Bu yazı, Evrensel Basım Yayın tarafından Temmuz ayı içinde yayınlanacak olan “Emperyalizm, Milliyetçilik ve Kürt Sorunu” adlı kitabın bir bölümünü oluşturmaktadır.
Herhangi bir ulusal hareket, şayet emperyalist dünya sistemi içinde ortaya çıkıyorsa, ulusallığın, emperyalist uluslararasılaşmadan bir kopuşu ifade etmesi kaçınılmazdır. Yani ulusal hareket, emperyalizm karşıtlığını öncelikle içermelidir. İlerici ve desteklenmeye layık ulusal hareketlerin yalnızca bu tür ulusal hareketler olması da doğaldır. Marksistlerin, ulusal kaderini tayin hakkını koşula bağlamaksızın savunmayı, emperyalizmi güçlendiren ulusal hareketlerin desteklenmemesi ve emperyalizme darbe vurup, onun egemenlik sistemini zayıflatan hareketleri destekleme politikasıyla bütünleştirmesi bunun içindir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı -ki bu hak ulusların ve sömürgelerin “devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkı”nı ifade eder- “zaman aşımına uğramaz” bir hak olmakla birlikte, bu hakkın somut kullanım biçimi karşısında alınacak tutum farklılıklar gösterebilmektedir. Çünkü ulusal hareketin, ulusun ezilen yığınlarının çıkarları doğrultusunda gelişmesi ve bu bakımdan emperyalizme karşı koymayı görev sayması, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi; emperyalizm ile ezilen uluslar ilişkisinin günümüzde kazandığı muhteva tarafından bir zorunluluk olarak öne çıkarılmaktadır. Bunun içindir ki;
“Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir… Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi proletarya’ hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır.” (Stalin)
Hemen her toplumsal olayın ulusal sınırları aşarak uluslararası bir özellik kazandığı bir gelişmeye yol açan emperyalizm koşullarında başka türlüsü de olamaz. Ulusal kaderini tayin hakkı, bağımlı ve ezilen ulusların ayrı, bağımsız devletlerini kurma hakkıdır ve bu da her şeyden önce emperyalizmden bağımsızlık olarak ele alınmalı, böyle anlaşılmalıdır.
Bu görüş, burjuva milliyetçi ideolojiyi benimseyenleri rahatsız etmektedir. Ulusalcılık dalgasının güç kazandığı içinde bulunduğumuz bu dönemde, Kürt burjuva ve küçük-burjuva ulusala hareketler, Marksistlerin anti-emperyalizm vurgusunu tepkiyle karşılamakta, anti-emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadelesinin zorunlu bir koşulu olmadığını ileri sürmektedirler. Kemal Burkay’ın, başında bulunduğu grup bunların başını çekmektedir. PKK da dâhil, Kürt ulusal hareketlerinin hiçbiri, emperyalist sistem dışına çıkan bir ulusal kurtuluş çizgisinde ısrarlı değildirler. Buna örnek olarak, onların Irak Kürdistanı’nda kurulan sözde Kürt devleti karşısında aldıkları tutumu ve yine Türkiye Kürdistanı’nda ulusal kurtuluşu ele alma perspektiflerini gösterebiliriz. Ayrıca onlar, anti-emperyalizm vurgusundan rahatsızlıklarını yazılarında da ifade edecek denli “açık sözlüdürler!” Körfez Savaşı, ABD ile Irak Kürt burjuva-feodallerinin ilişkileri, Çekiç Güç vb. konularda kaleme aldıkları yazılarda, Marksistlerin ve devrimcilerin, anti-emperyalist tutuma verdikleri önemin “gereksizliğini” sözde izaha çalışmaktan geri durmadılar. Kemal Burkay ekibi, Marksistlerin en ateşli “muarızları” oldular. Burkay, Talabani ve Barzani’nin daha önce girdikleri yolun doğru ve zorunlu olduğunu savundu. Körfez Savaşıyla ilgili olarak kaleme aldığı ve Deng Dergisi’nin 12. sayısında yayınlanan yazısında şunları yazdı:
“BM’nin her bir üyesine düşen ise, böyle durumlarda (Irak’ın Kürtlere saldırısından söz ediyor- BN) örgütün organlarını, en başta Güvenlik Konseyini acil toplantıya çağırmak ve gerekli etkin, önleyici tedbirleri almaktır. BM, jenosidi önlemek için silahlı güçte oluşturabilir ve bu onun görevidir”
BM’nin oluşturacağı silahlı gücün kime hizmet ettiği ve kimin komutasında iş gördüğü görüldü. ABD komutasında emperyalist birlikler Irak’a yürüdüler ve Irak Kürdistanı’nda ilan edilen sözde “federe devlet” de dâhil, Irak hâlâ işgal altındadır, her hareketi kontrol edilmekte, sık sık Irak semalarında ABD pilotları bombalama tatbikatlarına çıkmaktadırlar. Burkay, emperyalistlerin oluşturacakları “silahlı güç”ün ezilen uluslardan yana işlev görebileceğini düşünmektedir. Nitekim O, yazısının devamında şunları söylüyordu:
“Son gelişmeler, Körfez krizi sırasında anti-emperyalizm adına Saddam’a ilericilik sıfatları biçen, onu desteklemeyi doğru tavır sayan sözde sol çevrelerin de, gerçekte iğrenç ve kanlı bir rejime arka çıktıklarını ortaya koydu.”
“Kimileri ise, Kürt hareketini, Körfez savaşında ABD’den yana çıkmakla, ondan kurtuluş beklemekle ve onun tarafından aldatılmakla suçladılar… Bu savaşta tarafsız kaldık.”
“Ama kimileri, Talabani’nin ve öteki bazı Kürt liderlerin Amerika gezisini, Ankara görüşmesini ve benzer diyalogları ’emperyalizme bağımlılığa’ kanıt göstermektedirler. Bunlar gülünç, gayrı-ciddi iddialardır. Eğer politik cehalet değilse, düpedüz kötü niyetli yakıştırmalardır…”
“Bu ucuz suçlamacılık hoş değil. Gözleri gerçeklere, hayatın gereklerine kapayarak, üstelik olan biteni çarpıtarak, ezberlenmiş formüller ve hazır kalıplarla devrimcilik yapılmaz. Emperyalizme karşı mücadele de böyle yürütülemez.” (Deng s. 1 2, sf. 5 ve devamı)
Emperyalistlerin, temelinde Ortadoğu ve Körfez bölgesindeki petrol ve hammadde kaynaklarının denetlenmesinin yattığı, müdahale politikasına “onurlu bir çıkış” payesi veren Burkay, devrimcileri “ezberlenmiş formüller”e göre hareket etmekle suçlarken, kendisi ABD emperyalizminin komuta ettiği çok uluslu emperyalist saldırı ordularının Irak Arap halkına karşı giriştiği imha savaşını, salt bu saldırı Irak Baas rejiminin başındaki yöneticileri, hatta yalnızca Saddam’ı da hedeflediği için, dahası emperyalistler, askeri müdahaleye böylesi bir “masumane” gerekçe gösterdiler diye, destekleyebiliyor, bu saldırıyı ve sonraki gelişmeleri Kürt halkının yararına görebiliyor. Açıkça ortadadır ki, Körfez Savaşı, ABD’nin, güneydeki Kürt gericiliği ile ilişkilerinin eşitsiz koşullarda ve güney Kurdistan halkı zararına gelişmesine yol açmış, Kürt ulusal hareketi, Talabani ve Barzani’nin başında bulunduğu feodal-burjuva Kürt gericiliği aracılığıyla emperyalizmin denetimine giderek daha fazla sokulmuştur. Talabani’nin Washington-Londra ve Ankara arasında mekik dokumasının, yalnızca Irak Kürt hareketinin değil, gelinen yerde Türkiye Kürt hareketinin de emperyalizm yararına bir yola girmesine diplomatik zemin hazırladığını, bundan ezilen ve köleleştirilen halkımızın zarar gördüğünü inkâr etmek, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde “emperyalizme bağımlılık” tehlikesinin olmadığını söylemek, Burkay’ın da çokça lafını ettiği, gerçeklerin, “hayatın gereklerinin” çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Gerçekleri çarpıtarak emperyalist entegrasyonu zorunlu ve gerekli sayanlar Kürt reformistleri ve küçük-burjuva devrimcileridir. Nitekim Burkay, daha başka yerlerde, emperyalistler eliyle insanlığın sosyal kurtuluşundan yana gelişmelerin sağlanabileceğini ileri sürmekten de kaçınmıyor.
