Başkent Hakkâri!

Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün sorunlarının, iç ve dış politikaya ilişkin her proje ve girişiminin ekseni, her ilişkisinin ve yöneliminin dönüp dolaşıp düğümlendiği başlıca nokta, Kürdistan’dır. Her şeyden önce, Hakkâri’nin, bir günlüğüne de olsa başkent konumuna sokulmuş olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin “merkezi” probleminin devlet düzeyinde izdüşümüdür. Emperyalizme karşı zaferin belgesi olarak göklere çıkarılan
Lozan Antlaşmasının, bir emperyalist tekel şirketi tarafından finanse edilen törenlerle anılmasıyla, Hakkâri’nin kriz başkenti haline gelmesinin zamandaşlığı, asla rastlantı değildir.

“Topyekûn Saldırı” sloganı, geçen yılın son aylarında bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından ortaya atılmış ve esas olarak Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini bastırmaya yönelik planlar cümlesini ve buna ilişkin bir dizi uygulamayı ifade etmek üzere kullanılmıştı. Bu konuya ilişkin olarak dergimizin Kasım: 1992 tarihli 49. sayısında, başyazımızda, “Topyekûn Saldırı”nın, yalnızca Kürt halkını ve onun mücadelesini değil, aynı zamanda ve aynı şiddetle, Türk işçi ve emekçilerinin mücadelesini de hedef alacağını, işçi ve emekçi yığınlarına karşı, siyasi ve ekonomik bir dizi saldırıyla birlikte yürütüleceğine işaret etmiştik.
Genelkurmay başkanlığının, önce hükümete, sonra da basının sahip ve “üst düzey” yöneticilerine verdiği bir dizi “brifing”le bu saldırı için destek istemesi, yalnızca Kürt hareketine değil, aynı yaz mevsimine denk gelecek bir dizi sosyal ve siyasal olayın yaratacağı ortak etkiye karşı bir “birleşik cephelin kurulması için başlangıç işareti oldu. Nitekim şanssızlıkla, birleşik saldırının ilk hedefi durumuna düşen memurların, ekonomik bunalımın sırtlarına yüklenen kısmına yükselttikleri itiraz, “birleşik devlet cephesi” tarafından göğüstendi: Maaş artışını yeterli bulmayan memurlar, küçük direnişlerinin cevabını küçümsenerek, aşağılanarak ve sopalanarak oldukça ağır biçimde aldılar. Topyekûn savaşın ağırlık noktası olan Kürdistan’da operasyon hızlanarak ve şiddetlenerek sürerken, devlet kendi memurunun direnişine hoşgörü gösteremezdi: Bu, çalışan halkın diğer kesimlerine de ibret olacak biçimde ilan edildi.
Hükümet, yetkili ağızlardan “büyük çaplı, kapsamlı ve tarihsel önem taşıyan” diye tanımlanan bu operasyonun, içeriğini açıklığa kavuşturmak amacıyla, “yetmiş yıllık Cumhuriyetin tarihinde ilk defa” Hakkâri’de toplandı. “Cumhuriyet tarihinde ilk kez” olma özelliği, başbakanın ağzından defalarca vurgulandı. Basın ve hükümet çevreleri, bu uygulamayı, “yatırım projeleri”, “ana-bacı şefkati” vs. gibi sloganlarla süsleyerek reklâm etti.
Gerçekten, Bakanlar Kurulunun, bir günlüğüne ve tek bir toplantı için de olsa Hakkâri’ye taşınmış olmasının, Cumhuriyet tarihi bakımından inkâr edilemez bir önemi vardı: Pek çok burjuva yorumcu, şu anda yaşanan durumu, “TC tarihinin en büyük krizi” olarak tanımlıyor. Hakkâri, “en büyük kriz”in merkezini temsil ediyor. Bu özellik, kendisini çok anlamlı bir biçimde, Lozan Antlaşmasının 70. yıldönümü kutlamalarının sponsorluğunun Philip Morris şirketi tarafından üstlenildiği bir zamana denk düşerek vurguladı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün sorunlarının, iç ve dış politikaya ilişkin her proje ve girişiminin ekseni, her ilişkisinin ve yöneliminin dönüp dolaşıp düğümlendiği başlıca nokta, Kürdistan’dır. Her şeyden önce, Hakkâri’nin, bir günlüğüne de olsa başkent konumuna sokulmuş olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin “merkezi” probleminin devlet düzeyinde izdüşümüdür. Emperyalizme karşı zaferin belgesi olarak göklere çıkarılan Lozan Antlaşmasının, bir emperyalist tekel şirketi tarafından finanse edilen törenlerle anılmasıyla, Hakkâri’nin kriz başkenti haline gelmesinin zamandaşlığı, asla rastlantı değildir.
Lozan’la ilgili tüm kavramların bugünkü tartışılma zemini ve bizzat anlaşmayı bir emperyalist reklâm aracına dönüştüren ilişkiler, Hakkâri’nin, siyaset sahnesine “merkezi hükümet” dekoru yapılmasını gerekli kılan koşullardan oluşuyor.

Ağustos 1993

Sivas Katliamı, Devlet Ve Beklenticilik

Adına kurulan Kültür ve Tanıtma Derneği, Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla Pir Sultan Şenliği düzenlemişti. İlk üçü Pir Sultan’ın doğduğu köy olan Banaz’da yapılan şenliklerin dördüncüsü, bu yıl Sivas’ta başlatılmaktaydı. Etkinlikler iki gün Sivas’ta sürecek sonra yine Banaz’a gidilecekti. Ne Banaz’a gidilebildi ne de Şenlik’in ikinci gün etkinlikleri tamamlanabildi.
İlk günkü açılış töreninde Pir Sultan Kültür ve Tanıtma Derneği Genel Başkanı Murtaza Kaya’nın Atatürkçülük ve laisizmi savunan söylevinden sonra, Sivas Valisi A. Karabilgin ve Aziz Nesin’in yaptıkları konuşmalarla başlayan “Pir Sultan Kültür Etkinlikleri”, tek başına sevgili Asım Bezirci’nin sosyalizme vurgu yaptığı geçmişten günümüze Pir Sultanları konu alan bir panelle devam etti; gece ise halk ozanlarının salonun tıka basa dolu olduğu konseri vardı.
Günler öncesinden hazırlandığına kuşku olmayan şeriatçı faşist saldırganlık, bu arada son eksikliklerini tamamlamaktaydı. Birkaç gündür gericilik kusan “Hakikat”,
“Anadolu”, “Bizim Sivas” gibi yerel gazetelerde saldırı günü olan Cuma nüshalarında yer alacak “kıyama çağrı” yazılan ve Aziz Nesin’in ilk gün konuşması ile “Şeytan Ayetleri” bağlantısı üzerine yazılar yazılıp diziliyor, yerel gazetelere emniyetin faksından geçilen aynı gün dağıtılacak bildiri baskıya veriliyor ve Milli Gençlik Vakfı’nın on dört yurdunda genç şeriatçı faşist militanlara bir gün sonra yapacaklarına ilişkin emirler veriliyordu.
Hazırlıklar bunlardan ibaret değildi. Birkaç gündür Sivas’a giriş-çıkış trafiği oldukça yoğunlaşmıştı. Etkinliklere katılacak ve izleyecek olanların dışında da gelenler vardı. Ezici çoğunluğu aydın olan şenlik katılımcıları yakılan Madımak Oteli’nin yanı sıra Öğretmenevi gibi başka yerlere de yerleştirildiler. Ankara’dan, Yozgat ve Kayseri gibi yerlerden gelen başka bir grup ise Vakıf yurtlarına ve evlere yerleştirildi. Şenliğe Sivas dışındaki faşistler de ilgi göstermişti. Bir de şehirden gidenler vardı. İldeki polis özel harekât timi ve Jandarma Komando Birliği “operasyon için” Divriği’ye gönderilmiş; şeriatçı faşist “operasyon” için uygun ortam hazırlanmıştı. Söylendiğine göre Tugay’da ise yalnızca “acemi” erler vardı.
Cuma namazında merkezdeki camilerde son işaret verildi. Buralardan boşalanlar önce Vilayet’e yöneldiler, SHP kontenjanından atanmış, Kemalist-laik çizgideki Valiyi sevmiyorlardı, “istifa” diye bağırdılar; ardından pek kimsenin kalmadığı Buruciye Medresesi’ne uğradılar, burada da etkinlikler yapılmıştı, boş olduğunu görünce ikinci günkü panelin yapılacağı, öncesinde de Arif Sağ konserinin olduğu Kültür Merkezi’ne yürüyüşe geçtiler. Az sayıdaki polisin gözetiminde giderek artan ve sayısı 150 kişiden 1000 kişiye kadar yükselen kalabalık tekbir sesleri arasında ilerledi. Kendilerinin yanı sıra yürüyen polislerle pek sıkı fıkıydılar, iyi anlaşıyorlardı; polis kadrosu eski MHP’lilerle doldurulmuştu. Kültür Merkezi’ne polislerle sohbet edilerek gelindi.
Kültür Merkezi’ne az bir mesafe kala, kalabalık 20-25 polisin oluşturduğu “barikat”ın önünde durdu. Sloganlar atılmaya devam edildi. Kalabalık bir kez daha Vilayet’in önüne götürülüp getirildi bu arada. Yeni katılımlara ihtiyaç duyuluyor, yürüyüşlerle katılanların tansiyonu yükseltilmeye çalışıyordu. Kalabalık, sayısı artarak ikinci kez Kültür Merkezi’nin önüne geldiğinde saldırıya geçti.
Ancak Kültür Merkezi’nde toplananlar da boş durmamış, tartışmalar arasında örgütlenmişlerdi. Tartışma, Tertip Komitesi’ni oluşturanlarla, saldırı karşısında hemen bir savunma komitesi kurarak direnişin örgütlenmesini savunan ve bunu uygulamaya koyan komünist ve devrimci demokratlar başta olmak üzere direnme yanlıları arasında baş gösterdi. Tertip Komitesi’nden kişiler böyle bir örgütlenmeye gerek olmadığını, savunma durumu alma, barikatlar kurma ve merkezin önünde saldırıyı caydırmak ve püskürtmek üzere taşlar, sopa ve demir çubuklarla silahlanmanın da gereksiz olduğunu, saldırganları tahrik anlamına geleceğini ileri sürüp Kültür Merkezi içine girip bekleme düşüncesini savunuyordu. Onlara göre “güvenlik güçleri gereken önlemleri almıştı” ve takviye alıp Kültür Merkezi’nin sağ salim boşaltılmasını sağlayacaktı. “Güvenlik kuvvetlerinin koruyuculuğu”na ilişkin yayılmaya çalışılan beklenti, saldırganlık kaynağının nerede olduğunun kavranamamasından kaynaklanıyordu, devletin “tarafsız” görülüp yardımcı olacağı umudu üzerine kuruluydu. Bu beklentinin boşluğu ve hayalciliği kısa sürede açığa çıktı. Saldırgan güruh önce taşlarla sonra ucu çivi ve jiletli sopalarla Kültür Merkezi üzerine yürüdüğünde ortalıkta tek bir “güvenlik görevlisi” kalmayınca, iş savunma ve direnme yanlılarına düştü. Taşlı-sopalı çatışma sonucunda direnişçiler önceden kurdukları barikatların arkasına çekildiler. Bir süre dışarıdan Merkezi taşlayan şeriatçı faşist güruh yapacak pek bir şeyi olmayınca, yakındaki cami önünde Belediye Başkanı Karamolla’nın sözde yatıştırıcı, yönlendirici konuşmasıyla yeniden Vilayet ve bu kez esas hedef edineceği Madımak Oteli’ne doğru yola çıktı.
Direnme yanlılarıyla devletten yardım beklentisi içinde olan yatıştırıcılar arasındaki ikinci tartışma Kültür Merkezi’nin boşaltılmasına ilişkin olarak çıktı. Saldırı sırasında kayıplara karışan “güvenlik kuvvetleri” yeniden “görev başına” dönmüştü ve Tertip Komitesi’nden kişiler onlarla konuşarak Merkez’in “güvenlik güçleri” gözetiminde boşaltılmasını ve barikatların hemen kaldırılması gerektiğini savunmaya başladılar. Oysa henüz faşist saldırganların nerede oldukları ne yaptıkları bile bilinmiyordu. Panik içinde bir an önce “selamete” çıkma kaygısı, yine polise duyulan güvenle ona sığınma ve onun yardımıyla Merkez’in boşaltılması düşüncesine yol açıyordu. Kuşkusuz bu yapılmadı. Direnişçiler, organize bir şekilde Kültür Merkezi’nin etrafını kontrol ettikten ve saldırgan grubun yeniden Çarşı’ya doğru uzaklaştığını öğrendikten sonra, Merkez’in önünde bekleyen, Şenlik’e Ankara’dan katılanları getirmiş iki otobüse kadın, çocuk ve yaşlıları bindirip geri kalanların ise üçlü-beşli gruplar halinde olabildiğince güvenlik içinde Kültür Merkezi’ni terk etmelerini sağladılar.
Devletten beklentici, benzer bir yaklaşım Otel’de de yaşandı. Otel’e sığınan görece az sayıdaki kişi, son ana, otel yakılınca-ya kadar devletten beklenti içinde “güvenlik güçleri”nin kendilerini saldırganların elinden kurtarmasını bekledi. Şeriatçı-faşist güruh örneğin Kültür Merkezi’ne saldırıya geçip otel önünden ayrıldığında Otel’de kalanlar bulundukları yerden ayrılmadılar. Hatta bu arada otele yeni sığınanlar oldu. Önünde az sayıda “güvenlik kuvveti” bekleyen otel en “korunaklı yer” görünüyordu! Kuşkusuz otelde mahsur kalan ve otuz yedisi yanarak ve dumandan zehirlenerek öldürülen, çoğu gencecik insana haksızlık etmemek gerekiyor. Durumu ve ne yapılması gerektiğini tam kavrayamıyorlardı, tümü böyle bir durumla ilk kez karşılaşmıştı, tecrübesizdiler, hemen hiçbiri Sivas’ı bilmiyordu ve hiçbir önlem alınmadan, kendini savunmak için hiçbir örgütlenmeye gerek duyulmadan getirilip Sivas’ın ortasına bırakılmışlardı. Öldürülenler başta olmak üzere son ana kadar oteldeki herkes “güvenlik güçleri”nden kendilerini kurtarmasını bekledi. “Yardım” hiç gelmedi.
“Tezgâh” ya da senaryo yücelerden kurulmuştu. Otel’den SHP genel merkezi aranıp yardım istendi. Orası da yardım istenecek yer değildi. İnönü, Belediye Başkanı’ndan bilgilenen içişleri Bakanı Gazioğlu’nun “olaylar kontrolümüz altında” şeklindeki sözlerine “inandı.” Oteldekilerin başta SHP genel merkezine ulaşan acil yardım feryatlarına kulak asan olmadı. Devlet, yardım beklenecek merci değildi. Cumhurbaşkanı Valiye, “halkla güvenlik güçlerim karşı karşıya getirmeyin” talimatını vermişti. Başbakan ve içişleri Bakanı’nın tutumu farklı değildi. Başbakan Yardımcısı’nın da Tugay’dan saldırganlara müdahale edilmesi de engellendi. Sivas Valisi Karabilgin Milliyet gazetesinde (18 Temmuz) çıkan “sohbet”inde şunları söylüyor:
“13.45’de tugay komutanını telefonla arayarak askeri destek ihtiyacımızı bildirdim. Tugay Komutanı Tuğgeneral Ahmet Yücetürk elindeki kuvvetleri gönderebileceğini söyledi. Saat 14.30’da İçişleri Bakanı ve Müsteşarını arayarak olayların büyüyebileceğini, Tokat ve Kayseri’den yardımcı kuvvet göndermelerini istedim. (…) Saat 19.50, Emniyet Müdürü Otel önünden bana adeta yalvarıyor. Yardımcı kuvvet istiyor. Aynı dakikada benim yanıtım: ‘Dayan Müdür bey, dayan! Tugaydan destek kuvvet geliyor.’ Asker geldi, ama ne yapacağını bilmiyor. Saldırgan grubun gerisinde kaldı. Otelin önüne intikal edemedi.”
Tugay’dan “yardım” yaklaşık altı saat sonra gelebiliyor; ama o da işe yaramıyor, gelen askeri birlik otelin korunmasına girişmiyor, saldırganlarla otel arasına girip mevzilenmiyor. Yarım saat içinde, örneğin PKK’ye karşı binlerce kişi nakledebilen ordu, Sivas’ta kuşatılıp yakılmaya uğraşılan aydınların “yardımına” altı saatte “gidemiyor!” Havaya olsun birkaç el ateş edilse dağılacak olan şeriatçı faşist militanların otuz yedi kişiyi yakarak öldürmesine yalnızca alkış tutuluyor. Hele başlangıçta birkaç yüz kişiyken en küçük bir müdahaleyle dağıtılabilecek kalabalığın büyümesi ve “dinsizlere bir ders vermesi” için müdahale bir yana sadece eller ovuşturuluyor. Valiye, emniyetten dağıtma yerine toplu halde tutma yönünde akıl veriliyor: “Emniyetteki arkadaşlarımız grubu dağıtmamamızı, toplu halde tutulurlarsa kentin içine yaylamayacaklarını söylediler. Bu öneri bana da olumlu geldi.(…) Grubu kontrolümüz altında tutmayı uygun bulduk” diyor Vali ve ekliyor:
“Saat 18.00’de istediğim destek hiçbir yerden gelmedi. Tek destek, Genelkurmay Başkanı’nın beni telefonla aramasıydı.” Büyük “destek” sağlıyor Başkan telefon ederek! Ne diyor? Vali: “Sayın Doğan Güreş aradı. ‘Aman Vali Bey, mollalara gösteri için izin vermeyin. Bunların önüne geçmek için ne destek istiyorsanız sonuna kadar arkanızdayız’ dedi.”
Vali’nin “arkasında” olduğunu söyleyen Genelkurmay başkanı saatlerce ne tugaydan ne de başka bir yerden “destek” göndermeyi başaramıyor! Sonunda otuz yedi aydının göz göre göre yakılmasına olanak sağlanıyor.
Olaydan sonra Cumhuriyet gazetesi manşetler atıyor: “Devlet seyirci kaldı”, “Devlet şeriata teslim oldu.” Bu başlıkları Aziz Nesin’in basın toplantısında söylediklerinden çıkarılıyor. O da son ana kadar “devletin müdahale edeceğini sandığını” “güvenlik güçleri”nin gelip kendilerini kurtaracağını düşündüğünü söylüyor açıklamalarında ve ekliyor: “Devlet uyuyor. Devletin uyuduğunu aylardan, yıllardan beri söylüyorum.” Hikmet Çetinkaya köşesinde yazıyor: “… Olayın laik Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik olduğunu nedense görmezlikten geliyorlar.” İstanbul Barosu Başkanlığı ilan ediyor: “… Devlet inanılmaz biçimde çürüyor, çürütülüyor. Hukuk ölüyor, öldürülüyor. Biz, hükümeti ve siyasal partileri göreve çağırıyoruz. Laik cumhuriyet ve hukuk devleti ciddi bir tehditle karşı karşıyadır.” Bir dizi aydın, odalar, çoğu alevi kökenli il ve ilçe dernekleri ve bazı SHP’liler birlikte ilan veriyorlar: “Türkiye ülkesiyle, yurttaşlarıyla, demokrasisiyle tehlikededir. Sivas’taki irtica ve katliam, halkımızın tümüne ve demokrasiye karşıdır.”
Açıklanan tutumlarda genel olan aymazlıkla devleti yanlış bir yere oturtma, bir yaklaşım bozukluğu oluşturmakta; “yobazlığa” ve “şeriat isteyenlere karşı” devletten bir beklenti içinde olma ve hatta “yobazlığı” “demokrasimizi” ve devleti hedef alan bir tehdit sayma, devleti bu “tehdit” karşısında yeterli tedbir almamakla eleştirme, tehdidin asıl kaynağı ve hedefini kavramama, şeriatçı faşist saldırganlık karşısında tedbirsizliğe ve ondan korunmanın olanaksızlaşmasına götürmektedir, götürmüştür.
Daha başlangıçta, Sivas’ın gerici faşist saldırganlığın eyleme dökülmesi yönünden elverişli koşullara sahip olduğu tahmin edilmesine hatta bilinmesine karşın hiçbir öz savunma önlemine ihtiyaç duyulmadan yalnızca “devletin koruyuculuğu”na sığınılarak şenliğin Sivas’ta tedbirsizce düzenlenmesine girişilmesinin ardında bu yaklaşım bozukluğu vardır. Şenlik bu yıl Banaz’dan Sivas’a alınırken yalnızca “taş gibi Vali”ye ve kuşkusuz onun temsil ettiği devlete güvenilmiştir. Ve devletin tüm açıklığıyla olay sırasında kendisini ortaya koymasına rağmen bilinç ve yaklaşım bozukluğu sürdürülmüştür.
Hükümetin göreve çağrılmasına hiç gerek yoktur, çünkü işinin başında olmuştur. “Hukuk devleti” ya da hukuk’u katletmekte olan devlet şeriatçılardan, faşistlerden değil, Kürtlerden ve işçi ve emekçilerden gelen tehditle karşı karşıyadır ve bu tehdide karşı tüm ideolojik akım ve gerici örgütlenmeleri harekete geçirip koordine ederek saldırı halindedir. Devlet uyumamaktadır; tersine uyanıktır, ne yapması gerektiğini iyi bilmekte ve yapmaktadır. “Seyirci” kaldığı ya da “teslim” olduğu yoktur; saldırgan örgütlenmenin ta kendisidir ve şurada burada çeşitli biçimlere bürünen faşist saldırganlığın yalnızca destekçisi değil, yönlendiricisi ve örgütçüsüdür.
Kemalist laisizmin etkisi altında çatışmanın ve çeşitli güç ve eylemlerin amaç ve hedefleriyle yanlış kavranışı yaklaşım bozukluğunun temel bir nedenidir. Düzen karşıtlığı yerine ona entegre oluş, bozukluğun çıkış noktası olmaktadır. Düzen içinden bakıldığında devlet de demokrasi de “bizim” görünmekte ve devletin dinle ilişkisi anlaşılamamakta dinci siyaset ya da siyasallaştırılmış dinin saldırganlığı karşısında, bu saldırganlığın devleti hedeflediği zehabına kapılınarak, devletin saldırganlığa karşı çıkması ve koruyuculuğu öngörülmektedir. Dini siyasallaştırıp kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya yönelen asıl gücün siyasal örgütlenmesi -devleti- ile sermaye olduğu, sermayenin diğer gerici akım ve kurumlar gibi dini de yalnız bir ideolojik biçim değil bir siyaset ve örgüt olarak da kullandığını anlama yeteneksizliği sermaye ve düzen karşıtı olmaktan ya da onlar tarafından emilmekten gelen sistem içi “yobazlık” ya da din karşıtlığı, kuşkusuz yobazlıkla nasıl mücadele edileceğini ve din karşısında nasıl bir tutum almak gerektiğini de anlamada zaaflılık olarak belirmekte ve bu, düzen içine sürüklenmiş “sol” aydınların belli başlı zaafları arasında bulunmaktadır.
Sermaye ve burjuva devletten, düzenden soyutlanmış bir din ve sınıf mücadelesine, işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve devletine karşı mücadelesine bağlanmayan bir dine karşı savaş ve çatışmanın şeriatçı-laik çatışması olarak anlaşılması, doğal olarak düzen içi konumlara denk düşmekte ve Kemal’den bu yana laik olduğu var sayılan devletten “yardım” ummaya götürmektedir.
Son aylarda, özellikle şiddetlendiği dönemlerde sınıf mücadelesini saptırmaya girişmesi ve gerici konumlarda yer tutmaya yönelmesiyle ünlü Aydınlık grubu tarafından tiraj kaygısının da ötesinde bilinçlice gündeme getirilen ve Cumhuriyet gazetesi tarafından da desteklenen Kemalist radikal dinle savaş politikası laik aydınların zaaflı kavrayışlarını besleyip geliştirdiği gibi, sınıf mücadelesinin gündemini değiştirmede sermayeye değerli hizmetler sunmakta ve faşizmin eline saldırganlığını bileyecek bahaneler vermektedir. Atatürk’ün el yazısıyla hazırladığı tarih kitabını “Allah ve Peygamber” sporuyla yeniden yayımlayarak yetersiz olduğu kadar, sermayenin dünyevi egemenliğinin gizleyicisi Kemalist laisizmin yolundan yürüyen Aydınlıkçılar bugün din ve ona karşı mücadelede, şeriatçı faşist saldırganlık karşısındaki tutumda görülen bilinç bozukluğunun başlıca temsilcisi durumundadır. Şeriatçı faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi sermaye ve burjuva devlete karşı mücadelenin bir parçası olarak kavramak yerine “yobazlığa karşı mücadele”de devletten yardım beklentisi içine girme, Aydınlık’ın da izini sürdüğü Kemalist laisizmin etkisi altında oluşun bir ürünü ve sonucu olmaktadır.
Üstelik bir başka olumsuz sonuç daha ortaya çıkmakta; hemen tüm kademeleriyle devlet ve şeriatçı faşistler, Kemalist laisizmi, örneğin Aziz Nesin’in din üzerine söylediklerini “Sivas halkını tahrik eden” temel etken olarak göstermekte, ezici çoğunlukla “dini bütün” emekçilerin kafasını bulandırma şansını yakalayarak önemli bir kesimi saldırganlıklarının “haklılığı”na “ikna” etmeyi becerebilmektedirler. Bilinç kayması ve sınıf mücadelesinde sapma ve şeriatçı faşist saldırganlığın tırmandırılmasına karşın meşru gösterilerek gizlenebilmesi, tümü sermayenin kazanç hanesine yazılmakta, buna rağmen ahmak Kemalist laikler, Aydınlık böbürlenmesini sürdürmektedir.
Sivas olaylarının Aziz Nesin’in tahrikleriyle patlak vermediği kuşkusuzdur; sermayenin çeşitli temsilcileri ve şeriatçı faşistlerin bu yöndeki iddialarına kargalar bile güler. Ancak bu ne Aydınlık’ın ne de Aziz Nesin’in laik çizgisini ve gericiliğin eline bahane sunuşlarını haklı çıkarır. Doğrudur. İsteyen dinsizliğini açıklayabilir ve din karşıtı propaganda yapabilir. Kimse nasıl inandığı için kınanamazsa inanmadığı için de kınanamaz inanç ve düşünce özgürlüğü saygı değerdir. Ancak bilinmelidir ki, demokratik bir ülkede, burjuva normlarıyla bir “hukuk devleti”nde yaşamıyoruz ve örneğin düşünce özgürlüğü hâlâ elde edilmesi zorunlu bir talep durumundadır. Ve bu talebin gerçekleşmesi devletin yardımıyla değil, ona karşı mücadele sonucu olacaktır. Düşünce ve inanç özgürlüğünü kuşkusuz savunacağız ve ama bu özgürlüklerin elde edilmesi ve kullanılmasının bir güç ilişkisi olduğunu bileceğiz. Burjuva “özgürlük” ve devlete uyanma çağrısı türünden masalların ötesinde, din ve din siyaseti söz konusu olduğunda ona karşı mücadelenin soyut bir yobazlık-laiklik ya da şeriatçı-laik güçler karşılığı temelinde değil, sermayeye karşı yürütülen sınıf mücadelesine ve onun ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülmesi zorunluluğuna uygun davranmaktan başka her şey hem sınıf mücadelesine hem de din siyasetinin etkisizleştirilmesi mücadelesine zarar verecektir. “Ortaçağ karanlığına karşı ve aydınlanma mücadelesi” adına, sınıf mücadeleleri ve ihtiyaçlarından kopuk, burjuva laisizmini temel edinen ve onu yeterli gören din karşıtlığı ve dine karşı savaş yaklaşımı devletten beklentilerin nedeni olmasının yanında, sonuç olması olanaksız bir “savaşçılık”tır. Düzen içi kulvarlarda kolaycılık ve onun ötesinde sınıf mücadelesini saptırmak anlamındadır. İşçi sınıfı ve emekçilerin dinin saçmalıkları kadar Salman Rüşdi’nin saçmalıklarına da, her ikisi tarafından ilgisinin dağıtılmasına da ihtiyaç yok. Dinci idealizm karşısında materyalizmin savunulmasına evet, ama din siyaseti karşısında günlük politika olan dine karşı savaş açılmasına, laiklik adına din karşıtlığı siyaseti yapılmasına hayır. Bundan sınıfın kazanacağı bir şey yoktur. Dini ve Allah fikrini korku ve insanın acizliği yarattı. Gereksizleşmesi, insanın acizliğinden kurtulma yoluna girmesiyle, sermaye egemenliğinin bir alınyazısı olmadığını mücadelesi içinde deneyleriyle öğrenmek kendi gücünün bilincine varmasıyla olacaktır. İnançlarla sınırlı sahte bir laiklik çatışmasına, inançlar konusunda bağırıp çağıran yayınlar yapmaya bir Marksist ihtiyaç duymaz. Ortaçağın karanlığı da dine karşı savaşla değil, toprak ve özgürlük mücadelesiyle yıkılacaktır. Geliştirilmesi gereken sahte ve saptırıcı yobaz-laik mücadelesi değil, sınıfın eylemidir. Sınıf mücadelesidir. Dinle ancak sınıf mücadelesine ve gelişmesine bağlı olarak hesaplaşılabilir. Böyle olacaktır da.

Ağustos 1993

Memur Hareketinin Bugünkü Durumu Ve Hedefleri

Fiili ve meşru zeminde örgütlenen kamu emekçileri, sürdürdükleri kitlesel mücadelelerin sonucu olarak kendi alanlarına dair hukuku yine kendileri yarattılar: Üç yıllık örgütlenme ve mücadele sürecinde meşru ve fiili tutumları yasalardan öncelikli ve belirleyici oldu. Kimi zaman yasalarla çelişerek, kimi zaman engelleyici yasa maddelerini tanımayıp, çiğneyerek demokrasi sınırlarını genişletme ve var olma kavgasını sürdürdüler, izledikleri bu çizgi, yeni mevziler kazanmalarının ve var olanları koruyabilmenin oldu. Sendikal hak talebini düzene kabul ettiren, beraberinde bu hakları içeren uluslararası sözleşmeleri mecliste onaylattıran ve bazı anti-demokratik genelge ve keyfi tutumu geri püskürten kamu emekçilerinin bu kitlesel zoru oldu. Kendi dinamiklerinde gelişen memur hareketi baskı ve saldırılarla engellenemeyince karşılarına devlet güdümlü ya da devletin bizzat bürokratlarına kurdurduğu sendikalar barikat olarak dikilmek istendiyse de bunda fazlaca başarılı olunamadı.
Birçok işkolu sendikal örgütlenmeyi başarıp, kamu emekçileri genelinde 300 bin kişiye varan bir kitle sayısına ulaşılmış olmasına karşın iki milyona yakın memur kitlesi göz önüne alındığında memur sendikalarının henüz kitleselleşemediği, gerçeği ortadadır. Ayrıca sendikal demokrasinin yeterince işletilmediği üstten ikameci kararlarla kitleleri yönetme eğilimi de giderek bürokratizm tehlikesini memur sendikalarının gündemine sokmuştur. Genel merkezlerin 1993 1 Mayıs’ındaki karar ve tutamlan tabanda yoğun tartışma ve saflaşmalara neden olmuştur. Yaz eylemlilikleri programının oluşturulmasında da aynı hastalık sürdürülmüştür. Taban örgütlerinin ve kitlelerin görüşü alınmaksızın belirlenen programlar KÇP (Kamu Çalışanları Platformu) tarafından hem kitlelere hem de platformdaki birçok sendikaya dayatıldı. KÇP’deki bu işleyiş belli bir çevrenin memur hareketini kendi anlayışı çerçevesinde dizginleyebilmek için bürokratizmi kurumlaştırma hesaplan içinde olduğunun ipuçlarını vermektedir.
Yaz eylemliliklerinin yakaladığı görkemli kitlesellik memur hareketinin taşıdığı bünyesel zaafları görmemizi asla engellememelidir. Taban dinamiklerini önemsemeyen ve hesaba katmaksızın kendi siyasi sığlığı çerçevesinde “eylem programı” hazırlayan üst yönetimlerin çoğunluğunda, 1993 yazının 1992 eylemleri boyutuna ulaşamayacağı kanısı egemendi. Bunu birçok platformda açıkça ifade ettiler. Kitlelere güvensizliğin ve yılgınlığın adeta merkezi oldular. 10 bin kişi beklerken Ankara’ya taşınan 40 bin kamu emekçisinin kitleselliği karşısında afalladılar. Yine 15 Temmuz’da iş bırakma kararı almada ayak direyen birçok genel merkez iş bırakmaların yaygınlığı ve kitleselliğini şaşkınlıkla izledi, söyleyecek laf bulamadı. Gerek 3 Temmuz Ankara kitlesel gösterisinin, gerekse 15 Temmuz ve sonrasındaki iş bırakmalardaki nicel ve nitel başarı yerel platformların kitlelerle bağlarının daha sağlam oluşunun ve tabandaki mücadele isteğinin merkezlerden daha yüksek oluşunun somut bir dışa vurumudur. “Kitleler mücadeleye isteksiz, iş bırakmaya hazır değil” tespitlerini teorileştirmeye çalışanlara özellikle 15 Temmuz ve sonrası ortaya konan iş bırakma, vizite, yemek boykotu vb. eylemler hem yaygınlık hem de kitlesellik olarak kaçabilecek saçak altı bırakmadı. Örgütsüz kamu emekçilerinin eylemlere katılımındaki büyük artış ise kitleselleşmenin ancak mücadele ile sağlanabileceği gerçeğini bir kez daha” somut olarak ortaya koydu.
Yaşanan olaylar ve gelişmeler açıkça ortaya koymuştur ki; memur hareketinin tabanında taşıdığı mücadele potansiyeli ile merkezlerin çoğunluğunda egemen olan bürokratik eğilimler arasında bir çelişme vardır. Taban dinamiklerinin mücadele kanallarına akıtılması yerine merkezler hareketi geri noktada tutma tavrı içindedir. Bu bürokratik eğilimin kaynağı eski dernekçi kafasının yanı sıra esas olarak da 40 yıllık Türk-İş ve DİSK’in bürokratik sendikal geleneğidir. 1993 1 Mayıs’ında da görüldüğü gibi tepeden ilişkilerle bürokratizm birbirine güç vermektedir. Memur hareketi geldiği noktada bu sorunu acil olarak çözmek zorundadır. Ya demokratik bir sendikal gelenek oturtulacak, ya da bürokratizm kurumlaşacaktır. Tabansız DİSK’i şimdilik bir kenara koyup, Türk-İş’teki gelişmelere bakacak olursak, faşist ve bürokratik kabuğun tabandan gelen sınıf baskıları sonucu yavaş yavaş çatırdadığını ve şimdilik şubeler bazında bile olsa mevziler yitirdiğini görürüz. Sınıf mücadelesinin önümüzdeki süreçte özelleştirme, taşeron uygulamaları, TİS satışları vb. konularda keskinleşeceğine dair verdiği işaretler göz önüne alınırsa gerici ve bürokratik sendikalar bu yapılarıyla varlıklarını sürdürebilmeleri pek de kolay olmayacaktır. Esas konumuz olan memur sendikaları açısından da bu öngörümüz geçerlidir. Özellikle memur sendikaları bugün içinde bulundukları hareketli ve canlı süreçte kitlelerin taşıdığı mücadele potansiyelini doğru bir çizgiye oturtabildikleri oranda kendileri açısından önemli bir tehdit oluşturan bürokratizmi henüz kurumla-şamadan püskürtüp yerine demokratik ve mücadeleci bir sendikal gelenek oturtabilirler. Bu süreçte şubelerin ve yerel platformların ortaya koyacakları kitlesel mücadelelerin önemi büyüktür. “Söz, yetki, karar çalışanlara” sloganını kendi firmalarının markası olarak lanse edenlerin pratikte örgüt içi demokrasiyi ortadan kaldırdıkları, kitle inisiyatifini ve iradesini yok saydıkları somut örneklerle teşhir edilmelidir. Kitlelerin ruh halinin hangi mücadele biçimlerine hazır olduklarının gerçekçi olarak saptanabileceği yerler taban örgütleridir. Sorunların tartışılarak kitlelerle birlikte politikalar belirlenmeli aşağıdan yukarıya ve tekrar genelleştirilmiş politikaların örgüte mal edilmesi mekanizmaları işletilmelidir. Üstten ikameci politikalar belirleme alışkanlıklarında ısrar edildikçe örgütteki irade giderek parçalanacak ve tavan-taban çatışmaları derinleşecektir. Sürecin gereksinmelerine yanıt verecek politikalar belirleyebilmek; doğru ve demokratik bir sendikal gelenek oturtabilmek için işyerlerinden başlayarak örgüt içi demokrasi mekanizmaları oturtulup, işletilmelidir. Tüm tartışma ve karar süreçlerine katılan kitleler alınan kararlara sahip çıkacak, sonuna dek arkasında duracaktır. Böylece örgütün giderek kitlesinden kopmasının ve bürokratizmin kurumsallaşmasının önü tıkanacaktır.
Aksi koşullarda örgüt içi demokrasi işlemeyecek, mücadelenin geleceği büyük oranda merkezlerin insafına terk edilmiş olacaktır. 15 Temmuz Ankara eyleminde yaşananlar çok öğretici değer taşımaktadır. Ankara yerel KÇP’si memur eylemini Sakarya meydanında bitirme kararı almış olmasına karşın fiili önderliklerin ve yığınların kararlı tutumu karşısında boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bunu da “bize rağmen sizin isteğiniz gerçekleşecek, yürüyeceğiz” diye binlerce memurun önünde açıklamıştır. Burada ortaya konan tavır kaşarlanmış bir pişkinlik örneğinin ötesinde memur hareketinin tekerine çomak sokmaya çalışan bir siyasi çevrenin kitleler karşısında suçüstü yakalanmasıdır. Kitleler TBMM’ne doğru yürüyüşe geçmiş, polis barikatlarını yarmış ve saldırılara karşı 2-3 saat direnmişse bu asla KÇP’nin resmi önderliğiyle olmamıştır. Buna benzer itfaiyeci örneklerine memur hareketinde sıkça rastlanmaktadır. Bu tutumları ve mücadelenin içini boşaltarak düzen tarafından kabul edilebilir hale getirme anlayışlarına asla izin verilmemeli, kitlelerle, birleşen fiili önderliklerle hareket azami sınırlarına taşınmalıdır. Kitleler mücadele yükseldikçe gerçek önderlerini hareket içinde tanıyacak, kendini yönetecek insanları da bu perspektifle seçecektir.
Kamu emekçileri mücadelesinde diğer bir önemli sorunda GREV ve TİS haklarının kazanılıp, kullanılmasıdır. Bu hakların kazanılmasının yolunu kamu emekçileri 15 Temmuz ve sonrası yaygın ve kitlesel iş bırakmalarla bir kez daha ortaya koydular. Grev hakkını almanın yolu yaygın ve kitlesel grevlerden geçmektedir. Dünya işçi sınıfı tarihi de, kamu çalışanları mücadelesi deneyleri de açıkça ortaya koymaktadır ki; burjuvazi fiili zeminlerde mücadeleyi yitirmeden bu hakları masa başlarında asla tanımamaktadır. Türkiye’nin siyasi konjonktürü göz önüne alındığında bu süreç bizde daha sert ve zorlu mücadelelerle kazanılmak zorundadır. Hükümetlerden hiçbir beklentiye kapılmaksızın örgütlü ve kitlesel mücadele sınıf hareketi ile birleşerek kesintisiz bir biçimde sürdürülmelidir. Sınıf hareketi ile birleşmekten de TÜRK-İŞ ve DİSK’li sendika ağalan değil; dürüst ve namuslu sendikacılarla oluşturulacak platformlarla, öncü ve sınıf bilinçli işçilerin önderliğinde gelişen sınıf mücadelesi anlaşılmalıdır. Memur hareketi sınıf hareketine bağlanmadan ve emek cephesinin topyekûn GENEL GREV VE GENEL DİRENİŞLERİNE yükseltilmeden hak alıcı vuruşlar yapması olanaksızdır. Memur kitlesi potansiyel olarak buna hazır olduğunun işaretlerini vermiştir. Bugün esas sorun işçi sınıfı, emekçiler, kamu emekçileri ve Kürt halkına yönelik yeni saldırılara karşı emek j cephesini tayin edici mücadelelere hazırlamaktır. Emek cephesinin bir bileşeni olan kamu emekçileri de GREV KOMİTELERİ VE DAYANIŞMA FONLARI oluşturarak, diğer yandan yerel platformları genişleterek yaygın ve kitlesel mücadelelere hazır olmalıdırlar. Birimlerden başlayarak yürütülerek propaganda ve ajitasyonun hedefi bu olmalıdır. Tüm enerjimizi ve olanaklarımızı örgütlü örgütsüz tüm kamu emekçilerini içine alacak Genel GENEL GREV VE GENEL DİRENİŞLER için seferber etmeliyiz.

