Özal’ın Ölüsü, Dirisi

Dirisi, gündem belirleyen ve yönlendiren bir faktördü; ölüsü bundan sonraki bütün burjuva devlet ve hükümet pratiklerine gölgesini düşürecek kadar etkili kalmaya devam edecek. Türkiye, Özal’dan ölüm aracılığıyla değil, ancak onun en cisimlenmiş halini temsil ettiği burjuvaziden kurtularak kurtulabilecek.

Siyasal ortamın önemli gelişmelere doğru-eğilim kazandığı bir zamanda, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olarak değil, bütün belirleyici politik kararların başlıca patronu olarak da önemli yer tutan Turgut Özal bir kalp krizi sonucu ölüverdi.
Ölüm, iki temel sebepten ötürü, geçmişin silinmesine yol açıyor. Birincisi, ölenin arkasından kötü konuşulmayacağına inanan gelenekler içinde ve genellikle halk sözünde söylendiği gibi, ölen körlerin badem gözlü, kellerin de sırma saçlı olarak hatırlanmasından dolayı, propagandacılar, her “devlet büyüğünün” ya da “basın kahramanının” ardından yeni ve güncel ihtiyaçlara göre yürütülecek propagandaya parlak bir malzeme bulabiliyorlar. Ölü, değişik ve karşıt menfaat şebekelerinin birbirlerine karşı savaşlarında salladıkları bir bayrak haline geliyor ve herkes ölenin asıl kendi büyükleri, kendi ataları olduğu reklâmına hız veriyor. Halk yığınlarının, ölümle birlikte Ölen kişi hakkında daha dün söylenenlerin hepsini unutacağı varsayılıyor ve bu genellikle, gelenekler ve inançlar dolayısıyla doğru çıkıyor. Diğer yandan, ölen kişi, Turgut Özal gibi, gerçekten önemli bir “devlet adamı” ise, onun sözcülüğünü ya da teknisyenliğini yaptığı sürekli ve stratejik programların aksamadan ve değişmeden süreceğine güven verilmek isteniyor.
Özal’ın ölümünde, her iki propaganda biçimi de bol miktarda kullanıldı. Cenaze süreci ve bu arada basına yansıyan propaganda ve reklâm, salvosunda, banka, sanayi ve ticaret çevrelerinin değişik fraksiyonları kadar, burjuva siyasetin fraksiyonları arasında da görülmemiş bir “Özalcılık” yansı gözlendi. Onu en çok seven, onun en çok çocuğu olan kimdi? Bütün bu gösterişli gözyaşı selinin altında, geleceğe yönelik hesaplaşmaların, kredi, faiz anlaşmalarının, yatırım dolaplarının, taahhüt ve ticaret dalaverelerinin sırıttığı açıkça görülebiliyordu.
Siyaset sahnesinde ise, Özal’ın ölümüyle birlikte ansızın gündeme gelen “erken seçim” olasılığı, Özal’ın ölümüyle yaratılan keder ve acıyı oya çevirme telaşına yol açtı. Demirel, Özal’ın kırk yıllık arkadaşıydı, ustasıydı, ağabeyiydi vs. Dişe diş dövüştüğü Mesut Yılmaz ise, Özal’ı, “manevi önder” ilan etti. O en büyük öğretmendi, daima yaşatacaklardı vs.
Basın, her iki propaganda savaşının başlıca aktörü olarak, her şeyden önce temel motifin kamuoyunda güçlendirilmesi görevini üstlendi. Özal, bir kahraman, yere göğe sığmaz bir dahi, hatta “en büyük devrimci” ilan edildi.
Özal motifi, iç politikada olduğu kadar, dış politikada ve uluslararası ilişkiler alanında da önemle vurgulandı. Doğrusu, bu alanda, Özal, kendisinden önceki burjuva siyasetçilerin tümünün yaptığından daha fazla iş yapma fırsatını bulmuştu. Bu yüzden, bu dalda Özal hakkında yapılabilecek propaganda için hiç malzeme sıkıntısı çekilmedi. Özal’ın özellikle dışişleri alanındaki görüş ve eylemlerinin “devam ettirilmesi çok gereklidir” biçimindeki propagandaya olağanüstü bir ağırlık verildi.
Bunun nedeni üzerinde durmakta yarar var:
Türkiye’de ve sön yıllarda sınırları oldukça genişleyen “bölge”de, köklü gelişmelerin ve değişikliklerin bütün emperyalist planlarında Özal, ağırlıklı bir yer tutuyordu ve şimdi onun yokluğu, gerçekten pek çok taşın yerinin değiştirilmesine, hesapların kişisel özelliklere bağlı bölümlerinin yeniden düzenlenmesine neden olacaktır. Emperyalizm, Turgut Özal’ın şahsında, en etkili işbirlikçilerinden birisini kaybetmiştir. Turgut Özal, kendisinden önceki yöneticilerden farklı olarak, emperyalizmin emirlerini bekleyen sıradan bir uygulayıcı değildi. Turgut Özal, aktüel konulara ilişkin emperyalist hesapları ve ihtiyaçları kestirmesini bilen ve dolaysız talep gelmeden bu hesaplar ve ihtiyaçlar doğrultusunda karar alıp uygulayan bir işbirlikçiydi. Körfez Savaşı sırasında, Irak-Yumurtalık boru hattının kesilmesi kararı, bu türden bir karardı ve uzun yıllar sonra bile, emperyalist şefler tarafından takdirle anılmaya devam eden bir “inisiyatif gösterisi olmuştu.
Basit işbirlikçi, örgütleyicilik ve teorik faaliyette de şefin emirlerini bekler. Özal, bu iki alanda da, patronlarının menfaatlerini çok yakından bilen, gene inisiyatif sahibi, “dirayetli” bir “lider” olarak tanınıyordu. Amerikan emperyalizminin çıkarları doğrultusunda uluslararası örgütçülük işlevini başarıyla sürdürüyordu. Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’da, ABD’nin kısa ve uzun vadeli çıkarlarının “Türk ve Müslüman” bir devlet adamı eliyle çözülmesinin yaratacağı bütün avantajları kullanmasını biliyor, bu yönde, ABD’nin öngörmediği kadar ileri gitmesini beceriyordu.
Bu misyonu yüklenecek yeni bir “Türk ve Müslüman” devlet adamı bulmak o kadar kolay değil. Cumhurbaşkanlığı’nın en güçlü adayı olan Süleyman Demirel, gerek ABD, gerekse MGK karşısında, bu kurumların çıkarlarını gözeterek ve onlardan önce davranarak inisiyatif kullanacak türden bir politikacı değildir. Bu yüzden, süre-giden propagandanın başlıca amaçlarından birisi, Özal pratikçiliğinin ve pragmatizminin, geri dönülemez ve vazgeçilemez olduğunu kanıtlamak amacına yöneliktir. Burjuvazi, Özal’ın ölümünün, bu uygulama esnekliğinin de ölümü olmaması için çaba harcıyor.
Dirisi, gündem belirleyen ve yönlendiren bir faktördü; ölüsü bundan sonraki bütün burjuva devlet ve hükümet pratiklerine gölgesini düşürecek kadar etkili kalmaya devam edecek. Türkiye, Özal’dan ölüm aracılığıyla değil, ancak onun en cisimlenmiş halini temsil ettiği burjuvaziden kurtularak kurtulabilecek.

Mayıs 1993

1 Mayıs Ve Sınıfın Birliği

Türkiye işçi sınıfı, her seferinde olduğu gibi, yine çeşitli cephelerde mücadele vererek yeni bir 1 Mayıs’a hazırlanıyor. Mücadelecilik, bu, işçi sınıfında içerilmiş nitelik; baskı, zor ve ideolojik iğdiş edicilik koşullarında zaman zaman boyut kaybına uğrasa ve hatta bazen genel bir sessizleşmeyle yer değiştirmiş görünse de, belirgin bir şekilde genelleşme ve kendisini dışa vurma özelliğini kazanma eğilimi taşıyor.
Sömürü ve türlü biçimleriyle baskı, karşı koyuşu ve mücadeleciliği üretmemezlik edemez, edemiyor. Sınıfın günleri, özellikle kapitalizmin hastalıklı dönemlerinde yoğunlaşma ve çeşitlenmesi gelişme gösteren sömürü ve baskıya karşı kovuş üretimiyle geçiyor. Çalışma ve yaşam koşulları, toplumsal durumu bu tür üretimi zorunlu ve kaçınılmaz kılan işçi sınıfının sorunu, karşı koyusun sistemli ve kesintisiz kılınmak üzere somut örgüt biçimlerine bağlanması, partileşmesi ve burjuva partisi ve sınıf içindeki ajanlarının oynadıkları cellât ve papaz rolleri karşısında dayanıklılığını ve “kendisi için” olmayı sağlamasıdır. Çünkü karşı koyuş ve mücadeleciliği üreten kapitalizm koşullan, aynı zamanda rekabet ve dağınıklığı da üretmekte, bunlar burjuva partisi ve sınıf içindeki uşaklarınca özellikle teşvik edilmekte; örneğin “yedek işçi ordusu” dayatması, mücadele eğiliminin yanı sıra tedirginlik ve hareketsizleşmeyi de geliştirebilmektedir.
Ne kapitalizm, ne burjuva partisi ve ne de sınıf içindeki burjuva ajanları ekonomik bilinç ve örgütlenmenin önünü bütünüyle kesmeye güç yettirebilir. Bu tür bilinç ve örgütlenme ve hak talepleri için eylem, olağan dışı baskı koşullarında en alt düzeye geriletilebilse de kapitalizmin zorunlu ve kendiliğinden sonucu ve ürünleridir. Ücret artışı ve iş güvenliği gibi ekonomik karakterli talepler ve bunlar için mücadele engellenebilir değildir; ancak yeterli olmaktan da uzaktır.
Türkiye’de sınıf mücadelesinin son birkaç yıllık deneyimi, şurada burada, birbirinden kopuk ya da toplusözleşme dönemlerinde yüz binlerce işçiyi kapsasa bile yine tek tek fabrikalar ve enötede işkollarının sınırlarını çok az aşan, geçici başarıların, biteviye tekrarlanmak üzere yeni geçici başarıları gereksindiği ve aksi halde başarısızlık olarak ifade edilecek kendiliğindenlik damgalı sınıf hareketliliğiyle doludur.
Karşı koyuş ve mücadelecilik, sınıfın kendisini gerçekleştirdiği türden özelliklerdir. Ancak dağınıklığı, bilinç ve örgüt düzeyindeki yetersizliği, enerji kayıplarına olduğu gibi, Sisyphos’un taşı tepeye taşıyıp durması örneği sürekli ve üretkenlik eksikli tekrarlanmalarla güdüklüğe, yeni haklar kazanma yöneliminden çok eldekilerin korunması kaygısına götürmekte; burjuva partisi ve ajanlarının dayatmalarına ve sınıfla ve talepleriyle oyun oynama cesaretlerinin artmasına yol açmaktadır.
Kapitalizm koşullarında rekabet, çok çeşitli biçimleriyle belirir, ancak tümü burjuva karakterlidir. Sermaye sahipleri ve işletmeler arasındaki rekabet bir görünüş biçimiyse, “kendisi için” olmaktan uzak, kafası burjuvazi, burjuva düzen ve onun “değişmezliği” lehine fikirlerle doldurulmuş, çalıştığı işletme ve/veya işiyle özdeşleşmiş, örneğin işten atılma tehdidi karşısında burjuvazi, kapitalizm ve kapitalist devlet yerine aynı tehdit ya da doğrudan işsizlikle yüz yüze olan sınıf kardeşini suçlu ya da rakip gören, milliyet farklılığı söz konusu olduğunda “yabancı düşmanlığı” aracılığıyla burjuvazi tarafından ırkçılık ve faşizme alet edilmeye kadar sürüklenebilen işçinin “rekabetçiliği” de bir başka görünüş biçimidir. İşçiyi ve işçi sınıfını bölenin, sınıfın kendisi, çalışma ve yaşam koşulları, kendi nesnel durumu ve çıkarları değil, kapitalizm, burjuvazi ve örgütlü zorbalık oluşunun yanı sıra örgütlü bölücülük de olan burjuva devleti olduğu kesindir.
Ve bilinçsiz işçinin rekabetçi duygularla donatılmamın ötesinde, bundan ve bu tür geriliğin yanında ekonomik mücadele alanının etkilenmeye açık olduğu toplumsal bölünme faktörlerinin tümünden güç alıp kaynaklanmak ve sendikal alanda yeniden üretilip şekillendirilmek üzere bir başka rekabet ve bölünme dayatılır sınıfa: Sendikal rekabet ve bölünme. İşçi sınıfının birbirleriyle rekabet halindeki sendikalar ve konfederasyonlar arasında bölünmesi.
İşçi sınıfını “kendisi için” olmaktan, kendisiyle birlikte tüm insanlığın kurtuluşuna yönelmekten alıkoyan her rakiplik ve bölme zorlaması gibi, sendikal rekabet ve bölünme de, sınıf içinde kendisine uygun zeminler bulsa bile “dış kaynaklı”dır, burjuvaziden gelmedir. Kaynak koşul kapitalist bataklığın kurutulması için mücadele, sınıfın rekabet ve bölünmelerden etkilenmesinin önlenmesinin de ön şartı ve çıkış noktasıdır. Proletarya sınıf düşmanları tarafından bölünmesine karşı ve tek sınıf tek yumruk olmak üzere birliğini sağlamak için her bölme çabasına ve bölücü her girişime karşı mücadele yürütmeden, kapitalizme karşı mücadelesini yürütemez, kurtuluşunu gerçekleştirmeye girişemez; sömürü ve aşağılanmanın bütün biçimlerine, işsizliğe, sefalete, düşük ücrete, sosyal haklardan yoksunluğa mahkûm olur, ücretli kölelik zincirlerinin şakırtılarını her gün her saat dinlemek zorunda kalır. Ama proletarya aynı zamanda, kapitalizm koşullarının varlığını hedef edinmeksizin ondan kaynaklanan rekabet ve bölünmelerle, sendikal ya da başka bölücülük girişimleriyle baş edemez.
Başka şeylerin yanında bu nedenle de işçi sınıfı kapitalizmi hedef edinmek, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenlik koşullarını dönüştürmeyi amaçlamak zorundadır. Tam da bu nedenle, ona, 1 Mayıs’ta acil ve gündelik taleplerinin yanı sıra cepheden kapitalizmi hedef alan taleplerini, temel taleplerini de haykırmak düşüyor. Ve tam da bu nedenle, proletaryaya, çeşitli geri bilinç biçimlerinden, ideolojik biçimlenmeler ve kamplardan sendikal bürokrasinin bölücülüğünü püskürtmeye, “birlik, dayanışma ve mücadele günü” olan 1 Mayıs’ı adına ve anlamına uygun düşecek tarzda, her yönüyle kapitalizm karşıtı bir parti olarak, mücadeleciliğini ve dayanışmasını geliştirirken birliğini de gerçekleştirmeye hizmet edecek bir gün olarak kutlamak düşüyor. 1 Mayıs’ın başlıca anlamı budur. Ne kutlamak için kutlamak, ne geri taleplerle “bayram” olarak geçiştirmek, ne de sendikal bürokrasinin varlığını kanıtlama, kendi aralarında hesaplaşma ve birbirlerine ve dolayısıyla sınıfa karşı güç gösterisi yapmalarına alet olmak, işçi sınıfının amacı ve yaklaşımı olabilir.
1 Mayıs, kapitalizme karşı olduğu gibi, sendikal bürokrasiye ve sınıfı ve emekçileri bu bürokrasinin çıkar hesapları ve kendi içindeki dalaşmasına alet etmeye ve “rakiplerden birinin yedek gücü haline getirmeye çalışanları da etkisizleştirmeye hizmet eden bir” gün olarak değerlendiğinde sınıfa ve adına layık olacaktır. İşçi sınıfının, ne Türk-İş, DİSK ve HAK-İŞ bürokrasisinin düzen içiliği ve sarılığından, ne tarafsızlık ve partiler-üstülükten, korporatif ya da “çağdaş” sendikacılıktan ne de “sınıf ve kitle sendikacılığı” adına emekçilerin, bürokrasinin bir kesimine peşkeş çekilmesi aracılığıyla sendika ağalığına ve düzene bağlanmaktan umabileceği bir şey vardır.
Sınıfın gereksindiği, yalnıza ülke ölçeğiyle de sınırlı kalmadan, sermayesi, üretim ve pazarının örgütlenmesi olarak uluslararasılaşmış kapitalizme ve onun sınıf içindeki her türden uzantısına karşı acil ve temel taleplerini birleştirerek, bir arada eyleminin hareket ettiği zemin haline getirmek, ücretli kölelik sistemine son verip egemen sınıf olarak örgütlenmek için ulusal ve uluslararası alanda partileşmek, tek sınıf, tek parti, tek cephe oluşturmak üzere sarsılmaz bir birlik, dayanışma ve mücadele yaratmanın güçlerini toparlayıp biriktirmektir.
1 Mayıs, işsizliğe ve işten atmalara karşı!
1 Mayıs, daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için!
1 Mayıs, devrim için!
1 Mayıs, sosyalizm için!

Mayıs 1993

6 Mayıs Sabahından Bugüne

Deniz Gezmiş, Hüseyin han ve Yusuf Aslan, THKO’nun kurucu önderleri, 21 yıl önce 6 Mayıs sabahında asılarak katledildiler. Dönemin devrimci özelliklerini kişiliklerinde simgeleştiren devrimci demokrasinin bu üç önder savaşçısını, bir yoldaşlarının konuşmasını yayınlayarak anıyoruz- Aşağıya aldığımız konuşma, Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkez Komitesi temsilcisi tarafından “68’den 6 Mayıs’a 20. Yıl” etkinlikleri çerçevesinde Almanya’nın Köln kentinde 8 bin kişilik bir kitle katılımıyla 16 Mayıs 1992 tarihinde gerçekleştirilen gecede yapılmıştır.

Değerli konuklar, sevgili yoldaşlar;
TDKP-MK, partimizin önceli THKO’nun önderleri ve partimizin onur üyeleri Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılmalarının 20. yılında, “68’den 6 Mayıs’a 20. Yıl” kampanyasını başlatarak sürdüren, Türkiye’de ve yurtdışında bu geceleri düzenleyen ve katkıda bulunan proleterleri ve kültür emekçilerini, partimizin ve komünist gençliğimizin tüm örgütlerini ve güçlerini, bu geceye katılarak kampanyayı güçlendiren Türk, Kürt ve diğer milliyetlerden emekçileri, kardeş partilerin delegasyonlarını ve diğer konukları, içten devrimci duygularla selamlar.
TDKP, politik-ideolojik ve örgütsel-pratik çizgisinin oluşmaya başladığı 1970’li yılların ortalarından bu yana yürüttüğü mücadelede yüzlerce şehit verdi. Öncesi bir yana, sadece bu süreçte ezilen ve sömürülen sınıfların, egemen sınıflara, devrim cephesinin karşı devrim cephesine karşı yürüttüğü mücadelede eşsiz kahramanlık ve direniş örneklerine tanık oldu. Ancak, diktatörlüğün ve gericiliğin, sağ ve sol payandalarının tüm alçakça saldırılarına karşın, bu binlerce kayıp içinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan özel bir yere sahip oldu. Onlar, sadece yaşadıkları toplumsal süreç açısından değil, sonrasında da kalıcı-yadsınamaz izler bıraktılar. Devrimcilerin ve komünistlerin yanı sıra, işçi sınıfının ve halkın belleğine de kazındılar ve unutulmaz özel bir yer edindiler. TDKP-MK tüm örgütleri adına başta Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan olmak üzere Mustafa Suphi’nin, İbrahim Kaypakkaya’nın, Mahir Çayan’ın, devrim ve sosyalizm mücadelesinin tüm ölümsüz kahramanlarının devrimci anıları önünde saygıyla eğilir.
Onlar, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da, devrim ve sosyalizm mücadelesinin birer esin kaynağı ve kızıl meşaleleri olarak yaşayacaklardır.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın birer halk kahramanı haline gelmesi, devrim ve sosyalizm mücadelesinin tüm ölümsüz kahramanları içinde özel bir yere sahip olmaları, ‘68’den ‘71 hareketine kadar uzanan ve 60’Iı yılların ortalarından itibaren gelişen işçi, köylü ve gençlik hareketinin, ülkemiz tarihindeki yerinin ve bu hareket içinde onların oynadıkları rolün bir sonucudur.
Sınıflar ortaya çıktığından bu yana tüm insanlığın tarihi ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflar ve bu temel üzerinde yükselen devrimle karşı-devrim arasındaki mücadelenin tarihidir. Diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de kesintisiz süren bu mücadelenin belli dönemleri hatta anları tarihsel gelişime yön verir, tarihsel bir süreci sona erdirir ve yeni bir sürece yol açar ya da kalıcı derin izler bırakır. Özellikle bu dönemlerde ezilen ve sömürülenlerin cephesi, devrimin cephesi, saflarında yaşanan sürecin ve mücadelenin sıradan ve ortalama unsurlarının ötesinde teoride ve pratikte hareketi ileriye doğru taşıyan ve geliştiren, ürünü olduğu hareketin ortalama düzeyinin üstüne çıkan ve sürükleyen militan-önder unsurlar yetiştirir. Ve onlar mevcut toplumsal koşulların bir ürünü olan ortalama insan tipini değil, aynı zamanda geleceğin daha ileri toplumsal koşullarının ve mücadelelerinin yaratacağı insan tipinin özelliklerini taşıdıkları ve daha ileri yetenek gösterdikleri ölçüde ürünü ve bir unsuru oldukları hareketin ve sürecin simgesi haline gelirler. Tarihi-toplumsal sürecin ve hareketin bir dönemine damgasını basan, bir dönemi, bir dönemeci temsil eden tarihsel kişilikler arasındaki yerlerini alırlar. Ne kadar yaygın ve güçlü saldırı ve çarpıtma çabaları olursa olsun, onların tarihte oynadıkları rol karartılamaz ve hasıraltı edilemez.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın devrimci kişiliklerinin, düşünce ve pratiklerinin geliştiği ve şekillendiği 68 hareketi, her şeyden önce uluslararası karakter taşıyan bir harekettir. Şu ya da bu ülkede ortaya çıkan bir hareket, ileri ya da geri ülkelere özgü bir hareket değil, bütün ülkeleri kapsayan, sivri ucu ABD emperyalizmine yönelen anti-emperyalist bir harekettir. O, sadece bütün ülkeleri kapsadığı için değil, talepleri itibariyle de uluslararası bir karakter taşıyordu. Merkezinde ABD emperyalizmi olan emperyalist saldırganlığa karşı mücadele ve başta Vietnam halkı olmak üzere Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının anti-emperyalist demokratik ayaklanmalarını destekleme, 68 hareketinin uluslararası karakterinin bir yansımasıdır.
Uluslararası bir özellik taşıyan ve 68 hareketi olarak da nitelenen ancak ülkemizde daha uzun bir zaman dilimini kapsayan 1960’lı yılların ortalarından sonra gelişen ve 1971 hareketine kadar uzanan işçi, köylü ve gençlik hareketi, Türkiye’de birçok ülkeden farklı olarak özel bir yere sahiptir. Başta öğrenci gençlik olmak üzere, tüm ezilenlerin hareketindeki yeni bir yükseliş olmaktan da öte bir rol oynadı. Yüksek öğrenim gençliğinin akademik-demokratik talepleriyle başlayan mücadele, bir yandan anti-emperyalist demokratik bir mücadele düzeyine yükselirken, diğer yandan da başta işçi sınıfı olmak üzere tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin kitlesel olarak katıldıkları bir mücadeleye doğru genişledi. Buna aynı zamanda toplumu derinden sarsan uyanış eşlik etti. İşçi, köylü ve gençlik hareketinin karşılıklı birbirini etkilediği ve devrimci demokratik dinamiklerin geliştiği bir süreç olarak ilerledi. Doğru bir önderlik altında olmamasına, burjuva ideolojisinin egemenliği sürüyor olmasına kendiliğinden hareketin dar çerçevesini aşamamasına ve bundan kaynaklanan kaçınılmaz zaafları bağrında taşımasına karşın, anti-emperyalist devrimci-demokratik özelliği süreç içinde belirginleşen, cumhuriyet tarihinin en kitlesel ve düzen kasılı ilk işçi, köylü ve gençlik hareketidir. ‘60’lı yılların ortalarından itibaren gelişen işçi, köylü ve gençlik hareketiyle ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki çelişki ve mücadele, bütün yalınlığıyla açığa çıkarak, toplumsal gelişme sürecinin merkezindeki sorun haline geldi.
Başta Deniz olmak üzere; Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, 60iı yılların ortalarından itibaren gelişen gençlik hareketinin içinde yer aldılar. Ancak onlar bu hareketin sıradan ya da ortalama bir unsuru olarak kalmadıkları gibi kendilerini salt gençlik hareketiyle de sınırlamadılar. Onlar, gençliğin mücadelesini cepheden saldırılarla ezmek isteyen diktatörlüğe ve içten baltalayarak düzen sınırları içine hapsetmeye çalışan reformizme ve revizyonizme karşı muadele eden, gençliğin mücadelesini örgütleyen ve her alanda ilerleten önderler oldular. Özellikle Deniz, adı yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesiyle özdeşleşen bir kitle önderi olarak, gençlik mücadelesinin tarihinde tartışılmaz bir yere sahiptir ve ülkemiz gençlik hareketinin yetiştirdiği en yetkin kitle lideridir.
‘68 gençlik hareketinin en önemli özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz kendini salt gençliğin özgül talepleriyle sınırlamaması, işçiler ve köylüler başta olmak üzere, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin mücadelesiyle birleşmeye, ilerletmeye ve tüm olanaklarıyla desteklemeye yönelmesidir. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, içinde yer aldıkları ve birer militanı ve önderi oldukları gençlik hareketinin bu özelliğinin pratikleriyle de en ileri temsilcileri oldular. Bu, onların bu güne kadar yeterince üzerinde durulmayan, hatta hasıraltı edilmeye çalışılan özelliklerinden biridir.
1960’lı yılların ortalarından itibaren gelişen hareket, yeni bir devrimci militan tipinin yetiştiği bir süreci başlatması açısından da bir dönüm noktasıdır. Doğrudan gençliğin, işçilerin, köylülerin, aşağı sınıfların gelişen hareketinin bağrında yetişen yeni devrimci militan, mevcut düzenle bağlarını koparmayan ve düzenin sunduğu olanakları tepme cesaretini göstermeyen, bunun için de eylemini sınırlayan ve yaşam tarzını değiştirmeyen, geniş işçi ve köylü yığınlarından kopuk aydının dar dünyası ve ilişkilerini aşamayan, egemen Kemalist-darbeci ya da salon-sosyalisti eski üst tabaka “devrimcisi” tipinden farklıdır. İnandığı davaya tutkulu bir bağlılık, bunun için her türlü fedakârlığı göze alma, bütün ilişkilerini, yaşam tarzını ve alışkanlıklarını mücadelenin gereklerine göre düzenleme, bütün yeteneklerini ve olanaklarını, her şeyini tüm ezilen ve sömürülenlerin kurtuluşu davasına adama ve onlarla birleşmeye çalışma, oluşmakta olan bu yeni devrimci militan tipinin özelliğidir. Bu özellikler; ‘71 hareketiyle birlikte kristalize olacak ve eski legalist uzlaşmacı üst tabaka devrimcisi tipinden bütünüyle farklı yeni bir devrimci militan tipinin şekillenmesine doğru ilerleyişle sonuçlanacaktır. Böylesine yetkin unsurlara sahip olmadıkça, tarihsel olarak ne kadar haklı olursa olsun hiçbir sınıf, ne kadar yüce amaçlara sahip olursa olsun hiçbir dava zafere ulaşamaz.
‘71 hareketi, özellikle de THKO, gençlik hareketinin en militan, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların kurtuluşu davasına en bağlı ve en kararlı unsurlarının hareketidir. Merkezine emperyalist egemenliği ve mevcut düzeni yıkmayı almasına karşın, sınıfsız sömürüşüz bir dünya kurma, tüm ezilen ve sömürülenlerin kurtuluşunu gerçekleştirme, bu kuşağın istemleri arasında yer alıyordu. O, diktatörlüğün yoğunlaşan saldırıları ve revizyonizmin-reformizmin baltalayıcı çabaları karşısında zaafları bütün yalınlığıyla ortaya çıkan kendiliğinden hareketin açmazlarını aşma çabasının, hareketi doğru bir önderliğe kavuşturma ve ilerletmenin, bunun için gelişen hareketin en bilinçli, en fedakâr, en kararlı unsurlarını Marksist-Leninist teoriyle donanmış bir genelkurmay olarak örgütleme yönelişinin bir sonucudur. Ancak, deneyim eksikliği, gerekli teorik-pratik-örgütsel miras ve birikim yoksunluğu, en önemlisi de modern revizyonist ihanetin yol açtığı kargaşa ve tahribat, 60’lı yılların ortalarından itibaren gelişen kitle hareketinin bağrında yetişen genç devrimcilerin, bu çaba ve yönelişlerini sınırlıyor, bilimsel bir bakış açısıyla devrimci teoriyi kavrayıp dünyayı yorumlamak ve değiştirmek için kullanmalarını engelliyordu. Tüm yanılgılarına, en önemlisi de, Marksist-Leninist teorinin kavranışına ve uygulanmasına ilişkin yanılgılarına, eksikliklerine ve hatalarına karşın, yeni bir toplumun kurucusu proletaryanın ideolojisine ve yegane eylem kılavuzuna, devrim ve sosyalizm davasına tutkulu bağlılık ve kendini adama, zafere olan kesin inanç, onları karakterize eden özellikler arasında yer almaktadır. Bu özellikler, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın yaşamlarının son anlarında; asılırken, haykırdıkları sloganlarda ve geliştirdikleri tutumda bir kez daha bütün yalınlığıyla görülecektir.
Oluşmakta ve giderek kristalime olmakta olan bu yeni devrimci militan tipi, eski üst tabaka devrimciliğinin kalıntılarını taşımakla birlikte, toplumun en devrimci sınıfı olan işçi sınıfının öncü komünist savaşçısının özelliklerini taşıyan öncülüdür. Tarihsel olarak üst tabakaların hareketinden aşağı sınıfların bağımsız hareketine doğru ilerleyiş, aynı zamanda üst tabaka devrimciliğinden ancak proletaryanın öncü savaşçısı olabilecek yeni militan tipine doğru ilerlemeye de denk düşüyordu. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan bu geçiş sürecinin en gelişmiş, dolayısıyla da en ileri militan-önder tipini oluşturdukları için hem bu dönemin simgesi hem de en son halkası oldular. En ileri ve son halkası oldukları içindir ki, 68 ve 71 hareketinin platformunda kalınarak tarihin ileriye doğru dönen çarkına uygun bir ilerleyişi sürdürmenin olanakları genişletilemez ve sıçramakla olanaklı hale gelebilirdi. Bu günümüzde kanıtlanması gereken bir öngörü değil, yaşanan süreç tarafından pratikte kanıtlanmış ve her gün kanıtlanmakta olan bir gerçektir. ‘71’in ihtilalci kuşağının platformunda kalarak 71 ihtilalciliğini ilerletme çabaları, tarihsel olarak bu hareketin oynadığı devrimci ve ilerletici rolü oynamadığı gibi, devrimci enerji ve birikimin harcanmasına yol açmakta ve yer yer küçük burjuva yozlaşmanın girdabına düşmekten ya da reformist bir platforma kaymaktan kurtulamamaktadır.
Yeni bir platforma, proletaryanın devrimci mücadelesi platformuna, proleter devrimi zeminine sıçramadıkça 68-71 harekeli sürecinde oluşmakta olan yeni devrimci militan tipi, eski üst tabaka devrimciliğinin ideolojik, politik ve pratik-örgütsel tüm kalıntılarından arınamaz ve kendini karakterize eden ilerici devrimci özelliklerini geliştiremezdi. Proletaryanın öncü savaşçısı olacak, yeni komünist-devrimci militan tipi de 68 ve 71 kuşağının yadsıdığı ancak tam arınamadığı üst tabaka devrimciliğinin tüm özelliklerinden arındığı ve onların kişiliklerinde simgeleşen yeni militan tipinin en olumlu ve devrimci özelliklerini geliştirerek taşıdığı ölçüde oluşabilirdi. Bu nedenle devrimci proletarya ‘68 ve ‘71 hareketinin doğal mirasçısı iken, bu dönemin kuşağı proletaryaya bağlandığı, onun yegâne eylem kılavuzu Marksist-Leninist teoriyi kavrama ve uygulama da yetkinleştiği ölçüde başlattığı süreci ilerletmenin, ideallerini ve amaçlarını gerçekleştirmenin, idealleri ve amaçlarıyla çelişen ideolojik, politik, pratik-örgütsel yanılgılarından arınmanın olanaklarına kavuşabilirdi. Onları karakterize eden ve önceki kuşaklardan ayırt eden özellikleri ancak Marksizm-Leninizm’in bilimsel kavranışı ve işçi hareketiyle birleşme temelinde serpilip gelişme olanağı bulabilirdi.
En gelişmiş ve olgunlaşmış ifadesini Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın kişiliklerinde bulan 71 devrimci kuşağının devrimci özelliklerinin, başta ileri işçiler olmak üzere, işçi ve emekçi hareketine mal edilmesi dün olduğu gibi bugün de önem taşımaktadır. Çünkü emperyalizm ve dünya gericiliği; revizyonizmin ve oportünizmin tam desteğinde, bütün ülkelerde devrim ve sosyalizm mücadelesine vurduğu geçici darbeler ve kazandığı zaferlerden hareketle, tüm olanaklarını da kullanarak emperyalist kapitalist köleliği yıkmaya ve baskının, sömürünün ve toplumsal eşitsizliklerin yok edildiği yeni bir dünya kurmaya yönelmenin umutsuz bir çaba olduğu fikrini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Mevcut kölelik şartlarında bireysel kurtuluş peşinde koşma tek gerçekleşebilir çözüm yolu olarak sunuluyor,
Dünya proletaryası ve ezilen halkların devrimci hareketinin, revizyonist karşıdevrimin Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde 1950’li yılların ikinci yarısında zafere ulaşmasıyla birlikte girdiği yenilgi sürecinin, tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı, sadece kitlelerin geri kesimleri arasında değil ileri kesimleri arasında da sosyalizme ilişkin tereddütlerin, umutsuzluğun geliştiği ve kendi gücüne güvenin sarsıldığı, emperyalist-burjuva sözde liberal ideolojinin çağımızda en güçlü ve yaygın dönemini yaşadığı; buna karşılık emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla yol aldığı bir süreçten geçiyoruz. Emperyalizm ve dünya gericiliği, dünya proletaryası ve ezilen halkların devrimci hareketine vurduğu ağır darbeleri, kesin zafer olarak ilan ettiği geçici zaferlerini kutlayamadan, giderek derinleşen açmazların girdabına sürüklenmektedir.
Dünyanın bu gün girmekte olduğu süreç; proletarya ile burjuvazi, emperyalistlerle ezilen halklar ve emperyalistler arasındaki çelişkilerin giderek keskinleştiği, yeni bir devrimler, altüst oluşlar ve savaşlar dönemidir. Bu dönem, dünya devriminin, onun iki bileşeni dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin yeni bir atılımı için, yeni bir aşamaya sıçraması için koşulların olgunlaştığı bir dönem olacaktır.
Emperyalist kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru hızla yol aldığı bu sürece; Türkiye, emperyalizmin en zayıf halkalarından biri olarak giriyor. Bu sürece, emperyalizmin en zayıf halkalarından biri olarak girmek, Türk ve Kürt ulusundan işçilerin ve emekçilerin, komünistlerin ve devrimcilerin tarihsel olarak üstlendikleri görev ve sorumlulukları azaltmıyor. Aksine onların yenilgi döneminin ruh hali ve karamsarlığı bir yana, kalıntılarından hızla kurtulmalarını, dünden yüz kat, bin kat daha ileri bir yetenek, fedakârlık ve kahramanlık göstermelerini gerektirmektedir.
Koşullar ne kadar olgunlaşırsa olgunlaşsın, devrim ve sosyalizmin zaferi, proletaryanın ve halkların kurtuluşu kendiliğinden, hiçbir direnme olmaksızın gerçekleşmeyecektir. Emperyalizm ve dünya gericiliği baskı, sömürü ve kölelik düzenlerini sürdürmek için sonuna kadar tüm güçleri ve olanaklarıyla direneceklerdir. Ancak onların hiçbir çabası ve direnişi, tarihin ileriye doğru dönen çarkını durdurmaya yetmeyecektir. Onların hiçbir çabası ve saldırısı, dünya devriminin zaferini engellemeyecektir.
Emperyalizmin ve diktatörlüğün bugüne kadar olan tüm saldırıları bizi yıldıramadığı gibi, proletaryanın ve halkların devrimci mücadelesinin aldığı geçici yenilgi, sosyalizmin zaferine olan kesin inancımızı sarsmadığı gibi; bundan sonraki saldırıları ve çabaları da, bizi, TDKP’yi, onun militanlarını ve gençliğini yıldıramayacaktır. Deniz Gezmiş’in son nefesini vermeden önce haykırdığı slogan; emperyalizmin ve kapitalizmin ölümü, tarihin çöplüğüne gömülmesi gerçekleşecektir. Hiçbir çaba, hiçbir güç bunu engelleyemeyecektir.
—Kahrolsun Emperyalizm ve Kapitalizm!
—Yaşasın Devrim, Yaşasın Sosyalizm!
—Yaşasın Dünya Devrimi!
—Yaşasın Marksizm-Leninizm!..