Kürt halkının ulusal kurtuluşçu mücadelesine burjuva-reformcu çizgiyi egemen kılmaya çalışan Kürt burjuva milliyetçilerinin saflarında emperyalizmden beklenti içinde olma eğilimi giderek güçlenmektedir. Yalnızca PSK değil, PKK da emperyalizm koşullarında ve onun egemenlik sistemine darbe vurmadan ulusal kurtuluşun olabileceğini düşünmekte, bunun yolu olarak uzlaşmayı, emperyalist gericilikle dayanışmayı gerekli ve mümkün görebilmektedir.
Kürt burjuva ve küçük-burjuva reformcu hareketi, emperyalizme dayanmanın mantığını “dönem ve koşullarda, emperyalizmin bünyesel değişiklikleriyle (!) izah etmeye, dahası emperyalistlerle girişilen ya da geliştirilecek ilişkileri “çelişkilerden yararlanma taktiği”yle açıklamaya çalışmaktadır. Örneğin Deng’de yer alan B.Ş imzalı yazıda geçmiş Kürt ayaklanmaları irdelenirken, emperyalizmle ilişkiler konusunda şöyle deniliyor:
“Öte yandan varsayalım ki Şeyh Sait şu veya bu şekilde İngilizler le ilişki içerisine girdi ve onlardan destek sağladı. Kürdistan’ın ve dünyanın o günkü koşulları dikkate alındığında, bunda hiç de yadırganacak bir taraf olmadığı açığa çıkar. Kürt halkının varlığını ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak koymuş bir rejime, Onun ırkçı-şoven terörüne karşı mücadele veren güçlerin, bu türden dış destekler sağlamaya çalışmaları doğaldır. Burada söz konusu olan gerici bir diktatörlüğe karşı, bir diğer gerici güçten destek sağlamak, onlar arasındaki çelişkiden yararlanmaktır.”
Bir gerici güce karşı mücadele yürütenlerin, bir başka gerici güçten destek sağlamalarının bazı karşılıkları, bedelleri olacağı kuşkusuzdur. Kürt halkının dış destek ihtiyacını emperyalistlerle ilişkilerde arayan burjuva-reformcu Kürt çevrelerinin, bu bedelin niteliği ve sınırlan konusunu açık bıraktıkları, dahası işin bu yanından uzak durmayı tercih ettikleri görülüyor. Kürt burjuva milliyetçileri, hem Kürdistan’ın emperyalistlerle Türk, Arap ve Fars egemen sınıflarının anlaşmaları sonucu parçalanıp köleleştirildiğini söylüyorlar, hem de bu parçalanma ve köleleştirmenin baş aktörlerinden kurtuluş için yararlanmanın teorisini oluşturup, bunu hemen her zaman “koşullar”la izah etmeye çalışıyorlar. Dün Şeyh Said’in İngilizler’le ilişkisini kaçınılmaz ve koşullar gereği sayan mantık, bugünde ABD’nin ve diğer emperyalistlerin, (Amerikan, Fransız, İngiliz ve Alman) Kürt hareketine çengel atmasını, harekete sızarak onu kendi sınırları içinde etkisizleştirmesini zorunlu ve yine, “koşullar”ın gereği sayıyor. “Bağımsızlık” lafını dillerine dolayan bu çevrelerin, dönüp “dünyanın bugünkü koşulları” ve “hayatın gerekleri”nden söz ederek, emperyalistlerle işbirliği düzeyindeki ilişkileri savunmaya çalışmaları, başka şeyler bir yana, onların sınıf konumlan ve politik çizgilerinden kaynaklanmaktadır. Yaşanan olaylar ve tarihsel gerçekler, emperyalizmin ezilen uluslar yararına siyasal bağımsızlık sağlamadığı ve ulusal kurtuluş savaşları karşısında yer aldığı, onları bastırmaya, engellemeye, bunu başarmadığında ise; saflarına sızarak ve işbirlikçiler edinerek etkisizleştirip biçimsel bir bağımsızlığa dönüştürme taktiğine başvurduğuna tanıklık etmektedir. Talabani’nin ve Barzani’nin ve bir dereceye kadar Burkay’ın emperyalistler nezdinde “görüşmelerin adamları” olarak değer görmelerinin altında yatan gerçek, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin Kürt ulusal hareketini, bu isimlerin başını çektiği gruplar aracılığıyla kontrol altında tutma imkânı bulacaklarına duydukları güvendir. Emperyalist burjuvazi akılsız değildir ve kimin kendisi hakkında ne düşündüğünü bilerek hareket etmektedir. (Kaldı ki o, en kararlı muhaliflerini satın alma ve etkisizleştirme amacıyla her yönteme başvurmaktan da geri durmaz.)
Özellikle Kemal Burkay’ın yönettiği Deng çevresinin emperyalizm karşıtlığını akılsız ve “hayatın gerekleri”nden kopukluk saydığı görülüyor. Aynı çevreden Ali Can, Deng’in 23. sayısında şunları yazıyor:
“Türk sosyalistlerinin Çekiç Güç’e karşı toplu tavır alışını yadırgıyoruz… Saddam kanlısına karşı Güneydeki en acılı parçamızı kısmen koruyan Çekiç Güç’ün gitmesini isteyip, bu istemle sokaklara dökülebiliyorlar” ve devam ediyor. “Asıl hedefi sömürgeci egemenliği sona erdirmek, ulusun kader kavgasını sonuca götürmek olan bir politika, ‘anti-emperyalistliği’ kendisine birinci ve acil hedef yapmadı, yapmamalıdır. Emperyalizmle- sosyalizm arasındaki mücadele uzun bir tarihsel süreçten geçtikten sonra sonuçlanabilecek nihai bir kavgadır. Böylesi nihai bir hedefi getirip çok acil, yakıcı, bir halkın kader kavgasının, kurtuluş mücadelesinin önüne koymak hedefi şaşırtmaktır, saptırmaktır.”
