“Gap”, Neyin Barajı

GAP’ın, diktatörlükle bütün halk arasında, diktatörlüğün kendisini korumak için geliştirdiği bütün projelerin en büyük barajı olduğu, her şeyden önce halk selinin barajı olması hedeflendiği bir de böylece görüldü.
Ama bu süreç ve sonuçları, GAP’a, aynı zamanda, ardında büyük bir tarihsel devrimci potansiyelin biriktiği, patlamaya aday bir “sosyal baraj” karakteri de vermektedir

“Güneydoğu Anadolu Projesi”nin önemli halkalarından biri olan “Atatürk Barajı”, geçen ayın son günlerinde, şatafatlı olması için büyük gayret gösterilen bir törenle üretime açıldı. Tören, devletin gelmiş geçmiş yaşayan bütün büyük adamlarının katılımıyla yapılmasına, radyo ve televizyonun, basının abartılı propagandalarına rağmen, hiç de beklendiği kadar etkili, neşeli bir tören olmadı. Törene, sistemin karşı karşıya bulunduğu bütün sorunların ağırlığı çökmüştü ve yaratılmaya çalışılan şatafata, yalnızca güvenlik önlemlerinin rengi hâkim olmuştu. Atatürk Barajı, bütün resmi törenlerden daha donuk ve ruhsuz bir törenle üretime başladı. Projenin kendisine uygarlık, zenginlik ve refah getireceği propaganda edilen halk, tören alanına sokulmamış, yalnızca eğer gönlü isterse televizyon başında seyretmesine izin verilmişti. Eğer bütün kapılar ardına kadar açık olsaydı bile, töreni izlemeye kaç kişi gelirdi? Proje tamamlandığı zaman bütün çehresinin değişeceği söylenen “Güneydoğu Anadolu” halkı, projeyle kendisi arasında yalnızca güvenlik barikatlarını değil, devletin bütün politikalarını buluyor ve ne fiziki olarak, ne de düşünsel olarak orada bulunmak istiyor. Bizzat orada bulunan bütün devlet adamlarının kişiliğinde, yılların sömürüsünü, işkencesini, kitle katliamlarını hatırlayarak vaat edilen zenginliğin eğlencesine katılmayı, Kürt olsun, Türk olsun, Arap olsun, bölge halkının içine sindirebilmesi zaten mümkün değildi.
GAP’ın, diktatörlükle bütün halk arasında, diktatörlüğün kendisini korumak için geliştirdiği bütün projelerin en büyük barajı olduğu, her şeyden önce halk selinin barajı olması hedeflendiği, bir de böylece görüldü.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin ilk “Barajlar Kralı”, Adnan Menderes, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bölgede ve dünyada uygulanan hegemonya programlarının ilk büyük pratisyeniydi. Marshall Planı ve Truman Doktrini çerçevesinde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni “çevreleme” politikasının uygulanması kapsamında, Türkiye, tarımın ve kırsal alanların temel alındığı bir “kalkınma” stratejisini geliştirmeye koyuldu. Ortadoğu’nun her zaman duyarlığını koruduğu uluslararası emperyalist politikalar platformunda, Türkiye, karayolları yapımı ve sulama projeleri ekseninde yürütülen bu strateji içinde, ABD hegemonyasının pekiştirilmesi ve emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sağlanması için gerekli “alt yapı”ya kavuşturulacaktı.
Marshall Planı ve Truman Doktrini, konjonktürel misyonlarını tamamladılar ve yerlerini başka emperyalist programlara terk ettiler. ’60’lı yıllardan sonra, gelişen yeni plan ve doktrinlerde de, bu iki temel hedef yerini korumaya devam etti. Türkiye’nin de emperyalist plan ve programlar içindeki yeri ve rolü esas olarak aynı kalmıştır: Bölgede hegemonyanın devamlılığı için askeri ve politik bir faktör olmak ve emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini, gelişen teknoloji ve artan olanaklarla devam ettirmek.
GAP, her şeyden önce bu büyük planlar sistemi içinde bir parçadır.
Fakat Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş hareketi ve genel olarak bölge halklarının uyanışı, GAP’a başlangıçta ancak planların alt-cümlesi olarak öngörülen, yeni ve birinci derecede önemli bir misyon yüklemiştir.
Bir kısım burjuva da, bazı popülist solcular gibi, ulusal ve sınıfsal mücadelenin yoksulluktan doğduğuna inanır. Yoksulluğun sınıf ayrılığına dayanan sömürücü toplumsal koşulların bir görünüşü olduğu görülmez. GAP, “yoksulluğun ilacı” olarak sunulurken, bu yanlış tezden hareketle, sınıf mücadelesinin ve ulusal hareketin de zehiri olarak düşünülüyordu.
Çöküş halindeki bütün egemen sınıflar, sistemlerini onarmak için kaldırdıkları her taşı ayaklarına düşürmeye yazgılıdır.
GAP, Türkiye burjuvazisinin kaldırdığı en büyük taşlardan biridir.
GAP projesi, bir bütün olarak yalnızca bölgedeki değil, diğer bağlantılarıyla birlikte ele alınırsa, Türkiye çapında, üretici güçlerin ve sınıfsal hareketin gelişmesinin yeni olanaklarını açmaya adaydır. Yapımı süresince yapılan yolsuzluklar, hırsızlıklar, doğrudan doğruya propaganda savaşı halinde geçen siyasi rekabet ve kapışmalar, tekel konsorsiyumları arasındaki çatışmalar ve yapıların her zerresine hayat veren derin kapitalist sömürü, GAP projesinin burjuva karakterdeki ekonomik ve politik süreçlerinin sonucudur. Ama bu süreç ve sonuçları, GAP’a, aynı zamanda, ardında büyük bir tarihsel devrimci potansiyelin biriktiği, patlamaya aday bir “sosyal baraj” karakteri de vermektedir

Ağustos 1992

Ulusal Özgürlük Ve Tutarlı Devrimci Mücadele Çizgisinde Yürümenin Önemi

Haftalık Yeni Ülke gazetesinde ve özgür Halk dergisinde, “Kürt sorunumun mevcut koşullarda çözüm yöntemi olarak, Kürdistan’da bir referandumun yapılması ve bir “Türk-Kürt federal meclisinin kurulması öneriliyor. Ali Fırat başta olmak üzere, bu gazete ve derginin yazarları, uzun bir süredir, Türk devlet yetkililerinin, Kürdistan’da yapılacak bir referanduma “evet” demeleri halinde, kendilerinin referandum sonuçlarını kabulleneceklerini yazıyorlar. Yine bu arkadaşlar, devlet ve hükümet yetkililerini, “Kürt önderliği”ni muhatap kabul ederek, ‘sorunun çözümü için masaya oturma”ya çağırıyorlar. Söz konusu gazete ve dergide Kürt ulusal özgürlük sorununa ilişkin olarak kaleme alınan yazılar irdelendiğinde, kendilerinin “özgürlük hareketi” diye tanımladıkları hareketin önderliğinin reformist, parlamentarist yöntemlere doğru bir eğilim gösterdiği, Kürt halkının emperyalist ve gerici düşmanlarının, Kürdistan’da gelişen özgürlük mücadelesinin önünü kesmek için başvurduğu manevraların bu kesim üzerinde bir etkiye yol açtığı ve bir uzlaşma arayışı içine girdiği görülecektir.
Kürdistan’da gelişen ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü düzeyi dikkate alındığında, diktatörlüğün zulüm ve aldatma politikasıyla, Kürt burjuva reformizminin, Kürt burjuva-feodal gericiliğinin ve revizyonist Kürt çevrelerinin mücadeleyi saptırma çabalarının başarılı olamayacağını söylemek mümkündür. Devletin, burjuva düzen partilerinin ve uzlaşmacı, işbirlikçi Kürt burjuva çizgisinin önemli oranda tecrit olduğu bugünkü koşullarda, mücadeleyi saptırma girişimlerinin sonuçsuz kalacağını düşünmek ve söylemek doğaldır. Ancak, burjuvazi ve gericiliğin uluslararası düzeyde ve tüm olanaklarını kullanarak sürdürdüğü propagandanın ulusal özgürlük için radikal yöntemlerle mücadele eden güçler arasında da belli bir etkiye yol açtığı görülüyor. Düzen “çözüm”lere yapılan vurgu, mevcut statü ve koşullarda halk yararına sonuçlar doğurması mümkün olmayan ve siyasal kaderini tayin hakkının burjuva-reformcu bu içerikle darlaştırmasına denk düşen “federasyon” türü önerilerin ortaya atılması, faşist gericiliğin en azgın ve pervasız temsilcilerinin, Kürdistan’da gelişen mücadeleyi sabote edip saptırma, Kürt gericiliği ve Kürt reformistleriyle işbirliğini pekiştirerek, Kürt devrimci radikalizmini boğma amacıyla “Kürt kimliğinin tanınması” ve “federasyon dâhil tartışmaya açık” oldukları açıklamalarına bakılarak “olumluluk”la, “cesaret”le, “liberalleşme”yle payelendirilmeleri bunu göstermektedir.
İşte bu durum, Kürdistan’da kan ve can bedeli sürdürülen mücadelenin zaafa uğratılmasına yol açacak anlayışların reddini daha da önemli kılmaktadır. Kürdistan’da ulusal uyanış ve direniş, emperyalizme, Türk ve Kürt gericiliğine karşı, işçi ve köylülerin devrimci bir hareketi olarak, devrimin ve sosyalizmin güçlenmesine doğru bir hareket olarak gelişecekse; bu ancak, ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununun Kürt işçi ve köylülerinin kurtuluşu sonucu olarak ele alınması ve burjuvazi ve gericiliğe karşı sınıf mücadelesi çizgisi izlenmesiyle mümkündür. Bugünkü düzen ve devlet koşullarında, “masaya oturarak”, “anlaşarak”, “federe meclise” giderek Kürt halkı kölelikten kurtulup özgürleşemez.

“YENİ ÜLKE” VE “ÖZGÜR HALK” YAZARLARININ “FEDERAL MECLİS” VE “REFERANDUM”
DÜŞÜNCELERİ BURJUVA-REFORMCU BİR İÇERİĞE SAHİPTİR
“Federasyon”, Kürt halkının ulusal haklarını elde etmesinin somut bir yolu olarak öneriliyor. Özgür Halk’ın Haziran 92. sayısında “özgürlük hareketi önderliğime atfen konuya ilişkin olarak şunlar aktarılıyor, “meclis deniyor; bir federal meclise doğru gidilebilir. Bir Kürdistan Meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir. Yine yerel meclisler, zaten Türkiye’nin tek başına Ankara’dan yönetilemeyeceği söyleniyor. Yerel meclislere geçilir. Bu meclisler Kürt meclisleri olacaktır. Bu konuda ileri adımlar atılabilir. Bu Türkiye içinde gereklidir. Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir. Bunların biçimi üzerinde düşünmek gerekir.’
Bir “federal hükümetin hangi koşullarda ve hangi soruna çözüm olarak önerildiği önem taşımaktadır. Önerilen şudur: Bugünkü devlet mevcut kurumlarıyla (kurumlar Türk-Kürt kurumu olacaktır!) ayakta kalacak, burjuva egemenliği korunarak, ona dokunmayarak, Türk parlamentosu Kürt ve Türk parlamentosu, Türk devleti “Türk ve Kürt federe devletime dönüştürülecektir.’ “Ortak bir federal hükümet” kurulacaktır.
Bu tür bir çözümün Kürt halkına, Kürt işçi ve köylülerine ne faydası var? Ulusal sorunun devrimci çözümü; ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi, bunun için bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkına ve bu hakkı özgürce kullanma koşullarına sahip olması anlamına geldiğine göre, mevcut kölelik koşullarında esaslı herhangi bir değişikliğe yol açmayan bir “federal hükümetin oluşturulmasının, Kürt ve Türk egemen sınıflarının yeni bir ittifak biçiminde başka bir şey olmayacağı açıktır. Türk devlet yetkilileriyle anlaşma uzlaşmanın somut bir biçimi olarak ileri sürülen “federasyon” halkımızın kendi kaderini özgürce belirleme hakkını ortadan kaldıran bir “çözüm”dür. “Ortak bir federal hükümet” mevcut sömürü düzeninin çarklarının işletilmesinin bir kurumu ve burjuva egemen sınıfların kendi düzenlerini sürdürmelerinin yeni bir maskesi olacaktır. Diktatörlük ve egemen sınıflar, Kürdistan’da içinde bulundukları açmazdan kurtulmak için böyle bir yöntemi kabul etseler bile -ki bu öyle sanıldığı gibi diktatörlüğün hemen gündeme aldığı bir çözüm yöntemi değildir- bunu, Kürt halkına yönelik hesaplarında bir zaman kazanma manevrası olarak değerlendirecektir. Aynı zamanda bu, Türk egemen sınıfların emperyalist efendilerinin Türkiye’ye ve Ortadoğu’ya ilişkin hesaplarıyla uyumlu olmak zorundadır.
“Yeni Ülke” ve “Özgür Halk” yazarları, PKK önderliği ve Ali Fırat’ın, “federal meclis”, “federal hükümet” kurulması düşünceleri, ulusal özgürlüğün, Kürt işçi ve köylülerinin özgürlüğüne doğru genişletilmesi, işçi ve köylülerinin mücadelesinin, bugünkü kölelik düzeni ve burjuva devlet iktidarının yıkılması mücadelesine yükseltilmesinin önünü kapatan uzlaşmacı reformcu düşüncelerdir. Bu düşünceler, Türk devlet yetkililerinden, faşist gericiliğin en pervasız temsilcileri Özal ve Demirci’den bir beklentiyi de ifade etmektedir.
Türk devleti, Marksist ihtilalciliği ve radikal ulusal devrimciliği etkisiz kılmak ve ezmek, halk hareketinin devrimci çizgide gelişimini engellemek için, bir yandan faşist mekanizmayı tahkim etmek ve yeni ve daha azgın saldırılar için, yeni düzenlemelere girişilirken, öte yandan emperyalizmin sadık uşağı politikacıların ağzından “liberalleşme”, “demokratikleşme” ve “Kürt realitesinin tanınması” demagojisini yoğunlaştırarak, halk hareketini ve özgürlük mücadelesini saptırma ve yığınları beklentiye sürüklemeye çalışıyor. Daha Özal’ın Başbakanlığı döneminde, azgın faşist teröre, anti-terör yasası ve Kürdistan Kararnamelerine “liberalleşme” propagandası eşlik etti. Diktatörlük düzen içliliği ve reformizmi güçlendirerek, faşist saldırıları yoğunlaştırarak ihtilalci devrimciliği ezmeyi hedefliyordu. Özal’ın “federasyon1’lafını diline dolaması ve Demirel’in “Kürt realitesinin tanındığını” açıklaması da aynı politikanın bir unsuruydu.
Milliyetçi-devrimci Kürt hareketi, diktatörlüğün ve Özal’ın “liberalleşme” demagojisini ciddiye aldı, bu yönde bir beklenti içine girdi. Bu beklenti o günün gazete röportajlarına şöyle yansıyordu: Ufukta öyle gözüküyor ki; eğer Özal kendisini biraz daha ilerletirse, kendini biraz daha liberalleştirirse, biz Türkiye’nin siyasetine yeni güçler süreriz. O güçlerle yenilenmiş Özal sürükleyip gidebilir. İlla böyle yapacağız demiyorum. Fakat Özal kendini o muhafazakâr, faşist kesimlerden arındırırsa ve biz de kile patlamasını legal alana kanalize edersek muhalefet altta kalır ve bu çözüm Türkiye’yi biraz demokratikleştirebilir. Yani şartlı konuşuyorum, yapabilirse o yapar diyorum.”
Bu sözler seçim öncesinde söyleniyordu ve bir beklentiyle birlikte, bir uzlaşma eğilimini ifade ediyordu. Bu beklenti ve uzlaşma arayışının devamı olarak seçimlerde SHP’nin desteklenmesi gündeme geldi. Bu “başarılı bir siyasal taktik” olarak sunuldu ve SHP ile “demokratik blok” oluşturularak, “savaş hükümetlerinin önleneceği” iddia edildi. Ardından federasyon ve referandum önerileri öne sürüldü ve bunun için “görüşmeye hazır olunduğu” açıklandı. Değişik vesilelerle, Özal’ın şahsında Türk devletinden bir beklenti içinde olunduğu açığa vuruldu. Faşist burjuvazinin ve emperyalizmin has adamı ve pervasız temsilcisi olan bir adamın liberalizmi temsil ettiği, Kürtleri en iyi onun anladığı, Kürt olduğundan söz ettiği, “Kürt sorununu çözse onun çözebileceği” vb. düşünceler dile getirildi.
Oysa Özal’ın, Kürtlerle ilgili açıklamaları, faşist devletin, Kürdistan’daki potansiyel patlama olgusunu görmesi ve bunun engellenmesi için başvurma zorunluluğu duyduğu ikiyüzlü aldatmacalardan, sinsi bir burjuva taktiğinden başka bir şey değildi. Bunu anlamak ve Özal’ın “samimi olup olmadığı”nı görmek için, iddia edildiği gibi beklemeye de gerek yoktu. Özal’ın giderek “liberalleştiği”, “ordu ve bürokrasiyle çatışma içinde olduğu” doğru değildi. Faşist ve gerici burjuva tekel gruplarının kendi aralarındaki çıkar ve iktidar çatışmalarını halkın yararına girişilmiş çatışma ve çekişmeler olarak görmek ve göstermek doğru değildi. Bu tür bir propaganda düzen içi burjuva muhalefet partileri tarafından da yürütülüyordu. Onlar, burjuva-kapitalist düzenin ve faşist diktatörlüğün halk düşmanı özünü gizlemek için birbirlerine yönelik eleştirilerden kaçınmıyorlardı. Bu çatışmaların bir tarafı olan Özal’da “olumluluklar” bulmak ciddi bir yanılgının ifadesiydi. “Türkiye’nin siyasetine yeni güçler” sürerek, Özal’ın “liberalizm yolunda ilerlemesine” katkıda bulunmayı düşünmek, “legal alana kanalize edilmiş” güçlerle yenilenmiş bir Özal’ın sürükleyip gidebileceğimi söylemek, Özal’dan yana bir beklentinin ifadesiydi. Bu beklentinin daha sonra, SHP-DYP koalisyonuna doğru kayması gerçek olmakla birlikte, Özal’dan beklentiler sona ermedi. Özal’ın “federasyon” sözcüğünü kullanmasından hareketle, onun Kürt sorununa olumlu bir yaklaşım içinde olduğu dile getirildi. Şöyle deniyordu:
“Aslında bizi en iyi anlayan Özal’dır. Hatta eminim bize biraz da olsa sempatiyle bakıyor. Bizimle ilgili çok düşünüyor. Eğer bizim sorunla ilgili bir çözüm bulacaksa, Özal bulacaktır.”
Özal’ın bulduğu ve bulacağı çözümün Türk egemen sınıflarının bugüne kadar “çözüm” olarak görüp uyguladıkları yöntemlerden farklı olmayacağı yeterince açık olmasına rağmen, onun, devletin Kürdistan’da bir soluklanma avantajı elde etmesi Ortadoğu halklarına yönelik gerici-emperyalist planların hayata geçmesi için bir manevra yapmaya çalıştığı görülmüyordu. Kürt sorununu, Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahalesini ve diğer ülkelerdeki Kürt hareketinin Türkiye’nin yörüngesinde toplanmasını kolaylaştıracak bir manevra olarak, ikiyüzlüce “Kürt hamiliği”ne soyunuluyordu. Bu manevra Kürdistan’da radikal devrimci ve anti-emperyalist bir çizgide gelişen ulusal özgürlük mücadelesinin başarısını engellemek amacıyla, burjuvazi ve emperyalizmin yararına sahte çözümlerin Kürt halkına dayatılmasından başka bir anlama gelmiyordu.
Biz Kürt Marksistleri, burjuvazi ve gericiliğin, Kürt halkına karşı alçakça planlarını deşifre ederek, mücadelenin işçi-köylü devrimine doğru genişletilmesinin tek doğru tutum olacağını belirtmeye özel bir önem verdik. Ulusal özgürlük için mücadele eden güçlerin düzen içi kanallara çekilmesi ve aldatılması girişimlerine karşı durduk ve Özal ve Demirel başta olmak üzere, diktatörlüğün politik temsilcilerinin ikiyüzlü demagojileri konusunda dostça uyarmaya çalıştık.
Özal’ın Kürt sorununa “ilgisini” 10 yıllık pratik ortaya koymuştu. Özal’ın bulduğu ve bulacağı “çözüm”ün Kürt halkının daha azgın saldırılarla kölelik zincirleri içinde tutulmasına denk düştüğünü Kürt işçi ve köylüleri yıllardır yaşayarak görüyorlardı. Kürdistan’da gelişen halk hareketine karşı daha azgın bir saldırı ve imhayı önerenlerden biri de Özal’dı. Meydanlara çıkarak “intikam” yeminleri ettiren, Türkiye’nin batısındaki milyonlarca Kürt emekçisini saldırı ve katliamla tehdit eden de Özal’dı, onun şahsında diktatörlük ve Türk egemen sınıflarıydı. “Küt realitesini tanıyan” (!) DYP-SHP koalisyonu ve Demirel’in Kürt halkına karşı izlediği politikanın gerçek içeriği ise, son dönemdeki kitlesel katliamlarla gözler önündeydi.

BURJUVA PARLAMENTOLARINI “HALK MECLİSLERİ” OLARAK GÖREN “ÖZGÜR HALK” YAZARLARI, “FEDERAL MECLİSİ” DE BU ZEMİN ÜZERİNE OTURTUYORLAR:
“Özgür Halk” dergisinde Haziran 92’de yayınlanan bir yazıda, bugünkü burjuva parlamentoları “halkların meclisleri” olarak değerlendiriliyor. Konunun genişçe ele alındığı söz konusu yazıda şöyle deniyor: “Bugün, reel sosyalizmin çözülüşünün ardından daha da hızlanan millileşme sürecinde görüldüğü gibi halkların meclisleri her gün toplanıp o halkların kaderleri üzerinde kararlara varıyorlar. Meclisler bir ateşkes kararı alıyor, bir savaşı tırmandırma kararı alıyor, bir uluslararası destek isteme kararı alıyor. Ve tüm bunlar halkın ortak iradesini yansıttığı için uluslararası kuruluşlar ve devletler nezdinde ciddiye alınıyor. Ülkemizde de bir ulusal savaş verildiğine göre, bu savaşın kaderini belirleyen bir ulusal iradenin temsili niye gerçekleştirilmesin?” (abç)
“Reel sosyalizmin çözülüşü”ne ilişkin düşüncelerimizi burada belirtmeyeceğiz. Konuya ilişkin düşüncelerimiz hem biliniyor, hem de bu bir başka yazıda ele alınabilir, başlı başına uzun bir yazıya konu teşkil edecek bir şeydir. “Halk meclislerime ilişkin iddialara ise kısaca değineceğiz.
Söz konusu yazıyı kaleme alan arkadaşlar “Sovyetler Birliği” ve Yugoslavya’da meydana gelen ulusal boğazlaşmaları halkların yararına göre bir anlayışa sahiptirler. Daha önce bir arada yaşamış, eşit ilişkiler temelinde ileriye doğru küçümsenmeyecek adımlar atmış, kardeşleşme zemini üzerinde faşist istilacılara ve emperyalist kuşatmaya karşı direnmiş eski Sovyetler Birliği halklarının, kapitalist restorasyon sonucu burjuva önderlikler eliyle ve emperyalizmin kışkırtmasıyla birbirleriyle kanlı çatışmalara girişmesini olumlamak ve bunu “hızlanan millileşme süreci” saymak devrimci, halkçı bir yaklaşım değildir. O halkları kanlı bir boğazlaşma içine çeken meclislerin “halkların meclisleri” olduğunu söylemek için kişinin, halkın bu meclisleri, kendi iradesiyle ve kendi istemleri doğrultusunda oluşturduğunu en azından tanıtlaması gerekir. Emperyalizmle güçlü ilişkiler içindeki burjuva sınıfların oluşturdukları bu meclisler nasıl oluyor da “halkın ortak iradesini yansıt”ıyor? Halkların ulusal temeldeki istemlerden hareketle birbirlerini kırmalarının olumlanacak en ufak bir yanı yokken, başka bir nedenden (örneğin Kürt halkının köleci bir boyunduruk altında tutuluyor oluşundan) değil de; o ülke halklarını çatışmaya süren gerici meclislerin varlığından hareketle Kürt halkına ulusal kurumlaşmayı önermek ciddi bir yanılgıdır ve özgürlük mücadelesinin zararınadır.
Burjuvazinin iktidar olduğu ve parlamentolarında, burjuva devlet egemenliğinin bir kurumu olarak hizmet gördüğü kapitalist sistemde, söz konusu meclisleri “halkların ortak iradesini yansıtan”‘kurumlar olarak gösteren bizzat burjuvazinin kendisidir. Ulusallık adına halkımızın aldatılması ve işçi ve köylülerle burjuvazi ve toprak ağalarının ortak iradeye sahip olduğunun iddia edilmesi, burjuva hükümet ve meclislerinin bütün “ulusal” güçlerin iradesinin organları olduğunun ileri sürülmesi, bu arkadaşların üzerinde bulundukları ideolojik-siyasal platformu açığa vurmaktadır. Böyle bir platform üzerinde bulunulduğu sürece, gerici faşist politikacılardan, hükümet ve devletten beklenti içinde olmakta kaçınılmaz hale gelmektedir.
Kürt halkı, diktatörlüğe ve emperyalizme karşı, faşist saldırı ve zulme karşı ulusal-devrimci halk organlarını oluşturacaksa, bunu, burjuva-gerici parlamento ve kurumları örnek alarak değil; işçi ve emekçilerin gerçek kurtuluşuna götürecek mücadelenin devrimci-siyasal örgütleri ve organları olarak oluşturmalıdır. Anlayış bu olmalıdır. Yine ulusal-devrimci örgütlenmeler, ulusal kurumlaşmalar, “uluslararası kuruluşlar ve devletler” ciddiye alsın diye değil, ulusal-siyasal özgürlüklerin elde edilmesi ve kullanılması için söz konusu edilebilinir. Emperyalist ve gerici devletler tarafından “ciddiye alınmak” birincil bir kaygı olmamalıdır.

DİKTATÖRLÜĞÜN TEMSİLCİLERİYLE “MASAYA OTURARAK” HAKLARIN ELDE EDİLECEĞİ VE MEVCUT KOŞULLAR İÇİNDE YAPILACAK BİR REFERANDUMLA “İRADENİN BELİRLENECEĞİ” DÜŞÜNCESİ CİDDİ BİR YANILGIDIR:
Söz konusu gazete ve derginin yazarları referandum ve “masaya oturma” sorununa da aynı mantıkla yaklaşmaktadırlar. Aynı yazıda “referandum” sorunu şöyle ele alınıyor:
“Demek ki yapılacak bir referandum Kürt halkının artık sömürgecilik altında yaşamak istemediğinin ulusça onaylanması olacaktır. Böylesi bir referandumu rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar, yoksa bu halkın öncü gücü mü yapar; orası dünyanın sürekli gelişen konumuna göre ve bizce önemli yan değildir. Zaten özgürlük hareketi halkın gündemine bunu koymuş ve büyük ölçüde tamamladığı hazırlıklarla bunu başarma çalışmalarına girişmiş bulunmaktadır. Bu arada uluslararası güçler devreye girip, rejimi razı ederek, serbest bir referandumun yapılması koşullarım hazırlayabilirler.”
Referandum, mevcut koşullar içinde, “hazırlıkları yapılmış” pratik bir çözüm olarak sunuluyor. Böylesi bir referandum, “rejim” denen diktatörlük, “uluslararası demokrasi güçleri” denen emperyalist devletler ya da “halkın öncü gücü” tarafından organize edilmesinin önemli olmadığını belirtiliyor. “Uluslararası güçler”in devreye girerek, “serbest bir referandumun yapılması koşullarını hazırlayabile”cekleri söyleniyor.
Egemen sınıfların politik temsilcilerinden ve diktatörlükten beklenti, “uluslararası güçler” denilen emperyalist devletlerden beklentiye kadar genişletiliyor. Böylesi bir beklentinin, özgürlük istemiyle mücadeleye atılan halkımızın yararına olmadığını söylemek bile gereksizdir. Halkımıza karşı azgın faşist terör ve katliamların sürdüğü ve halkın ve devrimcilerin en küçük bir örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütme haki inin olmadığı koşullarda, “rejim” ya da “uluslararası güçler” tarafından yapılacak bir referandumla, halkımızın özgür iradesinin belirlenebileceğini düşünmek, “rejim”e ve “uluslararası güçler”e iyimser bir yaklaşımın ifadesidir.
Kürt halkının iradesinin bir referandumla ortaya çıkması için, öncelikle tüm devlet güçlerinin, diktatörlüğün militarist güç ve kurumlarının Kürdistan’dan çekilmesi-lağvedilmesi, Olağanüstü Hal ve Bölge Valiliği uygulamasının son bulması, merkezi parlamentonun Kürdistan üzerinde yetkisinin bulunmadığı ve onun kararlarının Kürt halkını bağlamayacağının ilan edilmesi, koruculuğun dağıtılması, Kürt işçi ve köylülerine, Kürt Marksistlerine ve devrimcilerine serbestçe örgütlenme ve siyasal faaliyet yürütme hakkının tanınması gerekli önkoşullardır. Bu ve başka önkoşullar gerçekleşmeden, bugünkü baskı ve zulüm ortamında, yasaklar zinciri içinde kalınarak, devlet eliyle “uluslararası güçlerin devreye girmesiyle yapılacak bir referandumun Kürt halkının özgür iradesini yansıtmayacağı açıktır. Bütün öteki şeyler bir yana; diktatörlüğün her türlü baskı, yasak ve tehdidi, bu koşullar değişmeksizin yapılacak bir referandumun halkın serbest iradesinin ortaya çıkmasının engelidir.
Söz konusu dergi yazarlarının yazıları ve PKK yönetiminin basına yansıyan açıklamaları, sistem içi uzlaşma arayışlarının güçlü bir eğilim olarak ulusal-devrimci saflarda var olduğunu gösteriyor. Devletten, onun politik temsilcilerinden beklentiyi de içeren bu uzlaşma eğiliminin bir göstergesi de; “eğer rejim gerçekten Kürt halkına ulusal haklarını tanımak istiyorsa, bunun tek yolu, Kürt halkının temsilcisi ile masaya oturup, sorunu tartışması ve çözüm yollarını birlikte aramasıdır.” (abç) sözleriyle dile getirilen düşüncedir.
Bu arkadaşlar bir yandan, halkımızın ulusal kaderini tayin hakkını, bugünkü koşullarda yapılacak bir referandum ve oluşturulacak  “federal bir meclis” aracılığıyla “çözümlenecek” bir sorun olarak darlaştırır ve Özal gibi, diktatörlüğün en azgın temsilcilerinden, Kürt halkı yararına beklentiler içinde olduklarını açıkça ifade ederken, öte yandan Kürt Marksistlerin, Kürt işçi ve köylülerinin mücadelesini, faşizme ve emperyalizme karşı, Kürt ve Türk gericiliğine karşı mücadeleye, devrim ve sosyalizm mücadelesine genişletme çabalarını da “Kürtlerin birliği”ni bozucu girişimler olarak “Kürtler için kaygı duymak” biçiminde değerlendirmektedirler.

ULUSAL ÖZGÜRLÜK SORUNU VE KÜRDİSTAN’DA SINIF MÜCADELESİ
Gazeteci Hasan Bildirici, bizim bir süre önce Özgürlük Dünyası’nda, yazar İsmail Beşikçi’nin görüşlerine yönelttiğimiz eleştirilerine karşı Özgür Halk’ta bir cevap yazdı. Bildirici, bizim söz    konusu eleştirilerimizin içeriğine değinmez ve bunları atlarken, duygu yüklü cümlelerle, bizim Kürt halkı için kaygı duymadığımız suçlamasında bulundu. Bizi, Şefik Hüsnü oportünizminin günümüzdeki temsilcisi sağ oportünist Doğu Perinçek ve onun başında bulunduğu SP ile, onun TİKP adlı önceliyle aynı yerde göstermeye çalıştı. Bildirici arkadaş, bizim, TİKP, Sosyalist Parti ve Doğu Perinçek’in başını çektiği sınıf işbirlikçi siyasal akıma karşı yürüttüğümüz ideolojik mücadeleyi bilmesine karşın, şoven milliyetçi, ordu ve düzen savunucusu bu çevre ile bir arada göstermek için gazeteci kurnazlığını kullanmaktan da geri durmadı. Kuşkusuz biz Kürt Marksistlerini ve partimizi, SP gibi sınıf işbirlikçisi, ihbarcı, devletçi bir çevreyle yan yana göstermek için kişinin dostluk ve dürüstlük sınırlarını aşması gerekiyordu.
Hasan Bildirici, bizim Kürt işçi ve köylülerine bağımsız-siyasal örgütlenmeyi, devrimci sınıf mücadelesini önermemiz ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle ortak düşmana karşı birlikte mücadele etmeleri gereğine yaptığımız vurgudan hareketle, bizi “Kürt halkı için kaygı duymamak”la suçluyor. Sınıf mücadelesinden ve enternasyonalizmden söz edilmesini “Misak-ı Millicilik” sayıyor. Bildirici’ye ve onunla aynı düşünceyi paylaşan arkadaşlara göre, Kürt halkına, özgürlük mücadelesini sınıfsal kurtuluş doğrultusunda genişletmeyi ve diğer halklarla enternasyonalist dayanışmayı önermek, “Kürt halkına ihanet etmek”tir. (!) Şöyle diyor Hasan Bildirici:
“Dili yasaklanmış, ulusal benliği darmadağın edilmiş, ülkesi parçalara ayrılmış, ulusal ekonomisi talan edilmiş bir halkı soyut bir sınıf mücadelesine çekmeye kalkmak sadece Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük değil, aynı zamanda Türk halkına da yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bu halkın her şeyden önce kendi ayakları üzerinde durma, hayvanca muamelelerden kurtulma gibi bir sorunu vardır… Bu da ulusal bir sorundur. Kürt halkı ulusal doygunluğu asgari bir düzeyde yaşamadan diğer uluslarla gerçek anlamda dayanışmalar yaşayamaz.”
Kürt işçi ve emekçilerine, ulusal köleliğe karşı mücadeleyi, ulusal taleplerle sınırlı bir mücadele olarak ele almalarını, kendilerini ulusal çitlerle çevrili bir alana hapsetmelerini, mücadelenin sosyal-siyasal içeriğini kendi sınıfsal kurtuluşları doğrultusunda, işçi-köylü devrimi ve sosyalizme doğru genişletmelerini önermek, Kürt işçi ve emekçilerini sınıf mücadelesinin sorunları konusunda, diyalektik materyalizmin ilkeleri ışığında eğitip aydınlatmak ve Kürt işçi sınıfına bağımsız siyasal sınıf örgütlenmesini sağlamak Kürt Marksistlerinin başta gelen görevidir. Bu görevi yerine getirmeye çalıştığımız için, birileri bizi “Kürt halkına kötülük yapmakla” suçluyorsa, bunu yadırgamayacağız.
Kürt burjuva ve küçük-burjuva milliyetçi düşünce savunucuları, Kürt işçi ve köylülerine Kürt ve Türk gericiliğine karşı kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele etmeyi önermenin, Kürt işçi ve köylülerini bu doğrultuda ve kapsamı sosyalizmin kurulmasına kadar genişleyen bir mücadele için örgütlemeye çalışmanın neden “Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük” olduğunu açıklamalıdırlar. Kürt halkına kötülük etmemek ve Kürt halk için kaygı duymak için, kişinin, ufku burjuva ulusalcılığıyla, ezilen ulus milliyetçiliğiyle sınırlı bir çizgide mücadeleyi benimsemesi gerekmiyor.
Kürdistan’da zulme karşı mücadele yolunu seçen binlerce gencin önemli bir kesiminin devrim ve sosyalizm isteğinden kuşku duyulamaz. Bu gençlerin büyük çoğunluğunun milliyetçi-devrimci örgütlerin safına katılması onların sınıf mücadelesinden yana olmadıkları anlamına gelmez. Sınıf mücadelesi Kürt halkı açısından “soyut” değil, somuttur. Yeri geldiğinde “somut şartların somut tahlili”nden söz edenlerin, sınıf mücadelesini Kürt halkı açısından “soyut” ve gereksiz görmeleridir esas kötülük. Kürt halkı, Kürt işçi ve köylüleri kendi gerçek düşmanlarını tanımadan, bu düşmanlara karşı mücadele konusunda doğru devrimci fikirlere ulaşmadan, bu konuda eğitilmeden nasıl “ayakları üzerine kalkacak?”
Kürt işçi ve köylüleri, ulusal köleliğe karşı mücadele potansiyeli taşıyan kesimlerle bir ulusal kurtuluş cephesi’nde ittifak yapabilirler. Bunun için de Kürt işçileri başta olmak üzere, ezilen emekçi yığınların kendi halk örgütlerinde örgütlenmeleri gerekir. Kürt işçi ve emekçilerinin, Kürt burjuvazisi, toprak ağaları ve Kürt gericiliğine karşı kendi sınıfsal haklarını savunabilmesi de ancak böyle mümkün olabilir.
Kürt ulusal sorunu, bir burjuva sorunu olmaktan çok, işçi ve köylülerin sorunudur. Ulusal zulmün yöneldiği kesim esas olarak Kürt işçileri ve geniş köylü yığınlarıdır. Şehir küçük-burjuvazisinin, esnaf ve aydınların ulusal baskıya tabi tutulan kesimlerden olduğu da gerçektir. Soruna bu açıdan bakıldığında, ulusal kurtuluş her şeyden önce işçi ve köylülerin ulusal zulümden kurtuluşudur. Bunun siyasal, sosyal-sınıfsal bir anlamı olduğu açıktır. Kürdistan kapalı-ilkel bir toplum olma sınırlarını aşmıştır. Kürdistan’da kapitalizm daha geri bir düzeyde de olsa gelişmiş, sınıf ayrışmaları gerçekleşmiştir. Sınıf bilinçli Kürt işçisi, Kürt Marksist’i ve uyanış içindeki Kürt genci, somut durumu dikkate almak, buna uygun bir mücadele ve örgütlenme çizgisi izlemek zorundadır. Kürtler, “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle” değildir. Kürt halkının “ayakları üzerine kalkması” için Kürt burjuvalarına ve toprak ağalarına tabi olmaları, onlarla birlik içinde bulunmaları gerekmiyor. Ulusal zulme karşı mücadele potansiyeli taşıyan herkesin ortak bir ulusallık talebinin ötesinde aynı çıkar ve hedefleri bulunduğunu söylemek, gelişmelere olgulara gözlerini kapamak, olguları çarpıtmaktır.
Hasan Bildirici “Kürtlerin birliği, dolayısıyla vatan kaygısını gütmeyen bir Kürdün başka bir halka verebileceği fazla bir şeyi yoktur” diyor. “Kürtlerin birliği”ni toprak ağalarıyla Kürt köylülerinin, Kürt sermayedarlarıyla Kürt işçilerinin “birliği” olarak mı değerlendirmek gerekiyor? Bu, burjuva bir düşünce değil midir? Halis Topraklar, Kamuran İnanlar, Cizrelioğulları, Bucaklar vb.leri Kürt değil midir? Ama bunlar Kürt işçi ve köylüleriyle nasıl birleştirilebilir? Bu kesimlerin ulusallık talep ettiğini varsaysak bile bunlarla birlik savunulamaz.
Bildirici ve onunla aynı düşüncede olan kişi ve gruplar, toplumsal gelişme yasalarının, sınıf farklılaşması ve bundan kaynaklanan çelişki ve çatışmaların Kürdistan ve Kürt toplumu için “geçersizliği”ni iddia eder ve buradan kalkınarak, sınıf mücadelesinin, sınıf bakış açısının, Kürt halkı için “lüks olduğu” sonucuna varırken, bilime bir kez daha karşı çıkıyorlar. Bu nedenledir ki bu arkadaşların literatüründe Kürt işçisi, Kürt köylüsü sözcüklerine rastlanmıyor. Onlar hemen her zaman “Kürtler”den, “Kürtlerin birliği”nden söz etmektedirler. Bu arkadaşlar önyargın suçlamaları bir kenara bırakarak, Kürdistan’da sınıfların olup olmadığı, ulusal baskı politikasının sınıf farklılığını ortadan kaldırıp kaldırmadığı ve eğer varsa Kürt işçi ve emekçilerinin bağımsız siyasal örgütlenmesinin neden gereksiz ve “Kürtlerin birliği”ne aykırı olduğunu açıklamalıdırlar. Dostça ve yararlı bir tartışma ancak böyle sürdürülebilir.
Kürt halkı, 70 yıldır Türk devlet birliği içinde zora dayalı olarak tutulmakta, ulusal varlığı inkâr edilmekte, ulusal talepleri silah zoruyla bastırılmakta, asimile edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumun ulusal uyanış ve direnişi besleyen, ona kaynaklık eden bir nesnel temel oluşturduğu, ulusal örgütlenme ve ulusal devletin kurulması eğilimini güçlendirdiği açıktır. Kürdistan’da burjuva, küçük-burjuva ulusal örgütlenmelerin ortaya çıkmasında, dahası bu milliyetçi örgütlerin ulusal başkaldırının başına geçerek onu yönlendirme yeteneği göstermesinde yadırganacak ve karşı çıkacak bir şey yoktur. Marksistler, ezgi altında tutulan bir halkın ulusal zulme karşı başkaldırıyı esas alan ulusal karakterli örgütlerine karşı olmadılar ve değildirler. Ancak Marksistler, bu örgütlerin, proletarya ve emekçilerin bağımsız sınıf örgütlenmesi ihtiyacı ve isteminin üzerine “ulusun çıkarları”, “ulusun birliği” propagandasıyla örtme çabalarıyla da mücadele etmek zorundadırlar.
Komünist partisi ve Marksistler, “ezilen sınıfların, emekçi ve sömürülen halkın çıkarlarına yönelik ulusal çıkarlar denilen genel kavram arasında kesit, ayrım yapmak” zorundadırlar. Ulusal sorun konusunda tek doğru tutum; “bütün uluslar için tam hak eşitliğinin, “‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme , hakkinin tanınması ve “bütün ülkelerin işçilerinin birleşmesinin savunulmasıdır.
Kürdistan açısından ele alındığında, sorunu ulusal baskı ve köleliğe, zulme ve faşist barbarlığa karşı mücadele, işçi ve emekçilerin, diktatörlüğe, emperyalizme, Kürt ve Türk egemen sınıflarına karşı mücadeleye genişletilerek mi, yoksa ulusal zulme karşı ezilen ulusun “topyekûn” örgütlenmesi ve mücadelesi olarak mı ele alınmalıdır biçiminde ortaya koymak bir zorunluluk halini almıştır. Kürt Marksistleriyle Kürt milliyetçi-devrimci örgütün temsilcileri arasındaki tartışmaların yoğunlaştığı sorunların başında bu gelmektedir.
Biz, “Kürtlerin birliği” sloganının, Kürdistan’da sınıf mücadelesi olgusunu reddeden, Kürt işçi ve emekçilerinin farklı sınıfsal çıkar ve sorunlarının üstünü örten gerici bir içeriğe sahip olduğunu, Kürdistan’daki toplumsal gelişmeyi dikkate almaktan uzak bir slogan olduğunu, bu sloganın Kürt işçisinin değil, Kürt burjuvazinin sloganı olabileceğini düşünüyoruz. Bunu söylemek Kürt halkına “kötülük yapmak” da değildir. Kürt işçileri, Kürt halkı ister Türk halkıyla birlikte yaşamaya karar versin, isterse ayrı bir devlet kurmak üzere ayrılmaya karar versin, bağımsız siyasal sınıf örgütlenmesini gerçekleştirmek ve sınıf olarak kendi kurtuluşuyla birlikte toplumu da kurtarmak zorundadır. Kürt işçisi bu sınıf bakış açısıyla hareket etmedikçe köle olarak kalmaya mahkûm olacaktır.

