Tekelci sermaye, ’89 Bahar Eylemlerinin ardından işçi ücretlerinin yüksekliği, işçilerin “aşırı” ve “işletmelerin kaldıramayacağı” düzeyde ücret zamları istediği üzerine sistemli ve yoğun bir kampanya yürüterek işçiler ve sendikalar üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyor.
İşten çıkarma, sendikasızlaştırma uygulamalarına paralel yürüttükleri bu kampanyalarına son günlerde “özelleştirme” ve “taşeronlaştırmanın gerekli” olduğunu da katarak saldırının kapsamını genişlettiler.
Yapılan propagandaya göre; işsizliğin, işten çıkarmanın, yatırım yapılamamasının, ekonomik krizin, enflasyonun, fiyat artışlarının, iş barışının olmayışının vb. nedenleri, işçi ücretlerinin yüksekliği ve sendikaların işletme çıkarlarını gözetmeden “makul olmayan” ücret zammı talepleriyle toplusözleşme masasına gelmeleridir.
Yine işverenlere göre, ’90-’91 yıllarında bağıtlanan toplusözleşmelerle, işçiler geçmişe yönelik tüm kayıplarını telafi ettiklerinden dolayı, önümüzdeki dönemlerde ücretler konusunda “normal artışın” dışında ücret zammı talep etmeye hakları yoktur. Eğer sendikalar “aşırı ve makul” olmayan ücret zammı talep ederlerse, “başta enflasyon, işsizlik, üretim ve verim düşüklüğü, çalışma ilişkilerinde uyumsuzluk gibi tüm toplumu ilgilendiren temel problemlerin ağırlaşmasına” yol açarlar.
“Bu ülkede, sıfıra yakın maliyette çalışmaya hazır milyonlarca insan var” olduğu söyleyen işverenler, işsizleri göstererek işçileri ve sendikaları tehdit ediyorlar. Toplusözleşme masasını fabrikanın önüne koyarak işçiye “kırk katır mı, kırk satır mı” sorusunu soruyor, işçiyi çok düşük ücretle çalışma, çok çalışıp az talep etme ile “işini korumak” arasında tercih yapmaya zorluyorlar.
İşverenler bir yandan bu tür propagandalarla tamamen sistemden kaynaklanan sorunların sebebi olarak işçi ücretlerini, işçileri ve sendikaları göstererek, sistemi ve kendilerini aklamaya; işçilerin taleplerini ekonomik taleplerle (hem de asgari düzeyde) sınırlı tutmaya ve yeniden yükselişe geçen işçi sınıfı hareketinin sendikalizm çizgisini aşmasını önlemeye çalışıyorlar.
TİSK- MESS- TÜSİAD gibi tekelci sermayenin örgütlerinin kesintisiz sürdürdükleri propaganda ve uygulamaları, işçilerin taleplerini sınırlı tutabilmekte zorlanan sendika ağa ve bürokratlarını da belli ölçülerde rahatlatıyor. Metal sektöründe işçiler işten atılma kaygısıyla 16 ay “sıfır zamma” evet dediler. Enflasyonun resmi rakamlara göre yüzde 70-80’lerde seyrettiği ülkemizde, yüzde 12,5-35 arasındaki ücret artışına işverenlerin baskısı, sendikacıların “iknası” sonucu “razı” oldular. Ama çok kısa zamanda görüldü ki, bu köleliğe razı oluş, ne işçi çıkışlarını durdurabildi (aksine daha da arttı), ne de enflasyonu düşürebildi. Sadece işçiler biraz daha yoksullaştı, hayat standartları biraz daha geriledi. Buna karşılık işverenlerin kârları birkaç kat daha arttı ve işçilerin ’89 Bahar Eylemleriyle elde ettikleri ücret artışları büyük ölçüde ellerinden geri alındı.
MESS’e bağlı işyerlerinde bu kötü gidişe belirgin bir ses çıkmazken, dokuma işkolunda Tekstil Sendikası’nın toplusözleşmeyi son derece geri düzeyde imzalamasından dolayı, bunu “satış” olarak değerlendiren binlerce işçi DİSK Tekstil Sendikası’na geçti.
Sermaye sözcülerinin gerçekleri nasıl çarpıtmaya çalıştığına, işçi ücretlerinin yüksek olup olmadığına geçmeden önce, ücret ve işgücü nedir kısaca ona değinelim.
İŞGÜCÜ VE ÜCRET NEDİR?
“İşgücü, maddi varlıkları yaratırken, insanın istediği gibi kullanıp yararlandığı maddi ve manevi yetilerinin tümüdür”
Sosyalist toplum dâhil bütün toplumsal sistemlerde işgücü, üretimin vazgeçilmez bir unsuru olmasına karşılık, kapitalist sistemde sadece bir metadır, yani ticaret konusu bir maldır. Ve yine her ticari mal gibi bir değişim ve kullanım değerine sahiptir.
Karşımıza şu soru çıkıyor: işgücü bir meta olduğuna göre bunun değeri nasıl belirlenecektir? İşgücü insanda bir işi yapabilme gücü ve alışkanlığı olduğuna ve bunun, insan yaşadığı sürece var olacağına göre, insanın hayatını devam ettirebilmesi için de belirli bir tüketim aracına ihtiyacı olacaktır. İşte bundan dolayı işgücünün değeri, “işçinin yaşayabilmesi için gerekli araçların değeri ile belirlenir”. İşçi, doğal olarak tek bağına insan olmadığından, belirlenecek işgücü değeri, işçinin aile üyelerinin de yaşamalarına yetecek miktarda olmalıdır.
Bu miktarın ne kadar olacağı ise, o ülkedeki “ekonomik gelişme düzeyi, işçi sınıfının ortaya çıkığı tarihi çevre, işçi sınıfının kendi çıkarı uğruna yürüttüğü mücadele süresi ve bu mücadelenin başarılılık derecesi” tarafından belirlenir.
İşgücünün değerine diğer metalarda olmayan tarihi ve manevi unsurların katılmasının yanında, mesleğin öğrenilmesinde geçen süre, ustalık, kalfalık gibi öğretim giderleri de katılır. Diğer bir ifadeyle bir düz işçinin işgücünün değeri ile kalifiye bir işçinin işgücünün değeri arasında fark olacağı gibi, okuryazar olmayan veya ilkokul mezunu bir işçi ile üniversite mezunu işçinin işgüçlerinin değeri arasında da farklar vardır.
Tüm bunları göz önüne alarak işgücünün değerini şöyle tanımlayabiliriz-, “işgücünün değeri, söz konusu ülkede, işçi ve ailesinin maddi, toplumsal ve kültürel ihtiyaçlarının giderilmesinde ve işçinin nitelik kazanmasında gerekli olan maddi yaşama araçlarının değeri tarafından belirlenir”. Bu değerin para olarak ifadelendirilmesine işgücünün fiyatı denir ve “kapitalizmde işgücünün değeri ücret ile ifade edilir”.
Belirli bir zaman diliminde (gün, hafta, ay) ücret karşılığında işgücünü satan işçi, o zaman dilimi içinde işverenin denetimi akında çalışır, “ne üreteceğine, hangi oranlarda ve hangi araçlarla üreteceğine” işveren karar verir.
Bu çalışma süreci içinde işçi, aldığı ücretin üstünde bir değer( artı-değer) yaratır ve işverenleri ilgilendiren de esasen budur.
