Son birkaç ay içinde, diktatörlüğün tüm resmi ve sivil temsilcileri, tüm devlet kurumları ve tekelci burjuva basını, “terör” ve “bölücü terör” üzerine sürdürdükleri propagandanın dozunu iyice arttırdılar. Kürt halkına karşı sürdürülen ırkçı-şoven propaganda sonucu, Genel Kurmay, hükümet, burjuva partileri ve sendika ağaları işbirliği çerçevesinde, gericilik, henüz cılız da olsa bir destek sağladı ve “ulusal mutabakat” çığlıklarıyla, saldırılarını pervasız bir biçimde sürdürüyor. Burjuvazi ve diktatörlüğün, Kürt sorununa ilgi duyulmasını ve Kürt halkının haklarının savunulmasını “ülkenin ve milletin bölünmesi” olarak göstermesi, özellikle Türk ulusundan işçi ve emekçileri belli oranda etkiliyor.
Türk egemen sınıflarının, burjuvazi ve diktatörlüğün, burjuva partileri ve hükümetin sürdürdüğü “bölücü terör” propagandasının hedeflerinin doğru kavranması; işçi sınıfı ve emekçi halk hareketinin, burjuvazinin barikatlarını aşması için oldukça önemlidir ve bunun için de Kürt sorununa biraz geriye dönerek, Türk devletinin kuruluş yıllarından başlayarak bakmak gerekiyor. (1)
Bilindiği gibi, “Kürt sorunu”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan bu yana, Türkiye egemen sınıflarını zora sokan belli başlı ve denebilir ki, birincil önemde bir sorun olageldi. Daha “cumhuriyet” ilan edilmezden önce, 1921’de Koçgiri’de, ilk Kürt ayaklanması görüldü. Kürtler, “Türklerin bu düşkün zamanında” ayaklanmanın doğru olup olmadığını tartışma gereği duydular ve M. Kemal’le, Kürt halkının haklarının tanınması için çeşitli görüşmeler yaptılar. M. Kemal ve arkadaşlarının, izlediği Kürt politikası sonucu, Kürt isyanları bundan sonra da devam etti. Kürdistan’ın değişik bölgelerinde kısmi ayaklanmalar baş gösterdi. 1925’te Şeyh Sait’in başını çektiği ve dini motiflerle karışık ulusal istemler etrafında gelişen isyan, ilki 1927’de, ikincisi 1930’da patlak veren Ağrı isyanı izledi. 1936’da ilk kıvılcımları görülen Dersim isyanı 1938’de, önceki isyanlarla kıyaslanmayacak ölçüde geniş katliamlarla bastırıldı.
Kürt isyanlarının hepsi kanla bastırılarak, isyanların başını çekenler idam edildi. 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu ve 1934’te Mecbur-i İskân kanunu çıkarılarak, Kürtlerin batı illerine toplu sürgünleri gerçekleştirildi. Bu sürgünler sırasında binlerce çocuk, kadın ve yaşlı Kürt, işkence, açlık ve hastalık sonucu yollarda öldü. Sürgün edilenlerin, aynı aile bireyleri de dâhil, sürüldükleri alanlarda bir arada oturmaları bile yasaklandı. (2)
Kürtler ne istiyordu, neden Türk Kurtuluş Savaşı sırası ya da sonrasında isyan ediyorlardı? Neden “bölücülük” suçlaması, başkalarına değil de Kürtlere yöneltiliyordu? Bu sorulara verilecek cevap, sorunun aydınlanması açısından önemlidir.
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN YIKILIŞ SÜRECİ VE ULUSAL HAREKETLER:
Bilindiği gibi, Osmanlı devleti, çok sayıda milliyetin bir arada tutulduğu askeri feodal bir imparatorluktu. Kapitalizmin çok daha önce geliştiği Fransa gibi ülkelerle, on altıncı yüzyıldan itibaren ticari-siyasi ilişkilere sahip olmasına rağmen, kapitalist gelişme, Osmanlı açısından imparatorluğunun dağılma ve çökme dönemine denk düştü. Daha doğrusu kapitalist gelişmenin etkisiyle, imparatorluk bünyesindeki halkların saflarında, ulusal duygu ve düşünceler boy verdi ve bu temelde ulusal devletler kurmaya yönelik eylemler başladı. İmparatorluk, Kuzey Afrika’dan, Batı Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir alanda egemenlik sürdürüyordu. İmparatorluk topraklarının bir kısmı, padişaha vergi ve asker veren ve belli bir özerkliğe sahip beylerin yönetimindeydi; bağlı beylikler biçiminde yönetiliyordu. Kürdistan’ın geniş bölgeleri de bu statüdeydi. Osmanlı padişahları at sırtında ve kılıç zoruyla Viyana kapılarına kadar dayanmışlardı.
1789 Fransız burjuva devriminin etkileri, gecikmiş bir biçimde de olsa imparatorluğa bağlı topraklara dek yayıldı. Osmanlı, girdiği savaşlarda elde tuttuğu toprakların bir bölümünü rakiplerine kaptırarak kaybetti. Yıkılış dönemi sürecinde Yunanlılar, Bulgarlar, Arnavutlar vb. kendi ulusal devletlerini kurmak için ayaklandılar. Balkan Savaşı sonunda bu ülkeler, imparatorluktan koparak, kendi devletlerini kurdular. 1912-14 Balkan Savaşı ve ardından gelen Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Almanya’nın yanında savaşa katılan Osmanlı padişahı, alınan yenilginin de etkisiyle tahtını bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Ulusal devlet kurma ve kendi haklarına sahip çıkma eğilimi Kürtler arasında da gelişiyordu. Kürtler, diğer halkların yaptığı gibi, kendi bağımsız siyasal devletlerini kurmak istiyorlardı. Ancak, tam da bu sırada imparatorluk toprakları emperyalistlerce işgal edilmeye başlandı. Kürtler, Türklerle birlikte emperyalist işgal güçlerini kovmak amacıyla savaşa giriştiler. Diğer cephelerde savaştıkları gibi, Urfa, Maraş, Antep ve Adana’nın savunulmasında Fransız emperyalistlerine karşı başarılı bir mücadele yürüttüler.
M. Kemal’in başında bulunduğu Kemalistler; esasen çete savaşı biçiminde, işgal güçlerine karşı, halkın başlatmış bulunduğu direnişin üzerine oturdular. Ordu geleneğinin verdiği deneyle hareketin başına geçtiler. Kurtuluş Savaşını “Türk ve Kürtlerin savaşı” ilan eden M. Kemal, Kürt aşiret ağalarını işbirliğine çağırdı. Ermeni-Kürt çelişkisini işlemeye özel bir önem veriyordu. Erzurum ve Sivas Kongrelerine Kürtler de katıldılar. Erzurum Kongresinin 54 delegesi Kürt’tü. 1919’da M. Kemal, Koçgiri aşireti reisi Mustafa Paşa ve oğlu Alişan Bey’le de görüştü. Alişan Bey, “Konfedere bir Kurdistan” talebiyle birlikte, işbirliği yapabileceklerini belirtiyordu. Ancak gelişmeler hızlıydı ve 13 Şubat 1921’de Koçgiri’de çatışmalar ayaklanmaya dönüştü. Ayaklanma 17 Haziran 1921’de bastırıldı.
M. Kemal, kurulacak devlet içinde, Kürtlerin ve Türklerin, eşit haklara sahip olacaklarını özel olarak vurgulama ihtiyacı duyuyordu. O, verilen savaşı; “Bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davası” olarak niteliyor, kurtuluş mücadelesinin yalnızca Türkler için değil, Kürtler, Çerkezler vb. için de verildiğini belirtiyordu. 1920’de, Mecliste “Kürsüde konuşma hakkı iki millete aittir; Türkler ve Kürtler” diyebiliyordu. Yine 16 Ocak 1923’te TBMM’nin “hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahibi salahiyet milletvekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhit etmiştir (birleştirmiştir)” diyen de oydu. Yine Lozan görüşmelerine katılan Türk heyetinin başkanı İnönü, kendilerinin görüşmelere “Türk ve Kürtlerin temsilcileri olarak katıldıklarını” ilan ediyor ve böylece İngiliz ve Fransızları sıkıştırmaya, onlara karşı pazarlık gücünü artırmaya çalışıyordu. M. Kemal, 1920’de yaptığı bir başka konuşmada ise; İslam dininin birleştirici özelliğinden yararlanmaya çalışıyor ve şöyle diyordu: “Binaenaleyh muhafaza ve müdafaasıyla iştigal ettiğimiz millet bitabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif anasır-ı İslamiyeden mürekkeptir. Bu mecmuayı (bütünü) teşkil eden unsuru-u İslami bizim kardeşimizdir… Vatandaşlar yekdiğerine hürmeti mütekabile ile riayetkârdırlar ve yekdiğerinin her türlü hukukuna, ırki, içtimai ve coğrafi hukukuna daima riayetkâr olduğunu tekrarla teyit ettik.”
Kürtlerin haklarından, bu haklara saygıdan, kurulacak devletin iki ulusa eşit haklar sağlayacağına dair vaatlerden söz eden bu konuşmalar elbette samimi değildi. Pratik bunu çok iyi gösterdi. Uygulama, tam tersi oldu ve Cumhuriyet ilanıyla birlikte bir daha Kürtlerin haklarından ve varlığından söz edilmez oldu. 1924 Anayasası’nın gerekçesinde “Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka bir millet tanımaz” deniliyordu. Artık, Türklüğün “tüm ırkları bir araya getirme kabiliyeti”nden söz ediliyordu.
