Medya Fetişizmi Ya Da İllüzyona Tapınma

Medya; “medya çağı”nın, “sol”dan bile tapınıcıları bolca bulunan tanrısı. Gerçek dünyanın ilişkilerinin tersine çevrilerek sunulması sanatının kumdan şatosu. Sunduğu “gerçeklik”, ancak TV ekranındaki kadar gerçek olan bir ışık ve ses gösterisi. Yaşamın, kalın sis tabakası içinde bir “şov” olarak sunulması. Milletlerin yeni afyonu… Benzer pek çok tanımı yapılabilir burjuva medyasının işlevinin.
CNN televizyonu, son yarım yüzyılın en büyük savaşı olarak adlandırılan Körfez Savaşı’nı ekrana getirerek, bu emperyalist vahşeti, bir uygarlık ve insanlık savaşı olarak sevimlileştirerek sundu. Bu “canlı yayın”, Oscar’a aday bir film izlencesine dönüştürüldüğünde medya hayranlarına daha bir cesaret geldi. Medyanın gücü, karşı çıkılmazlığı ilan edildi ve medyayı ele geçirenlerin yenilmezliğine iman tazelendi. Sosyalizmden çoktan umut kesmişlerin bir bölümü, zaten boş bir davayı terk etmiş olduklarını düşünerek, vicdan azabından iyice kurtuldu; diğer bölümü ise; medyanın gücü karşısına, burjuva medyası kadar büyük bir medya organizasyonu ile çıkılmadıkça burjuvazinin yenilemeyeceğinin teorisini yaptı. Sınıf savaşı; burjuvazi ile proletarya arasında ekonomik, siyasi, ideolojik alanda, süren bir savaş değil, karşıt medyalar arasında bir laf ve görüntü yarışıydı sanki. Kimine göre; medya, dünyanın bilgi bankalarını evlerdeki kişisel bilgisayarlara bağlayarak insanlığa sınırsız bir gelişme imkânı tanımıştı. Kimine göre ise; insanlık medya tarafından denetlenerek medyanın uysal köleleri haline getiriliyordu. Örneğin yıllardır işçi sorunlarına sırtını dönmüş Türk-İş ağaları, bir TV kanalı ve gazete çıkararak, bugün düştükleri açmazdan kurtulabileceklerini, kaybettikleri itibarı bu yolla sağlayacaklarını ciddi olarak umarken, 14 yıldır hangi ideolojiyi, hangi politik platformu benimseyeceğine karar verememiş bir zamanların devrimci örgütü DY çevresi, bir TV ve radyo istasyonuyla “devrim”in en önemli sorunlarına çözüm bulabileceğini “tartışıyor”.
Gerçi burjuva medyasının sanıldığından çok daha etkisiz, tıpkı her gün yenisini piyasaya sürdüğü “köpük diziler” gibi sürekli, anında etkileyen ama kısa bir süre sonra katı gerçekler karşısında sönüp giden bir etkiye sahip olduğu konusunda bilimsel araştırmalar vardı; ama medya hayranlığından budalalaşmış olanlar, bir uyuşturucu bağımlısı gibi, bu güce tapınmak, ondaki kusursuzluğa inanmak ihtiyacındaydı. Bulundukları konum ve ihtiyaçları, bu konumlanışı haklı çıkaracak bir gerekçeye dayanmalıydı; bu durumda, doğrusu, bu illüzyon ve imajlar dünyası fena bir gerekçe sayılmazdı.

İLLÜZYON VE GERÇEK
20. yüzyılın ikinci yarısında iletişim teknolojisindeki hızlı gelişme, önce radyonun sonra da TV’nin her eve giren bir araç olması, ülkeler ve halklar arasındaki iletişime büyük bir ivme kazandırdı. Yanı sıra telefon, telsiz gibi kişisel kullanıma açık araçların çok amaçlı olarak günlük yaşama girmesi, kişisel bilgisayarlar, modem bağlantısı ile uluslararası bilgi bankalarına bağlanması vb. gibi uygulamaların yaygınlaşması adeta dünyayı küçülttü. Özellikle TV’nin kitle iletişim aracı olarak gördüğü işlev, iletişim araçlarındaki gelişmenin toplum yaşamına nasıl bir etki yaptığını doğrudan bilim dünyasının dikkatine sunarken, propaganda odaklarının ideolojik kampanyalarının da doğrudan motifi haline geldi. Bu gelişme, özellikle, artık üretici güçleri geliştirerek, gerçek toplumsal ilerlemeler sonucu “çağ atlama” potansiyelini yitirmiş burjuvaziye bir “çağ atlama” vesilesi oldu. Artık “medya çağı” veya “iletişim çağı”nda yaşamaya başladık. Burjuva demokrasisi de, “bilgisayar demokrasisinden sonra “medya demokrasisine evrildi.
Çağlar, toplumsal ilerlemenin nitelik değiştirdiği sıçrama noktalarıdır. Kölecilik çağı, feodalizm çağı, kapitalizm çağı gibi. Ama 1950’lerden beri, gelişmeleri izleyen herkes, şöyle bir hafızasını yoklarsa, görecektir ki; “atom çağı”, “uzay çağı”, “bilgisayar çağı” veya “bilgi çağı”, “robot çağı” gibi en azından dört “çağ” yaşanmış olduğunu görecektir. Şimdi ise iletişim (medya) çağında yaşıyoruz! Yani insanlık bütün tarihi boyunca, sadece beş çağ yaşamışken, bir insan ömründen daha kısa zamanda dört-beş çağ birden yaşamış olduk. Ve her “çağ”, insanlık tarihinde “görülmemiş bir ilerleme” olarak sunuldu.
Ama bütün çağ iddiaları sadece on yıl kadar dayandıktan sonra unutuldu, başına “görülmemiş yeni bir gelişme” ibaresi eklenerek durmadan “çağ atlandı”.
Eğer bu çağ hevesi iki yüzyıl önce başla-saydı, aynı gerekçelerle en azından şu çağları yaşayacaktı insanlık: 1750’lerin sonunda buhar makinesinin keşfi kesinlikle “buhar çağı”nı başlatacaktı; 1767 otomatik iplik eğirme makinesinin bulunuşu “makine çağı”nı başlatacaktı. Fransız ihtilali önemsenmeyip atlanacak, 1830 ve 1848 devrimleri talihsiz, toplumsal gelişmeyi saptıran hareketler olarak değerlendirilip, bu arada telgraf, telefon telsiz ve Edison çağı yaşanıp 19. yüzyıl sonunda patlarlı motorlar yeni bir çağ başlatacaktı. 1895, ilk otomobilin yapılması, önemli bir çağ başlangıcı olacak, aradan 10 yıl geçmeden uçak çağı, bir kaç yıl sonra elektrik motorlarının bulunması “elektrik çağını” başlatacak bir “görülmemiş gelişme” olacaktı: Ekim Devrimi dünyanın altıda birinin “uygar dünyadan koptuğu”, “talihsiz gelişmelerden” sayılıp, tank, obüs ya da uçak gemileri çağını yaşayıp, jet çağı ile atom çağma bağlanacaktı insanlık. Ama 18. ve 19. yüzyıllar, burjuvazinin topluma vereceği şeylerin olduğu yüzyıllardı ve bu yüzden de kendi devrimi olan Fransız Devrimi’ni çağ dönümü olarak almak ona yetiyordu henüz. Ama Ekim Devrimi, burjuva çağının sonunu ilan etmişti. Bu, aynı zamanda, burjuvazinin toplumsal ilerlemeye verecek bir şeyi kalmadığı anlamına da geliyordu. Bu yüzden de burjuvazi “yapma çağlar” bulmak zorundaydı. Ama çağ kriteri öyle basitti ki; teknolojideki her gelişmeyi bir “devrim”, “çağ atlama” olarak adlandırmak olanaklıydı. Öyle de yapıldı. Teknolojideki her gelişme bu gelişmenin gerçek boyutları bile incelenmeden “insanlık tarihindeki en büyük ilerleme”, “daha önce görülmemiş bir gelişme” eklemeleriyle “çağ” olarak nitelenip, üstünde fırtınalar koparıldı. Örneğin atom bombasının keşfi ve nükleer enerjiye öyle nitelikler atfedildi ve öyle bir kampanya yürütüldü ki; bu gelişmenin hem ekonomik ilişkilerde tarihsel önemde gelişmelere yol açacağı, hem de politika, diplomasi ve savaşlar alanında artık bütün eski ölçüleri değiştireceği iddia edildi. Uzaya fırlatılan ilk uydu ve uzaya insan gönderilmesiyle nükleer enerji atom bombasının kuracağı iddia edilen “yeni toplumsal ilişkiler”in ne olduğu anlaşılmadan “yeni çağın yeni ilişkileri”nden söz edilmeye başlandı. Bilgisayar ve robotların üretimde kullanılmaya başlanmasıyla, onların üretim ilişkilerini ve bütün toplumsal yaşamı yeniden biçimlendireceği bir kez daha iddia edildi. Ve bütün bu değişikliklere karşın sistemin değişmeyen temel çelişmesi olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin değişmediği gerçeği, ya bütünüyle gözlerden saklandı ya da bu ilişkinin de değişeceği, hatta değiştiği yollu tantanalı propagandalar yapıldı.
Daha önceki “çağ atlamaların” henüz mürekkebi kurumadan, son bir kaç yıldır da bir “medya çağı”ndan söz edilmeye başlandı. Kampanyanın yürütücüleri, bizzat kendilerinin açtığı çağı daha önceki “çağlardan” daha bir gayretle propaganda etmeye yöneldiler. Kimi olguları öne çıkararak, bunun öncekilerden farklı olarak gerçek bir çağ atlama olduğu imajını yerleştirmeye çalışıyorlar.
Şöyle ki; atom, uzay, robot gibi önceki “çağ atlama”nın nesneleri toplumsal etkileri dolaylı olan şeylerdi ve bunlar, medya aracılığı ile toplum nezdinde meşrulaştırılmaya çalışılıyordu. Medya ise; dolaysız olarak toplum üstünde etkili olan bir aygıt olarak daha yaygın bir kabul görür oldu. Önceki sahte çağ atlamalarda olduğu gibi, medya çağının en samimi savunucuları da yine kapitalizme rücu etmiş eski solcu çevrelerden çıktı. Ve medya çağı, bütün savunucuları tarafından “ideolojilerden arınmış bir çağ” olarak propaganda edildi, ediliyor. Gerçek ise, bu propagandanın tam tersi. Medya ve iletişim araçlarının yoğunlaşması yeni bir çağ açmak yerine, gerçeğin, çürüyen kapitalizmin ve onun yarattığı yoz toplumsal ilişkilerin üstünü bir sis perdesiyle örtme görevini üstlenmiştir. Burjuvazi ve onun düzeninden yana açıkça tavır alarak burjuva ideolojisinin en saf haliyle somutlaşmış biçimi olarak rol oynamaktadır. Ve medya gerçeği, asıl gerçeğin ters çevrilmiş halinin göz kamaştırıcı bir atmosferde sunulmasıdır. Medya gerçeğinin asıl gerçek olmaması, gücünün yalana ve göz boyamaya dayanması, onun güçsüzlüğüdür de. Medya gerçeğinin ne olduğuna ilişkin en çarpıcı ve en yakın örnek Tansu Çiller’in DYP liderliğine getirilmesi ve bugünkü durumudur. Çiller, henüz iki yıllık politikacı ve DYP’li iken, yaşamında hiç bir kişisel başarı olmadığı halde DYP’nin başına getirilmiş, “yüzyılın lideri”, “DYP’yi 2000’li yıllara taşıyacak lider” olarak lanse edilmiş, ama ihtiyaca binaen “seçim kaybetmeyi göze alan lider” misyonuyla yükümlendirilmiştir. Belki kaderin bir cilvesi, ama Çiller medya tarafından en çok yaldızlanan lider iken, altı ayda bütün yaldızları dökülmüş, elindeki tek kozu “seçim kaybetmek” olan politik yaşamı en kısa liderler kategorisinde görülür olmuştur. Dahası Çiller örneği, medyanın illüzyona dayanan gücünün gerçekler karşısında nasıl güçsüzlüğe dönüştüğünün çarpıcı örneğidir.

NEDENLE SONUCUN KARIŞTIRILMASI, MEDYA FETİŞİZMİ
İletişim araçlarındaki hızlı gelişme ve hem en kârlı alanlardan birisi olması hem de sahip olduğu yığınları etkileme işlevi nedeniyle sermayenin, bu alana yaptığı yatırımın hızla büyümesi, burjuva dünyasının medya tarafından yönlendirilen bir dünya olduğu sanısına dayanak oldu. Özellikle burjuvazinin ortak çıkarı olan konularda medyanın ortak davranması, önceden olmaz görüneni “olur” yapması, “ideolojiler üstü bir medya” gerçeğinin varlığının iddia edilmesi, bu görüşün medya tarafından dalga dalga yayılarak tartışılamaz bir tez gibi sayısız kez yinelenmesi, öne sürülen teze inanılmasını kolaylaştırdı.
Özellikle Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Murat Karayalçın’ın, parti örgütlerinde ciddi bir etkileri olmadan partilerinin başına getirilmelerinde medyanın rolü örnek gösterilerek, onun sınırsız gücü kanıtlanmaya çalışılıyor. İlk bakışta itiraz edilemez bir tez gibi görünür bu. Gerçekten de Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Murat Karayalçın, uzun yıllar partilerine hizmet vermiş, parti içinde belirli otoriteye sahip adaylar karşısında neredeyse atanmış gibi tepeden inmişlerdir. Medya tarafından bu genel başkanlara adeta gizemli nitelikler yüklenmiş, “bu çağın genel başkanı ancak böyle olur” imajı işlenmiş, yerine göre “gençlik”, “dinamizm”, “güzellik”, “yakışıklılık”, “iş bitiricilik” gibi “nitelikler”, ülke ve parti yönetiminde özel, tanrı vergisi nitelikler olarak reklam edilmiştir. Kısacası, geleceklerinden programatik düzeyde iddialarını yitirmiş olan partilere ve partililere varlıklarının devamının ancak bu türden liderlerle sürdürülebileceği imajı yerleştirilerek delege çoğunluğunun bu adayları desteklemesi sağlanmıştır. Ama bunun, medya tarafından böyle gösterildiği için öyle olduğu yargısı, sadece bir illüzyondur.
Gelişmelere yakından bakıldığında, medyanın rolünün ne abartıldığı kadar büyük ne de belirleyici olduğu görülür.
Örgütle pek ilgileri olmayan birkaç yıllık üyelerin şimdiye kadar görülmedik bir biçimde partilerin başına gelmesinin, temellerini burjuva sisteminde bulan nedenleri vardır.
Bu nedenlerin birincisi; burjuva partilerinin, birbirinden az çok farklı bir programa sahip olmaktan ve bu programların uygulanmasıyla kamuoyunda itibar kazanan, belirli bir işleve sahip kuruluşlar olmaktan çıkarak, aynı programın en sadık uygulayıcısının kim olduğu konusunda yarışan organizasyonlara dönüşmesidir. Ki bu durum, lider adaylarının, liderlerin parti örgütü içinde uzunca bir süre çalışıp bir politik deneyim kazanmalarını zorunlu kılmadığı gibi, gerek parti gerek ülke yönetiminde özel bir deney birikimini de zorunlu olmaktan çıkarır. Ancak, sermayenin “paket programı”nı uluslararası burjuvazinin uzmanlarının yol göstericiliğinde uygulayacak liderin kamuoyunda ve parti tabanında kabul görebilmesi için, görüntüsünün, günlük davranışlarının “genç”, “dinamik”, “iş bitirici”, “yeterince aptal” ya da “yeterince zeki” olma gibi, Yeni Dünya Düzeninin “in” saydığı özelliklerden birine ya da birkaçına sahip olması yeter koşuldur.
İkincisi; burjuvazinin günümüzde aradığı parti lideri tipinin asıl özelliği “serbest pazar ekonomisi”nin en tavizsiz savunucusu olmasıdır. Başka bir söyleyişle aranan lider tipi. uzun süre ülkeyi yönetmeye aday bir tip değil, “seçim kaybetmeyi göze almış” lider tipidir. Parti içinde emek vererek, bin bir çabayla parti üst kademelerine tırmanmış, parti tabanının taleplerini dikkate alma, yeniden seçilme, parti içi dengeleri gözetmek gibi “aut” kaygılar taşıyan geleneksel politikacılar içinde “seçim kaybetmek için” lider olacak aday bulmak oldukça güçtür. Çünkü seçim kaybetmenin karşılığı genellikle liderlik koltuğunu kaybetmek anlamına da gelmektedir. Bu yüzden de yıllarca parti içinde çalışarak parti liderliğine yükselenler, en azından “emekli oluncaya kadar” lider kalmak eğilimindedir. Bu koşullarda, seçim kaybetmeyi göze alanları, politikaya paraşütle inmiş, ne vurursam kârdır diyenlerden seçmek çok daha kolaydır. Hele bu, sermayenin kendisine hizmetleri karşılığında bir ödül gibi sunulmuşsa, liderin böylesi asıl sermaye için ödüldür.
Ancak bu “yeni lideri” parti tabanına ve genel olarak kamuoyuna lider olarak kabul ettirmek güçlüğü vardır. İşte bu noktada medyaya ihtiyaç ortaya çıkmakta, uluslararası ve yerli sermaye, dev bir aygıt olarak örgütlenmiş olan medyayı harekete geçirerek, kendi çıkarlarını en iyi savunacak adayları “tanıtmaya” girişmekte; bunları, partiler içindeki etkisiyle medya desteğini birleştirerek, partilerin başına ya da hükümetin başına getirmektedir.
Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve Murat Karayalçın’ın üç büyük burjuva partisinin başına getirilmesi olayında, açıktır ki, medyanın rolü olayın görünen yanına ilişkindir. Ama olayın tümü bu görünüşten ibaret değildir. Tersine bu partiler içinde büyük sermaye gruplarının “lobileri” sürekli bir faaliyet içindedir ve bu lobiler, en tepeden parti delege tabanına kadar örgütlenmiş olup, hem birbiriyle mücadele, hem de sermayenin global çıkarları etrafında partinin birliğini sağlayacak bir konsensüs içindedirler. Bu yüzden de büyük sermaye, düzen partileri içinde yapmak istediği operasyonları asıl olarak bu lobileri kullanarak gerçekleştirmektedir. Böyle bir operasyona karşı parti tabanından ya da geleneksel parti bürokrasisinden gelecek direnişe karşı medyanın koparacağı yaygara, parti içinde zaten oluşturulan güce artı bir güç ekleyerek dengeyi sermayenin yeni “lider adayından” yana bozmaktadır. Ne var ki; parti içi operasyon zamana yayılarak ya da el altından gerçekleştirildiği için kamuoyuna pek yansımamakta, bu da, partilerin lider değişikliğinde asıl rolü medyanın oynadığı gibi bir yanlış kanıyı kamuoyuna yerleşmektedir. Bu yanılsama, en çok sermayenin işine gelmektedir. Eğer lideri başarılı olursa, medya, kendi medyası olduğu için başarı kendisinin olmakta, yok eğer lider başarısız olursa, yanılmış olan “ideolojiler” ve “sınıflar-üstü” medya olacağından sermayenin kendisi aklanmaktadır. Kısacası medya bu durumda, sermayenin düzen partileri içindeki operasyonlarının hem destekçisi hem de örtüsü işlevini görmektedir.
Karmaşık görüntüdeki gerçeği yakalamak için soruyu şöyle soralım: Partilerin başına getirilen liderler; medya istediği, onları kendi yöntemleriyle, kişiyi canlı, yaşayan bir insan olarak değil, “unsurlarına ayırdığı” kimi özelliklerini bir “imaj”a dönüştürerek'”tanıttığı” için mi bu partilerin başına gelmiştir, yoksa büyük sermaye uygun gördüğü için mi? Elbette, sınıflar mücadelesinin var olmaya devam ettiğini az çok kabul eden herkes için, ikincisi doğrudur. Medya, sadece burjuvazinin propaganda aygıtı olarak işlev görmüştür.
Propaganda yöntemi olarak gerçek niteliklerin değil “imaj”ın öne çıkarılması, dönemin “yükselen değerleri” olarak adlandırılıp medya tarafından “in” kabul edilen değerler de medyanın kendi yaratısı değil, kapitalizmin krizinin ve dönemsel ihtiyacının ürünü olarak, burjuva ideologları tarafından üretilip piyasaya sürülmüş, bu değerlerin reklâm işini de medya üstlenmiştir.
Ne var ki; medyayı yönlendiren egemen burjuvazi ve onun ideologları, bir yandan medyayı sınıflar-üstü, ideolojilerden arınmış bir aygıt gibi göstererek, hem kendi ürettikleri değerlere “tarafsız” medya tarafından üretilmiş görüntüsü vererek bu değerlerin kamunun ortak değerleri olduğu imajını yerleştirmekte, hem de medya, Göbelsçi yöntemlerle, bu “değerleri” propaganda ederek kendisinin sınırsız güce sahip bir kamu sesi olduğu imajını güçlendirmektedir. Burjuva ideologlarının bu yönlendirmesi medya tarafından daha yüksek perdeden seslendirilmekte, adeta kendi sesine hayran bir narsist gibi burjuva ideologlarının savını yinelemektedir: “Medya her şeye kadirdir”! Bu ses; politikacılar, burjuva aydınları, sendikacılar, sıradan insanlar tarafından yinelenmekte, kendisini ilerici, devrimci sayan çevrelerde bile yankı bulmaktadır. Bu yaklaşımla, savaşların çıkması ya da önlenmesinden hükümetlerin değişmesine, parti liderleri ve başbakanların seçilmesine kadar her durumda başrol medyaya veriliyor. Öyle ki; bugün aydın çevrelerce Doğu Avrupa ülkelerinde “sosyalizmin çöküş” nedeni Batı medyasının bu ülkelere yönelik yayınına bağlanabilmekte, sınır tanımayan uydu yayınlarıyla bu ülkelerin gençlik ve emekçi yığınlarının batı yaşam tarzına yöneltilmesi sonucu “sosyalizmin çöktüğü” öne sürülmekte, bu görüş ciddi bir tez olarak kabul görmektedir. Ya da örneğin, eski DY çevresinin, kendisinin ne olduğuna karar vermek için girdiği uzun “arayış” tartışmalarında, henüz kendisini bile tanımlamadan, nasıl bir sosyalizm savunacağına karar vermeden, medya konusunda kesin fikirler söylenebilmektedir: “… burjuvaziye karşı bir ideolojik mücadeleyi kotarabilecek ‘elverişli iletişim araçlarının’ yaratılabilmesi için çalışmak can alıcı bir sorun olarak durmaktadır. Bugün solun, önüne bir TV, bir radyo istasyonu koyması; bunu gerçekleştirmek için çaba sarf etmesi mutlak gereklidir. … sosyalistlerin ‘fikri bir çekim merkezi’ yaratabilmelerinin en önemli yanlarından biri budur.” (Tartışma Süreci Yazıları-1, s.66)
Elbette, burjuva medya karşısında, karşı medya rolünü oynayacak TV ve radyo istasyonlarının olması istenir, kurulması için çaba harcanması gereken bir şeydir. Ama bunun, henüz burjuvazi karşısında kendisine ideolojik bir çerçeve çizmemiş, üstelik bugün var olan ideolojik platformu da küçümseyip reddeden bir siyasi çevrenin, medya sorununu, burjuva ideolojisi karşısında “çekim merkezi olmasının en önemli yanlarından biri”, “can alıcı” bir sorun olarak alması, medyanın güç aldığı ideolojiden çok medyanın kendisinde güç görülmesinin kanıtlarından birisidir.
Medyaya kaynağı yine kendisinde olan bir güç yükleme eğilimi yukarıda örnek verdiğimiz olgularda da görüldüğü gibi, medyanın el attığı her sorunu, kendi doğrultusunda değiştireceği kanısını güçlendirmiş, medya adeta kerameti kendinden menkul bir fetiş düzeyine yükseltilmiştir. Fetiş düzeyine yükseltilen her şey ise; kendisinde gerçekte bulunmayan yeteneklerle donatılır ve akla gelen gelmeyen her sorunun çözümünde ondan rol beklenir. Nitekim medyadan da, yolsuzluk, mafya, enflasyon, “terör”, ekonomik kriz vb. gibi doğrudan sistemin özünden yansıyan sorunları çözmesi beklenmiştir. Doğrusu medya da “güç bende!” dercesine bir yalancı pehlivan edasıyla ortaya çıkmış, ama sonuçta bırakalım bu sorunları çözmeyi kendisi de boylu boyunca bu sorunların içinde olduğu gerçeğinin ortaya çıkmasıyla, başka “büyük sorunları çözmek” için önüne yeni hedefler koymak zorunda kalmıştır.
Kuşkusuz her üstyapı kurumu gibi medya da belirli bir özerkliğe sahiptir ve zaman zaman sınıflar-üstü bir görünüm kazanabilir. Ama bu özerk görünüm tamamen geçici ve rastlantısaldır, eninde sonunda tutumunu egemen sınıfın genel çıkarları doğrultusunda belirlemek zorunda kalır. Medya için de sorun çok farklı değildir. Nitekim önemli bir soruna el attığı; “habercilik kaygısıyla” kimi gerçekleri söylemeye kalktığı her seferinde kulağı çekilmiş, haddi bildirilmiştir. Kürt sorununda özel kanallar ve kimi gazetecilerin uyarılması, “Temiz toplum” kampanyasının “devlete zarar verir hale geldiği” gerekçesiyle sessiz sedasız bitirilmesi, “Halkı askerlikten soğuttuğu” gerekçesiyle iki TV muhabirinin tutuklanması ve en son medya tekeline sahip holdinglerin karşılıklı, birbirlerinin kirli çamaşırlarını dökmelerine son verilmesi için, genelkurmayın uyarısıyla basın ve TV kanalları arasında, uzlaşma deklarasyonu yayınlanması, basının ne kadar hür ve sermayeden bağımsız olabileceğinin küçük göstergeleridir.
Bütün bu yanılsamada, eğer işine gelme gibi bir art niyet yoksa, burjuva medyasının imajlar dünyasından saçılan pırıltıların yarattığı bir illüzyon, nedenlerle sonuçlar arasında tam bir karışıklık vardır. Bu kargaşayı, ya da neden sonuç ilişkisizliğini çok bilinen bir fıkrayla açıklamak aydınlatıcı olacaktır.
Fıkra şöyle: Muhtemelen YÖK’teki karmaşık ilişkilerin sonucu profesör olmuş bir “bilim adamı” bir deney yapmaktadır. Deney, pirelerin duyularıyla hareketleri arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçlamaktadır. Profesör iki elini birbirine vurarak pireye “uç!” komutu verir. Pire zıplar. Birkaç kez aynı hareketi yapar. Pire her seferinde zıplar. Profesörümüz, pirenin ayaklarını koparır. Komutu yineler: “Uç!”. Ama pire uçamaz. Profesörümüz raporuna kısaca yazar: “Pirenin ayaklarını koparmanız kulakları duymaz!” Günümüz aydınları ve “solcuları” da; kaldırılan toz duman içinde, sık sık değişen, burjuva medyasının düşünce kalıbına dönüşmüş, “in’ler ve “aut”larını izleyerek, YÖK torpillisi profesör gibi, büyük bir rüzgâra dönüşen burjuva karşı-devrimdi rüzgarı görmeyip, bunun medyanın “ideolojiler-dışı” gücünden kaynaklandığını sanarak, medyanın gücü karşısında teslim oluyorlar; en iyi niyetlileri bile bu “ideolojiler-dışı” güce karşı “ideolojiler-dışı” bir “karşı medyayla”, onun alanında ve onun yöntemleriyle savaşılabileceği üstüne plan ve projeler geliştirmeye çalışıyor.

MEDYA VE SINIFLAR MÜCADELESİ

Toplumun sınıflara ayrılması ve bir grubun çıkarı ile öteki grubun çıkarlarının ayrılması ile iletişim de kişisel olmaktan çıkıp toplumsal, yanlı bir olgu haline gelmişti. Başlangıçta bu iletişim dini metinler, devletin kimi organizasyonları ile yürürken, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak iletişim araçları çeşitlendi. Matbaanın bulunmasıyla birlikte yazılı iletişim toplumsal bir aracı olma durumuna geldi. Kapitalizm çağında ise basın başlıca toplumsal iletişim aracı olurken, gazeteler, dergiler, öteki türden yazılı iletişim araçları az çok pazar buldukları her yerde toplumun olup bitenlerden haberdar edilmesinde başlıca rol oynamaya başladılar. Ama bu olup bitenin aktarılması, her zaman, bu basın kuruluşlarının yönetimini elinde tutanların çıkarları doğrultusunda oldu. Dolayısıyla gazeteler, dergiler vb. sadece olup biteni aktarmadılar, savunucusu oldukları sınıfın ideolojisini de taşıdılar yığınlara. Burjuvazinin ideolojisi tarafından çarpıtılan olay ve olguları, işçiler, bildirilerle, çıkardıkları gazetelerle karşılamaya çalıştılar. Ama egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazi, her zaman iletişim araçlarını daha yoğun bir biçimde kullandı. İşçiler, ancak kendi “kaba” güçlerini kullanarak burjuvazinin saldırılarını püskürtmeye yöneldiler. Özellikle işçi eylemleri ve talepleri konusunda burjuva medyanın çarpıtmaları, ara sınıfların kafalarını bulandırma faaliyeti sürdü geldi. İşçiler burjuvazinin saldırılarını püskürtmede her zaman kendi usulleriyle- savaştıkları ölçüde başarılı oldular. Devrimci komünist partiler de, her zaman bütün olanakları kullanarak karşı bir medya örgütlediler. Dergiler ve gazetelerle burjuva medyasının çarpıtmalarını teşhir ettiler. Ama asıl olarak savaş, partinin üretim birimlerinde sistemin teşhiri temeline dayanan, ajitasyon ve propaganda araçlarıyla sürdürüldü. Burjuva medyasının çarpıtmaları gündelik çalışma içinde teşhir edildi.
Kısacası medya, tarih boyunca, özellikle de kapitalizm çağı boyunca hep bir ideolojinin taşıyıcısı oldu; eğer burjuvazinin yönetimindeyse burjuva ideolojisinin, proletaryanın denetimindeyse proletaryanın ideolojisinin. Olay ve olguları taşıdığı ideolojiyle biçimlendirdi, yeniden üretti ve yığınlara aktardı. Yani bugün burjuva basını ve diğer iletişim aygıtlarının başında bulunanların iddialarının aksine, tarih boyunca, sınıf ideolojilerinden bağımsız, ideolojiler-üstü bir medya olmadı. Bugün de yok. Haberde, yorumda sınıflardan bağımsız bir nesnellik iddiası tümüyle bir demagojiden ibaret olageldi. Bu yüzden de her iletişim organı, çıkarlarını savunduğu sınıfın çıkarları doğrultusunda davranıyor.
Burjuva toplumunda iletişim araçlarının büyük bir çoğunluğu burjuvazinin mülkü, egemen ideoloji de burjuva ideolojisi olduğu için, genel olarak burjuva medyası, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda bir etki yaratmak için faaliyet gösterir. Ama düzene muhalif sınıf ve tabakalar da boş durmaz, karşı bir medyayla burjuva medyasına karşı savaşmak için çaba harcar. Burjuva medyasının görmezden geldiği olay ve olguları açığa çıkaran, çarpıtılan olguları gerçek yönleriyle yığınların gözleri önüne sermeye çalışan, burjuva ideolojisinin, ahlakının, kültürünün sanatının çürümüşlüğünü deşifre eden bir çizgiden burjuva medyasıyla savaşır. Ama burjuva ideolojisine, medyasına savaş bu çerçevede kaldığı sürece sınıflar mücadelesi açısından ciddi bir önem taşımaz. Çünkü burjuva toplumunda medyanın platformu burjuvazinin alanıdır. Sermaye, elindeki sınırsız imkânlarla muhalif medyayı etkisiz hale getirir. Sayısızca TV kanalı, milyonlarca basan gazete ve dergiler, değişik kültür ve sanat etkinliğinin sunulduğu kurumlar, sinema, tiyatro vb. gibi kültürel iletişim araçlarıyla burjuva medya dünyası karşısında muhalif medyanın nicel büyüklüğünden söz edilemez bile. Bu yüzden de proletarya başta olmak üzere muhalif sınıflar, seslerini duyurmak, burjuvazinin ters çevirdiği gerçekleri yığınlara göstermek için sadece medyayı değil, hatta asıl olarak medyayı değil, bizzat kendi yığınsal gücünü kullanır. Ve bu güçle burjuva medyasının gücünü ters çevirerek, burjuvaziye karşı kullanma olanağını da yakalar. Yığınların devrimci eylemi, bir yandan burjuva düzeninin ipliğinin pazara çıkmasını sağlarken öte yandan da, burjuva medyasının gerçekleri nasıl çarpıttığını gözler önüne serer, işçi ve emekçilerin görkemli ayağa kalkışı, devrimci yığın hareketinin istemleri ve amaçlarını burjuva medyasının gündemine sokar.
Bizim ülkemizde de bunun sayısız örnekleri vardır. 1967-1971 arasında, yükselen işçi ve gençlik hareketi, sadece muhalif medya organlarında değil, doğrudan burjuva medyasında yer alıyordu. Ne zaman ki devrimci dalga gerileyen bir trend izlemeye başladı, ancak o zaman burjuva medya karşı saldırıya geçerek devrimci hareketin istemlerini ters çevirme cesareti gösterdi. Yakın geçmişte Zonguldak madencilerinin eylemi yığın hareketi karşısında burjuva medyasının işlevsizleştiğine başka bir örnektir. Madencilerin Ankara’ya, yüz binlik bir kitleyle yürüyüşe başlamasıyla burjuva basın ve TV kurumlan, işçilerin istemlerini ve görkemli yürüyüşünü bütün dünyaya duyurmak zorunda kaldı. Sonuçta, işçilerin istemlerinin haksızlığını propaganda etse bile, ayağa kalkan kitlenin inanılmazı gerçekleştirerek yürüyüşü sürdürmesi, burjuvazinin demagojik hesaplarını altüst etti. Bütün ülkede, hatta dünyada devrimci bir coşkuya kaynaklık etti. Hükümet ve burjuva ekonomistlerin “akılcı” tahlillerine kimse aldırmadı. Herkesin aklı bu görkemli yürüyüşün nereye kadar süreceği, yeni bir mücadele döneminin habercisi olup olamayacağında idi. Bu arada burjuva ideologlarının işçinin kaba gücünü hor gören, istemlerini aşırı bulan, yürüyüşün yasalara aykırılığı, kışkırtıldığı vb. konusundaki yaygaraları madencinin ayak sesleri arasında bir sinek vızıltısı gibi etkisiz kaldı.
Yine 1960’lı ve nispeten 70’li yıllarda, burjuva medyasının anti-emperyalist mücadeleyi kötülemesine karşın, dünyada esen antiemperyalist fırtına ve sosyalizmin kazanımlarının etkisiyle burjuva medya, bu kötülemeden beklediğinin tersi sonuçlar elde etti. Emperyalizm yanlısı ve anti-sosyalist propaganda, devrimci anti-emperyalist eylemler karşısında tuzla buz oldu. Öyle ki; burjuvazinin en sadık uşakları bile emperyalist ülke yönetimleriyle bir ilgileri olmadığını gösteren “belgeler” yayınlatmak zorunda kaldılar. Örneğin Demirel, 1962 yılında AP’ye genel başkan olabilmek için, delegelere dönemin ABD Başkan Yardımcısı Johnson ile birlikte çekilmiş fotoğraflarını dağıtırken, 1969’da her vesile ile Amerikancı olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. Yani burjuva medyasının halkları emperyalizm lehine koşullandırma çabası halkların anti-emperyalist eylemleriyle parçalanmış, milyonlarca basan gazetelerin dergilerin, TV ve radyo kanallarının yürüttüğü dev kampanya, nicelik olarak burjuva medyasıyla kıyaslanamayacak sayıda az olan devrimci, sosyalist gazete ve elden ele dolaşan bildirilerin etkisi karşısında duyulmaz olmuştu.
Ne var ki; ’80’li yıllarda dünya ölçüsünde esen liberal, karşı devrimci rüzgarlar; sosyalizm ve antiemperyalizmi, devrimci değerleri “gözden düşürdü”. Yığınların eyleminin gücüne tapan küçük burjuva aydın, eski demokrat devrimci çevrelerde kapitalizmin’ ölümsüzlüğüne inancın yaygınlaşmasına paralel olarak burjuva ideologlarının yaratıp medya aracılığı ile piyasaya sürdüğü “yükselen değerler”, “ölümsüz değerler” ya da aynı anlama gelmek üzere, her gün değişen bir anda parlayıp sönen imaj parıltıları olan değerler genel kabul görür oldu. Ve bu gerçekliğin ters yüz edilmesiyle medya tarafından asıl gerçek gibi propaganda edilen bu “değerlerin” dünyayı yönlendirdiği kanısı yaygınlaştırıldı. Tıpkı ortaçağ skolastiğinin kavramlar üstüne kurduğu “asıl gerçek dünya” gibi, günümüz kapitalizmi de bir çelişmeler ve çatışmalar dünyası olan gerçek dünyasını gizlemek için “yükselen değerler”den kurduğu bir “imaj dünyası” yarattı. Medya, bu imaj dünyasını nesnel dünyanın yerine geçirerek, bir yanılsama yaratma görevini üstlenmiş bulunuyor. Dünyada esen karşı-devrimci cereyanın etkisiyle sadece sıradan insanlar değil devrimci demokrat çevreler de bu imaj dünyasını “çağın gerçeği” olarak benimsenip, karşılığında alternatif bir imaj dünyası öneriyor. Devrimci, sosyalist muhalif medya organlarının burjuva medya karşısında daha az okuyucu, izleyici bulmasının nedeni olarak da asıl olarak devrimci dalganın düşüklüğü değil de burjuva düzenini teşhirde kullandığı “geleneksel söylem” gösteriliyor. Örneğin DY çevresinin Tartışma Süreci Yazıları’nda soruna şöyle yaklaşılıyor:
“Türkiye’de kişisel bilgisayar satışlarının buzdolabı satışlarına yaklaştığı koşullarda sol dergilerin hiçbirinde bilgisayarların yaratacakları üzerine bir tek yazıya bile rastlanmamakta, bunun yerine bilmem ne mahallesinde ya da cezaevinde yapılan eylemler üzerine onlarca sayı süren tefrikalar yayınlanmaktadır. Sol, teoriyi ideolojiye dönüştüren ve doğrultusunu test etmek için ‘yine bu ideolojiye başvuran bir kısır döngü içinde yer aldıkça hiç bir zaman toplumun bütününe seslenen bir konuma ulaşamayacaktır. Bu ideolojik ve teorik geri kalmışlık aynen solun dili ve kavramları için de geçerlidir. … Dil ve içerik açısından geçerli olanlar biçim ve görsellik açısından da geçerlidir. …” (Tartışma Süreci Yazıları-1, s. 71)
Yazarın, en azından gerçek sol dergileri okumadığı, burjuva medyasının sol hakkında oluşturduğu imajın etkisiyle bu dergiler için atıp tuttuğu bir yana bırakılırsa; yazar Caner Soylu, sol yayınlara nicel olarak azalan ilgiyi asıl olarak bu dergilerin kullandığı kavramlara, kullandığı dilin “klişe dil” oluşuna bağlamakta, tersini iddia etmesine karşın “yeni değerler sistemine”, “yeni dil” ve “kavramlar” önermekte, ama bu dil ve kavramların ne olduğunu açıklamamaktadır. Bu “eksik”, aynı tartışma sürecine katılan DY’ci Kemal tarafından kapatılmakta, aynı anlayışla bu dilin nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır:
“Sosyalistler olarak en geniş kitle ile iletişim bozukluğumuz olduğunu kabul ediyorum. Bunun kodlama uyuşmazlığından kaynaklandığını düşünüyorum. Bizim, olguları, kavramları, düşünce sistematiğimizde yaptığımız kodlamayı ilettiğimizde çözecek alıcı bulamıyoruz. …12 kanal karşısında kodlama düzeyi farklı olan radyo, TV kanalıyla savaşma Don Kişot’un savaşıyla özdeştir. Burjuva ideolojisinin kitlelerce kabul görmesinin en önemli nedeni maddi yaşamda da karşılıklarının olmasıdır. Sokakta, fabrikada, ailede bunun karşılıklarını buluyor….” (Tartışma Süreci Yazıları-2, s.220)
Demek ki; devrimciler ve sosyalistler, sınıflar mücadelesinde karşılığı olan o klasik devrimci kavramları terk edip, “kodlama”,
“çözücü”, “düşünce sistematiği” gibi genetik ve sibernetiğin kavramlarıyla yığınlarla “frekansa” girecekler; böylece devrimci medya burjuva medyası karşısında başarı kazanacak!
Kuşkusuz medya alanı, burjuvazinin en örgütlü bulunduğu bir alandır ve bu alanda burjuvaziyle savaşmak, devrim ve sosyalizm mücadelesi için vazgeçilmezdir. Ama bundan burjuvaziyle medya alanında aynı imkânlara sahip olarak savaşılabileceği çıkarılamaz. Tersine, devrimci muhalif basın imkân ve izlenme niceliği bakımından her zaman “geride” olacaktır. Ama niteliğini yükselterek ve işçi ve emekçi sınıfların hayatı değiştirme gücünden yararlanarak burjuva medyasını işlevsiz hale getirecektir. Bunu yaparken; bir yandan en son teknolojinin ürünlerinden gereği gibi yararlanacak, aynı zamanda işçi ve emekçilerle dolaysız iletişimini toplumun en ücra köşelerine kadar yayarak, yığınların devrimci kalkışmasının rüzgârını da arkasına alarak, buralarda yürütülen canlı ajitasyonla burjuva medyasını etkisizleştirerek yapacaktır. Bu, devrim ve sosyalizm mücadelesinde asla gözden kaçırılmaması gereken, burjuvaziyle yürütülen savaşın ön siperleri olduğu bilinciyle yapılacak bir savaştır ancak. Çünkü burjuvazi en rafine temsilcilerini, en yetkin ideologlarını, en yüzsüz yardakçılarını bu cepheye sürmüştür. Bu yüzden de bu alandaki savaşta devrimci medya, dil, bilgi, haber unsurları vb. bakımından burjuva medyayı aşma görevini bugün başlıca amaçlarından birisi yapmak durumundadır.

