nesne, olay ve olguları zihinde yeniden kurmanın araçları olarak kavramların, bu süreçlerdeki gelişme ve değişmelerden, tarihsellikten ve sınıf ilişkilerinden bağımsız, genel geçer, mutlak bir içeriği yoktur. Bir kavram, farklı tarihsel dönemlerde farklı içeriklere sahip olduğu gibi, algılayış tarzı farklı sınıflar için de farklı şeyler ifade eder. Konumuz açısından eğitim de sınıfsal bir kavramdır, aralarında temel karşıtlık ilişkileri bulunan sınıflar için tamamen karşıt anlamlar ifade eder. Eğitim, eğer amaçlı bir faaliyetse, her birinin amacı diğerini egemenlik altında tutmak olan burjuvazi ve proletarya için nasıl bir ortak eğitimden söz edilebilir? Eğer burjuvazi ile proletarya arasında bir amaç ortaklığı olmayacaksa, sınıflar-üstü ya da sınıf-dışı bir eğitim de olamayacaktır. Burjuvazi ile proletaryanın ortak gerçeği yoktur, kavramlara yükleyeceği ortak içerik de olmayacaktır.
İşçi sınıfının devrimci partisinin programından esinlenen sendikal eğitim programını tartışmadan önce kapitalizmin bütün toplumu nasıl “eğittiğine” göz atalım:

KAPİTALİZMİN SIRADAN İŞÇİYİ BİÇİMLENDİRMESİ

Kapitalist üretim, sermaye sahibi kapitalist ile emek gücünü arz eden proleter arasında, kapitalistin proleterin emek gücünü satın almasına dayanan bir anlaşma üzerinde yükselir. Emek gücünü yeniden üretmeye yetecek miktarda ücret denilen bir parayla proleterin zamanı patronun kılınmıştır. İşçi, patronun egemenliği altındadır ve iş saati kapitalistin tasarrufundadır. Bu tarz bir örgütlenmeyle işçi kapitalizmin onsuz yapamayacağı, egemenlik altındaki bir sınıfın üyesidir. Fakat iş burada bitmez. Kapitalist sınıfın egemenliği sadece üretim araçlarına, proleterin emek gücüne ve baskı aleti olarak devlete sahiplikle sınırlı değildir. O, aynı zamanda toplumun bütün düşünsel araçlarına da sahiptir. “Maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, bu nedenle manevi üretim araçlarına da sahiptir”, “Egemen sınıfın düşünceleri egemen düşüncelerdir” (Marx) Böylece kapitalist, uzun çalışma saatleri dışında da, işçinin emek gücünü yeniden ürettiği çalışma saatleri dışındaki zamanını çalar. Ürettiği ve egemen kıldığı düşünceleri okul, gelenek-görenek, din, gazete, televizyon, sanat vb. araçlarla bazen en kaba, bazen en inceltilmiş tarzda topluma egemen kılar.
Düşünce üretme imkânını tekeline alan burjuvazi, “toplumun eğitimli, kültürlü kılınması” adı altında kendi egemenliğinin toplumsal ve düşünsel temelini sağlamlaştırmaya çalışır, emekçilerin düşüncesine şükretme ve boyun eğme tohumları eker. Kendi sisteminin ezeli olmasa da ebedi bir sistem olduğuna, kendi sistemi dışında insanlara müreffeh bir hayat yaşatacak başka bir sistem olamayacağına insanları inandırmaya çalışır. Bu ağır burjuva atmosfer içinde, sıradan insanın düşüncesinde kapitalizmin zora ve sömürüye dayanan egemenliği sessiz ve doğal bir onay görür. Hayatını katlanılmaz kılan bütün kötülükleri bir takım kötü patronlara ve yöneticilere bağlar. Kısaca, kapitalizm, üretimdeki yerleri bakımından sermayenin parçası kıldığı işçileri, düşünsel bakımdan da sermayeye bağlamaya çalışır. Onları kendi kan kokan nefesiyle kirlettiği havayı solumaya zorlar, emekçileri her gün her saat kapitalizmin ruhuyla yoğurur. Böylece kapitalizmin havasını soluyan her insan, doğal gibi görünen bir biçimlenmeyle, kapitalizmin tayin ettiği sınırlar içinde “kendi hayatını yaşarken”, burjuvazi gibi yaşar ve düşünür. Devrimci bir bilinçle dönüştürülmemiş her kafada bir burjuva yaşar.
Emekçilerin sömürülmesinin şirinleştirilmesine dayanan, iki yüzlü bu “eğitimin” dayanakları güçsüzdür. Burjuvazi, bir yandan, emekçi sınıfların dünyaya ait bilgilerini en geri noktada tutmaya çalışırken, bir yandan da kendi sisteminin iyi işleyebilmesi için onlara belirli bilgiler vermek zorunda kalır ki, bu durum, onun eğitimin sistemindeki çelişkili karaktere işarettir. Bütün düşünsel şartlandırma sınıflar arasındaki derin yaşam farkını ve çelişkiyi örtemez. Mahkûm edildikleri hayat koşullarına isyan eden işçiler ve diğer emekçi sınıflar kapitalist sınıfa, hükümete karşı zaman zaman ayaklanmalara varan çeşitli eylemlere girişirler. Bu eylemler sırasında işçiler kendi sınıf güdüleriyle patronların varlığını ve daha iyi bir yaşamın nasıl olabileceğini sorgularlar. Fakat kendi deneyleriyle edindikleri bu bilinç, burjuvaziye öfke ve düşmanlığı ifade etmekle birlikte yine de burjuva sınırları aşmayan, sistem tarafından kendilerine kazandırılan bilincin sınırları içindedir. Bütün bu bilinç öğeleri, sistemle kopmaya hazır ama yine de işçinin içinde yaşadığı sistemden aldığı bilinçle tepkisini ifade etmesinin işaretidir. İşçilerin bir sınıf olarak gelişim süreçlerinin dışında inşa edilen devrimci teoridir ki ancak işçileri kapitalist sistemin dışına, sadece eylemsel bakımdan değil düşünsel bakımdan da kapitalizmin dışına çıkarabilir. Bu bize, işçi sınıfının eğitiminin nasıl bir program etrafında şekilleneceğinin de ipuçlarını verir.

İŞÇİ SINIFI EĞİTİMİNİN HEDEFİ
Bu anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda, işçi sınıfının eğitimi dendiğinde, sadece maddi-ekonomik bakımdan değil, düşünsel bakımdan da burjuvazinin etkisi altında bulunan, kapitalizmin uygulamalarına karşı kalkıştıkları eylemlerin tarihsel anlamını ve hedefini kavrayamayan milyonlarca işçiyi “kendiliğinden sınıf durumundan “kendisi için sınıf durumuna yükseltmek anlaşılmalıdır. Kendisi için sınıf olmaktan, “Kendi çıkarlarının, modern siyasal ve toplumsal sistemin tümüyle uzlaşmaz bir biçimde çatıştığının bilincine” (Lenin) varmak anlaşılmalıdır. Kendisi için sınıf olmak kapitalizmle arasındaki bütün düşünsel köprüleri yıkmak, burjuvazinin dünyası karşısında kendisinin de bir dünya sistemi kurabileceği ve eylemiyle bileklerindeki ücretli kölelik zincirlerini kırabileceği ve devrimci eylemiyle burjuvaziye muhalif bütün toplumsal sınıfları peşinden sürükleyebileceği gerçeğini bilince çıkarmaktır.
Bu bilincin, işçinin sık sık karşılaştığı, “işçinin emeğinin karşılığını alacağını”, “bütün toplumsal kesimlerin eşit fedakârlığı ile gelir dağılımındaki adaletsizliklerin düzelteceğini” vb. söyleyen sendikacının sunduğu bir programla kazanılmayacağı açıktır. Bu, her şeyden önce, kapitalizmle ortaklık aramadan; aksine kapitalizmin dayattığı bütün gerçekleri reddetmekle başlar. Bu anlamda eğitim, sadece bir inşa süreci değil, aynı zamanda ve ondan önce beyinlere ve davranış tarzına sinmiş gerici fikirler yıkma sürecidir. Böylesi bir eğitim programına ancak, kapitalist toplumun köklü bilimsel bir tahliline dayanarak, proletaryanın devrimci rolünü saptayan sosyalizmin işçi sınıfının eylemiyle kaçınılamaz bir zorunluluk olduğunu ortaya koyan bilimsel sosyalist dünya görüşü esin kaynağı olabilir. Bilimsel sosyalizme göre, sınıfların mücadele programları, onların üretimdeki yerleri ve çıkarlarınca belirlenir. Sınıfların eğitimi de, en genel olarak, sınıfın çıkarların bilincine varması ve çıkarları doğrultusundaki her türlü eyleme kendini hazır durumda hissetmesidir.
Soruna işçi sınıfı açısından yaklaşırsak: İşçi sınıfı, temel üretim araçlarının burjuvazinin özel mülkiyelinde bulunduğu kapitalist toplumun iki temel sınıfından biridir. Başlıca üretim araçları ve devlet iktidarı burjuvazinin elindedir; işçi sınıfı bu üretim araçlarını kontrol eden, çalıştıran ve üreten sınıf olmasına rağmen mülkiyetten tecrit edilmiştir. Kapitalizm işçi sınıfı için ücret karşılığında sömürü ve siyasal hak yoksunluğu demektir. Burjuvazi ile proletarya arasındaki bu çelişmenin çözümü, ancak üretim güçlerinin temsilcisi olan proletaryanın zaten toplumsallaşmış olan üretime uygun olarak mülkiyeti de toplumsallaştırması ve proletaryanın egemen sınıf olarak kendi sistemini örgütlemesiyle mümkündür. İşçi sınıfı, ancak özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, sömürüye son verilmesi ve sömürüşüz bir toplumun kurulmasıyla kurtulabilir ki, bu da bütün insanlığın kurtuluşunun yolunu açar.
İşçi sınıfının eğitim programı, onun her türlü sömürüden kurtuluşu programıdır. Önüne hedef olarak egemen sınıf olarak örgütlenmeyi koyan sosyalizm programıdır. Kuşkusuz bu program en başta, işçi sınıfının en devrimci unsurlarını bağrında toplayan ve işçi sınıfı örgütlenmesinin en yüksek biçimi olan komünist partisinin programıdır. Fakat sınıfın geniş kesimlerini bir araya getiren, henüz bilinçsiz çok sayıda işçiyi içinde toplayan sendikaların eğitim programlarının daha dar olacağı, bu denli ileri taleplerle ortaya çıkamayacağı yaygın ama son derece hatalı bir bakış açısıdır. İşçi sınıfının bütün örgütleri, çıkış nedeni sadece bir lakım ekonomik hakları güvenceye almak bile olsa, sınıfın azami hedeflerine göre örgütlenmek zorundadır. Üyelerini sınıfın nihai kurtuluşunun bilgisiyle aydınlatmak göreviyle karşı karşıyadır.
Dünyada ve Türkiye’de birçok sahte Marksist ve sendikacı, eğitimden işçilerin bir takım ekonomik haklarının bilincine varmasını ve mesleki bilgilerini artırmasını anlıyorlar. İşçilerin ekonomik taleplerinin bilincine varması, yasalardan doğan haklarını (ve aynı zamanda yasaların kendisine düşman niteliğini) öğrenmesi elbette gereklidir. Ama bu, hiç bir zaman, sınıfın nasıl kurtulacağı, çıkarlarını nasıl ve temelden elde edeceği sorularına cevap değildir.
Burjuvazinin de son derece sıcak baktığı ve masrafları için isteyerek para ayırdığı bu türden bir eğitim, işçiye çıkarları doğrultusunda mücadele etme bilinci kazandırmaz. Çünkü onun çıkarları, kapitalizmin dışına çıkan ve bunu sosyalizmle tamamlayan bir mücadelede somutlanır. Bu türden bir eğitim, olsa olsa, sermayenin bir parçası olan işçiyi, biraz daha aydınlanmış olarak ama yine kapitalist sistemin bir parçası olarak “eğitmekten” başka bir şey değildir. Soru gayet açıktır: İşçi, kapitalizmin bir parçası olarak mı eğitilecek; yoksa bakış açısı kapitalizmin dışına çıkarılarak sosyalizme yöneltilerek mi eğitilecek? Cevap da açık olmak zorundadır. İşçi, çıkarlarının kapitalizmle uzlaşmaz bir karşıtlık içinde bulunduğu bakış açısıyla eğitilmedikçe, taleplerinin bilincine varması; kurtuluşunun yolunu görmesi mümkün olmayacaktır.
Kapitalizm, işçiyi, daha önce de değindiğimiz gibi, sermayenin bir parçası olarak yeniden üretirken, onu düşünsel olarak da yeniden üretir, her gün her saat “eğitir”. Darlaştırılmış, sınıfların kardeşliği ve eşitliği, demokrasi gibi laflarla bezenmiş bir eğitim programı, işçiyi sermayeyi tamamlayan bir unsur olarak, işçinin kapitalist örgütleniş tarzındaki statüsünü koruyan burjuva eğitimin mütevazi bir bileşeni olabilir ama onun kendisinin kapitalist toplumdaki yerinin bilincine varmasını sağlamaz.
Herhangi bir programın ya da düşünce ifade eden materyalin konusunun işçi olması, onun işçiden yana olduğunun kanıtı değildir. Aslolan işçinin yüzünü kapitalizmin dışına döndürüp döndürmediğidir. Hepimiz işçiyi konu alan ve belki de işçinin nasıl kötü koşullarda yaşadığını “ince bir duyarlılıkla” anlatan çokça kitap ya da filmle karşılaşmışadır. Paçavralar içinde aç ve cahil bir şekilde sürünen bir kalabalık olarak dramatize edilen bu işçi kitleleri karşısında mülk sahibi sınıflara “yardım” ve “şefkat” çağrıları yapan bu türden “eserler”, gerçekte işçileri bu koşullar altında yaşatmak pahasına zenginlikleri kasasına dolduran burjuvazi önünde alçakça bir yaltaklanmadan başka bir şeyin ifadesi değildir. Böyle eserlerin işçiler için anlamı neyse, patronları insafa çağıran ve onlarda insanlık duyguları uyandırmaya çalışan bir sendikacılığın anlamı da odur.
İşçi örgütlerinde ve özellikle “ekonomik mücadele örgütleri” olarak algılanan sendikalarda yürütülecek eğitimi kapitalizm yönünde darlaştırmanın tek örneği, kötülükleriyle ünlenen gerici, reformist sendikacılar değildir. Farklı şekillerde ve farklı düzeylerde birçok “sol” akım da sendikaların programını darlaştırarak işçilerin sosyalizm mücadelesini “demokrasi mücadelesine” kurban etmektedirler. Sendikalar, işçilerini sosyalizm perspektifiyle değil, demokrasi perspektifleriyle eğitmelidirler! Bu görüş sahipleri, düşüncelerine başlıca iki dayanak gösteriyorlar. Birincisi, bunlara göre, sendikalar, siyasi mücadele örgütleri değil ekonomik mücadele örgütleridir. Bunun için de önlerine sosyalizm gibi siyasi bir hedef koyamazlar. İkincisi, “devrimimizin içinde bulunduğu demokratik aşama”ya göre şekillenen hedefler sendikaların da hedefidir, mücadele örgütlerinin hedefini, içinde bulunulan devrim aşaması tayin eder. Demokratik devrimde demokrasi perspektifli sendika!
Birincinin karşılığı yukarıdaki satırlarda var. Tekrarlarsak: Bir örgütün bakış erimini tayin eden, örgütün darlığı-genişliği, katılığı-esnekliği, sınıfın ne tür ihtiyaçlarının karşılığı olduğu değil, örgütün temsil ettiği sınıfın nihai hedefleridir. Sınıfın tam kurtuluşu sosyalizmdir; sınıf sendikalarının bayrağında da “sosyalizm” diye yazar.
İkincisine gelince; devrimimiz açısından demokrasinin sosyalizmden önce geldiği ve işçi sınıfının demokrasi için savaşması gerektiği doğrudur. Evet, işçi sınıfı, demokrasi mücadelesinin de en kararlı ve öncü savaşçısıdır. Ezilen sınıfların ve ulusların özgürlüğünü ve demokrasiyi savunmadan, bütün bu aşamalardan geçmeksizin sosyalizme bir hamlede varamayacağını bilir. Bu, işçi sınıfının sosyalizm hedefini de yakınlaştıracak, sınıfın sosyalizmi kurmayı öğrenip ders biriktirdiği bir okul olacaktır. Fakat bütün bu doğrular, bir başka doğruyu, işçi sınıfının her şart altında sosyalist içeriğe sahip bir perspektifle savaşması gerektiği gerçeğini gölgelemez; onu demokrasicilikle sınırlandırmayı haklı kılmaz. Fakat işçi sınıfını demokrasi mücadelesinin diğer bileşenlerinden ayıran şudur ki, demokrasi onlar için azami bir hedeftir, işçi sınıfı içinse sadece bir başlangıç. Ruhuna sosyalizm perspektifi içerilmedikçe, işçi sınıfı gerçek bir demokrasi mücadelesi de veremeyecek; demokrasi geçmesi gereken zorunlu bir uğrak yeri iken, onu yutan bir girdap olacaktır. Demokrasiyi sosyalizmle tamamlamak, zaten şimdiden birçok sosyalist unsur içeren demokrasi mücadelesini sosyalizm perspektifiyle yürütmekle olanaklıdır ancak. İşçilerin, sendikalarda da olsa, sosyalist eğitimini ileri bir tarihin işi gibi görmek, açıkça sosyalizme sırt dönmektir, işçi sınıfını demokrasi mücadelesinde de güçsüz bırakmaktır. İşçiler, demokrasi mücadelesini de sosyalist tarzda verirler.
İşçi sendikası, komünist partisinin programından esinlenir. Onun hedeflerini gerçekleştirmesinin yardımcı aracıdır. Elinden geldiği ölçüde kızıl olmayanları itmeden ve onlardan kopmadan, sendikalı işçiyi kızıllaştırmak onun eğitim programının özüdür.

