İşçi Dalgası, Olanaklar Ve Engeller

Derin bir ekonomik ve siyasal krizin pençesinde kıvranan hâkim sınıflar, çareyi, bunalımın bütün yükünü işçi sınıfı ve emekçilerin omzuna yüklemekte görüyor. O bunu başardığı oranda geçici de olsa, rahat bir nefes almış olacak. Diğer olgusal göstergelerle birlikte 60 milyar doları geçen dış borç ve yine 100 trilyona yaklaşan iç borç burjuvaziye ve onun hükümetlerine başka bir seçenek bırakmıyor. Yığınların haklı talepleri ve bunun ortaya çıkardığı öfkeyi geçici de olsa yatıştıracak ve kitlelerin yaşamında “nispi” iyileştirmeler yaratacak “tavizler” verme olanağı da bulunmayan hâkim sınıflar yığınlara saldırmaya adeta mahkûm bir durumdadırlar.
O yüzdendir ki, geçmiş dönemlerden farklı olarak, bu dönem, burjuvazi ve onun sözcüleri, demagojik bir tarzda da olsa, ekonomik iyileştirmelerden ve yine eskiden sıkça kullandıkları “demokratikleşme”den bahsetmez oldular.
20 Ekim seçimlerinden sonra kurulan birinci DYP-SHP koalisyon hükümetinin, kuruluş protokolünde yer alan ve kitlelere bolca propaganda edilen sahte vaatlerin, hiç birine Tansu Çiller başkanlığında kurulan ikinci DYP-SHP hükümet protokolünde yer verilmedi. Varsa, yoksa “özelleştirme.” Sermaye cephesi ve gericilik bugün tek bir koro halinde bu türküyü söylüyor.
Öte yandan, dış politika alanında, Bosna-Hersek’te, Azerbaycan ve Kafkasya’da, Kıbrıs’ta peş peşe yaşanan hezimetler, “21. yüzyılın Türklük yüzyılı olacağı”, “Adriyatik’ten Çin Seddi”ne uzanan Türklük Dünyası” söylemcilerinin yüzüne bir şamar gibi indi. Hevesleri kursaklarında kalan, Türkiye hâkim sınıfları file özenen kurbağadan daha komik bir durum yaşıyorlar. Ve yine PKK’nın tek taraflı ilan ettiği ateşkese son vererek silahlı direnişi yükselteceğini açıklamasıyla girilen yeni süreç, “bellerini kırdık”, “bir daha gündeme gelmemek üzere bu sorunu kökünden halledeceğiz” yollu açıklamalar bir yana bırakıldığında, Kürt sorununda içine girilen çözümsüzlüğün egemen güçlerin bir diğer (belki de en önemli) açmazını oluşturduğunu açıldıkla gözler önüne seriyor. Şu çok açık bir olgudur; burjuvazi ve diktatörlük, “Kürt Sorununu kendi çıkarları yönünde çözmeden, hiçbir sorununu çözemez.
İşte kısaca özetlemeye çalışılan bu durum, sermaye cephesinin işçi sınıfına ve emekçilere yönelen saldırılarının kaynağında bulunan nedenleri kabaca ama yeterince açıklıyor.
Hayatın her alanında, tükeniş içine giren burjuvazi (burjuva kapitalist sistem), çözümsüzlüğün de beraberinde getirdiği, bir fütursuzluk ve kararlılıkla topyekûn bir saldırı başlattığı günümüzde durum işçi sınıfı açısından nasıldır?
Öncelikle kabul edilmesi gereken şudur: Her on yılda bir yapılan askeri darbeler dönemi de dâhil, işçi sınıfı bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca, yüz yüze gelmediği bir saldırıyla karşı karşıyadır.
İşsizlik, geçmişle kıyaslanamayacak en yüksek boyuta ulaşmış bulunuyor, hiçbir dönemde yaşanmamış çapta bir işçi kıyımı bütün hızıyla devam ediyor, özelleştirme ve taşeronlaştırmaya bağlı sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirme, sermayenin temel politikası karakterini kazanmış bulunuyor. TİS’lerde sıfır sözleşme sınıfa dayatılıyor. KİT’lerin tasfiye edilmesi ve bu işyerlerinde çalışan 600 bin işçinin sokağa atılması hazırlıkları, sermayenin baş gündemini oluşturuyor. Oluşturulmaya çalışılan “Ekonomik Sosyal Konsey”, işçi sınıfı için önümüzdeki dönem en büyük tehlikelerden biridir. Saldırıların kapsamı, tek tek işyeri ve sendikaların ötesinde, sınıfın bütününü kapsayan ve tehdit eden bir hal almış bulunuyor. Sermaye cephesi işçi sınıfına “ya kırk katır ya kırk satır”ı dayatıyor. “Ya, diyor, sendikasızlığa, örgütsüzlüğe, düşük ücrete razı olursun, ya da işinden olursun.” İşçi sınıfının bütününe yönelen bu tehdit ve dayatmalar aynı zamanda sınıfın sermaye cephesine karşı, kendi birleşik cephesini üzerinde inşa edeceği nesnel temeli de belirtiyor. Sınıf bilinçli öncü işçilerin, uyanış içine giren mücadeleci unsurların kavraması gereken can alıcı halka, işte bu olmalıdır. Geçerken, sendika ağalarının, “iş güvencesi günümüzde her şeyden önemlidir” söylemi ardına gizlenerek, işçi sınıfını düşük ücrete razı etme manevralarını da not etmek gerek.
Hiç kuşku yok ki, işçi sınıfı, sermayenin yoğun saldırıları karşısında, suskun kalmıyor. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından, işçi sınıfının büyük bir dağınıklık ve örgütsüzlüğün içine itildiği, sendika ağalarının, reformist ve revizyonistlerin, “bu yasalarla grev yapılamaz” teranelerini yükselttikleri bir sırada NETAŞ işçilerinin ortaya koydukları direniş, işçi sınıfının mücadeledeki yerini almaya başladığının ilk müjdesi olma özelliğini taşıyordu. Demir-çelik işçilerinin dönemin siyasi iktidarıyla dişe diş bir mücadele içine girmeleri, Türkiye işçi sınıfına moral ve güven aşıladı. Milyona yakın işçiyi kapsayan ’89 Bahar Eylemleri, işçi sınıfı hareketi tarihinde, en kitlesel eylemlerden biri olarak anılacaktır. Sermayenin yüzde 60 ücret artışında direndiği, Türk-İş’li ağaların ise yüzde 80’e razı olup, sermayeyi bu oranda bir artışa ikna etmek için yalvar yakar olduğu bir zamanda patlayan Bahar Eylemleri, yasal, yasadışı biçimler alarak ilerledi, sermaye cephesini sarsan bir boyuta ulaşarak yüzde 142 gibi bir oranda ücret artışını, sermayeden koparıp almasını başardı. Gerek ’89 Bahar Eylemleri, gerekse de, peşinden gelen Zonguldak hareketi, Erdemir, Paşabahçe direnişleri, belediyelerde yaşanan grev ve direnişler incelendiğinde tüm bu eylemlerin, sınıf hareketinin kendiliğinden bir siyasal özellik kazanmasında, basit ekonomik taleplerden kendiliğinden siyasal talepleri gündemine yerleştirmesine doğru ilerlemesinde her bir eylemin önemli bir yeri olduğu görülecektir. Bugünden geriye doğru bakıldığında, bütün bu eylemlerde elde edilen kazanımların ne ölçüde kalıcılaştırılabildiği, eğer kalıcılaştırılamadıysa bunun hareketin ne tür zaaflarının sonucu olduğu, olgusal olarak da görülebiliyor. Bu sorun, hareketin ekonomik ve kendiliğinden siyasal talepler ekseninde ilerleyişi, bugün de işçi sınıfı hareketinin temel önemdeki sorunlarından biri olma özelliğini koruyor.
Bilinmelidir ki, Türkiye işçi sınıfı, bu sorunu doğru temelde çözüme kavuşturmadan, gerçek anlamda bir ilerleme olanağı bulamayacaktır.
Bugün ülkemizde, sınıf hareketi üzerine, bolca ahkâm kesen birçok siyasi örgüt ve grup, konu işçi hareketini değerlendirmeye ve sonuçlar çıkarmaya geldiğinde, ya Doğu Perinçek ve Troçkistler gibi işçi hareketinin kendiliğindenliği önünde vecd ile secdeye kapanıyor, ya da Dev Yol ve Kurtuluş çevreleri gibi, hareketin nispeten durgunluk içine girdiği anlarda kaba bir inkârcılık ve koyu bir burjuva reformizmine düşüyorlar. O kadar ki, kırk yıllık kaşarlanmış oportünist D. Perinçek işçi sınıfına kurtuluşun yolu olarak, faşist Mustafa Özbek’in kuracağını söylediği partiyi önerebiliyor. Bu iflah olmaz oportünistler, burjuvazinin değirmenine su taşıya dursunlar, işçi sınıfı kendi öncüsünü ve önderlerini her geçen gün daha iyi tanıyıp, sahipleniyorlar.
Koyu bir sübjektivizme düşülmediği koşullarda görülecektir ki, işçi hareketinin temel özelliği, kendiliğindenlik ve onun koşullandırdığı istikrarsızlıktır. Bunun nedenleri, çok çeşitlidir ve apayrı bir inceleme konusudur. Burada kısaca belli başlı noktalara değinmek gerekirse, ilk söylenmesi gereken, Türkiye işçi sınıfının, kendi öncüsü (Devrimci Komünist Parti)yle birleşmiş bir mücadele geleneğinin olmamasıdır. Bu gün bu cephede epey ileri adımları atılmış olmasına rağmen, sonucu kökten değiştirecek bir boyuta henüz ulaşılamamıştır.
İkinci olarak, hareket ekonomik ve kendiliğinden çerçevede siyasal taleplerin dışına taşırılamamış, özgürlük ve demokrasi taleplerine kadar genişleyememiştir. Bunda, sınıfa yönelik siyasal propaganda ve ajitasyonun yetersizliği ve ortaya çıkan öfke ve eğilimin pratik olarak örgütlenememesi, temel etken olarak sayılmalıdır.
Üçüncü olarak, sınıf içinde burjuvazinin ajanlığı rolünü üstlenen bürokrat sendika ağaları, her dönem olduğu gibi yine sınıfa karşı uğursuz rollerini oynayabilmişler, hareketi her defasından geriye çekmeyi bir biçimde başarabilmişlerdir. Burada da, sınıf bilinçli öncü işçilerin, namuslu dürüst sendikacıların çabaları yetersiz kalmış ve esas olarak da kendi misyonlarını sendika ağalarını eleştirmekle sınırlamaları, gerekli cesaret ve kararlılıktan uzak kalmaları önemli rol oynamıştır.
Tüm bunlara, son yıllarda yaşanan, işçi kıyımı ve buna yol açtığı öncü işçilerin tasfiyesi, sınıf hareketinin dönemsel zaafları olarak destek ve dayanışmanın yetersizliği vb. eklenmelidir.
Buraya kadar işçi sınıfının içinde bulunduğu durum ve hareketin taşıdığı zaaflardan kısaca söz etmeye çalıştık. Tüm bunlardan sınıf hareketinin salt kendiliğindenlikle malul olduğu ve yalnızca istikrarsızlıklar içinde kıvrandığı ve hareketin her yönüne boydan boya sendika ağalarının egemen olduğu anlamı çıkarılmamalıdır.
İşçi hareketi, kendisini iniş çıkışlarla kendiliğindenlikle ve onun yol açtığı istikrarsızlıklarla ifade etse de, bu yalnızca hareketin bir yönüdür (ağırlıklı yön). Gelişim seyri takip edildiğinde, yığınların -yetersizlikler taşısa da- kendi eylemlerinden öğrendikleri, deney ve tecrübe biriktirdikleri, nitelik açısından, geçmiş yıllarla kıyaslandığında belli bir ilerleme kaydettiği önemli bir olgudur. Hareketin olumlu yönünü oluşturan bu olgu ve özellik, günümüzde, sınıf hareketinin sermaye cephesine karşı yürüttüğü savaşımda, temel dayanak ve olanaklarının önemli bir kesimini oluşturmaktadır.
’89 bahar eylemlerine göre, günümüzdeki işçi eylemleri, görünürde benzerlikler göstermesine rağmen, sermayenin saldırılarının içeriğine bağlı olarak, eylemin taleplerinde ve aldığı biçimlerde önemli farklılıkların olduğu görülmelidir. Eylemi burjuva yasallığı içinde boğma girişimleri, geri eylem biçimleri bugün fazlaca etkili olamamaktadır. Pendik Tersane işçilerinin tam beş yerde polis barikatını zorla aşmaları; yine Taşkızak işçilerinin, polisin bütün engelleme çabalarına rağmen, yürüyüş güzergâhını kendilerinin tayin etmeleri, Beykoz Sümerbank işçilerinin 2 güne yakın iş bırakmaları, Bakırköy Sümerbank’taki benzer eylemler bunun işaretleridir. Sınıfın artık çıplak ayakla yürüme, saç-bıyık kesme gibi geri biçimlere başvurmadığı, polisin saldırılarına karşılık vermeyi de içermek üzere yürüyüş, fabrika işgali gibi daha ileri eylem biçimlerine yöneldiği görülebiliyor.
İşçi eylemlerinde atılan sloganlara bakıldığında ise, ücret talepleri en az dile getirilen sloganlar olma özelliği gösteriyor. Genel grev ve genel direniş, sınıfın güncel sloganı işte bugün budur. Bu slogan, artık uzak bir geleceğin sorunu olarak ele alınmıyor. Merkezinde işçi sınıfının genel grevi bulunan tüm çalışanların genel direnişinin pratik olarak örgütlenmesini dayatacak tarzda sınıfın gündemine yerleşmiş bulunuyor. “İş, Ekmek, Özgürlük”, “Taşeronlaştırmaya, Özelleştirmeye Hayır”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Ekonomik Sosyal Konseye Hayır” ve “İşçi Kıyımına Son” vb. sloganlar ise tüm sınıfın ortak talepleri olarak, genel grev ve genel direnişin, üzerinde yükseleceği zemini ifade ediyor.
Devrimci komünist hareketin ileri sürdüğü ve bugün bütün işçi eylemlerinin değişmez sloganları olma özelliği kazanan “Genel Grev, Genel Direniş” ve “İş, Ekmek, Özgürlük!” sloganları sınıfın hareketini ilerletici bir işleve sahiptir. Bu sloganlar, hiç bir şekilde sınıfa “dayatılan” sloganlar değildir; sınıfın eyleminin seyri ve hareketin ortaya koyduğu eğilimin ciddi bir değerlendirilmesinin sonucu olarak ileri sürülen sloganlardır.
Bu sloganların bu denli yaygınlığı, kuşkusuz sınıf hareketinin gerçek siyasal mücadele düzeyine yükseldiği anlamına gelmiyor. Kendisi için sınıf olmanın gerekleri, sınıfın kendinin kapitalist sistemdeki gerçek yerini kavraması ve çıkarlarıyla burjuva sistem arasındaki temel karşıtlığı bilince çıkararak egemen sınıf olarak örgütlenme perspektifi içerili sloganları gündemine almasına karşılık düşer. Ve bu durum, sınıfın kendi ekonomik çıkarlarının alanı dışına, politika alanına bakmasını ve bütün ezilen sınıfların ve baskı altındaki sınıfların taleplerini gündemine yerleştirmesini gereksinir.
Ama unutulmamalıdır ki, işçi sınıfı, kapitalist sistemin derinlikli bir tahlili üzerinde şekillenen modern proleter ideolojiyle ancak kendiliğinden eylem içinde tanışabilir ve kendiliğinden eylem anı, işçilerin komünist ajitasyon ve propagandaya en duyarlı oldukları anlardır. Bugün kendiliğindenliğin sınırlan içinde oldukça ileri bir düzeye erişmiş işçi hareketi, komünist çalışma için büyük imkânlar sunmaktadır.
Kamu emekçileri, grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelelerinde önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyorlar, gelinen noktada, haklı olarak en büyük desteği işçi sınıfından beklemektedirler, “İşçi Memur El Ele Genel Greve” şiarı kamu emekçilerin eylemlerinde en ön sırayı almaktadır ve işçi sınıfı kamu emekçilerinin taleplerini savunduğu an sermaye cephesine karşı mücadelesinde önemli bir gücü yanına çekebilecektir. Bu her şeyden önce işçi sınıfının tarihsel misyonunun bir gereği olarak onun yerine getirmesi gereken zorunluluktur. O (işçi sınıfı), kendi dışındaki ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların, ezilen ulusun taleplerini savunmadan, bu uğurda kararlı bir mücadele yürütmeden kendisinin en küçük bir hak ve çıkarını da savunamayacağını, elde edemeyeceğini bilince çıkarmak durumundadır.
İşçi sınıfını siyaset dışında tutma, onun mücadelesini dar sendikalist(ekonomist) sınırlara hapsetme tutumu, burjuvaziye ait bir tutumdur. İşçi sınıfı sayısız direnişleriyle görmüştür ki, eylemini tek tek, ekonomik ve sendikal vb. taleplerle sınırlı tuttuğu her durumda yenilgiye uğramıştır. Türk-İş’in geleneksel “partiler üstü” politikasının da büyük rol oynadığı bu durum karşısında, sessiz kalınmamalıdır. Farklı işkolları ve sektörlerde kendine özgü sorunlar etrafında şekillenen mücadelenin mevzi kaldığı, destek ve dayanışma geleneğinin zayıf olduğu ülkemizde işçi sınıfının kendi mücadele birliğini sağlayacak olan talepleri öne çıkarması, işçi sınıfının tümünün talepleri haline gelecek içeriğe büründürmesi gerekmektedir. Bunun zemin bulacağı alan ise, ekonomik alandan daha çok siyasal demokrasi ve özgürlüklerin talep edildiği alandır. İşçi sınıfı ezilen ve sömürülen emekçi sınıf ve tabakaları da, böyle bir alanda yanına çekebilecektir.
İşçi hareketinin yeni bir yükseliş içine girdiği, kamu emekçilerinin mücadelesinin ivme kazandığı, Kürt ulusal hareketinin yeni bir sürece evrildiği bugün, sermaye ve diktatörlüğe karşı, işçi sınıfının ve emekçilerin ortak bir mücadele hattını oluşturabilmesinin koşullan mevcuttur. Bu hattın inşa edilmesinde, görev işçi sınıfına düşmektedir. O, kendi sınıf birliğini sağladığı, birleşik eylemini örgütlediği an, kendi dışındaki ezilen ve sömürülen emekçi sınıf ve tabakaları yanında bulacaktır.
Görev öncelikle sınıf bilinçli öncü işçilere, namuslu dürüst sendika yöneticilerine düşmektedir. Onlar işçilerin mücadele birliğinin önündeki en önemli engelin bugün de bürokratik sendika ağaları olduğunu görmelidirler. Türk-İş yönetiminde yapılan değişikliğin, “değişimci”liği savunanların iddialarının aksine makyaj tazelemeden öte bir anlam taşımadığı, Türk-İş yönetiminin bugün aldığı “hükümete süre tanıyalım” yollu ve eylem karşıtı tutumuyla hemen her eylemci işçi tarafından görülebilmektedir. Türk-İş yönetimi bugün de, sermayeye hizmet etmede bir kusur göstermemektedir. Sendika ağalarının sıkıştıkları an aldıkları eylem kararlarının, yaşama geçirilmedikçe beş paralık bir değeri yoktur. Ancak durumun böyle olması hiçbir biçimde, sendikacıları kararlar almaya ve alınan kararları hayata geçirmeye zorlamamak biçiminde yorumlanmamalıdır. Ama görev hiç bir şekilde alınan kararların uygulanması için baskı yapmak şeklinde daraltılmamalıdır. Sorun, öfkeyi ve tek tek eylemleri, yerel, bölgesel, işkolu ve ülke düzeyinde merkezileştirerek pratik olarak örgütleme sorunudur. Oluşturulması, işlerlik kazandırılması gereken her derecede işçi örgütü, TİS komiteleri, yerel işçi platformları, işyerleri ve işkolları arasındaki koordinasyon örgütleri, eylemi sırtlayacak temel örgütlerdir, bu örgütler, aşağıdan yukarıya bütün sendikal mekanizmaların da zorlanarak harekete geçirilmesinin teminatıdır.
Sermaye cephesi, yığınları eylemden geri çekebilecek olanaklara sahip değildir. “Değişim”, “kadınlık”, “batılılık” imajıyla yığınların karşısına çıkarılan Çiller, DYP-SHP ittifakının ’91 seçimlerinin ardından yarattığı beklentiyi doğurabilecek şansa sahip değildir. İşçi sınıfının öne çıkan talepleri, sınıfın şu ya da bu bölüğünün değil sınıfın bütününün harekete geçmesine imkân veren taleplerdir. Toplumun bütün emekçi sınıfları değişik vesilelerle dışarıya vuran ve eyleme geçme şansı yüksek derin bir kaynaşma içindedir. Sendika ağaları, istemeden aldıkları kararların altında ezilmektedirler ve bütün manevra yeteneklerine rağmen manevra alanına sahip değiller. Ve sınıf azımsanmayacak mücadele deneyimiyle,’ kapsamı her gün genişleyen talepleriyle adımlarını sertleştirerek alanlarda çoğalmaktadır.
Unutulmasın ki, olanaklı olanı gerçek hali-‘ ne getirecek insanın bilinçli eylemidir.

Temmuz 1993

Sermayenin Krizi, Çiller Ve Arayışlar

Turgut Özal’ın ölümü, özellikle “yeni düzenci”, “yeni Osmanlıcı” … 2. Cumhuriyetçiler tarafından sistemin bir köşe taşının düşmesi şeklinde değerlendirildi. “Dinozorlar’ları silkeleyip dökmeye yönelik sarsıntının sinyali olmuştu Özal’ın ani ölümü. Siyasal açıdan yeniden yapılanma sürecine giren Türkiye, yaşasaydı kuracağı “yeni” partisiyle bu süreci sürükleyecek olan Özal çekip gidince, deprem yaşamaktaydı. Deprem önüne gelen “eskiyi” götürecekti. Öksüz kalanlar Özal’ın ağıdını böyle yakıyorlardı. Ancak fikirleri geniş bir kesim ve doğrusunu söylemek gerekirse, hemen tüm bir medya tarafından paylaşılmaktaydı. Rüzgâr oldukça güçlü estirilmekteydi ve hemen kimse cesaret edip “dinozorlar”ı savunmaya, “yenilenme”ye itiraz etmeye kalkışamıyordu. Ve kuşkusuz bir “yenilenme” değil aldatma türüyle karşı karşıya olunduğunu söyleyen kimseye rastlanmıyordu. Yeni başbakan adayı bayanın milliyetçiliği ve yeni kabineye milliyetçi “MHP kökenler”i alacak oluşuna tepki vermeye eğilim gösteren SHP içindeki “çatlak sesler” anında “muhafazakâr” damgasını yiyorlardı. İş öyle hal almıştı ki, bu “muhafazakâr” suçlamasını yapanlar arasında örneğin, basının en muhafazakâr kalemlerinden olan Rauf Tamer bile bulunuyordu. Üstelik bu suçlama, bayan başbakan adayı kendisini, diğer sıfatların yanı sıra “çağdaş muhafazakârlıkla tanımlarken yapılmaktaydı. Sapla saman özenle birbirine karıştırılmaktaydı.
Özal’dan sonra Demirel cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu ve seçildi. Doğrusu hakkıydı! “Kötü niyetli” birileri bunu “kaçış” olarak yorumlasa da kimse kulak asmadı ve hemen ardından medya saldırısı başladı: “Değişim”, “yenilenme.” Tansu Çiller ortaya atıldı; “yenilikçi”ydi, değiştirici”ydi, kuşkusuz milliyetçiydi!
Başbakanlığa aday oluncaya dek Tansu Hanım Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı’ydı ama hiçbir şeyi değiştirememişti. Enflasyonun hali malumdu, belediyelerin maaş ödeyemez halleri kronikleşmişti ve bir de yapılanlar vardı: İşsizlik tırmanıştaydı ve tensikatlar teşvik edilmekteydi, işsizlik sigortasını Çiller engellemekteydi, memur emeklileri artık aspirini bile parayla almaktaydı, “yeşil kart”ın mucidi Demirel’in “benim emeklisine” bir aspirini bile çok görmüştü. “anahtar”lar yine mucidinin elinde kalmıştı, ancak zaman zaman Süleyman Bey’in cumhurbaşkanlığına seçtirilmesi örneğinde olduğu gibi SHP tarafından kullanılmaktaydı: “500 gün” ekonomik yönüyle tam bir fiyaskoydu. Şimdi fiyaskodan başarı ve “değişim” ve elbette “yenilik” üreyecekti! Medya ciddi ciddi iddiada bulundu. Medya derse olurdu!
Bakanlığı döneminde Çiller’in elini tutmuşlardı, istediklerini yapamamıştı. Açıklamalar, başta 2. Cumhuriyetçiler olmak üzere medya kalemşorları ve yorumcularından geliyordu. SHP özelleştirmelere karşı direnmişti. İnönü’nün genel başkanlığa bir kez daha aday olmayacağını açıklaması bu nedenle iyi karşılandı. O da bir “dinozor” değil miydi!? Ve zaman yitirilmeden bir başka “yenilikçi” iş bitiricinin, eski Hür Düşünce Kulübü (AP yandaşı) ve Kent-Koop’tan gelme Ankara Belediye Başkanı Karayalçın SHP’ye başkan olarak propaganda edilmeye başlandı. Gençti ve Çiller kadar olmasa da “güzel”di!
İkinci Çiller engelcisi Demirel’den ise zaten kurtulunmuştu, medya şimdilik cumhurbaşkanlığını “kızak” olarak görme eğilimindeydi. “Dinozor” olmayan bir cevher, cumhurbaşkanı değil, başkan oluncaya kadar. Çiller, SHP ile yeni bir koalisyona mahkûmdu; ANAP’la rekabeti sürdürmeye soyunmuş ya da soyundurulmuştu, Refah’la birlikte hükümet kuramazdı, “yenilikçilik” edebiyatının sıfırı tüketmesi anlamına gelebilirdi, en yatkın ve yakın göründüğü MHP ile birlik ise sayısal yetersizlik duvarına çarpıyordu. Üstelik SHP gibi “solcu” ve “demokrat” bir parti ile koalisyonun kazandırdıkları ihmale gelmezdi. Hem böylelikle burjuvazinin iki “ana” akımının birliğiyle kucaklayıcılık şansı yakalanmış oluyordu. Diğer alternatif erken seçimdi; ancak Çiller ve DYP’nin Mesut Yılmaz ve ANAP’a karşı, her şeye rağmen bir derlenip toparlanmaya ihtiyacı olduğu kanısı hâkimdi. ANAP yükselişteydi ve medyatik saldırının bir erken seçimde ANAP’ın üstesinden gelmeye yeteceği garantisini kimse veremezdi; iyi eğitilmiş Çiller, propagandayla kimlere karşı oynanıp kimlere karşı oynanmamak gerektiğini bilecek kadar akıllıydı.
Ancak, SHP ile koalisyonun da sakıncaları yok değildi. SHP’den özeleştirmelere karşı sesler yükseliyordu. Sonun başlangıcını çoktan yaşayıp uzun süredir inişe geçmiş olan SHP’nin “oy” ve “taban” kaygıları önemli bir boyut oluşturmaktaydı. Gerçi aşağısı sakal, yukarısı bıyık durumuna gelmiş, tuttuğu değneğin iki ucu da pislik içindeki SHP’nin yapacak çok şeyi var görünmüyordu. Ne pazarlık ne de bunun için yaptırım gücü vardı; ensesine vurulmadan lokması ağzından alınacak denizanası yumuşaklığı kıvamına gelmişti. Bütünüyle ikbal çetesine dönüşmüş haliyle elinde tuttuğu iktidar olanaklarından vazgeçmesi olanaksızlaşmış bir görünüm veriyor, her istenene ‘tamam’ deme noktasına gelmiş bulunuyordu. ’80 öncesinin “koltuk değneği” sosyal demokrasi kendini aşarak suç ortağı konumunu benimsemişti. Değişik bir adım atabilme olasılığı tartışma konusu bile edilmiyordu. Her şeye ‘evet’ diyecekti; Çiller, Demirel’le İnönü arasında cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla yapılan “pazarlık”a da sadakat görüntüsü çizerek SHP ile anlaşmaya yöneldi. Yapılacak olan oydu, biliyordu; iktidar süresince ANAP’a yönelik ataklar yapacak ve ardından seçime gidecekti.