Mayıs 1993

Geçmişten bugüne türkiye sol hareketi Dr. Hikmet kıvılcımlı ve tkp

“Dr. Kıvılcımlı, 1902 Priştina doğumludur. 1921 yılından itibaren Türkiye devrimci harekeli içinde örgütlü bir biçimde yer almış, ömrünün 22 yılını yan derebeyi Türkiye zindanlarında geçirmiş, 11 Ekim 1971’de Belgrat’ta ölmüştür. … Bu düşünce ve davranış önderi, çağımızda sosyal devrimin biricik öz gücü olan işçi sınıfının bilimini kendi ülkemizin orijinalitesiyle işleyip geliştirmiştir.
Bugün Türkiye’de teori denildi mi, akla Dr. Hikmet Kıvılcımlı gelmekledir. Ülkemizin içinde yer aldığı bir boyutta, Doğu toplumlarının antika modern karma yapısı, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tez ve metodu ışığında ele alınmadıkça devrimci harekelin önündeki yapısal/ politik ve ideolojik/teorik sorunları çözmedeki yetersizlikler asılamayacaktır.”
Bibliotek yayınevi, Dr. Hikmet’in yeniden yayınlamaya başladığı kitap ve yazılarını, bu sözlerle okuyucuya sunuyor.
Dr.Hikmet Kıvılcımlı, Komünist Enternasyonal’in savaşçı bir müfreze olmayı başaramayan partilerinden birisi olan TKP’nin doğuşken, inatçı ve çalışkan bir militanıydı. O da, elde silah, ulusal sınır tanımayan enternasyonal bir savaşçılık örneği veren Mihri Belli’nin “aykırı” durumu gibi, üretken ve verimli teorik emeğiyle TKP bünyesinin “yabancı” unsularındandı.
Onun teorik ve pratik eylemi, böyle bir çelişmenin ortasında boy verdi: Bir yanda, uluslararası komünist hareketin bütün birikimiyle ve mücadele olanaklarıyla ilişkide olan bir partinin üyesi olmak, ama öte yandan, bu ilişkiyi teorisizliğin ve eylemsizliğin gerekçesi yapabilmiş bir yapı ile kuşatılmış bulunmak…
Bu koşullarda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik ve pratik çabası, belli başlı iki önemli alanda TKP’nin özelliklerinin açığa çıkmasına yol açmıştır.
Birincisi, Kıvılcımlı’nın TKP içinde gerçekleştirdiği eleştiri ve öneriler, TKP’nin örgütsüzlüğünü, teorisizliğini ve eylemsizliğini açığa çıkarır.
İkincisi, Kıvılcımlı’nın eleştirileri ve önerileri ile birlikte ortaya koyduğu teorik eser, TKP’nin bütün yapısı, önderlik özellikleri ve teorik şe-killenişi ile gidebileceği mümkün son noktanın, sınıf uzlaşmacılığı ve darbecilik olabileceğini gösterir. Bir başka deyişle Kıvılcımlı’nın temsil ettiği revizyonizm, TKP’nin ideolojik ve politik yapısının mantıksal sonuçlarından ve onun en gelişmiş, tamamlanmış halinden başka bir şey değildir.

KIVILCIMLININ ELEŞTİRİLERİ IŞIĞINDA TKP’NİN TEORİSİ VE PRATİĞİ
Ömrünün 22 yılını, kendi deyimiyle “yarı derebeyi Türkiye zindanlarında” geçirmiş olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı, belki de bu yüzden, TKP’nin orta kademelerinden yukarı çıkamamış, daima militan tabana yakın yerlerde, “kendi bildiğince” yer tutup mücadele etmiştir. Parti içi ilişkilere, kliklerin-fraksiyonların gözüyle ya da sınıf mücadelesini Sovyetler Birliği’nin dış politikasından ibaret sayan ve yurt dışını mekân tutmuş sözde önderlerin bakışıyla değil, gündelik mücadelenin ihtiyaçlarıyla, militanların ve işçilerin anlayışıyla değerlendirmeye çalışmıştır. Bu bakımdan onun TKP’ye yönelttiği eleştirilerin ve üst kademelere aralıksız olarak yazıp gönderdiği önerilerin, TKP’nin iç hayatına, mücadele ve örgütlenme anlayışına ilişkin ciddi ve kalıcı eleştiri öğeleri içerdiği söylenebilir. Onun eleştirilerinin ve önerilerinin analizi, TKP’nin tarihine eleştirel bir bakış için değerli ipuçları sunmaktadır, iler ne kadar, bu eleştiri ve önerilerin hemen hemen tümü, TKP’yi içinde bulunduğu açmazlardan çıkarmaya yönelik iyi niyetlerin eseriyse de, sonuçta, partinin o dönemdeki politikalarını, taktik ve stratejisini belirleyen genel anlayıştan fazlaca kurtulabilmiş de değildir. Bu yüzden, aynı eleştiri ve öneriler, TKP’nin kendi içinde geliştirilebilecek eleştiri ve teori çabasının sınırlarını nasıl belirlediğinin de göstergesidir.

KIVILCIMLININ GÖZÜYLE TKP’NİN IÇ HAYATI
a-TEORİ
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, on yıllık bir süre içinde tamamladığı ve tartışılmak üzere TKP Merkez Komitesine sunduğu “YOL” adını taşıyan çalışmalarında, ideoloji, sosyal gelişim, Parti Tarihi, strateji planı, taktikler, gibi o zamana kadar bu genişlik ve derinlikte ele alınmamış olan konuları işler. Ülkenin ve dünyanın özgül koşullarının ve tarihsel gelişmenin bir analizini, TKP’nin teorisinin temeline koymaya çalışır. Çünkü “Teorisizlik”, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre, TKP’nin başlıca eksikliklerinden birisidir. O, partinin yaşadığı birçok geriliğin yanı sıra, teorisizliğin, üstelik görülmeyen bir eksiklik halinde oluşuna dikkat etmektedir.
TKP’nin bu hastalığın başlıca görünüşlerini, Dr. Hikmet Kıvılcımlı şöyle sıralar:
“— Genel olarak teorisizlik: (bizde teorisyen çok, önemli olan pratikçiliktir!)
“Bizde sanıldığından çok genelleşmiş bir kanı var: Parti şimdiye kadar hep teoriye önem verdi, pratiği ihmal etti denir. …
“Neden kimileri bizde teoriyi fazla’ buluyor? … Türkiye’de bilimsel sosyalizm, bir aydın davranışı olarak başladı. Ve çok kez sosyalizmin bütün çabalarını yayın alanında merkezileştirdi. En çok işitilen ve izlenim bırakan şey legal yayınlardı.
“Ne var ki, bu yayınların tümüne bir göz atılacak olursa, orada sistematik bir ülkü propagandasından çok, sosyalizme şöyle böyle, değinen plansız,  dağınık makale parçacıkları görülür…
“Yığın hareketinden inalla uzak kalan bu başlangıç, birçoklarına teoriyi suçlama fırsatını verdi. Çünkü bu birçokları, bürokrasiyi ve sekterizmi ‘teori’ sayıyorlardı.”
“Öyleyse bizde teori, fazla olmak şöyle dursun, eksikten de daha aşağıdadır. Eğer teoriyi bir istem, bilimsel bir sentez sayarsak, teorinin en canlı bölümünde büyük bir yoklukla karşı karşıyayız.”
Dr. Hikmet, sosyalist hareketi bir ağaca benzetiyor ve ekonomik mücadeleyi, bu ağacın kökü, siyasi mücadeleyi gövdesi ve teorik mücadeleyi de, ağacın yapraklan ve meyveleri olarak tasvir ediyordu. Bu benzetmeden yola çıkarak, TKP’nin o dönemde kendisini başlıca siyasi mücadele aracılığıyla gösterdiğini kaydederek, teorik ve ekonomik mücadelenin bulunmadığına işaret ediyordu. “Bizdeki sosyalist mücadele ağacının ne meyvesi, ne kökleri var denecek durumdadır.  Yalnız gövdeyiz, demek kütüğüz!”
Gerçekten bu “kütük” gibi hareketsiz ve hantal gövde, siyasi mücadeleyi de asla “varız” diyebilecek dereceye yükseltebilmiş Hikmet’in benzetmesi, mücadelenin farklı biçimlerinin, kök, gövde ve yapraklar gibi birbirinden bağımsız ve sırayla varolabilecek parçalar halinde sıralıyor. Gerçekten, Leninist bir partide, siyasi mücadele, diğer bütün mücadele biçimlerini, kendisinde birleştiren ve diğer mücadele biçimlerine yön veren merkezi mücadele biçimi olarak kavranıp uygulanır. Fakat “siyasi-mücadele” denilince, “bildiri dağıtmak”, “illegal yayın faaliyetini yürütmek” gibi rutin propaganda faaliyetinden ötesinin akla gelmediği TKP yapısı içinde, teorik ye ekonomik mücadelenin de önem ve değeri olamazdı.
Ekonomik mücadelenin,   Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın benzetmesinde olduğu gibi, sosyalist mücadelenin kökü haline gelebilmesi için, partinin işçi sınıfı içinde, sendikalar, dernekler, tüketim kooperatifleri gibi işçi örgütleri içinde etkili bir çalışmasının bulunmasıyla yürütülmeliydi. Böyle bir dizi örgütle çevrelenmedikçe, partinin, işçi sınıfı mücadelesinin en ilk biçimi içinde yer alması ve ona önderlik etmesi düşünülemezdi. Elbette bu olmadıkça, mücadele biçimleri içinde en gelişmişi ve en örgütlüsü olması gereken siyasi mücadelenin yürütüldüğünden yapraklan ve meyveleri de söz edilemezdi. Bu noktada, Dr. Hikmet’n “kütük” benzetmesi tam yerine oturmaktadır.
Bu eksiklik, partinin teorisizliğinin diğer bir temel nedenini de açıklamaktadır. Teori, yalnızca, Marksizm-Leninizm’in kurucularının eserlerinin incelenmesi genel felsefi, ekonomik incelemeler yapılması anlamına gelseydi, TKP’nin bu bakımdan tamamen yoksul olduğu söylenemezdi. Ama teori, gerçek anlamıyla, aslında devrimci pratiğin sorunlarına genel ve temel cevaplar bulmaya yönelik bir çaba olarak tanımlandığında, TKP, bu bakımdan kelimenin tam anlamıyla “yoksul”dur. Çünkü TKP, ciddi olarak böyle bir çabaya girmesi için gerekli nesnel ilişkilerden yoksundur. Kitlelerin mücadelesi içinde olmayan, onlara önderlik etme diye bir sorunu bulunmayan bir partinin, önüne ciddi teorik problemler çıkmaz. Yığınların pratik mücadelesine teorik bir biçim kazandırmak, bu teori aracılığıyla yığınların mücadelesini daha da yükseğe çıkarmak, böyle bir parti için hedef teşkil etmez.
Aynı şekilde, yığınların mücadelesinin problemlerini kendi problemi olarak kavramayan bir partinin, bu problemlere çözüm getirecek çabalar içinde bulunmamasının bir diğer anlamı partinin iktidar yolunda yürümediğidir.
İktidar mücadelesi veren bir parti, gerçekten ülkenin sosyo-ekonomik, tarihsel yapısı, sınıfların mevzilenmesi ve karşılıklı sosyal ve siyasal ilişkileri vb. araştırmaları tamamlamış olması önemli bir ölçüttür ve teorik mücadelenin bu bakımdan gösterdiği gelişmişlik düzeyi, partinin diğer mücadele alanlarındaki düzeyinin de göstergesi olacaktır. Dr. Hikmet’in teorik mücadeleyi “ağacın yaprak ve meyvelerine” benzetmesi, bu bakımdan da doğrudur. Meyvesiz ve yapraksız bir ağacın, kök ve gövdesinde de ciddi hastalıklar bulunduğuna hükmetmek yanlış olmayacaktır. Özel olarak, partinin sosyo-ekonomik yapı, strateji, taktik gibi konularda teorisizliği onun sosyalist mücadelenin temel biçimleri üzerindeki etkisizliğinden ve yetersizliğinden kaynaklanmaktadır ve genel yetersizliğinin ölçüsü olarak rol oynamaktadır.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik mücadeleye verdiği önem ve tek başına giriştiği çalışma, diğer mücadele biçimlerinde de Parti’nin ilerleyebilmesi için yol gösterici olma iddiasını bu yüzden taşımaktadır. Dr. Hikmet, teorik çalışmanın eksikliğini, diğer mücadele dallarındaki geriliğin bir sonucu olarak görürken, kendi teorik çabasının, diğer dallardaki eksiklikleri de giderecek bir içerik taşımasına özen göstermektedir. Bunu ne derece başardığı ve önerdiği yeniliklerin ve taktiklerin geçerliliğini, yazımızın önümüzdeki bölümlerinde inceleyeceğiz. Ancak şimdiden şu kadarını söyleyebiliriz ki, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik çabasının yer yer içerdiği önemli devrimci unsurlara rağmen, içinde yaşadığı geriliğin lekelerini taşımaktan da uzak kalamamıştır.
Yıllar sonra, 12 Mart rejiminin takibinden kaçarken Brejnev’e yazdığı mektupta Dr. Hikmet Kıvılcımlı, teori konusunda parti içinde iki tavır iki yaklaşım biçimi bulunduğunu öne sürer: “1. Kategori: Bir Marksist-Leninist militan Türkiye’de, teorice ve pratikçe tam elli yıl dövüşüyor. 22 yıllık hapishanelerini, her defasında, Lenin’in dediği gibi: ‘Alfabeden başlayıp, yüce cebiri bitirecek’ bir okula çeviriyor. Sabırlıca-sına ve sistemlicesine Marks-Engels-Lenin-Stalin’i, Tarihi, Ekonomi Politiği, Diyalektiği, Tarihçi Maddeciliği klasik olarak etüt ediyor. Ve Lenin’in öğütlediği gibi, kendi ülkesinin tarihini, ekonomi politikasını ve sınıf ilişkilerini özge orijinallikleri içinde araştırıyor. Böylece o militan, yüzlerce kitap yazıyor. Kendi dilinde, çoğu temelli orijinal olan 40’tan aşırı kitap yayınlıyor.
2. Kategori: Sovyetler eşiğini ‘aşındırma’ zanaatında ‘uzmanlardan’ derleşiktir.
Onlar için
‘İdeoloji’: kimi Sovyet metinlerini yarım yamalak, yanlış tercüme veya dörtte bir intihal etmektir.
Bir ülkenin veya genel tarihin sosyal karakteristiklerini araştırmak anti- Marksizm ve anti-sovyetizme çalan affedilmez bir bid’attir.
Marksizm-Leninizm, hakiki veya hayali düşmanlara karşı, gelişigüzel söğerce kusulacak kimi soyut klişelerden başka bir şey değildir. ” (Kim Suçlamış, s. 154)
Bu satırlarda, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın tek başına kendisinin bir kategori oluşturduğuna inandığını görüyoruz. Saydığı bütün özellikler, kendisine aittir. TKP’nin tarihinde, aralıklarla da olsa, 22 yıl hapis yatan başka militan yoktur. 40’tan fazla kitap yazan tek kişi Dr. Hikmet’tir. 2. Kategori olarak tanımladığı grup içinde ise, belki onlarca, yüzlerce TKP’li vardır. Genel özellikleri, Sovyetler Birliği’nde besleme olarak yaşamak, kulaktan dolma, kitaplardan aşırma bilgi kırıntılarını büyük teorisyenliklerini göstermek için kullanmak.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümün eşiğinde yazdığı bu satırlarda büyük bir öfke ve buna bağlı bir sübjektivizm bulunduğunu kabul etsek bile, son çözümlemede, söylediklerinde büyük bir gerçek payı vardır. Gerçi kendi çalışmalarının da Marksizm-Leninizm açısından pek çok tartışılacak yönü vardır; ama gerçekten Dr. Hikmet Kıvılcımlı dışında parti içinde “ülke orijinalitesini araştıran” bir başka teorisyen olmamıştır.

b- ÖRGÜT
Dr. Hikmet, bütün bu çalışmalarının aslında en sert mücadele biçimlerinden birisi olduğunu ve partinin bürokrat-revizyonist yöneticilerine karşı içeriden yürüttüğü muhalefetin gerçekten hangi sonuçları doğurabileceğini yaklaşık kırk yıl sonra gözleriyle görecektir. 12 Mart’tan sonra, kanser sancılarıyla kıvranarak kaçmayı başardığı Bulgaristan’dan ve Doğu Almanya’dan sınır dışı edilince, o z aman Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri olan Brejnev’e aşağıdaki satırları da içeren bir mektubu yazar:
“… ben 70yaşındayım ve 50 yıllık süreden beri Marksizm-Leninizm’in sancağı altında dövüşüyorum.
“50 yıldan beri, durmak ve silah bırakmak nedir bilmeksizin, Türk burjuvazisince ‘Azılı komünist; Moskova’ya git’ diye bağırılarak işkenceli kovuşturmalara uğradım.
“Ben, gene bir ‘Azılı komünist; Moskova’ya git’ diye bağırılarak, 40 yıldan fazla
ağır cezalara mahkum edilip, tüm 22 yıl yarı-derebeyi Türkiye’nin zindanlarında kaldım.
“Gene ben, Mart 1971’den beri, CIA’nın yönettiği faşistomilitarist İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesince tezgâhlanmış bulunan ölüm cezası altında hep ‘Azılı komünist; Moskova’ya git’ diye bağırılarak yeniden kovuşturuluyorum ve bütün Türkiye radyoları ve” gazeteleri tarafından afişleniyorum.
“… Emperyalist ülkeler, hukukça siyasi sığınganlara barınma hakkı tanırlar.
“Buna ihtiyacımız yoktur. Zamanımızda, III. Komünist Enternasyonal’in bir karan, herhangi kapitalist ve faşist itisaflarından kaçmış siyasi sığınganlar için, Proletarya Vatanı kapılarının daima gönül hoşluğu ile açık bulunduğunu ve o gibi sığınganların SSCB’de Barınma Hakkına sahip olduklarını resmen tasrih etmişti.
“III. Enternasyonalin bu kararı, yalnızca komünistlere münhasır değildi. İyice bilmiyorum, şimdi bu K.E kararı, Sovyetler kanun konumları için de geçerli midirler, yoksa bütün gelenekcil mantık sonuçlarıyla yok mu edilmişlerdir?
“Derken, Sofya’da pek orijinal bir yandan dokundurma ile, hayatımda ilk kez herhangi bir “Türk Komünist Partisinin (ki Moskova’da yahut Berlin ‘de bulunurmuş) beni kendi kanunlarının dışına atmış olduğu haber verildi… Bunun mantık sonucu olarak Moskova ile kısa bir danışıştan sonra, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti ile Alman Demokratik Cumhuriyeti polisleri, hiç bir izahat vermeksizin, beni iki arkadaşımla birlikte, kendi sosyalist sınırları dışına, Amerikan emperyalizminin askercil üssü Türkiye’nin dostları olan kapitalist ülkelere doğru ve Interpol ağlarına doğru, ne yaşıma, ne geçmişime, ne ameliyat sonrası kanser kanamalarıma ve acılarıma bakmaksızın püsürtüp attılar. “Bu, sosyalist adalet midir? Cinayetim ne idi?
O ilama hükmünü kim vermişti?
“Bütün bu tedbirler, sırf burjuvazinin 50 yıldır bana karşı ‘Azılı komünist; Moskova’ya git’ diye savurduğu suçlamaları yalanlamak için alındı ise… teşekkür ederim.”
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın TKP’nin örgütsel yapısına yönelttiği ilk ciddi ve sert eleştirilerin tarihi, ‘30’lu yılların hemen başındadır.
‘30’lu yıllarda, bütün dünyada yükselen devrim ve demokrasi mücadelesinin, Türkiye’de de yankılanması ve sosyalizm ekseninde toparlanmasının sonuçlarını, başta örgütsüzlük problemiyle yaralı bulunan TKP’nin karşılayabilmesi olanağı görünmüyor. TKP, hem bu akıma önderlik edecek güçte ve örgütlenme düzeyinde değildir, hem de bu akımın parti içine proleter olmayan akımların ve unsurların girmesine karşı koyacak deney birikiminden ve teorik bütünlükten yoksundur. Dr. H. Kıvılcımlı, bugünden bakılınca önemle değerlendirilmesi gereken bir teorik kavrayışla, TKP’nin bu gelişme karşısında, en başta hizipleşme olma üzere, çeşitli savrulmalara ve küçük-burjuva sapmalara açık hale geleceğine işaret ediyor.
“Hareket partileştikçe,  radikalleşen yığınların, devrimcileşen orta sınıfların çekim merkezi ve odağı parti oluyor. Tekelci sermayenin baskısına ve ezişine dayanamayan küçük-burjuva unsur, başka sınıfların devrimcileri, merkeze doğru dışarıdan partiye doğru yerçekimine ve kanıtıya tutuluyorlar” (1)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, buna karşı, Parti’nin Bolşevizm’e sımsıkı sarılarak, “çelikten bir Marksist-Leninist Ortodoks çekirdek halinde pratik ve teorik, biricik gerçek sosyalist partiyi gerçekleştirmek, kitaptan hayata geçirmek” (2) yolunda çok ciddi önlemler alması gerektiğini vurguluyor.
Dr. Hikmet’in notlarından anlaşıldığına göre, TKP içinde, o dönemde, devrimci dalganın yarattığı yönelimi kanalize etmek, yönlendirmek ve “partili kılmak” konuları üzerinde Parti içinde bir tartışma bulunmaktadır. Parti içinde ve dışında, bir kısım sosyalistin, yığın hareketinin karakteri ve yönlendirileceği hedef konusu, tarihsel durum analizine dayandırılmaya çalışılarak, gerici tespitler yapılmaktadır.
Buna göre, işçi sınıfı, Türkiye’nin tarih sahnesine “geç gelmiştir.” Sayıca da, nüfusun az bir bölümünü teşkil etmektedir. Bu iki tespitten hareketle ve burjuvazinin “anti-emperyalist devrimciliğine” daha fazla güvenilmesiyle, devrimci sosyalizme yabancı, burjuva kuyrukçusu ve reformist bir akım doğar. Bunlar, Dr. Hikmet için şiddetli eleştirinin konusu olur.
“Garip değil midir ki, bizde ‘işçi sınıfı yoktur’ ya da ‘yok denilecek kadar azdır’ diyen oportünistler kimlerdir? Türkiye’de bütün musallatlığıyla yaşayan bir kapitalist sınıfın ‘anti-emperyalist’ cephesine hayran ve kul olanlardır” (sf. 55)
Gerçekten bu tür aydınlar ve teorisyenler, Dr. Hikmet’in hemen yanı başındaki yoldaşlarıdır. Bizzat partinin içinde ve merkezinde bulunmaktadırlar. Dr. Hikmet, işçi sınıfının toplumsal etkinliğinin zayıflığından hareket ederek onun niceliğini ve niteliğini tartışanlara karşı, bu eksikliğin dolaysız olarak “örgütsüzlükten”, “politik olarak örgütsüzlükten” kaynaklandığını gösterir. Bu, günümüz koşullarında da açıklayıcı özelliğini kaybetmemiş olan devrimci bir tespit ve eleştiridir. “Türkiye’de geniş ve elle tutulur açık (politik ya da ekonomik) işçi örgütlerinin bulunmayışı, neyi gösterir? Türkiye işçi sınıfının devrimci mücadelesinin yokluğunu değil, salt legal alandan terörle kovulduğunu gösterir.» (56)
“Türkiye’de işçi sınıfının niceliğini ve niteliğini de inkâr etmek, sınıflar savaşının tarihini bilmemekten ya da bilmezliğe gelmekten başka bir anlam taşımaz. İşçi sınıfının gerek dünya, gerekse bir ülke devriminde ‘pasif’ kalacağını ummak nedir? Türkiye’de işçi sınıfı yerine bir işçi mezarlığı düşünmektir.” (57)
Parti içinde, “proletaryanın ülke içinde tarih sahnesine geç gelmiş olması” kavramından hareket ederek kuyrukçu politikaları, uzlaşmacı eğilimleri gerekçelendirmeye çalışanlara karşı Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu kavramın ifade ettiği durumun eğer devrimci bir taktik ve örgütlenme planı çerçevesinde ele alınırsa, bir avantaj haline getirilebileceği noktasından karşı çıkmaktadır. Fakat TKP içinde, bu eleştirileri ciddiye alarak gereğini yerine getirmeye koyulacak güçte bir önderlik, ya da Dr. Hikmet’in eleştirilerini partinin güçlenmesi yolunda bir manivela olarak kullanabilecek nitelikte bir kadro birikimi yoktur.
Tıpkı, teorideki yoksulluk gibi, örgütlenmedeki geriliğin de başlıca sebeplerinden birisi, işçi sınıfı ile ciddi devrimci bir politika temelinde ilişkinin gerçekleştirilmemiş olmasıdır. Bu durum, bir yandan işçi sınıfının mücadelesine uzaklığın teorileştirildiği Aydınlık dergisi türünde bir oportünizme yol açarken, diğer yandan da, işçi sınıfı içinde Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ının deyimiyle ‘aristokrat tabaka’yla ilişkinin tercih edilmesine yol açmaktadır. Kuşkusuz, burada, Dr. Hikmet’in o günün koşullarında Türkiye’de bir işçi aristokrasisi bulunduğunu söylemesi bakımından eleştirilebilir; ancak, sonuç bakımından, genel örgüt anlayışı, sosyalizm mücadelesi ve işçi sınıfı ile ilişki konularının birbirine bu biçimde bağlanmış olması, mücadelenin zaaflarına ilişkin kendi içinde, tutarlı ve bütünlüklü bir eleştiri geliştirildiğini göstermektedir.
Dr. Hikmet, Amele Teali Cemiyeti’nin “Parti’nin oraya sokulmasından dolayı” battığını söyleyenlere karşı şu cevabı vermektedir: “bu tezin anlamı belli: burjuvaziyi ürkütmemek için siyasetten vazgeçelim. Bir derneği yaşatmak için, onun bilincini ve köklerini derinleştirmeydim. Onu burjuvazinin elinde oyuncak bırakalım.
“Oysa kuyrukçuların sözünü ettikleri Amele Teali Cemiyeti’ni somut olarak ele alalım. Bu ‘çaresiz’ Cemiyeti batıran nedir? Her şeyden önce, onun içinde kuyrukçuluğu işleterek sınıf siyasetinden uzaklaşmasını ve bir aristokrat işçiler kahvesi ya da gazinosu halinde soysuzlaşmasını körükleyen kuyrukçuluktur. Sonra, cemiyetin bir kitle oluşumu olmaktan çıkması üzerine, gerçek sosyalist politika ve taktikle hareketi derinleştirememe-si ve kökleşmemesi yüzünden derneğin ölümünü kolaylaştıran gene kuyrukçuluktur.
“Demek ki iş kuyrukçuluğun iddialarının tam tersidir. Amele Teali Cemiyeti, Marksist Partinin gerçek sosyalist etkisi altında layıkıyla kalmadığı için, kuyrukçuluğa saptığı için çökmüştür.” (Yol, 1. s. 229)
c- EYLEM
Bir partiyi değerlendirmenin en kestirme yolu, onu eylemleri içinde izlemektir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın gerek TKP’yi eleştirirken ortaya koyduğu tezleri değerlendirmek gereksemez. TKP’nin bu tezler ve eleştiriler karşısındaki durumunu açık olarak görebilmek için, onun belli başlı tarihsel anlardaki eylemini incelemek doğru bir yol olacaktır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu bakımdan en önemli eseri, “İHTİYAT KUVVET MİLLİYET- ŞARK MESELESİ” (Yedek Güç Ulusallık- Doğu Sorunu) adını taşıyan çalışmasıdır.