EĞİTİMİN İKİ YÜZÜ
Şimdiye kadar, çokça bulandırılan bir konu olduğu ve birçok işçinin kafası da bu tür görüşlerle karıştırdığı için sendikalardaki eğitimin niteliği ve programı üzerinde durma gereği hissettik. Amaçlı bir faaliyet olan eğitimin hedefinin saptanması son derece önemli olmakla birlikte, bir eğitim programı sunmak, sadece başlangıçtır. Doğru perspektif bir kez ortaya konduktan sonra, bu programın nasıl hayata geçirileceği, hedeflenen niteliklerin nasıl yığınlara mal edilerek maddi bir güce dönüştürüleceği tayin edici bir önem kazanır.
Eğitimin bir yönü, yaygın bir anlatma ve aydınlatma, eğitileni hedeflenen niteliklerin bilgisine kavuşturma faaliyetidir. Tabii ki bu noktada, programın önemi kendini hissettirir. Her eğitim, öncelikle söz konusu eğitimin hedefleriyle karakterize olur. Bundan hareketle Lenin, devrimci bir teori olmadan devrimci eylem olmaz demiştir. Saptanan programın kitlelere ulaştırılması, politik literatürde propaganda ve ajitasyon olarak ifade edilen anlatma, açıklama ve inandırma yoluyla olur. Bütün yazılı ve sözlü araçlar yoluyla yapılan propaganda ve ajitasyon, işçi sınıfının çeşitli düzeydeki örgütlerinin en önemli eğitim araçlarıdır.
Fakat bir takım gerçeklerin eğitilene anlatılması, onların belirli bilgi düzeyine sahip kılınması kendi başına hedefleyeni eğitmiş olmaz. Eğer eğitim sadece anlatmayla sınırlanırsa, bu gerçekte eğitimden çok öğretim olur. Öğretmenin sınırlarını aşamaz. Eğitimde amaç, sadece bilgi vermek, aydınlatmak değil, onun ışığında biçimlendirmek ve yeni bir niteliğe kavuşturmaktır. Eğitim yoluyla, söz konusu eğitim ilkeleri etrafında, bir bakış, duyuş, algılayış ve davranış tarzı oluşur. Fakat bir şeyin öğretilmesi, bir insanın bazı şeylerin bilgisine kavuşturulması, daha dardır; bilgilendirmektir ama bir hayat tarzı oluşturmak değil. Eğitmek, öğretmeyi de kapsayan daha geniş bir kavramdır. Örnek olarak, Marksizm’i bilmek, belli başlı ustaların eserlerini “yutmuş olmak”, mutlaka eğitilmiş olmanın kanıtı değildir. Marksizm’i en az Marksistler kadar bilen birçok burjuva aydın vardır ama bunlar Marksist değildir. Marksist olmak, Marksizm’in ilkelerini asgari düzeyde bilmeyi gerektirir ama bunun yanı sıra, O’nun ilkelerini yapısında sindirerek bir bakış açısı düzeyine çıkarmak, onun ilkeleri doğrultusunda her koşulda içten gelen bir tepiyle davranmak gibi özellikler kazanıldığı zaman bir insanın Marksist olduğundan söz edilebilir.
Bir takım Marksist formülasyonların yerli yersiz işçilere anlatılması, belki onların bir takım Marksizm kırıntılarıyla beslenmesine yol açar ama hiç bir şekilde onları, sınıf çıkarlarını bilince çıkarmış komünist birer işçi yapmaz.
Yığınları, devrimci programa kazanmak için sadece propaganda ve ajitasyon yetmez. Onları, yaşadıkları çıplak gerçeklerin ışığında, siyasal deneyleri temelinde eğitmek gerekir.
İşçilerin kapitalizme karşı yarattıkları grev, direniş, sokak çatışması, ayaklanma gibi mücadeleler ve bu mücadeleler sırasında yarattıkları sendika, grev komitesi, Sovyet gibi örgütler propaganda ve ajitasyonu kat kat aşan bir güçle işçileri eğitir. Bunun için Marksizm’in ustaları bir büyük eylemin işçileri eğitmede “bir düzine program”dan daha etkili olduğunu, her grevin, işçilere savaşmayı öğreten bir okul olduğunu sıkça vurgulamışlardır.
İşçi sınıfı, olağan zamanda, on yılda kazanabildiği deney ve birikimi, büyük bir mücadelenin ateşi içinde bir kaç ayda kazanabilir. Olağan zamanlarda sermayenin bir parçası olarak yaşamını sürdüren işçi sınıfı, büyük eylemler içinde kendisine atfedilen ve yapısında potansiyel olarak içerilmiş devrimci özelliklerini dışarı vurur. Kapitalist ile işçi arasındaki çelişkinin kendini şiddetli bir atışma olarak ifade ettiği eylem anı, kapitalist ile işçi arasında iktisadi, sosyal ve siyasal çıkar karşıtlığı ile belirlenmiş düşmanlığı büyük bir kesinlikle ortaya çıkarır. Bir fabrikanın çatısı altında kapitalistin ifadesiyle “aynı ailenin bireyleri” gibi yaşayan işçi ile kapitalist, alevlenen çelişkinin aralarına diktiği bir barikatın iki tarafında yer alırlar. Bu mücadele içinde, işçi sınıfı, barikatın her iki tarafında mevzilenen dostlarını ve düşmanlarını daha açıkça görme olanağına kavuşur. Lenin, böyle büyük işçi mücadeleleri içinde işçilerin kendi deney ve gözlemleriyle edindikleri bilince, “tohum halinde sınıf bilinci” der. İşçi, kendi gücünü duyumsar, sınıf kardeşiyle arasında burjuva bencilliğinin diktiği soğukluk duvarlarını yıkar, birleşik gücüyle düşmanını yenebileceğini, onu geriletebileceğini kavrar.
Böyle büyük işçi mücadeleleri işçi sınıfının başka bir takım devrimci özelliklerini de açığa çıkarır. İşçiler, binlerce işçinin iradesini bir eylemin potasında birleştirirken sınıfın demokrasi, örgüt ve yönetme anlayış ve yeteneğini ortaya çıkarır. Uzun süren bir grevin bütün yönleriyle örgütlenmesi, hele bir uzun yürüyüşte, barınma, beslenme gibi sorunların çözümü, işçilerin sınıfın sadece bir müfrezesini değil tümünü ve bir toplumu yönetebileceğinin parlak işaretini verir. Eylem anı, bürokrasinin etkisizleştirildiği, mücadelenin ihtiyacı olarak doğan yönetsel aygıtın bizzat mücadele edenlerin iradesinin ifadesi olduğu anlardır. İşçiler, büyük eylemlerde işçi demokrasisinin bütün unsurlarını ortaya çıkarırla*: her kademede yöneticinin işçilerce seçilmesi ve her an görevden el çektirilmesi, kararların işçilerin doğrudan oyuyla alınması…
1990 kışında yaşanan ve» özellikle Ankara yürüyüşüyle doruğa ulaşan Zonguldak Direnişi, mücadele ve eylemin eğiticiliğinin çok güzel bir örneğiydi.
Kısaca, mücadele, bir dizi programın gücünden daha büyük bir etkiyle sınıfı eğitir, işçi sınıfının gelecekte kuracağı devletinin özelliklerini belirli bir sınırlılık içinde ortaya çıkarır, yönetme yeteneklerini geliştirir. Eğer sendikalar, bir okulsa, bu okul onlara sadece sınıf savaşının bilgisini değil, bununla birlikte topluca hareket etmeyi, yönetmeyi de öğretir.
Dünyaya kibirli bir aydının penceresinden bakan çoğu kişi, yaşamlarının her anında başkalarınca yönetilen bu cahil işçi kalabalığının egemen sınıf olarak örgütlenerek böylesine karmaşık dev bir aygıt olan devleti yönetebileceklerine bir türlü akıl erdiremez. Elbette işçiler koca bir devleti yönetme birikimine iktidarı ele geçirdikleri gecenin sabahında kavuşmazlar. Bu yetenek onlara, birçoğu başarısızlıkla sonuçlanan onlarca büyük mücadelenin deneyi tarafından kazandırılır. Ve zaten işçiler, en yüksek mücadele biçimi olan ayaklanma içinde, sokak iktidarı kurmadan ve fiili iktidar organları yaratmadan devletin sahibi de olamazlar. Sokak egemenliği, devlet egemenliği ile taçlanır.
Fakat burada bir noktanın altını önemle çizmek gerekir. Büyük işçi mücadeleleri, kendi başlarına işçi sınıfını kendisi için sınıf yapmaya muktedir değildir. Bu mücadeleler, işçileri sınıf bilincine karşı son derece duyarlı kılar, modern sınıf ilişkilerini ve bu ilişkilerde proletaryanın yeri ve eyleminin yönelimini kavramaya hazır hale getirir ama daha ilerisine ancak devrimci teorinin ve bu teorinin somut dile gelişi devrimci işçi partisinin bilinçli etkisiyle varabilir. Bu da eğitimin ne sadece akademik bir eğitimle, ne de sınıfın kendiliğinden eylemiyle kotarılamayacağını gösterir.
Bu ikisi birleştirilirse, ancak o zaman işçi sınıfının eğitimi gerçek eğitim olabilir, yalnızca propaganda, yalnızca ajitasyon sınıfı devrimci bir program etrafında örgütlemeye yetmez. Bunun için işçilerini her günkü mücadelenin sorunları içinde eğitilmeleri, söylenenleri kendi öz siyasal deneyimleriyle kavramaları gerekir.

SENDİKAL EĞİTİMİN BAZI ÖZGÜNLÜKLERİ
İşçi sınıfının her düzeydeki örgütünde eğitimin ilkeleri ortak olmakla birlikte, ilkeleri aynı olan eğitim örgütün niteliğinin zorunlu kıldığı özgürlüklerle hayata geçer.
İşçi sınıfının bilinçli bir azınlığını kucaklayan ve onun en yüksek örgüt biçimi olan komünist partiye katılan işçiler, nihai kurtuluşlarının sınıfsız ve sömürüşüz bir toplum için mücadeleden geçtiğini bilirler. Böyle bir örgütte sorun, sosyalizmin kaçınılmazlığını kavratmak değil, olsa olsa bu bilinci pekiştirmek ve derinleştirmek olabilir. Fakat sadece ekonomik haklarını koruma bilincinin üye olmaya yettiği bir sendikada toplanan binlerce ve on binlerce işçi, oldukça karmaşık bir düşünce çeşitliliğine sahiptir.
Sosyalizm programı, bu yığınlara ancak somut sorunlarıyla ilişkilendirilerek, her gün karşılaştığı sorunların kaynağını anlatmakla kavratılabilir.
Bir ileri işçi için gerçek olanın sıradan bir işçi için de gerçek durumuna gelmesi, canlı somut bir eğitimle mümkündür. İşçilerin günlük ücret, sosyal hak; patronun saldırısından kalkınmadıkça, onları bu küçük sorunların denizinde boğmak isteyen patronun gerçek niteliği anlaşılamaz.
Komünist olan ve olmayan binlerce işçiyi aynı sendikada bir arada tutan şey, ekonomik çıkarlar ortak aynı sınıfın üyeleri olmalarıdır. Böyle bir örgütte, gerçekte onlara kurtuluşlarının yolunu gösteren devrimci teori işçilere can sıkıcı laf kalabalığı gibi görünebilir.
Üyelerin çoğunluğu, ekonomik çıkarlarından daha ileriyi göremezken, işçilerin sosyalizmi kabul ettikleri varsayımıyla eğitim yapılamaz. Böyle bir eğitim, oldukça keskin görünebilir ama bu görünüş aldatıcıdır. Bilinçli işçi azınlığı ile bilinçsiz çoğunluğun birbirinden kopmasına yol açar. Ya devrimci işçiler sendikadan tasfiye olur, ya da işçi çoğunluğu, devrimcileri sosyalist laflarıyla baş başa bırakıp sendikayı terk ederler.
Sosyalist olduğunu bir an olsun unutmadan ve sosyalistliğini ilan etmekten korkmadan işçilerin en basit günlük taleplerine sahip çıkan, bu talepler için en kararlı mücadeleyi veren ve her günkü küçük sorunların işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki büyük siyasal sorunun parçası olduğunu mücadelenin deneylerine dayanarak kavratan bir çizgi, devrimci bir sendikal çizgi olabilir/ Sosyalist program ile burjuva çizgiler arasındaki ayrışma, işçi sınıfının talepleri karşısındaki tutumla ayrıştığında, o zaman işçiler sosyalist olmasa bile tercihini sosyalistlerden yana belirleyecektir.
İşçi sınıfının en basit ekonomik talepleri bile, devrimci ve burjuva programları karşı karşıya getirir. Komünist işçiler, burjuva akımlarla farklarını işçi sınıfının sorunları dışında cereyan eden fikir yarışmasından çıkarmayı başarır, sınıfın taleplerini savunanlar ve karşı olanlar şeklinde açık bir tabloyu gözler önüne sererlerse, günde beş vakit namaz kılan bir işçi bile, devrimci işçilerin komünistliğine ve dinsizliğine aldırmaksızın onu kendi önderi olarak kabul edecektir. Bu, ekonomik taleplerin ötesinde siyasal gerçekleri kavramaya da olanak yaratacaktır. Bu tarz taleplerine sahipleniş, devrimci siyasal ajitasyonla birleştirilirse, ancak o zaman devrimci eğitim programı, yığınlara mal edilebilir.
Mücadelenin ortaya çıkardığı deneyler temelinde işçileri eğitmek, onlara sadece siyasal doğruları değil, bir iktidarı yönetebilecek yetenekler kazandırarak inisiyatifli davranmayı, yönetmeyi ve savaşmayı öğretmek… Sendikal eğitim temeli budur.

MEVCUT SENDİKALARDA DURUM
Buraya kadar, sendikalar da içinde olmak üzere işçi örgütlerinde sınıfın eğitiminin genel özelliklerinden söz ettik. Sendikaların, politik mücadelenin yardımcı aracı rolünü oynayabilmeleri, gerçek sosyalizm okulları olabilmeleri için, hayata geçirdiği eğitimin ortaya konan perspektife uygun olması zorunludur. Fakat çoğunlukla burjuva bakış açısına sahip sendika ağalarının yönetimindeki mevcut sendikaların işçiyi kapitalizm çerçevesinde bir güç olarak tutma hedefine uygun olarak şekillendirdikleri “eğitim”in gerici niteliği ortadadır.
Kuşkusuz, işçi sınıfımız, zengin mücadelelerle örülmüş tarihi boyunca azımsanmayacak bir deney birikimine sahiptir. Fakat işçi sınıfı, mücadelelerden edindiği eğitimi, sendika ağalarının gerici barikatına rağmen edinmiştir.
Amerikan devletinin güvenlik örgütleriyle içli-dışlı çalışan Amerikan sendikacılığının damgasını üzerinde taşıyan Türkiye sendikacılığı, emperyalist merkezlerdeki burjuva sendikacılık ve devletle ilişkilerce belirlenen çizgide bir “sendikal eğitim” hayata geçiriyorlar; konuyu çok önem veriliyormuş havasında kongre nutuklarının çeşnisi olarak kullanıyorlar. Sendika gelirlerinin yüzde-beşi eğitim giderlerine harcanıyor.
Artık az çok bilinçli her işçinin yakından bildiği bu eğitim faaliyeti üzerinde uzun boylu durmayacağız. Kısaca iki nokta üzerinde duracağız. Eğitimin niteliği ve veriliş tarzı.
Sendikacılığın, iki yılda bir yinelenen sözleşmelere imza atmanın anlaşıldığı ve sendika ağalarının koltuğunun, düzenin sürmesine bağlı olduğu bir sendikal düzenlemede başka türlüsünü beklemek fazla olur.
“Sendikal eğitim” kapsamında yürütülen faaliyetlere göz attığımızda, ilk göze çarpan bu eğitimin gerici niteliğidir. Bu durum, sendikal harekete burjuva akımların hâkimiyetinin doğrudan sonucudur. Sendikaların tüzüklerinden, eğitim metinlerine ve yayınlarına kadar söylemine sinmiş bü gericilik sendikadan sendikaya ton farkları göstermekle birlikte, ortak bir ruhtur ve sınırı, kapitalizm çerçevesinde yapılacak iyileştirmelerin ötesine geçmez. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişkinin üstü örtülür, işçilerin uğruna mücadele ettikleri daha iyi yaşam talebinin karşısına yine kapitalist sistem, “uygar ülkelerde sahip olunan haklar” çıkarılır, uluslararası sözleşmelerin “işçiye tanıdığı haklar” biricik ülkü gibi gösterilir.
“Üyelerinin ekonomik ve sosyal menfaatlerini”, “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması” ile belirlenmiş sınırlar içinde savunmak, “milli gelirin arttırılması için çalışmak” ve artan milli gelirin “adil” bölüşümü için çalışmak… Bu anlayışla yürütülen eğitimin, işçileri kapitalizm içindeki yerlerini kabul etmeye ve sineye çekmeye çağırmak, ne yapılacaksa burjuvazinin hâkimiyetine dokunmaksızın yapılmasını öğütlemekten fazla bir anlam taşımadığı ortada.
Fakat eğitimin gericilik derecesi ne kadar yoğun olursa olsun, yine de işçilerin kafasında bir takım çelişkilerin doğması, gerçek gibi sunulanların sorgulanması engellenemez.
Bu gerici içerikli faaliyet de tamamen göstermeliktir, yasak savma babında yürütülen göstermelik bir faaliyettir.
Yasaların zorunlu kıldığı yüzde-beşlik gelir payı ile ne gibi faaliyetler örgütleniyor?
Başında eğitim seminerleri geliyor. Bölgelerde geniş aralıklarla her bin işçiden üç-beşi bu eğilim seminerlerine katılıyor. Bu kişiler de çoğunlukla profesyonel sendikacılardan, işyeri temsilcilerinden ve sendikacıların ahbaplarından seçiliyor.
Eğitimci, ya parayla tutulmuş bir üniversite hocasıdır, ya da bir “sendika uzmanı”dır. Bu seminerler kapitalizm hayranı eğiticilerle “şanslı” bir işçi azınlığını bir araya getiriyor ve işçiler ilk defa gördükleri bu adamların işçinin yaşamından habersizce ettikleri sıkıcı lafları dinlemek zorunda kalıyorlar. Bu cansız, kuru, işçinin kendisinden bir şey bulamadığı eğitimin sıkıcılığı, bir kaç günlük “işten kaytarmanın” avuntusuyla bir nebze hafifliyor.
Tabii, semineri ya da kursu veren uzmanın ücreti, yol parası, lüks otellerdeki konaklama gideri bu yüzde beşlik eğitim fonunun içinde.
İşçilerin eğitiminin temel mekânı olması gereken fabrika ve işyerleri hiç bir şekilde eğitim alanı olarak görülmüyor ve eğitim ancak işçinin doğal mekânından soyutlanmasıyla gerçekleşiyor. İşçilerin işyerlerinde bu yönlü girişimleri ise sendika ağaları engeline çarpıyor. İşyerlerinde yürütülmeye çalışılan amatör sanat faaliyetleri, sendikacılarca büyük bir kayıtsızlıkla karşılanıyor.
Eldeki bütün imkânların adeta eğitimi sıkıcılaştırmak için kullanılmasının ardından, “işçiler, verilen eğitime ilgisiz” yollu yakınmaların anlaşılmayacak bir yanı yoktur.
Eğitim fonun aktığı önemli bir alan da düzenli-düzensiz çıkarılan yayınlar. Çoğu işçi tarafından paket yapmak için kullanılan bu yayınların çoğu, sayfalarını ağırlıklı olarak sendika yöneticilerinin, kongre, toplantı vb yerlerde yaptıkları konuşmalara, protokol ziyaretlerine ayırıyor. Sendikaların çıkardığı yayınlar, sendika ağalarının reklâm broşürü gibi. Sayfalara konuk edilen “uzmanlar” da işçilerin yasalardan doğan haklarını anlatmakla sınırlı bir kapitalizm övgüsü yapıyorlar. İşçiler ise, ancak bir iş kazası geçirdiklerinde ya da ölümlerinde taziyet dilekleriyle birlikte yayında yer alıyorlar.

BAZI OLANAKLAR
Mevcut sendikal yapılanmadaki bu olumsuz duruma karşın, sınıf bilinçli işçi, birçok olanağa sahip olduğunu unutmamalıdır.
Burjuva sendikacılık, sadece burjuva bir çizgi olarak kalmaz, işçi sınıfının taleplerine düşmanlıkta ifade bulur. Gündelik pratik içinde her gün sınıfın kendini eylem ve direnişlerle ifade ettiği bir ülkede, burjuva sendikacılığın sınıf düşmanı niteliğini sınıf kardeşlerine kavratmanın küçümsenmeyecek olanakları vardır. Türkiye, daha iyi bir hayat talebinin sınıf sarıp kucakladığı bir ülkedir ve burjuva sendikacılığın “işçi dostu” maskesini indirmenin koşulları vardır. Ayrıca, sendika ağalarının hâkimiyeti ancak bir dizi ayak oyunuyla korunmaktadır, tabanda derin bir tepki ve kaynama vardır. Bunlar, sendika ağalığının ve işçilerin ufkunu kapitalizm sınırlarına hapseden anlayışın kırılmasını olanaklı hale getirmektedir.
İleri işçiler, bir takım demokrat sendikacıların yönetimindeki şubelerde devrimci eğitim programını hayata geçirebilirler ve işyerlerinde örgütleyecekleri tartışmaları, temsilci toplantıları ve kongreleri sınıfa devrimci bir program sunmanın olanaklarına sahiptirler. İşçi sınıfının önemli bir kesimini işsizi eştirmekle tehdit eden özelleştirme, taşeronlaştırma, TİS sorunlar, işten atmalar vb. uygulama ve planlar, bu sorunlar temelinde ve fabrika ve işyerlerinde temellenen canlı bir tartışma ortamı içinde teşhir edilebilir ve anti-kapitalist bir ajitasyonla birleştirilebilir,
Kuşkusuz, sendikalar devrimci eğitim programlarının hâkim bulunması, sendika ağalığı ve burjuva sendikacılığın sendikal hareketin tecridi ile mümkündür. Fakat bu, bir anda başarılabilecek bir şey değildir ve bilinçli işçi sendika ağaları başta olduğu sürece, eleştiri görevini yerine getirmiş olmanın rahatlığıyla ellerini kavuşturup oturamaz. Devrimci eğitim programı tabana, deneylerine kavratılmadan sendika ağalarından kurtulmak mümkün olmaz. Her alanda, sosyalizm perspektifiyle ve günlük sorunların canlı ajitasyonuna dayanan bir eğitme ve kazanma faaliyeti, birçok olanağı mevzi durumuna getirebilir.

Haziran 1992

EK:
BİR ÖRNEK: TÜRK METAL İŞÇİLERİNİ EĞİTÎYOR(!)