Amaca ulaşılmıştı. Ulusallık talep eden, haklarına sahip olma isteklerini dile getiren Kürtlerin üzerine artık asker gönderiliyordu. Savaşın sona ermesi ve yeni devletin kurulmasıyla birlikte, Kürt halkına yönelik askeri baskı ve saldırıların yanı sıra, “Misak-ı milli” içindeki topraklarda yaşayanların Türk olduğu propagandası da giderek ağırlık kazandı. Türk devletinin; ülkesi içinde, Türk’ten başka millet tanımadığı resmen ilan edildi. İslam dininin devlet içindeki tüm ırkları, ulusları bir tek Türk ulusu halinde birleştirdiği iddia ediliyordu. (3)
Kürtler, Kemalistlerin, bu ikiyüzlü manevralarına ve Kürt ulusal varlığı ve haklarını inkârdan gelme tutumuna, isyan hazırlıklarına girişerek cevap verdiler. Daha önce, imparatorluktan ayrılanların, ulusal devletler oluşturmaları, Kürt ulusal güçleri arasında da, bağımsız siyasal devlet kurma eğilimini güçlendiriyordu. Eğitim görmüş Kürt gençleri, ulusal istemler etrafında, çeşitli dernek ve örgütler bünyesinde bir araya geliyorlardı. Çeşitli Kürtçe dergi ve gazeteler çıkarılmaya başlanmıştı. 1917 Ekim sosyalist devriminin, ulusların kaderlerini tayin hakkının kayıtsız-şartsız tanındığını ilan etmesi ve ulusal kurtuluş savaşlarının Doğu Avrupa ve Asya’da gelişmesi Kürt toplumunu etkileyen olgular arasındaydı. Bütün bunlar, Kürt halkı içinde haksızlık ve eşitsizliklere karşı düşüncelerin etkili olmasına ve bağımsızlıkçı eylemlerin destek görmesine yol açtı. Kürtçe dergi ve gazetelerin etrafında bir araya gelen Kürt aydınlarının bir kısmı, Kürdistan’ın bağımsızlığı düşüncesiyle halk arasında faaliyeti genişlettiler. Bunların bir kısmı, sonraki isyanlarda etkin rol oynadılar.
Kemalistler, cumhuriyet ilanıyla birlikte, sınıf konumlarına uygun bir tutumla, genelde işçi ve emekçilere karşı; ama özel olarak, ulusal hak talebinde bulunan Kürtlere yönelik baskı ve saldırılarını artırdılar. Kurtuluş Savaşı sırasında, siyasal faydacılığı (pragmatizm) taktik bir ustalıkla uygulayan Kemalistler, bir yandan emperyalistlerle “arayı hoş tutmaya”, onlarla ilişkileri geliştirmeye soyunurken, öte yandan, “Lenin yoldaş” hitabıyla başlayan mektuplarla, Bolşeviklerin desteğini sağlamaya çalışıyorlardı. İçerde dedin adamlarına, halife sultana, Kürt aşiret ağalarına “saygılar sunarak” desteklerini sağlamaya çalıştılar. Aynı siyasal kurnazlığın devamı olarak, Kürt halkına yönelik sürdürdükleri katliamları, “Köylülere baskı yapan aşiret reisi ve toprak ağalarının cezalandırılması” olarak gösterdiler. Doğrusu, bunda başarılı da oldular.
AYAKLANMALARIN KANLA BASTIRILMASI VE KÜRT VARLIĞININ İNKÂRI POLİTİKASI
Türk egemen sınıfları, Kürt ayaklanmalarını geniş katliamlara girişerek bastırdılar. Kürt halkı, on binlerce insanın kaybı pahasına köleliğe karşı savaştı, büyük fedakârlıklara katlandı. Ancak Kürt isyanları, nispeten kolayca bastırıldı. Bunun başta gelen nedenlerinden biri, Kürt ulusal hareketinin, Kürdistan’ın geri toplumsal yapısından kaynaklanan zaafları önemli oranda taşıyor olmasıydı. Kapitalizm Kürdistan’da, henüz önemli sayılabilecek bir gelişme göstermemişti. Feodal aşiretçi yapı, kapalı ekonomi, gücünü koruyor ve ulusal hareketi bölücü bir rol oynuyordu. Kürdistan’ın bir bölgesinde patlak veren ayaklanmaların, o bölgeyle sınırlı kalmasında bu durumun büyük payı vardı. Bu da, isyanların daha kolay bastırılmasını olanaklı kılıyordu. Ayrıca bu aynı neden, devletin aşiret çelişkilerinden yararlanmasını, işaret ağalarını satın alarak, hareketi bölmesini kolaylaştırıyordu. Mezhep farklılıkları, isyanların bastırılmasında, devlet tarafından kullanılan bir diğer etkendi. Ünlü Hamidiye Alayları, Sünni Kürtlerden oluşturulmuştu ve Dersim gibi, alevi mezhebinden’ halkın yaşadığı bölgelerde, devlete karşı patlak veren isyanların bastırılmasında, etkili olarak kullanılmıştı.
1930’lu yıllar Alman faşizminin de etkisiyle Türk ırkçılığının daha da geliştirildiği yıllar oldu. “Ne Mutlu Türküm Diyene”, “Bir Türk Dünyaya Bedeldir” vb. sloganlar, ırkçı-faşist ideolojinin ürünü olarak ortaya çıktı. “Güneş Dil Teorisi” geliştirildi. Kürt ulusal varlığının inkârı, resmi politika olarak benimsendi. Bu aynı yıllarda, Kürtçe konuşma yasağı getirildi ve bu kapsamda para cezası başlatıldı. Kemalistler, Kürt katliamlarını gerçekleştirmekle kalmadılar, aynı zamanda, Kürt diye bir ulusun ve Kürtçe diye bir dilin bulunmadığı propagandasını başlattılar. Sözde bilimsel araştırmalarla bunu kanıtlamaya yeltendiler. Artık “Misak-ı Milli” sınırları içinde “Kürtler ve Türkler birlikte değil, “Türk ulusu” yaşıyordu. Resmi propaganda bu görüş üzerine monte edildi.
Bu propagandaya göre Kürtler “Bir Türk boyu” idi ve Kürt ismi, kar üzerinde yürürken çıkan seslerden türemişti! Türk devleti ve egemen sınıflar, bu, bilim dışı olduğu kadar, maddi gerçeği bile bile görmezden gelen, uydurma varsayımı “kanıtlamak” üzere, üniversite çevrelerini, “bilim adamları”nı görevlendirdi. Doğal ki; bu “araştırmacılar”ın vardıkları “bilimsel sonuçlar” da resmi görüşü destekler nitelikteydi.
Bu “bilimsel araştırma sonuçları” o günden sonra, resmi devlet görüşünün savunucusu tüm devlet adamları, burjuva aydınları, üniversite çevreleri ve burjuva partileri tarafından günümüze dek savunula-geldi. 1940’lı yıllardan itibaren, yani Dersim’deki son Kürt başkaldırısı da ezildikten sonra artık resmi görüşe göre, Kürtlere düşen, “Türk’e hizmet etmekti.” O dönemin hükümet yetkilileri, bunu açık açık ifade ediyorlardı.
Kürtlere yalnızca fiziki imha yoluyla saldırılmıyordu. On binlerin katledildiği, köylerin, evlerin ve ekinlerin yakılıp tahrip edildiği, yaşlıların, gebe kadınların, bebeklerin, çocukların süngüden geçirildiği isyan dönemleri de dâhil; Kürt insanının, ruhen de teslim alınması ve asimilasyona tabi tutulması için çok yönlü bir faaliyet yürütüldü. Bir yandan Kürt diye bir ulusun olmadığı propaganda ediliyor, öte yandan, Kürt çocuklarının Türk egemen sınıflarının çıkarları doğrultusunda eğitilmesi ve Kürt benliğinin unutturulması için “eğitim” faaliyeti yürütülüyordu. Bu faaliyetin bir unsuru olarak, “yatılı bölge okulları” açılıyor ve buralarda, Kürt çocukları Türkçe eğitime tabi tutuluyorlardı. Kürtleri “medenileştirmek” (Türkleştirmek) için yollar ve karakollar yapılıyordu.
Kürt ulusal varlığının inkarı, onun asimilasyonunu sağlamaya yönelik çok yönlü faaliyet ve propaganda ile Türk ulusundan işçi ve emekçiler, Kürt diye ayrı bir ulus olmadığına inandırılmak istenirken; onların, resmi görüşe karşı gelişen Kürt ulusal özgürlük mücadelesini, “Ülkenin ve milletin bölünmesi” olarak değerlendirmeleri de sağlanmak isteniyordu. Yine bu aynı propaganda ile Kürt işçi ve köylü yığınlarının, kendilerini “Türk saymaları” sağlanmak isteniyordu.
Kemalist burjuvazinin “ilerici”, “solcu”, ‘komünist” maskeli destekçileri de hazırdı. Kürt halkına yönelik katliamları desteklediler. Şefik Hüsnü’nün başını çektiği TKP oportünizmi; Kürt katliamlarını, “Köylülere baskı yapan aşiret ağalarının cezalandırılması” olarak göstermeye çalışan ve böylece feodalizme karşı savaştığı görüntüsü yaratmak isteyen Kemalistleri, bu eylemlerinde destekledi, Kürt katliamlarına ortak oldu. Dönek sosyalistler ise, Kadro dergisi etrafında bir araya gelerek, Kemalistlerin resmi devlet görüşü doğrultusunda faaliyet yürüttüler.
Türk egemen sınıflarının kanlı diktatörlüğü, uluslararası ve ulusal alandaki gelişmelerin de etkisiyle, 1930’lu yıllarda faşist bir biçime büründü. Bu durum, Kürtlere yönelik baskı ve saldırıların, ırkçı-şoven propagandanın ve asimilasyon faaliyetinin daha da yoğunlaşmasına yol açtı. Bir yandan, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle ilişkilerini sürdüren burjuvazi; öte yandan, Birinci Dünya Savaşı’nda, yanında savaşa katıldığı Alman emperyalistlerinin yeni hamlelerine hayranlık duyuyor, onların “üstün ırk, üstün dil” teorilerinden ve yönetim biçiminden derinden etkileniyor ve Almanya ile de ilişkilerini sıcak tutuyordu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında takınılan sözde tarafsızlık tutumu, daha önce izlenen politikanın bir devamıydı. Hitler’cilerin “üstün ırk” yaygarası, Saraçoğlu hükümetini de etkisi altına almıştı. Kemalistler ve Türk faşizmi, kendini, “Mazlum milletlerin kurtuluş yolunu açmak”la payelendiriyordu. Daha sonraki yıllarda da sürdürülen bu propagandaya göre; Kemalistler, emperyalistlere karşı ilk ulusal kurtuluş mücadelesini başlatmış ve başarmış bir milletin temsilcileri olarak, kimseye baskı yapmazlardı ve eşitlikçiydiler! Ülkede herhangi bir ayrımcılık yoktu, herkes bir tek ulusun ferdiydi ve Türk ulusu, “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle”ydi!
