Karşı devrimci saldırı ve sınıf tutumu

Türk ve Kürt ulusundan Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, ağır bir faşist terör ve kapitalist saldırı dönemini yaşıyor. Son bir yılda, 1 milyonu aşkın işçi ve memur işten atıldı. Yüzlerce kişi işkence tezgâhlarında can verdi. Sokak mangaları, aralıksız saldırı ve infazlarla hak arayışındaki emekçilere gözdağı vermeye çalışıyor. Yüzlerce ve binlerce insan sokaklardan, kahvelerden, evlerden ve köylerden toplanarak, işkence merkezlerine götürülüyor; ağır işkencelere tabi tutularak zindanlara dolduruluyor. Gözaltı kayıpları artık günlük olaylardan sayılıyor. 2 bine yakın Kürt köyü bombalanarak, yakılıp-yıkılarak boşalttırıldı. Köylerin ve ormanların ateşe verilmesi yoluyla sağlanacağı ileri sürülen “huzur” için operasyonlar devam ediyor. Ordu, özel tim, korucu ve polis birliklerinin Kürt yerleşim alanlarında “taş üstünde taş bırakmama” anlayışıyla sürdürdükleri imha eylemi nedeniyle yollara düşen yüz binlerce insan aç ve sokakta kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Kürt halkının üzerindeki faşist ulusal baskının son bulmasını ve ulusların hak eşitliğini savunan aydın, yazar ve politikacılar kontrgerilla yöntemleriyle katlediliyor. Yasal devrimci yayın organlarının yasaklanması, toplatılması ve bu yayın organlarında çalışanların ikide bir gözaltına alınıp işkenceye çekilerek yıldırılmak istenmesi, yazı işleri müdürleri ve yazarlarına ağır para ve hapis cezaları verilmesi; ilerici bilim adamları ve yazarların, işçi sınıfından yana sendikacıların tutuklanması vb. vb. burjuvazi ve diktatörlüğün, koalisyon hükümeti aracılığıyla sürdürdüğü “demokratikleşme” çığırtkanlığının ardına gizlenerek 12 Eylül generallerinin açtığı yolda küçümsenmez mesafe kat ettiğini göstermektedir, işçilere, emekçilere ve Kürt halkına yönelik saldırılar, bugün çok daha organize ve etkili bir biçimde yürütülmektedir. Emekçi halk yığınlarının kapitalist soyguna, işsizliğe, pahalılığa, açlığa ve faşist teröre gösterdiği tepkiyi saptırmak amacıyla “farklı” burjuva partilerinin halk kitlelerinin karşısına çıkarılması ve çeşitli vaatlerle yığınların aldatılması yoluyla içinde bulunulan bunalım ve açmaz aşılmaya çalışılmaktadır.
Emperyalist kapitalizmin bunalımının aktarılan yükleri ve uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dayatmaları sonucu daha da ağırlaşan sermaye ve faşizmin saldırıları, bunalımın tüm yüklerinin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere fatura edilmesi hedefine bağlanmıştır Kapitalist bunalım, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarına yönelik saldırıların yoğunlaştırılmasına yol açmakta, tekelci kapitalistler stoklan eritip trilyonları kazanırken (Koç Holding’in ’93’ün ilk altı ayında 462 milyar lira olan kârı % 204 artışla ’94’ün ilk altı ayında 1 trilyon 405 milyara yükseldi), ücretler ve maaşlar dondurulmakta, temel tüketim maddelerine yapılan zamlarla milyonlarca emekçi açlığa itilmektedir.
Egemen sınıflar burjuva-faşist biçimdeki egemenlik aracını takviyeye, kırıntı hakları tümüyle yok etmeye, proletarya ve emekçilerin mücadelesi sonucu ortaya çıkmış açıkları kapamaya çalışmaktadırlar. Burjuva egemenlik aracının faşist biçimi, onun daha azgın faşist örgütlenmelere, yığın desteği için şovenist kışkırtmalara ve farklı tekelci gruplar tarafından çıkara dayalı yetkinleştirme çabalarına ihtiyaç duymadığı anlamına gelmiyor. Bunalım koşulları, bu “arayış” ve saldırı yoğunluğunun, krizin boyutları ve karakterine bağlı biçimde evrildiği koşullardır.
İşçi sınıfına, şehir ve kırın emekçi yığınlarına ve Kürt ulusuna yönelen azgın saldırı dalgasına, iletişim ve propaganda araçları tekeline sahip olan büyük burjuvazi tarafından “halkın huzuru ve refahına yönelik tedbirler” olarak sunulan sömürü ve baskının hedefi olan kitleden destek istenmektedir. İç ve dış düşman propagandasına hız verilerek, “bölücülük ve vatan hainliği” üzerine söylemlerle yığınların dikkati kendi sorunlarından başka “hedeflere” çekilmektedir. Üretim araçlarının, makine, fabrika ve toprakların özel mülkiyetine dayalı kapitalist toplumun aşırı üretim bunalımının, sömürü ve baskının hedef kitlesinin tutumuna bağlanarak, işçi ve emekçilerin taleplerinin, (ücret, çalışma koşulları, sosyal yardım vb.) ve onların bu talepler doğrultusundaki mücadelelerinin bir sonucu olduğu propagandasıyla, ekonomik ve politik saldırıların “kaçınılmazlığı” fikri güçlendirilmeye çalışılmakta ve “herkes”ten fedakârlık istenmektedir. İşçiler, işsizler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi ve gençlik susmalı; açlığı, sefaleti, işsizliği, topraksızlığı, özgürlüksüzlüğü kabullenmeli ve sermaye yararına fedakârlıktan kaçınmamalıdır! Devlet ve hükümet sözcüleri ve burjuva siyasi partilerin temsilcilerinin, burjuva basın-yayın organlarının tüm araç ve olanaklarını harekete geçirerek yürüttükleri “ikna” kampanyası, devletin silahlı militarist örgütlerinin zor araçlarıyla desteklenip güçlendirilmektedir. “Birlik ve bütünlük” üzerine demagojik propaganda yürütenler, işleri eski tarz yürütemez duruma geldiklerinde işçileri işsizlere, memurları işçilere (ya da tersi) veya örneğin Kürt emekçilerini Türk emekçilerine “yaşanılan durumun sorumluları” olarak göstermekten, yani kendi deyişleriyle “bölücülük” yapmaktan geri durmamaktadırlar. Kısaca söylemek gerekirse, sömürücü egemen sınıfların, sömürü sistemini ve burjuva sınıf egemenliğini sürdürmek için başvurmayacağı yöntem, denemeyeceği yol yoktur.
Türkiye egemen sınıflarının emperyalist gericiliğin planına bağlanan uygulamalarının, uluslararası mali sermaye kuruluşları ve Türkiye tekelci burjuvazisinin hükümet programlarına dönüşen (ve uygulamaya sokulan) dayatmalarının ve kapitalist bunalımın tüm yükünün işçilere, emekçilere ve Kürt halkına yıkılması çabalarının toplumun ezilen kitlelerinde yol açtığı tepki ve direnişlerin bastırılması, kitle muhalefetinin örgütlü bir güce dönüşmesinin önünün kesilmesi amacıyla son dönemde daha azgın bir saldırı dalgasının geliştirildiği, bu saldırı dalgasına işçi sınıfı ve emekçilerin saflarında bulanıklık ve dağınıklığı hedefleyen faşist, şovenist ve gerici bir propagandanın eşlik ettiği bilinen bir şeydir ve bu, zaman bakımından yeni de değildir. Ancak buradan, burjuva faşist cephesinin bugüne kadar uygulana-gelen yöntemlerle yetineceği sonucu çıkmamalıdır. Burjuva egemenlik aracının faşist biçiminin varlığı koşullarında takviyeye yönelik yeni saldırı yöntemlerinin “fazla bir şey değiştirmeyeceği” biçimindeki düşünce, proletaryanın, emekçilerin ve Kürt halkının mücadelesine zarar verdiği gibi, burjuvazinin planlarını pratiğe geçirmesini de kolaylaştırmaktadır. Faşist zorun ve gerici bastırma politikasının, (önünde emekçi kitle barikatı kurulmadığı veya kurulamadığı koşullarda) dizginsiz uygulanması ile; emekçi kitleleri etrafında birleştirmiş işçi sınıfının devrimci barikatına çarparak zayıflatılmış ve çeperinde önemli gedikler açılmış koşullarda uygulanması arasında bile farklılıklar olduğunu -bunun bir tercih sorunu değil, mücadelenin boyutuyla ilgili olduğunu unutmadan- göz önünde tutmayan bir mücadele anlayışının devrimci kitle eylemini geliştirmesi mümkün değildir. Burjuvazi, kapitalist sınıf egemenliğinin faşist aygıtını takviye etmeye, dayanılmaz durumu daha da dayanılmaz hale getirilen işçi sınıfının ’89 “bahar eylemleri”yle başlayan süreçte kazandığı hak kırıntılarını yok etmeye ve Kürt halkının ulusal hak eşitliği ve özgürlük talebiyle yürüttüğü mücadeleyi ezmeye çalışmaktadır. Emperyalizm işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve hükümetin “krizden kurtuluş” reçetelerinin ve “ulusçuluk” demagojisinin tüm içeriği bu karşı-devrimci, gerici hedefle doldurulmuştur.
Kürt halkı bombardımanlarla; köylerin, evlerin, ormanların, tarla ve bahçelerin ateşe verilmesi ve yerleşim alanlarının boşaltılması yoluyla; işkenceler, tutuklama ve kurşuna dizmelerle sindirilmeye çalışılıyor. Burjuva diktatörlüğünün tüm savaş gücünün yarısının bu işe ayrıldığı ve yalnızca bir yılda 600 trilyon liralık askeri harcamanın yapıldığı, hükümet sözcülerinin açıklamalarında yer alabilmektedir. Sermaye ve gericiliğin sözcüleri, bütün bu saldırıları, ülke ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruma demagojisiyle haklı göstermeye çalışıyorlar. Sınıflı toplumdan, sınıf mücadelesinden, proletaryanın devrim ve halkların kurtuluş mücadelesinden söz edilmesini “bölücülük” sayarken, ezen ulus emekçi yığınlarını şovenist kışkırtmayla Kürt halkının üzerine sürme amacıyla Kürt halkına karşı girişilen saldırı savaşında ölen asker ve polis cenazelerini gerici gövde gösterilerine dönüştürerek, çoğu toplumun alt katmanlarına mensup “işsiz-güçsüz” kitleleri, faşizmin sokak güçleri olarak örgütlemekten de geri durmuyorlar. “Ülke bütünlüğü” maskeli şovenist kışkırtma, faşizm ve gericiliğin ideolojik saldırı silahlarından biri olan şovenizmin güç kazanmasına; geri bilinçli sokak gücünün sermayenin kanlı müfrezelerinin cinayetlerini kutlama törenleri düzenlemesine neden olabilmiştir. Faşizm ve Türkeşçi faşist hareket, işçi hareketine ve Kürt özgürlük mücadelesine karşı geliştirdiği yeni saldırı dalgasıyla küçümsenemeyecek mevziler elde edebilmektedir. Kürt halk hareketinin ezilmesi için Türkeşçi faşist hareket, devlet içinde ve devlet olanakları kullanılarak polisle birlikte organize edilmekte, ek bir güç olarak harekete geçirilmektedir. “Çok para lazım, para olsa insanları satın alabilirsiniz” diyen Türkeş ve partisinin, Kürt toplumu içinde de örgütlenebilmesi amacıyla tekelci burjuvazi tarafından para muslukları sonuna kadar açılmıştır. Kürt burjuva feodal gericiliği, özel tim ve kontrgerilla gücü bu temelde devreye sokulmaktadır.
Sermaye ve hükümet, işçi hareketinin bağımsızlaşması ve proletarya ve tüm ezilenlerin birleşik devrimci hareketinin örgütlenmesinin önünü kesmek için silahlı devlet gücünün yanında ve yedeğinde bir bastırma ve cinayet gücü olarak rol oynayan Türkeşçi mangaları, giderek daha fazla devreye sokmaktadır. Türkeş’in başında bulunduğu faşist parti, Kürt halkına, işçi sınıfına ve emekçilere karşı açık saldırıya geçmiştir. Ankara Belediyesi işçilerine karşı girişilen saldırı; Kürt emekçilerinin kontra yöntemleriyle katli ve İstanbul Nurtepe’de olduğu gibi anti-faşist halk potansiyelinin yüksek olduğu emekçi semtlerine yönelik sindirme eylemleri bunun göstergeleridir. Faşist MHP hareketi, bununla yetinmemekte, bir yandan 12 Eylül öncesi saldırı taktiklerini yeniden ve yenileyerek geliştirirken, öte yandan halkın taleplerine seslenme yoluyla güçlenmeye ve hükümete açıktan katılma yoluyla daha fazla etkinlik sağlamaya çalışmaktadır.
Burjuvazi ve hükümet, işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri üzerindeki burjuva etkiden, henüz etkili ve mücadeleci örgütlerde gücünü birleştirememiş yığınların dağınıklığı durumundan sonuna kadar yararlanmaya; sendikal örgütlerin basma çöreklenmiş sendika ağaları aracılığıyla sınıfın mücadelesini etkisizleştirmeye; polis-patron-devlet ve sendika aristokrasisi işbirliğiyle, mücadeleci ve sınıftan yana tutum alan işçi önderleri, sendika temsilcileri ve şube yöneticilerini saf dışı bırakmaya; milliyet, mezhep, bölge, işkolu ve çalışan-çalışmayan, işçi-işsiz farklılıklarını sermayenin çıkarları doğrultusunda sınıfın ve emekçilerin gücünü bölme aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Ülke kaynaklarının emperyalizm ve tekelci burjuvazi yararına yağmalanması yasal-yasadışı yöntemlerle örgütlenir ve büyük sermayenin tüm temsilcileri bundan aldıkları payları, rüşvet, yolsuzluk, hisse senetleri yüzdeleri vb. yollarla artırarak spekülatörlük ve vurgunculuk “mesleği”nin saflarını genişletirken ve bu her yanından çürümüşlük kokan sisteme dayanarak örneğin ABD vb. ülkelerde “gelecek güvencesi” yatırımlara soyunmuşken, sahte “ulusçu” demagojilerle emekçi halk yığınlarını aldatma çabalarını da elden bırakmıyorlar. Tekelci burjuvazinin hizmetinde hükümet veya devlet kurumlarının birinde üst kademelerde (devlet kurumu veya özel sermaye şirketleri herhangi bir temel farklılık yaratmıyor) işe başlayanlar, kısa sürede bankaların, fabrikaların veya başka tür spekülatörlük kuruluşlarının ortakları, tek sahipleri ve emperyalist tekellerin, kuruluşların yönetim kurulu üyeleri olarak ortaya çıkabiliyorlar. İşçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının yarattığı tüm toplumsal değerlere, ellerindeki siyasal erke ve sermaye sahipliğine dayanarak el koyan talan sofrasının leş kargaları, açlık ve sefalete sürüklenen milyonlarca işçi ve emekçinin ekonomik-sosyal (iyileştirme taleplerini) “içinde bulunulan” sıkıntılı dönem demagojileriyle geri çevirmekle kalmamakta; ücret, maaş ya da taban fiyatı artışı isteyen işçi, memur ve küçük üretici yığınları birbirine karşı kışkırtma taktiğini de elden bırakmamaktadırlar. “Bir işçi bir memurun bir buçuk katı ücret alıyor” biçimindeki açıklamalar ve aşırı üretim stoklarının eritilmesi amacıyla girişilen üretim sınırlamalarının sorumluluğunun “yüksek işçilik maliyeti”ne bağlanması biçimindeki gerici-burjuva propaganda, bu amaca hizmet etmektedir.
Sömürücü egemen sınıflar, uluslararası gericiliğin proletarya ve emekçi halk kitlelerine karşı giriştiği sosyal-ekonomik saldırıların doğrudan devamı olarak, mücadele sürecinde elde edilmiş bazı sosyal hak kırıntılarını tümüyle yok etmek ve sınıfın örgütlenmesi ve mücadelesi açısından kapitalist merkezileşmenin sağladığı nesnel olanakları dağıtmak amacıyla “özelleştirme” ve KİT’lerin yağmalanmasını gündeme getirmektedirler. Maden ve kömür ocaklarının, çimento ve şeker fabrikalarının, PTT hizmetlerinin, giderek okullar ve hastanelerin uluslararası tekeller yararına satışa çıkarılması, buralarda çalışan işçilerin kitlesel olarak sokağa atılmasıyla birlikte yürümektedir. KİT’lerin yağmalanması, banker ve banka vurgunları, yapı kooperatifleri yoluyla rantçı gelir kaynakları yaratılması “ihracat seferberliği” adı altında ve hayali ihracat yoluyla trilyonlara el konulması vb. yöntemlerle artı değer sömürüsünden alınan pay artırılırken, kapitalist özel mülkiyete ve bireysel çıkara dayalı sömürü sistemini aklamak amacıyla “temiz toplum”, “temiz eller” kampanyaları örgütlenmektedir.
Kapitalist krizin derinleşmesi, krizin yüklerinin işçi ve emekçilere yıkılması için girişilen saldırıların yoğunlaşmasıyla doğrudan bağlantılı olarak sendika ağalarının sermaye ve hükümetle işbirliği içinde işçilere, işçilerden yana sendikacılara ve sendika şubelerine yönelik saldırıları da hız kazanmıştır. Bu, diğer şeylerin yanı sıra mücadelenin keskinleşmesinin dayattığı bir tutum netleşmesini ve safların belirginleşmesini ifade etmektedir Türk-İş yönetiminin, Çiller Hükümeti’yle anlaşması sonucu, toplusözleşme hakkı fiili olarak ortadan kalkmıştır. Toplusözleşmeyle kazanılan ücret artışlarının ödenmemesi ve yeni sözleşme döneminde “sıfır artış”ın (ki bu % 50 düşüş ifadesidir) dayatılması, uzlaşmayı protesto eden üye sendikaların ihraç istemiyle Disiplin Kurulu’na verilmesi vb. doğrudan doğruya diktatörlük ve hükümet planlarına bağlanmış saldırıları ifade etmektedir. Türk-İş üst yönetiminin, DİSK, Hak-İş yönetimlerinin tekelci burjuvazinin ve gericiliğin saflarında sıraya girdikleri, proletarya ile halk yığınlarına karşı açıktan saldırıya geçmekten geri durmadıkları bu olaylarla bir kez daha, artık gizlenemez, örtülemez biçimde açığa çıkmıştır.
Bunalım, burjuva gerici kampın tüm siyasal partilerinin; proletaryaya, emekçilere ve Kürt halkına karşı faşist-gerici saldırı cephesinde “milli mutabakat” sağlamalarına ve ürünü oldukları kapitalist sömürü sistemini yaşatmak için “tek parti ruhu”yla hareket etmelerine yol açtı. Emekçi halk yığınlarının sisteme bağlanmasında, her zaman faşizm ve gericiliğin yandaşlığını üstlenmekten geri durmayan SHP’nin, reformizm ve sosyal demokrasinin maskesi olduğu, bu partinin hükümet ortağı olarak işçi sınıfı ve Kürt halkına karşı giriştiği saldırılar nedeniyle daha net anlaşılır hale geldi. Faşizmin “koltuk değneği” rolü, faşist saldın yürütücülüğüyle, Kürt katliamı ortaklığıyla tamamlandı.
Burjuvazi, diktatörlük ve hükümetin, işçi sınıfına, Kürt halkına ve emekçilere yönelik olarak sürdürdüğü ekonomik-politik saldırıları içinde bulunduğumuz bu dönemde en üst boyutlara çıkarması, içinde bulunduğu açmaza ve bunalımın derinliğine işaret ederken, burjuvazi ve gericiliğin işçi-emekçi hareketine karşı saldırıda belli bir yol alması, mevziler kazanması, dahası işçi hareketi ve Kürt özgürlük mücadelesi karşısında hamle üstünlüğü elde etmiş olması her şeyden önce, işçilerin, emekçilerin ve Kürt halkının birleşik karşı hareketinin örgütlenememesinden kaynaklanmaktadır. İşçi-emekçi hareketinin zaafları, burjuvazi ve gericiliğin hanesine “başarı” olarak yazılmaktadır. Burjuvazi ve hükümet, işçi ve emekçi yığınların saldırılar karşısındaki tutumunu gözeterek deyim yerindeyse onları “sınavdan geçirerek” adımlar atmakta, sendika bürokratlarının hareketi bölücü ve etkisizleştirici faaliyetinden sonuna kadar yararlanmaktadır. Burjuvazi ve hükümet Kürt halkına yönelik katliam politikası karşısında işçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin suskunluğundan yararlanmaktadır. Aras Kargo ve Ankara Belediyesi işçilerine yönelik fiziki saldırılar, sınıf çıkarlarından yana tutum alan sendika temsilcilerine ve bazı sendika şubelerine karşı girişilen saldırılar, bundan sonra atılacak adımlar açısından öğreticidir. Pratik; işçi sınıfının, mücadelesinin önüne barikat kurarak hareketi bölücü ve pasifleştirici rol oynayan sendika yönetimlerini alaşağı etmediği koşullarda, birleşik ve etkili bir mücadelenin örgütlenemediğini yüzlerce kez göstermiştir. Son yıllarda tüm işçi direnişlerinin en temel sloganı olan “genel grev genel direniş”in “işçi usulü” hayata geçirilememesinin bir nedeni de, sınıfın, henüz saflarında kalan bu burjuva temsilcileri ya da burjuvazinin sınıf içindeki temsilcilerim etkisiz kılma ve hareketin yönetimini ele alma başarısı gösterememesidir.
Hükümetin Türk-İş üst yönetimiyle toplusözleşme hakkının geçersiz sayılması anlamına gelen bir anlaşma imzalaması karşısında işçilerin aldığı ve alacağı tutumun; faşist milislerin Ankara Belediye işçilerine, tüm Türkiye halkının gözü önünde giriştikleri saldırıya alınan ve alınacak tutumun; ücret, maaş ve taban fiyatları politikasına, işsizliğe ve örneğin altı ayda 700 bin işçinin işten atılması, emeklilik yaşının yükseltilmesi çabalarına, işkence, katliam, sokak infazlarına, Kürt halkına karşı sürdürülen tutumun, gelişmenin bundan sonraki seyrini belirleyeceğine kuşku duyulmamalıdır.
İşçi sınıfı kısmi direnişler, işyeri ya da iş-koluyla sınırlı eylemlerle sermaye ve gericiliğin saldırılarının püskürtülemeyeceğini görüyorsa -ki bugüne kadarki gelişmeler bunu göstermiştir- farklı bir pratiğe yönelişin zorunluluğunu da kavramalıdır. Sendika ağalarının oyalama, aldatma ve etkisizleştirme faaliyetiyle yetinmeyerek açık saldırıya geçtiği; hükümet-polis-patron-sendika ağalığı işbirliğiyle yürütülen saldırıların Türkeşçi faşist milislerin fiili saldırılarıyla takviye edildiği, şovenizmin, faşizmin ve gericiliğin ideolojik saldırı silahlarından biri olarak güç kazandığı bu dönemde; açık kimliği ile, sınıf tutumuyla ve diğer emekçi kesimleri etrafında birleştirerek hareket etmeyi başaramazsa; işçi sınıfının, sermayenin saldırılarını püskürtmesi mümkün değildir.
Bugün sınıfın “sınıf olarak” eylemine, “kendisi için sınıf” tutumuyla ortaya çıkmasına her zamankinden daha fazla ihtiyaç Yar. Başta proletaryanın sınıf örgütleri olmak üzere, emekçi kitle örgütlerinin güçlendirilmesi ve birliğine ihtiyaç var. Kuşkusuz bu birliğin gerçek bir birlik olabilmesi, reformist, faşist, burjuva-bürokrat sendikacılığın etkisine karşı verilecek mücadeleyle sağlanacaktır. Faşist-reformist sendika liderlerinin işçi hareketini bölüp-etkisizleştirme amacıyla giriştikleri saldırı, militan sendikacılık geliştirilerek ve sendikal birlik sağlanarak püskürtülebilir. İşçilerin ve diğer emekçilerin birleşik, antifaşist, antikapitalist hareketinin örgütsel düzeyde biçimlendirilmesi ve işsizlerin sendikalara çekilmesi zorunludur. Bugünkü koşullarda sendikaların parçalanması, güçten düşürülmesi ve sendikal hareketin zaafa uğratılması en fazla burjuvazinin işine yarayacaktır. Devrimci sendikal muhalefet çalışması, sendikaların parçalanmalarını değil, güçlü mücadele mevzilerine dönüştürülmesini ve burjuva sendika ağalarının sınıfın safları dışına atılmasını esas almalı, sermaye ve faşizme karşı mücadeleyi yükseltmeyi hedeflemelidir. İşçi sınıfı demokratik siyasal özgürlükler için mücadeleye atılmadan, Kürt halkının özgürlük talebine sahip çıkarak katliam ve yok etme politikasına açıktan cephe almadan, gençlik yığınlarının faşizmin azgın demagojisiyle aldatılmalarının ve örneğin Türkeşçi faşist hareketin şehir küçük burjuvazisi ve özellikle işsiz-lümpen çevrelerde demagojik vaatlerle kitle tabanı yaratmasının ve emekçi semtlerine terör estirerek yerleşmesinin önünü kesmeden, giderek artacağı açık olan gerici-faşist saldırıların püskürtülmesi mümkün olmayacaktır.
Öte yandan, sınıf ve emekçi hareketinin zaaflarının ve zorluklarının aşılmasının kendiliğinden olamayacağı bugün çok daha net biçimde ortaya çıkmıştır. Faşist terör ve kapitalist saldırı, yığınların tepkisine ve düzenden umut kesmesine yol açtığı gibi, çeşitli burjuva, küçük burjuva partilerin veya gerici, dinci ve hatta faşist partilerin yığınların taleplerine ikiyüzlü bir biçimde sahip çıkması yoluyla aldatılmalarının olanaklarını da yaratmaktadır. Bunun için yığınların gerici saldırılar karşısında, “kendiliğinden devrimci ve sosyalist saflara yöneleceği” biçimindeki bir beklenti ve bu yönlü düşünceler ciddi bir yanılgıyı ve proletarya saflarında devrimci çalışma zorunluluğunun küçümsenmesini ifade etmektedir. Burjuvazi, proletarya ve emekçi kesimler üzerinde uzun geçmişe dayalı etkiden ve elindeki olanaklardan sonuna kadar yararlanmak isteyecek, ihtiyaçlarına ve güç ilişkilerine bağlı olarak şiddetin dozunu ayarlayacaktır.
İşçi sınıfı ise, ancak kendi partisinde örgütlenerek ve emekçi sınıflar üzerinde etkisini sağlayarak, (bu ancak onların talepleri için mücadele ederek sağlanabilir) burjuvazi ve gericiliğin saldırılarını püskürtebilir. Parti, işçiler ve emekçiler içinde etkisini geliştirmeden, sınıfın bilinçli çoğunluğunu kazanma başarısı göstermeden, sınıfın örgütlü siyasal bir güç olarak burjuvazinin karşısına dikilmesi ve onun politik iktidarını alt etmesi mümkün olmamaktadır. Bu, sınıf bilinçli proletaryanın her militanına, bulunduğu alanda partinin sınıfın çoğunluğunu ve emekçileri kazanma ve en güç koşullarda bile, parti çizgisini pratiğe geçirme görevi yüklemektedir. Dünya devrim tarihi ve ülke pratiği, zorlukların ancak işçi sınıfının ana kitlesinin harekete geçirilmesi ve ezilenlerin onun etrafında birleştirilmesiyle aşılabileceğini göstermektedir. Kendini, sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve daha çetin çatışma günlerine hazırlayamayan ya da bu başarıyı gösteremeyen proletarya ve partisi, ne saldırıları püskürtebilir, ne de yenilgiden kurtulabilir. İçinde bulunduğumuz dönem, proletarya partisine hem kendi saflarını, hem de kitle bağlarını sağlamlaştırmayı acil bir görev olarak dayatmaktadır.