ENTERNASYONALİZM SORUNUNUN ÇARPITILMASI
Adı geçen yazısında Hasan Bildirici, proleter enternasyonalizmi sorununu da çarpıtıyor, devrimci içeriğinden soyutlayarak ele alıyor, Kürt işçi ve emekçisinin enternasyonalist görevlerinden söz edilmiş olmasını “Misak-ı Millicilik” olarak adlandırıyor. Şu sözler ona ait:
“Enternasyonalizm olayı da yanlış anlaşılıyor. Kürt halkında ne zaman kendi ayakları üzerinde durma çabaları görülse, Türk solu soyut bir enternasyonalizm kavramını ortaya çıkarıyor. Bu bilinçaltı oluşmuş bir ‘Misak-ı milliyetçilik’. Bunun geri biçimleri Osmanlı’da ‘din kardeşliği’ TC’nin kuruluşunda iki halkın ülkesi ve ‘hepimiz Müslümanız’dır. Şimdi önerilen ise bunların daha modern bir biçimidir. Oysa gerçekte Kürt halkında eksik olan enternasyonalistlik değil, milli duygulardır. Kürt halkı o kadar ‘enternasyonalisttir’ ki tarih boyunca gelene ağam demiştir. Her türlü egemen gücün kulu, askeri, paşası olmuştur.”
Bu türden bir kaba benzetmeye, önyargıları tekrarlamaya, bilimsel tartışmalardan kaçınarak kara çalma yöntemlerini öne çıkarmaya ve enternasyonalizmi “gelene ağam, gidene paşam” demek olarak gösteren anlayışa ne denebilir ki!
Enternasyonalizmden söz edilmiş olmasını, neden ve hangi amaçla söz edildiğine bakmaksızın, egemen sınıfların Misak-ı Millici anlayışlarıyla aynı görmek, sömürücü sınıfların “din kardeşliği”, “Müslümanlık” gibi anlayışların “modern biçimi” olarak göstermek olsa olsa, önyargıya dayalı kaba bir kara çalmadır, bilime karşı küfürle sonuca ulaşmaya çalışmaktır.
Biz söz konusu yazımızda (Beşikçi Eleştirisi) enternasyonalizm sorununu, proletarya ve burjuvazinin uluslararası sınıflar olması nedeniyle, proletaryanın uluslararası dayanışmasının zorunluluğundan söz ederken ele aldık. Beşikçi’nin enternasyonal görevleri küçümseyen, dahası bunları Kürtler açısından gereksiz sayan düşüncelerini eleştirdik. Kürt işçilerinin, Kürt halkının milli duygu ve düşüncelerle kendisini sınırlamasını isteyenlerin yanlışlarına dikkat çektik. Bildirici’nin benim Beşikçi’ye yönelik eleştiri yazımdan aktarıp eleştirdiği paragrafta şöyle deniyordu: “O, ezilen Kürt ulusunun işçi ve emekçilerinin ezilen ulusun mensupları olarak kaldıkları ve ayrı bir devlet kurmadıkları sürece, birlikte yaşadıkları Türkler dâhil, diğer uluslararası işçi ve emekçilerle enternasyonalist bir dayanışma ve birlik içine giremeyeceklerini, dahası girmemesi gerektiğini vaaz ediyor.” Hasan Bildirici’nin burada ifade edilen düşünceye karşı söyledikleri ise yukarıdaki paragrafta aktarıldı.
Hasan Bildirici bizim konuya ilişkin düşüncelerimizi eleştirme yerine küfretme yolunu seçiyor. Enternasyonalizmi köleliğin kabulüyle eş gösteriyor. “Gelene ağam, gidene paşam” demenin, “her türlü egemen gücün kulu” olmanın “enternasyonalistlik” olduğunu ileri sürüyor. Küçük-burjuva milliyetçiliğinin enternasyonalizm olarak ulusların eşitliğinden başka bir şey görmediği açıktır.
Bu ülkede “Misak-ı millici” politika izleyen, Kürt halkının ulusal istemlerle ayağa kalkışı karşısında sosyal şoven bir tutum ilan, burjuvaziyle işbirliği çizgisi izleyen güçlerin olduğu doğrudur. Ancak, halkımızın ulusal zulme, faşist barbarlığa ve emperyalist egemenliğe karşı kurtuluş mücadelesinin doğru devrimci bir siyasal çizgide yükselmesi için çaba gösteren biz Kürt Marksistlerini ve tüm milliyetlerden proletaryanın devrimci komünist partisini, “Misak-ı milli”cilikle suçlamak, hem gerçeklerin çarpıtılmasını içeren kaba bir inkârcılık ve hem de devrimci siyasal dürüstlükle bağdaşmayan bir hafifliktir.
Kürt halkının kimi Marksist görüp görmediği ise siyasal pratiğin bir sorunudur ve toplumsal yaşamın aynasında sınanacaktır. Ve bir söz daha “milli duygu” vurgusuyla işçi ve emekçilerin sınıf hedeflerinin perdelenmesinin ve bu hedeflere ulaşmanın yol ve yöntemlerinin bilgisiyle donanmasının gereksiz sayılmasının ulusal kurtuluşa faydası yoktur.
Ulusal-devrimci hareketin raflarında yer alan arkadaşlar, çeşitli sorunlara ilişkin düşüncelerimizi baştan ve önyargılı olarak reddetme yerine, inceleyip irdeleme tutumunu benimserlerse, her şeyden önce, özgürlük mücadelesinin başarısına hizmet etmiş olacaklardır.

Ağustos 1992

Proletaryanın Sınıf Mücadelesinin Temel Biçimleri Ve Küçük Burjuva Devrimciliği

Bu yazı, geçen sayıda yayınlanan “THKP/C’den Devrimci Sol’a Küçük Burjuva Devrimciliği” yazısının devamı niteliğinde. Küçük burjuva devrimciliğine yöneltilen eleştirilerin Devrimci Sol’un şahsında örneklendirilmesinden yola çıkarak bu yazının salt başına bir Devrimci Sol eleştirisi olduğu düşünülmemelidir. Devrimci Sol’un düşüncelerinin ve pratiğinin muhatap alınması, onun, küçük burjuva devrimciliğinin en sistemli ve tipik temsilcilerinden biri olması nedeniyledir. Burada yapılan eleştiriler, THKP/C ve TKP/ML’nin devamı olduğunu iddia eden diğer küçük burjuva devrimci grupların da bir eleştirisidir.
Bu eleştirilerin, ele alınan konulardaki sağcılığın eleştirisiyle tamamlanmaması durumunda eksik kalacağı açıktır. Gelecek sayıda mücadele biçimlerine yaklaşımdaki sağcılık eleştiri konusu edilecek.

1. TAKTİK VE STRATEJİ

İŞÇİ SINIFININ MÜCADELE BİÇİMLERİNİN ÖĞRETİSİ OLARAK TAKTİK
Askeri birer terim olan taktik ve strateji, politik mücadelenin literatürüne, modern sınıflar-arası mücadelenin iktidar mücadelesi biçimini almasından sonra girdi. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı kendiliğinden mücadelesi dönemlerinde mücadelenin biçimlerini ayırt etmek, bunlar arasında geçişler bulunduğunu görmek ve mücadeleyi bir politikaya bağlayarak iktidar savaşının unsurları halinde örgütlemek, sınıfın özel bir örgütlenme biçimi altında çözebileceği özel bir sorun düzeyine gelmemişti. İşçi sınıfının “kendisi için” mücadeleye girişmesinin ilk evrelerinde, taktik ve strateji kavramlarının, yalnızca askeri bir içeriği olması da bunun sonucudur. Barikat savaşlarının devrimci kalkışmanın temel karakteristiği olarak göründüğü XIX. yüzyıl devrim dönemlerinde, işçiler için savaş planlarını, işçilerin tarafını tutan meslekten askerler, daha önce savaşlara katılmış işçiler, ya da askeri hareketler hakkında az çok deneyimi olan aydınlar oluşturuyordu. İşçiler, sokak savaşlarında, barikat kurup dağıtmakta ustalaşmak fırsatını buldukları bir çağı yaşıyorlardı ve kendi içlerinden de önemli ayaklanma komutanları çıkarabilecek bir birikime sahiptiler. Ne var ki, barikat savaşları barikat yıkıldığı ya da sokak savaşları sona erdiği zaman, bir başka düzeyde örgütlü olarak devam edecek kadar gelişkin bir politik içerik kazanmış değildi. Bu, ancak sıcak savaşa olduğu kadar, düzenli ve sistematik bir siyasi mücadelenin diğer biçimlerine de ustalıkla yön verecek bir siyasi partiyle mümkün olabilirdi. Sıcak barikat savaşlarının artarda yaşandığı bir sürecin içinde, silahlı direnişlere olduğu gibi, politikaya da kumanda edecek özel tipte bir proletarya partisinin yokluğu, yalnızca sınıf savaşının bir eksikliği olarak kalmıyor, aynı zamanda proletarya için geliştirilmiş bir politika biliminin geliştirilmesini de erteliyordu. Bu yüzden, mücadelenin bir biçiminden diğerine nesnel geçişlerde olduğu gibi, kavramsal düzeydeki geçlerde de bir gelişme görülmemesi doğaldı. Proletaryayı, sınıf mücadelesinin bütün biçimlerinde yönetme ve proleter kitleleri bizzat kendi mücadeleleri içinde eğitme programına sahip bir proletarya partisinin doğuş süreci, aynı zamanda mücadelenin değişik biçimleri arasındaki bağıntıların da bilimsel olarak ele alınıp işlenmesi süreci oldu. Değişen koşullar altında, mücadelenin gerektirdiği yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri yaratmak, özel bir kurmayın işi halinde ele alınmadıkça, karşılaşılan sorunların çözülemeyeceğini ilk keşfeden Lenin’di. Dolaysız olarak mücadele eden sınıf güçlerinin “mevzilenmesini”, “silahlanmasını”, bir “taktiğe” ve “stratejiye” sahip olmasını öneren ve bunu politik bir bilim halinde işleyen ilk Marksist de o oldu.
Askerlik biliminden politika alanına yapılan bu kavram transferlerinin kavram içeriklerinin aynı kaldığı bir süreç içinde gerçekleşemeyeceğini, askerlikten sınıf mücadelesinin politik cephaneliğine aktarılan her kavramın yeniden işlenip geliştirilmesi gerektiğini görüp uygulayan da odur.
Stalin, bir militan olarak yetişme tarzı ve sürekli faaliyet gösterdiği eylem alanının ona kazandırdığı özellikler dolayısıyla askeri sorunlar konusunda bilgi ve tecrübe sahibi bir önderdi. Ayrıca, Komünist Enternasyonal’in dünya çapında çözmek zorunda olduğu sorunlar içinde askeri sorunların ve askerlikle politika arasındaki ilişkilerin ağırlık kazandığı bir dönemde en sorumlu görevleri yürüten bir Marksist olarak Lenin’den devraldığı bu bilimsel çalışmaya en fazla katkıda bulunan önder oldu. Bugün de, bir Marksist-Leninist için, söz konusu kavramların onun tanımladığı içeriklerini değiştirmek için geçerli bir neden yoktur.
Stalin’e göre, “Stratejinin en önemli görevi işçi sınıfı hareketinin izlemesi gereken ve proletaryaya, programdaki hedeflere erişmek amacıyla, düşmana İndirilecek en elverişli ana darbeyi gösteren esas yönü tespit etmektir. Stratejinin planı, belirleyici darbenin en çabuk bir şekilde azami sonuçlarının elde edileceği yönünü örgütleme planıdır.” (Eserler, Cilt 5, s.142)
Bu tanımın, askeri strateji kavramından ayrıldığı temel nokta, dolaysız olarak bir sınıf için, proletarya için ve sınıf mücadelesi içinde kullanılacak bir içerik taşıyor olmasıdır. Aynı tanım, bir askeri kurmay bakımından ancak genelleme ve indirgeme yoluyla elverişli bir anlam kazanabilir.
Strateji kavramını, klasik biçimiyle ilk kullanan kişi Napolyon Bonaparte idi. Onun tanımında bu kavram, “savaş sanatı”nın bir parçası olarak yalnızca askeri harekâtın yönetilmesi için gerek i kuralları formüle ederdi. Clausewitz’le birlikte, askerlikle siyaset arasındaki ilişki, strateji kavramının tanımlanmasında eksen haline geldi. Ona göre strateji, “devletin kararlaştırdığı siyasi hedefe kuvvet yoluyla varmak sanatı” idi. Strateji, düşman kuvvetlerin maddi ve manevi bütün güçlerinin imhasına yönelik bir planı içermeli, ve bir “savaş yönetimi” tarafından elde edilecek sonuçlara göre yürütülmeliydi. Bu tanımda, Clausewitz’in ünlü, “savaş, politikanın başka araçlarla devamıdır” sözünün temelde durduğu görülüyor. Önemli olan, devletlerin politikasıdır ve askerlik, bunun gerçekleşme yollarından birisi olduğuna göre, strateji de buna göre tanımlanmalıdır. Stalin’in tanımında, politika ve askerlik ikileminin bulunduğu söylenemez. O, stratejiyi, dolaysız olarak politik bir kavram olarak kullanmakta ve tanımlamaktadır. Strateji, askerliğin burjuva biliminin ortaya attığı bir kavram olarak kalmamış, doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin bir aracı olarak yeniden tanımlanmıştır. Strateji, sınıf mücadelesinin bir kavramı olarak tanımlandığında, buna bağlı olarak, hedef, darbe, esas yön, sonuç gibi kavramların da, artık askeri terimlerle bir ilişkisi kalmamaktadır.
Fakat Stalin, yazılarında, askeri strateji ile siyasi strateji arasında ayrım yaparak, bunlar arasında analojiler de kurar. Böylece, kavramın kökenine yapılan göndermeler, bir yandan siyasette kullanılan biçiminin anlaşılmasını kolaylaştırır, diğer yandan da kavramın içeriğinin siyaset alanında kullanılmasıyla ne biçimde değiştiğini açıklığa kavuşturur. Stalin, burada kaynak olarak kullandığımız makalesini, şu sözlerle bitirir: “Siyasi stratejinin görevi, her şeyden önce, Marksizm’in teorisi ve programından yola çıkarak ve tüm ülkelerin işçilerinin devrimci mücadelesinin deneyimlerini hesaba katarak, verili tarihsel dönem için, verili ülkenin proleter hareketinin esas doğrultusunu doğru saptamaktır.” (age. s. 144)
Taktik kavramının da, strateji kavramı gibi, askeri savaş sanatıyla bağıntılı bir doğuş ve gelişme öyküsü vardır. Burjuva askerlik biliminin önde gelen teorisyenlerinden Foch, stratejinin temelinin “muharebe” olduğunu öne süren teziyle, taktik kavramının askerlik alanında tartışılmaya başlamasının yolunu açtı. Muharebe, savaşın geneli içinde, özel bir alanda, özel bir amaç için yapılan kısmi çatışma olarak, genelde stratejinin bir parçası olarak, teoride küçümsenen bir yere sahipken, strateji ile muharebe arasında dolaysız bir bağ kuran bu teoride, küçük ve mevzii çatışmaların önemi vurgulandı ve stratejinin bunlarsız gerçekleşemeyeceği fikri öne sürüldü. Böylece “savaş bilimi”nin uygulamalı alanlarından birisi olarak, lojistikle birlikte taktik de, stratejinin alt cümlesi haline getirildi. Askerlikte taktik, “muharebe meydanının bilimi” olarak tanımlanır. Savaşın tümünün kazanılması, düşmanın “tüm maddi ve manevi güçlerinin imhası” planından farklı olarak, belli bir mevzide, belli bir anda çatışmanın kazanılması için gerekli araç ve yöntemlerin araştırılması ve geliştirilmesi taktiğin görevidir.
Stalin, taktiği tanımlarken, askerlik alanındaki tanım içeriğini, taktik ile strateji kavramları arasındaki hiyerarşik bağıntıyı göz önünde bulundurur. “Taktik, stratejinin bir parçasıdır, ona tabidir ve ona hizmet eder. Taktik, savaşın bütünüyle değil, onun tek tek parçalarıyla, mücadelelerle, çarpışmalarla ilgilenir. Strateji, savaşı kazanmayı, ya da diyelim ki, çarlığa karşı mücadeleyi sonuna kadar götürmeyi hedeflerken, taktik, her verili anda somut savaş durumuna az çok uygun düşen şu ya da bu çarpışmayı, şu ya da bu mücadeleyi kazanmayı, şu ya da bu kampanyayı, şu ya da bu eylemi başarıyla gerçekleştirmeyi hedefler.
“Taktiğin en önemli görevi, verili bir anda, somut duruma en uygun düşen ve stratejik başarıyı en emin şekilde hazırlayan mücadele yollarını ve araçlarını, biçimlerini ve yöntemlerini saptamaktır. Bu nedenle taktik eylemler, onların sonuçları, kendi başlarına dolaysız etki bakış açısından değil, stratejinin görevleri ve olanakları bakış açısından değerlendirilmelidir.” (Stalin, age. s.144-145)
Bu noktada, stratejinin belirleyiciliği ilkesinden hareketle, Stalin, taktiğin ilginç iki boyutuna değinir: “Dolaysız etkileri bakımından çok parlak olan, ancak stratejik olanaklara uymayan taktik başarıların, tüm savaş için felaketli sonuçlar getiren ‘beklenmedik’ bir durum yarattığı anlar da vardır.” (Stalin age. s. 145) Ve “Taktik başarılardan vazgeçilmesini, gelecek için stratejik avantajlar sağlamak üzere taktik dezavantajların ve kayıpların bilerek üstlenilmesini gerektiren anlar da vardır. Bu, savaşta sık sık olur; bir taraf, kendi birliklerinin kadrosunu kurtarmak için ve üstün düşman güçlerinin darbesinden bunları sakınmak istediğinde, planlı bir geri çekilmeye başlar ve zaman kazanmak, gelecekteki tayin edici savaşlar için güç toplamak amacıyla, koskoca şehirleri ve bölgeleri savaşmaksızın teslim eder. Rusya’da 1918’deki Alman saldırısı sırasında, barışa susayan köylülerle ittifakı korumak, bir nefeslenme molası elde etmek, yeni bir ordu yaratmak ve böylece gelecek için stratejik avantajlar sağlamak üzere parti, andaki dolaysız siyasi etkisi bakımından muazzam bir dezavantaj olan Brest barışını kabule zorlandığında, durum böyleydi” (age. s. 146)
Stalin, taktik konusunu incelediği bölümü şu sözlerle bitirir: “Taktiğin görevi, her şeyden önce, stratejinin yönergelerini kılavuz edinerek ve bütün ülkelerin işçilerinin devrimci mücadelesinin deneylerini göz önüne alarak, her verili anda somut savaş durumuna en uygun mücadele biçim ve yöntemlerini saptamaktır.” (Stalin, age. s. 146)
Marksizm-Leninizm açısından strateji ve taktik, görüldüğü gibi, doğrudan doğruya proletarya hareketine bağlı olarak şekillenen, doğrudan doğruya sınıf hareketinin talepleri ve imkânlarıyla belirlenen bir politik uygulamadır. Bu kavramların sınıf mücadelesinin terminolojisinde kazandığı anlam, askerlik alanında taşıdığı anlamdan farklı olarak, sosyal sınıflar arasındaki savaşın politik araçları haline gelmeleridir. Bu durumda da, kimin stratejisi ve kimin taktiği gibi soruların cevabı, doğrudan doğruya sınıflar mücadelesi alanından hareket edilerek verilebilir. Stalin, sürekli olarak “proletaryanın taktiğinden”, “uluslararası işçi sınıfı hareketinin deneylerinden”, “sınıflar-arası ittifaktan”, söz ediyor. Daima toplumsal hareketin maddi unsurları ile ilişkili olarak bu kavramlara bir anlam veriyor.
Oysa Devrimci Sol, “proletaryanın taktiği” denilince, doğrudan doğruya “kendi hareketinin” durumunu, kendi imkânlarını, kendi ihtiyaçlarını göz önünde tutan bir “taktik” tanımına sahiptir.
“12 Eylül cuntasıyla birlikte, devrimci hareketin taktik hedefleri değişmek durumunda kaldı. 12 Eylül öncesinde sivil faşistler ve giderek devlet güçleriyle süren çatışmalar, 12 Eylül sonrası -sivil faşistlerin arenadan çekilmesiyle- karakter değiştirdi. Artık devlet güçlerinin saldırıları ve bu saldırılara karşı şekillenen devrimci mücadele vardı. Proletaryanın taktik hedefleri, cunta generalleri, onların destekçisi tekelci sermaye, emperyalist güçler, büyük toprak sahipleri ve bu kesimlerin vurucu güçleriydi.” (Devrimci Sol Dava Dosyası -Broşürler-, s.433. “Hareketimizin Gelişimi Ve Devrimci Mücadele.”)
12 Eylül sonrasında, proletaryanın durumunu karakterize eden genel özellikler, sendikaların tümüyle askeri cuntanın denetimi altına alınması, devrimci işçilerin ve işçi önderlerinin işten çıkarılmaları, tutuklanmaları, reel ücretlerde kesin bir düşüş, politik bakımdan silahsızlandırma ve örgütsüzleştirmeydi. En genel planda ve dönemin siyasal özellikleri bakımından tahlil edilecek olursa, elbette proletaryanın (eğer kavramı Stalin’in tanımladığı içeriğiyle kullanacak olursak) stratejik hedeflerini, yukarıda Devrimci Sol belgesinde sayılan sınıflar oluşturuyordu. Ama proletaryanın sınıf olarak kitlesiyle ilgili bir analizin söyleyeceği en son şey bunlardır. Bu hedefler, ancak proletaryanın siyasal örgütünün, genel bir plan yapmak ve özel durumları açıklamak bakımından işine yarayabilirdi. Ama proleter kitlelerini harekete geçirmek, onların talepleriyle örgütün planları arasında bir bağıntı kurmak isteyen, bunu gözeten bir siyasi örgüt için, yani bu tespitten hareket ederek (Stalin’in kullandığı anlamda) taktikler araştıran bir siyasi hareket için, bu tahlil tamamen “afakî”dir. Bu, ayakları havada, yani sınıfla asgari düzeyde olsun bir ilişkisi olmayan, onun gündelik mücadelesinin hedeflerini formüle etmeyen bir taktik tanımıdır. Açıkça söylemek gerekirse, proletaryanın taktik hedefleri olarak tanımlanan şeyler, ancak, devrimin belli bir aşamasının karakteristiklerini çözümleyen bir stratejinin paragraf başlıkları olabilir, proletaryanın taktiği değil! Kaldı ki, bir an için, bunların “doğru taktik hedefler” olarak saptandığını kabul etsek bile, bu, gene, proletaryanın değil, Devrimci Sol’un taktik hedefleri olarak kalacaktır. Bu tespitlerde, proletaryaya, verili bir anda, somut duruma en uygun düşen ve stratejik başarıyı en emin şekilde hazırlayan mücadele yollarının, araçlarının, biçimlerinin ve yöntemlerinin gösterildiği söylenebilir mi?
Bu, geçmişten bir örnekti. Bugün Devrimci Sol, somut koşullara uygun olarak işçi sınıfına, emekçi halka, hangi taktiği öneriyor? Sınıflar mücadelesinde, burjuvazinin çok yönlü, ekonomik, siyasal, kültürel vb. saldırısını göğüsleyecek, stratejik hedefe doğru ilerlemesini kolaylaştıran yollar açacak bir önerisi var mıdır?

DEVRİMİN İLERLEMESİNE VE GERİLEMESİNE BAĞLI OLARAK TAKTİK
Devrimci Sol’un kendisini proletaryanın yerine koyan analizlerinin hepsi bundan ibaret değildir. İşçi sınıfını ideolojik olarak temsil etmekten, işçi sınıfının kendisi olduğunu sanmaya doğru gelişen çizgisinde, Devrimci Sol, ülkedeki tüm siyasal gelişmelerin, sosyal hareketini tümünün kendi ekseninde döndüğünü kurmaya başlar.
Marksist-Leninist bir siyasi hareket, ülkenin genel durumu hakkında bir değerlendirme yaparken, her şeyden önce, sınıfların nesnel hareketini temele almak durumundadır. Sınıfların “temsilcilerinin” (bu temsilciler gerçekten sınıfları temsil ediyor olsalar bile) hareketini, nesnel durumunu, imkânlarını ve hareket eğilimlerini, sosyal sınıfların nesnel durumu, imkânları ve hareket eğilimleri yerine koyan bütün çözümlemeler, irade’nin belirleyiciliği ilkesini hareket noktası olarak alıyor demektir. “Somut koşulların somut tahlili” yerine, öznel durumların genel ve soyut tahlili ile yetiniyor demektir.
Devrimci Sol, 12 Eylül’de sınıf mücadelesinin koşullarını çözümlerken, gene aynı yöntem hatasını, gene aynı sübjektif idealist temelden yola çıktığı için yapmıştır.
“Hareketimiz, değişen durumu doğru olarak tespit etti ve cuntaya karşı nasıl mücadele edeceğini, hangi taktik hedeflere yöneleceğini belirleyerek savaşın sürdürülmesi gerektiğini vurguladı. … Faşist cuntanın ve emperyalizmin programım engellemenin yolu silahlı mücadeleden geçiyordu.” (age. s.433)
Görüleceği gibi, burada silahlı mücadele kavramı açıkça kullanılmakta, “öncü savaş”tan ya da “silahlı propagandadan” değil, “faşist cuntanın ve emperyalizmin planlarını bozacak” bir silahlı mücadeleden söz edilmektedir. Nedir “faşist cuntanın ve emperyalistlerin planları”? Aynı Devrimci Sol belgelerinde bunlar şöyle değerlendiriliyor:
“ABD emperyalizmi, İran İslam Devrimi’nden sonra, Ortadoğu’da sarsılan gücünü yeniden sağlamlaştırmak için, o dönem milli krizin derinleşmesi sonucu istikrarsız bir ülke olan Türkiye’de askeri cuntayı gündeme getirdi. Gerici Arap rejimlerine ve Mısır-İsrail ittifakına dayanan ABD gücü, Türkiye’deki bir askeri cunta ile daha da sağlamlaşacaktı. Böylece, askeri faşist cunta yönetimindeki Türkiye, ABD ve NATO’nun Ortadoğu bölgesi için diğer görevlerini yerine getirebilecekti Öte yandan, 12 Eylül öncesi ülkemizdeki milli kriz giderek derinleşirken* sınıf mücadelesi de gelişiyordu. Türkiye genelinde sivil faşistlerle devrimciler arasındaki çatışmalar, yer yer halk kesimlerine sıçrarken, devlet güçleri de açıkça çatışmalar içine giriyordu…
“(Cuntanın programı), bir kaç ana noktayı kapsıyordu: Bunları, Türkiye’yi, ABD ve NATO’nun çıkarlarını savunacak “çevik kuvvet”e katılacak, bir “istikrar”a kavuşturmak, bunun için faşist devlet aygıtını yetkinleştirmek, yargı ve yasama gücü karşısında yürütme gücünü arttırarak baskı ve şiddeti açık ve meşru hale getirmek, oligarşi içinde tekelci burjuvazinin sömürü payını artırmak ve egemenliğini pekiştirmek, 12 Eylül öncesi gelişen sınıf mücadelesini kanla bastırmak, özellikle silahlı solu ezmeye çalışmak olarak sıralayabiliriz.” (age. S.391)
Ve Devrimci Sol, bütün bu planlar karşısında “kendi” durumunu değerlendirirken şunları söylüyor: “Hareketimiz, tüm olumsuzluklara, yenilen ağır darbelere rağmen, altı-yedi ay gibi bir süre, cuntaya karşı silahlı savaşı üst boyutlarda sürdürerek mücadele etti. Örgütsel darbelerin önderliği zaafa uğratması, ardından, objektif olarak, üst boyutta bir mücadele sürdüremedi. Faşizmin programını bozamadı.”
Devrimci Sol’un, ABD emperyalizminin, İran İslam Devrimi’nden sonra, Ortadoğu’da sarsılan gücünü yeniden sağlamlaştırmak için, o dönem milli krizin derinleşmesi sonuç istikrarsız bir ülke olan Türkiye’de askeri cuntayı gündeme getirmesi ve gerici Arap rejimlerine ve Mısır-İsrail ittifakına dayanan ABD gücünün, Türkiye’de bir askeri cunta ile kendi durumunu sağlamlaştırması ve askeri faşist cuntanın da Türkiye’yi, ABD ve NATO’nun Ortadoğu bölgesi için bir jandarma haline getirmesi planlarını, örgüt olarak silahlı mücadele taktiği ile bozmaya çalıştığını öğrenmiş oluyoruz.
Ama başarıya ulaşılamamıştır. Neden? Gene kendi belgelerinden okuyoruz cevabını: “Önder kadroların sürekli yakalanmasıyla örgütün siyasi kapasitesi sürekli düştü. Örgüt yönetimi ve organları büyük yaralar aldı. Toparlanma-yakalanma kısır döngüsü aşılamadığı için, bir kesitten sonra cuntanın programını bozmak ve teşhirini sağlamak mümkün olmadı.” (age. s.433)
Geçen sayımızda Mahir Çayan’ın “baş çelişki” tespiti yaparken, bunu kendi örgütü ile oligarşi arasındaki çatışmaya indirgediğini görmüştük. Burada da aynı anlayışın devam ettiği görülmektedir. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin planları ve programlarını engelleyecek güç olarak Devrimci Sol’un ileri sürdüğü kuvvetler kendi örgütsel gücünden ibarettir. Bu yenilgiye uğrayınca, Devrimci Sol’un “önder kadroları yakalanınca”, “örgütün siyasi kapasitesi düşünce”, “örgüt organları yara alınca”, planların bozulması mümkün olmuyor. Bu anlayışın, örgütle proletaryayı özdeş gören anlayışla aynı kalıptan çıktığını görebiliriz.
Örgütsel durum ve imkânların bütün sınıf mücadelesinin durumu ve imkânları yerine geçirilmesinin bir başka örneğini, “Ricat taktiği’nin tartışılması sırasında da görebiliriz.
Stalin’in “Leninizm’in İlkeleri”nde verdiği tanıma göre, devrimci taktikler, hareketin nispeten kısa kabarma ve alçalma dönemlerinde, devrimin yükselmesi veya gerilemesi döneminde proletaryanın alacağı tavrın tespit edilmesidir. Buradaki bütün terimler, özel bir dikkatle ele alınmalıdır. “Nispeten kısa, kabarma ve alçalma dönemleri’nden söz edilmesinin nedeni, taktik tanımıyla ilgilidir. Genel bir strateji planının uygulanmasına giden yolda, objektif koşullar nedeniyle, yani iktisadi, sosyal, siyasal değişiklikler yüzünden, devrimci harekette bu değişkenlere bağlı olarak ortaya çıkabilecek stratejinin konusu olan genel aşamaya nispetle kısa kabarma veya alçalmalardan söz ediyor Stalin. Ve gene bu değişkenlere bağlı olarak devrimin yükselmesine ya da gerilemesine bağlı olarak proletaryanın alacağı tavrın tespit edilmesine taktik adını veriyor. Kuşkusuz taktik, yalnızca nesnel koşulların, sosyal, siyasal, ekonomik değişkenlerin durumuna göre değil, aynı zamanda proletaryanın siyasal örgütünün güç ve imkânlarına, kitlelerle olan ilişkisinin boyutlarına göre de belirlenir. Yalnızca objektif koşullar değil, sübjektif koşullar da göz önünde bulundurulur. Bunlardan yalnızca birisini temel almak, başlıca iki farklı sapmaya karşılık düşer: Yalnızca objektif koşulları göz önünde tutarak yapılan taktik değerlendirmesi, kendiliğindenci-ekonomist bir politikanın biçimlenmesini hazırlarken, sadece sübjektif etkenlere bağlı olarak taktiğin belirlenmesi de, iradeci, sübjektivist bir temele işaret eder. Devrimci Sol, “emperyalizmin ve faşist cuntanın planlarını bozmak” üzere çıktığı yolda, sübjektif koşullar yüzünden başarısızlığa uğradığını söylemektedir.
Öte yandan, 12 Eylül döneminden sonra “ricat taktiği” izleyen hareketleri şöyle eleştiriyor: “Faşist terörle, baskıyla, işkenceyle, zindanlara doldurulmakla pasifize edilen, her türlü demokratik hakkı elinden alınan emekçi kitleler ve demokratlaşma yoluna girmiş ve yozlaşmaya açık binlerce devrimci sempatizan ve faşizmin süren baskı politikası, Ortadoğu’da açıkça jandarma rolü oynayan, halklara saldırmaya hazırlanan bir Türkiye… Bu durumu değiştirmek imkânsız değildir. Tüm olumsuzluklara rağmen, faşizmin üstünlüğünü yıkmak ve programını başarısız kılmak mümkündür.” Kuşkusuz, burada söylenenler, bir sayfa sonra söylenecek olan yukarıda aktardığımız sözlerle çelişkilidir. Bir yandan, “toparlanma-yakalanma kısır döngüsü aşılamadığı için, bir kesitten sonra cuntanın programını bozmak ve teşhirini sağlamak mümkün olmadı.” denirken, diğer yandan “tüm olumsuzluklara rağmen faşizmin üstünlüğünü yıkmak ve programını başarısız kılmak mümkündür” demek, tutarlı bir iddia olmuyor.
Devrimci Sol’un, kendi olanaksızlıkları nedeniyle bozamadığı planı, bütün solun “silahlı mücadelesi” ile bozulabilecek bir şey olarak gördüğü anlaşılıyor. Durumda değişen bir şey olmayacaktır. Bir örgüt yerine on, yirmi, kırk örgüt konulmakla, çelişkinin oligarşi ile örgüt arasında görüldüğü günlerin yanılgısının aşılması sağlanamaz. Örgütler bir yana, bir silahlı karşı koyusun, sosyal bir olay halini alabilmesi için, başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın büyük bir kesimini kapsaması, dolaysız olarak halkın eylemi halini alması koşulu vardır. Üstelik hedefte “emperyalizmin ve faşist cuntanın planlarını bozmak” gibi hiç abartmasız en azından Ortadoğu çapında kapsamı olan bir emperyalist ve yerli işbirlikçi ittifakı varsa, bunun örgütlerin varsayılan birleşik silahlı gücü ile alt edilebileceğini düşünmek, idealist iyimserliğin sınırlarını bile zorlamak demektir.
“Darbecilik”, kesinlikle bir nicelik sorunu değildir. Silahlı bir grubun, isterse sayıları binleri bulsun, bir toplumsal kitle temeli olmaksızın ve iktidara yürüme gücü taşımaksızın, bölge ve dünya çapında sorunların en azından özel bir bölümünü çözebileceğini, bölge ve dünya çapında emperyalist planların bir kısmını olsun bozabileceğini düşünmek, bir darbe mantığına işaret eder. 1924’de, Sovyet Devriminin etkisiyle, Estonya’da hatırı sayılır miktarda bir komünist grubu, bir sabah erken saatlerde, hükümet binalarına, kilit noktalara ve belli başlı stratejik noktalara el koyarlar, sokakları tutarlar. Bunun ardından Sovyet kuvvetlerinin yardıma geleceğini ve devrimin başarısı için kendi eylemlerinin yeteceği düşüncesindedirler. Lenin’in, bu türden “komünist darbeciliğe” karşı önceden yöneltmiş bulunduğu eleştiri, kuşkusuz yardıma geleceği umulan Sovyet kuvvetlerinin tavrını, onu yöneten politikayı belirlemiştir: “Bu biçim eylemin mutlak ön koşulu, geniş kitleleri, mümkün olan en büyük sayıdaki işçiyi kapsayacak ve eyleme sokacak militan üniteler halinde örgütlemektir.” Söz konusu “komünist darbe,” dört saat içinde ezilir. Darbeciliğin, “bir azınlığın eylemi” olarak tanımlanmasına bağlı olarak bu olaya ilişkin söylenebilecek şey, eylemin sınıfın azınlığının eylemi olması durumunda da eleştirinin geçerli kalacağıdır. Kitleleri, “mümkün olan en büyük sayıdaki işçiyi” kucaklamayan her silahlı hareket, bir azınlığın eylemi olarak, isterse bu azınlık, “işçi sınıfının azınlığı” durumunda olsun, yöntem bakımından darbecilikle özdeş kalacaktır. Devrimci Sol’un “eğer olsaydı” dileğiyle eleştirdiği genel tutum çağrısı, talihsiz Estonya’lı komünistlerin ayaklanmasına benzer bir ayaklanma için çağrı özelliği taşımaktadır.
Buna karşılık, gerilla mücadelesinin de bir “azınlık eylemi” olduğu ileri sürülebilir ve bunun da “darbecilik” sayılıp sayılamayacağı sorulabilir. Gerilla; savaşın biçimlerinden birisidir ve Devrimci Sol’un ele aldığımız belgelerinde kastettiği “silahlı mücadele” bu değildir. Bu olamaz: çünkü burada, düşman güçlerinin yıpratılması, genel savaş içinde özel birlikler aracılığıyla özel hedeflere saldırılması, manevra yeteneği büyük, küçük birlikler aracılığıyla savaşan büyük güçler dengesinde yol açıcı etkiler yaratılması gibi hedeflerden söz edilmiyor. Gerilla güçlerinin çözebileceğinden çok daha büyük, global problemlerin çözümü için bir yol öneriliyor. Ya “emperyalistlerin ve faşist cuntanın planları”nın kapsamı ve bu planları uygulamak için seferber edilen uluslararası askeri, diplomatik, politik, sosyal ve ekonomik güç hakkında bir öngörü yoktur ve bunların silahlı grupların eylemiyle bozulabileceğinden söz edilebilmektedir, ya da “geleneksel sol”un da silah elde savaşa katılmasıyla bu gücün yaratılabileceği sanılmaktadır. Neresinden bakılırsa bakılsın, kararlı bir azınlığın iradesinin, sosyal, politik, ekonomik süreçler üzerinde belirleyici olduğuna inanmanın ifadesidir bu. Devrimci Sol, “devrimin ilerlemesi ya da gerilemesi” deyiminden kendi ilerlemesi ya da gerilemesini anlıyor. Onun anlayışında, toplumsal koşullar, sınıfın maddi ve manevi güçlerinin durumu, siyasal olaylar, hepsi bir durağanlıktır, bir değişmezlik içindedir sanki ilerleyen ya da gerileyen Devrimci Sol’dur ve bütün taktikler buna göre belirlenir. Daha doğrusu “silahlı propaganda” diye bir temel mücadele biçimi vardır ve o ya uygulanabilir, ya da uygulanamaz: Devrimci Sol’un durumuna bağlıdır bu, başka bir şeye değil.
Devrimci Sol “ricat taktiği” uyguladıkları için dışındaki sol hareketleri eleştirirken, kendisinin bu taktiğe başvurmadığını, her koşul altında mücadeleyi sürdürmek için çaba harcadığını ifade ediyor. Birinci olarak, 12 Eylül döneminde, hiç bir hareket kelimenin doğru içeriği bakımından söylenecek olursa, “ricat taktiği” uygulayamamıştır. Devletin takip ve saldırısına maruz kalan hareketlerin büyük bir bölümü yalnızca bozguna uğramış bir biçimde, mücadele alanını terk etmiştir. “Ricat taktiği” kavramı, bu bozgun halinde dağılma yüzünden Türkiye’de kirletilmiştir. Bunun karşısında Devrimci Sol, kendisinin ricat -geri çekilme- taktiğine başvurmadığını öne sürerek övünüyor. Söz konusu siyasi hareketlerle Devrimci Sol arasında aslında fark yoktur: yalnızca onlar uğradıkları bozgunu “geri çekilme” olarak göstermeye çalışmışlar, Devrimci Sol ise, aynı yenilgiye uğramış olmasını böyle adlandırmamıştır. Geri çekilmeyi bir onursuzluk, kavga kaçaklığı, cesaretsizlik olarak yorumlamış, bu taktiğin kullanılmasını, neredeyse bütün zamanlar ve bütün koşullar için peşinen yasaklamıştır. Oysa ricat taktiği, Stalin’in yukarıda aktardığımız sözlerine dayanarak söyleyecek olursak, savaşmanın bir biçimidir. Devrimci dalganın alçaldığı, düşman kuvvetlerinin saldırısının eski yöntemlerle göğüslenemediği koşullarda, yeri ve zamanı geldiğinde, savaş imkânlarını, savaş araç ve gereçlerini, temel örgüt birimlerini ve kadrolarını koruyarak düzenli bir geri çekilmeyi başaramayan, güçlerini toparlamak ve düşmana yeniden saldırmak için geçici olarak savaş alanındaki bazı mevzilerini terk etmesini bilmeyen bir örgüt ya da ordu, cesaretiyle değil, bilgisizliği ve beceriksizliğiyle anılır. Ama kapağı yurt dışına atmayı, kadroları dağıtmayı, “herkes başının çaresine baksın” demeyi ve mücadelenin bütün alanlarını tümüyle ve silinmek üzere terk etmeyi “ricat taktiği” diye yutturmaya çalışanlar da, bilgisizlik ve beceriksizlikleriyle değil, apaçık tasfiyecilikleri ve korkaklıklarıyla anılacaklardır.