ÜCRET
İşgücünün bir meta olduğunu söyledik. Emeğin de bir meta olabilmesi için, önce var olabilmesi, yani pazara çıkıp satılabilmesi gerekir. Var olmayan bir şey satılamaz. Fakat işçi, işgücünü işverene kiraladığı zaman daha ortada henüz bir emek yoktur. “Ancak iş yapacak gücü vardır ve işçinin kapitaliste sattığı ve kapitalisti ilgilendiren de budur”
Ücret, yukarıda değindiğimiz gibi işgücünün fiyatıdır. Durum böyle olmasına karşılık, işverenler sömürüyü gizlemek için sürekli olarak ücretin, “işçinin emeğinin karşılığı” olduğunu söylerler. Bunu, işçinin emeğinin tam karşılığının ödendiği izlenimini yaratmak ve sömürüyü gizlemek için ileri sürerler. Hâlbuki işverenin işçiye ödediği ücret ancak gerekli-emek süresinin karşılığıdır.
Kapitalist bir işletmede işgünü ikiye ayrılır; gerekli emek ve artı-emek süresi. Gerekli-emek süresi, işçinin ve ailesinin “maddi, toplumsal ve kültürel ihtiyaçlarının giderilmesinde ve yaşamlarının devam ettirilmesinde” harcadığı emek süresidir ve bunun karşılığında ücret alır. İşçi bir işgününde, geri kalan süre içinde işverene çalışır. Yani artı- emek sarf eder ve artı-ürün elde eder.
Elde edilen bu artı-ürün(artı-değer) doğrudan işverene kalır. “Artı emeğin veya ek-emek süresinin gerekli-emek süresine oranı işçinin sömürülme derecesini gösterir”. Bir örnekle açıklayacak olursak:
İşçi ve ailesinin gerekli yaşama araçlarının üretimi için toplumsal bakımdan zorunlu 4 saatlik bir emeğin gerektiğini kabul edelim. Eğer bu sürenin her bir saati 6 bin lirayla ifade edilirse, işçinin işgücünün değeri 24 bin lira olur. İşçi 8 saat çalıştığında işçinin işgücünün karşılığı 12 bin liraya düşüyor. Diğer bir ifadeyle 4 saatlik süre gerekli-emek, kalan 4 saatlik süre ise artı-emek süresi oluyor. İşgününün 8 saatten 10-12 saate çıkarılması durumunda yine gerekli-emek süresi değişmezken, artı-emek süresi 6-8 saate çıkıyor. Bu, sömürü oranının artması demektir.
İşverenler ücret ödemesini, zamana göre ve parça başı olmak üzere iki biçimde, çoğunlukla da ikisini bir arada uygulamaya koyarlar. Ödemeler günlük, haftalık ve aylık olarak yapılıyorsa bu zamana göre ücret olur. Yok, bu zaman dilimi içinde üretilen malların oranına göre yapılıyorsa bu parça başı ücret kapsamına girer. İster parça başı, ister zamana göre ücret olsun, işveren daima daha fazla kâr dürtüsüyle hareket eder.
İŞVERENLERİN ÜCRET KONUSUNA YAKLAŞIMI
“Bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle sanayi kesiminde işçi gelirleri tatmin edici, özellikle diğer ücretli kesimlerin gelirleriyle karşılaştırıldığında yüksek seviyelere çıkmış ve işçilerimizin geçmişe yönelik tüm kayıpları telafi edilmiştir. Bunun sonucu olarak önümüzdeki dönem toplu iş sözleşmelerinde işçi sendikalarının normal artışlarının dışında ölçüsüz ücret zammı talep edebilmek için gerekçeleri kalmamıştır”.(1992 TİSK Çalışma Raporu)
İşverenlerin, ücretlerin yüksekliğini ileri sürerken kalkış noktalan, işçinin aldığı veya eline geçtiği net ücret değil, işçinin, işyerine yıllık maliyetidir.
Bu konuda yıllardır çalışmalar yürüten Türkiye işverenler Sendikası Konfederasyonu (TİSK), kamuoyuna yeterince açıklanmayan veri toplama ve yine ayrıntılarını vermeden yaptıkları hesaplamalarla, Türkiye’deki işgücü maliyetinin ve ücretlerin Avrupa’dan daha geri olmadığını ispat etmeye çalışıyor.
Sendikalara göre ücret, işçinin eline geçen net ücrettir. Bu yaklaşımı eleştiren TİSK’e göre ücret; işgücünün işverene maliyetinin karşılığıdır ve bu da çıplak ücret, giydirilmiş ücret olarak ikiye ayrılır. Yine TİSK’e göre, işçiye ödenmesi gereken sadece çıplak ücrettir. Ödemeler içinde giderek payı artan yan ödemeler ise işverenlere bir yüktür ve kaldırılmalıdır.
Ücretin “son yıllarda çalışma karşılığı olması özelliğinin ortadan kalktığı ve çıplak ücretin toplam ödemeler içerisindeki payının giderek düştüğünü” ileri süren TİSK’e göre, çıplak ücret, toplam işgücü maliyeti içinde yüzde 35,4 gibi bir paya sahiptir.
“Çalışma karşılığı olmaksızın ödenen izin ve tatil ücretleri, ikramiye, prim vb. yemek, yakacak, ulaştırma, aile, çocuk, tahsil, izin ve bayram yardımları gibi işçiye doğrudan intikal eden sosyal ödemeler; SSK primi işveren payı, Zorunlu Tasarruf Fonu işveren payı, Konut Fonu gibi işçi adına yapılan sosyal ödemeler, eğitim vb. diğer işçilik masraflarının toplamı ise işgücü maliyetinin yüzde 64,6’nı oluşturan “yan ödemeler”dir”.
TİSK’in 1991 yılında yaptığı işgücü maliyetinin yüzdeli bölüşümüne göre çıplak ücret: 35,4, ikramiye, prim vs. 15,6, sosyal haklar 38,3, diğer ödemler 10,7’dir. Yine aynı kaynağa göre, 198Ş yılında toplam ödemeler içinde çıplak ücretin payı yüzde 41,9 iken, 1991 yılında bu oran yüzde 35,4’e düşmüştür.
TİSK, bu hesaplamalarla işgücü maliyetinin yükseldiğini, çalışma karşılığı ödenen çıplak ücretin toplam ödemeler içindeki payının giderek düştüğünü ve ücret ödemelerinde bir dengesizliğin meydana geldiğini ispat etmeye, bundan hareketle işçilerin sosyal haklarını kısıtlamaya çalışıyor.
Ancak gerçek, hiç de TİSK’in iddia ettiği gibi değildir. Çok düşük ücrete ve işverenlerin şikâyetçi oldukları sosyal haklardan büyük ölçüde yoksun olarak çalışan sendikasız işçilerin dışında, sadece sendikalı işçilerin ücret verilerine dayalı ve işçi ücretlerini yüksek göstermeye dayalı TİSK verilerine bakıldığında, “uzun dönem ortalamaları gerek işgücü maliyeti gerekse çıplak ücretler açısından ortaya çıkan reel gerileme bütün açıklığıyla görülebilmektedir”.