“DEĞİŞİM” VE “YENİLENME” NEREDEN AKLA GELDİ?
Türkiye tıkanma noktasına gelmişti. Belki birkaç yıl önce çöküntüye kurban giden Sovyetler Birliği denli bir tükenmişlik içinde değildi henüz, sistem oradaki gibi canhıraş gürültülerle çatırdama durumunda bulunmuyordu, ancak paralellik kurulabilecek çizgiye de oturmuştu. Kolayca akla geldi: Gorbaçov, “değişim” ve “yenilenme” sloganlarıyla ortaya atılmamış mıydı? Yunanistan’da Papandreau, İspanya’da ilk seçim “zaferi”nde Gonzales, Arjantin’de “El Turco” aynı sloganlarla iktidara gelmemişler miydi? Örnekler yararlanmak içindi. Ama bir de ekonomistleri, siyaset ve sosyal psikologlarıyla dev bir uzmanlar grubu Çiller’i antrene edip taktik vermekteydiler.
Kriz içindeki sermaye değişiklik istemekteydi; esas “değişimci” tekellerdi. Kuşku yok, onların “değişim”i kendilerine göreydi; ancak tekellerin çıkış yolu arayışı içinde olduğu kesindi. Hiçbir işleri iyi gitmiyordu. Hızla “istedikleri gibi yönetemez” duruma sürüklenmekteydiler. Ya da hatta şimdiden bu durumdaydılar. Ekonomisiyle, maliyesiyle kapitalist sistem berbat durumdaydı.
KİT’ler, belediyeler, çiftlik ve arpalık oluşlarının hakkını vermek üzere tamamen “kambur” durumundaydılar. İlk kuruluş yıllarında yeterli sermayeye sahip olmayan burjuvalarımız için biçilmiş kaftan olan KİT’ler, sağladıkları alt yapı olanaklarıyla artık tekelci sermaye için kâr vadeden kuruluşlardı. Üstelik “yeni dünya düzeni” özel şirketler temelinde kuruluyordu, bir “yeni düzen” ve ona uyumlanma baskısı da vardı. IMF bu konuda durmadan çağrı mektupları yolluyor, özelleştirme öngörüyordu. Freidmancılık moda akım olmaktan tamamen olmasa da çıkmıştı; ama enflasyonun bir türlü önü alınamıyordu. Enflasyon içinde büyüme, iyiydi, hoştu ama çift rakamların son sınırındaki enflasyon da fazla geliyor, maliyet zorluklarına neden oluyordu. Kredi olarak para çok pahalı, yatırım için ise para sermaye sıkıntısı had safhadaydı. Uzun süre para ve arsa spekülasyonu ve devlet olanaklarının arpalık olarak kullanılması ile uğraşan sermaye, bu alandaki kârlardan hoşnuttu, ancak bunun açmazı tırmandırmaktan başka sonuç vermeyeceği de deneylerle bilinmekteydi. İç ve dış borç, önemli değildi, borç yiğidin kamçısıydı ama yükseliş eğrisiyle tehlike sinyalleri verir olmuştu. Sürekli açık veren bütçe ve yüksek kamu harcamaları, bir yandan enflasyonu körüklerken diğer yandan da ancak borçlanma ve zamlar yoluyla karşılanır durumdan bir türlü kurtulamıyordu. Özal’ın yavrusu KDV vergi açıklarını kapatmaya yetmemiş, işçi ve memurların vergi yükünün artırılmasıyla yeterli gelir sağlanamamıştı. Orta sınıfın vergi kaçırmasının engellenmesi gerekiyordu. Ve üstelik işçiler, memurlar dağıtılması gereken örgütlülükleriyle, kesilmesi gereken sesleriyle olur olmaz yer ve zamanlarda muhalefet etmekteydiler. İşten atmalar, iş güvenliği, düşük ücretler ve sosyal haklarla yeni toplu sözleşmeler, SSK prim ve ödemeleri, emeklilik ödentileri, engellenemeyen ve çözüm de bulunamayan işçilerin seslerini yükselttikleri başlıca konular arasındaydı.
Sermayenin, önemli sorunlarla yüz yüze olduğu iç pazarı düzene koyup genişletme ihtiyacı yanında, çözüm arayışında dış pazarlar da önemli bir yer tutuyor ve hatta temel bir yönelimini oluşturuyor. Burada “yeni dünya düzeni” ile uyum belirleyicidir ve sermayenin özellikle Türkî pazarlara yönelimi, Amerikan dış pazar saldırısının bir türevi ve aynı zamanda bir bileşeni olarak beliriyor. Ama yine bu noktada sorun siyasal boyuta sıçrıyor. Diğer tüm konularda olduğu gibi.
Ve zaten sermayenin krizi, içinde bulunduğu istikrarsızlık, yalnızca ekonomik ve mali alanla sınırlı değildi. Burjuva siyaset denizi, tarihsel olarak bitmişliğinin ötesine geçme eğilimindeydi. Deniz, neredeyse pratik siyaset açısından da tükenmekteydi. Burjuva içeriğiyle olsun hemen hiçbir siyaset üretilememekte, üretilen ya da Batı’dan kopya çekilen özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırma gibileri ise ciddi hoşnutsuzluklar biriktirmekte ve sosyal patlamalar tehdidini içermekteydi. Siyaset, sadece Türkiye’de değil, kopya çekilen Batı’da da tükenme noktasındaydı. Olanca propagandaya karşın kapitalist ekonomi tarihsel iflasını her adımda açığa vurmaktaydı ve bu maddeden çıkar umulacak, çözüm sağlayacak siyasetler üremesi olanağı bulunmuyordu. Kapitalist madde ancak pislik, kokuşmuşluk, iğrençlikler üretiyor, yeni keşif mayalar ise ancak demagoji ve sahtekar propagandalara cevaz verebiliyordu. Kâr kaygısıyla, revizyonizmin tam çöküşünden sonra “sosyal devlet” içerikli uygulamalar ve bu yönlü siyasetlerden çoktan vazgeçilmiş ve sermayenin cephe hattı öylesine bir noktada kurulmuştu ki, artık toplumsal çöküntüye yol açmadan ileri adım atacak hal de pek kalmamış, ancak burjuvazi sisteminin istikrarını bir türlü ilan edememişti. Saldırısını en son noktalara kadar vardıran sermaye, buna rağmen çözüm arayışındaydı. Dev kampanyalara konu edilen “sosyalizmin iflası” edebiyatı, aslında kapitalizmin iflasını gizlemeye yönelikti ve ne denli tersi iddia edilirse edilsin, kapitalizmin dikiş tutmaz durumu, en başta sermayenin kendisine iflah olmazlığını her adımında hatırlatıyordu. Ekonomi bitince, ideoloji bitmişti, siyaset bitmişti, iş sadece yaldızlarla idare edilmekteydi.
“Sosyal devlet”, “sosyal adalet”, “insan hakları”, “kalkınma” vb. gibi unsurlarıyla burjuva siyaseti; kapitalizmin ebediliğine, bireycilik yüceltisine, “hür dünya” aldatmacasına dayandırılmaya çalışılan bir dizi burjuva ideolojik biçimlenmeler artık propaganda değeri bile taşımaz olmuş, çünkü kitleleri sürüklemede yeteneksizliği belirginleşmiştir. Avrupa ülkelerinde bile yıllar süren uyku halinden sonra sessizliğini bozan işçileri etkileme gücünü yitirdiği görülen burjuva ideolojik ve siyasal aldatıcılık Türkiye’de ise, benzeri gelişmemişlik koşullarında görüldüğü gibi, tam bir çıkmaz içindedir. Hâlâ, çeşitli “yenilik sunuşlarıyla ezilenleri şöyle ya da böyle oyalıyorsa, bu, “yeniliklerin bir umut oluşturmasından değil, sosyalist alternatifin kitleselleştirilmesindeki yetersizliktendir. O kadar böyledir ki, eylemci tersane işçileri, içlerinde dindarlığı tartışılmaz olanlar dâhil, E-5’i kesip yürürlerken, hükümeti kurmak üzere yeni görevlendirilmiş “yenilikçi” Çiller’i “Ana-baba dediler, hakkımızı yediler” sloganıyla karşılamışlar, daha başbakan olarak “icraat”ını görmeye ihtiyaç duymadan, baştan “not”larını açıklamışlardır. Bu; sosyalist siyasallaşmaya kuşkusuz gerekseme göstermekle birlikte, şu ya da bu siyasetçi ve “yenilik” olarak sunulsa da şu ya da bu burjuva siyaseti karşısına alan bir not vermenin ötesinde, kapitalizme duyulan güvensizlik ve sistemin geçersizliğinin ilanından başka bir şey değildir.
Kapitalist sistem ve konumuzu oluşturan onun Türkiye boyutu, o denli işçi ve emekçilere güven vermekten uzaktır, o denli kriz ve istikrarsızlık içinde debelenmektedir ki, ancak “ilerici”, “yeni”den yana, “değişimci” ve hatta Dalan’ın, eskiden Özal’ın ve şimdi biraz ürkekçe de olsa Çiller’in (o, “ak devrim” diyor!) yaptığı gibi “devrimci” sıfatlarının kullanımıyla kitleleri etkilemeye oynamaktadır.
Daha yakın tarihlere kadar “sol”, özel olarak da sosyal demokrat tarzı aldatıcı yöntemler olarak bilinen hemen her şey, sermayenin saldırı hattının neredeyse en uç noktalara kadar ilerletilmiş cephe boylarında kurulması ama buna rağmen saldırı ihtiyacının duyuluyor olması ve bu koşullarda ezilen ve yönetilenlerin dizginlenebilir ve “eskisi gibi yönetilme”yi kabul eder olmaktan çıkma eğilimi taşımalarıyla karakterize olan konjonktürde artık sermayenin tüm parti ve akımlarınca kullanılır olmuştur. Sermaye ve işçi ve emekçiler cephelerinin, üst düzeyde gelişmiş Kürt direnişi tarafından da şiddetlendirilmek üzere belirginleşen birbirleri karşısındaki nesnel durumu, sermaye partilerine fazlaca seçme hakkı tanımadan onları birbirleriyle benzeşmeye yöneltmiştir.
Hareket iki yönlüdür. Muhafazakâr eğilimli sağ, faşist partiler, kitlesel hoşnutsuzluğu emici, aldatıcı “sol”, “değişimci”, “yenilikçi” imaj ihtiyacı içine girer ve ezilenlerin olumlu karşıladığı değerleri kullanma yoluna giderken reformcu eğilimli “sol”, sosyal demokrat partiler ise uzlaştırıcı yöntemlerden bastırma, ezme yöntemlerini, terörün açık kullanılışını benimsemeye hızlı bir kayış içine girmişlerdir. Sağ, artık içini kendi gericiliğine hizmet edecek malzeme ile doldurup gerici amaçlarına yönlendirdiği bir dizi olumlu değer ve sloganı, imaj ve vitrin kaygısıyla kullanmaya yöneldiğinde sosyal demokrasinin farklı ve sol görünüm vermek üzere yararlandığı özel malzeme stoku tükenmiş ve bu tür “sol” kendisini sağdan ayırt edemez olmuştur. Bunda ikinci önemli etken, “sosyalizm” ve genel olarak “sol”un alternatif olmaktan çıktığı, hatta “öldüğü” propagandif kampanyasına güç ve olanaklar katarak çöküntüye uğrayan Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist sistemin yıkılışının “sol”a yüklediği krizdir. Bu, kuşkusuz “sol”un görüntüsüne, “sol” görüntü ile iş yapmaya çalışanlara yüklenmiş bir krizdir; ancak Sovyetler Birliği’ndeki çöküntü ile birlikte görünüşte “solculuk”la zevahiri kurtarmaya çalışanları, yol açtığı bir dizi sonuç da hesaba katılırsa silahsızlandırdığı kesindir. Çöküntünün en başta gelen sonuçlarından olan sermayenin “sosyal devlet”, “sosyalize kapitalizm” politikası ve buna nesnel dayanak oluşturan bir takım “sosyal ödenti” ve sübvansiyonlardan vazgeçmesi, bu nesnellikten türetilen sınıf işbirliği ve uyumu, sosyal barış ve uzlaştırıcı diğer politikaları ile sosyal demokrasiyi silahsız ve moralsiz bıraktığı gibi, sermayenin yeni yönelimine uyumlanma zorunda bırakmış, bu ise onu yalnızca politika değil görünüm de değiştirmeye sürüklemiştir.
Yalnız Türkiye değil Avrupa, hatta dünya sosyal demokrasisinin içine girdiği muhafazakârlık ve faşizmle benzeşme eğilimi sermaye partilerinin yönteme ve görüntüye ilişkin farklılıklarını da yitirmeleri anlamına gelmek üzere gelişen bir süreç oluşturmakta, süreç kimi ülkelerde az kimilerinde çok gelişkin haliyle kendisini ortaya koymaktadır.
Eskiden örneğin devlet sektörüne önem vererek devletle özel sektörün birliğinden oluşan “karma ekonomi” vurgusu yapan görünüşteki “sol”, şimdi “serbest piyasa ekonomisi” ve “özel teşebbüs”ü hareket noktası edinen politikalar üretme peşindedir ve yine örneğin Zonguldak Taş Kömürü İşletmeleri ve hatta Sümerbank’ın kapatılmasına varan “özelci”likleri hazmetmiş, PTT’nin ve genel olarak KİT’lerin özelleştirilmesine en azından “boyun eğmiş” görünümdedir. Baykal CHP’si bu “boyun eğme”yi bir “eğiklik” olmaktan çıkarıp ona bilinçli, seçilmiş bir görüntü verme ve teorik temellerini yaratma peşindedir. SHP ise daha çok kapkaççı tarzda “tamam, böyle” ya da “çağın gereği” yorumlarıyla işi geçiştirmeye yönelmiş, “özerkleştirme” direnişini de hızla aşmıştır. “İktidar olanaklarından ne kadar süre yararlanırsak kârdır” anlayışını, onun “politikaları”na yön verici temel etken durumundadır.
Öte yandan yine aynı nedenlerle siyaset yöntemlerini de değiştirme yoluna giren sosyal demokrasi, Amerikan “yeni düzeni” ve sermayenin konjonktürel ihtiyaçlarını “yenilenmesinin çıkış noktası yapmıştır. Çekiç Güç ve Olağanüstü Hal karşıtlığından yandaşlığına “yenilenen” SHP, Kürdistan’da ve işçi hareketi karşısında reformcu yaklaşım ve yöntemlerini terk etmiş, Kürt hareketi karşısında açık terörcülüğe, işçi hareketi karşısında ise uzlaştırıcılık zemini oluşturabilecek sarı sendikacılık gibi araç kullanımlarını bile gereksiz gören ezip geçiciliğe, zor ve bastırıcılığa soyunmuş, sermaye ve faşizmin tüm saldırganlığını ortağı DYP ile birlikte yürütür ve suçu birlikte üstlenir konuma sıçramıştır. Bu yönelimi yok oluşa gidişinin kabulü anlamına da gelmektedir kuşkusuz.
Dünya, siyaset örgütlenmesi ve tarzı olarak Amerikan “iki partili” sistemine gitmektedir. Yalnızca görünüşte birbirinden farklı iki partiden birinin gidip diğerinin geldiği, “iktidar yıpranması”nın tahterevalli yöntemiyle giderildiği imaja dayalı sistem… SHP’nin girdiği yok oluş yolunda bu sistem için ömrünün pek vefa etmeyeceği söylenebilse de, dünya, böyle bir “farksızlığın farkları” ya da imaj ve vitrin farklarının belirleyiciliği dönemine girmiştir. Burjuva siyaset dünyasındaki krizin ekonomik alandaki krizle yakından bağlantılı nedeni ve sonucu budur. Alternatifsizlik ve çözümsüzlük ve farkların silinmesine götürmüş ve siyasetin, salt görüntü ve imajlar aracılığıyla, yürütülen içi boş kampanyası ve şenliklere dönüşmüş ve kapitalist reklâmcılık sektörünün bir yönünü oluşturur olmuştur.

NEDEN VE NASIL BİR “DEĞİŞİM”?

Çiller “efsanesi”nin yaratılmasında bunu bütün yönleriyle görmek mümkündür.
“Yeni düzen”in, baş patronu Amerikan emperyalizminin ve Türk sermayesinin ihtiyaçları bellidir. Ancak bu ihtiyaçlar, Kürdistan’da dökülen onca kana ve işçi ve emekçilere yönelik saldırının bir adım sonrasının kanla oyun oynamaya gelip dayanmasına rağmen karşılanabilir olmaktan uzaktır. Yöneten egemenler bir içinden çıkılmazlık içinde dönüp durmakta ve bugünkü çakışsızlıklarını sürdürmekten başka şey yapamayıp değişik ve durumlarını düzeltici politikalar var edememektedir. “Değişim” ve “yenilenme” sloganları, bu nedenle, yalnızca bugünkü durumdan hoşnut olmayan ve hızla bilinçli ya da bilinçsiz düzenden kopma eğilimine girerek gerçekten bir değişiklik isteyen işçi ve emekçiler açısından çekici olmakla kalmamakta, irili ufaklı sermayedarlar açısından da anlamlı olmaktadır.
Çiller “Değişim”cilik ve “yenilikçiliği” başlıca emekçi kitlelerin tepkilerini emmeye yönelik bir aldatıcılık olarak ortaya çıkmıştır; ancak bu yönüyle kısa sürede çöküntüye uğramaya yazgılıdır. Olumlu değiştirici içerikten yoksun Çiller “efsanesi” daha ilk adımlarında emekçi kitlelerden tecride gidecektir, hatta işin başında, olanca kampanyaya karşın önemli bir sürükleyicilik yeteneğinde olmadığını ortaya koymaktadır. Zonguldak’a, TKİ’ye, Sümerbank’a… ama özellikle Zonguldak’a özelleştirme-kapatma-erken emeklilik saldırısını başlattığında yalnızca tecrit olmakla kurtulamaz bir duruma düşmesi ihtimali hiç de az değildir. Ancak bu tür bir saldırının işçi ve emekçiler açısından yine de bir “yenilik” anlamına geleceği söylenmektedir. “Yenilik”, çoktandır yürütülmekte olan özelleştirme saldırganlığının sürdürülmesi yönüyle değil, ama boyutlanıp isyan ettirici karaktere bürünmesiyle yaşanacaktır. Çiller, sermayenin bu saldırısını, işçilerin ona katlanmasını ve isyanlarını büyük ölçekli ifadeye yönelmemesini sağlayarak organize edebilirse, “yenilikçilik” ve “değişimcilik”i burjuvazi açısından bir ölçüde başarılı olacaktır. Burjuvazinin bugünkü ihtiyaçlarının asgarisini bu aldatıcılık başarısı oluşturmaktadır. O nedenle “efsane” aldatıcılık başarısını yakalamak üzere pompalandıkça pompalanmakta; “yenilikçilik”in yanı sıra prim yapacağı düşünülen kadınlık, güzellik gibi tüm Çiller hasletleri işçi ve emekçilerin isyanını engelleyici zırh olarak propaganda edilmektedir.
Bugün tüm burjuva partilerinin öngördükleri, programlarına aldıkları sözü edilen saldırının sürdürülmesidir. Demirel saldırının isyan engellenerek yürütülmesini daha geleneksel yöntemlerle denemiş ama şişirilen “baba” imajı hızla erimiştir. Tüm çelişkilerin aşırı gerilme içinde olduğu koşullarda zaman acımasız olmakta, tükenişler kısa sürelere sığmaktadır.

NEDEN ÇİLLER VE “MODERNİZM”İN ANLAMI
“Baba”nın tükenişi, “sol” SHP’nin tükenmişlikten kurtuluşu tükenişe sarılmakta aradığı SHP-DYP koalisyonuna bağlanan umutların ve SHP dolayısıyla oluşturulan “demokratizm” beklentilerinin çözülüşü, bir başka gelenekçi Mesut Yılmaz ve ANAP’ın yine “gençlik”, “yenilik” yollu propagandasını ve buradan kaynaklanan yükselişini gündeme getirmişti.
Ancak Özal’ın Demirel’e bahşettiği talih Yılmaz ve ANAP’ın talihsizliği olmuş görünüyor. Çiller’de daha fazla propaganda malzemesi bulan, üstelik temsili yeteneğin ötesinde onu içinden birisi olarak bağrına basan sermaye, “kaderin cilvesi” sonrasında tüm reklâm sektörünü Çiller için harekete geçirdi. ABD ve Batı, Amerikan eğitimli, Amerikan yaşam ve düşünme tarzıyla yetişmiş, öyle yaşayıp düşünen Çiller’i, reklâma yatkın tüm yönleriyle yaldızlayarak lanse etmek faaliyetine baş aktörler olarak katıldılar. Artık “yeni düzen” ve ona yönelik politikalara sonradan uyum sağlayacak yöneticilere ve yoktu; Amerikan tarzı ve düzeni ve onun gereklerini kendi çıkarları olarak kalbinde ve gönlünde hisseden, elitten bir burjuva olarak sermayenin ihtiyaçlarından başka her şeyi değersiz ve alınır-satılır eşya gören siyasetçiler devri başlamıştı artık. Özal yol açıcıydı; Çillerle aynı yolda yürünecekti. Ekonomik yaşamın Yuppie’leri siyasette de ortaya çıkmaktaydı. Burjuva “çağdaşlığı” ve “modernizm”in anlamı buydu.
“İlericilik”le uzaktan yakından ilgisi olmayan bu “modernizm”, sermayenin çıplak çıkarlarının, her şeyi, tüm değerleri metalaştıran burjuva yaklaşımla savunulmasından başka bir şey değildir. Artık siyasete, geleneksel ilişkiler ve düşünme biçimleri, kalıntılarıyla bile olsa yön verir olmaktan çıkmakta, örneğin “çobanlık” ve “köylülük” övgü ve övünmesi yerine açıktan Amerikancılık, Özal’ın hediyesi “iş bitiricilik” ve “para”nın yol göstericiliği dolaysızca geçmektedir. Kuşkusuz, özellikle “eski solcu” propagandistler, gelenekçiliğin yerini bu tür bir “modernizm”in almasında “çağdaş” ve ilerici bir gelişme bulup destekliyorlar. Tekelci kapitalizmin tarihsel tükenişi, çürümüşlüğü ve ilericilikle ilişkisini yalnızca ileriye ve geleceğe ait olan her şeye düşmanlıktan ibaret oluşunu bulandırmaya yönelik bu çaba tükenmişliğin bir başka kanıtını sunmaktan öte bir anlam taşımıyor. Yeni hiç bir şey üretmeyen çıkmaz içinde “çağdaşlık” ancak “eski solcunun diline yakışıyor; gericiliğin temel kaynağı tekellerin çıkarlarını en azından zedelemeyen türden “ilericilik” yalnızca işçi ve emekçi düşmanlığının “ilericilik” ambalajı içinde satılmaya çalışılması olabiliyor.
Kadının güzelliği ve daha çok da çıplaklığıyla cinsel sömürü aracı olarak metalaştırıldığı reklâm sektöründe yine bir “sarışın”ın bu kez sermaye saldırganlığının ambalajı olarak, siyaset için metalaştırılmasında ne tür bir “ilericilik” bulunabilir? Kendisini bilinçli şekilde meta olarak sunan bir siyasetçiden ne tür bir “yenilikçilik” beklenebilir?
Kapitalizm hâlâ şöyle ya da böyle üretici güçleri geliştirebiliyor. Gelişmenin hiç olmaması toplumun taşlaşması demektir. Ancak şu da kesin ki emperyalizm dönemine girişiyle birlikte, tekellerin serbest rekabetin yerini alışıyla yalnız pazarların, kaynakların, üretim ve fiyatların denetimi ve dikte edilişi başlamamış; kapitalizm, başta üretim alanı olmak üzere var ettiği bütün ilişkilerle üretici güçlerin gelişmesini engeller ve gericiliği yayar olmuştur. Tek örnek yeterlidir. Zonguldak’ta ithal edilen milyarlarca liralık makineler üretime uygulanmamaktadır, çürümeye terkedilmiştir; ama Çiller’in, sadece onun da değil, onu öncelemek üzere başta Sabah ve Milliyet olmak üzere medyanın önemli bir çabası Zonguldak ocaklarının kapatılmasına yöneliktir. Gerekçe, “zarar ediyor” şeklinde gösterilmektedir.
Sarışınıyla “ilericilik” görünümü çizme -çünkü emekçilerin ilerici özlemlerini karşılamak durumundaki kapitalizm gelişmenin, ilerlemenin en başta gelen engelidir; bunu gizlemeye çalışmaktadır. Tüm vitrin, ambalaj çabası ve imaj üretiminin temel amacı buradan geliyor. Tükenmiş kapitalizm imajlarla ömrünü sürdürmeye uğraşmaktadır.
Oluşturulan tüketim toplumu ve tüketimin yönlendirilişi, reklâm sektörü ve onun temel bir ihtiyacı olarak ambalaj sanayisinin kazandığı bunca önem, kapitalist çürümüşlüğün bir ifadesi olarak sonunda siyaset alanına da sirayet etmezlik edemezdi. Önce ABD’de; kapitalist “icatlar”ın başını çeken bu önder ülkede uygulamaya sokulan siyaset tarzı her yere yayılmaktadır. Türkiye açısından bu tarzın bir eksiği kalmıştır: “Başkanlık sistemi.” Altyapısı, iller yasası, polis ve jandarma yasasıyla, “süper valiler”! ve eyalet sistemiyle hazırlanmakta olan bu “sistemi” yakında yaşamaya başlayacağımızı, kâhinliğe hiç gerek olmadan öngörmek mümkündür. Tekelci ekonominin dikte ettiriciliği yanında çelişmelerle köşeye sıkıştırılmış parlamentoyu artık asma yaprağı kadar bile değerli görünmeyen ve çoktandır MGK’nın eline geçmiş tek elden yönetim, yasal Amerikancı siyaset Yuppie’si başkanına ihtiyacı zorlamaktadır. Şimdilik açık Kanun Hükmünde Kararnameler, MGK ve bürokrasi prenslerinin öne çıkmasıyla kapatılmaya çalışılmaktadır; ancak “modern” görünümlü, yönetsel mekanizmanın çalışmasını hızlandırıp “cesur” kararların çabuk alınıp uygulanmasını sağlayacak, devletin legal ve illegal sektörlerinin koordinasyonunu merkezileştirecek bir “başkan” ihtiyacı kendisini dayatmaktadır.

“MODERNİZM”, ÇİLLER VE TÜRKİYE
Çiller’in şansının uzun vadeli olmayacağı, gerçekler kalkış noktası edinilince görülüyor. “Çıkışsızlığın çıkışı” olma talihsizliği Çiller’indir ve bir dizi köşe yazarı Çiller’in “iktidarda yıpranmış” bir partinin başkanlığına gelmesinin ötesinde, hükümet etmeye devam edecek ve dolaysıyla sermayenin bugünkü çıkmazında harcanacak olmasına hayıflanıyor. Herkesin gördüğü ama ezici çoğunluğun söylemediği gerçek bu. Çiller’in, sadece onun değil, başkasının da, sermayenin şansı yok görünür gelecekte.
Ancak yalnız bu da değil. Çiller, muhafazakâr, faşist bir partinin, oy tabanı daha çok kırsala dayanan, gelenekçiliğin tüm etkilerinin yansıdığı DYP’nin başında bir yönüyle de “Müslüman mahallesinde salyangoz satma” durumundadır. Bu sermayenin de bir dezavantajını oluşturuyor. “Modernlik”, “değişim”, “kadın başbakan” bir yandan kulağa hoş geliyor ve çekici bir imaj oluşturuyor. Türkiye epeyce kapitalistleşti. Ancak geleneksel üretim ilişkileri büyük ölçüde çözülmüş olsa da, bir bütün olarak üst yapı, bilinç, alışkanlıklar, yaşam tarzı, değerler daha yavaş ve geriden gelerek değişiyor. Kapitalist “modernizm” gelenekçi bağlardan, etkilerden kolay kurtulamıyor. Yol açıcı Özal’ın bile kasaba tüccarı görüntüsü hatırlarda. Çoğu burjuva henüz arabeskle ruhunu doyurma durumunda. Yine Özal örnek alınırsa, takunyasını henüz tümden terk etmemiş; hâlâ mümin, namazını orucunu ihmal etmiyor. “İlerici” görünümle meta olarak oynamak daha kolay ama ezan, bayrak gibi geleneksel değerler ancak din siyaseti ve şovenizmi yaparak metalaştırılabiliyor. Her şeyin bir fiyatının olduğu temel yaklaşımına sahip Özal bile ne “ver kurtul” dediği Kıbrıs’ı verebilmiş ne de şovenizmin gücünü gördüğünde “Kürtçe TV”de ısrar edebilmişti. Şimdi dindar olmayan Çiller’in bir yol bulup cuma namazları gösterisi yaptığına tanık olacağız. Baştan itibaren “modernizmi”ni ezan-cami-bayrak edebiyatıyla birleştirdiğine, “modernlik”inin bir ayağının gelenekçilikte olduğuna tanığız. “Başkanlık” yönelimiyle ve SHP itirazlarıyla destekçisi aşırı gelenekçi ve faşistleri dışta tutarak yetkiyi tamamen elinde toplamaya girişti. Kuşkusuz sermayenin modernizmi faşizmi dışlamıyor, tersine faşizmin ta kedisidir; ancak bir de görünüm var. Faşizmin eski yanılsamayla MHP ve Ayvaz Gökdemir gibi eski MHP’lilerle özdeşleştirildiği SHP itirazını hesaba katmada olsun “tek şefliği”ni tehlikeye sokacak isimleri Bakan yapmamasında olsun tavırları şimdiden gelenekçi tepkilere de yol açtı, açacak.
Tansu Hanım, yalnız işçi ve emekçileri aldatma açısından değil, istikrarsızlık içindeki sermaye ve genel olarak gericiliği birleştirme açısından da talihsiz. Madde ve gerçeğin söylediği başka, medyanınki başka.

Temmuz 1993

Gizli savaşın kurbanı: elçibey “dış politika” ve türkiye kapitalizminin bazı özellikleri

Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Adriyatik’ten Çin Denizine” sloganıyla kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştığı politikanın aslında bir “kontrgerilla diplomasisi”nin ürünü ve gerçekleşme aracı olduğuna, Özgürlük Dünyası’nın Şubat 1993 tarihli 52. sayısında değinmiştik.
Kontrgerilla Diplomasisinin başlıca özelliği, etnik bakımdan Türk kökenli ya da, Müslüman olan halklar arasında ajan yöntemleriyle faaliyet göstermek ve başlıca amacı da, bu halkların yaşadıkları ülkelerde yönetimi etkileyecek faaliyetlerde bulunarak, söz konusu halkları bir şantaj ve pazarlık aracı olarak kullanıp başlıca emperyalistlerin planlarının yürütülmesinde “güçlü” pozisyonda görünmektir.
Türkiye burjuvazisi, kapitalizmin dünya çapında yaşadığı çıkmazlardan, özellikle de sistem olarak kendisini yeniden üretme olanaklarının giderek daha tıkanmasından en fazla etkilenen ülkeler arasında bulunuyor. Bu yüzden, sermayenin dolaşımı ve merkezileşmesini, olağan yolların dışından gerçekleştirmeye, böylece kısa zamanda büyük birikimler sağlayarak üretimdeki tıkanıklığı ve sermayenin kendine özgü yollardan akamayışının doğurduğu sıkıntıları aşmaya çalışıyor. Böylece, Türkiye’de sermayenin üretilmesi ve yeniden üretilmesi, toplumsal üretimden çok, rant, spekülasyon, “kara para dolaşımı” gibi ekonomi dışı yollardan gerçekleşiyor. Büyük yolsuzluklarda dönen paraların, bankaların açtığı karşılıksız kredi miktarlarının devlet bütçesine yaklaşması ve bunların büyük miktarına “batık para” gözüyle bakmaktan rahatsızlık duyulmaması, burjuvazinin “kirli bir toplum” yaratmış olmasından çok, açıkça tercih ettiği ekonomi politikalarının sonucudur.
Bu yolun iki açık sonucu olmuştur: Birincisi, Türkiye’de üretim ve imalat büyük ölçüde yerinde sayarken, borsa spekülasyonu, kent arazilerinden ve inşaatlardan yaratılan aşırı rant, ekonomik ve özellikle de siyasi hayatın ekseni durumuna geçmiştir. Siyasi partilerin, siyasi alanda işlevsizleşmesine paralel olarak, bu örgütler, kent rantlarının, arazi spekülasyonlarının ve “kara para” operasyonlarının örgütü haline gelmiştir. Politika, tamamen devletin yüksek kademelerinin profesyonel işi durumuna geldiği için, siyasi partilerin ve parlamentonun, devlet kaynaklarını burjuvaziye dağıtma aracı olmaktan öte bir işlevi kalmamıştır. Ekonomi ve siyaset, hemen hemen tümüyle şiddetin hâkim olduğu bir kapışma alanına dönüşmüştür.
Diğer yandan, sermayenin acil ihtiyaçları, uzun vadeli planlar, büyük projeler gibi reklâm edilen uluslararası girişimlerin ardına gizlenerek giderilmeye çalışılmaktadır. Kısa zamanda büyük para getirecek, zahmetsiz ve yatırımsız kaynaklar peşinde koşmanın nedeni de budur.
Bugün, içte ve dışta izlenen politikaların temelinde, bu “çabuk, çok, karşılıksız” kaynak bulma telaşı yatmaktadır. Ekonomi için tam bir cehennem kuyusu haline gelen Kürdistan’daki kirli savaşın finanse edilmesi de dâhil olmak üzere, Türkiye burjuvazisinin sıkıntılarına cevap verecek olağan kapitalist yöntemler, zaten Türkiye kapitalizminin tarihinde gerçek anlamda burjuvazinin kendi yöntemleri olarak oluşturulmamışken, şimdi tümüyle tükenmiş görünmektedir.

KAPKAÇ EKONOMİSİNİN ÇERÇEVESİNDE AZERBAYCAN

Türkiye, yalnızca günlük bunalımını kolayca aşabilmek ve kıt kaynaklarını telafi etmek için değil, sürekli bir ucuz kaynak bulabilmek için, uluslararası olanaklara her zamankinden daha büyük bir iştahla yönelmiş bulunmaktadır. Türkiye burjuvazisi, bu yolda, her türlü macerayı göze alacak kadar kontrolsüz bir eğilime girmiştir. Azerbaycan, Türkiye burjuvazisi için, bu bakımdan, son derece elverişli bir “lokma” olarak görünüyordu.
Her şeyden önce, coğrafi konum bakımından, Azerbaycan, diğer “Türkî Cumhuriyetler”e göre çok daha kolay bir yerde bulunuyordu. Türkiye, Azerbaycan’dan, arada yalnızca Ermenistan’ın engel yaratabileceği bir toprak parçasıyla ayrılmıştı. Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi bu bakımdan önem taşıyordu.
Diğer yandan Azerbaycan, önemli petrol kaynaklarına ve petrol işleme tesislerine sahip bir ülkedir.
Azerbaycan, ayrıca, Türkiye’nin diğer “Türkî Cumhuriyetler”e uzanabilmesi ve bu ülkelerle Avrupa’nın bağlantısını kurabilmesi için bir ara halka pozisyonunda bulunmaktadır.
Bunlar içinde, Azerbaycan’ın bir petrol boru hattı transiti için Türkiye’ye sağlayacağı imkânlarla, doğrudan doğruya Azerbaycan petrolünün Türkiye tarafından işletilmesi projesi, acil ve belirleyici önemdedir.
Ne var ki, Türkiye, işte tam da bu noktada, bir yandan komşu İran’la, Rusya’yla ve diğer yandan da Avrupa ve Asya’nın diğer emperyalist devleriyle karşı karşıya gelmektedir. Tek başına, ne petrol boru hatlarının kendi istediği yolları izlemesini sağlayabilecek gücü vardır, ne de Azerbaycan petrolünü işletmeyi başarabilecektir. Bunu sağlamaya kalkıştığı an, hem çok yönlü uzlaşmalar için ekonomik bakımdan elinde olanlardan vermek zorunda kalacaktır, hem de siyasi bakımdan yeni taahhütlerin ve anlaşmaların içine girmek zorunda kalacaktı. Bir bakıma, olağan uluslararası ilişkiler yoluyla ilerlemeye çalıştığı sürece, Türkiye’nin bu operasyonlara girişmesi, astarı yüzünden pahalı bir iş haline gelecekti. Ama Türkiye, bu noktada, son avantajını kullanabileceğini umuyordu. Son avantajın iki öğesi vardı: birincisi, kendisine bağlı yönetici kadrolar (ajan yöneticiler) yetiştirmiş bulunması; ikincisi de, Azerbaycan halkını, kendi propaganda mekanizmalarıyla bağladığına inanması. Bu iki unsurun tamamlandığı yolundaki propaganda, Elçibey’in cumhurbaşkanı seçilmesi başarısıyla da birleşince, Türk burjuvazisinin, Azerbaycan’a adeta ikinci bir Kıbrıs gözüyle bakmasına yol açtı. Elçibey’in kişiliğinde de ikinci bir Rauf Denktaş bulmuş gibiydi. Üstelik Azerbaycan, askeri bir harekât olmadan, doğrudan doğruya içeriden zapt edilmiş gibi görünüyordu.
Elçibey, daha Sovyetler Birliği parçalanmadan önce, Azerbaycan henüz kendisini “sosyalist” olarak tanımlarken, sahte “Halk Cephesi”nin başkanıydı. Türkiye gizli servisinin direktifleriyle hareket ediyor ve açıkça “Türkeşçi” bir ideoloji ve politika izleyerek Azerbaycan’ın Türkiye’ye bağlanması için faaliyet gösteriyordu. Elçibey, Türkiye’nin olağanüstü yardımlarıyla ve Ermenistan’ın tehdidi altında bir yardım uman halkın zayıflığından da yararlanarak seçimleri kazandı. Elçibey, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etti, İran’daki Azerilerle birleşme politikası izleyeceğini açıkladı; bu iki eyleme bağlı olarak da İran ve Rusya’ya karşı sert bir çizgi tutturdu. Ancak, çok daha karmaşık ilişkilerin bir uzantısı olan Ermenistan’la çatışmalar durulmayınca, aksine artan saldırılar üstelik Azeri kamuoyunda ciddi bir ulusal onur sorunu haline gelen Karabağ’ın düşmesi noktasına kadar geldiğinde, Elçibey’in arkasında durmaya söz veren Türkiye ortalıkta görünmeyince, ilerleyen Ermeni kuvvetlerine paralel olarak, Elçibey’in iktidar dayanaklarının tümü geriledi.
Esasen Ermeni saldırısını, bu durumu kolaylaştırmak için kışkırtan ve destekleyen İran ve Rusya, Azerbaycan’da iktidarı ele geçiren darbeci güçleri de, ilk elde desteklediler. Ancak, Ermenistan’ın daha karmaşık bağıntılar içinde ilerleyen saldırısı, Rusya ve İran’ın hedeflerinden bağımsız olarak sürdü ve Karabağ’ın tümüyle Ermenistan topraklarına katılmasına kadar süreceği görüldü. (Darbeden sonra İran, artan Ermeni saldırılarını kınadı ve hatta Elçibey’in siyasi durumunu desteklediğini bildiren bir açıklama dahi yaptı.)
Elçibey’in, bir piyon olarak oynadığı rol sona erdiği anda, Türkiye onu kaderiyle baş başa bırakarak yeni bir “at” aramaya başladı. Çünkü Azerbaycan, Türkiye açısından, Elçibey’in kişiliğinden daha önemli bir yer tutuyor. Elçibey, rahatlıkla harcanabilir ve onun yerini tutacak bir başkası aranır. Bununla birlikte, Türkiye, Elçibey’in yeniden yönetimin başına dönebilmesini sağlamak için, diplomatik girişimlerde bulunmaktan geri durmadı. Ancak, halk tarafından tepkisiz karşılanan, İran ve Rusya tarafından açıkça desteklenen ve Batılı ülkelerin de, -Elçibey, Türkiye’nin doğrudan adamı olarak görüldüğü için- umursamadığı darbe, oturmaya başlayınca, Türkiye, başka işbirlikçiler aramaya koyuldu. Şu anda darbecilerle birlikte hareket etmekte olan Aliyev, Türkiye’nin İran ve Rus manevrasına karşı oynayabileceği en kuvvetli koz olmasına karşın, Türkiye’nin doğrudan adamı olmak bakımından fazla umut veren bir kişi değildir. Bu çerçevede Elçibey, gerçekte Azerbaycan’ın iç ilişkilerindeki bir çatışmadan çok, bölgede hegemonya peşinde koşan ve çeşitli emperyalistlerin aracıları vasıtasıyla karıştığı üstü örtülü bir savaşın kurbanı olmuştur. Bakû’den ayrılışı, hiç bir uluslararası tepki yaratmamış, sıradan bir olay kadar üzerinde durulmamıştır. Bu, bütün dünyanın, Azerbaycan Cumhurbaşkanını, asla ciddiye almadığını, onun Türkiye’nin siyasi bakımdan etkisiz bir kuklası olarak görmesinin sonucudur. Gene de, Elçibey, darbecilerle uzlaşmanın sağlanabileceği bir aşamada kullanılmak üzere, yedekte tutulmaya devam ediliyor. Fakat işin ilginç yanı, Azerbaycan halkı da, Elçibey’i “Halk Cephesi” döneminin kahramanı olarak değil, Ermeniler karşısında başarısız, Türkiye’ye bağımlı bir yeteneksiz olarak hatırlamaktadır. Elçibey, kendi lehine gösteriler düzenlemeye kalkıştığında, buna hiç bir Azerinin itibar etmemesi bunun göstergesi olmuştur. Elçibey’in başlıca güç kaynağı durumunda olan Halk Cephesi, darbe karşısında hiç bir varlık gösterememiş. Halk Cephesi binalarına gelen taraftarlar, buralarda Halk Cephesi önderlerinden kimseyi bulamamış ve dağılmıştır. Böylece, Halk Cephesi’nin geçmişteki gücünü, Elçibey’in en azından pazarlık yapabilmesi için hesapta tutan devletler, başta Türkiye olmak üzere, artık, yeni yönetimin içinde hareket etmenin olanaklarını araştırmaya, Elçibey’i bu kombinezon içine sokmaya yönelmişlerdir.

