Filistin’de, saraylara barış, kulübelere savaş!

Emperyalist diplomasinin kanallarında, sınıf niteliği bakımından karmaşık ve belirsiz bir “ulusal devrim” programı uygulamaya çalışmanın, kullanılan araçlar ne kadar “devrimci” görünürse görünsün, sistem içinde ve emperyalistlerin planları doğrultusunda bir eksene oturmakla sonuçlanacağı, son “barış” anlaşmasında da görülmüştür. Ulusal kurtuluş mücadelesinin, sınıf mücadelesini içermediği, ya da en azından üstünün örtülmesini gerektirdiği yolundaki bütün esnaf ideolojilerinin gidebileceği son nokta^Filistin Kurtuluş Örgütü’nün tarihine bakılarak görülebilir.

Filistin halkı, kaderi birçok bakımdan bu halkın durumuna bağlanmış bulunan bölge halkları, onlarca yıldır sürdürdüğü mücadelesinde, bugün yeni bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır. Bölge üzerindeki emperyalist denetim ve yönlendirme mekanizmaları bakımından da yeni bir aşamayı simgeleyen “barış”, gerçekte Filistin halkının tarihi taleplerinin hemen hemen hiç birinin elde edilemediği bir sonuç olarak, uzlaşmacı burjuva önderlikleri eliyle, alternatifleri tüketilmiş bir yol olarak dayatıldı.
Şu anda, birçok bakımdan “dünyanın merkezi” olarak kabul edilen bölgede, başta ABD emperyalizmi olmak üzere, dünya kapitalizminin tam egemenliğinin kurulması ve sağlamlaştırılması için yeni ve güçlü bir süreç başlatılmış bulunmaktadır.
Filistin Kurtuluş Örgütü, sınıf niteliği bakımından, daima tüccar ve küçük sanayici, toprak sahibi Filistin Hıristiyan ve Arap burjuvazisinin hâkim bulunduğu bir “ulusal örgüt” özelliği göstermiştir. Tarihin çok eski zamanlarından bu yana, yoğun bir transit ticaret ağının düğüm noktasında yer alan bu bölgede, Haçlı Seferleri zamanından gelip bugüne kadar yerleşik halk statüsü kazanmış Hıristiyanlardan, bölgenin asıl yerleşik halkı olan Araplara, Yahudilere ve Birinci Dünya savaşı koşullarında katliamlardan kaçarak buraya yerleşmiş Ermenilere Çerkezlere… uzanan geniş bir halklar yelpazesi bulunuyor. Ticaret yolları trafiğinin görece azalan önemine karşın, bölge, petrol kaynaklarının durumu dolayısıyla emperyalist ilginin odağındaki değerini arttırmıştır. Filistin’in bulunduğu yer, aynı zamanda, dünya hegemonyasının askeri planları bakımından da daima belirleyici bir merkez olma özelliği taşımıştır. Bütün bu koşullar altında, özellikle de ekonominin ağırlıklı olarak transit ticarete ve iklim ve coğrafya koşulları dolayısıyla da cılız bir tarıma dayanıyor olması yüzyıllardır sürüp giden sömürge koşulları yüzünden, Filistin’de güçlü bir işçi sınıfının doğup gelişmesi gerçekleşmemiş, kozmopolit ticaret burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin hâkim olduğu bir siyasal ve kültürel yapı doğmuştur. Özellikle Hıristiyan Filistinlilerin ekonomik ve entelektüel etkisiyle, yoksul Müslüman köylülüğün ve küçük esnafın kitle gücünün birleşmesini temsil eden ulusal hareket, gelişmesinin her aşamasında, bu karakteristiklerin yansıdığı biçimler göstermiştir. Bir yandan en aşırı terör hareketleri, diğer yandan emperyalist kapitalizmle sürekli bir uzlaşma ve birleşme eğilimi, dünya konjonktürüne bağımlı, dağınık ve her türlü dış etkiye açık bir siyasal Çizgi biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu çizgi, uluslararası gücünü, diğer Arap devletlerinden ve bir dünya gücü olma konumu sürdürdüğü dönemlerde Sovyetler Birliği’nden alıyordu. Bölgede, iki süper gücün çatışmasının başlıca odağı olma konumundaki Filistin sorunu, SSCB’nin dağılması ve dünya politikasından zorunlu olarak çekilmesi ve dolayısıyla “ilerici Arap rejimleri” palavrasının da çökmesi sonucunda, “tek kutuplu dünya”nın kendi iç sorunu halini almıştır. Bu sistem içi olma konumunu parçalayabilecek tek potansiyel olanağını taşıyan her milliyetten bölge işçilerinin birliği ve siyasi hareketi de sağlanamayınca, emperyalizmin talepleri doğrultusunda bir “barış”, Filistin halkına da-yatılabilmiştir.
Bundan sonra, özellikle, şu anda büyük bir güç kaybına uğramış bulunsa da, Filistin halkının en yoksul kesimlerine dayanan ve Hıristiyan kökenli devrimci demokrat aydınların önderliğinde gelişen uzlaşma karşıtı ve şiddet yanlısı grupların, ortak bir burjuva plan çerçevesinde tasfiye edilmesi ve bölgenin uzun yıllar bir devrim odağı olarak taşıdığı özelliğine tümüyle son verilmesine girişilecektir. Bu noktada, karşılaşılabilecek en önemli engel, İran tarafından kontrol edilen ve İslami motiflerle, Filistin halkının yoksul kesimlerinin huzursuzluğunu ve hoşnutsuzluğunu birleştirerek yönlendirme olanağını ellerinde tutan terör grupları olabilecektir.
Sayısız ulusal ve uluslararası çelişkinin binlerce kökle tarihe ve güncel etkiye bağlandığı böyle bir bölge için, “kulübelere karşı savaş” anlamına gelen “barış planı”, kolayca yürütülebilecek gibi görünmüyor. Çünkü bölgenin temel sorunu, emperyalizmle bütün milliyetlerden halklar arasındaki çelişmede düğümlenmektedir. Yeni başlayan süreçte, tarihin tekrarlanmaması için, bütün uluslardan işçilerin birleşik devrimci komünist partisinin yaratılması belirleyici önemdedir.
Bugünkü sözde “barış” ortamı, bu bakımdan, Arap-Yahudi çatışması biçimindeki yapay ve kışkırtılmış çelişmenin aşılması fırsatını verecekse eğer, yalnızca Filistin’in ve İsrail’in değil, Lübnan’ın, Ürdün’ün, Suriye’nin ve Mısır’ın dinamik güçlerinin açılıp serpilmesi için bir başlangıç noktası oluşturabilecekse, sevinmeye değer. Ne var ki, bütün bu “barış” yaygarasının asıl hedefinin de, gerçekte bu güçlerin uykuda kalmasını sağlamaya, eğer kıpırdanırlarsa birleşik bir gericilik gücü tarafından ezilmeye yönelik olduğu unutulmamalıdır.
Filistin halkının karşı karşıya kaldığı durum, aynı zamanda bölgedeki diğer ulusal kurtuluş hareketleri bakımından da derslerle doludur. Emperyalist diplomasinin kanallarında, sınıf niteliği bakımından karmaşık ve belirsiz bir “ulusal devrim” programı uygulamaya çalışmanın, kullanılan araçlar ne kadar “devrimci” görünürse görünsün, sistem içinde ve emperyalistlerin planları doğrultusunda bir eksene oturmakla sonuçlanacağı, son “barış” anlaşmasında da görülmüştür. Ulusal kurtuluş mücadelesinin, sınıf mücadelesini içermediği, ya da en azından üstünün örtülmesini gerektirdiği yolundaki bütün esnaf ideolojilerinin gidebileceği son nokta, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün tarihine bakılarak görülebilir.

YELTSİN VE BÜROKRATLAR ÜZERİNE KISA NOT:
Eski SSCB’de, “parti bürokrasisinin ve bunların sağladığı maddi çıkarlarla beslenen sosyal katmanların, “reformcu Yeltsin”e karşı direnişi, aynı zamanda, sosyalizmden arta kalan olanakları birer tarihi hatıra gibi gündelik hayatlarında korumaya çalışan işçi ve kolhozcu köylülerin de desteğiyle yeni bir aşamaya geldi. Şu andaki kavganın temelinde, “Halk Meclisi”nde ve bürokraside yuvalanan eski tek partili devlet kapitalizmi rejimi taraftarlarıyla Yeltsin taraftarları arasında kapitalizmle entegrasyon programının uygulanmasına ilişkin farklılıklar bulunmaktadır.
Bu farklılıkları, özellikle de bürokratların ardında “sosyalizme dönüş” umuduyla duran Rus işçi ve aydınlarının durumuna bakarak, başta ordu olmak üzere bütün devlet organlarınca uygulanmasına başlanmış olan “piyasa ekonomisi” planından “devrimci bir dönüş” yapılabileceği sonucunu çıkarmak tamamen yersizdir. Tepedeki kavganın, başlıca içeriği, kapitalizm yolunda atılacak adımların zamanı ve sırası hakkındaki görüş ayrılığından ibarettir.

Ekim 1993

“Ortadoğu Devrimci Çemberi”Nden Pax-Amerikana’ya Filistin

Filistin! … Son yarım yüzyıldır, dünyanın her köşesinde emperyalizme karşı mücadele edenlerin yüreklerinin attığı bir devrim odağı…
Pek çok devrimci için Filistin, sadece duygusal bir yakınlık duyulan bir bölge olarak kalmadı. Özellikle Ortadoğu ülkelerinin devrimcilerinin önde gelen kadroları Filistin’e giderek orada Filistinlilerle omuz omuza Siyonizm’e, emperyalizme karşı savaştılar.
İster Filistinli olsun, isterse enternasyonal dayanışma için Filistinlilerle birlikte savaşsınlar, savaşanların bir tek amacı vardı: Filistin topraklarını Siyonist-emperyalist işgalden kurtarmak, bağımsız Filistin’i Ortadoğu’da emperyalizme karşı savaşanların bir kalesi olarak inşa etmek.
1948’den 1973’e kadar, Filistin’i kurtarma amaçlı üç Arap-İsrail savaşı yaşandı. Batılı emperyalistlerin açık desteğini arkasına alan İsrail, her üç savaşta da, aralarındaki çelişmeleri bir türlü çözemeyen ve revizyonist SB’nin vaatleri ve çıkarlarıyla sınırlı politikaları aşamayan Arap ülkelerini ağır yenilgilere uğrattı. Araplar, bu yenilgilerin arkasından uzun süre kendilerini toparlayamazken, Filistinliler, her yenilgiden sonra, kendi küllerinden yeniden doğan Anka kuşu gibi, toparlanıp kendi usulleriyle savaşı yürüttüler.
Ama bütün acılar, yenilgiler, kahramanca mücadeleler 13 Eylül 1993 günü, Filistin’in bütün düşmanlarını sevindirecek bir “barış anlaşmasıyla” sonuçlandı. “Barış anlaşması”, Beyaz Saray’da Clinton, Bush, Carter, Arafat, İsrail Dışişleri bakanı Şimon Peres, Rusya Dışişleri Bakanı Andrey Kozerev ve 2500 davetlinin katıldığı bir şölenle kutlandı.
Anlaşmaya göre; Gazze ve Batı Şeria’rlaki 10 bin nüfuslu Eriha’ya özerklik tanınıyor. Özerk bölgelerin sınır güvenlikleri İsrail’e bırakılırken iç güvenlik, İsrail’in MOSSAD ve polis teşkilatıyla ortak çalışacak Filistinli polislere ve güvenlik güçlerine bırakılıyor. Diğer Arap yerleşim birimlerinin özerkliği ve bunların statüleri Gazze ve Eriha’daki uygulamanın güven verip vermemesine göre, sonraki yıllarda tartışılıp çözüme bağlanacak.   Doğu Kudüs’ün statüsü de şimdilik tartışma dışı tutuluyor. Arafat’a bakılırsa Kudüs, Filistin devletinin başkentidir. Şimon Peres’e göre ise Kudüs’ün statüsü tartışma konusu bile edilemez, Kudüs İsrail’indir.
Kısacası; kimine göre bin yıllık, kimine göre yüz yıllık Filistin davası çözüldü, artık barış sağlandı diye yaygarası koparılan “barış anlaşması”, 800 bin Filistinlinin yaşadığı 360 kilometrekarelik Gazze ile 10 bin nüfuslu Eriha kasabasına özerklik verilmesinden ibarettir.
Anlaşmayla birlikte, FKÖ, silahlı mücadeleye, İsrail’in deyimiyle terörizme son vereceğini kabul etti. Böylece, İsrail tarafından terörizm olarak nitelenen İntifada’ya da son verilmiş; FKÖ, İsrail’in devlet olarak varlığını tanımış oldu. Ve FKÖ’nün kuruluş bildirgesindeki en temel amaç olarak öne sürülen “İsrail’in yok edilmesi” maddesi geçersiz hale geldi. Buna karşı İsrail, bugüne kadar “terörist örgüt” olarak suçladığı FKÖ’nün, Filistin halkının yasal temsilcisi olduğunu kabul etti ve Ortadoğu Barış Konferansı çerçevesinde FKÖ ile pazarlık masasına oturacağını açıkladı.

“BARIŞ” VE BARIŞ
Sınıfların ortaya çıkması, egemen sınıfın bir devlet olarak örgütlenmesinden bu yana insanlar, egemen sınıfın çıkarı uğruna birbirini boğazlamaktadır. Bu boğazlaşma bazen pek açık bir biçimde görünmeyen bazense, iç savaşlara, devletlerin birbiriyle savaşmalarına varan bir biçimde sürüp gelmiştir. Çatışmaların nedeni de görünüşte değişiklikler arz etmiştir. Bu çatışmalar bazen dinsel, bazen ulusal, ekonomik, bazen de açıkça sınıfsal bir görünüşte cereyan etmiştir. Denilebilir ki insanlık tarihi şu ya da bu nedenle bir savaşlar tarihi olmuştur.
Bütün bu savaşlar içinde pek azı, ezilen sınıfın ezenlere, ezilen ulusların ezen uluslara karşı haklı savaşları kategorisine girerken, çok büyük bir çoğunluğu, ezen sınıfların ve ulusların çıkarına olarak emekçilerin birbirini boğazladığı savaşlar olmuştur. Bu yüzden barış sözcüğü, egemen sınıfın çıkarları uğruna birbirini boğazlayan emekçiler için sihirli bir çekicilik taşımış, her barış propagandası emekçiler içinde artık savaşların biteceği duygusunu uyandırmıştır.
Egemen sınıflar da, emekçilerin barışa olan ihtiyaç ve istemlerini bildikleri için, sanki kanlı savaşların nedeni kendi çıkarları değilmiş gibi, sürekli barıştan yana oldukları propagandası yapmışlar, yapmaktadırlar. Ama çoğu zaman onların barış dediği yeni savaşlar için güç toplama dönemleri olmuş, kendilerini yeterince güçlü hissettiklerinde görünüşte nedeni farklı da olsa yeniden savaşlara başvurmaktan asla geri durmamışlardır.
Tarih boyunca egemen sınıflar, savaşlara sürdükleri emekçilere hep, kendilerinin barış yanlısı olduğunu, barışı tehlikeye düşüren karşı tarafı yok ederek artık ebediyen barışı kurmayı amaçladıklarını söylemişlerdir. Ama hiç bir zaman barış, yeni dünya düzeninin propagandacı ve diplomatları tarafından yapıldığı kadar istismar edilmemiştir. Günümüz emperyalist propaganda merkezleri, ellerindeki devasa iletişim tekelinden de yararlanarak, “ebedi bir barış düzeni” kurmayı amaçladıklarını öne sürerek, emperyalizmin çıkarlarına çomak sokan herkesi “barış düşmanı”, “terörist” ilan ederek, sömürü ve emperyalist talanın had safhada gerçekleştiği, ama bu düzene hiç bir karşı çıkışın olmadığı bir dünya düzeni propaganda etmektedirler. Kapitalist sömürüye ve emperyalist hegemonyaya karşı çıkanlar devrimci, anti-emperyalist başkaldırılara karşı tepeden tırnağa silahlı emperyalist ordular, “barış adına” sefere çıkarılmaktadır.
Son yarım yüzyıldır, emperyalizme karşı mücadele odaklarından birisi olan Filistin devrimi de, işte böylesi bir “barış” adına yok edilmek istenmektedir. Nitekim Filistin’de “barış anlaşmasını” savunanların, barışa karşı çıkan aşırı Siyonist çevrelere söylediği; “eğer bugünkü barışa karşı çıkarsanız, yarın daha radikal güçlerle barış masasına oturmak zorunda kalırsınız” biçimindedir.
Nasıl ki; tarihte haklı ve haksız savaşlar var ve haklı savaşlara karşı çıkmak gerçekte barışa karşı çıkmak anlamına geliyorsa; tarihte taraf olunacak ya da karşı çıkılacak barışlar da vardır. Örneğin, sömürücü egemen sınıfların diktatörlüklerini sürdürmek için, ezilen sınıflara önerdikleri barış, karşı çıkılması gereken bir barıştır. Ya da emperyalizme karşı savaşan bir halkın emperyalist sultadan kurtulmadan girişilen, anti-emperyalist mücadeleyi gerileten barışlar da karşı çıkılması gereken barışlardır. Çünkü bu türden barışlar, o halk üstündeki emperyalist hegemonyayı meşrulaştırırken, dünya ölçüsünde emperyalizme karşı mücadeleyi de zayıflatan barışlardır. Bu ise; o halkın gelecekte daha büyük acılara katlanması anlamına geldiği gibi, günümüzde bütün savaşların, sömürü ve çekilen acıların ana kaynağı olan emperyalizmin halklara daha zalimce saldırılarına temel hazırlar.
Yakın tarihte, bu türden, kimi küçük kazanımlarla emperyalist hegemonyayı sağlamlaştıran, emperyalistlerin dayattığı koşullarda gerçekleştirilen barışlara “Pax Amerikana”, Amerikan usulü barış adı verilmektedir. Filistin’de bugün “bin yıllık çatışmaya son verildi, barış sağlandı” yaygarasıyla sunulan Filistin-İsrail barış anlaşması, işte bu türden, emperyalizm ve Siyonizm’in Ortadoğu’daki varlığı ve çıkarlarını sağlamlaştıran, karşı çıkılması gereken bir barış anlaşmasıdır.
Filistin-İsrail barış anlaşmasının bir başka yönü de, bu anlaşmanın büyük bir gizlilikle yürütülmesidir.
Emperyalist propagandacılar ve burjuva politikacıları hep açıklıktan, her şeyin yığınların gözü önünde cereyan etmesinden yana olduklarını iddia ederler, ama bütün önemli işler kapalı kapılar arkasında olur. Barış ve savaş kararlarında ise kapalı kapılar daha bir sıkı kapatılır. Çünkü bu tartışmalar halkların gözü önünde yapılırsa kimin, ne için barış, ne için savaş istediği daha kolay anlaşılacaktır. Bu tutumun en tipik örneklerinden birisi de “İsrail-Filistin barış anlaşması” olmuştur. Başından itibaren bütün görüşmeler Filistinlilerden ve bütün dünya halklarından büyük bir özenle saklanmıştır. Öyle ki; Filistin Ulusal Konseyi’nin üyelerinin pek çoğunun bile, görüşmelerden ve imzalanan anlaşmanın ne olduğundan haberi yoktur. Sorun, Arafat, bir kaç yakın çalışma arkadaşı, Norveç Dışişleri Bakanı, İsrail Dışişleri Bakanı ve Pentagon arasında tartışılıp sonuçlandırılmıştır. Çünkü bu anlaşmanın Filistin ve Ortadoğu halklarına getireceği hiç bir şey yoktu.
Filistin Ankara Büyükelçisi, Gerçek dergisinin, anlaşmanın neden Filistin halkından gizlenen görüşmelerde yapıldığı sorusuna; “Açık toplantılarda herkes kendi halkına mesaj gönderdiği için bir ilerleme sağlanamıyor, daha önce bu denendi, olmadı” biçiminde yanıt veriyor. Bu yaklaşımın anlamı, halklar kendi çıkarlarının korunmasını istiyor, toplantılar baskı altına alınıyor, görüşmeciler satışı kolayca yapamıyor demektir..

FİLİSTİN “BARIŞ ANLAŞMASI” GERÇEK BİR BARIŞ ANLAŞMASI MIDIR?

Öncesi bir yana bırakılsa bile; 1948’den bu yana, Filistinlilerin önemli bir kısmı yurtlarından sürülmüş olarak, diğer bir bölümü ise İsrail zorbalığı altında yaşamlarını sürdürmektedirler.
1948 yenilgisinin etkisini aşmalarının tarihi diyebileceğimiz FKÖ’nün kuruluşundan bu yana da Filistinliler Ortadoğu’da Siyonizm’e ve başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, emperyalizme karşı, silahlı ve barışçıl bütün mücadele imkânlarını kullanarak mücadele etmektedirler.
İlk bakışta, bir kaç milyonluk sürgündeki bir halkın, koskoca emperyalizme karşı mücadelesinden ne olacak denebilirse de, soruna daha yakından bakıldığında, Filistin odaklı mücadelenin şu veya bu ölçüde tüm Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı mücadelesini temsil ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Filistin’in asıl önemi de buradan gelmektedir.
Çünkü
Filistin’e yerleştirilen Yahudiler, daha baştan itibaren emperyalistler tarafından Ortadoğu’daki çıkarlarının korunması için dişinden tırnağına silahlandırılmış ve İsrail, Ortadoğu’da emperyalizmin bir saldırı üssü olarak inşa edilmiştir. ABD, İsrail’i mali, diplomatik ve askeri olarak her zaman açıkça desteklemekten geri durmamıştır. Akıtılan milyarlarca dolarla İsrail; nüfus, yeraltı ve yerüstü kaynaklan, teknolojik birikim ve normal koşullarda olabilir ekonomik gücünün çok üstünde sanayi ve askeri imkânlara sahip kılınmıştır.
Öte yandan ABD ve diğer Batılı emperyalist ülkeler, Ortadoğu’daki diğer ülkelerle ilişkilerini İsrail’le o ülkelerin yakınlığına göre düzenlemiştir. Ortadoğu’da emperyalizmle işbirliği içindeki hükümetlere ABD tarafından, İsrail’le daha yakın ilişkiler kurulması için baskı yapılmıştır.
Öte yandan Filistin, son yarım yüzyıl içinde üç Arap-İsrail savaşının en azından vesile nedeni olmuş, Arap ve Ortadoğu’nun diğer Müslüman halkları için kurtarılması mutlak gerekli toprak parçası olarak algılanmıştır. Bu yüzdendir ki; ABD’nin kuklası Arap Şeyhlikleri ve Türkiye gibi ülkeler bile görünüşte de olsa Filistin’in kurtarılması için girişilen mücadeleyi desteklemek, İsrail ile açık diplomatik ilişkilerini kesmek zorunda kalmışlardır. Dahası bu ülkeler, Filistin sorununa bağlı olarak ABD ve öteki emperyalistlerle ilişkilerine de dikkat etmek ihtiyacım hissetmişlerdir. Örneğin Saddam bile, Arap ve öteki Müslüman halkların desteğini kazanmak için füzelerini İsrail’e çevirmiş, bu halklardan oldukça büyük bir sempati toplamıştır. Dahası Filistin halkının mücadelesi Ortadoğu’daki devrimci, anti-emperyalist hareketlerin başlıca ilham kaynaklamadan biri olmuş, Filistin’den başlayacak bir anti-emperyalist demokratik devrimin tüm Ortadoğu ülkelerine yayılacağına dair, “Ortadoğu Devrimci Çemberi” adı verilen kuram/ kuramlar üretilmiştir.
Çünkü Filistinliler; önemli bir kesimi sürgünde bir halk olarak, Siyonist İsrail’in, önder kadrolarına karşı giriştiği yok etme, işgal altındaki bölgelerde jenoside varan sindirme ve Filistinli mülteci kamplarına karşı giriştiği saldırılara karşın baş eğmeden mücadelesini sürdürmüştür. Üstelik Filistinliler, gerici Arap hükümetlerinin baskılarını da sürekli olarak enselerinde hissetmişlerdir. Körfez Şeyhlikleri Filistinlilere verdikleri her kuruşa karşılık, onları uzlaşma ve teslimiyete zorlamış, Suriye, Ürdün- Lübnan hükümetleri de Filistinlilere karşı, zaman zaman soykırıma varan katliamlar düzenlemekten kaçınmamışlardır.
İşte bu ağır baskılara karşın Filistinlilerin kahramanca mücadelesi, Ortadoğu’daki devrimci hareketlerin gönlünü kazanmış, sadece gönüllerini kazanmakla da kalmamış, bu ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleler için güçlü bir dayanak olmuştur.
Bu yüzdendir ki; son yarım yüzyıl boyunca emperyalistler, Ortadoğu’daki anti-emperyalist mücadeleleri boğmak için Filistin’de bir “Pax Amerikana”yı başlıca amaç edinmişlerdir. Emperyalistler, bunu sağlamak için de, bir yandan İsrail’e sınırsız bir destek sunarak, İsrail’in yenilmez olduğunu kanıtlamaya çalışırken, öte yandan Filistinli örgütler içinde en uzlaşmacı olan lider ve örgütlerle özel ilişkiler geliştirme, emperyalizmin kuklası Arap ve Ortadoğu ülkeleri aracılığı ile bu örgütleri baskı altına alma, örgütler içinde “beşinci kol faaliyetleri” yürütme gibi her yolu denemiştir.
Sadece Batılı emperyalist ülkeler de değil, SB de Filistin’in ve Filistinlilerin mücadelesinin Ortadoğu’daki stratejik konumundan yararlanmaya çalışmış, kendi çıkarlarına uygun düştüğünde Filistinlileri desteklemiş, çıkarlarını bozan durumlarda ise Filistin mücadelesi karşısında yer almıştır. SB bu faaliyetini, geçmiş sosyalizm prestijini de kullanarak sosyalizme yakınlık duyan örgütleri kendi yanına çekerek, FKÖ içinde kendi politikalarını egemen kılmaya çalışmıştır.
Çin de, Filistinli örgütler içinde SB’ne benzer bir rol oynamış, Ortadoğu’da etkinliğini arttırmak için, kendine yakın bulduğu örgütlere yardım etmiş, onlar aracılığı FKÒ içinde ve kimi Arap ülkelerinde nüfuz sahibi olmaya çalışmıştır.
Arap ülkeleri ve Ortadoğu’daki diğer Müslüman ülkeler de, Filistin aracılığı ile Ortadoğu’da etkili olmak için, Filistin örgütlerine müdahale etmeye çalışmışlar, Örneğin Irak, Suriye gibi örgütler kendi yandaşı Filistinli örgütlere ülkede barınma, silah vb. yardımı yaparken, etki altına alamadıkları örgütleri düşman ilan etmekten çekinmemişlerdir.
Bu haliyle Filistin mücadelesi; Ortadoğu’da çıkar çatışması içindeki güçlerin bir mücadele alanı olmuştur.
Filistinli kurtuluş örgütlerinin yapısı da bütün bu müdahalelerin sonuç alabileceği özellikler göstermekteydi. Her şeyden önce bu örgütler, asıl kadrolarıyla Filistin topraklan dışında konumlanmak zorundaydı. Ve kadroların esas kaynağı olan kitleler yıllardır yurtlarından uzak sürgünde bir kitleydi. Bu yanıyla üretimden kopuk, BM ya da çeşitli Arap ülkelerinin yardımlarıyla yaşıyorlardı. İşgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler ise; tarım ve ticaretle uğraşıyorlardı. Dolayısıyla Filistinli örgütler, işçi sınıfı gibi uzlaşmaz bir devrimci sınıfın değil, küçük ve orta burjuvazinin örgütleri niteliğindeydi. Bir bölümü sosyalizmden etkilenmişlerdi, ama onlar da revizyonist SB ve Çin’in etkisi altına girmişlerdi. Örneğin Nayef Havetme’nin Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi Çin yanlısı, Habbaş’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi SB yanlısı bir tutum almıştı. Arafat’ın El Fetih’i ise, Batılı ülkelerle uzlaşma eğilimindeydi. SB yanlısı örgütler Suriye, Irak ve Yemen’de üsler kurarken, El Fetih daha çok Batı ile yakın ilişki içindeki Lübnan ve Ürdün’ü tercih etmişti.
Sürgündeki Filistinliler ve Filistin örgütleri için her şey sorundu. Ortadoğu’nun kaygan politik zemininde barındıkları ülkelerle iyi geçinmek, dengeleri gözetmek zorundaydılar. En küçük bir yanlış, Filistin kamplarını bulunduktan ülkenin askerlerinin saldın hedefi haline getiriyordu. Sabra, Şatila, Tel Zaatar katliamları Filistinlilerin Arap ülkelerinde bile ne kadar güvencesiz olduklarının açık kanıtlan olarak yaşanan trajedilerdir.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, Filistinli örgütlerin kaçınamadıkları başlıca iki zaaf vardı. Birincisi bu örgütler kendi toprakları dışında sürgünde örgütlerdi. Bu yüzden de, yığınsal mücadeleden beslenme ve yığınların üretimden gelen gücünü kullanma şansına dolaysız olarak sahip değillerdi. Örneğin işgal altındaki topraklarda baş gösteren İntifada’ya ancak patladıktan sonra müdahale edebilmişlerdir. Bu zaaf, örgütlerin sınıf temelini zayıflatırken aynı zamanda bireysel terörizmi de kışkırtıyor, çoğu zaman mücadelenin uzak hedeflerine zarar veren eylem ve eylem türleri bu örgütlerden çoğunun başlıca uğraş alam olurken, örgütler arasında da önemli çatışmalara neden olabiliyordu. Dahası, barınacak buyer bulma bile, değişik ülke hükümetleriyle uzlaşma, onların yardımlarına bağlanmayı getiriyordu. İkincisi ise; sağlam bir ideolojik tutumdan yoksunluk, FKÖ içinde bir tek Marksist örgütün bile bulunmayışı, bu örgütleri ve FKÖ’yü revizyonist ve emperyalist müdahalelere açık hale getiriyordu.
FKÖ’nün, 13 Eylül 1993’de, “Pax Amerikana”ya imza atmasına giden yol bu zaafların derinleşmesi sonucu olmuştur dersek yanlış bir şey söylemiş sayılmayız.
Şöyle ki;
ABD ve SB’nin kıyasıya rekabet eden iki emperyalist güç olduğu yıllarda, Filistinli örgütler bu çelişmeden yararlanarak mücadelelerini sürdürmüş, zaaflarına rağmen Filistinli örgütler anti emperyalist, anti-Siyonist tutumlarından taviz vermeden ilerleyebilmişti. Arap ülkeleri de, ABD ve SB kamplarına göre saf tutmuş olmalarına karşın, her iki taraf da Filistinlilerle iyi ilişki içinde olma ihtiyacım duyuyorlardı.
SB’nin çökmesi ve ABD’nin tek süper göç olarak kalmasından sonra Suriye, Yemen gibi Ortadoğu’daki SB yanlısı ülkeler ABD’ye yaklaşıp el altından İsrail’le ilişkilere giriştiler. Öte yandan ABD’nin Filistin sorununun kendi çıkarlarına uygun olarak, girişimleri artmış, FKÖ iyice sıkıştırılmıştı. Dahası emperyalistlerin ve gerici Arap hükümetlerinin baskılan karşısında FKÖ, epeyce bir zamandan beri bir uzlaşmaya hazır olduğunu söylemeye başlamıştı, İsrail’de Likud cephesinin seçimleri kaybedip iktidara uzlaşma yanlısı işçi Partisi’nin gelmesi yeni dünya düzeninin ihtiyaçlarına uygun bir barışın koşullarını hazırlamıştı. Nitekim 1992 sonlarında başlayan girişimlerle Nisan ’93’te Oslo’da başlayan görüşmeler, Washington’da ’93 Eylülünde “barış anlaşması”nın imzalanmasıyla sonuçlanıyordu.

ANLAŞMANIN MUHTEMEL SONUÇLARI
Daha anlaşma öncesinde, Arap ülkeleri ile İsrail arasında gizli bir diplomasinin başlamış olduğu, anlaşmadan sonra iyice açığa çıktı. Türkiye ise; son bir kaç yıldır İsrail ile ilişkilerini iyice sıcaklaştırmıştı. Anlaşma, hem gizli diplomasinin artık açıktan yürütülmesini, hem de Arap ülkeleri ile İsrail arasında üst düzeyde diplomatik ilişkileri gündeme getirecek gibi görünmektedir. Bu, İsrail’in Ortadoğu’da tecrit olmuşluğunun sonunun geldiğini, tersine Türkiye-İsrail eksenli diğer Arap ülkelerinin de katılacağı bir ittifakı da gündeme sokmuştur. Yeni, “alt etmek için karşısında birleşilmesi gereken düşman” olarak Iran görünmektedir, İsrail, İran’ı radikal İslamcı ideolojisi nedeniyle Irak’tan daha tehlikeli bir düşman olarak ilan etmiş bulunmaktadır ve “güçlü müttefik” olarak Türkiye’yi yanına çağırmaktadır.
Bu çağrı, yeni dünya düzeninin Ortadoğu projesi olduğu telaffuz edilen OGİK’le (Ortadoğu Güvenlik ve işbirliği Konferansı) birlikte düşünüldüğünde, İsrail’in Ortadoğu’nun güçlü ülkesi olarak bölgedeki her olayda söz söyleme hakkını elde edeceği açıkça görülecektir. Muhtemelen Irak ve İran’a karşı, Kuzey Irak’ın da içinde temsil edileceği OGİK’le karşı konacak, yeni dünya düzeninin Ortadoğu “normları” bu örgüt aracılığı ile yayılmaya çalışılacaktır.
Son anlaşma ile İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistinlilerin meşru temsilcisi olarak tanımıştır ve bu, Filistinlilere büyük kazanım olarak propaganda edilmektedir. Ama yakın bir gelecekte FKÖ’nün birliğini koruması bile çok kuşkuludur. Çünkü Filistin Ulusal Konseyi’nin üyelerinin pek çoğu anlaşmayı basından öğrenmiştir. Ve FKÖ eski dışişleri sorumlusu Faruk Kaddumi de dâhil bazı Filistin Ulusal Konseyi ve FKÖ Yürütme Kurulu üyeleri istifa etmiştir. Iran yanlısı, dinci HAMAS ile Suriye’de yerleşmiş Filistinli 10 örgüt anlaşmayı kabul etmediklerini açıklamıştır. Dahası bazı örgütler Arafat’ı hain ilan edecek kadar anlaşmaya karşıdırlar. FKÖ’nün yapısı, HAMAS’ın giderek güçlenen konumu ve arkasındaki İran desteği göz önüne alındığında, FKÖ’nün kendi içinde bir çatışmaya düşmesi, parçalanmaktan da öte aralarında bir silahlı savaşa varan anlaşmazlıkların çıkması, hiç de yabana atılır bir olasılık değildir. Ve bu çatışma kaçınılmaz olarak sürgündeki ve işgal altındaki bölgelerdeki Filistinliler arasında yankı bulacaktır.
Filistin halkının önemli bir kesimi anlaşmaya karşıdır. Suriye, Ürdün, Lübnan ABD’nin baskısından çekindikleri için anlaşmaya açıkça karşı çıkmamışlardır, ama kendilerine danışılmadan yapılan anlaşmaya sıcak bakmamaktadırlar. Daha çok da gelecekte çıkacak sorunların sorumluluğunu üstlenmek istememektedirler.
Öte yandan anlaşma, sadece Gazze ve Eriha’da özerkliği “garanti” etmiştir ve işgal altındaki topraklardaki statünün ne olacağı, Kudüs’ün statüsü ve sürgündeki yüz binlerce Filistinlinin geleceğinin ne olacağı Ortadoğu Barış Konferansı çerçevesindeki görüşmelere terkedilmiştir. Ve İsrail, bu görüşmeleri bahane ederek hem FKÖ’yü aktif mücadelenin dışına itecek hem de FKÖ içindeki çatışmaları kışkırtma imkânına sahip olacaktır. Ve emperyalistlerin platformuna çekilen bir FKÖ’nün çok geçmeden birliğini ve etkinliğini yitireceği hesabını yapmaktadır ki; bu yabana atılır bir hesap değildir.
Kısacası, bütün “Pax Amerikana”larda olduğu gibi kârlı çıkan emperyalistlerdir. Filistin ile İsrail arasındaki ilişkiyle sınırlı göz önüne alındığında ise; Likud ve fanatik dinci Yahudilerin bütün tersine iddialarına karşın İsrail büyük bir adım atarak, Arapları yenilgiye uğrattığı üç büyük savaştan daha çok şey kazanmıştır. Kaybeden ise, başta Filistinliler olmak üzere Ortadoğu halkları olmuştur.
Bu girişimi ve Filistin sorununu bu biçimiyle çözüm yoluna sokulmasının sadece Filistin sorunuyla sınırlı kalacağını sanmak yanlış olur. Çünkü bütün gelişmeler, emperyalistlerin Ortadoğu’daki tüm sorunları Amerikan usulü barış yoluyla çözmeye hazırlandığını göstermektedir. Bu nedenle de, önümüzdeki aylarda benzer bir barış görüşmesinin Kürdistan’a dayatılacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Tersine Kuzey Irak’ta yapılan hazırlıklar, ABD ve Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik baskıların da bu doğrultuda olduğu izlenmektedir.     Kürt ulusal hareketi içindeki çeşitli eğilimlerin böyle bir barışa sıcak bakacağı da gerek ateşkes sürecinde söylenenlerden, gerekse değişik vesilelerle çeşitli Kürt önderleri ve PKK liderinin açıklamalarından anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin böyle bir anlaşmaya yaklaşması elbette zaman alacaktır, ama gelişmelerin doğrultusunu, Türkiye’nin direnişinin değiştirmesi pek kolay gözükmemektedir.
Filistin’de adım atılırsa, benzer anlaşmaların Suriye, İsrail, Ürdün ve Lübnan’la sınır düzenlemeleri ile ilgili de gündeme gelmesi beklenir bir şeydir.
Demek ki; FKÖ ile yapılan anlaşma sadece Filistinlilerin yarım yüzyıllık mücadelesinin inkârı değil, bütün Ortadoğu halklarının emperyalizme karşı mücadelesinin tasfiye edilmesine yönelik bir saldırıdır.
İsrail, İran’a karşı bir cephe çağrısı yaparken yönünü Türkiye’ye dönmektedir. Türkiye henüz bir yanıt vermemiştir, ama son aylardaki Iran karşıtı kampanya göz önüne alındığında İsrail’in boşa bir çağrı yapmadığı anlaşılır.
Öte yandan Türkiye’nin, son yıllarda dış | politikasının mihveri yaptığı Türkî Cumhuriyetlere yönelik politikaları iflas ettiğine göre, İsrail’in bu çağrısına olumlu yanıt vermeye mahkûm görünmektedir.
Basında da bu doğrultuda görüşler savunulmaya başlamış, hükümete yakın kalemler, İsrail-Türkiye işbirliğinin Türkiye’ye sağlayacağı yararları saymakla bitirememektedirler. Örneğin, Seyhan ve Ceyhan sularını Ortadoğu ülkelerine satmak, Kürt ulusal mücadelesinin bastırılmasına İsrail’in katkısı, Gazze ve Eriha için propaganda edilen projelerden pay almak, bölgedeki radikal hareketlerin önlenmesinin Türkiye’deki ulusal ve sınıfsal çatışmaları yumuşatacağı vb. Türkiye’nin lehine gelişmeler olarak sayılmaktadır. Türkiye açısından tek pürüz, Kıbrıs’ta da bir Amerikan barışı zorlamasına gidilmesidir. Ama öyle görünmektedir ki, Türk egemen sınıfları artık Kıbrıs’ı gözden çıkarmışlardır. Gerek Kıbrıs’ta, gerekse Türkiye’de bu iş bitsin de nasıl biterse bitsin eğilimi güç kazanmaktadır. Bu durumda Türk hükümetinin “Kıbrıs’ta kaybettiğini Ortadoğu’da kazandıkları ile dengelediği” propagandası imkanı varken, Kıbrıs’ta da bir “Pax Amerikana’ya evet” demesi şaşırtıcı olmaz.
Kuşkusuz Ortadoğu’nun diğer güçlü devleti Iran da, boş durmayacaktır. Hemen bütün İslam ülkelerinde ve Filistin’de, Hizbullah aracılığı ile bugün anlaşmaya karşı olan kesimleri örgütlemeye çalışacak, anlaşma çıkmaza girdiği ölçüde de güç toplayacaktır.
Ancak bütün bu söylenenler, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin bu anlaşmadan beklediği sonuçlar gerçekleştiği ölçüde geçerli olacak öngörülerdir. Ne var ki; Ortadoğu pek çok çıkarın içice geçtiği ve bölge halklarının emperyalizme karşı büyük bir nefretle dolu, üstelik politik zeminin çok kaygan olduğu bir bölgedir. Bu yüzden de, “Pax Amerikana”dan beklenen sonuçların öyle kolayca elde edilmesi, dünyanın herhangi bir köşesinden çok daha zordur. Tersine bu anlaşmanın çok kısa sürede açmaza girmesi daha büyük bir olasılıktır. Bu yüzden de, emperyalist propaganda odaklarının, bugün “bin yıllık anlaşmazlık çözüldü” tezi, henüz sadece bir “iyi dileği” ifade etmektedir. Ama gerçekleşme şansı hiç de yüksek değildir.
Bu anlaşmanın gerçekleşebilirliği için illa bir kıyaslama yapılacaksa; emperyalistlerin hegemonyasındaki bir dünyada “evrensel barış”, “uluslararası adalet”, “sömürüşüz bir dünya” kurulabileceğini savunun yeni dünya düzeninin gerçekleşebilirliği ile kıyaslanabilir. Ama kesin olan bir şey varsa; anlaşmanın Filistin toprakları üstünde getireceğinden çok, ideolojik bir motif olarak kullanılmasının sonuçları, halklar içinde “Pax Amerikana”nın dünya sorunlarını çözeceği düşüncesinin yayılması daha tehlikeli olacaktır.