Mart 1994

Emekçi Kadınlar Birliği Çalışmalarına Bir Bakış

Kadının kurtuluşu sağlanmadan, insanlığın gerçek anlamda kurtuluşunun sağlanamayacağı gerçeği, kadının kurtuluşu sorununu sosyalizm mücadelesine kopmaz bağlarla bağlamıştır. “Kadın kurtulmadan devrim olmaz, devrim olmadan kadın kurtulmaz” önermesi, salt devrim ve sosyalizm mücadelesinde kadın sorununa verilen önemi işaret etmekle kalmaz, aynı zamanda sınıf mücadelesinde nesnel bir gerçekliği de reddedilemez bir biçimde açığa çıkartır.
Bu bağlamda denebilir ki, örgütlenebildiği oranda devasa bir güç haline gelecek olan kadın hareketini, kendi bileşeni haline getir(e)meyen bir devrimin ya da devrimci bir başkaldırının başarı şansı olmayacaktır.
Tarihsel tecrübeleriyle bu gerçeği çok iyi kavrayan burjuvazi, bu potansiyel gücü, elinde bulundurduğu siyasal erkin sınırsız olanaklarını kullanmak suretiyle kendi sisteminin dayanaklarından biri haline getirmek için her türlü manevraya başvurmaktadır. “Kadın hakçı çevreler”, “feminist gruplar” vd. bu zeminde hareket etmekte, kadın sorununu maddi temellerinden kopartarak darlaştırmakta, kadın sorununu sadece kadın ve erkek cinsi arasındaki bir problemmiş gibi sunmaya çalışmaktadırlar. Bu durumda feminizmin yöneldiği ve vuruş yaptığı sömürü düzeni değil, onun sonuçlan ve doğal olarak erkek cinsi olmaktadır.
Öte yandan bu durum karşısında Marksistler ise, kadın hareketini burjuvazinin etkilerinden kurtarmaya, onun “sistemler ve sınıflar üstü” bir sorun gibi sunulmasının önüne geçmeye, gerçek içeriğine kavuşturmaya, kadın hareketini sosyalizm hareketinin bir bileşeni haline getirmeye çalışırlar. Fakat bu asla kapitalizm koşullarında elde edilebilir olan “kadının demokratik haklan” ve “hak eşitliği için” mücadelenin küçümsendiği anlamına gelmez, aksine demokratik kazanımlar için mücadelenin ve fiili kazanımların sınıf mücadelesine daha geniş olanaklar ve deneyim kazandırdığı tartışmasız bir doğrudur. Örneklemek gerekirse, bunun kadınlara kazandıracağı şeyi Lenin şöyle ifade ediyor: “Boşanma özgürlüğü daha tam hale geldikçe kadınlar ‘evcil kölelik’lerinin kaynağının hak eşit(siz)liği değil, kapitalizm olduğunu göreceklerdir.” Ancak demokratik hakların ve hak eşitliğinin kazanılmasıyla sınırlı bir mücadele platformunun kadınları sosyalizm saflarına çekmede yetersiz kalacağı gözden ırak tutulmamalıdır.
Buraya kadar söylenenler, kaba bir “yorum” olmakla eleştirilebilir, belirtmeliyiz ki, amacımız kadın sorunundaki, farklı bakış açılarını ve ideolojik yaklaşımları incelemek ve eleştirmek değildir. Amacımız, emekçi kadın faaliyetinin günümüz koşullarındaki cisimleşmiş ifadesi olan, bağrında kitleselleşme ve hareketi ileri taşıma potansiyeli taşıyan Emekçi Kadınlar Birliği (EKB) çalışmalarını kısaca değerlendirmektedir.
Emekçi kadın faaliyeti konusunda kat edilen mesafenin, kadın sorunu üzerine yürütülen genel tartışmanın yerini yürütülen faaliyetin sorunları üzerinde bir değerlendirmeye imkân verecek düzeye ulaşmış olması bile 1994 8 Martı için başlı başına bir olumluluktur. Bir konuda neyin doğru ya da yanlış olduğu, kafada tasarlanmış ayrıntılı planlarla, ince detaylarla değil, somut faaliyetin sorunları üzerinde anlaşılabilir ve böylece tartışma can sıkıcı teorik genelleme-erden kurtulabilir. Bu bakımıyla EKB çalışmasının değerlendirilmesi, faaliyetini geriye çeken ve bir bakıma da doğal sayılması gereken zaaflarının eleştirisi önem taşıyor. Biz burada, göze çarpan bazı özellikler üzerinden kısa bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

KADIN HAREKETİNDEKİ GELİŞMELER
Ülkemizde, kadın ve kadın hareketinin örgütlenme sorunu, geçmişten bugüne Türkiye devrimci hareketi içinde, teorik-siyasal planda üzerinde çokça konuşulan, tartışılan fakat pratik-örgütsel cephede pek az şey yapılan bir sorun olma özelliği taşıyor. Nesnel bir değerlendirmeye tabi t tutulduğunda, durumun böyle bir gelişim seyri izlemesinde, devrimcilerin ve devrimci örgütlerin gerekli duyarlılığı göstermemesinden daha çok (böyle bir yanın olduğu şüphesizdir) soruna yaklaşımdaki politik darlığın, küçük burjuva ideolojisinin Marksizm adına savunulması vb. teorik-siyasal etkenlerin belirleyici bir rol oynadığı görülür.
12 Eylül darbesinin devrimci örgütleri dağıttığı, politik örgütlenme ve faaliyet alanının hemen neredeyse tamamen ortadan kaldırıldığı bir zeminde, kadın alanında önemli gelişmeler yaşandı. Özellikle ’80’li yılların ortalarından itibaren, o güne dek olmadık çeşitlilik ve hacimde “kadın çevreleri” ve “feminist örgütlenmeler” adeta yerden biten mantarlar gibi fışkırdı. Kuşkusuz bu gelişmeler tesadüfî değildi. Bu da bir yönüyle yenilgi koşullarının, geçmişin hatalarını haklılık vesilesi yapılmasıyla gerekçelendirilen bir keşfiydi. Burjuvazinin ideolojik yönlendirmesi altında şekillenen feminist kadın çevreleri, o günkü koşullarda “muhalif bir tutum ifade ediyor görünseler de, düzen çerçevesini aşmayan platformlarıyla sosyalizm karşısında apaçık gerici bir tutum alıyorlar.
Örgütlenmeleri dağıtılmış, kürsüleri ellerinden alınmış, bu anlamda da düzene karşı muhalefet yürütme zeminini yitirmiş bulunan Türkiye sol hareketi içindeki birçok örgüt ve grup bu gelişmelere abartıyla yaklaşmış, “muhalif bir değer biçmiş ve olumlamıştır. Günümüze taşman bu olumsuzluklar, yürütülen kadın çalışmalarında etkisini göstermekte, birçok “sağ” ya da “sol” sapmaya kaynaklık etmektedir.
’80’li yılların sonlarından itibaren işçi sınıfı, kamu emekçileri ve Kürt mücadelesi toplumsal muhalefete ivme kazandırmış, bu durumdan kadın hareketi de olumlu yönden etkilenmiştir. İşte başını işçi ve emekçi kadınların çektiği ve kendisini Emekçi Kadınlar Birliği olarak ortaya koyan kadın hareketi bu süreçte ortaya çıktı ve sınıf mücadelesinde gündemdeki yerini aldı.
Ülkemizde emekçi kadınların örgütlenme çabalarının tarihi oldukça eskilere dayanır. Ne var ki, doğru bir siyasi önderliğin olmayışının yol açtığı hata ve zaaflardan dolayı bu çabalar amaca ulaşmada yetersiz kalmış, kadın faaliyeti salt 8 Mart’ı kutlamayı içeren bir faaliyetin ötesine geçememiş, kadın hareketinde devamlılığı sağlayacak bir örgütlenme yaratılamamıştır. EKB çalışmalarına öncel teşkil eden bu olgu aynı zamanda emekçi kadın hareketinin üzerinde yükseleceği güçlü bir mirasının olmadığının göstergesi olmasının yanı sıra çalışmalarda önemli bir dezavantaj oluşturmaktadır.

ÖRGÜTLENME YÖNÜYLE EKB
İlk adımları ’92 yılının sonlarında atılan ve o günkü adıyla Emekçi Kadınlar Kurultayı (EKB) olarak yürütülen çalışmaların bugün Emekçi Kadınlar Birliği (EKB) adıyla devamlılığının sağlanabilmiş olması en olumlu yanıdır. Ancak bu süreçte birçok sorun yaşandı ve EKB hâlâ bünyesinde önemli zaafları barındırmaya devam ediyor. Bunların üzerinde kısaca durmaya çalışalım.
Emekçi kadın hareketinde faaliyet yürüten çevrelerin önemli bir bölümü, çalışmaları, 10-11 Temmuz tarihinde İstanbul’da yapılan kurultayla birlikte bitirmek gerekir düşüncesini savunabilmişlerdir. Kadın sorununu hâlâ belli kampanyalar düzeyinde ele alan bu tür anlayışlar nasıl gerekçelendirilmeye çalışılırsa çalışılsın özünde kadın hareketini sosyalizm hareketine bağlamadaki cesaretsizliğin bir ifadesi, küçük burjuva reformist politikaların dillendirilmesidir. Hele ülkenin çeşitli illerinde düzenlenen toplantılara binlerce kadının katılıp, sorunlarını tartışarak, “bize yol gösterin!” diye haykırdıkları koşullarda herhalde denmesi gereken en son şey, “bu işi burada noktalayalım”. Öte yandan mücadelenin diğer alanlarında farklı düşüncelerde insanların bir araya gelmede önemli güçlükler yaşadığı düşünüldüğünde, birçok çevrenin kadın çalışmasında bir araya gelebilmiş olmasının değeri iyi bilinmelidir. “Tüzel kişiliğin” kazanılması ve yeri belirlenmiş bir mekândan faaliyetlerin yürütülmesi bir an önce sağlanmalıdır düşüncesi temel tartışma konularından birini oluşturuyor. Tüzel kişilik kazanılmasıyla, yeri belli mekândan faaliyet yürütme arasında bire bir ilişki kurmak pek doğru olmayacaktır. Zira “tüzel kişilik” kazanma nihayetinde bir olanaklar sorunudur ve örgüt sorununa idealistçe yaklaşılmadığı sürece asgari koşulların var olup olmamasıyla ilgilidir. Oysaki bu merkezi bir mekândan faaliyet örgütleme olanaklarının var olup olmamasından çok bir anlayış sorunudur. Elbette ki, merkezi bir mekân olmalıdır ama aslolan ne olacaktır? Kadın yığınları içine yayılan bir faaliyet mi, yoksa “eski” tarzda “dernekçilik” yapma mı?
Çalışmaların işçi ve yoksul semtlerine kaydırılmak istenmesi EKB’nin örgütlenme sorununda içine düştüğü bir diğer yanılgıdır. Söylemeye dahi gerek yoktur ki, işçi ve yoksul semtlerdeki kadınları bünyesinde barındırmayan bir kadın örgütlenmesi eksik kalacaktır. Ne ki, bağımsız anti-faşist kitlevi bir kadın örgütü esas olarak sendikalarda, fabrika ve üretim birimlerinde kurulan kadın komisyonu, kadın grupları ve kadın bölümlerinin üzerinde yükselmelidir. Kuşkusuz bu örgütlenme, gençlik örgütlerinin genç kadın gruplarını, ev kadınlarının semt ve mahalle gruplarım da kapsamalıdır. Ancak bugün kavranması gereken halka, kadınların yoğun olarak çalıştığı fabrikaları, kamu işletmelerini ve üretim birimlerini temel çalışma alam olarak ele almak ve buna uygun bir faaliyet örgütlemektir.

KİTLESELLEŞME FAALİYETİ YÖNÜYLE EKB
Hedefini, emekçi kadınların, bağımsız anti-faşist demokratik kitle örgütünü yaratmak olarak belirleyen EKB, doğaldır ki, öncelikle çözülmesi gereken problemin kitleselleşmeyi sağlamak olduğunu da görmelidir. Bugüne kadar hatırı sayılır sayıda kadını harekete geçirebilmiş olması onun bu konuda iyi bir noktada bulunduğu anlamına gelmez. Kaldı ki, kampanyalar şeklinde de olsa düzenlediği faaliyetlere çektiği kadınların ne kadarını kendi bünyesinde örgütleyebildiği ortadadır ve bu sorun başlı başına ele alınıp tartışılması ve çözülmesi gereken bir problemdir. Kitleselleşme adına izlenen pratiğe bakıldığında, kolayca içine düşülen yanlışlar dikkat çekicidir. Bunların başında emekçi kadın faaliyetini salt devrimci kadınların faaliyetinin toplamına indirgeyen anlayışlar gelmektedir. O kadar ki, içinde faaliyet yürüten siyasi çevrelerden unsurların bir araya geldiği toplantılar, kitle toplantısı olarak nitelenebilmekte, bu durum kitleselleşmede bir ölçüt olarak değerlendirilebilmektedir. Politikleşmemiş kadınları göz ardı eden bu tutum giderek kitleselleşmenin önünde en önemli engel haline gelmiştir.
Emekçi kadın kitlelerini örgütlemenin iyi bir aracı olan EKB Bülteni’nde de aynı yaklaşım tarzı kendini hissettiriyor. Entelektüel düzeyi itibariyle sıradan bir emekçi kadına hitap etmekten çok, belli bir bilinç seviyesine ulaşmış bulunan kadınlara hitap etmektedir. Hâkim sınıfların, işçi sınıfı, kamu emekçileri ve Kürt halkına karşı yürüttüğü saldın politikası, yanılsamalı bir bilinç götürmekte bunun sonucu da bülteni genel söylemli siyasi-politik dergi havasına büründürmektedir. Hâlbuki bültenin dili sıradan bir kadının anlayabileceği bir yalınlıkta olmalı, konu seçimi, bu özellik dikkate alınarak belirlenmelidir. Elbette ki teori de olacaktır fakat bugünkü haliyle hangi bilinç seviyesine hitap ettiği muğlâk kalmakta ve geniş kadın kitlesini kucaklama şansını yitirmektedir.
EKB çalışmasında ortaya çıkan ve kitleselleşme sorununu kavramadaki eksikliği en çarpıcı tarzda gözler önüne seren bir örnekten söz etmek istiyorum: “Özelleştirmeye Hayır” kampanyası. Özelleştirme girişimleri toplumun her kesimini ilgilendirdiği gibi kadınları da yakından ilgilendiren bir sorundur, bu doğru; ancak açıklığa kavuşturulması gereken, özelleştirme politikalarıyla kadın sorunu arasında kurulan bağın ne olduğudur. Sınıfın gündeminden uzaklaşmamak kaygısıyla, EKB gündemini uzun bir süre salt “özelleştirmeye hayır” çalışmaları oluşturdu, yarın bir başka sorun karşısında aynı yol tutulduğunda mantıksal olarak varılacak nokta, bağımsız bir kadın çalışmasına temel teşkil eden kadının kadın olmasından dolayı yaşadığı özgül sorunlarından uzaklaşma olacaktır. Şayet kitle-selleşme sorunu aşılacaksa bunun yolu ancak asıl olarak kadınların özgül sorunlarını merkezine alan ve bu talepleri politik mücadelenin bir parçası haline getirmeyi hedefleyen bir çalışma yürütmekten geçer ve bu da asla sınıfın gündeminden kopmak anlamına gelmez. Gözden kaçırılmaması gereken gerçeklik, kitleselleşme sorununda, faaliyetin niteliğinin belirleyici olduğudur, belirttiğimiz üzere kadın hareketine kaynak teşkil eden özgül sorunlardan uzak kalındığı oranda kitleselleşmeden de uzak kalınacağı akıldan çıkartılmamalıdır.
Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. O da Türkiye sol hareketinin “malul” hastalıklarından biri olan “kadro devşirme” hastalığıdır. Bu hastalık, EKB’yi de boydan boya sarmış bir vaziyettedir. Hiç kuşkusuz yığınlar içinde faaliyet yürüten bir politik örgütün, bu faaliyetin içinden kadro kazanma politikası elbette olacaktır bu yönüyle bir yanlışlıktan söz edilemez. Ancak faaliyetin yalnızca buna endekslenmesi yığınlara karşı sorumsuzca ve dar grupçu bir tutumdur. Lafı edildiğinde herkes yığınların çıkarları üzerinde bir çıkarının olmadığından dem vurur, ama iş pratiğe geldi mi tam tersi tutumlar sergilenir. Yığınlar, ancak kendi talepleri temelinde yükseltilen bir mücadelenin içinde politik mücadeleye ve politik örgüte kazanılabilir. Yığınlar kendi sorunlarına sahip çıkıp savunanları bağrına basmış, en iyi unsurlarını onların hizmetine sunmuştur. Tarihsel tecrübeler bizlere bunun böyle olduğunu öğretmiştir.

SONUÇ OLARAK

EKB, gerek örgütlenme, gerek kitleselleşme ve gerekse de diğer bazı yönlerden bünyesinde önemli zaaflar barındırmaktadır. Ama o tüm bunlara karşın bugüne dek emekçi kadınları örgütlemeye yönelik olarak atılan en ciddi adım olması itibariyle büyük önem ve olumluluk taşıyor. İlk ve yeni olan, beraberinde her zaman belli bir hata payını da getirir, sorun hata yapıp yapmamak değil, hatalara karşı nasıl tutum alınacağıdır. En küçük bir destek ve yardımda bulunmadan eleştiri adına uluorta ahkâm kesmenin kimseye bir yararı olmayacaktır.
Öte yandan tersi ne kadar iddia edilirse edilsin, EKB içinde de kadın sorununa ve kadın hareketine ilişkin olarak burjuva görüşler hayli yaygındır. Diğer bir ifadeyle burjuva ideolojisiyle proleter ideoloji arasında uzlaşmaz karşıtlık temelinde yürütülen mücadele kadın alanında da, özelde de çalışmalarında sürmektedir. Burjuva ideolojisi ve onun yansımaları, emekçi kadınlar faaliyetinden sürülüp atıldığı oranda EKB gerçek işlevine kavuşabilecektir. Bu iş kolayca, bir günde başarılacak cinsten değildir. Çeşidi biçimler altında kendini gizleyen burjuva görüşler fırsatını bulduğu an açıktan saldırıya geçmekten geri durmayacaktır. Böylesi durumlarda proleter sınıftan kadınların varlığı EKB içinde devrimci çizginin dayanakları olabilmeli, gereken inisiyatifi ve cesareti ortaya koyabilmelidir.

Mart 1994

Sivil Toplum Kavramı Ve Gramsci

Bu yazı, BİLAR’da sürmekte olan “sivil toplum” tartışmaları sırasında, Aydın Çubukçu’nun sunduğu görüşlerin genişletilmiş halidir. Konuşma, esas olarak, Gramsci ve sivil toplum kavramını, hegemonya ve devrimci strateji açısından ele almakla sınırlıyken, burada, sivil toplum kavramının Hegel ve Marx’ta taşıdıkları anlam ve dünyada ve Türkiye’de kavramın güncelleşmesinin nedenleri ve sonuçları da incelenmektedir.

MARX’TA SİVİL TOPLUM KAVRAMI
(Bu bölümde Marx’ın görüşlerinin özetlenmesi için, esas olarak, Gülnur Savran’ın BİLAR toplantısındaki konuşmasından ve yazarın “Sivil Toplum ve Ötesi, Rousseau, Hegel, Marx” adlı kitabından yararlanılmıştır.)
Marx, daha önce, özellikle “doğal hukuk” kavramı ekseninde bir tartışmanın unsuru olarak J. J. Rousseau ve Hegel tarafından kullanılmış olan “sivil toplum” kavramını, “çağdaş toplum gerçekliğinin mutlaklaştırılması” için bir araç halinde görür ve bu bakımdan eleştirir. Özellikle Hegel, sivil toplum ve devlet arasında bir kopukluk ve karşıtlık bulunduğunu ileri sürerek, sivil toplumun olduğu gibi kabul edilmesiyle bu çelişkilerin aşılabileceğini iddia etmektedir. Buna karşılık Marx, sivil toplum ve siyasal toplum (devlet) kavramları arasındaki ilişkinin, sivil toplum kavramının belirleyici olduğu, içsel bir bağıntı olduğunu saptamıştır. Böylece Hegel’den farklı olarak Marx, sorunun, sivil toplumun köklü bir biçimde dönüştürülmesiyle ortadan kaldırılabileceği sonucuna ulaşır. Daha sonraki çalışmalarında Marx, sivil toplumun incelenmesinin, ekonomi politiğin incelenmesi anlamına geldiğini gösterir: Sivil toplumun anatomisinin “mülkiyet ve mülksüzlük’ kavramları çerçevesinde çözümlenebileceğine ilişkin görüşünü, mülksüzlük mülkiyet kavramlarının emek-sermaye çelişmesi olarak anlaşılmadıkça gerçekleştirilemeyeceği biçiminde geliştirir. “Mülksüzlük ile mülkiyet antitezi, emek ve sermaye antitezi olarak kavranmadıkça, etkin bağıntısı, içsel ilişkisi ile anlaşılmamış, belirlenmemiş bir antitez olarak kalır – bir çelişki olduğu henüz anlaşılmamış bir antitez.” (Marx, “1844 Elyazmaları”, çev. Murat Belge, Payel Yayınları 1969. s. 99- Aktaran Gülnur Savran age. s. 182)
Marx’ın sivil toplumu kapitalizmin temel çelişkileri (en başta emek-sermaye çelişkisi) temelinde açıklamasının ulaşabileceği kaçınılmaz sonuç, bu çelişkilerin çözülebilmesi için, sivil toplumun ötesine geçmek olacaktır. Hegel’de olduğu gibi, “sivil toplumun olduğu gibi korunması” değil. “Burada, daha sonra göreceğimiz gibi, Hegel’den ve daha sonra aşağı yukarı onun bakış açısını tekrarlayacak olan Gramsci’den farklı olarak Marx, sivil toplumu, burjuvaziyle proletarya arasında bir tarafsız alan olarak değil de burjuvazinin kendine özgü hegemonyasını kurduğu, kapitalist sömürüyü gizleyen ve dolayımlayan eşitlik ve özgürlük alanı olarak tanımlamaktadır. Öyleyse, özellikle “hegemonya” söz konusu olduğunda, işçi sınıfının karşı hegemonyasını oluşturmak için sivil topluma özgü ilişki biçimlerinin dışına çıkmak zorunda kalacaktır. Kuşkusuz bu sonuca ulaşmasında, Marx’in emek kavramını eksen alan bir toplumsal dönüştürme projesine sahip olması belirleyicidir.
Bu devrimci bakış açısı, kavramın kapsamını, sınıflar dışı, ya da daha doğrusu sınıf çatışmalarının dışında gören Marx öncesi ve sonrası düşünürlerin kullandığı kapsamdan farklı bir biçimde doldurur. Marx ve Engels’in ortak imzalarını taşıyan “Alman ideolojisi” başlığı altında toplanmış notlarda, sivil toplum, maddi üretim ve ticaret alanını da kapsayan bir kavram olarak tanımlanır: “Sivil toplum, üretici güçlerin belli bir gelişmişlik aşamasında, bireyler arasındaki maddi ilişkilerin tümünü içerir. Verilmiş bir aşamadaki tüm ticari ve sınaî yaşamını içerir.” (Marx, Engels, “Alman İdeolojisi”,. Sol yayınlan, 1976, s. 127) Aynı paragrafın devamında, bu tanım genişletilerek yeniden verilmektedir: “Sivil toplum sözcüğü, 18. yüzyılda, mülkiyet ilişkileri eski çağın ve ortaçağ komünal toplumundan ayrıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. Bizatihi sivil toplum, ancak burjuvaziyle birlikte oluşur; ancak, doğrudan doğruya üretim ve ticaretin sonucu olan toplumsal örgütlenme … her zaman bu adla anılmıştır.” (Marx, Engels, age. 128)
Fakat Marx’ta “sivil toplum” kavramı, üretimin ve ticaretin (kısaca ekonominin) bir ifadesi değildir. Aynı zamanda, üstyapıyı da içerir. Marx’ın sivil toplum eleştirisi, yalnızca kapitalizmin maddi unsurlarının oluşturduğu bir altyapı eleştirisi olarak kalmaz, aynı zamanda, bunun üzerinde yükselen ideolojinin de eleştirisidir.

GRAMSCİ’Yİ NASIL ANLAMALI?
Sivil toplum kavramı, bir dönem, Türkiye’de sosyalizmin güncel ve teorik sorunlarının tartışıldığı her konuda eksen haline getirildi ve sanki bu kavram olmaksızın, ya da Gramsci’ye başvurulmaksızın, hiçbir sorun tartışılamaz, doğru bir sonuca ulaştırılamaz gibi bir hava yaratıldı.
Bu, Gramsci’nin ihmal edilmiş teorik öneminin yeni keşfedilmiş olmasından ya da düşüncelerinin bir anda eski tartışmaların tümünü geçersiz kılacak bir içerik taşımasından kaynaklanmıyordu. Bunda, genel olarak SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşanan krizin, 12 Eylül sonrası yenilgi atmosferinin ve bütün bunlardan Marksizm-Leninizm’i sorumlu tutan bir anlayışın belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu, yeni bir eğilim de değildir. Sosyalizmin genel bir yenilgi içinde bulunduğuna inanılan her durumda, Türkiye’de her darbe sonrasında, yalnızca geçmiş pratiğin reddedilmesi için değil, teorinin de genel bir revizyondan geçirilmesi için fırsat doğduğuna inanılır ve bu, çoğu kez, devrimci bir eleştiriyle değil, genel bir liberalleşme ile sonuçlanır. 12 Eylül darbesinin sonuçlarını ve geçmiş pratiğin değerlendirilmesini, bir yenilgi psikozu içinde gerçekleştirme sürecinde Gramsci, sağcı sonuçların elde edilmesinde bir araç rolü üstlendi.
Bu sonuçtan Gramsci’nin bizzat kendi söyledikleri ne kadar sorumludur? Gramsci yalnızca çarpıtılarak revizyonizm ve reformizmin teorik dayanağı haline mi getirilmektedir, yoksa, zaten onun yazıları, bu eğilimlere yol açacak bir içerik mi taşımaktadır?
Tartışmaya konu olan belli başlı eserlerinin tümünü, on bir yıllık hapishane yaşamı içinde vermiş olan Gramsci’nin, sıkı cezaevi denetimini aşmak için kullandığı dil özellikleri, çalışma koşullarının ortaya çıkardığı genel sistemsizlik, yazılarının anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu oldukça karmaşık ve belirsiz malzeme, Gramsci’yi revizyonist ve reformist tezler bakımından bir kaynak olarak kullanmak isteyenler için olduğu kadar, onu devrimci bir geleneğin temsilcisi ve görüşleriyle devrimci mücadelenin kimi sorunlarına ciddi çözüm olanakları sunmuş bir teorisyen olarak kendi cephaneliklerinin bir unsuru halinde değerlendirmek isteyenler için de aynı derecede önemli olanaklar sunmaktadır.
Bu açıdan, Gramsci’yi değerlendirmek için bir bütünlük kavramına ihtiyaç vardır. Bunun nasıl sağlanabileceği de, ayrı bir problemdir. Onu, İtalya’daki sınıf mücadelesinin değişik evrelerinde savunduğu görüşlerin bütünlüğü içinde ele almak, yani örneğin “İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi” başlığı altında derlenen yazılarında savunduğu görüşleri esas alarak yorumlamak, onun sivil toplum ve hegemonya kavramlarına verdiği anlamın, belli bir devrim stratejisinin unsurları olarak anlaşılabileceği sonucuna götürür.
Öte yandan, sivil toplum ve hegemonya kavramlarını, Doğu ve Batı toplumları arasında bu bakımdan yaptığı kategorik ayrım ve buna uygun olarak önerdiği stratejiler açısından değerlendirirsek, onun mekanik politika anlayışına ve reformist sonuçlara ulaşabilecek genel bir kavramlar sistematiğine sahip olduğu sonucuna ulaşılabilir.
Böylece, acaba, Gramsci, kendi teorik bütünlüğü içinde, reformist-evrimci ve devrimci görüşlerin bir eklektik bileşimi olarak değerlendirilebilir mi?
Farklı dönemler bakımından, Gramsci’nin böyle bir salınımı gösterdiği kabul edilebilir. Fakat bundan daha önemli olan, Gramsci’nin teorik veriminin devrimci içeriğinin bir bütünlük içinde, bugün de yararlı açılımlar sağlayabileceğidir. Bir başka deyişle, onun eserinin tümü,  devrimci bir açıdan eleştiriye tabi tutulmalı ve bu birikimin içinde, bugüne ve geleceğe ilişkin olarak devrimci ne varsa sahiplenilmelidir.
Bu noktada, Gamsci’yi, onun özellikle Avrupa Komünizmi açısından yeniden yorumlayan reformist akımların tasallutundan kurtarmak, Gramsci hakkında kasıtlı olarak yaygınlaştırılmak istenen gerici yorumu reddetmek önem kazanmaktadır. Gramsci’nin doğrudan doğruya kendi teorisinden kaynaklanan ve onun mekanik mücadele anlayışını yansıtan zayıflıklarıyla, bunun sistemli bir uzlaşma politikasının temeli halinde yorumlanması arasında bir fark gözetilmelidir. Bu bakımdan denilebilir ki, Gramsci’nin, gerek büyük devrimci kişiliği ve pratiği ile gerekse zengin ve canlı birçok unsur içeren teorik birikimiyle, devrimci komünist gelenekte tuttuğu yer titizlikle korunmalı ve değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, Gramsci, onun reformist yorumcularıyla aynı yerde görülmemeli, onun teorisindeki hata ve zayıflıklar, bundan ayrı olarak ele alınmalıdır.

SİVİL TOPLUM KAVRAMININ VE GRAMSCİ’NİN GÜNCELLEŞMESİNİN KOŞULLARI, REFORMİST VE REVİZYONİST YORUMUN KAYNAKLARI

Gramsci literatürünün temel kavramlarından birisi olan “sivil toplum” kavramının Avrupa’da gündeme gelişi, Avrupa Komünizmi akımının doğuşu ve kendine özgü liberal-reformcu, anti-komünist çizgisini Marksist gelenek içinde bir yerlere dayandırma çabasının önem taşıdığı bir sırada oldu.
“Avrupa Komünizmi”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’nın belli başlı Komünist partileri tarafından girilmiş olan reformist ve uzlaşmacı yolun, özellikle SSCB-KP’nin 1956’da gerçekleşen XX. Kongresi’nden sonra Stalin’e saldırı ortamında gelişmesini ve tamamlanmasını ifade eden bir terim olarak ortaya çıktı. Bu özellik önemlidir; çünkü sivil toplum kavramının bu kullanılış biçimine karşı çıkan bazı Troçkist çevreler, Avrupa Komünizminin bu yöneliminin kaynağında, “Stalinizmin” bulunduğunu ileri sürmektedir. Oysa gerçek bunun tam tersidir: Söz konusu yozlaşma, “Stalinizmin” bir devamı değil, aksine, Stalin’in eleştirilmesinin bir sonucu olarak netleşmiştir. Bu andan itibaren, İtalya, Fransa ve İspanya Komünist partilerinin geleneksel ve biçimsel olarak sürmekte olan SSCB-KP’ye bağımlılık özelliği açık bir biçimde son bulurken, çok önceden başlamış bulunan Marksizm-Leninizm’den bağımsızlaşma sürecinde de daha ileri gidildi. Uluslararası tek bir devrimci merkez fikrinin açıkça reddedilmesi tutumu, Batı demokrasilerinin “sosyalist yönetimin temeli” olarak kabul edilmesiyle ve siyasal ayaklanma fikrinin tümüyle ve bir olasılık olarak dahi terk edilmesiyle tamamlandı. Bu yeni çehre, Gramsci’nin tezlerinde kendisini savunabileceği bir temel bulmaya yöneldi.
Avrupa Komünizminin tezlerinde, sosyalist devrimin gerekliliğinin ve koşullarının bulunmadığı ileri sürülüyor, bir demokratikleşme planı çerçevesinde, devletin etki alanını mümkün olduğu kadar daraltarak, devletle sivil toplum kurumlarını geliştirmek suretiyle, sosyalizme giden yolun, kapitalizm koşullarında, tedrici olarak geliştirileceği savunuluyordu. Sosyalist geleceğin toplumsal kurumları, burjuvazinin ekonomik ve siyasi egemenliğinin sürdüğü bir ortamda, sivil toplum olanaklarıyla inşa edilecekti. Bu görüşe göre; bireylerin kendi yaşamlarını yönlendirmelerini ve kendilerini doğrudan ilgilendiren her alanda kararlara katılmalarını sağlayabilecek mekanizmalar ve ilişkiler geliştirmek ve bunu sosyalist toplumun temeli halinde kapitalizmin egemenlik koşullarında kurmak için, sivil toplum, önemli bir potansiyeldi. Bir başka deyişle, burjuva toplumsal kuruluşu içinde, devletin denetimi ve yönlendirilmesi dışında kaldığı kabul edilen bir alan olarak “sivil toplum”, sosyalist katılımcı bir demokrasinin başlangıç unsurlarına dönüştürülmesinin olanağı olabilirdi.
Gramsci’nin sivil toplum ve hegemonya kavramları arasında kurduğu bağlantının, özellikle Batı toplumları için önerildiği biçiminin yorumundan hareketle, Avrupa-Komünizmi, sivil toplum kavramını reformist ve tarihsel uzlaşma kavramına bağlı olarak kullanılabilecek bir kavram haline getirdi. Bu yoruma göre, Batıda sosyalizmi kurmanın yolu, artık, sosyalistlerin sivil toplumun çeşitli kurumlarını dönüştürmelerinden ve böylece sivil toplumda kendi ideolojik hegemonyalarını kurmalarından geçiyordu. Nihai hedef, devletin giderek genişleyen bu sivil toplum içinde erimesini sağlamaktı. Bu, batıda gerekliydi, çünkü Batı toplumlarında, (Doğu toplumlarından farklı olarak), sivil toplum kurumları güçlü ve gelişkindi. Dolayısıyla, sivil toplum görmezlikten gelinerek herhangi bir başarı sağlanamazdı.
Bu görüşlerin yaygın bir etki kazandığı dönem, aynı zamanda, ekonomik politikalar bakımından, Avrupa burjuvazisinin de, “Refah devleti” kavramının geçerli görüldüğü koşullardan kurtulduğu, her türlü devlet müdahalesinden özgürleşmiş bir piyasa savunusunu, genel geçerli bir görüş haline getirdiği bir dönemdi. Bir bakıma, yalnızca Avrupa Komünizmi teorisi değil, burjuva liberal siyaset ve ekonomi çevreleri de, piyasa mekanizmasının ve bireysel özgürlüğün ayrılmaz bir bütün oluşturduğu yolundaki görüşlere ağırlık vermeye başlamışlardı ve “sivil toplum” kavramı, bu çevrelerde de önem kazanmıştı. Sosyalizm ve Marksizm-Leninizm karşısındaki tutumunu gittikçe daha net hale getiren söz konusu partilerle, burjuva-liberal çevreler arasında kavramın bu ortaklaşa kullanılışı, Avrupa Komünizminin de, “sivil toplum”u, “sosyalizm için bir yol” olarak yorumlamaktan vazgeçerek, kapitalizmin daha iyi, rasyonel işlemesi için gerekli yolların araştırılması çerçevesine oturtması sonucunu doğurdu. Gramsci, işte bu noktada, önce İtalyan Komünist Partisi’nin yeni teorik açılımının malzemesi haline geldi, sonra da, bütün Avrupa’da, günün modası olarak yayıldı.
Kuşkusuz bu yaygınlaşmada, özellikle 1968 kalkışmasının geliştirdiği canlı pratiğin ve bu pratiğe cevap verecek bir teorik çerçeve araştırmasının da rolü oldu. Öğrenci ve işçi hareketinin yüksek kitlesel boyutu ve yarattığı derin toplumsal etki, Sovyet revizyonizmi tarafından temsil edilen ve yanlış olarak “resmi komünizm” olarak adlandırılan tutucu ve devrim karşıtı teori ve politikaların da köklü bir eleştirisi ihtiyacını beraberinde getirmişti. Tıpkı Latin Amerika devrimci akımlarının, Che Guevara’nın ve onun versiyonlarının, Maoculuğun vb. bu eleştiri sürecinde önem kazanması gibi, Gramsci de, bu eleştiri ve arayış sürecinde bir yenilik olarak yer aldı. Fakat onun etkisi, daha çok, devrimci kitle hareketinin tümüyle dışında kalmış bulunan Avrupa Komünizmi partilerinin içinde ve onların reformizmini haklı çıkarmak üzere kullanılmasında görüldü.

TÜRKİYE’DE SİVİL TOPLUMCULUK
“Sivil toplum” kavramının Türkiye’ye ithali, 12 Eylül darbesinden sonraki gelişmeler içinde gerçekleşti ve bu koşullar, kavramın Türkiye’ye özgü bir içerik kazanmasına yol açtı. Yaygın olarak, önce, ağırlıklı kadrosunu Birikim dergisi yazarlarının oluşturduğu “Yeni Gündem” sonra da “Zemin” dergilerinde, sivil toplum kavramı, askeri diktatörlüğe karşı olan ya da ondan zarar gördüğü düşünülen herkesi kapsayan bir siyasi bloklaşma eğiliminin temeli olarak propaganda edildi. Sivil toplum kavramı, ağırlıklı olarak, “sivil” sözcüğünün genel gündelik kullanılışında olduğu gibi, “asker olmayan” anlamına sıkıştırıldı ve buna “askeri yönetime karşı olmak” gibi bir anlam yüklendi. Demokratlığı ve cumhuriyetçiliği keşfedilen Süleyman Demirel’den, belediye teorisyenlerine ve “marjinal gruplar” olarak payelendirilén eşcinsellere, şeriatçı akımlara kadar uzanan ve örneğin işçileri ya da emekçi sınıf ve tabakaları ancak bunlarla birlikte ve bunların belirlediği bir çerçevede düşünülen zemine dahil eden bir anlayış gelişmeye başladı. Sosyal bileşimi böyle geniş tutulan “sivil toplum”un siyasal hedefleri de, son derece bulanık bir liberalizasyon olarak belirlendi. Turgut Özal öncülüğünde, piyasa mekanizmalarıyla “temel özgürlükler” kavramı arasında dolaysız olarak kurulan bağlantı, Türkiye’ye özgü “sivil toplumculuk” akımının teorik ve taktik açılımını daha da “zenginleştirdi”. Yalnızca askeri yönetime karşı değil, aynı zamanda, yakın geçmişte görülüp yaşanmış kimi yanlışlıkların da, abartılıp aşağılanarak öne çıkarılmasıyla, devrimci örgütlenme fikrine karşı da, bireysel özgürlükleri savunan bir kapsama ulaşıldı. Teorik olarak, Türkiye’de sivil toplumun gelişmemiş olması ile sık sık askeri darbeyle karşılaşılması arasında bir bağlantı olduğu ileri sürülüyor ve diktatörlüğe karşı mücadele ile sivil toplumun kurulması projesi iç içe geçmiş bulunuyordu. Sivil topluma yüklenen bu olumlu işlev, siyasal perspektifi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki olgun sivil toplum düzeyine erişmekle sınırlıyordu. Bu, bir bakıma, Türkiye’nin geleneksel “kalkınma davası” tartışmasının yeni bir versiyonu olmaktan öte bir anlam taşımıyordu. Ancak şimdi, bu “solcu” aydınlar tarafından, devletçilik fikri terk edilmiş ve eğilim piyasa ilişkileriyle belirlenmiş ve demokratik kapitalizme yönelmiş bulunuyordu. Belki bir başka yenilik olarak, bireyin devlet karşısındaki özgürlük alanlarının genişletilmesi tezi sayılabilirdi.
Bugün, özel olarak eski “Devrimci Yol” çevresinde, bitmez tükenmez “tartışma süreçleri”nin özel öneme sahip kavramı olarak sivil toplum, “hemen şimdi” sloganında ifadesini bulan, gene “kapitalizm koşullarında sosyalist toplumun ön biçimlerini yaratmak” düşüncesini temsil ediyor. Bir yandan bugünkü mücadele bu eksene oturtulmak üzere teori geliştirilirken, diğer yandan geçmiş pratik (özellikle Fatsa Belediye Deneyi, Öğrenci Temsilcileri Konseyi, Direniş Komiteleri gibi çok özel koşulların ürünü olan örgütlenme biçimleri), bu kavram açısından yeniden ele alınıyor ve yeni reformizme tarihsel bir kök bulunmaya çalışılıyor.
Gramsci’nin kullandığı anlamda “sivil toplum” kavramı, mantıksal olarak bu sonuçlara götürülebilir miydi? Bunu, biraz sonra inceleyeceğiz. Ne var ki, Türkiye’deki bu kullanılış biçimi, araştırma ve tartışma olanaklarının son derece sınırlı olduğu bir ortamda, kavramın içeriğinin bundan ibaret olduğu izlenimini yerleştirdi. Bir yandan, bu içeriği kendi geçmiş devrimci mücadele pratikleri bakımından anlamlandırmaya çalışan gruplar ortaya çıkarken, diğer yandan, Gramsci’nin bütün devrimci teori ve pratiğini bu kavrama indirgeyerek onu tümüyle reddeden bir darlaşma da görüldü.