YENİ “ADAMIMIZ” ALİYEV?

Elçibey’in Baku’yü terk etmesinden sonra, Cumhurbaşkanlığı görevlerini üstlendiğini açıklayan Aliyev, gençlik yıllarında KGB’de çalışmış ve Leonid Brejnev döneminde de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin politbürosunda görev almıştı. 13 yıl süreyle Azerbaycan Komünist Partisi’nin sekreterliğini de yapan Aliyev, 1987 yılında, Gorbaçov’un Brejnevcilere karşı açtığı savaş sırasında, yolsuzluklarının tespit edilmesi sonucu politbürodan atıldı. 1992’den bu yana Nahçıvan Özerk Bölgesi’nin cumhurbaşkanlığını yapıyordu.
Nahçıvan, Türkiye’nin coğrafi olarak Azerbaycan’a geçiş yolu üzerinde bulunuyor ve yolsuzluktan sabıkalı cumhurbaşkanının Türkiye’yle ilişkileri yakın geçmişte daima sıcak ve “kardeşçe” olmuştu. Türkiye, kendi sermaye birikimi yollarının uzantısı olarak, faaliyet gösterdiği her ülkede, bu yolları kullanmayı becerebilen işbirlikçiler bulmakta güçlük çekmiyor.
Şu anda Aliyev, Azerbaycan’da, Türkiye’nin uzlaşma ve yeniden hâkimiyeti elde etme yollarını döşemekte kullanabileceği ikinci sınıf bir işbirlikçi rolüne hazırlanmaktadır. Ancak, Aliyev, İran ve Rusya ile de aynı türden ilişkiler geliştirebilmenin yollarını açık tutarak Elçibey türünden bir piyon olduğu görüntüsü vermekten kaçınmaya çalışıyor.
Gene bir yolsuzluk sabıkalısı olan Suret Hüseyinov, darbenin Aliyev’le birlikte önde gelen adlarından bir diğeri. Suret Hüseyinov, Sovyetler Birliği döneminde bir fabrikanın müdürlüğünü yaparken, pamuk spekülatörlüğünden büyük bir servet yapmış olmakla tanınıyor. Suret Hüseyinov, eski savunma bakanı Rahim Gaziyev ile yakın dostluk ilişkisi içinde bulunuyor. Rahim Gaziyev ise, Elçibey tarafından Ermenilerden rüşvet alarak Kelbecer’i teslim etmekle suçlanmıştı.
Azerbaycan, şu anda Türkiye’nin yönetici sınıflarıyla her bakımdan tam olarak uyuşabilecek kalitede bir yönetime sahip bulunmaktadır. Yolsuzluk sabıkalıları, spekülatörler ve rüşvet yiyiciler (hepsi de anlı şanlı eski “komünist”), Azerbaycan’ın çöküşünün bütün bu sabıkalı sorumluları, şimdi kurtarıcı rolünde tekrar sahneye çıkmış bulunuyorlar.
Hiç kuşkusuz, Aliyev, Türkiye’ye yakın olma umudu uyandırmaktan çok daha fazla, Rusya’ya yakındır ve esas olarak Rusya tarafından kontrol edilen bir operasyonun adamıdır.
Uluslararası aracılık ve emperyalist taşeronluğu, değişik araçlarla ve değişik biçimlerde yapılabilen ve genel olarak en zahmetsiz gibi görünen fakat politik bakımdan da en fazla angajmanı gerektirip ve fazla riski içeren bir yol. Türkiye, Azerbaycan örneğinde, bu yolda kolay kazanç peşinde koşarken, başarısız ve beceriksiz bir yayılmacı özentisi durumuna düşmüştür. Bir Yunan gazetesinin dediği gibi, “Azerbaycan’da, Elçibey’in yenilgisi, Türkiye’nin Orta Asya kapılarını kapatmıştır.”
Fakat Azerbaycan’ın özellikleri, Türkiye’nin bu ülke üzerine oynamaktan vazgeçemeyeceği özelliklerdir. Özellikle kolay sermaye birikimi için “Kontrgerilla diplomasisinin geçerli olduğuna inanan Türkiye açısından, söz konusu özellikler ve koşullar, değerlendirilmesi gereken cazip koşullar olmaya devam edecektir.

Temmuz 93

“Misak-I Millicilik” Suçlaması, Enternasyonalizm Ve Milliyetçilik

Bu yazı, Evrensel Basım Yayın tarafından Temmuz ayı içinde yayınlanacak olan “Emperyalizm, Milliyetçilik ve Kürt Sorunu” adlı kitabın bir bölümünü oluşturmaktadır.