Ağustos 1993

Yüzbinlerin Yürüyüşü Ve Bazı Sonuçları

Türkiye’nin gündemindeki toplumsal sorunlar burjuvazi ve diktatörlüğü daha fazla çözümsüzlüğe sürüklerken, sermaye ve gericilik, toplumsal muhalefetin tek cephede birleşmesini ve diktatörlüğe karşın etkin eylemlere girişmesini engellemeye çalışmaktadır. Kürt halkına yönelik azgın faşist saldırılara, Sivas katliamına ve işçi sınıfına yönelik yeni saldırı hazırlıklarına karşı yükselme ve genelleşme eğilimini gösteren emekçi kitle hareketinin önünü kesmek amacıyla baskı ve terörün yanı sıra, işçi ve emekçilerin aldatılmasını hedefleyen, Genel Kurmay tarafından “psikolojik savaş” olarak adlandırılan burjuva faşist ve gerici propagandaya ağırlık verilmektedir.
Burjuva egemen sınıflar ve sermayenin tüm politik temsilcileri, kesintisiz bir biçimde, işçi sınıfını ve tüm emekçileri fedakârlığa, “ülkenin çıkarları için” burjuvaziyle birliğe çağırırken, azgın faşist baskı ye kapitalist sömürüyü gizlemeye çalışmaktadırlar. Onlara göre, işçi sınıfı, Kürt halkı ve tüm emekçiler, sisteme ve devlete, sermaye ve gericiliğe karşı herhangi bir itiraz yükseltmemeli, burjuva egemenliği altında yaşamayı benimsemeli, sistem ve devlet yararına daha fazla fedakârlığa katlanmalı, sömürülmeyi, hak kısıntılarını ve zorba yöntemlerle susturulmayı kabullenmelidirler! Yine burjuva propagandaya göre işçi sınıfı ve diğer ezilen emekçi yığınları, aksi bir tutumla, mücadeleye yönelirlerse, “Türkiye’nin güçlü bir bölge devleti haline gelmesini istemeyen iç ve dış düşmanların oyununa gelmiş” olurlar. “İç ve dış düşman” demagojisine sarılan egemen sınıflar, bunu sermaye ve gericiliğe karşı mücadeleyi engellemenin ve zayıf düşürmenin aracı olarak kullanmaktadırlar.
Burjuvazi ve onun her türden siyasal temsilcileri, işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm ezilenlere karşı azgın bir ekonomik Ve siyasi saldırı politikası izlerken, demagojik “birlik ve beraberlik” propagandasını da elden bırakmamaktadırlar. Esas korkulan işçi ve emekçilerin kendi gerçek durumlarını kavrayarak kapitalist sisteme ve burjuva egemenliğine karşı mücadeleye atılmalarıdır. Türkiye ve Türkiye Kürdistan’ındaki son gelişmeler, sermaye ve gericilik cephesinde bir paniğin yaşanmasına, “milli birlik” propagandasının daha ağırlıklı olarak gündeme gelmesine yol açtı. Burjuvazinin deneyimli politikacısı Demirel’in “paniğe kapılmaya gerek yok, başında bulunduğum devleti sokağa bırakmam” sözleri, bir paniğin yaşandığının dışa vurumundan başka bir şey değildir. Sivas katliamı bile, tek başına, diktatörlük ve hükümetin açmazlarının güçlü bir göstergesidir. Sivas katliamının doğrudan devletin, Genelkurmayın, kontrgerilla, MİT ve hükümetin kontrolü ve bilgisi dâhilinde gerçekleştiği o denli açıktı ki; sıradan emekçiler bu gerçeği görüp, devleti, hükümeti ve meclisi hedefe koyan sloganlarla protesto gösterileri düzenlediler.
İşçi sınıfının “genel grev” sloganıyla işten atma, taşeronlaştırma, özelleştirme ve sendikasızlaştırmaya karşı direnişi yaygınlaştırdığı, on binlerce kaklara dökülüp bakanlık kapılarına dayandığı, Kürt halkının imha ve teslim alma amaçlı faşist saldırganlığa karşı mücadeleyi yükselttiği koşullarda; emekçilerin cephesinde gedik açma, dini inançların istismarıyla mücadeleyi güçten düşürme ve gericiliğin hedef saptırma planlarını da içeren
Sivas katliamı, diktatörlüğün açmazlarını derinleştirmekten başka bir şeye yol açmadı. Bu katliamla ilerici aydınlara, devrimcilere ve tüm emekçilere gözdağı vermek isteyen faşist gericilik, gerçi emekçi mücadelesinin 37 neferini katletti ama, hedefine ulaşamadı.

YÜZBİNLERİN YÜRÜYÜŞÜ, DEVRİM VE DEVRİMCİ EYLEM

Sivas katliamını protesto gösterileri, diktatörlüğün ve burjuva egemen sınıfların saldırılarını püskürtmenin yol ve yöntemleri konusunda aydınlatıcı-eğitici derslerle doludur. Yüz binler, devleti ve hükümeti doğrudan hedefe koyan sloganlarla yürüdüler. “Kahrolsun devlet”, “katil iktidar”, “katil devlet”, “Sivas’ın katili faşist devlet”, “faşizme ölüm halka hürriyet”, “faşizme karşı omuz omuza,” “kahrolsun faşist diktatörlük”, “yaşasın halkların kardeşliği” vb. sloganlar, yüz binlerin dilinde, faşizme karşı öfkenin dışa vurumu olarak seslendirildiler. Türkiye’de ilk kez sıradan emekçiler, “kahrolsun devlet” sloganıyla yürüdüler. “Katiller mecliste”, “Meclis istifa”, “hükümet istifa” diyerek meclise saldırıya teşebbüs eden öfkeli kalabalıklar, Türkiye egemen sınıflarını bekleyen tehlikeyi de haber verdiler. “Türkiye laiktir laik kalacak”, “mollalar İran”a türünden eksik bilinç kaynaklı yanlış sloganların atılması, bu öfkeli kalabalıkların birikmiş devlet karşıtlığını hak edilmedik biçimde gölgeleyen zayıf bir etken olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Türkiye’nin laik olmadığını, Türkiye’de “din ve vicdan hürriyeti” bulunmadığını, egemen sınıfların dini, sınıf diktatörlüğünün bir aracı olarak kullandığını ve Sivas katliamının, din ve vicdan, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığının somut bir kanıtı olduğunu, emekçiler er-geç anlayacaklardır.
Türkiye egemen sınıfları, öteden beri ezilenlerin saflarında iç çelişkiler yoluyla gedikler açarak, mezhep ve milliyet farklılıklarını sistem yararına kullanarak, egemenlik sistemlerini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Sermaye ve gericilik, sıkıştığı her yerde şovenizme, ırkçı-gerici milliyetçiliğe ve inanç farklılıklarının kullanılması yoluyla dini gericiliğe sarılmakta, kışkırtıcı propaganda ve provokatif eylemlerle, yığınların devleti ve sömürü sistemini hedeflemesini engellemeye çalışmaktadır. Türkiye egemenleri, burjuvazi ve diktatörlük, gelişen işçi sınıfı eylemi ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısındaki sıkışmışlıklarını aşmak için, hedef saptırıcı, provokatif ve bölücü eylemlere başvururken, beklemedikleri türde ve nitelikte bir tepkiyle karşılaştılar. Onlar emekçilerin saflarında yer alan 37 aydın, yazar ve sanatçıyı katlederken, aynı zamanda dini gericiliği kullanarak, ezilenlerin saflarında kargaşa yaratmayı hedeflediler. Sivas katliamı, egemen sınıfların, bilinçsiz yığınların dini inançlarını istismar ederek, dini sömürü düzeninin ve burjuva egemenlik sisteminin payandası olarak kullanma çabalarının yeni bir örneği oldu. Ancak, egemen sınıfların bu oyunu eskisi kadar kolayca oynayamayacakları da görüldü. Yüz binlerin protesto eyleminde taşınan “Alevi-Sünni birlik, kahrolsun faşist diktatörlük” pankartları, gericiliğin oyununu bozmanın mümkün ve gerekli olduğunu gösterdi. Hangi milliyetten ve mezhepten olursa olsun, işçi ve emekçiler, uzlaşmaz sınıf karşıtlığı sisteminde yaşadıklarını, burjuva-kapitalist sömürüye tabii tutularak iliklerine dek sömürüldüklerini, diğer şeylerin yanı sıra, dini inanç farklılığının, egemen sınıflar tarafından, emekçi mücadelesi ve örgütlenmesinin bölünmesi amacıyla kullanıldığını, dinin ve dini inançların sermaye egemenliği ve sömürüye alet edilip, kapitalist ve gerici sistem yararına kullanıldığını, kapitalizm koşullarında gerçek bir laisizm ve inanç özgürlüğünün mümkün olmadığını, inanç özgürlüğü ve inanıp-inanmama serbestîsinin ancak kapitalizm ve gericiliğin tasfiyesiyle mümkün hale gelebileceğini, sömürme ve aldatıp egemenlik altında tutma amacına bağlanmış herhangi bir “özgürlüğün” -inanç özgürlüğünün de- gerçek bir özgürlük sayılamayacağını görüp kavradıklarında; bununla da yetinmeyerek, gerçek eşitlik ve özgürlüğü, yarattığı toplumsal temelle olanaklı kılan sosyalizmi kurmak için harekete geçerek, burjuva egemenlik sistemini parçalayıp yıkmayı ve yerine proletarya ve emekçilerin devrimci iktidarını kurmayı başardıklarında, gerçek bir inanç özgürlüğünü, bunun koşullarını kendi elleriyle sağlamış olacaklardır. Dinin, ortaya çıktığı andan itibaren, sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesine bağlandığını, egemen sınıfların elinde, ezilenleri baskı altında tutma ve aldatmanın aracı ve “toplumun afyonu” olarak kullanıldığını net olarak görmek, emekçiler açısından o gün daha olanaklı hale gelecektir.
Türkiye’nin hiçbir zaman laik olmadığı, dinin ve caminin, işçi ve emekçileri düzene bağlama ve kaderci boyun eğişe sürüklemenin aracı olarak kullanıldığı, diktatörlüğün ve burjuva gerici-faşist partilerin dini politikanın bir aracı olarak kullandıkları, mezhep ayrımını sürekli diri tutmaya çalıştıkları, baskı altında tutulmaları nedeniyle devlete karşı belli bir potansiyel muhalif kesimi oluşturan alevi kesimini “potansiyel suçlu” olarak görüp değerlendirdikleri, geçmişte Sivas, Maraş, Malatya ve Çorum’da örnekleri sergilenen ve bugün Sivas’ta yenilenen mezhep çatışmalarını körükleme girişimlerinden geri durmadıkları bilinen bir gerçektir. İşçi sınıfı ve tüm ezilenler, egemen sınıfların, dini bir sömürü aracı olarak kullanmalarına olanak tanımayacak bir bilinç ve örgütlülük düzeyine ulaşmadıkça da bu tür provokatif eylemlerin tümüyle önlenmesi mümkün olmayacaktır.
Sivas katliamı sonrasında yüz binlerin “katil devlet” sloganıyla sokağa dökülmesi, karşıdevrim cephesinde ciddi kaygılara yol açtı. Tekelci burjuva basınında “sarsılıyoruz”, “kâbus gibi günler” başlıklarıyla yazılar yazıldı. Protesto gösterileri sırasında Meclisin taşlanması üzerine, gerici-faşist cephede “birlik-beraberlik” demagojisiyle “milli mutabakat” çığlıkları yeniden yükseltildi. Parlamentoda ve Genelkurmay’da üst üste toplantılar düzenlendi. Burjuvazinin tüm temsilcileri, “Türkiye’nin ağır sorunlarla karşı karşıya olduğunu” itiraf ederken, Demirel “paniğe kapılmayın” demek zorunda kaldı. Yığınların öfkesinin doğrudan devlete yönelmesi karşısında Demirel; “Birden paniğe kapılıp, hadisenin üzerine varmak dururken, devletin ve rejimin üstüne gelmenin bir anlamı yoktur… Bence paniğe kapılmanın bir gereği yok. Karanlık ruh haline, kâbusa girmenin de bir yeri yok” diyerek, içinde bulundukları “karanlık ruh halini” ortaya koydu.
“Söyleyene değil, söyletene bak” diye bir söz vardır. Demirel’e bu sözleri söyleten, başta Ankara, İstanbul, Adana, İzmir, Dersim ve Sivas olmak üzere birçok il ve ilçede, yüz binlerce işçi ve emekçinin sokağa taşan öfkesiydi. Yığınların eyleminin kendiliğinden politik içeriği, egemen sınıfların paniğe kapılmasına, “karanlık ruh haline, kâbusa girme”sine yol açabildi. Çünkü bu eylemlerde toplam sayılan milyona yaklaşan işçi ve emekçiler, “hadisenin üzerine varmakla yetinmeyerek, hadiseye -Sivas katliamına- neden olan, “hadise”nin gerçek sorumlusu devlete ve rejime karşı öfkelerini haykırdılar, devletten ve rejimden kopuşun işaretini verdiler. İşte egemen sınıfların ve onların politik temsilcilerinin “kâbusa girmesi”ne, “paniğe kapılma”sına yol açan gerçek neden buydu.
Yüz binler faşist gericilik karşısında, yenilmez tek ve gerçek gücün tüm milliyetlerden işçi ve emekçi ordusu olduğunu gösterdiler. Kendilerinin, kendi eylemlerinden öğrendiklerine kuşku duyulamaz. Yüz-iki yüz kişilik, ya da birkaç bin kişilik -koşullara bağlı olarak bu tür eylemler de gereklidir- gösterilere azgın saldırılar düzenleyen polisin gerçekte güçsüz bir zorbalar güruhu olduğu bu eylemlerde bir kez daha görüldü. Sivas katliamını protesto gösterileri, faşizme ve diktatörlüğün saldırılarına karşı en (ve tek) etkili mücadele yönteminin yığınların güçlü, birleşik ve militan eylemi olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bu eylemler, devrimci eylemin nasıl olması gerektiğini, eğitici sonuçlarıyla birlikte gözler önüne serdi. Devrimci siyasal faaliyetin önemini, yığınlar içinde eğitici, aydınlatıcı ve örgütleyici faaliyetin derinleştirilmesinin aciliyetini, örgütlü yığın eylemine olan ihtiyacı görmemekte, duymamakta ve öğrenmemekte ısrarlı olanların dışındaki herkese gösterdi.
Sivas katliamını protesto eylemleri, birey ve grup eylemini, yığın eyleminin yerine geçiren küçük-burjuva anlayışa, küçük-burjuva örgüt ve devrim anlayışına güçlü darbeler indirdi. Bu eylem halktan kopuk halkın mücadelesinin yerine, kendi küçük.”atak ve cesur” grubunun eylemini geçiren, yığın eylemini örgütleme, yığınları eğitme gibi ciddi çaba isteyen devrimci bir faaliyet yerine, emekçi yığınlara karşı zorba yaptırımları da içeren rantiye devrimciliği meslek edinen grup ve kişilere verilmiş bir cevap oldu aynı zamanda,
Bu gösteriler, karşı-devrimci saldırıları püskürtmek ve egemen sınıflara geri adım attırmak için yığınların birleşik ve genel eyleminin gerekliliğini gösterdiği gibi; işçi ve emekçilerin aydınlatılmasına, mücadeleye bilinçli katılımı ve devrimci örgüt çalışmasına gönüllü desteğinin sağlanmasına hizmet etmeyen bir eylemin -halkın çıkarlarına zarar veren, ona karşı zor kullanımını içeren küçük-burjuva gruplarca girişilen ve örnekleri çokça gösterilebilecek olan- devrimci eylem olamayacağını, devrimci eylemin yığınların burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadelesini geliştiren, yeni katılımları sağlayan, ya da ona hizmet eden, yığınlar içinde aldanmalara yol açamayan eylem olduğunu da gösterdi.
Yüz binlerin eylemi, yığınların salt ekonomik taleplerle sınırlı bir mücadelenin sınırlarını aştığını, politik sloganlara açık ve politik taleplerle diktatörlüğe karşı mücadele potansiyeline sahip olduklarını, devrimci Marksist politik faaliyetin daha fazla önem kazandığını, yığınları saran devrimci aydınlatma çalışmasının yoğunlaştırılması gerekliliğini, devrimi örgütlü yığınların devrimci eyleminin ürünü olarak ele alan devrimci komünist partisinin slogan ve şiarlarının yığınlar tarafından benimsenmesi olanaklarının genişlediğini -Sivas katliamını protesto gösterileri, kamu çalışanlarının eylemleri vb. bunu da gösterdi- yığınlar içinde bilinçli, kararlı ve inatçı propaganda, ajitasyon ve örgüt çalışmasının zorunluluğunu ortaya koydu. Bu gösteriler örgütlü yığın eyleminin önemini körün, sağırın ve cehaleti olumlu yetenek sayan köle ruhlu bireyin dışındaki herkese yeniden gösterdi. Protesto gösterileri, öncünün yığınlara öncülükte başarısının zorunluluğunu, yığınların, öncünün slogan ve hedeflerinin doğruluğuna, kendi tecrübeleri temelinde inandırılmalarını sağlamak amacıyla, öncünün yığınlarla en geniş bağlara sahip olmasının, faaliyeti ve pratik tutumuyla yığınlara güven vermesinin, bu amaçla daha kapsamlı, daha bilinçli ve daha atak bir aydınlatma, eğitme ve örgütleme çalışmasına girişmesinin zorunluluğunu da yeniden göstermiş oldu.
Yüz binlerin eyleminin bir diğer sonucu da -eylemde atılan sloganların içeriğinin de kanıtladığı gibi- “Alevi-Sünni”, “Türk-Kürt” ayrımına umut bağlayanların açmazda olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır. Diktatörlük ve burjuva egemen sınıflar, artık eskisi kadar kolayca değişik milliyet ve mezheplerden işçi ve emekçileri birbirine kırdıramayacaklardır. Burjuvazinin dini bir sömürü aracı olarak kullanması mezhep ve milliyet farklılığından sınıf egemenliğini sürdürme amacıyla yararlanması işçi ve emekçiler kendi gerçek sınıf çıkarlarının bilincine ulaştıkça daha da zorlaşacaktır. Kapitalist sömürü çarkının dişlileri arasına alman işçilerin, dini inanç farklılığı ve farklı milliyet kökeninden olma nedeniyle birbirlerini kırmalarının hiçbir nedeni olmadığını anlamalarının olanakları daha da genişlemektedir. İşçi sınıfı kendi çıkarlarının bilincine vardıkça, siyasal sınıf bilincine ulaşmış işçilerin sayısı arttıkça, burjuvazinin, dini, sınıf egemenliğinin aracı olarak kullandığı ve gerçek bir inanç özgürlüğü için burjuva sınıf egemenliğine son vermenin öncelikli bir görev olduğu görülüp-kavranacaktır. Burjuvazinin tüm oyalama, aldatma ve hedef saptırma çabalarına rağmen, kapitalizm, sınıf mücadelesini keskinleştirerek, işçi ve emekçilerin bu gerçeği görmesinin olanaklarını da genişletmektedir. Ancak, burjuvazi ve gericiliğin çok yönlü saldın ve aldatma, hedef saptırma taktiklerini bir bütünlük içinde görmek ve buna karşı gerçek proleter uyanıklılığıyla mücadele etmek bazı dönemlerde çok daha önem kazanmaktadır. Burjuvazi, devlet ve hükümetin son olaylardan çıkardığı sonuç ile işçi sınıfının, Kürt halkının ve tüm emekçilerin bu olay ve gelişmelerden çıkarmaları gereken sonuçların farklı olması gerektiği açıktır. Sermaye ve gericiliğin son olaylardan çıkardığı sonuç, “üst üste katlanarak biriken ülkenin iç ve dış sorunlarının yol açtığı açmazlardan “çıkış” için “milli mutabakat” sağlanması ve herkesin burjuva diktatörlüğü etrafında birleşmesi iken; tüm ezilen ve sömürülen emekçiler açısından bu sonuç, sermaye ve faşizme karşı birleşik, güçlü ve militan bir halk direnişinin yükseltilmesi zorunluluğunun kavranması olmak zorundadır.
Burjuva-gerici propagandanın ana temasını “herkesin aynı gemide bulunduğu, gemi batarsa herkesin batacağı” biçimindeki düşünce oluşturmaktadır. Katliamın ardından yürütülen “birlik” propagandası bu temele oturtulmaktadır. Sömürücü egemen sınıfların propagandasına bakılırsa; kapitalizm ve burjuva devlet işçi ile kapitalistin, tüm halk ile gericiliğin “ortak çıkarları”nı esas almakta ve bu nedenle “ortak çaba”yla korunması gerekmektedir. Kapitalizm, işçi sınıfının ve bütün halkın sömürülmesini esas alan, ücretli köleliğe dayalı özel mülkiyet sistemi olarak değil, burjuvazi, proletarya ve köylülüğün birlikte yaşatmak zorunda oldukları “ebedi” bir toplumsal sistem olarak sunulmaktadır. Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfı içindeki burjuva ajanlarının da yardımıyla, işçi sınıfının burjuvaziye karşı anti-kapitalist mücadelesini, tüm halkın faşizme, gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelesini saptırmak amacıyla bu propagandaya ihtiyaç duymakta, çok yönlü karşı-devrimci faaliyetinin ana unsuru olarak kullanmaktadır. Türkiye egemenlerinin, devlet ve hükümet yetkililerinin, Sivas katliamının ardından, katliama tepkilerin yönünü saptırmak amacıyla yoğunlaştırdığı “birlik” propagandasını ve katliama tepki gösteren alevi kesimi sahte bir “laik-şeriatçı” ikilemiyle yanına alma çabalarını doğru değerlendirmenin, faşizme ve gericiliğe karşı mücadelenin zaafa uğramaması açısından hayati bir önemi vardır.
Sivas katliamını doğru değerlendirmek, bu katliamı, emperyalist mali sermaye kuruluşlarının, burjuvazi ve gericiliğin, işçi sınıfına, Kürt halkına ve tüm emekçi halk yığınlarına yönelik saldırılarının bir unsuru olarak görmekle mümkündür. Burjuvazi ve diktatörlük, dini bağnazlığı bir araç olarak kullanarak bu katliamı gerçekleştirirken, kendi hesabına, bu katliamdan Kürdistan’daki mücadelenin bastırılması ve gelişen işçi eylemlerinin savuşturulması için yararlanmayı hesaplamaktaydı.
Sivas katliamı kazara ortaya çıkmış tekil bir olay değil, Kürt halkına, işçi sınıfına ve tüm emekçilere yönelik birleşik karşı-devrimci saldırının bir parçasıdır. Burjuvazi ve diktatörlük, Kürt ve Türk milliyetinden işçi ve emekçilerin sınıf birliği ve birleşik eylemini engellemek için kesintisiz bir faaliyet yürütmektedir. Genelkurmay Başkanı Güreş’in son açıklamalarını Çiller eliyle yürürlüğe konmaya çalışılan yeni ekonomik ve siyasal saldırıları, burjuva partilerin “milli mutabakat” çağrı ve çabalarını ve Sivas katliamını, nüfusun bir bölümüne, ya da sadece şu ya da bu milliyet kökenli emekçilere yönelik saldırılar olarak değerlendirmenin olanağı yoktur. Fatura tüm milliyetlerden ve tüm mezheplerden işçi ve emekçilere kesilmektedir. Genelkurmay, Kürdistan’da yeni ve daha kapsamlı bir imha harekâtını sürdürürken ve Güreş’in açıkça ifade ettiği gibi, “oralarda taş üstünde taş bırakılmaz”ken, bunun ekonomik ve politik faturası Türk ve Kürt emekçisine kesilmektedir. Çiller, Güreş’e “her tür olanağı sağlayacağız, yeter ki terörün kökünü kazıyın” derken, günlük harcaması 15 milyar lira olduğu belirtilen savaş giderlerinin yeni zam ve vergi yükleriyle artırılacağını haber vermektedir. “Kâbusa giren” egemen sınıflar, “kâbusu atlatmak” amacıyla yeni saldırılara yönelirken, Kürt halkının özgürlük istemini bir “dış kışkırtma” olarak göstermeyi, Sivas katliamını bizzat kendileri örgütleyip uygularken, “dış güçlerin bir oyunu” olarak sunmayı gerekli görmektedirler.
Burjuvazi ve diktatörlük, “dış güçler” demagojisini içteki yangını söndürmenin aracı olarak kullanmak istemektedir. Kontra provokasyonlarıyla işçi ve emekçilerin birliğini ve birleşik eylemini parçalayıp-engellemeye çalışan burjuvazi, aynı zamanda, Kürt halkına yönelik katliamlara karşı gelişebilecek tepkilerin önünü de kesmeyi amaçlamaktadır. Burjuvazi ve gericiliğin, Sivas katliamını bu amaçla kullanmaya çalıştığı ancak bunda başarılı olmadığı bilinmelidir. Sivas katliamı emperyalist mali sermayenin çıkarları doğrultusunda işçi sınıfına ve tüm halka karşı hazırlıkları hızla sürdürülen yeni saldırılardan bağımsız değildir. Çiller KİT’leri tasfiyede kararlı olduğunu belirtirken, Türk-İş yöneticilerinden yardım istemekte, işten atma, taşeronlaştırma, özelleştirme, sendikasızlaştırma, yeni zam ve vergileri yürürlüğe koyma, siyasal baskı ve yasakların sınırlarını genişletme vb. uygulamalara karşı herhangi bir tepkinin ortaya çıkmasını “ülkenin milli çıkarana aykırı gelişmeler olarak ilan etmekte, işçi ve emekçilerden, burjuvazi ve kapitalizm yararına fedakârlık istemektedir.
Burjuvazi ve gericiliğin içine düştüğü açmazı, “kâbuslu günleri”ni, ekonomik ve politik saldırıları yoğunlaştırma yoluyla aşmaya çalışmaktan başka bir yolu kalmamıştır. Kürt köylerini 500 librelik bombalarla bombalayan, yakıp-yıkan diktatörlük, şimdi şehir merkezlerini de imhaya hazırlanmaktadır. Burjuvazi ve hükümet kapitalist sömürü oranını artırmanın ve daha az işçiyle daha fazla artı-ürün elde etmenin yollarını aramaktadır. Çiller hükümeti bu hedefin gerçekleştirilmesini amaç edinmiştir. Çiller, uluslararası sermayenin çıkarlarının temsilcisi olarak, KİT’lerin tasfiyesini, yüz binlerce işçinin sokağa atılması pahasına gerçekleştirmeyi, işçilere örgütsüzlüğü, sosyal hak kısıntılarının sınırlarının genişletilmesini, düşük ücreti, açlık ve sefaleti dayatmayı, Kürt özgürlük mücadelesini, Kürdistan’ın kana boğulması pahasına bastırmayı, küçük üreticilerin tekeller yararına daha fazla sömürülmesini öncelikli görevleri olarak ilan etmiş bulunmaktadır.
Tüm gelişmeler, karşı-devrimin komple ve çok yönlü saldırılarına karşı, halk yığınlarının genel eylem ve direnişinin zorunluluğunu ortaya koyuyor. Bunu başarmak, devrim adına ileri yürümenin önemli koşullarından biridir. Koşullar Marksistlere ve tüm devrimcilere daha fazla özverili bir çalışma dayatıyor. Yüz binlerce işçi, emekçi ve gencin katılımıyla gerçekleşen son kitle eylemlerinin ortaya koyduğu sonuçlardan biri de, Marksistlerin ve çeşitli devrimci siyasal yoğunlukların sermaye ve faşizme karşı güç ve eylem birliğinin masa başı uzun tartışma ve “pazarlıklarla değil, kitle hareketinin devrimci sürükleyiciliğinin pratik etkisiyle gerçekleşmiş olmasıydı. Kendiliğindene özellikleri olmakla birlikte, bu somut durum faşizme ve sermayeye karşı yürütülen pratik siyasal mücadelenin gruplar arası güç ve eylem birliklerinin esas zeminini teşkil ettiğini de gösterdi. On binlerce işçi ve emekçinin devrimci komünist partinin sloganlarını coşkuyla haykırmasından devrimci sonuçlar çıkarmanın her kesim açısından gerekli olduğu açıktır. Bu eylemler birkaç on kişilik, ya da yüz-iki yüz kişilik grupların ayrı ayrı varlıklarının anlamsızlığını, onların kendi grup yapılarını koruma çabalarının haksızlığını ve Marksizm’e bağlılıkta kararlı olan tüm unsurların, grup yapılarının küçük burjuva barikatlarına takılmaksızın devrimci komünist partinin saflarında birleşmelerinin zorunluluğunu belirgin bir tarzda ve bir kez daha ortaya koymaktadır. Devrimci enerji ve güç birikiminin bir tek proleter kanalda akmasının, yığın eyleminin gelişmesi açısından taşıdığı önem ve aciliyet sorumluluk sahibi herkesi düşündürmelidir.
Şimdi gerekli olan her konuda netleşme, yaşam tarzının devrimcileştirilmesi, devrimci militanlığın geliştirilmesi, yığınlar içinde daha kapsamlı çalışma, parti şiar ve sloganlarının işçi ve emekçileri daha fazla sarması için daha enerjik bir faaliyet ve tüm olay ve gelişmeleri iktidar mücadelesine bağlı olarak ele alma bilinç ve becerisiyle daha ileri mevzilere yürümedir. Başarmak için başka bir yol yoktur.

Ağustos 1993

Din ve Politika İslamiyet Ve Siyaset

Sivas olaylarından sonra, İslamiyetçin birçok özelliği yeniden konuşulmaya başlandı. Tartışmaların büyük bir bölümü, “din ve hoşgörü”, “laiklik ve düşünce özgürlüğü” gibi, bir bütün olarak bugünkü İslami hareketin temel yönelimlerini ve içeriğini açıklamaktan uzak kavramlar etrafında döndü.
Tartışmanın ekseninin bu biçimde seçilmesi, İslami hareketin bugünkü karakterinin tümüyle siyasi olduğunun görülmemesinin ya da bunun özellikle gizlenmek istenmesinin sonucuydu. Böylece, yakılan otuz yedi insanın, bilinçsiz kitlelerin inanç uyuşmazlığının, ya da inançlarına saldırılmış insanların tepkisinin kurbanı olduğu görüntüsü hâkim hale geldi.
Diğer yandan, mevcutlarıyla baş edemezken, yeni çatışma odaklarının ortaya çıkacağı korkusuyla paniğe kapılan devlet ve basın, olayların “Alevi- Sünni çatışması” olmadığının propagandasına özel bir önem verdi. Ama bunun karşısına, olayların nedeni olarak, “Aziz Nesin tahrikçiliği” öne çıkarıldı. Halka “tahriklere kapılmamaları” için art arda yapılan çağrılar, “suçluların yalnızca devlet tarafından cezalandırabileceği” biçiminde yapılan ve bugün hâlâ Başbakanın konuşmalarında ağırlıklı bir yer tutan sözler, tahrikçi durumunda bulunan ve eğer cezalandırılacaksa devlet tarafından cezalandırılacak olan tarafın Aziz Nesin ve yakılan insanlar olduğu fikrini yerleştirmeye yönelikti. Gerek genç ihtiyar otuz yedi savunmasız insanı vahşice katleden ideolojik ve siyasi yapıyı yakından tanıyabilmek için, gerekse, ikiyüzlüce, hem halka ve ilerici, devrimci-demokrat harekete yönelmiş her türden katliamcılığı uygulayıp destekleyen ve yedekte tutan, hem de sözde suçlu avına çıkan devlet politikasının deşifre edilebilmesi için, olayın üzerinde yükseldiği tümüyle siyasi zeminin yakından görülmesi gerekiyor.