2. MÜCADELE BİÇİMLERİ VE ASKERİ (SİLAHLI) MÜCADELE
Devrimci Sol, “silahlı mücadelenin temel”, diğer mücadele biçimlerinin ise buna tabi olduğu bir mücadele anlayışına sahip olduğunu pek çok yerde yazmıştır. THKP-C kökenli diğer hareketlerle bu konuda giriştiği tartışmalarda, “silahlı mücadelenin temel olması”nı nasıl kavradıklarını açıklamışlardır.
Devrimci Sol’un silahlı mücadele kavramı kapsamında kullandığı temel diğer kavramlar şunlardır: Öncü savaşı, silahlı propaganda, vs.
Bunlar içinde, silahlı propaganda, temel mücadele biçimi’dir.
“Bizim gibi emperyalizmin III. bunalım döneminin yeni-sömürge ülkelerinde, mevcut tarihsel koşullarda, öncü savaşı aşamasında, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması, hedefleri, karakteri ve siyasi sonuçları itibariyle, II. Bunalım dönemi halk savaşlarında başvurulan silahlı propagandayla nitel bir farklılık gösterir. Yani, silahlı propagandanın temel mücadele biçimi alınarak, öncü savaşının sürdürülmesi, içinde bulunduğumuz tarihsel koşulların bir gereğidir.
“… Ülkemizde politik kitle mücadelesinin temel metodu, silahlı propagandadır. Kitleleri örgütleyip bilinçlendirmek için başvurulan diğer politik kitle mücadeleleri ve ekonomik-demokratik hareketler, -miting, yürüyüş, grev, gazete, broşür, afiş, vb.- silahlı propagandaya tabidir.” (Devrimci Sol Dava Dosyası, Tasfiyecilik ve Devrimci Çizgi, s. 49)
Marksist teoride, Engels tarafından proletaryanın sınıf mücadelesinin temel biçimleri saptanmıştır ve başlıca üç temel biçim altında toplanmıştır.
Bunlar, Ekonomik-sendikal mücadele, ideolojik (felsefi, teorik) mücadele ve siyasi mücadeledir. Devrimci Sol teorisyenleri, elbette bu sınıflandırmadan haberlidirler. Ve silahlı propaganda’yı temel mücadele biçimi olarak sayarken, Engels’in saptadığı ve Lenin’in geliştirdiği bu sınıflandırmaya ters düşmedikleri kanısındadırlar. Çünkü onlara göre, silahlı propaganda, politik mücadeleden ayrı bir şey değildir; sadece onun temel alınması gereken bir biçimidir. “Politik mücadele, en genel anlamıyla temel mücadeledir. Ama emperyalizmin işgal biçimi (Ill. Bunalım döneminin özellikleri), ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal psikolojik, kültürel özellikleri, kısaca mevcut toplumsal formasyon, politik mücadelenin bir biçimi olan silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olarak ele alınmasını ve diğer politik ve ekonomik-demokratik mücadele biçimlerinin ona tabi kılınmasını ve onun tarafından belirlenmesini zorunlu kılar. (İdeolojik mücadele bu doğrultuda ele alınır.)” (Dava Dosyası, s.46)
Devrimci Sol, Engels ve Lenin tarafından ortaya konulan mücadele biçimleri sınıflandırmasını ise, “Marksizm’in evrensel şemalarından biri” olarak değerlendirmekte, evrense’ olanla özel olan arasında bir farklılık bulunduğu gerekçesiyle, bu “şema”yı reddetmektedir. Geçen sayımızda, Mahir Çayan’ın kendi görüşlerini haklı çıkarmaya çalışırken, Marksist-Leninist teorinin kendi teorisine uymayan her önermesini, “başka tarihi şartlarda ileri sürülmüş ve yaşanılan dönemde eskimiş tezler” olarak nitelendirdiğini görmüştük. Devrimci Sol, Mahir Çayan’dan devraldığı bu maymuncuğu, açmakta zorlandığı bütün kapılarda kullanıyor. Herhangi bir düşüncesinin ya da davranışının Marksizm-Leninizm’e uymadığı gösterildiğinde, kendisini değil, Marksizm-Leninizm’i gözden geçirmeyi tercih ediyor. Teori karşısındaki durumunu, teoriyi yanlış bularak kurtarmaya çalışıyor. Bu konudaki tutumu da, bu bakımdan tipiktir. Engels ve Lenin’in tespitleri açıkça ortada dururken, üç temel biçime bir )aşka temel biçim eklemek ancak Engels ve Lenin’in önermesinin “eskimiş” olduğu söylenerek mümkün olabilecektir. Marksizm’in başlıca analiz araçlarından birisi, sınıf mücadelesinin temel biçimlerinin ayırt edilmesidir. Sınıf mücadelesinin değişik biçimleri sınıflandırılarak, proletarya partisinin programının ve planlarının oturacağı zeminin başlıca hareket özellikleri ve değişik hareket biçimleri arasındaki geçişlerin ve ilişkilerin tespiti imkânı sağlanmıştır. Böylece de, proletarya partisinin güçlerini seferber etmesi, propagandasının ve ajitasyonunun özelleştirilmesi ya da genel bir düzeyde ele alması için ona bir toplumsal çözümleme anahtarı verilmiştir. Bu sınıflandırma Devrimci Sol yazarının belirttiği gibi gerçekten evrenseldir. Yani, bütün modern sınıflı toplum ilişkilerinde, burjuvazi ile proletarya arasında mücadelenin bulunduğu bütün zamanlar ve bütün ülkeler için geçerlidir. Devrimci Sol’un, evrensel olma özelliğini bir kusurmuş ve geçersizlik için bir nedenmiş gibi göstermesinin Marksizm-Leninizm çerçevesinde hiç bir haklı gerekçesi olamaz. Bu tavrı anlaşılır kılan tek nokta, Marksizm-Leninizm’in bu sınıflandırmasının, Devrimci Sol’un kendi seçtiği yola uygun düşmemesidir. Özetle, buradaki çelişki, Marksizm-Leninizm’le Devrimci Sol arasındadır ve elbette böyle bir durumda, Devrimci Sol’un kendi tercihini kullanma hakkı vardır. Ama bu hakkın kullanılması, kendisinin Marksist-Leninist bir hareket olduğunu iddia etme hakkını ortadan kaldırır.
Sorun, “Marksist-Leninist teori bir saptama yapmıştır, buna uyan Marksist-Leninist’tir, uymayan değildir” biçiminde anlaşılmamalı. Önemli olan, bu teorik tezin “şema” denilerek bir kenara itilmesinden sonra başlamaktadır. Devrimci Sol’u bu teorik saptamada rahatsız eden şey, silahlı mücadelenin sınıflandırmaya dâhil edilmemiş olması değildir. Bize göre, buna karşı alınan tavrın esası, Engels ve Lenin’in, “sınıf mücadelesi”nden söz ediyor olmalarıdır. Grupların, örgütlerin, mücadeleci gerillaların değil, işçi, proleter yığınların mücadele biçimlerinden söz ediliyor burada.
Devrimci Sol belgeleri, daima, silah ve politika arasındaki ilişkide, politikanın belirleyici olduğunu, politikanın silahlara kumanda etmesi ilkesinin titizlikle korunması gerektiğini vurgular. Ancak bunun söylenmesi yetmemektedir. Şurası mutlak olarak göz önünde bulundurulmalıdır ki; yalnızca politik mücadelenin temel olduğunu öne süren Marksist-Leninist ilke bütün içeriğiyle anlaşıldığında ve kabul edildiğinde, “politikanın silahlara hükmetmesi” ilkesi geçerli hale gelebilir. “Silahlı mücadele temeldir” biçiminde konulmuş bir öncülden çıkacak sonuç, silahın ihtiyaçlarının bir politika haline gelmesi ve politikayı silahların yönetmesi olacaktır. Bu, “askeri önderlikle” politik önderlik” arasında bir ayrım yapmak, ya da hangisinin önde gideceğine dair tartışmayı canlandırmak demek değildir. “Askeri önderlikle, politik önderliğin birliği” kavramı, kendi içinde bu sorunu zaten çözmüş gibi görünmektedir. Ama asıl sorun, yani politikanın önceliği, işçi kitlelerinin politik mücadelesinin ihtiyaçlarının belirleyiciliği gibi temel kurallar için bu kavram bile yeterince diğer sonuçları doğuracak kadar bağlayıcıdır.
Proletaryanın partisi, bir politik örgüttür. Asıl amacı, proletarya iktidarını kurmak, sosyalizmin inşasına öncülük etmek ve komünizme giden yolları açmaktır. Bunun için gerekli bütün diğer araç ve yöntemler, bu amaca bağlı olarak, proletarya partisinin organları tarafından gerçekleştirilir. Ama proletarya partisinin politik önderliği, hemen yanı başında, kendi içinde, bir de “askeri önderlik” diye bir kurum bulundurmaz. “Askeri önderlik”, “politik önderlik” gibi ayrımlar, sonra da bunların ayrı ayrı olamayacağı, tek bir önderlik altında bunların birliğinin esas olduğu şeklindeki sonuçlar, doğrudan doğruya THKP-C’nin geçmişteki iç tartışmalarının sonuçlandır ve bugüne kadar uzayıp gelen bir geçmişin ürünüdürler. Askeri eylem biçimlerinin, İşçi sınıfının politik aktivitesinin sağlanması sorununun önüne geçtiği bu tip örgütlenmelerde, politikanın silahlara kumanda etmesi ilkesinin, kendisini politik önderlik olarak ilan etmiş olan grubun, silahların nasıl kullanılacağına karar vermesinden ibaret bir içeriğe indirgenmesi kaçınılmazdır.
Devrimci Sol’u, “şema”nın kabul edilmemesi noktasına götüren budur. İşte bu noktadan başlayarak, Devrimci Sol’un bütün kitle ilişkilerine bakışı, kendi eylemleriyle kitlelerin eylemi, kendi talepleriyle kitlelerin talepleri arasında kurduğu bağıntının niteliği, bütün karakteristikleriyle, küçük burjuva tipte bir devrimciliğin portresini çizmeye başlamaktadır. Sınıf kavramının geçtiği her yerde rahatsızlık duymak ve bunun yerine daima kendisini sınıfla özdeş görmek, sonunda “sınıf adına ve sınıf için” hareket etmeye yol açıyor. Mücadele biçimlerinin sınıflandırılması ve birbirine bağlanması hakkındaki öğreti, Devrimci Sorun sınıf tabiatına aykırı düşüyor. Bütün mesele budur.
Bu anlayışın bir diğer örneği, Lenin’e ait bir sözü tersine çevirmek biçiminde görülüyor. Lenin, komünistlerin başlıca görevinin, işçi sınıfını kendi dışındaki önderlere ihtiyaç duymayacağı koşulları sağlamak, olduğunu söyler. İşçi sınıfı, bilinç ve örgütlenme bakımından öyle bir düzeye getirilmelidir ki, bu tür önderlere artık ihtiyaç duymasın. Çünkü Lenin, tıpkı Marx gibi, tıpkı Engels gibi, işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi eseri olabileceğine inanmıştı. Onu dışarıdan birilerinin, onun adına kurtarmaya kalkışmasından bir hayır gelmeyeceğini, yüz yıllık deney göstermekteydi. Ama koşullar ve sınıfın entelektüel gelişmesinin önündeki engeller, örgütlenme güçlükleri, daima bir grup aydının işçi sınıfı adına ve onu kurtarmak üzere öne çıkmasına yol açıyordu ve bu kaçınılmaz bir ihtiyaç olmasına rağmen, işçi sınıfı açısından alt edilmesi gereken bir gerilikti. Devrimci Sol ise, burada da Lenin’in sözlerini tamamen tersine çevirerek kendi eyleminin ve varlığının gerekçesini bulmaya çalışır: “Doğru bir önderlikle yürütülen politik mücadelenin etkin bir güç haline gelmesiyle, kitlelerin öncüleri, Lenin’in deyişiyle, ‘kitleler için ihtiyaç haline gelecektir.'” (Dava Dosyası, s.47) Lenin’in bir ihtiyaç olmaktan çıkartmak istediği bir şeyi, vazgeçilmez bir ihtiyaç haline getirmeye çalışmak… Bu, kitleler adına adalet uygulamaya, kitleler adına mücadele etmeye, kitlelerin talepleri yerine kendi taleplerini geçirmeye ve bunları meşru göstermeye girişirken, Devrimci Sol’a dayanak teşkil ediyor. Komünistler, kitlelerin önderlere ihtiyaç duymasıyla kendi varlıkları arasında bir nedensellik bağıntısı bulunduğunu bilirler; ne var ki, bu onların kabul edeceği ve eğer böyle bir ihtiyaç yoksa doğması için çaba harcayacakları bir olumluluk değildir. Kitlelerin geriliğinin belirtisidir ve komünistlerin hedefiyle karşıtlık içindedir. Kitlelerin geriliğini kendileri için bir avantaj olarak gören her hareket, sonuçta bu geriliğin bir eklentisi olarak kalmaya da mahkûm olacaktır. “Kitleler için bir ihtiyaç haline gelmeyi” istemek, kitlelerin kendi kurtuluşları için ayağa kalkmalarından umut kesmiş olmak demektir. Diğer yandan, kitlelerin bu ihtiyaç içinde kalmaları, onların herhangi bir eyleme, herhangi bir öncü tarafından öncünün kendi istekleri doğrultusunda çekip götürebilecek bir sürü olarak kalmaları da demektir. Bu öncü, bir gün Demirel olur, bir gün bir başkası. “Kurtarıcıyım” diyen herkesin, Türkiye’de yığınların geriliği yüzünden, “öncü” olma şansı vardır. Ama önemli ve gerekli olan, Lenin’in de işaret ettiği gibi, kurtarıcılardan kurtulmaktır. Komünistlerin görevi, kitlelere iyi kurtarıcılarla “kötü kurtarıcılar” arasındaki farkı anlatmak değil, kurtuluşlarının yalnızca kendi kollarının eseri olabileceğini göstermektir. Komünistler, kendilerinin kitlelerin bir ihtiyacı haline gelmesine çalışmazlar; kitlelerin temel ihtiyaçlarının bizzat kendilerinin mücadeleye girişmesi olduğunu göstermeye çalışırlar.

KİTLELERİ DEVRİMCİ MÜCADELEYE ÇEKMENİN ARACI:
Kitleleri kendi siyasi tecrübeleri temelinde devrimci mücadeleye çekmek, Leninizm’in en önemli taktik ilkesidir.
Bu ilke de, Marksizm-Leninizm’in diğer bütün ilkeleri gibi, sınıf mücadelesi teorisinden kaynaklanır. İşçi sınıfının “kendisi için” mücadele etmesi, egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesine girişmesi, dolaylı çağrıların, “öncü savaşın” açtığı yolun genişlemesinin, “öncülerin gerçek bir ihtiyaç haline gelmesinin vs. değil, kendi siyasi deneyleriyle devrimci siyasi eyleme girmesi ile olacaktır. Burada bütün sorun, komünistlerin kendi sloganlarını yığınların sloganı haline getirecek yolu bulmalarıdır. Partinin programını kitlelerin programı haline getirmek, partinin sloganlarını kitlelerin sloganı halinde yükseltebilmek ve partinin eylemini kitlelerin eylemi kılmak… Bu, kitlelerin partinin program, slogan ve eyleminin doğruluğuna ikna olabilmeleri için, kendi deneylerine dayanmalarını öngören bir yol izleyerek sağlanabilir. Kitleler, partinin programının doğruluğuna nasıl ikna edilebilirler? Bunun uluslararası işçi hareketinde denenmiş ve bir komünist ilke olarak benimsenmiş tek yolu vardır. Kitlelerin devrimci mevzilere çekilebilmesi, yalnızca ajitasyonla, yalnızca propagandayla, hatta yalnızca örgütlenmenin tüm birimlerde sağlanmış olmasıyla gerçekleşemez. Kitleler, yalnızca kendi hayatlarından, kendi deneylerinden yola çıkarak, devrimci bir kalkışmanın kendileri için kaçınılmaz tek yol olduğuna ikna olmalıdırlar.
Devrimci siyasi mevzilerin tanınması ve o saflarda yer tutulması, bazen, değil kitlelerin, öncünün bile kolayca ikna olamayacağı kadar çetin bir mücadeleyi gerektirebilir. Stalin, kendi deneyinden yola çıkarak, şu örneği veriyor: “Öncünün, yani Partinin, diyelim ki 1917 Nisan’ında, Milyukov-Kerenski Geçici Hükümetinin devrilmesinin kaçınılmaz olduğuna ikna olması iyi bir şeydir. Ama sadece bu, hükümeti devirmek için çağrıda bulunmaya, Geçici Hükümet’in devrilmesi ve Sovyet iktidarının kurulması sloganlarını, günün sloganı yapmaya yetmez.”
Bu açıdan bakılınca, “silahlı propaganda” denilen eylem türünün, kitlelere hangi alanda kendi deneyleriyle siyasi gerçekleri kavrama olanağı bıraktığı sorulmalıdır. Bugüne kadar olan bütün uygulamanın sonuçları, “silahlı propagandacın belki yalnızca Devrimci Sol kadrolarına “kendi deneyleriyle siyasi gerçekleri öğrenme” yolunu açtığını, geniş işçi ve emekçi kitlelere ise onları uzaktan, bazen acıyarak, bazen onlar için ağıtlar yakarak, çoğu zaman da, burjuvazinin çok geniş basın-yayın şebekesinin etkisinde onlara kızarak ve yüz çevirerek izleme yolunu bıraktığını söyleyebiliriz. Devrimci Sol’un ve onun kökenindeki THKP-C’nin ve o dönemdeki bütün silahlı hareketlerin kitlelere bıraktığı biricik yol budur: kendilerinin yapamadığı, yapamayacağı bir şeyi yapan yiğit insanları uzaktan izlemek.
Silahlı propagandanın, “siyasi gerçekleri açıklamak” için elverişli bir araç olduğu, kitlelere bilinç götürmek gibi bir işlev yüklendiği, iddia edilemez. Bunu iddia edebilmek için, “siyasi gerçeklerin ne olduğu, bunların nasıl açıklanacağı, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilincinin hangi unsurları içermesi gerektiği vb. hakkında hiç bir geçerli bilgiye sahip olmamak gerekir
İşçi kitlelerin aktivitesini arttırmak, onları devrimci eylem mevzilerine çekmek için, siyasi gerçeklerin açıklanmasının ve bunlara karşı sosyalist tarzda tavır alınmasının sağlanması için, Lenin, çok yönlü siyasi teşhir faaliyetleri örgütlenmesini önerir. “Siyasi teşhirden başka hiç bir şey, siyasi bilinci ve kitlelerin siyasi etkinliğini geliştiremez.” Lenin, “siyasi bilinç” kavramının unsurlarını şu şekilde özetler:
“Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, manevî ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü kendini iyi tanıyabildiği için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgisi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğru olarak ifade edelim: teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir… Ama bu “açık-seçik tablo”, herhangi bir kitaptan edinilemez. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur.
Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır?”
Silahlı propaganda, bunlardan hangisini yapabilir? Yoksa silahlı propagandanın imha ya da tahrip ettiği hedefe bakarak, işçiler bütün bu gerçekleri kendileri mi öğreneceklerdir? Bu, bilincin kendi kendilerine bırakılması demek değil midir? Öyleyse silahlı propagandayı bir “bilinçlendirme aracı” olarak gösterenler, Lenin’in “o bir sosyal-demokrat değildir” dediği türden eylemciler değil midir?

3. KÜÇÜK BURJUVA SİLAHLI EYLEMCİLİK VE PROLETARYANIN POLİTİK MÜCADELESİ İÇİNDE SİLAHIN YERİ
Devrimci Sol’un, THKP-C’den devraldığı önemli olumsuz miraslardan birisi de, devrimin yolu konusundaki eski tartışmalarda kullanılan kavramlardır. Mahir Cayan ve onun dönemindeki her devrimci, Mao Zedung’un Halk Savaşı Teorisi’ni, Sovyet revizyonizmi ile kopuşmanın başlıca kriteri saymaktaydı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin dünya çapında öngördüğü “barış içinde yarış ve kapitalist olmayan kalkınma yolundan sosyalizme geçiş” teorilerinin karşısında şiddet yoluyla devrim fikrinin savunulması, bu fikrin bütün belgelerinde ajitatif bir dille vurgulandığı Çin Komünist Partisi’nin tezlerinin tek seçenek olarak olumlanması sonucuna götürüyordu. ÇKP, SBKP ile kapışmasının perde arkasını daha da koyu bir sis perdesi altına gömen aşırı devrimci bir söylemle, Kültür Devrimi gibi tantanalı propaganda gösterileriyle, dönemin gençlik ve aydın hareketi üzerinde bir hegemonya kurmuştu ve Mao Zedung’un düşünceleri, emperyalizme ve kapitalizme karşı ayağa kalkmış üç kıtanın devrimcileri için ciddi bir ilham kaynağı olma pozisyonu yakalamıştı. ÇKP, SBKP ile olan tartışmasını son derece basite indirgeyen ve kendisine halklar ve devrimciler nezdinde itibar sağlayan kolay anlaşılır bir formüle dayandırıyordu tezlerini: Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, silahlı devrim yoluyla devrilmelidir! Sovyet revizyonizmi, bunun karşısında, kapitalizmle barış içinde yaşama politikasının gereği olarak hazırladığı “detant” -yumuşama- planlarının ön gereklerini yerine getiriyor, büyük bir devrimci çalkantı içinde bulunan dünyaya, emperyalistlerle işbirliği yapma amaçlarına ters düştüğü için sırt çeviriyordu. Komünist ve işçi partileri karşısında kendi tezlerini aklamak, devrimci hareketler üzerindeki kontrolünü kaybetmemek için de, tezlerini, Marksist-Leninist klasiklere dayandırmaya çalışıyordu. Leninist örgütlenme ve devrim teorisi, Bolşevik taktikler, Marx ve Engels’in eserieri, “Mao Zedung düşüncesinin” karşısına dikiliyor, Kültür Devrimi ve Halk Savaşı Teorisi, klasikler karşısında yargılanıyordu. Hiç kuşkusuz o zamanlar elli yıllık bir birikimin üstünde oturan ve çeşitli araştırma enstitüleri halinde örgütlenmiş bulunan Sovyet teorisyenlerinin laf cambazlıkları karşısında tutunmak kolay değildi. Marx, Engels ve Lenin’in (Stalin zaten tarihten silinmişti) eserleri, devrimci dünya fırtınasının karşısına dikildi. Sovyet revizyonist teorisyenleri gösteriyorlardı ki, Marx, Engels ve Lenin, devrim değil, barış istiyorlardı. Devrimci bir savaşı isteyen yalnızca Mao ve onun, sonradan bir hain casus olarak yok edilecek olan, tilmizi Lin Biao kalmıştı.
Lin Biao’nun Türkçeye “YAŞASIN HALK SAVAŞININ ZAFERİ” adıyla çevrilen kitabı, Lenin’in eserlerinden daha çok okunan, tartışmalarda kendisine Marx ve Engels’ten daha çok başvurulan bir kitap haline gelmişti. Mahir Çayan’ın “Kesintisiz Devrim” adını taşıyan üç broşüründe de, Lin Biao, en az Lenin kadar yer tutmaktadır. Bu orandan, Lenin’den tahrif edilmiş olanlar düşülürse, Lin Biao başköşeye oturur.
Lin Biao, sonradan ağır bir yanılgı olarak bizzat Mao Zedung tarafından mahkûm edilen tezinde, “emperyalizmin toptan bir çöküşe, sosyalizmin de toptan bir zafere ilerlediğini” ileri sürüyordu. Dünya, tıpkı halk savaşı teorisinin bir ülke için öngördüğü gibi, kırlar ve şehirler olarak ikiye ayrılmıştı. Asya, Afrika ve Latin Amerika, dünyanın kırlarıydı ve başta Amerika olmak üzere, Avrupa ve devrimin hedeflerinden biri olarak görülen Sovyetler Birliği, dünyanın şehirleriydi. Halk Savaşı Teorisi, nasıl kırlardan şehirleri kuşatmayı ve iktidarı parça parça ele geçirmeyi öngörüyorsa, dünya devrimi için de ay u şey geçerliydi. Dünyanın kentleri olarak sınıflandırılan ülkelerin proletaryası, dünyanın kırları olarak adlandırılan kıtaların halklarının mücadelesi tarafından kurtarılacaklardı. Lin Biao’ya göre, metropol proletaryası, emperyalist sömürüden pay alan ve devrimci imkanlarını tüketmiş bulunan bir sınıftı artık. Gerek dünyadaki genel eğilime, gerekse köylü kitlelerine ve ulusal kurtuluş savaşlarına son derece abartılmış bir yaklaşımı sergileyen ve dünya devriminin merkezine köylülüğü ve ulusal kurtuluş savaşlarını oturtan bu anlayışlar, eninde sonunda, silahlı devrim fikrinin propagandasını içerdiği için, Sovyet Revizyonizminin karşısına bir “Halk Savaşı Teorisi” ile çıktığı için, bütün dünyada devrim isteyen partiler, gruplar ve siyasi hareketler tarafından tartışılmaksızın büyük ölçüde benimsendi. Birçok ülkede, ya geleneksel komünist partilerin bölünmesi sonucunda, ya da Mao Zedung hayranlığının etkisiyle doğan aydın gruplarının öncülüğünde Marksist-Leninist” tamlamasını alan partiler kuruldu. “Marksist-Leninist” olmakla halk savaşı teorisini savunmak aynı şey olarak yerleşti. Ya revizyonistler? Sözde onlar ayaklanmayı savunuyorlardı! Dünyayı kaplamış bulunan devrimci fırtınanın toz dumanı içinde, kimse “bunlar ne biçim revizyonisttir ki, ayaklanmayı, yani silahlı devrimi savunuyorlar” diye sormadı. Sovyet Revizyonizmi de, böyle bir sorunun ortaya atılmasından hiç bir yarar görmediği için, böyle bir tartışmaya girmedi bile. Aslında Sovyetler Birliği’nin de, ona bağımlı partilerin de “ayaklanma”yı savunmak, ayaklanmaya hazırlanmak, iktidarı silahlı şiddet yoluyla ele geçirmek gibi bir niyetleri asla yokken, bu yakıştırmadan hoşnut, tezlerinin karşı-devrimci içeriğinin örtülmesinden memnun sustular. Ayaklanmacılık eşittir revizyonistlik yanılgısı, o çocukluk döneminin bir kalıntısı olarak, bugünlere kadar geldi. Bugün bile, Devrimci Sol belgeleri, “ayaklanmacı revizyonistler” terimini kullanmaya devam ediyor. Devrimci Sol, hâlâ “halk savaşını savunan Marksist-Leninist’tir, ayaklanmayı savunan revizyonisttir” biçimindeki yirmi-otuz yıl öncesinin basit, içi boş ve yanlış sloganına sarılıyor. Revizyonizmin, kapitalizmle uzlaşmak demek olduğunu, Marx ve Lenin’in ihtilalci öğretilerinin, reformcu tarzda gözden geçirilmesi ve tahrif edilmesi demek olduğunu, ya gerçekten bilmiyorlar, ya da böyle bir bilgi, bugün tutulan yolun derinden bir tartışılmasını gerektireceği için görmezden geliyorlar.

AYAKLANMA, HALK SAVAŞI, GERİLLA
Bütün bu kavramlar, farklı devrim anlayışlarını temsil etmek üzere kategorik olarak ayrılmadan önce, Marksizm’in politik mücadelede silahın yerine ilişkin hiç bir tartışma yapmadığı sanılır. Sanki her şey, ’60’lı yılların sonunda ve ‘70’li yılların ilk yarısı boyunca devam etmiş bir tartışmayla başlamıştır! Öyle ki, bu kavramların kullanılmasında gözetilen ağırlık, bir hareketi diğerinden köklü olarak ayırmaya, birinin revizyonist diğerinin “Marksist-Leninist” olarak adlandırılmasına yetmektedir. Ne “Halk Savaşı” kavramı, ne gerilla, ne de “ayaklanma”, Marksist terminolojinin yeni keşfettiği kavramlardır. Fakat bu kavramların, politikanın içeriğini tanımlamak üzere kullanılması ve temel politikalar bakımından değil, bu kavramların literatürdeki ağırlığına ve yerine göre bir sınıflandırmanın dayatılması, anılan yılların ürünü olarak yanlış ve hak etmediği bir yere yerleşmiştir. Bu, yukarıda değindiğimiz gibi, Mao Zedung ve SBKP arasındaki tartışmaların en olumsuz miraslarından birisidir.
Gerçekte Marksizm-Leninizm, sınıf mücadelesinin herhangi bir aracını, iktidarı ele geçirmenin herhangi bir yolunu mutlaklaştırmaz. Savaşın alacağı çeşitli biçimler üzerine, önceden ipotek koyarak, sınıf mücadelesinin gelişimini, önceden saptanmış bir askeri plana göre geliştirmeye çalışmaz. Sınıf mücadelesini, salt askeri bir yapı olarak düşünmenin sonucu olarak, Devrimci Sol ya da benzeri bütün hareketler, iktidar kavgasının gelişiminin önceden bilinen aşamalardan geçeceğini, bunların da silahın kullanılış biçimi ile belirlenebileceğini sanırlar. Onlara göre halk savaşının geçilmesi zorunlu aşamaları vardır; bunlar hareketin uydurulması gereken kalıplarıdır.
“(Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi), iki ana evreden geçerek tamamlanacaktır. Birinci aşama, kitleleri politize ederek savaşa dâhil etmek için, proletaryanın savaşçı partisinin silahlı propagandayı temel alarak yürüttüğü ve düzerdi ordular aşamasına kadar sürecek olan öncü savaşıdır. Bu aşamanın bitim noktası, daha önceden belirtilen mekanik bir formülasyonla açıklanamaz. Öncü savaşı, halk savaşı sürecinde belirli bir aşamaya tekabül eder. Halk savaşını, temel çelişmenin çözüleceği bir dönem olarak kabul edersek, öncü savaşı da bu dönem içinde taktik bir aşama olarak değerlendirilir. Fakat bu taktik aşama, alelade, belirli bir somut siyasi durumda başvurulacak taktiğe değil, kendi içinde hedefleri ve mücadele çizgisi olan -stratejik önemde- bir aşamaya denk düşer. Bu bakımdan, öncü savaşını, politik ve askeri hedefleri açısından, ‘stratejik bir aşama’ olarak değerlendirmek yanlış olmaz.” (Dava Dosyası, s.41)
Bütün bu sözlerin, toplumsal bir sürecin eğilimlerini ve gelişmesini salt askeri bakış açısından değerlendirmekten başka anlamı yoktur. THKP-C kökenli hareketler arasında, Mahir Çayan’dan sonra, önemli bir ağırlık taşıyan bir tartışmada Devrimci Sol’un görüşlerinin özetlenmesidir bunlar. Tartışılan şeyler ise, örneğin “öncü savaşın bir taktik mi yoksa strateji mi olduğu”, “halk savaşının hangi evresinde öncü savaşının hangi karakteri kazanacağı”, “bir taktik evreden diğerine ve bir taktik evreden bir stratejik aşamaya nasıl geçilebileceği” gibi sorunlardır. Bu sorunlar, daima, öncünün imkânlarına, savaşta elde edeceğe başarılara ve düşmana göre kazanılan duruma göre cevaplandırılır. Yukarıda aktardığımız Devrimci Sol belgesinde, örneğin “bu aşamanın bitim noktası, daha önceden belirtilen mekanik bir formülasyonla açıklanamaz” gibi ifadelere rastlanmış olması, daima eleştirilen bir anlayışa karşı peşin savunma amacı gütmekte, ama gerçekte işin özünü hiç değiştirmemektedir. Gerçekte, “bu aşamanın bitim noktası önceden mekanik olarak belirlenemez” derken, yalnızca savaşın koşulları, savaşı yürüten örgütün durumu göz önünde tutulmaktadır ve bütün sınıf mücadelelerinin seyrini, aşamalarını, bu aşamalarda geçerli olacak taktik eylem biçimlerini etkileyen nesnel koşulların sözü edilmemektedir. Zaten, eğer savaşın alabileceği biçimleri toplumsal, siyasal, ekonomik koşulların ve bu koşullar altındaki işçi sınıfının nesnel durumunun belirleyeceği kabul edilmiş olsaydı, bu tarzda bir savaş programı yapılamazdı. Lenin’in, “mücadele biçimlerinin masa başında tespit edilmesi” dediği şey budur. Marksist-Leninist bir parti, hiç bir zaman böyle bir hayali “savaş planı” üzerinde eylemini düzenlemez. Ne zaman gerilla savaşına başvurulacağı, hareketin ne zaman kırlarda, ne zaman şehirlerde ağırlık kazanacağı, hangi askeri biçimin nerede kullanılacağı, doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin gelişme seyriyle ilgili olarak saptanacak taktiklerdir. İsterse bunlar Devrimci Sol belgelerinde denildiği gibi “stratejik önemde” taktikler olsun, birbirini izleyecek düzenli bir sıraya önceden konulamazlar. Mekanizm de bu değil midir zaten? Komünist bir parti, siyasal mücadelenin ihtiyaçlarına göre geçerli olan taktiği, hareketin karakterinden çıkararak uygulamak zorundadır. Bu, silahlı mücadele biçimleri de olabilir, parlamenter yollar da olabilir, kırlarda yürütülecek gerilla savaşı da olabilir… Bunların hiç biri, önceden mutlaklaştırılamaz, ya da önceden reddedilemez. Proletaryanın komünist partisinin genel geçerli hedefi, siyasi iktidarın ele geçirilmesidir. Bu hedefe, her günkü mücadelenin içinde hangi yolların izlenerek varılacağı, mücadelenin toplumsal ve siyasal değişikliklerin hangi özellikleri içinden geçeceği, partinin planlarından bağımsız olarak tarihsel koşullar tarafından belirlenir. Parti için önemli olan, tarihsel duruma uygun taktiği bulabilmektir. Önceden taktik evreler, önceden savaş planlarına uygun aşamalar tespit etmek, tarihin bu planlara göre ilerleyeceğini sanmaktır. Eğer bir siyasi hareket, “önce öncü savaşı aşaması, sonra düzenli ordular aşaması ve kırlardan şehirlerin kuşatılması rotası izleyecek bir devrim planı” için yıllardır çalışıyor ama bir aşamadan diğerine bir türlü geçemiyorsa, kendisinde fazlaca eksiklik ya da yanlışlık, kusur aramamalıdır: böyle bir plan ve tarih anlayışı, zaten başlıca bir eksiklik, başlıca bir yanlış, başlıca bir kusurdur. Ama hareketin “planlara uygun gelişememesinin” ana nedeni, o planları “bilmeyen”, “taktik ve stratejik aşamalardan geçmesi” gerektiğini “anlamayan”, örgütün çizgisine uymayan tarihsel koşullarda aranmalıdır!
Marksist literatür, silahlı mücadeleye ilişkin zengin bir birikime sahiptir. Her ülkenin kendi deneyinden çıkarılan sonuçlar, Marksizm’in teorik cephaneliğine değerli katkılar yapmıştır. Ne var ki, bunların hemen hemen hiç biri, Engels’in ayaklanma konusundaki ilkesel tespitleri kadar genel, teorik ve evrensel bir içeriğe ulaşamamıştır. Engels’in ayaklanma üzerine söyledikleri, ne bir ayaklanma planının temel özelliklerini verir, ne de toplumsal gelişmenin, si/asal olayların değiştiği her durum için geçerli genel bir plan özelliği taşır. Bunlar, yalnızca askeri bir harekât özelliği taşımaya başlayan toplumsal başkaldırının, politik bakımdan nasıl ele alınacağına ışık tutan teorik soyutlamalardır. Birçok ayaklanmaya katıldığı ve barikat savaşı yönettiği için arkadaşları arasında, “General” lakabıyla anılan Engels, acaba sınıf savaşının “evreleri ve aşamaları” hakkında bir şey bilmiyor muydu? Engels’i ilgilendiren, bir kez ayaklanma anı geldikten sonra nelerin yapılması gerektiğidir. Yoksa bir ayaklanmaya, sınıf savaşının silahlı biçimler aldığı bir düzeye “hangi aşamalardan ve evrelerden” geçilerek gidilebileceği gibi bir soru, elbette tarihsel materyalizmin bu kurucusunun aklından dahi geçmemiştir. O, Marx gibi, sınıf mücadelesinin alacağı biçimlerin kendi iradelerine, isteklerine ve özlemlerine göre değil, dolaysız olarak tarihsel koşullara bağlı olduğunu öğrete-gelmişti. Mahir yayan, bu yüzden Marx ve Engels’e “determinist yönleri ağır basar” der. Bir anlamda, onların “kendiliğindenci”, “ekonomist” olduklarını düşündüğünü sezdirir.
Marx ve Engels’in, “kendiliğindenci” olmadıklarını kanıtlamak için fazla çabaya gerek yoktur. İşçi sınıfının örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesi ile onun tarihsel eylemi arasındaki dolaysız ilişkiyi ilk kuranlar onlardır ve “determinist” suçlamasını elbette hiç hak etmemişlerdir.
Engels’in ayaklanma konusundaki sözleri, şöyle özetlenebilir:
– Ayaklanma ile asla oynanmalıdır ve ayaklanma bir kez başladığında sonuna kadar gidilmelidir.
Burada Engels, ayaklanma kavramıyla, bir nihai çözüm anında kitlelerin siyasi iktidarla kesin hesaplaşmaya girdiği bir durunu kastetmektedir. Bugün, örneğin, “Filistin İntifadası”, ya da “Serhıldan” olarak adlandırılan ve doğrudan doğruya iktidarı ele geçirmeyi değil, iktidar savaşının yolundaki bazı engelleri temizlemeyi, halk kitlelerinin siyasal deneyini arttırmayı ve baskıyı göğüsleyerek geriletmeyi amaçlayan “ayaklanma”larla, Engels’in kastettiği durum arasında bir ilişki yoktur. İntifada ya da Serhıldan, bu anlamda “taktik” eylemlerdir. Nihai çözümü değil, savaşın tümünün kazanılmasını değil, sınırlı bir alanda sınırlı bir talebin elde edilmesini, bir “muharebenin” kazanılmasını amaçlayan eylemlerdir. Ama yenilgiye uğrayan 1905 Moskova ayaklanması, ya da gene yenilgiyle sonuçlanan 1919 Alman Devriminin ayaklanmaları, Sovyet Devriminin zafere ulaşan Petrograd, Moskova ayaklanmaları, Engels’in sözünü ettiği türden ayaklanmalardır. Bir siyasal örgüt, birinci türden taktik ayaklanmalarla “oynayabilir”. Düşman güçleriyle bir kez boy ölçüştükten sonra kendi durumunu değerlendirmek için geri çekilme yolunu açık tutan, kimi sınıfsal itti-akları pekiştirmek, yeni siyasal mevziler elde etmek için girişilen bu türden eylemler, “ayaklanmayla oynamak” olarak eleştirilemezler. Ama bir iktidar kavgasının son dönemecine gelinen bir tarihsel anda, bütün güçlerini son kavgaya sokmuş bir Parti için, “oyun oynama” hakkı olamaz.
-Tayin edici yerde, tayin edici anda büyük bir güç üstünlüğü toplamak gerekir, çünkü aksi halde, daha iyi bir hazırlığa ve örgüte sahip düşman, ayaklanmacıları yok edebilir.
Bu önerinin klasik uygulaması, Sovyet Devrimi’nde Kışlık Saray’a düzenlenen saldırıda görülür. Rejimin siyasi komuta merkezine düzenlenen bu saldırıda, işçi ve asker Sovyetlerinin en önemli kuvvetleri aynı hedefe yöneltilir. Haberleşme merkezleri, ulaşım ağı, belli başlı askeri merkezler kontrol altına alındıktan sonra, yalnızca tek bir hedefe güçlerin tayin edici miktarı, tayin edici anda yığılır.
Oysa taktik amaçlı bir kitle gösterisinde, böyle bir gereklilikle pek az karşılaşılır. Daha çok yıpratmanın, güçlü bir etki sağlamak için çatışmayı kontrollü olarak uzatmanın gerekli olabileceği koşullarda, belli bir yere güçlerin en önemli kısmını yığmak, hata olabilir.
-Ayaklanma başlar başlamaz en büyük kararlılıkla davranmak ve mutlaka, ne olursa olsun saldırıya geçmek gerekir. Savunma, silahlı ayaklanmanın ölümüdür.
-Düşmanı gafil avlamaya ve ordusunu dağınık olduğu anda yakalamaya çalışmak gerekir.
-Çok küçük de olsa, her gün (şehirler söz konusu olduğunda her saat) başarı sağlamak gerekir; ve ne pahasına olursa olsun moral üstünlüğü sağlamak gerekir.
Bütün bu önerilerin, bir ayaklanma puanlayan herkes için çok değerli olduğu açıktır. Ama dikkat edilsin, Engels, ne bir savaş planı önermektedir, ne öncüler ve artçılar hakkında kesinlemeler yapmaktadır, ne de savaşın “geçmesi zorunlu olduğu” aşamalardan söz etmektedir. Taşıdığı çok genel içeriğe karşın, bu kurallar belirsiz de değildir.
Oysa hemen hemen her evresi “hesaplanmış” bulunan bir “Halk Savaşı Stratejisi’nde olacaklar neredeyse önceden “görülür”, geçilecek yollar “bilinir”! Halk Savaşının tartışılmaz büyük ustaları, Mao Zedung,. Ho Şi Minh, Nguyen Van Giap bile, yalnızca kendi deneylerinin sonuçları üzerine ve kendi ülkelerinin koşullarıyla sınırlanarak konuşmuşlar, yalnızca Lin Biao gibi sözde teorisyenler, bu deneylerden “evrensel’ sonuçlar çıkarmaya girişmiş, her ülkede ve her koşulda her zaman geçerli taktikler ve stratejiler önerme “cesaretini” gösterebilmiştir. Gerçekten bir halk savaşına komuta edenler, “evrelerin” ve “aşamaların” önceden masa başında yapılan planlara uymayacağını, belirli bir mücadele biçiminin gelişen sosyal ve siyasal koşullar tarafından önceden hesap edilmedik bir biçimde gündeme gelebileceğini bilirler. Gerilla savaşıyla birlikte yer yer ayaklanmaların olabileceği, silahlı mücadele biçimleriyle birlikte veya silahlı mücadele biçimlerine ara verilerek parlamenter yolların denenebileceği, bir mücadele biçiminden diğerine geçişlerin ve bağıntıların tamamen irade dışı etkenlerle belirlenebileceğini bilirler.

Ağustos 1992

Sendikalar, Resmi İdeoloji Ve Yeni Dünya Düzeni

Sınıflara ayrılmış her toplumda, her sınıfın kendine has bir dünyaya bakışı, bir ideolojisi vardır. Ama egemen olan sınıf nasıl ekonomi ve politikaya egemense, ideolojisi de egemen ideolojidir. Bu yüzden de, bir emekçi de, bir işçi de dünyaya, egemen sınıfların gözüyle bakar.
Bu genel görünüşe daha yakından bakıldığında, egemen sınıfla mücadele içinde olan emekçi sınıfların sadece ekonomik ve siyasi mücadele alanında değil, ideolojik mücadele alanında da bir mücadele içinde olduğu görülür. Elbette bu mücadele, en azından görünüşte, egemen ve ezilen sınıfların seçkin temsilcileri arasında yürüyen bir mücadele olması bakımından diğer alanlardaki mücadeleden ayrı bir özelliğe sahiptir. Ekonomik mücadeleye, sömürülen sınıfların en geri kitlesi bile katılabilirken, iş ideolojik mücadeleye geldiğinde, sınıfın ancak aydınlanmış unsurlarının ön cephede savaştığı, sınıf ideolojisinin sınıfın kitlesi içinde benimsendiği ölçüde bir kitlesellik kazandığı görülür.
Öte yandan, ekonomik ve politik mücadele alanında olup bitenler herkesçe nispeten kolayca görülebilir. Örneğin, işçi için kapitalist sömürüyü görmek, patrona karşı birleşme ve mücadele etme ihtiyacı kimsenin ayrıca açıklamalar yapmasını gerektirmeden görülebilir bir şeydir. Ya da burjuva partilerinin burjuvazinin hizmetinde olduğu, parlamelo’ve hükümetlerin burjuvazinin çıkarları için çaba harcadığı da nispeten görülebilir. Dolayısıyla da sömürü ve burjuva hükümetlerin politikalarına karşı işçiler tepki gösterebilirler. Ama işçi ve emekçiler, daha doğdukları andan itibaren, gelenekler, göreneklerden okula, askerliğe, dine, basın yayına kadar pek çok yolla egemen burjuva ideolojisinin etkisiyle biçimlendiklerinden, dünyada ve olup bitenlere bakışta burjuva ideolojisinin etkisinde olduklarını fark edemezler. Tersine, olağan ve tek doğru yaklaşımın, küçüklüklerinden bu yana içinde biçimlendikleri bu yaklaşım olduğu sanısındadırlar. Burjuvazinin egemenliği de, asıl olarak, bu yanlış sanı üstüne oturur. Elbette egemen sınıfın kendi düzenini ayakta tutmak için, ordu, güvenlik güçleri, mahkemeler, cezaevleri gibi emekçi sınıfları “hizaya getirecek” şiddet üreten kurumları, bir baskı mekanizması olarak devleti vardır ama bütün bu kurumların toplum üstünde otorite sağlamaları için herkes için meşru olarak kabul edilmesi gerekir. Toplumun gözünde meşruiyetini yitirmiş bir kurumun işlevini yerine getirmesi olanaksızdır. Bu meşruiyeti sağlayan da, egemen ideolojinin yığınlarca benimsenmiş olmasıdır. Çünkü egemen ideolojinin somut ifadesi, varolan düzen ve onun kurumlarının, olabilecek en iyi düzen ve kurumlar olduğudur. Bir kez bu temel kabul edildikten sonra, bu kurumların işleyişinin şöyle ya da böyle olduğunun tartışması düzene zarar vermez. Zaten burjuva partileri ya da ideologları arasındaki tartışma, zaman zaman çok sertleşse de bu platformda kalarak yürütülen bir tartışmadır. Bu platformda kalındığı sürece, tartışılan, düzenin kendisi değil, onun işleyişinin şöyle ya da böyle olmasıdır.
Kapitalist bir toplumda iki temel sınıf ve iki karşıt ideoloji vardır. Temel sınıflar; burjuvazi ve proletarya, karşıt ideolojiler ise, burjuva ideolojisi ve proletarya ideolojisidir. Bu temel sınıflar dışında kalan toplumsal sınıf ve kategorilerin ideolojisi, burjuva ideolojisinin, işçi sınıfı ideolojisinin etkisiyle bozulmuş çeşitli versiyonlarıdır. Bu yüzden de kapitalist toplumda, ideolojik alanda süren asıl mücadele, burjuva ideolojisi ile proletarya ideolojisi arasında süren mücadeledir. Çünkü bu iki mücadele platformu bir birine karşıt iki ayrı platformdur. Ara sınıfların tutumunu belirleyen de bu iki karşıt ideoloji arasındaki savaştır.
Kapitalist dünyada, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadele nasıl ki evrenselse, ideolojik mücadele de ülke ve zamana göre değişik motifler taşısa da, evrensel bir özellik gösterir. Bu yüzden de, diğer mücadele alanlarında olduğu gibi, ideolojik mücadele alanında da iki karşıt sınıf, ellerindeki bütün kurum ve olanaklarla savaşırlar. Proletarya açısından da bu kurumların en önemlilerinden birisi sendikalardır. Kuşkusuz ideolojik mücadeleyi yönlendiren, proletaryanın en bilinçli unsurlarını bağrında toplayan partisidir ve partisi olmayan bir sınıfın sistemli, kesintisiz bir ideolojik mücadele yürütmesi olanaksızdır. Ama işçi sınıfının en kitlesel örgütleri olarak sendikaların içinde yer almadığı bir ideolojik mücadelenin sınıfı etkilemesi, ideolojinin maddi bir güce dönüşmesi de beklenemez. Bu yüzden de sendikalar sadece işçilerin ekonomik yaşama koşullarını iyileştiren, politik mücadelede sınıf partisini izlemenin ötesinde, burjuva ideolojisine karşı savaşa dolaysız bir biçimde katılan kurumlar olmakla yükümlüdürler. Ne var ki; son yüz yıldan bu yana burjuvazi de sendikaları kendi dünya görüşünün yaygınlaştırıldığı kurumlar olması için, işçi aristokrasisi dâhil, kullanabileceği her olanağı kullanmaktadır, İki-buçukuncu Enternasyonal’in sendikaları, Hıristiyan Sendikalar Konfederasyonu, Amerikan Sendikalar Konfederasyonu, ya da günümüzün ASK’ı (Avrupa Sendikalar Konfederasyonu), aralarındaki bütün farklılıklara karşın, burjuva ideolojisini sınıf içinde yayma merkezleri olarak işlev görmüşlerdir, bugün de görmektedirler. Dahası, bu konfederasyon merkezleri sadece burjuva ideolojisini yaygınlaştıran merkezler olarak rol oynamamakta, aynı zamanda bu ideolojiyi yeniden üreten, onu sınıf için kabul edilebilir hale getirecek Çabalar harcayan faaliyete de dolaysız bir biçimde katılmaktadırlar. Türkiye’de Türk-İş, DİSK gibi konfederasyonlar da bu alanda burjuvazi için küçümsenemeyecek katkılar yapmışlardır. Bugün de bu katkılarını sürdürmektedirler.

