Savaş, radyasyon, suikastlar “ucuz devlet”

Musa Anter’in, Namık Tarancı’nın, Hüseyin Deniz’in ve nicelerinin cenazelerini ailelerine bile göstermekten korkup gizlice gömenler, şimdi Mumcu’nun ölüsü başında en ucuzundan demokrasi kahramanlığı yapabiliyor. Milyonlarca insanın, laiklik ve demokrasi yandaşlığını, karşı devrimci suikastlar karşısındaki nefretini, devlet politikalarının kanalına aktarmak için parçalanmış bir cesedin arkasına saklanıyorlar.

“Ucuz Devlet”, proletarya mücadelesinin tarihinde, devletin toplumsal hayat içindeki bürokratik etkisinin, merkezi yönlendirme ve tek iktidar organı olarak taşıdığı fonksiyonların en aza indirilmesini talep eden bir slogandır.
Günümüzde ise, bu devrimci anlamından çok, burjuva devletin genel tutumunu dile getirmek bakımından uygun bir tanımlama gibi görünüyor. Özellikle kirli sırlarla dolu devlet hayatının, tümüyle ve biçimsel olanları da dâhil olmak üzere, toplumsal denetim mekanizmalarının dışına çıkarılmış olması, sloganın öngördüğünün tersine bir “ucuzluk” görüntüsü vermektedir. Bu deyim, diğer yandan, burjuva devletin kendi kuruluş ilkelerinden biri olarak ilan ettiği “sosyal devlet” kavramı söz konusu olduğunda, iyice mizahi bir içerik kazanmaktadır.
Bu devlet, “ucuz” olmak için, milyonlarca insanın sağlığını ölümcül boyutlarda ilgilendiren radyasyon yüklü çayları imha etmeye eli titrer ve milyonlarca ton zehirli çayı halka içirebilir; ama halkın hiç bir biçimde çıkarına olmadığı halde, Afrika çöllerine “vatanseverlik” nutukları atarak asker gönderirken, olağanüstü “pahalı” olabilmeyi kabul edebilir. Burjuvazinin ihtiyaçları gerektirdiğinde, teşvikler, gümrük fonları, özel vakıflara hizmet için kurulmuş bakanlıklar aracılığıyla trilyonlar akıtabilir, “pahalı” olmaktan hiç kaçınmaz; ama sınıf çıkarları gerektirmedikçe, kentlerin temel ihtiyaçlarının karşılanması, tarım girdilerinin düşürülmesi, ucuz kredi dağıtılması söz konusu ise, “en ucuz” yolu bulur.
Burjuva devlet, kendi çıkmazları karşısında da daima en “ucuz” yolu seçer ve bu çıkmazın faturasını, halka “pahalı” ödetir. Hiç bir zaman faili bulunmayan kitle katliamları, askeri darbeler, aydınlara karşı düzenlenen suikastlar, ev baskınlarında ve sokak ortasında işlenen resmi cinayetler, Kürdistan’daki kirli savaş, onun bu “alacağına şahin, vereceğine karga” tavrının açığa çıktığı başka örneklerdir. Tek cümleyle, Kenan Evren’in ünlü sözünde belirtildiği gibi, “beslemek pahalı, öldürmek ucuzdur”. Bu, tam bir tefeci ikiyüzlülüğüdür. Kürt ulusal hareketini bastırmak için, en gelişmiş silah teknolojisinin ürünleri için milyarlarca dolar harcanabilir, “Olağanüstü hal bölge tazminatı” adı altında, hiç yoktan icat edilmiş devlet kadrolarına dağıtılmak üzere, bütçeye trilyonlarca lira eklenebilir, gerici koruculuk sisteminin ayakta tutmak için, yoksul köylülüğü aşağılamak, ahlaki olarak çökertmek, hainleştirmek pahasına milyarlarca lira dökülebilir. Bunlar söz konusu olunca devlet gözünü kırpmadan “pahalı” olabilir.
Bugün, alçakça bir cinayete kurban gittiğine kuşku olmayan Uğur Mumcu’nun ölüsü üzerinde aynı ikiyüzlülükle oynanıyor. Basın mensuplarına saldın ve cinayetler sanki bu ülkede ilk kez işleniyormuş gibi, öldürülen ilk ve tek gazeteci Mumcu’ymuş gibi, devlet, düne kadar en “ucuz” tavırla görmezlikten geldiği katillere, bugün “pahalı” lanetler yağdırıyor. Devrimci, ilerici gazetecilerin bizzat kendi elleriyle ve en “ucuz” yoldan yok edilmesini örgütleyenler, bugün, katili ihbar edene “emniyet tarihinin en büyük ödülünü”, vereceklerini gösterişli bir biçimde açıklıyorlar. Musa Anter’in, Namık Tarancı’nın, Hüseyin Deniz’in ve nicelerinin cenazelerini ailelerine bile göstermekten korkup gizlice gömenler, şimdi Mumcu’nun ölüsü başında en ucuzundan demokrasi kahramanlığı yapabiliyor. Milyonlarca insanın, laiklik ve demokrasi yandaşlığını, karşı devrimci suikastlar karşısındaki nefretini, devlet politikalarının kanalına aktarmak için parçalanmış bir cesedin arkasına saklanıyor. Sorumlu olduğu bir cinayeti, yeni cinayetler işleyebilmek için kendisine açılmış bir kredi kaynağı haline getirmek istiyor. Uğur Mumcu’yu kullanarak, “milli birlik ve beraberlik” temasını işlemeye ağırlık veriyor. Ne var ki, bunun o kadar kolay olamayacağı görülüyor. Cinayeti protesto eden kitleler, aynı zamanda faşizmi, devlet terörünü, dinci gericiliği, kısacası devletin temel dayanaklarını da protesto ediyorlar. Bu, bütün “ucuz”lukların, eninde sonunda burjuvaziye “pahalıya” patlayacağının işaretidir.

Şubat 1993

Şubat, dönümdür!

Parti…
Parti fikrine ne dünyada kolay varıldı ne de Türkiye’de.
Önce, sınıfın yolunu aydınlatacak bilimi yoktu, Marksizm yoktu. Kuşkusuz sınıf bilinci yoktu ve sınıf, “kendisi için” değildi, kendi çıkarlarını gerçekleştirmenin siyasetini yapamıyor, “bütün halkın temsilcisi” gibi görünen sınıf düşmanının, burjuvazinin peşi sıra sürükleniyordu. Dağınıktı. Öfkesi, makineleri kırmaya yöneliyordu. Durumunu iyileştirmek bilinci ve mücadelesi, belirli bir örgütlülüğü gereksindi. Ekonomik örgütler çıktı ortaya. Ardından partiler sökün etti, burjuvaziden devşirilme. Demokrat burjuvazi özellikle işçilere yöneldi. İşçiler, demokrat partiler içinde toplanmaya başladılar. Sınıf partisine de genellikle bu yoldan varıldı. Sınıfın mücadelesinin bir ihtiyacı olarak, burjuva bilimselliğinin doruklarından diyalektik ve tarihsel materyalizm filiz verdi. Marksizm’in ortaya çıkışında örneğin Lyon ayaklanmasının rolü inkârdan gelinemezdi. Ve sınıf için, kendi çıkarları ve aynı anlama gelmek üzere bütün insanlıkla birlikte kendisini kurtarma bilinci ve kurtuluş için siyaset gerekliliği anlaşılır olmaya başladı. Sınıf bilinci ve siyaset ancak tek bir araçla anlamlı olabilir, kendilerinden beklenenleri gerçekleşir kılabilirdi: örgüt.
Örgüt, ancak ve ancak Marksizm’i eylem kılavuzu alacak ve sınıf bilinçli işçilerden oluşacak ve siyasal mücadeleyi sürdürüp hedefine vardırabilecek bir siyasal parti olabilirdi; tek tek her ülkede ve bir enternasyonal örgüt olarak dünyada. Sınıf düşmanını, burjuvaziyi ve onun sömürü sistemini tarihe gömecek başka araç yoktu.
Türkiye’de partiye ulaşmak için, olanca uluslararası deneyin ötesinde bir dizi özel çaba gerekti. Küçük burjuva ortam, çarpıtılmış Marksizm ve siyasal mücadele adına burjuvaziyle uzlaşma örgüt fikrini de yozlaştırmıştı. Her şeyin ötesinde proletarya partisinin teorik temellerinin yaratılması için uzunca bir uğraş zorunlu oldu.” Parti gerekmiyor” dendi, “ideolojik öncü yeterlidir” diye söylendi; cuntacı ve parlamenter örgütlenmeler içinde zaman harcandı. Sonunda, geçmişin başlıca reddi ve olumlu olanın alınıp geliştirilmesiyle partiye varıldı. 2 Şubat’tı. Yıllardan ’80.
Zor yıllardan geçti proletarya partileri dünyada ve Türkiye’de. Bir dizi ülkede iktidara geldi. Günümüzde, iktidarda tek bir proletarya partisinin kalmadığı, kapitalist kuşatma ve geçici zafer çığlıklarının yükseldiği koşulları yaşıyoruz.
Türkiye’de de zor yıllar yaşandı. Eylül saldırısı, ideolojik ve siyasal sonuçlara yol açtı. Dolu hapishaneler ve yok edici saldırılar, ama en çok ideolojik iğdiş edicilik, olumsuz uluslararası koşulların etkisiyle birleşince kapitalist zafer çığlıkları ülkemizde de yükseldi. Sosyalizme inançsızlık, geleceğe güvensizlik, devrim fikri ve isteğinin boşunalığı ve örgüt fikri ve örgütlü oluşa saldırı revaçtaydı artık. Birey olmak gerekiyordu; örgüt insanları sürü ve köle haline getiren bir tür hapishaneydi. Kendi kafalarında burjuva sistemini, kapitalizmi içinden çıkılmaz ve yıkılmaz duvarlarıyla dört başı mamur bir hapishane olarak var edenler, insanlığın kurtuluşunun tek aracı olan örgütü, özel olarak proletarya partisini hapishane olarak “mahkûm etmeye” yönelmişlerdi.
Tek tek her bireyin deneyi yeterince öğreticidir. Sistemler öğreticidir. Birey dünyayı dönüştürmekte yetersizdir. Üstelik her sistem bir örgüttür. Fabrika örgüttür, devlet örgüttür, gerici sınıflar örgütlüdür. Hiçbir anarşizan, bireyci ya da teslimiyetçi gerekçe örgüt fikrini ve başarı için örgütlü olmak gerekliliğini haksız çıkarmaya güç yetiremez.
Sosyalizmin bugünkü gerileyişi geçicidir. Kapitalizm zaferle ilerlemeye değil, yok olmaya çağrılıdır. Ve kesindir ki, ne denli güç olursa olsun dünya bu yok oluşun yönünde ilerleyecektir, ilerlemektedir. Kapitalizmin her ileri adımı, aslında onu “mutsuz sona” yaklaştıran bir “ilerlemeyi” ifade etmektedir.
Önemli olan, koşullar, geçici de olsa, ne denli elverişsiz görünürse görünsün, iradeyi, tarihin tekerleğinin döndüğü yönde işletmektir. Kör iradeden değil, bilim ve sınıf bilincinden güç alan bir tür iradeden söz ediliyorsa eğer, tarihin ilerleyişini kolaylaştırmak, ancak uygun örgüt biçimleriyle bu ilerleyişe müdahale etmekle olanaklıdır.
Kapitalizm yok olacaktır. Gerekli olan, onun yok oluşunun ve aynı anlama gelmek üzere proletaryanın (ve tüm insanlığın) kurtuluşunun gereklerini örgütleyecek ve mücadelesini yönetecek partidir. Proletaryanın siyasal partisi. Öncü müfrezesi. Bu olmazsa, olmaz. Dünyayı dönüştürmek için, kapitalizme, tüm sömürü ilişkileriyle birlikte son vermek ve insanlığın altın çağını var etmek için proletarya partisi! Sosyalizm için proletarya partisi! Burjuvazinin gericiliğe, ulusal ihanete ve onursuzluğa savrulduğu emperyalizm ve gericilik koşullarında demokrasi ve ulusal kurtuluş için proletarya partisi!
Kurtuluş için, dünyayı değiştirmek için tek araçtır proletarya partisi.
Marksizm-Leninizm’le silahlanmış öncü partisi yoksa proletaryanın hiçbir şeyi yok demektir.
Her şey parti için!
Her şey devrim için!..

Şubat 1993

Bir Yıldönümünün Anımsattıkları

Şubat, parti ayıdır. Bir doğum-günü şenliğidir, o zamandan bu güne Şubat, heyecan ve coşku içerir. Şubat yaklaşırken, benim için anlamlı bir okur topluluğu olan derginiz aracılığıyla anılarımı paylaşmak istedim. Mektubum aynı zamanda yalnız adı geçenleri değil, tüm yoldaşlarımı selamlamayı amaçlamaktadır.

Partinin kuruluşunu askeri cezaevinin dehşetli baskı koşulları altında öğrendik. İçeri gazete alınmıyordu. Dünya ile tek ilişki, ziyaret sırasında gardiyanların dikkatleri arasından süzülüp çekilen bir kaç kaçamak sözcük ve dışarıdakilerin eşyaları sardığı, ambalaj kâğıdı yerine kullanılan gazetelerdi.
Bilinçli mi yoksa tesadüfen mi kullanıldığını hiçbir zaman öğrenemediğimiz bir pantolon ambalajı, 2 Şubat’ın deklarasyonunu ulaştırdı bize. Hürriyet gazetesinin devam sayfası, sanki bizim için özel olarak uzun uzun haberi veriyordu:
“… Kayseri’de dağıtılan bildirilerde TDKP’nin kurulduğu ilan edildi… Halka, parti etrafında toplanılması çağrısı yapılan bildirilerde ‘Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden halkımıza’ ibaresi yer aldı…”
Kayseri’de dağıtılan bildiriler Hürriyet’e haber olmuş, haber olmakla kalmamış, neredeyse tamamı yayınlanmıştı. Ne o bildirileri dağıtanlar, ne o haberi yazan muhabirler, günlerce sonra, bir başka şehirdeki o cezaevi koğuşunda, 15-20 kişiyi nasıl bir coşkuya boğduklarını elbette bilemezlerdi.
Haberi ilk ben görmüştüm. Arkadaşları toplayıp haberi kısaca özetledim. Hemen yorumlar ve sorular başladı: “Kayseri’de mi kurulmuş?”, “Kongre tarihi yazılı mı?”, …”2 Şubat”… Bu son sözleri söyleyen Tekel işçisi Ramazan ağabeydi. O an kafamda tek şey belirdi: Ramazan ağabey partili! Öyle ya, kuruluş tarihini gazetede okumadan söyleyivermesi ancak onun partili olmasının göstergesi olabilirdi, yoksa nasıl bilebilirdi? 17-18 yaşında bir genç komünist olarak, Ramazan ağabey uzun süre kafamda partiyi temsil etti.
12 yıllık Tekel işçisiydi. Yıllardır tütün balyası taşımaktan kolları ve vücudu olağanüstü gelişmiş, biçimsiz bir hal almıştı. Şehre çok yakın bir ilçede oturuyor, fabrikadan çıkınca bahçesinde çalışıyordu. İlkokulda okuyan iki kız çocuğu vardı. Ziyaretlerde gördüğüm ve “bizim Köroğlu” dediği eşi, kendisine yakıştıramadığım kadar güzeldi.  Bütün bir ziyaret boyunca ısrarla ve gülümseyerek, o camın ardından Ramazan ağabeyin gözlerinin içine bakardı. O bakışları görünce Ramazan ağabeyin “yandığım tek şey bizim köroğluna okuma-yazmayı bir türlü öğretemedim” derken doğru söylemediğine inanmıştım.
Yan yana iki ranzada aylarca yattık. Aramızdaki yaş farkına rağmen çok güzel bir arkadaşlık yaşadık. Her akşam ‘yat’ saatinde başlayan özel sohbetimiz saatler sürerdi. Daha doğrusu o anlatırdı, ben dinlerdim.
Toprağı ve fabrikayı çok iyi biliyordu. İlçesini bir kez gördüğüm halde kısa sürede her şeyini öğrenmiştim. Adeta bir ziraat mühendisiydi. Ekip-diktiği bitkiler, bakımları hakkında her şeyi biliyor, neyi ne zaman nasıl yapmak gerektiğini, mahsulün korunması, ekime hazırlanma, tohumlar, tarım araçları konusunda her şeyi büyük bir ciddiyetle anlatıyordu. Çalıştığı fabrikayı da avucumun içi gibi öğrenmiştim. İş nasıl yapılır? Tütün ne zaman gelir, nasıl kırılır? Sigara kâğıdı nereden gelir, tütün kâğıda nasıl yerleştirilir, filtre içimi nasıl etkiler, böcek öldürücüler tütünü ve insan sağlığını nasıl etkiler?
Sözü döndürüp dolaştırıp bana getirirdi sonunda. Tecrübemi, bilgimi, eksikliklerimi beni konuşturarak ortaya çıkarır, sonra sözü tekrar alır ve yumuşak bir dille eleştirmeye başlardı. Gençlik hareketinin özel bir alanında çalışıyordum. Gençliğin, hele hele öğrenci gençliğin hareketi ve onun sorunlarına karşı bunca ilgili, ötesi de var, bunca bilgili olması gerçekten çok şaşırtıcıydı. Bir kere yaş ve yaşayış olarak öğrenci gençliğin mücadelesine çok uzaktı. Buna rağmen gençliğin mücadelesine ve sorunlarına çok yakındı. İtiraf etmeliyim ki dışarıdayken içinde bulunduğum organın zaaflarını ilk kez orada, o koğuşta gerçekten anladım. Aktardığım ilişkilerde yanlış bulduğu noktaları, kendi fabrikası, mahallesindeki komşu ilişkileri veya hayatının herhangi bir kesitinden benzer örnekler çıkararak öyküleştirir, yaşanmış örnekler olarak aktarır, sonuçlarını yorumlardı. O bunları yaparken ben heyecanlanırdım. Çünkü kafamdaki şablon bozulur, yerini tamamıyla yeni bir anlayışa bırakırdı.
Bütün hapishane yaşantımız boyunca ağzından ‘kitabi’ tek bir cümle duymadım. Aylar süren sohbetlerimiz, mücadeleye, hayata ilişkin konuşmalarımız hep kendi yaşantımızdan oldu. Örnekleri ne Rus devriminden, ne de ustaların sözlerinden verdi. Burada ne teoriyi küçümsemek amacındayım, ne de Ramazan ağabeyin teorik seviyesinin düşüklüğüne dikkat çekmek istiyorum. Bu tamamen yanlış olur. O bunu bilerek yapıyordu. Koğuşun, buradaki devrimcilerin bilgi ve bilinç düzeylerini göz önüne aldığı için ‘kitabi’ olmaktan özellikle kaçınıyordu. Bundan eminim. Çünkü o zamanlar devrimci komünistlerin esas tartışma konularından biri olan Üç Dünya Teorisi üzerine sohbetler ve koğuşta kendi aramızda yaptığımız bilgi yarışmaları, Ramazan ağabeyin teorik seviyesini kanıtlıyordu.
Yalnız bana karşı değil, koğuştaki herkese karşı öğreticiydi, sorun çözücüydü. O yalnızca yaşıyla değil, her haliyle herkesin saygısını kazanmıştı.
Aslında herkesten çok sorunu vardı. Sözgelimi koğuşta o ve onunla birlikte gelen iki işçiden başka kimsenin aile geçindirme sorunu yoktu. İçeri düşünce iki çocuk ve eşi ortada kalmıştı. Üstelik çocukların okulu ve küçük bir ilçede oturuyor olmaktan ileri gelen çevre dedikoduları, ilçede hakkında çıkacak olumsuz söylentiler söz konusuydu. Bütün bunlara göğüs gerdi. Ayrıca bizimle ve birlikte geldiği iki işçiyle uğraştı.
Ramazan ağabey, fabrikasındaki iki işçiyi daha ikna etmiş, şehirdeki yasadışı bir gösteriye getirmişti. Hep birlikte yakalanmışlar. İki işçi fabrikanın ‘iyi’ unsurlarıymış. İşçiler poliste, ‘Bizi Ramazan getirdi’ demişler. Bunlardan özellikle biri sık sık ağlar, çocuğunu özlediğini söylerdi. Bu güne kadar karakola adres sormaya bile gitmemiş. Başlarda Ramazan ağabeye, ‘Başlarını yakan kötü arkadaş’ gözüyle bakmış, uzun süre konuşmamıştı. Diğeri daha soğukkanlı ve durumu iyiydi. Onun da başına ilk kez geliyordu böyle bir şey.
Ama olmuştu bir kere. Mutlu değildi ama kahretmiyordu da. Bazen diğerinin etkisinde kaldığı oluyordu.
Ramazan ağabey tutukluluk süreleri boyunca iki ‘cürümüyle’ özellikle ilgilendi. Onların kendi ismini polise vermelerini sorun etmedi hiçbir zaman. Büyük bir sabır gösterdi. Sık sık kaprisleriyle karşılaştı. Sürekli konuştu onlarla. Sevinçle ifade etmeliyim ki, tahliye olduklarında her ikisi de baştaki gibi düşünmüyorlardı. Gösteriye ‘kandırılma’ sonucu değil, kendi iradeleri ile faşizme karşı nefretlerinin bir ifadesi olarak katıldıklarına inanıyorlardı. Cezaevinden üçü birlikte eski sevgili dostlar, yoldaşlar olarak çıktılar. Onları ve hepimizi eğitti.
Ramazan ağabey kişiliğiyle, bilgisiyle (ki o zamanlar hem fabrikada balya taşıyarak, sonra da toprakla uğraşarak bunca bilgiyi ne zaman ve nasıl edindiği aklımın almadığı bir durumdu) davranışlarıyla örnek bir komünist olarak kaldı hafızamda.
Tanıdığım partili yoldaşlarda gözlediğim ortak bir özelliği belirtmeden geçemeyeceğim. İtiraf etmeliyim ki, hareketimiz içerisinde bu özelliği partili yoldaşlar dışında ya hiç kimsede görmedim, ya da pek az kişide gördüm. Ama asıl yoldaşlarda gördüm. Bu özellik: Siyasal ve kişisel olgunluk, çalışma alanına hâkimiyet, alanın sorunlarının bilgisine sahip olma ve onu doğru biçimde değerlendirebilme yeteneğidir.
İlk anda bunların birbiriyle ilişkisiz, birbirinden bağımsız olgular olduğu düşünülebilir. Hayır. Bunlar arasında çok sıkı bir ilişki var. Siyasal ve kişisel olgunluk, bilgiyi doğru değerlendirme, doğru yorumlamayla çok yakından ilgilidir. Alan çalışmasının başarısı, o alandaki partizanların siyasal ve kişisel özellikleri ile yakından ilgilidir.
Yaşadığım şu örnek bunun en güzel göstergesidir: İki yıl kadar önce ‘bizden’ olduğu konusunda yakın çevremizde epey laf dolaşan bir sendikacının durumunu Şeref yoldaşla konuşuyorduk. Çeperimizde sendikacı hakkında epey iyi şeyler söyleniyor. Bilgiyi yoldaşa aktardım. Şeref yoldaş gülümsedi, tanıyordu onu, “Doğru, bizdendir. Ama sendika ağası, bizim de en az bir sendika ağamız var artık!” İşçi, hele sendikacı ‘bizden’ olunca akan sular duruyor. Kimsenin gözü başka bir şey görmüyor. Kimse o sendikacı hakkında böyle bir yorum yapmamıştı, o ana kadar. Şeref yoldaş, esprili bir dille ve tek cümleyle bir tablo çizmişti. Yaklaşımı hiçbir tereddüt ve tartışma götürmeyecek kadar açıktı. Birincisi, ‘sendika ağası’ sıfatıyla ve alaya almasıyla sendikacının konumunun partinin bilgisi dâhilinde olduğu ve çok ciddiye alınmadığını ifade etmiş oluyordu. İkincisi ‘bizim de bir sendika ağamız var artık’ diyerek biraz da ‘kendimizle’ dalga geçiyordu! E, hep revizyonistlerin, reformistlerin sendika ağası olacak değil ya!
İşte bu örnek Şeref yoldaşın hem kişisel, hem siyasal olgunluğunun göstergesidir. Bu olgunluk ona doğru değerlendirmeler yapmasının da yolunu açıyor. Ne çeperimiz gibi eleştirisiz kalıp ‘sendikacı’ diye adamın zaaflarını görmezlikten geliyor, ne de ‘sendika ağası’ deyip elinin tersiyle bir kenara itiyor.
Bu değerlendirme, partinin sendika(cı) konusunda hedefli bir plana sahip olduğunun göstergesidir. Bu plan, yoldaşın kafasında herhangi bir soru işaretine yol açmayacak kadar nettir. Netlik, rahatlık sağlıyor. Yoldaşın esprili ve alaycı yaklaşımı bu rahatlığın sonucudur. Netliğin sağladığı rahatlık kendine güvenin de ifadesidir. Netlik, rahatlık, kendine güven: İşte insana kendisiyle bile alay edebilme cesaretini verebilen erdem!
Tersi durumun sekterizm olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal ve kişisel sığlık, alana hâkim olamama, bilgisini değerlendirememe, siyasal facialara varıncaya kadar pek çok skandalın konusu olabiliyor. Böyle durumlarda içimizde kalmaması gereken unsurların baş tacı edilmesi, kazanılmaması için ciddi bir neden olmayanların da dışlanması yaşanmış örnekler olarak karşımızda duruyor.

Şubat 1993

İncirlik, çekiç güç ve “ulusal onur”

“İncirlikteki Çekiç Güç bostan korkuluğu değil. Ona müsaade ettiğimiz yerde onun neyi yapması lazım geldiğini biliyorsunuz. Müsaade etliğiniz yerde (bu 1991 senesinin ocak ayıdır) neticelerine katlanacaksınız. Ama suya sabuna dokunmasın orada otursun. Orada görevi yoksa niye otursun? Orada bir görevi var. O görevi de daha önce kabul etmişsiniz.” (Türkiye Başbakanı Demirel, 19 Ocak tarihli gazetelerden).
Başbakan Demirel bu sözleri, İncirlik’ten kalkan, Türkiye’de üslenmiş Çekiç Güç filolarından, Amerikan uçaklarının Irak’a saldırısı ve bir Irak uçağını düşürerek füze bataryalarını da bombalaması sonrasında söylüyor. Yanıtladığı soru, “Biz, Türkiye olarak İncirlik’ten dolayı işin içine iyice girmiş olmuyor muyuz?”dur.
Daha çarpıcı olan ise, Türkiye’de üslenmiş Çekiç Güç’ün faaliyetlerinin hiçbir şekilde Türkiye’nin, Türk hükümetinin iznine bağlı olmadığının açıkça kabul edilmesi ve üstelik hükümetin tutumunun bu “izne bağlı olmayış”, ile açıklanmasıdır:
“Bunlar aslında Çekiç Güç’ün fonksiyonu içinde olan şeyler. Müsaadeye tabi şeyler değil.” (Demirel)
Bu, bir ülke yetkilisinin kendi ülke toprakları üzerinde egemen olmadığının, Türkiye’nin en azından kendi topraklarından bir kısmı üzerinde hak sahibi bulunmadığının, açık olarak ikrarıdır. Türkiye topraklarının Türk yetkililerinin bilgisi ve onayı olmadan bir başka ülkenin silahlı kuvvetlerince, Amerikan askeri kuvvetlerince doğrudan kendi istek ve çıkarları doğrultusunda saldırgan amaçlar için kullanılabileceği ve kullanıldığı anlamına geliyor bütün bunlar. Türkiye hiç bilgisi ve hatta ilgisi olmadan Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin savaşçı politikaları doğrultusunda, onların savaş arabalarına bağlanabilecek ve bir savaşa sürüklenebilecektir. Bu, Türkiye’nin icracı en üst yetkilisi tarafından kabullenilmektedir. Bu, sömürgeliğin kabullenilişidir.
Başta Amerikan emperyalistleri Irak’ın Kuveyt’i işgaline yeşil ışık yakarak, Ortadoğu’da askeri güç bulundurmalarının “ikna edici” ortamını hazırlamaya yönelik bir politika izlemişler ve Irak’ın Kuveyt’i ilhak etmesini ona saldırılarının gerekçesi olarak kullanmışlardı. Yerine bir uşak alternatif oluşturulamayınca Saddam “mecburen” yerinde bırakılmış, ama Irak’ın 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyine ilişkin hükümranlık hakları yok sayılarak Irak Hilen Orta Irak’a küçültülmüştü. Onur kırıcı koşullar dikte ettirildi Irak’a. Her şeyi denetimden geçirilecekti, kendi topraklarını kendi isteğince kullanamayacaktı. Ama bu onur kırıcı koşullar yalnızca Irak’a dikte ettirilmedi. Suudi Arabistan da aynı durumdaydı. Ve Türkiye de. Amerikan silahlı kuvvetleri çeşitli isimlerle ve doğal ki, belirli uluslararası anlaşmalarla bu iki ülkeye yerleşmişti. Yalnız yerleştikleri bölgelerde kendi bildiklerince davranmayacaklar, üslerinden Irak’a yönelik faaliyetlerinde de tamamen özgür olacaklardı. Her iki ülkenin de, topraklarında üslenmiş yabancı silahlı kuvvetler ve askeri faaliyetleri üzerinde hiçbir denetim ve söz hakları bulunmuyordu. Amerikan emperyalistleri ve koalisyon ortakları yalnız düşman olarak Irak’a değil, dost olarak Suudi Arabistan ve Türkiye’ye de kendi koşullarını dikte ettirmiş, kendi savaşını yürütmek için Ortadoğu topraklarında kimseye hesap vermeden cirit atmaya başlamıştı. Ve Türkiye ile Suudi Arabistan durumu “anlayışla” karşılıyorlardı.
Irak’a, son Amerikan-İngiliz saldırısı başlayınca, Irak’ın misilleme ihtimalini dikkate alan Amerikan komutanı Suudi kralını uyarmıştı: “Sığınağa in!” ve kral bu emri tutarak yeraltına inmişti. Çoktan sürüngenliği kabul etmişti. “Çok şükür”, Türkiye’de yetkililerimiz yeraltına inmediler. O yönde bir emir gelmemişti Amerikalı komutanlardan. Ancak sürüngenlik Türkiye’de de yerleşik haldeydi.
Türkiye’nin başlarda ardına sığındığı gerekçe “uluslararası hukuk kuralları”, “Birleşmiş Milletler kararları” olmuştu. Körfez savaşı sırasında da Türkiye davranışlarını bunlarla izah etti. Birleşmiş Milletler, yeni bir Cemiyet-i Akvam olarak tümüyle Batılı büyük devletlerin, en başta Amerikan emperyalistlerinin bir kuruluşuydu, onların politikalarının kamufle aracı olan bir emperyalist kuruluştu; ama, yine de patronların kullandıkları çeşitli ülkelere kendi konum ve politikalarını legalize edecek, “meşru” kılacak bir görüntü sağlıyordu. Oysa Irak’a yönelik son saldırıda ne BM kararları vardı ne de bir başka uluslararası hukuk normu geçerliydi. Hatta durumun legalize edilmesi ve meşru gösterilmesiyle görevli burjuva medya, savaşı, “Başkanlığının son günlerindeki ihtiyar Bush’un kindarlığı” ile açıklama zorunluluğuna bile itiliyordu. Sığınılacak gerekçe yoktu çünkü. 36. ve 32. paralel yasaklarını BM değil, Amerikan-İngiliz-Fransız koalisyonu koymuştu. Üstelik Irak uçağının düşürülmesi ve Irak’ın bombalanması şeklinde gelişen son saldırıya şimdi Fransa da muhalifti. Saldırgan ikiye inmişti: ABD ve Birleşik Krallık. Ve Amerikalılar savaş arabalarına bağlayacak Türkiye gibi ülkeler buluyorlardı. Çekiç Güç anlaşması yapılmıştı, Türkiye gereğini yerine getiriyordu.
Saldırının hemen sonrasında, önce Hikmet Çetin, Türk Dışişleri Bakanı, “Bize başvuru olmadı, İncirlik’in kullanılmasına sıcak bakmıyoruz, izin vermedik” derken Demirel de sabah saatlerinde “İncirlik kullanılmadı” şeklinde demeç veriyordu. Aslında iş geçiştirilecekti, Irak uçağının İncirlik’ten kalkan uçaklarca düşürüldüğü boğuntuya getirilecekti; ama olmadı. Beyaz saray sözcüsü basın toplantısında olayı açıkladı ya da ağzından kaçırdı. Ve arkasından dehşetengiz Türk açıklamaları geldi: İncirlik için izne gerek yok!”
İncirlik’in kullanılması ve Çekiç Güç, başta Amerikalılar olmak üzere koalisyonla Türkiye arasındaki bir anlaşmaya bağlıydı. İncirlik’in kullanılması, ilk kez 1947’de yapılan ve sonra geliştirilen askeri işbirliği ve yardım anlaşmalarıyla olanaklı hale gelmişti. Çekiç Güç ise, bu anlaşmaların belirli somut bir hedefe, “Kuzey Irak’ın himayesi ve gözetimi” hedefine yönelik olarak özelleştirilmesiydi. Çekiç Güç’te Türkiye de asker bulunduruyor ve bu güç, Irak’ın ‘saldırı’ ihtimaline karşı bir ortak “savunma” gücü olarak önce Silopi sonra da İncirlik’te konuşlandırılıyordu. Nitekim Amerikan uçaklarının, Irak topraklarında Irak uçaklarını düşürür ve ateşlenmeyen Irak füze bataryalarını bombalarken “meşru müdafaa” durumunda olduklarında karar kılındı.

ÇEKİÇ GÜÇ, BURJUVAZİ GÖRÜNÜŞ VE ÖZ
‘İzne gerek yok’ diyerek, aslında kağıt üzerinde izne bağlı ama uygulamada hiçbir zaman izne bağlı olmayan, üstelik “izne bağlılığı’nın gerçekleştirilmesi ve denetlenmesi olanaksız yabancı askeri güçlerin ülkenin egemenlik ve hükümranlığını ayaklar altına alan varlığı ve konumlanışına onay veren Demirel, suçu Çekiç Güç anlaşmasına ve bu anlaşmayı yapanlara atma yoluna gidiyor. Aslında bu noktada haksız sayılmaz: Bu tür sömürge anlaşmaları bir kez yapılmaya görülsün. Kâğıt üzerinde “izin gerekli” diye yazsa da, gerçeklikte “izin” tartışması yapılmasına bile olanak olmayacaktır. Bu tür anlaşmalar “kurt-kuzu” anlaşmalarıdır. Genel olarak bir güç ilişkisini yansıtan ve güce dayanan anlaşmalar, “kurt-kuzu” ilişkisi söz konusu olduğunda, kuşkusuz kurtlar tarafından ve kendi çıkarlarına kullanılacaktır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ancak önemle altını çizmek gerekir ki, tarih, bu tür anlaşmaları yapan ve sömürgeleşmeye pirim verenler kadar, uygulayanların da ruhlarını “minnetle” anmaktadır!
“İzne gerek yok” diyen Demirel’in “müsaade ettiğiniz zaman neticelerine katlanacaksınız. Çekiç Güç bostan korkuluğu değil. Ona müsaade ettiğiniz yerde onun neyi yapması lazım geldiğini biliyorsunuz”, görüşlerini ileri sürerek suçu anlaşmayı yapanlara atması inandırıcı ve durumu kurtarıcı değildir. Demirel, anlaşma imzalanırken kendisinin muhalif oluşuna atıfta bulunuyor. Nasıl bir muhaliftir Demirel? Çekiç Güç’e, arkasındaki Amerikan emperyalizmine karşı mıdır? Muhalif olan, iktidara geldiğinde anlaşmayı fesheder. Kaldı ki, Çekiç Güç’ün görev süreleri 6 aylıktır ve anlaşma altı ayda bir uzatılmaktadır. Demirel-İnönü ortaklığı bu anlaşmayı defalarca uzatmıştır. Hem de son kez anlaşmanın imzacısı ANAP bile eleştirenler sanrıdadır.
Burjuva partisi tam bir oyun oynamaktadır. Çeşitli hizipler halinde örgütlü burjuva partisi anlaşmayı gerçekleştirmiş ve uygulanmasına olanak sağlamıştır. Farklı hizipleri ise, gerek anlaşma imzalanırken gerekse biz “neticelerine katlanırken” görünüşü kurtarmak için kayıkçı dövüşü yapmaktadır. “Müslüman kardeş” Refah’ın bile anlaşmaya karşı “muhalefeti” muhalefet değildir. Burjuva partisinin hiçbir hizbi, hiçbir yetkili gerçek bir muhalif ses yükseltip gereğini yerine getirmeye girişmemiştir. Anlaşma imzalanırken, halkın anti-emperyalist duygularını okşayarak oya tahvil etmeye çalışan Demirel ile İnönü’dür; anlaşmanın gereği yerine getirilirken, Çekiç Güç uçakları Irak’ı bombalayıp uçaklarını düşürürken aynı şeyi yapan ANAP’tır, CHP’dir. Refah her iki dönemde de iktidarda olmadığından bu iki koşulda da oy tahvilciliği konumundadır.
Önemli olan, ulusal değerleri ve onuru dolarla trampa etmiş aşağılık burjuvazi ve burjuva partisinin, göstermelik tutumlar bir yana sahip olduğu asli nitelik, değerler ve tutumunun Özüdür: Sömürge burjuvazisi, ulus ve ulusal değerlere ihanet, ulusal onursuzluk ve her şeyiyle emperyalizme ve onun savaş arabasına bağlanma.

