Türkiye ve Yunanistan: Yapay gerilimin ortamında diplomasi

Geçtiğimiz aybaşlarında burjuva basın, Yunanistan’ı “baş düşman” olarak hatırlatmayı amaçlayan saman alevi bir kampanyayı hızla başlatıp gene aynı hızla bitirdi. Önceki saldırgan kampanyalara göre, kısa sürede sönüp giden bu propaganda savaşında, tartışma konusu olarak ileri sürülen problemlerin hepsi, eskiden beri ısıtılıp ısıtılıp tekrar gündeme sokulan problemlerdi. Fakat bunlar, yeni ve acil durumlar gibi yansıtılarak, neredeyse bir savaş atmosferinin yaratılmasında kullanıldılar.
Daha önce de, Yunanistan ile Türkiye arasındaki problemlerin, esas olarak her iki ülke burjuvazisi tarafından, kendi kamuoylarına yönelik olarak öne çıkarıldığına ve uluslararası pazarlıklarda karşılıklı birer koz haline getirilmelerinin ötesinde ciddiyetlerinin bulunmadığına değinmiştik. (Bkz. “Gizli Pazarlıkların Legal Görüntüsü: İstanbul’da NATO Toplantısı” başlıklı yazı, ÖD Sayı 70) Bu, Türkiye ile Yunanistan arasında tarihsel bir sorun olarak duran Kıbrıs konusunda, Ege Kıta Sahanlığı sorununda ya da her iki ülkenin birbirlerinin içişlerine karşılıklı müdahaleleri anlamına gelen diğer sorunlarda kendisini açıkça göstermektedir. Öyle ki, neredeyse, Türkiye ve Yunanistan’ın, bu sorunların çözülmesini istemediklerini, daima canlı kalmasına çaba gösterdiklerini ve gerektiğinde karşılıklı olarak kullanmak ve kendi kamuoylarında şoven propagandanın malzemesi haline getirilmek üzere bekletildiğini dahi söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, söz konusu problemlerin, güncel olarak kendilerinin değilse bile, kullanıldıkları alanın özelliklerinden kaynaklanan bir önemi vardır ve işçi sınıfının devrimci politikası açısından bu özellikler önemlidir.

GENEL TAKTİKLER: GERİLİM ARTIRMAK VE FIRSAT KOLLAMAK
Türk-Yunan ilişkilerinde, bu yılın ilk sorunu, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Gali’nin Kıbrıs konusunda çözüm öneren bir plan hakkında Türk tarafını suçlayan bir rapor hazırlamasıyla başladı. Birleşmiş Milletler’de, beş alternatifli bir çözüm planı üzerinde çalışmaların yapıldığı sırada, Butros Gali, “Türk tarafında anlaşma yapmak için siyasi irade yoktur” biçiminde bir demeç verdi ve esas olarak Rauf Denktaş yönetiminin Kıbrıs Türk halkını temsil etmekten çok, Türkiye’nin Kıbrıs’taki askeri varlığının sözcülüğünü yapmakta olduğunu, dolayısıyla, sorunun çözümü bakımından doğrudan doğruya muhatap olarak alınmasının olanaksızlığına inandığını gösterdi. Büyük ölçüde gerçekleri dile getiren bu saptama, Türk basınında “Rumların beklentileri doğrultusunda hazırlanmış bir rapor” olarak değerlendirildi ve Gali’ye karşı, daha önce Bosna ve Azerbaycan sorunlarında olduğu gibi, yine geniş kapsamlı bir karalama kampanyası başlatıldı.
Gali’nin iddialarının aksine, Türkiye, bütün uluslararası platformlarda, Kıbrıs sorununun çözümüne, Yunanistan’ın engel çıkardığı görüşünü savunmaktadır. Butros Gali’nin “Güven Artırıcı Önlemler” paketi adını verdiği ve uzun vadede her iki tarafın üzerinde uzlaşabileceği hesap edilen önlemleri içeren önerisindeki bazı maddeleri Türkiye ve Denktaş, değiştirmek üzere tartışmaya yönelmişken, Yunanistan, bu girişimin “Güven Artırıcı Önlemler”i geçersiz kılmaya yönelik olduğunu ileri sürerek, Denktaş’ı suçladı. Yunanistan Dışişleri Bakanı Papulyas, “Denktaş’ın GAÖ’yü öldürdüğünü” ileri sürerek, çözümün başka yollardan aranması gerektiğini bildirdi. Türkiye, bu tutumu, “Yunanistan’ın Kıbrıs’ta çözüm istemediği ve Gali’nin planının engellendiği” biçiminde yorumlayarak, dünya kamuoyunda karşı atağa geçti. Sonuçta, plan üzerindeki anlaşmazlık, bir ABD sözcüsü tarafından, yalnızca “teknik ayrıntılar üzerinde bir anlaşmazlık” olarak değerlendirildi ve sözcü, görüşmelere devam edilmesi çağrısında bulundu. Gerçekten de. “teknik ayrıntılar üzerinde tartışma”, sorunu sürüncemede bırakmanın bir yolu olarak karşılıklı kullanılan bir taktikten başka bir şey değildir. Fakat bu taktiğin gerilimli bir ortamda uygulanması gerekmektedir ve ancak bu takdirde uluslararası platformlarda ciddiye alınabileceği umulmaktadır. Nitekim, Gali raporunun ortada bırakıldığı günlerde Yunanistan ve Türkiye, karşılıklı olarak, birbirlerini “savaşa neden olacak davranışlarda” bulunmakla suçlamaya da başladılar. AA’nın bir haberine göre, Yunanistan gizli haber alma servisi, Yunan hükümetine verdiği bir raporda, önümüzdeki günlerde Ege’de ‘sıcak olay’ yaşanacağı iddiasını ileri sürmüştü. Haberin yayınlandığı Yunan gazetesine göre, Gizli Servis, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni B 12-22 Haziran tarihleri arasında Ege’de yapacağı tatbikat sırasında, “son derece sıcak bir olay yaşanacak” biçiminde bir istihbaratta bulunmuştu. Bu haberde, iki taraflı olarak, kamuoyunda sansasyon yaratacak bütün unsurlar vardır. Gizli servisin devrede gösterilmesi, “son derece sıcak bir olay” deyimindeki belirsizliğe yönelik kuşkuları giderecek ikinci bir giz perdesi oluşturmaktadır. Haberi Türkiye’ye taşıyan kaynak, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi haber ajansı Anadolu Ajansı’dır ve Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile koordinasyon içinde çalışan bir kurumdur. Böylece haziran ortalarından başlayarak tırmandırılan gerilim, her iki tarafın istihbara servislerinin karşılıklı bir oyununa dönüşmüştür. Aynı günlerde, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mensup bir birlik, Bosna’da BM gücü olarak görev yapmaya hazırlanmaktadır ve Yunanistan, Türkiye’nin Balkanlar’da bu biçimde de olsa,.aktif duruma geçmesinden rahatsızdır. Kıbrıs sorununun gündemde olduğu, Bosna’nın Türk dış politikasında bir sıçrama noktası olarak kullanılmak istendiği ve ayrıca Türkiye’nin PKK ile Yunanistan’ arasındaki ilişkileri uluslararası planda gündeme sokmaya çalıştığı bir sırada, tamamen temelsiz bir istihbarat raporunun ortaya çıkması anlamlıdır. Silahlı Kuvvetlerin “Deniz-kurdu” tatbikatı, her yıl yapıldığı olağan koşullarda tamamlandıktan sonra, basın, Yunan istihbarat teşkilatının raporundan bir daha söz etmedi. Bir başka dikkat çekici nokta, Türk basınının böyle bir haberi yorumsuz ve sanki içinde doğruluk payı bulunabileceği tarzda vermiş olmasıydı. Dolayısıyla her iki tarafın, kamuoylarını aldatmakta suç ortaklığı yaptıkları görülüyordu ve bundan dolayı, tatbikat sırasında herhangi bir “sıcak olay” yaşanmamış olması, yeni bir haber değeri taşımamıştı.
Fakat gerilimi yapay yollardan yüksekte tutma girişimleri, bundan sonra başka vesilelerle devam etti. 14 Temmuz’da, Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği’nde görevli bir müsteşarın öldürülmesinden sonra, Rodos’ta turistik tesislere yönelik bombalı saldırılar gerçekleşti. Müsteşarın öldürülmesini, Yunan gizli servisiyle ilişkili olduğu yolunda kuşkular bulunan “17 Kasım” örgütü üstlendi ve Türk basınına göre, eylemin nedeni, PKK ile dayanışmaydı. Rodos’taki turistik tesislere yönelik bombalı saldırıları ise, üstlenen olmadı. Bununla birlikte, teknik analizlerin sonuçları, bu operasyonların Türk gizli servisi tarafından yapıldığı yolundaki yorumları güçlendirecek nitelikteydi.
Türk-Yunan ilişkileri, gizli örgütler arasındaki savaş biçimini aldığı bir anda, resmi kanallardan “iyi niyet ve işbirliği” çağrıları yapılıyordu. Öyle ki, Türk Dışişleri Bakanlığı, müsteşarın öldürülmesiyle ilgili olarak alışılmış tepkilerin hiçbirini göstermedi ve suçluların yakalanacağına dair, Yunan hükümetine güven duyduklarını belirtti. Basın da, suikastı olağandışı bir soğukkanlılıkla yansıttı. Buna karşılık, Yunan hükümeti de, resmi olarak Rodos olaylarından Türkiye’nin sorumlu olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmadığını açıkladı. Suçlar, karşılıklı olarak örtbas edildi. Ancak, Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırma girişimi ve konuyu diplomasinin gündeminde tutması devam etti.
Bu noktada, ilişkilerin sürüp giden sorunlu yapısının iki ayrı boyutu bulunduğu saptanabilir. Birinci olarak, Türkiye ve Yunanistan, tarihsel kökleri bulunan sürekli sorunları beslemek için, karşılıklı olarak siyasi sınırlar içi çelişmeleri, olağan yolların dışında araçlar kullanarak kışkırtıyorlar. Yunanistan’da Makedonya sorunu, Türk-Müslüman azınlıklar sorunu, Türkiye’de Kürt sorunu, Rum ve Ermeni azınlığın sorunları, doğrudan doğruya gizli servislerin faaliyet alanı haline getirilmiştir ve bu faaliyet alanındaki eylemler, gündelik politika ve diplomasinin pazarlıklarını el altından yönlendirmeye hizmet etmektedir. İkinci boyut ise, karşılıklı silahlanma ve uluslararası platformlarda sürekli çatışma gibi sorunların kaynağında bulunan ve esas olarak her iki devletin legal aygıtlarıyla sürdürülen mücadeledir. Ne var ki, ilişkilerin bu iki boyutu daima birbirine girmekte, olağan diplomasi kurallarının dışında, gizli servis eylemleriyle yürütülen mücadele, çoğu zaman vitrindeki yerini korumaktadır. Bu, iki ülke arasındaki ilişkilerin ve çelişkilerin tarihsel oluşum koşullarından kaynaklanmaktadır. Gerçi bütün burjuva devletler ve emperyalistler arasındaki ilişkilerde, Dışişleri Bakanlıklarının yanı sıra, gizli servislerin de önemli rolü bulunmaktadır ama Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerde, bu yön neredeyse belirleyici bir hal almıştır. Sonuçta, iki ülke arasındaki diplomatik mücadele, sürekli olarak yapay olarak geliştirilen gerginliklerden medet uman bir savaşa dönüşmüştür. Yapay gerginlikler, bir yandan her iki ülkenin kamuoylarını şoven milliyetçilik ekseninde birleştiren ve bir “dış düşman” tehlikesine karşı hükümetlerin desteklenmesini sağlayan bir rol oynamaktadır; diğer yandan da, uluslararası platformlarda, karşılıklı olarak birbirlerini suçlamak ve bir diğeri aleyhine puan toplamak için fırsatlar yaratmaktadır. Özellikle, her iki ülkenin emperyalist çıkar çatışmaları alanında, emperyalistler tarafından yönlendirilen ve kullanılan birer faktör durumuna gelen dış politikaları, aynı zamanda emperyalistler arasındaki çelişmeleri ve çatışmaları da yansıtmakta, böylece, büyük çapta bir gizli servisler çatışmasının belirlediği ortamda yürümektedir. Zaman zaman, Türk ve Yunan tarafları, oyunu kendi belirledikleri zeminlere kaydırmaya, denetlemeye ve karşılıklı çıkarları gözeten bir platform yaratmaya yönelseler de; bu, uzun vadeli olmamakta, ilişkilerini belirleyici düğüm noktalarında, daima kirli bir oyunlar dizisi rol oynamaktadır. Türkiye ve Yunanistan, bir bakıma, emperyalizmin ihtiyaç duyduğu bir çatışma ve gerginlik ortamının piyonları durumunda birbirlerine karşı mücadele etmektedirler.

İKİ TEMEL SORUNDA BİR ORTAK POLİTİKA
Bu mücadelenin başlıca iki keskin ucu olan Ege ve Kıbrıs, bugün artık tek bir sorun halini alma eğilimindedir. Her iki taraf da Kıbrıs’ta muhtemel bir çatışmanın artık Kıbrıs coğrafyası ile sınırlı kalmayacağını bilmektedir. Kıbrıs’taki bir çatışma, kaçınılmaz i olarak, Ege’de de hesaplaşmanın fırsatını yaratacaktır ve Yunan hükümeti kadar, Adalar üzerinde hayaller besleyen Türk faşistlerinin de böyle bir fırsatı son bir hesaplaşma olarak değerlendirme eğilimi güçlüdür. Türkiye’de faşizm, Lozan Antlaşmasından bu yana, Ege Adaları konusunda, Türkiye’nin aldatıldığı ve kendisine ait olması gereken bu toprak parçalarının Yunanistan’a hediye edildiği propagandasını yapmaktadır. Yunanistan ise, adalar üzerindeki siyasi hâkimiyetini, Ege Denizi’nin bütününe yaymaya çalışan bir plana sahiptir ve zamanı geldiğinde bunu uygulamaya koyacağını, her fırsatta açıklamaktadır. Kuşkusuz böyle bir durum, Balkanlar’ı da kapsayarak, bölgenin tümüne yayılan bir savaş ortamı yaratacaktır. Dolayısıyla, görünüşte Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorun olarak görünen Ege Kıta Sahanlığı sorunu, aslında emperyalistler-arası çelişmelerin bir unsuru boyutunu kazanmakta ve gelişme seyri de, Türk-Yunan ilişkilerinin gelişmesinden çok, emperyalistlerin bölge üzerindeki hesaplarıyla ilgili bir içerik kazanmaktadır.
Çatışmanın bu boyutlara doğru genişleme ihtimali, ya da daha çok böyle bir ihtimalin bulunduğu yolunda bir havanın esmesi, belli başlı emperyalist silah tekellerini ve hükümetleri de heveslendirmektedir. Türkiye, özellikle Almanya ve ABD’den, Yunanistan ise, Fransa’dan, İngiltere’den ve ABD’den sürekli silah almakta, karşılıklı olarak konuşlandırılan birliklerin sayısı artırılmaktadır. . Yunanistan, geçtiğimiz ay içinde, adalara yerleştirilmek üzere, Fransa’dan Exocet füzeleri satın almıştır ve silah alım gerekçesi olarak. “Boğazlardan ve Ege’deki Türk donanma üslerinden çıkış yapacak savaş gemilerinin kontrol altında tutulması gerektiği” gösterilmiştir. Ayrıca, yine Ege adalarından Rodos, İstanköy, Kilimli, Meis, Leros ve Kasus’ta yeni uçak pistleri yapmak, var olanları da savaş uçaklarının yararlanabileceği ölçüde genişletmek için Avrupa Topluluğu’ndan 1 önemli miktarda kredi almıştır. ABD’nin, Türkiye’ye on adet yeni KC-135 tipi tanker uçağı vermesi de, Atina’nın tepkisine yol açmış ve Yunan Genelkurmay Başkanlığı, bu uçakların Türkiye’ye Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da etkinlik kazandıracağını ileri sürerek, ABD’yi uyarmıştır. Yunanistan’ın asıl sorunu da, burada kendisini ele vermektedir. Esas olarak Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan topraklar üzerindeki Yunan asıllı halkların yerleştiği bölgelerde yayılmacı emeller besleyen Yunanistan, bir yandan da, Makedonya’da “bölücü akımların” gelişmesine engel olmaya çalışmaktadır. Fakat Yunanistan da, Türkiye gibi, “kendi adına ve kendisi için” yayılmacılık ve istilacılık yapabilecek ekonomik ve askeri güce sahip değildir. Örneğin Balkanlar’da, Yunanistan; Almanya’nın planlarına karşı Fransa’nın politikasıyla birleşirken, Türkiye de zaman zaman değişse bile, esas olarak ABD ve Alman politikalarına angaje olmaktadır. Nitekim Yunanistan’ın Avrupa Topluluğu tarafından Arnavutluk’a yapılacak yardımı engellemesi, Almanya ile Yunanistan arasında gerginlik yaratmıştır. Arnavutluk, Sırbistan ve Makedonya üzerinde ciddi hesapları bulunan Almanya, Yunanistan’ın kendi yoluna engel çıkaracak davranışlara girmesinden rahatsız olmuştur.

EGE KITA SAHANLIĞI SORUNU
Yunanistan’ın kasım ayında karasularını 12 mile çıkaracağı yolundaki haberle birlikte artan gerginlik, iki devlet arasında var olan ilişkilerdeki bütün sorunların yeniden ve abartılmış bir biçimde ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Ancak, bu noktada dikkat çeken bir özellik vardır: Yunanistan’ın karasuları ile ilgili talep ve iddiaları ve Ege adalarının silahlandırılması ile ilgili girişimleri yeni değildir. Buna rağmen, Yunanistan, konuya ilişkin resmi bir açıklama yapmamışken ve bu henüz bir söylenti iken, Türkiye’de, büyük bir sansasyon haline getirilmiştir. O kadar ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yüksek kademelerindeki tayin, terfi ve emeklilik işleri, neredeyse sırf bu söylenti yüzünden tümüyle olağandışı biçimler almıştır. Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanlarının emeklilik zamanı geldiği halde görev sürelerinin uzatılmasına gerekçe olarak Yunanistan’ın tutumu gösterilmiştir. Oysa Yunanistan, bu konuya ilişkin olarak yeni bir karar almadığını, karasularını 12 mile çıkarma haklarının bulunduğunu, fakat bunun için bir tarih belirlemenin söz konusu olmadığını açıklamıştı. Gerçekten de, Yunanistan, karasularını 12 mile çıkardığını ya da çıkaracağını, özellikle tarih belirterek söylemiş değildi. Yalnızca, bunun kendilerine ait saklı bir hak olduğunu hatırlatmış, o kadar. Yunanistan’ın, uluslararası hukuka aykırı olarak böyle bir girişimde bulunmak üzere fırsat kolladığı, kendisini yeterince güçlü, Türkiye’yi de yeterince eli kolu bağlı bulduğu bir sırada bunu gerçekleştireceği kuşku götürmez. Fakat şu anda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk basınının yarattığı havayı dolduracak ciddi bir hareket yoktur. Sorun belli ölçüde soğutulduktan sonra bile, bazı faşist gazeteler, Yunanistan elçisinin, aynı resmi kalıbı tekrarlayan sözlerini, “ağır tahrik” olarak niteleyen manşetler atmaya devam etmektedir. Dışişlerinin resmi açıklamalarına ve karşılıklı yumuşama girişimlerine rağmen, her iki tarafta da bir kısım basın organlarının kışkırtıcı bir tutum izlemesi, ilginç bir perde arkası savaşa işaret etmektedir.

KIBRIS’TA BİTMEYEN DÜELLO
Ege Kıta Sahanlığı konusunda, sonradan esaslı bir dayanağı bulunmadığı anlaşılan bir yaygara koparılmasına, ilginç bir biçimde, Kıbrıs’taki gelişmeler eşlik etti. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Meclisi, Kıbrıs’ta “tek çözüm yolunun federasyon olmadığı” yolunda “tarihi bir karar” verdi. Bu karar, yalnızca Birleşmiş Milletler bünyesinde iki tarafın da federasyonu esas alan bir yol üzerinde anlaşmasını gözeten çalışmaları anlamsız kılmakla kalmıyor, aynı zamanda, Kıbrıs’ın Türk kesiminin doğrudan doğruya Türkiye’ye bağlanabilmesi için de uluslararası görüşmelerden kopması anlamına da gelebiliyordu. KKTC Meclisi’nin kararı, özellikle Türk gericiliği arasında büyük bir heyecan ve propaganda vesilesi oldu. Kıbrıs’ın bir Türk vilayeti haline geleceği propagandasına, gerici ve faşist partiler arasındaki “ben daha önce söylemiştim” biçimindeki şovenist yarış eşlik etti.
Karar, Ege Kıta Sahanlığı tartışmalarının alevlendirilmesinin yanı sıra, Yunanistan’ın Arnavutluk’la olan problemlerinin de son derece gergin bir halde bulunduğu bir ortama denk getirilmişti ve bu bakımdan da, Türk ve Yunan hükümetlerinin birbirlerine karşı kullandıkları taktiklerin genel karakteristiklerine uygundu. Her iki taraf da, bir diğerinin bir başka sorun dolayısıyla sıkışık olduğu zamanlarda, diğerinin aleyhine ileri bir adım atmayı ilke haline getirmişlerdir. Yunan dışişleri bakanı, KKTC Meclisi’nin kararından sonra, “Yunanistan’ın Arnavutluk ile ilişkileri çok ciddi bir konudur. Ancak, Kıbrıs, bir numaralı dış politika meselemizdir” biçiminde bir açıklama yaparak, Türkiye’nin hamlesine karşılık, en azından sanıldığı kadar sıkışık durumda bulunmadıkları mesajım vermeye çalışmıştır.
Şu anda, her iki tarafta da, geçen ay üzerinde büyük gürültüler koparılan iki konunun askıya alındığı gözlenmektedir. Türkiye, karasuları sorununun üzerini örtmüş, Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanması yolundaki tartışmalar gündemden kaldırılmıştır. Yunanistan da, kendine özgü problemlere dönmüş görünmektedir. Ortalıkta, temmuz ve ağustos aylarını toz dumana boğan tartışmaların izi bile görülmemektedir. Her iki ülke, eylül ayı başlarında “sorunların çözümü için ikili görüşmelere devam” kararı almıştır. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Genel Müdürü Pavlos Apostolidis, ülkesinin yakın bir gelecekte Ege’deki karasularını 12 mile çıkaracağı yolundaki haberleri kesin bir dille yalanlamış, toplantıya katılan Türk dışişleri bakanı da, iki ülke heyetlerinin bir araya gelmesinden duyduğu memnuniyeti belirten ve 12 mil sorunuyla ilgili olarak Türk basınında çıkan haberleri “aşırıya kaçmış” olarak niteleyen bir konuşma yapmıştır. Görüşmenin ilginç bir diğer yanı, Ege’deki haklar ve Kıbrıs gibi temel konuların ele alınmamış olmasıydı. Her iki taraf, esas olarak “karşılıklı güven artırıcı önlemler” üzerinde durmuşlardı. Bu diplomatik söylem, gündelik dile çevrilirce, karşılıklı olarak propaganda, kışlanma ve daha ölçülü adım atmak konusunda anlaşmaya varıldığı sonucu çıkacaktır.
Gelinen bu nokta, bir bakıma, karşılıklı olarak herkesin kendi suçluluğunu bilmesi olarak da yorumlanabilir. Türkiye, Kıbrıs’ın bir bölümünü ilhak edebileceği biçiminde bir kılıç sallarken, Yunanistan da, Ege’de savaş açabileceği tehdidini savurmaktadır.
Aslında, Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın bir bölümünün Türkiye’ye bağlanmasından duyduğu endişenin kaynağında, adanın tümünü kendisine ilhak planları bulunmaktadır. Öyle ki, eğer, adanın ekonomik ve askeri bakımdan önem taşıyan belli başlı bölümlerini (Maraş, Lefkoşa vb.) kendisine bırakan bir anlaşmayı Türkiye’ye dayatabilirse, Kıbrıs’ın paylaşılmasına da razı olabilecektir. Uzun yıllar, Kıbrıs’ı bütünüyle ilhak etmeyi isteyen ve bunun için adanın Rum ve Türk halkları arasında düşmanlık yaratan bir politikayı izleyen Yunanistan’ın, Kıbrıs’ın bağımsızlığı diye bir sorunu, dün olduğu gibi bugün de yoktur. Türkiye’nin, Kıbrıs’la ilgilenmeye başlamasının ardında ise, kendisini doğrudan ilgilendirmeyen bir dizi gelişme yatmaktadır. Kıbrıs, İngiliz sömürgesi olarak kaldığı sürece, Türkiye’nin Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler diye bir sorunu olmamıştır. Ne zaman ki, Kıbrıs’ta İngiliz sömürgeciliğine karşı silahlı mücadele başlamıştır ve Mısır, Filistin, Ürdün ve Lübnan’daki İngiliz askeri güçleri geri çekilmiş ya da azaltılmıştır, o zaman Türkiye, emperyalizmin teşvikiyle ada üzerinde hak iddia etmeye, soydaşlarının haklarını savunma görüntüsü altında müdahaleci bir tavır takınmaya başlamıştır. İngiliz sömürge yönetiminin Rum halkına karşı Türkleri, üniformalı muhafızları olarak savaşa sokması, sömürge savcısı (Rauf Denktaş) ve polis müdürlerini Türkler arasından seçmesi de, her iki halk arasında barış olanaklarını önemli ölçüde zedelemiştir. Şu anda, her iki taraf da, adadaki İngiliz varlığını tartışma dışı bırakan bir didişme içindedir. Asıl önem taşıyan nokta, bir ilhak kararının alınması durumunda, her iki tarafın da İngiltere başta olmak üzere, bütün emperyalist devletlerin, Ortadoğu’daki uzun vadeli plan ve çıkarlarıyla ne biçimde uyumu sağlayabileceğidir. Bir başka deyişle, Kıbrıs sorunu, bir Türk-Yunan sorunu değil, emperyalizmin uluslararası politikalarının çatıştığı bir alanda sınırlanmış ve bununla belirlenmiş bir Türk-Yunan ilişkisidir.
Esas olarak, hâkim emperyalist çevreler, bugün, her iki halkın aynı ölçüde kontrol altında tutulabildiği bir federatif çözümden yanadır. Bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs, bu isterse gene federatif bir cumhuriyet biçiminde olsun, Ortadoğu’da dengeleri esaslı surette sarsacak ve emperyalist kontrolü önemli ölçüde geriletecek bir formüldür. Bununla birlikte, emperyalizm, kendi denetiminin sürdüğü ve Ortadoğu’daki egemenliğini pekiştirdiği koşullarda, adanın bölünmesini de gerçekleştirebilecektir. Fakat bu durumda, kontrol altında tutulması gereken güçler çoğalacak, emperyalizmle çelişen tutum ve politikaların potansiyeli artacaktır. Dolayısıyla, şu anda ve uzun vadede, Kıbrıs için, emperyalizm açısından en iyi çözüm, karşılıklı güvensizlik ve gerilimin, başlıca ilişki biçimi olduğu bir bağımlılık statükosunun sürmesidir. Bu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların sürekli artması ve eski sorunların çözümsüz kalması demektir. Bunun için, aynı zamanda Kıbrıs’taki her iki halk arasında düşmanca duyguların yaşaması, birbirlerini birer tehdit unsuru olarak görmelerinin sürmesi gerekmektedir. Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan arasında paylaşılmasındansa, görünüşte bağımsız, federatif olarak bölünmüş sorunlu bir Kıbrıs, daha elverişlidir. Bu yüzden, şu anda uluslararası platformlarda, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanınan ve aslında fiili olarak Denktaş’ın “cumhuriyetinden” farklı olmayan siyasi yapının desteklenmesi, gerilimin yaşatılmasından başka bir amaca hizmet etmemektedir. Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”, aslında Yunanistan’ın askeri ve siyasi bakımdan tam kontrolündeki bir kukla devletten başka bir şey değildir. Bu yapı, aynı zamanda, Yunanistan’da antidemokratik her türden gelişmenin, faşizmin ve hatta kralcılığın köklerinden biri olma potansiyelini de taşımaktadır. Kıbrıs, Türkiye’de de faşizmin önemli köklerinden birisi haline gelmiştir. Bir başka deyişle, Türkiye’de faşizmi besleyen ve demokratik mücadeleyi engelleyip gerileten bir rolü vardır. Kıbrıs sorununun, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün devam etmesi, Türkiye’nin şu andaki genel ekonomik ve siyasal yapısının desteği durumundadır. Kara-para ve uluslararası mafya ilişkilerinin merkezi durumunda bulunan KKTC, aynı zamanda, büyük bir arazi talan alanı ve faşist kadroların beslendikleri bir gübrelik durumuna getirilmiştir. Bir yandan tümüyle bir “faşist damızlık” çiftliği gibi kullanılan bu topraklar, diğer yandan, “Yavru vatan”, “Tarihi miras” vb. gibi sloganlarla yürütülen bir propagandaya, Türkiye içindeki faşist, ırkçı ve yayılmacı propagandanın yerleştirilmesi ve etkili kılınması programlarına da malzeme olmaktadır. Hayali ihracat, banka dolandırıcılıkları, usulsüz kredi yağmacılığı aracılığıyla çalman paralar, KKTC’de yatırım gibi gösterilen yollardan Türkiye’ye geri döndürülmekte, böylece Kıbrıs, bugün Türkiye ekonomisine hakim olan rant ve vurgunun yürütülmesinin araçlarından birisi olarak kullanılmaktadır. Öyleyse, Kıbrıs’ta, demokratik ve bağımsız bir cumhuriyet uğruna mücadele, aynı zamanda, Türkiye ve Yunanistan’da demokrasi mücadelesinin kopmaz bir parçası haline gelmiştir.
Her iki halk arasında yaratılan ve büyük ölçüde etkili olmaya devam eden düşmanlık duygularının giderilmesi ve tam bir güven ve kardeşlik ortamının yaratılması, bugün için neredeyse olanaksız gibi görünmektedir. Her iki halkın komünistleri, böyle bir gelişmenin sağlanması konusunda, en azından verili koşullar devam ettiği sürece, fazlaca umutlu değillerdir. Uzun yıllardır devam eden bölünme ve farklı yaşam koşullarının gelişmesi, her iki tarafın faşist saldırganlığının etkili olmasına, halklar arasında yeni bir birliğin gerçekleşmesinin koşullarının büyük ölçüde geriye itilmesine neden olmuştur. Gerçekte, kültürüyle, ekonomik yaşam biçimi ve siyasi hedefleriyle, geçmişte önemli bir yakınlaşma içine girmiş ve Kıbrıs’a özgü bir halk kimliğinin oluşması yolunda önemli adımlar atmış bulunan iki halkın kardeşçe birlikteliğinin önündeki en önemli engel, Türk ve Yunan devletleri ve bunlara tümüyle bağımlı hale gelen Ada hâkim sınıflarıdır. Geçmişte, EOKA faşizminin Türk halkı üzerinde uyguladığı katliamcı terörün izleri, bugün de silinebilmiş değildir ve bu, Türk halkı tarafından tümüyle Rum halkına mal edilen bir uygulama olarak anılarda durmaktadır. Aynı biçimde, Türk işbirlikçilerin, İngiliz sömürgeciliğinin safında, Rum halkına uygulanan zulme alet olmalarının anılan da canlıdır. Bütün bunların giderilmesi için yapılabilecekler ve esas olarak Kıbrıs’taki devrimci mücadelenin alacağı boyutlar ve çözüm yollan, Kıbrıslı komünistlerin ve demokratların çözeceği sorunlardır. Buna karşın, her iki halkın birlikteliğine dayanan bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs cumhuriyetinin savunulması, Türkiye gericiliğinin önemli dayanaklarından birisine karşı mücadele anlamına gelecektir.

Ekim 1994

ULUSLARARASI HAREKETİN ÖRGÜTLENME PLATFORMUNUN TEMEL ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE

Bu metin, Temmuz-1994’te, Ekvador’da yapılan komünist parti ve örgütler ortak konferansına, TDKP tarafından sunulan belgedir. Konferans, gelecek yıl içinde yeni bir konferansın toplanması, bu metinde de önerilen nitelikte bir Koordinasyon Komitesi kurulması ve içeriği, gene bu metinde yer alan bir dergi çıkarılması gibi kararlar almıştır. Bu belgeyi okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

Komünist Hareket ve Proletaryanın Uluslararası Örgütlenmesi Üzerine
Proletarya uluslararası bir sınıf, hareketi uluslararası bir hareket ve proleter devrim, uluslararası bir devrimdir. Burjuvaziyle proletarya ve kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadele, teoride ve pratikte, uluslararası ölçekte süren bir mücadeledir. Dolayısıyla bilinçli proletarya, tek tek ülkeler ölçeğinde olduğu gibi, uluslararası ölçekte de mücadele etmek ve örgütlenmek zorundadır. Proletaryanın ve proleter devrimin karakterinin ifadesi olan uluslararası ölçekte örgütlenme zorunluluğu, devrimci proletarya tarafından, Komünist Manifesto’nun yayınlanmasından bu yana, bilinen bir zorunluluktur. Ayrıca; uluslararası proletaryanın, 1950’li yılların ortalarına kadar gelen mücadelelerinde; gerçekleştirdiği devrimler, devrimci ayaklanmalar ve devrimci savaşların uluslararası karakterinde ve kurduğu uluslararası komünist örgütler şahsında, pratik olarak kanıtlanmış bir olgu durumundadır.
Ne var ki, tek tek ülkelerde olduğu gibi, proletaryanın uluslararası örgütlenmesi de, hep ileriye doğru ve kesintisiz bir seyir izlememiştir. Hareketin tarihindeki geçici düşüş ve parçalanmalar sonucunda meydana gelen kesintiler bir yana bırakılırsa; Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist yozlaşma ve komünist partilerin bürokratik revizyonist partilere dönüşmesinden bugüne; tek tek ülkeler proletaryalarını, sosyalist proletarya olarak birleştiren ve aynı zamanda yönetici merkez olan uluslararası bir proletarya örgütü olmamıştır. Proletaryanın, devrim ve sosyalizmden uzaklaştırılması süreci, proleter enternasyonalizminin gerilemesi ve uluslararası örgütlenmesinin dağılması süreci de olmuştur. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çökmesi dönemindeki ideolojik saldırı kampanyasıyla birlikte, sınıfın saflarındaki sosyalizm ve ifadesi uluslararası örgütlenme eğilimi, tarihte hiç olmadığı oranda geri bir mevziiye sürüklenmiştir.
Fakat şunlar da gerçektir: Uluslararası proletaryanın bağrında, uluslararası sınıf olduğuna ilişkin güdü ve duygular, bütün yenilgi ve gerileme dönemi boyunca da, hep yaşanmıştır. Şu ya da bu ülkelerde, şu ya da bu nedenlerle ortaya çıkan proletarya direnişleri, öteki ülkelerdeki sınıf kardeşlerinde, en kötü dönemlerde dahi ilgi uyandırmış ve manevi düzeyde de kalsa, her zaman destek bulmuştur. Öte yandan, gerçek komünist parti ve örgütler ve oluşturdukları Uluslararası Komünist Hareket, dünya proletarya ordusunun bağrında yaşayan ve gelecekte kesin olarak hakim olacak olan enternasyonalizmi, kesintisiz olarak yaşatmış ve temsil etmiştir. Doğu Bloğu’nun çökmesi ve Arnavutluk’ta sosyalizmin yıkılışıyla zirveye çıkan gerici kampanya; uluslararası hareket ve komünist partilerin saflarında belirsizliğe ve parçalanmalara yol açmış ve bazılarının hareketten ayrılma ve tasfiyelerine zemin yaratmış olsa da; devrim ve sosyalizm savunusu, uluslararası proleter dayanışma ve sınıf kardeşliği, gerçek komünist parti ve örgütlerin tutum ve eylemlerinde hep yaşamıştır.
Kapitalist ve revizyonist gericiliğin son ideolojik saldırısının, proletarya saflarındaki sosyalizm ve enternasyonalizmin en aza inmesi ve dibe vurmasına yol açtığı doğrudur. Ne var ki, bu dibe vuruş, ideolojik yanılsamadan kaynaklanan bir dibe vuruştur ve geçicidir. Proletarya hareketi ve sosyalizm ve enternasyonalizm eğiliminin güç kazanması bakımından, son birkaç yıldan bu yana, durumun giderek değişmekte olduğu görülmektedir. Uluslararası proletaryanın, belli başlı ülkelerde gösterdiği hareketlenme, henüz geri bir mevzide bulunan ve istikrarsızlık içinde gelişen bir hareketlenme olmasına karşın, yeni bir dönemin açılışını da vurgulamaktadır. Nasıl bir seyir izleyerek gelişirse gelişsin; proletaryanın mücadelesi, eninde sonunda sosyalizm eğilimine girecek ve uluslararası sosyalist kitle hareketi olarak örgütlenmeyi gündeme getirecek dinamiklere sahip bir mücadele olarak gelişmektedir. Ve proletaryadaki hareketlenmenin, Uluslararası Komünist Hareket’e ve gerçek komünist partilere, gitgide daha ileri görevler yükleyen bir hareketlenme olduğuna kuşku yoktur.
Nitekim, safları dağılmış revizyonist akımların, yeniden toparlanmak ve harekete hakim olmak üzere, uluslararası ölçekte hareketlenmeleri, görmezden gelinemez bir olgudur. Ve kuşku yoktur ki, proletaryanın mücadelesinin açmakta olduğu bu yeni dönem, Uluslararası Komünist Hareket açısından da, yeni bir dönemece ve yeni bir döneme işaret etmektedir. Uluslararası Komünist Hareket, bir önceki dönemde şekillenmiş olan platform ve pozisyonunu değiştirmek ve canlanmakta olan proletarya hareketinin, kendisinden uluslararası ölçekte talep ettiği görevleri sırtlamaya uygun düşen bir politik ve örgütsel platforma geçmek zorundadır. Bu, kendini, ertelenemez bir şekilde dayatmış bulunmaktadır.
Partili mücadeleden uzaklıkla karakterize olan proletarya hareketinin bugün talep ettiği uluslararası örgütlenme, nasıl bir örgütlenmedir; Uluslararası Komünist Hareket, bugün hangi politik örgütsel görevlerle karşı karşıyadır ve ne gibi bir örgütlenme, biçimi içinde şekillenmelidir? Bu soruların vurguladığı sorunların, uluslararası hareketin önünde bulunan temel sorunlar olduğuna kuşku yoktur. Ve ertelenmeksizin çözümlenmesi ve gündemden kaldırılması gereken sorunlar olarak orta yerde durmaktadırlar.
Tek tek komünist partilerin bugünkü acil görevi, proletaryanın öncü kitlesini, parti örgütü olarak, kendi örgütlerinde örgütlemektir. Öte yandan, tek bir kapitalist parti olarak örgütlenen uluslararası burjuvazi karşısında; bütün ülkeler proletaryası, tek bir uluslararası sınıf olarak hareket etmek ve tek bir uluslararası parti olarak örgütlenmek zorundadır. Ve proletaryanın uluslararası partisinin, bütün ülkeler partilerinin toplamı ve uluslararası proletaryayı temsil yeteneğinde bir parti olarak örgütlendiği, tarihteki örneklerle bilinmektedir.
Uluslararası bir parti olarak örgütlenme söz konusu olduğunda, şunlar önem taşımaktadır: Proletaryanın uluslararası parti olarak örgütlenmesi, tek tek ülkelerdeki örgütlenmesinden ayrı bir yol ve seyir izleyerek ve farklı özellikler göstererek gerçekleşmektedir. Böyle olmasının nedenlerinin; her ülkenin, devrim ve sosyalizme farklı yollardan geçerek ilerlemesi; devrimin ve hareketin eşitsiz bir seyir izleyerek gelişmesi; sınıf mücadelesinin, dönemsel aktüel gelişme derecesi ve sınıf güç ilişkileri vb. etkenlerde (1) yattığından kuşku duyulamaz. Fakat bütün bu etkenlerden ve sürecin nasıl bir seyir izleyeceği ve hangi özellikler içinde şekilleneceğinden bağımsız olarak vurgulanırsa; uluslararası proletaryanın, sosyalist kitle hareketi olarak merkezleşen ve aynı zamanda, yönetici merkez olan uluslararası tek bir parti olarak örgütlenmesi, kesin bir zorunluluktur. Uluslararası proletarya, kapitalizm ve emperyalizmin tarihi boyunca, bu nitelik ve özelliklere sahip örgütler (partiler) kurmuştur. Uluslararası parti olarak örgütlenmeye, gelecekte de ihtiyaç duyacağı, objektif bir gerçekliktir. Ve proletaryanın bu uluslararası partisi, hiç kuşku yoktur ki, önceki dönemlerde teşekkül etmiş uluslararası partilerin bir kopyası biçiminde değil, yukarıda söz edilen etkenler ve öteki koşulların dayattığı biçimler içinde şekillenen bir parti olarak örgütlenmek zorundadır.
Bu vurgulananlardan çıkan sonuç şudur: Uluslararası Komünist Hareket, dünya proletarya partisi biçiminde örgütlenen ve bu özellikleri taşıyan bir hareket ve örgüt değildir. Gerek proletarya hareketinin bugünkü gelişme derecesi; gerekse, komünist partilerin proleterler sınıfı ile ilişkilerinin (sınıf içindeki güç ilişkileri) şimdiki durumu, Uluslararası Komünist Hareket’in parti biçiminde örgütlenmesine izin vermemektedir. Ama öte yandan; Uluslararası Komünist Hareket’in, eski biçim ve araçlarla; ikili ilişkiler ve içe dönük toplantılardan ibaret bir ilişki ve örgüt biçimiyle(2) yetinmesi de olanaksızdır. Proletarya hareketinin bugünkü aşamasının talep ettiği görevlerin üstesinden gelmeyi kolaylaştıracak bir örgüt biçimine geçmek, Uluslararası Komünist Hareket açısından, acil ve ertelenemez bir ihtiyaç haline gelmiştir.
Uluslararası Komünist Hareket’in bugünkü örgütlenmesi nasıl bir örgütlenme olmalıdır? Kardeş komünist partiler topluluğunun bugünkü örgütlenme biçimi, Uluslararası Komünist Hareket’i, uluslararası proletarya hareketinin devrimci alternatifi olan biricik ideolojik akım olarak ilan etme yeteneğinde olan bir örgütlenme olmak zorundadır. Öte yandan, kararlar alabilen, çağrılarda bulunabilen, kampanyalar düzenleyebilen bir mücadele mihrakı olarak şekillenmeye mahkûmdur. Komünist partiler topluluğu, bu iki özellik ve yeteneğe sahip asgari bir örgüt haline gelmeden, Uluslararası Komünist Hareket’in varlığından söz edilemez.
Komünist partiler arasındaki ikili görüş alışverişi, deney aktarımı ve kampanya kararları almakla sınırlı, içe kapanık bir ilişki ve örgüt biçiminin, hareketin gündeme getirdiği görevleri karşılayamayacağı yadsınamaz bir gerçekliktir. Buna karşılık; görüş alışverişi ve deney aktarımını gerçekten yapabilmek ve gerçekten etkili kampanyalar düzenleyebilmek için; yukarıda vurgulanan iki özelliği taşıyan ve iki görevi yerine getirme yeteneği olan bir örgüt olarak şekillenmek, Uluslararası Komünist Hareket açısından acil bir ihtiyaçtır. Fakat böyle bir örgütlenmenin, mutlak ve değişmez bir örgütlenme olmadığı kabul edilmek zorundadır. Proletarya hareketi ve komünist hareket ilerledikçe, uluslararası örgütlenme de değişmek, yeni biçimler içinde yeniden şekillenmek zorundadır. Uluslararası Komünist Hareket, uluslararası proletaryanın tek bir uluslararası parti olarak örgütlenmesini hızlandırmak için mücadele göreviyle de yükümlüdür.
Uluslararası Komünist Hareket’in, bugünkü koşullara ve proletarya hareketinin dayattığı görevlere uygun düşen, asgari bir örgütlenme içine girebilmesi için, işlevleri belirlenmiş olan şu iki organı oluşturması kesin bir zorunluluktur: Bu organlardan birincisi, ortak karar organı niteliği taşıyan ve düzenli aralıklarla toplanan kardeş partiler ortak konferansı; ikincisi ise, ideolojik tartışma ve dayanışma ve her parti için uluslararası bir tanıtma organı olan bir dergidir. Öte yandan, bu organların, işlevlerine uygun çalışması ve görevlerini yerine getirmesinde, doğacak teknik güçlükleri yenmek için, pratik teknik görevlerle görevlendirilmiş bir komitenin gerekli olduğu da ortadadır. Bu organlar, ertelenmeksizin oluşturulmalıdır. Bu organları oluşturmayı ertelemek ve mevcut araçlarla yetinmek; Uluslararası Komünist Hareket’in silahsızlanması; komünist partilerin, kullanılabilir araçlardan mahrum kalması anlamını kazanmıştır. Hareketin bu uluslararası organlar üzerinde örgütlenmesinin; komünist partilerin, kendi ülke proletaryalarını örgütlenme ve ülke devrimini ilerletme görevine herhangi bir zarar vermeyeceği gibi; partilerin güçlenmesi, devrimlerin ilerlemesi ve proleter enternasyonalizminin güçlenmesinde, önemi yadsınamaz bir adım atmak anlamına geleceği de bir gerçektir.
Yanlış anlamlara meydan vermemek için, özellikle vurgulamak gerekmektedir: Her kardeş komünist partisinin görevi, kendi ülkesindeki proletaryayı örgütlemek ve ülke devrimini ilerletmektir. Fakat bir gerçektir ki, dünya devrimi platformunda ve uluslararası proletaryanın mevzisinde yer almayan bir partinin, kendi ülkesindeki devrimi ilerletmesi ve gerçekleştirmesi olanaksızdır. Kendi ülkesinde devrim yapmanın en önemli koşullarından birisi, uluslararası proletaryanın otoritesini arkasına alan ve onun bulunduğu mevzide örgütlenen bir parti olarak mücadele etmektir. Uluslararası Komünist Hareket’in, yukarıda söz edilen nitelikteki örgüt ve ilişki biçimleri içinde yenilenmeye ve yeniden şekillenmeye muhtaç bir hareket durumuna geldiği, yadsınamaz bir açıklık içindedir.
Uluslararası Komünist Hareket, göreceli olarak küçük partilerden oluşan bir hareket olmasına karşın, proletarya saflarında “etki”ye sahip öteki “sosyalist” akımlar karşısında büyük avantajlara sahip bir harekettir. Çünkü Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in teori ve pratiğinin sahibi ve savunucusudur. Modern revizyonizme karşı mücadele döneminin; başında E. Hoca Yoldaş’ın bulunduğu AEP ve öteki kardeş parti ve örgütlerin, modern revizyonizmin alçakça ihanetine karşı açtıkları savaşın devrimci çizgi ve tecrübeleriyle silahlanmıştır. Kardeş parti ve örgütler ve Uluslararası Komünist Hareket, önündeki olanakları değerlendirdiğinde, uluslararası proletaryanın gerekli devrimci yanıtı vermesi için koşullar, giderek daha da olgunlaşmaktadır.