GRAMSCİ: DEVRİMCİ Mİ, REFORMCU MU?
Gramsci’nin, “sivil toplum” kavramıyla ileri sürdüğü şeyin, “kapitalizmin olanakları içinde sosyalist toplumun inşası” olduğunu söylemek, yani bir bakıma onu devrim perspektifinden yoksun bir iyileştirmeci, bir reformist haline getirmek, eserinin bütünü göz önüne alındığın-‘ da olanaksızdır. Gramsci’yi, İtalyan devrimci işçi hareketinin geliştirdiği mücadele ve örgüt biçimlerinden ve özellikle de bütün bunlar içinde kendi görüşlerinin ve rolünün bir belirleyeni halinde ortaya koyduğu, parti düşüncesinden ayrı düşünmek mümkün değildir.
“Organik aydın” kavramı, bir yanıyla, işçi sınıfının partisine ve bu örgütün gelişimine organik olarak bağlı aydın anlamına geliyorsa, sivil toplum ve bu kavramla ilişkili olarak işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele biçimleri hakkındaki anlayışı da, sınıf partisinin fonksiyonlarına sıkı sıkıya bağlıdır. O işçi sınıfının organik aydınını, “Tarihe bakmasını bilen ve onu değiştirmeye çalışan aydın…” biçiminde tanımlıyordu. Gene onun açısından, sivil toplum da, devrimci oluş süreçlerinde, bir tarihsel öğedir ve toplumsal değişimin bir öznesi haline gelebilmesi için, öncü sınıfın, proletaryanın organik bir devamı olarak ortaya çıkmalıdır.
Bu anlamda o, örneğin, 1919 yılında yazdığı “işçiler ve Köylüler” başlıklı makalesinde, “sosyalizmin üzerinde yükseleceği toplumsal örgütlenme biçimleri” fikrini bir devrim kavramına bağlı olarak işler. “Komünist devrim, temelde bir örgütlenme ve disiplin sorunudur, İtalyan toplumunun günümüzdeki nesnel koşulları göz önüne alındığında, devrimin başoyuncuları, sıkı sıkıya düzenli ve türdeş fabrika işçisi kitleleriyle sanayi kentleri olacaktır. Bu nedenle, sınıf mücadelesinin yeni biçiminin, fabrika ve üretim süreci içinde ortaya koyduğu yeni yaşama, mümkün olan en yüksek dikkati vermeliyiz. Ne var ki yalnızca fabrika işçilerinin güçleriyle devrim, kendini sağlam ve geniş bir temele oturtamayacaktır. Kentler, kırlarla kaynaştırılmalıdır; kırlarda yoksul köylü kurumları oluşturulmalıdır; sosyalist devlet, bu kurumlara dayanarak kurulacak ve gelişecektir.” (Gramsci, “İtalya’da İşçi Konseyleri Deneyimi”, Türkçesi, Yusuf Alp. Belge yayınlan, 1989- s.38)
Bu paragrafın yer aldığı yazısında Gramsci, Rusya’daki Sovyet Deneyini, işçi ve emekçilerin birlik bilincinin bir ifadesi olarak değerlendirir ve yerel konseyleri, “Rus halkının kendi devletini korumak için sahip olduğu temel organlar” olarak tanımlar.
Gene aynı yıl kaleme aldığı “Devrimin Gelişimi” başlıklı yazısında, “Devrim bir büyücülük işi değil, bir diyalektik tarihsel gelişim sürecidir. Çalışma birimi çevresinde ortaya çıkan her sanayi ya da tarım işçileri konseyi bu gelişim için bir kalkış noktasıdır: Komünizme giden yolda atılan bir adımdır.” der.
Bütün bu tespitler, gerek 1917 Sovyet Devrimi’nin deneylerine ve onun Leninist teorisine uygundur. Yalnızca İtalya’nın önündeki devrime} adımın genel özelliklerini göstermekle kalmaz, aynı zamanda devrimci mücadelenin güncel taktiklerini de tanımlar. Merkezinde işçi sınıfının bulunduğu bir ittifaklar politikası (işçi-köylü ittifakı) ve bunun bürünebileceği somut örgüt biçimleri, konseyler, köy kurumları, önerilir.
Gramsci, bu tür örgütlerde, işçi sınıfının yalnızca çekirdek güç olarak yer almasını değil, aynı zamanda bütün bu örgüt biçimlerinde ve mücadele süreçlerinde “hegemonya sahibi güç” olarak da etkili konumda bulunması gerektiğini söyler.
“Proletarya devrimi,-devrimci olduğunu ileri süren bir örgütün, ya da devrimci olduklarını ilan eden bir örgütler sisteminin keyfi eylemi değildir.” Gramsci, bu sözlerle başladığı “Fabrika Konseyi” başlığını taşıyan makalesinde, daha sonra şu önemli saptamayı yapar: “Burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan egemen olduğu dönem boyunca, devrimci sürecin gerçek gelişimi, fabrikanın gölgesinde ve kapitalizmin kendi yasalarına bağımlı, kıldığı sayısız kişilerin bilincinin gölgesinde, yeraltında gerçekleşir; öyleyse ne önceden görülebilir, ne de denetlenebilir. Gelecekte onu oluşturan öğeler (duygular, istekler, alışkanlıklar, inisiyatif ve yeni göreneklerin tohumları) toplumun evrimi ile, işçi sınıfının üretim alanında alacağı yerin artan önemi ile geliştiklerinde ve saflaştıklarında önceden görülebilir ve denetlenebilir olacaklardır. Devrimci örgütler, (siyasal partiler ve sendikalar) genel olarak özgürlüğün ve demokrasinin olumlu ifadesi ve gelişmesi olarak ve yurttaşlar arası ilişkilerin hâlâ var olduğu yerde, siyasal özgürlük ve burjuva demokrasisi alanında ortaya çıktılar. Devrimci süreç, ilişkilerin ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen arasındaki ilişkiler olduğu için, işçi için özgürlüğün olmadığı, demokrasinin var olmadığı yerde, fabrikada, üretim alanında gerçekleşir. Devrimci süreç, işçinin hiçbir şey olduğu ama her şey olmayı amaçladığı (istediği), mülk sahibinin iktidarının sınırsız olduğu yerde, mülk sahibinin hem işçinin, hem de karısıyla çocuklarının yaşamı ve ölümü üzerinde iktidar sahibi olduğu yerde gerçekleşir.” (Gramsci, “İtalya’da işçi Konseyleri Deneyimi”, s. 106)
Bu paragraf, Gramsci’nin sivil toplum kavramını, sınıf çatışmasının ve burjuvazinin hegemonyasının gerçekleştiği alan olarak anladığı bir dönemin işareti olarak kabul edilebilir. 1920’de kaleme alınan bu yazının dikkat edilmesi gereken bir diğer özelliği, bütün bu söylenenlerin, devrimin gündemde olduğu bir dönemde söylenmiş olmasıdır. “Ve bugünkü durumun devrimci olduğunu söylüyorsak, bunun nedeni; bütün dünyada işçi sınıfının temsil ettiği kimliğe sahip ve bir sınaî temelde kurulmuş yeni tip işçi sınıfı kurumları yaratmaya tüm gücüyle başladığını görmemizdir. Bugünkü dönemin devrimci olduğunu söylüyorsak, bunun nedeni, işçi sınıfının bütün güçleri ve tüm iradesiyle kendi devletini kurmaya yönelmesidir. Fabrika işçi konseylerinin doğuşunun çok büyük bir tarihsel olay olduğunu, insan soyunun tarihinde yeni bir çağın başlangıcı olduğunu söylememizin nedeni işte budur.” (Gramsci, “İtalya’da işçi Konseyleri Deneyimi”, s.106-107)
Bütün bu metinlerde “sivil toplum” terimine rastlanmaz. Hapishane Defterleri’nde kullanılmaya başlanacak olan bu terim, Gramsci’nin devrimci mücadele alanından taşıdığı başlıca iki özelliği içerecektir: Birincisi, işçi sınıfının yeni ortaya çıkarmaya başladığı toplumsal ilişkilerin ve kurumların gerçekleştiği, devlet dışı alan olma özelliği; ikincisi, burjuvazinin hegemonyasını gerçekleştirdiği toplumsal düzey.
Gramsci, fabrika konseyleri deneyinin bu iki özelliği netleştirdiğini düşünmektedir. “Burjuva sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan egemen olduğu dönem boyunca, devrimci sürecin gerçek gelişimi” için bir potansiyel olarak, fabrika eksenli toplumsal etkileşme ve bağlanma düzeyini gösterirken, daha sonra geliştireceği hegemonya ve sivil toplum kavramları arasındaki bağıntı konusuna, devrimci tarzda bir giriş yapmaktadır. Onun burada söyledikleriyle, genel olarak Lenin’in, işçi sınıfının devrimdeki hegemonya sorunu hakkında söyledikleri arasında bir fark yoktur. Gramsci, İtalya’daki durumu büyük ölçüde Sovyet deneyi ışığında yorumlamakta ve fabrika konseylerini, işçi sınıfının devletinin çekirdekleri olarak görmektedir. Tıpkı, Lenin’in Sovyet örgütlenmesi hakkında söylediği gibi.
Burjuvazinin hegemonyasının, gündelik hayat biçimleri içinde, işçinin ailesine, ekmeğine, giyeceğine kadar uzanan bir etki taşıdığını söylemek, zorunlu olarak işçi sınıfı mücadelesinin buna karşı bir hegemonya geliştirmesi fikriyle tamamlanacaktır. Diğer yandan, Gramsci, işçi sınıfının yalnızca kendisi için değil, bütün emekçi sınıflar ve nihayet bütün insanlık için mücadele ettiği gerçeğinden, ayrıca devrimin yalnızca işçi sınıfının değil özellikle başta yoksul köylülük olmak üzere geniş bir çalışan halk kitlesinin eseri olması gerekliliğinden hareketle, işçi sınıfı hegemonyasının kapsamını da belirler. Bu düşünce de, gerek içerdiği unsurlar bakımından, gerekse ifade tarzı bakımından Lenin’le uyumludur. Lenin, işçi sınıfının ezilen her sınıfın kurtuluşu için mücadele etmesini, siyasal sosyalist bilincin bir gereği olarak göstermişti. 1905 Devriminin yenilgisinden sonra, Menşevikleri, proletaryanın hegemonyası fikrini terk ettikleri için şiddetle eleştirirken şunları söyler: “Böyle bir durumdan hareketle, proletaryanın görevi, şaşmaz şekilde bellidir. Çağdaş toplumun tek tutarlı devrimci sınıfı olarak, bütün çalışıp sömürülenlerin, ezenlere ve sömürenlere karşı tam demokratik devrim için mücadelesinde bütün halka önder olmalıdır. Proletarya, kendi hegemonyası fikrinin bilincinde olduğu ve onu uyguladığı ölçüde devrimcidir.”
Burada, bir özelliğe dikkat edilmelidir: Lenin’de işçi sınıfının hegemonyası, daha sonra Gramsci’nin elinde netlik kazanacağı gibi, yalnızca “sivil toplum üzerinde bir hegemonya” anlamıyla sınırlı değildir. Lenin’in kullandığı bir diğer kavram, onun “hegemonya” kavramıyla ifade ettiklerini, açıklayıcıdır. “İşçi sınıfının öncülüğü” kavramı, hegemonya kavramından daha kapsamlı ve açıklayıcıdır. İşçi sınıfının kendisini, toplumun -ya da ulusun- sözcüsü durumuna getirmesi, kendi taleplerini genel olarak bütün emekçi sınıf ve tabakaların talebi halinde formüle, edebilmesi ve bunu, diğerlerinin de sözcülüğünü yaptığı kanaatini sağlamlaştırabilecek biçimde genelleştirilmesi, hegemonyanın -öncülüğün- özüdür. Ayrıca Lenin, “proletaryanın temel mücadele biçimleri” kavramını ortaya atarken de, aynı perspektifle hareket eder. Proletarya, yalnızca ekonomik bakımdan burjuvaziye karşı mücadele etmemeli, aynı zamanda teorik ve politik bakımdan da mücadele etmelidir. Burada, politik ve teorik mücadele kavramları, proletaryanın burjuvaziye karşı kendi bilincini edinmesinin araçları değildir; bundan daha önemli olarak, toplumun en ileri sınıfı olduğunu ortaya koyabilmesinin koşuludur. Burjuvazinin felsefi ve ideolojik etkisine karşı durmak, aynı zamanda bütün ezilen sınıflar üzerinde, burjuvazininkine karşı bir ideolojik ve teorik kavrayışın hâkim hale gelmesi için de mücadeledir. Görülebileceği gibi, ideolojik mücadele, felsefi ve teorik mücadele olarak tanımlandığında, dolaysız olarak kültürün bütün alanlarında mücadele anlamına gelmektedir. Daha sonra Komintern belgelerinde, hegemonya kavramı, Lenin’de kullanıldığı biçimiyle açıklanıp kullanıldı. “Proletarya, bütün çalışıp sömürülen nüfusa kılavuz olarak toplum hayatının her alanı ve tezahüründe faaliyet gösterdiği ölçüde devrimci olur. Eğer sanayi proletaryası, kendini özel mesleki çıkarları ile ve burjuva toplumundaki durumunu iyileştirme çabalarıyla sınırlandırırsa, insanlığı kapitalizmin boyunduruğundan kurtarma anlamındaki dünya çapındaki devrimci görevini yerine getiremez.”
Eğer “sivil toplum”u, Gramsci gibi, burjuvazinin hegemonyasının gerçekleştiği alan olarak tanımlarsak, Lenin’in ideolojik mücadeleye verdiği önemde, Gramsci’nin onunla kesiştiği bir yan buluruz. Basitçe, ezilen emekçi sınıfları burjuvazinin hegemonyasından kurtarmak demek, burjuvaziye karşı proletaryanın çok yönlü mücadele etmesi demektir. Bu, açıkça bir sınıf mücadelesidir. Proletaryanın hegemonyası, kendi taleplerini ve hedeflerini, ezilen ve sömürülen bütün insanlığın talepleri ve hedefleri olarak formüle etmesi olarak da açıklanabilir. Gerçekten bu, burjuvazinin, kendi hak ve çıkarlarını, bütün insanlığın hak ve çıkarları olarak formüle edip kabul ettirmesinde olduğu gibidir. Burjuvazi, yalnızca tarihsel olarak değil, somut her durumda da, kendi sınıf çıkarlarını, kendi düşüncesini ve kültürünü, bütün insanlığın ve bütün ulusun çıkarlarının ifadesi, ulusun düşüncesi, ulusun kültür ve sanatı olarak gösterebilmektedir ve devletin zora başvurarak sağladığı egemenliği, ideolojik özümseme mekanizmalarıyla pekiştirmektedir. Aslında burjuvazinin toplumsal alandaki hegemonyası, genellikle sanıldığı kadar kısa bir süre içinde ve kısa bir süre için olmamıştır. Bir tarihsel süreçte ve sonraki bütün zamanları kapsayacak yaygınlıkta gerçekleşmiştir, işçi sınıfı bakımından bu türden bir hegemonyanın tarihsel koşulları vardır, işçi sınıfı, yalnızca ezilen sınıflar adına değil, bütün bir insanlık adına ve yalnızca bir dönem için değil, gelecek bütün tarih için aynı iddiayı ileri sürebilecek koşullara sahiptir, Bu açıdan bakıldığında, özellikle İtalyan işçi konseyleri deneyiminin ışığında ortaya atılmış bir kavram olarak anlaşıldığında, Gramsci’nin sivil toplum kavramında, tartışılmaz bir devrimci içerik vardır. Özetleyecek olursak, bu şu koşullara bağlıdır: Her şeyden önce, “sivil toplum” kavramının, kapitalist ilişkiler sistemi içinde, sınıf mücadelesinin bir alanı olarak kavranması gerekmektedir. Bu, sivil toplumun, altyapıyı da içeren bir kavram olarak kullanılmasıyla da bağlıdır. Böylece sivil toplum, kendiliğinden devlete karşı özel ve ayrı bir düzey olarak değil, kendi içinde çatışmalar taşıyan ve sınıflara bölünmüş bir alan olarak görünür. Buna bağlı olarak da, hegemonya kavramı, renksiz ve şekilsiz bir alana (sivil topluma) biçim vermenin aracı olmaktan çıkarak, bu alan üzerinde cereyan eden sınıf mücadelesinin bir sonucu halini alır.
Fakat yine de, Gramsci metinlerinin, İtalyan pratiği ile ilintisi içinde yorumlanmasına dayanarak, farklı bir sonuç elde etmek de mümkündür. Burada önemli olan, sivil toplumu esas almak yerine, Marx gibi, sivil toplum / devlet ikiliğini, her iki alanı da köklü bir biçimde dönüştürerek aşma perspektifine sahip olmaktır. Bu açıdan bakılınca, geleceğin tohumlarının, ancak sivil toplum kurumlarının yerine geçen yepyeni kurumlar aracılığıyla oluşturulacağı görülebilir. Çünkü “sivil toplumun kendisi, kapitalist ilişkilerin ve parlamenter devletin belirlediği bir ilişkiler bütünüdür.” (P. Anderson)
Bu bölümle ilgili olarak söylenebilecek son bir söz vardır: Lenin, mücadelenin ve örgütlenmenin alabileceği değişik biçimlere birçok kez dikkat çekmiştir. Özellikle devrim sürecinde, sosyalist ya da demokratik devrim bağlamında da, işçi sınıfının öncülüğünü pekiştirmek için başvurulacak yollar ve yöntemler söz konusu olduğunda, “hegemonya” kavramı, büyük önem kazanmaktadır. Ne var ki, burada, Gramsci’nin aşağıda inceleyeceğimiz gibi, bir “uzlaşma ve ittifak” içeriğiyle sınırladığı biçimde değil, diğer sınıflan işçi sınıfının dünya görüşüne, mücadele ve örgütlenme anlayışına yaklaştırmak, onunla birlikte hareket etmelerini ve sosyalizmin kuruluşuna katılmalarını kolaylaştıracak bir ilişki anlaşılmalıdır. Ayrıca Leninist tarzda anlaşıldığında, hegemonyanın ideolojik ve kültürel boyutları da içermesi, ekonomik yapıyı dönüştürmenin ya da siyasal iktidarı ele geçirmiş olmanın tek başına yeterli olmadığı, ideolojik-kültürel dönüşümlerin kendi içlerinde önemli olduğu uyarısını taşır.

HEGEMONYA, DOĞU BATI SORUNU VE STRATEJİ

(Bu bölümde kullanılan Gramsci metinleri ve diğer başlıca veriler, Perry Anderson’un, “Gramsci, Hegemonya, Doğu/ Batı Sorunu ve Strateji” adıyla Türkçeye çevrilen kitabından alınmıştır. Alan Yayıncılık, 1988)
Gramsci’de sivil toplum ve hegemonya kavramları, Hapishane Defterleri’nde giderek sınıf mücadelesi perspektifinden kopan bir içerik kazanmıştır. Hegemonya, Lenin ve Komintern belgelerindeki içeriğinden izler taşımakla beraber, esas olarak bir ittifak ve uzlaşma programını ifade etmeye başlar, “proletaryanın hegemonyası” fikrinden uzaklaşır: “Hegemonya fikri; hegemonya uygulanacak kesimlerin çıkar ve eğilimlerini dikkate almayı ve belirli bir uzlaşma dengesinin kurulmasını gerektirir; yani önder grup, ekonomik, korporatif türden bir fedakârlıkta bulunmalıdır.” (Aktaran, P. Anderson, age. s. 37)
Gramsci’nin “sivil toplum” ve hegemonya kavramları arasında kurduğu dolaysız ilişki, her iki kavramın anlamlı olabileceği tek ortak zemin olan siyasal mücadele kavramı ekseninde ele alınmalıdır. Gramsci’nin bir “üstyapılar teorisyeni”, ya da toplumsal yapı analizleri için yeni kavramsal araçlar geliştiren bir teorisyen olarak değil de, devrimin sorunları üzerine kafa yoran bir devrimci politika adamı olarak yorumlanmasının gereğidir bu. Dolayısıyla, onun kavramlarının çözümleneceği, eleştirilebileceği ya da geliştirilebileceği tek yer, politik savaş alanıdır. Gerçekten de, soyut kavramlar olarak ele alındıklarında, netleştirilmeleri ve anlaşılmaları güç olan bu kavramlar, sosyal pratik bakımından karşılıkları bulunduğunda açıklık kazanmaktadır.
Onun literatüründeki diğer önemli kavramlar, tarihsel blok, organik aydınlar, dominio, consenso vb. gibi kavramlar da, gene bu bağlamda anlamlıdır ve tek başlarına ya da yalnızca teorik olarak anlaşılabilecek kavramlar değillerdir.
Hegemonya kavramının reformist bir içerikle yeniden yorumlanmasının açığa çıkartabileceği yer, Gramsci’nin Doğu ve Batı toplumları için farklı devrim stratejileri önermesinde bu kavramla sivil toplum kavramı arasında kurduğu ilişkidir.
Gramsci, Batı Avrupa ve Rusya’da (ve genel olarak Doğu toplumlarında), devletle sivil toplum arasındaki ilişkileri kıyaslayarak şöyle bir sonuca ulaşır: “Doğu’da devlet her şey olup toplum daha filiz halinde ve peltemsiydi; Batı’da devletle sivil toplum arasında kendine has bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığında sivil toplumun sağlam yapısı derhal ortaya çıkardı. Devlet, arkasında güçlü bir istihkâm ve tabya sisteminin bulunduğu bir dış hendekti sadece: Ülkeler arasındaki farkların her ülke için titiz bir keşif gerektirdiği açıktı, öte yandan.” (P. Anderson, age. s.23)
Bu genelleme, devrimin stratejisi bakımından şu sonuca bağlanır: Doğu toplumlarında, “manevra savaşı” stratejisi, süratli bir tempoyla yükselen mücadele; Batı’da ise, “mevzi savaş” stratejisi, ölçülü ve dereceli bir mücadele temposuyla uygulanacaktır.
Burada, bazı terimleri açıklamakta yarar var: Manevra savaşı, sürekli hücum taktiklerinin uygulandığı bir imha savaşıdır. Mevzi savaş, ya da pozisyon savaşı ise, .genel olarak imhaya değil, yıpratmaya yöneliktir ve savaşın tedrici olarak geliştirilmesini, ölçülü bir tempoyla ilerletilmesini esas alır.
Böylece, Gramsci, askerlikle politika arasında öteden beri yapılan benzeştirme ilişkisine dayanarak, gene öteden beri yapıla-geldiği gibi, politik mücadele alanına askerlik biliminden kavram transferi yapmaktadır. Askerlik biliminin taktik, strateji, muharebe, kuşatma, yarma, siper, mevzi, manevra vs. bazı kavramları, politikaya bazen basit mecazlar gibi de geçebilmiştir; ama çoğunlukla, bir basitleştirme ve model kurma ihtiyacıyla, politika, askerliği kendi araçlarını ve hareket tarzını açıklayabilecek bir araç olarak görmüştür. Söz konusu olan, daha karmaşık ve çok yönlü bir yapıyı, daha yalın ve basit bir yapıyla karşılaştırmaktır. Bir bakıma, formalizasyon (biçimselleştirme) işlemidir bu. Dolayısıyla bu işlemi bilimsel tarzda yapan herkes, karşılaştırılan yapıların, gerçekte özdeş olmadığını, modelin, esas yapıyı tüm özellikleri ile değil, belli bir soyutlama düzeyinde ancak temel ve genelleştirilebilir bazı özellikleriyle yansıttığını bilir. Bunun kötü örneklerinden biri, Losovsky’nin “Sendikalar Üzerine – Muharebe Olarak Grev” adıyla yayınlanan kitabıdır. (İnter Yayınları, Eylül 1988) Losovsky, grevle muharebe arasındaki benzeştirme ilişkisini, bir soyutlama ve genelleştirme düzeyinde kavramsal ve mantıksal bir çözümleme halinde değil, basit karşılaştırma düzeyinde yapmaktadır. Önce düzenli ordu ile “grev ordusunu karşılaştırır, basit analojiler kurar ve savaşın ve orduların biçimsel özellikleriyle grevin ve işçi sınıfının biçimsel özellikleri arasında kurduğu bağlantı üzerinden, sınıf mücadelesini tam bir askeri savaş gibi yorumlar. Bu mekanik karşılaştırma sonucunda, bir grevin yürütülmesi sırasında uyulması gerektiğini ileri sürdüğü yedi ilke tespit eder. İlkelerin tümü, askeri deyimlerle dile getirilir ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin kendine özgü özellikleri tümüyle silinerek, mücadele, askeri mücadeleye indirgenir.
Stalin de, askerlik ile politika arasında bağıntılar kurar. Fakat onun yaptığı, Losovsky’ninkinden tamamen farklıdır. “Rus Komünistlerinin Siyasal Strateji Ve Taktiği Üzerine- Bir Broşüre Taslak” başlığını taşıyan Temmuz 1921 tarihli yazısında da, aynı taslağın geliştirilmiş hali olarak kaleme aldığı ve 1924’te yayınlanan, “Leninizm’in İlkeleri” broşürünün bir bölümü olarak yayınlanan “Strateji ve Taktik”te de, strateji ve taktik terimleri, tümüyle sosyal ve politik bir içerikle yeniden kurulmuş, askerlik biliminin kullandığı taktik ve strateji terimleriyle içerik bakımından tamamen farklılaştırılmış olarak kullanılır. Bu yazılarda, örnek vermek dışında, askerlikle politika arasında, askeri savaşla sınıf mücadelesi arasında hiçbir özdeşleme yapılmaz. Aksine, örnekleme yaptığı yerlerde, Stalin, her iki alanın farklılıklarının göz önünde tutulması gereğini özenle vurgular. Terimlerin açıklanması için başvurduğu örnekleri ise, politik mücadele ve toplumsal hareket alanından seçer. Bu, herhangi bir kavramın geçerli olabilmesi için, kendine özgü hareket biçimleri içinde tanımlanabilmesi ve nesnel karşılığıyla çakıştırılması gereği bakımından önemlidir. Bu kurala, sosyal hareket biçimleri ile örneğin fiziksel ya da biyolojik hareket biçimleri arasında benzerlikler kurularak yapılan açıklama veya teorileştirme çabalarında da uyulması belirleyici bir önem taşımaktadır.
Politik mücadelenin gerçekleştiği alanın karmaşık ve denetlenemez pek çok unsuru içermesi, askeri savaşın ise, özellikle düzenli ordular arasında cereyan ettiği biçimiyle, baştan sona, esas olarak karşılıklı hesaplanabilir, denetlenebilir ve rastlantı unsuruna yer bırakmayan, adeta mekanik tarzda birbirine bağlanmış unsurlardan oluşması, bu benzeştirmenin, ancak sınırları belli bir soyutlama olarak geçerli olabileceğini gösterir. Kavram transferinin, en azından model kurmak bakımından geçerli olabilmesi için, iki alanın temel özellikleri dikkate alınmalıdır. Böyle bir karşılaştırma, en azından şu sonucu verecektir: Politik mücadelenin gerçekleştiği alan, toplumsal mücadele alanı, emir-komuta ilişkisi içinde düzenli hareket ettirilecek insanlar topluluğunu değil, her birinin belli bir hedef doğrultusunda seferber edilmesi ve düzenli güç oluşturması çok özel koşullara bağlı olan unsurları kapsar. Sınıflar, bu bakımdan kıyaslandığında, düzenli ordu kıtaları gibi homojen değildir, kendilerine iletilen mesajı -direktifi- tartışmasız uygulayacak bir özellik de göstermezler. Öncü ile sınıfın hareketi arasında, ilişkiyi dolayımlayan, etkileyen ve değiştiren pek çok etken vardır ve bunların denetlenebilmesi her zaman mümkün olamayacaktır; bunların sınıf mücadelesi alanının özelliklerini ve mücadelenin biçimini ve gidişini belirlemesi ise, tümüyle irade dışıdır. Askerlik biliminde, rastlantısal unsurlar genellikle hava koşulları, coğrafi-doğal etkenler gibi dış; ve baskın, şaşırtma manevraları, savaş hileleri gibi iç unsurlar olarak sayılırlar. Kurmay heyeti, bütün bunları tümüyle etkisiz kılabilecek önlemler geliştirebilmek için, meteorolojinin, doğa bilimlerinin, ya da istihbarat teşkilatlarının yardımını kullanabilirler, planlarını bu etkenlerdeki değişikliklere göre yeniden düzenleyebilir ve bunları asgariye indirebilirler. Oysa politik mücadelenin kurmayı, kendi alanına “dış” unsur olarak katılabilecek etkenleri sınıflandırmakta bile güçlüklerle karşı karşıyadır. Bu yüzden, askeri savaşın kurmay heyeti gibi, aşağı yukarı kesin veriler üzerinden değil, sürekli değişme özelliği gösteren, akışkan ve hareketli unsurların olası durumları üzerinden hesap yapmaya çalışır.
Bu noktada, Gramsci’nin temel hatasının, Doğu ve Batı ayırımını kategorik (kesin) bir ayırım olarak görmesi ve strateji önerisinde herhangi bir esneklik payı bırakmaması olduğunu söyleyebiliriz. Karşılaştırma mekaniktir ve politik mücadelenin, askeri savaştan nitelikçe farklı bileşenlerini göz ardı etmektedir. Dolayısıyla, toplumsal ve politik alanın hareketli değişken yapısı yerine, askeri savaşın görece düzenli ve denetlenebilir özellikleri,.analize temel alınmıştır.
“Troçki’nin hareketin sürekli olduğu şeklindeki ünlü teorisinin ulusal hayatın yapılarının ‘siper’ veya ‘istihkâm’ olamayacak kadar embriyonik ve gevşek olduğu bir ülkenin genel ve ekonomik-sosyal-kültürel şartlarının… siyasi bir yansıması olup olmadığı tespit edilmelidir. ‘Batılı’ gözüken Troçki, aslında kozmopolit, yani yüzeysel bir batılı veya Avrupalıydı. Buna karşılık Lenin, son derece ulusal ve son derece Avrupalıydı… Bana öyle geliyor ki, Lenin 1917’de Doğu’da zaferle uygulanmış hareket savaşından, Batı’da tek mümkün biçim olan mevzi savaşına geçmenin zaruri olduğunu anlamıştır.” (P. Anderson, “Gramsci, Doğu/Batı Sorunu, Hegemonya ve Strateji”, Alan Yayıncılık, 1988. S.22)
Özetle, Troçki’nin, Batı’ya özgü sivil toplum özelliklerini görmediği için “sürekli devrim” kuramını ileri sürdüğünü, Lenin’in ise, Rusya’da “manevra-hareket savaşı”nı uygulamışken, Batı’da, mevzi savaşlarının geçerli olduğunu görerek, Troçki’ye karşı çıktığını söylüyor. Bir başka deyişle, Lenin, Doğu ülkeleri (Rusya) için, “sürekli devrim” ya da “imha savaşı, manevra savaşı” stratejilerini öngörürken Batı için, evrimci bir gelişme yoluyla yetiniyordu!
Bunların Lenin’in bütün teorisi ve pratiği bakımından yanlış olduğu, ayrıca kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Lenin açısından, devrim stratejisinin hangi esaslara bağlı olarak saptanacağı, hangi taktiğin ne zaman ve hangi koşullarda kullanılacağı, tümüyle “somut şartların somut tahlili” ilkesine göre belirlenir. Ayrıca, farklı taktiklerin özel durumlarda iç içe geçebileceği, birinden diğerine sıçrama olanaklarının parti tarafından sürekli denetlenmesi gerektiği yolundaki uyarıları bilinir.
Dolayısıyla, Gramsci’nin askerlik biliminden politikaya geçerken ihmal ettiği tüm özellikler, Lenin tarafından belirleyici ve göz ardı edilmesi halinde yenilgiyi kaçınılmaz kılan özellikler olarak değer kazanmaktadır. Lenin, genel tarihsel durumlarla, devrimin strateji ve taktiğinin kategorik olarak ve bire bir eşlenmesinin mekanizmden başka bir şey olmadığını öğreten bir diyalektikçiydi.
Kaldı ki, salt askeri alanda kalındığında bile, diyalektikçi için, stratejilerin mutlaklaştırılması ve mekanik eşlemelerin konusu yapılması yanlıştır.
Mao Zedung, devrimci halk savaşının önde gelen dahi komutanlarından ve teorisyenlerinden biri olarak, askerlik bilimi tarihine, değişik savaş taktik ve stratejilerinin sırayla, ya da iç içe ve birlikte kullanılabilmesinin örneklerini vererek girmiştir. Bu konuda bir örnek olsun diye, yalnızca “Japonya’ya Karşı Gerilla Savaşında Strateji Sorunları” başlıklı makalesinin, dördüncü bölüm başlığına bakmak yeterlidir: “Savunma içinde Taarruzlara Girişirken, Uzun Süreli Savaş içinde Çabuk Sonuçlu Çarpışmalara Girişirken, İç Hat Harekâtları içinde Dış Hat Harekâtlarını Yürütürken, İnisiyatif, Esneklik Ve Planlama”.
Mao Zedung, özellikle, klasik askerlik biliminde birbirinden kesinlikle ayrı ve sıralı bir stratejiler dizisi olarak görülen “iç hatlar manevrası” ile “dış hatlar manevrası”nı, birlikte uygulanabilir taktikler olarak görüp uygulamasıyla önemli bir yer tutmuştur.
Gramsci ise, her komünist eylemcide bulunması gereken bu esneklik ve hareketlilik özelliğinden yoksundur. O, her şeyden önce, Batı toplumlarında sivil toplum kurumlarının gelişmiş olmasını, devletin görece zayıflığı ve sınırlılığını doğuran kesin bir etken olarak yorumlamaktadır. Burada, hemen hemen, her iki yapının sabit bir niceliğin iki yanı olarak bulunduğu ileri sürülmektedir. Birinin nicelikçe artması, diğerinin aynı oranda gerilemesi anlamına gelecektir. Diğer yandan Gramsci, devlet (politik toplum) ile sivil toplum arasında, nitelikçe de bir karşıtlık bulunduğunu iddia etmektedir. Daha önce gördüğümüz gibi, Marx açısından her iki alan arasında, özsel bir birlik vardır: Her ikisi de, kapitalist toplumun kurumlarıdır ve özellikle Marx’ta sivil toplum kavramı, ekonomiyi de içeren bir unsur olarak kullanılmış olduğu için, kapitalizmin sistematik kuruluşunun dışında değildir. Burada, Lenin’in sermayeyi “bir toplumsal ilişki” olarak tanımladığını hatırlayalım. Sermaye, genellikle yalnızca bankalar, borsa, kapitalist işletmenin maddi unsurları olarak, ya da daha ilkel bir biçimde sadece para olarak düşünülürken, Lenin, çok önemli bir belirlemeyle, bu dar yorumun, özellikle sınıf mücadelesinin değişik biçimleri ve boyutları bakımından elverişsiz olduğunu görür. Sermayeyi bir “toplumsal ilişki” olarak tanımlamak, kapitalist toplumun değişik kurum ve unsurlarının bir bütün oluşturmasını açıklar, ideolojik, siyasal ve ekonomik bakımdan, kapitalist toplumun egemen yapısı homojen bir nitelik gösterir. Bunu yalnızca işçi sınıfının politik mücadelesi parçalayabilir, çelişkilerini doğurur ya da su yüzüne çıkarır. Bunun ötesinde, sermayenin üretilmesi, dolaşımı, merkezileşmezi süreçlerinde, tüm toplumsal ilişkiler ve kurumlar, bu eksen etrafında belirlenir. Gramsci, sivil toplumla devlet arasındaki çelişmeyi, bir uzlaşmaz karşıtlık gibi yorumlamakla, kapitalizmin bütünleştirici etkisini göz ardı etmiştir.
Batı toplumlarında, her devrim sürecinin, egemen sınıf olma yolundaki sınıfın siyasal iktidarı ele geçirmesinden önce sivil toplumda hegemonya kurması (mevzi savaşı) biçiminde gelişeceği yolundaki tez, bu toplumların sanayi alanındaki gelişmeleriyle ve toplumsal örgütlenme yapılarıyla birlikte düşünülür. Buna göre, bu toplumlarda, “sadece siperleri değil, alandaki ordunun gerisindeki arazide olan bütün sanayi ve örgütler sistemi de önemli bir rol oynar. Toplar, makineli tüfeklerin hızlı ateş gücü, belirli bir noktada yoğunlaştırılabilecek silahlı kuvvet ve düşman saldırısı veya ricat sırasında doğan malzeme kaybının süratle telafisini mümkün kılan yedek malzeme bolluğu dayatır mevzi savaşını. “Bütün bu benzetmeler, artık yalnızca Batı toplumları için, emperyalist sistem tarafından birleştirilmiş ve genel özelliklerle donatılmış bütün toplumlar için geçerli olarak düşünülebilir. Her devrimci atılım, birleşik bir burjuva enternasyonal cephesinin “siper gerisi” olarak karşı olanaklar taşıdığı bir biçimde gelişmektedir. Bu, bizi, dünya çapında bir mevzi savaşı yürütülmesi sonucuna mı götürmelidir? Yoksa tıpkı Mao Zedung’un halk savaşının taktiklerinde gösterdiği gibi, her tarihsel duruma ve toplumsal ilişkiler düzeyine göre esnek, değişken ve birbirinin yerini alabilecek strateji ve taktikler uygulamaya mı? Aynı şey, “manevra savaşı” önerilen Doğu toplumları için de geçerlidir. Neden bu tip toplumlarda, Leninist anlamıyla söyleyecek olursak, “evrimci mücadele biçimleri, parlamenter taktikler” tümüyle ve mutlak olarak reddedilsin?

SONUÇ
Gramsci, bütün hayatı boyunca kapitalizme ve faşizme karşı savaşmış büyük bir komünist örgütçü ve teorisyendi. Hapishane koşullarının’ yanı sıra, mücadeleyi yıllarca geriye atan, işçi sınıfını bütün örgütleriyle yenilgiye uğratan faşizmin egemenliği koşullarında da, geçmiş dönemin kavramlarını yeniden gözden geçirme ihtiyacını duymuş ve dünyanın o koşullarında daha evrimci ve reformlara ağırlık veren bir anlayışa doğru kaymıştır. Diğer yandan, eserlerindeki denetimden kurtulma endişesinin yol açtığı belirsizlikler, onun tümüyle devrimci içerik taşıyan eleştiri ve tespitlerinin de genel belirsizlik içinde kaybolmasına yol açmıştır.
Avrupa Komünizmi, bu belirsizlikleri ve evrimci reformist taktiklere yönelişini, son sınırına kadar kötüye kullanmıştır. Buna bakarak, Gramsci’yi gerici revizyonizmin bir unsuru saymak yanlıştır. Onda, canlı, devrimci pek çok unsur vardır ve komünist teorik birikimin cephaneliği içinde’ değerlendirilmeyi beklemektedir.

Mart 1994

Paris Komünü Ve Ulusal Sorun

Paris Komünü’nün hem proleter devrim olarak, hem de Alman istilasına karşı bir karşı koyma olarak taşıdığı çok yönlü nitelik, geniş olarak incelenmesi gereken bir konu oluşturmaktadır. Komünün 124. yılını selamladığımız bu yazıda, esas olarak Lenin’in “Komün Dersleri” başlıklı makalesinin bir özeti çerçevesinde, soruna dikkat çekmekle yetindik.