İSLAMİYETİN KAYNAĞINDA SİYASET
Genel olarak bütün dinler, bir yandan maddi dünyanın bütün gerçek ilişkilerini tersine çevirerek yansıtırlarken, kendi varoluşlarına ilişkin gerçekleri de, aynı şekilde tersine çevrilmiş bir biçimde tarih haline getirirler. Hayatın kaynağını, evrenin ve dünyanın varoluşunu maddenin dışında bir güce bağlayan sistemli dinsel ideoloji, iktidarın ve toplumsal ilişkilerin varlık sebebini ve amacını da bu dünyanın ilişkilerinin dışında, insanın kendi amaçlarının ötesinde bir yere ait gösterir. Devlet gücü ve siyasi iktidarın Allah’a ait olduğunu, yöneten ve yönetilen ayrışmasının da tanrısal düzenin bir gereği olduğunu söyleyerek, yönetenlerle yönetilenlerin toplumsal yerinin değiştirilemeyeceğinin ileri sürülmesi, bütün gerçek ilişkilerin tepetaklak edilmesinin en tipik ve pratik bakımdan da en önemli örneklerindendir. Egemen sınıf elinde bu hali alan dinsel dogmalar, henüz bir muhalefet içeriği taşıdığı zamanlarda da, iktidarın kaynağını ve amacını, gökyüzüne bağlamaktan geri durmamıştır. Halk muhalefetinin bayrağı olduğu dönemlerde bile din, egemen sınıflara karşı, halkın elindeki kılıcın Allah’ın kılıcı olduğu tehdidini savurmuştur.
Hıristiyanlık, yerleşik Yahudi ruhban sınıfı ile Romalı sömürgecilerin iktidarına karşı, Filistinli halk sınıflarının siyasi partisi olarak ortaya çıkmıştı. Ne var ki, halkın büyük bir bölümünü din aracılığıyla kontrol altında tutan Yahudi din sınıfına karşı, Yahya, İsa ve arkadaşlarının da bu dini (Yahudiliği) kendi sınıfsal çıkarlarına göre yorumlayıp onun ekseninde örgütlenmekten başka bir yollan yoktu. Roma sömürge yönetiminin egemen olduğu bütün Ortadoğu dünyasında, muhalefetin ve direnişin başlıca örgütleyicisi ve seferber edici kuru mu olarak, Hıristiyanlık, İsa’nın öldürülmesinden sonra da değişen dönemlerde> değişik siyasetlerin temeli ya da uygulama aracı olarak doğrudan doğruya bu dünyanın ilişkilerinin bir düzenleyicisi olmaya devam etti. Kaynağında olduğu gibi, gelişmesinde de, “öteki dünyanın işleri”, Hıristiyanlığın sadece görünüşü olarak kalmıştır. Bütün Hıristiyanlık kurumlarının esas ilgi alanı, bu dünyanın işleri olmuştur, bugün de öyledir.
İslamiyet de, siyasi ihtiyaçların ve hedeflerin bir ürünü olarak ortaya çıktı.
Muhammed’in temsil ettiği toplumsal güçlerin gerçekleştirdiği sosyal ve siyasal değişikliklerin başlıcaları, kabile bağlarının parçalanması ve özel mülkiyete dayanan bir devlet yönetiminin gerçekleştirilmesi olarak başlıca ana başlık altında toplanabilir. (Bkz. Faik Bulut, “Allah Devletinde Demokrasi”, sf. 17)
Bu başlangıç noktasında çok net olarak tespit edilebilecek özellik, İslamiyet’in bir “devlet düzeni” yaratmak üzere formüle edilmiş olduğudur. “Devlet düzeni” doğrultusundaki gelişmeler, Arap yarımadasında,
kabileler arasında bir federasyonun oluşması ve süreç içinde de, federasyona mensup kabileler arasında bir hiyerarşinin doğmasıyla netleşmiş, hiyerarşi çatışmalarının doğurduğu genel toplumsal sorunların zorunlulukla merkezi bir örgütlenme gereğini ortaya çıkarmasıyla da, bu düzenin siyasi ve iktisadi kurallarının formüle edilmesi gereğinden kaynaklanmıştır. Böylece İslamiyet, yeni siyasi düzenin kuralları biçiminde gelişmiştir. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Maxim Rodinson, “Muhammed’in İzinde, İslam Külliyeti Yayınları, 1973- Aktaran, Faik Bulut, age. s.27-32.)
Bu siyasi faaliyet içinde de, Muhammed, geniş halk yığınlarının gücünü kendi etrafına toparlayabilmek için, onların bozulan sınıfsal dengeler karşısındaki durumunu değerlendirmiş, açık ve kaba sömürüye karşı cephe almış, köleciliği meşru görmesine rağmen, kölelere uygulanan zulmü kınamıştır. Gene, yağmacılıktan, çapulculuktan ve kaba sömürüden şikayetçi olan küçük tüccar zümrelerini, düzenli ve hukuka dayanan bir sömürü sistemi içinde güvenle ticaret yapabilecekleri bir ortam vaat ederek yanına çekmiştir. Bütün bunlar, aynı zamanda, daha geri bir toplumsal sistemi temsil eden sınıfların kültür ve ideolojilerine, hukuk sistemlerine karşı mücadeleyi de gerektiriyordu. Bütün bunların toplamı, İslamiyet’e ilk çıkış ve yerleşme dönemlerinde, tarihsel bir ilericilik ve yenilenme misyonu kazandırmıştır. Kuşkusuz, bu İslamiyet’in özünden gelen bir şey olarak tanımlanamaz. Çünkü bu ifade biçimi, onu, toplumsal ve tarihsel ilişkilerin dışında, “gökten gelen bir şey” olarak kabul etmeye benzer. Eğer onun kaynağını, gerçek toplumsal ilişkiler, insanlar ve sınıflar arasındaki ilişkiler olarak kabul ediyorsak; özünü de, bu ilişkilerde aramak ve bunun dinin değil, sınıflar arasındaki ilişkinin özü olduğunu ifade etmek durumundayız. Dolayısıyla, örneğin Cahiliyye’nin karanlığına karşı “İslamiyet’in aydınlığı” denilen şeyin, kabile egemenlerine karşı o dönemdeki halk sınıflarının tutumu olduğunu belirtmeliyiz.
Muhammed ve dört halife dönemini, “Asr-ı Saadet” (Mutluluk çağı) kavramıyla tanımlayan İslami çevrelerin ve onların dümen suyunda giden bazı “solcu” aydınların iddiasına göre, dönemin siyasi ilişkileri, “doğrudan demokrasi ve sivil toplum” ilişkilerine denk düşmekteydi.
Ancak, tarihsel gerçekler, bu “demokrasinin” nasıl bir demokrasi olduğunu açıkça göstermektedir. Muhammed’in rejimi, gerçekte, baskıya ve kaba güç kullanımına dayanıyordu. Muhammed’in, kendisini eleştiren Yahudi bir şairi öldürtmesi; Hz. Ömer’in, bir mecliste gene Muhammed’i eleştiren bir Müslüman’ı yumruklayarak kovalaması, Hz. Osman’la Ömer arasındaki anlaşmazlığın, Osman’ın Habeşistan’a göçmesine yol açması, Osman zamanında da Ali taraftarlarının baskıya ve saldırıya konu olmaları, “Asr-ı Saadet”in “demokratik” nitelikleri hakkında fikir veren örneklerdir.
İslamiyet’in gerek yönetenlerin kendi aralarındaki ilişkileri, gerekse yönetilenlerle yönetenler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir “şeriat” olarak tarihsel bir işlev taşıması, onun bir inanç, bir din olarak değil, bir siyasal sistem, bir toplumsal düzenleyici olarak tartışılmasını öne çıkarır. Bu da, İslamiyet’i saf bir inanç, yalnızca kişiye özgü, vicdani bir durum olarak anlamaya ve göstermeye çalışan iddiaların içi boşluğunu göstermeye yetmektedir.

OSMANLI’DA VE GÜNÜMÜZDE İSLAMİYET VE SİYASET
Kuruluşundan günümüze kadar İslamiyet, her dönemde, siyasi iktidar kavgasının bir aracı, siyasi örgütlenmenin bir biçimi olagelmiştir. Türkiye ile sınırlayarak söyleyecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı karşısında gerileyişinin ve sömürge alanlarını git gide emperyalistleşmeye başlamış olan Batılı devletlere kaptırması karşısında, İslamiyet’i bir dünya politikasının aracı olarak kullanmanın ilk biçimi “Pan-İslamizm” olmuştur. “Panislamizm” (ittihadı İslam, İslam birliği) fikrinin bilinçli bir devlet politikası haline gelmesi, II. Abdülhamit çağına rastlar. Abdülhamit’in, bir padişah olarak değil, bir halife olarak misyon yüklendiğini ilan ederek yürüttüğü politikanın başlıca hedefini, Ortadoğu ve Afrika’daki sömürgelerin elde tutulması oluşturuyordu. Dönemin modern bir emperyalizme doğru yükselen sömürgeci gücü durumunda olan İngiltere ve özellikle de Fransa’ya karşı Alman yardımıyla tutunmaya çalışan Abdülhamit, söz konusu coğrafya üzerinde, İslamiyet’in de güçlü bir araç olarak kullanılması için elverişli ortam bulunduğunu düşünüyordu. Hicaz Demiryolu projesi, Arap vilayetlerinin birinci sınıf vilayet haline getirilmesi, içeride din eğitimine ağırlık verilmesi de bu genel siyasetin bir parçasıydı. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nu hilafet unsurunu öne çıkararak ve Müslüman unsurlara dayanarak ayakta tutma siyaseti, gelişen ve tekelci aşamasına gelmiş kapitalist sömürgeciliğin teknik ve ideolojik gücü, politik ve Osmanlı imparatorluğu’nun işletme yeteneğinden uzak bir biçimde elinde tuttuğu sömürgeleri paylaşmak üzere başlıca emperyalistler arasında gelişen diplomatik ittifakları karşısında tutunamadı. Osmanlı, Afrika ve Ortadoğu’daki (Mısır ve Suriye) sömürgelerini İngilizlere ve Fransızlara kaptırdı. Bu hem Abdülhamit’in, hem de “Panislamizm” siyasetinin de sonu oldu. Abdülhamit’i deviren İttihat ve Terakki Fırkası, daha sonra Kemalizm biçiminde ortaya çıkacak olan ideolojinin temellerini, Abdülhamit politikalarına karşı mücadele içinde geliştirdiler. Bu örnek de gösteriyor ki, dinsel temaların politika aracı olarak kullanılmasında olduğu gibi, buna karşı mücadele de, tamamen siyasi içeriklidir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı monarşisinin kalıntılarına karşı sürdürülen siyasi mücadele, dinsel örgütlenme ve din eksenli politikalara karşı mücadeleyi de öne çıkarmıştır. Şeyhülislamlık ve Hilafet makamlarının ilga edilmesi, Cumhuriyete karşı mücadele eden ve Osmanlı imparatorluğu’nun yeniden ihyası politikasını güden güçlerin esas olarak dinsel eksenli örgütlerde toplanmalarına yol açtı. Kemalist diktatörlük, bu örgütlenmeleri idam cezalarıyla ve şiddetle bastırdı.
Genel olarak emperyalist sömürgeciliğin, özel olarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin konjonktürel çıkarları, Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde, İslami harekete karşı şiddeti ve dışlamayı gerektiriyordu. Özellikle Kemalist Türkiye Cumhuriyeti ile sıkı ilişkiler içinde olan Büyük Britanya imparatorluğu’nun Asya’daki çıkarları, Milli Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkmış Türkiye’nin “Ezilen Müslüman ulusların önderi” gibi görünmesine bir son verilmesini gerektiriyordu. Özellikle Hindistan’daki egemenliğini büyük ölçüde Hindu-Müslüman çatışması üzerine kurmuş bulunan Britanya (İngiltere), anti-sömürgeci mücadelede İslamiyet’in bir politik hareket olarak içerik kazanmasına karşı tedbirler geliştiriyordu. (Bu, aynı zamanda, sömürgeciliğe karşı savaşan Asya halklarının Bolşeviklere yakınlaşmasına karşı da bir barikat kurma mücadelesiydi.) Dolayısıyla, İslamiyet’in birleştirici bir siyasi merkezden yoksun kılınması (hilafetin ilgası) ve politik aktivitenin dışında tutulması, Türkiye’de resmi tutum haline gelirken, Dünya’da da İngiltere’nin özel politik tercihi olarak gelişti. Bu noktada, önemli olan şudur: İngiliz emperyalizminin, ya da Kemalist diktatörlüğün İslami hareketlere karşı tutumu, İslamiyet’in ilericiliğinden, İslamiyet’in anti-sömürgeci bir karakter taşıyor olmasından dolayı değildir. Burada, anti-sömürgeci, ilerici, anti-Kemalist vs. olan İslamiyet değil, bütün bu akım ve uygulamalardan açıkça zarar gören, acı çeken sömürgelerde veya diktatörlük altında yaşayan, halk yığınlarıdır. İslamiyet, bir başka politikanın onlara ulaşamadığı yer ve zamanlarda, bu yığınların politik ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, özünü onların muhalefetinden, onların taleplerinden alan bir kimlikle ortaya çıkar. Harekete anti-sömürgeci bir karakter veren, Kemalist diktatörlüğe karşı mücadeleyi doğuran, İslam dini değildir; aksine, dine bu özelliği yakıştıran, doğrudan doğruya isyancı halk kitleleridir. Kaldı ki, İslam bayrağı altında sömürgeciliğe karşı savaşan halklar, bir süre bu sahte özgürlük bayrağının kendilerini bir başka teslimiyetin altına soktuğunu görmüşlerdir. Çünkü din, İslamiyet ya da Hıristiyanlık, er ya da geç, dünya kapitalizminin bir unsuru olarak etkisini göstermekte, sömürüye dayanan toplumların bir ideolojisi olarak nereye götürecekse halkları, oraya götürmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki gelişmeler, İslamiyet’le emperyalizm arasındaki ilişkilerde yeni bir içeriğin doğmasına sebep oldu.
Başında Stalin’in bulunduğu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, dünya proletaryasının olduğu kadar, bütün ezilen dünya halklarının umudu haline gelmiş, sosyalizm dünyanın bütün insani değerlerinin en gelişmiş biçimi olarak yüksek bir itibar kazanmıştı. Devrim ve sosyalizm için çok olumlu bir ortamın bulunduğu koşullarda, ABD’nin başını çektiği emperyalizm, özellikle SSCB’yi coğrafi ve siyasi olarak kuşatmak, onu askeri bakımdan tehdit altında tutabilmek için, gerek SSCB içinde yer alan Müslüman halklar arasında, gerekse komşu Müslüman ülkelerde, dinsel gericiliğin egemenliği için büyük maddi olanaklar açtı ve bütün siyasi faaliyetini, gizli ve açık savaş tekniklerini, bu halkların SSCB’ye karşı örgütlenebilmesi için kullanmaya başladı. Pakistan’dan başlayıp Norveç’e kadar uzanan bir çevreleme projesinin, Müslüman ülkeleri kapsayan bölümüne “Yeşil Kuşak” adı verildi. Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye, ABD’nin SSCB’ye karşı politikalarında, kendilerine komşu olan ülkelerle birlikte stratejik bir konuma yerleştirildi. Bu ülkelerde, komünizme karşı Müslümanlık, başlıca ideolojik silah olarak desteklenirken, İslami harekete kendi içinde özel bir siyasi kimlik kazandırılmaya çalışıldı. Bu politika, 60’lı yıllarda, Arap ülkelerinde gelişmekte olan “Arap sosyalizmi”, “yeşil komünizm” gibi akımlara ve özellikle de, SSCB yanlısı askeri darbe ihtimallerine karşı bir örgütlenmeyi de birlikte geliştirdi. Genel kuşatma programının Arap ülkelerine ilişkin bölümü, öteden beri Amerikan petrol şirketlerinin kontrolü altında bulunan Suudi Arabistan ve Körfez şeyhlikleri aracılığıyla geliştirilen özel bir planın konusu oldu. Suudi Arabistan; Asya ve Afrika’daki bütün İslam ülkelerinde anti-komünist “İslam” örgütlerinin kurulması, İslamiyet’in bir barikat olarak geliştirilmesi için finans kaynağı olarak örgütlendiler. Türkiye’de, her il ve ilçede İmam Hatip okullarının, her mahallede bir Kur’an kursunun açılması, her mahallede bir cami yaptırılması için kampanyalar açılması, bu dönemin ürünü olmuştur. Amerikan emperyalizminin ve Türk egemen sınıflarının bu alana akıttıkları para, on yıllar boyunca kendilerine iktidarlarının geniş tabanı olarak dönmüştür.
İran İslam Devrimi, İslamiyet’le emperyalizm arasındaki ilişkilerde yeni bir dönem açmıştır. Amerikan emperyalizminin bölgede İran’a yüklediği misyon, Şah rejimi aracılığıyla yerine getiriliyordu: Şah, olabildiği kadarıyla Kemalizm’i örnek alan bir laisizm ve batılılaşma programı çerçevesinde, emperyalizmin “uygar” ajanlarından birisiydi. Diğer Asyalı şeyhler, şahlar, padişahlar gibi yarı aşiret reisi, yarı devlet başı yerine, Avrupalı krallar gibi görünmeye çalışıyor, karıları da kraliçeler gibi giyiniyor, onlara özeniyordu. Elinde çok güçlü bir ordu tutan ve petrol gelirleriyle beslenen Şah’ın, komünizme ve milli bağımsızlık mücadelelerine karşı savaşması için, kara sakallı bir molla gibi giyinmesi, dinsel propagandaya sırt vermesi gerekmiyordu. Aksine, modern ve batılı gibi görünmesi, Ortadoğu ve Avrupa ilişkileri bakımından da özel bir etki sağlıyordu. Şah’ın büyük bir halk hareketiyle yıkılması,- onun üzerindeki bütün simgelerin de yıkılması sonucunu verdi. Şah’ın, Avrupa kumarhanelerinde ve sefahat merkezlerinde itibar sahibi olarak dolaşmasına kolaylık sağlayan ve kendi halkına karşı suç işlerken arkasına gizlendiği bütün Batılı değerler, halk muhalefetine sahip çıkan ve ona önderlik eden mollaların darbesiyle yıkıldı.
Amerika ve diğer emperyalistler bakımından, “İslami devrim”, İslamiyet ve emperyalizm arasında kurulmuş ittifakın çok sağlam olmadığını, dinin, emperyalizme karşı bazen bir “sapma” haline gelebileceğini gösterdi. Ancak bunun koşulu, dinin egemen sınıf politikalarının bir aracı olarak işlevini korumasıydı. Din, kendi başına ne emperyalizmin aleti olabilirdi, ne de halkın isyan bayrağı. Her iki durumda da, bunu gerçekleştirecek bir sınıfın bulunması, o sınıfın politikalarının dine işbirlikçi ya da devrimci bir işlev yükleyebilecek derecede etkili olması gerekliydi. Dolayısıyla, İran’da Amerika’nın yenilgisini İslamiyet hazırlamamıştı: Aksine, İslamiyet’in zaferi gibi görünen şey, Amerikan emperyalizminin yıllar boyunca desteklediği işkencenin ve sömürünün timsali Şah’a karşı ayağa kalkmış halkların gücüydü. İsyancı halk kitleleri, dinle ayağa kalkmış değillerdi, fakat dinle yola getirildiler. Onları dinle ayağa kaldıracağını sananlar, köleliklerinin devamı için, kendi elleriyle boyunlarına zincir geçirirler. Humeyni’nin eliyle İslamiyet, devrimci politikanın egemen kılınamadığı bir ortamda, halkın ideolojik ve siyasi ihtiyaçlarını karşılayabileceği bir bütünlük sundu. Daha sonraki süreçlerde ise, İslamiyet, halk düşmanı ve gerici Humeyni rejiminin baskı politikalarının omurgası haline getirildi.
Şu anda, İran’da rejime karşı bir devrim, dine karşı devrim mi olacaktır veya Türkiye’de ya da bir başka ülkede, devrimci mücadele dine karşı mücadele mi olacaktır?

İSLAMİ GERİCİLİĞE KARŞI MÜCADELE, DİNE KARŞI MÜCADELE DEĞİLDİR

Yukarıdaki sorunun cevabı, net olarak “hayır”dır.
Hiç kuşkusuz, komünizm, dinsel ideolojiyle asla bağdaşmaz ve dine karşı felsefi materyalist- ideolojik mücadele aralıksız sürdürülecektir. Fakat bu ideolojik mücadele, bir egemen sınıf politikası olarak örgütlenmiş dinsel gericiliğe karşı siyasi mücadelenin bir parçası olmadığı sürece, basit bir düşünce gösterisinden, anarşistçe din düşmanlığından öteye geçemeyecektir. Fakat bu, bir politika olan dinsel gericiliğe karşı mücadeleyle aynı şey değildir. Ve çoğu zaman ikisinin karıştırılması, bir egemen sınıf politikası olan dinsel gericiliğe karşı mücadelenin “dine karşı” anarşist mücadele biçiminde anlaşılması, sınıf mücadelesine zarar verecek provokatif boyutlar kazanabilir.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele, bir sınıf mücadelesidir. Dinsel gericilik, daima bir egemen sınıf politikası olarak örgütlenir ve halkların devrimci geleceğine karşı baskının sürmesinin aracı olarak rol oynar. Bu bakımdan, dinsel gericiliğe karşı mücadelenin özü, dinsel gericiliğin sınıfsal kaynağına karşı mücadeledir.
Dinsel gericiliğe karşı mücadele, bir politika sorunudur. Din, bir politika olarak örgütlendiği, bir politikanın aracı olarak hareket ettiği sürece, bu mücadele, bir politikaya karşı başka bir politikanın mücadelesi olacaktır.
Sivas olayları, bu ve diğer dinsel eylem sonucu meydana gelen katliamları dinsel inancın bir sonucu olarak algılayanlar için uyarıcı olmalıydı.
Ankara’da, Sivas kurbanları için düzenlenen büyük kitlesel cenaze töreninde yürüyüş kolu Genelkurmay Başkanlığı’nın önünden geçerken “Atatürk’ün askeri yobazları kesecek” diye slogan attıran “sosyal demokrat” gericilik, Kemalist siyaset eliyle sallanan kılıcın, “yobaz”la birlikte işçi ve halk kellesi uçuracağını da bilmelidir.
Özellikle, siyasi bilinçten yoksun alevi kitlesi bakımından, “yobaz”, Sünni mezhebinden herkesi kapsayan bir kavramdır. Tıpkı bir kısım “ilerici”, “sosyal demokrat” ve “Atatürkçü” gibi, onlar da, gericiliği ve yobazlığı, egemen sınıfların politikasından ayrı bir inanç sorunu olarak düşünmektedirler. İlericilik ve gericilik, çağımızda artık yalnızca emek sermaye çelişkisi ekseninde tanımlanabilir. Dinsel inançlar karşısındaki tutum, ilericiliğin ölçüsü olamaz. “Yobazlığa” karşı Genelkurmay Başkanlığını yardıma çağıran bir siyasi tutum, gerçekten ve nesnel olarak “yobaz”dan daha gericidir. Bir politikaya karşı, ancak o politikanın sahibi olan sınıfa karşıt bir sınıfın politikasıyla savaşılabilir. Dinsel gericilik, mülk sahibi sınıfların politikalarının bir unsurudur; bu bakımdan, Genelkurmayla dinsel gericilik arasında, organik bir bütünlük vardır ve dinsel gericiliğe karşı mücadele, ancak mülksüzlerin mücadelesi içinde, burjuvazinin tüm kurumlarına karşı mücadele içinde, gerçek bir mücadele olabilir.
Burjuvazinin genel olarak her türden ilerici hamle için barutunu tükettiği bir çağda, dinsel gericiliğe karşı burjuva ilericiliğin ilk zamanlarına ait argümanlar ve sloganlarla savaşılamaz. Bugün tüm gericiliğe karşı savaş, yalnızca ve yalnızca proletaryanın komünist örgüt ve ideolojisi ile gerçekleşebilir.

Ağustos 1993

Geçmişten bugüne türkiye sol hareketi 27 mayıs’ın niteliği ve etkisi

YÖN”cülük ya da “Sol Kemalizm”, günümüzün siyasi ve ideolojik yapılanmaları açısından bakıldığında, geçmişte kalmış, eleştirilmiş ve aşılmış akımlar gibi kabul edilirler. Oysa bu akımların en güçlü oldukları yıllardaki görüşlerinin ve içeriği bugün de değişmeyen kimi sorunlar karşısındaki çözüm önerilerinin, özellikle kent küçük burjuvazisinin önemli bir kesimini ve aydınları hâlâ büyük ölçüde etkilediği görülmektedir. Bu etkinin, özellikle, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı, siyasal ilişkiler, “ilericilik”, “gericilik”, devlet, vb. kavramlar bakımından yarattığı bulanıklık sürmekte, bu da sosyalist eleştiriye, belirleyici bir önem ve gereklilik yüklemektedir.
Günümüzde, burjuvazinin, küçük-burjuvazi de içinde olmak üzere, değişik kesimleri, kapitalizmin bunalımlı gelişme özelliklerine paralel olarak, yaklaşık otuz yıl önceki problemleri yeniden çözmeye kalkışıyor ve bundan otuz yıl önceki çözüm tartışmalarını yeniden gündeme getiriyor. Örneğin, devletçilik ve özelleştirme kavranılan etrafında sürdürülen tartışmanın, genel olarak burjuvazinin kendi içindeki bir tartışma olarak taşıdığı ağırlık bugün değişmiş, işçi sınıfı tartışmanın taraflarından biri haline gelmiştir; ama bazı sol siyasi akımlarda, konuya ilişkin olarak hâlâ eski “devletçi” argümanların kullanıldığına rastlanabilmektedir.
Yalnızca bu kadar somut tartışma konularında değil, daha genel siyasi sorunlarda da, 60’lı yılların “solculuğunun” ve “ilericiliğinin” ana temalarının geçerli dayanaklar olarak kendilerini koruduğu söylenebilir. Gene, güncel bir tartışma olan laiklik, cumhuriyetçilik gibi konularda ve sloganlarda, Kemalist “ilericiliğin” rolü ve etkisi, hâlâ belirleyicidir. 60’lı yıllarda, Türkiye’deki tüm siyasi ve ideolojik tartışmaları belirleyen ve diğer görüşleri etkileyen, her tartışmanın eninde sonunda gelip dayandığı son nokta olma özelliği gösteren bu görüşler, gücünü, büyük ölçüde, Türkiye’de burjuva-kapitalist ilişkilerin kendine özgü gelişme koşullarından, bu ilişkilerin zorunlu parçası olan çelişkilerin canlılığından ve yakıcılığından alıyor ve önemli ölçüde de, bu çelişkilerin sert biçimde etkilediği burjuvazinin ihtiyaçlarını, siyasi ve ekonomik taleplerini dile getiriyordu.
Bu yazımızda, söz konusu siyasi ve ideolojik yapının günümüzdeki etkilerini görebilmek ve başlıca bir sorun olmaya devam eden burjuva ve küçük burjuva ideolojik ve siyasi akımlara karşı mücadeleyi derinleştirebilmek için, akımın köklerini, gelişmesini ve aldığı biçimleri inceleyeceğiz.
Yazımızın bu bölümünde 27 Mayıs askeri darbesini ve bu olayın Türkiye’deki sol ve “sosyalist” düşüncelerin gelişmesi üzerindeki etkisini inceleyeceğiz. Gelecek sayımızda yayınlanacak ikinci bölümde ise, kaynağını 27 Mayıs sonrasındaki değişmelerden alan ve kendi meşru zeminini 27 Mayıs askeri darbesinin hazırladığı Anayasa’da bulan siyasi hareketleri ve teorileri ele alacağız.

BAYAR-MENDERES REJİMİ VE SONU
1950 Mayıs ayında yapılan genel seçimlerde, CHP’nin Cumhuriyetin kuruluşundan beri sürüp gelen yirmi yedi yıllık tek parti yönetimine son vererek iktidara gelen Demokrat Parti, İsmet Paşa döneminin faşist uygulamalarına karşı derin bir öfke duyan halk yığınlarının desteğine sahipti. İşçi-köylü yığınlarına geniş demokratik özgürlükler vadeden, böylece, bir kısım solcu aydının da desteğini kazanan DP, iktidara geçtikten sonra, Amerika’nın savaş sonrası politikalarının ülke çapında ve bölgedeki uygulayıcısı haline geldi. İşçilere ve emekçilere vaat edilen hiç bir reformu gerçekleştirmedi. Ülkenin siyasi ve ekonomik bakımdan özellikle ABD’ye olan bağımlılığı arttı. Dış politikada, soğuk savaş stratejileri geçerli hale geldi ve SSCB’ye, Sosyalist Blok’a ve Halk Cumhuriyetlerine karşı tam bir düşmanlık politikası izlendi Bağımsızlık savaşı veren Kore halkına karşı emperyalist orduların safında savaşıldı. DP dönemi, faşist diktatörlüğün bilinen uygulamaları bakımından kendisinden önceki hiç bir dönemi aratmadı.
Ancak, DP’nin bütün bu siyasi uygulamaları, aynı zamanda parlak bir “kalkınma hamlesi” gösterisi eşliğinde sürdürülüyordu. Yığınların muhalefeti, bir yandan bu tantanayla saptırılırken, diğer yandan da ismet Paşa faşizminin hâlâ süren korkusuyla örtülüyordu. Halk, DP ile CHP faşizmleri arasında sıkışmıştı.
Bununla birlikte, 50’li yılların ortalarından itibaren, DP iktidarının kitle temeli zayıflarken,   CHP, yeniden güç kazanmaya başladı.
DP döneminde, Türkiye kapitalizminin ikinci Dünya Savaşından sonra bütün dünyada gözlenen genel kapitalist gelişmeni! de etkisiyle yeni bir aşamaya geldiği söylenebilir. Özellikle, ABD’nin Sovyet etkisini sınırlamak ve SSCB’ye komşu ülkelerde oluşan bir, anti-komünist “Yeşil Kuşak” oluşturma çabalarının sonucu olarak, Türkiye’ye yoğun bir kredi ve sermaye akışı gerçekleşmiş, ABD emperyalizminin ülkedeki sermaye yatırım payı olağanüstü artmıştır. Emperyalist sermayeye bağlanma ve ağır borç yüküyle ilerleyen sermaye yatırımlarının hızlanmasına paralel olarak, burjuvazinin tekelci yapısı da güçlenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, burjuvazinin tekelci tarzda gelişmesi için seferber edilen devlet kaynakları, bu dönemde daha fazla imkâna sahip olmuş ve bu imkânlar daha yaygın olarak kullanılmıştır.
Türkiye kapitalizmi, esas olarak, ihraç edilmiş emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi temelinde gelişmekte olduğundan, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki klasik türden krizleri, ancak bağlı olduğu emperyalist ülkelerin krizine paralel olarak yaşar. Kendi iç krizi ise, sermaye birikiminin fazlalığı, ya da üretim fazlalığı gibi nedenlerden doğmaz. Kriz, kısmen bu klasik nedenlere dayanmakla beraber, esas olarak, sermaye hacminin genişletilmesinin bir yolu olarak bütün devlet tarihi boyunca benimsenmiş bulunan ve DP zamanında resmi politika haline getirilen enflasyonist yöntemlerden kaynaklanır. DP yönetimi boyunca,      ABD uzmanlarının önerileriyle, devletin elindeki sermayenin karşılayamayacağı ölçüde geniş yatırımlara girişilmiş, ancak bunun karşılığında beklenen verim sağlanamamış, bunun sonucu olarak da paranın değerinin düşürülmesi ve enflasyon, başlıca “kaynak” haline gelmiştir. Emperyalist sermaye ihracına güvenerek çizilen “kalkınma planları”, emperyalist sermayenin getirdiğinden çoğunu götürmesi sonucu tümüyle iflas etmiştir.
Soğuk savaş yıllarının bir diğer yıkıcı etkisi, emperyalistlerle ilişkilerin, Türkiye’yi, karşılayamayacağı ölçüde geniş askeri harcamalara girmeye zorlamasından doğmuştur. ABD, “Sovyet tehlikesine karşı” Türkiye’ye görünürde geniş bir askeri yardım programı uyguluyordu. Oysa aslında, ABD yardımı olarak orduya verilen harp silah ve vasıtalarının hemen hemen tamamı, İkinci Dünya Savaşı boyunca hurdaya çıkmış olanlardan seçiliyordu. Türkiye, “yardım ve hibe” olarak aldığı araçların yedek parçaları ve tamirat masrafları olarak, ABD’ye son derece yüklü bir fatura ödemek zorunda kalıyordu. Bir yandan, ABD’nin zorlamasıyla hayali SSCB tehlikesine karşı büyük bir nüfusu, uzun süre silâhaltında tutuyordu, diğer yandan da ordunun masrafları için ABD’ye yüksek kârlar kazandırıyordu.
Emperyalist sermayenin bu çok yönlü sömürüsü, DP iktidarının ilk yıllarında halk yığınlarında uyandırılan “refah ve zenginlik” umudunun tümüyle sönmesi sonucunu doğurmuş, halk muhalefetinin yoğunlaşmasına sebep olmuştu. Bu fırsattan yararlanan CHP, özellikle, zamlar, pahalılık, enflasyon gibi ekonomik temaları esas alan bir propaganda ile, muhalefeti kendi kanallarında toparlamaya yönelmişti. DP iktidarı, muhalefetin yükselişini, sert siyasi yasak tedbirleriyle önlemeye yöneldi. Basına çok güçlü bir sansür uygulandı, yasaklara uymayan gazeteciler tutuklandı. Muhalefet partisi lideri İnönü’ye karşı fiili saldırılar ve seçim gezilerinin yasaklanması (3 Nisan 1960’ta Kayseri’ye girmesinin askeri kuvvet kullanılarak önlenmesi), gerginliği arttıran ve bir iç savaş psikolojisinin hâkim olmasına yol açan olaylardı.
Bu ortamda, DP hükümeti, 21 Ekim 1961’de yapılacak genel seçimlerden önce, muhalefetin her türünü tümüyle susturmak için TBMM’de bir “Tahkikat Encümeni” kurmaya karar verdi. “Tahkikat Encümeni”, “milli güvenliği tehlikeye sokan” her girişimi önlemek, önceden yasaklamak yetkisine sahipti.
Savcıların, sorgu yargıçlarının, askeri ve adli yöneticilerin tüm yetkileri, bu Encümen’de toplanmıştı. Encümen, her türlü yayını yasaklamaya, matbaaları kapatmaya, soruşturma için gerekli gördüğü her türden belgeyi zapta yetkili olduğu gibi; siyasi içerikli her türlü toplantıyı, hareketi ve gösteriyi yasaklamaya, ya da olduğu anda ne gibi bir önlem uygulanacağını kararlaştırıp, kolluk kuvvetlerine emir vermeye de yetkiliydi.
Tahkikat Encümeni, 18 Nisan 1960’ta kurulur kurulmaz, bütün siyasi partilerin ve bunlara bağlı kuruluşların her türden toplantısını ve yeni kuruluşların oluşturulmasını yasakladı. Bazı yayınları derhal yasakladı ve “yayın yasağına muhalefet etmenin yasak olduğunu” açıkladı. CHP’nin, “milli güvenliği tehlikeye soktuğunu” ilan etti. Özellikle bu son karar, devlet düzeyinde örgütlü CHP’nin asıl gücünü harekete geçirmesi için bir işaret yerine geçti. “Atatürk’ün kurduğu ve Milli Kurtu luş Savaşını yürütmüş olan parti”, derhal, üniversite çevrelerinde, orduda ve genel olarak aydınlar arasında geniş bir tepkiyi örgütleyerek harekete geçirdi. Merkezi yurtdışında bulunan TKP ve sol kamuoyu da, bu harekete katıldı. TKP, bu hareketi, “faşizme karşı” bir hareket olarak benimsedi.
Böylece, DP iktidarına karşı, tıpkı on yıl önceki CHP iktidarına karşı kurulmuş olan geniş ittifaka benzeyen bir ittifak gerçekleşti
28 Nisan 1960’ta, büyük kitlesel katılımla başlayan öğrenci hareketi, şiddetle bastırılmaya çalışıldı. Öğrenciler gittikçe yaygınlaşan bir direniş örgütlediler ve eylemleri, üzerlerine sürülen ordu birliklerine komuta eden subaylarca büyük ölçüde desteklendi. Çünkü genel olarak aydınlar ve ordu, DP’nin “rejimi tehlikeye soktuğu” düşüncesindeydi ve öğrenci eylemlerinin, rejimi korumaya yönelik” olduğuna inanıyorlardı. Nisan sonunda başlayan yığın hareketi, Ankara’ya da sıçrayarak, gittikçe daha büyük yığınları kucaklayarak büyüdü.
Darbeden sonra, öğrenci eylemlerini değerlendiren bütün burjuva yorumcular, 27 Mayıs darbesini özellikle tarihteki diğer ihtilallerle kıyaslarken, bir “ayaktakımı hareketi” olmayışına vurgu yapmaya özen gösterdiler. Gerçekten “ayaktakımı”, yani işçiler ve köylüler, doğrudan doğruya iktidara yönelik eylemlere katılmamışlar, fakat ekonomik hak ve çıkarlarını ciddi olarak geriye götüren koşullara karşı çıkan muhalefetin doğal sosyal temelini oluşturmuşlardı. Aynı zamanda bu sosyal temel, bütün muhalefet hareketine damgasını vuracak kadar yoğun bir etki biçiminde kendisini göstermiş ve DP iktidarının başlıca sosyal dayanakları durumunda bulunan tekelci burjuvazi ve feodal gericiliğe karşı halk muhalefetinin şiarlarının oluşmasını son derece somut talepler halinde belirlemiştir.