ESKİ BİR ÇEKİÇ GÜÇ: GOBEN VE BRASIAU
Türkiye, Birinci Emperyalist Savaş’a da böyle girdi. O zaman Amerikalılar değil, Almanlar vardı. Efendi Almanlardı. Anlaşmalar onlarla yapılmıştı. Maliyeden askeriyeye kadar uzman adı altında kumanda, Almanlara terk edilmişti. Orduyu ^Alman generalleri yönetmekteydi. İttihatçı paşalarımız, başta Enver, tam bir Alman hayranıydı ve geleceklerini, bu arada ülkenin geleceğini Alman emperyalistlerinin geleceğine bağlamışlardı. Pan-Türkist özlemlerle Almanya’nın galip çıkacağı bir savaşın nimetlerinden pay kapma sevdasına kapılmışlardı. Balkanlar ve yıkılacak ya da geriletilecek Rusya’nın Orta Asya’ya kadar uzanan Türkî bölgeleri, Türk burjuvazisinin, İttihatçıların iştahını kabartmaktaydı. En azından “hasta adam” konumundan kurtulmanın tek yolu olarak onlara görünen, Alman savaş arabasına bağlanmaktı. Ve Osmanlılar emperyalist savaşa, Amerikalıların Irak’a- saldırısının oluşturduğu durumun benzeri bir emri vakiiyle sürüklendiler.
Bir tek Enver biliyordu. Alman Kayzeri ve generalleri Osmanlıları Almanya’nın yedeğinde savaşa çekmek için alınan iki savaş gemisini, Goben ve Braslau’ı Karadeniz’e Rus limanlarını topa tutmaya yolladılar. Birisi sonradan Yavuz ismiyle tanınacak iki zırhlı gizlice Boğazlardan süzüldü gitti, Rus limanlarını bombaladı. Ve Osmanlılar savaşa atıldılar gözleri kapalı. Anlaşma yok muydu o zaman? Vardı. Türk-Alman işbirliği anlaşmaları vardı. İzin? “Kuzu”nun izninden ne olacak? Vermemek olanaklı mıydı? Ekonomisini, maliyesini, ordusunu Almanların yönetimine bırakmış Osmanlının boyun eğip Almanların peşi sıra sürüklenmek ve yedeklerinde savaşa girmekten başka olanağı, bu tür başka olanakları gerçekleştirecek güç ve takati olabilir miydi? Emri vakinin koşulları hazırlanmıştı. Aynı şimdi tüm ekonomi ve maliyenin Amerikan yönlendirmesinde bulunması yanında, ordunun da örgütlenişi, talimnameleri, stratejik yönelimi, NATO’nun komutasında oluşu, personel eğitimi ve silah araç ve gereçleriyle Amerikanlaştırıldığı koşullar gibi. Çok taraflı NATO ve iki taraflı Türk-ABD anlaşmalarıyla kıskaca alınmış, topraklarında daha 1970’de 32 milyon metre karelik araziyi kendi egemenlik alanı dışında üsler olarak Amerikan emperyalizmine tahsis etmiş, 2. Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana yeni efendi ABD tarafından, her yönüyle güdülen Türkiye, burjuvazisi ve burjuva partisi eliyle nasıl efendinin sözünden çıkamıyor ve topraklarının kullanılmasının nasıl yalnızca göstermelik tartışması yapılabiliyorsa, 1. Emperyalist Savaş’a da öyle girmişti. Burjuvazi elinde, ulusal ihanet ve onursuzluğun tarihi tekerrür ediyordu. Bir kaç fark şu noktalardadır: Almanya’nın emperyalist savaşa sürüklediği Türkiye, henüz Amerikan emperyalistleri tarafından savaşa ancak dolaylı sürüklenmiştir. Amerika’nın savaşında toprakları kullanılmış, topraklarından kalkan uçaklar Türk hükümetinin bilgisi dışında başka bir ülkeyi bombalamış, ama Türk silahlı kuvvetleri savaşta doğrudan yer almamıştır. Aslında Amerikan savaşının sonunda oluşan durumda gerçekleşen Kuzey Irak operasyonları adı altındaki savaşları bir yönüyle bu savaşın bir parçası saymak gerekir. Çünkü Amerikan savaşının bir boyutu da Kürt sorunudur. Irak topraklarında gerçekleşen Türk-Kürt savaşı bu nedenle Amerika’nın açtığı savaşa bağlanmaktadır.
İkinci farklılık noktası, sömürgeciliğin “uygarlaşmasına ilişkindir. Bugün ordunun başında görünürde Amerikalı komutanlar yoktur. ABD komutasını NATO dolayısıyla, uzmanları ve daha çok da muhripleriyle gerçekleştirmektedir. Ekonomi ve maliye de eskiye göre “millileştirilmiş”tir! Yetkili görevlerde ya da doğrudan denetçiler olarak Enver’in Alınanlarının yerinde şimdi Amerikalılar yoktur. Ama yalnızca denetçi değil dikte ettiriciler yok mudur? IMF, Dünya Bankası ve başkaları ne güne duruyor? Şimdi ulusal ihanet ve onursuzluğun biçimleri değişiktir. Öz aynıdır. Uygun koşullarda Türkiye’nin Amerikan savaş arabasına bağlanmış haliyle bir savaşa sürüklenmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Burjuvazi ve burjuva partisi devrilinceye ve uluslararası tüm anlaşmalar tek taraflı olarak feshedilinceye kadar.
Türkiye, ABD’nin peşinden Irak’a karşı savaşa henüz sürüklenmedi ve şimdiye dek Türkiye halkı Amerikan emellerinden kanıyla zarar görmedi. (Burada, Kuzey Kürdistan halkının savaşla ezilmeye çalışılmasını konu dışında tutuyoruz, yukarda değindik.) Ancak Türkiye halkının Amerikan emperyalistlerinin peşinde bir kaç kez kana bulanmanın eşiğinden döndüğünü bilmemiz gerekiyor.

İNCİRLİK VE U-2 CASUS UÇAKLARI
1960’da Türkiye bir U-2 olayı yaşadı. Yine İncirlik’ten kalkan, sıradan radarların algılayamadığı, çok yükseklerden uçan, sessiz Amerikan keşif uçakları Sovyetler Birliği üzerinde keşif uçuşları yapardı. Sovyetler bunlardan birini düşürdü.
ABD-Sovyet ve dolayısıyla Türk-Sovyet ilişkileri olağanüstü gerginleşti. Haydar Tunçkanat olayı şöyle anlatıyor:
“Meydandan yapılacak Amerikan uçuşları için Türklerden izin alınmaz ve gelecek uçaklar hakkında bilgi verilmez. Bu meydandan ilmi uçuşlar adı allında yapılan keşif uçuşları ve bunları yapan uçaklar gizlidir, bunların yanına Türkler sokulmaz, uçuşlar ve sonuçlan hakkında Türk ilgililere bilgi verilmez. 11-2 keşif uçağının Rusya’da düşürülmesinden önce, 1957 ilkbaharında Hava Harp Akademisi ile Adana İncirlik Üssü’ne yaptığımız bir ziyarette, meydanın Amerikalı kumandanı bize, kantin ve gazinoları gezdirdikten sonra, ‘burasının Amerikan Hava Kuvvetleri’nin nöbetleşe kullandığı, özellikle stratejik bombardıman uçaklarının inip kalkması için yapılmış bir hava üssü’ olduğunu söyledi ve ilmi keşif uçuşlarından hiç söz etmedi. Biz daha sonra, oradaki Türk Meydan Komutanı’na, burada uçuş yapan, kanatlan çok geniş ve tekerlekleri olmayan planör gibi bir uçak hakkında bilgisi olup olmadığını sorduk, Türk komutanı cevap olarak; ‘Evet, böyle bir uçak var, ve zaman zaman uçuş da yapıyor, fakat biz ne yaptığını bilmiyoruz, Amerikalılar uçuştan biraz önce, hangardan çıkarıp pist başına getiriyorlar, oradan havalanıyor. İndikten sonra da hemen hangara sokuyorlar. Bizden kimseyi yanına yaklaştırmıyorlar’ cevabını verdi. Müfreze 10-10 adıyla, bu keşif uçaklarının uçuşta topladığı bilgileri değerlendiren birlikten, bizim kumandanın haberi yoktu. Bir tesadüf eseri bir gün sonra, bu uçağı bir keşif görevinden dönüşte meydana inerken gördük ve Amerikalılar uçağı doğruca hangara götürüp kapattılar. 27 Nisan 1960’da Adana’dan kalkarak Rusya üzerinde düşürülen uçak bunlardan biri idi. “(İkili Anlaşmaların İçyüzü, s. 289)
Tunçkanat, İncirlik’in kullanılmasının Çekiç Güç anlaşmasından çok önce yapılmış başka anlaşmalarla olanaklı kılındığını ve 1954 tarihli olanının içeriğini şöyle özetliyor:
“23 Haziran 1954 tarihini taşıyan Askeri Kolaylıklar Anlaşması ile; Türk topraklarının, Amerikan kuvvetleri tarafından barışta ve savaşta kullanılması için gerekli müsaadeyi vermekte ve savunma tesisleri ve kolaylıklar adlan altında, barışta Amerikalılar tarafından Türk topraklan üzerinde üs, tesis ve mevziler kurulması ve bunların Amerikan askeri ve sivil personeli tarafından işgal edilerek kullanılması ve gerekli güvenlik tedbirlerinin de yine kendileri tarafından alınması kabul edilmektedir. Bu üs mevzi ve kolaylıkların kumandanları da Amerikalı olup Amerika’ya bağlıdırlar ve oradan aldıkları emirlere göre hareket ederler… Müşterek kullanılan Adana’daki İncirlik hava meydanında da durum bundan farklı değildir. Adana’daki İncirlik Hava Meydanı hakkında, 6 Aralık 1954 tarihli müşterek talimatta, Türk Hava Kuvvetleri’nin bu meydanı kullanmaları öylesine sınırlıdır ki, İncirlik’teki Türk birlikleri kendilerini adeta yabancı bir ülkede sanırlar. Türk hava kuvvetleri buraya sadece eğitim birlikleri gönderebilir… Türk ve Amerikalıların kullanacağı iniş pistleri, hangarlar ve uçak durak yerleri dahi ayrılmıştır. Meydandan yapılacak Amerikan uçuşları için izin alınmaz ve gelecek uçaklar hakkında bilgi verilmez.” (Agy.sf. 288)
İncirlik bir Amerikan toprağıdır; anlaşmalarla bu kabul edilmiştir. U-2, Irak uçağının düşürülmesi gibi çeşitli olaylarda “izin” tartışmalarının yapılması tamamen görünüşü kurtarmak ve egemenlik ve hükümranlık haklarının ABD’ye pazarlanmasının gizlenmesi içindir. Sorun, yalnızca yeni Çekiç Güç anlaşmasıyla da sınırlı değildir. Demirel’in suça, bu anlaşmanın imzacısı olarak ANAP’ı ortak etme çabasının da hiçbir anlamı yoktur. Aynı yöndeki İnönü gevelemeleri de kuşkusuz anlamsızdır.

EMPERYALİZMLE KÖLELİK ANLAŞMALARI YENİ DEĞİL
ABD ile ilk Askeri Kolaylıklar Anlaşması’nın tarihi 12 Temmuz 1947’dir. Bu, İnönü devrinde imzalanmış bir “yardım” anlaşmasıdır ve Türkiye’nin elini verdiği ABD’ye kolunu kaptırdığı tarihi belirler. Ne dediği bir türlü anlaşılamayan, ama devletin Amerikan emperyalistlerince yönlendirilmiş çıkarlarını savunmada yolundan yürüdüğü babası döneminde imzalanmış bu anlaşma ortada dururken ve hükümete geldiğinde Çekiç Güç anlaşmasının süresini uzatmak için grup kararı bile aldıramadığı partisinin bölünmüş görüntüsüne bile gönül hoşluğuyla katlanırken oğul İnönü’nün en küçük bir söz söylemeye hakkı olabilir mi?
1947 anlaşması, en önemlileri 1954’te yapılan ve bir kısmı Meclis’ten bile geçirilmeden yürürlüğe konan askeri kolaylıklar ve işbirliği anlaşmaları ile ve 1952’de girilen NATO anlaşması ile geliştirilmiştir. Şimdi Demirel’in, onca sahiplendiği Bayar-Menderes diktası tarafından ilerlenen ulusal ihanet yoluna bu yönüyle yönelttiği bir eleştiri yokken, salt oy kaygısıyla Özal’la sürtüşmesi ve Çekiç Güç anlaşmasının imzalanmasına muhalifliğini ileri sürerek işin içinden sıyrılmaya çalışması kimi kandırır? Üstelik hükümete geldikten sonra, Özal’dan daha çok Özalcı Amerikancı çizgiyi uygulamayı sürdüren, sözü edilen anlaşmanın uzatılması için elinden geleni yapan Demirel kendini kurtarabilir mi? “Devletin yüksek menfaatleri” ve “devlette devamlılık ilkesi” mi? O zaman susacaksın. Amerikancı nitelemesine ses çıkarmayacaksın. Kolay yola sapmayacaksın.
İlk kez kullanılmıyor İncirlik ve Amerikalıların İncirlik’i ve diğer Amerikan ve NATO üslerini izinsiz kullandığı bilinmiyor değil. En önemlisi izinsiz kullanıma olanak veren ikili ve çok taraflı anlaşmaların altında çeşitli Türk Hükümetlerinin, burjuva partisinin bir dizi hükümetinin imzalan yok değil.
Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, biraz şaşkın biraz kızgın bir yüz ifadesi ve ruh haliyle ilk önce belki tuttururum diye inkâr ederek, durumu idare etmeye çalışırken, ne son Çekiç Güç anlaşmasının ne de önceki anlaşmaların Türk iznini gerektirmediğini bilmiyor değildi. Şaşkınlık bu anlaşmaların içeriklerinden haberdar olmayan ve Amerikan ve Türk hükümetlerinin her kez bir bahane bulabilen tezgâhlarıyla kendilerini savaş içinde veya kıyısında bulan sıradan emekçiler içindir. Tıpkı kendilerini Goben ve Braslau zırhlılarının Rusya’ya saldırısıyla bir emperyalist savaşın göbeğinde bulan Osmanlı emekçilerinin şaşırıp kızdıkları gibi. Tıpkı hiç haberdar olmadıkları U-2 olayıyla sonuçlarını ve kendi sırtlarından yapılan kan pazarlığını uzaktan izleyen ’60’ların emekçilerinin duyguları gibi.
Türk burjuvazisi, emekçilerin kanıyla oyun oynamaya alışkındır. Ulusa ihanetinin sonu yoktur. Uzun süredir, ulusal değerleri değiş tokuş ettiği şey dolardır. Ve İncirlik’in Demirel’in yolundan yürüdüğü Bayar-Menderesler eliyle gerçekleştirilmiş bir başka sabıkası daha var.

LÜBNAN’A SALDIRI ÜSSÜ DE İNCİRLİKTİ
İncirlik, 1959’da Amerikan deniz piyadeleri, Lübnan’a çıkarma yaptığında, yine saldırının örgütlenme merkezleri arasındadır ve Amerikan uçakları tarafından ve yine hiçbir izne gerek duyulmaksızın kullanılmıştır. Üstelik bu kullanım o zaman hiç de sorun olmamıştır. Kimse üstünde durmamıştır. Sovyet notası ise basına bile yansımamıştır. Ama yüksek teknoloji çağında artık savaşlar naklen yayınlanır ve Beyaz Saray sözcüsünün açıklamaları anında TV’lerden izlenirken tartışmaları önlemek ve Türk yetkilileri için de istenmeyen durumlara düşmek, üslerin izinsiz kullanıldığını ikrar etmek durumunda kalmak kaçınılmaz oluyor.
1955’te Irak’la Türkiye arasında “komünist yayılmaya karşı set” olarak kurulan Bağdat Paktına aynı yıl önce Pakistan ve sonra da İran’ın katılışını takiben Faysal Irak’ına yönelik “yıkıcı” tutumları nedeniyle Amerika ve İngiltere’nin “tazyiki” ile 1957’de Suriye’ye yönelik olarak TBMM’den onay bile almadan giriştiği ciddi savaş hazırlıkları ve Suriye’ye müdahaleden Menderes hükümetinin son anda (doğal ki Amerikan isteğiyle) vazgeçmesi sonrasında Ortadoğu karışır. ’58’de Faysal devrilir. 56 sonbaharında İngiliz-Fransız kuvvetleri İsrail’le birlikte Mısır’a saldırmışlar, Süveyş işgal edilmiştir. Lübnan karışıktır. Kamil Şamun yardım ister. Amerika Lübnan’a müdahale eder. O zaman açlık sorunu gibi bir “insani” amaç da göstermek gerekmemektedir. Deniz piyadeleri Lübnan’a çıkar. ABD, deniz piyadelerini Lübnan’a indirmek için Türkiye’deki iki üssünü kullanmıştır. Almanya’dan gelen Amerikan deniz piyadelerini ve araç ve gereçleri taşıyan ABD uçakları önce Balıkesir hava alanına inerler. Oradan İncirlik’e naklolurlar. İncirlik’ten kalkan uçaklar ise Lübnan’a sevkıyat yapar. Sözü H. Tunçkanat’a bırakalım:
“Amerikalılar Lübnan’a deniz piyadelerini indirmek için Balıkesir ve Adana hava meydanlarını kullanmışlardır. Buralara iniş için Amerikalılar Türk Genelkurmayından izin almadıkları gibi haber de vermemişlerdir. Sabahleyin Genelkurmay Başkanlığı protokol subaylığına gelen Amerikan ataşesi Albay Green, şöyle konuşmuştu;
‘Gece, haber vermek için sizi ve İstihbarat Başkanını ve daha sonra da Genelkurmay Başkanını aradım. Fakat hiç kimseyi bulamadım. Bunun üzerine Büyükelçi Fletcher Warren Köşk’e giderek Cumhurbaşkanı ve Başbakan’dan izin aldı ve Adana’ya 11.000 kişi indirdik. Siz haberi ilgililere ulaştırın.’
“Bu harekatla ilgili olarak, Amerikan F-100 uçaklarının Balıkesir hava meydanına indiği gece, ben de uçuş için Balıkesir’de idim. O gece uçuş olmayacağını bildiğimden, nöbetçi subayına telefon ederek, uçuş yapan uçakların nereden geldiğini sordum. Nöbetçi subayı, ‘Almanya’dan geliyorlar, Amerikalılara ait F-100 uçakları, yakıt ikmalinden sonra Adana’ya gidecekler.’ Ben: Gündüzden bu uçakların geleceğine dair bir haber yoktu, haberi ne zaman öğrendiniz?’ Nöbetçi subayı: ‘Biraz önce.'” (.hgy, sf. 165)
Ve izin mercii hükümetin yetkili Bakanı Fatin Rüştü Zorlu hemen şu demeci verir:
“Türkiye hükümeti, Birleşik Amerika Devletleri’nin Lübnan hükümetinin talebi üzerine ve bu memleketin istiklalinin hariçten tertiplenen yıkıcı faaliyetlere karşı muhafazası maksadıyla, Lübnan’a kuvvet göndermiş olmasını tamamıyla tasvip etmekte ve bundan memnunluk duymaktadır!’
Bu dışişleri Bakanını idama yollayan 27 Mayısçıların, bazı iyi şeyler de yaptıkları görülüyor. Eskiden ulusal onura komünistler ve devrimciler dışında, en azından belli bir düzeyde sahip çıkan başka siyasal güçler de hâlâ vardı. Şimdi ulusal değerlere ve onura sahip çıkmak yalnızca komünistlere ve devrimcilere kalmıştır.
Lübnan çıkarması ve indirme harekatında İncirlik ve Balıkesir hava alanının, kısacası Türkiye topraklarının kullanılmasına olanak tanıyan 5 Mart 1959 tarihli “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti Arasında İşbirliği Anlaşmasıdır. Bu anlaşmada şöyle yazılıdır:
“… Karşılıklı İşbirliği Paktı (Bağdat Paktı-ÖD) üyelerinin adı geçen Beyannamede (Türkiye, İran, ABD ve İngiltere arasında 58’de Londra’da yayınlanan Beyanname) müşterek emniyetlerini korumak ve doğrudan doğruya veya dolaylı tecavüze karşı koymak hususundaki azimlerini beyan etmiş olduklarını nazari itibara alarak,
“Madde 1. Türkiye Hükümeti tecavüze karşı koymaya azimlidir. Türkiye’ye karşı tecavüz vukuunda, ABD Hükümeti, talebi üzerine Türkiye Hükümetine yardım etmek için, karşılıklı olarak üzerinde anlaşmaya varılabilecek şekilde ve Ortadoğu’da Sulh ve İstikrarı Sürdürmeye Yönelik Müşterek Karar Suretinde belirtildiği şekilde, silahlı kuvvetlerin kullanılması da dahil olmak üzere ABD’nin Anayasası’na uygun, gerekli her türlü harekete girişecektir.” (Agy, sf. 159)
ABD, bu anlaşma ile gerektiğinde Türkiye’ye Lübnan benzeri müdahale etmek üzere yetkilendirildiği gibi, Ortadoğu’da “dolaylı ya da dolaysız yıkıcılığa karşı” Türkiye ile işbirliği halinde Türkiye topraklarını kullanmaya da yetkilendirilmiş olmaktadır.
Çekiç Güç anlaşması, bu ve benzeri anlaşmaların özele indirgenmiş ve geliştirilmiş halinden başka bir şey değildir. Ulusal ihanet ve emperyalizme kölelik çizgisi içinde belirli bir yer tutmakta ve bu çizginin son halkasını oluşturmaktadır. Irak’ın bombalanmasının Ortadoğu’ya yönelik Amerikan jandarmalığı ve saldırganlığını son halkasını oluşturması gibi. Ne emperyalizme uşaklık ve ulusal ihanetin ne de emperyalist saldırganlığın sonu var. Emperyalist tahakküm ve ona zemin oluşturan kapitalist sömürü sistemi alaşağı edilmedikçe sonu da olmayacaktır. Ama uşaklık ve köleliğin bir başka anlamda daha sonu yoktur: Kölelik ve ulusal onursuzluk, kabullenen kimseye şan ve şöhret getirmediği gibi yanına kâr da kalmamaktadır. Menderes ve Fatin Rüştü, bunun burjuva partisinin kendi içindeki hesaplaşmasına bağlı örnekleridir. ABD’ye ilk ağızda biatini açıklayan, ilk bildirisi “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” yeminini içeren, kesinlikle Amerikan emperyalizminden kopuk olmayan ve böyle bir yönelimi de bulunmayan, ancak içinde ulusal ve reformcu eğilimler taşıyan 27 Mayıs hareketinin gerçekleştiricileri, kabarmış bulunan ulusal ve demokratik öfkeye birkaç kurban vermek durumunda ve zorunda kalmışlardır. Sonrasında gelişen anti-emperyalist özellikle gençlik hareketinin baskısıyla bu ulusal ve demokratik reformcu eğilim, uşaklık ve teslimiyetle hep ikinci plana itilmiş hali ile bir süre daha varlığını sürdürmüş ve özellikle iki darbeyle kendi iç düzenlenmesini de tam Amerikalı patronlarının isteklerine uygun şekilde gerçekleştiren ordunun koruyucu ve kolaycılığı altında bugünkü görünüşte “dikensiz gül bahçesi” ortamına varılmıştır. Ancak bu kez patlayacak öfkenin birkaç kurbanla yatışmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Özellikle 27 Mayıs darbesini takip eden koşullarda, sözü edilen ulusal ve demokratik reformcu eğilim abartılıp devletin en başta gelen şiddet örgütüne anti-emperyalizm ve demokratlık atfetmek bir dönem moda olmuştu. Amerikan tahakkümünden kurtuluşun yolu olarak hâlâ millici olduğuna inanılan orduya tel bağlamak ve ondan kaynaklanacak bir ilerici/anti-emperyalist eylemle Türkiye toplumunu emperyalist tahakkümün dışına ve ileri taşımak çıkış yolu olarak görülmüştü. Kanıt, ordu içinde milli duygular taşıyan subayların bulunuşu olarak gösteriliyordu. Kişilerle mekanizma ve örgütü ayırt etmeyen bu yaklaşımın hayalleri darbeyle yine bugünlere gelindi. Ne İncirlik’in kullanılışında bir değişiklik oldu ne emperyalizme kölelikte. Yalnıza kölelikte daha ileri noktalara gelindi. Ulusal onursuzluk sıradanlaştı. Her şey ayağa düştü. Önceleri gizli kapaklı yapılanlar, şimdi artık uluorta ortalıkta yapılır ve konuşulur oldu. Artık orduda ulusal değerlerin savunuculuğu emanet edilebilecek kimseler de gösterilemiyor. Kurtuluş, sadece ve sadece devrim ve komünizm davasının sürdürücülüğüne kaldı; şimdi, artık kurtuluştan söz eden hiç kimsenin başka bir yol ve yöntem önerebileceği koşullar ve kanıt olarak ileri sürebileceği bir-şey kalmamıştır.
Aslında bu, örneğin 1970 öncesi açısından da geçerliydi. Ordunun niteliği ve ilerici ve millici görüntü veren subaylar ilişkisinde asıl olanın birincisi olduğu ve bu ikisinin birbirine karıştırılmaması gerektiği örnekleriyle kaç kez yaşanmıştı. Celil Gürkan, Muhsin Batur, Faruk Gürler ve daha nice nice paşalar kurtarıcı olarak ileri sürülmüşler, ama emirlerindeki militarist aygıt ve burjuva sistemin kendilerinden istediklerini yerine getirmişlerdi. Saldırdıkları daima emekçiler ve onların davasını güdenler oldu. Örnek çok, ancak çarpıcı bir tanesiyle, Cemal Tural’ın gelişme çizgisiyle yazımızı noktalayalım.
1964’te işbaşında İsmet İnönü hükümeti vardır. İnönü, Kıbrıs’a müdahale kararı alır. Jetler Kıbrıs üzerinde uçmaya başlarlar. ABD Başkanı Johnson’un ünlü mektubunu alır İnönü. Harekât durur. Johnson 1947 tarihli İnönü dönemi ‘Yardım Anlaşması’nı hatırlatmaktadır. Bu anlaşmanın 2. ve 4. maddelerine göre Amerikan kaynaklı silah, araç ve gerecin Amerikan izni dışında kullanılma olanağı bulunmamaktadır. Sorun “milli” Kıbrıs davası da olunca milli duygular ayaklanır ve burjuva partisi, bu partinin hiçbir hizbi karşı görünmeye yeltenemez. Ordu, gençlik hareketinin anti-emperyalizminden etkilenen genç subayların baskısıyla en çok millici görünmek durumundadır. Hele dava “milli Kıbrıs davası” olunca manevra alanı olağanüstü dardır.
ABD emperyalizmi bu zor durumu ustaca, ama en çok da sahip olduğu sınırsız gibi görünen olanakların yardımıyla atlatır.
Cemal Gürsel hastalanır, tedavi olmak üzere gittiği ABD’de komaya girerek geri yollanır ve doktor raporuyla görevinden alınır. İsmet İnönü daha önceden başbakanlıktan düşürülmüş ve Amerika için daha uygun olanlar hükümete getirilmiştir. Başbakan yardımcısı Demirel’dir. Gürsel’in yerine, Amerika hayranlığı gün geçtikçe daha çok tescillenen Cevdet Sunay, Genelkurmay Başkanlığından istifa ederek gelir. Genelkurmay Başkanlığı’na ise Cemal Tural gelmiştir.
Tural, önce Amerika’ya sıcak bakmamaktadır. “Eski kafalı”dır. Amerikan emperyalizminin olanaklarından ve gücünden habersiz davranmaktadır. Emirler yayınlar. ABD ile yapılmış çoğu gizli anlaşmalar, Jonhson’un mektubu dolayısıyla gündeme gelmiştir. Ve Tural bir yandan dışişlerinden de bir temsilciyi davet ederek Genelkurmay bünyesinde oluşturduğu bir komisyona, ikili anlaşmaları bir araya toplama emrini verirken, diğer yandan da yeni anlaşmalar yapılmasına karşı emirler yayınlar. Tural, “eski kafası” ve gençliğin baskısıyla, ‘en çok da Kıbrıs davası ve Johnson’un mektubunun oluşturduğu hava içinde yayınladığı bir emirde şöyle der:
“1. ABD’nin yeni arazi talepleri kabul edilemez.
2. Hâlihazır tesislere ilaveten yeniden tesis kurulmasına izin verilemez.” Ve birkaç benzer madde ve benzer emir daha.
67de Genelkurmay Başkanı Orgeneral Tural Amerika’ya davet edilir. Emekli Orgeneral Refik Tulga geziyi ve Tural üzerindeki etkisini şöyle anlatır: .
“ABD’de bir Cumhurbaşkanı gibi karşılanmıştı. Tural’ın protokole göre 19 pare topla karşılanması gerekmekteydi. Oysa Amerikalılar Tural’ı 21 pare top alarak selamladılar ve böylece onu geleceğin başkanı saydıklarını belli ettiler. Bu Amerika gezisinden sonra Tural, ikili anlaşmalar konusunda farklı düşünmeye başladı.” (Devrim, 11-Kasım 1969)
Sermaye egemenliği koşullarında, büyük zenginliği ve gücüyle, geniş dikte ettirici olanaklarıyla, çatalına bıçağına kadar donattığı ordusu üzerindeki etki ve yaptırım kuvvetiyle bir büyük mekanizmayı harekete geçirerek burjuvazinin herhangi bir temsilcisi ya da kollayıcısını “yola getirebiliyor.”
Sorun, Demirel, İnönü, Tural vb. sorunu değildir. İncirlik ne ilk kullanılıyor ne de Irak’a yönelik kullanımı son olacak. Sorun, başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere emperyalizmle girilen kölelik ilişkileridir. Bu ilişkileri hedef almadan bir değişiklik sağlanması olanaksızdır. Emperyalizme kölelik sürdükçe Türkiye daha çok ulusal onursuzluklar yaşayacaktır. Gerekli olan, emperyalistlerle yapılmış tüm anlaşmalar dâhil tahakküm ilişkilerini kırmaktır. Buysa, hele bugünkü koşullarda kapitalist sistem dışına çıkılmadan başarılamaz. Sermaye egemenliği koşullarında bugün için Amerikan emperyalizmiyle baş edebilecek bir güç bulunmadığı gibi, bu tür bir gücün ortaya çıkması durumunda (şimdi örneğin Almanya böyle bir güç olmaya adaydır) öyle bir güce şöyle ya da böyle bağlanmadan Amerikan tahakkümünden kurtulmak yine olanaklı olmayacaktır. Eskiden Sovyet sosyal emperyalizmine dayanarak Amerikan tahakkümünden kurtulmanın yolları aranırdı. Amaç edinilen, açıklansın ya da açıklanmasın, ABD’nin yerini Sovyetler Birliği’nin almasıydı. Şimdi o köprünün de altından sular akmıştır.
Geriye tek yol kalıyor; Kapitalizmi de hedef alan bir mücadele içinde emperyalist kölelik ilişkilerini parçalamayı amaçlamak. Ulusal onursuzluktan kurtulmanın, ulusal ihaneti alt etmenin başka bir yolu bulunmuyor.

Şubat 1993

Genel Grev Ve Genel Grev Komiteleri

Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, tarihsel süreç içinde, kapitalist ilişkilerin ve buna bağlı işçi-işveren ilişkilerinin, yasal, sosyal, ekonomik ve politik çelişkilerinin had safhaya çıktığı dönemlerde, sınıflar-arası mücadelenin bir biçimi olarak GENEL GREV, işçiler açısından, bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.
Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerinin, her gün artan baskılar ve devasa boyutlara varan sorunları ve hükümetin her gün artan saldırıları karşısında, işçi ve emekçiler, hükümete ve kapitalist sınıfa karşı mücadelelerinin bir biçimi olarak, “işçi-memur el ele, genel greve” sloganını benimsedikleri, hemen hemen tüm eylemlerinde bu sloganın öne çıkardıktan izleniyor. Özellikle ’89 Bahar eylemleri sonrası işçi ve emekçilerin gündeminden genel grev talebi hemen hiç eksik olmadı.
İşçi sınıfının ve emekçi kesimlerin, bir işkolu ya da birkaç işkolu veya tüm işkolları düzeyinde, bölgesel ya da ülke çapında yaygın iş bırakma eylemi, genel grev olarak adlandırılır. Emekçi ve işçilerin, patronlar karşısında örgütlenme ve ekonomik haklarını elde etme amacıyla giriştikleri, yasaları ve kuralları zorlama eylemleri, tarihi süreç içinde çeşitli biçimler alarak gelişmişlerdir.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde; sokak gösterileri, ayaklanma veya silahlı mücadele gibi, daha ileri mücadele biçimleriyle birleşen, başka bir söyleyişle bu mücadele biçimlerine evrilen, genel grevler olduğu gibi, sadece bir süre iş bırakmalarla sınırlı kalan genel grevler de vardır.
Grevler, işçi sınıfının uzun bir mücadele sürecinde elde ettiği bir hak olmasına karşın, pek çok nedenlerle sınırlandırılmıştır. Buna karşın genel grev, tarihin hiçbir döneminde kapitalistler tarafından hak olarak tanınmamış, emperyalist-kapitalist dünyanın korkulu rüyası olarak hükümetler tarafından yasalarla ve reformist-revizyonist önlemlerle engellenmeye çalışılmıştır. Türkiye emekçi sınıfları için de bu böyledir.
Genel grevin uygulama alanı, sadece sendikalarla sınırlı işkolları düzeyinde olabileceği gibi, çeşitli örgütsüz emekçi kitlelerin de katıldığı daha geniş çapta eylem biçiminde, işsiz ve ev kadınlarını da kapsayan genel direnişle birleşebilir. Hatta tarihte, askeri garnizonların bile katıldığı, tüm halk kitlelerini kapsayan genel grevler ve direnişler görülür ki; böylesi geniş katılımlı bir genel grev, devrimci atılım dönemlerinde silahlı ayaklanmaya dönüşen, devrim durumunun olgunlaştığı süreçlerde devrimle biten sonuçlara varabilir. (Örneğin, 1917 Şubat Sovyet devrimi gibi.)
Devrim koşullarının henüz olgunlaşmadığı durumlarda genel grev, işçilerin ve emekçilerin, hükümetin ekonomi-politikasına karşı tehdit unsuru olarak, ya da herhangi bir ekonomik hak için veya yasal talepleri için, siyasal amaçlı yaptırım olarak uygulana gelmektedir. Kısacası, ülkenin içinde bulunduğu sosyal, siyasal, ekonomik, askeri durum ve emekçi, işçi kitlelerin örgütlenme düzeylerine bağlı olarak, genel grevin ortaya çıkması ve sonuçları çeşitlilik arz eder.
Kapitalist ülkeler ve onların hükümetleri, içinden çıkılmaz sorunlarla yüz yüze geldiklerinde, sistemin krize girdiği dönemlerde, işçi sendikalarının veya devrimci siyasi partilerin çağrısı ile gelişen genel grevi; yasal, askeri, siyasi ve ideolojik önlemlerle engellemeye çalışırlar ama bu uğraşlarında çoğu zaman başarılı olamazlar. Çünkü devrim ve karşı-devrim çatışmasında, güçler dengesinin emekçi sınıflar lehine işlediği dönemlerde, zor günlerin kaçınılmaz eylemi olarak kitleler; yasalar, egemen sınıfların sınıf içindeki bölücü faaliyetleri ve polisiye tedbirlere rağmen, genel grevi başarıyla uygulayabilir. Özellikle, sendikaların, işçi örgütlerinin henüz yeni kurulmaya başladığı veya sendikaların sınıfın taleplerine tümüyle sırt döndüğü dönemlerde, kendiliğinden gelişen yaygın iş bırakma, hatta fabrika işgallerine rastlamak olasıdır. Böyle dönemlerde, yasadışı oluşturulan komite vb. gibi işçi örgütleri veya sınıf partisinin eylemi genişleterek yaygınlaştırmaları olasıdır.
Reformist-gerici, sınıf işbirlikçisi çizgi izleyen konfederasyonların yönetimlerindeki sendikacılar, bir yandan hükümet ve işverenlerle iyi geçinmenin kendi çıkarları için gerekli olduğunu hesaplarken, diğer yandan, dayatan sorunlar karşısında temsil ettikleri sınıfın baskısı karşısında, sınıfın isteklerini gözetmek zorunda kalırlar. Koltuklarını kaybetmenin hesabı içinde, istemese de genel grev çağrısı yapabilirler. Böylece, patlayabilecek ve sonunun nereye varacağı belli olmayan gelişmeleri kontrol altında tutmaya çalışırlar. Çünkü çözümlenmeyen ve gittikçe derinleşen sorunlar yumağının, kitlelerde uyandırdığı isyan ruhunu, en az kapitalist sınıf kadar işçi aristokratları da çok iyi bilirler. Sınıfın kararlılık ve bilinçli bir direngenlik ölçüsünde her gün artan isyan ruhunun, kendi mevkiini de kaybedebileceği bir kaynama noktasına gelmesi durumunda, istemese de, işçi sınıfı talepleri doğrultusunda karar alma ve uygulama, zorunda kalırlar. Zonguldak direnişi örneği veya 3 Ocak genel grevinde olduğu gibi.
Genel grev, ister ekonomik, ister politik, isterse sosyal ya da hepsini içeren taleplerle gündeme gelsin, özünde siyasal bir içeriğe sahiptir. Çünkü doğrudan kapitalist sınıfa, hükümete ya da devlete yöneliktir. Bu nedenle devletin ağır baskılarını ve polisiye tedbirlerini de göğüslemesi gerekir. Böylece, tarihte siyasi örgütlenmelerin güçlü olduğu, kitlelerin üzerinde etkinliğinin artmaya başladığı dönemlerde, genel grevlerin uygulama olasılıklarının arttığı görülür.
Genel grev, sınıfın diğer grev türleriyle kıyaslandığında ileri bir eylem biçimidir. Ama kendi başına genel grev nihayet bir toplu gösteri olup, her sorunu çözecek bir sihirli alet değildir. Bu yüzden de Marksizm, anarşist ve anarko-sendikalist akımların tersine genel grevi fetişleştirmez. Yakın geçmişte yaşanan 3 Ocak eylemi bu fetişleştirmeye bir örnektir. Sendikalı işçilerin büyük çoğunluğu bugünlük iş bıraktığı halde (bu Türkiye işçi sınıfı tarihinde ilk genel grevdi) “solcularımız da Ş. Yılmazla aynı ağzı kullanıp “3 Ocak genel eylemi” dediler. Yılmaz gibileri, işçiler genel greve alışmasın diye genel grev adını ağızlarına almadılar. “Solcular1 ise; kafalarında genel grevi fetişleştirip her derdi çözecek bir eylem olarak gördüklerinden 3 Ocak’a genel grev adını yakıştırmadılar. Elbette 3 Ocak yasak savma olarak uygulandı ve uygulamaya sokan sendikacılar biriken potansiyeli heder ettiler. Ama 3 Ocak işçi, sınıfımız tarihindeki ilk genel grev olarak mücadele tarihine yazılacaktır.