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE SENDİKALAR
Burjuva ideolojisi, elbette burjuvaziyle ortaya çıkmış ve burjuvazi var olduğu sürece özü değişmeyen bir ideolojidir. Ne var ki, burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasından bu yana, bu ideolojinin, değişik dönemlerde kendisini yığınlara hoş gösterecek değişik motiflerle süslediği de bir gerçektir. Son on yıldır burjuvazi, “Yeni Dünya Düzeni” kampanyasına bağlı olarak ideolojisini, sömürüyü, baskı ve zulmü hoş gösterecek yeni motiflerle süslemektedir. Bu motiflerin başlıcaları; “evrensel barış”, “evrensel adalet”, “evrensel refah”, “çoğulcu parlamenter demokrasi”, “insan haklarının evrenselleştirilmesi” gibi kulağa hoş gelen motiflerdir.
Burjuvazi, elindeki her olanakla, kapitalizm var oldukça asla gerçekleşemeyecek bu ideallerin, kapitalizm koşullarında gerçekleşebileceğinin kampanyasını yürütürken, özellikle de işçi sınıfı içinde bu kampanyayı sürdürmekte, işçi sendikaları içindeki yandaşlarına dayanarak da etkisini artırmaya çalışmaktadır. Daha da ileri giderek, bu motifler etrafında oluşacak işçi ve komünist partilerini, buna uygun sendikacılık eğilimlerini desteklemektedir. Ki, Yeni Dünya Düzeni’nin motiflerine, bugün en çok yaklaşan sendikacılık, “çağdaş sendikacılık” olarak adlandırılan eğilimdir.
Aslında çağdaş sendikacılık da, “Yeni Dünya Düzeni”;ne kadar yeni ise, o kadar yeni ve çağdaştır. Çünkü bugün, çağdaş sendikacılığın sendikal mücadeleye yaklaşımına yol gösteren ilkeleri, yüzyıldan bu yana, her türden reformcu ve revizyonist sendikacılık akımlarının iddialarının formüle edilmiş biçimidir. Ama bunlar, sistemleştirilip emperyalist propaganda merkezlerinin yardımıyla her yana yaygınlaştırılan bir özellik kazanmasıyla yenidir. Bir başka yeniliği ise, emperyalist ideolojinin kendisine kattığı yeni motiflerden türetilmiş olması bakımından yenidir.
80’li yıllar öncesinde, bugün çağdaş sendikacılığın savunduğu görüşleri savunan sendikacılık akımları reformcu ve revizyonist sendikacılık, emperyalist ideolojinin motiflerini eleştiriyor, görünüşte de olsa ona muhalif konumda bulunurken, günümüz çağdaş sendikacılığı ile emperyalist ideoloji aynı motifleri benimser bir konumdadır. Emperyalizmle olan bu uyumluluk, çağdaş sendikacılığa özel olarak dikkat çekmeyi gerektirmektedir. Özellikle bizim ülkemizde, bu, son derece önemlidir. Çünkü ülkemize has kimi özellikler, çağdaş sendikacılığa ilericilik taslama imkânı tanımaktadır. Şöyle ki;
Türkiye’de, 1920’lerden başlayarak, yaklaşık yarım yüzyıllık bir zaman dilimi, ilericiliğin, devrimciliğin Kemalizm’le eş anlamlı sayıldığı bir dönemdir. Son yirmi yıl içinde ise, Kemalizm bir yandan Marksistler öte yandan kendisine Marksist diyen burjuva sivil toplumcular, Kürt milliyetçisi çevreler tarafından eleştiriye tabi tutulmuştur. Sivil toplumcular ve Kürt milliyetçisi çevreler, bu eleştiri sürecinde “resmi ideoloji” adını verdikleri, uluslararası burjuvazi ve sınıflardan kopuk bir kavram türettiler. Öyle ki, ilericilik, bu ne idüğü pek belirsiz “resmi ideolojiye karşı olup olmamayla belirlenir oldu. Ne var ki, Kemalizm eleştirisi burjuva bir platformda gerçekleştirildiği için, varılan sonuçlar, devlet karşısında birey hakları, bireysel özgürlük, başka bir söyleyişle, bireysel girişimin her şeyi belirlediği liberal bir ekonomi, katılımcı, çok partili parlamenter bir siyasal düzen ötesine geçemedi.
19 yüzyılda, herhangi bir aristokratik, yarı-feodal despotik düzenlere karşı yapıldığında ilerici çıkarsamalara varması mümkün bu eleştiri, 21. yüzyıla yaklaşırken elbette anlamsızdı. Ama 80’lerde kendini yeni motiflerle süsleyen emperyalist Yeni Dünya Düzeni’nin amaç ve ilkelerinin ilan edilmesiyle bu çıkarsamalar, sadece anlamsız değil, emperyalist ideolojinin dayanağı durumuna geldiler. Çünkü sivil toplumcular ve Kürt milliyetçilerinin “resmi ideoloji” eleştirisiyle vardığı sonuçlarla emperyalist Yeni Dünya Düzeni’nin ideolojisi, sadece amaçları bakımdan değil, söylemleri bakımından da aynileşmişti. Kendisini Marksist ilan eden bir sivil toplumcu ile ABD emperyalizminin sözcüsü, Beyaz Saray görevlisi bir propagandacının söylediklerinin nerede birbirinden ayrıldığını saptamak artık olanaksız olmuştu. Kısacası, burjuva ideolojisinin bir versiyonu olan Kemalizm’i eleştirenler, sonuçta, burjuva ideolojisinin bir başka versiyonu olan liberal kapitalizme varmakla kalmadılar, belki de tarihin bir cilvesiyle, yeniden organize edilen emperyalist dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirilen, yeni motiflerle emekçi sınıfların yolunu şaşırtmayı amaçlayan emperyalist ideolojiyle bütünleştiler.
Genel olarak bakıldığında; emperyalistler, sömürme ve egemenliklerini sürdürme amacından asla taviz vermeden, dünyayı yeniden biçimlendirmeye çalışmakta, egemenlikleri altındaki ülkelerde de devlet kurumlarından sivil kurumlara kadar pek çok alanda ihtiyaçlarına uygun biçimlendirmeler gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. 8u biçimlendirmeden sendikalar da paylarını almakta, eski türden Amerikan ve sosyal-demokrat sendikacılık yanında, bu sendikal akımların işlevsizleştiği yerlerde de Japon sendikacılığı, özellikle de çağdaş sendikacılık adını verdikleri bir sendikacılık eğilimini desteklemektedirler. Savunulan şiarlar açısından bakıldığında, çağdaş sendikacılık ile “Yeni Dünya Düzeni” savunucuları arasında, neredeyse tek bir merkezden planlanmış hissi uyandıran bir aynilik vardır. Nitekim bugün, eski TKP eğilimindeki sendikacılık ve onların yönetimindeki sendikalar, çağdaş sendikacılığın başını çekerken, Onlar kadar sistemli bir görünüş arz etmese de HAK-İş, Belediye-İş gibi, (hatta MHP-MÇP etkinliğindeki sendikalar bile) bu “çağdaş” motifleri benimsemişlerdir. Başka bir söyleyişle, bugün sendikalar, bir yandan, “Yeni Dünya Düzeni’nin propaganda edildiği odaklar olarak kullanılmaya çalışılıyor, öte yandan da düzenin ideolojisinin yeniden biçimlenmesinde sendikaların başında bulunan devrim kaçkını, sosyalizm hainleri katkıda bulunuyorlar.
Türkiye’deki Türk-İş’e bağlı ya da diğer sendikalara bakıldığında, henüz, Türk-İş tarafından yaygınlaştırılan Amerikan sendikacılığı egemendir. Ama ülke ve dünyadaki gelişmelere bakıldığında, Türk-İş’in itibar kaybetmesi ve işlevsizleşmesine paralel olarak “yenilenmesi” ya da “çağdaşlaştırılması” uzak geleceğin bir sorunu değildir. Bu, Türk-İş’te hiç bir sözü edilir değişikliğe gitmeden mümkün olacaktır. Çünkü “çağdaş” sendikacılığın ilkeleri ile Türk-İş’in ilkeleri, söylem farkı dışında, bir farklılık taşımıyor. Tıpkı eski dünya düzeni karşısında “Yeni Dünya Düzeni’nin” temelde bir farklılık taşımadığı gibi.
Kısacası emperyalizm, kendi dünya düzeninin ihtiyaçlarına göre ideolojisini biçimlendirirken, sendikaları da bu düzenin bir dayanağı olarak biçimlendirmeyi amaçlıyor. Bu yolla, sendikaların emperyalist ideolojinin yaygınlaştırılmasının odağı olması amaçlanıyor.
Bu gelişmeler göz önüne alındığında; ileri işçiler, komünist işçi ve sendikacılar için; sendikalar içinde, sendika ağlarının politikalarını teşhirle sınırlı bir çalışmanın yetmeyeceği açıkça görülür. Tersine, teşhir faaliyetinin doğrudan emperyalist ideolojiye, ondan türeyen politikalara karşı bir mücadele ile birleşmesi, bugün her zamankinden daha önemli bir görevdir. Bu çerçevede, yaygınlaşma eğilimi gösteren ve emperyalist burjuvazinin açık desteğinde ya da ileride açık desteğini alacak özellikler taşıyan çağdaş sendikacılığın teşhiri, onun “Yeni Dünya Düzeni’yle bağlantısının açıklanıp yaygınlaştırılması küçümsenmemesi gereken bir öneme sahiptir. Elbette böyle bir mücadelede komünistlere, devrimcilere önemli görevler düşmektedir, ama bu çabanın başarılı olması için ilericilerin, devrimci-demokratların yönetiminde bulunan sendikaların da emperyalist ideolojiye karşı tutum almaları, onun etkinliğini kırmak için etkinlikler düzenlemeleri vazgeçilmezdir. Bu anlaşılamaz ve eskiden olduğu gibi, ilericilik; “insan hakları”, “barış”, “çoğulcu demokrasi”, “bireysel özgürlük” söylemleriyle ölçülürse, kaçınılmaz olarak emperyalist ideolojinin hazırladığı tuzağa düşülecek, ilericilik adına “Yeni Dünya Düzeni’ni” Türk-İş’lerin inşa edilmesine katkıda bulunulacaktır.
Dünyadaki gelişmeler ve sendikalar içindeki kaynaşmalar göz önüne alındığında, sadece uluslararası platformlarda değil, sendikalar içinde de ideolojik mücadele, hayati bir önem taşımaktadır.

Ağustos 1992

İşçilerin Ve Kamu Çalışanlarının Yükselen Mücadelesi Ve Taleplerde Genişleme

Zonguldak ve 3 Ocak eyleminden sonra düşme eğilimi gösteren işçi ve emekçi eylemleri (1991 Temmuz’undaki memur eylemleri bir yana bırakılırsa),1992 1 Mayısıyla, yeniden, daha zengin talepler temelinde, bir yükseliş dönemine girdi. Hükümetin ve gericiliğin tüm baskılarına rağmen pek çok ilde gerçekleştirilen 1 Mayıs eylemleri, hem işçiler için hem de kamu emekçilerinin sendikalaşma mücadelesi için bir dayanak oldu.
Haziran ayı başında Tüm Kamu Çalışanlarının Sendikal Platformu, Sultanahmet Meydanı’nda yaptıkları bir basın açıklamasıyla, kamu çalışanlarının ekonomik talepleri ve grevi i-toplu sözleşmeli sendika hakkı için bir dizi eylem programını gündeme getirdiler. Bu programa uygun olarak gerçekleştirilen ve tüm kamu çalışanlarının katılımını sağlama yönünde geniş bir ajitasyonla birlikte genişleyen çeşitli etkinlik ve eylemler, Temmuz ayında doruk noktasına çıktı. Sendikalaşan kimi işkollarında kamu kesimi çalışanlarının yüzde 80-90 oranında iş bırakma eylemi ile sonuçlanan, ama her hafta hemen her gün belediyeler, hastaneler, PTT, İETT, Demiryolları, tarım işkolları gibi kamu çalışanları, eylemleriyle meşruluğun hukuku içinde sendikal haklarını almaya çalışıyorlar.
İstanbul, Ankara, İzmir belediye işçilerinin mayıs ayından bu yana özelleştirmeye, işçi kıyımına karşı ve TİS’lerdeki uyuşmazlıkları aşmak için atağa kalkmaları, pek çok” işyerinde açlık grevlerinden, sokak gösterilerine, işyeri direnişlerinden mitinglere, on binlerce işçinin katıldığı eylemler, işçi ve emekçileri, kamuoyunun gündeminde yeniden ön plana çıkardı.
Kamu çalışanları, uzunca bir süredir sendikalaşma mücadelesi veriyorlar. Bu doğrultuda birçok işkolunda hükümetin onca baskı ve engellemesine rağmen sendikalarını kurdular. Daha önce sendikaların kurulması konusunda sesini çıkarmayan hükümet, memurların fiili durum yaratıp sendikalarını kurmalarından sonra “sendika hakkının tanınacağı” konusunda demeçler vermeye başladı. Sendika hakkı tanıma vaadi ile gelen koalisyon hükümetinin işbaşına gelmesinden sonra reformcu çevrelerin etkisiyle bir beklenti dönemine giren kamu çalışanları, hükümetin grevsiz bir sendika hakkı tanıma doğrultusundaki açıklamalarıyla birlikte, “Grev Hakkı, Grev Yaparak Alınır” sloganıyla yeniden hareketlenmeye başladılar.
Öte yandan, özelleştirmenin her derde deva edildiği bir dönemde, özelleştirmeye karşı olduğunu ilan ederek emekçilerden oy alan DYP-SHP koalisyon partileri, iktidara geldikten sonra, özelleştirmenin şampiyonu oldular. Kamu İktisadi Kuruluşlarında, henüz ciddi bir özelleştirme girişiminde bulunamayan hükümet, özellikle SHP’li belediyelerde özelleştirmeleri yaygınlaştırarak işçi kıyımına hız verdi. İzmir başta olmak üzere, çeşitli belediyelerde pek çok işçi işten atıldı. Ve işçiler, işten çıkarmalar karşısında çeşitli yollarla direnmeye çalıştılar. Ne var ki, bu birer birer direnişler, çoğu yerde başarılı olamadığı gibi, belediye hizmetlerinde özelleştirme de giderek yaygınlaştırıldı.
1992 başında başlayan toplu sözleşmelerde, ’92 yılı toplu sözleşmelerine emsal teşkil etmemesi için, burjuvazinin propaganda odakları, ellerindeki her tür olanakla belediye işçilerine saldırdılar. Belediye işçilerinin tembel oldukları, hak ettiklerinden çok fazlasını istedikleri imajı yaratmaya, işçi direnişleri karşısında aleyhte bir kamuoyu oluşturmaya yöneldiler.
Burjuva propagandasının aksine, yaşam koşullarının giderek kötüleşmesi ve iş güvencelerinin, hizmetlerin özelleştirilmesi karşısında tehdit altına girmesi, belediye işçilerinin mücadelesine yeni bir boyut kazandırdı.
Son üç aylık belediye işçileri ve kamu emekçilerinin eylemleri gözlendiğinde, önceki dönemlerden farklı olarak bazı özelliklerin ortaya çıktığı görülür:
1-Kamu çalışanlarının eylemlerinin daha radikalleştiği ve kamu çalışanlarının “işçi-memur el ele, genel greve”, “işçi-memur birlik, iş, ekmek, özgürlük” sloganlarıyla, işçi sınıfıyla ortak eylemlerin gerekliliğini gericiliğin direnişini, işçi ve memurların ortak mücadelesiyle kırabileceklerini fark etmeye başladıkları gözleniyor. Dahası, kamu çalışanları Ankara yürüyüşünde, Ankara ve İstanbul’daki gösterilerde olduğu gibi, işçi grev ve direnişlerini desteklediklerini açıkça gösterdiler. (Ankara yürüyüşü şırasında grevci tarım işçilerini ziyaretleri ve hemen her yerde, işçilerle, memurların karşılaşmaları, yine Ankara’da işten atılan ve açlık grevi yapan belediye isçilerini 5.000 kamu çalışanının ziyaret etmesi v.s.)
2- Geçmiş dönemlerde, toplu sözleşmenin sadece ücretle ilgili maddelerine dikkatlerini yönelten belediye işçileri, özelleştirmelerin yoğunlaşmasına paralel olarak işçi çıkarmaları özelleştirme ve taşeronlaştırma karşısında, sözleşmelerde, iş güvencesiyle ilgili maddelere daha büyük bir özenle sahip çıkmaya başladılar. On binlerce işçinin katıldığı gösterilerde; “özelleştirmeye hayır”, “iş güvencesi istiyoruz” İşçi kıyımına son” sloganları öne çıkarıldı. Öte yandan, kamu çalışanlarının işçilere yönelik küçük çapta desteklerini coşkuyla karşılayan işçiler, “işçi-memur el ele, genel greve” sloganını da, birkaç yıldan bu yana yeniden yaygınlıkla haykırdılar.
Son üç aylık gelişme göz önüne alındığında işçi ve memur eylemi için şunlar söylenebilir: Kamu çalışanları, mücadelelerini işçi sınıfıyla birleştirmek ve iş, ekmek, özgürlük mücadelesinde işçilerle birlikte mücadele etme isteğini radikal bir biçimde sergilemiştir.
İşçiler ise, geçmiş yıllarda, TİS dönemlerine bağlı olarak yükselen eylemlerini, “özelleştirmeye hayır” talebiyle süreklilik kazanacak, daha geniş bir zemine yayarak, mücadelelerinin temelini genişletmişlerdir.
3- Temmuz ayının hemen tüm eylemlerinde ve özellikle belediye işçilerinin eylemlerinde, eyleme katılanların basın ve TV karşısındaki tutumları, boyalı basına karşı gösterdikleri tepkiler, emekçi kesimlerin burjuva basınının demagojik saldırılarına karşı duyarlılıklarım belirtisiydi. Basını, burjuva basını ve devrimci basın olarak ikiye ayıran ve devrimci basına dahi sıcak tutum alırken, günlük gazete ve dergilerin muhabirlerine “yuh” çekerek ve “boyalı basın defol” diyerek protesto etmeleri, işçi ve emekçilerin, burjuva ideolojisinin yaşamlarına etkisini fark etmelerinin göstergesi olmuştur. İşçilerin çok satan “bağımsız” gazetelerin ve demokrasi ve çoğulculuk havarisi her türden TV kanalının kendilerine karşı okluğunun farkına varmış olmaları tüm emekçi kesimin mücadelesinin yeni ve ileriye dönük kendi sınıf konumu fark eden bir süreç içine girmiş olduğunun göstergesi sayılabilir. Bu fark ediş, sadece fark etme düzeyinde kalmamış, sayıları 40 binlere varan işçi eylemlerinde, protestoya da dönüşmüştür.

SLOGANLARIN İÇERİĞİ
Eylemlerde öne sürülen sloganların içerikleri göz önüne alındığında, işçi ve kamu çalışanları hareketinin birleşmesi için olanaklar oldukça yeterli gibi görünürse de, henüz bu içeriklerin, sınıfın bilincine kazınmamış olmaları nedeniyle, işçi ve kamu çalışanları eylemleri, henüz ayrı ayrı doğrultuda ilerlemektedir. Bu yüzden de mücadelenin bu aşamasında, sınıfın öncüsünün, ileri işçilerin, devrimci-demokrat işçilerin yapması gereken önemli bir görevi vardır. Bu görev, kendiliğinden ulaşabileceği sınırlara ulaşmış olan işçi ve memur eyleminin önünü açacak bir adımdır. Ki, bu da işçi ve kamu çalışanları hareketine devrimci siyasal müdahaledir: Öne sürülen talepler göz önüne alındığında, işçi ve kamu çalışanı hareketini birleştirmek için, yakalanacak halkanın anti-emperyalizm halkası olduğu açıkça görülür. Çünkü kamu çalışanlarının ücretleri, görünüşte hükümetler tarafından belirleniyormuş intibaı bırakırsa da, gerçekte hükümetler, IMF’nin direktifleri doğrultusunda ücretleri belirlemekte, onun çizdiği sınırları aşamamaktadırlar. Dahası, kamu çalışanlarına grevsiz sendika hakkı formülü de, doğrudan ILO normlarından alınmakta ve emperyalizmin yeni dünya sisteminin bir gereği olarak sendika hakkı, iç boşaltılarak tanınmak istenmektedir. İşçilerin, en yakıcı sorunu olarak karşılarında duran işçi kıyımı ve özelleştirme, bütünüyle IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist finans merkezlerinin bir dayatmasıdır. Kamu çalışanlarının bugünden yarına giderek artacak olan kamu harcamalarında kısıtlamaya denk düşen sorunları da aynı merkezlerin dayatmasının bir sonucudur. Çünkü emperyalistler, kredi ve yabancı sermaye ihracını (Türkiye’ye), başka bazı şeylerin yanı sıra, özellikle KİT’lerin özelleştirilmesi ve bu işletmelerin rantabl çalıştırılabilmesini, işçi çıkarmalarının ve kamu harcamalarında kısıtlanmanın gerçekleştirilmesine bağlamışlardır. Kısaca, hem işçilerin, hem de kamu çalışanlarının taleplerinin gerçekleşmesi önündeki en büyük engellerden biri (engellerden en önemlisi), doğrudan doğruya emperyalist finans merkezleridir. Bu nedenle, işçi ve emekçi kesimlerin ortak mücadelesinde ileri her adım, sermaye cephesinde gedik açacak, işbirlikçi sermaye çevrelerinin istediklerini rahatça yapmalarına engel olacaktır. Ancak bu kendiliğinden durum aşıldığı, doğrudan emperyalizmi hedef alan sloganlar etrafında örgütlenen eylemlerle emperyalizme karşı çıkıldığı ölçüde mücadelenin temeli genişleyecek, etkinliği artacaktır. Çünkü Temmuz eylemleri, boyutu ve kazandığı muhteva açısından, henüz anti-emperyalist ve sisteme karşı yönelik bir çizgiye gelmiş sayılmaz. Kısmi siyasi talepler içeren sloganların ve hedeflenen mücadelenin henüz gereği kadar altının doldurulamadığı ve siyasi muhtevası açısından bu taleplerin kitlelere yeterince mal edilemediği açıktır. Bunun en çarpıcı örneğini, kamu sendikaları yönetimlerinin siyasi özgürlükler konusundaki kafa karışıklığında görmek mümkündür. Tabanlarına, Kürt hareketine sahip çıkma, ulusal özgürlüklerini kazanma mücadelesinde onlara destek olma konusunda ikna edici olamadıkları, hatta işçi sınıfı ve emekçilerin Kürt halkının siyasi özgürlüğüne sahip çıkmadıkça, kendi özgürlüklerine de sahip çıkamayacaklarını görmezden geldikleri gözleniyor. “İş, Ekmek, özgürlük” sloganına denk düşen, siyasi özgürlüğe sahip olmadan, ekonomik özgürlüğe ve özgürce yaşam hakkına da sahip olunamayacağı fikri yeterince slogana sahip çıkan kitlelerce kavranmış değildir. “Kürtlere özgürlük” sloganına karşı, bazı sendika yöneticileri oldukça olumsuz tavır alarak, Türk şovenizmine kucak açar tavra girmişlerdir. Kürt ve Türk halklarının kardeşliği, yükselen Kürt hareketinin her ulustan emekçinin bağımsız devlet kurma hakkının desteklenmesi gerektiği anlaşılamazsa, bu iki halkın emekçilerini böler. Milliyetçi şoven duyguları kışkırtır. Bu ise, kamu emekçilerinin birliği ve mücadelesini şovenist kışkırtmalara açık hale getirir. Kürt halkına yönelik saldırı, tüm emekçilere yönelik saldırının bir parçası olduğu, çünkü özgürlük hareketine topyekûn bir saldırının halkalarından biri olduğu kavranmalı ve kavratılmalıdır.
İşçi ve memur eylemlerinde, Marksist parti ve devrimci hareketin slogan ve pankartlarına karşı sendikaların yönetimleri ve onların etkisi altında kalan bir kısım kitlenin hazımsızlıkları, siyasi özgürlükler konusunda sendika yöneticilerinin henüz yeteri kadar demokrasi fikrine sahip olmadıklarının göstergesidir. Bu pankart ve sloganların her zaman doğru zaman ve yerlerde açılıp açılmadığı tartışılabilir, ama örneğin Ankara yürüyüşünde parti pankart ve sloganlarının açılması kamu emekçilerinin mücadelesine destek vermiş, onu güçlendiren bir rol oynamıştır. Bundan rahatsız olunması, geri bilince hitap edilmesi sadece bugünkü mücadeleyi geriletici değil kamu emekçilerinin gelecekteki mücadelesini de düzen içine çekici eğilimleri güçlendirecektir. Daha bugünden bu konularda uyanık olunmasının emekçi hareketinin geleceği açısından önemi anlaşılmalıdır. Çünkü kamu emekçilerinin mücadelesinin birleşmesi gereken asıl mihrakları, Kürt ulusal mücadelesi ve işçi sınıfı hareketidir. Öte yandan devrimci örgütler ve Marksist partiyle olumlu bağlar geliştirmeyen, onlara sıcak bakmayan bir sendika hareketinin eninde sonunda burjuva düzen partilerinin kuyruğuna takılmak zorunda kalacağı tarihin kanıtladığı en açık gerçeklerden birisidir.
Bugün kamu emekçileri, meşru haklarını, kendi yarattıkları bir meşruiyet zemininde, yasalarla sınırlanmayan bir mücadele temelinde savunuyorlar. Bu zemin her tür özgürlüğü (ajitasyon ve propaganda özgürlüğü de dahil) tanımadığı sürece burjuva bir düzeyde kalmaya mahkumdur. Çünkü sınıfın talepleri ve istemlerinin savunulması ve kavranması açısından, kendiliğindenciliğin henüz aşılamadığı ve sendikal demokrasinin kitlelere yeterince mal edilemediği bir süreçte, sendikal mücadelenin, sendika yöneticilerinin devrimci siyasi harekete, işçi sınıfı partisine daha yakın davranması önem kazanır.
Birlik sorununa gelince; her zaman olduğu gibi burjuva sendikacılık akımları ve sendika ağaları birliği engellemek için her yolu deniyorlar. Özellikle de son aylarda daha çok hissedilen biçimde hemşerilik ve bölgecilik yapıyorlar: Doğal olarak her insanın doğduğu bir il veya bölge vardır. Yine doğal olarak, herkesin doğduğu ile özgü kültürel farklılıkları olabilir. Aralarında dayanışma ve kültürel yakınlaşma olabilir. Ama aynı işyerinde çalışanların, işyeri ve yaşadıkları yer ve dahası ülke ve dünya içinde ortak sorunları ve çözmeleri gereken acil görevleri vardır. Ekonomik, sosyal ve siyasal çözüm bekleyen bu görevleri açısından çalışanların kendi aralarındaki dayanışmaya, sınıf temelinde birliğe her şeyden daha çok ihtiyaçları vardır. Çalışanların, burjuvazinin hemşerilik ve bölgecilik konusundaki emekçiler arasında dayanışmayı engelleyen ideolojik saldırı politikasına karşı daha uyanık olmaları gerekir. Genel olarak işçi ve emekçiler arasında birlik ve beraberlik, dost ahbap ilişkileri ile değil, aynı sorunların çözümü konusunda aynı düşünceleri paylaşmak ve onları hayata geçirmek temelinde olmalıdır.
Bugün kamu çalışanlarının önünde iki türden birlik sorunu vardır. Birincisi yüz binlerce memuru kendi çatıları altında birleştirmektir. Bu buyandan varolan ve kamu çalışanlarının çıkarlarını savunan sendikaların çatısı altında kitleleri birleştirmektir. Bu devletin ve çeşitli siyasi mihrakların kendi doğrultusunda kurduğu sendikaları (Eğitim-iş, Kamu-Sen ve Türk Kamu Sen gibi) işlevsiz hale getirecek politikalar izlemek, her işkolunda tek kamu çalışanı sendikasını amaçlamak. Diğeri ise, memur hareketi ile işçi sınıfı hareketini birleştirmek ki, bu ancak yukarıda sözünü ettiğimiz ortak- anti-emperyalist talepler temelinde gerçekleşebilir bir şeydir. Çünkü ekonomik ve siyasal gelişmelerin emperyalizme bağlamış ülkelerdeki ekonomik politikalar da doğrudan yabancı tekellerin merkezleri belirtiyor. Bu nedenle, a) ücretlerin IMF tarafından belirlenmesi ve kısıtlanması b) sağlık, eğitim vb. hizmetlere ayrılan fonlarda kısıtlama c) Eğitim hizmetleri için harcamaların kısıtlanması, d) Sosyal sigorta ve emekli aylıklarındaki kısıtlanması, e) Temel tüketim mallarına ve tarım ürünlerine yapılan sübvansiyonların kısılması gibi, hükümetleri aşan konuların da çözümünü gerekli kılıyor. Son iki aylık eylemlerde ortaya çıkar sloganları, emperyalist-kapitalist sistem içindeki sorunları çözme konusunda işçi ve kamu çalışanlarının eylem çizgisini daha genel sorunların çözümüne yol açacak açılımların izlenimi taşıyor. Bu bağlamda ileri sürülen en önemli sloganlardan biri de “genel grev, genel direniş” sloganıdır.
“Genel Grev, Genel Direniş” sloganının hem işçi, hem de kamu emekçileri için oldukça geniş kapsamlı bir içeriği vardır. 1980’li yıllardan bu yana nerede işçi sınıfının mücadelesi varsa, patronlar hemen işyerini başka bir şirket adına taşeronlaştırıyor, ya da satıyor. Arkasından işçi tenkisatı ile başta ileri olmak üzere işçileri kapı dışarı ediyor. Sendikal haklarını, bu arada grev haklarını tümüyle gasp ediyor. Greve giden sendika yöneticileri, burjuva örgütleri tarafından satın alınarak, grevleri erteleniyor ve engelleniyor. İşçilerin talepleri, TİS masasında satışa çıkarılıyor. Bir işyerindeki grev, diğer işyerleri tarafından desteklenmiyor, hatta kamuoyunun haberi bile olmuyor. Tek tek tüm işyerleri, kendi sorunlarının sınırları içine hapsediliyor. Oysa tüm işyerlerinin sorunları ortak, eylemleri de ortak olması gerekirken, işyerleri arasındaki iletişimi sağlaması gereken sendika yöneticileri, üzerlerine düşen görevleri yapmak bir yana, yapanları da aşırılık, maceracılıkla suçlayabiliyor. İşyerlerinde gerçekleşebilen yasal grevler bile, çoğu zaman, sendikaların umursamazlığına ve uzlaşma çabalarına karşın işçilerin direnişi sonucu gerçekleşiyor.
Sendikasızlaştırma, taşeron uygulaması, işçi çıkarmaları işçi ve memurlara yönelik tüm ekonomik ve siyasi saldırılar karşısında, işyerleri düzeyinde kalacak eylemlerin bir fonksiyonu olamayacağı, herkes tarafından bilinen bir gerçek. Bu gerçeği, özellikle kamuya ait işyerlerinde çalışan işçiler ve kamu emekçileri, yakından hissediyorlar. Bu duyumsamayı, örgütlü bir güce kavuşturmanın ihtiyaç haline geldiği, ortak eylem çizgisi haline getirilmesi gerektiği, Bugün kavranması gereken en önemli sorunlardan biridir. Bu sorun, kamu çalışanları platformu ile işçi sendikaları platformunun birlikte üstünde durabilecekleri ve durmaları gereken, çözüm olarak bu şiarın önündeki engelleri kaldırmak için var güçleriyle çalışmaları gereken acil bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü Türk-İş, Hak-İş, DİSK gibi kendilerini düzen içi politikalarla sınırlandırmış, kaşarlanmış bürokrasisinin temsilcileri tarafından gasp edilmiş sendikaların, işçi ve emekçilerin karşısındaki burjuva saldırılara karşı mücadelesini savunması hayal bile edilemez.
Tüm kamu çalışanlarının haklarını alma konusunda “grev hakkı grev yaparak alnır” şiarıyla ifadesini bulan, tüm çalışanların genel greve gitmesi ile, kalıcı ve meşru haklar alınmasında adım atılabilir. Genel grevin, tüm çalışanların en geniş kitlesinin katılımı sağlandığı ölçüde geniş bir yankısı olacaktır. Daha da önemlisi, çalışan kitlelerin, meşruluk temelinde yasalara rağmen geniş çaplı direnişe gidebilmeleri, her türlü gericiliğe karşı tavır alabilmelerinin şansını artıracaktır.
Temmuz eylemleri, birlik, direniş ve öz-güç kullanma temelinde emekçiler arasında yeni bir canlanmanın göstergeleri ile doludur. Bu eylemlerde işçiler mevcut düzen partilerine karşı, burjuva basına karşı, bürokrat sendikacılara karşı, eylem ve direnişlerini kendi işyerleriyle sınırlayan anlayışa karşı topyekûn bir başkaldırının ipuçlarını vermektedir.
Kamu işyerlerinde yükseler, mücadele, bugün henüz sanayi işçilerini yeterince etkilemiş değildir. Oysa ekonominin can damarı olan metal ve maden sanayisi (sonra tekstil ve gıda sanayisi) gibi sanayi kollarındaki işçilerin eylemi, dünya ve Türkiye kamuoyu nezdinde daha kılıcı ve derin etkiler yaratır. Çünkü sanayi sektörü, örgütlenme ve mücadele tekniği açısından çalışanları “birlik” çağrılarına cevap vermesi beklenen esas güç, sanayi işçilerinin birleşik gücüdür. Demokratik hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve emekçilerinin ekonomik, siyasi hak mücadelelerinin kalıcı çözümü, işçi sınıfının harekete geçmesiyle kalıcı ve sağlam bir zemine oturacaktır. Bu nedenle “genel grev, genel direniş” şiarının, “İşçi Memur El ele Genel Greve” sloganıyla, tüm işçi ve emekçilerin birleşik mücadelesine çağrı olarak Türkiye işçi sınıfının gündemine getirilmesi, bugünden, en geniş işçi kitlelerini kapsaması temelinde yaygınlaştırılması ve genelleştirilmesi açısından belediye işçilerinin direnişi örnek bir tutum olarak gösterilmelidir. Nasıl ki, Belediye-İş’in merkez ve birçok şubesinin, işçi eylemleri karşısında, “bu eylem bizi bağlamaz, eylem meşru değildir, yasal eylem yapmak zorundayız” gibi gerici tavırlarıyla eylemi baltalamaya çalışıyorsa, devlet güçleriyle bu konuda işbirliği yapıyorsa, diğer sendika bürokratları da işçi eylemlerini sürekli yasal sınırlar içinde tutmaya özen gösteriyorlar. Ama, her gün işten atılmalar ve iş güvencesi konusunda tek adım atmayan sendikaların “aman yasadışına taşmayın, eylem yapmayın, yoksa işten atılırsınız, biz de çok üzülürüz” diyen yakınmalarına, direnişle cevap verme konusunda önemli bir mevzi kazanan belediye işçileri ve kamu emekçilerinin eylemlerini, sınıfın ve kamu emekçilerinin henüz harekete geçmemiş kesimleri için örnek olacak niteliktedir.
İşçiler ve emekçiler, “re’sen emeklilik” uyutması ile işten çıkarmalar, “issizlik sigortası”  bahane edilerek tazminatlarının kısılması, yeni vergi politikasındaki işçi ve emekçiler aleyhine çıkarılan yasalarla, sigorta primleri ve sağlık sigortasındaki kesintiler gibi kendilerini ilgilendiren pek çok konuda daha duyarlı ve uyanık olmaları, mücadele etmeleri ve taleplerini söke söke almaları konusunda, eylemini yasalarla sınırlamayan sendikal bir anlayışa sahip olmak durumundalar.

Ağustos 1992

Değişim, Gericilik Ve Aydınlar

İddia, dünyanın değiştiğine ilişkindir. 1970’lerde ve hatta 1980’lerin başlarında bilimsel-teknolojik devrimin sonuçları olarak abartılı şekilde ileri sürülen değişim tezi görece cılız bir sesle ifade ediliyordu. Gorbaçov “dönüştürücülüğü”, sosyalizmi “terbiye etmek” adına onun bütün biçimsel kalıntılarına karşı saldırıya geçerek revizyonizmde bile ısrardan vazgeçtiğinde, bir misyon yüklenmişti. Tüm kapitalistler gibi Gorbaçov da, kapitalizmin nihai ve ebedi zaferinin olanaksız olduğunu kuşkusuz biliyordu. Belki bir “acaba” ile birlikte, asıl hedeflenen, kapitalizmin dönemsel zaferi, dayanma ve direnme gücünü artıracağı tasarlanan yeni bir atılımıydı.

KAPİTALİZMİN MADDİ OLANAKLARINDA GENİŞLEME
Kapitalizm maddesel alanda bir atılım içine girecekti. Revizyonizmin egemenliğindeki kalıntı sosyalist biçimlerle önü hala irili-ufaklı çeşitli engellerle çevrili olan uluslararası sermaye bütünüyle özgürleşecekti. Sovyetler Birliği de bir uluslararası sermaye mihrakı oluşturmakla birlikte, örneğin Sovyet ve Doğu Avrupa pazarı Batı sermayesine görece kapalıydı.
Bu ülkelerde Fiat ve Cola fabrikaları açılmıyor değildi. Batı sermayesine tam bir kapanma söz konusu değildi kuşkusuz. Ama ne banka sermayesinin engelsiz, tümüyle özgür bir dolaşımı gerçekleşebiliyordu, ne sanayi sermayesinin ve ne de metaların. Bürokrasinin yanı sıra, sosyalizm döneminden kalma korumacı yasa ve tedbirler, örneğin kâr transferini sınırlayıcı/önleyici önlemler, ticari ilişkilerde devletten devlete prensibi ve takasçılık, devasa Doğu pazarını Batı kapitalizmine neredeyse kapalı tutuyordu.
Şimdi özel mülkiyetin tamamen kutsandığı, madenler ve toprak dâhil her şeyin özel mülkiyet konusu edildiği Doğu pazarı, birincisi, başlı başına kapitalizmin hayatiyeti ve gelişmesine sunulmuş bir Gorbaçov katkısı ve olanaktır ve ikincisi, bu pazarın Batı kapitalizmine engelsiz açılmış olması, kapitalizmin uluslararası boyutu açısından paha biçilmez bir genişletici ve geliştirici faktör olmuştur. Artık sermaye ve mal dolaşımı açısından dev Doğu pazarı kapitalizmin dolaysız, eksiksiz ve engelsiz cirit alanı durumundadır; bu, kapitalizmin yeni bir atılımla görece rahatlaması ve sermayenin yeniden üretim sürecinde olanaklarının büyümesi ve genişlemesi anlamına gelmektedir. Kapitalist dünya maddi olarak güç kazanmıştır.

KAPİTALİZMİN MANEVİ OLANAKLARINDA BÜYÜME
Ama kapitalizmin güç kazanması, maddi alandan çok ve daha önemli olarak manevi alanda, toplumsal bilinç alanında, düşünsel ve kültürel alanda görülmüştür.
Önce, uzun yıllar revizyonizm şahsında yozlaşmanın, kapitalizmin kötülüklerinin sosyalizme mal edilmesi ve ardından revizyonizmin çöküş ve yıkıntısının sosyalizmin yalnızca çöküşü değil, çözümsüzlüğü ve iflası olarak gösterilip yaygın propagandasına girişilmesi, öncelikle Doğu ülkelerinde, ama sadece buralarda değil, bütün ülkelerde ortalama insanın sosyalizmden uzaklaşmasına ve toplumsal bilincin sosyalizme ve sosyalist etkilere pek de yakın olmayan bir çizgide şekillenmesine götürdü. Doğu ülkelerinde, alabildiğine anti-komünist ideolojik biçimler gözde akım haline gelirken bu ülkeler, yıllar ve yıllar sonra bireycilik ve milliyetçiliğin kargaşalık ve çatışmalarının ortamını oluşturdular. Doğu’yu, Doğu’daki kaosu uzaktan ve dışardan seyreden Batı halkları da, uluslararası burjuvazinin durmak bilmez ve var ettiği fırsatı değerlendiren amansız propagandasının yönlendiriciliğinde sosyalizmin “kötülüğü”, “çözümsüzlüğü” ve “ölümü” üzerine aydınlatıldı!
Burada yanılsamalı bir oluşum olduğu kuşkusuz; ama önemli olan, emperyalizm ve uluslararası burjuvazinin yakalamış olduğu fırsattan dünya halklarını sosyalizmin geçersizliği ve “ölümü”ne, kapitalizmin ebediliğine iknada belirli bir mesafe kat etmek üzere yararlanmış olmasıdır.
Bu geçici bir durumdur ve daha bugünden, özellikle sosyalizmi yaşamış fakat onun kazanımları ellerinden hızla alınmış olan çeşitli Doğu halkları yanılsamanın farkına varma eğilimi içine girmişlerdir. Ama ne olursa olsun, geçici de olsa, sosyalizmden görece uzak bir uluslararası ideolojik ortam oluşturulmuş durumdadır. Bu, kapitalizmin dönemsel asıl kazancı olarak beliriyor.
“Değişim” tezleriyle ileri sürülenler, sahtekârlıktan ibarettir ve kuşkusuz geçersizdir; ancak dünya, maddi ve manevi yönleriyle, belirttiğimiz türden bir değişime de uğramış bulunmaktadır. Önüne sosyalizmin “çözüm olmayışı” ve iflasının her gün “yeni kanıtları” sürülen ve bu kanıtların Doğu Avrupa ve Asya’da (eski Sovyet Asya’sı) gördüğü kaos ve çalışmalı gericilik tarafından doğrulandığını sananlara sınıf aydınlat, onların düşünsel yaşam ve tutumları, bu “değişimlerden etkilenmemezlik edemezdi, önemli ölçüde etkilendi.

REVİZYONİZM DÖNEMİ, ORTA SINIFLAR VE SOSYALİZM ETKİSİ
Tarihsel açıdan kısa süre öncesine kadar, çeşitli ülkelerde burjuva ve özellikle küçük burjuva aydınlar, ideolojik olarak sosyalizmin çeşitli türden etkilerini şöyle ya da böyle üzerlerinde taşıyabiliyorlardı. Sosyalizmin yerini revizyonizm ve kapitalizmin aldığı Doğu ülkeleri dünyada hâla önemli bir güç ve mihrak oluşturuyor; emperyalist emellerini gerçekleştirmek ve dünyada hegemonyasını yaymak için izlediği politika, strateji ve taktiklerle bir dizi ülkede ulusal ya da demokratik içerikli belirli mücadeleler yürüten orta sınıflan etki alanı içine çekmeye yöneliyordu. Özellikle sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’nin bu stratejik ve taktik yönelimi, yeni bir emperyalist yayılmacılığın pençesine düşmekte olduklarının farkında olsun ya da olmasınlar, başlıca Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleleri içinde orta sınıflara belirli manevra olanakları sunarak; en azından kısa vadede, onlara işlerini kolaylaştırır gibi görünüyordu. İki süper devlet arasında oluşmuş olan “dünya dengesi”nde çoğu ülkede orta sınıflar Sovyetler Birliği’nde bir müttefiklerini bulduklarını sanıyorlardı. Revizyonizmin aldatıcı sosyalizm söylemi kullanılışı da bu yanılsamayı besliyor, sosyalizm etiketli revizyonist propaganda en çok orta sınıf aydınlarını etkisi altına alıyordu. Bu aidatta faktörle bezenmiş “sosyalist” lafızlı dünya hegemonyası için mücadele, çeşitli ülkelerde milliyetçi, dinsel vb. motiflerle ortaya çıkan ilginç burjuva sosyalizmi akımlarının oluşmasına kaynaklık etti. Nasır “sosyalizmi”, Kaddafi’nin “İslam sosyalizmi”, Angola ve Mozambik “sosyalizmleri” gibi pek çok burjuva akım, bir yandan da hala dünya çapında sosyalizmin geçmişten gelen prestijinin yanılsamalı bir zeminde de olsa devam etmekte olduğunu kanıtlamak üzere, Sovyetler Birliği yayılmacılığına bağlanmakta olan burjuva ideolojik biçimler olarak dünyada çeşitli orta sınıf güçlerine yön verme durumundaydı. Bu ideolojik biçimler, bir yandan burjuva sınıf temellerine uygun ve onun ifadeleri olarak kapitalizmi çerçeve edinir ve düzen içi konumlara denk düşerken öte yandan da, özellikle oluşum dönemlerinde belirli anti-emperyalist (ve bazen da sınırlı demokratik) konumları ifadelendiriyor; bu özellikleriyle tam da burjuva ara sınıfların ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bu koşullarda hemen tüm ülkelerde açıktan anti-komünist olmayan, belirli ilerici özellikler taşıyan ve ama kapitalist düzeni hedeflemeyen burjuva gruplar ve özellikle burjuva aydın çevreleri görülür oldu. Bu durumda, bu burjuva çevrelerin sürüklediği mücadelelerde yedeklenen ve ulusal ya da demokratik içerikli mücadelelerin asıl tabanını oluşturan aşağı tabakalar, emekçi halklar üzerinde sosyalizmin Ekim Devrimi’nden beri gelen ve 39-45 Dünya Savaşı’nda gerçekleştirilen anti-faşist zaferle pekişen etki ve prestijinin önemli bir faktör olduğu söylenmelidir.

İDEOLOJİK BİÇİMLERDE “DE-SOSYALİZASYON”
Şimdi bu durum ve ona yol açan koşullar değişmiştir. Çeşitli ülkelerdeki orta sınıflar ve özellikle aydınları açısından esas “değişim”, belirleyici etkisi olan esas değişiklik unsuru bu noktada ortaya çıkmıştır. Artık “sosyalist” olduğu varsayılıp olanaklarından yararlanılabilecek, dünya çapındaki bir dengenin tarafı olan ve çeşitli “sosyalist” süslü ideolojik akımlara kaynaklık eden revizyonizm ve onun siyasal örgütü çökmüştür. Çeşitli burjuva akımlar ve bu akımları, ihtiyaçlarını karşılamak üzere kullanıp geliştiren burjuva, küçük burjuva aydınların, bir güç oluşturmaktan çıkan “işlerine yarar sosyalizm” ya da “sosyalizm” etiketli revizyonizme değer biçmelerine gerek kalmamıştır. Sovyetler Birliği kaynaklı “sosyalizm” ya da doğru deyişle revizyonizm, burjuvazinin çeşitli tabaka ve grupları ve onlara denk düşen aydınlar açısından pirim yapmaz olmuş ve geçer akçe olmaktan çıkmıştır.
Dünyanın zemini ve çehresini farklılaştıran köklü sonuçlara yol açtığı iddialarıyla yüksek perdeden ileri sürülen diğer “değişiklik” faktörleri, abartılı bir şekilde bu belli başlı değişikliği örtmek üzere ve dünyanın bütünüyle kapitalist tarzda evrilmesi gereğine ilişkin savunuyu desteklemek amacıyla işlenmektedir. Revizyonizmin çöküşünden sonra artık, “ilerici” burjuva gruplar ve aydınları açısından yeni ideolojik, politik, kültürel, ekonomik konumlanışlarını izah edecek “değişiklik” tezlerine ihtiyaç vardır. Bu tezler, Batılı emperyalist burjuvazinin desteğinde Gorbaçov’un, kapitalizmi, dünya çapında -biçimsel sosyalist kaynaklı da olsa- en küçük kendine yabancı dış etkenlerden arındırarak evrenselleştirmeye yönelik “değişiklik” tezlerinden elde edilmiştir. Orta sınıf aydınlara gerekli olan artık sosyalizm değildir, onlar artık ilericiliklerini, örneğin, “çağdaşlık”ı, bireysel özgürlükleri, piyasası “serbest” piyasa ekonomisi, “liberalizmi”, “demokratizmi”, sınıflar-üstücülüğü, milliyetçiliği vb. ile ideolojide de doğrudan burjuva tutum ve tezleri benimseyip sahiplenerek “gerçekleştirme”ye soyunmuşlardır. Sınıflar-üstü bir “hoşgörü”, “insancıllık”, güce tapınma âdetindeki orta sınıfların “düşene bir tekme de ben vurayım” anlayışını yansıtan anti-komünizmi ve komünizmi aşağılamaya yönelen burjuva “ilericiliği”nin belli başlı silahları arasına girmiştir.