(TL/SAAT) (TABLO 1) TİSK VERİLERİNE GÖRE İŞGÜCÜ MALİYET DEĞİŞMELERİ
Yıllar İşgücü Maliyeti Fiyatlar Gerçek Maliy. Maliy. Endeksi
1978 76,29 100 76,29 100
1979 106,80 163,5 65,32 86
1980 181,25 317,7 51,7 75
1981 263,18 437,1 60,2 79
1982 325,40 580,1 56,1 74
1983 379,70 795,3 50,0 66
1984 558,64 1190,5 46,9 62
1985 808,32 1716,7 47,1 62
1986 1054,86 2243,8 47,0 62
1987 1622,12 3480,1 46,6 62
1988 2680,48 6097,1 44,0 58
1989 5896 10292,0 57,3 75
1990 11082,00 16498,1 67,2 88
(Laspetkim-İş Çalışma Raporu Sf. 222)
(TL/SAAT) (TABLO 2) TİSK VERİLERİNE GÖRE BRÜT ÜCRET DEĞİŞMELERİ
Yıllar Fiyatlar Çıplak Ücret Gerçek Ücret Ücret Endeksi
1978 100 37,99 37,99 100
1979 163,5 52,65 32,20 84
1980 317,7 85,54 26,92 71
1981 437,1 130,62 29,88 79
1982 580,1 174,09 30,01 79
1983 795,3 209,19 26,30 69
1984 1190,5 292,13 24,54 65
1985 1716,7 410,79 23,93 63
1986 2243,8 432,13 24,21 64
1987 3480,1 761,27 21,87 58
1988 6097,1 1215,74 19,94 52
1989 10292,0 2567,00 24,94 66
1990 16498,1 4988,00 30,23 80
(Laspetkim-İş Çalışma Raporu aynı yer)
Bu verilerde de görülmektedir ki, 10 yıllık dönemde gerek işgücü maliyeti, gerekse brüt ücretler gerilemiştir. Tablolarda görüldüğü üzere “TİSK’in işgücü maliyetinin çok arttığını vurguladığı 1990 yılında bile bir işçinin işverene maliyeti 1978’e göre yüzde 12 daha düşüktür. Brüt ücretle ifade edilen işçinin gerçek gelirindeki gerileme ise, 1990 yılında, 1978’e göre yüzde 20’yi bulmuştur.”
Tablolarda dikkat çeken diğer bir husus ise, 1989 Bahar Eylemleri sonucu gerek maliyet, gerekse ücret endekslerinin yükselmesidir. ’89 Bahar eylemlerine kadar 1978’e göre, ücretlerde yüzde 48 oranındaki bir reel gerilemeye sesini çıkarmayan işverenlerin, bahar eylemleri sonucu ’78 düzeyini yakalayamamış olmasına rağmen göreceli bir artışa tahammül edemeyip feryadı basmalarıdır. Kaldı ki biraz ileride göreceğimiz gibi, ücretler 1990 Eylül’ünden itibaren inişe geçerek 1992’de iki yıl içinde yüzde 37 oranında bir reel kayba uğramıştır.
TİSK’in yanıltıcı hesaplama yöntemleri kullanarak toplam ödemeler içinde çıplak ücret payının yüzde 30’larda olduğunu iddia ediyor ve buna “sendikaların yan ödemeleri artırmak için seyyanen zam isteklerinin” yol açtığı şeklindeki gerçeklerle bağdaşmayan iddialarda bulunuyor.
TİSK, yaptığı araştırmada 1984 ile 1985 sonrasında çıplak ücret değerlendirmelerindeki farklılığı bilerek çarpıtmaya ve böylece yan ödemeleri olduğundan yüksek göstermeye gayret ediyor.
Bilindiği gibi “1984 ve öncesinde çıplak ücret, brüt bordro ücreti gibi düşünülürken, 1985’ten itibaren bu ücretten hafta tatili, yıllık izin süresi ve diğer izinlere karşılık gelen süre kadar bir ücret düşülmüştür”. ’83 ile ’84 yılları arasındaki 11 puanlık fark buradan kaynaklanıyor. Ve gerçek gerileme, öyle iddia edildiği gibi yüzde 30’lara değil, yüzde 45’e düşmüştür. Kaldı ki, son on yıllık döneme bakıldığında, doğrudan işçiye ödenen yeni bir sosyal hak kalemine de rastlanmıyor. İşverenlerin işçiye ödenmiş gibi, işçilik maliyeti olarak gösterdikleri fonlar işçilerin talebi değil dolaylı olarak yine kendilerine dönen devletin getirdiği zorunluluklardır.
YILLAR İTİBARİYLE ÇIPLAK ÜCRET VE YAN ÖDEMELER
Yıllar Çıplak Ücret % Yan Ödemeler %
1982 53,5 46,5
1983 52,6 47,4
1984 41,9 58,1
1985 40,1 59,9
1986 40,1 59,9
1987 36,9 63,1
1988 35,9 64,1
1989 34,2 65,8
1990 35,7 64,3
1991 35,4 64,6
Laspetkim-İş Çalışma Raporu sf. 216
Açıktır ki, 1. Savunma Sanayi Destekleme Fonu, 2. Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu, 3. Çıraklık, mesleki ve teknik eğitimi geliştirme ve yaygınlaştırma fonu, 4. Konut fonu, 5. Zorunlu tasarruf fonu, 6. Türk sporunu teşvik fonu, 7. Çevre kirliliğini önleme fonu, … ne işçilerin ne sendikaların talebidir ve bunlardan, örneğin, zorunlu tasarruf gibi fonların kalkması işçilerin talepleri arasındadır. Devletin işçi ve sendikaların isteği dışında getirmiş olduğu fon kesintilerini işçilik maliyetleri gibi göstermek, TİSK’e özgü bir çarpıtmadan başka bir şey değildir.
Tüm bunlar işçilik giderleri olarak görülse dahi, Türkiye’de işçilik maliyetinin yüksek, verimliliğin düşük olduğunu söylemek olası değil. Petrol-İş Sendikası’nın, İstanbul Sanayi Odası (ISO) ŞOO Büyük Firma verileri ve Devlet istatistik Enstitüsü verilerine dayanarak ve işçilere yapılan tüm ödemeler artı SSK işveren primi, zorunlu tasarruf işveren payı vb.yi de katarak yaptığı hesaplamalara göre, verimlilik artışı işçilik maliyeti artışından daha fazladır.
1982 baz alındığında, kişi basma katma değer endeksi 100’den 163.3’e yükselirken, işçilik giderleri aynı dönemde 100’den 125.3’e yükselmiştir. Yine bu dönem içinde dikkate değer bir gelişme de katma değer artışının kamu sektöründe özel sektöre göre yüksek oluşudur(katma değer arası özel sektörde 100’den 152,8’e yükselirken bu rakam kamuda 181,1’dir.).
İşçilik maliyetlerinin yüksek olduğunu iddia eden işverenleri yalanlayan bir başka hesaplama ise bir yılda işçinin kendisine ve işverene çalıştığı gün sayılandır. Petrol-İş Sendikası’nın ISO 500 Büyük Sanayi Kuruluşu verilerinden işçilik giderlerinin satış hasılatı içindeki payına dayandırılarak yapılan araştırmada işçinin yılda kendisine çalıştığı gün sayısı sektörlere göre 18-35 gün arasıdır, işçi, 254 günlük yıllık çalışmanın arta kalan günlerini işverene çalışıyor.
Yıllık çalışma günü hafta tatilleri ve dini bayramlar çıktıktan sonra 254 gün olarak hesaplanmıştır ve rakamlar bahar eylemlerinden*sonra ücretlerin kısmi olarak yükseldiği 1990 yılı alınmıştır. Geriye doğru gidildiğinde yılda işçinin kendisi için çalıştığı gün sayısı 5 güne kadar düşmekte. Örneğin kimya işkolunda 1984 yılında işçi, kamu sektöründe 3, özel sektörde 10 gün kendisi için kalan günler işverene çalışmaktadır.
Tüm sektörler göz önüne alınarak yıl ortalaması hesaplandığında işçinin kendisi için çalıştığı gün sayısı 1982 de 29, 1990 da 28’dir. Bu, ’82’den beri işverenlerin iddialarının aksine işçilik giderlerinin yükselmediği tersine düştüğünün bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
1 YILDA İŞÇİNİN KENDİSİ VE SERMAYE İÇİN ÇALIŞTIĞI GÜN SAYISI (1990 yılı)
Sektörler Sermaye İşçi
Madencilik ve taş ocakçılığı 215 39
Gıda, içki, tütün 228 26
Dokuma, giyim, deri 220 34
Orman ürünleri 230 24
Kim. Petr. Last. Plast. 239 15
Metal Ana san. 238 16
Otomotiv San. 232 22
Elektrik 231 23
Sanayiler 230 24
Bu rakamları gerekli-emek, artı-emek formülüne uyarlayacak olursak, örneğin otomotiv sanayinde, 254 günlük çalışma süresinde 22 gün gerekli-emek, 232 gün artı-emek süresidir. Sömürü oranı m’=232/22x%100=% 1050’dir.