TARİHTE BAZI GENEL GREV ÖRNEKLERİ
Tarihte, tek tek işyerlerinde grev veya eylem yaparak, pek bir şey elde edemeyeceklerini anlayan işçilerin, birleşik güçleriyle kapitalizme karşı koymalarının bir biçimi olarak çeşitli genel grev uygulamalarına rastlanır. Burada, en ilginçlerini örnek vermeye çalışacağız.
Kapitalizmin ilk nüvelerinin ortaya çıktığı İngiltere, Fransa, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde uzun bir süreçte ortaya çıkan sendikalar, kısa zamanda işçi sınıfının kapitalistlere karşı sadece ekonomik değil, siyasal mücadele araçları haline de geldiler.
İngiltere’de; 1900 yıllarında, Taff Vale Demiryolları işçilerinin grevi, işkolu düzeyinde tüm ülkede yaygın uygulanırken, kömür madencilerinin de katılmasıyla, sanayiyi alt-üst eden boyutlara varmıştı. Eylem sonunda işçiler, işverence mahkemeye verilmiş, grevi örgütleyen “Birleşik Demiryolları İşçileri Sendikası”, 30 bin pound gibi, ağır bir para cezasına çarptırılmıştı.
Kapitalizmin çöküntüsünün tüm verileriyle ilk ortaya çıktığı 1. Paylaşım savaşı esnasında ve sonunda, fabrikaların kapanması, işsizliğin artması ve savaş yıkımının halka getirdiği yoksullaşmanın etkisiyle, genel grevler, hemen tüm kapitalist ülkelerde gündeme geldi. İtalya, Almanya. Macaristan gibi ülkelerde, sayısız genel grevler birbirini izledi.
İngiltere’de, “savaş sonrası ekonomisinin, işçiler ve emekçiler üzerindeki yıkımı etkisi ile 1920’de çıkarılan olağanüstü hal yasasına rağmen, grevler yaygınlaşmıştı. 1926 yılında, ulaşım, demir-çelik, maden, inşaat ve basın işçilerinin katıldığı genel grev, askeri ve polisiye önlemlere rağmen yapılmıştı. Bu genel grev, İngiliz işçilerine, yasal yollarla ve sendikal eylemlerle, siyasal düzene karşı, genel grevin, tek başına çıkar yol olmadığı gibi bir gerçeği öğretmiştir. Ama kapitalistler ve hükümet daha çok şey öğrenmişti. Bu olaydan sonra hükümet, işveren ve sendika temsilcileri ile işbirliği temelinde kurulan “Ortak Dayanışma Komitelerini oluşturdular. Hükümet ve kapitalistler, olağanüstü hal yasası ile engelleyemediği grevleri ve sendikal eylemleri, geriye çekmeyi bu yolla başardı. İngiliz sendikaları, bu tarihten sonra bürokratik sendikacılık ve işbirlikçilik yolunda yeni mesafeler kaydettiler.
Almanya’da; 1. Paylaşım savaşı sonucu, “demokrasiye” geçen burjuvazi, hazırladığı anayasa ile işçi ve hizmet sektöründe çalışanlara sınırsız örgütlenme hakkı tanımıştı. Bu durumun getirdiği olanaklarla, Genel Alman Sendikalar Birliği (DGB)’nin üye sayısı 7 milyona ulaşırken, Hıristiyan Sendikalar Birliği’,1 milyonda kalmıştı.
1920’de ekonomik-sosyal krize giren Almanya’da, bu kaostan yararlanmak isteyen General Ehrardt, silahlı birlikleriyle Berlin’e girerek askeri darbe girişiminde bulunur.(Kapp darbesi) Bu darbeye karşı, ADGB’nin yönetim kurulu toplantısında alınan genel grev kararına, diğer sendikalar da katılmışlardır. General Kapp’ın askeri hükümeti, 1.200.000 işçinin katıldığı genel grev nedeniyle, ancak 5 gün yönetimde kalabilmiştir. Eyleme katılan işçilerin bir kısmı, yeniden parlamenter sistemden yana tutum alarak sendikacıların önerdiği yönetime katılma çağrısının peşinde giderken, diğer bir kısım işçiler, iktidarı ele geçirmek, bunun için işçi milisleri oluşturmak istemişlerdir. Demokratik bir işçi iktidarı talebi ile öne atılan işçilerin, bunu başaracak politik güçlerinin olmaması, amaçlarının başarısızlığını beraberinde getirmişti. İşçi hareketinin parçalanmasından yararlanan reformcular mücadeleyi bastırdılar. Alman Sosyal Demokrat Partisinin etkisiyle Özgür Alman Sendikalar Komitesi, sendika liderlerinin çoğunluğunun kararı ile Alman İçişleri Bakanı ile anlaşarak, “çalışma barışı kurma adına, grevlere son verdi.
İtalya’dan da üç örnek vereceğiz:
1) Rus proletaryasının dünya proletaryasına kazandırdığı deneyim ve devrimci ruhun etkisiyle İtalyan proletaryasının, 20 Mart 1920 Torino Genel Grevi deneyimi incelenmeye değer bir olgudur.
1915’teki Alman müdahalesine karşı ve 1917 İtalyan militarizmi ve emperyalizmine karşı iki ayaklanma yaşayan İtalyan proletaryası, 1920’de işçi konseylerini dağıtmak isteyen işverenlerin lokavtına karşı, genel grevle karşılık verdiler. Torino işçileri için olduğu gibi tüm dünya işçileri için de derslerle dolu olan 1 aylık genel grev, diğer emekçi katmanların 10 günlük geniş katılımıyla ve köylülerin toprak işgalleriyle genişlemiştir. Metal sanayisi ve diğer işyerlerinde işçiler, işletmeleri işgal ederek, kendi denetimlerinde üretime devam etmişlerdir. İşyeri komiteleri ve konseyleriyle kapitalist üretimin denetlenmesi olanakları ve koşulları, Torino’lu geniş emekçi Edeleri tarafından tartışılmış olan genel grev’e, Sosyalist Parti(hükümette) ile Genel İş Konfederasyonu aralarında anlaşma sağlayarak son verdiler. Askerler tarafından kuşatılan fabrikaları 12 Eylül’de boşaltan işçiler, işverenlerin denetiminde, 4 Ekim’de tekrar üretime başlarlar. Torino’nun İtalyan sanayisinin en büyük kenti olması nedeniyle, bölgesel bir genel grev olan bu eylem, tüm ülkeyi etkileyen bir siyasal başkaldırı olarak anımsanır. Bu eylemden sonra kapitalistler, faşist örgütlenmelere girişmişlerdir.
1922’de yönetime gelen Musollini’nin kurdurduğu “Faşist İşçi Örgütleri Konfederasyonu” dönemin de, sosyalist ve ilerici işçiler, bu sendikalarda gizli çalışma yürütmek zorunda kalmışlardır. Faşizmin yenilgiye uğradığı 1944 yılında Roma anlaşması ile grev ve toplu sözleşme ve örgütlenme özgürlüklerine kavuşan işçiler, İşçi Sendikaları Konfederasyonu (CGİL) altında toplanırlar. Komünist, sosyal-demokrat ve Hıristiyan işçilerin birliğini oluşturan bu konfederasyon içindeki komünist çalışmaların, sendika içindeki etkisinin artmasından hoşlanmayan hükümet, CGİL yöneticileriyle anlaşarak 24 saatlik genel grevi tezgâhlar. İşçi sınıfının birliğini parçalama ve gelişen politik grevleri böylece engelleme gayretiyle CGİL’in genel grev çağrısına uymayan komünistler, fabrikaları işgal ederek, anti-komünist genel grev uygulamasını protesto ederler. Bu eylemden sonra, CGİL’den ayrılan Hıristiyan işçiler ve sosyal demokrat işçiler, ayrı ayrı kendi konfederasyonlarını kurarlar. Bu eylem, anti-komünist genel grev olarak işçi sınıfı tarihinde ender olumsuz genel grevlerden birisidir.
Üçüncü örnek olarak, 1956’da, tabanlarındaki işçilerin yaygın politik eylemleri görülmeye başlandığında, üç konfederasyonun ortak eylem kararı alarak, genel greve başvurmaları diğer bir ilginç örnektir. Po ovası tarım işçilerinin başlattığı genel grev, tersane işçilerinin katılımıyla ülke çapına yayılmıştı.
Devrim öncesi Rusya’da, sanayileşmenin diğer Avrupa ülkelerine göre geç başlaması, işçi sınıfının uluslararası proletarya hareketinin deneyimleri ile sıkı bağları, sınıf çelişkilerinin hızlı ve radikal bir biçimde çözülmesinin koşullarını yarattığı görülür.
3 Ocak 1905’te, St.Petersburg’da başlayan grev kısa zamanda tüm ülkeye yayılan bir genel greve dönüşmüş ve 4 milyon kişi katılmıştır. Eylem sırasında işçiler, “fabrika ve grev komiteleri*” ile “işçi delege konseyleri” oluşturmuşlar ve hemen her bölgede sendikalarını kurmuşlardır. Moskova’da 50, St. Petersburg’da 44, Odessa’da 30, Nizhni Novgorod’da 18, Kharkov’da 15 sendika kurulmuştur. İller arası irtibat kurmak amacıyla “Merkezi Sendika Bürosu” kurulmuştu. Ayaklanmaya dönüşen genel grev, Çar polisinin şiddetli saldırısı sonucu ağır kayıplarla bitmiş, ama işçi ve emekçi sınıfların bu eylemde kazandığı deney, kendi kurtuluşuna yol açacak bir devrimin başarısı için önemli adım olmuştur. Bu olaydan sonra sendikaların çoğu Çar tarafından kapatılmış, açık kalanlar da polis denetiminde çalışmalarını sürdürmek zorunda kalmıştır. (Zobutov sendikaları). Rus devrimcileri, bu Çar sendikalarında da çalışmalarını 1917 Şubat Devrimine kadar sürdürmüştür.
7 Aralık 1905’te SBKP Moskova Komitesinin genel grev çağrısı ile gelişen eylem, zorlayan koşulların bir ürünü olarak silahlı ayaklanmaya dönüştü. Partiyi zorlayan koşullar; Japonya ile anlaşan Carin, işçiler ve köylüler üzerine acımasızca saldırıya geçtiği sırada, Moskova’da başlayan ayaklanmayı ülke çapında yayma gerekliliği, işçi kitlelerini harekete geçirmeyi amaçlıyordu. Ama grevin St. Petersburg’da destek bulmaması (önemli bir sanayi merkezi), Moskova garnizonundaki komünistlerin kararsızlığı, eylemin merkezileştirilememesi gibi olumsuzluklar sonucu, ayaklanma bastırıldı. Genel greve Moskova dışında, Krasnoyarsk, Motoviliha, Novorossisk, Sormovo, Sivastopol, ve Kronstad şehirleri ile Gürcistan, Ukrayna, Letonya, Finlandiya, gibi Rusya’nın ezilen halklarında da, ayaklanma yayıldı. Tüm ayaklanan yerlerde eylem, Çar otokrasisi tarafından acımasızca ezildi.
1. Paylaşım savaşı dönemi boyunca, Rusya’da süren politik grevler, zaman zaman ayaklanmaya dönüşerek, silahlı mücadele deneyimleri ile tarihte “genel grev-genel ayaklanma” biçiminde adlandırılan örnekleri oluştururlar.
7 Aralık 1905 ayaklanması için “silaha sarılınmamalıydı” eleştirisini yapan Plehanov’a karşı çıkan Lenin; “Tam tersi, silaha daha kararlı, daha enerjik ve daha saldırgan bir şekilde sarılınmalıydı; kitlelere salt barışçı bir grevle yetinmenin imkânsız olduğu, korkusuz ve amansız bir silahlı mücadelenin zorunluluğu kavratılmalıydı” diye cevap verir. (Stalin-Eserler, cilt 15, sf.102)
Rusya’da 3 Ocak Genel Grevi, işçi sınıfının “Sovyet” biçimi örgütlenmesinin gerekliliğini üzerine önemli bir deneyimdir. 7 Aralık 1905 genel grevi ise silahlı ayaklanma olmadan işçilerin nihai zaferinin olanaksız olduğu, vb. gibi pek çok derslerle doludur.
1917 Şubat devrimi öncesi, Rusya’da tüm işçiler “genel grev”,”kahrolsun savaş”, “Ekmek istiyoruz!” sloganlarıyla yürüyüş ve siyasi grevlere gidiyordu. 25 Şubat’ta devrimci eylemler, Petrograt semtlerindeki siyasi grevlerle birleşerek, ülke çapında genel greve dönüşmüştü. İşçilerin genel grevine, özellikle kadınların çağrısı ile askerler ve köylüler de katılarak ayaklanmaya ardından da devrime dönüştü.

GENEL GREV KOMİTELERİ
Grev ve genel grevden söz edildiğinde komitelerden de söz edilir. Bir kaç grev yaşamış her işçi, grev sırasında grev komitelerinin kurulduğunu, bunların belirli bir işlev yerine getirmeye çalıştığını görmüştür. Genel grev için ise, bir genel grev komitesi, sıradan bir grevin komitesinden daha zorunludur ve işlevi çok daha fazladır. Ancak, grev komitelerinin oluşturulması ve genel grev için yürütülen ajitasyonlardan anlaşıldığına göre, sendikacılar ve devrimci demokrat siyasi eğilimler, bu komitelerin amacını gözden kaçırmakta, biçimi de gözden kaçan amaca uygun şekillendiğinden çoğu zaman işlevsizleşmektedir.
Grev ya da genel grev komitesinden amaç, işyerinde sendikayı işlevsizleştirmek, dıştalamak değildir. Tersine, bu komiteler, sendikaya ilgisiz ya da muhalif olan işçi kesimlerini de birleştirmek, bir grev süresince de olsa, işçiler arasında olabilecek en geniş birliği sağlamak için kurulan mekanizmalardır. Bu yüzden komiteler sendikadan daha fazla bir işçi kitlesini birleştiren eylem örgütleridir. Elbette, işyerinde inisiyatifli, işçiler tarafında dolaysız olarak seçilip, yetkilendirilmiş bir grev komitesi işçileri birleştirmekten öte görevler de üslenir. Ama tabanı en geniş bir biçimde temsil etmeyen bir grev komitesi diğer görevlerini de yerine getiremez. Bu neden|e de, bir grev ya da genel grev komitesi, işyerindeki bütün işçiler tarafından doğrudan seçilen, mümkün en geniş eğilimleri içinde barındıran bir örgüttür. Çoğu zaman rastlandığı gibi, bir kaç siyasi eğilimin bir araya gelip kurdukları grev komiteleri, işlevsizdir. Genel grev için ise, komitelerin önemi çok daha büyüktür. Çünkü işyerindeki sendikasız işçiler, memurlar ve diğer çalışan personelinde greve katılması gerektiğinden, genel grev komitesi bütün bu kesimleri de kapsamak, onların iradesini temsil etmek durumundadır. Hele sendikasız işyerleri ve işsizlerin, diğer emekçi kesimlerin katılacağı bir genel grevde ise, genel grev, genel direniş komiteleri bütün bu kesimlerin katılımıyla oluşur. Okullardan fabrikalara, atölyelere, semtlere kadar yayılan bir özellik göstermek zorundadır, genel grev ve genel direniş komiteleri.
Böyle bir perspektife sahip olmayan grev ve genel grev’ komitelerinin üstüne düşeni başarması beklenemez. Çünkü bu komiteler bir ihtiyaçtan doğar ve o ihtiyacı yerine getirdiği ölçüde anlam kazanır.

TÜRKİYE’DE GENEL GREV KOŞULLARI OLGUNLAŞIYOR.
Dünya kapitalist sisteminin 1980’lerden sonra içine girdiği kriz, tüm dünya halklarında olduğu gibi Türkiye halkında da düzene karşı hoşnutsuzluk ve güvensizlik tohumlarını, her gün artırarak yeşertiyor. Bunalımın en az etkilediği iddia edilen Almanya’da, 1971’den bu yana 700 işyeri kapatılırken, 1993 ortasına kadar, 260 işyerinin kapatılması planlanıyor. İşsizlik tehdidi tüm ülkeyi kaplamış durumda.
İspanya’da, ekonomik kriz nedeniyle, 24.500 demir-çelik işçisinin 10.000’i, sokağa atılırken, halkın hoşnutsuzluğu değişik eylemlere dönüşerek, artıyor.1992 Ekim’inde 700 demir-çelik işçisinin eylemi, 400 Km. yol yürüyerek Madrid’e ulaştığında, 40.000 kişilik halkın karşılaması ile mitinge dönüştü.
’92 Ekim ayı içinde, İsveç’te, 10.000 metal işçisi, hükümetin “yeni ekonomi paketine karşı protesto eylemi yaptı. İtalya’da hükümetin emekçilere karşı ekonomik saldırılarını protesto eden iki gösteriden birine 200.000, diğerine 300.000 kişi katıldı.
Arjantin’de, 10 Kasım 1992’de Buenos Airas işçileri, devletin yeni “tasarruf” politikasına karşı, konfederasyonları CGTnin çağrısı ile genel greve gittiler. İşçilerin % 50’sinin katıldığı genel grevi, gericiler provoke etmek için sendikaları kundakladılar.
Aynı tarihlerde, Hindistan, ekonomik ve sosyal huzursuzlukların artışı nedeniyle çalkalanıyordu. Sendikaların çağrısı ile Yeni Delhi’de, 250.000 işçinin başlattığı genel grev, yürüyüş ve mitinglerle geniş alanlara yayıldı. Polisin geniş önlemlerine rağmen yapılan genel grev, devletin yeni ekonomi politikasına ve enflasyonist baskılara karşı halk tepkisine dönüştü.
Dünyanın pek çok ülkesinde benzer hoşnutsuzluklar giderek artıyor. Emperyalist sistemin içine girdiği çözümsüzlükler girdabına, Türkiye işçi ve emekçi sınıfları da her geçen gün, işsizlik ve yoksullaşmaktan nasibini almaya devam ediyor. ’90’lardan başlayarak artan işçi tenkisatı, gerçek ücretlerin sürekli düşmesi, artan siyasi saldırıların toplumsal huzursuzluğu giderek artırması, işverenle/in işçiler karşısında ortak bir cephe oluşturup, ortak hareketiyle gerilimi artırıyor, genel bir grev direnişin şartlarını olgunlaştırıyor.
“Devleti küçültme” demagojisine uygun olarak, hizmet ve kamu sektöründe işçi ve emekçi sayısını azaltma, ücretlerin kısılması karşısında, Almanya, İsviçre, Brezilya, İtalya, Yunanistan, vs. gibi ülkelerde grev ve genel grevlere gidildiği gibi Türkiye’de de, işçiler ve memurlar, mücadelenin gelip dayandığı noktada, ancak bir genel grevin çözüm için yeni bir zemin yaratacağını daha çok hissetmektedirler. Çeşitli memur ve işçi sendikalarının genel kurullarında en çok sözü edilen eylem bu yüzden genel grev olmuştur.

GENEL GREV, DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN ÖNÜNÜ AÇMALIDIR
Devlete ve belediyelere bağlı işyerlerinde, bazı ünitelerin özel şahıslara devredilmesi, taşeronlaştırma ve burjuvazinin işçileri sendikasızlaştırma çabaları ve buna bağlı olarak gelişen sendikal rekabetin, körüklenerek sendikaların parçalanması eylemi, isçi sendikalarının giderek küçülmesi ve etkilerinin azaltılmasına neden oluyor. Buna karşın, işçi ve emekçe sınıfların sendikal mücadelesi ile Marksist-Leninist siyasal mücadele arasındaki kopukluk halci önemli ölçüde varlığını korumaya devam ediyor. İşçi sınıfının merkezinde olacağı, bir ileri atılım olarak, gerçekleşecek bir genel grevin, diğer emekçi kesimler tarafından desteklenmesi, sınıf hareketinin ve demokrasi mücadelesinin en önemli atılımı olacaktır.
1980 öncesi, “Bütün Çalışanların, Genel Grev ve Direnişi”, faşist saldırılar karşısında ve ekonomik sıkıntılara maruz kalan emekçiler tarafından, yaygın bir talep haline gelmişti. Adana’da Sabancı şirketler gurubuna bağlı işyerlerinde başlatılan iş bırakma eylemi, halkın da katıldığı gösteri ve yürüyüşlerle bölgesel olarak genişlemişti. Aynı dönemde İzmir Tariş işçilerinin başlattığı direniş kısa zamanda yurt çapında etkin desteğe dönüşmüş, hareketin bir genel greve dönüşmemesi DİSK ve Türk-İş ağalarının üstün gayretiyle başarılabilmişti. Ama bir genel grev gerçekleşememiş olmasına karşın, yığınlar arasında devrimci ve komünist fikirlerin yayılması için ortam son derece elverişli hale gelmişti.(Daha geniş bilgi için bk. ÖD. Sayı.15 sf.34…)
Genel grevin örgütlenmesi ve bu eylem içerisinde sınıfın politik bilincinin yükselmesi (ki kitleler en iyi eylem içinde bilinçlenirler) sınıf hareketinin bir sıçrama yapmasının yolunu açacaktır. Bu sürecin amaca uygun yaşanabilmesi için, her şeyden çok kitlelerin bilincini artırıcı ve taleplerini en iyi biçimde dile getirmeyi amaçlayan yaygın bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti gerekir.
Kitleler içinde, örgütlenme ve bilinçlenme olanaklarının artmasını sağlayacak bir genel greve karşı, kapitalist cephe, olanca gücüyle erteleme, geriye çekme ve caydırma çabasına girmesi, safdil olmayan herkesin bildiği bir şeydir.
Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadelesine ağırlıklı bir merkez olarak Türk-İş, son genel kurulunda, tabanındaki huzursuzluğa ve taleplere bağlı olarak “genel grevin zorunluluğu” üzerinde durdu. Sınıfın sorunlarının çözülmemesi halinde, bir genel greve gidileceğini söyleyen sendika başkanları, kamu işçilerinin 15 Ocak’ta başlaması gereken ve bir genel grev için ortamı oluşturabilecek grevleri, son anda hükümetle anlaşarak, engellemeyi başardı. Böylece, hem kendileri için, hem de hükümet için 6 aylık bir süre tanımış oldular.
Şimdiden Türk-İş yönetiminin ve bağlı sendikaların, kamu işyerleri TİS görüşmelerinde ve hükümetle yaptığı sözleşmelerde, üst yönetimin niteliği konusunda belli tutumları ortaya çıkmış bulunuyor.
Öte yandan Hak-İş Genel başkanı Necati Çelik, “bana göre 1982 anayasası genel grev sebebidir” diyerek, mevcut anti-demokratik yasaların geriye çekilmemesi durumunda, genel grevin zorunlu olduğunu söylemekte, ama öte yandan bugün genel grev koşulu yoktur diyerek, eylemsizliğe düşmesi gelinen noktada Hak-İş’in konumunu sergilemektedir. İşçilerin devrimci, demokrat nitelikli olanlarının ağırlıkta olduğu işyerlerinde, hükümet ve yöneticilerle ortak davranan DİSK yöneticilerinin ise, her tür eylemin karşısında olduğu ve genel grevi ağzına bile almadığı görülüyor. Ayrıca, bunun önünü kesmek için hükümet ve işverenlerle ortak konsensüs çalışmalarına ağırlık veriyor. Özellikle son günlerde, belediye, metal ve tekstil sektöründe gelişen bazı eylemleri önleme çabası karşısında, işçilerin gösterdiği tepki, DİSK’in prestijinin kaybolmasına neden olmaktadır. Sahte “birlik” çağrılarına karşı ise, en iyi cevabı işçilerin kendilerinden alıyor.
Hükümet ise, kabaran direniş ve eylem potansiyelinin daha da artacağı korkusuyla, kamu işçilerine verdiği ücret zamlarını, belirlediği miktardan daha fazlasını vermeyi kabul ederek, geri adım atmış oldu. Buna bağlı olarak, hükümet, önceden sözünü ettiği, ama bugün daha zorunlu gördüğü işçi-işveren dayanışmasını, “ekonomik ve sosyal konsey” adı altında örgütleyerek, işçi sendikalarını daha fazla denetlemenin ve işverenlerin potasında eritebilmenin gayreti içine giriyor. Adı geçen konseyin amacı şeyle belirleniyor. “İktisadi büyümeyi hızlandırmak, işletmelerin iç ve dış rekabet gücünü güçlendirmek, verimliliği arttırmak, çalışanların refahını arttırmak, teknolojik gelişmeleri izlemek ve Türk sanayisinin teknolojik düzeyini yükseltmek, fiyat istikrarının sağlanmasına yardımcı olmak, ücret sistemleri ile üretim ve verimlilik artışı hedefleri arasındaki ilişkiyi belirlemek, toplu sözleşmelerde öngörülecek ücret artışları için ölçü tespit etmek, grev ve direnişleri engellemek”.
Metal ve maden sanayisi işkolları başta olmak üzere, kamu işyerlerinin 2 yıllık sözleşme süresini 30 aya çıkarmayı sağlayan hükümet, ’93 yılı sözleşmeleriyle çakışmasını ve daha geniş kitlesel grev ve direnişlerin önünü kesmeyi düşünmüştür. Oysa kitlelerin taleplerinin başında yer alan “işten atılmaların son bulması”, “sendikasızlaştırmanın ve taşeronlaşmanın durdurulması”, “söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün sağlanması”, “kazanılmış hakların geri alınmaması” gibi temel isteklerinin hiçbiri çözümlenmediği gibi daha ağır koşulların, sınıfın karşısına dikilmesi, genel grevle bunlara “dur” demenin bir biçimi olarak, şartları olgunlaştırıyor.
Kısacası varolan koşullar, bir yandan işçi ve emekçiler için burjuvazi ve gericiliğe karşı radikal bir saldırıya zorlarken, öte yandan konfederasyonlar ve bunlara bağlı sendikaların büyük çoğunluğu, bu saldırının önemli bir silahı olan genel greve karşı en azından tedirgin bakıyorlar. Kuşkusuz bu işçi hareketinin en önemli zaaflarından birisidir. Ne var ki; gelişmeler karşısında en gerici sendikacılar bile, genel greve hayır deme cesaretini gösteremiyorlar. Bu durumda da bir genel grevin şu ya da bu biçimde gerçekleşmesi ya da gerçekleşmemesi, sınıf içindeki devrimci, komünist güçlerin çabası ve ilerici sendikacıların, sınıfın taleplerini arkalarına alarak, alacakları tutuma bağlı görünmektedir.
Tüm engellemelere karşın, gelinen yerde bir genel grevin şart olduğunu bilen ileri işçiler, dürüst, sınıftan yana sendikacılar, önlerine çıkan barikatları aşmak için, sendikalarında ve yakın bağlar kurabilecekleri diğer işkolları içindeki işçilerle sıcak ilişkileri geliştirebildikleri, genel grevin propagandasını yaygınlaştırabildikleri ölçüde, sendikacıları zorlama şanslarını artırabileceklerdir.

GENEL GREVİN ETKİLERİ
Kapitalist krizin etkisinden nasibini alan işçi ve emekçilerin yanı sıra, tüm halkın yaşam koşullarının giderek zorlaşması nedeniyle yükselen devrimci potansiyelin, eyleme dönüşmesinin bir biçimi olan genel grevin, sınıf hareketine katkısı elbette büyük olacaktır.
* Emperyalizme bağımlılığın bir sonucu olarak, emperyalistlerin çıkarına, emekçi halkların zararına gelişen aşırı sömürüye karşı geniş halk kesimlerinin uyanıklığı artar. Hükümetin, ekonomik ve sosyal saldırılarının geriye çekilmesinin koşullarını yaratarak, işçi ve emekçi Halkın belli ölçülerde de olsa sosyal ve siyasal haklarını almalarının olanakları ortaya çıkar. Geniş kitleler, bu süreçte, haklarına, nasıl sahip çıkmaları gerektiğini, kendi deneyleriyle öğrenirler. Geniş halk kesimleri, kendi çıkarlarının, işçi sınıfının yanında olmakla sağlanabileceğini görür. İşçi ve emekçi sınıflar arasındaki din, mezhep, milliyet, farklı siyasi görüş gibi sahte ayrımların, ortadan kalkmasının zemini ortaya çıkar. Ortak örgütlenmeye duyulan ihtiyaçtan kaynaklanan birleşme ve ortak karar alma olanakları gelişir.
* Genel grev, hangi taleplerle ortaya çıkarsa çıksın kendiliğindende olsa bir siyasi yönü vardır. Bu nedenle, eyleme katılan kesimlerin siyasi duyarlılıklarını artıracağı gibi, siyasi örgütlenmelerinin olanaklarını artırır. Burjuva, reformist-gerici etki altında olan işçi ve emekçiler, onların gerçek yüzlerini böyle bir eylemde daha iyi görür ve demagojilerini etkisiz hale getirir.
* İşçi sınıfı ile politik partisinin arasındaki bağların güçleneceği yeni olanaklar ortaya çıkar. Ayrıca, devrimci propagandanın, kitleler üzerindeki etkisinin daha çok arttığı bir ortam doğar ki, bu ortam, işçi ve emekçi sınıfların devrimcileşmesi sürecini hızlandırır. Normal günlerde yapılan propagandanın etkisinin, hem daha geniş kitlelere ulaşmasında, hem de anlamının daha derin kavranmasının uygun koşulları oluşur. Reformizmin ve revizyonizmin gerçek yüzü açığa çıkar. Örgütsüz kitlelerin örgütlenmesinin ve mücadeleye katılmasının şartları ortaya çıkar.
Varolan koşullar göz önüne alındığında, işçi sınıfının başlatacağı bir genel grev, başta grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesinde hayli yol kat eden memurlar başta olmak üzere tüm emekçiler için bir mücadele çağrısı olacaktır. Özgürlük mücadelesi içindeki Kürtler de, işçi sınıfının bu çağrısını yanıtsız bırakmayacak, işçi sınıfı ile birleşmenin sıcaklığını içlerinde duyacaklardır. Bu yüzden de, belki bir işçi genel grevi olarak başlayan eylem tüm emekçi sınıfları ve Kürt mücadelesini de kucaklayarak bir genel direnişe de dönüşme koşullarını içinde barındıracaktır. Yeter ki, herkes sorumluluğunu yerine getirsin.

Şubat 1993

Bosna-hersek merceğinde “kontrgerilla diplomasisi”

Türk dış politikasına yön veren esaslar, gerek bu politikanın genel emperyalist ilişkiler içindeki yeri ve gerekse kullanılan araçlar, Türkiye’nin dış politikasında askeri unsurun ağırlığının artmasına yol açmıştır. Kullanılan araçlar bakımından da bu ağırlığın kendisini özel tipte, ajanlık, darbecilik, komplo ve şantaj ilişkilerini öne çıkaran bir örgütlenme ve faaliyet tarzına yönelerek gösterdiğini tespit etmek mümkün.

Bu yazımızda, Bosna-Hersek olaylarının merkezine oturduğu güncel uluslararası politika alanında, Türkiye’nin hedeflerini ve araçlarını inceleyeceğiz. Gerek Türk dış politikasına yön veren esaslar, gerek bu politikanın genel emperyalist ilişkiler içindeki yeri ve gerekse kullanılan araçlar, Türkiye’nin dış politikasında askeri unsurun ağırlığının artmasına yol açmıştır. Kullanılan araçlar bakımından da bu ağırlığın kendisini özel tipte, ajanlık, darbecilik, komplo ve şantaj ilişkilerini öne çıkaran bir örgütlenme ve faaliyet tarzına yönelerek gösterdiğini tespit etmek mümkün. Bu, Türkiye’nin iç politikasında kullandığı araçları, dış politikada da geliştirmesinden başka bir şey değildir.

BURJUVA PROPAGANDA İÇİNDE BOSNA-HERSEK SORUNUNUN YERİ
Azeri-Ermeni çatışmasının gündemde olduğu dönemde, burjuva basın ve yayın organları, Azeri halkın katledilmekte olduğu temasına dayanan, ırza geçilmesi, çocuk ve ihtiyarların boğazlanması motiflerini işleyen yoğun bir propagandaya girişmiş, özellikle dinsel duyguları hedef alan büyük mitingler, gösteriler düzenleyerek, geniş halk kesimlerinin ilgisini ve tepkisini gerici iç politik manevralar ekseninde toparlamaya yönelmişlerdi. Daha önceki bir yazımızda, ( Bkz: ERMENİSTAN KÜRDİSTAN HATTINDA TÜRKİYE, Özgürlük Dünyası, Nisan 1992 tarihli 42. sayı) bu konuya değinirken, faşist propaganda merkezleri tarafından, Ermenistan ile Kürdistan arasında, Azerbaycan aracılığıyla kurulan ilişkiye dikkat çekerek, sorunun iki esas noktada devletin uzun ve kısa vadeli programlarıyla ilgili olduğunu belirtmiştik. Buna göre, ilk önce, Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında, gerici bir aktiviteyi korumak ve halk kitlelerini sürekli olarak ulusal hareketle “dış tehlike” arasında bir birlik bulunduğu noktasında “sabit fikre” alıştırmak söz konusuydu. İkinci olarak, Türkiye, uzun vadeli hesaplar bakımından, yalnızca bölgede değil, “Adriyatik’ten Japon Denizi’ne kadar” uzanan büyük bir coğrafya parçasında, “Büyük Devlet” etkinliği için hazırlıklar peşindeydi ve Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve Balkanlar’da giriştiği her eylem, bir yanıyla bu “mega proje”nin parçası olarak anlam kazanıyordu.
Bugün, aynı iki yanlı planın temel hareket ettirici olayı olarak, Bosna-Hersek’te yaşanan ve gerçekten Bosna halkına büyük acılara mal olan “Etnik arındırma operasyonu” kullanılmaktadır. Burjuvazinin ve siyasi iktidarın bütün kanatlan, Bosna-Hersek olaylarında, uzun ve kısa vadeli planları için son derece geniş imkânlara sahip bir potansiyel yakalamışlardır. Yüz binlerce Müslüman, topraklarından sürülmekte, toplama kamplarına doldurulmakta, sivil halka karşı sınırsız bir yok etme ve sindirme programı uygulanmaktadır. Bütün bu vahşet sahneleri, her gün her saat, televizyon istasyonlarından, gazete sayfalarından, sözlü ve yazılı propagandanın tüm araçlarıyla, şiddetli bir ajitasyon programının unsurları olarak halka yansıtılmaktadır. Çeşitli gerici örgütler, “Bosna Müslümanlarıyla Dayanışma” mitingleri, “Bosnalı Kardeşlerimiz İçin Ağlama Geceleri” düzenlemekte, halkın vicdanını -ağır biçimde yaralayan zulüm ve işkence sahnelerini, “yardım” adı altında, paraya çevirmek için kullanmaktadır. Bütün bunlar, Azerbaycan olayları sırasında yapılanların tümüyle aynısıdır. O zaman da mitingler, geceler düzenlenmiş, büyük miktarda para, “yardım” adı altında toplanmıştı.
Ne var ki, Azerbaycan olayları sırasında, Hükümet, ABD politikalarının Ermenistan ile ilgili tasarrufları dolayısıyla, kışkırtılan halk tepkisine denk düşecek bir aktivite göstermemiş, kendi eseri olan tepkici ruh durumunu yatıştırmak için ayrıca çaba sarf etmek zorunda kalmış ve sorunu daha çok ABD ile Kürdistan üzerinde yapılan bir pazarlığın kozu olarak kullanmakla yetinmişti.
Bugün, hükümetin Bosna-Hersek ile ilgili tutumunda bazı farklı etkenler rol oynuyor ve Bosna olayları, Türkiye’nin önemli bir gelişme gösteren ve “mega proje” olarak adlandırılan “yayılmacı dış politikacının parçası olarak özel şekilde değerlendiriliyor.

TÜRKİYE’NİN “MEGA PRDOJE’SİNİN BAŞLICA UNSURLARI
“Adriyatik’ten Japon Denizine kadar” bir coğrafya üzerinde siyasal, kültürel ve ekonomik egemenlik hesapları yapan Türlüye, bu hesaplara temel olması gereken ekonomik ve mali gelişme düzeyinin henüz çok gerisindedir ve bir bakıma “emperyalist etkinlik” anlamına gelecek olan böyle bir projeyi gerçekleştirebilmek bir yana, bunun başlıca araçlarını yaratmak bakımından da önemli ölçüde büyük emperyalistlerin desteğine muhtaçtır. Kaldı ki, bunun sağlanabilmesi için bile, onların gerçek planları içinde bir unsur olarak rol oynamak zorundadır. Böyle bir pozisyon elde etmenin yolu, askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel pek çok bileşenin bir araya gelmesinden, Türkiye’nin taleplerinin emperyalistlerin hedefleriyle çakışacak bir içerik taşımasından ve Türkiye’nin kendisine biçilen rolü yerine getirecek bir potansiyele sahip olmasından geçmektedir. Türkiye, böyle bir pozisyon için gerekli unsurları bir araya getirmek için pek çok alanda yoğun bir faaliyete girişmiş bulunmaktadır. Ekonomik, mali, askeri ve siyasi bakımdan içinde bulunduğu geriliği, uluslararası planda değişik yol ve yöntemler kullanarak sağlayacağı bir “sözü edilir ülke” olma konumuyla kapatmak istiyor.
Bunun, şu anda mümkün olan ilk elemanlarından birisi, bir tür “kontrgerilla” faaliyeti sayılabilecek olan, etnik gruplar üzerindeki çalışmadır. Türkiye, ulusal ve dinsel azınlıkların bugün, en azından kendi politikaları için bir kaldıraç rolü oynayabileceği düşüncesindedir. Bunun için de, Türk ulusal ve Müslüman dinsel azınlıkların bulunduğu her ülkede, özel tipte örgütlenmeler yaratmak çabasındadır. Bulgaristan’daki “Hak ve Özgürlükler Hareketi”, Yunanistan’daki Türk azınlığın siyasi ve kültürel örgütleri, Azerbaycan’daki “Halk Cephesi” içindeki kimi gruplar, Irak’taki Türkmen azınlığa kurdurtulan siyasi ve kültürel örgütler, Türkiye’nin çok yönlü amaçları için hazırlanan ve yedekte tutulan örgütlerin bir kısmıdır. Türkiye, bu örgütler aracılığıyla, söz konusu ülkelerin iç işlerine müdahale etmeyi, bu ülkelerin dış politikalarını bu araçları kullanarak yönlendirmeyi ve en azından bir tehdit ve baskı gücü olarak elde tutmayı planlıyor. Şu andaki durum açısından bakıldığında, bütün bu girişimler, yalnızca bir “beşinci kol” faaliyeti olarak görülebilir. Türkiye’nin, “Adriyatik’ten Çin Şeddine kadar (bezen bu Japon Denizi’ne kadar olabiliyor) ülkelerde, yayılmacı bir dış politika ve “emperyalist” amaçlar güdebilmesi, verili koşullar açısından tam bir hayaldir. Ne var ki, bir yandan faşist ideolojik yönelimlerle beslenen bu hayal, diğer yandan da, Türkiye’nin bu çabalarının eninde sonunda kendi planlarının gerçekleşmesinin araçlarını yarattığını düşünen gerçek güçler (ABD ve bir ölçüde Almanya) tarafından desteklenip kışkırtılıyor. Örneğin Irak’taki Türkmen hareketi, Saddam rejimine karşı ve genel olarak Irak’ın denetlenmesi için ABD planlarında bir faktör olarak hesap edilebilir, ya da Azerbaycan’da, bugün Elçibey’in kişiliğinde cisimlenmiş bulunan Türk istihbaratı güdümlü hareket, Kafkasya’daki olayların yönlendirilmesinde etkili olabilir vs. Bu çerçevede, Türkiye, “Türkî Cumhuriyetler” bünyesinde de, benzer tipte örgütler yaratmak için geniş bir çaba içinde bulunmaktadır. “Türkî Cumhuriyetlerden çok sayıda öğrenci, bugün Türkiye’de eğitilmekte, Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve kültürel bakımdan bütün bu ülkelerin “ideal merkezi” olarak kabul edilmesine yönelik bir etkileme ve bağlama sürecinden geçirilmektedir. Aynı sistemli çalışma, Balkanlardan göç eden, ya da geçici sığınmacı statüsü ile Türkiye’ye gelen topluluklar üzerinde de yürütülmektedir. ‘80’li yılların sonunda yaşanan Bulgaristan’dan büyük göç sırasında Türkiye’ye gelmiş bulunan pek çok “Türk kökenli Bulgar vatandaşı”, aynı süreçlerden geçirilerek ülkelerine geri yollanmıştır. Bugün, Bosna-Hersek olayları nedeniyle Türkiye’ye göç etmiş ya da geçici olarak sığınmış bulunan insanlar üzerinde de aynı “eğitim programı” uygulanmaktadır. Bunlar, Türkiye için, gelecekte kendi ülkeleri içinde etkili bir ajan şebekesinin olduğu kadar, politik bir kamuoyu yatırımının da potansiyelini temsil etmektedir.
Türkiye’nin Bosna’ya özel ilgisinin temelinde bu yakın ve uzak vadeli” hesapların rolü belirleyicidir. Bosna-Hersek’teki Müslüman halk, Türkiye bakımından Balkan politikalarının oturacağı sacayaklarından biri olma değeri taşımaktadır. Aynı şekilde, Makedonya (Üsküp), Kosova (Priştine) ve hatta sınırlı bir ölçüde de olsa, Sırbistan ve Karadağ, bu türden faaliyetlerin yürütülmesine olanak veren bir yapı göstermektedir.
Bu program ve faaliyet planlarının temelinde, ülkelerin içişlerine müdahale ederek ve karışıklıklar çıkararak kendi taleplerini kabul ettirecek bir uluslar arası mekanizma bulunduğu varsayımı yatmaktadır. Türkiye, daima, kendi bünyesinde meydana gelen sınıf mücadelesi ve ulusal hareketler karşısında, bir “kışkırtıcı dış mihrak” aramıştır ve toplumun kendi dinamiklerinden daha çok, “dış düşman”ların planlarının analizine önem veren bir istihbaratçı mantığıyla hareket etmiştir. Şimdi, bu mantık, dışa dönük faaliyetlerinde ve sözde yayılmacı ve “güçlü dünya devleti” planlarının yürütülmesinde kendisini gösteriyor. Emperyalist ilişkilerin belirlediği uluslararası alanda ekonomik ve kültürel etkinlik kurmak için gerekli olanaklardan yoksun bulunan Türkiye, bu alanda sözü edilir ve hesaba katılması zorunlu bir güç olmanın yolunu, ajanlık faaliyetlerinde, şantaj ve gizli pazarlık unsurlarında görüyor. Bu sağlandığı ölçüde, “en güvenilir müttefik” olma ve emperyalist planlarda daima baş rol oynayan bir koçbaşı pozisyonu kazanma şansı artacaktır.
Bu girişimlerin bir diğer yüzünde, Türkiye’nin parçalanma sürecindeki ülkelerde, başta SSCB’den arta kalanlar olmak üzere, Balkanlar ve muhtemel bir Irak bölünmesi durumunda ortaya çıkacak milli devletçiklerde, geniş ekonomik yatırımlar yapma ve pazar bulma çabası bulunuyor. Türkiye burjuvazisi, esas niteliği olan “emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi” sürecinde yer almak işlevini, şimdi yeni ve dokunulmamış alanlar olarak görünen bu ülkelerde yerine getirmeye aday olmak istiyor. Türkiye, üzerinde bin bir uluslararası şirketin rekabetinin kıyasıya sürdüğü bu topraklar üzerinde, kendi sermayesine dayanarak hiç bir zaman söz sahibi olamayacağını biliyor. Yatırım ve işletmecilik denilen şeyler, inşaat sektörünün gelip geçici işlerinden ve kısmi ihracattan ibaret kalmaya mahkûmdur. Ancak, Türkiye burjuvazisinin önde gelen isimlerinin belirttiği gibi, bu yolda, emperyalist sermayenin “yardım ve katkısıyla” ilerlenebilir. Emperyalistlerin bu yardım ve desteği sağlayabilmelerinin pek çok koşulu arasında, söz konusu ülkelerde siyasi yaptırım gücüne sahip olmak koşulu da bulunuyor. Örneğin, eğer Türkiye, kendisine açılan kredileri, ortaklık paylarını bu ülkelerden birinde gerçekten yatırıma dönüştürecek siyasal güçten yoksunsa, bir başka deyişle, yatırımın gerçekleştiği ülkelerin iç politikasında da etkili olmak imkânına sahip değilse, beklentileri boşa çıkacaktır. Dolayısıyla, ilk bakışta soyut bir milliyetçilik ve dindaştık dayanışması gibi görünen, biraz kazınınca altından kışkırtıcılık ve ajanlık faaliyetleri çıkan girişimler toplamının temelinde, emperyalist sermayenin ihracı için taşeronluk planı bulunmaktadır. Böylece, son zamanlarda özellikle Başbakan Demirel’in sıkça kullanmaya başladığı “Türkiye’nin Mega projesi’nin, gerçekte emperyalist sermayenin olağan, sıradan projelerinin bir parçası olduğu görülmektedir.
Bu planlar içinde Bosna-Hersek’in konumu nedir?