Herhangi bir ulusal hareket, şayet emperyalist dünya sistemi içinde ortaya çıkıyorsa, ulusallığın, emperyalist uluslararasılaşmadan bir kopuşu ifade etmesi kaçınılmazdır. Yani ulusal hareket, emperyalizm karşıtlığını öncelikle içermelidir. İlerici ve desteklenmeye layık ulusal hareketlerin yalnızca bu tür ulusal hareketler olması da doğaldır. Marksistlerin, ulusal kaderini tayin hakkını koşula bağlamaksızın savunmayı, emperyalizmi güçlendiren ulusal hareketlerin desteklenmemesi ve emperyalizme darbe vurup, onun egemenlik sistemini zayıflatan hareketleri destekleme politikasıyla bütünleştirmesi bunun içindir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı -ki bu hak ulusların ve sömürgelerin “devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkı”nı ifade eder- “zaman aşımına uğramaz” bir hak olmakla birlikte, bu hakkın somut kullanım biçimi karşısında alınacak tutum farklılıklar gösterebilmektedir. Çünkü ulusal hareketin, ulusun ezilen yığınlarının çıkarları doğrultusunda gelişmesi ve bu bakımdan emperyalizme karşı koymayı görev sayması, yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi; emperyalizm ile ezilen uluslar ilişkisinin günümüzde kazandığı muhteva tarafından bir zorunluluk olarak öne çıkarılmaktadır. Bunun içindir ki;
“Desteklenmesi söz konusu olan ulusal hareketler, emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran hareketler değil, emperyalizmi zayıflatan ve devrilmesini kolaylaştıran hareketlerdir… Öyle durumlar olabilir ki, ezilen belirli bir ülkenin ulusal hareketi proletarya’ hareketinin gelişmesinin çıkarlarına aykırı düşebilir. Böyle bir durumda desteğin hiç söz konusu olmadığı açıktır.” (Stalin)
Hemen her toplumsal olayın ulusal sınırları aşarak uluslararası bir özellik kazandığı bir gelişmeye yol açan emperyalizm koşullarında başka türlüsü de olamaz. Ulusal kaderini tayin hakkı, bağımlı ve ezilen ulusların ayrı, bağımsız devletlerini kurma hakkıdır ve bu da her şeyden önce emperyalizmden bağımsızlık olarak ele alınmalı, böyle anlaşılmalıdır.
Bu görüş, burjuva milliyetçi ideolojiyi benimseyenleri rahatsız etmektedir. Ulusalcılık dalgasının güç kazandığı içinde bulunduğumuz bu dönemde, Kürt burjuva ve küçük-burjuva ulusala hareketler, Marksistlerin anti-emperyalizm vurgusunu tepkiyle karşılamakta, anti-emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadelesinin zorunlu bir koşulu olmadığını ileri sürmektedirler. Kemal Burkay’ın, başında bulunduğu grup bunların başını çekmektedir. PKK da dâhil, Kürt ulusal hareketlerinin hiçbiri, emperyalist sistem dışına çıkan bir ulusal kurtuluş çizgisinde ısrarlı değildirler. Buna örnek olarak, onların Irak Kürdistanı’nda kurulan sözde Kürt devleti karşısında aldıkları tutumu ve yine Türkiye Kürdistanı’nda ulusal kurtuluşu ele alma perspektiflerini gösterebiliriz. Ayrıca onlar, anti-emperyalizm vurgusundan rahatsızlıklarını yazılarında da ifade edecek denli “açık sözlüdürler!” Körfez Savaşı, ABD ile Irak Kürt burjuva-feodallerinin ilişkileri, Çekiç Güç vb. konularda kaleme aldıkları yazılarda, Marksistlerin ve devrimcilerin, anti-emperyalist tutuma verdikleri önemin “gereksizliğini” sözde izaha çalışmaktan geri durmadılar. Kemal Burkay ekibi, Marksistlerin en ateşli “muarızları” oldular. Burkay, Talabani ve Barzani’nin daha önce girdikleri yolun doğru ve zorunlu olduğunu savundu. Körfez Savaşıyla ilgili olarak kaleme aldığı ve Deng Dergisi’nin 12. sayısında yayınlanan yazısında şunları yazdı:
“BM’nin her bir üyesine düşen ise, böyle durumlarda (Irak’ın Kürtlere saldırısından söz ediyor- BN) örgütün organlarını, en başta Güvenlik Konseyini acil toplantıya çağırmak ve gerekli etkin, önleyici tedbirleri almaktır. BM, jenosidi önlemek için silahlı güçte oluşturabilir ve bu onun görevidir”
BM’nin oluşturacağı silahlı gücün kime hizmet ettiği ve kimin komutasında iş gördüğü görüldü. ABD komutasında emperyalist birlikler Irak’a yürüdüler ve Irak Kürdistanı’nda ilan edilen sözde “federe devlet” de dâhil, Irak hâlâ işgal altındadır, her hareketi kontrol edilmekte, sık sık Irak semalarında ABD pilotları bombalama tatbikatlarına çıkmaktadırlar. Burkay, emperyalistlerin oluşturacakları “silahlı güç”ün ezilen uluslardan yana işlev görebileceğini düşünmektedir. Nitekim O, yazısının devamında şunları söylüyordu:
“Son gelişmeler, Körfez krizi sırasında anti-emperyalizm adına Saddam’a ilericilik sıfatları biçen, onu desteklemeyi doğru tavır sayan sözde sol çevrelerin de, gerçekte iğrenç ve kanlı bir rejime arka çıktıklarını ortaya koydu.”
“Kimileri ise, Kürt hareketini, Körfez savaşında ABD’den yana çıkmakla, ondan kurtuluş beklemekle ve onun tarafından aldatılmakla suçladılar… Bu savaşta tarafsız kaldık.”
“Ama kimileri, Talabani’nin ve öteki bazı Kürt liderlerin Amerika gezisini, Ankara görüşmesini ve benzer diyalogları ’emperyalizme bağımlılığa’ kanıt göstermektedirler. Bunlar gülünç, gayrı-ciddi iddialardır. Eğer politik cehalet değilse, düpedüz kötü niyetli yakıştırmalardır…”
“Bu ucuz suçlamacılık hoş değil. Gözleri gerçeklere, hayatın gereklerine kapayarak, üstelik olan biteni çarpıtarak, ezberlenmiş formüller ve hazır kalıplarla devrimcilik yapılmaz. Emperyalizme karşı mücadele de böyle yürütülemez.” (Deng s. 1 2, sf. 5 ve devamı)
Emperyalistlerin, temelinde Ortadoğu ve Körfez bölgesindeki petrol ve hammadde kaynaklarının denetlenmesinin yattığı, müdahale politikasına “onurlu bir çıkış” payesi veren Burkay, devrimcileri “ezberlenmiş formüller”e göre hareket etmekle suçlarken, kendisi ABD emperyalizminin komuta ettiği çok uluslu emperyalist saldırı ordularının Irak Arap halkına karşı giriştiği imha savaşını, salt bu saldırı Irak Baas rejiminin başındaki yöneticileri, hatta yalnızca Saddam’ı da hedeflediği için, dahası emperyalistler, askeri müdahaleye böylesi bir “masumane” gerekçe gösterdiler diye, destekleyebiliyor, bu saldırıyı ve sonraki gelişmeleri Kürt halkının yararına görebiliyor. Açıkça ortadadır ki, Körfez Savaşı, ABD’nin, güneydeki Kürt gericiliği ile ilişkilerinin eşitsiz koşullarda ve güney Kurdistan halkı zararına gelişmesine yol açmış, Kürt ulusal hareketi, Talabani ve Barzani’nin başında bulunduğu feodal-burjuva Kürt gericiliği aracılığıyla emperyalizmin denetimine giderek daha fazla sokulmuştur. Talabani’nin Washington-Londra ve Ankara arasında mekik dokumasının, yalnızca Irak Kürt hareketinin değil, gelinen yerde Türkiye Kürt hareketinin de emperyalizm yararına bir yola girmesine diplomatik zemin hazırladığını, bundan ezilen ve köleleştirilen halkımızın zarar gördüğünü inkâr etmek, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinde “emperyalizme bağımlılık” tehlikesinin olmadığını söylemek, Burkay’ın da çokça lafını ettiği, gerçeklerin, “hayatın gereklerinin” çarpıtılmasından başka bir şey değildir. Gerçekleri çarpıtarak emperyalist entegrasyonu zorunlu ve gerekli sayanlar Kürt reformistleri ve küçük-burjuva devrimcileridir. Nitekim Burkay, daha başka yerlerde, emperyalistler eliyle insanlığın sosyal kurtuluşundan yana gelişmelerin sağlanabileceğini ileri sürmekten de kaçınmıyor.
Kürt halkının ulusal kurtuluşçu mücadelesine burjuva-reformcu çizgiyi egemen kılmaya çalışan Kürt burjuva milliyetçilerinin saflarında emperyalizmden beklenti içinde olma eğilimi giderek güçlenmektedir. Yalnızca PSK değil, PKK da emperyalizm koşullarında ve onun egemenlik sistemine darbe vurmadan ulusal kurtuluşun olabileceğini düşünmekte, bunun yolu olarak uzlaşmayı, emperyalist gericilikle dayanışmayı gerekli ve mümkün görebilmektedir.
Kürt burjuva ve küçük-burjuva reformcu hareketi, emperyalizme dayanmanın mantığını “dönem ve koşullarda, emperyalizmin bünyesel değişiklikleriyle (!) izah etmeye, dahası emperyalistlerle girişilen ya da geliştirilecek ilişkileri “çelişkilerden yararlanma taktiği”yle açıklamaya çalışmaktadır. Örneğin Deng’de yer alan B.Ş imzalı yazıda geçmiş Kürt ayaklanmaları irdelenirken, emperyalizmle ilişkiler konusunda şöyle deniliyor:
“Öte yandan varsayalım ki Şeyh Sait şu veya bu şekilde İngilizler le ilişki içerisine girdi ve onlardan destek sağladı. Kürdistan’ın ve dünyanın o günkü koşulları dikkate alındığında, bunda hiç de yadırganacak bir taraf olmadığı açığa çıkar. Kürt halkının varlığını ortadan kaldırmayı önüne hedef olarak koymuş bir rejime, Onun ırkçı-şoven terörüne karşı mücadele veren güçlerin, bu türden dış destekler sağlamaya çalışmaları doğaldır. Burada söz konusu olan gerici bir diktatörlüğe karşı, bir diğer gerici güçten destek sağlamak, onlar arasındaki çelişkiden yararlanmaktır.”
Bir gerici güce karşı mücadele yürütenlerin, bir başka gerici güçten destek sağlamalarının bazı karşılıkları, bedelleri olacağı kuşkusuzdur. Kürt halkının dış destek ihtiyacını emperyalistlerle ilişkilerde arayan burjuva-reformcu Kürt çevrelerinin, bu bedelin niteliği ve sınırlan konusunu açık bıraktıkları, dahası işin bu yanından uzak durmayı tercih ettikleri görülüyor. Kürt burjuva milliyetçileri, hem Kürdistan’ın emperyalistlerle Türk, Arap ve Fars egemen sınıflarının anlaşmaları sonucu parçalanıp köleleştirildiğini söylüyorlar, hem de bu parçalanma ve köleleştirmenin baş aktörlerinden kurtuluş için yararlanmanın teorisini oluşturup, bunu hemen her zaman “koşullar”la izah etmeye çalışıyorlar. Dün Şeyh Said’in İngilizler’le ilişkisini kaçınılmaz ve koşullar gereği sayan mantık, bugünde ABD’nin ve diğer emperyalistlerin, (Amerikan, Fransız, İngiliz ve Alman) Kürt hareketine çengel atmasını, harekete sızarak onu kendi sınırları içinde etkisizleştirmesini zorunlu ve yine, “koşullar”ın gereği sayıyor. “Bağımsızlık” lafını dillerine dolayan bu çevrelerin, dönüp “dünyanın bugünkü koşulları” ve “hayatın gerekleri”nden söz ederek, emperyalistlerle işbirliği düzeyindeki ilişkileri savunmaya çalışmaları, başka şeyler bir yana, onların sınıf konumlan ve politik çizgilerinden kaynaklanmaktadır. Yaşanan olaylar ve tarihsel gerçekler, emperyalizmin ezilen uluslar yararına siyasal bağımsızlık sağlamadığı ve ulusal kurtuluş savaşları karşısında yer aldığı, onları bastırmaya, engellemeye, bunu başarmadığında ise; saflarına sızarak ve işbirlikçiler edinerek etkisizleştirip biçimsel bir bağımsızlığa dönüştürme taktiğine başvurduğuna tanıklık etmektedir. Talabani’nin ve Barzani’nin ve bir dereceye kadar Burkay’ın emperyalistler nezdinde “görüşmelerin adamları” olarak değer görmelerinin altında yatan gerçek, emperyalist burjuvazi ve işbirlikçilerinin Kürt ulusal hareketini, bu isimlerin başını çektiği gruplar aracılığıyla kontrol altında tutma imkânı bulacaklarına duydukları güvendir. Emperyalist burjuvazi akılsız değildir ve kimin kendisi hakkında ne düşündüğünü bilerek hareket etmektedir. (Kaldı ki o, en kararlı muhaliflerini satın alma ve etkisizleştirme amacıyla her yönteme başvurmaktan da geri durmaz.)
Özellikle Kemal Burkay’ın yönettiği Deng çevresinin emperyalizm karşıtlığını akılsız ve “hayatın gerekleri”nden kopukluk saydığı görülüyor. Aynı çevreden Ali Can, Deng’in 23. sayısında şunları yazıyor:
“Türk sosyalistlerinin Çekiç Güç’e karşı toplu tavır alışını yadırgıyoruz… Saddam kanlısına karşı Güneydeki en acılı parçamızı kısmen koruyan Çekiç Güç’ün gitmesini isteyip, bu istemle sokaklara dökülebiliyorlar” ve devam ediyor. “Asıl hedefi sömürgeci egemenliği sona erdirmek, ulusun kader kavgasını sonuca götürmek olan bir politika, ‘anti-emperyalistliği’ kendisine birinci ve acil hedef yapmadı, yapmamalıdır. Emperyalizmle- sosyalizm arasındaki mücadele uzun bir tarihsel süreçten geçtikten sonra sonuçlanabilecek nihai bir kavgadır. Böylesi nihai bir hedefi getirip çok acil, yakıcı, bir halkın kader kavgasının, kurtuluş mücadelesinin önüne koymak hedefi şaşırtmaktır, saptırmaktır.”
Bu kısa alıntı, yalnızca Deng çevresinin değil, tüm burjuva, küçük burjuva Kürt milliyetçilerinin, emperyalizm sömürgecilik ve ezilen ulus sorununa ilişkin düşüncelerini ele veriyor. Öncelikle bu çevrelerin, Kürt halkının duygularına seslenerek, onun düşmanlarını görmesinin önüne set çektiklerini belirtelim. Emperyalistlerin, Çekiç Güç adlı emperyalist askeri birliğin neyi korumaya çalıştığı ve hangi iğrenç emellerle bölgede bulunduğu bu çevreler tarafından açıklanmıyor. Kürdistan’ın bugünkü konumunu tartışırken, emperyalistlere sözde de olsa bir sorumluluk yükleyenlerin, hemen ardından dönüp, “Saddam kanlısı”na karşı -onu kendine tabi kılmayı da hedefleyerek- çıktı diye, tüm ezilen halkların, tüm dünya halklarının kanlısı olan emperyalistleri aklamaya çalışmaları, bir çelişkiye işaret etmesinin ötesinde, emperyalist emellerin gizlenmesi yoluyla emperyalizmin planlarına tabi olma anlamını da taşımaktadır. Öte yandan hemen her toplumsal olayın uluslararası bir özellik kazandığı ve yanı sıra, Kürt ulusunu köleci statü içinde tutan devletlerin sırtını dayadığı esas gücün emperyalizm olduğu gözle görülür somut bir gerçek iken, sömürgeciliğe karşı mücadeleyi emperyalizmden bağımsız olarak ele alma, eğer bir cehalet ve kavrayışsızlık sonucu olmuyorsa, düpedüz ihanete ve emperyalist burjuvaziye teslimiyete götürür. Emperyalist burjuvaziyi öncelikle hedefe konması gereken düşman olarak değil de, dayanılması gereken koruyucu güç olarak değerlendirmek, özgürlük için bunca acıyı göze almış bir halka yapılmış büyük bir kötülüktür. Ezilen bir ulusun “kader kavgası”nın emperyalizm hedeflenmeden o ulus yararına bir sonuca ulaşması mümkün değildir. Dünyanın korsan jandarması ABD, beş kıtayı kendisine çıkar alanı ilan ederek, çıkarlarının sarsıldığını düşündüğü her yere silahlı müdahaleden kaçınmazken, ulusal bağımsızlık mücadelesinin emperyalizmin egemenliğiyle ilişkisi olmadığını öne sürmek, emperyalizm yararına hedef saptırmaktır. Bu düşünce, kaynağını emperyalizmin niteliğine ilişkin revizyonist teoriden almaktadır. Bu sözde teoriye göre, bilimsel teknolojik devrim emperyalizmin niteliğinde değişikliklere yol açmış, ulusal kurtuluş sorunuyla birlikte proletaryanın sınıfsal kurtuluş mücadelesini sistem içi bir soruna dönüştürmüş ve silahlı devrim fikrini geçersiz kılmıştır. Artık “demokratik yarışma” ve “mutabakat”lar sonucu “masa başı” görüşmelerle temel toplumsal sorunların çözümünün önü açılmıştır. Çelişkilerin keskinleşmesine, sertliğe, kavga ve savaşlara yol açan, uluslararası ilişkilerde gerginliğe götüren neden ise (sosyalizm-sosyalist devlet ve kampın varlığı) artık ortadan kalktığına göre, sorunlar pekâlâ emperyalist burjuvaziyle diyalog kurarak çözümlenebilir! Kemal Burkay, özü bu olan bu saçma düşünceyi şöyle dile getiriyor; PSK 3. kongre belgelerinde, (sonuç bildirisi):
“Kongremiz uluslararası planda ciddi bir gerileme ve soğuk savaşa yol açan, nükleer savaş da içinde olmak üzere, bir dünya savaşı tehditlerini taşıyan dünya ölçüsündeki kamplaşmanın sona ermiş olmasını, silahsızlanma yönünde atılan adımları, yumuşamayı, insan haklarının ve çevre sorunlarının öne çıkmasını, bölgesel sorunların çözümü yönündeki gelişmeleri, haksız sınırların değişerek, ulusların kendi kaderlerini belirleme olanağının bir kez daha ortaya çıkmasını son gelişmelerin olumlu ürünleri arasında sayar.”
Tekelci kapitalizmin ve sözde tek kutuplu dünyanın bu olumlanması devrimcilik ve sosyalistlik adına yapılıyor. Kamplaşmanın sona erdiğini söyleyen Burkay, emperyalist kapitalizmin değil, sosyalizmin (O revizyonist SB’ni sosyalist olarak değerlendiriyor) gerginliğin ve kamplaşmanın nedeni olduğunu düşünüyor ve “kamplaşmanın” bu nedeninin ortadan kalkmış olmasını olumlu bir gelişme sayıyor. Oysa durum farklıdır.  Emperyalist dünya sisteminde bir “yumuşama”nın yaşandığına dair işaretler yalnızca görüntüdedir. “Tek kutupluluk” görüntüsünün gerisinde derin bir iç çatışma ve gerginlik sürmekte, pazarlara yönelik rekabet keskinleşmektedir. ABD, Almanya, Japonya ve diğer emperyalistlerin Ortadoğu ve Asya’da oynamak istedikleri rol, “insan hakları ve çevre sorunları”nın çözümünü değil, yeraltı ve yerüstü kaynaklarının gücüne göre denetim altına alınmasını esas almaktadır. Emperyalizmin bölge sorunlarını hangi yöntemlerle ve ne tür çıkarları gözeterek “çözme’ye çalıştığını ABD’nin Ortadoğu’daki silahlı korsanlığı göstermektedir. Kürt reformist ve oportünist çevreleri, uluslararası ilişkilerde “yumuşama” olduğunu, halkların elde silah özgürlük için savaşmalarının gereksiz hale geldiğini, barışçıl çözüm yöntemlerinin tarihin gündemine girdiğini, diyalog ve uzlaşma ile çözüm yolunun açıldığını söylerken, gerçekte, ezilen ulusların emekçi yığınlarını aldatmaktan ve uluslararası burjuvazinin propaganda kervanına katılmaktan başka bir şey yapmıyorlar.
Kemal Burkay, emperyalist burjuvazinin şiddet ve zorbalığı dışlamayan (Irak, Libya, Somali, Panama, Salvador vb.) etkisizleştirme ve teslim almaya yönelik politikasını olumlamaktan, emperyalist diplomasiyi -amaç ve hedeflerinden kopararak- aklamaktan geri durmuyor ve Kürt halkının emperyalizmin “koruyucu şemsiyesi” altında özgür olabileceğini ileri sürüyor. Irak Kürdistanı’nda doğrudan emperyalistlerin koruması altında ortaya çıkan sözde federe Kürt devletinin yine onlar tarafından hararetle desteklenmesinin ve “bir özgürlük abidesi” olarak gösterilmesinin nedeni budur. Barzani ve Talabani’nin izledikleri işbirlikçi çizgi, başta Burkay olmak üzere, Kürt burjuva klikleri ve reformist-uzlaşmacı siyasal hareketleri tarafından kutsanıp benimseniyor. Bir süre öncesine kadar, (eklektik, pragmacı ve reformist ideolojik platformuna rağmen) Burkay ve Talabani çizgisini  “ihanet çizgisi”  olarak değerlendiren PKK’nın, bu olumlu sayılabilecek ve ondaki devrimci yanı ayakta tutan konumunu bir yana bırakarak, Talabani-Burkay platformuyla birleşmesi Kürt reformcu-uzlaşmacılığının, Kürt özgürlük mücadelesi için oluşturduğu tehlikeyi daha da artırıyor. Çünkü Talabani-Barzani ve Burkay, emperyalistlerin koruyuculuğu ve vesayeti altında, emperyalizmin çıkarlarıyla uyum içinde yaşamayı, Kürt halkına özgürlük modeli olarak sunmaktadırlar. Şu sözler Burkay’a ait:
“Kar altında süren İlkbahar çiçeği gibi, Güney Kürdistan’ın bir parçasında özgür bir bölge oluştu ve ulusal bir yönetim kuruldu. Kürt parlamentosunu, Kürt hükümetini, Kürt Federe Cumhuriyeti’ni saygıyla ve coşkuyla selamlıyoruz.”
Burkay ve onun şahsında Kürt burjuva reformculuğunun ulusal özgürlük anlayışını bu sözler açıkça ortaya koyuyor. Düşünülen, Kürt işçi ve köylülerinin, emperyalizmin vesayeti altında ve burjuva-toprak ağası sınıfların egemenliğinde yaşadığı bir Kürdistan’dır. Ortadoğu’da, başta ABD olmak üzere -ki eşitsiz gelişme nedeniyle bu güç ileride bir başka emperyalist devlet de olabilir- emperyalizmin çıkarlarıyla çatışmayan, aksine onunla uyumlu bir Kürdistan’dır savunulan. Ama bunun Kürt halkının özgürlüğüyle, ulusların kaderlerine kendilerinin egemen olmasıyla, ulusal özgürlüğün kazanılmasıyla, bir ilgisi yoktur. Bur-kay’ın “saygıyla ve coşkuyla” selamladığı şey, gerçekte emperyalist sömürgeci politikanın yeni görüntüsüdür; kukla hükümet ve parlamento aracılığıyla Irak Kürt halkının köleliğinin desteklenmesidir. Talabani’nin Ankara-Washington-Londra güzergâhında, emperyalistlerle birlikte, Kürt halkının boynundaki kölelik ilmiklerinin rengini değiştirme çabaları öyle anlaşılıyor ki, PKK tarafından da artık “saygıyla ve coşkuyla” selamlanıyor. Öcalan’ın, Burkay ve Talabani’yle oluşturduğu platform bunu gösteriyor.
Bir gerçek bir kez daha çok belirgin olarak ortaya çıkıyor. Kürt Marksistleri, Kürt proletaryası ve köylülüğünün özgürlüğü olarak ulusal özgürlüğün emperyalizme karşı mücadeleden geçtiğini söyler ve bunun için yığınları emperyalizme karşı mücadele çizgisinde eğitmeye seferber etmeye çalışırken, Kürt burjuva reformcuları ve uzlaşmacı siyasal hareketleri “emperyalizmle birlikte de olabileceğini” söylemekte, ulusal özgürlüğü emperyalist “yeni dünya düzeni”ne tabi olmakta görmektedirler. Birinci yolun kurtuluşa, ikinci yolun köleliğe götürdüğü açıktır.
Konunun bu yanını burada keserek, bir başka yanına, Kürt burjuva milliyetçi çizginin, temelinde proleter enternasyonalizminin reddi düşüncesinin yattığı “Misak-ı Milli”cilik üzerine demagojik propagandasına geliyoruz.
Kürt burjuva milliyetçi çizginin tüm alt şubeleri (versiyonları) ulusların kaderlerini tayin hakkını yozlaştırıp, “otonomi”, “özerklik”, “federasyon” vb. biçimde daraltırken, Marksistlerin, ulusal özgürlük mücadelesinin zaferi için, ulusların kaderlerini tayin hakkının gerçek içeriğiyle proletarya ile ezilen emekçi yığınların çıkarları doğrultusunda ele alınmasını öngören çabalarını “Misak-ı Millicilik” olarak damgalamaktan geri durmuyorlar. Bir yandan “kimlik sorunu”, “kültürel hakların tanınması”, “federasyon”, “barışçıl siyasal çözüm”, “Kürt-Türk ortak parlamentosu” önerileriyle, bugünkü devletin hiçbir temel kurumunu hedeflemeden, mevcut devlet ve düzen koşullan içinde “çözüm” bekleyenlerin, öte yandan, bugünkü egemen sınıflar diktatörlüğünün yıkılmasını, tüm temel devlet kurumlarının ilgasını, devletin ve merkezi parlamentonun Kürdistan’daki varlığının son bulmasını, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirleme hakkının önkoşulsuz tanınmasını -ki bu ayrı devlet kurma hakkıdır- savunanları “Misak-ı Millici” olarak suçlamaları tam bir aymazlıktır. Yukarıda -ve başka birçok yazıda- belirtilen önerilerde görüleceği gibi “Misak-ı Millici” olan gerçekte Kürt burjuva milliyetçi akımlarıdır. Onlar, duygu sömürüsü amacıyla hamasi nutuklar çekse de gerçekte izledikleri uzlaşmacı çizgileriyle burjuva egemen sınıfların çizdiği sınırları aşmıyor, o sınırlara takılıp kalıyorlar. Dahası onlar, Türk devletine Talabani tarafından önerilen ve Özal’ın Osmanlı hanedanı mantığıyla benimseyip savunduğu tüm Kürtleri “koruma” görevi yüklüyorlar. Öcalan’ın Birand’la yaptığı röportajda söylediği şu sözler başka ne anlama geliyor ki? Şöyle diyor:
“Türkiye bölgedeki Kürtleri koruma politikasını sürdürürse önemli sonuçlar çıkabilir. Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye üzerindeki etkisi artar, Kürt kozu Özal’ın eline geçmiş olur.”
Bu sözlerin bir temenniyi içermediğini kim söyleyebilir? Özal’ın bu kozu ele geçirme çabasına girdiği ve Kürt reformistlerinin de yardımıyla Kürt halkı içinde bir aldanmayı belli ölçülerde sağlayabildiği görüldü.
PKK ve Öcalan’ın, Türkiye’de ya da Irak’ta Kürt kimliğini ve kültürel haklarını tanıyan bir devlet ve hükümetle birlikte olmaya açık olduğunun çokça işareti vardır. Ve bugünkü uzlaşma çabasının hedefi de budur. Ayrıca, PKK’nın bu düşüncesi yeni oluşmuş da değildir. Daha Körfez Savaşı sırasında Öcalan şunları söylüyordu:
“Şimdi yine Güney Kürtleri uygun koşullar altında Saddam’la biraraya gelirse, bunun öyle çok kötü bir iş olduğunu söylemem.  Kendi federal sistemlerini Araplarla eşit koşullarda gerçekleştirebilirlerse, Saddam olsa da olur, olmasa da, mühim olan Kürtlerin hayati ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasıdır. Kim bunu kabul ederse, Kürtler onunla görüşmeye oturabilir.”
Öcalan’ın, Kürtlerin mevcut statüsünde hukuksal-idari düzenlemeleri önemsediği görülüyor. Perspektifi bu olanların başkalarını “Misak-ı Millicilikle” suçlaması abestir, gayrı ciddidir. Reformcu burjuvazi ve küçük burjuva milliyetçi çizgi, Kürt ulusunun ulusal kaderini tayin sorununu mevcut devlet ve düzen sınırları içinde “çözme”yi öngörmesine karşın, “devlet sınırları” sorununu yalnızca proletarya ve emekçilerin sınıf düşmanına karşı örgütlenmesi ve mücadele açısından tartışan Marksistleri, -hiç ilgisi olmamasına karşın ve tümüyle haksız olarak- bugünkü devlet sınırlarının savunulması iddiasıyla suçlamaktan geri durmuyorlar. Böylece bir taşla sözde “iki kuş vurmuş” oluyorlar. Bir yandan Kürt işçi, emekçi ve gençlerini duygu sömürüsü temelinde kendi milliyetçi çizgilerine çekmeye çalışırken, öte yandan burjuva kurumlarda yer almayı, “şirketin ortağı” olmayı hedefliyorlar. Kürt grupları arasında devlete ve düzene en fazla mesafeli durduğu sanılan PKK’nın,
“Meclis deniyor, bir federal meclise gidilebilir. Bir Kürdistan Meclisi çıkar, bir Türkiye meclisi çıkar. Bunların birlikteliği için bir oran bulunabilir… Federal bir hükümet Kürdistan için gereklidir. Ortak federe bir hükümet kurulur, ortak bir federal hükümete gidilebilir. Bunların biçimi üzerinde düşünmek gerekir.”
biçimindeki düşünceleri, konuya ilişkin çarpıcı, örneklerden yalnızca biridir. Bu tür görüşleri somut öneriler olarak gündeme getirenlerin, başkalarını “Misak-ı Millici” ve “Kemalist” olarak suçlamaya hakkı olabilir mi? Olmaması gerektiği açıktır. PKK ve “şirket ortağı” olmak isteyen diğerleri bir işçi-köylü hükümetinden, meclisinden söz etmiyor, bugünkü hükümetin bir Kürt-Türk hükümetine dönüşmesi projesinden söz ediyorlar. Bugünkü koşullarda, tüm öteki kurumların aynı kaldığı bir durumda oluşacak “ortak bir federe hükümet”in Misak-ı Milli düşüncesini aşmadığı, onunla çatışmayı içermediği açıktır. “Misak-ı Millici” eleştirileri, Kürt milliyetçilerinin elinde duygu sömürüsünde kullandıkları basit bir araca dönüşmüştür. Küçük burjuva milliyetçi çevrelerinin ve Özgür Halk yazarlarının, Türk devlet sisteminin tüm kurumlarıyla ayakta durduğu ve Kürdistan’daki konumunda herhangi bir değişmeye gidilmediği koşullarda önerdikleri referandumun yukarıdaki bakış açısıyla doğrudan bağlantılı olduğunu da görmek gerekiyor. Referandum, reformist bir bakış açısıyla ele alınıyor, dahası emperyalistlere referandumu yapabilme olanağı tanınabileceği ima ediliyor. Şu sözler birer ibret belgesidir:
“Böylesi bir referandumu rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar, yoksa bir halkın öncü gücü mü yapar; orası dünyanın sürekli gelişen konumuna göre ve bizce önemli yan değildir.” (Özgür Halk s. 20 sf. 28).
Ezilen Kürt halkının geleceğiyle ilgili bir kararın hangi koşullarda verildiğinin önemsenmediği görülüyor. Referandumu “rejim mi yapar, uluslararası demokrasi güçleri mi yapar;” bu önem taşımıyor, söz konusu yazarlara göre; “uluslararası demokrasi güçleriyle işçi kuruluşları ve devrimci hareketin anılmak istendiği sanılmasın. Günümüz koşullarında bu güçlerin henüz devletlerarası yaptırım gücüne sahip bir örgütlülüğü yok. O zaman geriye BM gibi emperyalist kuruluşlar, emperyalist güçlerin kendisi kalıyor ve Özgür Halk yazarlarının ve PKK’nın sözünü ettikleri bu güçlerdir. BM ya da herhangi bir emperyalist uluslararası gücün denetimindeki bir referandumun, “rejimin” yaptıracağı bir referandumun Kürt halkının çıkarına olmayacağı tartışma götürmez bir gerçek olmasına rağmen, söz konusu bu Kürt çevreleri, emperyalizmden beklenti içine girebilmektedirler. İlerleyen süreçte PKK’nın emperyalistlerle ilişkileri geliştirmeye daha fazla eğilim gösterdiği göz önünde bulundurulduğunda, reformcu milliyetçi çizginin, Kürt özgürlük mücadelesinde giderek artan oranda ciddi bir engele dönüştüğü de görülecektir.
Bu birkaç örneğin ortaya çıkardığı sonuç şudur; PKK da dâhil, burjuva küçük-burjuva milliyetçi Kürt gruplarının Marksistlere yönelttiği “Misak-ı Millici” suçlaması koftur, hedef saptırmacadır, duygu sömürüsüne yöneliktir ve ırkçı-şoven Türkçü akımlardan sonra, bizzat bu Kürt çevreleri için geçerlidir. Çünkü onlar, ayrı devlet kurma hakkını “kimliğin tanınması” düzeyine çekmişlerdir.
Proletaryanın ve küçük-burjuvazinin, Marksizm’in ve küçük-burjuva milliyetçi devrimciliğin, ulusal soruna bakışı, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununun ele alınışı arasında temel öneme sahip farklılıklar vardır. Bu kaçınılmazdır, çünkü milliyetçilik, politikasının merkezine ulusun çıkarlarını alırken, Marksizm tüm sorunlara proletaryanın kurtuluşu ve sınıfsız toplum nihai hedefi açısından bakar, politikasının merkezine ezilen sınıf ve emekçilerin çıkarlarını koyar. Çünkü başarıya ulaşsın ya da ulaşmasın, tüm ulusal kurtuluş savaşları pratiğinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki, zamanımızda ulusların gerçek özgürlüğü, ezilen ulusların nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğün ve işçi sınıfının özgürlüğü demektir ve bunu da yalnızca proletarya gerçek anlamıyla savunabilir. Bu çelişki, yalnızca ulusun çıkarlarıyla proletaryanın çıkarlarının her koşulda bir ve aynı olmaması nedeniyle değil, aynı zamanda toplumsal ölçekteki her sorunun iktisadi gelişme yoluyla uluslararasılaştığı, ulusal sorunun, ezilen ulusların ve sömürgelerin ezilen yığınlarının emperyalizmden kurtuluşu genel sorununa bağlandığı koşullardan ulusal dar bencilliği öne çıkarması nedeniyle de ortaya çıkmakta ve yaşamaktadır.
Burada, Marksist yazınımızda çokça tekrarlanan bazı gerçekleri, ulusal soruna ilişkin birçok doğrunun son yılların karmaşık ortamında görmezden gelinmesi ya da atlanması nedeniyle, yeniden vurgulamakta yarar var.
Birinci önemli nokta şudur: Her ulus kendi kaderini özgürce belirleme hakkına sahiptir.
“Tüm haklarından yararlanamayan uluslar ve sömürgeler için devlet olarak örgütlenme bakımından ayrılma hakkı” (Stalin)
vardır ve bu hak “zaman aşımına uğramaz” bir haktır. Kimsenin ulusun yaşamına dışarıdan zorla müdahale etmeye hakkı yoktur, olmamalıdır. “Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır.” Ulus, bir başka ulusal bütüne katılmaya, ondan ayrılmaya, birlikte ya da ayrı yaşamaya karar verme hakkına sahiptir ve onun hakkına hiç kimse zorla ipotek koyma, müdahalede bulunma hakkına sahip değildir.
İkinci nokta; ulusal sorun ile ulusun hakları sorunuyla sermaye iktidarı arasındaki ilişkidir. Uluslar sorununun emperyalizm öncesi serbest rekabetçi kapitalizm dönemindeki tarihsel geçmişi bir yana bırakılırsa; onun emperyalizm döneminde, sermaye iktidarıyla ilişkisi yeni özellikler kazanmıştır. Emperyalizm, diğer şeylerin yanı sıra tüm haklarından yararlanamayan ulusların ve sömürgelerin siyasal ve iktisadi uyruklaştırılmasını ifade etmektedir. Ulusal sorun emperyalizm ve proleter devrimler döneminde sömürgelerin ve ezilen halkların emperyalizmden kurtuluşu genel sorununa bağlanmıştır ve artık ulusal sorunun çözümü emperyalizme karşı mücadele edilmeksizin söz konusu olamamaktadır. Emperyalizmle bağlar koparılmadan,
“Ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden, iktidar bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların mutluluğu gerçekleşemez.” (Stalin)
Üçüncü nokta; bu ilk ikisiyle doğrudan bağlıdır, ulusal özgürlüğün ele alınışının proleter ve burjuva biçimlerini ifade eder. Burjuva bakış açısı, ulusun haklarının savunulmasından hareketle, ulusun tüm güçlerinin çıkarlarının uyumunu vaaz eder ve savunurken, proletarya, ulusal özgürlük sorununu devrimin gelişmesi genel sorununun bir parçası olarak ele alır, ulusal hareketleri emperyalizme ve sermaye iktidarına darbe vurup vurmamalarına göre ayırarak, her durumda farklı tutumları benimser. Ulusal sorun, “devlet içi bir sorun” olmaktan çıkarak, “bağımlı ülkelerin ve sömürgelerin ezilen halkların emperyalizmin boyunduruğundan kurtarılması genel sorunu” haline geldiği emperyalizm koşullarında, “emperyalizmi devam ettiren ve sağlamlaştıran,” emperyalizme yeni hareket alanları ve olanakları sağlayan hareketlerin değil, aksine emperyalist egemenlik sistemini zayıflatan ve güçten düşüren hareketlerin desteklenmesinin söz konusu olacağı açıktır. Marksizm, ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini savunur, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, zorunlu resmi (devlet) dili uygulamasının son bulması, tüm ulusal topluluk işçi ve emekçilerine anadillerinde eğitim olanağının sağlanması için mücadele eder.
“Ulusların barış ve özgürlük içinde bir arada, yaşayabilmeleri, ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirinden ayrılıp, ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusa ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya, ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır.” (Lenin, Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 84)
Bir ulusun bir başka ulusu kendine tabi kılmaya, o ulusun yaşamına zorla hükmetmeye hakkı yoktur. Kendi kaderini özgürce belirleme, siyasal yaşamına yön verme, kurumlarını oluşturma, dili ve kültürünü geliştirme, diğer uluslar ile tam bir hak eşitliğine sahip olma hakkı hiçbir ulusun ya da ulusal azınlığın ayrıcalığında olamaz. “Devlet içinde” bütün uluslar koşulsuz olarak eşit olmakla, her ulusal azınlığın haklan korunmalıdır. Ulusların ve dillerin tam hak eşitliği, zorunlu resmi dil yasağı, “halka bütün yerli dillerde öğretim yapacak okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir ulusal topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırmasını önleyici maddeleri kapsayan A’sından Z’sine demokratik cumhuriyetçi” devlet yapısı! Bunlar proletaryanın ve ulusun yararınadır.
Kürt ulusunun bugünkü statüsü bir kölelik statüsüdür ve Kürt-Türk eşitliği iddiasının gerçekle ilgisi yoktur. Türk egemen sınıfları, Kürt ulusunun ulusal varlığını kabul etmedikleri gibi, tarihte benzeri az olan bir sertlikle özümleme politikası izlemekte, Kürtçe dil yasağını, Kürtçe isimlerin değiştirilmesine kadar vardırmakta, Kürt kültürünü öldürücü-yozlaştırıcı faaliyet sürdürmekte ve bütün bunlarla birlikte Kürt halkının ulusal istemlerine karşı vahşi bir terör uygulamaktadırlar. Türk egemen sınıfları emperyalizme dayanarak ve ondan güç alarak, 70 yıldır Kürt halkını Türk halkıyla zora dayalı kaynaştırmaya çalışmaktadırlar. Oysa ulusların kaynaşmasına ancak ulusal baskının ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla, ulusların özgürlüğü ve eşitliği yoluyla varılabilir. Ulusların birliği ve gerçek dostluğu ancak eşitlik koşullarında mümkündür. Bu bakımdan Türk ve Kürtlerin dostluğu ve birliğinin başta gelen engeli sermaye iktidarı, gericilik ve sömürücü egemen sınıflardır. Çünkü ulusal baskı politikası ulusal düşmanlıklara yol açar, burjuva ulusalcılığının gelişmesini sağlar ve bundan en fazla zarar görenler de ezilen sınıf ve yığınlardır. Bunun içindir ki Marksistler, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkını kararlıca savunur ve zora dayalı ilhak ve özümleme politikasıyla mücadele ederken; ulusal özgürlüğü, emperyalizmin egemenliği ve sermaye iktidarından kopararak ele alan, onu, dar ulusalcı bir sınır içine çekerek, Kürt proletaryası ve emekçilerini ulusal dar bencillikle eğitmeye çalışan milliyetçilik akımının burjuva çizgisiyle arasına sınır çekmekten de geri durmazlar.
Marksizm, ulusal hareketi değerlendirirken, kendini ulusal baskı politikasına karşı mücadele etmekle, ulusların kaderini tayin hakkını koşulsuz desteklemekle yetinmez, her ulusal hareketi proletarya ve emekçilerin çıkarları açısından değerlendirir, desteğin somut biçimini, ya da karşı çıkış nedenini buna göre tayin eder. Kendi kaderini tayin hakkının tanınmasıyla, bu hakkın kullanılış biçimi karşısındaki tutum, farklılıklar gösterebilir. Bu hakkın tanınması, ayrılmanın proletaryanın ve emekçilerin genel çıkarlarına aykırı düştüğü durumlarda, -burjuvazi ve emperyalizmin ezilen ulusun hareketini zorla bastırma politikasına karşı savaşmayı bir an bile ihmal etmeksizin- ayrılmaya karşı propaganda yapılmasını ve burjuva ulusalcılığının gözler önüne serilmesine engel oluşturmaz. Bu konuda Lenin’in şu sözleri öğreticidir:
“Sosyal-demokratlar, ulusal kaderini tayin etmeyi, dışarıdan şiddete başvurarak, ya da haksız biçimde etkilemeye dönük her türlü çabayla savaşacaklardır… Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi hiç duraksamaksızın tanımamız, ulusal kaderini tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına gelmez. Proletaryanın proletarya partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi Kaderini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli görevi sayar. Her zaman ve hiç duraksamaksızın bütün ulusların proletaryasının eh yakın işbirliği için çalışmalıyız.” (Ulusal Kurtuluş Savaşları, sf. 1 2)
Kuşkusuz Marksistler ulusun (ezilen ulus) her isteğini, ayrılma doğrultusundaki her girişimini desteklemekle yükümlü değildirler. Ulusun baskıya karşı mücadelesini destekleyen Marksistler, ulusal topluluğun çıkarları birbirine zıt sınıflardan meydana geldiğini bilir ye tercihlerini her zaman proletaryanın çıkarlarının gözetilmesinden yana yaparlar. Ezilen ulusun ayrılma veya bir bütüne katılma isteğini, bu isteğin burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadeleyi ne yönde etkilediğine bakarak değerlendirirler. Emperyalizmi güçlendiren ve burjuva sınıfın iktidarını sağlamlaştıran isteklere karşı çıkar, buna karşı propagandaya girişerek, ulusun ezilen sınıflarını doğru zemine çekmeye çalışırlar. Marksistler, bilinçli proletarya, Kürt ulusunun özgürlüğünü savunurken, özgürlük adına Irak Kürdistanı’nda olduğu gibi, emperyalizmin çıkarlarına bağlanmaya karşı mücadele etmekten de geri durmamalıdırlar.
Burada bir diğer önemli noktaya geliyoruz: “Ulusun örgütlenmesi”yle, proletaryanın örgütlenmesinin farklılığına, ulusal özgürlük sorununun sınıf bakış açısıyla ele alınmasına ve proletaryanın sınıf birliği sorununa. Çünkü bu, Kürt burjuva milliyetçi çevrelerinin, proletarya devrimcilerini, devrimci Marksistleri “Misak-ı Millicilik”le suçlama gerekçelerinin başlıcasını oluşturuyor. Bu çevreler ulusal özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde proletaryanın sınıf birliğini savunmanın, bir ulusun (Kürt ulusu) bir devletin (Türk devleti) sınırları içinde zorla tutulmasını ifade etmek anlamına gelen “Misak-ı Millicilik”le ne tür bir ortak yanı olduğunu ortaya koymuyor, bundan kaçınıyorlar. “Misak-ı Milli” sözcükleri bu çevrelerin elinde Marksistlere karşı kullanılan sözde bir silah durumunda.
Kürt burjuva reformcu çevreleri ve küçük-burjuva devrimcilerinin çoktan rafa kaldırmalarına ve geçersizliğini ilan edip, zaman aşımına uğradığını söylemelerine rağmen biz yine Marksizm’in devrimci teorisine başvuracağız. Stalin şöyle yazıyor:
“Ulusların istedikleri gibi örgütlenme hakları vardır, zararlı olsun, yararlı olsun hangisi olursa olsun, kendi ulusal kurumlarını muhafaza etmeye hakları vardır, kimse zorla ulusların yaşamına müdahale edemez. (Kimsenin buna hakkı yoktur!) Ama bu, sosyal-demokrasi ulusların zararlı kurumlarına karşı, ulusların buna uygun olmayan istemlerine karşı savaşmayacak demek değildir. Tam tersine bunu yapmak ulusların iradesini, proletaryanın çıkarlarına en uygun biçimde örgütlenmelerini sağlayacak biçimde etkilemek sosyal-demokrasinin görevidir.”
Marksistler, ulusal örgütlenmelere, ulusal kurumların, ulusal nitelikli örgütlerin kurulmasına karşı çıkmaz ve bunlara karşı zorla müdahaleye karşı mücadele ederken, ulusal örgütlenmelerin proletarya ve emekçilerin çıkarlarına uygun gelişmesi için çaba gösterirler. Bu Marksistlerin hem en tutarlı demokratlar olmaları, hem de sosyalizm için mücadeleyi temel görevleri saymaları nedeniyledir. Marksistler, proletarya devrimcileri olarak, proletaryanın sınıf çıkarları, kurtuluşu, proletarya iktidarı için, proletaryanın sınıf birliği ve ortak mücadelesini savunur, bunun için mücadele ederler. Proletarya ve Marksistler, baskı ve zulmün her türüne karşı, baskı ve zulmün en kararlı muhalifleri olarak mücadele yürütürken, ulusal baskı politikasının proletaryanın sınıf birliğini sabote ettiğini de bilirler. Çünkü
“Bu siyaset nüfusun geniş katmanlarının dikkatini toplumsal sorunlardan, sınıflar savaşımı sorunlarından ulusal sorunlara, proletarya ile burjuvazinin ‘ortak’ sorunlarına doğru çevirir. Ve bu da ‘çıkarların uyumu’ yalanını yaymak için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için elverişli bir alan yaratır.” (Stalin)
Proletaryanın sınıf çıkarlarına gölge düşüren ve onun dikkatini sınıf savaşımı sorunlarından uzaklaştıran bu politika, hem ezen ulus proletaryasına, hem de ezilen ulus işçi sınıfına zarar verir. Çünkü “çıkarların uyumu” yalanıyla her iki ulus burjuvazisi proletaryayı ve diğer emekçileri yanına çekmeye çalışır.
Marksistlerin, proletaryanın sınıf çıkarlarına dikkat çekmeleri, sınıf savaşımının sorunlarından söz etmeleri en başta egemen burjuvaziye karşı bir mücadele koşuludur. Kürt milliyetçi çevreleri, Kürt Marksistlerinin, sınıflı bir toplumda proletaryanın çıkarlarına vurgu yapmasından “ulusun güçlerini böldüğü” gerekçesiyle rahatsız olurken, ezen ve ezilen ulusun bir devlet sınırları içinde yaşadığı, bu uluslardan gelen işçilerin aynı fabrika, işyeri ve işletmelerde onlarca yıl birlikte çalıştığı, aralarında iktisadi kültürel bağların geliştiği koşullarda, “tüm ulusal topluluklar işçilerinin birliğini savunmalarını da “Misak-ı Millicilik” olarak suçlamaktadırlar.
Oysa burjuvazinin ve proletaryanın uluslararası sınıflar olarak karşı karşıya durdukları koşullarda, proletaryanın sınıf düşmanına karşı bağımsız sınıf örgütlenmesi ve sınıf birliği kaçınılmaz ve zorunludur. Emperyalist dünya sisteminde, proletaryanın önünde böyle bir görev durduğu gibi; Türkiye’nin somut koşulları da bunu gerektirmektedir. Türkiye iki ulustan gerici egemen sınıfların, proletarya ve emekçi halk yığınlarına karşı uluslararası sermaye ve gericilikle birleştiği, Türk ve Kürt egemen sınıflarının gerici bir karşıdevrim cephesinde bir araya geldikleri bir ülkedir. Böylesi bir ülkede proletaryanın hangi nedenle olursa olsun milliyet kökenine göre bölünmesi, devrim cephesini bölen, emekçilerin mücadele gücünü zayıflatan ve aynı oranda burjuva gericiliğini güçlendiren bir işlev görür; aklı başında hiçbir kişinin devrimcilik adına bunu savunmayacağı açıktır. Kürt işçi sınıfına, proleter sınıf bilincini değil de, milliyetçi bilinci önerenlerin burjuvazinin çıkarlarını savunduklarından kuşku duyulamaz. Çünkü milliyetçilik dalgasının işçi yığınlarını sürüklemesi, sınıfın kurtuluş mücadelesinin zaafa uğramasıdır. Ulusal baskıya karşı mücadele edilir ve ulusların bağımsız devletler olarak örgütlenme hakları kayıtsız-şartsız savunulurken, ulusalcılık rüzgârının sınıfı savurmasına, sınıfın devrimci mücadelesini gölgelemesine izin verilemez. Marksizm, milliyetçiliğin karşısına enternasyonalizmin devrimci ilkelerini koyar.
“Proletaryanın burjuva milliyetçiliği bayrağı altında saflara girip girmeyeceği, sınıf çelişkilerinin gelişme, proletaryanın bilinç ve örgütlenme derecesine bağlıdır. Bilinçli proletaryanın kendi denenmiş bayrağı vardır ve onun için burjuvazinin bayrağı altında saflara girmesinin hiçbir gereği yoktur.”
Başlıcaları PSK, PKK olan Kürt milliyetçi örgütleri ve onların görüşlerini benimseyen çevreler, işçi sınıfının milliyet kökenine göre bölünmesi politikasını savunurken, değişik gerekçeler öne sürmektedirler. Kimilerine göre, Kürdistan’ın koşulları farklıdır, kimine göre sınıf mücadelesinin unsurları oluşmamıştır, kimilerine göre Kürdistan’da ve Türkiye’de devrimin görevleri farklıdır, kimilerine göre ise, sınıfın birliği “Kürtleri inkâr etmenin gerekçesi” yapılmaktadır vb. Gerekçeleri ne olursa olsun, onların tümü, tüm milliyetlerden Türkiye işçi sınıfının, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin, diktatörlüğe, emperyalizme, Türk ve Kürt gericiliğine karşı sınıf birliği ve ortak mücadelesini küçümsemekte, gereksiz görmekte ve bu fikre karşı çıkarak, “Kürtlerin ayrı örgütlenmesini savunmakta, ardından da dönüp milliyetçi olarak adlandırılmalarına ateş püskürmektedirler. Lenin, bu gibiler için şunları söylemektedir:
“Ulusalcılık görüşünü benimseyen kişi, doğal olarak, kendi ulusalcılığının çevresine, kendi ulusal işçi hareketinin çevresine bir Çin şeddi dikmek isteyecektir; bunun her kentte, her küçük kasabada, her köyde ayrı bir Çin şeddi demek anlamına geldiğine aldırmaz; bölme ve parçalara ayırma taktiği ile bütün ulusların, bütün soyların, bütün dillerin proletaryasının birliğini amaçlayan büyük çağrıyı sıfıra indirmekte olması umurunda değildir.”
Lenin o dönemde üç devlet arasında bölünmüş Polonya’nın durumunu ele alırken, Polonyalı milliyetçi partiyi eleştirir ve ulusalcı çevrelerle polemik yürüten Mehring’e başvurarak, ondan şu sözleri aktarır:
“İşçi sınıfının bu çıkarları, Polonya’yı paylaşmış üç devlette de, Polonyalı işçilerin, herhangi bir koşul koymaksızın kendi sınıf yoldaşlarıyla omuz omuza savaşmalarını kesinlikle emreder. Bir burjuva devriminin özgür bir Polonya yaratacağı günler artık geride kalmıştır. Bugün Polonya’nın yeniden doğuşu, ancak gelişmesi sırasında modern proletaryanın zincirlerini koparacağı toplumsal bir devrimle olabilir.”
Lenin, Mehring’in vardığı sonuçlara tam olarak katıldığını eklemekten de kaçınmaz.
Proletaryanın siyasal sınıf birliğinin parçalanmasına, proletaryanın sınıf hareketinin parçalanmasına götürecek bir politika, eninde sonunda burjuvazinin çıkarlarına bağlanmaya yol açar. Marksistler, sınıf savaşımını önemsemeyen ve proletaryanın sınıf birliğine özen göstermeyen burjuva ulusalcı çizgiye karşı çıkarken, gerçekte, ezilen ulusun haklarını da en iyi biçimde savunmuş olmaktadır. Çünkü Kürt halkını baskı altına alan sermaye ve gericiliğin iktidarı, proletaryanın başında bulunduğu bir devrimle yıkılmadan, ulusal baskı politikasının son bulması ulusal özgürlük ve eşitliğin sağlanması mümkün değildir. Bunun örnekleri çokça olmasına karşın, Nikaragua’da yaşananlar göz önündedir ve öğreticidir.
Deng, Nevroz ve Nevroz Ateşi yazarları, bir tek örgüt çatısı altında bir araya gelmiş iki ulustan ve değişik milliyetlerden Marksistlerin ve devrimcilerin Kürdistan’daki faaliyetlerinden de rahatsızlık duymakta, bu faaliyeti kendi ulusalcı örgüt ve faaliyetlerinin engeli saymaktadırlar. Örneğin, Deng dergisinin sayfalarında aşağıdaki türden yazıları okumak mümkün.
“Türk solu’da Kürdistan’a birçok özel ‘sosyalist vali’ tayin ederek, örgütlerinin Kürdistan kanadını oluşturarak, Kürt ulusal hareketinin haklı ve meşru mücadelesini zedelemeye çalıştılar. ‘Vatan birliği’, ‘sınıfın birliği’, ‘İslamın birliği’ Kürtleri inkâr etmenin gerekçesi olmaktan çıkarılarak bu çaba içinde olanların hevesleri kursaklarında bırakılacaktır.”
Kürdistan komünistlerinin ve bazı Kürt kökenli devrimcilerin, Türk kökenli komünist ve devrimcilerle birlikte, bir örgüt içinde, ortak mücadele amacıyla birleşmelerinin ve diktatörlüğe ve emperyalizme karşı iki ulustan işçi ve emekçilerin ortak mücadele cephesini örmeye çalışmalarının Kürt ulusal hareketini, Kürt halkının düşmanlarına karşı yürüttüğü mücadeleyi “zaafa uğratma” bir yana, aksine güçlendirdiği somut bir gerçek iken, ulusal bencillik politikasıyla kendinden geçen küçük-burjuva milliyetçilerinin, “sınıfın birliği”ni savunanları, “İslamın birliği” ya da “vatanın birliği” demagojisi yürütenlerle aynı kaba koyma tavrı, olsa olsa proletarya ve onun davası karşısında korumakta kararlı oldukları gerici konumu ortaya koyar; başka bir şeyi değil. Proletaryanın, kendisini sömüren burjuvaziye ve onun devletine karşı sınıf birliğini -ülkenin çok uluslu olması bir şeyi değiştirmez- gereksiz görenlerin dahası ona karşı çıkanların burjuva sınıf çıkarlarının savunucuları oldukları açıktır. Lenin,
“Bir liberal, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşmasının temel sorun olarak görülmesinden hoşlanmaz. Liberal demokrasiye ve sosyalizme ait sorunlardan dikkatleri uzaklaştırmak için ulusal savaşım ateşini yakmaya ve körüklemeye çalışır.”
derken çok önemli bir gerçeğe dikkat çekiyordu. Ve Lenin’den 70 sene sonra birileri hâlâ proletaryanın sınıf birliği sloganından, ulusalcılık açısından rahatsızlık duyuyorlarsa, onlar çok daha gerici konumda bulunuyorlar demektir. Kürt milliyetçileri, Kürt proletaryasının, Türk ulusundan proletaryayla birlikte örgütlenmesine karşı oldukları gibi, Kürdistan’da işçilerin bağımsız siyasal sınıf hareketine de karşıdırlar; bunu “ulusal hareketin zaafa uğraması” olarak değerlendirmektedirler. Onlar, ulusalcılık görüşüyle proletaryayı sınıf sorunlarından uzak tutmaya çalışırken, Kürt Marksistleri, proletaryaya sınıf bakış açısıyla, ulusal baskı politikasına karşı mücadelenin başına geçmeyi ve ulusal özgürlük için mücadeleyi işçi-köylü devrimine doğru genişletmeyi önermektedirler. İşte bizimle, milliyetçi çizgi savunucuları arasındaki farklardan biri!
Diğer yandan zora dayalı birliğin alternatifi ayrılığın mutlaklaştırılması olamaz. Devrimci tutum zor unsurunun ortadan kaldırılmasını ve fakat iktisadi hayatın gereklerine ve proletaryanın çıkarlarına uygun birlik ve büyük ekonomik birimden yana olmayı gerektirir. Proletarya, tüm öteki koşulların uygun olması durumunda, yani halkların arasında ezen-ezilen farklılığın ortadan kaldırılması durumunda büyük devletten yana tutum alır. Çünkü onun hedefi sosyalizmi kurmak ve sınıfsız toplum idealine ulaşmaktır ve bu da ancak merkezileşmiş büyük sanayi üretimi üzerinde yükselebilir, gerçekleştirilebilir. Türkiye’de Türk ve Kürt işçilerinin iktisadi yaşam tarafından bir araya getirildiği, aynı ekonomik ilişkiler içine çekildiği, büyük sanayi şehirlerinde, aynı işyeri ve fabrikalarda bir araya gelerek, baskı ve sömürü koşullarında nesnel olarak bir birlik ve dayanışma durumu içinde bulundukları koşullarda devrimci tutum; özellikle de Kürt Marksistlerinin tutumu; bu birliğin pekiştirilmesi yönünde bir politika izlemek olmalıdır. Marksistler, bütün ulusal toplulukların tam eşitliğini, bunu garanti eden ve tutarlı demokratik devlet sistemini ve bununla birlikte tüm ulusal toplulukların tam eşitliğini, bunu garanti eden ve tutarlı demokratik devlet sistemini ve bununla birlikte tüm ulusal topluluklar işçilerinin birliğini savunur, bunun gerçekleşmesi için mücadele ederler. Kürt ulusunun bağrında, ulusal devrimci, burjuva milliyetçi çizgi ile proleter devrimci çizgi arasında bu konuda da bir mücadele söz konusudur. Ezilen ulusun milliyetçi unsurları arasında ayrılma eğilimi ağır basarken, ezilen ulusa mensup komünistlerin tutumu birlik yönünde olmak zorundadır. Lenin bu konuda şunları söylüyordu:
“Öte yandan ezilen ulusların sosyal demokratları ezen ve ezilen uluslar işçilerinin birliğine ve kaynaşmasına büyük önem vermelidirler. Böyle yapmazlarsa, her zaman halkın çıkarlarına ve demokrasinin isteklerine ihanet eden ve kendi sırası geldiğinde, toprak ilhakına ve başka ulusları ezmeye her zaman hazır olan kendi ulusal burjuvazilerinin istemeye istemeye dostu haline geleceklerdir.”
İşçiler, bulundukları devlet içinde, siyasi örgütlerde, kooperatiflerde, sendikalarda, işçi birlikleri içinde ve eğitim örgütlerinde birleşmelidirler. Hangi ulustan gelirse gelsin, bu, tüm işçilerin çıkarlarına uygun tek devrimci tutumdur; işçilerin sınıf düşmanı olan birleşmiş burjuva gericiliğini ve emperyalizmi alt edebilmesi için bir koşuldur. İşçi sınıfının çıkarları,
“Belli bir devlet içindeki bütün ulusal topluluklar işçilerinin -siyasal, eğitsel örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler vb. gibi- birleşmiş proletarya örgütlerinde bir araya toplanmasını gerektirir.” (Lenin)
Ayrıca ulusların baskı altına alınmasına karşı mücadele ve ulusal kaderine tayin hakkı savunusuyla birlikte ele alındığında, tüm işçilerin uluslararası birliği şiarına bağlı olarak, aynı devlet içindeki (ezen ve ezilen ulusa mensup) işçilerin birliğini savunmak ve bunun için çaba göstermek, ezen ulus Marksistleri açısından da zorunlu bir görevdir. Bunu savunmayan kişi proletarya davasının, sosyalizmin ve demokrasinin kararlı bir savaşçısı olmaya hak kazanamaz.
Kürt burjuva, küçük-burjuva milliyetçileri, Marksistlerin “bir devlet sınırları içindeki işçilerin birliğinden söz etmelerini, söz konusu devletin sınırlarının meşru kabul edildiğine yorarak Marksistlere “Misak-ı Millici” etiketi yapıştırmayı severler. Böylece onlar, “misak-ı milli” giziyle, oluşmasında proletaryanın emekçilerin ve Marksistlerin hiçbir sorumluluk taşımadığı burjuva devlet sınırlarından Marksistleri sorumlu tutmaya çalışırlar. Burjuva milliyetçi çevreler, Marksistlerin, söz konusu devletin sınırlarını korumayı değil, sınırları ve sınıfları tüm yeryüzünden kaldırmayı hedeflediklerini, bunun yolu olarak tüm dünya işçi ve emekçilerinin birliğini gördüklerini, bu uluslararası birliğin bir parçası olarak Türk ve Kürt işçilerinin en sıkı birlik ve dayanışmasını öngördüklerini ve fakat bunun gerçekleşmesinin yolunun öncelikle üzerinde yaşadıkları topraklarda, işçilerin bu birliğinin sağlanmasından geçtiğini, “devlet sınırları” denen şeyin tam da burada zorunlu olarak işin içine girdiğini, mücadele ve örgütlenmenin aynı zemin üzerinde yükselmesinin kaçınılmaz olduğunu ve bu zeminin de, bizim gerçeğimizde adı TC devleti olan devlet olduğunu, şayet hayaletlerle sataşılamayacaksa, dost ve düşman kavramlarının, sınıf güç ve ilişkilerinin, öncelikle bu devletin varlığını gözeterek tespit edilmesinin gerekli olduğu vurgulamalarını anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Alman proletaryasının Alman devletini, İngiliz işçilerinin İngiltere devletini, Türk ve Kürt emekçilerinin ise Türk devletini hedeflemesi, örgütlenmelerinde somut gerçeği esas almaları iradeye bağlı olmayan bir zorunluluktur. Örgütlenmede devlet sınırlarını temel almak, bu sınırların meşru ve değiştirilemez görüldüğüyle değil, nerede ve kime karşı mücadele edileceğinin belirlenmesiyle ilgilidir. Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin Amerika’da, Rusya’da değil, Türkiye ve Kürdistan’da, TC devletinin egemenliğinin var olduğu topraklarda yaşadıkları ve örgütlenme ve mücadelelerinde bu toprakları esas almaları gerektiği açıktır. Aynı şey Irak, İran ve Suriye Kürtleri için de geçerlidir. Mücadele ve örgütlenme sorunlarını iradi belirlemelere değil de maddi gerçeklere, iktisadi yaşamın yasalarına ve yığınların durumuna bağlı olarak ele alacaksak, soyut ve ajitatif formülasyonlara değil de, somut olgulara dayanacaksak başka bir yolun izlenemeyeceğini bilmemiz gerekiyor.
Sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Kürt milliyetçi çevreleri, ulusal sorunun çözümüne ilişkin önermeleriyle ulusal kaderini tayin hakkını darlaştırıp “otonomi”, “özerklik” derekesine düşürmekle “Misak-ı Milli” sınırlarını aşmazken başkalarını suçlamaktan geri kalmadıkları gibi; proletarya ve ezilen yığınların diktatörlüğe ve emperyalizme karşı birliği sorununa da özen göstermiyor, bu sorunu hafife alıyorlar. “Uluslararası ilişkilerde uzlaşma dönemi yaşandığı” düşüncesiyle ve anti-emperyalizmin zorunlu olmadığını söyleyerek emperyalistlerle ve Türk egemen sınıflarıyla uzlaşma arayışına girmektedirler.