GERİCİLİĞİ ELEŞTİRMEMEYE GERİLEYEN AYDIN TUTUMU
Tek tek burjuva aydınlar ele alındığında, burjuva “ilericiliği”nin bu gelişim süreci çarpıcı bir biçimde görülebiliyor.
Son derece az sayıda aydın eski sosyalizme yakın çizgisini, “namusunu” koruyabilmektedir. Niteliğini değiştirmeyen, dürüstlüğünü sürdürenlerin örneği olarak Can Yücel gösterilebilir.
Oldukça çok sayıda aydın “değişiklik” tezlerinin etkisi altına, çizgisini tümüyle terk etmemekle birlikte, “çağ”a, yani döneme, yani günün liberal, “demokratik”, “özgürlükçü” koşullarına, eskiden aşırılıklarını eleştirdikleri düzene ayak uydurup uyum sağlayarak yumuşamıştır. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk gibi. Bu iki örnek, ‘71’e kadar “sol darbecilik”in önde gelen isimleriydiler. Kemalizm’i, soldan, anti-emperyalizmini yücelterek değerlendirip savunurlar, “komprador kapitalizmini”, kapitalist düzenin kötülüklerini eleştirir, faşizme, sağcı gericiliğe, özellikle emperyalizmle işbirliğine ateş püskürürlerdi. Sağcı, faşist, dinci gerici aydınlarla gazetelerindeki köşelerinde oldukça sert polemikler sürdürürler, gericiliğin teşhirine önem verirlerdi. Komünizme küfür etmezlerdi pek. Selçuk küfür etmeme tutumunu sürdürmekle birlikte, Mumcu komünizm karşısında alaycı bir çizgiye kaydı. İkisi de 12 Mart’taki muhalefetlerini 12 Eylül’de göstermedi ve hatta Eylülcülere destek sundular. Eylül süreci ilerledikçe, örneğin Anayasa tartışmalarında belli bir muhalif tutum geliştiren bu iki isim “çizmeyi aşmama”ya özen de gösterdiler bir yandan. Belirgin dönüşümlerini faşizmi, sağcı, dinci gericiliği eleştirmeme tutumuna yönelerek yaşadılar. Bir dönem “can düşmanları” olan Demirel karşısında bile belirgin bir hoşgörü eğilimi içine girdiler. Eskiden Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Aydın Yalçın gibi sağcı köşe yazarlarıyla içine girdikleri polemiklere, örneğin Türkeş’e yönelttikleri saldırılara bugün rastlamak mümkün değildir. Düzen içinde ileri adım atma, “ilericiliklerini” savunma değil konumlarını ve varlıklarını koruma tutumuna gerilemişlerdir. Üstelik onlar, TİP-TSİP-TKP eğiliminde olan ve doğrudan Sovyetler Birliği ve sözde Marksizm’i savunanlarla birlikte, genel ve baskın olan burjuva “ilericiliğini”nin, burjuva aydının avangardları durumundaydılar. Bugün bu tablo da değişmiştir. Genel olarak “Cumhuriyetçilik”in geldiği nokta, dünyadaki “değişim”in, önce Gorbaçov’un yaptıkları ve yol açtıklarının ve giderek tümüyle açıktan Doğu’nun klasik kapitalizme yönelişinin ve beraberinde sosyalizmin “iflası”nın propagandası; bireyciliği, “özgürlükçülüğü”, “demokratizmi”, anti-Stalinizmi ve “çağdaşlığı” ile emperyalizm kaynaklı gerici burjuva ideolojisinin savunulması noktasıdır. İ. Selçuk ve U. Mumcu’nun henüz doğrudan anti-sosyalist olduklarını ilan etme noktasına gelmemiş olmaları tabloyu pek de etkilememektedir. Yakın geçmişte Kemalizm’le sosyalizmi birleştirme çabasındaki bu isimler, bugün bu konuda sessizleşmişlerdir. Öte yandan sosyal demokrasiye verdikleri destekle birlikte-eleştirel yaklaşımları, CHP’nin daha ilerisinde bir çizginin temsilciliğini yapmaları, yerini, sosyal demokrasiyle, SHP ile yetinme ve bu yönüyle de işlevsizleşmeye bırakmıştır.
TİP-TSİP-TKP cenahı ise, “değişim”den en çok etkilenen burjuva “ilericiliği” durumundadır. Yakın geçmişte etraflarında önemli bir solcu aydın potansiyelini hareketlendiren bu eğilim, bugün açıktan anti-Marksist konumdadır; Marksizm’in “iflası” iddiasıyla sosyal demokratlaşmış, işlevsizleşerek ideolojik ve siyasal yoğunluk olarak yok oluşa ulaşmaktadır. Birçok ilerici burjuva aydının sosyalist kaygılarını istismar ederek belirli bir hareket alanına sahip olmuş ve geçmişin bu Sovyet yanlısı çevreleri, ideolojik ortamdaki genelleşmenin katkıcısı, unsuru ve göstergelerinden biri olarak, etkilediği aydınların gericileşmenin katkıda bulunarak toplumsal yaşamdan çekilmektedir, çekilmiştir. Bu cenahtan kapitalizme, emperyalizme, diktatörlüğe yöneltilen göstermelik eleştiriler de son bulmuştur günümüzde.
İdeolojik ortamdaki gericileşmenin bir başka göstergesi olarak PKK ve Dev Yol’daki gelişme ya da değişmeler de önemlidir. PKK bugün Marksizm-Leninizm iddiasında bulunmamaktadır artık. Eskiden ulusal sorunu Marksizm-Leninizm’e dayanmaya çalışarak, tezlerini özellikle Lenin ve Stalin’e dayandırarak ele alıp açıklayan PKK, bugün sözlerini etmek gerektiğinde onlardan “olumsuzlukları” ile bahsetmektedir. PKK belgelerinde Stalin neredeyse bütün olumsuzların kaynağı ve nedeni olarak gösterilmekte ve daha önemlisi de Lenin ve Stalin’e uyum gözetilerek incelikle savunulmaya uğraşılan milliyetçi tutum ve yaklaşımlar, bugün dinciliğin savunulmasıyla birleşecek ve emperyalizm karşısında tutarsız bir zemine kaymaya açıklıkta ve özensizce savunulup uygulanmaktadır.
Dev Yol uzun yıllar örgüt oluşunu ve örgütlülük gereğini reddetme noktasına gerilemiştir. Bu, geleceğe ilişkin umutsuzluğun ve çizgisizleşmenin temel bir göstergesi ve ifadesidir. Eskiden de reformcu etkilenmeler içinde olan ve açıktan CHP destekçiliği yapan Dev Yol, bugün SHP’den ayırt edilmez durumdadır ve devrimci bir konumdan uzak reformcular yığıntısı haliyle hüzün vericidir. Eski çizginin yalnızca yetersizliği değil, devrimci oluşu ve sosyalizm perspektiflerini ileri sürüşüyle gereksizliği bugün Dev Yol içinde yaygın olarak ya da “bürokratik” gibi sıfatlarla yumuşatarak tanımlasalar da sosyalizm olduğu düşüncesindedirler ve bu görüşlerini yazılı olarak ortaya koymuşlardır. Hatta manevra alanını genişleteceği/ genişlettiği düşüncesiyle A. Öcalan “reel sosyalizmin çöküşü” ve Varşova Paktının dağılmasıyla bloklaşmanın son bulmasını olumlamıştır bile. Bugünlerde özellikle Dev Yol “değişiklikler”in boyutlarından hareketle Marksizm’in geçerli kalmaya devam edip etmediğini tartışmaktadır. Sonuçta, şöyle ya da böyle her iki grup da sosyalizmle süslenmiş fikirler yayma konumundan uzaklaşmış, dünyadaki “değişikliklerden olumsuz etkilenmekle kalmamış, ideolojik yaşamın gençleşmesinde aktif değil pasif de olsa katkıcı bir yer tutmuşlardır.
İdeolojik ortamdaki gericileşmenin önemli göstergelerinden biri olarak, yeni oluşan bir burjuva aydın tutumundan da söz etmek gerekiyor. Engin Ardıç-Mehmet Barlas-Gülay Göktürk gibilerince temsil edildiği söylenebilecek olan bu tutum, sosyalizm ve Marksizm’le inceden alayın da ötesinde açık biçimde küfürcülüğün geliştirilmesidir. Yakın tarihte saldırgan anti-komünizm, Ahmet Kabaklı ve Ergun Göze gibilerinin tekelindeydi. Solculuk ve çağdaşlık adına ya da görüntüsüyle komünizme küfür ve saldırı adetten değildi. Bugün çağdışı gerici görüntüleriyle E. Göze’ler sahneden neredeyse çekilmiş, ya da burjuvazi anti-komünist saldırganlıkta başlıca onlara dayanmaz olmuştur. Şimdi gözde olanlar Engin Ardıçlardır. Sözde imbikten süzülmüş “sol kültürel” birikimleri ve “çağdaş” görüntüleri dolayısıyla eski solcuları etkileme potansiyelleriyle yüksek tirajlı gazetelerin köşeleri ve TV programlan bu yeni anti-komünist türe açılmaktadır. İdeolojik ortamın gericileşmesinin bir başka belirtisi olarak, bu yeni türe yönelik eleştirilere de burjuva aydınlar arasında, örneğin yayın hayatında pek rastlanmamaktadır. Eskiden özellikle “Cumhuriyetçiler” E. Göze gibileriyle yiğitçe savaşırlardı! Şimdi U. Mumcu’nun, M. Barlas’a yönelik, eski “Marksistlik”ini de söz konusu eden, “yağdanlık” ve “liboş” alayı dışında bu yeni türe yönelen eleştiri, onlarla bir kapışma yoktur. Yoktur, çünkü yaydıkları küfürlü anti-komünizm ne “Cumhuriyetçiler”e ne de başka “ilerici” aydınlara pek de aykırı gelmemekte, saldırganlık düzeyiyle olmasa bile içeriğiyle onların da “hislerine tercüman” olmaktadır. Eski solcu Gülay Göktürk’ün Marksizm’i aşağılaması, aslında aynı çanağı yalayan, benzer bir konuma evrilen, ama belki bu tür bir aşağılama dolayımıyla ve sert ve köşeli bir nitelik ve karakter değişimini yansıtacak kendi aşağılanmasından kaçınan birçok “çağdaş” ya da “çağdaşlaşmış”, yani “değişim”den yeterince nasibini almış burjuva aydının şimdilik sessiz eğilimini de ifade etmektedir. Göktürk ve benzerlerinin yumuşak ya da sert eleştiri almamalarının esas nedeni budur. Onlarınki ideolojik ortamda, aydınlar arasında yükseliş gösteren eğilimdir. Komünizme, devrime ve devrimcilere küfür ve aşağılama, alay ve hakaret, en zilli gericilerin bu saldırgan özelliklerinin genellikle eski sol bulaşığı “çağdaş” burjuva aydınların eline kalması ve saldırganlıklarının sessiz bir kabul görmesi; Marksizm’in ideolojik ortam olarak içinde bulunduğu zor durumu göstermesinin ötesinde, -bu durum Marksizm’e görevler yüklemektedir, ancak geçici bir haldir-, aydınların “değişikliklerden etkilenme düzeyini, görünür ilericilik ve yandaşlıktan karşı safa savruluşlarının hız ve boyutunu göstermesi bakımından eğiticidir.
Dünyada revizyonizmin çöküşü ve ilerici burjuva aydınları etkileyen bir sol edebiyat mihrakının, Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişi dışındaki değişiklik yok ve olmuyor değildir. Kuşkusuz dünya değişmektedir ve üstelik her gün değişmektedir. Ama burada önemli olan, ayrıntılı tartışmasına girmeyeceğimiz bu değişiklerin niteliğidir. Ve önemli olan bir başka şey değişiklikler karşısında da devrimci kalmayı başarabilmek, yine değişiklikleri gerçeklikleri içinde ele alıp doğru yorumlayarak onları dünyanın devrimci dönüştürülmesi praksisinin, düşünce ve pratiğinin hizmetine koşmak, iradeyi bu biçimde kullanmaktır. Oysa, “değişiklik” iddia ve tezleri, dünyanın artık devrime ve Marksizm’e ihtiyaç bırakmayacak türden değiştiği, çünkü artık sınıf zıtlıklarının ortadan kalktığı, sınıflar-üstü “insan”ın hareket noktası edinilmek gerektiği ve sınıf mücadelesine ihtiyaç kalmadığı, dolayısıyla ve sonuç olarak kapitalizmin ezelden gelmese bile ebedi gideceği, yıkılmaya çağırılı olmadığı ve kendi başını kurtardığı şeklindedir. İdeolojik ortamdaki gericileşme ve burjuva aydınların sosyalizm ve Marksizm yerine bugün için güçlü bir konum edinen ve atılım içinde görünen kapitalizmden etkilenerek oldukça geri konumlara savrulmaları, bu tezlerden ve sosyalizm adını kullanan ve çöküşüyle sadece umutsuzluk değil, burjuva aydınları açısından maddi destek ve güç kaybı üreten revizyonizmin sefil iflasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye’nin özel koşulları açısından, ideolojik ortamdaki gençleşmenin revizyonizmin iflasının yanında bir diğer önemli nedeni de 12 Eylül tahribatı ya da Eylülcülerin gerici ideolojik şekillendiricilikte kazandıkları başarıdır. Eylül yalnızca, siyasal zorbalık olarak kalmadı. Siyasal zorbalığın yaydığı korku, geleceğe umudu baskı altına almasının ve ötesinde, Eylül, uluslararası alanda revizyonizmin çöküşü ve ideolojik gericilik eğilimlerinin şaha kalkışına zaman olarak denk düşen bir ideolojik saldırı ile beyinlere yöneldi. Uluslararası ajanda sosyalizm ve Marksizm’e mal edilen hayal kırıklığı, Türkiye’de de, bunun yanında, devrimci ve komünist atılımın yenilgisi ve genel olarak halkın, özel olarak da aydınların görece uzun süre -yıllarca- ideolojik açıdan savunmasız bir şekilde Eylülcü faşistlerin saldırılarına açık kalması sonucu çift yönlü yaşandı. Devrim ve sosyalizmin hayal olduğu, çözüm oluşturmadığı, ancak “kardeş kavgası” ve kaosa götüreceği, yeterli gücünün oluşturulamayacağı ve yenilgisinin kaçınılmaz olduğu propagandası, yenilgi ve siyasal zorbalığın egemenliği koşullarında işlendi durdu. Ve karanlık yılların umutsuzluğunda kapitalizmin çekiciliği, bireyin üstünlüğü ve bireycilik, köşe dönücülük ve iş bitiricilik olarak bireyin üstünlüğü ve bireycilik, köşe dönücülük ve iş bitiricilik olarak bireyin kurtuluşu ve buna uygun düşen ideolojik meta olarak da toplumsal değil bireysel özgürleşme ve özgürlüklerin değeri ve değerliliği toplumsal bilinci şekillendirici belli başlı unsurlar olarak enjekte edildi. Devrimci ve komünist örgütlerin siyasal, taktik ve örgütsel zaaf ve hataları burjuvazi ve özellikle korku ve çıkar temelinde ona sığınan uşaklarınca istismar edilerek, alay ve aşağılama konusu haline getirildi. Oldukça zorlu bir yenilgi zemininde, neredeyse on yılı bulan yeni devrimci ve komünist güçler oluşturma zorluğuyla, uluslararası alanda gericileşmenin pekiştirdiği özel olarak Türkiye’nin ideolojik ortamındaki gericileşme hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda gerçekleşti. Bugün bu gericileşmenin bir yönü modern kapitalist “çağdaş” ideolojik gericiliğin yükselişi ise, bir diğer yönü şeriatçı-dinci gericiliğin sağladığı gelişme olarak yaşanmaktadır. Bu gerici şekillendirmeye saplanan hançer ‘84’de başlayan gerilla savaşı olmuştur. Arkasından devrim ve komünizmin sağladığı ilk yeni başarılar gelmiştir.
Eylül’ün aydınlar üzerindeki etkisi, yaydığı korku ve ideolojik etkilemesi yanında, düzene bağlanmalarında onlara olanaklar sunması aracılığıyla da gerçekleşmiştir. Eylülcüler ve devamcıları, diktatörlük, ticarete atılan eski solcuların önüne herhangi türden engeller çıkarmadığı gibi, hatta basın-yayın, reklâmcılık, özel dershanecilik benzeri sektörleri neredeyse onlara “emanet etmiştir!” Tekelci, burjuva basının ve TV kanallarının hem de yönetim kademeleri bu tür posalarla doludur, eski solcular buralarda yüksek ve hatta süper yüksek ücretlerle istihdam edilmekte ve görevlerini örneğin “çöpçülerin 10 milyonluk maaş istemleri”ni “halkla şikâyet” ederek yerine getirmektedirler.
Eski solcuların düzene bağlanmasının bir diğer aracı sosyal demokrasi, onun başlıca örgütü SHP olmuştur. Başta Dev Yolcular olmak üzere, bir dizi reformculuk konusunda Eylül öncesinde de tutarsız davranıp CHP destekçiliği yapmış sol gruptan gelme emekli “devrimci”, eskiden ve reformculuk karşısında tutarsız ve hayırhah bir zeminde, kopmadıkları ve hatta eğilimli halde bulundukları reformculuğa, önce “boş durmayalım”, “devrim için yararlı olabilir” gibi yaklaşımlarla, sonra giderek alışarak ve çoğunlukla “ikbalden sebeplenerek”, yanı sıra toplumsal konum, mevki vb. olarak kendilerini gerçekleştirerek, uyum sağlamış ve angaje olmuşlardır. Ve sosyal demokrasi bu unsurlardan hiç de taze kan almamış, tersine, onları emmiş, düzene bağlayıcı köprü görevi görmüş, onlara kendi gericiliğini ve sosyalizm ve devrim karşıtlığını gönüllülük temelinde şırıngalamış ve onlarla gericiliğini kadrolaştırmış sağlamlaştırmıştır. Üstelik SHP’nin eski solculara verdiği, CHP’den de daha geri ve gerici, daha çok düzenci ve devletçi ve üstüne üstlük Eylülcülüğün derin etkisi altında bir sol görüntü ve adi bir düzen savunuculuğundan başka bir şey olmamıştır. Şimdi bu eski solcular, bir zamanlar belki ölümüne mücadele ettikleri Demirel’in “demokratlığı” ve onunla birlikte hükümetin yararları üzerine söylevler vermektedirler.
İdeolojik ortamı gericileştiren son bir faktör olarak SHP’nin yapısı ve SHP de içinde olmak üzere gericiliğin uzun yıllardır olmamış biçimde sağladığı birlik üzerine durulmalıdır.
Eski solcularla kendini takviye edip güçlendirmiş olan SHP, ilk kuruluş dönemindeki “insan hakları” ve “solcular”ın solculuklarının kanıtı olarak ürettikleri “demokrasi” ve “demokratikleşme” laflarının ötesinde, herhangi ve somut bir argümanla solcu, sosyal demokrat ya da hepsinin ötesinde bir muhalefet partisi görüntüsü bile vermekten özenle kaçınmıştır. Bunda kuşkusuz “dünyadaki değişim”in ve 12 Eylül baskı ve etkisinin rolü yadsınamaz. Ama SHP bunların da ötesinde “akıllı”, yani doğrudan düzeni savunan, devlete halel gelmesinden görünüşte bile kaçınan bir tür “solculuk” liberalizm misyonu üslenmiştir. Bu varlığı ile yokluğu belli olmayan “muhalefet partisi”, bir de en düşkün zamanında hükümet ortaklığı olanağını yakalayınca, kendisinin diğer gerici burjuva partilerinden hiç ayırt edilemeyeceği gericilik sularına balıklama dalmıştır. Hükümet ortağı oluş, muhalefette lafız olarak ileri sürülen öneri ve vaatlerden de tümüyle vazgeçilmesine, bunun İnönü tarafından “dün muhalefettik; bugün iktidarız, kendimizi mi eleştireceğiz” şeklinde açıkça beyan edilmesine götürmüştür. Artık ne “insan hakları” ne de “demokrasi” edebiyatı yapılmaktadır. SHP, Demirel ve DYP’sinin kabul göstereceği “demokrasi” mevzisine sıkıca yapışmış durumdadır. Bu, Türkiye’de uzun yıllardır sağlanmamış genişlik ve güçte bir gerici birlik sağlanması anlamına gelmiştir. Sağ ve sol (!) burjuva partileri arasına, burjuvazi için en zor ve gerekli anlarda bile sağlanamamış birlik ve gerçekleştirilememiş koalisyon, pratik açıdan hem de koşulları üzerinde pek pazarlık bile edilmeden, hatta hiç tartışılmadan bile kolaylıkla ve birkaç saat içinde gerçekleşmiştir.
Bu, bir yandan SHP’nin, örneğin ‘75’ler CHP’sine kıyasla gericiliğindeki yoğunluğun ifadesidir; diğer yandan tekelci burjuvazi, özellikle ekonomik (ve buradan kaynaklı işçi hareketi) ve siyasal (özellikle ulusal sorun kaynaklı) açıdan zor bir döneminde, içinde bulunduğu çıkmazı atlatmada paha, biçilmez bir katkı sunmasının göstergesidir. Ecevit’in milliyetçilik ve genel olarak gericilikte Türkeş’i aratmadığı (ideolojik ortamın genelleşmesinden o da nasibini almış ve bu ortamın gençleştirilmesine en değerli katkılarını esirgememiştir), sosyal demokrasiye önder olmaktan başka bir kaygı ve çatışma konusu bulunmadığı; dinciliğin “anti-emperyalist” ve “anti-kapitalist” söylemi (bu söylemde burjuva partileri içinde yalnız kalmış durumdadır) ardında hızla güç topladığı ve ortalığı sarıklı-cübbeli “fetihçi-şeriâtçı”ların sardığı; Türkeş ve MÇP’sinin hükümete güvenoyu verdiği, bir takım çekişmelerin sürmesine karşın Demirel ile Özal arasında bile bir yumuşama ve birlik sağlandığı koşullarda, Türkiye burjuvazisi, bugüne kadar elde edemediği, Eylül koşullarının zora dayalı ortamında bile gerçekleştiremediği siyasal birliğini sağlamıştır. Bu, burjuvazinin oynayacak başka siyasal kozu kalmaması anlamına da gelmekte ve dolayısıyla gelecek açısından burjuvaziye karamsarlık vaat etmektedir, ancak, bugün burjuvaziye, en gerici ve saldırgan tutumlarını yaşama geçirmek olanağını da sunmaktadır.
Örneğin anti-terör kampanya konusunda tüm burjuva partiler arasında tam bir birlik vardır ve hiç bir çatlak ses duyulmamaktadır. Bunun yansıması tekelci basın organlarında görülmektedir. Örneğin sokak infazları üzerine herhangi bir yayın organında tek satır bile çıkmamaktadır. Muhalefet döneminde kırık-dökük de olsa “insan hakları” lafı eden, örneğin “dışkı yedirme” olayını bir ucundan tutarak konunun en azından Cumhuriyet gibi gazetelerde ele alınıp işlenmesi açısından bu gazete çevresine “cesaret veren” SHP, şimdi bir günde onları bulan anti-terör kampanyası cinayetlerinin suç ortağı, yürütücüsü, savunucusu durumundadır, sorumlularındandır. İdeolojik ortam bir günde onlarca cinayetin üzerinin kapatılabileceği ve hatta dizgininden boşandırılmış Türk şovenizmi koşullarında haklı, meşru ve gerekli gösterilebileceği denli gericileştirilmiştir ve bunda sosyal demokrasinin, SHP ve DSP’nin gericiliğinin payı küçümsenemez.
Aynı durum, burjuva gericiliğin pan-türkist yayılmacı yönelimi açısından da geçerlidir. Revizyonizmin çöküşünün sonuçlarından olan eski Sovyet topraklarındaki kanlı milliyetçi çatışmalar Türkiye’de ideolojik ortamı gericileştirici özel etkisini icra ederken sunduğu olanaklarla, Türk milliyetçiliğini güçlendirmiş, iştahını kabartmıştır. Türkî Cumhuriyetlere yönelik Türk milliyetçiliği, iştahı kabarmış bütün burjuva katmanları ve burjuva siyasal partileri birleştirici ve ideolojik açıdan burjuva gericiliğini güçlendirici bir rol oynamaktadır.
Revizyonizmin çöküşü, Eylülcü zorbalık ve ideolojik saldırı, “sosyalizmle” yarışma ve emekçilerin sosyalizme yönelmelerinin önünü kesmek üzere gündemine aldığı “sosyal devlet” zorundalığından kurtulan kapitalizmin ihtiyaçları arasında geri plana düşen, işlev kaybına uğrayan sosyal demokrasinin gericileşmesi, düzene entegrasyon yolunun açık tutulması, burjuvazinin tek partileşmeye ve birliğe yönelmesi, Türki pazarların çekiciliği ve Kürt sorununun “korkutuculuğu” burjuva aydınların ilericiliğini törpüleyip gericiliğini geliştirici ortamın çeşitli yönlerini oluşturuyor.
Motive edici güç kaynağı düşkünlüğüyle aydınların, kendilerine dayatılan gericileşme eğiliminden kolaylıkla kurtulabilecekleri pek söylenemez. Ancak ideolojik ortamı gericileştiren koşulların da öyle uzun süreli ye kalıcı olma olasılığı yoktur. Pazarlama genişlemesine karşın tüm kapitalist ülkelerin içinde bulundukları durgunluk, kapitalizmin, temel zaafına işaret ediyor. Kapitalizm ciddi bir atılım içine giremeyecek denli çürümüştür. Propaganda bu gerçeği değiştiremiyor. Aydınlar kuşkusuz daha bir süre; başat eğilim olarak, kapitalizmin güdücülüğünde, gericilik yayabilirler. Ama kapitalizmin kendine karşı proletarya ve halk hareketini kışkırtıp besliyor oluşu, aydınlar üzerinde etkisini gösterecektir. Bu hareketin serpilip gelişmesine yapılacak katkı, aydınların ilerici bir konuma yönelmelerinde, onları dolaysız olarak kazanmaya yönelik faaliyet kadar değerli olacaktır.
Aydınlara aşırı yüklenme, onları aşağılama gerekmiyor. Koşulların dönüştürülmesine güç ve hız verme, özel olarak aydınlar sonunda da belirleyici olacaktır.

Ağustos 1992

Komünizmin Güncel Sorunları

Aşağıdaki yazı, İranlı komünist Mensor Hekmet’e aittir ve Enternasyonal dergisinin 1. sayısından alınmıştır.

Geçtiğimiz on yıl 20. yüzyılda belirleyici bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Bu dönem, belki de ona tanık olan birçok kişi tarafından tıpkı 1917 Devrimi, faşizmin yükselişi yahut da iki dünya savaşında olduğu gibi, içinde yaşanılabilen ve yalnızca “haber” değeri olaylar olarak algılanıp, tarihsel önemi kavranamamıştır. Yakın gelecek, bu dönemde, insanlığın nasıl yeni bir yola girdiğini gösterecektir. Bu yeni yol insanın kendine, yazgısına ve geleceğe bakışı, tinsel, siyasal ve ekonomik dönüşümleri de içeriyor.
Biz temel tarihsel bir “kopuşu” yaşıyoruz. Nerede olursak olalım, ne yapıyorsak yapalım, içinde bulunduğumuz bu yılların olayları, bizim ve bizden sonraki kuşakların yaşam koşullarını ve toplumsal çabalarının çerçevesini belirlemektedir. Gelecek 30 yıl içinde olası savaşlar, insanların karşılaşacağı zorluklar ve yetersizlikler, milyonların yaşamını onunla anlamlandıracağı toplumsal, siyasal ve ideolojik sorunlar, insanın sanat, ekin ve edebiyatındaki kendi imgesel, bireysel ve toplumsal ruhbilimi, ekonomik ve siyasal korku ve umutları, törel varsayımlar ve felsefi dünya bakışı, bunların hepsi, günümüzde gözümüzün önünde olup bitenlerin damgasını taşıyacaktır. İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkan siyasal, ekonomik ve ideolojik koşulların, çağdaş iki kuşağın özdeksel ve tinsel yaşamlarını; endüstrileşmiş Amerika ve Avrupa’dan tutun da en geri kalmış uzak noktalara kadar, nasıl belirlediyse, aynı biçimde bugünkü değişimlerin sonucunda ortaya çıkan koşullarda, sonraki kuşakların yaşamlarını bütün yönlerden etkileyecektir.
Batılı uzmanlara bakılırsa “Batı tek bir kurşun atmaksızın Üçüncü Dünya Savaşı’nı kazandı.” Gerçekte ise bu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın tarafları arasındaki) son on yıllık uyuşmazlığın sonucu; milyarlarca kişinin ölümü, baskıya maruz kalması, yoksulluk ve yokluktan başka bir şey olmamıştır. Bu kendisi “bir tek kurşun atılmamış olma olgusunu” yeterince açıklıyor. Neyse ki bu konunun tartışması burada yapılamaz. Bu hikâyede doğru olan ve göz önünde bulundurulması gereken nokta oluşmakta olanın, Üçüncü Dünya Savaşı’nın son bulması kadar çağdaş tarihi etkileyeceğini bilmek ve bu etkileri tanımaktır.
Bugünkü tarihsel dönüşümler, değişik alanlarda gerçekleşmektedir. Bu dönüşümlerin en göze çarpanı Doğu Bloğu’nun çözülmesi ve bu blok’un tüm siyasal, ekonomik ve ideolojik sistemin belirlenimlerinin yok olmasıdır. Bir anlamda Batı ve Doğu burjuva kutuplarının arasındaki savaşı, Batı kazandı. Bütün önceki herhangi bir burjuva gücünün diğerini yenmesinde olduğu gibi, burada da yenilen tarafın siyasal, coğrafi çözülüşü, ekonomik bağımlılığı ve ideolojik geri çekilişine tanık oluyoruz. Yenilen gücün toprağının işgalinden pazarlarının ele geçirilişine dek, siyasal sistem değişikliğinden kapılarını galip gücün kültürel ve sağ-törel değerlerine açmasına değin; bir burjuva gücün diğer bir burjuva gücü alt etmesinin klasik özellikleri kendini göstermektedir. Ama göze çarpan ilk “klasik” olmayan şey, son yarım yüzyılda dünyanın siyasal durumunun temel belirleyicilerinden olan bir-iki kutupluluğun taraflarından birinin yenilen taraf olmasıdır. Bütün dünya siyasal bakımdan bu belirleyicilerin (Batı-Doğu karşıtlığı) karşılıklı tutumları çerçevesinde oluşmuştu ve bu karşıtlığın bitimi siyasal ve ekonomik denklemleri, yalnızca Doğu Bloğu’nda değil, dünya çapında değişikliğe uğrattı.
Doğu Blok’unda en göz alıcı dönüşümlere tanık olmaktayız. Pazarın yengisi işçilerin daha fazla yoksullaşmasına ve ekonomik güvencesizliğe neden olmuştur. Yeni ekonomik modellere ve siyasal oluşumlara ilişkin savaşım en sıcak biçimde sürmektedir. Öte yandan, kapalı bir siyasal ve idari düzenin çözülmesi en ilerici ve devrimcisinden en arkaik ve gericisine kadar birçok toplumsal devinime neden oluşturmuştur. Geniş işçi hareketleri ve yeni istemlerin ortaya çıkmasının yanı sıra milliyetçilik, faşizm ve din yeni olgular olarak ortaya çıkmıştır.
Üçüncü Dünya olarak bilinen geri kalmış ve boyunduruk altındaki dünyada da, sorunlar bu uluslararası kutuplaşmaya bağlı olduğu için sorunların biçimi kökünden değişmektedir. Eski sorunlar ansızın çözüme kavuşurken yeni eskisinden daha karmaşık güçlükler ortaya çıkmaktadır. Toplumsal güç ve yönelimler bu ülkelerde ansızın kendilerini temelden farklılaşmış bir konumda görüyorlar. Bunlar açıkça Filistin, Afganistan, Kamboçya ve Afrika’nın sürtüşme alanlarında görülebilir. Farklı ülkelerde, milliyetçilik, Din, Liberalizm, Reformizm ve Radikalizm eskisinden çok değişik konumlarda yer alıyor. Geri kalmış ülkelerin ekonomik gelişmesinin arka planı bir daha değişiyor. Doğu’nun çöküşü ve kapılarını Batı sermayesine açması, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri için, dünya pazarlarıyla bütünleşme umutlarını çökertti.
Ama Doğu Bloğu çöküşünün uzun vadede daha belirleyici ve daha önemli yanı muzaffer Batı’daki gelecekteki kaçınılmaz değişiklikler olacaktır. Doğu’nun çöküşüyle (Batı ya da “özgür dünya” diye bilinen) dünyanın ekonomik, siyasal ve ideolojik çerçevesi de zorunla olarak değişime uğrayacaktır. Bir blok olarak Batı’da çözümlenmeli, bununla birlikte Batı’nın özdeşliğini sağlayan siyasal-ideolojik yapı da gözden geçirilmeli. Gerekli olan yalnızca yeni askeri-siyasal ve ekonomik yapılanmalar değil; ayrıca “Batı-Doğu’nun” bitiminden sonraki kapitalizme uyabilecek düşünsel ve ideolojik bir çerçevede gerekmektedir. Kapitalist dünya ekonomik yapı ve siyasal, kültürel ye idari üst yapıyı da içine alacak yeni bir gözden geçirme dönemine doğru yol alıyor. Yeni tarihsel dönem, istikrar ve şeffaflık dönemi değil tam tersine bir istikrarsızlık, kaos ve belirsizlik evresi olacaktır.
Fakat soruna, burjuva bloklar arasındaki tarihsel ve yapısal bir belirleme olarak bakmak madalyonun yalnızca bir yüzüdür. Burjuvalar arası “Üçüncü Savaşın” bitimi, aynı derecede tarihsel ve köktenci bir biçimde, burjuvazinin bütününce işçi sınıfına bir saldırısının da başlangıcı oldu. Yenen ile yenilen “komünizmin ölümünü” duyurmak konusunda aynı görüşü paylaşıyorlar. Batı’nın yengisi, yalnızca ekonomik, siyasal ve askeri rakip bir gücün yenilgisi olarak yahut da piyasanın devletçi ekonomiyi alt etmesi olarak değil, ama komünizmin yenilgisi olarak kutlanmaktadır. Bu Batı’nın Doğu’ya nihai saldırısının, Thacher ve Regan döneminden miras olarak devraldığı ideolojik çerçevenin yorumlanmasıdır. Bu, Batı-Doğu arasındaki geleneksel savaşımın ‘80’li yıllarındaki Amerika ve Avrupa yeni sağının belirleyici öğesiydi. Öte yandan Batı’nın resmi ideolojisi bu sorunu demokrasi ve piyasanın komünizm ve sosyalizme karşı savaşımı olarak yorumlanması (lanse etmesi) yeni dönemdeki isçi hareketi ve işçi sınıfına karşı başlatılacak olan sedirinin da bayrağıdır. Bu da burjuvazinin “sınıflar-arasındaki”, iç sınıf mücadelesine ilişkin görüşünün dışa vurumudur. (this is the confirmation of the bourgoise’s view the “settling of accounts” in en intra-class struggle that has been going on along side). (Sınıflar-arası savaşımda bir ilerlemenin ancak burjuva güçler sürtüşmesine koşul olarak yürütülen global bir sınıf savaşımının sonucunda elde edileceğine ilişkin).
Şimdiye kadarki gelişmelerin bu karanlık yüzü, bir bütün olarak insanlığın önüne korkunç bir kâbus olarak çıkmaktadır. Birçok eski ve yeni solcu ve akılsız entelektüel yorumcu için dünya bir bütün olarak özgürlüğe, barışa, insancıllığa ve istikrara doğru yol almaktadır. Herkes ulusal, liberal, çevresel vb. istemlerle kapitalizme arz-ı edep eylemek için sırada bekleşmektedir. Bunlar değersiz düşler ve olup bitenlere tarihsel bir bakış eksikliğinin göstergeleridir. Komünizme bugünkü saldırı herhangi bir parti, rejim, dernek yahut da belirli bir idari ve siyasal rejime karşı değildir. Bu insanlığa, insancıl eşitlikçilik ve özgürlükçülüğe ve genelde işçi sınıfının bu idealleri için verdiği toplumsal savaşımına karşı bir taarruzdur. Bu saldırının ereği, kapitalizmin ölümsüzlüğünü ilan etmek ve ezilmiş insanlığın bu sisteme getireceği bütün eleştirileri önlemektir. Bu insancıl beklentilere, insanların kendi yazgılarını belirleme umuduna karşı, toplumun bireye karşı sorumluluğuna ve insanların hukuksal, siyasal ve ekonomik eşitliğine ilişkin her türlü düşünceye karşı başlatılmış bir saldırıdır. Bu, sosyalizmin ve işçi sınıfının, iki yüzyıl boyunca savaşımları sonucu, çıplak sömürüye empoze ettiği bütün sınırlamalar ve frenlemelere karşı bir saldırıdır. Eğer kapitalizm, komünizme karşı bu savaşta başarı kazanırsa, eğer sosyalist toplumsal hareket ve sosyalist eleştiriyi toplumun dışına itmeyi başarabilirse, insanlığın önündeki tek seçenek teknolojinin hediye kâğıdına sarılı barbarlıktan başka bir şey olmayacak. Bu saldırının başarısının sonucu işçinin ve halkın sermayeye ve siyasal-idari yapılara karşı güçsüzlüğü ve insansal ideallerin gerçekleşemeyecek düşler olarak gülünçleştirilmesi olacaktır. Lenin’in heykellerinin kaldırılması için koparılan yaygara, devlet kapitalizmi, bloğuna karşı beslenen düşmanlık duygularından dolayı değildir. Lenin, işçi sınıfının kutsal sermayeye karşı saldırısının bir simgesi, çalışan ve yoksul kitlelerin dünyayı değiştirme çabasının bir simgesi olarak devriliyor.
Bu yeni saldırı dalgası olmaksızın dahi, bugünün dünyası, insanlara azıcık saygı ve sevgisi olan her hangi biri için yeterince karanlıktır. Dünyanın endüstri merkezlerinin işsizler ordusu günden güne kabarıyor. Sınıfsal ayrılıklar iyice derinleşmiştir. Toplumsal güvenlik ve genel gönenç iyice gerilemiş durumda. İşçi ailesi, iki iş olmaksızın, geçinemez durumda. İşçi örgütlenmeleri, hatta burjuvazi ve düzene bir tehdit olarak nitelenmeyen bu örgütlenmelerin çekirdeği olan sarı sendikalar bile köşeye sıkıştırılmış ve etkinliğini iyice yitirmiş halde. Bireycilik ve yarışma (rekabet) karşı konulmaz ve temel toplumsal öğeler olarak kamuoyunda yer etmişlerdir. Her şeyden çok aydınlar ve okumuş kesim, düşünürler ve burjuva toplumunun tinsel betimleyicilerinin hareketinde yansılanan, toplumunun genel görünümü, keskin bir biçimde sağa dönmüş durumda. ‘60’lı ve ‘70’li yılların reformist ve liberal düşünceleri geçersiz sayılmış bir kenara atılmıştır. Geniş kitlelerin yoksulluk sınırının altında yaşamaları Amerika ve Avrupa’da bile bir gerçek olarak ortadadır. Neo-faşizm ve ırkçılık değişik maskeler altında yine ortadadırlar. Teknolojik devrim yalnızca işçi sınıfının kapitalizm karşısında ezilmesine neden olmakla kalmamış, burjuvazinin siyasal erklerini korumaya yönelik yeni araçlar da yaratmıştır. Ordu, tutsak evleri ve mahkemelerin yanı sıra medya, burjuvazinin siyasal rejiminin sürekliliğini garantileyecek yeni bir ağ geliştirmiştir. Kişinin evinin köşesinde aptallaştırılıp korkutulması, toplumun burjuva masalının sürekli reklâm bombardımanına maruz kalması, Batı demokrasisinin (Burjuva parlementer diktasının) yaşamışının en temel koşulu durumuna gelmiş bulunuyor.
Bu, endüstrileşmiş dünyanın dışındaysa, ekonomik belirsizlik, siyasal ve toplumsal hukuksuzluk daha geniş boyutlarda sürmektedir. Bu ülkelerin ekonomik gelişme ufukları bütünüyle yok olmuş ve birçoğunda yokluk ve yoksulluk ile günlük savaş, kitlelerin yaşam öyküsünü oluşturmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerinin değişik Batı finans kuruluşlarına borçları inanılmaz boyutlara erişmiştir. Birçok ülkede ulusal gelirin % 80’i bu borçların faizlerini geri ödemek için kullanılıyor. Burjuvazinin kendi resmi açıklamalarına göre yılda 50 milyon çocuk ölmekte (saniyede 2 kişi), geri kalanları ise fuhuş ve uyuşturucu, evsizlik ve açlık beklemektedir. Bu ülkelerde yaşayanların birkaç milyarı, kendi ülkelerinin yönetimi konusunda herhangi bir söz hakkından yoksundurlar. Devlet ve devlet ‘üstü’, genel olarak işçi sınıfı ve işçi hareketlerine yönelik siyasal cinayetler, bu ülkelerin siyasal rejimlerinin ortak yönüdür. Bu ülkelerden bir çoğunda sosyalist demek veya kuruluşlar örgütlemeye kalkışmak suç unsuru teşkil eder ve ağır cezalara neden olur, Bu ülkelerin işçilerinin konumu çöpe atılabilecek, ikinci sınıf vatandaşlar, ucuz emek gücü satıcıları olarak günden güne, bugünkü dünyanın ekonomi politiğinde daha da belirginleşmektedir.
Bu sınıfsal ırkçılık ve insan değerlerinin resmi sınıflandırması, ister endüstriyel dünyanın sınırları içinde ister global düzeyde olsun, yeni gerici düşünce kalıplarıyla berkleştirilmektedir (is being supported and consolidated). İşsizlik derdi, evsizlik, yoksulluk ve yetersizlikler. İlk tıbbi olanaklarının yokluğu, gönenç ve eğitim yükü, toplum ve toplumsal düzenin omuzlarından kaldırılıp bireyin sırtına yükleniyor. Hak, ister ekonomik ister politik bir daha ve açıkça iyelik ile ilişkilendiriliyor. Milliyetçilik ile din yeniden at koşturacak geniş sahalar elde ediyorlar. Sermaye, piyasa ye burjuva iyeliğinin kutsanmasının yanı sıra, dünya çapında militarist müdahaleler, Avrupacı ve ırkçı düşünceler çerçevesinde, yeniden kutsal ilan edilip ve yeni dünya düzeninin kapısına işleniyor.
Bütün insanların eşitliği ve özgürlüğü ereğini gözden geçirmemiş olan komünizm için, köhne, insan karşıtı burjuva düzenin tümünü değiştirmeye yönelik işçi sınıfının pratik-eleştirel komünizmi için; Marksizm ve işçi sınıfı hareketleri ve düşüncelerine bir saldırıya tanık olan komünizm için, yeni dönem geniş bir ideolojik ve siyasal sorunlar listesini gündeme alması gerekmektedir. Bu sorunlar (must be welcome) kabul edilmeli, çünkü aynı dönemde işçilerin zaferini mümkün kılan bütün göstergeler var. Dünya kendi ekonomik, politik ve ideolojik kurumlaşması yönleriyle temel bir eleştiri sürecine girmiş bulunuyor ve bu kez komünizm, burjuva sosyalist bloklarla karşılaşmaksızın, kendi toplumsal eleştiri ve seçeneğini, dolaysız ve açıkça sunabilme olanağını elde etmiş bulunuyor. Sermaye ve endüstrinin globalleşmesi modern işçi sınıfını gerçekten uluslararası bir sınıfa dönüştürmüştür. Değişik ülkelerde gün geçtikçe işçi sınıfın başkaldırıları sınıfın durumunun iyileşmesi için devletlere ve işverenlere karşı, artmaktadır. Geleneksel yönelimler, özellikle sendikalist ve sosyal demokrat hareketler. İşçi sınıfının örgütlü savaşımını yaygınlaştırma ve başarıya ulaştırmadaki güçsüzlüklerini açıkça sergilemişlerdir. Bütün anti-komünist reklâm ve provokasyonlara karşın, köktenci sosyalist hareketler, sınıfsal savaşımın temelinde, işçi sınıfına kazanabilecek daha geniş alanlar elde etmiş bulunuyorlar.
Bir komünist olarak çok şey yapmalı, çok şey yapılabilir de. Tümden yengi yahut tümden yenilgi, her ikisi de olası. Temel savaşımlar globaldirler ve bir ülkenin özelliklerine göre biçimlenmemişlerdir ama bu durumdan her ülkeye özgü görevler, komünistler için çıkartılabilir. Bir komünist olarak olağan cepheleşmelerde yer almalı. Bugünün komünizmi ancak bu cepheleşmelerde bulunmakla belirginleşecektir. Yalnızca Marksizm’e karşı saldırıyı göğüslemekle kalmamalı, Marksist eleştiriyi; işçi sınıfının kapitalizme getirdiği bu pratik eleştiriyi, daha geniş ve daha çarpıcı olarak toplum düzeyinde dışa vurmalı. Demokratik, milliyetçi, liberal ve dini hurafeleri ve “rahatsız” burjuvaların yarım yamalak eleştirilerini ortalıktan süpürmeli. Sosyalist işçi sınıfı kitlesini bugünün belirleyici ekonomik ve siyasal savaşım alanlarına yöneltmeli. İşçi seçeneğini bugünkü dünyaya karşı sunmak gerek. Köktenci işçi kitlesinin savaşım biçim ve kalıplarını belirleyip yaygınlaştırmak gerek. Geleceği görebilen köktenci ve komünist işçi sınıfı partileri örgütlenmelidir. İşçi sınıfının uluslararası birliği, dünya çapında ivedi bir sorun olarak ele alıp yaşama geçirmeli.
Bugünün gerçek komünisti, çağdaş koşulların yaşamsallığı ve kendi rolünün önemini kavrayabilen kişidir… Şahsen ben, değiştirilmesi için çok büyük çaba gerektiren bir olaya kendi başına giren (self-proclaimed) komünizm, komünizm değildir. Birinci ve en ön safta, bugüne kadarki elde edilmiş insan hak ve özgürlüklerine karşı başlatılan uluslararası burjuva saldırısını göğüslemek, uluslararası sosyalist bir işçi hareketini bugünkü istikrarsız dünyada, sosyalizmi kurmak için örgütlemek… Bugünün dünyasında komünist olmanın gerekleri bunlardır.