İŞÇİ ÜCRETLERİ GERÇEKTEN ARTIYOR VERİMLİLİK DÜŞÜYOR MU?
İşverenlerin bütün aksi propagandalarına rağmen gerçekler tümüyle gizlenemiyor.
“İmalat sanayisinde istihdam gerilerken, üre-ünün arttığı görülmektedir, “imalat Sanayisi Üretim Endeksi”, 1987-1992 yılları arasında üretimin sürekli olarak artış kaydettiğini göstermektedir. 1986’da 100 olan üretim endeksi, 1990’da 125,1’e, 1991’de 127,4’e, 1992 yılında da 132,9’a çıkmıştır. Bir önceki yıllara göre artış oranları ise sırasıyla % 9,5, % 1,8 ve % 4,3’tür.
İmalat sanayisinde üretim ve istihdam ve çalışılan saatlerdeki gelişmeleri gösteren endekslere göre, 1989 yılından itibaren üretimde çalışan işçi sayısı ve çalışılan saatler azalırken üretim artmıştır.
1986 yık 100 kabul edildiğinde toplam imalat sanayi üretimi 1992 yılında 132,9’a yükselirken, istihdam endeksi 83,3’e düşmüştür. Bir başka ifadeyle 6 yıllık bir dönem içinde % 33’lük bir üretim artışına karşılık, imalat sanayi istihdamı % 16,7 oranında azalmıştır.”(TİSK, işveren Dergisi Mayıs 1993 sayı: 8)
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK’in), sadece imalat Sanayisinde yaptığı yukarıdaki araştırma da işverenlerin “ücretler verimlilikten yüksek” olduğu tezinin doğru olmadığını hiçbir yoruma yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor
Sermayenin en saldırgan örgütü olan Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası( MESS) rakamlarına bakıldığında tüm çarpıtmalara rağmen verimliliğin arttığı, işçi ücretlerinin ise gerilediği görülebiliyor.
MESS, işçi ücretlerinin düşük olduğu 1970 yılım baz alarak yaptığı hesaplamalarla işçi ücretlerinin yüksek olduğunu göstermeye çalışıyor.
Ancak, aynı veriler işçi ücretlerinin yüksek olduğu 1977-1978 yıllan baz alınarak hesaplandığında ’92 yılı ücretlerinin 1977 yılının altına düştüğü görülecektir.
Öz Çelik-İş Sendikası’nın, MESS 1992 Genel Kurul Raporu’ndaki verilere dayanarak yaptığı araştırmaya göre, ’89 Bahar Eylemlerine kadar düşük düzeyde seyreden işçi ücretleri eylemlerle birlikte yükselişe geçiyor. 1977, 100 olarak baz alınırsa 1989’da 71,6 olan endeks, 1990 da 140,7’ye yükseliyor. Ancak bu yükseliş 1990 Eylülünden itibaren yoğun işçi çıkanını, sirkülasyon, enflasyon ve en önemlisi sendikaların politika üretememesi, işverenlerin belirlediği gündemin peşinden gitmesi ve işçilerin suskunluğu, eylemsizliği yüzünden ücretler tekrardan 1977 yılının altına düşüyor. Yani, sermaye kaşıkla vermek zorunda kaldığını kepçeyle geri alıyor.
DİE Tüketici Fiyatlan Endeksine göre yapılan hesaplamalarda, MESS’e bağlı işyerlerinde ’90 Eylülünde 8309 olan reel ücret, ’91’de 6326’ya, ’92’de 5270’e düşüyor. Bu % 37’lik bir düşüş demektir.
Ücretlerdeki bu gerilemenin önemli nedeni enflasyon olmasına karşılık, işçi çıkanını ve işçi devri de ücretlerin gerilemesinde rol oynamaktadır. İşverenlerin, ucuz işgücü ve sendikasızlaştırma gibi nedenlerle son iki -üç yıldır yoğun işçi çıkardıkları ortada. Sadece MESS bünyesinde son iki yılda işçi çıkanını %12’lere ulaşmıştır. Bu oran Türkiye genelinden çok daha yüksektir.
Aşağıdaki tabloda görüleceği gibi her yıl ortalama % 50 dolayında işçi devri gerçekleşmekte.
İşe Alınma İşten Ayrılma İşçi Devri
Yıllar Oranı Oranı Oranı
1985 26,5 23,9 50,4
1986 22,7 21,1 43,8
1987 26,0 19,6 45,6
1988 28,5 26,9 55,4
1989 24,5 22,0 46,5
1990 22,0 22,6 44,6
(Üzeyir Ataman Tarihsel ve Toplumsal Açıdan Ücret S.58)
SENDİKALARIN ÜCRET SORUNUNA YAKLAŞIMI
İşçi sınıfının sermaye ve faşizme karşı örgütlenme, direniş ve mücadele merkezleri olan sendikalar, diğer şeylerin yanı sıra işçi sınıfının ekonomik taleplerinin de tavizsiz savunucusu olmak zorunda. Bu, sınıf sendikacılığının olmazsa olmaz ilkelerinden biridir.
Ekonomik taleplerin tavizsiz savunulması, siyasi konularda olduğu gibi ekonomik konularda da belirli politikaların üretilmesi, esas olarak sendikaların sınıf mücadelesi içindeki yeri ve rolü ne olmalıdır sorusuna doğru yanıt verilmesine, buna uygun örgütlenme ve mücadele hattının izlenmesine ve yine buna uygun araştırmaların yapılmasına, kurumlaşmanın gerçekleştirilmesine bağlıdır.
40 yıldan fazladır, sadece ücret sendikacılığı yapılmasına karşın ne Türk-İş’te, ne de diğer konfederasyonlarda ücretlerin gerçek durumunun belirlenmesine yönelik bir çalışma, bir kurumlaşma yoktur. Kurumlaşma olmadığından sendikaların ücrete ilişkin tüm önerileri kaçınılmaz olarak işverenlerin ve devletin ortaya attığı verilere dayanmaktadır. Her alanda olduğu gibi ücret taleplerinin belirlenmesi konusunda da sendikalarda tam anlamıyla bir tıkanmışlık yaşanıyor.
Türkiye’de enflasyon, ücretleri reel olarak aşındıran etkenlerin başında geliyor. Sendikalar olarak, ücretleri reel anlamda koruyacak nasıl bir plan geliştirmeliyiz diye hemen hiçbir sendikada bir çalışma, bir perspektif yok. Daha çok günübirlik, günün koşullan neyi dayatırsa ona göre “çözümlere” gidiliyor.
Her iki senede bir yapılan toplusözleşmelerde işveren ve devletin belirlediği enflasyon rakamlarının üzerinde şu kadar veya bu kadar ücret pazarlığı yapılmakta. Rakamlar, aldatıcı ve gerçekleri yansıtmadığından alman ücret zamlan, enflasyon artı “refah payı” düzeyinde bir artış olarak görünse de tüm istatistiklerde, reel ücretlerin her yıl biraz daha gerilediği, paranın satın alma gücünün sürekli düştüğü görülüyor.
İşverenlerin işgücü maliyetlerini düşürebilmek için gerekli önlemleri alıp uyguladığı, kendilerine göre bir ücret politikası belirledikleri bilindiği halde sendikacılar saatlerini işverenlere göre ayarlamaktadırlar. Kendi sınıf işbirlikçisi çizgisini gizleyebilmek için ise “demokrasi” görüntüsü altında ücret taleplerini kimi zaman işçilere belirletmektedir. Ortada gerçekleri yansıtmayan işveren ve onların devletinin verileri olduğundan, dağıtılan anketlerde, işçilerin enflasyona göre şu veya bu düzeyde belirleyeceği ücret talepleri de, gerçekleri yansıtmayacak, aldatın olacak ve onun ötesinde reel kayıplarını gideremeyecektir.