Lenin, Paris Komünü’nün “toplumsal devrimin öncüsü” olduğunu söylemişti. Yükselen kapitalist uygarlığın bağrında, erken gerçekleşen bir proletarya devrimi olarak, kendisinden sonra uç verecek ya da gerçekleşecek bütün devrimleri, yalnızca taşıdığı net işçi karakteri bakımından değil, örgütlenme ve faaliyet biçimi bakımından da etkilemesi ve öncelemesi, onun böyle nitelendirilmesini haklı çıkarmıştır. Diğer yandan, Marx’ın Komüncülerin girişimlerinin altı ay öncesinde yaptığı “ayaklanmama” çağrısı, ye sonrasında da tümüyle Marx’ın endişelerini doğrulayan bir sonuca ulaşılmış olması, devrimin dünya proletaryası bakımından önemini azaltmamış, devrimci mücadelenin taktik ve teorik birçok probleminin çözümü için olanaklar sunmak bakımından, belki de, Engels’in dediği gibi, kolay bir zaferden çok daha öğretici olmuştur.
Komün’ün dünya proletaryasına bıraktığı başlıca mirası, birkaç ana noktada toplamak mümkündür. Fakat günümüz koşullan göz önünde tutulunca, bu mirasın en önemli parçası olarak, ulusal sorunla sınıf mücadelesi arasında kurduğu tarihsel ilişkiyi değerlendirmek gerekir.
Paris Komünü, Fransa ile Prusya arasındaki savaşta, Fransa’nın yenilmesi ve “yüz kızartıcı” Sedan Anlaşması’nı imzalamasıyla gelişen olayların ardından patlak verdi. Bismarck birliklerinin Paris’e girişinden sonra, gerici General Aurelle de Palandines, Ulusal Muhafız Komutanlığı’na atandı. Generalin ilk icraatı, Prusyalılardan çok, Paris halkından korkan hükümetin emri uyarınca, Ulusal Muhafız Birlikleri’ni silahsızlandırmaya kalkışmak oldu. Almanlara, beş milyarlık bir tazminatla birlikte, Alsace ve Loraine’in bir bölümünü de bırakan teslimiyet anlaşması, Paris halkını nefretle doldurmuştu. Silahlara el konulmak istenmesine karşılık olarak, 18 Mart 1871 günü, Paris halkı ayaklandı. Silahlarını terk etmek istemeyen Ulusal Muhafızın iki yüz taburunun delegelerinin bir araya gelerek oluşturduğu “Ulusal Muhafız Federasyonu Merkez Komitesi”, Belediye sarayına yerleşti. Paris’in yönetimini üstlendiğini açıklayan Komite, aynı zamanda 22 Mart’ta seçimlerin yapılacağını da bildirdi. İlk elde, sıkıyönetim kaldırıldı ve basının üzerine konulmuş bütün kısıtlamalara son verildi. Savaş mahkemeleri lağvedildi ve bütün siyasal tutsaklar serbest bırakıldı. Seçimler, 26 Martta yapıldı ve 28 Mart günü, Komite, iktidarını seçilmiş temsilcilere bıraktı. Bu andan itibaren resmen iktidara gelmiş bulunan Fransız proletaryası iki farklı görevi aynı anda yerine getirme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldı: Fransa’nın Alman istilasından kurtarılması ve işçilerin kapitalizmin boyunduruğundan kurtarılması. Lenin, 1908’de kaleme aldığı “Komün Dersleri” başlıklı makalesinde, “Bu iki görevin bir araya gelmesi, Komün’ün en özgün özelliğini oluşturur.” diye yazmıştır.
Ne var ki, Komün öncesinde, proletarya, karşı karşıya kaldığı durumun önemini kavrayacak bir bilinç düzeyinde olmadığı gibi, o dönemde kendisine önderlik eden ütopik sosyalist ve anarşistlerin yanıltıcı yönlendirmelerine karşı da koyamıyordu. Alman istilasına karşı, Fransız hükümeti, bir “Ulusal Savunma Hükümeti” adı altında yeniden kurulduğunda, bunun aslında kendi görevini Paris proletaryasına karşı savaşmak olarak tanımlayan bir “halka ihanet hükümeti” olduğu kolayca görülmedi. Alman işgali, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin üstünü örtmüş, Paris proletaryasının önemli bir kesimini ve örneğin Blanqui gibi önderleri körleştirmişti. Lenin, “söz götürmez devrimci ve sosyalizmin ateşli savunucusu” olarak tanımladığı Blanqui’nin bile, gazetesinde, “Yurt Tehlikede” sloganını yazdığını anlatır. Bu, ona göre, bir “burjuva çığlığı” idi. Bu noktada Fransız burjuvazisinin başarısı, iki burjuva devlet arasındaki gerici savaşın sonucunda yenilmiş ve istila altına düşmüş olmayı, bütün ulusun sorunu olarak formüle etmesi ve zengin bir devrimci deney birikimine sahip olan ve geleneksel Fransız sosyalizminin uyarmış bulunduğu proletaryayı da bu aldatıcı propaganda ile etkilemiş bulunmasıydı. Gerçekte “yurdu tehlikede” olan, proletarya değildi. Yenilmiş ve onuru çiğnenmiş olan da yalnızca burjuvaziydi. Fransız sosyalistleri, “ölümcül bir yanılgı içinde”, yurtseverlik ve sosyalizm kavramlarını, bir arada kullanabiliyorlardı. Lenin, yurtseverlik ve sosyalizmin iki çelişik amaç olduğunu yazıyor. Birincisinin, yani yurtseverliğin, böyle bir savaştan hiçbir çıkarı bulunmayan proletaryanın, burjuvazinin başında bulunduğu savaştan ve sonuçlarından sorumlu sınıflar ile aynı safta, hem de burjuvazi tarafından niteliği belirlenmiş bir safta tutmaya yol açtığını, Marx, daha önce bildirmiş ve Fransız proletaryasını, kendisini “yalancı ulusal görüşe kaptırmaması” için uyarmıştı. Gerçekten, bir dönem, Avrupa gericiliğine karşı devrimci Fransa’nın savaşı, “devrimci ulusun tümünü birleştiriyordu”. Fakat 1870 yenilgisiyle sonuçlanan Fransız-Alman savaşında, artık, proletaryanın kendi çıkarlarını, ulusun kendisine düşman öteki sınıfların çıkarlarıyla birleştiremeyeceği koşullar ortaya çıkmıştı. “Ulusal aşağılanmanın sorumluluğunu burjuvazi taşısın! Proletaryanın işi, sosyalizm aracılığıyla, emeği, burjuvazinin boyunduruğundan kurtarmaktır.” Sınıf mücadelesinin tarihteki belirleyici etkisi, burjuvazinin bütün yurtseverlik çağrılarına karşılık, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi karşısında, “düşman ulusun” burjuvazisiyle işbirliği yapması sonucunu doğurdu. Fransız burjuvazisi, Komün’e karşı Alman burjuvazisi ile birleşti: Komün’de “kendi hikâyesinin anlatıldığı”nı gören Bismark, Fransız burjuvazisine, Komün’ü yıkması için askeri destek sağladı. Birbirleriyle paylaşım savaşı veren, Fransız ve Alman burjuvazisi, Fransız proletaryasının devrimine karşı birleşti. Paris Komünü, tarihteki ilk proletarya devrimi olmak bakımından, sınıf mücadelesinin tarihin ileriki dönemlerinde ulaşacağı bütün biçimleri, ilkel tohumlar halinde bağrında taşıyordu. Daha sonra, emperyalizmle birlikte, proleter devriminin programında önemli bir yer tutacak olan ulusal sorun ve sosyalizm arasındaki ilişki sorunu, bu ilk proleter devriminde, kendisini özgün bir biçimde ortaya koymuştu. Proletarya, hem istilacı Alman güçlerine karşı, hem de kendi burjuvazisine karşı savaşmış, kısa sürecek olan bir iktidarla taçlanacak olan bir zafer kazanmıştı. Fakat burada proletarya, bugün kullanılan anlamda bir “ulusal mücadele” ile “sınıfsal mücadele”yi bir arada yürütmüş değildi. Tek bir hamlede, kendi burjuvazisinin Almanya’ya karşı teslimiyetine karşı savaşırken, “yurt savunması” sorununu da çözmüş bulunuyordu.
Bunun en önemli sonucu, Avrupa’da “iç savaş” kavramının artan bir önem kazanması, burjuvazinin ulusal özlemlerine duyulan inancı yıkması ve işçi sınıfı içindeki yurtsever yanılgıları dağıtması olmuştur.

Mart 1994

Kürdistan Devriminde Küçük Burjuva Devrim Anlayışının Güncel Etkileri Üzerine

Çok genel bir tanımlamayla devrimi, üretici güçlerin içinde hareket ettikleri, üretim tarzı ile çatışmaya girmeleri sonucu, eski üretim ilişkilerine karşı yeni üretici güçlerin hareketi ve eski üretim tarzıyla birlikte, eski üstyapının da tasfiyesi olarak tanımlayabiliriz. Sınıfların ilişkileri açısından ve bir diğer biçimde, devrimi, başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülen ve ezilen sınıfların, sömürücü egemen sınıflara karşı, sömürülme ve baskı altında tutulma durumlarına, bunu olanaklı kılan ve üreten kapitalist özel mülkiyet sistemine son verme ve siyasal iktidarın ele geçirilmesi yoluyla yeni (sosyalist) üretim ilişkilerinin kurulması (tesis edilmesi) olarak da tanımlamak mümkündür. Devrim, sömüren ve ezen sınıflarla, sömürülen ve ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının sınıf savaşı yoluyla çözümlenmesi olayıdır. Devrim, toplumsal bir alt üst oluşu ve kurulu toplumsal düzenin yerine, yeni ekonomik-siyasal ve sosyal bir sistemin geçirilmesini ifade eder.
Hangi biçimiyle olursa olsun devrimin bu tanımı onun, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları içindeki sınıfların çatışmasının ürünü olarak ele alınmasını zorunlu kılar. Yani bu tanım devrimin hangi zeminde, ne tür ilişkiler içinde ve kimler (hangi sınıf) tarafından yapılacağını da belirlemektedir.
Marksist teorinin temel ilkelerinden biri, devrimin “kitlelerin eseri” olarak ele alınmasıdır. Devrimi yapacak olan kitlelerdir, kapitalizmin sömürdüğü ve ezdiği işçi sınıfı ve emekçi yığınlardır. Devrim, kitlelerin eseri olacaktır; ancak modern toplumda siyasal iktidarın alınmasını hedefleyen bir devrimin dağınık ve örgütsüz yığınların kendiliğinden eylemiyle gerçekleşmesi de olanaklı değildir. Egemen sınıfın ekonomik, politik, askeri vb. alanlardaki muazzam örgütlenmesi, proletarya ve müttefiklerinin mücadelesinin örgütlü yürütülmesini zorunlu kılar. O halde devrim, örgütlü “kitlelerin eseri” olmalıdır. Lenin; “komünistlerin önderliğinde örgütlü yığın etkinliği olmadan kapitalizm yenilmez, komünizm kurulmaz” diyordu. Sınıf mücadeleleri tarihi, örgütlü kitlelerin etkinliği olmadan hiçbir siyasal hareketin kalıcı sonuçlara yol açmadığını gösteriyor.
Hareketin kendiliğinden süreci içinde proletarya ve emekçiler çeşitli örgütler içinde bir araya gelirler. Bunlar sendikalar, işçi birlikleri, kooperatifler, dernekler vb. biçimlerdeki kendiliğinden örgütlerdir. Ancak bunlar ekonomik mücadele örgütleridir ve ekonomik mücadele sınırları içinde kalındığı sürece bir devrimden ya da devrimin gerçekleşebilir olmasından söz etmek mümkün değildir. Ekonomik mücadele, işçilerin emek güçlerini daha uygun fiyattan pazarlamaları iş ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için patronlara karşı yürüttükleri mücadeledir. Kapitalizm ve emek-gücünün pazarlanması olanağı var olduğu sürece, emek-gücü ne kadar “uygun fiyat”la satılırsa satılsın, bu ekonomik sistemin işleyişine ve devamına engel teşkil etmez. İşçi sınıfının mücadelesi sadece emek-gücünün daha elverişli koşullarda satışını sağlamakla sınırlı kaldığı sürece onun kölelik durumu devam eder. Ekonomik mücadele örgütleri, burjuvaziye ideolojik bağımlılığa son veremezler. Oysa her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur. Lenin; “iktidar sorunu ne bir yana bırakılabilir, ne de geri plana atılabilir. Çünkü temel sorun, devrimin tüm gelişmesini, devrimin iç ve dış siyasetini belirleyen sorun, iktidar sorunudur.” diyordu.
İktidar mücadelesinin olduğu her yerde ise, kaçınılmaz olarak partiler mücadelesi vardır. Çünkü iktidar mücadelesine girişmeden proletaryanın, kendisini mülksüzleştiren sınıfların egemenliğine son vermesi mümkün değildir. Bunun için işçilere gerekli olan yalnızca kooperatiflerde, derneklerde, sendikalarda örgütlenmek değil, ama aynı zamanda politik bir partide örgütlenmedir. Çünkü “iktidar savaşımında proletaryanın, örgütten başka bir silahı yoktur.” Lenin; politik mücadele ve politik örgüt sorununa değinirken, “politik sınıf mücadelesinin en kesin, en tam ve en belirleyici ifadesi partiler mücadelesidir” demekte ve sınıflar mücadelesinin “evriminin belirli bir aşamasında kaçınılmaz bir biçimde politik bir savaş halini” alacağını belirtmektedir.
Parti, proletaryanın politik mücadelesini -iktidar mücadelesi politik bir mücadeledir-örgütleyen ve ona önderlik eden bir “savaş kurmay heyeti”dir. Parti; politik, ekonomik, askeri, mali, kültürel vb. kurumlarıyla işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının karşısında duran burjuvazi ve gericiliğe karşı, proletaryanın ve emekçilerin mücadelesini örgütleme, vurulacak hedefleri tüm netliğiyle ortaya koyma, sömürü ve baskının temel kaynaklarını gösterme, propaganda, ajitasyon ve siyasal teşhir yoluyla yığınları aydınlatma ve yığınların eylemini siyasal iktidar hedefine yöneltme için gereklidir. İşçi sınıfının kendiliğinden sınıf durumundan “kendisi için sınıf durumuna gelmesi, ancak onun en ileri, en fedakâr, en cesur unsurlarının politik bir partide örgütlenmesi ve sınıfın Marksist teori ve felsefi materyalizm ile eğitimiyle mümkündür. “Her gelecek partisinin ilk görevi, halk çoğunluğunu programının ve taktiğinin doğruluğuna inandırmaktır.” (Lenin)
Marksist literatürde komünist partisi, “işçi hareketi ile sosyalizmin birliği” olarak tanımlanır. Partinin görevi “bir bütün olarak genel hareketin çıkarlarını temsil etmekten, bu harekete son hedefini, siyasal görevlerini göstermekten, onun siyasal ve ideolojik bağımsızlığını korumaktan oluşur.” Parti bu görevin başarılması için vardır. Devrimin kitlelerin eseri olması, kitlelerin kendiliğinden hareketinin evriminin kendiliğinden devrimle sonuçlanması anlamına gelmez. Sömürünün ortadan kaldırılması, ücretli emek sömürüsünü olanaklı kılan kapitalist özel mülkiyet sisteminin tasfiyesi ve iktidarın proletarya tarafından alınması, bilinçli ve örgütlü siyasal eylemi zorunlu kılmaktadır. Ekonomik devrimin, yani “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin”, kolektif toplumsal üretimin ve mülkiyetin tesisinin başkaca bir yolu yoktur.
Komünist partisi, işçi sınıfının en bilinçli, en cesur ve en fedakâr unsurlarının oluşturduğu, sınıfın ve emekçilerin mücadelesini örgütleme ve yönetmeyi görev edinen, eyleminin içeriği sömürü ve baskının ortadan kaldırılması amacı tarafından belirlenen, işçi sınıfına -ve emekçi halk kitlelerine- esas çıkarlarını, siyasal görevlerini ve nihai hedeflerini göstermeyi temel görev edinen bir siyasal organizasyonun adıdır. Partinin tüm strateji ve taktiği bu görev tarafından belirlenir; mücadele ve eylem çizgisine bu görevin çıkarları yön verir.
Devrimi kitlelerin eseri olarak ele almak, partinin, tüm mücadele ve eylem çizgisini kitle eylemine dayandırması, kendiliğinden kitle hareketi içinde yer alma yoluyla kitlelerin aydınlatılması, eğitilmesi ve örgütlendirilmesini esas alması demektir. Parti; siyasal bir örgütün, bir grubun ya da bir sınıfın iradesine tabi olmayan, zorunlu olarak sınıf karşıtlıklarının ve çatışmalarının yaşanmasına yol açan sömürü ve baskı sisteminde, işçi sınıfı ve ezilen emekçilerin kendiliğinden kitle hareketinin dalgalanmalar biçiminde, alçalıp-yükselerek geliştiğini dikkate alarak, kendiliğinden harekete bilinçli müdahalede bulunur. İşçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesini örgütlemek için, kitlelerin bulunduğu. her yere proletaryanın giderek siyasal sınıf bilincinin geliştirilmesi amacıyla planlı ve kesintisiz bir faaliyet sürdürür.
Parti, proletaryanın hareketinin çıkarlarını temsil etme, son hedefi ve siyasal görevlerini gösterme, ideolojik-politik bağımsızlığını sağlama amacıyla yığınlar içinde faaliyet yürütürken, içinde mücadele ettiği koşulları ve siyasal durumu göz ardı edemez. Parti, proletaryanın öncü örgütü olarak, yol göstericilik ve yöneticilik görevini; ancak mücadelenin ihtiyaçlarına uygun örgüt birimleri oluşturarak yerine getirebilir.
Parti, tüm sınıfların ve kesimlerin burjuva devleti ve hükümetiyle ilişkileri hakkında sınıfın bilgilendirilmesi, hangi kesime yönelirse yönelsin, polis baskısının her türüne karşı mücadelenin işçilerce benimsenmesi, burjuva devlet örgütlenmesinin tüm kurumlarıyla birlikte işçiler için anlamının açığa çıkarılması, kapitalizm ve burjuvazinin burjuva partileri ve hükümetleriyle ilişkilerini burjuva devletin, köylülük, şehir küçük burjuvazisi vb. kesimlerle ilişkileri ortaya koyarak, siyasal gerçeklerin açıklanması yoluyla işçi sınıfını ve emekçi kitleleri eğitmeye çalışır.
Komünist partisinin başta gelen görevi, işçi sınıfının sosyalist siyasal bilinçle donanmasını ve politik iktidarın alınması amacıyla harekete geçirilmesini sağlamaktır. Bunun için durumu hakkında işçi sınıfı aydınlatılmalıdır. Parti, “birliklerini” nüfusun tüm ezilen kesimlerinin saflarına yollayarak, propaganda, ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütme ve nüfusun tüm katmanlarıyla devlet ve hükümet arasındaki ilişkileri ortaya koyma yoluyla sınıfın siyasal bilincinin gelişmesini sağlamalıdır. Proletarya, uzlaşmaz sınıf karşılıklarıyla sarsılan kapitalizmin çelişkilerinin onun yıkımını hazırladığı ve sosyalizme geçişin zorunluluğu hakkında bilgilendirilmeli, aydınlatılmalıdır.
Komünist partisinin tüm faaliyetinin hedefi, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin devrim için ayağa kaldırılmasıdır. Parti, mücadelesinin ve eyleminin her safhasında yığınlardan kopmamaya, aksine onların içinde yer alarak, onların eylemini örgütlemeye çalışır. Stalin, parti-yığın ilişkisine değinirken, yığınlardan kopmamaya dikkat ederek, şunları söylüyordu: “Tüm gerçek şu ki; parti yalnızca önden gitmemeli; ama sayısız yığınları da kendi ardından götürmelidir. Sayısız yığınları ardından götürmeden önden gitmek, aslında hareketin gerisine düşmek, hareketin kuyruğuna takılmak demektir. Artçıdan koparak, artçıyı ardından götürmesini beceremeyerek önden gitmek, gereğinden çok öncelemek demektir; bu yığınların ileriye doğru hareketini bir zaman için tehlikeye düşürebilir.”
“Öncülük” adına kitle hareketinin dışına düşen, kitlelerden kopan bir parti ya da örgütün öncülüğünden söz edilemez. “Öncülük” kitleler adına, kitlelerin rolüne soyunmayı değil, kitlelerin rolünü devrimci tarzda ele almayı ve kitle hareketine gereken önemi vermeyi gerektirir.

DEVRİMİN KÜÇÜK BURJUVA ELE ALINIŞI VE KİTLELERİN ROLÜNÜN REDDİ
Düşünceler ancak yığınları etkileri altına aldıkları zaman maddi bir güç haline gelirler. Marksistler, “ekonomik gelişmeye dayanarak” kapitalist toplumun yerini sosyalizme bırakmasının kaçınılmaz olduğu fikrini, işçi sınıfının saflarında yayma yoluyla sınıfın aydınlanmasını ve somut deneylere dayalı eğitimini sağlamaya çalışırlar. Marksist fikirler ancak bu durumda dönüştürücü-değiştirici bir güç haline gelirler. Tarihsel deneyler, emekçi halk kitlelerinin kendi deneylerinden geçmemiş olmaları durumunda onları inandırmanın zor olduğunu göstermiştir. İşçi ve emekçi eylemlerini ve taleplerini belirleyenin maddi koşullar, üretim ve yaşam koşulları olduğunu göz önünde tutan Marksistler, iradi olarak ve daha baştan, tüm bir mücadele sürecini kapsayan mücadele biçimlerinin tespit edilemeyeceğini bilirler. Mücadele biçimleriyle ilgili Lenin’in ünlü sözlerini burada bir kez daha anacağız: “… Önce hareketi belli bir mücadele biçimine bağlamayan Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayrılır; her çeşit mücadele biçimini kabul eder; onları ‘icat’ etmez, sadece genelleştirir, örgütler, hareketin akımı içinde kendiliğinden doğan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli ifadeler verir. Bütün soyut kalıpların ve öğreti reçetelerinin can düşmanı olan Marksizm, hareket geliştikçe, kitlelerin sınıf bilinci büyüdükçe, ekonomik ve siyasal buhranlar keskinleştikçe sürekli olarak yeni, değişik savunma ve saldırı yöntemleri doğuran ilerleme halindeki kitle mücadelesi karşısında dikkatli bir tavır alınmasını gerektirir. Bu yüzden Marksizm, kesinlikle hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm hiçbir biçimde kendini yalnız belli bir anda var olan mümkün mücadele biçimleriyle sınırlamaz; bunu yaparken, toplumsal durum değişince, o anda içinde olanların bilmediği yeni mücadele biçimlerinin doğmasının kaçınılmaz olduğunu bilir. Bu bakımdan Marksizm, kitlelerin deneylerinden öğrenir denebilir, hiçbir zaman ‘sistemciler’in çalışma odalarının ıssızlığında icat ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere öğretmeye kalkmaz.”
Lenin’in sözleri, Marksistlerin mücadele biçimleri sorununa nasıl yaklaştıklarını ortaya koyuyor. Küçük burjuva devrimcileri ise, mücadele biçimleri sorununu ekonomik-siyasal gelişmelerden, kitlelerin bilinç ve örgütlenme düzeyinden, ekonomik, politik bunalımın boyutlarından, kitlelerin mücadele pratiklerinden soyutlayarak; baştan itibaren “silahlı mücadele” veya “gerilla mücadelesi” dedikleri biçimi, tek ve temel mücadele biçimi olarak ele almakta ve tüm diğer biçimleri amaçtan uzaklaştıran reformist ya da lekeli biçimler olarak ilan etmektedirler. Küçük burjuva devrimci grupların, yığınların deneyinden öğrenme ve belli bir anda mevcut mücadele biçimlerinin ötesinde yeni biçimlerin gündeme gelebileceğini kabul etme gibi bir sorunları bulunmamaktadır. Kendilerini “savaşanlar” olarak görüp, başkalarını “pasif ilan etmelerinin başta gelen nedeni, mücadele biçimlerine ve “silahlı mücadele”ye bu yaklaşımlarıdır. Küçük burjuva devrimciliği, devrimci hareketin gelişme sürecinde, kitle hareketinin yeni biçimler ortaya çıkarabileceğini anlamak istemez; kitle hareketinin kendiliğindenlik koşullarında ortaya çıkardığı grev, gösteri, boykot vb. biçimleri mücadeleden saymaz. Kendini belirli biçimlerle sınırlar ve onlarda ısrar eder. Hareketin v« mücadele biçimlerinin bu ele alınışı, yığınların kazanılması ve halk çoğunluğunun ortaya konan program ve taktiklerin doğruluğuna inandırılması çabasının gereksiz ya da en azından önemsiz görülmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla proletarya ve emekçilerin sosyalist aydınlatılması ve eğitimi için gerekli olan bilimsel bilginin edinilmesi ve taşınması görevi küçümsenmekte, bunun örgütsel çabası gereksiz bir angarya sayılmaktadır. Mücadele ve örgüt sorunlarının bu tür küçük burjuvaca ele almışı, proletarya ve emekçi halk yığınlarının mücadelesine ciddi zararlar vermektedir.
Komünist Partisi’nin görevi, bilinçsiz, burjuva ideolojik etki altındaki yığınların, burjuvaziye karşı mücadelelerinde onlara yardımcı olmak, günlük ekonomik talepler etrafında dönen hareketin politik harekete genişlemesinde, yığınların yeni konuma doğru ilerlemelerinde onları yönetmektir. Bütün mücadele araç ve yöntemlerinden yararlanmasını bilmeden bu görevin başarılması olanaklı değildir.

KÜÇÜK BURJUVA DEVRİMCİLİĞİ SINIF MÜCADELESİNİ DARALTMAKTA “ÖNCÜLERİN MÜCADELESİNE İNDİRGEMEKTEDİR
Toplumsal olaylar değerlendirilirken, temel karşıt güçlerin, sınıfların çatışma durumu ve düzeyinin yerine, bu güçlerin “politik temsilcileri” arasındaki çatışmayı geçirmek, sınıf çatışmasını daraltmaya, inkâra ve sınıfların rollerini “öncü”lerin rolleriyle değiştirmeye götürür. Lenin; “Başlıca dikkat edilecek şey, kendiliğinden hareketin kaynağıdır” derken, kendiliğinden hareketi doğuran maddi toplumsal temelin ve sınıfların hareketinin hiçbir zaman göz ardı edilmemesi gereğine dikkat çekiyordu. Küçük burjuva devrimcileri ise, insan toplumunun her şeyi “bir avuç seçkin kişiye borçlu olduğu” düşüncesindedirler ve toplumsal değişimi sağlayan yegâne gücün işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının gücü olduğunu yadsımaktadırlar. Sınıfların rolünün “öncüler”in rolüyle değiştirilmesi, yalnızca sınıf mücadelesinin daraltılmasına değil, aynı zamanda, mücadele sürecinin her anında kitle eyleminin doğrudan doğruya “maddi dürtülerden” (Engels) doğduğu gerçeğinin de göz ardı edilmesine götürmektedir. Dahası, küçük burjuva devrimciliğinin sınıflar mücadelesini bu ele alışı, Marksist materyalizmin temel önermelerinin reddi anlamını içermekte; proletarya ve emekçilerin, “maddi hayatın üretim tarzı” sürecindeki siyasal ve entelektüel yaşamını, davranış ve hareketlerini nesnel temelden koparmakta, devrimci siyasal iradeye (kitlelerin iradesi de değil), maddi hayatı ve ondan çıkan sınıfların hareketini belirleme rolü vermektedir. Yani küçük burjuva devrimciliği yalnızca, devrim ile yığınlar, sınıf mücadelesiyle öncü arasındaki ilişkiyi ele alış tarzıyla değil, aynı zamanda yaşamı, maddi hayatı yorumlayış tarzıyla da anti-Marksist konumda bulunmaktadır.
Küçük burjuva devrimciliği, Marksizm’in, toplumsal harekete yaklaşımını “aşırı bir determinizm” olarak damgalar. Bu doğru değildir. Marksizm siyasal iradenin rolünü göz ardı etmez, küçümsemez, ancak onun, toplumsal hareketle ilişkisini nesnel bir zemine oturtur. Toplumsal harekette nesnel yasaların belirleyici olması gerçeği, hiçbir biçimde, toplumsal değişimlerin kendiliğinden gerçekleşeceği, insanın (sınıfların) bilinçli eylemi olmaksızın devrimin başarıya ulaşacağı anlamına gelmez. Marksistler kaderci ve idealist değildir, insanın bilinçli eyleminin önemini reddetmez, aksine bu rolün doğru tarzda ele alınmasının sonuç üzerindeki etkisine dikkat çekerler. Marx’ın bilinçli etkinliğin önemine değinirken “Klasik Alman Felsefesinin Sonu”nda yazdığı şu sözler, aydınlatıcı, yol göstericidir: “Buna karşılık, toplum tarihinde etkin olanlar, yalnız bilince sahip, düşünüp taşınarak, ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır; hiçbir şey bilinçli bir maksat olmadan, istenen bir erek bulunmadan meydana gelmez.”
Bütün sorun, sınıflar mücadelesinde, “bilince sahip” olmanın nasıl ele alınacağıdır. “Bilince sahip” olma, öncünün (partinin) bir ayrıcalığı olarak mı ele alınacak, yoksa sınıf için, emekçiler için bir gereklilik olarak mı? Eğer devrim, sınıf ve emekçilerin “bilinçli bir maksat”la ve “maddi dürtülerden hareketle” başvuracakları toplumsal bir eylem (ya da eylemler dizisi) olarak görülecekse -ki öyledir- siyasal iradenin ve siyasal bilincin öncü örgütle sınırlandırılması devrimin imkânsız hale getirilmesidir. Küçük burjuva devrimciliği sınıf mücadelesini ele alış tarzıyla tam da bunu yapmaktadır.
İnsanın bilinçli eylemiyle toplumsal yasalar birbirinin alternatifi olarak görülemezler. Bunlar birbirlerinin tamamlayanıdır. Toplumsal yasaların işlemesinde bilinçli eylemin rolünün yadsınması; işte determinizm ve kendiliğindencilik budur. Sorun bilinçli eylemin ne olup ne olmadığının, hangi temel üzerinde iş gördüğünün doğru tayinidir. Örneğin, kapitalizmin yerini zorunlu olarak sosyalizme bırakmasının nedeni, Marksistlerin iradi talepleri nedeniyle değil, kapitalist toplumun çelişkilerinin bunu kaçınılmaz hale getirmesinden dolayıdır. Kapitalist toplumun nesnel yasalarının işleyişi, onu yıkıma mahkûm etmektedir. Kapitalizmin çelişkilerinin keskinleşmesi, işçi sınıfı ve emekçi yığınların ekonomik-politik taleplerle mücadeleye atılması, bu mücadelenin siyasal mücadele düzeyine yükselmesi, sonuçta sosyalizmin zafer kazanmasına yol açmaktadır. Bu sürecin kendiliğinden, kesintisiz ilerleyeceğini ve bilinçli etkinliğin, siyasal iradenin rolü olmaksızın sonuçlanacağını ise ancak sınıf mücadelesinden hiçbir şey anlamayan politik avanaklar düşünebilir.
Marksizm insanın bilinçli etkinliğine, her zaman hak ettiği önemi vermiş ve bilinçli etkinlik olmadan toplumsal ilerlemenin sağlanamayacağını belirtmiştir. Mars’ın ve Engels’in yukarıdaki sözleri bunu ifade etmektedir. Ve gene, Marksizm her zaman için öncünün rolüne, toplumsal sınıf zemini üzerinde büyük önem vermiştir. Çünkü öncünün faaliyeti, siyasal iradenin etkinliği olmaksızın proletaryanın siyasal iktidar mücadelesinin zafere ulaşması mümkün değildir. Marksizm’in, proletaryanın siyasal partisine yüklediği görev, öncüye verilen öneme işaret etmektedir. Marksizm, işçi sınıfının ve emekçi yığınların kendiliğinden hareketine tapınmaya, “bilinçli öge”nin, komünist partisinin rolünün yadsınmasına karşı mücadele eder ve bu tutumun burjuva ideolojisinin etkisini artıracağını proletaryanın kavramasının önemine dikkat çeker.
Öncünün isteği, iradesi ve eylemi devrim için yeterli olmadığı gibi; öncünün politik faaliyeti olmadan, yığınların kendiliğinden hareketinin devrime yol açması da mümkün değildir. Ancak devrim bir komplo eylemi olmayıp, toplumsal sınıfların çatışmasının ürünüdür. Tarihi bir zorunluluk olan işçi sınıfı hareketinin başarıya ulaşmasında, Marksist partinin sınıf hareketiyle bağı, sınıfın bilinç ve örgütlenme düzeyi belirleyici bir öneme sahiptir. Komünist partileri, işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin kurtuluşu için yürüttükleri aydınlatma ve örgütleme faaliyetiyle bu zorunlu tarihsel yürüyüşe etkide bulunurlar. Lenin, Marksizm’i diğer “sosyalist” teorilerden ayıran özelliklerden birinde, “… şeylerin nesnel durumunu ve evrimin nesnel akışının analizinde kuşkusuz bir bilimsel açıklığı; devrimci enerjinin, devrimci yaratıcılığın, kitlelerin ve elbette ki şu ya da bu sınıflarla bağ kurma ve sürdürme yeteneğine sahip kişilerin, grupların, örgütlerin ve partilerin devrimci inisiyatifinin öneminin kesin kabulüyle bağdaştırma” olduğunu vurguluyordu.
Kişiler, gruplar, örgütler ve partiler, öznel etkenin rolünü, devrimci inisiyatifi nasıl ele alacaklar; sorun budur. Bu rol, sınıflar arası ilişki ve çelişkiler temel veri kabul edilerek, ezilen sınıfların değiştirici eyleminin örgütlenmesi için mi oynanacak, yoksa işçi sınıfını ve ezilen kitleleri “pasif izleyici” konumuna iten, onlar adına iş gören, onlar adına “iktidar alan” “gerilla”nın ve “kızılordu”nun rolü olarak mı değerlendirilecek? Konunun can alıcı noktası budur. Tartışılan, öncü örgütün gerekip-gerekmediği değildir. Tartışılan öncü örgütün “bilinçli etken”i nasıl ele alması ve “öncülük görevi”ni yerine getirme tarzıdır. Proletaryanın politik örgütlenmesi olmadan siyasal mücadelenin yürütülmesi ve iktidarın alınması mümkün değildir. Bu, işin alfabesidir. “Tarihte hiçbir sınıf, bir hareketi örgütlemeye ve yönetmeye muktedir sivrilmiş temsilciler ve politik liderler yetiştirmeksizin iktidara gelmemiştir. İşçiler için gerekli olan yalnızca kooperatiflerde, derneklerde, sendikalarda örgütlenmek değil, politik bir partide örgütlenmektir.” (Lenin)
Proletaryanın politik partisi görevini nasıl, hangi eylem çizgisini izleyerek ve kime dayanarak yerine getirecektir? Başka bir biçimde ifade edersek; öncü, devrim olayını nasıl ele alacaktır? Marksizm ve küçük burjuva devrimciliği bu soruya farklı cevaplar vermektedir. Küçük burjuva devrimciliği lafızda Marksizm’in görüşünü kabul eder görünmesine karşın, devrimi “profesyonel devrimcilerin örgütü”nün bir eylemi olarak ele almakla, anti Marksist bir konumda bulunur.
Küçük burjuva devrimciliği de devrimi “kitlelerin eseri “olarak ele aldığı iddiasındadır. Ancak küçük burjuva devrimcilerinin bu iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. “Gerilla”yı ve sözde silahlı mücadeleyi tek ve temel mücadele biçimi olarak ele alan anlayışların, mücadele sürecinin ortaya çıkardığı çeşitli mücadele biçimlerini yadsımaları, ya da hafife almaları ve kitlelere “destekçi” gözüyle bakmaları kaçınılmazdır. Buna yol açan temel neden, küçük burjuva devrimciliğinin sınıf mücadelesinin nesnel yasalarını, bu yasaların işleyişini kavramamaları ve sınıfların rollerini küçümsemeleridir. Yığınların bilinçlendirilmesi, bilimsel sosyalist ideolojinin işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yayılması, kesintisiz bilinçten düşme ve aydınlatma faaliyetinin sürdürülmesi, propaganda, ajitasyon ve siyasal teşhir yoluyla yığınların “uyandırılması” görevi küçümsenmekte; silaha, sahip olmadığı ve olamayacağı özellikler atfedilmektedir. Küçük burjuva devrimciliğinin “silahlı propaganda” söylemi, yığınların aydınlatılması ve kendi deneyleri temelinde eğitilmesi görevinin reddedilmesini ifade etmektedir. “Gerilla”nın “etkili” eylemlerinin propagandası yoluyla kitlenin bilinçlendirileceği ve “gerilla”nın, kitlelerin örgütlenme ihtiyacını en iyi karşılayan biçim olduğu düşüncesi anti Marksist bir safsatadan başka bir şey değildir. Bu çeşit bir düşünce, gerçekte, “öncü’nün yığınlardan kopuşunun teorisidir. “Öncü’nün, “gerilla”nın eylemleri geniş insan gruplarının, sınıfların etkinlik ve mücadelelerine bağlanmadıkları sürece, değiştirici, devrimci bir rol oynayamazlar, dahası “gerilla” eylemlerinin bilinçlendirme diye bir işlevi yoktur.

YIĞINLARIN BİLİNÇLENDİRİLMESİ VE “GERİLLA”CILIK
Komünist partisinin başta gelen görevi; işçi sınıfının sosyalist siyasal bilinçle donanmasını ve iktidarın alınması için siyasal örgütlenmesini sağlamaktır. İşçi sınıfı, sosyalist sınıf bilincine kendiliğinden hareket içinde ve kendiliğinden ulaşamaz. Sosyalist bilinç sınıfa ancak dışarıdan, işçilerle kapitalistler arasındaki ekonomik mücadele alanının dışından verilebilir. Küçük burjuva devrimcilerinin de bildiği, ancak önemini kavrayamadığı, Lenin’in konuya ilişkin sözlerini, bu vesileyle bir kez daha aktarmakta yarar var. Şöyle diyor: “Siyasal sınıf bilinci işçiye yalnız dışarıdan, yani ekonomik savaşımın dışında kalan bir alandan, işçilerle işverenler arasındaki ilişkiler alanının dışından getirilebilir. Bu bilginin sağlandığı biricik alan, tüm sınıfların ve katmanların devletle ve hükümetle olan ilişkileridir. Bundan dolayı .’işçilere siyasal bilgi vermek için ne yapmalı?’ sorusuna çoğu durumda pratik-çilerin vermekle yetindikleri -ekonomizm akımına eğilimli pratikçilerden hiç söz etmeyelim- karşılığı vermek yeterli olamaz; yani şu karşılıkla yetinilemez: ‘İşçilerin ayağına gitmeli’ sosyal demokratlar işçilere siyasal bilgi vermek için nüfusun tüm sınıflarının arasına gitmek zorundadırlar, ordularının birliklerini bütün yönlere yol-lamalıdırlar.” (vurgular Lenin’e ait)
Lenin’in sözleri, sınıfa siyasal bilincin nasıl verileceğiyle ilgilidir. Küçük burjuva devrimcileri bu sözlerin ekonomistlere ve Troçkistlere karşı söylendiğini de düşünebilirler. Bu, sorunu daraltmak olur. Küçük burjuva devrimci gruplar, “gerilla mücadelesi”ni tek ve esas mücadele biçimi olarak ele almakta, daha baştan sınıfı bilinçlendirme görevinin dışına düşmektedirler. Yığınlara, burjuva devletin yıkılması fikrinin silahlı eylemlerle verileceği düşüncesi, nüfusun tüm katmanları arasında bilinçlendirme görevinin yerine getirilmesini olanaksız kılmakta, “tüm sınıfların ve katmanların devletle ve hükümetle ilişkileri”ni ortaya koyarak, işçi sınıfının durumu hakkında aydınlatılması gibi, tümüyle siyasal bir faaliyetin, siyasal faaliyetin temel biçimi olarak propaganda-ajitasyon çalışmasının göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Küçük burjuva devrimciliği, mücadele ve eylem çizgisiyle ve kitlelere bakış açısıyla, “… kitlelere giden yolu açmak, kitlelerle bağları güçlendirmek ve geniş işçi kitlelerini… devrimci mücadelelere hazırlamak” biçiminde ifade edilen komünist parti görevini bir yana itmektedir. Küçük burjuva devrimciliği, işçi sınıfı başta olmak üzere nüfusun ezilen kesimlerini eğitip-örgütleme işini “zaman ve güç kaybı” saymakta, kitlelere “gerillaya destek” görevi vermektedir.
Lenin, yukarıdaki türden “çarpıcı bir tanımlamayı bile bile” seçtiğini belirterek, işçi sınıfı hakkında gevezelik yapan, ancak pratikte işçi sınıfı içindeki çalışmaya gerekli önemi vermeyenleri olduğu kadar; “nüfusun tüm sınıfları” arasında çalışmayı “sınıf içindeki çalışma” adına küçümseyen sözde “işçi sınıfı sosyalistleri”ni de topa tutuyor ve bu türlerini daha baştan, onların öne sürecekleri itirazları dikkate alarak şöyle cevaplıyordu: “O zaman şu sorular ortaya çıkıyor. Bunu nasıl yapmalı? Elimizde bunun için gerekli güçler var mıdır? Bu, sınıf bakış açısının gözden çıkarılması anlamına gelmez ya da sınıfsal bakış açısının gözden çıkarılmasına götürmez mi? Şimdi bu soruların üzerinde duralım.”
Lenin, bu soruları sorduktan sonra yeniden sınıfa siyasal bilinç verilmesi için “teorisyen ve propagandacı olarak, ajitatör ve örgütçü olarak” nüfusun tüm ezilen katmanları içinde çalışmanın, parti “bölükleri”nin onların içine gönderilmesinin önemi üzerinde durur. Herkesi, “gerillaya katılma”ya, ya da “gerillaya destek olmaya” çağıranların, Marksizm’in mücadele sorununa getirdiği çözümlemelerle ve Lenin’in “öncü Örgüt” için zorunlu baş görevler olarak belirttiği görevin yerine getirilmesiyle tam bir zıtlık içinde oldukları açık değil mi? Bir küçük burjuva dergide yer alan, “Siyasi iktidarı almak için örgütlenmiş gerilla birimleri halkın zoru olarak, iktidarı alacak düzenli kızıl ordunun çekirdeği olması yanında, silahlı propaganda ile kitleleri siyasi görevler için harekete geçirme görevini de üstlenir.” vb. sözlerin Leninist görüşün tastamam inkârı olduğu açık değil midir? Bu sözler her sözcüğüyle anti Marksist bir anlayışı ifade etmektedir. Siyasal iktidarın alınması, proletarya ve emekçilerin işi olarak değil, “gerilla birimleri”nin işi sayılmakta, “kitlelerin siyasal görevler için harekete geçirilmesi” proletarya partisine değil, “gerilla birimleri”ne havale edilmektedir. “Silahlı propaganda” ile “kitle hareketi yaratma” gibi saçma bir düşüncenin bu sözlerde gizli olduğu, küçük burjuva devrimcilerinin, “kitlelerin siyasal görevler için harekete geçirilmesi görevinin” “silahlı propaganda” ile ve “gerilla birimleri” eliyle yerine getirmeyi düşündükleri ve tüm pratik, politik organizasyonlarını buna uyarladıkları görülmektedir.
Halkın tüm katmanları arasında propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütmeden, propaganda yoluyla siyasal sorunlar yığınlara açıklanmadan, işçi ve emekçilerin parti çizgisinde eğitimi ve “siyasi görevler için harekete geçirilmesi” mümkün değildir. Bunu yapacak olan başka herhangi bir örgüt, örneğin “gerilla birimleri” değil, komünist partisinin kendisidir.
Küçük burjuva devrimciliği, devrimi, devrimci örgüt ve mücadele biçimlerini yığınlarla ilişkisinden soyutlayarak ele almakla ve “öncü”ye, asla sahip olamadığı ve olamayacağı misyonlar yükleyerek, devrimi adeta imkânsız hale getirmektedir. “Öncü”ye, dahası “gerilla birimleri”ne atfedilen “iktidarın alınması” ve “devrimin gerçekleştirilmesi” vb. düşünceler, gerçekte, kitlelerden kopuşun teorisine götürmektedir. Küçük burjuva devrimci grupların, baştan sona, silahlı eylemi belirleyici mücadele biçimi olarak görmesi, devrimi “öncünün işi” sayması nedeniyledir. Onların “öncü”ye bakış açılarının farklılığı bir yana; Lenin, yalnız başına öncüyle zaferin olanaksızlığına dikkat çekerken, küçük burjuva devrimci ‘sol’culuğu bir kez daha mahkûm etmektedir. Şöyle diyor Lenin: “Yalnız başına öncüyle zafer olanaksızdır. Bütün sınıf bütün yığınlar öncüyü doğrudan destekleme durumuna gelmedikçe, ya da öncüye karşı sempatik bir tarafsızlık tutumunu benimseyerek karşı tarafı destekleme olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek yalnız bir ahmaklık olarak kalmaz, bir cinayet olur. Oysa, bütün sınıfın, sermayenin ezdiği geniş emekçi yığınların, gerçekten böyle bir tutumu benimseyebilmeleri için yalnızca propaganda, yalnızca ajitasyon yetmez. Bunun için bu yığınların kendi öz siyasal deneyimleri gereklidir. Bütün büyük devrimlerin temel yasası böyledir.”
“İkili iktidar” durumunun varlığından söz edenlerin Lenin’in bu sözleriyle tam bir çelişki içinde oldukları ve Marksizm’e karşı durdukları açıktır. “Yüce dağların doruklarında” iktidar kuranların (!) bütün sınıfın, bütün yığınların durumuyla ilgilenmedikleri, yığınların siyasal deneylerine ve eylemleriyle öncüyü sınama tutumlarına önem vermedikleri açıktır.
Silahlı eylemleri -onlar silahlı mücadele diyorlar- mücadelelerinin temel göstergesi sayan, “savaşçı” olduklarına kanıt gösteren grupların, yığın eyleminin önemine dikkat çekmekle yetinmeyen, ama güçlerini sınıfın ve emekçilerin devrimci eyleminin örgütlenmesi ereğiyle yığınlar içinde çalışmaya sevk eden komünist partisini “mücadele etmemek”le suçlamaları onların yığın hareketini ve sınıf içindeki çalışmayı önemsemediklerini göstermektedir.
Toplumsal gelişmenin zorunluluğu ile kişi ve grupların etkinliği arasındaki ilişki doğru tarzda ele alınmadığı zaman emekçi yığınlardan kopuş kaçınılmaz hale gelmektedir. Kişi ve gruplara toplumsal değişimi “yaratıcı” misyonu yüklemek aşırı bir öznelciliktir. Parti ve gruplar kitle hareketinin “yaratıcıları” değil, ancak kitle eyleminin örgütleyicileri ve yöneticileri olabilirler; onlar, kendi eylemlerini kitle eyleminin yerine ikame etmeye çalışmazlar, çalışmamalıdırlar.
Burjuvazi, devrimcilerle kitleler arasındaki ilişkinin zayıf kalması için çok yönlü ve sürekli bir faaliyet yürütür; amacı, devrimci grup ve örgütlerin tecrit edilmesidir. Diktatörlüğün köyleri boşaltması ve köylülere saldırıya geçmesinin önemli bir nedeni köylü kitleleriyle devrimcilerin bağının koparılmak istenmesidir. Diğer yandan bu tutum, kitlelerin kazanılması çalışmasından duyulan korkuyu ifade etmektedir. Küçük burjuva devrimciliği, yığın hareketine bakışı ve eylem çizgisiyle kitlelerden kopuşa yol açmakta; politik örgütle işçi ve emekçi yığınlar arasındaki ilişkiyi güçlendirme, propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir yoluyla yeni güçlerin saflara çekilmesi ve işçi sınıfının “politik örgütlenmesi ve politik gelişimi”nin- kolaylaştırılması için her fırsatın değerlendirilmesi yerine, tüm çalışmayı “gerilla faaliyeti”ne tabi kılmaktadır. Bu da yığınlar içindeki çalışmayı güçten düşürmekte ve zayıflatmaktadır. Oysa sayısız yığınları ardından götürme becerisi, ancak yığınların bulunduğu her yere giderek, onların içinde aydınlatma ve örgütleme faaliyetini kesintisiz sürdürerek, (oradan ayrılarak değil, orada, onların arasında kalarak, kalıcı örgütler kurarak) gösterilebilinir. Uyanış içindeki her işçi ve genci “gerillaya” katılmaya ya da “gerillaya destek olmaya” çağıran anlayışın böyle bir derdinin olmadığı, yığınlara ancak lojistik destek için başvurduğu açıktır.