Türk Metal, mevcut sendikalar arasında gericilikte diğer bütün rakiplerini geride bırakan bir sendika. Tipik olmasa da ibret verici bir örnek olarak Türk Metal’in işçi eğitimine nasıl yaklaştığına küçük verilerle de olsa göz gezdirmek faydalı olacak.
Bütün toplantıları Genel Başkan Mustafa Özbek’e ve Türk Melal’e tezahüratla “şenlenen” bu sendikanın iki belgesinden faydalanacağız.
İstanbul Şubesinin “yüce milletimize, devletimize hayırlı uğurlu olması” temennisiyle açılan 3. Genel Kurulu’na sunulan Çalışma Raporu’ndan “eğitime verilen önemi” ve eğitimin yaygınlığını öğreniyoruz.
Çalışma Raporu’nun eğitime ayrılmış bölümünde eğitimin çerçevesi, üyeleri “toplumumuzun sahip olduğu maddi ve manevi değerletin toplamı olan milli kültürle mücehhez kılmak” olarak çizildikten sonra büyük bir böbürlenmeyle “gece gündüz demeden” yürütülen üç yıllık faaliyet sıralanıyor. Bu üç yılda dört seminer gerçekleştirilmiş ve seminerlerin her birine 30 ile 50 arasında işçi atılmış Ayrıca, Genel Merkez’in düzenlediği ve 222 kişinin katıldığı konferansa iştirak edilmiş. 20 bin üyeli sendika şubesinin 40 kişilik eğitim semineri. Yine aynı şubenin aynı dönemi kapsayan ve “sosyal Faaliyetlerimiz” adını taşıyan kitabında, örgütlenen faaliyetler hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Kitap “heybetli” fotoğrafının altındaki lider” anonsuyla Özbek’in adıyla başlıyor ve övgü, temposundan bir şey kaybetmeden kitabın sonuna kadar devam ediyor. “En büyük sendikanın en büyük lideri ve yöneticileri” övgüden başka şeylere nerdeyse yer kalmamacasına nasiplendirirken sosyal faaliyetlerden de söz ediliyor.
Her biri yöneticilerin gösterisi niteliğindeki birçok “sosyal etkinlik” var üç yıl zarfında. Şiir ve fıkra yarışmaları düzenlenmiş ve “şerefli al-bayrak ve ak-yüzlü hilal’e övgüler dizen şiirler, gerici hocalardan oluşan jüri tarafından ödülle taltif edilmiş.
“Birlikten kuvvet doğar”, “Türk Metalle Bütünleşme” geceleri düzenlenmiş ve bu gecelerde yapılan konuşmalarda “Ajan-provokatörlerle (diğer sendikaların çeşitli yöneticileri) mücadelenin süreceği” ilan edilmiş. Özenle yapılan “Türkiye’de ilk defa” vurgusuyla işverenle birlikte işçi günleri düzenlenmiş. İşçilerin küçük bir kısmına da olsa, “sendikanın sınırlı olanaklarıyla” Genç Osman oyunu izlettirilmiş. “Protesto maksadıyla” Halit Narin’e para yardımı yapılmış, çıplak ayakla yürünmüş. Sünnet düğünleri düzenlenmiş, Dalan’dan arsa, Kahveci’den yardım istenmiş…
Bütün bu faaliyetlerde, Türklük ve Türk Metallilik ruhu hep yüksekte tutulmuş. Kahramanlık temalarıyla, işveren uşaklığı ile bütünleştirilmiş. Bütün toplantılara ya işverenler doğruca katılıp konuşmalar yapmışlar, ya da çiçek yollayarak tebriklerini iletmişler.
Türk Metal’in yönetici takımı, bir de Romanya ziyaretinde bulunmuş. Erdoğan Aslıyüce’nin kitaba tam metin geçen yazısından, o ülkedeki “komünist” rejimin ne kadar kötü olduğunu ve Türkiye’yi ne büyük bir aşkla sevdiğini öğreniyoruz.
İşçi; Türklük, işveren ve sendika ağalarına itaat ruhuyla işte böyle eğitiliyor!

24 Yıl Sonra ’68 Ve Tarihin Çarpıtılması

‘68 olayları, dünya ve Türkiye burjuvazisi tarafından, uzunca bir süre korku ve öfkeyle anıldı. “Gençliğin komünizm tarafından aldatıldığı bir anarşi ve kargaşa dönemi” olduğu üzerine kitaplar yazıldı, basın ve TV yoluyla gençler hem suçlu ilan edildi hem de yeniden “ıslah” edilmeye çalışıldı.
1980’lerden sonra burjuvazi ve gericilik, kazanımlarını yeniden gözden geçirdiği koşullarda, ’68’in tarihi de yeniden yazıldı. Bu yeniden yazılımla, ’68’i, devrimci mücadelenin, anti-emperyalist, anti-kapitalist mücadelenin tarihsel geçmişi olmaktan çıkarıp, burjuvazinin kendi kendisini eleştirdiği bir “reform” dönemine, kapitalizmin kendi çelişkilerini aşma çabası olarak burjuvazinin kendi hanesine yazdığı bir kazanım biçimine dönüştürmeyi amaçladı. Bu amaçla 1988, ” ’68’in 20. Yıl Kutlamaları”na dönüştürüldü. Fransa başta olmak üzere, ’68’e sahne olmuş tüm ülkelerde burjuva basın ve iletişim organları, bu “kutlamaların “kapsamlı” ve görkemli olması için ellerinden gelen çabayı gösterdiler.
’68 olayları, Türkiye bir yana bırakılırsa, en radikal biçimini Fransa’da kazanmıştı. Yoğun öğrenci gösterileri, FKP’nin ihanetine karşın işçiler tarafından sempatiyle karşılanmış, dahası işçiler öğrencileri desteklemek için sokaklara dökülmüştü. Ve sonuçta 20 yıldır Fransa’nın tartışılmaz lideri, burjuvazinin ulusal kahramanı De Guelle istifa edip köşesine çekilmek zorunda kalmıştı. Bu yüzden de Fransa’nın ’68 olaylarında ayrı bir yeri vardı. Ve sanki 20 yıl öncesinin önderliği tersten yineleniyormuş gibi, ‘”68’in 20. Yıl Kutlamaları”na da Fransa önderlik etti. ’68’in olumlu değerlerinin tasfiyesi, “Fransız Devrimi’nin 200. Yıl kutlamaları” vesilesiyle gerçekleştirilen devrimin “kötü anılarının” “silinmesi” kampanyasıyla birleştirildi. Bu bir rastlantı değildi. Tersine ‘80’Ierde tarihi yeniden yazmaya yönelen burjuvazinin, geçmişin “kötü anıları”nı silme kampanyasının bir parçasıydı. Nitekim devrimin 200. Yıl kutlamalarının ana teması, devrimi kutlamak değil, devrimin uyandırdığı başkaldırı ve özgürlük duygularını silme, burjuvazinin her türden gericilikten bir tür özür dilemesiydi. Bu yüzden de “kutlamaların” sloganı, “Yaşasın Devrim” değil, “Keşke 16. Lui giyotine gönderilmeseydi!” biçimindeydi. ’68 de, aynı mizansenin bir unsuru olarak işlendi. Daniel John Bendit gibi ’68 de öğrenci önderliği yapmış, ama sonradan nedamet getirerek düzene adapte olmuş “68’liler” öne çıkarılarak, ’68’in devrimci yanları mahkûm edilmeye çalışılırken, öğrenci ve “genç” yanları öne çıkarılıp sahiplenildi. Tıpkı kilise gibi, burjuvazi de, “tövbekâr eski günahkârları” çok tuttu. Dönekliği, burjuvaziye biat etmeyi kutsayıp bir erdem düzeyine yükseltti. Basın, TV, eğitimciler, politikacılar; “Evet, ‘60’lı yularda bir takım sorunlar vardı, yaşlılar duyarsızdı, ama gençler de aşırı tepki gösterdiler. Düzeni sarsan eylemlere giriştiler. Sonra yanlışlarını anladılar, iş güç sahibi oldular, aile kurdular ve düzenin kabul ettiği sınırlar içine çekildiler. Doğrusu buydu. Bugünün gençliği de bu olumsuzluklardan ders almalı, düzen dışı politik kanallarda eyleme geçmemeli vb. merkezli bir propaganda eşliğinde genç kuşakların ’68 geleneği ve onun olumlu yanlarıyla bağlarını koparmayı amaçladılar. Fransa’da başlatılan bu gerici kampanya bütün dünyaya yansıtıldı. Her ülkeden Dantel John Benditler bulundu, onların ağzından ‘68’in bütün olumlu değerleri karalandı. ” ’68 ruhu’; “dayanışma” “eski anıların yeni koşullarda yeniden yorumlandığı” “emekli ruhu”na dönüştürüldü. ’68 “günleri”, “geceleri” düzenlendi; “gençliğimizde neydik!”, “gençliğimizi bir ütopya için harcadık” sohbetleri içinde iş bağlantılarının yapıldığı lobiler kurulmaya çalışıldı.
’68, özellikle Avrupa’da bir öğrenci gençlikle başlayıp nispeten kısa sürede yükselip biten bir hareket oldu. Mücadeleye katılan gençlerin asıl kitlesini orta sınıflardan gelenler oluşturuyordu. Bu, kendi sınıflarından gençlerin düzene başkaldırması olduğu için, burjuvazi için gelecek endişesini artıran bir etkendi. Ama bu sınıfsal temel, aynı zamanda, burjuvazinin gençliği “ıslah etmesi’nin olanaklarını da yaratıyordu. Burjuvazi bu olanağı iyi kullandı ve ’68’in “asi gençleri”ni bir kaç yıl içinde kendi düzenine bağlamasını bildi. Bir yandan ‘60’lı yıllardaki anti-emperyalist fırtınanın dinmesi, öte yandan okullarını bitiren ve ideolojik bakımdan zaten burjuvaziden kopmamış gençlerin, çeşitli kurum ve kuruluşlarda “görev” almaları, kısa zamanda düzenle uzlaşmalarını getirdi. Devrimci komünizmin önderliğinden, onun dönüştürücü etkisinden yoksun gençlik, 1970’lerde hippilik, otonomculuk, çevrecilik eğilimlerine savrulurken, bir kesimi de kapitalist düzenin en radikal savunucuları ve uygulayıcıları olarak burjuva basın ve yayın kuruluşlarının önemli mevkilerine ve “yuppilik”e kadar yükseldiler. Bütün bu savrulmalar, burjuvazi tarafından kullanıldı. Sivrilmiş eski “asi genç” önderler şahsında ’68’in devrimci değerleri karalandı. Geride, isyan duygusunun sıcaklığı ve hoş anılar kaldı.

TÜRKİYE’DE ’68 VE KENDİNE HAS ÖZELLİKLERİ
1968 başlarında Avrupa ve Kuzey Amerika’yı saran öğrenci hareketlerinin başlıca talebi özgürlük ve demokrasiydi. Kapitalist toplumun geleceğine duyulan güvensizlik ve yaşlıların yönetimi olarak niteledikleri burjuva yönetimlerin kendilerini anlamadığını, yerleşik değer yargılarının, kendilerinin yaratma ve gerçeği arama çabalarını engellediğini öne süren öğrenciler, okul ve ülke yönetiminde gençliğin daha aktif olarak yer almasını istiyorlardı. Bu amaçla, okul yönetimlerinde ve ülkedeki çeşitli yasalarda değişiklik talep ediyorlardı.
Öte yandan, özgürlük ve geleceğin eşit, özgür dünyasının habercisi olmuş ve bu uğurda geçmişte büyük mücadelelere önderlik etmiş komünist partileri, ‘60’lı yıllarda birer düzen partisine dönüşmüş, gençliğin düzene başkaldırısına sırt dönmüşlerdi. Bu partiler, o yıllarda işçi sınıfı içinde hala büyük bir otoriteye sahipti. Bu nedenlerle de yükselen gençlik hareketi komünist bir önderlikten yoksun olduğu gibi bağlaşıklardan da yoksun olarak ortaya çıkıp yükseldi.
‘60’ların dünyasında özgürlük, eşitlik ve demokrasi için savaşanlar sadece Batı ülkelerinin gençliği değildi. Tersine, özgürlük mücadelesinin asıl mihrakları Küba’dan Vietnam’a birçok halkın elde silah emperyalist ve gerici ordulara karşı savaştığı ülkelerdi. Bu yüzden de Paris ya da Bonn’da sokağa dökülen gençler, Ho Şi Minh, Che ve Castro gibi emperyalizme karşı savaşan liderlerin posterlerini taşıyorlar, anti-emperyalist talepleri öne çıkarıyorlardı. Bu yüzden de Batı ülkelerinin gençliği, kendi ülkelerinde neredeyse yalnızdı, ama emperyalizme karşı savaşan halklardan sıcak bir ilgi görüyorlardı.
Türkiye’de ’68’e gelen süreç ve sonrası gelişmeler, Batı ülkelerinden farklı bir yol izledi.
Her şeyden önce, Türkiye’de öğrenci gençliğin emperyalizme karşı mücadeleye girmesi ’68’de değil, daha 1963’den itibaren başlamış bulunuyordu. 1965’te “Petrollerin ulusallaştırması” talebi öğrenci gençlik yığınları içinde anti-emperyalist duyguların yaygınlaşmasına yardımcı olurken, aynı zamanda, toplumun diğer kesimleri içinde de emperyalizme karşı mücadele isteğini uyandırmıştı. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Aslan Türkiye”, “Kaplan Türkiye” edebiyatının cilası kazındıkça, altında emperyalizmin yarı sömürgesi olmaktan başka bir şey olmayan bir Türkiye görüntüsünün ortaya çıkması gençleri anti-emperyalist duygularla dolduruyordu. Bu yüzden de bir Alman, bir Amerikan ya da bir Fransız gençliğinin durumundan farklı olarak Türkiye gençliği için emperyalizm olgusu “dışarıda” bir sorun değil, doğrudan kendi ülkesinde savaşılması gereken, sadece enternasyonalist bir sorun olarak değil, aynı zamanda bir yurtseverlik sorunu olarak ortaya çıkıyordu.
Öte yandan, 1960’lardan itibaren ülkede çevrilmeye başlayan sosyalizm ve anti-emperyalizmi konu edinen kitapların gençlik içinde yoğun bir biçimde okunmaya başlanması, resmi eğitim ve politikacıların iddialarının tam tersi bir dünya ve Türkiye’de yaşanıldığının sezilmesi, gençlerin gözünü açıyor, nasıl bir dünyada yaşadıklarını, bu dünya içinde Türkiye’nin yerinin ne olduğu gibi konuları öğrenme duygularını kışkırtıyordu. Gençler, sadece eğitim ve kendi geleceklerini değil, aynı zamanda, ülke ve dünyanın sorunlarını düşünmeye, tartışmaya, daha iyi bir dünya yaratmak için eyleme geçmeye, daha 1965’lerden itibaren, başlamışlardı bile. Bu yüzden de Avrupa ve Kuzey Amerika’nın 1968’i, Türkiye’de daha 1965’lerden itibaren yaşanmaya başlanmıştı.
Daha sonraki yıllarda, 1967’den itibaren, gençlik ve emekçi sınıfların mücadelesi önünde bir engel haline gelecek olan TİP, bu yıllarda henüz kuruluş halinde olduğu için, bir engel olarak rol oynayamadığı gibi yığınların, özellikle gençlik yığınlarının uyanmasına yardımcı da oluyordu.
Küba’nın ABD emperyalizmine karşı destansı mücadelesi, Latin Amerika ve Afrika halklarının emperyalizme karşı ayağa kalkması ile Vietnam halkının dünyanın jandarması ABD emperyalizmine karşı kahramanca kurtuluş savaşı, dünyayı henüz tanımaya başlayan Türkiye gençliğinin yüreğindeki yurtseverlik duygusunu suluyor, büyütüyordu. Daha bir kaç yıl önce bir öcü gibi gösterilmeye çalışılan Marx, Engels, Lenin ve Stalin’i tanımaya başlayan gençler, egemen sınıfların, kendilerine dünyayı olduğundan çok farklı gösterdiklerini anlamaya başlıyor, burjuva-feodal düzene karşı tepkileri, öfke ve nefrete dönüşüyordu.
Öte yandan Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, tarihlerinde hiç olmadığı kadar bir hareketlilik dönemine adım atıyorlardı. Haklarını kendi kollarıyla, birleşik güçleriyle alabilecekleri bilincinin kıvılcımları bile onların mücadelesine yeni bir renk veriyor, 1967-70 arasının o unutulmaz mücadele günlerine hazırlanıyorlardı.
Bütün bu olumlu koşulların bir araya gelmesi Türkiye ’68’nin, hem daha görkemli hem de daha kalıcı sonuçlara yol açmasının ortamını hazırlamıştı.
1968 baharında Batı dünyası gençlik eylemleriyle sarsılmaya başladığında, Türkiye yüksek öğrenim gençliği, bütün belli başlı üniversite ve yüksek okullarında, en azından öğrenci dernekleri düzeyinde, devrimci ve anti-emperyalist bir doğrultuda örgütlenmiş, kendisine önderlik edebilecek nitelikte bir gençlik önderleri kadrosunu yetiştirmiş bulunuyordu.
Kuşkusuz, Türkiye gençliğinin öğrenim koşulları ve ihtiyaçları Batı Avrupa gençliğinden çok farklıydı. Burjuvazi ise, gençliğe ne Batı burjuvazisi kadar ılımlı yaklaştı ne de gençliği kolayca satın alabilecek olanaklara sahipti. Tersine, yükselen gençlik hareketine karşı, şiddet ve ezme, polis copu, işkence ve cinayetler, başlıca yöntem oldu. Polis-dinci-faşist işbirliği ile gençlik hareketi boğulmaya, önderleri yok edilmeye çalışıldı. Ama gençlik mücadelesi, bir heves ya da bunalmışlık üstünde değil; demokrasi, özgürlük ve bağımsızlık isteği üstünde yükseldiği için de burjuvazinin ’68 gençlik eylemini bastırması, batıdaki kadar kolayca ve kısa sürede olamadı. 12 Mart darbesinin şokunun yarattığı bir kaç yıllık dönem bir yana bırakılırsa, 1965’lerde başlayan Türkiye ’68’inin, 1980 12 Eylül darbesine kadar sürdüğünü söylemek bir abartma olmayacaktır.
Bu 15 yıllık dönem içinde 1967-71 arasındaki sürecin elbette kendine has özellikleri vardır. Çünkü sonraki yıllara damgasını basan politik gelişmeler, radikal anti-emperyalist gençlik hareketi, devrimci demokratik hareket ve Marksizm’e varma eyleminin öncü kadroları bu hareket içinde, nispeten kısa olan bu dönemde, yetişmişlerdir.
Kuşkusuz, Batı gençliğinin ’68 ile Türkiye gençliğinin ’68’i arasındaki en önemli farklardan birisi de sosyalizm karşısındaki tutumdur.
Yukarıda da değinildiği’ gibi, Avrupa’nın geleneksel komünist partileri, ’68 gençlik hareketleri karşısında açıkça düzenden yana tutum almışlar, sosyalizm ve komünizmi onların şahsında gören gençler Marksizm’e uzak durmuş, bu yüzden de kendilerine yol gösterici kuram olarak Marksizm’e değil, Marcusse gibi karanlık kuramcılara ya da varoluşçuluk gibi idealist eğilimlere yakınlık duymuşlardır.
Türkiye’de ise, 1960’ın ilk yarısında reformcu-parlamentarist TİP etrafında toplanan gençler, kısa zamanda TİP’in reformcu niteliğini fark edip ondan kopmuş, kendi yollarını, el yordamıyla da olsa, kendileri bulmaya çalışmışlardır. Devrimci bir önderlikten yoksunluk, gençlik için pahalıya mal olmuş, ama gençler inisiyatif ve deneyim olarak büyük kazanımlara sahip olmuşlardır. TİP’in ne işçi sınıfı için büyük bir otoriteye sahip olması, ne de sosyalizmin merkezi olarak görünmesi gençliğin sosyalizme yakınlaşmasında olumlu bir rol oynamış; kafasındaki sosyalizm anlayışı ne olursa olsun, bütün gençlik önderleri, ileri gençlik yığınları sosyalizme büyük bir ilgi ve yakınlık duymuşlardır. O yıllarda Batı gençliği içinde popüler olan kozmopolitik eğilimler, Türkiye gençliği içinde hiç bir ciddi etkiye sahip olamamıştır. Tersine,  Deniz,  Mahir,  Cihan, Hüseyin, Yusuf, Sinan, Ulaş, Kaypakkaya ve diğer gençlik önderleri Marksizm’in birer izleyicisi, sosyalistler, komünistler olma çabası içinde olmuşlardır. Kendilerini sosyalist, komünist olarak tanımlamışlar, dünyayı Marksizm ışığında yorumlamaya ve değiştirmeye çalışmışlardır. Aralarındaki ayrılıklar da, Marksizm’e karşı olup olmamaktan değil, Marksizm’in yorumlanmasından çıkmıştır.
Elbette kişinin ya da kişilerin kendilerini Marksist, komünist sayması onların gerçekten Marksist, komünist olduğu anlamına gelmez. Dahası Türkiye’nin o günkü koşullarında gençliğin teorik birikimi ve devrimci hareketin tarihsel mirası, günün gençlik önderlerinin gerçek birer komünist olmaları için yeterli değildi. Ama onlar, samimi, Marksizm’i öğrenmeye çalışan, yaşamlarını devrime adamış, darağacında bile “Yaşasan Marksizm-Leninizm” diye haykıracak kadar Marksizm’e yakındılar. Ancak, Türkiyeli devrimcilerin Marksizm’e varması için daha 4-5 yıl geçmesi gerekti. Ama Marksizm’e varanlar, ’68’in gençlik önderleri, mücadele içinde en radikal tutumu alan, dönemin simgesi, efsanevi gençlik önderi Deniz, Hüseyin, Sinan, Yusuf ve diğer öğrenci önderleri tarafından kurulan THKO, kadroları içinden çıktı. THKO süreç içinde arınarak TDKP’ye dönüşmeyi başardı.