Uluslararası Komünist Hareket’in Örgütlenme Kuralları ve Kardeş Partiler Arasındaki İlişki Biçimleri
1/ Kardeş partiler genel konferansı. Kardeş partiler genel konferansı, Uluslararası Komünist Hareket’i oluşturan bütün kardeş partilerin ortak katkı ve katılımıyla gerçekleştirilen genel toplantıdır. Hareketin genel ideolojik çizgisi üzerinde bulunan ve devrimci çalışma içinde olan her parti ve örgüt, bu platform içinde yer alır. Proletarya hareketi ve proleter devrimin bütün temel ideolojik, politik ve örgütsel sorunlarının tartışıldığı, ortak çözümlerin oluşturulduğu ve gerekli ortak kararların alındığı temel platform, bu platformdur. Bu platform, Uluslararası Komünist Hareket saflarındaki birliğin güçlenmesinde başlıca araçtır. Öte yandan, devrimci bir alternatif ve bir mücadele merkezi olarak örgütlenmenin temel organıdır.
* Uluslararası Genel Konferans, Uluslararası Komünist Hareket’in tek ortak karar organıdır. Bugünkü koşullarda, yılda bir kez olağan; belli sayıda kardeş partinin talep etmesi durumunda, öteki partilerin eğilimlerini de göz önüne alarak, olağanüstü toplanır. Gündem konularının belirlenmesinde herhangi bir sınır yoktur. Genel konferansın gündemi, bir önceki genel konferansta oluşturulur. Toplantılar arası dönemde yapılan öneriler, kardeş partilere önceden iletilir ve gündem önerisi olarak konferansa sunulur. Önceden belirlenmiş gündem konuları üzerine, gerek duyan her kardeş parti, görüşlerini bütün kardeş partilere, yazılı ve sözlü olarak iletme ve tartışma hakkına sahiptir.
* Kardeş komünist partiler ortak konferansı, partilerin ortak karar organı olmasına karşın, tek tek partilerin karar organları ve iradeleri üzerinde bir organ değildir. Ortak konferansın karar alabileceği konular sınırlıdır. Tek tek partilerin kararları üzerinde ve onların yerine geçen kararlar alamaz; partilerin çizgi ve ülkelerindeki çalışmalarıyla ilgili sorunları karar konusu haline getiremez. Buna karşılık, karşılıklı tartışma ve eleştiride herhangi bir sınır yoktur.
* Kardeş partiler konferansının, karar alma ve çağrıda bulunma alanı, aşağıdaki sorunlarla ilgili konular tarafından sınırlandırılmıştır: Komünist harekete üye kabul etme ve hareketin dışına çıkarma; ideolojik ve politik sorunlarla ilgili uluslararası kampanyalar açma ve ortak çağrılar yayınlama; işlev ve görevi ortak kararla belirlenmiş derginin yayınını izleme ve denetleme; kendi iç ilişkilerini belli sınırlar içinde yeniden düzenleme ve geliştirme ve oybirliği içinde olunan ve karar alınmasında sakınca görülmeyen öteki sorunlarla ilgili konular; bu konular, kardeş partiler ortak konferansının karar alabileceği sınırları çizer. Başka sorunlarla ilgili konular, ortak konferansın tartışma konuları haline gelse bile, karar konuları haline getirilemez.
* Katılmak üzere başvuran parti ve örgütlerin, uluslararası hareketin bir üyesi olarak kabul edilmesinde, bölgedeki kardeş partilerin ortak raporları esas teşkil eder. Bölge partilerinin raporları onaylandığı takdirde, başvurular, genel konferansı oluşturan partilerin çoğunluğunun oyuyla kabul edilir. Bölge partilerinin raporlarının olumsuz olduğu koşullarda ise, başvuru, işleme konulamaz ve kabul edilemez. Bir ülkeden, birden fazla grup ya da örgütün başvurusu halinde, uluslararası hareketin genel ortak tutumu, bu grup ve örgütlerin birleşmelerine yardım ve onları buna teşvik etme tutumudur.
* Bir parti ve örgütün, Uluslararası Komünist Hareket’in dışına atılmasında, şu iki sapma tayin edicidir: a) Hareketin genel teori ve genel çizgisinden (Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in genel teori ve pratiği ve Uluslararası Komünist Hareket’in revizyonizme karşı mücadele çizgisi) belirgin sapma; b) Ülkesinde pratik çalışmadan büsbütün kopma. Bu iki sapmadan biri ya da ikisiyle suçlanan bir parti ya da örgüt, bölgedeki kardeş parti ve örgütlerin tespit ve düşünceleri de dikkate alınarak, hareketin dışına çıkarılır. Bir parti ya da örgütün, komünist hareketin dışına atılmasında, genel konferansı oluşturan parti ve örgütlerin üçte ikisinin oyu, zorunluluktur.
2/ İdeolojik tartışmayı ve enternasyonalist dayanışma ve paylaşmayı geliştirme organı olarak teorik dergi. Bu dergi, teorik ve politik merkez organ niteliğinde bir dergi değil, bir tartışma ve tanıtma organıdır. Komünist partiler ortak konferansı tarafından, partilere herhangi bir sınırlama getirilmeden ve partilerin kendi adlarına yolladıkları yazılarla yayınlanır. Belirlenmiş işlevine uygun çıkıp çıkmadığı, ortak konferans tarafından denetlenir. Bu dergi, ortak bir komisyonun, uluslararası hareket adına yazdığı bir organ değil, kardeş partilerin kendi adlarına yazdıkları ve ortak yayınladıkları bir organdır. Öncü proleterler arasındaki enternasyonalist tutumu geliştirme, ideolojik yardımlaşmayı ilerletme ve deney ve tecrübeleri tartışma ve toparlama işleviyle yayınlanır.
* Dergi, yılda iki sayı, ihtiyaç halinde üç sayı olarak yayınlanır. Her sayısının içeriği, yazıların yollanış sırası tarafından belirlenir. Ve her kardeş parti, yazısını belirlenmiş bir dile çevirerek yollama ve dergiyi kendi dilinde yayınlama sorumluluğunu, kendisi üstlenir. Bütün kardeş partiler, dergiye özgürce yazma, ayrı görüşlerini yansıtma, karşı görüşleri eleştirme hakkına sahiptir. Dergiye yazmak, kardeş partiler açısından, sadece bir hak değil, aynı zamanda sorumluluktur.
3/ Uluslararası teknik komite. Uluslararası hareketin organlarının, işlevlerine uygun çalışma yapabilmesi için, bir komitenin kurulması zorunludur. Bu komite, kardeş partiler genel konferansı tarafından görevlendirilir; her olağan ya da olağanüstü konferans tarafından yenilenebilir; görevinden alınabilir ve yerine bir yenisi atanabilir. Genel Konferans, komiteyi kurarken, görevlendirilen partilerin bir araya gelme olanaklarını, çalışma koşullarını ve bilgi akışında kolaylık yaratacak öteki etkenleri gözetir. Bu komitenin, herhangi bir ideolojik ya da politik niteliği, yetkisi ve görevi yoktur; teknik işlerle görevlidir ve genel konferansa karşı sorumludur. Teknik komitenin kaç partiden oluşacağı, genel konferans tarafından, her defasında yeniden belirlenir. Görevi, kardeş partiler arasındaki bilgi akışına yardım etmek; derginin yayınlanmasındaki teknik görevleri yerine getirmek ve genel konferans gündeminin oluşması ve kararların uygulanması sırasındaki pratik ve teknik işleri üstlenmektir.
4/ Kardeş parti ve örgütler arasındaki ilişkiler. Kardeş parti ve örgütler topluluğu, eşit ilişkiler içindeki parti ve örgütler topluluğudur. Aralarındaki ilişkilerin ilkesi, eşitlik ve açıklıktır. İkili ve çok taraflı görüşmeler ve bölgesel toplantılar, her zaman kullanılabilir ve kullanılması gereken mekanizmalardır. Kardeş partiler, dayanışma içindedir ve ikili ve bölgesel işbirlikleri, ortak bölgesel çağrı ve kampanyalar, aralarındaki dayanışmanın kullanılabilir araçlarıdırlar.
* Uluslararası hareket içindeki ve kardeş partiler arasındaki tartışmalar, açık tartışmalar olarak yürütülür. Bu tartışmalar, kamuoyu önünde ve yazılı araçlara dayanılarak da sürdürülebilir. Amaç, çatışma ve polemik değil, ideolojik yardımlaşma ve birliktir. Her kardeş parti, öteki kardeş partilerin yayın organlarını kullanabileceği gibi, bülten, broşür vb. uluslararası yayın çıkarma hakkına da sahiptir.
* Kardeş partiler arasındaki ikili ilişkilerin amaçlarından birisi, Marksizm-Leninizm’in değişik ülkelerdeki uygulanmasının deney ve tecrübelerinin kardeş partilerle paylaşılması; uluslararası devrimin sorunlarının, proletaryanın tek tek ülkelerdeki bölüklerine mal olmasıdır. İkili ve bölgesel ilişki ve görüşmeler, enternasyonalist tutum ve eylemi geliştirmenin en önemli yöntemlerinden birisidir. Ve geliştirilerek ve istikrar kazandırılarak sürdürülmesi gereken bir ilişki ve dayanışma biçimidir.
* Her kardeş parti, komünist parti ve örgütün bulunmadığı komşu ülkelerde, Marksizm-Leninizm’in yayılması ve komünist gruplar oluşması için çaba harcamayı görev sayar. Marksizm-Leninizm’e yönelen gruplara yardım eder, özel ilişkiler içinde onları ilerletir. Bu ülkelerdeki durumdan, öteki kardeş partileri ve Uluslararası Komünist Hareket Ortak Konferansı’nı bilgilendirir.

Haziran 1994 TDKP-MK

NOT:
Bu konferansa şu örgüt ve partiler katıldılar:
Almanya Komünist Partisi (KPD)
Britanya Devrimci Komünist Partisi (M-L)
Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi
Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi (M-L)
İspanya Ekim Komünist Örgütü
İtalya Proletaryasının Komünist Partisi İnşa Örgütü
Kanada Komünist Partisi (M-L)
Meksika Komünist Partisi (M-L)
Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem)
Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)
Venezüella Kızıl Bayrak Partisi
Yukarı Volta Devrimci Komünist Partisi

DİPNOTLAR:
(1) Bu etkenler, iradeden bağımsız etkenlerdir. Ve uluslar ve ülkelerin; iktisadi gelişine dereceleri ve tarihsel ulusal şekillenişlerindeki farklar; sınıf mücadelesinin yasaları ve sürekli değişkenlik gösteren sınıf güç ilişkileri gibi objektif olgulara bağlı kaçınılamazlıklar olarak şekillenmişlerdir.
(2) Uluslararası Komünist Hareket’in, son genel toplantıdan ve orada alınan kararlardan önceki durumu, genelde örgütsüzlüğü yansıtmasına karşın, gene de bir örgüt ve ilişki biçimine denk düşen bir durumdur… Ve kendi başına kaldığında, işlevini yitirmiş bir örgüt biçimidir.

Ekim 1994

Yığınların birliği mi şefler koalisyonu mu?

Ülkenin birçok il ve ilçesinde örgütlenmeyi başararak önemli ilerlemeler kaydetmiş bulunan Emekçi Kadınlar Birliği’nde (EKB) ortaya çıkan sorunlar, geçtiğimiz ay bir saflaşmaya yol açtı. Bu saflaşmanın, birimlerdeki faaliyeti ve aşağıdan gelen kadın hareketinin merkezileşmesini temel alan bir anlayış ile kendini kadın hareketinin üzerine koyan, örgüt anlayışı ve pratiğiyle hareketi dergiler etrafında toplanmış dar bir kadınlar topluluğuna daraltmaya çalışan anlayış arasında olduğu söylenebilir. Fakat ülkemizde yaşanan her saflaşmada olduğu gibi, EKB’deki bu saflaşmada da, saflaşmanın temelindeki gerçek nedenler, koparılan kuru gürültüyle kaldırılan toz duman perdesi altına itilmeye ve tali sayılabilecek sorunlar ve spekülatif iddialar gerçek nedenler olarak gösterilmeye çalışıldı.
Amacımız, bu saflaşmayı bütün boyutlarıyla irdelemek değil. Bu yazı, faaliyette ortaya çıkmış şu ya da bu hatanın eleştirisinden çok, bu tutumlara kaynaklık eden genel anlayışı ele alacaktır. Ortaya konulan çizgi ve pratik, faaliyet içindeki kadınların eksik bilinç ve yaklaşımından kaynaklansaydı, bu yazı kuşkusuz gereksiz olurdu. Ama ortaya konan çizgi ve pratik, bu kadınların kendilerini adlarıyla tanımladıkları dergilerin çizgilerinin bir dile gelişi olduğu gibi, bu grupların anlayışlarıyla tam bir uyum göstermektedir. Bu bakımdan, bu eleştiri, doğrudan doğruya bu anlayışı onaylayan dergilerin eleştirisi sayılmalıdır.

EKB’DE NE OLDU?

EKB, yürütülen ön çalışmanın belirli bir olgunluğa kavuştuğu Temmuz 1993’te toplanan kurultayda Kurultay hazırlık komisyonlarının, EKB örgütlenme komisyonlarına dönüştürülmesiyle kuruldu. Başlangıçtaki örgütlenme yapısı açık tüzük hükümleriyle belirlenmemişti, organlar da dönemin ihtiyaçlarından doğmuş olmakla birlikte seçilmiş değildi. Bir bakıma, bu organların ve esas olarak da İstanbul Geçici Yürütme’nin çeşitli siyasi çevrelere bağlı kadınlardan oluştuğu ve faaliyete katılan siyasi çevreleri eşit oranda temsil ettiği söylenebilir. Kuşkusuz EKB’nin bu örgütlenmesinin sağlıklı bir örgütlenme tarzı olduğu söylenemez. Ama kadınların, ciddi bir deneyim olmadan ve bir miras devralmadan başlattıkları bu çalışmanın yeni olmasından kaynaklanan birçok hata hoş görülür türdendir. Zaten bir örgütün ilkeler manzumesi de, öngörülen ilke ve normların bir kalıp kesinliğiyle uygulanmasıyla değil, mücadelenin doğal seyri içinde, pratiğin ortaya çıkardığı sorunlara cevap teşkil edecek araçların genelleştirilmesiyle oluşur.
Kitleselleşmeyi, yöneldiği emekçi sınıf kesimlerini kucaklamayı temel hedef olarak belirlemiş bir örgütün, kendini çalışma tarzı, örgütlenme vb. yönlerden yenilemesi, kitleselleşmeyi bir hedef olmaktan çıkarıp bir gerçeklik haline getirmesi, uygun araçlar yaratması işin doğası gereğidir. İlerleyen süreçte, faaliyetindeki serpilmeyle birlikte ortaya çıkan durum EKB için bir dönemeç teşkil etmekteydi. EKB, o güne kadarki faaliyetiyle küçümsenemez mevziler edinmişti: Onlarca il ve ilçeye yayılmış bir örgütlenme, az çok istikrarlı bir yayın ve propaganda faaliyeti, açılmış sayısız kampanya… Böylece EKB, kadın hareketinin gündemini belirlemeye aday, fabrika, işyeri gibi birimler ile emekçi semtlerindeki kadınlara seslenebilen, bunların küçük bir bölümünü de olsa saflarına çekebilmiş, kamuoyunda kadınları temsil ettiği kabul görmüş bir örgüt durumuna gelmişti. Ama onun emekçi kadınlarla ilişkileri sınırlıydı ve belirli bir politik bilincin itkisiyle faaliyete katılmış kadınlar çoğunluktaydı. Bu durumda sorun kendisini şöylece ortaya koymaktaydı: EKB, ya her bir politik grubun kadınlara yönelik faaliyetlerinin aritmetik toplamı olan bir faaliyet yürüterek ve en fazla kendini yeni politik kadın gruplarıyla genişleterek gövdesini politik kadınların oluşturduğu, emekçi, kadın kitlelerinin ise kendisine kampanyalarla ulaşılan bir “dış unsur” rolüyle “onurlandırıldığı” politik kadınlardan müteşekkil dar bir örgüt olacak, ya da doğrudan doğruya birimlere ve semtlere dayanan ve bu alanlardaki faaliyetin, aşağıdan kabarışın üzerinde yükselen bir kitle örgütüne dönüşecekti.
Böylesi bir dönemece gelmiş olan EKB’de zaten var bulunan iki anlayış çatışma noktasına geldi. Dar kabuğun kırılarak faaliyetin kitleselleşmesini, fabrika, işyerleri ve semtlerdeki geniş kadın kitlelerine ulaşan ve bu alanlardaki birikimi kendi temeli kılan bir örgüte dönüşmeyi savunan kadınlar, bu doğrultuda ısrarcı önerilerde bulundular. Bu önerileri şöylece toparlamak mümkün: Kitlesellik esas alınmalı, yönetim, politik grupların temsili üzerinde değil, birim faaliyetlerinin temsili üzerinde yükselmeli, işleyiş demokratikleşmeli ve her kademeden organ EKB üyelerinin oyuyla seçilmeli.
Buna karşılık az sayıdaki kadını temsil etmekle birlikte Yürütme’de oy hakkına sahip olarak yer alan çeşitli siyasal dergi çevrelerinden oluşan bir grup icadın ise, var olan durumun daha da geriye götürülmesi anlamına gelen bir anlayışı dayattılar. Hazırladıkları “iç tüzük”te, EKB’nin bir bileşenler örgütü olduğunu, merkezi yürütmede ancak siyasi çevre ve kurumların (ve hem de sahip oldukları kitleye bakılmaksızın organlarda eşit olarak) temsil edilebileceğini savundular. İç Tüzüklerinde, komisyonların görevleri en ince noktasına kadar detaylandırıldığı halde bu organların nasıl oluşturulacağına dair bir madde yok. Seçim istemeyi de “fırsatçılık” olarak gördüklerine göre, seçilmemiş, yetkisini EKB kitlesinden değil grup yapılarından alan “birleşik demokratik” bir kadın örgütü hevesi içinde oldukları anlaşılıyor.
Bir kitle örgütünde çıkması kaçınılmaz şu ya da bu konuda değil, örgütün nasıl bir yönelime gireceğini belirleyen temel bir konuda ortaya çıkan bu görüş ayrılığının bir saflaşmaya yol açması kaçınılmazdır ve nitekim EKB’nin nereye gideceğine verilen farklı yanıtlar bir saflaşmayı da beraberinde getirmiştir. Şimdi herkes istediği yolda yürüyebilir! İsteyen, kendi dar gettosunda, kitleselleşmenin yaratacağı bin bir dertten amade mesut-mutlu bir dünya kurar. İsteyen, yöneldiği kitlelerle kucaklaşırken, bilinçli bir parçası olduğu bu geniş yığını dönüştürme kavgasının sarp patikasında ilerlemeye çalışır.
Spekülasyona yer kalmasın. Biz, birimlere dayanan bir çalışmayı esas alan kadınların bu hedeflerine bir anda varacağı gibi bir hayal taşımadığımız gibi, onların her türlü zaaftan arındığını da iddia etmekten uzağız. Dediğimiz şudur: Gerçekten yığınsal bir örgüt yaratmak için, bir yığın örgütüne giden yolun ve buna uygun araçların neler olduğunun bilincinde bir ufuk genişliğine sahip olmak, başlangıç için asgari bir koşuldur. Böylesi bir perspektife sahip insanların hedeflerine varmaları diğer öteki koşullar yüzünden mümkün olmayabilir ama düşünce planında bu anlayışı taşımayanların kitlesel bir örgüt yaratmaları sadece pratik bakımdan değil teorik bakımdan da imkânsızdır.

YIĞINLAR VE ÖNDERLER
Dergici kadınlar, EKB’yi bir “bileşenler örgütü” olarak tanımlarken kastettikleri nedir acaba? Kastedilen şudur: EKB, ya da EKB Merkez Yürütmesi, “çevre, kitle örgütü ve kurum temsilcileri”nden oluşacaktır, önemli olan bu temsilcilerin ne kadar üyeyi temsil ettiği değil, bir çevrenin temsilcisi sıfatıyla orada bulunmalarıdır. Kararlar, EKB kitlesinin oylarıyla değil, çevrelerin temsilcilerinin oylarıyla alınır. Üye çoğunluğunun oyuna dayanmayan ama katılımcı çevrelerin çoğunluğunun oyuna dayanan kararlar “demokratik ve meşrudur”. Yürütmedeki bir kişi bir çevreyi temsilen orda bulunduğu sürece, kitlenin onayı var mıdır yok mudur sorusu hatırlamadan oradaki yeri bakidir. Henüz belirli bir politik formasyona sahip olmayan kadınlar ya da kadın gruplarına gelince, elbette onlar da EKB içinde yer alabilirler ama tepedeki bileşen temsilcilerine tabi olmak koşuluyla.
Bir kitle örgütünün “bileşenler örgütü” olarak tanımlanması, politik bir hareketin temsilcisi olmanın o kişiye, kitlelerin iradesine başvurmaksızın, yönetimde kalma hakkı verdiğinin düşünülmesi, küçük burjuva önderlik anlayışının en yalın dile gelişidir. Bu anlayış, görünüşte pek “sıkı” bir devrimcilik zırhına bürünmüştür. Elit “solcu”ya dayanır; o kişi politikayı temel uğraş edinmiş kişidir, bilinçlidir, en iyisini bilir; eğer bilinçsiz kitlenin iradesi esas alınırsa, kitle bilinçsizliğinden ötürü yanlışı seçebilir, yanlış karara parmak kaldırabilir; biz onlar için en iyisine karar veririz, onlar da ne kadar bilinçli devrimciler olduğumuzu görerek bize onay verir… Gerçekte koftur, kitlelerden korkmanın, kitleye tepeden bakmanın, kitleler adına ama kitlelerin dışında karar vermenin bir ifadesidir. Köklü bir anlayıştır ve kökü TKP ve Kemalist solculuktadır. Öteden beri varolan üst tabaka solculuk anlayışı, politikayı ve özellikle yönetmeyi seçkin, öncü tabakanın işi olarak görür. Kitleler ise, tıpkı burjuva politikada olduğu gibi yönetilmesi gereken bir kalabalıktır, onlarsız da olmayacağına göre, kitleler devrimin bir çeşit dolgu maddesidir. Fakat söylemek gerekir ki, bizim yeni küçük burjuva önderlikçilerimiz, TKP’nin bu çizgi ve pratiğinin ayırtında değillerdir ve kötü niyetle bu yola sapmamalardır; onlar yalnızca önlerinde uzanan çiğnenmiş bir patikada sorgulamaksızın yürüme alışkanlığının kurbanıdırlar. Ama iyi niyet, girilen yolun zararlarını telafi edemez.
Bu konuya Özgürlük Dünyası’nın 62. sayısında yer alan “Proletarya ve Önderlik Sorunu” başlıklı yazıda ayrıntılarıyla değinildiği için özetleyerek geçiyoruz. Burjuva dünyadaki yöneten-yönetilen katı işbölümüne karşılık, sosyalist dünyada yığınlar yönetime aktif olarak katılırlar; süreç, yönetilenin aynı zamanda yönettiği ve yöneten-yönetilen ikiliğinin ortadan kalktığı bir tarihsel anda sonuçlanır. Ama proleterler ve emekçiler, yönetme sanatını, iktidara geldikten sonra değil, burjuvaziye karşı savaş içinde öğrenirler. Bu bakımdan devrimci eylem süreci, yönetme beceri ve alışkanlığının kazanıldığı bir okuldur aynı zamanda; ancak böyle bir süreçte ezilen sınıflar kendi geleceklerini kendi ellerine alabilirler ve kurtuluşları kendi eserleri olabilir. Ama yığınların yönetim süreçlerinin dışına itildiği ve “sosyalist” tarzda alıklaştırıldığı, iyi ve kötü yöneticiler arasında tercih yapmaya zorlandığı durumda, bugün burjuva yönetimi benimsedikleri gibi “sosyalist” yönetimi benimserler. Sosyalist ülkelerdeki yozlaşmanın bir nedeni de, kararların bütünüyle kitlelerin dışında, bürokratik bir tabaka tarafından alınması suretiyle yığınların yönetimden yalıtılması değil midir? Bunun da bilinçli bir katılım değil, bir tabiiyet durumu olduğu açıktır.
Kuşku yok ki, kitlelerin dışında özel bir tabaka değil, sınıfın bilinçli bir parçası olan komünist partisinin sınıfın önderi olduğu gerçeği bu anlatılanlarla çelişmez. Parti, önderliğini, sahip olduğu teoriyi, politika ve taktikleri zorlu bir süreçte yığınlara mal ederek gerçekleştirir. Onun hedefi özel türde yöneticilere ihtiyaç bulunmayan koşulların yaratılmasıdır. O, bütün bir kapitalizme karşı mücadele süreci boyunca, sınıfın, fethedeceği iktidarı yönetebilecek bir yetkinliğe kavuşması yönünde uğraş verir. Yığınlar, partinin önderliğini kendi öz tecrübeleriyle bilince çıkararak kabullenirler. Ama komünistler, sırf komünist oldukları için bu hakkı talep etmezler; aksine sezgileri, uzak görüşlülükleri, en çapraşık durumda nasıl davranılacağını bilme becerisi, onları sınıfın gözünde önder durumuna getirir. Pratik hayatta da böyle değil midir? Her hareket, içinden önderler çıkararak ilerler. Ama bu önderler, Sırf siyasi grupları temsil ettikleri için önder olmuş değillerdir. Önderlik, kimseye doğuştan bahşedilmiş bir hak olmadığı gibi, bir siyasi grup için gösterilmiş yararlıkların karşılığında kazanılmış bir ayrıcalık da değildir. Önderlik için, bir siyasi grubun tescil belgesine sahip olmak yetmez, yığınların okulunda da başarıyla sınav vermek gerekir. Bu bakımdan önderlik iddiası taşıyanlar, her şeyden önce kitlelere gitmelidir. Yığın hareketi, içindeki her türden insanı sınayarak, gerçekten bu vasıflara sahip olanları öne çıkararak, sahte önderleri ise yıkıp geçerek hükmünü verecektir. Bu arkadaşların her biri, yetenekli ve uzak görüşlü önderler olduklarını iddia edebilirler. Ne denebilir ki, belki de öyledir. O zaman yığınlar önünde sınav vermekten, onların onayını almaktan kaçmamaları gerekir.
Uzatmayalım. Bir yandan EKB’yi kitlesel, demokratik bir kadın örgütü olarak tanımlarken, bir yandan da örgütlerinin onaylarını arkalarına almış olmanın kasıntısıyla, kendilerini yığınlara dayatmanın, ne kitle örgütünün iç işleyişiyle ve dolayısıyla ne de demokratiklikle uzak yakın bir alakası yoktur. Kitle örgütlerinin demokratikliği üzerine bir kamyon dolusu laf eden, daha da fazlası demokrasi kelimesi olmaksızın kitle örgütlerini telaffuz etmeyen (demokratik kitle örgütü!) bu gruplar, bir kitle örgütünün sahip olması gereken asgari demokratik işleyişi “devrimci grup” olmanın ayrıcalığıyla çiğniyorlar. Bu tarz bir örgüt anlayışından, kendilerine tabi olan, sindirilmiş, inisiyatifleri kırılmış küçük bir taraftar kitlesinden oluşmuş bir örgüt çıkar, başka türlü her şey çıkar ama bir kitle örgütü çıkmaz. Kısaca, bu anlayışla, bir örgüt, hiç bir zaman kitle örgütü olmaya hak kazanamaz; yığınların kitlesel olarak içinde yer aldığı bir örgütte ise, böyle bir anlayış hiç bir zaman hâkimiyet kuramaz.

“DEMOKRATİK ÇOĞUNLUK” YA DA ŞEFLER KOALİSYONU
Bu anlatılanlara karşılık, EKB’nin, mevcut durumuyla, zaten çeşitli siyasal çevrelere mensup kadınlardan oluştuğu, bu durumda EKB’de yer alan siyasal grupların temsilcilerinden oluşan bir yürütme tarafından yönetilmesinin doğal olduğu ve eleştirilerimizin gerçek duruma uymadığı söylenebilir. EKB’nin, çoğunlukla belirli bir politik eğilime sahip kadınlardan oluştuğu ve hâlihazırda örgütsüz yığınlara ulaşmada henüz işin başında olduğu doğrudur. Ama bu, durumu muhafaza edecek, hatta olduğu yerden daha da darlaşmaya’ doğru götürecek bir anlayışın teorize edilmesinin gerekçesi olamaz. Eğer kitleselleşmek istiyorsanız, sizi o noktaya taşıyacak normlara ve araçlara sahip olmak zorundasınız; bu birincisi. EKB kitlesinin politik tercihi olan insanlardan oluşması, onların iradesinin seçkin bir tabakaya tabi kılınmasını gerektirmez. Politik olmak, belirli bir politik yapının disiplinine bağlı olmak, onların sürü anlayışıyla yönetilmesini gerektirmez; bu da ikincisi.
EKB’nin genişlemek diye bir sorunu olmasa bile, tüm üyeler yönetimde yer alan mevcut grupların mensupları olsalar bile, dergiciler, bir kez daha baltayı taşa vurmaktan kurtulmuş olmuyorlar. İttifaklar anlayışına gelmiş bulunuyoruz. Yani dillerde pelesenk olmuş şu “ortaklık” ve “demokratik çoğunluk”a!
Saflaşmadan sonra, içlerinde devrimci komünist kadınların da bulunduğu ve esas olarak faaliyet alanlarında etkili kadınları, EKB’ye haksız ve fırsatçı bir şekilde sahip çıkmakla suçlayan dergici kadınlar, EKB’nin meşru temsilcilerinin kendileri olduğunu söylerken, iddialarım şu gerekçelere dayandırıyorlar: EKB, bileşenler örgütüdür ve sekiz bileşenden oluşuyor (sayı az ya da çok önemli değil!), biz yedi çevrenin temsilcileri olduğumuz için “demokratik çoğunluğa” sahibiz. Diğer grup ise tek bir çevreden oluşmasına rağmen “fırsatçı” bir şekilde seçimi dayattı, “yandaşlarının çoğunluğuna” güvenerek EKB’yi ele geçirmeye çalıştı. 17 Eylül tarihli Emeğin Bayrağı’nda yer alan röportajda, aynen böyle söylüyorlar.
Hemen söyleyelim ki, belirli bir politik eğilime sahip insanlar, bir kitle örgütüne girerken, politik kimliklerinden arınmış olmazlar. Politik grupların bir kitle örgütü içinde çeşitli ittifaklara girmeleri, ortak listelerle seçime katılmaları (atanmaları değil!) onların en doğal hakkıdır, tabii, politik tercihi olan bir üyenin, bu niteliğinden dolayı diğer üyelerden farklı, ayrıcalıklı bir konum elde edemeyeceğini unutmadan.
Pek çok sınıfın, siyasal parti ve grubun içinde yer aldığı karmaşık bir süreç olan sınıflar mücadelesi, devrimci bir partinin, bir dizi örgütle taktik ya da stratejik birlikler kurmasını gündeme getirebilir. Emekçi sınıfların değişik siyasal grupların çevresinde kümelendiği durumda, kitleleri sermayeye karşı mücadeleye çekmek ve mücadele cephesini genişletmek amacıyla, bu kitlelerin içinde yer aldığı parti ya da gruplarla ittifaklara girmek zorunlu olabilir. Amaç, değişik yoğunluklara dağılmış yığınların enerjisini ortak bir kanala akıtmaktır. Bu bakımdan siyasal birlikler, yığınları birleştirmeye hizmet ettikleri ölçüde gerekli ve zorunludur. Ama bu koşul gözetilmeksizin birliklere girmek, başka türden özlemleri tatmin edebilir ama hiç bir şekilde devrim davasına yarar sağlamaz. Siyasal gruplar arası birlik kendi başına bir amaç olamaz. Çünkü her bir grubu diğer parti ve gruplar ve yığınlar nezdinde meşru kılan, programı, projeleri değil, sahip olduğu güç, harekete geçirebildiği yığınlardır. Kuşkusuz o, gücünü aynı zamanda doğru çizgisinden de alır ama yığınlarla kaynaşmadığı, “maddi silahına” kavuşmadığı sürece, doğru çizgi, belki güzel ama sınıflar mücadelesi süreci bakımından etkisiz bir sözcük yığınıdır. “Teori yığınları kavradığında maddi bir güce dönüşür” ancak.
Yığınları birleştirmeye hizmet etmeyen, siyasi gruplarla birleşmeyi kendi başına amaç gören her ortaklık, yığınların değil grupların ihtiyaçlarının giderilmesi amacı taşır, bunun adı olsa olsa “şefler koalisyonu” olur. Ama Türkiye sol hareketinin yakın tarihine şöyle bir baktığımızda karşımıza bu türden sayısızca birlik çıkar. Şimdilerde ise, bunun bir salgına dönüştüğünü söyleyebiliriz. Görülüyor ki, güçten düşmüş gruplar, birliğin kerametiyle ayağa kalkmaya; itildikleri tecrit çukurundan bir güçsüzler koalisyonuyla çıkmaya çalışıyorlar. Yığınlarla kayda değer bir bağları olmadığı için, yığınları birleştirme perspektifini de bir kenara atıyorlar, en iyi niyetli yorumla “birlikle güçlendikten sonra” yığınlara gitmeyi kuruyorlar kafalarında.
EKB’de yaşanan da pek farklı değil. Yedi çevre ortaklığı, EKB’nin kitleselleşmesi denilince, örgütsüz milyonlarca kadını değil, şu anda EKB dışında bulunan politik, grupların kadın taraftarlarım hatırlıyorlar. Yığınlar içinde bir güç ve etkiye sahip olmayan grupların ortaklığını sağlamış olmayı, her derde deva görüyorlar. Burada da durmayarak pratik mücadelede çok farklı ağırlıklara sahip gruplara eşit temsil hakkı veriyorlar. Yani dört tane kadını temsil eden bir temsilci, yüz kadını temsil eden bir temsilciyle eşitleniyor. Faaliyet içindeki kitlelerin çoğunluğunu temsil eden “bir grubu”, çok az sayıda kadını temsil eden “yedi grubun” oyuyla “demokratik bir yenilgiye” uğratıyorlar. “Fırsatçı bir şekilde” “yandaş çoğunluğuna güvenerek” seçim isteyen ve bu yolla yönetimi “bir grubun tekeline almaya” çalışan kadınlara bu fırsatı tanımıyor ve onları “dıştalıyorlar”. İnciler Çok. Daha fazlası için 17 Eylül tarihli Emeğin Bayrağı’na bakılabilir. Anlaşılıyor ki, EKB’yi “bir grubun tekeline almaya çalışmak”la suçlanan grup, eğer bir seçime gidilse imiş, geçici yürütmeyi ele geçirebilirmiş. Hem bunu itiraf etmek, hem de “demokratik çoğunluk”tan söz etmek ne kadar uyar, varın siz karar verin!
Ortaklık üzerine son bir sözle bölümü kapatalım. Gruplar, ortaklık masasına, sahip oldukları kitlenin desteğini arkalarına alarak otururlar Kimse, bir diğerine, ona olan özel hayranlığından dolayı kürsü vermez. Bu tarihte de hep böyle olmuştur, bugün de böyledir; kitle örgütlerinde de böyledir, siyasi cepheleşmelerde de böyle. 1917 Şubatı sonrasında, son derece demokratik bir oltamda gerçekleşen Sovyet seçimlerini hatırlayın. Orada bin-bir çeşit örgütün eşit temsili değil, siyasal partilerin aldıkları oy oranında temsili esas alınmıştı. Onu hatırlamıyorsanız, sendikalarda ve kitle örgütlerinde kitlelerin desteği olmaksızın kimsenin yönetime seçilemediğini hatırlayın. Kuşkusuz, sizin de, gerçekleşmiş (Türkiye pratiğine özgü) grupların eşit oya sahip oldukları birlikleri hatırlatma hakkınız var. Ama ne talihsizlik ki, bunlar büyük çoğunlukla iç cebelleşmelerle yıkılmıştır. Eğer yaşayanı varsa da, yığınları birleştirmeye hizmet etmemişlerdir ya da eşitlerin birliği gibi görünen bu yapılar, gerçekte güçsüzün güçlü olana tabi olduğu çarpık bir birlik olarak yaşanmışlardır. Mücadele alanında eşit olmayan, ortaklık ilişkileri alanında da eşit olamaz!
“Sol” gruplar, kendi içlerine kapanır ve milyonları ilgilendiren sorunları, küçük örgütlerinin “devrimci” çatısı altında çözmeye koyulurlarsa, var oldukları noktadan daha da geriye savrularak yığın hareketine yabancı şaşkınlara dönerler. Girdikleri ortaklık da, onları, bu büyük yabancılaşmadan kurtaramaz. Bitmez tükenmez tartışmalarla vakit öldürürler, bir bildirinin bir satırı için değerli saatlerini heba ederler ve bu çetin cebelleşmenin sonunda, eğer bakmaya fırsatları olursa, başladıkları yerde saydıklarını görürler. Öneri şudur: Kendinizi, yığın hareketinin denetimine verin, hep bir şeyler öğretmek kaygısından bir nebze ol sun kurtulup sonsuz deneyleriyle son derece öğretici olan yığın pratiğinden bir şeyler öğrenmeye çalışın. Çünkü sınıf mücadelesi pratiği alanı, en az, bin bir zahmetle inşa ettiğiniz projeler kadar öğreticidir.