Temmuz 93

Avrupa’da yükselen hareket ve Her alanda yenilenme zorunluluğu

Yurtdışında yaşayan Türkiyeli emekçilere yönelik olarak yayınlanan devrimci komünist yayın organı Emeğin Sesi’nin Nisan 1993 tarihli 215. sayısından alman aşağıdaki yazıyı okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz. (Yazının başlığı bize ait. -Ö.D.)

Avrupa’da işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde yakın tarihe dek görülmedik hareketlenmeler yaşanıyor.
Dünyanın belli başlı kapitalist-emperyalist ülkelerinde yaşanan ekonomik durgunluk ve kriz öğeleri başta Almanya, Fransa olmak üzere Avrupa’nın kapitalist-emperyalist ülkelerinde de gelişiyor.
Refah ülkeleri olarak adlandırılan Avrupa’nın gelişmiş birçok ülkesinde işsizlerin sayısı 18 milyonu aşıyor. Enflasyon artıyor. Emekçilerin yaşam koşulları her geçen gün kötüleşiyor. Fabrikaların art arda kapanmasını, sosyal hakların tasfiyesi izliyor.
Kapitalist-emperyalist sistemin genel bunalımın yeni bir aşamasına doğru yol alması, burjuvaziyi, düzeni kurtarmak için önlemler almaya iterken, bunalımın yükünü her geçen gün sırtında daha fazla hisseden işçi ve emekçiler ayağa kalkıyor.
Başta Almanya olmak üzere Fransa, İngiltere, İtalya, Yunanistan’da işçiler, işçi eşleri ve çocukları ve toplumun en duyarlı kesimleri işyerlerinin kapatılmasına, işsizliğe, sosyal hakların kısıtlanmasına, ücretlerin düşürülmesine karşı fabrika önlerini, Avrupa’nın başkentlerini dolduruyor.
Kısacası kapitalist ülkelerde bir yanda ekonomik kriz öğeleri derinleşirken, öte yandan sermayenin egemenliğine karşı işçi sınıfının öfkesi, patlama öğeleri artıyor. Dünya proletaryası ve ezilen halkların hareketi yeni bir yükseliş sürecine giriyor.

SINIFIN YÜKSELEN HAREKETİ YENİLGİ YILLARININ RUH HALİNİN AŞILMASININ DA NESNEL KOŞULLARINI YARATIYOR

Bilindiği gibi 1950’li yıllardan sonra sosyalizm mücadelesi eski Sovyetlerde yaşanan geri dönüşle ağır bir yenilgi almıştır, Emperyalizmin ve gericiliğin 1950’li. yıllardan bu yana yaşadığı zafer 1985’lerde Gorbaçovculukla birlikte yeni bir dönüm noktasına girmiştir. Görünürde devam eden sosyalist hiçi inlerden (eski Sovyetlerde) bütünüyle vazgeçilmesi, Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan çözülme, Arnavutluk’taki geriye dönüş emperyalizmin sosyalizme yönelik saldırılarını doruk noktasına çıkarmasının zeminini oluşturmuştur. 1950’li yıllardan sonra, Sovyet revizyonist burjuvazinin güdümündeki Avrupa’nın sözde komünist partileri dağılmış, işçi sınıfı kapitalizmin ebediliğine Ye evrenselliğine inandırılmaya çalışılmıştır.
1950’li yıllardan sonra uluslararası işçi sınıfı hareketinin komünist hareketin aldığı ağır yenilgi ülkemizdeki 12 Eylül yenilgisinin sonuçlarıyla birleşince ülkemiz işçi sınıfı hareketi ve onun öncüleri açısından da yaratılan tahribatın büyüklüğü daha da anlaşılır olmaktadır. Gerek ulusal, gerekse uluslararası düzeyde yaşanan devrim ve sosyalizm mücadelesindeki yenilgi bu yılların kuşağını geri, umutsuz ruh hali ve moral değerleri, inançsızlık biçiminde olumsuz etkilemiştir.
Oysa emperyalistlerin Körfez Savaşı ile birlikte içine girdiğimiz dönemeç emperyalist-kapitalist burjuvazinin demagojilerinin iflasını da beraberinde getirmiştir. Başta büyük emperyalist ülkeler olmak üzere dünya ekonomisinde yaşanan durgunluk, bunalım emekçilerin yaşam koşullarını daha da kötüleştirmiş, burjuvazinin emekçilere yönelik saldırılarını alabildiğine artırmasına neden olmuştur.
Öte yandan yakın geçmişte emekçi kitleleri emperyalizmin saldırganlığına karşı yığınsal gösteriler düzenlemiştir. Bugün de işçi sınıfı ve ezilenler kötüleşen yaşam koşullarına karşı Avrupa’nın her köşesinde ekonomik, sosyal hakları için sokaklara dökülmektedir. Kapitalist burjuvazinin saldırıları ve kapitalizmin çürümüşlüğünün toplumsal yaşamın her alanında ortaya çıkması sınıfın, ezilenlerin yaşamını her yanıyla yıkıma uğratması, öfke birikimlerinin daha da yoğunlaşmasına neden olmaktadır.
Bugün işçi sınıfı ve ezilenlerin talepleri büyük ölçüde politik taleplerden uzaktır. Ancak gerek burjuvazinin saldırılarını püskürtme, ileri mevziler kazanma, gerekse kriz öğelerini derinleştirme özellikleri de taşımaktadır.
Yanı sıra ezilenlerin, işçi sınıfının yükselen mücadelesi uykuda olan kitlelerin uyandırılmasında ve moral değerlerin güçlendirilmesinde de büyük öneme sahiptir. Sadece ezilenlerin değil, sınıfın ileri, dinamik güçlerinin, komünizmin güçlerinin moral değerlerinin yükselmesinde, yenilgi döneminin ruh halinin aşılmasında belirleyici olabilecek koşullar bugünkü nesnel koşullardır.
Karşı devrimin saldırılarına karşın, devrimin güçlerinin gelişen mücadelesi komünizmin yeniden ilerlemesinin, sınıf hareketi içinde güç olmasının koşullarını da hızla olgunlaştırmaktadır.

DEVRİMİN GÜÇLERİNİN GELİŞEN MÜCADELESİ YENİLENMEYİ ACİLLEŞTİRİYOR

Bugünkü nesnel koşullar, neresinden bakılırsa bakılsın dünyada ve ülkemizde komünizmin yeniden ilerlemesinin, güç olmasının koşullarının olduğunu bize göstermektedir. Bu durum yenilgi döneminin geliştirdiği ruh halini aşma ve yenilen meyi de acilleştirmiştir. Komünizmin bugünkü güçleri, yenilgi yıllarının ruh halini aşamadığı, teori ve pratiğini yenileyip geliştiremediği sürece bu kavgadan zaferle çıkamaz.
Ülkemiz proletaryasının öncü müfrezesi TDKP, gerek ulusal gerekse uluslararası ilişkilerde 1987’den sonraki yeniden örgütlenme sürecinde önemli adımlar atmıştır. Kısaca anımsatmakta yarar var: Ülkemiz işçi sınıfı ve devrimci hareketi tarihinde, 12 Eylül gibi önemli yaralar açan bir dönemi yaşamıştır. Bu dönemde birçok devrimci hareket gibi TDKP de tasfiye noktasına gelmiştir.
Ama 1987’den sonra partinin diri, komünist güçlerinin davaya, işçi sınırına sarsılmaz inançları, kararlılıkları; eksikleri ve zaafları giderme, hataların ürerine gitmedeki tutarlılıkları ve cesaretleri, iç ve dış düşmanlara karşı ilkeli ve uzlaşmaz tutumları, partinin kısa sürede yeniden ayakları üzerine dikilmesini sağlamıştır. Sadece ayakları üzerine dikilme değil, parti tarihinde hiçbir zaman sahip olmadığı, işçi ilişkisi ve bağlarına sahip olmuş, fabrikalarda ve sendikalarda önemli mevziler kazanmıştır.
TDKP, 1987’den sonra başlayan yeniden inşa ve örgütlenme sürecini sadece eksiklikleri ve zaafları aşma değil, aynı zamanda ideolojik, teorik, örgütsel her alanda yenilenme ve ileri mevziler kazanma süreci olarak da görmektedir. Bu süreç henüz tamamlanmış değildir. Bugün, bu süreçte gerçek anlamda yenilenmenin sağlanması, partinin ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına denk düşebilecek atılımın gerçekleştirilebilmesi, parti militanlarının, sınıf bilinçli ileri işçinin, gencin, kadının tarihi sorumluluklarının bilinciyle hareket etmesine yakından bağlıdır.

HER ALANDA YENİLENME? DEVRİM VE SOSYALİZMİN ZAFERİ HİÇBİR ZAMAN KENDİLİĞİNDEN GERÇEKLEŞEMEZ

Parti çalışması doğru bir ideolojik, siyasal ve örgütsel çizginin ilan edilmesinden, buna uygun taktikler ve kararlar belirlenmesinden ibaret değildir. Bu sadece bir başlangıçtır. Parti çizgisinin ve kararlarının yaşam bulması için başta işçi sınıfı olmak üzere, devrimin güçleri arasında pratik politik-örgütsel çalışma zorunludur.
Örneğin bugün, Avrupa sermayesinin yoğun bir şekilde sürdürdüğü ekonomik, siyasal, sosyal, ideolojik ve kültürel her alandaki saldırılarına karşı-sınıf içindeki politik çalışma ertelenemez, ihmal edilemez görevlerdendir, işçi sınıfı, sınıfın gençliği ve kadınları arasında kapitalizmin somut teşhiri ve sosyalizm alternatifi ile sürdürülecek aralıksız, dişe diş bir mücadele, sınıfı, devrim ve sosyalizm yoluna sokacaktır. Partinin ve kadroların, parti militanlarının gerçek anlamda yenilenmesi de Du mücadele içinde ve sürecinde gerçekleşebilir.
Sorunlar ve eksiklikleri olmasına karşın parti militanları Avrupa proletaryasının mücadelesinin dünden daha fazla içindedir. Yazılı ve sözlü propaganda, ajitasyon, teşhirle proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesine bugün, dünden daha fazla yardım etmekte, sahip çıkmaktadır. Partinin politik etkisi birçok önemli merkezde dünden daha fazladır. Ama aynı etki ve gelişme örgütsel çalışmada kendini göstermemektedir. Bu duruma yaşanan yenilgi yıllarının yarattığı tahribatlar, anti-komünist propagandanın merkezinin Avrupa oluşu neden oluşturmaktadır. Yanı sıra ideolojik-politik gerilikler, teorik ve pratik deneyim ve birikimden yoksunluk da sayılması gereken engellerdir. Devrimci komünist hareketin yükselişinin koşullarının olgunlaştığı, olanakların arttığı bu süreçte politik etkinlik ve örgütlenmedeki eksiklikler arasındaki çelişkiyi gidermek geleceği fethetme iddiasındaki her devrimci komünistin görevidir. Bunun için teorik ve ideolojik gerilikleri giderme, örgütsel pratik çalışmada yenilenmeyi gerçekleştirebilme; uluslararası proletaryanın ve bugünkü sınıf mücadelesine pratik katılımın bir gereği olarak da Avrupa proletaryasının mücadelesinin tarihi derslerini öğrenme; olumsuzluklarını eleştirme ve aşma, olumlu mirasını geliştirme daha da önem kazanmıştır.

KAPİTALİZMİN SOMUT TEŞHİRİ TEMELİNDE YAPILAN PROPAGANDA ÖRGÜTLENMEYE HİZMET ETMELİ, KURULAN YAYGIN KİTLE İLİŞKİLERİ GELİŞTİRİLMELİDİR
Devrimci komünistler bugün salt proletaryanın mücadelesi içerisinde somut politik taleplerle yer almakla yetinmemekte, Türk ve Kürt emekçileri ile de yaygın ilişkiler geliştirmektedir. Son birkaç ay içinde on binlerce emekçiye ulaşılmış, kadını, erkeği, genci on binlerce emekçiye sosyalizm propagandası götürülmüştür.
Komünizmin öldüğü yolundaki propagandanın hızı kesilse de devam ettiği; komünizm adına hareket ettiğini söyleyen revizyonist-reformist partilerde dağılma ve çöküşlerin yaşandığı; kimi komünist partilerde burjuvazinin saldırıları karşısında geri anlayış ve taktiklerin savunulduğu koşullarda devrimci komünistlerin komünizm alternatifi ile on binlerce emekçi ile ilişki kurmaları küçümsenemez bir gelişmedir.
Bu çalışma içinde kimi eksiklikler kendisini daha fazla hissettirirken, kimi hatalar ve zaafları aşmada da ciddi adımların atıldığı gerçektir.
Her şeyden önce bu süreçte en geniş Türk ve Kürt işçisine, emekçisine ulaşmak hedeflenmiş ve bu hedefe uygun adımlar atılmıştır. Kendi kendisini yöneten veya kendisi gibi olanları yöneten değil, sınıfa, emekçi kitlelere önderlik etme iddiası taşımak da bunu gerektirir.
Sosyalizm propagandasının dar kabuğu kırılarak geniş işçi ve emekçilere taşınma çalışması birçok devrimciyi propaganda ajitasyonda ustalaştırdığı gibi kimi gerilikleri, yeteneksizlikleri, yüzeysellikleri de ortaya koymaktadır. Bir başka eksiklik de devrimci propagandanın burjuvazinin her türlü aracı kullanarak sürdürdüğü karşı devrimci propagandayı ters yüz edecek zenginlik taşımamasıdır.
Devrimci komünistler kitlelerle yüz yüze kurulan ilişkileri sürekli kılma, uzun vadeli hedeflerle hareket etme, propaganda-ajitasyon çalışmasını örgütlemeye hizmet edecek biçimde geliştirme çabasının uygulayıcıları ve denetleyicileri olmalıdırlar. Yanışım kitlelerden öğrenerek, sosyalist bilime, Marksizm-Leninizm’e daha fazla başvurarak teorik-ideolojik eksikliklerini hızla gidermelidirler.
Kurulan kitle ilişkilerinde kitlelerin bugüne dek hangi düşüncenin etkisi altında olurlarsa olsunlar kapitalizmden nefret ettiklerine, geleceğe endişe ile baktıklarına tanık olunmaktadır, işçi ve emekçiler çoğu kez -komünistlerin yaklaşımdaki hata ve eksikliklerinden de dolayı- önyargılı ve kuşkulu yaklaştıkları komünistleri içtenlikle karşılamakta ve sorunlarını açmakta, çözüm yollarını, geleceklerini tartışmakta oldukları da gözlenmektedir. Kimi yaşlı işçiler “bunları gelin camide de anlatın” derken, kimi “komünizm öldü diyordum şimdi ocağımda oturuyor” diyerek duygularını ifade etmektedirler. Bu ilişkiler kendi ruh hallerini kitlelere mal edenlerin, kitlelere komünist propagandayı götürmede cesaretsiz davrananların, kitlelere inancı ve güveni sarsıntıya uğrayanların kendilerini sorgulamaları açısından da öğreticidir.

MÜCADELENİN İHTİYAÇLARINA UYGUN YENİLENME VE ATILIMDA KİŞİLİKLER DE DEĞİŞMELİ VE YENİLENMELİDİR
Bugün genel bunalıma gidişin bir sonucu olarak emperyalistler arasındaki çelişkiler artıyor. Emperyalistlerle ezilen halklar ve burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişkiler keskinleşiyor. Bu durum devrimci durumu olgunlaştırdığı gibi devrimci komünist partilerin sloganlarının kitlelerin kendi öz deneyimleri ile benimsenebileceği koşulları da genişletiyor.
Bu koşullarda yığınların kapitalizme karşı hareketini geliştirme, politik taleplerle hu hareket içinde yer alma ye ileri işçileri Marksizm-Leninizm’e, partiye kazanma görevi geriye atılamaz önem taşımaktadır.
Bugün bu görevlerin üstesinden gelmek her zamankinden daha fazla yetenek, daha fazla çabayı gerektirmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan işsizliğe, yoksulluğa evsizliğe, sefalete ve toplumsal eşitsizliklere karşı her gün hinler, on binlerle sokaklara dökülen proletaryanın hareketini politik iktidarı hedefleyen bir hareket düzeyine getirebilmek için propaganda-ajitasyon ve örgüt çalışmasında devrimciler, kendi yeteneksizliklerini ve bilgisizliklerini hızla gidermek, enerjilerinin tümünü devrim ve sosyalizme sunmada gösterdikleri cimriliği aşmak zorundadırlar.
Bugüne dek var olanı kabullenme gibi değişme ve geleceğe umutsuz bakan insanın ruh halini devrimciler taşıyamazlar. Burjuvazi, egemenliğinin devamını sağlamak için olguların değişmezliğini ispata çalışıyor. Oysa devrimciler Marksist felsefeye, değişimin mutlak olduğuna inananlar, dünyayı ezilenlerin, işçi sınıfının çıkarına değiştirmek için yola çıkmış bulunuyorlar. Bu anlayışa inanan, devrim ve sosyalizmi gerçekleştirmede kararlı olduğunu iddia eden hiçbir örgüt ve kişi var olan durumu kabullenemez, “olmaz”, “olanaksız”la yola çıkamaz. “Acaba?”, “yapabilir miyim?” ile yola çıkmak toplumların tarihsel gelişim yasalarını yadsımak, zorluklar karşısında boyun eğmek, karşı devrimin saldırıları karşısında çözülmek, geriye düşmektir.
Devrimciler, komünist hareketin yükselişinin olanaklarının böylesine geniş olduğu bir süreçte kendilerini teorik, pratik, örgütsel her alanda yenilemeli ve yetkinleştirmelidirler. Eskiye ait olan, geri olan ne varsa anlayışta ve alışkanlıklarda hepsini yıkma ve işçi sınıfının gelişen hareketi içerisinde, partinin ideolojik önderliğinde yeniden inşa etmelidirler. Kişiliklerde şu veya bu ölçüde taşman; duygu ve düşüncede, çeşitli olaylar karşısında pratikte ortaya çıkan burjuva etkilenmelere karşı savaş açılmadan, eskiye ait olanı yıkma, yeniyi inşa etme kararlılığı ve inancı gösterilmeden atılan adımlar hep hastalıklı olmaya mahkûmdur.
Komünist gibi düşünüp, komünist gibi yaşamak isteyen her devrimci kendisiyle mücadele etme cesaretini ve fedakârlığını da gösterebilmelidir. “Devrim uğruna yaşamını feda etmeye hazır olma”, “önce devrim ve parti anlayışıyla hareket etme” anlayışları ajitatif sözler değildir. Çeşitli olgular karşısında ortaya konulan tutumda ifadesini bulan devrimcinin yaşamının kendisidir.
Devrimci kişiliklerin yenilenmesi “yeni insan kimya laboratuarında değil, yaşam içinde yetiştirilecektir. Yeni ile eskinin, geri ile ilerinin mücadele ettiği” işçi sınıfının burjuvaziye karşı günlük mücadelesi süreci içinde bilinçli bir çaba ile yenilenme ve değişim gerçekleştirilmelidir.
Bunun için devrimciler politik-örgütsel çalışmalarını, bugüne kadar var olanla, yapılanla değil; yapılamayanla, olmayanla sorgulamalıdırlar. Sınıf mücadelesi, parti ve devrim davasının bugünkü ihtiyaçları; kapitalizmin sonuçları karşısında öfke ve tepkileri kabaran, bunların nedenlerini bilmek isteyen, alternatif bekleyen, örgütlenmesi gereken işçiler, gençler, kadınlar karşısındaki konumlarını, sorumluluklarını sorgulamalıdırlar.
Burjuvazinin kişisel sorumluluk duygusundan insanları yoksun kılma çabalarına karşın, sınıfın gelişen hareketini ileri bir noktaya yükseltme sorumluluğunu taşımanın onurunu ve hazini yaşamalıdır devrimciler. Hiçbir kişisel çıkar gözetmeden, burjuva ahlakın temel ilkesi bireyciliğe karşı mücadele ederek, sınıfın çıkarı, devrimin ve sosyalizmin çıkarını her şeyin üzerinde tutma fedakârlığını ve sorumluluğunu gösterebilmelidirler. Sadece kendi alanının, biriminin sorunları, sadece ülke devrimi değil, Avrupa ve dünya devrimi karşısında sorumluluk duygusu ile hareket edebilmelidirler.
Bunun için devrimciler, komünistler partinin çağrılarını, direktiflerini ve kararlarını, proletaryanın kararlılığı, özverisi ve ciddiyetiyle, bozmadan, çarpıtmadan yaratıcı bir tarzda yaşama uygulamalıdırlar. Partinin kararlarına seyirci kalmamalı, kararların yaşam bulması için inatla ve sabırla çalışmalıdırlar. Partiye sevgi ve bağlılık, devrim ve sosyalizm davasının kararlı savunucuları ve işçileri olmak da bunu gerektirir.

Temmuz 1993

Teknoloji, Kalifiye İşgücü Ve İşçi Sınıfı

Son 40 yıldır, başını teknokratların çektiği burjuva propaganda çevrelerinde bir “bilimsel-teknik devrim” teranesi sürdürülüyor. Görünüşünü bilgisayar ve son yıllarda kimi sanayi dallarında kullanılmaya başlanan robotlarda bulan bu “devrim”e, işçi sınıfının niteliğini değiştirmeden, kapitalizmin çelişmelerini yok etmeye kadar pek çok keramet yüklendi, yüklenmeye devam ediliyor.
Kapitalizmde, bilim ve teknoloji bilgisinin burjuvazinin tekelinde olması ve emekçilerin cehaletinden yararlanan egemen sınıfın propagandacıları, kapitalizmin yıkıcı çelişmelerinin sonucu olarak ortaya çıkan her türden melanete “bilgisayar” reçetesi yazıyorlar. İşsizlik mi? Bunun nedeni bilgisayar teknolojisindeki gelişmelerdir! Sendikasızlaştırma mı; nedeni robotların işçinin yerine ikame edilmesidir! Ücretlerin genel düzeyinin düşmesi mi; teknolojik gelişmenin kaçınılmaz sonucudur vb. vb.
Son 10 yılda “yeni” bir “dünya düzeni” kurma sevdasına düşen emperyalistler; bir yandan işçi sınıfının niteliğinin değiştiğini, artık işçi sınıfının orta sınıf olduğunu, robotların işçinin yerine ikame edilmesiyle işçinin üretim için vazgeçilmez olmasının ortadan kalktığını propaganda ediyorlar. Öte yandan, işsizliğin en gelişmiş ülkelerin bile başlıca sorunu haline gelmesiyle birlikte burjuva propagandacılar; teknolojik gelişme ve bilgisayarların sanayide yaygın bir biçimde kullanılmasını işsizliğin nedeni olarak yeni ortaya çıkmış bir unsur olarak öne sürüyorlar. Onlar bilgisayarın, yeni bir icat olarak işçinin yerini aldığını, eskiden makineler ne kadar gelişmiş olursa olsun, işçiye olan ihtiyacı ortadan kaldırmadığını ama şimdi bilgisayarın pek çok işçinin işine son vermesinin yeni bir gelişme olduğunu söylüyorlar. Bu gelişmenin sadece işçi sınıfının nicel erimesi sonucunu değil, aynı zamanda, giderek canlı işgücü ihtiyacını da ortadan kaldıracağını, dolayısıyla işçisi, işçi sınıfı olmayan bir burjuva dünyanın olabileceğini öne sürüyor ve teknolojinin gelişmesinden ideolojik sonuçlar çıkarmaya çalışıyorlar.
Bu teoriye ilk sarılanlar da dönek Marksistler oldu. Kruşçevciler teknolojik gelişmenin doğrudan, sınıf mücadelesi olmadan komünizme götüreceğini öne sürerek, proletarya diktatörlüğünün gereksizliğine bahane yaratırken, Euro-komünistler ise; işçi sınıfının orta sınıf olduğunu, gelişen teknolojinin işçi sınıfı ile mühendis, doktor gibi küçük burjuvalarla arasındaki farkı kaldırdığını, işçilerin de “beyaz yakalı” olduğu tezine sarılıp, kapitalizmi aklayan sonuçlar çıkardılar.
Son on yıl içinde, dizginlerinden boşalan emperyalist-kapitalist sömürü, sosyalizmin yenilgisi karşısında tam bir zafer sarhoşluğu ile devrim ve sosyalizm davasının artık sona erdiğini, kapitalizmin ebedi bir barış ve demokrasi dünyası kuracağını ilan etti. Ama daha zaferinin tadını çıkaramadan sistemin çelişkileri öylesine açık bir biçimde ortaya çıktı ki; sistemin savunucuları tezlerine yeni payandalar imal etmek zorunda kaldılar. Bir yandan işsizliğe karşı çıkmanın bilim ve teknolojiye karşı çıkmak anlamına geldiğini söyleyerek, kapitalizme ve işsizliğe karşı mücadele edenleri gelişmeye karşı tutucular olarak suçlarken, öte yandan aslında işsizlik olmadığını, ama kalifiye olmayan işgücünün iş bulamadığını, yoksa kalifiye işgücü ihtiyacı olduğunu propaganda ettiler, ediyorlar da.
Özellikle ülkemizde hükümetler, milyonlarca işsizin bilincini çarpıtmak için, göstermelik “meslek kursları” düzenleyip, işsiz yığınları hem moral olarak istismar etti, hem de onların ellerindeki son bir kaç kuruşu da, bir işe yaramayan sertifikalar vererek aldı.