Bilindiği gibi, TKP, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarına rasgelen Kürt ayaklanmaları karşısında, hemen hemen daima ve açıkça Kemalist hükümet kuvvetlerinin tarafını tutmuş, Kürt halk hareketini, feodalitenin başkaldırısı, gerici ayaklanmalar olarak değerlendirmiş ve bu eylemlere son derece soğuk durmuştur.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, bu bakımdan da partinin genel tutumundan farklı bir tutum takındığını, özellikle o günlerin koşulları göz önüne alındığında, devrimci bir tavır takındığını görüyoruz.
Kıvılcımlı’nın “Şark Meselesi” üzerine çalışmalarının bir bölümü, Ermeni halkına ayrılmıştır. Ancak, Ermeniler, o dönemde de toplumsal bir faktör olmaktan kaba kuvvetle, devlet terörü ile uzaklaştırılmış olduğu için, bu konu, Kıvılcımlı’nın çalışmalarında fazla yer tutmaz. Diğer yandan, Kıvılcımlı, 1915 soykırımından sonra, bölgede kalan Ermenilerin büyük bir bölümünün Kürtleşmekte olduğunu, dil ve din özellikleri bakımından Kürtlere yaklaştıklarını tespit ederek, Kürt sorunundan ayrı bir Ermeni sorununu gündeme almayı gerekli görmez.

TÜRKİYE: DIŞ İLİŞKİLERİNDE EZİLEN ULUS, İÇ İLİŞKİLERİNDE EZEN ULUS:
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’nin durumunu böyle özetlemektedir. Bir yandan emperyalizm tarafından ezilen ve sömürülen Türkiye, bir yanda da içeride ezen ulus rolünü oynamaktadır. (Yol -2, s. 326) “Bugün, Türkiye nüfusunda önemli bir toplam tutan iki ulusal varlık var: Türklük- Kürtlük. Siyasal, ekonomik egemenlik ve üstünlük Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı, mistik ve belirsiz ‘Doğu illeri1 sözcüğü altında, özel ve gizli bir sömürge, şiddetli bir asimilasyon ve daha doğrusu bir yok etme siyasetine uğratıldı. Kemalizm’in bu sömürgeci, yok etme siyaseti, birçok tarihsel ve siyasal zorunluluklar yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi ya da ilgisizlikle görüldü. … Kemalizm, Doğu illerinde, şimdiye kadar emperyalizmin oyuncağı olan derebeyi unsurlarla çarpışıyor görünebildi… Oysa derebeyliğin Kürdistan’da ayaklandırdığı ya da ayaklandırabildiği yığınlar için söz konusu olan şey, dini alet etmek ya da emperyalizme alet olmaktan çok, ekonomik ve ulusal baskıya karşı bir tepkiydi. Yani Kürt halkı, zulüm denizine düşen her zamanki bir insan gibi, emperyalizm ya da feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu.” (Yol-2, s. 326)
Görüleceği gibi, bu görüşler, TKP’nin konuya ilişkin görüş ve tutumlarından tamamen farklıdır. Eleştirilen görüşler, yani Kürt ayaklanmasının emperyalizm ve feodalizm tarafından düzenlendiği iddiaları, TKP’nin temel değerlendirmeleridir. Kıvılcımlı, buna karşılık, Kürt halk yığınlarının ulusal kurtuluş talepleriyle bu taleplerin emperyalist ya da feodal önderlikler tarafından istismar edilmesini birbirinden ayırmaya çalışarak, halkın yanında bir tutum takınmaktadır. Bunun yanı sıra, iddialarını tümüyle tarihsel araştırmalara, güncel istatistiklere, gazete haberlerine dayandırarak ileri sürmekte, böylece TKP’nin bu konuda açık suç ortaklığı yapan merkez yönetici kadrolarını kökten sarsacak bir dizi kanıt sunmaya çalışmaktadır.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kürt ulusal sorunu ve hareketini, bir başka siyasal gerçeğin görülebilmesi için de araç olarak kullanmaktadır. Kemalist yönetimin fasit diktatörlük niteliğinin sergilenmesi… Bu tespit de, TKP için tamamen yabancı ve kabul edilemeyecek bir tezdir. Fakat Dr. Hikmet, Kürt halk hareketinin temel karakteristikleriyle Kemalist hükümetin Kürt halk hareketine karşı tutumu arasındaki ilişkiden hareket ederek, rejimin siyasal karakterini çözümlemeyi başarabilmiştir.
Ne var ki, bu çabalar, TKP’nin genel politik ve taktik çizgisini etkilememiş, bu anlamda da, TKP’nin niteliklerinin de açığa çıkarılmasına hizmet etmiştir. Özetle söylenecek olursa, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kürt sorunu karşısındaki tutumları, demokratizmin ve devrimciliğin kıstası olarak kullanarak, hem TKP’nin devrim, demokrasi ve sosyalizm mücadeleci hakkındaki tutumunu deşifre etmiştir, hem de TKP’nin kuyruğuna takıldığı ve sürekli olarak “anti-emperyalistliği”ni propaganda ettiği Türk burjuvazisinin belli başlı özelliklerini teşhir etmiştir.
Bu özellikleri dikkate alındığında, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kürt Ulusal sorununa ilişkin olarak geliştirdiği bazı tezlerin, o yıllarda daha sonra yanlışlanacak özellikler taşıması fazlaca önemli değildir. Çünkü bu konu ekseninde Dr. Hikmet’in geliştirdiği mücadele, yalnızca Kemalist diktatörlüğe karşı bir teşhir çalışması olarak kalmıyor, aynı zamanda, Komünist Partisi’nin ulusal ve uluslararası zeminde ciddi bir atılım yapması için de bir başlangıç noktası gösterebiliyordu. Örneğin, Dr. Hikmet, o tarihte, Enternasyonal Komünist Hareketin de, ulusal sorun konusunda, TKP’den daha ileride olmadığını söyler. Bu alanda TKP tarafından atılacak bir adımın, uluslararası komünist harekette olumlu etkiler yaratacağını belirtir.
Dr. Hikmet’in Kürt sorunu hakkındaki çalışmaları, aslında Parti’yi eyleme çekme, devrimci eylem alanları hakkında bilgilendirme ve bir özeleştiri kapısı açarak oradan halk hareketinin sıcak ortamına geçme çağrısıdır. İşte asıl bu yüzden, TKP, Dr. Hikmet’in çalışmalarına önem vermemiş, bu yazılar uzun yıllar kimsenin okumadığı, varlığından haberdar olmadığı yazılar olarak kalmıştır.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, TKP’nin pasif, görünüşünü kurtarmaya yönelik sözde eylem anlayışını teşhir etmek ve kırmak için bir başka sloganı devreye soktuğunu görüyoruz: Legaliteyi istismar!
TKP, ağır illegal çalışma koşullarını, daima eylemsizliğinin, etkisizliğinin, kitleler içinde bulunmayışının gerekçesi yaparak, sınırlı ve etkisiz hareket alanını savunmaya çalışırken, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, legalitenin bulunduğu kadarıyla Parti faaliyeti lehine istismar- edilmesini öneren bir dizi plan hazırlayarak Parti’ye sunar. Önerileri, her militanın hemen aklına gelebilecek türden basit mücadele biçimlerinden, karmaşık örgüt ve propaganda tekniklerine kadar uzanan bir dizi oluşturmaktadır. Çalışmasını özetlerken, temel bir ilkeden yola çıktığını belirtir: İllegal faaliyeti, legal faaliyetle birleştirmek. Ve Partinin, içinde bulunulan koşullarda, bunu başaramadığını tespit eder.
“Bu zaafın yamanlığını anlamak için somut bir sorunu ele alalım: Partinin, -bilinen deyimle- propagandası! Parti 1926’dan beri, bu konuyu taktik slogan haline koymuştur.
“Propaganda: Partiyi tanıtmak: Türkçesi, Türkiye yoksul halkına, Türkiye’de kendisinin kurtuluşunu hazırlayan bir komünist örgüt olduğunu duyurmak, tanıtmak, öğretmek; sonra Türkiye işçisinin ve halkının en bilinçli en gözü açık, en yiğit unsurlarını komünist örgüte kazanmak vb. değil mi? Fakat propaganda deyince, onu bu ikinci sonucundan çok, birinci niteliği, TKP’nin sesini işittirmek anlaşılır; TKP’yi açığa vurmak anlamı çıkar.
“Biz, tanıtım dedikçe, sürekli ve yalnızca gizli bildiricilik üzerinde durduk.
“Piç bir burjuvazinin ulusal sermaye avartonu Kemalist faşizmi bu ülkede kendisini bizden çok tanıtmanın yolunu buldu da, biz, o yolda, tekerleklerini kaybetmiş yüz bin beygir gücünde bir uçak motoru gibi, tozu dumana katarak pervane salladık durduk.” ( Legaliteyi İstismar, Yol-2 içinde, s. 484)
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, TKP’nin iç işleyişini, mücadele olanakları karşısındaki tutumunu, mücadele biçimlerini birbirine bağlayışını, taktik ve stratejik sorunlarını derinlemesine inceler, gözünü kırpmadan eleştirir ve öneriler getirirken, asında bir ucundan, TKP’nin siyasi ve ideolojik bakımdan çizdiği genel sınırları ve oportünist açmazları aşamaz. Onun eleştiri ve önerilerinde de, Marksizm-Leninizm bakımından hatalı ve ülke gerçekleriyle tutarlı olmayan, somut koşulların somut analizine değil, daha çok kurguya dayanan özellikler olmuştur.
Zaman içinde, TKP’nin gitgide daha da sağa savrulması, SSCB’de modem revizyonizmin iktidara gelişi ve TKP’nin bir süre sonra likide edilmesi, Dr. Hikmet Kıvılcımlıyı, Türkiye’de mücadeleyi sürdürme azmiyle dolu birkaç eski tüfekten biri haline getirir. Bu günlerde yazdığı makale ve kitaplarda, ‘30’lu yıllarda başlayan eleştirel tutumunun içinde bulunan sağ ve teslimiyetçi yanlar, daha da açılıp Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın siyasi ve ideolojik bakımdan esas karakteri olacaktır.
Özellikle, kendi teorik eserinin temel taşı olan “Tarih, Devrim, Sosyalizm”, sonraki yıllarda ordu ve devlet konusundaki revizyonist görüşlerinin kaynağını oluşturacaktır.

***
Bu bölümde, TKP’nin teori ve pratiğinin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın eleştirel yaklaşımı bakımından nasıl göründüğünü özetlemeye çalıştık. Gelecek sayımızdaki yazımız, TKP’nin Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından da eleştirilen temel tezlerinin ve siyasi, ideolojik yapısının, Dr. Hikmet’i teslim alışını ve onu bir revizyonist olarak siyasi mücadelenin dışına düşürüşünü inceleyeceğiz.□

Mayıs 1993

Yeni Dünya Düzeni’ne Uyumun Aracı Olarak İkinci Cumhuriyet

İkinci cumhuriyet son yıllarda kamuoyunda sıkça tartışılan bir konu oldu. İkinci cumhuriyetçiler, kendilerini tıkanan birinci cumhuriyetin tek seçeneği olarak sunuyor; fikirlerinin yeni ve köklü bir devrime yol açacağını, bu yüzden de eski sistemden köklü bir kopuş getireceğini iddia ediyorlar.
Bir ekonomik siyasal sistem tıkandığında, ya sistem kendisini yeniden organize edebileceğini gösterip, yığınlar için kabul edilebilir seçenekler üretir ve tıkanan sitemi açmak için bir nefes alma imkânını kendisine tanır ya da sisteme karşı olan radikal güçler tarafından alaşağı edilip yeni bir ekonomik-sosyal sisteme yerini bırakır.
Sistemin kendisini yeniden örgütlemesi, düzen içi seçenekler üretip üretmemesi ile yakından ilgilidir. Sınıflı bir toplumda düzen içi seçeneklerin yığınlar tarafından benimsenip benimsenmemesi egemen sınıfın yeniden organize etme işini kolaylaştırırsa da, tarihte de açıkça görüldüğü gibi, bu düzenin savunulmasının olmazsa olmaz koşulu değildir. Egemen sınıflar, yığınlar tarafından kabul edilir seçenekler üretemediklerinde ya da kendi aralarında böyle bir seçenekte anlaşmazlığa düştüklerinde bunu zorla kabul ettirecek yol ve yöntemleri denemekten de çekinmezler. Nitekim Türkiye’de, düzenin yeniden organize edilmesinde, askeri darbeler başlıca araç olarak kullanıla-gelmiştir. Bu sadece Türkiye’de değil bütün geri kalmış ülkelerde sistemin kendisine yol açmakta kullandığı yaygın bir yöntem olmuş, bugün de olmaya devam etmektedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde ise; sınıf güçlerinin mevzilenmesi az çok toplumsal gelişme yasalarıyla uyumlu olarak gerçekleştiğinden düzen içi seçenekler daha az sancılı bir biçimde uygulamaya sokulabilmiştir.
Hiç bir döneminde, asla gerçek bir burjuva demokrasisinin yaşanmadığı Türkiye Cumhuriyeti’nde ise; sistemin tıkanıklıkları, Osmanlı geleneğinin yeni biçimlerde sürdürülmesinden başka bir şey olmayan yukarıdan müdahaleler ve askeri darbelerle açılmaya çalışılmıştır. 1920’lerde Kürt ayaklanmaları karşısında uygulamaya sokulan Takrir-i Sükûn yasası, 1930’larda Serbest Fırka’nın tasfiyesi, İstiklal Mahkemeleri, 1950 DP’nin iktidarı ele geçirmesi, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri düzenin tıkanması sonucu gerçekleşmiş, yeniden organize etme hareketleridir.
Öte yandan kapitalist-emperyalist sistem bir dünya sistemi olup, bu sistem içindeki birer birer ülkelerde olup bitenler, hem bu sistemin içinde bulunduğu açmazlarla yakından ilgiliyken, üretilen çözümler de bu sistemle az çok uyumluysa uygulama imkânı bulmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1920-50 arasında sistem bir kaç kez tıkanmıştır ve öncekilerde çözüm yöntemi olarak zor ve şiddet kullanılırken. 1950’de sistemin tıkanmasında yeni seçenek olarak sunulan çok partili siyasal sistem ve daha liberal ekonomik politikalar reçetesini uygulamak isteyen DP’nin, geleneğe aykırı olarak, seçimle işbaşına gelmesiyle bunalım aşılmaya çalışmıştır. Türkiye’de sistemin tıkanıklığının aşılması için “seçimin” kullanılması; emperyalist sistemin ikinci dünya savaşı sonrası izlemek zorunda kaldığı ve sosyalizme karşı kendi alternatifi olarak lanse ettiği “çok partili demokrasi” modelini bütün kapitalist ülkeler için evrensel bir model ilan etmiş olmasının rolü önemli bir etken olmuştur. ’60, ’70 ve ’80’li yıllardaki darbeler ise; yine ABD ve SB nüfuz alanlarına bölünmüş dünyada geri ülkelerdeki yayılma ve hegemonyanın pekiştirilmesinin yöntemi olarak, CIA ve Pentegon’un yol göstericiliği, desteği ve denetiminde yaşama geçirilip uygulamaya sokulmuş kriz aşma seçenekleri olmuştur.
Yukarıdaki yaklaşım göz önüne alındığında; ’90’larda ikinci cumhuriyetçiliğin piyasaya sürülmesini düzenin yeniden organize edilmesi ihtiyacının “sivil” seçeneği olduğunu söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır. Ama ikinci cumhuriyetin öne sürdüğü çözümler ne yenidir ne de günümüzün “dahi” ikinci cumhuriyetçilerinin bir keşfidir. Tersine, ancak yeni dünya düzeninin “eski” dünya düzeninden “yeniliği” kadar ikinci cumhuriyet birincisinden yenidir.

“İKİNCİ CUMHURİYET” TEZİNİN TARİHSEL DAYANAKLARI
Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, İttihat Terakki Fırkası’nın önderlerinden, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın yandaşlarına, padişahçılara, laik aydınlardan feodal, yarı-feodal, dinci çevrelere kadar geniş bir yelpazenin katıldığı, savaş içinde bile bu çevreler arasında keskin mücadelelerin yaşandığı bir savaştı.
Savaş sonrasında da bu çevreler arasında bazen alttan alta bazen açıkça zorbalık ve şiddetin en sınırsız biçimde kullanıldığı bir mücadele sürdü gitti. İttihat ve Terakki’nin, M. Kemal ekibiyle uyum sağlamayan önderleri tasfiye edildikten sonra, laiklik ve Türk milliyetçiliği temelinde, sonraları Kemalizm adı verilecek olan bir ilkeler “bütünü” etrafında (ki; bu ilkeler CHP’nin altı ok’unda temsil edilen milliyetçilik, halkçılık, inkılâpçılık, laiklik, devletçilik, cumhuriyetçilikti.) örgütlendi yeni Türk devleti. Ancak yeni devlet, geniş halk yığınlarının da savaşa katıldığı bir kurtuluş savaşı sonrasında kurulmasına karşın, palazlanan ticaret burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden bir devletti. Bu yüzden de, aynı zamanda geniş köylü yığınlarına, işçilere, küçük burjuvaziye karşı bir devlet olarak biçimlendiği için de, onlara, bir başka söyleyişle halka karşı bir devletti. Bir toprak devrimi amaçlamadığı için nüfusun ezici çoğunluğunu teşkil eden köylüleri feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesi içinde değiştirememiş, kırsal alanda ve kentlerde dinin, halifenin etkisini kırmamıştı. Bu yüzden de cumhuriyet kendi ilkelerini, daha doğrusu kendi egemenliğini yığınlara zordan başka bir yolla kabul ettirecek olanaklara sahip olamamıştı. Toplum yaşamında çok önemli bir role sahip olan din’e karşı alınan bütün önlemlere rağmen dar bir burjuva aristokratik kast dışında din ve feodal gelenekler emekçilerin yaşamını belirlemeye devam etmiştir. Ve her fırsatta, şeriat ve padişahçı eğilimler, geniş yığınlardan önemli ölçüde destek görmüştür. 1930’lu yıllarda Serbest Fırka girişimi, yöneticilerinin niyetlerine karşın dinci, şeriatçı çevrelerin toparlanıp yeni cumhuriyete karşı mücadelesinin dayanağı olması önlenememiş, Serbest Fırka’nın kapatılması ve İstiklal Mahkemeleri’nin devreye girmesiyle kabarış bastırılabilmiştir. 1919 Koçgiri Ayaklanmasından, 1938 Dersim Ayaklanmasına kadar aralıklara süren Kürt isyanları da, aynı akıbete uğramış, şeriatçılık ve padişahçılıkla damgalanarak laiklik ve Kemalist devrimin sürdürülmesi adına kanla ve zulümle bastırılmıştır. Sonraki yıllarda DP ve AP önemli ölçüde “din özgürlüğü” sloganı ile oy toplarken tarikatlara dayanarak örgütlenmiş, son 25 yılda ise tarikatlar hem siyasi partilerde hem de devlet kurumlarında önemli mevziler elde etmişler, şeriatçılık fiili bir meşruiyet kazanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyalistler sosyalizmin kazanımları karşısında bir seçenek olarak çok partili düzenin uygulandığı ülkelerle SB’ni çevirmeyi amaçlayan ve sosyalizm karşısına burjuva demokrasisini seçenek olarak çıkaran politikaya bağlı olarak Türkiye’de de çok partililik gündeme geldi. Çok partililik, siyasi partilerin yığınların istemlerini görünüşte de olsa programlarında yansıtmalarını zorunlu kılınca DP, o güne kadar CHP diktatörlüğünden rahatsız olan yığınları kendi saflarına çekmek için dinci ve yarı-feodal çevrelerin duygularını gıdıklayan bir programı öne çıkardı. Ve büyük bir oy farkıyla CHP’yi yenilgiye uğratarak iktidara geldi.
DP ve CHP, emperyalist Batı’nın isteklerini yerine getirmek için yarışan iki partiydi. Ama DP emperyalizmin genel stratejisine daha çabuk uyum sağlamayı başardığı gibi CHP gibi yığınlar tarafından tepkiyle karşılanan bir geçmişi de yoktu. Dahası emperyalizme sınırsız bağlılık gösteren bir politika DP’ye egemendi. Ve DP iktidarını 27 Mayıs’ta (1960)askeri darbeyle düşürülünceye kadar sürdürdü.
Faşizm ve ırkçılığın Avrupa’da yenilmesi, Türk ırkçılığı ile önemi ölçüde karışan Kemalizm’in milliyetçilik ilkesini de hayli yıpratmıştı. Dahası 1950 sonrasının ABD emperyalizmine tam bağımlılık politikası Osmanlı’nın Hürriyet ve İtilafçılığını da aklamıştı. Bu emperyalist gerici baskı, “sol”da da yankı buldu. Başını Kemal Tahir’in çektiği kimi aydınlar “yeni” bir solculuk tanımlamasına giriştiler. Kurtuluş savaşı ve Kemalizm açıkça olmasa bile eleştiriden geçirildi. Osmanlıcılık, padişahçılık, dincilik “halkın istekleri” adına aklanırken, Mustafa Kemal İngiliz ajanı, Kurtuluş Savaşı Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için İngiliz ve öteki emperyalistler tarafından tezgâhlanan bir “hıyanet”ti. Osmanlı devlet sistemi, 600 yıl dayanmış ve kıyamete kadar sürecek bir “kadim devlet”! Kemalistler bu 600 yıllık İslam devletini yıkarak emperyalistlerin oyununa gelmişti! Kemal Tahir ve Tahirciler, 27 Mayıs öncesinde sokağa dökülen gençleri, 1960’lı yıllarda da süren özgürlük ve demokrasi mücadelesini halka karşı çıkan emperyalizmin kullandığı “piçler” olarak suçlayacak kadar anti-faşist ve anti-emperyalist mücadeleden nefret ediyorlardı. Çünkü onlara göre, DP ve AP iktidarı halk tarafından seçilmiş halk hükümetleriydi ve ona karşı çıkanlar halka karşı çıkıyorlardı; anti-emperyalizm filan ise Kemalist milliyetçilikti ve Osmanlı’yı da bu düşünceler batırmıştı!
1960’lann sonunda popüler bir isim olan İstanbul İktisat Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. (sonradan profesör oldu) İdris Küçükömer (sonraki yıllarda MİT ajanı olduğu açığa çıkan Mahir Kaynak, Küçükömer’in çalışkan ve hocasını izleyen asistanıydı), Kemal Tahir’in bir ardılı bu tezi “Doğucu İslamcı Halk Cephesi” kuramıyla formüle edecek ve etrafına az sayıda, ama en azından bir zamanların öğrenci önderi olan gençlerden bir grup da oluşturacaktı.
Marksist olduğunu iddia eden İ. Küçükömer, sadece Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet tarihini değil, E. Duhring gibi, bütün tarihi de altüst ediyordu. Küçükömer’e göre halk ne, yaparsa doğru yapardı. Bu yüzden de yerleşik sağ ve sol tanımlan tümüyle yanlıştı. Sağcılık ve solculuk izlenen politik çizgi ve tutumlardan değil “halkla olan ilişki” tarafından belirlenirdi.
Bu yaklaşımla Küçükömer Tanzimat’tan bu yana sağcılık ve solculuğu şöyle sallandırıyordu; Tanzimatçılar sağcı, Tanzimat’a karşı olanlar solcu. Abdülhamit solcu ve meşrutiyetçi, Mithat Paşa ve yandaşları sağcı, Hürriyet ve İtilaf Fırkası solcu, İttihat ve Terakki Fırkası sağcı. Padişah Sultan Vahdettin ve Damat Ferit solcu, M. Kemal ve Kuvayi Milliyeciler sağcı. Serbest Fırka solcu, Cumhuriyet Halk Fırkası sağcı. DP solcu, CHP sağcı. AP solcu, CHP sağcı. Dahası AP ve Demirel solcu, ona karşı mücadele eden Dev-Genç vb. sağcı! Çünkü sağcılık halkın istemediğini istemek, solculuk ise halkın istediğini istemektir; bugün halk AP’yi istediğine göre AP solcudur, “halka rağmen halkçılık” yapanlar ise sağcıdır!
Gerek Kemal Tahir, gerekse İdris Küçükömer’in tarihe yaklaşımı, tarihsel ilerlemede bütün talep ve değişimlerin aşağıdan yukarı ve kendiliğinden olacağı biçimindedir. Bu yüzden de devrime, değişimin gerçekleşmesi için devrimci şiddete gerek yoktur diyorlardı. Politik bakımdan ise; anti-emperyalizm, emperyalizme karşı mücadele gereksizdir. Kemalistler ise; iktidarı zor yoluyla ele geçirip Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak İttihat ve Terakki’nin yolunu seçerek gelişmenin seyrini değiştirmişlerdir; Hürriyet ve İtilafçılar ise, Padişah’ın etrafında kenetlenerek doğrusunu yapmışlardır!
1960’lı yılların fırtınası içinde bu görüşler şeyh ve müridim diyeceğimiz küçük kapalı çevreler dışına çıkamamış, dinci gerici çevrelere “soldan” gönderilen mesajlar sağ cephede de pek iltifat görmemiştir. Gerçi Kemal Tahir’in ölümünden sonra sağ cenahtan; “Yanlış adamı hapislerde çürüttük, o tam bir Osmanlıcıydı, kadim devleti savunuyordu.” gibi ağıtlar yükselmişse de burjuvazinin etkin kesimleri bu görüşlere pek itibar etmemiş,198ûiere kadar, yeni Osmanlıcılar ve ikinci cumhuriyetçilerin popüler olmasına kadar K. Tahir ve İ. Küçükömer’in tezleri tozlu raflarda kalmış, kendileri de bir zamanların “sol”daki sağ “marjinalleri” olarak kalmıştır.
İkinci cumhuriyetçilerin ikinci dayanağı “sivil toplumculuk”tur.
Sivil toplumcuların temel tezi, çeşitli toplum kesimlerinin sendikalar, dernekler, kooperatifler vb. örgütlerde örgütlenerek toplumsal yaşamda ağırlıklarım duyuracağını, devlet karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerini koruyabileceğini iddia ediyorlar. Dahası devletin ekonomik ve sosyal yaşamdan çekilerek, vergi toplamak, savunma ve güvenlikle sınırlı bir alana çekilmesini savunarak diğer alanlarda yerel yönetimlerin ve diğer “sivil” kurumların işlevsel olması gerektiğini söylüyorlar. Ticaret ve sanayi alanında ise; kapitalizmin serbestçe gelişimini, eşit rekabet koşullarında devlet müdahalesi olmadan gelişecek ekonominin “doğal” gelişme seyrini izleyerek toplum için en yararlı sonuçlarını doğuracağını savunuyorlar.
Kapitalizmin bugünkü gelişmişlik düzeyi ve tekelci kapitalizm koşullarında tam bir ütopya olan sivil toplumculuk J. J. Rousseau’dan bu yana kimi aydınlar tarafından savunuluyordu. Türkiye’de ise; 1960’lardan beri küçük de olsa bir aydın çevre “sivil toplumu” kapitalizmin bir seçeneği olarak propaganda ediyorlardı. Ama sivil toplumculuk ne devrimci-demokratik çevrelerde ne de burjuva aydınlan içinde önemli bir itibar görememişti.
12 Eylül devrimci, demokrat ve komünist güçleri ve örgütleri ezdiğinde meydan büyük ölçüde “sivil toplumcular” ve Türk-İslam sentezi adı verilen dinci-faşist ideoloji için uygun hale gelmişti. Türk-İslam sentezciliği bizzat cunta tarafından desteklenip, artık pek anlamı kalmamış Kemalizm’in yerine geçirilen bir “ideoloji” olurken, “sol”dan boşalan yer de, “ılımlı solculuk” olarak lanse edilen sivil toplumculuk tarafından doldurulmaya çalışıldı.
Sivil toplumculuk ile Türk-İslam sentezciliği kendilerince önemli sayılacak iki noktada ortaktı: Kemalizm eleştiriciliğinde ve devrimci Marksizm’e karşı olmakta.
Bu koşullarda Türk-İslam sentezcileri, özellikle şeriatçılığa yakın kesimleri ile sivil toplumcular arasında ciddi bir yakınlık doğdu.
Eğer sorun sadece sivil toplumcularla Türk-İslam sentezcilerinin yakınlaşmasından ya da sivil toplumcu, Türk-İslam sentezci melez bir felsefe aydınlar içinde hayli taraftar bulmasından ibaret olsaydı, ikinci cumhuriyetçilik olarak adlandırılan eğilimin tartışılması gündeme gelemezdi. Ama 1980’li yıllarda dünyada “önemli değişiklikler” yaşanıyordu. Gerçekte, daha 1950’lerde sosyalizm kulvarını terk ederek kapitalist bir yönelişe girmiş olan SB ve Doğu Avrupa’da sosyalizmin biçimsel olarak da yıkılması, Sovyet İmparatorluğunun fiilen ve resmen dağılma sürecine girmesi ve nihayet bu gelişmelerin sonucu olarak yeni dünya düzeni denilen, emperyalist sistemin tek kutuplu olarak yeniden organize edilmeye girişilmesi ve bu düzenin çok partili demokratik siyasal sistem ve serbest pazar ekonomisi üstünde biçimleneceğinin ilan edilip propaganda edilmesi, sivil toplumcu ve Türk-İslam- sentezci tezin uluslararası dayanağı oldu.
Öte yandan Türk egemen sınıfları, 1960-1980 arasında, 20 yılda üç askeri darbeye karşın bir türlü istikrara kavuşamamış bir ekonomik ve siyasal sistem içinde her gün büyüyen sorunlarla kıvranıyordu. Ne 12 Eylül darbesi, ne 1982 Anayasası’nın çizdiği hukuk çerçevesi sorunlara çare bulamadığı gibi tersine sorunların daha da büyümesine vesile olmuştu. İyice azgınlaşan sömürü ve zincirlerinden boşanan gericilik ve şovenizm karşısında işçi ve emekçi sınıfların mücadelesi ile Kürt ulusal mücadelesi de yükseliyor, hiç bir şeyin eskisi gibi gitmeyeceği/gidemeyeceği devrim ve karşı devrim cephesi içinde giderek daha çok taraftar buluyordu.
1970’lerin sonuna gelindiğinde Türkiye ekonomisi iflas etmiş durumdaydı: ihracat durmuş, enflasyon %100’lere varırken bütçe açığı da kabul edilebilir sınırların çok ötesindeydi; ekonominin belkemiğini oluşturan KİT’ler siyasi partilerin arpalığı olarak artık üstündeki yükü çekemez hale gelmişti. Yürürlükteki siyasal sistem kendi içinde seçenek üretemez duruma gelirken faşist, anti-faşist hareket arasındaki çatışmalar ülke sathına yayılmıştı. Kısacası ekonomik ve siyasal sistem felç olmuş durumdaydı.
IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist finans kuruluşlarını arkasına alan büyük burjuvazi ve onların siyasi temsilcileri bu bataktan çıkmak için 24 Ocak Kararları’nı yürürlüğe soktu. Kararların özü, buhranın yükünü emekçilerin üstüne yıkmayı amaçlıyordu. Ama ne siyasi iktidar bu kararları uygulayacak cesarete sahipti ne de emekçi sınıflar bu uygulamalara izin verecek bir pasiflik içindeydi. Bu yüzden 24 Ocak Kararları’nın siyasal tamamlayıcısı 12 Eylül oldu. Ne var ki; 12 Eylül darbecileri inlerine çekildikten kısa bir süre sonra görüldü ki; aşıldı sanılan sorunlar daha da kronikleşmiş olarak duruyordu. Ne ekonomi ne de siyasal yaşam istikrara kavuşamadığı gibi daha da kaygan bir zeminde bulunulduğu apaçık ortadaydı.
Yıldan yıla artan kamu açıkları ve dış borçların 50 milyar doları aşması, hayali ihracatta patlama, kara para, bir kaç yılda servetine servet katanların artması, işçi ve emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi, işsizliğin görülmedik biçimde artması, rüşvet, yolsuzluk skandallarının vaka-i adliyeden sayılması, yanı sıra siyasal arenada sürekli parçalanma ve siyasi partiler arasındaki çekişmenin yoğunlaşması; devletin çeşitli kesimleri arasındaki sürtüşmelerin artması ekonomik ve siyasal yaşamı belirlerken, 1984 sonrasında Kürt mücadelesinin silahlı bir biçim alarak önlenemez bir biçimde yükselmesi, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerindeki kördüğümlerin artması, emperyalizm ile ilişkilerin açıkça kölelik ilişkilerine dönüşmesi, işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesinin tarihlerinde görülmedik bir biçimde yükselmesi ve benzeri nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana, 1980’lerin sonuna gelindiğinde, en ciddi çözümsüzlüklerle yüz yüze kalmıştı.
Öte yandan 12 Eylül sonrasında benimsenen bireycilik ve dinciliğin körüklenmesi, emperyalist sistemin “yükselen değerleri” serbest pazar ekonomisi, rekabet, kişisel özgürlüğün yüceltilmesi, devrim ve sosyalizmin lanetlenmesi gibi politikalar yukarda sözü edilen koşullarla birleşince; ikinci cumhuriyetçilerin savunduğu tezlerin yeşereceği toprak iyice olgunlaşmıştı.
Ve 90’ların başında ikinci cumhuriyetçilerin birinci cumhuriyeti açıkça eleştirip, ikincisinin birincisinin yerine geçirilmesini istemeye cesaret ettiler. 1992 yılı ise; ikinci cumhuriyetçilerin Cumhurbaşkanı Özal’dan eski Marksistlere, işadamlarından şeriat yanlısı çevrelere, Kürt ulusal kurtuluşçularına kadar uzanan bir yelpazede itibar gördüğü bir dönem oldu.
İkinci cumhuriyetin taşeronluğunu yapanların Kemalizm eleştirisi ve cumhuriyetin resmi ilkeleri olan altı oku reddetmeleri, hatta Misakı Milli sınırlarını tartışılır duruma getirmeleri, MGK’nın konumunu ve devletin bugünkü yapısını eleştirmelerinin, arkalarındaki propagandacılar tarafından bunların “tabuları yıkan”, “kahramanlar” olarak lanse edilmesinin vesilesi oldu. Bu da, ikinci cumhuriyetçilere hiç hak etmedikleri bir demokrasi kahramanlığı misyonu yükledi. Gerçekte ise; bu ülkede Kemalizm eleştirisi 1970’li yıllarda devrimciler ve komünistler tarafından çok daha radikal bir biçimde yapılmıştı. Devletin bürokratik yapısı, uygulanan diktatörlüğün burjuva demokratik bir diktatörlük olmayıp faşist bir diktatörlük olduğu, ordunun ve onun komuta kademelerinin asıl işlevinin yurt savunması olmayıp, doğrudan siyasal sistemin ayakta kalmasına yönelik olduğu vb. eleştirilmişti. ’80 ve ’90’lı yıllarda da bu eleştiriler daha’ da derinleştirilmişti. Ama ikinci cumhuriyetçiler (ki; bir bölümü doğrudan devrimci çevrelerden geldiği için bu eleştirilerden bilgisiz olamazlar), devrimciler, komünistler tarafından yapılan bu eleştirileri yok sayarak,”İlk biz yapıyoruz!” edasıyla kamuoyu üstünde etki uyandırmaya yöneldiler. Oysa ikinci cumhuriyetçilerin yaptıkları tek şey bu eleştiriyi büyük burjuvazinin, büyük basın tekellerinin hatta cumhurbaşkanının koruyucu kanatları altında yapmış olmalarıdır. Ve bu eleştiriyi yaparken, görünüşte haklı sayılabilecek çıkış noktalarına karşın eleştiriyi emperyalizmin yeni dünya düzeninin amaçlarıyla birleştirerek saptırmışlar; birinci cumhuriyetten daha berbat bir ikinci cumhuriyet projesi türetmişlerdir. Kaldı ki; ikinci cumhuriyetçilerin kendi sistemlerinin temeli olarak önerdikleri serbest pazar ekonomisi 10 yıldan fazla bir zamandır bu ülkede uygulanmaktadır. Ama sistem yürümediği için bu “akılcı ekonomiciler”, devlet müdahalesinin sorunlara yol açtığından kalkarak ekonominin tümden müdahale dışına çıkarılmasını savunmaktadırlar. “Tekelci kapitalizm koşullarında devletin müdahale etmediği bir serbest ekonomi olabilir mi?” sorusu burada boşlukta durmaktadır. Çünkü bu çokbilmiş ekonomistler kendilerini hala 18. yüzyılın henüz kurumlaşmamış kapitalist devletiyle yüz yüze sanıyorlar ya da öyle göstermek işlerine geliyor.
İkinci cumhuriyetçiler birincisini hantal, bürokratik, yaşlı militarist olarak tanımlayıp, birinci cumhuriyetçileri de dinozor, bilgisiz, bağnaz olarak suçluyorlar. Bu suçlama dış politikaya da uzanıyor: birincisinin Misak-i Milli sınırlarının tartışılmazlığı ve “Yurtta sulh cihanda sulh!” ilkesini eskimiş ve Türkiye’yi bir “Ortadoğu devleti” kalmakla sınırlı tutucu bir politika olmakla eleştirilirken; ikinci cumhuriyetin “Yeni Osmanlıcı” kanadı Misak-i Milli sınırlarını genişletip Musul ve Türkî cumhuriyetleri de sınır içine alma hayaline kadar uzanırken “sivil toplumcu” kanat Kürt sorununun çözümüne kapı açmak için bunu yapıyor. Üniter devlet yerine bir federal yapının Kürt sorunun çözeceğini, böylece Türkiye’nin en kronikleşmiş problemine çözüm geleceğini iddia ediyorlar. Sivil toplumcular için “Adriyatik’ten Çin Denizi’ne bir Türk-İslam imparatorluğu” hayaldir; ama bu alanı Türkiye’nin ikinci cumhuriyetinin hegemonya alanı görmek “büyük düşünmek”, Türkiye’yi bir “dünya devleti” yapma perspektifiyle davranmaktır.
İlk bakışta ikinci cumhuriyetin iki kanadı arasında önemli bir fark var gibi görünüyorsa da biri Türkiye’yi “dünya devleti” yapmayı amaçlıyor, öteki “cihat devleti”! Nitekim söylem ve terminolojide birbiriyle farklı görülen bu eğilimler son aylarda Özal’ın şahsında bir birleştirici lider de bulmuştu. Bir tarafta sivil toplumcu A. Savaş Akat, Mehmet Akan, Hikmet Özdemir öte tarafta “Yeni Osmanlıcı” Cengiz Çandar ve Türk-İslam sentezcileri, ortada ise; birleştirici ve yapıştırıcı bir unsur olarak, bir yüzünü ABD ve büyük patronlara öteki yüzünü Osmanlı ve tarikatlara çevirmiş Turgut Özal. Turgut Özal’ın ölümünden kısa bir süre önce düzenleyip yönettiği paneldeki bu tablo ikinci cumhuriyetin bugünkü görünüşüdür. İki kanadın birbirine ne ölçüde yaklaştığı Özal’ın ölümünün arkasından yazılan “ağıtlar’da da pek açık görülüyordu: sivil toplumcular “Güle güle Sayın Cumhurbaşkanım.” derken, Türk-İslam sentezci ikinci cumhuriyetçiler ise, “Nur içinde yat Sayın Cumhurbaşkanım.” diyorlardı. Aralarındaki fark “laik” ve “dinsel” söylemden ibaretti.
Yeniden ikinci cumhuriyetçilerin tarihsel köklerine dönülürse; yukarıda söylenenler göz önüne alındığında, kısaca şunlar söylenebilir: ikinci cumhuriyetçiler “Yeni Osmanlıcılık”a ilişkin görüşlerini Tanzimat’la başlayıp Hürriyet ve İtilaf üstünden Kemal Tahir ve İdris Küçükömer tarafında yeniden yorumlanan tezlerden geliştirmişlerdir. Yabancı sermaye hayranlığı ve emperyalizme teslimiyet politikası da “sol” görünümlü bu tezlerle ikinci cumhuriyetçilere geçmiş, sivil toplumculuğun “gerçekçiliği” ve “rasyonel(akılcı) ekonomiciliği” ile birleşerek daha cesur bir emperyalizm uşaklığı olarak biçimlenmiştir. Bu temel ikinci cumhuriyetçilere yeni dünya düzeni olarak tanımlanan emperyalizmin yeniden organize olma planı ile uyum sağlama, kendi deyişleri ile yeni dünya düzeni ile en azından fikir düzeyinde entegre olma konusunda büyük kolaylık sağlamıştır.
Öte yandan ikinci cumhuriyetçilerin düzenin yeniden organize edilmesi yönündeki önerileri, devleti elinde tutan Türk tekelci burjuvazisinin ihtiyaçlarına da çok uygun olduğu için ikinci cumhuriyet düşüncesi, büyük burjuvazi içinde de giderek daha çok rağbet görmektedir.
Gerek emperyalist yeni dünya düzeni ile gerekse büyük burjuvazi ile kolayca uyum sağlamalarının nedeni yeni dünya düzeni ve büyük burjuvazinin ihtiyaçları ile ikinci cumhuriyetçilerin “rasyonel ekonomi” yanlılığının çok uygun düşmesidir.
İkinci cumhuriyetçilere göre ekonomi, ne politik ne ahlaki ne de ulusal kaygılarla yaklaşılacak alan değildir; bu alana ancak ekonominin yasalarına uygun bir işletmecilik anlayışıyla yaklaşılmalıdır. Bu varsayımdan kalkılarak, zarar eden işletmelerin kapatılmasından işletmelerin yaşaması için işten çıkarmalar, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma ve gerçek ücretlerin düşürülmesine kadar her önlem meşru ve gerekli görülmektedir. Nitekim bu temelden kalkarak; Doğu’nun Batı’yı, köyün kenti sömürdüğü, köylülerin yan gelip yatarak sübvansiyonlarla yaşadığı, işçilerin tembel ve üretken olmadığı, KİT’lerin ekonomiye yükten başka bir şey getirmediği doğrultusunda kampanya yürütülerek, ekonomide tek üretken etkenin yerli ve yabancı tekelci sermaye, etkin insan unsurunun da “yuppiler” olduğu propagandası yürütülmektedir. Yuppi edebiyatı mantıksal ve pratik sınırları hayli zorlanmış bir robot edebiyatı ile süslenip üretimin vazgeçilmez bir unsuru olan işçi sınıfı ve yürüttüğü mücadele yok sayılmakta ya da meşruiyetini yitirmiş, toplumsal gelişmenin önünde engel bir faktör olarak görülmektedir.