Kasım 1994

İşçi sınıfı mücadelesi ve dış politika

GÜNCEL SORUNLAR VE SOSYALİST BAKIŞ AÇISI
Yazımızın geçen sayımızda yayınlanan bölümünde, dış politika sorunlarıyla işçi sınıfı mücadelesi arasındaki ilkesel bağlara değinmiş ve bazı örnekler üzerinde durmuştuk.
Bu bölümde, işçi sınıfının, bazı somut durumlarda kendi politikasının uygulanmasına ilişkin daha geniş bir çerçeve çizmeye çalışacağız. Kuşkusuz, büyük bir hareketlilik ye değişim içinde bulunan dünyada, burada sözünü edeceğimiz bazı somut sorunlara sahne olan Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar dışında da önemli çelişmeler ve çatışma odakları vardır. Uzakdoğu’da, Latin Amerika’da ve Afrika’da, gerginlikler ve anlaşmazlıklar, halkların yıkımına yol açan savaşlara neden olmakta, elbette bu bakımdan, işçi sınıfımızın ilgisine değer özellikler taşımaktadır. Ancak ele alacağımız sorunlar, doğrudan doğruya, bugünkü politik ilişkileri ve burjuvazinin çeşitli klikleri arasındaki çelişki ve uzlaşma noktalarını yansıtan ve güncel önemleri sürmekte olan sorunlardır.

BÖLGESEL ÇATIŞMALARIN NEDENİ EMPERYALİZMDİR
Bugün, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da yoğunlaşan çatışmaların ve uluslar arasındaki çelişmelerin gerçek nedeni, bu bölgelerde çok eski zamanlardan beri siyasi hâkimiyet ve hammadde sömürüsü peşinde koşan emperyalistler arasındaki gizli ve açık bir biçimde sürmekte olan çatışmalar ya da zaman zaman birbirleri aleyhine girdikleri uzlaşmalardır. Söz konusu bölgelerin, ekonomik, askeri ve siyasi bakımdan önem taşıyan stratejik konumları, emperyalistler arası çatışmaların yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Gerçekten, bölge halkları ve ulusları arasında, tarihsel geçmişi olan bütün çatışmaların da kaynağında, sömürgeci kışkırtmalar ve emperyalist çıkar çelişmelerinin yol açtığı egemenlik mücadeleleri bulunmaktadır. Emperyalizm, her ulusun içindeki gerici egemen sınıflan kışkırtarak, birbirine düşürerek, aralarındaki tarihsel yaraları deşerek savaşlara neden olmakta, onların çatışma ortamında kendi hegemonyasını pekiştirmenin yollarını aramaktadır. Bu, bir yandan gerici iktidarların ekonomik olarak çok yönlü bağımlılıklarını pekiştirmekte, diğer yandan silah tekellerinin kârlarını artırmaktadır. Buna rağmen, gerek bu bölgelere, gerekse dünyanın diğer bölgelerine yapılan emperyalist askeri müdahaleler, “barışı korumak”, “demokrasi inşa etmek için halka yardımda bulunmak”, “açlığı önlemek” gibi gerekçeler arkasına gizlenmektedir. Örneğin, uzun yıllar boyunca, kamuoyuna “Yahudi-Filistinli çatışması” olarak yansıtılan ve her iki halkın da yıpranmasına ve yoksulluğuna neden olan savaşın ardında, İsrail’i yalnızca Filistin halkına karşı değil, aynı zamanda, Arap halklarına, İran İslam Devrimi’ne karşı kışkırtan ABD ve öteki emperyalist hükümetlerinin bulunduğu artık gizlenemez bir gerçek halini almıştır. ABD, yıllarca kışkırttığı bu çatışmayı, şimdi yeni dengeler oluşturmak ve yeni saldırı hazırlıklarını yoğunlaştırmak için, görünüşte bir barış anlaşmasına bağlamıştır. Hangi biçimi alırsa alsın, bölge halkları arasındaki çatışmalarda ya da sözde barışlarda, emperyalizmin tahakküm ve hegemonya girişimleri bulunmaktadır. Bugün, olur olmaz nedenlerle Irak üzerinde uygulanan baskıda da aynı neden rol oynamaktadır. Irak’ın gerçekten Kuveyt üzerinde bir hareket teşebbüsü ciddi olarak bulunmamasına rağmen, ABD’nin ve bölgedeki işbirlikçilerinin her an yeni bir Körfez Savaşı patlayacakmış gibi davranmaları, buna yönelik propaganda yapmaları ve askeri yığınaklarını güçlendirmeleri de aynı türden bir girişimdir.
Emperyalist müdahaleler, doğrudan doğruya olduğu gibi, yerli işbirlikçi hükümetler ve onların temsil ettiği rejimler aracılığıyla da sürdürülmektedir, İsrail Siyonist reji mi, gizli müttefikleri olan Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve diğer Körfez ülkelerinin gerici yönetimleriyle ABD aracılığıyla birbirine bağlanmakta, böylece görünüşte yakıştırılan Arap-İsrail çatışması, gerçekte gerici rejimlerin birbirlerine bağlanmış olması dolayısıyla, bütünüyle, bölge halklarına karşı gericilerin barışı anlamını kazanmaktadır.
Balkanlar’da da durum farklı değildir. Emperyalistlerce beslenen Tito rejiminin dağılmasını izleyen günlerde, Sosyalist Arnavutluk’un yıkılmasından sonra, bölgede büyük insan kaybına yol açan, bütün üretim olanaklarını tahrip eden kanlı bir savaşın patlak vermesi de, tümüyle emperyalist kışkırtmaların ve çıkar hesaplarının sonucudur. Sırp gericiliğinin ardından Rusya, İngiltere ve kararsız bir biçimde ABD durmaktayken, Sloven, Hırvat ve Boşnak gericiliği de, Almanya ve Fransa tarafından desteklenmektedir. Balkan ülkeleri üzerinde, emperyalistlerin hegemonya mücadelesinin başlıca iki nedeninden söz edilebilir: Birincisi, Balkan ülkeleri, geri kalmış ve bağımlı ülkeler arasında, en fazla gelişmiş bir pazar olma özelliği taşımaktadır, ikinci olarak da, bu ülkeler, emperyalizmin hegemonya mücadelesinde dayanacağı önemli askeri ve siyasi stratejik özellik taşıyan bir bölgede yer almaktadır. Bir yandan dünya ticaret yollarının önemli bir kavşak noktasında bulunan Balkanlar, aynı zamanda enerji nakil hatlarının da düğümlendiği bir noktadır. Coğrafi konumu bakımından da Balkanlar, dünyanın en önemli ekonomik ve siyasi odaklarının denetlenmesine elverişlidir. Emperyalistler arasında yeni bir paylaşım savaşı baş gösterdiğinde, Balkanlar, Ortadoğu’yu, Akdeniz’in belli başlı deniz yollarını ve limanlarını, Avrupa ve Kafkasya’yı vurmak ve denetlemek için kullanılmaya elverişlidir. Balkanlar, bu bakımdan, üç kıtayı birden el altında tutmaya yeterli bir köprübaşı özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla, Balkanlar’daki bugünkü durum, eski rejimlerle yeni rejim arasındaki ya da Müslüman ve Hıristiyan halklar arasındaki bir çatışma değildir. Emperyalistlerin kışkırttığı ve taraf olduğu bir egemenlik mücadelesidir. Balkan Yarımadası, İngiliz, Amerikan ve SSCB etki alanlarına (Sosyalist Arnavutluk dışında) bölünmüş ve otuz yıl boyunca, bu denge ile yönetilmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Bulgaristan’ın ciddi bir siyasi ve askeri güç olmaktan çıkması, İngiliz ve Amerikan emperyalizmine yeni etki alanları açmış ve pusuda bekleyen Alman emperyalizminin atağa geçmesine zemin hazırlamıştır. Almanya; ABD ve İngiltere’nin yaratmak istediği yeni duruma müdahale ederek, Slovenya ve Hırvatistan’da hâkim olmaya çalışmaktadır. Böylece, Balkanlar’da, İngiltere dışındaki Avrupalı ülkeler bir yanda, Amerika, İngiltere ve Rusya da diğer tarafta yer almıştır. Ancak bu gruplaşmalar, henüz önceki dünya savaşlarında olduğu gibi kesin bir karakter kazanmamış, değişik emperyalist ülkelerin birbirlerini kolladıkları ve değişen koşullara göre bazen bir tarafta, bazen diğer tarafta etkin olmaya çalıştıkları bir pozisyon doğurmuştur. Bu kaypak zeminde Türkiye, kendi iç sorunlarına bağlı olarak, bazen Almanya’nın çıkarlarına denk düşen politikalar, bazen de ABD’nin direktiflerine uygun uygulamalar göstermektedir. Fakat hiçbir biçimde, kendisine özgü ve hele “Müslüman Bosnalıların çıkarına uygun” bir politikası yoktur. Türkiye, bu karışık ortamda, kışkırtmaların, provokasyonların ve ajan faaliyetlerinin unsuru olarak yer almakta, buradan derlediği malzemeyi büyük ölçüde iç politikada kullanmaktadır.
Kafkasya’daki uluslar arasındaki çatışmaların ardında, büyük ölçüde emperyalist çıkar çatışmaları bulunmaktadır. SSCB’nin yıkılmasından önce, aynı ölçüde yozlaşmış birer bağımlı ülke durumuna düşen bu ülkelerde, hâkimiyetin başlıca kaynağı olarak ulusal düşmanlıklar körüklenmiş ve yıkılıştan sonra da aynı unsur, batılı emperyalistler tarafından kullanılmaya başlamıştır. Fakat özellikle Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki çatışmalarda görüldüğü gibi, her ülke arasındaki gerginliği kontrol eden esas güç, şu anda da Rusya’dır. Rusya’nın beklediğinden daha düşük bir pay aldığı son petrol anlaşmasından sonra, hemen devreye, darbeci eski Rus işbirlikçilerinin sokulmaya çalışılması, bu girişim başarısızlıkla sonuçlanınca da, Azerbaycan sınırına yakın bölgelere Ermeni askeri güçleri tarafından tehdit edici bir biçimde yağmak yapılması, tümüyle Rusya’nın denetiminde gerçekleşen olaylardır. Rusya, gerek iç karışıklıklar çıkararak, gerekse Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki savaşı sıcak tutarak, batılı emperyalistlerle olan rekabetinde kozları elde tutmak istemektedir. Bu çatışmadan en büyük zararı ise, kuşkusuz Azerbaycan ve Ermenistan halkları görmektedir.
Bu bölgede de Türkiye’nin politikası emperyalist paylaşım kavgasından kendisine bir pay düşmesini gözetmekten öteye bir değer taşımamaktadır. Azerbaycan’daki değişik burjuva-mafya kliklerinden her biriyle uygun koşullarda işbirliği yapmaya çalışan Türkiye’nin bugünkü esas derdi, Azerbaycan petrolünün ticaretinden komisyon almaya kadar düşmüştür. Bir süre önce, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar, büyük Türk dünyası” sloganıyla, görünüşte kendisine özgü büyük hedeflere sahip olduğu propagandasını yapan Türkiye’nin bugün geldiği durum, petrol üzerindeki Rusya, İran ve Amerika-Avrupa çelişmesinde, en çok kâr elde edebileceği bir yer tutmaya çalışmak olmuştur. Azerbaycan, Türkiye’nin de önemli bir iç politika malzemesidir. Faşizmin kitle tabam bulması ve ırkçı propagandanın güçlendirilerek, bir Ermeni ve Kürt düşmanlığının geliştirilmesi için, Azerbaycan olayları kullanılmaktadır. Türkiye, kopardığı yaygaraya değecek hiçbir girişimde bulunmamasına rağmen, Azerbaycan’da çok önemli ve etkili bir yeri varmış gibi davranmakta, fakat büyük emperyalistlerin kendi planlarını uygulaması karşısında, sadece onlardan hangisinin yanında yer alırsa, petrolden daha fazla pay alabileceğinin hesabını yapmaktadır.

DIŞ POLİTİKA VE İÇ POLİTİKA
Uluslararası ilişkiler, bir devletin dış politikasının konusudur. Fakat yine her devlet, dış politikasını belirlerken, iç politikadaki ilişkilerden etkilenir veya dış politikadaki tutumu, iç politikaya yansır ve etkiler. Bu bakımdan, iç politika ile dış politika arasında, karşılıklı bir etkileşme ilişkisi vardır ve her ikisi birden, dünyadaki ve ülke içindeki sınıf mücadelesinin koşullarına ve gelişme doğrultusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Bununla birlikte, özellikle dış politika, birçok durumda, iç politikanın, yani ülke içi sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre, egemen sınıfların tercihlerini yansıtır ve gene karşılıklı olarak, iç sınıf mücadelesinde egemen sınıfların durumunu güçlendirmek için kullanılabilir. Bu bakımdan, dış politikadaki her gelişme, işçi sınıfını ve emekçileri mutlak olarak ilgilendirmektedir.
Örneğin, ülkeyi bir savaşla karşı karşıya bırakma olasılığı taşıyan bir girişim, yalnızca işçi ve emekçi kitlelerin gündelik yaşamını etkilemekle ve onu daha da kötüleştirmekle kalmayacak, aynı zamanda onların yükselen mücadelesini bastırmak için ideolojik ve siyasi bir silaha da dönüşebilecektir. Bu tür gelişmeler sırasında, burjuvazi, sorunu daima “ulusal bir sorun” olarak göstermeye, işçi ve emekçi kitlelerin tepkilerini en aza indirmeye çalışır ve bu türden girişimlere tepki gösterenleri “vatan haini” olarak damgalar. Geçen bir yıl boyunca, Balkanlar’da, Bosna ve Sırp kuvvetleri arasındaki çatışmada Türkiye kendisine bir yer açmaya çalışırken, iç kamuoyunda destek bulabilmek için, bütün medya araçlarında “eza gören Müslümanlar” propagandasını yükseltti. Savaşı, bir Müslüman-Hıristiyan savaşı gibi göstererek, halkın dini duygularını, kendi politik amaçlarına alet etmeye çalıştı. Bu gerici propagandadan yararlanarak, gerici partilere yardım toplandı, hatta birçok fabrikada, işçilerin ücretlerinden “gönüllü kesintiler” yapıldı. Böylece, bir dış politika sorunu, iç sınıf mücadelesinin ilişkilerine etkide bulunmaya başladı. Bunu, dış politikanın, iç politika üzerinde kullanılması olarak da yorumlayabiliriz. Yazımızın geçen sayıdaki bölümünde de değindiğimiz gibi, egemen sınıflar, iç sınıf mücadelesini etkilemek ve kendi lehlerine bir durum yaratmak için, dış ilişkileri kullanabilirler. Bu sorunun diğer çok önemli bir sonucu, genel olarak emperyalizme olan bağımlılığın artmasıdır. Emperyalizmle olan ilişkileri içinde, bağımlı ülkenin kendisine özgü kaynakları geliştirme ve bunları kendisine özgü politikaların aracı olarak kullanma olanağı yoktur. Bu ilişkiler, sürekli olarak daha derin bir sömürüyü geliştirmektedir ve bağımlı ülkenin ekonomisini, bir dış borçlanma rejimi haline getirmektedir. Dış borçlanma ise, sürekli olarak içeride işçi ve emekçi kitlelerin gittikçe daha yoğun biçimde sömürülmesi sonucunu doğurmaktadır. Sömürünün yoğunlaşması ise, buna karşı koyacak işçi ve emekçi kitlelerin muhalefetini önlemek için her defasında daha da ağırlaşan siyasi baskı ve yasaklamaları beraberinde getirmektedir. Sendikal haklar kısıtlanmakta, her türden örgütlenme baskı altına alınmakta ve özellikle de bu baskının bilincine varmalarını önlemek için, her türden demokratik hak gasp edilmektedir. Bu noktada, işçi sınıfının bilinçli öncülerinin dış politikayı izlemesini gerekli kılan bir başka önemli sorun ortaya çık maktadır. Bilinçli işçiler, emperyalizmin operasyonları görünüşte hangi gerekçelere dayanıyor olursa olsun, müdahaleler hangi biçim altında gerçekleşirse gerçekleşsin, bunların ardında yatan emperyalist çıkarları ve hegemonya hesaplarını teşhis etmekte fazlaca güçlük çekmezler. Fakat bundan daha önemli olan, emperyalizmin işbirlikçisi olan hükümetlerin, bu politikalar yanında saf tutarken ya da kimi zaman bunları protesto ederken, hangi gerçek ilişkilere dayandıklarını görebilmektir. Türkiye yönetici sınıflarının ve hükümetlerinin emperyalizmle ilişkilerinin hangi somut koşulları yarattığı, işçi sınıfı ve emekçi halkın günlük ekonomik ve siyasi hayatı üzerinde nasıl etkiler yapacağı ve bunlara karşı hangi mücadele biçimlerini kullanacağı, birbirine bağlı bir dizi sorunu çözmeyi gerektirmektedir. Türkiye’nin dış ilişkileri, bir yandan emperyalizme bağımlılığı artırırken, diğer yandan da komşu ülkelere karşı düşmanlıklar geliştirmek ve sürekli bir tehdit atmosferini canlı tutmak üzerine kurulmuştur. Böylece Türkiyeli işçi ve emekçiler, komşu halklara karşı düşmanlıkla doldurulmak ve bu ülkelere karşı saldırganlık politikasının aleti haline getirilmek isteniyor. Bütün bunlar, Türkiye’nin ulusal çıkarları ya da “dört tarafı düşmanlarla çevrili vatanın korunması” maskesi altında yapılıyor. Gerçekte, Türkiye’nin komşu ülkelerle tam bir dostluk içinde yaşamasını engelleyen tek şey, her ülkedeki hâkim sınıflar ve bunların halkları birbirine düşman kılan politikalarıdır. Ayrıca Türkiye gericiliğinin ve hükümetlerinin, 1930’lu yıllardan bu yana, ulusal özgürlük ve bağımsızlık diye bir sorunu asla olmamıştır. Tam aksine, burjuvazi ve gericilik, ülkede ekonomide ve siyasette ulusal olan ne varsa, tümünü tasfiye etme ve emperyalizme tam teslim olma politikası izlemektedir. Son dönemde ise, “dünya ile bütünleşme” sloganı altında, ülke ekonomisi, yeraltı ve yerüstü kaynaklan, tümüyle emperyalist ekonominin ve sahip olunan bütün dış ilişkiler de emperyalist politikanın bir parçası haline getirilmektedir.
Bütün bu gerçekler ışığında, şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Türkiye’nin komşu ülkelerle ilişkilerde izlediği gerginlik ve müdahale tutumu, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’daki sorunlara, her aracı kullanarak girme girişimi ve asker yollama politikaları, komşu ülkelere ve halklara karşı izlenen emperyalist politikaların bir devamıdır ve aynı zamanda bu politikaların Türkiye halklarına sunulmasında görüleceği üzere, tam bir aldatmaca ve gericilik içermektedir.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye işçi sınıfının ve halkının, bugüne kadarki mücadelesinde temel bir zayıflığın bulunduğu söylenebilir. Bu, Türkiye’nin dış ilişkileri ve dış politikaları karşısında kayıtsızlıktır. Zonguldak direnişinin bastırılmasında, bu zayıflık kendisini göstermişti. Aynı dönemde gündeme gelen genel grev ve direnişin başarısızlığında da, dış politika konusunda sınıfın donanımsız olmasının etkisi büyüktür. O dönemde, Körfez’de Irak’ın izlediği politika gerekçe yapılarak, ulusun ve vatanın tehlikede olduğu propagandası yapılmış ve bu yalan, özellikle işbirlikçi ve gerici sendikacılar tarafından sınıfa kabul ettirilmişti.
İşçi sınıfının politik platformda mücadelesinin iki boyutu birbirinden ayrılmaz bir bütünlük göstermektedir. İç politika, bu mücadelenin nasıl ihmal edilemez bir yönü ise, ihmal edilemeyecek diğer bir yönü de dış politikadır. İşçi sınıfının sınıf olarak hareket etmesi ve iktidar mücadelesine yönelmesi, burjuvazi ve gericiliğe karşı, iç ve dış politika alanında, bu alanları birbirinden ayırmadan ve bunlar arasında sıkı bir ilişki olduğunu görerek mücadeleye girmesi demektir.