KISA TARİHÇE
Yugoslavya, NAZİ işgaline karşı büyük bir devrimci enerjiyle birleşen çeşitli milliyetlerden halkların, sosyalizm bayrağı altındaki mücadelesinin ürünü olarak doğmuştu. Bu savaşın önderi olan Tito’nun başkanlığı altında, uzun yıllar boyunca, ulusal ve dinsel bakımdan farklı halklar, federal bir cumhuriyetin olanak verdiği ölçüde barış içinde yaşadılar. Tito öldüğü sırada, Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti, federal yapının sürdürülmesini güçleştiren siyasal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıyaydı ve etnik çatışmalar için, o zamandan başlayan bir kaynaşma ortamına doğru sürükleniyordu. Tito’nun ölümü, yol açtığı yönetim kriziyle bu süreci hızlandırdı. Aynı dönemde, SSCB ve Doğu Avrupa’da başlayan sosyal ve siyasal krizin Yugoslavya’ya yansıması, bağımsızlık taleplerinin ortaya çıkmasına ve etnik gruplar arasında çatışmaların başlamasına yol açtı. Önce, Hırvatistan ve Slovenya, Yugoslavya’nın egemen devletlerin oluşturduğu gevşek bir federasyona dönüştürülmesi talebini ileri sürdü. Buna göre, federe devletlerarasında yalnızca, para, savunma ve dış politika konuları ortak olmalı, bunlar dışında her devlet kendi egemenlik, haklarını kullanmalıydı. Buna karşılık, Sırbistan, Karadağ ve Yugoslav Halk Ordusu, merkezi ve ilişkileri daha sıkı bir federasyondan yana tavır koydular. Bosna-Hersek ve Makedonya ise, federasyon ve konfederasyon modellerinin uzlaştırılmasına yönelik yeni bir plan yapılmasını istiyorlardı.
1991 yazında, federasyona dâhil en gelişmiş iki cumhuriyet, Slovenya ve Hırvatistan, bağımsızlıklarını ilan ettiler. Buna karşılık, Federal Başbakan Ante Markoviç, iki cumhuriyetin tutumunu “tek yanlı ve yasadışı” olarak suçladı. İki gün sonra da, Federal ordu, “yasal yetki alanlarını korumak” gerekçesiyle, Hırvat ve Sloven kuvvetlerin kontrol altına almaya çalıştığı sınır karakollarına müdahale etti. Müdahale, Federal Cumhuriyet bakımından tam bir başarısızlıkla ve 80 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Bununla birlikte, büyük ölçüde Federal Cumhuriyetin askeri ve coğrafi varlığını elinde tutan Sırbistan, merkezi bir federasyonun sürdürülmesini savunmaya devam etti. Bu, federasyonun diğer cumhuriyetleri tarafından, esas olarak egemen bir Sırbistan’ın yeniden kurulma çabası olarak değerlendirildi ve gerginliğin artmasına yol açtı. Özellikle, Sırplar, Hırvatlar ve Müslümanların bir arada yaşadığı Bosna-Hersek ve Makedonya, yeniden Büyük Sırbistan’ın kurulacağı endişesiyle, Sırbistan’ın planlarına karşı durdular. Sırbistan, Bosna ve Hersek’te, “Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti” adını taşıyan ve birliği zorla sürdürmenin aracı olan bir hükümet eliyle, bölgenin çoğunluk halkı olan ve Osmanlı egemenliği sırasında İslamlaşmış Slavların oluşturduğu Müslümanlara karşı bir sindirme ve teknik adıyla “etnik arındırma operasyonu” düzenlemeye başladı. Saraybosna, Mostar gibi merkezlere yönelik saldırılar peş peşe sürüp gitti. Şu anda, Sırp kuvvetleri, Bosna-Hersek’in % 70’ini kontrol altında tutuyor.
Bosna-Hersek sorunu, BM bünyesinde sürdürülen “uzlaşma” çabalarının çerçevesinde, bugün, her coğrafi bölgede, çoğunlukta bulunan etnik grubun yönetimde olacağı bir federasyonun oluşturulması yönünde ilerliyor.
Bosna-Hersekli Sırpların lideri Radovan Karadziç, yaz ortalarında yapılan Londra Konferansı’nda, Bosna-Hersek için yeni bir anayasa taslağı ve üç toplumun oluşturacağı konfederasyon önereceklerini açıklamıştı. Karadziç, Bosna-Hersek’te, Müslümanların önerdiği üniter devlet modelinin işlemeyeceğini savunarak, “Aramızdaki savaş ve çatışmalara rağmen, tek çözüm, üç toplumun kuracağı bir konfedere devlettir; o zaman hiç bir toplum diğeri üzerinde tahakküm kuramaz ve birlikte yaşabiliriz” demişti. Bosna-Hersek’te göçe zorlanan tüm mültecilerin güvenlik içinde evlerine dönmelerini desteklediklerini, bundan sonra da “etnik temizlik” olaylarının önlenmesi için tüm tedbirleri alacaklarını belirten Karadziç, aradan geçen zaman içinde uygulanan ağır silahlı yıldırma ve göçe zorlama politikasının sonucu olarak, bugün Müslümanların gelmiş bulunduğu noktaya o zamandan açık kapı bırakıyordu. BM tarafından önerilen barış planının, bu faktörleri hesaba katan bir yapı göstermesi, tarafların kolayca uzlaşabileceği umudunu doğurmasına rağmen, bunun kesin olarak geçici bir çözüm olduğu, savaşan taraflara yalnızca bir anlık nefes alma olanağı sağlamaktan öte hiç bir kalıcı sonuç doğurmayacağı açıktır. Yugoslavya’nın ve genel olarak Balkanlar’ın geleceği, belirsizliklerle dolu. Karışıklıklar, milliyetler ve etnik gruplar arasındaki çatışmalar, yönetim krizleri daha uzunca bir zaman bu bölgedeki ilişkileri karakterize edecek.
Gelişmelerin bu eğilimi, ABD’nin bölgedeki etkisini daha da güçlendirebileceği fırsatlar yaratıyor. Şu anda ABD, bir müdahale planına sahiptir. Daha çok, ilk planda Bosna-Hersek’e olan Sırp saldırısını durdurmayı ve belli bir denge sağladıktan sonra denetimli bir bölünmeyi öngören bu yakın vadeli plan, öncelikli olarak Sırplara karşı alınacak tedbirleri özetlemektedir.
Bu yakın vadeli planın başlıca seçenekleri, aynı zamanda bir müdahale anında yapılabilecek olanların da çerçevesini çiziyor:
Uçuş vaşağı:
ABD, ekim ayında BM tarafından konulan uçuş yasağının sert askeri yöntemlerle uygulanmasını istiyor. ABD, ayrıca, Sırpların kara hedeflerinin de vurulmasını istiyor. Bunlar arasında yakıt, enerji ve ulaşım altyapıları bulunuyor.
Daha Kapsamlı vardım:
Bosna-Hersek’te halen 23 bin BM personelinden oluşan yardım operasyonu çıkmazda. ABD, daha kapsamlı yardım programı istiyor. Yardım malzemesinin bir Hırvat limanına çıkarılması ve yardım taşıyan uçaklara, savaş jetlerinin eşlik etmesi düşünülüyor.
Boşnaklara silah:
ABD, Boşnaklara silah ambargosunun kaldırılmasını istiyor. Boşnaklara havadan silah atılması düşünülüyor.
Kosova ve Makedonya’ya koruma:
BM, Kosova’yı Sırp saldırısından korumak için, bölgeye birlik gönderebilir. Ancak Kosova, Sırbistan’a bağlı olduğundan böyle bir eylemle Sırbistan’ın egemenliği çiğnenmiş olur. Bununla birlikte ABD, Türkiye’nin propaganda ve diplomatik ilişki paketlerinde sıkça görülen bu unsuru, başlıca hedeflerinden biri olarak sayıyor. Savaşın Kosova ve Makedonya’ya sıçraması olasılığı, emperyalizmin geri cephesini hayli zayıflatacak sonuçlar doğuracaktır.
Güvenli Bölge:
ABD, Bosna’da sivil halk için güvenli bölgeler kurabilir. Ancak bunun için kara birliklerinin kullanılması gerekiyor. Bu da, Türk ve Yunan silahlı kuvvetlerinin operasyondaki ağırlığının artması demektir.
Türkiye, bu durumdan üç farklı ve birbirine bağlı alanda yararlanabileceği düşüncesindedir.
Birincisi, Türkiye, kendi ölçüsünde geliştirmeye çalıştığı yayılmacı dış politikasının iç politik ilişkilerde ikna edici bir özellik kazanması için kendince elverişli imkânlar taşıdığına inandığı bu bölgede belirli bir başarı elde etmek istiyor. Bu, eğer elde edilebilirse, daha sonraki girişimler için bir koçbaşı işlevi görecek.
Diğer yandan, Türkiye, emperyalistler-arası çelişkiler yumağında etkili bir tercih unsuru olabilmesinin koşullarını da burada görüyor. Gerek Almanya, gerekse ABD ile ilişkilerinde, burada kazanacağı konum, pek çok bakımdan pazarlık gücünü artıracaktır.
Üçüncü olarak, Türkiye, Balkanlar’da etkili bir konum sağladığı takdirde, gerek bölge ülkeleri ile olan ilişkilerinde, gerekse Avrupa Topluluğu içinde kazanmaya çalıştığı pozisyonda kendisine karşı ciddi engeller çıkaran Yunanistan’a karşı güçlü bir dayanak sağlamış olacaktır.
1992 içinde yaşanan ve yabancı basında ciddi belgelerle birlikte açıklanan bir olay, Türkiye’nin bu niyet ve hazırlıklarının boyutunu göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
“Foreign Report”a göre, Kasım ayında, Türkiye, Sırplarla etnik Arnavutlar arasında bir sorun çıktığı takdirde, yardım amacıyla Arnavutluğa iki zırhlı tugay göndermeyi önerdi. Bulgaristan’la olan askeri ilişkilerde de ilginç gelişmeler yaşandı: Ekim ayında Ankara, Sırbistan’daki muhtemel bir askeri harekât için Bulgaristan’dan geçiş izni istedi. Öneri, Bulgaristan devlet başkanı Philip Dimitrov tarafından reddedildi. Bu olaydan kısa bir süre sonra, Türk basınında, Dimitrov aleyhine yoğun bir kampanya başladı ve etnik Türk Partisi “Hak ve Özgürlükler Hareketi”, hükümete verdiği desteği geri çekti. Dimitrov istifa etti ve Bulgaristan hükümetsiz kaldı. Bu arada rastlantı sayılamayacak bir başka gelişme oldu: Bulgar generalleri, Yunanistan’a bir “dostluk ziyaretinde bulundular.
İç içe geçmiş pek çok çıkar ilişkisi ve çatışması, bölgenin büyük bir karmaşa içinde yuvarlanmaya devam etmesine yol açıyor. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere, kendi aralarında emperyalistler-arası çelişmelerin sergilendiği bir ilişki içinde Bosna olayına yaklaşırken, Türkiye gibi bağımlı ve güdümlü güçler, bir yandan kendi adlarına yürütmeye çalıştıkları planları ana emperyalist güçler dengesi içinde ve bu planlardan biriyle uyumlu olarak yürütmeye çalışırken, diğer yandan da kendi iç politikalarının gereği ve uzun vadeli hesapları çerçevesinde olayda rol almaya çalışıyorlar.
Bu olayda, Türkiye’nin, Bosna Hersek olayı karşısındaki tutumunu belirleyen başlıca iki etkenin kendisini açık biçimde gösterdiğini söyleyebiliriz: Birincisi, iç politik ve ekonomik ihtiyaçlar ve hedefler; ikincisi, emperyalistlerle olan bağlantıları. Başlıca emperyalist güçler, ABD ve Fransa, askeri çözümü sürekli erteleyen ve geri plana atan bir yol izlerken, Türkiye’nin şiddetli bir askeri müdahale kışkırtıcılığı yapmasının nedeni nedir? Hatta giderek kendi başına askeri müdahale imkânlarını araştırması ve bu yolda Bulgaristan ve Arnavutluk nezdinde girişimlerde bulunması nasıl açıklanabilir? Gerçekten eğer böyle bir imkân açık olsaydı ve Türkiye Bosna’ya askeri birlik gönderseydi, burada tutunmaya ve sorunun çözümü için kendi çıkarlarını eksen alan bir politikayı sonuna kadar sürdürmeye gücü yetecek miydi? Açıkçası, Balkanlara Türkiye’nin uluslararası emperyalist planlardan ve geniş bir uzlaşma çerçevesinden bağımsız olarak müdahale etmesi, Yunanistan’la olan sorunlarını keskin bir biçimde gündeme getirecek ve savaş, tüm yönleriyle bir Balkan-Dünya savaşı biçimi alabilecekti. Türkiye, Sofya ve Tiran’ın (Arnavutluk, Yunanistan’dan yılda 35 milyon dolarlık yandım alıyor. Türkiye ile Arnavutluk arasında 1991 yılında imzalanan askeri işbirliği anlaşması uyarınca, Arnavut askeri öğrenciler Kara Harp Okulunda eğitim görüyor) Atina’yı göz önünde tutan ret cevaplarından sonra, “tek başına” müdahale girişiminden vazgeçti. Gerekçe olarak, Dışişleri Bakanlığı, teknik olanaksızlıkları gösterdi. Gerçekte, Türkiye’nin tek başına müdahale girişimi” gibi gösterilerek aşırı derecede kışkırtılmış kamuoyu tepkisini yatıştırma girişiminin gerçekleşmemesi için, en önde siyasal nedenler rol oynuyordu: Hava hareketi, BM kararlarına uygun değildi, çelişiyordu. Denizden yapılacak bir girişim için NATO’nun onayı olması gerekiyordu, Kara harekâtı ise, ancak Bulgaristan ya da Yunanistan’ın onaylamasıyla gerçekleşebilirdi. Üstelik Genel Kurmay tarafından yapılan hesaplara göre, “insani yardım”ı güvenceye almak için 60 bin, Saraybosna hattını korumak için de 115 bin askere ihtiyaç vardı. Yani, Bulgaristan ve Arnavutluk Türkiye’nin önerisine evet deselerdi bile, Türkiye’nin bu işin gerisini getirebilmesi için fazla şansı yoktu. Buna rağmen Türkiye, Bulgaristan ve Arnavutluk’a bu önerileri götürmekle, en azından onlar üzerindeki etkisini ölçmüş, bir bakıma da arttırmış ve iç politikada oluşan tepki ve baskıları yumuşatmıştır. Balkanlar, bazen, gerçekten yapabileceklerini yapmaktan kaçınıp, sözde neler yapmayı tasarladığını açıklayarak üstünlük gösterisine girişmenin bile etkili olabildiği bir konjonktür sergiliyor.

NATO MU, BM Mİ?
Atlantik dünyasında, ABD’nin üstünlüğünü sağlayan ve bunun için gerekli silahlı etkinliği düzenleyen tek kuruluş NATO. Fakat SSCB’nin dağılmasından sonra, NATO, başta Avrupalı müttefikler olmak üzere, üyeler arasında ciddi tartışmaların konusu oldu. NATO’nun esas olarak SSCB önderliğindeki Varşova Paktı’nın varlığına bağlı olan gerekçeleri ve NATO’nun kendisini sürdürmesi için gerekli koşullar ortadan kalkmıştı. Bundan dolayı, NATO yerine, uluslararası anlaşmazlıkları çözmede, beş daimi üyenin ortak komutanlığı altında kurulacak bir silahlı müdahale birliği aracılığıyla, BM daha etkili bir konuma getirilmeliydi. Buna karşılık ABD, Amerika dışında görev yapacak bütün Amerikan birliklerinin yalnızca Amerikalı komutanlar tarafından yönetilmesi koşulunu ileri sürerek, BM bünyesinde bir “Acil Müdahale Birliği” kurulması önerisini reddetti. Aynı zamanda NATO içinde, Fransa ve Almanya’nın “Avrupa Savunması” kavramı ekseninde önerdikleri yeniden yapılanma yolu da İngiltere’nin desteği ile önlendi. ABD, NATO içindeki belirleyici rolünü korumaya devam etti. Fakat diğer yandan, NATO’nun “günün ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde” örgütlenmesi için bir planı yürürlüğe sokarak, güçlerde önemli bir indirime ve birleşik komutanlığa bağlı çokuluslu birimlerin kuruluşuna yöneldi. Böylece, ABD’nin NATO içindeki gücü ve rolü, özellikle de komuta düzeyindeki belirleyiciliği değişmedi. Avrupa’nın (Fransa ve Almanya’nın) girişimleri de, bir başka alternatifle “NATO bölgesi dışındaki operasyonlar için bir Avrupa gücünün kurulması”nın kabul edilmesiyle önemli ölçüde pasifize edildi. Bu proje, diğer yandan AGİK ve “Kriz Önleme Merkezi’nin daha etkin biçimde örgütlenmesiyle desteklenecekti. AGİK, tüm Avrupa ülkeleriyle birlikte, Kanada ve ABD’yi de kapsayan 35 üye devletin oluşturduğu bir örgüt olarak, Orta Avrupa ve Balkanlardaki gerilimlerin, açık çatışmalara dönüşmesini engelleme amacıyla kurulmuş olarak gösteriliyordu ve burada da önde gelen güç, gene ABD’ydi. Böylece, ABD, Avrupa Topluluğuna üye ülkelerin bağımsız bir ortak “dış politika” gütmeleri için mümkün bütün yolları, bir de bu örgüt aracılığıyla tıkamış bulunuyor. Buna karşılık, gerek Avrupa, gerekse Avrupa dışındaki ülkelerin, dünya f5blitikası üzerinde söz sahibi olabilecekleri, hiç değilse görüşlerini dile getirebilecekleri ve kendi özel çıkarları için bir çıkış yolu araştırabilecekleri tek örgüt olarak BM kalıyordu. BM, esas itibariyle bir emperyalist örgütlenme olma niteliğine karşılık, geri ve yarı-sömürge ülkelerin ve büyük batılı emperyalistlerle ortak çıkarlara sahip olmayan, hatta ABD ve diğer batılı emperyalistlerle karşıt çıkarlara sahip bulunan devletlerin de üye olduğu bir örgüt olmanın özelliklerini taşımaya devam ediyordu. Bu durum, BM’nin işlevsizleştirilmesi ve başta ABD olmak üzere, başlıca emperyalistlerin başrol oynadığı uluslararası örgütlerin plan ve programlarına engel olmayacak bir konuma itilmesini gerekli kılıyordu. Şu anda Bosna-Hersek sorunu, bu işlevsizliğin ve uluslararası politikada kimin söz ve karar sahibi olduğunun görülmesi için iyi bir örnek oluşturuyor. Benzer durumlarda, herhangi bir ülke ya da bölgede, herhangi bir süper devletin politikaları, doğrudan doğruya o bölge ya da ülkenin kendisiyle ilgili görünse de, asıl amaç ve hedef, genel etkinlik ve hegemonya girişimlerini güçlendirecek kozlar elde etmektir. Almanya’nın durumuna bu açıdan bakılabilir. Balkanlar, Almanya’nın geleneksel diplomasisinde, daima özel bir yer tutmuştur. Gerek bölgenin Almanya’ya göre coğrafi konumu, gerekse, Avusturya, Macaristan gibi ülkelerdeki azınlık Alman grupların durumu, Almanya’nın Balkanlarda daima etkili bir pozisyon elde etmeye çalışması için gerekli zemini hazırlamıştır. Bu durum, 19. yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başlarından bu yana fazlaca değişmemiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın nedeni olarak gösterile-gelen olay, Balkan ilişkilerinin Almanya bakımından ve genel olarak da, Avrupa için taşıdığı önemin uzak geçmişine dair bir örnek olarak hatırlanabilir. Günümüzde ise, Balkanlar, bölgesel-coğrafi “jeostratejik” özelliklerinden daha çok, emperyalistlerin her türden provokasyonuna ve hegemonya oyunlarına uygun bir zemin sunmasıyla öne çıkıyor. Almanya, gerek AT içindeki ilişkileri bakımından, gerekse ABD ile olan gerilimli ilişkileri açısından, yeryüzünün neresinde olursa olsun, kendi etkisini ve gücünü hissettirebileceği alanlara ihtiyaç duyuyor.

ALMANYA- SONDERWEG
“Sonderveg”, Alman dış politikasında “özel bir yol izleme” anlamına geliyor. AET girişimleri içinde, Almanya, Avrupa’nın diğer emperyalistlerine karşı, bir “sonderveg” izlemeyeceğine dair değişik biçimlerde ve zamanlarda güvence vermek zorunda kalmıştır. Bunun başlıca gerekçesi, Almanya’nın gerçekte her zaman kendine özgü ve kendi çıkarlarını göz önünde tutan bir yol izlemeye, kendi planlarını ve hesaplarını, ortaklarının çıkarlarından önde görmeye dayanan bir potansiyeli ifade ediyor olmasıdır. AETnin 1990 sonlarında gerçekleşen doruk toplantısında, Kohl, topluluk içinde zaman zaman temel politikalarda aykırı düştüğü Fransa Cumhurbaşkanına Avrupa Biri iği için birlikte davranma güvencesi vermesine karşın, başka alanlarda, örneğin hemen bu zirveyi izleyen günlerde gündeme gelen Körfez Krizi sırasında, ABD ve İngiltere’nin dışında, Fransa’nın tavrına da uygun düşmeyen bir “sonderweg”i kendisine uygun görmüştü.
Bu konuyla ilgili görünen son bir gelişme, ocak ayının son haftasına girerken gerçekleşti: Türkiye ve Yunanistan Genel Kurmay Başkanları arasında, uzun zamandır görülmeyen bir sıcak hava esti. Türk Genel Kurmay Başkanı, Yunan Genel Kurmay Başkanına, “NATO’nun Napoli’de bulunan Avrupa Güney Kuvvetleri Başkomutanı Amerikalı Jeremy Boorda aracılığıyla” bir dostluk mesajı gönderdi. Orgeneral
Güreş, konuya ilişkin açıklamasında, geçen kasım ayında Bulgar Genel Kurmay Başkanıyla imzalanan benzer anlaşmayı örnek göstererek, o zaman, ayrıca bir de “Balkan Genel Kurmay Başkanları Zirvesi” önermiş olduğunu hatırlattı. Bu gelişmeler, 1988 yılında o zamanın Başbakanı olan Özal ile Yunanistan Başbakanı Papandreu arasında imzalanan bildiriye bağlanıyor ve o zaman iki ülke arasında askeri konularda işbirliği yapılmasının öngörüldüğü hatırlatılıyor. Konunun aradan beş yıl geçtikten sonra ve bugünün koşullarında olağan sayılmayacak bir sıcaklıkla gündeme gelmesi ilginçtir. Günümüz koşulları açısından bakıldığında, bu gelişme, BM içinde NATO’nun güçlerini etkili bir biçimde devreye sokma girişimi olarak yorumlanabilir. Diğer yandan, Türkiye’nin Balkanlar’daki hesaplarının asgari düzeyde gerçekleşebilmesi için, Yunanistan’ın “özellikle Makedonya sorunu bakımından tatmin edici bir güvenceye kavuşturulması gerekiyor. Son gelişme, bu iki problemi birden çözmeye yönelik çabalarda önemli bir adım olarak -değerlendirilebilir. Bu aynı zamanda, “Bölgedeki savaşın Kosova ve Makedonya’ya sıçramasını önlemek” için kararlı olan ABD’nin taleplerine de uygundur. Ya da, bir başka açıdan, eğer savaşın gelişimi böyle bir denetim imkânını ortadan kaldırırsa, bunun başlıca sonuçlarından biri olacak olan Türk-Yunan çatışmasının, şimdiden önlenebilmesi için önlemler geliştiriliyor olabilir. Fakat burada Türkiye’nin hesaplarından daha önde gelen ABD’nin bölgedeki etkinliğine güçlü bir zemin hazırlama isteğidir. Yine bu gelişmeye bakarak, Avrupa ağırlıklı bir çözüm için BM örgütlerinin sağlayacağı kısmi avantajı, peşinen ortadan kaldırmak için, ABD’nin bölgedeki eski ve değişmez güçlerine dayanan bir girişimi organize etmeye başladığı kestirilebilir. Rusya Federasyonu’nun bugüne kadar uyuklayan güçlerini harekete geçirme hazırlığı içinde olduğunu gösteren işaretlerin yoğunlaştığı bir sırada, bu girişimin ABD bakımından anlamı ve önemi daha da artmaktadır.

Şubat 1993

Demokratik burjuva milliyetçiliği, Devrimin sorunlarına yaklaşımda sorumsuzluk

Bilimsel sosyalist teorinin en fazla tahrifata ve küçük-burjuvaca çarpıtmaya tabi tutulduğu dönemler, işçi hareketinin ve sosyalist hareketin nispeten güçsüz, ya da örgütsel zaaflar içinde olduğu, Marksizm’in her türlü revizyonunun prim yaptığı dönemlerdir. Bundan, devrimci Marksizm’in işçi sınıfı saflarında etkin olduğu, proletaryanın ileri unsurlarını sardığı dönemlerde Marksizm dışı akımların olmayacağı, ya da belli bir etkinliğe sahip olamayacağı sonucu çıkmaz. Diyalektik felsefi materyalizm ve devrimci Marksizm, kapitalist toplumun bağrında boy veren ve proletaryanın mücadelesinde maddi güce dönüşen düşünce akımlarıdır. Kuşkusuz kapitalizm, proletarya ve burjuvazi gibi iki temel toplumsal sınıf dışında ara güçleri ve geniş küçük-burjuva yığınları da içeren bir toplumsal sistemdir. Ve proletaryanın devrimci sınıf ideolojisine karşı, doğrudan burjuva ideolojisinin yanı sıra, esasta kaynağını bu ideolojiden alan, onun çeşitli türevleri olan, kimi zaman Marksizm’den “ödünç” alınan düşünce kırıntılarıyla süslenen ara akımlar da mücadele arenasında yer alırlar.
Söz konusu bu ara akımlar, dayandıkları toplumsal gücün, küçük-burjuva sosyal temelin kaygan zemininden kaynaklanan tüm özellikleri de üzerlerinde taşırlar. Ezilen ve sömürülen yığınların toplumsal muhalefetinin düzeyine göre; bu küçük-burjuva ara akımların saflarında coşku, ataklık, fedakârlık ile yılgınlık, panik ve dönüş gibi özellikler bir arada, bazen birinciler, bazen ikinciler ağırlıkta olmak üzere var olurlar. Sosyalist hareketin ve işçi sınıfı mücadelesinin güçlü dönemlerinde küçük-burjuva siyasal güçlerin yüzünü Marksizm’e dönme, Marksizm’den etkilenme, sosyalizme inanç eğilimi -uzlaşmacı, reformist ve oportünist görüşlerle birlikte- daha güçlü olmakla birlikte, bu durum, sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak hızla değişme özelliği de taşır. Doğa ve toplum olaylarını ve sınıf mücadelesinin sorunlarını diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe ışığında değerlendirme ve kavrama yeteneği gösteremeyen ve Marksizm’i felsefi idealizm bulamacıyla karıştıran bazıları, sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin güç kaybettiği dönemlerde hızlanan bir ivmeyle burjuva zemine kayar, burjuva propagandanın kullandığı anti-Marksist argümanlara sarılırlar. Sınıf mücadelesi yerine sınıf uzlaşmacılığını teorize eden oportünist platformlar oluşturmak artık daha kolaydır.
Bu söylenenleri son yılların deneyiyle ve Kürdistan’da gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine yansıyan tutumlarla da doğrulayabilecek durumdayız. Uluslararası alanda ve ülkemizde, uluslararası kapitalizmin ve dünya gericiliğinin birleşik ve çok boyutlu saldırısı sonucu sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde tasfiyesiyle girilen, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin geçici gerileme sürecinde, daha çok küçük-burjuva devrim anlayışına sahip kesimlerde -kuşkusuz işçi partileri saflarında da- sosyalizme ve Marksist devrim düşüncesine kuşkuyla yaklaşma, inançsızlık ve kaynağını kapitalist özel mülkiyet sisteminden alan bireycilik, çıkarcılık ve düzene bağlanmayla doğrudan ilişkili olarak reformist muhalefet eğilimleri güç kazandı. Bu maddi durum, kendisine uygun düşünce biçimlerini de şekillendirdi. İşçi sınıfının devrimci özelliği ve tarihsel rolüne, sınıfın devrimci gücüne ve devrime inançsızlıkla birlikte felsefi idealizme doğru bir akış izlendi. Devrimcilik, sömürüye dayalı bir toplumsal sistem yerine sömürünün olmadığı bir toplumsal sistemin geçirilmesi amacıyla burjuvazi ve gericiliğe karşı başvurulan işçi ve halk eylemi anlamında değil; düzen sınırları içindeki kimi iyileştirmeler için başvurulan reformist karşı-duruş olarak değerlendirilmeye-gösterilmeye başlandı. Burjuvazinin doğrudan saldırılarının yanı sıra, Marksizm ve Marksist devrim düşüncesi, işçi aristokrasisi ve küçük-burjuvazinin “devrimci”  temsilcilerinin, reformist ve revizyonist çevrelerin saldırılarına da hedef oldu. Gerek burjuvazinin çeşitli politik güçleri tarafından doğrudan, gerekse burjuvazinin “etki alanı”nda bulunan “devrimci” kesimler tarafından yürütülen ideolojik-politik saldırı dalgası; uyanış içindeki gençlerin ve mücadeleye yönelen işçi kuşağının burjuva ideolojik-siyasal etkiden kurtulması mücadelesini zaafa uğratıcı bir rol oynuyor.
Bu ikinciler, yani kendilerine devrimci, “solcu”, “Marksist” ulusal kurtuluşçu diyenler, “Dünyanın yeni durumumdan, “reel sosyalizmin çöküşü”nden, “geçmişin muhasebesi”nden söz ederek Marksizm’in ve sosyalist inşa pratiğinin “eleştirisi”ne giriştiler. Sonuçta ise, burjuvazinin ve onun teorisyenlerinin on yıllardır sürdürdüğü demagojik yaygarayı benimseme durağına vardılar. Onlara göre artık Marksizm toplumsal olgu ve olayları açıklamada ve sınıf mücadelesinin sorunlarını çözmede yetersiz kalıyordu. Marksizm aşılmalıydı!
Uluslararası işçi hareketi ve sosyalist hareketin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiyesiyle aldığı yenilgiyle güçlenen anti-Marksist, anti-sosyalist kampanyada yer alan gruplardan biri de PKK’dır. PKK, diğer reformist ve revizyonist örgütlerle benzer ideolojik platform üzerinde bulunmasına rağmen, onun eylemci pratiği, bu burjuva ideolojik platformun görülmesini perdelemekte ve bu zeminin eleştirisi eğilimine fren olabilmektedir.
Oysa PKK bir yandan “proletarya ve burjuvazinin iki düşman kamp olarak ayrıldıkları kapitalist toplumda, ikisinin arasında bulunan, ara sosyal tabakaların “iki kamp” arasındaki tutarsız ‘gelgit’ tutumunu göstermekte, öte yandan ve Kürt toplumu açısından daha ağırlıklı olarak sömürücülere dokunmama ve onlarla birleşme, uzlaşma, anlaşma eğilimi göstermekte, bunun sonucu olarak ulusal kurtuluş sorununa da burjuva-milliyetçi platformdan yaklaşmaktadır.
Bu yazıda genelde ara sosyal tabakaların konumunu değil, daha çok, ulusal kurtuluş sorununda devrimci ve reformcu anlayışlarla ilişkisi kapsamında PKK’nın izlediği çizgi ve taktikleri’yle birlikte başvurduğu bazı çarpıtmaları ele almaya çalışacağız.
Bu “Marksist” çevrelerin ve “Marksist” teoris-yenlerin tüm düşünceleri, toplumsal çelişkilerin çözümüne ilişkin önermeleri, burjuva reformcu ideolojik platformu aşmıyor. Onlar, Marksizmin ve sosyalizm pratiğinin ulusal-sınıfsal sorunları “çözmediği”, “çözemediği” iddiasında bulunurlarken, sınıf mücadelesi yerine “sınıflar arası uyum ve uzlaşmayı”, ücretli kölelik düzenini tasfiye yerine onun sınırları içinde kalan reformcu “çözümleri” öne çıkarıyor, öneriyorlar, Oportünizmin bu türünün belli bir etki gücü göstermesi de onları cesaretlendiriyor.