Ekim 1993

EK:
KURTULUŞ MÜCADELESİNDEN “BARIŞ”A
1948: İlk Arap-İsrail savaşı. İsrail savaşı ka
zandı ve kontrol ettiği bölgeleri genişletti. On binlerce Filistinli topraklarını terk ederek Ürdün ve Lübnan’a göç etmek zorunda kaldı.
1960: Yaser Arafat, sürgündeki 40 dolayındaki grubu birleştirerek El Fetih’i kurdu. Böylece FKÖ’ye varacak ilk Filistin örgütlenmesi doğdu.
1964: Arap Birliği, El Fetih’le sürgündeki diğer grupları birleştirme kararı aldı ve bir koordinasyon oluşturarak FKÖ kuruldu.
1967: ikinci Arap-İsrail savaşı patlak verdi. Araplar ağır bir yenilgiye uğradı. Batı Şeria ve Gazze şeridi İsrail tarafından işgal edildi. İşgal edilmiş bölgedeki Filistinliler Ürdün’e sığındı.
Savaşın getirdiği umutsuzlukla birlikte, başta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmak üzere kimi Filistinli örgütler terör eylemlerini yoğunlaşırdılar, İsrail ve Batılı emperyalistleri hedef alan bu terör eylemlerine karşı İsrail ve Batılı gizli servisler misilleme yaparken; emperyalist-Siyonist propaganda odakları da Filistinliler aleyhine kampanyayı yoğunlaşırdılar. Batılılara yakın Ürdün ve Lübnan’a, Filistinlileri barındırmamaları ve kontrol etmeleri için baskıları artırdılar.
1970: Ürdün’de karışıklıklar çıktı. Ürdün ordusu, Kara Eylül örgütünün Münih saldırısını bahane ederek Filistinlileri imha etmesi için baskı yapması sonucu, Filistinlilere karşı imha hareketine girişti. Binlerce Filistinli yine bir Arap ülkesi olan Ürdün ordusu tarafından katledildi. Katliamdan kurtulanlar Lübnan’a sığındılar.
1973: Üçüncü Arap-İsrail savaşı. Yine Araplar ağır yenilgiye uğradı. Sina, Golan tepeleri ve Ürdün’ün bir bölümü İsrail tarafından işgal edildi. Filistinlilerin durumu daha da güçleşti.
1974: İslam ülkelerinin Rabat toplantısında FKÖ, Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanındı.
1975’den itibaren ABD bölgede daha doğrudan girişimlere başladı. Arap ülkelerinin zayıf halkası Mısır üstünde baskılarını yoğunlaştırdı. Ve nihayet 1977de Mısır ve İsrail arasında Camp David anlaşması imzalandı.
1976’da başlayan Lübnan iç savaşında saldırılar Filistin kamplarına yoğunlaştı. Filistinliler ağır kayıplar verdiler. Suriye, Lübnan ordusunu destekledi.
1982: İsrail Lübnan’ı işgal etti. Sabra ve Şatila kamplarındaki Filistinliler katledildi. Filistinliler Lübnan’dan çıkarıldı. Suriye Filistinlileri mülteci olarak kabul etmedi. FKÖ yönetimi, Tunus’a taşınmak zorunda kaldı. ABD, İsrail’in baskısıyla FKÖ ile zaten problemli olan ilişkilerini kesti ve FKÖ’yü terörist ilan etti.
1988: ABD baskısıyla Arafat, FKÖ’nün İsrail’in varlığını tanıyacağını açıkladı. ABD ile FKÖ ilişkileri yeniden başladı. İsrail’e yönelik gerilla saldırılarının artması üzerine bu ilişkiler kısa süre sonra yeniden kesildi.
Körfez Savaşı sonrasında başlayan Ortadoğu Barış Görüşmeleri’ne FKÖ alınmadı, ama Filistin heyeti aracılığı ile fiilen FKÖ de görüşmelerde yer aldı.
1992: İsrail İşçi Partisi, Filistinlilerle anlaşma vaat ederek seçimleri kazandı. FKÖ ile görüşmelerin ilk adımı böylece atıldı.
1993: Şubat ayında İsrail parlamentosu Knesset FKÖ ile görüşme yasağını kaldırdı. Nisan’da Oslo’da FKÖ-İsrail görüşmeleri başladı ve 13 Eylülde bilinen “barış anlaşması” imzalandı.

Geçmişten bugüne türkiye sol hareketi “yön-devrim” çizgisi ve “milli demokratik devrim” teorisi

I
SİSTEM İÇİNDE “SOSYALİZM”: “YÖN”CÜLÜK

27 Mayıs sonrasında, Türkiye aydınlarının tartışma gündeminin başlıca maddesini, “Ülkenin hangi yoldan kalkınabileceği” sorusunun oluşturduğunu ve başlıca siyasal ayrımların da, soruya verilen cevap ekseninde biçimlendiğini, yazımızın daha önceki bölümünde görmüştük. Tartışmanın, özellikle gelişen işçi sınıfı hareketinin etkisiyle, giderek daha net bir sosyal zemine oturmasının entelektüel düzeydeki ilk sonucu, “sol” içerikli ve “sosyalist eğilimli” bir yayın faaliyetinin doğup gelişmesi ve tartışan grupların bu yeni eğilim bakımından ayrışması oldu. Bu, söz konusu tartışmanın, “kalkınma davası” üzerine olmaktan çıkarak, bir rejim-düzen tartışması halini almasının da başlangıcını oluşturur.
1962 yılında yayınlanmaya başlayan YÖN dergisi etrafında toplanan bir grup aydın, derginin yayıncısı Doğan Avcıoğlu’nun teorisyenliğini ve örgütleyiciliğini yaptığı bir akım olma özelliğini, bu tartışmada tuttukları yer kadar, ileri sürülen tezlerin gerçekleştirilmesi yolundaki ciddi darbeci örgütlenme tarzlarıyla da kazandılar.
YÖN-DEVRİM çizgisi, 27 Mayıs darbesiyle birlikte açılan yeni siyasal ve entelektüel ortamın en karakteristik özelliklerini yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda, o dönemde dünyada egemen olan başlıca reformcu düşünce ve siyaset akımlarının bir karmaşasını da temsil ederek, Türkiye sol hareketinin başlıca eğilimleri üzerinde de etkili olmuş ve günümüze kadar süregelen sonuçlar doğurmuştur. YÖN-DEVRİM çizgisinin incelenmesi bu bakımdan, 27 Mayıs darbesinin sosyal ve siyasal karşılığı olarak ortaya çıkan ve “asker-sivil-aydın hareketi” olarak adlandırılan akımın incelenmesi ile sınırlı kalamaz. Söz konusu hareket, Türkiye solunun teorik ve ideolojik başlıca özelliklerinin oluşumunu belirlemiş ve Türkiye solunun önemli bir kesimi, sosyalizme yöneldiği oranda, bu etkilerden kurtulma mücadelesine özel bir ağırlık vermek zorunda kalmıştır. Bu yazımızda, YÖN-DEVRİM çizgisinin başlıca özelliklerinin yanı sıra, bu çizginin etkilerini sol içinde güçlendiren Milli Demokratik Devrim çizgisini de ele alacağız.

YÖN VE DEVRİM DERGİLERİNİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ
27 Mayıs darbesinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra yayın hayatına başlayan YÖN, her-şeyden önce, bu askeri darbenin ifade ettiği sosyal ve siyasal hareketi hemen hemen bütün yönleriyle içeriyordu. Dergi, her şeyden önce, darbeye destek olan ve bu yolla “ülke kalkınmasının önündeki engellerin” temizleneceğini uman ve siyasi görüşleri esas olarak Kemalizm’le tanımlanabilecek aydınlar için geniş bir platform oluşturuyordu. Ne var ki, Kemalizm, bugün olduğu gibi, o dönemde de, açık bir tanımı yapılabilmiş, unsurları netlikle saptanıp üzerinde anlaşılmış bir doktrin olmaktan çok, geniş anlamda yurtseverlik ve kalkınmacılık temalarını pratik politikanın temeli olarak gören, ama daha çok, 1961 Anayasası ile kesin bir devlet şemasının oluşturulmasına esas teşkil eden, CHP’nin Atatürk’ten devraldığı ve bayrağına yazdığı laiklik, cumhuriyetçilik, devletçilik, milliyetçilik, devrimcilik, halkçılık gibi kavramlara canlılık kazandırmayı hedefleyen bir akım olarak görünüyordu. Dolayısıyla, ekonomik programı bir bakıma hazır gibi kabul edilen bir iktidar planı sunduğu kanısı veriyordu.
Aydınlar arasındaki yaygın inanışa göre, 27 Mayıs, söz konusu ilkelerin hayata geçirilmesi için elverişli ortamı yaratmış, ancak iktidar, bunun uygulanmasını mümkün kılacak kadroların eline geçmemişti. Üstelik “demokrasiye geçilmesiyle birlikte”, yeni oluşan parlamentolar ve bunların ortaya çıkardığı hükümetler, bu ilkeleri, uygulamak bir yana, ülkeyi, git gide daha geri bir programla yönetiyorlardı.
Bu görüşü ortak paydaları olarak kabul eden ve kendi görüşlerini, bir tür “sosyalizm” olarak adlandıran, ancak bununla neyi kastettikleri çok açık olmayan bir grup aydın, YÖN dergisinin çıkış bildirgesini imzaladı.
YÖN Bildirgesi, Kemalizm’in ilkelerine uygun bir program önerisi sunuyordu ve bunun en geniş kesimlerce tartışılmasını öneriyordu. Gerçekten, bildirgeyi, içlerinde dönemin önde gelen isimlerinin de bulunduğu binin üzerinde aydın imzaladı.
Bildirge, dört ana maddeden ve bunlara açıklık getiren on beş bölümden meydana gelmişti.
Birinci madde, “Atatürk devrimleriyle amaç edinilen çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın”, ancak “milli istihsal seviyesini yükseltmekte gösterilecek başarıya” bağlı olduğunu açıklıyor ve sonraki bölümlerde de, “istihsal seviyesi” (üretim düzeyi)nin yükseltilmesinin sağlayacağı sonuçlar özetleniyordu. Buna göre, “memleketin sosyal yapısı değişecek, şehir-köy ikiliği ortadan kalkacak”, “kütlelerin kültür seviyesi yükselecek”, “yaşama içgüdüsünün öğrenme merakına ağır basması” önlenecek; “Türk demokrasisinin yaşaması” sağlanacak; “sosyal adalet” gerçekleştirilebilecekti.
İkinci madde, “Türk toplumuna yön verebilmek durumunda bulunan, öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbis ve idareci gibi kimselerin, belli bir kalkınma felsefesinin ana hatları üzerinde anlaşmaya varmalarının” zorunlu olduğunu açıklıyordu. Bu maddede, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik krizin nedenleri ve bunun sonuçlan hakkındaki görüşler özetlenerek, “Türkiye’nin kaderine hâkim olabilecek durumda bulunan çevreler”in, bu durumun “şuuruna henüz varmamış” olduğu söyleniyordu. “Hem kalkınma istenmekte, hem de köklü reformlara karşı konulmakta ve yeni davranışlar yadırganıp kötülenmektedir. Böyle bir tutumun sonucu olarak, toplum hayatının gidişinde söz sahibi olacak birçok kimse, dış yardımların biraz genişlemesiyle, turizmin geliştirilmesiyle, sebze ve meyve ihracatının artmasıyla kalkınma davasının çözülebileceğine içten inanmaktadır.” Kalkınma felsefesinin esasını, planlı ekonomi kavramı oluşturmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’nın esas olarak bu planlan yapmaya yeterli olduğu söylendikten sonra, bu Teşkilata yön yerecek siyasi iktidar çevrelerinin bir kalkınma felsefesi üzerinde anlaşmamış olması, başlıca engel olarak gösterilmektedir.
Üçüncü madde, kalkınmanın nasıl sağlanacağına ilişkin bir plan önermektedir. “Kalkınma felsefemizin hareket noktaları olarak, bütün imkânlarımızı harekete geçirmeyi, yatırımları hızla arttırmayı, iktisadi hayatı bütünüyle planlamayı, kütleleri sosyal adalete kavuşturmayı, istismarı kaldırmayı ve demokrasiyi kütlelere mal etmeyi zaruri sayıyoruz.” denildikten sonra, bu amaca varmanın ancak “yeni bir devletçilik anlayışıyla” mümkün olacağı belirtiliyordu. “Yeni Devletçilik”, bir karma ekonomi sistemi olarak düşünülüyordu, ancak, “ağırlık merkezi özel teşebbüs olan bir iktisadi sistemin, bugünkü yapısıyla Türkiye’yi… çağdaş uygarlık seviyesine eriştirebileceğini sanmıyoruz” sözleriyle, karma ekonomi sisteminde, ağırlığın devlet sektörüne verilmesi öneriliyordu. “Özel sektöre dayanan bir kalkınma, yavaştır, ıstıraplıdır, ısrarlıdır ve sosyal adaletle bağdaşması, az gelişmiş bir memlekette, imkânsızdır.” Maddenin diğer bölümleri, özel sektör ağırlıklı bir kalkınma çabasının siyasi, ekonomik ve sosyal bakımdan yol açacağı sakıncaların anlatılmasına ayrılmıştı. Maddenin son paragrafı, bugün hala güncel olan bir tartışmaya yöneltilmiş bir cevaba ayrılmıştı:
“Bir takım devlet işletmelerinin verimsiz kalış sebeplerini, devletçilikte değil, aksine yeter derecede devletçi olmayışımızda ve devletçiliği sistemli bir şekilde uygulamayışımızda aramak gerektiğine inanıyoruz.”
Dördüncü madde ise, bütün bölümleriyle birlikte, devletçilik anlayışının açıklanmasına ayrılmıştır. Önceki maddelerde de söylenen pek çok tez, burada daha geniş bir biçimde tekrarlanmaktadır.
Bildirgeyi imzalayanlar arasında, hayatları boyunca böyle bir programı savunmuş bulunan Muammer Aksoy, Bahri Sava, İlhan Selçuk gibi Kemalistlerin yanı sıra, Sadun Aren (bir dönem başyazar), Yalçın Küçük, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer gibi “sosyalist”ler, Kemal Tahir, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Fakir Baykurt, Tahsin Saraç, Adnan Veli, Muzaffer Erdost gibi ünlü yazarlar, sanatçılar bulunuyordu. Bunların yanı sıra, emekli subaylar, milletvekilleri, bankacılar, sendikacılar, gazeteciler, üniversite öğretim üyeleri ve öğrencileri bildirgeyi imzalamışlardı.
Bu geniş katılım yelpazesi, YÖN’e yazan imzalarla birlikte düşünüldüğünde, sorunun ortaya konuş biçiminin ve çözüm önerilerinin, ne ölçüde yaygın bir toplumsal kesim tarafından benimsendiğini göstermektedir. Derginin sürekli yazarlarının listesi, yalnızca YÖN’ün derleme başarısını göstermekle kalmıyor, aynı zamanda, o dönemde Türkiye aydınlarına egemen olan genel düşünce yapısını da gösteriyor. Yazarların tümü, bugün de Türkiye’nin sanat, edebiyat, siyaset, ekonomi ve sosyal bilim konularında sözü geçen yazarlarıdır. Bu yazarlar arasında, yazımızın sonraki bölümünde üzerinde duracağımız Milli Demokratik Devrim çizgisinin teorisyenleri ve örgütçülerinin de (başta Mihri Belli olmak üzere, Ahmet Say, Muzaffer Erdost, Vahap Erdoğdu, Muvaffak Şeref) bulunduğunu ekleyelim.
YÖN, yalnızca bir politika dergisi değildi. Sanatın her dalına ilişkin eleştiri ve yorum yazılarının yanı sıra, başta Nazım Hikmet olmak üzere, Cahit Irgat, Ceyhun Atuf Kansu, Şükran Kurdakul, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Can Yücel gibi şairlerin şiirleri, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Memet Fuat, Attilâ ilhan gibi edebiyatçıların ürünlerine de yer veriyordu. YÖN’de, tarih, felsefe, anı, eğitim gibi konularda da, dönemin etkili yazarlarının çalışmaları yayınlanıyordu.
Bu yapısıyla YÖN, her hafta, otuz bin okuyucuya ulaşıyor, her konuda, Türkiye’nin gündemini etkileyen, geniş ölçüde tartışılan ve yankı uyandıran bir yayın hayatı sürdürüyordu.

YÖN’ÜN TEORİK VE İDEOLOJİK YAPISI
YÖN’ün kurucusu ve sürekli başyazarı Doğan Avcıoğlu, YÖN’deki yazılarından daha çok ve kalıcı etkisini sağlayan temel eseriyle tanınıyordu: “Türkiye’nin Düzeni”. Bu çalışma, Türkiye’nin sosyoekonomik tarihini, siyasi yapısındaki değişikliklerle birlikte bir bütün olarak “Marksist açıdan” inceleyen ilk eser olmak iddiasını taşımak bakımından, yayınlandığı andan itibaren, gerek YÖN kadrosunu, gerekse sonraki gelişmesi içinde Türkiye solunun bütün kesimlerini derinden etkilemiştir. Söz konusu eser, Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak, geri kalmışlığının tarihini araştırıyor, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye’de kapitalizmin gelişememesinin koşullarını tartışarak o güne kadar bu kapsamda ve belli bir politik amaçla incelenmemiş olan bu konuda tezler sunuyordu. Ayrıntıları bakımından daha geniş bir inceleme ve eleştirinin konusu yapılması gereken “Türkiye’nin Düzeni”, ana çizgileri bakımından söylenecek olursa, tümüyle, YÖN’ün o dönemde propagandasını yaptığı genel “kalkınma yolu” tezinin kanıtlanması amacına yönelik bir tarih araştırması niteliği taşıyordu. Osmanlı’nın sömürgeleşmesinin ve Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin gelişememesinin tarihi, Avrupa kapitalizminin ve sonra da emperyalizminin etkisi ve ilişkileriyle açıklanıyor, günümüz sorunlarına da bu perspektifle bakılıyordu. Ona göre, Osmanlı imparatorluğu, kapitalizmin gelişebilmesinin bütün iç dinamiklerine sahip olduğu halde, sömürgeci ve emperyalist Avrupa ile olan ilişkiler bu geçişin önünü tıkamıştı. (Bu konuda, kısaca şunlar söylenebilir: Osmanlı İmparatorluğu, özellikle 16. yüzyıldan başlayarak güçlenen bir merkezi feodal yapıya sahipti. Bütün gelirin yağma ve ilhaka, üretimin de esas Olarak çok sınırlı bir tarıma ve önemli ölçüde ordunun ihtiyaçlarının belirlediği bir hayvancılığa dayandığı bu koşullarda, özellikle köylüler üzerinde yoğunlaşan feodal sömürü ve baskı, basit yeniden üretimin ve birikimin bütün koşullarını yok edecek ağırlıktaydı. Avrupa’da, Amerika’nın keşfinden sonra gelişen altın ve gümüş akışının sağladığı kapitalistleşme sürecinin hızlanmasının başlıca olanaklarını, Osmanlı İmparatorluğu, dış seferler aracılığıyla ve haraç alacağı ticaret yollarını ele geçirerek sağlamaya çalışıyordu. Sermaye birikimin ve iç pazarın oluşmasını önleyen ağır merkezi yapının yanı sıra, İmparatorluğun bütün olanaklarını heba eden ve hemen hemen hepsi başarısızlıkla sonuçlanan dış seferler de, olağan yollardan kapitalizmin gelişmesini engelleyen “iç faktörlerdi. Öyleyse, sömürgeleşme, kapitalizmin gelişmemesinin nedeni değil, sonucuydu. Kapitalizmin gelişememesinin başlıca nedeni olarak sömürgecilerle ve emperyalistlerle ilişkilerin gösterilmesi, Avcıoğlu milliyetçiliğinin özel siyasi amaçlı tarih yorumunun sonucudur.) Sonuçta, Doğan Avcıoğlu, çözümün “milliyetçi devrimcilik” yoluyla mümkün olduğu teziyle çalışmasını tamamlıyordu.
YÖN’ün savunduğu siyasi programının, böyle bir sosyo-tarihsel araştırma ile desteklenerek sunulması,, hegemonik bir etki yaratmış, böylece, YON çizgisi, 1960’tan sonra, “sosyalizm” adı altında ortaya çıkan değişik akımların en genel ve ortak noktalarını formüle etme başarısını göstermiş, Doğan Avcıoğlu ve çevresinin bir iktidar odağı olarak algılanmasını sağlamıştır.

“YENİ DEVLETÇİLİK”
“Yeni Devletçilik” akınımın başlıca kaynakları arasında, Türk aydınının geleneksel “Devleti Kurtarma” ideolojisinin bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’de batılılaşma akımının, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş eğilimine girdiği bir dönemde, “Devleti kurtarma” hedefinin bir aracı olarak ortaya çıktığı düşünülürse, YÖN çizgisinde de, bu iki kavramın bir arada bulunmasının rastlantı olmadığı görülür.
YÖN dergisi içinde, bir ‘Türk sosyalizmi” arayışı içinde yapılan tartışmalarda az çok netleşen Yeni Devletçiliğin, başlıca üç temeli bulunmaktadır Kemalizm, Avrupa türü sosyal demokrasi ve “Azgelişmiş ülkeler sosyalizmi”.
Bu akımın siyasal ve sınıfsal içeriği hakkında, o dönemde YÖN’de incelemeleri yayınlanan Bulgar araştırmacı Dimitr Şişmanov, şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Türk sosyalizmi’nin Batı’daki anti-komünist sağ ‘sosyalist’ partilerin sosyalizm anlayışlarına olan yakınlığı nedeniyle, ‘Yön’ dergisinin de belirttiği gibi, sağ sosyalist partilerin örgütü olan ‘sosyalist enternasyonal’, SKD (Sosyalist Kütür Derneği)nin (SKD (Sosyalist Kültür Derneği) üyeleri arasında, Nihat Erim, Turhan Feyzioğlu, Atilla Karaosmanoğlu gibi, 12 Mart döneminin önde gelen yöneticilerinin de bulunduğu bir örgüttü. Doğan Avcıoğlu çevresi tarafından kurulmuştu.) faaliyetlerine ve Türk sosyalizmi’ne büyük ilgi göstermiştir. Gerçekten de, Türk Sosyalizmi, Batı’daki sağ sosyalizmin ve burjuva reformizminin bir başka çeşidiydi.” (Şişmanov, “Türkiye işçi Ve Sosyalist Hareketi- Kısa Tarih 1908-1965, Belge yayınlan, 1978. s. 226)
Gerçekten, bileşenleri açık bir biçimde, Avrupa sosyal demokrasinin öğelerinden oluşan bu akımın, kendisini “Türk” olarak nitelemesini haklı çıkaracak tek özelliği, Kemaliz-mi, kendi “sosyalizminin” temellerinden biri haline getirmeye çalışmasıydı. Kökeninde, Kemalizm’i canlandıran 27 Mayıs darbesi bulunan bu akımın, kendisini tanımlarken, onun ayrılmaz bir uzantısı olarak Kemalizm’i bir yana bırakması düşünülemezdi.
Bu akımın teorisyenlerine göre, “Sosyalizm”, Kemalizm’le ortak bir noktada buluşuyordu: Devletçilik.
YÖN’ün bir kurtuluş reçetesi olarak sunduğu devletçilik, özellikle o dönemde, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ekonomik politikası olmaya devam ediyordu. Ancak yukarıda da özetlediğimiz gibi, Avcıoğlu, bu devletçiliğin “tam ve doğru bir devletçilik” olmadığını ileri sürüyordu.
Türkiye’de devletçilik,, özellikle 20’li yılların sonlarında netleşen bir teori haline getirildi.
Bir araştırmaya göre, bunun başlıca üç nedeni vardı:
“—Devletçiliğin o döneme kadar uygulanan biçimi, beklenen sonuçları vermemiş, özel sanayi, teşvik yoluyla kalkındırılamamış ve gereken sermaye birikimi sağlanamamıştı.
— 1928’de, Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı borçlarını ödemeyi kabul etti ve bu ödeme dengesini bozdu, döviz buhranı yarattı.
—1929 Dünya ekonomik krizi, Türkiye’nin başlıca ürünleri durumunda olan tahıl ve ham madde fiyatlarını düşürmüş, Türkiye, ihraç gelirleri bakımından büyük sıkıntıya girmişti.” (Bkz: Yıldız Sertel, Türkiye’de İlerici Akımlar”, Ant yayınları, 1969. s. 28 vd.)
Bunun sonucunda, devlet sermayesinin temel dayanak haline getirildiği, özel sektörün devlet denetimi altına alındığı ve ekonominin planlandığı bir sistemin kurulması fikri ağırlık kazandı. Bir yanda, kapitalizmin ağır bunalımı altında yıkım yaşayan kapitalist ülkeler, diğer yanda, her şeye rağmen büyük bir başarıyla sosyalizmi inşa eden Sovyetler Birliği örnekleri, devletçilik uygulamasının tercih edilmesinde önemli rol oynadı. Kemalizm’in o günkü sözcüleri, hem kapitalizme, hem de komünizme karşı olduklarını, kendi sistemlerinin, iki karşıt sistemin “en iyi yanlarını” almaya dayandığını ileri sürüyorlardı. Kapitalist değillerdi; çünkü özel teşebbüs, devlet sektöründen sonra geliyordu ve ekonomideki yeri küçüktü. Komünist de değillerdi; çünkü “hür teşebbüsün memleket için istifadeli” olduğuna inanıyorlardı.
Bu genel yapıya bakarak, Türkiye’de devletçiliğin, esas olarak “bir milli burjuva sınıfı yaratmak” amacıyla uygulandığı iddia edilmiştir. Bu iddia, Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” adlı eserinde enine boyuna işlenmiş ve Türkiye’deki hemen hemen tüm sol hareketler tarafından uzun zaman kabul edilmiştir.
Bu iddia, devletçiliğin “eksik ve yanlış” uygulaması olarak eleştirilirken, bir de “tam ve doğru devletçilik” bulunduğu düşüncesini ileri sürmeye yardımcı olmaktadır.
Bu iddianın Marksizm açısından en kabul edilemez yanı, mevcut devletin sınıf temelini gizlemesidir. Eğer devlet bir burjuva sınıfı yaratmak istiyorsa, onun sınıfsal dayanağı hangi sınıftır? Bu soru, yalnızca Marksizm açısından anlamlıdır. Devleti, sınıfların üstünde ve onlardan bağımsız bir örgütlenme olarak gören, burjuva ve küçük burjuva ideologlar açısından ise, devlet, sınıf çelişkilerinin bir ifadesi ye bu zemin üzerinde egemen sınıfların baskı aygıtı olmadığına göre, sınıflardan bağımsız kendi başına bir varlığı olduğuna göre, ister kendisine bir burjuva sınıfı yaratabilir, isterse, ondan vazgeçip sosyalizmi uygulayabilir! Kuşkusuz bu görüşlerin bu kadar çıplak olarak sunulması ve savunulması söz konusu değildir. Doğan Avcıoğlu, Türkiye tarihinin, çok eskilere uzattığı geçmişi içinden derlediği bütün malzemeyi, burjuvazinin yaratılmasının devlet eliyle gerçekleştiğini kanıtlamak için kullanmıştır. Bu tezin başlıca amacı, daha ileride göreceğimiz gibi, devletin egemen sınıfların iktidarının bir aygıtı olduğunu ileri süren Marksist önermeyi, ordunun devrimci rolü tezini güçlendirmek için geçersiz kılmaktır.
Devletçiliğin bir egemen sınıf politikası olarak doğmasının nesnel koşulları, doğrudan doğruya tarihin o döneminde burjuvazinin ulusal ve uluslararası ihtiyaçlardır.
Aynı dönemde, bütün dünyada, bütün burjuva devletler, krizin etkisiyle, kaynakların kullanılması ve sermaye birikiminin yollarının açılabilmesi için “müdahaleci politikalara” yönelmişlerdi ve bu politikaların teorisyeni olan Lord Keynes, bu yüzden “iktisat biliminin yeni peygamberi olarak” kabul ediliyordu.
Devlet ve burjuvazinin ayrı olgular olarak kabul edilmesi durumunda, Doğan Avcıoğlu’nun kanıt olarak ileri sürdüğü olaylar, bir bakıma yerli yerine oturmaktadır. “Özel teşebbüs, Türkiye’de devlet harcamaları ve ihaleleri ile gelişmiştir. … İkinci Dünya Savaşı yıllarında sert ve hayli keyfi bir devletçilik uygulandığı halde, kapitalizm büyük bir gelişme kaydetmiştir.”
Görülebileceği gibi, Avcıoğlu, devletçilikle kapitalizmin gelişmesini bir çelişki olarak görmektedir. Kapitalizm, devletçilik uygulandığı “halde” gelişmiştir!
Oysa burjuvazinin devlet aygıtını, yalnızca aşağı sınıfların üzerinde egemenliğini sürdürmenin bir aracı olarak değil, ayni zamanda sermaye birikiminin ve merkezileşmesinin bir aracı olarak da kullandığı gerçeği açısından bakılırsa, burada bir çelişki olarak görülen şey, olağan bir burjuva politikası olarak belirecektir. Devletçiliğin, burjuvazinin dışında birtakım bürokratların uygulaması olmadığı, aksine burjuvazinin sosyal ve ekonomik politikalarından biri olduğu görülebilecektir.
Fakat Avcıoğlu, burjuvazinin, Cumhuriyet devletini adım adım ele geçirdiğini ve Milli Kurtuluş Savaşı’nın zaferlerini kendi malı haline getirdiğini ileri sürmektedir. Ona göre, Kurtuluş Savaşı, başta Mustafa Kemal olmak üzere, her özelliğiyle devrimci bir kadronun eseriydi ve bu yeni devletin temel özelliği, kapitalizme ve emperyalizme karşı olmaktı. Burjuvazi, özellikle de İstanbul burjuvazisi, kurtuluştan sonra, devleti ele geçirmiş ve onun asli özelliğini değiştirmişti. Avcıoğlu’nun bu konudaki kanıtlan bilim dışıdır. Örneğin o, bu ele geçirme işleminin yöntemini şöyle anlatmaktadır: “Ankara Palas ve Karpiç, 1924’ten itibaren, Şişli burjuvazisi ve Babıâli kadrosuyla dolmuştur. Şişli, ihtilalci kadroya salonlarını açarak ve kızlarını vererek yakınlaşma ve durumunu sağlamlaştırma fırsatını kaçınmamıştır; Bu izdivaçlar, İş Bankası etrafında kümelenen bazı ihtilalcilerin iş hayatına atılmalarıyla pekiştirilmiştir.”
Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimleri, YÖN yazarlarının ortak görüşüne göre, “Reformcu askerlerin ve uyanık memurların öncülüğünde başlamış ve yürütülmüş bir hareketti.” Bu görüş, daha sonra Milli Demokratik Devrim teorisini savunan bütün çevrelerde değişik biçimlerde kabul edilmiştir. Örneğin Mahir Çayan, hareketin önderliğini, “küçük burjuvazinin en devrimci kesiminin yaptığını söyleyerek bu iddiayı geliştirir. Mihri Belli ve THKO çevresi de aynı görüştedir, İbrahim Kaypakkaya ise, Kemalizm’den kopmak adına, bu görüşü mümkün en olumsuz haline çevirmeye ve Kemalistleri ve onların sınıfsal dayanağını, emperyalizmin uzantısı komprador burjuvazi olarak göstermeye çalışmıştır. Fakat bu görüşlerin ortak noktasını, Avcıoğlu’nun tezleri oluşturmaktadır. Devlet, bir biçimde, sınıfların dışında kurulmuş, sonra burjuvazi onu ele geçirmeye girişmiştir!
Doğan Avcıoğlu’nun “nikâh yoluyla devleti ele geçirme planı” olarak özetleyebileceğimiz görüşünün geçerliliğini tartışmanın bile anlamı yoktur. Bu açıdan bakıldığında, yüksek bürokratlarla tekelci burjuva aileleri arasında bugün de sürüp giden tantanalı düğünlerin, devletin ele geçirilmesi sürecinin tamamlanmamış olduğunun kanıtı sayılması gerekir! Bugünkü büyük otel lobileri, büyük lokantalar, eskinin Karpiç’i ve Ankara Palas’ı gibi, tekelci holding temsilcileri ve Babıâli kadrolarıyla, yüksek bürokratların buluşma yeri olmaya devam ediyor. Değişen hiç bir şey yoktur bu bakımdan.
Bugün olanlar da o gün olanların bir tekrarıdır. Burjuvazi, devlet ihalelerinin, kredilerinin ve diğer kaynak aktarma yollarının paylaşılması noktasında, daima kendi içinde bir rekabet yaşar. Değişik burjuva klikler, holdingler ve tekeller arasındaki rekabet, devletin kaynaklarını paylaşma noktasında, değişmeyen yöntemlerle yürütülür. Gazetecilerin arabuluculuğu, bürokratların satın alınması, elverişli yasaların neler olduğu konusunda telkinler, uluslararası bağlantıların sağlanmasında devletin sağlayacağı kolaylıklar, bu pazarlıkların ve ilişkilerin değişmeyen konularıdır. Deyim yerindeyse, bu ilişkiler, devletle burjuvazi arasındaki ilişkilerin teknik cephesini oluşturur. Burjuvazinin devleti ele geçirmeye çalışmasını değil, burjuvazinin kendi aygıtını teknik bakımdan daha elverişli işlemesi için güdümlemesini ifade ederler.
Devletçilik ve liberalizm, burjuvazinin koşullara göre tercih edebileceği iki burjuva politikadır. Dolayısıyla, sınıfsal içeriği sabit kalma koşuluyla, bu iki uygulamadan birini “sosyalizm”, ya da “sosyalizme yakın”, diğerini ise tam kapitalizm olarak adlandırmak, konuyu tamamen saptırmaktır. Böyle bir devletçilik anlayışının, sosyalizmle hiç bir ilgisi yoktur. Sosyalizm, işçi sınıfının iktidarıdır ve devletin açık ve net bir sınıf kimliği vardır: Proletarya diktatörlüğü. Böyle bir devletin ekonomik etkinliği ile burjuva bir devletin ekonomik etkinliğini, “devletçilik” soyutlaması altında özdeş göstermek, demagojiden ibarettir. Buradan hareket ederek, sosyalizmle Kemalizm’in ortak noktalarının bulunduğunu söylemek ise, Avcıoğlu’nun siyasi stratejisinin bir parçasıydı.
Avcıoğlu’nun devletçiliği kapitalizme karşı bir uygulama olarak adlandırmasının, devleti sınıflar-üstü bir konuma yerleştirmesinin ve burjuvazi ile devleti birbirinden soyutlamasının da, temel ve stratejik bir anlamı vardır.