Bu kısa alıntı, yalnızca Deng çevresinin değil, tüm burjuva, küçük burjuva Kürt milliyetçilerinin, emperyalizm sömürgecilik ve ezilen ulus sorununa ilişkin düşüncelerini ele veriyor. Öncelikle bu çevrelerin, Kürt halkının duygularına seslenerek, onun düşmanlarını görmesinin önüne set çektiklerini belirtelim. Emperyalistlerin, Çekiç Güç adlı emperyalist askeri birliğin neyi korumaya çalıştığı ve hangi iğrenç emellerle bölgede bulunduğu bu çevreler tarafından açıklanmıyor. Kürdistan’ın bugünkü konumunu tartışırken, emperyalistlere sözde de olsa bir sorumluluk yükleyenlerin, hemen ardından dönüp, “Saddam kanlısı”na karşı -onu kendine tabi kılmayı da hedefleyerek- çıktı diye, tüm ezilen halkların, tüm dünya halklarının kanlısı olan emperyalistleri aklamaya çalışmaları, bir çelişkiye işaret etmesinin ötesinde, emperyalist emellerin gizlenmesi yoluyla emperyalizmin planlarına tabi olma anlamını da taşımaktadır. Öte yandan hemen her toplumsal olayın uluslararası bir özellik kazandığı ve yanı sıra, Kürt ulusunu köleci statü içinde tutan devletlerin sırtını dayadığı esas gücün emperyalizm olduğu gözle görülür somut bir gerçek iken, sömürgeciliğe karşı mücadeleyi emperyalizmden bağımsız olarak ele alma, eğer bir cehalet ve kavrayışsızlık sonucu olmuyorsa, düpedüz ihanete ve emperyalist burjuvaziye teslimiyete götürür. Emperyalist burjuvaziyi öncelikle hedefe konması gereken düşman olarak değil de, dayanılması gereken koruyucu güç olarak değerlendirmek, özgürlük için bunca acıyı göze almış bir halka yapılmış büyük bir kötülüktür. Ezilen bir ulusun “kader kavgası”nın emperyalizm hedeflenmeden o ulus yararına bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Dünyanın korsan jandarması ABD, beş kıtayı kendisine çıkar alanı ilan ederek, çıkarlarının sarsıldığını düşündüğü her yere silahlı müdahaleden kaçınmazken, ulusal bağımsızlık mücadelesinin emperyalizmin egemenliğiyle ilişkisi olmadığını öne sürmek, emperyalizm yararına hedef saptırmaktır. Bu düşünce, kaynağını emperyalizmin niteliğine ilişkin revizyonist teoriden almaktadır. Bu sözde teoriye göre, bilimsel teknolojik devrim emperyalizmin niteliğinde değişikliklere yol açmış, ulusal kurtuluş sorunuyla birlikte proletaryanın sınıfsal kurtuluş mücadelesini sistem içi bir soruna dönüştürmüş ve silahlı devrim fikrini geçersiz kılmıştır. Artık “demokratik yarışma” ve “mutabakat”lar sonucu “masa başı” görüşmelerle temel toplumsal sorunların çözümünün önü açılmıştır. Çelişkilerin keskinleşmesine, sertliğe, kavga ve savaşlara yol açan, uluslararası ilişkilerde gerginliğe götüren neden ise (sosyalizm-sosyalist devlet ve kampın varlığı) artık ortadan kalktığına göre, sorunlar pekâlâ emperyalist burjuvaziyle diyalog kurarak çözümlenebilir! Kemal Burkay, özü bu olan bu saçma düşünceyi şöyle dile getiriyor; PSK 3. kongre belgelerinde, (sonuç bildirisi):
“Kongremiz uluslararası planda ciddi bir gerileme ve soğuk savaşa yol açan, nükleer savaş da içinde olmak üzere, bir dünya savaşı tehditlerini taşıyan dünya ölçüsündeki kamplaşmanın sona ermiş olmasını, silahsızlanma yönünde atılan adımları, yumuşamayı, insan haklarının ve çevre sorunlarının öne çıkmasını, bölgesel sorunların çözümü yönündeki gelişmeleri, haksız sınırların değişerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme olanağının bir kez daha ortaya çıkmasını son gelişmelerin olumlu ürünleri arasında sayar.”
Tekelci kapitalizmin ve sözde tek kutuplu dünyanın bu olumlanması devrimcilik ve sosyalistlik adına yapılıyor. Kamplaşmanın sona erdiğini söyleyen Burkay, emperyalist kapitalizmin değil, sosyalizmin (O revizyonist SB’ni sosyalist olarak değerlendiriyor) gerginliğin ve kamplaşmanın nedeni olduğunu düşünüyor ve “kamplaşmanın” bu nedeninin ortadan kalkmış olmasını olumlu bir gelişme sayıyor. Oysa durum farklıdır. Emperyalist dünya sisteminde bir “yumuşama”nın yaşandığına dair işaretler yalnızca görüntüdedir. “Tek kutupluluk” görüntüsünün gerisinde derin bir iç çatışma ve gerginlik sürmekte, pazarlara yönelik rekabet keskinleşmektedir. ABD, Almanya, Japonya ve diğer emperyalistlerin Ortadoğu ve Asya’da oynamak istedikleri rol, “insan hakları ve çevre sorunları”nın çözümünü değil, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının gücüne göre denetim altına alınmasını esas almaktadır. Emperyalizmin bölge sorunlarını hangi yöntemlerle ve ne tür çıkarları gözeterek “çözme’ye çalıştığını ABD’nin Ortadoğu’daki silahlı korsanlığı göstermektedir. Kürt reformist ve oportünist çevreleri, uluslararası ilişkilerde “yumuşama” olduğunu, halkların elde silah özgürlük için savaşmalarının gereksiz hale geldiğini, barışçıl çözüm yöntemlerinin tarihin gündemine girdiğini, diyalog ve uzlaşma ile çözüm yolunun açıldığını söylerken, gerçekte, ezilen ulusların emekçi yığınlarını aldatmaktan ve uluslararası burjuvazinin propaganda kervanına katılmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Kemal Burkay, emperyalist burjuvazinin şiddet ve zorbalığı dışlamayan (Irak, Libya, Somali, Panama, Salvador vb.) etkisizleştirme ve teslim almaya yönelik politikasını olumlamaktan, emperyalist diplomasiyi -amaç ve hedeflerinden kopararak- aklamaktan geri durmuyor ve Kürt halkının emperyalizmin “koruyucu şemsiyesi” altında özgür olabileceğini ileri sürüyor. Irak Kürdistanı’nda doğrudan emperyalistlerin koruması altında ortaya çıkan sözde federe Kürt devletinin yine onlar tarafından hararetle desteklenmesinin ve “bir özgürlük abidesi” olarak gösterilmesinin nedeni budur. Barzani ve Talabani’nin izledikleri işbirlikçi çizgi, başta Burkay olmak üzere, Kürt burjuva klikleri ve reformist-uzlaşmacı siyasal hareketleri tarafından kutsanıp benimseniyor. Bir süre öncesine kadar, (eklektik, pragmacı ve reformist ideolojik platformuna rağmen) Burkay ve Talabani çizgisini “ihanet çizgisi” olarak değerlendiren PKK’nın, bu olumlu sayılabilecek ve ondaki devrimci yanı ayakta tutan konumunu bir yana bırakarak, Talabani-Burkay platformuyla birleşmesi Kürt reformcu-uzlaşmacılığının, Kürt özgürlük mücadelesi için oluşturduğu tehlikeyi daha da artırıyor. Çünkü Talabani-Barzani ve Burkay, emperyalistlerin koruyuculuğu ve vesayeti altında, emperyalizmin çıkarlarıyla uyum içinde yaşamayı, Kürt halkına özgürlük modeli olarak sunmaktadırlar. Şu sözler Burkay’a ait:
“Kar altında süren İlkbahar çiçeği gibi, Güney Kürdistan’ın bir parçasında özgür bir bölge oluştu ve ulusal bir yönetim kuruldu. Kürt parlamentosunu, Kürt hükümetini, Kürt Federe Cumhuriyeti’ni saygıyla ve coşkuyla selamlıyoruz.”
Burkay ve onun şahsında Kürt burjuva reformculuğunun ulusal özgürlük anlayışını bu sözler açıkça ortaya koyuyor. Düşünülen, Kürt işçi ve köylülerinin, emperyalizmin vesayeti altında ve burjuva-toprak ağası sınıfların egemenliğinde yaşadığı bir Kürdistan’dır. Ortadoğu’da, başta ABD olmak üzere -ki eşitsiz gelişme nedeniyle bu güç ileride bir başka emperyalist devlet de olabilir- emperyalizmin çıkarlarıyla çatışmayan, aksine onunla uyumlu bir Kürdistan’dır savunulan. Ama bunun Kürt halkının özgürlüğüyle, ulusların kaderlerine kendilerinin egemen olmasıyla, ulusal özgürlüğün kazanılmasıyla, bir ilgisi yoktur. Bur-kay’ın “saygıyla ve coşkuyla” selamladığı şey, gerçekte emperyalist sömürgeci politikanın yeni görüntüsüdür; kukla hükümet ve parlamento aracılığıyla Irak Kürt halkının köleliğinin desteklenmesidir. Talabani’nin Ankara-Washington-Londra güzergâhında, emperyalistlerle birlikte, Kürt halkının boynundaki kölelik ilmiklerinin rengini değiştirme çabaları öyle anlaşılıyor ki, PKK tarafından da artık “saygıyla ve coşkuyla” selamlanıyor. Öcalan’ın, Burkay ve Talabani’yle oluşturduğu platform bunu gösteriyor.