İKİNCİ CUMHURİYETÇİLERİN UNUTTUĞU YA DA GÖRMEZDEN GELDİKLERİ
Emperyalizmin yeni dünya düzeni ile tam bir paralellik içindeki ikinci cumhuriyetçiler; ekonomik ve sosyal sistemin yeniden organize edilmesinde sermayenin şerbetçe gelişimi içinde bütün önlemlerin alınmasını istiyorlar. Böylece ekonominin verimliliği artacak, kârlar büyüyecek, sermaye içinde bulunduğu krizi aşacaktır. Çünkü onlara göre bugün yaşanan krizin nedeni, “sosyal devlet” denilen işçilere ve emekçilere “geniş haklar tanıyan”, devleti büyülen, devletin ekonomiye müdahalesini öngören devlettir. Devlet ekonomik ve sosyal görevlerini terk ederek küçülmelidir. Bunun anlamı ise; eğitim, sağlık, sigorta, kamu iktisadi yatırımları gibi alanlardan devlet elini çekmeli, bu alanlar özel şirketlerin sömürüsüne açılmalıdır. Bu masum, mantıksal bakımdan da pek karşı çıkılamayacak istekler aslında işçi sınıfının, emekçilerin yüz-iki yüz yıllık mücadelesi sonucu elde etliği genel parasız eğitim, genel sağlık sigortası, işsizlik sigortası, örgütlenme hakkı gibi en temel hakların kaldırılması anlamına gelmektedir.
Eğer devletler ve parlamentoları, hükümetleri isterse devleti bu alanlardan çekebilir iddiasındadır ikinci cumhuriyetçiler. Eğer bu haklar iddia edildiği gibi, bir zamanlar, iyi niyetli burjuvaların işçilere bahşettiği haklar olsaydı bugün burjuvazi bunları kolayca geri alabilirdi. Ama sınıflar mücadelesi tarihi hakların kolayca alınmadığını gösterdiği gibi, kolayca da kaybedilmediğini gösteriyor. Nitekim Batı’da bu haklara yönelik saldırılar, işçi hareketinin o eski günlerini anımsatan mücadele biçimlerini de yeniden gündeme getirmektedir. İşçi ve emekçilerin direnişi “rasyonel ekonomiciliğin” en büyük handikabı olarak görünmektedir ve saldırı arttıkça sınıfın birleşik direnişinin artması da beklenir bir tepki olacaktır. Çünkü işgücü de bir makine gibi pazardan alınır; ama kaçınılmaz olarak işgücü işçinin pazusunda saklı olduğundan, üretim sürecine işçi ile kapitalist arasındaki ilişkiyi de taşır. Bu da patronla işçi arasındaki çatışmayı dolaysız gündeme getiren ilişkidir. Öyleyse; yeni dünya düzencilerinin ve ikinci cumhuriyetçilerin bütün hesapları önündeki, ama onların görmezden geldikleri engel budur ve işçi sınıfı sömürüyü sınırlama ve ortadan kaldırma mücadelesinden vazgeçmedikçe de özledikleri ekonomik yeniden yapılanma her an akamete uğrama olasılığı ile karşı karşıya olacaktır.
Başka bir söyleyişle; devletin aldığı biçim ve üstlendiği sosyal görevlerden dolayı kazandığı yapı, kendiliğinden ya da burjuvazinin öyle istemesinden değil, doğrudan doğruya karşıt sınıflar arasındaki mücadele ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilidir. Dolayısıyla da burjuvazi devleti küçültmeye kalktığında (küçültme; devletin sosyal ve ekonomik hizmetlerini küçültme anlamında kullanılıyor) kendisine bir fatura çıkacaktır ve burjuvazi işçi ve emekçi sınıflarla kıyasıya bir mücadeleyi göze almak zorunda kalacaktır.
Kısacası; yeni dünya düzenine entegre olmanın bir aracı olan ikinci cumhuriyet planı emperyalist yeni dünya düzeni girişiminin bütün çelişkilerini bağrında taşımaktadır. Nasıl emperyalistler, “ebedi barış” içinde ama kendi egemenliklerinde bir dünya için zorladıkça yeni savaşlar, iç savaşlar ve kargaşalarla yüz yüze kalıyorsa, ikinci cumhuriyetçiler de, sınıfı, sınıf mücadelesini yok sayan ekonomik ve toplumsal yeniden organize planlarını hayata geçirirken her adımda emekçi ve işçilerle savaşmak zorunda kalacak, ekonomik, siyasi, sosyal her alanda başa çıkamayacakları sorunlar yumağına dolaşacaklardır. Ekonomik ve sosyal yaşama burjuva profesörlerin kitaplarından bakıp sınıf mücadelesi gibi en temel unsuru gözden kaçıran Türk-İslamcı ve sivil toplumcu aydınlar, cumhuriyetin niteliğini bile bu mücadelenin belirleyeceğini anlamamakta ısrar ettikçe, kurtuluş reçetesi olarak öne sürecekleri her öneri ve girişimde daha büyük açmazlara, kargaşaya yuvarlanmaları kaçınılmaz olacaktır.

Mayıs 1993

Kafkasya’da Milliyetçilik Ve Güncel Politika

Kafkasya bölgesi, hammadde kaynakları, yerüstü ve yeraltı zenginlikleri, petrolü, bunlar kadar önemli olmak üzere Avrupa ile Asya arasındaki stratejik konumu; Rusya ile Orta Asya coğrafyası arasındaki pozisyonu, eski ipek yolu güzergâhının önemli istasyonlarının bölgede bulunması gibi nedenlerle hem yüzyılın başındaki hem de şimdiki kararsızlık döneminde emperyalistlerin ilgisini ve iştahını üzerine çekti, çekiyor.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte eski hukuksal statünün, geçmişte sosyalizmin birbirine bağladığı Kafkas halklarını, yeni durumda ve çoktan başlamış Yeni Dünya Düzeni tahribatının etkisinde bir arada tutamayacağı ortaya çıktı. Eski hukuksal statü, şimdi artık bir kabuk haline gelmiş, cumhuriyetler ve özerk bölgeler birer birer “bağımsızlıklarını” ilan ederek, ekonomilerini merkezi ekonomiden ayıracaklarını ilan etmişlerdi. Ülkenin en büyük cumhuriyeti olan Rusya açısından da eski statünün korunması, kendisi bir merkez olarak kalmak üzere; ekonomileri Büyük Rusya’ya bağlı ve yüzlerini bu coğrafyaya dönmüş periferik cumhuriyetleri etrafında toplamak, hem yaşanan ekonomik ve politik iç sıkıntılar, hem de özerk bölgelerde gelişen yeni milliyetçi ve kimi kez dinci iç eğilimler nedeniyle olanaksız hale gelmişti.
Bölgedeki dolaşımı için hiç bir engelle karşılaşmaksın, en uygun hızı arayan uluslararası sermayenin çıkarlarıyla, kapitalist üretim ilişkilerinin geliştirilmesi ihtiyacının ortaya çıkardığı iç eğilimler, bu çıkarların ve eğilimlerin, yeterince ve sınırsız gelişmesi için engel oluşturan kapitalist kurumların yetersizliği, son derece cılız bir pazar, bununla ilişkili olarak da paranın ancak, yeraltı faaliyetleriyle dolaşabiliyor olması gibi etkenlerle umulmadık ölçüde sancılı geçiyor.
Bu ekonomik ve politik altüst oluş döneminde; Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da çok uluslu devletlerin parçalanması yoluyla, harita üzerinde her santimetrekareye bir devlet düşecek ölçüde “kendi devletini” kurma eğilimi giderek yükseliyor.
Ortaya çıkan her ulusal devlet oluşumu, emperyalist güçlerin ve diğer bölge devletlerinin ilgilerini doğal olarak kendine çekerken, ulusal devlet haline gelme süreci, ulusal kurtuluş iddiaları ardında gizlenen kapitalistleşme sürecinin ta kendisi olmakta. Dolayısıyla yeni durumda bölgede, kapitalizm kendi iç dinamikleri nedeniyle ulusların parçalanmasına, her bir coğrafya parçasında yeni ve başka ilişkilerin kurulmasına, bağlantıların değişmesine yol açıyor. Eski bağlarını kopararak bağlantısız duruma düşmüş devletçiklerin sınırları içinde oluşmuş yeni pazar olanakları nedeniyle emperyalistler arasındaki çelişkiler ve dalaşmalar da eğrinin en üst noktalarına çıkmış bulunuyor.
Ulusal devletlerin kurulması eğilimi Gürcistan’ın “eski” özerk bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya ile yaşadığı gerilimlerde olduğu gibi çatışmalara ve savaşlara dönüşüyor. Öte yandan Güney Kafkasya’da Karabağ nedeniyle birbirine düşen Ermenistan ve Azerbaycan bir yana bırakılırsa, Kuzeyde Kabartay-Balkar ve Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetleri’ni oluşturan iki önemli halk birbirinden ayrılmak istiyor. Dağıstan’da ise çok sayıda milliyet arasında dinin birleştirici zamk işlevi görerek milliyetleri bir arada tutacağı sanılırken en kalabalık iki kavim olan Avarlar’la Kumuklar arasında çekişmeler başladı.
Oysa bütün bu halklar, Kafkasya’da yaşayan “72 millet” (Birinci Dünya savaşı sırasında bir İngiliz subayın çizdiği Kafkasya haritasında gerçekten de 72 tane milliyet vardı) yakın bir geçmişte sabırlı ve ısrarlı çabaların sonucunda, uygun bileşimlerde bir araya getirilmiş, kendilerine tanınan değişen derecelerde ve zaman içinde de, dar yönetim özerkliğinden geniş siyasal özerkliğe ve oradan da sözleşmeye dayanan ilişkilere kadar, esnek olarak hareket eden bölgesel özerklik statüsü içinde kültürlerini en uygun koşullarda geliştirmelerine olanak tanınmıştı.
1917 Ekim devriminden sonra Sovyetler Birliği’nde, ulusal sorun çözülmek üzere ele alındığında, Stalin’in 1921’de Rus Komünist Partisi’ne sunduğu tezlerde belirtildiği gibi, “Büyük Rus olmayan 65 milyondan, sınaî kapitalizm döneminin şu ya da bu derecesine geçmiş bulunan Ukrayna, Beyaz-Rusya, Azerbaycan’ın, Ermenistan’ın küçük bir bölümü bir yana bırakılırsa, geriye kapitalist gelişmeden geçme zamanı bulamamış kendi sanayi proletaryasına hemen hemen sahip olmayan, çoğu durumda henüz hayvancılık durumunda bulunan ve ataerkil ve klan törelerini korumuş (Kırgızistan, Başkurdistan ve Kuzey Kafkasya halkları; Çeçenler, İnguşlar, Osetler) ya da yarı ataerkil, yarı feodal yaşamın ilkel biçimlerini bırakmamış (Azerbaycan, Kırım vb.) ama şimdiden genel Sovyetik gelişme yoluna sürüklenmiş bulunan 30 milyon dolayında bir nüfus” vardı ellerinde. Sosyalizm, henüz kabile örgütlenmesi aşamasında bulunan, Kuzey Kafkasya halklarını birden bire insanlığın çağdaş düzeyine yükseltmişti. “Kabartaylar ve Kazaklar, Osetler ve Gürcüler, Ruslar ve Ukraynalılar, Terek Bölgesi Temsilciler Sovyetleri etrafında geniş bir halka halinde toplandılar. Çeçenler ve İnguşlar, Kazaklar ve Ukraynalılar, işçiler ve köylüler, Kuban bölgesinin sayısız temsilcileri, Sovyetlerini kendi temsilcileriyle doldurdular. Bu halkların ve kabilelerin geniş emekçi kitleleri, kongrelerinde açık ve anlaşılabilir biçimde, Sovyet Rusya ile kopmaz bağlarını ilan ettiler” (Stalin-Pravda n. 100-23 mayıs 1918)
Ekonomileri, merkezi olarak birleştirilmiş özerk cumhuriyetler, ülkenin bütününde üretilen zenginliklerden yararlanma olanağına sahiptiler. Bakû’deki petrol, petrolden yoksun bölgelere aktarılıyor, Kuban ovasında yetişen tahıl bütün Kafkasya’yı besliyordu.
Özerk cumhuriyetlerde yaşayan halkların kültürlerini geliştirmeleri için bütün olanaklar sağlanmıştı. Milliyetlerin hepsine kendi dillerinde öğrenim ve basın yayın hakkı tanınmıştı. 1930’da, Dağıstan’da 11 resmi dil kabul edilmişti. Bu diller Rusça, Kumukça, Azerce, Avarca, Lakça, Dargice, Lezgice, Tabasaranca, Çeçence, Tatarca, Noğayca idi. 1936’da listeye 4000 kişilik bir kitle tarafından konuşulan Ahvahça eklenerek bu sayı 12’ye çıkarıldı.
Eski Sovyetler Birliği’nde ayrıcalıksız haklara sahip olarak örgütlenmiş olan; Sovyet ekonomisinin ve geliştirilen bütün teknolojik olanakların tamamından, rahatlıkla yararlanabilen ve kısa zamanda büyüyüp kalkınan Kafkas halkları, bugün iç çatışmalardan, dış tehditlerden, yaygın yoksulluktan, kriz haline gelmiş açlıktan muzdarip durumda. Kuzey ve Güney Kafkasya, bir taşa birçok kişinin oynadığı bir satranç tahtası haline geldi Emperyalist ülkelerin her birinin dolaysız ya da aleni uyduları aracılığıyla, yaptıkları gizli ya da aleni müdahaleler bu büyük sofradan, herkesten önce en büyük lokmayı götürmeyi amaçlıyor Ortadoğu ve Orta Asya’ya ilişkin emperyalist hegemonya planlarının unsurlarından birini de yine Kafkasya oluşturuyor. Silahlı çatışmalara kadar gelişen gerilimler lokal bir sorunmuş gibi görünse de, ihtilaflar hiç kuşkusuz bölgede yaşayan bütün halkları ve tabii ki bütün dünyayı ilgilendiriyor Kafkas topraklarında sürmekte olan kargaşanın uzun vadede kararlı bir yapıya kavuşarak stabil hale geleceği de sanılmasın, çünkü bölgede kimin eli kimin cebinde belli değil. Öte yandan, bağımsızlık talepleriyle harekete geçen ve sıcak çatışmalara yuvarlanan halklar için bağımsızlık, yeni kurulmak istenen dengeler yararına, etkili ama yanıltıcı bir ajitasyon malzemesi olmanın ötesine geçemiyor. İşler sarpa sardıkça, en kısa zamanda, koruyucu kanatları altına girebilecekleri bir hami aradıklarından, emperyalistler ya da emperyalist devletlere uydu “hamiler, genel kamu vicdanı karşısında aklanmış ve haklı müdahale zeminleri bulabiliyorlar. Stalin daha 1921de söylemişti; “Özel mülkiyet ve sınıf eşitsizliğine dayanan yeni ulusal devletler, ulusal azınlıktan baskı altında tutmaksızın (Beyaz Rusları, Yahudileri, Litvanyalıları, Ukraynalıları ezen Polonya; Osetleri, Abazaları, Ermenileri ezen Gürcistan, Hırvatları ezen Yugoslavya) topraklarım komşuları zararına genişletmeksizin -ki, bu da çatışmaya ve savaşlara yol açar, mali, iktisadi ve askeri bakımdan büyük emperyalist güçlere boyun eğmeden yaşayamazlar” (Stalin- Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu-Sol Yayınları sf.106)
Tarih elbette tekerrür etmez. Ama yeryüzünün herhangi bir bölgesinde sürdürülen milliyetçi “bağımsızlık” savaşları özel mülkiyet sisteminin yayılıp pekişmesini, uluslararası sermayenin genişletilerek, yeniden üretilmesini sağlamaya hizmet ediyorsa, bu savaşın adına ne denirse densin, kapitalist emperyalist sisteme tam entegrasyonun garantisidir sadece. Ve kuşkusuz, sömürü ilişkileri temelinde kurulmuş toplumsal örgütlenmelerde, sınıf uzlaşmazlıkları, sömürücü sınıfların kullanıp yönlendirdikleri milli çelişmelerle beslenmektedir.
Kafkasya’da da kapitalist restorasyonun bugünkü aşamasında yaşanan bütün sorunlar ve giderek yükselen milliyetçilik krizi, sömürüye dayanan üretim ilişkilerinin, klasik kapitalist tarzda yeniden inşası sırasında yaşanan iç gerilimler ve dış baskılardan kaynaklanıyor; Gerçekten de, sınıf çelişkilerinin üstü milliyetçiliğin kışkırtılmasıyla örtülüyor. Bu koşullarda, bölge halkları için, ekonomik ve sosyal sıkıntıların kaynağında, bir başka ulusal devleti görmek işten bile değildir. Eski özerklik statüsü sürdürüldüğü sürece bağımlılığı, özerkliğin yaşandığı cumhuriyetle ilişkilerde elle tutulur hale getirir. Eskiden, sosyalizm varken, hiç sorun yaratmayan bu hukuksal statüler, sömürü ilişkilerinin derinleşmesiyle bir problem haline gelir.
Diğer yandan, milliyetçiliğin ideolojik bir işlev yerine getirmesi gözetilerek kışkırtılması, yeni ilişkilerin olmazsa olmaz koşuludur. Gürcistan eski devlet Başkanı Gamsakhurdia “Komünizmin yerini sağlıklı milliyetçilik almalı” diyordu. “Sağlıklı milliyetçilik vatanseverlikle aynı şeydir. Anayurdunu, milletini sevmek; vatanseverlik her insanın hayat felsefesi olmalı. Hiç bir şeye saygısı olmayan kozmopolitler de var, ama tabii o başka bir konu”. Her zamanki gibi görüşlerini diplomatik inceliklerden yararlanmadan dile getirmişti. Bu, Gürcistan’da oturtmaya çalıştığı, Gürcü milliyetçiliğinin tersine dönerek Abhaz-Oset ve Acar milliyetçiliği olarak, kendine geri döneceğini ve Gürcü topraklarında kanın gövdeyi götüreceğini ya hiç hesaplamamıştı, ya da her şeyin hakkından kolay geleceğini sanıyordu.
Gürcistan’daki kapitalizme gerekli sermaye akışını sağlamak için, Gürcü kadınlarının Türkiye’de, Karadeniz boylarında, kendi bedenlerini sermaye olarak kullanmalarının, ulusal duygularda derin tahribatlar yaratıp yaratmadığı bilinemez, ama pazara çıkarılan kadın “etlerinin yardımıyla; milliyetçilikle beslenen sınıf çelişkilerinin özgürlük duygusu ve “özel girişim” yeteneğinin geliştirilmesiyle, görünmez kılındığı hissedilebilir.