Türk egemen sınıflarının, 70 yıldır sürdürdükleri geleneksel devlet politikasına göre, Türkiye’de, Türklerden başka bir ulusun bulunduğunu kabul etmek ve bu ulusun, ulus olmaktan kaynaklanan haklarından söz etmek “Vatan hainliğiydi! Sonuncusu Dersim’de yaşanan, on binlerin katledildiği, Kürt kırımlarından sonra, Kürdistan’da belli bir suskunluk sağlandı. Kürt ulusal güçleri, bünyesel zaaflarının önemli bir rol oynadığı, birleşik bir ulusal direnişin nesnel olarak mümkün olmadığı koşullarda, dövüşerek yenildiler ve aralıksız bir baskı altında bir dönem için suskun kaldılar. Ancak öfke ve mücadele isteği büyüdü. Yeni ve daha genişlemiş bir direnişin görülebilmesi için yirmi yıla yakın bir dönem geçti. 1940’tan 1960’a kadar süren bu dönem, ‘60’lı yıllarla birlikte aşılmaya başlandı. Ulusal hak eşitliği, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıların son bulması vb. taleplerin yeniden yükseltildiği bu dönem, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik tehdit ve saldırıların yeniden yoğunluk kazandığı bir dönem oldu. Aralık 1959’da Ankara ve İstanbul’da okuyan 50 Kürt genci gözaltına alındı ve konuya ilişkin haberlere sansür kondu. Celal Bayar bu gençlerin Taksim Meydanı’nda asılmasını ve “ibret için” orada bir hafta asılı kalmasını istiyordu. 1960 darbesi sonrasında bu gençler yeniden yargılandılar. 1960 sonrası yıllarda Kürt gençleri ve aydınlarının etrafında bir araya geldiği yeni bazı gazete ve dergiler kısa dönemli de olsa çıkarıldılar. Dicle-Fırat dergisi, Deng, Roja Newe, Reya Reşt vb. dergilerde Kürt sorunuyla ilgili bazı yazılar yer aldı. 28 Haziran 1963’te bu dergileri çıkaranlar “bölücülük” suçlamasıyla tutuklandılar. MBK yönetimindeki cuntacılar, 1961 Anayasası’yla, Kürt halkına karşı yasakları daha da geliştirdiler. 1587 nolu yasayla Kürt köylerinin ve Kürtçe yer isimlerinin değiştirilmesi gündeme getirildi. Anayasanın 4. maddesi “Hâkimiyet kayıtsız-şartsız Türk milletinindir” diyordu.
Ancak her şey, Türk burjuvazisi ve faşist gericiliğin iradesine bağlı değildi. Kapitalizmin kırsal alanda feodal bağları çözücü etkide bulunması, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, öğrenim gören ve toplumlar tarihi ve toplumsal olaylar hakkında bilgi edinen Kürt gençlerinin artması vb. etkenler, Kürdistan’da yeniden ulusal direnişlerin görülmesine yol açıyordu. Türk devleti, 1920-40 arası gerçekleştirdiği katliamlarla, Kürdistan’da siyasal otoritesini kurmuş, ilhak gerçekleşmişti. Ancak şimdi, yeniden bu siyasal otorite, işçi ve halk hareketiyle birlikte Kürt ulusal direnişi tarafından da sarsılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Emperyalizm, sömürge, yarı-sömürge, geri ülkelerin en ücra köşelerine kadar sokuluyor, ekonomik gücüyle ülkeleri kendine bağladığı gibi; uluslararası alanda meydana gelen olayların, örneğin halk devrimleri ve ulusal kurtuluş savaşlarının etkilerinin yayılmasına da neden oluyordu. Bir dizi Doğu Avrupa ülkesinin, emperyalizmin egemenliği dışına çıkması, sosyalizmin o yıllardaki büyük prestiji, Latin Amerika ülkelerindeki özgürlük mücadeleleri vb. etkenler Türk ve Kürtleri de kaçınılmaz olarak etkiliyordu. ‘50’li yıllar Türkiye’de -daha geriden gelmek üzere Kürdistan’da da- dışa bağımlı kapitalizmin daha hızlı bir ivme ile geliştiği yıllar oldu. Kapitalizm ister iç dinamiğin sonucu, isterse dış dinamiğin uzantısı olarak gelişsin, toplumda sınıflaşmayı geliştirmekle birlikte, ulusal duygu ve düşüncelerin, bu düşünceler doğrultusundaki hareketlerin gelişmesine de yol açıyordu. Kürt ulusallığı bu yıllarda giderek güç kazandı. Eski katliamların güçlü etkileri, henüz tümüyle kırılmasa da, Kürt halkı bünyesinde, yeni kuşak gençlik içinde, ulusal hak talepleri ve bu doğrultuda gelişen mücadele ‘60’lı yıllarda yeniden canlılık kazandı. 1960 darbesi sonrasında “eşitlik-özgürlük” gibi “erdemli” sözcükler etrafında sürdürülen propagandaya rağmen, Kürtler açısından geleneksel resmi politika daha da sistemleştirildi. Darbecilerin başına geçen Cemal Gürsel, “Dağlı Türk” dediği Kürtleri, eğer akıllı durmazlarsa, “akıbetlerinin önceki yıllardaki gibi olacağı” biçiminde tehdit ediyordu. Aşiret ağaları ve din adamlarının da aralarında bulunduğu yüzlerce Kürt, bu dönemde, yeniden gözaltına alınarak yargılandıkları gibi, sürgüne ve mecburi iskâna tabi tutulanlar da oldu. Türk egemen sınıfları, Kürdistan’a daha fazla karakol kurarak, Kürt halkı üzerindeki baskıyı arttırarak, asimilasyonu amaçlayan politikayı yoğunlaştırarak, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklamaları artırarak, Kürt halkı içindeki direnişe karşılık verdiler. 1961 Anayasası’yla “”ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”yle ilgili maddeler ağırlaştırıldı. Ünlü 125. maddeyle Kürt gençleri, aydınları ve Kürt halkının haklarını savunmaya çalışanlar, “vatan hainliği” suçlamasıyla ve idam talebiyle yargılandılar.
Kürt halkına yönelik faşist ulusal baskı ve zulüm, kaçınılmaz olarak, Kürtler içinde zulme karşı öfkenin büyümesine, direniş eğiliminin güçlenmesine yol açtı. Giderek artan oranda, Kürt genci ve emekçisi örgütlü mücadeleye yöneldiler.
TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ İÇİNDE ULUSAL SORUN TARTIŞMALARI VE KÜRT GRUPLARININ ORTAYA ÇIKIŞI
1960’lı yılların ortalarından itibaren Türkiye Sol Hareketi içinde Kürt sorunu daha yoğun olarak tartışılmaya başlandı. TİP içinde yer alan Kürt ve Türk devrimcileri; henüz Kürt sorununu, ulusların kaderlerini tayin hakkı kapsamında ele alınması gereken bir sorun olarak görmüyorlardı. Henüz bu bilinç yoktu. TİP içinde önce, Kürt aydınları ve gençlerinin kendi aralarında oluşturdukları bir “Doğulular grubu” vardı. TİP’in 1967’de düzenlediği “Doğu mitingleri”nde, “Doğunun geri kalmışlığı” vb. sorunlar işlenerek, Kürt sorununa dikkat çekilmeye çalışıyordu. Yine Kürt gençleri, Türk gençleriyle birlikte FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içinde örgütlüydüler. TİP bünyesinde 1968’de görülen ayrışmalar, FKF bünyesinde de yaşandı. FKF’deki ayrışma sonucu DEV-GENÇ kuruldu. (‘60’lı yılların sonunda Dev-Genç ile 1980’li yıllarda Dev-Genç arasında herhangi bir organik ya da başka bir bağ yoktur. ‘80’li yıllarda Dev-Yol, Dev-Sol gibi örgütler, eski Dev-Genç’in mirasını kendilerine basamak yapmak için bu ismi kullandılar.) Bu yıllarda ayrıca Kürt gençlerinin bünyesinde bir araya geldiği DDKO (1969’da kuruldu) gibi derneklerde, Kürt ulusal sorunuyla ilgili tartışmalar sürüyordu. Kürt gençleri, Kürtlerin tarih boyunca çektiği acıların nedenlerini, Kürt tarihini incelemeye daha fazla ilgi göstermeye başladılar. Gerek DDKO üyeleri, gerekse, sonraki yıllarda kurulan çeşitli sol örgütler içindeki Kürt gençleri ve aydınları, 12 Mart faşist cuntasının işkence haneleri ve mahkemelerinde, solcu olmalarının yanı sıra, Kürt olmaları ve Kürtlerin ulusal haklarından söz etmeleri nedeniyle de yargılandılar, işkence gördüler ve çeşitli cezalara çarptırıldılar.
12 Mart sonrası dönem, Kürt ulus sorununun, eski dar kalıpların, belli ölçülerde de olsa aşılmasıyla, Türkiye Devrimci Hareketinin gündemine gelip oturduğu bir dönem oldu. Önceki yıllarda TİP ve FKF’nin dışına çıkmış ve sonraları MDD (Milli Demokratik Devrim) teziyle TİP’e karşı mücadele cephesi açmış kesim içinde sürüyordu. Henüz egemen ulus şovenizminin harekete güçlü etkilerde bulunduğu bu dönem; devrimci demokratik hareketin Marksizm’e yöneldiği, Marksist klasiklerle daha fazla yüz yüze geldiği, ulus sorununa Marksist ideolojinin çözümlemeleri doğrultusunda yaklaşma eğilimlerinin güç kazandığı bir dönemdi.