TEORİNİN DEJENERASYONU, BULANIKLAŞTIRMA VE DEVRİMİN TEMEL SORUNLARINA YAKLAŞIMDA PKK
Oportünizmin uluslararası alandaki girişimlerini, saldırı ve çarpıtmalarını bir yana bırakalım. “Bizimkiler”in devrimci teoriyi sulandırma-yozlaştırma çabalan oldukça yoğun. Devrim ve iktidar sorunlarının kapitalist toplumsal sistemden, burjuva iktidarından ve burjuvaziyle-proletarya arasındaki sınıf mücadelesi pratiğinden koparılarak ele alındığı, çok uluslu ülke gerçeğinden hareketle, hemen her sorunun Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine tabi kılınmaya çalışıldığı, proletaryanın mücadele hedeflerinin bulanıklaştırıldığı, mücadele ve örgütlenme sorunlarının küçümsendiği, mücadele deyince, Kürt özgürlük hareketinden başka bir şeyin görülmek istenmediği, sorunların Marksistlik iddiasıyla küçük-burjuva devrimciliğinin görüş açısından değerlendirildiği koşullarda bulunuyoruz. Her biri kendilerine Marksist, sosyalist, komünist adı vermekten de geri durmayan bu kesimlerin, örneğin, proletarya devrimi ve sosyalizmi hedefleyen bir mücadele platformları olmamasına rağmen, bu amaca hizmet eden bir örgütlenmeleri bulunmamasına rağmen, kendilerini böyle adlandırmaları emekçi yığınları, genç kuşakları aldatan bir yanılsamadır.
Marksist teoriye asgari ilgi duyan herkesin kolaylıkla bilebileceği gibi; Marksist olmak için, her şeyden önce, kapitalist özel mülkiyet sisteminin ve burjuva egemenliğinin tasfiyesi ve proletaryanın devrimci iktidarının kurulması yoluyla sosyalizm ve sınıfsız toplumun inşasının hedeflenmesi, buna uygun teorik-taktik platforma ve bu amaca hizmet eden, amaca ulaşmanın aracı olan bir devrim örgütü (partisi)ne sahip olunması gerekir. Proletarya devrimcisini, küçük-burjuva devrimciden ayıran, onu, ulusal kurtuluşçu bir burjuva demokratından ayıran başlıca koşul budur. Bu koşulun, tüm temel sorunların çözümünü mevcut sömürü düzeni dışında, sömürü sisteminin aşılmasında görmek gerektiğini içerdiği açıktır. Dahası Marksist devrimcilik, şiddete başvurup vurmamadan da önce, düzen içi kalıp kalmamakla, kendi dışındaki düşünce akımları ve politik güçlerle arasına sınır çeker, onlardan ayrılır. Küçük-burjuva devrimciliği ve ulusal kurtuluşçuluk, devrimci şiddete başvurmasına rağmen, burjuva ideolojik platformu aşamadığı için reformcu konumda kalmaktadır. Küçük burjuva devrimcileri ve kendilerine “sosyalist” de diyen ulusal kurtuluşçular (bizde PKK) şiddete başvurmuş olmayı tüm anti-proleter, anti-Marksist tutum ve düşüncelerinin örtüsü olarak kullanmaktadırlar. Bunların, devrimin tüm temel sorunlarında, düzen içi iyileştirmeleri aşmayan önermelerde bulundukları, burjuva sınıf iktidarını ve burjuva egemenliğini yıkma sorununu gündemlerine almadıkları, iktidar, ayaklanma, halk iradesi, parlamento vb. konularda Menşevik-oportünist platformda bulundukları bilinmektedir.
Devrimin sorunları ve Marksizm’in teorik çözümlemeleri konusunda sorumsuz davranmayı, her konuda istediği gibi konuşmayı kendisine bir “hak” olarak tanıyan, Kürt halkının faşist diktatörlüğe ve ulusal zulme karşı mücadelesi içinde tuttuğu yer nedeniyle böyle bir hakka sahip olduğunu düşünen başlıca örgüt PKK’dır. PKK’nın proletarya ve Marksizm karşısındaki bu sorumsuz tutumu, kendi dışında da, küçük-burjuva devrimci konumda bulunanlardan güç almakta, mücadele içinde yer almayan, “devrimci” gevezeliği marifet sayan, reformist, uzlaşmacı, düzene bağlanmış geniş bir küçük-burjuva ve sözde aydın çevre tarafından desteklenmektedir. Diktatörlüğün ve faşist gericiliğin azgın saldırılarından nefret etmesine, ona karşı mücadele potansiyeline sahip olmasına rağmen, Kürt işçisinin PKK’ya destek vermemesinin nedenlerinden birinin de, sınıf içgüdüsüyle küçük-burjuva ve burjuva ulusalcı mücadele anlayışını onaylamaması olduğu unutulmamalıdır. PKK, gerek bu çevrelerin faaliyetsizlik kaynaklı belli bir boyun eğişini de içeren desteğinden ve gerekse kendisinin, uluslararası ve bölgesel gelişmelerden de etkilenerek güç kazanan ulusal dalgadan aldığı güçle, Marksist teori ve devrimin sorunları karşısında sorumsuzca davranmakta, onları hafifsemekte, içeriğini daraltarak burjuvazi için kabul edilebilir duruma düşürebilmektedir. PKK, devrimi, devrim için ayaklanmayı, devrimin öngünü olarak ikili iktidar durumunu, ayaklanma ve iktidar olmakla bağlantılı olan halk iktidarı organlarını ele alışta sorumsuz bir tutum içindedir.
Küçük-burjuva devrimciliğinin başlıca özelliklerinden biri; “herhangi bir siyasal eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katmanın gerekliliğini” anlamamasıdır. PKK, Kürdistan’da emekçi mücadelesinin olanaklarından ve Kürt halk kitlelerinin mücadele potansiyelinden yararlanmakla birlikte, burjuva ulusalcı platformu ve küçük-burjuva devrim anlayışını aşmış değildir. Bu, en azından onun “ayaklanma” ve “iktidar” sorunlarına verdiği cevapla açığa çıkmıştır. PKK, Türkiye gericiliğinin Kürdistan’daki vahşi saldırılarına, zulüm, işkence ve insansızlaştırma politikasına karşı Kürt halk kitlelerinin yükselttiği mücadelenin düzeyini, aşırı bir abartıyla “ayaklanma”ya eşdeğer tutarak, buna uygun taktiklere başvurdu. O bunu yaparken ne güçler ilişkisini, ne de emekçi yığınların bilinç ve örgütlülük düzeyini dikkate aldı. Bu tutum bir “hesap yanlışlığı”ndan çok, küçük-burjuva devrim anlayışının ürünüydü ve anlık bir tutum da değildi.
PKK, Kürdistan’da bazı bölgelerde (örneğin Botan) “ikili iktidar durumu” olduğunu da iddia ediyor. Bu tespitin aşırı sübjektif olduğu ve iktidar gibi temel bir sorunda bilinç bulanıklığı ve çarpıtmayı içerdiği, açıktır. PKK’nın “iktidar boşluğu” olarak değerlendirdiği durum, daha çok insansızlaştırılan kırsal kesimde kendisinin kurduğu kısmi egemenliktir. Bunun işçi-köylü ya da köylü “iktidar organları”na denk düşmediği ve örneğin kendiliğinden halk hareketinin ürünü olarak doğup gelişen Sovyetlerle ilgisi bulunmadığı açıktır. “İkili iktidarın devrimci literatürde ve devrimler tarihindeki anlamı, bir yanda burjuvazinin egemenliği, öte yanda halkın iktidar organları olarak Sovyetler, vb.nin oluşturduğu geçici ve değişken bir “denge durumu”dur. Burjuva iktidarı sallanmakta, devrimin iktidar organları, doğrudan halk örgütleri olarak boşluğu doldurmakta, yönetim işlerini üstlenmektedir. Kürdistan’da böylesi bir durumun olduğunu söylemek, ayaklanma ve ikili iktidar gibi, devrim durumuyla, devrim anıyla halkın etkin eylemi ve ayağa katkısıyla bağlantılı durumların anlamını yozlaştırmak ve mevcut durumu abartarak sübjektivizme düşmektir.
Kürdistan’da uygulanan devlet politikası ve azgın ulusal zulüm, emekçi halk yığınlarının devlete karşı kin ve öfkesini bilemiş ve burjuva-faşist devlet ve burjuva partilerinden kopuş sürecine girmesine yol açmıştır. Kürt köylüsü ve kent küçük-burjuvazisi artan oranda mücadeleye yönelmiş, yer yer devletin silahlı güçleriyle çatışmalar yaşanmış ve yığınsal protestolara yönelmiştir. Ancak bu durum alçalan ve yükselen bir seyir izlemektedir ve henüz ayaklanma durumundan uzaktır. Geniş köylü kitleleri ve şehir emekçilerinin ayaklanmayı hazırlama, yönetme ve iktidar organları söz konusu değildir. “Ben dedim, doğrudur” ve “Ben yaptım, oldu” mantığıyla hareket edilmediği sürece aksini iddia etmek mümkün değildir. Ayaklanma gibi, ikili iktidar tespiti de abartılı bir değerlendirmedir ve bu kavramların devrimci anlamıyla oynamamak gerekir. Kavramlarla oynamak, onların içeriğini daraltmak, yozlaştırmak, devrimin sorunlarını hafife almaktır.
Doğal olarak, Marksist olma iddiasında bulunan bir siyasal hareketten, Marksist teoriyi savunması, tüm toplumsal sorunları proletarya devrimine bağlı olarak ele alması, işçi sınıfı ve emekçi yığınların çıkarlarını esas alan bir teorik ve taktik platforma sahip olması beklenir. Sorun böyle konulduğunda -ki tek doğru yaklaşım budur- PKK’nın proletarya devrimcisi ya da sosyalist bir zeminde olmadığı hemen görülür. Ama PKK liderleri, pek sıkça olmasa da kendilerini sosyalist olarak adlandırmaktan geri durmuyorlar. Kuşkusuz bu tutum başka şeylerin yanı sıra; devrim ve sosyalizm için mücadele amacıyla ulusal kurtuluş saflarına katılmış çok sayıda insanı saflarda tutma çabasıyla da ilişkilidir. Ne var ki, PKK’nın proletarya iktidarı ve proletaryanın örgütlenmesi diye bir sorunu olmadığı görülüyor. Bırakalım proletarya devrimciliğini, PKK’nın dayandığı ağırlıklı sosyal taban olan yoksul köylülük başta olmak üzere devrimci küçük-burjuvazinin temel taleplerini formüle eden, örneğin bir toprak devrimi programı da yoktur. Sorunları sınıf bakış açısıyla ele almayan, Kürt toplumunda sınıf çelişkilerinden söz edilmesini ve ulusal kurtuluş sorununun proletarya ve köylülüğün sınıf çıkarları açısından ele alınmasını ulusal harekete karşı bir girişim sayan bir anlayışın, proleter devrimcilikle, sosyalizmle, Marksist olmakla bir ilişkisinin olamayacağı açık değil midir?
PKK, ulusların kaderlerini tayin hakkını da reformcu bir yoruma tabi tutmaktadır. Ulusal kurtuluşu, mevcut burjuva iktidarı, emperyalizm ve kapitalist sömürü sistemiyle ilişkisi kapsamında ve bunların aşılması perspektifiyle ele alma yerine, mevcut devlet ve düzen sınırları aşılmaksızın, devletin bazı kurumlarında Kürtlerden yana iyileştirmeler, örneğin dil ve kültür alanında serbestlik, Kürt varlığının tanınması vb. derekesine düşürmektedir. PKK tarafından önerilen “referandum”, “federasyon”, “siyasal çözüm” vb.nin içeriği bu kapsamdadır ve bütün bunlar düzen içi “çözümler”e denk düşmektedir. Kendi dışındaki herkesi “sosyal şovenlikle, “ilkel milliyetçilikle, “ulusal hainlikle damgalayan PKK’nın, ulusal özgürlük ve ulusların kaderlerini tayin hakkı sorununu bir devrim sorunu olarak ele almadığının daha başka kanıtları da gösterilebilinir. Başka şeyler bir yana onun “Kürt-Türk ortak hükümeti”, “federe meclis” önerileri bu iddiamızı kanıtlar niteliktedir.

PKK, POLİTİK ÇİZGİSİ VE SİYASAL TAKTİKLERİYLE TİPİK BİR “DEMOKRATİK-BURJUVA HAREKETİ”DİR
Lenin; “Hiç şüphe yok ki” diyordu, “her ulusal hareket ancak bir demokratik burjuva hareketi olabilir. Çünkü geri kalmış ülkelerde nüfusun büyük çoğunluğu burjuva-kapitalist ilişkileri temsil eden köylülerdir.”
PKK, yalnızca dayandığı sosyal taban açısından değil, ulusal sorunun çözümüne ilişkin önerileriyle de burjuva-demokratik platformda bulunmaktadır. PKK, Kürdistan’da sınıf mücadelesi olgusunu reddetmekte, toplumsal gelişme düzeyini görmezden gelmekte, ulusun tüm güçlerinin temsili düşüncesini savunmakta, “ulusal hareketin bölünmemesi” adına, proletaryanın mücadele ve örgütlenme sorunlarına sırt çevirmektedir. Proletarya diktatörlüğü teorisini benimsemeyen, bunun için mücadele etmeyen, işçi sınıfının sorunlarıyla boğuşmayan bir siyasal akım ya da örgütün, sosyalizm lafzına sahip olsa bile sosyalist olamayacağı açıktır ve biz PKK’yı bu platformda eleştirmenin pek de bir şey değiştirmeyeceğini biliyoruz. Ancak o ulusal kurtuluş sorununda da Kürt reformizmi ve revizyonizminin platformuna kayabilecek bir eğilim taşımaktadır. Mücadelenin keskinleşmesine bağlı olarak, giderek daha açık biçimde ortaya çıktığı gibi, devletin sınıf karakteri ve siyasal yapısıyla ilgili hayaller yayarak, Kürt işçi ve emekçilerinin burjuvazi ve devletten kopuş sürecinde, reformcu bir rol üstlenenler tescilli Kürt revizyonistleriyle sınırlı değildir. PKK yetkililerinin, yönetici ve sözcülerinin hemen her vesileyle Türk devlet yetkilileriyle, “sorunun çözümü için görüşmeye hazır olduklarım” dile getirdikleri, ‘referandum’ ve ‘federasyon’ önerilerini yineledikleri biliniyor. PKK, Kürt ulusal kurtuluş sorununun, Türk devlet ve hükümet yetkililerinin kabul etmesi ve kendilerini muhatap sayması durumunda “demokratik görüşmeler yoluyla çözülebileceğimi düşünmektedir. O, bu düşüncesinin sonucu olarak, devlet ve hükümet yetkililerinden beklentilerde bulunmakta, beklentilerinin gerçekleşeceği umudu taşımakla ve bunun için bazen Özal ve ANAP’a, bazen de Demirel ve koalisyon hükümetine “kredi açmak’”tadır. PKK’nın “barışçıl siyasal çözümle, düzen içi bir çözümü öngördüğü, bunun için Özal’ı “liberalleşme yönünde” zorlamak amacıyla güçlerini “legal alana çekme” önerisinde bulunduğu, koalisyon hükümetinin “demokratikleşme” propagandasından etkilenerek, ona “zaman tanıdığını” ilan ettiği, beklentilerinin Türk gericiliğiyle sınırlı kalmayacağı, BM gibi emperyalist uluslararası kuruluşlardan beklentiye dek uzandığı göz önüne alınmadan, onun durumunun, salt başvurduğu silahlı eylemciliğe bakılarak değerlendirilmesi doğru değildir. PKK yönetiminin düzen içi çözüm umutlan, Türk devlet ve hükümet yetkililerinden beklentileri, diktatörlüğün azgın saldırı koşullarında, toplu katliamların yaşandığı koşullarda da var olmaya devam etti. Onlar, bazen düzen partilerinden ve emperyalizm uşağı politikacılardan birilerinde, bazen ötekilerde “olumluluklar” aradılar, Kürdistan’da toplu saldırı ve insansızlaştırma amaçlı operasyonların planlamalarından ve bu yolla Kürt nüfusun “etnik entegrasyonu”nun sağlanmasını öneren Özal’ı “Kürtleri en iyi anlayan kişi” ilan ettiler. PKK’nın, Özal’ın “liberalizm yolunda ilerlemesi” için, “Türkiye’nin siyasetine yeni güçler sürme” düşünceleriyle, DYP-SHP koalisyonuna “demokratikleşme” ve “Kürt realitesinin tanınması” doğrultusunda adım atması için kredi açması, süre tanıması, sorunun çözümünde barındırdıktan reformist etkinin tipik örnekleridir.
Öte yandan PKK, burjuva parlamentolarını, halkın iradesinin ürünü temsil organları olarak değerlendirmekte, bunun için mevcut koşullarda herhangi temel bir değişiklik olmaksızın oluşturulacak bir “Kürt-Türk federe meclisimi ulusal hakların elde edilip kullanılmasına ölçü olarak almaktadır. Şöyle yazıyorlardı Haziran-92’de: “Bir Kurdistan meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir… Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir.”hu meclisin, işçi ve köylülerin bir devrimle iktidar olduktan koşullarda seçilen ve istendiğinde geri alınabilen temsilcilerinden oluşan bir meclis olarak düşünülmediği, aksine mevcut koşullarda bir çözüm biçimi olarak önerildiği açıktır. Böyle olduğu, PKK’nın yakın dönemde oluşturmakta olduğunu ilan ettiği “Kürt meclisi” projesi ve buna ilişkin anlayışıyla da kanıtlanabilir. PKK, halkın iktidar aracı olarak gösterdiği “Kürt meclisimi hangi koşullarda oluşturuyor? Bu “meclis” halkın eyleminin bir ürünü olarak mı gündeme geliyor? Kısaca değinelim.
Burjuvazinin ve diktatörlüğün ayakta durduğu, faşizmin denetiminin -zayıflamasına rağmen- sürdüğü, burjuva ordusu, polisi, mahkemeleri ve zindanlarının varlığını sürdürdüğü koşullarda, burjuva egemenliği altında, herhangi bir yaptırım gücü olmayan oluşumları halkın iktidar aygıtları olarak ilan .etmek, halk iktidarı gibi bir devrim sorununu ve onun organlarını sulandırıp-yozlaştırmak, hafifsemek ve içeriğini boşaltmaktır. Bu bize, “lonca sosyalistleri”nin ütopik düşüncelerini hatırlatıyor. “Yaptım oldu” anlayışının ürünü olan “PKK meclisi”nin işlevi ne olacaktır? Bu “meclis”, önerilen “ortak federal hükümetin eksik yanını mı tamamlayacaktır? Yoksa Filistin’deki gibi kötü bir diplomasi aracı mı olacaktır? Açıktır ki, sömürü ilişkileri üzerinde yükselen burjuva iktidarına son verme amaç ve hedefinden uzak ve halk iradesinin ifadesi olmayan bu tür oluşumlar, burjuva egemenlik sistemi ve sömürü düzeninin sürmesi durumunu değiştirme işlevi görmeyecektir. Ulusal meclis, ancak kitlelerin ekonomik, sosyal-siyasal inisiyatiflerinin ifadesi olan “ulusal iktidar organları” üzerinden inşa edilirse gerçek anlamını bulacaktır. Kürt halkının mücadele örgütlerine dayanmayan “ulusal meclis” düşüncesi, ulusal özgürlük mücadelesinin bugünkü sömürü düzeni ve burjuva devlet iktidarının yıkılması mücadelesine genişlemesinin önünü kapayan bir girişimi de ifade etmektedir, Bu tür oluşumların iktidar hedefli mücadele sonucu, halkın iktidar için ayaklandığı koşullarda ayaklanma organlarından evrilerek oluşan iktidar organları üzerinden ortaya çıktığı bilinmektedir. Kürdistan’ın bugünkü durumunda bir ayaklanma hali yaşanmadığı ve kurulacağı ilan edilen ‘Kürt meclisi’nin halkın devrimci kalkışmasının ürünü olarak ortaya çıkmadığı tartışma götürmez bir gerçektir. Kürdistan’ın bazı yörelerinde mücadelenin nispeten gelişkin olması, bir ayaklanma durumunun varlığına yeterli kanıt sayılmaz, sayılmamalıdır. Yaptırım gücü olmayan bir “ulusal meclisin ulusun iradesini temsil etmesi de mümkün olamaz. Bu tür organizasyonları, yalnızca propagandif amaçlarla gündeme getirmek ise, kavramın içeriğinin yozlaştırılmasıdır. PKK, proletarya iktidarının sorunlarını olduğu kadar, halk devriminin sorunlarını da hafife almaktadır.
PKK “ulusal meclis”in, “partisi, ideolojisi ne olursa olsun” herkesi, “yurtsever kalacağım diyen herkesi”, kapsayacağını belirtmektedir. Yurtseverliğin “ölçütü” belli olmamakla birlikte, onun, soruna genel yaklaşımı bu konuda da bir fikir vermektedir. Kürt toprak ve aşiret ağalarının, burjuva-feodal çevrelerin, çıkarlarına uygun gördükleri her durumda yurtseverlik demagojisine başvurmaktan geri durmayacakları, hain olarak adlandırılan Barzani, Talabani gibi Kürtlerin kendilerine yurtseverlik payesi biçtikleri, “Kürt partisi” imajıyla politik arenada yer alan HEP’in hem yurtseverlik iddiasında bulunduğu ve hem de emperyalizmin Kürdistan’daki planlarına, bu planlar kapsamında Kürdistan’da faaliyet yürüten ‘Çekiç Güç’ adlı işgal birliğine olumlu yaklaştığı bilindiğine göre; bu “meclisin” işçi ve emekçi halk yığınlarının iradesini yansıtacağı iddiası havada kalmaktadır.

MÜCADELE SERTLEŞTİKÇE SAFLARIN AYRIŞMASI VE REFORMİZM İLE DEVRİMCİLİK ARASINDAKİ AYRIMLAR BELİRGİNLEŞİYOR
Kaynağını Kürdistan’daki sınıflı toplum gerçeğinden alan, farklı sınıfların anlayış ve tutumlarını yansıtan çizgiler arasındaki ayırım noktaları, Kürdistan’da yükselen kitle hareketinin sorunlarına ilişkin çözüm önerileri ve pratik hareket karşısındaki tutumlarla daha da açıklık kazanıyor. Bir yandan devrimci Marksizm ile her türden burjuva ideoloji kaynaklı siyasal akım arasında, öte yandan devrimci radikalizm ile reformist uzlaşmacı çizgi arasında ayırımlar netleşiyor. Ulusal özgürlük sorununu, Kürt işçi ve emekçilerinin, emperyalist ve gerici kölelikten kurtuluşu sorunu olarak görmeyen, Kürdistan’daki toplumsal gelişmeye ve sınıf ilişki ve çelişkilerine gözünü kapayarak, Kürt işçi ve köylülerini, Kürt aşiret ve toprak ağalarıyla, Kürt “iş adamları”yla ortak “ulusal bakış açısına” bağlı kalmaya çağıran, sömürenlerle-sömürülenlerin çıkarlarını bağdaştırmaya çalışanlar ne ulusal kurtuluşu tutarlı bir çizgide savunabilirler, ne de tutarlı anti-emperyalist çizgide tutunabilirler. Nitekim mücadele sertleştikçe, Kürt mülk sahibi sınıfların çıkarlarına uygun bir politik çizgide yürüyen Kürt reformist ve revizyonistlerinin, emperyalistler ve Türkiye gericiliğiyle uzlaşma ve işbirliğini de içeren çözüm önerileri arttı, bu doğrultudaki çabalar yoğunlaştı. Türkiye Kürdistanı’ndaki Barzani-Talabani kafadarları, diktatörlüğün saldırılarıyla PKK’dan “boşalan yeri doldurmak” üzere karşı-devrimci girişimlerini arttırırken, PKK da izlediği reformist-burjuva ideolojik çizgi sonucu yalpalamaya, “federasyon”, “siyasal çözüm”, “referandum” gibi düzen içi çözüm önerilerini işlemeye devam ediyor.
Diktatörlüğün saldırıları ne toplumsal gelişmeyi, ne de mücadelenin yükselmesini engelleyemeyecek, reformist uzlaşmacılık ve devrimci çizgi ayrışması sınıf temeline daha net olarak oturacak ve ayrışma,’ derinleşerek sürecektir. Mevcut sistem ve devlete dokunulmaksızın, “şirketin yönetilmesi” düşüncesiyle gündeme getirilen “Türk-Kürt federe devleti”, ya da “barışçıl siyasal çözüm” önerilerinin mülk sahibi sınıfların çıkarlarına uygun olduğu süreçte daha iyi görülecektir.

Şubat 1993

Leninizmin Geleceği, Proletaryanın Geleceği

BİLAR bünyesinde düzenlenen “Arı Bir Leninizm Var mıdır?” konulu tartışmada Aydın Çubukçu’nun yaptığı konuşmanın bir özetini sunuyoruz. Tartışmanın tümü, ” Günümüz Işığında Leninizm Seminerleri” başlığı altında, BİLAR tarafından yayınlanacaktır.

Arı teori, Marksizm’in Leninizm’in saf hali gibi kavramların Türkiye’de geçerlik kazanmasının Türkiye’deki geçmişi ve temelleri üzerinde durmak istiyorum.
Böyle bir tartışma gündelik politikadan ayrı düşünülemez. Herhangi bir siyasi grubun taktiği, stratejisi, doğrudan doğruya pratik eylemiyle teoriye bakışı arasında dolaysız bir ilişki vardır. Teorinin tarih içindeki seyrine, teorinin zaman zaman yaptığı sıçramalar ya da kendini yeniden üretme içinde ortaya koyduğu tezler, her tarihsel dönemde belirli bir politikanın nesnesi haline gelir. Teori, apaçık bir şekilde nasıl tarihle bağıntılıysa politikayla da öylesine bağlıdır. “Saf bir Leninizm var mıdır yok mudur” tartışması bir yandan da, bence, Leninizm’in evrensel olan, olmayan yanları üzerine yapılan tartışmayla bağlantılıdır. Türkiye’de’ benim bildiğim kadarıyla, Marksizm-Leninizm’i ilk kez evrensel ölçekte geçerli ilkeler ve geçerli olmayan uygulamalar tarzında bir ayrıma tabi tutma çabası Mahir Çayan’dan geldi. Mahir Çayan’ın, çok açık bir eylem zemininde, kendine özgü devrim anlayışı çerçevesinde teoriye, doğrudan doğruya, kendi tarihsel koşulları ve pratiği açısından bakma çabasıdır bu. Ve o zamandan bu yana da pek çok kez Leninizm, özel olarak Leninizm, genel olarak teori, bu tarz bir otopsinin konusu yapıla-geldi, otopsi kelimesini bilerek kullanıyorum: yani bir transplantasyon yapmak üzere, gerekli organları ayıklamak, diğerini mezara gömmek tarzında bir tartışmaydı bu ve bence olumlu değildi. Oysa bu bir yanıyla bize konunun ele alınışı bakımından dikkat etmemiz gereken yanlarını aydınlatan özel bir ışık tutar böyle bir çaba. Hiçbir zaman teori, tekrar etmek istiyorum, tarihsel koşullardan ve politik ihtiyaçlardan bağımsız olarak yorumlanamaz. Teorinin bütünlüğü, ona inşası sırasında kaynaklık eden tarihsel koşullar, sınıf mücadelesinin boyutları her zaman güncel olan açısından yeniden değerlendirilmek zorunda kalınır. Yalnızca bu anlamda bile saf bir Marksizm-Leninizm’den söz etmek imkânı yoktur.
Saflık kavramı, kolayca görülebileceği gibi, metafizik bir kavramdır. Bir değişmez çekirdek bulabilmek ve onun bütün çağlar için ve bütün mekânlar bakımından geçerli olabileceğini düşünmek ve daima oraya bağlı kalmayı öneren bir politik tarz inşa etmeye çalışmak, neresinden bakılırsa bakılsın tarihsel, sosyal, politik pek çok bakımdan geçerli bir tarz olamaz. Lenin’in Marksizm’e baktığını, Marx’ı nasıl değerlendirdiğini, inceleyerek, saflık, arılık, bakımından, kedisinin nasıl değerlendirilebileceğini anlayabiliriz. Lenin’in Marx’i ele alışı, bizim Leninizm’e yaklaşımımıza doğru işaret koyabilir, ışık tutabilir gibime geliyor.
Lenin’in başlıca üç makalesi üzerinde durmak istiyorum. Birisi Granat Ansiklopedi’ye yazdığı Marksizm, Marx ve Marksizm maddesidir. 19H’te yazılmıştır yazı. Ve bir ansiklopedi yazısı denilince akla gelen her şeyi alt üst eden bir içeriğe, üsluba sahiptir. Alışılmış anlamda bir ansiklopedi maddesinden ne beklenir? Bir biyografi, eserler hakkında yazılış, yayınlanış tarihlerini bildiren bilgiler, belli başlı özelliklerini özetleyen birkaç paragraf… Araştırmacılara ipuçlarının sunulması ve konu üzerine yapılmış önceki araştırmalar hakkında bilgi verilmesini amaçlayan renksiz, yorumsuz bir yazı. Ansiklopedi yazısı denilince genellikle akla gelen budur. Lenin 1914’ün bütün koşullarıyla belirlenmiş bir makale kaleme almıştır oysa. Gerek Avrupalı Marksistler arasındaki tartışmalara, gerekse özellikle 1905’ten sonra 1912’nin koşullarını da yaşamış bir Bolşevik partisinin yaşadığı tartışmaları gözü-nünde tutan, bütün bunlara cevap vermeyi amaçlayan bir Marksizm irdelemesi yapmıştır bir ansiklopedi için. “Saf bir Marksizm var mıdır?” sorusunun Lenin için bir anlam taşımadığını görürsünüz. “Değişmeden kalan bir öz bulayım”, “saf Marksizm’i yazayım” gibi bir endişe gütmeksizin doğrudan doğruya güncel politik tartışmalarla, ihtiyaçlarla belirlenmiş bir Marksizm maddesiyle karşılaşırsınız. Öyle ki, karakteristiklerini özetlemeye çalışayım, Marx’in ekonomi teorisine ayırdığı bölüm, sınıf mücadelesi, proletaryanın sınıf mücadelesinin taktikleri, sosyalizm, devrim teorisi gibi bölümlerle kıyaslandığında, ancak 3/1 oranında bir yer tutar. Değer teorisi, artı-değer teorisi gibi bölümlere ayırdığı yer sınıf mücadelesinin (o günkü) dolaysız ihtiyaçları bakımından Marx’ın anlatılmasını gerekli gördüğü bölümler yanında çok kısa bir yer tutar. Orada muarızlarının tezlerine cevap verecek özellikleri öne çıkartır ve vurgular. Marksizm, öyleyse Lenin açısından o dönemde, o vurguladığı özellikler bakımından bir anlam ifade ediyordu. Ve doğrudan doğruya Lenin’in mücadelesinin prizmasından geçerek okuyucuya sunulmuştur.
1895’te Engels’in ölümü dolayısıyla yazdığı bir yazı vardır. Engels’in hayatına ilişkin, eserlerine ilişkin bilgilerden sonra özellikle sınıf mücadelesinin her biçiminin mutlaka politik bir mücadele olduğunu söyleyen önermesine ağırlık vererek Engels’i yorumlamaya yönelir. Bu çabanın da birinci andığım makalede olduğu gibi Engels’in özel bir tarzda yorumlanarak eksene konulmasıyla gündelik tartışmaya, günün politik ihtiyaçlarından partinin düşündüğü plan, program ve taktiklerine cevap verecek bir tarzda ele alınmasının örneğini teşkil eder.
Yine aynı şekilde değerlendirilebilir olan bir başka makalesi, Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmaların yayınlanması dolayısıyla kaleme aldığı eleştiridir. Mektuplar Bernstein’in editörlüğünde bir komisyon tarafından yayına hazırlanmıştır ve yer yer Bernstein mektuplara notlar düşmüştür. Malzeme ortadadır. Marx ve Engels arasındaki mektuplaşmadır konu. Ama Lenin, yorumu doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin gene o günkü ihtiyaçları bakımından ele alır ve Bernstein’i teşhir etmenin bir aracı olarak yayına hazırlanmakta olan mektupları kullanır. Pek çok makalesi, pek çok çalışması Lenin’in bu temel özelliği gösterir. Marx’a ve Engels’e başvurduğu, onları anlatmaya giriştiği her yerde, güncel politikanın ihtiyaçları Lenin açısından belirleyici hale gelir. Eğer Lenin’e sorulsaydı, saf bir Marksizm var mıdır diye, o, sanıyorum, Marksizm’in devrimci özü diye pek çok yerde andığı şeyi tekrarlamakla yetinirdi ve bunun Marksizm olduğunu açıkça söylerdi. Bu bir ayıklama mıdır, bu bir, işine gelen yanı alıp gerisi işte önemli değildir ya da işte evrensel Marksizm budur, diğerleri evrensel olarak değerlendirilemeyecek olan özelliklerdir anlamına mı geliyor? Bence gelmiyor. Pek çok bakımdan. Her şeyden önce, evrensellik tartışması doğrudan doğruya nesne üzerinde iş yapan, onu değiştirmeye, onu dönüştürmeye çalışan sınıfın açısından tanımlanır. Her dönem için geçerli, herkes için geçerli, mutlak ve değişmez bir içerikle donatılmış anlamını taşıyan “evrensellik” kavramının karşısına, doğrudan doğruya belli bir sınıfın belli bir tarihsel eylemin etkisiyle içerik kazanmış bir evrensellik kavramı… Marksizm açısından evrensellik budur. Bu açıdan da biz, Leninizm’de olsun ya da teorinin bütününde, Marksizm-Leninizm’de olsun “evrensel olanın araştırılması” diye bir şey, zamandan ve mekândan ayrı, bütün zamanları ve bütün mekânları kucaklayacak bir kapsamda doğrudan doğruya, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak tanımlayan Lenin’i anlamamak demektir, böyle bir araştırmanın ve sonunda sözde “arı bir teori”, her derde deva bir sonuç bulunabileceğinin umulmasının doğrudan doğruya sosyalist sistemin karşılaştığı sonla ilgisi vardır diye düşünüyorum. Althusser’deki köklerine Rıza değindi ama bugün bu tartışmanın yeniden güncel olmasının altında böyle bir nedeni aramak, bunun yeniden böyle bir tartışmaya yol açtığını söylemek fazla yanlış olmayacaktır. Şöyle düşünülüyor, eğer Leninizm’in saf sağlam özüne sadık kalınsaydı, Troçki onu bir yöne çekip götürmese, Stalin onu yozlaştırmasa idi, devrim yıkılmayabilirdi, yıkılmazdı. Ya da öyle bir teorik çerçeve konulmalı ki, bütün bu tartışma süreçlerinden tarihte yaşanmış art arda olaylardan bağımsız, onların kirletmediği öyle bir teori bulunmalı ki kötü, bozuk, yozlaşmış, sosyalizm yerine, sağlam, temiz, güzel bir sosyalizm kurabilelim! Teori yalnızca bir çekirdek olarak düşünülüp, onunla birlikle anlam kazanan ve asıl ona anlamını kazandıran tarihsel eylem bir yana bırakılarak değerlendirilemez.
Lenin, bir şeyler bırakmıştır geriye ama o kendisi olarak kalamayacağı bir sosyal, tarihsel ortamdan geçerek, kendisinin alabileceği bütün biçimleri yaşamaya çalışarak gelişmiştir ve neticede bir pratiğin adı haline gelmiştir. Bence Leninizm her şeyden önce bir politika bilimidir. Bu, parti teorisiyle, strateji, taktik konusunda Lenin’in Marksizm’e değerli katkıları olarak nitelendirebileceğimiz çalışmalarıyla, ajitasyon propaganda tekniklerini bizzat Bolşevik partisinin eylemi içindeki geliştirme çabasıyla ve her şeyden önemli olmak üzere de doğrudan doğruya bir devrimi yönetmenin ve proletarya diktatörlüğü kurmanın bilimi olarak politikayı geliştirmiş olmakla nitelik kazanan bir bilimdir. Bu açıdan bakılınca proletarya diktatörlüğünün kurulması ve yaşatılmasının bilimi olarak Leninizm’i anladığımızda, bu diktatörlüğü kendi koşulları içinde belli bir sonuca kadar götürmek çabasını göstermiş olan Stalin’in eylemini Lenin’in teorisinden ayırma imkânı olamaz. Hatasıyla sevabıyla, yanlışıyla doğrusuyla bu bir bütün teşkil eder. Dolayısıyla Stalin’den arındırılmış bir Leninizm, hatta şu da söylenebilir: Troçki’yle olan tartışmalarından arındırılmış ve onunla giriştiği polemiklerin etkisini taşıyan Leninizm’den ayrı bir Leninizm bu bakımdan düşünülemez. Bunlar ayrıştırılamaz bileşenler halinde tarih içinde Leninizm’e kimliğini veren, dolayısıyla bir sınıf eylemi söz konusu olduğunda ve bu sınıf eylemi kendisine yol gösterecek olan bir teoriyle bütünleşmek isteği duyduğunda karşısına saf, arındırılmış bir şey halinde koyamayacağımız bir bütünlük teşkil eder.
Bu demek değildir ki, Leninizm donmuş, kalıplaşmış, dışına çıkılamayacak kendi sınırlarını yaratmış bir şeydir. Aksine, saf bir Leninizm aramak, arı bir Leninizm aramak, Leninizm’i bu şekilde tanımlamak demektir. Leninizm, bu bakımdan kendisi ile sınıf ve eylemi arasında dolaysız bir ilişki kurabilmiş ender teorilerden biri olarak karşımıza çıkar. Sınıfın politik eylemi, Leninizm’in gelişmesinin koşulu; Leninizm ise sınıf eyleminin yönetilmesinin koşulunu sağlar. Bu ikisi bir arada Leninizm’in geleceği hakkındaki sorulara cevap vermenin zeminini oluşturur. Leninizm’in geleceği nedir denildiğinde ona verilecek cevap kısaca, sınıfın geleceği neyse, devrimin, geleceği neyse Leninizm’in geleceği de odur şeklinde olacaktır. Eğer proletarya tarih sahnesine geçici olarak çıkmış, şu anlamda, yani kapitalizmin bir döneminde ortaya çıkmış, kapitalizmin gelişmesiyle eriyecek, sönecek bir sınıf ise Leninizm de böyledir. Leninizm de kapitalizmin içinde bir an olarak doğmuş ve kapitalizmin içinde, kapitalizmin kendini geliştirmesiyle geçersizleşecek bir teoridir denilebilir. Ama eğer sınıfın kendisini yok etmesi ancak kapitalizmin ortadan kalkışma bağlı bir sorun ise, Marx’ın koyduğu gibi arılıyorsak sorunu, Leninizm de, ancak kapitalizmin sona ermesiyle birlikte bütün ideolojilerin, bütün teorilerin bir yerde kendi sonunu hazırlaması, kendi sonuyla buluşması anlamında sona erer. Bu gün açısından söyleyecek olursak; bugün Leninizm olmaksızın bir işçi sınıfı devrimini düşünmek, Leninizm’in belli başlı ilkeleri, inşa etmiş olduğu politika bilimi olmaksızın bir işçi sınıfı devrimi, düşünmek imkânı yoktur.
Geçen hafta bir başka panelde bazı arkadaşlar; nasıl Marx yokken sosyalizm varsa, Leninizmsiz sosyalizm de olabilir, dolayısıyla Marksizm Leninizm’e ihtiyaç kalmamıştır, ayrı bir kanaldan akacak, kendi teorisini kendisi oluşturacak yeni bir sosyalizm düşüncesi pekâlâ mümkündür dediler. Ve bunu çok tipik olarak şu sonuca bağladılar. Kendilerini, “iktidar hedefi gözetmeyen bir muhalefet hareketi” olarak tanımlayan bir çevre bu. İktidar hedefi olmayan bir muhalefet hareketi! Şimdi bu ikisi gerçekten çok tutarlı bir biçimde birbirine bağlanmıştır, o arkadaşların düşüncesinde. Eğer muhalefet hareketi olmak tanımı, iktidarı hedeflemeyen bir içerikle donatılıyorsa, böyle bir hareketin gerçekten Leninizm’e ihtiyacı yoktur, Marksizm’e ihtiyacı yoktur. Bir tür sosyalist düşünceyi savunduklarını söyleyebilirler bu arkadaşlar ama sınıf iktidarı, sınıf mücadelesi, politik mücadele gibi kavramlardan arındırılmış bir sosyalizm anlayışı, Leninizm’e ihtiyaç duymayabilir. Bu çok uç bir örnek tabi ki, kolay kolay Leninizm’in sorunları, geleceği gibi bir başlık altında tartışma konusu yapılamayacak kadar uç bir örnek. Bunun dışında, Leninizm’i bir biçimde işçi sınıfı hareketinin ya da sosyalist düşüncenin gerçekleşmesinin engeli, bir kamburu, aksayan bir yanı olarak değerlendiren her düşüncenin eninde sonunda iktidar kavramıyla bir problemi var demektir. Devrim, iktidar gibi bütün bu kavramlar, Leninizm’de parti kavramıyla, politik mücadele kavramıyla dolaysız olarak birbirine bağlanmış şeylerdir. Ve Leninizm, asıl bugün bu bakımdan çok büyük bir önem taşımaktadır. Bir devrime ihtiyacı olduğunu söyleyen bütün insanlık için, bir devrim yapma gücünü taşıdığına inanan işçi sınıfı için ve işçi sınıfını devrimde yönetecek herhangi bir parti için, Leninizm, parti teorisi, devrim teorisi vazgeçilmez, bir yana bırakılamaz ve bu anlamda eğer bir saflık aranıyorsa, değiştirilemez teorilerdir. Leninizm’in geleceği, bu teorilerin, sınıfın tarihsel süreç içindeki bütün hayatı boyuna gerçekleştirebileceği eyleme bağlıdır. İşçi sınıfı tarihte ilk kez ciddi olarak kendi diktatörlüğünü kurmayı nasıl Lenin’in eylemine, Lenin’in teorisine borçluysa, Lenin’in teorisi de kendi varlığını işçi sınıfının eylemine borçludur. Şu an, o olmaksızın, işçi sınıfının devrimci mücadelesi olmaksızın Leninizm’in geleceğinden de söz etmek mümkün olmayacaktır. Ama işçi sınıfının devrimci eyleminden söz edebilmek için de, Leninizm’in ortadan kaldırılamaz bir koşul olduğunu düşünüyorum.
Daha sonra, tartışmayı izleyenlerin sorularının yanıtlanmasına geçildi. A. Çubukçu’ya yöneltilen bazı sorular ve yanıtları, özetle şöyleydi:

SORULAR:
— Girişte, Marksizm ve Leninizm’in, tarih içinde anlam kazandığından söz etiniz. Şimdi, Nikaragua, Çin, Küba devrimleri hiç de Leninist parti modeline uymazlar. Bunları, Leninizm’in dışına mı koyacağız?
— Stalin’in eylemiyle Lenin’in teorisin ayrılmaz olduğunu söylediniz. Stalin’in parti konusundaki eylemleri var: 1938’lere gelindiğinde, Ekim Devrimi’ni yapan Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nin büyük çoğunluğu, Stalin tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu Stalin’in bir eylemidir. Bununla, Lenin’in parti teorisi arasında ne gibi bir ilişki vardır? İkinci sorum şu: Stalin’in, sosyalizm konusundaki eylemi, Berlin Duvarı ile simgelenir. Sovyetlerin iktidarını, parti iktidarını, parti iktidarının yerine Merkez Komitesinin iktidarını, sonra da onun yerine Genel Sekreterin iktidarını kurmuştur, Stalin. Bununla Lenin’in teorisi arasında nasıl bir bağ var?
— Yaşayabilir bir sosyalist toplum projesi yaratılamamıştır. Yaratılanlar da -Komün gibi- yaşamamıştır. Bu anlamda, teorinin bir yeniden inşası, sosyalistlerin önünde bir görev değil midir?
— SBKP’nin 20. Kongresinden bu yana, Stalin’e saldırı var. Hatta burada bir arkadaş, Stalin pratiğinin örneği olarak, Berlin Duvarını gösterdi. Yanlış bilmiyorsam, Berlin Duvarı, Stalin’in ölümünden sonra yapıldı. Sormak istediğim şu, neden sosyalizme saldırı, Stalin’e saldırı ile birlikte yürüyor?
— Diğer konuşmacı, teorinin gelişimi ile ilgili olarak, “kapsayarak aşma” terimini kullandı. Sizse, “Lenin’e sorulsaydı, Marksizm’de değişmeyen nedir diye, ‘onun devrimci özü’ derdi dediniz. “Kapsayarak aşma”nın söz konusu olduğu bir durumda da Leninist olarak kalınabilir mi?