Ekim 1994

Küba: Anti-emperyalist direnişi desteklemenin anlam ve içeriği

KÜBA NEDEN GÜNDEMDE?
Son birkaç yıldır Küba, dünya gündeminde yeniden belirli ve önemli bir yer tutmaya başladı.
Bu yeniden önem kazanış, Küba’nın kendisi ya da onun gelişme sürecinde ortaya çıkan önemli değişiklikler nedeniyle olmaktan çok, ABD emperyalizminin “komünizmin son kalesi”ni ortadan kaldırmaya, bu ülkede rejimi devirmeye yönelik politikası ve bu doğrultuda Küba’ya yönelik olarak geliştirdiği saldırı dolayısıyla oluştu.
Küba, devriminden bu yana, süreç içinde uğradığı tedrici değişikliklerle birlikte “eski Küba”ydı. Hatta geçmişte başta Latin Amerika ülkesi halkları olmak üzere, dünya halkları ve özellikle gençleri, aydınları ve devrimcileri açısından taşıdığı “örnek” olarak “değeri”nden kaybettikleri vardı. Küba’nın yeniden dünya gündeminde belirli bir yere tırmanmak üzere kazandığı önemin, onun oluşturduğu “örnek” ile açıklanmasının yetersiz kalacağı kolayca görülebilir.
Küba, “örnek” olarak taşıdığı misyondan çok, SSCB ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çöküşü ve Çin’in belirgin bir rejim değişikliğini reddetmekle birlikte özel mülkiyet, kâr, piyasa ekonomisi ve borsa gibi unsurlarıyla kapitalizme açıktan yönelmesinden sonra; ABD emperyalizminin, kurmaya giriştiği “yeni dünya düzeni”nin -denebilir ki, Kore ile birlikte- bir muhalifi olarak hışmını üzerine çekmekteydi. ABD, “burnunun dibinde” bir muhalife hayat hakkı tanıyarak “yeni bir dünya düzeni” kurmaya kalkışırsa inandırıcı olamazdı; üstelik tarihten kalma alınacak bir öcü vardı. Ve ABD, Küba’nın şahsında, kendisine ve “yeni düzeni”ne muhalefetin olanaksızlığını kanıtlamanın yanında, sosyalizmin son bir mahkûm edilişi aracılığıyla onun geçersizliğini kesin olarak vurgulamak; devrim ve sosyalizmi, halkların hafızasından kazımak amaçlarıyla “sosyalizmin son kalesi”ni yıkmaya yönelik olarak anti-komünizm histerisiyle bir saldırı başlattı.
Amerikan emperyalizminin bu amaçlarla başlattığı saldırıyla birlikte, Küba’nın sosyalist olup olmayışı öneminden kaybederek ikinci plana düştü. Emperyalist amaçların teşhiri, saldırı karşısında direnme ve direnişin desteklenmesi birincil önem kazandı. Kuşkusuz bu, Küba gerçeğinin tartışılmadan benimsenmesi, orada “sosyalizm” adına ileri sürülüp uygulananların kabullenilmesi ve gerçeğin ortaya konulmaması anlamına gelmez. Bu yolla emperyalist amaçların teşhiri ve ona karşı tutarlı bir direnişin geliştirilmesi olanaklı olamayacağı gibi, neyin ne için desteklendiği de anlaşılmaz olarak kalacaktır. Bu nedenle, gerçeğin bütün yönleriyle ortaya konmasından kaçınılamaz, kaçınılmamalıdır.

EMPERYALİZMİN, SOSYALİZME SALDIRISININ BİR “KURBANI” OLARAK KÜBA
Küba gerçeğinin ve Küba’nın bugün yeniden gündeme gelişi ya da getirilişinin temel bir yönü; “yeni dünya düzeni”nin kuruluşunda, onun, anti-komünizm histerisine güç katacak bir kampanyanın kurbanı olarak seçilmiş oluşudur.
Kuşkusuz, Küba’nın “kurban” olarak seçildiği emperyalist saldırganlığın birden fazla nedeni vardır ve ABD emperyalizmi, Küba’ya karşı bir kampanyayla “bir taşla birden fazla kuş vurmak” çabasındadır. Başlıca iki unsurdan söz etmek, ayırt edici iki yönü belirtmek gerekirse, bunlar şunlardır: Birincisi; ABD emperyalizmi, kendisinin bir muhalifinden kurtulmak istemektedir ve ikincisi; kazanılacak bir emperyalist zaferle, ilan edilmiş amaç olan “sosyalizmin son kalesini yıkma” başarısı gösterilerek sosyalizmin bir daha kolay kolay dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin elinde bayrak olarak yükseltilemez kılınması hedeflenmektedir.
İkincisi, kuşkusuz boş bir hayaldir. Ancak bu hayalin bile dünya işçileri ve emekçilerini belirli bir dönem için olsun etkilememesi ya da etkisinin en aza indirilmesi ve kırılması için, tarihsel ve nedensel kökleriyle sosyalizmin zorunluluğunu durmaksızın açıklamanın yanında, konumuzla ilgili olarak, Küba ve sosyalizm ilişkisini bütün gerçekliğiyle ortaya koymak gerekli olacaktır.
Birincisine gelince, emperyalizmin saldırısı karşısında Küba’nın savunulup desteklenmesi zorunludur. Bu, komünist olmayı da gerektirmez; her devrimci ve anti-emperyalistin, her demokrat ve ilericinin kaçınamayacağı görevleri arasındadır.
ABD emperyalizmi, SSCB ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çöküşüyle tarihsel müttefiklerini yitiren Küba’ya yönelik geleneksel saldırganlığının dozajını artırdı. Onun tek başına ayakta duramayacağını ve üstelik durmaması gerektiğini düşünüyordu. Diplomatik ilişki içinde bile olmadığı Küba’ya karşı ABD, yıllarca ekonomik ve diplomatik siyasal bir ambargo ve tecrit siyaseti uygulaya-gelmişti. Son birkaç yıldır bu tecrit siyaseti iyice sertleştirilmiş, Küba ile ticari ilişki kuranların da cezalandırılması yönünde genişletilmiştir. Örneğin, Küba limanlarına uğrayan bir geminin altı ay boyunca herhangi bir ABD limanına yanaşması yasaklanmıştır. Bugün Küba tam bir ambargo altındadır.
Ambargo ve tecrit siyaseti, Küba’nın içine düştüğü zorlukların neden olduğu hoşnutsuzlukların teşvik edilmesi ve gericiliğin desteklenip kışkırtılması ile tamamlanmaktadır. Öteden beri Kübalı sürgünlerin, ABD destekli ve Miami merkezli olarak sürdürdükleri karşı-devrimci saldırılar ve komplolar, zorlukların büyüdüğü koşullarda ortaya çıkacağı düşünülen kitlesel tepkilerle birleşmeyi hedefleyerek tırmanışa geçirilmiştir. Çeşitli Doğu Avrupa ülkelerinde revizyonist rejimlerin çökertilişindeki katkısı test edilmiş olan göçlerin tahrik edilmesi yoluna gidilmiş, çok sayıda hoşnutsuzun Küba’dan kaçmasını amaçlayan yoğun bir propaganda sürdürülürken, propaganda tersinden de yürütülerek göçler abartılmış ve bu, Küba’nın çökmekte olduğunun işareti olarak ileri sürülmüştür.
Küba, bu saldırılar karşısında bir direniş göstermekte; yönetim, ABD kaynaklı tecrit siyaseti, ambargo ve kışkırtıcılıkla olumsuz ürünleri devşirilmeye çalışılan zorluklar karşısında belirli bir uzlaşma ve tavizler politikası izleyip çeşitli liberal “demokratik” arayışlarla önlemler almaya yönelse de, direniş ve Küba’yı ve “sosyalizmi” savunma çağrıları yapmakta; bu çağrılar, rejime karşı yapılan ABD teşvikli gösteri ve saldırganlığa karşı yapılan geniş kitlesel gösterilerin de gösterdiği gibi emekçi kitleler tarafından olumlu yanıtlanmaktadır. Hatta emekçi kitleler, tutumları ve Küba’yı savunmadaki kararlılıklarıyla, yönetimi, direnişçi tutumu sürdürüp geliştirme yönünde cesaretlendirip zorlamaktadır.
Küba’nın, Amerikan emperyalizmi karşısında sürdürdüğü anti-emperyalist -belirli uzlaşma ve tavizleri içerse de- direniş desteklenmelidir.
Küba’nın, Küba halkı ve başında Fidel Castro bulunan yönetici grubun bugünkü emperyalizm karşısındaki direnme tutumu nedensiz olmadığı gibi, tarihsel temelleri olmayan, tesadüfî bir tutum, da değildir. Ve Küba ilk kez bugün tartışma gündemine girmemiştir.

KÜBA DEVRİMİ’NİN TEMELLERİ VE ETKİSİ
Küba, başlarında Fidel Castro olan “bir avuç adam” m muzaffer bir şekilde Sierra Maestra’lardan inip, başlıca kentleri ele geçirdikten sonra, başkent Havana’ya girip iktidarı ele geçirdikleri Ocak 1959’dan bu yana, yalnızca Amerikan emperyalizminin ilgi ve saldırı odaklarından biri olmakla kalmadı; hemen bütün ülke devrimcilerinin ilgisini de üzerinde topladı, zaman zaman azalıp çoğalsa da kendisini daima tartışma gündeminde tuttu.
Tartışma konuları hep aynı kalmayarak değişti. Bu tartışma konulan, uluslararası koşullarıyla birlikte çeşitli değişimler yaşayan Küba gerçeğinin şu ya da bu yönünü yansıttı. Ama Küba üzerine yapılan tartışmalar, belirli bir yatışma trendi gösterse de sürdü.
Küba’nın en belirgin şekilde tartışma gündemine oturduğu dönem, kendini ortaya koyuş biçimiyle, yaklaşımları ve tutumlarıyla; en ateşli tartışmaları dayattığı, ideolojik, siyasal ayrılık ve bölünmelere yön verdiği, birçok ülkede pratik devrimci siyasal tutumlara ve silahlı devrimci mücadeleye yol gösterdiği dönemdi. Yani, zafer kazanmış Küba Devrimi’nin ilk dönemleri. 1970’e gelirken sona eren bu dönem, hem Küba Devriminin doruğuydu, hem de onun en devrimci yaklaşım ve tutumlar sergilediği devrimci radikalizm dönemiydi.
Onun, dünyanın pek çok yerindeki devrimci hareketlerin tartışma gündemine soktuğu şey ise, sınıf mücadelesinin biçimleri açısından bir model sorunuydu: “Bir avuç adam”, nesnel koşullara bakılmaksızın, devrimci bir kalkışmaya girişmek üzere ortaya atılmaya niyet ve cesaret ederek eline silah alıp emperyalizm ve oligarşiye karşı, devrimci bir savaş başlatırsa, dağlar ve halk, onları bağrına basar ve zafer kazanılabilirdi.
Küba, devrim öncesinde, bir devrimin gereksindiği objektif etkenler açısından olağanüstü uygun koşullara sahipti. Yalnızca iktisadi değil, politik krizin de ciddi boyutlara ulaştığı Küba’da, az sayıda devrimci tarafından başlatılan silahlı mücadele, halkın desteği ve katılımını sağlayarak başarıya ulaştı. Ama buradan çıkarılan yanlış bir sonuçla, “bir avuç adamın başlatacağı silahlı mücadele”nin, objektif koşulları dikkate almaksızın ya da zaten objektif koşulların az ya da çok olgunlaşmış haliyle hemen her ülkede var olduğu saptanmasıyla, zaferin temel etkeni olarak teorize edilmesi, Küba’nın, tartışmaların odağında yer almasının esas nedeni oldu.
Bu tez, sadece Latin Amerika’da değil, dünyanın birçok geri ülkesinde önemli sayıda taraftar buldu. Devrim özlemiyle dolu, ama Marksizm’den pek de haberdar olmayan samimi devrimciler tarafından geçerli kabul edildi, savunuldu ve uygulandı. Kurulan basit nedensellik ilişkileri, bu tezin savunulmasını kolaylaştırdığı gibi yaygınlaşmasına da önemli ölçüde yardım etti.
Küba devrim deneyi ve onun ortaya çıktığı koşulların iyi incelenmemiş olması, ama yeni zafer kazanmış bir devrime duyulan sempati ve devrimci heyecanın sürükleyici gücü bunun bir nedeni ise, ikinci neden de modern revizyonizmin yıkıcı, kafa bulandırıcı ve tepki oluşturucu etkisiydi.
Burada, modern revizyonizmin etkilerine de kısaca değinmek gerekiyor. Bu dönemde, modern revizyonizm, Kruşçev aracılığıyla, Amerikan emperyalizmiyle işbirliği ve barış içinde bir arada yaşama, reformlar için mücadele, kapitalist olmayan yol vb. tezler öne sürüyordu. Bu tezlerden beslenen çeşitli ülkelerin ilerici olarak gösterilen burjuvazi ile ittifak, barışçıl geçiş, barış içinde yarış vb. gibi devrimi ve devrimci savaşı reddeden tezler ve hemen her ülkede bu tezleri savunup uygulayan Sovyet revizyonizmi yardakçısı sözde komünist partilerin, sosyal reform ve sosyal barışçı, sınıf işbirliğini öngören tutum ve uygulamaları; bir yandan samimi devrimcilerin tepkisini çekiyor, ama öte yandan da bu tezlerle kafası bulanan aynı devrimcilerin -revizyonizmi Marksizm varsayarak- Marksizm’den uzaklaşmalarına neden oluyordu. Küba örneği, devrim özlemi içindeki bu tür insanlar için tutunacak bir dal oldu. Bu dönemde, pek de araştırmaya ihtiyaç duymadan, devrimci heyecanla yola çıkan devrimciler; birçok ülkede emperyalizm ve faşizme karşı mücadele için silaha sarıldılar ve halk kitlelerini bu yolla kazanmaya çalıştılar. Ama örnek, ikinci kez tekrar etmedi.
Küba’da objektif koşullar bir devrimi davet etmekteydi. Küba ekonomisi, tek ürün (şeker) üzerine kuruluydu ve ağırlıklı olarak ABD ile şeker karşılığı yapılan ticarete dayanıyordu. 1953’de, ABD, kendi pancarından şeker elde etmeye yönelmesi sonucu, Küba’dan ithalatını neredeyse yarıya indirdi. Böylece, şeker üretimi azaltıldığı gibi, ithal edilen araç-gereç, enerji, gıda vb. maddelerin kullanım imkânı da aynı oranda azalmış oluyordu. Buna bağlı olarak oluşan bunalım, ekonomiyi ciddi şekilde sıkıntıya soktu. Oysa Küba nüfusunun sürekli artışı, bu tüketim maddelerine duyulan ihtiyacı da sürekli olarak artırıyordu. Öte yandan işsizlik kronik hal almış ve % 20’lere kadar çıkmıştı. Toplam çalışabilir nüfusun % 35’i, ya işsizdi, ya kısmen ya da ücretsiz olarak çalışıyordu. Kıtlık ve pahalılığa bağlı olarak uzayan kuyruklar, tahmin edilebileceği gibi aşırı bir tırmanış içindeydi. 1955 yılı sonlarında, bu bunalımlı ortama bağlı olarak şeker sanayisinde genel greve gidildi. Grev, özellikle Las Villas kentinde barikat savaşlarına dönüştü.
Ekonomide bu koşullar yaşanırken, darbeler, siyasi skandallar ve yolsuzluklar birbirini izliyordu. 1933’de bir darbe ile iktidarı ele geçirmiş olan Çavuş Batista, iki seçim döneminin ardından, 1944’de perde arkasına çekilip “kendi adamı”nı cumhurbaşkanı seçtirmek istedi. Batista bu amacında başarılı olamayınca, bir muhalif olan Grau San Martin ve ardından da Prio başkan oldu. Peş peşe seçilen bu iki başkan, bir yandan berbat yönetimleri ve ortamını yarattıkları yolsuzluklarla kendilerinin ve yakınlarının cüzdanlarını kabartırken; bir yandan da ABD ile tam ve açık bir işbirliği sürdürdüler. Grau San Martin ve Prio dönemlerindeki yolsuzlukları ve bunlara karşı ortaya konulan tutumlar açısından geliştirilen yöntemleri göstermesi bakımından, yaşanan ilginç bir örnek vardır bu dönemde. Olay şöyledir: Başlangıçta Fidel Castro’nun da üyesi ve adayı olduğu, ahlakçı ve yolsuzluk karşıtı bir tutum içinde olan Ortodoks Parti’nin önderi Chibas, yaptığı bir radyo konuşması sırasında, eğitim bakanının yolsuzluğunu açıklayacakken, belgelerin çalınması üzerine, ciddi bir protesto yolunu seçer ve herkesin kulakları kendisindeyken intihar eder.
’51 ortalarındaki bu intiharı, ’52’de Batista’nın ikinci darbesi takip etti. Önce, Türkiye’deki darbelere karşı geliştirilen tutumlara benzer bir şekilde, geniş bir çoğunluk darbeyi “kurtarıcı” olarak kabul etti. Büyük burjuvaziden, şeker kamışı kesicilerine kadar…
Başlangıçta, yalnızca üniversiteliler darbeye karşı tepki gösteriyorlardı. Batista’nın vurgunculuğu ve “düzen”i sağlamak için aşırı zulme yönelmesi, öte yandan şeker bunalımının üstesinden gelememesi, muhaliflerini artırdı. En başta orta sınıf, Batista’nın karşısına geçti.
Kışladaki silahlara el koyma girişimi ile hükümet darbesi karışımı bir eylem olan 1953 Moncado Baskını’nın ardından, baskılar daha da arttı. Küba Devrimi’ne adını veren 26 Temmuz Baskını, ülkenin birçok yerinde yüzlerce kişinin öldürülmesi, çok sayıda tutuklama ve bıktırıcı terörle karşılandı.
Tutuklanmış olan Fidel Castro ve arkadaşlarının, affedilişlerinin ardından gerçekleştirdikleri Granma Çıkarması’ndan az sonra, bir Katolik öğrencinin liderliğindeki Üniversite Öğrenci Birliği, bir ayaklanma girişiminde bulundu. Mart 1957’de Başkanlık Sarayı’na baskın düzenleyenler, hemen bir ayaklanma başlatamasalar da, kitlesel gösteriler ve silahlı eylemler (başta suikastlar) aracılığıyla, öğrencilerden başlayarak geniş kitleleri diktatörlüğe karşı bir konuma çekmeye yöneldiler.
’57’de, iki önemli olay daha yaşandı. Birincisi, 26 Temmuz Hareketi’nin kent örgütlenmesi sorumlusu olan gençlik önderi Frank Pais’in öldürülmesine gösterilen tepki, bir genel grev oldu. Santiago’da barikat savaşlarına dönüşen ve tüm bölgeye yayılan genel grev, geniş yığınların sevgisini kazanmış bir kişiliğin öldürülmesinin ardından, kendiliğinden patlak vermişti. İkincisi, Eylül’de patlak veren donanma isyanıydı. Halk ve 26 Temmuzcularla birleşen isyancılar, Cienfuegos kentini kısa süreli de olsa ele geçirdiler.
Bu olaylar, silahlı mücadelenin yol açıcı etkisinden de güç almıştı; ancak, ülkenin içinde bulunduğu patlamaya hazır durumun da göstergesiydi.
1958 Temmuzu’nda, Batista, Sierralar’daki devrimciler üzerine 40 bin kişilik bir ordu ile yok etme seferi açmışken, dağlardaki 300 devrimcinin ve eylemlerinin, 5-6 ay gibi kısa bir sürenin ardından, yıl sonunda, Batista’yı ülkeden kaçmak zorunda bırakmış olması da, ülkede, devrim açısından olağanüstü olgun koşulların bulunduğunun kanıtlarından birisidir.
Ancak “bir avuç insan”ın, tarihsel olarak son derece elverişli nesnel koşullarda eyleme geçmiş olmasının ayırt ediciliğini göz önüne almadan; devrimci niyetlerle az sayıda kişinin silaha sarılmasının herhangi başka koşullarda da aynı sonuca ulaşılabileceği, kuşkusuz ki yanlış ve Marksizm’den alabildiğince uzak bir tezdi. Ne var ki bu tez ve temelleri bakımından küçük burjuva devrimciliğinin ve sosyalizminin karakteristik özelliklerini taşıyan diğer tezler, Küba Devrimi’nin başlıca önderlerinden Fidel Castro ve Küba partisi tarafından yıllarca savunuldu. Küçük burjuva devrimciliği ve sosyalizminin başlıca temel tezleri (devrimin objektif ve sübjektif koşulları, iradecilik, silahlı eylemcilik, gerilla, devrimci mücadele biçimleri, strateji ve taktik vb.), Özgürlük Dünyası’nın Haziran, Temmuz ve Eylül 1992 tarihli sayılarında yer alan ve daha sonra genişletilerek kitap haline getirilen “Küçük Burjuva Devrimciliğinin Eleştirisi” başlıklı çalışmada ayrıntılı bir şekilde ele alınıp eleştirilmişti.
Ancak küçük burjuva devrimciliği ve sosyalizminin, modern revizyonizmin devrime ve devrim ihtimaline karşı yöneltilmiş tezlerinin eleştirisiyle birleştirilmiş bir eleştirisi, Enver Hoca yoldaşın “Revizyonizm ve Maceracılık Teslimiyete Marksizm Leninizm Zafere Götürür” başlığıyla ’70’lerde yayınlanmış bir broşürü dışta tutulursa, zamanında ve gereğince yapılamadı. Modern revizyonizmin, devrimi ve devrim için mücadeleyi reddeden tezlerine duyulan tepkiyle, Küba Devrimi’nin kendi orijinal koşullarının olanaklı kıldığı başarısının sağladığı etki küçümsenmeyecek ölçüde oldu.
Özellikle emperyalizmin ve faşizmin baskısı altındaki Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın geri ülkelerinde Küba Devrimi’nin etkisi daha önemli ve büyüktü. Küba Devrimi, dünya proletaryası üzerinde özel bir etki yaratmadı; çünkü özel olarak proletarya hareketinin gelişmesi ve başarısının bir örneğini sunmamaktaydı. Çeşitli ülkelerin işçi sınıfları, Küba Devrimi’nden kendi kurtuluş mücadeleleri, onun gelişmesi ve zaferinin yollarına ilişkin bir yarar sağlayamadılar. Ama Küba Devrimi, emperyalizm ve faşizmin baskısı altındaki ezilen halkları, mücadele için cesaretlendirici bir rol oynadı. Özellikle aydınlar başta olmak üzere başlıca şehir küçük burjuvazisi (ve bir ölçüde köylüler) ve en çok da gençlik (özellikle öğrenci gençlik) Küba Devrimi’nden etkilendiler. En çok etkilenenler ise, kuşkusuz, geri ülkelerin genç devrimcileri oldu. Birçok ülkede, Küba örneğini model kabul eden devrimci hareketler gelişti.
Konumuzu yakından ilgilendiren ise, Küba Devrimi’nin ülke dışındaki etkilerinden daha çok, ülke içindeki etkileridir.
Küba’nın belirtilen orijinal koşullarında emekçi kitleler ve onların hareketiyle birleşen devrimci radikalizm, ülkede emekçi kitleler içinde önemli ölçüde kökleşti; onlar içinde ciddi köklere sahip oldu. Devrim içinde emekçi kitlelerle öncü devrimci grubun radikalizminin birleşmesi, zaferden sonraki devrimci atılımın kaynağını oluşturdu; anti-emperyalist demokratik reformların hemen her alanda son sınırına kadar götürülmesini olanaklı kıldı. “Öncüler”in devrimci radikalizmi, devrim içinde birleştiği hareketli kitlelere; iradenin zorlanmasını ve devrimci heyecanı, radikalizm ve güç kullanarak koparıp almayı aşıladı. Emperyalizm ve oligarşi karşısında sağlanan zafer ve ilerleme ve hayata geçirilen reformlarda kendi maddi çıkarlarının gerçekleşmesini yaşayıp gören emekçi kitleler, uyandırılmış devrimci heyecanlarıyla sadece “öncüler”in değil, kendilerinin de güçlerini sınavdan geçirdiler ve kendi güçlerine güvenmeyi öğrendiler. Devrime daha bir sıkı sarılıp onu ileri iten bir güç haline daha çok geldiler. Küba Devrimi’nin orijinalitesinin bir sonucu, “öncüler”in kitleleri ve kitlelerin de “öncüleri” ilerletmesinin koşullarını ortaya çıkarmasıydı. Bu, öncülere; Küba Devrimi’ne emperyalizm ve gericilik karşısında kolaylıkla üstesinden gelinemeyecek kitlesel bir boyut, ciddi bir güç ve direngenlik kazandırdı. Küba’da, emekçi kitlelerle özellikle devrimin önderi olarak Fidel Castro arasında kurulmuş gizemli gibi görünen ve emperyalizm kaynaklı ciddi saldırılar karşısında dayanıklılığını bugüne kadar kanıtlayan ilişkinin nedeni burada yatmaktadır. Özellikle Doğu Avrupa’da yönetimlerden hemen bütünüyle kopmuş olan halkları, rejime karşı harekete geçmeye kolaylıkla teşvik edebilmiş olan Amerikan emperyalizminin bu politikasının, Küba’da bugüne kadar akamete uğramış olması, bu tarihsel durumun doğrudan bir sonucudur. Küba’da yönetimin bürokratlaşma sürecinde belirli bir mesafe kat etmiş oluşu da göz önüne alınırsa, giderek nesnel temeli törpülenmesine rağmen, emekçi kitlelerle devrimci öncüler arasında tarih içinde kurulmuş ilişkinin hâlâ dayanıklılık göstermesi, onun boyutu ve sağlamlığı hakkında bir fikir vermelidir.
Kitlelerin devrim sırasında ve sonrasındaki antiemperyalist demokratik reformlar boyunca hareketliliği ve bu süreçte “öncüler”le kitleler arasında kurulmuş ve kitlelerin maddi kazanımlarıyla beslenmiş ilişkinin sağlamlığı, Küba’nın emperyalist saldırı karşısındaki direnci ve dayanıklılığının temel etkenini oluşturmaktadır.

KÜBA ANTİ-EMPERYALİZMİ, TEMELLERİ, DİNAMİKLERİ VE ŞEKİLLENİŞİ
Castro’nun Moncada’da ortaya koyduğu program tamamıyla antiemperyalist, özgürlükçü bir programdı. Amerikalıların elindeki telefon ve elektrik şirketleri gibi şirketlerle büyük miktardaki toprağın ulusallaştırılmasını, büyük mülk sahiplerinin topraklarının da dağıtımını öngörüyordu. Talepleri arasında, toplumsal yaşamı ciddi ölçüde etkileyecek eğitim ve sağlık reformu da bulunmaktaydı.
Ve başlarında Fidel Castro’nun bulunduğu Kübalı devrimciler, iktidara gelir gelmez bu programı uygulamaya giriştiler.
Gerçi Sierra’da silahlı faaliyet sürerken Castro, özellikle Amerikan basınına verdiği demeçlerde yabancı şirketlerin elindeki kamu işletmelerinin devletleştirilmesi talebinden söz etmekten özenle kaçınıp toprak reformuna ilişkin talebi yumuşatıyor ve devrimin zaferi sonrası ilk aylarda Amerikalılar ve yerli büyük burjuvazi (ve plantasyon sahipleri) ile bir uzlaşma arayışına giriyordu. Ama çok geçmeden açıklanan reformlar başlatıldı.
Önce, kiralarda indirime giden yasa çıkarıldı. Şubat 1959’da toprak reformu başlatıldı, ilk olarak Doğu Küba’da aile başına 6.700 metrekare toprak düşecek şekilde 22.500 aileye toprak dağıtıldı. Bu girişim, ancak, devrimden sonra işbaşına gelen ilk cumhurbaşkanı ve başbakan görevlerinden ayrılıp Castro başbakan olduktan sonra başlatılabilmişti. Bu arada, ordu küçültüldü ve polis örgütü dağıtıldı.
Henüz Amerikalıların çıkarlarına dokunulmamışken martta bir ABD gezisine çıkan Castro, New York Central Park’ta yaptığı bir konuşmayla ABD’ye bir uzlaşma önerdi. Buna göre: “Komünizm tehlikesinden sakınmak için ABD tüm Latin Amerika’ya yönelik bir Marshall Planı başlatmalıydı”. Castro, başlangıçta, ulusal kalkınma ve reformlar politikasını Amerikalılar ve yerli büyük burjuvazi ile uyumlu hale getirip, onlarla bütünlüğü bozmadan hayata geçirme tutumu izlemekteydi.
Toprak reformu, Haziran ’59’da yasalaştı ve oluşturulan Tarım Reformu Ulusal Enstitüsü (INRA), yılsonunda 220 milyon metrekare toprağa el koyarak dağıtımına girişti. Daha yasa çıktığında ve ulusallaştırma politikası kesinlik kazandığında, Amerikan şirketleri ve yerli burjuvazi reformlara karşı birleşip protestolarını yükselttiler.
Devrimse, alınan önlemlerle kitleselleşmekteydi ve Castro’nun reform politikasını desteklemek üzere, Küba İşçi Konfederasyonu’nun çağırdığı genel greve, yarım milyona yakın emekçi (çoğunluğu şeker kamışı kesicisi) katıldı. Bu güçle karşıdevrimcilerin üstesinden gelinerek reformların devamı mümkün olabildi. Ama Castro’nun Amerikalılar ve büyük burjuvazi ile uyum ve bütünleşme politikası da başarısızlığa uğramış oldu.
’59 sonundaki topraklara el konulmasından, şeker ekimine yatırılmış yaklaşık 300 milyon dolarlık Amerikan sermayesi de etkilenmişti. ABD, Küba’ya hemen nota yolladı; ulusallaştırmanın ancak Amerikalıların paralarının nakit olarak ve derhal ödenmesi koşulu ile kabul edilebileceği bildirildi.
Bu arada, daha ’59 yılı dolmadan devrimci hükümete karşı karşıdevrimci terör eylemleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu, devrimi radikalleşmeye ve kitlelerle birleşmede ileri adımlar atmaya yöneltti. Mevcudu azaltılmış ordunun yerine, işçi ve köylülerden bir halk milisi oluşturuldu.
Reform politikasının yalnızca toprağa ilişkin olarak yürütülmesiyle yetinilmedi. Moncada savunmasında yer alan eğitim reformu başlatılarak bu alanda hızlı adımlar atıldı. Yeni okullar inşa edildi, eğitim teknikleri değiştirildi, öğretmen yetiştirme programı yürütüldü. En önemlisi, ülke çapında okuma-yazma kampanyası başlatıldı ve kitap ve eğitim malzemeleri öğrencilere parasız olarak sağlandı.
Daha toprak reformu başlar başlamaz büyük plantasyonlara da el konularak yayılacağı anlaşılınca, ABD’nin Küba Devrimi’ne yönelik sert tepkileri gelmeye, komploları ve hükümeti devirme planları gündeme girmeye başlamıştı. ABD, örneğin, 1958’de 1.75 milyar dolar olan dışalımını, daha ’59’da 900 milyon dolara indirmişti.
Küba, önceleri, ABD’ye bağımlılığı azaltıcı ve dengeleyici bir unsur olarak dış ilişkilerini çeşitlendirmeye yöneldi. Şubat 1960’da, Ada’yı ziyaret eden Sovyetler Birliği lideri Mikoyan’la iki ciddi ekonomik anlaşma imzalandı. Küba, SSCB’den yirmi yıl vadeli ve düşük faizli 100 milyon dolarlık bir kredi alıyor ve beş yıl boyunca SSCB’ye dünya piyasa fiyatlarından 5 milyon ton şeker satıp karşılığında petrol, demir, gübre ve teknik yardım alacağı bir ticari anlaşma yapıyordu.
Böyle bir ilişki, ABD-Küba ilişkilerinin bozuluşunu hızlandırıcı etki yaptı. ABD’de yüksek makamların “yarı kürede enternasyonal komünizmin egemenliğinin hoş görülemeyeceği “ne ilişkin açıklamaları birbirini izlemeye başladı. Bununla kalmadı; ABD, Miami’de sürgünde bulunan Kübalıların Küba’ya yönelik saldırıları için ellerini tümüyle çözdü ve teşvikçiliğe başladı. Rejime yönelik silahlı saldırılar yoğunlaştı. Castro, silah ithali ve milislerin sayı ve niteliklerinin yükseltilmesi yoluna giderken halkın, Devrimi Savunma Komiteleri içinde örgütlenmesine girişildi. Bunlar, denetleyici ve gözetleyici organlar olarak örgütlendiler.
Küba’ya yönelik Amerikan karşı propagandası artarken bu yanıtsız kalmadı.
Tarım alanındaki ABD yatırımlarına yönelik ulusallaştırma ve el koyma politikasının uygulamaları geliştirildi. Örneğin, United Fruit firmasına ait büyük bir toprak parçasına el konuldu.
Ve Castro ’60 Mayısı’nda, yarım milyona yakın bir kitle önünde seçimlerin devrimle uyuşmadığını ve iptal edildiğini açıkladı. Küba, parlamentarizm alanının dışına çıkıyordu.
Haziran ’60’da ABD, Küba’dan tüm şeker alımını durdurdu. Deniz ve hava sahasını sürekli ihlal etmeye başladı.
Karşılık olarak, iki devrimci yasa çıkarıldı. Birincisine göre, kısmen ya da tamamen ABD şirketlerine ait olan tüm işletme ve mülklere el konulması olanaklı oluyordu. İkinci yasayla ise, ekonomik faaliyetleri denetlemek ve özel şirketler için düzenlemeler getirmek üzere bir merkezi planlama kurulu oluşturuldu.
Bu arada, bir yandan da kooperatifleştirme hareketi başlatıldı.
Etkisi altındaki ülkelere Küba ile diplomatik ilişkilerini kestiren ABD, sonunda, ’61 Ocağı’nda Küba ile ilişkilerini kesti. Küba’da şeker fabrikaları ve silolara saldırılar, bombalama ve yakma eylemleri baş gösterdi. ABD B-26 uçakları ile Küba havaalanlarını bombaladı.
Nisan ’61’de ünlü Domuzlar Körfezi Çıkarması yapıldı. Amerikan gemileriyle adaya çıkarılan 1500 kadar sürgün, devrimci birlikler ve milislerce üç gün içinde yenilgiye uğratıldılar. Halk, devrimi destekliyordu; “öncüler”, halkla birleşmiş durumdaydılar ve rejim halka dayanıyordu. Bu, ABD dâhil herkes tarafından anlaşılmış oldu.
Bu arada, çoğu ABD şirketlerinin elindeki kamu işletmelerinin devletleştirilmesine girişildi. 1960-61’de, tüm büyük mülkiyetin devletleştirilmesi gerçekleştirildi. Süreç içinde elektrik, telefon, şeker ve tütün endüstrileri, bankalar, petrol rafinerileri devletleştirildi. Geniş bir sanayileşme programı hazırlanarak kimya, metalürji ve demir-çelik sanayilerinin kuruluşuna girişildi.
Domuzlar Körfezi Çıkarması’yla doruğuna çıkan karşıdevrimci ve emperyalist saldırıları büyük kitlesel karşı gösteriler izledi. Ve sonunda Castro 1 Mayıs ’61’de Marksist-Leninist olduğunu açıklayarak Küba Devrimi’nin “sosyalist bir karakter taşıdığını” ilan etti. Sovyetler Birliği ile ittifak günleri başlıyordu. Devrimin ve olayların akışı bu noktaya getirmişti Küba’yı.
Amerikan saldırıları karşısında güçlü bir koruyucuya ihtiyaç vardı! Küba, bundan kaçınamadı.