1970’in ilk yıllarında Kürt gençleri esas olarak -DDKO bir yana bırakılırsa- THKO- THKP-C gibi devrimci demokrat örgütlerin içinde ya da çevresinde yer alıyorlardı. Ancak, yığın hareketinin ve gençlik eylemlerinin yeniden yükselişe geçtiği 1974-75’lerde, Kürt kökenli devrimci gençler içinde, Kürdistan’ın “sömürge olduğu” düşüncesi ve bununla bağlantılı olarak “ayrı örgütlenme” düşüncesi uç verdi. Önceki yıllarda Kürdistan’da faaliyet yürüten Irak KDP’sinin Türkiye kolunun bu düşüncelerin gelişmesinde bir rolü bulunduğu kuşkusuzdu. Bu yıllarda, Kürt toplumunun yapısı, tarihi, kültürü vb. sorunlara ilgi arttı. Yalnız Kürt kökenli devrimci gençler değil, aynı zamanda Türk kökenli devrimciler de, Kürt sorununa giderek artan oranda ilgi duydular. “Ayrı örgütlenme” düşüncesi, bir yanıyla burjuva gelişme sonucu, burjuva ulusçu eğilimlerin yansıması olarak gündeme geliyorken, öte yandan, Türkiye Devrimci hareketi saflarında, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, bu hakkın açık ifadesi olan, bağımsız siyasal devletini kurma hakkı sorununda, yeterli bir duyarlılığın henüz olmayışı, etkilerinin kırılmasına yönelik bazı adımlar atılsa bile; sosyal-şoven etkinin varlığını sürdürmesi, vb. bu tür düşüncelerin oluşmasında etkili oluyordu, bütün bunlar, “ayrı örgütlenme” düşüncesinin, Kürt kökenli bazı üniversite gençliği içinde gelişmesine yol açtı. O dönem AYÖD (Ankara Yüksek Öğrenim Derneği) içinde örgütlenen üniversite gençliği içinde, Kürt kökenli olanların bir kısmı bu düşünceleri savunmaya başladılar. Sonradan PKK adını alan ve başını Abdullah Öcalan’ın çektiği bir grup genç üniversiteli, “ulusal kurtuluşçular” adıyla bir araya geldiler. Yine bu dönemde, Özgürlük Yolu dergisi etrafında birleşen bir kesim Kürt aydını ve genci, “Türkiye Kürdistan’ı Sosyalist Partisi adıyla bir örgüt kurdular. Bir kısmı KDP’den koparak, bir kısmı daha önce bünyesinde yer aldıkları sol örgütlerden ayrılarak bir araya gelen Kürt gençlerinden bazıları da Şıvancılar (Kürdistan Öncü İşçi Partisi), Rızgari ve Kawa gibi Kürt örgütlerini kurdular. Sol hareket içinde bir arada bulunan Kürt ve Türk devrimciler, önce, ülke devriminin yolu, devrimin karakteri vb. sorunlardaki görüş ayrılığı nedeniyle reformist-parlamentarist sözde sosyalist devrimcilerle buna karşı çıkan ve TİP’i reformist sayan demokratik devrimciler, ya da MDD’ciler biçiminde bölünmüşlerdi. Şimdi bir de ulusal sorun konusundaki görüş ayrılıkları nedeniyle ve daha sağlıksız bir temelde ulusal temelde devrimci örgütlenmelerin sağlıklı bir yaklaşımın sonucu gündeme geldiği söylenemez. Bunlar, halk hareketinin ihtiyacı olarak değil, bazı genç ve aydınların iradi zorlamaları sonucu gündeme geldiler-) bölünüyordu. Kürt gençlerinin bir kısmı, daha önce etrafında kümelendikleri sol gruplardan koparak, bu yeni “ulusal kurtuluşçu” vb. örgütleri kurdular.
“Ayrı örgütlenme”yi savunan ve bu doğrultuda pratik adımlar atan Kürt grupları, başlangıçta, Marksist klasiklere daha fazla ilgi gösteriyor, Marksist olduklarını vurgulamaya özen gösteriyor ve güç toplamak için buna ihtiyaç duyuyorlardı. Bu bir yanıyla, Türkiye’de devrim ve sosyalizm düşüncelerinin ve devrimci hareketin sahip olduğu prestijle ilgiliydi. Güç alabilmek ve tutunabilmek için “Marksist olmak” gerekiyordu. Daha sonraki yıllarda, gerek sosyalizmin güç ve prestij kaybetmesi ve gerekse, ulusalcı düşüncelerin yaygınlaşarak güç kazanması sonucu, ilk yıllarda titizlikle öne sürülen “Marksist-Leninist olma” iddiası bir yana bırakıldı. Başta PKK olmak üzere, bazıları, artık Marksist-Leninist düşüncelerin ve Marksizm’in ulusal soruna ilişkin çözümlemelerinin yetersiz ve hatta geçersiz olduğunu söylemeye başladılar. Lenin ve Stalin’in klasik sayılan eserlerinin sözünü giderek daha az eder oldular.
Sonraki yıllarda, PKK yürüttüğü gerilla eylemleri ve Kürdistan’da gelişen ulusal direniş eğilimiyle birleşmesini bilerek adından söz ettirirken, öteki Kürt gruplarının varlığıyla-yokluğu bir oldu, bugün söz konusu Kürt gruplarının hemen hepsi, yeniden sahneye çıkmış bulunuyorlar. Bunlardan bazıları, örneğin Kemal Burkay’ın başında bulunduğu TKSP, reformist uzlaşmacı bir temelde, devletle anlaşarak, Kürtlere Kültürel haklar vb. sağlanması temelinde sorunu bitirmeye çalışmaktadır.
TÜRKİYE EGEMEN SINIFLARI, KÜRT HALKINA KARŞI YÜRÜTTÜKLERİ SALDIRILARDA, HER ZAMAN EMPERYALİSTLERİN DESTEĞİNİ ALDILAR
Türk egemen sınıfları ve Türk devletinin iç ve dış politikası hiçbir dönem “bağımsız” olmadı. Her dönem, dayanılan, işbirliği yapılan emperyalist efendinin politikasıyla uyum içinde yürütüldü. Kürt halkına karşı, Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı, “ulusal çıkarlar” demagojisiyle en vahşi saldırıları yürüten burjuvazi ve diktatörlük; Türk ulusal çıkarlarını emperyalistlere peşkeş çekmekten geri durmadılar. Emperyalizme hizmetin karşılığı ise; içerdi işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına karşı yürütülen sömürü ve zulüm politikasının emperyalist efendi tarafından onanıp desteklenmesi oldu.
Türk devletinin, Kürdistan politikası inkâr, asimilasyon ve zulüm olarak özetlenebilir. Bu özelliklerin hiçbiri emperyalizme yabancı olmadığı gibi, emperyalizmin varlığı, ulusal kölelik ve baskının varlığını sürdürmesi için gerekli koşulları ve egemen sınıfların sırtını dayayacakları esas gücü oluşturur. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Kürt sorunu, emperyalistlerle pazarlık sorunu olarak kullanılırken, özellikle 1930’lu ve ‘40’lı yıllardan sonra, tamamen emperyalistlerin desteğinde Kürt halkının katliamları sürdürüldü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, ABD emperyalizmi Türkiye’yi bir eyaleti konumuna getirdi ve Türkiye egemen sınıflarının, Kürt halkına karşı sürdürdüğü imha ve asimilasyon politikasının belirlenmesinde doğrudan rol oynadı. ABD emperyalizmi, Türkiye’yi “soğuk savaş dönemi” diye bilinen ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda Sovyetler Birliğine karşı ileri bir karakol olarak ve İran-Irak savaşı ve Şahlığın devrilmesiyle birlikte, Ortadoğu halklarına karşı bir saldırı üssü olarak kullanırken, kuşkusuz Türk egemen sınıflarının, Kürdistan politikasını da onaylayıp destekledi. Bugün de, Amerikan çıkarları Kürt halkının kölelik statüsünün devamını gerektirmektedir. ABD yetkilileri, sık sık, Türkiye’nin, Kürt politikasını desteklediklerini, Amerikan çıkarlarının, Türkiye’nin “Üniter yapısının devamını gerektirdiğini”, Türkiye’ye istedikleri her şeyi yaptırdıklarını ve bunun için, Türk devletinden farklı bir Kürt politikasına sahip olmadıklarını açıklamakta sakınca görmemektedirler. Nitekim son aylarda Kürt halkına karşı yeniden yoğunlaştırılan katliam ve baskı politikası da ABD tarafından desteklendi ve ABD yetkilileri, ABD silahlarının PKK’ya karşı kullanılabileceğini, Türk devletinin, “bölücü teröre karşı her türlü yöntemi kullanmasının zorunlu olduğu”nu açıkladılar.
ABD ve diğer emperyalistler, bugün, dünden de fazla artmış bir iştahla, Türkiye üzerinden eski Sovyetler Birliği topraklarına, o topraklardaki hammadde kaynaklarına ulaşmak istemektedirler. Her biri kendi çıkarlarını öne alarak, Türk egemen sınıflarını, kendileriyle işbirliğine zorlamaya çalışan bu emperyalist ülkeler arasında, bu nedenle, büyük bir rekabet devam etmektedir. Türk egemen sınıfları ise, güçlü emperyaliste uşaklığı daha yararlı görmektedirler. Dünyanın, bugün için en güçlü emperyalisti olan ABD’nin politikasına, onun askeri ve siyasi stratejisine bağlanarak hareket etmek, Türk egemen sınıflarının da işine gelmektedir. Onlar böylece, bir yandan, Kürdistan’ın mevcut kölelik statüsünü sürdürmekte, sırtlarını Amerika’ya dayarken, öte yandan, Amerikan politikasının bir unsuru olarak, kendilerine de Orta Asya ve Kafkasya’da düşecek kemiğin hesabını yapmaktadır. Amerika, Türkiye cumhuriyetlerinin kendi politikasına ve sömürü alanına çekilmesi işini Türk egemen sınıfları ve burjuva hükümetine görev olarak vermiştir. Kürt halkına karşı sürdürülen vahşi saldırılarda, Türk halkının desteğine ihtiyaç duyan burjuvazi ve gericilik; Türk şovenizmini geliştirmek için, Türkî cumhuriyetler olgusundan da yararlanmakta, “Adriyatik’ten Çin’e kadar Türk dünyası” demagojisine karılmaktadır. Türkiye egemen sınıfları ve Türkiye gericiliği gerek Kürdistan’da, gerekse Ortadoğu ve Orta Aysa topraklarında, yalnızca emperyalistler hesabına değil, aynı zamanda kendi hesaplarına bir politika uygulamaktadır. Yer yer ve koşullara bağlı olarak efendiyle uşağı arasında çelişki ve sürtüşmeler mümkün olsa bile, bugün, için Kürt halkına karşı yürütülen politika üzerinde anlaşmaktadırlar.
Bu durumun Kürt halk hareketi için taşıdığı anlam ise; ulusal kurtuluş mücadelesinin, aynı zamanda emperyalizmden kurtuluş sorunu olduğunun daha iyi kavranması ve emperyalizme karşı mücadeleyle, Türkiye egemen sınıflarına karşı mücadelenin bir tek kanalda birleştirilmesinin zorunlu olduğudur. Kürdistan’da bulunan emperyalist ordu birlikleri, doğrudan Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin karşısında yer alan güçler konumundadırlar. Amerikan çekiç gücü, Kürdistan’da, Türk_ordusu ve polisinin yanı sıra konuşlandırılmış bir işgal gücüdür. Kürt halkının imhasında kullanılan silahların hemen hemen tamamı emperyalistlere, Amerikan, Alman, İngiliz ve Fransız emperyalistlerine aittir.