Bu nedenle, sendikalar, üyelerinin yanı sıra tüm SSK’lıları, artı bütün çalışanları kapsayan, çalışanların en az, ortalama ve en yüksek ücretleri şudur, bunun sektörlere göre dağılımı şöyledir, enflasyon artışı, toptan ve tüketici fiyat artışları şu kadar, işçilerin tüketim kalıbı şudur diyebilecek bilimsel bir çalışma yürütmek zorundadır. Ancak böyle bir çalışma sonucunda belirlenecek ücret talebi gerçeğe yakın olacaktır. Bu çalışmalar yapılmadığı, palyatif tedbirlerle günü atlatın politikalar güdüldüğü sürece; ücret artışına enflasyon oranında hatta artı “iyileştirme payı” eklense bile, biraz aşağıda göreceğimiz gibi işçi yine enflasyona yenik düşmektedir.
ÜCRET – ENFLASYON İLİŞKİSİ
Türkiye’de son yıllarda belki de en çok kullanılan kavram ve tartışılan konuların başında enflasyon gelmektedir, “düştüğü”, “yükseldiği”, “denetim altına alındığı” ya da “uçuşa geçtiği” gibi nitelendirmelerle hep gündemde kalmıştır.
Enflasyonun kısa bir tanımını yapacak olursak; “Enflasyon, ‘fiyatlar genel düzeyinin hızlı ve sürekli bir biçimde yükselmesi’ olarak tanımlanır. Buna göre, belli bir dönem içinde fiyatların ve ya herhangi bir şeyin fiyatının bir kez yükselmiş olması enflasyon değildir. Dolayısıyla enflasyon, bir süreçtir ve ekonomide herhangi bir nedenle ortaya çıkan ve sürüp giden bir dengesizliğin göstergesidir. Bu anlamda enflasyon oram, mal piyasasında var olan dengesizliğin bir ölçüsüdür.”(Özgürlük Dünyası, sayı 55)
İşverenlerin yıllardır üzerinde durdukları, ileri sürdükleri tezlerden biri, “aşırı ücret zammı talepleri ve hızla yükselen işçilik maliyetleri” enflasyonun nedenidir. Kendilerince ortaya serilen “verilerle” bunu ispatlamaya çalışıyorlar.
Bilindiği gibi ülkemizde enflasyon İTO ve DİE tarafından ayrı ayrı belirlenmekte. İTO kendini İstanbul’la sınırlarken, DİE Türkiye geneli için belirleme yapmakta. Tüketici ve toptan eşya fiyatları üzerinden yapılan istatistikler toplumun tüm kesimleri için tek ölçü olarak ele alınıyor. 1987’de, hesaplamada baz alınacak ürünlerin belirlenmesi konusunda çok göze batan pürüzlerin giderilmesi yoluna gidilerek az veya hiç kullanılmayan bir kısım ürün, enflasyon oranını belirlemede ölçü olarak alınmaktan çıkarıldı. Emekçilerin yoksullaşma derecesinin biraz daha gerçeğe yakın olarak görülmesinin sağlasa da, yine de enflasyonun emekçilerin yaşamında yol açtığı yoksullaşmanın bütün boyutlarının görülmesini engelleyici bir özelliğe sahip. En başta farklı kesimler için tek bir endeks belirlenmesi işçilerin yoksullaşmasına hizmet etmekten başka bir işe yaramaz. Çünkü toplumdaki değişik gelir gruplarının tüketim kalıplan farklı olacağından enflasyondan etkilenme dereceleri de tükettikleri metalardaki artışla orantılı olacaktır.
Şimdi gelirde tüketim kalıpları farklı olan insanlara aynı tüketim kalıbı oturtup buradan fiyat ölçerseniz onun enflasyonunu doğru yansıtamazsınız. Örneğin, o tüketim kalıbı içinde ekmeği % 1 varsaydınız. Eğer kişinin tüketim kalıbı içinde tükettiği ekmek oranı % 5 civarındaysa enflasyonunu doğru belirlememiş olursunuz. Dolayısıyla belirlenen fiyat endeksi kişinin fiyat endeksi değildir.
Sermaye ve sözcüleri bazı ürünleri toplumun bütün kesimleri için genel geçer baz alıyor ve “bunların toptan ve tüketici fiyatlarındaki artış bu kadar, enflasyon oranı şudur” diye bir sonuca varıyor. İşçiyi de, köylüyü de, tüccarı da, işvereni de aynı tüketim kalıbına sokuyor. Sendikalar da bu konuda çalışma yürütmediklerinden işverenlerle aynı tüketim kalıbına girmedikleri halde aynı fiyat endeksini ölçü alıyorlar.
Burada yapılması, gereken örneğin 3 milyon lira geliri olan işçinin tükettiği malların fiyatının dönem içinde ne kadar arttığının belirlenmesi, geçmiş kayıpları ve ileriki dönem açısından olası erimeleri de göz önünde bulunduran bir ücret talebinin ileri sürülmesidir.
İşin bu noktasında sendikalarda yine bir karmaşanın olduğu görülüyor. Pazarlık masasında “enflasyon oranında zam konusunda anlaşıldı” varsayalım. Ama hangi ölçü kullanılmalı? Sendikacılar bazen de son 12 aylık değişimi ama genellikle yıllık ortalamayı esas alıyorlar, Burada yapılması ve yerleştirilmesi gereken sistem 12 aylık değişimin esas alınmasıdır. Yıl içinde fiyatlar şuradan şuraya geldi, ücretler şu kadar oldu. Bu durumda işçinin satın alma gücünde bu kadar erime meydana geldi, kayıpların giderilmesi için şu kadar ücret artışı gerekiyor denmelidir.
Sermaye sözcülerinin bilerek çarpıttığı, sendikacıların ise üzerine gitmediği konulardan biri de enflasyon oranında ücret artışı sağlandığında işçinin geçmişe yönelik kayıplarının giderildiğidir.
Fiyat artışları karşısında ücretlerin korunması tartışmasını, iki zam dönemi arasındaki zaman boyunca ücretlerin ve fiyatların değişimini göz önüne almadan sürdürmek, gerçekçi ve doğru sonuçlar vermeyecektir. Enflasyon oranında zam alındığında işçinin ne kadar kaybının olduğunu anlayabilmek için somut bir örnek vermek gerekiyor.
Aylar Fiyatlar Ekmek Fiy. Ücret Ekmek
1 100,00 1000 1.000.000 1000 adet
2 105,00 1050 “ 952,4
3 110,25 1102,50 “ 907,0
4 115,76 1157,63 “ 863,8
5 121,55 1215,51 “ 822,7
6 127,63 1276,29 “ 783,5
7 134,01 1340,10 “ 746,2
8 140,71 1407,11 “ 710,7
9 147,75 1477,47 “ 676,8
10 155,14 1551,34 “ 644,6
11 162,90 1628,91 “ 613,9
12 171,05 1710,50 “ 584,6
TOPLAM 9306,4
Fiyatlar Ücretler-TL Ekmek Fiy. Ekmek (Adet)
Ocak 1991 100 1.000.000 1000 1000
Ocak 1992 171,05 1.710.500 1710,50 1000
“Varsayalım ki, işçi, aylık 1 milyon TL ile çalışıyor. Ücret zamlan birer yıl ara ile ve Ocak ayında yapılıyor. Fiyatlar her ay % 5 artıyor. Endeksleme ve soyut sayılar yerine durumu açık biçimde görebilmek için, ücretle tek bir mal olarak ekmek alındığını düşünelim. Ekmeğin birim fiyatı ise bin lira olsun.