AYDIN ÇUBUKÇU- Sırayla cevaplandırmaya çalışacağım. Eğer sorularda yanlış anladığım ya da eksik notladığım bir şeyler olursa soru sahibinin düzeltmesini istiyorum. Bir arkadaşım Nikaragua ve Latin Amerika’daki diğer devrimlerden örnekler vererek, parti ve Leninizm kavramları arasındaki ilişki bakımından bunun nasıl değerlendirilebileceğini sordu. Nikaragua’dan söz edelim. Devrim yapmış olmak Leninist olmayı gerektirmiyor, göstermiyor, yani her devrim yapan Leninist’tir diye bir kural yok. Açıkça Nikaragua’daki parti kendini Sandinist olarak tanımlar, Leninist olarak değil. Strateji ve taktikler bakımından ise elbette her devrim bir başka devrimin deneylerinden yararlanır. Sınıf mücadelesinin taktikleri, mücadele biçimleri, araçları bir devrimden diğerine aktarılır. Bir halk devrimi, proletarya devriminden, proletarya devrimi herhangi bir ulusal devrimden bu bakımdan yararlanır. Bu anlamda Bolşevik devrimiyle diğer bütün devrimler arasında kurulacak bir ilişki mutlaka vardır. Ama o devrimlerin hepsinin sosyalist ve devrim yapmış herkesin Leninist sayılamasına yetmez. O devrimlerin de Lenin’le ilişkisi ancak bu ölçüdedir: bir deneyden yararlanmak ve bir teoriden etkilenmek. Dolayısıyla, Leninist parti modeline uymuyor dediğimiz partileri, ama devrim yapmış partileri, Leninist partiler olarak adlandırılmasına imkan yoktur. Devrim yapan herkes ne Marksist’tir, ne de Leninist olmak zorundadır. Devrim ayrı bir eylem. Şu söylenmek isteniyorsa, Leninist olmadan da devrim yapılabilir deniyorsa buna katılmıyorum. Şu anlamda: Leninist olmadan sosyalist devrim yapılamaz, sosyalist inşa başarılamaz. Proletarya diktatörlüğü kurulamaz.
Gelelim ikinci arkadaşın dikenli sorularına. Şimdi, MK’daki kimilerinin idam edilmesiyle Lenin’in teorisi arasında ne gibi bir ilişki var? Ben bunları kabul etmiyorum tabi… (kaydedilemedi) Tıpkı bu şuna benziyor. Stalin, palabıyıklıydı, Lenin sakallıydı, bunlar benzemiyor, bunların arasında ne ilişki var, gibi bir soru sanki. Bütünüyle sosyalist inşa, parti teorisi, militan kadro yetiştirilmesi gibi doğrudan doğruya sosyalist inşanın ve parti iç hayatının ilişkilerine ilişkin ilkeler bakımından bir kıyaslama yapılabilir. Ama falanca insanların yargılanıp idam edilmiş olmasıyla teori arasında ne gibi bir ilişki var şeklindeki bir soruyu gerçekten birbirine bağlayamadım… Diğer sorular, Berlin duvarı, ulusal çitler, parti diktatörlüğü, netice itibarıyla genel sekreterin diktatörlüğüne gelinmiş olması… “Lenin’in teorisiyle, Stalin’in eylemi arasında ne gibi bir bağ var?” Sonuncudan başlayayım, “önce parti diktatörlüğüne sonra merkez komitesi diktatörlüğüne, sonra tek kişinin diktatörlüğüne gidilecek” biçimindeki önerme, Troçki’nin Menşevizm döneminden kalma bir eleştiridir. Lenin’e karşı söylenmiştir. Eğer bu yol izlendiyse, farz edelim tamamen gerçekleşti bu yol, benim dediğimi doğrular: Lenin’in teorisiyle Stalin’in eylemi arasındaki ilişkiyi doğrular. Belki de Troçki’nin eleştirisinin haklılığı yolunda bir şeyler söyleyebilirsiniz bu konuda ama ayrılığı göstermez, aynılığı gösterir. Ha bu eleştiriyi tartışmak ayrı bir şeydir, böyle bir süreç nasıl yaşanmıştır gerçekten bu kademeler öngörüldüğü tarzda olmuş mudur tartışması ayrı bir şey ama bu soru sanıyorum “menşevizmi reddetmiş bir troçkist” tarafından sorulmaması daha doğru olacak olan bir soruydu. Aynı arkadaşın diğer biri sorusu, Lenin, partide platformlara, muhalefetlere izin veriyordu. Stalin bütün bunları yasakladı, öyleyse bu ne biçim ilişki biçimindeydi. Şimdi Lenin’in çok büyük bir gönül hoşnutluğuyla ve üstelik teorisinin gereği olarak, parti içinde hizipler, platformlar, ayrı gruplar, ayrı yayın organları kurulmasına rıza gösterdiğini kimse söyleyemez, benin Komünist Partisi denilince, yekpare bir sınıf partisi anlıyordu. Dolayısıyla Lenin’in koşullar dolayısıyla, kaçınılmaz bir biçimde zaman zaman razı olduğu bir durum, Lenin’in teorisinin kendisi olarak gösterilemez. Ben Stalin’in Lenin’in mantıksal devamı olduğu sonucuna buradan varıyorum. Yani Lenin’in yapmak isteyip de aslında teorileştirdiği bir durumu, fakat koşullar dolayısıyla zaman zaman farklı bir uygulamaya göz yumduğu bir durumu, Stalin’in ortadan kaldırdığını düşünüyorum. Bu bakımdan bir kopuş olamaz. Berlin duvarı hakkında, bir başka soru yönelten arkadaşım bunun Stalin’e mal edilemeyeceğini söyledi. Soru sahibi, belki bir politikanın sonucu olarak bu doğdu demek istiyor. Yani Stalin Berlin duvarını inşa etmedi ama onun politikası doğurdu. Bence Stalin’in politikası değil emperyalizmin politikası doğurmuştur onu. Emperyalizm ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkiler sonucunda ortaya çıkmış olan bir şeydir. Duvar kurulmadan sosyalizm korunabilir miydi? Bu da apayrı bir tartışma ama Stalin’in pratiği ile Lenin’in teorisi arasındaki ilişki bakımından cevaplandırılabilir bir soru olarak görmüyorum. İlginç bir soru daha vardı. Hemen bağlı olduğu için o soruya atlayabilirim. Neden sosyalizme saldırı ile Stalin’e saldırı birlikte yürüyor? Aslında çok ilginç bir tarihsel olgudan söz edilebilir. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemde Nazizme karşı savaş sırasında, bütün dünya halklarının, Avrupalı aydınların ve işçi sınıfının Stalin’in şahsında biçimlenen sosyalist Sovyetler Birliği’ne büyük bir sevgisi ve sempatisi vardı. Sovyetler Birliği ve Stalin hakkında ayrı ayrı konuşma imkânı da yoktu. Sosyalizm demek Sovyetler Birliği, Sovyetler Birliği demek sosyalizmdi. Dolayısıyla burjuva anlayış açısından simgelerle uğraşmakla, simgelere saldırmakla olgunun kendisi arasında kurulacak ilişki bakımından propaganda değeri olan bir saldırıydı bu. Stalin’e saldırmak aynı zamanda gerçekten sosyalizme saldırmak anlamına geliyordu. Bunlar birbirinden ayrılamazdı. Sosyalizmin dünya çapında kazandığı prestij, insanlığın ‘gerçekten özellikle Nazizm olgusunun gündemde olduğu bir tarihsel dönemde tek umudu olması, Nazizme karşı mücadelenin Kızıl Ordu, Stalin, Sovyetler Birliği kavramlarından ayrılamayacağı gerçeği, bütün bu duygular karmaşası, Sovyetler Birliği, Stalin, sosyalizm kavramları arasında dolaysız bir ilişki doğurdu Sosyalizme saldırmak gerçekten o anlamda Stalin’e saldırmaktan başlayan bir girişimdi. Ondan sonraki dönemde sürece bakarsak, sosyalizmin teoride ve pratikte revize edilmesiyle Stalin’e karşı açılan kampanya gene birbirini tamamladı. Günümüzde hâlâ sosyalizm, komünizm kavramlarını bir öcü gibi göstermek isteyen herkes için Stalin gene önde gösterilmesi gereken bir simge değeri taşımaktadır. Kopmaz bir ilişki, Stalin’in yönetimde bulunduğu andan başlayarak bu iki kavramı günümüze kadar birbirine bağlamıştır. Bu iki kavram Marksist Leninistler açısından o kadar tartışılmaz bir tabu değildir ama burjuvazi açısından bu iki kavram birbirinden koparılmaz. Sosyalizm denilince Stalin’i, Sovyetler Birliği’ni ve bütün o soğuk savaş döneminin malzemelerini öne dökerek tartışmak bir propaganda biçimidir. İşin özünü örten, sosyalizmi inşa eden milyonlarca işçi ve emekçinin, onların partisinin eyleminin gerçekliğini gizleyen “bir diktatör ve onun bir kamçı altında çalıştırdığı yığınlar” masalına zemin hazırlayan bir ilişki kurma tarzıdır. Böyle bir ilişki bizim bakımımızdan şöyle ele alınmamalıdır. Yani Stalin olmasaydı, sosyalizm kurulamazdı gibi bir şey. Ya da sosyalizmle Stalin arasında Sovyetler Birliği’nin sosyalist dönemleri arasında dolaysız, mekanik-metafizik bir ilişki bizim açımızdan söz konusu değildir. O doğrudan doğruya Sovyetler Birliği Komünist Partisinin sosyalizm heyecanını, inşa etme, koruma ve onun uğruna ölme heyecanını taşıyan milyonlarca işçi ve emekçinin ve onları yöneten partinin ve o partinin başındaki Stalin’in başarısıdır. Bunlar ayrılmaz şeylerdir. Bunları bir başka biçimde ayrılmaz göstermek demin de söylediğim gibi burjuva propagandanın bir malzemesidir. Aynı şey sosyalizmin başarısızlıkları ve çöküşü dolayısıyla gene Stalin’e yüklenen sorumluluklar günahlar bakımından, Stalin aleyhtarı pek çok akim, bu arada Troçkizm tarafından da yapılmaktadır. Neden sosyalizme saldırı ile Stalin’e saldırı bir arada gidiyor? Tarihin kurduğu bir ilişki; ama bunun yanlış projeksiyonu nedeniyle burjuvazinin geliştirdiği bir propaganda malzemesi olması nedeniyle.
Orada bir arkadaşım bir kaç soru sormuştu. Teorinin yeniden inşası, teorinin bütünsel inşası kavramına bağlı olarak gerekmektedir diye. Kapsayarak aşma kavramlarını da aynı soru içinde değerlendirmek istiyorum. Marksizm’in Leninizm’e doğru gelişmesi süreci aslında tam anlamıyla diyalektik bir kapsanarak aşma sürecidir dendi. Ama bu, tek başına ne Lenin’in teorik çabasıyla, ne Lenin’in büyük birikimiyle, onun dehasıyla falan gerçekleşmiştir. Öyle bir tarihsel dönem olur ki, teori onun yeni koşulları, özellikleri, ihtiyaçları ve politika inşa etme süreçleriyle arasında bir boşluk gösterir. Örneğin Marx’ta kapsamlı bir parti teorisi bulunmamaktadır. Marx’ın parti kavramını çok değişik anlamlarda kullandığına dair bilgi var elimizde. Bazen uluslar-arası bir işçi derneği, Marx’ın parti kavramını kullanması için bir sebep teşkil edebilir, bazen Paris komününde ve 1848 Haziran ayaklanmasından sonra; “partimizin en büyük başarısıdır” sözünde olduğu gibi, bugünkü parti kavramıyla pek kolay bağdaştıramayacağımız bir tarzda kullanılabilir. Demek istediğim şu, örneğin bir parti kavramının yeniden anlamlandırılması, bir parti teorisinin inşa edilmesi ve politik mücadele ile parti örgütü arasında Lenin tarzında bir ilişkinin kurulabilmesi için gerekli tarihsel koşulların oluşması gerekir. Marksizm’i bir yana bırakmıyor Lenin, ama onun çağına göre içinde bulunduğu çağa cevap vermeyen bir yanını onu kapsayarak, onun üzerinde hareket ederek onun bir uzantısı olarak aşıyor. Bir şeyler katıyor ona. Yeni bir mücadele silahı olarak proletaryanın eline daha gelişmiş biçimiyle veriyor. Aynı şey, çağın temel özelliklerinin değişmesi, sınıf mücadelesinde kullanılan araçlar bakımından teorinin yetersiz kalması, eski teorilerle yeni taktik ve stratejiler inşa etmenin olanaksızlığı gibi durumlarla karşılaşıldığında Leninizm’in de kuşkusuz başına gelebilecektir. Ama bu, kapitalizmin son ve nihai aşaması olarak adlandırılan, emperyalizm çağının temel özellikleri bakımından teorik olarak mümkün görünmüyor. Lenin’in koyduğu eğer kendi teorisini açıklayan ve kendi tarihsel koşullarıyla kendi teorisi arasındaki ilişki bakımından ele alınarak yorumlanırsa, Leninizm’in aşılması demek, bu tarihsel dönemin sona erdirilmesi yani Leninizm’in gerçekleştirilmesi demektir. Teorinin bütünsel inşası yeniden inşası vs. gibi talepler de aynı çerçeve içinde değerlendirilmelidirler bence. Şu sürekli işleniyor: Marksizm günümüzü açıklamıyor, Lenin’in emperyalizm tahlilini yaptığı dönemle bugünkü emperyalizm arasında nitelik bakımından farklılıklar vardır, öyleyse yeniden bir emperyalizm teorisi, öyleyse yeni bir parti teorisi, öyleyse yeni bir sınıf analizi, öyleyse yeni bir devrim teorisi… Bütün bunların gelip neticede dayandığı yer bir aşma, ya da kapsanarak aşma değil, tümüyle bir inkâr sonucunu doğuracaktır. Ha, inkâr edilemez mi inkâr edilir. Ama şunların bütünüyle ortaya konulması, bütünüyle bu iddialara temel teşkil eden nesnel durumun aşıldığının kendini göstermesi koşuluyla bunlar gelebilir. Ciddi bir devrimci komünist partisinin Leninizm benim ihtiyaçlarıma cevap vermiyor dediğini, devrimci mücadele içinde kalarak bunu söylediğini dünyada görmedim. Ama devrim imkânsızdır, onun için Leninizm değişmelidir, bu sık gördüğümüz bir şeydir. Sosyalizm imkânsızdır öyleyse Leninizm, Marksizm değişmelidir, teoriyi bütünüyle yeniden inşa edelim, bunlar sık görülen şeylerdir. Ama devrim, proletarya, bütün bunlar yaşıyor, bütün bunlar bir geleceği kurmak için bir arada bulunuyorlar, sosyalizm insanlığın temel ihtiyacıdır, öyleyse Leninizm değişmelidir diyeni görmedim.
Yaşayabilir bir sosyalizm projesi bakımından ne önerilebilir sorusuna çok kısa bir cevap verip geçmek istiyorum. Bir sosyalizm kurmak gerekir, sonra yaşayıp yaşamayacağına çalışarak karar verelim, çalışarak yaşatmaya çalışalım. Ama önce bir kuralım da yaşayabilir mi görelim. Başkalarının kurmuş ve yaşatamamış olması bütün o deneyim yanlış olduğu, bundan apayrı bir şey yapılması gerektiği anlamına gelmiyor. Yalnızca sosyalizm, işte tek başına bir sosyalizm var, yaşar mı yaşamaz mı? Bu dünyadaki bin bir bağıntıyla belirlenmiş, kendi çelişkileriyle dışındaki çelişkiler arasında dolaysız ilişkiler kurularak pek çok şeyle belirlenmiş bir olgu. Kendi başına ele alıp o sosyalizm yaşamalı demek sosyalizm projesinin yaşayabilir bir proje ortaya koyamadığı anlamına bence gelmiyor. Bu şuna benziyor belki; sınırlanmış, kapatılmış bir çevrede bir deney yapıldı ve bu beklenen sonucu vermedi, maddesini değiştirelim, koşullarını, ısısını, katalizörünü değiştirelim, yeniden deneyi tekrarlayalım! Sosyal olaylar herhangi bir unsurun hareketinin tek başına değiştirmesiyle boydan boya bölün yapının etkilenebileceği özellikler gösterirler. Dolayısıyla bir projenin yaşayabilir olup olmadığına karar vermek doğrudan doğruya öngörülebilir bir şey değildir. Eğer size biri gelir de yaşayabilir bir sosyalizm projesi yaptım derse, o malı satın almayın, sahtedir. Rıza Tura arkadaşım Troçkizmin tarihsel haklılığı ve doğruluğu konusunda bir şeyler söyledi. Değinmeden geçemeyeceğim. Troçkizm bir avantaj kullanmıştır. İktidar olmadan iktidarda yapılanların eleştirilmesi gibi bir şey. Dolayısıyla her zaman ben demiştim demek hakkını yakalamıştır. Ama bir şey hatırlatmak istiyorum, belki şöyle söylenebilir. Troçkizm, “doğru” şeyleri hep yanlış zamanda söylemiştir. Örneğin köylülerle mücadeleyi önermiştir, yanlış zamanda önermiştir. Kulaklarla mücadele başlayınca da eleştirmiştir. Ayrıca, bir Troçkizmden söz etmek bence pek o kadar olanaklı bir şey değil. Çünkü ben Troçki diye bir adamın var olup olmadığından da kuşkuluyum. Başından sonuna, Lenin’den söz etmek mümkün, tutarlı düşünceleri olan, bir sistemi olan, bir Lenin’den söz etmek mümkün. Ama bir dönem Menşevik, sonra aralarda bir yerde, sonra Bolşevik sonra Troçki olan bir Troçki, tek bir Troçki bence değildir. Bu yüzden Troçkizmden, Troçkistlerin bizzat kendi aralarındaki pek çok tartışmada açığa çıktığı gibi belirli bir Troçkizmden söz etmek ve bunun tarihsel haklılığından ileri sürmek bana doğru görünmüyor.

Şubat 1993

Uluslararası ekonomide neler oluyor? Durgunluk mu, kriz mi?

Kapitalist dünyanın son bir kaç yılda ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğu, gerek IMF gerekse Dünya Bankası raporlarında bile vurgulanıyor. İçinde gelişmiş yedi emperyalist ülkenin yer aldığı Yediler Grubu’nun 1988’de ortalama yüzde 4,5 olan büyüme oranı bir önceki yılda yüzde 1’in altına inmesi, işsizlik oranının 2 puanlık artışla yüzde 8’e yükselmesi, kapitalist dünyanın durgunluk içinde olduğunu gösteren temel veriler olarak sunuluyor. Hatta 1992 sonunda Amerika’da hafif canlanmaya karşın Avrupa’da Para Krizi’nin yaşanması ve daralmanın yayılması, Japonya’da büyümenin iyice yavaşlaması nedeniyle Yediler’in geçtiğimiz yıl ortalama büyüme oranının 1991’dekini aşamayacağı tahmin ediliyor. Böyle bir eğilim nedeniyle IMF’nin Eylül 1992’de verdiği iyimser büyüme oranı tahminini, geçtiğimiz Aralık ayında revize ederek hayli düşürdüğü belirtiliyor.
Kapitalist Dünya’nın içinde bulunduğu bu durum; durgunluk olarak nitelendiriliyor. Esas olarak büyümenin gösterdiği performansı dikkate alarak böyle bir yorum yapmak mümkün. Fakat kapitalist ekonomiye bütün olarak bakıldığında, durgunluk yapmaktan öte bir yorumu zorunlu kılıyor.
Geçtiğimiz yılın son çeyreğinde söylendiği ve yazıldığı biçimiyle Avrupa’da bir Para Krizi yaşandı. Hem de siyasi ve ekonomik birliğe geçmeye dört ay kala böyle bir krizin yaşanması ve. ardından İngiltere ile İtalya’nın 12 üyeli Avrupa Döviz Kurları Mekanizması’ndan (ERM) çıkarılması, tüm bunların bir kaç gün içinde yaşanması, sistemde krizin ekonomik ve politik boyutunu ortaya koymuyor mu?
‘Birleşik Avrupa’, yıllardır, bir özlem olarak ifade ediliyor ve o yönde birçok kararlar alınıp, adımlar atılıyordu. Böyle bir planın temelinde yatan; siyasi birliğin, ekonomik ve parasal birlikle perçinlenmesi idi. Oysa bir kaç gün içinde döviz piyasasında yaşanan dalgalanma sonucunda, parasal birliği sağlamak üzere kurulan Avrupa Döviz Kurları Mekanizması ya da Sistemi üyeler arasındaki ekonomik güç farklılığı nedeniyle işlemez hale geliyordu.
Evet, kimi siyasal ya da ekonomik sorunlar, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde, belki de bardağı taşıran son damla olabiliyor. Böyle olması, onun, esas neden olduğu anlamına gelmemekle birlikte, son damla olduğunun bilinmesini de engellemiyor.
Değişik zamanlarda, değişik mekânlarda bu tarzda yüklem yapılan sorun farklı olabiliyor. Hatta toplumsal değişimi sağlayacak örgütlü gücün partinin ya olmaması ya da o derece gücünün bulunmaması halinde de, mevcut ekonomik ve siyasi yapılanım, krize karşın yaşayabiliyor. Böyle bir durum, elbette ki, sistemde yaşanılan krize neden olan çelişmelerin çözüldüğü anlamına hiç gelmiyor. Aksine kriz-çelişki ilişkisi dikkate alınmamış oluyor. Böyle bir bakış da, günümüz kapitalist dünyasında yaşanılanı, konjonktürel dalgalanma ve bir ‘durgunluk’ olarak tanımlıyor.
Ekonomik sorunlara, hatta krize yaklaşımda, son tahlilde, iki analiz yöntemi var. Bir tanesi, açıklamaya çalıştığım gibi, sistemi esas ana veri olarak dikkate alıp, büyüyememe, enflasyon gibi öne çıkan bir sorunu bütün olumsuzlukların kaynağı olarak gösterme. Bir diğeri de, kapitalist yapının oluşumunda var olan çelişkiler temelinde, soruna yaklaşma ve bunun temelinde analiz yapmak oluşturuyor. Böyle bir yöntem, birincisinde belirtilen sorunu, yaşanılanı açıklığa kavuşturmada gerekli ama yeterli olmadığına dikkat çekiyor.

AMERİKA ÇÖKÜYOR MU?
Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu durum, dünya ekonomisini yakından ilgilendiriyor. Çünkü altı trilyon doları aşan ulusal geliri ile Amerika, dünya ekonomisinin lokomotifi, dünyadaki yaklaşık 180 ülkeden, bir yılda yaratılan iktisadi değerlerin yarısı, Amerika, Japonya ve Almanya tarafından üretiliyor (Hürriyet, 1 Ocak 1993). Amerika’nın üçlü grup içerisinde lider olması açısından da, bu ülkeyle ilgili olan gelişmeler önem kazanıyor. Buna bir de siyasi egemenliğinin eklenmesiyle Amerikan ekonomisindeki her gelişme, dünyayı yakından ilgilendiren bir faktör oluyor.
Amerikan ekonomisi 1948 sonrasında ve özellikle 19601ann ortalarından itibaren yaşadığı krizi, 1990’lara taşıdı. Krizin, daha da ağırlaşarak süreceği tahmin ediliyor.
Amerikan ekonomisinde sermaye kullanımı dikkate alınarak düzeltilmiş şirketlerin kâr oranı, 1948’de yüzde 14 iken daha sonraki yıllarda sürekli azalıyor. 1990’larda 1948’e kıyasla yüzde 61 gerilemeyle yüzde 5,5’e iniyor. Diğer bir deyişle, Amerikalı her kapitalist, sanayiye yatırdığı her 100 dolarlık sermayesine karşılık 1948’de 14 dolar olan ve 1965’te 12 dolan aşan ortalama kazancı, 1990ların başında 5 dolar düzeyinde gerçekleşiyor.
Prof. Dr. A Shaik ile birlikte çalışmayı yapan Doç.Dr. E. Ahmet Tonak, Amerikan ekonomisinde kâr oranının bu seyrini 1920’lerle karşılaştırdığında: “1929’daki krizin o noktaya erişmesinin önemli nedenlerinden biri tanesi, ‘Keynes’çi iktisadın yürürlüğe soktuğu iktisat politikaları ve onlara tekabül eden kurumsal yapıların olmayışıdır. Bugün o şekilde kriz dışa vurmuyorsa, bu, bir ölçüde, bir takım denetleme mekanizmalarının ve kurumların varlığına bağlanabilir. Aslında bazı göstergelere baktığımız zaman, krizin derinliği 1920’lerin sonundan daha vahimdir.” (GERÇEK dergisi, 9 Ağustos 1992).

ABD’de Kâr Oranı (1947-1990)       
1947        0,117
1052        0,128
1957        0,112
1962        0,117
1967        0,107
1972        0,087
1977        0,083
1982        0,047
1987        0,063
(AÇIKLAMA: Kapasite kullanımı için düzeltilmiş imalat sanayisinde kâr oranı
KAYNAK: Prof.Dr. A. Shaikh, Doç.Dr. Ertuğrul Ahmet Tonak, Milli Hesapların Ekonomi Politiği, Cambrigde Üniversity Press.)

Benzer bir eğilimi Prof. Dr. A. Shaik’in 1964 ile 1987 yılları arasında kalan dönemde Japonya, Almanya ve Avrupa ülkelerinin bazıları için yaptığı çalışmada da görmek mümkün. Buna göre 1970’lerin başında Japonya’da yüzde 40, Almanya’da yüzde 20’yi aşan kâr oranı, 1980’lerin ikinci yarısında Japonya’da yüzde 20’in altına Almanya’da yüzde 15’in altına iniyor.
Evet, bu iktisadi olgular, Marx’ın 1870’lerdeki öngörüsünün gerçekleştiğinin somut göstergeleri olarak anlam kazanıyor. Hem sermayenin organik bileşimi yükseldi, hem de kâr oranı azalma eğilimi içinde bulunuyor. Emek gücüne yapılan ödemeye, ücretlere kıyasla, üretim için kullanılan fakat yeni değer yaratmayan hammaddelere, makinelere yapılan ödemelerden daha hızlı artmasından dolayı kâr oranı azalma eğilimi içinde bulunuyor.
Yatırılan sermayeye karşılık, kazancın azalıyor olması bir iki yıllık olgu olmaktan öte, özellikle, 1960’ların ortalarında gerçekleşen büyük kırılma ile sonraki yıllarda da devam ediyor. Bu da gelecek açısından iyimser olma umutlarını azaltmaktan öte, yok ediyor. Çünkü ekonominin bütünü açısından sermayenin kârının azalması anlamında yeniden üretememesi yaşanılmakta olan krizin somut anlatımı olarak yoğunluk kazanıyor.
Bunun içindir ki kapitalistlerin giderek artan bir kısmı yeterli bir kâr elde edemiyor, yatırımları kısıtlanıyor ve işsizlik artıyor. Uluslararası piyasada yeni borçlanma mekanizmaları ile sermayenin kredi ve spekülasyona dayalı kendisini yeniden üretme imkânlarının bulunuşu ve teşviki, kâr oranının azalmasına karşı önem kazanan politikalar oluyor. Bu da bir açıdan krizin derinleşmesini hafifletiyor, bir açıdan da krizin yaygınlaşmasını sağlıyor.
Üretimde karşılığı olup olmadığı bilinmeyen ve günlük işlem hacmi trilyon dolarla ifade edilen para ve kambiyo piyasasındaki değerin, altı günlük tutarın bir Amerikan ekonomisinin yıllık ulusal gelirine eşit olması, varılan noktanın ne kadar ürkütücü olduğunu gösteriyor. Çünkü spekülasyon ve kredi sistemindeki bu gelişme özellikle 1980’lerde yoğunlaşıyor. Bu tür spekülatif bir süreçle ‘sağlanan’ ekonomik genişlemenin de böyle bile devam edemeyeceğine dikkat çekiliyor.
’80’li yıllarda artan tüketim harcamalarını karşılamak için bir borçlanma furyası yaşanıyor. 1980’de Amerika’da yüzde 110 olan bireysel ve şirketlerin borçlarının yurtiçi hâsılaya oranı, 1991’de yüzde 150’ye yaklaşıyor. Yani borçların ulusal geliri yüzde 10 aşan oranı, bir önceki yılda yüzde 50’ye çıkıyor. Yurtiçi hâsıla bile borçları karşılamıyor. Aynı dönemde Japonya’da 60 puanlık artışla yüzde 220 olan borçların yurtiçi hâsılaya oranı İngiltere’de 90 puanlık büyümeyle yüzde 160’a yükseliyor. Bireyler gelirini aşan oranda borçlanma eğilimi içindeler. Bu da bireysel tasarrufun eridiğini ortaya koyuyor. 1980 yılında Amerika’da gelirinin yüzde ’80’ini kadar borçlanan birey, artık 1991’de gelirini yüzde 15 aşan oranda borçlanıyor. Gelirinden daha fazla tüketim ve daha çok borçlanma, İngiltere’de 60 puanlık artışla yüzde 120’ye yaklaşan bireysel borçların, bireysel gelire oranı; Japonya’da 40 puanlık yükselmeyle yüzde 120’yi buluyor. Evet, bireyler gelirini aşan oranda tüketim eğiliminde olduğundan, borçlanıyor; tasarruf da eriyor. (IMF, Aktaran Doç.Dr. Nilsen Altıntaş, Banka ve Ekonomik Yorumlar, Ağustos/Eylül/Ekim 1992, sy. 62)
Sorunun temelinde aşın borçlanma yattığı için, faiz oranlarındaki bir düşüşün, özel kesim harcamalarını uyaramayacağı ve bundan dolayı da para politikasının etkili olamayacağına dikkat çekiliyor. ABD’de birçok kere faiz oranları düşürüldüğü halde, bireysel harcamaların etkilenmediği belirtiliyor.

KRİZİN FATURASI
Sermayenin yeniden üretimde yaşadığı tıkanıklığı aşmak için ilk yaptığı karşı saldın ya da diplomatik bir dille ilk gündeme getirdiği politika, fedakârlık söyleviyle sömürünün şiddetini artırmak oluyor. Bunu kapitalist iş saatlerini uzatmakla (mutlak artı-değer) ya da makinelerin çalışma hızını artırmakla (nispi artı-değer) yapıyor. Günümüzde olduğu gibi kapitalist, gerek kendi ürünlerinin fiyatını artırmakla gerekse ücretleri kısmak, dondurmak politikasıyla da, ücretlerin satın alma gücünü azaltma eğilimine giriyor.
Krizin faturasını işçi sınıfına kesen politikalar nedeniyle, bir yandan sınıf nispi olarak yoksullaşırken bir yandan da ulusal pastadan aldığı pay azalıyor. Bu; bir yönüyle krizin varlığına esas olan çelişkinin daha da keskinleştiğini ifade ediyor.
Amerika’da 1947-1990 döneminde reel ücretler sürekli emek verimliliğinin altında bir oranda artış kaydediyor. Fakat oranında büyük kırılmanın olduğu 1960’lı yılların ortalarından itibaren, reel ücretlerle verimlilik arasındaki açıklık daha da artıyor. Hatta 1972 sonrasında reel ücretlerde büyük bir gerileme yaşanırken, verimlilikteki artış, önceki yıllara kıyasla azalarak devam ediyor. 1990’ların başında verimlilik, 1947’ye oranla yüzde 100 artıyor. Bu oransa reel ücretlerde yüzde 30’un altında kalıyor. Reel ücretler o kadar büyük oranda geriliyor ki, 1990’lardaki düzeyi ancak, 33 yıl önceki 1957 kadar.

ABD’de VERİMLİLİK VE REEL ÜCRETLER (1947-1991)
yr        wr
1947        1,0        1,0
1952        1.22        1,13
1957        1,32        1,28
1962        1,54        1,40
1967        1,68        1,50
1972        1,79        1,60
1977        1,88        1,53
1982        1,89        1,37
1987        1,98        1,35
1991        1,95        1,28
(AÇIKLAMA: yr: Emek üretkenliği, yani verimliliği; wr: Reel ücretler
KAYNAK: Prof. Dr. A. Shaikh, Doç.Dr. E. Ahmet Tonak, Age)

Amerikan Fiyat Düzeyi 1929-1982
1929        58
1940        27
1950        37
1960        58
1970        97
1980        155
1982        160
(AÇIKLAMA: 1967:100 endeksine göre tüketici fiyatları.
KAYNAK İKTİSAT (2), R.G. Lipsey, P.O. Steinor, D.O. Purvis, Bilim ve Teknik Yayınevi, Yayın Sorumlusu: Dr. Ahmet Çakmak, 1984, sayfa 10)

İşçiler ‘Çok üretip, az tüketen’ bir durumda bulunuyor. Bu da Marx’ın bir öngörüsünü verilerle daha anlaşılır kılıyor. O da işçi sınıfının uzun vadede nispi yoksullaşması eğilimini açığa çıkarıyor. Sınıf tarafından yaratılan ‘ yeni değerden ücretlere düşen pay, uzun vadede azalma eğilimindedir. Bunun içindir ki, gerçek ücretlerin de azalması gerekmiyor. Emek üretkenliğinin, gerçek ücretlerden daha hızlı artması ve böylece verimlilikle, reel ücretim arasındaki açıklığın Amerika’da olduğu gibi büyümesi de nispi yoksullaşma eğiliminin varlığını ortaya koyuyor. Hatta 1970’lere kıyasla mutlak oranlarda bir gerilemenin olduğu görülüyor. Diğer bir deyişle bunlar, sınıfın geçen yıllara kıyasla daha fazla sömürüldüğü gerçeğini gözler önüne seriyor.
Madalyonun öteki yüzü ise sermayenin daha çok yoğunlaştığını ortaya koyuyor. Reel ücretlerdeki erime ya da verimliliğin daha hızlı artıyor olması, sermayeye kaynak transferini gerçekleştiriyor.
Reel ücretlerle verimliliğin böyle ilişkilendiği bir dönemde kâr oranı azalma eğilimi gösteriyor. Fiyatlar ne oluyor? 1950’lerde durgunlaşan fiyat artışı, 1970’lerden itibaren aniden yükseliyor.
Fiyatlardaki bu eğilim ücretlerin satın alma gücündeki azalma konusunda netleşiyor. Bu da azalan kâr oranı eğilimine karşı koymanın ya da çöküntüye yol açabilecek daha etkin bir düşüşü engellemenin bir politikası olarak gündeme geliyor, fiyat artışları.

1945’İN ‘İNTİKAMI’ MI?
İkinci Dünya Savaşı’nın galibi Amerika, atom bombalarına deneme imkânı bulduğu Japonya’yı askeri ve ekonomik yönden denetime alma politikası izledi. Halen çeşitli bölgelerinde ve limanlarında Amerikan askeri varlığı bulunuyor. Ayrıca mallarını satmasına ve sermayesinin yatırım yapmasına imkân sağlayacak bir pazar olarak değerlendirme olanağı buldu. Emperyalist Amerika, bir başka emperyalist ülke Japonya ile ekonomik ve politik ilişkilerin boyutuna göre şiddetlenen çelişkinin çözümünü savaşta gördü ve daha sonra izlediği politikayla da, yine çelişkiye kaynaklık eden bir davranış içinde bulunmaktan kendisini alamadı.
Japonya’yı kendi sermayesine pazar olarak değerlendiren Amerika, Japonya’nın ayakları üzerine kalkmasıyla, galibi olduğu çelişkiyi değişik olarak yeniden güçlendiriyordu. Japonya’nın kendini toparlamaya yönelik politikası da, çelişkiyi artıran bir diğer etkendi. Bu bile kapitalizmin ne kadar kısa vadeli bir bakışa yatkın olduğunu ortaya koyuyor. Amerika yendiği Japonya’ya yatırım yapmasıyla, teknoloji transferi ve kaynak akışı sağlaması, kısa vadede de kazançlı çıkmasına imkân veren bir politikaydı. Öte yandan uzun vadede Japonya’nın güçlenme-siyse çelişkinin yeniden keskinleşmesine yol açıyordu.
Bir açıdan Amerika’nın işine yarayan durum, bir diğer açıdan da geçmişte 1945 öncesinde yaşadığı savaşa neden olacak çelişkiyi artıran ve bu haliyle aleyhine gelişmeyi sağlayan faktör olarak gerçeklik kazanıyordu.
Evet, dünün savaş mağlubu Japonya, yayılmacı bir ekonomik faaliyet içinde bulunuyor. Zaten Iacocca’yı da endişelendiren bu.
Amerika’ya doğrudan yatırım amacıyla giren sermayenin, toplam giren yabancı sermaye içindeki payı kimi yıllarda yüzde 30’u aşarken, kimi yıllarda da yüzde 20’nin altına iniyor. Bunda dikkat çeken bir durum bulunmuyor. Fakat doğrudan yabancı sermaye yatırımları içinde Japonların payı sürekli artan bir eğilim içinde bulunuyor. 1980’e kadar payı ancak yüzde 5 civarında olan payı, sonraki yıllarda hızla artış kaydediyor. Bu oran 1989’da yüzde 23,9 oluyor. Yani 1989’da yatırım amacıyla giren her 100 doların neredeyse dörtte biri Japonlara ait.
Böyle bir eğilim sonucu Japonların toplam yabancı sermaye yatırımları içindeki payı da sürekli artış kaydediyor. 1989 yılı sonu itibariyle Amerika’da 400 milyar 820 milyon dolarlık toplam yabancı sermaye yatırımı bulunuyor. 19801er sonunda Amerika’nın ulusal gelirinin beş trilyon dolar olduğu hatırlanırsa, bunun yaklaşık 12’de biri kadar sadece yabana sermaye yatırımları bulunuyor. Yabancı sermaye yatırımlarında Japonların 1980’de ancak yüzde 0,9 olan payı, 1990’ların başında yüzde 17,4’e çıkıyor. Aniden ve hızlı bir artış. Oysa asırlardır ticari ve politik ilişkide bulunduğu İngiltere’nin payıysa 1989’da yüzde 29,7 (Survey of C. Business, Aktaran İSO Dergisi, Amerika Eki, 1991 Aralık, sy. 70).

ABD’DA DOĞRUDAN YABANCI YATİRİMLAR (DYY)
(1960-1969, MİLYAR $)
Toplam         Toplam     DYY         DYY        Japonya’nın
Yıl     Sermaye Girişi     DYY        %         Japonya     DYY İçindeki %
1960    2,3            0,3        13,7        NA        NA               
1970    6,4            1,5        23,0        0,0        3,6
1972    21,5            0,9        4,4        0,0        2,0
1974    34,2            4,8        13,9        0,2        4,1
1976    36,5            4,3        11,9        0,6        13,5
1978    64,0            7,9        12,3        1,0        12,5
1980    58,1            16,9        29,1        0,9        5,6
1981    83,0            25,2        30,3        3,0        11,8
1982    93,7            13,8        14,7        2,0        11,3
1983    84,9            11,9        14,1        1,7        13,8
1984    102,6            25,4        24,7        4,4        17,2
1985    130,0            19,0        14,6        3,4        17,8
1986    221,6            34,1        15,4        7,3        21,3   
1987    218,5            46,9        21,5        7,5        16,0   
1988    221,4            58,4        26,4        17,8        30,5       
1989    214,7            72,2        33,7        17,3        23,9   
(KAYNAK:Survey of Current Bussiness, Aktaran İSO dergisi, Amerika Eki, Aralık 1991, sy. 72.)