TEKNOLOJİK İLERLEME DAHA ÇOK KALİFİYE İŞGÜCÜNE Mİ İHTİYAÇ DUYAR?
İşsizlik sorunu ile kapitalizmin kaçınılmaz ilişkisini gizlemek isteyen emperyalist propagandacılar, gelişen teknolojinin daha çok kalifiye işgücüne ihtiyaç duyduğunu, işsizlik gibi görünenin aslında “meslek sahibi” olmayan kesimlerin sorunu olduğunu, bir mesleğe sahip olanların işsizlik gibi bir sorunu olmadığını iddia ediyorlar.
İlk bakışta burjuva ideologlar haklı gibi görünürler. Öyle ya; makineler giderek daha gelişiyor, daha komplike hareketleri yapacak mekanizmalarla donanıyor. Öte yandan makineler ve üretilen mallarda elektronik donanımların daha çok yer tutması, bu sistemlerin kavranmasının mekanik sistemlerden daha güç olması vb. gibi nedenler göz önüne alındığında, bunların imalatında ya da bu komplike makinelerin üretiminde çalışan işçilerin daha bilgili, ellerinin daha uz olması gerekir diye düşünülür. Kapitalizmin propagandacıları da bu uzaktan bakışı derinleştirmek için teknolojinin yeni ürünlerini iyice gizemli bir havaya sokarak lanse etmeye özen gösterirler. Örneğin kendi aralarında konuşurken bilgisayarı “en aptal makine” olarak tanımlarlar, ama yığınlara yönelik propagandada bilgisayarın aklı, zekâsı bulunduğu, kendi kendisine bilgi üretip kararlar verebileceği imajını vermeye özen gösterirler. Bu imaj, “bilim kurgu” roman, öykü ve filmlerle güçlendirilir. Örneğin yaratıcısına başkaldırıp denetimi altına alan, kendi kendine düşünüp karar verebilen bilgisayarların “başrol oyuncusu” olduğu “sanat yapıtları” propagandacıların safsatalarına inanmayı kolaylaştıracak bir kültür ortamı da yaratır. Bu ortamda artık işçi ve emekçi sınıfından gelip yeni iş arayanlara bilgisayar vb. gibi yeni teknoloji alanında bir mesleğe sahip olmadığı için hayıflanmak kalır. Marangoz, tornacı, kaynakçı, makinist, kalıpçı, dökümcü, dokumacı, boyacı, elektrikçi vb. meslekten işsiz yığınlarına ukala kahve politikacıları yukarıdan bakıp yeni dönemde geçerli bir meslek öğrenmediği için onları suçlayıcı bir konuşma yapabilir.
Ortalık öyle bir sis perdesiyle örtülmüştür ki; iş bulamayan işçi; “işsiz kalmamın nedeni gerçekten kalifiye işçi olmamam, ‘günümüzde geçerli bir mesleğe’ sahip olmamam mı?” sorusuna düşünmeden “evet” demek için koşullandırılır.
Soruna biraz daha yakından bakılırsa; son on ya da otuz yılda gelişen elektronik ve bilgisayar teknolojisinin ortaya çıkardığı bir özellik olarak sunulan kalifiye işgücü ihtiyacının büyük bir yalan olduğu açıkça görülecektir.
Şöyle ki;
Tek başına herhangi bir makineye sahip olmadan, sadece el aletleriyle çalışan bir marangoz, örneğin bir kapıyı yapabilmek için, bir tomruktan hızarla tahta biçmesini, bu tahtaları rende ile düzeltmesini, matkapla delik açmasını, fitil yapmasını, üstelik bu tahta üstünde yaptığı değişikliklerin parçalar bir araya geldiğinde bir kapıyı oluşturacak bir biçimde önceden tasarlanmasını, nihayet çivileme vb. tüm işleri kendisinin yapması gerekirdi. Dolayısıyla bu marangozun bir kapı yapmanın bütün bilgisine ve işi en seri biçimde yapacak el hünerine de sahip olması gerekirdi.
Bu bilgi ve hünerin elde edilmesi için daha çocuk yaştan itibaren, bir marangozun yanında uzun yıllar çıraklık yapılırdı. Ve iyi bir marangoz bir işgününde bir ya da iki kapı yapabilirdi.
Bir ürünü baştan sona bir kişinin imal etmesi yerine, aynı ve değişik mesleklerden kişilerin elbirliği etmesiyle marangoz başına yapılan günlük kapı sayısı artar. Örneğin 5 kişilik bir marangoz grubu, günde 25 kapı yapabilir ama marangozlar artık tam bir marangoz sayılmaz. Çünkü birisi iyi hızarcıdır, biri iyi rende yapar, diğeri iyi fitil açar, bir diğerinin işi sadece delik açmak ve ahşap çivi yapmaktan ibarettir. Sonuncusu ise parçaları birleştirerek kapıyı monte eder. Böylece iş sürecinde, tek marangozun, bir kapının bütün bilgi ve kapı yapma hünerine sahip olması gereksiz hale gelir. Bugünkü söyleyişle tek bir marangozun kapı yaptığı zamana göre elbirliğinde “kalifiyelik” azalmıştır, ama yine de marangozlar ahşap üzerinde dolaysız bir biçimde el aletleriyle çalışmakta olup, bu yüzden de alet kullanmanın bilgi ve becerisine sahip olmak durumundadır.
Sanayi devriminden sonra ise, durum tamamen değişmiştir. Buhar makinesi tarafından çevrilen şerit hızarların, planya, matkap, freze vb. makinelerin devreye girmesi, eskisine göre üretimi devasa boyutlarda artırmakla kalmamış, aynı zamanda işçiyi de el aletinden kurtarmıştır. İş aletinin bir makine tarafından kullanılması, işçinin hüner sahibi olma zorunluluğunu da ortan kaldırmış, sadece bir makine kullanıcısı ya da denetçisi durumuna getirmiştir. Bu yüzden de işçi belirli bir işe bağlı kalmak zorunda değildir. Eğer bugün işçiler, uzun yıllar aynı tezgâha bağlı olarak çalışıyorlarsa; Marx’in deyimiyle bu, “işverenlerin kötü niyetindendir”. Çünkü makinenin sanayiye girdiği günden bu yana, bir işçiden, ya da bir işçi grubundan boşalan bir iş bir başka işçi ya da işçi grubu tarafından doldurulabilir. Nitekim vardiya sistemi bunun en açık kanıtıdır ve gündüz bir işçi grubunun yarım bıraktığı iş, gündüz vardiyasının hiç bir yardımı olmaksızın sürdürülebilmektedir.
Marx, sanayi devrimi sonrası işçisinin iş karşısındaki durumunu şöyle açıklıyor:
“… Makineler, bütünüyle, hep birlikte ve uyum içerisinde çalışan çok yönlü bir sistem meydana getirdiğine göre, buna dayanan elbirliğinin de, çeşitli işçi gruplarının farklı türdeki makineler arasındaki dağılımını gerektirir. Ama makinenin kullanılması, manifaktürdeki gibi belli bir adamın belli bir göreve sürekli olarak bağlı kalması biçimindeki bu dağılımın katılaşması zorunluluğunu ortadan kaldırır. Sistemin bütününün devinimi, işçiden değil de makineden doğduğu için, iş kesintiye uğramaksızın, her an, herhangi bir kimsenin değişmesi mümkündür. Fabrikatörlerin 1846-1848 başkaldırıları sırasında yürürlüğe koydukları vardiya sistemi, bunun en çarpıcı kanıtıdır. En sonu makine üstünde çalışmanın genç insanlara kazandırdığı hızlılık salt makine üzerinde çalışmak üzere özel bir sınıfın eğitilmesi zorunluluğunu ortadan kaldırır. Yalnızca çırakların yaptıkları işler, bir ölçüde fabrikada makine tarafından da görülebilir ve zaten son derece basit olmaları nedeniyle de bu can sıkıcı işleri yüklenenlerin sık sık değiştirilmeleri olanağı da vardır.
Teknik deyimiyle eski işbölümü sistemi, makine tarafından tahtından indirilmesine karşın, manifaktürden devralınan geleneksel bir alışkanlık olarak sürüklenir gider. Ve daha sonra emek-gücünün sömürülme aracı olarak sermaye tarafından daha iğrenç bir şekilde sistemleştirilir ve yerleştirilir. Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık, şimdi bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık halini alır. Makine, işçiyi ta çocukluğundan başlayarak, parça makinenin bir kısmı haline sokmak amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylece işçinin kendisinin yeniden-üretim masrafları büyük ölçüde azaldığı gibi, aynı zamanda, tümüyle fabrikaya ve dolayısıyla kapitaliste olan çaresiz bağımlılığı da tamamlanmış olur.” (Karl Marx, Kapital, C.1, sf. 433-434)
Marx’ın da açıkça ifade ettiği gibi, iş aletinin işçinin elinden çıkıp makinelerin eline geçmesi, başka bir söyleyişle işçinin hünerinin makinenin eline geçmesi işçiyi makinenin bir parçası, bir eklentisi haline getirir.     Makine kullanımı çabukça öğrenildiğinden ayrı bir eğitimi gerektirmez ve bu yüzden de bir işçinin yerine bir başka işçiyi geçirmek kolaylaşır. Ayrıca, Makine sistemi, erkek işçilerin işten çıkarılarak yerine daha ucuz işgücü olarak kadın ve çocukların istihdamını olanaklı kılar. Ve tabii kapitalistin, nispeten yüksek ücretli eski işçilerin işine son vererek yerine işsiz yığınlardan düşük ücretli işçi alma imkânını da iş aletlerini kullanacak kadar gelişmiş makineler sağlar.
Aynı yerde Marx, makine ve işçi arasındaki ilişkiyi çok daha somut olarak şöyle ifade eder:
“Aletle birlikte işçinin onu kullanma becerisi de makineye geçer. Aletin iş yapma olanağı insanın emek-gücünün sınırlı olanaklarından kurtulur. Böylece manifaktürde işbölümünün dayandığı teknik temel yıkılmış olur. Manifaktürü nitelendiren uzmanlaşmış işçiler arasındaki kademeleştirmenin yerini, otomatik fabrikaya, makineyi kullananlar tarafından yapılan her türlü işin bir ve aynı düzeye indirilmesi ve eşitlenmesi eğilimi alır; parça işçiler arasında yapay olarak yaratılmış olan farklılaşmaların yerine, yaş ve cinsiyet gibi doğal farklılıklar geçer.”
Sanayi devrimiyle birlikte, iş aletini kullanma becerisinin makineye geçmesi manifaktürün değişik işler yapan işçi grupları arasındaki organik elbirliğini de değiştirir. Makineleri kullanan işçiler ve işçi grupları arasında organik elbirliği kalkar ama tıpkı işin eşitlenmesi gibi, elbirliği de basit emirliğine dönüşür. Bu basit elbirliği ve makinenin fabrikada yarattığı kışla disiplini, fabrikada çalışanları Marx’in deyimiyle “denetçiler”, “gözetçiler” ile “işçiler” olmak üzere “iki ayrı sınıfa” ayırır. İşçi sınıfını birleştiren ve onun niteliğini belirleyen makinenin beceriyi devralmasıyla işin eşitlenmesi ve yine makinenin gerçekleştirdiği basit elbirliğidir.
Sanayi devrimi öncesinde üretim bilgisi şu veya bu ölçüde de olsa el emeğinin sahi-bindeydi. İlk kez makine üretim bilgisini el emeğini sahibinden kopararak onu “sermayenin el emeği üstündeki kudreti” haline getirdi.
Kısacası kapitalist üretim, sadece bir iş süreci değil aynı zamanda bir artık-değer yaratma süreci olduğu için, iş araçlarını kullanan işçi değil, işçiyi kullanan iş araçlarıdır ve bu tersine dönüş fabrika sisteminde ete kemiğe bürünür. Bu yüzdendir ki; kapitalist üretimin işçiyi makinenin bir parçası haline getirdiği sadece Marx ve Marksistler tarafından değil, kapitalist ekonomiciler tarafından da kabul edilen bir gerçektir.
Bütün bu söylenenlerden ne çıkar?
Kapitalizm öncesi kendi üretim araçlarına ve üretim bilgisine sahip olan emekçi, makinenin üretim sürecine katılmasıyla, iş aletinden ve işin bilgisinden ayrılmak zorunda kalır. Yani kalifiye işçi olarak nitelenen özel bir beceri isteyen işleri yapan işçiyi sanayinin genel ihtiyacı olmaktan çıkarır ve eğitimli eğitimsiz her nitelikte işgücünü kapitalist işgücü pazarının bir unsuru haline getirir.
Burada, sanayi işçilerinin, tornacı, dökümcü, marangoz, elektrikçi, makinist, tesviyeci, tekstilci, emayeci, motorcu, boyacı vb. adlar altında istihdam edildiğini, dahası hemen her işçiye sonunda …cı, …cu eki olan bir meslek yakıştırılıp bir ömür boyu belki de tek bir makinenin başında oturtulduğu iddiası karşımıza çıkabilir.
Gerçekten de, dün de bugün de fabrika işçilerinin hemen tümü yaptığı işi bir meslek gibi kullanırlar. Dahası kapitalistler, daha işçiyi işe alırken elektrikçi, kaynakçı, boyacı, dokumacı vb. gibi bir meslekten olduğu için işe alır ve herhangi bir mesleği olmayanlara da “düz işçi” der. Hatta çoğu zaman iş arayanlar arasında rekabetin kışkırtılması için sınavlar açılır. Dolayısıyla herhangi bir uzmanlık isteyen işe eleman alınıyor havası verilir. Ama çoğu zaman işçilerin de şikayet ettiği gibi, elektrikçi olan bir işçinin makine bakımcısı, boyacı ya da nakliyeci olarak çalıştırıldığı nadir olan uygulamalardan değildir.
Elbette her makine için bir kullanma bilgisi ve alışkanlığı gerekir; bu yüzden de bir işçinin şu ya da bu işi yapması için bir süre geçer, ama bu süre asla “kalifiye” kavramının karşılığı olacak bir eğitim ve beceri edinme süresi gibi uzun ve zahmetli değildir. Tersine, bir kaç günden bir kaç aya uzayan süre içinde her işçi önündeki en komplike makineyi öğrenebilir. Dahası; fabrikada belirli bir eğitim ve teknik birikim isteyen karmaşık sistemli mekanik makinelerin, elektrik ve elektronik donanımların bakım ve tamir işlerini yapan kalifiye işçiler de vardır. Ama asıl sınıfın kitlesini oluşturan, doğrudan üretim sürecinde yer alan işçiler için böyle bir özel eğitim hiç bir biçimde gerekmemektedir.
Toplumun giderek genel eğitim seviyesinin yükselmesi, çok sayıda çırak okulu, sanat ve teknik orta öğrenim kurumunun kurulmuş olması ve işgücü piyasasına yoğun bir “eğitimli” işgücü akını olması burjuvaziye alacağı işgücünü eğitim görmüşler arasından seçme imkânı tanıması da, makineli üretimin vasıflı, kalifiye işgücüne ihtiyaç duyduğu sanısını uyandırmaktadır. Ama yılarca okullarda teorik ve pratik ders görmüş bir genç işçinin girdiği işyerinde bu bilgilerin bir işe yaramadığını görmesi ve giderek hayal kırıklığına uğraması, “Bunun için mi bunca yıl okudum?” diye hayıflanması kapitalistin değil ama milli eğitimin, burjuva toplumunun bir sorunudur.
Az çok teknik eğitim veren her okulda, öğrenciye ilk olarak eğe tutması öğretilir. Ve ilk ödev herkesin bir çekiç yapmasıdır.
Bir çelik külçe, çeşitli türden eğe ve bir mengene verilir öğrenciye. Öğrenci eğe ile külçeyi yontarak, bir çekice benzetir, sonra bir matkapla delik açılır ve öğrenci bu deliği eğe ile istenen genişlikte büyütür. Sonra daha karmaşık aletleri yapması öğretilir. Eğe kullanmasını öğrenmek uzunca bir zaman alır. Aşağı yukarı her iş, el aletleriyle yaptırılır. Ama öğrenci okulu bitirip, örneğin tesviyeci olarak bir fabrikaya girdiğinde yaptığı iş, bir ya da bir kaç elektrik motoru tarafından tahrik edilen büyük bir torna, planya, freze tezgahı ya da bunların bir kaçının birbiriyle bağlı olduğu komplike tezgahın bazı düğmelerine basmak, belki bir kadran üstünde bir göstergeyi kendisine verilen rakamlara getirmekten ibarettir. Bütün işi akşama kadar, bir kaç basit hareketi yineleyip durmaktır; ertesi gün, daha ertesi gün, haftalar, aylar, yıllar boyunca aynı hareketleri yineleyip duracaktır. Ve ister istemez genç işçi, “Bunun için bunca yıl okula gitmeye, sınavlara hazırlanmaya ne gerek vardı, bu makineyi kullanmayı, hiç meslek eğitim almadan da birkaç haftada öğrenirdim.” diye düşünecektir. Gerçekten de kapitalistin işçiden istediği, örneğin bir alüminyum külçesinden kenar kalınlığı şu kadar milimetre olan bir eğe, matkap, testere vb. gibi el aletleriyle yapması değildir. Tersine böyle bir silindiri yapma “becerisine” sahip makineleri vardır kapitalistin. İşçi, belki kimi ölçüleri vererek, basit bir kaç hareketi yineleyerek, makinenin çalışmasını denetlesin yeterlidir. Kısacası kapitalist, işçiden hüner istememektedir; hüner makine-sindedir, işçi makinenin temposuna uygun kimi basit hareketleri sür git tekrarlama enerji ve sabrını göstersin, onun için yeterlidir.
Marx’tan yukarıya aldığımız uzun pasajlar kuşkusuz sanayi devriminin henüz ilk yüzyılı içindeki makinelerin gerçekleştirdiği devrimin işçi sınıfı üstündeki etkileridir. Yani makineler çok kaba, ilk mucitler kuşağının tasarladığının çok ilerisinde değillerdir. Ama Marx’m yaşadığı yüzyılın sonları teknolojide çok önemli hamle yıllarıydı. Termodinamik ve elektromanyetizmada atılan adımlar, önce benzinli ve dizel motorun, sonra da elektrik motorunun bulunması, çok işlevli makinelerin kullanım alanlarını akıl almaz boyutlarda genişletti. Ucuz enerji kaynakları ve enerjinin daha yüksek bir verimlilikte kullanılması makine kullanımını olağanüstü yaygınlaştırırken, aynı zamanda iş aletlerinin yeni teknolojik buluşlarla geliştirilmesini teşvik etti. Makine girdiği her alanda daha çok işçiyi işsizler ordusuna kattı ve işçinin hünerini elinden alarak onu daha çok makinenin parçası haline getirdi.
Bilim ve teknolojideki gelişmeler, yıldan yıla makinelerin daha az emek ve malzemeyle yapılmasını getirdi.
“Makinenin üretimi için harcanan emeğin, bu makinenin kullanılmasıyla erini aldığı emekten daha az olması ilkesi” (Marx)
Adeta bir doğa yasası gibi işledi ve makineli üretim el emeğini sadece ileri kapitalist ülkelerde değil, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde bile bir kalıntı haline getirdi.

BİLGİSAYAR VE KALİFİYE İŞGÜCÜ
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında elektronikte gerçekleşen yeni buluşlar, mikro-chips, entegre devreler, transistorlar, bu buluşların devamı olarak ortaya çıkan bilgisayar ve bunların sanayide kullanılmasının hızla yaygınlaşması, hatta kimi sanayi dallarında robot adı verilen, bilgisayarlar tarafından yönlendirilen makinelerin sanayide kullanılması, 18. yüzyıldaki sanayi devriminden sonra en yığınsal ölçülerde işçileri fabrikalardan sürmesine vesile oldu. “İnsana benzer” hareketler yapabilen makinelerin ortaya çıkması ve önceki on yıllarda işçilerin yaptığı işlerin makineler tarafından yapılır hale gelmesi, sadece işsizliği kronikleştiren bir etken olmadı, aynı zamanda tarih bilincinden yoksun aydınların ve burjuva propagandacıların işçi sınıfının dağılan, yok olan bir sınıf olduğu, ya da günümüz teknolojisinin daha kalifiye işçiye ihtiyaç duyduğu, Marx’ın dünyayı değiştirme misyonu yüklediği “eşitleşmiş” işçinin, proleterin bugünün sanayisi tarafından tasfiye edildiği vb. doğrultusunda teoriler üretilmesine vesile de oldu.
Gerçekten de 20. yüzyılın ikinci yarısı, önceki yüzyılların bütün bilgi ve teknolojisinin üstünde yükselen, makinenin hızla yaygınlaştığı ve yüzyılın başında ancak bilimkurgunun konusu olan makinelerin yapılmasına sahne oldu. Makinelerin gelişmesine paralel olarak kitle halinde işçi kıyımlarına sahne oldu. Öyle ki, bazı ülkelerde zaman zaman fiilen çalışan işçi sayısında bile önemli düşmeler görüldü. Son on yılda ise; İşsizlik kronik bir hal alarak en gelişmiş ülkelerde de, “ekonomik bir gerekliliği” aşarak sosyal bir soruna dönüştü.
Yeni makineler büyüleyiciydi. Muhasebeden en karmaşık makinelerin dizaynına kadar kısa bir süre önce pek çok uzmanın bir arada çalışarak, uzun çabalar sonucu elde edebildiği sonuçlar, kompüterlerle akıl almaz bir hızla, bir kaç teknisyen tarafından gerçekleştiriliyordu. Koca bir fabrika, dev makineler bir bilgisayar ünitesi tarafından, yine bir kaç görevlinin denetiminde başarıyla yönetilebiliyordu. Üstelik bilgisayar, kısa zamanda, nispeten kolayca elde edilebilir ve çok amaçlı olarak kullanılan bir makine haline gelmişti. Sanayi ve hizmetlere yayıldıkça da buralarda pek çok işçinin fazla işgücü pazarına sürülmesine neden olmuştu.
Bütün kontrol mekanizması, bilinen daktilonun biraz daha gösterişli halinden başka bir duygu uyandırmayan bir klavye olan bilgisayar, kendisine yüklenen gizemli yetenekler ve sunduğu gerçek sınırsız olanaklarla dönemin adeta simgesi oldu. Doğrusu, çoktan beri gelecek vaat eden kuramlar geliştirmek imkânını yitirmiş burjuvazi ve aydınları için bilgisayar yeni bir mitos kahramanı olacak tüm olanakları sunuyordu. Bilgisayar, burjuvazi için, hem bütün kötülüklerin sorumlusu, hem de”parlak bir geleceğin” dayanağı olabilirdi. Ve bilgisayarın sunduğu olanakları tersinden yorumlayarak bu teknoloji harikasını işçi sınıfının mücadelesine karşı kullanmayı ilk akıl edenler, yine dönek Marksistler oldu. Burjuvazinin doğrudan temsilcileri, ideologları ve propagandacıları bu dönek Marksistlerin açtığı yoldan yürüdüler. Ustalıkta onlara yetişemeseler de, iletişim araçlarını kullanmada başarılı bir sınav vererek, popüler bir bilgisayar kültürü yaratmayı becerdiler. Ortaçağın dünya görüşünün şeytan ve meleğe yüklediği bütün nitelikler burjuvazinin karşı-ütopyacıları, ideologları ve propagandacıları tarafından ileri teknoloji ürünü makinelere, bilgisayarlara yüklendi. Böylece, yüz-iki yüz yıl önce yenilgiye uğramış, öznel idealizmin en pespaye tezleri, bilgisayara atfedilen nitelikleri kanıtlamak, ya da bu görüşleri doğrulamak için bilgisayarın yarattığı olanaklar kullanılarak, yeniden formüle edilip meta piyasasına sürüldüler.
Hemen bütün burjuva propaganda odaklarının ve dönek Marksistlerin yaklaşımlarının başlıca motif ve tezlerinin kanıtı olarak kullanılan bilgisayarın ve bilgisayardan kalkarak öne sürülen iddiaların tümüne bir dergi yazısı içinde yanıt vermenin olanaksızlığı ortada. Bu yüzden de bilgisayardan kalkarak öne sürülen tezleri bu yazının konusu olan “kalifiye işgücü” ile bilgisayar arasındaki ilişki ile sınırlayacağız.
İddia, bu yazı içinde de yeri geldikçe değinildiği gibi, özet olarak şöyle: Eskiden sanayi de makineleri işçiler yönlendiriyordu. Dolayısıyla da fabrikalarda çok sayıda işçi çalışıyordu. Ve sanayinin büyümesi daha çok sayıda işçiyi fabrikalara çekiyordu.  Yani teknolojik gelişim ile işçi sayısının artması arasında doğru bir orantı vardı. Son yarım yüzyılda ise; ileri teknoloji ürünü makineler kalifiye işçiye ihtiyaç duyan ve giderek daha az canlı işgücüne ihtiyaç duyan makinelerdir. Bu yüzden de kronik bir işsizliğin ortaya çıkması kaçınılmazdı, işsizliğin böylesi büyük boyutlara varmasının nedeni işsizlerin vasıflı (kalifiye) bir işgücüne sahip olmamaları ve bilgisayarların yönettiği bir makine olmaktan öte bir özelliği olmayan, robotların canlı işgücünün yerini almasıdır?
Bu yazı içinde söylenenlerden de açıkça anlaşılacağı gibi, burada ilk karşı çıkılacak tez, eski denilen ve sanayi devrimiyle başlayıp 1960’lara kadar gelen süreçte teknolojik gelişmenin işçileri işinden etmeyen bir işleyişe sahip olduğudur. Oysa gerçekte tam tersi olmuştur. Teknolojideki her ilerleme, çalışan işçilerin önemli bir kısmını fabrikalardan kopararak sokağa atmıştır. Bu yüzdendir ki Marx, makine ile işçinin çelişkisinin altını kalın çizgilerle çizer:
“Emek aracı makine şeklini alır almaz, bizzat işçinin rakibi olur. Makine aracılığı ile sermayenin kendi kendini genişletmesi, o zamandan beri, geçim araçları bu makine tarafından tahrip edilen işçilerin sayısı ile doğru orantılıdır… Demek oluyor ki, kapitalist üretim tarzının, işçiye karşı, bütünüyle emek araçlarına ve ürüne kazandırdığı bağımsız ve yabancılaşmış nitelik, makine aracılığı ile tam bir uzlaşmaz çelişki halini almaktadır. İşte bunun için, makinenin ortaya çıkışıyla birlikte, ilk kez işçi, emek aracına karşı şiddetle başkaldırmaktadır.” (K. Marx, Kapital C.l, s.4421
Marx’ın öne sürdüğü bu çelişmeyi, bir işadamı ve buharlı çekicin mucidi olan Nasmyth, 1 851 ‘de, şu sözlerle doğruluyor: “Bizim modern mekaniği geliştirmemizin başlıca özelliği, kendi kendine hareket eden makine-aletlerin sisteme katılmasıdır. Şimdi artık her makine işçisinin hatta çocuğun yapabileceği şey, bizzat çalışmak değil, güzel güzel işleyen makineye göz-kulak olmaktır. Salt hünerlerine dayanan işçiler sınıfına artık gerek kalmamıştır. Eskiden her makinistin yanında dört çocuk çalıştırırdım, yeni mekanik düzenlemeler nedeniyle yetişkin işçi sayısını 1.500’den 750’ye indirdim. Böylece kârım oldukça artmış oldu.”
Nasıl ki, ücretli işçi ile makinenin çatışması ilk makinelerin üretime sokulmasıyla başlamışsa; işçinin makineye karşı düşmanca tutumunun tarihi de ilk makinelerin üretime sokulmasına kadar gider. Makinelerin üretime sokulmasıyla, işçilerin kitleler halinde sokağa atılması, ücretli işçinin gözünde makineyi düşman haline getirmiştir.
Daha 17. yüzyılda, Almanya’da işçiler, kurdele dokuma tezgahına karşı ayaklanmışlar, bu makinelerin kullanılmasının yasaklanmasına kadar mücadeleyi sürdürmüşler. Yel değirmeniyle çalıştırılan bıçkı makineleri İngiliz işçileri tarafından tepkiyle karşılanmış, 1758’de su gücüyle çalışan yün kırpma makinesinin üretime sokulmasıyla sokağa atılan 100 bin işçi, makineleri ateşe vermişlerdi. 19. yüzyılın başlarında İngiltere’de buharlı makinelere karşı girişilen makine tahribi olayları bütün Avrupa’ya yayılan Luditte hareketini yaratmıştı. Ancak, sınıf hareketi henüz çocukluk çağındadır ve,
“İşçilerin, makine ile sermayeyi birbirinden ayırt etmeleri ve saldırılarını maddi üretim araçlarına değil, bunların kullanılış tarzına yöneltmeyi öğrenmeleri için hem zaman hem de deneyime gereksinimleri vardı.” (Marx)
Kısacası, makinelerin işçileri işinden etmesi 20. yüzyılın ikinci yarısındaki teknoloji harikası makinelerin özel bir marifeti değildi. Tersine makine, tarih sahnesine çıktığı günden bu yana fabrikadan işçiyi sürmeye devam etmektedir. Gelişme ne kadar hızlı ve yaygınsa, işçilerin sokağa atılması da o ölçüde hızlı ve yaygın bir biçimde yaşanmıştır.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren işçiler, kendilerini sokağa atanın makineler değil, makinenin kapitalist kullanımı olduğunu fark etmeye başlamışlar ve kapitalist sömürü sistemini yıkmak için mücadeleye atılmışlardır. İşçilerin kendileri için bir sınıf olarak davranmaya başlamaları, kapitalist sömürüye karşı birleşmeleri makineler karşısında da işçileri güçlendirmiştir. Bu mücadele Ekim Devrimi’yle taçlanmıştır.
Bir yandan 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaşın insan ve üretim araçlarını önemli ölçüde tahrip etmesi kapitalist ülkelerde yetişkin işgücü ihtiyacını artırmış; öte yandan sosyalizmin başarıları ve kapitalist ülkelerde sendikaların sınıf mücadeleci bir çizgi izleyerek kapitalistlerin işçi sınıfına saldırılarını püskürtmesi ve sonuç olarak kitlesel işten çıkarmaları nispeten engellemesi gibi nedenler, gelişen teknoloji ve yeni makinelerin artık işçileri sokağa atmadığı kanısını uyandırmıştır.
Burjuvazi, son yıllarda “sosyalizmi yenilgiye uğratmanın” verdiği cesaretle, eski anılarını yeniden canlandırmıştır. İşçilerin kazanılmış haklarına saldırırken, teknolojinin imkânlarını kullanarak da işçilerin iş güvencesini ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Ama makinenin kapitalist kullanımının üstünü örterek işçilerin sokağa atılmasının nedeni olarak kendi başına hiç bir karar verme yetisi olmayan bilgisayarları ve robotları göstermeye çalışmaktadır, işçilerin gelecekte iş bulma umudunu yok etmemek, genç kuşakları sisteme karşı muhalefetten alıkoymak için de, sadece vasıfsız işçilerin iş bulamadığı yalanını bir devlet politikası haline getirmektedir.
Örneğin; geçtiğimiz yıllarda Türkiye’de, bırakalım her köşede biten “bilgisayar kurslarını” bizzat devletin kendisi bile gençlere yönelik “meslek edindirme kursları” açmıştır. Ama verilen sertifikaların kimseye bir yararı olmamış, sonuçta devlet sessizce bu kampanyaya son vermek zorunda kalmıştır. Dahası bugün sokaklar “diplomalı işsizlerde dolup taşmaktadır ve iş arayanların önemli bir kısmı belirli bir dalda oldukça “iyi” bir eğitim görmüş olanlardır. Bir işte çalışanların çok önemli bir bölümü de, eğitim gördüğü dalda değil de, iş bulabildiği dalda, yeni bir “meslek” edinmiş olanlardır.
Öte yandan, ileri teknoloji ürünü makinelerin üretime sokulduğu işyerleri ve iş kollarında kapitalistin kalifiye işçiler aradığını gösteren hiç bir kanıt yoktur. Tersine en ince işlerin yapıldığı işyerleri ve işkollarında bile bugün, o alanda özel eğitim görmemiş, günümüzün ucuz işgücünü oluşturan genç kız ve erkekler çalışmaktadır. Ve bu, henüz evlerinden koparılan gençler, bir kaç aylık eğitimle üretim bantlarının “usta” işçileri olmaktadırlar. Çünkü en gelişmiş makine demek, iş saatini en verimli ve olanaklarını sonuna kadar kullanabilme yeteneğindeki makine demektir. Dolayısıyla insan müdahalesine en az ihtiyaç duyan makinedir.
Demek ki bilgisayarın ve öteki ileri teknoloji ürünü makinelerin sanayide yaygın bir biçimde kullanılması ne kapitalizmin niteliğinin değiştiğini gösterir ne de bu makinelerin kullanılmasıyla bugün uluslararası bir nitelik kazanmış olan, kitlesel işçi kıyımının doğrudan ilgisi vardır. Tersine kapitalizm, savunma kalkanını yok ettiği (sosyalizmin itibar yitirmesi, sendikaların işlevsizleştirilmesi, sınıfın örgütsüzleştirilmiş olması) işçi sınıfına bu cepheden de saldırmaktadır.
Nasıl ki; işçi sınıfının bir sınıf olarak burjuvazinin karşısında, sosyalizm için savaştığı, sosyalizmin başarı ve prestij kazandığı dönemde makineler işçileri sokağa atamadıysa; bugün de atamaz. Yeter ki, işçi sınıfı sınıf olarak burjuvazinin karşısında direnme ve mücadele etme yeteneğini göstersin. Yok vasıflı işgücüymüş, yok hünermiş, yok ileri teknoloji ürünü makineler sınıfın niteliğini değiştiriyormuş, bunların tümü, burjuva üretim sistemin onmaz hastalıklarının üstünü örtmeye yarayan safsatalardır.