Bir gerçek bir kez daha çok belirgin olarak ortaya çıkıyor. Kürt Marksistleri, Kürt proletaryası ve köylülüğünün özgürlüğü olarak ulusal özgürlüğün emperyalizme karşı mücadeleden geçtiğini söyler ve bunun için yığınları emperyalizme karşı mücadele çizgisinde eğitmeye seferber etmeye çalışırken, Kürt burjuva reformcuları ve uzlaşmacı siyasal hareketleri “emperyalizmle birlikte de olabileceğini” söylemekte, ulusal özgürlüğü emperyalist “yeni dünya düzeni”ne tabi olmakta görmektedirler. Birinci yolun kurtuluşa, ikinci yolun köleliğe götürdüğü açıktır.
Konunun bu yanını burada keserek, bir başka yanına, Kürt burjuva milliyetçi çizginin, temelinde proleter enternasyonalizminin reddi düşüncesinin yattığı “Misak-ı Milli”cilik üzerine demagojik propagandasına geliyoruz.
Kürt burjuva milliyetçi çizginin tüm alt şubeleri (versiyonları) ulusların kaderlerini tayin hakkını yozlaştırıp, “otonomi”, “özerklik”, “federasyon” vb. biçimde daraltırken, Marksistlerin, ulusal özgürlük mücadelesinin zaferi için, ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçek içeriğiyle proletarya ile ezilen emekçi yığınların çıkarları doğrultusunda ele alınmasını öngören çabalarını “Misak-ı Millicilik” olarak damgalamaktan geri durmuyorlar. Bir yandan “kimlik sorunu”, “kültürel hakların tanınması”, “federasyon”, “barışçıl siyasal çözüm”, “Kürt-Türk ortak parlamentosu” önerileriyle, bugünkü devletin hiçbir temel kurumunu hedeflemeden, mevcut devlet ve düzen koşullan içinde “çözüm” bekleyenlerin, öte yandan, bugünkü egemen sınıflar diktatörlüğünün yıkılmasını, tüm temel devlet kurumlarının ilgasını, devletin ve merkezi parlamentonun Kürdistan’daki varlığının son bulmasını, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirleme hakkının önkoşulsuz tanınmasını -ki bu ayrı devlet kurma hakkıdır- savunanları “Misak-ı Millici” olarak suçlamaları tam bir aymazlıktır. Yukarıda -ve başka birçok yazıda- belirtilen önerilerde görüleceği gibi “Misak-ı Millici” olan gerçekte Kürt burjuva milliyetçi akımlarıdır. Onlar, duygu sömürüsü amacıyla hamasi nutuklar çekse de gerçekte izledikleri uzlaşmacı çizgileriyle burjuva egemen sınıfların çizdiği sınırları aşmıyor, o sınırlara takılıp kalıyorlar. Dahası onlar, Türk devletine Talabani tarafından önerilen ve Özal’ın Osmanlı hanedanı mantığıyla benimseyip savunduğu tüm Kürtleri “koruma” görevi yüklüyorlar. Öcalan’ın Birand’la yaptığı röportajda söylediği şu sözler başka ne anlama geliyor ki? Şöyle diyor:
“Türkiye bölgedeki Kürtleri koruma politikasını sürdürürse önemli sonuçlar çıkabilir. Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerindeki etkisi artar, Kürt kozu Özal’ın eline geçmiş olur.”
Bu sözlerin bir temenniyi içermediğini kim söyleyebilir? Özal’ın bu kozu ele geçirme çabasına girdiği ve Kürt reformistlerinin de yardımıyla Kürt halkı içinde bir aldanmayı belli ölçülerde sağlayabildiği görüldü.
PKK ve Öcalan’ın, Türkiye’de ya da Irak’ta Kürt kimliğini ve kültürel haklarını tanıyan bir devlet ve hükümetle birlikte olmaya açık olduğunun çokça işareti vardır. Ve bugünkü uzlaşma çabasının hedefi de budur. Ayrıca, PKK’nın bu düşüncesi yeni oluşmuş da değildir. Daha Körfez Savaşı sırasında Öcalan şunları söylüyordu:
“Şimdi yine Güney Kürtleri uygun koşullar altında Saddam’la biraraya gelirse, bunun öyle çok kötü bir iş olduğunu söylemem. Kendi federal sistemlerini Araplarla eşit koşullarda gerçekleştirebilirlerse, Saddam olsa da olur, olmasa da, mühim olan Kürtlerin hayati ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasıdır. Kim bunu kabul ederse, Kürtler onunla görüşmeye oturabilir.”
Öcalan’ın, Kürtlerin mevcut statüsünde hukuksal-idari düzenlemeleri önemsediği görülüyor. Perspektifi bu olanların başkalarını “Misak-ı Millicilikle” suçlaması abestir, gayrı ciddidir. Reformcu burjuvazi ve küçük burjuva milliyetçi çizgi, Kürt ulusunun ulusal kaderini tayin sorununu mevcut devlet ve düzen sınırları içinde “çözme”yi öngörmesine karşın, “devlet sınırları” sorununu yalnızca proletarya ve emekçilerin sınıf düşmanına karşı örgütlenmesi ve mücadele açısından tartışan Marksistleri, -hiç ilgisi olmamasına karşın ve tümüyle haksız olarak- bugünkü devlet sınırlarının savunulması iddiasıyla suçlamaktan geri durmuyorlar. Böylece bir taşla sözde “iki kuş vurmuş” oluyorlar. Bir yandan Kürt işçi, emekçi ve gençlerini duygu sömürüsü temelinde kendi milliyetçi çizgilerine çekmeye çalışırken, öte yandan burjuva kurumlarda yer almayı, “şirketin ortağı” olmayı hedefliyorlar. Kürt grupları arasında devlete ve düzene en fazla mesafeli durduğu sanılan PKK’nın,
“Meclis deniyor, bir federal meclise gidilebilir. Bir Kürdistan Meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir… Federal bir hükümet Kürdistan için gereklidir. Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir. Bunların biçimi üzerinde düşünmek gerekir.”
biçimindeki düşünceleri, konuya ilişkin çarpıcı, örneklerden yalnızca biridir. Bu tür görüşleri somut öneriler olarak gündeme getirenlerin, başkalarını “Misak-ı Millici” ve “Kemalist” olarak suçlamaya hakkı olabilir mi? Olmaması gerektiği açıktır. PKK ve “şirket ortağı” olmak isteyen diğerleri bir işçi-köylü hükümetinden, meclisinden söz etmiyor, bugünkü hükümetin bir Kürt-Türk hükümetine dönüşmesi projesinden söz ediyorlar. Bugünkü koşullarda, tüm öteki kurumların aynı kaldığı bir durumda oluşacak “ortak bir federe hükümet”in Misak-ı Milli düşüncesini aşmadığı, onunla çatışmayı içermediği açıktır. “Misak-ı Millici” eleştirileri, Kürt milliyetçilerinin elinde duygu sömürüsünde kullandıkları basit bir araca dönüşmüştür. Küçük burjuva milliyetçi çevrelerinin ve Özgür Halk yazarlarının, Türk devlet sisteminin tüm kurumlarıyla ayakta durduğu ve Kürdistan’daki konumunda herhangi bir değişmeye gidilmediği koşullarda önerdikleri referandumun yukarıdaki bakış açısıyla doğrudan bağlantılı olduğunu da görmek gerekiyor. Referandum, reformist bir bakış açısıyla ele alınıyor, dahası emperyalistlere referandumu yapabilme olanağı tanınabileceği ima ediliyor. Şu sözler birer ibret belgesidir:
“Böylesi bir referandumu rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar, yoksa bir halkın öncü gücü mü yapar; orası dünyanın sürekli gelişen konumuna göre ve bizce önemli yan değildir.” (Özgür Halk s. 20 sf. 28).