“27 MAYIS DEVRİMİ”

Kemalist “ilericiliğin” altın çağı, işte bu çelişkinin üzerinde yükselen 27 Mayıs 1960’ta gerçekleştirilen askeri darbenin ardından yaşandı. Darbeden sonraki başlıca politikalar, esas olarak, geniş halk yığınlarının faşist Bayar-Menderes yönetimine karşı tepkilerini kanalize etme zorunluluğunun bir ürünü olmanın renklerini taşıyordu ve bu özellik, Kemalizm’in, Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra, ilk kez büyük halk kitlelerinin ihtiyacını karşılayacak bir “sistem” gibi ortaya atılmasının koşullarını sağlıyordu. Her şeyden önce, ağır ekonomik, sosyal ve siyasal baskılara karşı gelişen bir kitle mücadelesinin yükselttiği taleplerin pek çoğu, “27 Mayıs Devrimi”nin programında kendini hissettiriyordu ve bunlara karşılık olarak oluşturulan politikaların kaynağı olarak Kemalizm gösterilebiliyordu. Ayrıca, 27 Mayıs 1960 öncesi muhalefetin başını çeken CHP’nin ve onun “İstiklal Harbi Kahramanı” ve eski “Milli Şef unvanlarını taşıyan Genel Başkanı İsmet İnönü’nün temsil ettiği geleneksel Kemalist “ilerici” motifler, darbenin Kemalist bir kimlikle kamuoyu önüne çıkmasını sağlayan politikaların en güçlü kaynağıydı. 27 Mayıs darbesi, bu iki kaynağın canlı tuttuğu değerleri kullanarak ve bunların en yaygın kamuoyu etkisi yaratacak olanlarına yasa değeri yükleyerek ortaya çıktı.
Darbenin kamuoyuna kendisini açıklarken ileri sürdüğü ilkeleri, Milli Birlik Hükümeti’nin programında yer alan cümlelerle şöylece özetleyebiliriz:
1. “Kemalist devletçiliği yeni şartlara uygulamak” olarak tanımlanan bir ekonomi politikası izlenecekti: Devletçilik gene esas unsur olacak, bununla birlikte, bir yeniliği ifade eden “karma ekonomi” kavramıyla adlandırılan sistem içinde, “özel teşebbüs korunacak”, fakat “gayrimeşru ve aşırı kazançları önlemek” için tedbirler alınacaktı. Özel teşebbüse karşı hem yeni bir yaklaşımmış gibi sunulan, hem de kuşkulu bir tutumu yansıtan bu ifadelere, 27 Mayıs darbesinin diğer belgelerinde de sıkça rastlanmaktadır. Örneğin, Milli Birlik Hükümeti’nin dayandığı prensipleri yansıtan “Türk Kültür Derneği” tüzüğünde, “Gayrimeşru kazançlara yol açacak iktisadi şartlar hiçbir şekilde yaratılmamalıdır. Her türlü imkânlardan bütün vatandaşların yararlanmaları sağlanmalı ve her çeşit inhisar (tekel) ve sömürme kazançlarına engel olunmalıdır” deniliyordu. Bu yaklaşımın kaynağında, özellikle Bayar-Menderes yönetiminin, “gayrimeşru kazanç yoluyla” aşırı zenginler yarattığı ve devlet kaynaklarının “özel teşebbüse” peşkeş çekildiği propagandasının etkisi vardır. Bu tema, 27 Mayıs’tan sonra kurulan ve sonunda bir başbakanla iki bakanın idamına karar veren Yüksek Adalet Divanı’nda, son derece üstü örtük bir biçimde yargılama konusu yapılmış, “özel mülkiyet düşmanlığı yapılıyor” biçimindeki şiddetli ve yaygın propaganda karşısında Milli Birlik Hükümeti, bir halk talebi olan bu sloganın hiç bir gereğini yapmamıştır. Yalnızca, tümüyle göstermelik olarak, DP’nin çeperinde yer alan “yüksek gelirli” tüccar, sanayici, komisyoncu ve toprak sahibine, ellerindeki mülk ve para miktarını açıklama (servet beyanı) zorunluluğu uygulanmış ve gene aynı derecede geçersiz ve kısa vadeli bir “Vergi Reformu” hazırlanmıştır. Vergi Reformu, sözde, “sosyal adaleti” sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Hiç bir zaman uygulanamayan bu yasaya göre, büyük toprak sahipleri ve büyük zirai gelir sahiplerinin vergi muafiyetleri kaldırılıyor, Kurumlar Vergisi ve arazi vergisi oranlan artırılıyordu.
Aslında, MBK’nın bu yaklaşımının, burjuvaziye ve özel mülkiyete karşı bir tavır olarak yorumlanması hiç bir zaman doğru değildi. Bu, tekelci burjuvazinin bazı temsilcilerine karşı yürütülen siyasal propagandaya bağlı olarak ortaya çıkmış, sonra da, burjuvazinin (hangi siyasi partiye üye olursa olsun, bütün sınıfı kapsayan) ciddi ve bilinçli müdahalesiyle giderilmiş bir tepkiydi. Bu tepkinin yönlendirdiği 1961 Anayasası da, genel çizgileri bakımından, “özel teşebbüsün gayrimeşru kazanca yönelik faaliyetini sınırlamayı” hedeflediği söylenen bir “devletçilik” perspektifi ile yapılmıştı.
Örneğin, maden ve petrol yatakları, ormanlar, göller., tabii kaynaklar üzerinde özel mülkiyet, Anayasa tarafından yasaklanmış, bu alanlar kamu malı olarak korunmaya alınmıştı.
İlk günlerin gerilimi geçtikten, kitleler kontrol altına alındıktan sonra, darbe yanlısı çevrelerin ve Milli Birlik Hükümeti’nin belgelerinde, tekelci burjuvaziye güven verme endişesi daha ağır basacak, birer reform sloganı olarak ortaya atılan, “sömürücülere karşı savaş” tedbirleri bir kenara bırakılacaktır.
2. Merkezi bir planla, bütün ülke kaynakları milli ekonominin ve özellikle de sanayinin gelişmesini sağlayacak biçimde seferber edilecekti. Öne çıkartılarak vurgulanan “Plan” kavramı, gene DP yönetiminin “savurganlığına” ve “oy avcılığı” amacıyla gereksiz yere yapılmış olmakla eleştirilen yatırım programlarına yöneltilmişti ve devletçiliğin belirleyici olmasına yönelik bir tedbirler toplamını ifade ediyordu. Bu kavrama bağlı olarak ve “Türkiye’nin uzun vadeli planlar ve yıllık programlar içinde belirli hedefler yönünde kalkınmasını sağlayacak çalışmaları yapmak üzere”  kurulan ve büyük yetkilerle donatılan Devlet Planlama Teşkilatı, Anayasa’nın, 41. maddesinde ifade edilen bir anlayışın ürünü olarak ortaya çıktı. Anayasa’nın daha sonraki darbelerle önce değiştirilip sonra da tamamen kaldırılacak olan bu maddesi şöyleydi: “İktisadi ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir. İktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı demokratik yollarla gerçekleştirmek; bu maksatla, milli tasarrufu arttırmak, yatırımları toplum yararının gerektirdiği önceliklere yöneltmek ve kalkınma planlarını yapmak devletin görevidir.” “Kalkınma planları” yapmayı “devlet görevi” olarak belirleyen bu madde,  bir yandan da, 27 Mayıs darbesini yapanların sonraki darbecilere devredecekleri bir başka yerleşik anlayışı, seçilmiş ve seçilecek hükümetlere karşı bir güvensizliği dile getirmekteydi. Hükümetlerin üzerinde, onlara kumanda edecek, iktisadi ve sosyal gelişme programlarını yapmaya doğrudan yetkili bir kurum olarak “Devlet Planlama Teşkilatı”, siyasi partilerin “oy hesabıyla, milli davalara karşı ilgisiz kalmasını” önleyecekti. Siyasi bakımdan yapılacak diğer düzenlemelerle birlikte bu Anayasa hükmü, darbenin dayandığı temel ilkeleri korumaya yönelik önlemlerdendir. Ne var ki, Devlet Planlama Teşkilatı, burjuvazinin gerçek ihtiyaçları karşısında işlevsiz kalmış, bir süre sonra da, tamamen göstermelik bir kurum olarak sönmeye terkedilmiştir.
3. Orta tabakaları, işçileri ve köylüleri korumak amacıyla, yeni yasalar çıkarılacak (iş kanunu, sendikalar ve grev kanunu), sosyal reformlar (topraksız köylüyü topraklandıracak radikal bir toprak reformu) ve özellikle de “sosyal adaleti” sağlamak için bir vergi reformu yapılacaktı. “Sosyal adalet” kavramını, başlıca propaganda temalarından biri olarak kullanan MBK hükümetlerinin ilk zamanlarında, memur maaşlarının (o zaman için hayli yüksek bir oran sayılabilecek biçimde) %15, emekli maaşlarının da % 35 artırılacağı, bazı temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının ise düşürüleceği açıklanmıştı. MBK, İngiliz İşçi Partisi’nin sağlık sistemini, millileştirme programını örnek alan bir “Sağlık sosyalizasyonu” planı yapmış, “vatandaşa bedava ilaç, hastane, doktor sağlamayı” vaat etmişti. Bu da hiç bir zaman uygulanmayan tasarılardan biri olarak kaldı.
4. Düşünce ve ifade özgürlüğü sağlanacak, herkes düşünceleri doğrultusunda örgütlenme hak ve özgürlüğüne sahip olacaktı. Oysa faşist İtalyan yasalarından olduğu gibi aktarıldığı bilinen Ceza Yasası maddeleri işlerliğini koruyor ve bunlara dokunmayı düşünmek bile MBK içinde, “milli çıkarlara aykırı” görülüyordu. Darbenin cumhurbaşkanı olan Orgeneral Cemal Gürsel, o sıralarda kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin şeref başkanı olmuştu. Anti-komünizm, MBK’nın temel eğilimlerini tanımlayan başlıca kavram olmaya devam ediyordu. Özellikle Kürt halkı üzerindeki baskıyı sistemli hale getirmek için geliştirilen önlemler, Anayasanın bu hükmünü son derece cılız bir görüntüye çeviriyordu. “55 Ağa Olayı” olarak bilinen, Kürt siyasi şahsiyetlerine karşı uygulanan büyük sürgün cezası, “komünizm propagandası yapmaktan” tutuklanan yazar ve gazeteciler, o dönemin “Anayasa teminatı altındaki” düşünce özgürlüğünün sınırlarının nereye kadar olduğunu gösteren örneklerdir.
27 Mayıs Anayasası, kamuoyunda onay bulan başlıca maddelerini, Birleşmiş Milletler Anayasası’nda ifade edilen siyasal hak ve özgürlüklerle ilgili maddelere dayandırmıştı. Bu bakımdan, bir “Batı Demokrasisi”nin taşıdığı temel özellikleri taşıma iddiasını yansıtıyordu. Ne var ki, bu özellikler, o sırada Türk Silahlı Kuvvetleri’nde fiilen hâkim hale gelmiş bulunan darbeci küçük rütbeli subayların, aşağıdan gelen kitlesel halk muhalefetinin baskısı karşısındaki eğilimlerinin bir sonucu olmaktan öte bir değer taşımıyordu. Kaldı ki, küçük rütbeli subaylar, DP döneminde izlenen iktisadi politikalar sonucunda, alt düzeyde maaşlı memurlar kategorisinde bulunuyorlar ve büyük bir kısmı, subaylık dışında, gizli ek işler yapmak zorunda kalıyordu. Darbeden sonra anılarını yazan General Fahri Belen, bu durumu şöyle anlatır: “Ordu, keyfi hareketlerden, DP’nin koruduğu adamların orduya girmesinden… memnun değildi. Fakat asıl derin yara maddiydi. Ordu efradının eski kışlalardaki hayatıyla, iktisadi devlet teşekküllerindeki lüks hayat bir tezat teşkil ediyordu. Asker emeklilerinin durumu da orduyu endişeye düşürüyordu. Maişet derdiyle, gece şoförlük ve buna benzer işler yapan subaylar da vardı” (General Fahri Belen: “Demokrasiden Diktatörlüğe”) Kuşkusuz, Subay kadrosunun maddi bakımdan sıkıntılı bu durumu, darbenin esas nedeni değildi. Onların bizzat kendilerinin düşük maaşlı memurlar durumunda olması da, ordunun bir kurum olarak büyük tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının devletinin bir aracı olma konumunu değiştirmiyordu. Ama darbeci küçük rütbeli subayların “gayrimeşru yollardan zengin olanlara” karşı tepkilerini ve “devletçilik”ten medet uman eğilimlerini anlamak bakımından içinde bulundukları durum önem taşımaktadır. 27 Mayıs darbesi, işte bu özellikleriyle, ilk anda, işçi ve emekçi yığınlarının muhalefetiyle ve öğrenci gençliğin eylemli gücü tarafından temsil edilen aydınların tepkisiyle birleşen küçük rütbeli subayların başını çektiği bir politik eylem görünüşü vermektedir. Fakat gerek darbeyi yönlendiren ve kontrol eden esas güçlerin başında ABD emperyalizminin bulunuyor olması, gerekse, siyasi temsilcilerinin devre dışı kalmasıyla etkilerini kısa bir süre için yitiren tekelci burjuvazinin, süratle toparlanarak duruma olağan devlet mekanizmaları içinde el koymasıyla, bu durum, yalnızca bir darbenin derinlerinde yatan etkisiz bir motifi olarak kalmıştır. Bu yüzden, bu zayıf ve diğer denetleyici ve yönlendirici güçlerin çok gerisinde kalan olayı, 27 Mayıs askeri darbesinin esas nedeni ve onu bir “devrim” yapan gerçek öz olarak görmek tamamen yanıltıcıdır.
27 Mayıs Darbesine, halkçı ve demokratik bir içerik yakıştıranları yanıltan şey, darbenin üzerinde yükseldiği bu sosyal kaynaklardır. Bu kaynaklar, hareketin potansiyeli olarak kalmış, fakat diğer yandan, siyasi ve ideolojik bakımdan darbe, bu güçlerin kendilerine özgü bir eylemi olmak bir yana, onların demokratik bir tarzda gelişmesine ve kendilerini gerçekten ulusal-halkçı bir zeminde ifade etmelerine karşı bir müdahale olarak kesinleşmiştir.
27 Mayıs Askeri darbesini, “halkçı, demokratik” bir hareket olarak yorumlayanların bir başka dayanağı, o dönemde, özellikle Ortadoğu’da ve Arap ülkelerinde, Sovyetler Birliği’nin desteklediği askeri rejimlerle, 27 Mayıs Darbesini gerçekleştirenler arasında bir benzerlik bulma çabasıdır. Sovyetler Birliği, o yıllarda, işçi ve halk devrimlerinden yüz çevirerek, bir dünya hegemonyası için önem taşıyan stratejik bölgelerdeki askeri darbelere yönelmişti. Sömürgeci ilişkilerden acı çeken, işbirlikçi egemen sınıfların ulusal onuru çiğneyen tutumlarına tepki duyan ulusal hareketlerin, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da çeşitli ülkelerde, ordu içinde de çalkantılar yaratması ve ulusalcı subaylarla ilişki içinde iktidara el koyma girişimleri, Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor ve bu güçlerin eylemleri ve iktidara el koymaları, “Kapitalist olmayan kalkınma yolu” olarak onaylanıyor, askeri darbeler sosyalizme yönelmiş rejimler olarak reklâm ediliyorlardı. Gerçi söz konusu ülkelerdeki birçok askeri rejim, işbirlikçi krallara, monarşik diktatörlüklere karşı olmakla kalmıyor, başta ABD, Fransa ve İngiltere olmak üzere, başlıca emperyalistlerin hâkimiyetlerine karşı da yöneliyor ve onların dünyadaki başlıca düşmanı olarak gördükleri SSCB’ye de yakınmıyorlardı. Bu darbeler, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne doğrudan bağlı “Komünist” Partilerin de içinde bir biçimde yer aldığı darbeler olarak gerçekleşiyordu ve bir reform programını da uygulamaya çalışıyorlardı. Özellikle Mısır, Suriye, Irak ve bir darbeyle değil ama gerçek bir milli kurtuluş savaşıyla Fransız sömürgeciliğini toprağından kovmuş bulunan Cezayir, bu alanda “örnek ülkeler” olarak gösteriliyor, “yeşil sosyalistler”, “İslami-Arap sosyalizmi” gibi adlarla anılıyorlardı. 27 Mayıs darbesi, Sovyetler Birliği’nin de, TKP’nin de inisiyatiflerinin tamamen dışında gerçekleşti. Hatta KGB’nin bile darbe hakkında istihbarattan yoksun kaldığı kabul edilmektedir. Gene de, gerek SSCB, gerekse yurtdışında bir “mülteci örgütü” olarak faaliyet gösteren TKP, darbeciler adına ilk konuşmayı yapan Alpaslan Türkeş’in “NATO’ya, CENTO’ya ve ikili anlaşmalara” bağlılığı açıklamasına karşın, darbeyi coşkuyla karşılamış ve desteklemişlerdir. 27 Mayıs darbesinin, ilk anda değilse bile, zaman içinde “kapitalist olmayan kalkınma yolu”na geçebileceği umudu, TKP çevrelerinde olduğu kadar, ilerici aydın çevrelerde de etkili olmuştur.
Bu umudun bir yanını, söz konusu çevrelerin devlet ve sınıflar mücadelesi hakkındaki bilimsel tezlerden habersiz beklentileri oluşturuyorsa, diğer bir tarafını da, MBK içinde yer alan kimi subayların kişisel özellikleri oluşturuyordu. Komite içinde, değişik siyasal görüşlere sahip subaylar bulunuyordu ve bunlardan bazıları, halkçı reformların uygulanması konusunda diğerlerine göre daha öne çıkmışlardı. Ama aynı Komite içinde, Hitler’ci tipte faşist subaylar (ki bunlardan biri olan Alpaslan Türkeş’i, Sovyet kaynakları “en radikal, ilerici subay” olarak değerlendiriyordu), İnönü’ye bağlı olanlar da bulunuyordu. (1964’te, MBK içinde yeni bir darbe gerçekleştirilmiş ve 14 subay tutuklanarak Komite’den uzaklaştırılmıştı. Daha sonra, bu subaylardan bir kısmı TİP’e, bazıları CHP’ye girdi; Alpaslan Türkeş’in başlarında olduğu bir grup ise, daha sonra MHP adım alacak olan CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi)’ne üye oldular.) Bu durum, Komite’nin kendine özgü bir politikaya, kendi içinde tutarlı bir ideolojiye ve hedefler cümlesine sahip olamamasına yol açıyor, Komite’nin ve diğer darbeci subayların özellikle emperyalist odaklar tarafından yönlendirilmesini ve darbenin hedeflerinin ve yönelimlerinin başta ABD olmak üzere, NATO çevreleri tarafından belirlenmesini kolaylaştırıyordu. Kaldı ki, kendilerini darbenin esas aktörleri gibi gösteren bu subaylar, gerçekte, yalnızca Bayar-Menderes rejiminin, Ortadoğu ülkelerinde artık alışkanlık haline gelen askeri bir darbe aracılığıyla yıkılacağını önceden gören ve bu hareketi denetleme araçlarını elinde tutan emperyalizmin eyleminin figüranları durumundaydılar. CIA’nın ve NATO çevrelerinin darbeyi önceden bildikleri ve buna rağmen, has adamları Bayar-Menderes’i uyarmadıkları bugün artık açıkça biliniyor. Bunun tek bir nedeni vardır: Gelecek olanların da, gidecek olanlar kadar NATO’cu, onlar kadar Amerikancı olacaklarının, ABD’nin çizdiği sınırların dışına çıkmayacaklarının bilgisi, ABD’nin elinde bulunuyordu. Bir bakıma 27 Mayıs darbesi bu özellikleriyle, SSCB’nin beklentilerine cevap verecek türden bir “ilerici askeri darbe” olasılığını da ortadan kaldırmış, ordu içindeki çeşitli kaynaşmaları bir defada patlatarak etkisiz ve emperyalizme bağımlı bir hareket halinde aynı kanala akmalarını sağlamıştı. Bayar-Menderes iktidarının son aylarında kesilmiş bulunan “dış yardım”ın ve kredilerin, darbeden sonra açılması da,
“27 Mayıs Devrimi”nin, “bağımsızlıkçı-halkçı” karakteri hakkında ABD emperyalizminin düşüncelerini yansıtan bir başka örnektir.

27 MAYIS ANAYASASI VE İŞÇİ HAKLARI
27 Mayıs darbesini bir “devrim” olarak görenlerin ileri sürdüğü kanıtlar içinde, darbeyle yapılan Anayasa’nın ilk kez grevli-toplusözleşmeli sendikal haklara yer vermiş olmasıdır.
Milli Birlik Komitesi’nin işçi hakları hakkındaki görüşü şu sözlerde özetlenmektedir:
“İşçiye yeni iş alanları bulmak, işçinin emeğini değerlendirmek ve geleceğini garanti etmek için büyük iş gücüne dayanan yatırım projeleri, sanayileşme ve şehirleşme hareketleri, işçi meselelerine bağlı olarak ele alınmak suretiyle yeni iş sahalarının açılması sağlanmalıdır.” (Türk Kültür Derneği Tüzüğü, s. 985)
İşçi haklarından söz etmenin uzun yıllar boyunca “komünistlik” olarak değerlendirildiği bir ülkede, aslında son derece geri ve hiç bir bilimsel değeri olmayan bir burjuva tasarıya karşılık düşen bu sözler, MBK’nın işçi yanlısı olmasa bile, “işçileri düşünen” bir hükümet olduğu izlenimi kolayca yaratmıştır, “işçinin emeğinin değerlendirilmesi” gibi hiç bir somut karşılığı olmayan vaatlerin yanı sıra, “işçiye yeni iş alanları açmak” gibi anlamsız vaatler de, o dönemin koşullarında bir ilericilik olarak nitelendirilebilmiştir. İçeriksiz olmalarına karşılık, bu sözler, gerek darbenin kaynağında, gerekse hükümetin kendine taban arayışında, işçi sınıfının önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir.
MBK’nın “Hükümet programı” sayılabilecek bu belgeden sonra, 1961 Anayasası’nda da, “işçi hakları”na yer veren maddeler konulmuştur. Bu Anayasayı “ilerici ve emekten yana” olarak niteleyenlerin dayandığı başlıca maddelerinden biri olan 42. Madde, şöyleydi: “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadi ve mali tedbirlerle çalışanları korur ve çalışanları destekler, işsizliği önleyici tedbirler alır.” Bu sözler de, burjuvazinin uluslararası çalışma koşulları hakkındaki genel sözlerinden öte bir anlam taşımamaktadır. Tek özelliği, Türkiye’de ilk kez telaffuz ediliyor olmasıdır.
Diğer yandan, Anayasa’nın 47, 46 ve 44. maddelerinde de, işçilerin uzun süredir uğruna mücadele verdikleri grev, toplu sözleşme, sendikalaşma, ücretli tatil hakları tanımlanmış bulunuyordu. Kadınların ve çocukların ağır işlerde çalıştırılması da, aynı maddeler tarafından yasaklanıyordu. Böylece 1936 tarihini taşıyan ve grevi yasaklayan iş kanunu, artık geçersiz hale gelmişti.
Bütün bunlar, zamanın ilerici çevrelerinde, “Anayasa’nın emekten yana olduğu” görüşünün yerleşmesine yol açmıştır. Oysa bu yaklaşımın açığa çıkardığı gerçek, Anayasa’nın gerçekten emekten yana olup olmadığından çok, zamanın “ilericilerinin”, “emekten yana” kavramından ne anladıklarıdır.
Kuşkusuz, faşist Alman ve İtalyan hukukundan alınan örnekler üzerine inşa edilen İş Kanunu’nun Anayasa ile geçersiz kılınması, işçi sınıfı mücadelesinin bir yansımasıydı ve bu mücadelenin bütün zamanlara yayılan zahmetli ve çetin süreçlerine göre, çok fazla bir ödün de sayılmazdı. Buna rağmen, devletin silahlı kuvvetler eliyle demokratikleştirilmesi masalına öteden beri inanmış bulunan Türk entelektüelleri, işçi haklarının da yukarıdan ve ordu müdahalesiyle verildiği propagandasına yıllarca alet olmuş, bunun teorisini yapmıştır.
Oysa ‘61 Anayasası’na işçi haklarının girmesini sağlayan, bizzat işçilerin kendi mücadeleleridir. Grev, toplu sözleşme, sendika, sosyal haklar, Türkiye işçi sınıfının, yüz yıllık mücadelesinin değişmeyen sloganları ve talepleri olarak, sınıfın varlığı ile birlikte ortaya çıkmış ve Cumhuriyet tarihinin siyasi ve sosyal olaylarına damgasını vurmuştur. 27 Mayıs gibi, geniş halk muhalefetinin kontrol altına alınması ve sistem kanalları içine akıtılması operasyonunun, bu hakları yok sayması ve işçi sınıfın maddi gücünün karşısına geçmeyi göze alması düşünülemezdi. Tıpkı, darbeye giden süreçte büyük rol oynamış bulunan Üniversite çevrelerine, geniş bir özerklik tanınması, DP yönetimi sırasında büyük baskılarla karşılaşan basın çevrelerine imtiyazlar, haklar ve çıkarlar sağlanması gibi, işçilere de, aslında hiç de abartılmayacak bazı haklar tanınmış olması, sadece sosyal ve siyasal ilişkilerin doğasından kaynaklanan bir gereklilikti.

27 MAYIS HAREKETİNİN İÇERİDEN BÖLÜNMESİ VE YENİ SİYASİ AKIMLARA KAYNAK OLUŞTURMASI
27 Mayıs askeri darbesi, bir çelişkiler yumağının ürünüydü ve üzerinde yükseldiği bütün sosyal çelişkileri aynı zamanda kendi bünyesinde de taşıyordu. Bu çelişkili yapı, kadro düzeyinde, farklı siyasi ve ideolojik yaklaşımlara sahip subaylar olarak görünüyordu. Fakat 27 Mayıs’ın temel çelişkisi, büyük bir halk muhalefetinin dalgalan üzerinde gerçekleşmiş olmasına karşılık, esas görevinin bu muhalefet dalgasını bastırmak olmasıydı. Darbeci subaylar, bir yandan DP rejimine karşı birlikte hareket eden herkesin ortak sloganlarından hareket ederek bir program oluşturmaya, diğer yandan da DP’nin temsil ettiği emperyalizme bağımlı kapitalist yapıyı ve onun siyasi ifadesi olan devlet düzenini korumaya çalışan egemen sınıf politikalarını uygulamaya çalışıyorlardı. Bu çelişki, darbeci subaylar kadrosuna, siyasi görüş ayrılıkları biçiminde yansıdı. Aynı zamanda, darbe, ilan ettiği hemen hemen hiç bir hedefe ulaşamamış, ne yatırımlar için tasarruf sağlanabilmiş ne de planın koyduğu üretim hedefleri gerçekleşmişti. Bu durumda, daha sonraki bütün “sol cuntacı” eğilimlere kaynaklık edecek olan tartışma, MBK içinde uç verdi. Temel soru şu idi: “Kalkınma, parlamenter demokrasi sistemi içinde mi yapılmalı, yoksa bir askeri diktatörlük altında mı gerçekleştirilmeli?” Bu tartışma, ilk sonucunu, 14 Kasım 1960 tarihinde bir iç darbe biçiminde verdi. Bu tarihte, MBK’nin Alpaslan Türkeş önderliğindeki 14 üyesi tutuklanarak yurt dışına sürgün edildiler. Bu grup, iktidarın CHP’ye devredilmesine ve seçimlerin erken yapılmasına karşı çıkıyor, askeri yönetim altında “Devrim hedeflerine” ilerlenmesini savunuyorlardı.
MBK içindeki grubun tasfiyesinden sonra, CHP’nin savunduğu biçimde, parlamenter rejime geçiş için bir süreç başladı. 6 Ocak 1961’de, “Kurucu Meclis” çalışmalarına başladı. İlk iş olarak, bir “Anayasa Komisyonu” kuruldu ve büyük çoğunluğu Üniversite öğretim üyelerinden oluşan bir kurulun hazırladığı Anayasa Taslağı üzerine çalışmalar başladı. Bu arada, eski DP mensuplarından dışarıda kalanlar da, yeni bir parti kurma girişimini sürdürürken, ordu içindeki huzursuzluk, yeni örgütlenmelerin ortaya çıkmasına zemin hazırlıyordu. O sırada, Kara Harp Okulu Komutanı olan Talat Aydemir, ordu içindeki “cuntacı” gruplardan en güçlüsüne önderlik ediyordu. Talat Aydemir, önce, 21 Şubat 1962’de İnönü’nün başbakanlığı sırasında darbe girişiminde bulunmuş, başarısızlıkla sonuçlanan bu girişimden sonra affedilmiş, fakat 21 Mayıs 1963’te, tekrar, parlamentoyu dağıtarak reformları askeri yönetim altında sürdürmek üzere yeniden darbeye kalkışmıştı. Bir kısım aydın tarafından da desteklenen (Örneğin, o dönemde Akşam gazetesinde köşe yazarlığı yapan Aziz Nesin, Milli Birlik Komitesi’nin hiç değilse dört yıl daha iktidarda kalması gerektiğini savunuyordu. ) bu girişime temel olan düşünceye göre, mevcut siyasi partilerin tümü oy avcılığından öteye geçmiyorlardı, “memleket meselelerine vakıf değillerdi” ve parlamento seçimleri, yalnızca bu, gününü gün etmeye bakan partilerin yönetime gelmesine izin veriyordu. Bu durumda, “devrimi hedefine ulaştırmak için”, parlamentoyu feshetmek isteyenlerle, “sosyal reformları demokratik parlamenter yollardan gerçekleştirmek” düşüncesini Üniversite çevrelerinde, ordu yüksek kademesinde de hâkim hale getiren CHP, karşı karşıya geldi. DP’ye karşı orduyu kışkırtmış bulunan CHP, bu andan itibaren parlamentonun üstünlüğü ilkesini savunmaya ve orduyu “radikal” unsurlardan arındırma politikası uygulamaya başladı. Albay Talat Aydemir ve arkadaşları, ikinci girişimlerinden sonra idam edildiler.
Bu, 27 Mayıs’ın esas görevinin -özellikle ordu içindeki kontrolden çıkmış muhalefet odaklarını ABD’ye bağımlılık içinde uysallaştırma ve tasfiye etme, önemli ölçüde (Ordu içindeki denetlenemez grupların tasfiyesi için, 27 Mayıs’tan sonra da, uzun bir süre mücadele edilmesi gerekmiştir. Tasfiye sürecinin tamamlanması, ancak 12 Mart 1971 darbesinden sonra mümkün olabilmiştir.) tamamlandığı ve sistemin tekrar rayına oturduğu nokta olarak kabul edilebilir.
Ancak, 27 Mayıs darbesiyle sonuçlanan DP’ye karşı muhalefet döneminin şiarları ve bu şiarlar etrafında oluşturulmuş bulunan büyük ittifakın hedefleri, özellikle de bu ittifak içinde ordunun önemli bir kesiminin bulunabilmiş olması, önemli bir aydın kesiminin, bu model üzerinden devrim teorileri geliştirmeleri için etkili bir zemin oluşturmuştur.
O dönemden sonra, Türkiye’de, sol hareketin belli başlı karakteristiklerinin olgunlaşmaya başladığı ve bir siyasal hareket olarak nitelik kazandığı yeni bir dönem başlayacaktır.

“KALKINMA MODELLERİ” TARTIŞMASINDAN SİSTEM TARTIŞMASINA
‘60’lı yıllarda, siyasi partiler arasında ve kamuoyunda, başlıca tartışma konusunu, “kalkınma modeli”nin ne olabileceği oluştururken ve bu esas olarak yönetici sınıfların kendi iç tartışması halinde gelişirken, bu tarihten itibaren, egemen sınıfların dışına taşan bağımsız bir kamuoyu oluşmaya başlamış ve doğrudan doğruya sistemin kendisi tartışma konusu yapılır hale gelmiştir. O zamana kadar, “ilericilik ve gericilik”, hâkim sınıfların farklı grupları arasında bir çatışmanın kavramları olmayı aşamazken, bu tarihten itibaren, çalışan yığınların da taraf olduğu bir tartışma halini almıştır. İlericilik ve gericilik tartışması, ilk kez, “yobazlarla Atatürkçüler arasında” bir ayrımı anlatmaktan çıkarak, emekten yana ya da sermayeden yana olmak anlamını bu yıllarda kazanmaya başlamıştır. Gene, Türkiye tarihinde ilk kez, sosyalizm kavramı, büyük yığınları ve aslında birçoğu yalnızca burjuva reformlar peşinde olan aydın kesimlerini de kapsayacak ölçüde yaygın bir tartışma ortamı bulmuştur.
27 Mayıs askeri darbesiyle 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri arasındaki temel fark da, işte bu entelektüel ortamın özelliklerinde bulunabilir.
Yazımızın gelecek bölümünde inceleyeceğimiz YÖN-DEVRİM çizgisi, yalnızca 27 Mayıs darbesiyle birlikte açılan bu yeni entelektüel ortamın niteliklerini en karakteristik özellikleriyle yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda, Türkiye sol hareketinin başlıca eğilimleri üzerinde de etkili olarak, günümüze kadar süregelen sonuçlar doğurmuştur. Bu yüzden, 27 Mayıs’ın diğer askeri darbelerden ayrılan özgün yanlarını, onun birer uzantısı olan asker-sivil aydınların oluşturduğu siyasi hareketleri inceleyerek açığa çıkarmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Ağustos 1993