Kasım 1994

Alevilik, Laiklik ve Sosyalizm

Son yılların en başta gelen tartışma konularından birisi de Alevilik. Şu saptamayı yapmak, günümüzün gerçeklerinden birisini ifade etmek olur: Sağa savrulmuş eski Marksist, artık demokrasi ve özgürlük mücadelesinden umudunu kesmiş yorgun demokrat, emekçilerden artık oy alamayacağına kanaat getirmiş sosyal demokrat, bir zamanlar “Alevilikle sosyalizm aynı şeydir” diyerek “sosyalizm” saflarına katılmış Alevi “sosyalist”; büyük bir olasılıkla savunduğu bütün eski değerleri Aleviliğin özünde bulup çıkarmaya uğraşmaktadır. Aleviliğin toplumun gündemine girmesi son bir kaç yılın olayı gibi görünürse de, gerçekte bugüne gelen sürecin başlangıcı çok daha eskilere dayanmaktadır.
1980’lerin ortalarında, devrimci hareket yaralarını sarıp yeniden toparlanmaya başladığında işçi sınıfı ve emekçi sınıflar mücadelesine yaklaşımda başlıca iki eğilim kendisini açıkça hissettiriyordu. Ki, zaman içinde bu iki eğilim birbirinden iyice uzaklaşarak çıplak gözle görülebilen farklı tutumlar olarak şekillendiler. Bu eğilimlerin birincisi; var olan toplumun belirleyici özelliğinin, bu toplumun, aralarında uzlaşmaz karşıtlıklar bulunan sınıflara bölünmüş bir toplum olduğunu ve devrim mücadelesinde asıl stratejinin bu sınıflar arasındaki savaşın yönetilmesinin ilkelerden ibaret olması gerektiğini savunuyordu. Bu görüşü savunan devrimci komünistlere göre, yapılması gereken iş; her ulus ve milliyetten işçilerin önderliğinde, bütün uluslardan, milliyetlerden, her din ve mezhepten emekçilerin birleşik gücüyle diktatörlüğün alt edilmesi olarak yalınlaştırılabilir. Ve asıl amaç; sınıfsız ve sömürüşüz, ulusların, dinlerin, mezheplerin tek bir potada eritilip yok olduğu bir toplumsal sistem kurmaktır. Bütün gündelik taktikler, bu amaca yönelmediği, ona hizmet etmediği sürece anlamsızdır. İkinci eğilim ise; bu toplumun temel çelişmesini çözmeyi görevinin merkezine koymak yerine, görünüşte, bir an için önemli ve çok öne çıkmış görünen, ama gerçekte gelip geçici olan, başka bir söyleyişle kapitalist sistem içinde kalınarak da çözümlenebilecek çelişmelerin çözümüne bağlı stratejiler benimsiyor, bütün günlük taktiklerini de bu tali çelişmenin çözülmesine hizmet edecek biçimde ele alıyordu; ittifak güçlerini de, düşman güçleri de buna göre belirliyordu. Bu ikinci kategoride, birbirinden nüans farklarıyla ayrılan ve bazen birbirleriyle büyük kavgalara da tutuşabilen değişik siyasi odaklar yer alıyordu. Bu odaklardan kimi, asıl sorunu devrimcilerle işkenceciler, ya da aynı anlama gelmek üzere, devrimcilerle polis, ordu, burjuva devlet bürokrasisi arasında görüyor, bu çelişmeyi çözmek için, hemen bütün gücünü bireysel terör eylemlerine veriyor ve bu eylemlerin yaratacağı etkiyle çelişmeyi çözecek bir güç toplamanın olanaklı olacağını hesap ediyordu. Bir başkası, Kürt ulusal mücadelesini dünyayı değiştirecek asıl etken görüp bütün stratejisini Kürt haklarının elde edilmesine bağlıyor, toplumsal sınıfların mevzilenmesini, mücadele taktik ve yöntemlerini buna göre geliştiriyor, tarihi kendisiyle başlatıp bitiriyordu. Bir diğeri, daha da gündelik ve yüzeysel bir tutumla, herkesin kendi bulunduğu yerde gündelik mücadeleye katılmasıyla (herkes kendi evinin önünü temizlerse sokaklar tertemiz olur burjuva görüşüne uygun olarak) mücadelenin başlıca sorunlarının aşılacağını iddia ediyordu. Bir başka kesim ise (ki başını eski “Marksistler”, “sosyalistler” çekti.) Alevilere yönelip, onları kurtaracak reçeteler sunmaya, ya da Alevilerin dünyayı kurtaracak tek güç olduğunu yine Alevi inancına dayanarak iddia etmeye koyuldu. İster işçi ve emekçilerin yerine kendi küçük örgütünü koysun, ister sınıf taleplerini ulusal taleplere ya da dini sorunlara indirgemiş olsun, bu siyasi odakların ortak özelliği, kimi ikincil, tali çelişmelerin çözümüyle toplumsal kurtuluşun yolunun açılabileceği biçimindeki reformcu tutumu benimsemeleridir. Ve bu nedenle de bu eğilimlerin sosyalizme, sınıflar mücadelesine yaklaşımları özü itibariyle aynıdır. Ancak, bu yazımızda, kendimizi, konumuz bakımından bu odaklardan Aleviliğe yönelenleri eleştirmekle sınırlarken Aleviliğe biçilen toplumsal rol üzerinde duracağız.

ALEVİLİK VE SOSYALİZM
Aslında Aleviliği yeri geldiğinde sosyalizmle, yeri geldiğinde laiklikle, yeri geldiğinde hümanizmle, yeri geldiğinde feminizm ya da çevrecilikle vb. özdeşleştiren bu tutumun kökleri, ’60’lı yıllara, sol’un, “sosyalizmin” az çok kitleselleşmeye başladığı yıllara kadar uzanır.
Şöyle ki;
’60’lı ve 70’li yıllarda, özellikle Alevi ve Sünnilerin karışık olarak oturdukları bölgelerde, burjuva politikacıları, dinciler ve tüm gericiler tarafından solculuk, sosyalizm bir Alevi ideolojisi sayılıyordu. Camilerde, kahvelerde, yeri geldiğinde sola, sosyalizme çatmak için, yüzlerce yıllık Alevi düşmanlığı kullanılarak Sünni emekçiler solculuğa sosyalizme karşı aşılanıyordu. Böylece solculuk Alevilikle özdeş gösterilerek geniş Sünni emekçi yığınlar, solun, o yıllarda neredeyse aynı anlama gelen sosyalizmin etki alanı dışına çıkarılmaya çalışılıyordu.
Gericiliğin bu taktiğinin tutması için o günün solcularının da az çaba sarf ettiği söylenemez. Çünkü o günlerde solcu ya da sosyalist olmanın ilk koşulu dine karşı cepheden bir saldırıya geçmekten, dine inanan herkesi sağcı, gerici sayan bir tutumu benimsemekten geçiyordu. Burjuva-dinci propaganda merkezlerinin de kışkırtmasıyla devrim ve sosyalizm mücadelesi; neredeyse, burjuvaziyle proletarya, egemen sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki bir mücadele yerine, dine inananlarla inanmayanlar arasındaki bir mücadeleye indirgenmiş durumdaydı. Türkiye’nin koşulları göz önüne alındığında bu radikal, ama dine karşı körü körüne savaş tutumu, dine karşı savaş olmaktan çıkarak daha da daralmış, Sünni İslam’a karşı bir mücadele olarak yansımıştı kamuoyuna.
Çünkü Alevilere karşı alınan tutum tamamen farklıydı. Alevilerin, yaşanan Sünni egemen tarihsel süreçte, Sünnilere göre daha az verimli topraklara yerleşmiş, yerleşmek zorunda kalmış olması ve Aleviliğin ezilen bir mezhep olarak egemen düzene karşı muhalif gördüğü sosyalistlere, solculara sempatiyle bakması ve solun İslam’a yönelttiği eleştiriyi pek üstlerine almamaları vb. gibi etkenler bir araya gelince sol ve sosyalist sloganların Aleviler içinde yayılması kolaylaşmıştır. Kuşkusuz Alevilerin dine yönelik eleştiriyi üstlerine almamalarında dine yöneltilen eleştirinin kaba ve biçimsel niteliği (oruç, namaz gibi ibadet biçimlerinin anlamsızlığı, maddi görünüşü olmayan bir ebedi ve ezeli Allah düşüncesinin bilim ve akılla açıkça çelişmesi vb.) ve eleştirinin Sünni inanç öğeleriyle sınırlı kalması gibi nedenler de vardı. Ama o günün sol propagandası içinde, Aleviliğe özel bir övgü yoksa da, Alevilikte henüz canlı olarak duran “can”lık, kardeşlik, yardımlaşma ve eşitlik öğeleri kullanılarak kısa zamanda Alevilikle “sosyalizmin” yakınlığı ya da aynılığı konusunda yaygın bir inanç da oluştu. Bu, o günlerde, bugünkü gibi çeşitli sol çevre ve dergiler tarafından yazılıp propaganda edilen düzeyde sistemleşmiş oportünist bir eğilim değildi, ama bugünkünden çok daha yaygın bir kanıydı. Bu kanı, solun, o çocukluk döneminde, Alevi köylerde kolayca propaganda ve örgütlenme faaliyeti yürütmesine imkân verdiği gibi, Alevi emekçilerin propaganda edilen sosyalizme önyargısız yaklaşmalarına da imkân tanıyordu. Ve zaten yetersiz bir güce sahip sol güçler, kıt imkânlarıyla kolay sonuç alacakları bu alanlara yönelerek, o günün koşullarında oldukça değerli olan nicel bir birikim sağlıyorlardı. Bu kolay başarılar, Alevilik ile solculuk ve sosyalizm arasında doğrudan bir düşünsel bağ kurmayı kışkırttığı gibi, sosyalizmin Alevi yorumunu da yaygınlaştırdı.
Kısacası ’60’lı yılların ortasından başlayarak Türkiye’de “sol” ve “sosyalizm” düşüncesi az çok kitleselleşmeye yöneldiğinde emek ve sermaye çatışması, ya da merkezinde proletarya ve burjuvazi arasındaki çatışmanın yer aldığı bir ezen ezilen kavgası olmak yerine; bir biçimiyle sağda yer alanlarla solda yer alanlar arasında bir çatışma olarak algılandı. Bu nedenle de Alevi toplumu içindeki sınıf ayrılıkları görmezden gelinerek Alevi olmak solda sayılmak, sosyalist olmak için yeter sayılmıştır. Bu anlayış, giderek, kanıtlanması gerekmeyen bir evrensel gerçek olarak benimsenmiştir.
Denilebilir ki; Alevilerin sol ya da sosyalist etkiye girmesinden en çok Dedelik kurumu etkilenmiştir. Çünkü devrimci düşüncenin Alevi gençleri yığınsal olarak etki altına aldığı bölgelerde, zaten uzunca zamandan beri yoksul Alevi emekçiler karşısında itibarlarını yitirmiş olan Dedeler, devrimci düşüncenin de etkisiyle işlevlerini de yitirmişlerdir. Hasat zamanı köyleri dolaşıp “hakullah” toplayan Dedeler, bu seferlerden eli boş dönmeye başlamışlardır. Bu tutum, yaşlı Alevi kesimlerin tepkisiyle karşılanmışsa da, o günün devrimci heyecanı bu tepkinin ciddi boyutlara ulaşmasını engellemiştir.
Kuşkusuz Dedelerin itibar yitirmesini sadece devrimci ajitasyona, hatta esas olarak devrimci ajitasyona bağlamak, gerçeğin bütününü ifade etmez. Tersine, belli başlı Dedeler tarafından bir Alevi partisi olarak kurulan Birlik Partisi (BP), girdiği ilk seçimlerde önemli bir başarı kazanmıştır. Geçmişte TİP’e oy veren ve TİP’in milletvekili çıkardığı bölgelerden bu sefer BP, üstelik Hacı Bektaşi Veli’nin soyundan gelen, geldiği iddia edilen Dedeler meclise girmiştir. Bu dönemde devrimci yükselişin sürdüğü düşünülürse Aleviler üstünde sosyalist-sol etkinin yüzeyselliği, ilk fırsatta Aleviliğin anımsandığı daha iyi anlaşılır. Ancak Dedeler adeta Alevilerin gösterdiği ilgiye ihanet etmek için bugünleri bekliyormuş gibi, çıkar kavgası içinde birbirlerine düşmüşlerdir. Alevi oylarını yeniden kazanmak isteyen CHP, küçük entrikalarla BP’yi parçalamış, sonunda şimdi SHP’li, ama Alevilerin önde gelenlerinden biri olarak çeşitli forumlarda boy gösteren Mustafa Timisi dışındaki Dedeler BP’yi terk etmiş, BP de, solculukla Aleviliği karıştıran kimi küçük “sol” fraksiyonların olanaklarından yararlandığı bir kulübe dönüşmüştü. Kısaca Dedelerin itibar yitirmesine neden olan asıl etken, onların, bir Alevi-Dede partisi iddiasıyla kurulmuş olan BP içindeki tutumları olmuştur demek yanlış olmaz.
Hangi nedenlere bağlı olursa olsun, sonuçta, ’60’lı ve 70’li yıllarda Aleviler, Sünnilere kıyasla “sol”a, “sosyalizme” daha yakın bir tutum almıştır demek gerçeği ifade etmek olur.
Ancak, 1980 sonrasında durum değişmiştir: 12 Eylül darbesinin devrimci örgütleri büyük ölçüde hırpalayıp tahrip etmesi, bu karşı devrimci saldırıdan Alevilerin de payını alması, yöneltilen politik-ideolojik baskılar, Alevileri ’80 öncesine göre daha derin bir biçimde parçalamış, ’60’lı ve 70’li yıllara oranla Aleviler daha büyük bir politik parçalanmışlık göstermişlerdir. Alevi emekçiler, ANAP ve SHP başta olmak üzere çeşitli düzen partileri doğrultusunda bölünmüştür. Bu parçalanmışlık, Alevi emekçiler üstünde politika yapmak isteyen değişik siyasi grupların iştahını kabartmazlık edemezdi; öyle de oldu. Önce; 70’li yılarda kendisini keskin Marksist-Leninist ilan etmiş oldukça geniş sayılabilecek Alevi kökenli bir devrimci kesim, Alevi olduğunu hatırlayıp çeşitli türden Alevi dergileri etrafında toplandılar. Hacı Bektaş ve Pir Sultan dernekleri, yanı sıra çeşitli hemşeri dernekleri, birer Alevi derneği gibi çalışmaya başladı. Bu eski sosyalistlerin önemli bir bölümü, geleneksel Aleviliğin en bağnaz kesimleriyle birleşerek bir mezhep özgürlüğü talep etmenin ötesinde Aleviliği yaygınlaştırmanın, yeniden diriltmenin misyonerleri olarak sahneye çıktılar. Her yerde dergâhlar, Cemevleri açılmaya başlandı. Dedeler 10-20 yıl süreyle kaybettikleri konumlarına, eskisine göre daha da otorite kazanmış olarak geri döndüler. Öyle ki; en reformcu Alevi kesimler bile Dedesiz bir Alevilik düşleyemez oldu. Bu arada “Alevi partisi” tartışmaları da başladı. BP’nin olumsuz deneyimine karşın bu tartışma sürdü, bugün de sürüyor. Özellikle de Sivas olayları sonrasında tartışma yoğunlaşmıştı; olaylar öncesinde bir Alevi partisine karşı olan çevreler bile, katliam sonrasında, böyle bir partinin gerekliliğini tartışmaya koyuldular.
Bu türden tutum içinde olan çevreler için Alevi olmak ve tüm politikaların merkezine Aleviliği koymak konusunda bir ayrılık yoktu. Tartışma; Kemalist çizgide kalınarak, devlet içinde Aleviliğe resmi bir statü kazandırmak ve Diyanet’te bir kürsü elde etmek için mi, yoksa daha halkçı bir çözümün gerçekleşmesi için mi mücadele edilmesi gerektiği gibi ayrıntıya ilişkin konulardaydı. Benzer biçimde, bu çevre içinde Aleviliğin bir “din” mi yoksa “kültür” mü olduğunu tartışanlar da vardı, ama sonuçta Alevilik ve Alevilerin kurtuluşu hepsini birleştiren bir ortak paydaydı.
Alevilere yönelen ikinci ilgi dalgası burjuva partilerinden geldi. CHP’nin mirasçısı üç parti: SHP, CHP ve DSP, Alevi emekçileri kendi doğal seçmen kitleleri olarak görüyorlardı; bu yüzden de Alevi ileri gelenleri ve Dedelerle ilişkilerini yeniden kurdular. Ama Alevilerin eski bütünlüğünün olmaması, daha doğrusu diğer partilerin etkisine açık bir parçalanmışlığa uğramış olmaları; ANAP, DYP, MHP, hatta geleneksel bakımdan Alevilerin hiçbir zaman uzlaşamayacağı bir parti olması gereken RP bile Alevi oylarını kendilerine çekecek taktikler geliştirmeye koyuldu. CHP’nin uzantısı partiler Alevilere laiklikle yaklaşıp Alevilikle laikliği aynılaştırırken RP, “Alevi kardeşler”den, cumhuriyetin tekke ve zaviyeleri kapatarak, cemi yasaklayarak Alevilerin özgürce inançlarının gereğini yerine getirmesini engellediğinden, “Ali’yi sevmek Alevilikse biz de Aleviyiz” gibi demagojik yaklaşımlar sergilediler. Bazı somut adımlar da attılar. Kimi Alevi köylerinde azımsanmayacak miktarda oy aldılar.
Burada, ’80 sonrasında devletin de çeşitli yollarla “Alevi sorununa yakın ilgi” gösterdiğine değinmek gerekir. Özellikle Kürt mücadelesinin gelişmesi karşısında Alevilerin Türk olduğu anımsanmış, şovenizmin kışkırtılmasına basamak yapılmak için bir zamanlar yasaklanan Hacı Bektaş törenleri, devletin himayesine alınmış, devlet görevlileri törenlerin baş konuğu olurken Diyanette bir “Alevi bölümü” de, devletin sıcak baktığı bir yaklaşım olmaya başlamıştır. Devlet ve devlet politikasının aleti olan burjuva düzen partilerinin Aleviliğe gösterdiği “sıcak ilgi” Alevi çevrelerden karşılık görmüş, “yeniçerilerin de Alevi olduğu”, “Alevilerin Horasan’dan göçüp gelmiş halis, Arap etkisiyle bozulmamış Türkler” olduğu gibi kuramlar geliştirilmiştir. Alevi Dedelerinin, soylarının 12 İmam’dan geldiği iddiası ile halis Horasan Türk’ü oldukları iddiası arasındaki açık çelişme görmezden gelinmiştir. Bu çelişmeler ve şovenist yaveler, sadece devlet ve burjuva düzen partileri tarafından değil, Aleviliğe yaltaklanarak siyasi çıkar sağlamaya çalışan “sol”, “sosyalist” kişi ve gruplar tarafından da görmezden gelinmektedir. Hatta bu gruplar, bu şovenist tezlere çanak tutucu politikalar geliştirmektedirler.
1980’li yıllarda Aleviliğe pek sıcak bakmayan Kürt milliyetçisi çevrelerde de son yıllarda Aleviliğe, özellikle Kürt Alevilere yönelik bir ilgi gözlenmektedir. Örneğin 2 Temmuz’un yıldönümü vesilesiyle Özgür Ülke gazetesinde yayımlanan bir röportajın başlığı bile bu ilgiyi ifade etmektedir. (Röportajın başlığı: “Zülfikar Gerillanın elindedir”.) Bu röportajda, bekleneceği gibi, Alevilik yüceltilmektedir: “… Aleviliğin gerçek özüne, mücadeleci, özgürlükçü ve devrimci özüne sahip çıkmayan, onu tanımayan çevreler var. Bunlar Alevilik gerçeği ile buluşmak istemiyorlar. Çünkü buluştuklarında Aleviliğin ezilenlere sahip çıkma ve haksızlığa karşı savaş verme, Seyit Rıza, Ali Şer gibi, Aleviliğin ulusal değerlere sahip çıkma olduğunu görecekler.” gibi bir zamanlar Sünniliğe yakıştırdıkları nitelikleri, şimdi Aleviliğe de yakıştırmaktadırlar. Ama aşırıya götürülen her görüş gibi Aleviliğe yönelik Kürt milliyetçisi değerlendirme de tersine dönüp Kürt ve Türk Alevileri karşı karşıya getirecek bir platforma sıçramaktadır. Bir yandan, biz sadece Kürt Alevilere değil, Türk Alevilere de sesleniyoruz denilmekte, ama söz konusu olan Kürt Aleviler olduğunda, şöyle deniyor röportajda: “Bunlar, Alevilikleri için savaştıkları ölçüde, Kürdistan için de savaşmalıdır. Kürdistani özellikleriyle Alevi özelliklerini bütünleştirmişlerdir. Bu nedenle Alevilerin Aleviliği ile Kürtlüklerini ayırmak zordur. Bütün dinlerde yaşamla dini değerler bütünleşmiştir. Kürt Alevilerde de eskiden beri kendi ulusal ve toplumsal yaşamlarıyla dini inanışları birleşmiştir.” Ama aynı mantıkla birisi de Türk aleviler için, Türk Alevilerin dini değerleriyle ulusal değerlerini birleştirdiğini söylerse aynı derecede inandırıcı olmaz mı? Elbette olur. Çünkü her ulusal ve dinsel tutum gibi Alevilik ve Kürtlük için geçerli olan, Alevilik ve Türklük için de geçerli olabilir. Ama bu, Kürt milliyetçi çevreleri çok ilgilendirmemektedir. Çünkü Türk Alevilerine çağrıda ciddi değillerdir. Tersine, nasıl Aleviciler sadece Alevilik duygularını gıdıklayarak yandaş bulmak istiyorlarsa Kürt milliyetçileri ilgilendiren de bu kitlenin Kürt olan kesimidir. Ötesi “enternasyonalizm” gösterisinden ibarettir.
Alevilere yönelen ve konumuz açısından önemli sayılabilecek ilgi dalgası ise; “sol” hatta kendilerini “sosyalist”, Marksist-Leninist sayan siyasi örgüt ve çevrelerden gelmiştir. Devrimci komünistler dışında hemen bütün sol siyasi çevreler ve örgütler, 70’li yıllarda olduğu gibi, ama çok daha geri bir çizgiden, ’80’li yıllarda da Alevileri kendi doğal kitleleri olarak görmeye devam etmişlerdir. Ne var ki; köprülerin altından çok su aktığını gördüklerinden, Alevilere yaltaklanan, 70’lerde açıkça yapmaya ihtiyaç duymadıkları “derin tahlillere” başvurmuşlardır. İP gibi partiler, laiklikle Aleviliği özdeşleştirip, toplumdaki asıl çatışmayı laik-laik olmayan biçiminde tanımlayıp Alevileri de doğal laikler olarak belirlemiştir. Böylece de, kendi iddialarının tam aksine, bir Alevi-Sünni çatışmasının nesnel zemininin oluşturulmasına önemli katkıyı yapmıştır. Bu arada “Alevi-Sünni kardeşliği” üzerine de sıkça nutuk atmışlardır, ama bir kez toplumun önüne konulan çelişme laik-laik olmayan biçiminde belirlenince, sonra ne söylersen söyle fark etmez ve öyle olmuştur. Nitekim bu partinin öncülü SP, yerel seçimlerde “Gelin Canlar Bir Olalım” diye Alevilere çağrı yaparken, Sünni emekçiler için bir afiş yapma, onlara “gelin” deme ihtiyacını duymamıştır. Alevilik kışkırtılmış, atılan tohumlar meyve verip, Aleviler bir Alevi partisi kurmaya kalkınca da “Alevi partisinin RP’den farkı olmayacağı” yazılarak SP tarafından izlenen Alevi kuyrukçusu politikalar unutturulmaya çalışılmıştır. Ama “sol”dan Aleviliğe yaltaklanmada en çarpıcı örnek, bir zamanlar TKP’nin “radikal”, “sol” kanadı sayılan TKP’nin Londra kanadının şefi olduğu öne sürülen ve İsmail Bilen’in yerine TKP’nin başına geçmediği için “bunalıma sürüklendiği” iddia edilen, ama bugün hâlâ Kervan, Kavga gibi dergilerin teorisyeni olan R. Yürükoğlu ve taraftarlarıdır. Bu grup, çıkardığı dergilerde bir yandan, keskin bir işçi sınıfı ve Marksizm-Leninizm edebiyatı yaparken öte yandan açıkça Alevi Sünni çatışmasını kışkırtan bağnaz bir Alevicilik yapılmaktadır. Örneğin Ali Özsoy adında bir Dede, Aleviliği tanımlarken, “Alevilik büyük bir felsefedir, hangi dinin daha üstün bir felsefesi var?” gibi laflardan sonra, işi daha da ileri götürüp, Ramazan ve Oruç üzerine olmadık zırva tahlillere girişiyor: “Ramazan katil ayı. Hazreti Ali’yi Ramazanda katlettiler. (Oruç tutan) Diğer Müslümanlar bu katle sevindikleri için, onu kutlamak için oruç tutuyorlar” diyebiliyor.
Alevilik ve sosyalizm bu grubun dergilerinde neredeyse aynı anlamda kullanılıyor. Ve dedelerin söyledikleri, Marx ya da Lenin’in söylediklerinden daha çok itibar görüyor. Örneğin “Alevi Ozan” Musa Eroğlu, her şeyin Alevilikte hazır var olduğunu iddia edenlerden ve bu dergilerde sıkça boy gösteriyor. Eroğlu, Kavga dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda, Alevilikte, aranan her şeyin olduğu iddia ediliyor. Solculuk, sosyalizm her şey Alevilikte var iddiasında Eroğlu: “Demokrasi, insan haklan ortak paydadır. Üstelik kadın haklarını, kadının eşitliğini biz yeni öğrenmedik. O bizim geleneğimiz, göreneğimizdir. Demokrasiyi arıyorlarsa gelsinler güzel bir demokrasi yapalım…”
Aynı derginin bir başka sayısında ise, Ali Haydar Celasun Dede; Aleviliği evrensel kurtarıcı ilan ediyor ve bu yüzden de Aleviliğin kendisini aşmasını ve insanlığı kurtaracak olan Dedelerin de kendilerini yenilemelerini istiyor: “Yalnız Aleviliğin değil, Sünni emekçinin de Şafi emekçinin de kurtuluşu Alevilere bağlı. Bunun için de Alevilik bir sır olmaktan çıkarılmak, Dedelik kendini yenilemek zorundadır. ” saptamasını yapan Ali Haydar Celasun Dede bir Luther gibi konuşuyor. Ama bu sözlerin Luther’den 500 yıl sonra sarf edilmesi gibi bir sorun varsa da, bunu çok önemli görmüyor Kavga dergisi. Tersine bu Dede, bu derginin diğer birçok sayısında da sık sık boy göstererek sadece herhangi bir Dede değil bir Kavga teorisyeni olduğunu hissettiriyor.
Dahası bu dergilerin teorisyeni olan R. Yürükoğlu bir yaltakçıdan da öteye geçerek, Alevilerin nasıl örgütlenip sonsuza kadar yaşayacağı üzerine kuramlar geliştiriyor. Yürükoğlu’na göre; “Dede olmadan Alevi toplumu sürmez. Cemevleri olmadan Aleviler örgütlenemez. Yolu-yükü götürendir Dede / Davayı yığınlara yayandır Dede”.
R. Yürükoğlu’nun Alevilikle bir ilgisi olmadığı söyleniyor. Ama R. Yürükoğlu, işçi sınıfının atalarını Babailere kadar götürerek, laiklik ve sosyalizmin temellerini Alevilikte keşfederek, dahası Alevilerin nasıl örgütlenmesi ve Alevilik uğruna nasıl mücadele etmeleri gerektiğine de müdahale ederek, herhangi bir politik örgütün Alevi potansiyelini peşine takma çabasının ötesinde bir “ilgi” gösteriyor Aleviliğe.
Kısacası, bir bütün olarak bakıldığında; ’80’li yıllarda iki yanlı bir değişim olmuştur. ’60’lı ve 70’li yıllarda sorunlarının çözümünü “sol”da, sosyalizmde arayan, Alevi-Sünni ayırımını önemsemeyen Alevi emekçiler, ’80’li yıllarda Alevi olduklarını anımsamışlar, kendi kurtuluşlarını Aleviliğe yönelmekte, Dedelikte, Cem’de ve Cemevinde aramaya yönelmişlerdir. Benzer bir değişim “sol”da ve burjuva düzen partilerinde de görülmüştür. “Sol” cephede, ’60’lı, 70’li yıllarda görülen Alevilikle sosyalizm arasında nitel bir fark olmadığını, Aleviliğin ilkeleriyle sosyalizmin ilkelerinin uyuştuğu gibi bir ön yargıya sahip olan gruplar, Alevi emekçiler içinde Aleviliğe dönüşün belirginleşmesiyle, Aleviliğe ve Alevilere yaltaklanma politikalarına yönelmişlerdir. Burjuva düzen partileri içinde ise ikili bir tutum belirmiştir. Sosyal demokrat partiler Alevilerin soldan kopmasından hoşlanmışlar, ama din istismarında ustalaşmış sağ partilerle Aleviler üstünde bir kapışmayı da göze almak zorunda kalmışlardır. Sağcı partiler ise; Alevilerin dine dönüşünden hoşnut olmuşlar, bu dönüşle kendilerine yönelişin yolunun açıldığını fark ederek, kaybedilmiş gördükleri Alevileri kazanacak yöntemler üstünde kafa yormaya başlamışlardır. Dahası, Alevi uyanışını bahane ederek düzenden kopma sürecine giren Sünni emekçileri düzene bağlayacak bir “nedene” daha sahip olmuşlardır.
Bu partilerden ANAP, ’80’li yılların kendi has özel koşullarının da yardımıyla, Alevileri önemli ölçüde Özal’a bağlarken, sonraki yıllarda ANAP’a gösterilen Alevi ilgisi “olağan” düzeye inmiştir. Ama öncesiyle oranlandığında, 12 Eylül sonrasında Aleviler daha çok parti arasında bölünmüş görünmektedir.
Burada hemen belirtmek gerekir ki; Alevilerden söz ettiğimizde Alevi kökenli olan herkesten söz etmiyoruz. Tersine bugün de Kürt ya da Türk Alevi kökenli olup devrimci komünizmin ya da demokrasi saflarında yer alan, mezhep ya da din esasına göre örgütlenmelere sıcak bakmayan pek çok komünist, devrimci, demokrat vardır. Dahası bazı bölgelerde Alevi olup da kurtuluşun Alevi ve Sünni emekçilerin ortak örgütlenip mücadele etmesi gerektiğine inanan Alevi kitleler de vardır. Bu yüzden de burada Alevilerden söz edildiğinde, bir kökenden çok, Alevi emekçilerin kurtuluşunu Alevilik esasına göre örgütlenmede gören kesimlerden söz ediyoruz.
Şimdi, ister istemez neden ’80’li yıllarda Aleviliğe dönüş yaşanmış, neden Alevi inancı ve ibadet biçimleri yeniden canlanmıştır sorusu gündeme gelir. Ve bu soruya verilecek ilk yanıt 12 Eylül terörü ve cuntanın Alevilere baskı yapması, sol örgütlerin parçalanmış olması biçiminde olursa da, soruna biraz daha yakından bakıldığında gelişmelerin 12 Eylül terörü ve ona bağlı olarak ortaya çıkan koşullarla açıklanamayacağı görülür. Sorunun anlaşılabilmesi için ’60’ların dünyası ile
’80 ve ’90’ların dünyası arasındaki farka bakmak gerekir. ’60’larda ve 70’li yılların ilk yarısında dünyada hâlâ sosyalizm rüzgârları esiyordu ve düzenden hoşnutsuz olan, gelecekte özgür ve mutlu bir dünyada yaşamak isteyen herkes, bunun ancak sosyalizmle mümkün olabileceğini düşünüyordu ve gerçek amaçları sosyalizmle çatışsa bile, kendi amaçlarıyla sosyalizm arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışıyorlardı. Bu yüzden de özgürlük isteyen Kürt, dinsel inançlarını dilediği gibi yerine getirmek isteyen Alevi, barış isteyen aydın, demokrasi isteyen entelektüel özlemlerinin ancak sosyalizmle gerçekleşeceğini düşünüyor, bu yüzden de kendi isteğiyle sosyalizm arasında gerçek bağlar kuramadığı hallerde de, gizemli bağlar kuruyordu. Çoğu zaman da sosyalizmin bütünlüklü, bütün emekçiler ve bütün halkların kurtuluşu programı karşısında, ulusal, bölgesel ya da dinsel talepler belli belirsiz kalıyordu. Ne var ki bu durum 70’lerin ikinci yarısından sonra değişmeye başladı. Sovyetler Birliği’nde geriye dönüşün sonuçlarının artık açıkça ortaya çıkmaya başlaması ve SB şahsında sosyalizmin önce prestij yitirip sonra da kapitalist dünyadan farklı amaçlarının olmadığının anlaşılmasıyla, sosyalizmin müttefiki olan güçler arasında da çözülmeler başladı. Rüzgâr tersten esmeye başlamıştı. Gorbaçov’un işbaşına gelmesiyle birlikte, bir anlamda “sosyalizm”le kapitalizm arasında bir fark olmadığı resmen ilan edildi. Ama bu açıklamaların gerçek niyeti, kapitalizmin sosyalizmden üstün olduğu, sosyalizmin bütün çözümlerinin kapitalist çözümler karşısında iflas ettiği biçimindeydi. Ve sosyalizm denildiğinde SB’nden başka bir şey akla getirmeyenler ya da sosyalizme geçici olarak bağlanmış çevreler içinde bu böyle anlaşıldı. Bu nedenle de önce SB yanlısı partiler çözülüp dağıldılar, sonra da sosyalizmi gerçek bir Marksizm-Leninizm değil de, onun şu ya da bu yorumu olarak anlayan siyasi odaklar ile sosyalizmi salt kendi günlük kimi problemlerini çözecek bir sistem ötesinde anlamamış olan pek çok ulusal, dinsel, cinsiyetçi, çevreci barışçı vb. çevre, sosyalizme karşı bir pozisyona geçtiler. Bu, dünya ölçüsünde sosyalizme karşı girişilen en büyük kampanya, Türkiye’de 12 Eylül’ün terörüyle birleşince sonuçları çok daha tahrip edici oldu. İşte bu koşullarda Türkiye’de Kürtler kendilerine, Marksist sosyalizme bağlanmayan bir “çözüm yolu” seçerken, geçmişte kurtuluşlarını “sosyalizmde” gören kimi kadın çevreleri feminizme, yine eskiden dünyanın geleceği konusunda endişelerini “sosyalizme” yaklaşarak gidermeye çalışan kimi çevreler ise çevrecilik ve barışçılık gibi kapitalist emperyalist sistem için kabul edilebilir bir “muhalefet” çizgisine çekildiler. Aleviler de; Dedeler, Cemevleri vb. Alevi örgütlenmeleriyle kurtuluşa gidecekleri bir yol benimsemeye yöneldiler.