’68 GELENEĞİ VE DEVRİM
Lenin, Rus Bolşevizm’inin niteliklerini iki kaynağa bağlar: birincisi revizyonizmin bütün tahrifatlarından arınmış bir Marksizm’i kendisine teorik temel edinmiş olması, ikincisi ise Rus Narodniklerinin ataklık, inisiyatif, fedakarlık, sınırsız bir cesaretle savaşma gibi niteliklerini Bolşeviklerin de benimsemesidir.
Türkiyeli devrimci komünistler için de benzer tanımlama yaparsak; devrimci komünizmin birinci bileşeni; Titoculuktan Gorbaçovculuğa, Troçkizmden Euro-komünizme her türden revizyonist ve oportünist tahrifattan arınmış bir Marksizm-Leninizm ise, ikinci bileşeni ’68’i simgeleyen devrimci önderlerin, Denizlerin, Mahirlerin, İbrahim’lerin yaratıcılık, inisiyatif, sınırsız bir fedakarlık ve cesaretle savaşma özelliklerini benimsemek, onların baş eğmezliğinin sürdürücüsü olmaktır. Aslında Türkiye ’68’ini anlamlandıran, ona tarihsel bir önem kazandıran işte bu özelliktir. Nitekim burjuvaziyi ve gericiliği ’68’e düşman eden de, yeniden tarih yazmaya zorlayan da budur. Batı burjuvazisi, ’68’in tarihini yeniden yazmayı nispeten kolayca becerdi. Ama Türkiye egemen sınıfları için bu, öyle kolayca olacak gibi görünmüyor. Çünkü Türkiye ’68’i yukarıda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı öyle kolayca, bir kaç parlak söz, bir kaç törenle geçiştiremeyecek kadar devrimci mücadeleye damgasını basmış bulunuyor. Ama burjuvazi amacına ulaşmaktan vazgeçmiş de değil. Tersine saldırılarını çeşitlendirerek sürdürüyor.
Burjuvazi ve gericiliğin Türkiye devriminin bu görkemli mirasını yozlaştırma çabalarını başlıca dört başlık altında toplayabiliriz:
1) Birinci yaklaşım, 68 için şöyle bir panorama çizer: Bu çocuklar karşılarındaki büyük gücü hesap etmeden başkaldırmış, iyi niyetli, cesur gençlerdi. Ülkeyi bölmek ve düzeni yıkmak gibi bir niyetleri yoktu. Anayasa uygulansa ve onlar anlayışla karşılansaydı, gençlik ve devlet arasına kan girmez, her şey tatlılıkla çözümlenirdi! Bu yaklaşımda olanlar daha da ileri gidiyor; ’68, gençliği ile ‘70’lerin gençliğini de ayırıyor: “68 iyi niyetli, polis asker öldürmemiş gençlerin eylemiyken, 70’ler gençliği, polis, asker öldürenler, bölücü, düzen karşıtı ilan edilip mahkûm ediliyor. Ya da, 12 Mart ile 12 Eylül mahkemeleri kıyaslanıp, 12 Eylül’de 12 Mart’a benzeyen eylemlere idam verilmemesinden kalkarak, 12 Mart hukuku mahkûm edilmeye çalışılırken, 12 Eylül hukuku aklanıyor. Adam öldürmüş olmama, bir ideoloji düzeyine yükseltilip, ’68’in önderleri birer burjuva hümanisti olarak tanıtılıyor. Onların silaha sarılması; hükümet, polis ve kimi provokatörlerin, gençlerin yanlış yollara sürüklenmesi olarak değerlendiriliyor. Sonuçta, ’68 mirasının içi boşaltılıp, burjuva reformcu bir gençlik hareketine indirgeniyor.
Daha çok, aydın çevrelerden gelen bu türden ’68 değerlendirmeleri, belki bir “iyi niyet” unsuru taşıyor, ama perspektif, düzen savunuculuğu, düzenin aklanması anlayışıyla sınırlı kaldığından, tam da egemen sınıfların göstermeye çalıştığı gibi bir ’68 profili çizilmiş oluyor. Burjuva tarih yazıcıları da, sadece hükümet ve kimi çevreleri suçlayıp düzeni aklayan bu değerlendirmeyi, yaklaşımlarının temel taşlarından biri olarak kullanıyorlar.
2) Propagandası yapılan bir diğer değerlendirme de, “68, ’68’de güzeldir!” değerlendirmesidir. Daha çok, ’68 gençliği içinde yer almış, ama bugün düzenle uzlaşıp sıradan liberal haline gelmiş çevreler; işlerine geldiğinde ya da dost ahbap toplantılarında ’68’li olmakla övünmektedirler. Aralarında ’68’in “dostluk”, “dayanışma”, “kişisel çıkar gözetmeyen” değerlerini övmektedirler. “Neydi o günler!” özlemi, “harcanmış gençlik”, yakınmalarına eşlik etmektedir. Ama bu çevreler için ’68, sadece yüreklerinin bir köşesinde kalmış acı-tatlı anılardan ibarettir. Bugün ’68’in devrimci değerlerini yaşatmak gibi bir dertleri olmadığı gibi, yaşatmaya çalışanları da hor görüp küçümsemek, çoğu zaman da onlara açıkça karşı durmak, bu çevrelerin başlıca tutumu olarak ortaya çıkmaktadır.
Burjuvaziye en somut propaganda materyali bu çevrelerden üretilmekle kalmayıp, bizzat kendileri de bir propaganda materyali durumundadırlar. Holding patronlarının danışmanlığından, gerici burjuva partilerinin yöneticiliğine, basın tekellerinin has adamlığına kadar düzenin en çürümüş yerlerinde önemli görevler üstlenen ’68 gençliğinden epeyce kişi tutumları ve yaşantılarıyla ’68’in devrimci yanını mahkum etmek isteyenler için spekülasyon malzemesi sunarken, bugünün genç devrimci kuşakları için de kötü örnek olmaktadırlar.
Bu çevrelerin çok önemli bir bölümü için ’68’lilik, dayanışma, arkadaşlık, sadece iş bağlantıları yapılırken akla gelen, bunda bile gerçek anlamda bir dostluk ve arkadaşlığın gerçekleşemediği, geçmişe ait bir şeydir.
Elbette ’68, geçmişe ait ve geçmişte kalması istenen bir olgu olarak değerlendirildikten sonra, burjuvazi için, kabul edilir bir şeydir. Bu yüzden de ’68’in bu türden bir değerlendirilmesi burjuva propagandanın bir unsuru olarak kullanılmakta, emekli ’68’liler de bu propagandaya güç vermekte, Türkiye devrim tarihinin çarpıtılmasına katkıda bulunmaktadırlar.
3) ’68 için burjuvaziye materyal sağlayan bir başka tutum ise, ’68’i aynen bugün de yineleme eğiliminde olan çevrelerdir. Bunlara göre ’68 diye adlandırılan dönemde ortaya çıkan THKO, THKP-C, TKP-ML gibi devrimci siyasal örgütlerin eylem çizgisi Marksist-Leninist’tir, bütünüyle doğrudur ve bugün de aynen sürdürülmelidir. Bunlara göre, o dönemin eleştirilmesi, Marksizm-Leninizm perspektifi ile doğruların ve yanlışların ayrılması o dönemin önderlerine saygısızlıktır, oportünizmdir vs.
Görünüşte ’68’in devrimci değerlerine sahip çıkma olarak görünen bu tutum, aradan geçen uzun yılların teori ve pratik birikimi göz önüne alındığında anlamsızlaşmaktadır. Hele o çizginin bugün, sadece kimi lojistik olanaklarla süslenerek yinelenmesi anlamsızlığın da ötesinde burjuvazinin devrimci hareketi karalamasına materyal sağlamaktadır. Çünkü ’68 devrimcilerinin, o günün koşullarında anlaşılır olan eylem çizgileri ve eylemleri, bunca deneyim ve birikimden sonra, bugün yinelendiğinde, sadece ’68’in karikatürü olmaktadır. Bu da, burjuvazinin bilinçli olarak, aslı ile karikatürünü karıştırması sonucu, devrimci hareketi ve Marksizm’i karalaması için vesile olmaktadır.
4) ’68’in tarihinin yeniden yazılması girişimlerinin bir dayanağı da, kendisine Marksist, sosyalist diyen ve bir zamanlar ’68 devrimcilerine cepheden saldıranların, Perinçek çevresinin değerlendirmeleridir, Daha ’68 eylemleri sürerken, bütün reformcularla aynı safta, ’68 eylemlerini, özellikle de Deniz Gezmiş’in önderlik ettiği İstanbul Üniversitesi olaylarını, “anayasanın sınırlarını aşan”, “anarşik bir hareket” olarak niteleyip, “asker-sivil-aydın zümreye” mesajlar gönderen Perinçek, aradan 20 yıl geçtikten sonra, 20 yıl süreyle ’68’in devrimci değerlerine karşı savaşmamış gibi, birden kendisini ’68’in devrimci tarafına atıp, Deniz Gezmiş “övgüsüne” dönüyor. Ama bekleneceği gibi kendi tarzında…
Yaşamayan ama arkasında olumlu ad bırakmış devrimcilerin heykellerinin dikilip mirasının içinin boşaltılması, bütün gericiliğin en bilinen taktiklerinden birisidir. Perinçek de aynı yolu izliyor. 20 yıl boyunca saldırdığı mirası, içini boşaltarak benimsiyor. Ve bunu. Deniz gibi, sadece devrimci-demokratlar içinde değil, aydın çevrelerde, emekçi sınıflar içinde de efsaneleşmiş bir önderi över görünerek yapıyor. Deniz’e yüklediği misyon ise, onun “geri çekilmenin de önderi” olduğudur. Elbette her önder, saldırmasını bildiği kadar, geri çekilmesini de bilmek zorundadır. Ama bu Perinçek tarafından öne çıkarılıyor ve ’68 gençlik eylemleri gibi devrimci atılımın simgesi bir hareketin önderinin niteliklerine özellikle ekleniyorsa, olağan anlamı dışında bir anlam taşır. Nitekim buradan kalkılarak çizilen Deniz, karşınıza attığı her adımı kırk kez ölçüp biçen, hiç bir şeyi riske etmeyen, ikircikli bir tip olarak çıkıyor. Her ne kadar, her şeyi ölçüp biçen, hiçbir şeyi riske etmeyen önder tipi masa başında ideal görünürse de, devrim gibi toplumsal altüst oluş eyleminin lideri, gereğinde, yaşamı da dâhil her şeyi riske atabilen; olacakları, ancak olabilirlik düzeyinde değerlendirip karar veren kişidir. Çünkü devrim, toplumsal gelişmenin bir aşaması olarak kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıksa da, siyasal bir eylem olarak bilinmeyeni arama, onu ele geçirme eylemidir. Bu yüzden de, aklın yanı sıra, en az onun kadar önemli olan bir faktör de devrime duyulan tutku, devrimci duygusallıktır. ’68’in devrimci önderlerini devrimci yapan onların kılı kırk yarması değil, devrime duydukları özlemi, her türden kişisel çıkarın üstüne çıkarmış olmalarıdır. Eğer Deniz ve diğer ’68 önderleri, Perinçek’in çizdiği gibi, devrimci atılganlıktan, geleceği fethetme ruhundan yoksun birer “hesap adamı” olsalardı, dönemin önderi olamazlar, bugün de Perinçek ve pek çok diğer ’68’li gibi, yaşamlarını, biraz da yaşadıkları dönemin hakkını vermemişliğin burukluğu ile sürdürenlere katılırlardı. Ama Deniz ve diğer devrimci önderler, amaçları uğruna yaşamlarını riske edecek kadar devrime bağlılık gösterdikleri için önder sıfatına layık oldular.
Perinçek’in çizdiği Deniz profili ve ’68 değerlendirmesi, yukarıda sözünü ettiğimiz ilk iki şıktaki değerlendirmelere göre daha ehveni şer gibi görünürse de, ’68’in devrimci mirasının yeni kuşaklara aktarılması bakımından, onlardan daha tehlikeli, burjuvazi için de kabul edilirdir. Çünkü devrimi bir “hesap” işi olarak gören, devrimci coşku ve tutkudan yoksun bir gençlik, devrimci dinamizm taşımayan bir gençliktir. Ataklık, gözü peklik, sınırsız bir cesaretle ileri atılmayan bir gençlik, devrimci harekete hiç bir şey katmayan bir gençliktir. Doğu Perinçek gençliğe, işte böyle, içi boşaltılmış bir ’68 mirası aktarmaya çalışıyor. Burjuvazi ve gericilik daha ne ister!
Değerlendirmeler çok; ’68’in mirasını müzeye koyup, o sayfaları kapatmak isteyenler daha da çok. Ama yukarıda da değinildiği gibi, Türkiye’nin ’68’i, müzelere ya da burjuva tarihçilerinin çarpıtılmış tarih sayfalarına sığmayacak kadar büyük ve yığınlara kök salmış bir harekettir. Bu yüzden de, “6 Mayıs’ın 20. Yıl Anmaları”, gençlerden ve emekçilerden olağanüstü bir ilgi görmektedir. Binlerce kişi, çarpıtılmamış, 68’in bütün gerçekliği ile sergilendiği gecelere, anmalara katılmakta, Ankara’dan Köln’e, İstanbul’dan Paris’e Londra’ya kadar devrimci ’68’in rüzgârları esmeye devam etmektedir.
Sömürü ve zulüm var oldukça başkaldıranlar da varolacaktır. Türkiye’de her başkaldırı da, ’68’den güç alacak, ’68’in ataklığı, kararlılığı, devrimci coşkusunu yeniden üretip çoğaltacaktır. Çünkü ’68, burjuvazinin değil, Türkiye gençliğinin, proletarya ve emekçilerinin mücadele tarihinin mirasıdır.

Haziran 1992

Proletarya zincirlerinden kurtuldu mu?