Propaganda-ajitasyon ve yayın organlarında Reklâm ve reklâmcılık üzerine

Politik çalışmanın temel bir unsuru, yönü olarak propaganda-teşhir-ajitasyon faaliyeti; işçi sınıfını devrimci eylem için eğitme, örgütleme ve mücadeleye seferber etmede olmazsa-olmaz bir öneme ve role sahiptir. Öyle ki, yazılı-sözlü çok çeşitli araçlarla ve çeşitli biçimlerde, nitelikli, yaşamın tüm yönlerinde ve alanlarında yaygın ve güçlü bir propaganda-ajitasyon-teşhir çalışması yapılmaksızın örgütlenme yaratılamaz. Ve elbette ki, örgütlenmeye hizmet etmeyen daha doğrusu, örgütlenme perspektifi ile sürdürülmeyen bir propaganda-ajitasyon çalışması da işlevini yerine getiremez.
Bu bakış açısı ile bugün, baskının ve sömürünün her türü, tüm toplumsal sınıflar arasındaki ilişki, çelişki ve çatışmanın, burjuva kapitalist sistemin işleyişi ve değiştirilmesinin bilgisi, emperyalistlerin ülkemize ve dünyanın herhangi bir bölgesindeki herhangi bir ülkeye yönelik ekonomik, siyasi ve askeri saldırılan, işsizlik, özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten atmalar, diktatörlüğün Kürt halkına yönelik, toplu imhaya varan saldırıları, ev ve sokak infazları… vb. propaganda-ajitasyon ve teşhir çalışmamızın konuları olmak zorundadır.
Her somut sorun, olay ve olgudan yola çıkarak, olay ve olguların ardındaki siyasal gerçekleri açığa çıkarmalı, olay ve olguları birbirleriyle bağlantıları içerisinde, salt sonuç ve görüntüleri değil, kaynakları ve nedenleri ile ortaya koymalı, işçi sınıfı, emekçiler, Kürt halkı ve gençliğe yönelik tüm saldırıların, baskı ve sömürünün her türünün kaynağı olarak kapitalist-emperyalist sistemi, faşist diktatörlüğü teşhir etmeli ve tüm baskı ve saldırıların kaynağı olan sistemin yıkılması ve sosyalizmin kurulması gereğini kavratmalı, işçi sınıfı ve emekçileri hem tek tek sorunları için, baskı ve sömürünün tek tek görünümlerine karşı, hem de ve esas olarak devrim ve sosyalizm için mücadeleye çağırmalı ve bu mücadele için örgütlemeliyiz.
Böylesine hayati öneme sahip bir çalışmada yasadışı ve yasal yayın organları; temel bir önem ve role sahip araçlardır. Yayın organları nitelikleri itibariyle, örgüt ya da parti çalışmasının bütün ya da belli alanlarındaki çalışmayı yönlendirme işlevi de görürler. Sınıf partisinin merkezi yasadışı yayın organı; parti çalışmasında kolektif bir ajitatör, propagandacı ve örgütleyici işlevlerine sahiptir. Yani parti çalışmasında, ülkenin her yerindeki propaganda, ajitasyon, teşhir ve örgütlenme çalışmasının yöneticisi ve yönlendiricisi bir organdır. Ayrıca, sınıf partisi merkezi yasadışı yayın organının yanı sıra yasal yayın olanaklarından da teorik propaganda ve teşhir haber organları biçiminde de yararlanmakta ve sürdürmektedir.
Emperyalist burjuvazinin, uluslararası çapta yaşamın tüm alanlarında ve çok yönlü olarak sürdürdüğü, devrim, sosyalizm ve Marksizm-Leninizm karşıtı saldırılarının birçok parti ve devrimci örgütte, teori, politika, örgüt, çalışma tarzı, kitle ve eylem çizgisi gibi birçok alanda savrulma ve sapmalara yol açtığı, birçok parti ve devrimci örgütün bu savrulma ve sapmanın boyutlanması sürecinde, anti-Marksist-Leninist konumlara ya da bu konumlarının daha da derinleşip belirginleşmesine, birçok devrimci örgütün sınıf ve kitle hareketinin dışına düşerek dar marjinal gruplar durumuna düşmesine de yol açtığı bir gerçektir.
Uluslararası çapta ve çok yönlü olarak süren saldırıların yol açtığı savrulmanın yenilgi ve saldırılar karşısında Marksizm-Leninizm’de ısrar edememe, savunamama daha da ötesi, saldırılar karşısında teoride, politikada, örgütte, çalışma tarzında ve üslupta yenilerek karşı saldırıyı örgütleyememenin, böyle bir perspektife sahip olamamanın sonuçları ve görüntüleri günlük çalışma ve faaliyette çok çeşitli biçimlerde karşımıza çıkıyor.
Konumuzla, propaganda-ajitasyon çalışması ve bu çalışmanın temel bir aracı olarak yayın organlarına dönecek olursak; vereceğimiz örneklerde de görüleceği ve anlaşılabileceği gibi, devrimci Marksist propaganda-ajitasyon kavrayışından tam bir uzaklaşma, reklamcılık ve kendi için olma ve kendine dönmenin, marjinalleşmenin tipik belirtileri ya da görüntüleri ile karşılaşıyoruz.
Reklâm bilindiği gibi; kapitalist sistemde üretilen tüm ürünlerin kitlelerin gerçek ihtiyacını karşılayıp karşılamamasından bağımsız olarak kitlelerce alınmasını, tüketilmesini sağlamanın, yani pazarlamanın önemli bir bölümünün parçasını oluşturuyor. Ve reklamcılık tüm sektörlerin ihtiyaç duyduğu, ciro ve kârlılık açısından da dünyada ve son 5-10 yıldır ülkemizde en parlak sektör durumunda.
Reklâmcılık, sadece üretilenin pazarlanmasının önemli bir unsuru olmakla kalmıyor. Aynı zamanda burjuva siyasi partilerinin, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sorun Ye taleplerinin demagojik ve sahtekârca “sahiplenilmesinde”, gerçek içeriğinden uzak, kulağa ve göze hoş gelecek slogan, söylem ve görüntülerle kapitalist medyanın tüm araçları kullanılarak propagandası ve böylece kitlelerin düzen içi çözümlere ve düzene bağlanmasında da önemli görevler üstleniyor. Kısaca her alanda çözümsüzlükten başka “çözüm” üretemeyen kapitalist-emperyalist sistem ve burjuva siyasetine ister sağ, ister sol olsun tüm düzen partilerine kampanyalar düzenleyerek, “hoş” ama boş sloganlar belirleyerek sahte “çareler” ve çözümler “üretme” işini de üstleniyor.
Ülkemizde de son seçimlerin RP’den SHP’ye, ANAP’tan DYP’ye tüm burjuva düzen partilerinin seçim kampanyalarını, yerli ya da yabancı ünlü reklam ajanslarınca planlanıp yürütüldüğünü ve seçimlerin “Şova”, burjuva siyasetçilerinin de “şovmenlere” dönüştüğünü ve bu hay-huy içerisinde çözümsüzlüklerin çözümmüşcesine sunulduğunu, yeni dünya düzeninin “global” söylemlerine uygun olarak, “insan hakları”, “demokrasi”, “refah”, “gelişme” vb. yalan ve demagojik propagandalarla geçtiğini bilmeyenimiz yoktur.
Kapitalist üretim ve pazarlama ağı için, burjuva politikası ve politikacıları için reklâm ve reklâmcılık vazgeçilemez bir araç, bir unsur haline gelmiştir. Kapitalist üretim açısından üretilenlerin satılması, yığınlarca tüketilmesi için daha çok ve en çok kâr için gerekli ve yaşamsal olan reklâm, burjuva kapitalist politika ve politikacılar açısından da üretilen “çözümlerin” işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin “refahı” ve “mutluluğu” için, düzene bağlanmaları için, baskı ve sömürü düzeninin devamı için gerekli ve yaşamsaldır.
Komünist, devrimci politik çalışma açısından ise sansasyon, abartı ve bunlara dayalı reklam ve reklamcı bir propaganda-ajitasyon çizgisi ve anlayışı hiç de gerekli ve başvurulur bir yöntem, bir tarz değildir, olmamalıdır. Komünist devrimci ajitasyon; ekonomik ve politik gerçeklerin açıklanması, gerçeklere, abartısız gerçek olay ve olgulara dayanmak, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin her gün, her saat yaşadıkları ve karşılaştıkları gerçek sorunlara, baskı ve sömürünün her günkü somut tezahürüne ve görünümlerine dayanmak, kitlelerin önüne en güçlü silah olan gerçekle çıkmak durumundadır.
Propaganda-ajitasyon çalışmasında, anlayışı böylece belirledikten sonra, devrimci yayın organlarında sıkça rastlanan ve giderek egemen olma potansiyeli taşıyan anlayış ve eğilime, sansasyon, abartı ve reklamcı anlayış ve eğilimlere baktığımızda, örneklerini vermeye çalışacağımız durumla karşılaşıyoruz.
Gençlik Yıldızı dergisinin Şubat ’93, 13. sayısında bir sayfa boyunca verilmiş resimli bir haber. “İki tarihsel süreçte: Faşizmi yargılayan komünistler” başlığı altında, sol tarafta 27 Şubat 1933, sağ tarafta 25 Ocak 1993 tarihleri yer alıyor. Sol tarafta G. Dimitrov ve Alman komünistlerinin Reichstag yangını üzerine yargılanmalarında Dimitrov’un ünlü savunması, sağ tarafta ise TKP/ ML Hareketi davasında Ziya Ulusoy’un savunması konu ediliyor. Haberin böylesi veriliş tarzından ne umuluyor, ne bekleniyor bilemiyoruz. Ama birincisi, G. Dimitrov gibi Alman faşizmine karşı mücadelesi ve Bulgaristan devriminde önderliği ile tarihe mal olmuş bir kişilikle; özelliklerinden ve niteliklerinden bağımsız olarak kim olursa olsun herhangi bir kişi arasında ve 33 Leipzig duruşması ve savunmasıyla, 1933 TKP/ ML Hareketi davası ve bir savunma arasında “tarihsel” paralellik kurmak, iki ayrı olay ve iki ayrı kişiliği aynı düzlemde ele almak ya da özdeşleştirmek; talihsiz, düzeysiz bir bakış açısı ve tarzıdır, ikincisi; olay ve olayın bilgisini vermekten çıkmış, bir kişinin “tanıtılmasına”, afişe edilmesine yönelmiş bir reklâm ve reklâmcı bir tarzdır.
Mücadele dergisinin, hemen tüm sayılarında komünist, devrimci olmayan propaganda-ajitasyon tarzının tipik örneklerini sıkça ve çokça görüyor, okuyoruz. “Halkın adaleti” başlıklı… öldürüldü… bombalandı… basıldı… vb. gazete kupürlerinden ve olaylara, “eylemlere” ilişkin “Devrimci Sol Güçler” imzalı açıklamalardan oluşan sayfalar, şu veya bu kırsal alandaki gerilla birliklerinin başarılarını aktaran haberler, röportajlar, sınıfın ve emekçi kitlelerin sorunlarından, mücadelelerinden uzak, kendine dönme ve kendisi için olma eğiliminin, çizgisinin reklam ve reklamcı tarzın, tipik örneklerini oluşturur. Mücadele bu alanda “erişilemez” bir düzeydedir ve bir ekoldür. Hakkını teslim etmek gerekir. Öyle ki, Mücadele dergisi ve temsil ettiği mücadele, örgüt, eylem ve kitle çizgisi, propaganda-ajitasyon tarz ve üslubu birçoklarının öykündüğü, benzemeye çalıştığı bir çizgi, bir ekoldür.
Devrimci Emek dergisinin, Nisan-Mayıs ’93/20. sayısında “Halkların Hayati Meseleleri Ancak Kuvvete Başvurularak Halledilebilir” başlığı altında TKEP-L gerillalarının SHP Bahçelievler binasına çaycıyı etkisiz hale getirerek duvarlara slogan yazdıkları, çıkarken de ses bombalarıyla tahrip ettikleri, haberi, ilgili gazete kupürleriyle birlikte veriliyor. “Leninist mücadele ve eylem çizgisi” açısından “müthiş” ve “büyük” bir eylem; dergi sayfalarından haberin verildiği gazete kupürleriyle ve mütevazı bir başlıkla verilmeyi, daha doğrusu reklâm edilmeyi hak ediyor doğrusu.
Devrimci Emek dergisinin aynı sayısında “Daha Bir şey Görmedin Bay Burjuvazi!” başlığı altında da “Devrimci Sol savaşçılarının” Ankara ve İstanbul’da “sokak sokak devam eden çatışmaları” ve “Ankara’yı çalkalayan iç savaş ortamı” anlatılıyor. Devrimci Sol kendi eylemlerinin propagandası (reklamı)nı yeterince yapıyor ama, anlaşılan Devrimci Emek dergisi bunu yeterli görmedi ki 3-5 kişinin polisle çatışmasını sanki meydan muharebesiymişçesine abartarak kendi sayfalarında da reklam ediyor.
“TMLGB Yine Ses Getirdi” bu başlıkta Özgür Gelecek dergisinde, TMLGB militanlarının, bankalara vb. yerlere attıkları molotof kokteylleri ve ses bombalarının çıkardığı “gürültünün” ve “ses getirici” eylemlerin haber başlığı. Özgür Gelecek dergisinde, TİKKO gerillalarının fotoğraflarıyla birlikte verilmiş eylem haberlerine, gerillalarla yapılmış röportajlara, TİKKO gerillalarının, Dersim’in çeşitli bölgelerinde halkın yaşamını düzenleyici (orman kesimi, çökelek ve yağ fiyatları, kumar yasağı vb.) faaliyetlerinin haber (reklâm)lerini izlemek mümkün. Küçük burjuva (köylü) örgüt, mücadele ve eylem çizgisinin dergi sayfalarına yansıması doğal olarak örgütün (kendinin) ve eylemlerinin, dikkat çekici başlıklarla reklâmasyonu oluyor.
Emeğin Bayrağı dergisinin, son aylarda hemen her sayısında “Direnmek Kazanmaktır” sayfasında, yeni direniş “destanları” yazan, TKP/ML Hareketi militanlarının açık imzalı yazıları yayınlanıyor. Bu yazılarda, polisin kendilerine nasıl işkence yaptığı, kendilerinin tüm bu işkencelere rağmen nasıl direndikleri, burjuvazinin kalesinin burçlarına direniş bayrağını nasıl diktikleri ve dalgalandırdıkları konu ediliyor. Belki işkence ve işkencede tutum konusunda eğitim amaçlanıyor ama yazılar içerik ve tarzlarıyla, eğitimden daha çok işkencede direnmeyi her devrimci, her komünist için bir görev ve sorumluluk olarak ele alınması, “özel” insanların, “kahramanların” tutumu değil, her devrimcinin her komünistin hatta her insanın alabileceği bir tutum olarak kavratılmasından çıkıyor, imza sahiplerinin ve “direniş destanlarının” reklâmına dönüşüyor.
Verdiğimiz örneklerin her biri elbette, konuları itibarıyla, mücadele ve eylem çizgisinin örgüt ve kadro politikasının, çalışma tarzının ve bütün bunların kaynağı olarak da ideolojik açıdan savrulmanın eleştirisini gerektiren örneklerdir ve ayrı ayrı ele alınıp eleştirilebilir. Burada örneklerin hepsinde ortaklaşan yanlardan biri, yayınlar ve propaganda-ajitasyon ve teşhir çalışmasında tarz Ye üslup açısından ele alıp eleştirmeyi amaçladık. Bunlar birer sonuç ama ideolojik bir yönelimin ve savrulmanın, işçi sınıfı ve emekçi kitleler ve hareket karşısında konumlanışın, sınıfa, kitlelere ve kitle hareketine güvensizleşmenin, kendi hareketini ve eylemini sınıfın ve kitlelerin hareketi ve eyleminin yerine geçirmenin, giderek kitle hareketinin dışına düşmenin, örgütler ve gruplar olarak darlaşmanın, marjinalleşmenin, kendine dönme ve kendisi için olmanın yarattığı ciddi sonuç ve görüntülerdir.
Uluslararası çapta ve çok yönlü saldırılarla yüz yüze olunan günümüzde, saldırıların püskürtülmesi (ideolojik planda) Marksizm’e ve Leninizm’e daha sıkı sarılmak toplumsal yaşamın her alanında bugünün olgu ve olaylarının bilimsel açıklanması temelinde geliştirmek ve karşı saldırıyı örgütlemekle mümkündür. Bu görev, pratik örgütsel çalışmada ise işçi sınıfı ve kitle hareketinin, eyleminin yerine kendini ve kendi eylemini ve dolayısıyla da kendinin ve eyleminin propagandası (reklamı)nı geçirmek değil, Leninist örgüt, çalışma tarzına, mücadele, eylem ve kitle çizgisine propaganda-ajitasyon anlayış ve tarzına sarılmak ve geliştirmek “faaliyetlerimizi işçilerin hayatının bütün günlük sorunlarıyla birleştirmek, bu sorunların üstesinden gelebilmelerinde işçilere destek olmak, onların dikkatini en ağır haksızlıklara çekmek, işçilerin patronlara karşı taleplerini daha somut ve amaca uygun biçimde ifade etmelerine yardımcı olmak, işçiler arasında dayanışma bilincini ve dünya proletaryasının bir parçası” olarak “çıkarlarının ve davalarının bir olduğu bilincini geliştirmek” (Lenin-Örgütlenme) devrim ve sosyalizm için örgütlemektir.
Çünkü komünistlerin “bir tüm olarak proletaryanın çıkarlarının dışında ve ayrı çıkartan yoktur. Onlar proletarya hareketini biçimlendirecek ve bir kalıba sokacak, kendilerine özgü sekter ilkeler ileri sürmezler.” (Marks-Engels, Komünist Manifestosu)
Dolayısıyla komünistlerin örgüt, kadro, mücadele, eylem çizgisi ve tüm yönleriyle çalışma tarzı düşünülerek icat edilmiş, yaratılmış değildir. İşçi sınıfının ve hareketin çıkarlarından ayrı, özel ya da dar örgütsel çıkarlar üzerinde şekillenmez. Aksine ve tümüyle toplumsal, ekonomik-siyasal yaşamın değiştirilmesi, işçi sınıfının ve hareketinin çıkarları ve gelişiminin hedeflerine ulaşmasının gereksinimlerince belirlenir ve bunlar üzerinde yükselir. Ve komünistler “işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, bir tüm olarak hareketin çıkarlarını” (Manifesto) savunur ve esas alırlar.
Propaganda-ajitasyon çalışmasına ve bu çalışmanın tarz ve üslubuna da her zaman her yerde ve her koşulda, işçi sınıfı ve hareketinin çıkarları ve gelişiminin gereksinimleri yön vermelidir. Başkaca hiçbir şey değil. Buna uygun olarak propaganda-ajitasyonumuzun tarz ve üslubu; sansasyonel, abartılı, reklam ve reklamcı değil, işçi sınıfı ve hareketin çıkartan üzerinde yükselen Bolşevik bir tarz ve üslup olmalıdır.

Ağustos 1993

Türkiye’de Ücretler Sorunu

Tekelci sermaye, ’89 Bahar Eylemlerinin ardından işçi ücretlerinin yüksekliği, işçilerin “aşırı” ve “işletmelerin kaldıramayacağı” düzeyde ücret zamları istediği üzerine sistemli ve yoğun bir kampanya yürüterek işçiler ve sendikalar üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyor.
İşten çıkarma, sendikasızlaştırma uygulamalarına paralel yürüttükleri bu kampanyalarına son günlerde “özelleştirme” ve “taşeronlaştırmanın gerekli” olduğunu da katarak saldırının kapsamını genişlettiler.
Yapılan propagandaya göre; işsizliğin, işten çıkarmanın, yatırım yapılamamasının, ekonomik krizin, enflasyonun, fiyat artışlarının, iş barışının olmayışının vb. nedenleri, işçi ücretlerinin yüksekliği ve sendikaların işletme çıkarlarını gözetmeden “makul olmayan” ücret zammı talepleriyle toplusözleşme masasına gelmeleridir.
Yine işverenlere göre, ’90-’91 yıllarında bağıtlanan toplusözleşmelerle, işçiler geçmişe yönelik tüm kayıplarını telafi ettiklerinden dolayı, önümüzdeki dönemlerde ücretler konusunda “normal artışın” dışında ücret zammı talep etmeye hakları yoktur. Eğer sendikalar “aşırı ve makul” olmayan ücret zammı talep ederlerse, “başta enflasyon, işsizlik, üretim ve verim düşüklüğü, çalışma ilişkilerinde uyumsuzluk gibi tüm toplumu ilgilendiren temel problemlerin ağırlaşmasına” yol açarlar.
“Bu ülkede, sıfıra yakın maliyette çalışmaya hazır milyonlarca insan var” olduğu söyleyen işverenler, işsizleri göstererek işçileri ve sendikaları tehdit ediyorlar. Toplusözleşme masasını fabrikanın önüne koyarak işçiye “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusunu soruyor, işçiyi çok düşük ücretle çalışma, çok çalışıp az talep etme ile “işini korumak” arasında tercih yapmaya zorluyorlar.
İşverenler bir yandan bu tür propagandalarla tamamen sistemden kaynaklanan sorunların sebebi olarak işçi ücretlerini, işçileri ve sendikaları göstererek, sistemi ve kendilerini aklamaya; işçilerin taleplerini ekonomik taleplerle (hem de asgari düzeyde) sınırlı tutmaya ve yeniden yükselişe geçen işçi sınıfı hareketinin sendikalizm çizgisini aşmasını önlemeye çalışıyorlar.
TİSK- MESS- TÜSİAD gibi tekelci sermayenin örgütlerinin kesintisiz sürdürdükleri propaganda ve uygulamaları, işçilerin taleplerini sınırlı tutabilmekte zorlanan sendika ağa ve bürokratlarını da belli ölçülerde rahatlatıyor. Metal sektöründe işçiler işten atılma kaygısıyla 16 ay “sıfır zamma” evet dediler. Enflasyonun resmi rakamlara göre yüzde 70-80’lerde seyrettiği ülkemizde, yüzde 12,5-35 arasındaki ücret artışına işverenlerin baskısı, sendikacıların “iknası” sonucu “razı” oldular. Ama çok kısa zamanda görüldü ki, bu köleliğe razı oluş, ne işçi çıkışlarını durdurabildi (aksine daha da arttı), ne de enflasyonu düşürebildi. Sadece işçiler biraz daha yoksullaştı, hayat standartları biraz daha geriledi. Buna karşılık işverenlerin kârları birkaç kat daha arttı ve işçilerin ’89 Bahar Eylemleriyle elde ettikleri ücret artışları büyük ölçüde ellerinden geri alındı.
MESS’e bağlı işyerlerinde bu kötü gidişe belirgin bir ses çıkmazken, dokuma işkolunda Tekstil Sendikası’nın toplusözleşmeyi son derece geri düzeyde imzalamasından dolayı, bunu “satış” olarak değerlendiren binlerce işçi DİSK Tekstil Sendikası’na geçti.
Sermaye sözcülerinin gerçekleri nasıl çarpıtmaya çalıştığına, işçi ücretlerinin yüksek olup olmadığına geçmeden önce, ücret ve işgücü nedir kısaca ona değinelim.

İŞGÜCÜ VE ÜCRET NEDİR?

“İşgücü, maddi varlıkları yaratırken, insanın istediği gibi kullanıp yararlandığı maddi ve manevi yetilerinin tümüdür”
Sosyalist toplum dâhil bütün toplumsal sistemlerde işgücü, üretimin vazgeçilmez bir unsuru olmasına karşılık, kapitalist sistemde sadece bir metadır, yani ticaret konusu bir maldır. Ve yine her ticari mal gibi bir değişim ve kullanım değerine sahiptir.
Karşımıza şu soru çıkıyor: işgücü bir meta olduğuna göre bunun değeri nasıl belirlenecektir? İşgücü insanda bir işi yapabilme gücü ve alışkanlığı olduğuna ve bunun, insan yaşadığı sürece var olacağına göre, insanın hayatını devam ettirebilmesi için de belirli bir tüketim aracına ihtiyacı olacaktır. İşte bundan dolayı işgücünün değeri, “işçinin yaşayabilmesi için gerekli araçların değeri ile belirlenir”. İşçi, doğal olarak tek bağına insan olmadığından, belirlenecek işgücü değeri, işçinin aile üyelerinin de yaşamalarına yetecek miktarda olmalıdır.
Bu miktarın ne kadar olacağı ise, o ülkedeki “ekonomik gelişme düzeyi, işçi sınıfının ortaya çıkığı tarihi çevre, işçi sınıfının kendi çıkarı uğruna yürüttüğü mücadele süresi ve bu mücadelenin başarılılık derecesi” tarafından belirlenir.
İşgücünün değerine diğer metalarda olmayan tarihi ve manevi unsurların katılmasının yanında, mesleğin öğrenilmesinde geçen süre, ustalık, kalfalık gibi öğretim giderleri de katılır. Diğer bir ifadeyle bir düz işçinin işgücünün değeri ile kalifiye bir işçinin işgücünün değeri arasında fark olacağı gibi, okuryazar olmayan veya ilkokul mezunu bir işçi ile üniversite mezunu işçinin işgüçlerinin değeri arasında da farklar vardır.
Tüm bunları göz önüne alarak işgücünün değerini şöyle tanımlayabiliriz-, “işgücünün değeri, söz konusu ülkede, işçi ve ailesinin maddi, toplumsal ve kültürel ihtiyaçlarının giderilmesinde ve işçinin nitelik kazanmasında gerekli olan maddi yaşama araçlarının değeri tarafından belirlenir”. Bu değerin para olarak ifadelendirilmesine işgücünün fiyatı denir ve “kapitalizmde işgücünün değeri ücret ile ifade edilir”.
Belirli bir zaman diliminde (gün, hafta, ay) ücret karşılığında işgücünü satan işçi, o zaman dilimi içinde işverenin denetimi akında çalışır, “ne üreteceğine, hangi oranlarda ve hangi araçlarla üreteceğine” işveren karar verir.
Bu çalışma süreci içinde işçi, aldığı ücretin üstünde bir değer( artı-değer) yaratır ve işverenleri ilgilendiren de esasen budur.

ÜCRET
İşgücünün bir meta olduğunu söyledik. Emeğin de bir meta olabilmesi için, önce var olabilmesi, yani pazara çıkıp satılabilmesi gerekir. Var olmayan bir şey satılamaz. Fakat işçi, işgücünü işverene kiraladığı zaman daha ortada henüz bir emek yoktur. “Ancak iş yapacak gücü vardır ve işçinin kapitaliste sattığı ve kapitalisti ilgilendiren de budur”
Ücret, yukarıda değindiğimiz gibi işgücünün fiyatıdır. Durum böyle olmasına karşılık, işverenler sömürüyü gizlemek için sürekli olarak ücretin, “işçinin emeğinin karşılığı” olduğunu söylerler. Bunu, işçinin emeğinin tam karşılığının ödendiği izlenimini yaratmak ve sömürüyü gizlemek için ileri sürerler. Hâlbuki işverenin işçiye ödediği ücret ancak gerekli-emek süresinin karşılığıdır.
Kapitalist bir işletmede işgünü ikiye ayrılır; gerekli emek ve artı-emek süresi. Gerekli-emek süresi, işçinin ve ailesinin “maddi, toplumsal ve kültürel ihtiyaçlarının giderilmesinde ve yaşamlarının devam ettirilmesinde” harcadığı emek süresidir ve bunun karşılığında ücret alır. İşçi bir işgününde, geri kalan süre içinde işverene çalışır. Yani artı- emek sarf eder ve artı-ürün elde eder.
Elde edilen bu artı-ürün(artı-değer) doğrudan işverene kalır. “Artı emeğin veya ek-emek süresinin gerekli-emek süresine oranı işçinin sömürülme derecesini gösterir”. Bir örnekle açıklayacak olursak:
İşçi ve ailesinin gerekli yaşama araçlarının üretimi için toplumsal bakımdan zorunlu 4 saatlik bir emeğin gerektiğini kabul edelim. Eğer bu sürenin her bir saati 6 bin lirayla ifade edilirse, işçinin işgücünün değeri 24 bin lira olur. İşçi 8 saat çalıştığında işçinin işgücünün karşılığı 12 bin liraya düşüyor. Diğer bir ifadeyle 4 saatlik süre gerekli-emek, kalan 4 saatlik süre ise artı-emek süresi oluyor. İşgününün 8 saatten 10-12 saate çıkarılması durumunda yine gerekli-emek süresi değişmezken, artı-emek süresi 6-8 saate çıkıyor. Bu, sömürü oranının artması demektir.
İşverenler ücret ödemesini, zamana göre ve parça başı olmak üzere iki biçimde, çoğunlukla da ikisini bir arada uygulamaya koyarlar. Ödemeler günlük, haftalık ve aylık olarak yapılıyorsa bu zamana göre ücret olur. Yok, bu zaman dilimi içinde üretilen malların oranına göre yapılıyorsa bu parça başı ücret kapsamına girer. İster parça başı, ister zamana göre ücret olsun, işveren daima daha fazla kâr dürtüsüyle hareket eder.

İŞVERENLERİN ÜCRET KONUSUNA YAKLAŞIMI
“Bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle sanayi kesiminde işçi gelirleri tatmin edici, özellikle diğer ücretli kesimlerin gelirleriyle karşılaştırıldığında yüksek seviyelere çıkmış ve işçilerimizin geçmişe yönelik tüm kayıpları telafi edilmiştir. Bunun sonucu olarak önümüzdeki dönem toplu iş sözleşmelerinde işçi sendikalarının normal artışlarının dışında ölçüsüz ücret zammı talep edebilmek için gerekçeleri kalmamıştır”.(1992 TİSK Çalışma Raporu)
İşverenlerin, ücretlerin yüksekliğini ileri sürerken kalkış noktalan, işçinin aldığı veya eline geçtiği net ücret değil, işçinin, işyerine yıllık maliyetidir.
Bu konuda yıllardır çalışmalar yürüten Türkiye işverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK), kamuoyuna yeterince açıklanmayan veri toplama ve yine ayrıntılarını vermeden yaptıkları hesaplamalarla, Türkiye’deki işgücü maliyetinin ve ücretlerin Avrupa’dan daha geri olmadığını ispat etmeye çalışıyor.
Sendikalara göre ücret, işçinin eline geçen net ücrettir. Bu yaklaşımı eleştiren TİSK’e göre ücret; işgücünün işverene maliyetinin karşılığıdır ve bu da çıplak ücret, giydirilmiş ücret olarak ikiye ayrılır. Yine TİSK’e göre, işçiye ödenmesi gereken sadece çıplak ücrettir. Ödemeler içinde giderek payı artan yan ödemeler ise işverenlere bir yüktür ve kaldırılmalıdır.
Ücretin “son yıllarda çalışma karşılığı olması özelliğinin ortadan kalktığı ve çıplak ücretin toplam ödemeler içerisindeki payının giderek düştüğünü” ileri süren TİSK’e göre, çıplak ücret, toplam işgücü maliyeti içinde yüzde 35,4 gibi bir paya sahiptir.
“Çalışma karşılığı olmaksızın ödenen izin ve tatil ücretleri, ikramiye, prim vb. yemek, yakacak, ulaştırma, aile, çocuk, tahsil, izin ve bayram yardımları gibi işçiye doğrudan intikal eden sosyal ödemeler; SSK primi işveren payı, Zorunlu Tasarruf Fonu işveren payı, Konut Fonu gibi işçi adına yapılan sosyal ödemeler, eğitim vb. diğer işçilik masraflarının toplamı ise işgücü maliyetinin yüzde 64,6’nı oluşturan “yan ödemeler”dir”.
TİSK’in 1991 yılında yaptığı işgücü maliyetinin yüzdeli bölüşümüne göre çıplak ücret: 35,4, ikramiye, prim vs. 15,6, sosyal haklar 38,3, diğer ödemler 10,7’dir. Yine aynı kaynağa göre, 198Ş yılında toplam ödemeler içinde çıplak ücretin payı yüzde 41,9 iken, 1991 yılında bu oran yüzde 35,4’e düşmüştür.
TİSK, bu hesaplamalarla işgücü maliyetinin yükseldiğini, çalışma karşılığı ödenen çıplak ücretin toplam ödemeler içindeki payının giderek düştüğünü ve ücret ödemelerinde bir dengesizliğin meydana geldiğini ispat etmeye, bundan hareketle işçilerin sosyal haklarını kısıtlamaya çalışıyor.
Ancak gerçek, hiç de TİSK’in iddia ettiği gibi değildir. Çok düşük ücrete ve işverenlerin şikâyetçi oldukları sosyal haklardan büyük ölçüde yoksun olarak çalışan sendikasız işçilerin dışında, sadece sendikalı işçilerin ücret verilerine dayalı ve işçi ücretlerini yüksek göstermeye dayalı TİSK verilerine bakıldığında, “uzun dönem ortalamaları gerek işgücü maliyeti gerekse çıplak ücretler açısından ortaya çıkan reel gerileme bütün açıklığıyla görülebilmektedir”.

(TL/SAAT) (TABLO 1) TİSK VERİLERİNE GÖRE İŞGÜCÜ MALİYET DEĞİŞMELERİ
Yıllar     İşgücü     Maliyeti     Fiyatlar     Gerçek Maliy.     Maliy. Endeksi
1978    76,29            100        76,29        100
1979    106,80            163,5        65,32        86
1980    181,25            317,7        51,7        75
1981    263,18            437,1        60,2        79
1982    325,40            580,1        56,1        74
1983    379,70            795,3        50,0        66
1984    558,64            1190,5        46,9        62
1985    808,32            1716,7        47,1        62
1986    1054,86        2243,8        47,0        62
1987    1622,12        3480,1        46,6        62
1988    2680,48        6097,1        44,0        58
1989    5896            10292,0    57,3        75
1990    11082,00        16498,1    67,2        88
(Laspetkim-İş Çalışma Raporu Sf. 222)

(TL/SAAT) (TABLO 2) TİSK VERİLERİNE GÖRE BRÜT ÜCRET DEĞİŞMELERİ
Yıllar     Fiyatlar     Çıplak Ücret     Gerçek Ücret    Ücret Endeksi
1978    100        37,99        37,99        100
1979    163,5        52,65        32,20        84
1980    317,7        85,54        26,92        71
1981    437,1        130,62        29,88        79
1982    580,1        174,09        30,01        79
1983    795,3        209,19        26,30        69
1984    1190,5        292,13        24,54        65
1985    1716,7        410,79        23,93        63
1986    2243,8        432,13        24,21        64
1987    3480,1        761,27        21,87        58
1988    6097,1        1215,74    19,94        52
1989    10292,0    2567,00    24,94        66
1990    16498,1    4988,00    30,23        80
(Laspetkim-İş Çalışma Raporu aynı yer)

Bu verilerde de görülmektedir ki, 10 yıllık dönemde gerek işgücü maliyeti, gerekse brüt ücretler gerilemiştir. Tablolarda görüldüğü üzere “TİSK’in işgücü maliyetinin çok arttığını vurguladığı 1990 yılında bile bir işçinin işverene maliyeti 1978’e göre yüzde 12 daha düşüktür. Brüt ücretle ifade edilen işçinin gerçek gelirindeki gerileme ise, 1990 yılında, 1978’e göre yüzde 20’yi bulmuştur.”
Tablolarda dikkat çeken diğer bir husus ise, 1989 Bahar Eylemleri sonucu gerek maliyet, gerekse ücret endekslerinin yükselmesidir. ’89 Bahar eylemlerine kadar 1978’e göre, ücretlerde yüzde 48 oranındaki bir reel gerilemeye sesini çıkarmayan işverenlerin, bahar eylemleri sonucu ’78 düzeyini yakalayamamış olmasına rağmen göreceli bir artışa tahammül edemeyip feryadı basmalarıdır. Kaldı ki biraz ileride göreceğimiz gibi, ücretler 1990 Eylül’ünden itibaren inişe geçerek 1992’de iki yıl içinde yüzde 37 oranında bir reel kayba uğramıştır.
TİSK’in yanıltıcı hesaplama yöntemleri kullanarak toplam ödemeler içinde çıplak ücret payının yüzde 30’larda olduğunu iddia ediyor ve buna “sendikaların yan ödemeleri artırmak için seyyanen zam isteklerinin” yol açtığı şeklindeki gerçeklerle bağdaşmayan iddialarda bulunuyor.
TİSK, yaptığı araştırmada 1984 ile 1985 sonrasında çıplak ücret değerlendirmelerindeki farklılığı bilerek çarpıtmaya ve böylece yan ödemeleri olduğundan yüksek göstermeye gayret ediyor.
Bilindiği gibi “1984 ve öncesinde çıplak ücret, brüt bordro ücreti gibi düşünülürken, 1985’ten itibaren bu ücretten hafta tatili, yıllık izin süresi ve diğer izinlere karşılık gelen süre kadar bir ücret düşülmüştür”. ’83 ile ’84 yılları arasındaki 11 puanlık fark buradan kaynaklanıyor. Ve gerçek gerileme, öyle iddia edildiği gibi yüzde 30’lara değil, yüzde 45’e düşmüştür. Kaldı ki, son on yıllık döneme bakıldığında, doğrudan işçiye ödenen yeni bir sosyal hak kalemine de rastlanmıyor. İşverenlerin işçiye ödenmiş gibi, işçilik maliyeti olarak gösterdikleri fonlar işçilerin talebi değil dolaylı olarak yine kendilerine dönen devletin getirdiği zorunluluklardır.

YILLAR İTİBARİYLE ÇIPLAK ÜCRET VE YAN ÖDEMELER
Yıllar        Çıplak Ücret %     Yan Ödemeler %
1982        53,5            46,5       
1983        52,6            47,4
1984        41,9            58,1
1985        40,1            59,9
1986        40,1            59,9
1987        36,9            63,1
1988        35,9            64,1
1989        34,2            65,8
1990        35,7            64,3
1991        35,4            64,6
Laspetkim-İş Çalışma Raporu sf. 216

Açıktır ki, 1. Savunma Sanayi Destekleme Fonu, 2. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu, 3. Çıraklık, mesleki ve teknik eğitimi geliştirme ve yaygınlaştırma fonu, 4. Konut fonu, 5. Zorunlu tasarruf fonu, 6. Türk sporunu teşvik fonu, 7. Çevre kirliliğini önleme fonu, … ne işçilerin ne sendikaların talebidir ve bunlardan, örneğin, zorunlu tasarruf gibi fonların kalkması işçilerin talepleri arasındadır. Devletin işçi ve sendikaların isteği dışında getirmiş olduğu fon kesintilerini işçilik maliyetleri gibi göstermek, TİSK’e özgü bir çarpıtmadan başka bir şey değildir.
Tüm bunlar işçilik giderleri olarak görülse dahi, Türkiye’de işçilik maliyetinin yüksek, verimliliğin düşük olduğunu söylemek olası değil. Petrol-İş Sendikası’nın, İstanbul Sanayi Odası (ISO) ŞOO Büyük Firma verileri ve Devlet istatistik Enstitüsü verilerine dayanarak ve işçilere yapılan tüm ödemeler artı SSK işveren primi, zorunlu tasarruf işveren payı vb.yi de katarak yaptığı hesaplamalara göre, verimlilik artışı işçilik maliyeti artışından daha fazladır.
1982 baz alındığında, kişi basma katma değer endeksi 100’den 163.3’e yükselirken, işçilik giderleri aynı dönemde 100’den 125.3’e yükselmiştir. Yine bu dönem içinde dikkate değer bir gelişme de katma değer artışının kamu sektöründe özel sektöre göre yüksek oluşudur(katma değer arası özel sektörde 100’den 152,8’e yükselirken bu rakam kamuda 181,1’dir.).
İşçilik maliyetlerinin yüksek olduğunu iddia eden işverenleri yalanlayan bir başka hesaplama ise bir yılda işçinin kendisine ve işverene çalıştığı gün sayılandır. Petrol-İş Sendikası’nın ISO 500 Büyük Sanayi Kuruluşu verilerinden işçilik giderlerinin satış hasılatı içindeki payına dayandırılarak yapılan araştırmada işçinin yılda kendisine çalıştığı gün sayısı sektörlere göre 18-35 gün arasıdır, işçi, 254 günlük yıllık çalışmanın arta kalan günlerini işverene çalışıyor.
Yıllık çalışma günü hafta tatilleri ve dini bayramlar çıktıktan sonra 254 gün olarak hesaplanmıştır ve rakamlar bahar eylemlerinden*sonra ücretlerin kısmi olarak yükseldiği 1990 yılı alınmıştır. Geriye doğru gidildiğinde yılda işçinin kendisi için çalıştığı gün sayısı 5 güne kadar düşmekte. Örneğin kimya işkolunda 1984 yılında işçi, kamu sektöründe 3, özel sektörde 10 gün kendisi için kalan günler işverene çalışmaktadır.
Tüm sektörler göz önüne alınarak yıl ortalaması hesaplandığında işçinin kendisi için çalıştığı gün sayısı 1982 de 29, 1990 da 28’dir. Bu, ’82’den beri işverenlerin iddialarının aksine işçilik giderlerinin yükselmediği tersine düştüğünün bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.

1 YILDA İŞÇİNİN KENDİSİ VE SERMAYE İÇİN ÇALIŞTIĞI GÜN SAYISI (1990 yılı)
Sektörler             Sermaye     İşçi
Madencilik ve taş ocakçılığı    215        39
Gıda, içki, tütün        228        26
Dokuma, giyim, deri        220        34
Orman ürünleri        230        24
Kim. Petr. Last. Plast.        239        15
Metal Ana san.        238        16
Otomotiv San.            232        22
Elektrik            231        23
Sanayiler            230        24

Bu rakamları gerekli-emek, artı-emek formülüne uyarlayacak olursak, örneğin otomotiv sanayinde, 254 günlük çalışma süresinde 22 gün gerekli-emek, 232 gün artı-emek süresidir. Sömürü oranı m’=232/22x%100=% 1050’dir.