ALEVİLİK VE LAİKLİK
Son 40 yılın “laiklik-şeriatçılık” tartışmalarını arşivlerden izleyecek bir yabancı, tartışılmaz biçimde şöyle bir sonuca varır: Bu ülkede “laikliğin” iki savunucusu var: Birincisi Kemalistler, ikincisi ise Aleviler! Çünkü Kemalistlerin, (bu ordu ve CHP’de simgelenir) ve Alevilerin laikliğinden kimse kuşkulanmamıştır. Bu önyargı öyle bir noktaya gelmiştir ki, örneğin Demirel ya da Tansu Çiller bir caminin açılışına katılsa; bu, basında ertesi gün haber olarak çıkar; ama yanında din istismarcılığı, anti-laik tutum ve benzeri yorumlarıyla çıkar. Ama geçtiğimiz günlerde CHP Genel Başkanı Deniz Baykal bir Cemevinin açılış törenine katıldı, kimse bunu bir politikacının din istismarı, anti-laik bir tutum olarak nitelemedi. Aynı biçimde bir Sünni şeyhini ziyaret eden bir politikacı, laisizmi ihlalle suçlanır da aynı politikacının Hacı Bektaş törenlerinde boy gösterip Alevi yığınlarına tarihsel gerçekleri de çarpıtarak nutuk atmasını kimse laisizm ihlali olarak görmez.
Elbette ki; bir politikacının, politik çıkar için dinsel törenlere katılması, camilerin vb.nin açılışına katılması anti-laik bir tutumdur. Ama bu sadece Sünni dini kurumların açılışı ile sınırlı olamaz. Eğer politikacılar Hacı Bektaş’a Alevilerin dinsel duygularını istismar ederek onları kendi etki alanlarına çekmek için gidiyorsa, bu da bir Sünni tarikatın törenlerine katılmak kadar anti-laiktir. Başka bir söyleyişle Deniz Baykal’ın Cemevi açmasıyla Tansu Çiller’in cami açması arasında laisizm istismarı açısından bir fark olmaması gerekir ve yoktur.
Kuşkusuz böyle bir kanının yerleşmiş olmasında, başka şeylerin yanı sıra, Alevilerin kendi inançlarına göre tapınmasının, özellikle Dedelik ve Cemevlerinin devlet tarafından yasaklanmış olmasının rolü vardır ve bu yüzden ezilen bir mezhep olarak, Alevilik yanlısı tutum, laiklik karşıtlığı ile pek ilintilendirilmez. Ama Aleviliğin burjuva politikacılar tarafından istismarının görmezden gelinmesi, laik ve devrimci demokrat çevrelerde Alevilikle laikliğin ilintilendirilmemesinin asıl nedeni, Aleviliğin “özünde” keşfettikleri laiklik yanlılığıdır.
Kuşkusuz bu düşüncenin oluşmasında, yukarıda belirtildiği gibi, Aleviliğin neredeyse 500 yıldır Osmanlı ve Cumhuriyet devletleri tarafından yasadışı sayılması, bunun sonucu olarak da Alevilerin Sünni ve Sünni şeriatına göre örgütlenen ya da örgütlenecek devlete karşı çıkmalarının rolü vardır. Özellikle cumhuriyet döneminde devletin Sünni niteliğine Aleviler karşı çıkmış, özellikle şeriatçı Sünniliğin azdığı dönemlerde Aleviler, laikliğin koruyucusu gibi görünmüşlerdir. Gerçekten de cumhuriyet döneminde Alevi tekkeleri ve Cemevleri de yasaklanmıştır; ama yine de Aleviler şeriat yasalarının geçerli olduğu Osmanlı dönemine göre cumhuriyeti tercih etmişlerdir. Özellikle Alevileri “kâfir”, İslam dışı sayan Sünni şeriatçılığın egemen olmasına karşı çıkmışlar, ezilen bir mezhep olarak, laiklikle, hiç olmazsa Sünnilik karşısında ikincil bir mezhep olmaktan kurtulmayı ummuşlardır. Ancak bu görünüş, ya da herhangi bir dönemde Aleviliğin laiklikle ilgili böyle bir rol oynamış olması, oynamaya devam ediyor olması Aleviliğin özünün laik olduğunu gösterir mi? Elbette bu sorunun yanıtı, duraksamaksızın “hayır” olmak zorundadır. Çünkü insanlara bir yaşam tarzı sunan her din ya da mezhebin amacı, bütün insanları aynı biçimde yaşamaya ikna etmektir. Bunun birinci koşulu ise; imkân bulduğu her yerde kendisinin egemen din ya da mezhep olması, böylece diğer din ve mezheplere karşı kendisine avantaj sağlamaktır. Bundan vazgeçen her din ya da mezhep, kendi akitlerinin evrensel olduğunu reddetmiş demektir ki; böyle bir dinin, mezhebin ya da herhangi bir dünya görüşünün yaşama şansı yoktur. Aleviliğin bu kuralın dışında olması için, Aleviliğe olmadık nitelikler yükleyenlerin iddiaları dışında bir neden yoktur.
Elbette ki; Aleviliğin uzun yüzyıllar boyunca baskı altında kalmış olması, bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak, zaman zaman Alevi ayaklanmalarının bir özgürlük ayaklanmasına dönüşmüş olması; Alevilerin devletten sürekli olarak bütün din ve mezheplere özgürlük isteyen bir pozisyonda olması gerçektir. Ama bu, özgürlük isteğinin Aleviliğin özünden geldiğini göstermeye yeterli değildir. Kaldı ki; tarih boyunca pek çok din ve mezhep zaman zaman bu türden özgürlük talepleriyle ortaya çıkmıştır. Örneğin Hıristiyanlığın ortaya çıkması ile Roma’nın resmi dini olması arasında geçen 300 yıl boyunca “bütün dinlere özgürlük” savunuculuğu yapmış, çok tanrılı dinlerle eşit statüye gelinceye kadar bu talebi savunmayı sürdürmüştür. Ama Hıristiyanlık, egemen din olmasından itibaren de bütün çok tanrılı dinlere karşı açıkça savaş açmış, egemenliğini güçlendirdiği ölçüde de bu dinleri yasaklamış, inananları Kilise mahkemelerinde yargılamaktan çekinmemiştir. Elinde kılıçla doğan bir din olarak İslam bile, Mekke aristokrasisinin dini olmazdan önce, diğer putperest dinlerle İslam’ın aynı statüde görülmesi için mücadele etmiş, ünlü Medine Vesikası’ndaki “İslam demokrasisi”ne vesile olan tutumu benimsemiştir. Ama 10 yıl sonra, yeterince güçlenince, 10 yıl önceki “her dine özgürlük”, “her dine saygı” istemi unutulup “putperestler”, kılıç zoruyla Müslümanlaştırılmış ya da öldürülmüştür. Yine tarihte, egemen durumdayken son derece despot olan politik eğilimlerin, mezhep ya da dinlerin, hegemonya altına düşmesiyle özgürlükçü, eşitlikçi talepleri benimsediği pek çok kez görülmüştür.
Alevilik de, Türkiye’de yüzyıllardır baskı altında bir mezhep olarak elbette özgürlük talebine sahip çıkmakta, kendisiyle birlikte başka baskı altındaki din ve mezheplerin de Sünniliğe eşitlenmesini istemektedir. Ama bu özgürlük isteğinin Aleviliğin özünde olduğunu, Aleviliğin her koşulda özgürlükçü, eşitlikçi, laiklik yanlısı olduğunu söylemek için hiç bir neden yoktur. Tersine, Sünnilik, Hıristiyanlık ya da Yahudilik ne kadar laik, ne kadar devrimci, ne kadar özgürlükçü bir öz taşıyorsa Alevilik de bu niteliklere aynı ölçüde sahiptir. Aleviliğin diğer dinlerden farklı olarak “devrimci” bir öze sahip olduğunun hiçbir dayanağı yoktur. Nasıl Alevilerin, 1950’li yıllarda DP’yi desteklemesi, 1980’li yıllarda ANAP’tan yana tutum almasının Aleviliğin özünden kaynaklandığı söylenemezse, bugün Sünni şeriatçılığa karşı aldığı tutumdan hareketle, Aleviliğin özünün laik, devrimci ya da sosyalist olduğu da söylenemez. Tersine, son 40 yılın gelişmelerine yakından bakıldığında; laik ve ilerici olanın bir din olarak Alevilik olmadığı, aksine, alevi emekçilerin, Aleviliğin mistik dünya görüşünden kopup devrim ve demokrasi mücadelesine katıldıkları ölçüde ilerici tutum aldıkları görülür. Tutum ve davranışlarını dini görüşleri belirlemediği ölçüde Alevi emekçiler, demokrasi mücadelesi içinde değişip devrimcileşmişler; ama tersi olduğunda, karşı devrimin ilk saldırısıyla en geri mevzilere çekilmişlerdir. Nitekim bugün Alevicilik güden Alevi aydınların, devrim ve demokrasi mücadelesinde nerede durdukları ortadadır. Geçmişte her biri değişik politik yapılar içinde de olsa demokrasi mücadelesine katkıda bulunmaya çalışan bu kişiler, bugün işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesinin dışına düşmüşler, “Pir aşkına”, “Dedeler” ve “babalar”ın “danışmanlığı”nı yapmaktadırlar.
Son 40 yılın iki ayrı Pir Sultan yorumu, aslında devrim ve demokrasi güçlerinin etkisindeki Alevilik ile Aleviliğin kendiliğinden devrim ve demokrasi karşısındaki konumunu çarpıcı biçimde gösterir. ’60’lı ve 70’li yıllarının Pir Sultanı; folklorik bakımdan Alevi motiflerini kullanan, ama zulme, sömürüye başkaldırmış, eşitlik ve özgürlük uğruna savaşan, gerçekte bir din ya da mezhebi olmayan, varsa bile bu özelliği eyleminin niteliğini belirlemeyen, baş eğmez bir halk kahramanıdır. ’90’ların Pir Sultanı ise; tıpkı 1950’lerin ya da 1750’lerin Pir Sultanı gibi, Alevilere yapılan baskılara karşı çıkan, ama bunu “hak”, “adalet”, “Pir aşkına” yapan, soyu Ehlibeyt’e dayanan, yarı Yunus, yarı Hacı Bektaşi Veli, mistik bir Alevi Dedesidir. Belki bugün bazı Alevi çevreler, Pir Sultan’a hâlâ bir özgürlük kahramanı sıfatı yüklüyorsa, bu, ’70’li yıllardan kalmış mirası henüz atmaya cesaret edemedikleri içindir. Ama biraz daha Alevilikte yol alırlarsa, onun bu niteliklerini tümüyle yok edeceklerinden şüphe edilemez. Çünkü bugün bulundukları pozisyon devletle, egemen burjuvazi ve uluslararası kapitalizmin “yükselen değerleriyle” uyuşan bir Pir Sultan motifini gerektirmektedir.
Kuşkusuz Alevi aydınları da kendi aralarında farklı politik görüşlere sahiptirler ve söylemde birbiriyle kavga edecek kadar sert çelişmeleri görülebilir. Ama devrim ve demokrasi mücadelesindeki tutumları; Alevi emekçilerini Alevilikle eğitip onun etrafında toplamak, Aleviliği politika düzeyine yükselterek başka din ve mezhepten emekçilerle Aleviler arasına yeni bir barikat kurmaktır. Niyet ne olursa olsun, girilen yolun kaçınılmaz sonucu bu olmak durumundadır. Çünkü birleştirici etken Alevilik olunca, sınıf kardeşliği yerini, mezhep kardeşliğine bırakmaktadır. Bunun mantıksal ve pratik sonucu, bir işyerindeki Alevi işçinin Sünni işçiyle birleşmek yerine Alevi patronuyla birleşmesi olacaktır. Alevi aydınların bazıları, özellikle bugün, hâlâ işçi ve emekçi mücadelesinin kaygısını duymaya devam edenleri; “biz böyle bir şey önermiyoruz, Alevi olarak Örgütlenmek sınıf mücadelesine katılmaya engel değildir” diyebilir. Ama o ne derse desin “Aleviler birleşin!” dendiği zaman olacak olan, her sınıftan Alevinin aynı çatı altında toplanması çağrısıdır ve bu da ister istemez mezhep birliğini öne çıkarıp sınıf mücadelesini, en iyimser yaklaşımla ikici plana itmek anlamına gelir.
Laiklik sorununa gelince. Laiklik; Sünni şeriatçılığa karşı Alevilerin kendi inançlarına göre örgütlenmesiyle (buna Alevi şeriatçılığı dememek için bir neden yok) denge sağlamak değildir. Tersine, laiklik, tarihsel kaynakları bakımından her türden dini baskıya karşı bilimin ve siyasetin dinin dışına çıkarılması, devletin din işlerine karışmamasıdır. Bu ise; dünya ölçüsünde burjuva devrimler çağının en önemli kazanımlarından birisidir. Ve her ülkede ilericilerin, devrimcilerin, komünistlerin gericiliğe, bağnazlığa dinsel baskılara karşı mücadelesinde laiklik son derece önemli bir dayanaktır. Elbette bütün demokratik kazanımlar gibi laikliğin, ne ölçüde ilerici, devrimci sınıfların mücadelesine dayanak olacağı da, dinler ve mezhepler arasındaki denge tarafından değil, ilerici ve gerici sınıfların mücadelesinin boyutları tarafından belirlenir. Eğer devrimci sınıflar cephesi mücadeleye ağırlığını koyuyor, emekçileri dinsel inançlarına göre değil, sınıf yakınlığına göre mücadeleye çekmeye yöneliyorsa; laiklik devrimci sınıfların bir dayanağı olur. Tersine, laiklik, gericiliğin kendi arasındaki hesaplaşmanın aleti durumuna gelmişse; anlamsız, içeriği yozlaşmış bir kavrama dönüşür. Yani laiklik, emekçi sınıfların özgürlük mücadelesinde, toplumu dinsel etkiden özgürleştirme programlarının bir parçası olmaktan çıkıp burjuva ve gerici klikler arasında bir çıkar kavgasının konusu olarak tariflendiğinde ise, bugün olduğu gibi, gericilerin hegemonya kavgalarının dayanağına dönüşür ya da varoluş amacının tersine dönerek, çeşitli dini grupların, tarikatların sığmağına dönüşür. Bu yüzdendir ki; laiklik, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların bugün savundukları başlıca demokratik taleplerden birisi olmaya devam etmek durumundadır. Dahası, laiklik, sosyal demokratların muhaliflikleri Sünniliğe muhalefetle sınırlı, azınlık dini çevrelerin bir talebi olmaktan çıkarılıp işçi ve emekçilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir talebi olduğunda, çarpık laik anti-laik saflaşmasının da ciddi bir temeli kalmayacaktır.
Peki, Alevilerin baskı altında bulunduğu ve bir örgütlenme içinde oldukları gerçek değil midir? Elbette Aleviler yüzyıllardır bir devlet mezhebi haline gelmiş olan Sünni mezhebinin daha doğrusu Sünni devletin baskısı altındadır. Ve yukarıda değindiğimiz nedenlerden dolayı da Aleviler, son yıllarda giderek artan bir biçimde Cemevleri açmakta, Dedelik kurumunu, dergâhları ihya etmek için yoğun bir faaliyete girişmektedirler. Öyle ki; on yılların hemşeri dernekleri bile, Alevi çoğunluğun olduğu yerlerde birer Alevi derneğine dönüşmektedir. Ve açıktır ki; bu tutumlarından dolayı Alevi emekçileri, laikliğe katkı yaptıkları için alkışlamak gerekmediği gibi eleştirmek de kimsenin hakkı değildir. Çünkü herkesin şu ya da bu biçimde örgütlenme hakkı vardır. Ama Alevi emekçileri, Dedeler ve Cemevleri etrafında örgütlenmeye çağıran, mezhep birliğini sınıf birliğinin önüne geçiren Alevi aydınları, sözde sosyalistleri ve sosyal demokratları ve her türden burjuva politikacısını eleştirmek, emekçi düşmanlığı ile suçlamak; elbette bütün devrimcilerin, demokratların ve gerçek Marksistlerin vazgeçemeyeceği bir görevdir.