SİLAHLANDIRILMIŞ PROPAGANDA AJİTASYON GRUPLARINA BAKIŞ VE KÜÇÜK BURJUVA DEVRİMCİLİĞİNİN ETKİLERİ
Halkın tüm katmanları arasında propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütülmeden, siyasal gerçekler emekçilere açıklanmadan, işçi ve emekçilerin parti çizgisinde ve kendi deneyleri temelinde eyleme çekilmelerinin mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle, komünist partisi, propaganda-ajitasyon çalışmasına özel bir önem vermektedir. Çünkü sınıf mücadelesi sorunlarının açıklanmasının ve işçi-emekçi yığınların aydınlatılmasının bundan başka bir yolu yoktur.
Yerel parti faaliyetinin olanaklarını genişletme ve propaganda-ajitasyon çalışmasını güçlendirme amacıyla oluşturulan ve üç yıla yakın bir süredir Kürdistan’ın bazı bölgelerinde faaliyet yürüten hareketli grupların durumu ve işlevi de kimi durumlarda yanlış ele alınmakta, küçük burjuva devrimciliğinin soruna bakışıyla karıştırılmaktadır. Hareketli propaganda-ajitasyon grupları oluşturulduğunda ve faaliyet sürecinin belli dönemlerinde, işlevlerini parti yayınlarında ortaya konmasına ve silahlandırılma ihtiyacının nedenleri belirtilmesine karşın, parti çevrelerinde ve bazı yayın organlarında bu grupların faaliyeti “gerilla faaliyetiyle karıştırılmakta, ya da öyle görülmek istenmektedir. Daha da önemlisi parti ve gençlik çevrelerinde, birim faaliyeti içinde yer alan unsurlar içinde “gruplara katılma”, “gerillaya katılma” amacıyla, bulundukları alanı terk etme eğilimi, bulunulan alanda yığınlar içinde birim faaliyeti yürütme görevinin önüne geçebilmektedir. Bu tutum ve bu tutuma yol açan devrim ve mücadele anlayışı -bilinçli ya da bilinçsiz- genel faaliyetin ve yığınlarla bağların zayıflamasına, kalıcı ve sağlam örgütler kurma çalışmasının aksamasına neden olmaktadır. Fabrika ya da atölyede çalışan devrimci bir işçinin, ya da diğer kesimler içinde faaliyet yürüten bir devrimcinin, bulunduğu birimde çalışmaya katılma yerine, “gruplara katılmak” üzere birimi terk etmesi -zorunlu halleri dışta tutuyoruz- sanıldığı gibi, “daha devrimci” bir tutum değildir. Hareketli propaganda-ajitasyon gruplarına katılım ancak zorunluysa, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmışsa, ya da kişinin bu tür görev gruplarında çalışması kaçınılmaz hale gelmişse kabul edilebilir. Devrimci militanlığın tek biçimi ve neredeyse kıstası olarak “silahlı gruplar”da yer almayı görmek, olgunlaşmamış bir devrimcinin yüzeysel bakış açısıyla olayları değerlendirmesi değilse, küçük burjuva devrimciliğinin saflarımızdaki izdüşümüdür. Kaldı ki komünist çalışmada, mahallelerde, semtlerde, birimlerde ve köylerde yürütülen faaliyet sırasında, tümüyle yerleşik nüfusa dayalı milis türü silahlı örgütlenmelerin yığınlar içinde oluşturulduğu da tarihi tecrübelerden bilinmektedir. Buna karşın her şeyin çözümünü “gruplar”a katılmada görmek, kolaycı devrim anlayışının ürünüdür ve özünde ‘sol’ değil sağ bir çizgiye denk düşmektedir.
Hareketli propaganda-ajitasyon ve dağıtım gruplarının gerekliliği yerel parti faaliyetinin güçlendirilmesi ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Grupların faaliyetine baktığımızda şunu görüyoruz: Bu gruplar, faaliyet sürdürdükleri alanlarda partinin propaganda-ajitasyon materyallerini emekçilere iletmekte, siyasal teşhir faaliyeti yürütmekte, diktatörlüğün, Kürt halkına, işçi ve emekçilere yönelik sınıfsal-ulusal, ekonomik-politik saldırılarını teşhir etmekte,, köy toplantıları düzenleyerek, emekçiler içinde örgütlenme ve mücadele düşüncesinin güç kazanması için çaba göstermektedirler. Bu faaliyet, yerel parti çalışmasına yeni olanaklar sunmakta ve etki alanını genişletmektedir. Diktatörlüğün, silahlandırılmış propaganda:ajitasyon gruplarına yönelik kanlı saldırılarının en önemli nedenlerinden biri, bu grupların emekçiler içinde mücadele-örgütlenme ve silahlanma çalışması yürütmeleridir.
Bu grupların ayırıcı gibi görünen özelliği, faaliyetin ve kendilerinin güvenliğini sağlama amacıyla silahlı oluşları ve zorunlu olarak askeri disiplin içinde hareket etmeleridir. Kürdistan kırında “olağan” biçimiyle faaliyet yürütme olanaklarının son derece daraldığı bugünün koşulları başka türlü hareketi oldukça zorlaştırmıştır. Hareketli propaganda-ajitasyon ve dağıtım gruplarının gerekli hallerde kullanmak üzere silah taşımalarından hareketle, bu grupların faaliyetini “gerillacılık”la karıştırmak, ya da aynı görmek ciddi bir yanılgıdır. Biçim açısından “gerilla grupları”na benzemelerine karşın, işlevi ve oluşturulma amaçları farklı olan silahlandırılmış grupların, diktatörlük güçleriyle girdikleri kimi çatışma durumlarını, küçük burjuva devrimciliğinin “gerilla savaşı” anlayışıyla ve “gerilla”nın “vur-kaç” taktiğiyle karıştırmak doğru değildir. Kürdistan’da, faşizmin azgın saldırıları nedeniyle, devrimci gruplar, çeşitli devrimci görev grupları ve sıradan emekçiler silah taşıyor ve bunu bir ihtiyaç olarak duyumsuyorken, silah taşınmasından hareketle, örneğin şehirlerdeki silahlı dağıtım grupları “şehir gerillası” olarak görülemeyeceği gibi, kırsal kesimdeki silahlı grupların “kır gerillası” olarak değerlendirilmesi doğru değildir.
Gerilla mücadelesini, halkın silahlı güçlerinin belli tarihsel koşullarda, yığınların devrimci ayaklanmalarının öngününde ve nispeten uzayan ayaklanmalar arası zaman diliminde burjuva diktatörlüğüne karşı başvurulan mücadele biçimlerinden biri değil de, baştan sona, sınıflar-arası çatışmanın düzeyi ve gelişim seyrinden bağımsız, belirleyici bir eylem tarzı ve temel bir mücadele biçimi olarak ele almak, dahası “gerilla”ya, halk hareketini “yaratma” misyonu yüklemek, bilimsel sosyalist düşüncenin mücadele ve örgüt biçimleri sorunlarını ele alışıyla tam bir tezat içindedir; Marksizm’in ve Marksist partinin eleştiri hedefidir.
Komünist partisinin, yerel parti faaliyetini güçlendirme ve parti çalışmasının olanaklarını genişletme amacıyla oluşturduğu silahlandırılmış hareketli propaganda-ajitasyon gruplarının faaliyetinin küçük burjuva grupların “silahlı mücadele” anlayışıyla ortak bir yanı olmamasına rağmen, pratikte yanlış eğilimlere dayanak yapılmak istenmektedir. İşçi-köylü-öğrenci gençliğin saflarından gelen “gruplara katılma” tazyiki bu yanlış eğilim ve anlayıştan kaynaklanmaktadır. Burjuvazi ve gericiliği esas tedirgin edenin şehirlerde ve köylerde, işyeri, fabrika ve kurumlardaki faaliyetin kitlesel boyutlara ulaşması ve genel kitle eylemi olduğu gerçeği göz ardı edildiğinde; bu eğilimin “aşırı devrimci” bir eğilim sayılması mümkündür. Ne var ki, amaca uygun düşmeyen birimleri terk etme eğilimi gerçekte birim faaliyetinde zaaflara, ilişkilerin zayıflamasına, burjuvazinin “kitlelerden tecrit etme” politikasının güç kazanmasına yol açmaktadır. Anlamak isteyen her devrimci, diktatörlük güçlerinin Kürdistan’da insanlara dayattığı “ya burayı terk et, ya dağa çık” politikasından doğru sonuçlar çıkarmak zorundadır. Küçük burjuva devrimciliği ise yanlış yolda ısrar etmektedir. Ama devrimcilerin “dağa çıkma”, “gruplara katılma” eğilimini daha bilinçli bir değerlendirmeye tabi tutmaları da zorunludur.

KÜRDİSTAN’DA KOMÜNİST FAALİYET VE PARTİ ÇALIŞMASININ BAZI SORUNLARI
Kürdistan’da sınıf ve emekçiler arasındaki çalışmayı ve komünist faaliyeti “geleceğin bir sorunu” sayan, ya da pratik tutumu bu anlayışa uyan her kişi, grup ve hareket, ulusal ve sınıfsal mücadelenin dışına düşmüştür.
Kürdistan, modern toplumsal gelişmenin dışında, uluslararası ilişkilere kapalı, sınıfların ve sınıf mücadelelerinin yaşanmadığı bir alan değildir. Kapitalizm Kürdistan’da da sınıf ayrışmaları ve çatışmalarının yaşanmasına yol açmıştır. Çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryasının bir kolu olarak Kürt işçi sınıfının kendi adına, sınıfının çıkarları ve kurtuluşunu teminat altına alması, daha bugünden siyasal sınıf kimliğiyle mücadele alanında yer almasına bağlıdır. “Karar gününde proletaryanın yengiyi kazanacak güçte olması için, öteki tüm partilerden ayrı ve onlara karşıt, kendi bilincine varmış, kendine özgü bir sınıf partisi meydana getirmesi gereklidir. ” (Engels)
Tüm milliyetlerden Türkiye proletaryasının öncü örgütü, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda işçi sınıfı içinde sağlam bir örgütlenmeye sahip olmadan, proletaryanın “karar gününde” söz sahibi olması olanaklı değildir. İşçi sınıfına ve emekçilere sömürülmeleri ve baskı altında tutulmalarının nedenleri ve kaynakları gösterilmeden, Kürdistan’da tüm sınıf ve katmanların burjuva devlet ve hükümetleriyle ilişkileri açığa çıkarılmadan, Kürt işçi sınıfının kendi durumu ve ezilen tüm emekçilerin durumu hakkında aydınlatılması başarılmadan, kaba bir “ulusal bilinç’le (!) işçi ve emekçilerin burjuva, burjuva-toprak ağası sınıfların baskı ve sömürüsünden kurtulmaları mümkün değildir. Proletarya sınıf bilinciyle ne kadar fazla donanmışsa, tüm katmanların burjuva devleti ve hükümetiyle ilişkileri konusunda açık fikre sahipse, ulusal hareketin başına geçerek onu ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesi olarak başarıya götürmesi o kadar kolay olacaktır. Diğer yandan, Kürdistan işçi ve emekçilerinin kendi kaderlerine hükmedecek bir siyasal gelişme göstermeleri kendiliğinden gerçekleşemez; bunu sağlayacak olan Kürt Marksistlerinin Kürt işçi ve emekçileri içindeki devrimci faaliyetidir. Kürt isçisinin “karar gününde” Kürt burjuvazisinin kuyruğunda mı yürüyeceği, yoksa kendi adına kendi bağımsız sınıf tutumunu mu sürdüreceği, bugünden yürütülecek çalışmaya bağlıdır. Kürt toplumu, ne burjuva-ulusalcı çizginin göstermek istediği gibi, iç çelişkisiz, “sınıfsız ve kaynaşmış bir kitledir, ne de ulusal kölelik durumu ve ulusal özgürlük için mücadele görevi, proletaryanın bağımsız siyasal örgütlenmesi ve sınıf çıkarları için mücadelesini gereksiz kılmaktadır.
Kürdistan’da nüfus içindeki sayısal azlığına rağmen bir işçi sınıfı oluşmuştur ve zayıf da olsa sendikal örgütler içinde bir araya gelmiştir. Son yıllardaki uygulamalarla önemli tahribata uğramalarına karşın ekonomik birimlerde, özel sektör ve devlet işletmelerinde 100 bine yakın işçi çalışmakta, bunun birkaç katı işsiz bulunmaktadır. Gaziantep, Diyarbakır, Batman, Adıyaman, Malatya ve Elazığ işçilerin daha yoğun olarak bulundukları alanlardır. Gaziantep’te önemli bir kesimi tekstil işkolunda olmak üzere 45 bin civarında işçi ve bir o kadar (işsiz sayısı % 20’ye ulaşmıştır) işsiz bulunmaktadır. Keza Diyarbakır’da göçlerin de etkisiyle nüfusun % 70’i işsiz durumdadır. Kürdistan’da özel sektörde çalışanların -çok küçük bir bölümü hariç- sendika ve sigorta hakkı yoktur. İşçi ve işsizler aileleriyle birlikte ele alındıklarında şehir nüfusunun esas kitlesini oluşturmaktadırlar. Dahası, faşizmin azgın ulusal zulmü ve insansızlaştırma politikası sonucu, Kürdistan kırlarından şehirlere doğru sürekli bir göç yaşanmakta, Gaziantep, Diyarbakır, Batman, Malatya, Elazığ vb. illerde nüfus yığılması artmaktadır. Şehirlerin varoşlarında bir araya gelen bu “yeni şehirliler”, şehrin sorunlarıyla yüz yüze gelmekte, barınma, iş ve ekmek gibi sorunlarla boğuşmakta, “kimlik sorunu’nun yanında ve bu yeni durumda ağırlıklı olarak yeni ekonomik ve politik sorunlarla, sınıf sorunlarıyla daha açıktan yüz yüze gelmektedirler.
Kürdistan kırında azgın faşist saldırılar ve dayatılan zoraki göç sonucu, emekçi köylülüğün yaşamı daha da çekilmez hale gelmekte, yoksul ve topraksız köylü ile az topraklı köylü giderek hızlanan bir biçimde elindekini de yitirerek tamamen “açıkta” kalmaktadır. Toprakların daha az sayıda kişinin eline geçmesi, az topraklı çiftçi ailelerinin elindeki toprağın parçalanması ya da tümüyle elden çıkması ve az sayıdaki büyük toprak sahibinin işlediği toprak miktarının büyümesi yönündeki işleyiş devam etmekte, ulusal mücadelenin ateşinin yarattığı “örtü”ye karşın, bu çelişkiler sürmekte ve keskinleşme yönünde gelişmektedir.
Bu olgu ve gelişmeler, Kürdistan’da komünist çalışmaya duyulan ihtiyacı daha da artırmaktadır. İş, ekmek, özgürlük (ulusal-sınıfsal) toprak, barınma vb. sorunlar, Kürt emekçilerinin sisteme karşı mücadeleye atılmasının olanaklarını genişletmektedir. Ekonomik-politik ajitasyona, devrimci politik çalışmaya duyulan ihtiyaç artmaktadır. Tüm gelişmeler ulusal taleplerle sınırlı mücadelenin ve buna yönelik ajitasyonun sınırlılığına ve yetmezliğine işaret etmekte, sınıfsal taleplerin savunulmasını daha da zorunlu kılmaktadır. Komünistlerin, sınıf hareketi zemini üzerinde Marksist işçi gruplarının oluşması ve bunların parti organizasyonuna dâhil edilmesi için, Kürt işçisinin kendi durumu ve görevlerinin bilincine ulaşmasında daha fazla yardımcı olacak bir parti faaliyeti yürütmeleri daha da önem kazanmıştır. Ancak, komünist çalışmanın Kürdistan’da önemli sorunları bulunduğu da bir gerçektir.
Komünist Partisi’nin Kürdistan pratiğine bakıldığında, belli başlı Kürdistan kentlerindeki faaliyetin, henüz “amatör devrimci çalışma” sınırlarını aşmadığı görülüyor. Parti örgütlerinin ve parti adına faaliyet yürüten militanların çalışmaları, her yeni durumda, sorunlara müdahalede yeterli ataklığın sağlanmadığını, fabrika, işyeri, semt, köy ve okul ilişkilerinin, yüzlerce ve binlerce yeni insanın parti politikası ve mücadelesi çizgisini öğrenmesini ve onların en iyilerinin saflara çekilmesini olanaklı kılacak tarzda harekete geçirilemediğini gösteriyor. Fabrika ve işyerlerinin ağırlıkla kurulu olduğu ve göçlerle nüfusu artan iller başta olmak üzere, işçiler, işsizler, gençler ve kadın emekçiler arasında yaygın ve kesintisiz bir propaganda-ajitasyon çalışması yürüterek, safların yeni ve taze güçlerle takviye edilmesi görevi bugün çok daha önem kazanmıştır.
Kürdistan’da devrimin kaderi Kürt işçi sınıfına, Kürdistan işçi ve emekçilerine, onların bilinç ve örgütlenme düzeylerine, çarpışma ve “karar günü” için hazırlıklarına bağlıdır. Belli başlı Kürdistan şehirleri tayin edici öneme sahiptir. Kurtuluşa giden yolun, dağınık, bireysel üretimin etkin olduğu -faşist baskı ve boşaltma politikasının kır üzerindeki etkisi görmezden gelinemez- kırlardan, dahası “dağ”dan geçtiği biçimindeki an-ti Marksist düşünceler, toplumsal gerçekliğimizce de olumsuzlanmaktadır. Kürt işçi ve emekçilerinin kendi kaderlerine hükmedecek siyasal bir gelişmeyi gösterebilmeleri için, komünistlerin, işçiler başta olmak üzere, nüfusun ezilen kesimleri içindeki çalışmalarını yoğunlaştırmaları, daha bilinçli ve atak bir çalışma için tüm “ayak bağları”ndan kurtulmaları zorunludur.
Kürt komünistleri Kürdistan’daki çalışmalarında önemli avantajlara da sahiptirler. Komünist Parti’sinin daha baştan itibaren belli başlı Kürdistan kentlerinde işçiler, işsizler, gençler ve emekçi köylüler içinde çalışmaya önem vermesi ve “birlikleri”ni nüfusun bu kesimleri içinde çalıştırması önemli bir avantajdır. Parti komitelerinin, parti organ ve üyelerinin, amatör devrimciliği besleyen küçük burjuva anlayışlarla mücadeleyi ertelemeden, partinin mevcut avantajlarından devrimci tarzda yararlanma başarısı göstermeleri, “devrimin tek ‘umudunun’ yığınlar olduğu” bilinciyle, yığınların olduğu her yere giderek, partinin yol göstericilik ve önderlik görevini pratikte somutlamaları, parti çalışmasındaki zaafların ve amatörlüklerin aşılmasında yararlı olacaktır.
İktisadi-toplumsal koşullar, burjuvazinin değil, proletaryanın kazanmasının olanaklarını genişletmektedir. Komünistler bunu her zaman göz önünde bulundurmak zorundadırlar.

* * *
Eğer sosyal pratiğe değil de söylenenlere bakarsak, sosyalist olma iddiasındaki her parti ve grubun, devrimi “kitlelerin eseri” olarak gördüklerini söylemek mümkündür. Ancak gerçek durum farklıdır. “Silahlı eylemle kitle hareketi yaratmak”tan söz edenler ve yığınları “gerilla faaliyetinin sürdürülmesinde dayanılacak lojistik destek gücü olarak görenler, Marksist devrim teorisinden temel bir kopuş içindedirler. Küçük burjuva devrimciliği, insanlarda mücadele istek ve ruhunu uyandıran gerçek etkenin yalnızca kitle hareketinin yeni biçimleri ve yığınların yeni kesimlerinin mücadele bilinciyle harekete geçmeleri olduğunu yadsımaktadırlar. Başka şeyler bir yana; son yılların iki olayı Marksistleri bir kez daha doğrulamaktadır. Birincisi Kürdistan’da “serhıldan” olarak adlandırılan kitle gösterileri, cenaze törenlerinin ve’ Newroz kutlamalarının, diktatörlüğün baskılarını protesto eylemlerine dönüştürülmesinin yığınlarda uyandırdığı mücadele isteği ve bunun sonucu olarak yeni kesimlerin aktif harekete katılması; ikincisi ise, Zonguldak maden işçilerinin direniş ve yürüyüşlerinin tüm ülkede işçi ve halk hareketine verdiği itilim ve devrimci harekete sağladığı moral ve “maddi” destekti. Sonuçta bu iki tür eylem yeni ve daha etkin eylemlere dönüştürülemese de, onların kitlesel karakterinin etkileri her zaman canlı kaldı ve bu canlılık, devrimcilerin onlardan gerekli dersler çıkarması zorunluluğuyla birlikte devam ediyor.
Bağlarken şu söylenebilir: Geçici durum ve etkiler ne olursa olsun, galebe çalacak olan Marksizm’in devrim ve mücadele çizgisidir.

Mart 1994

Ekonomide Borsa

Geçtiğimiz bir-iki ay içerisinde İstanbul Menkul Kıymetler Borsası tarihinin hem en yüksek, hem de en düşük dönemlerini kısa aralıklarla bir arada yaşadı. Aslında, gündelik yaşantının karmaşıklığı içerisinde borsa, sermaye çevreleri, borsa aracıları, spekülatörler vb. dışında kalan kesimlerin hemen hemen hiç dikkatini çekmiyordu. Ama son dönemlerde kendini kramplar şeklinde gösteren ekonomik krizle birlikte borsa, sıradan vatandaşın gündelik yaşantısına bile canlı bir şekilde girdi. Gazete ve televizyonlarda manşetler ve ilk haberler günler boyunca hep aynı oldu: Panik, kuşku ve şaşkınlık içinde sunulan ekonomi haberleri. Hükümetin ve başbakanın ekonomi kurmayları birbiri ardına istifa ettiler. Kramp öylesine şiddetliydi ki, hükümeti tam bir şaşkınlığa uğrattı. Yaşanan sadece bir şaşkınlık değil, şaşkınlıkla beraber gelen acizlikti. Kendisi de ekonomi profesörü olan başbakan, her şeyin kontrolleri altında olduğunu, hiçbir müdahaleye gerek kalmadan piyasanın yeniden kendi kendini dengeye getireceği yolunda açıklamalar yapacak kadar aptallaşmıştı. Bundan onlarca yıl önce emperyalist hükümetlerin demode ettikleri bu yolu açıklamaları, Türkiye hükümeti başbakanı onlarca yıl sonra, ama epeyce sıkılarak yaptı. Dövize hücum, borsada olağanüstü yükseliş, faizlerde fırlama, ha oldu olacak derken gerçekleşen devalüasyon, hiper enflasyon beklentileri, ekonomi kurmaylarının peş peşe gerçekleşen istifaları, hazine bonolarına uygulanan faiz oranlarındaki beklenen artış, birbiri ardına hızla yaşandı. Tam da bunlar yaşanırken hızlı iniş ve çıkışların yanı sıra borsa, özellikle iki noktada daha dikkatleri üzerine çekti. Bunlardan birincisi, yaşanılan şaşkınlık içinde ekonomi kurmaylarını birbiri peşi sıra kaybeden başbakanın, kendisine danışman olarak borsacı Mustafa Yılmaz’ı seçmesi ve onunla bir görüşme gerçekleştirmesiydi. İkincisi ise, Bülent Gültekin’in istifası ile boşalan Merkez Bankası başkanlığına İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Başkanı Yaman Törüner’in getirilmesiydi. Mustafa Yılmaz’ın bir televizyon programında söylediği şeyler oldukça ilginçti. O, kendisi açısından, yaşanan ekonomik sorunların ağırlıklı olarak devletin borsayı yeterince, hatta hiç desteklememesinden kaynaklandığını ileri sürüyordu. Ona göre, döviz, kesinlikle bir yatırım aracı olamazdı. Döviz yatırım aracı olunca, borsa, döviz-faiz kıskacı arasında sıkışıyordu. Örneğin hiçbir Alman vatandaşı, Amerikan dolarına, ya da hiçbir Amerikan vatandaşı Alman markına yatırım yapmazdı. Ama Türkiye’de döviz bir yatırım aracı olarak görülüyordu. Bu temel bir yanlışlıktı. Bunun yerine, borsa bir yatırım aracı olmalıydı. Ama bunun genel bir kabul görmesi, devletin borsayı teşvik etmesi ve desteklemesiyle mümkün olabilirdi. Ancak o zaman borsacılar tasarruf sahiplerini göğüslerini gere gere borsaya yatırım yapmaya çağırabilirlerdi. Mustafa Yılmaz, bu düşüncelerini muhtemelen başbakana da anlatmıştı. Ki başbakanın da ekonomide yaşanan böylesine kritik bir dönemde bir borsacıyla görüşme yapması, hükümetin de borsayı destekleme ve teşvik etme amacından kaynaklanıyor olabilirdi.
Son dönemde yaşanan ekonomik kramplar üzerine elbette birçok şey söylenebilir. Ama bizim bu yazıda ele aldığımız temel şey, son dönemlerde, sıradan vatandaşın bile dikkatini çekmeye başlayan, yıldızı bir sönüp bir parlayan (ya da parlatılmaya çalışılan) borsa hakkında ana hatlarıyla bir şeyler söylemek olacak. Bu yazı kapsamında, biz, borsa deyince, menkul kıymetler borsasını, “borsada dolaşan değerli kâğıt” deyince hisse senedini ve kısmen tahvili, “değerli kâğıt çıkaran şirket” deyince de anonim şirketi anlayacağız. Ele alış tarzımızın yalınlaştırılması amacıyla, diğer borsa türlerine, diğer değerli kâğıt türlerine ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirkete hiç değinmedik. Bunun dışında “Borsa nasıl çalışır?” sorusunun hukuki ve teknik biçimlerine de değinilmedi. Bu nedenle, denemeye çalıştığımız şey, borsayı, sadece emek ve sermaye açısından ele almaya çalışmak oldu.

ELDEN ELE DOLAŞAN “KÂĞITLAR YIĞINI”

Borsanın görünüşü, elden ele dolaşan “kâğıtlar yığını” biçimindedir. Dışarıdan bakan, bütün hareketliliği içerisinde borsayı gözlemeye kalkışan birisine, borsa, sürekli hareket eden kâğıtlar yığını şeklinde görünecektir. Her borsa oyuncusunun elinde tuttuğu çeşit çeşit değerli kâğıtlardan bazılarını bir başkasına satması, buradan elde ettiği parayla bir başka çeşit kâğıt satın alması ya da bir bölümünü saklamayı tercih etmesi, günün belirli saatlerinde büyük bir karmaşa içerisinde gerçekleşen bütün bu değiş tokuş işlemleri sonucunda bazen milyonlarca lira zarar etmesi, bazen de birkaç yüz bin lira kârla çıkması ilk bakışta anlaşılmaz gelecektir. Burada satılan da, alman da, ya da belirli bir süre daha elde tutulması tercih edilen de sadece kâğıttır. Kâğıtlar sürekli başka kâğıtlarla değiştirilirler. Değiştirilmelerine aracılık eden yine kâğıttan yapılmış paradır. Yalnızca bu “görünüşe” bakarak borsayı, bir başka şeye benzetmeye çalışan kişi, ilk anda onu ancak bir kumarhaneye benzetebilecektir; elden ele dolaşan kâğıtları, kâğıt paralan kumar araçlarına, bunları değiş tokuş eden kişileri de kumarbazlara. Öyle ki, borsa oyuncusu olmaya karar vermeden önce, onu tanımak için okuyacağı el kitaplarından da öğreneceği ilk şey, iyi bir borsa oyuncusunun, iyi bir kumarbaz gibi davranan kişi olduğu olacaktır. Diyelim ki, borsa oyuncusu adayı, Abdurrahman Yıldırım’ın hazırladığı “Borsa’nın ABC’si -Ayılar, Boğalar ve Paranız” adlı kitabı okumaya başladığında, önce borsa hakkında temel kavramların açıklamalarına ulaşacak, sonra da “Acemilikten Oyunculuğa Giden Yol”, “Ustalığa Doğru”, “Borsa Oyuncusuna Taktikler” gibi başlıklar altında anlatılanları okuyarak borsada oynamaya hazırlanmaya başlayacaktır. Tıpkı kumar masasına oturmadan önce işin püf noktalarını öğrenmeye çalışan bir kumarbaz adayı gibi. Ya da diyelim İMKB-Araştırma, Yayın ve Eğitim Müdürlüğü’nün hazırladığı kitabın sonunda şunları okuyacaktır: (Biz kısaltıyoruz) “Hisse senedi piyasasında, kişiye özel kural ve yöntemlerle gerek alım-satım, gerekse yatırım yapanlar vardır. Doğrulukları herkesçe kabul edilmese de, Wall-Street’te bir hayli popüler olan bu basit ama ilginç kural ve yöntemlerden bazısı ilgilenenler için aşağıda verilmiştir:
*Alım-satım zamanlaması, hangi hisse senedinin alınıp satıldığından daha önemlidir.
*Önemli olan hisse senedine ödediğiniz para değil, satın aldığınız andır.
*Hisse senedi piyasasında kazanmanın sırrı, yanlış bir karar verildiğinde en az zarar edebilmektir.
*Elde ettiğiniz kârın yarısını kasanıza aktarın.
*Borsada iki duygu yoğunca yaşanır; umut ve korku. Ne ilginçtir ki, korkmamız gerekirken umut ederiz, umut etmemiz gerekirken korkarız.
*Hisse senetleri “gerçek değerleri” olduğu için satın alınmaz. Asıl neden, hisse senetlerine sizden daha fazla para ödemeye hazır olan ve sizden daha çılgın birinin piyasada bulunmasıdır. (1)
Muhtemelen, New York borsasında, bata çıka usta oyuncu olmayı başarabilmiş kişiler tarafından formüle edilen ve popüler hale gelen bütün bu kural ve yöntemler dizisi, adeta acemi kumarbazlar için hazırlanmış kural ve yöntemler gibidir. Ama burada zar tutmak, kâğıt çalmak için uygun anı bekleme vb. gibi hileler, kimlerle ne zaman oynayacağına ilişkin veriler yoktur. Bunun yerine öğütlenen şeyler, borsada daha çok kazanmak için nasıl hareket edileceğine dairdir.