Gerek Japonya’nın ekonomik gücü, gerekse yatırımların özelliği, Amerika’da pek hoş karşılanmıyor. Çünkü 1980’lerde otomobil sanayine giren Japonların ’90’ların başında piyasa payı yüzde 30’u aşıyor. Sadece otomobil değil, diğer sektörlere de girmiş Japonlar. Hatta Amerikalıların zarar ettiği için kaçtığı, çelik sektörüne yatırım yaparak kâra geçiyorlar. (Financial Times, 26 Haziran 1990. Aktaran; İSO dergisi Amerika Eki, Aralık 1992, sy. 72)
Amerika’nın korumacı engelleri, yatırımları etkiliyor. Çünkü dışarıdan malın girişini önlemek için gümrük duvarının yükseltilmesi yeterli olabiliyor. Fakat yatırım olarak sermayenin gelmesiyle özellikle teşvik ediliyor. Malı vasıtasıyla Amerikan pazarına girmesi zorlaşan Japonya, sermaye grupları vasıtasıyla pazara giriyor. Yatırım yapmaktan kaçınmıyor. Böylece gümrük duvarını belirleyen vergi oranlarıyla oynayarak (pek kolay olmasa da), piyasa payını etkilemek mümkünken, yatırım halinde bu olabilirlik ortadan kalkıyor.
Otomobilde; 1982 ve 1986’da Honda, 1983’te Nissan, 1984 ve 1988’de Toyota, 1987’de Mazda, 1988’de Mitsubishi, 1989’da Suzuki ve Fuji’nin Amerika’da ortaklıklar halinde faaliyet göstermesi, Amerika’nın otomobilde üç devi olan Chrysler, General Motors ve Ford’u endişelendiriyor. Hatta korkutuyor. 1970 ve 1983 arasında çelik sektöründe ikisi Japon, biri Kanadalı olmak üzere üç tane yabancı sermayeli firma yatırım yapmışken bu sayı 1984’te 32’ye çıkıyor. Bunun 21 tanesi Japon, 5’i Fransa, 2’si Kore, birer tanesi de Kanada, Brezilya, İngiltere ve İspanya firmalarına ait. (D. Salvatore, The Annals, Temmuz 1991, sf. 103, Aktaran İSO dergisi, Amerika Eki, sy. 73).
Japonların sadece yatırımları değil, Amerika’yı endişelendiren. Aynı zamanda uluslararası piyasada durumları da, kaygıyı artıran bir faktör oluyor. 1980’lerde ABD’li şirketlerin dünya elektronik ev eşyaları satış payı 65 puan gerileyerek yüzde 5’e iniyor. Yine aynı dönemde mikro-chip dünya üretim pazar payı ise 25 puan azalarak yüzde 35 olurken, Japonların payıysa yüzde 52’ye yükseliyor (Dr. Muzaffer Dartan, İSO Dergisi, ABD Eki, sy. 92-93). Evet, geleceğin sanayi atılımında büyük payı olacağı söylenen bilgisayarın önemli bir parçasının dünyadaki üretiminde Amerika ve Japonya payı yüzde 87. Ama yarısından çoğunu üretense Japonlar.
Amerika dış ticaret ilişkileri açısından da Japonya ile yoğun bir ilişki içinde bulunuyor. Japonya her 100 dolarlık ihracat gelirinin 35 dolarını Amerika’dan sağlıyorken, dışardan getirdiği her 100 dolarlık malın ise 20 dolarlık kadarını Amerika’dan alıyor, diğer bir deyişle Amerika dışardan aldığı her 100 dolarlık malın35 doları ve dışarıya sattığı her 100 dolarlık malın 20 dolarlık kısmı Japonlara ait. Bunlara ek olarak İngiliz haftalık ekonomi dergisi The Economist (21 Eylül 1991), Amerika’da kırsal kesim, Japonlara arazi ve emlak satımına karşı iken, kentsel kesimin aynı tavır içinde bulunmadığını yazıyor. Ayrıca işçi sendikaları iş olanağı yarattığı için karşı değilken, Amerikan sermayedarının ise rekabetten dolayı rahatsız olduğuna dikkat çekiyor. (İSO dergisi, Amerikan Eki. sy. 73-74)

“JAPONYA’NIN SÖMÜRGESİ” Mİ?
Amerikan Yerlilerinin intikamı, Asyalı Sarılar tarafından alınıyor mu? Amerika, Japonların ekonomik ‘işgali’nden kurtulmanın bir arayışını yaşıyor. ‘Adaletin’ tecellisi olduğunu sanmıyorum. Fakat gelişmelerin bu yönde olması, böyle bir düşüncenin oluşmasına kaynaklık ediyor.
‘70’lerde ve ’80’lere taşan dönemde yöneticiler tarafından işletme politikası üzerine yazdıklarıyla büyük dikkat çeken Iacocca, bu sefer esas konusunun dışında yazdığı bir makaleyle dikkat çekiyor. Amerika’nın üç büyük otomobil firmasından birisinin Başkanı olarak çalışmalarını sürdüren Lee Iacocca, uluslararası ekonomik düzeyde yaptığı yorumla ünlendi.
“ABD, Japonya’nın sömürgesi.” Evet, bütün dünya basının yazdığı ve Türkiye’de de yayınlanan demecinde böyle diyordu. CHRYSLER’i iflastan kurtaran mucizevî adam olarak tanınan Iacocca, Japonya’yı hammadde satıp, otomobil ve elektronik ürünleri mamul madde olarak alan ABD’nin Japonya’nın sömürgesi olma yolunda ilerlediğini ve bunu engellemek için yaptırım uygulanmasını istiyor (Hürriyet, 12 Ocak 1992). Bush’un olaylı Japon gezisine de katılan Iacocca böyle konuşuyordu.
Gezisi sırasında Japonya Başbakanı’nın verdiği yemeğe katılan Bush’un yere yuvarlanması ve rahatsızlanması bir anda dünya mali piyasasında çalkantılara neden olurken, bir yandan da lacocca’nın bu yorumu, “Amerika’nın nasıl bir durumda olduğunun göstergesi” olarak değerlendirildi.
Washington Post Gazetesi, ABD Başkanı Bush’un Tokyo’da onuruna verilen yemekte yere yuvarlanışını daha dramatik unsurlarıyla gösteren bir video-bant bulunduğunu yazdı! Bush’un yere düşmesinden sonra çevresinin gizli servis ajanları tarafından sarılmasını, ancak Japonya NHK televizyonundan bir kameraman görüntülüyor. Görüntüde Bush’un düşme sırasında, Japon Başbakanı Kiiçi Miyazava’nın kucağına kusuyor. Bush’un gezisine eşlik eden lacocca’nın, pek bir ‘kazanç’ sağlanamadı değerlendirmesine, sonuç olarak Japon sermayedarlar da katılıyor. Mitsubishi’nin Genel Müdür Yardımcısı, “Başkan Bush, Körfez Savaşı sırasında güçlü Amerika’nın sembolüydü? Japonya’ya yaptığı gezide ise aczin simgesi haline geldi.” Bir başka Japon yöneticisi: “Başkan, Japonya gezisinde çok ağır çalıştı. Hatta otomobil sanayisinin üç büyükleri uğruna yerlere bile düştü.” (Hürriyet, 12 Ocak 1992).
Aslanın kedileştiğini Japonlar da “tespit” ediyor.
ABD ekonomisindeki durgunluk ve Japon firmaların dünya otomotiv pazarını ‘ele geçirmesi’, Amerikan otomotiv sanayini zor durumda bırakması sonucunda dünyanın önde gelen otomobil şirketi General Motors’un 1991 yılı zararı 4 milyar 500 milyon dolar (27 trilyon lira). Böylece Amerikan petrol devi Texaco’nun 4 milyar 400 milyon dolar zararı egale ediliyor. General Motors, Michigan, New York, Ohio, Indiana ve Kanada’da toplam 21 fabrikasını kapatacağı ve 70 bini aşkın kişinin işten çıkarılacağı belirtiliyor. Diğer otomobil devlerinin de durumu farklı değil. 1991’i Ford 2 milyar 300 milyon dolar, Chreysler ise 800 milyon dolar zararla kapatıyor. Bu üç devin toplam zararı böylece 8 milyar dolara yaklaşıyor. Oysa bir yıl öncesindeki zararı ancak bir milyar doları biraz aşıyordu. (Milliyet, 26 Şubat 1992). Ayrıca dünyanın 2 büyük havayolu şirketi PANAM’ın, mobilya mağazası zinciri SEAMANS iflas ediyor. (Hürriyet, 12 Ocak 1992) Bunların, seçim yılı olan 1992de olması, “Kriz, Bush’un başını yiyecek” yorumunun yapılmasına neden oluyordu. Öyle de oldu. Bush Japonya’da masadan düşmesinin yılı dolmadan Başkanlıktan düştü. Cumhuriyetçilerin 12 yıllık saltanatı bitti. Gelenin gideni aratacağını hiç sanmıyoruz.

ABD TARAFINDAN VE ABD’YE YAPILAN DOĞRUDAN YATIRIMLAR
Yıl    Sermaye Çıkışı    Sermaye Girişi    Net Çıkışlar
1970    7,59            1,46            6,13
1971    7,62            0,37            7,25
1972    7,75            0,95            6,80
1973    11,37            2,80            8,55
1974    9,05            4,76            4,29
1975    14,24            2,60            11,64
1976    11,95            4,35            7,60
1977    11,89            3,73            8,16
1978    16,06            7,90            8,16
1979    -25,22            11,88            13,34
1980    19,22            16,92            2,30
1981    9,62            25,20            -15,58
1982    0,97            13,79            -12,82
1983    6,70            11,95            -5,25
1984    11,59            25,36            -13,77
1985    13,16            19,02            -5,86
1986    18,68            34,09            -15,41
1987    31,05            46,89            -15,84
1988    16,22            58,44            -42,22
1989    31,72            72,24            -40,52
(KAYNAK: Survey of Current Business, Tanzi ve Coelho, Annals, Temmuz 1991 s. 158, Aktaran İSO dergisi, Amerika Eki, Aralık 1991, sy. 63)

Iacocca daha öncesinde 1991 Mart’ında Bush’a yazdığı mektupta durumun ne kadar vahim olduğuna dikkat çekiyor: Otomotiv sanayinin sorunlarının giderek büyüdüğünü, Japon rekabeti karşısında korumacı önlemler alınmadığı zaman üç büyük otomobil şirketinin iflasının kaçınılmaz olacağını ve binlerce insanın işsiz kalacağını ifade ediyor. Devamında Japonların Amerikan otomobil pazarında bugün için yüzde 31 olan payının yüzde 40’a çıkması halinde Başkanı olduğu firmanın iflasına ve diğer ikisinin de krize gireceğini belirtiyor. (İSO dergisi, Amerika Eki, sy. 95). Geçen zaman, Iacocca’nın kaygılarının haklı olduğunu gösteriyor.

SERMAYE İTHALATÇISI ABD
Doğrudan yabancı sermaye ilişkisi açısından incelendiğinde, Amerika, 1. Paylaşım Savaşı öncesinde benzer bir durum yaşanıyor. 1980’ler Amerika’sı, 1914 öncesine benziyor; net sermaye ithalatçısı bir ülke. Oysa 1945 sonrasında savaşa neden olan çelişkiyi kendi lehine çözen Amerika, net sermaye ihracatçısı bir ülkeydi.
Bütçesi ve dış ticareti açık veren, durgunluğun hâkim olduğu Amerika tasarrufların azalması, yatırımların yeterli olmaması ve tersine sermaye girişiyle dikkat çekiyor. Geçtiğimiz yıl itibariyle Amerika’nın dış ticareti 200 milyar dolar ve bütçesi 300 milyar dolar açık veriyor. Bu arada bir hatırlatma sorusu: Türkiye’nin bütçesi de açık veriyor ve işletmeci kamu kuruluşları başa bela deniyor. Oysa bu tür kuruluşları olmadığı belirtilen Amerika’da bütçenin açık vermesine ne demeli? Demek ki KİT’ler olmasa da, bütçe açık verebiliyor. ’80’lerde Amerika’da yatırımların teşviki için kurumlar vergisinde bir indirime gidilmesiyle yatırım cazip kılınıyor. Böylece işsizliğe çözüm aranıyor. Buna ilaveten dünya genelinde yaşanan düşük büyüme hızı ve belirsizlik ortamı da ABD sermayesinin dış ülkelerde yatırım yapmasını olumsuz yönde etkiliyor. OECD verilerine göre ABD’de tasarruf oranları azalıyor. İzlenen ekonomik politikanın sonucu olarak daha az tasarruf eden bir ekonomi görünümü kazanıyor. 1975 yılında yüzde 17 olan tasarruf oranım 1980’de yüzde 21’e yükseliyor ve sekiz yıl sonrasında yüzde 15’in altına iniyor.
ABD’nin net sermaye ithalatçısı durumunda olması, sermaye ihracının 70’ierdeki hızında devam etmemesi ve bir yönüyle de ’85 sonrasında doların değer kaybetmesinden kaynaklanıyor. Oysa doların değer kazanması spekülatif amaçlı yabancı sermaye girişini, değer kaybetmesi ise doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını teşvik eden yönde etkide bulunuyor. ’85’lerde toplam yabancı sermaye girişinde, yatırımların yüzde 14,6 olan payı sonraki yıllarda sürekli büyüyor ve 1989’de yüzde 33,7’ye çıkıyor.
1970-1980 arasında ABD’ye yatırım için gelen sermaye girişi 57 milyar 720 milyon dolar, yatırım amacıyla çıkansa 142 milyar dolara yaklaşıyor. Bu halde net sermaye çıkışı 84 milyar dolar daha fazla. Sonraki on yılda çıkışlar 140 milyar dolara yaklaşırken, girişlerse 307 milyar dolara ulaşıyor. Bundan dolayı ABD’ye giren net sermaye miktarı 167 milyar doları aşıyor. Bu ise, ABD’nin 20 yılda yatırım için dışarı gönderdiği sermayenin yüzde 59’una ulaşıyor.
Dikkat çeken bir soru: ABD’ye dışardan gelen sermayenin hepsinin de ülke kökeni itibariyle ABD’nin dışında bir ülkeden olması ya da olmamasıdır. Yani gelen sermayenin ne kadirinin yine ABD’ye ait olduğu ya da olmadığıdır? Türkiye’ye gelen sermayenin menşei araştırıldığında, hem yabancı sermaye teşviklerinden yararlanmak hem de yurt dışına çıkarılan ‘kara para’yı aklamak için böyle bir yolun denendiği ortaya çıkarıldı. Benzer örnek ABD’de neden tekrarlanmasın?
Bir de 1930 ile 1938 yılları arasında sermayenin ana ülkeye döndüğü gerçeğinin hatırlanmasıyla, krizin etkileme boyutu daha da netlik kazanıyor. ABD’de 1921-1929 arasında yurt dışına yatırım amacıyla giden sermayenin yüzde 83’ü yani 4 milyar 964 milyon doları 1930-1938 arasında gerisin geriye ana ülkeye dönüyor. Bu oran İngiltere’deyse yüzde 26,1’de kalıyor; 3 milyar 425 milyon doların 893 milyonu tekrardan İngiltere’ye geliyor (Prof.Dr. Kenan Bulutoğlu, 100 Soruda Türkiye’de Yabancı Sermaye, İstanbul, Gerçek Yay. sy. 51).
Evet, savaş öncesi yatırım için çıkan sermaye ana ülkeye dönme eğiliminde oluyor. Amerika’da ’80’lerde yaşanılanın, çıkandan çok girenin olması, ‘Sermayenin ana ülkeye dönüş eğilimine mi giriyor?’ sorusunu gündeme getiriyor. Böyle bir eğilimin zamanlama açısından, Avrupa ve Japonya sermayesinin bloklaşmasının olduğu dönemde gerçekleşmesi de dikkat çekiyor.
Sermayenin bloklaşması ve ABD’nin net sermaye ithalatçısı olması, kriz ve emperyalistler arası çelişmenin kesinleştiğinin bir ifade edilmesi mi oluyor?

‘GERİLEYEN’ BÜYÜME
Ülkelerin iktisadi olarak büyümesi; krizli yıllarda, sadece bir iki yılda gerilemenin ötesinde genel olarak da yavaşlama eğilimi gösteriyor. Özellikle krizin yoğunluk kazandığı 1970’lerde büyüme, önceki dönemlere kıyasla azalıyor.
OECD ülkeleri ve AT bazında gerçeklik kazanan bu gelişme, aynı zamanda aralarında ABD, Japonya gibi dünya ekonomisinde önemli paya sahip olan yedi emperyalist ülkenin de yer aldığı Yediler’de de yaşanıyor. Büyüme oranı düşüyor.
1960-1968 ile 1968-1973 yılları arasında Yediler’in yüzde 5,1 ve yüzde 4,5 olan ortalama büyemesi, 1973-1979 döneminde 1,9 puanlık gerilemeyle yüzde 2,6’ya iniyor. OECD ülkelerinde 2,1 puan olan azalma, AT’ta 2,5 puan olarak gerçekleşiyor.
Bunlar, gerek yedi emperyalist ülke ile AT’ta gerekse daha çok ülkeyi kapsayan OECD’de büyümenin yüzde 40’a yaklaşan oranda gerilediğini gösteriyor.
Ülkeler bazında bakıldığında en büyük düşme Japonya’da yaşanıyor. 1968-1973 arasında yüzde 8,4 olan ortalama büyümesi yedi yıl sonrasında ancak yüzde 3,6 olabiliyor. Benzer eğilim dünya ekonomisinde önemli bir paya sahip olan ABD ve Almanya’da da görülüyor.

ÜLKELERİN EKONOMİK BÜYÜMELERİ (1960-1986) Yüzde Olarak
1960-1968    1968-1973    1973-1979    1979-1986
ABD        4,5        3,2        2,4        2,4
Japonya    10,4        8,4        3,6        3,8
Almanya    4,1        4,9        2,3        1,4
Fransa        5,4        5,9        3,0        1,6
İngiltere    3,1        3,2        1,5        1,4
Yediler        5,1        4,5        2,6        2,3
AT        4,6        4,9        2,4        1,6
OECD        5,1        4,7        2,6        2,3
(AÇIKLAMA: Yediler: ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Kanada.
KAYNAK: OECD, Paris, 1988’den Aktaran Dr. Coşkun Aktan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Mart 1991, sy 34.)

İktisadi büyümenin bu derece gerilemesi aynı zamanda reel olarak kişi başına büyümenin de azalmasına neden oluyor. Bir yönüyle bu, ‘yoksullaşmanın’ yaşandığının değişik bir yorumunu ifade ediyor. Büyümeden nüfus artış hızının çıkarılması ile bulunan kişi başına büyüme hızı, büyümeye paralel bir gelişme gösteriyor, azalıyor.
Kapitalist dünyada iktisadi entegrasyon” doğrultusunda hayli ilerlemenin sağladığı bir dönemde büyümenin bu derece geriliyor olması, yoğunlaşan ekonomik ilişki ağı, krizi ülkeden ülkeye aktarmanın da aracı işlevini görebiliyor.
Büyüme gerilemekle de kalmıyor, bundan dünya ticareti de olumsuz yönde etkileniyor.
Sermayenin kendisini yeniden üretmesinde yaşadığı tıkanıklık olan krizli yıllarda, sonuç olarak iktisadi büyüme de eski performansını gösteremiyor. Kriz büyümeyi olumsuz yönde etkiliyor.

ABD’de Kamu Harcamalarının Ulusal Gelire Oranı (% olarak)
Yıllar        %
1930        20
1940        22
1950        25
1960        32
1970        37
1980        39
1990        48
(KAYNAK: Economic report of the President,1987, Aktaran Bankalar ve Ekonomik Yorumlar Derg. Ocak 1991)

İNADINA KÜÇÜLMÜYOR
Devlet inadına küçülmüyor. Hem de liberalizmin bayrak edinildiği ’80’li yıllarda da aynı eğilim, devam ediyor. Devletin yurtiçi hâsıladaki payı ortalama olarak yüzde 50’ye yaklaşıyor.
1929 Krizi sonrasında pek çok ülkede, Keynes’in önerdiği politikanın hayat bulmasıyla ‘Müdahaleci Devlet’ anlayışı benimseniyordu. Özellikle savaş sonrasında ’90’ların başına kadar geçen dönemde, pek çok ülkede kamu ekonomisi fonksiyonlarının artmasının sonucu olarak, kamu harcamaları da benzer bir eğilim içine giriyor. Artıyor.
Görüldüğü üzere 1953 ile 1988 yıllan arasında kamu sektörü, dünya ekonomisinde yönlendirici fonksiyonu olan emperyalist ülkeler de dâhil olmak üzere bütün ülkelerde genişliyor.
Devletin ekonomide görece öneminin artması, özellikle ’70’lerden itibaren yoğunluk kazanıyor. OECD ülkeleri ortalamasında 1970’de yüzde 36,3 olan kamu harcamaların yurtiçi hasalıya oranı 18 yıl sonrasında ’90’ların başında yüzde 49’a yaklaşıyor. Bu oran AT ülkelerinde ise 13 puanlık artışla yüzde 50’ye ulaşıyor. Yurt içinde yaratılan ulusal gelir her 100 liralık hâsılanın hemen hemen yarısına devlet adına kamu el koyuyor. Bunun sonucu olarak özel sektör yani kapitalistler göreceli olarak daha az kaynağı kullanmak zorunda kalıyor. Her şeyi özel sektörün yaptığı ve liberalizmin beşiği olarak tanıtılan Amerika’da, İngiltere’de ve Danimarka’da devlet daha da güçleniyor. Özellikle ABD’nin ’30’lar öncesinde yüzde 10’u bulan kamu harcamalarının ulusal gelire payı, sonraki yıllarda sürekli artan bir eğilim içinde oluyor.
Liberalizm rüzgârının estirildiği yıllarda, kamu fonksiyonlarının artması zorunlu olarak Amerika’sından Japonya’ya, İsveç’e kadar kapitalist ülkelerde iktidarlar daha fazla kaynağı kullanan bir ekonomi politika izliyorlar.
Kapitalist dünyada devletin ekonomide küçüldüğünden bahsedilmesi gereği, bu durumda hoş bir fantezi olarak kalıyor. Bir yönüyle de Türkiye’de yapılmak istenilen özelleştirmenin temel dayanağının geçersiz kılındığı da ortaya çıkmıyor mu?

KAMU HARCAMALARININ YURTİÇİ HÂSILADA PAYI
(1953-1988) Yüzde Olarak
Ülkeler     1953     1963     1970    1980    1985    1988
ABD         27.0     28.0     31.6     33.7     36.7     36.3
Almanya     35.5     36.6     38.6     48.3     47.5     46.6
İngiltere     32.7     33.7     38.8     44.9     46.2    –
İsveç         28.0     36.3     43.3     61.3     64.4    –
Norveç     30.5     36.5     41.0     48.3     45.6    –
Danimarka     24.4     30.3     40.2     56.2     59.3     60.2
İspanya     –     –       22.2     32.9     42.1    –
Yunanistan     –     –       22.4     30.5     43.7     45.7
Türkiye    –     –        21.9     24.0     25.0     23.1
OECD ülkeler    –     –       36.6     45.7     49.2     48.7
ATülkeler    –     –        36.9     45.6     49.5     49.9
(KAYNAK OECD. National Accounts, 1989, Aktaran TOBB. Gelir Dağılımı, 1992, 1953 ve 1963 için Dr. Ç.lan Aktan, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Mart 1991.)

Krizli yıllarda kamu harcamalarının artması devletin güçlendiği gerçeğini ortaya koyuyor. Sınıfsal planda, burjuvazinin devlete hakim olduğu dikkate alınırsa, bir açıdan da sermayedarın güçlenen devletten yana olduğu sonucu çıkıyor. Belki bu da, emperyalistler arası artan çelişkiden kaynaklanıyor. Hatta önümüzdeki dönemde Monetarist politika yerine Keynes’çi politikanın izlenmesiyle, devletin daha da büyüyeceğini söylemek için kâhin olmaya gerek kalmıyor.

KAPİTALİZMİN YUMUŞAK KARNI
Ekonomik verileri ‘olumlu’ olarak gelişmeler yaşanacağı yorumunun yapıldığı bir sırada, döviz ve borsada bir dalgalanma yaşanabiliyor.
Hatta uluslararası ekonomik ilişkilerde, ‘olumsuz’ değerlendirilecek gelişme yaşanmazken ya döviz ya da borsa inip, çıkıyor.
Bir değil, iki değil… Bu türden oluşumların sıklıkla gündeme gelmesi, ‘Neden böyle oluyor?’ sorusunun yanıtlanmasını zorunlu kılıyor.
Bush’un seçimi kazanacağını veya kaybedeceğini ortaya koyan anketler, Japonya’yı resmen ziyaret etmesi ve rahatsızlanması, hastaneye kaldırılması döviz ve sermaye piyasasında dalgalanma nedeni olabiliyor.
Mal ve hizmet üretiminin ve satımının yapıldığı reel ekonomi, kağıt üzerinde sadece parasal değerlerin alınıp satıldığı bir parasal ekonomi ile bütünlük oluşturuyor. Bütünselliği meydana getiren parçaların fonksiyonu ve etkilenme faktörleri farklı olabiliyor. Reel ekonomideki gelişmeleri ekonomi politikayla yönlendirme ‘mümkün’. Elbette parasal ekonomideki gelişmeleri de denetlemek, etkilemek ‘mümkün’.
Fakat üretimde karşılığı olup olmadığı bilinmeyen ve trilyon dolarla ifade edilen parasal ekonomideki ‘değerler’, ekonomideki belirsizliği daha da artırıyor. Böyle olduğu, son Avrupa Para Krizi ile yeniden gündeme geldi. Spekülatif amaçla döviz ve sermaye piyasasına yatırılan para-sermaye, reel ekonomiye kıyasla daha hızlı büyüyor.
Uluslararası düzeyde spekülatif amaçla kullanılan para-sermayenin 1986’da 300 milyar dolar olan bir günlük işlem hacmi, üç yıl sonrasında yüzde 117’lik artışla 650 milyar dolara yükseliyor. Bu miktar günümüzde bir trilyon doları aşıyor. Bu rakam, IMF üyesi ülkelerin toplam döviz rezervinden daha büyük. (The Economist, 19 Eylül 1992, Aktaran Nail Satlıgan, Özgür Gündem, 22 Ekim 1992). Evet bir işgününde spekülatif amaçlı dövizin işlem hacmi 1 trilyon dolara ulaşıyor. Dünya ekonomisinin lokomotifi durumunda olan Amerikan ekonomisinin yıllık ulusal geliri altı trilyon doları aşıyor. Yani dünya kambiyo ve sermaye piyasasında işlem gören para-sermayenin altı işgünündeki toplam işlem hacmi, Amerikan ekonomisinin yıllık ulusal geliri kadar. Ayrıca sekiz günlük işlem hacmi de sekiz trilyon dolara yaklaşan dünya ticaret hacmine eşitleniyor.
Dünya ticareti ve ekonomik gelişmesiyle ilgisi olmayan para-sermayenin çoğunlukla spekülasyona yönelik bir işlem için kullanılıyor olması, sermayenin kendine yeterli yatırım alanı bulamadığını, üretken sermayeye dönüşmediğini gösteriyor. Bu bir yönüyle sermayenin spekülasyona dayalı kendisini yeniden üretmesi imkânı bulmasını, bir yönüyle de krizin yaygınlaşmasını sağlıyor. Ayna krizin dışa vurumunu da engelliyor.
Spekülasyona giden sermayeyi belirli parayı, yatırım gibi ekonomik politikalarla denetlemek mümkün. Fakat bunun etkileme düzeyi de bir noktaya kadar. Bunun dışında, daha değişik faktörlerle de para-sermaye etkilenebiliyor. Trilyon dolara ulaşan işlem hacmi, politikaların dışında Bush’un tansiyonun inmesi-çıkması, Saddam’ın Amerika’ya kafa tutan demeci gibi anlık olaylardan da etkileniyor. İşte bunun için reel ekonomi dışındaki parasal ekonomiyi ve dolayısıyla para-sermayeyi ‘denetlemek’ zorlaşıyor. Böyle bir durum da, krizin yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden oluyor.
İşte bu bağlamda Avrupa Para Krizi anlaşılabiliyor. Her şey bir kaç günde gerçekleşti. Dr. Ali Nali Kübalı, özellikle ’80’li yılların ortalarından beri böyle bir krizin olabileceği bekleniyordu diyerek sözlerine başlıyor. Büyük miktarda ‘yüzergezer1 paranın varlığına dikkat çekiyor: “bugün yaşanan doların hızla düşmesi, sonra alınan bazı önlemlerle biraz yükselmesi, tekrar düşmesi, markın sürekli değer kazanıp, alınan önlemlerle düşmesi, belirsizlik derken büyük bir spekülatif alışverişe yol açtı. Bu daha krizin başlangıcı. Nereye kadar gidebilir? Tamamen spekülatif kaygıların kontrol altına alınabilmesi, daha doğrusu paranın kontrol edilebilmesine bağlı çok büyük bir krizin içine düşülmüş bulunuyor;” (Cumhuriyet, 18 Eylül 1992).

‘YENİ’NİN HABERCİSİ
Siyasi ve ekonomik birliğe geçmesine dört ay kala 1992’nin Eylül ortasında Avrupa Topluluğu üyelerinin para konusundaki anlaşmazlıkları yüzünden birlik ve bütünlükleri sarsıldı. Mevcut birikimin sonucunda ekonominin bünyesindeki çelişkilerin patlamayla çözülecek gibi olmadığı belirtiliyor. Bu da, yaşanılanın aslında başka bir patlamanın ‘Yeni’nin habercisi olduğunu gösteriyor.
Almanya’nın faizleri yükseltmesiyle başlayan ve ardından sterlin ve liretin devalüasyonu yaşaması, İngiltere’nin Avrupa Döviz Kurları Mekanizması (ERM) üyeliğinin askıya alınması biçimindeki kararların bir kaç gün içinde gerçekleşmesi, Avrupa Birliği’ni oluşturan ‘ülkeler arası çelişkilere’ dikkat çekiyor. Belki de birleşen ve daha da güçlenen Almanya’ya karşı, diğer ülkeler tarafından arzulanan Avrupa Birliği projesinin ne kadar zayıf olduğunu mu ortaya çıkarıyor? Madalyonun öbür yüzü, Almanya’ya rağmen, Avrupa Birliği’nin olmayacağı gerçeği midir?
Avrupa Para Krizi ve gelişmeler:
– Alman reeskont faiz oranlarını yüzde 9,75’e, bankaların bir günlük borçlanma faizi olan lombard kredisi faizi de yüzde 9,5’e çıkardı. Daha sonra Almanya Merkez Bankası (Bundesbank) reeskont faizi 0,5 puan, lombard kredisi faizini yüzde 0,25 oranında indirdi.
– 12 Üyeli Avrupa Döviz Kurları Mekanizması (ERM) 10 üyeye düştü. İngiltere ve İtalya’nın üyelikleri askıya alındı.
İngiltere, Majör hükümeti devalüasyon kararı aldı. Sterlin bir gecede dolara karşı 11 cent, marka karşı 14 fenik değer kaybetti. Ayrıca 14 Eylülde temel faiz oranlarını önce 2 puan ve ardından 3 puan artırarak yüzde 15’e çıkardı ve üç gün sonrasında yüzde 10’a indirdi.
– Avrupa Topluluğu’nun diğer ülkelerinden İtalya yüzde 7 ve İspanya’da yüzde 5 oranlarında devalüasyon yaptı.
– İtalya bir gecelik faizini yüzde 18,5’ten yüzde 50ye yükseltti.
– İtalya ve İngiltere, paralarını kur mekanizması limitleri içinde tutabilmek için borsalara büyük çaplı müdahalede bulundular. İngiltere’nin sterline değer kazandırmak için 15 milyon sterlin harcıyor (İTO’nun Ticaret Gazetesi, 25 Eylül 1992).
45 yıllık bir aradan sonra iki Almanya’nın birleşmesinin uluslararası ilişkilerde önemli yansımaları oldu. Birleşmenin finansmanı, bir diğer deyişle Doğu Almanya’nın ekonomik onarımı, milyarlarca markın harcanmasını gerektiriyor. Artan kamu borçları sonunda, mali piyasada faizlerin artması, diğer yandan da genel olarak fiyatları yükselten etkide bulunuyor. Doğu Alman markı bire bir olarak değiştirilmesi ve kamu harcamalarının artışı piyasada talep artışına neden oluyor. Bundan dolayı Almanya’da enflasyon yüzde 4’ün üzerine çıkıyor. Bu hem AT, hem de Almanya ölçülerine göre yüksek bir rakamdır.
Almanya’da faiz oranlarının yükselmesi sonucunda, diğer ülkelerin faiz oranları arasındaki farkın artması nedeniyle, Alman markı uluslararası sermaye için aranan bir para oluyor. Böylece Mark değer kazanıyor. Ayrıca uluslararası fon Almanya’ya akıyor. Spekülatif para-sermayenin bir yandan Marka olan talebi artıyorken bir yandan da Almanya’ya transfer ediliyor.
Hemen hemen iki yıl öncesinde, Almanya ile ilgili gelişmeler şu yönde değerlendiriliyor, Avrupa’da tanınmış ekonomist Prof.Dr. H. Giersch tarafından (İSO Dergisi, Almanya Eki, Aralık 1990, sy. 25-26): “Doğu Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinin bütününde ortaya çıkan yeni yatırım imkanları, uluslararası sermaye piyasasında gerçek faiz oranlarının yükselmesini de beraberinde getirecektir.” Öyle de oluyor. Almanya’da faizin yükselmesi devamında krizin yaşanması “Para Birliği’ne doğru gitmesi, yeni bir krize doğru gidiş” olarak değerlendiriliyor (Belçika Kredietbank Yön. Kur. Başkanı E. Wauters, TÜSİAD’ın GÖRÜŞ dergisi, Ocak 1993, sy. 48).
Avrupa Para Krizi konusunda yanılanlar arasında IMF de bulunuyor. The Economist dergisine göre, “IMF, fena halde yanıldı.” Derginin “Avrupa krizinin perde arkası” başlıklı yazısında, IMF’nin durgunluktan yakında çıkılacağı yönündeki tahminlerinin uzun bir süredir gerçekleşmediğine dikkat çekti. (Cumhuriyet, 21 Eylül 1992).

EK:

KAPİTALİZM VE KRİZ
Bir önceki yıla veya döneme kıyasla ekonominin gerileyen bir eğilim de olması, durgunluk içinde olduğunu gösteriyor. 1990 yılında yaşanılan talep canlılığının sonucu olarak yüzde 5 büyüyen kapitalist ekonominin, bir yıl sonrasında bu oranın yüzde 1,5’e ya da yüzde 2’ye inmesi ile ekonominin durgunluğa yönelen bir gelişme içinde bulunduğu değerlendirilmesi yapılmasına neden oluyor. Düşük oranda büyümenin bir kaç yıl daha sürmesi ya da büyümenin istikrarlı olmaması da ekonominin durgunluk içinde bulunduğunun göstergeleri olarak ileri sürülüyor. Düşük oranda büyüme piyasada canlılığın yerini iktisadi durgunluğunun hâkimiyetini gözler önüne seriyor.
1973-1975 ve 1980’lerin ilkyarısı hatta sonları da kendisinden sıkça söz ettiren iktisadi durgunluk dönemleridir. Hatta yıllık karşılaştırmada istikrarsız büyümeden dolayı sürekli yaşanıyor. Oysa kriz ise, uzun dönemli ve yapısal bir eğilim olarak somutlaşıyor. Onun için krizden, ekonominin çok kısa dönem için gerileyen bir süreç olmaktan öte, uzun dönemli yapısal tıkanıklığın olmasının anlaşılması gerekiyor. Buna göre uzun dalga içinde, dikkat çeken ve yoğunlukla gerileyen iktisadi durgunluk dönemleri bulunuyor. Yani kriz doğallıkla, durgunluk dönemlerini de kapsıyor.
70’lerin başından beri uluslararası arenada krizin yaşandığı dönemde; 1973-1975,1980’lerin başı iktisadi durgunluğun hakim olduğu yıllar olarak değerlendiriliyor. Yaşanılan krizin, iktisadi durgunlukla birlikte danada önce çıktığı yıllar olarak yaşanıyor. Elbette iktisadi durgunluğun yaşanılmaması, krizin olmadığı anlamına da gelmiyor.
Kriz, iktisadi durgunluğa kıyasla daha uzun dönemi kapsayan ve yapısal bir tıkanıklığı ifade ediyor. Bu anlamda kriz, iktisadi durgunluğu da kapsıyor.
İktisadi durgunluğun, kapitalizmin yapısal nedenlerinden kaynaklanması zorunluluğu yoktur. Konjonktürel de olabiliyor. Havanın kurak gitmesi, tarımdan beklenen büyümeyi olumsuz yönde etkileyebiliyor. Bu da pekâlâ, durgunluğa neden olabiliyor.

KRİZ NEDİR?
Krizden, bir ülkede, bölgede ya da uluslararası düzeyde kapitalist ekonomik sistemin kendisini, içsel ve yapısal nedenler yüzünden yeniden üretememesini anlamalıyız. Emek-sermaye çelişkisi krizin yapısal ve içselliğini belirleyen koşulları oluşturuyor.
Kapitalizm; sermayenin yoğunlaşması, nüfusun artan ölçüde proleterleşmesi ile nispi yoksullaşma, sermayenin organik bileşiminin artması ve kâr oranının düşme eğilimi, azalan kâr gibi ekonomik yasalar temelinde varlığını sürdürüyor. Bu kanunlar temelinde işlerlik kazanan kapitalizm, öz olarak sınıfsal düzlemde proletarya-burjuvazi çelişkisinde ifadesini buluyor.
Üretim aşamasında her kapitalistin sermayesi iki kısma ayrılır. Bunlardan birinci kısımla makineler, binalar, hammaddeler satın alınıyor. Üretim boyunca bu kısmın değeri değişmiyor, sabit kalıyor. Bu emek-değer kuramı analizine göre oluyor. Sermayenin bu kısmına değişmeyen sermaye deniyor. Üretim boyunca değeri sabit kaldığı, ürünlere emek gücü tarafından aktarılan ve üretim boyunca sadece aynen korunduğu için böyle adlandırılıyor.
İkinci kısmı, işgücünün satın alınmasına, ücretlerin ödenmesine yarıyor. Kapitalist ücret ödüyor ve işçi de bundan (kendi emek gücünden) daha fazla, büyük bir değer yaratıyor. Kullanılan hammaddelerin ve makinelerin değerine, kapitalistin ücret olarak ödediğinden daha büyük yeni bir değer katıyor. Ücretlere harcanan sermaye, aynı kalmaz, büyür, değişir. Bunun için sermayenin bu kısmına değişken sermaye deniyor.
İşte karın kaynağı işçinin emek-gücünün değeri ile ürettiği değer arasındaki fark oluyor. İşçinin emek-gücünün üstünde olarak ürettiği değere artı-değer deniyor.