KÜRDİSTAN’DA GELİŞEN ULUSAL ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ; KARŞISINDA YALNIZCA TÜRKİYE GERİCİLİĞİ VE EMPERYALİZMİ DEĞİL, AYNI ZAMANDA İRAN VE IRAK GİBİ ÜLKELERİN GERİCİ REJİMLERİNİ DE BULMAKTADIR:
Kürtlerin yaşadığı Irak, İran ve Türkiye’nin devlet ve hükümetleri, aralarındaki çelişkilerin seyrine bağlı olarak, hemen her zaman, Kürt halkına karşı ya ortak bir tavır aldılar ve ya, Kürtleri, birbirlerine karşı kullanılacak bir güç olarak gördüler. Irak ile İran, İran ile Türkiye, Türkiye ile Irak, birbirlerine karşı ve Kürtlere karşı bu ikili tutumu bugün de sürdürmektedirler. Önceki bir yana, son 15-20 yıl içinde bu politika hem İran ile Irak arasında, hem de Türkiye ile Irak arasında yaşandı. İran-Irak savaşı sırasında, İran Kürtleri, Irak’a karşı, Irak’ta onları İran’a karşı yanına çekmeye çalıştı. Savaş sona erdiğinde ise; bu her iki devlet de “kendi Kürtlerini” ezmek üzere baskılarını artırdılar. 1988’de Irak Kürtlere karşı, önce Halepçe’de (16 Mart 1988), sonra diğer Kürt yerleşim bölgelerinde kimyasal silah kullanımı da dâhil olmak üzere, azgın bir saldırı başlattı. 5 bin kişinin öldüğü Halepçe katliamının ardında, Ağustos ‘88’de başlatılan ikinci büyük saldırı sırasında, on binlerce Iraklı Kürt, topraklarını terk ederek, Türkiye Kürdistan’ına doğru yola çıktılar. Yollarda binlercesi yaşamını yitiren Kürtlerin, Türk-Irak sınırını geçmesi, Türk silahlı kuvvetleri tarafından önce kuvvet kullanılarak önlenmeye çalışıldı, ancak, başa çıkılamayınca ve “sınır” fiili olarak aşılınca, geçişler kabullenilmek zorunda kalındı. Türk ve Irak devletlerinin, Kürt halkına karşı işbirliği politikası bu katliam sırasında da devam etti. Türk devleti ve hükümeti, Irak’ın kimyasal silah kullandığı iddialarının araştırılması için inceleme yapılmasını reddederek, Saddam gericiliğinin yanında yer aldı. Körfez savaşı sırasında ise, diktatörlük ve hükümet, doğrudan ABD politikasına bağlandı ve “paylaşılacak” Irak’tan “pay kapma” anlayışıyla hareket etti. Türk devleti ve hükümetinin, Körfez savaşı süreci ve sonrasında Irak devleti aleyhine takındığı tutumun nedeni buydu. Onun, “Kürt hamiliği” politikası ikiyüzlü ve sahteydi ve bugün de öyledir. Daha önce reddedilen kimyasal silah kullanılma iddiaları, artık, çıkarların çatışması nedeniyle, Türk egemen sınıfları tarafından da dile getiriliyordu.
Türkiye egemen sınıfları, Kürt halkına karşı sürdürdükleri saldırılarda, hemen her zaman, Irak ve İran gericiliğinin desteğine sahip oldular. Önceleri Irak’la anlaşma sonucu, Amerikan işgalinden ve Irak’ın güçsüz düşürülmesinden sonra ise buna da gerek görmeden, birçok kez -şimdilerde bu iş artık günlük olarak ve devamlı yapılıyor- “sınır”ı aşarak Irak Kürdistan’ına girdiler ve “sınır”ın iki yanındaki Kürt köylerini bombaladılar. Son iki ay içinde, Türkiye resmi olarak açıklanana göre, 18 kez Irak tarafındaki Kürt köylerini bombaladı. Irak yetkililerinin yaptığı ise, sahte bir iki “protesto” demeci yayınlamak oldu.
Kürt halkı, onlarca yıldır tabi tutulduğu katliam ve asimilasyona direndiğinde, bu ülkelerin sömürücü egemenleri, “bölücülük” propagandasına sarılarak, Kürtlere karşı sürdürdükleri cinayetleri aklamaya çalışıyorlar. Ve onların tümü, çıkarlarına bağlı olarak Kürt halkı karşısında güç birliği yapmaktan geri durmuyorlar. Kürdistan’ın kölelik statüsünün son bulması ve Kürt halkının özgürleşmesi, bu ülke gericiliklerinin sömürücü egemenliklerine darbe vuracağı için, Kürt halkının, özgürlük için içine girdiği mücadeleyi karalamak, silah zoruyla bastırmak ve Türk, Arap ve Fars halkını Kürt halikına karşı kışkırtmak amacıyla tüm güç ve olanaklarını harekete geçiriyorlar,
TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN ŞOVENİZM KIŞKIRTICILIĞI VE “ÜNİTER DEVLET” DEMAGOJİSİ:
Türk devlet ve hükümet yetkilileri, burjuva-gerici faşist partilerin yöneticileri ve ırkçı yazarlar, Türk işçi ve emekçi halk yığınlarını, Kürt halkına karşı kışkırtmak için, şovenizmi geliştirmeye yönelik bir propaganda kampanyası sürdürmektedirler. Onlar, elbirliğiyle ve tek ses halinde, Kürdistan’da, ulusal baskıya, katliamlara, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasaklamalara karşı ve özgür yaşama istemiyle gelişen Kürt halk hareketini, Türkiye’nin “Üniter devlet yapısını bölmeye yönelik eylemler” olarak göstermeye çalışmaktadırlar. “Üniter devlet”ten kasıtları, bugünkü Türk devletinin yapısıdır. Bugünkü devlet, Kürt ulusunun varlığını inkâr ederek Kürtleri kölelik ilişkileri içinde tutmayı temel politika olarak benimsemiştir. Türk devleti kendini “tek uluslu” olarak ilan etmiştir ve herkesin Türkiye’de yalnızca Türk ulusunun yaşadığına inanmasını istemektedir. Kürt halkının varlığını -o da can ve kan bedeli bir mücadele sonucu- Türkiye’nin kültürel zenginliği olarak değerlendirmekte, Kürtçe konuşulmasını, Kürt ulusunun varlığıyla ilişkili doğal bir hak olarak değil, “bahşedilmiş” bir şey olarak ele almaktadır. “Üniter devletle anlatılmak istenen “tek uluslu devlettir. Kürt halkı, bu devletin, kendisini köleliğe mahkûm etmiş olmasına karşı çıktığında ve mücadeleye yöneldiğinde de “bölücü” olmaktadır!
“Bölücü terör” demagojisi, Kürt halkına karşı, sistemli bir biçimde sürdürülen ulusal baskı ve zulmü gizlemeye, dahası haklı göstermeye yöneliktir. Kürt halkına karşı, faşist terör eşliğinde yürütülen bu kampanya; baskıya tabi tutulan, köyleri ve evleri bombalanan, işkence edilen, sürgüne zorlanan, dilini konuşup, kimliğine sahip çıktığı için suçlu ilan edilen bir halkın imhasına yönelik politikayı haklı göstermeyi ve Türk işçi ve emekçilerini bu politikaya kazanmayı hedeflemektedir.
Türkiye egemen sınıfları, Kürt halkına karşı aynı zamanda ikiyüzlü bir politika izlemektedirler. Bunu anlayabilmek için, Türk devlet ve hükümet yetkililerinin ve MİT ile Genel Kurmay yönlendirmesindeki burjuva-gerici basının Balkan ülkeleri, Kıbrıs ve Türkî cumhuriyetler politikasına bakmak yeterlidir. Türk ırkçıları, Türkiye’nin, Balkan ülkeleri ve eski Sovyetler Birliği’nin Türkî kökenli halklarının yaşadığı bölgelerine müdahalesini, bu halkların “kendi kaderlerini tayin hakkı” kapsamında ele alırken, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkından söz edilmesini, “Türkiye’nin üniter devlet yapısının bölünüp parçalanması” olarak değerlendirmektedirler. Onlar, Azeri-Ermeni çatışmasında, “Türk kökenli oldukları” gerekçesiyle, açıkça, Azerilerden yana tutum alırken, bu çelişkiyi, Türkiye’deki Kürt sorunuyla bağlantılı hale getirmekte ve Ermenilere karşı kışkırttıkları şoven dalganın bir ucunu da Kürt halkına çevirmeye çalışmaktadırlar.
Türk egemen sınıfları, devleti ye hükümetinin politikası, o denli ırkçı özellikler taşımaktadır ki; Türkiye’ye göç eden Bulgar Türkleri ile Irak Kürtlerine karşı alınan tutum birbiriyle tamamen zıt özelliklerdedir. Bulgar göçmenleri her hangi bir yerde “ikamete mecbur” değilken, Irak’tan kaçan Kürtler, belli merkezlerde, etrafları dikenli tellerle çevrilmiş esir kamplarında oturmaya mecbur edilmişlerdir. Bosna-Hersek’teki ve eski SB’nin bazı ülkelerindeki gelişmeleri sevinçle karşılayıp, buralardaki ayrılmaları, bu halkların ulusal bağımsızlıklarını kazanmaları olarak değerlendirirken, onlara destek temelinde kampanya yürütülürken, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından söz etmek bu hakkı savunmak ve bu doğrultuda mücadele etmek, Türkiye’nin “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü”ne kastetmekle, “üniter devlet yapısını” parçalamakla, “bölücülük ve vatan hainliği” yapmakla özdeş sayılmaktadır. İşte Türk egemen sınıflarının, burjuva parti ve politikacılarının, tekelci basın ve Türk burjuva aydınlarının şoven-ırkçı ve çifte standartlı politikası böyle yansımaktadır.
TÜRK DEVLETİNİN KÜRT HALKINA KARŞI SÜRDÜRDÜĞÜ KATLİAMLAR YENİ DEĞİLDİR VE PROPAGANDA EDİLDİĞİ GİBİ BU KATLİAMLARIN NEDENİ “PKK TERÖRÜ” DEĞİLDİR:
Burjuvazi, diktatörlük ve hükümet, Kürt halkına karşı on yıllardır sürdürülen ulusal zulüm politikası yeni bir şeymiş gibi; uygulanan saldırı politikasının nedeni olarak “PKK terörü”nü göstermektedir. İnandırıcı en ufak bir yanı olmayan bu iddia, PKK’nın “dış destekli olduğu” demagojileriyle desteklenmektedir.