PARA SERMAYE, SANAYİ SERMAYESİ VE EMEK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Kişi, borsaya ister “acemilikten ustalığa giden yolu” öğrenmek ve böylece köşe dönmek amaçlı, ister sadece artık adını sıkça duymaya başladığı borsayı merak ettiği için, isterse de borsanın ilk görünüşünün arkasında neler olduğunu anlamak için gitsin, ilk karşısına çıkan şeyin çeşit çeşit kâğıtlar olduğunu görecektir. Öyleyse ilk çıkış noktamız bu değerli kâğıtlar olmak durumundadır.
Değerli kâğıtlardan herhangi birini elimize alıp ona sıradan bir kâğıt gözüyle baktığımızda, o, bizim için, üzerinde rakamlar ve yazıların bulunduğu alelade bir kâğıt parçasıdır. Üzerindekileri okumaya başladığımızda ise, onun bir anonim şirkete ait olduğunu, belirli bir fiyatı olduğunu, belirli bir dönem için geçerli olduğunu vb; görürüz. Öyleyse o, alelade bir kağıt değil, bir şeyin kendisinde sembolleştiği ve bir şeyin kendisinde temsil edildiği özel bir kağıttır. Sırf bu yüzden alelade bir kâğıt değil, ama değerli bir kağıt olan bu değer taşıyıcısının temsil ettiği değer nereden gelmektedir? İlk adımda yanıtlamaya çalışacağımız soru bu olacaktır.
Yukarıda, herhangi bir değerli kâğıdı okumaya başladığımızda, ilk göreceğimiz şeylerden birisinin, onun bir anonim şirkete ait olduğunu söylemiştik. Demek ki, değerli kâğıdın ilk çıkış noktası anonim şirkettir. Ya da borsada alınıp satılan kâğıtlar, anonim şirketler tarafından çıkarılırlar. Anonim şirketler, 17. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olmalarına rağmen 19. yüzyılın ikinci yarısında yaygınlık kazanmaya başlamışlardır. Anonim şirket, sermayesi belirli paylara bölünmüş olan işletme biçimidir. Ya da anonim şirketleri, sahip oldukları belirli miktarda para-sermayelerini birleştirerek, bunu daha çok, üretici sermayeye dönüştürmeyi amaçlayan kapitalistlerin birlikleri olarak da tanımlayabiliriz. Tek tek ele alındıklarında her sermaye, ilk önce belirli bir para miktarı olarak yola çıkar. Burada da ilk anda, birden fazla kapitalistin sahip oldukları para-sermayeler birleşmiş durumdadır. Artık ayrı ayrı kapitalistlerin sahip oldukları belirli miktardaki para-sermayeler birleşerek yola çıkmış bulunurlar.
Anonim şirketlerin çıkardıkları değerli kâğıtlar kendisini, daha şirketin ilk kurulduğu anda gösterirler. Daha bu aşamada, anonim şirket tarafından belirli miktarda hisse senedi ya da başka türlü değerli kâğıtlar çıkartılır. Bu anda çıkarılmış bulunan değerli kâğıtlar ya da hisse senetleri, işletmenin (ya da burada anonim şirketin) kazanç dağılımından pay almaya hak kazandıran belgedir. Yalnız, anonim şirketlerin kurulması sırasında çıkarılan hisse senetlerinin bir başka rolü daha vardır. Çıkarılan hisse senetlerinin toplam tutarıyla işletmenin kuruluşu sırasındaki birleşmiş para-sermayeyle çıkarılan hisse senetlerinin fiyatları arasındaki fark, kurucu kazancını oluşturur. Kurucu kazancı, anonim şirketlerin gerçek sahipleri olan büyük kapitalistler açısından önemli bir zenginleşme kaynağını ifade eder. Örneğin başlangıçta işletmeye yatırılan para-sermaye 1 milyar lira ve çıkarılan hisse senetlerinin toplam fiyatı da 1,5 milyar liraysa, bu durumda, şirket kurucuları olan büyük kapitalistlerin kurucu kazancı 0,5 milyar lira olacaktır. Kuşkusuz, hisse senedi çıkarılmasıyla elde edilen bu kurucu kazancı, şirketin gerçek sahipleri için havadan ya da karşılıksız bir kazanç değildir. Ya da tersinden düşündüğümüzde, bu hisse senetlerini satın alan kişiler tarafından onlara yapılmış olan bir bağış değildir. Hem hisse senedini alan kişi onu almaktan bir çıkar beklediği için, hem de onu satanın bundan bir çıkarı olduğu için ortaya çıkar bu ilişki.
Hem işletme kurucularının birleştirdikleri para-sermaye toplamı, hem de hisse senetlerinin satımı yoluyla buna katılan para-sermayenin toplam miktarı, aynı büyüklükte üretici sermaye olmak üzere yoluna başlar. Zorunlu olarak üretken olmayı amaçlar.
“Para -burada, fiilen ister para ister meta şeklinde var olan belirli bir miktarda değerin bağımsız ifadesi olarak alınmaktadır- Kapitalist üretim esası üzerinde sermayeye çevrilebilir ve böylece belirli bir değer olmaktan çıkıp kendisini genişleten ya da artan bir değer haline dönüştürebilir.” (2)
Öyleyse, elinde bulunan parayla hisse senedi alan kişi de, anonim şirketin gerçek sahipleri de, sahip oldukları parayı, genişletmek ya da artırmak amacıyla birleştirirler.
Burada bir şeye daha dikkat etmemiz gerekiyor. Bizim burada “elindeki parayla hisse senedi alan kişi” ve “anonim şirketin gerçek sahipleri” olarak adlandırdığımız kişilerin amaçları genel olarak aynı görünmesine rağmen, bunlar, üretim sürecinde büsbütün farklı roller oynarlar.
“…Para, kapitalist ile sanayi kapitalistlerinin birbirlerinin karşısına yalnızca yasal yönden farklı kişiler olarak değil; yeniden üretim sürecinde büsbütün farklı roller oynayan kimseler, ya da ellerinde, aynı sermayenin gerçekten iki yönlü ve tamamen farklı hareketler yaptığı kişiler olarak çıktıkları varsayımından hareket etmemiz gerekiyor. Bunlardan birisi sermayeye yalnızca borç veriyor, diğeri ise onu üretken olarak kullanıyor. “(3)
Demek ki sanayi kapitalisti, hem sahibi olduğu sermayeyi, hem de para kapitalistinden hisse senedi satımı yoluyla aldığı para-sermayeyi üretken olarak kullanıyor. Ama para kapitalisti ise elinde bulundurduğu parayı, hisse senedi ya da değerli kâğıt karşılığında sanayi kapitalistine veriyor ve parasını artırmayı amaçlıyor.
Sanayi kapitalistinin parayı üretken olarak kullanabilmesi için önce onunla özel türden metalar satın alması gerekir. Bunlar üretim araçları ve iş gücüdür. Bu andan sonra üretim süreci başlar. Şimdi daha önce para biçiminde bulunan sermaye, artık aynı büyüklükte başka bir sermayeye, üretici sermayeye dönüşmüştür. Üretim sürecinin sonunda ise sermaye, bir meta kitlesinde cisimleşir. Ama üretim sürecinin sonunda cisimleşmiş bulunan meta kitlesi, hem başlangıçtaki metadan farklıdır, hem de değer olarak ondan daha büyüktür. Çünkü artık o, içinde, işçi tarafından yaratılan artı-değeri de taşımaktadır. Bu durumda artık üretici sermaye, sermayenin bir başka biçimine dönüşmüş ve meta-sermaye biçimini almıştır. Bunu, metaların satılması ve karşılığında yeniden para elde edilmesi izler. Meta-sermaye yeniden para-sermayeye dönüşür. Ama o, artık başlangıçtaki para-sermayeden farklılaşmış, artmış bir para-sermayedir. Bütün bu süreci kısaca şöyle özetleyebiliriz:
“Para kâr üretir, yani kapitaliste, emekçilerden belli bir miktar karşılığı ödenmemiş emek, artı-ürün, arfı-değer sızdırma ve buna sahip çıkma olanağı verir.” (4)
Paranın kâr üretebilmesi mutlaka ödenmemiş emeğe bağlıdır. Bu olmadan paranın kâr üretmesi olanaksızdır.
Para-kapitalist ile sanayi-kapitalisti arasındaki ilişkinin belki de yeniden başlamak üzere sonuçlandığı nokta burada ortaya çıkar. Bütün bu sürecin sonunda sanayi-kapitalisti para-kapitalistine elde ettiği kârın bir bölümünü öder. Öyleyse burada hareket noktası A’nın B’ye hisse senedi karşılığında verdiği borç paradır. Para, B’nin elinde sermayeye çevrilir. Para-Meta-Para’ hareketini yapar. A’ya Para’ olarak, Para’ + AP olarak döner. Buradaki AP, para-sermaye sahibine ödenen miktarı ifade eder. Bütün bu sürecin formülü ise şöyledir (burada biz, sermayenin B’nin elinde uzun süre kaldığını ve AP’nin A’ya düzenli aralıklarla ödendiğini varsayıyoruz):

P-P-M-P’ -P’
Öyleyse, burada kavranacak temel konu, hem sürecin sonunda B’nin elde ettiği AP’nin hem de A’nın elde ettiği P’ nün kaynağının canlı emek tarafından yaratılan artı-değer olduğudur. Canlı emek olmaksızın, ne emeğin ödenmemiş kısmı, ne artı-ürün, ne de artı-değer olabilirdi. Dolaysıyla ne de AP ve P’. Buradan şu sonuca ulaşabiliyoruz: Para-kapitalistin, para ödeyerek satın aldığı hisse senedini alelade bir kâğıt olmaktan çıkaran şey, kâğıdın kendisinde temsil ettiği AP, yani işçinin yarattığı artı-değerin bir bölümüdür. Sırf bu yüzden o değerli bir kâğıttır. Örneğin aynı kâğıdın tıpkısını biz herhangi bir dizgi evinde dizdirsek ve bir matbaada bastırsak onun temsil ettiği şeylere sahip olamayız. Çünkü onun getireceği AP ye sahip olmanın imkânı yoktur. O, sırf bir kâğıt olduğu için değil, alırken karşılığında ödenen paranın üretim sürecine yöneltilmesi ve kâr üretmesinden dolayı değerlidir. Ona bu değeri veren emekçinin alın teridir. Başka bir şey değildir.
Böylece, para-sermaye, sanayi sermayesi ve emek arasındaki ilişkinin belirlenebilmesi olanağına ulaşabilmiş oluyoruz. Marx, yine Kapital’in 3. cildinde “Faiz ve Girişim Kârı” başlıklı bölümde şunları söylüyor:
“Sermaye yeniden-üretim sürecinde işlev yaptığı sürece -burada sermayenin sanayici kapitaliste ait olduğunu ve onu borç verene geri vermek zorunda olmadığını kabul etsek bile— kapitalist, özel birey olarak, bu sermayenin kendisi üzerinde değil, ancak gelir olarak harcayabileceği kâr üzerinde tasarrufta bulunur. Sermayesi, sermaye olarak işlev yaptığı sürece, yeniden üretim sürecine aittir. Bu sürece bağlanmış durumdadır. O, gerçekten de bu sermayenin sahibidir, ama bu sahiplik ona, bunu emeğin sömürüsü için sermaye olarak kullanmadığı sürece başka bir şekilde tasarrufta bulunabilme olanağını vermez. Aynı şey para-kapitalist için de doğrudur. Sermayesi borç verildiği ve böylece para-sermaye olarak hizmet ettiği sürece, kendisine bir faiz kârın bir kısmını getirir, ama o anapara üzerinde tasarrufta bulunamaz. Bu durum, sermayesini, diyelim bir yıl ya da daha uzun bir süre için borç verdiği ve kararlaştırılan tarihlerde anaparası kendisine dönmeksizin faiz aldığı zaman açıkça belli olur. Ne var ki, anaparanın geri dönüşü bile, burada bir şey değiştirmez. Sermayesi geri dönmüş olsa bile, bu para kendisi için sermaye olarak -burada para-sermaye olarak- işlev yaptığı sürece, daima o bunu tekrar borç vermek durumundadır. Bu parayı kendi elinde tuttuğu sürece, ona ne faiz getirir ne de sermaye olarak iş görür; ve ona Faiz getirdiği, sermaye olarak iş gördüğü sürece de onun elinde bulunmaz. Sermayeyi her zaman için borç verebilme olanağı işte bundan gelir.” (5)
Bu söylenenler, sermayenin, özellikle sanayi sermayesinin, para -kapitalistlerin elinde bulunan para-sermayeyi ve elde bulunan hemen bütün tasarrufları, dolaylı ya da dolaysız olarak, genişletilmiş yeniden üretim sürecinde nasıl zorunlu olarak kendisine bağladığını gösteriyor. Burada işaret edilen bir başka şey de para-sermayenin çoğalabilmesinin zorunlu koşullarından birisinin, sanayi-sermayesine bağlanma zorunluluğudur; Aynı biçimde sanayi sermayesi; genişletilmiş yeniden üretim sürecinde, para-sermaye ve sahiplerine ihtiyaç duyar. Ama bütün bu ilişkilerin kurulabilmesi, harekete geçebilmesi ve yenilenebilmesinin zorunlu bir ön koşulu vardır, bu da emek ve artı-değer sömürüşüdür. Bu olmadan, ne para-sermaye sanayi-sermayesine bağlanmaya ihtiyaç duyar, ne de sanayi-sermayesi sermaye olarak işlev yapabilir. Para-sermaye, sanayi-sermayesine bağlanır ve her ikisi de birden zorunlu olarak bir başka şeye bağlanarak harekete geçer: Bu emektir.

TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA BORSALARIN ORTAYA ÇIKIŞI
Şimdiye kadar söylediklerimizden borsada ilk karşımıza çıkan şey olan değerli kâğıdın, sanayi-sermayesi ile para-sermaye, ya da sanayi-kapitalisti ile para-kapitalisti arasında kurulan ilişkiyi temsil eden ve içinde yaratılan artı-değerin bir bölümünü taşıyan ve sırf bu yüzden değerli olan bir kağıt olduğunu görmüş bulunuyoruz.
Ama “Aslında borç alınan ve çoktan harcanmış bulunan sermaye için verilen bu borç senetleri, tüketilmiş bulunan sermayenin bu kâğıttan kopyalan, bunları elinde bulunduranlar için, sanki bunlar satılabilir ve dolaysıyla da tekrar sermayeye çevrilebilir metalarmış gibi sermaye olarak hizmet ederler.”(6)
Sadece bununla kalmazlar, bir başkasına devredilirken ya da satılırlarken de, temsil ettikleri gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olarak daha düşük ya da daha yüksek bir fiyattan da bir başkasına satılabilirler. Bir kişi elinde tuttuğu hisse senedini bir başkasına satabilir, başka bir hisse senedini satın alabilir. Bu işlemi çeşitli biçimlerde tekrarlamak yoluyla daha fazla kâr elde edebilme olanağına kavuşabilir. Demek ki değerli kâğıtlar anonim şirket tarafından bir kimseye satıldıktan sonra, sadece belirli bir süre sonra ona yeniden “üretken kapitalistten aşırdıkları artı-değerden bir indirim” olanağı vermez, daha bu gerçekleşmeden elde edeceği artı-değer bölümüne (AP) eşit ya da ondan daha fazla yahut da daha az miktarda kârı ele geçirebilme olanağını da yaratır. Ama bunun için, hem satıcıların, hem de alıcıların birbirleriyle karşılaştıkları, örgütlü bir piyasa, örgütlü bir mekân gereklidir. Bu, borsadır.
Borsaların ilk ortaya çıkışını, çok eski tarihlerde, panayırlarda gerçekleşen kıymetli maden alım-satımlarına aracıların aracılık etmesi, ticari senetlerin ortaya çıkışı ve zamanla kıymetli madenler yerine bunların alınıp satıldıkları piyasaların oluşumu koşullandırmıştır.
İlk başta henüz organize ve örgütlü bir piyasa, mekân şeklinde oluşmayan ve ekonomideki yeri henüz ikincil olan borsanın ilk kuruluşu 1487 yılında Avrupa’da Anvers şehrinde gerçekleşmiştir. Ama bu yazıda bizim konumuz olan menkul kıymetler borsasının ilk kuruluşu 1770 yılındadır. Üretimdeki gelişme ve bundan daha ileri giden birikimdeki gelişme, “Para-sermaye olarak başıboş dolaşan sermayenin” yöneldiği bir alan olarak borsaların, hem ekonomideki rolünü artırdı, hem de onun yaygınlaşabilmesinin koşullarını yarattı. 1875 yılında Londra Menkul Kıymetler Borsası kuruldu. Bunu daha sonra diğerleri izledi: New York ve Tokyo Menkul Kıymetler Borsaları vb.
Türkiye’de ise ileride borsanın ortaya çıkış imkânları olabilecek ilişkiler daha çok Türkiye dışına, özellikle Avrupa’ya bağlı olarak gelişim gösterdi. 17. yüzyılın başlarında Avrupa’da anonim şirketlerin ortaya çıkmasıyla Türkiye’de yaşayan tefeci ve tüccarlar da bu anonim şirketlerin çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle ilgilenmeye başladılar. Bunlar daha çok azınlıklara mensup olan tüccar ve tefecilerdir: Rum ve Ermeni tüccarları gibi.
Bu dönemde bahsedilen tüccar ve tefeciler, paranın altın oluşu, kambiyo kontrolünün henüz uygulanmıyor olması vb. avantajlardan da yararlanarak dışarıya para çıkarabiliyorlar ve birtakım alım-satım işleri yapıyorlardı. Ama yapılan bu menkul kıymet alım-satım işlemleri, içerde de bir piyasa oluşturmamazlık edemezdi. Bu, bir yandan Türkiye’de faaliyet gösteren emperyalist şirketlerin (elektrik, gaz, tramvay vb. şirketler) çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle, bir yandan da gelişebildiği oranda yerli sermayenin (daha çok Ermeni ve Rum) çıkardıkları hisse senetleri ve tahvillerle birleşince 1866’da hükümet tarafından İstanbul’da ilk borsanın kurulmasına yol açtı. Bu borsada yerli ve yabancı hisse senetleri (dışarıyla da daha çok telgraf vb. yollarla bağlantı kurularak sürdürülmeye çalışılarak) alınıp satılmaya başlandı. Bu ilk borsadan sonra Türkiye’de borsa faaliyetleri günümüze gelinceye kadar kimi zaman İstanbul’dan Ankara’ya taşınarak, kimi zaman faaliyetlerine uzun-kısa zamanlı aralıklar vererek devam etti.
12 Eylül darbesinin hemen ardından yaşanan bankerler krizi, borsaların sonraki gelişimini önemli ölçüde geriletti. Bugünkü İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ise 1986 yılı başında faaliyete geçti.
Borsaların tarihsel gelişme eğilimlerini kabaca değerlendirdiğimizde, onun üretim ve birikimdeki gelişmenin bir ihtiyacı, bir yönü olarak ortaya çıktığını görebiliriz. Üretimin giderek toplumsallaşması, maddi servetin giderek daha artması, ama bununla birlikte para-kapitalistlerin, rantiyelerin sayısının da artması, üretimin gelişmesine bağlıdır.
Daha önce, değerli kağıtların anonim şirket tarafından bir kimseye satıldıktan sonra, değerli kağıdın, onu alana sadece onu belirli bir süre elinde tutarak belirli bir kazanç sağlama olanağı vermediğini, elindeki değerli kağıtları başkasına satmak, başka değerli kağıtlarla değiştirmek vb. yollarla daha fazla kâr elde etme olanağını da sağladığını, bütün bu işlerin örgütlü olarak gerçekleştiği yerin de en genel anlamıyla borsa olduğunu söylemiştik.
Borsa, en genel anlamıyla para piyasası içinde yer alır. Para piyasası, sanayi kapitalistleri ve para-kapitalistlerin ilişkilerinin gerçekleştiği piyasadır. Ama para piyasası denildiğinde daha çok kredi sisteminin hâkim olduğu piyasalar anlaşılır. Bu bakımdan borsa, genel olarak para piyasasına dâhil olan sermaye piyasası içinde yer alır. Sermaye piyasası, birbirinden daha çok biçimsel olarak farklılaşmış bulunan iki ana kısımdan oluşur. Bunlar birincil piyasalar ve ikincil piyasalardır. Birincil piyasalar, bizim daha önce para-sermaye ile sanayi-sermayesi arasındaki ilişkiyi basitleştirerek anlatmaya çalıştığımız ilişkilerin gerçekleştiği alandır. Yani burada hisse senedi, tahvil gibi değerli kâğıtları satan şirketlerle, bunların alıcıları doğrudan karşılaşırlar. Alıcı şirketin satışa çıkarmış bulunduğu hisse senedi ya da tahvili direkt olarak ondan alır. Bu değerli kâğıtların bir banka aracılığıyla alınıyor olabilmesi bu durumu hiçbir şekilde değiştirmez. Değerli kâğıtların bu alınış biçiminde, alıcı, hisse senedini bir kez aldıktan sonra, onu yeniden paraya çevirmek üzere şirkete müracaat edemez. Aldığı eğer hisse senediyse böyle bir hakkı hiç yoktur; tahvil ise vadenin dolmasını beklemesi gerekir, ikincil piyasalar ise, değerli kâğıtların paraya çevrilebildiği piyasadır. Menkul kıymetler borsası, ikincil piyasanın tanımlandığı en berrak örnektir.
Demek ki hisse senedi çıkaran bir anonim şirketten bu değerli kâğıt satın alındıktan sonra, ona tekrar verilerek eşdeğeri olan para yeniden alınamaz. Hisse senedi birincil piyasadan yani anonim şirketin kendisinden alındığı zaman, alana sadece sınırlı hakları elde edebilme olanağını verebiliyor. Bunlar başlıca şunlardır: Şirket yönetimine katılma hakkı; elde edilen kârdan pay alma hakkı; oy kullanma hakkı; eğer şirket yeni hisse senedi çıkaracaksa, bunları öncelikli olarak satın alabilme hakkı. Ne var ki bunlardan şirket yönetimine katılma hakkı tamamen palavradan ibarettir. Çünkü anonim şirket sermayesinin % 51’ini elinde bulunduranlar aynı zamanda şirkete hâkim olurlar. Bunlar; sanayi kapitalistleri, anonim şirketin gerçek sahipleridirler. Oy kullanma hakkı da bunun gibidir: Alınan karara uyma hakkından başka bir şey ifade etmez. Geriye kalan, sadece şirketin elde ettiği kârdan pay alma hakkıdır; bunu daha önceden açıklamış bulunuyoruz.
Oysa ikincil piyasaların menkul kıymetler alım-satımında oynadıkları roller çok daha farklıdır, ikincil piyasada yani menkul kıymetler borsasında anonim şirketlerle hisse senedi alanlar direkt olarak karşı karşıya gelmezler, ilişki dolaylanır. Menkul kıymetler borsasında, onlarca anonim şirketten yüzlerce hisse senedi almış bulunan birçok kişi karşı karşıya gelirler. Burada kimisi hisse senedini satmak ister kimisi hisse senedi almaya gelmiştir, kimisi bir hisse senedini satıp bir başkasını almayı amaçlar. Hisse senedi paraya dönüşür, para hisse senedini satın alır. Bütün bu karmaşa içerisinde kimi hisse senedinin fiyatı yükselir; kimininki ise aynı seansta hem yükselir, hem de düşer. Kurtların kuzuları yeme zamanı gelmiş, kumar başlamıştır artık.
Ama burada, ikincil piyasalarla birincil piyasalar arasındaki ilişkinin önemli bir noktasına dikkat çekmek gerekiyor. Menkul kıymetler borsası birincil piyasaya talep yaratır. Bu ne demektir? İlk bakışta borsada anonim şirket yokmuş gibi görünür. Ama burada fiyatları yükselen ya da yükselme eğilimi gösteren anonim şirketlerin hisse senetlerine olan talep artar. Bu, borsanın birincil piyasaya talep yaratması anlamına gelir. Yani, eğer borsada Ereğli Demir Çelik hisse senetlerine olan talep artıyorsa, Ereğli Demir Çelik, bu talebi karşılamak üzere harekete geçer. Sermayesini artırarak yeni hisse senetleri çıkarır. Bu da daha fazla para-sermayenin sanayi sermayesine bağlanması anlamına gelir. Sanayi sermayesi aynı hareketi yineleyerek yoluna devam eder: P-P-M- P’-P’; daha fazla emek gücü, daha fazla üretim aracı alma olanağına kavuşur. Ve para, yeniden “kapitalist üretim esası üzerinde bir değer olmaktan çıkıp, kendisini genişleten bir değer haline dönüşür,” Öyleyse borsa, aynı zamanda para-sermayenin sanayi sermayesine bağlanabilmesinin bir aracıdır. Sanayi sermayesi açısından para-sermayeyle borsada kurduğu ilişki, sermaye piyasalarında örneğin bankalarla kurdukları ilişkiden genellikle daha avantajlıdır. Çünkü örneğin A şirketi, B bankasından kredi alarak ihtiyaç duyduğu para-sermayeyi karşıladığında, aldığı parayı, faiziyle birlikte belirlenmiş bir sürenin sonunda ödemek zorunda kalacaktır. Ama başkalarının elindeki para-sermayeyi hisse senetleri satışı yoluyla elde ettiğinde böyle bir yükümlülük ve zorluk altında kalmayacaktır.
Burada, hisse senediyle değişilen para, kendisini genişletmek üzere harekete geçer. Bu hareketin sonucunda, yaratılan artı-değerin bir bölümünü alarak tekrar para-kapitalistin eline dönen para; aynı hareketi daha hızlı, daha çabuk, daha kârlı bir şekilde yapmak üzere harekete geçer, sahibinin cebinde tekrar borsanın içine girer.
Bir başka açıdan bakıldığında, borsanın içinde dönen dolaplar, ayak oyunları, para-kapitaliste burada, daha hisse senedini alırken ödediği para sanayi kapitalistine dönmeden de daha fazla para olarak sahibine dönme şansını verebilir. Örneğin elinde X tane Ereğli Demir Çelik hissesi bulunan kişi, bunu, fiyatı yükseldiği anda satarak parasını çoğaltabilir. Para, yine kâr üretir. Ama unutulmamalıdır ki onun sattığı hisse senetleri “tüketilmiş bulunan sermayenin kâğıttan kopyalarıdırlar.”
Peki, borsada dolaplar nasıl döner? Bunu açıklamak özellikle şu iki şeye bağlıdır: Bunlardan birincisi, şirketlerin, çıkardıkları hisse senetlerinin borsadaki fiyatını yükseltmek için tetikte durmalarıdır, ikincisi ise, borsadaki spekülatörlerin çeşitli yollarla hisse senetlerinin fiyatlarını alçaltıp düşürerek aradaki bu farktan yararlanmak üzere pusuda beklemeleridir.
Hisse senetleri borsada işlem gören her şirket, onun fiyatının yükselmesini ister. Çünkü eğer, bir hisse senedinin borsadaki fiyatı yükseliyor, ya da yükselme eğilimi gösteriyorsa ona olan talep artacaktır. Talebin artması, daha fazla hisse senedi çıkarması, böylece daha fazla para-sermayeyi kendisine bağlaması anlamına gelir.
Borsada spekülasyon yaparak para kazanmayı meslek haline getirmiş rantiyeler de, sözgelimi A şirketinin bir bölümünün kapatılacağına, ya da B şirketinin pazarının genişleyeceğine yönelik haberler yayarak, borsaya hisse senedi almak üzere gelmiş bulunan parayı istedikleri yerlere yönlendirebilir ve bu yolla irili ufaklı vurgunlar gerçekleştirebilirler. Şirketlerin durumlarına ilişkin bilgiler daha kamuoyuna açıklanmadan, bu bilgileri şirket yöneticileri ya da bunların yakınları, kendilerine çıkar sağlamak amacıyla kullanırlar. Bunun yanında, şirketler, hisse senetlerinin hamiline oluşunu da kendi çıkarlarına uygun olarak kullanırlar. Hisse senedinin hamiline olması, sahibinin onu elinde tutan kişi olmasıdır. Şirketler, bu durumdan şöyle yararlanırlar: Fiyatları yükseldiğinde piyasaya gizlice hisse senedi sürer, düştüğünde kendi hisse senetlerini kendileri alırlar. Böylece, bütün koşullar o şirketin hisse senedi fiyatlarının düşmesine yönelik olsa bile, bu yolla fiyatlarının düşmesini engelleyebilir, hatta yükseltebilirler de. Ya da tersinden, kendi hisse senedini kendisi alıp satarak buradan belirli bir kazanç elde edebilirler.
Ama hisse senedi fiyatlarının ya da menkul kıymetler borsası bileşik endeksinin yükselip alçalması bu yollarla dalgalanabiliyorsa, bizim daha önce, emek, para-sermaye, sanayi sermayesi arasında kurmaya çalıştığımız ilişkinin anlamı ne olabilir? Hisse senedinin fiyatı, üretime sanayi sermayesine bağlanarak giren para-sermayenin, her ikisinin birlikte gerçekleştirdiği artı-değerle ve bunun bölüşümüyle ne ölçüde ilgisi olabilir? Herkes, elindekini tutturabildiğine satar. Uyanık ve tecrübeli olan bu işten kazançlı çıkar, diğerleri zarar eder gibi görünür ilk bakışta. Bu görünüş, üretim sürecinde paranın metaya ve sonra tekrar paraya (ama P ‘) dönüşmesinde de vardır. Ama görünüş gerçek değildir. Hele hele borsada tam bir illüzyondur. Marx, Grundrisse’nin “Kâr Üzerine” başlıklı bölümünde bu durumu şöyle açıklıyor:
“Kâr perspektifinden süreç, maliyetin karşılanması ve ayrıca da buna ek bir paranın elde edilmesinden ibarettir. Bu bakış açısında, değer ve artı-değer kavramlarına kesinlikle yer yoktur. Kapitalistin kaygısı belli bir nesneleşmiş artı-emek süresinin eşdeğerini almak değil, maliyet fiyatına mümkün olan en yüksek kârı eklemektir. Yani kapitalist, ‘tutturabildiğine’ satar ve elde ettiği kâr, ürünün içerdiği artık-değerden çok daha alçak ya da çok daha yüksek olabilir. Piyasada hiç kimse, kapitalistin malına koyduğu fiyata ‘ama bu malın içerdiği artık-değer şu kadardı!1 diye itiraz etmeyecektir.
Böyle olunca, kitap boyunca geliştirilen değer ve artık-değer teorisinin pratik bir anlamı kalmış mıdır? Şüphesiz evet; ama bu anlam ancak rekabet konusunda ortaya konulabilecektir. Şöyle ki: Herhangi bir sermaye, piyasa koşullarınca belirlenen ve artık değerden farklı olan bir kâr elde eder. Ama bu durum artık-değeri yok etmez ya da yoktan var etmez, sadece artık-değerin farklı sermayeler arasında paylaşılmasına yol açar. Her şeyden önce, ülke çapında üretilen toplam kâr, toplam artı-değere eşittir ve tekil sermayeler, bu toplam artı-değeri rekabetin yasaları uyarınca aralarında paylaşmaktan öte bir şey yapmazlar. İkincisi, piyasada rekabetin genel etkisi, tekil sermayelerin kârlarını düşürüp artırarak, onları “zorla” gerçek artı-değere yaklaştırmaktadır. Herhangi bir kapitalistin maliyetine keyfi bir şekilde etkilemeye çalıştığı kârın hiç de keyfi bir şey olmadığı rekabet süreci içinde ortaya çıkacaktır.”
İllüzyona kanmamalıdır. Hiçbir koşulda artı-değer yok olmaz. Borsada, üzerinde kurtların ve kuzuların savaştıkları hisse senetlerinin temsil ettiği değer, artı-değerdir. Başka hiçbir şey değil.

Mart 1994

DİPNOTLAR
1- İMKB- Araştırma, Yayın ve Eğitim Müdürlüğü Yayınları, Borsanın Temel İlkeleri
2- Karl Marx, Kapital Üçüncü Cilt. Sol Yayınları, İkinci Baskı. S. 297
3- A.g.e : S. 327- 328
4- A.g.e : S. 297
5- A.g.e : S. 326
6- A.g.e : S. 423

Sınıf Mücadelesi Tarihinde 3 dönem, 3 Kadın

Sınıf mücadelesinin uzun tarihinde, örgütçü ve militan olarak yer almış sayısız kadın arasında, komünist olmayan, ama sınırsız bir arayışla kendilerini ezilen sınıfların ve kendi cinslerinin kurtuluşu mücadelesine adamış öncüler vardır. Bu kadın öncülerin mensup oldukları akımlar ve eylemleri, Marksizm-Leninizm tarafından eleştirilmiş olmakla birlikte, gene bizzat Marx ve Lenin tarafından daima saygıyla anılmışlardır.
Onlara saygı; sınırsız fedakârlık ve cesaretle “daha güzel bir dünya” yaratmak üzere egemen sınıflara karşı mücadele etmiş herkesi, kendi geçmişinin bir parçası olarak gören devrimci komünizmin bir özelliğidir. Sınıf mücadelesinin Marksizm-Leninizm ışığında yürütülme düzeyine ulaşmasında, onların keskin eleştirici düşüncelerinin, hatalarla dolu olsa da mücadelelerinin ve deneylerinin büyük payı vardır. Dünya devrim tarihinde haklı bir yer edinmiş olan bu savaşçıları tanımak, aynı zamanda onların yaşadıkları dönemin temel özelliklerini anlamaya ve devrimin karmaşık ve zengin içeriğini görmeye yardım edecektir. Bu yıl 8 Mart’ı, dünyanın devrimci bir döneminde, aşağı yukarı aynı tarihlerde yaşamış ve mücadele etmiş üç kadının, Vera Figner’in, Flora Tristan’ın, Louis Michel’in ve egemen sınıflara karşı verilen mücadelede öne çıkmış bütün kadınların   kimliğinde selamlıyoruz.

VERA FİGNER:
“Benim sözüm ve eylemim birdir”
Eylemi ona kimliğini kazandırdı ve adım tarihe yazdırdı ama Vera Figner, çar rejiminin karşısına dikilen ve bu devrimci mücadelede kahramanlık destanları yazan yüzlerce kadından biriydi. 19. yüzyılın yetmişli yıllarında, topraklarının yanı başındaki Avrupa’da ardı ardına cereyan eden burjuva devrimlerini, 1848’den beri burjuvaziden koparak bağımsız bir sınıf karakteri kazanmaya başlayan proletaryanın iktidar mücadelesinin fırtınasını; yenilmiş de olsa, işçi sınıfı iktidarını ilk kez gerçeklik olarak sergileyen Komün günlerinin dehşetini; yüzyılın başından beri sayısız köylü ayaklanmalarıyla sarsılmış olmaktan gelen korkuyla izleyen çarlık rejimine karşı savaş açmış yüzlerce kadından biri.
Figner’in bir Narodnik aktivist olarak çarlık rejimine karşı mücadeleye katıldığı dönem, Marx’ın 1882’de, dünya devriminin merkezinin Rusya’ya kaydığı saptamasını yaptığı, oldukça geniş bir coğrafyada Rusya’nın kendisini devrimci bir faktör olarak ortaya koyduğu bir dönemdi. Bir süre sonra, Narodniklerin eylemlerinden ve Rusya’da gelişmekte ve devrimci bir nitelik kazanmakta olan işçi sınıfının gözlenmesinden çıkarılan bu öngörü doğrulanacak, Narodniklerin köylü bir içerik vererek tanımladıkları ve yönlendirdikleri çarlığa karşı mücadelelerin devamı, ama aynı zamanda da bunun reddi olan proletaryanın mücadelesi sosyalizmin kurulmasını başaracaktır.
Rusya, bir önceki yüzyılın son yıllarında, Pugaçev ve Stenka Razin’in önderlik ettiği köylü ayaklanmalarına sahne olmuştur ve 1812’de çarlığın moral olarak kendini en iyi hissedebileceği bir zamanda, Fransa’yla yapılan savaştan tam galip çıkılmışken Decambristlerin isyanı patlamıştır. Ordu içinde bir grup subay ve askerle, yüksek sınıflara mensup aydınların içinde yer aldığı isyan, çok geçmeden büyüyerek kitleselleşecek, geniş halk yığınlarını da sararak çarlığa karşı verilen ilk kitlesel ayaklanma olma niteliğini kazanacaktır.
Decambrist isyanın faturası, yüzlerce ölü, sayısız isyancının hapsedilmesi, bundan sonra tutuklanan siyasilerin uzun yıllarını geçirecekleri Sibirya sürgünlerinin başlaması, 1. Nikola’nın iktidara gelmesiyle başlayan istibdat yılları ve yıllar süren moral bozukluğudur. Meşruti monarşi siyasal talebiyle ayağa kalkan, ancak kararsızlıklarının bedelini oldukça pahalıya ödeyen decambrist isyancılar, hezimete uğrayıp dağılmış olsalar da Rusya için yeni bir dönem başlamıştır artık. Onların yiğit başkaldırıları kendilerinden sonra gelen kadın ve erkek devrimcilerin eylemlerine esin ve moral kaynağı olacaktır.
Vera Figner ve arkadaşları, Decambristlerin ardından başlayan popülist ve devrimci edebiyatın, üniversite öğrencilerini, üst sınıflara mensup aydınları, çarın liberalleşmeye başlayan bürokratlarını etkileyip genel bir hoşnutsuzluk ve muhalefet ortamını besleyerek onların çıkışlarını kolaylaştırıp eylemlerine zemin hazırladığı bir dönemin ardından tarih sahnesine çıktılar. Herzen, Belinsky ve Çernişevski gibi ütopik sosyalistler, popülist devrimcilerin öncelleri ve ideologları olarak, yazdıkları eserlerde, yayınladıkları gazetelerde, çarlık rejimine karşı verilecek mücadelenin ahlaki bakımdan meşruiyet zeminini hazırlamışlardı. Bu aydınlar, her türlü entelektüel muhalif faaliyete müdahale edildiği, uzun hapis cezalarının verildiği, zorba bir sansür sisteminin uygulandığı Rusya’da, defalarca kovuşturmaya uğramışlar ve sonra da faaliyetlerini sürdürmek için başka olanak kalmadığını düşünerek Avrupa’ya dağılmışlardı.
Ama onların yurda gizlice ulaşan yapıtları ve yayınları elden ele dolaşarak çok sayıda genç insanı “halk için bir şeyler yapmaya” hazır hale getirdi. Belinsky’nin Gogol’e yazdığı bir mektubu elden ele dağıtan Dostoyevski’nin idama mahkûm edildiği düşünülürse yurtdışından gelen bu yayınları okumak için katlanılan zorlukların ve ödenen bedellerin ne kadar ağır olduğu anlaşılacaktır.
Rusya’da devrimin koşulları entelektüel bakımdan mayalanırken kadınlar için, bu atmosferi soluyabilmenin olanakları oldukça kısıtlıydı. 19. yüzyılın sonlarında kadınların öğrenim görmeleri hâlâ yasaktı, diploma ya da sertifika vermeyen bazı öğrenim kurumlan ise az sayıda ayrıcalıklı kız öğrenciyi barındırıyor ama öğrenim sonunda kadınlar meslek sahibi olamıyorlardı. Diğer yandan, birçok aristokrat-liberal aile, kızlarını Avrupa’daki üniversitelere kaydettirebiliyordu. Çoğu tıp eğitimi gören bu genç kadınlar arasından eğitimini yarıda bırakıp Rusya’ya dönerek devrimci faaliyet yürüten birçok kadın çıktı. Onlardan biri de Figner’di.
Figner, varlıklı ve aristokrat kökenli bir ailenin çocuğuydu ve o dönemde birçok genç insanın yaptığı gibi, eğitimini, mezuniyetine az bir zaman kala bırakarak ülkeye dönmüş ve İsviçre’de tanıştığı devrimci fikirlerini pratiğe geçirmek için halkçı “Toprak ve Özgürlük” örgütüne katılmıştı.
Hiç kuşkusuz, üst sınıflardan gelen bu genç kadının köylülere devrimci propaganda yapmak üzere kendi sınıfını ve ayrıcalıklarını reddetmesi çok kolay olmamıştı. Anılarında yaşadığı çelişkileri şöyle anlatıyordu: “Bir kez daha sormak zorunda kalıyordum, yaşamımı nasıl sürdürmeliydim. Birden bire diplomanın benim için ne kadar değerli olduğunu fark ettim; beni ayartmış ve kendine bağlamıştı. 0, bilgimi resmi olarak onaylayacak, başladığım işi bitirdiğimi, bunca yıldır uğrunda büyük bir enerji, metanet ve öz disiplinle çalıştığım değişmez amaca ulaştığımı kanıtlayacaktı. Şimdi nasıl vazgeçebilir, programı bitirmeden nasıl terk edebilirdim… Ne var ki, diğer yanda da benim enerjime gereksinim duyulduğu söylenen devrim davası vardı! Hücrelere kapatılıp elleri kollan bağlanan arkadaşlarım, beni yardıma çağırıyorlardı. Şimdi onlara aldırmayıp tercihimi lanet olası kibrimden yana yapabilir miydim? Buna yanıtım hayırdı, ancak bu çok zordu; üniversiteyi terk etmek acı vericiydi. Benim, Vera Pigner’in hiçbir zaman tıp doktoru imzasını kullanma hakkına sahip olamaması acı vericiydi” (Beş Kız Kardeş, Ataol Yay,1992, s. 58)
Figner’in iç hesaplaşması devrimi tercih etmesiyle sona erdiğinde, köylülere propaganda yapmak için Rusya’ya doğru yola çıkacak ve onu döneminin Narodnik liderlerinden biri haline getirecek süreç başlayacaktı.
“Toprak ve Özgürlük” örgütünde yer alan halkçı devrimcilerin politik tasavvurları yoktu, yeni kurulan 1. Enternasyonal’in yayınlarını izliyorlar ve mevcut düzeni yıkmanın tek yolunun toplumsal bir devrimle olacağını kavrıyorlardı. Ama bu devrimin nasıl olacağı hakkında, Rus köylülerinin ayaklanmaya hazır olduklarını söylemekten başka bir şey söyleyemiyorlardı; nasıl bir toplumsal düzen için mücadele ettikleri de çok önemli değildi onlar için. Yalnızca, bütün kurumların yıkılmasını ve halk kitlelerinin özgürleşmesini istiyorlardı. Çar 1. Nikola’dan sonra iktidara gelen Çar 2. Aleksandr, bazı reformlar gerçekleştirmiş ve serfliği kaldırdığını ilan etmişti, ama bunun, köylülerin özgürleştiği anlamına gelmediğini görmüşlerdi. Ancak, sertliğin kaldırılmasıyla birlikte topraktan koparılan binlerce yoksul köylünün ücretli işçi haline gelerek gelişmekte olan sanayinin dişlilerine katıldığını ve Rusya’da gelişmekte olan kapitalizmle birlikte devrime önderlik edebilecek, geniş halk kitlelerinin demokratik özlemlerine yanıt verebilecek bir politikayı sonuna kadar götürebilecek tek sınıf olan proletaryanın da ortaya çıktığını görememişlerdi. Onlara göre Rusya’da kapitalizm henüz yoktu ve bu nedenle kapitalizmin üstünden atlanıp sosyalizme varılabilirdi.
Rusya’daki köylü komünlerine dayanan bir sosyalizm tasarlıyorlardı ve halkı bu türden bir sosyalizme doğru götürecek olan devrim, aydınların önderliğinde gerçekleşecekti. Aydınların şimdiki görevi; kırsal alanlara giderek köylüleri davaya kazanmak için propaganda yapmaktı.
“Fourier’in komünleri” diyordu Vera Figner, “beni büyütüyordu. Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre formülü, üretim, tüketim ve örgütlenmeyle ilgili bütün karmaşık sorunlar için harikulade bir çözüm gibi geliyordu. Fabrikalardaki ve işliklerdeki emekçiler, her zamanki işlerini sürdürecekler, emeklerinin ürünlerini kamu mağazalarına getireceklerdi. Bu arada köylüler, soylulardan alınıp ortak mülkiyet haline getirilen topraklan önceden olduğu gibi işleyecek ve mahsulü halk ambarlarına getireceklerdi. Sonra fabrika ve tarım ürünleri kooperatifleri, ürünleri, harcanan emek miktarına göre değerlendirerek trampa etmeye başlayacaktı. Bütün bu kooperatifler özgür komünler federasyonunu biçimlendirecekti- Bakuninci anarşizmin ideali.”
Figner, popülist devrimcilerin ideolojik esin kaynağının Bakimin olduğunu söylüyordu. Her şeyin, bütün çarlık kurumlarının yıkılmasını isteyen ve felsefi olarak nihilizme yatkın olan bu aktivistlerin, anarşizan yöntemlerinin kaynağı da Bakunin’di.
“Toprak ve Özgürlük” örgütü, kentli üst sınıf kökenli aydınların kırsal alanda sürdürdükleri propaganda faaliyetinin beklenen sonucu vermemesi üzerine -ki köylü giysileri giyerek köylere giden, daha önce hiçbir fiziksel faaliyette bulunmayan bu misyoner gençleri köylüler dikkate almıyorlardı- yöntem olarak şiddetin ve bireysel terör hareketlerinin kabul edilmesinin tercih edilip edilmeyeceğinin tartışıldığı Voronezh toplantısında ikiye bölündü. Vera Figner bu ayrışmada “Halkın iradesi” (Narodnaya Volva) adını alan ve bireysel terör eylemlerini, propaganda ve eylem biçimi olarak saptayan örgütte yer aldı. İkinci örgütün adı “Kara Paylaşım” (ya da Kara Bölüşüm)’dı. Bir başka Vera; Vera Zasulich, Kara Paylaşım örgütünde kaldı. Zasulich yaşadığı dönemde ve sonradan Narodniklerin sembolü olacaktı. Zasulich, bir siyasi tutukluyu kırbaçlattıran General Trepov’a kendi makamında ateş etmiş, bu eylemden dolayı yargılandığı mahkeme Narodniklere ün ve kendisine de sempati kazandırmıştı. Ancak artık bireysel terör eylemlerini doğru bulmuyordu.
Vera Figner ise, bu kongreden sonra yeraltına geçecek ve içinde yer aldığı örgütün bütün dikkatini yoğunlaştırdığı çarın öldürülmesi eylemini gerçekleştirmek için çalışacaktır. Ve artık, “Halkın iradesi” örgütünün Yürütme Komitesi üyesidir. Parti, kendisini aydınlar arasında propaganda yapmak üzere görevlendirmek isterken o, “kişisel tatmin peşinde koşmakla” eleştirilmesine karşın, şiddet eylemlerinde yer alma konusunda diretecek ve diretmesinin gerekçeleri hakkında sonradan “Ben kişinin sözü ve eylemi birbiriyle bağdaşan tutarlı biri olmasına önem vermişimdir. Bu nedenle teoride bir kez şiddeti benimsedikten sonra, katıldığım örgütün gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinde yer almayı ahlaki bir yükümlülük saydım… Desteklediğim bir eylem için yalnızca ahlaki bir sorumluluk taşıma, arkadaşlarımı en ağır cezalarla tehdit eden bir cürümle hiçbir maddi role sahip olmama durumu benim için kabul edilemezdi” diye yazacaktır.
Birçok kez denendikten sonra Çar 2. Aleksandr, “Halkın iradesi” örgütü militanları tarafından öldürüldü. Bu eylemin ardından sayısız Narodnik militan polisler tarafından yakalandı ve bu, örgütün dağılmasına neden oldu. içlerinde en son yakalanan Figner’di ve iki yıl sonra yakalanıncaya kadar “Halkın İradesi”’nin tek önderi olarak örgütü ayakta tutmaya çalıştı. Yakalandıktan sonra önce ölüm cezasına çarptırıldı, sonra bu ceza yaşam boyu hapse çevrildi. Yirmi yıl kadar hapis yattıktan sonra 1905 devrimi sırasında serbest bırakıldı.
Narodnikler, çarın öldürülmesini çok önemli bir dönüm noktası olarak tasarlamışlardı. Çünkü yüzyılın başından itibaren defalarca ayaklanmış bulunan Rus köylüsünün bu siyasi komploya bağlı olarak yeniden harekete geçeceğini ve Narodniklerin yol göstermesiyle de devrimi yapacağını düşünüyorlardı. Şu anda uykuda olan bu dev, böyle bir komployla sarsılacak ve ayağa kalkacaktı.
Ancak, bu çok zor olan ve dikkatli bir hazırlık gerektiren komployu gerçekleştirmek, popülist devrimci eylemin ve Narodniklerin en büyük politik hedeflerine ulaşmış olmaları bakımından zirveye çıktığını gösterirken aynı zamanda da halk için ve halk adına verilen ama siyasal iktidarı hedefleyen bir mücadelenin taktik bir parçası olarak değil de kendisi olarak görülen komplo ve bireysel terör yöntemleriyle “devrim” yapma şansının olmadığını bir kez daha kanıtlaması bakımından bir çözülüşe de işaret etti. “Halkın İradesi” örgütü çok geçmeden dağıldı.
“Mutlakıyetçi yönetim biçiminin yıkılması programımızın en yaşamsal maddesi ve benim için en büyük öneme sahip olan görevdi. Varolan rejimin yerine cumhuriyetin mi yoksa anayasal monarşinin mi geçeceğine gerçekten aldırmıyordum” diyordu Figner. Gerçekten de Narodniklerin devrimci eylemlerinin sonucu hakkında bir tasarımları hiçbir zaman olmadı.
Narodnizmin, tarihsel misyonunu tamamlayarak geri çekildiği ve işçi sınıfı örgütlerinin ortaya çıktığı bir süre sonraki zaman diliminde, geçmişte burjuva-demokratik bir içerik taşıyan bu eylem, artık gerici bir karakter kazanmış oluyordu. Lenin, 1895’te yazdığı “Halkın Dostları Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Mücadele Ederler?” başlıklı makalesinde, popülist devrimcilerin 1890’lı yıllardaki ardıllarının politikalarını ve programlarını eleştirdi. “Rus kapitalist toplumuna özgü olan sınıf çelişkisinin yetersiz gelişimi küçük burjuvazinin bu ideologlarının teorisinin genel olarak emeğin çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir” ( Lenin, Seçme Eserler, Cilt 1, Inter yay. 1993, s.446) diyordu. Küçük burjuva ihtilalcilik, işçi sınıfı mücadelesinin zayıflığının doğurduğu bir boşlukta ortaya çıkmıştı.
Bu saptamayla birlikte ilk Narodniklerin militan mücadelelerini ve kahramanlıklarını teslim ederken, politikalarının işçi sınıfı politikasının karşısında karşıdevrimci bir nitelik kazandığını nedenleriyle birlikte ortaya koyuyordu.
Narodnikler, çara karşı mücadele veriyorlardı ama sınıf mücadelesini ve devletin bu sınıf mücadelesinin sonucu ya da ürünü olduğunu kavrayamıyorlardı. Oysa ki, 1860’lı yıllardan itibaren Rusya’da sayısı giderek artan işçi sınıfı, grevler yapmaya başlamış, 1870-1879 yılları arasında 79 000 işçi grevle tanışmıştı. En önemli devrimci güç, nüfusun o dönem yüzde seksenini oluşturan ve Rusya’ya küçük burjuva bir ülke karakteri veren köylülüktü. Narodniklere göre, onları ihtilal için gözü pek bir kararlılıkla mücadele eden aydın öncüler uyandıracaktı. Birebir propaganda ve siyasi komplolar (daha sonra Narodniklerin bir başka grubu ekonomik sabotajları savunacak; fabrikalara ve ekonomik kurumlara sabotajlar düzenleyeceklerdi) bu devrimci mücadelede kullanılan iki biçimdi.
Geçen yüzyılın “romantik” ütopikleri; Vera Figner ve Halkın iradesi örgütündeki yoldaşlarıyla, diğer Narodnik örgüt “Kara Paylaşınfdaki popülistler, bütün özel yaşamlarını ve kişisel tutkularını inandıkları dava için terk ederek örgüte gelmişlerdi. Bu söz, örgüte katılan her devrimcinin taahhüt etmesi gereken fedakârlığı ifade ediyordu. Devrimci eylemi bir çoğu, bir ahlaki aksiyon olarak yaşadılar.
Bu gözü pek kadın ve erkekler, bütün kişisel nazlarını ve kurulu düzenlerini, çoğu ayrıcalıklı ailelerden geldikleri halde servetlerini, dahası yaşamlarını “halk” için seve seve feda ettiler. Toprak ağası ailelere mensup kadınlar köylüleri uyandırmak için “halka gidiş” hareketinin en etkili militanları oldular. Böylece bunlar, Rusya’da kurulacak olan yeni toplumu hazırlayan sosyalist militanların prototipleri olurken, devrimci eylem için sakınmasızca kullandıkları şiddet eylemleri Rus toprağında önemli bir altüst oluşa da neden oldu. Çoğu tutuklanıp Sibirya’ya sürüldü, içlerinden bazıları idam edildi. Ama tutuklu bulundukları her yerde ilk işleri, çarlık polislerini atlatarak nasıl kaçabileceklerini düşünmek oldu. Sürgünde, karşılarına çıkan ilk kaçma fırsatını değerlendirerek Sibirya’nın dondurucu soğuğunda yollara düşen, yeniden mücadeleye katılmak amacıyla örgüte ulaşmak için olağanüstü gayret gösteren sayısız kadın ve erkek devrimciye bu gücü, işte bu kararlılıkları verdi.
“1 Nisan’da Isaev eve gelmedi. Parti evlerinde kalan insanların önceden haber vermeksizin geceyi dışarıda geçirmemelerini kararlaştırmıştık. Bu nedenle, o gün gece saat on ikiye kadar dönmeyen Isaev’in tutuklandığı kesindi… Çeşitli nedenlerden dolayı bizim ev depo haline gelmişti: Matbaa ve diğer basım araçları, bütün kap kaçaklar ve dinamit stoku, pasaport bölümünün yarısı ve parti yayınları vs. bunların polisin eline geçmesine izin verilemezdi” diye yazıyordu Figner, kaldığı konutu tasvir ederken sözünü ettiği malzemelerin çokluğu, sayıları bir avucu geçmeyen Narodniklerin her birinin ne kadar yoğun sorumluluklar altında olduğunu göstermesi bakımından dikkate değerdir. Çarın istibdadı altında geliştirdikleri disiplin ilkeleri, örgütlenmede uyguladıkları gizlilik yöntemleri, örgüt birimlerinin biçimleri ve birbirleriyle olan bağları; bütün bunlar Rus komünistlerinin devralıp geliştirecekleri, yetkinleştirecekleri deneyler olacaktı.
Figner, böyle bir eylemci kuşak içinde yer aldı. Örgüte gelmeden önce, burjuva devrimci hareketin geliştiği her ülkede olduğu gibi, Rusya’da da ortaya çıkan burjuva kadın hareketiyle tanışmış ve Narodnik örgüte buradan geçmişti. Kadınların, kocalarının ve babalarının mülkü olarak kabul edildikleri bir ülkede Figner ve diğer kadın arkadaşları önlerine çıkan bir çok toplumsal ve hukuki engelle dövüşerek ve kendi kendileriyle hesaplaşarak bir ütopyanın ardına düştüler.
Bu genç aydınların ütopyalarını gerçeğe Rus proletaryası çevirdi. Bu, artık, onların uğruna dövüştükleri düşe benzemiyordu. Rusya işçi sınıfı, ütopik sosyalizmin Slav versiyonunu Marksizm ve Leninizm’le eleştirip aşarak iktidarı ele geçirdi, böylece dünyanın ilk sosyalizm deneyi yaşanmaya başladı. Dünyanın ilk sosyalist devletini kuran, Bolşevik Partisi saflarında örgütlenmiş Rusya işçi sınıfı, bir kaç on yıl önce ortaya çıkmış gözü pek, Narodnik kadın ve erkek eylemcilerin devrimci ruhunu, moral değerlerini, ideallerine duydukları bağlılığı, kendi geçmişinin olumlu değerleri olarak devraldı yetkinleştirerek korudu. Vera Figner ve kadın arkadaşlarının onurlu yaşamlarından çıkarılan dersler ise sosyalizm için dövüşen genç kadınlar için bir yaşam rehberi oldu.