TEMMUZ 1993

Aydın, Birey, Parti

Burjuvazinin devrime ve sosyalizme karşı uluslararası çapta giriştiği ideolojik saldırının bir parçası olan ve bireyin, birey özgürlüğünün -aslında özgürlüksüzlüğünün-, “ben” olmanın her şey ve erdemlilik olarak kutsanması ve kışkırtılması ve buna bağlı olarak devrimci komünist parti ve örgütlerde “birey özgürlüğünün, birey inisiyatifinin engellendiği, bastırıldığı bireyin yok sayıldığı” içerikli demagojik propagandaların özellikle burjuva-küçük burjuva aydın çevrelerde, örgüt dışına düşmüş tek tek bireyler üzerinde şu veya bu düzeyde etkili olduğu ve aynı türden yakınmalarla sıkça karşılaşıldığı bir gerçektir.
Bu yazıda, birey, birey özgürlüğü ve “ben” olma rüzgârının etkili olduğu “toplumun özel bir tabakası” olarak aydınların mücadele ve örgüt karşısındaki tutumlarının nedenlerini, kaynaklarını ve aydın anlayışının proletarya örgütü içindeki tezahürünü, bunun karşısında proletaryanın soruna bakışını ortaya koymaya çalışacağız.
Toplumsal gelişme yasaları; insan iradesinden bağımsız olarak işleyen yasalardır. Ancak toplumsal gelişme, insan iradesinden bağımsız, nesnel bir süreç olmakla birlikte her zaman insanın eylemli aktif katılımıyla gerçekleşir. Toplumsal sistemlerin değişimi ise, yine insan iradesinden bağımsız olarak toplumsal gelişmenin zorunlu bir sonucu; bir önceki sistemin üzerinde yükseldiği maddi üretim temelindeki, üretim biçimindeki gelişimin ve tıkanmanın zorunlu bir sonucudur; ama bu, kendiliğinden bir sonuç değil, eylemli insanın, yeniyi, ileriyi temsil eden sınıfın devrimci eyleminin sonucu ve ürünüdür.
Kapitalist sistemin yıkılması, sosyalizmin ve sosyalist toplumun inşası; kapitalist üretim biçiminin gelişimi ile kendi sonunu hazırlayışının, üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel niteliği arasındaki üretici güçlerin gelişimini sınırlayan ve engelleyen,, üretimde anarşiye, rekabete, bunalımlara, üretici güçlerin tahribine, insanlığın ezilmesine yol açan temel çelişkinin proletaryanın devrimci eylemiyle çözülmesiyle mümkündür. Burjuvazinin iktidarını yıkarak egemen sınıf olarak örgütlenen proletarya, üretim araçlarını toplumsallaştırarak özel mülkiyete son verir, üretimi insan için yeniden örgütler.
İşçi sınıfı; kapitalizmi, burjuvazinin iktidarını yıkarak sömürünün ve baskının her türünü yok etmeye, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeye, geleceğin baskısız ve sömürüşüz toplumunu kurmaya yetenekli tek sınıf, modern toplumun en ileri, en dinamik, en devrimci sınıfıdır. İşçi sınıfının bu özelliği; toplumsal üretimdeki yeri, mülkiyet karşısındaki konumu, yaşamını temin için işgücünden başka bir şeye sahip olmayışı, sürekli büyüyen ve genişleyen bir sınıf, binlerce ve on binlercesi fabrikalarda, işletmelerde bir araya getirilmiş örgütlenmeye en açık, en yatkın sınıf oluşundan dolayıdır.
İşçi sınıfı kapitalizmi, burjuvazinin iktidarını kendiliğinden bir sınıf olarak, kendiliğinden mücadelesiyle, kendiliğinden mücadelenin araçlarıyla değil, siyasal mücadele yoluyla ve siyasal bir örgütün, kendi sınıf partisinin öncülüğünde yürüteceği mücadeleyle yıkabilir, sosyalizmi inşa edebilir ve sınıfsız topluma ilerleyebilir.
Proletaryanın sınıf partisi; siyasal bilinçli, en militan, en mücadeleci, en fedakâr unsurlarının, ileri ve öncü proleterlerin ideolojik (Marksizm-Leninizm), siyasal, örgütsel birliği, aynı zamanda irade ve eylem birliği, proletaryanın güçlerini savaş disiplini altında örgütleyecek, proletaryanın enerji ve yaratıcılığının, yoldaşça adanmışlık ve dayanışma ruhu ve devrim tutkusunun mayalanıp fışkırdığı kolektif bir örgüt birliğidir. İşte Lenin’in “iktidar için savaşımda proletaryanın örgütten başka silahı yoktur” derken vurguladığı örgüt; böyle bir sınıf partisidir.
İşçi sınıfının iktidar savaşımındaki olmazsa olmaz silahı olan partinin bu özellikleri esas olarak tarihsel misyonunu yerine getirebilme gereksinimine bağlı olarak proletaryanın başkaca hiçbir sınıfta olmayan özelliklerinden, işçi sınıfının toplumsal üretimde yer alışının, kapitalist gelişmenin başlangıcı diyebileceğimiz üretimde basit elbirliği ve manifaktür aşamasında ortaya çıkan ve kapitalist üretimin gelişimi içerisinde daha da güçlenen ve belirginleşen tek başına üreten bir birey değil, kendisi gibi birçok işçiyle aynı işyerinde bir arada ve yan yana bir kapitaliste çalışan, üreten bir organizmanın el birliği halinde çalışan üyeleri olmasından ve giderek emek gücünün büyük ölçekli bileşimim, örgütlenmiş kolektif emeği gerektiren çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklanmaktadır.
“Proleter tek başına bir birey olarak hiçbir şeydir. Bütün gücü, bütün ilerlemesi, tüm umut ve beklentileri, örgütten, arkadaşlarıyla birlikte sistemli eylemden türemiştir. Büyük ve güçlü bir örgüte dahi! olduğu zaman kendisini büyük ve güçlü hisseder. Bu örgüt onun için temel şeydir; bununla karşılaştırıldığında bireyin pek az anlamı vardır. Proleter kişisel ayrıcalık ya da kişisel san ummaksızın, atandığı herhangi bir görevde tüm duygu ve düşüncelerini kapsayan gönüllü bir disiplinle görevini yaparak, adsız kitlelerin bir parçası olarak en yüksek bağlılıkla savaşır.” (*)
İşte bir işçinin, parti karşısındaki ve parti içinde yer aldığında parti görevine yaklaşımı ve sarılışı, görevini üstlenişi ve gönüllü, sıkı bir disiplinle mevki, kariyer ya da başkaca kişisel bir beklentisi olmaksızın devrime, partiye daha fazla yararlı olmak, daha çok hizmet etmek, davayı ilerletmek için tüm enerjisi ile davaya, partiye ve yoldaşlarına bağlılıkla yerine getirişi. Bir işçinin örgüte, partiye bakışında, partide yer alışında, görevler karşısındaki tutumunda; hiç de yukarıda sözü geçen yakınmalar, bireye ve bireyin kısıtlanan, bastırılan haklarına ilişkin “eleştiriler” yok, aksine işçi, partide bir birey olarak değil, kolektifin bir bileşeni, bütüne bağlı bir parça olarak yer alır.
Sınıf partisi; işçi sınıfının siyasal bilinçli en mücadeleci, en fedakar unsurlarından oluşan sınıfın örgütlü öncü müfrezesidir. Ve saflarında diğer sınıf ve tabakalardan dürüst, namuslu, yaşamını ve çıkarlarını işçi sınıfının çıkarlarıyla birleştirebilmiş unsurlara, aydınlara da yer verir. Aydınların da devrime ve partiye bilgi birikimleri, yetenekleri ve enerjileri ile hizmet etmelerini ve parti yaşa mı içinde aydınların proleterin mücadelede ve partideki, tutumundan öğrenmesini, proleterlerin de aydınların teorik-bilimsel birikiminden öğrenmesini teşvik eder. Ancak her koşulda ve her zaman üyelerinin ve savaşçılarının sınıfsal kökeni açısından da işçi sınıfının bir parçası olmayı, proleter sınıf niteliği kazanmayı, sınıf niteliğini yükseltmeyi, tüm parti üyeleri arasında, organlarda ve yönetici organlarda proleterlerin sayısını ve etkinliğini artırmayı hayati önemde bir görev olarak belirler.
Peki, sınıf dışı burjuva-küçük burjuva aydının proletarya partisi karşısındaki tutumu, yer alışı, görevleri, disiplini parti yaşamı ve onun gereklerine yaklaşımı nedir, nasıldır?
Burjuva-küçük burjuva aydının çalışma ve yaşam koşulları ile proleterin çalışma ve yaşam koşulları arasında hiçbir benzerlik yoktur. İşçiler fabrikalarda, işletmelerde büyük (ya da nispeten büyük) kitleler halinde çalışır ve üretirken, aydın çoğunlukla ya tek başına ya da küçük gruplar halinde çalışır. İşçiler aynı ya da ayrı emek süreçlerinde ama birbirlerine doğrudan bağlı, belli bir uyum, düzen ve disiplin içinde esas olarak kol gücüyle çalışırken ve üretilen üründe fabrikadaki hemen tüm işçilerin emeği (farklı aşamalarda farklı işler olarak) somutlanırken aydınlar eğitimleri, bireysel bilgi birikimleri ve yetenekleri ile kafa emeği ile çalışır.
Sonuç olarak; aydınların “çabaların büyük ölçekli bileşimini doğrudan doğruya gerektirmeyen, örgütlenmiş kolektif emek yoluyla, doğrudan doğruya eğitmeyen çalışma ve yaşam koşulları” bireyci, disipline gelmez, örgüte yatkın olmayan eğilimleri ile mücadele, parti ve parti görevleri karşısındaki tutumunu belirlemektedir.
“Aydın güç araçları ile değil tartışmayla savaşır. Silahları kişisel bilgisi, kişisel yetkisi, kişisel inançlarıdır, herhangi bir konuma ancak kişisel nitelikleri yoluyla ulaşabilir. Bu nedenle, bireyselliği için en büyük hareket özgürlüğü, aydına başarılı etkinlik için birincil koşul gibi görünür. Bir bütüne bağlı bir parça olmaya güçlükle razı olur ve o zaman da bunu hevesinden değil, yalnızca zorunluluktan yapar. Disiplin gereğini yalnızca kitleler için kabul eder, seçkin kafalar için değil. Ve kuşkusuz, kendisini bu, sonuncular arasında sayar.”(*)
İşte yaşamını esas olarak bireysel birikimi, yetenekleri ve bireysel çalışmasıyla kazanan burjuva bir yaşam düzeyine sahip olan ama aynı zamanda kapitalist sistemin sömürü ve baskısına maruz kalan, aydınlar bu yaşam ve çalışma koşulları nedeniyle,
“Proletaryadan her zaman daha bireycidir. Bu nedenledir ki kendilerini parti yaşamının disiplinine uyarlamak aydın öğelere zor gelir ve aralarından bu disipline doğal bir biçimde elverişli olmayanlar gerekli örgütsel sınırlamalara karşın isyan ayracını açarlar ve içgüdüsel anarşizmlerini bir savaşım ilkesi düzeyine çıkararak buna yanlış bir biçimde ‘özerklik’ isteği ‘hoşgörü’ talebi vb. adlar verirler.”(*)
Lenin, Marksistlerin ve sosyal-demokratların saflarında çok sayıda radikal aydın bulunduğunu ve bu nedenle, aydınların bireyci, örgüt açısından yetersiz, örgüt yaşamına ve disiplinine uymada zorlanan, kendi bireyselliğini, düşüncelerini en önemli ve her şey sayan, bütünün bir parçası olmayı kabullenemeyen tutumlarının ve anlayışlarının ürettiği ve üreteceği oportünizmin çeşitli alanlarda ve biçimlerde var olacağını ve partinin, komünistlerin bu tutum ve anlayışlarla savaşmak ve partide proleter yaşam ve disiplini hâkim kılmak zorunda olduklarını bir görev olarak belirler.
“Sınıf bilinçli işçiler sosyal-demokrat aydınlar arasında gördükleri daha zengin bilgi birikimine ve daha geniş siyasal ufka değer veriyorlar. Ne var ki biz gerçek bir partinin kurulması işinde yol aldıkça, sınıf bilinçli işçi, proleter ordusunun neferinin kafa yapısını, süslü anarşist sözler söyleyen burjuva aydının kafa yapısından ayırt etmeyi öğrenmelidir; parti üyelerine düşen görevlerin yalnızca halktan insanlar tarafından değil, aynı ölçüde ‘tepedekiler’ tarafından da yerine getirilmesi konusunda ısrarlı olmayı öğrenmelidir.” (*)
Burjuva-küçük burjuva aydının, örgüt dışına düşmüş “eski örgüt adamının” özgürlük, inisiyatif ve yaratıcılığının engellenmesi, kolektivizm adına bireyin yok sayıldığı yollu yakınma ve feveranlarının haksızlığı ve tümüyle kendi bireyselliğinin savunusu olduğu, büyük bir dava uğruna mücadelede kolektifin bir bileşeni, proleter ordusunun sıradan bir neferi olmayı göze alamayan ve bunu aşağı ve değersiz, kendini ve kendi “üstün” düşüncelerini her şey sayan bireyci anlayışının bir ürünü olduğu; bu anlayış ve tutumların aydının, yaşamını kazanma biçiminden, yaşam ve çalışma koşullarından kaynaklandığı açıktır.
Aydınların yaşam ve çalışma koşullan nedeniyle bireycilikle, parti yaşamı ve disiplinine uyumsuzlukla malul oluşu; parti saflarında aydın karşıtı anlayış ve tutumlara yol açmamalı, aksine kendi proleter aydınlarını yetiştirmeye ve geliştirmeye çalışırken, aydınların zengin bilgi birikiminden ve geniş siyasal ufkundan, devrimci öfkelerinden devrim ve sosyalizm için yararlanmayı, daha çok yararlanmayı bilmek gereklidir.
Aydınlar, aydın kökenliler ise, hem kendi alanlarında (mesleki) yetkin ve parlak simalar, hem de devrime, sosyalizme tümüyle bağlanmayı, proleter ordusunun bir neferi, sınıf partisinin devrimci komünist militanları olmayı amaçlamalı ve bunun için, yaşam ve çalışma koşullarının yarattığı anlayış ve tutumları tümüyle reddederek, kolektifin bir bileşeni, “bir bütüne bağlı bir parça olmayı ileri öncü işçilerden öğrenmelidir.”
Çünkü burjuva-kapitalist sistem içinde bireyin, aynı zamanda aydın bireyin özgür olabileceği tek bir alan yoktur. Burjuva-kapitalist sistemde insanlığın gerçek özgürlük dünyası, baskısız sömürüşüz bir dünya için, devrim ve sosyalizm için mücadele alanı partidir; partili mücadele ve parti yaşantısı, bireyin düşüncede, eylemde ve yaşantıda sistemin koyduğu yasak ve sınırlamaların dışına çıkarak özgürleşebileceği tek alandır.
Bu niçin böyledir? Burjuvazinin tüm demagojik propaganda ve saldırılarına karşın sınıf partisi, birey özgürlüğünü engelleyen, kolektivizm adına bireyi yok sayan, bireyin yaratıcılığını ve inisiyatifini bastıran ve körelten bir yapı ve işleyişe sahip değildir. Tersine bireyler partiye, partinin ideolojik siyasal çizgisini, örgütsel disiplinini benimseyerek, devrim ve sosyalizm davası uğruna kişisel hiçbir çıkar gözetmeksizin bütün varlıklarıyla, “ben” olan bireyler olarak değil “bütüne bağlı bir parça”, kolektifin bileşeni bireyler olarak katılırlar. Ve birikimlerine ve yeteneklerine uygun, eğilim gösterdiği, yeteneklerini geliştirebileceği bir alanda, bir işte (parti organlarından birinin mensubu ya da bağlı olarak) görevlendirilir. Parti üyeleri düşünceleri, önerileri, eleştirileri, yürüttükleri çalışmanın değerlendirmeleri ile kendi organlarından başlayıp her düzeyde tartışarak, parti yayınlarında (iç yayınlar) yazarak parti siyasetlerinin, taktiklerinin oluşumuna katılırlar. Parti siyasetini, taktiklerini görevli oldukları, çalışma yürüttükleri alanda özgünleştirerek, yaratıcılık ve inisiyatifli bir çalışmayla hayata geçirirler, uygularlar. Bir karar almak ve uygulamak söz konusu olduğunda parti üyeleri düşünce ve önerilerini, birbirine en zıt düşünceleri bile – tartışarak- karara varırlar. Ama karar alındıktan sonra düşünce ve önerisinin farklılığından bağımsız olarak hepsi, kararı uygulamak ve hayata geçirmek için tüm enerjileri ve yetenekleri ile inisiyatifli bir çalışma içine girerler.
Tüm bunlar, partililer, bu anlamda bireyler için bir hak ama öncelikle hak olmaktan öte bir görev, bir sorumluluktur. Haklar, görev ve sorumluluklar, proletaryanın enerji ve yaratıcılığının, yoldaşça adanmışlık ve dayanışma ruhu ve devrim tutkusunun egemen olduğu ve geliştirildiği kolektif parti yaşantısı, proletaryanın güçlerini devrimci savaş disipliniyle örgütleyebilmek için, gereklidir ve tüm yönleriyle sürekli olarak geliştirilmelidir.
Sınıf partisi, merkezi ve yerel yönetici organlar etrafında, düşünmeyen, tartışmayan, eleştirmeyen, edilgin, inisiyatifsiz, denileni yapan ötesine karışmayan, aracı, iletici durumundaki kadrolar ve böylesi kadroların yürüteceği bir çalışmayla ve bu zemin üzerinde oluşturulacak bir parti yaşamı ve disiplini ile proletaryayı devrim ve sosyalizm yolunda örgütleyip yönlendiremez, bir devrim partisi olamaz.
Sınıf partisinin kadroları, proletaryanın örgütlü öncü müfrezesi olarak tarihsel görev ve sorumluluğuna uygun bir içerikte bir çalışmayı, yürütebilecek kadrolar olmak durumundadır. Sınıf partisinin kadroları; onun niteliğine ve eyleminin içeriğine uygun olarak, ideolojik ve siyasal olarak gelişkin (gelişmeye açık) ve burjuva ideolojik saldırıları püskürtme perspektifiyle kendini sürekli olarak yenileyen ve değiştiren kadrolar olmalıdır. Düşünen, düşüncelerini savunmada cesur, her platformda tartışan, hataları zaaf ve eksiklikleri, hata yapan organları ve yoldaşlarını kim olduğundan ve konumundan bağımsız olarak eleştirebilme cesaretine sahip olmak onun ayırt edici özelliğidir. Bu kadrolar, dayanışma ve yardımcı olma, hata ve zaafların mücadeleye ve parti çalışmasına zarar vermesinin önüne geçme, bunların aşılmasında, yoldaşların değişim ve dönüşümünde, çalışmanın düzeltilmesinde sorumluluk alma tutumuyla eleştirel, kendi hata ve zaaflarına karşı da eleştirel -özeleştirel bir tutum alan düşüncelerin paylaşılması ve tartışılması üzerinde oluşan derin bir kavrayış, çalışma yürüttüğü alanın özelliklerinin geniş bilgisi üzerinde, ileticiliği ve aracılığı reddeden, sorumlulukla, hata yapmaktan korkmaksızın yaratıcılık ye inisiyatifle çalışmaya atılan, denileni yapan “memurlar” değil, parti çalışmasının tüm yönlerini tartışan, denetleyen, eleştiren, etkin, aynı zamanda görevlerine militanca sarılan, işçi sınıfına, kitlelere güvenen, kitle ilişkilerini sürekli geliştiren kitlelerden ve onların yaşamlarından ve mücadelelerinden öğrenen kitlelerin duygu ve düşüncelerine, eleştirilerine değer veren kadrolar olmalıdır.
Sınıf partisinin demir disiplini ve bir bütün olarak parti yaşamı; kadroların gelişimini sınırlayan, engelleyen değil, tam tersine Leninist militanların yetişmesi ve gelişmesinin gerçek zeminidir. Sınıf partisinin demir disiplini; zora, emir ve talimatlara, idari tedbirlere ve kör inanca dayalı bir disiplin değil, tüm üyelerinin bilinçle ve gönüllüce katılımına ve bir devrim partisi olmanın zorunluluğu olarak, tam bir irade ve eylem birliği gereksinimine dayanır.
Sınıf partisinin demirden disiplini demokrasi ile çelişmez. Parti yaşamının düzenleyici ilkesi olarak demokratik merkeziyetçilik, disiplin ve demokrasiden oluşan bir bütündür.
“Parti içi demokrasi parti üyelerinin hareketini artırmak ve partideki bilinçli proleter disiplini güçlendirmek demektir.” (Stalin)
Sadece gizlilik koşullarının ve parti güvenliğinin sınırladığı parti içi demokrasi, partinin her düzeyde militanlığını geliştiren, parti çalışmasını etkinleştiren ve güçlendiren, tüm parti üyelerini kararların oluşumuna katan ve kararların uygulanmasında aktif ve militanca bir çalışmayı teşvik eden ve geliştiren, kolektif çalışmayı ve kolektif birliği güçlendiren, parti üyeleri arasında yoldaşça güveni, bağlılığı artıran ve güçlendiren, eleştiri-özeleştiri mekanizmasını hem gereksinen hem de geliştiren, bilinçli ve gönüllü parti disiplinini güçlendiren bir çalışma ve işleyiş demokratik merkeziyetçiliğin bir yönüdür. Parti içi demokrasi; kişisel görüşlerini parti çoğunluğunun görüşlerine ve kararlarına rağmen kararlara uymama ve uygulamama, kendi görüşlerini yayma ve bunun etrafında grup, hizip kurma “özgürlüğünü” reddeder ve bu parti suçunu işleyenlere, yani irade ve eylem birliğini bozanlara parti de yaşam hakkını tanımaz.
Sınıf partisinin her düzeyde ve tüm organlarında, çalışmanın tüm yönlerinde kolektivizm esastır. Yani kolektif tartışma, kolektif çalışma ve pratik eylem, kolektif sorumluluk. Kolektivizm; kolektifi oluşturan bireyleri, bireysel düşünceyi, bireysel yetenekleri yok saymaz. Aksine bireylerin farklı düzeylerde ve alanlardaki birikimleri, düşünceleri, özgün yetenekleri ve çeşitli özelliklerinin, devrim ve sosyalizme, partiye ve yoldaşlara adanmışlık temelinde gerçek bir bileşimi ve kaynaştırılması, bu bileşim içerisinde bireylerin geliştirilmesine dayanır. Kolektivizm çalışmada kişisel çıkarların kışkırttığı burjuva rekabeti reddeder ve parti üyeleri arasında devrim ve yoldaşları için yüksek feragat duygusunu, özveriyi, gerçek dayanışma ve yardımlaşmayı geliştirir ve güçlendirir. Kolektivizm; kolektif sorumluluk adına sorumsuzluğu ve işlerin ortada kalması (bu kolektivizm örtüsü altında bireyciliğin alasıdır) değil, çalışma ve eylemde bireylerin sorumluluk alması ve bunu hayata geçirmek için enerjik ve atılgan bir çalışmaya girmesi, bireysel sorumluluktan üzerinden denetlenmesi, eleştirilmesi ve üstlenilmiş olan bireysel sorumlulukların yerine getirilmesinin birleştirilmesi üzerinde oluşur. Parti çalışmasında ve parti yaşantısında bireyler yoldaşça adanmışlık ve dayanışma ruhuyla katılarak ideolojik, siyasal, kültürel, pratik birikim, yetenek ve çalışmalarıyla kolektifi oluşturur ve zenginleştirirler. Kolektif birlik, kolektif çalışma, kolektif sorumluluk ve bir bütün olarak kolektivizm de bireyleri çalışmanın ve yaşamın tüm alanlarında yeniler, değiştirir ve geliştirir.
Sınıf partisinin bu özellikleri ve bu doğrultuda kuvvetle hissedilen ve gözlenebilen gelişim, partide demokratik merkeziyetçi işleyişte ve parti yaşamının çeşitli yönlerinde ortaya çıkan ve çıkabilecek olan olumsuzluk ve zaafları görmezden gelmeyi değil, irdelemeyi, partinin temel belgelerinde ortaya konulmuş olan platformu esas alarak eleştirmeyi, parti yaşamını tüm yönleriyle geliştirmeyi ve bunun için araçların etkin bir tarzda, görev ve sorumluluk bilinciyle kullanılmasını gerektiriyor.
Burjuvazinin birey özgürlüğü üzerine yürüttüğü demagojik propaganda ve örgüt dışına düşmüş unsurların hoşnutsuzlukları bir yana, parti çalışmasında da bireyci tutum ve eğilimler çeşitli biçimlerde ortaya çıkmakta ve parti çalışmasını zayıflatıcı bir rol oynamaktadır. İllegal çalışma ve güvenlik adına kitle hareketinin gereksindiği öne çıkma ve ileri atılmadan geri durma tutumu, parti güvenliği adına kendi güvenliğinin bireysel kaygılarla esas hale gelmesinden başka bir-şey değildir. Organ toplantılarında, kararlar alınırken tartışmalara gerektiği gibi katılmama, düşüncelerini savunmama, karar alındıktan sonra ve uygulanmasında ise, kararı uygulamak için gerekli çalışma içerisine girmeme ve karar hakkında “sübjektif, “yanlış” şeklinde kaygı ve kuşku belirtme tutumu; parti çalışmasının çeşitli yönlerine ilişkin zaaf ve olumsuzlukları düzeltmek, çalışmayı dönüştürmek için sorumlulukla sorunların üzerine gitme, eleştirme ve değiştirme çabası yerine, sorunlardan ve olumsuzluklardan yakınma tutumu; sorumlusunun ya da üst organların hatalı tutumlarını “ilişkileri bozmama” kaygısı ile eleştirmekten kaçınma tutumu ve üstlendiği görevden alındığında, daha alt bir organda görevlendirildiğinde, parti karşıtlığına kadar varan tutumlar içine girme vb. hepsi de sınıf patisinin bünyesine yabancı, bireyci tutum ve eğilimlerdir.
Partide, parti çalışmasında ortaya çıkan diğer birçok zaaflar gibi, kadroların önemli oranda içinden geldiği sosyal sınıfın eğilim ve alışkanlıklarını çeşitli düzeylerde sürdürüyor olmasından ve gelişmelere rağmen proletaryanın sınıf tutumunun partiye yeterince emilememesinden, taşınamamasından kaynaklanmaktadır. Bu zaaflara karşı mücadele, çalışmanın ve kadroların dönüştürülmesi, Leninist çalışma tarzı ve Leninist militan özelliklerinin geliştirilmesi faaliyetinin bir parçası olarak ele alınmalıdır.

Alıntılar: (*) Lenin’in “Aydın Kesimi Üzerine” adlı derleme eserinden.

Temmuz 1993

Teorik Çalışmada Yöntem Sorunu Üzerine

Bilindiği gibi, proletaryanın sınıf mücadelesi, üç temel alanda sürer; ekonomik mücadele, teorik mücadele ve siyasal mücadele.
Ekonomik mücadele, temel sınıflar mücadelesinin anası; teorik mücadele ise pusulasıdır. Nasıl ki pusulasız bir gemi engin denizlerde yolunu bulamazsa; teorisiz bir sınıf da, İktidar mücadelesinde zafer bayrağını egemenlerin burcuna dikemez. Devrimci bir partinin teorik pratik önderliğinden yoksun olan sınıflar, daima yenilmeye, ya da, şu ya da bu egemen sınıf partisinin peşinden sürüklenmeye mahkûmdurlar. Evrim dönemlerinde, egemen sınıf partileri için bir oy deposu olmaktan öteye gitmezlerken; devrimci dönemlerde yarattıkları yiğitlik destanları ve dökülen onca kan, bir süre sonra eski düzeni yeniden restore edecek olan çeşitli “muhalif gerici akımların kanallarına akar. İnsanlığın yakın tarihine baktığımızda, Şah’ı deviren halk devriminin, Humeyni gericiliğine teslim olması, bunun en somut örneklerinden biridir.
Teori, toplumun İktisadi ve siyasi yaşamı üzerine kurulu olduğuna göre; iktisadi yaşamın çözümlenmesi, siyasal yansımasının çözümlenmesi ve devrimci sınıfın siyasal eylemine yön vermesi olarak, çeşitli yönlerinin toplamından oluşur. Bu yönler arasında diyalektik ve bütünlük vardır. Hiçbir ülke dünyadan soyutlanamayacağına göre, teoride ulusallık da genel ve gerçek anlamda olası değildir. Bir indirgeme olarak, evrensel olan teorinin, tek tek ülkeler toprağında; pratiğin sıcak koynunda kazandığı derinlik ve zenginlikten söz edebiliriz ki; bu da, dünya devrim teorisinin bir bileşeni olarak, ana kaynağına doğru akar ve onu derinleştirip zenginleştiren bir işlev görür.
Bir ülkede teorinin somutlaştığı alan, partinin belleği ve birikimi ile her süreçte, her yol ayrımında ve sınıf mücadelesinin gündeme getirdiği her sorunda verilen doyurucu, yol açıcı yanıtlardadır. Her ülkenin devrim teorisinin temel verileri, parti programında yerini alır. Elbette program, tek başına, devrim yapmak için yeterli değildir. Devrim sürecine, somut siyasal koşullara uygun örgütlenmeler, ona uygun taktikler, onu yaşama geçirecek kadroların yetiştirilmesi ve gerektiği gibi mevzilendirilmesi, kitlelerin parti çizgisinde eyleme çekilmeleri ve çeşitli sınıf -kitle örgütlerinde örgütlenmeleri… bütün bunlar teoriyi kitabî bilgiler yığını olmaktan çıkarır, ona kan ve can verir.
Engels, 18/28 Mart 1875 tarihli, Bebel’e yazdığı mektubunda:
“Genel olarak, bir partinin resmi programı, o partinin gerçekten yaptığı işten daha az önem taşır. Fakat bir yeni program ne de olsa açıkça yükseltilmiş bir bayraktır ve toplum partiyi onunla değerlendirir” diye yazar.
Burada, elbette teorinin küçümsenmesi değil, asıl olarak, onun pratik yaşamda bir anlam ifade edebileceği gerçeği vardır. Gerçekten de tarih, bir dizi doğru karar aldığı halde, bunu yaşama geçirme konusunda tutarlı olmayan partilerin çürüyüp gitmesini defalarca göstermiştir bize. Örneğin I. Paylaşım Savaşı öncesinde, “burjuvazi halkları birbirine kırdırmaya kalkarsa, devrimci görev, bu durumun karşısına iç savaşla çıkmaktır” diye kararlar alan İkinci Enternasyonal partileri, savaşla birlikte kendilerini burjuvazinin koynuna atmışlar, ihanet ve çürüme yolunu seçmişlerdir. Bu yüzden teoriyi, donmuş, geçmişe ait bir olgu olarak değil; yaşayan, canlı, dinamik, yenilenen ve her koşulda devrimci çözümler üreten bir süreklilik olarak görmeliyiz.
Teori ile pratik arasındaki kopmaz bağı daima vurgulama zorunluluğu duyan Marksizm’in ustaları, böylece onu, soyut bir entelektüel çalışma sorunu olmaktan çıkararak, en devrimci sınıf olarak proletaryanın sosyal kurtuluş mücadelesinde bir silah haline getirmişlerdir. Teori, proletaryanın devrim ve sosyalizm kavgasının, yığınları bilinç ve manevi değerlerle donattığı alanıdır. Çünkü her koşulda, yenilmez, şaşırtılamaz ve satın alınamaz olan insan; devrimci sınıfının bilimi ile donanmış, bu inançla mücadele alanında yerini almış olan insandır.
Doğru bir teori, doğru tespitler üzerinde oluşur. Örneğin, Marx’tan önce, bir dizi bilim adamı, ekonomist, teorisyen, kapitalizmi ve onun neden olduğu çarpıklıkları, yıkıntıları görmüşler, bunları açıklamaya, çözümler önermeye, hatta çeşitli “sosyalist” teoriler oluşturmaya çalışmışlardır. Ancak, hiçbiri kapitalizmin özü olan “artı-değer yasası”nı ortaya koyamadığı için; onlar sonuçta reformcu ve ütopyacı teorisyenler olmaktan öteye geçememişlerdir.
Lenin’in emperyalizme ilişkin tespitlerinden önce, emperyalizm ve finans-kapital üzerine bir dizi tespit yapılmıştı. Buna karşın, emperyalizmin ekonomik ve siyasal açılımını yaparak, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” sonucuna ulaşmak Lenin’e nasip olmuştur. “Emperyalizmin zayıf halkası”, “ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin bu zayıf halkaların kırılmasıyla başarıya ulaşabileceği”, “yeni tipte bir devrim partisi” vb. gibi, Leninizm’in, Marx ve Engels’in teorik hazinesine katkıları, işte bu noktada, çağın, olay ve olguların nesnel çözümlenmeleri üzerinde şekillenmişti. Ekonomik, sosyal ve siyasal pratiğin ürünü olarak doğan teori, geleceği aydınlatan bir ışık olduğu kadar, bugünün sorunları karşısında da yanıt anahtarı görevi üstlenmeliydi. Lenin’in ünlü: “Doğru teori olmadan doğru pratik olmaz.” sözleri bu somut gerçeğin altını çizmekteydi.
Devrimci saflarda, birçok kez teoriye genel bir ilgisizlik, çeşitli gerekçelerle okumama, teoriyi “teorisyenlerin” ve aydınların sorunu olarak görme gibi eğilimlerle karşılaşıyoruz. “Biz hu işin hamalıyız; birileri nasılsa yazıp okuyor”, “Çalışmaktan okumaya fırsat mı kalıyor?” türü bahaneler yanında; sözle yadsınmasa bile, pratikte, teorik çalışmanın gerek bireysel, gerekse kolektif olarak göz ardı edildiği durumları sıkça görüyoruz. Bunu birçoğumuz “pratikte boğulma” olarak adlandırırız. Bu durumun hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Başta proletaryanın büyük öğretmenleri Marx, Engels, Lenin ve Stalin olmak üzere, dünya devrim partilerinin yaşamış birçok önderinin ömrü, Parti’nin ve devrimin örgütlenmesi gibi, büyük bir pratik yoğunluk isteyen tarzda geçmiştir. Çünkü teorik çalışma yaşama bağlılığın, onu her gün daha iyi kavrama ve değiştirme çabasının zevkli göstergelerindendir. Ülkemiz devrim tarihi açısından ele aldığımızda da, Deniz’in, Hüseyin’in, Yusuf un, Mahir’in, Kaypakkaya’nın, ölümüne çarpışılan günlerde, bir yandan da teorik çalışmalar içinde olmaları, doğruları yanlışları bir yana, bize bıraktıkları gelenek açısından bu yönleriyle de önemlidir. Doğu toplumlarına özgü zihni tembelliğin aşılması; bugünün olduğu gibi, yarının, devrim sonrasının bile süreçlerini ciddi olarak etkileyebilecek önemdedir.
Bu yazdıklarımız ne kadar doğruysa, teoriyi bir soyut bilgiler yığını, ansiklopedik ve didaktik bir entelektüel çalışma olarak ele almak da o derece yanlıştır. Kalinin, “Devrimci Eğitim, Devrimci Ahlak” adlı yapıtında, bu tip “komünistler”den şöyle söz ediyor:
“Marksizm’i öğrenme yolunun yalnızca Marx’ı, Engels’i, Lenin’i okumak olmadığından… söz etmiştim. Siz onları birinci sayfasından son sayfasına kadar öğrenebilir, şu ya da bu fikri aynen tekrarlayabilirsiniz. Ancak bu, henüz Marksizm’i öğrendiğiniz anlamına gelmez. Marksizm’i öğrenmek demek, Marksist yöntemi benimsedikten sonra, uğraşımıza bağlı diğer sorunlara Marksist’çe çözümler getirmeyi başarabilmek demektir.”
Bu, bir devrimcinin kendi alanını iyi tanıması, işinin, alanının, faaliyet yeri ve bölgesindeki insanların bilgisine uzmanca sahip olması, karşılaştığı sorunlara devrimci çözümler üretebilmesi demektir. Deyim yerindeyse, soyut anlamıyla Marksizm-Leninizm bizim sorunlarımızı çözmeyecektir; o bize ancak, bu sorunları çözme konusunda kavramamız gereken halkaları ve çözüm yöntemlerini verir. Yine, Kalinin’in özlü bir şekilde ifade ettiği gibi: “Marksist olmak için, kuramı hayatla beslemek, günlük işleri kurama bağlamak gerekir. Yani Marksist olmak yaratıcı olmak demektir.”
İşte Marksist teorik eğitimin ezberci medrese eğitiminden ayrıldığı temel nokta buradadır. Marksist teoriyi her zaman yeni ve taze kılan da, onun pratikle etle tırnak gibi yapışık konumudur. Gerçek ve sahte Marksist arasındaki ayrım noktası da burasıdır.
“Marksizm-Leninizm’i gerçekten benimsemiş ve bu teoriyi pratik sorunların çözümünde uygulamayı başaran insanlar vardır. Fakat bilgiççe metinlerle bir patates çuvalı gibi tıklım tıklım dolu olduğu halde bu bilgilerini pratikte uygulayamayan insanlar da vardır. Bu gibi insanlar her şeyi ezberden anlatabilir, kendilerince ders de verebilirler. Fakat onlara okulunuzda yaşadığınız birtakım olayları -örneğin bir babanın çocuğunu dövdüğünü- anlatır ve bu somut olay karşısında nasıl davranılması gerektiğini sorarsanız, adeta dillerini yutarlar! Bir öneride bulunsalar bir sürü aktarmalara başvursalar da, bunların Marksizm-Leninizm’in ruhuna uymayan oportünistçe şeyler olduğu görülür. Oportünizm kendisini her zaman yalnızca Marksizm-Leninizm’in doğrudan doğruya inkarıyla göstermez. Bazen metne düşkünlük, kurama dogmatik olarak yaklaşmak da oportünizmdir.” (Kalinin)
Gerçekten de, örneğin Troçki, Sürekli Devrim adlı yapıtını yazarken, doğrudan Marx ve Engels’in teorilerine öykünüyor ve bu zeminde olduğunu iddia ediyordu. Lenin ve Stalin’in “tek ülkede sosyalist devrim” teorileri karşısında Troçki’nin Avrupa devrimi üzerinde ısrarla durması, “tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı” öngörüleri; eksik bilgili ve kafası derme çatma bilgilerle dolu olduğu halde, bir sistematiğe sahip olmayan biri için elbette yanıltıcı sonuçlar yaratacaktır. Teorinin de dinamik ve devingen bir olgu olduğunu kavrayamayan bir kafa, çok rahatlıkla Troçki’de Marksizm’i, Lenin’de de oportünizmi keşfedebilir.
Oportünizmin bir türü de, içeriğini boşaltarak ya da değiştirerek Marksist klasiklere göndermelerde bulunmasıdır. Bu yüzden oportünizm ile ciddi ve zafer kazanıcı bir mücadele verebilmek için, sürekli artan bir Marksist birikimle donanmak gerekir. Unutmayalım ki, doğa gibi sosyal yaşam da boşluğu kabul etmez. Ve Marksizm’in sustuğu her yerde burjuvazinin ve revizyonizmin sesi duyulur.
1970’li yıllarda, başını SBKP’nin çektiği revizyonist kamp, bütün dünyada, ülkemizde de TKP aracılığıyla “sosyalizme barışçıl geçiş”, “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” gibi teorilerini pazarlamaya çalışıyor; bir yandan da bu teorilerin Marx’ın ve Lenin’in teorileri olduğunu öne sürüyordu. Gerçekten de, Marx ve Engels’in 1850’li yıllarda yazdıklarında, İngiltere ve Amerika gibi ülkelerde barışçıl geçiş olasılığından söz ettiğini, Lenin’in ise Ekim devrimi sonrasında Moğolistan, Türkistan gibi geri kalmış ülkelerde “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” olanağından söz ettiğini görürüz. Ancak hangi koşullarda?
Marx ve Engels, bürokrasi ve militarizmin yeterince gelişmediği, toplumun genel olarak silahlı, ancak, burjuvazinin emekçi sınıflardan gelebilecek değişim rüzgârları karşısında direnme mekanizmalarını yeterince örgütleyemediği bir iki istisna ülke örneği vererek, buralarda satın alma yöntemi ile burjuvazinin mülksüzleştirilebileceğini, salt işçi kanı akıtmamak için, proletaryanın burjuvaziye böylesi bir kefalet verebileceğini söylerken, parlamenter bir geçiş üzerinde değil, silahlı halkla burjuvazi arasındaki örgütlülük ve güçler dengesine bakıyorlardı ve öngörülerde bulunuyorlardı. Ancak İngiltere, Amerika gibi ülkelerde burjuvazi açısından bürokratik-militarist örgütlenme geliştiği oranda, onlar bu istisnai söylemlerinden de vazgeçtiler. Modern burjuva devletin olduğu her yerde, Marksistler, bu devletin “kırılması”, “parçalanması” zorunluluğunu belirttiler. Revizyonist teoriler ise, bu tartışmada Marx’ın yanında değil, Lenin tarafından yerden yere çalınan Kautsky’nin “barışçıl geçiş”, “parlamenter yoldan sosyalizme geçiş” teorilerinin zemini üzerinde duruyordu.
Yine, revizyonistlerce 70’li yıllarda Lenin’e dayandırılarak savunulmaya çalışılan “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” teorisi, kafa bulandırmaya yönelik bir başka teoriydi.
Ekim devrimi ile proletarya merkezi iktidarı ele geçirmiş; bu kabarış etkisini eski Çarlık sömürgeleri ve ezilen uluslarında da göstermişti. Moğolistan, Türkistan vb. gibi, feodalizmin ve bir dizi ataerkil geri üretim ilişkilerinin yaşandığı ülkelerde, ayaklanan emekçi köylü yığınlar, Sovyetik biçimlerle iktidara gelmişlerdi. Ancak bu ülkelerde sanayi, teknoloji, burjuvazi, dolayısıyla kapitalizm hemen hiç gelişmemişti. Ülkenin önünde iki yol vardı. Birinci yol, süreci kendi doğal akışına bırakmaktı ki bu kapitalizm yoluydu, ikinci yol ise, Lenin’in önerdiği, merkezi iktidarı ele geçirmiş olan proletaryanın hükümet yardımları ile, bu ülkelerin kapitalist aşamayı yaşamadan sosyalist üretime doğru adım adım ilerletilmeleri, bu konuda uygun yol ve yöntemlerin bulunması çizgisiydi.
Lenin’in önerisi bu iken, revizyonistler, revizyonist Sovyetler Birliği’nin Türkiye gibi, burjuva devletlere yapacağı, “yardım(!)”lar, vereceği krediler ile, bu devletlerin adım adım emperyalizmden ve burjuvaziden bağımsız hale geleceğini ve sosyalist tedbirler alarak, bütün üretim araçlarını “kamunun malı” haline getireceğini yazıp söylemektelerdi. Açıklama da ilginçti: Sovyetler Birliği, özel sektöre kredi açmıyor, devlet sektörüne yardım ediyor, kredi veriyor, devlet sektörü ile ortak işletmeler kuruyordu. Burada açıkça devletin egemen sınıfların yönetim aygıtı olduğu Marksist teorinin kaba bir ihlali vardı. Lenin’de halk iktidarına ait bir kavram olan sözcükler, revizyonistlerin elinde burjuva, gerici, faşist devletlere yönelik olarak “revize” ediliyordu. Ama ne gam, sözler aynıydı ya!
Öyleyse, teorik çalışmalarımızı başlıca şu yönleri göz ardı etmeksizin yapmalıyız:
a) Yazıldığı dönem ve koşullar; b) Evrensel boyutu; c) Özgül yönleri; d) Öncesi ve sonrası ile bağları.
İşte bu temel sorunun sağlıklı yanıtları, bize nesnel değerlendirmelerin yolunu açar. Bu, Kalinin’in ısrarla üzerinde durduğu “Marksist Yöntemi Yakalama”nın ta kendisidir. O zamandır ki, teorik çalışma, ne aydınca bir bilgi yığma; ne pratik koşuşturmanın iğreti bir eklentisi; ne de yaşamın kompleksliği karşısında çözümsüz kalan kısır bilgi parçacıkları olur.
Bir şeyi kullanabilmek için, öncelikle ne işe yaradığını ve nasıl kullanacağımızı bilmemiz gerekir. Geçmişin teorik birikimi gibi, bugünkü teorik çalışmanın işlevi de bu temelde düşünülmelidir.
Yalnızca bir pusulaya sahip olmak yetmez. Onu kullanmasını da bilmek gerekir.