Ezilen Kürt halkının geleceğiyle ilgili bir kararın hangi koşullarda verildiğinin önemsenmediği görülüyor. Referandumu “rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar;” bu önem taşımıyor, söz konusu yazarlara göre; “uluslararası demokrasi güçleriyle işçi kuruluşları ve devrimci hareketin anılmak istendiği sanılmasın. Günümüz koşullarında bu güçlerin henüz devletlerarası yaptırım gücüne sahip bir örgütlülüğü yok. O zaman geriye BM gibi emperyalist kuruluşlar, emperyalist güçlerin kendisi kalıyor ve Özgür Halk yazarlarının ve PKK’nın sözünü ettikleri bu güçlerdir. BM ya da herhangi bir emperyalist uluslararası gücün denetimindeki bir referandumun, “rejimin” yaptıracağı bir referandumun Kürt halkının çıkarına olmayacağı tartışma götürmez bir gerçek olmasına rağmen, söz konusu bu Kürt çevreleri, emperyalizmden beklenti içine girebilmektedirler. İlerleyen süreçte PKK’nın emperyalistlerle ilişkileri geliştirmeye daha fazla eğilim gösterdiği göz önünde bulundurulduğunda, reformcu milliyetçi çizginin, Kürt özgürlük mücadelesinde giderek artan oranda ciddi bir engele dönüştüğü de görülecektir.
Bu birkaç örneğin ortaya çıkardığı sonuç şudur; PKK da dâhil, burjuva küçük-burjuva milliyetçi Kürt gruplarının Marksistlere yönelttiği “Misak-ı Millici” suçlaması koftur, hedef saptırmacadır, duygu sömürüsüne yöneliktir ve ırkçı-şoven Türkçü akımlardan sonra, bizzat bu Kürt çevreleri için geçerlidir. Çünkü onlar, ayrı devlet kurma hakkını “kimliğin tanınması” düzeyine çekmişlerdir.
Proletaryanın ve küçük-burjuvazinin, Marksizm’in ve küçük-burjuva milliyetçi devrimciliğin, ulusal soruna bakışı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununun ele alınışı arasında temel öneme sahip farklılıklar vardır. Bu kaçınılmazdır, çünkü milliyetçilik, politikasının merkezine ulusun çıkarlarını alırken, Marksizm tüm sorunlara proletaryanın kurtuluşu ve sınıfsız toplum nihai hedefi açısından bakar, politikasının merkezine ezilen sınıf ve emekçilerin çıkarlarını koyar. Çünkü başarıya ulaşsın ya da ulaşmasın, tüm ulusal kurtuluş savaşları pratiğinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki, zamanımızda ulusların gerçek özgürlüğü, ezilen ulusların nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğün ve işçi sınıfının özgürlüğü demektir ve bunu da yalnızca proletarya gerçek anlamıyla savunabilir. Bu çelişki, yalnızca ulusun çıkarlarıyla proletaryanın çıkarlarının her koşulda bir ve aynı olmaması nedeniyle değil, aynı zamanda toplumsal ölçekteki her sorunun iktisadi gelişme yoluyla uluslararasılaştığı, ulusal sorunun, ezilen ulusların ve sömürgelerin ezilen yığınlarının emperyalizmden kurtuluşu genel sorununa bağlandığı koşullardan ulusal dar bencilliği öne çıkarması nedeniyle de ortaya çıkmakta ve yaşamaktadır.
Burada, Marksist yazınımızda çokça tekrarlanan bazı gerçekleri, ulusal soruna ilişkin birçok doğrunun son yılların karmaşık ortamında görmezden gelinmesi ya da atlanması nedeniyle, yeniden vurgulamakta yarar var.
Birinci önemli nokta şudur: Her ulus kendi kaderini özgürce belirleme hakkına sahiptir.
“Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ve sömürgeler için devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkı” (Stalin)
vardır ve bu hak “zaman aşımına uğramaz” bir haktır. Kimsenin ulusun yaşamına dışarıdan zorla müdahale etmeye hakkı yoktur, olmamalıdır. “Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır.” Ulus, bir başka ulusal bütüne katılmaya, ondan ayrılmaya, birlikte ya da ayrı yaşamaya karar verme hakkına sahiptir ve onun hakkına hiç kimse zorla ipotek koyma, müdahalede bulunma hakkına sahip değildir.
İkinci nokta; ulusal sorun ile ulusun hakları sorunuyla sermaye iktidarı arasındaki ilişkidir. Uluslar sorununun emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki tarihsel geçmişi bir yana bırakılırsa; onun emperyalizm döneminde, sermaye iktidarıyla ilişkisi yeni özellikler kazanmıştır. Emperyalizm, diğer şeylerin yanı sıra tüm haklarından yararlanamayan ulusların ve sömürgelerin siyasal ve iktisadi uyruklaştırılmasını ifade etmektedir. Ulusal sorun emperyalizm ve proleter devrimler döneminde sömürgelerin ve ezilen halkların emperyalizmden kurtuluşu genel sorununa bağlanmıştır ve artık ulusal sorunun çözümü emperyalizme karşı mücadele edilmeksizin söz konusu olamamaktadır. Emperyalizmle bağlar koparılmadan,
“Ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden, iktidar bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların mutluluğu gerçekleşemez.” (Stalin)
Üçüncü nokta; bu ilk ikisiyle doğrudan bağlıdır, ulusal özgürlüğün ele alınışının proleter ve burjuva biçimlerini ifade eder. Burjuva bakış açısı, ulusun haklarının savunulmasından hareketle, ulusun tüm güçlerinin çıkarlarının uyumunu vaaz eder ve savunurken, proletarya, ulusal özgürlük sorununu devrimin gelişmesi genel sorununun bir parçası olarak ele alır, ulusal hareketleri emperyalizme ve sermaye iktidarına darbe vurup vurmamalarına göre ayırarak, her durumda farklı tutumları benimser. Ulusal sorun, “devlet içi bir sorun” olmaktan çıkarak, “bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halkların emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması genel sorunu” haline geldiği emperyalizm koşullarında, “emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran,” emperyalizme yeni hareket alanları ve olanakları sağlayan hareketlerin değil, aksine emperyalist egemenlik sistemini zayıflatan ve güçten düşüren hareketlerin desteklenmesinin söz konusu olacağı açıktır. Marksizm, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunur, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, zorunlu resmi (devlet) dili uygulamasının son bulması, tüm ulusal topluluk işçi ve emekçilerine anadillerinde eğitim olanağının sağlanması için mücadele eder.
“Ulusların barış ve özgürlük içinde bir arada, yaşayabilmeleri, ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirinden ayrılıp, ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusa ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya, ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır.” (Lenin, Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 84)
Bir ulusun bir başka ulusu kendine tabi kılmaya, o ulusun yaşamına zorla hükmetmeye hakkı yoktur. Kendi kaderini özgürce belirleme, siyasal yaşamına yön verme, kurumlarını oluşturma, dili ve kültürünü geliştirme, diğer uluslar ile tam bir hak eşitliğine sahip olma hakkı hiçbir ulusun ya da ulusal azınlığın ayrıcalığında olamaz. “Devlet içinde” bütün uluslar koşulsuz olarak eşit olmakla, her ulusal azınlığın haklan korunmalıdır. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliği, zorunlu resmi dil yasağı, “halka bütün yerli dillerde öğretim yapacak okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir ulusal topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırmasını önleyici maddeleri kapsayan A’sından Z’sine demokratik cumhuriyetçi” devlet yapısı! Bunlar proletaryanın ve ulusun yararınadır.
Kürt ulusunun bugünkü statüsü bir kölelik statüsüdür ve Kürt-Türk eşitliği iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. Türk egemen sınıfları, Kürt ulusunun ulusal varlığını kabul etmedikleri gibi, tarihte benzeri az olan bir sertlikle özümleme politikası izlemekte, Kürtçe dil yasağını, Kürtçe isimlerin değiştirilmesine kadar vardırmakta, Kürt kültürünü öldürücü-yozlaştırıcı faaliyet sürdürmekte ve bütün bunlarla birlikte Kürt halkının ulusal istemlerine karşı vahşi bir terör uygulamaktadırlar. Türk egemen sınıfları emperyalizme dayanarak ve ondan güç alarak, 70 yıldır Kürt halkını Türk halkıyla zora dayalı kaynaştırmaya çalışmaktadırlar. Oysa ulusların kaynaşmasına ancak ulusal baskının ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla, ulusların özgürlüğü ve eşitliği yoluyla varılabilir. Ulusların birliği ve gerçek dostluğu ancak eşitlik koşullarında mümkündür. Bu bakımdan Türk ve Kürtlerin dostluğu ve birliğinin başta gelen engeli sermaye iktidarı, gericilik ve sömürücü egemen sınıflardır. Çünkü ulusal baskı politikası ulusal düşmanlıklara yol açar, burjuva ulusalcılığının gelişmesini sağlar ve bundan en fazla zarar görenler de ezilen sınıf ve yığınlardır. Bunun içindir ki Marksistler, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını kararlıca savunur ve zora dayalı ilhak ve özümleme politikasıyla mücadele ederken; ulusal özgürlüğü, emperyalizmin egemenliği ve sermaye iktidarından kopararak ele alan, onu, dar ulusalcı bir sınır içine çekerek, Kürt proletaryası ve emekçilerini ulusal dar bencillikle eğitmeye çalışan milliyetçilik akımının burjuva çizgisiyle arasına sınır çekmekten de geri durmazlar.