FLORA TRİSTAN:
“Daha iyi bir dünya için savaşacağım; yemin ederim”
“Temmuz 1789’da Bastille saldırısıyla büyük devrimin uvertürü başladığında, harekete, çok aktif müdahale eden, lehte ve aleyhte gözle görünür etkinlik kuranlar, gerek yüksek tabakalardan gerekse halktan kadınlardı. Fırsat doğan her yerde gerek iyiliklere, gerekse kötülüklere, aşırılıkla katıldılar… Schiller, ‘o zaman kadınlar sırtlanlaşır korkuyla dalga geçerler’ dizesini yazdı. Her şeye rağmen kadınlar o yıllarda o kadar çok kahramanlık, yüce gönüllülük ve hayranlık uy andına özveri yeteneği örneği gösterdiler ki, “büyük devrimde kadınlar üzerine tarafsız bir yazı yazmak onlara ışığı uzaktan görünen bir anıt sütun inşa etmek anlamına gelir” diye yazıyordu Bebel, büyük devrimden yaklaşık yüz yıl sonra. (A.Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter yay. 1991, s.302)
Devrim, siyasal olarak güçlenmekte olan ve feodal iktidara karşı, diğer sınıf ve tabakaları da kendi bayrağı altında harekete geçirip dövüşen burjuvazinin “evrensel değerlerinin” ortaya çıktığı bir dönüm noktasıydı. Demokrasi ve insan hakları kavramları; kaçınılmaz ve önlenemez olan yeni sistemin, siyasal ve hukuksal çerçevelerini tanımlamak üzere, feodal soyluluğa karşı yükseltilen savaş bayrağının üzerine yazılmıştı. Burjuvazi, kendisinin, bütün insanlığı temsil ettiği savını ileri sürerek, kendi çıkarlarının feodal üst sınıflar dışındaki bütün nüfusun ortak çıkarlarını ifade ettiğini, ya da herkesin çıkarının bu çıkarlarda içerildiğini vurguluyordu. Bunun yalnızca, tarihsel bakımdan görece bir gerçekliği vardı ve proletarya, bir süre sonra bu bayrağın altını terk ederek kendi bayrağını yükseltecekti.
Bu sınıfın insan hakları talebi ve “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganı”nın ise kadınları kapsamadığı, dalia ilk günlerde görülmüştü. Burjuvazi, 1793’te “İnsan Hakları Beyannamesini hazırladığında kadınların bu beyannamede yerinin olmadığını gören bir grup kadın, Olympe de Gouges önderliğinde, konvansiyona kendi beyannamelerini yani, “Kadın Hakları Beyannamesini sundular. Gouges, “kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye de çıkma hakkı olmalıdır” diyordu. Bu cüretkar çıkışlarının karşılığını idam sehpasına çıkarak ödeyecek olan Fransalı kadın hakları savunucuları buna karşın, bir dönemi başlatmış oldular.
Flora Tristan, bu “romantik”, işçi ve kadın hakları savunucusu, 1793 devrimcilerinin yenilgisinin etkilerinin yaşandığı ama yeni bir devrimci dönemin mayalandığı dönemde, 1803’te dünyaya geldi.
Yaşadığı yüzyıl, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de ve Kıta Âvrupası’nda çok sayıda kadın ve çocuk emeğini fabrikalara çektiği, yurtlarından ve topraklarından koparılmış eski köylü ailelerinin dağıldığı, kadın ve erkek serilerin ücretli köleler haline gelerek kentlerin varoşlarına yığılmaya başladığı bir süreçti. Eski küçük ev ekonomisindeki yerini ve kapalı hayatını terk etmek zorunda kalarak işçileşmesine ve ekonomik faaliyetini ev dışında sürdürmek zorunda kalmasına, üstelik 15-16 saat çalışmasının karşılığında aldığı çok düşük ücret için bütün hayatını değiştirmesine karşın kadın hâlâ insan yerine konulmuyordu. Gerçi devrimden önce, burjuvazinin düşünsel sistemini yapıtlarıyla önceleyen düşünürler ve 1789 Devrimi’nin neden olduğu özgürlükçü ortamdan beslenen ve devrimin sloganlarını benimseyen burjuva aydınlar, kadınların tabii konumuna dikkat çekmiş ve kendilerince birtakım çözüm önerileri getirmişlerdi. Ama bütün bu yazarlar ve âlicenap burjuvalar, gözlerinin önünde cereyan eden, işçi ailelerinin kadının çalışmaya başlamasıyla dağılmasından, sefaletin ve yaşam koşullarının bu kadınları dejenere ederek çocuklarından koparmasından hayli etkilenmişler ve kadının iş yaşamının ev yaşamını olumsuz bîr şekilde etkilemeyecek bir biçimde düzenlenmesini istemişlerdi.
Diğer yandan üst ve orta sınıf kadınlar için eğitim hakkının verilmesi talep ediliyordu. Rousseau, “Kadının eğitimi erkeğe göre ayarlanmalıdır… Kadın erkeğin sözünü dinlemek, onun bütün haksızlıklarına katlanmak için yaratılmıştır. ” derken, Montesquieu da kadının evde erkeğine bağlı olmasını, ancak siyasal eyleme katılması için hiçbir engel bulunmadığını savunuyordu. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, cilt 1, Payel yay, 1986, s. 123) Burjuva ideologların, kadınlar hakkında pek de hayırhah şeyler düşünmemelerine rağmen kadınların durumunu şu veya bu şekilde konuşmaya başlamış olmaları bir gelişmeyi işaret etmekteydi ve bundan sonra, burjuva devrimleri döneminde politik katılım, oy hakkı ve eğitim istemi bütün orta ve üst sınıf kadınlarını da saracaktı.
Tristan, bu devrimci dalganın ortasında yaşadı, Olympe de Gouges’in öyküsünü biliyordu. 1789’un devrimci kadınlarının mirası maddi ve tinsel bir birikim olarak o ve onun gibi birçok kadının eylemine yön verdi, bir model oldu.
Tristan, çağdaşı birçok kadın gibi çevresinde olan olaylara, devrimci harekete içten bir ilgi duydu ama fikirleri ve eylemiyle Fransa’daki devrimci ortamı etkilemek, kadın hareketine yeni ve daha ilerici bir içerik katmak gibi bir farkı da oldu. Perulu bir babadan ve Fransız bir anneden doğan Tristan, özel yaşamında karşılaştığı olumsuzlukların da etkisiyle kadınların kurtuluşu ve özgürlüğü sorununa erkenden ilgi duymaya başladı. 17 yaşında evlendirilmişti. Birbiri ardından iki çocuk doğurdu ve üçüncü çocuğuna hamileyken evini terk etti. Kocası onu, kumar borçları karşılığında fuhuşa zorluyordu. Üçüncü çocuğu Aline’i doğurduğunda -ressam Gaugen’in annesi olacaktır- ona “sana yemin ederim senin için daha iyi bir dünya yaratmak uğruna savaşacağım, sen ne köle olacaksın ne de parya” diye yemin etti.
Tristan yeminini bozmadı. Ezilenlerin durumuna duyduğu ilgi, onu çok geçmeden Fransız ütopik sosyalistlerinin eşiğine getirdi. Kadınların ve işçilerin kurtuluşunun olanaklarını bir ve aynı yerde görüyordu, bu, sosyalizmdi. Ancak, Tristan’ın sosyalizm anlayışı Fourier’in ve Owen’in görüşlerinden etkilenmişti; özü itibariyle burjuva karakter taşıyordu. Ütopik sosyalistler, bütün kötülüklerin toplumsal düzenden kaynaklandığının farkındaydılar, ama toplumsal düzenin sınıfsal bir tahlilini yapamadıkları gibi, onların sosyalizmleri sınıf mücadelesinden tamamen farklı ilişkiler içinde gerçekleşecekti. Bugün ilkel görünen bu görüşler, Tristan’ın yaşadığı dönemlerde kendilerini ezilenlere ve yoksullara yakın, feodal ayrıcalıklara muhalif hisseden genç aydınları etkilemişti. İşçi sınıfı henüz burjuvazinin yörüngesinden çıkamamış ve bağımsız sınıf tavrını geliştirememiş ve ayrı örgütlerini kurmamıştı. Komünist Manifesto’nun yazılmasına daha çok yıllar vardı. Tristan, Marx’in işçi sınıfının durumunun kötülüğünü, yabancılaşma kavramıyla açıkladığı erken dönem yapıtlarına da yetişemeyecekti. Öldüğü yıl, 1844’te yazılan Kutsal Aile’de Marx ve Engels’in, onun adından, ütopik sosyalistler arasındaki konumunu olumlayarak söz ettiklerinden de haberi olmayacaktı.
Tristan, Babeufun, 1794’te gelişini sezdiği ve ama, onun da ütopik bir içerikle tanımladığı sosyalizme kendisini yakın hissediyordu. Babeuf, burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarının evrensel çıkarlar olduğu iddiasının içyüzünü görmüş ve bunun karşısına da özgür üreticilerin ürünlerinin kolektif çiftliklerde bölüştürüldüğü bir komünizm anlayışını koymuştu. Tristan, görüşlerini eleştirdiği Proudhon’a ve diğer ütopiklere göre daha fazla işçi sınıfının kurtuluşuna kafa yoruyordu. Bu soruna bağlı olarak da çalışanların örgütlenmesi gerektiğine şiddetle inanıyordu. Kuşkusuz onu bu düşünceye getiren etkenler arasında 1830 Devrimi’nde işçi sınıfının uğradığı hezimetin ve bir yıl sonra Lyon’daki dokumacıların ayaklanmasının etkisi büyük olmuştur, işçi sınıfının ilk bağımsız eylemi olan Lyon ayaklanması, sınıfın burjuvaziden politik ve örgütsel olarak kopacağı bir döneme girildiğinin işaretidir.
30’lu yılların sonunda, İngiltere’ye giderek işçi sınıfının yaşam koşullarını yerinde gözlemleyen Tristan, elde ettiği verileri “Londra’da Gezintiler” adını taşıyan kitabında yayınladı. Ölümünden bir yıl önce de Emekçilerin Birliği’nin örgütlenmesi girişimlerinde bulundu ve bir manifesto hazırladı. Bu manifestoda kadın ve erkek işçiler için daha yüksek ücretler, daha iyi çalışma koşulları, meclislerde temsil hakkı, çalışma hakkı talep etmekte; kendi ütopyasının gerçekleştirilmesine hizmet etmek üzere her bölgede işçi saraylarının kurulmasını önermektedir. İşçi sarayları, işçilerin yeteneklerini geliştirecekleri, örgütlenecekleri, çocuklarını eğitecekleri kurumlar olacaktır.
Böylece Tristan, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından önce işçi sınıfının farklı bir sınıf olduğunu gören ve bu yüzden de örgütlenmesi gerektiğini söylemiş olan ilk ütopik sosyalist olmuştu. İşçilere “Tek tek olduğunuz zaman güçsüzsünüz, sizi ancak birleşmek güçlü kılar.” diyordu.
Tristan bu programını yayınlatma olanağı bulamadı ancak, L’Union Ouvriere’nin (Emekçiler Birliği) dört baskısını da bütün Paris’te, kenti bir uçtan diğerine dolaşarak, kendisine destek olan dostlarının da yardımıyla elden dağıtmaya çalıştı.
Tristan, kadının kurtuluşu sorununun emekçilerin kurtuluşu sorunuyla birlikte olacağını saptamıştır. Bu nedenle, kadın sorunu üzerine vurgu yapan ama son tahlilde kadının ikincil konumunu onaylamaktan daha ileriye gidemeyen diğer ütopik sosyalistlerden ve bu sorunu “çalışan sınıflar”ın kurtuluşu sorununa bağlamayan, oy hakkı talebini her şeyin üstünde tutan İngiliz ve kendisinden önceki Fransız burjuva feministlerinden ayrılır.
Ütopik sosyalistlerden Saint Simon’un yandaşları “Yeni Kadın” adını taşıyan bir dergi yayınlamaya başlamışlar ama derginin ömrü çok uzun olamamıştır. Daha sonraları da birkaç dergi yayınlanmış ama bu dergiler, kadının eğitim hakkının verilmesinden daha fazla bir şey istememişlerdir. Proudhon ise, bu sorun karşısında tamamen gericidir. “Yalnız erkektir toplumsal birey; karı koca arasında ortaklık değil -ki, bu eşitliği gerektirir- bir birlik vardır. Kadın, hem bedensel gücü erkeğinkinin üçte ikisi olduğu hem de zihinsel gücü aynı oranda düşük olduğu için erkekten geridir” diye konuşur ve erkeğin aynası ve kölesi olan “gerçek kadın”a övgüler düzer. (Aktaran Simone de Beauvoir, Kadın, Cilt 1, s. 133)
Tristan ise, kadının politik eylem içindeki ve toplumsal yaşam içindeki eşitlik talebini şiddetle savunur. Ne var ki, politik uğraşları için kendisi de birçok bedel ödemek ve zorluklara katlanmak zorunda kalacaktır, ingiltere seyahati sırasında parlamentoda bir oturuma katılmak istediğinde yasak duvarlarıyla karşılaşacaktır. Parlamentoya girmeyi nasıl başardığını anılarında şöyle anlatır: “Muhafazakâr Parti’nin çok gezip tozmuş, önyargısız, sağduyu sahibi bir üyesini tanıyordum. Saf saf, göründüğü gibi olduğunu sanarak, bana bir erkek giysisi uydurup beraberinde parlamentoya sokmasını rica ettim. Üstüne kızgın yağ dökülmüş gibi oldu, hiddetten kıpkırmızı kesildi… Sonunda bir Türk’le tanıştım. Önemli bir kişiydi. Fikrimi iyi karşılamakla kalmadı bana bir giysi bulup, bir giriş kartı, bir araba ve kendi refakatini sundu” (Norgard Kohlhagen, Dünyayı Değiştiren Kadınlar, Cep yay, 1993, s.231) Parlamentoya bu koşullar altında giren Tristan, kendisinin kadın olduğunu fark eden üyelerin hakaretlerine maruz kalacaktır.
Kadınların sosyal koşullarının düzeltilmesi için birçok girişime önderlik eder. Boşanmanın kesinlikle yasak olduğu bir ülkede, boşanma hakkının verilmesi için meclise dilekçe verir ama bu dilekçe geri çevrilir. Kendi boşanma davası da, neredeyse politik bir gösteri haline gelir ve Tristan’ın yenilikçi düşünceleri, hukuk kurumunda ifade edilen yerleşik, geleneksel ve gerici önyargılarla kıyasıya çatışır.
Yoksulların, ezilmişlerin ve ayrıcalıklı kesimler tarafından horlanan insanların yaşam koşullarına özel bir ilgi duyarak zamanının büyük çoğunluğunu onlarla geçirir ve kenar mahalleler, meyhaneler, işçi konutları onun için gözlem yapma olanakları sunar. Fuhuş yapmak zorunda kalan kadınların durumuyla ilgili incelemelerinin sonucunda fuhuşun “dünya nimetlerinin eşitsiz dağılımının bir sonucu olduğu”nu saptar. Ekonomik bağımsızlığı olmayan kadınların evlilik içinde de fuhuş yaptığı gibi radikal fikirleri de vardır. Ve bu görüşlerini, yapıtlarında dile getirmiştir.
Bütün uğraşlarının amacı; kadınların hareketiyle işçilerin hareketini birleştirmektir. Bir yazısında “Kadınlar ve işçiler yoksulluk ve bilgisizlikleri nedeniyle köle gibi kullanılıyor. Ancak birleşirlerse kötülükleri ortadan kaldırabilirler” ifadelerini kullanır (Encyclopaedia of Women Writers, Flora Celestine Therese Henriette Tristan, s. 1248)
Kadınların kölelik koşulları devam ettiği sürece de çalışanların özgürleşmesine olanak yoktur. Bunun için kadınların domestik bir köle olarak evlilik sorumluluklarına hapsedilmemesi, ikincil konumlarının reddedilmesi gerekmektedir.
Kadının statüsünün değişmesi için önerilerini şöyle sıralar: “Eğitim ve meslek öğreniminde tam eşitlik; babanın parasal kaygılarından bağımsız olarak eş seçebilme özgürlüğü; boşanma hakki; evli olmayan anneler için yasa önünde eşitlik ve evlilik dışı çocuklara mirastan pay verilmesi.” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 1; s. 91 “Proleterin Proleteri”, Şirin Tekeli)
Kısa süren ömrünün sonlarına geldiğinde kitaplar, broşürler dağıtmak ve propaganda yapmak üzere Fransa’da bir “Mesih” gibi oradan oraya dolaşmaktadır. Onu coşkuyla karşılayanlar olduğu gibi, bir kadın sosyalizm Mesih’ine tahammül edemeyen gericilerin öfkeli taşkınlıklarına ve horlamalarına da maruz kalır. Daha önce de, oldukça genç yaşında, tek başına babasının memleketi olan Peru’ya yolculuk yapan ve orada başına gelenleri bir kitap halinde yayınlayan bu yürekli kadın, bütün bu tepkilere göğüs germeyi bilir. Ama artık yorulmuş ve hastalanmıştır. Ölmeden az önce Marsilyalı, Lyonlu ve Avignonlu işçilerin Birlik oluşturdukları haberini alır. Günlüğüne yazdığı son not “Bütün bunlar, büyük bir görevin beni beklediğini kanıtlıyor.” olur. Cenazesi aydınların ve işçilerin katıldığı bir törenle kaldırılır.
Flora Tristan, ütopik sosyalistlerin arasında, bir sınıf olarak işçi sınıfıyla ilgilenmiş ve onların örgütlenmeleri gerektiğini keşfederek bunun için çaba göstermiş tek kişiydi. Diğer yandan, ütopik sosyalistlerin kuralarını ve romantik sosyalizm tasarılarını eleştirerek aşıp, bilimsel sosyalizmin ilkelerini saptayan proletaryanın kuramcılarının gösterdiği düşünsel sıçrama becerisini gösteremediği için de modern sosyalizmin arifesinde bir solgun portre olmaktan kurtulamadı. Ama, işçi sınıfının içinde bulunduğu sosyal ve politik koşullar içinde her zaman bu sınıfın yanında yer alarak harcadığı çabalar, onu çağdaşlarının nitelediği gibi bir “Mesih” haline getirse de, daha çok, işçi sınıfının tarihinde yürekli bir militan kadın olarak yerini aldı. Kadın sorununa yaklaşımı da, devrimci özelliğini yavaş yavaş yitirmekte olan burjuvaziden tam bir kopuşu ifade etmiyordu; ancak bu sorunun işçi sınıfının kurtuluşu sorununa bağlı olduğunu sezmiş olması düşünsel bir sıçramayı göstermekteydi.
Flora Tristan, “proleterin proleteri” diye tanımladığı işçi kadının daha o zamanlar kararlı bir savunucusu oldu; bu bakımdan da proleter kadın hareketinin anımsanabilecek ilk çocukluk anıları arasında yerini aldı.
1848 Haziran’ında Paris’te ayaklanan işçi sınıfı, aristokrasiye karşı şimdiye dek birlikte savaştığı burjuvazinin ihanetine uğradı ve devrim yenildi. Yenilginin diyeti, işçi örgütlenmelerinin yasaklanması, hapis ve idam cezaları, muhalif yayınların susturulmasıyla ödendi. Diğer yandan, işçi sınıfı bu diyet ödeme sürecinde yenilgiden dersler çıkararak yaralarını sarmaya başladı.
Yüzyılın ikinci yarısı başlarken Avrupa’da işçi sınıfının genel olarak durumu böyleydi. Ama işçi sınıfı artık, kendiliğinden olarak kalkıştığı bu ilk devrimci eylemden sonra “kendisi için sınıf olma sürecine girmiş; ’30’lu yılların sonlarından itibaren de Almanya, İngiltere, Belçika ve Fransa’da bazı işçi örgütleri kurulmaya ve komünistler örgütlenmeye başlamıştı.
Sınıfın genel durumuna uygun olarak henüz bu komünizm ve komünist örgütler, küçük burjuva karakterler taşıyordu ve 1864’te kurulan 1. Enternasyonal’in Fransa Şubesi, Proudhon ve Blanqui yanlısı küçük burjuva sosyalistlerin kontrolündeydi. Komünizm, bütün Avrupa’da hemen herkesin sempati duyduğu bir kavram olmuştu. Zanaatkârlar, liberal burjuvalar, küçük burjuvaların büyük bir çoğunluğu komünist olduklarını söylüyorlardı, ama herkesin bu kavramdan anladığı şey farklıydı ve çoğunlukla burjuva veya küçük burjuva bir içerikle dolduruluyordu.
Marx ve arkadaşlarının kurduğu Komünistler Ligası, kendisinden dönüştüğü Haklılar Birliği Örgütü’nün Tüzüğü’nde yer alan “bütün insanlar kardeştir” ibaresini “bütün işçiler birleşin” biçiminde değiştirmişler ve böylece, komünizmi küçük burjuva ve burjuva içerikle dolduran ütopik sosyalistler ve anarşistlerle aralarına sınır çizmişler; proletaryanın politikasını burjuvazininkinden ayırmışlardı. Marx, 18401ı yıllarda yazdığı “Felsefenin Sefaleti” adını taşıyan yapıtıyla, bu ayrışmayı kuramsal düzeyde kesinleştirdi.
Louise Michel, Komün günlerinin bu yürekli savaşçısı, devrimler Fransa’sında 1830’da doğdu. Bir devrim yılında doğmuştu ve bir başka devrim yılında, Rusya’da işçi sınıfının 1905 Devrimi’ni yaptığı sırada öldü. Hizmetçi bir annenin gayri meşru çocuğuydu. Devrimci fikirlerle çağdaşları gibi çok erken yaşlarda tanıştı. Ve birçoğu gibi, sosyalizm kavramını ütopik sosyalistlerin eserlerinden tanıdı. Proudhon’un anarşizan görüşlerini benimsiyordu.
1. Napoleon “En kötü şey, canının istediğini yapan Fransız kadınıdır.” demişti. Komün günlerinde bir kadın birliği’nin kurucusu ve yöneticisi olacak olan Michel ise, 1871’den önce imzaladığı ve benimsediği “Anarşistler Bildirisi”nde “Özgürlüğü savunuyoruz, çünkü her insanın hoşuna giden şeyleri yapma hakkı ve olanağına sahip olmasını ve doğal nedenlerle aşılması olanaksız zorluklarla kendininki kadar saygıdeğer olan komşularının ihtiyaçlarından başka hiçbir sınır tanımadan tüm ihtiyaçlarını giderebilmesini istiyoruz. Özgürlükten yanayız ve bunun, kökeni ve biçimi ne olursa olsun, ister dayatılmış ve seçilmiş olsun, kralcıya da cumhuriyetçi olsun herhangi bir iktidarın varlığıyla bağdaşamayacağına inanıyoruz” diyecektir. (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi Ansiklopedisi Cilt 2, Louis Michel ve Komün, Şirin Tekeli, s 363)
Hiçbir siyasal erkin insanların mutluluğunu sağlayamayacağına inanan bu kadın, ilk proletarya diktatörlüğü deneyiminin yaşandığı Komün günlerinde ise, bu iktidarın yanında savaşacaktır. Marksist literatürün, sonradan proletarya diktatörlüğü deneyi olarak tanımladığı Komün, bu “yıkıcı” kadının “Herkesten yeteneği kadar, herkese ihtiyacı kadar!” ilkesine inanarak bütün gücüyle savaştığı bir meydan savaşıydı. Komün’ün yenilgisinden sonra ise, bütün Komün savaşçılarının kaderini paylaştı. “General Lecomte ve Clement Thomas’ın tutuklanmalarında suç ortaklığı yapmak, iki mahallenin silahlandırılmasından sorumlu olmak, kadınlar birliği örgütünü kurmak, Versailles tutuklularından birini kurşuna dizmek vb.” gibi suçlamalarla tutuklandı ve kendisini yargılayan yargıçlara “Korkmuyorsanız beni öldürün!” diye bağırdı; cesaretinin karşılığını yıllarca cezaevlerinde yatmak suretiyle ve sürgünle ödedi.
Komün günlerinde kurulan Kadınlar Birliği’nin organizasyonunda etkin bir rolü olmuştu. Görüşlerinden etkilendiği Proudhon’un kadınlarla İlgili gerici ve bu cinsi aşağılayıcı düşüncelerine karşın, kadın haklarını ve eşitliğini gerçekleştirmek için bütün gücüyle savaştı. Komün barikatlarının arkasında çok sayıda kadının yer almasına karşın, toplantılara kadınların alınmamasını şiddetle eleştiriyor ve bu toplantılara katılmak için özel olarak koşulları zorluyordu. Komün Konseyi’nde hiçbir kadın üye bulunmuyor, diğer yönetim ve yürütme işlerinde de kadınlara rastlanmıyordu. Kadınlar ise, bütün bu mekanizmalarda kendilerine yer verilmesini talep ediyorlardı. O dönem birçok kadın, kulüplerde ve savunma komitelerinde yer aldılar. Michel, Devrim Kulübü’nün başkanlığını da üstlenmişti.
Komün, Versailles Birlikleri tarafından saldırıya uğradığında kadınlar birliğinin bütün üyeleri devrimi savunmak için seferber oldu. Birlik, kadınlar söz konusu olduğu zaman alışıldığı üzere, yaralıları taşımak ve bakımlarında görev almak gibi geri hizmetleri üstlenmek dışında barikatların arkasında sürdürülen savaşa da aktif olarak katıldı. Versailles Birlikleri saldırıya geçtiğinde, barikatın arkasındaki Komüncü kadınlar, kundaklama olaylarına katılıyor, suikastlar düzenliyor ve ateş altında dövüşüyorlardı. Michel, “Parisli kadınlar kanlarının son damlasına kadar savaşmak istiyorlar, uzlaşma ihanet olur. Bu, mutlak toplumsal yenilenme, var olan toplumsal ve hukuki ilişkilerin yıkılması, sömürünün ortadan kaldırılması, sermaye egemenliği yerine emeğin egemenliğinin konulması, emekçinin kendi kurtuluşunu sağlaması yönündeki bütün umutlarımızın sonu olur. ” (STMTA, aynı yer) diye yazdı hazırladığı bir bildiriye.
Kadınlar, kalıcı bir düzen olacağım düşündükleri Komünde sosyal birtakım kurumlar da oluşturdular; kreşler ve kadınlar için meslek okulları kurma girişiminde bulundular ve boşanma, nafaka ve evlilikle ilgili kimi yasal düzenlemeler talep ettiler.
“Gökyüzünü fethe çıkanlar”ın yolculuğu uzun sürmedi; Komün, Versailles Birlikleri’nin saldırılarına uzun süre direnemedi ve yenildi. Parisli işçi kadınlar, kendi elleriyle kurmaya çalıştıkları bir yeni dünyanın, gericiliğin nalları altında çiğnendiğini gördüler. Bir kısmı kahramanca dövüşerek öldü, sağ kalanlar, uğranılmış hezimetin yaralarını sarmak için geri çekildiler. O zamanki sosyal ve siyasal koşullar içinde mümkün olamayan bir düşü kısacık bir süre için gerçeğe dönüştürmüşler ve proletaryanın bu ilk iktidar deneyimine güçlü iradeleriyle destek vermişlerdi.
Louis Michel, Komün’ün bu “yıkıcı” ve atılgan savaşçısı, siyasal erk tanımayan anarşizan düşüncelerinin doğrultusunda da olsa, yaptığı eylemlerle Paris işçilerinin “egemen sınıf olarak örgütlenmek” (Marx) için girdiği kıyasıya savaşın, proletarya için tarihsel olan bu momentin planı üzerinde canlı bir portre olarak yerini aldı. Komün bir yıkıcılıktı ama orada kalmayarak, yıkılanın üzerine yepyeni bir dünyanın kurulması gerekliliğini ve zorunluluğunu saptamıştı. Komünizmi, bir tasavvur olmaktan, bir ütopya olmaktan çıkaran, onu ancak proletaryanın kendi elleriyle kurabileceği bir dünyasal gerçeklik olarak ilan eden bir ilk adımdı. Uzun yürüyüş başlamıştı.
Ve Komün, Louis Michel’in kendi yıkıcılığını onda ifade edebildiği, ama, işçi eyleminin, bu düşünceyi tam da o noktada aştığı ve Marksist teorinin “proletarya diktatörlüğü” kavramına sıçradığı andı.