Kasım 1994

İşçi hareketindeki durgunluk üzerine

İşçi ve emekçi hareketi, geçmişten birikmiş ve aktüel olarak yaşadığı sorunlar dikkate alındığında en netameli dönemini yaşıyor. Askeri cunta dönemleri de dahil, tarihinin hiçbir döneminde karşılaşmadığı boyutta saldırılarla yüz yüze. İşten atmalar bütün hızıyla sürüyor. Daha önce bağıtlanmış bulunulan TİS’leri uygulamamakta sermaye hayli kararlı görülüyor. Devam eden TIS görüşmelerinde ise, sıfır sözleşmeden tutun da istenildiği an istenilen süre kadar, ücretsiz zorunlu izne çıkartmaya kadar varan istekler sınıfa dayatılıyor. Sendikasızlaştırmaya dönük saldırılar had safhada. Özelleştirme yasası meclisten çıkıyor, karşısında yasayı geri püskürtecek ciddi boyutta bir karşı koyuş hâlihazırda ortalarda görülmüyor. Sınıftan yana açık tutum alan sendikacılara, işbirlikçi sendika bürokrasisinden yönelen hayasız saldırılar ise, adeta işin tuzu biberi durumunda. Örnekler daha da çoğaltılabilir, ama ne var ki buraya kadar saydıklarımız, işin ciddiyetini kavramak açısından yeterlidir.
Ortada bulunan tablo her ne kadar sıradan insanı karamsarlığa düşürebilecek özellikleri taşısa da, kaba bir olguculuğa düşülmeden durum tam olarak böyle nitelendirilemez. Bir başka deyişle son 5 yılın işçi hareketindeki gelişmeler, hareketin dönemeç noktalan (yükseliş, düşüş yada dibe vuruş anları) ve bu süreçte öne çıkan ve esas olarak sürece damgasını vuran etkenler yeterince, irdelenmeden ve sağlıklı değerlendirmeler yapılmadan varılacak nokta kuşkusuz küçük burjuvanın umutsuzluk peronudur. İş gelip buraya dayandığında, geriye küçük burjuva için sınıfa önerilecek; “yetti de artık”, “parçala”, “yırt at” türünden hamaset edebiyatı kalır sadece. Keskinlikte sınır yoktur; herkes kendi dışında kalana, “oportünist”, “küçük burjuva liberal” vb. damgasını kolayca yapıştırır. Ne var ki, mevcut koşullarda bu türden yaklaşım tarz(lar)ının, işçi hareketinin bugün içinde bulunduğu sorunların çözümüne bir katkısı olmadığı gibi sahiplerine kazandıracağı bir şey de yoktur. Bu nedenle biz, elimizden geldiğince bu kısır tartışmaların uzağında kalmaya özen gösterip, işçi hareketinin sorunlarının çözümüne gücümüz oranında yardımcı olma tutumumuzu devam ettireceğiz.

İŞÇİ HAREKETİ UZUNCA BİR SÜREDİR DURGUNLUK İÇİNDEDİR
İşçi hareketinin karşı karşıya olduğu sorunları kısaca da olsa yazımızın girişinde belirtmeye çalıştık. Durum, düne göre hem daha karmaşıklaşmış, hem de sorunların çözümü daha çetrefil bir hal almıştır. Açık yüreklilikle söylemek gerekir; sermaye cephesi ve sendika bürokrasisi işçi ve emekçilerin aleyhine hayli yol almıştır. Bu sonucun ortaya çıkmasında, başlangıcı ’91 yılına uzanan işçi hareketindeki durgunluk, temel etkeni oluşturmaktadır. Körfez Savaşı bahane edilerek ertelenen grevler ve Zonguldak hareketinde aldığı cephe yenilgisinden sonra işçi hareketi belirgin bir durgunluğun içine düştü. Peşinden gelen işçi eylemleri, nitelik olarak örneğin ’89 Bahar Eylemleri döneminin eylemlerini aşsa da kitleselleşip, genelleşme de ’89-’91 arası dönemin gerisinde kaldı. ’93-’94 1 Mayıs gösterileri, ’93 yaz dönemi toplu vizite eylemleri ve en son 20 Temmuz eylemi kitlesel karakterine karşın hareketin içinde bulunduğu durgunluğu temelden değiştirecek bir kapsam ve niteliğe bürünemedi. Elbette ki bu söylediklerimiz bir bakıma sonuçtur ve işçi hareketi hakkında ortalama bir bilgi ve ilgiye sahip herkes bu sonuca ulaşabilir. Burada; şu an içinde bulunduğu durum, işçi hareketi açısından kaçınılmaz bir durum muydu? Diğer bir anlatımla işçi hareketi bu durumu ters yönde değiştirecek olanaklara hiç sahip değil miydi ki, bu sonuç ortaya çıktı, soruları anlam kazanıyor. Olanakla gerçek arasındaki diyalektik ilişki göz önüne alındığında ve yine, her problem çözüm olanaklarım içinde barındırıp taşıdığına göre, rahatlıkla bu sorulara olumlu cevaplar verilebilir. Ve fakat kesin bir yargı oluşturmadan önce, sürecin temel özelliklerini irdelemekte yarar var.
Bugünü kavramak açısından daha gerilere gitmek gerekiyor; 12 Eylül psikozunu üzerinden ilk atan, sınıfın genç ve ileri kesimi oldu. Türkiye işçi hareketi tarihinde önemli bir yer tutan ’89 Bahar Eylemleri işte bu mücadeleci işçi kuşağının çabaları üzerinde yükseldi. Aynı zamanda sendika bürokrasisinin egemenliğine ilk ciddi darbeleri indiren de yine bu kuşaktı. Dolayısıyla bu işçi kuşağı bu özelliklerinden dolayı salt sermaye ve diktatörlüğün değil, sendika bürokrasinin de birinci hedefi haline geldi. Öte taraftan farklı kanallarda yürüyor olsalar da, gerek Kürt ulusal hareketinin o gün içinde bulunduğu aşama ve gerekse de sınıf hareketinin düzeyi uluslararası sermaye cephesinin dayatmalarını yaşama geçirmede hâkim sınıfları oldukça güç bir durumda bırakıyordu. O nedenle Körfez Savaşı gerekçe edilerek girişilen uygulamalar, salt bir grev ertelemesi olarak nitelenemez. Yanı sıra, ileri işçi kuşağının uluslararası sermayenin çıkarları temelinde tasfiye harekâtıydı da aynı zamanda. Sendika bürokratlarının da yardımıyla yüz binlerce işçi, savaşın hemen ertesinde çok kısa bir sürede kıyıma tabi tutuldu. İster deneyim eksikliği olsun ve gerekse de kendiliğinden hareketin doğal sonucu olsun, neticede, işçi sınıfı ileri ve öncü kuşağını darbelerden koruyup peşinden gelen döneme devretmeyi başaramadı. Mücadelede deneyimli unsurlarının hemen çoğunu yitiren işçi hareketi, adım başı bu durumun yol açtığı zaafı yaşadı. ’91 Genel Seçimleri’nden sonra kurulan DYP-SHP koalisyonunun, yığınları beklenti içine sokmada kaydettiği görece basanda, işçi ve emekçiler içinde hükümetin gerçek yüzünü deşifre edecek teşhir ve ajitasyon faaliyetinin yeterince örgütlen(eme)memesinin payı büyük oldu. Burada da ileri işçi kuşağının fabrikalardan tasfiye edilmiş olmasının rolünü görmek gerekir.

GELENEKSEL SOL YAKLAŞIM

İşçi hareketi böylesine çalkantılı bir dönemi yaşarken, sınıf hareketi üzerine sayfalarca dolusu yazı yazan geleneksel sol anlayış ise, ortadaki tüm olgulara sırtım dönerek kendi bildiği yolda yürümeye devam etti. TKP’den miras üst tabaka devrimciliği, hükmünü icra eyledi; bol bol akıl verildi. Hareketin sunduğu bütün olanaklar, ya görmezden gelindi ya da tu-kaka ilan edilerek reddedildi. İşçi hareketinin doğal seyri içinde mücadeleci kesimlerce gündeme getirilen ve doğru tarzda kullanıldığında, sınıfın bağımsız bir hareket olarak örgütlenme bilincini geliştirmede önemli işlevler görebilecek işçi platformları gibi araçlar, “sendikalizmin batağı” olarak nitelendi.
Bazılarının bugün 180 derece bir dönüşle bu tür oluşumlara balıklama dalma çabalarının altında yatan gerçek, doğruları görmelerinden sebep değildir. İşçi hareketi üzerine “geliştirdikleri” teorilerinin yaşamın pratiği taralından ıskartaya çıkarılmasından sonra tutunacak dal arama kaygısıdır. Ne ki, kimileri için bu da bir gelişme sayılmalıdır ve dileriz kerhen de olsa geldikleri noktadan daha geri düşmezler. Kısaca söylemek gerekirse; var olabildiği kadarıyla geleneksel sol anlayış, sınıf içinde “suni bölünmelere” kaynaklık etti. Bir yanıyla işçi tarzından uzak küçük burjuva mücadele ve örgüt biçimleri dışardan dayatılma-ya çalışıldı ve yaşam bulabildiği her yerde sınıfın güçlerini dağıtıcı bir rol oynadı; bir yanıyla da sendikalizmin labirentlerinde sınıfın birikim ve enerjisi heba edildi. Ağırlıklı olarak bu durum günümüz işçi hareketinde de varlığını devam ettiriyor ve sorunların kavranmasındaki sığlığa zemin teşkil ediyor. Bu konuya sonra yeniden dönmek üzere şimdi, günümüzde yaşanılan bazı sorunlara dikkat çekmeye çalışalım.

SENDİ KA(CI)LARA YÖNELEN SALDIRILAR ULUSLARARASI BOYUTLUDUR
Son günlerde işçi sınıfı ve sendikal hareketin üzerinde en çok tartışma yürüttükleri konuların başında; Konfederasyon ya da Genel Merkez bürokratları tarafından, sınıftan yana tutum alan sendika ve sendikacılara yönelen saldırılar geliyor. Muhtelif sebepler öne sürülse de cezalandırılan eylem türleri ve sendikacılara bakıldığında, saldırıların tek merkezden yürütüldüğü kesindir. Tek başına zamanlama açısından ele alındığında dahi, bunun böyle olduğu kolayca görülebilir. “Ya bitecek ya bitecek” çığlıkları eşliğinde Kürt köylerinin yakılıp yoksul köylülerin zorla göçertildiği, bombalar ve en modern imha silahlan eşliğinde Kürt illerine “Tenkil seferleri” düzenlendiği, özelleştirmede sermaye cephesi ve burjuvazinin ve onların partilerinin istinasız tüm işçi ve emekçilere kılıç çektiği bir zaman diliminde hız kazanan bu saldırılar öyle bazılarının öne sürdüğü üzere, sendika bürokrasisi arasında devam eden bir rekabet savaşı olmadığı gibi, salt “milli menşeli” bir saldırı da değildir. Uluslararası talan ve yağmanın önündeki engellerin kaldırılması, yolun düzlenmesi için uluslararası emperyalizmin, dünya proletarya ve emekçilerine yönelen saldırılarının bir parçası olarak gündeme gelmektedir ve uluslararası bir boyuttadır. Son dönemde özellikle bizim gibi emperyalizme bağlı ülkelerde, proletaryanın politik örgütlerine ve özellikle bu örgütlerin kurmay merkezlerine yönelik, uluslararası bağlantılı olarak çok yönlü bir saldın ve imha planı devrededir. Sendika yönetimleri ve sendikacılar da egemenlerin nasırına bastığı oranda payına düşeni almaktadırlar. Ortadaki hesap aslında çok basit bir savaş kuralıdır; düşman ordularının yönetici kurmayı ve önderlerini, her ne yolla olursa devre dışı bırak ve düşman ordularını teslim al. Yapılmak istenen tam da budur. Sendikal hareket açısından ele alındığında, bürokratları zaten parayla teslim alıyorlar. İş; dürüst, sınıfa yakın sendikacı ve öncü işçileri bir biçimde etkisizleştirmeye kalıyor. Eğer, buna sessiz kalınır, gerekli cevap verilemezse hiç kuşku duyulmasın ki, daha büyük saldırıların önü açılmış olacaktır. Şu anki tüm gelişmeler ve olgular böyle söylüyor.
Saldırıların bir (ve en önemli) boyutunu da, Sendika Şubeleri Platformu’na yöneleni oluşturuyor. Türk-İş ve birkaçı hariç, bütün sendika genel merkezleri bu dönem, şubeler platformlarının üzerine hışımla geliyorlar. Çünkü en son 20 Temmuz eyleminin kanıtladığı gibi; bu oluşumlar, hem daha bugünden önemli bir sayıda işçiyi yönlendirebiliyor ve hem de giderek geleneksel işbirlikçi sendikal çizgiye alternatif oluşturuyorlar. Dahası, Şubeler Platformları kendi zayıflıklarına ve tereddütlü tutumlarına son verebildiği oranda, işçi sınıfının gözünde, gerçek örgütlenme ve mücadele merkezi haline geleceğini görmeye ve buna uygun adımlar atmaya başladı. Bu durum, egemenlerin gözünde bu tür oluşumları dağıtılması gereken şer yuvalan haline getirdi. Şimdiden valilik ve emniyet müdürlükleri devreye sokuldu bile.

ÖNCÜ KUŞAĞIN MUHAFAZASI İSTİKRARIN TEMİNATIDIR

Gerek hareketin durgunluk içine düşmesinde ve gerekse de içine girilen durgunluğun uzun sürmesine bağlı olarak; sermaye cephesinin mesafe kat etmesinde, geçmiş dönemdeki ileri işçi kuşağının tasfiye edilmesinin önemli bir payı olduğunu belirtmiştik. Vurgulamak gerekir ki; bugün bu sorun, daha da yakıcı bir hal almıştır. Çünkü geçen süre içerisinde burjuvazi, kendi eksik yönlerini görmüş, bağrında açılan gedikleri elden geldiğince kapatmaya çalışmış, kendini yeni döneme uygun olarak mevzilendirmiştir. Buna karşın işçi hareketinin saflarında var olan dağınıklık sürmektedir. Açıktır ki, sınıftan yana sendikacılara ve ileri işçilere dönük saldırıları geri püskürtecek ciddi bir direnme örgütlenemezse, burjuvazi tek tek istemlerini yaşama geçirecektir. İşçi hareketi bugüne kadar ne çektiyse istikrarsızlıktan çekti. Bir dönem boyunca bağrından çıkardığı öncü ve mücadeleci unsurları çok kolay kaybetti. Hareketin istikrarının temeli olacak bu unsurları, eğitip bir sonraki döneme devredemedi. Üstelik bu kayıp, henüz politikleşmemiş bir işçi hareketinde ortaya çıktığında sonuçları çok daha tahripkâr oldu/olmaya devam ediyor.
Temel karakteristik özelliği kendiliğinden bir işçi hareketinde ve üstüne üstlük kitleler halinde işçi kıyımının gerçekleştiği bir yerde, bu ne oranda mümkündür? Elbette bu sorunun kesin çözümü işçi hareketinin politik bir hareket düzeyine gelmesiyle sıkı bir ilinti içindedir. Ancak bugünden yapılacak çok şeyler var. Aslına bakılırsa uzun uzadıya tartışmanın bir gereği de yok, çünkü işçi hareketi bugünden bu sorununu çözmede kullanabileceği araçları ortaya çıkardı sayılır. Gerisi bu araçlardan en yararlı tarzda yararlanma becerisinin gösterilmesine kalmış. Sınıf hareketindeki gelişme ve değişkenliklere bağlı olarak yarın farklı şeyler ortaya çıkabilir, ancak bugünden söylenecek olan, diğer şeylerin yanı sıra, Sendika Şubeleri Platformları’nın bu noktada reddedilemez önem ve özelliğe sahip olduklarıdır.
Ne var ki, Sendika Şubeleri Platformları, mevcut yapısı ve çalışma tarzı itibariyle bu görevin altından kalkacak sağlandıkta görülmüyor. Bu güne kadarki izlediği pratik, onu işçi sınıfı mücadelesinde vazgeçilmez kıldığı gibi, bir bütün olarak eksik ve zaaflarını da ortaya çıkardı. Sendika bürokrasisinin bu kadar güçlü mevzileri elinde tuttuğu bir sendikal harekette salt şube yönetimlerinden teşekkül etmiş bir oluşumun üstlendiği görevleri tam anlamıyla yerine getirmesi mümkün değildir. O, kendisini, kendi varlık temellerini dayandırdığı yerel işçi hareketinin (giderek ülke çapında) mücadeleci tüm unsur ve dinamiklerini kapsayan bir yapıya kavuşturmalıdır. Verili koşullarda ancak bunu başarabildiği oranda işçi sınıfı, mücadeleci unsurlarını darbelerden koruma olanağına kavuşacak, hareketteki istikrarsızlığı alt etmede önemli bir adım atmış olacaktır.
Sonuç olarak, geleneksel sol’un örgüt ve mücadele anlayışı, işçi hareketinin son yıllardaki pratiğinin de gösterdiği gibi iflas etmiştir. Anarko-sendikalist tutumlar ve “uvriyerizm”le varılacak bir yer yoktur. Özellikle sınıfın uyanış içine girmiş unsurları, son yıllardaki işçi hareketini söylenenlerin ışığında yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmalıdırlar. Durgunluktan çıkmak, sınıf hareketine istikrar ve itilim kazandırmak için en başta işçi sınıfına dışardan “eylem” ve “örgüt” biçimi empoze etmekten vazgeçilmelidir. Hareketin kendisi, dün olduğu gibi bugün de geniş olanaklar sunmaya devam ediyor. Marksistlere düşen, sınıf hareketinin siyasal bir hareket düzeyine gelmesine hizmet- edecek tarzda, politik teşhir ve ajitasyon faaliyetini yoğunlaştırmak ve bağımsız bir sınıf hareketi oluşturmada gerekli araç ve platformları yaratmada işçi hareketine yardımcı olmaktır. Varsın küçük burjuvalar kendi hayal dünyasında yaşamaya devam etsinler, işçi sınıfının onlardan öğreneceği hiçbir şey yoktur. O, kendi deneylerinden öğrenmesini bilerek devrimci yolunda yürümeye devam edecektir.

Kasım 1994

Kavram kargaşası ve İdeolojik-politik mücadeleye etkileri

Sınıf mücadelesine sahne olan sınıflı toplumlarda, ezilen sınıf ve halkların temsilcilerinin, seslendikleri kitleye amaç ve hedeflerini açık ve anlaşılır bir biçimde anlatması, mücadelenin başarısı için zorunludur. Buna rağmen burjuva platformda kalışı ifade eden kimi kavram ve ifadeler devrimci literatüre, devrimci yazına sızabilmektedir. Kimi durumlarda bu, sınıf farklılıkları ve çatışmalarının üstünü örten sözde devrimci bir söylem üzerinde burjuvaziyle buluşmaya götürebilmektedir de. Son dönemlerde, etkileri komünist gençliğin saflarına dek uzanan ve uyanış içerisindeki işçi devrimci ve gencin bilincinde bulanıklık yaratmaya neden olabilecek kimi kavramların açıklığa kavuşturulması bu bakımdan bir gereklilik haline gelmiştir.
İnsanın doğayla ve diğer canlı türleriyle mücadelesinin toprağa yerleşik gruplar ve avcılar biçiminde ayrışmalarına yol açtığı dönemden başlayarak günümüzün modern kapitalist toplumuna gelen sürecin sınıflı toplumlar tarihi olarak yaşandığı her alt üretim tarzı ve toplumsal sistemden “üst” ve daha ileri üretim tarzı ve toplumsal sisteme geçişin, sınıf mücadelesinin ürünü olduğu ve toplumlar tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşandığı burjuva devrimleri döneminin “reel” iktisatçıları ve burjuva bilim adamları da kabul ediyorlardı. Ne var ki, toplum tarihini “sınıf mücadeleleri tarihi” olarak görmek, kapitalist toplumun iki ana sınıfı burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadeleyi, sınıf mücadelesi saymak bu çelişme ve mücadelenin zorunlu olarak proletaryanın sınıf egemenliğine uzanacağı kabulünü de ön gerektiriyordu. Burjuva bilim adamları, profesörleri ve iktisatçıları ise ekonomik toplumsal gelişmeyi kapitalizm ve burjuvazinin egemenliğiyle noktalama, daha ötesinin olmadığı ve olmayacağını herkese benimsetme çabasındaydılar. Burjuva politikası ve iktisadı, kapitalizmi ebedi, evrensel ve aşılamaz son toplumsal sistem olarak sunarak, tarihi noktalamak istiyordu. Bu idealist mantık yürütmenin bir ihtiyaca karşılık düştüğü, bir sınıf tutumunu yansıttığı; “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganıyla toplumun ezilen kesimlerini yanına alarak feodal despotizmi yıkan burjuvazinin, bu kez üretim araçlarının sahibi olarak egemen sınıf konumunu koruma ve sürdürme amacıyla toplumsal gelişmenin yasalarını “durdurma” çabasından kaynaklandığı açıktı. Bu mümkün müydü, hayır!
Kapitalizm, üretim araçlarının burjuva özel mülkiyeti ve üretimin toplumsal niteliği arasındaki çelişki nedeniyle onmaz bir hastalıkla “malûldü” ve ölümlüydü. Kapitalizm, zorunlu olarak sayısı giderek artan proleteri bir araya getiriyor, onları aynı fabrika ve ünitelerde topluyor, makinelerin hareketiyle uyumlu bir “çalışma disiplini”ne bağlıyordu. Kapitalizmin başka tür bir gelişme yolu yoktu ve kendi “mezar kazıcılarını yaratmak ve güçlendirmek zorundaydı. Kapitalizm, gelişmesi içinde diğer toplumsal kesimlerden kişi ve grupları iflasa sürükleyerek proletaryanın saflarına katarken, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin bir devrimle ve proletaryanın iktidarı almasıyla çözümünün koşullarını sürekli olgunlaştım. İşte bu yasanın önlenemez işleyişi ve işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadeleye atılması, burjuvazinin toplumsal gelişmeyi durdurma anlamı taşıyan proletarya ve devrim karşıtı iddialarla ve baskı yöntemleriyle ortaya çıkmasına yol açtı. Bu tutum ve yöntemler bugün çok daha fazla geliştirilmiş ve boyutlandırılmıştır.
Burjuvazi, bir yandan proletarya ile diğer emekçi kesimler üzerinde zor uygularken, öte yandan “ortak çıkarlar” ve “milli birlik” demagojisiyle sınıf ayrımlarını perdelemeye, kendi egemen sömürücü konumunu sürdürmeye, proletaryanın ücretli kölelik zincirleriyle bağlı kalmasını sağlamaya çalışmaktadır.