Marksizm’e göre tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir. Kapitalist toplumda bu sınıf savaşımı, iki modern sınıf; burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadeleye, açık ve dişe diş bir tarihsel hesaplaşmaya dönüştü. Proletaryanın egemen sınıfın iktidarını parçalayarak kendi sınıf iktidarını kurma çabası ile burjuvazinin şu anda zaten onun sınıfsal egemenliğinin ifadesi olan devletin korunması ve kalıcılığının sağlanması çabası arasındaki karşıtlık, yalnızca şiddetin çözebileceği bir yapı kazandı.
Ancak sınıf mücadelesi bu son kapışmaya dönüşünceye kadar birçok değişik deneyden geçer, birçok değişik biçime bürünür. Burjuvazi sınıfsal egemenliğinin sunduğu olanakları kullanarak bu son kapışmayı geciktirmeye, bu yöne doğru akmakta olan işçi sınıfının kanallarını tıkamaya, yolunu değiştirmeye, onu şaşırtmaya ve sınıfın düzen içi bir unsur olarak kalmasını sağlamaya çalışır. Sınıfa ideolojik olarak sürekli bir saldırı içindedir.
Proletaryanın tarihsel dönüşümlerin odağında yer aldığı ve onun, politik eylemiyle sisteme ait bütün çelişkileri çözerek, sonal hedefi olan kendisi de dâhil bütün sınıfları ortadan kaldırmayı gerçekleştirmeye aday ve muktedir bir sınıf olduğunu söyleyen Marksist sav, bugün ve aslında çok uzun zamandır en çok saldırıya uğrayan, en çok tahrif edilen ve içi en çok boşaltılan saptamadır. Proletaryanın devrime dönen yüzünü burjuvazi bu teze her fırsatta değişik cephelerden saldırarak karartmaya çalışır.
Marksizm, işçi sınıfını toplumsal dönüşümün ve sosyalizmin inşasının motor gücü olarak ilan ederken, kimilerinin sandığı gibi 1848’ler Avrupası’nın devrimci dönüşümler ve ayaklanmalar döneminden çıkarılan heyecanlı, inançlı ama “sübjektif” gözlemlere dayanmaz. Kapitalizmin tahlili, bu sisteme ait üretim ilişkilerinin gizil olarak barındırdığı eğilimin saptanması, bu somut gözlemleri elbette içermektedir, ama bu dönemde yaşanan ilişkilerin ve ilişkilerin kritik noktaya geldiği bu tarihsel zamanda ortaya çıkan sonuçların; proletaryanın devrimci bir sınıf olduğu ve bu devrimin enderi olacağı savının kapitalizmin bütün zamanları için geçerli bir önerme haline gelmesinin daha derin ve nesnel analizlerin sonucunda oluştuğu gerçeğini örtmez. Bu tez üretim ilişkilerini toplumsal yaşamın belirleyici ilkesi olarak kabul eden, kapitalist üretim ilişkilerinin sömürüye dayalı karakterini burjuvazinin siyasal ve sosyal egemenliğinin nedeni sayan tarihsel materyalist ilkeden doğar. Sömürü ilişkisinin diğer ucunda bu sömürülmenin nesnesi olarak bulunan proletaryanın devrimci bir sınıf oluşu, kapitalist üretim ilişkilerinin ampirik olmayan, nesnel tahlilinden doğan önermedir. Geçen onca zaman bu ilişkilerde öze ilişkin hiçbir değişiklik yaratmadığı için de bu tez hala geçerli ve hala günceldir. Marksizm de bu bakımdan ilk ortaya çıktığı zamanı ilgilendiren “Avrupa merkezli” bir teori değildir.
Bunu yeniden anımsatmak bir ihtiyaçtan doğdu. 1 Mayıs akşamı televizyon kanallarından birinde Engin Ardıç’ı izleyenler, onun şimdiye dek kimsenin anlamadığını sandığı bir gerçeği (!) dile getirdiğine tanık oldular. Engin Ardıç şöyle diyordu: “Marks’ın 1848’lerde söylediği işçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur sözü bugün geçerliliğini yitirmiştir. O zaman için doğru olan şey bugün için doğru değildir.” Kendine Ardıç kuşu lakabını takan bu bilgiç karşı-devrimci yorumcu, “devrimciler”e öğüt veriyordu: “İşçi sınıfının kaybedecek şeyleri var artık!
Örneğin renkli televizyonları var!” Kimileri Engin Ardıç’ın her zamanki yavanlıklarından biri diye gülüp geçti. Ama birçok izleyicinin kafasında bir kuşku uyandırmayı başardığı da açık. Şimdiye dek yer aldığı günlük gazetedeki köşesinden devrimcilere tuttuğu salvo ateşi, zaten her zaman bu “acabaları üretmeye hizmet ediyordu ve bu bakımdan ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların kendi özgüvenlerini zedeleyerek, kendilerinden ve güçlerinden kuşku duymalarını sağlamaya çalışan burjuvazinin argümanını kullanıyordu.
Ardıç bir yana, proletaryanın “artık kaybedecek şeylerinin olduğu”na dair ifadelere daha sık rastlanır oldu. Kendini ‘çağdaş sendikacılık’ın uygulayıcısı olarak ilan eden bazı sendikalar da bu görüşü değişik üsluplarla öne sürmeye başladılar, kendilerini bu ilke doğrultusunda yeniden yapılandırmaya giriştiler. Otomobil-İş Sendikasının kongresinde Celal Özdoğan kürsüden ‘proletaryanın artık kaybedecek şeyleri vardır’ anlamına gelen sözler söyleyince seçimi kaybetti.
Ne Ardıç ne de bu “çağdaş” sendikacılar, patentin kendilerine ait olduğunu sansalar da yeni bir görüş ileri sürmüyorlar. İşçi sınıfının durumu yıllardır sürekli olarak gözden geçiriliyor ve burjuva ideologlarınca bu sınıfın devrimci bir sınıf olmadığı, daha doğrusu devrim diye* bir şeyin olmadığı defalarca yeniden tescil ediliyor. Üstelik Marx’ın öngörülerinin 1848’ler için doğru olduğunu artık teslim edenlerin benzerlerinin daha o zamanlarda nasıl aynı kılıçları çekmiş olduklarının ve bunların Marx’ı daha o zaman nasıl uğraştırdıklarının belgeleri de var.
İşçi sınıfını burjuvaziyle girdiği mücadelede zayıflatmak, sosyalizmle sınıf hareketi arasındaki bağı koparmak için burjuva ideologlarının girdiği çaba oldukça zengin malzemeye ve varyantlara sahip. Son zamanlarda en çok kullanılan yöntem proletaryanın bir sınıf olarak yeniden tahlil edilmesi ve bu tahlilin sonucunda onu burjuvaziden ayıran sınırın bulanıklaştırılarak yeniden çizilmesi. Bu sınırın yeniden çizilmesi ihtiyacı, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki rejimlerin çökmesi sonucu ortaya çıkan politik coğrafyada egemenlik alanlarının yeni sınırlarla belirlenmesi ihtiyacıyla çok yakından ilgili.
Eski revizyonist ülkelerde rejime ilişkin olumsuzlukları, sosyalizme fatura ederek, sözde iki dünya arasında cereyan eden soğuk savaşta burjuvaziye haklılık kazandıran durumları değerlendiren, bu yüzden de bu ülkelerde sosyalizm olduğuna dair yanılsamalar üretmekten özel bir çıkar uman burjuvazi, bu rejimlerin birer birer çöküşüyle yeni bir taktik kullanma ihtiyacı duyuyor. Sosyalizmin tarihe gömüldüğünü, hâlâ sosyalizmi savunanların bu tarihsel gerçeği anlamayarak boşa kürek çektiklerini vazediyor. Onlara göre dünya ikiye bölünmekten kurtuldu, kapitalizmle sosyalizm arasındaki çıkar çatışmalarının yerini bütün insanların ortak çıkarları aldı!
Dünyanın artık eski dünya olmadığı, değiştiği tezleri işçi sınıfının da eski pozisyonunda bulunmadığı, onun da dünyayla ve kapitalizmle birlikte değişerek devrimden uzaklaştığı iddiasıyla besleniyor.
Bugün proletaryaya elveda diyenler, proletarya yoktur demenin yükselen kitle mücadeleleri ve işçi hareketi nedeniyle çok zor olacağı, 1968 ve ‘70’li yıllarda ürkekçe fısıldanan karşı devrimci görüşlerden besleniyor. Nicos Poulantzas o yıllarda, “Hem burjuvazi hem de proletarya ağırlığı giderek artan orta kesimin yahnisi içinde, sınıf mücadelesinin eriyip dağıldığı bölgede karışıp kaynaşmaktadır” diyordu. FKP teorisyenleri de Marksizm’in sınıf tahlilini tahrif ederek yeni duruma uygun proletarya profili çizmeye soyunuyorlardı. Bu kez yapılan,”beyaz yakalı” hizmet sektörü çalışanlarının da proletarya içinde tanımlanmasıydı. Mandel ise, bilimsel teknolojik devrimin, kapitalizmi ve işçi sınıfın değiştirdiğini, Marksist devrim kuramının artık işlevinin kalmadığını iddia ediyordu. Proletaryanın tanımlanması stratejik bir öneme sahipken en çok bu tanım üzerinde neden durulduğu, neden sık sık gözden geçirilme ihtiyacı hissedildiği anlaşılır bir şeydir.
İşçi sınıfının bugün sahip olduğu bazı geçim araçlarıyla artık o eski işçi sınıfı olmadığını iddia etmekle; burjuvaziyle bu sınıfı, küçük burjuvazinin tanımlandığı alanda buluşturmakla; ya da küçük burjuva sınıf katmanlarının onların da üretim araçlarına sahip olmadıklarını ileri sürerek proletarya içinde görülmesi arasında amaçsal bir farklılık yoktur. Bu ortak amaç, proletaryanın taleplerini bulandırmak, burjuvaziyle bu sınıf arasındaki antagonizmayı yumuşatmak, burjuvaziyle alınıp verilecek bir şeyin kalmadığına, bu düzenin herkesin refahını sağladığına insanları inandırmaktır.
“Bilimsel ve teknik devrim’in işçi sınıfını değiştirdiği, onu orta sınıflarla yakınlaştırdığı iddiasında bulunanlar, bilimsel teknik gelişimin sınıf mücadelelerinden bağımsız özel bir dönüştürücü ve değiştirici işlevinin olduğunu savunurlar. Üretime aktarılan ve emek araçlarının daha da geliştirilmesine yol açan her yeni buluş kısmi bir refah sağlayabilir. Ama Kapitalizmde sanayi devriminden beri bu emek araçlarının giderek gelişip karmaşıklaşarak, üretimde bir yoğunlaşmaya yol açtığı bilinir, kapitalist üretim tarzının kendi iç işleyiş yasaları ve örgütlenme biçimiyle ilgili olarak yine bilinir ki, kapitalizmin onmak bilmez krizlerinin nedeni de bu yoğunlaşmış üretimdir. Bilimsel teknik gelişim bir yanda yeni ihtiyaçlar ve yeni üretim alanları, sınıfa yeni üyelerin katılmasını sağlarken, diğer yandan ama işsizliğin de etkeni olur.
Bilimsel teknolojik gelişim, sınıf mücadelesinden bağımsız olarak toplumsal gelişimin öznesi olamaz. Üstelik kapitalizmde bütün buluşların patent hakkına sahip olan burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını ilgilendirdiği ve güçlendirdiği ölçüde bilimin ve tekniğin gelişmesine izin verir. Bu gelişim kapitalizmin sınırlan içinde sınırlı bir ivmeye sahip olacaktır.
Euro-komünizmin beslediği bütün ideologlar, insan öğesini içinden dışladıkları bir üretici güçlerin gelişmesi kuramı oluşturarak, işçi’ sınıfının bu gelişmelerin etkisiyle artık eski sınıf özelliğini yitirdiğini onun da bu düzende kaybedecek şeyler edinerek zincirlerini kırdığını iddia ediyorlar. İşçi sınıfının sermayeden koparmayı başardığı bir kısım konfor öğeleri için ne kadar yoğun mücadelelere girdiği, bizzat bugün elinde canları da ancak mücadele ederek koruyabildiği onlar için önemsizdir.
İdeolojik manipülasyonlarla üstü örtülmeye çalışılan çelişki, her iki sınıfın birbirinden farklı olan çıkarlarını belirleyen gerçek; birinin emek gücünü satarak doğrudan doğruya sömürülüyor olması, diğerinin ise bu emek gücünü satın alarak işçinin ödenmemiş emeğinden artı-değer sağlamasıdır. Bu alışverişin koşulları bir yanda üretim araçlarına sahip bir sınıf varken diğer yanda bütün bu araçlardan tarihin bir döneminde koparılmış ve geçinmek için emek gücünden başka satacak hiç bir şeyi kalmamış bir insan kitlesinin olmasıdır. “Üretim araçlarına sahip olan kesim, aynı zamanda ürünlerin tasarruf hakkına bunların sonucu olarak siyasal egemenlik, kültür tekeli, entelektüel yönetimin temellükü”ne sahiptir (1)
Bu analiz bugün de geçerliliğini korur. Ancak, İşçi sınıfının yaşam koşulları; sahip olduğu geçim araçları, yaşamını sürdürmek ve bir sınıf olarak kendini yeniden üretebilmek için gereksindiği malzemeler bakımından değişmiştir. 19. yüzyılda bugünkü gibi işgücünü kapitaliste satarak geçinen işçi sınıfı, kuşkusuz bugüne göre kıyaslandığında, oldukça vahşi koşullar altında yaşıyor ve çalışıyordu. Geçen zaman zarfında çalışmanın koşullarında ve emek gücünün yeniden üretiminin bileşenlerinde emek araçlarının ve diğer üretici güçlerin düzeylerinde değişiklikler oldu. Kapitalizmin iç evrimi hem işçi sınıfının hem de burjuvazinin olanaklarını aradaki uçurumu korumak kaydıyla değiştirdi geliştirdi.

SANAYİ DEVRİMİ VE EMEK ÜRETKENLİĞİNDEKİ ARTIŞ
Kapitalizmin “vahşi kapitalizm” diye tanımlanan döneminde, yani henüz sanayi devrimiyle başlayacak makinalaşma dönemine geçilmediği yıllarda, toplumsal üretim el emeğine dayanmaktaydı. Bu yıllarda işçi sınıfı bedensel olanakları sonuna kadar zorlanarak, takatleri ve enerjileri tükeninceye dek, günde 14-15 saat çalışmak zorundaydı. Bu emeğin üretkenliği de ortalama sağlıklı insan bedeninin fiziksel gücüne bağımlıydı ve bu emeğin birim zamanda üreteceği metanın ortalama miktarı da belirliydi.
Sanayi devrimiyle birlikte üretime makina girdi. Makina üretilen meta miktarının ve çalışma saatlerinin, insan bedeninin fiziksel olanaklarına bağımlı olmaktan kurtulması anlamına geliyordu. “Emeğin üretkenliğini yükseltmek yani bir metanın üretimi için gerekli emek zamanım kısaltmak için en güçlü araç olan makina, sermayenin elinde ilk kez el attığı sanayi alanlarında iş gününü insan doğasının koyduğu bütün sınırların ötesine uzatmak için en güçlü araç haline geldi.” (2)
Artık, birim zamanda üretilen meta miktarı artmış yani bir metanın üretilmesi için gereken zaman kısalmıştı. Makinalar 24 saat çalışıyorlardı. Hiç dinmeyen makina sesleri arasında bu sürecin içine eklenmiş, bileşeni bu yeni üretici güçle değişmiş olan toplumsal emek, yeni bir üretkenlik tanımıyla tanımlanıyordu. Makinalı üretimde kullanılan emeğin fiziksel bakımdan güçlü, eğitilmiş olması gerekmiyordu. Bu yüzden akın akın kadın ve çocuk emeği fabrikalara aktı. Bu dönem sermayenin hızla genişleme olanağı bulduğu, işçi sınıfının en sefil koşullarda yaşadığı dönemdir.  Daha sonraları bir erkek işçi, ailesini geçindirecek kadar bir ücret almak durumunda kalacaktı ama, o yıllarda bu ücret kadınların ve çocukların da fabrikalara doluşmasıyla birlikte aile fertlerine bölünüyordu. Sermaye dört kişilik bir ailenin bütün fertlerini aynı ücretle sömürüyor, dört kişinin emek gücünden ise dört kat artı-değer elde ediyordu. Makina bir metanın üretim maliyetini düşürmüş, emek önceki zamanlara göre ölçüsüz bir üretkenlik kazanmıştı.
Makinalaşmayla birlikte, işçi, yoğun bedensel ve zihinsel yetenekler kullanmak zorunda kalmayan yalın ve tek düze bir üretici güce dönüştü. Bir işçi eskiden 15-20 kişinin yaptığı işi tek başına yapabilir hale geldi. Bu durum sınıf üyeleri arasında derinleşen bir rekabete yol açtı. Emek pazarında bekleyen ve kendini en ucuz fiyata satmaya razı olan devasa bir yedek sanayi ordusu oluştu. “Makina, işgününün alabildiğine uzatılması için güçlü dürtüler sağladı, öte yandan da kısmen işçi sınıfının daha önce el atmadığı yeni tabakalarına yaklaşma olanağını sağlayarak kısmen de yerlerini aldığı işçilerin açıkta kalmalarına yol açarak, sermayenin diktasına boyun eğmeye zorunlu bir fazla işçi nüfusu meydana getirdi. Emek zamanının kısaltılması için en güçlü aracın, emekçi ile ailesinin ömürlerinin her anını,  sermayenin değerini genişletmek amacıyla kapitalistin emrine verme konusunda en şaşmaz bir aracı haline gelmesi gibi bir ekonomik paradoksun doğmasının nedeni de budur.” ( 3) İşçi ücretini belirleyen etkenlerden biri olan arz-talep yasasına göre, emek-gücünün arzındaki fazlalık, pazarlık yapma yeteneği konusunda henüz zayıf olan işçi sınıfının ücretlerinin düşük düzeyde tutulmasının etkeni oldu. Metaların üretim maliyetlerinin azalması, kendisi de bir meta olan emek gücünün maliyetini de etkiledi.
“Emeğin üretken gücü özellikle daha büyük işbölümü ile makinaların daha genel biçimde üretime sokulması ve durmadan geliştirilmesi ile artar, işin kendi aralarında bölündüğü emek ordusu ne kadar büyük olursa, makinalaşmanın alanı ne kadar genişlerse, üretim maliyeti bununla orantılı olarak düşer. Emek o ölçüde verimli olur. Bu yüzden kapitalistler arasında işbölümü ve makinaları arttırmak ve her ikisinden de en büyük ölçüde yararlanmak yolunda genel bir yarışma başlar” (4)
Büyük yedek sanayi ordusunun oluşması, buna bağlı olarak sınıf saflarında derin bir rekabetin gelişmesi, yaşam koşullarının düzeltilmesi için birlikte mücadele etme deneyi ve örgütlenme olanakları zayıf olan işçi sınıfının ücretinin olabildiğince alt sınırlara çekilmesine olanak verir. Bu sınır, geçim araçlarının en asgari düzeyde tutulduğu bir sınırdır. İnsanın başka diğer eğitsel, entelektüel, ihtiyaçlarından feragat edilmiş olduğu için aç kalmama sınırına dek çekilmiştir. Ve bu sınır hiç bir zaman somut ve belirlenebilen kesin bir çizgi değildir. İnsan gereksinimlerinin asgari düzeyini de toplumsal koşullar belirler, toplumsal ortalama yoksulluk düzeyi de o zaman dilimindeki koşullara göre belirlenir, ama her durumda işçi sınıfı genel eğilim olarak toplumun en yoksul kesimini oluşturur,
19. yüzyılda işçi sınıfının durumu, yaşadığımız yüzyıldaki işçi sınıfının sahip olduğu geçim araçlarına göre değerlendirilince, doğal olarak olumsuz bulunacaktır. Marx’ın sözünü ettiği paradoks, makinalaşmanın teorik olarak, çalışma zamanını kısaltması beklenebilecekken bu sonuca yol açmaması, bilimsel teknolojik gelişime; sınıf mücadelesinden kopuk bir özerklik tanınamayacağının, bu gelişmenin tek başına işçi sınıfının durumunda bir iyileştirme sağlayamayacağının göstergesidir. Çalışma saatlerinin kısalması ve sınıfın koşullarındaki iyileşme, proletaryanın bu talepleri ileri sürerek ayağa kalkacağı, örgütlenip mücadele edeceği sonraki yıllara kalacaktır. Proletaryanın talepleri, sistem içinde karşılanabildiği ölçüde, kapitalizme içselleştirilebilecek, teknolojik gelişimin düzeyiyle birlikte emek-gücünün yeniden üretiminin koşullarının yeni toplumsal unsurlarını oluşturacaktır.

GEÇİM ARAÇLARI VE EMEK GÜCÜNÜN YENİDEN ÜRETİLMESİNİN TOPLUMSAL KOŞULLARI
19. yüzyılda işçi sınıfı ailesinin sahip olduğu geçim araçlarıyla, yaşadığımız yüzyılın son çeyreğinde sahip olunanlar bakımından fark vardır. Çünkü kapitalizmin o yüzyılda dayandığı üretici güçler dolayısıyla üretimin koşulları da belli oranda değişti. Üretimin koşullarının değişmesi, emek-gücünün yeniden üretiminin koşullarında da bazı değişiklikleri gündeme getirdi.
Emek-gücünün yeniden üretimini sağlayan en önemli etken ücrettir ve ücretin miktarı bütün diğer metalar gibi bir meta olan bu gücün maliyetine göre belirlenir. Bazen çeşitli etkenler nedeniyle bu sınırın üstüne çıkar, bazen altına düşer ama sonuçta eğilim olarak bu maliyet sınırının üzerinde durur.
Emek-gücünün maliyeti hesaplanırken, kullanılan ölçü, işçinin bir günlük ya da haftalık olarak harcadığı emek-gücünü yerine koymak için gereken geçim araçları miktarıdır. “Bu maliyet zaman ve koşullara göre değişiklik gösterir, ama belli toplum koşullan için belli bir yer ve belli bir üretim dalı için hiç değilse oldukça dar sınırlar içinde bu maliyet bellidir. Kapitalist üretim tarzı temelinde işçinin’ üretim maliyeti, işçinin çalışabilmesi, çalışabilir durumda kalması ve yaşlılık hastalık ya da ölüm gibi nedenlerle yerinin bir başkası tarafından alınması için ortalama olarak gerekli olan geçim araçları miktarından ibarettir.” (5)
Bu geçim araçları karşılığında işçi peşin olarak yaşamsal faaliyetini satar. Emek, gücünün maliyeti hesaplanırken, işçinin bir sonraki gün ya da haftada, işyerinde hazır ve sağlıklı olarak bulunması için gereken geçim koşullarının karşılanmasının yanı sıra, sanayi devriminden sonra eve geri gönderilen kadınların ve çocukların geçiminin de gözetilmesi gerekir. Bu, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendini idame etmesinin koşullarının yaratılması bakımından zorunludur. İşçi, zorunlu emek süresinde sadece kendi için değil, ailesi için de çalışır. Kriz dönemlerinde bir kişinin çalışmasıyla ailenin geçimini sağlamak mümkün olmaz ve o zaman kadın emeği de üretime akar, sermaye düşük ücret ödeyerek iki kişinin emek gücünden katlanmış bir artı değer elde eder.
Ücret basit anlamda işçinin karnını doyurması için gereken besin maddeleri, yakacak ya da konut giderlerini karşılamak için ödenmez. Emek gücünün yeniden üretimi için gereken araçlar toplumsal gelişme düzeyiyle çok yakından ilişkilidir. Örneğin çocukların çalıştırılmasına yasal sınırlar getirilmişse ve onlar için zorunlu bir eğitim programı koyulmuşsa, bu sermayenin, asgari olarak eğitilmiş insan gücüne duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır ve bunun için de, çocukların eğitim giderleri vs. ücrete içerilir.
Ücrette herhangi bir artış, sermayenin büyüklüğünde de hızlı bir artışın olmasını öngörür. Sermayenin büyümesi toplumsal ihtiyaçların ve zevklerin de değişmesine neden olur. Bu işçi sınıfı için de geçerlidir. Ancak, burjuvazi işçi sınıfı için erişilmez olan bazı zevk araçlarına daha yoğun olarak sahiptir ve bu araçlara daha kolay ulaşır. İşçi sınıfı için, elde edilenler toplumsal gelişme aşamasına göre her zaman en düşük düzeyde kalır. “Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz” diye yazar Marx, “Toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize doyum veren nesnelerle ölçemeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler. Bu bakımdan ücret yalnızca, karşılığında elde edebileceğim metalar miktarıyla belirlenmemektedir. Ücret çeşitli ilişkileri içerir.” (6)
Bilimsel teknolojik gelişim, bütün buluşların patenti burjuvazide olduğu sürece sermayenin genişletilmesinin olanaklarını yaratmaya yarar. Evlerde kullanılan beyaz eşyalar da, yoğun reklâm kampanyalarıyla halkta bir tüketim güdüsü yaratılarak pazarlanmaya çalışılır. Fabrikalarda işçilere ürettirilen bu eşyaların pazarını elbette çalışanlar oluşturmaktadır. Son yıllarda geliştirilen kredili satış yöntemleriyle, düşük taksitler belirlenerek bu eşyalara oldukça geniş bir kesimin ulaşmasının olanakları sağlandı. Üç yıl önce
sekiz ayla sınırlanan kredili satış süresi bu ürünlere ulaşmak giderek zorlaştıkça, işçi ücretlerinin alım gücü düştükçe on altı ya da yirmi dört aya dek uzatıldı. Ardıç, her işçi ailesinde artık çamaşır makinasının olduğunu söyleyedursun, onun temennisine ve yarattığı yanılsamaya karşın, çamaşır makinası hala işçiler için erişilmesi güç bir menzilde durur. Ola ki, teknolojik gelişim otomatik çamaşır makinasını ülkede yaygın bir kullanım alanına soktuktan sonra, hurda fiyatına elden çıkarılan eski şanzımanlı makinalardan edinilmemişse…
Toplumsal emeğin bileşenleri değişiyor. İletişim olanaklarının hızla geliştiği, Marksist devrimci eleştirinin kapitalist üretim ilişkilerine yönelttiği eleştiriyle sistemin temellerini sarsarak, onun geleceği konusunda kuşku uyandırdığı, işçi sınıfı eylemlerinin yaygın bir olgu olduğu, sosyalizmin bir ütopya olmaktan çıkarak kısa dönem de olsa yaşanan bir gerçeklik haline geldiği günümüzde, emek-gücünün yeniden üretilmesi artık eski yöntemlerle süremiyor.
Televizyon da bu bakımdan oldukça önemli bir işleve sahip. Çünkü televizyonla, yayın hakkını tekelinde bulunduran sınıfın dünya görüşü, ideolojisi her gün dakika dakika izleyenlerin bilinçaltına akıtılıyor. Geçmişte, sekiz saatlik işgünü için mücadele ederek döktüğü kan pahasına bu hakkı elde eden işçi sınıfı, görünürde kendisi için kullanabileceği bir zaman kazandı. İşçiyi makina başında saatlerce tutarak posası çıkıncaya kadar çalıştırma olanağını yitiren sermaye, işçi sınıfının kendisi için kazandığı bu zaman parçasını onu makina başına çekerek değil ama bu kez yeni bir yöntemle doldurmaya çalıştı. Televizyon bu bakımdan en elverişli malzemeydi. İş saatleri bitiminde eve koşarak saatlerce ekranın başında kendine sunulanları izlemeye koyulan bir kitle elbette, bu zamanı sosyal-siyasal ilişkilerini geliştirmek için kullanabilecek bir kitleden daha az tehlikeli olacaktı. Televizyon, ertesi günü işbaşına gelecek olan işçinin ideolojik bakımdan şekillenmiş, akşam izlediği programlarla eğlenerek dinlenmiş ve farkında olmadan burjuva değer yargılarıyla yeniden donanmış olmasını sağlıyordu. Sermayenin de, elinde olmadan göz yumduğu iş saatlerinin kısalması durumunu telafi etmesi bakımından uygun bir olanaktı. Her şey kapitalizmin sürmesi, ömrünün uzatılması ve işçinin işçi olarak kalmasının sağlanması içindi. Bu bakımdan televizyon ayrıcalıklı sınıflara mensup ailelerin lüks tüketim maddesi değil, alt tabakaların da edinebileceği ve özellikle edinmesi gereken zorunlu bir araçtı. Besin maddeleri gibi hemen tüketilmiyordu ama uzun vadede emekçilerin ruhlarının burjuvaziye satılmasını kolaylaştırıyordu.
İşçinin işçi olarak sermayenin karşısında itirazsız bir kitle olarak kalmasının, yani kapitalizme özgü üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesinin en önemli ideolojik aygıtıydı televizyon. Bu bakımdan, emek-gücünün maliyetinin unsurlarına bu aleti de katmak gerekmekteydi.