İlk bakışta şöyle bir durum ortaya çıkacaktır. Aylık % 5 fiyat artışı ile ekmek fiyatları bir yıl boyunca % 71.05 artmış olacaktır. Bu durum tabloya dökülürse Ocak ’91 ve Ocak ’92 arasında şöyle bir görünüm oluşur.
Bu tabloya göre, işçinin hiçbir kaybı yokmuş gibi görülmektedir. Ücreti ile 1000 TL’lik eski fiyattan Ocak ’91 ‘de 1000 ekmek alabilen işçi, ücretine Ocak ’92’de % 71.05 zam yapıldığında 1.710.50 TL’lik fiyat üzerinden yine bin ekmek alabilmektedir. Görünüşte, işçinin satın alma gücünde fiyat artışı dolayısıyla ortaya çıkan erime karşılanmıştır.
Ancak bu sonuç gerçek durumu ne ölçüde yansıtmaktadır? Bu soruya, gelirin bir andaki düzeyini değil, dönem içindeki gelişimini inceleyerek yanıt vermek gerekecektir, işçi, Ocak “91’de 1 milyon TL aylık ücretle çalışmakta ve bin ekmek alabilmekte idi, gerçek durumu tabloda izleyelim.
Enflasyon dolayısıyla gelirin 2693 ekmeklik bölümü ya da % 22’si fiyat artışı mekanizması aracılığıyla yok edilmiştir. Bugün savunulan ‘enflasyon artı refah payı’ anlayışı ile bu kaybın karşılanması sorunu tümüyle unutulmaktadır.” (Laspetkim-İş ’89-92 Çalışma Raporu, sf. 206)
Bu somut örneğe vergi ve diğer kesintileri de eklersek, işçinin yıl içindeki kaybı yaklaşık % 47’ye ulaşmaktadır. Diğer bir ifadeyle, işçinin ücreti, enflasyon oranında artmış olsa dahi yıl içindeki erime ve vergiler yüzünden, işçinin, % 47 oranında yine kaybı oluyor.
Ücretler konusunda, sorunun üzerine gidilmesi gereken yanı, ücretlerin enflasyon oranında artışından çok, işçinin satın alma gücünün korunup, geliştirilmesidir.
Enflasyon ücret ilişkisi açısından önemli bir nokta da ücret artışlarıyla enflasyonun bir ilgisinin olmadığı, işverenlerin iddia ettiği gibi, ücretler arttığı için enflasyonun yükselmediğidir. Tersine, enflasyon arttığı için ücret artışları söz-konusu olmakta. Enflasyon, kapitalizmin yapısal bozukluğundan değil de işverenlerin iddia ettiği gibi, ücret artışlarından meydana gelseydi, örneğin ’93 başından beri yaklaşık 8 aydır, 750 bin işçi ücret artışı olmadan çalışıyor, Bu 8 ayda enflasyonun düşmesi gerekecekti. Ama görüldüğü gibi enflasyon sürekli artıyor.
ULUSAL GELİR, REFAH PAYI VE ÜCRET İLİŞKİSİ
Ulusal gelir denilince, belirli bir sürede, örneğin, bir yılda toplumun ürettiği maddi varlıklar (makine, araç, gereç, tahıl, giysi vb) yığını anlaşılır. Değer olarak hesaplandığında, toplam toplumsal ürün değeri, değişmeyen sermaye+değişen sermaye+artı-değer toplamından oluşur.
Değişmeyen sermaye (Fabrika binaları ve eklentileri, araç ve gereçler, makineler, yani üretim araçları) üretimi yeniden sürdürmekle görevlidir. “Değişen sermaye (Ücretler, hammaddeler, yakıt, yardımcı malzemeler), işgücünün yeniden üretimi için, işçilerin ihtiyaçlarını giderme harcamaları olarak ücret şekline döner, yani işgücünün yeniden üretilmesi göreviyle yükümlüdür.”
Ulusal gelirin dağılımı, kapitalizmde emekçilerin değil, sömürücü sınıfların yararına göre yapılır. Ulusal gelir, önce kapitalistlerle işçiler arasında paylaşılır. Paylarını, işçiler ücret, kapitalistler artı-değer olarak alırlar, ikinci paylaşım ise, kapitalistler, bankacılar, tüccarlar ve büyük toprak sahipleri arasında olur.
Ülkemizde, gerek ulusal gelir dağılımında, gerekse ulusal gelir içinde ücretlilerle sermayenin pay oranında korkunç denecek boyutlarda farklılıklar bulunuyor. 1987 yılı DİE araştırmasına göre, Türkiye’de en yüksek % 20 nüfus, ulusal gelirin yarıdan fazlasını alıyor. En düşük % 20 ise ancak % 4’ünü alabiliyor.
“Ulusal gelirden tarım, ücret ve sermayenin aldıkları paylar, 1985-1991 dönemi incelendiğinde tarımın payı 1985’te % 19,85’den 1991’de % 16,89’a düşmüştür. Ücretlerin payı ise 1988 yılma kadar düşerken, 1989 yılından soma artmaya başlamış. Bu artışta, özellikle 1989 yılı bahar eylemleri ve daha sonraki sendika mücadelesinin yoğunluğu ile sağlanan ücret artışı kazanımlarının payı vardır.” Fakat bütün gelişmelere rağmen ücretlilerin payı % 23,62, sermayenin payı ise % 60’lardadır.
MESS patronlarının “Ülkede refah mı var ki refah payı verelim” sözü bir yana, son dönemlerde ücretlerle ilişkili olarak bir “refah payı” sürekli tartışılıyor. Ancak, yine çarpıtılarak ve ülkedeki gelir bölüşümünden koparılarak yapılıyor. Refah payı demek, özünde; “Gerek kişisel düzeyde gerekse ücretlilerin toplam gelir açısından artmış bir bütün içerisinde oranı düşen bir parçanın eski düzeyine çıkarılmasıdır. Örneğin, ulusal gelirin 300 trilyondan % 10 reel artışla 330 trilyona çıkmış olması karşısında ücretlere yapılacak % 10 ek ödeme ancak 330 trilyon içindeki ücret payını aynı oranda koruyacaktır”.
Ama burada da, enflasyonun yıl içinde yaptığı erozyon göz önüne alınmak durumundadır. Çünkü aynen enflasyonda olduğu gibi, ulusal gelir de bir yıl soma birden bire artmıyor. Aşamalı olarak yükseliyor. Fakat aynı dönem içinde ücretler sabit kalıyor. Demek ki ulusal gelirde % 10’luk bir artış gerçekleştiğinde, ücretlerin “bir dönem önceki” düzeyini koruyabilmesi için % 20 oranında artırılması gerekiyor.
ÜCRET KONUSUNA YAKLAŞIM NE OLMALI
“…Ekonomik mücadele, işçilerin işgüçlerini daha elverişli koşullarda satmak, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları elde etmek için işverenlere karşı açtıkları toplu mücadeledir. Bu mücadele, zorunlu olarak sendika mücadelesidir”(Lenin)
Bundan çıkarılması gereken sonuç, sendikaların salt ekonomik mücadele, hatta sadece ücret mücadelesi vermesi gerektiği değildir. İşçiler elbette ki işgüçlerini daha elverişli koşullarda işverenlere satmaya çalışacaklar, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadele edecekler. Ama sorun kendini bununla sınırlayıp sınırlamamadır. İşte, sınıf sendikalarıyla her türden burjuva sendikacılık arasındaki ayrım bu noktada başlıyor.