YÖN-DEVRİM ÇİZGİSİNİN SINIFLARA BAKIŞI VE “DEVRİM” ANLAYIŞI
Doğan Avcıoğlu ve çevresinin, ekonomik bakımdan devletçiliğe ve siyasi bakımdan da, tek parti yönetimine dayanan bir toplumsal projesi vardı. Genel hedefleri bakımından, “Atatürk’le başlayan hareketin, halka dönük, düzenli, planlı ve akılcı bir iktisadi kalkınma politikasıyla tamamlanması” olarak tanımlanan bu projenin gerçekleşmesinde öncü gücün “asker sivil aydın zümre” olacağına inanılıyordu. YÖN Bildirgesi, söz konusu programın kimler aracılığıyla gerçekleştirilmek istendiğine dair bir işaret vermektedir: “Türk toplumuna yön verebilmek durumunda bulunan, öğretmen, yazar, politikacı, sendikacı, müteşebbis ve idareciler…” Veya
“Kurtulmanın birinci şartı, Türk toplumunun çeşitli kesimlerinde görev almış olanların ve millet kaderine hâkim olacak mevkilere gelmiş bulunanların, düşüncelerini açıkça ortaya koyarak bir temel kalkınma felsefesi etrafında birleşmesidir.”
Burada, herhangi bir sınıf ayrımı gözetmeksizin, aydınlardan ve yöneticilerden söz edilmektedir. Bu, doğrudan doğruya, YÖN çevresinin “devrim” anlayışına bağlıdır.
Doğan Avcıoğlu, “Ulusal Kurtuluş Devrimi” olarak adlandırdığı programını şöyle açıklıyordu:
“Ulusal kurtuluş devriminin amaçları, tam bağımsızlık ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış bir Türkiye’yi en kısa zamanda kurmaktır.” … “Bu amaca ulaşmak için, kapitalist yapıların kırılması gerekmektedir. Bir ulusal kurtuluş devriminin programı, ana çizgileriyle şöyle özetlenebilir:
“—Tarımda, modern büyük işletme yapısını kurmaya yönelmiş bir toprak devrimi,
“—Dış ticaret, banka, sigorta ve büyük sanayinin devletleştirilmesi,
“—Özel kesim için de uyulması zorunlu bir kalkınma planı çerçevesinde ağır sanayinin temelini kurmayı amaç edinmiş sistemli bir devletçilik,
“—Halk kitlelerine geniş demokratik hakların sağlanması,
“—Bağımlı ilişkilere son verilmesi, ulusal ordu özleminin gerçekleştirilmesi ve bütün ülkelerle dostluğa dayanan Atatürkçü dış politikaya dönülmesi.” (Avcıoğlu, “Devrim Üzerine”, Bilgi Yayınevi, Şubat 1971. s. 10-1 1)
Görüldüğü gibi, “kapitalist yapıların kırılması gereklidir” sözünden sonra söylenenler, esas olarak kapitalizmin özüne dokunmayan, hatta “tarımda büyük işletme yapısına yönelik işletmeler” formülasyonuyla kimi kapitalize tedbirleri öneren bir programdan ibarettir. Dış ticaret, bankacılık, sigortacılık ve büyük sanayinin devletleştirilmesi formülü ise, bu devletin hangi sınıfın iktidarının devleti olacağı sorusunu açıkta bıraktığı (daha doğrusu, Avcıoğlu’nun diğer yazılarında cevaplandırıldığı gibi, mevcut burjuva devletten başka bir şey önerilmediği) için, “kapitalist yapıların kırılması” sözüyle hiç bir biçimde tutarlı değildir.
Avcıoğlu, aynı yazısının sonraki bölümünün başlığını, “DEVRİM, TOPLUMSAL BİR SAVAŞTIR” biçiminde koymuştur. Soyut olarak doğru olan bu önerme, Avcıoğlu’nun elinde, bir toplumsal savaş (sınıf savaşı) dışında her anlama gelebilecek bir belirsizliğe, ya da, sınıf savaşını kastetmemek bakımından tam bir açıklığa kavuşmaktadır. “İç ve dış çıkar çevrelerinin direniş ve sabotajlarının, akıllı fakat müsamahasız bir tutumla boşa çıkarılması gerekmektedir. Bu anlamda, devrim, bir toplumsal savaştır.” (age. s. 11)
Bu anlamı kapalı cümlenin tam olarak anlaşılabilmesi için, programın diğer bölümlerine bakmak gerekmektedir. Avcıoğlu, devrimin hasım güçlerini saptadığı bölümde şunları yazıyor:
“… Büyük arazi sahipleri ve tefeciler, toprak devrimine tabiatıyla karşı çakacaklardır. Zengin köylüyü ve orta köylünün bir kısmını peşlerinden sürükleyebileceklerdir. Hatta yoğun bir propagandayla, ufak köylüyü bile ürkütmeleri mümkündür.
“Dış ticaret, banka ve sigortacılık ile büyük sanayinin devletleştirilmesi, bundan çıkar sağlayan büyük burjuvazinin devrime karşı çıkmasına yol açacaktır.
“İşbirlikçi büyük burjuvazi, bir avuç insandan ibaret değildir. Yaygın bir ticaret, bayilik, mümessillik şebekeleriyle yeni yükselen Anadolu burjuvazisini kendisine bağlamıştır. Daha alttaki esnaf kesiminde de kapitalist gelişme, yan sanayi ve lüks hizmet, inşaat ve imalat kesimi olarak, iyi kazançlı yükselen bir esnaf zümresi yaratmıştır. Oto tamirciliği, mobilyacılık, lüks hizmetler ve lüks yan sanayi vb. tatlı faaliyet alanları haline gelmiş ve işbirlikçi büyük burjuvazinin doğal müttefiki sayılabilecek bir tutucu zümre yetişmiştir.
“Öte yandan işbirlikçi büyük burjuvazi, bürokraside, üniversitelerde kuvvetli dayanaklar sağlamıştır. Emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ideolojisini benimsemiş ve çıkarlarıyla onlara bağlanmış olan bu tutucu bürokratlar, önemli mevkilerde bulunmaktadır.
“Dikkat çekici bir başka nokta, Atatürk’ten sonra, cici demokrasi yıllarında hızla gelişen şeriatçı akımlarla, işbirlikçi büyük burjuvazi arasındaki ittifaktır…” (Avcıoğlu, age. s. 1 3)
Burada yapılan sınıf analizi görünüşte, Marksist bir tarzda yapılmış gibidir. Fakat bir devrimde, “hasım güçler”in tespit edilmesinde başlıca çıkış noktası, devrime esas karakterini verecek olan sınıfın bakış açısı olmalıdır. Eğer “hasım güçler”in, kimin açısından “hasım” olduğu konulmamışsa, devrim sürecindeki mücadeleyi de, devrimci iktidarın sosyal, iktisadi ve siyasal programını tanımlamak olanağı da olamayacaktır. Ancak bu belirlendikten sonra, “hasım güçler” hakkında söylenenlerin gerçekten Marksist’çe olup olmadığı anlaşılabilecektir.
Doğan Avcıoğlu, yazısının devamında, “DOST GÜÇLER” başlığı altında, devrim programının dayanacağı sosyal sınıfları sıralamaktadır:
“Demek ki, devrimci bir düzen değişikliğinin karşısına dikilecek iç ve dış hasım güçler, hayli kuvvetlidir.
“Bozuk düzenden yana güçlerin bu avantajına karşılık, ulusçu güçlerin bilinçli ve örgütlü sağlam bir halk desteğinden yoksun oluşu, ciddi bir zaaf teşkil etmektedir. Atatürk, büyük devrimci hamlelerin gerçekleştirilmesini engelleyen bu durumun ıstırabını devamlı çekmiştir. Cumhuriyetin gençliğe emaneti ve Bursa nutku, Atatürk’ün bir avuç genç devrimciyle devrim yapma durumunda kalışının ifadesidir. Nitekim Atatürk, 22 Şubat 1931 tarihinde Konya’da yaptığı bir konuşmada dayandığı sağlam güçleri şöyle açıklamıştır: ‘Türk ulusu ne vakit yükselme için bir adım atmak istemişse, bu adımın önünde daima öncü olarak, ulusal amacı gerçekleştiren kendi kahraman çocuklarından kurulu ordusunu görmüştür… Ben, yüksek ordumuzun subaylarından ve onlarla birlikte olan Türkün aydın evlatlarından konuştuğum zaman, fikren, vicdanen, ilmen ulusal kahramanlığa hazır bütün Türk gençliğinden söz ediyorum.
“Atatürk ne yaptıysa, yukarıda tanımladığı devrimci ordu gücüne dayanarak yaptı. Türkiye’nin o günkü şartlarında, bilinçli ve örgütlü bir halk desteğinden yoksun kaldı.” (Avcıoğlu, age. s. 18-19)
Bir başka yazısında, burada söyledikleri daha açık olarak söylenmiş şu sözlerin bir tekrarıdır:
“Halk kitleleri, tutucu güçlerin ideolojik ve ekonomik egemenliği altındadır. İşçi ve köylü, köydeki ufak ağa ile kasaba eşrafından (kompradorlar aracılığıyla) Wall Street’e ve Washing-ton’a kadar uzanan tutucu çember içindedir.” (Avcıoğlu, “1965 Yılında Atatürkçülük”, Yön, sayı 137)
İşte tam da bu noktada, devrimin nasıl bir devrim, hasım güçlere karşı düşünülen güçlerin nasıl bir sosyal güç olduğu açıklık kazanıyor.
“Hasım güçler” sınıflandırmasında, Avcıoğlu, Türkiye’nin o dönemdeki koşullarında, önemli bir devrimci potansiyel ifade eden emekçi köylülüğün hemen hemen tamamına yer vermişti. Küçük esnaf, işbirlikçi burjuvazinin bir parçası olarak nitelenmiş ve esas olarak hasım güçlerden sayılmıştı. Bütün ara tabakaları, devrimin öncüsü konumunu kazanmış bir sınıf için doğal müttefik haline getirecek sosyal ve siyasal koşullar, peşinen ve mutlak olarak yok sayılmış ve ayrışma, net olarak, Avcıoğlu ve çevresinin bütün teori ve pratiğinin arka planını oluşturan “halk ve aydın çelişkisi” şemasına göre kurulmuştur. Marksist-Leninist bakış açısından, böyle bir çelişkinin ve ara tabakaların mutlak olarak egemen sınıflar safında yer tutacağını varsayan bir analizin hiç bir geçerliliği yoktur. Marksist-Leninist açıdan, ara tabakalar, egemen sınıfların politikalarını izleyebilecekleri gibi, devrimin seyrine bağlı olarak ve devrimci proletaryanın öncü rolünü başarıyla oynaması koşuluyla, devrimci politikaları da izleyebilirler ve genel olarak bu ikincisi kuraldır. Fakat Avcıoğlu’nu, bu süreçler ve koşullar hiç bir biçimde ilgilendirmemektedir. Çünkü Avcıoğlu, bir “devrim süreci” ve buna uygun olarak sınıflar arasında bir dizi boğuşma sürecinde safların netleşmesi gibi bir perspektife sahip değildir. Ona göre “devrim”, bir anlık bir vuruştan ibarettir. Önemli olan da bu vuruşu yapacak gücün saptanması ve örgütlenmesidir. Ona göre, açıkça söylediği gibi, bu güç Türk ordusundan başka bir şey değildir. Bu örgütlenme ve devrim çalışmasında, halk nerede duruyor?
Avcıoğlu, bu soruya, yazısının “HALK GÜÇLERİNİN İNŞASI” başlıklı bölümünde cevap veriyor:
“Bugün, Atatürk günlerinin olumsuz şarttan, kapitalist gelişme sonucu, bir ölçüde değişmiştir. Bir isçi sınıfı vardır. Topraksız ve az topraklı köylüler seslerini yükseltmektedirler. Tefeci ve aracı sömürüsü altındaki üreticide bir kıpırdanış başlamıştır.
“Devrimci rejim, bu halk güçlerine dayanacaktır. Ne var ki bu güçler, henüz örgütsüzdür. Ne gerçek sendikalar, ne de bu halk güçlerini gerçekten temsil edecek siyasi partilerin var olduğu söylenemez. Devrimci rejim, tutucu güçler koalisyonunu etkisiz kılmak için, bu halk güçlerini inşa etmek, örgütlemek ve bilinçlendirmek durumundadır.” (Avcıoğlu, age. s 19)
Halk güçleri, devrimci rejim kurulduktan sonra, inşa edilecek, örgütlenecek ve bilinçlendirilecektir!
Halk güçlerinin örgütlenebilmesi ve “tutucu güçler koalisyonuna karşı” dayanılacak bir güç haline getirilmesi için, önce “kazanılması” gerekiyor. Bunun için Avcıoğlu, şu programı öneriyor:
“Devrimci yönetim, halk yararına zaman içinde gerçekleştirilecek tedbirleri en kısa sürede ilan edecek ve uygulamaya girişecektir: Tefeci borçlarının hükümsüz sayılması, tefeciliğin tasfiyesi, ürün fiyatlarının ayarlanması, kredi dağılımının iyileştirilmesi, eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması, sağlık işlerinin düzenlenmesi, gecekonduların ıslahı ve ciddi bir sosyal mesken politikasına girişilmesi, ucuz ve sürekli adaletin sağlanması, gelir dağılımındaki eşitsizliklerin azaltılması, vergi sisteminin düzeltilmesi, toprak dağıtımı vb. gibi halk güçlerinin yararına bir sürü tedbir, en kısa sürede gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.”
İktidar mücadelesinin dışında tutulan halk güçleri, iktidar ele geçirildikten sonra bu iktidara dayanak yapılmak için, ekonomik ağırlıklı tedbirlerle “kazanılmaya” çalışılacak. Bu bağlamda, işçi sınıfı, özel bir şekilde ele alınıyor:
“Sendikacılık, işçileri bilinçlendirici değil, uyuşturucu bir rol oynamıştır. Bu nedenle, kısa sürede devrimci bilinç kazandırılan genç işçi liderlerinin öncülüğünde, Türk sendikacılığını yeni baştan kurmak gerekmektedir. Sayıca gittikçe büyüyen Türk işçi sınıfı, devrimci bilinç kazandırma ve örgütleme yolunda girişilecek yoğun bir çabayla, devrimin kısa sürede temel dayanağı haline getirilebilir. Toprak devriminin yürütülmesinde, bilinçlendirilmiş ve örgütlenmiş tarım işçileri önemli bir rol oynayabilir.” (Avcıoğlu, age. s. 22)
Diğer halk kesimleri gibi, işçi sınıfının da örgütlenmesi ve bilinçlendirilmesi, devrimden sonra gerçekleştirilmesi gereken işler arasında sayılıyor.
Elbette halka ve işçi sınıfına bu yaklaşımın başlıca kaynağı, “devrim” anlayışıdır. Avcıoğlu’nun literatüründe devrim, “ilerici askeri darbe” ile aynı anlama gelmektedir. Yazımızın 27 Mayıs darbesini incelediğimiz ilk bölümünde aktardığımız gibi, o dönemde, bütün sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, askeri darbelerle “ilerici rejim” kurmak, ciddi bir olanak olarak değerlendiriliyordu. Türkiye’de de, 27 Mayıs darbesinin, ilk anda değilse bile, zaman içinde “sosyalizme” yönelebileceğine inanan ve oldukça etkin bir kitle oluşturan aydınlar, özellikle 1965 seçimlerinde AP’nin büyük bir oy patlamasıyla iktidara gelmesi karşısında bu umutlarını terk etmişler ve 27 Mayısın yapamadıklarını yapacak yeni bir askeri darbeye bel bağlamışlardı. AP’nin oy oranı % 51’in üzerindeydi ve bu sonuç, Avcıoğlu gibi aydınların, “halkın gerici olduğu” saptamasına yapmasına dayanak sağlıyordu. Erişkin nüfusun büyük bir çoğunluğunun “emperyalistlerin ve işbirlikçilerin” siyasi partilerini desteklediği bir ülkede, halka dayanarak devrim yapmak, bu aydınlar açısından imkânsızdı. Öyleyse, kestirmeden ve “tepeden inme” bir biçimde, iktidarı ele geçirmek ve sonra da işçileri ve halkı bilinçlendirmek, en kolay, “akılcı” yol olarak görünüyordu. Çünkü işçi sınıfı başta olmak üzere, bütün halk kitleleri, egemen sınıfların ideolojik ve siyasi etkisi altında, kendi sorunlarına ve kendisi için mücadele edenlerin çabasına karşı kayıtsızdı.
Özellikle işçi sınıfı hakkında Yön’de yayınlanan yazıların genel içeriği, YÖN’ün devrimci-demokratik mücadele anlayışının kaynakları hakkında bir bilgi verecek niteliktedir.
“Mademki işçi sınıfı ilerici mücadeleci niteliklere sahiptir ve bu sınıfı ekmek, hürriyet, bağımsızlık, adalet ve hürriyet için savaşmaktadır da neden Türkiye’de işçi sınıfı bu meselelere karşı hemen tamamen ilgisizdir?
“Demokrasi, temel haklar, bağımsızlık, hürriyet gibi amaçlar bir yana işçi sınıfı, bugün Türkiye’de kendi yararına yapılan sosyal mücadeleye karşı bile ilgisiz ve hatta birçok defa karşıdır.”
Bu satırların yazıldığı tarih, 1967’dir. Oysa 1960 darbesinden o güne kadar, işçiler, en sansasyonel eylem biçimlerini uygulayarak bir çok gösteri, direniş ve grev yapmıştı. İlk “sessiz yürüyüş”, Yüksek Hakem Kurulu’nun aldığı ilk kararlara karşı protesto için yapılmış, işçiler, sakallı ve takunyalı yürüyüşler düzenlemiş, demiryolu işçilerinin on günlük yemek boykotu, Ankara Belediyesi otobüs sürücüleri ve DSİ işçileri yürüyüşler düzenlemiş, Çalışma Yasası’nın çıkışından önce İstanbul’da yüz binlerce işçinin katıldığı büyük bir miting düzenlenmişti. 1965’te, yani bu satırların yazılışından henüz iki yıl önce, Zonguldak’ta büyük bir işçi direnişi yaşanmış, jandarmayla çatışan işçiler çok sayıda ölü vermişlerdi. 1967 ise, neredeyse bir grevler yılı olarak anılmayı hak edecek ölçüde hareketli bir yıldı. Dolayısıyla, yukarıdaki sözleri haklı çıkaracak bir “ilgisizlik” söz konusu değildi. Bu ve benzeri yazılar, işçilerin sorunlara ilgisizliğini kanıtlamıyor, aydınların işçi hareketine ilgisizliğini gösteriyor.

“DEVRİMCİ PARTİ”
Doğan Avcıoğlu, devrim programını, devrimci bir parti ile yürütmenin zorunluluğunu öne sürüyordu. “Halk güçlerinin partisi” olan Devrim Partisi’nin, bütün dünyadaki pratik göz önünde tutularak, parlamenter yollardan iktidara gelmesinin çok mümkün olmadığını söyleyen Avcıoğlu, diğer yandan, Ortadoğu ve Latin Amerika’daki ilerici askeri darbelerin de, bir Devrim Partisi’ne dayanmadıkları için, başarılı olamadıklarını ve kısa sürede emperyalizm yanlısı güçler-tarafından iktidardan uzaklaştırıldıklarına dikkat çekiyordu. Ona göre, “su içinde balık gibi” kitlelerle kaynaşmış, bilimsel halkçı bir ideolojiyi benimsemiş partiler, toplumsal devrimin vazgeçilmez aracını teşkil etmektedirler. Devrimci parti, halka devrimci ideolojinin ve yeni değerlerin benimsetilmesinde, eğitim seferberliğinde ve halkın yaratıcı enerjisinin kalkınmaya yöneltilmesinde “öncülük” yapacaktır. (Avcıoğlu, age. s.38-39)
Devrim Partisi, bir sınıf partisi olarak değil, askeri darbeyi gerçekleştiren ve yöneten güçlerin, kısacası “asker sivil aydın zümre”nin partisi olarak düşünülmektedir. İşçiler, emekçi köylülük, bu partinin yalnızca nesnesi olabileceklerdir. Ne partinin kuruluşunda, ne de devrim sürecindeki mücadelesinin kademelerinde, halk kitlelerine yer yoktur. Parti ile kitleler arasındaki ilişki, bir yöneten ve yönetilen ilişkisinden başka bir şey değildir ve yöneticiler yalnızca, “asker-sivil aydınlar”dır.

SOSYALİZM

YÖN dergisi, sosyalizm sözcüğünün Türkiye’de yaygın bir biçimde kullanılmasının ve genel bir sosyalizm sempatisinin gelişmesinin yolunu açmıştır. Fakat bu kavramın ne anlama geldiği, nasıl bir dünya görüşünü ifade ettiği ve nasıl bir sosyal ve siyasal düzen önerdiği konusunda da, geliştirdiği sempati ölçüsünde karışıklık ve bulanıklık yaratmıştır.
YÖN yayınlarında sürekli görülen anti-kapitalist propaganda işe, daha çok yabancı sermaye ve “komprador kapitalizm” aleyhine yoğunlaşmış, buna karşılık, İsveç, İngiltere gibi bazı ileri kapitalist ülkeler, sosyal demokrat ya da işçi partilerin yönetimde bulunmalarından ötürü, “sosyalist ülkeler” olarak tanıtılabilmiştir.
Sosyalizmin modern proletaryanın devrimci teorisi ve siyaseti olduğu, sosyalist devrimin bir iş# sınıfı devrimi, sosyalist iktidarın ise proletarya diktatörlüğü olduğu yolundaki en temel ilkeler, bu karışıklık içinde hiç ağza alınmayan, ya da “sosyalizmin bir türü” olarak geçiştirilen konulardır. Bunun yerine, YÖN, “Türk Sosyalizmi” denilen bir teori ve politika inşa etmeye girişir.
“Türk Sosyalizmi”, YÖN çevresinde önce bir tartışma konusu olarak ortaya atılır ve “pek çok çeşidi” bulunduğu öne sürülen sosyalizmler içinde, “bünyemize en uygun” olanı seçme faaliyeti içinde ve etrafında birleşilecek ilkeler olarak süreç içinde formüle edilir.
“Türk Sosyalizmi”nin başlıca teorisyeni ve ideologu, TKP’nin ilk döneklerinden biri olan Şevket Süreyya Aydemir’dir. YÖN’ün sürekli yazarlarındandır ve eski Kadro dergisinin ’30lu yıllarda formüle ettiği birçok ilkeyi yeniden gündeme sokmaya çalışır.
Şevket Süreyya Aydemir’in, 12 maddede özetlediği “Türk Sosyalizminin ilkeleri” içinde, örneğin “anti-kapitalizm” de vardır ve şöyle tanımlanır: “Anti-kapitalizm: milli ve halkçı ekonomi; karma ekonomiyi reddetmeyen, fakat parazit bir istismarcılığı reddeden bir devletçilik.” … “Atatürk’ün iki ilkesi, halkçılık ve devletçilik, Türkiye’ye sosyalist bir yol çiziyor.” … “Atatürk ilkelerine, milli sosyalizm adı verilebilir.”
Milli Sosyalizm’in (ya da Türk Sosyalizmi’nin), başlıca hedefleri şunlardır:
“Türkiye’nin bugünkü temel meselesi, anti-emperyalist ve anti-feodal mücadeledir. Bu safhada hedef, … ekonomik bağımsızlığın sağlanması, … toprak reformunun gerçekleştirilmesi, ve Anayasaca tanınan hak ve hürriyetlerin gerçekleştirilmesi ve korunmasıdır. Mücadele bu ana fikirler etrafında yapılmalı, her türlü ayırıcı düşünceden sıyrılarak, toplumun bütün tabakalarında yer alan milliyetçi ve demokratik kuvvetlerin bir araya getirilmesine çalışılmalıdır.” (Avcıoğlu, “Sosyalist Gerçekçilik” başlıklı makale. Yön, sayı 39. s. 20)
Devlet konusunda söylenenler, sosyalizm konusunda da tekrar edilmektedir.
Avcıoğlu ve çevresi, söz konusu politikalarını ve teorilerini, yazımızın önceki bölümlerinde de belirttiğimiz gibi, büyük ölçüde Sovyet revizyonizminin o dönemde bütün dünyadaki benzeri aydınlar arasında yaydığı “Kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisine dayandırıyorlar, sosyalizmin bu tahrif edilmiş ve özünden uzaklaştırılmış tanımını da, buradan alıyorlardı.
“Sosyalizme geçiş, kapitalist olmayan, halkçı ve devletçi bir politikanın kaçınılmaz bir sonucudur. Bu sebeple, sosyalistler, anti-emperyalist mücadelenin hayati önemini iyi kavramalı ve bütün öteki amaçlarını halen anti-emperyalist mücadeleye tabi olarak değerlendirmeye çalışmalıdırlar. “
Kendisini açıkça “milliyetçi devrimci, Atatürkçü” olarak tanımlayan bir hareketin, programının sınırlarını böylece belirlemesi ve sosyalizmi ve. sosyalist görevler anlayışını bu tarzda formüle etmesi son derece doğaldır. Fakat yazımızın sonraki bölümünde göreceğimiz gibi, bu çağrıya büyük bir istekle ve bu tezleri onaylayarak katılan “Marksist-Leninistler”in, “Proleter Devrimciler”in çıkmış olması, Türkiye sol hareketinin en ilginç dönemeçlerinden birisini oluşturmuştur.
Daha sonra, değişik siyasi hareketler tarafından birer “demokratik halk iktidarı programı” olarak savunulan birçok “asgari program” da, Kemalist YÖN çevresinin programlarından etkilenmiş, çoğu kez bu programı kopya etmekle yetinmiştir. Bu, bir ölçüde, YÖN çevresinin programının, bir demokratik-devrim programının bazı maddelerini içeriyor olmasıyla açıklanabilir. Fakat diğer yandan, YÖN, bu programı esas olarak 1961 Anayasası’nda ifade edilen hedefler olarak gösteriyor ve demokratik devrimin, Anayasanın uygulanmasıyla hedeflerine ulaşabileceğini öne sürüyordu. YÖN’cüler, kendi programlarını, “Sosyal adalet içinde hızlı kalkınma” olarak özetliyorlar ve bu soyutlama, “Anayasa’nın benimsediği bir formül”,olarak sunuluyordu. Devrim kavramının düzenin en temel belgesi açısından yozlaştırılmasını ifade eden bu tutum, dönemin, Milli Demokratik Devrim teorisini kabul etmiş “en radikal” silahlı hareketleri (THKO, TKP/ML ve THKP-C) tarafından da genel bir kabul görmüş durumdaydı.
YÖN, 1967 yazında yayınma son verdi. 1969’da, Doğan Avcıoğlu, DEVRİM gazetesini yayınlamaya başladı. İki yayının adları, bu siyasal akımın gelişme evrelerini özetleyecek biçimde seçilmişti: YÖN, hareketin siyasal ve ideolojik yönünün tartışılması ve netleşmesi işlevini yüklenmişti; DEVRİM ise, artık bir “Atatürkçü ordu hareketi”nin gündeme geldiği inancıyla, “devrim”in program ve taktiğini belirlemek ve yaklaşan iktidara hazırlanmak üzere yayınlanmaya başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda, YÖN yazarları arasında yer alan bir kısım solcu aydının, kendi siyasal çizgilerini netleştirmek ve savunmak üzere yeni yayın organları çıkardıkları bir dönemdir.
Aydınlık, Türk Solu Ve İşçi-Köylü, üzerinde duracağımız MDD çizgisinin dergileri olarak bu dönemde yayınlandılar.

II
MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİM TEORİSİ: MAOİZMLE SÜSLENMİŞ KEMALİZM

’60’h yılların.sonuna doğru, başta Mihri Belli olmak üzere bir,grup “eski tüfek”, oldukça radikal bir gençlik eyleminin de desteğiyle, TKP’nin eski ye mevcut görüşlerini “geniş cephe taktiği” ekseninde yeniden yorumlamaya giriştiklerinde, YÖN dergisinin (ve sonradan aynı çevre tarafından çıkarılacak olan DEVRİM gazetesinin) iki bakımdan önemli ölçüde etkisinde kaldılar.
Her şeyden önce, TKP revizyonizminin ve bu partinin etkisinde bulunan TİP’in, hareketi dar sendikal ve parlamenter çerçevede tutma gayretine karşılık, Mihri Belli ve çevresi, parlamenter ve “pasif-barışçıl” mücadele biçimlerine karşı haklı bir muhalefet teması geliştirmeye çalışıyorlar, bu noktada, mevcut rejimi “cici demokrasi” olarak niteleyen ve parlamentoyu başlıca mücadele hedefi haline getiren YÖN-DEVRİM çizgisiyle ortak bir zemin buluyorlardı. İkinci olarak, “geniş cephe”, “millici güçler” kavramıyla nitelendirilen ve Avcıoğlu çevresinin literatüründe, “asker sivil aydın zümre”ye karşılık düşen güçlere, özel bir ağırlık ve önem veriyorlardı. Bir bakıma, propaganda ve ajitasyon temalarıyla, pratik yakın hedefler formülasyonunda önem taşıyan sosyal tabakalar ve siyasal odaklar bakımından, bu iki çevre arasında birbirlerine kolayca eşitlenebilecek özellikler, bulunuyordu.
“Türk Solu” dergisi, yazarlarının birçoğu aynı zamanda YÖN ve DEVRİM dergilerinin de yazarı olan bir “geniş cephe” dergisi olarak yayın hayatına başladığında, aşağı yukarı hazır, bir teorik cephaneliği de beraberinde taşımıştı. Bu cephaneliğin başlıca silahları YÖN hareketi tarafından geliştirilmiş, kullanılmış ve genelleştirilmişti. MDD kadroları ise, TİP içindeki uzunca sayılabilecek bir teorik ve pratik mücadele sürecinde, TKP-TİP görüşlerine karşı bu malzemeyi kullanmış, özellikle de, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in yayınlanan eserlerine dayanarak, her bir kavramı Marksist teori içinde tanımlanabilir, uluslararası komünist hareketin belgeleriyle ilişkilendirilebilir kılmış ve derinleştirmişti. Bu yönelimde, TİP içindeki tartışmalarda, MDD’yi “sosyalizme karşı” bir küçük burjuva akımı olarak tanıtmaya çalışan TİP teorisyenlerinin ve önderlerinin tavrı etkili olmuştur. Böyle bir saldırı karşısında, “eski tüfek” Mihri Belli ve çevresindeki genç devrimciler, Lenin, Stalin ve Mao’da, kendi görüşlerinin dayanaklarını aramaya yönelmişler, özellikle o dönemde SBKP’ye karşı teorik ve ideolojik mücadelesiyle olduğu kadar, Büyük Proleter Kültür Devrimi’yle de dünya devrimci hareketinde büyük prestije sahip olan Mao’da, teorilerini savunabilecek pek çok referans elde etmişlerdir. Bununla birlikte, MDD, doğuşunda Maoist bir hareket değildir. Türk Solu ve Aydınlık dergilerinde, Mao Zedung’un bazı yazıları yayınlanır ve dergilerin yazarları, Mao’yu başlıca alıntı kaynağı olarak görürler, İşçi-Köylü’nün teoriyi basitleştirerek anlatmak üzere düzenlenen köşesinin adı “Bilim Çinde…”dir (Bu, peygamber Muhammed’in “İlim Çin’de de olsa gidiniz” sözüne bir gönderme yapan popülist söylem, aynı zamanda teorinin kaynağının Çin olduğu yolunda bir propaganda ve koşullandırma yapmak üzere kullanılıyordu.): ne var ki, Doğu Perinçek çevresinin MDD’nin bu ilk biçiminden koparak “katıksız bir maoizm” çizgisini geliştirecekleri döneme kadar, bu organlara egemen olan esas eğilim, Sovyetler Birliği’yle Çin arasında ara bir yol arayan ve bu tutumu, emperyalizme karşı mücadelenin bir gereği olarak açıklayan Ho Şi Minh’in “kardeş partiler arasındaki mücadelede yansızlık” prensibidir.
Fakat bir yandan, devrimci gençlik kitleleri üzerinde çok olumlu etkiler yaratan Vietnam kurtuluş savaşının, bir “halk savaşı” biçiminde gelişmesi ve bununla Mao’nun “Halk savaşı teorisi” arasında dolaysız bir bağ kurulması gibi pratik ve güncel bir etkiyle, diğer yandan da, ÇKP’nin ve Mao Zedung’un dünya devrimci hareketi karşısında SBKP’ye göre çok daha militanca bir destek veriyor olmasının etkisiyle, MDD saflarında genel eğilim, Mao ve ÇKP tezleri lehine bir “yansızlık” olarak biçimleniyordu.
Ancak, MDD’nin, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısı, Türkiye’de sınıfların durumu ve devrimin genel çizgisi hakkındaki temel tezlerinin, esas olarak Çin devrimine ilişkin belgelerde destek bulacak bir içerikte sunulmuş olması, söz konusu ilişkiyi güçlendiriyor ve harekette Maoist bir eğilimin giderek güç kazanmasını sağlayacak başlıca koşulu oluşturuyordu.
MDD’ye göre, Türkiye, “yarı-feodal ve yarı-sömürge” bir ülkeydi. Önündeki devrimci adım, anti-emperyalist ve anti-feodal içerikte “Milli Demokratik Devrim” aşamasıydı. Milli Demokratik Devrim, emperyalist ve feodal sömürüden zarar gören bütün “milli sınıfların” ortak mücadelesiyle gerçekleşecekti. Bu devrimde, hangi sınıfın önder olacağı, mücadele içinde belli olacaktı.

MDD’NİN SINIFLARA BAKIŞI VE DEVRİM ANLAYIŞI
Eğer YÖN çevresinin anlayışıyla kıyaslanarak söylenecek olursa, Milli Demokratik Devrim çizgisi, bir “devrim” kavramına çok daha yakın bir teori öne sürüyordu. Fakat bu teori, pratikte, yalnızca “Kemalistleri” daha ileri bir çizgiye çekmenin aracı olarak rol oynuyor, kendi adına bir örgütlenmenin ve kendi adına bir devrimci mücadele yürütecek bir sınıfın politikası biçimini alamıyordu.
Özellikle bir sınıf politikası olarak kesinleşememesinin başlıca nedeni, demokratik devrimi, bir ulusal kurtuluş devrimi olarak tanımlayan YÖN çizgisinin etkisiydi. Tıpkı Yöncüler gibi, MDD teorisyenleri de, Mustafa Kemal önderliğindeki kurtuluş savaşının, yarım kalmış bir burjuva demokratik devrimi olduğunu düşünüyorlar ve perspektiflerini, bunun tamamlanması olarak kesinleştiriyorlardı. (“Kemalist devrim”, gerçekten, yarım kalmış bir burjuva devrimiydi. Ancak bunun nedeni, bizzat Kemalist diktatörlüğün, “bir köylü toprak devrimi olasılığına karşı”, siyasi ve ideolojik bir saldırıyı başlatmış olmasıdır. Dolayısıyla, yeni bir devrimci hareket, “yarım kalanı tamamlamak” biçiminde değil, tamamen farklı bir sınıfsal temelde, bir halk devrimi olarak gelişebilirdi. Programı, bu biçimde, “yarım kalanı tamamlamak” düşüncesiyle formüle etmek, sonunda “kapitalizmin geliştirilmesi” ile sınırlamak anlamına geliyordu.) Bu durumda, demokratik devrim kavramı, “esas olarak burjuvazinin devriminin son noktasına kadar götürülmesi” biçimini alıyor ve Mao’nun anlayışına da uygun olarak “milli kapitalizmin geliştirilmesi”, demokratik devrimci iktidarın hedefi olarak formüle ediliyordu. Bu anlayışın doğal sonucu ise, “milli burjuvazinin”, demokratik devrime, tıpkı işçi sınıfı gibi, bütün gücüyle aşılabileceği varsayımının bir ittifak politikasının temeli halinde genelleştirilmesi oluyordu. Tanımı daima belirsiz kalan’ “milli burjuvazi”, MDD teorisyenlerinin gözünde, işçi sınıfıyla önderlik yarışma girişebilecek güç ve yetenekte bir devrimci sınıf niteliği kazanıyordu. Milli burjuvazi, kimler aracılığıyla temsil ediliyordu, demokratik devrim sürecinde bu sınıfla olan ilişki nasıl olacaktı gibi sorular ise, gene daima, Çin pratiğinin ortaya çıkardığı tarihsel örneklerle cevaplandırılıyordu. Türkiye’de egemen sınıflar, doğrudan doğruya dışarıya bağımlı “komprador burjuvazi” olarak tanımlanıyor, bu sınıfın emperyalist sermayenin dolaysız bir uzantısı ve “acentesi” olduğu tespit ediliyor ve buna karşılık da, milli burjuvazi, tümüyle ülkenin bir iç dinamiği olarak kabul ediliyordu. Bu ayrıştırmanın sonucunda, pratik olarak, proletarya, sınıf mücadelesinde, milli burjuvaziye karşı yalnızca ekonomik mücadelesinde desteklenebilir sonucu çıkarılıyor ve milli burjuvazinin emperyalizme karşı mücadelesinde, proletaryanın esas olarak ona destek olacağı bir siyasi şemaya ulaşılıyordu. Bu, yalnızca demokratik devrim sürecindeki bir ittifak politikası olmakla da kalmıyor, milli burjuvazinin devrimden sonra da uzun bir süre, milli kapitalizmin geliştirilmesi amacıyla desteklenmesini öneren bir program maddesi olarak formüle ediliyordu. Çin örneğine uygun olarak, “milli kapitalizmin geliştirilmesi”, daha sonra geçilecek sosyalizm aşamasının “maddi temelinin güçlendirilmesi” için bir koşul olarak öne sürütüyordu.
Bu formülasyon, yalnızca MDD’nin ilk döneminin bir anlayışı olmakla kalmamış, daha sonraki yıllarda da, bu kökenden gelen bütün hareketlerin “asgari programlarının” bir özelliği olmaya devam etmiştir.
Bu anlayışta, yalnızca Mao Zedung’un etkisinin bulunduğunu söylemek yeterli değildir. YÖN tarafından geliştirilen ve kökleri SBKP revizyonizminde bulunan, “kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorisinin Kemalizm’e yedirilmiş olması ve ülke koşullarının yalnızca buna izin verecek bir maddi zemin sunduğunun geniş bir propaganda malzemesi ile desteklenerek kabul ettirilmiş olması, Mao’nun etkisinden daha belirleyici bir rol oynamıştır. Maoculuk, yalnızca bu teorinin “Marksist” bir kaynak tarafından da doğrulandığı güvenini vermeye yaramıştır. Köklerini MDD teorisinden alan bütün demokratik devrim programları, daha uzun yıllar, komprador kapitalizminin tasfiyesi ile milli kapitalizmin geliştirilmesi düşüncesini bir arada sunmaya devam etmiştir.
Sosyalizme geçişin, ancak gelişmiş bir kapitalizmin hazırlayacağı maddi koşullara bağlı olduğu yolundaki tez, esas olarak II. Enternasyonal revizyonizminin özelliği olmakla birlikte, Türkiye’deki kökenini, bu tür sosyal demokratizmin ilk savunucusu olan YÖN akımı teşkil etmektedir. Maoizm, Kemalizm kılığına sokulmuş bu burjuva reformizmine, devrimci bir kimlik kazandırılmasının aracı olmuştur. YÖN’ün tarihçileri ve teorisyenlerinin, özellikle de Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni adlı eserinde ortaya koyduğu görüşlerin, Marksist terminolojiyle dile getirilmesinden başka bir şey olmayan “yarı-feodal, yarı sömürge” ülke tespiti ile buna dolaysız olarak bağlanan “milli demokratik devrim” tezi, birbirinden ayrılamaz bir ikili olarak bütün teorik gelişmeyi belirlemiştir. Türkiye’de özellikle TİP çevresinin revizyonist “sosyalist devrim” tezine karşı, tek devrimci alternatif olarak MDD’nin ileri sürülmüş olması, bu milliyetçi ve sınıf kıstaslarından yoksun taktik ve strateji anlayışının en militan çevrelerde kabul görmesini kolaylaştırmıştır.
Önceki bölümde ele aldığımız gibi, YÖN, kendi programının herhangi bir sınıfla tanımlanmasına girişmemişti. O, “memleketin kaderi üzerinde etkili olan bütün çevrelere”, herhangi bir sınıf farklılığı gözetmeksizin çağrıda bulunuyor, “belli bir kalkınma felsefesi etrafında birleşme”nin, yeterli olacağını savunuyordu. MDD ise, “milli demokratik devrim”in, esas olarak bir “burjuva demokratik devrim” olduğu görüşünden yola çıkarak, bu devrime katılan sınıflar arasında bir sınıf mücadelesi olamayacağını öne sürerek, aynı kaba görüşü tekrarlıyordu. Ne var ki, burada, Kemalizm’in sınıf farklılıklarının üstünde bir milli ideoloji olduğunu öne süren görüşlerinin sözü edilmiyor, Mao’nun “halk sınıflan arasındaki ilişkiler” konusundaki tezlerine dayanılıyordu.

DARBECİ GELENEKLERİN MDD’YE ETKİSİ
Avcıoğlu, “devrimden sonra” halk güçlerinin inşa edileceğini, işçilerin ve yoksul köylülerin devrimden sonra bilinçlendirilip örgütleneceğini ileri sürerken, esas olarak, büyük halk kitlelerinin çok etkili bir biçimde, egemen sınıfların ideolojik ve politik hegemonyası altında bulunduğu görüşünden hareket ediyordu. Böyle bir kitlenin, devrimci mücadele sürecinde bilinçlendirilip örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırabilmek için, iktidar olmak zorunluydu. İktidar, “tutucu güçler koalisyonunun” elinde oldukça, halka devrimci fikirleri götürmenin olanağı yoktu.
İşçilerin ve halkın devrimci bilinçle donatılması ve devrimci tarzda örgütlenmesinin olanaksızlığı hakkındaki bu görüş, en etkili biçimde, Mahir Çayan’ın “suni denge” teorisinde yansımıştır. Mahir Çayan, bilinç ve örgüt kavramlarıyla ilgili bütün Bolşevik çalıma tarzını, dünyanın o dönemdeki koşulları bakımından geçersiz hale gelmiş “klasik anlayış” olarak eleştirmiş ve bunun yerine, “silahlı propaganda” diye adlandırdığı ve esas olarak işçilere ve halka güvensizliğin ürünü olan “dışarıdan müdahale ile” bilinç götürülebileceğini savunulan bir teoriyi öne sürmüştü. Burada, açık bir biçimde, YÖN çevresinin halka ve işçi sınıfına olan güvensizliğinin, halkın hemen hemen bütün sınıf ve tabakalarının gerici olduğu yolundaki propagandasının etkisi görülebilir.
MDD’nin daha önceki varyasyonlarında ise, bu etki, devrimci hamleyi halk dışındaki güçlerden bekleme biçiminde görülebilir. MDD’nin, bir halk devrimini örgütlemek yerine, ulaşabildiği halk kitlelerini, muhtemel bir “ilerici askeri hareket”e destek verecek biçimde yönlendirmesi, halkın ancak böyle bir “devrime” destek olabileceği, ama kendi adına bir devrimi başaramayacağı yolunda bir kanıya sahip olmakla ilgilidir.