SSCB İLE YAKINLAŞMA VE “SOSYALİZM” İLANI
Küba’nın ilan ettiği “sosyalizm”, önceden programlanıp öngörülmemiş, kapitalizmin dayattığı bir ihtiyaç olarak, öncüsü komünist partisinin yönlendiriciliğinde mücadele eden örgütlü proletarya tarafından kazanılmamıştı. Ama başlıca ulusal bir düşmana (ve uşaklarına) karşı mücadele içinde ilerleyip önünü açmaya çalışan halkçı bir devrimci grup ve gericiliğin iktidarı ve düzeninden bıkmış, giriştiği antiemperyalist demokratik reformlar içinde bu grubu destekleyen halkın, genel çıkarları doğrultusunda ve Amerikan emperyalizminin baskısının yarattığı “ihtiyaçla” doğmuş bir tür “sosyalizm”di. O, kuşkusuz, antiemperyalist bir özgürlükçülüğün adı olarak kullanıldı. Kendisini gerekli kılan koşullar arasında, sosyalizmin yüksek prestijine sahip ve henüz bütünüyle revizyonizmi kökleşmemiş SSCB ile ittifakın, ABD karşısında zorunlu görülmesinin ihtiyaçlarının karşılanması da sayılabilir. Bir başka neden ise, yığınlar halinde ayağa kalkan emekçi halkın, girişilen anti-emperyalist demokratik reformları, kapitalizmin sınırlarını zorlayacak ölçüde sonuna kadar iten taban baskısı ve özgürlükçü iyi niyeti ve devrimci samimiyetiyle öncü grubun devrimci radikalizminin, emperyalizmin baskısı ve buna karşı koyma zorunluluğunun yarattığı ve kolaylaştırdığı koşullarda, bu taban baskısıyla birleşmesi idi.
Ekim Devrimi’nden sonra, emperyalizmin baskı ve yağması karşısında ortaya çıkan ulusal kurtuluş hareketleri; dünya proleter devriminin bir bileşeni haline geldi. Emperyalist dünya karşısında açılan ve doruğunda sosyalizm bayrağının dalgalandığı cephe, zorunlu olarak, emperyalizme karşı yönelen her hareketi, ortak bir hedef etrafında birleştiren bir zemin olarak doğdu. Ekim Devrimi’nin sunduğu örnek, ezilen dünya halkları ve ulusal kurtuluş hareketlerini sosyalizm ve onun somutlanışı olan SSCB ile birleşme yönünde etkileyip dünyanın dört bir yanında sosyalizm rüzgârları estirdi. Bu rüzgâr, SSCB’de sosyalizmin inşası ilerleyip dayanakları sağlamlaştıkça sertleşti. Özellikle II. Dünya Savaşı, SSCB’nin zaferiyle sonuçlanıp, onun, emperyalizm karşısındaki gücünün bir kanıtlanışı ve uluslararası etkisini yayan bir faktör olarak rol oynayınca, sosyalizm rüzgârının etkisi ve SSCB’nin tüm anti-emperyalist hareketleri etrafında toplayıcı konumu, olağanüstü boyutlara ulaştı. Sosyalizm ve SSCB, dünya halkları, anti-emperyalist hareketleri ve devrimcileri nezdinde sarsılmaz bir prestij sahibi oldu. Artık ilerici özellikler taşıyan hiçbir hareket, emperyalizmle belirli sürtüşmeler içine giren hiçbir eylem, SSCB ile yakınlık ve belirli bir sosyalist söylem sahibi olmak ya da öyle görünmek zorunluluğundan kaçamaz olmuştu. Bu rüzgâr içinde, Mısır’ın Nasır’ı, Irak ve Suriye Baas Partileri, Libya’nın Kaddafi’si gibi örnekler, belirli bir anti-emperyalist tutum içine giren burjuva akımların temsilcileri olmalarına karşın, sosyalistliklerini ileri sürdüler. Küba’nın bunlardan farkı, “öncüler”in sahip oldukları devrimci radikalizm ve bunun sınıf temeli olarak alt sınıfların temsilcileri durumunda olmaları ve emekçi kitlelerle, onların temel demokratik maddi çıkarlarının gerçekleştirilmesi zemininde birleşmeleri idi.
Benzer koşullarda Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Birinci Meclis’te ortaya çıkan Bolşevizm hayranlığı ve bunun açıktan dile getirilişi, sahteciliği pek belirgin olsa da Mustafa Kemal’in “Komünist Parti” kurdurmaya yönelmesi hatırlanmalıdır. Ancak, hem Türkiye’ye yönelik emperyalist baskı, Küba’ya göre daha hafifti; hem Mustafa Kemal, Castro ile kıyaslanmayacak ölçüde cılız bir antiemperyalistti ve radikalizmden uzaktı. Ayrıca, Osmanlı ordusunun kalıntılarıyla iş görüyor ve üst tabakaları temsil ediyordu. Üstelik Türk Ulusal Devrimi, demokratik bir içerik kazanarak derinleşmekten çok uzaktı. Bu nedenlerle; Türkiye’de olmayan Küba’da oldu ve Küba’da “sosyalizm” ilan edildi. Üstelik Mustafa Kemal ve arkadaşlarından farklı olarak Castro ve arkadaşları, L. Amerika’da oldukça yaygınlık gösteren Marksist-Leninist fikirlerden etkilenmişlerdi. Bu da bir tür “sosyalizm” ilan etmelerini mümkün kılan koşullar arasında sayılabilir.
Castro ve arkadaşları, Castro’nun kendisinin de söylediği gibi hem devrim için yola çıkarken Marksist değillerdi, hem de Marksist bir gelenekten gelmiyorlardı, Marksizm’i hiçbir zaman anlayamadıkları gibi, onunla ilişkileri genel bir etkilenme düzeyindeydi. Castro, 1967’de açık yüreklilikle “Dağlarda bulunurken kendimi devrimci sanıp sanmadığımı soruyorsanız, evet devrimciydim. Eğer Marksist-Leninist olup olmadığımı sorarsanız, cevabım hayır’dır. Henüz Marksist-Leninist değildim. Kendimi klasik bir komünist sayıp saymayacağımı sorduğunuz takdirde hayır derim, klasik bir komünist değildim.” (F. Castro Konuşuyor, sf. 23) dedikten sonra sözlerine şöyle devam ediyordu: “1960 yılında SSCB ile kurduğumuz ilişkiler ulus ve devrimci liderlerin fikri olgunluklarını geliştirdi” (Agy, sf. 16)   Ama başlangıçta, bir yönüyle devrimci iyi niyet ve samimiyetleriyle Marksizm olduğunu düşünerek öğrenip uygulamaya yöneldikleri, revizyonizm tarafından çarpıtılmış bir yorumdu. Bu durumda, gerçekleştirmeye çalıştıkları uygulamaların, ne türden sosyalist uygulamalar olacağı, kendiliğinden anlaşılacaktır. Ama hem düşünceleriyle hem de eylemleriyle kapitalizmin sınırlarını zorladıkları da gözden kaçırılmamalıdır. Ancak SSCB ile geliştirilen ilişkiler, bir yönüyle de belirli bir “ihtiyacı” karşılıyor ve ideolojide Marksizm yerine modern revizyonizmin, uygulamada ise bunun zorunlu sonuçları ve pratik yansımalarının ağırlık kazanmasına yol açıyordu. Önceleri Marksizm ve sosyalizm sanarak doğru bulup olumladıkları, yanlış bulup eleştirdiklerinde de “anlayışla” karşılayarak katlanmak durumunda kaldıkları SSCB’nin yaklaşım ve dayatmalarıyla (ve Küba önderliğinin bunlarla yakınlık sağlayan proleter olmayan sınıf tutumlarıyla) çizilen böyle bir yolda ilerledikçe, giderek daha çok ve süreç içinde devrimcilikleri törpülenerek Sovyet revizyonizminin peşinden sürüklendiler. Onların revizyonist görüşlerini, giderek ve artık bilerek, daha çok kabullendiler. Konum, yaklaşım ve uygulamaları bürokratizm ve devlet kapitalizmi yönünde geliştikçe gittikçe daha çok devrimden uzaklaştılar. Radikalizmleri zayıfladı, bağımlılıkları arttı. SSCB’ne ekonomik ve siyasal bağımlılıkları artıkça, mevcut durumlarını daha çok benimsediler, devrimciliklerinden daha çok uzaklaştılar. İktidar nimetlerinden yararlanmak her geçen gün daha çekici bir hal aldı ve sonunda bugünkü duruma varıldı. Bütün bunlar, Küba Devrimi’nin gelişim özelliklerinin temelleri düşünüldüğünde, daha anlaşılır hale gelecektir.
P. Scorro Leon, Amerikan emperyalizminin baskısı karşısında “sosyalizm”in “ihtiyaç” olarak ortaya çıkışını şöyle anlatıyor:
“Küba sosyalizmi ABD’nin Fidel Castro önderliğindeki devrime karşı yönelttiği saldırıları atlatıp yaşayabilmek için bir ihtiyaç olarak doğmuştur.” (Gelenek dergisi, s: 40, sf. 64)
Castro da, “sosyalizm” ilanıyla karşılanan SSCB’nin tutumlarından şu övgü dolu sözlerle bahsetmektedir:
“Burada… enternasyonalizmin gerçek anlamını bize pratikte de gösteren Sovyetler Birliğinden gelen bir heyet de var. Bizi ayıran uzun mesafelere rağmen Sovyetler Birliği, emperyalizmin bizi boğmasına, bizi yutmasına, bizi yok etmesine izin vermedi; petrolümüz kalmadığında Sovyetler Birliği bize petrol yolladı, istila tehdidi altındayken bize silah verdi ve gerekli olduğunda bize insanlarını gönderdi.” (KKP 1. Kongre Konuşmasından, Sosyalizmi Kuracağız, s/. 103)
Bu “yardımseverlik” karşısında “sosyalizm” ilanı, bir “diyet borcu” oluyordu! “Birleşik Devletler’in saldırı planlarını kesin olarak önlemek için, Sovyetler Birliği’ne başvuru”lmuştu. (Bkz. F. Castro Konuşuyor, sf. 37)

GERÇEKLEŞTİRİLEN SOSYAL REFORMLARIN NİTELİĞİ
Peki, Küba devriminin yaptığı sosyal içerikli reformlar ya da aldığı sosyal içerikli önlemler de yok muydu? Vardı, kuşkusuz. Bunların çoğunluğu, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi belirli hizmetlerin, halka parasız sağlanması olarak kapitalizm koşullarında gerçekleşebilir önlemlerdi. Tüm kapitalist ülkelerde bu hizmetler parasız değildi; ancak, belirli koşullarda kapitalizm çerçevesinde bunların uygulanabilirliği yaşanarak görüldü. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal devrim ihtimalî karşısında işçi sınıfına verilen tavizler olarak, ya da kalkınma çabası içindeki geri bir ülkede -özellikle eğitimin parasız oluşu açısından- işgücü seferberliğini gerçekleştirebilmek üzere bu önlemler zaman zaman uygulama alanı buldu. Bu alanlardaki reformları küçümsemek kimsenin aklından geçmemelidir. Söylenen, bu reformların devrimci bir tutumun sonucu olmadığı ve ciddi bir demokratik ve sosyal içerik taşımadığı değil, ama kapitalizm çerçevesinde gerçekleşebilir olduğu ve antiemperyalist ve demokratik bir platformun unsurları olarak uygulamaya konulduklarıdır.
Hatta Küba’da, kapitalist ülkelerde işsizlik sigortası ve emeklilik ödentileri olarak uygulanan belirli önlemlerin ötesine geçildi. Küba, bu alanda bir sosyalizasyon başarısı sağladı. Kapitalist ülkelerde işçi ücretlerinin altında bir sigorta ödentisiyle ve süreli olarak gerçekleşen işsizlik sigortası ya da normal işçi ücretinin oldukça altındaki emeklilik ödentileri; Küba’da, işçi ücretinin yüzde yüzü olarak ödendi emeklilere. Küba, emeklilerinin işçilerle aynı ödentiyi aldıkları bir ülke durumuna ulaşmıştı. Bu da, kapitalizmi reddeden bir önlem değildir; ama onun sınırlarını da zorlar.
Kapitalizmin sınırlarını zorlayan esaslı bir Küba reformu ya da sosyalizasyon önlemi ise, konutların parasız sağlanmasıdır. Bu, devlet kapitalizmi çerçevesinde fonlar ve sübvansiyonların düzenlenmesi sorunudur şeklinde yorumlanabilir. Ancak her halükarda klasik kapitalizmin sınırlarını zorlayan bir karaktere sahiptir. Kapitalizm durmaksızın konut sorunu üretir; emekçilere parasız konut sağlanması ciddi bir sosyalizasyon önlemi olarak görülmelidir. Kuşkusuz bunun gibi önlemler, sağlayıcısı iktidarı, kendi başına sosyalist yapmaz; ancak yine de önemlidir. Nedeni, devrimin harekete geçirdiği emekçi kitlelerin hareketliliğinin yarattığı ortamdır. İkincisiyse, ilan edilen “sosyalizmin” kanıta ihtiyaç duymasıdır. Bir başka neden olarak, özellikle devrimin ilk yıllarında samimi olarak “öncüler”in “sosyalizmi”ni kurmakta olduklarını düşünen radikal devrimci kadroların iyi niyetli atılımcılığı ve bunun onları kapitalizme karşı bir platforma sürükleme eğilimi göstermesi, ileri sürülebilir.
Bu tür uygulamalar, en başta, emekçi kitlelerin olağanüstü hareketli ve devrimin kendilerine kazandırdıklarıyla olağanüstü istekli, gücüne güvenici ve atılgan oldukları devrim sonrası ilk yılların devrimci ortamıyla birlikte düşünülmelidir. Öyle ki, bu yıllarda binlerce işçi, gönüllü olarak fazla mesai ücretlerinden vazgeçerek normal işgününün yarısına yakın fazladan çalışmışlardır. Kitleleri saran devrimci heyecanın yaptırımcı gücü çok önemlidir ve Küba Devrimi’nin orijinalitesi, nesnel koşulların olanaklı kıldığı kitlelerin bu hareketliliğinin, öncülerin devrimci radikalizmi ile birleşmiş oluşudur. Hareketli kitleler, öncüleri, kendi çıkarları doğrultusunda kapitalizmin sınırlarını zorlamaya doğru itmişler, öncüler de kilelerin bu heyecanını göz önünde tutmamazlık edememişlerdir. Kitleler öncüleri ve tersi, öncüler kitleleri ileri iterek belirli bir noktaya kadar devrimin gelişmesi başarılmış, sonra iç ve dış koşulların etkisi altında duraklama ve en sonunda da gerileme koşullarına varılmıştır.
Gelişme süreci içinde ciddi gerilemelere uğrasa da, Küba Devrimi’nin sözü edilen anti-emperyalist, demokratik ve bir kısmıyla da kapitalizmin sınırlarını zorlayan kazançlarına sahip çıkıp bunları savunmaktan, emperyalizm ve gericilik karşısında bunları savunup desteklemekten daha doğalı olamaz. “Küba sosyalizmi” ile uyuşmamak, onun bir halüsinasyon olduğu gerçeğini vurgulamak başkadır, devrimin anti-emperyalist demokratik tutum ve kazançlarının savunulup desteklenmesi başka. Bu ikisinin çelişeceğini düşünmek ise, saçmadır.

SSCB İLE İLİŞKİLER, GELİŞMESİ, KÜBA’NIN ELEŞTİRİ VE ETKİLENMELERİ

Küba, Sovyetler Birliği’nde, devrimini Amerikan emperyalistlerine karşı koruyacak, ezilmesini önleyecek büyük bir müttefik bulurken, böyle hissederken, SB de, bu ilişki aracılığıyla Küba’da bir etkinlik kazanma ve bunun ötesinde Küba’nın Latin Amerika ülkeleri ve halkları üzerinde sağlamış olduğu sempatiden yararlanarak bu ülkelerde Küba aracılığıyla saygınlık kazanmak peşindeydi. Bu nedenle Kruşçev, Kübalı devrimcilerin birçok davranış ve yaklaşımını “hoşgörü” ile karşılama, onların doğrudan üzerlerine varmama politikası izledi ve revizyonizmini yavaş yavaş empoze etme ve dayatmalarında tepki doğuracak bir aşırılığa kaçmamaya özen gösterdi. Kübalı devrimciler de, “müttefikleri”nin “büyük dünya işleri ile uğraşması” ve dünya politikası izlemesinin, kendilerine ilişkin bazı olumsuz sonuçlarına katlanmak gereği duydular. Modern revizyonizmin çeşitli uygulama ve dayatmalarını “anlayışla” karşıladılar.
Burada, Kübalı devrimcilerin, görece tutarsızlığı kaçınılmaz halkçılıklarından gelen belirli bir uzlaşmacılıkları ile Kruşçev revizyonizmi arasında belirli bir rezonans halinin bir örneğinden söz etmek yararlı olacaktır.
Castro, en başta Amerikalı ve yerli büyük yatırımcıları ulusal reform programına kazanmak, onlarla belirli bir uyum sağlamak politikası gütmüştü. Bu politika, bir alt düzeyde olsa da, Domuzlar Körfezi çıkarması ve “sosyalizm ilanı” sonrasında yeniden uygulamaya konmak istendi. ABD ile ilişkilerin bir düzeyi tutturulmak istendi. Bunda temel etken, Kübalıların uzlaşmacılıkları değil, ama Sovyet modern revizyonizminin barışçıl tezleri ve Kübalıların buna uyum gösterme zorunluluğu hissetmeleri oldu.
Ekim ’61’de Raul Castro, “diğer ülkelerce barış içinde bir arada yaşamayı amaçladıklarını ve ABD ile anlaşmazlıkları görüşmelerle çözmek istediklerini” açıkladı. ABD bunu reddetti. “Üncüler”, henüz devrimciliklerinin doruğunda idi ve yanıt çok sert oldu. İkinci Havana Deklarasyonu ile Sovyetler Birliği’nin barış içinde bir arada yaşama ve çeşitli ülkeler burjuvazisi ile birleşme (Castro için önemli olan L. Amerika burjuvazisi ile birleşmecilikti) çizgisi eleştirilerek L. Amerika’daki devrimci silahlı mücadelelerin desteklendiği açıklandı. Küba, uzun süre bu mücadeleleri içten bir biçimde destekledi ve bu mücadelelere karşı çıkan çeşitli ülkelerdeki revizyonist partileri şiddetle eleştirdi.
’62 sonunda füze krizi patlak verdi. Küba, ABD’ye karşı savunmasını sağlamak için SSCB füzelerinin kendi topraklarına yerleştirilmesini istemiş ve füzeler yerleştirilmişti. Bunu tespit eden ABD, sert tepki gösterdi. Sonuçta, Küba’nın söz sahibi olmadığı, ama ABD ile SSCB arasında varılan bir anlaşma ile füzeler çekildi. Küba, bu kriz sırasında, bir ayı ile yatağa girmenin ne demek olduğunu yaşayarak öğrendi. Büyük bir devletle ilişkide söz hakkı olmuyordu. Castro hayal kırıklığına uğramış birinin eleştirelliğiyle şöyle diyordu:
“Hepimiz füzeleri Küba’da alıkoymak taraftarıydık. Üstelik Sovyet Rusya’nın onları geri alacağını hiç düşünmemiştik. Uygun bir çözümleme bakımından Küba’nın söz hakkı sahibi bulunmasını tercih ederdik doğrusu.” (F. Castro Konuşuyor, sf. 37)
Ama Castro, düşünsel çelişme içindeydi. Kısa sürede kendi değil, Sovyet penceresinden bakarak düşünme eğilimine doğru kaymaktaydı:
“İtalya’da, Türkiye’de, Sovyet Rusya’nın yakınında Birleşik Devletler’in aynı üsleri olduktan sonra ne hakla bize itiraz ediyorlar? Sovyet Rusya’nın da buna hakkı yoku mu?” (Agy, s/. 38)
“Hak” aslında, bir önceki pasajda da Castro’dan aktarıldığı gibi, Küba’nındı. Ama Castro, Sovyetlerin “hakkı”ndan söz etmeye çok hızlı geçmişti.
Ama yine de Kruşçev’i eleştiriyordu. Anlayışla karşılamak ise eleştirisinin bir bileşeniydi:
“Kruşçev memleketimize karşı daima dostça davranmıştır. Çok büyük yardımlarda bulunmuştur. Ama Ekim Krizi’ndeki davranışı ciddi bir hakaretti bizim için… Sovyet devleti ve halkı ile ilişkilerimizin devrimimiz için önemini bildiğimizden, yapılan haksızlığa rağmen aramızdaki bağları koruduk. Kruşçev, Sovyetler Birliği’nin başbakanıydı hâlâ. Bize karşı daima anlayış göstermiştir. Küba devrimine karşı sempati beslediğinden asla şüphe etmem… Sorumluluğu cidden çok önemliydi. Kararlarını tarih inceleyecek.” (Agy, sj. 40)
Castro ciddi bir çelişme içindeydi. Bağımsızlıkçı devrimi henüz yeni başarmışlardı; ama “dost”, bağımsızlığı ve egemenliği torpilliyordu. Ancak “anlayışlı” davranmak zorunluluğunu da hissediyor; bir açıklama bulmaya çalışıyor; Sovyetlerle ilişkinin, Küba Devrimi’nin Amerikan emperyalizmi karşısında “koruyuculuğu” inancıyla “haksızlığa rağmen bağları koruyordu”.
“Bağlar” ise, bağımlılaştırıcıydı!
Güvensizlik baş göstermiş, bağımsızlık ve egemenliğin “dost” karşısında tehlikede olduğu ortaya çıkmıştı; ama Castro yapacak şey bulamıyordu. Kendi devrimci çizgisini sürdürmeye devam etti. Ancak SSCB ile modern revizyonistlerle ilişkinin bu “dost kazığı” yönü hükmünü yürütmeyi sürdürürken, buna anlayış gösterme zorunluluğu duyulmaya ve sonunda gönüllüce girilen bir ilişkinin bağımlılığa götürmesine katlanılmaya devam edildi. Kuşkusuz, bu ilişkinin olumsuzluğu, süreç içinde gelişti.
Castro, çıkış yolunu, L. Amerika’daki silahlı mücadelelerin desteklenmesini tırmandırmakta buldu. Bu yoldan güç oluşturacak ve belli bir denge sağlayacaktı. ’60’lar, gerilla mücadelelerinin destekle yükseltilmeye çalışılması ile geçti. Ama desteklenen Venezüella’da, Douglos Bravo; Kolombiya’da, Camillo Torres; Peru’da, Hugo Blanco ve Puente; Guetemala’da, Turcios Lima hareketleri, birbirleri peşi sıra yenildiler. Che, Bolivya’da öldürüldü.
Mücadeleler sırasında ilginç bir durum, Venezüella Komünist Partisi ile Castro arasında yaşandı. VKP, gerilla mücadelesinin durdurulmasını ve seçimlere katılmayı öngören sağcı bir konuma gerilerken, Merkez Komitesi üyesi Bravo, mücadeleyi sürdürdü ve Castro tarafından açıktan desteklendi. VKP, Castro’ya Venezüella’nın iç işlerine karışmak ve kendini devrimlerinin ye L. Amerika devriminin yöneticisi görmek suçlamalarını yönelttiği çok sert bir açıklama yaptı; Castro’yu SBKP’ye şikâyet ediyordu. Castro, OLAS Konferansı’nda, Sovyet çizgisini savunmakta olan bu partiye ağır hakaretlerde bulundu. İhanetle suçladı. Venezüella oligarşisini desteklemekle itham etti.
Sovyetlerle ilişki ise, hükmünü yürütmeyi sürdürmüştü. Kübalılar bilinçli ya da bilinçsiz, isteyerek ya da istemeyerek, bir kez kapıldıkları yolda ilerlemeye boyun eğdiler.
Devrim, sanayide atıl kalmış kapasiteyi harekete geçirmenin yanında 1959-62 döneminde, on yeni fabrikanın inşasını tamamlamış ve hızlı bir sanayileşme hamlesine girişmişti. 1964’ten itibaren sanayileşme politikasına son verildi. Bunun yerine şeker üretiminde uzmanlaşmaya gidilecek ve tarıma ağırlık verilecekti. Bunda, Sovyet revizyonizminin uzmanlaşmaya dayalı ekonomik bağımlılaştırma tutumunun temel bir etken olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ama artık Castro da bu bağımlılaşana ekonomik politikayı savunur olmuştur.
Kuşkusuz gerçek bir sosyalist devletler arası örgüt, federasyon, birlik vb. söz konusu olduğunda yadsımayacak olan devletler, bölgeler, sektörler vb. arası bir işbölümü Brejnev’in revizyonist “uluslararası işbölümü” tezi söz konusu olduğunda ve hele Kübalıların önünde füze krizindeki “haksızlık” örneği bulunduğunda, gözü kapalı girilmemesi gerekli bir ilişki türü olmalıydı. Üstelik “sosyalizm” tarıma dayalı olarak inşa edilemez. Ama Castro, şeker kesiciliğini kabullenerek SSCB’ye şeker ihracatçısı bir ülke önderi olmayı kabullendi. İlişkinin bu noktaya kadarki işleyişi, geri dönüşü ve ilişkinin reddini zorlaştırıyor ve dayatmalara katlanmaktan başka pek yol bırakmıyordu. Devrimcilikte ısrardan başka. Ama bu zamana kadar Küba’da da köprülerin altından sular akmıştı. Castro uzmanlaşmayı şöyle savundu:
“İhtiyaçlarımızı temin etmek, ekonomimizi geliştirmek için dünyada fazlasıyla var olan birkaç madde yüzünden yüz milyonlarca pesoyu sanayi tesislerine mi yatırmalıydık? Bunların kurulması yıllarca süreceği gibi, kalifiye mühendis, teknisyen ve işçiye lüzum olacaktı. Yüz binlerce erkek ve kadını basit işlerde kullanarak, ufak yatırımların kendilerini kısa bir zamanda ödeyecek ve memlekete servet sağlayacak dünya piyasasında aranan malları çıkarmak için tabii kaynaklarımızdan faydalanmamız mı doğru olacaktı?
“Örneğin meyve nispeten kıttır, belirli mevsimlerde sebze de öyle. Et ve süt az bulunur, şeker de yok gibi. Kısacası yiyecek maddeleri kıtlığı var yeryüzünde ve nüfus da bunların üretimi ile kıyaslanmayacak kadar artmaktadır. Memleketimizin yaptığı gibi, gıda maddelerinin ilmi bir şekilde üretimini geliştiren bir memleket sınırsız ihtiyaç maddelerini üretmiş olacaktır. Dünyanın pek çok kısımlarında sanayileşmeye önem verildikçe gıda maddelerini üreten memleketler gelişecektir.” (Agy, sf 52-53)
“Memleketin gelişmesi” perspektifi doğru olmadığı gibi, sosyalizmden bahsedilecek her yerde sanayiye birincil önem verilmesi zorunludur. Başka türlü, sağlam bir ekonomi kuruluşu imkânsızdır. Sanayiye değil, tarıma önem veren memleketlerin sanayi geliştikçe gelişecekleri tezi ise, tümüyle saçmadır. Bu ülkeler kuşkusuz, fiyat dikte etmeler vb. ile karşı karşıya kalacaklar ve önünde sonunda tarıma dayalı bir ekonomi, sanayi ülkelerinden bir ya da birkaçının eklentisi olmaya mahkûm olacaktır. Bu bağımlı ekonomi modelidir. Ama Castro, bunu savunma noktasına gerilemiş ya da geriletmiştir.
1966’da ihracata verilen ağırlık ve yüksek iç talep nedeniyle Küba ekonomisi bir tıkanma yaşar ve kıtlık başlar, kuyruklar oluşur. 1968’de kıtlık doruktadır. Sorunları aşmak için 1970 yılı için on milyon tonluk şeker üretimi hedefi konur. Başarılamaz.
Ve ardından Küba’da, modern revizyonistlerin liberal ekonomik önlemleri, liberal ekonomik reformlar yürürlüğe konur. İşletmelere özerklik verilmesi, müdürlerin kişisel sorumluluklarının artırılması, üretim yöntemlerinin üretkenliğin artırılacağı biçimde yeniden düzenlenmesi, “kazanç” kavramının kâr kavramının gizleyicisi olarak ama bu adla yürürlüğe konması, bir zamanlar karşılığından vazgeçilerek yapılan ama giderek kaybolan gönüllü fazla mesai uygulamasından sonra yitirilen çalışma disiplininin sağlanması için çalışmadan kaçmaya karşı mücadele edilmesi, ücretlendirme ölçütlerinin yeniden oluşturulması ve bir zamanlar hararetle savunulan ücretlerde eşitlemeci yönelimin tersine döndürülerek ücret farklılıklarının geliştirilmesi, akort ve pirim sistemlerinin uygulanması gibi… Bunlar, Sovyet modern revizyonizminin dümen suyuna girilmesinde bir kilometre taşı olur. 1972’de ise revizyonist ülkeler arası ekonomik işbirliği kuruluşu olan COMECON’a girilecektir.
Bir önemli gelişme, maddi teşviklerin kabulü olmuştur. Bu, ciddi bir dönüş oluşturuyordu; çünkü Castro, maddi teşvikleri reddeden ve onların sosyalizmle ilişkisizliğini belirten onlarca konuşma yapmış, eşitlikçiliği neredeyse sosyalizmin temel taşı olarak ileri sürmüştü. İşte bir örnek:
“Siyasal bilinç yaratmak için parayı ya da serveti kullanmamalıyız. Bir insana görevinden daha fazla şey yapması için daha fazla şey önermek, onun bilincini parayla satın almaktır. Bir insanın, görevini yaptığı ve toplum için daha çok şey üretip daha çok yarattığı için, daha kolektif zenginliğe katılımını sağlamak, siyasal bilinci zenginliğe dönüştürmektir.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 154)
Önceleri maddi değil, manevi teşvik savunulurdu, ama anlaşıldığı kadarıyla “kolektif zenginlik” ve siyasal bilinçle, “siyasal bilinci zenginliğe dönüştürmek” ten vazgeçilerek maddi teşvike dönülmüştür.
Aynı dönemde Küba’nın, Latin Amerika ülkeleri ve bu ülkelerdeki gerilla hareketlerine karşı tutumunda da bir değişiklik olur. Gerilla hareketlerine verilen destekten umulan bulunamaz, silahlı mücadeleler hemen tüm ülkelerde yenilir. Silahlı mücadelelere destek tutumundan, SSCB’nin uluslararası politikası uyarınca, L. Amerika rejimleriyle yakınlık politikasına geçilir.
Burada, Castro, onur kırıcı bir eleştiriye muhatap olur. Castro tarafından desteklenirken, Venezüella Komünist Partisi’ne sağcılık ve Venezüella oligarşisi ile birlik ve yakınlık suçlamaları yöneltilmesine neden olan D. Bravo, bu kez, Castro’yu, “Latin Amerika devrimcilerini artık desteklemekten vazgeçmekle, onları yarı yolda bırakmakla” suçlar. Çünkü Castro, sonradan, Şili’de cumhurbaşkanlığına seçilen Salvador Allende’yi ziyarete gittiğinde, yaptığı özeleştirisel konuşmada açıkça ortaya koyduğu gibi, artık barışçıl geçişleri de mümkün görmekte, daha “aklıselim” bir çizgi izlemeye dönmekte ve L. Amerika oligarşileri ve komünist partilerine yakınlık politikasına geçmektedir.
Küba, bundan sonra çeşitli hareketlere karşı “enternasyonalist” dayanışmasını yine ortaya koymuştur. Ama artık Angola’da olduğu gibi, bu, tamamen olmasa bile büyük ağırlığıyla, Sovyet revizyonistlerinin politikası ile birleşerek emperyalistler arasındaki çatışmalara alet olma şeklinde gerçekleşebilmiştir.

SOSYALİZM VE ANTİ-EMPERYALİZM İLİŞKİSİ

Küba’nın daha devrimin hazırlık yıllarından başlayarak, emperyalizme karşı mücadele ve direnme yolunda konumlandığına kuşku yoktur. Emekçi kitlelerle birleşmiş (emperyalizme ve gericiliğe karşı mücadele içinde bu birleşme daha da ilerlemiştir) “öncüler”, devrimin her ileri atılımı ya da zorluklarla karşılaşmasında 90 mil ötedeki dev düşman Amerikan emperyalistleriyle çatışmak zorunda olmuşlardır. Devrimin daha başlangıç yıllarında, ABD’ye karşı SSCB ile yakınlık içine girilmesi ve yol açtığı sonuçlar ise, giderek devrim aleyhine başlıca faktör olarak rol oynamaya başlamıştır; bu durum Küba Devrimi’nin temel bir dezavantajını oluşturmuştur.
Öte yandan emekçi kitlelerle yakın bağlara rağmen, “öncüler”in Marksist-Leninist olmayışı, proletaryaya uzaklığı ve devrimin örgütlü proletaryanın bir eylemi olarak gelişmeyişi ise, ikinci bir temel zaaf noktası olmuştur.
Emperyalizme karşı mücadelede en tutarlı sınıfın devrimci proletarya olduğu ve anti-emperyalist mücadelenin proletaryanın sosyalist eylemi ile birleşip sosyalizme yönelmesi durumunda zafere ulaşabileceği kuşkusuzdur. Kesintisiz sosyalizme yönelmeyen bir ulusal ve demokratik devrim, sorunlarla karşılaşacak ve tökezleyecektir. Sosyalizme geçişin sağlanamaması halinde, anti-emperyalist devrim içinde emekçi kitlelerle kurulan bağlarda belirli oranlarda çözülme baş göstermesi kaçınılmazdır. Çünkü antiemperyalist devrim, sınıf ayrılıklarını kaldırmayacak, en fazla Üstünü külleyecek; ama devrim, emekçi kitlelerle bağları derinleştirip sağlamlaştırmak ve onların tüm maddi çıkarlarını sağlayarak gelişmek üzere sosyalizme yönelecek ve bu, işçilerle küçük burjuvazi içinde olmak üzere, bütün mülk sahibi sınıflar arasında bir çatışmayı ve ama emekçilerle en yakın bağlan olanaklı kılacaktır. Ya da yavaş yavaş da olsa kazanımlar yitirilmeye, emekçi olmayan sınıflar ve çıkarları, emekçiler ve çıkarları aleyhine ağırlık kazanmaya başlayacak ve devrimden geri dönülecektir.
Burada tayin edici güç, proletarya ve örgütlü mücadelesidir. Marksizm-Leninizm’in, eylem kılavuzu olarak işlevini gerçekleştirip gerçekleştiremeyişidir.
Ve ikincisi, emperyalizme karşı mücadele, kuşkusuz, en yakın tehlikeyi oluşturan tek bir ya da birkaç emperyalist ülke ve saldırganlığına karşı mücadeleye indirgenemez. Bu tür düşmanlara karşı mücadelenin, emperyalizmin bütününe, genel olarak uluslararası sermayeye karşı mücadelenin göz ardı edilmesine yol açtığı durumlarda, Küba örneğinde olduğu gibi, SSCB ve amaçlarına karşı tedbirsizlik halinde; yine devrimin tehlikeye gireceği ve belirli bir emperyalist güce karşı mücadele edilirken, bir başkasına bağımlılığın gündeme gireceği muhtemeldir. Küba, Marksist-Leninist ve sosyalist sanarak SSCB ile kurduğu ilişkilerin gelişmesi sürecinde böyle bir durumla karşılaşmış; bağımsızlığından önemli ölçüde kaybettiği gibi, geleneksel düşmanı olan ABD emperyalizmi karşısında da zorluklara düşmüştür. Bu zorluklardan en belli başlısı, revizyonizmin çöküşüne bağlı olarak “müttefiklerini” yitirdiğinde, bağımsız ve kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomiye sahip olmadan ABD karşısında yalnız kalmasıdır. Bu durum, ABD emperyalizmine direnişin dinamikleri açısından temel bir dezavantaj oluşturmaktadır.
Küba’nın sosyalizme doğru ilerleyememesinin nedenleri, bugünkü zor durumun temellerini de oluşturmak üzere, devrimin tarihsel gelişmesinde yatmaktadır. “Öncüler”in devrimci radikalizminin ve ilan ettikleri “sosyalizmin” proleter olmayan, küçük burjuva niteliği ve Sovyet modern revizyonizmiyle yakınlıktan kaynaklanmaktadır.