Faşist, reformist, Çağdaş Sendikacılık vb. burjuva sendikal akımlar, sendikalarda kapitalizmin kendisine değil, onun olumsuz sonuçlarına karşı mücadele edilmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Sendikaların görevinin; ücretli kölelik sistemini ortadan kaldırmak değil, kitleleri Yeni Dünya Düzenine entegre etmek olduğunu savunan bu karşı-devrimci akımlara göre; siyasi mücadele, yani siyasal iktidarın ele geçirilmesi mücadelesi, siyasi partilerin işidir ve siyasi mücadele ile ekonomik mücadele tamamen birbirinden bağımsız mücadelelerdir, sendikalar siyasi partilere karşı “bağımsızlığını” kesinlikle korumalıdır.
Bugün, başını DİSK ve diğer Çağdaş Sendikaların çektiği burjuva sendikal akımlar işçi sınıfının bilincini çarpıtmak için “sınıf ve kitle sendikacılığı” maskesiyle sürekli olarak, ekonomiyi politikadan ayırmaya, devleti tarafsız göstermeye çalışıyorlar. “Toplumsal Mutabakat”, “Ekonomik Sosyal Konsey” gibi oluşumlarla işçi sınıfının sorunlarının çözümleneceğini, baskı ve sömürü üzerine kurulu kapitalist düzenin, devrimci komünistlerin dediği kadar kötü olmadığı, bazı ufak tefek olumsuzluklar bulunsa da bunların sermayeye yardım edilerek giderilebileceğini ileri sürecek kadar yüzsüzleşiyorlar.
Sınıf sendikacılığı ise; sendikal alandaki mücadelenin ekonomik mücadeleyle sınırlanamayacağını, mücadelenin kapitalizmin sonuçlarına değil kendisine karşı yürütülmesi gerektiğini, her iki mücadelenin (ekonomik ve siyasi) birleştirilmesini, kaynaştırılmasını ve sendikal harekete Devrimci Komünist Partisi’nin önderlik etmesini savunuyor. Nasıl ki, ekonomi ile politika birbirine sıkı sıkıya bağlı ise, sendikalarla Parti arasında da o derece sıkı bağların olması, gereklilikten öte zorunluluktur.
Genel olarak ekonomik mücadele, burjuvazinin kendi alanıdır ve burjuvazi kendi alanında yenilgiye uğratılamaz. Yine biliniyor ki, burjuvazi açısından en kolay ödünler, geri alınması kolay olan ekonomik ödünlerdir. Bunlar içinde işverenler ve burjuva sendikacılar tarafından bilinçlice çok öne çıkarılan ücretler de en kolay geri alınan hakların başında geliyor.
Halen bağıtlanmamış olan ’93 sözleşmelerinde iş güvencesinin sağlanması, taşeronlaşmanın önlenmesi, özelleştirmenin durdurulması, çalışma hayatını ilgilendiren yasaların değiştirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi talepleri bir arada ileri sürülse de işverenler, hükümet ve sendikacılar tüm dikkatleri ücretler üzerine çekmeye çalışıyorlar. Bu, vermek zorunda kaldığı ücret artışlarını geri alabileceğinin yanı sıra esas olarak da, işçi hareketinin siyasallaşmasının, siyasal hak ve özgürlüklere ve Kürt ulusal sorununa ilişkin talepler ileri sürmesinin önünü kesmeye yöneliktir.
Bugün, 4 kişilik bir işçi ailesinin zorunlu gıda harcamasının 2,5 milyonu geçtiği ve asgari ücretin 1,5 milyon olduğu ülkemizde, elbette ücretlerin yükseltilmesi mücadelesi önemlidir. Ama bundan da önemli olan, alınan hakların korunması, geliştirilmesi ve ücretli kölelik düzenine yönelinmesidir.
%20’LİK GRUPLARA GÖRE GELİR DAĞILIMI -1987
En düşük 2’ci 3’cü 4’cü En Yüksek
% 20 % 20 % 20 % 20 % 20
% 4 % 7 % 13 % 21 % 55
Çünkü “toplum, bir yandan bütün üretim araçlarını; toprağı, hammaddeleri ve makineleri tekellerine almış kapitalistler, öte yanda üretim araçları üzerinde her türlü yetkiden yoksun ve emek güçlerinden başka hiçbir şeye sahip olmayan işçiler olmak üzere, birbirine karşıt iki sınıfa bölünmüş olduğu sürece, bu toplumsal düzenleniş sürdükçe, ücret yasası hüküm sürecek ve bu yasa, her gün, işçiyi kendi elleriyle yarattığı ürünün kölesi yapan yeni yeni ağır zincirler işleyecektir.”(Marks, Ücret fiyat kar)
Bundan çıkarılması gereken sonuç, kötü olan ücretlerin düşüklüğü değil, ücretli kölelik sisteminin kendisidir. Ve ücretlerin yükseltilmesi mücadelesi, kesinlikle siyasal hak ve özgürlüklerin elde edilmesi ve ücretli kölelik sisteminin kaldırılması mücadelesiyle birleştirilmedir. Özgürlüğün olmadığı veya son derece kısıtlı olduğu ülkelerde işin de ekmeğin de garantisi olmaz.
Genel olarak tüm kötülüklerin kaynağının ücretli kölelik sistemi olduğu ve esas olarak insanın insan tarafından sömürülmesine dayanan bu düzenin değiştirilmesi gerektiği düşüncesinden kalkarak, ekonomik mücadelenin, bunun bir parçası olan ücretlerin yükseltilmesi mücadelesinin küçümsenmesi, gereksiz sayılması ne kadar yanlışsa, ekonomik mücadeleyi abartmak, mücadelenin temeli haline getirmek de o kadar yanlıştır.
Unutulmamalı ki, ücretlerin yükseltilmesi, sermaye ve faşizme karşı verilen mücadelede bir amaç değil, siyasal iktidarın ele geçirilmesinde işçi sınıfının olanaklarının, manevra alanının genişlemesine yol açan diğer olanaklar gibi bir araçtır.
Başta da belirttiğimiz gibi, sendikaların ulusal düzeyde belirlenmiş bir ücret politikası yoktur. Yaptıkları şey iki yılda bir belirli bir ilkeye ve ölçüye dayanmayan, enflasyon + şu kadar ücret talebiyle işverenlerin karşısına çıkıp sözüm ona pazarlık yapar görünmek; yapılan uzun pazarlıklar ve “kayıkçı dövüşleri” sonucu enflasyonun yüzde 70’lerde seyrettiği ülkemizde “sıfır zam”dan yüzde 50-60’ı bulan ücret artışına, tamam demek oluyor. Alınan ücret zamlarıyla geçmiş reel kayıpları telafi etmek bir yana, mevcut enflasyonun da altına inildiğinden, işçilerin yoksulluğu bir kat daha artmış oluyor.
İşçilerin idari maddelerden çok, ücret bölümleriyle ilgilendiği anketlerdeki ücret zammı taleplerinin, sendika bürokrasisi için hiçbir değeri yoktur. Gelen anketler doğrudan çöpe atılırken, “önce işyeri, sonra işçi” mantığıyla hazırladıkları talepleri işverene sunuyor bu bürokratlar.
Daha sinsice çalışan Çağdaş Sendikacılar ise işçilerin taleplerini göz önüne almamak bir yana, onların taleplerini asgariye indirebilmek için yoğun bir çaba sarf ediyorlar. işçilerin kafalarını bulandırmak, düzenin birer uysal köleleri haline getirebilmek için işverenlerin ağzıyla propaganda yürütüyorlar, işverenle işbirliğini gizlemek için “aşırı ücret talebinde bulunmamanın gerektiğinden”, “talepler belirlenirken işyerinin ekonomik durumun göz önüne alınması gerektiğinden” dem vuruyorlar. ‘Taleplerde gerçekçilik ilkesi” diyerek talepleri en alt sınıra çekmeye çalışıyorlar. Ekonomik Sosyal Konsey’i, işverenlerden daha ateşli savunuyorlar, işverenler “zarar ediyoruz” dediklerinde, işçileri 16 ay bedava çalışmaya bunlar ikna ediyorlar, işverenler “verimlilik düştü” dediklerinde, bunlar “işçinin ücret zammında verimliliği göz önüne alınmalıdır” diyorlar. Kısacası işçi sınıfına karşı saldırıda işverenlerle aynı frekansı kullanıyorlar.