İŞÇİ ÜCRETLERİ GERÇEKTEN ARTIYOR VERİMLİLİK DÜŞÜYOR MU?
İşverenlerin bütün aksi propagandalarına rağmen gerçekler tümüyle gizlenemiyor.
“İmalat sanayisinde istihdam gerilerken, üre-ünün arttığı görülmektedir, “imalat Sanayisi Üretim Endeksi”, 1987-1992 yılları arasında üretimin sürekli olarak artış kaydettiğini göstermektedir. 1986’da 100 olan üretim endeksi, 1990’da 125,1’e, 1991’de 127,4’e, 1992 yılında da 132,9’a çıkmıştır. Bir önceki yıllara göre artış oranları ise sırasıyla % 9,5, % 1,8 ve % 4,3’tür.
İmalat sanayisinde üretim ve istihdam ve çalışılan saatlerdeki gelişmeleri gösteren endekslere göre, 1989 yılından itibaren üretimde çalışan işçi sayısı ve çalışılan saatler azalırken üretim artmıştır.
1986 yık 100 kabul edildiğinde toplam imalat sanayi üretimi 1992 yılında 132,9’a yükselirken, istihdam endeksi 83,3’e düşmüştür. Bir başka ifadeyle 6 yıllık bir dönem içinde % 33’lük bir üretim artışına karşılık, imalat sanayi istihdamı % 16,7 oranında azalmıştır.”(TİSK, işveren Dergisi Mayıs 1993 sayı: 8)
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK’in), sadece imalat Sanayisinde yaptığı yukarıdaki araştırma da işverenlerin “ücretler verimlilikten yüksek” olduğu tezinin doğru olmadığını hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor
Sermayenin en saldırgan örgütü olan Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası( MESS) rakamlarına bakıldığında tüm çarpıtmalara rağmen verimliliğin arttığı, işçi ücretlerinin ise gerilediği görülebiliyor.
MESS, işçi ücretlerinin düşük olduğu 1970 yılım baz alarak yaptığı hesaplamalarla işçi ücretlerinin yüksek olduğunu göstermeye çalışıyor.
Ancak, aynı veriler işçi ücretlerinin yüksek olduğu 1977-1978 yıllan baz alınarak hesaplandığında ’92 yılı ücretlerinin 1977 yılının altına düştüğü görülecektir.
Öz Çelik-İş Sendikası’nın, MESS 1992 Genel Kurul Raporu’ndaki verilere dayanarak yaptığı araştırmaya göre, ’89 Bahar Eylemlerine kadar düşük düzeyde seyreden işçi ücretleri eylemlerle birlikte yükselişe geçiyor. 1977, 100 olarak baz alınırsa 1989’da 71,6 olan endeks, 1990 da 140,7’ye yükseliyor. Ancak bu yükseliş 1990 Eylülünden itibaren yoğun işçi çıkanını, sirkülasyon, enflasyon ve en önemlisi sendikaların politika üretememesi, işverenlerin belirlediği gündemin peşinden gitmesi ve işçilerin suskunluğu, eylemsizliği yüzünden ücretler tekrardan 1977 yılının altına düşüyor. Yani, sermaye kaşıkla vermek zorunda kaldığını kepçeyle geri alıyor.
DİE Tüketici Fiyatlan Endeksine göre yapılan hesaplamalarda, MESS’e bağlı işyerlerinde ’90 Eylülünde 8309 olan reel ücret, ’91’de 6326’ya, ’92’de 5270’e düşüyor. Bu % 37’lik bir düşüş demektir.
Ücretlerdeki bu gerilemenin önemli nedeni enflasyon olmasına karşılık, işçi çıkanını ve işçi devri de ücretlerin gerilemesinde rol oynamaktadır. İşverenlerin, ucuz işgücü ve sendikasızlaştırma gibi nedenlerle son iki -üç yıldır yoğun işçi çıkardıkları ortada. Sadece MESS bünyesinde son iki yılda işçi çıkanını %12’lere ulaşmıştır. Bu oran Türkiye genelinden çok daha yüksektir.
Aşağıdaki tabloda görüleceği gibi her yıl ortalama % 50 dolayında işçi devri gerçekleşmekte.

İşe Alınma    İşten Ayrılma    İşçi Devri
Yıllar    Oranı        Oranı        Oranı
1985    26,5        23,9        50,4
1986    22,7        21,1        43,8
1987    26,0        19,6        45,6
1988    28,5        26,9        55,4
1989    24,5        22,0        46,5
1990    22,0        22,6        44,6
(Üzeyir Ataman Tarihsel ve Toplumsal Açıdan Ücret S.58)

SENDİKALARIN ÜCRET SORUNUNA YAKLAŞIMI
İşçi sınıfının sermaye ve faşizme karşı örgütlenme, direniş ve mücadele merkezleri olan sendikalar, diğer şeylerin yanı sıra işçi sınıfının ekonomik taleplerinin de tavizsiz savunucusu olmak zorunda. Bu, sınıf sendikacılığının olmazsa olmaz ilkelerinden biridir.
Ekonomik taleplerin tavizsiz savunulması, siyasi konularda olduğu gibi ekonomik konularda da belirli politikaların üretilmesi, esas olarak sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve rolü ne olmalıdır sorusuna doğru yanıt verilmesine, buna uygun örgütlenme ve mücadele hattının izlenmesine ve yine buna uygun araştırmaların yapılmasına, kurumlaşmanın gerçekleştirilmesine bağlıdır.
40 yıldan fazladır, sadece ücret sendikacılığı yapılmasına karşın ne Türk-İş’te, ne de diğer konfederasyonlarda ücretlerin gerçek durumunun belirlenmesine yönelik bir çalışma, bir kurumlaşma yoktur. Kurumlaşma olmadığından sendikaların ücrete ilişkin tüm önerileri kaçınılmaz olarak işverenlerin ve devletin ortaya attığı verilere dayanmaktadır. Her alanda olduğu gibi ücret taleplerinin belirlenmesi konusunda da sendikalarda tam anlamıyla bir tıkanmışlık yaşanıyor.
Türkiye’de enflasyon, ücretleri reel olarak aşındıran etkenlerin başında geliyor. Sendikalar olarak, ücretleri reel anlamda koruyacak nasıl bir plan geliştirmeliyiz diye hemen hiçbir sendikada bir çalışma, bir perspektif yok. Daha çok günübirlik, günün koşullan neyi dayatırsa ona göre “çözümlere” gidiliyor.
Her iki senede bir yapılan toplusözleşmelerde işveren ve devletin belirlediği enflasyon rakamlarının üzerinde şu kadar veya bu kadar ücret pazarlığı yapılmakta. Rakamlar, aldatıcı ve gerçekleri yansıtmadığından alman ücret zamlan, enflasyon artı “refah payı” düzeyinde bir artış olarak görünse de tüm istatistiklerde, reel ücretlerin her yıl biraz daha gerilediği, paranın satın alma gücünün sürekli düştüğü görülüyor.
İşverenlerin işgücü maliyetlerini düşürebilmek için gerekli önlemleri alıp uyguladığı, kendilerine göre bir ücret politikası belirledikleri bilindiği halde sendikacılar saatlerini işverenlere göre ayarlamaktadırlar. Kendi sınıf işbirlikçisi çizgisini gizleyebilmek için ise “demokrasi” görüntüsü altında ücret taleplerini kimi zaman işçilere belirletmektedir. Ortada gerçekleri yansıtmayan işveren ve onların devletinin verileri olduğundan, dağıtılan anketlerde, işçilerin enflasyona göre şu veya bu düzeyde belirleyeceği ücret talepleri de, gerçekleri yansıtmayacak, aldatın olacak ve onun ötesinde reel kayıplarını gideremeyecektir.
Bu nedenle, sendikalar, üyelerinin yanı sıra tüm SSK’lıları, artı bütün çalışanları kapsayan, çalışanların en az, ortalama ve en yüksek ücretleri şudur, bunun sektörlere göre dağılımı şöyledir, enflasyon artışı, toptan ve tüketici fiyat artışları şu kadar, işçilerin tüketim kalıbı şudur diyebilecek bilimsel bir çalışma yürütmek zorundadır. Ancak böyle bir çalışma sonucunda belirlenecek ücret talebi gerçeğe yakın olacaktır. Bu çalışmalar yapılmadığı, palyatif tedbirlerle günü atlatın politikalar güdüldüğü sürece; ücret artışına enflasyon oranında hatta artı “iyileştirme payı” eklense bile, biraz aşağıda göreceğimiz gibi işçi yine enflasyona yenik düşmektedir.

ÜCRET – ENFLASYON İLİŞKİSİ

Türkiye’de son yıllarda belki de en çok kullanılan kavram ve tartışılan konuların başında enflasyon gelmektedir, “düştüğü”, “yükseldiği”, “denetim altına alındığı” ya da “uçuşa geçtiği” gibi nitelendirmelerle hep gündemde kalmıştır.
Enflasyonun kısa bir tanımını yapacak olursak; “Enflasyon, ‘fiyatlar genel düzeyinin hızlı ve sürekli bir biçimde yükselmesi’ olarak tanımlanır. Buna göre, belli bir dönem içinde fiyatların ve ya herhangi bir şeyin fiyatının bir kez yükselmiş olması enflasyon değildir. Dolayısıyla enflasyon, bir süreçtir ve ekonomide herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve sürüp giden bir dengesizliğin göstergesidir. Bu anlamda enflasyon oram, mal piyasasında var olan dengesizliğin bir ölçüsüdür.”(Özgürlük Dünyası, sayı 55)
İşverenlerin yıllardır üzerinde durdukları, ileri sürdükleri tezlerden biri, “aşırı ücret zammı talepleri ve hızla yükselen işçilik maliyetleri” enflasyonun nedenidir. Kendilerince ortaya serilen “verilerle” bunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Bilindiği gibi ülkemizde enflasyon İTO ve DİE tarafından ayrı ayrı belirlenmekte. İTO kendini İstanbul’la sınırlarken, DİE Türkiye geneli için belirleme yapmakta. Tüketici ve toptan eşya fiyatları üzerinden yapılan istatistikler toplumun tüm kesimleri için tek ölçü olarak ele alınıyor. 1987’de, hesaplamada baz alınacak ürünlerin belirlenmesi konusunda çok göze batan pürüzlerin giderilmesi yoluna gidilerek az veya hiç kullanılmayan bir kısım ürün, enflasyon oranını belirlemede ölçü olarak alınmaktan çıkarıldı. Emekçilerin yoksullaşma derecesinin biraz daha gerçeğe yakın olarak görülmesinin sağlasa da, yine de enflasyonun emekçilerin yaşamında yol açtığı yoksullaşmanın bütün boyutlarının görülmesini engelleyici bir özelliğe sahip. En başta farklı kesimler için tek bir endeks belirlenmesi işçilerin yoksullaşmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü toplumdaki değişik gelir gruplarının tüketim kalıplan farklı olacağından enflasyondan etkilenme dereceleri de tükettikleri metalardaki artışla orantılı olacaktır.
Şimdi gelirde tüketim kalıpları farklı olan insanlara aynı tüketim kalıbı oturtup buradan fiyat ölçerseniz onun enflasyonunu doğru yansıtamazsınız. Örneğin, o tüketim kalıbı içinde ekmeği % 1 varsaydınız. Eğer kişinin tüketim kalıbı içinde tükettiği ekmek oranı % 5 civarındaysa enflasyonunu doğru belirlememiş olursunuz. Dolayısıyla belirlenen fiyat endeksi kişinin fiyat endeksi değildir.
Sermaye ve sözcüleri bazı ürünleri toplumun bütün kesimleri için genel geçer baz alıyor ve “bunların toptan ve tüketici fiyatlarındaki artış bu kadar, enflasyon oranı şudur” diye bir sonuca varıyor. İşçiyi de, köylüyü de, tüccarı da, işvereni de aynı tüketim kalıbına sokuyor. Sendikalar da bu konuda çalışma yürütmediklerinden işverenlerle aynı tüketim kalıbına girmedikleri halde aynı fiyat endeksini ölçü alıyorlar.
Burada yapılması, gereken örneğin 3 milyon lira geliri olan işçinin tükettiği malların fiyatının dönem içinde ne kadar arttığının belirlenmesi, geçmiş kayıpları ve ileriki dönem açısından olası erimeleri de göz önünde bulunduran bir ücret talebinin ileri sürülmesidir.
İşin bu noktasında sendikalarda yine bir karmaşanın olduğu görülüyor. Pazarlık masasında “enflasyon oranında zam konusunda anlaşıldı” varsayalım. Ama hangi ölçü kullanılmalı? Sendikacılar bazen de son 12 aylık değişimi ama genellikle yıllık ortalamayı esas alıyorlar, Burada yapılması ve yerleştirilmesi gereken sistem 12 aylık değişimin esas alınmasıdır. Yıl içinde fiyatlar şuradan şuraya geldi, ücretler şu kadar oldu. Bu durumda işçinin satın alma gücünde bu kadar erime meydana geldi, kayıpların giderilmesi için şu kadar ücret artışı gerekiyor denmelidir.
Sermaye sözcülerinin bilerek çarpıttığı, sendikacıların ise üzerine gitmediği konulardan biri de enflasyon oranında ücret artışı sağlandığında işçinin geçmişe yönelik kayıplarının giderildiğidir.
Fiyat artışları karşısında ücretlerin korunması tartışmasını, iki zam dönemi arasındaki zaman boyunca ücretlerin ve fiyatların değişimini göz önüne almadan sürdürmek, gerçekçi ve doğru sonuçlar vermeyecektir. Enflasyon oranında zam alındığında işçinin ne kadar kaybının olduğunu anlayabilmek için somut bir örnek vermek gerekiyor.

Aylar    Fiyatlar    Ekmek Fiy.     Ücret        Ekmek
1    100,00        1000        1.000.000    1000 adet
2    105,00        1050        “        952,4
3    110,25        1102,50    “        907,0
4    115,76        1157,63    “        863,8
5    121,55        1215,51    “        822,7
6    127,63        1276,29    “        783,5
7    134,01        1340,10    “        746,2
8    140,71        1407,11    “        710,7
9    147,75        1477,47    “        676,8
10    155,14        1551,34    “        644,6
11    162,90        1628,91    “        613,9
12    171,05        1710,50    “        584,6
TOPLAM                        9306,4

Fiyatlar    Ücretler-TL    Ekmek Fiy.    Ekmek (Adet)
Ocak 1991    100        1.000.000    1000        1000
Ocak 1992    171,05        1.710.500    1710,50    1000

“Varsayalım ki, işçi, aylık 1 milyon TL ile çalışıyor. Ücret zamlan birer yıl ara ile ve Ocak ayında yapılıyor. Fiyatlar her ay % 5 artıyor. Endeksleme ve soyut sayılar yerine durumu açık biçimde görebilmek için, ücretle tek bir mal olarak ekmek alındığını düşünelim. Ekmeğin birim fiyatı ise bin lira olsun.
İlk bakışta şöyle bir durum ortaya çıkacaktır. Aylık % 5 fiyat artışı ile ekmek fiyatları bir yıl boyunca % 71.05 artmış olacaktır. Bu durum tabloya dökülürse Ocak ’91 ve Ocak ’92 arasında şöyle bir görünüm oluşur.
Bu tabloya göre, işçinin hiçbir kaybı yokmuş gibi görülmektedir. Ücreti ile 1000 TL’lik eski fiyattan Ocak ’91 ‘de 1000 ekmek alabilen işçi, ücretine Ocak ’92’de % 71.05 zam yapıldığında 1.710.50 TL’lik fiyat üzerinden yine bin ekmek alabilmektedir. Görünüşte, işçinin satın alma gücünde fiyat artışı dolayısıyla ortaya çıkan erime karşılanmıştır.
Ancak bu sonuç gerçek durumu ne ölçüde yansıtmaktadır? Bu soruya, gelirin bir andaki düzeyini değil, dönem içindeki gelişimini inceleyerek yanıt vermek gerekecektir, işçi, Ocak “91’de 1 milyon TL aylık ücretle çalışmakta ve bin ekmek alabilmekte idi, gerçek durumu tabloda izleyelim.
Enflasyon dolayısıyla gelirin 2693 ekmeklik bölümü ya da % 22’si fiyat artışı mekanizması aracılığıyla yok edilmiştir. Bugün savunulan ‘enflasyon artı refah payı’ anlayışı ile bu kaybın karşılanması sorunu tümüyle unutulmaktadır.” (Laspetkim-İş ’89-92 Çalışma Raporu, sf. 206)
Bu somut örneğe vergi ve diğer kesintileri de eklersek, işçinin yıl içindeki kaybı yaklaşık % 47’ye ulaşmaktadır. Diğer bir ifadeyle, işçinin ücreti, enflasyon oranında artmış olsa dahi yıl içindeki erime ve vergiler yüzünden, işçinin, % 47 oranında yine kaybı oluyor.
Ücretler konusunda, sorunun üzerine gidilmesi gereken yanı, ücretlerin enflasyon oranında artışından çok, işçinin satın alma gücünün korunup, geliştirilmesidir.
Enflasyon ücret ilişkisi açısından önemli bir nokta da ücret artışlarıyla enflasyonun bir ilgisinin olmadığı, işverenlerin iddia ettiği gibi, ücretler arttığı için enflasyonun yükselmediğidir. Tersine, enflasyon arttığı için ücret artışları söz-konusu olmakta. Enflasyon, kapitalizmin yapısal bozukluğundan değil de işverenlerin iddia ettiği gibi, ücret artışlarından meydana gelseydi, örneğin ’93 başından beri yaklaşık 8 aydır, 750 bin işçi ücret artışı olmadan çalışıyor, Bu 8 ayda enflasyonun düşmesi gerekecekti. Ama görüldüğü gibi enflasyon sürekli artıyor.

ULUSAL GELİR, REFAH PAYI VE ÜCRET İLİŞKİSİ

Ulusal gelir denilince, belirli bir sürede, örneğin, bir yılda toplumun ürettiği maddi varlıklar (makine, araç, gereç, tahıl, giysi vb) yığını anlaşılır. Değer olarak hesaplandığında, toplam toplumsal ürün değeri, değişmeyen sermaye+değişen sermaye+artı-değer toplamından oluşur.
Değişmeyen sermaye (Fabrika binaları ve eklentileri, araç ve gereçler, makineler, yani üretim araçları) üretimi yeniden sürdürmekle görevlidir. “Değişen sermaye (Ücretler, hammaddeler, yakıt, yardımcı malzemeler), işgücünün yeniden üretimi için, işçilerin ihtiyaçlarını giderme harcamaları olarak ücret şekline döner, yani işgücünün yeniden üretilmesi göreviyle yükümlüdür.”
Ulusal gelirin dağılımı, kapitalizmde emekçilerin değil, sömürücü sınıfların yararına göre yapılır. Ulusal gelir, önce kapitalistlerle işçiler arasında paylaşılır. Paylarını, işçiler ücret, kapitalistler artı-değer olarak alırlar, ikinci paylaşım ise, kapitalistler, bankacılar, tüccarlar ve büyük toprak sahipleri arasında olur.
Ülkemizde, gerek ulusal gelir dağılımında, gerekse ulusal gelir içinde ücretlilerle sermayenin pay oranında korkunç denecek boyutlarda farklılıklar bulunuyor. 1987 yılı DİE araştırmasına göre, Türkiye’de en yüksek % 20 nüfus, ulusal gelirin yarıdan fazlasını alıyor. En düşük % 20 ise ancak % 4’ünü alabiliyor.
“Ulusal gelirden tarım, ücret ve sermayenin aldıkları paylar, 1985-1991 dönemi incelendiğinde tarımın payı 1985’te % 19,85’den 1991’de % 16,89’a düşmüştür. Ücretlerin payı ise 1988 yılma kadar düşerken, 1989 yılından soma artmaya başlamış. Bu artışta, özellikle 1989 yılı bahar eylemleri ve daha sonraki sendika mücadelesinin yoğunluğu ile sağlanan ücret artışı kazanımlarının payı vardır.” Fakat bütün gelişmelere rağmen ücretlilerin payı % 23,62, sermayenin payı ise % 60’lardadır.
MESS patronlarının “Ülkede refah mı var ki refah payı verelim” sözü bir yana, son dönemlerde ücretlerle ilişkili olarak bir “refah payı” sürekli tartışılıyor. Ancak, yine çarpıtılarak ve ülkedeki gelir bölüşümünden koparılarak yapılıyor. Refah payı demek, özünde; “Gerek kişisel düzeyde gerekse ücretlilerin toplam gelir açısından artmış bir bütün içerisinde oranı düşen bir parçanın eski düzeyine çıkarılmasıdır. Örneğin, ulusal gelirin 300 trilyondan % 10 reel artışla 330 trilyona çıkmış olması karşısında ücretlere yapılacak % 10 ek ödeme ancak 330 trilyon içindeki ücret payını aynı oranda koruyacaktır”.
Ama burada da, enflasyonun yıl içinde yaptığı erozyon göz önüne alınmak durumundadır. Çünkü aynen enflasyonda olduğu gibi, ulusal gelir de bir yıl soma birden bire artmıyor. Aşamalı olarak yükseliyor. Fakat aynı dönem içinde ücretler sabit kalıyor. Demek ki ulusal gelirde % 10’luk bir artış gerçekleştiğinde, ücretlerin “bir dönem önceki” düzeyini koruyabilmesi için % 20 oranında artırılması gerekiyor.

ÜCRET KONUSUNA YAKLAŞIM NE OLMALI

“…Ekonomik mücadele, işçilerin işgüçlerini daha elverişli koşullarda satmak, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları elde etmek için işverenlere karşı açtıkları toplu mücadeledir. Bu mücadele, zorunlu olarak sendika mücadelesidir”(Lenin)
Bundan çıkarılması gereken sonuç, sendikaların salt ekonomik mücadele, hatta sadece ücret mücadelesi vermesi gerektiği değildir. İşçiler elbette ki işgüçlerini daha elverişli koşullarda işverenlere satmaya çalışacaklar, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadele edecekler. Ama sorun kendini bununla sınırlayıp sınırlamamadır. İşte, sınıf sendikalarıyla her türden burjuva sendikacılık arasındaki ayrım bu noktada başlıyor.
Faşist, reformist, Çağdaş Sendikacılık vb. burjuva sendikal akımlar, sendikalarda kapitalizmin kendisine değil, onun olumsuz sonuçlarına karşı mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Sendikaların görevinin; ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmak değil, kitleleri Yeni Dünya Düzenine entegre etmek olduğunu savunan bu karşı-devrimci akımlara göre; siyasi mücadele, yani siyasal iktidarın ele geçirilmesi mücadelesi, siyasi partilerin işidir ve siyasi mücadele ile ekonomik mücadele tamamen birbirinden bağımsız mücadelelerdir, sendikalar siyasi partilere karşı “bağımsızlığını” kesinlikle korumalıdır.
Bugün, başını DİSK ve diğer Çağdaş Sendikaların çektiği burjuva sendikal akımlar işçi sınıfının bilincini çarpıtmak için “sınıf ve kitle sendikacılığı” maskesiyle sürekli olarak, ekonomiyi politikadan ayırmaya, devleti tarafsız göstermeye çalışıyorlar. “Toplumsal Mutabakat”, “Ekonomik Sosyal Konsey” gibi oluşumlarla işçi sınıfının sorunlarının çözümleneceğini, baskı ve sömürü üzerine kurulu kapitalist düzenin, devrimci komünistlerin dediği kadar kötü olmadığı, bazı ufak tefek olumsuzluklar bulunsa da bunların sermayeye yardım edilerek giderilebileceğini ileri sürecek kadar yüzsüzleşiyorlar.
Sınıf sendikacılığı ise; sendikal alandaki mücadelenin ekonomik mücadeleyle sınırlanamayacağını, mücadelenin kapitalizmin sonuçlarına değil kendisine karşı yürütülmesi gerektiğini, her iki mücadelenin (ekonomik ve siyasi) birleştirilmesini, kaynaştırılmasını ve sendikal harekete Devrimci Komünist Partisi’nin önderlik etmesini savunuyor. Nasıl ki, ekonomi ile politika birbirine sıkı sıkıya bağlı ise, sendikalarla Parti arasında da o derece sıkı bağların olması, gereklilikten öte zorunluluktur.
Genel olarak ekonomik mücadele, burjuvazinin kendi alanıdır ve burjuvazi kendi alanında yenilgiye uğratılamaz. Yine biliniyor ki, burjuvazi açısından en kolay ödünler, geri alınması kolay olan ekonomik ödünlerdir. Bunlar içinde işverenler ve burjuva sendikacılar tarafından bilinçlice çok öne çıkarılan ücretler de en kolay geri alınan hakların başında geliyor.
Halen bağıtlanmamış olan ’93 sözleşmelerinde iş güvencesinin sağlanması, taşeronlaşmanın önlenmesi, özelleştirmenin durdurulması, çalışma hayatını ilgilendiren yasaların değiştirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi talepleri bir arada ileri sürülse de işverenler, hükümet ve sendikacılar tüm dikkatleri ücretler üzerine çekmeye çalışıyorlar. Bu, vermek zorunda kaldığı ücret artışlarını geri alabileceğinin yanı sıra esas olarak da, işçi hareketinin siyasallaşmasının, siyasal hak ve özgürlüklere ve Kürt ulusal sorununa ilişkin talepler ileri sürmesinin önünü kesmeye yöneliktir.
Bugün, 4 kişilik bir işçi ailesinin zorunlu gıda harcamasının 2,5 milyonu geçtiği ve asgari ücretin 1,5 milyon olduğu ülkemizde, elbette ücretlerin yükseltilmesi mücadelesi önemlidir. Ama bundan da önemli olan, alınan hakların korunması, geliştirilmesi ve ücretli kölelik düzenine yönelinmesidir.

%20’LİK GRUPLARA GÖRE GELİR DAĞILIMI -1987

En düşük    2’ci    3’cü    4’cü       En Yüksek
% 20         % 20      % 20      % 20      % 20
% 4           % 7     % 13    % 21    % 55

Çünkü “toplum, bir yandan bütün üretim araçlarını; toprağı, hammaddeleri ve makineleri tekellerine almış kapitalistler, öte yanda üretim araçları üzerinde her türlü yetkiden yoksun ve emek güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan işçiler olmak üzere, birbirine karşıt iki sınıfa bölünmüş olduğu sürece, bu toplumsal düzenleniş sürdükçe, ücret yasası hüküm sürecek ve bu yasa, her gün, işçiyi kendi elleriyle yarattığı ürünün kölesi yapan yeni yeni ağır zincirler işleyecektir.”(Marks, Ücret fiyat kar)
Bundan çıkarılması gereken sonuç, kötü olan ücretlerin düşüklüğü değil, ücretli kölelik sisteminin kendisidir. Ve ücretlerin yükseltilmesi mücadelesi, kesinlikle siyasal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ve ücretli kölelik sisteminin kaldırılması mücadelesiyle birleştirilmedir. Özgürlüğün olmadığı veya son derece kısıtlı olduğu ülkelerde işin de ekmeğin de garantisi olmaz.
Genel olarak tüm kötülüklerin kaynağının ücretli kölelik sistemi olduğu ve esas olarak insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan bu düzenin değiştirilmesi gerektiği düşüncesinden kalkarak, ekonomik mücadelenin, bunun bir parçası olan ücretlerin yükseltilmesi mücadelesinin küçümsenmesi, gereksiz sayılması ne kadar yanlışsa, ekonomik mücadeleyi abartmak, mücadelenin temeli haline getirmek de o kadar yanlıştır.
Unutulmamalı ki, ücretlerin yükseltilmesi, sermaye ve faşizme karşı verilen mücadelede bir amaç değil, siyasal iktidarın ele geçirilmesinde işçi sınıfının olanaklarının, manevra alanının genişlemesine yol açan diğer olanaklar gibi bir araçtır.
Başta da belirttiğimiz gibi, sendikaların ulusal düzeyde belirlenmiş bir ücret politikası yoktur. Yaptıkları şey iki yılda bir belirli bir ilkeye ve ölçüye dayanmayan, enflasyon + şu kadar ücret talebiyle işverenlerin karşısına çıkıp sözüm ona pazarlık yapar görünmek; yapılan uzun pazarlıklar ve “kayıkçı dövüşleri” sonucu enflasyonun yüzde 70’lerde seyrettiği ülkemizde “sıfır zam”dan yüzde 50-60’ı bulan ücret artışına, tamam demek oluyor. Alınan ücret zamlarıyla geçmiş reel kayıpları telafi etmek bir yana, mevcut enflasyonun da altına inildiğinden, işçilerin yoksulluğu bir kat daha artmış oluyor.
İşçilerin idari maddelerden çok, ücret bölümleriyle ilgilendiği anketlerdeki ücret zammı taleplerinin, sendika bürokrasisi için hiçbir değeri yoktur. Gelen anketler doğrudan çöpe atılırken, “önce işyeri, sonra işçi” mantığıyla hazırladıkları talepleri işverene sunuyor bu bürokratlar.
Daha sinsice çalışan Çağdaş Sendikacılar ise işçilerin taleplerini göz önüne almamak bir yana, onların taleplerini asgariye indirebilmek için yoğun bir çaba sarf ediyorlar. işçilerin kafalarını bulandırmak, düzenin birer uysal köleleri haline getirebilmek için işverenlerin ağzıyla propaganda yürütüyorlar, işverenle işbirliğini gizlemek için “aşırı ücret talebinde bulunmamanın gerektiğinden”, “talepler belirlenirken işyerinin ekonomik durumun göz önüne alınması gerektiğinden” dem vuruyorlar. ‘Taleplerde gerçekçilik ilkesi” diyerek talepleri en alt sınıra çekmeye çalışıyorlar. Ekonomik Sosyal Konsey’i, işverenlerden daha ateşli savunuyorlar, işverenler “zarar ediyoruz” dediklerinde, işçileri 16 ay bedava çalışmaya bunlar ikna ediyorlar, işverenler “verimlilik düştü” dediklerinde, bunlar “işçinin ücret zammında verimliliği göz önüne alınmalıdır” diyorlar. Kısacası işçi sınıfına karşı saldırıda işverenlerle aynı frekansı kullanıyorlar.
Bütün bu olumsuzluklar göz önüne alındığında, işçilerin ücrete ilişkin talepleri ve sendika bürokrasisine karşı tutumları ne olmalıdır? Her biri ayrı tartışma ve yazı konusu olacak kadar geniş ilkeleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. işyeri taban ücreti konulmak: işe yeni girecek olan işçi asgari ücretle değil, işyerinde belirlenen “İşyeri taban ücreti” ile işe başlamalıdır. Belirlenecek olan işyeri taban ücreti, o işyerinde ortalama ücretin üzerinde bir rakam olarak belirlenmelidir. Bu belirleme, yüksek ücretli işçileri çıkarıp yerine asgari ücretle işçi alan işverenler açısından caydırıcı olacaktır, Örneğin, 5 milyon alan bir işçiyi çıkarıp yerine 4 milyona bir işçi çalıştıracaksa, bu, işveren açısından pek cazip olmayacaktır.
2. Eşit işe eşit ücret sağlanmalı. Genel olarak aynı işi yapanlar, kıdem farklılıkları hariç aynı ücreti almalıdır. Örneğin, on senelik bir şoför ile işe yeni giren bir şoförün ücreti arasındaki farklılık sadece kıdeme ilişkin olmalıdır. Bu ilke de aynen işyeri taban ücreti gibi, işten çıkarmalarda caydırıcı olacaktır.
3.Ücret artışları, yüzdeli değil seyyanen olmalıdır.
İşyerlerinde genel olarak bir ücret dengesizliği var. Birkaç toplusözleşme geçirenle yeni giren işçinin ücreti arasında, aynı işi yapıyor olsalar da derin bir uçurum bulunuyor. Her ikisine de aynı oranda yüzde şu kadar ücret zammı yapıldığında aradaki uçurum daha da derinleşiyor. Örneğin, 1,5 milyon asgari ücretle işe başlayan bir işçi ile on senelik 6 milyon lira alan işçiye, aynı işi yapıyor olmaları göz ardı edilerek yüzde 50 zam yapıldığını varsayarsak, birincisi 2 milyon 250 bin lira alabilecekken, diğeri 9 milyon lira alabilecek, ikinci yıl zammıyla bu makas daha da açılacak. İkinci yıl da aynı oranda zam alındığını varsayarsak, birincininki 3 milyon 375 bin lira olurken diğerininki 13 milyon 500 bin lira olacaktır. Görüldüğü gibi ilk baştaki 4,5 milyon liralık fark bir sözleşme sonrası 10 milyonun üzerine çıkıyor.
Seyyanen zam uygulandığında ise, öncelikle işyerinde işyeri taban ücreti belirlendikten sonra, herkese aynı oranda, örneğin, 2 milyon TL zam yapılır. Bunun üzerine vasıflılık zammı ilave edilir. Bu ilave yüzde 5’i geçmemelidir. Örneğin işyeri taban ücreti 4 milyon olarak belirlenmiş ise, bunun altında kalan ücretler bu seviyeye çıkarılacak demektir. Bunun üzerine 2 milyon zam yapıldığında 6 milyon olacaktır. Daha önce işyeri taban ücretinin üstünde ücret alan, örneğin, 5 milyon alan işçinin ücreti ise 7 milyona çıkacak ve aradaki kıdemden ve vasıflılıktan kaynaklanan 1 milyon TL’lik fark aynen korunmuş olacaktır.
4. Satın alma gücü korunmalıdır Ücret zammı rakam olarak belirlenirken önemli olan rakamın şu veya bu düzeyde olması değil, işçinin satın alma gücünün korunmasıdır. Diğer bir ifadeyle reel kayıpların giderilmesi, bunun üzerine yıl içinde enflasyon nedeniyle erimeler ve iyileştirme zammının eklenmesidir. Burada ölçü yukarıda belirtildiği gibi işçinin kendi tüketim kalıbı içindeki malların fiyat artışlarıdır.
Ancak, dikkat edilmesi gereken konulardan biri, sadece geçmiş alım gücünün korunması değil bunun geliştirilmesidir. Sadece ücret bazında konuşursak, sürekli büyüyen ulusal gelirden payının devamlı büyütülmesidir.
5.Alınan ücret zamlarının tek kalemde ödenmesi:
Sermaye, uzun pazarlıklar sonucu vermek zorunda kaldığı şu veya bu düzeydeki ücret zammını bir kaç puan daha düşürmek için ücret zamlarını yıl içinde dilimlere bölerek uyguluyor. Dilimler ne kadar artarsa, alınan ücret zammı o kadar düşüyor. Rakamlar, yıl içinde toplam olarak söylendiği için de gerçek zam oranı gizlenmiş oluyor. Örneğin, son Demir-çelik işçilerine yapılan ücret zammı, ilk altı ay için yüzde 35, ikinci altı ay için yüzde 25 toplam yüzde 60 görünse de, gerçek zam oranı yüzde 52 düzeyindedir, işveren bunu iki dilime bölerek yüzde 8’lik bir payı geri alıyor.
Sendikalarda şu an yerleşmiş bulunan uygulama, iki yıllık sözleşmelerde ücret zamlarının 4 dilim halinde uygulanmasıdır. Bunun ikiye düşürülmesi gerekirken son dönemlerde özellikle Türk-Metal Sendikası’nın imzaladığı toplusözleşmelerde bu dilimlerin daha da artırılıp 8’e çıkarıldığı görülüyor.

SONUÇ
Her yıl yüz binlerce işçinin sokağa terk edildiği, enflasyonun yüzde 70-80’lerde seyrettiği ülkemizde, işverenlerin ısrarla belirttiklerinin tam tersi, işçi ücretleri yüksek olmamakla birlikte bugünkü düzeyiyle geçmiş kayıplarım dahi telafi edebilmiş değil. Görüldüğü gibi, reel olarak sürekli düşüş gösteriyor.
Ücretlerin “yüksekliği” fiyat artışlarının, enflasyonun, işsizliğin nedeni olduğu, işverenlerin demagojiye dayanan propagandasıdır. işverenler rahatsız göründükleri, şikâyetçi olduklarını söyledikleri enflasyondan aksine çok memnunlar. Enflasyonun yüksekliği işçi ve emekçilerin durumunu daha kötüleştirirken işverenlerin kârlarını da katlıyor.
Sendikalar, işverenlerin ve onların devletinin verilerine mahkûm olmamak için gerekli uzman kadrolarını toplayıp kurumlaşmalıdır.
Bugün, birçok sendikanın toplusözleşme dairesinin olmadığı bir gerçektir. 20, 30 hatta 40 yıllık bir sendikanın bu konularda kurumlaşmaya gitmemesi sadece ileriyi düşünmemekle açıklanamaz. Bugünü kurtarma anlayışından öte sendikaların işlevinin ne olması gerektiği konusundaki yanlış anlayışlardan kaynaklanıyor. Bu sakat anlayış, toplusözleşme konusunun yanında eğitim ve örgütlenme konularında da kendini gösteriyor, Milyarlık yolsuzluk söylentilerinin ayyuka çıktığı sendikalarda uzman kadroların istihdam edilmeyişleri ancak, bunların sermayeye karşı mücadele etmek istemeyişleri şeklinde izah edilebilir.
Sendikalarda bu konuda kurumlaşmanın sağlanması, işverenlere karşı ücret mücadelesinin belli ölçü ve ilkeler çerçevesinde verilmesi gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Esas sorun, sivrisineklerin öldürülmesi değil bataklığın kurutulmasıdır.