KAFKASYA’YA AZERBAYCAN VE ERMENİSTAN ÜZERİNDEN AÇILAN KARTLAR
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bütün emperyalist propaganda merkezlerinden, komünizmle – “hür dünya” biçimindeki- kutuplaşmadan doğan savaşların, artık nedenini yitirdiği için, yeryüzüne barışın geldiği ilan edilmişti. “Tek kutupluluk ekseninde örülen Yeni Dünya Düzeni “istikrar”ın egemen olacağı bir düzendi. ABD emperyalizmi kaynaklı bu propagandalar, Sovyetler Birliği’nin etkisi altında bulunan Orta Asya ve Kafkasya topraklarındaki pazar tahakkümünün karşıt bir “kutup” tarafından müdahale edilmeksizin, kolaylıkla kurulabileceğini öngörüyor, ya da olası çatışmaların, değişen dünyadaki haklılık nedenlerini yitirdiği için, yelteneceklerin de yalnız kalacağı imajını oluşturuyordu.
Görüldü ki, Yeni Dünya Düzeninin ilanıyla birlikte, Balkan ülkelerinden başlamak üzere, Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya uzanan coğrafyada arka arkaya bölgesel savaşlar patlak veriyor; ebedi istikrar bir türlü sağlanamıyor. Bu geniş coğrafyada, yeni nitelikler kazanarak oluşan kapitalist pazar ve yeni paylaşım olanakları hem bölge ülkeleri arasında hem de emperyalistlerin kendi aralarında sürtüşmelere yol açıyor. Ancak, oyunun asıl aktörleri her durumda uygun kartı oynamak üzere ellerinde bol miktarda seçenek bulundurarak, bölgeye ilgilerini, şimdilik ikinci elden sürdürüyorlar.
Hemen anlaşılacağı gibi bu ikinci ellerden birisi, halta en önemlisi Türkiye’dir.
ABD emperyalizmi, hatta Türkiye ile ABD arasındaki ilişkinin, kendileri açısından doğuracağı olası sonuçlara mesafeli durarak, ama şimdiden siyasal yatırımlar yaparak; Avrupa emperyalistleri, bölgeye Türkiye üzerinden uzanmaya ve ulaşmaya çalışıyorlar. Türkiye’nin, Osmanlı İmparatorluğu zamanında kendisine bağlı olan, ama Rusya ile o zamanlar girilen savaşlarla birer birer ellerinden yitirdiği Kafkas topraklarında ve tarihsel, kültürel ve dil ortaklığının bulunduğu, Orta Asya ülkelerinde gözü olduğu ve ABD plan Sarının kendisiyle ilgili koşullarına dünden razı olduğu düşünülürse, emperyalistlerin işlerinin yolunda gideceği düşünülürdü. Pek de öyle olmuyor.
Türkiye, Emperyalist tasarıların diğer etkenleri arasında sıkışmış durumda. Tarihsel bağlarına dayanarak, kurulmasında rol aldığı ilişkilerin yanı sıra, kimi uluslarla tarihsel kötü anılarına karşın bazı ilişkilere girmek, üstelik ülke içinde bir istikrar unsuru olarak, sürekli körüklenen milliyetçiliğe uygun, onunla tutarlı tavırları almamak zorunda Azerbaycan-Ermeni sorunu Türkiye açısından böyle.
Ermenistan’ın Cenevre’deki AGİK “barış müzakerelerini” -ki, bu müzakerede taraflar Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye ve ABD idi- yarıda keserek Azerbaycan’a saldırmamdan önceki zamanlarda Türkiye’nin Ermenistan’a elektrik veriyor olması, iç politika gündeminin önemli maddeleri arasında bulunmaktaydı ve şovenistler, geçmiş Ermeni ihanetlerinin unutulmasından rahatsızdılar.
Ermeniler, Kelbecer’e doğru ilerledikleri sırada Türkiye toprakları üzerinden on binlerce ton besin maddesi, ilaç, yakıt ve giyeceğin daha önce Ermenistan’a nakledildiği ortaya çıkarılıyordu.
Bu insani yardım konvoylarının yükleri arasında Ermenistan’a silah da gönderildiği söylenmekteydi. Doğru olabilir; olmaması için hiç bir neden yok. Türkiye’yi şu anda Ermenistan’a bir şekilde bağlayan kapitalist bağlar, Azerbaycan’a bağlayan ulusal duygulardan daha güçlü çünkü.
Ermenilerin Kelbecer’den sonra yapacakları ataklar Azerbaycan-Gürcistan dolayısıyla Azerbaycan-Türkiye bağlantısını tehlikeye alabilir.
Ermenistan’ın, Türkiye’yi Orta Asya’ya bağlayan güzergâh olasılıklarından biri olması nedeniyle Ermenistan’la iyi ilişkiler kurarak denetim allında tutmak isteyen Türkiye, küçük rüşvetler vermekten kaçınmıyor.
Öte yandan Ermenistan’ın kapitalist inşa sürecinde ABD’ye duyduğu yakınlaşma ihtiyacının olanaklarını da Türkiye sunuyor. Bu kadar da değil. Bölgedeki politik dengenin bu ilişkiye şimdilik ihtiyacı var.
ABD’nin Rusya “ile dolaylı ilişkisi de Türkiye’nin tavsiyelerine göre yönlendirilebiliyor. Demirel, Ankara’ya gelen ABD Temsilciler Meclisi üyelerinden oluşan heyete “Yeltsin’e yardım elini uzatmakta geciktiniz. Rusya siyasi istikrar içinde olmazsa, Sovyetler Birliği’nden kopan cumhuriyetler rahat edemezler, birbirlerine düşerler. Rusya da onlara dönüp ‘benimle beraberken sükûn içindeydiniz şimdi ise birbirinizle kavga ediyorsunuz, yine yanıma gelin’ der. Bu ise dünya için iyi olmaz. Rusya’nın istikrarı hem dünya için hem de dünya barışı için şarttır” diyordu.
Kafkas bölgesine aynı pazar talepleriyle yönelen, bölgedeki devletçiklerden, eski hukuksal statülere dayanarak, öncelikli haklar talep eden Rusya, ABD politikalarıyla bir noktada uzlaşıyor. ABD, anti Amerikan eğilimleriyle bölgede çıbanbaşı durumunda olan, radikal İslamcı akımları destekleyen ve İslam devrimi ihracı girişimlerini sürdüren İran konusunda Rusya’yla buluşuyor. Rusya şeriatçı eğilimlerin Orta Asya ve Kafkaslarda yayılmasından ve Rusya Federasyonu’nu oluşturan Türk ve Müslüman toplumlarına sıçramasından korkuyor. Kaldı ki, bu eğilimler giderek daha fazla oranda olmak üzere, bu topraklarda yeşermeye başladı bile. Bölgede yeni kurulan ulus devletçikler için, Rusya da model olarak, Türkiye modelini öneriyor ve İran ya da Afganistan modellerini tehlikeli görüyor.
Uğur Mumcu suikastı sanıklarının İran’dan geldiklerinin ve bazı Hizbullah silahşorlarının, İran’da eğitildiklerinin “haber alınması”ndan sonra Türkiye ile İran arasında açık saflaşmalar başlamıştı. Türkiye, İran karşısında; Uğur Mumcu’nun cenaze törenini laiklik gösterisine dönüştürerek, hem İran’a karşı oluşturulacak uzun vadeli sertleşme politikasına kamuoyunu hazırlamaya çalıştı, hem de İran’a karşı güç gösterisinde bulundu. Türkiye Orta Asya’da İran’la kozlarını paylaşırken en küçük desteği bile göz ardı etmiyor, doğal ki, Rusya bu konuda iyi bir güvence olarak görülüyor. Ama bu buluşma da tekin değil, çünkü Rusya’nın Panislamizm duyduğu ürküntünün, denetimden çıkarsa Pantürkizm’e ikame edilmeyeceğini düşünmek için hiç bir neden yok. Bu sebepten Rusya Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı destekliyor. Hatta son saldırı başlamadan önce Türkiye ile paylaştığı arabuluculuk işlevini, Ermenistan’ı saldırmazlığa ikna etmek görevini üstlenmişken bunu yapmamış, saldırıyı gizliden körüklemişti. Azerbaycan-Ermenistan savaşında da tıpkı Abhazya-Gürcistan sorununda olduğu gibi Rusya’nın aktif müdahalede bulunduğu ve Ermenistan saflarında gayri resmi olarak Rus birliklerinin savaştığı biliniyor. Azerbaycan ve Gürcistan’ın BDT’ye sırt çevirdikleri ve Rus hegemonyasını kabullenmeye yanaşmadıkları göz önüne alınırsa, Rusya’nın eline geçen fırsatları bu iki ülkenin boyun eğdirilmesinde kullanmaktan kaçınmayacağı görülebilir.
Türkiye, Kafkasya’ya doğru, ABD emperyalizminin ayaklarının altına kendini köprü olarak uzatırken, iç politika öğesi olarak şimdiye dek geliştirilmiş şoven, Türkçü eğilimlerin altında ezileceğe benziyor. Çünkü “rahmetli” Özal’ın “Ermenistan sınırında tatbikat yapılsa, bir iki mermi de sınırdan içeri düşse ne olur” diye ürkek ve cılız bir müdahale önerisinin dışında Azerbaycan için hiç bir fiili müdahale önerisi geliştirilmedi. Çünkü Türkiye ABD ile Ermenistan ilişkilerinin selameti ve geleceği açısından bu sorunda sessiz kalmak ve tarafsızlığını korumak zorunda. Kendisinden beklenen bu.
Türkiye ile İran arasında Kafkasya toprakları üzerinde de gelişen gerginlik Azerbaycan ve hatta diğer Türkî cumhuriyetlerin “laik- çoğulcu” Türkiye’yi tercih ettiklerini belirtmeleriyle yeni bir yön kazanmıştı. İran kendisiyle ilişkiyi reddeden Azerbaycan’a karşı kendi sınırlan içindeki Azeri bölgesi nedeniyle sürekli tedirginlik duydu. Sebep aynı; Azerbaycan’la ilişki kurmak isterken kendi sınırları içinde yaşayan Azeri soydaşlarla olan akrabalık ilişkilerini öne sürmüştü, şimdi bu ilişkinin kendi tasarrufu dışında kalması koşulunda, İran topraklarına bela getirebileceğini, Azerilerin savaşın herhangi bir noktasında saldırıda bulunup soydaşlarıyla buluşmak isteyeceklerini, ya da İran Azerilerinin etnik bir problem haline dönüşebileceğini hesaplıyor; dolayısıyla bu hesap onu Ermenileri desteklemeye zorluyor.
Kafkasya üzerinde ABD emperyalizmi dışında Almanlar, Fransızlar ve Japonların da planları var. Azerbaycan ve Ermenistan kartlarını onlar da kendilerince, çıkarlarının gerektirdiği doğrultuda ve değişik planlar dâhilinde kullanıyorlar. Tek kutup kendi içinde de parçalanıyor, bütün yanıltıcı iddialara karşı çok başlı, çok kutuplu ve çok çelişkili bir bütünlük olduğunu gösteriyor.
Japonlar, herkesten daha çok ticaret mantalitesine sahip olduklarından, siyasal hegemonya onlar için ikincil önem taşıyor, aslolan; pazarda kaça ne satabilecekleri ve hangi tesisin nerede kurulacağıdır. Demirel’in kış aylarında Japonya’ya yaptığı seyahatte, Türkiye’de ihalesi Japonlara verilecek olan tesisler üzerine anlaşma yapılırken, Türkî Cumhuriyetler ve Kafkaslar üzerindeki işbirliği olanakları da görüşülmüştü.
Bu oturumların sonuçlarından biri, kalabalık bir Türk heyetiyle birlikte yapılan Japon Türkî-Kafkas çıkartmasıydı.
Kafkas ülkelerinde ve Türkî cumhuriyetlerin bazılarında müteahhitlik hizmetleri ve turizm sektörlerinde bazı girişimler olmuştu. Münferit ve kişisel çabalara bağlı bu girişimlerin devlet destekli, teşvik kredili olarak ve Japon vekâletinde gerçekleşmesi, Türk müteahhitlerinin ve artık bölgeyle ciddi bir biçimde ilgilenen tekellerin de isteğiydi.

“BAĞIMSIZLIK”ÇI ABHAZYA KİME BAĞIMLI OLACAK
Dağılmadan sonra Rusya, egemenliklerini ilan eden cumhuriyetlerin bazılarıyla federatif bir anlaşma imzaladı. Tataristan ve Çeçenistan henüz bu ittifak anlaşmasını imzalamadılar. 1989-90 yılları arasında Gürcistan da, SSCB kapsamından çıkacağını ilan etmişti. 1992’de ise Gürcistan Askeri Konseyi, Gürcistan cumhuriyetinin 1921 anayasasına geri döndüğünü ilan etti. 1921 anayasasında, şu anda Gürcistan içinde özerk bölge statüsünde bulunan Abhazya, cumhuriyet statüsündeydi. Gürcistan’ın kendisi için tercih ettiği statü, Abhazya’nın da cumhuriyet talebine hukuki haklılık kazandırıyordu. Geçen yıl Temmuz ayında, Abhazya parlamentosunda egemenlik ilan edildi ve 1921’deki statüye geri dönüldüğü belirtildi. Çok değil, bir ay sonra Abhazya topraklan karadan, denizden ve havadan Gürcü işgaline uğradı. Aradaki kısa ateşkes dönemi dışta tutulursa, bir yıla yakın süredir devam eden savaş sırasında binlerce kişi öldü. Bu savaş sırasında Abhazlar, Türkiye’den ve Rusya’dan sürekli olarak yardım talebinde bulundular.
1991’de Abhazya’nın başkenti Sohum yakınlarındaki Lihni köyünde imzalanan bir deklarasyonla kurulan Kafkas Dağlı Halkları Assamblesi’nin ilgisini üzerlerine çekmeye çalıştılar.
Cumhurbaşkanı Vladislav Ardzinba ve heyeti, yardımlar konusunda sondaj yapmak amacıyla Türkiye’ye geldiler ve geldiklerinde Gürcistan’ın Abhazya meselesiyle, Kürdistan problemi arasında benzerlikler bulan hükümet yetkilileri tarafından kabul edilmediler ve sadece ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la gayri resmi olarak bir otel lobisinde görüşebildiler Türkiye’nin soruna uzak kalmasına karşın Abhazlar, müdahale etmekle neler kazanabileceklerini her fırsatta anlattılar. Abhazya’dan başlayıp Karaçay-Cerkesk’e çıkan 75 kilometrelik yol -ki, bu yol ikinci savaştan bu yana kapalıydı- en önemli kozdu. Bu yol tamir edilip açıldığında, Türkiye ile Orta Asya arasında başka faktörlere bağlı olarak tehlikeye girebilecek ulaşım olanağı, güvence altına alınacaktı. “Tüm Kuzey Kafkas cumhuriyetleri ve Abhazya halkları, Türkiye’ye en sıcak duygularla bakmakta”ydı. Türkiye’den istenilen en önemli şey de bölgede kapitalizmin geliştirilmesi için gereken yatırımların yapılmasıydı. Türkiye’de “muhaceret”ten bu yana çok sayıda Ab-haz yaşıyordu ve bunların bir kısmı coğrafi ve ekonomik sınırlar açılır açılmaz Sohum ve Gagra kentlerinde ticari girişimlerde bulunmuşlardı.
Gürcistan’la şimdilik ilişkilerini soğutmak istemeyen Türkiye, -çünkü Azerbaycan Ermenistan sorunu yaşandığı sürece Azerbaycan’a ulaşmak için Gürcistan önemli olacaktır- Abhazların taleplerini duymazlıktan geldi. O zaman Ardzinba, cebindeki ikinci seçeneği denemeye karar verdi. Geçen eylülde Moskova’da imzalanan ateşkes anlaşmasında taraf olarak bulunan ve Abhazya heyetini köşeye sıkıştırarak Gürcistan’ı rahatlatan Rusya Federasyonu, bu toplantıda küçük devlet olma kompleksini yaşayan ve üstelik bunu ifade de eden “küçük Abhazya” tarafından kapısı çalınan ikinci adres oldu. Gürcistan’ın anti-Rus eğilimleri ve egemenliğini ilk ilan eden cumhuriyetlerden olması ve BDT’da yer almayı reddetmesi nedeniyle Abhazya’yla yıpratılmasından, Gürcistan üzerindeki kontrolünü ve hegemonyasını güçlendirmek için Abhazya’dan yararlanmaktan Rusya’nın da çıkarı vardı. Gamsakhurdia daha önce Rusya’yı “Trans- Kafkasya halklarım birbirine düşürmek ve Kafkasya’da ikinci bir Lübnan ve ikinci bir Afganistan yaratmak”la suçlamıştı.
Abhazya Gürcistan’dan ayrılıp, “özgürleşirse” BDT’ye katılacağına dair taahhütlerde bulundu. Tarihlerinin neresinden bulup çıkardıklarını anlamak zor ama Abhaz yetkililer “Abhaz ve Rus halkı arasındaki tarihsel dostluk”tan sık sık dem vuruyorlar. Oysa bütün Kafkas halkları gibi Abhazyalılar da geçmişte, çok değil yüz otuz yıl kadar önce Ruslarla sürekli savaş halindeydiler ve Çar ordularına karşı savaşırken verdikleri on binlerce candan sonra başka topraklara ve en çok da Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmışlardı.
Abhazya’da Gürcülere karşı verilen “bağımsızlık” savaşı, bir başka bakımdan da ilginçtir. Abhazlar kendi topraklarında azınlık konumundalar. Çünkü nüfusun çoğunluğunu yani yüzde otuzunu Migreller oluşturuyor. Geri kalan nüfusu ise aynı oranlarda olmak üzere Ruslar, Ermeniler, Abhazlar ve daha düşük oranlarda olmak üzere de Gürcüler, Svanlar, Türkler ve Ukraynalılar oluşturuyor.
Gürcistan’daki diğer özerk bölge olan Güney Osetya da ayrılıp BDT içindeki Rusya Federasyonu’na ait özerk bir bölge olan Kuzey Osetya ile birleşmek istiyordu. 1987’de ayrıldığını ilan edince Gürcülerle Osetler arasında, kuzeyde çatışmalar başladı. Bu çatışmalar Gürcistan ve Osetya arasında arabuluculuk yapan Yeltsin’in girişimleriyle durduruldu. Gerilim, şu anda yeni bir çatışmanın potansiyellerini içinde barındırmak kaydıyla devam ediyor.
Sadece Gürcistan’da değil, Kafkasya’nın her köşesinde bu çalışmaların potansiyeli var.

Mayıs 1993

Kapitalizm ve işsizlik

İşsizlik sorunu bugün geniş çapta ilgi uyandırmakta ve üzerinde birçok tartışmaya yol açmaktadır. Burjuvazi ve onun her türden savunucuları, işsizliği düzen içinde çözülebilecek bir sorun olarak görmekte ve her zaman bunun propagandasını yapmaktadırlar. İşçi ve emekçi sınıflar ise işsizliği bir karabasan olarak yaşamakta ve yoğun tepki göstermektedirler.
Burjuva ekonomistleri işsizlik oranına bakarak ekonominin “gidişatı” hakkında görüş ileri sürerken, burjuva politikacıları işsizliğe karşı “radikal” çözüm reçeteleriyle geniş işsiz kitlelerin oylarını almaya çalışır. Burjuva sınıfının işçi sınıfı içindeki dayanakları olan sendika bürokratları ise “yatırım azlığı”, “üretim araçlarının yetersizliği”, “haftalık çalışma süresinin uzunluğumu gerekçe göstererek, işsizliğin ancak, bu sorunların çözülmesiyle ortadan kalkabileceğinin propagandasını yaparlar. Sendika ağa ve bürokratları, bu “sorunların” şu anda iktidarda olan partiyle değil, ancak yeni iktidar partileri tarafından çözülebileceğini tekrarlayarak işçi sınıfının bilincini köreltmeye çalışır, İşsizlik hakkındaki tüm bu propagandaların tek ortak amacı vardır: Kapitalizmle işsizlik arasındaki kopmaz bağı gizlemek,
İşsizlik hakkındaki burjuva demagojisi, Türkiye gibi işsizliğin resmi rakamlara göre bile yüzde 20’lerde olduğu ülkelerde daha açık olarak görülebilir. 20 Ekim 1991 Genel Seçimlerinde tüm burjuva partileri vaat listelerinde ”işsizlik Sigortası”na önemli bir yer yermiş, yoğun işsizlik karşıtı propaganda yürütmüşlerdi. Devlet adamları, burjuva partilerin sözcüleri ve burjuva bilim adamları, hep bir ağızdan “enflasyon, özelleştirme ve ekonomik durgunluğun ekonomik yatırımları azalttığını”, “bunların çözülmesiyle birlikte yeni is sahalarının açılacağını”, “üretim araçları envanteri yapılacağını”, “çalışma saatlerinin düşürüleceğini” tekrarlayarak işsizliğin “politik bir sorun” olduğunu belirtiyor. Türk burjuva propagandası emperyalist propagandanın aynısını tekrarlıyor: “İşsizlik bir ekonomi politika sorunudur!”
Geçmişten bugüne yaşananlar, sosyal pratik bu “derin” propagandayı yalanlar niteliktedir. Ülkemizde koalisyon hükümetinin tüm “vaatlerine” karşın, özelleştirme, işletmelerin kapatılması, sendikasızlaştırma, taşeron işçiliği vd. işsizliği azaltmadı tersine arttırdı. Avrupa’da ve tüm dünyada 80’den günümüze işçi eylemlerinin ezici bir çoğunluğunda temel talep “iş güvencesi” oldu.
İssizlik, burjuva propagandanın aksine bir “ekonomi-politika” sorunu değildir. İşsizliğin sebebi üretim sisteminde aranmalıdır. Kapitalizmin bir ekonomik ve sosyal sistem olarak ortaya çıkmasından günümüze işsizlik var olagelmiştir,

SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİ VE İŞSİZLİK
Kapitalizmde sermaye iki bölümden oluşur: Değişmeyen ve değişen sermaye. Değişmeyen sermaye, hammaddeler, makineler, temizlik, ısı, ışık gibi giderler için ayrılan bölümdür. Değişen sermaye ise kapitalistin, canlı emek satın almak için ayırdığı bölümdür.
Değişmeyen ve değişen sermaye arasındaki ilişkiye sermayenin organik bileşimi denir. Örnek olarak 1 milyonluk bir sermayeyi ele alalım. Bu miktardan 800 bin liralık bir bölümü hammadde, makine, ısı, ışık vb. giderler için değişmeyen sermayeye, 200 bin liralık kalan bölümü ise işçiye (değişen sermaye) ayırdığımızı düşünelim. Bu durumda sermayemizin organik bileşimi 4:1 olacaktır.
Kriz dönemleri bir yana bırakılacak olursa, kapitalizmde üretim genişletilmiş yeniden üretim olarak tekrarlanır. Genişletilmiş kapitalist yeniden üretimde toplum, kullanılmış maddi tüketim mallarını yalnızca yerine koymakla kalmaz, aynı zamanda bunun üzerinde ek üretim araçları üretir.
Kapitalizmde üretimin ana dürtüsü kârdır. Kârın yanında sermaye birikimine zorlayıcı Saiklerden birisi de amansız rekabet mücadelesidir. Kapitalistler artı değer sömürüsünü arttırmak ve rakiplerini geçmek için tekniği mükemmelleştirir ve üretimi genişletir. Tekniğin mükemmelleştirilmesine ve üretimin genişletilmesine ara veren kapitalist rakipleri tarafından yutulur. Bundan ötürü tek tek kapitalistler, artı değerin bir kısmını, genişletilmiş yeniden üretim için değişmeyen sermayeye dönüştürürler. Kapitalist genişletilmiş yeniden üretim sermayenin organik bileşiminin artması ile el ele gider. Proletarya bilimi Marksizm’in kurucusu Karl Marx bu ilişkiyi şöyle açıklamıştır:
“Sermaye birikiminin ilerlemesiyle, değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı değişir. Başlangıçta diyelim 1:1 iken bundan sonra sırayla 2:1,3:1, 4:1, 5:1, 7:1 vb. haline gelir. Yani sermaye artmaya devam ederken, toplam değerinin 1/7’si yerine yalnızca 1/3, 1/4, 1/5, 1/6, 1/8 oranında emek gücüne dönüştüğü halde 2/3, 3/4, 4/5, 5/6, 7/8 oranlarında olmak üzere üretim araçlarına dönüşür. Emeğe olan talep sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep daha önce varsayıldığı gibi toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına, gittikçe küçülen şekilde düşer” (K.Marx, Kapital CI, s.647).
Kuşkusuz toplam sermaye arttığı sürece değişen sermaye de kitle olarak büyür ve bundan dolayı yedek sanayi ordusundan bir kısım işçi üretime sokulur ama bu Marx’ın da belirttiği gibi gittikçe küçülen şekilde olur.
Kapitalizmde üretime yön veren temel ilke insan ihtiyaçları değil de kâr olduğu için, üretim bilinmeyen bir pazar için anarşik ve rekabetçi bir ortamda gerçekleşir. Bu durum bazen ekonominin bütün kollarında, bazen kısmi sektörlerinde aşırı üretimden kaynaklanan bunalım, duraklama ve bazen de nispi olarak “refah” dönemlerine sebep olur. Ekonomideki bu değişik durumlar sermayenin değişen bölümünü de etkiler, bazen işsizler ordusunda nispi bir azalma görülürken genel olarak işsizler ordusu sürekli genişler ve büyür. Yani sermayenin büyümesi, yeni yatırımlar ve yeni zenginliklerin bulunması, işçileri üretime çekerken, yeni bilimsel teknik üretim yöntemleri, emeğin verimliliğinin ve yoğunluğunun arttırılması yöntemleri işçileri üretimin dışına, işsizler ordusunun saflarına fırlatır. Marx “kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasası” olarak nitelediği bu ilişkiyi şöyle açıklamıştır:
“Emekçi nüfusu kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren, nispi artı nüfus haline çeviren araçları üretmiş olur. Bu kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasasıdır.”(K.Marx, Kapital CI, s.648)
Burjuva propaganda odaklarının iddia ettiği gibi işsizlik “yanlış politikaların uygulanmasıyla” doğmadı ve “doğru” ekonomik politikaların uygulanmasıyla ortadan kalkmaz. İşsizlik, onların da kabul ettiği gibi “buhran dönemlerinde artan” fakat onların hiçbir zaman kabul etmeye yanaşmayacağı şekilde kapitalizm yok olmadıkça ortadan kalkmayacak toplumsal bir olgudur. Nispi nüfus fazlalığı da denilen işsizliğin başlıca biçimlerini şöyle belirtmek doğru olacaktır:
Akışkan Nüfus Fazlası denilen, üretim düzeyinin düşmesi, işletmelerin tasfiyesiyle ortaya çıkan işsizlik durumu.
Gizli Nüfus Fazlası adı verilen, bazen tarımda çalışma şansı bulabilen, kırda geçimlerini kıt kanaat sağlayabilen yoksul köylüler ve tarım işçileri, sanayiden farklı olarak tarımda tekniğin kullanılması işgücüne olan talebi “mutlak olarak” azaltır. Sözgelimi karasabanın yerini traktörün alması işsizliği mutlak olarak arttırmıştır.
Durağan Nüfus Fazlası adı verilen, daimi işlerini kaybetmiş, gayet düzensiz çalışan, düşük ücret alan kesimler.
İşsizler ordusu ya da yedek sanayi ordusu işçi sınıfının büyük bir parçasını oluşturur. Burjuvazi ve onun ideologları bunu hiçbir zaman kabul etmeye yanaşmamıştır. Onlar kabul etmese de bu, bilimsel bir gerçektir; bugün çalışan işçi işten her an atılabilir ve işsizler ordusuna dâhil olabilir.
İşsizler ordusu, kapitalist sistem ve burjuvazi için bir tercih değildir, o, kapitalist ekonominin olmazsa olmaz bir parçasıdır. Bu ordunun varlığı kapitalistlere işçiler üzerindeki baskı ve sömürüyü katmerleştirme imkânı sunar. İşsizlik, çalışanlar için güvensiz bir ortam yaratır ve tüm çalışanların yaşam standartlarını düşürür, “İşçi sınıfının düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa resmi yoksulluk da, o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır” (Marx) İşsiz nüfus ise en ağır koşullar altında çalışmaya razı olur. Kapitalistler, işsizler ordusu sayesinde işçileri işten atarak daha ucuz işgücü elde ederler.
“Üretim araçları büyüklük ve etki güçleri bakımından artarken, daha az emekçi çalıştırma aletleri haline geldiği gibi, bu durum, bir de, emeğin üretkenliğindeki artış oranında, sermayenin emek arzını, emekçi talebinden daha büyük bir hızla yükseltmesi gerçeğiyle değişikliğe uğratılır” (Marx)
Kapitalistler, sermayenin genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, işçi sınıfının çalışan kesimini daha yoğun çalışmaya sokarken, isçi sınıfının çalışmayan kesimini (işsizler ordusu) ise çalışanlara rakip olarak el altında tutar, işçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmayla diğer kesimini zorunlu işsizliğe mahkûm etmesi, yedek sanayi ordusu üretimini, toplumsal birikimin ilerlemesine uygun düşecek ölçüde hızlandırır.
Burjuvazi işçi sınıfını çalışanlardan ibaret sayarak, işsizler ordusunu çalışan aktif işçilere, çalışan işçileri de işsizlere karşı kışkırtarak, işçi sınıfının mücadele ve eylem birliğini bölmeye ve kendi sınıf çıkarlarını garanti altına almaya çalışır. İşsizlik burjuvaziye büyük ekonomik, siyasi ve hatta ideolojik çıkarlar sağlıyorken her türden kapitalizm savunucusunun işsizlik karşıtı pozlar takınması alçakça bir sahtekarlıktır.