“DEVRİMCİ PARTİ”
MDD çizgisi, hiç bir zaman bir proletarya partisinin örgütlenmesi görevini önüne koymadı. Aksine, partisizliğin teorisi yapıldı, ya da Doğu Perinçek gibi temsilcileri tarafından, “bizim partimiz, Mustafa Kemal’in partisidir” türünden, demagojik ve burjuva sloganlarla bu sorun geçiştirilmeye çalışıldı. MDD, temel örgütü DEV-GENÇ olan bir hareket halinde kalmayı tercih etti. Mihri Belli, çok sonraları, Özgürlük Dünyası’nın 53 ve 54. sayılarında yayınlanan bir tartışmada, parti konusundaki çekingenliklerini “temel bir hata” olarak değerlendirmiştir.
Ancak bu “temel hata”nın, savunulan devrim anlayışıyla, daha doğrusu, devrimci hareketi, “sol cunta” hareketinin bir yedek gücü olarak görmekle yakından ilgisi vardır.
MDD, devrimci taktik ve strateji konusundaki görüşlerini, önce TİP içindeki tartışmalarda, TİP yönetimine karşı geliştirip savundu. Bu tartışma sürecinde, MDD’nin TİP’e karşı tavrı, örgütün dışlanması ve karşısına da yeni bir örgüt konulmaması biçiminde gelişmiştir. TİP, alternatif bir parti düşüncesiyle değil, partisiz devrimcilik eğilimiyle birlikte eleştirilmiştir. Oysa TİP içinde yer alan bir çok aydın, işçi ve köylü, “partili mücadele” kavramına yatkın, fakat bu partinin nasıl bir parti olması gerektiği konusunda ise belirsizlikler içindeydiler. MDD, bu konudaki tavrını da YÖN-DEVRİM çizgisinden devralmıştır.
YÖN’ün TİP’e karşı tavrı, esas olarak sağdan muhalefet özellikleri göstermektedir. TİP’e karşı yöneltilen eleştirilerin başlıcaları arasında, “sınıf önderliği sorununu en önemli konu olarak ortaya atmaları” ve “demokratik devrim yerine sosyalist devrim önermeleri” olarak özetlenebilir. Gerçekte, TİP’in “işçi sınıfının devrimdeki öncülüğü”nde ısrarlı olduğu noktasından da, “sosyalist devrimi” önerdiği için de eleştirilmesi tamamıyla yersizdi. TİP, önümüzdeki sayılarımızda ele alacağımız gibi, bu kavramları tamamen içi boşaltılmış bir biçimde kullanıyor ve pratik olarak işçi sınıfını bir oy deposu olarak görüyor, “sosyalist devrim” programı olarak öne sürdüğü programda ise, Yöncülerin programından farklı bir şey söylemiyordu. YÖN ile TİP arasındaki tartışmanın özünü, gizli olarak, parlamento ve legal parti karşısındaki tutumları belirliyordu. TİP, legalizm ve parlamentarizm konularında tavizsiz ve katı bir çizgi benimsemişti ve özellikle de 1965 seçimlerinde kazandığı 15 milletvekilliğini, iktidara giden yolun açılması olarak propaganda ediyordu. YÖN-DEVRİM çevresi, parlamentoyu da, parlamentoyu oluşturan seçim sistemini de, “cici demokrasinin” öğeleri olarak stratejik bakımdan reddetmişti. Bu tutum, MDD’ye aynen yansıdı. MDD, “cici demokrasi” terimi yerine “Filipin tipi demokrasi” terimini geçirdi. Bununla birlikte, TİP’e karşı tutum, dönem dönem değişiklikler göstermiştir. MDD kurmayı, uzun süre TİP içindeki mücadeleyi, TİP’in ele geçirilmesi çizgisinde tutmuş, “TİP’i göz bebeğimiz gibi korumalıyız”, “TİP’i adına layık bir örgüt haline getirmeliyiz” gibi sloganlar, uzun bir dönem geçerli kalmıştır. Görülebileceği gibi, parti konusundaki tutum, legalizmle partisizlik arasında gidip gelmiş, fakat asla illegal bir komünist partisi düşüncesine ulaşmamıştır.
YÖN-DEVRİM çevresinin, TİP’e yönelttiği bir diğer eleştiri, “sosyalist devrim” sloganını öne sürerek, kendisini anti-emperyalist mücadelede rol oynayacak temel güçlerden soyut-lamasıydı. Bununla kastedilen de, açıkça YÖN-DEVRÎM çevresinin başlıca dayanağını oluşturan “asker-sivil aydın”lar, emekli subaylar, anti-komünist aydınlar vs. idi. Bu noktada ilginç bir bulguya değinmekte yarar var. TİP, 1965 seçimlerinde, üç büyük kentte, en çok oyu, subaylardan, memurlardan ve düzenli bir gelire ve görece iyi yaşam koşullarına sahip olan işçilerden almıştır. Araştırmacı Hikmet Özdemir’in verilerine göre, TİP, Ankara’da en çok oyu, Çankaya ve Yenimahalle’den almıştır. Yenimahalle’de en çok oy alınan semt ise, büyük çoğunlukla subayların oturduğu Bankaevleri’dir. Üç büyük ilde, gecekondu semtlerinden alınan oy ise son derece düşük bir oranda kalmıştır. YÖN’ün, TİP’e karşı cepheden ve en temel konulardaki ayrılığı öne çıkararak sert eleştiriler yöneltmesinin sebebi, bu etkide aranabilir. YÖN, bir vurucu güç olarak parlamentonun karşısına dikmeyi düşündüğü “ilerici subay” gücünün, parlamentoyu tek iktidar kurumu olarak onaylayan TİP’ten koparmak zorundaydı.
Parti ve sosyalizm kavramlarına karşı geliştirilen eleştirinin temelinde, YÖN-DEVRİM çizgisinin burjuva, küçük-burjuva sınıf karakteri belirleyiciydi.
MDD, parti ve sosyalizm kavramlarına, aynı gerekçelerle karşı durmuştur. Her şeyden önce, MDD kurmayları, parti kavramıyla sınıf kavramlarının birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu bilecek bir gelenekten geliyorlardı. Kurulacak devrimci bir partinin sınıf karakterinin belirlenmesi ise, tıpkı Avcıoğu çevresinde olduğu gibi, MDD çevresinde de “anti-emperyalist cepheyi bölücü” bir rol oynayacağı gerekçesiyle reddediliyordu. MDD’nin en çok öğrenci gençlik” içinde başarıya ulaşmasının, fakat işçiler arasında çok sınırlı bir etki yaratmasının bir nedeni, bu küçük burjuva program ve taktik anlayışı olmuştur. Aslında, işçi sınıfı, MDD’nin kazanmak ve örgütlemek için ele aldığı sosyal güçlerin içinde, öğrencilerden ve köylülerden sonra geliyordu. Bu yüzden, MDD’nin işçi sınıfı içindeki etkisizliğini, işçilerin MDD programını sınıfsal taleplerine uygun bulmamalarıyla açıklamak, kendiliğindenci bir bakış açısına karşılık düşecektir. İşçi sınıfı içindeki etkisizliğin asıl nedeni, MDD’nin işçi sınıfına uzak duruşudur.
İşçi sınıfı, daima kendisine “dışarıdan bilinç verilecek” bir yığın olarak görülmüş, bu doğru ilke, en olmadık biçimlerde, ya darbeciliğin gerekçesi ya da “silahlı propaganda” gibi sonradan etkili olacak perspektiflere doğru çarpıtılmıştır.

Ekim 1993

Sendika-Siyaset İlişkisi Ve Siyasetsiz Sendika

İşçi sınıfının değişik düzey ve biçimde örgütleri arasında sendikaların, işçi sınıfının özlemlerinin egemen sınıf olarak örgütlenme hedefiyle karakterize olan bütünsel bir plana bağlı olarak taşıdığı büyük önem, sınıfın sorunlarına şöyle böyle ilgi duyan herkesin üzerinde anlaştığı varsayılması gereken genel bir doğrudur. Fakat bu konudaki bulanıklık, kafa karışıklığı, sendikal arın görmesi beklenen işlevin layıkıyla yerine getirmesinin engelidir. Ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, sonuç, sendikal mücadelenin zaafa uğratılması olacaktır. İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun son açıklamasında ifade edilen düşünceler, bu bakımdan bir talihsizlik olarak görülmelidir. Burjuvazinin hükümeti, patron örgütleri ve medyasıyla birleşik bir sınıf tutumu aldığı, açıkça “ideolojik” bir saldırı halinde olduğu bir zamanda işçi sınıfının açık politik bir tavır takınması bir zorunluluk iken bu tutumdan geriye düşecek açıklamalar, sadece uzun süreli hedefler bakımından değil, güncel sorunlar balonundan da tehlikelidir.
Dünya işçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, işçi sınıfının sınıf örgütleri olan sendikaların, burjuva ideolojisiyle, proletarya ideolojisi (ML Bilimsel Sosyalist Teori) arasında çetin mücadelelerin yaşandığı bir alan olma özeliği kazandığı görülür.
İşçi sınıfının ücretli kölelikten kurtulmak, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünya kurmak için yürüttüğü siyasal iktidar mücadelesinde sendikaların önemini ve oynayacağı rolü çok iyi kavrayan burjuvazi, bu örgütleri politik-ideolojik olarak ele geçirmek, yönlendirmek için her çeşit yönteme başvurmaktan geri] kalmamıştır. O, bunu başarabilmek için, çarlık Rusya’sı örneğinde olduğu gibi “Zubatov tipi örgütleri bizzat kendisi kurarak devreye sokmuş; fakat asıl olarak işçi sınıfı içindeki küçük burjuva tabakalara, işçi aristokrasisine dayanmıştır. İşçi sınıfı hareketinin, iktisadi mücadele sınırları içinde kaldığı sürece kendisi için yaşamsal bir tehlike arz etmediğini tarihsel tecrübesiyle kavrayan burjuvazi, bu yüzden, sendikaları işçi sınıfının “ekonomik örgütü” ve sendikal hareketi de, “ekonomik hareket” olarak nitelendirmiş, sendikaların ve sendikal hareketin siyasetten ve ideolojiden uzak tutulması gerektiğini söyleye-gelmiştir. Diğer yandan bu somut tarihsel ve toplumsal gerçeği gören proletaryanın öncüsü Devrimci Komünist Parti(ler) de, sendikalar ve sendikal mücadeleyi, “iktisadi mücadele”den daha çok proletaryanın siyasal iktidar mücadelesine çekmeye, sendikaları işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü savaşımda, birer örgütlenme ve direniş merkezleri haline getirmeye çalışmıştır. Karşıt güçler arasındaki (proletarya-burjuvazi) bu mücadele gönümüzde de bütün hızıyla sürmektedir.
İşçi sınıfı ve kamu emekçilerinin tarihinde olmadık bir genişlikte ve yaygınlıkta yoğun mücadeleler yaşandığı ülkemizde, sendikal hareket içinde açığa çıkan bir takım yanlış eğilim ve anlayışların, temel kaynaklarının da, süre-giden bu mücadelede aranması gerekmektedir. Türkiye işçi sınıfı hareketinin geleceği açısından tayin edici önemdeki bu sorun açıklığa kavuşturulmadan; başta İstanbul Şubeler Platformu olmak üzere ülkenin her köşesinde yaygınlaşan yerel işçi platformlarının, haklı ve doğru bir zeminde yaptıkları cesur çıkışlar, “iyi niyetli” çabalar olmanın ötesine geçemeyecektir. Çünkü birçok olgu göstermektedir ki, yerel işçi platformlarının bizzat örgütleyicileri konumunda bulunan, sendika yöneticilerinin savundukları sendikal anlayış, karşı çıktıkları ve ezip geçmek istedikleri (!) Türk-İş çizgi ve pratiğinden, tam bir kopuşu gerçekleştirebilecek netlik ve düzeye ulaşabilmiş değildir. Bu durum kendisini en yakıcı biçimde son TİS sürecinde gösterdi. Hepimizin bildiği gibi tabandaki yüz binlerin muhalefetine rağmen Türk-İş’in bürokrat yöneticileri 700 bin kamu işçisinin TİS’ini burjuvaziye peşkeş çekmesini başarabildi. Bu “başarıyı” gösteren sendika ağalarının hakkını teslim etmek gerekiyor. Ancak, bu durum Türk-İş’li bürokratların, başarılarından başkaca şeyleri de içeriyor ve işte tam da bu noktada yerel işçi platformlarının eksik ve hatalı kavrayışları kendini açığa vuruyor. Şubeler platformu, kendini azade kılmaya çalışsa da, siyaset ve ideoloji her şeyi belirler hale geliyor. Gerek Türk-İş’in TİS’leri bitirmesinin gerekçesi olarak öne sürdüğü düşünceler olsun, gerekse de İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun 4 Ağustos 1993 tarihli -İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun amacı, hedefi- açıklamaları olsun, sendikaların ve sendikal mücadelenin kapsamı ve niteliğine ilişkin, bilinen burjuva sendikal akım ve çizginin bir tekrarı olmakla kalmıyor, aynı zamanda işçi sınıfı içindeki nispeten ileri unsurlardaki bilinç bulanıklığının da bir göstergesi oluyor. Bu konudaki düşüncelerimizi açıklamadan önce, daha önce bir çok kez ortaya konmuş olmasına rağmen, sendikalar ve sendikal mücadeleyle siyaset arasındaki ilişkinin ne olması gerektiği üzerinde kısaca durmakta yarar var.

SENDİKALAR SALT EKONOMİK ÖRGÜTLER MİDİR?
Yazımızın başında da ortaya koyduğumuz gibi her tür burjuva düşünce ve akım, ekonomi ile siyaset arasına kalın bir duvar çekmek istemiş, işçi sınıfına salt ekonomik talepleri uğruna mücadele yürütmesini salık vermiş, siyasal alanın ise burjuvaziye bırakılması gerektiğini vaaz etmiştir. İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, doğduğu andan itibaren işçi sınıfı üzerinde etkin olan bu burjuva görüşlere karşı çıkmış, işçi sınıfının “kendisi için sınıf olmasının yolunu açmıştır. Ekonomiyle siyaset arasındaki kopmaz bağa dikkat çeken proletaryanın ölümsüz öğretmeni Karl Marx, sendikaların, salt ekonomik örgütler olduğunu ileri süren, bu anlamda da sendikal mücadeleyi yalnız iktisadi mücadele derecesine indiren kendi çağdaşları Proudhon ve Bakunin’i “… Sosyal olayın siyasal olaydan ayrı olduğunu söyleyemezsiniz, aynı zamanda siyasal olmayan bir sosyal olay asla yoktur,” (1) diyerek şiddetle eleştirmiştir. İşçi sınıfının ekonomik taleplerle yola çıkan her hareketinin topyekûn bir karakter kazandığında siyasal bir hareket (mücadele) niteliği kazandığını öne süren Marx, bu durumu şu parlak cümlelerle açıklar, “… İşçi sınıfının egemen sınıflar karşısına, bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket apaçık bir politik harekettir. Örneğin, belirli bir fabrikada hatta belirli bir sanayi dalında grevler vb. aracılığıyla kapitalisti iş gününü azaltmaya zorlama girişimi katıksız bir ekonomik harekettir. Buna karşılık 8 saatlik işgünü vb. bir kanun çıkartmak için girişilen hareket politik bir harekettir. Ve böylece işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden her yerde politik bir hareket doğar.”(2) Sorun bu kadar açık. Ancak biz anlamak istemeyenlere karşı devam edelim. Peş peşe üç alıntı… Bu alıntıların ikisi ülkemizden; ilki sendika uzmanı Yıldırım Koç’a diğeri ise çağdaş sendikacılığın ülkemizdeki “parlak ismi” Kristal-İş Genel Başkanı İbrahim Eren’e ait. Üçüncü alıntı ise, aradan neredeyse 100 yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yeni” adına savunulan görüşlerin ne kadar eski ve pespaye görüşler olduğunu kanıtlaması açısından döneminin Rus ekonomistlerinin kaleme aldığı 1899 tarihli Credo adlı belgeden. İşte alıntılar: “… İşçiler olarak sömürünün kalkmasını ve sermayenin baskı ve tahakkümünün sona ermesini istiyoruz, ancak bu istek sendikal alanda değil, siyasal alanda verilecek mücadeleyle gerçekleştirilebilir. Sendikalar ise siyasal iktidar mücadelesinin araçları değildir,”(3), “… Sendikal hareketin, uzun yıllar karşı karşıya olduğu sorunlar artık aşılmalıdır. Sendikalar ne ‘bir vekâlet kurumudur’ ne de ‘bir siyasal aktarma kayışı’dır,”(4), “… Rus Marksistleri için tek bir yol vardı, proletaryanın iktisadi mücadelesini desteklemek ve liberal (burjuva – S. Selçuk) muhalefet faaliyetine katılmak.”(5) Görüldüğü gibi bu üç alıntıda ortak olan yan, işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikalar, yalnız ekonomik örgütler olarak görülmesidir. Ve yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı bir mücadele yürütmelidirler. Zinhar siyasal mücadele yürütmeye kalkışmasınlar. Çünkü o alan burjuvaziye aittir. Şimdi Sayın Koç’a sormak gerekiyor: Hem bir yandan “sömürünün kalkmasını ve sermayenin baskı ve tahakkümünün sona ermesini” istiyorsun. Ama öte yandan milyonlarca işçinin örgütlendiği sendikaları bu mücadelenin dışında tutuyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Ama Koç’a haksızlık etmeyelim, o bu alıntının devamında şunları da söylüyor: “… Ancak bu arada sendikaların sermayedar sınıftan, hükümetten, devletten ve siyasal partilerden bağımsızlığı özenle korunmalıdır, “(6) Genel olarak doğru, yalnız bir koşulla: “siyasal partilerden bağımsızlık”tan kastedilen şey burjuva partilerinden bağımsızlığı ifade ediyorsa. Biz Koç’un öyle düşündüğünü pek sanmıyoruz; dolayısıyla bu da zevahiri kurtarmaya pek yetmiyor. Çünkü “sendikalar işçilerin (sömürüden ve sermayenin tahakkümünden – S. Selçuk) kurtuluşuna ilişkin görevlerini ancak fiilleri tamamen sosyalist bir espriden (siyasetten – S. Selçuk) esinlendiği taktirde yerine getirebilirler,”(7) Çağdaş sendikacı İbrahim Eren’in çağdışı görüşlerine ilişkin bir şeyler söylemenin bizce çok fazla önemi bulunmuyor. Bu sorun hakkındaki düşüncelerimizi yeri geldikçe yeniden ifade etmek üzere Lenin’den bir alıntıyla bitiriyoruz, “Sendikalar yalnız ‘sermayeye’ karşı acil mücadeleye dikkat çevirmemen işçi sınıfının genel siyasal ve toplumsal hareketlerinden uzak kalmamalıdır. ‘Dar’ (ekonomik – S. Selçuk) amaçlar gütmemeli fakat milyonlarca ezilen işçinin kurtuluşu için mücadele etmelidirler.” Çünkü “Üstelik tarihi tecrübe siyasal özgürlüklerin yokluğunun veya proletaryanın haklarının kısıtlanmasının, proletaryaya zorunlu olarak siyasal mücadeleyi daima ön plana koydurttuğunu göstermektedir,” (8) sanırız bu kadarı yeterlidir.
Türk-İş’in TİS’lerle ilgili açıklamalarına gelmeden önce, kısaca, kurulduğu andan itibaren Türk-İş’in politikalarına kimlerin yön verdiğine bakalım. Bilindiği gibi İkinci Paylaşım Savaşı’ndan en kârlı emperyalist güç olarak çıkan ABD, Sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı Batılı kapitalist, emperyalizmin önderi konumuna geldi. ABD’nin bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da hegemonyasını tesis etmeye yönelik olarak öne çıkardığı Truman Doktrini ve buna bağlı olarak devreye soktuğu Marshall Planı uyarınca, ABD, çıkarlarını garanti altına alacak uygulamalara girdi. Bu uygulamaların bir parçası da girdiği ülkelerdeki işçi sınıfı hareketine ve sendikalara bu temelde biçim vermek oldu. Ülkemizde de Türk-İş, kuruluş aşamasında Amerikan sendikacılığının doğrudan etkisi altında şekillendi. Girilen ilişkilerin boyutları birçok yönden deşifre edilip açığa çıkarılmış olmasına rağmen, günümüzde de Türk-İş’in politikalarına yön veren esas olgu budur. Kuşku yoktur ki; Türkiye işçi sınıfı bu durumu değiştirmek için yoğun mücadeleler yürüttü, bu cephede önemli kazanımlar elde etti. Ancak, bu kazanımlar Türk-İş’in burjuva sınıf işbirlikçisi politikalarını temelden dönüştürecek bir boyuta bugün de ne yazık ki ulaşamamıştır. Türk-İş’in gerek bir dönem önce reddettiği, daha açıkçası reddetmek zorunda kaldığı 24 ilkesi, gerekse de geleneksel “partiler-üstü politikası” olsun özü itibariyle burjuvazinin çıkarlarının “siyaset yapmıyoruz” adı altında işçi sınıfına empoze edilmesidir. Hiçbir siyasal olay ve olgu siyaset ve ideolojiden bağımsız oluşamayacağına göre Türk-İş her dönem politikanın göbeğindedir. Ama o, işçi sınıfının değil, burjuvazinin saflarında yer tutmuştur. Tabanın zorlamasıyla girmek zorunda kaldığı her mücadelede “amaçlarının siyasi değil, ekonomik olduğunu” önemle vurgulamış, bu tutumun işçi sınıfı içinde boydan boya yaygınlık kazanmasını büyük oranda başarabilmiştir. Marksist hareketin işçi sınıfı içinde zayıf kaldığı koşullarda, Türk-İş’e muhalif olarak ortaya çıkan birçok hareket, eşyanın tabiatı gereği Türk-İş’in politikalarına gerçek anlamda bir alternatif getirememiş, sonuçta bir biçimde onun sendikal platformuna eklemlenmiştir. Tam bu noktada başta İstanbul Sendika Şubeleri- olmak üzere yerel işçi platformlarının zaaf ve eksikliğinin bir yönüne işaret etmek gerekiyor. Bilindiği gibi Türk-İş en son 700 bin kamu işçisinin TİS’ini sonuçlandırdı. Tam bir satış sözleşmesi olan bu belgeyi, Türk-İş, özetle şöyle gerekçelendirdi: “Ülke çok zor bir dönemden geçmektedir, ülkenin ve kamunun çıkarları bu dönemde işçilerden fedakârlık yapmalarını beklemektedir” vb. Türk-İş ağaları tam bir ikiyüzlülükle sanki anlaşmayı istemeye istemeye imzalamak zorunda kaldıklarını lanse etmeye çalıştılar. Evet, TİS’lerin böyle bitirilmesinde birilerinin çıkarları vardı ve fakat bu asla “kamu” sözcüğüyle işin içine çekilmek istenen işçi sınıfı ve emekçiler değildir. Sözüm ona “politika yapmayan” Türk-İş, burjuvazinin çıkarlarını Türk toplumunun çıkarlarıymış gibi göstererek, ne “hin politikacı” olduğunu bir kez daha kanıtladı. Eğer politika terimi “tarihsel eylemi içindeki bir sınıfın kendi sınıf ilişkilerini genelleştirme hiçbir sınıf kendi sınıf ilişkilerini ve tarihsel konumunu bütün bir toplumun ilişkilerini ve giderek bütün insanların genel çıkarı adına gerçekleştirdiğini ileri sürmeksizin hegemonyasını yerleştiremez- ve buna göre bütünsel kılınmış bir dünya yaratma eylemini en rafine ve örgütlü halini ifade eder,”(9)se sanırız ne söylemek istediğimiz yeterince anlaşılır.
Yerel işçi platformlarından bu yönde ciddi bir eleştirinin gelmemesini ve buna uygun fiili pratik tutumların ortaya konamamasını bir zaaf ve eksiklik olarak nitelendirdiğimizde herhalde kimseye haksızlık etmiş olmayız. Böyle düşünmemize yol açan ikinci şey ise, yukarıda belirttiğimiz İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun 4 Ağustos tarihli açıklamalarında yer alan şu cümlelerdir: “… İstanbul Sendika Şubeleri Platformu hiçbir partinin siyasi görüşün güdümünde olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını açıkça belirtir. Platformun hedefi ideolojik değildir… vb.” (10) Ne denebilir ki! Düşüncelerimizi yukarıda açıklamıştık, ama tekrarlama pahasına bu konuda son defa Lenin’e başvuralım, “… İşçi kitlelerinin kendilerince hareketleri içinde hazırlanan bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, sorun yalnızca şöyle kendini gösterir: Ya burjuva ideolojisi ya sosyalist ideoloji ikisinin ortası yoktur. Çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideolojik kotaramamıştır, zaten sınıf zıtlıklarıyla parça parça bir toplumda sınıfların dışında ya da üstünde ideoloji olamaz, bu nedenle nasıl olursa olsun sosyalist ideolojiyi daraltma, ondan nasıl olursa olsun uzaklaşma burjuva ideolojisini güçlendirmek olur,” (11) demek ki, “… Hiçbir siyasi görüşün güdümünde olmamak” sizi siyaset dışı kılmıyor, aksine ona karşı mücadele yürüttüğünüz burjuvazi ve sermaye cephesinin değirmenine su taşıyor. Ve ayrıca böyle söylemekle Türk-İş bürokratlarıyla aynı kulvara düştüğünüzü adeta tescil ediyorsunuz. Eleştirilerimizi hatalı ve sert bulanlar olacaktır, ama “dost acı söyler”miş ve gerçekler her zaman acımasızdır. Buraya kadar söylediklerimizden kimse yerel işçi platformlarının girişimlerini küçümsediğimiz ve bu oluşumlardan umutsuz olduğumuz anlamını çıkarmasın; aksine içinde bulunduğumuz dönemde Türkiye işçi sınıfı hareketini ileriye taşıyacak merkezler buralar olacaktır. Yeter ki girilen bu yoldan samimi ve kararlıca ilerlensin, bünyesel zaafların aşılmasında açık yürekli olunsun. Ama önemle vurgulamalıyız ki, platform, Türk-İş ekolünün -sendikacılık çizgisinin- temellerine vurmadan, ona karşı sınıf sendikacılığı çizgisinde- gerçek anlamda devrimci alternatif oluşturmadan ilerleyemez.

KAYNAKLAR
1- K. Marx Felsefenin Sefaleti
2- K. Marx Sendikalar Üzerine
3- Yıldırım Koç – Temel Sendikal Eğitim
4- İ. Eren -1992 11. Genel Kurul konuşması
5- Credo adlı belgeden aktaran Alpaslan Işıklı – Sendikacılık ve Siyaset kitabı
6- Lenin 17’ler Protestosu / Aktaran Alpaslan Işıklı
7- Enternasyonal 1907 Stutgard Kongre Kararlarından
8- Lenin 17’ler Protestosu A.Işıklı
9- Aydın Çubukçu Kültür ve Politika
10- İstanbul Sendikal Şubeler Platformu 4 Ağustos 1993 tarihli açıklama
11- Lenin -Ne Yapmalı

Ekim 93 Sayı: 60

Kitle Hareketi Ve Mücadele Biçimleri

Son yıllarda, geçici düşüşler yaşasa da, genel bir yükseliş çizgisi izleyen işçi hareketi, gençlik ve memur hareketi ile birlikte, kendi gelişim seyri içinde bir dizi mücadele ve örgüt biçimini gündeme soktu. Bu süreçte, aynı zamanda harekete birçok mücadele biçimi “önerildi”. Ortaya konulan ve önerilen bu mücadele biçimlerinin, sınıf hareketinin yükseltilmesine ne tür bir etkide bulundukları üzerine tartışmalar hiç soğumadı. Özellikle son aylarda ortaya konan açlık grevi ve Ankara yürüyüşlerinin onaylanıp onaylanmaması sorunu tartışmayı daha bir aktüelleştirdi. Dergimiz Özgürlük Dünyası, değişik vesilelerle mücadele biçimleri sorununa bazı yönleriyle değindi. Ama son tartışmaların da ışığında, bu sorun üzerinde yeniden durmak bize gerekli göründü.
Bu yazıda, mücadele biçimleri ve kısmen de örgüt biçimleri sorununda Marksizm’in yaklaşım tarzını özetleyerek tarihten ve günümüz Türkiye pratiğinden örnekler üzerinde duracağız.

MÜCADELE BİÇİMLERİ VE MARKSİZM
Marksizm’in büyük öğretmenleri, değişik vesilelerle bu sorunu birçok boyutuyla ele alıp incelemişlerdir.
Özellikle Lenin’in 1906 tarihini taşıyan “Gerilla Savaşı” adlı makalesinde, Marksizm’in mücadele biçimleri sorununa yaklaşımının bütünlüklü bir özeti verilmiştir. 1905 yılında patlayan ve kesintilerle devam ederek ancak 1907 yılında durulan Birinci Rus Devrimi, uzunca bir parlamenter mücadele dönemi yaşayan Avrupa işçi hareketinin ancak anılarında bulunan bir dizi mücadele biçimiyle yaşandı: Bölgesel ve genel siyasi grev, silahlı ayaklanma, Çarlık Ordusu’nda isyan, barikat savaşları, gerilla savaşı… Uluslararası bağlantıları Bernsteincilik olan Rus oportünistleri, liberallerle güç birliği içinde, devrim durumunun, kitle inisiyatif ve coşkunluğunun ürünü olan gerilla savaşı karşısında, bilinen eski şarkıları tekrarladı ve silahlı ayaklanmayla apaçık bir ilişki halindeki ve özellikle Baltık bölgelerinde yoğunlaşan gerilla savaşını “anarşizm”, “Blankizm”le suçladı. Bu mücadele biçiminin doğruluğunu savunmak amacıyla kaleme aldığı makalesinde, Lenin, öncelikle Marksizm’in mücadele biçimleri sorununa hangi kriterlerle yaklaşılması gerektiğinin özetini verdi. Lenin’in andığımız makalesindeki ilgili bölümü aktarmakla başlayalım:
“Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm bu açıdan, eğer böyle ifade etmek
gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere, meclis ‘sistemcilerinin’ keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından uzaktır Örneğin Kautsky sosyal devrimin biçimlerini incelerken, ‘gelecek buhranın bizim şimdiden göremediğimiz yeni mücadele biçimleri getireceğini biliyoruz’ diyordu.
İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını talep eder. Bu sorunu, somut tarihi durumun dışında ele almak, diyalektik materyalizmin alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, milli-kültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana biçimleri haline gelir, ve buna bağlı olarak ikinci dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin verili aşamasında verili hareketin somut durumunu iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya çalışmak, Marksizm’in zeminini tamamen terk etmek demektir.” (1)
Diyalektik yöntemin, son derece karmaşık ve hareketli toplumsal hareket alanına dâhice uygulanmasının ifadesi olan bu yaklaşım tarzı, bir Marksist’in mücadele biçimleri sorununa hangi öncüllerin ışığında yaklaşacağının bütün ipuçlarını vermektedir. Burada söylenenler üzerinde durursak:
Teorisini, güzel ama gerçekleşemez ütopik tasarımlara değil, mevcut koşullara bilimsel bir projektör tutmaya ve ortaya koyduğu teorinin şahsında somutlandığı sınıfın yaşam koşulları ve mücadelesini titizce incelemeye dayandırarak oluşturan Marksizm, mücadele biçimleri sorununa da toplumsal hareketi, onu çevreleyen toplam koşulları dikkate alarak yaklaşır.
Marksizm, hareketi herhangi bir mücadele biçimine bağlamaz, tike olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Bu, onu sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayıran bir özelliktir. O, toplumsal mücadele alanının son derece girift ve zengin bir içeriğe, ciltler dolusu kitaplar yutmuş “teorisyenlerin” çalışma odalarında ürettikleri ve “öğrettikleri” projelerden de zengin bir içeriğe sahip olduğunu bilir. Her türlü mücadele biçimini kabul eder. Ülkemizde de pek çok taklitçisi bulunan Rusya Sosyal-Devrimcileri, hareketi, bir tek biçime, bireysel terör eylemlerine ve suikastlara bağlıyor, bu tutumu “kendi ‘devrimci’ ruhunun özel bir belirtisi” sayarak diğer öteki mücadele biçimlerini es geçiyorlardı. Yine II. Enternasyonal partileri, hareketi parlamenter eylemle sınırlıyor, “verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle” ortaya çıkan yeni mücadele biçimlerine sırtlarını dönüyorlardı. Türkiye’de de pek çok küçük-burjuva devrimci örgüt, mücadelenin silahlı biçimlerinin bütün bir devrim süreci boyunca “temel” olduğunu savunuyorlar. Kısaca, hareketi değişen şartlara karşın değişmez bir mücadele biçimine bağlıyorlar. Marksizm ise, ilke olarak bütün mücadele biçimlerini tanırken, bunların her birinin belirli özel tarihsel koşullarda kitle hareketinin seyrine uygun olarak gündeme giren, uygulanabilir mücadele biçimleri olarak görür. Ama hiçbir zaman, son derece karmaşık ve zengin bir içeriğe sahip olan kitle hareketini bir tek mücadele biçimine bağlamaz. O, kitle mücadelesinin, gelişim seyri içinde, kitlelerin bilincindeki sıçramaya, sınıflar çatışmasının niteliğine bağlı olarak, bugünden öngörülemeyecek mücadele biçimlerinin ortaya çıkacağını kabul eder ve bütün dikkatini kitle hareketi üzerinde yoğunlaştırır, “kafadan uydurduğu” mücadele biçimlerini kitlelere öğretmez; kitle hareketinin ortaya çıkardığı biçimlere dikkat çeker. Devrimci sınıfı, kafasındaki projenin gerçekleştirilmesi için kullanılması gereken bir insan kalabalığı olarak gören küçük burjuva aydını, buna uygun bir pratik sergiler. Bütün işin sun onun kafasındadır ve sorun kafadan çıkma bu reçetelerin öğretilmesidir! Ülkemizde bu tarzın tipik temsilcileri olan küçük-burjuva devrimci örgütler, kitle hareketinin iniş-çıkışlarını, kitlelerin ruh halini hesaba katmadan oluşturulmuş “muntazam” bir mücadele biçimleri bütününe, kitlelerin izleyeceğini düşündükleri bir devrim şemasına, bir yığın “soyut reçeteye” sahiptir. “Öncü savaş”, “politikleştirilmiş askeri savaş stratejisi”, “kırdan şehre iktidarın parça parça ele geçirilmesi” gibi soyut reçetelerle dile gelen taş gibi katı, değişmez sübjektif “devrimin yolu” projesi, onlara göre devrimin izleyeceği sapmaz bir rotadır. Onlar, kitle hareketinin durumuna, onun kabarma ve alçalmasına, dışarı vurduğu eğilim ve ortaya çıkardığı eylem biçimlerine göre taktik belirlemek yerine, önceden belirledikleri rotaya kitlelerin uyacağı varsayımı üzerine bir taktik ve stratejik çizgi inşa etmektedirler.
Marksizm, onun cisimleşmiş ifadesi Devrimci Komünist Parti, bu türden kafadan çıkma reçetelerin amansız düşmanıdır. Onun, taktiklerini saptarken üzerinde çalıştığı biricik alan kitle hareketi alanıdır. O, kitle hareketinin özelliklerini ciddi bir incelemeye tabi tutarak, kitlelerin ruh halini, eğilimlerini, çarpışan sınıflar arasındaki güç ilişkilerini inceler; hareketin ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini geliştirip etkin kılmaya çalışır. Böyle bir incelemeye dayanmadan ortaya atılan, kitlelerin ruh halini yansıtmayan mücadele biçimleri, hayatın ihtiyaçlarına cevap vermediklerinden çoğunlukla ancak çağalarda kalır; mucitler, katlarını heyecanla kağıda dökerken; kitleler atılganlık ve yaratıcılıkla mücadele biçimleri geliştirirler. Komünistlerin, ajitasyonunu yaptıkları belirli bir mücadele biçiminin, diyelim genel grevin, sınıfın geniş kesimlerini kucaklayıp harekete geçirmesi, bu sloganı yaygınlaştırmaya çalışan devrimci güçlerin sınıfın bu geniş kesimler üzerinde etkili olmasının birebir sonucu değil, bu sloganın kitle hareketinin ihtiyaçlarından çıkmış olmasındandır.
İşçi sınıfı hareketi tarihine baktığımızda da, mücadele biçimlerinin kitlelere “öğretilmediğini”, sınıf hareketinin, kendi gelişmesinin doğal seyri içinde onları ortaya çıkardığını görürüz. Bir savaş okulu olarak grevden sokak gösterilerine, silahlı ayaklanmadan barikatlı sokak çatışmalarına kadar işçi hareketinin tarihine yazılı mücadele biçimleri, sistem mucitlerinin icadı değildir. Ayrıca bir takım kişilerin kafalarında bu yönde projelerin var olması, bu mücadele biçimlerinin sınıfın bir mücadele aracı haline gelmesine yol açmaz.
Kitle hareketi, kendi gelişim seyri içinde, “hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle” çok çeşitli mücadele biçimleri ortaya çıkarır. Bugünkü koşullarda başvurulan mücadele biçimleri, yarın değişen koşullarla birlikte eskir, yeni ve daha üst mücadele biçimleri ortaya çıkar.
Marksizm’in bütün mücadele biçimlerini tanımasını, O’nun bütün mücadele biçimlerinin bir arada kullanılmasını talep edeceği şeklinde anlamamak gerekir. O, soruna “mutlaka, tarihi olarak” yaklaşır. Hiçbir mücadele biçimini ilke olarak reddetmemek başkadır, belirli bir tarihsel anda belirli mücadele biçimlerini reddetmek başka.
Kitle hareketi, basitten karmaşığa ve genel olarak barışçıl olandan silahlı olana doğru bir seyir izler. Ve mücadele biçimleri “ekonominin, toplumsal durumun, kültürün gelişme düzeyine göre, sınıfların durumuna, mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisine, devletin niteliğine ve ayrıca uluslararası ilişkilere vb. göre değişirler.” (2) Marksizm, bu bakımdan bütün bu koşulları göz önünde bulundurarak, mücadele biçimlerini verili tarihi-toplumsal koşullar içinde inceler. Bundan şu sonuç çıkar ki; Marksizm, belirli bir mücadele biçimi karşısındaki tutumunu, o anki somut duruma, kitle hareketinin düzeyine ve kitlelerinin ruh haline uygunluğu ve kitlelerin devrimci ruhunu yükseltmesi kriterlerine göre belirler. Belirli koşullarda onaylanan mücadele biçimleri başka belirli koşullarda reddedilebilir ya da tersi olarak o güne kadar onaylanmayan bir mücadele yöntemi, değişen koşullar gözetilerek onaylanabilir. Bu, mücadele biçimleri sorununa “tarihi olarak” yaklaşmanın doğal bir sonucudur.
Lenin, 1905 yılma kadar Narodnizmin ve Sosyal-Devrimciler örgütünün bireysel terör eylemlerini şiddetle eleştirmişti. Çünkü bu eylem biçimleri kitlelerin ruhunu ilerletici bir işleve sahip değildi, kitle hareketi henüz barışçıl bir çizgide ilerliyordu. Fakat devrimci durumun olgunlaştığı, yığınların öfkesinin çarlığa karşı silahlı bir ayaklanma halinde dışarıya vurduğu koşullarda Lenin, devrim düşmanlarının cezalandırılması, düşmandan para müsaderesi gibi eylemleri savunarak şunları söyler:
“(Bu eylemlere-ÖD) anarşizm, Blanguizm ya da terörizm demeye kimsenin dili varmaz. Niçin? Çünkü burada yeni mücadele biçimiyle Aralık’ta patlayan ve yeniden mayalanmakta olan ayaklanma arasında açık bir ilişki bulunur.” (3)
1917 Nisan’ından Ekim’e kadar Bolşevik Parti’nin temel şiarı “Tüm İktidar Sovyetlere!”yi birçok kişi bir eylem sloganı saymış, ayaklanma girişiminde bulunmuştu. Ayaklanma, erken bir slogandı. Çünkü yığınların ruh haline uygun değildi, Sovyetlerde Menşevikler etkindi, hükümetin ikiyüzlü tutumu henüz yığınların öz-deneyimleriyle kavranmamıştı. Lenin ısrarla “henüz erken” diyordu. Eylülde, artık koşullar olgundu, Ekim tam zamanıydı.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bu konuda son derece öğretici olacağını düşündüğümüz bir örneği aktarmak yararlı olacak. Bu, barikat savaşları karşısında Engels’in tutumuna ilişkindir. Avrupa işçi sınıfının kendi talepleri doğrultusunda kitlesel olarak yer aldığı 1848 devrimlerinde, barikat savaşları tayin edici bir öneme sahipti ve Marx ve Engels bu savaş biçimini destekliyorlardı. Ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde Engels, bu mücadele biçiminin geçersizliğini ilan etti. Kuşkusuz bu tutum değişikliği, Engels’in salt iradi bir tercihi olmaktan öte işçi sınıfı hareketinin düzeyiyle, geliştirdiği yeni mücadele araçlarıyla ilgiliydi.
“Mücadele koşulları temelden değişmişti. Eski tarz ayaklanma, 1848’e kadar her yerde son sözü söyleyen barikatlı sokak çatışmaları, önemli ölçüde eskimişti.” … “Genel oy hakkının başarıyla kullanılması sonucunda, proleter mücadelesinin yepyeni bir şekli ortaya çıktı ve bu, hızla gelişti. Burjuvazi egemenliğinin örgütlendiği devlet kuruluşlarının işçi sınıfına, aynı kuruluşlarda çarpışmak için daha ileri fırsatlar verdiği görüldü. İşçiler çeşitli Diyet Meclisleri, Belediye Meclisleri, İhtiyar Kurulları seçimlerine katıldılar.” (4)
Görüldüğü gibi, bu değişikliği Engels, mücadele koşullarındaki temelden değişikliğe, yeni mücadele biçiminin proletaryaya sunduğu “daha ileri fırsatlar”a dayandırıyor. Engels, mevcut koşulların sokak savaşları için elverişsizliğini ortaya sererken, bu elverişsizliği telafi edebilecek yeni koşulların doğabileceğine de gözlerini kapamıyor ve hareketin süreç içinde alabileceği yeni biçimleri göz önünde bulundurarak şunları söylüyordu:
“Bütün bunlar gelecekte sokak savaşının artık hiçbir rolü kalmayacağını mı gösterir? Elbette hayır! Bunlar sadece, 1 848’den bu yana koşulların sivil çatışmalar için çok daha elverişsiz ve ordu birlikleri için çok daha elverişli duruma geldiğini gösterir. Şu halde ilerideki bir sokak çatışması, ancak bu elverişsiz durumun başka etmenlerle telafi edilmesi koşullarında zafere ulaşacaktır.” (5)
Parlamenter mücadele, 1905 Rus Devrimi’ne kadar Avrupa işçi hareketinin esas mücadele biçimiydi ve Engels’in çözümlediği koşullar bakımdan bu anlaşılır bir durumdu. Fakat II. Enternasyonal partileri, uzun “barışçıl” bir dönem boyunca Avrupa işçi hareketine damgalarını vuran bu partiler, parlamenter eyleme olması gerektiğinden daha büyük bir rol yüklüyorlardı ve açık mücadele dönemi başladığında parlamentonun saçağı altına sığınarak parlamento koltuğuna sıkı sıkıya yapıştılar; girdikleri uzlaşma tutumunu savaşta ihanetle tamamlayarak kendi burjuvazilerinin yağma savaşı için olumlu oy kullandılar ve yapıştıkları sandalyelerde, soludukları burjuva havayla küflenip çürüdüler.
1905 Devrimi, parlamento-dışı açık siyasi mücadeleyi, bölgesel ve genel siyasi grevi, silahlı ayaklanmayı ve barikat savaşlarını işçi sınıfının gündemine tekrardan soktu. O zamanlar, henüz Marksizm’i terk etmemiş olan Kautsky, Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı bu olgu karşısında, doğru olarak, görüşlerini değiştirmeye ve bu mücadele biçimlerini onaylamaya hazır olduğunu ilan etmişti.
Türkiye’den örneklersek; 12 Eylül’ün karanlık yıllarında, yaprağın kımıldamasının bile eylem sayıldığı bir zamanda, bir grup aydının bir araya gelerek dilekçe vermesi, toplumdaki suskunluğu dağıtmaya yardımcı olan bir eylemdi ve bu eylem, yankı yarattı, daha yüksek sesle konuşulmasının zemini oldu. Ama yığın hareketinin grev, gösteri ve çatışmalar biçimini aldığı 1993 Türkiye’sinde dilekçe vermenin ilerletici bir işlev yüklenmesi şöyle dursun, eylem olup olmadığı bile tartışmalıdır.
Yine işçi hareketinin 12 Eylül’den sonra yeni yeni filizlendiği koşullarda işçilerin protesto amacıyla saç-sakal uzatmaları, çıplak ayakla yürümeleri gibi eylemler, o zamanki koşullar içinde bir anlama sahipti ve anlaşılır bir durumdu. Ama bugün bu tür “eylemler”, işçi hareketini geriye çekmenin ve etkisiz kılmanın biçimi olabilir ancak.
Tutum, belirli bir mücadele biçimini sübjektif niyetlere göre onaylayıp onaylamamak değildir ve olmamalıdır. Elbette verili somut koşullarda bir takım mücadele biçimleri kabul edilebilir, diğer bazıları reddedilebilir. Ama bu kabul ya da ret, mutlaka verili koşulların somut bir incelemesine dayanmak zorundadır.