Diktatörlüğün ve burjuva partilerinin bu iddialarına karşı, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının; PKK ya da bir başka Kürt örgütünün hangi koşullarda ve nasıl ortaya çıktığı ve tüm saldırılara karşın varlığını nasıl sürdürebildiği üzerinde düşünmesi zorunludur. Kürt sorunu yeni bir sorun olmadığı, Osmanlı imparatorluğu dönemi bir yana bırakıldığında, Türk devletinin kuruluşundan bu yana hemen her zaman gündemdeki bir sorun olduğu bilinen bir şeydir. Bu yazının baş tarafında da bu duruma dikkat çekmeye çalıştık. Kürt sorunu yeni bir sorun olmadığı gibi, Kürt ulusunun ulusal özgürlüğü için mücadele eden ilk örgüt de PKK değildir. Bunun gibi, Türk egemen sınıflarının “bölücülük” üzerine sürdürdüğü propaganda da yeni başlamamaktadır.
Kürt halkı, zora dayalı olarak, iradesi çiğnenerek, varlığı ve hakları inkâr edilerek, baskıyla asimile edilmeye çalışıldıkça; adı PKK, ya da başka olur, bu halkın haklarını savunan ve onun özgürlüğü için mücadele eden siyasal örgütler ortaya çıkacaktır. PKK’yı ve diğer ulusal Kürt örgütlerini var eden toplumsal temeli ve gerçek nedenleri görmek istemeyenler, özellikle Türk burjuva aydınlan, devletin, Kürt halkına karşı sürdürdüğü ve düzeyi, Kürdistan’daki mücadelenin gelişim düzeyine bağlı olarak değişen, zulüm ve imha politikasını, “PKK terörü’ne bağlamayı kolaycı bir yol olarak ve ırkçı ideolojinin etkisi sonucu benimsemektedirler.
Oysa baskı ve zulmün direniş ve mücadeleyi doğurduğu, toplumlar tarihinin değişmez yasasıdır. Baskı ne denli katmerli olursa olsun, ebedi sessizliği sağlayamaz. Baskı, Kürdistan’da birçok kez yaşandığı gibi; on binlerce insanın katledilmesi boyutlarına da ulaşsa eninde-sonunda, ona karşı bir tepki gelişecek ve kendini örgütleyecektir. Nitekim Kürt katliamları da Kürt halkını özgür olma istemiyle ayağa kalkmaktan alıkoyamadı. Türk genel kurmay başkanları bir yandan ordu birliklerini Kürt halkı üzerine sürerken, öte yandan 1920-40 yılları arası yapılan katliamları anımsatarak, Kürtlere “benzer şekilde ders verme” tehditleri savurmalarına, kurşuna dizme eylemleri aralıksız sürmesine ve silah zoruyla Kürt köylülerine pislik yerdirme girişimlerine karşın; Kürt halkının, köleliğe boyun eğmesi ve sessiz kalması sağlanamadı. PKK gibi örgütler, eğer yaşam olanağı buluyorlarsa, bu; Kürdistan’da, zulme karşı gelişen hak direnişi sonucu mümkün olabilmektedir. Baskı ve zulüm aralıksız sürmesine karşın, Kürdistan’da ulusal uyanış ve direniş eğilimi güçlendi, Kürt köylüsü “ölüm korkusu” sınırını aşmaya başladı. On binleri bünyesine alan direnişler yaygınlaştı. Cizre, Nusaybin, Şırnak, Batman, Dargeçit, İdil, Hakkâri, Derik, Lice, Kulp, Diyarbakır vb. il ve ilçelerde, Kürt emekçileri, tank, panzer ve makinalı tüfeklerin üzerine yürümekten kaçınmadılar.
Bütün bu gerçekler ve olayların gelişimi, Türkiye egemen sınıfları ve hükümetin, “Kürt realitesini tanıma” propagandasını gündeme getirdi. Kürdistan’da içine girilen tecrit sürecini durdurmak ve Kürt halkını beklenti içine çekerek devlete ve düzene bağlamak için, kültlere “şefkatle yaklaşılacağı” palavralarıyla harekete geçildi.
KOALİSYON HÜKÜMETİNİN “DEMOKRATİKLEŞME”VE “KÜRT REALİTESİNİN TANINMASI”PROPAGANDASININ SAHTELİĞİ VE NEWROZ SALDIRISI:
DYP ve SHP, her biri ayrı ayrı ve koalisyon hükümeti ortakları olarak, halk yığınlarının karşısına, “demokrasiyi tüm kurum ve kuruluşlarıyla işletecekleri” vaadiyle çıktılar. Seçim öncesi dönemde, işçi sınıfının, Kürt halkının ve emekçilerin, ağır sömürüye, faşist baskı ve ulusal zulme karşı, siyasal ve sendikal hak ve özgürlükler için verdiği mücadele, egemen sınıfları, seçimleri öne almaya zorladı. Bu aynı nedenle, burjuva partileri, sahte bir biçimde halkın taleplerine sahip çıkmada birbirleriyle yarıştılar. En koyu ırkçı ve faşist olanları da dâhil, bu partiler; çalışma koşullarının düzeltileceği, çalışanlara sendika hakkı tanınacağı, işkenceye son verileceği, olağanüstü hal uygulamasının kaldırılacağı vb. propagandasıyla halkın karşısına çıkıp oy istediler. DYP, SHP gibi partilerin yürüttüğü bu propaganda, birçok “eski solcu” çevreyi, bunlarla birlikte ulusal devrimci Kürt hareketini de etkiledi ve örneğin PKK; seçimlerde, SHP-HEP ittifakını desteklemenin gerekçesi olarak; “savaş hükümetlerinin önünü kapama ve demokratik hak ve özgürlüklerin yolunu açma’yı gösterdi ve bunu “büyük bir siyasal taktik ustalık” olarak ilan etti.
DYP ve SHP, halkın taleplerine sahtekârca sahip çıkma taktiğinin de etkisiyle, halktan oy aldılar ve koalisyon hükümetini kurdular. Hükümet yöneticileri kalabalık bir heyet halinde Kürdistan’a bir gezi düzenleyerek, “Kürt realitesini tanıdıklarını” ilan ettiler. Demirel bunu “yılın olayı” olarak sunmayı ihmal etmedi. Artık Kürt halkına “Şefkatle yaklaşılacak”tı!
Koalisyon hükümetinin “demokrasi”, “şefkat” ve “Kürt realitesinin tanınması” propagandası aralıksız sürdürülürken; Kürt halkına yönelik baskı ve katliamlar devam etti ve daha da önemlisi, daha büyük saldırılar için hazırlıklar hızlandırıldı. MİT ve Genel Kurmay yetkilileri, Kürt katliamlarına ilişkin senaryoları, pervasız bir biçimde açıklamaktan geri durmadılar.
Newroz, Kürt halkına karşı, diktatörlüğün, gövde gösterisine çıktığı bir gün oldu. Cizre, Şırnak ve Nusaybin’de, bir bayram yürüyüşüne çıkan ve yakılan ateşler etrafında halaylar çeken halkın üzerine bomba ve kurşun yağdırılarak, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu yüz civarında insan katledildi. Yüzlerce yaralının yanı sıra, evler ve işyerleri diktatörlük güçleri tarafından tahrip edildi ve yağmalandı.
Bu vahşi saldırının ardından, demagojik “demokrasi” propagandasının içyüzünün daha net olarak görülmesi, diktatörlük çevrelerini yeni bir propaganda malzemesine yöneltti. Tüm devlet ve hükümet yetkilileri, burjuva basını da arkalarına alarak, “vatan ve milletin bölünmesini amaçlayan bir ayaklanma girişimi ile karşı karşıya bulunulduğu” propagandasına sarıldılar. Şovenizm kışkırtıcılığını tırmandırarak, Kürt halkına karşı girişilen kanlı saldırıları aklamaya çalıştılar. Kürt halkına karşı Newroz’la birlikte daha da yoğunlaştırılan saldırılar, tüm Kürt şehir ve köylerini kapsayacak biçimde genişletildi. “Türk devletinin gücü” daha fazla işkenceyle, daha fazla insanın katledilmesiyle, daha çok köyün yerle bir edilmesiyle kanıtlanıyordu!
Vahşi saldırılar ve şoven propaganda bir arada yürüdü. Kürt halkına karşı gericiliğin “cephe birliğini oluşturmak için, yoğun bir kampanya başlatıldı. “Ülkenin bölünmeyle karşı karşıya bulunduğu”, “PKK’nın Ermenilerle işbirliği yaptığı”, Terörün Yunanlıların yanı sıra, İran, Irak ve Suriye tarafından desteklendiği” söylenerek, Türk işçi ve emekçi kitleleri, Kürt halkına karşı, şoven bir temelde kışkırtılmaya çalışıldı. Yetmediği görülünce, Ermeni-Azeri çatışmasından yararlanma yoluna gidildi. Demirel’in “arkamızda durun bu işi bitirelim” çağrısıyla, burjuva basın şoven propaganda kampanyasını hızlandırdı. Radyo, TV ve gazeteler, “bölücü eşkıyanın vahşeti” üzerine programlarına ve dizilerine yenilerini eklediler. Burjuva partilerinin “tek ses, tek yumruk olduğumu göstermek için açık oturumlar düzenlendi ve bu üç açıkoturumlarda Kürt halkına karşı “ulusal mutabakat” sağlanmasının önemi vurgulandı.
“Ulusal mutabakat” çerçevesinde, on binlerce asker ve polisin, Kürt köylerini basarak, köylüleri işkenceye çekmesi, gruplar halinde kurşuna dizmesi ve toplu gözaltılar TV ve burjuva basından “teröre karşı büyük zafer” çığlıklarıyla verildi.
“BÖLÜCÜLÜK” PROPAGANDASI “AYRIM YOKTUR” DEMAGOJİSİYLE BİRLEŞİYOR VE İKİ ULUSTAN İŞÇİ VE EMEKÇİLERİ BÖLMEYİ, ONLARI BİRBİRİNE KARŞI KIŞKIRTMAYI VE KÜRT HALK HAREKETİNİ EZMEYE YÖNELİK DEVLET SALDIRISINI “HAKLI” GÖSTERMEYİ HEDEFLİYOR:
Burjuvazi ve gericilik; Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesini, “Türkiye’nin bütünlüğünü parçalamaya yönelik bölücü hareket” olarak göstererek, Türk emekçi halk yığınlarının, Kürt halkının haklı mücadelesine kuşkuyla bakmasını ve Kürt halkına karşı şoven bir çizgide harekete geçmesini sağlama politikasını hiçbir dönem terk etmedi. Bu doğrultudaki propaganda, Kürt halkının ulusal taleplerle çeşitli biçimlerde direnişe yöneldiği zamanlarda ise iyice yoğunluk kazandı.