Marksizm, ulusal hareketi değerlendirirken, kendini ulusal baskı politikasına karşı mücadele etmekle, ulusların kaderini tayin hakkını koşulsuz desteklemekle yetinmez, her ulusal hareketi proletarya ve emekçilerin çıkarları açısından değerlendirir, desteğin somut biçimini, ya da karşı çıkış nedenini buna göre tayin eder. Kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıyla, bu hakkın kullanılış biçimi karşısındaki tutum, farklılıklar gösterebilir. Bu hakkın tanınması, ayrılmanın proletaryanın ve emekçilerin genel çıkarlarına aykırı düştüğü durumlarda, -burjuvazi ve emperyalizmin ezilen ulusun hareketini zorla bastırma politikasına karşı savaşmayı bir an bile ihmal etmeksizin- ayrılmaya karşı propaganda yapılmasını ve burjuva ulusalcılığının gözler önüne serilmesine engel oluşturmaz. Bu konuda Lenin’in şu sözleri öğreticidir:
“Sosyal-demokratlar, ulusal kaderini tayin etmeyi, dışarıdan şiddete başvurarak, ya da haksız biçimde etkilemeye dönük her türlü çabayla savaşacaklardır… Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi hiç duraksamaksızın tanımamız, ulusal kaderini tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın proletarya partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi Kaderini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli görevi sayar. Her zaman ve hiç duraksamaksızın bütün ulusların proletaryasının eh yakın işbirliği için çalışmalıyız.” (Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 1 2)
Kuşkusuz Marksistler ulusun (ezilen ulus) her isteğini, ayrılma doğrultusundaki her girişimini desteklemekle yükümlü değildirler. Ulusun baskıya karşı mücadelesini destekleyen Marksistler, ulusal topluluğun çıkarları birbirine zıt sınıflardan meydana geldiğini bilir ye tercihlerini her zaman proletaryanın çıkarlarının gözetilmesinden yana yaparlar. Ezilen ulusun ayrılma veya bir bütüne katılma isteğini, bu isteğin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadeleyi ne yönde etkilediğine bakarak değerlendirirler. Emperyalizmi güçlendiren ve burjuva sınıfın iktidarını sağlamlaştıran isteklere karşı çıkar, buna karşı propagandaya girişerek, ulusun ezilen sınıflarını doğru zemine çekmeye çalışırlar. Marksistler, bilinçli proletarya, Kürt ulusunun özgürlüğünü savunurken, özgürlük adına Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi, emperyalizmin çıkarlarına bağlanmaya karşı mücadele etmekten de geri durmamalıdırlar.
Burada bir diğer önemli noktaya geliyoruz: “Ulusun örgütlenmesi”yle, proletaryanın örgütlenmesinin farklılığına, ulusal özgürlük sorununun sınıf bakış açısıyla ele alınmasına ve proletaryanın sınıf birliği sorununa. Çünkü bu, Kürt burjuva milliyetçi çevrelerinin, proletarya devrimcilerini, devrimci Marksistleri “Misak-ı Millicilik”le suçlama gerekçelerinin başlıcasını oluşturuyor. Bu çevreler ulusal özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın sınıf birliğini savunmanın, bir ulusun (Kürt ulusu) bir devletin (Türk devleti) sınırları içinde zorla tutulmasını ifade etmek anlamına gelen “Misak-ı Millicilik”le ne tür bir ortak yanı olduğunu ortaya koymuyor, bundan kaçınıyorlar. “Misak-ı Milli” sözcükleri bu çevrelerin elinde Marksistlere karşı kullanılan sözde bir silah durumunda.
Kürt burjuva reformcu çevreleri ve küçük-burjuva devrimcilerinin çoktan rafa kaldırmalarına ve geçersizliğini ilan edip, zaman aşımına uğradığını söylemelerine rağmen biz yine Marksizm’in devrimci teorisine başvuracağız. Stalin şöyle yazıyor:
“Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır, zararlı olsun, yararlı olsun hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez. (Kimsenin buna hakkı yoktur!) Ama bu, sosyal-demokrasi ulusların zararlı kurumlarına karşı, ulusların buna uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine bunu yapmak ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek sosyal-demokrasinin görevidir.”
Marksistler, ulusal örgütlenmelere, ulusal kurumların, ulusal nitelikli örgütlerin kurulmasına karşı çıkmaz ve bunlara karşı zorla müdahaleye karşı mücadele ederken, ulusal örgütlenmelerin proletarya ve emekçilerin çıkarlarına uygun gelişmesi için çaba gösterirler. Bu Marksistlerin hem en tutarlı demokratlar olmaları, hem de sosyalizm için mücadeleyi temel görevleri saymaları nedeniyledir. Marksistler, proletarya devrimcileri olarak, proletaryanın sınıf çıkarları, kurtuluşu, proletarya iktidarı için, proletaryanın sınıf birliği ve ortak mücadelesini savunur, bunun için mücadele ederler. Proletarya ve Marksistler, baskı ve zulmün her türüne karşı, baskı ve zulmün en kararlı muhalifleri olarak mücadele yürütürken, ulusal baskı politikasının proletaryanın sınıf birliğini sabote ettiğini de bilirler. Çünkü
“Bu siyaset nüfusun geniş katmanlarının dikkatini toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ‘ortak’ sorunlarına doğru çevirir. Ve bu da ‘çıkarların uyumu’ yalanını yaymak için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için elverişli bir alan yaratır.” (Stalin)
Proletaryanın sınıf çıkarlarına gölge düşüren ve onun dikkatini sınıf savaşımı sorunlarından uzaklaştıran bu politika, hem ezen ulus proletaryasına, hem de ezilen ulus işçi sınıfına zarar verir. Çünkü “çıkarların uyumu” yalanıyla her iki ulus burjuvazisi proletaryayı ve diğer emekçileri yanına çekmeye çalışır.
Marksistlerin, proletaryanın sınıf çıkarlarına dikkat çekmeleri, sınıf savaşımının sorunlarından söz etmeleri en başta egemen burjuvaziye karşı bir mücadele koşuludur. Kürt milliyetçi çevreleri, Kürt Marksistlerinin, sınıflı bir toplumda proletaryanın çıkarlarına vurgu yapmasından “ulusun güçlerini böldüğü” gerekçesiyle rahatsız olurken, ezen ve ezilen ulusun bir devlet sınırları içinde yaşadığı, bu uluslardan gelen işçilerin aynı fabrika, işyeri ve işletmelerde onlarca yıl birlikte çalıştığı, aralarında iktisadi kültürel bağların geliştiği koşullarda, “tüm ulusal topluluklar işçilerinin birliğini savunmalarını da “Misak-ı Millicilik” olarak suçlamaktadırlar.