İŞSİZLİK VE BURJUVA “TEORİ”LERİ
Burjuvazi işçi sınıfının haklı öfkesini yatıştırmak için “sorunu” basit bir politika yanlışlığı düzeyine indirgediği gibi, bilimsel tekniğin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan çeşitli durumları işçi sınıfının “dağılan bir sınıf, yok olan bir sınıf”, “devrimci niteliğini yitiren bir sınıf okluğuna kanıt göstererek Marksizm’e karşı saldırılarını yoğunlaştırıyor.
Burjuva dünya görüşü işsizliği toplumun doğasında var olan ebedi bir olgu olarak görür. Burjuva ideolojisinin işsizlik hakkında ilk çağlara dek uzanan mistik teorilerinin yanında, günümüze, “bilgi ve iletişim çağına!” vurgu yapan çeşitli teorileri vardır. Birinciye örnek olarak “insanlık ilk ortaya çıktığında iki tür insan vardı; çalışkanlar ve tembeller. Bugün zengin olan çalışkan olanların soyundan gelmiştir. Fakir ve işsizler ise tembel insanların soyundandır” gibi yarı dinsel açık saçma teori örnek verilebilir. Sonuncusuna örnek olarak “robotlar tüm işleri yapıyor, işçi sınıfına gerek kalmadı” türünden “modem” teori gösterilebilir.
Burjuva dünya görüşünün işsizlik konusun da temellerini atan ve günümüze dek etkisini sürdüren İngiliz iktisatçısı ve papaz Malthus’a değinmemiz gerekiyor. 18. yüzyılın sonunda Fransız Burjuva devriminin eşitlik ve özgürlük gibi idealleri, İngiltere’yi sarsmıştı. Fransız devrimi en fazla işçileri, köylüleri ve yoksulları etkilemişti. Devrimci siyasi atmosfer Avrupa’da feodaliteyle ittifak halindeki burjuvaziye yaşamı zehir ediyordu. Burjuvaziye en büyük ideolojik destek papaz Malthus’tan geldi. Malthus “İnsanlar ortaya çıktığından bu yana geometrik diziye göre çoğalır (1, 2, 5, 8, 56..), ama üretim araçları sınırlı olduğundan, aritmetik diziye göre çoğalır i   (1, 2, 3, 4, 5..). Böylece toplumun bir bölümünün üretim araçlarından yoksun kalması ve işsizlik doğal ve aynı zamanda gereklidir!” diyordu. Malthus’un ‘teorisi’ İngiliz burjuvazisine eski yoksullar yasasındaki hakları budama ve yeni bir yoksullar yasası oluşturma cesareti verdi. Malthus ve yaveri Sismondi’nin gerici nüfus teorileri 20 yüzyılın “Yeni Malthusçu”ları, savaş kışkırtıcılığından, açlıktan, ölüme terk etmeye kadar birçok ırkçı faşist uygulamanın felsefesini yaptılar.
Engels Malthus’un teorisini eleştirirken şöyle diyordu:
“Halta tutalım ki, emek artışının neden olduğu verim artışı her zaman emek artışına orantılı olarak artmıyor olsun, gene de üçüncü bir öğe daha vardır ki, bu, kuşkusuz iktisatçıların asıl önem vermedikleri, ilerlemesi en az nüfus kadar hızlı ve onun gibi kesintisiz olan bilimdir” (F. F.ngcls, Bir Ekonomi Politik Eleştiri Denemesi).
Malthus’un yaşadığı dönemde bile bilimsel araştırmalar “sadece Missisippi vadisindeki toprakların işlenmesinin Avrupa’yı doyuracağını” kanıtlamıştı. Malthus’un teorisi bilimle ilgilenmiyor, ama özel mülkiyet sistemini açıkça kutsuyordu. Engels 3 Mart 1865’te Lange’ye yazdığı mektupta işsizliğin sebebini şöyle açıklıyordu: “Çok az üretiliyor, hepsinin nedeni bu. Ama neden çok az üretiliyor? Üretim sınırlarının -bugünkü araçlarla bile- sonuna varılmış olmasından değil. Hayır, üretimin sınırları aç karın sayısına göre değil, satın alıp para ödeyebilecek kese sayısına güre hesaplanıyor da ondan. Burjuva toplumu daha fazla üretmek istemiyor ve isteyemez. Parasız karınlar, kâr için kullanılamayan ve bu yüzden kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir.”
Malthus ve ardılları açlık ve işsizliğe çözüm olarak kürtaj gibi tıbbi önlemleri öne sürmüşlerdir. Marx, Malthusçuluğu teorik olarak mezara gömdüğü süreçte şunları söyledi ve bu söylenenler günümüz için de aynen geçerlidir:
“İşçi sınıfının çocuk yapmama gibi bir karar alma olanağından yoksun olduğu saçmalığı bir yana, işçi sınıfının durumu, tam tersine cinsel arzuyu onun başlıca zevki haline getirir ve yalnızca tek başına onu geliştirir” (Marx-Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 129)
Günümüzde de Malthus’un cenazesi mezardan çıkıp ortalıkta cirit atıyor. Avrupa’da ve çeşitli yerlerde “sosyal devlet”, “işsizlik sigortası” gibi kazanımlar burjuvazi tarafından gasp edilmeye çalışılıyor. Malthus bugün Clinton, Kohl, Yeltsin’dir. Malthus bugün kapitalist emperyalizmdir ve burjuva revizyonist sistemin yıkılmasından cesaret alarak, işçi sınıfının tarihi boyunca kan ve can bedeli bir mücadeleyle kazandığı sosyal hakları budamak için saldırmaktadır.
Türkiye egemen sınıfları da efendilerinin yaptığı gibi Malthus’un çiğnenmiş yolundan yürüyor. Türkiye’deki yeni Mallhusçular Kürdistan’daki “yangını” söndürmek için bağırıyorlar: “Kürtlerin nüfusu çok oransız ve dengesiz artıyor”, “Güneydoğu’da aile planlaması hayata geçirilerek”, “Kürt kökenli vatandaşlarımıza nüfus eğitimi verilecek.” Devlet, kuruluşundan bu yana Jandarma, Özel Tim, Kontrgerilla, Hizbullah ile nüfusunu azalttığı Kürt ulusunu, kürtajla, tıbbi yöntemlerle “azaltmaya” çalışacak! Bu faşist diktatörlüğün Kürtsüzleştirme planının bir parçasıdır. Kürdistan’daki ekonomik, siyasal, sosyal her türden krize Malthus yetişiyor! Tıpkı yüz yetmiş yıl önce İngiliz burjuvazisine yetiştiği gibi.
Bu söylediklerimizden Marksizm’in ve komünistlerin her zaman tıbbi önlemlere karşı olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Marksizm, kürtaj ve diğer nüfus planlama önlemlerinin genel toplumsal düzeyde bir teori olmasına karşı çıkar.
Bugün Türkiye’de nüfus planlaması gibi araçlar, işbirlikçi kapitalizmin ekonomik ve siyasi krizine ‘çare’ olarak öne sürülmektedir. Bu yöntemle işbirlikçi tekelci kapitalizmin baskı ve sömürüsü, ulusal ve faşist zulmü gizleniyor ve sistem aklanıyor.
Bilimsel teknikteki gelişmeler de burjuva demagoglarınca dayanak olarak kullanılmaya çalışılıyor. Burjuvazi, 20. yüzyılın başlarından bu yana bilimdeki gelişmeleri “Marksizm’in ve Sosyalizmin iflas etliğine” dair belirti sayıyor. “Bilimsel gelişmeler üretimde insana olan ihtiyacı ortadan kaldırdı” denerek milyonlarca insanın açlığı ve işsizliği teorize ediliyor.
Her şeyden önce belirtmeliyiz ki, bilimsel ve teknik gelişmenin üretimde kullanımının işsizliği arttırdığı yeni bir şey değildir. Marx, tekniğin üretimde kullanılmasının yedek sanayi ordusunu büyüttüğünü ve genişlettiğini defalarca belirtmişti. Dünden farklı olarak bugün, bilim ve tekniğin üretimde kullanılması çalışma yoğunluğunu korkunç arttırmış ve işsizlik daha fazla ve artan oranda ortaya çıkmıştır. Biz burada kapitalist üretim ve işçinin vahşice sömürülmesini göstermesi bakımından büyük önem taşıyan Fordculuk’u (Taylorizm) ele alarak görüşümüzü tanıtlamaya çalışalım.
Fordculuk 20. yüzyılın ilk 25-30 yılında oluşmuş bir tekniktir. Otomobil fabrikaları sahibi Ford, “işçi hem üretmeli hem tüketmeli” diyordu. Sonuçta çözüm, mühendis Taylor’dan geldi. Taylor’un önerdiği “bant sistemi” ilk kez Ford otomobil fabrikalarında uygulandı. Bant sistemi artı-değer oranını yoğunlaştırıyor ve işçiyi tüketici durumuna sokuyordu Bu sistemde işçi bantla, önünden geçen parçalara hep aynı işlemi yapıyordu. Üretimi hızlandıran bu sistem iş sürecini olağanüstü yoğunlaştırmıştı, Diğer sonuçlar bir yana Ford sisteminin en önemli sonucu işçilerin kitlesel olarak işten çıkarılması oldu. Bu sistem sayesinde evvelden 20 işçinin yaptığı işi şimdi bir işçi yapıyordu. Peki, bundan işçilerin gereksiz hale geldiği ve insanların işsiz ve aç kalmalarının gerekli hale geldiği sonucu çıkar mı? Hayır, çünkü mantığını ve dürüstlüğünü koruyan herkes canlı emeğe olan ihtiyacın toplumsal üretim için zorunlu olduğunu bilir ve bilimsel gelişmelerin insan ihtiyaçları yolunda kullanılması gerektiğini kabul eder. Buradan da olsa olsa kapitalist özel mülkiyetin gereksiz olduğu sonucu çıkarılır.
1980’li yılların ortalarından sürdürülen “Yeni Dünya Düzeni” eksenli burjuva propagandasına göre ise “sosyalizm öldüğü için” “krizler, savaşlar, işten çıkarmalar olmayacak” ve “uluslar ve devletlerarasında barış ve refah süreci başlayacak”tı, Ama son bir kaç yılın sosyal olgu ve olayları bile bu propagandanın çürüklüğünü kanıtlamaya yetti.  Günümüzde karakteristik olan savaş, açlık ve işsizliktir. İşsizlik açısından yaşananlar ise yeni düzenci propagandacıları bütünüyle yalanlamıştır. Körfez savaşı ertesinde ülkemizde 3 yüz bin işçi işten atıldı ve işten atmalar bugünde bütün hızıyla sürmektedir. Avrupa’da en gelişmiş ekonomiye sahip olan Almanya’yı ele alalım. Alman Wirtshaftzwoehe adlı ekonomi dergisinde yer alan bir şemaya göre Almanya’da önümüzdeki 1-2 yıllık süre içinde düşünülen toplu işten çıkarma sıralaması şöyle: Siemens’te 1993’ün sonuna kadar 13 bin işçi, Wolkswagen’de aynı dönemde 12 bin beş yüz işçi, Mercedes Benz’de 1994’ün sonuna kadar 27 bin işçi, Ruhrkohle kömür işletmelerinde 10 bin beş yüz işçi, Thysen Çelik’te 8 bin işçi, Dasa Havacılık’ta 7 bin beş yüz işçi, 1995’in sonuna kadar postane işletmelerinde 13 bin beş yüz işçi ve memur. İşten atmayı takvime bağlayan yalnızca Alman tekelci kapitalistleri değil. Avrupa’nın genelinde kapitalistler büyük işten çıkarma planlan yaptı ve bugünlerde tekelci kapitalistler provalara başladı bile!
Burjuva propagandanın “değişik” türlerinden birisi de “işsizliğin az gelişmiş ülkelere özgü olduğu, büyük uygar devletlerde işsizliğin olmadığı” propagandasıdır. Aslında Almanya örneğiyle çürüttüğümüz bu propagandaya da değinelim.
Devlet açıklamalarının kaynak olarak alındığı ILO ve OECD’nin Türkiye’ye ilişkin işsizlik tahmini yüzde 14,4’tür. Bu Fransa’da yüzde 9,4, Almanya’da yüzde 6,3, İngiltere’de yüzde 8,1, ABD’de yüzde 6,7’dir. Tüm bu veriler de gösteriyor ki, işsizlik emperyalizme bağımlı ülkelere özgü bir olgu değil emperyalist-kapitalist büyük devletlerde de görülen bir olgudur.
Burjuva propagandası işçi ve emekçi sınıflardan, bu bilim dışı “teorileriyle” nasıl bir dünyayı gizlemeye çalışıyor? Kapitalizmin dünyasında orman yasaları vardır. Ve burjuvazi böyle bir dünyayı savunuyor. Bu dünyada doğaya, insana, canlıya yaşama şansı yoktur. Bu dünya da 1993 yılında “zatürreeden 3,5 milyon, ishalden 3 milyon, çocuk felcinden 100 bin çocuk yaşamını yitiriyor” (UNICEF ‘93 Raporları) Resmi devlet verilerinden oluşan bu rapora göre, “iyot eksikliği yüzünden 1 milyar insanın yaşamı tehlikededir.” “Unicef’in tahminine göre, yılda 25 milyar dolarlık bir mali kaynakla tüm dünya çocuklarını korumaya yönelik düşük maliyetli stratejilerin uygulanması gerçekleşebilir. Daha ayrıntılı bir açıklama gerekirse, başlıca çocukluk dönemi hastalıklarının denetim altına alınması, çocuklarda görülen malnütrisyonun yarı yarıya azaltılması, bütün topluluklara temiz içme suyu ve sanitasyon imkanları sağlanması, aile planlaması hizmetlerinin her yere ulaştırılması için hesaplanan gerekli kaynak miktarı budur (Aynı rapor s.1)
Kapitalizm ve burjuvazinin kendi kurdurduğu örgütün dünyada asgari düzeyde bir sağlıklı ortam için belirlediği miktar sadece 25 milyar dolardır. Ama burjuvazi bu parayı vermez, daha doğrusu veremez. Anti-komünist ve karşı devrimci propaganda için, tüm ülkelerde, her türlü medya aracıyla, her saat, birleşik ve organize “çalışma” yürüten ve bu uğurda tatlı kârlarının bir bölümünü akıtan emperyalistler, iş, çocuk ve insan sağlığı için küçük bir miktar “fedakârlığa” geldiği zaman tökezlerler. Burjuvazi 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist ve devrimci yükselişten korkup bazı biçimsel “yardım” kurumları kurmuştu. (FAO ve UNICEF vd.) Ama burjuvazinin kurduğu bu kurumlar hep “maddi kaynak yetersizliğinden” şikâyetçi olmuşlardır!

TÜRKİYE’DE İŞSİZLİK

Türkiye’de işçi sınıfı ve toplum açısından en yakıcı sorunların başında işsizlik gelir. Ancak bu önemli konuda resmi veya özel veri pek yoktur.
“İşsizlik üzerine doğruya en yakın verilerin her yıl itibarıyla Hane Halkı ve İşgücü Anketi Sonuçları’nda yer alması gerekirdi. Ancak bu serilerde gerçek boyutları tanımlama ve gruplama “tercihleri” nedeniyle Türkiye’deki işsizliği ortaya koyamamaktadır. Bu seriler; ev kadınlarını, öğrencileri, iş bulma ümidi olmayanları, mevsimlik çalışanları, özürlü ve yaşlıları, emeklileri ve irade sahibi olanları işgücüne dâhil etmediğinden, işgücü sayıları gerçeğin altında ifade edilmektedir.” (1991 Petrol İş Yıllığı s.143)
Görüldüğü gibi bu konuda istatistiksel bilgi sunan kaynaklar dahi güvenilir olmaktan çok uzaktır. İşgücüne dâhil edilmeyen yukarıdaki sosyal kategoriler, bilimsel açıdan işgücü sahibidir ve işsizdir. Örneğin; Ekim 1990 Anketinde, 900 bin ev kadını ve 200 bin öğrenci “son bir hafta içinde en az bir saat çalıştıklarından” toplam 1 milyon 100 bin olarak işgücüne dâhil olmayanlardan çıkarılarak istihdam rakamlarına eklenmiştir.     “Bağımsız” görünen anket şirketleri kamuoyuna yanlış bilgiler sunarak burjuva kapitalist düzenin çıbanını saklamaya çalışıyor.
Yedek sanayi ordusu, saflarını yalnızca sanayide üretimin dışına itilen işçilerden değil, aynı zamanda tarım proletaryasının ve köylülüğün yoksul kesiminden de tamamlar. Türkiye’de, özellikle Kürdistan’da milyonlarca insan köylülüğün ayrışmasıyla büyük kentlere göç ederek işsizler ordusuna katılmışlardır. Buna Kürdistan’dan ulusal baskı nedeniyle toprağını ya da köyünü terk eden yoksul köylüleri de eklememiz gerekir.

İŞÇİ SINIFI VE İŞSİZLİĞE KARŞI MÜCADELE

Kapitalist toplumda işçi sınıfı aktif ve yedek olarak iki orduya bölünmüştür. İşsizler ordusu da dediğimiz yedek sanayi ordusu, kapitalizmin ücretli emek örgütlenmesinin bir parçası ve bu yüzden işçi sınıfının ayrılmaz bir parçasıdır.
Ücretlerin yükselmesi ya da düşmesi yalnızca aktif işçilerin mücadelesiyle değil, asıl olarak yedek sanayi ordusunun genişlemesi ya da daralmasıyla belirlenir. Yani aktif ve yedek sanayi ordusunun iş ve yaşam şartları birbirine sıkıca bağlıdır.
Yazımızda da belirttiğimiz gibi işçi sınıfının aşırı çalıştırılmasıyla öteki kesiminin işsizliğe ve sefalete mahkum edilmesi kapitalizmin mutlak yasasıdır ve bu yasaya karşı savaşmanın tek yolu “sendikalar vb. aracılığıyla çalışanlara işsizler arasında düzenli işbirliği örgütlemek” (Marx) ve ortak devrimci mücadele yürütmektir. İşçi sınıfı (çalışanı ve işsizi ile), işsizliğe karşı mücadelesini, işsizliğin kaynağı olan kapitalist sisteme yöneltmek zorundadır.
İşçi sınıfını bölme ataklarını etkisizleştirmenin ve egemen sınıflara karşı yekpare proleter sınıf kavgasını örgütlemenin önemli bir ayağıdır. İşçi sınıfı, işçi işsiz dayanışmasını kurmak ve ortak mücadeleyi örgütlemek için şunları savunmak durumundadır:
-İşsiz güçler aidat ödemeden sendikalara üye olabilmelidir.
-Aktif ve işsiz işsizler, işsizlik sigortası için ortak mücadele yürütmelidir.

Mayıs 1993

İşsizlik sigortası üzerine

İşsizlik, üretim sürecinin dışında kalan emek gücünü ifade eder. Üretim sürecinin dışında kalma olayı, kapitalist ekonominin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin doğal bir sonucudur. Üretim araçları üzerindeki bu tarz mülkiyet ilişkisi, üretime koşulacak emek miktarı konusunda karar yetkisini küçük bir azınlığa tanımaktadır.
Klasik burjuva iktisatçıları, devlet müdahalesinin bulunmadığı bir ekonominin doğal olarak dengede bulunduğunu, her üretimin (arzın), üretim faaliyeti için gerekli olan kaynakları sağlamak için yaptığı harcamanın, üretilen mallara yönelik bir talep yarattığını, böyle olunca da ekonominin tam çalıştırma düzeyinde dengede bulunduğunu ileri sürmekte idiler. Bu düşünce, ekonominin doğal işleyişinde işsizliğin söz konusu olamayacağını kabul etmektedir.
İki dünya savaşı arasındaki dönem, kapitalist ekonomide müthiş bir durgunluğun yaşandığı, işsizliğin üst boyutlarda olduğu, artık “doğal denge” denen bir olayın söz konusu olamayacağının çok açık bir şekilde gözler önüne serildiği bir dönemdir. Tekelciliğin yaygınlaşmasıyla, ekonomideki karar sahipleri azalmış, kızışan pazar kapma savaşları ekonomiyi tahrip etmiştir. Tam da bu dönemde devletin ekonomiye yaygın bir müdahalesinin gerektiği yolundaki düşünceler yine burjuvazi tarafından ortaya atılmıştır. İşsizliğe karşı mücadele, iktisadi politikanın temel amaçlarından biri olarak belirlenmiş, bu amacın gerçekleştirilmesi için para politikasının yanında maliye politikalarına da yer verilmiştir. Böylece “işsizlikle mücadele” gibi masum görünüşlü bir hedefe ulaşmak için tekellere eskisinden daha açık destek sunulabilmektedir.
Hâlbuki işsizliğin en önemli sebeplerinden biri bizatihi tekellerdir. Tekeller, el altında bulunan kaynakların tümünün üretim için seferber edilmesine engeldirler. Çünkü tekeller, salt kârlılık esasına göre çalışırlar. Azami kârı elde edecek şekilde üretim yaparlar. Böyle olunca kaynaklar çok daha verimli kullanılıp, çok mal üretilerek ucuza satılmaz. Daha az malı, mümkün olan en yüksek fiyattan satmanın, mümkün olan en az emek ile üretim yapmanın hesabına girişirler. (1)
Kapitalist ekonomi, bünyesinde sahip olduğu çelişkileri kendi içinde aşma olanaklarına sahip değildir. Az gelişmiş ülkelerden kaynak transferi yoluyla sağlanan imkânlarla sorunlarını ancak kısa vadede çözebilmektedir. Bu çözüm bile, uzun vadede diğer çözümsüz sorunlarının yanı sıra yeni bir sorun olarak eklenecektir. Sistemin temelindeki “kâr” anlayışı, bir yandan sisteme dinamizm kazandıran bir etken olmanın yanında, diğer yandan onun temelini oyan, çelişkilerinin dozunu ve çözümsüzlüğünü artıran bir sebeptir.

İŞSİZLİK SİGORTASININ TARİHİ VE ANLAMI
19. yüzyılın ortalarından itibaren bilimsel sosyalizmin dünyada itibarının artması, işçi sınıfı içinde örgütlenmesi ve sosyalizm fikrinin işçi sınıfında gördüğü genel kabul düzeyi, burjuvaziyi telaşlandırmış, burjuvalar klasik “akit serbestîsi” ve “müdahalesiz ekonomi” teorileri ile işçi sınıfı cephesindeki dalgalanmayı önleyemeyeceklerini görmüşlerdi. Proletaryanın da bizzat iktidarı hedef aldığı, önüne iktidara gelme hedefi koyduğu ve bu hedefe varmak için çetin mücadelelere giriştiği bu dönemde burjuvazi, kendi ekonomik sisteminin devamı için, ‘sistem içi’ bazı düzeltmelere gitmek zorunda kaldı. Bu durumun sonucu olarak sosyal güvenlik kurumları ortaya çıktı.
Sosyal güvenlik haklarının kapsamına; yaşlılık sigortası, sağlık sigortası, iş kazası ve meslek hastalıkları, işsizlik sigortası, aile yardımı, analık-sakatlık-ölüm sigortası vs. girer. Bu hakların elde edilmesinde işçi sınıfının mücadelesi belirleyici olmakla beraber, bu sosyal güvenlik sistemine biçim itibariyle burjuvazinin vurduğu damga daha belirgindir. Burjuvazi bu sisteme kendi ihtiyaçlarına da uygun biçimler vermektedir. Proletaryanın bu konudaki talepleri henüz tam olarak gerçekleşmekten uzaktır. Tam olarak gerçekleşmesi de ancak proletaryanın iktidarında mümkün olabilecektir.
İşsizlik sigortası ilk olarak 1911 tarihli bir yasa ile İngiltere’de uygulanmıştır. 1927 yılında Almanya, 1935 yılında Amerika, 1936 Anayasası ile Sovyetler Birliği, 1938 tarihinde Yeni Zelanda da işsizlik sigortası sistemi kurmuştur. Ancak bu saydığımız uygulama örnekleri içinde Sovyet sistemi diğerlerinden temelden farklıdır. Sovyet sistemi, işsizlik sigortasını sosyalist ekonominin gereklerine uygun olarak ele almış, çalışmanın herkes için hak, devlet için de iş bulma yükümlülüğünden hareketle zorunlu nedenlere dayalı geçici çalışmama dönemlerinde, önceki çalışmaya göre belirlenen ve ücret yerine geçen bir gelir elde edileceği esasını kabul etmiştir. Bu sisteme göre, işsizlik sigortasının tüm giderleri devletçe karşılanır, çalışanların buna katkıda bulunmalarına gerek yoktur.
Diğer yandan kapitalist ülkelerde uygulanan sosyal güvenlik sistemleri içinde Alman sistemini örnek olarak alıp incelediğimizde, öncelikle primli bir sistem olduğunu, işçilerin sigortadan yararlanmak için prim ödediklerini, bunun yanında asıl kuruma damgasını vuran başkaca özelliklerin de mevcut olduğunu görürüz. Esas itibariyle işsizlik sigortası kurumu, iş piyasasında işverenin beklentilerine cevap vermek üzere biçimlendirilmektedir. Burada işsizlik sigortası kurumu, kendi bünyesinde işe yerleştirme faaliyetlerini de organize etmekte, işgücünü işverenlerin ihtiyaçlarına uygun olarak bölgelere ve ekonomik alanlara yaymakta, işsiz kalınan süre içeri sinde yeni iş bulmaya yönelik zorunlu kurslar ve mesleki bilgiler vermektedir. (2) Bu ‘bilgilendirme’ olayı da yine işverenlerin ihtiyaçları göz önüne alınarak yapılmakta, kurslara devam etmek sorunlu olup, aksi halde iş verilmemektedir. Böylece işçinin iş bulma derdine düştüğü dönem, işveren tarafından kullanılmakta ve işçinin mecburiyeti sonuna kadar kullanılmaktadır.

İŞSİZLİK SİGORTASI İŞÇİ SINIFININ BİR TALEBİDİR
İşsizlik sigortası, kapitalist ülkelerdeki örneklerinde görüldüğü gibi işçi sınıfının olduğu kadar burjuvazinin de çıkarlarına hizmet eden bir uygulamadır. Bir yandan işsiz kalan işçilere işsiz kaldıkları süre içinde belli bir maddi destekten yararlanma olanağı sağlarken, diğer yandan burjuvaziye de İşsizlik Kurumu yardımı ile iş piyasasına hâkim olma olanağı sağlamaktır. Burjuvazi bu sayede iş piyasasını yönlendirebilecek, ihtiyaç duyulan alanlarda eğitilmiş personel bulabilecektir. Üstelik söz konusu eğitim işçiye çalışma süresi içinde değil, işsiz kalınan süre içinde verilecektir. Böyle olunca isçi sınıfı açısından işsizlik sigortasında iki zıt özelliği tespit etmek gerekiyor. Bunlardan birincisi, işsizlik riskinin yıkıcı etkisine karşı güvence olma özelliği; ikincisi ise, burjuvazinin iş piyasasına hakimiyetini sağlama ve onu yönlendirmesinin bir aracı olma özelliğidir.
İssizlik sigortasındaki bu ikinci yön, mesleki, teknik bir bilgilendirme olarak ele alınamaz. Meslek edindirme ve geliştirme eğitimi, mecburi olduğu ölçüde sadece burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmekle kalmaz, aynı ölçüde onur kırıcıdır da. Bir “seçilme” şartı olarak işçinin önünde durduğu için kendisine dayatılan alanda yeni bir meslek edinmek zorunda kalmaktadır.
İşsizlik sigortasındaki birinci özellik ise, esas olarak işçi sınıfının bu talebinin gerekçesini oluşturmaktadır. Buna göre işsizlik -özellikle kronik işsizlik- kapitalist üretim biçiminin bir sonucudur. Böyle olunca bunun zararlı sonuçlarının işçi sınıfı üzerinde gerçekleşmemesi için gerekli tedbirleri almak görevi de burjuva devlete düşmektedir. Ancak çok doğal olarak bu etkilerin tümüyle ortadan kalkması kapitalist ekonomik düzen içinde mümkün olmayacaktır. İşsizlik ve bunun doğurduğu olumsuz sonuçlar ancak sosyalizm ile birlikte ortadan kalkacaktır. Fakat bu durum, burjuvaziye karşı bu talepleri ileri sürmemize engel değildir. Ekonomik mücadele alanının talepleri de sonuna kadar ileri sürülmelidir. Kaldı ki, işsizlik sigortası talebi salt ekonomik bir talep de değildir. Sosyal, hatta siyasal etkileri de olan bir taleptir. Henüz yeterli siyasal tecrübesi ve bilinci olmayan işçilerin sırf iş güvencesi olmadığı için burjuvaziye karşı mücadelede kararsız davrandıkları, geri çekildikleri görülmektedir. İşsizlik sigortası bu bakımdan da kimi olanaklar sunacaktır.

TÜRKİYE’DEKİ İŞSİZLİK SİGORTASI

Türkiye’de işsizlik sigortası kurumunun oluşturulacağına dair 1959 yılından beri çeşitli vaatler ortaya atılmaktadır. Ancak, bugüne değin tasarı düzeyindeki çalışmaların sınırını asan herhangi bir düzenleme söz konusu olmamıştır. Son olarak koalisyon partilerinin seçim öncesi vaatlerinden birinin işsizlik sigortasının kurulması olması sebebiyle bu konuda yeniden bir tasarı meydana getirilmiş ve bu tasan metni işçi ve işveren sendikalarına gönderildikten sonra üzerinde önemli bir değişiklik yapılmadan Bakanlar Kuruluna getirilmiştir. Halen Bakanlar Kurulunda bekletilmektedir.
Belirtmek gerekir ki, Türkiye’de işçi sendikaları ve işçi sınıfı, işsizlik sigortasının kurulması konusunda ciddi talepler öne sürüp, bu konuda mücadele etmemişlerdir. Bunun en önemli iki nedeninden biri, işsizlik primlerinden işçi payına düşen miktarın yüksek olacağının beklentisi, ikincisi ise, işverenin işsizlik sigortası kurulduğu takdirde kıdem tazminatının kaldırılması yolundaki çabalarıdır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın “İşsizlik Sigortası Kanun Tasarısı”, konuyu yeniden gündeme getirdiği için bu tasarının içeriğinin ele alınması ve incelenmesi gerekmektedir. Söz konusu Tasarıda önemli yönler şunlardır:
* Yararlanma koşullan yönünden; Tasarı, işsizlik sigortasını, mecburi bir sigorta olarak ele almaktadır. Kanunun aradığı şartları taşıyan bütün kişilerin sigorta kapsamına dâhil olmaları tasarının olumlu bir yanı olarak sunulmaktadır. Ancak bunun yanında kapsama dâhil çalışanlar oldukça dar tutulmuştur. Bunlar; İş Kanunu, Deniz İş Kanunu ve Basın İş Kanunu kapsamında çalışanlardır. Hâlbuki işsizlik sigortası, emeği ile geçinen tüm çalışanları kapsamalıdır. Özellikle tarım kesiminde hiçbir güvenceden yararlanmadan çalışan birçok emekçi de sigorta kapsamı dışında kalmaktadır.
Kapsamı daraltmaya çalışan Tasarı, bununla da kalmayıp işsizlik sigortasından yararlanmayı çok sıkı süre şartları ile sınırlandırmıştır. Buna göre sigortadan yararlanmak için üç yılık süre içinde en az 20 ay çalışmış olmayı ve işten ayrılmadan önceki 6 ay içinde sürekli çalışıp prim ödemeyi şart koşmaktadır.
Bütün bu sınırlandırmaların yanında işten atılma gerekçeleri ile ilgili sınırlandırmalar da sayıldıktan sonra Tasarıda ancak “dostlar alışverişte görsün” misali bir işsizlik sigortasının kurulacağından şüphe yoktur.
* Ödemeler ve yarattığı imkanlar bakımından; Tasarı, üç yıllık dönem içindeki çalışma süresine göre işsizlik süresini tayin etmiştir. Kademeli olarak artan bu sürenin üst sınırı 240 gündür. Yani son üç yılın bütününü çalışarak ve prim ödeyerek geçiren bir işçi, işsiz kaldığında yaklaşık sekiz aylık bir süre, önceki kazancının %45’i oranında işsizlik ödeneği alır. Bu sürenin bütününde ödenek alan işçi, daha sonra tekrar çalışıp yeniden işsiz kalırsa artık ödeneğe hak kazanamaz.
Bunun dışında kurumun hizmetleri, yeni bir iş bulmaya “çalışmak”, meslek geliştirme eğitimi ve kurumun önerdiği iş, şehir dışında olduğu takdirde ulaşım giderini karşılamaktır. Bunun dışında işsizlik sigortasının, işsiz kalan işçiye karşı hiçbir imkân yaratma mecburiyeti yoktur. İşsiz kalan işçinin, ne emeklilik, ne de sağlık sigortası işlemeyecektir.
Hâlbuki kapitalist ülkelerin birçoğunda bile işsizlik yardımı süreklidir. Belli bir süre sigorta ödeneği devam etlikten sonra, bütçeden finanse edilen işsizlik yardımı devreye girmekledir.
* Finansman yönünden; işsizlik sigortasının finansmanı, işçi, işveren ve devletin eşit katkılarıyla (% 2’şerden toplam % 6) gerçekleşecektir.
Kapitalist ülkelerde, bu arada Türkiye’de de anayasalar göstermelik olarak “çalışma hakkı”ndan bahsederler. Oysa çalışma hakkını gasp eden, burjuvazinin “kârlılık” ilkesine göre işleyen ekonomik düzenidir. Bu düzenin ayıplarının kapatılmasının kendi omuzlarına yüklenmesini işçi sınıfı kabul etmemelidir. İşsizlik sigortasının finansmanı işverenler ve devlet tarafından sağlanmalıdır.
* Mesleki eğitim ve yetiştirme kursları bakımından; Tasarı örnek olarak alınan yasalarına uygun olarak, iş bulamayanların kurum tarafından eğitilmesini düzenlemektedir. Bu eğitim esaslarına dair ayrıntılı bir düzenleme mevcut olmamasına rağmen, buradaki amacının işverenin ihtiyaçlarına uygun bir iş piyasasının yaratılması olduğu bellidir. Kurum tarafından mesleki eğitim ve yetiştirme kursları, iş bulmanın şartı olarak ele alınacaktır.
Bakanlık Tasarısı, yukarıda belirttiğimiz genel hatları itibariyle Türkiye’de işçi sınıfının işsizlik sigortası ile ilgili taleplerini karşılamaktan uzaktır. Bir yandan oldukça dar bir kapsama sahip olup, çalışanların çok azının yararlanmasını sağlarken, diğer yandan sağladığı ekonomik imkânlar bakımından da oldukça geridir. Bütün bu geriliklerin yanında finansmanına işçileri de ortak ederek, özel sigorta mantığına yaklaşmaktadır. Böyle olunca da işçi sınıfının çıkarlarına hizmet etme işlevini taşımamaktadır,

TASARININ KIDEM TAZMİNATI VE İŞ GÜVENCESİ KURUMLARI İLE İLİŞKİSİ
İşsizlik sigortasının, günümüzde birçok kapitalist ülkedeki uygulanmasında işçi sınıfı açısından anlamı, işsizlik riskinin olumsuz sonuçlarını azaltmaktır. Ülkemizde bu sosyal sigorta kurumu mevcut olmadığından çalışan insanlar bu riske karşı, henüz çalışıyorken zaten düşük olan maaşlarından tasarruf yapma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bunun yanında işçilerin çalıştıkları süreye bağlı olarak işleyen ve işten atılma durumunda toplu olarak ödenen kıdem tazminatı vardır. İşte özellikle son zamanlarda burjuvazinin sürekli gündeme getirdiği, ekonomi üzerinde olumsuz etkilerinin bulunduğunu ileri sürdüğü bu tazminatın, işsizlik sigortasına geçildikten sonra ortadan kalkması yolunda çok büyük çabalar sarf edilmektedir.
İssizlik sigortası uygulamasının bulunmadığı ülkemizde kıdem tazminatının işten atılmayı caydırma işlevi gördüğünü, böyle olunca da işsizlik sigortasının kurulması ile birlikte kıdem tazminatının hizmet ettiği bir gayenin kalmayacağını, bu yüzden ortadan kalkması gerektiğini ileri sürmektedir.
Hâlbuki kıdem tazminatının, işsizlik riskine karsı güvence oluşturmak gibi bir fonksiyonu yoktur. Böyle bir fonksiyonun “kıdem” ile ilgili olarak düzenlenmesi söz konusu olamaz. Kıdem tazminatı, çalışılan yıl sayısı ile orantılı bir ikramiyedir. Miktarı çalışılan süreye göre belirlenir. Bunun yanında gerçek anlamda bir iş güvencesi sağlamaz. İşveren, bu tazminatı ödemeyi göze aldıktan sonra işçinin sözleşmesini feshetmesinin önünde yasal bir engel yoktur.
Burjuvazinin kıdem tazminatının kaldırılması ile ilgili çabaları yeni değildir. 1968 yılında, hükümet, hazırladığı İşsizlik Sigortası Yasa Tasarısına kıdem tazminatının kaldırılması ile ilgili geçici bir madde eklemiş ancak işçi sınıfından gelen yoğun tepki dolayısıyla bu tasandan vazgeçilmiştir. Ancak burjuvazinin, kıdem tazminatı hakkının gaspı ile ilgili hayalleri sona ermiştir.
Diğer yandan kıdem tazminatı gibi, işsizlik sigortasının da iş güvencesi ile ilişkisinin kurulmaması gerekir. İş güvencesi, işverenin haklı bir sebep olmadan işçileri işten alamamasıdır. Buradaki en dolaysız yaptırım, atılan işçinin işine iadesidir.
Türkiye’de henüz bir iş güvencesi sistemi de yoktur. Burjuvazinin kabul etliği uluslararası standartların (ILO standartları) bile çok gerisinde kalınmaktadır. Geçtiğimiz yıl içinde konu ile ilgili bir uluslararası sözleşme yasak savma türünden ele alınmış, Cumhurbaşkanının hükümetle danışıklı vetosu sonunda yeniden mecliste ele alınmamıştır.
İş güvencesi, burjuvazi ile proletarya arasında çok çetin mücadeleler sonunda elde edilmiş bir haktır. Ancak günümüzde de iş güvencesinin kurumlaşmış olduğunu, belli bir güvence ifade ettiğini söylemek son derece yanlış olur. En gelişmiş kapitalist ülkelerde bile burjuvazi ihtiyaç duyduğu anda yaygın bir şekilde işçi azaltma yoluna başvurmakta ve işçi sınıfı da buna karşı direnişler örgütlemektedir. Böyle olunca burjuvazi sorunun bireysel yollardan çözümüne razı olmaktadır. Bu çözüme göre atılan işçi “hakkim’1 mahkemede arayacaktır. ILO’nun diğer kapitalist ülkelerde de yaygınlaştırmaya çalıştığı standartlar, bu durumun yasal düzenlemelere sahip olması çabalarıdır. Böylece işten atma durumlarında sorun; atılan işçi işine iade edilecektir beklentisi yaratılarak, hâlihazırda çalışanların sorunun bir tarafı olmaktan çıkarılması, bu konuda bir sınıf tavrının gelişmesinin önlenmesidir. İkincisi, ise, yoğun işten çıkarma olayına karşı tepkinin, yeni umutlarla törpülenmesi ve böylece sosyal bir patlamaya dönüşmesinin engellenmesidir.
İşten atmalar, özellikle kapitalizmin dönemsel krizlerinde burjuva için bir zorunluluk haline gelmektedir. Proletarya açısından ise sorun esas olarak sınıf tavrının ortaya konmasını gerektirir. Atılanlar ile halen çalışanların ortak eylemi esas alınmalıdır. Burjuvazinin iş güvencesi yasaları ile kabul ettiği düzen ancak tali bir yol olarak görülmelidir. Kaldı ki bu sorun, sürekli mücadeleyi gerektiren, kapitalist düzen içinde de kesin çözümün olmadığı bir sorundur. Sorunun esaslı çözümü, proletaryanın iktidar mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmalıdır.
Sorunun esas çözümünün; iktidar meselesi ile birlikte ele alınması gerekmekle birlikte, burjuvaziden koparılan kısmi iş güvencesi olanakları da göz ardı edilmemeli, daha etkin bir iş güvencesi işçi sınıfının bir talebi olarak ileri sürülmelidir.
İş güvencesi ile ilgili olarak meclisten geçtikten sonra veto edilen ve tekrar mecliste “uykuya yatırılan” kanun tasarısı, işverenin haklı bir gerekçeye dayanmayan işten atma durumuna karşı işçiye, mahkemeye başvurma, mahkemede “haklı” çıktığı takdirde işine geri dönme imkânını düzenlemektedir. Diğer sebepler bir yana, ülkemizde sadece işten atma olaylarının boyutu, mahkemelerin ellerindeki işlerle baş edemeyecek kadar işlerinin yoğunluğu ve laçkalıktan kaynaklanan yıllarca süren davalar göz önüne alındığında sağlanan “güvence”nin ne kadar “büyük” olduğu görülmektedir.
İş güvencesi, işyerlerindeki işçi temsilcilerinin katıldıkları demokratik bir denetim mekanizması ile daha etkin bir şekilde sağlanabilir. Buna göre, işverenin işten atma kararları, işyeri temsilcilerinden oluşan bir kurul tarafından görüşülmeli, bu kurulun kararlarına karşı işçi ve işverenin yargı yoluna başvurma hakkı bulunmalıdır. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi işten atma olaylarına karşı oluşturulacak bu sistem, ancak tali bir yol olarak değerlendirilebilir. Bunun dışında her türlü eylem ve imkânlar denenerek mücadele yürütülmelidir.
İşsizlik sigortası, kıdem tazminatı ve iş güvencesi kurumlarının her biri, proletaryanın sosyal-ekonomik ve siyasi mücadele alanında ihtiyaç duyacağı kurumlardır. Bunların her biri farklı İhtiyaçlara cevap vermek üzere kullanılabilir. Burjuvazi açısından aralarında hiçbir fark olmayan bu kurumlardan işsizlik sigortası; işsiz kalınan dönem içindeki ihtiyaçlara, iş güvencesi; işten atılma kaygısı taşımadan kıdem tazminatı ise çalışılan dönem içinde zaten hak edilmiş bulunan bir ücrete ilişkin talep hakkıdır.
Burjuvazinin işsizlik sigortası, iş güvencesi imkânlarını sağlamaya çalışıyor görünürken, diğer yandan kıdem tazminatını kaldırma çabasına girişmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi hesaplarına da uygun düşmektedir. Bu durumda çalışan ve özelleştirme halinde işine son verilecek birçok işçinin kıdem tazminatları çok yüklü miktarlar tutarken diğer yandan göstermelik bir işsizlik sigortası ve “işyeri gerekleri işten atmayı haldi kılar” mantığına göre kaleme alınan bir iş güvencesi kanunu hem kıdem tazminatını kaldıracak ve işten atmalara yönelik tepkiyi dizginleyecek, hem de sonuçta kaybedilmiş fazla bir şey olmayacaktır. Her ne kadar hükümet kıdem tazminatının kalkması yönünde henüz somut bir adım atmamış ise de, tazminatın yararlanma koşularının sınırlandırılması ve miktarının da azaltılması konusundaki fikirler yaygın olarak ortaya atılmaktadır.