ÖRGÜT BİÇİMLERİ
Bir mücadele, eğer örgütlü değilse peşinen yenilgiye mahkûmdur. Her mücadele ancak örgütle var olur; şu var ki sorun, örgütün niteliğinin mücadelenin niteliği ve ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte olmasıdır.
Örgüt biçimleri, mücadele biçimleri tarafından belirlenir. Doğrudan, kurulu siyasal iktidara yönelik genel siyasal mücadele, bir sendika örgütü tarafından yönetilemez. Siyasal mücadele, bütün mücadeleleri genel siyasal bir plana ustaca bağlayan, işçi sınıfının en ileri ve en bilinçli unsurlarının çelikten bir disiplinle içinde kaynaştığı Devrimci Komünist Partisi tarafından yönetilebilir.
Her örgüt bir ihtiyacın ürünüdür. Her mücadele biçimi, kendisine uygun bir örgüt biçimiyle etkili sonuçlar verebilir. Örgütün niteliği mücadele biçimince belirlenir. Yığınsal mücadele söz konusu olduğunda, mücadele biçimleri için söylenenlerin sınıfın yığınsal olarak içinde yer aldığı örgütler için de geçerlidir. Eylem halindeki işçi sınıfı, girdiği mücadelelerde o güne kadar gündemde olmayan yeni örgüt biçimleri de yaratır. En ilkel biçimiyle de olsa her grev, grevi yürütmekle görevli bir örgüt yaratmıştır. Kuşkusuz daha üst mücadelelerde daha karmaşık örgütler ortaya çıkar.
Marksizm’in işçi sınıfına yüklediği misyon ve onda var olduğunu saptadığı nitelikler, ancak eylem durumunda ortaya çıkar. İşçi sınıfı, giriştiği kahramanca mücadelede, kendi yaratıcılığıyla sayısız örgüt yaratır. Bu örgütler, bir yandan sınıfın eylem halinde kazandığı coşku ve yaratıcılığın işaretiyken; diğer yandan onun kendisini ve tüm toplumu yönetmesinin de okulu olur.
İşçi sınıfı, egemen sınıf olarak örgütlenme kudretine sahip bir sınıftır. Bu kudret, onun iktidarı fethetmesinin arkasından kazanılan bir yetenek değildir. O, yönetme yeteneğini kapitalizme karşı mücadelesi içinde kazanır. Kendi demokrasisini, iktidar organlarını önce sokakta oluşturur. O, örgüt biçimlerini de mücadelesi içinde ve mücadelesinin seyrine uygun olarak yaratır.
Bunu bir örnek üzerinden açıklamaya çalışalım:
1905 Devrimi, “Sovyet” adı verilen yeni bir örgüt biçimini dünya proletaryasına tanıttı. O güne kadar Bolşeviklerin akıllarından geçirmedikleri ayaklanma ve iktidar organları olarak Sovyetler, 1905 Ekimi’ndeki genel, siyasal grev içinde, bütün fabrika ve işletmelerin temsilcilerinin bir araya gelmesinden oluşuyordu. Sovyet adıyla kurulan ilk örgüt, daha 1905 yılı başında grevci Petersburg işçilerine yardım sağlamak amacıyla seçilen delegelerin oluşturduğu bir birlikti. Ekim ayaklanmasında ise sınıfın bütün kesimlerini temsil eden yığınsal bir ayaklanma organıydı. Sovyetler, ilk başta Petersburg ve Moskova’da kuruldu ve ardından kısa sürede diğer önemli sanayi merkezlerine yayıldı. Partili ya da partisiz her işçi Sovyet’in doğal üyesiydi. Her 500 ya da 400 kişiyi temsilen bir delege Sovyet toplantılarına katılıyordu. Bütün kararlar tartışılarak alınıyordu ve Sovyetler ayaklanma organları işlevi görüyordu. Bolşevik Partisi Tarihi Sovyetleri şöyle anlatıyor:
“Bütün işletme ve fabrikaların delegelerinin bir toplantısı olan İşçi Temsilcileri Sovyetleri, işçi sınıfının, dünyada o güne kadar görülmemiş bir siyasi kitle örgütü idi. İlk olarak 1905’te ortaya çıkan Sovyetler, proletarya tarafından 1917’de kurulan Sovyet İktidarı’nın kendine aldığı örnektir. Sovyetler, halkın yaratıcı gücünün yeni devrimci bir biçimiydi. Bunlar, yalnızca halkın devrimci kesimleri tarafından kuruldular ve çarlığın bütün yasa ve kurallarını yıktılar. Çarlığa karşı mücadele etmek üzere ayaklanan halkın bağımsız eyleminin bir ifadesiydiler.” (Eserler  15 sf.97]
Lenin Sovyetler için, gelecekteki proletarya iktidarının çekirdeği diyordu.
Devrimin yenilgisi, devrim durumunun bir ürünü olan Sovyetlerin de ortadan kalkmasına yol açtı. Bu örnekten çıkan bazı önemli sonuçların altını çizersek:
Birincisi, Lenin de dâhil Bolşevikler, böylesi bir örgütü öngörmemişlerdi. Ama bu Lenin’in yığın hareketinin yaratacağı yeni biçimlere açık oldukları saptamasına uygundu. Bu bakımdan Bolşevikler, Sovyetleri benimsediler ve onların gerçek iktidar organı olarak işlevlerini tam olarak yerine getirebilmeleri için bütün güçleriyle çalıştılar. Sovyetlerin şahsında ortaya çıkan bu muazzam kitle yaratıcılığına, bilinçli bir yönelim vermeye çalıştılar; Menşeviklerin bu örgütleri yozlaştırma çabalarına karşı durdular. Bu mücadelenin tecrübesini genelleştirdiler ve Leninist devrim teorisinin bir parçası kıldılar; gelecekteki proleter iktidarın özelliklerini Sovyetlerden yola çıkarak teorileştirdiler. Ekim Devrimi bu tecrübelerin üzerinde yükseldi.
İkincisi, Sovyetlerin devrim dalgasının geri çekilmesiyle birlikte ortadan kalkması, yığınsal bir örgüt biçimine iradi müdahalenin sınırlarını belirlemesi bakımından da anlamlıdır. İrade ve istek, ancak uygun nesnel koşullar zemininde bir etki kazanabilir. Salt başına istekler yığınsal bir örgüt biçimini ortaya çıkaramaz ve onu ortadan kaldıramaz. Sovyetler, doğrudan ayaklanma koşullarının ürünüydü ve kitle mücadelesi tavsayıp devrimci durum ortadan kalktığında, Sovyetler de işlevini yitirdi. Devrimin yenilgisinden sonra, kitle hareketindeki alçalışa uygun olarak yeni mücadele ve örgüt biçimleri ortaya koymak yerine Sovyetlerin yaşatılmasında ayak direnseydi; bu umutsuz bir çaba olmaktan öteye geçemezdi. Bolşevikler, 1917 Şubat Devrimi’nde Sovyetler yeniden ortaya çıkana kadar, yığın hareketinin ihtiyaçlarına uygun; ama daha geri bir dizi mücadele ve örgüt biçimine başvurdular.
Türkiye pratiği bakımından dersler çıkarılabilecek iki noktaya daha değinmek yerinde olur. İlki, 1917’de Sovyetlerde çoğunluk, Menşevik ve Sosyal-Devrimcilerde olmasına karşın Bolşevikler, “Bütün iktidar Sovyetlere” dediler. Çünkü yönetim Menşeviklerde olsa da, bu örgütler demokratik bir iç işleyişe sahip doğrudan emekçi örgütleriydi. Söz konusu olan, iktidarın demokratik işlerliğe sahip işçi organlarının devriydi. Bu işleyiş, bu örgütte yer alan milyonların kazanılmasının da teminatıydı. Ve gerçekten de Bolşeviklerin sabırlı çalışması sonuç verdi; Eylül’de Bolşevikler artık çoğunluktaydı. Şimdi, “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganını eksik bulup “Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine” diye bağıran “sosyalistleri” hatırlatmanın zamanıdır. İşçilerin yönetime gelmesi, üç ağanın aşağıya inip yerine üç sıradan işçinin gelmesi değildir. Sorun bürokratik tekelin kırılması, demokratik bir işleyiş kazanan sendikada devrimci komünist bir politikanın yerleşmesinin zemininin yaratılmasıdır. Bunun küçük burjuva devrimcileri tarafından anlaşılmaması doğaldır. Çünkü onlar, sendikaların dönüşümünü, kötü yöneticilerin iyi yöneticilerle değiştirilmesiyle sınırlı bir değişim olarak görüyorlar. Oysa Bolşevikler, iktidarın sınıfı temsil eden ve elbette ki Bolşevik yönetim altında gerçek iktidar organı işlevi yüklenebilecek Sovyetlere devredilmesini gündemlerine sokarken, sınıfın bağımsız iradesinin ifadesi olan bir örgütlenmede, yığınların doğrulara kapalı olmayacağını çok iyi biliyorlardı.
İkincisi ve konumuz açısından daha da önemlisi şudur: Bir örgüt biçimi, somut bir ihtiyaçtan doğar. Bir mücadelenin ihtiyaçlarınca belirlenir. Bu bakımdan örgüt biçimleri, mücadele biçimlerindeki değişikliklerle, kabarış ve alçalışlarla değişir, yerlerini başka yeni örgüt biçimlerine terk ederler ya da yepyeni işlevlerle yüklenirler. Burjuva yönetime sahip sendika örgütünün işlevsiz kaldığı, mücadelenin ihtiyaçlarına cevap veremediği koşullarda bir grevin ortaya çıkardığı işçi komitelerinin grevin son bulmasıyla sönmesine akıl sır erdirmeyen ve en “sosyalist” birkaç ileri işçiden müteşekkil dar örgütleri “işçi komiteleri” olarak payelendirme tutumuna giren akımlar, başarısızlığa uğradıklarında kabahati kendi taktiklerinde aramak yerine yığınların bilincindeki geriliğe veryansın ediyorlar. Çünkü onlar, mücadelenin ihtiyaçlarını ve yığınların yönelimini gözlüyorlar, pratiğin kendilerini izleyeceği hayaline kapılıyorlar.

MÜCADELE BİÇİMLERİ VE PROLETARYA PARTİSİNİN ROLÜ

Şimdiye kadar, mücadele biçimlerinin soyut reçetelere göre yaratılamayacağı, kitle hareketinin, kendi gelişim seyri içinde çok çeşitli mücadele biçimleri yaratacağı üzerinde durduk. Peki, bu durumda, proletarya partisinin rolü ne olacaktır? Parti, kitle hareketinin yarattığı mücadele biçimlerini izlemekle mi yetinecektir? Mücadele biçimlerinin hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkışı, proletarya partisinin iradesinden bağımsız objektif bir olgudur. Proletarya partisi, taktiklerini saptarken bu objektif durumu göz önüne almak zorundadır ama buna karşılık onun rolü izlemecilik değil, bilinçli bir yönetimdir. Kitle hareketini ciddiyetle izlemek, ona en etkin yardımın engeli değil, tersine önkoşuludur.
Parti, proletaryanın en bilinçli temsilcilerini bağrında ‘toplayan savaş kurmayıdır. Onun faaliyeti, hiç bir şekilde olayların peşinden sürüklenmek, kendiliğinden hareketin kuyruğunda yürümek olamaz. O, Marksizm-Leninizm’in bilimsel teorisi ışığında bütün nesnel süreçleri inceleyerek proletarya hareketinin hedeflerini belirler. Ama bu hedeflere varılması sadece objektif süreçlerin iyi bir şekilde incelenmesiyle, varılacak hedefin belirlenmesiyle mümkün olmaz. Bunun için, bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için, proletaryanın ittifak güçlerinin saptanması, hedefe en etkili vuruşun nasıl ve hangi noktada yapılması gibi bir dizi planlar bütününe sahip olmak gerekir. Bir devrim süreci boyunca değişmeden kalan bu plan bütününe strateji denir. Ama bir toplumsal devrim süreci, son derece karmaşık ve değişken birçok ara süreçten geçer.
“Genel olarak tarih, özel olarak da, devrimlerin tarihi en iyi partilerin, en ileri sınıfların en sınıf bilinçli öncü birliklerinin tahmin ettiklerinden daima içerik olarak çok daha zengin, daha renkli, daha çok yönlü, daha canlı ve daha ‘kurnaz’dır. Bu anlaşılırdır da, çünkü en iyi öncü birlikler, on binlerin bilincini, arzusunu, tutkusunu, hayal gücünü dile getirir. Devrim ise bütün insan yeteneklerinin özel bir atılım ve özel bir gerilim anında, en keskin sınıf mücadelesi tarafından harekete itilmiş onlarca milyonun bilinci, iradesi, tutkusu ve hayal gücüyle gerçekleşir.” (6)
Parti, toplumsal hareketteki bütün bu değişme ve hareketliliği hesaba katan, esnek ve değişebilen bir dizi ara plana da sahip olmak zorundadır; bu da taktiktir. Taktik, stratejinin hizmetindedir, stratejinin gerçekleşmesi için o anın koşullarına en uygun mücadele biçimlerinde karar kılmak, bu mücadele biçimlerine uygun örgüt biçimlerini ustaca kullanmakla yükümlüdür. Hareketin kabarması ve alçalmasına göre kendisini yenilemek zorundadır.
Strateji ve taktik proletarya partisinin planlı faaliyetinin iki yönünü oluşturur.
Proletarya partisi, toplumsal hareket üzerinde olabilecek azami etkide bulunabilmek için, bütün devrimci sınıfların güçlerini ortak bir planın parçası haline getirmeye, ortaya çıkan bütün mücadeleleri genel siyasi mücadeleye bağlamaya çalışır. Ama O, bu faaliyeti yürütürken, objektif duruma gözlerini kapamaz, kendi isteklerini objektif durumun yerine geçirmez, tersine taktiklerini objektif durumun tahliline dayandırır.
Bu bakımdan devrimci taktik, yığın hareketinin irademizden bağımsız olarak ortaya çıkardığı eylem biçimlerini tanır, onların sınıfın içinde bulunduğu durumun ifadesi olduğunu bilir ve bu hareket üzerinde etkili olabilmek ve onu genel siyasal mücadeleye bağlamak için yığın hareketini şekillendirmeye çalışır. Lenin, partinin mücadele biçimlerine müdahalesini, daha önce de aktardığımız gibi, şu noktalarda ele alır: Genelleştirmek, örgütlemek ve bilinç unsuru katmak..
Kitle hareketi, mücadele biçimlerini kendi doğal seyri içinde ortaya çıkarmasına rağmen, bunu gelişmiş ve son şeklini almış haliyle değil, çoğu zaman ilkel haliyle, rüşeym halinde ortaya çıkarır. Ve ortaya çıkan bu mücadele biçimine, öncelikle sınıfın belirli bir bölüğü başvurur. Bu durumda parti, sınıf hareketinin ihtiyaçlarına uygun düşen bu mücadele biçimini, sınıfın bütününe mal etmeye çalışır. En etkin uygulanması için çaba gösterir ve bu mücadelenin işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesine hedefine bağlar.
Anlaşılacağı gibi, onun faaliyeti iki yönlüdür. Bir yandan, somut durumu iyi gözlemek, hareketin ortaya çıkardığı ve hareketi ilerletici role sahip eylem biçimlerini kabul etmek; ama öte yandan bu hareketin proletaryanın genel çıkarlarına bağlanmasına çalışmak.

MÜCADELE BİÇİMLERİNİ ÖRGÜTLEMEK, GENELEŞTİRMEK VE BİLİNÇLE DONATMAK
İşçi sınıfı hareketinin “kendi seyri içinde ortaya çıkan” eylem biçimlerinden söz edildiği her durumda, sınıf hareketine dışarıdan ve ona ancak kendi düşüncelerindeki kalıplanmış ölçüler içinde bakan anlayış, “kendiliğindencilik ve ekonomizm” suçlamasını yapıştırır. Leninist tarzda anlaşıldığında, bu kavram, işçilerin eğilimleriyle siyasal önderliğin planları ve yönelimleri arasında kurulacak ilişkinin yöntemini ifade eder. Yazımızın önceki bölümlerinde, bu ilişkinin başlıca üç öğesinin bulunduğunu görmüştük. Özetle bunlar, “genelleştirme, örgütleme ve bilinç unsuru katma”dır.
A. Genelleştirme
Genelleştirme, işçi sınıfının eyleminin kendi seyri içinde ortaya çıkardığı yeni ve etkili eylem biçimlerinin başlıca iki yönde geliştirilmesini ifade eder. Genelleştirme kavramının ifade ettiği birinci anlam, bu eylem biçiminin sınıfın diğer kesimleri tarafından kullanılabilecek tarzda ele alınmasıdır. Bu, basit olarak, eylemin sınıfın diğer kesimleri tarafından taklit edilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Türkiye işçi sınıfının tarihinde, bu hataya sık sık düşülmüş ve ortaya çıkarılan yeni eylem biçimlerinin harcanıp etkisizleşmesi sonucunu doğurmuştur. Yazımızın ilerici bölümlerinde değineceğimiz “Ankara’ya yürümek”, bu türden taklitçi eylemlere bir örnektir. Taklit etmeden farklı olarak, genelleştirme, bir eylem biçiminin en karakteristik ve genel olarak geçerli olacak olan özelliklerini bularak, değişik koşullarda da uygulanabilecek temellerini ortaya çıkarmak demektir. Bir eylem biçimi, ancak en temel özellikleriyle anlaşılabildiği takdirde, işçi sınıfının diğer kesimleri tarafından bir sınıf eylemi olarak kavranıp benimsenebilir. Örneğin, Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü, birçok özelliği içinde başlıca, kitleselliği ve uzun soluklu oluşuyla öne çıkıyordu. Bu onun temel ve genelleştirilmesi söz konusu olduğunda göz önünde tutulacak başlıca özelliğiydi. İşçi sınıfının bu eyleme hazırlanma süreci ve eylemin ortaya çıkış koşullan gözetilmeden, uzun soluklu ve kitlesellik özellikleri kolayca anlaşılamaz. Bu açıdan bakılınca, diğer Ankara yürüyüşlerinin, en azından kitlesellik bakımından, bu eylemin genelleştirilmiş bir biçimi olma özelliğini taşımadığını, sadece taklitleri olduğu görülebilecektir.
60’lı yıllarda, fabrika işgalleri, işçi sınıfının başlıca eylem biçimlerinden biri halindeydi. Grevlerin bir aşaması ve grevin tıkanma noktasında ortaya çıkan işgaller, işçi sınıfının büyük kitlesi içinde, mücadelenin ileri bir aşaması olarak benimsenmiş ve genel bir hal almıştı. Ancak işçi sınıfı, henüz siyasal örgütünün olmadığı o koşullarda, kendiliğinden bir tarzda, bu eylem biçiminin genelleştirilmesini başarmıştı. İşyerinin değişen özelliklerine paralel olarak, işgalin biçimi, kullanılan araçların niteliği, işgalin örgütlenmesi değişebiliyordu; fakat değişmeden kalan temel özellik, işgalin, patronla girişilen mücadelenin yüksek bir aşamasını temsil etmesi ve diğer daha aşağı mücadele biçimlerinin tıkanmasının sonunda ortaya çıkmasıydı. Bu açıdan, hiç bir işgal, diğerinin taklidi sayılamazdı. Bu örnekte, öğretici olan bir diğer yan, işçi sınıfının eyleminin kendi seyri içinde gelişen bir biçimin, sınıfın kendiliğinden hareketi içinde bir genellik kazanmasının, kalın ve gerçek anlamda genel bir özellik taşıyamayacağını göstermesidir.
Genelleştirme kavramının ikinci anlamı, doğrudan doğruya bu örnekte ortaya çıkan bir bütünleştirme etkisiyle ilgilidir. Genelleştirmenin ikinci anlamı, yeni eylem biçiminin, işçi sınıfının diğer eylem biçimleri içinde, onlarla bağıntılı ve dönüşümlü olarak kullanılabilecek tarzda, işçi sınıfı literatürüne dâhil edilmesidir. Hemen görülebileceği gibi, bu etkinlik, ancak ve yalnızca parti örgütünün sorunu ele almasıyla gerçekleştirilebilir. Gene işgal örneği üzerinde duralım: Böyle bir eylem biçiminin, grev, toplu gösteriler, boykotlar gibi değişik eylem biçimlerinin içinde nereye konacağı, hangi aşamada kullanılabileceği, başka hangi eylemlerle desteklenebileceği, işçi sınıfının ekonomik örgütleri tarafından yeterli netlikle görülüp saptanamaz. İşçi sınıfının, bir eylem biçimini, diğer eylemlere bağıntılı bir bütün oluşturacak tarzda ele alıp uygulayabilmesi için, yalnızca bir işyerindeki mücadeleyi görüp bilmesi yetmez. Aynı anda veya bir belli dönem içinde, sınıfın diğer kesimlerinin, değişik sektörlerdeki işçi kitlelerinin hangi eylem düzeyinde bulunduğu, ülkenin genel koşullarının hangi eylem biçimini gündeme getirdiğini, bütün bu koşullar altında bir işletmedeki eylemin etkisinin ve sonucunun ne olabileceğini, ancak işçi sınıfının genelkurmayı hesap edebilir.
Bu iki özelliği bir arada düşündüğümüzde, genelleştirme kavramının, aynı zamanda “teorize etme” anlamına geldiğini görürüz.
B. Örgütleme
İşçi sınıfının örgütlenmesinin değişik biçimleri ve dereceleri vardır. Sendikalar, işyeri komiteleri, yardımlaşma sandıklan, siyasi parti, vs. değişik tür ve düzeyde işçi örgütleridir. Bunların her birinin, sınıfın mücadelesinde yeri vardır ve hiçbiri, diğerinin yerini tutamaz, işçiler, bunlar ve diğer sınıf örgütleri aracılığıyla, kendilerini bir sınıf olarak ortaya koyarlar.
Örgütlenme kavramı, ilk başta, bütün bu farklı tür ve düzeydeki örgütlerin kurulup çalıştırılması anlamına gelir. Fakat bir eylemin örgütlenmesi, bundan daha farklı, özel bir iştir.
Bir grev, yürüyüş, işgal ya da boykot, değişik türden işbölümlerini ve değişik ilişkileri gerektirir. Her birinde, işçilerin mücadele boyunca karşılaşacakları sorunları çözmeye, eylemin sağlıklı yürümesi için planlar yapmaya ve bunları yürütecek organları kurmaya elverişli bir örgütlenmeye ihtiyaçları vardır. İşçiler, çoğu zaman bu türden örgütleri büyük bir başarıyla ve beceriyle yaratırlar. Ancak bu türden örgütlerin ömrü, daima eylemin süresiyle sınırlıdır. Eylem bittiği anda, eylem içinde kurulmuş örgütler de söner. Bir işyerindeki örgüt biçiminden diğer işyerlerindeki işçilerin çoğunlukla haberi olmaz. Eylem boyunca, her defasında aynı örgüt biçimleri yeniden ve yeniden keşfedilir.
Devrimci faaliyetin bu anda ortaya çıkan görevleri de, bu eksiklikleri ve zaafları gidermeye yönelik olacaktır. İşçi sınıfının bulduğu yeni eylem biçimlerinin örgütlenmesinde eski ve uluslararası deneyin birikimine ve bilgisine, yalnızca komünist işçi önderleri sahip olabilir. Eylem biçiminin ihtiyaç duyduğu değişik ve yeni örgüt biçimlerini önermek ve inşa edilmeleri için çaba göstermek, eylemin kendi içinde örgütlenmesine ilişkin görevlerin bir bölümüdür.
Fakat eylemin örgütlenmesi kavramının daha geniş bir anlamı daha vardır. İşçi sınıfının eyleminin ortaya çıkardığı ve nispeten kalıcılık gösteren bütün örgüt biçimlerini, daha genel bir işçi örgütü halinde genişletmek, işyerleri ve üretim birimleri arasında ilişkileri sağlayan sürekli ve kalıcı örgütler yaratmak, eylemin açtığı olanaklar içinde kolaylaşmaktadır. Bu, aynı zamanda işçi sınıfı ile işçilerin komünist partisi arasındaki ilişkilerin bir örgütlülük ilişkisi haline getirilmesi bakımından da önemlidir.
C. Bilinç unsuru
İşçi sınıfının eyleminin kendi seyri içinde ortaya çıkardığı biçimler üzerinde uygulanması gereken bir diğer siyasal çalışma olarak, “bilinç katma”yı saymıştık. Bilinç katma, eylemin kendiliğinden sınırlar içinde kaldığı sürece, hiç bir zaman ekonomik hedeflerin ötesine geçemeyeceğini bildiren Leninist ilkenin bir gereğidir. Gene Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü örneğini ele alalım. Bu eylem, diğer özelliklerinin yanı sıra, devlet örgütlenmesinin en tepesindeki kişiyi hedef alması bakımından karakteristikti. Ne var ki Turgut Özal’ın karşısına kitle halinde ulaşılabilseydi, ne yapılacağına dair bir plan yoktu. Bir dilekçe mi verilecekti, Özal’la konuşulup geri mi dönülecekti, eğer Özal yerinden alaşağı edilecekse onun yerine ne konulacaktı? Bütün bunlar belirsizdi ve işçiler, o anda kendi iktidarlarını kurma bilincine, bunun gerçekleştirilmesi için gerekli araçlara ve örgütlenmelere sahip değillerdi. Bu, onun henüz proleterce ve devrimci olmayan siyasal tavrının bir ifadesiydi ve geliştirilmeden, sınıfın bütün kesimleri içinde eleştirilmesi ve tekrarlanmaması gereken bir yanıydı. Ancak, işçi sınıfının gerek yürüyüşe katılan kesiminin gerekse diğer kitlesinin, bu eylemin bütün içeriğini, hedeflerini ve olanaklarını doğru ve tam olarak değerlendirebilmesi için, olaya “herhangi bir açıdan değil”, sosyalistçe bakması gerekiyordu. Eylemin hedeflerinin netleşmesi, kitlenin olanaklarının ve gücünün yeteceği ve yetmeyeceği noktaların iyice hesap edilerek bunun eylemci kitleye anlatılabilmesi, bu gücü ve olanakları abartan ya da küçümseyen eğilimlere karşı eylem içinde mücadele edilmesi, ilk ve acil işlerin başında geliyordu. Diğer yandan, nispeten uzun vadeli bir çalışmayı gerektiren, diğer bilinç unsurlarının, eylem içinde ve sonrasında, işçi sınıfının tüm kesimlerine ulaştırılması, sosyalist görevlerin bir başka cephesini oluşturuyordu. Buna göre, işçilerin eyleminin hem diğer işçi kesimlerinin eylemiyle, hem de emekçi halk kesimlerinin mücadelesinin diğer biçimleri ve alanlarıyla birleştirilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfının sosyalist bilincini oluşturan diğer unsurların uzun ve sürekli bir propagandayla sağlanabileceği açıktır. Fakat işçiler, bir eylem sürecinde, olağan zamanlarda edinebileceklerinin çok daha fazlasını almaya açık ve istekli hale gelirler. Önemli olan, böyle bir anda, eylemin doğasına, hedeflerine ve gerçekleştiği dönemin özgün koşullarına uygun, eylemin sunduğu malzemeyi değerlendiren bir propaganda çalışmasının yapılabilmesidir. Bilinç unsurunun taşınması, eylemin kendi iç hedeflerine ulaşmayı başaramadığı koşullarda, işçilerin moral bozukluğuna uğramalarını, daha geri zeminlere kaymasını önleyecek, yeni ve daha yüksek eylem biçimlerine geçişi kolaylaştıracaktır. Bunun olmadığı yerde ise, her grev, ya da bir başka eylem biçimi, burjuvazinin iktidarına karşı mücadelenin yersiz, anlamsız ve yenilgiye mahkûm olduğu yolundaki karşı devrimci propagandayı güçlendirecektir. Oysa herhangi bir alandaki tekil bir eylemin, daha büyük, genel ve sürekli bir mücadelenin parçası olduğunu, bu mücadeleyi her koşulda sürdürmeye hazır bir komünist işçi partisinin bulunduğunu bilen işçiler, kendi eylemleri yenilgiyle sonuçlansa bile, bundan, burjuvazinin yenilmezliği sonucunu çıkarmazlar. Kendilerini yarı yolda bırakan sendikaların, mümkün tek örgüt olduğuna inandırılmış olan geri işçi kesimleri, onların öncülüğünde kaybettikleri nice kavgayı, kendi güçsüzlüklerinin delili olarak görmeye eğilimlidir. Eylemde bilinç unsuru, işçi sınıfının kendi gücünün ve olanaklarının farkına varmasını kolaylaştıran, mücadelenin tarihselliğini ve sürekliliğini gösteren bir rol oynar. Bu yalnızca, eylem sonrasında da, işçilerin sınıf tavrını sürdürmelerini sağlamak bakımından değil, aynı zamanda, eylemin kısa vadeli hedeflerine ulaşabilmek için de önemlidir.

TÜRKİYE PRATİĞİNDEN İKİ ÖRNEK: ANKARA YÜRÜYÜŞLERİ VE AÇLIK GREVLERİ

Türkiye pratiğinde, mücadele biçimleri sorununa yaklaşımın çokça yanlış örneği vardır. Bütün bir tarih bir yana bırakılsa bile, son bir kaç yılda çeşitli “sol” grupların ortaya koydukları pratik bile yeterince olumsuz örnek sunmaktadır. Bir çok “sol” grup, yığınsal bir eylemin içinde yer alıp onu sosyalist tarzda geliştirmek görevini ihmal etmiş, ama kendi tarzlarında işçilere “yardım” olarak düşündükleri uç eylemler ortaya koymuşlardır. İşyerini işgal eden Maga Deri işçilerinin eylemlerini desteklemek adına işyerinin patronu Ali Şen’in helikopterini yakarak bunu devrimci bir eylem olarak propaganda eden sol davranış, bu tarzın seyrek rastlanmayan tipik bir ifadesidir. Yine yakın bir zamanda, işçilere sahip çıkmayan sendika ağalarını cezalandırmak gerekçesiyle Belediye-İş sendikasının basılması da başka orijinal bir örnek. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama bunun bir anlamı yok. Çünkü bu eylemler olsa olsa sınıf üzerinde olumsuz bir etki yaratabilir. Biz burada kendimizi, son bir kaç yıldır sınıf içinde de tartışılan, sınıfın belirli kesimlerinin başvurduğu iki eylem biçimini değerlendirmekle sınırlayacağız: Ankara yürüyüşleri ve açlık grevleri.
Son yıllarda bazı gruplar, işçilerin ve diğer emekçi tabakaların her direnişinde, güçleri yettiğince, direnişe yol açan uygulamaların ne olduğuna ve eylemin hangi talepler için yürütüldüğüne bakmaksızın, çözümün Ankara’ya yürümekle mümkün olduğunu ileri sürerek, Ankara’ya yürümeyi, militan mücadelenin olmazsa olmaz biçimi olarak göstermeye çalıştılar. Kuşkusuz, Ankara yürüyüşlerini, hiç bir koşulda başvurulmaması gereken bir eylem biçimi olarak değerlendirmiyoruz. Bu biçim, aşağıda anlatacağımız gibi, bütün koşullar ciddi bir analize tabi tutularak başvurulduğunda etkin sonuçlar verebilecek, sınıfın mücadele azmini bileyecek ve sınıfın diğer bölükleri üzerinde olumlu bir etki yaratabilecek bir mücadele, biçimidir ve onu reddetmek kimsenin aklından geçmez. Ama bir mücadele biçimi mutlaklaştırılır, şartlar incelemeden değişmez bir kalıp gibi her direnişe uydurulmaya çalışılırsa, o eylem biçimi, fetiş haline gelir, yozlaşır.
Ankara yürüyüşü, bir mücadele biçimi olarak Zonguldak Direnişi sırasında etkin bir silah olarak kullanılmasıyla sınıfın ve diğer emekçi tabakaların dikkatini çeken bir özellik kazandı. Aslında Türkiye tarihinde Ankara’ya yürüyüşün başka örnekleri de vardır. 60’lı yılların başında İstanbul’dan Ankara’ya çıplak ayaklı işçi yürüyüşü, 60’lı yılların sonlarında Çorum’dan Ankara’ya yürüyüş gibi. Fakat bu mücadele biçiminin işçi sınıfı ve halk üzerindeki derin etkisi, Zonguldak işçilerinin eşleri ve çocuklarıyla oluşturdukları 100 bin kişilik bir kitleyle Ankara’ya yürümesiyle oluştu.
1990 Aralığında greve çıkan Zonguldak kömür madeni işçileri, her geçen gün daha büyük bir kalabalıkla Zonguldak’ın merkezine yürüyor, Zonguldak meydanı her gün dev bir miting alanına dönüşüyordu. Artık Zonguldak madenciye dar geliyordu ve “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” Özal ve onun zayıf gölgesi hükümetin açık saldırgan tavrı işçideki öfkeyi daha da körüklüyordu. Tam bu sırada Ankara yürüyüşü gündeme geldi. Bu, önce Genel Maden-İş Sendikası Başkanı Denizer’e “Başkan Ankara’ya ne zaman yürüyoruz?” sorusunun bölük bölük ve giderek hep bir ağızdan sorulmasıyla ve bütün işçilerde oluşan belirgin bir yürüme eğilimine sendikanın onay vermesi ya da onaylamak zorunda kalışıyla başladı. Televizyondan her gün işçilere saldıran ve madenleri kapatmakla tehdit eden Çankaya ve Hükümet Ankara’daydı ve hesaplaşma orada gerçekleşmeliydi.
Böylece sayıları 100 bini aşan bir işçi kalabalığı, kışın soğuğunu öfkelerinin sıcaklığıyla etkisizleştirerek, öfkeli sloganlarla Ankara yoluna döküldüler. İşçi sınıfının gözü onlardaydı, yüreği onlarla çarpıyordu. Yürüyüş gün gün ilerlerken, bütün sınıflar dikkatlerini onlarda yoğunlaştırmışlardı. Türkiye, Zonguldak’ı ve Ankara Yürüyüşü’nü konuşuyordu. Hürriyet gazetesinin umutsuz başlığı “Adım adım geliyorlar!” şeklindeydi ve burjuvazinin korku ve şaşkınlığını ifade ediyordu. Bu yüz binlik kalabalığı Ankara’ya sokmanın büyük tehlikesini hesap eden burjuvazi, sınıflar arasındaki çatışmanın belirgin bir simgesi olarak barikatlar kurdu ve burada anlatmaya gerek olmayan birçok nedenle bu büyük direniş, yenilgiyi kabullenemeyen işçilerin gözyaşları arasında, Mengen’de barikatın kenarında son buldu.
Bu eylem biçimi, tamamen doğru seçilmişti. Eylem halindeki işçi sınıfının yaratıcılığının bir ifadesi olarak ve madencilerin bütününün bir eğilimi olarak doğmuştu ve hiç bir şekilde ona dayatılan bir biçim olmayıp, kendisinin ürünü olduğu için bütün işçileri çeken bir eylem oldu. Eylemin, son bir çarpışma gibi görülse de, Ankara’ya varılması halinde, çok daha değişik ve etkili mücadelelerin yolunu açacağı kesindi. Genel bir yükseliş içinde olmakla birlikte tutukluğunu üstünden atamayan işçi hareketini başka eylemlerle zenginleşmeyen grevlerden etkin, gösterili grevler çizgisine çekiyor, sınıfın ruhunu ilerletiyordu. Gündemi belirliyor ve kısa süreli de olsa bir genel grevin yaşanmasını zorlayan en önemli etken rolü oynuyordu.
Zonguldak meydanlarındaki işçi kitlesi Ankara Yürüyüşü’ne başladığında kitleselliğinden bir şey kaybetmemişti. Kitlesellik, eylemin en belirgin özelliğiydi, işçi sınıfının öncü kolu olma rolünü üstlenen madencilerin 100 bin kişilik kitlesinin Ankara’ya yürüyüşü, sadece madencilerin greve çıkmalarına yol açan talepler bakımından değil, işçi sınıfı hareketinin daha üst eylem biçimlerine çekilmesi bakımından da büyük anlama sahipti.
Zonguldak maden kömürü ocaklarının bağlı bulunduğu TTKİ, doğrudan hükümetin tasarrufundaydı. Ankara’dan her gün yapılan açıklamalar işçileri Ankara’ya yöneltiyordu. Bu, onu diğer birçok Ankara yürüyüşünden ayıran bir özelliktir.
Diğer yandan, yürüyüş öncesinde her gün dev gösteriler yapılıyordu. Onlarca gün aynı eylemlere başvuran işçiler bakımından, Ankara yürüyüşü, eylem biçiminde bir zenginleşme ve üst aşamaya sıçrama olanağı demekti.
Bundan sonra yapılacak Ankara yürüyüşlerinin, Madencilerinin Ankara’ya Yürüyüşü’nün kendine has özelliklerinin iyi kavranması ve tekrarlanabilir ve geliştirilebilir genel özelliklerinin iyi ayırt edilmesi üzerinde yükselmek zorundaydı. Ama bu eylem biçimini genel özellikleriyle teorileştirerek sınıfın hafızasına kaydetmek yerine eylemi taklit etmek sayısızca direnişte tartışma gündemine sokuldu ve birçok Ankara yürüyüşü yaşandı.
Madenci yürüyüşünün oluşturduğu sıcak atmosfer ve büyük etki, Ankara’ya her yürüyüşün de aynı etkilerle sonuçlanacağı sanısı yarattı ve uzayan her grevde, her kitlesel işten atmada başvurulması zorunlu bir eylem biçimi olarak görüldü. Hiç bir koşul göz önüne alınmadan, eylemin sınıfın bütünü üzerindeki etkisi, taleplerin gerçekleşme olanağı ile Ankara’ya yürüyüş arasındaki ilişki göz önüne alınmadan, eyleme katılacak işçilerin moral durumu hesaplanmadan değişmez bir kalıp gibi her duruma uygulanmaya çalışıldı.
Fakat Ankara’ya her yürüyüşün, aynı işlevi göreceğini söylemek mümkün olmuyor. Her mücadele biçimi, sınıf açısından avantajlarla birlikte dezavantajlar da taşır, eğer bu dezavantajlar avantajlara baskın gelemiyorsa, eylem biçimi istenen sonucu vermez. Ankara yürüyüşleri, kabul edilsin-edilmesin içine girilen eylemin son çarpışması işlevi görür ve “Ankara’ya vardık, ya sonra?” sorusunu gündeme getirir. Uzun ve yorucu bir yürüyüşün ardından gelen son çarpışmanın yenilgi alması, işçilerde yeniden toparlanıp başka eylem biçimlerine başvurma takatini tüketir. Eyleme katılan işçi sayısının azlığı, Ankara’da beklenen etkinin yaratılmasına çoğu zaman olanak vermez. Kitlenin ve sınıfın desteğinden yoksun uzun bir yürüyüş, yorgunlukla birlikte moral çöküntünün de tohumlarını içinde taşır. Zonguldak maden işçilerinin Ankara yürüyüşü, bu olumsuzlukları telafi edecek bir etkinlikteydi. Buna rağmen, Ankara Yürüyüşü’nün Mengen’de durdurulmasıyla eylem kısa sürede, taleplerle sınırlı olmak üzere yenilgiyle sonuçlandı.
Burada olumlu bir örnek olarak kamu çalışanlarının, Ankara’daki merkezi gösteriye hazırlık niteliğindeki Ankara yürüyüşlerini anabiliriz. Dikkat edilirse, bu hazırlık niteliğindeki yürüyüş, Zonguldak benzeri bir kitleselliğe sahipti. Türkiye’nin her tarafındaki kamu çalışanlarının bir araya gelmesi için, Ankara uygun bir merkezdi ve grevli sendika talebinin muhatabı doğruca hükümetti. Eylemin belirleyici yönü yürüyüşten çok merkezi bir gösteri olmasıydı.
Ama sadece kamuoyuna haklı olduklarını kabul ettirmek, ses getirmek amacıyla önerilen ve koşulların özellikleri göz önünde bulundurulmadan yapılan bir çok yürüyüş önerisi ve pratiği yaşandı.
Çok çarpıcı bir örnek olarak Yurtiçi Kargo işçilerinin direnişi sırasında yaşanan Ankara yürüyüşü tartışmalarını hatırlamak yerinde olur. Sendikalaşma çalışmaları işverence kitlesel bir işten atmayla cevaplandırılan kargo işçileri, örgütlü bulundukları TÜMTİS sendikasıyla birlikte başta aktarma merkezleri olmak üzere ve belli başlı kentlerde çalışmayı durdurdular, polisin bütün saldırganlığına karşın işverenin korsan çalışmasını önemli ölçüde engellediler ve işyerleri önünde direniş çadırları kurdular. Bu sırada, esas olarak direnişe dışardan destek veren ve sendikanın yardımıyla işçilerle tanışan bazı gruplar, Ankara’ya yürümenin bir zorunluluk olduğunu ileri sürdüler. Bu tavrın işçilerin önemli bir bölümünce ve sendika tarafından onaylanmaması üzerine “İhanet!” diye bağırarak işçileri sendika aleyhine kışkırtmaya çalıştılar ve direnişi bölücü bir tutuma girdiler; sendika hakkında asılsız söylentiler yaydılar ve morali bozulmuş bir kısım işçiyi sendikadan soğutmayı “başardılar”. Sonuçta “kesin çözüm” olarak dayatılan Ankara yürüyüşü gerçekleşmedi ama bu arada direniş de tavsayarak yenildi.
O zaman devrimci komünistler Ankara’ya yürüyüş talebini doğru bulmamışlardı. Sendikanın tutumu da benzer doğrultudaydı.
Ankara’ya yürüyüş önerisi, işçilerin aktarma merkezleri önünde kurdukları çadırların kuvvetli bir direnişe rağmen polis zoruyla söküldükten sonra dayatılmıştı. İşveren, korsan yollarla taşıma yapıyordu. Kavranacak halka, taşımanın fiilen durdurulması için bütün yolların denenmesiydi. İşçiler de Ambar işçilerinin deneylerinden öğrenerek taşımayı fiili olarak engelleme yoluna girmeye başlamıştı. Böyle bir zamanda taşımayı engellemeyi bir yana bırakıp Ankara’ya yürümek, bir bakıma zor olandan kaçmak anlamı taşıyordu.
Eylem biçimi hareketin gelişimi içinde işçilerin genel eğilimini yansıtmıyordu ve bütün işçilerin desteğini almaktan uzaktı. Dışarıdan çokbilmişlerce sınıfa dayatılıyordu. Direnişin talebi, işçilerin sendika hakkını kazanmış olarak işbaşı yapmalarıydı. Oysa Ankara’ya yürüyüş ile bu talebin gerçekleşmesi arasında doğrudan bir ilişki yoktu ve yürüyüş işverenle çarpışmak yerine “ses getirme” planları üzerine oturuyordu. Başvurulması o an için zorunlu olan eylem, taşımanın fiilen engellenmesi ve tavize zorlanmasıydı. Ankara yürüyüşü ise işverene o koşullar içinde bir soluk alma fırsatı verecekti. Ankara’ya yürünse ve talep gerçekleşmese, bu kesin olarak eylemin sonu demekti. Bu apaçık görülüyordu. Öneri sahiplerinin kafasında bile, yürüyüşten sonra ne olacağının açık bir cevabı yoktu.
Bu örnek başlıca iki şeyin işaretiydi. Bir eylem biçimi tartışmasıyla bir direnişin nasıl bitirilişinin ve sınıftan uzak, onun eğilimlerini tartmakta, koşulları kavramakta yetersiz ama demokrat sendika yönetimine saldırmada en pervasız, kendilerine ancak öğretme rolü veren “keskin solcuların” soyut reçetelerinin hayata uyumsuzluğunun işareti.
Açlık Grevleri ise, işçi sınıfı hareketinin değil, cezaevlerindeki tutsakların kendi özgün koşullarında geliştirdikleri bir eylem biçimidir. Son direnişlerde görülen örnekler, cezaevi mücadelesinin ürünü bir biçimin kabaca işçi hareketine aktarılmasından ibarettir.
Cezaevlerinin sınırlı koşulları içinde açlık grevi, doğru kullanıldığında etkin sonuç alınabilecek, kısaca aç kalarak düşmanını talepleri kabule zorlamaya dayanan, sabır gerektiren pasif bir eylem biçimidir. Başlıca iki amacı vardır: Talepleri hakkında kamuoyunu bilgilendirmek için dikkat yoğunlaştırmaya çalışmak; baskıları, işkenceyi teşhir ederek etki yaratmak ve böylece oluşan baskı aracılığıyla cezaevi yönetimi şahsında devlete taleplerini kabul ettirmek.
Çeşitli kamuoyu örgütleri ve derneklerde de yine kamuoyu yaratmak amacıyla bu eyleme başvurulmaktadır. Fakat bunlar çoğunlukla protesto amacıyla yapılan kısa süreli açlık grevleridir. Diktatörlüğün herhangi bir saldırısını protesto etmek amacıyla yapılan bu eylemlerin süresi, hiç bir zaman, eylemin çıkış nedeni olan talep ya da taleplerin elde edilmesiyle belirlenmez. Bu bakımdan işten atılan bir grup işçinin belirli koşullarda taleplerini duyurmak için girişecekleri kısa süreli açlık grevleri de, işyerinin işçilerinin Çoğunluğunun harekete geçirilemediği, kitlesel eylemin yaratılamadığı koşullarda anlaşılır bir şeydir. Bu bakımdan açlık grevi, kitle hareketi bakımından hiç bir zaman temel bir eylem biçimi olarak görülmemelidir. Olsa olsa, diğer eylem biçimlerine yardım eden tamamlayıcı ve ikinci dereceden bir eylem biçimi olarak görülebilir.
Bu bakımdan açlık grevinin bir hak alma eylemi olarak gündeme alınması ve kitle hareketinin diğer biçimleriyle tanışmış ve protesto, direniş, iş durdurma gibi eylemlerle tanışmış işçi kitlelerini uzun süreli bir açlık grevine yöneltilmesi yanlıştır.
Açlık grevi, pasif bir mücadele biçimidir. Bu direnişe katılan insanların aynı zamanda başka eylem biçimlerine başvurmaları, fiziksel koşullar bakımdan çok zordur; uzayan bir açlık grevi, kitle eyleminin motive ettiği ruh coşkunluğunun tersine, eylemciyi açlığa karşı direnme iradesiyle baş başa bırakır ve bu bakımdan morali zayıflatabilir. Ayrıca bu eyleme katılan insanların çeşitli şekillerde besin almaları fiili olarak mümkün olduğu için, cezaevi koşullarının tersine, devlet bu eylemin ölümle sonuçlanmayacağı üzerine planlar kurar.
Kısaca açlık grevi, eylemcinin, amaçladığı talepler arasında sağlam bir iradeyle bağ kurduğu, her bir eylemcinin bireysel direnme gücünün belirleyici olduğu, çokça sabır gerektiren sıkıcı ve pasif bir eylem biçimidir. Cezaevi koşulları, başka eylemlere imkân vermediğinden ve onların kendilerini kamuoyuna duyurmalarının başka biçimleri olmadığından tutsaklar bu eyleme sıkça başvurmakta ve eylemler çoğunlukla başarıyla sonuçlanmaktadır.
Ama kitle hareketinin sayısızca biçimi vardır ve bu eylem biçimleri, eyleme katılan insanlarda ortak bir ruh coşkunluğu, birlikte davranma duyguları yaratır ve başka eylem biçimlerine sıçramanın imkânlarını taşır. Bu eylem biçimlerinin yerine, çeşitliliği olmayan, ancak, sayıca az eylemci işçinin iradesini sınayarak onu fiziksel ve moral güçten düşüren açlık grevini geçirmek hareketin ilerlemesine hizmet etmez.
Yaşanan son açlık grevlerinde de görüldüğü gibi, açlık grevi, hareketin kendi seyri içinde ortaya çıkan ve bu bakımdan işçilerin eğilimini ifade eden bir biçim değildir. Eylemi yönlendiren insanlar cezaevi eylemlerinden edindikleri deneyi işçi hareketine aktarma yoluna gitmişler ya da daha doğrusu, Türkiye’de herkesin aşina olduğu ve cezaevlerinde yaygın olan bu biçime işçileri ikna etmişler. İşçiler, kendi eğilimleriyle belki çok daha üst mücadele biçimleri önerirlerdi; ama inanıyoruz ki, açlık grevi önermezlerdi.
Elbette ki sorun işçi sınıfına eylem önerip önermemek, sınıfı belirli mücadelelere çağırıp çağırmamak sorunu değildir. İşçi sınıfının partisi, onları her zaman belirli mücadele biçimlerine başvurmaya, bu mücadele silahlarını etkin bir şekilde kullanmaya çağırabilir ve çağırıyor da. Ama sorun şurada düğümlenmektedir: Kafamızda yarattığımız, sınıf hareketinin ihtiyaçlarının değil, kendi niyetlerimizin yön verdiği mücadele çağrıları mı yapılacak, yoksa sınıf hareketi ciddiyetle gözlenerek, onların ruh halleri, sınıf hareketinin mevcut durumu gözlenerek onları daha üst mücadeleye çekecek çağrılar mı yapılacak; sorun budur.