KÜBA, “ÖNCÜLER” VE “SOSYALİZM”

Burada, Küba’nın proleter sosyalizmi karşısındaki duruşunu ana hatlarıyla değerlendirmekte fayda vardır.
Fidel Castro, bir yerde şunları söylemektedir:
“… İnandığımız şeylerden biri, Latin Amerika’daki ülkelerin büyük çoğunluğunda, devrim yapmak için Küba’dakilerden daha iyi koşullar var olduğudur ve bu ülkelerde devrimler gerçekleşmiyorsa, bunun nedeni, kendine devrimciyim diyenlerin çoğunda devrime inanç olmamasıdır…
“… Objektif koşullar kitlelerin sosyal ve maddi koşullarıyla, yani toprağın işlenmesinde feodal sistem, işçilerin insanlık dışı sömürülmesi, sefalet, açlık, vb. ile ilgilidir; sübjektif koşullar ise halkın bilinç düzeyi ile ilgili olanlardır…
“Davaya derinden bağlı, teoriyi bilen ve onu olgularla bağlantılı olarak yorumlayabilen, inançlı devrimciler, ne yazık ki çok az. Ama eğer, böyle inançlı insanlar bir avuç da olsalar, mevcut olursa, devrim için objektif koşulların var olduğu yerlerde, devrim olacaktır. Çünkü objektif koşulları tarih yapar, ama sübjektif koşulları yaratan ise insandır.” (F. Castro, Sosyalizmi Kuracağız, Temmuz 1966’da yayınlanmış “Gerçek Devrimci Yol” başlıklı makale.)
Devrimin objektif koşulu denildiğinde anlaşılması gereken şey; bir ülkedeki feodal sistemin varlığı, sömürünün biçimi, işçilerin insanlık dışı sömürülmesi veya sefalet ya da açlığın bulunup bulunmaması değildir. Bunların devrimin objektif koşullarıyla doğrudan ilgisi yoktur. Bir ülkede sefalete, açlığa, işsizliğe vb. yol açan sonuçlarıyla birlikte belirli bir düzeyde gelişmiş kapitalizmin varlığı, o ülkede doğrudan ya da kesintisiz bir devrim aracılığı ile sosyalizmin objektif koşullarının bulunduğu ya da o ülkede sosyalizmin mümkün olduğu anlamına gelir. Kuşkusuz işçilerin sömürülmediği bir ülkede, üzerinde durulan anlamıyla bir devrim söz konusu değildir; ancak, devrimin objektif koşulları ile kastedilen, yöneteni de yönetileni de etkileyen, yönetenlerin eskisi gibi yönetemedikleri ve yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemedikleri (bunu kabullenmedikleri) ve bunu bağımsız tarihi eylemleriyle ortaya koydukları, iktisadi ve politik yaşamı etkisi akma almış bir kriz durumunun olup olmamasıdır.
Şöyle ya da böyle, kitle hareketini olgunlaştıran koşullarda, onun gelişkin bir olgunlaşma düzeyine denk düşerek, belirli bir momentte, onunla birleşme olanağını yakalayan “öncü”lerin eyleminin, proletaryanın sınıf hareketinin yerine geçirilerek yüceltilmesinin; sınıfın kendisi için sınıfa dönüşerek ve Marksizm’le birleşerek sosyalizme yürümesinin yerine; “bir avuç adam”ın bilincinin geçirilmesinin Marksizm’le bir ilgili bulunmadığı kesindir.
Küba Devrimi’nin öncüleri, başlangıçla, Castro’nun da belirttiği gibi, Marksist-Leninist değillerdi ve “Marksist”liklerini sonradan ilan etmişlerdi. Bu konuda ne söylenmelidir?
Gerçekten önderlik, eylem içinde kendisini aşabilir, dönüşebilir. Bu olanaklıdır. Ama bu dönüşüm, kendisini teoride ve eylemde ortaya koymalıdır.
Söz konusu olan Marksistleşme süreci ise eğer, gerekleri nelerdir? Diğer şeyler bir yana, Marksist öğreti, Marksizm’in işçi sınıfına ait olduğunu, işçi sınıfının dünya görüşü olmakla kalmayıp, onun sınıf olarak eyleminin yol göstericisi, kılavuzu olduğunu öngörür. Marksizm ve Marksistlere göre devrim ve sosyalizmin öncüsü, beş-on “kendisini devrime adamış öncü” değil, bizzat sınıf olarak proletaryadır, işçi sınıfıdır. Ve ancak bilincinde ve eyleminin her anında bunu eksiksiz bir şekilde kavrayabilenler, gerçekten Marksist sayılabilirler.
Küba’da ise, “öncü”, hiçbir zaman ideolojik ve siyasal açıdan olduğu kadar örgütsel açıdan da işçi sınıfı olmamış; devrim, zaferden önce de sonra da örgütlü proletaryaya, sınıfsal ve yığınsal olarak örgütlenmiş proletarya örgütlerine dayanmamıştır. Devrimden önce proletarya, revizyonistlerin ağulayıcılığının ötesinde örgütlü olmadığı, devrime örgütlü olarak katılmadığı, devrimin temel dayanağı olmadığı gibi; devrimden sonra kurulan “Komünist Partisi” de “öncülerin” partisi olmaktan ileri gidememiş ve iktidar bu “öncülerin” iktidarı olmaktan çıkıp proletaryanın diktatörlüğüne dönüşememiştir. Proletarya, bu devrime örgütleri ile katılmadığı gibi, iktidar da, proletaryanın, örneğin işçi Sovyetleri aracılığı ile doğrudan kendi ellerine aldığı ve egemen sınıf olarak örgütlendiği bir diktatörlük olmamıştır.
Proletarya diktatörlüğünü işçiler, onun herhangi bir uygun biçimi olmadan, örneğin proletaryanın yığın örgütü ve doğrudan iktidarının aracı Sovyet ya da konsey benzeri bir iktidar örgütlenmesi olmadan mı gerçekleştireceklerdir? Bu olanaksızdır. Nitekim Küba’da iktidar, daima 26 Temmuz Hareketi’nin “öncüler”inin elinde olmuş ve onların “iyi niyeti”ne kalmıştır.
Örgütlü proletaryaya, proletaryanın kitle hareketi ve onun kitle örgütlerine dayanmayan ve iktidar organları olan işçi ve emekçilerin Sovyetler ya da konseyler benzeri örgütlerinin toplamı olarak biçimlenmeyen bir proletarya diktatörlüğü tasarlanamaz bile. Kendisini örgütlü proletaryanın öncüsü olarak ifade etmeyen, doğrudan işçilerin sınıf hareketine ve yığın örgütlerine dayanmayan bir Marksizm ve Marksistlik de olanaksızdır.
’68 Eylülü’nde, Saul Landau’nun sorularını yanıtlayan Fidel Castro, sosyalist demokrasi ve partiye ilişkin şunları söylüyor:
“Kendi kendime her zaman sorduğum sorulardan biri, sosyalist düzende demokrasinin nasıl bir biçim alması gerektiğidir…
“Sosyalizm, ilkin demokratik merkeziyetçilik ilkesini benimsemiştir; bu ilkeye göre, azınlık yani emekçi sınıfları temsil eden parti, çoğunluğun kararlarını yerine getirir. Sosyalizmde parlamento ilkesi benimsenmemiştir. Çeşitli sosyalist ülkelerde parlamentolar kurulmuşlardır, ama gerçekte siyasal iktidar, devrimci bir süreç içinde parti tarafından kullanılmaktadır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 18. Vurgular bizim.)
Castro, Sovyetler Birliği ile kurduğu ittifak ilişkisine bağlı olarak sosyalizmden söz etmeye başlamış, sosyalist olduğunu ve Küba’da sosyalist devrim yapılacağını ilan etmiştir. Ama bu sosyalizm söylemi, Castro’nun genel söylemi içinde bir yama gibi durmakta; katiyetle proleter bir söylem olarak şekillenmemekte; proletaryadan, onun örgütlülüğü ve sınıf mücadelesinden, ona ve mücadelesine dayanmaktan kaynaklanmamaktadır. Marksizm’e uzaklıkla kullanılan bu söylem, ülke içinden, proletaryadan temellenmemekle ve dışarıdan, ittifak ilişkisinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere alındığı belirgin oluşu ile malûl bir sosyalizm söylemidir. Bu söylem; Küba Devrimi’nin temel özellikleri arasında olan “bir avuç öncü” ve “öncü devrimcilik” fikirleriyle, proletarya ve hareketiyle birleşmemiş ve ama iktidara gelmiş “öncü devrimcilik”in, ne denli devrimci ve iyi niyetli olunursa olunsun, gelişmesi içinde nesnel kaçınılmazlıkla içine yuvarlanacağı iktidar sendromu ve bürokratizmle (öncü yöneticiliği) iç içe geçmiş haliyle ve iktidar öncesi mücadelenin bir başka karakteristik özelliği olan popülizmle bir arada kullanılmıştır.
Kübalılar, devrimden bu yana “sosyalist demokrasi”nin hem biçimi hem de asıl içeriği ya da özü sorununun içinden çıkamadılar; devlete sosyalist bir içerik ve biçim vermeyi başaramadılar. Sosyalizm sözü edilmesine rağmen, devlet bir türlü örgütlü proletaryanın diktatörlüğü olamadığı gibi; proletarya iktidarının gerçekleşme biçimi olarak Sovyet ya da konseyler benzeri kurumlar da ortaya çıkmadı; işçi sınıfı, yığınları bu tür kurumlarda gerçekleşebilecek iktidarını bir türlü eline alamadı.
Doğal sonuç, örgütlü “güç” olan “öncüler”in, belirli bir süreçte onların eski komünist partisi ile birliğinin örgütü olarak 26 Temmuz ’61’de tek devrimci parti olarak ilan edilen Sosyalist Devrim Partisi’nin iktidarı oldu.
Önce “öncüler”, sonra, adı ileride Küba Komünist Partisi olarak değiştirilen, ama hep bu “öncüler”in örgütü olarak kalan partinin iktidarı.
Bu parti, hiçbir zaman proletaryanın partisi olmadı.
Popülizmleriyle Fidelistler emekçilere yöneliktiler, devrimci yönelimleriyle emekçileri temsil iddiasındaydılar, gerçekten de emekçi halk için oldukça fazla şey yaptılar. Ama gerçek o ki, ne işçiler ne de örneğin emekçi köylülük, kendi örgütleri aracılığıyla iktidardaydılar, iktidar, genel olarak radikal tutumlarıyla emekçilerin çıkarlarını kollayan, başlıca küçük burjuvazinin kaçınılmaz tutarsızlıklarını göstermemezlik edemeyen ve zaman zaman halkın çıkarlarıyla çelişen uygulamalar içine de giren ” öncülerdeydi.
Castro, ’75’in Aralık’ında, Küba Komünist Partisi’nin Birinci Kongresi’nin kapanış konuşmasında da, parti militanlarının çoğunluğunun, -bu oldukça önemli bir çoğunluk olmalı-, yalnızca işçi sınıfından değil, köylülükten de gelmemiş olduğunu söylüyordu. Marksizm iddiası, ama bunun gereklerini yerine getirmeme, Kübalı devrimcilerin başına giderek çok işler açtı.
Açtı; çünkü “öncüler” ya da örgütü olan partinin çizgisi, hiçbir zaman proletaryanın çizgisi olmadı, hep “öncülerin çizgisi” olarak kaldı.
Çeşitli temel kararlar alınırken halka da danışılacaktı, onların görüşleri alınacaktı, ama “devrimciler nerede görevlerini yerine getirmeyi bilmezlerse, halklarının önünde tek sorumlu, tarih önünde tek sorumlu onlar olacaktır, çünkü karar verip eyleme geçmesi gereken onlardır.” (Agy, sf. 83, 27 Temmuz 1967 Havana konuşmasından) vurgusuyla, devrimciler, “öncüler”, her zaman “karar verme” ve “eyleme geçme” işlerinin gerçek sorumluları olarak belirtildiler.
Bir ülkede iktidar, Castro örneğinde olduğu gibi, kitlelerle ne denli yakın ilişki içinde ve onları etkileme, onlar tarafından yüceltilme durumunda olursa olsun, bu ilişkinin, sınıfsal ve örgütsel olmaktan çok, iyi niyete ve kendiliğindenliğe terk edilmiş olduğu durumda, iktidarın ve giderek onun belirli nimetlerinin, çeşitli imtiyazların hak edilmiş olduğu duygusuna, bunun önce bilinçaltına ve giderek bilinçlere kazınmasına yol açmaması, partisinin yol göstericiliğinde bizzat işçi ve emekçi kitlelerce değil ama onlar adına “öncüler”ce kullanılan iktidar koltuklarının sıcaklığının, bu öncüleri, ne denli devrim özlemiyle dolu olurlarsa olsunlar, etkilememesi ve kitleler adına karar verme üstünlüğünün, yöneticilik hastalığına, bürokratizme götürmemesi olanaksızdır. Nitekim Küba’nın devrimcileri, isteseler de bundan kaçınamamışlardır.
Bu tür bir temel yaklaşıma (öncü yaklaşımı) sahip Castro ve Kübalı devrimciler için, çok doğal ki, sosyalizm ve komünizm, bir ülkü ve bir dava; uğruna, başlarında yer alacakları işçi sınıfının örgütlü bir mücadele yürüteceği ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla ulaşılacak bir amaç değil; halk tarafından olumlu bulunup bulunmamasına göre ya da örneğin durumun gerektirdiğince, Sovyetler Birliği ile ittifakın görünüşteki bir gereksinimi olarak başvurabilecek, kullanılabilecek bir araç olmuştur. ’67’de, devrim sırasında ve hemen sonrasında açıklandığında olumsuz etkisi olacağı ileri sürülen, ama tam da SSCB ile ittifak gündeme geldiğinde ilan edilen sosyalizm ve komünistlik, bir araç olmanın ötesinde anlaşılabilir mi? Castro, ’67’de, dağlardayken sosyalizmden söz etmenin “geçer akçe” olamayacağını, dolayısıyla yanlışlığını belirtmiştir. Nedenlerini, Lee Lockwood adlı bir Amerikalı gazetecinin yönelttiği “Sierra Maestra’da kaldığınız sıralarda, komünist programını açıkça benimseseydiniz iş başına gelebilecek miydiniz?” sorusunu yanıtlarken açıklar:
“Belki hayır. Zaten akıllıca bir hareket olmazdı. Radikal bir program ilan etmekle bölünmüş bulunan gerici güçlerin devrime karşı birleşmelerini sağlardık. Batista’nın egemen sınıfının ve Kuzey Amerika emperyalistlerinin sağlam bir cephe kurmalarına sebep olurdu. Sonunda da Birleşik Devletler ordusunu yardıma çağıracaklardı…
“Ulusun devrimci bilinci işbaşına geldiğimiz zamankinden çok daha zayıftı. O günlerde komünizme karşı haksız inançlar vardı. Halkın çoğu ne olduğunu gerçekten bilmiyordu. Komünizm hakkında, komünizm düşmanlarının anlattıklarından başka bildikleri yoktu. Yoksulluğa katlanıyor, ancak bunun nedenini anlayamıyorlardı. Sorunlar ilmi bir şekilde açıklanmadığı için bunların sosyal temel sorunlar olduğunu anlayamazlardı. Ülkemizde bir milyon insanın okuma yazma bilmediğini hatırlamanız gerekli. Kalk yığınlarının sorunları kavrayacak üstün kültüre sahip olmalarını bekleyemezsiniz. Tabii bu şartlar altında programımızın Marksist-Leninist yahut komünist programı olduğunu söylemek birçok zararlı düşünceye yol açardı. Çoğu da gerçek anlamını anlamayacaktı. Biz öğrendikçe halk bizimle birlikte öğrenecekti.” (Fidel Castro Konuşuyor, sf. 23-24. Vurgular bizim.)
Castro, Marksist-Leninistliğini ilan ettikten yıllar sonra, aktardığımız konuşmayı yaptığı 1967’de, hâlâ komünizmden çok uzaktı. Komünizm adına ortaya atılmanın “akıllıca” olmayacağını; halk, üstün kültüre sahip olmadığından, komünizmi ve kendilerini anlayamayacağını ve üstelik bu durumda gericiliğin, kendi arasında birleşeceğini düşünmekteydi.
“Halkın kavrayışsızlığı” ve geriliğine dair ileri sürülen gerekçe; tam da komünistlerin programlarını ortaya koyarak emekçileri bu programa kazanmak için çalışmalarını gerekli kılar. Sovyetler Birliği, önce demokratik ve ardından sosyalist devrim ile ortaya çıkarken; ne Rusya’da ne de çevresindeki bağımlı, çoğunda çoban halklar yaşayan ülkelerin halklarının, mujiklerin ve geri işçi yığınlarının kültürü pek çok üstündü. Ve Bolşevikler, kuşkusuz amaçlarım gizleyerek kendilerini sıradan demokratlar gibi gösterme yoluna gitmediler. Zaten bu durumda komünizm yolunda tek bir adım atmak bile mümkün olamazdı. Komünizm davasına kazanılmış, sınıfın geri kalanını ve geniş emekçi çoğunluğu peşinden sürüklemeye yetenekli bir işçi sınıfı olmadan, doğrudan bir işçi davası olan komünizm yolunda nasıl yürünürdü?! Bunu mümkün görmek, işçi sınıfına dayanmayan, onun davası olmayan bir komünizm edebiyatı yapmaktır ki, Castro’nun Marksistliğini ilan ettikten sonra, anti-emperyalizmi bir yana, yaptığı, yalnızca budur.
Geri, bir şey anlamayan, kendi yaşadıkları sorunları, uygun şekilde anlatıldığında da kavrayamayacak bir durumda olan bir “halk”la, o halkın bu durumu giderilmeden, bunun için yıllarca uğraşmayı göze almadan, “kolay yoldan” ve pek “acele” devrim yapmak ve ardından iktidar olanaklarını kullanarak ” komünistlik” ilan etmek mi? Bu, komünizmin semtine dahi uğramamış olmaktır.
Ve şu soru sorulmalıdır: Marksizm-Leninizm ışığında bir program ortaya koymadan, gerçekler işçi sınıfı ve emekçi halka açıklanıp bu doğrultuda kazanılmadan ne tür bir yola girildi ya da halk nereye kazanıldı? Halkın çoğunluğunun devrim öncesinde Marksizm’e kazanılmasının olanaksızlığı ve oportünizmi üzerine konuşmanın yararı yoktur. Söz konusu olan, işçi sınıfının, geri kalanı peşinden sürüklemeye yetenekli ileri unsurlarının Marksizm’e ve emekçi kitlelerle birlikte sınıfın çoğunluğunun bir devrimin gerekliliğine, düzenin değiştirilmesi fikrine pratik olarak kazanılmasıdır. Ve bu olmadan, bir sosyalist devrim olanağından bahsedilemez. Örgütlenip kendi davasının peşine düşmek üzere eğitilip kazanılmamış bir işçi sınıfı ve geri emekçi kitlelerle hangi sosyalizm yolunda yürünebilir? İlerde, sosyalizm için, yaptıkları devrimin önderliğini gönüllüce işçi sınıfına devredecek “öncüler”in, amaçlarının tamamını açıklamadan yaptıkları bir devrim mi? İşçi sınıfına başkaları tarafından hediye edilen bir sosyalist devrim mi? Bunlar safsatadır.
Ama Castro, “Önceden hazırlanan bir programda devrimin başlıca amaçları ileri sürülür. Tüm ve son amaçlar ortaya çıkarılmaz- ” (Agy, sf. 25) demektedir.
Peki, nereye, hangi davaya kazanıldı Küba’da halk? Açlık ve kesindir ki ulusal davaya, Batista zorbalığına karşı, anti-faşist davaya. Ve sonradan Küba işçi sınıfı ve halkına bahsedildiği söylenen sosyalizm sahteciliği bir yana, bu anti-emperyalist (daha çok anti Amerikan) ve anti-faşist dava, belirli yalpalama ve tutarsızlıklarla birlikte, ama yine de oldukça radikal bir şekilde sürdürülmüştür.
Castro’nun tüm yazı ve konuşmalarına sinen, temel ve yön verici fikri ulusalcılık, bağımsızlıkçılıktır. (Amerikan emperyalizmi karşıtlığıyla, önce istekle ama özellikle sonraları biraz da “denize düşen yılana sarılır” misali, önceleri bilmeyerek, ama sonradan bile bile SSCB’yle girilen ilişkilerde bu bağımsızlıkçı tutumun pek de dikkate alındığı söylenemez.)
Kübalı devrimciler, en başta Castro yazı ve konuşmalarında Marx ve Marksizm’in öteki klasiklerinden çok, 1800’lerin bir L. Amerika ulusalcısı olan ve Küba’nın bağımsızlığı için çalışmış Jose Marti’ye atıfta bulunurlar. J. Marti’nin fikir ve tutumlarıyla Küba bağımsızlıkçılığı ve özgürlükçülüğünü ciddi şekilde etkilediğini, Castro ve arkadaşlarının onu peşi sıra yürüdüklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
J. Marti, bir ulusalcıdır, ama miras olarak sahip çıkılmanın ötesinde şöyle iddia edilir: “Küba sosyalizmi, Jose Marti’nin düşüncelerinin derin etkisini taşır. ” (P. Socorro Leon, Gelenek dergisi, s: 40, sf. 64)
Geçen sayımızdaki Devrimci Yol’a ilişkin yazımızda üzerinde durulan sosyalizmi “eşitlik ve özgürlük” özlem ve fikirleriyle özdeşleştirmenin Marksizm’le ilişkisizliği, “sosyalizmi” böyle kavrayan Castro ve Kübalılar için de geçerlidir: demokrasinin, özgürlük-kardeşlik-eşitlik kavramına dayanan bir demokrasinin tam gelişmesi için gerekli koşullar yalnız komünist toplumda vardır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 24)
Komünist toplumda demokrasinin de anlamsızlaşıp geçersizleşeceği; çünkü sınıfsal bir kavram olan demokrasinin sınıflar ortadan kalkınca var olamayacağı, hem eşitlik-kardeşlik-özgürlük kavramlarına dayanamayacağı ve hem de bu burjuva içerikli kavramların komünizm için bir ajitasyon değerinden öte anlam taşımadığı; önemli olanın, sınıf eşitsizlik ve imtiyazlarının giderilmesi ve bu temelde özgürleşmenin ilerletilmesi değil, sınıfların ortadan kaldırılması olduğu Marksistler için açıktır.
Özgürlük-kardeşlik-eşitlik kavramlarının yüceltilmesi ve sosyalizm adına amaç edinilmesine denk düşen, tarihi devindiren gücün, sınıf mücadelesi; ve sosyalizmi kazanacak, kurup inşa edecek ve komünizme ulaşacak olanın proletarya değil, “öncüler”in ardındaki “emekçiler ve ulus olduğu; sosyal devrimin kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığından, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme ya da bir başka deyişle, üretimin sosyal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmazlıktan değil, “halk yığınlarının sefaleti ve umutsuzluğu”ndan kaynaklandığı şeklindeki devrimci radikalizmin popülist (halkçı) ve burjuvazi ile proletarya çelişmesi yerine emperyalizmle gelişmiş ülkeler arasındaki çelişmeye vurgu yapan ulusçu yaklaşımlardır.
“… Ben bir Marksist’im ve Marksist olarak, devrimi ancak halk yığınlarının sefaletinin ve umutsuzluğunun yarattığına inanıyorum” (F. Castro Konuşuyor, sf. 31) diyen Castro, bu halkçı yoksulluk karşıtlığını ulusçuluğa bağlamaktadır: “… Kimse de fakir ve gelişmemiş ülkelerde sosyal devrimlerin meydana geleceğini yadsıyamaz.” (Agy,sf32)
Sosyal devrimin, sosyalizmin; kapitalizmin değil, fakirlik ve gelişmemişliğin sonucu olarak algılamak, halkçılıktır.
Öte yandan Castro, çağımıza damgasını vuran ve onu proleter devrimleri çağı yapan burjuvazi-proletarya çelişmesini görememekte ve dünyayı hareket ettirici çelişmenin, emperyalistler, özellikle Amerikan emperyalizmi ile uluslar arasında olduğunu söylemektedir. Bu yaklaşım, Castro’nun tüm yazı ve konuşmalarına sinmiş durumdadır; hedef uluslararası sermaye değildir, güç ilişkileri buna uygun olarak ele alınmamakta ve güçlerin başta proletarya olmak üzere sınıfsal düzlemde buna uygun olarak seferberliği öngörülmemektedir. Dünyadaki mücadele, Küba’nın olsun, diğer “sömürülen ülkelerin halklarının ve ulusların olsun başlıca Birleşik Devletler’e karşı bağımsızlıkçı mücadelesi olarak anlaşılmaktadır. Örnek;
“… Devrimcilerin görevi, dünyada kuvvetler arasındaki ilişkilerde meydana gelen ilişkileri kavrayıp anlamak ve bu değişikliklerin, ulusların mücadelesini kolaylaştırdığını anlamaktadır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf. 82. Vurgular bizim)
Devrim kaynağı olarak yoksulluk karşıtlığı ve ulusalcılıkla, Birleşik Devletler ve dünyada devrim olanağı ve temelleri Castro tarafından şöyle ortaya konmaktadır:
“… Devrimi ancak halk yığınlarının sefaletinin ve umutsuzluğunun yarattığına inanıyorum. Ufak bir azınlık, özellikle zenciler dışında durum böyle değildir Birleşik Devletler’de. Yalnız kitleler sosyal temellerde bir değişiklik yapabilirler, bunu da ancak umutsuz durumlara düştükleri zaman yaparlar. Birleşik Devletler’de bu hal halk yığınlarının başına belki daha birçok yıllar gelmez-
“Aslına bakarsanız sınıf mücadelesi Birleşik Devletler’in içinde yapılmamaktadır. Birleşik Devletler’in sınırları dışında idare edilmektedir. Vietnam, Santo Domingo, Venezüella ve Küba dâhil birçok ülkelerde… Kuzey Amerika kapitalistlerine karşı mücadeleye girişen halk yığınları değildir, çünkü Amerika vatandaşının hayat standardı oldukça yüksektir, açlık ve yoksulluk çekmemektedir. Dünyanın diğer ülkelerinde aç ve sefil olanlardır Birleşik Devletler’e karşı mücadeleye girişenler. Birleşik Devletler’de yakın bir tarihte sosyal bir devrim yapılacağı hayal edilemeyeceği gibi, kimse de fakir ve gelişmemiş ülkelerde sosyal devrimlerin meydana geleceğini yadsıyamaz… Birleşik Devletler devrimci hareketlere karşı savaşta yenilgiye uğrayacaktır, çünkü objektif sosyal ve tarihsel koşullar gelişmemiş ulusları desteklemektedir.” (F. Castro Konuşuyor, sf. 31-32, 36. Vurgular bizim.)
Ne Birleşik Devletler’de sınıf mücadelesi vardır ne de dünyanın başka ülkelerinde sınıf mücadelesi egemen burjuvaziyi hedeflemektedir; tek düşman, Birleşik Devletler’dir ve tüm dünyada ulusların ve “sömürülen ülkeler”in mücadelesi ABD’yi hedeflemektedir!
Kuşkusuz, dünyanın ezilen ulusları, Amerikan emperyalizminden zarar görmekte, onun baskısı ve sömürüsü altında bulunmakta ve ona karşı mücadeleye atılmaktadırlar. Ama dünyanın çehresini düzenleyecek olan mücadele, ne bundan ibarettir ve ne de bu mücadele, soyut yoksulluk ve umutsuzluk kavramlarıyla ve burjuvaziye yönelmeden, proletarya bu mücadeleye karışmadan yürümektedir. Bu ele alışın ulusçu bir halkçılık olduğuna kuşku yoktur.
Castro, ABD’ye ilişkin değerlendirmesini daha uç bir noktaya götürmektedir. Aslında bu, bir ABD değerlendirmesi olmaktan çok, kapitalizm karşıtlığına, kapitalizmin yerini zorunlu olarak sosyalizmin alacağı fikrine, tarihin bu materyalist anlayışına dayanmamakta; bir devrimciliğin, halkçı devrimciliğin, sınıfa ve sınıf mücadelesine inançsızlık ve uzaklığın ifadesi olmaktadır:
“Klasik anlamda belki Birleşik Devletler’de asla bir devrim olmayacaktır, daha çok gelişmeler meydana gelecektir. 500 yıl sonra Kuzey Amerika toplumunun bugünküne hiç benzemeyeceğinden eminim.” (Agy, sf. 64. Vurgular bizim.)
ABD’de yoksulluk olmadığı için devrim olmuyor! Burjuvazi-proletarya zıtlığının orada da er-geç, sosyal devrimi dayatacağını göremeyen Castro, ABD’de de, kendi ülkesinde ve başka ülkelerde tasarladığı gibi, proletarya dışı sosyal devrim gücü, bir kurtarıcı aramaktadır. Çünkü ne proletaryaya ve ne de onun gerçek sosyal devrimine inancı vardır:
“… Zenci kesim, ABD’de en sömürülen, en ezilen ve zalimce davranılan kesim olduğu için, ABD’de devrimci hareketi canlandıracak olan onlardır, aynı şekilde, ABD’de devrimci öncü de, en kötü davranılan, en sömürülen ve en ezilen bu zenci kesimler arasından çıkacaktır.” (Sosyalizmi Kuracağız, sf 42)
Castro’nun “Marksizm’i” proletaryanın dünya görüşü ve eylem kılavuzu olarak şekillenmemiş gerçek bir Marksizm değildir, “sosyalizmi” proleter sosyalizmi değildir; küçük burjuva sosyalizmidir, halkçılıktır. Onun, kapitalizmin mezar kazıyıcısı olarak, bu tarihsel rolle yükümlendirilmiş; örgütlülük vb. düzeyi, disiplini, mücadele yeteneği ile kapitalizmi devirmeyi başarabilecek proletaryayı ve onun toplumun en devrimci sınıfı olduğunu reddeden sefalet ve yoksulluk edebiyatının, proleter sosyalizmiyle bir ilgisi yoktur. Kuşkusuz çoğu ülkede, geri köylü yığınları, yoksul topraksız köylüler, proletaryadan daha çok ezilirler, daha çok sefalete batmış durumdadırlar, daha yoksuldurlar; ama bu durumları, kapitalizm karşısında onları en devrimci sınıf yapmaya yetmez, yetmemiştir.
F. Castro’nun bütün bu proleter ve sosyalist olmayan halkçılığı ve ulusalcılığı, kendisini iktidar sorununu ele alışta ve iktidarın niteliğini tanımlamada da açığa vurmamazlık etmemiştir:
“… Devrimci hükümetin, emekçilerin, kol ve kafa emekçilerinin hükümeti olduğunu kavramış bulunuyoruz, öğrenciler de birer emekçidir, askerler de, çünkü ülkenin savunmasında görev alırlar. Benzer biçimde öğretmenler öğretir, doktorlar hastaya bakar, onlar da emekçidir. Bize göre sosyalist devlet bir emekçi devletidir, kol ve kafa işçilerinin devletidir.” (Agy, sf. 22)
Popülizm, bu ele alışın başlıca kaynağı olmuştur. Ancak bir kaynaktan daha söz etmek gerekir ki, o da, “Marksizm”in öğrenildiği Sovyet modern revizyonizminin “bütün halkın devleti”ne ilişkin, ayakları havada tezidir.
Eklemekte yarar var; ülke içinde popülist çizgi izleyen, dünya devrim sürecini ulusal bir süreç olarak ele alan Kübalıların, dış politikadaki tutumları da ulusalcılığı esas almıştır: Önceleri, özellikle L. Amerika’daki benzer konumlu gerilla hareketlerini desteklemekten, SSCB ile ilişkilerinin gelişmesi ve ideolojik yakınlaşmaya bağlı olarak, başlıca L. Amerika ülkeleri ile (önceleri L. Amerika oligarşileri olarak lanetlenen ülkelerle) yakınlaşmaya doğru kaymış olan Küba; Castro’nun “Çekoslovakya Sorunu” üzerine açıklamasında hain ve emperyalizmin ajanı bir revizyonist ilan ve mahkum ettiği Tito ve Yugoslavya’sı ile birlikte “Bağlantısız Ülkeler” in başını çekmiştir. KKP’nin ’92’deki 4. kongresinde bir kez daha belirtildiği gibi,”üçüncü dünya ülkeleri ile birlik” savunulmuştur.
Sonuç olarak söylenmelidir ki, Küba’nın ne devrimiyle ne de devrim sonrası uygulamaları ve çizgisiyle, proleter sosyalizmle bir ilgisi olmamıştır. Bu sorunun bir yanıdır ve Marksist-Leninistlerin böyle proleter ve Marksist-Leninist olmayan bir çizgi ve “sosyalizm” ile uyuşmazlık halinde bulunmalarının nedenini açıklar. Kimse devrimci komünistlerden, Küba’nın Marksist-Leninist olmayan çizgisini ve proleter olmayan sosyalizmini destekleyip savunmasını ve böyle bir çizgi ve sosyalizmle birleştirmesini, istememek ve beklememelidir.
Sorunun bir diğer yönü ise; Küba’nın antiemperyalizmi, başından beri özellikle Amerikan emperyalizmi karşısında gösterdiği ve SSCB’nin çöküşünden sonra da, gerileyerek ve belirli uzlaşmaları içererek de olsa, sürdürdüğü direniş ve Amerikan “yeni düzeni”ne teslim olmayışıdır. Bu noktada Küba, komünistlerin, dünya proletaryası ve ezilen halkların, demokrasi ve bağımsızlık yanlısı olanların, bütün ilerici insanların desteğine layıktır; desteklenmeli ve emperyalizm karşısında, direniş gösterdiği ölçüde savunulmalıdır.

BUGÜNKÜ DURUM
Küba’nın bugünkü durumu ise biliniyor. Hemen hemen tek ürün üzerine kurulu, şekere ve şekerin dünya piyasa fiyatlarının üzerinde SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerine ihracatı ve karşılığında makine, yedek parça, petrol vb. gibi belli başlı üretim girdilerinin ithalatına dayalı Küba ekonomisi, revizyonist ülkelerin çöküşü sonrasında çok ciddi sorunlarla karşılaştı. Son “sosyalist ülke olarak yıkılmak ve dünya kamuoyunun gözünde bir “çıbanbaşı” olarak ortadan kaldırılmak üzere, Küba, ABD’nin uygulaya geldiği ekonomik ambargonun ağırlaştırılması ile yüz yüze bırakıldı. Başlıca “müttefikleri”nden yoksun kalması nedeniyle siyasal yalnızlığın problemlerini de yaşamaya başladı. ’92’de, Kadın Federasyonu’ndan Rebeca Cutie şöyle anlatıyor:
“Küba’dan bahsederken Küba’nın azgelişmiş bir ülke olduğunu ve düşük bir sanayileşme düzeyinde olduğunu akılda tutmak zorundayız. Makina imal etmiyor, ithal ediyoruz. Bu ambargo koşullarında istediğiniz makineyi alamıyorsunuz. SSCB ve Doğu Almanya’dan artık makine ve yedek parça gelmiyor haliyle. Bazı yedek parçaları kendimiz imal etmeye çalışıyoruz.” (Gelenek, s: 41, sf. 94)
Ekonominin üzerine kurulu olduğu dengeler allak bullak olmuş ve iktisadi hayatta ciddi darboğazlar oluşmuştur. Ekonomik durum, hemen ve hızla kötüleşmeye başlamış; daha SSCB çökmeden önce, eski sosyalist ülkelerle ticarette başlayan daralma geleceğe ilişkin sinyaller verince, Castro ve arkadaşları, bir yandan önlemler aramaya başlamış, öte yandan da bu ülkelerdeki gidişi eleştirmeye ve Küba’nın kendi yolunda devam etmesini sağlamak üzere ısrarcı bir tutum oluşturmaya çalışmışlardır.
Castro ’89’da açıklama yapar:
“Bu ülkelerin (eski sosyalist ülkeler-ÖD) çoğundaki insanlar antiemperyalist mücadele ya da enternasyonalizm ilkelerinden söz etmiyorlar. Bu sözler günlük basınlarda geçmiyor bile. Bu türden kavramlar oradaki siyasi jargondan hemen neredeyse çıkarılmıştır. Aynı zamanda, bu ülkelerde kapitalist değerler bugüne kadar duyulmamış bir güç kazanmaktadır… Kapitalizm, onun piyasa ekonomisi, değerleri, kategorileri ve yöntemleri sosyalizmin bugünkü zorluklarını çözemez ya da yapılmış hataları varsa onları düzeltemez. Sosyalizm, Marksizm-Leninizm’in en temel ilkeleri feda edilerek geliştirilebilir mi? Neden reform olarak adlandırılan girişimler kapitalist doğrultuda olsun?” (Sosyalizmi Kuracağız, Devrimin 31. Yıldönümü konuşmasından, sf. 165-167)
Ve Küba, “SSCB ve sosyalizme zehir kusan bazı Sovyet yayınlarının ülkeye girmesini yasaklar”. (Agy, sf. 166)
Eleştiri sürdürülür:
“…Sosyalist mülkiyet, belli üretim araçlarının bir grup işçinin mülkiyetinde olması demek değildir, grup özel mülkiyeti sosyalizm değildir ve asla sosyalizm olmayacaktır. Sosyalizmi değişik yorumlayanlara karşı saygılıyız; ancak böyle bir olgu sadece bir grup kapitalizmidir…” (Agy, sf. 185)
’90’da, gelişmeler ve tek ürüne dayalı ve ambargo altındaki ekonomisi ile Küba’nın tümden tek başına kalması ve bunun böyle devam etmesi olasılığı karşısında da moral bozukluğu baş gösterir:
“Her şeyi doğru yapmak için mümkün olan en büyük çabayı sarf ettiğimizden kuşkum yok… Bu çabaların her zamankinden fazla olması kaçınılmaz, zira hiç şüphe yok ki, gelecek yılların da, tüm beş yıllık dönemlerinde aynı kalacağı bugünkü uluslararası durumun tekrarı olması halinde, herhangi bir şeyin çözülmesi pratik olarak mümkün değildir… Yıllardır planlarımız, yıllık ve beş yıllık programlarımız sosyalist bir kampın varlığına, Sovyetler Birliği’nin yanı sıra, anlaşmalar yaptığımız ve yakın ekonomik bağlarımızın olduğu Doğu Avrupa’daki sayısız sosyalist ülkelerin varlığına dayandı. Ürettiklerimiz için güvenli pazarlar ve ihtiyacımız olan önemli ekipman ve ticari eşya kaynaklarımız vardı… Ama şimdi politik açıdan bakıldığında bu sosyalist kamp artık mevcut değil. Kendi kendimizi kandıracak mıyız? Öncülerimize bir sosyalist kampın hâlâ var olduğunu ve bu ülkelerde her şeyin fevkalade olduğunu mu söyleyeceğiz?” (Castro, Agy, sf. 188, 190. Vurgular bizim.)
Geleceğin belirsizliği ürkütücüdür:
“Biz hammadde, birazda gıda ihraç ediyoruz. Elbette sanmıyorum ki bunlar hiçbir anlamda önemli olmasınlar. Ancak, enerjinin, yakıtın, petrolün doğal gaz ve elektriğin taşıdığı önemde değiller… Oralarda (eski sosyalist ülkelerde-ÖD) 1990’da kimlerin iktidar olacağını bilmiyoruz. Varolan bazı ticari anlaşmaların 1990’da da önceki planlar çerçevesinde devam edeceğini ve uygulanacağını umuyoruz. Ancak, bunun böyle olacağı ya da bu tür anlaşmalar yapacağımız konusunda herhangi bir garanti de yok… Ya 1991 ne olacak? 1991-1995 beş yıllık planı düşünebiliyor musunuz? Hangi temelde ve kimlerle bu anlaşmaları imzalayacağız? Hangi ürünler garantiye alınabilir? Ürünlerimiz için pazar olanağı bulabilecek miyiz? Ürettiğimiz şekere ne kadar fiyat verilecek? Şekerimizi, dünyada geçerli olan, sözde dünya piyasa fiyatından, çöpe atma fiyatından mı alacaklar?” (Agy, sf. 194-5)
Ve 1989’dan itibaren “özel dönem politikası” olarak adlandırılan önlemler paketinin uygulanmasına geçilir. Buna göre, kaynaklar ve yatırımlar sınırlandırılacak, mevcutların acil dağılımı sağlanacak, eğitim, sağlık ve spor gibi parasız hizmetler güvence altına alınacak ve ulusal ekonomi için kilit sektörlerin geliştirilmesine girişilecektir. Castro öncelikleri şöyle açıkladı;
“Gıda programları ertelenemez; çünkü stratejik. Su tasarrufunu sağlamaya çalışmalı, yeni su kanalları bulmalı, su kanallarını açmalı, sulama sistemleri inşa etmeliyiz. Ne olursa olsun bu da ertelenemez, 3 milyon 5 milyon ton petrolümüz kalsa bile, şu veya bu şekilde bu programlara devam etmek zorundayız. Bu programlar yerine başka herhangi birini ertelemek daha uygun olabilir. Eczacılık sektörünü ve biyo-teknolojiyi geliştirecek, bu sektörlerde büyük gelecek vaat eden programları ertelemeliyiz. Büyük döviz getirebilecek sektörlerden, örneğin turizmdeki büyük programlar ertelenemez. Bu demektir ki barış zamanının özel döneminde almaya zorlanabileceğimiz kısıtlamalar ya da bu problemlerden doğan çok zor bir barış dönemi durumu ne olursa olsun ulusal meclis ve tüm halkımız için çok büyük stratejik önem taşıyan bu programların hiçbirini ertelemek olası değildir. Çok uzun zaman alabilir ve çok zor sınavlarla karşılaşılabilir, ancak sadece yaşamı sürdürme ilkesini değil, aynı zamanda gelişmeyi de sağlamalıyız.” (Agy, sf. 205)
Ancak tahmin edildiğinden daha da kötü bir durumla karşılaşılır. Özellikle petrol sıkıntısı had safhadadır. Şeker kamışı kesiminde, makine kullanımından petrol yokluğu nedeniyle yine elle kesime geçilir. Dışardan hammadde gelmediği için bazı fabrikalar zorunlu olarak durur. Güneş ve rüzgâr enerjisinden yararlanma yolları aranır. İşçilerin yüzde 60’ı, eski işlerinde çalışmak olanaksızlaştığı için, yeni ve başka işlerde çalışmaya başlar. Japonya, istekli olmasına rağmen ABD’nin baskısıyla, Küba’nın önemli miktardaki nikel ve kobalt rezervlerinin işletmeyi başaramaz. Enerji tasarrufu nedeni ile kapatılmayan fabrikalar, işletmeleri de kapsamak üzere, günde 3 saat üretimlerine ara vermeye başlarlar. Okul ve hastane ödenekleri azaltılmaz; ancak, örneğin D. Almanya’dan gelen süt tozu kesildiği için süt karneyle dağıtılmaya başlanır. Dışarıdan gelen hayvan yemi, gübre ve tarım ilaçları sıkıntısı nedeniyle hayvancılık ve tarım zor durumda kalır. Yiyecek sıkıntısı ve kuyruklar ortaya çıkar. İthalat ’89’daki 8.1 milyar dolardan üç yıl içinde % 73 azalarak ’91’de 1.7 milyar dolara düşer. Brüt ulusal üretim, yine üç yıl içinde % 50 geriler. Bütçe her yıl açık vermeye başlar. Son yıllara kadar yabancı sermayeye karşı çıkan Küba, esnemek, ekonomiyi “kurtarmak” için yabancı sermayeye açılmak kararı alır. Avrupalılar, Kanada ve Meksika isteklidirler, yatırımlar da başlar; ancak ABD’nin baskıları kısıtlayıcı olur. Örneğin BP şirketi, ABD baskılarıyla petrol arama çalışmalarından çekilir; ama Kanada ve İsveç firmaları çalışmalarını sürdürürler. Kanada, nikel endüstrisine büyük yatırımlar yapar. Meksika tekstile girer, bir çimento fabrikasını satın alır. Turizme daha çok Kanada ve İspanyol firmaları girerler. Şu anda turizm sektöründe 100’ün üzerinde işletme yabancı sermayeye açılmış bulunmaktadır, bu sektörde 30’dan fazla yabancı firma yatırım yapmış durumdadır. Yabancı firmaların kârlarını ülkelerine transferi serbest bırakılmıştır. Bu konuda da taviz politikası izlenmektedir.
“Sosyalist piyasa ekonomisi “ne itiraz ede-gelmiş olan Küba, sonunda, zorluklar karşısında ’93 Ağustosu’nda dolar alım-satımını serbest bırakmıştır. Bu, özellikle küçük mülk sahiplerini spekülasyona ve zenginleşmeye yöneltirken, karaborsacılık baş göstermiş ve doların serbest bırakılmasını fiyatların % 50 artması izlemiştir.
Zorlukların üstesinden gelinme zorluğu ve bir kez piyasaya ve yabancı sermayeye açılmış olma, giderek daha fazla kendi taleplerini dayatmaya başlamıştır. ’93 Aralık’ında parlamentoya bir ekonomik prensipler programı sunulur. Temel gıda maddelerine yapılan sübvansiyonun kaldırılması; sigara ve içki fiyatlarının artırılması; elektrik, su, posta, telefon ve bir bölüm toplu taşımacılık hizmetleri gibi temel kamu hizmetlerine zam yapılması; okullarda öğrencilere parasız olan yemeklerden para alınması; fabrikalarda yemek fiyatlarının artırılması; küçük köylülerle kooperatiflerden alınan verginin yükseltilmesi; bisikletten (ki bisiklet, özellikle petrol sıkıntısı sonrası, halkın temel ulaşım aracı olmuştur) vergi alınması; hastalık ve emeklilik durumunda ödentilerde kesintiye gidilmesi ve halkı yatıştırmak üzere bir mülkiyet vergisi konması, sonunda karar altına alınır.
Son olarak, 23 Eylül ’94 tarihli Hürriyet gazetesinin haberine göre; küçük çiftçi ve kooperatiflerin devlete satmak zorunda oldukları tarım ürünleri satışı, bir serbest piyasa unsuru haline getirilerek serbest bırakılır. Raul Castro, bu piyasanın serbestleştirilmesi ve kârın güdücülüğünün açıkça kabullenilmesi önlemini savunur: “Halkın gıdası temin edilecekse, göz alınan riskler önemli değildir. Bu ülkenin asıl siyasi, askeri ve ideolojik sorunu, bu durumun değiştirilmesidir.” (Hürriyet, 23 Eylül 94)
Küba’da resmi istatistiklerine göre, toprakların % 22’si 140 bin küçük köylünün mülkü durumundadır. Yaklaşık % 40’ı ise kooperatiflerin elindedir. Zaten tarıma dayalı bir ekonomi olan Küba ekonomisinin neredeyse % 60’ının piyasaya açılmasının felaketli ve bugünü aratır sonuçlara yol açmaması ve bir yandan da siyasal alanda çeşitli “demokratikleşme” önlemleri almakta olan Küba’da bir rejim sorununu ortaya çıkarmaması çok güç görünüyor.
Ancak bütün taviz ve esneme politikaları ve zorluklara rağmen Küba, hâlâ belirli bir antiemperyalist direniş göstermeye devam etmekte, kötü bir yola girmiş olmakla birlikte teslim olmayı da reddetmekte; piyasacı ve “demokratik” önlemleri kaçınamaz olduğu son anlarda almakta, kaçınmak için uğraşmakta ve söylendiği gibi “Bugünkü koşullarda hazan sevmediğimiz işleri mecburen yapıyoruz” (Teresita Trujillo, Gelenek, s: 45, sf. 94) tutumunu almaktadır. Durumunu korumak ve tersine çevirmek, emperyalizm karşısında direnişini sürdürüp, bağımsızlığını elde tutabilmek için desteğe ihtiyacı vardır ve bu destek ondan esirgenmemelidir. Bu tüm ilerici insanlığın borcudur.
Tavizler siyasetinin, kendi başına bir eleştiri konusu yapılması yanlışına düşmemek gerekir. Her zorluk, eğer yapılabilecek başka şey kalmamışsa, belirli tavizlerle geri çekilip güç toplamak için yeniden konumlanma zorunluluğuna yol açabilir. Yeter ki, direnme arzusu olsun ve yeter ki, tavizler ve geri çekilmenin sınırı iyice belirlenip bu taktik, yıkılmanın kolaylaştırıcısı değil, devrimin kazanımlarını ve iktidarı korumanın bir aracı kılınabilsin.