PROLETARYANIN ZİNCİRLERİ
“Proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yoktur” biçimindeki Marksist önerme, Kapitalizme ait mülkiyet ilişkilerinin analizinden çıkarılan bir önermedir. Kimilerinin sandığı gibi, işçi sınıfının günlük kullanımındaki malzemelerin, geçim araçlarının nicel yokluğunu ifade etmez sadece. Öyle olsa bile, burjuvazinin sınırsız zenginliği karşısında oransal bir ölçüme gidildiğinde yine de haklı olunur.
Ancak Marx, proletaryanın zincirlerinden bahsederken, üretim araçlarına sahip sınıf karşısında, bu araçlardan yoksullaştırmış ve bu yüzden de geçimini sağlamak için yaşamsal faaliyetini satmak zorunda kalan proletaryanın bağımlılığından bahseder. Yaşamsal faaliyetin ücret karşılığında satılmasıyla elde edilen geçim araçları, nasıl para kendiliğinden sermaye olamazsa, üretim araçlarının içinde yer aldığı özel mülkiyet kategorisinde de düşünülemez.
Oysa Toplumsal bütün zenginliklerin sahibi burjuvazidir. Üretim araçlarının ve ürünlerin tasarruf hakkına sahip olmak sıfatıyla, işçi sınıfını sömürür.
Daha önce sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı, bilimsel teknik gelişimin etkisiyle toplumsal üretim artışının sonucu olarak; sınıf mücadelesiyle yaşam koşullarının düzeltilmesine ilişkin olanaklar elde edilebilir ya da burjuvazinin sınıf mücadelesinin hızını düşürmek için uyguladığı taktiğe bağlı olarak ücretlerde göreli bir iyileşme görülebilir. Bütün bunlara karşın sınıf, göreli olarak yoksulluktan kurtulamaz.
Emek üretkenliğindeki artışla, işçinin kendisi için harcadığı zorunlu emeğin süresi giderek kısalırken, artı-emek süresinin nesnel olarak uzadığı görülür. Örneğin işçi 20 gün çalışarak bir yıllık geçimini sağlayacak ücreti kazanır, ama geriye kalan yılın diğer günlerinde karşılığı ödenmemek üzere kapitalist için çalışır. Bu sürede elde edilen artı-değerin kapitalistin emek-gücü karşılığında ödediği miktara oranı giderek artar. Bu sömürü oranı 19. yüzyılda yüzde elli ise, bugün yüzde bin sömürü oranından söz etmek bile az gelmektedir. İşçi sınıfının bir takım konfor öğelerine sahip olmasından çok, durumu belirleyen işte bu sömürü oranındaki artıştır. Sınıfın eline geçen kişisel mülkiyet unsurlarının artması aslında bu sömürü ilişkisinin derinleşmiş olduğunun göstergesidir.
Sermayenin hızla büyümesiyle işçi ücretlerinde görülen artış, işçiyi kapitalistten ayıran uçurumun da eskisine göre derinleşmiş olduğunun göstergesidir. Ücret artışının görünmeyen yüzünde bu sömürü ilişkisinin gizlenmesi ve emeğin sermaye karşısında daha bağımlı hale gelmesi vardır. İşçi emek-gücünü kullanarak “burjuvazinin zenginliğini ne denli arttırırsa kendisine düşen kırıntılar da o kadar artacaktır” ve belki önceki zamanlara oranla daha fazla kişisel mülk edinebilecektir.
Komünistlerin kişisel mülk edinme hakkına karşı çıktıkları, öteden beri Marksizm düşmanları tarafından iddia edilir. Marx’m proletaryayı sermayeye sıkıca bağlayan zincirlere ithafen söylediği sözlerden onun söylemediği anlamlar çıkarılır. Sınıfın bugün edindiği kişisel mülkiyet unsurlarına, herhangi bir toplumsal kalkışmada, devrimci bir altüst döneminde yitirilecek şeyler gözüyle bakılır, daha doğrusu sınıfın böyle bakması beklenir. Devrimci bir ayaklanmada, sosyalist bir taleple ortaya çıkışta yitirilecek şeyler varsa, kapitalizm en iyisidir. Manifestoda “Biz komünistler” diye yazar Marx, İnsanın kendi emeğinin meyvesi olarak kişisel mülk edinme hakkım kaldırmayı istemekle suçlandık; o mülkiyet ki, her türlü kişisel özgürlüğün, eylemin ve bağımsızlığın temeli olarak iddia edilir. Güçlükle edinilmiş, bizzat edinilmiş bizzat kazanılmış mülkiyet! Burjuva biçimden önceki bir mülkiyet biçimi olan küçük zanaatçı ve küçük köylü mülkiyetin den mi söz ediyorsunuz? Bunu kaldırmaya gerek yok; sanayideki gelişme bunu zaten büyük ölçüde yok etmiştir ve hala da gün be gün yok ediyor.
“Yoksa modern burjuva özel mülkiyetten mi söz ediyorsunuz. İyi ama ücretli emek, emekçi için herhangi bir mülkiyet yaratır mı? Asla. Bu, sermaye, yani ücretli emeği sömüren ve yeni bir sömürü için yeni bir ücretli emek arzı doğuran koşullar dışında çoğalamayan bir mülkiyet yaratır. Mülkiyet, mevcut biçimi içersinde sermaye ile ücret karşıtlığına dayanır… Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiç bir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiç bir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz. Bizim ortadan kaldırmak istediğimiz tek şey, içinde emekçinin salt sermayeyi arttırmak için yaşadığı ve yaşamasına ancak egemen sınıfın çıkarının gerektirdiği ölçüde izin verilen bu mülk edinmenin sefil karakteridir.” (7)
Demek ki, işçi sınıfının elinde bulunan kişisel mülkiyet öğeleri, sınıfın zincirlerinden kurtulduğu anlamına gelmediği gibi, yitirecek bir şeyleri olduğu anlamına da gelmez. Kişisel mülkiyet öğeleri proletarya için ancak “mülk edinmenin bu sefil karakteri” ortadan kalktığı zaman bir anlam taşıyacaktır. Toplumsal ürünün tamamından yine Marx’ın alt alta sıraladığı gibi “yıpranan üretim araçlarına ayrılan fon, üretimi arttırmak için bir ek bölüm, kazalara karşı doğal olaylardan vb. ileri gelen aksamalara karşı güvence, bunlar dışında tüketime sunulacak bölümden yönetimin genel giderleri, okul sağlık vs. gibi kurumlar için ayman pay, çalışamayanların geçimi için gerekli fonlar” (8) çıkarıldıktan sonra kalan ürün üreticiler arasında değişilecek duruma gelir. Şimdi artık “Kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka bir şey geçmez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen tike, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: Bir biçimde aynı miktar emek başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değinilmektedir” (9)
Mülk edinmenin sefil karakterinin kaybolması, üretim araçlarının bunları özel mülkiyetinde bulunduran sınıfın elinden, kapitalizmin yıkılmasıyla yitirecek çok şeyi olan burjuvazinin elinden alınarak toplumsallaştırılmasıyla mümkün olur. Bu eylemin öngördüğü devrim, buna muktedir ve bundan çıkarı olan, kapitalizmde zincirlerinden başka kaybedeceği hiçbir şeyi olmayan proletaryanın önderliğinde gelişecektir. Sosyalizm, kişisel mülkiyet öğelerini çalışanlar için hiçbir sömürü ilişkisi içinde edinilmemiş olması bakımından gerçekten değerli hale getirir. Ve bu mülkiyet türü belki o zaman sözcüğün sözlük anlamıyla yitirilmesinden korkulan şeyler olur. Ama bu yitirme korkusu kapitalizmde yitirilecek şeyler edinenlerin duyduğu korkudan değildir artık, çünkü bu tarzdaki mülkiyeti tehdit eden hiçbir güç kalmamıştır.

Haziran 1992

DİPNOTLAR:
1-Engels: Anti-Dühring Sol Yayınları, 1977; sf 445
2-Marx: Kapital 1. cilt, Sol Yayınları 1986; sf. 416
3-Marx: Kapital 1. cilt, Sol Yayınları 1986; sf. 421
4-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; Sol Yayınları, 1987; sf 53
5-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; sf 19
6-Marx: Ücret Fiyat ve Kâr; age 46
7-Marx-Engels: Komünist Manifesto, Sol Yayınları, 1991; sf 129
8-Marx: Gotha Programı’nın Eleştirisi, Sol Yayınları,1989; sf 28
9-Marx: Gotha Programı’nın Eleştirisi aynı yer.

Josef stalin’in 3 temmuz 1941 tarihli radyo konuşması: Sovyet halklarına faşist saldırıya karsı savaş çağrısı

22 Haziran 1941, Faşist Hitler Almanyası’nın Sovyetler Birliği’ne saldırdığı tarih. Yaklaşık dört yıl boyunca Stalin’in sarsılmaz önderliği altında yürütülen büyük yurtsever savaş sonucunda, Hitler faşizmi ininde yok edildi. O günden bugüne, üst üste tazelenen soğuk savaşlar boyunca ve şimdi daha da azgınlaşmış karşı devrimci propagandalarla Sovyet Ordularının bu savaştaki belirleyici rolü unutturulmaya çalışıldı. Savaşın kaderinin belli olduğu bir zamanda, 1944 yılında, Amerikan-İngiliz kuvvetlerinin gerçekleştirdiği Normandiya Çıkartması, savaşın kaderini tayin eden askeri harekât olarak gösterildi, sayısızca filme konu edildi. Fakat hiç bir şekilde gerçekler tümüyle unutturulamadı. Eşsiz kahramanlıklarla dolu sosyalist anayurdun savunulması savaşının çok önemli bir belgesi olan Sovyet Ordularının Başkomutanı Stalin’in radyo konuşmasını yayınlıyoruz.

YOLDAŞLAR! YURTTAŞLAR! KARDEŞLER YE KIZ KARDEŞLER!
ORDUMUZUN VE DONANMAMIZIN ERLERİ!

Dostlarım, size hitap ediyorum!
Yurdumuza karşı 22 Haziran’da Hitler Alman-yası’nın haince başladığı askeri saldırı devam etmektedir. Kızıl Ordu’nun kahramanca mukavemetine rağmen, düşmanın en iyi tümenleri ve hava kuvvetlerinin en iyi kıtaları artık ezilmiş ve savaş meydanlarında mezarını bulmuş olmalarına rağmen, düşman, cepheye yeni kuvvetler katarak ileri sokulmaya devam ediyor. Hitler’ci ordular, Litvanya’yı, Letonya’nın mühim bir kısmını, Belorusya’nın batı kısmını, Batı Ukraynası’nın bir kısmını işgal edebildi. Faşist hava kuvvetlerinin bombardıman uçakları, harekât sahalarını genişletmekte, Murmansk, Orsa, Mogilyov, Smolensk, Kiyev, Odesa, Sivastopol şehirlerini bombalamaktadır. Yurdumuzun üzerinde ciddi bir tehlike baş göstermiştir.
Nasıl oldu da bizim şanlı Kızıl Ordumuz, bir sıra şehir ve bölgelerimizi faşist ordularına bıraktı? Cakacı faşist propagandacılarının durmadan öttürdükleri gibi Alman faşist ordusu sahiden mi yenilmez bir ordudur?
Elbette hayır! Tarih gösteriyor ki, yenilmez ordular yoktur ve olmamıştır. Napolyon’un ordusunu yenilmez sayarlardı, fakat bu ordu, sıra ile Rus, İngiliz, Alman orduları tarafından ezilmiştir.
Birinci Emperyalist Savaş döneminde Wilhelm’in Alman ordusunu da yenilmez bir ordu sayarlardı, fakat bu ordu da Rus, İngiliz ve Fransız orduları tarafından birçok defa yenilgilere uğratılmış ve sonunda İngiliz-Fransız orduları tarafından ezilmiştir. Aynı şeyi Hitler’in bugünkü Alman faşist ordusu için de demek gerek. Bu ordu şimdiye kadar Avrupa karasında ciddi bir direnişle karşılaşmamıştı. Yalnız bizim topraklarımızda ciddi bir direniş neticesinde Alman faşist ordusunun en iyi tümenleri Kızıl Ordumuz tarafından ezilmiştir, şu halde, demek ki, tıpkı Napolyon’un ve Wilhelm’in orduları gibi Hitler faşist ordusu da ezilebilir ve ezilecektir.
Toprağımızın bir kısmının Alman faşist ordularının eline düşmüş olmasına gelince, bu, başlıca olarak, SSCB’ne karşı faşist Almanya’nın açtığı savaşın Alman orduları için elverişli, Sovyet orduları için ise elverişli olmayan şartlar’ içinde başlamış olması ile açıklanabilir.
Mesele şu ki, savaş yürüten bir ülke olduğundan Almanya orduları, artık tamamıyla seferber edilmiş, SSCB’ne karşı sevk edilmiş ve SSCB’nin sınırlarına yığılmış 170 tümen yalnız harekete geçmek işaretini bekleyerek tam hazırlık vaziyetinde bulunurken, Sovyet ordularının henüz seferberlik yapması ve sınırlarına hareket etmesi gerekiyordu. Bütün dünyaca saldıran taraf sayılacağına aldırış etmeyerek faşist Almanya, kendisiyle SSCB arasında 1939 yılında bağlanan saldırmazlık paktını apansızın ve haince çiğnemiş olmasının da burada az önemi olmamıştır. Açık ki, barışsever memleketimiz saldırmazlık paktını çiğnemek teşebbüsünü kendi üzerine almak istemediğinden ihanet yolunu tutamazdı.
Şöyle bir soru sorulabilir. Hitler ve Ribentrop gibi hain heriflerle ve canavarlarla nasıl oldu da Sovyet Hükümeti saldırmazlık paktı bağlamaya yanaştı? Sovyet Hükümeti tarafından burada bir hataya meydan verilmemiş midir? Elbette hayır! Saldırmazlık paktı, iki devlet arasında bağlanan bir barış paktıdır. 1939 yılında Almanya bize, bilhassa böyle bir pakt teklif etti. Sovyet Hükümeti böyle bir teklifi reddedebilir miydi? Sanırım, hiçbir barışsever devlet, bir komşu devletle ki bu devletin başında Hitler ve Ribentrop gibi canavarlar ve yamyamlar bile bulunsa, barış anlaşmasını reddedemez. Bu ise, şüphesiz mutlak bir şartla, yani bu barış anlaşması barışsever devletin ne doğrudan doğruya, ne de dolayısıyla toprak bütünlüğüne, istiklâline, şerefine dokunmaması şartıyla mümkündür. Bilindiği gibi, Almanya ile SSCB arasındaki saldırmazlık paktı, tam böyle bir pakttır.
Almanya ile saldırmazlık paktı imzalamakla ne kazandık? Biz, memleketimize bir buçuk yıllık bir barış ve faşist Almanya, pakta rağmen ülkemize saldırmayı göze alırsa ona karşı koymak için kuvvetlerimizi hazırlamak imkânı kazandık. Bu, bizim için besbelli bir kazanç ve faşist Almanya için bir kayıptır.
Faşist Almanya, paktı haince yırtıp SSCB’ne saldırmakla ne kazandı ve ne kaybetti? Faşist Almanya, kendi orduları için, kısa bir zamanda biraz elverişli bir durum elde etti, fakat bütün dünyanın nazarında kendini kanlı bir saldırgan olarak açığa vurmakla siyaset bakımından kaybetti. Hiç şüphe edilemez ki, Almanya için bu süreksiz askeri kazanç ancak geçici bir şeydir; SSCB için olan büyük siyasi kazançsa, ciddi ve sürekli bir etkendir ki, faşist Almanya ile olan savaşta Kızıl ordunun kesin askeri başarıları bu temel üzerinde gelişecektir.
İşte bunun içindir ki, bütün kahraman ordumuz, bütün kahraman donanmamız, bütün şahin pilotlarımız, ülkemizin bütün halkları, Avrupa, Amerika ve Asya’nın bütün en iyi insanları, nihayet Almanya’nın en iyi insanları, Alman faşistlerinin haince hareketlerini lanetliyor ve Sovyet Hükümetine sempatilerini gösteriyor, Sovyet hükümetinin hareketini tasvip ediyor, davamızın haklı bir dava olduğunu düşmanın ezileceğini ve bizim mutlaka muzaffer olacağımızı görüyorlar.
Bize dayatılan bu savaşla memleketimiz, kendisinin en azılı ve hain düşmanı olan Alman faşizmiyle ölüm savaşına girmiş bulunuyor. Ordularımız tepeden tırnağa kadar tanklarla, uçaklarla silahlanmış bir düşmanla kahramanca çarpışmaktadırlar. Kızıl ordu ve kızıl Donanma sayısız zorlukları yenerek Sovyet toprağının her karışını fedakârca müdafaa etmektedirler. Kızıl ordunun binlerce tank ve uçaklarla silahlanmış büyük kuvvetleri savaşa girmektedir. Kızıl Ordu erlerinin kahramanlığı emsalsizdir. Düşmana karşı mukavemetimiz kuvvetlenip artmaktadır. Kızıl Ordu ile beraber Anayurdun müdafaasına bütün Sovyet halkı kalkmaktadır.
Anayurdumuzun karşısına dikilen tehlikeyi ortadan kaldırmak için ne lazımdır? Ve düşmanı ezmek için ne gibi tedbirler almak gerektir?
Her şeyden evvel halkımız, Sovyet halkı memleketimizi tehdit eden tehlikenin bütün derinliğini anlamalı, ihmalkârlığı, kaygısızlığı atmalı ve savaştan evvelki zaman için anlaşılır, fakat savaşın değiştirdiği bu durum anından felaket getirebilecek bir şey olan barış içinde kuruculuk zamanındaki zihniyeti bırakmalıdır. Düşman gaddar ve amansızdır. Düşmanın amacı, terimizle yoğrulmuş olan topraklarımız istila etmek, emeğimizle elde edilen ürünümüzü, petrolümüzü ele geçirmektir. Düşmanın gayesi, pomeşiklerin hâkimiyetini geri getirmek, çarlığı geri getirmek, Rusların, Ukraynalıların, Belorusyalıların, Litvanyalıların, Letonyalıların, Estonyalıların, Özbeklerin, Tatarların, Moldavyalıların, Gürcülerin, Ermenilerin, Azerbaycanlıların ve Sovyet Birliğinin diğer hür halklarının milli kültürlerini ve milli devletlerini yıkmak, onları Almanlaştırmak, onları Alman prens ve baronlarının kölelerine çevirmektir. Böylece işi, Sovyet devletinin yaşayıp yaşamaması, SSC Birliği halklarının hür kalmaları veya esaret altına düşmeleri meselesidir. Sovyet halkının bunu kavrayıp kaygısızlığa son vermesi, kendi kendisini seferber etmesi ve gördüğü bütün işleri düşmana karşı aman bilmeyen yeni, askeri bir esas üzerinde düzene koyması lazımdır.
Sonra, saflarımız içinde, sızlananlara, korkaklara, panik çıkaranlara, kaçaklara yer olmamalı, adamlarımız; savaşta korku nedir bilmemeli ve faşist esaretçilere karşı yapılan anayurdumuzun kurtuluş savaşına fedakârlıkla gitmelidirler. Devletimizi kurucusu Lenin, “Sovyet adamlarının başlıca sıfatları, cesaret, övgü, savaşta korkmazlık, anayurdun düşmanlarına karşı halk ile yan yana çarpışmaya hazır olmalarıdır”, demiştir. Bolşevik’in bu harikulade sıfatları; Kızıl ordumuzun, Kızıl Donanmamızın milyonlarca erlerine, Sovyetler Birliği’nin bütün halklarına mal edilmelidir.
Her şeyi cephenin menfaatlerine ve düşmanı ezmek görevine tabi tutup bütün faaliyetimizi hemen askeri bir yol üzerine geçirmeliyiz. Bütün emekçilere serbest emek ve refah temin etmiş olan Anayurdumuza karşı Alman faşizminin kudurmuş bir kin ve nefret beslediğini Sovyetler Birliği halkları şimdi görmektedirler. Sovyetler Birliği halkları, kendi haklarını ve toprakların düşmana karşı korumalıdırlar.
Kızıl Ordu, Kızıl Donanma ve Sovyetler Birliğinin bütün yurttaşları, Sovyet toprağının her karışını müdafaa etmeli, şehirlerimiz ve köylerimiz uğrunda kanlarının son damlasına kadar çarpışmalı, halkımıza has olan cesaret, inisiyatif ve zekâyı göstermelidirler.
Kızıl Orduya her türlü yardım işini yoluna koymalıyız, Kızıl Ordunun saflarına sık sık takviye işini sağlamalıyız, ona lazım olan her şeyin yetiştirilmesini, asker ve mühimmat taşıyan katarların süratle işlemesini, yaralılara geniş ölçüde yardım işini sağlamalıyız.
Kızıl Ordunun cephe gerisini kuvvetlendirmeliyiz ve bütün işlerimizi bu davanın icaplarına bağlı tutmalı, bütün işletmelerin yüksek tempolarla çalışmalarını sağlamalı, daha fazla tüfek, makineli tüfek, top, fişek, mermi, uçak yapmalıyız; fabrikaların, elektrik istasyonlarının, telefon ve telgraf hatlarının korunmasını teşkilatlandırmalı, hava taarruzlarına karşı mahalli koruma teşkilatlarının işini yoluna koymalıyız.
Cephe gerilerini herhangi bir şekilde bozanlara, kaçaklara, panik saçanlara, şayialar yayanlara karşı amansız bir savaş yürütmeliyiz; casusları, kundakçıları, düşmanın paraşütçülerini imha etmeli ve bütün bu işlere bizim avcı taburlarımıza süratle yardım göstermeliyiz. Düşmanın hain, kurnaz, aldatmakta ve yalan şayialar yaymakta tecrübeli olduğunu göz önünde bulundurmak lazımdır. Bütün bunları hesaplamak ve provokasyonlara kapılmamak lazımdır. Panik çıkarmakla ve ödlekliğiyle müdafaa işine engel olanların kim olursa olsun hepsini, hemen Harp Divanına vermek lazımdır.
Kızıl Ordu geri çekilmek zorunda kaldığı takdirde demir yollarının bütün müteharrik vasıtalarını beraber çekip götürmeli, düşmana tek bir lokomotif, tek bir vagon bırakmamalı, bir tek kilo tahıl, bir tek litre yakacak bile bırakmamalı, kolhozcular bütün hayvanları gerilere doğru sürmeli, tahılı cephe gerisi mıntıkalara göndermek ve orada muhafaza etmek üzere devlete teslim etmelidirler. Renkli madenler, tahıl ve yakacak da dâhil olmak üzere beraber götürülemeyen bütün kıymetli mallar muhakkak yok edilmelidir.
Düşmanın işgal ettiği bölgelerde süvari ve piyade olmak üzere çete müfrezeleri meydana getirmeli; düşman ordusunun kuvvetleriyle savaş için, her yerde ve her bucakta çete savaşını körüklemek için, köprüleri uçurmak, yolları, telgraf ve telefon hatlarını tahrip etmek için, kereste ve ambarları, ağırlık vs. kollarını ateşlemek için sabotaj grupları oluşturulmalı, işgal altına düşen bölgelerde düşmana ve yardakçılarına dayanılmaz şartlar yaratmalı, onları her adımda izlemeli ve yok etmeli, onların bütün tedbirlerini suya düşürmeli.
Faşist Almanya ile yapılan savaş, alelade bir savaş sayılamaz.
Bu savaş aynı zamanda bütün Sovyet halkının Alman faşist ordularına karşı yürüttüğü büyük bir savaştır. Faşist zalimlere karşı bütün halk tarafından yürütülen Anayurt savaşının amacı, yalnız ülkemizin karşısına dikilen tehlikeyi ortadan kaldırmak değil, Alman faşizminin boyunduruğu altında inleyen bütün Avrupa halklarına da yardımdır. Bu kurtuluş savaşında biz tek başımıza kalmayacağız. Bu büyük savaşta Avrupa ve Amerika halkları, bu arada, Hitler’ci elebaşların köleleştirdiği Alman halkı da bizim sadık müttefiklerimiz olacaktır. Anayurdun özgürlüğü uğrundaki savaşımız, Avrupa ve Amerika halklarının bağımsızlıkları uğrundaki, demokratik özgürlükler uğrundaki savaşlarla birleşip kaynaşacaktır. Bu savaş, Hitler’in faşist orduları tarafından gelen esaret ve esaret tehlikesine karşı özgürlükten yana olan halkların tek cephesi olacaktır. Bu nedenle, Büyük Britanya Başbakanı Bay Churcill’in Sovyetler Birliği’ne yardım hakkındaki tarihsel demeci ve ABD hükümetinin ülkemize yardım göstermeye hazır bulunduğuna dair deklarasyonu -ki, bunlar Sovyetler Birliği halklarının yüreklerinde yalnız şükran hisleri uyandırır- tamamıyla anlaşılır ve muhteşemdir.
Yoldaşlar!
Kuvvetlerimiz sayısızdır. Burnu havaya kalkan düşman, buna yakında kanaat getirecektir. Saldırmış olan düşmana karşı Kızıl Orduyla beraber binlerce işçi, kolhozcu, aydın savaşa kalkıyor. Halkımızın milyonlarca kütleleri ayağa kalkacaktır. Moskova ve Leningrad emekçileri, Kızıl Orduya yardım için, binlerce kişilik halk alayları kurmak işine giriştiler. Düşmanın istila tehlikesi karşısında bulunan her şehirde böyle halk alayları kurmalıyız, Alman faşizmine karşı anayurt savaşımızda özgürlüğümüzü, şerefimizi yurdumuzu göğüslerimizi savunmak için bütün emekçileri savaşa kaldırmalıyız.
SSCB halklarının bütün kuvvetlerini çabukça seferber etmek, yurdumuza haince saldırmış olan düşmana karşı koymak için, şimdi devletin bütün iktidarını elinde toplamış olan Devlet Savunma Komitesi kuruldu.
Devlet Savunma Komitesi işine başladı, Kızıl Ordu ve Kızıl Donanmaya fedakârca yardım etmek, düşmanı ezmek, zaferi elde etmek için bütün halkı, Lenin’in partisi etrafında, Sovyet Hükümeti etrafında sımsıkı toplanmaya çağırıyor.
Bütün kuvvetlerimizi, kahraman Kızıl Ordumuzun, şanlı Kızıl Donanmamızın yardımına verelim!
Halkın bütün kuvvetlerini düşmanın ezilmesine verelim!
Zaferimiz uğrunda, ileri!