CEPHEDEN SALDIRININ YETERSİZ KALDIĞI YERDE SIZMA VE İÇERİDEN KUŞATMA ÇÖKERTME YOLU SEÇİLDİ:
Proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf olarak çıkışı ve Marksizm’in kapitalist toplumu materyalist tahlille, çelişkilerini sergilemesi, bu çelişkiler nedeniyle önünde sonunda bir devrimle burjuva-kapitalist sistemin yıkılacağını ortaya koyması ve proletaryanın Kıta Avrupası’nda birbirini izleyen devrimci harekeden, 1830, 1848 ve bir dönüm noktası olarak Paris Komünü deneyi; burjuvazinin proletarya hareketine karşı karşı-devrimci mücadele yöntemlerini geliştirmesi ve genişletmesine yol açtı. Burjuvazi, artık salt karşıdan saldırarak değil, içeriden kuşatarak, çürüterek çökertmeyi gereksiniyordu. Alıklaştırma, saptırma ye satın alma amaçlı çok boyutlu bir plan çerçevesinde, burjuvazinin ekonomik-politik gücü harekete geçirildi. Proletaryanın toplumun diğer kesimleriyle ilişki içinde olması ve küçük burjuvazinin değişik katmanlarının proletaryanın saflarına katılması (itilmesi), burjuvazinin proletarya üzerinde etki yaratmasının olanaklarını daha da genişletmektedir. Ayrıca kapitalizmin üretim alanı ve işkolu düzeyinde dengesiz gelişmesi ve bizzat kapitalist sömürü, bir işçi aristokrasisi tabakasının yaratılmasını ve buna dayanılarak, proletarya üzerinde burjuva etkisinin geliştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Proletarya-burjuvazi çelişkisinin ve işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin gelişme sürecinde, özellikle de sınıfın kendi bilimi olan Marksizm’le buluşmasından itibaren, proletarya mücadelesini içten bölme ve zayıf düşürme çabaları yoğunluk kazandı. İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi, burjuvazi adına bu görevi üstlenirken, uluslararası burjuvazi, politik partileri aracılığıyla doğrudan proletarya ve emekçilere seslenerek onları çeşitli vaatlerle aldatıp sistem içinde tutmanın çabasını da artırdı.
Oportünizm, proletaryanın burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadelesini saptırma politikası olarak, sınıf hareketi içine, burjuvaziyle doğrudan ilişkili olan, küçük burjuva tabakaları, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi tarafından taşındı ve sınıf hareketinde tahribatlar yaratması sağlandı. İşçi sınıfının mücadelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan sınıfın mücadele ve örgütlenme merkezleri işlevi gören sendikaların, burjuva çizgiye çekilmesi, proletarya mücadelesini zayıflatmanın etkili bir yoluydu ve burjuvazi bunu bir olanak olarak değerlendirmeyi her zaman önemsedi. Burjuvazi, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve artı-değer sömürüsüne dayanan kapitalist toplumun çelişkilerinin onu yıkıma sürüklediğinin bilinciyle hareket edip sistemini yaşatmak için ajanlarını proletarya saflarında mevzilendirirken, proletaryanın “kendisi için sınıf olma” bilincine varmasının, kendi sınıf ideolojisi olan ve proletaryanın devlet olarak örgütlenmesi yoluyla kapitalizmi, sınıfları ve sömürüyü tasfiye ederek insanlığı “altın çağa” taşımasının bilimi olan Marksizm’le birleşmesinin önünü kesmek için, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganında içerilmiş bulunan “ulvi” değerleri ayaklar altına alıp çiğnemekten ve zor yöntemlerini daha fazla devreye koymaktan da geri durmadı.
Burjuvazinin ve önce işçi sınıfı hareketi içindeki uzantılarının; proletaryanın, toplumun tüm ezilen ve sömürülen kesimlerini etrafında toplayarak devrime yürümesini engellemek amacıyla başvurdukları yöntemlerden biri de, bilinç bulanıklığı yaratmak, Marksizm’in sınıf mücadelesine ilişkin tezlerinin, kavramlarının, dahası tüm öngörülerinin etkisizleştirilmesi, ölü bir dogmaya dönüştürülerek burjuvazi için kabul edilebilir hale getirilmesidir. Burada daha çok “sol” maskeli liberal-burjuva aydın çevreleri, küçük burjuva “sosyalist”leri, burjuva “işçi partileri” ve sendika ağaları devreye girmektedir. Onların elbirliğiyle yaptıkları esas şey, “yeni dönemin özellikleri” demagojisiyle çağın değiştiği, sınıf mücadelesinin “tarihe karıştığı”, uyum ve uzlaşmanın zorunlu hale geldiği ve devrime “gerek kalmadığı” düşüncesini işçiler ve toplumun diğer kesimleri içerisinde etkili kılmaktadır. Üstelik bunu, “işçiler adına” ve tüm toplumun çıkarları için(!) yapmaktadırlar. “İşçiler adına” ve toplumun ezilen kesimlerinin saflarında burjuvazinin sınıf çıkarlarını ve kapitalizmin devamı için girişilen bu “cephe içi” saldırılar, işçi sınıfı ve emekçiler tarafından kavranmadığı sürece, mücadelenin önündeki barikatların yıkılması ve sınıf hareketinin sosyalizmle birleşmesi; sınıfın kendi partisinde örgütlenmesi, sınıf mücadelesinin ve devrimin yasalarının bilgisiyle donanması zordur. Bu çevreler, tarihsel, toplumsal ve sınıfsal gerçekleri çarpıtarak aktarmakta, olguları ve gelişmeleri örtmekte ve yığınları aldatma yoluyla burjuvaziye hizmet etmektedirler. Üzerinde birleştikleri ortak payda, sistem içi reformlar yoluyla çalışma ve yaşam koşullarının nispi iyileştirilmesinden öteye geçmeyen kapitalizm ve burjuva sınıf egemenliği savunuşudur. Örneğin, ülkede demokratik haklar gasp edilmiş ve koyu bir baskı sistemi mi sürüyor; onlar, burjuva parlamentosu ve hükümeti eliyle baskı yasalarının “yumuşatılmasını” esas alan bir “mücadele” çizgisini, işçilere “devrimci çizgi” olarak sunarlar. Azgın kapitalist sömürü, yığınların yoksullaşması ve aşırı üretim nedeniyle çıkmaza sürüklenmişse, işçilerden “devrim ve mücadele” adına kapitalistlerin durumunu gözetmelerini isterler. Emekçilerin özgürlük ve demokrasi talebiyle ayağa kalkmalarından duydukları ürküntüyü, “aman faşizm gelir, elimizdekini de alır” lafazanlığıyla örtmeye çalışırlar. Baskı altındaki ulusların ulusal hak eşitliği talebinin, işçi ve köylülerin emperyalizmden kurtuluşu mücadelesine genişlemesinin önüne geçer ve burjuva devlet kurumlarının işlemeye devam ettiği sistem içi “çözümleri” gerçek bir çözüm gibi göstererek, ezilen ulusun emekçilerini burjuva-emperyalist sisteme bağlamaya çalışırlar. Burjuva reformculuğunu işçi hareketine egemen kılmaya çalışan bu çevreler, işçi sınıfının bütün emekçi yığınların devrimci uyanışını sağlayarak, kendisiyle birlikte yığınları mücadele içerisinde eğitmek ve burjuva diktatörlüğüne karşı, devrimci kalkışmaya sürüklemek için içine girdiği süreci kesintiye uğratmak istemektedirler.
Oportünizm, burjuva uzlaşmacılığıdır, sınıf çelişkilerinin üstünün örtülmesi yoluyla devrimin yadsınması ve olanaksızlaştırılmasının politikasıdır. Proletarya ve emekçilerin sınıf düşmanlarının aklanması ve burjuva devletin devamı için yolun düzlenmesi uygulamasıdır. Oportünizm ve burjuva uzlaşmacılığı; örneğin, bunalım içindeki kapitalizmin ve Türkiye egemen sınıflarının “fedakârlık” çağrılarına “işçi cephesi”nden olumlu cevap vererek, mücadeleden geri durmadır; sınıfın sendikal örgütlerinin gasp edilmiş olmasının avantaj sayılıp, işçi-emekçi hareketinin burjuva devlet ve hükümete peşkeş çekilmesidir. Oportünizm ve reformculuk, sınıf adına sınıfın kurtuluş davasının, burjuva kanallarda boğulmasıdır. “Devrimci sendikacılık” demagojisiyle, işçi hareketini kapitalizme bağlarken, burjuva devletinin, emperyalist-kapitalist ve egemen ulus milliyetçiliğinin en bağnaz-ırkçı faşistlere taş çıkartan savunucularını, Ecevit ve partisini “emekten yana” gösterip, onları destekleme çağrısı yapmaktır.
Değişik gruplar içinde ve çeşitli nüanslarıyla burjuva akımlar, Türkiye’deki ve Kürt illerinde işçi-emekçi hareketini bozuşturup-yozlaştırmanın uğraşı içindedirler. Onun bir türü, işçi hareketinin zaaflarını fırsat sayarak, her grubun kendisine bir “güç” süsü vererek ve başkalarıyla “birleşme” pazarlığı yaparak, dar çerçevede bulanıklığı seven bir enkaz durumundadır; bir diğeri, düzenin bazı kurumlarına ve sistem savunucusu partilerden bazılarına dayanarak, aynı düzenin diğer bazı kurum ve güçlerine karşı “mücadele”den, işçiler ve emekçiler “yararına” sonuçlar elde etme çabasındadır. Kendisine, yurtsever, ulusal kurtuluşçu, devrimci ve sosyalist diyen bu türün temsilcileri, örneğin, kapitalizmi ve burjuva devleti, devletin temel kurumlarını savunduğundan kimsenin kuşku duymaması gereken C. Boyner’in, A. Menderes’in, Y. Bozkurt Özal’ın “ülkücü-milliyetçi” Yazıcıoğlu’nun, emperyalizm politikaları doğrultusunda, devletin ve hükümetin kimi politikalarına, yönelttikleri itirazdan hareketle, onları “demokrasi cephesi”nin güçleri ilan etmekte, “resmi ideolojiye” ve “statükoya” karşı(!) kesimler olarak kucaklamaktadırlar. Uluslararası burjuvazinin ve emperyalist gericiliğin farklı kesimlerinin çıkar çatışmaları ve politik çelişmelerine bağlanan bu politika, burjuvazi-proletarya çelişkisini gizlemekte, proletarya ve emekçileri, sistemin ve devletin savunucusu güçler ve partiler üzerinden, kapitalizme ve burjuva diktatörlüğüne bağlamaktadır.
“Sol” maskeli oportünizmin hareketi yozlaştırma-bozuşturma kapsamında başvurduğu yöntemlerden biri de, devrimci literatürün sıradan işçi ve emekçiler açısından içinden çıkılmaz hale getirilmesidir. “Sol” maskeli oportünizm, bir yandan sınıf mücadelesinin ve devrimin temel kavramlarının içeriğini boşaltır ve örneğin, işçi sınıfı yerine “çalışanlar sınıfı” gibi türemelere giderken, öte yandan uyduruk kavramları literatüre sokmak için çaba göstermektedir. “Çalışanlar partisi”, “halkın devleti” vb. kavramların bulanık içeriği gibi, son dönemlerde Kürt burjuva milliyetçi hareket tarafından “türetilip”, “sosyalist olma” iddiasındaki bir dizi küçük grupçuk tarafından da hararetle benimsenen “resmi ideoloji”, “kirli savaş” vb. kavramları da Marksist devrimci literatürü bozmaya yönelik girişimler saymak gerekir. “Resmi ideoloji” kavramının “mucidi”, “bilim adamı” olma iddiasındaki İsmail Beşikçi’dir. Beşikçi, toplumların sınıflara bölündüğünü ve her sınıfın bir ideolojisi bulunduğunu; insanlığın, kapitalizmin tarihinde proletarya ve burjuva ideolojisi dışında üçüncü bir ideoloji üretmediğini; burjuva devletin, burjuva kurum ve kuruluşların burjuva ideolojisini savunduğunu; işçi sınıfı ideolojisinin ise tarihin diyalektik materyalist yorumuna dayanan Marksizm olduğunu biliyordu. Ama o, devletin Kürt politikasını vurgulama gerekçesiyle ve Marksizm-Leninizm karşıtı politik çizgisi nedeniyle, “resmi ideoloji” kavramını tercih etti. Sonrasında bu kavram, özellikle Kürt burjuva milliyetçi yayın organlarında hemen her yazıda, makale veya haber-yorumlarda kullanılır oldu. Kuşkusuz bu kavramın bu tarz kullanılması, burjuva kurumlar ve burjuvazinin değişik kesimleri arasında ve sözde onlara denk düşen ideolojik tutumlar arasında tercih anlayışından kaynaklanmaktadır. Kullanıcılarına göre, resmi ideoloji devlet çizgisine ve “resmi olmayan” ise devlet dışı bir tür “kabul edilebilir ideoloji”ye denk düşmektedir. Bu kavram üzerinden “sivil toplumculuk” savunusunun da yolu açılmaktadır. Yüzeysel olarak ele alındığında, “resmi ideoloji” ya da örneğin “kirli savaş” kavramları bir ajitasyon vurgusu görünümü altında hoşgörüyle karşılanabilir görülse de, gerçekte bu gibi kavramlar sınıfın devrimci mücadele perspektifini bulanıklaştırmaya ve Marksist terminolojiyi tahrifata hizmet etmektedir. Bu kavramları kullananların, SHP, DYP, ANAP ve MHP’yi “resmi ideoloji”nin temsilcileri ve fakat Boyner’in, Yazıcıoğlu’nun, Bozkurt Özal’ın parti ve gruplarıyla Refah Partisi’ni “resmi ideoloji” karşıtları sayması ve ikincilerle ittifak arayışına girmesi, politik mücadelede burjuvazinin bir kesimiyle birleşmeyi ifade etmektedir. Gerçekte ise; ikincilerin de birinciler gibi devlete, onun kurumlarına ve sisteme sahip çıktıklarından kuşku duyulamaz. “Sivil ideoloji”(!) temsilcileri sayılan ikinci gruptakiler, Türkiye ve Kürt illerindeki gelişmeleri ve işçi-emekçi yığınların devlet ve burjuva partilerine güvensizlik duymalarından hareketle, siyasi özgürlükler ve Kürt sorununda “daha demokrat” bir görüntü vermelerinin “resmi ideoloji” savunucularının dışında ve “demokrasi cephesi” içinde görülmelerine yol açabilmektedir. Bu aynı anlayışın, bir süre önce “Kürt realitesi”ni tanıdıklarını ilan ederek, Kürt emekçilerini burjuva partileri aracılığıyla devlete bağlamayı hedefleyen Demirel-İnönü ikilisine de “şans tanımak”tan söz ettiği anımsanırsa, sorunun tesadüfî ya da geçici olmadığı daha iyi görülür. Burjuva ideolojinin “resmi ideoloji” karşıtları(!) tarafından benimsenip-savunulduğuna itiraz olmadığına göre, bunların, örneğin, burjuva devletini ve kapitalist özel mülkiyet sistemini savunup savunmadıklarına kuşkuyla bakılıyor ve en hafifinden, işçi sınıfına, emekçilere ve Kürt halkına sermaye ve devletin bu “demokrat” temsilcileriyle uzlaşma, işbirliği öneriyor demektir. Kısaca, militaristlere karşı sözde militarist olmayan “sivilciler”le aynı cephede birleşiliyor. Ve zaten Beşikçi, resmi ideolojinin “ordu ideolojisi” olduğunu söylüyor. Sanki ordu, MGK ve Genelkurmay, sermayeden bağımsız ya da sermayeye de karşı kurumlarmış veya sermayenin sivil temsilcileri, resmi temsilciler olamazmış gibi bir görünüm yaratılıyor. Sermayenin üniformalı ve üniformasız temsilcileri arasında var olduğu ileri sürülen bu “fark”, ilerici veya karşı-devrimci oluşun kıstası da sayılabiliyor.
Kuşkusuz burjuva ideolojisinin farklı politik biçimler içinde savunulması ve topluma şırınga edilmesi mümkündür ve burjuvazinin farklı politik grupları, reformist, faşist, dinci-gerici, liberal vb. politik partiler arasında, boyutları sınıf mücadelesinin yükselmesi ve çelişkilerin keskinleşmesine bağlı olan sert tartışmalar, silahlı çatışmalara varan çelişmeler meydana gelebilir. Bu gibi durumlarda devrimci tutum, burjuvazinin -günümüzde tekelci burjuvazinin- herhangi bir kesimini demokrat ilan edip onunla birleşme, ittifak yapma durumuna düşmeden tekelci burjuva gruplar arası çelişkilerden, onun sınıf egemenliğini yıkmak amacıyla yararlanmayı, devrimi ilerletecek çizgide yürümeyi gerektirir. Burjuva ideolojinin değişik politik renkleri ve burjuva siyasal-askeri güçler arasında ittifak gücü aramak ise, işbirlikçilik ve burjuvazinin yedeğine düşmeye götürür. Burjuva diktatörlüklerinde ordunun, devletin temel ve en gerici kurumu olması ve devletin politikasının belirlenmesinde birinci derecede rol oynaması gerçeğinden hareketle, Kürt sorununda sorumluluğu ya da “resmi ideoloji” denilen burjuva ideoloji savunuculuğunu orduyla sınırlamak, ordu dışı burjuva kurumları aklamaya da yol açmaktadır. Burjuva sınıf egemenliği koşullarında, topluma egemen olan burjuva ideolojidir ve o, militarist ya da “sivil” politik güçler tarafından, her noktasında topluma empoze edilmektedir. Bu, burjuva ideolojisine karşı mücadelenin hangi kapsamda yürütülmesi gerektiği konusunda da fikir vermektedir.
Oportünist tahrifatlar, yığınları aldatma ve hedef saptırma çabasındaki burjuva-emperyalist gericiliğe, cephe gerisinden verilmiş desteğin de ifadesi olabilmektedir. Yaygın olarak bilinen ve Kautsky’nin başını çektiği “sosyal yurtseverlik” ya da savaş gerekçesiyle “kendi” burjuvazisiyle birleşme örneğinin, salt tarihsel geçmişte kaldığını düşünmek doğru değildir. “Üç dünya”cılar, emperyalizm ve burjuvaziyle birleşme ve ittifakın teorisini savunmakla kalmayıp onu pratiğe de geçirdiler. Bugün de burjuvaziyle uzlaşmanın teorisine soyunup, burjuvazinin çeşitli bölükleri arasında ittifak arayışına çıkanlar az değil. İşbirliği ve uzlaşmacılık, sınıflar gerçeği göz ardı edilerek sınıfların üretim araçları karşısındaki durumları ve çıkar farklılıklarının üstü örtülerek ve çoğu kez “ülkenin” ya da “ulusun çıkarları” adına pratiğe geçirilmektedir. Bu, aynı zamanda burjuva gericiliğinin, sermaye cephesinin temsilcilerinin, kapitalist kölelik sistemini yaratmak amacıyla sürekli gündemde tuttuğu “uzlaşma” ve “milli birlik ve bütünlük” çağrılarının ezilen kitlesi içinde yankı bulmasına, “devrimcilik” ve “yurtseverlik” adına verilmiş bir desteğin de ifadesi olmaktadır. Bayram Meral’in, işçileri devlet ve burjuvazi yararına “fedakârlığa” çağırarak, toplusözleşme haklarının rafa kaldırılmasına imza atmasının ya da DİSK’in ve Kristal-İş yöneticilerinin, tekelci sermaye temsilcisi TİSK Genel Sekreteri Kubilay Atasayar’ı bile güldüren ve işçilerin % 50-70’inin “ev sahibi olduğu”, % 42’sinin son iki yılda “tasarruf yaptığı”, ev, araba vb. aldığı, % 91’inin verimlilik ve kalite artışı için sendika-işveren işbirliğini savunduğu ve % 76’sının sendikaların toplusözleşmelerde işverenlerin kâr-zarar bilançosunu gözetmelerini istedikleri iddiaları üzerinde oluşturulan sözde “araştırmaya” dayanarak, uzlaşma ve işbirliğine maddi dayanak aramalarının veya Kürt işçi ve emekçilerin iş-ekmek, toprak vb. sorunları bulunmadığı iddialarının birleşme noktası sınıf işbirliği ve burjuvaziye teslimiyettir. Sermayenin doğrudan temsilcileri “uzlaşma” çağrılarını faşist ve gerici zor uygulamasıyla dayatırken; sınıf ve halk “adına” hareket ettiklerini iddia eden reformcu, burjuva, küçük burjuva mihraklarla sendika ağaları, uzlaşıcı, işbirlikçi çizgilerini koşullarla, ülkenin ya da ulusun “içinde bulunduğu durum”la izah etmeye çalışmaktadırlar. Bir örnek olsun, işçi sınıfı ve emekçi halk yığınlarının sürekli yoksullaştığı, enflasyonun yüzde 100’lerden aşağı düşmediği, uygulanan ekonomik politika sonucu ’89’da 989 bin, ’90’da 1 milyon 154 bin, ’91’de 1 milyon 86 bin, ’92’de 992 bin, ’93’te 928 ve ’94’ün ilk altı ayında 700 bin kişinin işini kaybettiği, -bunların bir kısmının yeniden bir başka işe girdiği ve simit, bilet, tespih satıcılığı gibi işporta işi yaptığı düşünülebilir- satın alma gücünün yalnızca son bir yılda % 60 düştüğü koşullarda, birileri 100 kişilik bir “seçme” grup üzerinde yaptığı sözde araştırmaya dayanarak, “işçilerin artık kaybedecekleri şeyleri var” biçimindeki burjuva ideolojiyi ispatlamaya çalışmakta ve “işçi-işveren işbirliğinin” savunusuna dayanak aramaktadırlar. Örnekler çoğaltılabilir, ancak biz çarpıcı olması açısından farklı bir örnekle yetineceğiz. Örnek şu; son yıllardaki kapitalist bunalımın derinleşmesine koşut olarak, giderek yaygınlaşan rant, faiz, repo oyunları, vurgun, hırsızlık ve rüşvet olaylarının, kapitalist özel mülkiyet sisteminin ürünleri olduğu gerçeğinin üstünü örtmek amacıyla, burjuva parti sözcüleri ve tekelci basın-yayın organlarının temsilcileri, tamamen sahte ve hedef saptırıcı bir kampanya başlattılar. Tümü de işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsüne dayalı kapitalist pastadan pay alan bu vampirler takımı, üzerinde üredikleri kapitalist bataklığın saçtığı koku tüm toplumu boğmuşken, suçu açgözlü birkaç sivrisineğe yükleyerek, sözde “temiz toplum” yaratma iddiasıyla ortaya çıkmaktadırlar. Kapitalizmin ve burjuva diktatörlüğünün, reformcu, gerici, faşist, dinci-gerici, liberal vb. savunucularının tüm çabası, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin, bu rüşvet, vurgun, hırsızlık ve soygunculuğun esas kaynağının kapitalizm olduğunu, kapitalizm ve artı-değer sömürüsü var olduğu sürece bunların da var olacağını, suçu birkaç “para delisi”ne yıkarak, görmelerini engellemeye yönelmiştir. Bu gerici ve hedef saptırıcı kampanyaya “ilerici”, “devrimci”, “sosyalist” iddiasındaki çevreler de katılmaktan geri durmamaktadırlar. “Temiz eller operasyonu” ve “temiz toplum” dilekleri, bu çevreler tarafından da dile getirilmektedir. Doğu Perinçek’in yaptığı gibi “temiz toplum” için mal varlığını açıklayanlar da eksik olmuyor.

SAVAŞIN “KİRLİSİ”, “TEMİZİ” DEĞİL; HAKLISI, HAKSIZI OLUR

Son yıllarda, özellikle, burjuvazi ve diktatörlüğün Kürt halkına karşı sürdürdüğü kanlı imha ve teslim alma eyleminden hareketle ve bu saldırı savaşında başvurulan yöntemler ve kullanılan araçlara bakarak, Kürt reformcu hareketin temsilcilerinden çeşitli, küçük burjuva devrimci gruplara kadar geniş bir çevre tarafından, bu saldırı savaşı “kirli savaş” olarak adlandırılmakta ve örneğin “kirli savaşa son” sloganı atılmaktadır. Yazımızın başında değindiğimiz gibi, bu, devrimci Marksist literatürün bozuşturulmasının bir diğer örneğidir ve aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçilerin saflarında bilinç bulanıklığı ve kargaşaya zemin hazırlamaktadır. Modern kapitalist çağda, proletarya ile burjuvazi, sosyalizmle kapitalizm ve ezilen halklar ile emperyalizm arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmaktadır. Ve gene, toprakların, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi, paylaşımı ve yeniden paylaşımı için, emperyalist tekeller arasında güç ilişkilerine bağlı bir kavga sürmektedir.
Bütün bu güçler arasındaki ilişkilere, çelişki ve çatışmalara devrimci bakış açısı, sorunların, proletaryanın, emekçilerin ve ezilen ulusların çıkarları ve sömürüden kurtuluşları esas alınarak çözümünü, sorunların ortaya konulusunda bulanıklığa yer bırakmayan bir berraklığı, sınıf farklılıklarının üstünü örtmeyen açıklığı gerektirir.
“Kirli savaş” kavramı, bu berraklığa, açıklığa ve ezilenlerin kurtuluşu için zorunlu olan devrimci savaş gerekliliğine uygun düşmemektedir. Eğer “kirlilik” veya “temizlikten” söz edilecekse, emperyalistlerin, gericilerin, egemen sömürücü sınıfların, sermayenin, ezilen halklara, proletaryaya ve emekçilere karşı giriştiği her saldırının “kirli” araçlarla yürütüldüğünü ve örneğin “temiz savaş” diye bir savaş biçiminin olmadığını bilmekte fayda var. Savaşlar yürütüldükleri araçlar ve yöntemlerle değil, onlara yol açan, savaşa kaynaklık eden politikaya göre sınıflandırılırlar. “Devrimcilik” ya da “ulusal kurtuluşçu”luk adına savaşlardan söz edenler Lenin’in, “haklı”, “haksız” savaş ayrımını neye göre yaptığını ve Marksist devrimci literatürde “kirli”, “temiz” savaş tanımlamalarının yer almadığını biliyorlardır. Ama görülen o ki, burjuvazinin ve uluslararası emperyalizmin Marksizm’e ve sosyalizme karşı yürüttüğü çok yanlı saldırının etkileri, kendilerine “Marksist” diyen küçük burjuva devrimci “sosyalistleri de dâhil, geniş bir çevrede Marksist kavramların tahrifatına kadar uzanabilmiştir.
Haklı savaşlar, baskı ve sömürüye, emperyalist hegemonyaya ve sömürgeciliğe karşı verilen savaşlardır. Proletaryanın devrim, ezilen halkların kurtuluş savaşları haklı savaşlardır, baskı ve boyunduruk altında tutulan bir halkın ulusal özgürlük için yürüteceği savaş, hangi biçimde yürütülüyor olursa olsun haklı-devrimci bir savaştır. Buna karşı emperyalistlerin halkları boyunduruk altında tutmak için giriştikleri saldırı savaşları ve gene toprakların ve hammadde kaynaklarının paylaşımı politikasına dayanan emperyalistler arası savaşlar, burjuvazinin ve kapitalistlerin sosyalizme, sosyalist ülke ya da ülkelere (bugün böyle bir ülkenin olmayışı bir şeyi değiştirmez) açtıkları savaşlar, gerici, karşıdevrimci ve haksız savaşlardır. Haklı savaşlar desteklenir ve haksız savaşlara karşı çıkılır.
Oysa “kirli savaş” kavramı, savaşın taraflarını, savaşa kaynaklık eden politikayı, savaşın devrimci ya da karşı-devrimci oluşu vb.ni açıklamakta yetersiz kalmakta ve daha çok savaşın hangi araçlarla ve yöntemlerle yürütüldüğünü çağrıştırmaktadır. Savaşsız bir dünya için mücadele eden proletarya ve Marksistler, halkların değerlerinin talan edilmesine; doğa ve insan kaynaklarının kurutulmasına; köylerin, ormanların, hayvanların, tarlaların ve bahçelerin ateşe verilmesine; çocukların, kadınların, yaşlıların öldürülmesine, işkence ve zulme karşı mücadele etmişler ve etmektedirler. Ancak, emperyalizm, gericilik ve burjuvazinin, proletarya ve ezilen halklara karşı yürüttükleri saldırı savaşlarında bu yöntemlere başvurmadan savaştıkları da görülmemiştir. “Kirli savaş” kavramı, başka şeylerin yanı sıra, bunun mümkün olabileceği imajı yaratmaktadır. Bugün devrimci tutum, devletin Kürt halkına karşı yürüttüğü haksız saldın savaşına “dur” demekle sınırlı kalamaz; bu talep, Kürt halkının ulusal kaderini tayin hakkının (yanı sıra siyasal bakımdan bağımsız devlet kurma hakkının) tanınması, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği talebiyle tamamlanmalıdır. Kuşkusuz olağanüstü halin kaldırılması, orduların geri çekilmesi, bölge valililiği ve koruculuk uygulamasına son verilmesi, tahrip edilen ve boşaltılan köylerin yeniden imar edilmesi ve köylülere tazminat ödenmesi, işkencecilerden, Kürt halkının kasaplarından hesap sorulması ve Kürt halkının kendi özgür iradesiyle siyasal statüsünü belirlemesinin önündeki faşist-gerici engel ve kurumların kaldırılması ulusal kaderin tayin hakkı temel talebine bağlı ve acil olarak gerçekleştirilmesi zorunlu taleplerdir. “Kirli savaşa son” sloganı ise ne bu savaşın Kürt halkı açısından anlamını açıklığa çıkarmaktadır, ne de bu taleplerin savunusunu içermektedir.
Emperyalistlerin ve burjuva faşist gericiliğin, işçi sınıfı ve ezilen halklara dayattığı tüm savaş yöntemleri “kirli”dir, çünkü onlar kapitalizm kaynaklıdır. Kıyıcılık ve kan dökücülük, burjuvazinin sınıf egemenliğini ayakta tutma ve sürdürme amacıyla ilişkilidir. Proletarya ve emekçiler de savaşları ve sömürüyü toplumsal kaynağı kapitalist-emperyalizmle birlikte ortadan kaldırmak için, savaş yöntemlerine başvuracak savaşlardır. Ama bu savaşı gerçek özgürlüğe, eşitliğe ve kardeşliğe, bunları olanaklı kılan sosyalist toplumun kuruluşu ve “herkesin yeteneğine, herkesin ihtiyacına” ilkesinin hayat bulduğu insanlığın altın çağı komünizme götürecek haklı bir savaştır ve örneğin bu savaşta “kan dökülmüş olması” onu kirletmez, “kirli” kılmaz.