Ağustos 1992

TDKP röportajı: Yeni bir teorik mücadele platformunun zorunluluğu, Emperyalist sistem ve Türkiye

İKİNCİ BOLÜM: KOMÜNİST TEORİDEKİ GEÇİCİ DURGUNLUK, ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN GÖREVLERİ, EMPERYALİST VE REVİZYONİST SALDIRILARA KARŞI YENİ BİR TEORİK MÜCADELE CEPHESİ.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki dağılma ve çökmeyle birlikte, “Komünist teorinin iflas ettiği ve çöktüğü” öne sürülüyor. Bu görüş doğru mudur, eğer doğru değilse, “Doğu Bloğu”nun temsil ettiği teorik sistemin çöküşünü nasıl açıklıyorsunuz? Komünist teorinin çöktüğü üzerine öne sürülen görüşleri partiniz nasıl karşılamaktadır?
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin, 1960’lı yılların ortalarından itibaren, burjuva-kapitalist ülkelere dönüşmeleri ve 1980’li yılların sonlarında iflasa ve çöküşe sürüklenmeleri üzerinde kısaca da olsa, yukarıda duruldu. Orada söylenenlere işaret ederek şunları vurgulayalım: Bunalıma düşen ve çöküşe sürüklenen “Doğu Bloğu” ülkeleri nasıl ki sosyalist ülkeler değillerse, bu ülkelerin çökmeleri ve yıkıma sürüklenmeleriyle iflas eden teori de, komünist ya da Marksist-Leninist teori değildir. Bu ülkelerdeki ekonomik ve politik rejimlerin çöküşüyle birlikte iç çelişkisi, güçsüzlüğü ve yeteneksizliği pratik olarak açığa çıkmış ve iflas etmiş olan teori, kırk yıl kadar önce komünist (Marksist-Leninist) teoriden ayrılan ve söz konusu ülkelerdeki tekelci devlet kapitalizmi ve burjuva-revizyonist rejimlerin teorik temellerinin oluşturulması sürecinde “sistemleştirilen” burjuva modern revizyonist teoridir
Son kırk yılı ele alırsak, Titocu, Kruşçevci, Brejnevci, Euro “komünist”, Maocu ve Gorbaçovcu bütün teorik fraksiyonlarıyla burjuva-revizyonist teorik akım, burjuva-emperyalist bir akımdır, komünist olma bir yana, ona düşmandır. Özellikle son on yıldır yaşanan olaylar, gerçekte, sadece, modern revizyonist teorinin iflasını açığa çıkarmakla kalmadı, bu akımın bütün teorik varyasyonlarının anti-komünist özünü de gözler, önüne serdi.
Genel olarak modern revizyonist teoriyi ve onun değişik akımlarını, “yeni koşullar”a göre “yenilenmiş komünist teori” olarak ele almış olanlar, bu inkar edilemez olguyu kabullenmeden, komünist (Marksist-Leninist) teori hakkında bilimsel herhangi bir yargıda bulunamazlar. Bu nedenledir ki, son yıllarda yaşananlardan hareketle, “komünist teori iflas etti” vaazları veren “sosyalistler” ve “sosyalist” aydınlar, ya açık olgusal gerçekleri göremeyecek kadar derin bir körlük içinde bulunduklarını ya da kapitalist burjuvazinin sözde “zaferi” karşısında diz çökmüş dönekler konumuna düştüklerini kanıtlamaktan başka bir şey yapmadılar, yapmamaktadırlar.
Kapitalizmin “zaferi” ve sosyalizmin “iflası” üzerine çakal ulumalarının ayyuka çıktığı bugünkü dünyada dahi, hiç bir doğa ve toplum olayı yoktur ki, tarihsel materyalizmi ve komünist teoriyi yalanlamış, “ütopya” olduğunu ve “iflas ettiğini” açığa çıkarmış olsun. Sosyalist sistemin ve komünist teorinin “çöktüğü” ve “iflas ettiği” ile ilgili olarak bugün öne sürülen tek sözde “kanıt”, daha önce vurguladığımız gibi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküş ve Cinde yaşanan olaylardır. Oysa bu çöküş ve olaylar, düşman teorik akımlar arasındaki çatışma bakımından, biri sözde liberal (emperyalist), diğeri modern revizyonist (sözde sosyalist,    gerçekte sosyal-emperyalist) iki burjuva kapitalist teorik akım arasındaki çatışmada, modern revizyonist (sözde sosyalist, özde burjuva ve sosyal emperyalist) teorik akımın iflasının kanıtlanmasıdır. Kaldı ki; ABD ve Sovyetler Birliği’nin başını çektiği iki emperyalist blok arasında otuz yıl boyu süren çatışma, gerçekte, teorik akımlar arasındaki çatışma değil, iki kampa bölünmüş uluslararası burjuvazinin maddi (ekonomik, toplumsal, politik, askeri vb.) kuvvetleri arasındaki çatışmaydı. Liberal-emperyalist teorik akım ile revizyonist-sosyal emperyalist teorik akım arasındaki çatışma ise, bu maddi kuvvetler arasındaki çatışmanın düşünsel alandaki yansısı ve özel bir alanıydı. Otuz yıl boyu çatışma ve mücadele içinde bulunmuş iki emperyalist bloktan birinin, Sovyetler Birliği bloğunun çökmesi, olsa olsa modern revizyonist ve sosyal emperyalist teorinin iflasının kanıtı olabilirdi. Ve öyle de oldu: 1960’lı yıllarda, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da hâkim olan tekelci devlet kapitalizmi, buhranlar ve çöküntüler içinde ve zorunlu olarak yerini, özel mülkiyete dayanan klasik kapitalizme bıraktı. Bu kapitalizmin ve bu kapitalizm tarafından belirlenen politik rejimlerin teorik temellerini oluşturan modern revizyonist teori ise; sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün tasfiyesinin, yeni tipteki devletçi kapitalizmin ve bu kapitalizme dayanan yeni burjuvazinin diktatörlüğünün reorganizasyonunun; ve bu kapitalizmin ve bu politik rejimin klasik özel mülkiyetçi kapitalizme ve özel mülkiyete dayanan burjuvazinin diktatörlüğüne doğru çelişkili, çatışmalı “evrimi”nin teorisiydi. Doğu Bloğu’nda egemen olan burjuva kapitalist ekonomik ve politik düzenler, bu “evrimi” nasıl ki, buhran, çöküntü ve iflasla yaşamışlarsa, burjuva-revizyonist teori de, bütün burjuva teoriler gibi, bünyesinde ilkesizliklerle, uzlaşmaz karşıtlara yer vererek, dogmalaşarak ve iflasa sürüklenerek yaşamıştır.
Bu teori, proletarya ve halkları “sosyalizm” ve “komünizm” lafzıyla aldatma, sosyalizm ve komünizmden ve komünist teoriden uzaklaştırma işleviyle oluşturuldu. Bu işlevini yerine getirme süreci aynı zamanda, proletarya ve halkları, klasik burjuva-liberal (emperyalist ideolojinin etkisine hazırlama, dolayısıyla kendini işlevsizleştirme ve iflasa sürükleme süreci oldu. Revizyonist teorik akım, komünist teorik akımı “inkâr” ve burjuva-emperyalist teorik propagandayı “ihya” akımı, bir anlamıyla bir “geçiş” akımıydı. Dolayısıyla, teorik temellerini oluşturduğu tekelci devlet kapitalizmi ve sosyal-emperyalizmin çöküşüyle birlikte, bünyesindeki uzlaşmaz karşıtlıklar pratik olarak açığa çıktı ve iflas etti. Son yıllarda, kapitalist dünyada, teorik çatışma alanında yaşanan “altüst oluş”un gerçek içeriği işte buydu.
Ve şunu söyleyelim ki, teorik mücadele cephesinde bütün bu olup bitenler, sadece burjuva-revizyonist teorinin çöküş ve iflasını değil, aynı zamanda, uluslararası burjuvazinin ve emperyalizmin teorik cephedeki çıkmazı, çözümsüzlüğü ve pratik iflasının olgunlaşmasının da kanıtlanmasıdır. Çünkü revizyonist teori, tüm temel tezlerini, “sosyalist” lafzına karşın, diyalektik ve tarihsel materyalizmden ve komünist teoriden değil, felsefi idealizmden, doğa ve toplum tarihinin metafizik kavranışından ve burjuva-liberal (emperyalist) teorik akımdan almıştır. Ve onun teorik iflasını belirleyen temel düşünse etken, bünyesini oluşturan bu felsefi idealizm ve burjuva emperyalist öz olmuştur. Bu olgusal gerçek, sunuluş biçimi ne olursa olsun ve demagojik malzemesi hangi olgusal bulguya dayanırsa dayansın, bütün burjuva teorilerinin çürüklüğünün, bilim dişiliğinin ve iflasa mahkûm oluşunun bir açıklamasıdır. Ve modern revizyonist teorik akımın iflası ve çöküşü, teorik mücadele alanında, genel olarak kapitalist dünyanın ve burjuva dünya görüşünün çöküş ve iflas sürecinin olgunlaşmasının yeni bir aşamaya vardığını kanıtlamaktadır. Burjuva emperyalist propaganda aygıtları nasıl desteklenirse desteklensinler, yenilgiye uğrayan ve çöken revizyonist akımın yandaşları burjuva emperyalizmini ve burjuva teorilerini ne kadar kutsarlarsa kutsasınlar, bu gerçeği asla sonuna kadar örtbas edemeyeceklerdir. Komünist ve Marksist-Leninist teorinin proleter kitleler üzerinde yeni ve karşı konulmaz bir otorite kazanması için koşullar her zamankinden geniştir ve yeniden olgunlaşmaktadır.

Peki, Marksist-Leninist ya da komünist teorinin sözünü ettiğiniz son kırk yıllık süreçle ilgili tezleri ve belirgin bir tutumu var mıdır?
Buna kuşku yok. Diyalektik ve tarihsel materyalizm ve komünist teori, proletaryaya, sosyalizmin, bir yanı kapitalizmin kalıntılarına dayanan, öte yanı komünizme varan tarihsel bir geçiş dönemi olduğunu, bütün sosyalizm tarihsel dönemi boyunca sınıf mücadelesinin çetinleşerek, güçleşerek ve alanını genişleterek süreceğini, proletarya bu mücadelede gerekli yeteneği gösteremediğinde, kapitalizmin restorasyonunun olanaklı olduğunu öğretmiştir, öğretmektedir. Ama diyalektik ve tarihsel materyalizm ve komünist teori, proletaryayı, kapitalizme geriye dönüşün olanaklı olduğu üzerine uyarmakla da kalmadı. 1950’li yılların sonlarında ve 1960’lı yıllar boyunca, Sovyetler Birliği’ndeki kapitalizme geriye dönüşü inceledi, olgulara dayanarak açıkladı. Ayrıca, “Doğu Bloğu” denilen ülkelerde egemen olmuş kapitalizmin (eğer proletarya yeni sosyalist devrimlerle önünü kesmeyi başaramazsa), krizler, çatışmalar ve çöküntüler içinde, klasik batılı kapitalizmine varacağını ortaya koydu ve ilan etti.
Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloğu” çöktü ve dağıldı. Bu çöküş ve dağılma başka bir şeyi değil, komünist ve Marksist-Leninist teoriyi ve tezlerini kanıtladı. Ya “zafer kazandı” denilen ve kendi uzlaşmaz karşıtlıklarını aştığı, “evrensel” bir “refah düzeni” haline geldiği öne sürülen batılı kapitalizm ve emperyalizm ne durumdadır? Komünist teoriyi yalanlayacak ve mahkûm edecek bir toplumsal özellik ve zafer mi kazanmıştır? Kapitalizmin ve emperyalizmin her gün ve genişleyerek proletaryayı ve ezilen halkları yeniden ürettiği, burjuvazi ve gericiliklerin servetini ve refahını proletaryanın ve halkların artan yoksullaşmasına ve sefaletine bağladığı; yeryüzünde yeni rekabet, egemenlik ve çatışma alanları yarattığı ve toplumsal üretici güçleri, tarihte görülmemiş boyutlarda ve giderek artan oranda yıkıma sürüklediği bugünkü koşullarda, bu sorulara olumlu yanıt nasıl verilebilir?
Kapitalist toplumun bağrında daha da genişleyen sınıf karşıtlıkları, ulusal ve sınıfsal çatışma ve savaşlar ve dünyada giderek yayılan kitlesel açlık ve sefalet bile, kapitalizmin ve emperyalizmin zamanını doldurduğunu, onun “Doğu Bloğu” karşısında kazandığı “zafer”in “Pirus zaferi” olduğunu kanıtlamaya yetmez mi? Kapitalizmin ve emperyalizmin proletaryaya, halklara ve insanlığa reva gördüğü sön kırk yıllık, bugünkü ve gelecekteki yaşantı üzerinde yukarıda gerektiği kadar duruldu. Bütün bu üzerinde durulanlar ve burada öne sürülenler, batılı kapitalist toplumun son kırk yıllık yaşantısının da komünist teoriyi yalanlamadığını, doğruladığını inkâr edilemez bir gerçek olarak ortaya sermeye sanıyoruz yeterlidir. Şu kadarını söylemekle yetindim: Proletaryanın safları bugün de artan oranda büyümekte, buna karşılık kapitalizm ve emperyalizmin, tarihin belli bir evresinde proletaryanın gösterdiği yetenek eksikliğinin ve modern revizyonist gericiliğin sunduğu olanakları tüketmektedir. Bugünkü bütün olgular ve olaylar, dünyanın ve insanlığın sosyalizm ve komünizme her zamankinden daha fazla yaklaşmakta olduğunu ve daha yakın bulunduğunu kanıtlamaktadır. Bu gerçeği görüp kavramayan “sosyalistin asla sosyalist olamayacağını, bu gerçeği örtbas etmeye çalışan kimsenin kendine ne sıfat takarsa taksın, emperyalizmin uşağı olmaktan kurtulamayacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Kesin olan şudur: Komünist teori, ne sadece batılı-kapitalist ve emperyalist dünyanın çelişkileri, çatışmaları ve yıkılışıyla ne de “Doğu Bloğu” ülkelerindeki kapitalist geriye dönüşle ilgilenmekle yetindi. Dünyanın son kırk yıldır yaşadığı bütün süreci çelişkileri, çatışmaları ve ilişkileriyle açıkladı, bu sürecin bugünkü sonuçlarıyla ilgili açık net tutum aldı ve tezler oluşturdu. Bu gerçeğin çoğu çevre tarafından örtbas edilmeye çalışıldığı bilinen bir şey. Ama bunları yok saymanın “sosyalistim” diyen kimseye bir şey kazandırmayacağı açık olduğu gibi, bilime, bilimselliğe ve sosyalizm mücadelesine yardım etmenin de olanaksız bulunduğu kesindir.

Bu durumda komünist ya da Marksist-Leninist teorinin proleter kitleler ve dünya kamuoyu üzerindeki gücünün zayıflaması nasıl açıklanabilir?
Şu doğrudur: Son otuz-otuz beş yıldır, burjuva revizyonist Sovyetler Birliği kampı sosyalist kamp, bu kampın temsil ettiği modern revizyonist teori, komünist teori olarak, proleter ve aydın kamuoyunda genel bir kabul gördü. Bunun nedeni, daha önce de vurgulandığı gibi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki kapitalizmin, sosyalist sistemin, klasik karşı devrim tarafından yıkılmasıyla kurulan kapitalizm değil, 1950’li ve ‘60’lı yıllarda yozlaşmasıyla doğan yeni burjuvaziye dayanan (ve sosyalist biçimleri bürokratikleştirerek sözde koruyan) tekelci devlet kapitalizmi olması, revizyonisti ve kapitalisti ile bütün dünya gericiliğinin, bu kapitalizmin bütün kötülüklerini sosyalizmin sırtına yıkarak bu kampı, “sosyalist kamp” olarak pazarlaması olayıdır. Gerek revizyonist “Doğu Bloğu” burjuvazisi, gerekse batılı emperyalist burjuvazi, toplumsal sistem olarak sosyalizmi, toplumsal teori olarak komünist teoriyi proletarya ve halklar nezdinde mahkum etmek için bu kampanyayı bilinçle sürdürdü. Uzun yılları alan ve dev propaganda mekanizmalarıyla yürütülen bu faaliyet, proletarya ve halklar üzerinde ve aydın kamuoyunda giderek etkisi artan bir yanılsama yarattı, geçici de olsa “sosyalizmin olanaksızlığı” ve “komünizmin ütopya olduğu” ile ilgili genel bir kanının bugün gelinen aşamada doğması için ortam hazırlandı. Bu nedenledir ki, bütün bu dönem boyunca, proletaryanın kendiliğinden hareketi ve ezilen ulusların ulusal ayaklanmaları genişlemesine karşın, devrimci ve sosyalist proletarya hareketi ve anti-emperyalist halk ayaklanması giderek zayıfladı. Ama görülüyor ki artık, “deniz bitti”, kapitalist dünya, “barış, refah ve evrensel insanlık düzeni”ni kurduğunu ilan ederken patlayan Ortadoğu savaşı, ardından gelen Kafkasya ve Balkanlardaki gerici çatışmalar, son on yılda ortaya çıkan ve yüz milyonlarca emekçiyi içine çeken sefalet ve açlık, “refah ülkeleri” denilen ülkelerde derinleşen ekonomik kriz, keskinleşen toplumsal çelişkiler ve yeni orduların kuruluşuyla yeni bir açamaya doğru adım atan emperyalist egemenlik çatışması, komünist teorinin kanıtlanması ve yeni sosyalist ve anti emperyalist dalganın kaçınılmazlığından başka neyin açıklaması olabilir ki?
Nitekim gerek proletarya saflarında, gerekse aydın kamuoyunda “yeni dünya düzeni”ne karşı kuşkular hızla artmakta, bu yeni gelişmenin belirtileri olgusal verilerle görülmektedir. Bu belirti ve verilerden burada söz etmemize olanak yok. Ancak, şu olguya gene de işaret edelim: Sosyalizm “öldü”, “komünist teori iflas etti” demagojilerine uluslararası burjuvazi ve burjuva ekonomistler, teorisyenler ve ideologlar kendileri de inanmamaktadırlar. Uluslararası gericilik, komünizme karşı teorik ve politik propaganda kampanyalarına milyarlarca dolar yatırma zorunluluğunu bu nedenle duymaktadır. Burjuvazi ve emperyalizm nasıl rahat olsun: Besbellidir ki; Komünist teori, kapitalizmin mezar kazıcısı sınıfın, proletaryanın teorisidir; kapitalizm, mezar kazıcısı proletaryayı sürekli genişletmekte ve yeniden üretmektedir. Genel bunalımın yeni bir aşamasına doğru yol alan dünya kapitalizmi, proletaryayı sosyalizme ve komünizme zorunlu olarak yeniden hazırlamakta ve proletarya devrimi ve komünizm, burjuvazinin tepesinde dolaşan bir “hayalet” olmaya devam etmektedir. Kapitalizmin, kendi mezar kazıcısı sınıfın kitlesini sürekli büyüttüğü, harekete geçmesi için bütün koşulları yenilediği bir ortamda, bilimsel bir toplumsal teoriden yoksun olan burjuvazi ve onun propaganda makinesi, masraflı aldatma kampanyalarından başka hangi yola başvurulabilir ki? Uluslararası burjuvazi hangi yola başvurursa başvursun, komünizme karşı propaganda aygıtlarını ne kadar büyütürse büyütsün, kapitalizmin proletarya ve halklara dayattığı yoksulluk ve umutsuzluk karşısında sosyalizm umudu ve komünist teorinin bilimsel yol göstericiliği kesin olarak üstün gelecektir. Burjuvazinin bugünkü umutsuz anti-komünist kampanyasının gerisindeki neden gerçekte işte budur.

Bilimsel-teknik devrimden söz ediliyor. Bu devrimin belirlediği koşullarla birlikte kapitalizmin çelişkilerini aştığı ve evrensel bir insanlık düzeni haline geldiği öne sürülüyor, yeni teoriler oluşturuluyor. Komünist teori bilimsel bir teoriydi. Bilim ve teknikteki bunca gelişmeye karşın, komünist teoride bir durgunluk yaşandığı görülüyor. Bu durum sizce nasıl açıklanıyor?
Bilim ve teknikte, özellikle Il. savaştan sonraki süreçte, yeni bir devrim olarak tabir edilen bir gelişmenin yaşandığı gerçektir. Bu sorun üzerine ileri sürülenlerde gerçek olmayan bir şey var: O da, bilim ve teknikte devrimi gerçekleştiren ve teşvik edenin kapitalizm ve burjuvazi olduğu ve bilimsel-teknik devrimin kapitalizmi evrenselleştirdiği tezidir. Bazı yönleriyle bir soyutlama yaparsak, bilim ve teknikteki gelişme ve peş peşe gelen bilimsel-teknik devrimlerin, insanın ve insan toplumunun yaratıcı etkinliğinin Ve bu etkinliğe dayanan tarihsel evriminin bir ürünü olduğunun sonucuna varırız. Bilimsel teknik devrimin gelişmesi bakımından, (üretim tekniği ile belirlenen) toplumsal üretim tarzları, ya uygun ortam oluşturarak gelişmesinin olanaklarını genişletirler ya da frenleyici, tahrip edici bir rol oynarlar. Ama sınıflı topluma dayanan toplumsal üretim tarzları, modern çağda da kapitalist üretim tarzı, tarihsel olarak devrimci oldukları dönemlerde dahi, bilimsel ve teknik gelişme karşısında ilerletici, geliştirici ve teşvik edici rollerin yanı sıra, tahrip edici ve yıkıcı bir rol de mutlaka oynadılar, oynarlar.
Kapitalizmin emperyalizm aşaması ise, toplumsal üretici güçlerin (bir yönüyle bilim ve teknolojinin) gelişmesini hızlandırma, olanaklarını özgürce kullanmasına yol açma bir yana, büsbütün frenleyici ve tahrip edici bir dönem olarak şekillendi. Sömürüye ve toplumsal sınıf karşıtlıklarına dayanan toplumsal üretim tarzlarının, insan toplumunun tarihsel birikimi ve yaratıcı eyleminin ürünü olan bilim ve tekniğin, kendi dinamiklerini ve toplumsal olanaklarını sonuna kadar kullanarak gelişimini frenlemesinin ve baltalamasının nedeni kuşkusuz, bilimin ve teknik bilginin egemen sınıfın hizmetine, mülkün ye sermayenin baskısı ve tekeli altına girmesidir. Özellikle tekelci kapitalizm koşullarında bilim ve tekniğin, frenlense ve tahribata uğrasa bile gelişmeye devam etmesi, kapitalist toplumu olumlayan değil, olumsuzlayan çelişkiler, etkenler ve güçler (dinamikler) sayesinde olanak bulabilmektedir. Bilim ve teknikteki gelişme ve devrimlerden tekelci kapitalizmi, burjuva politik rejimleri ve burjuva teorileri olumlayacak ya da “kutsayacak” tek bir sonuç çıkarmak dahi olanaksızdır.
Proletarya ve halklar açısından göz boyacı olarak, son on yıldır özellikte istismar edilen “bilimsel teknik devrim”in anlaşılabilmesi açısından, sanırız şu soru ve yanıtı yeterli olacaktır: İnsan toplumu, son kırk yılı kapitalist toplum değil de sosyalist toplum koşullarında yaşasaydı, bilimsel-teknik devrim bugün hangi aşamada bulunabilirdi? Sağduyu sahibi herhangi bir insanın bu soruya, bugünkünden yüz kat ve bin kat daha ileride olabilirdi, yanıtını vermesinin önünde mantıksal ve teorik bilgi bakımından herhangi bir engel yoktur. Ama biz olgusal kanıtlardan da söz edelim: Bilindiği gibi, Ekim proleter devriminden önce Rusya, bilim ve teknoloji alanında da, batılı ülkelerden en az yüz yıl geride bulunan bir ülkeydi. Üstelik sahip olduğu sanayi ve teknik, savaşta ve iç savaşta harap olmuştu. Bu ülke, devrimden sonra uluslararası ekonomik, bilimsel ve teknolojik işbirliğinden yoksun bırakılmış ve tecride zorlanmış olmasına karşın, 1930’lu yılların sonlarına geldiğinde, ekonomide, sanayide, doğa ve toplum bilimlerinde ve teknolojide dünyanın en büyük ve ileri güçlerinden biri haline gelmeyi başarmıştı. Yüzyıllık geriliği aşmak için bu ülkeye on yıl yetmişti. Bu gelişmenin “propaganda” olmadığı ortadadır. Eğer Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşında uğradığı yıkıma, 1950’lerde revizyonist yeni burjuvazinin iktidarı ele geçirmesine ve ekonomide, bilimde, teknikte ve kültürde taş üstünde taş koymamasına karşın, kırk yıl boyu, batılı kapitalist dünya ile rekabet eden bir güç olarak var olmuşsa bu 1950’lerin ortalarına kadar, diğer alanlarla birlikte bilimde, teknikte ve kültürde attığı tarihte görülmemiş büyüklükteki adımların bir sonucudur.
Lenin ve Stalin’in başında bulunduğu Sosyalist Sovyet toplumunun bu olağanüstü bilimsel, teknolojik ve kültürel atılımı nasıl başardığı açık: Proletarya ve emekçilerin maddi ve manevi yaşantısı üzerindeki (yabancılaşmanın başlıca etkeni olan) sermaye tekelini yıkmak, kendi yönetimlerini kendi ellerine vermek ve komünist teoriyi, bilimi, teknolojiyi ve kültürü halkın yaşantısına sokmak yetti. Sermaye tekelinden kurtulan bilim, teknoloji ve kültür, proletarya ve halkın yaşamına girdi, onun pratiği ile kaynaştı, emekçilerin devrimci eylemi ve yaratıcı yeteneği ile yeniden doğdu ve patlama yaptı. Sovyet bilimi, tekniği ve kültürü proletarya ve halkın barından doğdu ve uluslararası burjuvazinin tekeli altındaki bilimi, teknolojiyi ve kültürü aştı. Diğer şeyler bir yana, Sovyet bilim ve teknolojisi kapitalist dünyayı olumsuzlayan bir güç olarak, batıdaki bilim ve teknolojinin gelişmesini ilerletici etkenlerden biri de oldu.
Özet olarak söylersek: Bugünün kapitalizmi, bilim ve teknik karşısında devrimci ve ilerletici olma bir yana, büsbütün gerici ve yıkıcı bir konumdadır. Çağdaş kapitalizm, bilimin, kültürün ve tekniğin gelişmesine düşmandır. Eğer son kırk yılda dünya, bilim ve teknikte yeni bir devrim yaşamışsa bu tamamen, kapitalist toplumun bağrındaki olumsuz (kapitalizmi inkâr eden ve edecek olan) çelişkiler, etkenler ve güçler sayesindedir. Gerçekte, bilim ve teknolojinin kendisi kapitalizmi olumsuzlayan (onunla çatışma içinde olan) bir dinamiktir, güçtür.
Kapitalizmin bilime aykırılığı, bilimsel ve teknolojik gelişme karşısındaki gericiliği, oluşturduğu ve kılavuz edindiği toplumsal teori (burjuva dünya görüşü) alanında daha açık ve çarpıcı bir şekilde görülmektedir. Azami kâr ve ekonomik çıkar nedeniyle laboratuarda ve gözlem ve deney alanında diyalektik materyalizme uygun davranma, ya da böyle davranan bilim adamlarını beslemek zorunda bulunan ve tekeli altına da alsa, kapitalist toplumda bilim ve tekniğin gelişmesine boyun eğmek zorunda kalan burjuvazi, doğa ve toplum teorisi alanında tam bir bilim ve teknoloji karşıtlığı içindedir. Burjuva liberal ve emperyalist dünya görüşünün temel teorik unsurlarını oluşturan burjuva ekonomi politiğinin, felsefesinin, bilgi teorisinin ve doğa ve tarih görüşünün vs. bilimle ve bilimsellikle bir ilgisinin bulunmadığı son derece açıktır. Burjuva filozoflar, ekonomistler, tarihçiler ve doğa ve toplum teorisyenleri ortaya koydukları teorik “eser”le, bilim tarafından değil papazlar takımı, propaganda uzmanları, rantiyeler, spekülatörler ve vurguncular tarafından yönlendirildiklerini, yadsınamaz bir şekilde her gün yeniden ortaya koymuşlardır, koymaktadırlar. Son kırk yılda, kapitalist toplum koşullarında yaşanan bilimsel-teknik devrime karşın, bu devrim temelinde “yenilendiği” ileri sürülen toplumsal teoriye bakın: Bilim ve teknolojide yaşanan devrim denilebilecek buluşlara karşın, burjuva toplumsal teorilerin, insana ve topluma sunduğu “bilimsel” teorik bilgi, bilinmezliğin ve insanın aczinin “bilgisi”dir. İnsan ve insan toplumu, kapitalizmin bütün yıkıcılığına, içinde yaşadığı insan-dışılığın bütün tahribatına rağmen, doğayı ve toplumu her gün yeniden keşfeder, yeniden üretir ve yeniden şekillendirirken, burjuva liberali ve revizyonistiyle bugünkü bütün burjuva doğa ve toplum teorileri, insanın ve toplumun doğal ve toplumsal gerçeği tanıyamayacağı ve onu dönüştüremeyeceği mutlak yargısı üzerine kurulmakta ve insanın aciz, geleceği bulunmayan bir yaratık olduğu, doğaya ve kapitalist sisteme mahkûm bulunduğu sonucuna varmaktadır. Burjuva felsefi akımları, bilgi teorileri, ekonomi-politik okulları, tarih anlayışları, günümüzde, bilim ve teknikteki gelişmelere ne denli fazla “başvurmuş” olursa olsunlar, tümü de, son tahlilde ve gerçekte, burjuvalaşmış “dinsel dogmaya ve ruhsal (tanrısal) yasalara varıp dayanmaktadırlar.” İnsanın yaratıcı eylemi ve etkinliği ile burjuva toplum teorilerinin varıp dayandığı ruhsal (tanrısal) yasalar (spekülasyon) arasındaki karşıtlık, kapitalist toplumdaki temel toplumsal karşıtlığın bir ifadesi olduğu gibi, bu teorilerin çürüklüğünün, bilim dişiliğinin ve iflasa mahkum oluşunun da kanıtıdır. Burjuva filozoflar, teorisyenler, tarihçiler ve ekonomistler güruhu, son kırk yılda, bilimsel teoriler oluşturma, komünist teoriyi “eskitme” bir yana, yüz ye yüz elli yıl önce atalarınca çiğnenmiş, çürütülmüş ve tükürülmek zorunda kalınmış sakızı lağım çukurundan çıkarıp ağızlarına atmaktan başka bir şey yapmamakta-yapamamaktadırlar. Ve kapitalist-burjuva teoriler, bilim ve teknoloji karşısında gerici konumda oldukları gibi, gelişmesine de düşmandırlar. Bu kuşkusuz, kapitalist burjuvazinin bilimsel-teknik devrim karşısındaki gericiliği ve düşmanlığının da teorileştirilmesinden başka bir şey değildir.

Sorumuzda, komünist teorideki durgunluktan söz etmiştik. Bu söylediklerinizden, komünist teoride bir durgunluk yaşanmadığı sonucu mu çıkıyor?
Hayır, bu sonuç çıkmıyor ve sorunuzun o bölümünü de yanıtlayacağız. Ancak öncelikle şunları belirtmek istiyoruz. Sınıflı toplumlarda, toplumsal teorilerin, karşıt sınıfların çıkarlarının ifadesi olarak doğduğu ve sınıfların karşılıklı mücadelelerinde yönlendirici bir etken ve özel (ideolojik) ve önemli bir mücadele alanı haline geldiği biliniyor. Kapitalizmin ve modern proletaryanın doğuşu, kapitalist toplumda, birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde, bulunan iki ar toplumsal teorik akımın doğmasına yol açtı: Burjuva-kapitalist toplumsal teori ve komünist (proleter) toplumsal teori. Bu iki ana toplumsal teorik akım dışındaki küçük-burjuva toplumsal teoriler ise ayrı, “bağımsız” teoriler olarak değil, burjuva teorik akımın unsurları olarak doğdular ve komünist teorik akımla savaş içinde oldular.
Burjuva teorik akımlar, burjuvazinin feodalizm karşısında devrimci bir konumda olduğu bir dönemde ortaya çıktılar. Dolayısıyla bu akımlar, bilimsel ve teknik devrimin ve sanayi devrimlerinin bilimsel bulgularına dayandılar, idealizmle iç içe de olsa, kaba ve mekanik bir materyalizmi bünyelerinde barındırdılar. Proletarya, burjuvaziye karşı sınıf olarak hareket etmeye başladığında, tarihsel kaynağını, daha önceki ezilen sınıflar adına yapılmış teorilerden alan, kapitalizmin yıkılışını, proletaryanın sınıf egemenliğini ve tüm insanlığın kurtuluşunu açıklayan ve temsil eden bir teori doğdu. Bu teori, diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde şekillenmiş olan komünist teoriydi.
Komünist teorinin oluşumu süreci, burjuvazinin gericileşmeye yüz tutması ve proletaryanın devrimci mücadelesinin ortaya çıkması dönemine denk düştü. Gerek bu objektif durum, gerekse komünist (Marksist-Materyalist) teorinin açtığı teorik savaş, bütün burjuva, küçük-burjuva teorik akımların “bilimsellik”le ilgili iddialarının çöpe atılmasına yol açtı. Burjuva sınıflar ve burjuva teorisyenler ve ideologlar, kapitalizmin gericileşmesi ve tekelleşmesi sürecinde gerçekle, bilimle ve bilimsellikle bütün ilgilerini kesmiş, kapitalizmin “mutlaklığı”nın, “evrenselliği”nin ve bilime ve akla “uygunluğu”nun teorisini, katıksız idealizme ve en soysuzlaşmış metafiziğe oturtarak “yenilemişler”di. Burjuva toplumsal teori her gerici teori gibi, doğa ve toplum bilimlerinin bütünüyle dışına düşmüş ve böylece, bir yönüyle daha incelerek ama öte yanıyla daha kabalaşarak, spekülasyon ve dogmalar alanına kaymıştı. Burjuva toplumsal teorilerdeki bu yönelime karşıt olarak, ekonomik ve toplumsal evrimin, bilim ve teknikteki gelişmenin ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaların yasalarına (diyalektik ve tarihsel materyalizme) dayanan komünist (Marksist ve Marksist-Leninist) teori, proletaryanın teorisi olarak gelişmiş, olgunlaşmış, burjuva teorik akımları proletarya ve emekçi sınıfların dışına atarak ve bilimsel bir akım olarak kendini kabul ettirmişti. Komünist teori, proletaryanın ideolojisi olarak bütün bu dönem boyunca, burjuva teorik akımlarla ölüm kalım savaşı vermiş ve bilimsel yeteneğini ve her bakımdan üstünlüğünü kanıtlamıştı. Komünist teori, ekonomik-toplumsal evrimin ve doğa ve toplum bilimlerinin yasalarına uygun düşen, teorik tezlerini oradan alan bir teori olduğu içindir ki, 1950’li yılların ortalarına gelinceye kadarki dönemde gelişti, güçlendi, olup biten her şeyi açıklayabilen ve proletarya ve halkların hareketine yön vermeyi başaran bilimsel bir teori olarak olgunlaşmıştı. Diyalektik ve tarihsel materyalist (komünist) teori, bütün tarihi boyunca giderek artan oranda bilim ve teknolojinin gelişmesinde ve ilerlemesinde başlıca etkenlerden ve itici güçlerden biri de olmuştu.
Şimdi sorunuza dönelim: Son kırk yıldır, daha önce vurguladığımız gibi, doğada ve toplumda komünist teoriyi çürüten herhangi bir doğa, toplum ve bilim olayı olmadı, aksine bütün olaylar, komünist teoriyi doğruladı ve kanıtladı. Ama buna karşın, son otuz kırk yıldır, komünist teoride geçici bir “durgunluk” da yaşandı.
Kuşkusuz bunun nedeni, komünist teorinin “bilim dişiliği”, “ütopya olması” ve “dogmalaşmış bulunması” değildir. Komünist (Marksist-Leninist) teoride son kırk yıldır görülen durgunluğun en önemli nedeni, daha önce de değinildiği gibi, “komünizmin lafzıyla ortaya çıkan burjuva-modern revizyonist akımın, komünist teorinin proletarya ve halklar üzerindeki prestijine ve sosyalizmin dünyada kazandığı muazzam ekonomik, politik ve askeri gücün olanaklarına dayanarak, proletarya ve halkların hareketi üzerine uzun süre kurmayı başardığı tekeldir. Proletaryanın açık devrimci hareketinin, 1950’li yılların ortalarında, kapitalist burjuvazi ve modern revizyonist yeni burjuvazi karşısında aldığı büyük yenilgi ve bu yenilgi üzerinden derinleşen gerileme sürecinin doğurduğu koşullar/komünist teorideki geçici durgunluğun en önemli nedenlerinden biridir. Bu nedenlerden ikincisi ise; proletarya hareketine modern revizyonizmin egemen olduğu koşullarda kurulan ve mücadele eden komünist partilerin komünist teorinin yeni aşamalara doğru gelişeceği yeni bir teorik platform açma ve Marksizm-Leninizm’i, bilim ve teknikteki ilerlemenin ve sınıf ilişki ve çatışmalarının yenilenen koşullarının sunduğu olanakları değerlendirerek geliştirme yeteneğini ortaya koyamamalarıdır. Unutulmamalıdır ki, komünist teori, bilim ve teknikteki gelişmeyle ve proletaryanın hareketiyle bağ içinde ve devrimci teoriyi eylem kılavuzu edinen insanın mücadelesi sayesinde gelişebilirdi. Ve devrimci pratik içindeki komünistler tarafından geliştirilebilirdi.
Komünist teorik mücadele, proletaryanın mücadelesinin bir yönü ve üç mücadele biçiminden biridir. Proletaryanın bir sınıf olarak burjuvazi karşısında aldığı uluslararası çaptaki tarihsel yenilgi, burjuva teorik akımların bilimselliğinin ve akla uygunluğunun kanıtı olmadığı gibi, komünist teorinin ” iflası”nın da kanıtı olamaz. Sadece, komünist teorinin gelişme ve ilerlemesinde, koşulları ve olanakları geçici olarak ve nispeten zayıflatabilir. 150 yıldır ileri sürüldüğü ve her zaman kanıtlandığı gibi, komünist teori, spekülatif, tamamlanmış, “kapalı” bir teorik sistem değildir; o, doğadaki ve toplumdaki olguları ve olayları, olguların ve olayların özlerini, niteliklerini ve karşılıklı bağlantılarını inceleyerek ve sürekli yeniden keşfederek gelişir, ilerler ve zenginleşir. Yani komünist teori, pratiği izler, teorik bilgiyi bu pratikle sınar; pratiğin denenmiş, bilimsel, yeni bilgileriyle kendini ilerletir. Kısacası; komünist teori, kendi başına ve soyut spekülasyonla gelişmez; aksine, Marksist-Leninist teoriyi eylem kılavuzu edinmiş, olgulara ve olaylara bu devrimci teorinin bilgisiyle yaklaşan insanın, dünyayı ve toplumu tanıma ve dönüştürme mücadelesinin yeni gerçek bilgisini araştırması ve edinmesiyle geliştirilebilir. Zaten o, bu nedenle de bilimsel bir teoridir. Hiçbir şekilde, tamamlanmış kapalı bir teori olmadığı gibi, her zaman geliştirilmeye, doğa ve toplumun evrimi ve ilerlemesi (hareketi) içinde, yeni bilimsel buluşlar, yeni toplumsal olgular ve yeni politik değişikliklerle birlikte yenilenip geliştirilmeye muhtaç bir teoridir. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin ve komünist teorinin yasasıdır bu.
Özet olarak söylersek; komünist teoride yaşanmış olan geçici “durgunluk”un nedeni ne bu teorinin bilimsel niteliğindeki bir zaaf, ne de dayandığı toplumsal dinamiklerin zayıflamasıdır. Tam aksine, gerek bilimsel-teknolojik gelişme ve gerekse kapitalizmin sürekli yeniden ürettiği toplumsal karşıtlıklar, komünist teorinin bilimsel niteliğini ve toplumsal dinamiklerini yeniden kanıtlamış ve daha da güçlendirmiştir. Söz ettiğiniz geçici “durgunluğun” sorumluluğu, proletaryanın burjuvazi karşısında aldığı geçici (politik) yenilginin belirlediği koşullarda, komünist teoriyi kendi dinamik ve olanaklarını değerlendirerek geliştirme yeteneği gösterememiş olan komünistlere ve komünist partilere aittir, bizlere aittir.
Şunu belirtelim ki, gerici egemen sınıfların, ezilen devrimci sınıfları geçici yenilgilere uğrattığına, yenilgi koşullarından yararlanarak, tarihsel olarak devrimci konumdaki teorileri tümüyle yok etme kampanyaları yürüttüğüne tarih her zaman tanık oldu. Ama bilindiği gibi, tarih, ezilen ve devrimci olan sınıfların yenilgilerinin geçici olduğuna, devrimlerin yenilgiler ve atılımlar içinde geliştiğine, tarihsel olarak devrimci olan teorinin gerici teoriler karşısında yeniden egemen olduğuna ve ezilen kitlelerin hareketinde maddi bir güce dönüştüğüne de tanık oldu. Esasen tarihin ve insan toplumunun ilerlemesi, gerici sınıfların egemenliklerinin ve gerici teorik ve politik kampanyalarının devrimci sınıflar ve devrimci teorik akımlar tarafından yenilgiye uğratılmasıyla gerçekleşti. Tarihin ve toplumların diyalektiği hükmünü bugün de, üstelik daha çıplak ve açık olarak sürdürmektedir. Burjuvazinin, proletarya karşısında kazandığı ve kendi yok oluşunu da içinde taşıyan bugünkü “üstünlük”, teoride bir üstünlük değil, politikada ki bir “üstünlük”tür. Teorik mücadele alanında, burjuvazinin şimdiki durumdaki tek üstünlüğü, propaganda aygıt ye araçları üzerindeki tekelinden gelen “üstünlük”tür. Ve proletarya yığınları kendiliğinden de olsa hareketlendiğinde, bu üstünlüğün beş para etmediği kesin olarak görülecektir. Tarihe gömülmüş bütün gerici sınıflar ve gerici teorik akımlar gibi, burjuvazi ve burjuva teorik akımlar da tarihe gömülecek, proletaryanın, komünist toplumun ve komünist teorinin zaferi kendini mutlak kabul ettirecektir. Şunu bilelim ki, sıçramalı gelişme, hareketin yasasıdır. Pek çok etken nedeniyle, teorik bilgi ve gelişmenin de yasasıdır. Kimse, komünist teorideki sözde “durgunluk” üzerine hayale dalmamalı, hesap yapmamalıdır. Aksi takdirde, kafasını granitten bir kayaya vurmuş olacaktır.