Haziran 1992

Bizim de babuşkinlerimiz var!

Özgürlük Dünyası’nın son sayısında Lenin’in Babuşkin’in anısına yazdığı yazıyı okudum. Lenin’in o eşsiz dehasının ürünü güçlü ve canlı anlatımıyla birleşen, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin yiğit militanı Babuşkin’in öyküsünü okuyup da etkilenmemek, devrimci bir coşkuya kapılmamak elde mi? Lenin RSDİP’in bir aydınlar partisi olduğunu söyleyenlere işçi komünist Babuşkin’i örnek göstermiştir. Lenin, Babuşkin ve böylesi işçilerin anısını yaşatmak için işçi yoldaşlardan şöyle bir istekte bulunur: “Biz işçi yoldaşlarımızdan, o dönemin mücadelesinin anılarını ve Babuşkin ve 1905 Ayaklanmasında ölen diğer Sosyal Demokrat işçiler üzerinde ek bilgi toplamalarını ve göndermelerini istiyoruz. Böylesi işçilerin hayatı üzerine bir kitap yayınlamak istiyoruz. Böylesi bir kitap, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin şüphecilerine ve küçük düşürücülerine en iyi yapıt olacaktır. Böylesi bir kitap, bu kitaptan, her sınıf bilinçli işçinin nasıl yaşaması ve hareket etmesi gerektiğini öğrenecek genç işçiler için mükemmel bir okuma malzemesi olacaktır.” Lenin’in komünist işçilerin yaşamı üzerine hazırlanacak bir kitabın karşılık vereceği ihtiyaca ve göreceği işleve önemle vurgu yapması bana Özgürlük Dünyası’nın 42. sayısında okuduğum bir duyuruyu anımsattı.
Duyuru ölümünün üzerinden henüz bir yıl geçmişken hepsi de mücadele arkadaşlarınca anısına onlarca şiir, anı ve öykü yazılan İmran Aydın’ın yaşamını konu alan bir kitap hazırlandığını ve kitaba katkı beklenildiğini bildirmekteydi. İmran Aydın devrimci komünizmin inat ve ısrarla yaratmak ve çoğaltmak istediği Leninist militan tipinin rafine bir örneğini oluşturuyor. Lenin’in sözünü ettiği işçilerin komünizm yolunda kendilerini eğitmelerine yardımcı olacak böylesi bir kitaba bugün de ihtiyaç vardır. Gururla bizim de Babuşkin’lerimiz var diyerek böylesi bir çalışmayı sevinçle karşıladığımı söylemek istiyorum. Babuşkin tipi farklı ülkelerde de olsa devrim ve sosyalizme doğru yürünen zorlu mücadele dönemlerinde sıyrılıp gelen ve ortak birtakım özelliklerle donanmış bir militan tipinin simgesi olmuştur.
1971’den bugüne Türkiye Devrimci Hareketi’nin tarihine bakıldığında her kabarış ve düşüş döneminin özelliklerini kendinde cisimlendiren militanlarla karşılaşılır.
Bütün dünyada devrimci bir çalkanma döneminin tarihi olan 1968 ve onu izleyerek 1971’de en olgun haline kavuşan dönem, bu dönemin tüm özelliklerini kendinde toplayan ‘68’in devrimci ortamının doğrudan ürünü olan Deniz’in adıyla birlikte anılır. Deniz ’71 devrimcilerinin hepsini ifade edebilecek bir simgedir.
1975-80 yılları arasında yetişen ve 12 Eylül darbesinin ardından, sehpada devrim türküleri söyleyen militanları anmak için bu dönemin bir kahramanını, 17 yaşında zindanda ve sehpada komünizme ve partiye bağlılığını haykıran Erdal Eren’i anmak yeter.
İmran Aydın da bir dönemin simgesidir. O ilk iki örnekten farklı olarak, büyük kabarış dönemlerini simgelemez. İmran, 12. Eylül’ün karanlık yıllarında, işçi hareketinin bastırıldığı devrimci saflarda büyük bir moral çöküntü ve tasfiyenin yaşandığı bir dönemin; devrimciliğin kimseye zorluk ve fedakârlıktan başka bir şey vaat etmediği bir dönemin devrimci tipidir, devrimci karakterinin biçimlenişinde zorluklarla dolu dönemin özelliklerinden izler vardır.
1907 Rusyası’nda olduğu gibi ’80’ sonrası karanlığı da döneklik ve kararsızlık gösteren, yalpalayan güruh arasından mücevher gibi parlayışlarıyla seçilen sayısız Babuşkin devşirdi. İmran, bunlardan biriydi. Devrimciliği, işçilik yaşamına özümseten İmran Aydın, mücadelesi boyunca tüm enerjisini ve dikkatini bütün Babuşkin’lerin ortak özelliği olduğu gibi, komünizmin davasını ilerletmeye, partinin faaliyetini genişletmeye seferber etti. İç çıraklıktan yetiştiği yer olan Siteler, O’nun sağlam bir örgütçü olarak geliştiği ve faaliyet yürüttüğü temel bölge oldu. Fedakârlık, proletaryanın davasına sonsuz bağlılık ve devrimci cesaret sınıfının erdemleri olarak İmran’ın kişiliğinde somutlanmış, bu özellikler güçlü ve sıcak kitle bağlarıyla pekişmişti.
Lenin, hayatta büyük bir şeyler başarabilmek için coşkulu bir karaktere ve yaşama sevincine sahip olmak gerektiğini söyler. İmran’da da bu coşkun karakter, ağırbaşlı bir kişilik yapısına ve devrime ölesiye tutkun ateşli bir ruha eklenmişti. Babuşkin için “Onu bilenlerin hepsi çalışkanlığı, gevezelikten kaçmışı, derin ve güçlü devrimci ruhu ve davaya ateşli bağlılığı için onu sever ve sayardı” diyor Lenin. Sayılan bütün bu meziyetler Leninist militan tipinin ortak özellikleri… Zamanımızın Babuşkin’lerinden İmran da çok az konuşup ancak devrim için çok iş yapanlardı. Öğretmenliğini, karşısındakine bilgisini ezici bir biçimde hissettirir tarzda değil, birlikte öğreniyormuş duygusu uyandıran bir kolektivizm ruhu aşılayarak yapar, deneylerini Marksizm-Leninizm’in her zaman bir öğrencisi olduğunun bilincinde bir tavrın alçak gönüllüğüyle aktarırdı. Devrimin yüklediği görevleri hemen uygulamakta pek aceleci ve ataktı. O her komünist gibi saatini devrim için işleyecek bir zamana ayarlamış, ertelenmez işleri olan bir Rahmetov, bir Babuşkin’di.
O’nun en önemsiz, hamallık sayılabilecek işlere bile omuz vermesi, partili olmayı ayrıcalık değil, işçilikle birleştiren, bu yüzden de gereksiz hamallık olarak görülmemesi gereken bir kavrayıştan ve çevresindekilere kavratmak isteyişinden kaynaklanıyordu. O’nun sıkça söylediği “az uyuyup, çok okumaya çalışın” sözü genç komünistlerin belleklerinde bir yerlere kazınmıştır.
Diktatörlüğün eline düştüğünde de gündelik işlerini nasıl eksiksiz bir sorumluluk ve işçi disipliniyle yerine getirdiyse, işkencede de komünizm davasına ve partiye karşı görevini; aynı disiplinle ve olağanüstülük aranmaması gereken bir sadelikle direnerek, bir parti işçisine yakışır tarzda yerine getirdi. O, yalnızca sırları saklayan suskun bir komünist değildi; işkencede devrimin ve komünizmin zaferini düşmanın yüzüne haykırırken yine etkin ve değiştirendi.
İmran, yaşamı ve ölümüyle, binlerce işçi ve genç komüniste kendilerini nasıl Leninist militan tipi olarak inşa edeceklerini gösteren canlı bir kişilik olarak yaşıyor.
Bizim Babuşkin’lerimizi de öğrenmek ve anlatmak gerekiyor.
Devrim ve komünizm, zafere kadar bizden daha nice Babuşkin’ler ve onların öyküsünü anlatan nice kitaplar, şiirler yazılmasını ister…

Haziran 1992

“Tsankov’un Kanlı Faşizmi” Üzerine

Bulgar yazar Nikolay Hristozov’un 1969 yılında, “İzsiz Kaybolanlar” adıyla yayınladığı ve Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nca ilk kez 1975 yılında “Tsankov’un Kanlı Faşizmi” adıyla dilimize kazandırdığı bu eser, bir belge-sel-roman niteliğinde. Devrim sonrası Bulgaristanı’nda. 23 Ağustos 1954 başlayan faşizm suçlularının yargılanmasında, sanıklar aleyhinde toplanmış deliller, yazılı-basılı belgeler ve anılardan derlenmiş.