Ağustos 1993

Ahlak Üzerine

İnsanın manevi şekillenmesinin bir parçası olarak ahlak, çoğu kez, sınıflar üstü bir kavram gibi algılanır. Devlet, demokrasi vb. gibi birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da üzerindeki idealist kabuğu kırarak ahlakın insanlığın toplumsal evrimi içinde kazandığı sınıfsal özü ortaya çıkarmak, Marksizm’in çözümlediği sorunlardan biri oldu. Doğallıkla, egemen sınıfların ahlak anlayışlarının karşısına kendi ahlak anlayışını koyan Marksizm, onu, insanın manevi hazinesinin bir bileşeni ve proletaryanın sınıf mücadelesinin kopmaz bir parçası haline getirdi.
Elbette bunu söylerken, ahlakın sınıflı toplumlarla ortaya çıktığım anlatmak istemiyoruz. Çünkü nerede bir insan toplumu varsa, kaçınılmaz olarak onları bir arada tutan ekonomik ilişkiler ve bunlardan kaynaklanan psikolojik bir atmosfer vardır. Toplum, bireylerden oluştuğuna göre, bireylerin toplum karşısında hakları ve ödevleri vardır. Bu hak ve ödevler, neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin toplumsal yaşamın sağlıklı sürdürülmesine yararlı, neyin zararlı, olduğu gibi soruların yanıtlan olarak şekillenir. Toplumsal ilişkilerin bu düzenlenmesi sonucu, toplumun “ahlakı” da kendi yaptırım gücüne kavuşur.
“Demek ki, ahlaki yükümlülükler insanların toplumsal ortaklıkları nedeniyle birbirlerine borçlu oldukları şeylerden ibarettir. Bu da yükümlülüklerin haklar içerdiği anlamına gelir, yani haklar yükümlülüklerin tersi ya da öbür yü2üdür,” (Maurice Cornforth, Komünizm ve İnsanlık Değerleri sf. 82)
Bu hak ve yükümlülükleri belirleyen nedir? Bilindiği gibi, insan toplumu geçim araçlarının üretimine dayanır. Her üretim süreci de, bir üretim biçimi ve ona denk düşen üretim ilişkileri tarafından koşullandırılır. İnsanın diğer üretim alanı ise neslin devamı için bir zorunluluk olan cinsellik boyutudur. İşte toplumun ahlaksal çerçevesini çizen de tarih boyunca bu iki alan olmuştur. Genel olarak toplumun, özel olarak da kadının özgürleşmesi süreci, toplumsal ahlakın, gerçek insan ahlakına doğru gelişmesine koşut düşer.
Kalinin, ahlakın oluşum ve gelişim sürecini şöyle anlatıyor:
“Maneviyat ya da ahlak, insan toplumunun oluşumunun başlangıcından beri vardır. Ve onun ekonomik gelişimiyle belirlenir. Elbette bu ani bir değişme ile değil de, hukuk, din ve tüm ideolojik üst yapı kurumları gibi uzun bir süreç içinde ondan kaynaklanarak ortaya çıkar. İnsan, toplumunun başlangıcında ahlak, yaşama koşullarında gelişmiş, insanların tutumlarının belli normları içinde pratik olarak biçimlenmiştir. Bu normlar kuşkusuz hiçbir hukuki kayda geçirilmiyormuş. Zira o zamanlar henüz yazı yokmuş. Fakat o zamanki insanlar için bunlara uyma, belki de bizim çağdaş yasalarımızın hukuk maddelerine uyma zorunluluğundan daha az değilmiş. Toplumla, kabileyle, aileyle ilişkiler, kadın erkek ilişkileri, yaşam ilişkileri, herkesçe kabul edilmiş psikolojik ilişkiler, toplumsal ahlak halini alıyormuş.
İnsan toplumunun sınıflara ayrılması ve devletin ortaya çıkmasıyla, doğal olarak ahlak da sınıfsal temeline oturmuş, egemen sınıfların elinde, boyun eğmiş kitlelerin köleleştirilmesi için güçlü bir silah olmuş. Engels, kapitalist toplumda en az üç tür ahlak, ‘feodal aristokrasisi, burjuva ve proletarya” ahlaklarının var olduğunu savunmuştur.’ (Devrimci Eğitim, Devrimci Ahlak, sf.96)
Bu yüzden, mutlak değişmez ve “ilahi” bir ahlaktan söz edilemez. Ahlakın kaynağım dine, hukuka ve doğaya bağlamaya çalışanlar olmuştur. Ahlakın doğusuyla din arasında tarihsel bir yakınlık olmasına karşın ahlakın kaynağı din değil, doğrudan insanin maddi yaşam ilişkileridir. Hukuk ile ilişkisine gelince, hukuk, tarihsel olarak ahlaktan sonra toplum yaşamına girmiş bir kavramdır. Ahlakın kaynağı doğa da olamaz. Ahlakın kaynağını insanda değil de, doğada arayan Kantçı natüralist görüşler, dinsel “ilahi ahlak” düşüncesinin üstü örtük biçimidir. Şu açıktır ki, bilinçli insansal faaliyetin söz konusu olmadığı bir doğada, içgüdüler ve vahşi bir yaşam savaşı söz konusudur. Doğadaki yaşam yasaları, doğrudan doğruya güçlünün güçsüzü yok ederek varlığını sürdürmesi üzerine kuruludur. İnsansız bir dünyanın ahlakı da yoktur. Ahlakı oluşturan ve dayatan ne varsa, doğrudan, insanın toplumsal ve siyasal ilişkilerinin evrim sürecinde ortaya çıkmıştır. Maurice Cornforth, bu süreci şöyle anlatıyor.
“Toplum geliştikçe toplumun mülkiyet ilişkilerini yansıtan fikirler, politik toplumsal haklan ve imtiyazları, hukuku ve benzerlerini ilgilendiren sistemler ve kurallar biçiminde işlenmeye başlandı. Bütün bu ideolojilerin kaynağı, toplumsal üretim ilişkilerindedir ve son tahlilde, bu ilişkilerin ideolojik yansımasından başka bir şeyi oluşturmazlar.
Aynı şey ahlak fikirleri için de geçerlidir. İyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın, iyiliğin ve kötülüğün, mutlak standartları hakkında fikirlerimiz varsa, bu fikirler, insanların ya da davranırların herhangi bir nesnel niteliğinin yansıması değil, insanların içinde bulunduğu v/e içinde kendi kişisel faaliyetlerinin meydana geldiği toplumsal ilişkilerin bir yansımasıdır. Dolayısıyla toplumdaki esas değişmelerle birlikte, ahlak yargılarının da değişmesi şaşırtıcı değildir. Bir ahlakın diğerinden yüksek olduğunu söyleyebilmek için bir tek nesnel ölçü yardır ki, o da daha yüksek bir toplumsal düzeni yansıtır ve ona hizmet eder.” (M. Cornforth, Bilgi Teorisi, sf. 79)

AHLAK VE DİN
Din, insanın doğa karşısındaki aczinin, korkularının ve çözümsüzlüğünün ürünüdür.
İlkel komünal toplumun ahlak anlayışı ise, kadın ve erkek emeği üzerine ilk işbölümü temelinde kolektif bir üretim-tüketim ilişkisi paralelinde şekillenmiştir. İlk insanın gözünde, açıklayamadığı bütün doğal nesne ve olaylar tanrılaşır. Yeryüzü, toprak, su, gökyüzü, şimşek, ateş vb. insan beynine yansıyan her görüntüde, muazzam bir “yapıcı” ve “yıkıcı”lık, korkudan, saygıya doğru evrilir. İnsan, tanrıyı yaratır.
1843’te basılmış olan “Hegelci Hukuk Felsefesinin Bir Eleştirisi’nde Marx, konumuz acısından iki önemli saptama yapar. Birincisi.
“Din eleştirisinin temeli şudur: İnsan dini yaratır, din insanı yaratmaz”
İkincisi ise:
“Din bu dünyanın genel bir teorisidir, onun ansiklopedik özetidir, onun halka uygun mantığı, tinsel onur sorunu, coşkusu, moral yaptırımı, kutsal tutulan düşünülüşü, genel avunç ve haklı çıkma kaynağıdır.”
Biz de, bu sözlere paralel olarak şunları söyleyeceğiz: Ahlakı da insan yarattı; ahlak insana tanrıdan ya da doğadan dayatılmış metafizik bir kurallar yığını değildir. Din, nasıl dünyanın algılanışının (ya da çarpık algılanışının) genel teorisi ise; ahlak da insanın kendi davranışlarına çizdiği sınır ve bu sınırdan aldığı onur sorunu, doyum ve avunç kaynağıdır, insan saygınlığının teorisidir.
Din, ahlak ve hukuk, insanlığın, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin evrimine göre, binlerce yıldır sürekli bir dönüşüm içinde gittikçe daha fazla birbirleriyle kaynaşarak varlıklarını sürdürmüştür. Din nasıl, doğayı ve ondaki gizleri açıklayamamanın ifadesi ise hukuk da toplumun kendi iç çatışmalarını felsefi ve ahlaksal kurallarla çözümleyemediğinin itirafıdır. Kınama ve toplumdan dışlamanın ötesinde, yazılı yasalara dayalı bir zorbalığın gerekliliği hukuku doğurdu. Öyleyse hukuk, insanlığın sınıflara bölünmesi sonucu, topluma dayatılan sınıfsal bir yaptırım gücüdür. Bu yüzden hukukun sınırlan ahlaktan daha dar, daha kesin (çünkü yazıya geçirilmiştir) ve daha serttir.
İlkel toplumlarda ayrı birer üstyapı kurumu olarak şekillenen ahlak ve din ise, sınıflı toplumlarda kopmaz bağlarla birbirine bağlanır. Din, yer yer ahlakın önüne geçer ve çoğu kez ahlakın kurallarımı formüle eden güç haline gelir. Ahlak, gitgide mistik bir hava alır. Çünkü artık ahlakın işlevi “dünya işlerinin organizasyonu”nun ötesine geçmekte, “öteki dünya”da yanmaktan kurtuluşun da reçetesi haline gelmiştir. Böylece “örnek ahlakın temsilcisi” olarak peygamberler türemeye başlar. “Dünya nimetlerinde gözü olmamak” ve ibadet ahlakın temeli haline gelir. En büyük ahlaksızlık “hırsızlık” olur. Din ve ahlak parmağını sallayarak “çalma” diye bağırırken, hukuk da hırsızın ensesine şaplağı indirir. Din, ahlaklı insana cennetin kapısını açarken, hukuk da ahlaksız insana cezaevinin kapısını açar. İlahi adalet için parmağıyla öteki dünyayı gösteren din adamı, bu dünyadaki adaletsizliklerin de ilelebet süreceğinin onaylayıcısı olur. Doğallıkla ruhen tanrıya teslimiyet, maddi dünyada da egemen sınıflara teslimiyetle pekişir. “Din halkın afyonudur.” (Marx). Ahlak da onunla kaynaşıp bütünleştiği oranda afyonlaşır.

AHLAK VE BİLİM
Bundan dört yüzyıl önce Köroğlu; “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” diye seslenirken, belki de yüzyıllar sonra ortaya konulacak bir düşüncenin öncülüğünü yapıyordu. Özellikle iki büyük paylaşım savaşının ardından “hümanist aydınlar”ın başını çektiği bu düşüncenin özeti, “bilim, ahlakın düşmanıdır” sözcükleriyle ifade edilebilir.
Albert Bayet, Bilim Ahlakı adlı yapıtında, bu düşünce sahiplerinin gerekçelerini şöyle anlatıyor:
“1914 ile 1918 yılları arasında on beş milyon insan savaşta can verdi. Bu ölüm işi için kim silahlandırdı ulusları? Bilim. Bilimin yardımıyla, trenler, otomobiller, göz açıp kapanıncaya kadar, küme küme insanı ölüm meydanlarına atıyordu; hep daha iyi araçlarla kuşanan fabrikaların, topların tüfeklerin sayısı onun yardımıyla artıyordu. Onun yardımıyla ölüm saçan yaylım ateşleri düzenleniyor, uçaklar orduların, kentlerin üstünde uçup durabiliyordu. İnsan ölüleri, yaralar, kesip biçmeler karşısında duygusuz kalan bilim, dünyanın gözüne yaman bir insan öldürme aracı gibi görünüyordu.” (age, sf. 11, 12)
Bilimler için, “bir bela” diyecek kadar ileri  giden Einstein gibi bir dahi bile, teknolojinin insan soyuna verdiği zararlardan sonra,
“Bilim bugüne dek köleler yaratmaktan başka bir işe yaramadı; savaş zamanında bizi zehirlemeye, parça parça etmeye yarıyor, barış zamanında da hayatımızı çekilmez, kararsız bir hala sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde kölelikten kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapmıştır.” (Aktaran, age, af. 15)
Bu düşüncelere en kolay ve pratik karşı çıkma yolu, hemen bilimin insanlık yararına sağladığı buluşları anımsatmak olur. Oysa bu yolla bir arpa boyu bile yol alınamaz. Çünkü bu düşünce sistemi ile yukarıda aktarılan düşüncelerdeki gerçeklikler ortadan kaldırılamayacağı gibi, bizim verebileceğimiz bolca örneklemeler sonucu olsa olsa bilimin ahlaksal ve ahlak dışı yönleri vardır gibi, bir tanıma ulaşılabilir. Oysa bu da yanlış bir tanımdır.
Bilim, doğa yasalarının ortaya çıkarılması ve doğadaki materyallerin kullanılması ile gelişir. “Bilim ahlakın düşmanıdır” düşüncesi, tıpkı “doğa, ahlakın yaratıcısıdır” düşüncesi gibi, insan faktörünü göz ardı eden idealist bir düşüncedir. Doğa gibi, bilimin de ahlakı yoktur. Bilimin gelişmesi doğrudan insanın doğaya egemenliğinin gelişmesine bağlıdır. Bilimin gelişmesi de, pratik olarak yönlendirilmesi de doğrudan o toplumun üretici güçlerinin gelişmişlik düzeyi tarafından koşullandırılmıştır. Bir taş yardımıyla bir insanı öldürdüğümüzde taş ne kadar suçluysa, insan öldürmeye yarayan bir mermi de o kadar suçludur.
“Herhangi bir dönemde toplumun, dolayısıyla da devletin, dinin vb. genel yönetimini ve idaresini eline almış olan sınıf aynı zamanda bilimlerin idaresini de ele alır ve onların gelişmeleri üzerine etkileyici bir denetim uygular.” (M. Cornforth, Bilgi Teorisi, sf. 97)
Köleci ve feodal dönemin, bilimin yerine dini, özgür düşünce yerine ise dinsel ahlak ve hukuku koyan siyasasında, bilimin özgürce gelişebileceği koşullar yok denecek kadar azdı. Yerkürede her şey ilanı bir adalete göre yönetiliyordu. Her şey kutsal kitaplarca çözümlenmişti, bunun ötesinde kalanlar ise insan aklının çözemeyeceği şeylerdi. “Dünya evrenin merkeziydi ve gezegenler onun çevresinde dönüyordu.” (Batlamyus), “Hayır da ser de tanrıdandı.” Tanrı beş parmağın her birini ayrı yaratmıştı. Yani köleyi de köle sahibini de yaratan tanrıydı ve bu dünya herkes için sınanma alanıydı.
Pusulanın bulunuşu, Kopernik’in gezegenler arası ilişkide Güneş’i merkeze koyan açıklaması, Newton tarafından yerçekimi ve maddenin hareket yasalarının ortaya çıkarılması idealist felsefenin kırılmasında önemli faktörler oldular.
Yükselen sınıf olarak burjuvazi, sadece sahip olduğu teknik ve üretim ilişkilerindeki üstünlüğü ile değil, ideolojik ve ahlaksal silahları ile de saldırıya geçti. Binlerce yıldır süregelen kula kulluk ahlakının karşısında burjuvazi, yükselttiği “eşitlik, hürriyet, kardeşlik” bayrağıyla kendi ahlak ilkelerini de belirtmiş oluyordu.
Fransız devriminin hazırlayıcılarından Jean-Jacques Rousseau, “halk egemenliği, eşitlik ye özgürlük” temellerine dayalı yeni bir tonlum düzenini tasarlar ve cumhuriyetçiliğin öncülüğünü yaparken, bilim ve sanatın gelişmesi ile ahlaksal çöküşün birlikte gittiğini öne sürmüştür. Ancak, bu çöküşün ardında insanın insan tarafından köleleştirilmesini, boş inançların yaygınlaşmasını vb. görmesiyle önemlidir.
Toplum Sözleşmesi adlı ünlü yapıtındaki: “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” sözleriyle, ezilenleri kurtuluş için ayaklanmaya çağırması insanlık tarihi için önemli belgelerdendir.
Yine de burjuvazinin felsefi idealizmle barışması çok çabuk olur. Laboratuar çalışmasında, bilimsel-teknik alanda materyalizmle dost olan burjuvazi, toplumbilimsel alanda bilime düşman kesilir. Çünkü kendisi de sömürücü bir sınıftır ve onun da proletaryaya kurtuluş umudu olarak parmağıyla işaret edeceği bir “öteki dünya”ya gereksinimi vardır.
Kapitalizmin yükselişi ile doğa bilimlerinin muazzam gelişmesi karşısında felsefenin ve toplumbilimin yerinde sayması, Marx’ın da önemle altını çizdiği olgulardandır.
1844’te kaleme aldığı Ekonomik-Felsefi Elyazmalarında bu çelişkiyi şöyle ifade edecektir:
“Doğa bilimleri görülmedik bir etkinlik geliştirdiler ve kendilerine durmadan genişleyen bir alan edindiler. Ama felsefe onlara, onların felsefeye olduğu gibi yabancı kaldı.”
Yazının devamında, endüstrinin doğa ile ve doğanın ürünü olan insan ile ilişkisine değinen Marx, bilimin böylesine parçalanmasının sonsuza dek sürmeyeceğini belirtir ve doğa, insan ve tarih arasındaki diyalektik bütünlüğü ortaya koyar:
“Tarihin kendisi doğa tarihinin, doğanın insana gelişmesinin gerçek bir parçasıdır. Daha sonra doğa bilimi, insan biliminin doğa bilimini içereceği gibi, aynı biçimde, insan bilimini içerecektir. Yalnız bir tek bilim olacaktır.” (Aktaran: Bernal, Marx ve Bilim,- sf. 36, 37).
Ancak, sosyalizmin üretici güçlerde sağlayacağı muazzam gelişmedir ki, laboratuarda materyalist (zorunlu olarak materyalist, çünkü bilim doğası gereği materyalisttir) felsefede idealist “bilim” adamı kuşağına son verecektir. Ancak sosyalizm, bilim adamını burjuvazi için ölüm silahları üreten ücretli memur statüsünden koparıp alacak ve kardeşçe örgütlenmiş bir toplumun onurlu ve saygın bir bireyi statüsüne kavuşturacaktır. Ve o gün bilim “kâr amacına yönelik” bir araç olmaktan çıkacak, insanın köleleştirilmesinin değil, doğaya her yönüyle egemenliğinin ve özgürleşmenin bir aracı olacaktır.
Bağlarsak, bilim adamından ve sınıflardan soyutlanmış bir bilimin “ahlakı” yoktur. Olsa olsa bilim adamının ahlakından söz edilebilir ki, bu ahlak da egemen sınıfın ahlakının uzantısından başka bir şey değildir. Yine de bu sözümüzün bir genelleme olduğunu, tarihin, tavrını ezilenlerden ve güzel bir dünya için mücadele edenlerden yana koyan birçok onurlu bilim adamı ve aydını da yarattığını belirtelim. Gladkov’un Fabrika (Çimento)’sındaki mühendis Kleist ve Ali Abdi Hoca’nın Boyun Eğmeyeceksin adlı romanındaki mühendis Mberia örneği, koşulları değiştiğinde bilim adamlarının felsefi ve ahlaksal görüşlerinin de değişebileceğinin canlı örnekleridir.

AHLAK, CİNSELLİK VE AİLE

Ahlak denilince ilk akla gelen şeylerden biri de cinselliktir. Hatta çoğu kez farkında olmadan bundan “kadının cinselliği”ni anlarız. Burada binlerce yıldır süregelen ataerkil ilişkilerin ve erkek egemenliğinin bilincimize yansıması söz konusudur.
Cinsellik, kadın erkek ilişkileri ve aile kurumu çağlar boyunca kendi kurallarını, ahlak anlayışlarını ve hukuk normlarını revize ede ede günümüze kadar gelmiştir. Tarihin devingenliği içinde çoğu kez eski ile yeni iç içe geçer. Töreler, gelenek görenekler, kavimsel- ulusal özgünlükler, karşılıklı etkileşimler, sosyal ve siyasal mücadelelerin boyutları sonucu kazanılan ve kaybedilen haklar vb. ile kadın erkek ilişkilerinin çok boyutlu bir tarihi vardır.
Engels’in de önemine özellikle işaret ettiği Morgan’ın ilkel kabileler üzerindeki çalışmaları, aile kavramının doğuş ve gelişimine ilişkin bize önemli bilgiler sunmaktadır.
Engels, her biri üzerinde uzun uzun durduktan sonra, özetle:
“Demek ki -der-, kaba çizgilerle, insanlığın gelişmesindeki belli başlı üç aşamaya uygun düşen, belli başlı üç evlilik biçimi var. Yabanıllığa grup halinde evlilik, barbarlığa iki-başlı evlilik; uygarlığa (da- ç.), eş aldatma ve fuhuşla tamamlanan tek eşlilik (karşılık düşüyor- ç.)” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Marx, Engels, Seçme Yapıtlar 3, sf. 301)
Burada altını çizmemiz gereken nokta, ailenin çok eşlilikten tek eşliliğe doğru bir evrim geçirmesine karşın, gerçek anlamıyla bunun hiçbir zaman sağlanamamış olmasıdır. Konumuz açısından ikinci önemli şey de, bu evrim sürecinde kaçınılmaz olarak aileye ilişkin ahlaksal çerçevenin de değişmek zorunda oluşudur.
Aile, salt insana özgü bir olgu değildir. Memeli hayvanların çeşitli türleri incelendiğinde çok kocalılık dışında, yukarıda belirtilen çeşitli evlilik biçimlerinin (cinsel ilişkiler anlamında) değişik şekillerde varlığını görürüz. Çok kocalılık ise bugüne kadar yalnızca insan toplumlarının belli kesitlerinde görülmüştür.
Grup halinde evlilik, belirli bir toplumsal grup içinde hiçbir sınırlayıcı yasak olmaksızın cinsel ilişkilerin sürdürülmesi anlamına gelir. Burada ana-babalarla çocuklar arasında cinsel ilişkiler üzerinde bile hiçbir töresel, ahlaksal engel yoktur. Zaten, verili koşullarda çocukların gerçek babalarını bilebilmek hemen hemen olanaksızdır. Bu ailede kadınlar, ailenin temeli ve en saygın üyeleridirler.
İki-başlı aile, aşiret ilişkilerini henüz kırmamış olmakla birlikte grup içi evliliklere adım adım sınırlamalar getirilmesi ile gelişir. Farklı gençler arasında kız kaçırma ya da satın alma yöntemiyle akrabalıklar kurulur. Evlilikte satın alma yoluyla yeni bir töre devreye girer ve satın alınacak kızın ana tarafından akrabalarına (çünkü baba belli değil, ya da tartışmalıdır) armağanlar verilir. Kadının toplumdaki statüsü hala sürmektedir. Genellikle evi kadınlar yönetir.
Özel mülkiyetin doğuşu ve gelişimi, grup yaşamı, akrabalık ilişkilerine dayalı ortaklıklar ve anaerkil ailenin de ölüm çanlarını çalacaktır. Hayvancılığın, madenlerin işlenmeye başlanmasının, dokumacılık ve tarımın gelişmesi, belirli bir servet birikimi yaratırken, erkeğin evin geçimindeki rolünü de artırıyordu. İlk iş olarak analık hukuku ortadan kaldırıldı ve babanın üzerinden çocuklara miras aktarımı gündeme geldi. Kadın aşağılandı, köleleştirildi ve erkeğin cinsel isteklerinin oyuncağı ve bir çocuk doğurma aracı haline geldi. Bundan böyle kadının ahlaklı olmasının göstergesi, erkeğine itaatkâr ve kölece bağlılığı tarafından şekillenecektir. Resmi evlilik dışı ilişkiler (fuhuş) böylesi bir tarihsel dönemin ürünü olarak çarpıcılaştı. Bu, doğduğu andan itibaren tek eşliliğin de ruhuna fatiha okunması oldu. Üstelik Atina gibi antikçağın en uygar ve gelişmiş bir kentinde, dizginsiz bir fuhuşa, erkeklerin oğlancılığı da eklenecek, evdeki kadına yönelik Kölece ahlak yasaları, erkekler ve hafifmeşrep kadınlar şahsında büyük bir ahlaksızlıkla iç içe geçecektir.
İlkel yasalar ve dinler, kadını aşağılarlar. Tevrat, kısır kadının terk edilmesini emreder, İslam hukuku, kadını erkeğe tabi kılar ve eve hapseder. Çok karılılığı yasallaştırır. Hıristiyanlığın önde gelen azizlerinden Saint Paul: “Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı” der. Köleci tonlumdan modern kapitalist toplumlara kadar kadın, teoride de pratikte de ikinci sınıf vatandaş işlevi gördü. Bekâretinden giyim kuşamına ve konuşma tarzına varıncaya kadar ahlaksal zincirlerle sarıldı ve alçaltıldı. Burjuvazinin ikiyüzlü ahlak anlayışı, örneğin bizde öyle iğrenç boyutlara ulaşmıştır ki, bütün vergi dairelerinin girişinde “Vergilendirilmiş Kazanç Kutsaldır” diye yazılan bu ülkede, dinsel bir sözcük olan “kutsallık”, ahlaksızlığın en belirgin öğesi olarak kabul edilen fuhuş sektörünün, bu “cezası cehennemlik iş”in patroniçesine layık görülmektedir. Çünkü en fazla vergiyi ödeyen, bir genelev patroniçesi olan Matild Manukyan’dır. Bu örnek, aynı zamanda ülkemizde “tek-eşliliğin” hangi boyutlarda olduğunu da az çok gösteriyor. Kadına ve aileye biçtiği değer bütün dünyada açıkken, burjuvazi, her yerde “ahlakın ve ailenin koruyucusu” pozlarında ortaya çıkar. Marx ve Engels, gerek Komünist Manifesto’da, gerekse diğer birçok yazısında kapitalistlerin iki yüzlülüğünü ortaya koyar ve onların komünistlere yönelik alçakça karalamalarını alaylı bir dille çürütürler.
“Ailenin feshi! En radikal unsurlar bile, komünistlerin bu alçakça niyeti karşısında İsyan ediyorlar.
Bugünkü aile, burjuva ailesi, hangi temele dayanıyor? Sermaye, özel zenginleşmeye dayanıyor. Bu aile, tüm gelişimi ile sadece burjuvazi için mevcuttur; öte yandan bu durumun sonucu tüm ailenin proleterlerde zoraki ortadan kalkışı ve fuhuştur.”
“Fakat siz komünistler, kadınların müşterekliğini getirmek istiyorsunuz, diye bütün burjuvazi bir koro halinde bağırıyor.
Burjuva, karısını, basit bir üretim aracı olarak görür. Burjuva, üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duymakta ve tabiatıyla, kadınların kendisinin de sosyalizasyonun ortak kaderini paylaşacağı sonucunu çıkarmaktadır.
Burjuvazi, aslında, kadını, bugünkü basit bir üretim aracı rolünden çekip almanın söz konusu olduğunun farkında değildir.
Sonuçta, komünistlerin kadını ortak kullanacaklarını iddia eden burjuvalarımızın bu ahlak ötesi korkulan kadar gülünç bir şey olamaz. Komünistlerin kadınların müşterek kullanılmasını önermeye ihtiyaçları yoktur, bu zaten hemen hemen her zaman mevcuttur.
Resmi fuhuş bir tarafa, proleterlerinin karıları ve kızlarının emrine amade olmasıyla yetinmeyen burjuvalarımız, birbirlerini devamlı boynuzlamaktan garip bir zevk duyuyorlar.
Burjuva evliliği, gerçekte evli kadınların müşterekliğidir. Komünistler, en fazla ikiyüzlülükle; gizli tutulan kadınların müşterekliliği yerine, resmi ve açıkça itiraf edilen bir müştereklik getirmek istemekle suçlanabilirler. Zaten, bugünkü üretim rejiminin ortadan kaldırılmasıyla, bundan doğan kadının müşterekliğinin, yani açık veya gizli fuhuşun da ortadan kalkacağı açıktır.” (Marx ve Engels, Komünist Partisi Manifestosu; Kadın ve Marksizm, sf. 118-1 20)
Gerçekten de kapitalist toplumun aileyi nasıl çöküşe ve dağılmaya ittiğini her gün kendi çevremizde olup bitenlerden görebiliriz. Ekonomik sıkıntıların yarattığı boşanmalar, koca evinde yaşadığı açlık, dayak vb. nedenlerle baba evine kaçan kadınlar, artist olmak için evden kaçan kızlar, çalışmak zorunda bırakılan çocukların evi terk ederek sistemin dişlileri arasında öğütülmeleri, iş aramak için büyük kentlere (hatta Almanyalara vb.) giden ve bazen hiç geri dönmeyen, bazen yıllar boyu uğramayan “aile reisleri”, cami önüne bırakılan, evlatlık verilen çocuklar… Burjuva aile yaşamında ise Yılmaz Güney’in Arkadaş filminde burjuvalaşmış Cemil’in ağzından söylettiği gibi: “Karısı güzel olan karımı öpebilir, baldızı güzel olan baldızımı öpebilir.”
Bugünkü evliliklerin çoğu kadın ve erkeğin karşılıklı anlaşması ve birbirini istemesi üzerine kurulu değildir. Çoğu kez ekonomik düzey, toplumsal statü asıl belirleyici olmakta, hatta bu konuda asıl karar mercii ana-babalar olmaktadır. Üst sınıflardaki evliliklerde kadın ve erkeğin rolü şirketlerin evlenmesinde cinsiyetleriyle aracılık yapmaktır. Daha alt sınıflarda da (ve elbette toplumun genelinde de) kadın ya kendini her gün ayrı ayrı satan bir fahişe konumundadır, ya da evlilik sözleşmesiyle ve tek bir imzayla sürekli olarak aynı insana satılma ile karşı karşıyadır. Bütün bu sorunların temelinde toplumun sömürücü ve sömürülen sınıflara bölünmüş olması ve sermayenin “her şeye kadir” egemenliği vardır.
Buna karşılık, gerçek kadın erkek aşkı üzerine kurulabilecek evliliği ancak sosyalizm yaratır. Sosyalizm, cinsel özgürlükten yanadır. Ancak bu bazılarının sandığı gibi herkesin herkesle “serbest aşk”ı değildir. Bu eğilim burjuva aile kurumlarına karşı anarşizan bir tepkidir.
Lenin, bu konuya ilişkin düşüncelerini, Fransız kadın komünist Inesa Armand’a yazdığı mektuplarda polemikler şeklinde ortaya koymuştur. Burjuvazinin “aşkı parayla satın alma” ve yok etmesine tepki olarak öne sürülen “serbest aşk”a da sözcüğün burjuva bir isteği içerdiği gerekçesiyle karşı çıkan Lenin, her iki “aşk”a karşı proleter aşkını savunuyordu.
Bu aşk özünde tek eşlidir. Çünkü kadın ve erkeği evlenmeye zorlayan aşkın dışındaki bütün toplumsal, ekonomik, psikolojik baskılan ortadan kaldırır. Özgürce evlenmenin yolunu açtığı kadar, özgürce boşanabilmenin de yolunu açacak, böylelikle karşılıklı sevgi ve istek dışında kadınla erkeği birlikte yaşamaya iten nedenler yok edilecektir. Toplum, evlilik içi ya da dışı dünyaya gelmiş bütün çocukların bakımını üstlendiği için, boşanmalarda “çocukların perişan olması” gibi durumlar da olmayacaktır.
“Tek eşlilik, ortadan kalkmak bir yana, işte o zamandan itibaren bütünüyle gerçekleşecektir. Zira üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçişiyle ücret, proletarya ve giderek kadınları -istatistiklerle sayıları bulunabilir- fahişeliğe zorlayan yoksulluk da ortadan kalkar. Fahişelik yok olur, tek eşlilik tehlikeye düşmek bir yana, hatta erkekler için bile gerçek olur.” (Engels)

AHLAK, ÖZGÜRLÜK VE SOSYALİZM

Köleci toplumda özgürlük, köle satın alabilme özgürlüğüdür. Bir kölenin “kendisini doyuran, giydiren, barındıran sahibene karşı en küçük saygısızlığı bile büyük bir ahlaksızlık örneğidir. Ahlakın yetmediği yerde din ve hukuk kuralları yardıma koşar. Çünkü sonuçta,
“Ahlak kurallarının konulmasındaki amaç toplumdaki başıboşluğu elden geldiğince önlemek…”tir Dean Baby, En Güzel Dünya, sf. 32)
İnsanın manevi dünyasını kuşatan ahlaksal ve dinsel yanılsamalar zinciri kırıldığında, devreye maddi yaptırım araçları, devlet, mahkemeler, cezalar girer.
Kölenin özgürlüğüne kavuştuğu gün ise, köle sahibinin özgürlüğü yok edilmiştir. Doğaldır ki, köleliği körükleyen eski hukukla birlikte eski ahlak anlayışı da tümden ya da kısmen kırılıp atılmıştır. Şimdi din adamlarına düşen görev ise, oluşan yeni duruma göre, kutsal kitapları yeniden yorumlamak ve aslında tanrının da bu durumu böyle istediğini, bu değişikliğin tanrının izni ve isteğiyle gerçekleştiğini anlatmaya başlamaktır.
Sınıflı toplumlar söz konusu olduğu sürece özgürlük göreli, değişken, sınıfsaldır, insanlığın ulaşmak için binlerce yıldır yürüye-geldiği gerçek özgürlük dünyasının ikili yönü vardır. Birincisi, genel insanlık açısından, özgürlüğün sının, insanın doğaya egemenliğinin sınırıdır. Güneş’e gidebilmem mümkün değilse, böyle bir özgürlüğüm de yoktur. “Özgürlük, zorunlulukların kavranması demektir.” ikinci yönü ise, tek tek bireyler açısından, bir başkasının özgürlüğüne engel olduğumda benim de özgürlüğüm biter anlayışıdır. Bu komünist hümanizm dediğimiz şeydir ve burada da “özgürlük zorunlulukların kavranmasıdır.” Bir başkasının sırtından geçinmeye başladığım anda benim özgürlüğüm diğerinin tutsaklığının bedelidir ve yarın bir başkasının benini özgürlüğüme el koymayacağının da garantisi yoktur.
İnsanlığı bütün sınıfsal ayak bağlarından kurtararak gerçek özgürlüğe taşıyacak olan şey proletarya devrimidir. Proletarya, bugün sosyalist ahlakın temsilcisi, yarınki komünist sınıfsız ahlakın da habercisidir.
Lenin, 2 Ekim 1920’de toplanan Rus Genç Komünistler Birliği’nin Üçüncü Rusya Kurultayı’nda yaptığı “Gençlik Birliklerinin Görevleri” adlı konuşmasında “sosyalist ahlak” sorununu açar ve şunları söyler-.
“Peki, sosyalist ahlak bilimi diye bir şey var mıdır?
Elbette vardır. Çoğu zaman bizim kendimize Özgü bir ahlak biliminin olmadığından söz edilir. Çoğu zaman burjuvazi, biz sosyalistleri, ahlakı tümden reddetmekle suçlar. Aslında bu, sorunu bulandırmak, işçilerin ve köylülerin gözlerini karartmak için uygulanan bir yöntemdir.
Ahlak bilimini, ahlakı hangi anlamda reddetmeliyiz?
Burjuvazinin anladığı anlamda. Burjuvazi, ahlakı tanrının buyruklarına dayandırır. Bu nedenle biz tanrıya inanmadığımızı söyleriz, Kilise adamlarını, toprak ağalarının ve burjuvazinin -sömürücüler olarak- kendi çıkarlarını sürdürebilmek için tanrının adını kullanmış olduklarını çok iyi biliyoruz.
İnsanın ötesinde, sınıfın ötesinde kavramları esas alan her ahlakı reddediyoruz. Bu, işçileri ve köylüleri, toprak ağalarının ve kapitalistlerin çıkarları için kandırmak, dolandırmak, aptal yerine koymaktır, diyoruz.
Ahlakımız kesinlikle proletaryanın sınıf kavgası çıkarlarına bağlıdır, diyoruz. Ahlakımız proletaryanın sınıf kavgasının çıkarlarından yeşerir.
İnsanlar ahlaktan dem vurdukları zaman, şöyle deriz: Bir sosyalist için ahlak, bir birleşik disiplin ve sömürücülere karşı verilen bir bilinçli kitle kavgasıdır. Ebedi ahlaka inanmayız biz ve ahlak hakkında ileri sürülen hikâyelerin yapmacıklığını da açığa çıkarırız. Ahlak, insan toplumunun daha üst bir düzeye ulaşma ve kendini emek sömürüsünden kurtarma amacına hizmet eder.” (Lenin, Kültür ve Kültür İhtilali Üzerine, sf. 123)
Burada yeri gelmişken, sosyalizmi, ahlaki bir öğreti, iyi niyetli filozofların daha güzel bir dünya tasarımı düzeyine indirgemeye çalışan düşüncelerin çarpıklığını da belirtelim. Evet, sosyalizmin bir ahlak anlayışı vardır ve o, bütün ikiyüzlü sömürücü sınıf ahlaklarından üstün ve onurlu insana yakışanıdır. Ancak, sosyalizm bir ahlak öğretisi değildir. Zira böyle olsaydı ortaya bilimsel bir dünya görüşü olarak değil, bir din ya da tarikat olarak çıkardı. Ki, antik-çağ’dan günümüze binlerce filozof, aydın, politikacı komünizme ilişkin ütopik tasarımlarda bulunmuş, hatta bu konuda pratik denemelerde bulunanlar da olmuştur. Çıkış noktası, ahlakı ve özgürlüğü insanın özünde, tanrısal bir var oluş olarak gören bütün bu anlayışlar, toplumların evrimi içinde, gelişen sınıfların ayakları altında ezilmekten ve sonuçta güzel bir düş (ama sadece bir düş) olmaktan kurtulamamıştır.
“Komünizm bir öğreti değil, bir harekettir; ilkelerden değil, olgulardan yola çıkar. Komünistlerin elinde dayanak olarak şu ya da bu felsefe değil, tüm geçmiş tarih ve özellikle bu tarihin uygar ülkelerdeki gerçek güncel sonuçları var. Komünizm, büyük sanayiyle onun sonuçlarından, dünya pazarının kurulmasından, bundan kaynaklanan rekabete verilmiş özgürlükten, daha bugünden dört başı mamur dünya pazarı bunalımları durumuna gelmiş bulunan gitgide daha zorlu tecimsel (ticari) bunalımlardan, proletarya ile burjuvazi arasındaki bundan kaynaklanan sınıflar savaşımından çıkmıştır. Teorik olduğu ölçüde, komünizm, proletaryanın bu savaşımdaki konumunun teorik deyimlenişi ve proletaryanın kurtuluş koşullarının teorik bireşimidir.” (Engels’ten aktaran: Emile Bottigelli, Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu, sf.255)
Bir başka türlü söylersek, sosyalist ahlak sınıf mücadelesini yaratmamıştır. Tersine o, sınıf mücadelesinin doğurduğu birleşme, dayanışma, yardımlaşma gereksiniminden türemiştir.
Kalinin, öğretmenlere yönelik bir konuşmasında, nasıl bir nesil yetiştirmeleri gerektiği üzerine açıklamalarda bulunur. Burada o, “sosyalist yeni insan insancıl niteliklerden yoksun bir insan olmayacaktır. İnsan insandır, işte buradan hareket etmek gerekir” dedikten sonra, “Öyleyse ne gibi insancıl nitelikler aşılanmalıdır?” diye sorar ve madde madde sıralayarak açıklamalarını yapar.
Bunlar insan sevgisi, dürüstlük, yüreklilik, arkadaşlık bağları ve emek sevgisidir.
Gerçekten de, bu kavramlar üzerindeki, burjuvazi ve gericiliğin örttüğü bütün çıkar ilişkilerini kaldırdığımızda, geriye sevgi ve paylaşım dünyasının insanı kalır. Ve insan şimdi insanlaşır, doğanın, bilimin, üretimin kolektif efendisi haline gelir.
Bu noktadan sonra özgürlük ahlakla bütünleşir. Sınıfsız toplumun ahlakı, sınıfların olduğu gibi, ulusal, dinsel, cinsel ye ahlaksal baskılardan da kurtulmuş bir toplumda gelişecektir. Çünkü bu ahlak, topluma zorla dayatılmış bir şey değil, toplum-sal bir alışkanlık halini alacaktır.
Tarih, bugüne kadar devrim ve sosyalizm için savaşmış, her türlü acı ye sıkıntıya katlanmış binlerce özgürlük savaşçısının, çocuk denilebilecek yaşlarda darağaçlarından özgürlük şarkıları söyleyen genç komünistlerin, son soluğuna kadar, varlığını proletaryaya adayarak ömrü nü tüketmiş parti militanlarının, Sovyetler Birliği’nde doğrudan kendi inisiyatifi ile halkın örgütlediği Kızıl Cumartesileri yaratanların, Stahanovist hareketin yaratıcılığının şahsında bu insan tiplemesini yaşadı ve yaşıyor.