SONUÇ
Burada, bir dergi yazısının sınırlarını hayli zorlayarak Küba sorununu ele almaya çalıştık. Ancak, her şey açık ve nettir. Küba, sosyalist bir ülke değildir ve hiç olmamıştır. Ancak bu durum, Küba, emperyalizm karşısında direnme ve devrimin anti-emperyalist demokratik kazanımlarını savunmaya devam ettikçe, onun savunulup desteklenmesinin önünde bir engel değildir. Lenin’in İngiliz emperyalizmine karşı direnen dinci Afgan Emiri’ne ve Mustafa Kemal’e sağladığı desteği unutmanın olanağı yoktur. Kaldı ki ne Castro, bir Mustafa Kemal ya da Emanuel Han’dır ne de Küba, bir Türkiye ya da Afganistan’dır. Çok daha anti-emperyalist ve demokratik konumlarda bulunmuştur. Uzlaşmalar ve tavizlerle bu konumundan gerilese de, direnip savunmaya çalıştığı bu konumdur.
Küba, emperyalizme karşı direnme dinamiklerine ve olanağına sahiptir. Bu dinamiklerin en önde geleni, “öncüler”in hâlâ tümden yitirilmemiş devrimci geleneklere sahip olmaları yanında, bir seferinde yarım milyondan fazla emekçinin katıldığı devrimi destekleme gösterilerinin kanıtladığı gibi emekçi kitlelerle kopuşulmamış olması ve anti-emperyalist bir ruh ve tutuma sahip bu kitlelerin hareketliliğidir. Tek yanlı ekonomi, müttefik eksikliği, en başta SSCB ile ilişkilerin törpüleyip gerilettiği devrimci ruh ve kendi gücüne güvenme tutumunu olumsuz etkileyen “müttefikler”den kaynaklanan ve bundan sonra kaynaklanabilecek bağımlılaştırıcı dayatmaların “anlayışla” karşılanması vb. gibi etkenler ise direnme olanaklarının sınırlılıklarını oluşturmaktadır.
Küba’nın bugün ortaya koyduğu anti-emperyalist direnişin güçlenerek devam etmesi ve başarıyla sonuçlanması; tüm dünya işçilerinin, halklarının ve ezilenlerin isteğidir. Bu emperyalist direnişin en tutarlı savunucuları ise komünistlerdir.

Ekim 1994

İşçi sınıfı mücadelesi ve dış politika

İşçi sınıfının, kendisini bir sınıf olarak diğer sınıflardan ve özellikle de burjuvaziden ayrı bir sınıf olarak kavrayabilmesinin ve sosyal bir güç olarak etkili olabilmesinin başlıca koşulu, toplumsal ilişkilerin her alanında kendine özgü bir politikaya sahip olması ve bunu kısa ve uzun vadeli bütün eylemlerinde uygulayabilmesidir. Örneğin, işçi sınıfının kendi dünya görüşüne uygun bir yerel yönetim politikası yoksa kendine özgü ve sınıfın özelliklerim yansıtan bir gençlik sorunları, bir kadın sorunları politikası yoksa kültürel alanda yapılan işleri eleştirecek ve kendine özgü bir kültür yaratacak etkinlikleri yönlendiren bir kültür politikası yoksa ve pek çok benzerini sayabileceğimiz diğer toplumsal hayat alanlarına ilişkin politikaları yoksa burjuvaziye karşı mücadelesinde daima eksikler ve zayıflıklar taşıyacaktır.
Burjuvazi, yönetici sınıf olarak, hayatın her alanında kendi ideolojisine uygun politikalar geliştirmiştir ve yalnızca iktidar aygıtının yönetimim değil, gündelik hayatın da her alanını kontrol etme başarısını, tarih içinde ve uzun sürede yerleştirdiği bu politikalara borçludur. Öyle ki, onun gündelik hayat üzerindeki egemenliğinin kalıntıları, sosyalist devrimden sonra da uzun süre devam edebilecektir. Kuşkusuz işçi sınıfı, siyasal iktidarı ele geçirmeden önce, toplumsal hayatın tümüne egemen olamaz. Burjuvazinin şu anda yaptığı gibi, toplumsal hayatın bütün ayrıntılarına nüfuz edecek bir etkiyi de, iktidarı ele geçirmeden önce sağlayamaz. Üstelik bunun için, yalnızca iktidarı ele geçirmesi de yetmez: Uzun süren bir sınıf mücadelesi, iktidarı ele geçirdikten sonra da devam edecek ve burjuvazinin yalnızca siyasi ve ekonomik iktidarının tasfiye edilmesiyle yetinilmeyerek, onun insanlar üzerindeki gündelik alışkanlıklarından, felsefi, ahlaki etkilerine kadar her türden ideolojik etkisini de yok etmeye yönelik bir dizi programı yıllarca ve yıllarca uygulaması gerekecektir. Fakat bunu yapabilmek için, iktidarı ele geçirmeden önce de, kapitalist düzen koşullan altında sınıf mücadelesini yürütürken, geleceğin toplumunu hazırlayacak girişimlerde bulunmaktan kaçınamaz. İşçi sınıfının, sosyalist toplumsal düzenin temel özelliklerini açığa çıkaran, yeni bir dünyanın niteliklerini taşıyan bir hayat tarzını tasarlayabilmesi ve bunu bütün halka anlatabilmesi için, şimdiden geniş kapsamlı programlar, politikalar üretmesi ve böylece sınıf olarak bu dünyayı yönetebilecek yeterlikte bulunduğunu herkese göstermesi gerekmektedir, işçi sınıfı, bunu, partisi aracılığıyla yapar. Parti, işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak, işçi sınıfı iktidarı altında hayatın nasıl yeniden örgütleneceğinin, bütün sosyal, ekonomik ve insani ilişkilerin emeğe göre nasıl yeniden düzenleneceğinin açık planlarına sahiptir. Ancak bu plan ve programlar, ileride bir gün kullanılmak üzere bir yerlerde saklanmaz: Aksine, bugünkü ilişkilerin eleştirilmesi ve yeniden düzenlenmesinin ilkelerinin açıklanması için, her günkü olaylar ve ilişkiler içinde kendisini göstermeye çalışır. Çünkü işçi sınıfı, burjuvaziyle yalnızca ekonomik mücadele alanında, yeni haklar ve ücret iyileştirmeleri için değil, çok çeşidi alanlarda karşı karşıya gelmekte ve kendi çıkarlarını savunabilmek için değişik mücadele biçimleri ve yöntemleri uygulamaktadır. Mücadelenin bu geniş kapsamı, işçi sınıfın burjuvazi karşısındaki tarihsel durumu gereği, gündelik çıkarları savunmanın çok ötesine geçen görevler ortaya çıkarmakta, kendisine özgü bir toplumsal düzen kurabilmek için bir dizi program ve plan geliştirmesini gerektirmektedir.
Biz, bu yazımızda, bu çok kapsamlı konular yumağı içinden birisini, işçi sınıfı ile dış politika alanı arasındaki ilişkileri ele alacağız.
Sınıf mücadelesinin, ekonomik, teorik (felsefi-ideolojik) ve politik olarak özetlenen başlıca biçimleri içinde, politik mücadelenin (iktidar mücadelesinin) esas ve diğerlerinin de buna bağlı olarak ele alınması gereken mücadele biçimleri olduğuna, önce Engels ve daha sonra da Lenin önemle dikkat çekmişler ve her bir mücadele biçiminin ayrı ayrı ve birlikte taşıdıkları önemi göstermişlerdi. Devrimci literatürde, özellikle politik mücadelenin, iktidar mücadelesi olarak taşıdığı önem, sürekli olarak vurgulanmış fakat bu mücadele biçiminin kapsadığı alanlar üzerine ayrıntılı ve özgül incelemeler aynı derecede sıklıkla yapılmamıştır. Dış politika konusu, bunlardan birisidir.

DIŞ POLİTİKAYI İZLEMENİN ÖNEMİ VE GEREKLİLİĞİ
a- İşçi sınıfının sosyalist siyasal bilincinin bir parçası olarak dış politika:
İşçilerin sosyalist siyasal bilinci, bütün toplumsal hayat içinde kendilerini diğer sınıflardan ayıran özelliklerin bilinmesinden ve bütün tutum ve davranışların bu bilgiye göre gerçekleşmesi eyleminden oluşur. İşçi sınıfı olarak, örneğin burjuvaziden, ya da diğer emekçi sınıflardan temel farklılığın ne olduğunun bilinmesi, işçilerin sosyalist siyasal bilincinin temelidir. Bu bilinç, işçi sınıfının tarihsel rolü ve bunun bütün bir geçmiş mücadele tarihi içinde kendisini nasıl gösterdiği ve hangi büyük değişimlerin kapılarını açtığının bilinmesini, bir komünist partisi etrafında örgütlenmenin zorunluluğunun bilgisini, toplumdaki karşıt sınıflanıl birbirlerine karşı olan konumunun ve birbirleriyle mücadelesinin bilgisini içerir. Fakat bütün bunlar, eğer işçi sınıfının uluslararası niteliğini ortaya koyan tarihsel ve siyasal bilgilerle tamamlanmıyor ve enternasyonal bir bilinç haline gelmiyorsa, işçi sınıfının bilincinin henüz sosyalist bir bilinç olduğundan söz edilemez.
Kapitalizmin gelişmesi ve bütün dünya ülkelerini tek bir ekonomi zincirinin halkalan halinde birbirine bağlaması, işçi sınıfının da, dünyanın patronu olan burjuvaziye karşı birleşik bir mücadele yürütmesinin imkânlarını hazırlamıştır. Proletaryanın nihai hedefi olan komünist toplumun, ancak kapitalist dünyanın tümünün fethedilmesiyle gerçekleşebileceği yolundaki bilimsel tez de, işçi sınıfının enternasyonal planda örgütlenmesinin ve mücadele etmesinin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Dünya devrimci proleter hareketinin, bilimsel sosyalizmin bakış açısından yazılmış ilk belgesi olan Komünist Manifesto, bütün dünya işçilerinin aynı sınıfın üyeleri oldukları, gerek bu anlamda gerekse her türlü mülkiyetten arındırılmış olmaları anlamında, bir vatanları olmadığı sonucuna ulaşmıştı. Ancak bu belirleme, aynı zamanda, bütün dünyanın, işçi sınıfının vatanı olduğu anlamına da geliyordu. Dolayısıyla işçi sınıfı, enternasyonal bir sınıftır ve mücadelesi de kaçınılmaz olarak enternasyonal bir karakter taşımaktadır. İşte bu noktada, dış politika konulan, işçi sınıfının sosyalist bilincinin bir unsuru olarak önem kazanır. İşçi sınıfı, dünyanın diğer ülkelerindeki sınıf kardeşlerinin yaşam koşullarını ve mücadele hedeflerini, eylem düzeylerini bilmek, her ülkenin burjuvazisiyle işçi sınıfının karşılıklı konumu hakkında bilgi sahibi olmak zorundadır. Çünkü dünyanın her köşesindeki işçi hareketi ya da tekelci burjuvaziye karşı her halk direnişi, kendi mücadelesinin bir parçasıdır ve yeryüzündeki her olumlu ve ileri gelişme, kendi mücadelesine kısa ya da uzun vadede mutlaka katkıda bulunacaktır.
b- Dış politikadaki gelişmeler, devrimin iç ve dış koşullarının gelişme düzeyini gösteren bir barometredir:
Diğer yandan, teknik ve taktik bakımdan, dünyanın her bölgesinde, her ülkede burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki mücadelenin aldığı boyudan, her ülke burjuvazisinin bir diğeriyle olan çelişmelerini ve çatışmalarını, burjuvazinin karşıdevrim ve savaş eylemlerini izlemek ve bütün bunlarla kendi mücadelesindeki gelişmeler arasındaki bağıntıları bulmak da işçi sınıfının devrimci politikasının önemli bir yanını oluşturur. Gerçekten, sınıf mücadelesinin tarihi boyunca, burjuvazinin uluslararası eylemiyle, her ülke proletaryasının mücadelesi arasında çok etkili bağıntılar olmuştur. Paris Komünü, Avrupa çapında burjuva devletlerarasındaki, özellikle de Fransa ile Almanya arasındaki şiddetli çelişmelerde kendisi için bir olanak bulmuştur. Büyük Ekim Devrimi, Lenin’in belirttiği gibi, zafere ulaşmasının başlıca olanaklarından birisini, emperyalistlerin bu devrime müdahale edemeyecek kadar birbirlerine düşmüş olmalarında yakalamıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok halk, başarıya ulaşırken, gene aynı çelişme üzerinde fırsatlar yakalamıştır. Bütün bu örnekler, her devrimin, önünde sonunda bölgesel ya da dünya çapında, uluslararası bir nitelik taşıdığını göstermektedir. İster proleter devrimi olsun, isterse ulusal kurtuluş devrimleri olsun, bir ülkedeki her devrimci kalkışma, bölge ve dünya burjuva devletlerinin birleşik bir tepkisiyle ya da devrimi birbirlerinin aleyhine kullanma girişimleriyle karşılaşır. Fakat her durumda, burjuvazi, kendi ülkesinin dışındaki devrimlerle yakından ilgilenir. 1848’de Fransa’da yeni bir cumhuriyet kurulduğunda, o dönemde Avrupa’nın jandarması ve Avrupa gericiliğinin kalesi durumunda bulunan Rusya’nın Çarı Birinci Nikola, subaylarına hitaben yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Atlarımıza binelim beyler! Fransa’da cumhuriyet ilan edilmiş”.
Bu, işçi sınıfı gibi, burjuvazinin de uluslararası bir sınıf olarak hareket ettiğinin bir örneğidir. Çağımızda da emperyalist tekelci burjuvazi, sınır tanımayan bir sömürü ve siyasi egemenlik saldırısı içinde, işçi sınıfının ve halkların devrimci mücadelesini dünya çapında bir düşman olarak görmektedir. En küçük bir devrimci kıpırdanış, emperyalist tahakküme karşı en sıradan bir ulusal direniş, dünyanın bütün emperyalistlerinin başlıca ilgi konusu haline gelmektedir. Emperyalizm açısından, bir devrimci hareketi bastırmak ve yok etmek kadar, denetim altında tutmak da önemlidir. Aralarındaki çelişmelerin boyutlarına bağlı olarak, bazen bir emperyalist devlet, diğerine karşı bir devrimci hareketi bir süre için destekleyebilir, ona maddi yardımda bulunabilir veya uluslararası platformlarda devrimci harekete olanaklar açabilir. Fakat bütün bu destekler, emperyalizmin kendi çıkarları doğrultusunda ve geçici bir süre için yapılır. Devrimci işçi hareketi, bu destek ve yardımların ya da bastırma ve saptırma girişimlerinin gerçek içeriğini bilebilmek için, burjuvazinin uluslararası ilişkilerinin yapısını tam olarak değerlendirebilecek verilere sahip olmak zorundadır. Yardım ve destek veren emperyalist ülkenin iç çelişmelerini, o ülkedeki sınıf mücadelesinin boyutlarım, diğer ülkelerle ilişkilerini ve bu ilişkilerin yol açacağı sonuçları gözlemleyebilen bir hareket, kendi çıkarlarını koruyarak böyle bir ilişkiden yararlanabilir. Son derece hassas ve tehlikeli olan bu ilişkide, devrimci hareketin, inisiyatifi elde tutabilmesi, koşuldur. Lenin, devrimci dalganın en yüksek olduğu bir anda, Rusya’ya dönmek için, Alman emperyalistlerinin kendisine açtığı yoldan geçmiştir. Alman emperyalizmi, o dönemde Rus Çarlığı’nın rakibiydi ve Lenin’i çarlığı yıkacak bir güç olarak görüyor ve onun Petrograd’a gitmesinin kendisi içinde elverişli koşullar yaratacağını düşünüyordu. Lenin, böyle bir yardımı reddetmedi. Almanların yardımının hangi çelişmelerin ürünü olduğunu biliyordu ve daha önemlisi, Rus proletaryasının sosyalist devrimci hamlesinin böyle bir ilişkide inisiyatifi kaptırmayacak kadar güçlü olduğundan emindi. Bu örnekte iki önemli nokta görülmektedir. Birincisi Lenin, Avrupalı emperyalistler arasındaki çelişmelerin ve çatışmaların içeriğini tam olarak tespit etmiş ve bu çelişme karşısında sosyalistlerin görevini belirlemişti: Buna göre, başta İngiltere olmak üzere; Çarlık Rusya’sı, Fransa, Belçika ve Sırbistan’ın oluşturdukları (buna sonradan, Japonya, Portekiz, İtalya, Romanya, Çin ve Yunanistan katılmıştır) cepheye karşı Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı imparatorluğu ve Bulgaristan’ın oluşturduğu cephe arasındaki savaş, “köleliğin sağlamlaştırılması ve devamını sağlamak için, en büyük köle sahipleri arasında yapılan bir savaş”tı. Bu savaşta Almanya, “genç ve güçlü bir hırsızdan başka bir şey değildi ve diğer “yaşlı kurtlara” karşı savaşmak zorundaydı. Lenin önemle belirtiyordu ki, Almanya “ulusların özgürleşmesi için değil, onların ezilmesi için savaşmaktadır”. Dolayısıyla, “genç ve güçlü hırsızın, ihtiyar ve tıka basa doymuş hırsızı yağmalamasına yardımcı olmak”, sosyalistlerin görevi olamazdı.
İkinci olarak Lenin, Dünya Savaşı koşullarında, her ülkenin proletaryasının esas olarak kendi burjuvazisine karşı savaşması gerektiği yolundaki ilkeyi uygulayarak, Rus proletaryasının esas düşmanının,’Rus burjuvazisi ve onun siyasi egemenlik biçimi olan çarlık olduğuna karar vermişti. Bir kez bu halkayı kavradıktan ve Alman emperyalizminin niteliğini de net olarak saptadıktan sonra, bu ilişkiler ve çelişkiler yumağı içinde kendi inisiyatifinde bir politikayı kendine özgü taktikler kullanarak uygulamak, çok zor olmadı. Özetlersek; Lenin, uluslararası durumla ülke içi çeliş meleri bir bütün olarak kavramış ve burjuvazinin dış politika alanında işçi sınıfı politikası için bir hareket zemini bulmuştur. Burada da iki gerçeği göz önünde tutmuştur. Hem burjuvazinin uluslararası bir sınıf olarak konumu ve iç çelişkileri, hem de proletaryanın uluslararası bir sınıf olarak buna karşı mücadelesinin boyutları ve taktikleri.
c-İşçi sınıfı mücadelesinin bir unsuru olarak dış politika:
Dış politikadaki gelişmeler, işçi sınıfının devrimci mücadelesinde yalnızca uluslararası boyudan görmek bakımından önemli değildir; dış politikanın, aynı zamanda, işçi sınıfının ülke içindeki sınıf mücadelesine ilişkin taktik ve stratejik hedeflerini de ilgilendiren bir içeriği vardır. Çünkü her dış politika konusu, iç çelişmelerle ilişkilidir; bir başka deyişle, dış politika, genellikle, iç politikanın bir yansıması, bir devamıdır. Burjuvazi, çoğu kez, içerideki sınıf mücadelesini bastırmak ya da saptırmak için, dış politikasında saldırgan bir tutum takınabilir. İşçi sınıfının ve halkın muhalefetinin yüksek bir noktaya ulaştığı birçok durumda, burjuva devletler, bu potansiyeli bir “dış düşman” yaratarak söndürmeye ve kendi kanalına akıtmaya çaba gösterir. Şoven ve faşist bir “milli birlik ve beraberlik” propagandası ile burjuvazi, kendisine yönelmiş muhalif kalkışma ve direnişleri geriletmeye, kitle tabanını küçültmeye çalışır. Geri bilinç düzeyindeki kitleler, çoğu kez bu yalana inanır. Burjuvazi, aynı silahı, bazen kendi iç çelişmelerinin üstünü örtmek için de kullanır. Farklı burjuva klikler arasındaki çatışmalar, farklı burjuva siyasi partiler arasındaki çelişmeler, dış düşmana karşı birlik potasında eritilerek, birleşik bir karşıdevrim cephesi oluşturulabilir, işçi sınıfı, ancak dış politikadaki gelişmeleri ciddi bir biçimde izleyerek bu yalan propagandayı açığa çıkarabilir. Acaba, gerçekten ülkeye yönelik bir “dış tehlike” var mıdır? Varsa bunun içeriği nedir? Ülke, emperyalist bir saldırıyla mı karşı karşıyadır, yoksa bizzat yöneticilerin kendisi saldırgan bir tutum içinde midir? Bir komşuyla olan ilişkilerin, olduğundan kötü gösterilmesinin ardında hangi iç ve dış çıkar hesapları yatmaktadır? Bütün bu soruların cevabını kanıtlarıyla birlikte, inandırıcı bir biçimde ortaya koyan ve buna uygun propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürüten bir işçi hareketi, burjuvazinin yalanlarını geçersiz kılabilir ve sınıf mücadelesini yükseltebilir.
Gene, iç ekonomik ve siyasi gelişmeler, her devleti, yeni egemenlik alanları elde etmek ve komşuları aleyhine girişimlerde bulunmak zorunda bırakabilir. Örneğin, Türkiye burjuvazisi, kendi ekonomisini düzeltmek, krizi atlatmak için komşularının elindeki yeraltı ve yerüstü kaynaklarından kendine bir pay koparmaya yönelik girişimler içindedir. Bölgenin özellikleri dolayısıyla, petrol ve su kaynakları arasında, böyle bir çatışma yaratılmış ve Türkiye burjuvazisi, önemli ölçüde elinde tuttuğu su kaynaklarını siyasi baskı unsuru olarak kullanmaya girişmiştir. Özellikle Suriye ile ilişkilerde böyle bir faktörün rol oynamasının nedeni, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesine yönelik bir içerik kazanmıştır. Siyasi ve ekonomik çıkarlar iç içe geçmiş, ekonomik hedefler doğrultusunda engel teşkil eden faktörler, siyasi araçlarla giderilmek istenmiştir. İşçi sınıfı, bu ilişkileri gözlemek, kendi siyasi programıyla bugünkü uygulamalar arasındaki bağıntıları görmek ve kendine özgü bir tavır geliştirmek zorundadır. Hangi bağlantılar böyle bir olaylar bileşimi meydana getirmektedir? Bu bileşimin içerideki sınıf mücadelesine yansımasının boyutları nelerdir? Hangi taktiklerle ve hangi ittifaklarla burjuvazinin girişimleri boşa çıkarılabilir? Bütün bunlara doğru cevaplar verebilmek, dış ilişkiler alanını dikkatle izlemeye bağlıdır.
Bununla birlikte, emperyalizmle olan ilişkiler, özellikle Türkiye gibi ülkelerde, iç politik ihtiyaçların dış politikaya yansımasını, her zaman doğrudan bir ilişki olmaktan çıkarmaktadır. Emperyalizme bağımlı ülkelerde, dış politika, büyük oranda, emperyalist patronun çıkarlarına göre düzenlenmekte, ülkenin dışişleri, kendi iç ihtiyaçlarından çok, emperyalizmin bölgesel ya da küresel çapta çıkarları tarafından belirlenmektedir. Örneğin, Türkiye’nin Somali’ye asker göndermesi, Körfez Savaşı sırasında Irak’a ambargo uygulanmasında en önde yürümesi, bu türden kararlardandır. Dolayısıyla denilebilir ki, dış politika; kural olarak, iç politikanın bir yansıması olsa da, emperyalizmle ilişkilerin boyutu, dış politikadaki her gelişmenin içe yansımasını da doğurmaktadır. Emperyalizm, özellikle ABD emperyalizmi, İkinci Savaş’tan sonra, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne karşı, dünya çapında bir “soğuk savaş” başlattığında, ABD’ye bağımlı bütün ülkeler, iç politikalarında bunu uygulamaya koyuldular. Bütün ülkelerde, komünist ve işçi partilerine karşı azgınca bir saldırı başlatıldı. Özellikle Türkiye gibi, ABD’nin yarı-sömürgesi durumunda bulunan ülkelerde, yalnız komünizme karşı değil, her türden demokratik hareketi de kapsayan azgın bir faşizm uygulaması görüldü. Diğer yandan, Türkiye’deki askeri darbelerin ve bütün diğer antidemokratik saldırıların arkasında ABD emperyalizminin bulunduğu, artık bilinen bir gerçektir. O yıllarda etkili bir Amerikan askeri yetkilisinin (General Bradley) yaptığı şu değerlendirme, dış politikayla iç sorunların iç içe geçmesinin tipik bir örneğidir: “Denizaşırı ülkelerde üsler kurmamız gerekmektedir. Düşmanı, kendi özgüvenlik sınırlarımız ötesinde karşılamak ve ilk darbeyi, elde edilecek üsler sayesinde vurma zorunluluğunu bütün Amerikalıların anlaması ger emektedir… Düşmanı can evinden vuracak bu üsler, düşman topraklarına en yakın bölgelerde kurulmalıdır”. (Amerikan Harp Doktrinleri, M. Fahri, Yön Yayınları, 1967, s.5) Demek ki, Türkiye’de Amerikan askeri üslerinin kurulması, doğrudan doğruya, Sovyetler Birliği’ne karşı bir cephe oluşturma anlamına geliyordu ve bunun, Türkiye’nin güvenliği ile ilgisi yoktu. Daha açık bir deyişle, Türkiye’yi, savaşın hedefi durumuna getirerek, Amerikan topraklanılın güvenliğini sağlamaya yönelik bir önlemdi. Kuşkusuz, bu girişim, aynı zamanda, Amerikan üslerine karşı olan yurtseverlere karşı, baskıcı ve terörist bir iç politika uygulamasını da gerektiriyordu.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır: Dış ve iç politika, sırayla ve biri diğerini belirleyen ayrı yapılar olarak değil, birbirine göre ayarlanan ve aynı temel hedefe yönelen faaliyetler olarak görülmektedir. Bu temel hedef, işçi ve halk muhalefetinin bastırılması, içeride ve dışarıda burjuvazinin tam hâkimiyetinin sürdürülmesidir.

DIŞ POLİTİKAYI İZLEME YÖNTEMİ
Dış politikayı izlemek, dünyada olup bitenler hakkında düzenli ve sistemli bir bilgi sahibi olmak için, bazı temel bilgiler gerekmektedir. Bunları, ana başlıkları bakımından şöyle özetleyebiliriz:
– Ülkelerin siyasal yapılarının ve devlet yönetim aygıtının çalışma tarzının bilinmesi: Günlük gazetelerde, şöyle bir haberle karşılaştığımızı varsayalım: “ABD Kongresi, Türkiye’ye yapılacak yardımın kesilmesine karar verdi” Eğer ABD’nin devlet aygıtının çalışma tarzını bilmezsek, bu haberin bildirdiği durumun hemen gerçekleşebileceğini ve Kongre’nin yardımı kesme kararının derhal Amerikan hükümeti tarafından uygulanabileceğini sanabiliriz. Burjuva basın, genellikle, bu türden haberleri manşetten verir ve sonraki gelişmelerden ya hükümetin reklâmını ya da ABD başkanının propagandasını yapmak için yararlanır. Çünkü Kongre kararlarının yürürlüğe girebilmesi için, gerçekte, ABD bürokratik sisteminin birçok kademesi geçilmek zorundadır ve kademelerin birçoğunda da, esas olarak, ABD’nin temel ve kısa vadede değişmeyen emperyalist planları ve hedefleri gözetilir. Bu arada, hükümet çevreleri kongre kararını protesto eder. Başkan ağırlığını koyar ve bunlar, sözde Türkiye’nin çıkarlarını savunan bir pozisyonda gösterilir. Devletlerin yapılarıyla, emperyalistlerin bazen yüz yılı kapsayan uzun vadeli plan ve hedefleri arasında uyum vardır. Bu temel yapılar, her devletin sınıf karakterini yansıtır ve bu karakter değişmedikçe, bir devletin dünya çapındaki genel ve kalıcı hedeflerini formüle eden politikalarında esaslı değişiklikler meydana gelmez. Dünya koşullarındaki değişiklikler bile, bu genel hedeflerin içeriğini çok az etkiler. Örneğin, İngiliz, Alman ve Fransız emperyalizmleri, şimdi dünya patronluğunu ABD’ye kaptırmış olmalarına karşın, eskiden egemen oldukları topraklar hakkındaki politikalarında esaslı bir değişiklik yapmamışlardır. Ortadoğu söz konusu olduğunda, Fransa ve İngiltere, hâlâ, bir zamanlar Irak, Suriye, Ürdün, Mısır gibi ülkelerde sömürgeci dönemde uyguladıkları taktikleri uygulamaya ve o dönemden bu yana korudukları ilişkilere dayanmaya, o zaman kullandıkları faktörleri kullanmaya çalışırlar. Bunun tersine bir örnek, Rus Çarlığı’nın yıkılmasından sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin politikalarıdır. Rus Çarlığı, diğer emperyalistlerle dünyanın paylaşılması, geri ülkelerin sömürgeleştirilmesi ve hegemonyanın yaygınlaştırılması için bir dizi anlaşma yapmış, hatta savaştaki müttefikleri aleyhine, düşmanlarıyla el altından pazarlıklar yürütmüştü. Sovyet hükümetinin, iktidara gelmesinden sonra yaptığı ilk iş; Çarlık Rusyası’nın bu gizli anlaşmalarını bütün dünyaya açıklamak olmuştur. Böylece, hem Rus Çarlığı’nın ve bütün emperyalist devletlerin ikiyüzlülüğü dünyanın gözleri önünde oldu, emperyalistlerin kendi aralarındaki anlaşmaların güvenilmezliği kanıtlanarak birbirleriyle olan çelişmeleri derinleştirildi; hem de yeni proletarya diktatörlüğünün bütün eski politikalardan ve taktiklerden farklı, açık, halkların dostu ve devrimci bir dış politika uygulayacağı gösterilmiş oldu. Rus Çarlığı yıkılıp, tümüyle yeni bir sınıf karakterine sahip bir devlet kurulunca, eskiye ait ne varsa terk edilmişti. Bundan böyle, yeni Rusya’nın dış politikasını anlamak ve değerlendirmek için, artık bu yeni nitelikteki devlet yapısı göz önünde bulundurulacaktı.
– Bölgesel ve küresel çapta ilişkilerin, ittifakların ve çelişkilerin bilinmesi: Dış politikaya ilişkin olayların ve uluslararası ilişkilerin değerlendirilmesinde bir başka dayanak noktası, ilişkilerin gelişme tarihinin ve belli başlı eğilimlerin bilinmesinin yanı sıra, bölgesel ve küresel çapta çelişmelerin izlenmesidir. Bu, hem diplomasi tarihinin, hem de genel olarak uluslararası ilişkiler tarihinin alanına girer. “Türkiye ile İsrail Arasındaki Buzlar Çözülüyor” başlıklı bir gazete haberinin değerlendirilebilmesi için, Türkiye ve İsrail arasında, aslında Amerikan emperyalizminin iki sadık müttefiki olmaları dolayısıyla doğal bir ittifak bulunması gerekirken neden bir “soğukluk” bulunduğunu anlamak gerekir. İsrail’in kuruluş tarihçesi, bölge ülkeleri ve halklarıyla tarihsel ve güncel çelişmeler, Türkiye’nin aynı bölge ülkeleri ve halklarıyla olan ilişkilerinin ve çelişkilerinin geçmişi ve güncel durumu, konuyu değerlendirmeye girişte bir temel olarak elde bulunmalıdır. Dünyada buna benzer birçok bölgesel sorun ve sorunun tarafları arasında karmaşık ilişkiler vardır. Fakat ister Uzak Asya’da, ister Ortadoğu’da ya da Afrika’da olsun, bütün bölgesel sorunların ardında, onları birbiriyle ilişkilendiren genel ve temel bir sorun bulunmaktadır. Bu da, dünya çapında büyük emperyalist güçlerin karşılıklı ilişkileri ve çelişkileridir. Emperyalizmin varlığı, her bölgedeki komşu ülkeler arasında tarihten gelen ya da güncel ilişkiler ve çıkar çelişmeleri sonucunda doğmuş özel sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunların gelişme doğrultularıyla her ülkenin iç sınıf mücadelesi arasında bağıntılar ve karşılıklı etkileşmeler vardır. Bu durumu da, bölgesel sorunların sınıf mücadelesiyle ilişkisinin devrimci gelişmeler üzerindeki etkisini hesap etmeyen bir devrimci işçi hareketinin ciddi hatalar yapmaktan kaçınabilmesi çok güçtür. Bölgesel sorunların izlenmesinde, her bölgeye özgü koşullar ve sorunlar, bölge ülkelerindeki sınıf mücadeleleri, emperyalizmin bölgeye olan ilgisinin nedenleri ve boyudan göz önünde tutulmalıdır.
– Emperyalizmin ekonomik ve siyasi hedeflerinin ve buna karşı duran güçlerin başlıca amaçlarının bilinmesi: Bölgesel sorunların anlaşılmasının başlıca iki temel unsuru, bölgeye özgü tarihsel ve güncel çıkar çelişmeleri ve emperyalizmin bölgeyle olan ilişkisinin ve ilgisinin nedenleridir. Bu iki unsur, kendi içlerinde, karmaşık ve çok yönlü başka çelişmelerle ve ilişkilerle doludur. Emperyalizm, her bölgede o bölgeye özgü bir temel faktör ya da bir temel çelişme üzerinde hareket eder. Bu, Ortadoğu’da petroldür, Amerika Kıtası’nda ve Afrika’da zengin ve değerli hammadde kaynaklarıdır vb. Fakat her bölgede, ABD ile diğer emperyalistler arasında, siyasi hegemonyanın ekseninde bulunduğu bir mücadele sürmektedir ve çoğu kez, hammadde kaynaklan üzerindeki savaşla, siyasi hegemonya mücadelesi iç içe geçmektedir. Özellikle siyasi denetim sorunları, emperyalistlerin genel ve değişmeyen hedeflerini içermektedir ve kaynağında bulunan ekonomik sömürü hedeflerini çoğu zaman aşan yeni sorunlarla beslenmektedir. Daha 1949 yılında, Amerikan Başkanı Truman’ın yaptığı şu değerlendirme, bugün de temel planların değişmediğinin bir örneğidir: “Yabancı devletlere yapılacak yardımlar; onların iktisadi ve siyasi güvenliklerini sağlamakla beraber, aslında Amerika’nın güvenliği uğruna yapılmış yatırımlar olarak düşünülmelidir.”
Doğu Bloğu’nun çökmesinden sonra, uluslararası alanda güç dengelerinde önemli değişikler meydana gelmiş ve ABD, emperyalist dünyanın rakipsiz patronu konumuna yükselmiştir. Bu durumda diğer emperyalistler, Rusya’nın varlığı koşullarında ABD ile ilişkilerinde kullandıkları önemli bir kozdan yoksun kalırken, kendi bağımsız hedefleri doğrultusunda faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır. Bölgesel çelişmeleri ve her ülkenin içindeki siyasi mücadeleleri kendileri için birer araç olarak kullanmak isteyen emperyalist mihraklar yoğunlaşmıştır.
Burada izlenmesi gereken unsurlar, farklı emperyalistler arasındaki güç dengelerinin oluşma tarzı ve gerçek maddi güçler arasındaki farklılıklar ve bunlara karşı olan işçi ve halk muhalefet güçlerinin durumudur.
Uluslararası tekellerin, bankaların ve konsorsiyumların, yatırım, kredi ve ticaret ilişkileri, sıradan ekonomik faaliyetler gibi görünen bütün diğer etkinlikleri her bölgede, her ülkede, yeni çelişkilerin ve çatışma odaklarının doğmasına yol açmakta, gerek emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeleri, gerekse emperyalizmle halklar arasındaki çelişmeleri keskinleştirmektedir. Böyle bir tablodan çıkacak muhtemel eğilimleri değerlendirebilmek için, yalnızca emperyalistlerin güçlerini ve girişimlerini bilmek yetmez, aynı zamanda halkların örgütlü ya da örgütlenme eğilimindeki muhalif güçlerini, ülke içindeki siyasi akımları, gene ülke içindeki sınıf mücadelesinin boyutlarını ve burjuva kliklerin kendi aralarındaki ve emperyalizmle olan ilişki ve çelişkilerini de göz önünde tutmak gerekir.
– Emperyalizmin değişen stratejik hedeflerinin ve taktiklerinin izlenmesi: Amerikan emperyalizmi, özellikle Sovyetler Birliği’nin devrimci bir mihrak olarak ayakta durduğu dönemlerde, SSCB’yi “Yeşil Kuşak” adını verdiği ve coğrafi bakımdan olduğu kadar siyasi bakımdan da kuşatmayı hedefleyen bir plan uyguluyordu. Buna göre, Uzak Asya’da Çin-Hindi’nden başlayıp; Hindistan, Pakistan, Afganistan, İran ve Türkiye’yi kapsayan bir zincir oluşturmaya girişti. Bu ülkelerdeki gerici-faşist rejimleri destekledi, ilerici hareketlerin bastırılmasına önayak oldu. SSCB de, aynı ülkeler üzerinde, karşı etkide bulunacak tedbirler geliştirdi. Önceleri, bu zincirin kırılmasının devrimci tarzda, sınıf mücadelesinin yükseltilmesi yoluyla emperyalist tahakkümün kırılması mümkün olduğu anlayışı hakimken, sonraları, revizyonist yönetim altında karşı askeri tedbirlere başvuruldu, hatta zaman zaman Afganistan’da olduğu gibi askeri müdahalelerle bu zincir kırılmaya çalışıldı. SSCB’nin çökmesinden önce, İran’da, ABD’nin bütün gücüyle desteklediği Şahlık yıkılınca, zincir, en önemli halkasında zaafa uğramış oldu. Bugün, “Yeşil Kuşak” projesi önemini büyük oranda yitirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, ABD ile Rusya arasındaki ilişkilerin değişen boyutu, önemli bir strateji değişikliğine yol açmış olmasına rağmen, ABD’nin söz konusu ülkeler üzerindeki genel ve temel politikası değişmemiştir. Bu ülkelerin her birinde devrimci ve kurtuluşçu hareketler, ABD için hâlâ büyük bir tehlike olarak görülmektedir.
Bunun gibi, eskiden çok önemli olan, “sınırlı müdahale”, “sınırlı savaş”, “esnek mukabele stratejisi”, “dolaylı saldırı”, vb. gibi taktik ve stratejik uygulamaları dile getiren terimler de, ABD diplomasisinin terminolojisinde eski yerlerini korumuyorlar. Öz olarak, işçi sınıfının ve halkların devrimci mücadelesini bastırmaya ve emperyalist sömürü ve tahakkümü sürdürmeye, hegemonya alanlarını muhafaza etmeye ve genişletmeye yönelik yapısını koruyan emperyalist müdahaleler, bugün, “Yeni Dünya Düzeni” adı verilen genel kavramsal çerçeveye uygun olarak yeni adlar taşıyan taktikler geliştirmiştir. ABD, eskiden “komünizmin yayılmasını önlemek” olarak adlandırdığı faaliyetlerini, artık “dünyada barışın ve demokrasinin korunması” maskesi altında sürdürüyor. Sudan ve Haiti’ye yapılan müdahaleler, bu gerekçelere dayandırıldı.
Söz konusu kavram ve terimlerin içeriğinin deşifre edilmesi, emperyalizmin hedeflerinin ve temel çıkarlarının her uygulamada kendisini nasıl gösterdiğinin tespit edilmesi, sınıf mücadelesi bakımından büyük önem taşımaktadır.