DİPNOT
(1) Lenin, Gerilla Savaşı, 1906, Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği derlemesi içinde, İnter Yay. çev: İsmail Yarkın, Temmuz 1992, sf.28-29
(2) J.V. Stalin, Rus Komünistlerinin Strateji ve Taktik Sorunları Üstüne, Str. ve Taktik içinde, Evr. Basım Yayın, çev. A. Hrd. sf.47
(3) Gerilla Savaşı, tümzamanlar yayıncılık, çev: Kemal Yalım, Eylül 1992, sf.54
(4) F. Engels, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” eserine Giriş’te, 1895, Gerilla Savaşı içinde, sf.29
(5) aynı yer, sf.33
(6) Lenin, Sol Komünizm, Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği içinde, sf.15

Ekim 1993

Parti Yaşantısı, Komünist Militan Ve Yoldaşlık

Leninist çalışma ve örgütlenme tarzı ve örgüt yaşantısı devrimci komünist parti saflarında ve çevresinde, devrimci moral değerleri yaratan temel maddi koşuldur. Bu değerler ancak ve ancak, yaşamın her alanında, burjuva dünya görüşüne ve onun tüm yansıyış biçimlerine, dişle, tırnakla, her şeyimizle verdiğimiz amansız ve çetin kolektif bir savaşla yaratılabilir.

Rusya Komünist Gençlik Birliği’nin 1920 Ekimi’nde toplanan 3. Genel Kongresi’nde yaptığı konuşmasında Lenin, kapitalist toplumun yarattığı insan ilişkilerinin temelleri konusunda şunları söylüyordu:
“Eski toplum şu ilkeye dayanıyordu: soy ya da soyul; başkaları için çalış ya da başkalarını kendin için çalıştır; köle sahibi ya da köle ol. Böyle bir toplumda yetişen insanlar, elbette analarının sütleriyle birlikte şu psikolojiyi, şu alışkanlığı, şu kavrayışı da içlerine sindirirler: sen bir köle sahibi ya da kölesin ya da küçük bir mülk sahibi, bir küçük hizmetli, bir küçük memur, bir aydınsın- kısaca yalnız kendini düşünen ve başkalarına metelik vermeyen bir insan.
Eğer ben şu toprak parçasını işliyorsam, başka kimseye metelik vermem; başkaları açlıktan ölürse ne ala buğdayımı o kadar pahalıya satarım. Eğer bir hekim, mühendis, öğretmen ya da yazman olarak çalışıyorsam, yine başkalarına aldırış etmem; iktidardakilere yaltaklanır, onların hoşuna gidersem belki işimde kalır, hayatta ilerler ve hatta günün birinde bir burjuva olurum.”
Lenin’in en açık biçimiyle anlattığı, insanın insana, insanın kendisine yabancılaştığı, sadece kendisini düşünmeye zorlandığı, bu toplumsal ilişki biçimi kaynağını nereden almaktadır? Hiç kuşkusuz ki özel mülkiyet ilişkilerinden ve kapitalist iş bölümünden.
“Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici-eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır.” (Marx)
İnsanı insan yapan yaratıcı iş ve çalışma, kapitalizm altında onu insan olmaktan çıkaran bir zorunluluk haline gelir. Ne işçi kendisine aittir, ne işi kendisinindir. Bu durumda çalışan insan, neyi kimin için, hangi amaçla ürettiğini, hangi amaca hizmet ettiğini bilmeden sadece hayatta kalabilmek için çalışmak durumundadır. Yalnızca çalışmadığı zamanlarda kendisine aittir. Ama o, kapitalist kuşatma altındayken, iş saatleri dışında da “kendisi” olamaz. Bütün yaşantısı, türlü biçimlerde, emek gücünün yeniden üretimi boyunca gerçekleştirdiği her şey fizik olarak ayakta kalmaya bağlanmıştır. Bu koşullarda çalışan insana sürekli olarak söylenen şey şudur: Bugününden daha iyi olmak istiyorsan, kendin için başkalarını ez, kendinden başka hiç kimseyi düşünme, öteki insanların “kurdu ol.” Bencillik, çıkarcılık, insana özgü bütün değerlerden tam bir kopuştur insana dayatılan.
Sıradan bir insanı, bütün bu yabancılaşmadan ve yozlaşmadan kurtaracak olan, onu amaçlı insan haline getirecek olan, ona bütün yeteneklerini sınırsızca geliştirme olanağını tanıyacak olan tek şey, kapitalizmin sosyalist proletarya hareketi tarafından yıkılması ve toplumsal bir sistem olarak sosyalizmin kurulması olacaktır. O halde insanın kendisine olan yabancılaşmasından kurtularak kendisine dönmesini sağlayacak tek alternatif yaşam, bu harekete katılmak, devrimci komünist parti saflarında örgütlenmektir.
Devrimci bir savaş örgütü olarak kapitalizm içinde kapitalizmi bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırmak için savaşan proletarya partisi; kapitalizm tarafından belirlenen toplumsal ilişkiler içerisinde var olmakla birlikte, kendi içerisinde bu toplumsal ilişkilere karşı duran bir ilişki biçimini de yaratır. Parti militanları, komünist militanlar arasındaki ilişki biçimine yoldaşlık denir. Bu komünist ilişkinin yani yoldaşlık ilişkisinin içeriği ve biçimi yürütülen komünist çalışma ve bu komünist çalışma içerisinde ortaya çıkan işbölümü ve işbirliği tarafından belirlenir. İşbölümü ve işbirliği ilkesi, parti hayatı ve parti çalışmasının, parti militanlarının kolektif faaliyeti olarak planlanması, parti militanlarının hareketin değişik yönlerinde somut bir parti göreviyle görevlendirilmeleri, bu görevi yerine getirmelerinin partinin kolektif denetimine tabi olması, bütün alanlardaki komünist çalışmanın partinin elinde merkezileşmesi anlamına gelir. Parti çalışmasına var olan yetenekleriyle ve becerileriyle katılan militanlar, bu yetenek ve becerileri göz önünde bulundurularak görevlendirilirler. Bu biçimiyle parti çalışmasına katılan militanların kendilerini geliştirebilmelerinde, hata, zaaf ve eksikliklerinden arınabilmelerinde parti yaşantısının ve Leninist devrimci militanın ve “yeni insanın” bütün özelliklerini kazanabilmelerinde parti yaşantısının ve yoldaşlık ilişkilerinin rolü belirleyici bir etkendir. Bu yazının temel konusu olan bu sorunu çeşitli yönlerden irdelemeye çalışacağız-

YOLDAŞÇA GÜVEN
Devrimci Komünist Parti, insanlık tarihinin en gelişkin ve bilimsel dünya görüşüyle, Marksizm-Leninizm’le donanmış bir savaş örgütüdür. O, proletaryanın en fedakâr, en sebatlı ve en kararlı unsurlarıyla devrimci komünizmin ilke ve amaçlan platformunda birleşebildiği oranda gerçek bir proleter savaş örgütü olabilir. Partinin yürüttüğü komünist çalışma ve bu çalışmanın pratik uygulayıcıları olarak parti militanları, işçi sınıfı hareketini ilerletip, partiyi işçi sınıfı hareketinin bir parçası haline getirebildikleri ölçüde, parti yaşantısı gerçek komünist bir yaşantıya dönüşebilir. Parti ve komünist militanlar, bu mücadele içerisinde birbirlerini tanırlar, her yönden birbirlerine yakınlaşırlar ve onlar, burjuva dünya görüşü ve yaşam tarzının her türlü yansımasıyla amansız bir savaş içerisinde çelikleşirler. İşte komünistlerin birbirlerine duydukları güven, yoldaşça güven, bütün bu mücadele ve devrimci savaş içerisinde gelişir, derinleşir ve komünist bir içeriğe kavuşabilir. “Eski toplumun”, burjuva değer yargılarının yarattığı, bireycilik ve çıkarcılıkla birleşen “kendinden başka hiç kimseye güvenmeme” anlayışı, hangi sınıfsal kökenden geliyor olursa olsun, partiye kanlan herkesin, mutlak hesaplaşması ve savaşması gereken bir olgudur.
Özellikle küçük burjuva devrimcileri ve Marksizm adına yola çıkmış aydın hareketleri arasında yaygın olarak rastlanan ve kendisini “her şeyi ben daha iyi yaparım, bu işi başkasına versek yapamaz, öteki polisin eline düşse direnemez, bir diğerinin elinden zaten hiçbir iş gelmez” türünden tutum ve düşüncelerde gösteren güvensizlik, kaynağını, proletaryaya, komünizme ve komünist mücadeleye yakınlaşamamaktan, burjuva alışkanlık ve ilişki biçimlerinden tam bir kopuşu gerçekleştirememekten alır ve bir sınıf tutumunu yansıtır. Komünist çalışma ise, militana bütün burjuva değer yargılarından arınabilmenin olanaklarını sunar. Yalnızca kolektif komünist çalışmada ortaya çıkabilme imkânına sahip olan yoldaşça karşılıklı güven, militanların kendilerini geliştirip ustalaşabilmelerinin, devrimci bir dönüşümü gerçekleştirebilmelerinin vazgeçilmez koşullarından birisidir.

YOLDAŞÇA ELEŞTİRİ VE DENETİM
Komünistlerin birbirlerine güvenmesi, birbirlerini denetlememeleri ve eleştirmemeleri anlamına gelmez. Eğer yoldaşça eleştiri ve denetim olmasaydı, komünistler hiç bir zaman eleştiriye ve denetime ihtiyaç duymayan robotlar olabilirlerdi ancak. Komünistlerin hiç hata yapmayan, hiç bir konuda zaaf göstermeyen, hiç bir eksikliği olmayan, hiç bir koşulda yardıma ihtiyaçları olmayan insanlar olduklarını kim iddia edebilir?
Kuşkusuz ki yoldaşlarımıza duyduğumuz güven, onların eksikliklerini tamamlamalarında yardım etmediğimiz zaman, yaptıkları yanlışlarda direndiklerinde acımasızca eleştirmediğimiz zaman, yanlış eğilimlerine karşı yoldaşça uyarılar yapmadığımız zaman içi boş bir duygudan öteye geçemeyecek, gerçek anlamına kavuşamayacaktır. Yoldaşça güven, yoldaşça eleştiri ve denetimin sıkıca birbirine bağlı olması, ne yoldaşlarımıza içi boş bir güven duyarak onları kendi başlarına hareket eden, kendinden mesul kişiler olarak görmemizi gerektirir ne de eleştiri ve denetim adı altında güvensizce bir yaklaşımı.
Komünist bir önder olarak Stalin’in, yoldaşlarına yönelik olarak yaptığı konuşmada söylediği şu sözler ve bir bütün olarak komünist yaşantısı yoldaşça güven ve eleştiri-denetimin nasıl iç içe olduğunu gösterir:
“Yoldaşlar! Bu meşalenin (sosyalizm meşalesinin) yanmaya devam etmesi ve bütün ezilenlerin ve köleleştirilmişlerin yolunu aydınlatması için her şeyi yapacağınıza kuşkum yok.
Bu meşalenin alevlerini, proletaryanın düşmanlarını dehşete düşürsün diye, har har körüklemek için her şeyi yapacağınıza kuşkum yok.”
O, bir yandan yoldaşlarının, proletaryanın ve sosyalizmin zaferi uğrunda ellerinden gelen her şeyi yapacağına inanmakta ve güvenmektedir; bir yandan da bütün komünist yaşantısı boyunca, kimi zaman mektuplarla, kimi zaman çeşitli polemiklerle, kimi zaman da yüz yüze eleştirilerle, yoldaşlarının eksik yönlerini gidermeye, onları daha da ilerletmeye çalışmaktadır. Stalin’in yaşantısı ve eserleri incelendiğinde bu açıkça görülecektir. Stalin, yoldaşlarını kazanmak, onları doğru düşüncelere ikna etmek için sonuna kadar çabalar, ama tutumu ve eylemiyle proletarya davasının karşısına düşen, ondan uzaklaşan ve bu noktada direnenleri de daha dün yoldaşı olsa bile acımasızca eleştirir ve hak ettiği biçimde mahkûm eder. O halde, proletaryanın davasına duyulan devrimci inancın ve bu uğurda ihtilalci bir kavganın ortaya çıkardığı yoldaşça güven, aynı zamanda da komünist ilerleme ve gelişimin koşullarını yaratan yoldaşça eleştiri ve denetimin de maddi koşullarını hazırlar. Yoldaşça eleştiri ve denetim de komünistlerin birbirlerine duydukları güvenin çelikleşebilmesinin koşullarını yaratır.

YOLDAŞÇA YARDIM
Bütün bir parti çalışması tarafından belirlenen parti yaşantısının ve komünist ilişkilerin var olan toplumsal hayattan bütünüyle ayrı, ondan kopuk olarak düşünülmesi olanaklı mıdır? Hayır. Bütün militanlarıyla ve bütün örgütleriyle kapitalizme karşı, kapitalizmin yarattığı burjuva ilişkilere karşı savaşan parti, bu toplumsal hayatın içindedir. Ve burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi, burjuvazinin egemen sınıf olarak örgütlendiği bu toplumsal sistem içerisinde yürümektedir.
Nasıl ki devrimci komünist partisi proletarya önderlerini saflarına kazanmak, işçi ve emekçi kitlelerini yürüttüğü mücadeleyi ilerletip örgütleyerek kapitalizmi yıkmak için mücadele ediyorsa; burjuvazi de işçi ve emekçi kitlelerini kendi ideolojilerinden ve devrimci işçi partisinden uzaklaştırmak ve komünistleri çeşitli biçimlerde etkileyerek “yeniden” kendisine kazanmak için mücadele etmektedir.
Bu biçimler, burjuvazinin komünistleri ve devrimcileri fiili olarak yok etme ve katletme saldırılarıyla onları etkileme; ideolojik saldırılarıyla kendi düşüncelerine “yeniden” kazanma; kimi zaman da, böyle planlı bir çabanın dışında, her şeyiyle kendi dünyası biçiminde örgütlediği toplumsal hayatın ilişkileri içerisine, çekmek suretiyle gerçekleşebilir. Bütün bu biçimler, burjuvazinin komünizme ve komünistlere karşı yürüttüğü mücadelenin bileşenleridir. Burjuvazi, ideolojik ve fiili saldırılarıyla komünistlere, belirsiz bir gelecek uğruna mücadelenin anlamsızlığını, kapitalizmin ebedi ve tek “alternatif hayat olduğunu anlatır durur. Ve bu çabasıyla gösterdiği tek bir adres vardın Yeniden dönülecek olan kapitalizm.
Özellikle, komünizm ağır saldırılara uğradığı ve prestij kaybettiği dönemlerde, yeraltı çalışmasının ağır koşullarıyla birleşen bütün bu saldırıların komünist saflarda yer alan militanları çeşitli düzeylerde etkileyebilmesi olası, hiç etkilememesi ise olanaksızdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere komünist parti ve komünist militanlar, kapitalizmin ve onun yarattığı ilişkilerin içinde ona karşı mücadele etmektedir.
İşte bütün bu saldırılardan çeşitli biçimlerde ve çeşitli düzeylerde etkilenen, yürüdüğü mücadele yolunda duraksayan yoldaşlarımız olduğunda ona karşı yaklaşımımız ne olmalıdır?
Böylesi durumlar ortaya çıktığında, yoldaşımıza karşı tutumumuz mutlaka ona yoldaşça yardım etmek ve destek olmak olmalıdır. Oysa kimi zaman, ona sonuna dek yardım etme yolunu daha baştan reddederek işin başında “zaten küçük burjuva özellikleri vardı, böyle olacağı zaten belliydi” türünden yargılarla yaklaşmak kesinlikle komünist bir tutum olmayacaktır. Amacı, emekçi yığınların kitle hareketini ilerletmek ve bu hareketi zaferle sonuçlandırmak olan parti, saflarına kazandığı her unsurla yürüyebildiği en son yere kadar yürüme, kazandığı her kişiyi pratik-devrimci mücadele içerisinde ilerletme ve dönüştürme, ortaya çıkan bütün sorunlarında ona sonuna kadar yardım etme yolunu seçer. Partinin bu devrimci özelliği aynı zamanda bütün militanlarının şahsında cisimleşmesi gereken bir özellik haline gelir ve geldiği oranda yoldaşça yardım, komünistler arasındaki ilişkileri düzenleyen ilkelerden birisi olarak devrimci anlamına kavuşabilir.
Kuşkusuz ki parti, militanlarını değerlendirirken onların gelişim özelliklerini, olaylar karşısındaki tutumunu, çeşitli dönemlerde gösterdikleri zaaflarını göz ardı etmez, edemez. Bu her şeyden önce militana karşı yapılmış bir kötülük olur. Onun kendisini eleştirebilmesinin, kendisiyle devrimci bir hesaplaşmaya girişebilmesinin önünü keser.
Özellikle komünist gençliğin eğitiminde, her bir genç komünistin gelişiminde yol gösterici olmak “elinden tutmak” ve onlara her durumda adeta bir bahçıvan titizliği ile yaklaşmak, partinin genç kuşaklarının yetiştirilmesinde zorunludur.
Eleştiri adına, hata yapan, eksiklik gösteren yoldaşına hoşgörüsüzce hücum eden, onu doğru ve devrimci olana kazanmak ve çaba göstermek yerine adeta kaybetmek için elinden geleni yapan yoldaşlara az rastlanmaz. Böyle birisinin içine komünist yardımlaşma duygusu iyice nüfuz edememiştir. Sabırla ve sebatla yoldaşına yardım etmek yerine, sabırsızca onu tecrit etmeye çalışmanın doğru olduğunu kim savunabilir?
Ancak, artık soyları tükenmek üzere olsa da, kafası yalama olmuş, komünizme ve komünist mücadeleye yabancılaşmış ve partinin dışına düştüğünde başka hiçbir iş yapamayacak olan, partiyi geçim kapısı olarak gören bezirgân başlarına da parti hiçbir zaman hoşgörü göstermez, göstermeyecektir. Böylelerini acımasızca eleştirip mahkûm edecektir. Çünkü her şeyi bilen, ama hiçbir işin ucundan tutmayan, herkese akıl hocalığı yapan ancak üzerine aldığı işi yerine getirmek için hiçbir çaba göstermeyen, kendini “emeklilik zamanı gelmiş profesörler” gibi hissedenlere komünist mücadele ve partide yer yoktur, olmayacaktır da.
Yoldaşça güven ve yoldaşça eleştiri ve denetimle birleşen yoldaşça yardımlaşma komünist mücadelenin ilerletilebilmesi ve genişleyebilmesinin; komünist yaşantının derinleşebilmesinin temel ilkelerinden birisidir.

YOLDAŞÇA SEVGİ
Herhangi bir burjuva örgütünde, insanların bir araya geliş sebebi temel olarak bireysel çıkardır. Bireysel çıkarın her birisinin amacı olduğu ilişki biçiminde, kendi çıkarlarını geliştirmek için, ötekinin kuyusunu kazma, yalan, çirkef, dedikodu vb. her yolu kullanarak kendi bireysel amaçlarını gerçekleştirmeye çalışma, burjuva ilişkilerinde her an rastlanabilir şeylerdir. Bu yönüyle bakıldığında iki burjuvanın neden asla birbirlerini sevemeyeceklerini anlarız.
Oysa koskoca bir dünyayı değiştirmek için bir araya gelmiş komünistler, burjuvaziye karşı yürüttükleri mücadelede hiçbir bireysel çıkar gütmezler; çünkü komünistler “herkes kurtulmadıkça, hiç kimsenin kurtulamayacağını” çok iyi bilirler. Bu bakımdan komünistlerin ilişkilerinde karşılıklı sevgi ve sadakat duygulan sürekli yaşayan bir duygudur. Hiçbir zaman birbirlerini görmemiş olan, birbirlerinin isimlerini dahi bilmeyen, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta yaşayan, hatta kimi zaman birbirlerinden farklı zaman dilimlerinde yaşamış olan iki komünisti birbirlerine bağlayan, yakınlaştıran ve sonsuz bir insanlık ve yoldaşlık sevgisiyle birleştiren şey nedir? Hiç şüphesiz ki, bütün insanlığı» ve insanlık değerlerinin düşmanı olan burjuvazi ve kapitalizmin yıkılacağına, bütün insanlık kurtulmadıkça kendisi de kurtulamayacak olan proletarya ve sosyalizmin kazanacağına duyulan sınırsız inanç ve bu inanç ve bilinçle yürütülen mücadeledir. İki burjuva birbirini asla sevemez, çünkü onlar sadece kendi çıkarlarını düşünürler ve sadece kendilerini severler. İki komünistin birbirine duyduğu sevgi ve saygı ise, amaçlarının aynılığı ve bu amaçların onları, hiç bir kişisel çıkar gözetmeksizin bir araya getirmişliğidir.
Kimi zaman rastladığımız “ben şu yoldaşımı sevmiyorum, aynı amaçlar için bir araya gelmemiz birbirimizi sevmemizi gerekli kılmaz” türünden sözlerle ifade edilen ve teorileştirilen düşünce ve duygular, kişisel çıkar ve bireysel amaçlar olmadığı sürece mümkün ve anlamlı olmayan, kesinlikle proletarya ve komünistlere yabancı olan şeylerdir. Kaynağını burjuva düşünce ve yaklaşımlardan alır. Ve böyle düşünen, hatta bu düşüncelerini teorize etmeye çalışan kişinin içine komünist insanlık değerleri yeterince işleyememiştir.
Bütün yaşamını komünist mücadeleye adamış olan, devrimci komünist bir militan olarak ölen Mustafa Şefik’in şu sözleri, yoldaşça sevginin derin anlamını ve yüceliğini ne kadar güzel bir biçimde ardalar bize: “Yoldaşına gelen kurşuna kendisini siper etmeyen kişi komünist olamaz.”

YOLDAŞÇA PAYLAŞIM

Kendisine ait mülk, kendisine ait yaşam burjuva dünya görüşünün ve yaşam tarzının temel karakteristiği ve insanlara dayatılmış biçimidir. Sorunlarıyla, kaygısıyla, tasası ve sevinciyle burjuva insanı yalnızdır. O, özel mülkiyetini hiç kimseyle paylaşmak istemediği gibi, yaşantısının hiçbir yanını ve sorununu da diğerleriyle paylaşamaz. Onun mülkiyeti özeldir, yaşamı da.
Komünistler açısından ise sorun tam tersidir. Bir komünistin özel mülkü yoktur. Hangi yoldaş kullanıyor olursa olsun her şey partinindir. Her şey parti için vardır. Her şey mümkün olabildiği oranda ihtiyaçlara göre paylaşılır. Bir komünist, partinin dışında (bir işte çalışarak ya da başka bir yolla) elde ettiği bir geliri kendisine ait, “kendisinin” olarak saymaz. Asgari düzeyde ihtiyaçlarını karşılayacak kadarı kendisinindir.
Bunun gibi komünistlerin özel yaşantısı ve manevi dünyası da yoktur. Onun açısından bütün duygu ve düşüncelerini, sorunlarını, sevinç ve heyecanlarını yoldaşlarıyla paylaşmak, genel olarak “böyle olması gerektiğinden” değil, kendisi için duyduğu bir ihtiyaç olmasındandır. Bir yoldaşın, sorunu, onun yanıbaşındaki tüm yoldaşların da sorunudur. Birisinin, sevinci hepsini mutlu eder. Kolektif bir yaşantı ve mücadelenin içerisinde her an gelişen bir duygudur bu.
Kimi zaman, içine kapanan, sorunlarını yoldaşlarıyla paylaşmayan, nedeni sorulduğunda da “özel bir sorun” türünden yanıtlar veren yoldaşlara rastlarız. Şüphesiz ki böyle yoldaşlar, “özel sorun”larını da yoldaşlarıyla paylaştıklarında, üstesinden daha kolay gelebileceklerini göremiyorlar. Bazen de “özel yaşantısı”nda başka türlü bir insan, yoldaşlarıyla bir araya geldiğinde başka türlü bir insan olmanın gerekliliğine inananları görürüz. Yenemediği, ne kadar feodal ve burjuva alışkanlık varsa, onlar özel yaşantısına hükmeder ve yön verir ve ancak çalışma içerisinde yoldaşlarıyla bir araya geldiğinde, bu davranışlarından, sakınır. Oysaki evinde ye faaliyetinin dışında başka, komünist çalışma içerisinde başka bir komünist olabilir mi? Komünist kişilik özellikleri ve komünist değerler, bir komünist militanın yaşamının bütün alanlarına yön vermelidir. Ve hayatın bütün alanlarında, bütün burjuva ve feodal alışkanlıklardan arına arına, her şeyini yoldaşlarıyla paylaşa paylaşa gelişebilir.

* * *
Leninist çalışma ve örgütlenme tarzı ve örgüt yaşantısı devrimci komünist parti saflarında ve çevresinde, devrimci moral değerleri yaratan temel maddi koşuldur. Bu değerler, ancak ve ancak, yaşamın her alanında, burjuva dünya görüşüne ve onun tüm yansıyış biçimlerine, dişle, tırnakla, her şeyimizle verdiğimiz amansız ve çetin kolektif bir savaşla yaratılabilir. Bu değerler, proletaryaya büyük bir savaş gücü kazandırır. Parti ve parti yaşantısı, bu devrimci moral değerlerin sımsıkı kenetlendiği, “devrime yürekten adanmışlık ruhuyla” eğittiği insanların sarsılmaz ve yenilmez birliği olarak, yine bu devrimci değerleri sürekli yenileyip besleyen bir okuldur. Parti okulunda, devrimci moral değerlerin yaratılmasının vazgeçilmez koşulu, “yoldaşça güven”, “yoldaşça eleştiri ve denetim”, “yoldaşça yardım”, “yoldaşça sevgi”, “yoldaşça paylaşım”la belirlenen, yoldaşça kolektif mücadeledir. Parti, şimdi tarihsel ve güncel bakımdan en ileri insan tipine karşılık gelen Leninist militan ve devrimci-komünist değerlere sahip olabildiği oranda, komünist çalışma tarzını ve örgütlenmesini geliştirip güçlendirebilir. Devrimci komünist partide yoldaşça ilişki biçiminin dışında, hiçbir ilişki tarzına yer yoktur ve asla olmayacaktır. Eğer uluslararası burjuvazinin bütün saldırılarını geri püskürtecek ve Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in kızıl bayrağını şaşmaz adımlarla yücelteceksek, komünizme ve proletaryaya yabancı bütün ilişki biçimlerine karşı devrimci bir savaşı inat ve ısrarla, ama mutlaka her an sürdürmeliyiz.

Ekim 1993

“Zor” Ve Bir Zor Örgütlenmesi Olarak Ordu

İlk “altın çağ”ın bitiminde; üretici güçlerin belirli bir gelişme aşamasına ulaşmasının zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan artık ürünle birlikte, maddi hayatın üretiminin ve yeniden üretiminin artık eski koşullarında sürdürülmesinin olanağı kalmadı.
Çeşitli sektörlere bölünerek genişleyen üretim, herkesin her şeyle değil şimdi artık sadece bazı işlerle uğraştığı, el becerisi ve eğitimle aktarılabilen bir birikime gereksinim duyulan işlerin, aile içinde herkes tarafından yapılabilen basit işlerden ayrıldığı bir işbölümünü gerekli kıldı, insan toplulukları, ortaya çıkışları, aynı nedenden kaynaklanmak ve bu aynı sürece paralel olmak üzere sınıflara bölündü. Üretim araçlarına sahip olan ve artık ürünün tasarruf hakkını kendinde toplayan egemen sınıf, bu araçlardan koparılarak yoksullaştırılan kölelerin üzerinde tahakküm kurdu. Üretim araçlarının sahibi olmakla kalmayarak bu bir grup insanın da sahibi oldu.
İnsanlık tarihinin belirli bir aşamasında ortaya çıkan bu durum; hiçbir üretim aracının sahibi olmayan sınıfla arasındaki ilişkiyi ve mesafeyi korumaya, sınıflar arasındaki uzlaşmaz çelişkinin çatışmaya dönüşmesini engelleyerek dengede tutmaya ve çatışmaya dönüştüğünde de buna yeltenen sınıfın mensuplarını sindirip ezmeye ve böylece mevcut sınıflı toplumu ebediyen ayakta tutmaya zorunlu olan egemen sınıfın ihtiyaçlarına uygun bir toplumsal örgütlenme biçimini doğurdu. Bu yeni toplumsal örgütlenme biçiminde egemen sınıfın ezilen sınıf üzerinde kurduğu tahakkümün garantisi “zor”du.
Böylece, zor, onu herhangi bir şiddet eyleminden ayıran sınıfsal içeriği olan bir fenomen olarak toplumun belirli bir ekonomik gelişim aşamasında ortaya çıktı. Yine aynı nedenden ekonomik gelişmeyi frenleyen ya da ilerleten bir özelliğe sahip olmak gibi iki ayrı düzeye ayrıldı ve “tarihi yapan sınıf mücadeleleridir” ilkesinde içerilmek üzere “bağrında” yeni bir toplum taşıyan her eski toplumun ebesi ” olduğunda ilerici, üretici güçlerin gelişimini frenlemek gibi bir işleve sahip olduğunda da gerici oldu.
Zor; tarih boyunca mevcut sınıflı toplumun sürekliliğini nasıl teminat altına almışsa kendisi de varlığını bu sürekliliğe borçludur.
Zorun en genel ve en somut biçimi devlet aygıtıdır. Daha açık söylenirse; toplumun siyasal alanı zor alanıdır, zoru bu siyasal örgütlenme tanımlar. Zorun başladığı tarih, aynı zamanda siyasal kurumlaşmanın başladığı tarihtir; varoluşunu, sürekliliğini bu siyasal kurumlaşmaya borçlu olduğu gibi aldığı biçimler ve kendi etrafında ördüğü ilişkiler de siyasal örgütlenmenin ihtiyaçlarına uygundur.
Sadece zor uygulayan bir kurum olmamakla birlikte, varlığını borçlu olduğu özel mülkiyet toplumunu zor dışında; politika ve ideolojiyle koruyan bir kurum olduğu unutulmamak kaydıyla devlet, zorun, değişik işlevli çeşitli kurumlarda temsil edilen ve bu kurumlara dağılmış olan biçimlerinden oluşan bir bütündür. Devlete içkin olan zor, bu kurumların birliğinden oluşur. Bu kurumların asıl işlevi sınıf mücadelesini engellemek ve bastırmak olsa da, bir başka devleti kontrol altına almak, etkisini sınırlamak ya da başka bir devlet kurmak gibi durumlarda da egemen sınıfın hizmetindedir.
Zorun kurumlarından birisi ve en önemlisi ordudur. Düzenli ordunun örgütlenme anlayışı kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte değişikliklere tabi tutulmuş, modern sınıf ilişkilerinin ihtiyacına göre yeni işlevler kazandırılmıştır.