SONUÇ
İşsizlik sigortası, her ne kadar işsizlik olayının maddi bakımdan olumsuz sonuçlarının azalması sonucunu doğurması yönünden işçi sınıfının çıkarlarına uygun düşmekte ise de diğer yandan burjuvazinin de bu sigortaya bağlanmış birçok umutlan vardır. Hele Türkiye’de olduğu gibi, bir yandan burjuvazinin özelleştirme politikasının, bir yandan kıdem tazminatı hakkının gaspı, diğer yandan da zorunlu meslek eğitimi aracılığıyla iş piyasasını yönlendirmesi gibi çıkarlarına hizmet ediyorsa, proletaryanın taleplerinin de bu hesapları boşa çıkaracak ölçüde açık olması ve bu mücadelede ısrarlı olması gerekir. Bu talepler şunlar olmalıdır:
* İşsizlik sigortasının kıdem tazminatı ve iş güvencesi ile ilişkisi kurulmamalıdır.
* İşsizlik sigortasının finansmanına işçiler katılmamalı, devlet katkısı ve işveren primleri ile finanse edilmelidir.
* Yararlanma imkânları, tüm çalışanları kapsayacak şekilde geniş olmalıdır.
* Mesleki eğilim zorunluluğu olmamalıdır.
* İşsizlik Sigortası Kurumu (Tasarıdaki adıyla Türkiye İş Kurumu’nun) işçiler tarafından denetimine yer verilmelidir.
* İşsizlik sigortasından yararlananların sağlık ve emeklilik sigortalan devam etmelidir.
* İşsizlik ödeneğinin ödenme süresi, ülkedeki normal iş bulma süresinin uzunluğu ölçüsünde uzatılmalı, bu sürede iş bulamayan ya da Kurumca kendisine iş bulunmayan işsize, devlet tarafından finanse edilmek üzere işsizlik yardımı yapılmalıdır.
* İşsizlik sigortası, özelleştirme programlarının aracı olarak kullanılmamalıdır.

Mayıs 1993

DİPNOTLAR
(1) Bu durum doğal olarak yalnız tekeller için değil, piyasaya hakim tüm firmalar için geçerlidir ki bunlar, tekçi, birkaç firmanın hakimiyeti demek olan oligopol ve piyasaya hakim olmak üzere birbirleriyle anlaşarak ‘danışıklı dövüşen’ firmaların tavrını ifade eden kartellerdir. Aynı zamanda bu durum işsizlik ile birlikte enflasyonun da sebeplerindendir. Klasik burjuva doktrininde ekonomik durgunluğu ifade eden işsizlik ile ekonomik canlılığı, üretime göre talep fazlalığını ifade eden enflasyon, tekelci yapıda aynı toynağa bağlanmakladır.
(2) Caesar, Paul, “Sosyal Sigortalar” adlı eseri.

Enflasyon Ve Enflasyon Kuramları

Enflasyon, “fiyatlar genel düzeyinin hızlı ve sürekli bir biçimde yükselmesi” olarak tanımlanır. Buna göre, belli bir dönem içinde fiyatların veya herhangi bir şeyin fiyatının bir kez yükselmiş olması enflasyon değildir. Dolayısıyla enflasyon, bir süreçtir ve ekonomide herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve sürüp giden bir dengesizliğin göstergesidir. Bu anlamda enflasyon oranı, mal piyasasında var olan dengesizliğin bir ölçüsüdür.
Enflasyonla birlikte ekonomide, o anda varolan gelir bölüşüm kalıpları, bunun sonucu olarak tüketim kalıpları ve yatırım kalıpları bozulur. Bu sürecin önüne gecikmediği, enflasyonun durdurulamadığı, hiç olmazsa katlanılabilir düzeyde indirilemediği durumlarda, ekonomik çöküntülere, toplumsal çalkantılara ve sonunda siyasal patlamalara neden olur,
Enflasyonun hangi nedenlerle ortaya çıktığına ilişkin birbirinden değişik kuramsal açıklamalar ve bunlara bağlı olarak da enflasyonu durdurmaya yönelik her kuramsal modelin önerdiği değişik politikalar vardır. Toplumsal her konuya olduğu gibi, enflasyon konusuna da kişiler, kendi dünya görüşlerinin çizdiği çerçeve açısından bakarlar. Bu nedenle herhangi bir kişinin, enflasyonun nedenini nasıl açıkladığı ve dolayısıyla enflasyonu durdurmak için hangi önlemlerin alınmasını önerdiği, onun siyasal görüşünü de ortaya koyar.
Bu yazı, enflasyonun nedenlerini, fiyat artışlarını önlemek için uygulanacak politikalar ve bu politikalar saptanırken nelerin dikkate alınması gerektiğini irdelemek amacıyla hazırlanmıştır.
Bu amaçla ilk önce enflasyon, belli başlı iktisat kuramları içinde nasıl tanımlanmış, yine bu kuramların enflasyonu durdurmaya yönelik politika önerileri neler olmuş, enflasyonun önlenmesi amacının, ekonomi politikanın diğer hedefleri ile çatışması ele alınıyor.

ENFLASYON KURAMLARI
1- KLASİK OKULUN GÖRÜŞÜ;

Fiyatlar genel düzeyindeki artışın, para miktarındaki artışa bağlı olduğu görüşüdür. Bu kuramı ilk ortaya atan kişi J. Bodin’dir. J. Bodin, 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan hızlı fiyat artışlarının en belli başlı nedenini, altın ve gümüş sunusundaki (arzındaki) artışa bağlamıştır. Merkantilistlerin gözlemleyip, formülleştirdiği paranın miktar kuramı, D. Ricardo’da kesin anlatım bulmuştur. Bu kuramın, belli başlı savunucuları, J. Bodin, D. Hume, J. Stuart Mill, Cantillon, D. Ricardo ve Fisher olmuştur.
D. Hume’un altın para rejiminde kendiliğinden işleyen mekanizmanın, herhangi bir müdahale gerektirmeksizin ödemeler bilânçosundaki dengesizliği gidereceği görüşünü D. Ricardo, kesin bir biçimde belirtmiştir. Buna göre, saf altın para rejiminde her ülkenin para stoku altından oluşur.
Kambiyo kuru da ülkelerin para birimlerinin içerdiği, altın miktarlarının karşılıklı oranlarına göre belirlenir. Kambiyo kuru altın giriş ve çıkış noktaları arasında sabittir. Açık verme durumunda, kambiyo kuru yükselir, bu durumda yabancı ülkeye altın göndermek ve onu yabancı paraya çevirtmek daha kârlı olur. Açık veren ülke altın kaybeder, fazla veren ülke altın kazanır. Ülkede altın sunusu arttıkça, para sunusu artar; azaldıkça da azalır. Bunun sonucu olarak fiyatlar genel düzeyi sırasıyla yükselecek veya düşecektir. Fiyatlar genel düzeyi yükseldiğinde dışalım özendirilmiş, dış satım azalmış olacak, tersi durumunda dışsatım özendirilmiş olacaktır.
Böylece, piyasanın kendiliğinden işleyen mekanizması yoluyla ödemeler bilânçosu kendiliğinden dengeye gelecektir.
Miktar kuramı görüşü, iki ayrı yaklaşımla ve denklemler yardımıyla açıklanmıştır.
Birincisi, Fisher’in “değişim denklemi”, diğeri “Cambridge denklemedir.
Değişim Denklemi Yaklaşımı:
Denklemi ilk defa Fisher 1897’de ortaya koymuş, daha sonra 1911 yılında yayınlanan “paranın satın alma gücü” adlı yapıtında son biçimini almıştır.
Fisher, miktar kuramının açıklanmasında kullandığı denklemde,
M.V= P.T değişkeni kullanmıştır.
M = para miktarı
V= paranın el değiştirme hızı
P= ortalama fiyat
T= alınıp satılan mal ve hizmet miktarıdır.
M.V= değişim denkleminin para yanını gösterir.
P.T= değişim denkleminin mal yanını gösterir.
M.V= p1q1+p2q2+..+pnqn’den oluşur,
p1= malın ortalama satış fiyatı
q1= satın alınan mal miktarı’dır.
Bütün p’lerin birleşik ortalaması P, bütün q’ların toplamı T olursa, denklem; M.V= P.T halini alır.
Mevduatı da içine alacak şekilde denklem genişletilirse; M.V+M’.V’=P.T şeklini alır.
M= para miktarı
M’ – mevduat
Fisher’e göre, “paranın miktar kuramı kısaca şudur: (el değiştirme hızı ve ticaret oylumu aynı kalmak koşuluyla) para birikiminin sayısını artırdığımız zaman fiyatlarda aynı oranda yükselir.
M’deki artış M’ miktarını daha fazla oranda artırır.
Yine V yi ve V’ yü hızlandırır.
M deki artış geçiş döneminde T üzerinde artırıcı etkide bulunacaktır. Tek pasif değişken “fiyat düzeyi”dir.
M deki artış, fiyatları aşamalı olarak artıracaktır. Fiyatların yükselişini, faiz oranı yükselmesi izleyecektir. Kazançlarının artmasından cesaret alan girişimciler, daha çok borçlanacak, sonuçta mevduatları, para miktarına göre artacaktır. Bu da fiyatların yeniden artmasına neden olacaktır. Böylece fiyatların az miktarda yükselmesi, kendi kendine yineleyen olaylar dizisini harekete geçirecektir.
Otonom değişken (M) de bir azalma olduğunda, fiyatlar düzeyinde M deki azalma oranında bir düşüş gerçekleşip, denge yeniden kuruluncaya kadar birbirini izleyecek olaylar dizisinin tersi olacaktır.
Cambridge Denklemi Yaklaşımı:
Cambridge denklemini Marshall (1923) ve Pigon (1917) ortaya koymuştur.
M= kPT
M= para sunusu
k= para miktarı ile alışveriş oylumu arasındaki oran
P= fiyatlar genel düzeyi endeksi
T= reel alışveriş oylumu
kPT= para istemidir.
P=M/kT denklemi bu şekilde yazılırsa, fiyatlardaki değişmelerin para sunuşundaki veya toplumun reel para istemindeki değişmelerden ortaya çıkabileceği görülür.
k= kuramsal bir etmen,
T= ekonominin sahip olduğu kaynaklarla sınırlı, dolayısıyla, reel para istemi kısa dönemde sabit olacaktır. Bu durumda para sunuşundaki değişmeler, fiyatları da aynı yön ve oranda etkileyecektir.
Para sunuşundaki bir artış, elde tutulan paranın marjinal faydasını düşüreceğinden, herkesin elindeki fazla parayı elinden çıkaracağı, dolayısıyla mal ve hizmetlere olan istemlerin artacağı, sonuç olarak da bunların fiyatları yükselteceği söylenebilir.
Görüldüğü gibi;
Miktar kuramı, uzun dönemde para miktarı ile fiyatlar genel düzeyinin aynı yön ve oranda değişeceğini belirtmektedir. Bu yargıya varırken öteki şeylerin aynı kalacağı varsayımına dayanmaktadır.
Ancak, bu varsayımla doktrin “bilinenin belirtilmesi” biçimini almaktadır. Öte yandan para miktarındaki değişmenin yol açtığı fiyatlar genel düzeyindeki değişmenin dinamik yolunu gösteren hiçbir şey miktar kuramınca belirtilmemektedir.
Çünkü klasik iktisatçılara göre;
a) Para, ancak alışverişi kolaylaştıran bir araçtır. Sadece alışveriş güdüsü ile istenmektedir ve para isteminin faiz esnekliği yoktur. Elde tutulan para gelir getirmediğinden “akıllı kişiler” ellerinde atıl para tutmazlar.
b) Tam yarışmacılık geçerlidir, dolayısıyla fiyatlar esnek olduğundan bütün artırımlar yatırıma gider, üretimden sağlanan gelirin etmenler arasında paylaşımı ve etmen gelirler hemen istem olarak piyasaya yönelir. Efektif istem yetersizliği yoktur, “her sunu, kendi istemini yaratacak” biçimde özetlenen J.B. Say’ın (“çıkışlar yasası”, “Mahreçler kanunu”) geçerli olacak ve dolayısıyla tam istihdam üretim düzeyine otomatikman ulaşılacak ve para ekonomik olayların üzerinde bir peçe olarak kabul edilecektir.
Klasik okula göre, enflasyonun tek nedeni, para sunuşundaki artıştır.

2- KEYNESYEN OKULUN GÖRÜŞÜ
Keynes, 1929 dünya ekonomik bunalımını yaşadıktan sonra, klasiklerin ileri sürdükleri gibi, ekonominin tam istihdam halinde olmadığını, artan işsizlik ve dengesizliklerin piyasa mekanizması tarafından otomatikman giderilmesinin mümkün olmadığını, ücret ve fiyatların aşağı doğru esnek olmalarının tam istihdam sayılacağı görüşünün doğrulanmadığını, faiz oranının, kaynakların tam kullanımını gerçekleştirecek biçimde yatırımı ve artırımı birbirine eşitleyeceği görüşünün yanlış olduğunu söyler.
Para miktarının “nötr” bir değişken olmadığını, spekülatör güdü ile yapılan para isteminin olduğunu, dolayısıyla, paranın örtü olmadığı, tam tersine ekonomik yaşamda çok önemli bir etmen olduğunu kabul eder.
1936 yılında Keynes’in yazmış olduğu “Faiz, Para ve İstihdam Genel Kuramı” adlı kitabında, klasiklere karşı yapılan eleştiriler kuramsal bir bütünlüğe kavuşturulmuştur.
İlk defa ABD’de başkan Roosevelt tarafından “NEW DEAL” politikası ile de pratikte kullanılmıştır.
Keynes, istem ve sunu yönünden gelen etkilerin birlikte, fiyatların genel düzeyindeki artışları başlatıp sürdürebileceğini ortaya koymuştur.
Keynes, “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı” adlı yapıtının önsözünde temel görüşlerini şu şekilde açıklamıştır:
“Aşağıdaki analiz, benim bir zamanlar düşüncemi karıştıran miktar kuramının karışıklığından kesin uzaklaşışımı belgelemekledir Ben bir bütün olarak, fiyat düzeyinin tümüyle bireysel fiyatlarla benzer biçimde, yani sunu ve istemin etkisi altında, belirlendiğini kabul ediyorum. Teknik koşullar, ücretlerin düzeyi, fabrikanın ve işgücünün kullanılmayan kapasitesinin büyüklüğü ve piyasaların ve yarışmacıığın durumu, bireysel ürünlerin ve bir bütün olarak ürünlerin sunu koşullarını belirler. Bireysel üreticilerin gelirlerini sağlayan girişimci kararları ve bu bireylerin, bu gibi gelirlerini kullanışı konusundaki kararları, istem koşullarını belirler ve fiyatlar, hem bireysel fiyatlar, hem de fiyat düzeyi, bu iki etmen sonucu olarak ortaya çıkar,
Para ve para miktarı, işin bu aşamasında direkt etken değildir. Onlar görevlerini, analizin daha önceki bir aşamasında yapmışlardır. Para miktarı, likit kaynakların sunusunu ve dolayısıyla faiz oranını ve öteki etmenlerle birlikte (özellikle güven duygusu) yatırımı belirler. O da gelirin, ulusal ürünün ve istihdamın genel düzeyini saptar ve (her aşamada öteki etmenlerle birlikle) fiyat düzeyi bir bütün olarak sunu ve işlemin etkileri yoluyla böylece oluşur.”
3- ÇAĞDAŞ PARASALCI OKUL
Çağdaş parasala görüşü, M. Friedman’ın önderliğini yaptığı Chicago Okulu ortaya koydu. Friedman’a göre çağdaş yazarların çoğu, fiyat artışlarını değişik nedenlere bağlamaktaydılar. Yatırımların tasarrufları aşması, işçilerin ücretlerini artırması, girişimcilerin kârların artırması, diğer şeylerin üretiminde gerçekleştirilen artış kadar yiyecek üretiminin artırılmaması, gösterilen nedenlerin bazılarıydı. Ancak bunların fiyat artışlarına yol açabilmesi için para stokunda bir artış sağlamaları gerekirdi. Friedman’a göre bu açıklamaların iki ana nedeni vardı. Birinci neden, birey için doğru olanın, toplum için doğru olanla karıştırılması eğilimidir. Fiyat artışları olayında her birey için fiyat yükselmesi, para stokunun artması ile ilgili değildir. Bir birey olarak girişimcinin, maliyetleri yüksek ürünlerini daha yüksek fiyattan satabileceğini görmesi sonucu fiyatları yükseltir.
İkinci neden, günümüzde para sunusunu artırma konusunda hükümetin tekel durumunda olmasıdır.
Böylece, gerçek suçlu olan hükümet, kârın artırıldığı gerekçesiyle, girişimciyi, ücret artışları nedeniyle sendikaları, yiyecek üretimini artıramadığı için çiftçiyi suçlayabilmektedir.
Entelektüel düzeydeki suçlu ise, Friedman’a göre, ekonomik analizlerde paranın rolünün azaltılmasına neden olan Keynes’çi devrimdir.
4- YAPISALCI OKUL
1950’lerde, yinelenen başarısızlıklar, fiyat artışlarının nedenleri ve buna karşı alınacak önlemler konusunda yeni bir tartışma başlattı. Bu tartışmanın bir yanında parasalcı görüşü savunan Uluslararası Para Fonu (IMF), diğer yanda fiyat artışlarını yapısal nedenlere bağlayan Birleşmiş Milletlerin Latin Amerika için Ekonomi Komisyonu (ECIA) vardır.
ECIA içinde bölgelerin yapısal zayıflıkları incelenirken, Klasik veya Keynes’çi geleneksel kuramların pek fazla yarar sağlamayacağı ve yeni kuramsal açıklamaların gereği ortaya atıldı.
Parasalcı okulun temelindeki liberal dünya görüşü ve onun ekonomi alanındaki uzantısı olan klasik okul, istikrarlı bir toplum varsaymaktaydı. Böyle bir toplumda kişisel yarar, aynı zamanda toplumsal yarardır. Tam rekabet ve ekonomik ilişkilerde uluslararası kısıtlamaları olmamış ülkelerin, üretim dallarında karşılaştırmalı üstünlüklere göre uzmanlaşmalarına yol açıyordu. Hükümete, böyle bir ortamda ancak ülkenin parasının istikrarını sağlama ve bütçenin denkleştirilmesi görevi düşüyordu. Bu doktrin, gelişmiş ülkelerde iki nedenle geçerliliğini yitirdi.
Birinci neden, temeldeki tam istihdamı, serbest rekabetçi otomatik dengeleyicilere ve A. Smith’in “görünmeyen el”ine, ülkenin ekonomik ve dolayısıyla politik geleceğini terk etmek, fiyat sisteminden yapabileceğinden çok fazlasını beklemekti.
İkinci neden, temeldeki değer yargılarının politik açıdan da kabul edilebilirliğini yitirmesidir. Sonuçta, klasik doktrinde, özellikle para kuramında birçok değişiklik yapılmıştır, Değişiklikleri, gelişmiş ülkeler geniş ölçüde kabul etmişken, azgelişmiş ülkelerde uygulanması yanlış olmuştur.
Yapısal zayıflıklar ortadayken, fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artışların nedeni, eğer sorunun yalnızca parasal yönü görülürse, anlaşılamaz,
Ülkenin üretim ve istem yapısının özellikleri, demografik gelişmeyi, mali yapıyı, iç politikanın durumunu dikkate almadan, yalnızca fiyatların yükseliş sürecini parasal ilişkilerle tamamlayanlayız.
Azgelişmiş görüş, ekonomik yapı ve bu yapıdaki değişmeler, enflasyonun temel nedeni oluşturduğunu savunmuştur.
Günümüzde, azgelişmiş ülkelerin hepsinin önemle üzerinde durdukları “ekonomik kalkınma” sorunları vardır. Ekonomik kalkınma, uzun dönemde kişi başına düşen reel ulusal gelirin artışının gerçekleştiği süreçtir. Bu süreç içinde değişik güçler, birbirlerini etkilemektedirler. Dolayısıyla, ekonomik kalkınmanın kendisi sürekli
“yapısal değişme”dir.

ENFLASYONU DURDURMAYA YÖNELİK POLİTİKA ÖNERİLERİ
1-KLASİK OKULUN ÖNERİSİ:

Klasik görsün vardığı sonuç, para sunusunu, fiyatlar genel düzeyini kontrole yönelik politikada anahtar değişken yapmaktadır.
1900’lerden önce, ekonomi, tam istihdam halinde olduğundan, devletin ekonomiye müdahalesi, doğal dengeyi bozacağından, kullanılan ekonomi politika, sadece para politikası olmalıdır.
Enflasyonu durdurmak için kullanılacak araçlar şunlardır:
a) Reeskont oranlarının yükseltilmesi,
b) Karşılık oranlarının yükseltilmesi,
c) Açık piyasa işlemler yolu ile piyasaya tahvil satılması,
Amaç, dolaylı ve dolaysız yollarla para sunusunu azaltmaktır. Bunu yaparken, ekonomideki reel değişkenlere ve piyasa mekanizmasının özgürce işleyişine müdahale olmamaktadır.
Reeskont oranlarının yükseltilmesi ile bankalarca piyasaya açılan krediler karşılığı, Merkez Bankası’ndan sağlanan ek rezervlerin miktarında bir azalma olmasıdır. Diğer yönleriyle bankaların müşterilerine uyguladığı ıskonto oranlarının yükselmesidir. Bu durum, yatırımları, kapitalin marjinal etkinliğinin piyasa faiz oranına eşit olduğu noktaya kadar genişletecek, toplam harcamaları kısacaktır. Temelde bu politika, kredi istemini kısarak, para sunusunun azaltılmasına yöneliktir.
Karşılık oranlarının yükseltilmesi, bankaların “banka parası” yaratma olanaklarını kısmakla ve dolaylı olarak yine para sunusunun azalmasına neden olmaktadır.
Açık piyasa işlemleri yoluyla, piyasaya tahvil satılması, para sunusunu direkt olarak azaltacaktır. Tahvil satın alanlar, artırımcı, şirket veya bankalar olabilir. Tahviller, kimlerce satın alınırsa alınsın, sonuçta banka mevduatları azalacak, genel kredi oylumunda bir daralma olacaktır.
Bu üç politika, tek tek veya birlikte kullanılsın, sonuçta, dolaylı ve dolaysız olarak para sunusunun azalmasına neden olmaktadır. Böylece, Klasik okulun öngördüğü fiyatlar genel düzeyini etkileyecek tek bağımsız değişken “para sunusu” kısılarak istenilen amaca yönelik politika uygulanmış olmaktadır Paranın likidite işlevinin esnekliğinin (0) olduğunun varsayılması sonucu, faiz oranındaki hiçbir değişme, paranın tahvil yerine veya tersine ikamesini uyarmayacaktır. Dolayısıyla, para sunuşundaki değişmeler tümüyle mallar ve para arasındaki ikame yönünden evrilmek zorunda kalacaktır.
2- KEYNESYEN OKULUN ÖNERİSİ
Keynes, paranın sadece alışveriş güdüsüyle değil, spekülasyon güdüsüyle de elde tutulmak istendiğini, dolayısıyla, paranın likidite işlevinin esneklikten tümüyle yoksun olmadığını ileri sürmüştür. Bu nedenle, para sunusunun kısılmasının, toplam istemi aynı miktarda kısmayacağı, dolayısıyla fiyatlar genel düzeyini etkilemesinin söz konusu olmayacağını savunmuştur.
Yalnızca, para miktarını azaltarak enflasyonu önlemek Keynes’e göre tehlikeli bir yoldur. Keynes’çi kuramda da para politikaları önemli, ancak tek başına yeterli değildir. Para politikası desteğinde maliye politikası gereklidir. İstem fazlasını ortadan kaldırmak için, devlet, harcamaları kısmalı,” gerekirse, vergileri artırmalıdır. Böylece ekonomide para sunusu kısılacaktır.
Sonuç olarak Keynesyen görüşün, enflasyonla mücadele yöntemi, maliye ve para politikası araçlarını birbirleriyle uyum içinde toplam istemi kısıtlayıcı yönde, fakat toplam istemin yapısını ekonominin ve toplumun çıkarlarına ters düşecek biçimde değiştirmesine olanak vermeden kullanılmasıdır.
Keynes’e göre toplam istem, toplam sunu dengesi, istem fazlalığı yönünden bozulursa, bunun toplam istemi para ve maliye politikalarının koordine kullanılmasıyla kısa dönemde giderebilir. Ancak, dengesizlik, sunu yönünden geldiğinde, yani üretim hacminin artırılması sonucu olunca, Keynes’e göre çözüm alınamamaktadır.
Keynes’in yöntemi, fiyatlar genel düzeyinin istikrarına yönelik tehlike, istem yönünden gelirse, etkili olabilirdir. Ancak, tehlike sunu yönünden geldiğinde, bir sonuç alınması olanağı yoktur.
Yine, Keynes’e göre, kâr ve ücret yönünden gelen etkiler sonucu, fiyatlar genel düzeyi yükselmeye başladığında iki tür politika güdülür.
Birincisi, maliye ve para politikaları araçlarıyla istem kısılır veya fiyatlar düzeyinde bir miktar yükselme kabul edilir.
İkincisi, işgücü ve ürün piyasalarında iç ve dış yarışmacılığa karşı olan yasal kurumların tümü veya büyük bir kısmı kaldırılır. Böylece, işçi sendikalarının ve büyük firmaların elinde yoğunlaşan piyasa gücü kırılarak yarışmacılık koşullan yaratılır.
3- ÇAĞDAŞ PARASALCI OKULUN ÖNERİSİ
Enflasyonu önlemek için, gelirler politikası gibi direkt müdahale araçlarının kullanılmasına karşı çıkarken, para ve maliye politikaları araçlarının kullanılmaları gibi ‘endirekt müdahalelerin de ekonomik istikrarı bozabileceğine dikkat çekmektedir. Bu görüşün savunucularına göre, “maliye ve para politikalarımın kendileri, ekonomideki düzensiz hareketlerin önemli bir kaynağı olmuşlardır. Her iki politikanın kullanılmasında “gecikme” sorunu her zaman vardır. Para politikasının fiyatlar genel düzeyine etkisinin ne olacağı ve ne zaman bu etkinin gerçekleşeceği tam olarak kestirilemez. Maliye politikası araçlarını kullanırken, devlet harcamalarının kısılması, bazen yapılması istenen etkiyi gerektiği ölçüde yapamaz. Vergilerin artırılması da bazen siyasal açıdan olanaksızlaşabilir. Para politikasının sık sık, düzensiz ve bazen aşırı oranda kullanılması, ekonomide büyük zararlara yol açan istikrarsızlıkların nedeni olabilir. Para otoriteler, ekonomide istikrarı sağlamak ve sürdürmek için, para sunusunu her dönem sabit bir oranda artırılmalıdır. Bu oranın saptanmasında, reel ulusal gelirdeki uzun dönem artış ortalaması dikkate alınmalıdır. Böylece uzun dönem fiyat istikrarı sağlanmış olur.
4- YAPISALCI OKULUN ÖNERİSİ
Fiyatlar genel düzeyindeki yükselmeler, nerede, ne zaman ve hangi koşullarda olursa olsun yalnızca parasal bir olay olarak gören yaklaşımın temelden yanlış olduğunu savunur. Çünkü bu yaklaşım, ancak mal ve etmen piyasalarında yarışmacılık koşullarının var olduğu, yatırım ve artırımların faiz oranındaki değişmeler yoluyla dışsatımın artırılıp, azaltılabildiği ekonomilerde etkin olabilir. Böyle bir ekonomide, toplam istemi, toplam sunu düzeyine indirmek için global kısıtlayıcı önlemler olumlu sonuç verecek ve fiyat istikrarı sağlanmış olacaktır.
Ancak, bu önlemlerin, artırımı yetersiz kaldığı, tüketim ve yatırım istemlerinin hızla yükseldiği azgelişmiş ülkelerde kullanılması, fiyatlar genel düzeyindeki istikrar, global önlemlerle sağlanamaz.
Yapısalcı okula göre, çağdaş parasalcıların global kısıtlama yöntemi önermesi, temelde bir kalkınma politikasına, üretim biçiminde, ekonomik ve toplumsal yapıda ve gelir dağılımında başka bir deyişle, ekonomik ve toplumsal güçleri etkilemek için bilinçli ve tasarlanmış bir çabaya inanmamalarından kaynaklanmaktadır. Bu politika, ekonomik duraklamaya veya toplumsal sıkıntılara yol açacaktır. Şimdiye değin, değişik ülkelerde uygulanmış olan parasalcı istikrar politikaları başarılı olamamıştır.
Sağlanan sınırlı başarı fiyatlar genel düzeyinin yükselme oranının azalması için ödenen fiyat hayli yüksek olmuştur.
Parasalcı yaklaşımın önerdikleri istikrar programları temel olarak parasal genişlemenin kısılması, ücret ayarlamalarının ertelenmesi veya eliminasyonu, harcamaları azaltarak, vergileri yükselterek bütçe açıklarının ortadan kaldırılması girişimi, önemli ölçüde devalüasyonla döviz kurunun ayarlanması ve fiyat ve dış-alım kontrollerinin bilimsel liberizasyonu bu gibi öneriler içerir.
Bu önlemlerin, fiyat istikrarını sağlaması, reel ücretleri düşürmesi ve tüm bunların dış alımda belli bir özgürlükle birlikle yarışmacılığı artırması, etkinliğini yükseltmesi, özel firmaların maliyetlerini azaltması beklenir.
Ayrıca, yabancı yatırımların artmasını sağlaması, dış satımın büyük ölçüde genişlemesi amaçlanır.
Böylece, tüm kalkınma süreci daha sağlıklı bir temele dayandırılmış olacaktır.
Ancak, tüm bunlar gerçekleşmemiş ve, ne istikrara ne de kalkınmaya ulaşılamamıştır. Gerçi fiyat artışlarının oranı azaltılabilmiştir, takat bu ancak düşük gelir gruplarının zararına ve güdülen aşırı bir liberal yiyecek maddeleri ve endüstriyel tüketim mallan dışalımı politikası yoluyla gerçekleşmiştir. Her İki önlem de sonuçta, yurtiçi imalat endüstrisine zarar vermiş, bunların üretimini azaltmış ve işsizlik ortaya çıkmıştır.
Yapısalcı okulun önerdiği istikrar programı,, geleneksel türdekilere göre, devlete daha büyük görevler yüklemektedir. Ancak, azgelişmiş ülkelerin devlet örgütü de çoğu kez azgelişmiş olduğundan, çok yönlü ve ayrıntılı bir programın bu ülkelerde yürütülmesi, işi daha da zorlaştırmaktadır.
Devlet harcamalarının kısılması politikası, devletin yatırım harcamalarının kısılmasına neden olmuş, bu da azgelişmiş ülkelerde inşaat kesiminde önemli gerilemelere yol açmıştır. İşgücünü önemli ölçüde istihdam eden bu kesimde, işsizliğe neden olmuştur. Toplam istem düzeyindeki düşüşler, dışalım mallarının yarışmacılığı, endüstri ürünlerini dış pazarlara yöneltmekteki tekelci eğilimler, yeterli olmayan tarımsal üretim, özel yatırımların azalmasına neden olmuştur.
Yurtiçi özel artırımlar, ya spekülatif işlere yönelmiş, ya da lüks dışalım mallarına veya yurt dışı gezilere harcanmıştır. Yabancı sermaye de bu koşullarda yatırım yapmaya pek istekli olmamıştır. Yine istikrar programının ana amaçlarından olan bütçe ve ödemeler dengesi açıklarının kapatılması da gerçekleşmemiş, tam tersine artmıştır, Ekonomideki duraklama sonucu, vergi gelirlerinin düşmesi ve devlet harcamalarının istenildiği kadar azaltılamaması sonucu bütçe açıkları giderek artmıştır.
Ödemeler bilânçosundaki artış ise, aşırı dışalım özgürlüğü ve dünya piyasalarındaki temel ürünlerin karşılaştığı olumsuz koşullar sonucu daha da büyümüş, böylece bu ülkelerin kısa dönemli borçlan büyük oranda artmıştır.
Artan işsizlik, öte yandan iş çevrelerinin yaptığı baskıların sonucu hükümetler, bu istikrar programını uygulamaktan vazgeçip, devlet harcamalarını artırmaya, kredi kısıtlamalarını gevşetmeye başlamıştır. Bunun sonucunda toplam istemdeki artışlar, fiyatlar genel düzeyini tekrar yükseltmiştir.
Böylece ülkeler, daha fazla dış borçla ve yapısal sorunlarını düzeltme olanağını kaybetmiş olarak, kendilerini başladıkları noktada bulmuşlardır.
Ekonomik yapının temelindeki çelişkilere çözüm getirmekten yana olmayan bu yöntemler sonunda duraklamaya yol açmıştır. Zorluk yapısal bozuklukların, uzun-dönem kökler ve uzun dönem çözümler olduğu gerçeğinden doğmaktadır. Dolayısıyla, azgelişmiş ülkelerde, yapısal sorun, enflasyon sorunuyla eşanlamlı olmuştur.