SONUÇ
Türkiye’nin, emperyalizmle olan bağımlılık ilişkisi, devrimci strateji ve taktikleri önemli ölçüde etkilemektedir ve emperyalizmin dünya çapındaki faaliyetlerinin izlenmesi, taktiklerinin bilinmesi ve içeriklerinin tam olarak anlaşılması, büyük önem taşımaktadır. Diğer yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasındaki her gelişmenin, mutlaka sınıf mücadelesini etkileyeceği ya da zaten içerideki sınıf mücadelesinin sonuçlarını yansıttığı göz önünde tutulursa, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri izlemenin devrimci işçi sınıfı hareketinin vazgeçilmez bir parçasını oluşturduğu, her sınıf bilinçli işçinin bu konularda kendisini donatmasının gerekli olduğu daha açık bir biçimde görülecektir.

Ekim 1994

Öğrenci gençlik mücadelesinin sorunları

Ülkemiz devrimci mücadelesinde öğrenci gençliğin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu yüzden de gençlik mücadelesinin sorunları arasında en sıklıkla tartışılan konuların başında, öğrenci gençlik mücadelesi gelmektedir.
Son dönemlerin öğrenci gençlik mücadelesine göz attığımızda karşılaşacağımız ilk olgu, öğrenci gençlik mücadelesinin son birkaç yılının, bugün artık iflas etmiş bulunan küçük burjuva devrimciliğinin mücadele ve eylem anlayışının etkisi altında şekillendiğini görmek olacaktır. Komünist gençlik, bu süreçte, öğrenci gençlik mücadelesini küçük burjuva eylem ve örgütlenme anlayışından çıkarmayı (bazı olumluluklar bir yana) başaramamıştır. Yani küçük burjuva devrimciliğinin gençlik içindeki yansıyış biçimlerine karşı açık ve kesin bir tutum takınmaktan ziyade, çoğunlukla onun mücadele platformunu eleştiren, ama gerçek devrimci kitle çalışmasını da pratik olarak kavrayamayan bir eksende sıkışıp kalmıştır. Bu durum, devrimci komünist partinin ortaya koyduğu perspektifin, komünist gençlik tarafından yeterince kavranamadığının bir göstergesidir.
’85’lerde yeniden bir hareketlenmenin eşiğine gelen geniş gençlik yığınları arasında, örgütlenmeye yönelik yoğun bir eğilim ortaya çıktı. Ne var ki kısa sürede geniş gençlik kesimlerinden kopuk eylem anlayışları, bir kitle örgütünün niteliğine uygun olmayan tartışmalar, dar grupçu politikalar ve gruplar arası rekabet; gençliğin örgütlenmeye karşı, giderek daha soğuk durmasını beraberinde getirmekle sınırlı kalmadı, ileri unsurları gençlik yığınlarından koparıcı bir rol de oynadı.
Öğrenci gençlik mücadelesinin yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı ilk günlere bakıldığında, öğrencilerin ağırlıkla; örgütlenme özgürlüğü, YÖK’ün dağıtılması, atılmaların son bulması gibi öğrencilerin bütününü hareket ettirici ortak taleplerle yola çıktığını görürüz.
Bu zeminin genişletilmesi, bir başka deyişle; öğrenci gençliğin akademik talepleriyle politik talepleri arasındaki kopmaz bağı doğru tarzda kuran bir mücadele platformunun oluşturulması, öğrenci hareketinin üzerinde yükseleceği esas zemin iken, kısa sürede “takvim devrimciliği” olarak adlandırılacak olan bir yönelime girilmesi, geniş kitlelerden kopmanın adımı oldu. Kaldı ki bu eylemlilikleri politik istemler olarak görmek de, pek olanaklı değil. Bu eylemlilikler geçmiş devrimci mirasa sahip çıksa da, doğru ve geçerli politik hedef ve talepleri bünyesinde taşımıyordu. Bu anlayışın gençlik saflarında kök salması bir kısır döngüye yol açtı. Yaşanan bu kısır döngü, önceleri yavaş yavaş sonraları ise artan bir hızla, geniş öğrenci kitleleri içinde dernekler etrafında örgütlenme ye mücadele yönelimini baltaladı.
Öğrenci gençlik mücadelesinin yakın geçmişine bakıldığında, başlangıçta en azından söylemde kitlelere yönelme, onunla birleşme biçimleri ve arayışı söz konusudur. Bu, öğrenci gençlik mücadelesi içinde yer alan birçok grup ve çevrenin gündeminde bulunmakta ve yürütülen tartışmalarda ileri sürülen tüm önermelerin kitleselleşme ve kitlelerin mücadelesini yaratmaya yönelik olduğu dile getirilmekteydi. Oysa bugün önerilen formülasyonlar, devrimci grupların, faşistlere karşı birliğini sağlamak ya da devrimci gruplar arası birlik tartışmalarının ötesine geçememektedir. Bu gruplar, geçmişte şu veya bu biçimde taşıdıkları bulanık bir kitleselleşme söylemini bile artık yitirmiş durumdadırlar.
Aynı süreç, komünist gençlik açısından sürekli daha umut verici bir gelişme seyri izledi. Genç Komünistler, her geçen gün kitlelerle daha geniş bağlar kurdular ve kitlesel mücadele konusunda daha yetkin bir konuma geldiler. Fakat komünist gençliğin, küçük burjuva devrimci grupların eylem ve mücadele anlayışı ile kendisinin izlediği çizgi arasına net bir ayrım koymakta yetersiz kalması, birçok alanda kitlelerin komünist gençlik ile küçük burjuva devrimci gruplar arasındaki farkları görmelerini engellemiştir. Küçük burjuva anlayışların sekter-grupçu tutum ve mücadele çizgilerinin yarattığı olumsuzluklar, komünist gençliğe de mal edilmiştir.
Başlangıçta ağırlıklı olarak yükseköğrenim gençliğinin mücadelesi içinde yaşanan bu sorunlar, günümüzde yine aynı küçük burjuva devrimci gruplar tarafından, liseli gençlik hareketine de taşınmaya çalışılıyor. Artık bu grupların iflas eden küçük burjuva eylem ve örgütlenme anlayışlarına karşı daha açık ve net bir tutum takınmak, komünist gençlik için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu gibi, kitle hareketinin geliştirilmesi için de bir zorunluluktur. Yoksa böylesi bir anlayış ile öğrenci gençliğin mücadelesinin ileri çıkması olanaksızdır. Önümüzdeki dönemde, bu mücadele ve eylem anlayışı ile komünistlerin mücadele ve eylem anlayışının ayrıştığı bir süreç, hızla yaşanmalı ve bunun için ciddi bir hesaplaşma içine girilmelidir.

VAR OLAN ÖĞRENCİ ÖRGÜTLERİNİN GENEL DURUMU
Öğrenci gençlik mücadelesinin son yıllarda ortaya çıkardığı iki farklı örgüt biçiminden söz edilebilir. Bunlardan birincisi; kol, kulüp, komisyon, topluluk gibi örgütlenmelerdir. Bu örgütler ilk ortaya çıktıkları andan itibaren, birçok çelişkiyi bünyelerinde taşıyarak bugüne gelmişlerdi. Kol, kulüp gibi örgütler başlangıçta, okul idareleri tarafından da desteklendi. Okul idareleri, bu türden örgütleri sadece desteklemekle kalmadılar aynı zamanda teşvik de ettiler. Onların bu tutumlarıyla, öğrenci derneklerine yönelen öğrenciler için zararsız örgütler yaratmayı, öğrenci gençlik mücadelesinin düzene karşı çevrilen bütün yönlerini de yok etmeyi amaçladıklarına kuşku yoktur. Bununla birlikte kol ve kulüp örgütlenmelerine ilk yönelenler, derneklerden kopan öğrencilerdi. Bunlar, öğrenci gençlik mücadelesine ve örgütlerine karşı yoğun bir saldırının başlatıldığı, öğrenci gençliğin akademik-demokratik mücadelesinin büyük yaralar aldığı bir dönemde, nispeten daha rahat çalışma arayışı içinde olan ve başından beri derneklerde yaşanan darlaşma ve öğrenci kitleleri ile birleşememenin yarattığı moral bozukluğunu yaşayan öğrencilerdi.
Böyle bir ortamda şekillenen kol ve kulüplerde, derneklerin kitleselleşememesine karşı tepki gösterenler ve bu olumsuzluğu bahane ederek, tümüyle örgütlenme ve mücadele karşıtı bir tutum takınanların sayısı hiç de az değildi. Sonraki süreçte de birçok kol, kulüp, topluluk vb. oluşumlar, dernekleri ve onların çalışmalarını kötüleme adına, gençliğin devrimci mücadelesini küçümseme ve hatta reddetme tutumunu sürdürdüler.
Dernekler etrafında başlatılan akademik-demokratik mücadelenin olumsuz bir sürece girmesiyle birlikte, devrimci ve komünist gençler de belirli oranlarda kol ve kulüplerde çalışmaya başladılar. Gelişmeler, kol ve kulüplerin sayısını hızla artırırken, devrimci ve komünist öğrencilerin de yürüttükleri çalışma ve gösterdikleri çaba oranında, bu alanlardaki etkilerini de güçlendirdi. Bütün bunlar, öğrenci gençliğin yeniden geniş bir tartışma sürecine girmesi sonucunu doğurdu.
Kollarda çalışan öğrencilerin düzenlediği her etkinliğin, okul idaresi ve polis tarafından baskı altında tutulması, bu alanlarda yer alan öğrencilerin okul idaresi ve polise karşı öfkelerini körükledi. Geçtiğimiz yıl ODTÜ’deki toplulukların, rektörlüğün baskılarına karşı bir araya gelerek Öğrenci Toplulukları Konseyi’ni oluşturmaları, kol ve kulüplerin önümüzdeki dönemde nasıl bir yönelime girebilecekleri hakkında önemli ipuçları veren örneklerden birisidir.
Bu sürecin doğal bir sonucu olarak da öğrenci gençlik içerisinde bugün, adeta dipten gelen bir kaynaşma ve hareketlenme yaşanmaktadır. Bu hareketlenmenin en önemli eksiklerinden biri ise; devrimci ve komünist öğrencilerin bu kaynaşma içerisindeki etkinliklerinin oldukça sınırlı kalmasıdır. Diğer yandan da, bu öğrenci örgütlerinin bir kısmının hâlâ, daha ileri mevzilere ilerlememekte ısrar etmeleri ve öğrenci gençliğin sorunlarına karşı topyekûn bir karşı koyusu seçmek yerine, kimi çevrelerin ifade ettiği gibi “kendi yaşam alanlarında” sıkışıp kalmaları, bunun dışına çıkmamakta ısrar etmeleridir.
Küçük burjuva devrimcileri, geniş öğrenci kitlelerinden kopmanın nedenlerini, örgüt biçimleri olarak görmeye ve her zamanki gibi yeni örgüt biçimleri keşfederek bunları gündeme getirmeye devam ediyorlar. Sihirli değneğin örgüt biçimi değil, sorun çözücünün mücadele ve eylem anlayışı olduğunu göremeyenler için, anormal bir durum değildir bu. Ama hayatın ve kitle mücadelesinin, böyle anormal düşünce ve tasarımları bünyesine kabul etmemesi oldukça normaldir. Bu yüzden, onların bir süre önce kurdukları örgütler, bir süre sonra kendilerini bile örgütleyemez duruma geliyor, işlerliklerini doğal olarak yitiriyor.
Bazı üniversite ve fakültelerde devrimci öğrencilerin nispeten olumlu bir çalışma içine girmeleri, bu okullarda derneklerin geniş sayılabilecek bir kitle ile örgütlenme ve mücadeleye devam ettikleri görülüyor. Bu okullarda görülen bir diğer gerçek ise; kol ve kulüp örgütlenmelerinin ya gelişmediği ya da kol ve kulüplerin, derneklerle uyumlu bir çalışma içinde olduklarıdır. Bu da bize, kol ve kulüp örgütlenmelerinin bir yanıyla öğrenci gençliğin örgütlenme ve bir araya gelme ihtiyacından kaynaklandığını, diğer yanıyla da doğru bir hat üzerinde yüründüğü takdirde öğrencilerin dernekler ve devrimci öğrencilerle birleşmesi önünde hiçbir engelin olmadığını göstermektedir.
Öğrenci dernekleri vb. örgütlenmeler, sorunlarının çözümü olarak kitleler içinde mücadele etmeyi ve kitle mücadelesine katılmayı eksen almadıkları sürece, öğrenci gençliğin yığınsal mücadelesinin yaratılması olanaklı değildir. Sorun, gençlik içinde, gençliğin en geniş kesimini kucaklamayı hedefleyen bir çalışma yürütmekse; bunun yolu, öğrenci gençliğin en geniş kesimi içinde bıkmadan, usanmadan kitle çalışması sürdürmek ve mücadele etmektir.

KÜRT ÖĞRENCİLERİN MÜCADELESİ
Yurtsever Kürt öğrencilerinin çok önemli bir bölümü, ’80 sonrası öğrenci gençlik mücadelesine karşı neredeyse her zaman “benim sorunum ülkemde sürdürülen savaştır. Ben burada, sizin gibi basit istemlerle uğraşamam.” diye özetleyebileceğimiz bir tutum takınmışlardır. Yurtsever Kürt öğrenci gençliği bugün hâlâ, öğrenci gençliğin mücadelesinin dışında kendisini tanımlamakta ısrar etmektedir. Bu tutum, aynı biçimiyle Kürt illerindeki üniversite ve liselerde de öğrenci gençliğin mücadelesini etkilemektedir. Buralarda da okulların kendi özgül sorunları, akademik sorunlar, öğrenci olmaktan kaynaklanan sorunlar ve bu sorunların politik taleplerle birleştirilmesi göz ardı edildi. Ve “asıl sorun ulusal özgürlük için sürdürülen mücadeledir” yaklaşımı, Kürt öğrenci gençliğinin önemli bir çoğunluğunu etkileyen temel yanılgı oldu. Oysa “asıl sorun”, ulusal özgürlük olsa bile, ulusal özgürlük için mücadele, tek başına ulusal özgürlük istemek değildir. Fakat açıktır ki, Kürt gençliğinin bu taleple birlikte ileri süreceği onlarca, yüzlerce istemi vardır. Ve bu istemlerin mücadelesi terk edilemez. Ulusal özgürlük mücadelesi, sadece ulusal özgürlüğün istenmesi ve kitleler içinde, sadece ulusal özgürlük talebi için mücadele etmek olarak algılanamaz. Kürt gençliğinin bütününü ulusal özgürlük mücadelesine yakınlaştırmak; onun her sorununa sahip çıkmak, bu sorunlar için devrimci çalışma yürütmek ve bu çalışmayı ulusal özgürlük istemiyle birleştirmekle olanaklıdır. Kürt öğrenci gençler de, ülkedeki gençlik kesimlerinin çoğunluğunda olduğu gibi; YÖK’ten, paralı eğitimden, beslenme ve barınma sorunlarından, işsizlikten, geleceksizlikten şiddetle etkileniyor, bununla birlikte ulusal baskıyı yaşıyorlar. Bu sorunlar için sürdürülecek mücadele, Kürt ulusal mücadelesinin alternatifi değil; aksine, Kürt öğrenci gençliğinin ulusal mücadeleye katılımını, yönelimini güçlendirecek bir faktördür. Kürt öğrencilerinin kendi akademik sorunları ve aynı zamanda, ülkede yaşanan diğer sorunlara karşı mücadele içinde olmaları, ulusal özgürlük mücadelesini geliştirecektir. PKK’nin bu konudaki yanlış yaklaşımları, yurtsever Kürt gençlerini önemli ölçüde etkiledi. PKK’nin tutumu bir yandan ulusal mücadeleye katılmayan Kürt gençlerini kazanmanın yollarını daraltırken diğer yandan, ulusal zulüm karşısında ulusal özgürlük isteyen Kürt gençlerini de ulusal özgürlüğe ulaşma yolu olarak sadece “ulusal özgürlük” istemenin yeterli olacağı gibi yanlış bir sonuca götürdü.
Kürt öğrencilerin yoğun olduğu Dicle Üniversitesi gibi üniversitelerde bile, ulusal özgürlük mücadelesine desteğin azalmasına yol açan önemli faktörlerden biride PKK’nin izlediği bu çizginin yanlışlığıdır. Diğer şehirlerdeki yurtsever Kürt gençleri ise, kendi okullarında yaşanan hiçbir sorunu, kendi sorunları olarak görmeme sonucuna ulaştılar. Oysa her şey bir yana, Kürt gençleri de, tüm diğer gençler gibi aynı problemlerle karşı karşıyadır. Ve bu problemlerin bugünden çözülmesi için sürdürülen bir mücadele, birçok cephede düzene karşı açılmış bir mücadele demektir. Kaldı ki, Kürt gençleri için, “sadece ulusal özgürlük istemi” yeterlidir” gibi bir yaklaşım doğru olmadığı gibi; Türk gençleri açısından da, “bizim işimiz devrimdir, ulusal özgürlük bizi ilgilendirmez” gibi bir mantıkla hareket etmek de o derece yanlıştır.
Kürt gençliği, bugün kazanılabilecek tüm haklarını kazanmak için mücadele etmelidir. Bu mücadele, Kürt ulusal mücadelesini de geliştirip güçlendirecektir.
Ülkede sürdürülen yoğun ırkçı, gerici kampanyaya karşı Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden gençliğin karşı koyusu ve mücadele örgütlemesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. İçinde bulunduğumuz yeni eğitim yılında ırkçı, faşist eğitime karşı Türk gençliği başta olmak üzere, tüm öğrenci gençlik mücadele etmelidir. Bu mücadelenin bugün ileri çıkarılması gereken en önemli talebi ise; Türk ve Kürt gençliğini yakınlaştıracak, birlikte mücadelelerini güçlendirecek olan anadilde eğitim hakkı olmalıdır. Bu hak, bu istem, gerek liseli gençliğin, gerekse üniversiteli gençliğin demokratik eğitim talebinin en önemli parçasıdır. Anadilde eğitim hakkının gasp edildiği bir ülkede, demokratik eğitimden bahsedilemez.
Bugüne kadarki süreçte, özellikle PKK’nın okullarda anadilde eğitim yerine eğitimi reddetmeye yönelmesi, Kürt gençliği içinde PKK’ya karşı güvensizliği güçlendirdiği gibi Kürt öğrenci gençliğinin yığınsal mücadelesini de baltalamıştır. Kaldı ki PKK’nın, okullara yönelik şiddet eylemleri ve geçtiğimiz yıl zorla uygulatmaya çalışılan “okul boykotu”, gençlik kitlelerinin ulusal mücadele saflarına kazanılmasını değil, ondan uzaklaşmasını hızlandırmıştır. Bütün gençler gibi, Kürt gençliği de daha iyi bir eğitim, daha iyi iş olanakları, sınavsız üniversite, parasız eğitim istiyor. Bu ve benzeri talepler için mücadele, ulusal özgürlük istemi ile karşı karşıya konulamaz. Aksine, bu taleplerle ulusal özgürlük talebi iç içe geçirilerek savunulmalıdır. Kürt gençlerin ya da gençliğin ulusal özgürlük öncesi kazanabileceği haklarını almaması, bunun mücadelesini vermemesi düşünülemez.
Demokratik eğitim için mücadelenin, Kürt gençliğini her yerde bir araya getirebileceği ve mücadelesini ilerletici bir faktör olacağı, su götürmez bir gerçektir.

LİSELİ GENÇLİĞİN MÜCADELESİ
Özellikle son bir iki yıl içinde yoğunluk kazanan demokratik lise mücadelesi, bağrında önemli çelişkiler taşıyarak gelişiyor. Çeşitli küçük burjuva devrimci örgüt ve grupların kendileri tarafından ya da bir iki devrimci grupla ittifak halinde oluşturdukları yapıları, kitle örgütü olarak görmeleri ve gençliğin ancak küçük bir kesimini temsil eden bu örgütleri, bu haliyle gençliğin yığın örgütleri olarak ilan etme yanılgısı, liseli gençliğin mücadelesine de taşınmaktadır.
Birkaç yıl önce üniversite gençliğinin yaşadığı tartışmalar ve çözümsüzlükler, şimdi de liseli gençliğin mücadelesinin önündeki en önemli tehlikelerin başında gelmektedir. Liseli gençliğin oluşturduğu ve bazı grupların merkezileştirme tartışmalarını gündeme sokmaya çalıştığı Liseli Öğrenci Birlikleri, bu halleriyle neredeyse sadece liseli gençliğin ileri kesimlerini bünyesinde toparlayabilmiş ve ancak bu kesimleri temsil etme yeteneğindedir. Hatta birçok alan için bunu bile başaramadıkları rahatlıkla söylenebilir. Buna rağmen küçük burjuva gruplar, kendilerinden menkul örgütleri, kitlelerin örgütü; kendilerinin eylemini, kitlelerin eylemi ve kendilerini kitle olarak ele almaya devam ediyorlar. LÖB’lerin bugünkü biçimi, devrimci öğrencilerin birliği ile sınırlı bir yapıya sahiptir. Ama bu örgütler, ancak yığınsal bir lise mücadelesini yaratmanın araçları olarak kendilerini ele aldıkları ve mücadelenin asıl merkezine liseli gençliğin istek ve özlemlerini koydukları takdirde bunu başarabilme yeteneğine sahip olacaklardır. Aksi halde liseli gençlik, üniversite gençliğinin bugün yaşadığı sorunları, belki de daha kötü biçimlerle yaşamak zorunda kalacaktır. Buna izin verilemez. Üniversite gençliği içinde yaşanan mücadelenin deneyimi ışığında, en geniş kitleleri içine alma yeteneğine sahip liseli gençliğin kitle örgütlerini, liseli gençliğin mücadelesi içinde şekillendirebiliriz. Liseli gençliğin bu mücadelede ihtiyaç duyduğu şey; en küçük sorunları için kararlı bir mücadele sürdürmek, bu mücadeleyi politik taleplerle doğru bir şekilde birleştirmektir. Bu mücadele içinde şekillenecek Liseli Öğrenci Birlikleri, liseli gençliğin kitle örgütleri olacaklardır. Yani mücadele içinde ortaya çıkmayan ve mücadelenin ihtiyacı olmayan sözde örgütlenme ve merkezileşme tartışmalarının, liseli gençliğin geniş kesimleri için hiçbir ilerletici yanı yoktur. Liseli gençliğin mücadelesinin yeni yeni şekillendiği şu günlerde atılacak her olumsuz adım, liseli gençliğin mücadelesinde derin yaralar açacağı gibi, her olumlu adım da aynı şekilde liseli gençliğin mücadelesi açısından büyük etkiye sahip olacaktır.

BİLİMSEL EĞİTİM İSTEMİNİN ÖNEMİ

Üniversiteler bilimsel bilginin üretildiği, bilimsel düşünme yöntemlerinin edinildiği ve bilimsel bilgiye ulaşmanın araçları olmaktan çok; var olan bilginin öğretildiği, çoğunlukla ezberletildiği ve bu bilgiyi üretim aşamasında kullanmaktan öte, bir yeteneğe sahip olmayan insanların üretildiği kurumlar haline gelmişlerdir. Üniversite kürsüleri Türk-İslam sentezinin kürsüleri; üniversitelerdeki birçok anabilim dalı ise, gerici faşist ideolojinin üretildiği odaklara dönüştürülmüştür. Üniversite öğrencilerinin bu gerici örgütlenme ve ideolojiden etkilenmediklerini düşünemeyiz. ’80 öncesi öğrenci gençlik mücadelesi içinde, nispeten gelişeni ve ileriyi temsil eden üniversitenin toplumsal atmosferinin yarattığı etki büyüktü.
Öğrenciler, bilimsel olarak bu sistemin çöktüğüne ve geleceği Marksizm Leninizm’in temsil ettiğine inandıkları için devrimci mücadele saflarında yer aldıkları gibi; aynı zamanda okullarda verilen eğitimin bilimsel bir özünün kalmadığının gösterilmesi, kavratılması ile birlikte devrimci mücadele saflarına katılırlar. Öğrenci gençlik mücadelesinde bu yüzden diyalektik materyalizmi, metafizik idealizme karşı savunmak, bunun mücadelesini vermek, vazgeçilmez öneme sahiptir. Öğrenci gençlik, üniversiteleri bilimsel bilginin kürsüleri, bilimsel eğitimin verildiği kurumlara çevirme mücadelesini kesintisiz sürdürmelidir. Bu savaş, üniversitede bilim öğrenmek isteyen yüzlerce genci, devrimci mücadele saflarına yaklaştıracaktır. Bunun için de, üniversite gençliği içinde gerçekten bilimsel çalışma yapmanın önemi küçümsenemez.

ÖĞRENCİLER DEVRİMDEN KORKMUYOR
Öğrenci gençliğin geniş kesimleri içinde çalışma kavramı, genellikle ilerici öğrencilerin devrimci, komünist kimliklerini bir yana bırakarak sürdürecekleri bir çalışma olarak algılanıyor. Örneğin; öğrenci gençlik içinde yayınlanan ve büyük çoğunluğunun yayın sürecine devrimcilerin, komünistlerin katıldıkları öğrenci gazeteleri incelendiğinde, bu organlarda devrim sosyalizme dair neredeyse hiçbir şey bulamazsınız. Bu durum genellikle, bu konularda yazılar yazıldığında, öğrencilerin geniş kesimlerinden kopulacağı sanısıyla açıklanır. Oysa öğrenci gençliğin geniş kesimlerinden devrimci öğrencileri koparan şey, öğrencilerin devrimci, komünist kimlikleri değildir. Tam tersine, bunun nedeni, devrimci çalışmanın doğru tarzda yürütülememesi, öğrencilerin günlük talepleri ile politik taleplerinin doğru bir şekilde birleştirilmemesidir. Öğrencilerin büyük çoğunluğu devrimci çalışma olarak bilinen küçük burjuva mücadele yöntemlerine tepki duyuyorlar. Kaldı ki devrimci, sosyalist kimliği bir yana bırakarak sürdürülen akademik çalışma, öğrencilerde büyük bir yanılsama yaratacaktır.
Öğrencilerin, hatta gençliğin sorunlarının kalıcı bir biçimde bu düzen içinde çözümlenemeyeceği gerçeğini bile bile, geniş gençlik kitlelerine bunun propagandasını taşımamamız, .öğrencilerin geniş kesimleri içinde sorunların bu sistem içerisinde çözüleceği inancını pekiştirebilecektir. Öğrenci gençlik içinde, daha açık bir çalışma sürdürülmesi gerekiyor. Bu çalışmada öğrencilerin en küçük sorunlarının çözümü için mücadele eden ve fakat öğrencilerin sorunlarının, bu düzen içinde çözümlenemeyeceğini bilen bir çalışma sürdürmeliyiz. Gençliğin geniş kesimleri içinde çalışma sürdürmek, devrimci ve komünist kimliğin bir tarafa bırakılması ile değil, daha başlangıçtan itibaren bu kimlikle en geniş kesimlere ulaşmanın yollarını bulmak gerekiyor. Okulunun en başarılı öğrencileri arasında yer almakla kalmayıp bütün konularda (bilimde, sanatta, politikada vb.) çoğu gerçekte cühela olan profesör etiketli kalın kafalıları dize getirmeyi çok iyi başarabilen; bir insanda, devrimci dönüşüme yönelmeyi bir tutku haline getirmeyi devrimci mücadelenin en zevkli yanlarından birisi haline getiren; ama bir yandan da büyük bir gururla sosyalist olduğunu açıklamayı, eylemiyle ve yaratıcı düşüncesiyle bir övünç haline getiren genç komüniste, kim tepki duymuştur bugüne kadar? Ama sosyalist bir öğrenci olmanın gereklerini asla yerine getiremeyen ve sırf bu yüzden sosyalist olduğunu açıklamaktan utananlara tepki duyanların sayısının, böyle davrananlarınkinden çok fazla olduğu, bilinmez bir sır değildir elbette.

NASIL BİR ÖRGÜTLENME?
Lise ve üniversitelerin, yeni öğrenim dönemine girdiği şu günlerde devrimci çevrelerin birçoğu, öğrenci gençliğin var olan durumundan çıkış için yeni(!) örgüt biçimlerini, önerilerini gündeme getirirken diğer taraftan da devrimci gruplar arası birlik, ortaklık ve bunun gençlik mücadelesi için tek çıkış olduğu tartışmaları başlatılmaktadır. Tüm bu tartışmalarda taraflar, ellerinde öğrenci gençliğe uyguladıklarında başarıya ulaşılacak ve mücadelenin tüm sorunlarını çözecek örgütlenme formülasyonları da öneriyorlar. Fakat açıklanmayan temel nokta, bugüne değin öğrenci gençlik mücadelesinde yaşanan tıkanmanın nedeninin, şu isimde ya da bu biçimde bir örgütlenme önerisi olmadığından değil, öğrenci gençlik içinde sürdürülen çalışmanın nasıl ele alındığıdır.
Gençlik mücadelesi içinde yer alan çeşitli çevrelerin doğru bir platformda bir araya gelmelerini sağlayabilecek şey, geniş öğrenci kitlesi içinde, akademik taleplerin, politik taleplerle birleştirildiği bir çalışma sürdürmektir. Bu çalışma, aynı zamanda geniş çevrelerin hem devrimci çalışmaya yakınlaşmaları hem de öğrenci gençlik mücadelesinin içinde bulunduğu durumdan kurtarılması için gereklidir.
Birlik, yani devrimci çevreler arası bir birlik, ancak böylesi bir nesnel zemine oturduğu takdirde anlamlıdır. Bunun dışında “masa başı” diyaloglarda sağlanan ya da sağlanmaya çalışılan birliğin hiçbir anlamı yoktur. Böylesi masa başı birleşme tartışmalarının, kavgayla sonuçlandığına hiç de az rastlanmamıştır. Öğrenci gençlik içerisinde sürdürülen çalışmada, en geniş kesimleri kapsayacak bir çalışma sürdürülmediği, öğrenci gençliğin en geniş kesimlerini kucaklama çalışmalarının yapılmadığı bir durumda ne devrimci grupların kendi aralarında kuracakları birliğin, ne de kitleler için kurulacak sözde yeni kitle örgütlerinin, öğrenci gençliğin geniş kesimlerini birleştirme yeteneği olacaktır. Kaldı ki, eğer, doğru bir zeminde çalışılırsa bugün öğrenci gençliğin şu veya bu biçimde var olan örgütleri içinde çalışmak, gençliğin geniş kesimlerine ulaşmak için yeterlidir. Unutulmamalıdır: Doğru düşünce gösterir, yaratıcı eylem kucaklar, kitle hareketi birleştirir. Ayrıca kitle mücadelesini yaratmanın yolunun, ilk önce bir biçimde kitle örgütü kurmak olduğu düşüncesi de doğru bir düşünce değildir. Kitle örgütleri kitleler içinde sürdürülen çalışma ve mücadelenin bir ihtiyacı olarak şekillenirler ve üzerinde durdukları alan, sürdürülen mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verdiği ölçüde gelişirler. Kitlelerin mücadelesinin yaratılması, kitle için örgüt kurmakla olanaklı değildir.
Yeni bir mücadele dönemine girerken devrimci ve Genç Komünist öğrencilerin kavraması gereken ana halkalar, genel hatlarıyla bunlardır.