Kasım 1994

Kim bu Sosyalistler?

Meğer ne çok sosyalist, Marksist ve devrimci varmış! Hatta Türkiye’de “hâlâ” sosyalizm yaşanıyormuş da kimse farkında değilmiş!
İkinci Cumhuriyetçi Mehmet Altan’la biraderi Ahmet Altan’ın Marksist, Kemalist-cumhuriyetçi Toktamış Ateş’in sosyalist, liberal burjuva Hüsamettin Cindoruk’un devrimci olduklarını ya kendileri söylediler ya da medyada katıldıkları açık oturumlarda kartvizitleri böyle okundu. Turgut Özal’ın devrimci bir lider olduğuna da bütün yalaka köşe yazarları ikna olmuştu. Devrimci, sosyalist ve Marksist etiketler takınmak için bütün burjuvalar ne kadar hevesliymiş de, bu ülkede sosyalizmi kurmak için bunca yıldır canını dişine takarak mücadele eden, bu uğurda “faili meçhul” cinayetlere kurban giden, işkence gören, okuduğu yasal ya da yasadışı yayın için hesap vermek zorunda kalan, kitle gösterilerinde coplanan cezaevlerine tıkılan, yerinden yurdundan sürülen, bir gecede kaybedilen binlerce insan boşuna uğraşıyormuş.
Bu ne yaman çelişkiymiş; en “devrimci” burjuvalar oturdukları iktidar koltuklarından devrimciler için vur emri verirken, en “devrimci” köşe yazarları da demokrasinin “bekası” için, bu “teröristler”in katline onay veriyorlar ama hâlâ kendilerine Marksist veya sosyalist demekten vazgeçmiyorlar.
Aydınların bir kısmı devlet arpalıklarından beslenebilir duruma gelmeden önce, Türkiye’de yükselen toplumsal muhalefetin çekim gücüne kendilerini kaptırmışlar ve bir şekilde “sosyalist” olmuşlardı. ‘70’li yıllar boyunca sosyalist olmak erdem, devrimciyim demek ise geniş kitleler nezdinde itibar sahibi olmak anlamına geliyordu. Marksist olduğunu iddia etmeyen aydın kalmamıştı. Gerçi büyük çoğunluğu Marksizm’i ikinci elden ve ’50’lerden sonra yükselen modern revizyonist perspektiften ve devlet yanlısı TKP’nin literatüründe yer aldığı biçimiyle öğrenmişlerdi. Marx’ı ve Lenin’i ingiliz New Left Review grubunun, Alman Frankfurt Okulu’nun, Fransız Euro-komünistleri’nin süzgecinden geçmiş haliyle benimseyen bu “esnek ve güler yüzlü” sosyalistlerin sosyalizmi, sonuçta Turgut Özal’ın liberalizmiyle birleşmekte bir sakınca görmedi. Evrimin böyle tamamlanması aslında kaçınılmazdı.
Bu süreci tek tek aydınların kişisel kıvraklıklarıyla ya da oportünizmiyle açıklamak yanlış olacaktır. Çetin Altan, Mehmet Barlas, Cengiz Çandar ve Hadi Uluengin gibi, kendilerine açıktan dönek etiketi yapıştırılanlar ve dönmüşlüklerini köşelerinden sosyalizme yönelik bayağı saldırılarda bulunup, liberalizmi kutsayarak ve geçmişlerine lanetler yağdırarak onaylayanlar bir yana, hâlâ “sosyalistliğe devam edenler, bir bakıma birçok işlemden geçtiler. Örtük devlet savunuculuğundan daha az örtük devlet savunuculuğuna uzanan güzergâhta çok önemli tarihsel toplumsal değişiklikler gündeme geldi.
Bütün dünyada, anarşizmin ideologları, 1921 Kronstadt Ayaklanmasının bastırılmasından sonra, Troçkistler de Stalin dönemi başlangıcından itibaren Sovyetler Birliği’ndeki yönetime ateş püskürüyorlardı; bunların ateş olup cürümü kadar yer yakmayan tepkileri dışarıda tutulduğunda, bütün dünyada uzunca bir süre sosyalist olmanın temel kıstası Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümleri savunmak, ona yönelik saldırılara karşı bu ülkenin yanında yer almaktı. Çünkü Sovyetler Birliği bütün dünya emekçileri için, hatta burjuva demokrat aydınlar için bile, değişim ve daha iyi bir dünya özleminin kendisinde cisimleştiği bir ülke haline gelmiş; insanın mutlu olabileceği sistemler tasvir eden eski ütopyaların, içeriklerinin değil ama, vaatlerinin herkesin tanık olabileceği biçimde ete kemiğe büründüğü bir ülke haline gelmişti.
Bu bakımdan iki dünya arasındaki çelişki, durumundan sezgisel olarak hoşnutsuz olanları, kapitalizmin bilimsel analizini yaparak sosyalizmin zorunlu bir aşama olduğunu gören ve özgür tercihlerini yapan aydınları; Sovyetler Birliği ekseninde oluşan komünist kampın yanında olmaya sürükledi. ’30’lardan sonra giderek yükselen faşist hareketin de etkisiyle iki dünya arasındaki; kapitalizmle sosyalizm arasındaki çelişki, açık bir çatışmaya dönüştü ve bu süreçte kimse için arada bir yerde durmanın olanağı kalmadı. Saflaşma, kesin ve açıktı.
Anti-Nazi veya antifaşist mücadelenin direksiyonu her ülkenin kendi komünist partisinin elindeydi ama bu mücadeleye katılan herkesin komünist olduğu söylenemezdi. Somut siyasal koşullar ve Avrupa’daki konjonktürel durum, genel olarak aydınları ve küçük burjuvaları, bir süre sonra kendilerine yönelik saldırılar halinde de tezahür edecek olan Nazi yayılmacılığına karşı mücadele etmeye sevk etmiş ve komünistlerin çevresinde, sosyalist propagandadan etkilenen küçük burjuvaların ve aydınların oluşturduğu geniş bir anti-faşist çeper oluşmuştu. İşte bu tarihsel dönem içinde, sosyalist olmanın anlamını bu tarihsel toplumsal koşullar belirliyordu. Biri çıkıp da kendisini sosyalist olarak tanımladığında; bununla, anti-faşist mücadele veren Avrupa halklarının yer aldığı ve odağında Sovyetler Birliği’nin bulunduğu bir kampla aidiyet ilişkisi içinde olduğunu kastediyor demekti. Çünkü anti-faşist mücadeleyi en radikal biçimde sosyalistler veriyor, bu mücadelenin perspektifini sosyalizm oluşturuyordu.
Sosyalizm, açık ve keskin bir kamplaşmanın ifadesi olarak, muhalifler için tek meşru ve onaylanmış kimlik kartıydı. Ama bu, sadece, faşizme karşı duyulan hoşnutsuzluğun ya da aydınca korkunun sonucunda olmadı. Sovyetler Birliği, dünya işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar nezdinde bir sempati yaratmış ve bu ülkede egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın sesi, diğer ülkelerde de dünyayı değiştirebilecek gücün işçi sınıfı olduğu biçiminde bir yankı uyandırarak, emekçiler için, devrimi, çözülmek üzere gündeme gelmiş bir sorun haline getirmişti. Zaten, devrimle karşıdevrimi karşı karşıya getiren, bütün dünya burjuvazisini, kendi devletlerini de tehdit etmeye başlayan bu “heyula”ya karşı birleştiren de sosyalizmin yaygınlaşan prestiji değil miydi?
Dolayısıyla sosyalist hegemonyanın yaygınlaşması böyle iki sonuca yol açtı. İşçi ve emekçi sınıfların devrim için örgütlenme sürecini hızlandırdı, diğer yandan da burjuva kampı ve burjuva ideolojisinin hegemonik etkisini parçalayarak aydınların büyük çoğunluğunu etkisi altına aldı.
Böyle toplumsal çatışma dönemlerinde saflaşmaların hızlandığı, çelişkilerin derinleştiği daha önce de görülmüştü. 1848’de Fransa’da, o ana dek aristokrasiye karşı birlikte mücadele eden burjuvaziyle proletaryanın, burjuvazinin ihaneti sonucunda doğal kutuplarına çekildiği, proletaryanın bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı Haziran ayaklanmasından sonra da benzer bir süreç yaşandı. Ütopik sosyalistlerden bu yana yeni bir toplumsal düzene duyulan özlem, sosyalizm kavramıyla ifade ediliyor ve hemen hemen herkes kendisini sosyalist olarak tanımlıyordu. Engels, o yıl Marx’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Barmen’deki polis komiseri de komünisttir. Burada Elberfeld’de mucizeler oluyor. Kentin en büyük salonunda ve en iyi lokantasında üçüncü komünist toplantımızı yaptık. İlk toplantıya 40, ikincisine 130, üçüncüsüne ise en az 200 kişi katıldı. Paralı aristokrasiden dükkân sahiplerine kadar, bütün Elberfeld ve Barmen, proletarya dışında herkes toplantılarda temsil edildi.”
O koşullarda sosyalizm ve işçi sınıfı hareketi arasında organik bir ilişki henüz sağlanamamıştı ama sosyalistlerin propagandaları, Avrupa’nın bu altüst oluş döneminde birçok aydını, karşı bloğu parçalayarak etkisi altına almış; herkes sosyalist olduğunu söylemeye başlamıştı. Kuşkusuz sosyalizm talebinde bulunan tek tek herkesin kafasındaki sosyalizm birbirine benzemiyordu, pek azının sosyalizmden anladığı şey, Marksist teori ve işçi sınıfı mücadelesinin birliğinin üzerinde oluşmuştu ama bu kavram, genel olarak mevcut duruma duyulan hoşnutsuzluğun aritmetik toplamının oluşturduğu bir içerikle dolmuştu. Sosyalizm, o zaman için mevcut koşullardan kurtulma isteğinin ifadesiydi ve Marksist olmayanlar için, çoğu kere ütopik bir anlam yükleniyordu.
Proletaryanın sınıf mücadelesinin gelişmesine bağlı olarak ideolojik hegemonyanın güçlendiği ve bunun etkisiyle diğer toplumsal sınıf ve katmanlar arasında hoşnutsuzluğun yaygınlaştığı tarihsel dönüm noktalarında çoğunlukla böyle oldu; kutuplara doğru çekilme, ara tabakaların ve ara ideolojilerin çözülmesi ve iki sınıf arasındaki barikatın hiçbir muğlaklığa yer bırakmaksızın oldukça berrak bir biçimde ortaya çıkması gündeme geldi. Barikatın devrimci yanında olanların homojen bir anlayış birliği veya irade ortaklığında bulunması söz konusu değildi; ancak önemli olan, burada yer almanın taşıdığı anlamdı.
Sınıf mücadelesinin ivmesinin azaldığı ya da karşıdevrimin azgınca saldırıya geçerek henüz yeterince etkili bir güç haline gelemeyen muhalefeti sindirmeye başladığı zamanlarda ise, muhalif bir potansiyel taşıyan ara sınıflar sallanmaya, kaygan bir zeminde yürümeye başlar. Bu özellikleri nedeniyle de, bu tabakalar, egemen sınıfların hegemonik etkisi altında çok rahatlıkla tutulabilir ve muhalif özleri giderek silikleşir. Küçük burjuva, kendisini burjuvaziye daha yakın hisseder. Bu, kendisine sosyalistim demeye devam etse bile, pratikte böyledir. Küçük burjuva aydın, düzene organik olarak eklemlenip hâlâ bir “devlet memuru” haline gelmemişse, mevcut duruma duyduğu memnuniyetsizlik, kendisini işçi sınıfının politik programıyla ifade edemediği sürece en fazla, burjuva reformist akımların yedeğine düşer. Devletin reorganize edilerek güçlendirilmesi, kurumların ya da militarist aygıtların şurasının veya burasının düzeltilmesi gerektiğini mız mız bir şekilde savunmaya başlar. Her dönemin yükselen değerleri onun gözde değerleri haline gelir. Ama kimileri için de, Marksist terminoloji ve sosyalist kavramlar etkilerini henüz yitirmemişlerdir ve burjuvazinin ideologluğuna soyunduklarında, gerici tezlerini, bu kavramlardan ördükleri maskenin arkasında gizlemeye çalışırlar.
Birincilerin durumu oldukça vahimdir ve daha önce bazılarının adlarını andığımız aydınlar bu kategoriye girer. Bunlardan daha sonra söz etmek üzere, denebilir ki, ikinciler için, yani hâlâ Marksist-Leninist kavramları kullanarak teori yapanlar için, kuşkusuz en elverişli besi yeri, modern revizyonizm olmuştur. Sovyetler Birliği’nde, Komünist Parti’nin 20. Kongresi’nde birdenbire keşfedilerek kendisine karşı ideolojik cihat açılan “kişi kültü”, Stalin’e, öğretisine ve Sovyetler Birliği’ne yönelik karşıdevrimci kampanyanın motiflerinden biri haline getirildi. “Stalin diktatörlüğü”ne karşı açılan savaş, sosyalizm adına yapılıyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin çözülmeye başladığı ve kapitalist restorasyonun hızla ilerlediği uzunca bir süreç boyunca, bu ülkedeki her türlü karşıdevrimci reform da, sosyalizmin gelişmesinin bir göstergesi haline getirildi. Böylece proletaryanın ülkesi, emperyalist ideoloji tarafından içten içe kemirilmeye başlarken bunun doğal sonucu da, işlevlerini şimdiye dek işçi sınıfı teorisini sağlamlaştırmak, ideolojik mücadele yürütmek olarak belirleyen aydınlar vasıtasıyla proleter ideoloji ve teorinin yozlaştırılması, bozulması oldu. İşe Stalin’i karalamakla başlamışlardı ama çok geçmeden sosyalizmin bütün diğer değer ve kurumlarına eleştiriye kadar uzandı bu. Feyiz aldıkları ışık, Kruşçev ve Brejnev’den geliyordu ve tıpkı bu Kremlin’de oturan babaları gibi, revizyonist aydınlar da, kendilerinin ve Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğunda ısrarlıydılar. Bunlar, bir bakıma, Ekim Devrimi’yle etkisi sıfırlanan ve yaygınlaşması kesintiye uğratılan ikinci Enternasyonal’in Bernstein’cı ve Kautsky’ci teorilerini yeniden hortlatmaktaydı; dolayısıyla bu eski revizyonistlerin görüşleri modern revizyonistlerin eyleminde yeniden yaşam olanağı buldular.
Bu tahrip edici etki, sonuçlarını verdi. Rusya’da, kapitalizm açık açık ilan edilince kendi kafalarındaki Marksizm de “bunalıma girdi.” Gerçekte onların Marksizm’inin veya sosyalizminin, işçi sınıfının politikasıyla ve devrimci mücadeleyle hiçbir ilişkisi yoktu ya da tersinden bir ilişkisi, bu mücadele hakkında kuşkular uyandırmak, sosyalizm umudunu kırmak, işçi sınıfı hareketini iğdiş etmek amacını güden bir misyonerlik ilişkisi vardı. Bunalım, bu işlevin tamamlandığı, itici gücünü Moskova’dan alan modern revizyonizmin miadını tamamladığı anda patlak verdi. Marksizm’i içinden çökertmek için o kadar uğraşmışlardı ki, bu uğraş Marksizm’i değil ama bu aydınların kendilerini ve müritlerini iyice bunalttı. Belki sonradan yeniden ortaya çıkmak üzere, dinlenmeye alındılar.

YENİ DÜNYA DÜZENİ’NİN “SOSYALİZM’İ
Şimdi yeni bir süreç yaşanıyor. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin dağılmasından sonra, burjuva ideologlar, Marksist tarih anlayışını özetleyen “tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir” saptamasından hareketle, Sovyetler Birliği yıkıldığına, dolayısıyla sosyalizm öldüğüne göre sınıf mücadelesi de bitmiştir; öyleyse tarihin de sonuna gelinmiştir biçiminde tezler ileri sürüyorlar. Bu burjuva mantık, Yeni Dünya Düzeni şemsiyesi altında yeni bir kavramsal savaşın startını veriyor.
Bu kez yapılan, sadece kavramların içeriğini boşaltmak değil; aynı zamanda, bilinen en kaşarlanmış burjuvalar, devlet adamları, politikacılar bu kavramları, dillerine pelesenk etmek suretiyle, bitmiş bir savaştan sonra toplanan ganimetler gibi kendi dünyalarına ait kılıyorlar. Böylece, kendileri için eskiden ürkütücü olan terimler zararsız, içi boşaltılmış oyuncak silahlara dönüşüyor. Devrim, sosyalizm ve Marksizm sözcükleri son on yıldan beri mevcut Türkiye’yi ve kimi devlet yöneticilerini tarif etmek için kullanıldı. Bu el çabukluğunda birçok amaç var. Birincisi, devrimcilerden çalınan cephaneliğin tersine çevrilerek kullanılması, diğeri de işçi ve emekçi kesimlerde hâlâ yaygın bir sempati kaynağı olan sosyalizm hakkında düşünsel bulanıklık yaratılması.
Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin özelleştirilmesi gündeme geldiğinden beri, bunların birer sosyalist kurumlar olduğu ve sadece Türkiye’de yaşamaya devam ettikleri konusunda çıkarılan yaygaranın nedeni ise başka. Sanki devlet mülkiyetinde olan kurumlar, devletin hangi sınıfın elinde olduğu sorunundan bağımsız olarak her zaman sosyalizme ait bir uygulama olabilirmiş gibi bir yanılsama eşliğinde yürütülen kampanya, özelleştirmelere karşı çıkanlara yönelen karşıdevrimci propagandanın unsuru haline geldi.
Çünkü burjuvazi sosyalizmi ve sosyalistleri tarih öncesinden kalma dinozorlar, sosyalizmi savunanları da gerici olarak ilan etti. Özelleştirmelere karşı çıkan ya da kazanılmış sosyal hakların budanması karşısında sesini çıkaran herkes gericiydi, çünkü devletin küçültülmesine karşı çıkıyorlardı. Oysa devletin ekonomiden elini çekmesi bütün sosyal kazanımların artık, piyasaya çıkarılarak bir alışveriş ilişkisi kapsamına alınmasını savunmak gerekiyordu; ilerici ve devrimci tek seçenek onlara göre budur.
Kapitalizmi ve Yeni Dünya Düzeni’nin yükselen (ortaya atıldığı andan itibaren inişe geçti) değerlerini savunanlar bu şekilde kendiliğinden ilerici ve çağdaş oluyorlar. Öyleyse bir kez Yeni Dünya Düzeni’nin ruhu kavrandı mı da, ondan sonra, burjuvazi için devrimcilikten, ilericilikten falan bahsedilmesinin hiçbir mahsuru yoktur. Çünkü kavramların yüklendikleri anlam değişmiş sayılmaktadır.
Bu yeni düzen öyle bir belkemiksizliği ifade etmektedir ki, sosyalizmin argümanlarının rahatlıkla piyasaya sürülebileceği, birer meta haline getirilebileceği sanılır.
Yeni Dünya Düzeni’nin aydınlarına gelince, onlar geçmişte, çekim gücüne karşı koyamayarak bir süre katıldıkları devrimci saflarda öğrendikleri üç beş kavramı, reklâm spotu yazarken kullanıyorlar. Bluejeans’ın ve Peugeot marka otomobilin devrimci olduğunu dünya âleme ilan ediyorlar. Marx’ın fotoğrafını uyduruk bir reklâm metnine fon olarak kullanmayı birikimlerinin göstergesi olarak lanse ediyorlar.
Reklâm metni yazmayanlar ise, muhalif mimiklerini yüzlerinde bir maske gibi taşımaya devam ediyorlar. Büyük basın tekellerinin en gözde köşe yazarları ya da sosyal bilimlerle ilgili fakültelerin en itibarlı, her devrin adamı oldukları için de kolay kolay mevki ve kürsü kaybetmeyen en istikrarlı “bilim adamları” onlar. Medyada, açık oturumlara ve politika tartışmalarına katıldıkları zaman, kendilerinden Marksist ya da sosyalist olarak bahsediliyor.
Ama görülüyor ki, bu “sosyalist” aydınlarla, geçmişte konjonktürün işçi sınıfı mücadelesinden yana olmaya zorladığı aydınlar arasında büyük farklar var. İkinciler, gelişen bir toplumsal dalganın etkisiyle işçi sınıfının yanında yürümeyi tercih etmişler, birikimlerini ve becerilerini bu mücadelenin hizmetine sunmuşlardı. Yeni Dünya Düzeni’nin sosyalistleri, ise döneme uygun olarak, “kabuk devlet”e karşı yönelttikleri eleştirinin içeriğini ise özelleştirme dalkavukluğu, sosyal hakları budama tellallığı yaparak dolduruyorlar. Mevcut durumu, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik olumsuz sonuçlar verecek olan ve bu kesimlerin her bakımdan daha fazla baskıya maruz kalmalarına yol açacak, yoksullaştıracak sosyal ve ekonomik önlemlerin bir an önce alınması perspektifiyle eleştiriyorlar. Ya da bazıları, her ikisi de devlet güdümlü olarak geliştirilen laik-şeriatçı kamplaşmasında laik yanda durmanın ilericilik, Marksistlik anlamına geldiğini iddia ediyorlar. Oysa laiklik kavramına sosyalist bir perspektifle yaklaşılmadığında her iki durumda da kapitalist devlet savunuluyor. Bütün bunlardan olacak; 12 Eylül faşist cuntasının işbaşına getirdiği Turgut Özal, onun döneminde uygulanan politikalar nedeniyle Türkiye’nin yabancı sermayeye peşkeş çekilmesinin hızlandığı, işçi ve emekçi sınıfların en hızlı yoksullaşma sürecine girdiği, cezaevlerinin devrimcilerle tıka basa doldurulduğu, Terörle Mücadele Yasası ucubesiyle kitle örgütlerinin kovuşturmaya uğradığı, komünistlere en acımasızca işkencelerin yapıldığı görmezlikten gelinerek devrimci sıfatına hak kazanıyor. Neyi devirdiği belli değil ama “aydın” kesimlerden, bu büyük “devrimci”nin peşine takılanların sayısı da az değil. Sağlığında önünde el-pençe divan duranlar, öldükten sonra da sadakatlerini dile getirmekten vazgeçmiyorlar. Doğrudur; çünkü Turgut Özal bir süreçtir ve bu süreç daha bitmemiştir. Bu yüzden kendi kendisini devrimci veya sosyalist ilan edenlere daha çok rastlanacaktır.