BURJUVA DÜZENLİ ORDULARIN OLUŞMASI

19. yüzyıl burjuva devrimleri sırasında işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıflarla ittifak halinde feodalizme ve aristokrat ayrıcalıklara karşı savaşan burjuvazi, defalarca ihanet ettiği ve yarı yolda bıraktığı proletaryanın, bağımsız bir sınıf olarak karşısına dikildiğini gördüğünde aristokrasiye yönelttiği zaman devrimci olan zoru, duraksamaksızın işçilere yöneltti, gericileşti.
Siyasal iktidarı eline geçirip egemen sınıf olarak örgütlendiğinde burjuva sınıf, militarizmini inşa etmeye başladı. Devrim günlerindeki bütün halkın silahlandırılması istemi terk edildi ve denetimli askerlik hizmeti ve zenginler lehine işleyen bir bedelli askerlik kurumu yürürlüğe kondu. Barış dönemlerinde geçici bir süre ve çok ağır eğitim koşulları altında askerliğe alınan emekçiler, savaş zamanında cepheye sürülmek ya da iç savaş sırasında diğer emekçilerle karşı karşıya getirilmek üzere yetiştirildi. Fransız Devrimi’nden bu yana, eski ve yeni kıtada modern ordu, burjuvazinin, (son yüz yıldır tekelci burjuvazinin) çıkarlarını korumak ihtiyacına uygun olarak emekçi sınıfların mensuplarını silâhaltına aldı ve bu silahların sadece bu çıkarlar için kullanılmasını sağladı. Böylece burjuva devrimlerinde burjuvaziyle ittifak halinde dövüşen sınıflar, kendileri için silahlanmaktan uzaklaştırıldı. Oluşturulan silahlı güç, sadece burjuvazinin çıkarlarını gözetmek üzere şekillendirildi.
Emperyalizm döneminde ise, tekeller arasındaki pazar kavgaları, ülkeleri silahlanma yarışına girmek zorunda bıraktı. Büyük bir hırsla dünya üzerindeki paylaşılmış pazarları tekrar paylaşmak; hammadde ve ucuz emek gücü deposu olarak gördükleri geri kalmış ülkelerin halklarını sindirmek için girdikleri bu yarışta, emperyalist devletler kozlarını birinci ve ikinci savaşlarda paylaştı.
“Emperyalistler arası rekabet onları sürekli olarak silahlanmaya, her yıl daha çok para harcamaya, öte yandan zorunlu askerlik hizmetini gitgide daha ciddiye almaya, yani onu belirli bir anda ona askeri komutanlık hazretleri karşısında istencini kabul ettirmeye zorluyor”du.
1. Paylaşım Savaşı’nda galip gelen emperyalist devletlerin; İngiltere, ABD ve Fransa’nın konsorsiyumları, tröstleri, tekelleri, kartelleri, silah tüccarları ve savaş simsarları muazzam karlar elde ettiler ve dünya halklarının büyük çoğunluğunu sömürgeleştirdiler. Bu savaşta kaybeden, hep olageldiği gibi milyonlarca mensubunu toprağa gömen proletarya ve diğer emekçi sınıflar oldu. Bunların galip ya da mağlup ülkelerden olması fark etmiyordu. Tekellerin kârları için onlar dövüşmüşlerdi. Ama emekçilerin mağlubiyetini, yitirdikleriyle ölçmek mümkün değildi. Asıl önemlisi savaşın ve savaş sonrasının ağır ekonomik yükleri, bu kesimlerin sırtına yıkıldı. Galip devletlerin dünya halklarını köleleştirmesini ve Versailles Sistemi’ni eleştiren Lenin şöyle diyordu: “Öyle bir durum doğdu ki dünya nüfusunun 7/10’u esaret altında kaldı. Bu köleler dünyanın çeşitli bölgelerine dağıtılmıştı ve bir avuç ülkenin parçalamasına sunulmuştu.”
1. Paylaşım Savaşı sonrasında, Lenin’in önderliğinde, Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesi ve proletaryanın devrimci iktidarının kurulması, emperyalist devletleri telaşa düşürdü. Belli başlı emperyalist devletler, kendi aralarındaki çelişkilerin üzerine sünger çekerek, SSCB’ye karşı yeni bir blok oluşturdular. Dünya proletaryasının ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesine örnek olan ve onları maddi ve manevi olarak destekleyen bu sosyalist ülkeyi ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. SSCB’yi askeri, siyasi, ekonomik bakımdan ablukaya aldılar. Aralarında çelişkiler olmasına karşın, Sovyetler Birliği’ni tehdit edeceği düşüncesiyle Almanya’nın silahlanmasına ve yayılmacı eğilimlerine göz yumdular.
Avrupa’da faşizmin tırmandırılmasında; ırkçı, şoven, milliyetçi duyguların körüklenmesinde amaç, Sovyetler Birliği’nin ortadan kaldırılmasıydı. Ancak daha sonraki süreçte emperyalist güçlerin yaratmış olduğu Hitler faşizmi, denetimlerinden çıkıp, kendi egemenlik alanlarını da tehdit etmeye başladı. Nazi orduları Sovyet ülkesine yöneldiğinde onları Stalingrad’da karşılayan Kızıl Ordu, emperyalist tekelci burjuvazinin dünya çapındaki oyununu da boşa çıkarmış oldu. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında dünya halklarının emperyalizme karşı ulusal ve sınıfsal mücadelesi daha üst boyutlara ulaştı ve bu mücadelelerin ürünü birçok ülkede kurulan halk demokrasileri oldu.

KIZIL ORDU

Ekim Devrimi’nden sonra Rus sosyal demokratları dâhil birçok grup, sürekli ordunun dağıtılmasını önermişti. Teorik olarak bu, komünizmin programına uygundu. Ancak devrimden hemen sonraki dönemde, pratikten çıkan sonuçlar itibarıyla, düzenli bir ordunun gerekliliği açık bir şekilde kendini ortaya koymuştu. Proletarya diktatörlüğünün korunması ve savunulması, devrimin ayakta tutulabilmesi için ordunun gerek iç, gerekse dış gericiliğe karşı örgütlenmesi gerekiyordu. Kızıl Ordu’nun bu örgütlenme anlayışı, burjuva ordu örgütlenmesinden tamamen farklıydı. Kızıl Ordu işçi sınıfının ve emekçi köylülüğün silahlandırılmasına dayanan bir halk ordusu olarak şekillendi. Sosyalist bir rejimin kurulduğu bir ülkede halkın silahlandırılmasına neden gerek duyulduğu sorusu, yanıtını, sosyalizmin her ülkede aynı anda gerçekleşmemesi nedeniyle kapitalist emperyalist kuşatmanın dayattığı güçlü bir savunma ihtiyacında bulacaktır.
Kızıl Ordu’nun örgütlenmesinin ilkelerinden biri, işçi ve emekçilere askeri eğitim verilirken kışla hayatının en aza indirilmesidir, işçi ve emekçiler askerlik hizmeti için eğitilirken, mümkün olduğu ölçüde üretim faaliyetinden koparılmadan eğitilmekte; üretimin bu yüzden kesintiye uğraması önlenmiş olmaktadır.
Burjuva ordularında ise bunun tam tersidir. Askerlik hizmetine çağrılanlar, kendi bulundukları ortamdan ve üretimden koparılarak kışlalarda toplanır; yaşadıkları ortamdan yabancı bir ortama sevk edilirler. Burada amaç, bu yabancılaşmayla derinleşen savunmasızlık ve yalnızlık duygusuyla burjuvaziye daha iyi hizmet sunulmasıdır.
Burjuva ordularında disiplin, zora dayalıdır; tehdit ve dayakla sağlanır. Askerlik kurumu, üstün ast üzerinde her türlü şiddeti uygulayabileceği ve hiçbir yasal yaptırıma tabi tutulmadan üstlerin astları istediği gibi ezip posasını çıkarabileceği bir “hukuk”a göre düzenlenmiştir. Kızıl ordunun disiplini ise, kişinin öz disiplinini geliştirmeye dayanır. Sınıfın üretim sürecinde kazanmış olduğu disiplin ordusuna da yansır. Bu nedenle disiplini yukarıdan bir zorlamayla dayatmak gerekmez. Ayrıca üretim yönetimi sayesinde de çelikten bir disipline sahiptir. Orduda ilke olarak işçi ve emekçilerin seçmiş olduğu subayların politik eğitimi de komünist partisi tarafından denetlenir. Kızıl orduda askeri ve politik eğitim birbirini bütünlemiş halde bulunur.
Kızıl orduya, burjuvazinin kendi ordusuna baktığı gibi sonsuz gözüyle bakmamak gerekir. Kızıl ordu, proletarya diktatörlüğü sönümlenmeye başladığı anda devletle birlikte ortadan kalkacaktır.

TC ORDUSU
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, imparatorluğun yaklaşmakta olan yıkımını önlemek amacıyla bazı reformlar yapma yoluna gidilmişti. Bu yenilenme hareketi sırasında, yüzünü batıya dönen ve batıya özgü kurumlardan esinlenen imparatorluğun ilk ele aldığı kurum ordu oldu. O günkü koşullara uygun zihniyete sahip subayların eğitilmesi ve orduya hizmet verecek lojistik kadroların yetiştirilmesi amacıyla Mektebi Hayriye ve Mektebi Tıbbiye gibi birçok okul açıldı. Bu okullara öğrenci olarak İstanbul dışında oturan Anadolu kökenli gençler tercih ediliyordu. Tanzimat ve iki meşrutiyet dönemindeki reform hareketlerine katılan ve önderlik eden, önce Yeni Osmanlılar, daha sonra Jön Türkler adıyla anılan aydınların ve İttihat Terakki kadrolarının büyük çoğunluğu bu askeri okullarda yetişen subaylardı. Ancak bu modernleşme ve batılılaşma operasyonu, Osmanlı ordusunun Balkan Savaşı sırasında bozguna uğramasına engel olamadı. Birinci Paylaşım Savaşı ise Osmanlı imparatorluğu için tamamen yıkım oldu. Galip devletlerin dayattığı Sevres Antlaşması ile ülke topraklan işgale açılmış oldu.
Emperyalist tahakkümü kabullenmiş olan İmparatorluk ordusu, işgale karşı direnme eğiliminde değildi. Bu nedenle anti-emperyalist direnişi Türk, Kürt ve Çerkeş halklarının oluşturduğu milis örgütlenmeleri gösterdi. Burjuva aydınların bir bölümü, ABD, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin himayesine girmenin, imparatorluğu içinde yaşadığı zor günlerden kurtaracağını umuyordu. Bu nedenle Anadolu halkının verdiği anti-emperyalist mücadeleyi baltalamakla meşgul oldu. Onlar için, eski konumlarının ve imtiyazlarının süreceği garantisi verildikten sonra ülkenin İngiliz, Fransız veya Yunan gericiliğinin elinde bulunması hiç önemli değildi. Türk kompradorları ve “mütegallibe”, azınlık milliyetlerden Ermeni ve Rum tüccarları ve Yahudi bankerlerle sıkı ilişkiler içerisine girerek, bütün işgal dönemi boyunca kendilerine zarar gelmemesi için büyük bir çaba harcadılar.
İşgalin başlaması ile birlikte Türkiye Kürdistanı’nda Urfa, Antep ve Maraş’ta genel bir direnişin başladığı görülür. Kürtler, Kemalistlerin çağrılarına başlangıçta cevap vermemişler ve Sivas Kongresi’ne delege göndermemişlerdi. Gerici Kürt aşiret reislerinin etkisi altında bulunan Kürt halkı, anti-emperyalist mücadeleden yana bir tavır koyamıyordu. Ancak Mustafa Kemal, Kürt aşiretleri ile sıkı ilişkilere girip onları, bir siyasal manevrayla, padişahlığı ve hilafeti kurtarmak için kurtuluş savaşının verilmesi gerektiğine ikna ettikten sonra Kürtlerin büyük çoğunluğunu kendine bağlamayı başardı. Devlet kurtarıldıktan sonra Kürtlerin ve Türklerin eşit haklara sahip olacağı özenle vurgulanmıştı.
Ancak zaferden sonra halk milisleri dağıtılarak düzenli ordunun kurulacağı ilan edildi. Oysa milislerin bir kısmı dağıtılmaya ve düzenli ordu içinde erimeye hiç niyetli değildi. Mustafa Kemal bu düzenli ordu muhaliflerini, bu kadarla yetinmeyerek yeni kurulan devlet için de potansiyel bir muhalefet odağı olacakları endişesiyle komplolarla tasfiye yoluna gitti.
Çerkez Ethem olayı böyle bir örnektir. Çerkez Ethem gibi, Kemalist iktidar için ciddi bir tehlike oluşturacak güce sahip olmayan diğer milis şefleri ise, Kemalistlere nedamet getirerek çetelerini dağıttılar.
Ancak Kemalistler tamamen rakipsiz değildi. Cumhuriyet dönemindeki “çok partili sistem”e geçme deneyinde iktidara sahip olmak isteyen ordu içindeki bir kliğin başındaki komutanlar, bu fırsatı, kurdukları Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası ile yakalamaya çalıştı. Genel başkanlığını Fethi Okyar’ın yaptığı Cumhuriyet Fırkasını destekleyenler arasında 1. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir, 2. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa gibi kurtuluş savaşı sırasında ün kazanmış kişiler bulunuyordu. Bunlar da sınıfsal özellikleri bakımından, Kemalist klik temsilcileriyle aynı olmakla birlikte yönetimde etkin olma ve ranttan daha çok pay alma isteğinde diretiyorlardı.
Kurtuluş Savaşı sonrasında, kurulacak devletin Kürt ve Türk halkını temsil eden bir devlet olacağı ve her iki ulustan halkların eşit haklara sahip olacağı şeklindeki eski vaatler unutuldu. Kürtlerin ulusal talepleri için yaptıkları ayaklanmalar bastırıldı. Ağrı, Zilan, Koçgiri, Şeyh Sait ve en son olarak da Dersim isyanları sırasında Kürtler, barbarlıkla sindirildi. Kürdistan’da uygulanan bu askeri zor TC’ye Osmanlı’dan kalan bir mirastı. Aynı dönemde birçok Kürt aşiret reisi satın alınarak, aşiretleriyle birlikte Kürt halkı aleyhine ajanlaştırıldı. TC’nin, Kürdistan’da girişmiş olduğu bu katliam dışarıdaki kamuoyuna toprak reformu yapılmasına karşı koyan aşiret reislerinin cezalandırılması olarak yansıtıldı. Bu arada çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunu gereğince birçok köy boşaltılıp on binlerce insan yerinden yurdundan edildi.
Avrupa kamuoyuna karşı toprak reformu hikâyeleri uyduran Kemalist burjuvazi, Cumhuriyetin ilanından sonra Kurtuluş Savaşı’na etkin bir şekilde katılan Türk ve Kürt köylülüğünün toprak reformu isteklerine kulak tıkamıştı. Toprak isteyen köylülerin başının üstünde ordu etkin ve caydırıcı bir güç, Demokles kılıcı olarak asılı duruyordu. Ordunun, ayaklanmalara karşı tahkim edilmesi, Kürdistan’daki feodal ağaların durumunun sağlama alınması ve işbirlikçilik yapmalarının sağlanması ile desteklendi. Muhalefetin sindirilmesi ve ayaklanmaların bastırılmasından sonra, Kemalistlerin sağladığı huzur ve refah ortamında burjuvazi rahat bir nefes aldı. Ülkenin bütün kaynakları, hiçbir direnç söz konusu olmaksızın burjuvazinin yağmasına açılmıştı.
Düzenli Türk ordusu, bundan sonra da ülke içindeki muhalefetin sindirilmesinde etkin bir rol oynayacak, zaman zaman da görünürdeki sivil kurumları elinin tersiyle iterek’ iktidarda tek söz sahibi olarak “demokrasiyi geri getirmek” gibi bir “tarihsel görev”e soyunacaktı! Ancak ordunun sürekli müdahaleleri karşısında halkın gösterdiği tepki ve sürekli olarak müdahale yapan bir ordunun yaratmaya çalıştığı sınıflar-üstü imajın yıpranması ve sadece savunma amaçlı bir kurum gibi gözükmekten çıkarak siyaset yapan bir kurum haline gelmiş olmanın verdiği rahatsızlık “ordunun siyasete karıştırılmaması” demagojisiyle dengelenmeye çalışıldı. Ancak ordu ne sınıflar-üstü ne de siyaset dışıydı. Açık bir müdahale içinde olsa da olmasa da, egemen sınıfların politikasının sürdürülmesinde bir araç, politikanın zor biçiminde kılık değiştirmiş olağanüstü değil olağan haliydi. Parlamento gibi diğer siyasi kurumlar sadece bir paravandı. Askerler, zaman zaman bu paravanın arkasında durmaktan vazgeçip yüzlerini gösteriyorlardı o kadar. Elbette ordunun paravanın arkasında olduğu ve siyasetle uğraşmıyormuş gibi göründüğü, zorun apaçık bir biçimde kendisini göstermediği bir durum, burjuvazinin tercihiydi. Bu yüzden ordu müdahalelerinin suçu hep halka yüklendi: orduyu siyasete karşımaya mecbur ediyorlar ve onun için darbe oluyordu. Sopa vasıtasıyla “demokrasi yerine oturtulduktan sonra, en kısa zamanda askerler kışlaya geri dönecek”ti.
İlk askeri darbenin kendisine karşı yapıldığı DP iktidarı, 1950’den sonra, ülkenin ABD emperyalizmine peşkeş çekilmesini hızlandırmıştı. Bu yıllarda boyutları giderek büyüyen soğuk savaş, emperyalistlerin de ilgisini Türkiye’ye yöneltti. Çünkü Türkiye, Sovyetler Birliği ile sınır komşusuydu ve stratejik olarak çok önemli bir coğrafyada bulunuyordu. Doğu Bloğu ülkeleri için bir sıçrama taşı ve çok uygun bir üstü.
Bu karşılıklı ilgi, kalkınma stratejisi olarak emperyalizme göbek bağıyla bağlanmayı seçmiş olan burjuvaziyi fazla manevra yapmak zorunda bırakmadı; ama çok istediği NATO üyeliğini de ancak Kore Savaşı’na asker göndermek suretiyle ve ABD’ye açık uşaklığını ilan ederek elde etti. NATO üyeliğiyle birlikte, ABD’nin askeri yardımları Türkiye’ye akmaya başladı. Ancak bu yardımlar 2. Dünya Savaşı’nda kullanılmış, modası geçmiş ve yıpranmış tanklar, cipler ve kamyonlardı. Hibe edilen bu hurdaların üretimi artık ABD’de yapılmamaktaydı. Türkiye onarım için yedek parça istediğinde bu, ABD’den astronomik fiyatlar karşılığında sağlanacaktır. Böylece ABD, silah tekelleri çöpe atmak yerine Türkiye’ye hibe ettiği askeri araçların onarımından yeni bir kâr olanağı elde eder. Bu dönemde orduda verilen askeri eğitim de ABD’nin belirlediği yöntemlerle gerçekleşmektedir. Her yıl, yüzlerce subay ABD’ye çağrılarak CIA’nın eğitiminden geçirilir. ABD savunma Bakanı Mc Namara 1967’de “Askeri yardımlarımızın asıl amacı az gelişmiş ülke askerlerini ABD ideolojisine göre yetiştirmek ve onlardan gelecekte gerektiğinde o ülke yönetiminden yararlanmaktır” demektedir. Aynı amaçla Almanya da, Türkiye üzerinden Ortadoğu’daki petrol bölgelerine uzanmak istediği için 1964’ten başlayarak Türkiye’ye askeri yardıma başlar ve Türk ordusunun şekillendirilmesinde rol oynamaya çalışır. Ama Almanya’nın, ABD emperyalizmine entegre olmuş bir Türkiye üzerinde fazlaca şansı yoktur.
TC’nin NATO’ya girmesi ile birlikte ABD doları destekli kontrgerilla örgütlenmesine de geçilir. NATO’ya bağlı bulunan her ülkede, CIA tarafından değişik isimler altında, ilgili devletin yeraltı örgütlenmeleri kurulmaktadır. Ordudaki üst rütbeli birçok subay bu yapılar içinde yer alır. Türkiye’de kontrgerilla adıyla bilinen her ülkede değişik adlandırılan örgüt; “ABD’nin denetiminde ve dolar destekli olup az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sosyal, ekonomik, politik, kültürel yapıya ve halkın bilinç düzeyine göre, asıl amacı dışında çeşitli görevlere sahiptir. 1-Ulusal kurtuluş savaşlarının önlenmesi, 2-Sosyal uyanış ve bilinçlenmeyi engelleyici önlemlerin alınması, 3- Yerli işbirlikçiler ağının yaygınlaştırılması ve bunlara dayanarak, istihbarat yapılması ve gerektiğinde terör ve siyasi cinayetler, anarşiyi araç olarak kullanarak ortam hazırlaması ve bu durumdan yararlanarak faşist askeri darbelerin gelmesi ve bu suretle az gelişmiş ülkelerin emperyalist çıkarlara uyarlı şekle dönüştürülmesi…” amacıyla oluşturulmuştur. Kontrgerilla, NATO stratejisi ile birlikte emperyalizme bağlı olarak kurulan özel savaş kurumlarından birisidir. Kamuoyuna yansıması 12 Mart sonrasında olur. 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı kontrgerilla tarafından düzenlenmiş, Maraş, Çorum, Sivas olayları da yine bu örgütün provokasyonları sonucu gerçekleştirmiştir. Birçok aydının, faili meçhul kategorisinde değerlendirilen cinayetlere kurban gitmesinin ardında kontrgerilla vardır; tetiği kontrgerilla çekmiştir. Bugün de kontrgerilla, işçi sınıfı hareketi ve devrimci mücadele karşısında devreye sokulmakta ve yoğun olarak Kürdistan’da verilen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı kullanılmakta; yurtseverlerin, öğretmenlerin, gazetecilerin, aydınların, köylülerin katledilmesi, köylerin yakılıp yıkılması vb. gibi faaliyetler yürütmektedir. Örtülü ödenekten 80 milyar liranın aktarıldığı Kontrgerilla örgütü, zaman zaman değişik adlar altında tanımlanmakta, hem de günün koşullarına uygun görevler için şekil değiştirecek esnekliğe de sahip olabilmektedir. “Seferberlik Tetkik Kurulu”, “Özel Harp Dairesi”, “Gayri Nizami Birlikler”, “Hizbi-kontra” örgütlenmeleri birer kontrgerilla kurumlarıdır. Son dönemlerde Türk İntikam Tugayı TİT’in yürüttüğü faaliyetler de bu kapsamdadır, bir kontrgerilla faaliyetidir. Ancak 80 öncesinde adını duyuran TİT’in adı eskisi kadar çok geçmemektedir.

ORDU VE SİYASET
Türk ordusu Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sürekli olarak icranın başı olmuştur. 27 Mayıs darbesinden sonra bu ilke, anayasal metne de geçti. 1961 Anayasası’nda yer alan bazı demokratik haklar kimi çevrelerde bir yanılsama yaratarak ordunun ilerici bir misyon yüklendiği düşüncesini doğurdu. Faşist ordudan toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmesi beklendi. Hatta devrimci bir işlev görebileceği inancı yayılmaya başlandı. Oysa 1961 Anayasası’nda yer alan demokratik hakların asıl nedeni DP iktidarının uygulamalarına karşı büyük bir hoşnutsuzluk duyarak sokağa çıkan işçi ve emekçilerdi. Onların muhalefetiydi. Özellikle TKP revizyonizminin iddia ettiği gibi ordunun ilericiliğinden kaynaklanmıyordu. Orduya yakıştırılan bu ilericilik misyonu uzun süre muhalefetin bir bölümünü etkiledi ve şekillendirdi. Ama 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden sonra, ordunun faşist karakteri artık tartışma götürmez bir şekilde gün yüzüne çıktığında kimse eski teorisinde ısrar edemedi.
O zamanki muhalefete ordunun demokrasinin teminatı, devrimci dönüşümlerin en önemli ayaklarından biri olduğu şeklinde tersine dönüşerek yansıyan, ama sınıflar-üstü bir imaj vermeye çalışmaktan başka hiçbir anlamı olmayan “ordu siyasete karışmaz” sözü bir safsataydı. Ordunun sınıflar-üstü olduğuna dair aynı kaynaklardan üretilen yargı muhalefetin bu kanadının diline “ordu emekçilerin yanındadır” diye tercüme edilmişti.
Ancak, 1961 Anayasası’nda da ordunun “sivil otorite” üzerindeki siyasi denetimini dolaysızlaştırmak için MGK’nın oluşturulması hükme bağlanmıştır. Bu bile, ordunun politika dışı imajda çok ısrarlı olmadığını göstermektedir. MGK’nın görevi, 1961 Anayasası’nda tanımlanırken “MGK milli güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” denilmektedir. 1971’deki değişiklikten sonra ise bu hüküm, “MGK mili güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na tavsiye eder” şeklini almıştır. 1982 Anayasası’na gelindiğinde ise, ordunun “sivil” politikayla ve politikacılarla arasına koyduğu mesafe iyice kısalmıştır. Yeni durum “MGK devletin milli güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili kararların alınması ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirir. Kurulun devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzurunun ve güvenliğinin korunması hususunda alınması zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulu’nca öncelikle dikkate alınır” sözleriyle ifade edilir. Görüldüğü gibi ordu, her darbesinde rütbe alarak siyasetle arasındaki görünen mesafeyi kısaltmıştır.
Bugün icranın Bakanlar Kurulu’nun tasarrufunda olduğuna dair iddia aldatmacadan başka bir şey değildir. 1960’tan itibaren MGK’nın Bakanlar Kurulu’na “tavsiye” ettiği hiçbir kararın geri döndüğü görülmedi. Ülkenin bütün önemli kararları, gerek iç, gerek dış siyasette, Genel Kurmay tarafından belirlendi. Olağanüstü Hal’in uzatma kararları önce MGK’dan çıktı. Daha sonra bu, Bakanlar Kurulu’na dikte edildi. Körfez krizinde de sorun önce Meclis’te değil Genelkurmay’da tartışıldı. Basına yönelik SS kararnamelerinin kaynağı da MGK’dır; Kürtçe yayın yasağı ile ilgili kararların tartışıldığı yer de. Çekiç Güç’ün süresinin uzatılması, CMUK, TRT ve özel televizyon yayınlarından, Özel Harp Dairesi’nin planlarına kadar her şey bu kurulda görüşüldü. Burada her konuda tek yetki ve etki sahibi kurum genelkurmay’dı.
MGK, Türkiye’deki devletin çekirdeğini oluşturan bir kuruldur. Başkanlığını Cumhurbaşkanı’nın yaptığı bu kurulda ayrıca Genelkurmay Başkanı, Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanı, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı yer alır. Gerek duyulduğunda İçişleri ve Dışişleri Bakanı da oturumlara katılır. Ayda bir kez toplanan MGK de alınan kararlar Bakanlar kuruluna dikte edilir. Toplantı tutanakları gizlidir ve kamuoyuna duyurulması, basına sızdırılması yasaktır. Ancak uygun görülen kararlar, kurul sekreteri tarafından kamuoyuna duyurulur. MGK’ya Cumhurbaşkanı’nın başkanlık etmesinden dolayı, çoğu cumhurbaşkanlarının da ordu kökenli olması dikkat çekicidir.
Dünyada hemen hemen hiçbir ordu, Türkiye’de olduğu gibi devlet ve hükümet üzerinde bu derece etkili değildir. Diğer birçok ülkede, Genelkurmay, usulen Milli Savunma Bakanlığına bağlı ve sivil yönetimin emrinde iken Türkiye’de Genelkurmay görünümde doğrudan Başbakana bağlıdır. MSB ise 1960’tan bu yana Genelkurmay’a bağlanmış ve Genelkurmay’a lojistik destek sağlayan bir kuruma dönüştürülmüştür. MSB, orduya milli gelirden en fazla payın ayrılmasını sağlamak, bağışları ve dolaylı vergilerden elde edilen gelirleri toplamak gibi görevlerle meşguldür.
Bugün Avrupa’da en kalabalık orduya sahip ülkelerden biri de Türkiye’dir. Türkiye’de her yıl, zorunlu askerlik kapsamında 500-550 bin kişi silah altına alınmaktadır.
Zorunlu askerlik yaygınlaştırılan ve geleneklere yerleşmesine yol açılan bir anlayışla ideolojik bir destek bulur. Anadolu’da askere gitmeyen adamdan sayılmaz, evlenmesine bile izin verilmez. Bu yüzden askere gitmek Anadolu’da bir erkek için çok önemlidir.
Ayrıca ve hepsinden önemlisi askerlik kurumu, 20 yaşına gelen genç erkeklerin düzene bağlanmasında önemli bir rol oynar. Zorunlu askerlik yasası uyarınca askere alınan gençlerin sindirilmesi, kişiliksizleştirilmesi, bencilleştirilmesi, toplumsal sorunlara karşı duyarsızlaştırmasında “asker ocağı” en büyük duraklardan biridir.
Öte yandan ordu bir zor kurumu olarak kendi içindeki şiddeti de meşru görür. TSK’nin iç hizmetler kanununda dayağa yasaklama getirilmişse de, bu yasak kâğıt üzerinde kalır ve ordu içinde en alt kademeden en üst kademeye kadar, hiçbir yasal yaptırımla karşılaşılmaksızın dayak, meşru bir eğitim ve disiplin aracı olarak kullanılır. Askere gidip de, dört aylık acemi eğitim döneminde ve daha sonraki dönemde dayak yemeyen hemen hemen yok gibidir.  Böylece askere giden erkek, fiziki ve psikolojik bir yıpranmanın yanı sıra, milliyetçi ve faşist bir biçimlenmeye tabi tutulmuş olarak tezkere alır.
Ancak son yıllarda askerlik “eğitimi”ni reddedenlerin sayısında artış gözlenmektedir. Kürdistan’da yürütülen haksız savaş bu anlayışın belli oranda kırılmasına yol açmıştır.
Kürt gençlerini kendi milliyetinden insanlara ateş açmak üzere askere almak mümkün olmadığı gibi Türk gençleri de giderek daha fazla oranda cepheye gitmemenin yollarını arıyor. Bu, tabii ki bugünkü koşullara bağlı olarak bireysel bir çaba olarak tezahür ediyor. Yine de kendiliğinden de olsa askere gidilmemesine yönelik sesler giderek artıyor.
Faşist diktatörlük, “terörle mücadele” olarak adlandırdığı Kürt halkının mücadelesini bastırmak için bütün askeri güçlerini bölgeye yığıyor. Genelkurmay Başkanı’nın “bizim için terör birinci dereceden önlem alınması gereken bir durumdur” değerlendirmesine yol açan durum, Kürt halkının ulusal mücadeleyi boyutlandırmasıyla ve devrimci mücadelenin giderek gelişmesiyle oluşmuş bulunuyor.
Ücret zamları söz konusu olduğunda bütçe açığından söz eden devlet, bütçenin önemli bir bölümünü askeri harcamalar için ayırıyor. Bütçenin dörtte birini Kürt halkının mücadelesini bastırmak için harcarken bütçede açılan geniş gediğin ekonomik yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklüyor. Kürdistan’da yürütmekte olduğu haksız savaşta devlet, ekonomik ve askeri anlamda bir batağa saplanmıştır. Kürdistan’daki katliam sırasında kullanılmak üzere alınan son model silahların; kobralar, skorskyler, panzerler, kariyerler ve tankların karşılığında ABD’ye milyarlarca dolar borçlanmıştır.
Kürdistan’da, TC ordusunun köyleri bombalaması; Kürt halkını zorunlu göçe tabi tutması, sokak infazları, toplu katliamlar, faili belli cinayetler her geçen gün daha da artarak devam etmektedir. Yürütülen bu haksız savaşın gittikçe kızıştığı bu dönemde, ordu saflarında yer almak haklı görülemez. Kendisine devrimciyim, demokratım, yurtseverim diyen kimselerin hâlâ faşist Türk ordusunun saflarında kaput giyip silâhaltına girmesi, kendi varoluş nedenleriyle bir çelişki oluşturmaktadır. Devrim, bir ayağın karşı devrimde durmasını hazmedemez. Ve içinde yaşadığımız dönem bir karar anıdır. Faşist diktatörlükle bütün bağların, bütün köprülerin atılması, işçi sınıfının ve diğer ezilen sınıf ve tabakaların, özgürlük mücadelesi veren Kürt ulusunun yanında yer alınmasıyla, “işe girmek için askerlik gerekiyor” sözlerinin arkasına gizlenen küçük çıkarların arasında verilecek bir karardır bu.
Sonuç olarak; Zor sınıfsal bir kavramdır ve bu imkânın kullanıldığı bir kurum olarak modern burjuva düzenli ordu egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eder. Öte yandan, ilkel komünal toplumdan günümüze değin her yeni toplumsal değişimin yolunu açan da tarihi yapanların kullandığı “zor”dur. Her toplum, bağrında “yeni bir toplum”un filizlerini taşır. Bir toplumsal yapıdan diğerine geçişin koşulu sınıf mücadelesidir ve tarihin yapıldığı bu anda zor, yeni toplumun ebesidir ve ezilen sınıfların en büyük silahıdır.
Şiddet bu anlamda; ezilenlerin ezenlere karşı verdikleri sınıf mücadelesinin başarıya ulaşmasında vazgeçilmez bir araçtır ve “zor”un bu vazgeçilmezlik koşullarının ortadan kalkması ve mutlak barışın hâkim olması, bütün sınıfların ortadan kalktığı komünizmde söz konusu olabilecektir. Ama o zamana kadar zor, ezilenlerin ve kendisiyle birlikte bütün sınıfları ortadan kaldırmaya aday tek sınıf olan proletaryanın yoldaşıdır.

Ekim 1993

Gençlik Üzerine

Almanya Komünist Partisi’ne (KPD) bağlı Roter Morgen Yayınevi’nin Mart 1977’de yayınladığı “Gençlik Üzerine/Lenin-Stalin” adlı derleme, geçtiğimiz günlerde Evrensel Basım Yayın tarafından Almancadan Türkçeye kazandırılarak okuyuculara sunuldu.
Derlemede yer alan makalelerin birçoğunu Lenin ve Stalin’in ayrı ayrı eserlerinde ya da derlemelerinde bulmak mümkündür. Ancak, Büyük Ekim Devrimi’nin ve ilk Sosyalist Cumhuriyetin iki büyük önderinin, gençliği, tarihsel süreçleri içerisinde ele alışlarının tek bir kitapta toplanması, derlemeyi birçok açıdan anlamlı ve önemli kılıyor.

Proletaryanın iki büyük önderinin tüm politik süreçlerde (çar despotizminin azgın saldırı dönemlerinde, 1905 Devrimi’nin ve Büyük Ekim Devrimi’nin öncesi ile sonrasında, yeni, sosyalist toplumun inşası koşullarında) gençliğe verdikleri tartışılmaz önem; devrim sorunlarını ele alırken, verili koşulları incelerken, çoğu parti sorununa yaklaşırken, proletarya diktatörlüğünün kuruluş ve inşasını ortaya koyarken daima gençliğe ve onun rolüne titizlikle yaklaşmalarından açıkça anlaşılmaktadır. Lenin ve Stalin, gençliği, özellikle işçi gençliği kazanmayı devrimin zaferinin önkoşulu olarak görmüşlerdir.
Lenin en sıkıntılı günlerde üstüne basa basa, “yalvarırcasına” gençliğe işaret eder. “Gençliğe gidin” der, St. Petersburg Parti Komitesi’nin Savaş Komisyonu’na mektubunda. “Menşevizmin Krizi” makalesinde: “…Hayır, otuz yaşında ihtiyarlar olmayı, sosyal demokrasinin ‘aklı başına gelmiş’ devrimcilerini ve döneklerini toplama işini Kadetlere bırakalım. Biz daima en ileri sınıfın gençliğinin partisi olacağız! …” derken; “Gençlik Enternasyonali- Notlar”da da “… Gençlik Birliklerine tam bağımsızlık, ama aynı zamanda hatalarının yoldaşça eleştirisi için tam özgürlük! Gençliğe dalkavukluk etmemeliyiz…” diyerek gençliğe yaklaşımı ortaya koymuştur.
Lenin ve Stalin, gençliğe güvendikleri kadar, onu partinin önderliğinde yönlendirmeyi de bildiler. Gençliğe devrimi omuzlama, başarıldığında da Sovyet iktidarım sağlamlaştırma ve yeni, sosyalist toplum için genç kuşağı eğitme ve yetiştirme görevini verirken bunu başarabilmenin önkoşulu olarak öğrenmeyi, komünist öğrenimi koyuyorlardı. Stalin 1925’te
“…Sabırlı ve ısrarlı Leninist öğrenim- bu, eğer gerçekten gençliğin milyonlarca kitlelerini proleter devrim ruhuyla yetiştirmek istiyorsa Komünist Gençlik Birliği aktifinin izlemesi gereken yoldur.” demiştir ve görevinde başarıyla ilerleyen Komünist Gençlik Birliği’ni 1928yılında şu sözlerle kutlamıştır: “… Komünist Gençlik Birliği bu zor görevi başardı, çünkü faaliyetini partinin önderliğinde yürüttü, çünkü genelde öğrenmeyi ve özelde Leninist tarzda öğrenmeyi günlük pratik faaliyet ile birleştirmeyi bildi, çünkü işçi ve köylülüğün genç kuşağını enternasyonalizm ruhuyla yetiştirmeyi bildi, çünkü yaşlı ve genç Leninistler arasında, eski ve yeni kadrolar arasında ortak bir dil kullanmayı bildi, çünkü tüm faaliyeti proletarya diktatörlüğünün ve sosyalist inşasının zaferinin çıkarlarına göre düzenlemeyi bildi.
Komünist Gençlik Birliği sadece bundan dolayı Lenin’in bayrağını yüksekte tutabildi…”
“Gençlik Üzerine”de yer alan makalelerde öne çıkan en önemli mesaj hiç şüphesiz komünist öğrenimdir. Devrimci komünistlerin görevlerini başarıyla yerine getirebilmeleri için vazgeçilmez bir önkoşul olan komünist öğrenim, bugün ülkemiz komünistlerinin ve genç komünistlerinin yürüttükleri mücadelede ve bu mücadele içerisindeki gelişimlerinde en zayıf kalman yönlerden birisidir. Lenin ve Stalin’in “Gençlik Üzerine”de derlenen makalelerinde dönemlerinin gençliğine seslenirken ona verdikleri görevler aynı yakıcılıkla günümüzde de geçerliliğini, değer ve önemini kaybetmeden koruyor. Bu yönüyle kitap, proletarya devriminin mutlak zaferinin gerçekleşmesi için gençliği kazanmanın zorunluluğunu bilen ve anlayan devrimci komünistler ve devrimci mücadeleye yönelen ve bu mücadelede emin adımlarla yürüyebilmek için komünist bilinci kuşanmanın zorunluluğunu anlamak zorunda olan genç devrimci ve komünistlerin, temel başvuru kaynaklarından birisi olma özelliğini taşıyor.
Bu derlemede yer alan, günümüz bakımından da oldukça öğretici olan Lenin’in “Gençlik Birliklerinin Görevleri” makalesini okuyuculara sunuyoruz.