Ağustos 1993

Ulusal Sorunun Tek Tutarlı Ve Doğru Çözümü Sosyalizmdedir

Sovyetler Birliği” ve Doğu Avrupa’da yaşanan alt üst oluşlar ve kaos burjuva-kapitalist cephede büyük bir sevinç yaratmıştı. Anti sosyalist kampanya, son olaylardan sinsice yararlanarak, Marksizm’in her alanda tükendiğini, kapitalist dünyanın ve burjuva ideolojisinin canlı ve ebedi olduğunu ilan etti. Burjuvazi milyon defa söylediği türküyü milyon birinci kez söylemekten geri durmuyor! Eski “SB” ve Doğu Avrupa topraklarında ortaya çıkan ulusal savaşlar dünyada egemen olan anti-sosyalist ve burjuva milliyetçi havayı güçlendirdi. Toplumsal yaşamın her alanında şu sözler işitilir oldu: “Sosyalizm ulus sorununu çözemedi”, “Uluslar sosyalist devletlerde baskı altında yaşıyordu”, “Marksist ideoloji ulusal sorunu açıklamakta yetersiz kaldı” vb.
Bu yazıda dünyadaki gerici milliyetçi akımın, kapitalizmden kaynaklanan bir olgu olduğunu göstermeye ve Marksist ulusal sorun teori ve pratiğinin tarihsel ve güncel bir savunusunu yapmaya çalışacağız.


KAPİTALİST SİSTEM VE ULUSAL SORUN

Tarihsel bir kategori olan ulus belirli bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ürünüdür. Feodalizmin tasfiye edilmesi ve kapitalizmin gelişme süreci aynı zamanda insanların uluslar halinde birleşmesi sürecidir. Bu dönemde milliyetçilik feodalizmin tasfiyesi eyleminde burjuvazinin ideolojisi olarak ilerici bir karaktere sahipti.
Ulusların oluşumunun zaman olarak merkezi devletlerin oluşmasıyla aşağı yukarı çakıştığı yerlerde, uluslar doğal olarak bağımsız devletlerini kurdular. İngiltere’de, Fransa’da, İtalya’da böyle oldu. Avrupa’nın doğusunda ise süreç farklı gelişti. Burada, genel olarak, Türk Moğol vb. istilalarına karşılık savunma hazırlıklarından dolayı kapitalizmin henüz gelişmediği ve feodalizmin ayakta durduğu koşullarda devletler ortaya çıktı. Yani Doğu Avrupa’da merkezi devletler ulus-devlet olarak doğmadı. Bu devletler genellikle, güçlü bir egemen ulus ile birçok ezilen ulusun var olduğu çok uluslu burjuva devletleri olarak şekillendiler. Avusturya, Macaristan, Rusya bu tür devletlerdi.
Serbest rekabetçi kapitalizm döneminde kendi uluslarına dayanan tek uluslu burjuva devletleri aslında ulusal baskı tanımadılar. Bunun aksine “ulus-devlet” biçiminde oluşmayan çok uluslu burjuva devletleri ise ulusal çözümsüzlüklerin anavatanı oldu. Egemen ve ezilen uluslar arasındaki çelişki, bu ulusların trajedisini oluşturuyordu. Çok uluslu burjuva devletleri, özel mülkiyet sisteminden kaynaklanan ezilen ulusu ezen ulus yararına sömürülmesi nedeniyle ulusal sorunu çözemezdi.
Tekel öncesi kapitalizm döneminin devlet biçimleri böyle gelişti. Bu dönemde ulusal sorun devlet içi bir sorun, içine kapalı bir sorun olarak ezilen ulusun egemen ulus ve devletten ayrılmasıyla çözümleniyordu.
Kapitalizmin gelişmesi, pazarlar, hammadde, yakıt uğruna yayılma ihtiyacı, sermaye uğruna gelişmesi, deniz ve demir yollarını güven altına alma zorunluluğu, bir yandan eski toprakların ulusal devletler tarafından ilhak edilmesi ve buraların kendine özgü ulusal çatışmalar ile çok uluslu emperyalist sömürgeci devletlere dönüşmesine yol açtı, öte yandan eski çok uluslu devletlerin komşu devletler zararına kendi sınırlarının genişletilmesi, yeni ulusları boyunduruk altına alma çabalarını da güçlendirdi. Böylece ulusal sorun, genel sömürgeler sorunu ile kaynaştı. Sorun artık devlet içi bir sorun olmaktan çıkarak devletlerarası bir sorun, emperyalizmin küçük ulusları ezme ve sömürme sorunu haline geldi.
Emperyalizm döneminin savaşları, ulusal çelişki ve çatışmaları derinleştirdi ve şiddetlendirdi. Ve nihayet ulusal savaşları sonucunda yeni ulusal burjuva devletleri ortaya çıktı. Özel mülkiyet ve sınıf sömürüsü temeli üzerinde kurulan ulusal burjuva devletleri ulusal baskıyı ortadan kaldıramadı. Emperyalist “uygar” devletlere mali, askeri, ekonomik, diplomatik açıdan bağlı devletler, kendi içlerinde kendi ulusal azınlıklarına baskı yapıyor ve sınırlarını komşu devletler zararına genişletmeye çaba gösteriyordu. Böylece savaş sonrası dönemde, ulusal baskı ve zulüm sorunu dünya ölçeğinde bir sorun halini alıyordu. “Burjuva toplumu ulusal sorunun çözümünde iflas etmişti.”

SOSYALİST SİSTEM VE ULUSAL SORUN
Özel mülkiyetten ve sınıf sömürüsünden kaynaklanan ulusal baskı ezilen halkların her yönden sömürülmesi ve haklarının inkâr edilmesine dayanır. Toplumsal mülkiyet ve proletarya diktatörlüğü koşullarında ulusal baskı maddi temelini yitirir. Sermaye nasıl ulusları birbirinden ayırır ve parçalarsa, kolektif sosyalist mülkiyet ulusları birbirine yaklaştırır ve kaynaştırır. Proletarya diktatörlüğü sisteminde “işçilerin uluslararası birleşme ilkesi, ulusal sorunun çözümünde zorunlu dayanak noktasıdır.”
Büyük Ekim Sosyalist Devrimi bu Marksist tezi bütünüyle doğrulamıştır. Rusya da proletarya iktidarının kurulmasıyla birlikte ulusların ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı tanındı. Çarlık politikası tarafından beslenen ulusal baskı ve düşmanlıklar maddi zeminini yitirdi ve Rusya işçilerine sadece Rusya’da değil, Avrupa ve Asya’da da ezilen ulusların güvenini kazandırdı. Bolşevikler tutarlı Marksistler olarak Fin’lerin bağımsızlık iradesini destekledi. Azerbaycan ve Ermenistan’da Sovyet Cumhuriyeti kuruldu. Sosyalist Rusya’nın sınırları içindeki halklar bölgesel özerklik temelinde örgütlendi. Özerk bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal koşullar göz önüne alınarak bu bölgelerde yaşayan nüfusun kendisi tarafından belirlendi. Bolşevik parti, ulusal azınlıklar sorununda da tam hak eşitliğini kabul ettiğini kabul ettiğini ilan etti. Böylece ulusal sorunda parti,
a) Ulusların ayrılma hakkının tanınması
b) Devlet içindeki halklar için bölgesel özerklik
c) Ulusal azınlıklar için özgürce gelişmelerini garanti altına alan özel yasaların çıkarılması
d) Devlet içindeki tüm uluslardan işçiler için tek bir Marksist parti politikasını belirledi.
Toprak sahipleri ve kapitalistlerin iktidarını deviren Rusya proletaryası, Rus olmayan halkların emekçi yığınlarının merkezi Rusya’ya yetişmeleri için somut yardımlar yapmayı kabul etti. Merkezi Rusya’ya yetişmeleri için Rus olmayan halkların kendi ulusal damgasını taşıyan Sovyet iktidar biçimleri inşa etmeleri, kendi ülkelerinde kendi dilleri ve kültürleri ile donanmış yerli kadroların yetiştirilmesi, ana dilde basın, tiyatro, okul gibi eğitim kurumlarının kurulması için olanaklar yaratıldı.
Ekim Devrimi’nin akabinde, Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, Sovyet iktidarının onlarca emperyalist devletin saldırısına karşı direnmesi ve ayakta kalmasında Bolşeviklerin, uluslara ilişkin politikası tam anlamıyla belirleyicidir. Çarlık iktidarı döneminde ulusal düşmanlık ve ayrılıklar, bu dönemde, savaş içinde yerini uluslar arasında dostluğa bırakmıştı. Ortak düşmana karşı verilen ortak savaş tüm ulusal önyargıları darbelemişti. Stalin, her zaman emperyalist işgal ve saldırının kritik günlerinde, sınır cumhuriyetlerinin Bolşeviklere olan güveninin ve onlarla olan işbirliğinin başarının başlıca koşulu olduğu üstünde durmuştu.
Stalin, sosyalist inşa döneminde partinin ulusal politikası konusunda “büyük Rus ulusal gururunun tehlikesine” dikkat çekti. O, büyük Rus şovenizmine karşı mücadele etmenin gerekliliğini esasta vurgularken, “Rus olmayan komünistlerinin kendi şovenizmle-riyle savaşma yükümlülüğünü” yadsıyan Buharin ve Rakovski gibi “komünistleri” de eleştirdi. Stalin ulus sorununda tutarlı Marksist politikayı RKP(B) XII. Parti Kongre Raporunda şöyle belirtmişti:
“Ulusal sorunda ön plana büyük Rus şovenizmine karşı mücadeleyi koymak gerekir denildiği zaman, bununla Rus komünistlerinin yükümlülükleri belirtilmek istenir, bununla Rus komünistlerinin yükümlülüğü Rus şovenizmine karşı mücadeleyi bizzat yürütmektir denmek istenir. Yerel şovenizmle savaşmak denildiği zaman, bununla, Rus olmayan komünistlerin kendi şovenizmleriyle savaşma yükümlülüğü belirtilmek istenir.”
Stalin bunları açıkça ve özlü bir biçimde belirtirken ulusal yakınlaşma ve kaynaşmanın ancak fiili eşitsizlikleri gidermekle oluşacağını asla unutmadı. Ulusların ve dillerin eşitliği ve özgürlüğü, yerel iktidarların yerel görevlilerden oluşması gibi politikalar uluslar arasındaki işbirliği ve barışın teminatı oldu. Stalin, 18 Mart 1929’da “Ulusal Sorun ve Leninizm” adlı makalesinde şunları söyledi:
“Peki, ülkemizde alfabesizlerin yüzdesinin pek yüksek olduğunu ve ülkemizin bazı uluslarında okuma-yazma bilmeyenlerin oranının yüzde 80 ile yüzde 90’a çıktığı göz önüne alınırsa, bu, nasıl yapılacaktır?
Bunu başarmak için ülkeyi bir ulusal diller okulları şebekesiyle donatmak ve bu okullara yerel dilleriyle öğretmenler sağlamak gerekir. Bunun içinde ulusallaştırma gerekir, yani yönetimin bütün aygıtlarını, partiden ve sendikalardan devlete ve ekonomiye kadar bütün aygıtlarını ulusal kılmak gerekir. Bunu başarabilmek için, basını, tiyatroyu, sinemayı ve öteki kültürel kurumları ulusal dilleriyle geliştirmek gerekir. Niçin yerel, ulusal diye sorulabilir. Çünkü milyonlarca insanın, halk yığınlarının, kültürel, siyasal ve iktisadi gelişme görevinin üstesinden ancak kendi ulusal diliyle gelinebilir.”
1930’lu yıllarda başlatılan “Büyük kolektifleştirme hareketi” Sovyet ulusları arasındaki dayanışma ve kardeşliği pekiştirdi. Kolektifleştirme karşıtı kulaklar ve onların temsilcileri karşı devrimci çabaları uğruna kimi bölgelerde “ulusal giysiler” altında gizlendiler. Örneğin, sadece Ukrayna’da “Ukrayna’nın Kurtuluşu İçin Birlik”, “Ukrayna Askeri Örgütü” gibi örgütler karşı devrimci ve anti-Sovyet hedeflere varmak için illegal örgütlenerek mücadele etmeye başladılar. Bu türden örgütler Tatar-Başkır’da ve Kafkasya’da da kuruldu. Uluslararası anti-sosyalist propaganda odakları bu türden örgütlerin üyelerini “Stalin döneminin masum kurbanları” olarak nitelerken aynı zamanda bunu Sovyet ulusları arasında kardeşleşmenin sözde olmadığına kanıt olarak sunuyorlar. Ama gerçekler inatçıdır. Büyük Kolektifleştirme Hareketi Sovyet karşıtı güçlere karşı amansız davranmasaydı, Sovyet ülkesinde işçi-köylü ittifakı sağlamlaşmaz ve sosyalizm yenilirdi. Bu hareket sonradan II. Dünya Savaşı’ndaki başarının temellerini attı.
Alman faşizmi ve emperyalist burjuvazi 22 Haziran 194l’de Rusya’yı işgal edip Moskova ve Leningrad önlerine ulaşınca, çeşitli ülkelerin devlet ve hükümet yetkilileri ve burjuva propaganda Sovyet halklarının yenileceğinin ve “bakir Rus topraklarının ele geçirileceğinin” hayalini görüyordu. Ama Sovyet iktidarının anlamını ve Sovyet yurtseverliğini hiç anlayamayan burjuvazi ve gericilik yine yanılmıştı. Sovyet halkları ve komünistler milyonlarca kayıp ve büyük bir yıkıma rağmen, dünyanın en büyük gücü olan Alman faşizmini püskürtmekle kalmayıp, kendi inlerine kadar kovalayıp boğmuştu. Bu basan Sovyet ulusları arasındaki dayanışma ve kardeşleşmenin bir göstergesiydi.
Stalin dönemi Leninizm’in parlak bir doğrulanmasına tanıklık etti. Stalin döneminde ulus sorununun çözülmediğini söyleyenler bu dönemde yaşanmış tek bir ulusal çatışma dahi gösteremiyorlar. Çatışma ve ayrılmanın aksine bu dönemde ulusların kardeşleşmesine ilişkin birçok olgu ve olay vardır: Büyük Kolektifleşme Hareketi, Büyük Yurtseverlik Savaşı vb. Stalin dönemi ulusların eşitliği ve özgürlüğü açısından o kadar olumluydu ki kimi burjuva propagandacıları bu durumu, Stalin’in kişisel durumuyla açıklamaya çalışıyorlar.
Stalin’in ve Sovyet komünistlerinin ulus sorunundaki teori ve pratiğinin “ulusal çıkarlarla malul”, “Rus egemen bir dönem” olduğunu söyleyenler sadece anti-sosyalist propaganda odakları değildir. Kimi burjuva küçük burjuva milliyetçi çevrelerde “sosyalizmin ulus sorununu açıklamakta yetersiz kaldığını”, “Komintern’in ezilen ulusları gözetmeyen bir politik çizgi izlediğini” söyleyerek emperyalist propagandayla aynı kavşakta buluşuyorlar. Ülkemizde başta Kürt milliyetçileri olmak üzere birçok grup, Stalin dönemindeki SB halklarının kazanımlarını inkâr ederek Marksizm’e ve Marksizm’in önderleri ne karşı saldırılarını yoğunlaştırdılar. Söz konusu “devrimci”, “sosyalist”, “yurtsever” iddia sahipleri ulus sorununun sınır sorununa bağlı olarak ele alınmasına karsı çıkarak “Marksizm’in ulus sorununda baştan hatalı bir konumda” olduğunu söyleyebilecek kadar “cesaretli” davranırken, Marksizm ve komünizm karşıtı kampanyaya “sol”dan destek veriyorlar. Yazıda genel bir biçimde ele almaya çalıştığımız gerçekleri çarpıtan ve dünyadaki milliyetçi dalgayı baştan sona destekleyen tarih çarpıtıcıları, burjuvazinin ve gericiliğin değirmenine su taşımaktan başka bir şey yapmıyorlar.
PKK’nın başını çektiği bu oportünist gruplar, ulusal hakları savunmak adına burjuvazinin milliyetçi bayrağı altında toplanıyorlar. Bu çevreler Kürt sorununun çözümünü “anayasal bir sorun” düzeyine indirgeyerek Kürt egemen sınıflarının politik platformuna savrulmuşlardır. Marksizm’in ve devrimci komünistlerin “ulusal sorun bir devrim sorunudur” tezini savunmalarını ve sınıf temelinde enternasyonalist örgütlenme ilkesini savunmalarını “misak-ı millicilik” olarak niteleyen küçük burjuva devrimci milliyetçiliği, düzenle ve faşist diktatörlükle uzlaşmanın ve “onu ateşkese zorlamanın” uğraşısı içindedir. Ali Fırat başta olmak üzere ulusal hareketin temsilcileri “Federasyona ulaşmış bir Kürdistan özgürlük demektir” diyerek “politik savaşlarının” hedeflerini açıkça ortaya koymaktan çekinmiyorlar. “Özgür Halk” dergisinin yazarlarından M.Can Yüce “Federasyon deneyimleri üzerine” adlı yazısında federasyonun Marksist tahlilini tahrif ederek, ulusal kaderini tayin hakkını federasyon olarak göstermeye çalıştı. Bu birkaç olgununda gösterdiği gibi Marksizm’in ulus sorununda yetersiz kaldığını söyleyenler burjuvazinin ve kapitalizmin kulvarında kulaç atmaktadırlar.

MODERN REVİZYONİST İHANET VE ULUSAL SORUN
Stalin’in ölümünden sonra SBKP revizyonist karşı devrimciler tarafından ele geçirildi. Kruşçevci revizyonistler parti ve devlet aygıtını ele geçirdiklerinde, proletarya ve ezilen halkların dayanışması ve kardeşleşmesi ileri boyutlardaydı. Sovyet ülkesinde proletarya diktatörlüğü sisteminin varlığı tüm milliyetlerden işçiler arasında işbirliği yaratmış ve ulusal kaynaşmanın ekonomik ve politik temelleri atılmıştı.
Kruşçevcilerin, üretimin manivelasını “maddi teşvik ve primler” olarak belirlemesi, merkez yararına sınır bölgelerinin sömürülmesini koşullandırdı. Yeni Sovyet burjuvazisi Sovyet proletaryasını ve halklarını sömürerek sosyalist SByi emperyalist sistemin bir parçası haline getirdiler. Sosyalizmin tasfiye edilmesi koşullarında, kapitalist restarosyanla birlikte kapitalizmden kaynaklanan diğer çelişkilerin ortaya çıkması gibi ulusal çelişki ve çatışmalarda gündeme geldi.
1958 Ağustosu’nda “Kommunist” dergisinde tek bir dilin geliştirilmesi üzerine makaleler yayınlandı. Stalin’in “bütün dillerin en iyi öğeleriyle oluşacak yeni bir uluslararası dil” düşüncesine saldırıldı ve “SB için tek uluslararası dilin Rusça olduğu” savunuldu.
Kruşçev önderliğinde 21. Parti Kongresi’nde “her türlü yerellik ve ulusal bölgecilik” eleştirildi. SB toplumu “ulustan daha üstün yeni bir etnik topluluk” olarak nitelendi. Bu düşünce ve eleştirilerin Sovyet ulusların Rus ulusu içinde özümleyen bir politikaya hizmet ettiğini belirtebiliriz. 1961 yılının sonlarında sorun bir Sovyet dergisi de şöyle açıklanıyordu:
“Karşılıklı özümleme özünde, özerk ulusal toprakların hatta cumhuriyetlerin ulusallıktan arındırılmasıdır, Sovyet toplumu böylece tam ulusal kaynaşmanın yakın bir gelecekte gerçekleşebileceği noktaya yaklaşmaktadır.”
Kruşçevci modern revizyonistler ulusal özümlemeyi “yakın bir gelecekte” gerçekleşebilecek bir durum olarak nitelerken Rus olmayan ulusların baskı ve terörle Ruslaştırılması politikasını uygulamaya sokuyorlardı. Marksizm’in “ulusal farklılıklar dünya devriminin zaferinden sonra bile hemen ortadan kalkmaz”, “Kapitalizmin izleri insan zihninde ulusçuluk konusunda başka her şeyden daha dirençlidir” (Stalin) gibi görüşlerini inkâr eden revziyonistler, Sovyet ulusları arasındaki yakınlaşmanın da ortadan kalkmasına sebep oldular.
Küçük uluslar ve sınır bölgeleri, kapitalizmin rostarosyonuyla birlikte merkez uluslar karşısında ekonomik, toplumsal ve yaşamsal düzey bakımından geriledi. Cumhuriyetlerin ulusal burjuvazileri kendi topraklarını yalnız başına sömürmek için anti-sosyalist ve anti-Sovyet bir politika izlediler. Kruşçev Brejnev iktidarının güçlendirdiği Ermenistan cumhuriyetindeki gelişmeler öğreticidir. 1965’te Lenin meydanında 100.000 Ermeni elli yıl önceki Türk katliamını kınamak için toplandığında bu hareket aynı zamanda anti-Sovyet izler de taşıyordu. Yine Ermenistan’da burjuvazi-proletarya çelişkisi, sosyalist mülkiyetin zimmete geçirilmesi resmi yetkinin kötüye kullanılması, iltimas, tamahkarlık, spekülasyon vb. sosyal yozlaşma biçimlerini ortaya çıkarmıştı. Ermeni burjuvazisinin ve ulusunun -ve diğer ulusların- “ayrılma” eğiliminin nedenlerini burada aramak gerekiyor.
Modern revizyonistlerin ulus “teorileri” Marksizm’in revize edilmesinden ibaretti. SBKP’nin P. M Ragachev ve M. A Svordlin gibi “teorisyenleri”, Stalin’in ulus tanımını ekonomist-formalist tarzda yorumlayıp, kendi ulusal özümlemeci görüşlerine dayanak yaptılar. (Ülkemizde Stalin’in ulus tanımını aynı şekilde ele alıp “eleştiren” M. Can Yüce gibileri revizyonist önderlerinin yolundan yürüyor!) Bu revizyonist teorisyenler, Stalin’in “ekonomik yaşantı birliğinin ulusu şekillendirdiği” biçimindeki görüşünü mutlak ve tek kriter olarak göstererek “artık sınıfsız sosyalist toplumda ulusal farklılıkların ortadan kalktığını” vaaz etmeleri SBKP’nin resmi politikasını yansıtmaktadır. Ragachev ve Svordlin’in “ulusların bağımsız devlete eğilim duyduğunu ama sosyalist toplumda bunun da gereksiz olduğunu” savunmaları “SB”nin merkezi burjuvazisinin ve büyük uluslarının çıkarlarına denk düştüğü açıktır.
Yeni Sovyet burjuva ideologlarının bu tezleri, nesnel gerçeği reddeden bir anlayışın ürünüydü. Çünkü sosyalizm ulusal baskının temeli olan özel mülkiyeti tasfiye etmekle ulusal baskıyı yok eder ama ulusal farklılıkları (dil, ruhi şekillenme birliği vd.) bir vuruşta ortadan kaldıramaz. Aksine sosyalist toplumda ulusal renkler açar ve çiçeklenir.
SB’de 1956’da yapılan bir nüfus sayımına göre “1926’da ancak yüzde 58,5’inin ana dilinin Rusça olduğu saptanmışken, bu oran 1959’da ancak yüzde 59’a yükselmişti.” Bu ve benzeri olgular ulusal özümlemenin “yakın bir geleceğin sorunu” değil, ancak dünya devriminden sonraki sosyal ilerlemelerin bir sorunu olduğunu göstermektedir.

GEÇMİŞTEN GELECEĞE YUGOSLAVYA
1 Aralık 1918’de Sırbistan-Hırvatistan-Slovenya krallığı kuruldu. Böylece tarih boyunca hep ayrı yaşamış olan uluslar aynı devlet çatısı altında bir araya geldi. Bu krallık Sırpların ekonomik-politik egemenliği tarafından biçimlendi. Uluslar arasındaki baskı ve eşitsizlik ulusal sorunun kaynağı oldu. Hırvatlar, Slovenler ve Montenegrolular çeşitli zamanlarda ulusal ayaklanmalara giriştiler. Kosova’da Sırp birlikleri Arnavutlara karşı büyük katliamlara giriştiler. YKP bu yıllarda “büyük bir balkan devleti” düşünün tutsağı olmuştu. YKP’li revizyonistler Arnavutluk’ta Bulgaristan’da danışmaları ve elçileri aracılığıyla yıkıcı ve bölücü bir faaliyet yürüttüler.
YKP revizyonistleri daha savaş içerisindeyken SB ve Stalin karşıtı bir çizgiye sahiptiler. Yugoslav revizyonistleri bir yandan anti-sosyalist tavırlar sergilerken bir yandan da İngiliz ve Amerikan emperyalistleriyle de ilişkiler geliştiriyorlardı. Savaş sonrasında YKP, SB’ni ve Stalin’i daha “cesurca” eleştirmeye başladılar. YKP önderlerine göre Sovyet sosyalizmi “yoz ve bürokratik bir sosyalizm” idi. Ve “Yugoslavya SB’den farklı, Marksizm-Leninizm’in ilkelerine uygun, daha demokratik bir sosyalizm anlayışına yönelmeli, artık bir örnek teşkil etme özelliğini kaybetmiş olan Stalin dönemi modeli karşısında alternatif oluşturmalıydı.” !
Tito revizyonizmi SBKP’yi yozlaşmakla eleştirirken, kendisi partinin önder rolünü reddediyor ve yerine halk cephesinin öncülüğünü geçiriyordu. Titocular aynı dönemde Euro-komünistler gibi partinin adını değiştiriyor ve YKP’yi “Yugoslav Komünistler Birliği” haline getiriyorlardı. SB sosyalizmini yoz olarak niteleyen Titocuların “öz yönetim sosyalizmi” ise kapitalizmin bir takım haklarla bezenmiş değişik bir biçimiydi. “Öz yönetim sosyalizmi” kırda ve kentte özel mülkiyetin önünü açıyor ve “işletmelerde işçi inisiyatifini geliştirmek” adına onları kapitalist bir yarışmaya sokarak sömürüyü yoğunlaştırıyordu.
1950’lerde yapılan değişikliklerle işletmelere elde ettikleri gelirin büyük bir bölümü üzerinde “tasarruf hakkı” tanındı. Sanayide İngiliz ve Amerikan emperyalistlerine kapılar açıldı ve Dünya Bankası’ndan “yardım amaçlı” krediler alındı.
Öz yönetim sisteminin en tipik sonucu ayakta kalabilen işletmelerin büyük miktarda artı değer biriktirebilmesidir. İşletme düzeyinde “işçi kontrolü” söz konusu olduğundan bu artı değerler sermaye birikimini ortaya çıkardılar. Merkezi devlet geri bölgelere kaynak aktarımı yapmadı. Zenginleşen işletmeler özellikle İtalya’da “yatırımlar” yaptı. Birçok Yugoslav işletmesi rekabete dayanamayıp kapandı, Hırvatistan’da işsizlik patlak verdi. Bu dönem içerisinde geniş yığınlar halinde Yugoslavlar Almanya, İsviçre ve Fransa’ya çalışmaya gittiler. Kimi işletmelerin “işverenleri” işçi istihdamını yasal bir şekilde elde ettiler. “Sosyalist Milyonerler” ortaya çıktı.
1968’de bütün Avrupa’yı sarsan öğrenci ye gençlik eylemleri Yugoslavya’yı da sardı. Öğrenciler, bürokratik ayrıcalıkların sona erdirilmesi, demokratikleşme, işsizliğe çözüm bulunması, üniversite reformu gibi taleplerle üniversiteleri işgal ettiler.
1977’de yapılan bir ankete göre işçilerin yüzde 82’si “işletme politikasına katılma konusunda hiçbir güce sahip olmadıklarını” düşünüyordu. Titocuların işçi inisiyatifi dediği şey bu olsa gerekir!
Yugoslavya’da 1972’lerde açıkça ortaya çıkan ulusal çatışmalar ekonomik yapının doğrudan sonucuydu.
Bölgeler itibarıyla Yugoslavya’da yüzde olarak kişi başına gelir
1947     1966
Yugoslavya    100     100
Bosna-Hersek    83     66
Karadağ    71    64
Hırvatistan    107    119
Yugoslavya’da 1972’de ortaya çıkan ulusal çatışmalar günümüze değin sürmüştür. Geçmişten bugüne ortaya çıkan ulusal boğazlaşmaların sebebi ekonomik bunalımdı. Burjuva, sömürü sisteminden kaynaklanan, işsizlik enflasyon, ulusal eşitsizlik gibi olgular ulusal çelişki ve çatışmaları ortaya çıkmıştı.

MARKSİZMİN VE SOSYALİZMİN ULUSAL SORUN POLİTİKASININ DOĞRULUĞUNA GÜNCEL VE CANLI BİR KANIT: ETİYOPYA DENEYİ

Anti-sosyalist propaganda sosyalist sistemin diğer sorunlar gibi ulusal sorunu da çözemediğini vazediyor. Revizyonist burjuva sisteminin yerini özel mülkiyetçi kapitalizme bırakmasıyla ulusal çelişki ve çatışmalar şiddetlenmiş ve yaygınlaşmıştır. Bugün “sosyalizmin” olmadığı dünyada uluslar bir avuç toprak için birbirini boğazlıyor. Balkanlar ve Kafkaslar ulusal savaşlardan dolayı kan gölüne dönüşmüş durumda. Burjuvazi ve emperyalistler Bosna-Hersek’te, Kafkaslarda ulusal boğazlaşmaları keyifle seyrederken, ulusların savaşımının devrimci özellikler taşıdığı yerlere “müdahale” etmekten çekinmiyorlar. Kürdistan ve Filistin emperyalistlerin ve bölge gerici burjuvazilerinin baskı ve terörüyle susturulmaya çalışılıyor.
Dünyanın ulusal boğazlaşmalara sahne olduğu günümüzde burjuvazinin görmek ve göstermek istemediği bir gerçek daha yaşanıyor. Etiyopya’da halk devriminin zaferinden iki yıl sonra 27 Nisan 1993’de kanlı bir çatışma olmaksızın ve gönüllü bir biçimde Eritre halkı referandumla kendi kaderini belirledi.
Referandumla birlikte Eritre ilk defa bağımsız, devletine kavuştu. 1952’de BM kararıyla Etiyopya’ya bağlanan Eritre 1962’de Habeşistan krallığının sıradan bir şehri olacaktı. Habeşistan krallığının ilhakçı politikasına karşı kurulan Eritre Halk Kurtuluş Cephesi (EPLF) ulusal devrimci bir örgüttü. 1974’te krallık, Sovyet yanlısı subayların başını çektiği bir darbeyle yıkıldı. Bu darbe başta SBKP olmak üzere tüm revizyonist mihraklar tarafından “devrim” denerek baş tacı edildi. Bu tarihten itibaren sosyal faşist diktatörlüğe karşı Tigre ve Oroma’da devrimci ve komünist bir mücadele doğdu. Bu mücadele sadece Etiyopya egemen sınıflarına karşı yürütülmüyor aynı zamanda “SB” başta olmak üzere içinde Küba’nın* da bulunduğu uluslararası karşı devrim cephesine karşı yürütülüyordu. Açlığın, sömürgeciliğin, programların azgın bir sömürünün hâkim olduğu Etiyopya’da 1989’da komünistlerin önderliğinde Tigre kurtarıldı. Bu tarihte halk cephesinin önderliğindeki savaşla faşist Derg yönetimi yıkıldı ve Etiyopya Devrimci Demokratik Halk İktidarı kuruldu. Halk iktidarının önündeki en önemli sorun ulusal sorun ve yaşamın demokratikleştirilmesi sorunu idi. Etiyopya’da dört ayrı ulus ve yetmişin üzerinde ulusal azınlık yaşıyordu. Devrimci-demokratik iktidar ayrı devlet kurma hakkını ve tam hak eşitliğini tanıdığını açıklayarak ulusal sorun konusundaki politikasını belirledi. Eritre’deki burjuva milliyetçi devrimciliğin “ayrılma” eğilimi, ulus çapında destek gördüğünden desteklendi. Tutarlı demokratlar olarak Marksistler başka türlü davranamazlardı.
Etiyopya deneyi devrimlerin ölmediğinin canlı bir kanıtı olduğu gibi ulusal baskının ortadan kaldırılmasının ancak devrimle mümkün olduğu gerçeğini de göstermiştir. Emperyalizm yeni egemenlik ve pazar alanları uğruna halkları birbirine kırdırırken, Etiyopya’da işçi sınıfı ve emekçi halk gerçek ulusal özgürlüğün yolunu göstermiştir.
Etiyopyalı komünistler Eritre sorununda aldıkları tutumla Marksist tavrın tutarlılığını ve doğruluğunu bir kez daha göstermişlerdir. Marksizm-Leninizm’in ulus sorununu çözemediğini iddia edenler acaba Etiyopya deneyini nasıl değerlendiriyorlar.(?)
Bugün Türkiye’de ve Kürdistan’da ulusal mücadele adına dünyadaki milliyetçi dalgayı alkışlayan revizyonist, reformist ve her türden oportünistler Etiyopya’daki olguyu görmezden gelmektedir. Ulusal hareketlerin emperyalizm karşısındaki konumlarına göre desteklenebileceği politikasını “eskimiş”, “aşılmış” olarak gören burjuva Kürt milliyetçileri kapitalizm düzleminde bir ulusal özgürlüğün düşünü görmektedirler. Ama yaşam tanıtlamaktadır ki, kapitalizm içinde ulusal özgürlük yoktur. Dünyadaki milliyetçi dalga ise emperyalist-kapitalist, karşıtı bir özellik taşımadığı için ilerici değil, gericidir ve desteklenemez.
Etiyopya deneyi burjuva emperyalist cephede sessizlikle geçiştirilmeye çalışılıyor. Burjuvazi bu olguları gizlemek için yine alçakça yöntemlere başvuracaktır. Burjuvazi ya sessizlik içinde “fırtınanın” dinmesini bekleyecek ya da birkaç köşe yazarına, “sosyaliste” “aç ve çıplak bir ülkedeki değişimlerin önemsizliği” üzerinde “bilimsel” açıklamalar yaptıracaktır. Burjuvazinin propagandalarını boşa çıkarmak ancak güncel bir örnek olan Etiyopya deneyinin tanıtılması ve Marksizm’in teori ve politikasının güçlü ve canlı bir savunusuyla mümkündür.

Ağustos 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