Yukarıda, 1950’li yılların ortalarından itibaren komünistlerin ve komünist partilerin, komünist teorinin gelişmesi için yeni bir “teorik mücadele platformu” açma yeteneği gösterememesinden söz ettiniz. “Yeni teorik mücadele platformu”na neden ihtiyaç duyuluyordu ve komünist partilerin ve komünistlerin bu yeteneği gösterememesinin nedeni sizce ne olabilirdi?
II. Dünya savaşının sonuna gelindiğinde, 1917 Ekim Proleter Devrimiyle yeni bir aşamaya yükselmiş olan dünya devrimi sürecinde ve devrim ve karşı devrim arasındaki çatışmanın dünya çapındaki koşullarında son derece önemli değişikliklerden, konuşmamızın ilk bölümlerinde, kısaca da olsa söz edildi. Gene kısaca söylenilirse bu değişiklikler şöyle ortaya konulabilir:
a) 1930’lu yılların son yarısında, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının esas olarak tamamlanması ve sömürücü sınıfları, bağrında hâlâ kapitalizmin kalıntıları bulunmasına kansın, yok eden Sovyet toplumunun yeni, sosyalist bir topluma dönüşmesi.
b) II. Dünya Savaşının sonunda dünya kapitalist pazarının bir bölümünün kapitalist dünyadan kopması, uluslararası sosyalist pazarın doğması ve sosyalist sistemin uluslararası bir sisteme dönüşmesi.
c) Emperyalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki güç ilişkilerinde köklü değişiklik ve emperyalist dünyanın bütün olanaklarını harekete geçirerek sosyalizme karşı varlık-yokluk savaşına girmesine yol açacak koşulların doğması.
d) Emperyalist kampın patronu haline gelen ABD’nin, uzun bir dönemi kapsayacak şekilde, tüm emperyalist ülkeleri sosyalizme karşı birleştirebileceği ve birleşik emperyalist bir cephe oluşturabileceği olanakları elde etmesi.
e) Bilimde ve teknolojide, pek çok etken tarafından destek alan yeni bir devrimin 1950’li ve 1960’lı yıllarda belirginleşmesi.
f) Emperyalizmin sömürge sisteminin sarsılmasına bilim ve teknikte yaşanan devrime ve yukarıda sıralanan diğer değişikliklere bağlı olarak, özellikle sömürge ve yarı-sömürgelerde, egemen ve ezilen sınıfların yapısındaki değişikliklerle bir arada yeni sömürge sisteminin olgunlaşması.
Daha başka yeni olgulardan olaylardan ve değişikliklerden de söz edilebilir. Ancak 1950’li ve 1960’lı yıllara gelindiğinde, dünyanın aldığı yeni durumu ve devrimle karşı-devrim arasında dünya çapında süren çatışmanın koşullarını, burada belirttiğimiz olgu, olay ve değişiklikler esas” olarak karakterize etmektedir diyebiliriz. Şunu da ayrıca belirtmeliyiz ki, bu olgu, olay ve değişiklikler, bir anda ya da bir çırpıda ortaya çıkmadı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının zaferinin ilan edildiği 1930’lu yılların sonlarından II Dünya Savaşı sonrasının ilk on yılına kadar varan bir zaman aralığını kucaklayarak ve çoğu olgusal belirtisiyle dana sonraki yıllara da uzanarak ortaya çıktı.
Dünyada meydana gelen bu değişiklik kuşkusuz, emperyalizmin temel bir değişime uğraması ve kapitalizmle sosyalizm arasındaki çatışmanın ilke hedefleri bakımından değişiklik geçirmesi anlamına gelmiyordu. Ama açıktır ki, yaşanan bu değişiklik, Ekim Devriminden sonra, dünyada yaşanan en büyük ve en köklü değişiklikti. Ve çatışma halinde bulunan düşman sınıflar ve düşman güçler açısından ister avantaj, isterse dezavantaj oluşturarak ortaya çıksın, yaşanan değişiklik ve ortaya çıkan yeni durum, bu sınıfları ve bu güçleri, teorik platformlarını genişlenerek ve geliştirecek yenilemeye, politik taktiklerini ve her türden örgütlerini koşullara göre yeniden oluşturmaya mahkûm eden bir değişiklik ve durumdu.
Bu objektif gelişme ve değişim koşullarında, II. Dünya Savaşıyla birlikte büyük güç kaybetmiş ama tümüyle yok olmaktan kurtulmayı başarmış olan emperyalist kamp, kendisi için avantaj ve proletarya ve sosyalizm için dezavantaj oluşturan olgu ve olanaklardan yararlanmayı başardı. Bir yandan uluslararası proletarya ve ezilen halkların saflarında yeni güçler oluşturmaya öte yandan, egemenliğinin teorik, siyasal ve örgütsel temellerini yenilemeye girişti. Kaba demagojilerle “soğuk savaş”ı başlatmasının ardından proletarya devriminin önünü kesmek amacıyla “yeni” burjuva teoriler oluşturdu, politik “yenilenme” olarak sosyal devleti ve sosyal adalet “düzeni”ni gündeme aldı. Kuşkusuz bu girişimler, emperyalist silahlanma ve savaş tehdidiyle bir arada yürütülmüştü. Ekim proleter devrimine ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına karşı dünya emperyalizminin açtığı saldırı ve yok etme kampanyası, faşist diktatörlük denemelerinden ve II. Dünya savaşı üzerinden geçerek, 1950’li ve 60’lı yıllarda yeniden topyekûn bir görünüme bürünmüş ve tüm olanakları seferber ederek ölüm kalım mücadelesi biçimine bürünmüştü.
Çünkü II. Dünya Savaşı sonrasında oluşumunu belirginleştirmiş olan uluslararası yeni durum, emperyalist dünya gericiliğini, teoride ve pratikte, egemenliğini ve sistemini “yenileme”ye mahkûm ettiği gibi, çok cepheli yeni bir ölüm kalım mücadelesine girmesine olanak da tanımıştı.
İçeriğinden daha önce söz ettiğimiz yeni durum, hemen yukarıda belirttiğimiz yeni koşullar ve yanı sıra, uluslararası proletarya ve sosyalizm cephesinde meydana gelen büyük değişiklikler, dünya devrimi sürecinin ve devrimle karşı devrim arasındaki çatışmanın daha önce görülmemiş yeni bir aşamasını ifade ediyordu. Ve dünya devrimi sürecinin ileriye doğru gelişimi ve emperyalizmin topyekûn yeni saldırısının püskürtülmesi ancak, proletaryanın ve sosyalist dünyanın güçlerini mevcut koşullara hazırlayarak, yeniden kazanacak ve bu mücadelede yeniden mevzilendirecek teorik ve pratik yine bir platformun ortaya konulmasıyla olanaklı olabilirdi.
Uluslararası komünist hareketin, dünya proletaryasının ve sosyalist ülkelerin yeni koşullara uygun düşen, yeni ve yenilenmiş bir teorik ve pratik platform üzerinde yeniden mevzilenmesi her şeyden önce, kapitalizmin ve emperyalizmin II. Dünya Savaşından sonra doğan yeni koşullarında yenilenen egemenliğinin teorik temelleriyle yeni bir mahkûmiyetini, yeni koşullardaki proletarya hareketinin ve sosyalizmin uluslararası çaptaki kuruluşunun yeni bir açıklamasını temel alan yeni bir teorik mücadele ve atılımla olanaklıydı. Bu teorik mücadele, kapitalizmin ve emperyalizmin egemenliğinin teorik temellerini oluşturan “yeni” burjuva felsefi akımların, burjuva ekonomi politiğinin, tarih görüşünün, bilgi teorisinin, kültür ve sanat anlayışının vb. yeni olgulara, olaylara ve bilimde ve teknikteki yeni gelişmelere dayanılarak yeniden mahkûm edilmesini merkeze alan ve proletaryanın tarihsel hareketinin ve sosyalizmin uluslararası çaptaki inşasının bilgi ve tecrübelerinin yenilenmesi ve ayıklanmasıyla genişleyen bir mücadele olmak zorundaydı. Başka bir deyişle, bu teorik mücadele ve atılım, burjuvazinin II. Dünya Savaşından sonraki egemenliğinin politik ve örgütsel yeniden kurumlaştırılması olan “liberal-sosyal devletin teorik temellerinin yeni bir mahkûmiyeti ve proletarya diktatörlüğünün, yeni koşullarda yeniden savunulması ve kanıtlanması olmak zorundaydı. Burjuvazinin ve emperyalizmin egemenliğinin teorik temellerine karşı, böylesine geniş çaplı bir teorik saldırı ve bu temel üzerine yükselmiş yeni bir teorik mücadele olmaksızın, dünyanın II. savaştan sonraki koşullarında, dünya devriminin bu yeni aşamasının siyasal ve örgütsel görevlerinin bütün kapsamıyla yeniden planlanması ve güçlerinin yeniden hazırlanması ve örgütlenmesi olanaksızdı. Çünkü bilinmektedir ki, devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz. Proletaryanın ve sosyalizmin kesin ve nihai zaferinin ve insanlığın tam kurtuluşunun teorisi komünist teori, dünya proleter devriminin ve devrimle karşı devrim arasında (devrimin ilerlemesiyle birlikte) uluslararası çapta şiddetlenen ve genişleyen çatışmanın ihtiyaçlarına cevap verecek ve tarihin tanıdığı olanakları kullanacak düzeyde geliştirilemezdi. Çünkü, böyle bir durumda, doğan teorik boşluklarda, burjuva revizyonist teorilerin yaşama alanı ve güç bulacağı son derece açıktı.
Daha önce sözünü ettiğimiz “yeni teorik mücadele platformu” işte bu nedenlerle bir ihtiyaç, gereklilik ve zorunluluktu. Ve burada açıklamaya çalıştığımız bir içerikte ve dönemin burjuva, revizyonist ve oportünist teorilerine cepheden saldırı platformu olmak zorundaydı.
Komünistlerin, yeni bir teorik atılımda ve teorik mücadelede gerekli yeteneği gösterememelerinin nedenlerini sormuştunuz. Öncelikle şunu belirtelim ki, komünist partiler ve komünistler, uluslararası proletarya ve Sovyetler Birliği proletaryası, Marksizm-Leninizm’in büyük öğretmenlerinden ve proletaryanın eşsiz önderlerinden biri olan Stalin’in ölümüne gelinceye kadarki dönemde, komünist teoriyi savundu ve geliştirdi. Onu eylem kılavuzu olarak kullanma yeteneğini gösterdi. Stalin’in komünist teoriye dâhiyane katkılarını burada ele almamıza olanak yok. Şu kadarını söylemekle yetinelim: Stalin dünya devrimi sürecinde ve devrimle karşı devrim ırasında esas olarak, II. Dünya Savaşından sonra belirginleşen yeni durumu belirleyen değişiklikleri, bu değişikliklerin devrim için yarattığı olanakları ve getirdiği yeni tehlikeleri 1930’lu yıllardan ölümüne kadar gelen dönemde tespit etti, vurguladı gerekli sonuçları ve görevleri açıkladı ve ilan etti. Ne var ki, dünyadaki durumda meydana gelen köklü değişiklikler II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda belirginleşmesine karşın, bu değişikliklerin bazı sonuçları (bilimsel teknik devrimin sonuçları vb. gibi) ve son derece önemli olguları (ekonomik, toplumsal, politik) Stalin’in ölümünden sonraki süreçte olgunlaştı ve açığa çıktı. Bilinen bir şeydir ki; teori, pratik değişiklikleri, olguları izleyerek gelişir; insanlar, olguların, olayların ve değişikliklerin bilgisini onlarla yüz yüze geldiklerinde edinip açıklayabilirler. Bilimsel bir teoride spekülasyona ve olgulara dayanmayan düşünceye yer yoktur. Stalin, komünist teoriyi bir bilim olarak ele aldı, bilim olarak geliştirdi. Bu nedenledir ki, o, yaşadığı sürece, emperyalizm ve kapitalizm ağır darbeler yedi, proletarya hareketi gelişti, sosyalizm büyük ve uluslararası bir güç oldu.
Proletarya hareketinin ve sosyalizmin, 1950’li yılların ikinci yarısında aldığı yenilgiden ve komünist teorinin devrimci bir silah olarak kullanılabilmesi için zorunlu olan yeri teorik mücadele platformuna geçmede gösterilen yetenek eksikliğinin bu yenilgideki rolünden daha önce nispeten söz edildi. Bu nedenle daha çok, 1960’lı yıllardan bugüne gelen ve bizim de içinde yer aldığımız uluslararası komünist hareketin teoriyi yenileme, geliştirme ve teorik mücadelede gösterdiği yetenek eksikliği üzerinde durmak gerekir: Uluslararası komünist hareketin, yeni bir teorik mücadele platformu açmada ve komünist teoriyi kendi olanaklarının son sınırına kadar geliştirmede gösterdiği yetenek eksikliğinin en önemli nedeni, uluslararası kapitalist ve revizyonist burjuvazinin Marksist-Leninist teoriye ve sosyalizme saldırısı karşısında Marksizm-Leninizm’i, proletaryanın kazanımlarını ve komünizmi savunma ve Marksizm-Leninizm’de direnmekle sınırlı bir platformda kalmış olmasıdır. Oysa, yaşanan dönemin ve yeni durumun yarattığı uluslararası olay ve olgulara dayanarak, burjuva ve revizyonist teorik akımlara (kapitalist ve revizyonist burjuvazinin devlet egemenliğinin yenilenmiş teorik temellerine) karşı yeni bir teorik saldırı ve mahkum etme platformu açmak zorunluydu. Komünist teori, ancak teorik saldırı platformundan geliştirilebilirdi.
Uluslararası komünist hareketin, teorik mücadelede “direnme platformu’nu aşamaması ve direnmeyi de içeren bir teorik saldırı platformuna geçememesi kuşkusuz, proletarya hareketine revizyonizmin egemenliği ve gerçek komünist akım, grup ve partilerin ileri proletaryadan kopması koşullarında güç buldu. Ve bu durum, komünist hareket içinde, teoriyi, olguları ve olayları ele alışta dar aydın üslubunun ve tarzının güç kazanmasına yol açtı. Hareketin teori ve pratiğinde bu yönde bir eğilimin doğmasında ileri proletaryayla bağların zayıflığı önemli bir etken olurken; giderek etkisini artıran dar aydın kavrayış ve üslubu, teorik yenilenme atılım ve yeni bir teorik saldırı dinamiklerini ciddi bir biçimde baltaladı. Öyle ki, proletarya devriminin uluslararası karakteri, dünya devrimi, dünya devriminin teorik temellerinin yenilenmesi ve komünist teorinin geliştirilmesi perspektifi giderek kaybedildi.
Ama burada ileri sürdüklerimizden, uluslararası komünist hareketin teorik mücadele alanında, son otuz-kırk yıllık dönemde, devrimci bir konumda olmadığı ve devrimci bir rol oynamadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Tam aksine, teorik mücadelede ve komünist teoriyi ilerletmede olanakları sonuna kadar değerlendirme yeteneği gösterilmemesine karşın, uluslararası komünist hareketin teorik platformu ve teorik mücadelesi, devrimci rol oynayan bir platformdu ve devrimci teorik mücadele niteliğindeydi. Uluslararası proletarya hareketine revizyonizmin egemen olduğu 1980’li yılların ortalarına gelen dönem boyunca, revizyonizmin ve burjuvazinin saldırılarına karşı Marksizm-Leninizm’i savunma platformu, büyük eksikler taşısa bile, komünist ve devrimci bir platformdu. Bu, hiçbir şekilde yadsınamaz bir gerçektir. Ve eğer partimiz bugün, yeni teorik saldırı platformunu, burjuva liberalizminin teorik temellerine karşı yeni bir teorik savaşı gündeme sürüyorsa, bu, uluslararası komünist hareketin ve onun devrimci teorik mücadelesinin doğal gelişiminin bir sonucudur. Kaldı ki; komünizmin içten savunucusu ve uluslararası proletaryanın boyun eğmez önderi Enver Hoca yoldaşın, Marksizm-Leninizm’in saflığının korunmasına, özellikle Emperyalizm ve Devrim yapıtıyla ve diğer eserleriyle yaptığı katkılar hiçbir şekilde unutulamaz katkılardır.
Ama şu da açıktır, revizyonizmin çöktüğü, uluslararası proletarya hareketine burjuva liberalizminin ve sendikalist parlamentarizmin egemen olduğu bugünkü koşullarda, uluslararası komünist hareket, teorik mücadele platformu bakımından söz ettiğimiz nitelikte bir yenilenmeyi başarmadığı takdirde, komünist teorinin savunulması ve geliştirilmesiyle ilgili devrimci bir rolü asla oynayamayacaktır. Bu da kesin bir gerçektir. Ve inanıyoruz ki, uluslararası komünist hareket üzerinde bulunduğu teorik mücadele platformunu, kapitalizmin ve emperyalizmin egemenliğinin teorik temellerinin yeniden (eleştirisini) mahkûm edilmesini merkeze alan başta ileri proletarya olmak üzere uluslararası proletarya hareketinin tarihsel tecrübelerini tarihin bize bugün verdiği bilgiyle yenileyerek genişleyen bir kapsama yükseltmeyi başaracaktır. Emperyalist dünyanın, genel bunalımın yeni bir aşamasına girmekte olduğu bugünkü koşullarda, dünya proletarya hareketinin ve dünya devriminin dolayısıyla tek tek ülke devrimlerini, teorik ve siyasal temellerinin yenilenmesinin, başlıca tayin edici görevlerinden birinin yeni bir teorik saldırı platformu açmak olduğunu, gerçek komünistler kaçınılmaz olarak anlayacaklardır. Komünist teorinin, proletarya hareketiyle birlikte yeni bir atılım ve serpilme dönemine girdiğine inanıyoruz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: EMPERYALİST YENİ DÜNYA DÜZENİ’NDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ, DİRENİŞE DÖNÜŞEN BEKLENTİ, KÜRDİSTAN…

Kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına, belli başlı çelişmelerinin hızla şiddetleneceği bir devrimler, savaşlar, alt-üst oluşlar dönemine doğru hızla yol aldığını belirtiyorsunuz. Peki, Türkiye bu süreçte hangi konumda bulunuyor? Nereye doğru yol alıyor, nasıl bir sürece doğru ilerliyor? İstikrara mı, yoksa istikrarsızlığa doğru mu ilerliyor?
Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol aldığı bu sürece, emperyalist zincirin en zayıf halkası değilse de zayıf halkalarından biri olarak giriyor. Emperyalist zincirin zayıf halkalarından biri olan Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasının eşiğinde olduğu ve bu yönde ilerlediği koşullarda, istikrara doğru ilerleyen bir ülke olamaz. Gerek Türkiye’nin kapitalist dünya içindeki yeri, gerekse iç koşulları ve gelişme doğrultusu, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecine girmesinin, Türkiye’deki istikrarsızlık unsurlarını daha da geliştireceğini gösteriyor.
Bilim ve teknikteki devrimin, sermayenin uluslararasılaşmasının ve merkezileşmesinin günümüzde eriştiği düzeyin dolaysız sonuçlarından biri de; emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki politik, kültürel, diplomatik ilişkilerin yanı sıra, ekonomik, ticari, mali vb. ilişkilerin daha da gelişmesi ve yoğunlaşmasıdır. Bu hiç kuşkusuz ileri emperyalist ülkelerle, bağımlı, yarı-sömürge, geri ülkeler arasındaki gelişme farklılıklarını, ezen ezilen, sömüren sömürülen ilişkisini ortadan kaldırmadı, ama kapitalist dünya ekonomisindeki her gelişmeden tek tek ülkeler ekonomisinin daha da fazla etkilenmesinin koşullarını yarattı.
Egemen sınıfların ve diktatörlüğün sözcülerinin Türkiye’nin hızla gelişerek ileri kapitalist ülkelerle arasındaki gelişme farklarını kapatmakta olduğu ve onlarla eşit bir statüde yer aldığı demagojilerine karşın, Türkiye dün olduğu gibi bugün de emperyalist tekeller ve devletler tarafından yer-altı ve yer-üstü kaynakları sömürülen ve yağmalanan bağımlı ve geri bir ülkedir. Tam da Türkiye’nin hızlı gelişerek, ileri kapitalist ülkelerle arasındaki gelişme farklılıklarını azalttığı demagojilerinin yoğunlaştığı son yıllarda, Türkiye ileri kapitalist ülkeler olarak nitelenen emperyalist ülkelere ve tekellere daha da bağımlı hale geldi ve emperyalist sömürü daha da yoğunlaştı. Daha bağımlı hale geliş ve emperyalist sömürünün daha da yoğunlaşması aynı zaman da her alanda gelişme olanaklarının daralması ve emperyalist ülkelerin, kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına yaklaşmasına bağlı olarak giderek ağırlaşacak olan yüklerin faturasını Türkiye’ye kesme olanaklarının genişlemesi demektir. Bundan çıkarılacak sonuç; emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecinin Türkiye’yi de doğrudan etkileyeceği, bu sürecin girdabına çekeceği, varolan istikrarsızlık unsurlarını geliştireceği ve Türkiye’nin bu sürecin dışında kalamayacağıdır.
Türkiye, yukarıda belirtilen faktörlerin yanı sıra, kapitalist dünyanın emperyalistler arası yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü ve tam bir kaosun yaşandığı en istikrarsız bölgesinde bulunmaktadır. Balkanlar’da, Ortadoğu’da, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşananlar göz önüne alındığında; Türkiye’nin kısa sürede durulmayacak olan ve belli başlı emperyalist devletler ve tekeller açısından önem taşıyan dünyanın en istikrarsız bölgelerinin kesişme noktasında yer aldığı görülecektir. Bunun da ötesinde böylesine istikrarsız bir bölgede yer alan Türkiye’nin, bir milliyetler hapishanesi olduğu ve ezilen Kürt ulusunun var olan durumu, değiştirmek için ayağa kalktığı ve Türkiye’nin hemen tüm komşularıyla kökleri uzak ve yakın geçmişe dayanan ve kısa sürede çözümlenemeyeceği açık olan birçok sorunu olduğu göz önüne alındığında, bölgesindeki istikrarsız durumdan etkileneceği ve emperyalist kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol almasının istikrarsızlık unsurlarını daha da geliştireceği açıkça görülür.
Burjuva-düzen partilerinin iktidarda ya da muhalefette olmalarına bağlı olarak ekonomik duruma ilişkin çizdikleri tablolar değişmesine, ancak Türkiye’nin büyük ve güdü bir bölge ülkesi olduğu ve ekonominin büyüme olanaklarının hızla geliştiği noktasında birleşmelerine karşın, ekonomi kapitalizm koşullarında mümkün olabilecek geçici bir istikrar içine girmiş değil ve ulusal ve uluslararası koşullar istikrar olanaklarını genişletecek doğrultuda değişmiyor. Türkiye’de, konjonktüre!, geçici dalgalanmalar olmakla birlikte, ekonomide kriz sürüyor ve tüm veriler, ekonomik krizin süreceğini gösteriyor. Krizin aşılması olarak yansıtılan kısa süreli hafif bir canlanmayı -ki genellikle 3 ile 6 ay arasında bu süre değişiyor- durgunluk ve ardından da gerileme izliyor. Derginiz Gerçek’te, özellikle son sayılarında ekonomik duruma ve gelişme doğrultusuna ilişkin veriler yer aldığı için, bu veriler üzerinde özel olarak durmak gerekmiyor.
Ekonomide krizin sürdüğü bir ülkede kalıcı bir politik istikrar da sağlanamaz. Ekonomik istikrar politik istikrarla özdeş olmamasına ve özdeş bir gelişme göstermemesine karşın, politik istikrarın temeli ekonomik istikrar ve ekonominin istikrarlı bir gelişme sürecine girmesidir. 12 Eylül faşist darbesi sonrasında olduğu gibi faşist baskı ve terör yoğunlaştırılarak ya da başka yollarla geçici de olsa politik istikrar sağlanabilir. Ancak ekonomide istikrar sağlanmadıkça ve ekonomi nispeten istikrarlı bir gelişme sürecine girmedikçe sağlanan politik istikrar geçici olacak ve politik kriz öğelerini biriktirmekten ve daha derin krizlere yol açmaktan başka bir sonuca yol açmayacaktır. Kaldı ki Türkiye, içinde bulunduğumuz dönemde ekonomik krizin sürdüğü ancak geçici de olsa politik istikrarın sağlandığı ve sürdüğü ya da bu doğrultuda ilerleyen bir ülke olma özelliği de taşımıyor. Aksine Türkiye 1980’li yılların ortalarından bu yana, 12 Eylül faşist darbesiyle sağlanan politik istikrarın yerini politik istikrarsızlığa bıraktığı, politik kriz öğelerinin geliştiği ve politik bir krize doğru dönüştüğü bir süreç yaşadı.
12 Eylül askeri faşist cuntası, gericiliği etrafında birleştirip, gelişen işçi, köylü ve gençlik hareketini, Kürt ulusal hareketim ezerek, devrime ağır darbeler vurarak geçici de olsa politik istikrarı sağlamıştı. 1980’li yılların ortalarından bu yana, gericilik içindeki çelişkiler ve çatışmalar derinleşir ve karşı-devrim cephesinin cunta etrafında sağlanan birliğinin yerini parçalanma alırken, bir yandan işçi, köylü ve gençlik hareketi, diğer yandan da Kürt ulusal hareketi gelişmeye başladı. İşte bunlar politik krizin belli başlı dinamiklerini oluşturuyor.
Politik istikrarın sağlanması ve sürdürülebilmesi için, gericilik içindeki çatışmanın ve parçalanmanın üstesinden gelinmesi, işçi, gençlik ve emekçi hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, devrimci demokratik hareketin tasfiye edilemese bile en azından geriletilmesi, yatıştırılması gerekir.
Gericiliğin tüm çabalarına, “milli birlik ve bütünlüğün korunması ve teröre karşı asgari müştereklerde birlik” çağrıları yapılmasına karşın, karşı-devrim cephesinde kalıcı ve istikrarlı bir birlik sağlanamadı ve sağlanamıyor. Yapılan sayısız referandum, yerel ve genel seçime karşın gerici politik güçlerden hiç biri, karşı-devrim cephesinin etrafında birleşebileceği ya da bu cephenin birliğini sağlayabilecek bir pozisyon kazanamadı ve kitleler açısından geçici bir süre için de olsa umut olabilecek bir duruma gelemedi.
1970’li yılların ortalarından itibaren giderek derinleşen ekonomik krizin girdabına düşen Türkiye’de, ekonomik krizin tüm yükleri kitlelerin sırtına yıkıldı ve kazanılan ve fiilen kullanılan demokratik hakların kırıntıları da gasp edildi. Emekçilerin gerçek ücretlerinin düştüğü, işsizliğin arttığı, sömürü oranının yükseldiğe demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının gasp edildiği bu süreçte, emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları giderek kötüleşti. Yüksek enflasyonun sürdüğü, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınmadığı koşullarda, ücretlerde, tarımsal ürünlerin fiyatlarında vb. sağlanan sınırlı artışlar, demokratikleşme, liberalleşme adı altında atılan sözde adımlar, kitleleri yatıştıracak koşulların doğmasına yol açmadığı gibi, durumu esasta değiştirmiş değil. Henüz ezici bir çoğunluğu doğru bir önderlik altında bağımsız bir toplumsal güç olarak örgütlenmemiş olmasına karşın işçi sınıfının, diğer emekçi sınıfların ve gençliğin saflarında mevcut koşulların değiştirilmesi istemi gelişmeye devam ediyor. Kitle hareketinin devrimci faaliyetin etkisiyle de merkezine ekonomik talepleri alan mücadele düzeyinden politik-devrimci taleplere doğru istikrarsız ve yavaş da olsa ilerlediği bu süreçte, diktatörlüğün manevra olanakları daraldığı gibi, şu ya da bu alanda verilecek taviz, yapılacak düzenlemeler politik istikrarı sağlayacak sürecin yönünü değiştirecek düzeyde, kitleleri /atıştıran, kitle hareketini geriye atan bir işlev görmeyecektir. Bu, emperyalizm ve egemen sınıflar açısından bir istikrarsızlık unsuru olan Kürt ulusal hareketi içinde geçerlidir. Kürdistan’da kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememelerinin ve politik krizin eriştiği düzey daha belirgindir. Diktatörlüğün ne yoğunlaşan faşist baskı ve terörü ne de demagojik manevraları kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin gelişmesini engelleyememektedir.
Kuşkusuz kendiliğinden gelişen hareket gibi emekçi sınıfların hareketi ve devrimci proletaryanın önderliğinde gelişmeyen her hareket gibi Kürt ulusal hareketi de derin zaaflar taşıyor ve her alanda istikrarsız bir gelişme çizgisi izliyor. Ancak geçici düşüşler olmakla birlikte dönem bir bütün olarak ele alındığında emekçi sınıfların hareketinin ve Kürt ulusal hareketinin 1980’li yılların ortalarından bu yana ilerlediği yadsınamaz bir gerçektir. İşçi, gençlik ve emekçi hareketinin, Kürt ulusal mücadelesinin ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açan koşullar ve nedenler ortadan kalkmadığı gibi gelişmeye devam ediyor.

SSCB’nin dağılmasından sonra, Türkiye’nin gelişmesi açısından yeni olanakların doğduğu, “Adriyatik kıyılarından Çin Şeddine kadar uzanan Türk camiasının” Türkiye’ye yeni roller yüklediği ileri sürülüyor. SSCB’nin dağılması ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleri Türkiye’nin bölgedeki konumunu hangi yönde etkiledi ve ileri sürüldüğü gibi olanaklarını genişletti mi?
SSCB’deki dağılma ve çözülmenin, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin, Türkiye’ye, daha doğru bir ifade tarzıyla egemen sınıflara ve onların faşist diktatörlüğüne başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin ve tekellerin bölgeye ilişkin stratejik ve taktik planları çerçevesinde yeni roller yüklediği, bu çerçevede yüklenen rolü yerine getirdiği ölçüde kırıntılar kapma ve Türk şovenizmini körükleme olanaklarını sağladığı kuşkusuz doğrudur. Ancak, emperyalist planlar çerçevesinde, üstelik de, emperyalistler-arası yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birinde oynanacak rolün bir faturası da olacaktır. Emperyalistler-arası güçler ilişkisinin alt-üst olduğu ve emperyalistler-arası çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde, yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü istikrarsız bir bölgede, Türkiye hangi rolü oynayacaktır?
Bölgedeki son gelişmelerin Türkiye’nin gelişme olanaklarını genişlettiğini ileri sürenler, bunu, Türkiye’nin büyük ve gelişen bir bağımsız ülke olarak ileri kapitalist ülkeler gibi kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda bağımsız bir rol oynayacağı, ancak bu çerçevede emperyalist bir ülkenin kavuşabileceği olanaklara Türkiye’nin de kavuşacağı savına dayandırıyorlar. Emperyalist çevreler ve ülkemizdeki uşakları, emperyalist planlar ve amaçlar doğrultusunda, halklar arasındaki tarihi bağları gündeme getirerek, Türkiye’ye bölgede ileri bir karakol, jandarma ve sıçrama tahtası rolü oynatmak için, Türkiye’nin gelişmiş, istikrarlı ve büyük bir ülke olduğunu, koşulları, iyi değerlendirmesi durumunda hem bölgede bir istikrar unsuru olacağını hem de gelişme olanaklarını geliştirebileceğini ileri sürüyorlar. Soldan Troçkist alt-emperyalizm teziyle de desteklenen bu gelişme olanakları teorisini ciddiye almak için tam bir alık olmak gerekir.
Giderek tam bir yeni-sömürge durumuna gelen Türkiye, emperyalist yağma ve sömürüden pay kapma, bölgeyi paylaşma mücadelesine emperyalist bir devlet olarak katılma durumunda olmak bir yana, kendisi, emperyalist sömürü ve yağmanın bir alanı ve belli başlı emperyalist devletlerden her birinin tam bir denetim altına almak için birbiriyle mücadele ettikleri ülkelerden biridir. Emperyalist büyük devletlerin karşı karşıya olduğu ve giderek ağırlaşan sorunlar, emperyalist sermayenin bir sıçrama tahtası ve aracısı rolünü, ileri karakol rolünü oynamanın karşılığında bırakılacak kırıntıları da sınırlıyor. Bu kırıntıları almanın karşılığı ise bölgedeki çatışmaların girdabına kapılmak ve karşı karşıya olunan sorunlara yeni sorunların eklenmesi olacaktır. Türkiye, şu ya da bu emperyalist devletin stratejik ve taktik planlan çerçevesinde yeni roller yüklendiğinde, bölge ülkelerinin yanı sıra, diğer emperyalist devletleri ve müttefiklerini karşısında bulacaktır. Tüm bunlar göz önüne alındığında eski Sovyet Cumhuriyet’lerindeki son gelişmelerin, ileri sürüldüğü gibi Türkiye’nin gelişmesi açısından, ekonomik krizin atlatılması açısından kayda değer yeni olanaklar yaratmadığı ve sözde bu olanaklardan yararlanmak için atılacak adımların Türkiye’yi bölgedeki kargaşa ve kaosun girdabına daha çok çekeceği, krizi derinleştirecek yeni etkenlerin ortaya çıkmasına yol açacağı ve bunların tüm faturasının da çeşitli milliyetlerden emekçilere kesileceği açıkça görülür.

Genel seçimlerden özellikle de DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra sorunların çözüleceği doğrultusunda bir beklenti doğdu ve toplumsal muhalefette bir düşüş gözlendi. Hükümet, başta “terör” olmak üzere, ekonomik ve politik sorunları çözeceğini demokratik hak ve özgürlüklerin sağlanacağını ileri sürüyor ve destek istiyor. Sizce hükümet bunları gerçekleştirebilir mi?
Son genel seçimler öncesinde tüm kötülüklerin ve sorunların kaynağı olarak Özal ve ANAP hükümetinin gösterildiği, bu hükümetin yıkılması ile sorunların çözüleceği, en radikal geçinenlerin ise bu hükümetin yıkılmasının sorunların çözümünün başlangıcı, ilk adımı olacağını içeren bir taktik ve propagandanın, DYP, SHP gibi muhalefetteki burjuva düzen partilerinin yanı sıra, sosyalist etiketli legal partiler, solcu, sosyalist bilinen sendikalar, aydınlar, basın yayın organları, kendilerini sosyalist ilan eden legal çevreleri kucaklayan geniş bir çevre tarafından yürütüldüğü biliniyor. Seçimlerin akabinde DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra ise, bu hükümetin sorunları çözebilmesi için zamana gereksinimi olduğu, acele edilmemesi gerektiği ve son şans olduğu aynı çevrelerce sistemli bir biçimde ve tüm olanaklar kullanılarak işlendi ve işleniyor. Geniş bir politik yelpaze tarafından yürütülen propaganda ve izlenen taktik, devrimci ve komünist çalışmanın ve etki alanının sınırlı olduğu koşullarda başta geri kesimleri olmak üzere kitleler arasında acil ekonomik ve politik taleplerinin süreç içinde bir bütün olarak olmasa da kısmen elde edilebileceği beklentisinin doğmasına yol açtı. Seçimlerde PKK’nın ve diğer Kürt ulusal örgütlerinin izlediği SHP’yi destekleme taktiği de bu beklentiyi özellikle Kürdistan’da güçlendirdi. Ancak, şunu da hemen eklemek gerekir ki, bu beklenti, tereddütlü bir beklentiydi. Devrimci, komünist propaganda ve ajitasyonun yanı sıra, kitlelerin kendi öz deneyimlerinin sağladığı birikim, burjuva düzen partilerinden birinin umut haline gelmesini ve tereddütsüz, kesin bir beklentinin doğmasını engelledi. Tereddütlü bir beklenti de olsa gelişen Kürt ulusal hareketinin ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların hareketini etkiledi. Ülkede politik istikrarın doğmasına ve gelişmesine yol açacak düzeyde olmasa da, kitle hareketinin gerilemesine yol açtı. Ancak bu gerileme diktatörlüğün ve egemen sınıfların cepheden saldırısı sonucu ya da kitle hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesine yol açan talepler için mücadele isteğinin kitleler arasında zayıflamasına bağlı olarak alınmış bir yenilgi olma özelliği taşımıyordu. Bu nedenle de yeni bir yükselişin kitle mücadelesinde yeni bir atılımın dinamiklerini bağrında taşıyan, hatta geliştiren bir düşüştü. DYP-SHP hükümetinin kurulmasının hemen akabinde gündeme gelen işten atmalara karşı işyerlerinde gelişen direnişler, memurlar arasındaki kaynaşma ve örgütlenme çalışmalarının yoğunlaşması vb. bunu açıkça gösteriyordu. Nitekim DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra da diktatörlüğün ve egemen sınıfların ekonomik ve politik saldırılarının sürmesi, kitlelerin acil ekonomik ve politik taleplerinin gerçekleşmesi doğrultusunda adımların atılmaması, aksine yeni saldırı paketlerinin hazırlanması, kitleler arasındaki tereddütlü beklentinin sarsılmasına, hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin tekrar kabarmasına yol açtı. Hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin tekrar gelişmeye başlamasıyla birlikte bireysel terör eylemlerinin yoğunlaşması, diktatörlüğe ve hükümete anti-terör demagojiyle saldırıya geçme ve kitleler arasında tereddütler geliştirme olanağı sağladı. Ancak son 1 Mayıs kutlamaları, işçi grevleri ve eylemleri, toplu sözleşme görüşmelerinde ortaya çıkan uyuşmazlıklar ve yoğunlaşan memur eylemleri, kitle hareketinin yeni bir yükselişe doğru ilerlediğini göstermektedir.
Partimiz, sadece, hükümetin kitlelerin acil taleplerini gerçekleştiremeyeceğinin ortaya çıktığı günümüzde değil, öncesinde de hükümet değişiklikleriyle, Özal ve ANAP hükümetinin yerini şu ya da bu burjuva-düzen partisi (veya partilerinin) hükümetinin almasıyla sorunların çözülemeyeceğini vurguladı. Kitlelerin, Kürt ulusunun temel talepleri bir yana, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını içeren acil taleplerinin parlamenter zeminde yürütülen mücadelelerle, hükümet değişiklikleriyle gerçekleşemeyeceğini açıkladı. Yaşanan süreç bir kez daha, ülkemizde ve diğer ülkelerde sayılamayacak kez pratik tarafından kanıtlanmış bu gerçeği doğruladı.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da burjuva-düzen partileri olan DYP ve SHP’nin kurduğu hükümet, krizin yüklerini işçilerin, köylülerin ve tüm emekçilerin sırtına yıkma politikası izleyecektir. Emperyalist ve yerli tekellerin, büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu mevcut düzenin istikrarını sağlama ve bu düzeni sürdürme, onların izledikleri ve izleyecekleri politikanın özüdür. Azami kâr ise mevcut toplumsal düzenin temel ekonomik yasasıdır. Bu düzenin istikrarını ve sürdürülmesini programının ve faaliyetinin merkezine alan hiç bir parti azami kârın, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında köklü bir iyileşmeye yol açacak düzeyde sınırlanmasını içeren bir politikayı izleyemez ve gerekli tedbirleri alamaz.
Özgürlük, demokrasi demagojilerine karşın DYP-SHP hükümeti, demokratik bir burjuva hükümet değil, derginizin bir başyazısında da belirtildiği gibi bir terör hükümetidir. Türkiye’de demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması sorunu salt bir anayasa ve yasa sorunu değil, her şeyden önce başta faşist devlet olmak üzere ülkenin ve toplumun demokratikleştirilmesinin önündeki tüm kurumların tasfiyesi ve demokratik temellerde yeniden örgütlenmesi sorunudur. Bu da ancak emperyalizme, tekelci burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine karşı mücadeleyi ve faşist diktatörlüğün yıkılmasını merkezine alan, hiç bir yasayla sınırlanmamış devrimci bir kitle hareketiyle gerçekleştirilebilir.

Hükümet, Newroz olayları sonrası gelişmelere de işaret ederek, PKK’yı sıkıştırdığını, Kürdistan’da istikrarı ve devlet denetimini sağlama doğrultusunda önemli başarılar kaydedildiğini iddia ediyor. Kürdistan’da devlet güçlerinin kaybettiği moral üstünlüğünü tekrar kazandığı öne sürülüyor. Sizce PKK ve Kürt ulusal hareketi ciddi bir darbeyle karşı karşıya mı?
Sadece, Kürdistan’da Newroz sonrası ortaya çıkan durum ve Kürt ulusal direnişinin Türkiye’nin, politik yaşamında oynadığı rol açısından da bakılsa, sorunuzun tümüne, “evet” ya da “hayır” yönünde tek bir yanıt vermek olanaksız. Sorunuz, değişik bölümlerine farklı yanıtlar vermeyi ve bir bölümünü yukarıda vurguladığımız bazı olgulara işaret etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, sorunuzun çizdiği sınırlara bağlı kalarak ama gerek hükümet, gerekse muhalif sol akımlar tarafından değişik nedenlerle üstü örtülen ya da görmezden gelinen olgusal duruma kısacada olsa değinerek ortaya koymaya çalışacağız düşüncelerimizi.
Hemen belirtelim ki, Newroz olaylarında ve sonrası dönemde, hükümetin ve gericiliğin Kürdistan’da, taktik ve moral bir üstünlük kazandığı bir gerçek. Hükümetin Kürdistan’da Kürt halkı karşısında kazandığı bu taktik ve moral üstünlüğünü hazırlayan nedenler vardı; son erken genel seçimler, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye’de politik durumda bazı değişikliklere yol açmış, basını, sendika yönetimlerini “solcu” aydınların çoğunluğunu ve “sol” siyasi akımların bir bölümünü hükümetin yanına ya da ondan demokrasi beklentileri içine itmişti. Yani, seçimler öncesinde parlamento alanında da olsa, ANAP hükümetine muhalefet eden güçler seçimler sonrasında, DYP-SHP hükümetinin safına geçmişti. Seçimlerden sonra kurulan hükümetin, Kürdistan’da genişleterek yenileme zorunluluğu duyduğu saldırı kampanyası, daha önce de işaret ettiğimiz nedenlerle, işçi hareketinin göreceli olarak düşük olduğu, gerici faşist kamp içinde ve hükümet etrafında ulusal Konsensüs’ün en yüksek seviyede gerçekleştiği, “Türkî Cumhuriyetler” kampanyasıyla küçük burjuva tabakaların bir bölümünün şovenizmin etki alanına girdiği bir döneme denk düşmüştü. Ayrıca, PKK’nın desteğini de alan Kürt burjuvazisi, Kürt halkını merkezi parlamentoya ve mevcut “statükoya” bağlama faaliyetiyle, Kürt emekçileri üzerinde belli bir beklenti yaratma yönünde adım atmak, emekçi yığınlar üzerindeki etkisini artıracak b- örgütlenme içine girmiş ve manevra alanını genişletmişti. Türk hükümeti, genel seçimlerden sonra ve Kafkasya’da olup bitenlerle birlikte, emperyalist ülkeler nezdinde desteğini güçlendirme olanaklarını da nispeten ele geçirmişti.
Geçtiğimiz Newroz günlerine gelindiğinde, faşist gericiliğin ve hükümetin “Bahar Harekâtı” olarak ilan ettiği saldırı, burjuvazi ve gericilik kampının içinde bulunduğu bu koşullar ve elde ettiği bu avantajlar içinde başladı.
Buna karşılık, Kürt halkının bu genişletilmiş ve güçlendirilmiş saldırıya karşı koymada yeterince hazırlıklı bulunmadığı bir gerçekti. Kürt halkı, diktatörlüğe nefret duymasına karşın, her şeyden önce örgütsüzdü. PKK’nın özellikle genel seçimler öncesinde ve sonrasında parlamentarizme doğru eğilimini genişletmesi, Kürt burjuvazisinin, örgütsüz emekçi kitleleri düzen sınırlarına boyun eğmeye zorlayan etkisini artırmasına yol açtığı gibi, gerçekte terör hükümeti olan DYP-SHP hükümetinden “nispi demokrasi” beklentisini güçlendirdi. Ayrıca, Newroz öncesi günlerde, hükümetin yürüttüğü psikolojik savaş karşısında devrimci cephenin zayıf kalması ye PKK’nın yanlış ve çelişkili (ayaklanma yanlısı ve karşıtı açıklamalar vs.) bir taktik tutuma girmesi, moral üstünlüğünün hükümetin eline geçmesine yol açtı.
Bilindiği gibi, özellikle Kürdistan’daki büyük kentlerde Newroz beklenenden zayıf geçti. Az çok kitle direnişinin ortaya çıktığı, güneydeki kırsal bölgelerde ise; silahlı hareketle kitle hareketi arasında doğru bir ilişki kurulamaması; kitle hareketinin, silahlı grupların çatışmaya girmesinin vesilesi olarak ele alınması, örgütsüz kitlelerin kolayca dağıtılmasına neden olan ana etkenlerden biri oldu. Kürdistan’daki büyük kentlerde (özellikle Diyarbakır’da) hâkim olan “solcu” Kürt burjuvazisi, diktatörlüğün saldırısı karşısında, kentli emekçileri yatıştırma olanağını buldu.
Seçimlerden sonra kurulan hükümetin, faşist generaller tarafından planlanan “Bahar saldırısının boşa çıkarılmasında, Newroz ve ardından gelen 1 Mayıs büyük önem taşıyordu. Bilindiği gibi, Newroz Kürdistan’da, zayıf ve mevzi kalan bir direniş olarak gerçekleşti, direniş çağrıları, Newroz ertesinde “yas” çağrılarına dönüştü. Newroz ertesinde, Kürdistan’da böyle bir durumun doğmasında, batıdaki büyük kentlerde ciddi protestoların ortaya çıkmaması kuşkusuz, en önemli etkenlerden biri oldu! Sonuç olarak Newroz, hükümetin, moral ve taktik bir üstünlük kazanmasına, Kürt halkının belli bir moral gerileme içine düşmesine yol açarak gerçekleşti. 1 Mayıs, hükümetin Kürdistan’da kazandığı taktik-moral üstünlükten tüm Türkiye’de yararlanmaya çalıştığı, buna karşılık işçi hareketinin, politik durumdaki değişiklikler nedeniyle, göreceli bir “gerilik” içinde bulunduğu bir dönemde kutlandı; her şeye karşın hükümetin saldırılarını boşa çıkaracak veya püskürtecek bir boyut kazanamadı ya da bu yönde yeni ve güçlü bir sıçrama için başlangıç oluşturmadı.
Hükümet, Newroz’dan bu yana geçen sürede, diğer avantajlarının yanı sıra estirilen şovenizm dalgasından ve kör terör hareketlerinin emekçi kitleler üzerinde yarattığı olumsuz etkiden yararlanarak, seçimlerin ardından ve Newroz döneminde elde ettiği taktik ve moral üstünlüğünü korumayı başararak bugüne kadar geldi. Ama bu noktada şunu vurgulamalıyız: Kazandığı taktik ve moral üstünlük, hükümet ve gericilik açısından, Kürdistan’da ve Türkiye’de “istikrarın sağlanması” ve “devlet denetiminin hâkimiyeti anlamına kesinlikle gelmemektedir. Her şeyden önce, Kürt halkının ulusal istekleri yaygınlaşmaya, bu istekleri yaygınlaştıracak objektif olgular güçlenmeye devam etmektedir. Yani Kürt halkının statüko ve düzenden duyduğu umutsuzluk ve devlete duyduğu güvensizlik derinleşmeye devam etmektedir. Hükümetin Kürdistan’da ve sınır ötesi topraklarda yürüttüğü “harekât”, Türkiye’de ve uluslararası alanda giderek artan oranda yeni direniş ve tepki kaynağı haline gelmektedir. Kürt halkının temel müttefiki, işçi hareket., yeni birikimler edinmekte, işçilerin ve emekçi’ erin “Beklentileri”, giderek umutsuzluk yönünde değişime girmektedir. Hükümet hangi taktik ve moral üstünlüğü kazanmış ve ne türden “avantajlara” sahip olursa olsun, Kürt sorunu, Türkiye’de aktüel sorundur ve olmaya devam edecektir. Orada “eskiye dönüş” ve kurulu düzen içinde “istikrar” artık tarihte kalmış bir olaydır. Diktatörlük, büyük ölçüde çözümsüzdür ve bugün bile “günü kurtarma” politikasına mahkûm durumdadır. Kısaca söylersek, Kürt ulusal direnişi, daha da genişleyerek ve işçi-köylü hareketine dönüşerek gelişmenin “nefes alma” dönemini yaşıyor bugün. Ve hükümetin bugünkü “üstünlüğü”, Kürdistan’da “istikrar” ve “devletin hâkimiyeti” açısından beş paralık değer taşımamaktadır, Burjuvazi ve gericilik eğer, bu hükümetle sağladığı ve aslında giderek aşınan ve zayıflayan şimdiki “moral üstünlüğü”ne güveniyorsa, hüsrana uğrayacağı kesindir. Kürdistan’da mevcut statüko içinde “istikrar” artık büyük ölçüde hayaldir ve geçici olsa bile olanakları olağanüstü daralmıştır.
PKK’nın “sıkıştırılması” ve ”ağır darbeyle karşı karşıya” bulunmasına gelince: Newroz ve sonrasında PKK’nın, Kürt halkı üzerindeki etkisinin sarsıntı geçirdiği, sınır ötesi olanakların şimdilik daraldığı Newroz’dan bu yana ki saldırılarda bazı kayıplar verdiği bir gerçektir. Ve böyle bir durumdan hükümetin yararlanmaya çalıştığı, Kürt işbirlikçi reformcu burjuvazisinin yararlandığı da bir gerçektir. Ama bir “sıkıştırılmadan söz edilemeyeceği çıplak gözle görülebilir şekilde açıktır. Kürdistan’da yukarıda söz ettiğimiz ekonomik ve politik koşullar olgunlaşmaya; Türkiye’deki işçi hareketi dinamiklerini yenilemeye; Irak Kürdistan’ından ve Ortadoğu’da Türkiye’nin olmasını istemediği gelişmeler hızlanarak gelişmeye ve emperyalist ülkelerin, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki çatışmaları giderek belirginleşmeye devam ederken Türk hükümetinin değil de, PKK’nın “sıkıştırılması’ndan söz etmek açıktır ki, saçma bir-şeydir. Hükümetin, “terör örgütünü sıkıştırdık”, “belini kırdık” açıklamaları büyük ölçüde, içi boş propagandadan ibarettir. Şu ya da bu kadar propagandif ve geçici etkiden başka bir sonuç doğurmaz.
PKK’nın sorunu bugün, “sıkışma”, “sıkıştırılma” değil, izlenmesi gereken çizgi ve yapılması gereken çalışma sorunudur. Kürdistan’da, devrimci atılımın, ulusal uyanışın işçi-köylü hareketi olarak gelişmesinin, emperyalizme ve Türk ve Kürt gericiliğine karşı mücadeleye yükselmesinin, devrimin, sosyalizmin ve komünizmin güçlenmesi ve olgunlaşmasının koşulları daha da genişlemektedir. PKK’nın ve Kürt ulusal direnişinin zorlukları, esas olarak, reformizme, parlamentarizme meyletmekten emperyalist ülkelerle ittifak arayışlarından, Türk burjuvazisiyle yeni bir anlaşma peşinden koşan reformist Kürt burjuvazisiyle aradaki sınırları kaldırmaktan doğmaktadır. Ayrıca, gerilla savaşıyla halkın örgütlenmesi ve örgütlü kitle hareketi arasındaki ilişkiyi bozma ve Kürt işçi ve emekçilerinin kendi kitle örgütlerinde örgütlenmeleri ve halkın örgütlü bir halka dönüşmesini kenara itme gibi anlayış ve tutumlar Kürt halkının hareketini zayıflattığı, yarımlaştırdığı ve tahrip ettiği gibi, burjuvazi ve hükümet için avantaj da oluşturmaktadır. PKK ve Kürt ulusal direnişi bu sorunlarda devrimci, halkçı ve anti-emperyalist bir mevzide yerleşmeyi başarırsa, güçlükleri aşmak için büyük avantaj elde edeceği kesindir. Aksi takdirde hareket, ya bugün geldiği noktada kısır bir döngüye hapsolma ya da giderek bugünkü olumsuz yönlerinin baskısı, parlamentarizme ve emperyalizme boyun eğme tehdidi altındadır. Kürt ulusal hareketine göre olanakları çok geniş, toplumsal ve ulusal kaynakları daha güçlü ve örgütlenmesi daha gelişmiş olan Filistin hareketinin, Yassar Arafat politikası ile bugün getirildiği yer ortadadır. Barzani ve Talabani hareketinin, Irak Kürdistan’ını bugün düşürdüğü durum herkesçe bilinmektedir. Bize göre, Kürt halk hareketinin ve onun içinde bugün en güçlü yere sahip olan PKK’nın temel sorunu, anti-emperyalist demokratik bir program ve taktiğe ve kitlelerin mücadelesi, örgütlenmesi, ayaklanması ve silahlı ayaklanmasında, doğru bir anlayış ve pratiğe ve sağlam bir mevziiye sahip olma sorunudur. Unutulmamalıdır ki; ulusal kurtuluş, ancak halkın emperyalizmden ve her türden gericilikten kurtuluşudur. Bu da sadece, “ordulaşan” halkla değil, uyanan, örgütlenen ve kendi kaderini kendi eline alarak silahlanan ve ayaklanan halkın sayesinde gerçekleşebilir.