GENÇLİK BİRLİKLERİNİN GÖREVLERİ

Rusya Komünist Gençlik Birliğinin III. Tüm Rusya Kongresi’ndeki Konuşma
2 Ekim 1920
Yoldaşlar! Bugün sizinle Komünist Gençlik Birliği’nin temel görevlerinin neler olduğu ve bununla bağlantılı olarak da bir sosyalist cumhuriyette gençlik örgütlerinin nasıl olmaları gerektiği üzerine sohbet etmek istiyorum.
Belli anlamda gençliğin önündeki esas görevin komünist toplumu yaratmak olduğu söylenebilir, bu bakımdan bu sorun üstünde daha çok durmalıyız. Çünkü kapitalist toplumda yetişmiş çalışan kuşağı, en iyi halde sömürüye dayalı kapitalist yaşayış biçiminin temellerini yok etmek sorununu çözebilir. Bu kuşak en iyi halde, proletarya ve emekçi sınıfların iktidarlarını korumalarına ve sağlam bir temel oluşturmalarına yardım edecek bir toplumsal düzen yaratma görevinin üstesinden gelebilir. Bu temel ise, ancak yeni koşullar altında, insanlar arasında hiçbir sömürü ilişkisinin olmadığı koşullarda çalışmaya başlayan bir kuşak tarafından inşa edilebilir.
Şimdi ben bu temelden yola çıkarak gençliğin görevleri sorununu ele alırsam, genel olarak gençliğin ve Komünist Gençlik Birliklerinin ve tüm diğer örgütlerin görevlerinin özel olarak tek bir sözcükle ifade edilebildiğini söylemeliyim. Görev öğrenmekten ibarettir.
Ancak bu sadece bir “sözcük”tür. Henüz en önemli ve esas olan sorunlara bir yanıt yoktur: Ne öğrenmeli ve nasıl öğrenmeli? Burada esas olan ise, eski kapitalist toplumun dönüştürülmesiyle birlikte komünist toplumu kuracak olan yeni nesillerin eğitim, öğrenim ve yetiştirilmelerinin eski tarzda yürütülemeyeceğidir. Gençliğin öğretimi, eğitimi ve yetiştirilmesinde eski toplumun bize bıraktığı materyalden yola çıkılmalıdır.
Komünizmi ancak eski toplumun bize geriye bıraktığı miktarda bilgi, örgüt ve kuruluşlarla, bize bıraktığı insan gücü ve araçlarla kurabiliriz. Sadece gençliğin eğitimini, örgütlenmesini ve geliştirmesini temelden dönüştürürsek, genç nesillerin çabalarının sonucu olarak eskisine benzemeyen bir toplumun, yani komünist toplumun yaratılmasına ulaşabiliriz.
Bu nedenle, gençliğe ne öğretmemiz gerektiği ve eğer “komünist gençlik” sıfatını hakkıyla taşımak istiyorsa gençliğin nasıl öğrenmesi gerektiği ve onu başladığımızı sürdürmeye ve sonuçlandırmaya yetenekli olması için nasıl hazırlanacağımız sonucu üstünde ayrıntılı olarak durmalıyız.
Buna ilk ve en doğal açık yanıtın, Gençlik Birliği’nin ve genel olarak komünizme geçmek isteyen tüm gençliğin komünizmi öğrenmeleri gerektiği, olduğunu söylemeliyim.
Fakat “Komünizmi öğrenmek” yanıtı fazlaca genel. Komünizmi öğrenmek için neye ihtiyacımız vardır? Komünizme vakıf olmamız için genel bilgi toplamından neyi çıkarıp almalıyız? Burada bizi, komünizmi öğrenme görevini yanlış koyar koymaz veya fazlaca tek yönlü algılar algılamaz sürekli ve daima ortaya çıkan bir dizi tehlike beklemektedir.
İlk bakışta komünizmi öğrenmenin komünist öğreti kitaplarında, broşürlerinde ve yapıtlarında ortaya konan bilgi niceliğini edinmek olduğu düşüncesinin doğması doğaldır. Ancak komünizm öğreniminin bu tür bir tanımlaması fazla kaba ve yetersiz olurdu.
Komünizm öğrenimi, komünist eserlerde, kitap ve broşürlerde ortaya konanların edinilmesinden ibaret olsaydı fazla kolay bir şekilde komünist lafazanlara veya övgücülere sahip olurduk ama bize mahsur ve zarardan başka bir şey getirmezdi. Çünkü komünist kitap ve broşürlerde yazılanları öğrenmiş ve okumuş olan bu kişiler, bütün bu bilgileri bütünleştirmeye ve komünizmin gerçekten gerektirdiği şekilde davranmaya yetenekli olmadıkları ortaya çıkardı.
Eski kapitalist toplumun bize bıraktığı en büyük kötülüklerden ve en büyük dertlerden biri kitap ile pratik yaşam arasındaki derin uçurumdur. Çünkü elimizde her şeyin en güzel şekilde anlatıldığı kitaplar vardı, fakat bu kitaplar çoğunlukla bize komünist toplumu yanlış olarak tanımlayan en iğrenç, ikiyüzlü yalandı. Bu nedenle kitaplarda komünizm üstüne söylenen şeylerin harfi harfine edinimi en büyük hata olurdu.
Bugün konuşmalarımız ve yazılarımız günlük ve her tür çalışmayla bütünleşmiş olduğundan, eskiden komünizm üstüne söylenen şeylerin sadece bir tekrarı değildir. Faaliyet olmadan, mücadele olmadan komünizm üstüne broşür ve eserlerden alınmış kitabi bilgi beş para etmez, çünkü bu sadece teori ile pratik arasındaki eski uçurumu, eski burjuva toplumun en aşağılık özelliği olan o eski uçurumu sürdürürdü.
Daha da tehlikelisi, salt komünist sloganları edinmekle yetinmeye başlamamız olurdu. Bu tehlikeyi zamanında göremesek ve tüm çalışmamızı bu tehlikeyi yok etmeye yönelseydik, komünizmin bu tarz öğrenilişinin ardından kendilerini komünist olarak adlandıracak olan yarım milyon veya bir milyon genç erkek ve kadın komünizm davasına sadece çok ağır zararlar verirdi.
Burada önümüze, komünizmde eğitim için her şeyi bir arada nasıl ahenkli bir hale getireceğiz sorunu çıkıyor. Eski okuldan ve eski bilimden neleri devralmalıyız?
Eski okul çok yönlü eğitilmiş bir insan geliştirmeyi hedeflediğini bilimleri genel olarak öğrettiğini açıklıyordu. Bunun tam anlamıyla bir yalan olduğunu biliyoruz çünkü tüm toplum, insanların sınıflara bölünmesi, sömürenler ve sömürülenler ayrımı üzerine kurulmuştu ve bu ayrım sayesinde ayakta duruyordu. Elbette tamamıyla sınıf ruhuyla dolu olan bu eski okul sadece burjuvazinin çocuklarına bilgi veriyordu. Kelimelerinin her biri burjuva çıkarlarına göre sahteleştirilmişti.
Bu okullarda işçi ve köylülerin genç kuşağı, eğitimden çok burjuvazinin çıkarları için sıkı bir şekilde yetiştiriliyorlardı. Eğitilmelerinin amacı burjuvazinin işine yarayacak, burjuvazinin rahatını ve aymazlığını bozmadan kazanç vermeye uygun şekilde uşakların yetiştirilmesiydi. Bu nedenle kendimizi eski okulu reddederek, gerçek komünist bir eğitime ulaşmak için ondan sadece işimize yarayacak şeyleri çıkarmakla görevlendirdik.
Böylece eski okula karşı yöneltilen, her zaman söz edilen ve de çoğu kez yanlış sonuçlara götüren, o ithamlara geliyoruz.
Eski okulun ezberciliğin, sıkı talimin, ineklemenin okulu olduğu söyleniyor. Bu doğru, ama gene de eski okulda kötü olanla işimize yarayacak olanı birbirinden ayırmayı bilmek gerek ve oradan komünizme gerekli olanı seçmeyi bilmek gerekir.
Eski okul ezberciliğin okuluydu. İnsanları beyinlerine örümcek ağlan dolduran ve genç nesli ortalama bürokratlar haline budayan bir yığın yararsız, gereksiz, ölü bilgiyi ezberlemeye zorluyordu. Fakat buradan insanlığın bilgi birikimini edinmeden komünist olunabileceği sonucunu çıkarırsanız büyük bir hata yapmış olursunuz. Bu bilgi toplamını edinmeden komünist sloganları ve komünist bilimin sonuçlarını edinmenin yeteceğini düşünmek aptallık olurdu ki komünizmin kendisi de zaten bu bilgi toplamının sonucudur.
Marksizm, Komünizmin insanlığın bilgi birikiminden nasıl doğduğuna ilişkin bir örnektir.
Özellikle Marx tarafından temellendirilmiş komünist teorinin, komünist bilimin, yaratıcısı Marx olduğu halde Marksizm’in bu öğretisinin 19- yüzyılın, bir tek sosyalistinin eseri olmaktan çıkarak bu öğretinin nasıl, onu kapitalizme karşı mücadelelerinde kullanan bütün dünyadaki milyonlarca ve yine milyonlarca proleterin öğretisi haline geldiğini okudunuz ve duydunuz.
Ve eğer, Marx’ın öğretisinin en devrimci sınıfın milyonlarca ve milyonlarca yüreği sarmasının nasıl mümkün olduğu sorusunu sorarsanız, o zaman buna tek bir cevap verilebilir: Bu, Marx kapitalizm koşulları altında kazanılmış olan insan bilgisinin sağlam temeline dayandığı için mümkündü; insan toplumunun gelişme yasalarını inceledikten sonra Marx, kapitalizmin komünizme doğru kaçınılmaz gelişimini gördü ve esas önemli olan, bunun kanıtını, salt kapitalist toplumun en doğru, ayrıntılı ve derin araştırmasına dayanarak, geçmiş bilimin verilerine tamamıyla hâkim olması sayesinde getirdi.
O, hiçbir noktayı göz ardı etmeksizin insan toplumunun yarattığı her şeyi eleştirel tarzda yeniden biçimlendirdi, insan düşüncesinin yarattığı her şeyi yeniden biçimlendirdi, eleştiriye tabi tuttu, işçi hareketinde sınadı ve sonra burjuvazinin koyduğu çerçevelerle sınırlandırılan veya burjuva önyargıların esiri olan insanların çıkaramadığı sonuçları çıkardı.
Bunu, örneğin proleter kültür hakkında konuşurken göz önünde bulundurmalıyız. Ancak insanlığın tüm gelişiminin yarattığı kültürün tam bilgisiyle, ancak onun dönüştürülmesiyle proleter bir kültürün yaratabileceğinin açıkça kavranışı olmadan, böyle bir anlayış olmadan bu sorunu çözemeyiz.
Proleter kültür gökten zembille inmeyecektir. O, kendilerini proleter kültür uzmanları olarak tanımlayan insanların icadı değildir. Bütün bunlar saçmalıktır. Proleter kültür insanlığın kapitalist toplumun, toprak sahipleri ve bürokratik toplumunun boyunduruğu altında kazandığı bilgi birikiminin zorunlu gelişimi olmalıdır.
Nasıl Marx tarafından yeniden biçimlendirilen ekonomi politik bize, insan toplumunun gelişiminin bizi nereye götürmesi gerektiğini ve sınıf mücadelesine ve proleter devrimin başlangıcına geçişi gösterdiyse bütün bu yollar, patikalar proleter kültüre götürdü, götürüyor ve götürecek.
Eğer gençlik temsilcilerinden olduğu gibi, yeni eğitim taraftarlarından da eski okula karşı, ezberciliğin okulu olduğu suçlamalarını hiç de az duymuyorsak, öyleyse biz onlara eski okulun iyi yönlerini devralmaları gerektiğini söylüyoruz.
Eski okuldan, genç insanların beyinlerinin onda dokuzu gereksiz ve onda biri bozulmuş olan yığınla bilgiyle doldurma metotlarını almamalıyız. Bu yine de komünist çıkarımlarla ve sadece komünist sloganları ezberlemekle yetinebileceğimiz anlamına gelmiyor. Komünizm böyle yaratılamaz. Bir kişi ancak kendisini insanlığın kazanımı olan tüm bilgi hazineleriyle zenginleştirdiğinde komünist olabilir.
Bize gereken inekleme değil, fakat her öğrencinin hafızasını temel gerçeklerin bilgisiyle geliştirmeli ve mükemmelleştirmeliyiz, yoksa komünizm boş bir laf kalabalığına ve salt bir etikete dönüşür. Ve komünist, bilincine tüm kazanılmış bilgileri yerleştirmezse salt bir farfara haline gelir. Sadece bilgilenmemelisiniz, beyninize gereksiz pılı-pırtılarla yüklenmemeniz için, tersine eğitimli modern bir insan için vazgeçilmez olan tüm gerçeklerin bilgisiyle zenginleşmeniz için eleştirel tarzda bilgilenmelisiniz.
Kendi başına çok ciddi, zor, büyük bir çalışmayı ortaya koymadan, eleştirel bakmakla yükümlü olduğu gerçekler içinde yolunu bulmadan, kendisine ulaştırılan sonuçlar temelinde komünizmle övünme düşüncesine kapılan her komünist, böyle bir komünist son derece acınacak bir kişi olurdu. Böylesine bir üstünkörülük kesinlikle zararlı olurdu. Az şey bildiğimi biliyorsam, o zaman daha çok şeyi bilmeye ulaşacağım; ama eğer ki bir insan komünist olduğunu ve temel şeyleri bilmesine gereksinimi olmadığını açıklarsa, o zaman ondan her şey olur, ama bir komünist olamaz.
Eski okul, kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu uşakları yetiştiriyordu, bilim adamlarından kapitalizmin işine geldiği gibi yazmaları ve konuşmaları gereken insanlar yaratıyordu. İşte bu yüzden bu okulu yok etmeliyiz. Fakat onu yok etmemiz, parçalamamız gerekiyorsa; bunun anlamı: İnsanlığın, insanlar için gerekli olan birikiminin hepsini almamız gerektiği değil midir?
Bunun anlamı, kapitalizm için gerekli olanlarla ve komünizm için gerekli olanlar arasında bir ayrım gözetmememiz gerektiği midir?
Burjuva toplumunda çoğunluğun isteğine karşı sürdürülen eski talim-terbiyenin yerine; koca ülke üzerine yayılmış, serpilmiş, dağılmış milyonlarca ve on milyonlarca insanın iradesini, ortak bir irade halinde kaynaştırmak amacıyla, bu mücadelenin güçlerini birleştirmek ve örgütlemek için kararlılığı, yeteneği ve gönüllülüğüyle eski topluma karşı nefretini bütünleştiren işçi ve köylülerin bilinçli disiplinini koyuyoruz. Çünkü bu ortak irade olmadan, işçi ve köylülerin bu bilinçli disiplini olmadan davamız ümitsizdir. Bunlar olmadan bütün dünyadaki kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini yenecek durumda olamayız. Bırakın bu temel üzerinde komünist toplumu inşa etmeyi, temeli bile sağlamlaştırmayız.
Aynı şekilde eski okulu reddetmemize karşın, eski okula karşı tamamıyla yerinde ve gerekli olan nefreti beslememize, eski okulu yıkma isteğini takdir etmemize karşın; eski eğitimin, ineklemenin, talim-eğitimin yerine insanlığın yarattığı bilgi birikimini edinmeyi koymalıyız. Bu bilgiyi öyle bir şekilde öğrenmeliyiz ki, komünizm ezberlenerek öğrenilen bir şey olmaktan çıksın ve kendi düşündüğünüz bir şey, bugünkü eğitimin bakış açısından kaçınılmaz olan sonuçları içeren bir şey olsun.
Komünizmi öğrenme görevinden bahsettiğimizde temel sorunları bu şekilde koymalıyız.
Bunu size açıklamak ve aynı zamanda nasıl öğrenmek gerektiği sorununa değinmek için pratikten bir örnek vereceğim. Hepiniz biliyorsunuz ki, askeri görevlerden, cumhuriyeti koruma görevlerinin hemen ardından ekonomik görevler karşımıza çıkıyor.
Sanayiyi ve tarımı -eski tarzda kurulmamak üzere- yeniden kurmadan komünist toplumun inşa edilemeyeceğini biliyoruz. Daha modern ve bilimin en yeni bilgileri temelinde yeniden kurulmalıdır. Bu temelin elektrik olduğunu biliyorsunuz ve ancak tüm ülke, sanayinin ve tarımın tüm dalları elektriklendirildiğinde, bu görevi başardığınızda, ancak o zaman kendinize eski toplumun kurmaya gelenekli olmadığı komünist toplumu kurabilirsiniz.
Tüm ülkenin ekonomik açıdan yeniden doğuşu göreviyle, reorganizasyonuyla, hem tarımını hem de endüstrinin modern tekniğinin temelinde, modern bilim ve teknolojinin, elektriğin temelinde yeniden kuruluşu ile karşı karşıyasınız.
Elektriklendirme işinde okur-yazar olmayanlarla bir yere varılamayacağını, hatta temel eğitimin de burada yeterli olmadığını çok iyi anlıyorsunuz. Burada elektriğin ne olduğunu bilmek yeterli delildir, tarımda endüstrinin ve tarımın her bir kolunda teknik olarak nasıl uygulanacağını bilmek gerek. Bunu öğrenmek ve yetişen çalışan nesle öğretmek gerekiyor.
Bu, her bilinçli komünistin ve Komünist Gençlik Birliğine girmesiyle komünizmin inşasında partiye ve komünist toplumun yaratılmasında genç kuşağa yardım yükümlülük altına girdiğinin farkında olan, kendine komünist diyen her genç insanın önünde duran görevdir. Onu ancak modem eğitimin temelinde kurabileceğini ve de kendisi bu eğitime sahip olmadığında komünizmin ancak bir hayal olarak kalacağını kavramalıdır.
Önceki kuşağın görevi burjuvaziyi yıkmaktı. Eskiden ana görev burjuvazinin eleştirilmesi ona karşı nefreti kitlelerde uyandırmak ve sınıf bilincini geliştirmek ve güçleri birleştirmeyi bilmekti.
Yeni nesil daha karmaşık bir görevle karşı karşıya. İşçi ve köylü iktidarını kapitalistlerin bir saldırısına karşı korumak için güçlerinizi birleştirmeniz yetmez. Bunu yapmalısınız. Bunu kavradınız, bu her komünist için açıktır. Fakat bu yeterli değildir.
Komünist toplumu kurmak zorundasınız. İşin ilk yarısı birçok açıdan yapılmış durumdadır. Eski yıkılmıştır ve yıkılmayı hak etmişti, bir hurda yığını halindedir ve bir hurda yığını haline dönüştürülmeyi hak etmişti. Zemin temizlenmiştir ve bu zeminde genç komünist kuşak komünist toplumu kurmalıdır.
Siz kuruluş görevi ile karşı kaşıyasınız ve bu sorunu ancak tüm modern bilgiyi edindiğinizde, komünizmi hazır, ezberlenmiş formüller, öneriler, reçeteler, direktifler ve programlar olmaktan çıkararak çalışmanızı toparlayacak canlı bir şeye dönüştürmeyi bilirseniz, komünizmi pratik çalışmanızın rehberi haline getirmeyi başarırsanız çözebilirsiniz.
Bu görev genç kuşağın eğitimi, öğretimi ve gelişimi sırasında size rehber olmalıdır. Sizler, komünist toplumun, her genç kız ve erkeğin dahil olması gereken milyonlarca kurucularının arasında ilk başındakiler olmalısınız.
İşçi ve köylü gençliğin komünizmin inşası için yetiştirilimi olmadan komünist toplumu kuramazsınız.
Doğal olarak, komünizmi nasıl öğretmeliyiz, metotlarımızın özelliği nelerden oluşmalıdır? sorusuna geliyoruz.
Öncelikle komünist moral sorununa değineceğim.
Kendinizi komünist olarak yetiştirmelisiniz. Gençlik Birliğinin görevi; pratik çalışmasını gençliğin öğrenerek, kendini örgütleyerek, kenetlenerek, mücadele ederek, kendini ve kendisini önder gören herkesi komünist yetiştirmek için eğiteceği biçimde oluşturmalıdır. Bugünkü gençliğin tüm eğitimi, öğrenimi ve yetiştirilimi komünist moral kazandırmaya yönelik bir eğitim olmalıdır.
Fakat komünist moral var mıdır? Komünist ahlak var mıdır? Tabii ki vardır. Sık sık sanki kendimize özgü bir ahlaka sahip değilmişiz gibi yansıtılıyor ve burjuvazi bizi çok sık, biz komünistlerin her türlü ahlakı reddetmekle suçluyor. Bu, kavramları karıştırmak, işçi ve köylülerin gözüne toz serpmek metodudur.
Biz hangi anlamda ahlakı, ahlaklılığı reddediyoruz?
Burjuvazinin vaaz ettiği gibi, bu ahlakin tanrının emirlerinden türediği anlamda. Burada elbette tanrıya inanmadığımızı ve ruhbanların, çiftlik sahiplerinin ve burjuvazinin sömürü isteklerini uygulayabilmeleri için tanrı adına konuştuklarını iyi biliyoruz. Ya da bu morali, ahlak emirlerinden, tanrının emirlerinden çıkarmak yerine, tanrının emirlerine çok benzeyen idealist veya yarı idealist laflardan türettiklerini.
Doğaüstü, sınıf dışı kavramlardan türetilen her tür ahlakı reddediyoruz. Bunun, bir aldatmaca, bir yalan, çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin çıkarma, işçi ve köylülerin beyinlerinde örümcek ağları oluşturmak olduğunu söylüyoruz.
Ahlakımızın bütünüyle proleter sınıf mücadelesinin çıkarına tabi olduğunu söylüyoruz. Ahlakımız proleter sınıf mücadelesinin çıkarlarından doğar.
Eski toplum çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin, işçi ve köylüleri ezmelerine dayanıyordu. Bu toplumu yıkmamız, alaşağı etmemiz gerekiyordu. Bunun için birleşmeye ihtiyaç vardı. Tanrı böyle bir birleşmeyi yaratmayacaktır.
Böyle bir birleşmeyi ancak fabrikalar ve işyerleri, ancak eğitilmiş, kış uykusundan uyanmış proletarya yaratabilirdi. Ancak sınıf kendisini geliştirdikten sonra, şu anda gördüğümüz şeye götüren kitle hareketi başladı: Üç yıldan beri kendini tüm dünya burjuvazisinin saldırısına karşı koruyan en güçsüz ülkelerden birindeki proleter devriminin zaferine.
Ve bütün dünyada proleter devrimin nasıl büyüdüğünü görüyoruz. Şimdi deneyimler temelinde şunu söyleyebiliyoruz: Parçalanmış, dağılmış köylülüğün izlediği ve sömürenlerin tüm saldırılarına karşı dayanan kenetlenmiş bir güç oluşturma yeteneğine ancak proletarya sahiptir. Çalışan kitlelerin birleşmelerine, kenetlenmelerine ve komünist toplumu tamamıyla savunmalarına, bütünüyle sağlamlaştırmalarına ve inşasını bütünüyle tamamlamalarına sadece bu sınıf yardım edebilir.
Bu nedenle: İnsan toplumunun dışında bir ahlak yoktur, bu bir aldatmacadır diyoruz. Bizim için ahlak proleter sınıf mücadelesinin çıkarlarına tabidir.
Ama bu sınıf mücadelesi nelerden oluşur? Çan devirmek, kapitalistleri devirmek ve kapitalist sınıfı ortadan kaldırmaktan oluşur.
Fakat gerçekte sınıflar nedir? Onlar toplumun bir bölümünün bir başkasının emeğine sahip olmasına izin veren şeydir.
Toplumun bir bölümü, toprağın tümünü sahiplendiğinde önümüze çiftlik sahipleri ve köylü sınıfları çıkar. Toplumun bir bölümü fabrikalara ve işyerlerine, hisselere ve sermayelere sahip iken diğer bölümü de bu fabrikalarda çalışıyorsa – öyleyse kapitalist ve proleter sınıfları vardır.
Çarı kovmak zor değildi. Birkaç gün bunun için yeterli oldu. Çiftlik sahiplerini kovmak zor değildi, bunun için birkaç aya ihtiyaç vardı, kapitalistleri kovmak da çok zor değildir.
Fakat sınıfları kaldırmak karşılaştırılamayacak kadar zordur: İşçi ve köylü ayrımı hâlâ kalmıştır. Köylü kendisine ayrılmış toprak parçasında oturuyor ve başkaları ekmeksiz dururken fazla tahılı elinde tutuyorsa, yani ne kendisinin ne de hayvanının ihtiyacı olmadığı tahılı elinde tutuyorsa, o zaman o, şimdiden bir sömürene dönüşüyordur. Kendine ne kadar çok tahıl saklarsa onun için o kadar iyi, başkaları ise aç kaladursun: “Ne kadar aç kalırlarsa, bu tahılı o kadar pahalıya satarım.”
Gerekli olan, herkesin ortak plana uygun, ortak toprakta, ortak fabrikalarda ve işyerlerinde ve ortak bir düzene göre çalışmasıdır. Bunu gerçekleştirmek kolay mıdır? Bu sorunun çözümünün çarın, çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin kovulması kadar kolay olmadığını görüyorsunuz. Bunun için proletaryanın, köylülerin bir bölümünü yetiştirmesi, dönüştürmesi ve diğerlerin açlığından kazanan zengin köylülerin direnişini kırmak için, emekçi köylüleri kendi tarafına çekmesi gereklidir.
Proletaryanın mücadele görevi, çan devirmemiz, çiftlik sahiplerini ve kapitalistleri kovmamızla bitmedi ve bu görevin tamamlanması proletarya diktatörlüğü olarak tanımladığımız sistemin görevidir.
Sınıf mücadelesi sürüyor, sadece biçim değiştirdi. Bu sınıf mücadelesini eski sömürenlerin geri gelememeleri için, bilgisiz köylülüğün dağılmış kitlesini bir birlik içerisinde birleşmesi için proletarya, yürütüyor. Sınıf mücadelesi sürüyor ve bütün çıkarları bu mücadeleye tabi kılmak bizim görevimizdir.
Ve komünist ahlakımızı bu göreve tabi kılıyoruz. Eski sömürü toplumunun yıkımına hizmet eden ve tüm emekçilerin, komünist toplumu inşa eden proletaryanın etrafında kenetlenmesine hizmet eden her şey ahlaklıdır diyoruz.
Komünist ahlak, emekçileri her tür sömürüye karşı kenetleyen, her tür özel mülkiyete -çünkü özel mülkiyet tüm toplumun emeğiyle yaratılmış olanı bir tek elde toplar- karşı kenetleyen bir mücadeleye hizmet eden ahlaktır.
Bütün topraklar bizde ortak mülkiyettir.
Ve şimdi ben bu ortak mülkiyetten belirli bir parça alırsam, üstünde ihtiyacım olanın iki katı tahıl eker ve bu tahıl fazlasını elde etmeyi düşünürsem. Açlar ne kadar çok artarsa, bana da o kadar çok ödenir diye düşünürsem. O zaman bir komünist gibi davranmış olur muyum?
Hayır! Bir sömüren, bir özel mülkiyetçi gibi! Buna karşı mücadele etmeliyiz.
Bunu böylece bırakırsak önceki devrimlerde birden fazla kez olduğu gibi kapitalistlerin, burjuvazinin iktidarına geri döneriz. Ama kapitalistlerin ve burjuvazinin iktidarının yeniden kurulmasını engellemek için vurgunculuğun gelişmesine izin vermemeliyiz, tek tek kişilerin başkalarının sırtından zenginleşmelerine izin vermemeliyiz ve bütün emekçilerin proletarya ile birleşmeleri ve komünist toplumu kurmaları gerekmektedir.
Komünist gençliğin Birliğinin ve örgütünün ana görevinin en önemli özelliği bundan oluşur.
Eski toplum şu ilke üzerinde şekilleniyordu: Ya sen diğerini sömürürsün ya da o seni sömürür; ya sen başkası için çalışırsın ya da o senin için; ya sen köle sahibi olursun ya da sen köle. Ve bu toplumda yetişmiş insanların bu ahlakı, bu alışkanlığı ve kavramları ana sütüyle birlikte emdiklerini söyleyebiliriz: Ya köle sahibi ya köle, ya da küçük burjuva, memur, eleman, aydın, kısacası sadece kendisiyle ilgilenen ve başkasını düşünmeyen bir insan.
Ben bu toprak parçası üzerinde çalışırsam, diğeri beni ne ilgilendirir? Diğerleri açlık çekerse daha iyi, tahılımı da o kadar pahalıya satarım. Doktor, mühendis, memur olarak işime sahipsem diğeri beni ne ilgilendirir? Belki yaltakçılıkla, yağcılıkla iktidar sahiplerinden görevciğimi koruyabilirim, hatta mevkiimi yükseltebilirim, burjuva olabilirim. Böylesi bir anlayış, böylesi bir ruh hali bir komünistte olamaz.
İşçiler ve köylüler, kendi gücümüze dayanmaya ve yeni bir toplumu kurmaya yetenekli olduğumuzu kanıtlayınca, o an yeni komünist bir eğitim de başladı; sömürenlere karşı mücadele sırasında eğitim; proletarya ile birlik halinde bencillere ve küçük burjuvalara karşı ben kendi çıkarımı düşünürüm, diğer şeyler beni ırgalamaz düşünce biçimine ve alışkanlıklara karşı eğitim.
Bu, yetişen genç kuşağın komünizmi nasıl öğrenmeleri gerektiğinin yanıtıdır.
Gençlik, komünizmi ancak, eğitim ve öğrenimlerinin her adımını proletaryanın ve emekçilerin eski sömürü toplumuna karşı kesintisiz mücadelesiyle içice geçirerek öğrenebilir.
Bize ahlaktan bahsediliyorsa, biz de: Komünist için ahlak tümüyle, ancak bu sağlam dayanışık disiplinden ve kitlelerin sömürenlere karşı bilinçli mücadelesinden ibarettir diyoruz. Ebedi bir ahlaklılığa inanmıyoruz ve ahlak üzerine her türlü uyduruk masalların maskelerini indiriyoruz.
Ahlak, insan toplumunun yükselmesine ve kendini emeğin sömürülmesinden kurtarmasına hizmet eder.
Bunu gerçekleştirmek için burjuvaziye karşı mücadelenin disiplinli, amansız koşullan altında bilinçlendirilmiş insanlara dönüşmeye başlayan gençlik kuşağına ihtiyaç vardır. O, bu mücadelede gerçek komünistler yetiştirecektir, bütün araştırmaları, bütün eğitim ve öğretim faaliyetleri bu mücadeleye tabi ve: bu mücadeleyle içice olmalıdır.
Komünist gençliğin eğitimi, her türlü söylevle ve ahlak kurallarıyla onların karşısına geçmekten ibaret olmamalıdır. Eğitim bundan ibaret değildir.
İnsanlar, anne ve babalarının, çiftlik sahipleri ve kapitalistlerin boyunduruğu altında nasıl yaşadıklarını, görürlerse, sömürenlere karşı mücadeleyi omuzlayanların çektiği acıları paylaşırlarsa; kazanılanı korumak için sürdürülen bu mücadelenin nelere mal olduğunu görürlerse; çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin ne kadar azgın düşmanlar olduklarını görürlerse -bu insanlar bu koşullar altında komünist olarak yetişirler.
Komünist ahlakın temeli komünizmin sağlamlaştırılması ve tamamlanması için verilen mücadeledir. Komünist eğitimin, öğretimin temeli de bundan oluşur. Komünizmi nasıl öğrenmeli, sorusunun yanıtı buradadır.
Okulla sınırlı kalsaydı ve fırtınalı yaşamdan koparılsaydı, eğitime, öğretime, araştırmaya güvenmezdik. işçi ve köylüler, çiftlik sahipleri ve kapitalistlerce ezildiği sürece, okullar çiftlik sahiplerinin ve kapitalistlerin elinde kaldığı sürece, genç kuşak kör ve bilgisiz kalacaktır.
Fakat bizim okulumuz gençliğe bilimin temelini vermelidir, kendi başına komünist görüşleri edinebilmesini sağlamalıdır, gençlikten kültürlü insanlar yaratmalıdır. Burada öğrenim görenleri sömürenlere karşı kurtuluş mücadelesinin katılımcıları olarak yetiştirmelidir.
Komünist Gençlik Birliği, tüm eğitim öğrenim faaliyetini, bütün emekçilerin sömürenlere karşı ortak mücadelesine katarak bütünleştirdiğinde adını hakkıyla taşıdığını ve komünist genç kuşağın gerçek birliği olduğunu kanıtlayacaktır. Çünkü tüm dünyada eski burjuva düzen korunurken Rusya tek İşçi Cumhuriyeti olarak kaldığı sürece, onlardan daha zayıf olduğunu; bizi sürekli yeni saldırıların tehdit ettiğini; ancak bir bütün ve birlik halinde davranmayı öğrenirsek, gelecek mücadelelerde kazanacağımızı ve güçleneceğimizi ve gerçekten yenilemez olacağımızı gayet iyi biliyorsunuz.
Yani komünist olmak, yetişen kuşağı örgütlemek ve birleştirmek, bu mücadelede eğitimin ve disiplinin bir örneğini sergilemek anlamına geliyor. Ancak o zaman komünist toplum inşasını elinize alabilir ve tamamlayabilirsiniz.
Herkese bunu daha açıkça anlatmak için size bir örnek vermek istiyorum. Biz kendimizi komünist olarak adlandırıyoruz.
Komünist nedir?
Komünist Latince bir kelimedir. “Ortaklaşa” kelimesinden gelir. Komünist toplum, bunun anlamı: Her şey ortaktır; toprak, fabrikalar, emek ortaktır. Bu komünizmdir.
Herkes kendi parseli üstünde çalışırsa, ortak çalışma mümkün müdür? Ortak çalışma bir çırpıda yaratılamaz. Gökten zembille inmez. Kazanılman, zorluklar altında kazanılmalı, yaratılmalıdır, mücadele sürecinde yaratılacaktır. Salt kitap yetmez -kitaba kimse güven duymayacaktır. Burada gereken yaşam tecrübesidir.
Kolçak ve Denikin Sibirya’dan ve güneyden ilerlemeye başladıklarında köylüler onların tarafındaydı. Bolşevizm’i, Bolşevikler tahılı sabit bir fiyattan aldıkları için beğenmiyorlardı. Ancak köylüler Sibirya ve Ukrayna’da Kolçak ve Denikin iktidarını yaşadıklarında, köylüye ya kendisini toprak sahibine köleliğe teslim eden kapitalizme hizmet etmenin ya da kendisine harikalar ülkesini vaat etmese de, kendisinden zor mücadelede çelik disiplin ve dayanıklılık isteyen ama onu kapitalist ve çiftlik sahiplerine kölelikten kurtaracak olan işçiyi takip etmenin dışında bir seçeneği olmadığını anladılar.
Cahil köylülük bile kendi deneyimlerine dayanarak bunu kavrayıp anladıklarında, o zaman güç bir eğitimden geçmiş olan onlar komünizmin bilinçli yandaşları haline geldiler. Komünist Gençlik Birliği işte böyle bir deneyimi tüm faaliyetine temel yapmalıdır.
Neyi öğrenmemiz gerektiğini, eski okuldan ve eski bilimden neleri devralmamız gerektiği sorularını yanıtladım. Bunu nasıl öğreneceğimizi de yanıtlamaya çalışacağım: Ancak okuldaki çalışmanın her adımında, okuma, öğretim ve eğitim alanlarındaki her adımında emekçilerin sömürenlere karşı mücadelesiyle kopmaz bağlar kurarak.
Gençliğin şu ya da bu örgütlerinin faaliyet deneyimlerinden bir kaç örnekle komünizme doğru eğitimin nasıl uygulanması gerektiğini size açıkça göstereceğim.
Bütün dünya okuma-yazma bilmezliğin tasfiyesinden bahsediyor. Bir okuma-yazma bilmeyenler ülkesinde komünist toplumunun kurulamayacağını biliyorsunuz. Sovyet iktidarının bir kararname çıkarması veya partinin belirli bir slogan üretmesi ya da en iyi görevlilerin bir kısmının bu iş için seferber edilmesi yeterli değildir. Burada, genç kuşağın bu meseleyi kendi eline almasına ihtiyaç vardır.
Komünizm, gençliğin, Gençlik Birliği üyesi erkek ve kızların kendilerine bu bizim işimiz, birleşeceğiz ve okuma-yazma bilmezliği tasfiye etmek için, yetişen kuşağımız arasında okuma-yazma bilmezliğin var olmaması için kırsal kesimlere gideceğiz demelerinden oluşur. Yetişen gençliğin inisiyatifli faaliyetinin bu işe yoğunlaşması için çalışacağız.
Rusya’nın cahil, okuma-yazma bilmez bir ülkeden eğitimli bir ülkeye o kadar çabuk dönüştürülemeyeceğini biliyorsunuz; ama Gençlik Birliği bu işi eline alırsa, tüm gençlik genelinin yararına çalışırsa, o zaman bu Birlik, 400 bin genç erkek ve kızıyla “Komünist Gençlik Birliği” adını hakkıyla taşıyabilir. Birliğin görevi bunun dışında, kazandığı bilgileri okuma-yazma bilmezliğin kör kuyusundan kendini kurtarmaya yetenekli olmayan gençliğe yardım etmek için kullanmaktan oluşur.
Gençlik Birliği üyesi olmak; emeğini, gücünü bu ortak işe adamaktır. İşte komünist eğitim bundan oluşur. Ancak böyle bir çalışmayla delikanlılar ve genç kızlar gerçek komünist olurlar. Onlar ancak, bu çalışmada pratik sonuçlar elde ederlerse komünist olabileceklerdir. Örnek olarak şehir civarında kurulu sebze bahçelerindeki çalışmayı ele alalım. Bu Komünist Gençlik Birliğinin görevlerinden biridir. Halk açlık çekiyor, fabrika ve işyerlerindeki işçiler açlık çekiyor. Açlıktan kurtulmak içinse sebze ekimini geliştirmek gerek, ancak tarım eski tarzda yürütülüyor.
Burada bilinçlenmiş unsurlar olaya müdahale etmelidir ve o zaman bostanların büyüyeceğini, ekim sahalarının genişleyeceğini ve sonuçların daha iyi olacağını göreceksiniz. Bu işe Komünist Gençlik Birliği aktif olarak katılmalıdır. Birliğin her bir organı veya her bir hücresi bu işi kendi işi olarak görmelidir.
Komünist Gençlik Birliği her işte inisiyatifiyle, öncülüğüyle yardımını gerçekleştiren bir itici güç olmalıdır. Birlik öyle oluşturulmalıdır ki, herhangi bir işçi, öğretilerin kendine anlaşılmaz gelebilmesine, öğretilere belki hemen inanç gösterememesine rağmen canlı çalışmalarında, katılımlarında bunların gerçekten kendisine doğru yolu gösteren insanlar olduğunu görebilsin.
Komünist Gençlik Birliği çalışmalarını her alanda bu şekilde yürütmeyi başaramazsa eski burjuva yola girecektir.
Eğitim çalışmamızı emekçilerin sömürenlere karşı mücadelesiyle öncelikle komünizm öğretisinin ortaya koyduğu sorunları çözmek için birleştirmeliyiz.
Birliğin üyeleri her bir boş saatini, sebze üretimini yükseltmek için ya da herhangi bir fabrikadaki gençlerin eğitimini örgütlemek için vb. harcamalıdır.
Biz yoksul, harabe Rusya’dan zengin bir ülke yaratmak istiyoruz. Bunun için kendisini okullara kilitlememesi ve komünist kitaplar ve broşürlerin okunmasıyla sınırlamaması için, Komünist Gençlik Birliği tüm eğitim, öğretim ve yetiştirme işini işçilerin ve köylülerin çalışmasıyla birleştirmelidir.
Sadece işçi ve köylülükle ortak bir çalışmayla gerçek bir komünist olunabilir.
Gençlik Birliğinin her üyesinin kültürlü ama çalışmayı da bilen bir insan olduğunu herkes görmelidir. Eski okuldan eski talim eğitimini nasıl kovduğumuzu ve onun yerini bilinçli bir disiplin ile nasıl doldurduğumuzu, her genç insanın Komünist Cumartesilere nasıl katıldığını, halka yardım etmek için şehir-dışı bostanlardaki her üretimden yararlandıklarını herkes gördüğünde -işte o zaman halk çalışmaya eskisinden farklı gözle bakacaktır.
Komünist Gençlik Birliğinin görevi köyde ya da mahallede -küçük bir örnek veriyorum- temizliğin veya yiyecek maddelerinin dağıtımının geliştirilmesi sorunlarında yardım etmekten oluşur.
Eski kapitalist toplumda durum nasıldı?
Herkes sadece kendine çalışırdı ve kimsenin yaşlı veya hastaların olup olmaması ya da tüm ev ekonomisinin kadınların omuzlarına yüklendiği; bu nedenle de ezilme ve kölelik koşullarında yaşayan kadın kimsenin umurunda değildi. Buna karşı mücadeleyi kim yürütmelidir? Biz bunu değiştireceğiz, temizliğin yaratılmasında veya yiyecek maddelerinin dağıtımında, sistematik olarak evden eve dolaşarak ve örgütlü bir şekilde toplum yararına çalışarak, güçleri doğru dağıtan ve çalışmanın organizeli bir çalışma olması gerektiğini göstererek yardım eden gençlerden oluşan gruplar oluşturacağız diyen gençlik grupları.
Bugün yaklaşık elli yaşında olan kuşak komünist toplumu yaşayabileceklerini artık hayal edemez. O zamana kadar bu kuşak yok olacaktır.
Fakat şimdi on beş yaşında olan kuşak, o komünist toplumu yaşayacak ve bu toplumu kendisi kuracaktır.
Ve bütün yaşam ödevinin bu toplumun kuruluşundan oluştuğunu bilmelidir.
Eski toplumda her aile ayrı olarak çalışıyordu ve halk kitlelerini boyunduruk altına alan çiftlik sahipleri ve kapitalistler dışında kimse emeğini birleştirmiyordu. Biz her işi ne kadar kirli ve zor olursa olsun, her bir işçinin ve köylünün kendiliğinden: Ben özgür emeğin büyük ordusunun bir parçasıyım ve hayatımı çiftlik sahipleri ile kapitalistler olmadan düzenleyebilirim, ben komünist düzeni kurabilirim, diyebileceği bir şekilde örgütlemeliyiz.
Komünist Gençlik Birliği herkesi gençlikten itibaren on iki yaşından başlayarak, bilinçli ve disiplinli çalışmaya eğitmelidir.
Sadece bu şekilde çalışırsak önümüzde duran sorunları çözebileceğimizi umabiliriz.
Ülkenin elektriklendirilmesi için teknolojinin en yeni buluşlarını yoksullaşmış ülkemizin hizmetine sokmak için ülkenin elektriklendirilmesine en az on yıla ihtiyacımız olduğunu hesaplamalıyız.
İşte bu nedenle, şimdi on beş yaşında olan ve on yirmi yıl içinde komünist toplumda yaşayacak olan kuşak, eğitimin tüm sorunlarını gün be gün her bir köyde, her bir şehirde gençliğin pratikte bir ya da öteki sorunu ortak emekle -en basiti ve kolayı da olsa- çözeceği şekilde düzenlemelidir.
Bunun her köyde nasıl geliştiği ölçüde, komünist yarış geliştiği ölçüde, gençliğin emeklerini birleştirmeyi bildiğini kanıtladığı ölçüde komünist kuruluşun başarısı güvenceye alınmış olacaktır.
Ancak Komünist Gençlik Birliği her adımını kuruluşun başarısı bakış açısıyla sınarsa, ancak kendisine amaç bilinçli emekçilerin sağlam birliğinin gerçekleşmesi için her şeyi yapıp yapmadığını sorarsa ancak bu uzun süreli süreç içerisinde yarım milyon üyesini emeğin tek bir ordusu haline birleştirebilir ve toplumun saygısını kazanabilir.

İlk kez “Pravda”da yayınlandı.
Nr. 221, 222, 223- 5, 6, 7 Ekim 1920
Toplu Eserler, Cilt 30, s. 403-417 Rusça
Lenin, 2 Ciltle Seçme Eserler, Cilt 2, s. 780-797

(Gençlik Üzerine, Lenin-Stalin, Çeviren: O. Dönmez, Evrensel Basım Yayın, Eylül 1993)

Ekim 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