Mart 1994

Anadilde Eğitim Üzerine

Bugün hem devrimci öğretmen hareketinin, hem de öğrenci gençliğin mücadelesinin önemli taleplerinden biri, anadilde eğitim hakkıdır. Ancak bu talebin içeriğinin nasıl doldurulduğu konusunda tam bir açıklık yok. Bu talebi ulusal sorunun çözümü olarak düşünenlerden, bunu bölücülük, eğitimde ikilik olarak düşünenlere kadar, çok geniş bir yelpaze söz konusu.
Neden anadilde eğitim? Bunu yanıtlayabilmek için dil-düşünce ilişkisini biraz açmak gerekiyor. Dil kavramının değişik boyutlarını düşünmek mümkün. Ancak düşünceyle ilişki söz konusu olduğunda; her türlü bilginin kaynağı olan doğa ve onun üstünde insanın değiştirici eylemi olgusuna bakmak gerekiyor. İnsan kendi hayatını sürdürebilmek için doğa ile bir ilişkiye girer. Bu; doğayı anlama, tespit ettiği yasalar üzerinde onu kendine yararlı olacak şekilde değiştirme, böylece onu kendinden bir parça kılma eylemidir. Çalışma sürecinde doğayla insan, insanla insan arasında kurulan ilişkiler ve bunun ihtiyaçları dilin oluşum ortamını hazırlar. Şu alıntı bize önemli açıklamalar sunuyor: “Dil, sadece insan çalışmalarını akla uygun bir yolda düzenleştirmek, yaşantıyı tanımlayıp yaymak, böylece de çalışma etkinliğini artırmakla da kalmadı, aynı zamanda ayrı ayrı nesnelere belli sözcükler yakıştırarak onları doğanın koruyucu adsızlığından çekip insanların denetimine soktu. (…) Sözcük; nesneyi kavrama, anlama, onun üstünde üstünlük kurma aracıdır.” (1)
Burada dilin oluşması ve bu sürecin, insanlaşma sürecindeki etkilerinin ipuçlarını görmekteyiz. Eğer insanın doğanın kendi akışı içindeki, hayvani alanından çıkışı “iş” ile olmuşsa, dil de bu sürecin hem bir ürünü hem de etkenidir. Dil bütün bir insani etkinliğin aracıdır, çünkü insan etkinliğinin belirleyici unsuru, onun önceden tasarlanmış olmasıdır. Bu işlem dil ile yapılır.
Düşünce, dil malzemesiyle olur. “İnsan aklındaki her düşünce her zaman ancak dil malzemesiyle ve dilin terim ve deyimleri üzerinde doğabilir ve var olabilir. Dilin malzemesinden bağımsız, dilin ‘doğal maddesinden’ bağımsız çıplak düşünce diye bir şey yoktur. ‘Dil düşüncenin doğal gerçekliğidir’ (Marx). Düşüncenin gerçekliği dilde yansır.” (2) Zihindeki bütün işlemler nesnenin kendisiyle değil, onun imgesi ve dildeki karşılığı üzerinde yapılır. Örneğin iki nesnenin ilişkisi düşünüldüğünde direk bu nesneler değil bunlara ad olan sözcüklerle düşünülür. Zaten bu sözcükler o nesnenin bilinir bütün niteliklerini, kendileriyle birlikte taşırlar. Bu konu, bilimlerde daha açık ve anlaşılırdır. Bilim, terimler aracılığıyla yapılır. Bunlar kendi alanı için darlaşmış, kalıplaşmış sadece o bilim için taşıdığı anlam üzerinde sınırları belirlenmiş sözcüklerdir.
Normal şartlarda her insan bir dilde düşünür. Birden fazla dilde düşünmek mümkünse de, birden fazla dili konuşabilmek, daha çok bir dilde düşünüp diğer dile çeviri yapmak anlamına gelir. Dil diğer özelliklerin yanında ulusu ulus yapan ortak özelliklerinden biridir. Eğer ulusların ortak bir ruhi şekillenişinden söz etmek mümkünse bunun aracı yine dildir. Her dil, o ulusun kültürel birikiminin ve ruhsal şekillenişinin bütün unsurlarının taşıyıcısıdır. Her dilde bir sözcüğün anlamı ve çağrışımları; o sözcüğün kaynağı hakkındaki bilgimiz, ona yüklediğimiz özellikler ve o ulusun kültürü içinde özel bir hareket tarzı ile bir bütünlük taşır. Bu nedenlerledir ki, bir dilden bir dile çeviri yapılırken, sözcüğün o dildeki anlamı birebir bulunamaz, çevirmen çevirdiği dilde onu nasıl ifade edeceğini o dilin iç mantık ve hareketine göre belirler.
Anadil demek; bir insanın doğuştan itibaren kendisini içinde bulduğu maddi-manevi bütün bir kültürü bir dil aracılığıyla öğrenmesidir. Belki de burada “öğrenme” sözcüğü dar kalır. Çünkü bu süreç; bilinçaltını da kapsayan, ses dizgesinden nesneler hakkındaki bütün imgelere uzanan bir genişliği içeriyor. Dilbilimciler anadili şöyle tanımlıyorlar: “Büyümekte olan çocuk kendisini, hem ses nitelikleri değişik bir ses dizgesinin, hem de zihindeki evreni belli bir biçime sokan bir düşünce dizgesi olarak başka dillerden ayrılan bir anadilin içinde bulur. Bu dilin seslerini duyarak, yineleyerek, bu ses dizgesinin zihnine yerleştirdiği gibi başka ulusların dillerinden ayrı bir anlama ve anlatma yoluna sahip olan kendi dilinin evrene bakış biçimini, anlatım yolunu da benimser.” (3) Bu öğrendiği dile anadil diyoruz.
Bu nedenlerle bir insanın önce anadilinde baştan sahip olduğu bilgileri derinlemesine işlemesi ve bilince çıkarması gerekir. Zaten eğitimin bir amacı da bu olmalıdır. Yani doğal bir süreçte edindiği bu yeteneğini çözümlemesi ve ihtiyacına göre kullanabileceği bir işlevselliğe ulaştırması gerekmektedir. Düşünme, kavrama ve üretmenin başlangıcı budur. Anadilinde geliştiği oranda başka bir dili öğrenebilir. Böylelikle iki dil arasında kurduğu bağıntılarla iki evreni birbirine bağlayabilir.
Bir insana zorla bir başka dili öğretmek ve başka bir dilde eğitime zorlamak en vahşi baskı türlerinden biridir. Bu ilk elde, insanın iki dil arasında bocalamasına neden olur. Talan edilen dil, talan edilen kişiliğe dönüşür. Eğer eğitimin amacı ona bir şeyler öğretmekse (bu egemenlerin ideolojisi de olsa) bir başka dilde verilen eğitimle sonuç alınamaz. Olsa olsa, öğrenci, belli olayları donmuş kalıplar biçiminde ezberler. Bu da, bu öğrenci başarısızlığa mahkûm edilmiş demektir. Türkiye’de Kürtlerin, Avrupa’da Türk-Kürt-Yunanlı gibi yabancı çocukların geri kalmaları ve geri zekâlı okullarına gönderilmeleri bununla ilgilidir. Prof. Server Tanilli bir yazısında yurtdışındaki çocuklarla ilgili bu durumu şöyle belirtiyor. “İşte yurtdışındaki çocuklarımızın sorunları, sahip oldukları ulusal kimlik ile bulundukları ülkelerdeki eğitimin biçimde ulusal niteliği arasındaki çatışmadan kaynaklanıyor.” (4)
Bu konuda sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor. Anadilin yasaklanması ve başka bir dille verilecek eğitim, çocuğun anadil çevresindeki edindiği bilgi birikimini yok saymak ve onu sıfırdan başlatmaktır. Bu yeniden başlatma süreci de eski bilgilerde onu engelleyeceği ve onlardan yararlanamayacağı için onun iki dil arasında çatışma ortamında geri bırakmaktır.
Buraya kadar olan bölümde anadilde eğitimin bir hak olarak neden gerekli olduğunu açıklamaya çalıştık. Bu nedenle mantıksal olanın üzerinde durduk. Bu yönüyle de politikanın dışında bir alan üzerinde bu açıklamaları yaptık. Hedefimiz anadilde eğitimin anlamını kavramayan ve buna ne gerek var diye düşünen insanlara “niye gerek olduğunu” açıklamaya çalışmaktı. Çünkü bu insanlar bilince çıkmış bir tutumla buna karşı çıkmıyorlar.
Anadili ve anadilde eğitimi yasaklayanlar, bu durumu bilmemek gibi masum bir gerekçeyle bu yasakları koymuyorlar. Anadili yasaklayan için, bunun insan üzerindeki olumsuz etkileri ve sonuçları, zaten ulaşmak istediği “o ulusu yok etme” hedefiyle uyum halindedir.
Burjuvazi bir ülkeyi, yerüstü ve yeraltı zenginliklerini talan etmek için işgal eder. Bunu başarabilmek için de baskı aracılığıyla ezilen ulusun dilini, kültürünü asimile ederek, giderek ulusu yok etme hedefine ulaşmaya çalışır. Onun için, oranın tek anlamı sömürü alanı olmasıdır. Burjuvazi, ezilen ulusa uyguladığı tüm baskıyı bir bütün olarak kendi ulusu için yaptığı iddiasındadır. Dil gibi ulusun ortak özelliği aracılığıyla oluşturduğu baskı ona bu imkanı da sağlar. Örneğin, Kürt dili ve kültürünün yasaklanması ve asimile edilmesi Türkçe aracılığıyla yapıldığı için bu Türk halkına bunun kendi adına yapıldığı görüntüsü verir ve burjuva ideolojisinden etkilendiği ölçüde bu baskıyı sahiplenir de. Oysa bu baskı Türk halkının da zincirlerini güçlendirmektedir. Bu etkilerle sıradan bir Türk emekçisi, ben toprağımı böldürtmem der. Kendisi öldüğü zaman gömülecek mezar yeri kadar toprağının olmadığını düşünmez bile.
Bu baskıya daha sağlam bir zeminde karşı durmak gerekiyor. Burjuvazi daha geniş sömürü imkanları için baskıyı uyguluyorsa, bu baskıya iki ulustan işçi ve emekçilerin devrimci mücadelede birleşmesi ve baskı dünyasını yıkmanın bir unsuru olarak değerlendirmek gerekiyor.
Yani bir ulusa yönelik her türlü baskı o ulustan işçi ve emekçileri hedeflediği ve onları modern sınıf çatışmalarının dışındaki bir alanda meşgul ettiği için, ikincisi iki ulustan işçileri birbirine karşı kullanarak onları birbirinden tecrit ettiği için ve bunların sonucu olarak işçi sınıfının içinde kendini bütün özellikleriyle gerçekleştireceği mücadele olan sosyalizm mücadelesinden alıkoyduğu için ve proletarya her türlü baskıya karşı olduğu için; buna karşı durmak gerekiyor. Burjuvaziyi ekonomik ve siyasal olarak güçlendiren bu baskı, onu yıkmanın bir dinamiğidir de aynı zamanda.
Bu baskıya ancak bu temelde karşı çıkmak anlamlı olabilir.

EĞİTİMİN KÜRDİSTAN’A DÖNÜK YÜZÜ
Eğitim son tahlilde bir sınıfın kendi egemenliğini süreklileştirme, meşrulaştırma ve ekonomik ve siyasal olarak bu ilişkileri yeniden üretmek için kullandığı bir araçtır. Daha açık bir deyimle eğitim; burjuvazinin bir yandan kendi ideolojisi doğrultusunda insanları biçimlendirdiği, diğer yandan entelektüel ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak seçkinler yetiştirdiği bir kurumdur. Burjuvazi, ekonominin ihtiyaçlarına cevap verecek elemanlar yetiştirmek için, halkı eğitim alanına çekerken, asıl eğilimi halkı eğitimsiz bırakmaktır. Bu nedenle eğitimi, alınması büyük paralar gerektiren bir meta haline getirerek, hem bunun yükünü halkın sırtına yıkar, hem de halkı bunun dışına atar.
Kürdistan’da eğitim anadilde verilmez. Bunun sonucu olarak Kürt halkı eğitimsiz bırakılır. Ya da Kürtler okula gidebilmek için Türkçe öğrenmek zorunda kalır. Böylece burjuvazinin faşist karakterini tamamlayan ırkçı karakterine uygun olarak eğitim, Kürtlerin faşist bir zeminde asimilasyonu için kullanılır.
Kürtçe eğitim olmaması nedeniyle zaten Kürtler eğitimden mahrum edilmiştir. Buna ek olarak oraya okul yapılmaması yoluna da gidilir. Orada yaygın olarak açılan okullar, yatılı bölge okullarıdır. Türk burjuvazisi asimilasyon için iki etkenden yararlanabileceğini düşünüyor. Bunlar; din ve Türkçenin yaygınlaştırılmasıdır. Yatılı bölge okullarında bunların ikisi bir arada hayat buldu. Bunlar aslında Osmanlılar döneminde kurulan “Aşiret Mektepleri”nin Cumhuriyet döneminde yeniden oluşturulmuş biçimleridir. Şu an 119 yatılı bölge okulu mevcut. Bunlar aracılığıyla 119 bin civarında öğrenciye eğitim veriliyor. Son dönemlerde PKK’nın okul yasaklamaları da bahane edilerek bunların kuruluşu yeniden gündeme getirildi. M.E. Bakanı Nevzat Ayaz’ın verdiği bilgilere göre, yeni bütçe planına iki yıl içinde 113 yeni okulun açılması konmuş. Bunlarda 113 bin öğrenci eğitim görecek. (5) Öyleyse bu okulların özelliği nedir? Bunlar ilk ve ortaokulu kapsayan okullardır. Öğrencilerin bulundukları yere değil, merkezlere açılıyorlar. Çocuklar yaşam alanlarından, ailelerinden ve doğal olarak kültürlerinden kopartılarak buralara toplanıyorlar. Sadece derslerde değil, günün 24 saati denetim altında tutuluyorlar. Zaten kendi aralarında da Kürtçe konuşmaları yasaklanıyor. Böylece dilleri ve kültürleri unutturularak, asimile ediliyorlar. Ayrıca özel olarak faşist öğretmenler yerleştirilerek, faşist ideoloji ve zorunlu ibadet gibi uygulamalara maruz kalıyorlar. Buralara öğrenci yazılmak için gönüllü olmak da gerekmiyor. Köyleri dolaşıp çocukları isteseler de istemeseler de yazabiliyorlar. Kısacası buralar devşirme hapishaneleridir, İşte eğitimin Kürt halkına dönük yüzü budur. Anadilde eğitim olmadığından ya eğitimsiz kalmak ya da buralarda asimilasyona maruz kalmak.
Bu amaçla kurulmuş okullar bile, halk hareketinin yükseldiği dönemlerde burjuvazi için tehlike merkezi oldu. İlk devrimci aydın Kürt gençliği burada yetişti. Bu gençler özellikle ’60’ların öğrenci eylemleri içinde kendi ulusal varlıklarının farkına vardılar ve bunun için mücadeleye atıldılar.
Bütün bunlara rağmen geniş yoksul köylü çocukları eğitimin dışında kalmıştır. Kürdistan’da okuma-yazma (bu Türkçeyi bilmeye endeksli medrese eğitimi konumuzu dışındadır) oranı bazı yerlerde örneğin Şırnak’ta olduğu gibi yüzde 50’nin altındadır. Ortalama oran ise yüzde 60 dolayındadır. Bu rakamların uydurma seferberlik diplomalarıyla ne kadar şişirildiği ise bilinmiyor. Halkın eğitimsiz bırakılması Kürdistan’ın mevcut statüsü için gerekli olan pre-kapitalist ilişkilerin devamının da bir gereğidir. Çünkü egemen Türk burjuvazisinin Kürdistan’daki müttefiki ve dayanağı Kürdistan toprak ağalan ve feodal-burjuva ilişkilerdir.

ANADİLDE EĞİTİM KARŞISINDA TUTUMLAR
Kemalist aydınlar ve bunlardan etkilenen öğretmenler, bu talep karşısında tam bir ikiyüzlülük gösteriyorlar. Örneğin, Türkiye’de başta ilkokul olmak üzere İngilizcenin eğitim dili olarak kullanılmasına karşı çıkıyorlar. Gerekçeleri başta belirttiğimiz anadilde eğitimin öğrenme üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Bizce bu tepki haklıdır da. Ancak aynı gerekçeler Kürtlerin neden Kürtçe eğitim yapmaları gerektiği konusunda da geçerlidir. Söz konusu Kürtler oldu mu, bu bölücülük olarak suçlanıyor. Kısaca söyledikleri şu: Türkiye’de İngilizce ya da yabancı bir dille eğitim yapılmasın ama anadilde eğitim hakkı talebi de bölücüdür. Oysa sürekli budansa da Türkiye’de Lozan anlaşmasıyla Hıristiyan azınlıklara anadilde eğitim hakkı tanınmıştır. Bu hak Müslüman azınlıklar ve özellikle Kürtler için yasaktır. Çünkü sistem; konum itibariyle, Kürtlerin ulusal uyanışını tehlike olarak görüyor.
Yine bu şoven tutum “eğitimde birlik” ile gerekçelendirilip savunuluyor. Örneğin Ankara yürüyüşünde bazı Eğit-Sen’li öğretmenler; “anadilde eğitim hakkı” sloganına, “eğitimde birlik” sloganı ile cevap veriyorlardı. Üzücü olan; bu tutumun en ileri öğretmen kitlesini kucaklayan Eğit-Sen saflarında bile belli bir yankı bulabilmesidir. Bilinçli ya da bilinçsiz bir kafa karışıklığı var. Eğitimde birlik ya da eski deyimle “Tevhidi Tedrisat” Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde burjuvazinin egemenliğini sağlamlaştırma çabasından doğan bir yönelimdi. Hederi ise; Arap alfabesi ile eğitim, tekke eğitimi gibi dini eğitim kurumlarını dağıtmaktı. Çünkü buralardan kendisine karşı bir direnme sesi gelebiliyordu. Bu, feodalizmle* biçimsel bir hesaplaşma özelliği de taşıyordu. Ancak bu yönelim kısa süreliydi ve dinin devletin denetimine alınmasıyla bir uzlaşmayla sonuçlandı. Gelinen noktada, imam Hatip liseleri, Kuran kursları gibi kurumlarla bu yasa, çoktan beri anlamsızlaşmıştır. Diğer yandan eğitimin anadilde olmasıyla eğitimde birlik, çatışan şeyler değil, bu eğitimin hangi dilde yapılacağıyla ilgili bir sorundur.
Tabii sorunun konulusu böyle değildir. Anadilde eğitim bir dil sorununa indirgenemez. En başta eğitim hangi dilde yapılıyorsa ona uygun dersler olacaktır ve bir bütün olarak o dilin kültürü üzerinde eğitim yapılacaktır. Asıl sorun ise, eğitimin bir bütün olarak demokratikleştirilmesidir. Yoksa aynı içerikte bir eğitim Kürtçeyle yapılsa da eğitimin gerici faşist niteliği değişmez. Belki bu eğitimin demokratikleştirilmesi yönünde bir kazanım olur. Kaldı ki, Kürtçeyle yapılacak bir gerici eğitim daha fazla amacına ulaşır. Anadilde eğitim hakkı genel olarak demokrasinin kazanılması içinde anlamlı olabilecek, bu demokratikleştirmenin de bir unsurudur. Bizim sorunu yukarıdaki tarzda tartışmamızın nedeni, bu tarz yaklaşımın iç tutarsızlığını ortaya koymak içindir. Diğer yandan bunlardan etkilenen bazı öğretmenler eğitimin demokratikleştirilmesine sempati ile bakarken burjuvaziden etkilendikleri için bunun olmazsa olmaz koşulu olan anadilde eğitime karşı çıkıyorlar. Bu bir tutarsızlıktır. Kısacası bunların gözleri Kemalizm tarafından perdelendiği için dünyayı şaşı görüyorlar.
Bir başka tutum. Bir yandan bu hak, bölücü ya da kitlelerin hazır olmaması gibi gerekçelerle “solcu” ilan edilirken, diğer yandan ulusların kendi kaderini tayin hakkının karşılığıymış gibi ele alınabiliyor. Bu reformist çevreler Kürdistan’ın özgürlük sorununu, dil ve kültür sorununa indirgiyorlar. Ardından da anadilde eğitim olunca ulusal sorun çözülür gibi bir yanılgı yaratıyorlar. Çünkü onlara göre Türkiye’de Kürtlere yönelik tek baskı anadillerini özgürce kullanamamalarıdır. Zaten devrimciler halkın birliğinden yanadır.(!) (Hangi zeminde birlik?) Böylece bu hakkı kabul edilebilir kılmak adına aslında kendi reformist yaklaşımlarını kabul edilir kılmaya çalışıyorlar. Şovenizmin baskısına boyun eğiyorlar ve böylece Türkiye devriminin önemli bir dinamiği olan ulusal sorunu düzen içinde çözülebilecek bir dil sorununa indirgiyorlar. Kaldı ki, yazı içinde sık sık vurguladığımız gibi anadilde eğitimin tanınması ve güvence altına alınması genel olarak ülkenin ve bunun bir parçası olarak eğitimin demokratikleştirilmesine bağlıdır. Örneğin Lozan’la Ermenilere, Ermeni okulları açılması hakkı tanındığı halde, son alınan bir kararla yayınlanan genelgeye göre bu okullarda “Ermenice” dersi dışındaki dersler Türkçe okutulacak. Yani faşist diktatörlük altında ne devletin kendi yasaları, ne uluslararası anlaşmalar ne de Çocuk Hakları Sözleşmesi böyle bir güvence sunmuyor. Bunun güvencesi, bu talebi ileri süren hareketin etkinliği ve sürekliliğidir.
Bugün özellikle Kürtler için anadilde eğitim hakkı savunulmalıdır. Ama demokrasiyi, kazanma iddiasında olan bir hareket (ister öğrenci, ister öğretmen hareketi…) bununla yetinemez. Bu hareket, ezilen halkın bağımsız devlet kurma hakkı için mücadeleyi de hedefine, almalıdır. Bağımsız devlet kurma hakkı her ulus için devredilemez bir haktır. Bu hak değil Türkiye gibi faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede, SSCB gibi sosyalizmin kurulduğu, uluslar için en geniş özgürlüğün olduğu bir ülkede bile varlığını koruyan ve anayasada yer alan bir haktır. Türkiye’de bu hak için mücadele edilmeden eksiksiz bir demokrasi mücadelesi yürütülemez ve demokrat olunamaz. Gerçekten demokrat bir hareketin mücadele hedefinin işçi sınıfı partisinin asgari programıyla birleşmesi gerekir.
Burjuvazi, ulusal özgürlük mücadelesi karşısında sıkışınca bunu reformlarla aşma planını zaman zaman tartışmaya açıyor. Bu konuda bile somut adım atma imkânlarına ve samimiyetine sahip olmamaları bir yana bırakılırsa, şöyle bir propaganda yürütüyorlar. Konumuzla ilgili bölümünü alalım.
Tansu Hanım, o bozuk Türkçesiyle buyuruyor ki: “Kürtçe okullar açılsa da kimse bu okullara gitmez. İsterseniz halka soralım. Ben, gittiğim her yerde sordum, kimse istekli değil.” Bir an için bu dediklerinin doğru olduğunu kabul edelim. Kürt halkı vahşi bir asimilasyona tabi tutulacak, varlığı kabul edilmeyecek, dili yasaklanacak… Ardından da bu halka: “Kendi dilinde eğitim yapmak istiyor musun?” diye sorulacak. Bu şartlarda bu baskı ve tahribat altında ve o dili kullanacak alan olmadığından, burada kendi dilinde eğitim yapmak istememesi doğaldır. Asıl sorun bu seçimini, özgür iradesini ortaya koyacak tarzda yapabileceği özgür ortama sahip olup olmamasıdır. İkinci olarak, kimseye doğarken hangi dil ortamında doğmak istediği sorulamadığına göre, böyle bir soru da sorulamaz. Kaldı ki, bu soruyu bir başka şekilde soralım. Türklere böyle bir soru sorulsa kaç kişi Türkçe eğitim yapmak ister? Bugünkü şartlarda epeyce bir kesim çocuğunun İngilizce eğitim görmesini ister. Çünkü Türkiye’de Tansu örneğinde olduğu gibi en iyi işe, en çok emperyalizmin işine yarayanlar gelir. Demek ki, emperyalizmin ekonomik, siyasi ve kültürel egemenliği ve bunun ülke yaşantısındaki sonuçları göz önüne alındığında, insanların böyle bir etki ortamında, İngilizce eğitim yapmak istemeleri anlaşılır bir durumdur. Ama özgür iradelerinin ortaya çıkışı değildir. Bu karşılaştırmada Kürtçenin çok daha eşitsiz şartlara sahip olduğu açık.
Bunlar başbakanın dediklerinin doğru olduğu varsayıldığında söylenebilecek sözler. Ancak Türkiye’de yaşayan herkes, Kürt halkının mücadeleyle bu tuzakları çoktan aştığını ve kendi özgürlüğü için onlarca şehit verdiğini biliyor. Tansu Hanım kendine çok güveniyorsa halka faşist ilhak altında yaşamak isteyip istemediklerini sorsun.
Aslında Tansu Hanım kendi deneyiminden biliyor. Kendisi Amerikan emperyalizminin dili ve kültürü ile yetişerek ‘Amerikanın uşağı’ olmuştur. Kürtleri de kendi uşağı yapmak için aynı yolu kullanıyor.
Son olarak eğitimin yapıldığı dilin ulusal niteliğinden yola çıkarak, eğitimin de ulusal bir nitelik taşıdığı sonucuna varılmam alıdır. Dil-kültür, dil-eğitim arasındaki ilişkide bir etkileşim olsa da ikincilerin içeriği sınıflarca belirlenir. Bu nedenle de sınıfsal bir nitelik taşırlar. Ezilen ulusun burjuvazisi, bütün ulus için ortak olan ve baskı altında tutulan özellikleri gerekçe göstererek kendi taleplerini ve sınıfsal çıkarlarını; bütün ulusun talep ve çıkarları olarak sunar. Bu, giderek kendi için mücadeleyi ve kendi iktidarını, ulusun iktidarı olarak adlandırmaya varır. Bu nedenle de sınıfsal içerik taşıyan eğitim, ulusal biçiminden yola çıkılarak “Milli Eğitim” olarak adlandırılır. Böylece bilinç bulanıklığı yaratılmaya çalışılır. Kemalizm baştan itibaren böyle yaptı. Kürt burjuva milliyetçileri de aynı yoldan gidiyor. Oysa dil; eğitimin bir biçimidir, eğitimin içeriğini belirleyen, sınıfın bugünkü çıkarları ve geleceğe ilişkin projeleridir. Ve doğal olarak bu sınıf, egemen olan sınıftır.
Bitirirken. Bugün genç komünistler okullara yönelik faaliyetlerinde bu haklan kazanılması için mücadeleyi günlük talepler için mücadelenin bir parçası olarak ele almalıdırlar. Bu, bir yandan Kürt öğrencilerin demokratik eğitim mücadelesine ilgisini artıracak, diğer yandan Türk öğrencilerin şovenist etkilerden kurtulmasına zemin hazırlayacaktır. Böylece iki ulustan öğrencileri mücadele içinde birleştirecek ve aradaki tecrit ve önyargıları yıkacaktır. Lenin’in sözleriyle yazımızı bağlayalım: “Bir çocuğun Gürcü dili, Gürcü tarihi vb. dersleri için hükümetten serbest bina, merkez kütüphanede sağlanacak Gürcü dilinden kitaplar Gürcü öğretmenin ücretine devlet katkısı vb. istersek, ne zararlı bir şey savunmuş oluruz, ne de olanaksız bir şey peşinde koşmuş oluruz. Gerçek demokrasi altında, bürokrasi ve ‘Prudonculuk’ tümüyle okullardan kaldırıldığında, halk bunu kolaylıkla gerçekleştirebilir. Ama bu gerçek demokrasi ancak bütün milliyetlerin işçileri birleştiğinde olur.” (6)

KAYNAKÇA
1- Ernest Fisher, Sanatın Gerekliliği, Sf. 40-41
2- J.V. Stalin, Marksizm ve Dil, Evrensel Yay., Sf. 35
3- Ö. Asım Aksoy, Her Yönüyle Dil, TDK Yay., Cilt 1, Sf. 51
4- Server Tanilli, Aktaran Yurtsever Emekçiler Der. Sayı 4, Sf. 11
5- Cumhuriyet Gazetesi, 23 12.1993
6- V.I. Lenin, Gençliğin Durumu, Kara Üniv. Basımevi 1976, Sf. 51

Mart ’94

İsyan Andı: Kent Varoşlarından Dağ Doruklarında

Devrim ve parti, Babuşkin’in kişiliğindeki işçi önderlerinin ve bu kişiliği örnek alan (hangi kökenden gelmiş olursa olsun) komünist militanların omuzlarında yükselecektir. ” (Konferans Belgeleri)

Komünist işçi İmran Aydın, Şubat ’90 tarihli Belgeler’de, devrimi ve partiyi geleceğe taşımakla yükümlendirilen “Babuşkin’in kişiliğindeki işçi önderlerinden biridir ve onun, Belgeler’in devrimci komünizmin ortak iradesi olarak ilanından bir yıl sonra, 3 Mart 1991’de öldürülmüş olması anlamlıdır. İmran, devrimci komünizmin ısrarla ve kesintisiz olarak yürüttüğü ve “örgütsel inşa faaliyetinin hayati önemdeki yönlerinden biri” olarak tanımladığı Leninist tipte kadrolar inşa etme mücadelesinin doğrudan ve kristalize bir ürünüdür. Ve aynı zamanda, devrimci komünizmin bu mücadelede kat ettiği mesafenin de bir göstergesi.
Mücadelede onu tanımış olan, onunla birlikte bildiri dağıtan, onun örgütlediği bir gösteriye katılmış olan, onun işçilerle ilişkisini gözlemiş olan; kısaca onunla bir şekilde kavga arkadaşı olma şansına sahip olan yoldaşları, İmran’ı, “Bizim Babuşkin” olarak nitelediler. Ve İmran’ın devrimci yaşamının kitaplaştırılacağını öğrendiklerinde sayısızca yazı ve şiirle anılarını kağıda döktüler. “IMRAN, bir isyan andı” adlı kitap bu anılardan ve anlatımlardan derlendi.
İmran’ın, yoldaşları tarafından Babuşkin örneğinde bir komünist olarak nitelendirilmesi, rasgele yapılmış abartılı bir sıfatlandırma değildir, İmran’ın devrimci yaşamında, onu, Lenin’in örnek bir Bolşevik militan olarak andığı Babuşkin’e yaklaştıran çokça belirti vardır. Bu nitelendirme, İmran’ın yiğitçe ölümünden yola çıkılarak yapılmış duygusal bir tanımlama değildir. İmran, sınıflar mücadelesinin keskin ve zorlu bir alanı olan işkence hanede, her komünistin göstermesi gereken bir tutum takınmış, komünizm davasını ve partiyi ağır fiziki koşullarda da savunarak son nefesini vermiştir. O, işkence tezgâhındaki tavrını, yürüttüğü dünyayı değiştirme mücadelesinin olağan bir parçası olarak algılamış, her sabah işine gittiği gibi, bir işçiye komünizmi anlattığı gibi, aynı sadelikle direnmiş, bir komünistin, karşısında başka bir seçenek yoksa nasıl ölmesi gerektiğini göstermiştir. İmran’a Babuşkin denmesinin nedeni sadece bu tutumu değildir, İmran’ın işkencedeki tutumu, onun yaşamındaki devrimci doruklardan yalnızca biridir.
İmran, bir işçidir. İşçilik, onun yaşamının önemsiz bir kesitini oluşturmaz, ilkokulun ardından çırak olarak çalışmaya başladığı Siteler’de, her çırak gibi sömürülmüş, dayak ve angaryayla büyümüştür, yaşamının sonuna kadar da kısa kesintilerle işçilik yaşamını sürdürmüştür. Böylece o, sermayenin baskısını ve sömürüsünü etinde kemiğinde duyumsayarak, parçası olduğu sınıfın özellikleriyle yoğruldu.
Ama buraya kadarı, onu, aynı kaderi paylaştığı milyonlarca proleterden farklı kılmaz, İmran, her proleterde içerili devrimci sınıf özelliklerini devrimci bilincin ışığında şekillendirdi. Partisinin elinde kendini yeniden inşa etti ve yüksek nitelikli özel türde bir işçi, bir parti işçisi oldu. Böylece o, sermayenin ezilen ve sömürülen bir tamamlayanı olmaktan çıkarak, sermaye düzeninin nasıl yıkılacağının ve emeğin dünyasının nasıl ve hangi esaslar üzerinde kurulacağının bilgisine sahip bir komünist oldu.
Yüksek kavrayış düzeyi, sağlam partili karakteri ve üstün örgütsel yetenekleriyle, alanındaki işçiler ve devrimci militanlar üzerinde derin etki bıraktı. Leninist örgüt çalışmasının ilkelerine uygun olarak, “bir şeyler vaat eden” bir işçi olarak yaşamının merkezine profesyonel devrimci faaliyeti yerleştirdi. Partinin taban örgütlerinden başlayarak yönetici organlara kadar örgüt kademelerinde çalıştı. Partideki işçi oranının (sadece taban örgütlerinde değil, yönetici organlarda da) yükselmesinin bir so-mutlanması oldu.
O, öğrenim görme olanağı bulamamış olmasına rağmen teorik düzeyini sürekli geliştirdi. “Zihinsel durgunluk” onun yanına bile yaklaşmamıştı. Devrimci yayın organlarına yazmayı asli faaliyetlerinden biri olarak gördü. Ama teoriyi, hiçbir zaman, kendini kanıtlamanın, karşısındakini alt etmenin aracına dönüştürmedi. Teori, onun için, Siteler üzerine yaptığı çalışmaya da açıkça yansıdığı gibi, devrimci eylemin yol göstericisiydi.
Devrimci karakter özelliklerini ancak kısmen anabildiğimiz İmran Aydın, devrimci komünizmin tarihinde anlamlı bir yere oturmaktadır. Onun karakter özelliklerini daha da anlamlı kılan, onun mücadele yürüttüğü koşullardır. İmran, yükseliş dönemlerinin değil, ağır gericilik yıllarının devrimcisidir. Hareketin dur durak tanımadığı, devrimci coşkunun kitleleri sardığı bir zamanda devrimci eylem nispeten daha kolaydır. Ama İmran’ın esas mücadelesi, parti örgütlerinin ağır yaralar aldığı ve gerçek anlamda bir merkezi yapıdan yoksun olduğu ağır gericilik ortamına ve bu ortamdan beslenen tasfiyeciliğin at koşturduğu yıllara tekabül eder. Çokları, devrimciliği sırtlarından atılması gereken ağır bir yük gibi görürken o, faaliyete dört elle sarıldı. Devrimci komünizmin, yıllarca süren dağınıklık ve tasfiye sürecinin ardından devrimci bir inisiyatifle yeniden örgütlendiği koşullarda, en çok sıkıntısı çekilen Leninist kadrolardı. Ve kadrolar, var olduğu kadarıyla, tasfiyeciliğin ağır etkisiyle zedeliydi. İşte böyle bir ortamda, gündelik yaşamın tüm kaygılarından uzak bir ruhla ileri atılan İmran, devrimci komünizmin inşa etme gayreti içinde olduğu Leninist militanın örneği ve bu dönemin simgesi oldu. Her kahramanın “toplam toplumsal koşulların ürünü” olduğu söylenir. İmran, ağır ve sancılı yıllardan silkiniş döneminin bir ürünüdür. Nasıl, 12 Eylül’ün gericilik yılları söz konusu olduğunda genç devrimci komünist E. Eren’in adı akla gelirse, ’87’den bu yana yaşanan süreç de İmran’ın parlak ışığıyla karakterize olur. Bu bakımdan, bu anma yazısında İmran’dan söz etmek, aynı zamanda Murtaza’dan, Engin’den, Namık’tan… söz etmek anlamı taşır. İmran, bu şehitlerin her birinden bir parça taşır ve onları temsil eden “bir çelik çekirdek” olarak karşımızda durur.
Ancak, sınıfın bağrından yüzler ve binler halinde yeni İmranlar kazanılabilirse, komünizmi ve partiyi geleceğe taşıyacak bir İmranlar kuşağı yaratılabilirse, işte o zaman sınıfın nabzı bütün hiddetiyle partide atar. Bu bakımdan İmran’ı anmak; yeni İmranlar, onun örneğinde kararlı komünistler yaratmaktan ayrı düşünülebilir mi?
Devrimci komünist hareketin temel metinlerinde çok ayrıntılı olarak işlendiği gibi, bu sorun, partiyi güçlenen temeller üzerinde inşa etme sorununun esas halkalarından biridir. Bunun için sadece, Leninist bir bakış açısına, Leninist ilke ve normlara sahip olmak yetmez. Özel bir faaliyetin konusu olan bu sorun, mevcut toplumsal koşullar üzerinde yeşeren “Parti çizgisi ile canlı parti organizması, teori ile eylem; ideolojik siyasal görevlerle kadroların konumları, yetenekleri, anlayışları ve ilişkileri” arasındaki çelişkinin aşılması için sürekli bir mücadeleyi zorunlu kılar. Ayrıca, Leninist tipte kadrolar yaratma ve dönüştürmenin, TKP ve Kemalist sol pratiğinin günümüze aktarılmış geleneğiyle mücadeleyi de zorunlu kıldığı unutulmamalıdır. Bu çok yönlü faaliyetin bir parçası da uluslararası proletaryanın tarihindeki proleter kahramanlık örneklerini, ülkemizin devrim tarihinde yaşamlarını feda etmiş devrimci örnekleri anlatmak, yaygınlaştırmak ve yeni militanlar kazanma ve dönüştürme mücadelesinde eğitim konusu yapmaktır. İmran, her yönüyle tanıtılması, taşıdığı devrimci özellikleri yaygınlaştırılması gereken komünistler içinde ön sırada yer alır.
Bu anlamıyla, Zeynep Özge tarafından yayına hazırlanan “İMRAN bir isyan andı” adlı kitap önemli bir işlev yüklenmiştir. Amacımız bunda, bu kitabı tanıtmak değildir ve kitap birçok yönüyle çeşitli yayın organlarında tanıtılmış, değerlendirilmiştir ve özellikle bunlar ırasında haftalık Gerçek dergisinde “Bir Başka Babuşkin” başlığıyla yayınlanan kitap eleştiricini anmak gerekir. Fakat kitabı okuyacak okuyucuya bazı hatırlatmalar yaparsak:
Okuyucu, kitapta, İmran’ın devrimci yaşantısının bütününü bulabileceği sanısına kapılmamalıdır. Kitapta, ancak onun devrimci eyleminin kesitleri vardır. Önsözünde de vurgulandığı gibi, “kitabın bütün malzemesi, İmran’ın değiştirdiği insanların anılarından ibarettir.” Ama bu malzeme, kitaba ham haliyle yansımaz; işlenmiştir. Kitap esas olarak, kitaba anılarını katan insanlarla İmran’ın değiştirici, dönüştürücü gücü arasında bir bağıntı üzerine kuruludur. Ve bu, kendilerini dünyayı değiştirme kavgasına adamış komünistlerin, bu değiştirme eylemine kopmazca bağlı olarak insanları da değiştirmekle yükümlü olduklarına özellikle vurgu yapmaktadır. Başkalarını değiştirebilendir komünist!
Kitabın anılar üzerine kurulu olması ve hatta yer yer anı sahibinin İmran’dan çok kendini anlatıyor olması, kitabı bitirdiğimizde, kafamızda, İmran’ın canlı bir portresinin belirmesini engellemez.
Kitabın bir diğer özelliği, devrimci bir kahraman olarak İmran’ı erişilemez bir yere yerleştirmiyor oluşudur. İmran elbette bir kahramandır; ama o tarihten ve mekândan soyutlanmış ya da eylemiyle tarihsel akışın yasalarını etkisiz kılmış, kurşun işlemeyen bir masal kahramanı değil, ayaklan proletarya hareketine basan, parçası olduğu sınıfın potansiyel devrimci özelliklerini kendinde içselleştiren ve bu bakımdan çoklarına imkânsız görüneni olağan bir iş yapar gibi gerçekleştiren gerçek bir proletarya kahramanıdır. Elimizi uzattığımızda değebileceğimiz bir yerde durur. İmran, örgütlü mücadele içinde, bireyin kolektifin bir parçası olduğunu ve tarihi yapanın büyük kahramanlar değil, “çalışan, dövüşen kitleler” olduğunu bilir ve bildirir. Ve bize, her birimizin bir İmran olabileceğini gösterir.
Kuşkusuz kitabın eksikliklerinden söz edilebilir. Sanırız başlıca eksiklik, İmran’ın yaşamına ilişkin, büyük eğitici önem taşıyan birçok ayrıntıya ulaşılamamış olmasıdır. Bu eksiklik de ancak bu ayrıntıların bilgisine sahip arkadaşları tarafından giderilebilir. Her şeye karşın kitap, devrimci kuşakların eğitilmesinde ve Leninist militanlar olarak yetiştirilmelerinde başvurulması gereken önemli bir kaynaktır.
Şimdiye kadar, tarihimizin büyük önemdeki toplumsal hareketlilikleri ve bu hareketliliğin bir parçası olarak devrimci kahramanlar, çoğunlukla bu hareketin dışında olanlar ya da ancak harekete kıyısından köşesinden bulaşanlar tarafından romanlaştırılmıştır. Ve olaylar tersyüz edilmiş, devrimciler, burjuva bakış açısından bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Devrimci militanlar, nevrotik, ruhsal doyumsuzlukları yüzünden şiddete yönelmiş karanlık tipler olarak gösterilmişlerdir. Zeynep Özge’nin yayına hazırladığı bu kitabı değerli kılan bir diğer özellik de, sayısı yüzlerle ifade edilen Şubat şehitlerinden birinin yaşamını anlatmaya çalışması ve bu yönde bir geleneğin oluşmasına katkıda bulunmasıdır. Bu kitap, çok daha ayrıntılı ve iyi işlenmiş çalışmalarla aşılması gereken olumlu bir örnektir.

…VE KÜRT KOMÜNİSTLERİ

Devrimci komünizmin tarihi, her zaman büyük direnişlerin, zaferlerin, bu direnişlerin ateşinde cenkleşen sağlam komünistlerin varlığıyla karakterize olmaz; bu tarihte acılar, ihanetler, yenilgiler de vardır. Ama aslolan, bütün ihanetlerin, yenilgilerin yaralayıcı etkisinden arınmak, zaferleri, direnişleri ve proletarya kahramanlığının örneklerini, tarih yapma eyleminin temeli kılabilmektir. Bu bakımdan İmran, sınıfın hafızasına kazınmış ve nasıl savaşılması ve nasıl ölünmesi gerektiğini yalnızca sözle değil, bedeli ölüm olan yoğun bir eylemlilikle ortaya koyabilmiş bir kızıl meşaledir. İmran’ı yaratan kolektif, eğer yeni İmranlar yaratabiliyorsa, o zaman, Leninist tipte kadrolar yetiştirme çabasının bir somutluk ve süreklilik kazandığı, öne konan hedeflere ulaşılmakta olduğu söylenebilir. Tarih, kendini tekrarlamaz; kahramanlar da öyle. Her yeni kahramanlık örneği yeni özgünlüklerle, bir öncekinin deneylerini özümsemiş ve kendinde içselleştirmiş olarak yaşanır.
Devrimci komünist hareket, son birkaç ay içinde yaşanan çatışmalarla, kahramanlığın kendini tekrarlamayan yeni ürünlerini verdiğini ortaya koymuştur. Bunlar, ezilen bir ulusun ve onun en yoksul tabakalarının eylemini proletaryanın büyük davasına bağlamayı kalkış noktası yapmış Kürt komünistleridir.
Onlar, proletarya ile burjuvazinin, çatışma hangi biçimler altında gelişirse gelişsin, namluları birbirine yöneltilmiş iki düşman cephesi olduğunu bilince çıkarmış komünistlerdi. Burjuvazinin dünyasıyla sadece düşünsel değil, bütün fiziki köprüleri de bir kenara atmışlardı.
Kimisi okulunu bırakarak, kimisi rahat koşullarını elinin tersiyle bir kenara iterek, bir yangına atıldılar. Onların hayatında, ev yaşantısı, mülkiyet, para gibi kavramların bir anlamı yoktu. Kuşatıldıklarında, akıllarından küçük de olsa bir uzlaşma düşüncesi geçmedi. Devrim ve karşıdevrimin nabzı, o an, birbirine yöneltilmiş ateş kusan namlularda atıyordu. “Her şey Devrim İçin, Her şey Parti İçin!” Dersim’in dağlarında yankılanan, makineli tüfeklerin cayırtısını bastıran onların bu haykırışıydı. Elleri silahlarının kabzasında sıkılı, bedenleri toprağa devrildiğinde, dipçik ve postalla parçalanmış yüzlerinde, bir komünist olarak layıkıyla ölmenin vakurluğunu okuyabilirdiniz.
Bu, artık yeni bir militanlar kuşağının canlı örneğidir. Köklerini, Nurluklardan, Düztepe direnişinden alır. Onlar, büyük bir çoğunlukla işçi kökenli değillerdi. Ama “Babuşkin’in kişiliğini örnek alan (hangi kökenden gelmiş olursa olsun) komünist militan”ın örneğiydiler.
Komünist bir militanın sahip olması gereken özellikleri, tereddütsüz direnişleriyle ortaya koyan bu devrim şehitleri, direnişin gelenekselleşmesinde yeni bir kilometre taşı oldular.
Onlar, dağ doruklarında isyan meşaleleri yaktılar ve onların adları ağızdan ağza yayılarak kent varoşlarında İmran’la ve diğerleriyle buluştu. İsyan andı, şimdi artık, bizlere nasıl savaşmamız gerektiğini öğreten ve parlak ışığında arınmamızı sağlayan bir çağrıdır.
Devrimci militan, güzel bir dünya kurmanın, ölümüne bir kavgayı gerektirdiğini bilmek ve bu şekilde davranmak zorundadır.
Onların yaşamlarının ayrıntılarını bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz:
Adlan; Cengiz’di, Yusuf’tu, Haskar’dı, Hidayet’ti, Erdal’dı ve onların her biri sözcüğün en yüce anlamıyla insandı. Direnişleri, nasıl yaşamamız ve savaşmamız gerektiğini öğreten anlamlı bir çağrı değil mi?
Geriye son bir söz kalıyor:
“Yüreklerinde parti idealini taşıyanlar, elleriyle ateşi kavrama cesareti gösterebilmelidirler.”

Mart 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