Kitabı okuyan her insanın, Bulgaristan’da 1919-1925 yılları arasında olup bitenlerle, Türkiye’de son 20-25 yıldan, yaşadığımız şu günlere dek olan toplumsal ve siyasal olaylar arasındaki şaşırtıcı benzerlikleri fark etmemesi olanaksız. Askeri Birlik ile Kontrgerilla örgütlenmeleri, benzer provokasyonlar ve demagojik iftira kampanyaları; komünist, devrimci ve demokratların fişlenmeleri, “kardeş kavgasını önleme” gerekçesiyle yapılan askeri darbeler, “Devleti Koruma Yasası” ile SS Kararnamesi ve Terörle Mücadele Yasası, katledilenlerin topluca çukurlara gömülmeleri, devrimci ve yurtsever aydınlara yönelik ‘faili bulunamayan’ siyasi cinayetler, para-militer faşist çetelerin halka ve önderlerine yönelik silahlı saldırıları, işkenceler ve “kaybolanlar”; “intihar etti”, “kaçarken vuruldu” denilerek işlenen cinayetler, Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinin göstermelik yargılamalarla devrimcilere ve yurtseverlere verdiği ağır cezalar, idam sehpalarının kurulması, cezaevlerindeki devrimci tutsakların onurların ve devrimci niteliklerini koruma amaçlı açlık grevleri, uluslararası komünist, devrimci-demokrat ve aydınların, enternasyonalist proletaryanın beyaz terör altındaki emekçi halka sıcak destekleri, ülkedeki insan hakları, ihlallerini soruşturmak için oluşturulan uluslararası komitelerin inceleme gezileri, parlamentoda “aykırı” seslerin ırkçı ve şovence saldırılarla susturulması vb. ile bizzat yaşayarak tanık olduğumuz Türkiye gerçeği ile olan benzerlikler, bu eserin çekiciliğini bizler için daha da arttırmaktadır. Katliamlarla sindirilmeye çalışılan bir halkın, onca yetenekli ve fedakâr evladını yitirmesine karşın nasıl da devrimi gerçekleştirebildiğini öğretmesi bakımından da mutlaka okunması gereken bir eser. Ne yazık ki, şu an piyasada bulunmayan bu kitabın yeniden basılması, halkların ortak kaderi ve özgürlük mücadelesinin tarihsel bir zorunluluk olarak toplumları götüreceği evreyi kavratmak açısından da yararlı olacaktır. Bu nedenle kitabın bir özetini vermek ama bunu da yazarın bir deyişiyle başlatmayı uygun buluyorum: “Bir halkın tarihinin karanlık sayfalan, söndürülmek istenen aydınlığın gücüne tanıklık eden kanıttan başka bir şey değildir.”
1954 yılındaki yargılamada; Tsankov Hümeti’nin Savaş Bakanı emekli general İvan Vılkov, emekli general Dimitır Pırkov, otomobil yedek parça tüccarı Aleksandır Petroviç, emekli subaylar, işkenceci polisler, yarı-askeri faşist çetelerin unsurları vb.leri sanık sandalyesinde oturuyorlardı. Bunlar, bir dönemin mağrur yöneticileri, “kurtarıcılar” ve savunmasız insanların boyunlarına doladıkları halatla ‘Bulgaristan’ın aydınlık geleceğini boğmaya çalışan karşı-devrimcilerdi. Tanıklar ise yalnızca o faşist kırımda sağ kalabilmeyi başarabilmiş mağdurlar değil, kurbanlardan arta kalan diş protezleri, cam gözler, sigara tabakaları, alyans yüzükler ve kol düğmeleri gibi kişisel sağlık ve kullanım araçlarıydı. Cellâtların cinayetlerini işlerken güvendikleri üç suç ortağı vardı. İlki, gecenin karanlığı; ikincisi sessiz toprak ve üçüncüsü de geçecek olan zamandı. Ama halkın belleğindeki izleri silmenin olanağı var mı? İşte 1923 ve 1925 katliamlarının suçluları, bir zamanlar idama yolladıkları emekçi Bulgaristan halkının yiğit evlatlarının oturduğu sanık sandalyesindeler.
Bugün NATO üyesi birçok ülke ve Güney Amerika’dan Güney-Asya ülkelerine dek çeşitli biçimlerde şekillendirilmiş kontrgerilla tipi örgütlere de ilham kaynağı olan Askeri Birlik, 1919 yılında Vılkov, Rusev, Lazarov ve Damyan Velçev’in Merkez Yöneticiliğinde gizli militer bir örgüt olarak kurulmuştu. Görevi; komünistlere ve Bulgar Halk Çiftçi Birliği Partisi üyelerine karşı savaşımdı. Askeri Birlik’in kararlarını uygulayan ise Üçüncü Seksiyon adı altında yine subaylardan oluşturulan operatif bir örgüttü.
9 Haziran 1923’de Çar Boris’in onayı ile Askeri Birliğin gerçekleştirdiği bir darbe sonunda Stramboliski Hükümeti devrildi. Darbe sonrası, faşist Demokratiçeski Sgovor (Demokratik Birlik) Partisi, Tsankov’un başkanlığında hükümeti oluşturdu.
Fakat devrim dalgası kabarmakta, sağduyunun zamansız ve hazırlıksız olduğundan kuşku duymayacağı bir savaş anı hızla yaklaşmaktadır. Nitekim 1923’ün Eylülü’nde ayaklanma başlar. Barındırdığı eksiklikler, hatalar nedeniyle binlerce emekçinin kırımı ve yenilgiyle sonuçlanır. Eylül Ayaklanmasında isyancıları baltayla doğrayan, süngülerle delik deşik ederek öldüren ve kurbanlarının” para ve kıymetli eşyalarına el koyan, birbirlerine “bulut” diyen ve “koca bulut” olarak adlandırdıkları “voyvoda” Veliçko amcanın (Veliçko Velyanov) önderliğindeki UMRO (Makedonya İç Devrim Örgütü) adlı faşist çete, katliamda Askeri Birlik’in en iyi yardımcısı konumundadır.
Emekli General Dimitır Pırkov, 1954 yargılanmasında cinayetlerinden örnekler verirken, Kostenets Garı’nda ele geçirdikleri komünistleri hemen orada katlettikleri ve garnizon komutanına telefonla raporunu verip,
“…artık her tarafın huzur ve sükûna kavuştuğunu bildirdim”  demektedir. Faşist katillerin dillerine pelesenk ettikleri “huzur” ve “sükûn”un; muhalifleri yok etmek, aykırı sesleri kesmek ve boyun eğen, edilgen bir halk yaratmak anlamına geldiği açıkça görülmektedir.
Eylül Ayaklanması yıkıntıları ardından halk, gözlerini daha geniş bir ayaklanma ve devrim ufkuna çevrilmişti. Gelişmeler, bu ayaklanmanın her gün biraz daha yaklaştığını göstermektedir. Siyasi iktidar, ya bu tehlikeli gidişle yıkılacak ya da acımasız bir terörle ayakta kalmaya çalışacaktı.
14 Haziran 1924’de Çiftçi Birliği milletvekili Petko D. Potkov, Narodno Sabraniye’de (Milet Meclisi’nde), faşist Sgovor Hükümeti’ni, polisi ve gizli faşist katliam örgütünü suçladı. Bakanlar Kurulu’nun oturduğu yeri göstererek; “İşte gizli eylemciler! Katiller ve gizli örgütçüler bakanlar masasında oturuyorlar” diyordu. Bunlar, Petkov’un parlamentoda söylediği son sözlerdi. Petkov aynı gün Üçüncü Seksiyon katillerinden teğmen Radev ve polis ajanı Karkalaşev tarafından sokakta kurşunlanarak öldürüldü.
Aynı sözler, katledildiğinin ertesi günü yine parlamentoda, bu kez komünist milletvekili Todor Straşimirov tarafından söylendi. O, kürsüden, hükümet bakanlarını göstererek şöyle diyordu:
“İşte Petkov’un katilleri! Oturuma onlarda katılıyorlar!”
Petko D. Petkov, Sofya sokaklarında kurşunlanarak öldürülen 4, milletvekiliydi. Failler gene “bulunamamış”!
Benzer faşist cinayetler, o sıralarda, Mussolini İtalyası’nda da uygulanmaktaydı. 1924 yılı ilkbaharında, Unitar (Birleşik) Sosyalist Partisi Genel Sekreteri ve milletvekili Mateoti de bir arabada öldürülmüştü. İtalya ayaklanıp devrimi andıran bir görünüm ortaya çıkınca, Mussolini bir demagojik manevra olarak faşist partisinin Genel Sekreterliğinden bile istifa etmişti. Ama Bulgar faşistlerinin, devrim ateşini söndürebilmek için daha fazla kan dökmek, faşist zorbalığı ve cinayetleri arttırmaktan başka seçenekleri yoktu, Çünkü daha birkaç ay önce ayaklanmaya girişmiş bir halk vardı karşılarında. Yasadışı ilan edilmiş Komünist Partisi’ni çökertebilmek için yöneticilerinden birini ele geçirip konuşturmaları gerekiyordu. Merkez Komitesi üyesi Vılço İvanov’un evi tespit edilip ele geçirildi ve baş eğmez tavrını sürdürdüğü için işkencede katledildi. Cenaze törenine katılmaları yasaklanmış olan Sofya işçileri, cenazenin geçeceği tüm yolların iki yanına işi durdurarak çıkıp, kordon halinde dizildiler. İşçi sınıfının bu baş eğmez evladı, kıvılcımlar saçan kızgın bakışların ırmağı üzerinde son yolculuğunu yaptı.
Faşist cinayetleri teşhir eden az sayıdaki gazeteciler arasında yer alan Yosif Herbst, EK ve ABV gazetelerinde, yöneticileri açıktan suçluyordu. Birçok gazete ise ya suskunluğunu sürdürüyor ya da adi bir olaya indirgiyordu. Hâlbuki Marks, Basın Özgürlüğü Üzerine adlı makalesinde şöyle demektedir:
“Basının başlıca özgürlüğü, bir ticaret olmayışında yatar. Basını maddi bir araç durumuna düşüren yazar, bu iç özgürlüksüzlük için ceza olarak dış özgürlüksüzlüğü, sansürü hak eder. Ya da daha doğrusu sonunda kendi cezasını kendi bulur.”
Tek cephe yanlısı komünist ve Çiftçi Birliği milletvekillerinin siyasi cinayetlerden, faşist Sgovor hükümetini sorumlu tutup teşhir etmeleri üzerine, İçişleri Bakanı Rusev, onlara haykırarak, “Ama biz kafalarınızı ezmek için hiçbir önlemden geri durmayacağız. Kafalarınızı ezeceğiz”  diyordu. Nitekim komünist milletvekili Todor Straşimirov da sokakta kurşunlanarak öldürüldü.
Hükümet, bu cinayetin, komünistlerin kendi aralarında çıkan çelişki nedeniyle yine komünistlerce işlendiği iftirasını ortaya atınca, gerici basın da bu yalanı yaygınlaştırmayı görev bildi.
1925 yılında, Başbakan Tsankov ve Savaş Bakanı Vılkov, yaptıkları gizli toplantıda, “devleti ve yasal hükümeti devirmeye kalkışanlara karşı savaşımın sürdürülmesi için, Askeri Birliğin hazırladığı gizli planı incelediler. Vılkov, askeri garnizon ve birliklerin komutanlarına gönderilecek çok gizli emrin taslağını sundu:
“Garnizon komutanları kentlerde devlet organlarıyla ilişki kuracak ve onlarla birlikte kuşkulu kişilerin listesini hazırlayacaklar. Belirli bir anda, merkezden vereceğimiz emir üzerine bunların yok edilmesine başlanacak…”
Tsankov, planı onaylamakla birlikte eksik bulmuş ve planı etkili kılabilmek için şu eklemeleri yapmayı gerekli görmüştü:
“Generalim, senin komutanlara doğrudan ve açık emirler vermek gerek! Şöyle yapacaksın: En yürekli ve en akıllı kişilerin yani halkın ruh haline en çok etki yapabilenlerin listeleri hazırlansın. Bu kategoriye, her şeyden önce aydınların girdiğini kesinlikle kaydedeceksin. Aydınlar denince kimlerin kastedildiğini de senin komutanlar şıp diye anlayacaklar.” İlginçtir ki, Türkiye’de de bir milyonun üzerinde insan fişlenmiş durumdadır.
Emrin, polis ve askeri yetkililere ulaştırılmasıyla birlikte şöyle yapacaksın: En yürekli ve en akıllı kişileri izleyerek ve ihbarlarla, akıl almaz bir hızla dosyalar doldurulmaya başlandı. Bunlar, yakında katledilecek olanların listeleriydi.
Bulgaristan üzerinde kara bulutlar yoğunlaştı. Takipler, ev baskınları ve siyasi cinayetler arttırıldı. Katledilenlerin arasında Komünist Partisi’nin Merkez Komite Askeri yöneticilerinden Elena Giçeva ve yine M.K. yardımcılarından ve Georgi Dimitrov’un kardeşi Todor Dimitrov da yer aldılar.
6 Mart 1925 Meclis’te, Devleti Koruma Yasası’nda değişiklikler ve tamamlamalar yapıldı. İşlenen cinayetlere ve faşist devlet terörüne yasallık kazandırmak için bu gerekliydi. Yasaya göre, “söz, ya da sanatsal ya da başka basılı eserler yoluyla, halkın tek sınıf ya da katmanlarında nefret uyandıran, suç işlemeye iten ve böylece ülkedeki hukuk düzenini tehlikeye düşüren” herkesin ağır cezalarla cezalandırılmasını öngörüyordu. 12 Nisan 1991’de onaylanarak yürürlüğe giren Terörle Mücadele Yasası’nın, aynı amaçlı olmakla birlikte çok daha kapsamlı olması, bu yöndeki “tecrübe birikimi’nin bir sonucu olsa gerek.
“Devleti Koruma Yasasının parlamentodaki oylamasından önce verilen arada, biraz hava almak için sokağa çıkan komünist milletvekili Haralambi Stoyanov da aniden şakağına dayanan tabancanın ölüm kusan mermileri ile yaşamını yitirdi ve her zaman olduğu gibi failler bulunamadı.” Aynı sıralarda Parlamentoda, içişleri Bakanı Rusev, “asayiş ve huzurdan” söz etmekteydi. Ardından, “Devleti Koruma Yasası” onaylanarak yürürlüğe girdi.
Faşist kıyım için “beklenen an”ı yakınlaştırma amaçlı provokasyonlar örgütlenmeye başlandı. Sofya’daki Altıncı Piyade Alayı kışlasına düzmece bir saldırı düzenlenecek ve bu olay komünistlere yüklenecekti. Bulgaristan’ın Führer ‘i olmaya aday Vılkov’un bu provokasyon planı, 8 yıl sonra Alman Führer’i Adolf Hitler tarafından Reichstag’ın (Alman Parlamentosu) yaktırılarak suçun komünistlere yıkılması ile yaşama geçti.
Fakat Bulgaristan’da bu provokasyona gerek kalmadan “beklenen an”, Çar Boris’e Arabakonak Geçidi’nde yapılan suikastla geldi. Hatalı bir eylem olarak Çar’ın rehin alınması amacıyla kurulan pusu başarısızlıkla sonuçlandı ama 14 Nisan’daki bu olay saldırı kampanyasının kıvılcımı oldu. Olay Komünist ve Çiftçi Birliği partilerinin ortak eylemi olarak lanse edildi.
Bu olayın şaşkınlığı geçmeden, 15 Nisan’da, Sofya Sgovor Örgütü başkanı emekli general Georgiev öldürüldü. Hükümet, ordu ve polis ayağa kalktı. Yine suçlananlar Komünist Parti ve Çiftçiler oldu, “olağanüstü karşı önlemler” alınması kararlaştırıldı.
16 Nisan’da hükümet ve ordunun ileri gelen unsurlarının Sveta Nedelya Kilisesi’nde Georgiev’in cenaze ayini için toplandıklarında ateşlenen fitil, yalnızca bombayı patlatmakla kalmadı, faşist katliam fitilini de tutuşturdu. Sıkıyönetim ilan edildi.
Korkunç Nisan gecelerinin ilki çöktü Bulgaristan üzerine. Önceden belirlenmiş komünist, çiftçi üyeleri, aydın ve yurtseverlerin evleri tek tek basıldı. Polis müdürlükleri, karakollar, askeri birlikler, okullar gözaltına alınan on binlerce insanla doldu. Gidenlerin çok azı geri döndü. Yağlı ipler kurbanların boynuna ıslık çalarak dolanıp, iki ucundan katillerce çekiliyor, kimileri barakalarda süngüleniyor, kimileri ise kent dışına çıkarılıp kurşuna diziliyor ve topluca açılan çukurlara gömülüyorlardı. Bulgaristan halkının çalışkan, fedakâr ve yetenekli onca güzel insanı beşer beşer, onar onar katlediliyor; eşler, kardeşler, çocuklar acı, keder ve endişenin o derin karanlığında sevdikleri için gözyaşlarına boğuluyorlardı. Geo Milev, Hristo Yasenov, Sergey Rumyantsev, Georgi Şeytanov gibi Bulgaristan halkının yetiştirdiği en yetenekli ozanlar; Vasil Ivanov gibi doktorlar, Boris Baev gibi avukatlar; Yosif Herbst, Dinol Dinkov, İvan Minkov gibi gazeteciler; Spas Vuçkov gibi köylü önderleri, sendikacı ve işçi önderleri, öğretmenler, öğretim üyesi profesörler, mühendisler vb.leri “izsiz kaybolanlar” listesine eklendiler. Şurada burada sel sularının aşındırdığı toprak altından Bulgaristan halkının namuslu ve yiğit evlatlarının cesetleri çıkıyordu. İster istemez Siirt’in Kasaplar Deresi’nde ortaya çıkarılan toplu mezarla benzerlikler düşüyor akla.
O en yetenekli, en yürekli, halkın pırıl pırıl politik önderleri ve aydınlarını birbiri ardınca yaşamdan koparan faşist cellâtlar için yazar Hristozov şu doğru tespitte bulunuyor:
“Sanırım, ölüm ipini iki yandan çekerlerken, bunlar gerçekte, kanlarında ölümsüzlüğü taşımakta olanları öldürmüş olmuyorlardı. Bunlar kendilerini, kendi vicdanlarını, insana özgü neleri varsa hepsini, kendi elleriyle öldürüyorlardı. Kaslarının her hareketi, her gerilimiyle, kanlarında kim bilir ne kadarcık kalmış olan insancıllığın son damlaları da ölüp gidiyordu.”
Bu faşist katliam hareketine en büyük “bulut” Vanço Mikaylov önderliğindeki Vırhovist VMRO faşist örgütü ile “Kubrat” ve “Rodna Zaştita” (Vatan Savunusu) adlı faşist çeteler de katılmakta, kurbanlarını çizmelerine dek soyup içki ve âlemlerle kirli ruhlarını bedenleriyle birlikte uyuşturmaktaydılar.
1925 yılı yaz aylarında faşist Tsankov-Vılkov hükümeti, gittikçe sıklaşan suçlama ve saldırılara hedef oldu. Nisan ayında oluşan ürküntü, yerini yavaş yavaş canlanan protesto hareketlerine bıraktı. Hükümet aleyhine güçlenen kamuoyu, faşistlerin arasında da çatlakların oluşmasına yol açtı. Tsankov, “Hükümet, bir kardeş boğazlaşması savaşında düşen kötü yüreklilerin ailelerine yardım etmeye gereken önemi gösterecektir…” diyerek, halkın ileri unsurlarına yönelik faşist katliam hareketini, daha sonra çeşitli ülkelerde faşist darbecilerin de sık sık kullanacağı “kardeş boğazlaşması” demagojik gerekçesiyle haklılık kazandırmaya çalıştı. 12 Eylül Askeri faşist darbesinde de cunta, darbenin amacını “kardeş kavgası”nı önleme olarak açıklıyordu.
Bulgaristan’da yükselen hoşnutsuzluk sesleri ve protesto eylemlerinin, yanı sıra, birçok ülkede de protesto hareketleri ve kurbanların ailelerine yardım faaliyetleri yoğunlaştı.
16 Mayıs 1925’te tüm Sovyet ülkesi kara bayraklara bürünmüş, Bulgaristan’da faşist terör kurbanlarını anma günü ilan edilmişti. Moskova, Leningrad ve birçok Sovyet kentinde işçiler protesto mitingleri düzenliyor, Moskova’daki Batılı devletlerin elçiliklerine, hükümetlerinin Bulgaristan’daki katliamlara sessiz kaldıkları için protesto mektupları bırakıyorlardı. Kurbanların ailelerine yardım olarak 350 bin rubleden fazla para toplanmıştı.
Anatole France, “Siz hâlâ delirmediniz mi, bay profesör?” diyerek Avrupa’nın yürekli aydınları ağzından Tsankov’a sesleniyordu.
Sekiz yıl sonra NAZİ faşistlerince önce milletvekilliğinden atılıp tutuklanan ve sonra da toplama kampında ölecek olan komünist önder Ernst Thelman. “Bulgaristanlı kardeşlerimize yardım edelim… Devrim boğazlanmıştır! Burjuvazi bayram ediyor. Devrim boğazlandığı içindir ki, ölüm cezaları veriyorlar ve Bulgaristan ‘da binlerce insanı yok ediyorlar…
“Bütün bunların yanıtı; fabrikaların, sendikaların, işçilerin yanıtı; düşünsel davamızda ileri sürdüğümüz yanıttır. Devrim yaşıyor!
“Devrim, bütün sömürülenlerin ve ezilenlerin savaş bayrağında yaşıyor!” diye yazıp kitlesel protestolara çağırıyordu. Nitekim Almanya’nın Duesseldorf, Köln, Dresden gibi birçok şehrinden on binlerin katıldığı protesto toplantı ve gösterileri düzenlendi. 20 bin işçi Bulgar elçiliği önüne yığıldı. Romanya, Çekoslovakya, İngiltere, Fransa, ABD, Avusturya, Belçika gibi ülkelerde işçiler, emekçi köylüler, öğrenciler, aydınlar protesto gösterileri düzenledi. Bulgaristan’daki faşist devlet terörünün kurbanlarının aileleri ile Bulgaristan zindanlarında zincire vurulmuş, dayak atılan, açlıktan takatsiz düşen ama onurlarını kahramanca koruyan devrimci tutsakların başlattığı açlık grevine destek ve dayanışmada bulunmak için yardım komiteleri oluşturuldu. Hükümetlerini zorlayarak Bulgaristan’a heyetler göndertilip incelemelerde bulunulmasını sağladılar.
Maksim Gorki, Anatole France, Henri Barbusse, Romain Rolland, George Duhamel, Paul Louis gibi ünlü yazarlar, Albert Einstein gibi bilim adamları, Daniel Renu, Karl Maus gibi ünlü gazeteciler, hukukçular, parlamenterler toplanarak, yürüyüşler düzenliyor, faşist Bulgaristan yönetiminin tecridini sağlıyorlar, komiteler oluşturup Bulgar halkı ve devrimcileriyle kardeşçe dayanışmayı gerçekleştiriyorlardı. Oluşan yüce kardeşlik dayanışması, belki de daha sonra yaratılacak olan “Faşizme ve Savaşa Karşı Birleşik Cephe”nin ilham kaynağı olacaktı.
12 Eylül faşist darbesi ardından cezaevlerinden yükselen direniş bayraklarının yarattığı uluslararası destek, kurulan dayanışma komiteleri, sanki benzer bir sürecin yaşandığını düşündürmekte bizlere.
Sonuçta galebe çalan emekçi Bulgaristan halkı oldu. Faşist diktatörlüğün ve ardından da NAZİ işgal ordularının dizginlenmemiş terörü, toplu katliamlar, işkenceler ve idamlara karşın komünistlerin önderliğinde yükselen direniş ve halkın silahlı ayaklanması, faşist diktatörlükle birlikte işgal ordularını da silip süpürmüş; devrim bayrağı Bulgaristan burçlarına dikilmiştir. Yazar şu sözleriyle tarihsel bir gerçeği, tüm ezilen halklar için geçerli olan gerçeği dile getiriyordu:
“Geçen yüzyıllara özgü bağnaz kıyıcılığa dönüş, geleceğe yönelik olan ve önüne geçilmek istenen coşku, atılımın ne kadar güçlü olduğunu kanıtlar.”

Haziran 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