Ekim 1994

Yaratıcılık: Devrimci eylemin başarı koşullarından biri

Lenin, bir yerde şunları söyler: “… Burjuvazi gücünü yalnızca uluslararası sermayenin gücünden, uluslararası bağlantılarının gücü ve dayanıklılığından değil, aynı zamanda alışkanlık kuvvetinden, küçük üretimin gücünden alır…” (1)
Lenin’in bu satırları yazdığı tarih, Nisan-Mayıs 1920’dir. Proletaryanın dünyayı değiştirebileceğinin, yeni bir dünya yaratabileceğinin, bütün yönleriyle en güçlü kanıtı ve habercisi olan Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin başarıya ulaşmasının üzerinden birkaç yıl geçmiştir. Rusya proletaryası, burjuvaziyi yere vurmuş, sosyalist inşada belirli bir mesafe de kat etmiştir. Rusya proletaryasının başında, bütün sınıf mücadeleleri tarihinin şimdiye kadar tanıdığı en hareketli, en sağlam, en disiplinli ve en yaratıcı örgüt olan Bolşevik Parti vardır.
Lenin; yukarıda, bir pasajını alıp aktardığımız “Bolşevik Başarısının Temel Koşullarından Biri” başlıklı makalesinde, bir yandan Bolşeviklerin karakteristik özelliklerine ve bunların kaynaklarına işaret etmekte; diğer yandan da yukarıdaki sözleriyle hem Rus komünistlerine hem de diğer ülkelerin komünistlerine bir uyan yapmaktadır. Bu uyarı; hem yıkılacak dünyanın temsilcisi olan sınıfın birikimine, gücüne ve bunların kaynaklarına bir işaret ediştir, hem de, bunun karşısında yeni dünyanın yaratıcısı olan proletaryanın ve onun öncülüğünün dile gelişi ve cisimlenişi olan komünist partisinin zafer kazanmasının imkânlarının temellerini ortaya koyuştur.
Öncesini bir yana bırakacak olursak, proletarya ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin tarihi, bu iki ana sınıfın temsil ettikleri iki dünya arasındaki çarpışmanın ne kadar uzun, ne kadar çetin, ne kadar derin ve ne kadar zahmetli olduğunu ortaya koymuştur. Lenin, yine aynı makalesinde, proletaryanın zaferinin başlıca koşullarını şöyle sıralamaktadır:
“Önce, proletarya öncüsünün sınıf bilinci ve onun kendini devrime adaması, onun sağlamlığı, özverisi ve kahramanlığı. İkincisi çalışan insanların en geniş yığınlarıyla, başta proletarya ile ama aynı zamanda çalışan insanların proleter olmayan yığınlarıyla, belirli ölçüde bağ kurma, bu öncü tarafından uygulanan siyasal önderliğin doğruluğu; geniş yığınların, doğru olduklarını kendi öz deneyimleriyle görmeleri koşuluyla siyasal strateji ve taktiklerin doğruluğu.” (2)
Ve tartışmasız olarak, bütün bu özellikleri eyleminde ve düşüncesinde cisimleş tiren • ve sürekli geliştiren devrimci proletarya militanları. Gerçekten, bu özelliklere sahip olmayan devrimci proletarya militanları olmaksızın, ne proletarya partisinin varlığı ne de zaferi düşünülebilirdi. Proletaryanın, burjuvaziye karşı zaferinin imkânları tartışılırken, nicel hesaplamalar esas alınsaydı, proletarya hiçbir zaman galip gelmezdi. Bu yüzdendir ki, sınıf mücadelesinin başlıca sorunları üzerine tartışılan her yerde, devrimci militanlar üzerinde mutlaka durulur. Parti, her yeni adımında ve her yeni gelişmeye karşı geliştireceği tutumda, devrimci kadrolarının durumunu, bu yüzden mutlaka göz önünde bulundurur. Devrim, proletarya militanlarının omuzlarında yükselir; yeni dünya, bu yeni insanların eylem ve ilişkilerinde filizlenir.
Bu yazıda, devrimci militanın temel özelliklerinden birisini tartışmaya çalışacağız: Yaratıcılık.
Dünyanın birçok ülkesinde ve bizim ülkemizde gerçekleşen sayısız devrim ve devrimci kalkışma; proleterlerin, emekçilerin ve devrimci militanların inanç, azim, kararlılık ve yaratıcılıklarıyla gerçekleşti. İster zaferle sonuçlanmış olsun ister yenilgiyle, her devrimci eylem, mutlaka yeni dersler, yeni tecrübeler bıraktı geriye. Hepsinin ortak bir amacı vardı ama. Bu, yeni bir dünya yaratmaktan başka bir şey değildi. Bütün bu mücadelelerin içinden sayısız proletarya kahramanları ve örnek devrimci militanlar çıktı.
Hangi devrimi, hangi devrimci eylemi ya da kalkışmayı incelersek inceleyelim, hepsinde de ilk göreceğimiz, ilk hissedeceğimiz şey; her birinin çok sayıda devrimci militanın ve emekçi yığınların emekleriyle gerçekleştiği, ona katılanlara, onu yaratanlara mal olduğu olacaktır. Örneğin Büyük Ekim Proleter Devrimi üzerine konuşurken, onun Rusya proletaryasının eseri olduğunu söyleriz. Ya da, Paris Komünü’nü, komünarların adıyla anarız. Bunun yanında her büyük devrimde ya da devrimci eylemde adını özellikle andığımız, değinmeden geçemediğimiz önemli devrimci kişiler de vardır. Devrim ya da devrimci eylem, kitlelerin eseri olmuştur ama onun, neredeyse bütün yeni ve olumlu özelliklerini kendi eylemine yansıtan, bu yönüyle öne çıkan örnek devrimciler ve önderler, belirgin bir şekilde önümüzde dururlar.
Buradan çıkarmamız gereken iki önemli sonuç var. Bunlardan birincisi, örnek devrimci militanların ve önemli devrimci derslerin, daima devrimci mücadeleler tarafından yaratıldığıdır. Diğeri ise devrimci kadroların, kendi görevlerini yerine getirebilmeleri ve sağlıklı bir komünist gelişime sahip olabilmeleri için, hem devrimci deney ve derslerden ustaca yararlanabilmeleri, hem de örnek devrimci ve önderlerin karakteristik özelliklerini örnek alarak kendilerini geliştirmeleri gerektiğidir. Örneğin, devrimci kadroların taşıması gereken temel özellikler üzerine yazılan sayısız makale ya da başka yazılarda, bütün zamanların en büyük ihtilalcisi olan Lenin örnek gösterilmiştir. Bu, “bütün devrimci militanlar Lenin gibi olmalıdır” türünden bir amaçla ya da istemle yapılmamıştır elbette. Stalin, “Eğer kazanmak istiyorsanız Lenin gibi çalışın Lenin gibi savaşın” derken, böyle bir şey düşünmemiştir asla. Ama söz konusu olan; devrimci militanların eğitimi ve gelişimi üzerinde durmaksa eğer, mutlaka en gelişmiş örnekler ele alınmalıdır. Çünkü bu en gelişmiş örneklerde, çoğu kez imkânsız sayılan şeylerin başarılabilirliği, değişmez sayılan şeylerin değiştirilebilirliği görülür. Ya da, diyelim ki kitle hareketinin örgütlenmesi vb. konularda, Bolşeviklerin yapılamazı yaptıkları, imkânsızı imkânlı hale getirdikleri birçok deney, örnek olarak gösterilir. Burada da aynı şey geçerlidir. Kimse, örneğin Bolşeviklerin eşsiz bir yaratıcılıkla örgütledikleri bir grevi, örnek olarak ele alıp incelerken, “demek ki bir grev böyle örgütlenirmiş, biz de aynen böyle yapalım”ı amaçlamaz.
Bir devrimci proletarya militanı, bir işi sadece kendine gösterildiği gibi yapan kişi midir? Partinin, kendisine verdiği görevi eksiksiz olarak yerine getirmiş bile olsa, onu tıpkı kendisine söylendiği şekilde yapan bir militan, iyi bir militan mıdır? Basmakalıp bir düşünce yapışma sahip olan, önüne hiç hesapta olmayan engel ya da sorunlar çıktığında tökezleyip kalan bir devrimci, öncü olabilir mi? Eğer yaratıcılık, devrimci proletarya militanının en önemli özelliklerindense, bunun gelişimi nelere bağlıdır?

MARKSİZMİ BÜYÜK BİR MERAK VE HEYECANLA ÖĞRENME İSTEĞİNİ HİÇBİR ZAMAN YİTİRMEMEK

Bütün insanlık tarihinin en gelişkin düşünce sistemi olan Marksizm ve onun teorisi ve yönteminin amacı, yine onun ustaları tarafından, “devrimci teori, devrimci eylem içindir” şeklinde tanımlanmıştı. Bu, pek bilinen bir sözdür. Hatta Marksizm’in teorisini ve yöntemini hemen hemen hiç bilmeyenler tarafından bile, sık sık yinelenen bir söz. Her tarafından, eski bir dünyanın alışkanlık, ilişki, kültür ve düşünce sistemiyle kuşatılmış bulunan bir insanı değiştirmek; insanlığın gelişiminin önünde büyük ve güçlü bir engel olan bir sistemi yıkmak ve yeni bir dünya yaratmak; en bilinen ifade şekliyle, devrimci eylemin amacıdır. İşte, “devrimci teori, devrimci eylem içindir” denildiğinde esas anlaşılması gereken şey, Marksizm’in böylesine çetin, böylesine uzun soluklu ve böylesine derinden işleyen bir eylemin yol göstericisi olduğudur. Bu yüzdendir ki, onu kuşanmak, kendisini ve elinin erdiği her yeri ve her şeyi devrimci tarzda değiştirmek isteyen bir militan açısından, kelimenin tam anlamıyla zorunludur. “Onu kuşanmak” denildiğinde, anlaşılması gereken şey, sadece Marksist-Leninist klasiklerin okunup ezberlenmesi değildir elbette. Çünkü onun öğrenilmesinin esas alanı da devrimci pratiktir. Yani, hem geçmiş devrimci pratik deney ve tecrübeler, hem yürütülen devrimci çalışmanın ve devrimci yaşamın kendisi. Bir işçiyi ya da bir genci değiştirmeye çalışırken, ya da partinin ortaya koyduğu bir hedefi veya taktiği kendi bulunduğu yerde hayata geçirmeye çalışırken, eldeki bütün olanaklardan en yaratıcı tarzda yararlanmak, amaca ulaşabilmek için yeni olanaklar yaratmak ve elde edebilmek açısından da zorunludur bu kuşanma.
Lenin, “Marksizm’i tüm diğer sosyalist teorilerden ayıran şey, nesnel durumun ve nesnel evrim çizgisinin tamamen bilimsel bir incelemesi ile kitlelerin -ve tabii ki sınıf ile aktif ilişki kurabilen bireylerin, grupların, örgütlerin, partilerin- devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının en etkili kabulünü fevkalade bir şekilde birleştirmesidir” (3) demişti. Bu sözleri, ilk başta andığımız “devrimci teori, devrimci pratik içindir” sözüyle birlikte düşündüğümüzde, temel olarak şu sonucu çıkarabiliriz: Marksizm, “kitlelerin devrimci enerjisinin, devrimci yaratıcı zekâsının ve devrimci atılganlığının” nasıl harekete geçirebileceğini gösterir. Ve onun gösterdiğini, devrimci eylem kucaklar. Bu bakımdan, militanın devrimci yaratıcı eyleminin ve gelişiminin vazgeçilmez koşuludur Marksizm’i büyük bir merakla ve heyecanla öğrenme isteğini asla yitirmemek. Kuşku yoktur ki, Marksizm’in özünü, yani onu diğer tüm teorilerden ayıran şeyin yukarıdaki sözlerde saklı olduğunu anlamayanlardan; onu birkaç yılda birkaç kitap okuyarak öğreneceğini sananlardan; belirti bir süre edindiği teorik birikimle yıllarca “idare edebileceğini” düşünüp böyle davrananlardan; yani onu, büyük bir heyecanla her an öğrenerek eyleminde sınayamayanlardan; asla devrimci ve yaratıcı bir eylem kişiliği ve yaratıcı bir düşünce gücü beklenemez. Tekdüze, rutin, devrimci hayatını ve eylemini kabaca tekrarlayarak yürümeye çalışan devrimcilere baktığımızda; onların Marksizm’in devrimci özünü asla kavrayamadıklarını, onu büyük bir merakla öğrenme ve yaratıcı bir tarzda eyleminde cisimleştirme istek ve azmini yitirmiş olduklarını görürüz.
Devrimci militanların sadece kendisine söylenenleri yapan, kendisine verilen bir işi, sadece yapılması gereken bir iş olarak görüp böylece yapan kişiler olduğunu düşünelim. Eğer böyle olsaydı, devrim asla başarıya ulaşamazdı. Ama burjuvazinin dünyasında işler tam da böyle yürümektedir. Sana söyleneni yapacaksın, belirlenen şeylerden başka bir işle uğraşmayacaksın, seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokmayacaksın; yoksa… Orada, okuldan başlayarak bütün çalışma alanlarında, insanın yaratıcı düşüncesine ve eylemine çekilmiş bir set, mutlaka vardır. Bu yüzdendir ki, örneğin fabrikada çalışan işçiler, ancak bu setleri parçalayabildiklerinde, “barikatın bu yanına” geçip kendi dünyaları için mücadeleye atıldıklarında, bütün yaratıcı yeteneklerini harekete geçirip ilerleyebilirler. Ya da, devrimci bir partinin militanlarına, her an yeniden öğrenme isteğiyle dolu oldukları devrimci düşünceler ve saflarında mücadele ettikleri partinin yaşantısı, ilke ve normları, böyle bir olanağı mutlaka verir. Bu bakımdan, devrimci militan için aslolan şey; sadece bileğiyle değil, yaratıcı düşüncesiyle de, mücadele edebilmeyi başarabilmektir ve ona bu özelliği kazandırabilecek tek şey, Marksizm’in teorisi ve yöntemidir. Bu olmaksızın, devrimci militanın hareket alanı daima daralır, ilk eldeki olanakların ve araçların ancak çok küçük bir bölümü harekete geçirilebilir.
1990 1 Mayısı hâlâ hatırlardadır. Onun, Türkiye işçi sınıfının dönemsel hareketindeki ilerletici rolü tartışmasız olarak akıllardadır. Burada, Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin Marksist teori ve yöntemi (diyalektik materyalizmi), işçi sınıfının devrimci eylemi açısından nasıl başarıyla kullandığı, bir kez daha görülmüştü. Şimdi, 1990 1 Mayısı’nın ortaya çıkışını ve Lenin’in yukarıda aktarmış olduğumuz, proletarya partisinin başarısına ve Marksizm’in devrimci özüne ilişkin sözlerini akılda tutarak devam edelim.
Marksist teori ve yöntemin mükemmel bir ortaya konulusu ve yaratıcı düşünce ve eylemin parlak bir şekilde uygulanışı; barikatın bir yerde delindiği zaman, arkasının geleceğini bilen burjuvazinin ve sendika ağalarının bütün engelleme çabalarını boşa çıkarmıştı o zaman. Öte yandan, o dönemde Türkiye devrimci hareketi üzerinde yaygın etkisi bulunan ve yığınların yaratıcı gücünü göremeyen küçük burjuva devrimciliğinin ilkel önyargıları da boşa çıkarılmıştı. Ama bizim konumuz açısından ele alacak olursak, bir şeyi daha kanıtlamıştı 1990 1 Mayısı. O da, proletarya partisinin siyasal önderliğinin ve siyasal strateji ve taktiklerinin, ancak devrimci militanların yaratıcı ve inatçı eylemiyle, yaratıcı düşüncesiyle birleştiğinde doğrulanabileceği ve hayata geçebileceğiydi. Eğer devrimci komünist militanların sonuna kadar yaratıcı ve ısrarcı çabaları olmasaydı, öne sürülen taktik ne kadar doğru ve mükemmel olursa olsun, bu 1 Mayıs eylemleri, başarıya ulaşamazdı. Ele almaya çalıştığımız konu açısından, çok iyi bir örnek olan bu eylemleri ve hazırlanışlarını daha yakından incelemeye çalışalım.
İşçi hareketinin dönemsel özellikleri, içinde bulunulan zaman ve üzerinde durulan zeminin temel koşullan, eldeki olanaklar ve araçların özellikleri, bilimsel bir şekilde analiz edilmiş; ortaya çıkacak sonuçlar ve olasılıklar hesap edilmiş ve bir taktik belirlenmiştir. Bu, geçmiş yıllarda olanlardan farklı olarak, işçi bayramının işçi usulüyle kutlanması, belirli işçi merkezleri ve fabrikaların mücadele alanlarına çevrilmesi ve güçler ve olanaklar el verdiği oranda meydanlara yürünmesidir.
Elbette, o zamana kadar son yıllarda kabaca tekrarlanan 1 Mayıs taktiklerinden daha farklı bir taktikti bu.
Bu taktik, parti tarafından belirlenip ilan edildiğinde, tasfiyecilik yıllarının etkilerini hâlâ üzerinde taşıyan kimi “tecrübeli” kadrolar, bunu şaşkınlıkla karşıladılar. Kimisi bunu bir hayal ürünü olarak gördü. Ama belirlenen alanlarda çalışma yürüten gerçek devrimci kadrolar, onların yaratmaya çalıştıkları umutsuzluk bulutlarını yaratıcı eylemleriyle dağıtmayı pek iyi bildiler. İlk bakışta, bir olanak olarak görülmeyen dolaylı ilişkiler bile harekete geçirildi. Eldeki güçlerin organizasyonu ve eyleme adaptasyonu sağlam bir şekilde yapıldı. Öne konulan hedefe ulaşabilmek için yasal ve gizli ilişkiler, ustaca harekete geçirildi. Mücadele azmi, inancı ve yaratıcı düşünce, yeni olanaklar yarattı. Sonuçta, birtakım eksikliklerine rağmen, İstanbul’da, belirlenen hedeflere ulaşıldı. Bunda, kuşkusuz ki, devrimci militanların yaratıcı zekâsının ve düşüncesinin ve bunların gösterdiklerini kucaklayan eylemlerinin rolü, belirleyiciydi. Neresinden bakılırsa bakılsın, Marksizm’in devrimci özüyle, yaratıcı eylemin birleşmesinin en olumlu örneklerinden birisiydi 1990 1 Mayıs eylemleri. Ve Marksist teori ve yöntemin öğrenilmesinin, özümsenmesinin ve uygulanmasının hangi biçimde olacağına dair, güçlü ipuçları taşıyordu. Eğer bu eylemlerin hazırlanması sırasında; geliştirilen tutumun sadece tanıdık, bildik kişilere aktarılmasıyla yetinilseydi; fabrikalarda ve ilgili emekçi semtlerinde birkaç bildiri dağıtılmakla yetinilseydi sadece; yani ortaya konulan iş ve görevler, sadece yerine getirilmesi gereken işler ve görevler olarak algılanıp öylece yapılsaydı, böyle başarılı bir sonuç nasıl elde edilebilirdi? Sovyetler Birliği’nde faşist Hitler ordularına karşı verilen savaş sırasında geçen ilginç bir olay vardır. Moskova’nın savunulmasından sorumlu olan Kızıl Ordu komutanı, siperleri gezerken, ilgili siyasal komisere sorar: “Siperleri neyle kazdınız yoldaş?” ve “Kürekle” yanıtını alır. Komutanın verdiği karşı yanıt aynen şöyledir: “Aklınızla kazmanız gerekirdi yoldaş,” Bunu, üzerinde tartıştığımız örnek açısından düşünecek olursak; bu eylemlerin hazırlanmasına sadece bilek gücüyle girişilseydi, nasıl bir başarı elde edilebilirdi? Ya da bir başka açıdan söylenecek olursa; bu eylemlerde, böylesine üstün bir yaratıcılık gösterenlerin yerine, o tutucu yoldaşların görenekçi çalışma tarzları geçseydi, nasıl bir başarı elde edilebilirdi? Yani, “siperi kürekle kazmaya çalışanların” demek istiyoruz. Yani, bir eylem kılavuzu olan Marksizm’i, eylemlerinde yaratıcı bir şekilde kullanmayı bilemeyen, pek “bilgili” ve “tecrübeli” yoldaşların…
Marksizm’in teori ve yönteminin öğrenilmesi ve özümsenmesinin ve bu merak ve heyecanın asla yitirilmeyeceği esas alanın devrimci pratik olduğu, sayısız kere söylenmiş ve sayısız olay ve olgu tarafından doğrulanmıştır. Ama bir başka şey daha vardır bu şekilde doğrulanan. Bu, devrimci teorinin, devrimci eylemden ayrı olarak ele alınmasının, ona hizmet etmemesinin, devrime verdiği büyük zararlardır. Bir de, Marksizm’i, bir aydın merakı olarak öğrenme “isteği ve heyecanı” taşıyanların asla gerçek devrimciler olmadıkları. Lenin’in, “Yakov Sverdlov’un Anısına Söylevde söylediği şu sözler, bu bakımdan oldukça öğreticidir: “… Özellikle devrimin sürekli, bazen ıstıraplı ve son derece uzun hazırlık dönemi boyunca, biz Rusya devrimcileri teori, ilke, program ve pratik çalışma arasındaki uçurumun çok acısını çektik. Özellikle, doğrudan eylemden kopuk teoriye dalmanın çok acısını çektik “(abç.) (4)
Bütün ilgisini, dikkatini ve pratik çalışmasını “doğrudan devrimci eylem”e çevirmeyerek “teoriye dalan”ların edindikleri Marksist bilgilerin ve onu öğrenme isteklerinin de hiçbir işe yaramayacağı yeterince açıktır. Böylelerinin sayıları, Türkiye’de azımsanamayacak kadardır. Ama onların kafalarındaki bilginin ne “doğrudan eylem’le bir ilgisi vardır; ne de doğrudan eylemin böylesine bilgi sahiplerine ihtiyacı. Marksizm, koca bir dünyayı devrimci tarzda değiştirmeye kalkışan devrimci militanların ve devrimci proletaryanın, onu alabildiğince yaratıcı bir tarzda değiştirebilmeleri ve yeniden yaratabilmeleri için vardır.

ELDEKİ HER OLANAKTAN EN İYİ ŞEKİLDE YARARLANMAYI BİLMEK

1912’li yıllarda, daha çok işçi ve emekçi kitlesine ulaşabilmek, onlarla daha çok bütünleşebilmek için, ajitasyon ve propaganda araçlarını en geniş ve en etkili şekilde kullanabilmek, Bolşevikler açısından zorunlu bir hale gelmiştir. Bunun için, ortaya çıkan her olanaktan en verimli bir şekilde yararlanmak, yeni olanaklar ortaya çıkarmak gerekmektedir. Bolşevikler bu amaçlarına ulaşabilmek için çaba gösterirlerken, gericilik de boş durmamaktadır elbette. O da, Bolşeviklerin kullandıkları ya da kullanmak istedikleri her aracı etkisiz hale getirmeye çalışmakta, onların yararlanmaya çalıştıkları bütün olanakları daraltıp etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu koşullarda Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Ocak Konferansı, yasal bir günlük gazete çıkarma kararı alır. Bu gazete, ilk sayısı, 22 Nisan 1912’de yayınlanan Pravda’dır. Ama Çarlık, Pravda’yı engellemek için elinden gelen her şeyi yapar: Gazete binalarının sürekli olarak basılması, yazı kurulu üyelerinin sürekli olarak tutuklanması, gazeteyi satan çocuklara işkence yapılması, onun sürekli olarak toplatılabilmesi için yeni sansür yasalarının çıkarılması vb… Ama gericiliğin bütün çabaları, Bolşeviklerin kararlılık ve yaratıcılıkları karşısında yenik düşer; Pravda, 8 Temmuz 19l4’e kadar tam 645 sayı çıkar.
Burada, diğer şeyleri bir yana bıraktığımızda, Bolşeviklerin yasaları atlatmaktaki yaratıcılıkları ve gazetenin dağıtımını örgütlemedeki becerileri, bizim konumuz açısından gerçekten incelemeye değerdir. Tony Cliff, “Lenin Biyografisi–1 Partinin İnşası” başlıklı çalışmasında, bunu şöyle anlatıyor:
“Basın kurulları her sayının ilk üç kopyasının önce sansüre gönderilmesini öngörüyordu. Ancak, Pravda yazı kurulu, sansür beğense de beğenmese de gazeteyi dağıtmaya kararlıydı. Bu üç kopyanın sansüre gönderilmesi ile çok sık olduğu gibi polisin basımevinde belirmesi arasında, mümkün olan en fazla zamanı kazanmak gerekiyordu ve sonunda soruna delice bir çözüm buldular. İlk üç kopyanın sansüre gönderilmesini öngören yasa, yolculuğun ne kadar sürmesi gerektiği üzerine bir şey demiyordu. Böylece bu iş, basımevindeki 70 yaşında bir ihtiyara emanet edildi. Yaşı; yavaş yürümesini, sansür bürosuna varmasının iki saat kadar sürmesini garantiliyordu. Gazeteyi teslim ettikten sonra yaşlı adam, görünüşte dinlenmek için büroda kalırdı; ama aslında bu, Pravda’nın yanı sıra diğer gazeteleri de inceleyen sansür müfettişini de gözlemek içindi. Eğer müfettiş Pravda’yı okuduktan sonra başka bir gazeteye başlarsa, yaşlı adam yavaş yavaş basımevine dönerdi.
Fakat eğer müfettiş, Pravda basımevinin bölgesini kapsayan Üçüncü Polis Bölgesi’ne telefon edecek olursa, bu defa ihtiyar koşarak oradan fırlar, bir taksiye el eder ve geriye koştururdu. Dönüşünü gözlemek için basımevinin etrafına gözcüler yerleştirilirdi ve bunlar, yaşlı adamın koşarak köşeyi döndüğünü’ gördükleri zaman, ne olduğunu hemen bilirlerdi. Alarm işareti verilir ve herkes hararetli bir şekilde işe koyulurdu. Gazeteler ortadan kaldırılır ve saklanır, dağıtım departmanı kapatılır ve baskı durdurulurdu. Polis gelinceye kadar, basılan gazetelerin çoğu gitmiş olur, geriye ‘protokol’ için sadece birkaç tane kalmış olurdu.
Pravdalar, paket halinde, birçok karmaşık yollarla taşraya yollanırdı. Örneğin, demiryollarında çalışan parti üyeleri ve sempatizanlar, yol boyunca diğer yoldaşların beklediği özel olarak tespit edilmiş yerlerde, paketleri trenden atarlardı. Bir diğer kasabada, gazeteler doğrudan postaneye yollanır ve burada postacılar arasındaki bir yoldaş, gazeteler geldiği zaman bunlara sahip çıkardı.” (5)
Bugünkü koşullar düşünüldüğünde, bir günlük gazetenin çıkarılabilmesi bu kadar zor değildir. Ya da, bugün bir günlük gazete çıkarılacak olsa, onun sürekliliğini sağlamak için hiç de böylesi yöntemlere başvurmak gerekmez. Ayrıca şimdiki komünistler, yasal ve yasadışı ajitasyon propaganda materyallerinin basımı, dağıtımı vb. konularda çok daha ileri yöntemler de kullanmaktadır. Ama Bolşeviklerin bundan 80 küsur yıl önce yaptıkları bu işler, o günkü Rusya koşulları düşünülerek incelendiğinde, bizim konumuz açısından önemli dersler taşımaktadır. Engels, Bebel’e yazdığı 16. 05. 1882 tarihli mektubunda, “Yargıçlara ipucu vermeyecek bir gazete çıkarmak bir sanattır; fakat o da henüz keşfedilmemiştir. ” demişti. Bolşevikler, çarın yargıçlarına hiçbir ipucu vermemeyi başaramasalar bile, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, bu sanatı en yaratıcı bir biçimde uygulamayı başarabilmişlerdir.
Her şeyden önce, bir işi yapmaya karar vermek, büyük bir önem taşımaktadır. Elbette ki gerçekleştirilebilir, gerekleri yerine getirilebilir kararlar vermek. Ama bir şeye karar verirken, onun gerçekleşebilir mi yoksa gerçekleşemez mi oluşunun ölçüleri nelerdir? Mevcut imkânlarla, alınan karar arasındaki ilişkiyi ya da bağıntıyı doğru kurmak, büyük bir öneme sahiptir burada. Elbette ki olanağa bakan gözün ona nasıl baktığı da belirleyicidir. Ayrıca hiçbir olanak, kendisini, “beni, aldığın şu kararla, yapmak istediğin şu işlerle ilgili olarak kullanabilirsin” diye gelip kapımızı çalmaz. Ama ilk başta soyut bir şekilde duran bir olanak (örneğin herhangi bir araç, herhangi bir ilişki vs. vs.) ancak biz ona kullanılabilir, harekete geçirilebilir gözüyle baktığımızda ve onun üzerinde iş yapmaya başladığımızda somut bir olanak haline gelebilir. Yaratıcılık, kendisini burada da belirleyici bir şekilde ortaya koyar. Şimdiki örneğimize dönelim.
Basımevinde çalışan bizim 70 yaşındaki işçimiz, sansür kurulunu atlatabilmek için bir olanak mıdır? Evet ve hayır. Onu atlatmaya karar vermişsek ve bunu gerçekleştirebilmek için çevremizdeki her şeyi bu gözle değerlendiriyorsak, evet. Ama daha baştan, “sansür yasaları çok katı, sansür kurulu da çok iyi çalışıyor’^ benimsemişsek, hayır. Ya da, acaba demiryollarında çalışan o sıradan sempatizan, gazetenin daha çok işçiye ulaştırılabilme-sinin bir aracı olabilir mi? Yahut da, falanca kasabadaki postacı yoldaş? Bu soruların yanıtı da, evet ve hayırdır.
Buradan çıkarabileceğimiz bir sonuç var. Devrimci bir militan açısından, sadece bir işin yapılması gerektiğini bilmek yetmez. Alınan bir kararı benimsemek de yetmez. Ama onu mümkün olduğunca doğru, mümkün olduğunca iyi, en iyi şekilde hayata geçirmek gereklidir. Ve elbette, bunun için eldeki her olanaktan en verimli şekilde yararlanmayı bilmek, yeni olanaklar yaratmak. Bunun, devrimci militanın yaratıcı düşüncesine ve yaratıcı eylemine bağlı olduğuna kuşku yoktur. Fakat bilinir ki, partinin gündemini ve önündeki hedefleri, kendi bulunduğu yerde hayata geçirilebilmek için, burnunun dibindeki “görünmez”, “olmayan” olanakların farkına varmadığımız zamanlar çoktur. Böyle bir perspektife sahip olmayıp da, bir sürü laf eden, herkese “derin” bilgilerini anlatanların da sayısı az değildir. Lenin, böyleleri için, “Eğer bir komünist, ciddi bir çetin çalışma içine girmeksizin ve eleştirel (biz bunu burada özeleştirel olarak da anlayabiliriz-bn.) olarak incelemesi gereken olguların ne olduğunu anlamadan, edindiği kupkuru sonuçlamalarla orada burada şişinmeyi kafasına koymuşsa, gerçekten acıklı bir komünist haline düşer.” der.

SORUN, ENGEL VE YARATICILIK
Partinin devrimci eylemi ve devrimci çalışması, onun bütün örgütlerinin ve militanlarının devrimci eylemi ve devrimci çalışmasının bir toplamıdır. Bu, kuşkusuz ki aritmetik bir toplam değildir. Öyle ki, her devrimci militanın gündelik devrimci çalışma içerisinde öğrendiği her yeni şey, edindiği her yeni deneyim, kazandığı her yeni tecrübe ve yarattığı her yeni imkân, bütün bir partiye mal olur. Öyleyse, devrimci militanın karşılaşıp da üstesinden gelemediği ve böylece kesintiye uğrattığı ya da aksattığı çözümsüz kalan her sorun, partinin devrimci eyleminin de aksamasına yol açacaktır. Böylesine birbirine bağlı, böylesine birbirini etkileyen bir çalışmadır parti çalışması. Ve orada, hiç kimse “kendisi için” var değildir. Ve hiç kimse, ayrıcalıklı bir yere sahip olmak, daha fazla kazanmak ya da işinden olmamak için çalışmaz orada. Bütün bunlar, komünist parti yaşantısı, ilke ve normlarına yabancı olan şeylerdir. Ama tersine, bir komünist partinin militanı olmak demek, hiçbir kişisel çıkar gözetmeksizin, yapılan her işin devrim için yapıldığını bilmek demektir. Böylesine hesapsız ve böylesine büyük bir eyleme kalkışmak ve gerçek bir komünist olarak kendini yeniden inşa etmek, öne çıkan bütün sorunları aşmak için çoktur bile. Elbette ki bu, “kafanın geçmediği yerden kuyruğu sokmaya çalışmak” anlamına gelmez. “Biz komünistiz ve sırf bu yüzden aşamayacağımız hiçbir engel, çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur” diye düşünmek, son derece gülünç bir şey olurdu. Bir ihtilalci eylem dâhisi olan Lenin, şöyle demişti: “Genel olarak devrimci ve sosyalizm taraftan ya da komünist olmak yetmez. Her belirli anda, bütün zinciri tutmak için kavranması gereken halkayı bütün gücüyle kavramayı ve ikinci halkaya geçişi sağlamca hazırlamayı bilmelidir.” (6)
Elbette ki devrimci çalışma, hiçbir zaman tasarladığımız, planladığımız şekilde hiç engelsiz yürümeyecektir. Hiç beklenmedik’ bir anda, hiç hesaba katmadığımız sorunlar ya da engeller çıkabilir karşımıza. Ama devrimci militan, bunların rastlantısal olarak mı ortaya çıktığını, yoksa zorunlu ilişkilerin bir sonucumu olduğunu bilebilir. Bunu bilerek yeni duruma göre yeni tutumlar geliştirebilir, “her belirli anda, bütün zinciri tutmak için kavranması gereken halkayı bütün gücüyle kavrayabilir ve ikinci halkaya geçişi sağlamca hazırlayabilir.”  Yoksa, yeni, hesapta olmayan bir şeyle karşı karşıya gelince, afallayıp kalmak, tökezlemek, sonra da koşullardan, sorunların katılığından mızmız bir şekilde yakınarak gerisin geri dönmek değildir devrimci militanın tutumu. Yaratıcılık, burada da kendisini açıkça hissettirir.
1930’lu yıllarda, Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan Stahanovist Hareket, bu konuda hem çok bilinen, hem de gerçekten olağanüstü zengin derslerle dolu olan en güzel örneklerden birisidir.
Neydi Stahanovist Hareket?
Stahanovist Hareket, 1930’lı yıllarda, Sovyetler Birliği’nde, kadın ve erkek işçilerin, kendi aralarında başlattıkları sosyalist yarışmanın içinden çıkan bir harekettir ve Stalin’in deyimiyle, “sosyalist kuruluş tarihinin en şanlı sayfalarından birisidir.” Stalin, SSCB Stahanovistleri Birinci Konferansı’nda Yapılan Konuşma”da onun içeriğini ve özünü şöyle anlatmaktadır (7):
“… Stahanovist Hareket, bugünkü teknik normları aşmayı, öngörülen verim kapasitelerini aşmayı, üretim planlarını ve mevcut bilânçoları aşmayı amaç edinen kadın ve erkek işçilerin hareketidir. Evet, aşmak, geçmek -çünkü bu normlar, daha şimdiden zamanımıza göre ve yeni insanlarımız için eskimişlerdir artık. Bu hareket, eski teknik anlayışını altüst ediyor, eski teknik normları, eski öngörülen verim kapasitelerini, eski üretim planlarını altüst ediyor ve daha yüksek, yeni teknik normlar, verim kapasiteleri, üretim planları istiyor. Bu hareket, sanayimizde bir devrim yapmak durumundadır…”
Kadın ve erkek işçiler, “daha yüksek teknik normlar, verim kapasiteleri, üretim planlan” istemektedirler. Ama önlerinde bir sonul, bir engel vardır. Bu engelleri aşmak isteyenler, nasıl insanlardır peki?”… Bunlar, özellikle, işlerinde şaşmazlık ve özen örnekleri veren, çalışmada zaman etkenini değerlendirmesini bilen, yalnız dakikaları değil, saniyeleri de saymasını öğrenmiş olan genç ya da orta yaşlı kadın ve erkek işçilerdir…..”
Kimse, bu genç ya da orta yaşlı kadın ve erkek işçilere, eski üretim tekniklerini vs. aşmak için hiçbir baskı yapmamaktadır. Önlerine, “alın size yeni bir teknik, bunu şöyle şöyle uygularsanız, üretimde şu kadar artış sağlarsınız” diye bir hazır reçete koymamıştır hiç kimse. Ve hatta onların çalıştıkları işletmelerdeki kimi teknisyen, mühendis ve işletme yöneticilerinin tutuculuk ve görenekçilikleri de onların önündeki engellerden bir tanesidir. Ama sosyalist üretim koşulları, sosyalist yaşam ilişkileri ve taşıdıkları sosyalist idealler, onlara “yeni”yi yaratma imkânlarını vermektedir. Ve Stahanov, Busyigin ve Stemanin gibi işçilerin yaratıcı düşünce ve eylemleri, setleri yıkıp geçmektedir. Böylece, Stahanov, kömür çıkarma tekniğini en az beş kat artırmıştır örneğin. Ya da Busyigin, makine yapım sanayisinde; Smetanin, ayakkabı sanayisinde aynı şeyleri başarmışlardır.
Şimdi, bunu tersinden düşünelim bir de. Bu kadın ve erkek işçiler, kapitalist bir ülkede çalışan işçiler olsalardı, bunları başarabilirler miydi? Bunun yanıtı, açık ve kesindir: Hayır. Nedenlerini, Stalin aynı yerde şu şekilde açıklıyor:
“… Bizde insanlar, sömürücüler için, asalakları zengin etmek için çalışmıyorlar; ama kendileri için, kendi sınıflan, kendi toplumları, işçi sınıfının iktidarda olduğu Sovyet toplumu için çalışıyorlar. Ve bunun içindir ki çalışmanın bizde toplumsal bir kapsamı vardır
– Çalışma bir onur, bir övünç konusudur. Kapitalist düzende çalışma; özel, kişisel bir niteliğe bürünür. Eğer sen daha fazla üretmişsen daha fazla al ve istediğin gibi yaşa. Kimse seni tanımaz ve hiç de tanımak istemez. Sen kapitalistler için çalışırsın, onları zengin edersin… Eğer sana iş vermişlerse, bu, sömürücüleri zengin edesin diyedir. Razı değil misin?
– Haydi git işsizlere katıl, sana nasıl iyi geliyorsa öyle yaşa, ot gibi – biz daha uysallarını buluruz. Ve işte kesinlikle bu yüzdendir ki, kapitalist düzende insanların çalışmasının yüksek bir yanı yoktur. Bu koşullar içinde, bir Stahanovist Harekete yer olmayacağını kavramak kolaydır…”
Burada, Lenin’in Marksizm’in özüne ilişkin olarak söylediği şu sözleri anmadan edemeyeceğiz: “Marx’ın doktrininde en önemli olan nokta, sosyalist toplumun yaratıcısı olarak proletaryanın evrensel tarihi rolünü gün
ışığına çıkarmış olmasıdır…..” (8)
Kuşkusuz ki işçilerin bütün yaratıcı yetenekleri de, eski dünyayı yıkma mücadeleleri sırasında ve kendi yeni dünyalarını yaratma eylemlerinde ortaya çıkar, işçiler, “burjuvaziye ait” oldukları zaman, bu üstün yeteneklerini açığa çıkartamazlar. Yani, bir komünistin dediği gibi, “barikatın öte yanında” olduklarında. Ama işçi sınıfının devrimci militanları, daima “barikatın bu yanında” değiller midir? Parti yaşantısı, devrimci eylem ve devrimci eylemin yol göstericisi olan Marksizm, bize olanca yaratıcılığımızla ileri atılmanın olanaklarını sunmaz mı? O aşağıdan gelen Stahanovist Hareket, ne büyük derslerle doludur bu açıdan bakıldığında. Bir parti işini, sadece kendilerine söylendiği gibi yapmayı mütevazı bir erdem olarak gören devrimciler vardır. Böyleleri, genellikle, kendilerine söylenen işin, yönetici ya da önder yoldaşlar tarafından zaten en yaratıcı tarzda planlanmış olduğunu düşünürler. Elbette ki, partinin belirlediği rotayı şaşmaz bir şekilde takip, parti ilkelerine büyük bir sadakatle her an bağlı kalmak, komünistlerin en büyük erdemlerinden birisidir. Ama ele alınan parti işi yapılırken, onun olabildiğince iyi bir şekilde yapılabilmesi için, eldeki olanakların nasıl en iyi şekilde kullanılabileceğini ve genişletilebileceğini, o işin başındaki militanın yaratıcı düşüncesi ve eylemi belirler. Bu açıdan bakıldığında, yukarıda bahsedilen anlayış asla bir erdem sayılamaz, işte, Stahanovist Hareketin başlıca derslerinden birisi de burada ortaya çıkmaktadır. Bu, kısaca söylenecek olursa, devrimci eylemin temel başarı koşullarından birisi olan yaratıcılığın, her kademede ve her işte geçerli olduğudur. Öyleyse bu, kendisini; partinin örgütçüsü, ajitatörü, propagandisti, teknik görevlisi, “sıra neferi”, yani ne iş yapıyor olursak olalım; hem elimizdeki her işi yaparken hem de kendimize devrimci işler yaratırken, onu en özenli, en sağlam, tam zamanında ve mümkün olabilecek en iyi şekilde yapacağımızı aklımızdan çıkarmamamız gerektiği şeklinde gösterir.
Yaratıcı düşünce ve yaratıcı eylem… Bunun üstesinden gelemeyeceği hiçbir sorun, yıkıp geçemeyeceği hiçbir engel yoktur. Burjuvazinin zindanlarına kapatıldıklarında bile yıkılmaz duvarları delip geçmesini bilen; buralarda, burjuvazinin, örgütlerinden ve kitaplarından koparmak için geliştirdiği bütün akıllı yöntemlerin aslında aptalca bir meraktan başka bir şey olmadığını eylemleriyle gösteren; açık ve yasadışı bütün alanlarda, en zor koşullarda bile olmazı olur yapabilen, bütün dünya ülkelerindeki devrimci ve komünist militanların geçmişteki ve bugünkü eylemleri bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bir oya gibi ilmik ilmik örmeye çalıştığımız devrim, bizden, onun her anında ve her alanında, yaratıcı özelliklerimizi geliştirmemizi bekler. Yaratıcılık, devrimci eylemin başarısının temellerinde birisidir çünkü.

Ekim 1994

DİPNOTLAR
1- Lenin, Marx, Engels ve Marksizm adlı derleme içinde, s. 89, ikinci baskı, Sol Yayınlan, 1990 Ankara.
2- Aynı yerde.
3-Lenin, Karl Marx Ve Doktrini, Bilim Ve Sosyalizm Yayınları.
4- Lenin, Örgütlenme Üzerine, s. 132, Bora Yayınları, ‘1975.
5- Tony Cliff, Lenin Biyografisi–1: Partinin İnşası, s. 270, birinci baskı, Tarihsel Yayıncılık, 1994, İstanbul.
6- Lenin, “Altının Önemi Üzerine” başlıklı makaleden. Aktaran Stalin, Leninizm’in Sorunları, ikinci baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.
7- Bu konudaki bütün alıntılar için bkz. age. s. 603 vd.
8- Lenin, Karl Marx ve Doktrini, s. 132

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