KRİZ VE SINIFIN BİLİNÇLİ EYLEMİ
Teknoloji geliştikçe, makinelere yapılan daha büyük harcamalara ek olarak, her işçinin günlük işinde kullandığı hammadde miktarı da büyük ölçüde artıyor. Dolayısıyla üretim tekniğinin ilerlemesiyle, ücretler zamanla kapitalistin yaptığı harcamaların gittikçe daha küçük bir kısmını oluşturuyor. Diğer bir deyişle değişken sermayenin değişmeyen sermayeye oranı küçülüyor. Kapitalist rekabet ve birikimin baskısı altında genel eğilim kaçınılmaz olarak kapitalist ekonominin bünyesinde, değişmeyen sermayenin değişken sermayeye kıyasla hızlı artması eğiliminde bir gelişme yaşanıyor.
Emek-gücünü satın almak için kullanılan sermaye ile üretim araçları satın almak için kullanılan sermaye arasındaki orana sermayenin organik bileşimi deniyor. Teknolojinin gelişmesiyle bu oran kapitalizmde artma eğilimi gösteriyor. Böyle bir gelişmenin sonucu olarak kârın toplam sermayeye oranı da düşme eğiliminde oluyor. Mutlak ‘doğrusal’ anlamdan öte, genel eğilimin” böyle olacağını içeriyor.
Kanunun eğitimsel işleyişine karşı koyan nedenler:
1- Sömürünün şiddetini artırmak. Daha çok kâr peşinde koşan sermayedar, işçilerin çalışma süresini uzatmayı başaramazsa, makinelerin çalışma hızını artırmak, ya da yeni makinelerin getirilmesiyle aynı amacını gerçekleştirme imkânı buluyor.
2- Ücretlerin satın alma gücünü düşürme. Piyasada satılan mal ve hizmetlerin fiyatlarının genel olarak, ücretlerden daha hızlı artış kaydetmesi nedeniyle, nominal olarak artan ücretler, reel olarak geriletilebiliyor.
3- Değişmeyen sermaye unsurlarının ucuzlaması. Üretim sırasında emek-gücü dışında kullanılan makine, hammadde ve diğer teçhizat ve girdi fiyatlarının düşmesiyle, sermayedar kârını daha çok artırma imkânı buluyor. Bunun gerçekleşmesi olasılığı çok sınırlı.
Kâr oranının düşme eğilimi, kapitalizmin çelişkisini daha da keskinleştiriyor. Satın alma gücüne oranla fiziki üretimin (ya da kapasitesinin) aşırı ölçüde artmış olması, kapitalizmin nispi aşırı üretim bunalımları olarak yaşanıyor. Temelinde kâr oranı düşmesi ve üretim gelişme eğilimi bulunuyor. Kâr oranının düşmesinin sonucunda sermayedarların giderek artan bir kısmı da yeterli bir kâr elde edemez; yatırımlar kısıtlanır ve işsizlik yayılır.
Pazar için meta üretiminin yapılması, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olması ve azami kârı güden üretimin gerçekleştirilmesi kapitalist ekonominin belirgin özellikleri olarak sayılıyor. Meta değişiminin gelişmiş olduğu her yerde, üretilen metaların ‘satılamaması’ olasılığı var. Yani üretilen değerler paraya ‘çevrilemeyebiliyor.’ Böyle bir durum, kapitalizmin gelişmesiyle, kaçınılmaz hale geliyor.
Ekonomik bunalım çelişkileri şiddetleniyor. Daha da ilerisinde siyasal bunalıma yol açıyor, derinleştiriyor. Ekonomik ve siyasi krizin birlikte varlığı, sistemin sınıfsal plandaki proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin keskinleştiğini ortaya koyuyor. Çözümü de işçi sınıfının bilinçli eyleminden geçiyor. Bilinçli eylemi en üst örgütlenmesi olan Parti’siyle anlam kazanıyor. Böylece sınıf, kendisini ifade etme olanağı buluyor, aksine ne kendiliğinden çıkışları ne de sendikal örgütlenmesi, bilinçli eylemin başarısını içermiyor. Bunlar gerekli fakat yeterli değil.

Şubat 1993

“Avrupa devleti” doğuyor mu?

“Maastricht” anlaşması, 1993 yılıyla birlikte yürürlüğe girdi. AT üyesi İngiltere ve Danimarka’nın hâlihazırda onaylamadığı bu anlaşmayla birlikte, “Avrupa Devleti”nin oluşumu yönünde önemli adımların atıldığı ileri sürülüyor. Ama nedense, üye ülkelerin hemen hiçbiri Maastricht Anlaşması’ndan memnun değil. Almanya gibi ülkeler, “Avrupa Devleti”nin oluşturulması amacını hedefleyen bu anlaşmayı yetersiz buluyor. İngiltere ve Danimarka gibi ülkeler ise, günümüz şartlarında Maastricht anlaşmasına tam uyumun koşullarının oluşmadığını ileri sürüyor.
Gerçekten bir “Avrupa Devleti” oluşuyor mu? Bunun simgesi Maastricht anlaşması mı? Bu soruya hem evet hem de hayır cevabı verilebilir. Bilindiği gibi, “Avrupa Devleti” görüşleri ve bu amaca yönelik teorik düşünceler, ilk olarak 1. Emperyalist Savaş’ın hemen öncesi ve sonrasında gündeme gelmişti. Bu görüşün en hararetli savunucusu Kautskydi. Kautsky, keskinleşen emperyalistler-arası çelişkinin, yeni bir dünya savaşını gündeme getirdiği anlarda, finans kapitalin gelişmesinin, Avrupa Devleti’ni doğuracağım “çok uluslu bir Avrupa Devleti”nin oluşumunun, emperyalistler-arası çelişkiyi yok edeceğini ve dolayısıyla emperyalistler-arası savaşı da sona erdireceğini öne sürmekteydi. Uluslararası tekelci kapitalizmin gelişiminin teorik olarak bir dünya ve Avrupa devletinin oluşumuna yol açacağı doğru bir görüştü. Ama kapitalizmin buna savaşsız ve krizsiz varamayacağı ise diğer bir gerçekti. Kapitalizmin, kıtalar ve dünya çapında bir devletin kurulmasına yol açmadan önce, proletarya tarafından yok edilebileceği gerçeği, teorik değil, aynı zamanda pratik bir sorundu. O dönemin Kautsky ütopyasının gerçekleşmesinin sübjektif ve objektif koşullan henüz olgunlaşmamıştır. Kautskynin görüşlerinin gerçekleşmesi bir yana, Avrupa kıtasında başlayan ve dünyaya yayılan emperyalistler-arası 2. Dünya Savaşı, başta tüm Avrupa olmak üzere, Asya, Afrika ve Kuzey Amerika’yı içine alarak, büyük bir yıkıma neden oldu.
2. Emperyalist Savaş sonrası arzulanan ve hedeflenen Avrupa ülkeleri arasındaki birliğin yerini, Amerikan emperyalizminin hegemonyası aldı. Savaştan en az zararla çıkan ve savaş sonucu ülkesinde yıkımla karşılaşmayan Birleşik Amerika Devleti ve sermayesi, Avrupa’yı avucunun içine almıştı.
Amerika, sosyalizmin gelişip genişlemesinden korkuya kapılan Avrupa kapitalizminin koruyucusu kesildi. O dönemde nükleer silahlara sahip olan Amerikan “Sovyet tehdidi” bahanesiyle, sermayesinin yanı sıra, askeri güçlerini de Avrupa ülkelerine yerleştirdi. Amerika sermayesinin Avrupa’ya akışı, Avrupa kapitalizmini canlandırdı ve üretici güçler hızla ve derinlemesine gelişme gösterdi. Bu gelişme, Avrupa ülkelerinin, “bağımsız emperyalist ülkeler” olarak yeniden dünya pazarlarında boy gösterme sevdasıyla harekete geçmelerine yol açıyordu. Amerikan emperyalistleri, Avrupa’daki bu gelişmelerden rahatsız olmalarına rağmen Avrupalıların, Sovyet tehdidi karşısında, “Amerika’nın nükleer şemsiyesi”nin dışına çıkamayacaklarından emindi. Avrupa kapitalizmi, siyasi ve ekonomik olarak, bağımsız hareket etmeyi arzularken, “Sovyet tehdidi”, onları, Amerikan güdümünden ayrılmamaya zorluyordu.
1957 yılında Roma Anlaşmasına imza atan 5 ülke tarafından, “Avrupa Ekonomik Topluluğu” oluşumunun ilk adımları atıldı. Bu gelişmeyi, 1959 yılında General de Gaulle’ün “Avrupa Birliği’ni oluşturma hareketi takip etti. De Gaulle, ABD emperyalizminin Batı-Avrupa ülkeleri üzerindeki baskısı karşısında, o dönemde Sovyet Bloğu’na dâhil Doğu Avrupa ülkelerini de kapsayacak tarzda, “Atlantik’ten-Urallar’a kadar” sloganıyla, “Avrupa Birliği” fikrini ortaya attı. De Gaulle’ün “Avrupa Birliği” İngiltere tarafından ret edilirken, Batı Almanya tarafından destekleniyordu. Çünkü Sovyetlerin etkisindeki Avrupa ülkelerini, tekrar kapitalist devletler haline getirerek, “güçlü kapitalist bir Avrupa” kurmanın peşindeydi. De Gaulle’ün Avrupa Birliği görüşleri, ABD emperyalistleriyle çatışmaya girmesine vesile oldu. Nitekim De Gaulle, bir yandan Fransa’yı NATO’nun askeri kanadından çekerken, diğer yandan ABD’nin dışında Sovyetlerle ilişkiye giriyordu. Fakat Sovyetlerle Batı Bloğu arasındaki çatışmanın keskinleşmesi, 1960’lardan itibaren, Sovyetlerin hegemonyacı politikası, De Gaulle sonrası Fransız yönetiminin politikasını değiştirdi. ABD ile olan çatışmanın yumuşatılması sonucu, “Avrupa Birliği” (bir dönem) “Avrupa Ekonomik Topluluğu” statüsüyle kaldı.
1957 yılında, Roma anlaşmasıyla oluşturulan “Avrupa Ekonomik Topluluğu”, üye olmayan Avrupa ülkelerine kapısını açık tutarken, diğer yandan ekonomik birlik, siyasi ve sosyal birliğin de zeminini oluşturuyordu. Bu gelişme, ABD emperyalizmini öylesine zannedildiği ölçüde rahatsız etmiyordu. Çünkü Avrupa ekonomisi, ABD sermayesinin etki alanı içindeydi. Diğer yandan AET’nin Doğu Avrupa ülkelerini etkilemesi, onları yanlarına çekme çabası “Sovyet Bloğu”nu zayıflatabiliyordu. Doğu Avrupa ülkeleriyle AET arasında başlatılan ekonomik işbirliği, ABD tarafından desteklendi. AET 1970’lerde esasta burjuva ülkelerindeki fonksiyonuna sahip olmayan “Avrupa Parlamentosu”nu oluşturdu. Üye ülkelerde yapılan seçimlerle oluşturulan Avrupa Parlamentosu “Avrupa Devleti”nin yasama organının statüsüne sahip değildi, sadece AET’ye üye ülkelerin hükümetlerinin oluşturduğu yürütme organına tavsiye niteliğinde görüş ve kararlar iletmekle yetkiliydi.

“AVRUPA BİRLİĞİ’NİN OLUŞMAYA BAŞLAMASI”
AET’yi oluşturan 12 üye ülke, AET yerine AT (Avrupa Topluluğu) ismini alarak, yeni bir safhaya girmiş durumda. Amaçlarının bir “Avrupa Devleti” oluşturmak olduğunu söylüyorlar. “Avrupa Birliği”, “Avrupa Devleti” oluşturmak olduğunu söylüyorlar, “Avrupa Birliği”, ekonomik birliğin ötesine geçip, toplumsal ve siyasal bütünleşmeyi hedefler tarzda ilerliyor. Özellikle Sovyetlerin dağılması, Doğu Bloğu’na bağlı ülkelerin sözde “bağımsız” kapitalist ülkeler haline gelmesi, “Avrupa Birliği”ne yönelik çabaları hızlandırdı.
“Avrupa Birliği” sloganıyla Batı Avrupa kapitalizmi, Doğu Avrupa pazarlarında (bir an önce) tam egemenliğini pekiştireceğini düşünüyordu. Varşova Paktı’nın dağılmasını takiben Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Sovyetlerle ABD’nin başını çektiği iki blok arasındaki çelişkinin ortadan kalkması, Batılı emperyalistler-arası çelişkiyi ön plana getirdi. Kapitalizmin kronikleşen krizi, Doğu Avrupa ve eski Sovyet pazarlarının (Batı kapitalizmine muhtaç bir tarzda) uluslararası sermayeye tam anlamıyla açılmasının, kapitalizmi krizden kurtaracağı ve yeni bir sıçramalı gelişme sürecine başlanacağı düşünülüyor. “Komünizm öldü, yasasın kapitalizm” sloganıyla yeri göğü inleten tekelci sermaye ve onun politik temsilcileri (çok kısa bir süre sonra), artık yeterince güvenle konuşamıyorlar.
Sovyet sisteminin dağılmasından önce, ABD ve İngiltere’ye göre sıçramalı ve “istikrarlı” bir gelişme gösteren Almanya ve Japonya dahil, ekonomik durgunluk sürecine giriverdi. Özellikle Doğu Almanya’yı Gorbaçov’dan satın alan Batı Almanya’nın, birleşik ve “üçlü” Almanya’nın oluşumuyla, sıçramalı bir gelişme göstererek, dünya pazarına hızlı bir tarzda yayılıp, dünyaya egemen olacağı ileri sürülüyor. Hitler’in silahlarla yapamadığının, Alman markı sayesinde gerçekleşebileceği iddia ediliyor ve buna ait söylevlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ama ne var ki, gerçekler çok geçmeden bir şamar gibi bu iddia sahiplerinin yüzünde patladı. Alman kapitalizmi atağa kalkacağına, durgunluk ve gerileme Sürecine girdi. Özellikle de ABD ve İngiliz sermayesi ve devleti tarafından daha fazla engellerle karşı karşıya bırakıldı. “Güçlü bir Almanya’nın yeniden egemenlik peşinde koşacağını düşünen ABD, İngiltere’yi de yanına çekerek, Almanya’nın önünü kesmeye çalışıyor. Bu koşullarda Alman devleti, AT üyesi ülkeler alanında, birliğini, giderek, her alanda ve Avrupa Devleti’nin oluşumunu hedefleyerek geliştirmenin yoğun çabası içindedir. Giderek “AT”yi yeni üyelerle genişletmeye çalışıyor. Avusturya, Finlandiya, İsveç, Norveç, İsviçre gibi ülkeleri “AT”ye girmeleri için yoğun çaba harcarken, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Baltık ülkeleri, Romanya ve Bulgaristan’la sıkı ilişkiye giriyor. Bu ülkelerin gelecekte “AT”a üye olmalarını sağlamayı amaçlıyor, Tabii ki, bunlara eski Yugoslavya’dan bağımsızlığını kazanan Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Arnavutluk’u da ilave etmek istiyor. Batı Alman emperyalistlerinin bu yoğun çabasının esas dayanağı, başta Fransa olmak üzere (İngiltere ve Danimarka’nın dışındaki) diğer AT üyesi ülkeler. “Avrupa Birliği”ne yönelik Alman emperyalistlerinin yoğun çabası, özellikle ABD ve İngiliz emperyalizminin karşı tepkisi ile durdurulmaya çalışılmaktadır. Bugün oluşturulmuş ve geliştirilmesine yönelinmiş “Avrupa Birliği”, günümüzde emperyalistler-arası çelişkinin odak noktalarından en önemlisini teşkil ediyor. Alman emperyalistleri özellikle Japon ve Amerikan sermayesinin ihraç mallarının Avrupa pazarlarına girmesini, “Avrupa Topluluğu’na dayanarak önlemek istiyor. Çünkü günümüz koşullarında Alman emperyalistlerinin en önemli rakipleri, Japonya ve ABD’dir. Özellikle ABD, AT’ın gelişmesini, Almanya’nın bu alandaki egemenliğini baltalamak arzusuyla, AT’a üye ülkeler arasındaki çelişkiyi kışkırtmaya ve Alman emperyalizmini izole etmeye çalışmaktadır.
AT üyeleri arasında Maastricht toplantısı, bu koşullarda gerçekleşti. Maastricht toplantısı öncesi, AT’ta, “tamam mı devam mı?” sorusu gündeme gelmiş, tartışmalar yoğunlaşmıştı. ABD ve onun yakın taraftarları, Maastricht toplantısıyla, Avrupa Topluluğunun dağılmasını dahi bekleyebiliyorlardı. Oysa 1957 Roma Anlaşmasıyla, 1991 Maastricht toplantısının yapılışına kadar geçen süreçte, Avrupa Ekonomik Birliği ve Avrupa Topluluğu önemli mesafeler almıştı. Özellikle Avrupa sermayesinin giderek gelişen iç içeliği ve işbölümü, Avrupa Topluluğu’nun kolayca dağılmasını imkânsız kılıyordu. Maastricht toplantısından önce, Almanya’nın sloganı, AT’a gönülsüz olarak üye olan İngiltere’ye rağmen, Avrupa Topluluğu’na devam idi. Maastricht toplantısından kim galip çıkacaktı? İngiltere mi, yoksa Almanya mı? Körfez krizi ve Fransa’nın birden bire yön değiştirip ABD ve İngiltere’nin yanında yer alması, Alman emperyalistlerini zor durumda bırakmış, başlangıçta Irak’a karşı hayırhah tavrını değiştirmeye zorlamıştı. Tekrar ABD ve İngiltere ile sıkı ilişkiye giren Fransa’nın, Maastricht toplantısında İngiltere ile birlikte hareket edebileceği düşünülmekteydi. Oysa ABD’nin Avrupa’daki egemenliğine baş kaldıran ve “Ural’dan Atlantik’e kadar Avrupa Birliği” fikrini ortaya koyan Fransa idi. Almanya üzerinde bir kontrolü ve sıkı işbirliği vardı. Eski düşmanlıkları unutacak kadar aralarındaki ilişki sıkılaşmış ve güçlenmişti. NATO’ya rağmen, Almanya ve Fransa arasında ordu birliği oluşturulmaya başlandı bile. Almanya sermayesi ve devleti, Fransa’yı, ABD ve İngiltere’ye kaptırmamak için her türlü fedakarlığı yapmaya hazırmış gibi hareket edebiliyor. Fransız frankı her değer kaybedişte yanı başında Alman Merkez Bankası bulunuyor.
Ama güçlenen Almanya’dan çekinenlerin içinde Fransa eia var. Bunun için Maastricht toplantısında Fransa, Almanlarla birliğin temelinde Almanların daha ileri gitmesini de engelleyecek bir orta yol politikası izledi. Bunun için Maastricht anlaşmasıyla Alman emperyalistleri, “Avrupa Topluluğu’na yönelik amaçlarını istedikleri oranda gerçekleştirmediler. Buna rağmen, Maastricht anlaşmasıyla “Avrupa Topluluğu’nun gelişmesinden memnun oldular.
Maastricht anlaşması, üyeler arasında ekonomik işbirliğinin daha da sıkılaştırılmasından ziyade, siyasal, hukuki ve sosyal birliğinin gelişmesine yöneliktir. Çünkü bu anlaşmayla, AT üyeleri arasında can alıcı ve yeni ekonomik kaynaşmayı sağlayacak esasa ilişkin sorunlar yer almadı. Üye ülkeler arası sınırların ve gümrüğün kalkması, özünde önemli bir adım teşkil etmiyor. Çünkü sınırlar sözde ortadan kalkıyor. AT üyeleri arasında gümrük ise, çoğu mallarda zaten yoktu. Buna çok az “yenileri” eklendi. Almanların Maastricht’le ilgili en önemli eleştirileri, her konuda bir dizi istisna getirildiği ve bürokratik işlemlerin haddinden fazla yoğunlaştırıldığıdır. Örneğin, AT ülkeleri arasında sınırların ortadan kalktığı, hiçbir kontrolün olmadığı, AT üyesi ülke vatandaşlarının istedikleri her ülkede çalışma-oturma-iş bulma hakları olduğu 340 milyonluk yeni bir ülke istiyor, Almanya AT’ın Japonya ve ABD’ye karşı rekabette güçlü çıkabilecek bir konuma eriştiği ileri sürülmesine rağmen, bu iddialar tam gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Çünkü Maastricht anlaşmasını henüz onaylamayan İngiltere ve Danimarka, bu anlaşmayı yürürlüğe sokmuyor. Yani, ne kişilere ne de mallara kontrolsüz geçiş hakkı tanıyor, İngiltere ve Danimarka, Maastricht anlaşmasını onaylasalar bile, anlaşmada yer alan istisna maddelerine göre yine sınırlarını, AT üyesi ülke vatandaşlarına ve mallarına karşı da korumaya devam edecekler. Bu ülkelere karşı da sınır kontrollerini sürdürecekler. Kısacası, AT’a üye ülke vatandaşları bu ülkelere pasaportsuz giremeyecekler. Her türlü sigorta işlemi, yine anlaşma öncesi statüsünde kalacak. Örneğin, bir İspanya vatandaşı AT’ın diğer ülkelerinde çalıştığı zaman, gerek emeklilik, gerek işsizlik, gerekse sağlık vb, konularda eskiden olduğu gibi İspanya’daki sigorta ilişkilerini sürdürecek. Bu konuda tüm AT ülkelerini kapsayacak ortak bir statünün oluşturulmasına çalışılmadı. Tabii ki, bundan en fazla zararı gören AT’ın fakir ülkeleri denilen İspanya, Portekiz ve Yunanistan ve İrlanda vatandaşlarıdır. Çünkü diğer, gelişmiş AT’ye üye ülkelere göre daha güçsüz ve korunmasız sigorta statülerine sahiptirler. Bu alanda da diğer AT ülkesi vatandaşlarıyla aynı konuma gelmeleri söz konusu değildir.
Diğer ülkelerden gelen mallar, AT’ye ait hangi ülkelerin sınırlarından içeri giriyorsa, var olan gümrük vergisini o ülke alacak ve yine AT üyeleri arasında da hâlihazırda gümrüğe tabi malların gümrüğünü, malların girdiği ülke alacak. Tabii ki vergi statüsünde en küçük bir değişiklik yok. Eskiden olduğu gibi AT’ye üye her devlet çeşitli vergileri yine kendisi toplayacak. Hangi ülkeden mal alınıyorsa, malın satın alındığı ülke, aynı zamanda katma değer vergisi de alacak. Bilindiği gibi, AT üyesi ülkelerde katma değer vergisi oranlan farklıdır. Bu farklılık değişmiyor. Örneğin tıpla ilgili aletler ve diğer malzemelerin AT ülkeleri arasındaki alım ve satımlarının vergilendirilmesi, eskiden olduğu statüsüyle işlem görüyor ye değişmiyor. Sözde tek “Avrupa Devleti”ne doğru yol almıyor. Sermaye ve burjuvalar arası ilişkiler daha da serbestleştirilirken, halklar için sınırlamalar alabildiğine sürdürülüyor, örneğin, tıp alanında herhangi bir gelişme gösteren İngiltere, Almanya gibi ülkelerde tedavi olmak iste yen bir Yunan vatandaşı, eskiden olduğu gibi, bu ülkelerin sağlık sigortalarından yararlanamıyor, ilaçlarını örneğin Alman vatandaşları gibi daha ucuz satın alamıyor. Aksine Maastricht anlaşması öncesinde olduğu gibi önemli bir hastalığın tedavisi yine kendine çok pahalıya mal olabilir ve yine tıp dalında geliştirilmiş bir aletin üretildiği ülkeden satın alınması, o ülkenin almakta olduğu aşırı kârı ödeyerek (eskiden olduğu gibi) ancak mümkün olabiliyor. Bu söylediklerimiz sadece tıp dalında değil, meslekle ilgili her konuyu içermektedir, özellikle bilimsel araştırmalarla ilgili malzemeleri, geliştirilmiş teknolojiyle ilgili araçları, vb. diğer bir AT ülkesinin satın alması halinde, satın alan ülke, aşırı kârı gözeten katma değer vergisini de ödemek sorundadır. Ve bu malların çıkışı gümrüğe tabidir. Ama banka sermayesi ve bankalar, AT’ye üye ülkelerin her yerinde serbestçe şube açabilir ve serbestçe dolaşabilir. Maastricht anlaşması, güçlü bankaların önündeki en küçük engeli kaldırarak, serbest dolaşımı sağladı.

‘YENİ BİR AŞAMA MI?”
Geçen süre AET’nin ve AT ülkelerini oluşturan, bunlara önderlik eden Avrupa’nın güçlü emperyalist ülkeleri İngiltere, Fransa, Almanya’nın Avrupa’ya egemen olmayı bir yana bırakıp, gelişen üretim sonucu bir kıta devletine doğru yol almadıklarını gösteriyor. Aksine “Avrupa Birliği” Avrupa’ya kimin egemen olacağı mücadelesinin zeminini oluşturmaya devam ediyor. Örneğin Maastricht anlaşması, “sınırlar kalktı”, “Avrupa Devleti yolunda ilerliyoruz” denildiği dönemde, nedense (!) AT’ye ait ortak bir dış politika belirleyemiyor. Avrupa’nın bu üç eski emperyalist devleti ulusal menfaatleri gereği, ayrı politikalar izliyor ve kendi egemenlikleri peşinde koşuyorlar. Bu üç ülkenin emperyalist sermayesi hem birbirleriyle, hem de ABD ve Japon sermayesiyle rekabet ederek, Avrupa’nın ve dünyanın herhangi bir yerindeki pazarı ele geçirme politikalarını, buna göre oluşturmaya çalışıyor. Birinin girdiği ekonomik krizden, üretimdeki durgunluktan bir diğeri yararlanıyor. Böylesine çatışmaların sürdüğü süreçte, tam olmasa da sınırlar kalkıyor, çeşitli alanlardaki birlikler de yine gelişiyor. Çalkantılı, çelişkili bir AT, yeni üyelerle genişlemeye devam edebiliyor. Daha doğrusu, hem çatışma, hem birliğin bir arada yürütüldüğü bir döneme girilmiş durumda.
Tüm bunların yanı sıra, özellikle Almanya ve Fransa’da, milliyetçilik ve faşizm yeniden dirilip güç topluyor. “Yabancı düşmanlığı” perdesi arkasına gizlenen, bu milliyetçiliğin ve faşizmin amacı, Avrupa ve dünya pazarlarına yeniden egemen olmaktır. Nitekim bunlar, AT ve Maastricht anlaşmasına şiddetli tarzda karşılar. Özellikle Almanya’nın birliğinden sonra gerici Alman hükümeti ve partileri, en güçlü ekonomiye sahip olan Almanya’nın, her alanda söz sahibi olması gerektiğini ileri sürüyorlar. Bunun adına da, “Almanya’nın yeni politik çizgisi” diyorlar.
Saldırganlığın ve yayılmacılığın, emperyalistler-arası çelişkinin şiddetlenmesiyle, kapitalizmin yeni ekonomik krizi de devam ediyor. Oysa 1986 yılında AT komisyonlarının araştırması, sınırların ortadan kalkacağı, AT’la ilgili olarak çok iyimser rakamlar veriyordu. 340 milyonluk bir pazarın oluşumuyla, AT ülkelerinde yıllık vergilerin 350-500 milyar DM’ye varan vergi kayıplarıyla birlikte, yüzde 4,5 oranında bir kalkınmanın gerçekleşeceği, yüzde 7 kalkınma oranına varılacağı hesaplanıyor; bir yandan da enflasyon oranının daha da düşürülebileceği, 6 milyonun üzerinde yeni işyerleri açılacağı ileri sürülüyordu. Oysa bunun tam tersi gerçekleşiyor. Şimdi ortalama yüzde 0,9 ile yüzde 0,7 arasında bir kalkınma ve yüzde 0,2 / yüzde 0,7 arasında yeni işyerlerinin ortaya çıkacağı, enflasyon oranının ise, yüzde 3,1’den yüzde 6,1’lere tırmanacağı ileri sürülmektedir. Diğer yandan ise, şimdilik İtalya hariç tutularak, tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde, işsizliğin çığ gibi büyüdüğü gözleniyor. “Güçlü Alman” ekonomisinin ne zaman durgunluk döneminden çıkacağı ise tahmin dahi edilemiyor.

“AT PARA BİRLİĞİ”
AT’ın tek para birimine nasıl geçeceğine ilişkin görüşlerin incelenmesinden önce, bugünkü “Para Birliği”ne bir göz atmak gerekiyor. Maastricht anlaşması 1993 başında, henüz yürürlüğe girmeden önce, AT ülkelerinde bir para sorunu patlak verdi. İngiltere ve İtalya AT para birliğinden ayrılmak zorunda kaldı. İtalya ve İngiltere’nin AT para birliğinden ayrılmalarının nedeni olarak, Alman Merkez Bankası ve güçlü Alman bankalarının uyguladıkları kredi-faiz oranının yüksekliği gösterilmiştir. Alman Ekonomi Bakanı Sosyal Hıristiyan Parti “CSU”nun Strauss’tan sonraki başkanı Theo Waigel ve Alman Merkez Bankası şefi Hilmar Kopper, Almanya’daki banka faiz oranlarının yüksekliğinin sebebi olarak, enflasyonla mücadeleyi gösteriyorlar. Türkiye’de olduğu gibi. Banka kredilerinin faiz oranlarının düşürülmesinin enflasyona yol açacağı iddiası gibi görüşlerle gerçekler ters yüz edilmek isteniyor. AT’ye üye ülkelerin paralarının günlük kurları, ECU (yaklaşık olarak 1 ECU 2 Alman markına eşit) ismi verilen bir ortak para birimine tabidir. Buna göre kur ayarlanmalarına gidilmektedir. Bu yolla sözde AT’ye bağlı ülkelerin paralarının dolara bağımlılıkları zayıflayacak ve uzun senelerdir bir istikrara kavuşmayan dolara bağımlılıktan kurtulunacaktır. Aslında bu yöntemle, dolara bağımlılığın yerini, istikrarlı, her geçen gün dünya pazarlarında güçlenen DM’ye bağımlılık alıyor. Avrupa’da baş gösteren ekonomik kriz döneminde, Almanlar, bunu diğer üye ülkelerin aleyhine, kendilerinin lehine kullanmaya başlamışlardı. AT’da kısa bir süre önce yaşanan para krizi öncesi, bilindiği gibi ABD ve Japonya’da borsa ve para krizi yaşandı. Bu kriz dalgasının çok geçmeden Avrupa’ya da yayılması bekleniyordu. İtalya ve İngiltere’nin AT para biriminden ayrılmalarından önce, Fransa da dâhil olmak üzere uyguladıkları yüksek faiz, bu bankaların kârını aşırı ölçüde artırdığı gibi, Almanların ihraç mallarında, diğer ülkelerin aleyhine büyük kâr elde edilmesini sağladı. “AT” ve “Avrupa Devleti” fikirlerinin ateşli savunucusu Alman sermayesi, sıra aşırı kâr konusuna gelince; “birliğin, demokrasi ve insan haklarının” tam olarak yürürlüğe girdiği Avrupa’yı hemen bir yana atıp, “böyle devam ederseniz AT dağılır” gibi görüşleri anlamamazlıktan gelerek, aşırı kârının (en küçük bir oranda olsa dahi) azalmasına göz yummuyor. Ye “önde gelen AT değil, Almanya’nın menfaatidir” diyebiliyor. Böylesine fütursuzca hareket etmesinin nedeni, devam edip gelen “Avrupa’nın Birliği” sürecinde, İngiltere hariç diğer At üyesi ülkelerin ekonomisini, maliyesini, kendi güçlü ekonomisine (bazılarını tabii ki kısmen) bağımlı hale getirmesidir.
Örneğin, İtalya, Alman ekonomisine sıkı bir şekilde bağımlı olan AT üyelerinden biridir. İtalya, Alman bankalarındaki yüksek faiz oranlarının sonucunda kısa dönemde döviz rezervlerinde büyük bir erimeyle karşılaştı. Çünkü İtalya’nın sattığının ucuz, aldığının pahalı oluşu, onu döviz darboğazına itmişti. Bunun için diğer ülkelerden, özellikle Almanya’dan borç para istemek zorunda kaldı. Ve para birimi olan Liret’in değerini düşürdü. Deutsche Bank önderliğinde 30 bankanın konsorsiyumuyla İtalya’ya borç para verilmeye başlandı. Şartlarına gelince, bunlar, Avrupa Birliğinin şanına! yakışmayacak ağırlıktadır. İtalya’ya 11 Ocak 1993’te 4 milyar DM borç verildi. Ve İtalya 1993’te tekrar 13-15 milyar dolar borç istiyor. Bunun için İtalyan hükümeti, Deutsche Bank’ın önderlik ettiği finans kuruluşlarının baskısıyla, bütçesinden tasarruf yapacağına dair planı ve önüne sunulan modernleştirme, sektörlerindeki özelleştirme düzenlemelerini parlamentosuna onaylattı. Taahhüt edilen paranın faizi ise, yüzde 7,3 ile yüzde 7,5 arasındadır, Başka ülkelerden yüksek miktarda borca muhtaç duruma gelen İtalyan hükümeti, devlet borçları için faiz değerlerini, 1 milyar 800 milyon DM kadar düşürüyor. Kısacası; borçlarına karşılık İtalyan hükümeti 12 ile 15 milyar DM arasında bir “tasarrufa” gitmeye zorlandı. lMF’nin Türkiye ekonomisinin çıkmaza girdiği dönemdeki borçları için öne sürdüğü koşulların benzerlerinin, İtalya’ya esasta Alman sermayesi tarafından dayatılmasına şaşmamak gerekiyor. Alman emperyalistlerinin tek düşüncesi aşırı kârları ceplerine atmanın yollarını bulmaktır. Sözde Alman bankalarının faizi yüksek tutmasının nedeni, “Almanya”nın enflasyon tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıdır. Oysa Almanya’nın ekonomik gerçekleri bu söyleneni yalanlıyor. Çünkü fiyat artışları ne aşırı ve sıçramalı bir yükselme gösteriyor, ne de ileride artacağına dair bir işaret var.
Alman ekonomisi bir durgunluk içince, İhraç mallarının miktarında azalma gözüküyor. Özellikle, otomobil, çelik, kömür sektörleri büyük oranda işçi çıkarmanın yollarını arıyorlar. Doğu Almanya’da “özelleştirme” ve “modernleştirme” adı altında milyonlarca işçi, işinden atıldı. Hükümet, bu işsizlere, Batı Almanya’ya göre düşük işsizlik paraları ödüyor. Alman Emperyalistleri, güçlü ekonomilerine dayanarak, girdikleri ekonomik krizin yükünü AT’ın diğer ülkelerinin sırtına yıkmaya çalışmakta.
Bunun için faiz oranlarını düşürmeye yanaşmıyorlar. Böylece sattıkları mallan pahalıya, aldıkları malları daha ucuza elde ediyorlar. Onların en önemli avantajı, diğer AT ülkelerinin üretimlerini devam ettirecek en temel malların üreticisi olmalarıdır. Bundan ötürü AT’ın diğer ülkeleri, “Doğu Almanya’nın finansmanını bizim sırtımızdan çıkarıyorsunuz” diye Almanya’yı suçluyorlar.
AT üyelerini böylesine kıskaca alan Almanya, kendine en önemli rakip gördüğü Japonya ve ABD’ye karşı AT birliğini savunuyor. Japonya ve ABD mallarına boykot uygulanmasını teşvik ediyor. Ama bu konuda istenen sonuçlar alınamamıştır. Aynı durum Avrupa Merkez Bankası, AT Para Birimi olan ECU’la ilgili de sürüyor. Henüz Avrupa Merkez Bankası, bağımsız olmadığı gibi ECU’da AT üye ülkelerinin hükümetlerinden ve Merkez Bankalarından bağımsız ve ekonominin ve Borsa’daki kur ayarlamalarının kendiliğinden oluşturduğu bir değere sahip değil. Avrupa’da paraların değerini dolara göre saptamanın yerini alması düşünülen bu para birimi (ECU), henüz gereken fonksiyonunu oynamadığı gibi, AT üyelerini kendine bağımlı kılmaktan uzaktır. AT üyelerini dolara bağımlılıktan kurtaramıyor. Sonra AT Para Birimi ECU’ya göre, üye ülkelerin paralarının değeri (tabii ki, Avrupa Bankası tarafından) ayarlanıyor. Aslında böylesine bir AT Para Birimi’nin savunucusu İngiltere idi. Amacı serbest borsalarda doların yerini almaya başlayan, dolara göre istikrarlı ve güçlü bir konumda olan Alman markına, diğer AT’a üye ülkelerin paralarının bağımlı hale gelmesini engellemekti. Serbest borsalarda markın değerinin birim konumuna erişmesine meydan vermemekti. İngiliz hükümetinin ECU’ya bağlı olmaktan çıkmasını Almanlar, bu hükümetin borsaya karşı yenilgisi olarak nitelendiriyorlar. Yani Alman markının gücünü engelleme çabalarının boşa çıktığını söylemek istiyorlar.

AVRUPA DEVLETİ’NİN PARA BİRİMİNİN NASIL OLACAĞI KONUSUNDA DÜŞÜNCELER
AT’a bağlı ülkelerin tümünde ortak bir paranın kullanılması, bugünkü üye ülkelerin paralarının piyasadan kaldırılması savunulmaktadır. Bunun nasıl olacağına dair görüşler sadece teoride kalmaktan ileri gidemiyor. Çünkü bir tek para biriminin tüm AT’a bağlı ülkelerde geçerli olması, ulusal bankaların, ulusal finans kuruluşlarının ortadan kalkmasına ve tüm ekonominin bir merkezde toplanmasına bağlıdır. Böylesi bir ekonomik sistem, ancak “Avrupa Devleti” tarafından yürütülebilir. Oysa bugünkü Avrupa’daki gelişme henüz bunun epeyce uzağındadır. Hangi emperyalist sermayenin Avrupa’ya tam egemen olacağı çatışmasının sürdüğü dönemde, AT’a üye ülkelerin yakın süreçte tek para sistemine geçemeyecekleri bellidir.
AT’da tek bir para biriminin egemen olmasını savunan Alman emperyalistleridir. Öne sürdükleri görüşlerin başında, Avrupa Bankası’nın tüm mali işlerinin topluluk içerisinde düzenlemesi ve bu konuda tek yetkili kılınması gelmektedir. Önde gelen Alman tekellerinin temsilcileri ve’ politikacıları, Avrupa Bankası’nın süreç içerisinde AT üyesi ülkelerin Merkez Bankalarının yerine geçecek tarzda gelişmesini savunuyorlar. Böylece, AT’ın daha fazla bütünleşeceğini, tek bir kapitalist sisteme kavuşacağını öne sürüyorlar. Aslında bu görüşler, DM’nin ve Alman emperyalist sermayesinin, Avrupa Topluluğu’nda tam egemenliğini amaçlamaktan öte bir anlam taşımıyor. Çünkü AT, esasında, ekonominin gelişmesinin doğal bir sonucu olarak değil, çoğu yerde siyasi nedenlerden, Avrupa dışı gelişmiş kapitalist ülkelerin rekabeti karşısında, Avrupa pazarlarını savunma, özellikle Avrupa pazarlarını ABD ve Japonya’ya kaptırmama içgüdüsünün esaslan üzerinde oluşmuştur.
Sonuç olarak AT aslında, Alman emperyalizminin Avrupa pazarlarına egemen olmasından başka bir şey ifade etmiyor. Almanya dışındaki özellikle fakir ülkeler denilen; İspanya, Yunanistan, Portekiz, İrlanda bir bakıma da İtalya pazar olmuş, Almanya ortak!

Şubat 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