Oysa burjuvazinin ve proletaryanın uluslararası sınıflar olarak karşı karşıya durdukları koşullarda, proletaryanın sınıf düşmanına karşı bağımsız sınıf örgütlenmesi ve sınıf birliği kaçınılmaz ve zorunludur. Emperyalist dünya sisteminde, proletaryanın önünde böyle bir görev durduğu gibi; Türkiye’nin somut koşulları da bunu gerektirmektedir. Türkiye iki ulustan gerici egemen sınıfların, proletarya ve emekçi halk yığınlarına karşı uluslararası sermaye ve gericilikle birleştiği, Türk ve Kürt egemen sınıflarının gerici bir karşıdevrim cephesinde bir araya geldikleri bir ülkedir. Böylesi bir ülkede proletaryanın hangi nedenle olursa olsun milliyet kökenine göre bölünmesi, devrim cephesini bölen, emekçilerin mücadele gücünü zayıflatan ve aynı oranda burjuva gericiliğini güçlendiren bir işlev görür; aklı başında hiçbir kişinin devrimcilik adına bunu savunmayacağı açıktır. Kürt işçi sınıfına, proleter sınıf bilincini değil de, milliyetçi bilinci önerenlerin burjuvazinin çıkarlarını savunduklarından kuşku duyulamaz. Çünkü milliyetçilik dalgasının işçi yığınlarını sürüklemesi, sınıfın kurtuluş mücadelesinin zaafa uğramasıdır. Ulusal baskıya karşı mücadele edilir ve ulusların bağımsız devletler olarak örgütlenme hakları kayıtsız-şartsız savunulurken, ulusalcılık rüzgârının sınıfı savurmasına, sınıfın devrimci mücadelesini gölgelemesine izin verilemez. Marksizm, milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmin devrimci ilkelerini koyar.
“Proletaryanın burjuva milliyetçiliği bayrağı altında saflara girip girmeyeceği, sınıf çelişkilerinin gelişme, proletaryanın bilinç ve örgütlenme derecesine bağlıdır. Bilinçli proletaryanın kendi denenmiş bayrağı vardır ve onun için burjuvazinin bayrağı altında saflara girmesinin hiçbir gereği yoktur.”
Başlıcaları PSK, PKK olan Kürt milliyetçi örgütleri ve onların görüşlerini benimseyen çevreler, işçi sınıfının milliyet kökenine göre bölünmesi politikasını savunurken, değişik gerekçeler öne sürmektedirler. Kimilerine göre, Kürdistan’ın koşulları farklıdır, kimine göre sınıf mücadelesinin unsurları oluşmamıştır, kimilerine göre Kürdistan’da ve Türkiye’de devrimin görevleri farklıdır, kimilerine göre ise, sınıfın birliği “Kürtleri inkâr etmenin gerekçesi” yapılmaktadır vb. Gerekçeleri ne olursa olsun, onların tümü, tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin, diktatörlüğe, emperyalizme, Türk ve Kürt gericiliğine karşı sınıf birliği ve ortak mücadelesini küçümsemekte, gereksiz görmekte ve bu fikre karşı çıkarak, “Kürtlerin ayrı örgütlenmesini savunmakta, ardından da dönüp milliyetçi olarak adlandırılmalarına ateş püskürmektedirler. Lenin, bu gibiler için şunları söylemektedir:
“Ulusalcılık görüşünü benimseyen kişi, doğal olarak, kendi ulusalcılığının çevresine, kendi ulusal işçi hareketinin çevresine bir Çin şeddi dikmek isteyecektir; bunun her kentte, her küçük kasabada, her köyde ayrı bir Çin şeddi demek anlamına geldiğine aldırmaz; bölme ve parçalara ayırma taktiği ile bütün ulusların, bütün soyların, bütün dillerin proletaryasının birliğini amaçlayan büyük çağrıyı sıfıra indirmekte olması umurunda değildir.”
Lenin o dönemde üç devlet arasında bölünmüş Polonya’nın durumunu ele alırken, Polonyalı milliyetçi partiyi eleştirir ve ulusalcı çevrelerle polemik yürüten Mehring’e başvurarak, ondan şu sözleri aktarır:
“İşçi sınıfının bu çıkarları, Polonya’yı paylaşmış üç devlette de, Polonyalı işçilerin, herhangi bir koşul koymaksızın kendi sınıf yoldaşlarıyla omuz omuza savaşmalarını kesinlikle emreder. Bir burjuva devriminin özgür bir Polonya yaratacağı günler artık geride kalmıştır. Bugün Polonya’nın yeniden doğuşu, ancak gelişmesi sırasında modern proletaryanın zincirlerini koparacağı toplumsal bir devrimle olabilir.”
Lenin, Mehring’in vardığı sonuçlara tam olarak katıldığını eklemekten de kaçınmaz.
Proletaryanın siyasal sınıf birliğinin parçalanmasına, proletaryanın sınıf hareketinin parçalanmasına götürecek bir politika, eninde sonunda burjuvazinin çıkarlarına bağlanmaya yol açar. Marksistler, sınıf savaşımını önemsemeyen ve proletaryanın sınıf birliğine özen göstermeyen burjuva ulusalcı çizgiye karşı çıkarken, gerçekte, ezilen ulusun haklarını da en iyi biçimde savunmuş olmaktadır. Çünkü Kürt halkını baskı altına alan sermaye ve gericiliğin iktidarı, proletaryanın başında bulunduğu bir devrimle yıkılmadan, ulusal baskı politikasının son bulması ulusal özgürlük ve eşitliğin sağlanması mümkün değildir. Bunun örnekleri çokça olmasına karşın, Nikaragua’da yaşananlar göz önündedir ve öğreticidir.
Deng, Nevroz ve Nevroz Ateşi yazarları, bir tek örgüt çatısı altında bir araya gelmiş iki ulustan ve değişik milliyetlerden Marksistlerin ve devrimcilerin Kürdistan’daki faaliyetlerinden de rahatsızlık duymakta, bu faaliyeti kendi ulusalcı örgüt ve faaliyetlerinin engeli saymaktadırlar. Örneğin, Deng dergisinin sayfalarında aşağıdaki türden yazıları okumak mümkün.
“Türk solu’da Kürdistan’a birçok özel ‘sosyalist vali’ tayin ederek, örgütlerinin Kürdistan kanadını oluşturarak, Kürt ulusal hareketinin haklı ve meşru mücadelesini zedelemeye çalıştılar. ‘Vatan birliği’, ‘sınıfın birliği’, ‘İslamın birliği’ Kürtleri inkâr etmenin gerekçesi olmaktan çıkarılarak bu çaba içinde olanların hevesleri kursaklarında bırakılacaktır.”
Kürdistan komünistlerinin ve bazı Kürt kökenli devrimcilerin, Türk kökenli komünist ve devrimcilerle birlikte, bir örgüt içinde, ortak mücadele amacıyla birleşmelerinin ve diktatörlüğe ve emperyalizme karşı iki ulustan işçi ve emekçilerin ortak mücadele cephesini örmeye çalışmalarının Kürt ulusal hareketini, Kürt halkının düşmanlarına karşı yürüttüğü mücadeleyi “zaafa uğratma” bir yana, aksine güçlendirdiği somut bir gerçek iken, ulusal bencillik politikasıyla kendinden geçen küçük-burjuva milliyetçilerinin, “sınıfın birliği”ni savunanları, “İslamın birliği” ya da “vatanın birliği” demagojisi yürütenlerle aynı kaba koyma tavrı, olsa olsa proletarya ve onun davası karşısında korumakta kararlı oldukları gerici konumu ortaya koyar; başka bir şeyi değil. Proletaryanın, kendisini sömüren burjuvaziye ve onun devletine karşı sınıf birliğini -ülkenin çok uluslu olması bir şeyi değiştirmez- gereksiz görenlerin dahası ona karşı çıkanların burjuva sınıf çıkarlarının savunucuları oldukları açıktır. Lenin,
“Bir liberal, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşmasının temel sorun olarak görülmesinden hoşlanmaz. Liberal demokrasiye ve sosyalizme ait sorunlardan dikkatleri uzaklaştırmak için ulusal savaşım ateşini yakmaya ve körüklemeye çalışır.”
derken çok önemli bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Ve Lenin’den 70 sene sonra birileri hâlâ proletaryanın sınıf birliği sloganından, ulusalcılık açısından rahatsızlık duyuyorlarsa, onlar çok daha gerici konumda bulunuyorlar demektir. Kürt milliyetçileri, Kürt proletaryasının, Türk ulusundan proletaryayla birlikte örgütlenmesine karşı oldukları gibi, Kürdistan’da işçilerin bağımsız siyasal sınıf hareketine de karşıdırlar; bunu “ulusal hareketin zaafa uğraması” olarak değerlendirmektedirler. Onlar, ulusalcılık görüşüyle proletaryayı sınıf sorunlarından uzak tutmaya çalışırken, Kürt Marksistleri, proletaryaya sınıf bakış açısıyla, ulusal baskı politikasına karşı mücadelenin başına geçmeyi ve ulusal özgürlük için mücadeleyi işçi-köylü devrimine doğru genişletmeyi önermektedirler. İşte bizimle, milliyetçi çizgi savunucuları arasındaki farklardan biri!