“ENFLASYONUN DURDURULMASI” VE EKONOMİ-POLİTİKASLNIN ÖTEKİ AMAÇLARI
Genelde ekonomi politika açısından amaç, tam istihdam, fiyatlar genel düzeyinin istikrarı, yüksek bir ekonomik büyüme oranı, ödemeler bilânçosunda denge ve gelir bölüşümünün düzeltilmesidir.
Tam istihdamın sağlanması, kitlesel işsizliğin bulunmaması, cari ücret oranlarında iş arayan nitelikli kişilerin önemli gecikme olmadan üretken bir uğraş bulabilmesidir. Bu, devletin toplam harcamalarının düzeyine bağlıdır. Toplam yatırım harcama farklılığı düzeyi ne kadar yükselirse, istihdam düzeyi de o kadar yüksek olacaktır. Fakat veri piyasa yapısı ile toplam harcamaları artırmanın, fiyatlar genel düzeyinin istikrarı üzerindeki etkisi olumsuzdur. Devletin toplam harcamalarının artması, fiyatlar genel düzeyini de yükseltecektir.
Büyüme oranının yükselmesinde etkin olan veriler, teknik değişmenin hızlandırılması, vergi iadeleri, sosyal yardımlar, eğitim olanaklarının geliştirilmesi vb.dir. Bu konuda başta gelen önlemler, artırım ve yatırımı artırıcı ve istem yapısındaki büyümeye bağlı değişmeye, sununun yapısının uyumunu sağlayıcı önlemlerdir. Büyüme amacı ile tam istihdamın sağlanması amacı arasında bir çatışma yoktur. Fakat büyüme ve fiyatlar genel düzeyinin istikran arasında çelişki vardır, Enflasyonun büyümeyi kolaylaştırdığı tezi, günümüze kadar kanıtlanmamıştır. Uzun dönemde, fiyat düzeyi istikrarı amacının önemsenmemesi, büyüme amacına hiçbir şey kazandırmamıştır.
Ödemeler bilânçosundaki denkliği sağlamak için, iki tür politika uygulanabilir. Bunlardan biri, harcamaların azaltılması, diğeri ise, harcamaların başka bir alana kaydırılmasıdır. Harcamaların azaltılması, ulusal gelirin azaltılması ile elde edebilir. Ulusal gelirin azaltılması, genel olarak harcamaları da azaltacak, dolayısıyla dışalım azalacaktır. İkinci önlem, halkın dışalım mallarına yönelik olan istemlerinin yerli mallara kaydırılmasıdır. Bununla yapılan şey dışalım azaltılmasıdır.
Dışalım azaltmak için toplam harcamaların kısılması, büyüme ve tam istihdam amaçlarına ters düşecektir. Ancak fiyatlar genel düzeyinin üzerindeki etkisi olumludur. Harcamaların dışalım mallarından, yerli mallara kaydırılması için alınacak önlem, devalüasyondur. Devalüasyonun yan etkileri, büyüme ve tam istihdam amaçlarına uygun düşse de, üretimdeki dışalım girdilerinin fiyatlarını yükselttiğinden, fiyatlar genel düzeyini artırıcı etkiler yapacaktır.
Gelir bölüşümüne ulaşmak için alınan önlemler, toplumdaki gelir bölüşümüne bir alt sınır koymak için en az ücret oranı saptanması ve gelir vergisi ile öteki doğrudan vergilerin daha progresif duruma getirilmesi gibi politikalardır.
Gelir bölüşümünden daha hakça önlemler gerçekleştirildiğinde, bunun ilk etkisi harcamaları artırmak olur. Bu nedenle, bunun ilk etkisi harcamaları artırmak olur. Bu nedenle, tam istihdamın sağlanması amacına etkisi olumludur. Büyüme konusunda da kısa dönem için olumlu şeyler söylenebilir. Fakat gelir bölüşümündeki yeni düzenleme, fiyatlar genel düzeyinin istikran amacı ile çelişir. Harcamaların, fiyat artışlarına neden olması, öte yandan gelir bölüşümünde değişiklik yapılırken zarar gören kâr gelirlerinin bu zararı ortadan kaldırmak için girişimcilerin ürettikleri malların fiyatlarını yükseltmeleri olumsuz etki yapacaktır.
Fiyatlar genel düzeyinin istikrarını sağlamak amacı ile alınabilecek önlemler, gelirler politikasının öngördüğü önlemler veya toplam harcamaları kısmaya yönelik önlemlerdir.
Toplam harcamaların kısılması, istihdam alanlarını daraltacaktır. Bu nedenle fiyatlar genel düzeyinin istikrarının sağlanması amacı, tam istihdam amacıyla çatışır. Toplam harcamaların azalması ilk önce, envanter yatırımları azaltacak, bunun doğal sonucu öteki yan yatırım türlerinin azalması nedeniyle, ekonomik büyüme yavaşlayacağından, büyüme amacıyla çatışma söz konusu olacaktır.
Görüldüğü gibi, ekonomi politikanın amaçlarının tümünün aynı anda gerçekleşmesi olanağı yoktur. Bu nedenle öncelik sorunu ortaya çıkmaktadır. Amaçların öncelik sıralaması, politik grupların tercihlerine, grupların çıkarına göre belirlenmektedir, örneğin; işveren, isçi ve devlet memuru grupları çıkarlar açısından, büyüme, para değer istikrarı ve hakça gelir bölüşümü amaçlarının öncelikleri incelendiğinde, şöyle bir sıralama ortaya çıkmaktadır. Girişimci için, büyüme, para değeri ve istikrarı, işçi için hakça gelir bölüşümü, büyüme, para değeri istikrarı, devlet memuru için, para değeri istikrarı, hakça gelir bölüşümü ve büyüme öncelik kazanmaktadır.
Endüstriyel toplumun tarihsel gelişimi içinde, bu değerlerin öncelik sıralaması, toplumdan topluma değişik olabilir. Eğer, sosyo-politik düşüncede özgürlük ve ilerleme ağır basıyorsa, o zaman büyüme ve para değer istikrarı amaçlan önceliğe sahiptir.
Parasalcı görüşün azgelişmiş ülkelerde fiyatlar genel düzeyinde istikrarı sağlamaya yönelik politik önerileri, genel olarak şu önlemleri içermektedir:
Spekülatif yatırımları kısmak amacıyla bankaların kredi oylumunun büyüme oranın sınırlanması;
Devlet harcamalarının kısılması ve gelirlerin yükseltilmesi, devlet kuruluşlarının ürünlerinin fiyatlarının yükseltilmesi;
Devlet kuruluşlarındaki maliyet baskısını azaltmak ve özel tüketim istemlerini kısmak amacıyla, bu kuruluşlarda bir önceki dönemin fiyat artışlarına tepki niteliğindeki nominal ücret artışı isteklerinin geciktirilmesi veya artırılması;
Özellikle darboğazların oluştuğu kesimlerde fiyat tavanlarının kaldırılması ve böylece üretimin artmasının sağlanması;
Ödemeler bilançocusunu dengeye getirmek için devalüasyon yapılması;
Ancak bu önlemlerin uygulanması, beklenen sonucu vermemiş, yalnızca enflasyon oranını bir ölçüde azaltabilmiştir.
Buna karşılık işsizlik artmış, devlet gelirleri azalmış ve dolayısıyla bütçe açıkları artmış, vergi gelirleri bir miktar artmışsa da dolaylı vergiler yükseltilmiş olduğundan, bunlar fiyatlara yansımıştır.
Ayrıca, devletin sağladığı hizmetlerin fiyatlarım yükselttiğinden, bu da genel düzeye yansımıştır. Narh kaldırıldığından, üretimde önemli bir artış olmadan, fiyatlar yükselmiştir. Devalüasyon, ödemeler bilânçosundaki açığı azaltmışsa da, dışalım pahalandığından, yatırımların azalmasına ve bazı malların pahalanmasına neden olmuştur.
Bu uygulamadan zarar gören ücretliler grubu, ulusal gelirdeki paylarını eski düzeye yükseltmek amacıyla, baskılara başlayınca ücret-fiyat sarmalı kendini göstermiştir. Öteki amaçlara ters düşmesi ve toplumsal güçlerin baskısı sonucu bu tür uygulamalar çok geçmeden uygulamadan kaldırılmıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki, ister parasalcı olsun, ister Keynesyen olsun, kısıtlayıcı global önlemler, ekonomi politikasının öteki amaçlarına olumsuz etkiler yaptığından ve sorunun temeline inmeyip, yalnızca semptomları geçici olarak ortadan kaldırabildiğinden, azgelişmiş ülkelerde başarılı olamamıştır.
Enflasyonun, kapitalizmin yapısal bozukluğundan bir sonucu olduğunu göz ardı ederek, bunun kapitalizmin türevi olduğu olgusunu kapatarak, sistem iyi ama enflasyon bu sistemin sadece geçici, arızi bir bozukluğu şeklinde anlamak, daha çok uzun yıllar enflasyon semptomu ile yaşamamızı gerektirecektir.
Halbuki enflasyonun, bir neden değil, kapitalist sistemin bir sonucu olduğunu idrak etmek, hedefi ve çözümü bu sistemin ortadan kaldırılmasına yöneltmek, biz aydınların da görevidir.
Bu tanım aldatmacalarına daha fazla yer yermeden, asıl sorunun azgelişmiş ülkelerde yapısal dengesizliklerin ortadan kaldırılması çabalarına yöneltmek, kapitalizmin, kendini yok etmeye başladığı sarmalı daha fazla uzatmak amacını taşıyan ekonomi politikalarına karşı duyarlı olmak, en azından bizim bugünkü görevimizdir.
Sorun, enflasyon değil, buna neden olan toplumsal üretim ilişkilerini, sermayenin lehine geliştiren, emeğe değer vermeyen spekülatif kârı besleyen, sosyal, siyasi ve ahlaki dengesizliklere neden olan, toplumun ihtiyaçlarını, amaçlarını hiçe sayan sermayenin üretim tarzıdır. Bizim aydınlarımızın iktisadi yorumlar yaparken bu gerçeği yakalaması ve hedefi doğru tespit etmesi gerekmektedir.
Rowthorn’a göre enflasyon, “devlet tarafından, daha köklü biçimde çözüm bulunmadığı, ya da bulunmak istemediği sorunlarla başa çıkmanın uygun bir yolu”dur.
Kapitalizmin bünyesinde var olan enflasyon, tekellerin enflasyonist gerginlik doğurarak, bunu ekonomiye aktarmaları ve fiyat düşmelerine karşı çıkmaları suretiyle, ‘süreduran enflasyonu’ bilerek doğurması ve yaşatmasıdır. Kendileriyle bütünleşmiş olan devlet de, ekonomi politikalarıyla, enflasyonun sürmesine yardımcı olur.

Mayıs 1993

Bulgar Faşizminin Karakteri Üzerine Tezler

Hitler faşizminin teslim olduğu 8 Mayıs 1945, başta Avrupa halkları olmak üzere tüm dünya halklarına yıllarca sürecek yıkım, katliam ve yokluk getiren 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın da sona erdiği tarihtir. Faşizmin kendi ininde mezara gömülüşünün yıl dönümünde faşizme karşı savaşın büyük önderlerinden Georgi Dimitrov’un “Bulgar Faşizminin Karakteri Üzerine Tezleri”ni okuyucularımıza sunuyoruz. Makale, birçok ülkedeki faşizmin özellikleri konusuna ışık tutacak niteliktedir. Dimitrov, bu tezlerini, 1936’da toplanan BKP MK’nın 6. Genişletilmiş Plenumuna sunulmak üzere kaleme almıştır.
G. Dimitrov’un “Seçme Eserler”i birçok dilde yayınlanmış fakat sunduğumuz tezler bu eserlerde yer almamıştır. Almancaya da ilk kez 1982 yılında çevrilen bu tezler, (Gegen Faschismus und Krieg, 1982, Leipzig, Reclam Universal Bibliothek, sf. 173-179) İmdat Ulusoy tarafından Türkçeye çevrildi.

1) Faşist diktatörlüğün en erken kurulduğu (1923) ülkelerden birisi de Bulgaristan’dır. Bulgar kapitalizminin genel bunalımının kendine özgü genel keskinliği ile tam bir ekonomik çöküntüye yol açan ve Bulgar burjuvazisinin “ulusal ülkülerini” toprağa gömen iki savaşın da felaketle sona ermesinin getirdiği sonuçlar bunun nedenleridir. Bu iki savaş da, geniş halk kitlelerinin gözünde finans kapitalin, monarşik faşizmin ve burjuva partilerinin içyüzünü tamamen açığa vurdular ve parlamentarizm yoluyla ele geçirmesini ve kitlelerin devrimci yüksel işiyle başa çıkmasını olanaksız duruma getirdiler. Bu yüzden burjuvazi, askeri darbe ve faşist diktatörlük yöntemlerine başvurmuştur.
2) Bulgaristan’da, faşist diktatörlük iki evrede gelişti. Birinci evre, 9 Haziran 1923 askeri darbesiyle başladı. Tsankov-Lyaptçev-Burov Demokratik Birliği aşaması, faşist diktatörlük ile parlamentarizmin kalıntılarının özgül birleşmesi ile belirlenir. Faşist diktatörlük, eski burjuva partilerinin Demokratik Birlik’te (1) toplanmasıyla kendine kitle tabanı yaratmayı denemiştir. Ancak burjuva kamptaki derin görüş ayrılıkları ve emekçi kitlelerde faşizmin hiç popüler olmaması, birleşik bir burjuva gücün oluşmasını önleyip diktatörlüğü başka partilerin varlığına izin vermeye zorlamıştır. Burjuvazi, Eylül Ayaklanmasının bastırılmasının ve Komünist harekete ve BKHP’ne (Bulgar Köylü Halk Birliği) karşı 1923 ve 1925’teki zorbaca saldırıların halk kitlelerini uzun süre güçsüz bırakacağını ve böylece kapitalizmin iktidarının, sürdürülecek bir parlamentarizm koşullarında da güvence altına alınabileceğini hesaplamıştı.
Tsankov-Lyaptçev ikilisinin faşist diktatörlüğü, sekiz yıllık iktidardan sonra, kitlelerin güçlü devrimci yükselişinin, derin ekonomik bunalımın ve burjuva kamptaki derin görüş ayrılıklarının baskısı altında yıkıldı. Faşist diktatörlük kitlelerin mücadelesini durdurmayı başaramadı. İşçiler ve emekçi kitleler, kanlı teröre rağmen, güçlerini yeniden örgütlemeye başladılar. (Komünist Partisi’nin yeniden inşa edilmesi, İP -İşçi Partisi ve BİS -Bağımsız İşçi Sendikalarının kurulması). (2) Artan sömürüye karşı yükselen hoşnutsuzluk, 1929 yılından 1931 yılına kadar devam eden güçlü grev dalgalarının patlamasına yol açtı. İşçi kitlelerinin yürüttüğü mücadele, köylü kitlelerini de peşinden sürükledi. Devrimcileşen kitlelerin baskısı altında burjuva kamptaki görüş ayrılıkları daha da şiddetlendi. Devrimcileşen kitleler, öteki burjuva partilerini Demokratik Birlik’e karşı sert bir muhalefet yapmaya zorladılar. Gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki, bu burjuva partileri Demokratik Birlik’e karşı savaşta BKHB’nin desteğini aramak zorunda kaldılar. Bizzat Demokratik Birlik içinde çeşitli “aşiretler” arasındaki klik savaşları şiddetlendi.
3) Demokratik Birlik’in yıkılması faşist diktatörlükte açılmış bir gedikti. Kitlelerin, güçlü yükselişinin ve 1931-1932’deki zorlu mücadelelerinin baskısı altında demokratik özgürlükler, legal mücadele olanakları daha da genişletilmiş ve bir dizi yeni mevziler elde edilmişti.(3) Kitle örgütlerinin yardımı ile BKP legal mücadelede, işçi sınıfının en geniş kesimi ve emekçi köylülüğün önemli kesimleri üzerinde etki kazandı. Seçimlerde elde edilen başarılar ve özellikle Sofya Belediye Meclisi’nin büyük bir zaferle ele geçirilmesi, burjuvazi için devrimci yükselişin gücü ve kendi saltanatını tehdit eden tehlike hakkında ciddi bir uyarıydı.
4) Yeni hükümetin kitlesel tabanını oluşturan BKHB’nin katılmasına rağmen, Ulusal Blok burjuva egemenliğini pekiştirmeyi başaramadı. Burjuvazinin iktidarı, bunalımın darbeleri altında, kitlelerin devrimci yükselişi ve Ulusal Blok içinde gittikçe artan görüş ayrılıkları nedeniyle daha da sarsıldı. Tsankov’cu faşist hareket biçiminde burjuvazi için kitle tabanı yaratma denemeleri, elde edilen tartışmasız başarılara rağmen, beklenen sonuçları vermedi. Geniş küçük burjuva kitlelerin hareketi olmaktan çok, orta burjuva partilerinin güçlerini çevresinde gruplaştırmaya yöneldikçe Tsankov Hareketi daha da gelişme gösterdi. Tsankov başta olmak üzere, yıpranmış çevreler ve iflas etmiş politikacılar tarafından yönetilen bu hareket, geniş şehir ve köy emekçi kitlelerinin derin bir nefret duymasına yol açtı ve kendisine karşı ciddi bir direniş hareketi başlatmayacak bir şekilde iktidara gelme şansı kalmadı. Bir yandan bu durum, öte yandan, kitlelere karşı harekete geçerek ve yeni bir savaşla derinleşen ekonomik bunalımdan bir çıkış yolu aramak ve böylece kitlelerin devrimini önlemek gibi ivedi bir zorunluluk, burjuvaziyi askeri darbeye yöneltti.
5) Böylece 19 Mayıs’ta yapılan darbeyle başlayan faşist diktatörlüğün ikinci evresi burjuva demokrasisinin ve burjuva parlamentarizminin tamamen ortadan kaldırılması (Tırnovo Anayasası’nın kaldırılması, partilerin tasfiye edilmesi, parlamentonun ve belediye meclislerinin dağıtılması) ve açık faşist diktatörlük yöntemlerine geçilmesiyle belirlenmektedir, Şu andaki keskin sınıf mücadelesi döneminde demokrasinin ve demokratik parlamentarizmin her tür kalıntısının kitleler tarafından burjuva egemenliğinin temellerinin yıpratılması için kullanılabileceğini geçmişin acı tecrübeleriyle öğrenmiş olan ve Almanya’da Hitler faşizminin zaferinden cesaret alan finans kapital devlet düzeninin yeni biçimlerini arıyor. Demokratik parlamentarizme, hükümet etmenin partiler sistemine ve halk kitlelerinin hükümete aktif katılmasına karşı olduğunu ilan ediyor ve devlet koruması altındaki sendika örgütlerinde, partisizlerin kitle örgütlerinde (Vatan Korunması, Ulusal Lejyon, gençlik örgütleri, yedek subay ve astsubayların örgütleri) ve kısmen de Tsankov Hareketinde destek arıyor.
6) Faşist diktatörlük, bütün diğer ülkelerde olduğu gibi, bizde de, gelişmesinin her iki evresinde, burjuvazinin en gerici, en şoven ve en savaşçı unsurlarının terörist iktidarı olduğunu göstermiştir. 9 Haziran’da gerçekleşen darbe, kral, askeri kurul ve finans kapitalin Halk Birliği’ndeki ajanları tarafından örgütlenmiş ve büyük tütün ve doğa ürünleri ihracatçıları tarafından finanse edilmiştir, Demokratik Birlik Hükümeti, bütün iç-dış ve ekonomi politikasıyla büyük sermayenin, bankaların, ihracatçıların, monarşist kliğin askeri grubun ve İvan Mihaylov’cu önderlik iddiasının hükümeti olduğunu açığa vurmuştur. 19 Mayıs darbesi askeri kurul ile içinde radikalleşen, faşistleşen aydınların askeri ve sivil- önemli etkiye sahip olduğu “Zveno” siyasal çevresi tarafından örgütlenmiştir. Kitlelerin ilerlemesiyle ve onların örgütleriyle kanlı biçimde hesaplaşabilmek, işçilerin ve köylülerin tüm haklarını ellerinden almak ve onların hayati çıkarlarına karşı sert saldırıları gerçekleştirmek için, “kapitalizmin reforme edilmesi”, “ekonominin düzeltilmesi”, “ulusların birliği” ve “ekonomik yönden zayıf olanların desteklenmesi” gibi demagojik lafların ardına saklanılarak bu aydınlar monarşi ve finans kapital tarafından iktidara getirilmiştir. Ancak askeri -faşist diktatörlüğün tepesine giderek daha çok monarşisi generaller kliği ve büyük finans kapitalin en güçlüleri geçmektedir.
Askeri faşist diktatörlük giderek daha da çok, burjuvazinin çıkarlarının açık savunuculuğuna geçmektedir. General Zlatev ve Andrey Toşev Hükümetleri, bu geçişin tek tek aşamalarıdır. Ne var ki, gelişmesinin her iki aşamasında da faşist diktatörlük, halk kitlelerinin yalnızca artan sömürü, haklarının elinden alınması ve vahşi bir terör ve savaş tehlikesi getirmiştir.
7) Bulgar faşizmi, özü itibariyle bütün diğer ülkelerdeki faşizmle aynı olmakla birlikte, kendine özgü bir dizi karakteristik özelliklere sahiptir:
a) Hitler ya da Mussolini faşizminin tipinde, faşist bir kitle hareketinin olmaması ve kitleler içinde destek yaratmaya yönelik ilk denemelerin ancak iktidarın ele geçirilmesinden sonra başlatılması,
b) İktidarın askeri bir darbeyle ele geçirilmesi,
c) Faşist diktatörlüğün kurulmasında yabancı güçlerin önemli rolü (1923 yılında İtalyan ve İngiliz, 1934’te Fransız ve Yugoslav etkisi),
d) Geniş küçük burjuva kitleler üzerinde saygınlığa ve otoriteye sahip bir önderin olmaması,
e) Diktatörlük yönetiminde kralın ve askeri unsurların ağırlıklı rolü,
f) Bulgar kapitalizminin genel olarak zayıflığı ve Bulgaristan’daki ekonomik bunalımın özel keskinliği nedeniyle, faşist diktatörlüğün açık kapitalist karakterini örtbas etmede daha zayıf ve daha az başarılı olması, ulusal demagojilerin sosyal demagojiye oranla ağır basması,
g) Faşizmin halk düşmanı karakterini kitlelerin önünde açığa çıkaran faşist diktatörlüğün ilk dalgasının iflas etmesi,
h) BKP ve BKHB’nin etkisi altında ve siyasal bakımdan daha bilinçli ve faşist demagojiye daha az açık olan kent ve köy emekçi kitlelerinin inatçı direnişi,
i) İktidar, burjuva diktatörlüğünün biçimleri ve dış politika sorunlarında burjuva kamp içindeki keskin görüş ayrılıkları.
İşte faşist diktatörlük tüm bu özellikleri nedeniyle, bizde, İtalya ve Almanya’da olduğundan çok daha istikrarsızdır ve çok daha kolay yara alabilir.
Finans kapitalin en gerici, en şoven ve en militarist kesimleri, tüm bunlara karşın, bizde iki kez başarıyla askeri darbe yapmayı ve kitle hareketine ağır darbe vurmayı ve yıllarca iktidarda kalmayı başarabilmişse bunun elbette nedenleri vardır.
Birincisi, Sosyal Demokrat Parti tarafından izlenen uzlaşmacı, sınıf işbirliği politikasının bir sonucu olarak işçi sınıfının bölünmüşlüğü (bu bölünmüşlüğün yıkıcı etkileri özellikle Eylül Ayaklanması döneminde, Sosyal Demokrat Parti’nin etkisi altındaki demiryolu ve posta işçileri ayaklanmaya katılmayarak faşist diktatörlüğün ayaklanmayı bastırmasına yardımcı olduklarında hissedildi).
İkincisi, işçi sınıfı ile emekçi köylülüğün ittifakının yeterli sağlamlıkta olmaması. Bu da faşist diktatörlüğe her birini, teker teker yenme olanağı sağladı. Bunun suçu, her şeyden önce, “köylülerin bağımsız iktidarı” için ve iki cephede de savaş politikası yürüten -hem burjuvaziye hem de işçi sınıfına karşı (1920’den 1923’e kadarki süre içinde)- ve burjuva partileriyle işbirliği politikası izleyen (1931’den 193’1’e kadar olan dönemde) BHKB’ye aittir, Ancak iktidar için mücadelede gerekli bir ittifak olarak emekçi köylü kitlelerinin önemini küçümseyen partimizin de suçu vardır.
Üçüncüsü, BHKB ve SDP (Sosyal Demokrat Parti’nin aldıkları gerici önlemlerle faşist diktatörlüğe yol açarak ona destek olmaları SDP, 9 Haziran darbesine aktif olarak katıldı, BHKB ise, eldeki paraları, bankaları, silahları ve ordudaki komuta yerlerini burjuvazinin elinde bırakarak) kararsız politikasıyla bu darbeyi kolaylaştırdı. BHKB uygulanan terörle ve olağanüstü yasaların çıkarılmasıyla (Burgaz’daki bataklıkların kurutulması), BKP ve işçi sınıfı ile arasındaki uçurumu daha da derinleştirmiştir. 1931’den 1934’e kadar BHKB, Halk Bloğu Hükümetinin ikinci yarısı sırasında uygulanan bir dizi gerici önlemle -Sofya Belediye Meclisinin dağıtılması, emekçilerin halk temsilcilerinin tasfiye edilmesi, cinayetler ve artan terör- 19 Mayıs darbesini kolaylaştırmıştır.
Dördüncüsü, BKP’nin hataları (9 Haziran ve 19 Mayıs’taki oportünist pasiflik, faşist tehlikenin küçümsenmesi, birlik cephesi taktiklerini doğru uygulamada yetersizlik, son yılların sol sekter çizgisi).
Burjuvazinin egemenliğini temelden sarsan özel keskinliğine rağmen, Bulgar kapitalizminin bunalımının savaş sonrasındaki, burjuvazinin iktidarını bugüne kadar korumayı başarması, işçilerin, emekçi yığınların ve onların örgütlerinin bu hata ve zayıflıklarına ve bu hata ve zayıflıkların bizler ve emekçilerin öteki örgütleri tarafından zamanında görülüp yok edilememiş olmasına dayanmaktadır.

DİPNOTLAR

1) Demokratik Birlik 10 Ağustos 1923’ıe kuruldu. Tüm gerici güçleri birleştirmeyi amaçlayan faşist bir partiydi. Bu Birlik’in asıl çekirdeğini Halk Birliği oluşturdu. Birleşik İlerici Halk Partisi ile Demokratik Partinin bazı kesimleri bu Birlik’e katılmışlardı. SDP, politik olarak tasfiye olmuş Ulusal Liberal Parti ile Demokrat Parti’nin ve Radikal Parti’nin bazı kesimleri bu birliğin dışında kalmışlardı. Bu Birlik, 1923’ten l931’e kadar hükümette kaldı ve kanlı yöntemlerle en gerici sınıf güçlerinin çıkarlarım savundu.

2) BKP’nin çabaları sonucu, 1926’da legal sendikal örgütlerin kurulması ve ham 1932’de legal işçi partisinin oluşturulması başarıldı. Bu parti devrimci güçlerin toparlanmasında önemli bir rol oynadı.

3) Bulgaristan’da faşizmin cephesini yarmada ilk başarı 1931’de elde edildi. Egemen sınıfın içindeki artan çalışmalar ve sürtüşmeler ve anti-faşist hareketin artan gücü, 1926’dan beri başta olan faşist Lyaptçev Hükümeti’nin geri çekilmek zorunda kalmasına ve yerini Halk Bloğu (Ulusal Blok) adını taşıyan burjuva hükümetine bırakmasına yol açtı. Bu kabine, Malinov’un Demokratik Partisine, BKHP’nin sağ kanadına, Radikal Partiye ve Liberallerin bir kesimine dayanıyordu. Ancak bu kabinenin ömrü uzun olmadı. Bulgaristan büyük burjuva gericiliği 1934’ten sonra yeniden açık terörist egemenlik biçimine geçti.

Mayıs 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