Temmuz 1993

Burjuvazi kadını keşfetti! Tansu, iktidar, kadın

Kültürel bakımdan feodal-ataerkil ilkelere göre şekillenmiş olan bir ülkede Tansu Çiller’in bu şekillenme nedeniyle sürpriz sayılabilecek başbakanlığı da içinde olmak üzere, kadınların yönetici mekanizmalara gelmeleri bir sapmaya değil kışkırtılmış bir eğilime işaret ediyor. Bir zamanlar Özal’ın elinden düşürmediği iki kitaptan biri olan -biri Red Kid’ti- ve Yeni Dünya Düzeni içindeki eğilimlerin analizini yapan “Megatrends 2000” yazarlarının kadınlar için hazırladıkları “Megatrends For Women” adını taşıyan kitap, “2005 yılma kadar ABD’nin başkam bir kadın olacak” tezini ortaya sürüyor. Eğilim tespit edicilerin geleceğe ilişkin böyle açık ve kesin bir saptamada bulunmaları çoğu asılsız çıkan kehanetlerden biriyle karşı karşıya bulunduğumuz duygusunu uyandım da; somut durum bu öngörünün ayaklarının yere bastığım gösteriyor.
1990’da ABD’de 8 kadın, valilik için adaylığım koydu; Eyalet Meclisi üyeliği için adaylığını koyan kadın sayısı ise 2064’tü. Daha önceleri, vali olan kocalarının ölmesi nedeniyle ya da seçim zamanı henüz gelmediği için valilik görevini vekâleten yürüten vali karıları; Texas’lı Ma Ferguson, Alabama’n Lurleen Wallace, Wyoming’li Nellie Ross ve 1974’te seçimle işbaşına gelen Ella Phone sayılmazsa karar mekanizmalarında yer almış kadınlara rastlamak mümkün değildi. 1990’da Teksas’ta ilk kez bir kadın vali seçildi; yerel yönetimler son yıllarda görülmemiş ölçüde kadın yönetici işgaline uğradı. Bugün Kaliforniya’daki en büyük 8 şehirden 4’ünde kadın belediye başkam var.
Yeni Dünya Düzeni’nin mimarı ABD’de sadece kadınlar değil -buna dikkat edilmelidir- zenci kadınlar da keşfedildi. 1990’da 2000 siyah kadın üst kademelere yükseltildi, devlet görevlerine seçilen siyah kadınların sayısı son yirmi yılda yüzde 1400 oranında arttı.
Kadınların ve özellikle zenci kadınların ABD’de yerel yönetimler başta olmak üzere diğer kamu yönetim merkezlerinde daha sık yer almalarının ve bu eğilimin 90’h yıllarda giderek hız kazanmasının nedeni neydi? Megatrends yazarlarına göre kadınlar iki şeyin; birincisi 70’li yılların başlarında bir kez daha yükselen feminist dalganın; ikincisi de, körfez savaşı sırasında erkeklerle birlikte ve onlara göre hiç bir ayrıcalıkları olmadan savaşmalarının meyvelerini topluyorlardı.
Washington D.C’den, büyük bir ABD kentinin yöneticisi olan zenci Pratt Kelly ise bu soruyu “herkesin bir değişiklik istediği ortada” diye yanıtlıyordu.
Feminizm burjuva devrimleri çağında, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganlarının kadınlar cephesinde de yankısını bulmasıyla bir siyasal hak eşitliği talebi olarak doğmuştu. Burjuvazi insan haklarından dem vuruyordu ama burjuva insan tanımının içine kadın girmiyordu. İşte bu, kadınlar açısından eksik bırakılan eşitlik kavramı 150 yıl önce başlayan kadın eylemleriyle tamamlanmaya çalışılmıştı. Başlangıçta bu kadın hareketlerini dirençle karşılayan burjuvazi zaman içinde sistemi aşmayan, tersine onu güçlendirip yenileyen, kapitalizmin vitrininde yer alarak eşitliğe tamamlanmış bir görünüm kazandıran istemleri benimsedi, kazanından içselleştirdi. Siyasal hak eşitliği; kadın ve erkek arasındaki biçimsel eşitlik, mevcut üretim ilişkilerini ve aile kurumunu korumak kaydıyla burjuva dünyanın kadınlara sunabileceği son olanaktı.
ABD’de ve Yeni Dünya Düzeni’ne entegre olmuş ülkelerde kadınların burjuva devlet aygıtlarının karar mekanizmalarında yer almalarının reformist bir kadın hareketi olan ve sonuçta kapitalizmi ihya eden feminizmin etkisi olduğu iddiasında haklılık payı vardır ama sermayenin kendisini genişleterek yeniden üretirken duyduğu güncel ihtiyaçların bu taleplerle çakışmış olması gerekmektedir.
Yani burjuva kadınların yönetici mekanizmalarda yer alabilmelerinin koşulunu sadece feminizm sağlamamıştır. Burada, Zenci Pratt kelly’nin “herkesin bir değişiklik istediği ortada” sözcüğü açıklayıcı olacaktır. Ezilme, sömürülme ve aşağılanma gibi kavramlar olmaksızın düşünülemeyen ve dolayısıyla bu ilişkileri güvence altına alan devlet aygıtında yer almaları durumunda bir yanılsamaya yol açacakları kesin olan zencilerin ve kadınların, son yıllarda böylesine rağbet görmesinin nedeni olarak, kimilerince, dünyadaki genel bir demokratikleşme eğilimi gösterilecektir. Yeni Dünya Düzeni’nin doğuş nedeni olarak gösterilen, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte artık barış çağına girildiği, çatışmaların ve sınıf çelişkilerinin sona erdiği iddiaları, görünüşte doğrulanır olmuştur.
Gelen, kapitalizmin ikinci baharıdır.
Eski ve yeni kıtalarda vaktiyle, burjuvaziyi kimi yeniliklere, sosyal reformlara ve iç organizasyonlara zorlayan sosyalizmden, Stalingrad’ın öcünün alınmasının zamanı gelmişti. 1980’Ii yıllardan sonra bütün dünyada, işçi sınıfı hareketinin ivmesindeki düşüklüğün de sağladığı bir olanakla, emekçilerin kendi ülkelerinde verdikleri mücadelelerin ürünleri ve sosyalizmin uluslararası kazanından birer birer budanmaya ve geri alınmaya başlandı.
Bu anlamda, Türkiye’de ve dünyada işçi ve emekçi sınıflar üzerinde pervasızca politik ve ekonomik saldırıların örgütlenmesi, sosyalist ” eleştirinin geçmişte hükümsüz kıldığı kimi burjuva değer yargılarının yeniden diriltilmesi ve ezilenlerin günlük yaşamları içinde bir davranış ve anlayış modeli olarak benimsedikleri kimi devrimci ahlak ve ilkelerin dejenere edilmesi gündeme geldi.
Burjuvazi, sınıf mücadelesinin bu evresinde, koşullara uygun yeni silahlar ve kavramlar üretti. Sosyalizme saldırıp yerine burjuvazinin bencilliği, bireyciliği, köşe dönmeciliği, ayak kaydırmacılığı ve her türlü kişiliksizliği öven “kitch” kavramlarını koyarken tabulara karşı olduğunu, sermayenin genişlemesinin önünde engel olarak gördüğü kimi sosyal hakları bu-darken, devletin küçültülmesi gerektiğini ve bunun gençleşmek demek olduğunu iddia ediyordu.
Emekçilerin kavramlarla fazla ilişkisi yoktu ama onlar başlarına gelen ve gelecek olan şeyi kendi günlük yaşamlarındaki yansımalarından kavramakta gecikmediler. Burjuvazi “daha fazla kar” hırsının karşılanmasında sosyal harcamaları ve kamu iktisadi teşebbüslerini ayak bağı gibi görüyor ama ezilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlardı. Zenci kadın yöneticinin dediği gibi: “herkes değişiklik istiyordu!”
Sınıflar arasındaki ilişkilerin yeni bir gerilim halkası oluşturduğu bu koşullarda burjuvazi daha önce hiç denemediği bir şeyi; kadın yöneticileri keşfetti.
Egemen sınıflara mensup kadınlar, daha önceleri, iktidarın bir aile kalıtı olarak babadan oğla aktarıldığı feodal dönemde oğullarına ya da kocalarına vekâleten tahta oturmuşlar ama daha çok perde arkasından, “kocalarını idare ederek” yönetimden paylarını almışlardı. Son yüzyılda da iki uzak doğu ülkesinde Hindistan ve Pakistan’da İndra Gandhi ve Benazir Butto, aynı veraset ilkesine göre ülke yönetimine gelmişlerdi. Bunlar ve uzun bir anti-nazi mücadele içinden gelen ve İsrail’i yöneten Golda Meir dışında yönetime getirilen kadınlar olmadı.
Şimdi burjuvazinin, Yeni Dünya Düzeninin gerektirdiği manevralar için kadınlara ihtiyacı var. Şimdi burjuvazinin, Margaret Thatcher’in İngiltere’de başlattığı işi devam ettirecek Tansu Çillerle hemen hemen aynı anda başbakan olan Kanadalı Kim Campbell’e, Sri Lankalı Sirimavo Bandaranaike’ye, Dominica’lı Mary Eugenia’ya ve ABD’de zenci kadınlara ihtiyacı var. Çünkü özelleştirme ve taşeronlaştırma gibi bir saldırı silahı; işsizlik ve sendikasızlaşma gibi sonuçlar vermek üzere bütün dünyanın işçilerine çevrilmiş durumda. Eskiden kimse asla böyle konuşamazdı ama artık medya, kendisini yönetemeyen ülkeler için sömürge ilişkilerinin kurulmasının doğal ve doğru olabileceğini tartışmaya başladı. Tarım ürünlerinden devlet sübvansiyonunun kesilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerindeki devlet desteğinin azaltılması, iki memurdan birinin kapının önüne konulması, KİT’lerin satışa çıkarılması, kömür ocaklarının kapatılması gibi ekonomik saldırılardan oluşan acı ilacın kusturmadan içirilmesi için gereken “anne şefkati” ve kadın yumuşaklığı fark edildi.
Kendisi de sermaye sahibi sınıfların gözde üyesi olan Tansu Çiller, sınıfının çıkarlarına uygun yukarıdaki önlemlerin alınmasını kolaylaştıracak bir manevraydı. Bu kadınla oluşturulan şaşkınlık ve rehavet ortamında ezilenlerin beklentileri yeniden düzen içi kanallara akıtıl-maya çalışılacak; medya, insanları onun giyimi, kuşamı “çelik gülümseyişi” ve kocasıyla oyalarken acı ilaç emekçilerin boğazından bir hamlede akıtılacaktı. Kuşkusuz göle çalınan mayanın tutup tutmayacağı burjuvazinin niyetine değil işçi sınıfı hareketinin seyrine bağlıdır. Bir kadın imajının bu hareketi duraklatmaya gücünün yetip yetmeyeceğini de zaman gösterecektir.

* * *
“Kadın hakları” savunucuları, reformcular, kadınlara devlet yönetiminde ve devletin uzantıları olan yerel aygıtlarda yer verilmesini, kota açılmasını ve kontenjan tanınmasını talep ederken kadın değerlerinin ve onların doğalarında kendiliğinden varsayılan kimi özelliklerinin yeryüzündeki bütün sertlikleri yumuşatacağını iddia ediyorlar; çatışmaların, dökülen kanların, sınıf çelişkilerinin ve kendilerince bütün diğer anlamsız savaşların nedeni olarak iktidarların erkeklerin ellerinde bulunmasını gösteriyorlardı. Oysa tarihsel gerçekler gösterdi ki kadınlarda kendiliğinden var olduğu sayılan özellikleri veri alan doğalcı teoriler savaşların önlenmesinde, istikrarın sağlanmasında, demokratik bir havanın solunmasında zerrece etkili olmadılar. Çünkü zaten kadınca özelliklerin çok büyük bir bölümü çoktan ideolojik işlemlerden geçmiş ve burjuvazinin düzeninin yeniden üretilmesinde statükonun korunmasında gereken işlevi yerine getirecek forma girmişlerdi; hiçbir şey doğal değildi.
Öte yandan; haklı ya da haksız bütün savaşların nedeni iktidarın erkekler tarafından zapt edilmiş ama kadınlardan yoksun bırakılmış olması değildi. Yağma ve talana dayanan savaşlar, emperyalist sermayenin daha rahat dolaşımının sağlanabilmesi için girilen pazar kavgalarının sonucuydu. Ve bunları hiç bir anne şefkati, sağduyu, anlayış, yumuşaklık gibi kadıncıl ve insancıl duygular önleyemezdi; şimdiye dek önleyemedi de. İngiltere’de işçi ve emekçi sınıflara yönelik saldırılar bu ülke bir kadın tarafından yönetilirken arttı. Kelle vergisi gibi orta çağ uygulamaları, kömür ocaklarının kapatılması, işsizlik ve sendikasızlaştırma gibi nedenlerle patlayan işçi eylemlerinin, Londra’da günlerce dinmeyen gösterilerin faili de bu kadındı, İngiliz donanmasını okyanus-aşırı Falkland adalarına göndererek güneş batmayan imparatorluğun sömürgeci, ilhakçı politikalarını kan dökerek sürdürmeye azmeden de bu kadındı; bir kadındı.
Tansu Çiller, başbakanlığa geldiğinden bir kaç gün sonra Kürt ulusal mücadelesini, önceli erkek başbakanlardan farklı bir üslup kullanmaya gerek duymaksızın, ama elbette “çelik tebessümü” eşliğinde terör olarak niteledi ve bu teröre karşı nasıl mücadele edeceklerini açıkladı. Yine aynı çelik tebessüm, ABD’nin toma-hawklarının dövdüğü Bağdat’ta olan bitenin kendisini ilgilendirmediğini söyledi. Kadın başbakanların savaşları önleyerek yumuşama sağlayamayacağı kesindi; bir o kadar kesin olan ise, kadın şefkati konusundaki safdil teorilerin gösterdiğinin tersine Kürdistan’da sürdürülen saldırılar ve ABD’nin Ortadoğu’daki kanlı politikaları böyle bir tebessümle daha az acıtıcı kılınmaya çalışılıyordu. Ama acı, aynı acıydı.
Tansu Çiller, Türkiye’de kadına verilen önemin ve değerin bir göstergesi olarak öne sürüldü ve onun taşıdığı özelliklerin nezdinde Türk kadınının gelişmişliğine, çağdaşlığına methiyeler yazıldı. Tansu, Türkiye’yi ve Türk kadınını dışarıda ele güne karşı mahcup etmeyecek, albenisiyle sempati uyandıracaktı.
Medya imaj pazarlarken, yine de, bu imajın ardındaki gerçek kadın görüntülerini örtemedi. Bu imaj perdesinin arkasından, alt sınıflara mensup kadınların hala yaşadıkları ve kadının kurtuluşunun yolunu açacak olan sosyal bir devrim gündeme gelmediği sürece de yaşayacak oldukları acılar olanca ağırlığıyla bel verdi. “Yılanlı yalı”nın hanım efendisi ile bu kadınlar arasında uçurumlar vardı, birisi şık pelerinlerini savurup Türkiyeli kadının simgesi olarak yukarılara tırmanırken, aşağıdakiler onun kendilerini temsil etmediğini ta içlerinden gelen bir öfkeyle hissediyorlardı. Burjuva devlet aygıtının direksiyonu bir kadının ya da bir erkeğin elinde olmuş fark etmezdi. Çünkü kadınların ezilmelerine ve sömürülmelerine dair tarihsel koşullar değişmiyordu. Bu bakımdan, devlet aynı burjuva devletken bir kadının iktidara gelmesi dünyanın kötülüklerini gidemiyor, üstelik bu kötülükleri gizleyerek, işçi ve emekçilerin hedefini şaşırtıyor, onları oyalıyordu. Başka da bir işe yaramıyordu… Burjuvazinin istediği değişiklik buydu.
Yeniden üretiminin koşullarını kadının ezilmesine bağlamış cinsiyetçi sermaye, kendine tapan ideologları aracılığıyla kadının erkek cinsi ile gerçek eşitliğe kavuştuğunu utanmazca savunadursun, kadınlar bu dünyada gerçek hak eşitliğinin ancak sosyalizmle mümkün olacağım Sovyetler Birliği deneyi ile görmüşlerdi.
Yönetme işinin, ancak, seçkin ve bu konuda yüksek eğitim almış kimselerin işi olduğuna dair o kökleşmiş burjuva inancını yerle bir ederek sıradan bir aşçı kadına bile karar mekanizmalarının kapılarının açıldığı bir sosyalizm deneyi gelip geçmişti bu dünyadan. Dolayısıyla hayal değildir. “Biz -diyordu Lenin- kadın işçinin sadece kanun önünde değil, gerçek hayatta da erkek işçiye eşit olmasını istiyoruz. Bunun için kadın işçiler, sosyalleştirilmiş işletmelerin ve devletin yönetiminde gittikçe artan bir yer almalıdırlar. Yönetimde yer alarak, kadınlar çabucak öğrenecek ve erkeklere yetişecekler. Sovyet’e hem komünist hem de partisiz daha fazla kadın seçin”.
Kadınların iktidar organlarında yer almalarını, karar mekanizmalarında etkin olabilmelerini bir genel kural olarak saptayan ve bunu garanti altına alan tek siyasal örgütlenme biçimi işçi sınıfı iktidarıdır, sosyalizmdir. Bu olmadan gerçek hak eşitliğinden, kadının kurtuluşundan ve emekçi kadınların gerçekten iktidarda temsil edilmesinden söz etmek mümkün değildir.
Tansu’nun başbakanlığının alt sınıflara mensup kadınlar için yine de azımsanmayacak bir önemi ve iyiliği vardır. İşte, ezilen sınıfların kadınlarının, kendilerini temsil ettiği iddia edilen Tansu’ya baktıklarında gördükleri uçurum, kadınların “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” olduklarına dair mitin kırılmasına ve safları sıklaştırmaya yarayacaktır…

Temmuz 1993

Sosyalizmin ışığında Felsefe, bilim ve din

İlk kez 1935 yılında Fransa’da yayınlanan ve Rene Maublanc tarafından kaleme alınan “SOSYALİZMİN FELSEFESİ” ve gene ilk kez Fransa’da 1949 yılında yayınlanan Marcel Cachin tarafından yazılan “BİLİM VE DİN” adlı iki kitapçık, Asım Bezirci’nin çevirisiyle Türkiye’de üçüncü kez okuyucuya sunuluyor. Kitap, daha önce 1966 ve 1975 yıllarında ayrı ayrı yayınevleri tarafından basılmıştı.
René Maublanc tarafından yazılan ve “SOSYALİZMİN FELSEFESİ” adını taşıyan ilk bölüm, Sosyalizmin Felsefesi ve Sosyalizmde Gelişme adlı iki ana bölümden oluşuyor.

“Marksçılıkla İlgili Yanlış Yorumlar” ve “Marksçılığın Genel Görüşü” başlıklı kesimlerde, bütün dünyada, sosyalizmin büyük başarılar elde ettiği, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde, Stalin’in ve Bolşevik Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin öncülüğünde zaferlerle dolu bir yükseliş çağının yaşandığı bir dönemde, burjuva dünyasının yalan ve iftiralarla dolu bir kampanyayı sürdürmesine karşılık olarak, Marksizm’in ve sosyalizmin temelleri açıklanıp savunuluyor.
Bu iki bölüm, özellikle sosyalizmin yükseliş ve zafer döneminde ona yöneltilen saldırıların ve Marksizm hakkındaki yalanların, bugünkünden farklı olmadığını göstermesi bakımından ilginçtir. Marksizm, işçi ve emekçi kitlelerin, burjuvazinin dünyasına karşı yürüttüğü savaşın başlıca silahlarından birisi olarak, daima, mülk sahibi egemen sınıfların saldırısı altında kalmıştır. Bu, Marksizm’in yeni bir toplumsal kuruluş çabasına temel teşkil ettiği zamanlarda da böyleydi. Ancak bugün, Marksizm’in somut bir toplumsal uygulama alanının bulunmadığı, sosyalizmin bütün dünyada “yenilmiş” olarak gösterildiği bir zamanda, Marksizm’e karşı saldırıların karşılanması ve işçi sınıfının dünya görüşünün sistemli ve doğru olarak savunulması daha da önem kazanmış durumdadır. Böyle bir savunma, yarım ve kulaktan dolma bilgilerle yapılamayacağı gibi, salt inançla da gerçekleştirilemez. Marksizm’i, kendi kuruluş ilkeleriyle, kökenleri ve hedefleriyle bilmek, gerçek içeriğini kavrayarak savunmak gerekmektedir.
Rene Maublanc, kitabının ilk bölümünde, Marksizm’e yapılan saldırılarla, Marksizm’i yanlış anlamanın nedenleri arasında bir ilişki bulmakta, “yanlış anlama”nın başlıca beş biçimini saymaktadır. Öyle görünüyor ki, elli yedi yıl öncesinin Fransa’sı ile bugünün Türkiye’si arasında, Marksizm’i yanlış anlamanın nedenleri bakımından değişen fazlaca bir şey yoktur. Bugün, Marksizm’i, iyi niyetle öğrenmeye kalkışıp da bir türlü doğru kavrayamayan pek çok insanın, yeterli bir bilim ve felsefe kültürünün yokluğundan, Marx ve Engels’i Türkçeye kazandıran insanların yarım yamalak siyasi yorumlarının yanlışlığından, Marksizm’e temel olan başlıca siyasi ve felsefi-bilimsel yapıtlara yabancılıktan, ya da Marksizm’i, “her şeyi önceden bildiren bir kâhin sözleri toplamı” sanıp ezberlemeye kalkışmaktan dolayı Marksizm’e ulaşamadığını söyleyebiliriz.
Kuşkusuz, Marksizm’i derinlemesine ve doğru kavramanın biricik yolu, Marksizm’in temel olduğu bir siyasi-sınıf mücadelesinin içinde bulunmak ve Marksizm’i, böyle bir ihtiyaçtan yola çıkarak öğrenmeye çalışmaktır. Aksi takdirde, Marksizm, yabancısı olduğumuz bir dünyaya dair, anlaşılmaz sözler eden kitaplar kalabalığı gibi görünecektir.
Daha sonraki bölümlerde René Maublanc, Marksizm’in felsefi temellerine ilişkin başlıca kavramlar hakkında özet bilgi vermektedir. Mantık Ve Diyalektik, İdealizm Ve Maddecilik, İdealist Diyalektik, Maddeci Diyalektik, Mekanist Diyalektik, Diyalektik Maddecilik, Bilimlerin Diyalektiği, Tarihsel Maddecilik, Sosyalizm, başlıklı bölümler, gerek diyalektik materyalizmin gelişmesinin öncesindeki felsefi akımlar ve materyalizmin ve diyalektiğin ayrı ayrı geliştikleri durumlarda kazandıkları tarihsel biçimler hakkında derli toplu bilgi veriyor, hem de bütün bu düşünce planındaki gelişmelerin sosyal tarih bakımından karşılık düştüğü gelişmeyi özetliyor. René Maublanc’ın sosyalizm başlıklı bölümde bütün bu özetten sonra ulaştığı sonuç, sosyalizmin insanlığın maddi hayat koşullarının geleceği bakımından olduğu kadar, devrimci düşüncenin ve devrimci eylemin sıkı birliği içinde, düşüncenin geleceği bakımından da sosyalizmin kaçınılmazlığıdır.
Kitabın sonraki bölümünde, Rene Maublanc, “AKIL VE BİLİM” başlığı altında, sosyalist pratik içinde akıl ve bilim kavramlarının ifade ettiği varlıksal gelişmeyi anlatıyor. Sosyalist toplumda akıl, bilim, toplumsal gelişme, tartışma ve eleştiri özgürlüğü gibi konulan işliyor.
Marcel Cachin, BİLİM VE DÎN’de, sosyalizm bakımından iki açıdan önemli olan bir konuyu büyük bir dikkatle ve Marksizm’in ruhuna uygun olarak ele alıyor. Din konusu, sosyalist bireyin kişilik özellikleri, dünya görüşü, inançları ve toplumsal mücadeleye ilişkin tavrı bakımından olduğu kadar, kendi inançlarıyla geri toplumsal bilinç biçimleri arasındaki farklılığın yol açtığı çatışmalarda alması gereken tavrın niteliği bakımından da son derece önemli bir yer tutmaktadır. Sosyalist, kendi inançlarıyla din arasındaki farkı yeterince bilince çıkaramadığı sürece, iyi bir mücadeleci, iyi bir devrimci olmaktan uzak kalacak; din hakkında bilgisiz kaldığı ve dine karşı eleştirel bir tutum geliştiremediği sürece de, mücadele ettiği güçleri iyi tanıyamayacak, mücadelenin biçim ve üslubu konusunda sık sık tökezleyecektir.
Marcel Cachin, bu hassas konuyu büyük bir dikkatle ele alıyor ve her mücadeleci sosyalistin göstermesi gereken özene dikkat çekerek, din karşısındaki Marksist tavrı inceliyor. Din Ve Baskı, başlıklı bölüm, kurumlaşmış dinin baskıcı tarihini özetlerken, bilimin gelişmesi karşısında dinin gerileyişini anlatarak, bir anlamda, bir baskı sistemi demek olan dinin, baskıyla değil, insanlığın gelişmesi ve bilimin ilerleyişi ile kendiliğinden yok olacağını ifade etmektedir.
İNSAN DÜŞÜNCESİNİN TARİHİ VE DİN başlığını taşıyan bölümde de, maddeci düşüncenin tarihinin ilk Yunan filozoflarından bu yana gelişen tarihi kısaca özetleniyor. Bu bölüm, daha sonraki bölümün anlaşılması için değerli ipuçları taşıyor. İdealizm Nedir, Maddecilik Nedir, Madde, İdealistler Ve Aklın Güçsüzlüğü, Maddecilik Ve Akıl, idealistler Ve Evren başlığını taşıyan bölümler, düşüncenin insanlığın tarihi boyunca karşı karşıya gelen başlıca iki akımı açısından dünyanın kavranışını özetliyor. Maddeci düşüncenin en eski biçimleriyle, dinsel düşünceye temel teşkil eden idealist felsefenin dünyayı ve hayatı kavrayışı karşılaştırılıyor. Bu karşılaştırma, bütün dinler ve bütün maddeci görüşler arasında ortak ana noktalar etrafında gerçekleşen bir kavganın özetidir. Böyle bir özet, dinin felsefi içeriği ise, ona karşı olana düşüncenin felsefi temellerini ve geçmişlerini kavramak bakımından büyük önem taşıyor.
Marcel Cachin, bir yandan düşünce tarihinde karşı karşıya gelen iki başlıca akımı özetlerken, bir yandan da bu iki akımdan maddecilerin temel aldıkları bilimsel gelişmelerin yeni bir evren tasarımını ne tarzda ve hangi aşamalardan geçerek oluşturduklarını da anlatıyor. EVRENİN OLUŞUMU VE BİLİM, bu konunun büyük bir yetkinlikle ve açık dille anlatıldığı bölümdür. Eğer evrenin oluşumuna ilişkin bilimsel tezler yeterince bilinmezse, “Yaradancılık” denilen idealist felsefeye, ya da dinin başlıca kaynaklarına karşı doğru bir tutum takınılamaz. Bu bölüm, bilimin bu konudaki tezlerini özetlemekle beraber, bu tezlerin oluşumunun tarihini ve karşılaştığı güçlükleri, dinle olan savaşını da anlatıyor.
Sonraki bölümde, MODERN MADDECİLİK İLE BİLİMLER VE DİN arasındaki ilişkiler inceleniyor. Biyoloji ve Diyalektik, Fizik, Kimya ve Diyalektik, Diyalektik Maddecilik ve Toplum, bu bölümün başlıca alt başlıkları.
Bu bölümde, okuyucu Türkiye’de 12 Eylül rejiminin başlıca saldırılarından birini oluşturan “Darwin’in Evrim Teorisi”ne karşı okullarda başlattığı kampanyayı hatırlayabilir. Gerçekten, faşizmin egemenliğini pekiştirmek için, bilime neden saldırdığını, bilimsel buluşlar yerine dinsel dogmaları geçirmeye çalıştığını düşünmek, dolaysız olarak kendi siyasi tarihimizle kitapta anlatılan örnekler arasında bağ kurmak, yararlı olacaktır. Yaşadığımız günlerde, dinsel ideolojinin ikiyüzlü “düzen karşıtı” görünüşüne cevap vermek için, “İslami çözüm” yollan önerenlerin gerçek ve tarihsel yüzlerini açığa çıkarabilmek için, bu bölümün dikkatle okunup tartışılmasında yarar var.
Sonraki bölümün başlığı, DİN, AHLAK, GÜZELLİK VE HAYAL. Bütün bu kavramlar, her sıradan işçi için, sosyalizme olduğu kadar, düşüncenin derinliklerinde dolaşmaya da meraklı her zekâ için, ilgi çekicidir.
Kitabın son sözü, gerçekte kitapla başlayan yeni düşünce ufuklarında gezinmekten hoşlanan herkes için bir başlangıç sözüdür: “Sosyalizm, yalnızca insan uygarlıklarındaki ilerlemelerin doğurduğu bir ihtiyaç değil, aynı zamanda, o, modern bilimin aydınlattığı aklın da bir gereğidir.”
Kitabın sonuna eklenmiş bulunan çevirmen Asım Bezirci’nin notu ve Fransa’nın ünlü Marksistlerinden Henri Lefebvre’nin kısa bir makalesi, kitapta tartışılan konulan tamamlayıcı özellikler taşıyor.

(*) Sosyalizmin ışığında FELSEFE, BİLİM VE DİN Rene Maublanc – Marcel Cachin / Çev: Asım Bezirci Evrensel Basım Yayın, 1. Baskı: Şubat 1993, 2. Baskı: Temmuz 1993

Temmuz 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