Diğer yandan zora dayalı birliğin alternatifi ayrılığın mutlaklaştırılması olamaz. Devrimci tutum zor unsurunun ortadan kaldırılmasını ve fakat iktisadi hayatın gereklerine ve proletaryanın çıkarlarına uygun birlik ve büyük ekonomik birimden yana olmayı gerektirir. Proletarya, tüm öteki koşulların uygun olması durumunda, yani halkların arasında ezen-ezilen farklılığın ortadan kaldırılması durumunda büyük devletten yana tutum alır. Çünkü onun hedefi sosyalizmi kurmak ve sınıfsız toplum idealine ulaşmaktır ve bu da ancak merkezileşmiş büyük sanayi üretimi üzerinde yükselebilir, gerçekleştirilebilir. Türkiye’de Türk ve Kürt işçilerinin iktisadi yaşam tarafından bir araya getirildiği, aynı ekonomik ilişkiler içine çekildiği, büyük sanayi şehirlerinde, aynı işyeri ve fabrikalarda bir araya gelerek, baskı ve sömürü koşullarında nesnel olarak bir birlik ve dayanışma durumu içinde bulundukları koşullarda devrimci tutum; özellikle de Kürt Marksistlerinin tutumu; bu birliğin pekiştirilmesi yönünde bir politika izlemek olmalıdır. Marksistler, bütün ulusal toplulukların tam eşitliğini, bunu garanti eden ve tutarlı demokratik devlet sistemini ve bununla birlikte tüm ulusal toplulukların tam eşitliğini, bunu garanti eden ve tutarlı demokratik devlet sistemini ve bununla birlikte tüm ulusal topluluklar işçilerinin birliğini savunur, bunun gerçekleşmesi için mücadele ederler. Kürt ulusunun bağrında, ulusal devrimci, burjuva milliyetçi çizgi ile proleter devrimci çizgi arasında bu konuda da bir mücadele söz konusudur. Ezilen ulusun milliyetçi unsurları arasında ayrılma eğilimi ağır basarken, ezilen ulusa mensup komünistlerin tutumu birlik yönünde olmak zorundadır. Lenin bu konuda şunları söylüyordu:
“Öte yandan ezilen ulusların sosyal demokratları ezen ve ezilen uluslar işçilerinin birliğine ve kaynaşmasına büyük önem vermelidirler. Böyle yapmazlarsa, her zaman halkın çıkarlarına ve demokrasinin isteklerine ihanet eden ve kendi sırası geldiğinde, toprak ilhakına ve başka ulusları ezmeye her zaman hazır olan kendi ulusal burjuvazilerinin istemeye istemeye dostu haline geleceklerdir.”
İşçiler, bulundukları devlet içinde, siyasi örgütlerde, kooperatiflerde, sendikalarda, işçi birlikleri içinde ve eğitim örgütlerinde birleşmelidirler. Hangi ulustan gelirse gelsin, bu, tüm işçilerin çıkarlarına uygun tek devrimci tutumdur; işçilerin sınıf düşmanı olan birleşmiş burjuva gericiliğini ve emperyalizmi alt edebilmesi için bir koşuldur. İşçi sınıfının çıkarları,
“Belli bir devlet içindeki bütün ulusal topluluklar işçilerinin -siyasal, eğitsel örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler vb. gibi- birleşmiş proletarya örgütlerinde bir araya toplanmasını gerektirir.” (Lenin)
Ayrıca ulusların baskı altına alınmasına karşı mücadele ve ulusal kaderine tayin hakkı savunusuyla birlikte ele alındığında, tüm işçilerin uluslararası birliği şiarına bağlı olarak, aynı devlet içindeki (ezen ve ezilen ulusa mensup) işçilerin birliğini savunmak ve bunun için çaba göstermek, ezen ulus Marksistleri açısından da zorunlu bir görevdir. Bunu savunmayan kişi proletarya davasının, sosyalizmin ve demokrasinin kararlı bir savaşçısı olmaya hak kazanamaz.
Kürt burjuva, küçük-burjuva milliyetçileri, Marksistlerin “bir devlet sınırları içindeki işçilerin birliğinden söz etmelerini, söz konusu devletin sınırlarının meşru kabul edildiğine yorarak Marksistlere “Misak-ı Millici” etiketi yapıştırmayı severler. Böylece onlar, “misak-ı milli” giziyle, oluşmasında proletaryanın emekçilerin ve Marksistlerin hiçbir sorumluluk taşımadığı burjuva devlet sınırlarından Marksistleri sorumlu tutmaya çalışırlar. Burjuva milliyetçi çevreler, Marksistlerin, söz konusu devletin sınırlarını korumayı değil, sınırları ve sınıfları tüm yeryüzünden kaldırmayı hedeflediklerini, bunun yolu olarak tüm dünya işçi ve emekçilerinin birliğini gördüklerini, bu uluslararası birliğin bir parçası olarak Türk ve Kürt işçilerinin en sıkı birlik ve dayanışmasını öngördüklerini ve fakat bunun gerçekleşmesinin yolunun öncelikle üzerinde yaşadıkları topraklarda, işçilerin bu birliğinin sağlanmasından geçtiğini, “devlet sınırları” denen şeyin tam da burada zorunlu olarak işin içine girdiğini, mücadele ve örgütlenmenin aynı zemin üzerinde yükselmesinin kaçınılmaz olduğunu ve bu zeminin de, bizim gerçeğimizde adı TC devleti olan devlet olduğunu, şayet hayaletlerle sataşılamayacaksa, dost ve düşman kavramlarının, sınıf güç ve ilişkilerinin, öncelikle bu devletin varlığını gözeterek tespit edilmesinin gerekli olduğu vurgulamalarını anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Alman proletaryasının Alman devletini, İngiliz işçilerinin İngiltere devletini, Türk ve Kürt emekçilerinin ise Türk devletini hedeflemesi, örgütlenmelerinde somut gerçeği esas almaları iradeye bağlı olmayan bir zorunluluktur. Örgütlenmede devlet sınırlarını temel almak, bu sınırların meşru ve değiştirilemez görüldüğüyle değil, nerede ve kime karşı mücadele edileceğinin belirlenmesiyle ilgilidir. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin Amerika’da, Rusya’da değil, Türkiye ve Kürdistan’da, TC devletinin egemenliğinin var olduğu topraklarda yaşadıkları ve örgütlenme ve mücadelelerinde bu toprakları esas almaları gerektiği açıktır. Aynı şey Irak, İran ve Suriye Kürtleri için de geçerlidir. Mücadele ve örgütlenme sorunlarını iradi belirlemelere değil de maddi gerçeklere, iktisadi yaşamın yasalarına ve yığınların durumuna bağlı olarak ele alacaksak, soyut ve ajitatif formülasyonlara değil de, somut olgulara dayanacaksak başka bir yolun izlenemeyeceğini bilmemiz gerekiyor.
Sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Kürt milliyetçi çevreleri, ulusal sorunun çözümüne ilişkin önermeleriyle ulusal kaderini tayin hakkını darlaştırıp “otonomi”, “özerklik” derekesine düşürmekle “Misak-ı Milli” sınırlarını aşmazken başkalarını suçlamaktan geri kalmadıkları gibi; proletarya ve ezilen yığınların diktatörlüğe ve emperyalizme karşı birliği sorununa da özen göstermiyor, bu sorunu hafife alıyorlar. “Uluslararası ilişkilerde uzlaşma dönemi yaşandığı” düşüncesiyle ve anti-emperyalizmin zorunlu olmadığını söyleyerek emperyalistlerle ve Türk egemen sınıflarıyla uzlaşma arayışına girmektedirler.
Temmuz 93