Kürt ulusal sorununun nasıl çözüleceği hemen tüm çevrelerde tartışıl yor. Federal çözüm, federasyon vs. zaman zaman tartışmanın yoğunlaştığı noktalardan biri. Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin siz ne düşünüyorsunuz?
“Federal çözüm” ya da “federasyon” tartışması, Newroz öncesi dönemde, pratik bir çözüm yolu olarak tartışıldı. Tartışan taraflar ise, Turgut Özal ve PKK idi. Partimiz o dönemde, bu “çözüm önerisi” üzerine görüşlerini açıkladı ve açıkladığı görüş yönünde faaliyet içinde oldu.
Partimize göre, ulusal sorunun devrimci çözümünün tek bir yolu vardır: Ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi. Bu, söz konusu ulusun ya da halkın, bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkına ve bu hakkı özgürce kullanma koşullarına sahip olmasından başka bir şey değildir. Kendi kaderini özgürce belirleme, yani bağımsız devlet olarak örgütlenme (ayrılma) hakkı, ezilen ulus için mutlak, kayıt ve koşul konulamaz bir haktır. Ezilen ulusun, bu hakkı hangi yönde kullanması doğru ve devrimci bir tutum olur? Partimizin buna ilişkin o anki somut görüş ve tutumu (propagandası) kendi kaderini tayin hakkının kullanılacağı somut koşullar tarafından belirlenecek ve belirginleştirilecektir. Hiç kuşku yok ki, bu tutum, proletaryanın ve halkların birliği ile ilgili her zaman yapılması zorunu olan çalışma ve propaganda ile çelişmez. Partimiz proletarya ve halkların birliğinden yanadır. Ancak, birlikten yanalık, ezilen ulusun mutlak hakkı olan ayrılma hakkı için bir kayıt ya da koşul değildir, olamaz. Ezilen halk ya da ulus, kendi kaderini özgürce belirleme hakkını (devlet olarak ayrılma, ya da başka devletlerle birleşme), özgürce kullanma koşullarına sahip olduğunda ve kullandığında, eğer aynı devlet birliğinde yaşamayı tercih ederse, partimizin önerisi, ulusların eşitliğine, tam ve gerçek demokrasiye dayanan özgür bir birlik olur. Geneldeki görüşlerimiz bunlar: Ve Kürt ulusal sorununa bakışımız da bu genel görüş tarafından şekilleniyor.
Newroz öncesi dönemde, pratik pazarlık ve anlaşma konusu olarak gündeme gelen “federal çözüm” Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme, bağımsız devlet olarak örgütlenme ve ayrılma hakkını ortadan kaldıran bir “çözüm” olarak sunuldu. Faşist gericiliğin en pervasız temsilcisi Turgut Özal, bu sahte “çözüm’ü gündeme sürerken, bir yanıyla, Türkiye Kürdistan’ında “egemen” olan bugünkü statüko’nun artık dönemini tamamladığı hesabını yapmıştı. Öte yanıyla, Türkiye’nin ve dünyanın bugünkü koşullarında, diktatörlüğün zaman kazanma ihtiyacı içinde bulunduğunu tespit etmişti. Özal’ın “federal çözüm” girişimi, diktatörlük açısından umutsuz bir girişimdi, ama “federal çözüm”, birkaç yıl da olsa, Kürdistan’da bir “durulma”ya yol açarsa, komşu ülkelerdeki Kürt sorununun üzerine gitmede ve Kürt halkını bu ülkeler aleyhine kullanarak, Ortadoğu’da “etkin”, dolayısıyla emperyalist ülkeler, nezdinde “kıymetli” bir ülke haline gelmede “koz” olarak kullanılabilir bir girişimdi. Turgut Özal’ın ortaya attığı “Kürt hamiliği” gerçekte, Kürt sorununu kullanarak Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahalesini, diğer ülkelerdeki Kürt hareketlerinin Türkiye’nin yörüngesinde toplamasını gözetiyordu. Ve “federal çözüm”, “hamilik”i uygulanabilir kılma yeteneği taşıyan bir “çözüm”dü.
Şu dikkate alınmalıdır ki; Türkiye’nin hali hazır statükosunun umutsuz olduğu koşullarda, şimdiki “devlet birliği”nin devamı, Kürt halkının geniş bir manevrayla aldatılmasından geçmektedir ve “federal çözüm”, Kürt burjuvazisiyle anlaşma potansiyeli taşıyan bir “çözüm” olmasının yanı sıra, Türkiye’yi bir anda Ortadoğu’nun kabadayısı haline getirebilecek biricik “olanak” durumundadır. Turgut Özal pervasız, ama aynı zamanda emperyalizmin ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu “çözümleri” derinlemesine anlayan bir siyasal akımın temsilcisidir. Şimdilerde, “federasyon”dan söz edilmese bile, bu sahte çözümün, Kürdistan’daki yeni başkaldırılar karşısında Kürt halkına dayatılabileceğinin göz ardı edilmesi eğer başka bir şey değilse, herhalde saflıktır. Eğer devrimci olaylar ve olgular ya da emperyalist büyük güçler arasındaki çatışmanın yaratacağı gelişmeler, önünü kesmezse, Türk burjuvazisi bugün kaçınmak istese bile, “federal çözüm” gibi bir “çözümü” elde etmeye bakacak ve kendine sunabileceğini hesap ettiği olanaklardan yararlanmak üzere bugünden hazırlıklı olacaktır.
PKK’nın, “federal çözüm” arayışları karşısında, partimizi, Türkiye’deki diğer koşullar aynı (bugünkü gibi) kaldığı sürece, “federal çözüm” ancak, Kürt halkının ve özgürlük haklarının başı üzerinden olacak bir çözümdür tespitini yaptı. Ve yayınlarında ortaya konulmuş olan platformunu savundu. Özü şuydu: “Federal çözüm” ya da “federasyon” pratik ve güncel bir çözüm olarak tartışmıyorsa, partimizin görüşü, Kürdistan’ın ayrı devlet olarak örgütlenmesi ve ayrılmasıdır. Türkiye’deki diğer koşullar aynı kaldığı sürece, “federasyon” gerici bir çözümdür. İster Kürt, isterse Türk devrimcisinden gelsin, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirlemesini inkârıdır ve “çözüm” olmayacaktır. Türkiye’de devrim henüz geri bir çizgide seyrediyorsa, Kürdistan’daki devrimci gelişme hali hazırdaki statükoyu sarsabilecek bir boyut almışsa, içinde Kürt halkı için demokrasi bulunan ve gericiliğe darbe vuracak olan tek çözüm, Kürt halkının ayrı devlet olarak ayrılmasıdır. Kürdistan’da “ayrılma”yı pratik bir sorun haline getirecek bir durum henüz oluşmamıştı, ama “federasyon” gündeme girdi. PKK daha sonra, “federasyon” önerisini, bağımsızlığa giden ara bir taktik girişim olarak açıkladı. Bu açıklama ve bu tutum, teorik bakımdan yanlış, pratik bakımdan da Kürt halkından ve ulusal özgürlükten uzaklaşmadır. Çünkü mevcut koşullarda “federal çözüm” olsa olsa, Kürt burjuvazisinin, çıkar ve taleplerine uygun düşebilir, aynı zamanda, yaptığı yetmiş yıllık anlaşmasının bozulduğu Kürt burjuvazisiyle yeni bir anlaşma peşinde koşan Türk burjuvazisinin kabullenebileceği ve Kürt halkını aldatma olanaklarını elde edebileceği bir girişim anlamı taşıyabilirdi ve partimizin herhangi bir şekilde böyle bir çözüme destek vermesi söz konusu olamazdı, olmadı da. Proletarya ve halkların birliğinden yana olanların bugünkü koşullarda, “federal çözüme” karşı ayrılmayı savunması herhalde garip karşılanmaz.

Devrimci, sosyalist, hatta komünist olduğunu iddia eden geniş bir çevrede, birlik ve legal parti sorununun tartışıldığı biliniyor. Bu iki soruna ilişkin düşüncelerinizi ve önerilerinizi açıklar mısınız?
Sorunuzdan, “komünistlerin ve sosyalistlerin birliği”nden söz ettiğiniz sonucunu çıkarıyoruz.
Özellikle son beş altı yıldır birlik, iki şeyin adı oldu: İlkesizlik ve parçalanma. Bunun ardında kuşkusuz, uluslararası revizyonist tasfiyeciliğin ve TKP tasfiyeciliğinin içtensizliği ve revizyonist ideolojik ve örgütsel geleneği var. “Birlikçilik,” neredeyse bütün sol için, bir diğerine çelme takma, parçalama ve aleyhine güç toplama veya günlük mücadelenin “külfetinden” kurtulma “kürsüleri oluşturmanın biçimine dönüştü, metalaştı. Ayrıca, “birlikçilik”, çoğu durumda, devrim ve sosyalizm mücadelesinin zorlukları karşısındaki iktidarsızlığın ve kendi potansiyel yeteneğine güvensizliğin masum, kabul edilebilir örtüsü haline getirildi ve soysuzlaştırıldı.
Bu söylenenlerden partimizin, sosyalistlerin parti birliğine karşı olduğu sonucu çıkmamalıdır. Biz birlikten yana olduk ve olmaya devam edeceğiz. Ancak yana olduğumuz birlik, ilkelere dayalı, içten, mücadele içinde olgunlaşıp çelikleşen ve devrim yapma yeteneğine sahip bir birliktir.
Birlikten anladığımız, öncelikle proletaryanın hareketinin uyandırdığı genç ve taze proletarya güçleriyle Marksizm-Leninizm platformunda ve özünü Bolşevizm’den alan, ama proletaryaya yakınlığı, halka bağlılığı ve savaşma yeteneği ile Bolşevik Partisi’ni aşmayı hedefleyen partide birliktir. Bu her şeyden önce, dünya devriminin bugün içinde yaşadığı sürecin ihtiyaçlarına cevap veren ve uluslararası proleter devrimin teorik temellerini yenileyen bir teorik platforma sahip olmayı öngörür. Bu görüşmenin ilk bölümlerinde, ana hatlarıyla da olsa, söz ettiğimiz nitelikte bir teorik platform olmadan, komünist olmak ve Marksist-Leninist kalmak bugün olanaksızdır. Partimiz, bu koşulu, kendi yenilenmesinin ve parti birliğinin teorik temeli haline getirmiş durumdadır. Bu, proletarya hareketinin sosyalist harekete dönüşmesinin de temel teorik platformudur. Türkiye devriminin siyasal programı ve proletaryasının öncü partisi olarak partimizin yaşantısı, bu temel üzerinden yenilenme ve yeniden şekillenmektedir.
Birlikten öncelikle anladığımız, proletaryanın genç ve taze güçleriyle partide birliktir demiştik. Ama bu kuşkusuz, sözünü ettiğimiz teorik, politik ve örgütsel platforma yaklaşan güçleri teşvik etmeyi, bu platforma gelen çevrelerle parti birliği içinde birleşmeyi dıştalamamaktadır. Ne var ki, “sosyalistlerin birliğinden söz eden resmi revizyonist akımlar dışındaki grup ve akımlar, üzerinde bulundukları teorik ve örgütsel platformla umut verici bir durum yansıtmamaktadırlar. Bunlardan bazıları, Brejnevcilikten Maoculuğa hatta Troçkizme kadar genişleyen bir “sosyalizm yelpazesi” çizerken, diğer bazıları ise, 1980 öncesinin bugün fazla bir anlamı bulunmayan teorik platformunu, bir adım bile ilerletmiş durumda değiller. Kimi “sosyalist” gruplar ise, üzerinde bulundukları pratik, siyasal ve örgütsel platform bakımından, proletarya zemininden uzakta ve büyük ölçüde, küçük-burjuva ruh halinin egemen olduğu bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu koşullarda, parti birliği nasıl olanaklı olacak?
Türkiye’deki bu durum gerçekte, kendine özgü bir durum değil. Doğu Bloğu’nun çöküşüyle birlikte, ideolojik ve örgütsel cephede, uluslararası çapta ortaya çıkan, daha doğrusu, 1980 öncesindeki gruplaşmaları uluslararası çapta yenileyen uluslararası teorik ve örgütsel savrulma ve yeniden şekillenmenin bir yansımasıdır. Ve her şeye karşın, partimizin içten isteği ve çabası, bu durumun değişmesi, sosyalizme şu ya da bu şekilde yaklaşan grup ve akımların Marksizm-Leninizm’e ve proletaryaya doğru yönelmeleri ve tüm radikal devrimci çevrelerin proletarya partisi bayrağı altında toplanmalarıdır. Onun mücadelesinin bir yönü de bu hedefi gütmektedir. Ama vurgulayalım ki, “birlikçilik” adına Marksizm-Leninizm’in ilkelerinin çürütülmesine ve küçük burjuva sosyalizminin proleter sosyalizmini bozmasına izin vermeyecek bir tutumu partimiz asla terk etmeyecektir.
Materyalizmi savunmada, emperyalizme ve faşizme karşı güç ve eylem birliklerinde ve proletarya ve halkın günlük çıkarları için mücadelede örgütümüzün, koşulsuz ittifakları ve birlikleri savunduğu, proletarya ve halkın akarlarından başka hiçbir özel çıkarı bulunmadığını ilan ettiği ve bu yönde çaba harcadığı biliniyor. Bu nedenle, bu çabalarımızı ve çizgimizi genişleterek sürdüreceğimizi yeniden açıklamaktan başka söylenecek bir şey yoktur düşüncesindeyiz.
Legal parti sorununa gelince: Seçim ittifakı vs. taktik nedenlerle başvurulacak ya da farklı devrimci sınıfların bloğunu oluşturmak amacıyla kurulacak blok partisi türünden örgüt ve parti biçimlerini bir yana bırakırsak, sosyalist legal parti olarak tartışma gündemine giren partiye biz, açık işçi partisi ya da açık sosyalist parti diyoruz.
Derginize daha önce genişçe açıkladığımız gibi, işçi sınıfının açık partisi, Marksist-Leninist bir işçi kitle partisi olarak doğmak, işçi sınıfının sosyalist eğilim ve özellik kazanmış hareketi olarak örgütlenmek zorundadır.
Bu yönüyle, bizim açık sosyalist parti sorunundaki düşüncemiz, parti kurmak üzere kümelenmiş olan grupların tümünden daha farklı nitelik arz etmektedir.
Her şeyden önce partimiz, açık sosyalist partiyi, mevcut grupların “birleşme” platformu olarak ele almamaktadır. Gruplar arasında şimdi gündem oluşturan legal ya da açık parti kurma girişimleri, ya grupların “birleşmesi” (daha doğrusu kavgası) için bir platform arayışına ya da “dayak yenilmiş” olan illegal alana bir kez daha ayak basmama tutumu tarafından belirlenen bir düşüncenin ifadesi durumunda. Bu düşünce ve arayışlardan yola çıkılarak kurulacak partiler, olsa olsa kuruluş amaçlarına hizmet eden araçlar olabilirler. Ama asla proleter devrimin araçları olamazlar. Ve atılan ya da atmaya hazırlanılan bu adımların gerisinde, esas olarak, işçi sınıfına duyulan güvensizlik yatmaktadır. Çünkü çoğunlukla, safları giderek genişleyen bir işçi kitlesinin sosyal demokrasiden kopmakta olduğu, ama işçilerin illegal alanda örgütlenemeyeceği tespit edilmekte ve bu tespit, içine girilen yönelime meşru temel haline getirilmektedir. Kuşkusuz, şimdilerde sürdürülen tartışma, grupların bazıları bakımından “kendini ifade” kürsüsüne sahip olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Partimizin örgütlenme sorunu bakımından döneme ilişkin tespiti şudur: Türkiye’nin bugünkü koşulları, illegal örgütlenmenin zorunluluğunu kanıtlamış, olmasının yanı sıra; bir yandan illegal örgütlenmeyi güçlendirmenin, işyerlerinde ve birimlerde yaygınlaştırmanın ve çoğaltmanın olanaklarını yenileyerek ve genişleterek dayatıyor; öte yandan, legal olanakları ve açık çalışma alanlarını genişletme, yaygınlaştırma ve daha iyi kullanma zorunluluğunu bir görev olarak önümüze getiriyor.
Yani, illegal örgütlenmeyi temel alan; genişleten derinleştiren ve legal örgütlenmeyi yaygınlaştıran, çoğaltan ve illegal örgütlenmenin güçlenip zenginleşmesine ve işçi sınıfı saflarını sarmasına bağlanan bir çizgi. Türkiye’deki politik koşullar, işçi hareketinin içinde bulunduğu durum ve devrimle karşı devrim arasındaki güç ilişkisi açık işçi partisi biçimindeki örgüt biçimini geçerli bir araç haline getirme doğrultusunda gelişmekte, legal ve açık olanakların, kullanılabildiğini bu sınıra kadar ilerletmektedir. Kısacası; açık işçi partisi, örgütlendiğinde, proletaryanın ve partimizin illegal örgütleri battal olmayacak, genişleyecek; etkinlik alanları daralmayacak, çoğalacak ve zenginleşecektir. Türkiye’nin bugünkü koşullarında bu bir zorunluluktur.
Ayrıca, açık işçi partisinin giderek geçerli bir araç haline gelmesi, kuruluşu için her koşulun hazır olması anlamına da gelmemektedir. Böyle bir parti için asgari olarak, büyük kent işçileri arasında, bazı temel işletmelerde, hiç olmazsa işçilerin uyanan kesimlerinin çoğunluğunu temsil eden organların oluşması bir zorunluluktur. Bu, bugün zordur ama partimiz irin, uzak olmayan bir dönemde ulaşılamaz bir hedef değildir. Açık işçi partisi işte bu örgütlenmeler üzerinde ve sınıfın uyanan kesimini temsil ederek doğmak zorundadır. Yani, açık işçi hareketinin sosyalizm üzerinde örgütlenmesi olarak şekillenmelidir. Eğer bu sosyalist işçi hareketi irinde, şu ya da bu “sosyalist grup” temsil ediliyorsa, bu parti içinde o sosyalist grup da (genel çizgide anlaşıldığı oranda) ister istemez bulunacaktır.
Türkiye’deki koşullar istikrarsızdır ve hızla değişebilir. Böyle bir parti doğmayabilir, illegal komünist partisi yarı-açık bir parti olarak çalışma olanağı yakalayabilir, ya da şimdiden görmemizin mümkün olmadığı bir şekilde örgütlenebilir. Ancak, bugünkü görülebilir koşullarda izlemeye çalıştığımız çizgi budur. Ve şimdi, gruplar arasında yapılan “sosyalist parti” tartışmalarında işte bu nedenlerle yer almamaktayız. Grupların, teorik ve pratik platformları köklü bir değişime uğramadığı sürece de yer almayacağız.
Örgütlerimizin bugün önlerine almakta oldukları görevlerden biri de açık işçi partisini devrimin bir aracı olarak örgütleme ve örgütlenmelerini oluşturma görevidir. Bu partiyi örgütleme olanakları, yakın bir gelecekte (zor olmasına karşın) Türkiye’de ortadan kalksa bile yürütülen çalışma, partimiz ve proletarya açısından yararlı bir çalışma olacaktır.

Ağustos 1992

Emperyalizm: Kapitalizmin en yüksek aşaması

“…Bu broşür, en önemli ekonomik sorunun, emperyalizmin ekonomik özünün kavranmasına yardım edecektir; bu incelenmedikçe, modern savaşı ve modern siyaseti anlamak ve değerlendirmek olanaksızdır.”

Lenin’in, kitabın Nisan 1917 tarihli Rusça baskısına yazdığı Önsöz’de yaptığı bu vurgu, emperyalizm sorununun ve tümüyle bu soruna yoğunlaşmış Emperyalizm eserinin önemini yeterince ortaya koymaktadır. Yaşadığımız çağın önemli toplumsal olaylarını, “barışla” ve savaşla süren paylaşım mücadelelerini, işçi ve halk hareketlerini doğru bir şekilde ele almak; bu çalkantı ve çatışmalara temel olan ilişkiler arasındaki gerçek bağı ve böylece her biri ayrı ve rastlantısal gibi görünen bütün bu olayların son tahlildeki kaynağını ve gelişme yönünü kavrayabilmek için “emperyalizmin ekonomik özünün” incelenmesi büyük bir önem taşır. Bu sorun için temel başvuru kaynağı, kuşkusuz, bugün de geçerliliğini koruyan ve her günkü olgularla doğrulanan Lenin’in ölümsüz eseri Emperyalizm’dir.
Lenin, emperyalizmin bir dünya sistemi olarak merkezileştiği tarihi 20. yüzyılın hemen başı olarak saptar. Lenin’in emperyalizm olgusunu tahlil ettiği Emperyalizm eseri 1916 yılı baharında kaleme alınmıştır. Bu, hiçbir şekilde, 1916 yılına tadar emperyalizmin eksiklikler taşısa da tahlil edilmediği anlamına gelmez. Marx ve özellikle Engels, serbest rekabete dayanan kapitalist üretimdeki gelişme ve yoğunlaşmanın tekele yol açacağını ve yol açmaya başladığını öngörmüş ve saptanmışlardı. Ama bu dönem, emperyalizmin ve tekelciliğin bir takım önbelirtilerinin ortaya çıktığı bir dönemdir, henüz tarih sahnesine çıkmamış bir olgunun tahlil edilmesi mümkün değildir. Buna rağmen, Marx ve Engels’in saptamaları, onların bilimsel bakışma ve dâhiyane uzak görüşlülüklerine işarettir.
Lenin, eserinde, “burjuva istatistiğinden özetlenen verilere” ve “burjuva bilginlerin itiraflarına” dayanarak, emperyalist diplomasiye, politikaya ve canavarca güdülerle yürütülen savaşa yön veren ekonomiyi çözümlerken, bir çok kaynak arasından özellikle iki yazara ve onların emperyalizmi konu edinen eserlerine atıfta bulunur.
Bunlardan ilki, bir İngiliz iktisatçı olan Hobson’dur. J.H. Habson, 1902 tarihini taşıyan Emperyalizm adlı kitabında “burjuva sosyal reformizminden ve pasifizmden hareket” etmekle birlikte, “emperyalizmin başlıca siyasal ve ekonomik özelliklerinin, ayrıntılı, üstün bir tahlilini veriyor.”
Emperyalizm konusunda diğer önemli çalışmanın yazan Avusturyalı bir “Marksist” olan Rudolf Hilferding, 1910 yılında yazdığı Mail Sermaye’de emperyalizmin kapitalist gelişmenin son aşaması olduğunu saptar.
Lenin’in Emperyalizm’i yazdığı tarihe kadar, bu iki yazarın ortaya koydukları görüşler, emperyalizm üzerine yazılan ve söylenenlerin çerçevesi oldu. Değerli tahlillerine karşın, burjuva bakış açısıyla yazılan bu eserlerde ortaya konan görüşler, Marksistlerin, olduğu gibi benimseyeceği görüşler olamazdı. Sadece bu kadar da değil. 1914’te savaş patladığında, II. Enternasyonal partileri ve onların ünlü teorisyeni Kautsky, açıkça, emperyalizm savunuculuğu yapıyor, onu hoş göstermeye çalışıyor, kendi emperyalist hükümetine, diğer emperyalistlerle savaşta, cesaret veriyor, destekliyordu.
Artık Emperyalizm’in yazılması zorunluydu.
O güne kadar yazılmış metinler, “kapitalizmin esas özelliklerinden bazılarının kendi karşıtlarına dönüş”erek ortaya çıkan, uzunca yaşanan serbest rekabet dönemini kapayarak, iktisadi yapının, devletin ve sınıf ilişkilerinin yeni biçimler aldığı bu “son evre”yi bütün yönleriyle açıklamaya yetmiyordu.
Emperyalizm sorunu, Sosyalist Enternasyonal’in gündemine, ilk defa, yükselen savaş tehlikesine karşı ortak bir tutum saptamak için toplanan 1912 Bale Kongresi’nde geldi. Bu Kongre, çıkacak emperyalist savaşın iki blok için de mutlak haksızlığını ilan eden ve işçileri emperyalist hükümetlere karşı savaşı önleme mücadelesini yükseltmeye ve savaşın çıkması halinde, her ülke işçisini, kendi emperyalist burjuvazisine karşı mücadeleye çağıran bir Manifesto yayınlamıştı.
Fakat iki yıl sonra savaş başladığı zaman, II. Enternasyonal partilerinin ezici çoğunluğu, emperyalist savaşın destekçileri oldular. Lenin ve Bolşevik Parti, tereddütsüz bir şekilde savaşın emperyalist karakterini ilan ederek, “savaşı iç savaşa çevirin” çağrısı yaptı.
1915 yazında Lenin tarafından yazılan ve RSDİP’in resmi görüşü olarak yayınlanan Sosyalizm ve Savaş broşürü de, savaşı, savaşa yol açan emperyalist politikaları ele alır ve tahlil eder. Bu broşür, kuşkusuz sadece politik saptamalarla yetinmez. Rahatlıkla söylenebilir ki, Emperyalizm kitabında yapılan tahlil ve saptamaların büyük bölümü, Sosyalizm ve Savaş’ta da vardır. Fakat Sosyalizm ve Savaş’ta saptamalar yapılmış, saptama ve tahlillerin ayrıntı verilerle kanıtlanması yoluna gidilmemiştir.
Kısaca, emperyalizm olarak adlandırılan bu sistemin, derin ayrıntılı bir tahlilini yapmak, emperyalizme burjuva bakış açısıyla yaklaşan ve inceleyen burjuva bilginlerin gerici fikirlerini açığa çıkarmak, emperyalizmin devrimin önbelirtisi olduğunu ortaya koymak; Lenin’in emperyalizm planı buydu.
Daha önce de belirtildiği gibi, Lenin emperyalizmi incelerken, konuya ilişkin bugüne kadar yazılmış önemli bütün eserleri ve ulaşabildiği bütün istatistiki verileri büyük bir dikkatle inceler. I. Emperyalist Savaş’ın başlaması üzerine İsviçre’nin Cenevre kentine yerleşen Lenin, burada ulaşabildiği kaynakların sınırlılığı nedeniyle; 1916 yılı başında Zürich’e geçer ve kitabını, Zürich kütüphanelerinde ulaşabildiği bütün kaynaklara dayanarak yazar.
Bir çok emperyalizm “eleştirmeni” ve en başta Kautsky, emperyalizmi siyasal bir “tercih” olarak görerek, serbest rekabeti alternatif olarak çıkarmışlardır. Lenin, eserinde, emperyalizmin salt bir siyasal olgu olmadığını, derin ekonomik kökleri olduğunu ortaya koymuş ve kitaba üretimin yoğunlaşmasının kaçınılmaz olarak tekele yol açtığını ortaya koymakla başlamıştır.
Kitabın üçte-ikisini oluşturan kısmında, emperyalizmin başlıca nitelikleri bölümler halinde ele alınmış, çürütülemez verilerle bu nitelikler açıklanmıştır.
özetlersek:
“Sanayideki olağanüstü gelişme ve üretimin gün geçtikçe sayısı azalan büyük işletmelerde yoğunlaşması, “kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden birisidir.” Az sayıdaki büyük işletme, toplam işçi sayısının büyük bölümünü çalıştırmaktadır. Örneğin, Almanya’da “toplam işletme sayısının %.1’inden azı, toplam buhar gücünün ve elektrik enerjisinin 3/4’ünden fazlasını elde bulundurmaktadır.”
Kartel, tröst vb. biçimler kazanan tekeller, bir sanayi kolundaki üretimin ağırlıklı bölümünü ellerinde toplamakta, değişik sanayi kollarındaki birçok işi tek işletmede birleştirmektedirler.
Belli başlı emperyalist ülkelerdeki yoğunlaşmayı ve tekelciliği verilerle gösteren Lenin, şu sonuçlara varır:
“…yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaştığı zaman, kendiliğinden doğruca tekele götürür… Rekabetin bu şekilde tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin -en önemli olayı değilse- en önemli olaylarından birisidir.” “…üretimin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak tekellerin doğması, kapitalizmin gelişmesinin içinde bulunduğumuz evresinde genel ve temel bir yasadır.”
“Tekel; bu, ‘kapitalizmin gelişmesinin en yeni aşaması’nın sonsözüdür.”
Tekelcilik, yalnızca sanayiye has bir olgu değildir; serbest rekabet döneminde mütevazı bir aracılık rolü üstlenen bankalar da bizatihi dev tekellere dönüşmüştür. Mevduatın aslan payını ellerinde bulunduran bir avuç banka, büyük sanayicilerle birlikte küçük banka ve işletmeleri, “onların sermayelerine ‘katılarak’, hisse senetlerini satın alarak ya da değiştirerek, kredi sisteminden yararlanarak onları kendilerine bağlar” ve kendi şubelerine dönüştürürler. Topladıkları para gelirlerini kapitalistlerin emrine sunarken, sanayicilerle girdikleri düzenli ilişki, onlara sanayi üzerinde, “kredileri azaltıp çoğaltarak ya da kolaylaştırıp zorlaştırarak onlar üzerinde bir denetim” kurma imkanı verir. Bankalar ile sanayi sermayesi arasındaki karşılıklı ilişki, birçok sanayiciyi, banka yönetim kurullarına alarak, bankacıları özel bir sanayi dalında uzmanlaştırarak bir iç içe geçme yaratır.
“Sonuçta… gitgide, daha bütün bir kaynaşma meydana geliyor, … banka sermayeleri ile sanayi sermayeleri içice bir durum kazanıyor”. Artık, mali sermaye çağı başlamıştır. Ve artık, ayrı ayrı banka ve sanayi sermayelerinden değil, ikisinin kaynaşması üzerinde yükselen mali sermayeden söz etmek gerekiyor.” Böylece, 20. yüzyıl, eski kapitalizmin, genel olarak sermaye egemenliğinden, mali-sermaye egemenliğine geçilen, yeni bir kapitalizme yerini bıraktığı bir dönüm noktasıdır.”
“Üretimin yoğunlaşması, bunun-sonucu olarak tekeller; sanayinin ve bankaların kaynaşması ya da içice girmesi-işte mali sermayenin oluşum tarihi ve kavramın özü.”
Milyarları çekip çeviren, bir avuç tekelcinin oluşturduğu mali-sermaye, “karşı konmaz }ir biçimde, toplumsal yaşamın bütün alanlarına” hükmeden bir mali-oligarşi kurmuştur.
Tek tek en ileri kapitalist ülkelerde, iktisadi yaşama egemen olan tekeller, sermaye birikiminin olağanüstü boyutlara vardığı ülkeler arasında kurulan uluslararası tekellerle tamamlanır. Büyük miktarda ‘sermaye fazlası’ oluşmuştur. Kapitalizm, doğası gereği, kitlelerin yaşam düzeyini yükseltmeye ve tarımı geliştirmeye kaynak aktarmadığından, böyle bir ‘sermaye fazlası’, zorunlu olarak, yeni alanlara aktarılmayı bekler, sermaye, daha çok kar getirsin diye.
Bu yeni alanlar; sermayenin az, toprak ve hammaddenin ucuz, ücretlerin düşük olduğu geri ülkelerden başkası değildir. Meta ihracı, arızi bir durumdur artık.
“Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” Ulusal sınırların dışına taşan mali-sermaye, “ağlarını dünyanın bütün ülkelerine yaymaktadır.”
“Öncelikle iç pazarı paylaşan tekeller, kapitalizmin yarattığı ve sayısız bağla iç pazara bağlanan dış pazara yönelmişlerdir. “Evrensel bir yoğunlaşmanın” ürünü olan ve devlet tekeliyle birleşen “süper-tekel”ler, çıkarlarının uyuştuğu yerde anlaşarak, kimi zaman çatışarak, bütün dış pazarı, yeni sömürge ve yarı-sömürge ülkeleri, ekonomik yönden paylaşmışlardır. Kuşkusuz, bu paylaşım, bütün dünyanın, toprak bakımından, gelişmiş birkaç devletçe paylaşımıyla at başı gitmiş, dünyada emperyalistlere paylaşılmamış, mali-sermayenin kolunun erişmediği hiçbir toprak parçası kalmamıştır. Bu durumda, kapitalizmin dengesiz ve sıçramalı gelişim yasası, yükselen emperyalistin, paylaşımı “adil” bulmayıp, yeni bir paylaşım talep etmesi doğal ve kaçınılmazdır. O halde, dünyanın yeniden paylaşılması için verilen kıyasıya mücadelede, emperyalist savaşlar da kaçınılmazdır.
Lenin, ilk altı bölümde, bütün verileri kullanarak, yukarıda kendi eserinden yaptığımız umularla özetlediğimiz tahlillerden sonra, bazı sonuçlar çıkarır. Lenin, çıkardığı bilânçoda yaygın olarak zikredilen şu tanımı yapar:
“(1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma, öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır, (2) banka sermayesi, sınaî sermayeyle kaynaşmış ve bu, ‘mali sermaye’ temeli üzerinde bir malî-oligarşi yaratılmıştır; (3) sermaye ihracı, meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır; (4) dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur; (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından bölüşülmesi tamamlanmıştır.”
Bütün bölümlerde, emperyalizm sorununa burjuva bakış açısından yaklaşan burjuva bilginlerle ve “Marksist” görünümlü sosyal-şovenlerle polemik yapan Lenin, kitabın bir bölümünü, özellikle, bunları eleştirmeye ayırır. Burjuva-oportünist teorisyenler, esas olarak mali-oligarşi tarafından her yönden baskı altına alınmış küçük-burjuvazinin umutsuz sesi oluyorlardı. Emperyalizmin, doğrudan serbest rekabetten çıktığını, onun gelişiminin kaçınılmaz sonucu olduğunu görmek istemiyor, alternatif olarak rekabetçi döneme dönüşü çıkarıyorlardı. Böylece, onlar, bir takım reformlarla mali-sermayenin bu politikadan caydırabileceğini, emperyalizmin yumuşatılabileceğini iddia ediyorlardı. Örneğin, Kautsky’ye göre, emperyalizmin ekonomik temelle bir bağlantısı yoktu; “tercih edilmiş” bir politikaydı. Bu durumda, başka (demokratik!) bir politika da pekâlâ olanaklıydı. Emperyalistler arasındaki ilişkilerde barışın egemen olacağı bir dönem (ultra emperyalizm) uzak değildi. Lenin, bu cılız eleştirilerle, bu “masum dilek”lerle alay ederek, emperyalizme karşı reform değil, devrim eliyordu.
Lenin, Emperyalizm’de şunu da saptamıştır: II. Enternasyonal partilerinin emperyalizmin safına geçmiş olmaları tesadüfî bir durum değildir, işçi hareketinde görülen bu bölünmenin (II. Enternasyonal’in ihaneti) temelinde emperyalizmin asalaklığı yatmaktadır. “Kupon kırma” yoluyla, bütün dünyayı soyup soğana çeviren emperyalizm, “sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini oluşturan bu yüksek tabakayı”, zenginleşmiş işçi tabakasını satın alma olanağına kavuşmuştur. İşçi hareketinin gerçekten sosyalist bir işçi hareketi olabilmesi için, saflarından bu tabakayı atması zorunludur.
Lenin, tahlillerinden “Emperyalizm, can çekişen kapitalizm”dir, sonucuna varmıştır. Emperyalizm, bütün dünyanın her bir parçasını emperyalist zincirin bir parçası haline getirirken, kaçınılmaz olarak olağanüstü derinleştirdiği çelişkilerle bu zinciri kırma olanağı da yaratmıştır. Kapitalizmin temel çelişkisi, üretimin devasa toplumsallaşması ve üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bir avuç mali sermaye grubunda toplanmasıyla daha da keskinleşmiştir.
Serbest rekabet dönemi kapanmış; kapitalizm, gelişmesinin son aşamasına varmıştır. Kapitalizmin, emperyalizm aşamasındaki en çarpıcı karakteri asalaklık ve çürümedir.
Emperyalizm, çelişkilerinin son sınırına varmış kapitalizmdir. Birincisi, emperyalist metropollerde mali-oligarşinin egemenliği, işçi sınıfının yaşam koşullarını olağanüstü kötüleştirmiş, proleter devrimi pratik bir sorun haline getirmiştir. İkincisi, dünyanın toprak ve hammadde bakımından yeniden paylaşımı mücadelesi, savaşı kaçınılmaz kılan ve emperyalizmi güçten düşüren bir ekten olmuştur. Üçüncüsü, emperyalist sömürü ve baskı altında yaşayan ezilen halklarla emperyalizm arasındaki çelişkiyi büyütmüş, bu ülkelerdeki halkları proleter devrimin yedeği haline getirmiştir. “Emperyalizm, proletaryanın toplumsal devriminin önbelirtisidir.”
Okuyucunun Emperyalizm’i okurken gözden kaçırmaması gereken bir noktayı hatırlatmak gerekiyor. Lenin, Emperyalizm’i daha çok Rus okura ulaştırabilmek için ve çarlık sansüründen geçebilecek şekilde bir ‘ezop dili’ kullanarak Çarlık koşullarında yasal olarak yayınlayabilmiştir. Politik tahlillere çok sınırlı olarak girmiş, sorunun esas olarak ekonomik yönü üzerinde durmuştur. Lenin’in bu konudaki ayrıntılı ve sansürsüz politik tahlilleri, savaş yıllarında yazdığı yazıları içeren Sosyalizm ve Savaş kitabında yer almıştır. Emperyalizm’in adını andığımız eserle birlikte okunması okuyucuya kolaylık sağlayacaktır.

* * *
Yazılışının üzerinden üççeyrek asır geçmişken, emperyalizm, emperyalizm olarak kalmaya devam ediyor. Şu an içinden geçtiğimiz dönemde, emperyalizm tahlillerinin, emperyalizm bunca yıldır yıkılmadığına göre, “yanlış” olduğu, ya da emperyalizmin “değişerek” eski kalıplara uymadığı fikri oldukça yaygın olarak iddia ediliyor. Solda görünen sayısızca akım ve kişi, güçlü emperyalist dalganın baskısı altında emperyalizmin “kendini yenileyerek çürüyüp can çekişmekten kurtulduğunu” “yeni” buluşlar olarak ilan ediyorlar.
Lenin’in, tahlil ettiği dönemde emperyalizm, içinden yeni çıktığı serbest rekabetin birçok izini üzerinde taşıyan, denebilirse henüz rüşeym halinde bir olguydu. Eğer bir “değişim”den söz edilecekse, emperyalizmin Lenin’in saptadığı özelliklerinin çok daha fazla geliştiğini, çelişkilerinin çok daha keskinleştiğini söylemek gerekir. O zamanlar, birkaç on bin işçi çalıştıran tekeller vardı, şimdi General Motors bir milyona yakın üyeye sahip bir işçi ordusunu sömürüyor. Şimdi mali-oligarşiler açıkça darbe tezgâhlıyor. Paylaşıma gelince, eğer önemli olan paylaşımın biçimi değil de içeriği ve sınıf karakteri ise (Lenin böyle söylüyor), bugün dünyanın ‘barışçıl’ biçiminde nasıl paylaşıldığını sıcağı sıcağına gözlemliyoruz.
Emperyalizm, koruduğu nitelikleri ve derinleşmiş çelişkileriyle bugün de yaşıyor. Tarihsel olarak can çekişen, ömrünü dolduran bu olgu pratik olarak yaşamaya devam ediyor… Tarihsel olarak ömrünü tüketenin, proletarya devrimci kalkışmayla yıkmadıkça, pratik olarak yaşamaya devam edeceği açıktır.
Bugün bu kaos ve kara çalma ortamında, ama hareketsiz gibi görünen yüzeyin altındaki derinlikte patlama öğelerinin mayalandığı ortamda Leninist emperyalizm tahlilinin geçerli ve güncel olduğunu okuyarak görelim…
Lenin, Önsöz’de, kitapta emperyalizmin ekonomik özünü çözümlediğini ve bu öz incelenmeden modern siyasetin kavranamayacağını yazmıştı. Devrime gönül veren her kişi, onu incelemeksizin, son derece karmaşık sınıflar-arası mücadelenin özelliklerini, siyaseti kavrayamayacağımız o ekonomik özü incelemekte geç davranmamalıdır.

(EMPERYALİZM Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Çeviren Cemal Süreyya)

Ağustos 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