Oysa Kürt halkının eyleminin, Türk halk kitlelerinin çıkarlarına aykırı olmadığını, “bölücülük” propagandasını yürüten gerici egemen sınıflar ve burjuva politikacıları da çok iyi biliyorlar. Ancak, onların, sömürü üzerine kurulu düzenlerinin devamı için, bu propagandaya ihtiyaçları var. İşçi sınıfı ve emekçilerin, milliyet, mezhep vb. farklılıkları temelinde bölünmeden, sömürü ve baskıya karşı birleşik bir mücadeleye atılması, gericiliğin ve burjuvazinin en büyük korkusudur. Bunu önlemek için her yola başvuruyorlar. “Bölücülük” propagandası bu yollardan biridir ve salt Kürt halkını baskı altında tutmaya değil, aynı zamanda Türk emekçi halk yığınlarının bugünkü sömürü ve zulüm koşullarında tutulmasını sağlamaya hizmet etmektedir. Kürt halkının, ulusal baskı ve zulme karşı çıkması ve kendi geleceğini kendisinin belirlemek istemesinin, kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesinin illa Türkiye’nin bölünmesi anlamı taşımadığını gerici egemen sınıflarda bilmektedirler. “Bölücülük” propagandası bugünkü rejimin, devletin ve ücret köleliği üzerinde yükselen sistemin “cankurtaran simidi” haline gelmiştir. Kürt ulusunun özgürlüğünün, Türk ulusunun özgürlüğü anlamına da geldiği bugün çok daha açıklık kazanmıştır. Diktatörlüğün, Kürdistan’da etkisiz kılınıp püskürtülmesi, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin devrimci-demokratik devletinin kurulmasının yolunu açacak devrimci bir girişim olacaktır. Burjuvazi ve diktatörlüğün, devletin tüm kurumlarını, burjuva basını, burjuva politikacılarını, gazeteci ve yazarlarını seferber ederek, sürdürdüğü propaganda, olası bu gelişmeleri engellemeye yöneliktir.
Bu yazının baş taraflarında, kısaca değinildiği gibi, devletin Kürdistan’daki varlığı zora dayalıdır ve 70 yıldır silah zoruyla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Türk egemen sınıfları, Kürt kökenli, ancak Kürt kimliğini reddederek, düzen ve devletle bütünleşme temelinde kendileriyle kader birliği yapmış Kürt egemenlerle birlikte, Kürt halkına 70 yıldır kan kusturmaktadır. Kürt halkı en temel hakları gasp edilerek, süngü, dipçik ve kurşunla boyun eğmeye zorlanmış, polis ve ordu baskısıyla, işkence, bombalama, tutuklama, sürgüne gönderilme, gruplar halinde kurşuna dizilme, evleri ve ekinlerini yakıp yıkma, dilini ve kültürünü yasaklama vb. yöntemlerle bugünkü devlet birliği içinde tutulmuştur. O halde, bu baskı ve zulmün ortadan kalkmasını istemenin, buna karşı ayağa kalkmanın, ulusal kimliğiyle var olmaya çalışmanın, Türk işçi ve emekçilerinin çıkarlarıyla çelişen bir yanı yoktur, dahası, devletin, Kürt halkına zorla dayattığı kölelik ve ulusal boyunduruk son bulmadan, onun Kürdistan’daki haksız varlığı ortadan kalkmadan, her iki ulustan halkın özgürlüğü ve mutluluğu ve bu temeldeki kardeşçe gönüllü birliği mümkün değildir. Bölücülük propagandası burjuvazi ve devletin elinde, işçi ve emekçilere karşı kullanılan bir silahtır. Bu silahı onun elinden almak, ya da silah namlusunu gericiliğe çevirmek ise; daha çok Türk işçi ve emekçilerine düşen bir görevdir.
“Bölücülük” propagandasını sürdürenlerin, bir diğer iddiası, Türkiye’de, Kürt ulusu aleyhine hiçbir uygulamanın, hiç bir ayrımın bulunmadığıdır. İddia sahiplerinin bile inanmadığı bu palavra, her gün ve herkesin gözü önündeki uygulamalarla çürütülmesine karşın, inatla sürdürülmektedir. Kürt ulusunun varlığı kabul edilmezken, Kürtçenin bu ulusun dili olarak kullanılması tümüyle yasaktır. “Kürtçe konuşma serbestîsi” salt günlük yaşamda ve halkın kendi arasındaki ilişkilerde söz konusudur ki, bunu engellemek zaten mümkün değildir ve diktatörlüğün gücü bunu engellemeye yetmemektedir. Kürtçe, en az Türkçe kadar yaşamın her alanında kullanılma hakkı olması gereken bir dil iken ve Kürt halkı için anadilde eğitim hakkı, doğal ve dokunulamaz bir hak iken, bu hakkın zorla gasp edilmesi ve ardından “hiçbir ayrım yoktur” denilmesi, egemen sınıfların ikiyüzlülüğünün bir ifadesi olmaktan öte, bir ulusun varlığı ve haklarına yönelik bir saldırıdır. Anadilde eğitim hakkı olmadan Kürtçe politik mücadele dâhil, her alanda serbestçe kullanılmadan ve “Ayrım olmadığı”nın bir diğer kanıtı olarak, devlet bürokrasisinde Kürtlerin de bulunduğu, Kürtlerin de bakan, başbakan, vali, polis müdürü ve hatta general olduğu” gösterilmektedir. Resmi propagandaya göre, bugünkü devlet ve parlamento Türkleri olduğu kadar Kürtleri de temsil etmektedir; çünkü Kürtler de milletvekili ve bakan olmaktadır. Kuşkusuz bu propagandayı sürdürenler de bu iddianın gerçeğe dayanmadığını bilirler. Bunun için de, onlar, her fırsatta, bugünkü devletin “son Türk devleti” olduğunu, “hâkimiyetin kayıtsız-şartsız Türk milletinin olduğunu vurgulama ihtiyacı hissederler. Vali, general, bakan olanların Kürt kökenli olması hiçbir gerçeği değiştirmemektedir. Bunlar, “Kürt valisi, Kürt polisi, Kürt milletvekili, Kürt bakanı” değildirler. Kürt kimliğini bir yana bırakarak, egemen sınıfların uygun gördüğü politikayı benimseyenlerin, Kürt kökenden gelmesi, Kürtleri temsil ettiği anlamına gelmiyor. Hiçbir parlamenter, “Kültlerin ve Türklerin parlamentosu’nda görev yapmadığı gibi, bütün öteki yönetici kademe görevlileri de “Türk olarak” çalışmaktadırlar. Meclis kürsüsünde iki kelime Kürtçe konuştuğu için Leyla Zana’ya yapılanlar ve “millet infial içinde” çığlıkları, egemen sınıfların, “ayrım yoktur” demagojilerini tüm iğrençliğiyle ortaya koyan ibret verici bir örnektir.
TÜRK HALKI VE KÜRT HALKI, KÜRTLERİN ULUSAL KÖLELİK STATÜSÜNÜN SON BULDUĞU, KÜRT ULUSUNUN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKININ TANINDIĞI KOŞULLARDA, İŞÇİ VE KÖYLÜLERİN DEVRİMCİ-DEMOKRATİK DEVLET DÜZENİNDE, ÖZGÜR VE EŞİT KOŞULLARDA BİRLİKTE YAŞAYACAKLARDIR:
Türk halkının köleliği, bir yanıyla Kürt halkının köleliği üzerine oturtulmuştur. Kürt halkının baskı ve zulüm altında tutulması, kaçınılmaz olarak, Türk halkının da baskı altında tutulmasına yol açmaktadır. 70 yıllık cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur. Kürdistan’daki devlet baskısı Ankara ve İstanbul’a dek uzamakta, işçi ve emekçilere yönelik saldırılar yoğunlaşmaktadır. Yanı sıra; köleliğin sürdürülmesi için silaha daha çok başvuranlar, bu silahları ve silahı kullananları, Kürt ve Türk ulusundan işçi ve emekçilerin sırtından finanse etmektedirler. Kısacası, Kürt halkı kölelik koşullarında tutuldukça, Türk halkı “kendi kölelik zincirlerini dövmek” zorunda kalmaktadır.
Faşist gericiliğin estirdiği şovenist dalgayı kırmak, “bölücülük” propagandasının etkisiz kalması için çalışmak, Kürt ulusunun haklarını savunmak daha çok Türk ulusundan işçilerin ve emekçilerin önünde duran bir görevdir. Türk işçi ve emekçileri; gericiliğin, “bölücülük” propagandasının, Kürt halkına yönelik katliamları aklamaya ve iki ulustan emekçileri birbirlerine karşı kışkırtmaya hizmet ettiğini görerek, burjuvazi ve diktatörlüğün bu planını bozmadıkça; faşizme ve sermayeye karşı mücadelenin başarıya ulaşması zordur. Kürt ve Türk’ün eşit haklara sahip olmasının, Kürt halkının, ulusal hak ve özgürlüklerine kavuşmasının, dilini ve kültürünü serbestçe geliştirip kullanmasının, Türk işçi ve emekçilerine hiçbir zararı yoktur. Tam tersine bu durum, iki ulustan ezilenlerin kardeşçe birliğini daha de pekiştirecek ve demokrasi ve sosyalizm mücadelesini güçlü kılacaktır. Türk işçi ve emekçisi, 70 yıldır baskı ve katliamlarla dize getirilmeye çalışılan bir halkın, tabi tutulduğu baskı ve zulme karşı ayağa kalkmasının neden “suç” sayıldığını, neden “bölücülük” olarak değerlendirildiğini sorgulamadan ve mücadeleye destek olmadan, sömürücü egemen sınıflara ve emperyalist egemenliğe karşı mücadelede başarılı olamaz.
Ulusların kaderlerini tayin hakkı, en açık anlamıyla bir ulusun bağımsız siyasal devletini kurma hakkıdır. Bu hakkın, Kürt ulusu söz konusu olduğunda, reddedilmesi ve Kürt halkının ulusal özgürlük, isteminin “bölücülük” olarak değerlendirilmesi kabul edilemez bir şeydir. Türk işçi ve emekçisi, Türk devletinin, Kıbrıs’taki, Batı Trakya’daki ve Türkî cumhuriyetlerdeki “Türk kökenlilerin kaderlerini tayin hakkını söz konusu ederken ve örneğin, bir Azeri’nin “Kan dökülmeden azatlık olmaz” sözlerini alkışlarken, Kürt halkına karşı, kan ve kurşuna başvurması arasındaki farkı sorgulamadan, özgürlük ve sosyalizm için, bağımsız devrimci çizgide yürüyemez. O halde Türk işçi ve emekçisinin sorumluluklarının en önemlilerinden biri ve bir bakıma başta geleni, Kürt halkına karşı sürdürülen kanlı imha eylemine karşı mücadele etmektir.