Bütün bu olumsuzluklar göz önüne alındığında, işçilerin ücrete ilişkin talepleri ve sendika bürokrasisine karşı tutumları ne olmalıdır? Her biri ayrı tartışma ve yazı konusu olacak kadar geniş ilkeleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. işyeri taban ücreti konulmak: işe yeni girecek olan işçi asgari ücretle değil, işyerinde belirlenen “İşyeri taban ücreti” ile işe başlamalıdır. Belirlenecek olan işyeri taban ücreti, o işyerinde ortalama ücretin üzerinde bir rakam olarak belirlenmelidir. Bu belirleme, yüksek ücretli işçileri çıkarıp yerine asgari ücretle işçi alan işverenler açısından caydırıcı olacaktır, Örneğin, 5 milyon alan bir işçiyi çıkarıp yerine 4 milyona bir işçi çalıştıracaksa, bu, işveren açısından pek cazip olmayacaktır.
2. Eşit işe eşit ücret sağlanmalı. Genel olarak aynı işi yapanlar, kıdem farklılıkları hariç aynı ücreti almalıdır. Örneğin, on senelik bir şoför ile işe yeni giren bir şoförün ücreti arasındaki farklılık sadece kıdeme ilişkin olmalıdır. Bu ilke de aynen işyeri taban ücreti gibi, işten çıkarmalarda caydırıcı olacaktır.
3.Ücret artışları, yüzdeli değil seyyanen olmalıdır.
İşyerlerinde genel olarak bir ücret dengesizliği var. Birkaç toplusözleşme geçirenle yeni giren işçinin ücreti arasında, aynı işi yapıyor olsalar da derin bir uçurum bulunuyor. Her ikisine de aynı oranda yüzde şu kadar ücret zammı yapıldığında aradaki uçurum daha da derinleşiyor. Örneğin, 1,5 milyon asgari ücretle işe başlayan bir işçi ile on senelik 6 milyon lira alan işçiye, aynı işi yapıyor olmaları göz ardı edilerek yüzde 50 zam yapıldığını varsayarsak, birincisi 2 milyon 250 bin lira alabilecekken, diğeri 9 milyon lira alabilecek, ikinci yıl zammıyla bu makas daha da açılacak. İkinci yıl da aynı oranda zam alındığını varsayarsak, birincininki 3 milyon 375 bin lira olurken diğerininki 13 milyon 500 bin lira olacaktır. Görüldüğü gibi ilk baştaki 4,5 milyon liralık fark bir sözleşme sonrası 10 milyonun üzerine çıkıyor.
Seyyanen zam uygulandığında ise, öncelikle işyerinde işyeri taban ücreti belirlendikten sonra, herkese aynı oranda, örneğin, 2 milyon TL zam yapılır. Bunun üzerine vasıflılık zammı ilave edilir. Bu ilave yüzde 5’i geçmemelidir. Örneğin işyeri taban ücreti 4 milyon olarak belirlenmiş ise, bunun altında kalan ücretler bu seviyeye çıkarılacak demektir. Bunun üzerine 2 milyon zam yapıldığında 6 milyon olacaktır. Daha önce işyeri taban ücretinin üstünde ücret alan, örneğin, 5 milyon alan işçinin ücreti ise 7 milyona çıkacak ve aradaki kıdemden ve vasıflılıktan kaynaklanan 1 milyon TL’lik fark aynen korunmuş olacaktır.
4. Satın alma gücü korunmalıdır Ücret zammı rakam olarak belirlenirken önemli olan rakamın şu veya bu düzeyde olması değil, işçinin satın alma gücünün korunmasıdır. Diğer bir ifadeyle reel kayıpların giderilmesi, bunun üzerine yıl içinde enflasyon nedeniyle erimeler ve iyileştirme zammının eklenmesidir. Burada ölçü yukarıda belirtildiği gibi işçinin kendi tüketim kalıbı içindeki malların fiyat artışlarıdır.
Ancak, dikkat edilmesi gereken konulardan biri, sadece geçmiş alım gücünün korunması değil bunun geliştirilmesidir. Sadece ücret bazında konuşursak, sürekli büyüyen ulusal gelirden payının devamlı büyütülmesidir.
5.Alınan ücret zamlarının tek kalemde ödenmesi:
Sermaye, uzun pazarlıklar sonucu vermek zorunda kaldığı şu veya bu düzeydeki ücret zammını bir kaç puan daha düşürmek için ücret zamlarını yıl içinde dilimlere bölerek uyguluyor. Dilimler ne kadar artarsa, alınan ücret zammı o kadar düşüyor. Rakamlar, yıl içinde toplam olarak söylendiği için de gerçek zam oranı gizlenmiş oluyor. Örneğin, son Demir-çelik işçilerine yapılan ücret zammı, ilk altı ay için yüzde 35, ikinci altı ay için yüzde 25 toplam yüzde 60 görünse de, gerçek zam oranı yüzde 52 düzeyindedir, işveren bunu iki dilime bölerek yüzde 8’lik bir payı geri alıyor.
Sendikalarda şu an yerleşmiş bulunan uygulama, iki yıllık sözleşmelerde ücret zamlarının 4 dilim halinde uygulanmasıdır. Bunun ikiye düşürülmesi gerekirken son dönemlerde özellikle Türk-Metal Sendikası’nın imzaladığı toplusözleşmelerde bu dilimlerin daha da artırılıp 8’e çıkarıldığı görülüyor.
SONUÇ
Her yıl yüz binlerce işçinin sokağa terk edildiği, enflasyonun yüzde 70-80’lerde seyrettiği ülkemizde, işverenlerin ısrarla belirttiklerinin tam tersi, işçi ücretleri yüksek olmamakla birlikte bugünkü düzeyiyle geçmiş kayıplarım dahi telafi edebilmiş değil. Görüldüğü gibi, reel olarak sürekli düşüş gösteriyor.
Ücretlerin “yüksekliği” fiyat artışlarının, enflasyonun, işsizliğin nedeni olduğu, işverenlerin demagojiye dayanan propagandasıdır. işverenler rahatsız göründükleri, şikâyetçi olduklarını söyledikleri enflasyondan aksine çok memnunlar. Enflasyonun yüksekliği işçi ve emekçilerin durumunu daha kötüleştirirken işverenlerin kârlarını da katlıyor.
Sendikalar, işverenlerin ve onların devletinin verilerine mahkûm olmamak için gerekli uzman kadrolarını toplayıp kurumlaşmalıdır.
Bugün, birçok sendikanın toplusözleşme dairesinin olmadığı bir gerçektir. 20, 30 hatta 40 yıllık bir sendikanın bu konularda kurumlaşmaya gitmemesi sadece ileriyi düşünmemekle açıklanamaz. Bugünü kurtarma anlayışından öte sendikaların işlevinin ne olması gerektiği konusundaki yanlış anlayışlardan kaynaklanıyor. Bu sakat anlayış, toplusözleşme konusunun yanında eğitim ve örgütlenme konularında da kendini gösteriyor, Milyarlık yolsuzluk söylentilerinin ayyuka çıktığı sendikalarda uzman kadroların istihdam edilmeyişleri ancak, bunların sermayeye karşı mücadele etmek istemeyişleri şeklinde izah edilebilir.
Sendikalarda bu konuda kurumlaşmanın sağlanması, işverenlere karşı ücret mücadelesinin belli ölçü ve ilkeler çerçevesinde verilmesi gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Esas sorun, sivrisineklerin öldürülmesi değil bataklığın kurutulmasıdır.
Ağustos 1993