Kürt işçi ve emekçisi için sorun Türk işçi ve emekçisinden ayrılma, onunla araya sınır çekme, ulusal dar bencililiğe sarılarak, dünyada ve ülkedeki diğer tüm sosyal-siyasal olaylara yabancılaşma en büyük hata olacaktır. Kürt halkı kendisini köleliğe mahkûm eden gücün, emperyalizm desteğindeki sömürücü egemen sınıflar olduğunu gördüğü ve bu aynı gücün Türk ulusundan işçi ve emekçinin de düşmanı olduğunu anlayarak, bu ortak düşmana karşı, yaşamın ve mücadelenin her alanında, Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle tam bir dayanışma ve güç birliği içine girdiği zaman, özgür olma mücadelesinde başarıya ulaşma olanağı bulacağını, gün geçtikçe daha iyi görmektedir. Her ne kadar, uluslararası alandaki gelişmelerin de etkisiyle, bazı Kürt grupları ve aydınları, “Kürt olanın ayrı olması gerektiği” propagandasına giderek daha fazla başvuruyor ve örneğin işçi sendikalarının bile milliyet kökenine göre bölünmesi gibi çok tehlikeli ve mücadeleyi daha da zayıflatıcı önermelerde bulunuyorlarsa da, Kürt halkı, onlarca yıllık mücadele pratiğinin de öğreticiliğiyle bu yanlışlara düşmemek zorundadır, düşmemesi gerekmektedir. Ulusun istediği gibi örgütlenme hakkına sahip olması, işçi ve emekçilerin çıkarlarına aykırı ve onların zulüm ve sömürüden kurtuluş mücadelesini zaafa uğratan mücadele ve örgütlenme biçimlerinin kabullenilmesi anlamına gelmemektedir. Ulusların kaderlerini tayin etmesi, bugün, işçi ve emekçilerin kaderlerini tayin etmesi; emperyalist-kapitalist sömürü ve baskıdan kurtulması sorunu haline gelmiştir ve buna aykırı her girişime karşı koymak, en başta sınıf bilinçli işçilerin, Kürt halkının bilinçli unsurlarının görevidir. Kürt halkı, Kürt işçi ve köylüleri, bulundukları her yerde, mücadeleyi salt ulusal istemlerle sınırlamanın kendi çıkarlarına olmadığını bilerek, Türk ve Kürt kökenli sömürücü egemenlere, emperyalizme ve onun aşağı tekelci burjuvazi ve toprak ağalarına karşı, feodal baskı ve zorbalığın, bu temeldeki sömürünün, kapitalist ücret köleliğinin, emperyalist talanın son bulması ve baştan aşağı demokratik bir devlet sisteminin kurulmasının önlerinde duran esas görev olduğunu unutmadan hareket ettiklerinde, özgürlük mücadelesi güç kazanacak, engellere katılıp kalmayacak ve sözde bir bağımsızlığa dönüşmeyecektir. Ulusal özgürlük mücadelesi ancak sosyal kurtuluş için mücadeleye bağlanırsa anlamlı ve kalıcı kazanımlara yol açabilir.
Bugün, devlet, Kürdistan’da olağanüstü hal uygulamasıyla, özel tim adlı cinayet mangalarıyla, kontrgerillasıyla, ordu birlikleri ve polis kuvvetleriyle, MİT ve siyasi polisiyle ve işbirlikçi aşiret ağalarına bağlı olarak oluşturulmuş “köy korucuları” adlı paralı özel milis güçleriyle, Kürt halkına karşı yoğun bir baskı ve saldırı politikası uygulamaktadır. Bu politikanın Türk işçi ve emekçilerine de hiçbir yararı yoktur. Bu baskı kurumlarının dağıtılması ve Kürdistan’dan çekilmesi hem Kürt halkının istemidir ve hem de Türk halkının yararınadır. Bölge valiliği ve olağanüstü hal uygulamasının kaldırılması, köy korucularının dağıtılması, ordu birlikleri, özel tim ve polis kuvvetlerinin çekilmesi acil taleplerdir.
Mevcut devlet ve parlamento, Kürt ulusun temsil etmemektedir. Kürt ve Türk halkı ve ulusunun çıkarlarına aykırı olarak, ABD başta olmak üzere, emperyalistlere ikili anlaşmalar, Stratejik İşbirliği anlaşmaları imzalamaktadır. İki ulustan işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine, birçok yasa parlamentodan çıkmakta, birçok karar hükümet tarafından ve doğrudan MGK emriyle alınmaktadır. Tüm bu anlaşmaların iptal edilmesi ve geçersiz ilan edilmiş, alınmış hiç bir karar ve anlaşmayı kabul etmek zorunda değildir. Bu karar ve anlaşmaların Kürt halkı açısından geçersizliğinin ilan edilmesi özellikle önemlidir.
Emperyalistlerle, özellikle ABD emperyalizmi, Türk devletini, Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkasya’da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya, bu bölgeler halklarına karşı sürdürdüğü emperyalist hegemonya mücadelesinde ondan yararlanmaya çalışmaktadır. Devlet ve hükümet politikası, emperyalist ABD’nin askeri-siyasi stratejisine bağlanmıştır. Emperyalist ordu birlikleri halen Kürdistan’da bir işgal gücü olarak tutulmaktadır. Çekiç güç, Kürt halkını köleliğe mahkûm tutmanın aracıdır. Ülke toprakları, emperyalistlerin konvansiyonel ve nükleer silah deposuna çevrilmiştir. Bu politika ve uygulamalar, bu fiili işgal durumu ve ülkenin cephaneliğe dönüştürülmesi kabul edilemez. Kürt ve Türk halkının, bütün bunlara karşı mücadelesi, bugün daha fazla, günceldir ve önem kazanmıştır. Emperyalistlerin tüm askeri birlikleri Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklardan çekilmeli, NATO’dan çıkılmalı, emperyalistlerle imzalanmış tüm anlaşmalar iptal edilmelidir.
Kürdistan’da aşiret ve toprak ağaları sırtlarını diktatörlüğe dayayarak, Kürt işçi ve köylülerine baskı uygulamakta, toprakların önemli bir bölümü bunlar tarafından gasp edilmiş bulunmaktadır. Kürt işçi ve köylüsünün mücadelesi, yalnızca diktatörlüğün ulusal baskı ve zulmüne karşı olmakla sınırlı kalamaz. Diktatörlüğün Kürdistan’daki sosyal dayanağını oluşturan feodal kişi ve kurumlara karşı mücadele edilmeden, toprakların köylüler yararına (topraksız ve az topraklı köylü) kullanımı sağlanmadan, Kürt köylüsü ve işçisi, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda, bağımsız devrimci mücadele çizgisinde yürümeden, gerçek anlamda özgürleşemez.
Kürt işçileri ulusal özgürlük mücadelesinin başına geçerlerse ve Kürt köylüsünün toprak ve özgürlük talebine sahte çıkarlarsa, ulusal özgürlük için mücadelenin tutarlı bir sınıf çizgisinde yükselmesini sağlayacakları gibi, bu mücadelenin sosyal kurtuluş mücadeleyle birleşmesini de sağlamış olurlar. Toprak ağalarının ellerindeki toprakların, topraksız ve az topraklı köylüler yararına kullanımının sağlanması bir diğer önemli taleptir ve bu talep için mücadele ihmal edilemez.
Kısacası: Kürt ulusunun faşist terör ve ulusal zulümle dize getirilmesini hedefleyen devlet politikasına karşı mücadele bugünün en önemli gündem maddesidir. Bu hem Kürt ulusundan ve hem de Türk ulusundan işçi ve emekçilerin önünde duran acil bir görevdir. Burjuvazinin “bölücülük” propagandasının boşa çıkarılması, iki halkın kardeşçe dayanışması ve birliğinin sağlanması da buna bağlıdır. Kürt sorunu yeni çıkmış, hele de PKK tarafından yaratılmış bir sorun değildir. Öncesi bir yana 70 yıldır var olan bir sorundur ve bu sorunun halkın yararına çözümü, ancak tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin devrimci mücadelesiyle mümkündür. Bunun ötesindeki tüm girişimler, “realite tanıma” palavraları Kürtlerin köleliğini devam ettirmeye yöneliktir. Kölelik ebedi değildir ve kazanan halk olacaktır.
DİPNOTLAR:
(1) Kürt isyanlarının ve Kürt özgürlük mücadelesinin tarihini detaylı olarak incelemek bu yazının konusunu oluşturmuyor. Bu konuda yazılmış ve tek tek isyanları da inceleyen, dokümanlar bilgi veren ve belgelere dayalı olan onlarca kitap var. Biz yalnızca, bugünkü azgın şoven propagandanın ve Kürtlere yönelik katliamların daha iyi anlaşılabilmesi için, geçmişe dönüp bakmanın gerekliğine işaret etmek amacıyla, kısa bir hatırlatma yapmaya çalıştık.
(2) 14 Haziran 1934 tarihinde çıkarılan Mecbur-i İskan Kanunu, konuya ilişkin bu zorunlulukları getiriyordu: Madde 9. Türkiye’ye bağımlı bulunan ve Türk kültürüne bağlı olmayan göçebelerin toplu olmamak üzere kasabalara serpiştirilmek suretiyle Türk kültürlü köylere dağıtılıp yerleştirmeye…
Madde 11. a) Ana dili Türkçe olmayanlardan tonlu olmak üzere yeniden köy ve mahalle, işçi ve sanatçı kümesi kurması veya bir sanatı kendi soydaşlarına intişar ettirmeleri yasaktır.
Madde 11 b) Türk kültürüne bağlı olmayan ve Türk kültürüne bağlı olup da Türkçeden başka dil konuşanlar hakkındaki kültürel, askeri içtimai ve inzibati sebeplerle toptan olmamak şartıyla başka yerlere nakledilmesi… ‘
(3) İslam olma ortak unsurunun değişik ulusları bir tek ulus birliği, içinde eritemediğinin en açık örneği Arap Türk ve Kürtlerin durumudur. Arapları İslam oldukları için hiç kimse Türk sayamıyor. İslam ortak unsuru Kürtleri de Türk yapmadı, yapamaz.
Haziran ’92