HANGİ SOSYALİSTLER, HANGİ DEVRİMCİLER
İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseldiği, diğer alt sınıfların büyük bir kaynaşma içine girdiği dönemlerde sosyalizm ve işçi sınıfının politikası bütün bu kerimlerde canlı yankılar ve yanıtlar uyandırır. Böyle dönemlerde, proletarya partisi, devrimin motor gücü olarak muhalefeti yönlendirir ve kendi politik programını hayata geçirmek için bu kesimleri mevzilendirir.
Bu anlamda, devrimci komünist partinin yakın çeperinde hatta bünyesinde sosyalist teoriyi tümüyle özümsemeyen, ama bulundukları mevzi dolayısıyla kendilerini partinin politik programına yakın hissederek mücadele eden pek çok insan yer alabilir. Sınıflar apaçık bir biçimde karşı karşıya gelmiş, çelişki kesinleşmiştir.
Sosyalist kimlik, bu bakımdan tek tek insanların niyet ve kavrayışlarından bağımsız olarak genel bir anlam kazanır. Bu kimliği bağlayıcı olan, kimlik sahibinin politik örgütün programıyla olan ilişkisidir. Devrimin yükseliş dönemlerinde bu türden yönelimler çok hızlı veya olağandır ama görece bir dinginliğin yaşandığı zamanlarda da sosyalist kimlik edinmenin kıstası, ortalıkta sosyalistim diye dolaşarak sempati toplamaya çalışan tek tek ve yüzergezer aydınlar için de bundan çok farklı olmaz. İlk durumda, sadece bu sosyalist kimliğin turnusol kâğıdında verdiği rengin herkes tarafından aynı tonda görülmesi kolaylaşır. Diğer zamanlarda ise, gerçek kızıl tonun hangisi olduğunun anlaşılması herkes için aynı ölçüde kolay olmaz. Sosyalist kimliğin yorumunun birçok türünün olacağı yolunda bir iddiaya ikna olmaya hazır birçok insan vardır. Çünkü bu ikna sürecinde, söylenen bu türden sözlere tereddütle yaklaşılmasını sağlayan sosyal-siyasal bir atmosfer oluşmadığından, işçi sınıfının hatta ara sınıfların muğlâk konumlanışı yüzünden kavramın içeriği burjuva sızmalara açık hale gelebilir. Böylece bir kavramı burjuva anlamla doldurmak için koşullar uygundur. Proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşın, yani sınıf mücadelesinin kavramsal düzeyde de cereyan ettiği bir kez daha hatırlanırsa, sosyalist kimlik kavramının son zamanlardaki bu yozlaştırılma çabalarına karşı da bir sınıf mücadelesi verilmesi gerektiği anlaşılır. Sosyalist kimliğin devrimci-Marksist anlamdaki tanımının, her türlü saldırıya ve iyi ya da kötü niyetle yapılan yozlaştırılma çabalarına karşı korunması gerekiyor. Bunun için de ölçütlerin açıklık kazanmasına önem verilmelidir.
Lenin 1890’da yazdığı Din Üzerine başlıklı makalesinde şunları söyler: “Eğer bir papaz siyasal çalışmalarımıza katılmak üzere bize gelir ve partinin programına karşı çıkmadan parti görevlerini bilinçli olarak yürütürse, bu kimsenin sosyal demokratların saflarına katılmasına izin verilebilir.” Lenin daha sonra, bunun partinin değil papazın çelişkisi olduğunu ekler. Lenin’in seçtiği, uç bir örnektir belki ama papaz, parti saflarına katılmaya ve programına karşı çıkmadan parti görevlerini bilinçli yürütmeye başladığı andan itibaren komünistlerin arasında, dahası parti bünyesinde yer alır. Çünkü artık onun kimliğini belirleyen papazlığı değil, politik örgütün programına beslediği sadakat olmuştur.
Tartışma tersinden yapıldığında da, bugün Türkiye’de sık sık ortaya çıkıp kendilerinin sosyalist olduklarını iddia eden aydınların veya kimi küçük burjuvaların durumu için de aynı ilke açıklayıcı olacaktır. Papazın kimlik sorunuyla sosyalist etiket taşıyan aydının kimlik sorununun çözümü arasında hiçbir fark yoktur.
Sosyalist etiket, bir kez sahibi tarafından edinildi mi, yapıştırıldığı yere yerleşecek bir imaj olarak görülüyor. Oysa sosyalist olmak, bunu iddia eden kişinin bazı normlara sahip olmasını gerektirir. Kuşkusuz, sosyalizmin ölüp bittiğini yineleyip duran birçok “otorite”nin türediği ya da devlete avdet ederek sosyalizmi salvo ateşine tutmaya başlayanların çok olduğu günümüzde sosyalizmin lafzi telaffuzunun da bir önemi vardır. Ama gerçekten sosyalist olmak için, laftan daha fazla bir şeye, bunun pratik olarak da ifade edilmesine gerek vardır.
Bu, şu anlama gelmez: Sosyalist kimliğin edinilmesi çok zor, meşakkatli ve ağır bir süreçtir! Böyle bakıldığında, soruna, sosyalist ya da devrimci kimliğin tümüyle bireysel çabaya indirgendiği idealist bir perspektiften yaklaşılmış olacaktır. Tersine, sosyalist olmak, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi karşısında alınan tavırla ölçülmelidir. Tek başına, uzun bireysel uğraşlar kazanılmış yoğun teorik birikim bunu sağlamaya yetmez. Kaldı ki bu birikimin bir sınırının olabileceği söylenemeyeceği için teorik donanımın iyi sosyalistin ayarım vereceği, en çok bilenin en iyi sosyalist olacağı da söylenemez.
Çünkü hangi düzeyde olursa olsun tek başına teorik donanım, eğer bu birikim, sınıf savaşımının ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmıyorsa kimseye kendiliğinden sosyalist bir kimlik edinme hakkı vermez. Oysa böylelerinin pek çok örneği vardır; masa başında, işçi sınıfının mücadelesine bağlanıp ona katkı sunmayan, politik bir perspektiften dolayısıyla yararlılıktan uzak teoriler üretip sosyalist olduklarını iddia eden aydınlar, bir kez üzerlerine yapıştırdıkları etiketin yaşam boyu kendilerini yalnız bırakmayacağını düşünürler; sosyalistlikleri kendilerine tapuludur ve bakidir.
Ama bunlara hemen eklemek gerekir ki, teorik birikimle desteklenmeyen bir eylemin de tek başına hiçbir kıymeti harbiyesi olamaz. İşleri sadece entelektüel birikim edinmek olan aydınlara yönelik söylenenleri, sınıf mücadelesini bir teknik iş olarak görüp günlük pratik faaliyet içinde teoriyi küçümseyenler için de söylemek mümkündür. Teorik yetkinliğin sınırı yoktur ama bunun için çaba harcanılmaması da onaylanamaz. Bu, devrimci mücadeleyi bir teknisyen pratiğine indirger, teoriyle pratik arasındaki birliğin koparılmasına yol açar. Ne yazık ki, bu türden anlayışlara en az diğeri kadar sık rastlanmaktadır. “Sosyalist” aydın nasıl birikimini örgütlü sınıf mücadelesinin akış yönünde işlevlendirmeyi reddediyorsa, kimi zaman “sıkı” devrimcilerin de aynı idealist yaklaşımla teoriyi önemsemediği görülür. Gerçekte ise, bu iki tavrın birbirinden hiçbir farkı yoktur.
Öyleyse kavramlarımızın anlamlarını da; her türlü yozlaştırıcı etkiye, burjuvazinin ideolojik müdahalesine ve saldırılara karşı korumak zorundayız. İster, apaçık devlet yanlısı oldukları halde kendilerine sosyalist diyenler; isterse suya sabuna dokunmadıkları halde sosyalist etiketini kibirle taşımaya devam edenler ya da “sıkı” devrimci olduklarını iddia ettikleri halde teoriyi küçümseyerek birer dar pratikçi olarak kalmaya devam edenler karşısında sosyalist kimliğin bir tek anlamı olabileceğini; bu anlamın da işçi sınıfı mücadelesinin ve bu sınıfın politik programının yanında durmak ve teorik donanımı bu programı hayata geçirmek için kullanmak olduğunu savunmak gerekmektedir.
Orada burada tek tek aydınların kişisel uğraşlarının toplamından bile, dişe dokunur bir tek sosyalist eylemin ya da ürünün devşirilemeyeceği aslında deneylerle sabittir. Yıllardır, Türkiye’de, sosyalistlerin birliğini sağlamak için toplantı üstüne toplantı düzenleyenlerin, partiler kurmaya çalışanların aldığı sonuçlar bunu kanıtlıyor.
Ama diğer yandan, Lenin’in sözünü ettiği papaz, komünist parti safları içinde yer aldığında ne olacaktır. Hemen söylenebilir ki, papaz artık, papaz kimliğini kapıda bırakmış, sosyalist mücadele vermek amacıyla partiye katılmıştır ve onu, bundan sonra partinin politik programı bağlayacaktır.
Ama papaz için bu, bitmiş bir süreç değil yeni başlayan bir süreçtir. Bir bakıma, devrimin yanında işçi sınıfının politik örgütünde yer almış olması kişiye sosyalist kimliği sahiplenme olanağı verir. Ama bu yeterli değildir. Bundan sonra -yine papaz örneğini verelim- papazın, eski kimliğinden sadece biçimsel olarak değil, aynı zamanda esasta da kurtulması gerekir. Bu, parti saflarına katılan ya da sosyalist mücadelenin ihtiyacı olan herhangi bir mevzide savaşan bütün sosyalistler için de geçerlidir. Dolayısıyla sosyalist kimlik, onu korumak için her gün yeniden üretilmeye ihtiyacı olan bir kimliktir ve bu, hiçbir iş yapmadan ahkâm kesmekten daha fazla şey gerektirir. Ama aktivistler için de yapılacak şey aynıdır; teori ile pratik arasındaki birliği (praksis) sağlamaya özen göstermek; her gün biraz daha yetkinleşmek.
İşçi sınıfı mücadelesinin sosyalizmle birleştiği tek düzey olan devrimci komünist örgüt, sosyalizm için verilen mücadelenin en önünde yürürken, aynı zamanda sosyalist kimliğin ana hatlarını olduğu kadar, ayrıntılarını da belirginleştirir. Dolayısıyla sosyalist kimlik, politik örgüt önderliğinde gelişen işçi sınıfı mücadelesiyle ilişki içinde edinilen, kolektif bir çabanın ürünü olan bir varoluş düzeyini ifade eder.
Bu kıstas, sosyalizm adına bol keseden atanlardan, gerçek sosyalistleri ayırır; geriye kalan, bir biçimde kapitalizmi savunmaktır.

Kasım 1994

Nufüs sorunu ve Kapitalizm

Eylül ayı başlarında Kahire’de toplanan Birleşmiş Milletler Nüfus Konferansı, birçok ülke açısından, neredeyse iç çekişme ve tartışmaların ötesinde bir ilgi odağı haline geldi. Gerçi, popüler ilginin yönlendirici etkeni, Konferans’ta tartışılan konular olmaktan çok fanatik İslamcı örgütlerin katılımcılara yönelik tehditleri ve önce Bangladeş ve ardından da Türkiye’nin kadın başbakanlarının toplantıyı şereflendirmeyeceklerini açıklamaları olmuştu. Ancak tehditlerin nedenini oluşturan ve konferansın da başlıca tartışma ve uzlaşmazlık konusu olarak beliren kürtaj sorunu çevresinde koparılan fırtınalar dolayısıyla konferans, ilgi odağı olmaya devam etti ve Türkiye gündeminde de yerini aldı.
Toplantıya uluslararası işçi sınıfını temsilen katılan kimse yoktu. Dolayısıyla nüfus sorunu, toplumsal ilişkiler ve sistem (kapitalist sistem) bağıntısı olmaksızın, doğal bir sorun olarak, kendi başına ya da en çok dünya besin kaynakları ve çevre sorunu ile bağlantısı içinde, modernize edilerek bazı yönleriyle yumuşatılmış Malthusçulukla ortaya kondu ve başından sonuna kürtaj sorunu etrafında dönülüp duruldu.
Çarpıtılmış tartışmanın tarafları ve tezleri tahmin edilebileceği gibiydi ve bir ilginçlik taşımıyordu. Ama verilmek istenen görünüm ilginçti. Başını İran’ın çektiği bazı İslam ülkeleri ve dünya Hıristiyanlığının kaymağını yiyen Vatikan, tamamen insana dair olan üreme ya da çoğalma hakkını, insanla ilişkisiz dinsel ahlâki nedenlerle, kutsallığı çerçevesinde, kürtaja karşı takındıkları sert tavırlarıyla savunma pozisyonunda görünürlerken; “uygar dünya”nın temsilcileri, kadın sağlığının gerektirdiği durumların ötesinde savunulacak bir yanı olmayan kürtajı, bir insan hakları, özellikle de -tam bir tersyüz edişle kadına saldırıyı, onun savunulması ya da hakkı olarak sunarak- kadın hakları sorunu olarak ortaya koyuşlarıyla, insana saldırılarının ne denli insancıl olduğunu açıklamaya çalışır görünüyorlardı. Kutsal, ilahi ya da dünyevi nedenlerle kapitalist pisliğin bütün savunucu ve uygulayıcıları insancıl kesilmişler, insanlığın kurtuluşunun kürtajlı mı kürtajsız mı olacağını kararlaştırma peşindeydiler. Kimse insanlığın kurtuluşunun gerçek içeriği ile emeğin sömürü konusu olmaktan çıkarılışı ile ilgilenmediği gibi, nüfusun doğal olmayan, tersine tarihsel gelişme içinde değişikliklere uğramış toplumsal yasalara, kapitalist toplumda bu yasanın sermayenin emekle ilişkileri çerçevesinde şekillenişine emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü ekseni oluşturan bir nispi fazla nüfusun kapitalizm koşullarındaki kaçınılmazlığına değinmedi.
“Kaynakların yetersizliği” ve “bu gidişle tükenecek olması”, sonuçta “dünyanın artan nüfusa dar geleceği”, konuşmacıların temel hareket noktalarını teşkil ediyordu. Nüfus sorunu ve ortaya koyduğu “tehlike”nin giderilmesini, kimi ahlâk, kimi eğitim sorununa, kimiyse aile planlamasının gerekliliğine indirgedi; kürtaj tartışması sorunun aslını gözlerden saklamak için elverişli bir sığınak görevi gördü. Ama toplantı boyunca, yetişkin ve bebek ölümlerinin yoksulluk ve sefaletin, açlık ve kıtlıkların nedeni ve zemini olarak, “bolluk içinde yokluk” demek olan kapitalist sistem ve mevcut sömürü ilişkileri tek kelime ile olsun eleştirilmedi. New York’un göbeğinde Harlem’de açlık sınırında insanlar sefalet içinde ölüme terk edilir, daha birkaç yıl önce San Francisco’da kitlesel yağmaya girişecek kadar yokluk içinde yaşarlarken, Somali ve Ruanda’da makineli tüfek ve diğer ağır silahlara hedef olmalarının ötesinde binlerce ve binlerce insan açlıktan ölürken, kimsenin aklına kapitalizmi suçlamak gelmedi! O kapitalizm ki, yalnızca emekçi yığınların yokluk, yoksulluk ve sefaleti ve sadece savaşlar ve kitlesel kırımlar (jenosid) nedeniyle değil, ama yokluk, açlık ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk nedeniyle de milyonlarcasının ölümü koşullarında, nüfus içinde çok küçük bir paya sahip egemen burjuvazinin akıl almaz lüksü ve kuş sütünü beğenmeyişleriyle değil, her zaman istihdam dışı nispi bir fazla nüfusu var etmesi ve gereksinmesiyle, bu fazla nüfusu, özellikle “alım gücü düşüklüğü ve yokluğu” dolayısıyla yeterince pahalı satılamayan, temel tüketim maddeleri de içinde olmak üzere malların (hem de bunlar, çoğunluğu kısa bir süre öncesine kadar istihdam edilen ama bir süredir işten çıkarılıp sefalete atılmış emekçilerin doğrudan emek ürünleriyken) depo ve silolarda stoklandığı durumda şişirip biriktirişiyle bolluk içinde yokluk sistemidir. O kapitalizm ki, bunalım ve stokların birikip birikmemesi önemli olmaksızın, emekçiler ihtiyaç duyarken, yalnızca fiyatların düşmemesi için, görece geri gelişme düzeyinde olduğu Türkiye’de bile, tahılın silolarda binlerce ton çürüyüp telef olmasına; domates, patlıcan gibi sebzelerin; fındığın, çayın yığınlarla denizlere ya da başka yerlere dökülmesine yol açmaktadır.
Hemen her nüfus sorunu üzerinde konuşan, kaynakların yetersizliği ve hatta kıtlığından, doğal kaynakların giderek tükenecek oluşundan, nüfus artışı -kimi de nüfus patlaması diyor- karşısında beslenme sorununun çözümünün olanaksızlaşmakta oluşundan ya da geçim araçları üretiminin tıkanma noktasına gelme eğilimi taşımasından söz ediyor. Bunlar, çözümsüzlük üreten zemini -kapitalizmi- bir yana bırakarak ve onu aklamak, emekçileri onu suçlamak ve ona karşı mücadele etmekten alıkoymak üzere, sorunu doğallık ve doğal yasalar alanına taşıyarak; toplumsal bir sorun olmaktan çıkarılmış nüfus sorununa, çözümsüzlüğün çözümleri olarak, aile planlaması ve kürtaj aracılığıyla ya da fanatik İslam ve Hıristiyanlık gibi, aynı doğallık zemininde bulunarak ama kürtajın reddiyle çözüm getirmeye soyunmuş bütün konferans katılımcılarının hareket noktasını oluşturmuşken; nüfus sorunu hakkında konuşup yazan tüm burjuva ve küçük burjuva iktisatçı ve bilim adamlarının ana fikri ve temel tezi durumundadır. Cumhuriyet Gazetesi’nin, konferans günlerine denk düşürülmüş “3. Binyıl’a Doğru” başlıklı yazı dizisinde yer verdiği bir dizi burjuva bilim adamının yazılarında bunu görmek mümkündür. Bu yazılarda, nüfus sorunu, önümüzdeki bin yılın temel bir sorunu olarak konmakta, Malthus’a hak verilerek tehlikesine dikkat çekilmekte ve çözüm olarak, -kuşkusuz ki kapitalizme karşı mücadele ve onun devrilmesi değil- ama kısıtlanmasının zorunluluğu gösterilmektedir: Aile planlaması, kürtaj vb!
Birleşmiş Milletler Nüfus Konferansı konuşmacıları gibi Cumhuriyet’e yazan burjuva küçük burjuvalar ve birbirleriyle ve tümü birden Malthus’la hemfikirdirler. Tümü, kaynakların sınırlı ve yetersiz olduğu dünyada hızla artan nüfusun insanların geçimini imkânsızlaştırmakta olduğunu, geçim araçları üretiminin nüfus artışını karşılamasının olanaksızlığına vurgu yaparak nüfus artışının önlenmesi üzerinde durmaktadır.
Bunlardan, Cumhuriyet’in “Nüfus Konferansı’nın mimarı” olarak lanse ettiği BM Nüfus Fonu yöneticisi Dr. Nafiz Sadık: “Günümüzde dünya nüfusu, bu yılda, bugüne kadar yaşanan en üst düzeyde artış olan 95 milyonluk bir büyüme ile 5.7 milyara ulaşmıştır… İnsan nüfusunun büyümesi, dağılımı, yapısı ve göçü ile ilgili eğilimler özel bir ilgi konusu olmalıdır.” diyerek başladığı yazısının hemen giriş cümlelerinin birinde, nedenleri ve gerekliliğini tartışılmaz kesinlikte görerek ve bunlar üzerine tek laf etmeden, derhal aile planlaması önermektedir.
Ailelerin geçinemez halde oluşunun gerçek nedeni üzerine tek kelime yoktur ve tersine bu son derece doğal kabul edilmekte; sanki insan bitki ve hayvanlardan farksızmış ve toplumsal yaratıklar olarak belirli toplumsal sistemler koşullarında yaşamazlarmış gibi; doğal bir yasa uyarınca fazlalaştığı kabul edilen nüfusun artışına, bu doğallığı bir kez daha vurgulamak üzere, doğallığın kısıtlayıcısı bir çözüm -aile planlaması- gösterilmekle, kapitalizm, yarattığı ve ihtiyaç duyduğu ama yokluk, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamaya; bebekliği ve çocukluğunda ölümden kurtulmuş yetişkinlerini erken ölüme mahkûm ettiği fazla nüfusun yarattığı ve giderek daha çok yaratacağı baskıdan korunmaya çalışmaktadır.
BM Nüfus Fonu yöneticisi bayan yazarın da işaret ettiği, nüfus fazlalığı ve artışı ile yoksulluk arasında bir bağ kuşkusuz kurulmalıdır. Ama bu, kapitalizmle bağlantısızlığı içinde çalışma, üretme, giderek daha verimli üretme, sattığı işgücü karşılığı belirli bir ücret alma ve dolayısıyla belirli bir satın alma gücüne sahip olarak yokluk, yoksulluk ve ölüme savrulmadan geçim araçlarını yeterince elde edebilme olanağı bulamayan ya da bu olanağı zaman zaman ve az çok bulabilen fazla nüfusun, tamamıyla doğal fazlalaşmasına bağlı olarak; yine kapitalizmle bağlantısızlığı içinde, daha fazlası üretilip ekilemeyecek denli son sınırına varmış ya da varmakta olan ve hızla artan nüfus karşısında tüm doğallığıyla bu nüfusu beslemekte yetersiz kalan geçim araçları ve kıt kaynakların üstesinden gelinemez bir kaçınılmazlık ve doğallıkla yol açtığı yoksulluk (ve sefalet ve ölüm) ile bağı biçiminde kurulamaz. Geçim araçları yetersizliği ve kaynak kıtlığının doğallığına dayandırılan bir fazla nüfus ve yoksulluk ilişkisi, yalnızca toplumsal nedenselliğine bağlı olarak oluşan fazla nüfus sorununu açıklamakta yetersiz kalmaz, ama hem nispi fazla nüfusu hem de yoksulluğu kapitalizmin zorunlu sonuçları olmaktan çıkararak, kapitalizmin dertlerine mazeret gösterir: “Doğallık”, toplumsal değil “doğal yasalar”! Nüfusun nispi fazlalığı olduğu kadar yoksulluk ve beslenme yetersizliği ile bebek ve yetişkin erken ölümleri doğaldır. Pozitivist laik burjuva bilimciler doğallığa ve doğa yasalarına vurgu yaparken, dinciler “kader”e bağlarlar; ama emekçilerin gözünde, mazereti bulunmuş yoksulluğun kaynağı olarak kapitalizm temize çıkarılmaya, yoksulluk ve sefalet gibi tüm kötülükleriyle kapitalizme karşı mücadele yatıştırılmaya çalışılır.
Nüfus fazlalığı ve yokluk, yoksulluk, sefalet ve fazlalığı dengeleyici ölümlerin doğallığını ileri süren Malthusçu teori ve Malthus, evlenmekten kaçınmak, geç evlenmek ve “cinselliğe karşı kesinlikle ahlaki bir tavır almak” gibi cinsel perhizi öngören çözümler önerirken yeni Malthusçuların aile planlaması ve kürtaj gibi, yine doğal ama daha insani ve modern görünen çözümlerde karar kılmalarının en olumsuz yönü, emekçiler arasında insanın ve toplumun geleceğine inançsızlık, korku ve kapitalizme karşı mücadelenin gereksizliğine ilişkin duygu ve fikirler yaymasındadır.
Bir ayağıyla özel mülkiyete dayanan ama aynı zamanda özel mülkiyet sistemi tarafından yıkıma itilmekte ve yok edilmekte olan köylüsü, esnafı, sanatçısı ve aydını ile küçük burjuvazi de, bu Malthusçu teorinin etkilerini güçlendirmektedir. Küçük burjuvazi, kuşkusuz daha çok aydınları aracılığıyla bir yandan Malthusçu teori ve onun tezlerinden etkilenmekte ve olup biteni doğal görmekte; öte yandan da, yaşamının giderek daha zorlaştığını, varlığını sürdürme mücadelesinin acımasızlaştığını, kendisi ve ailesinin durumunun gittikçe daha da umutsuzlaştığını yaşayarak görüp etinde hissetmekte ve kapitalizme olmasa bile, onun yok edici sonuçlarına karşı çıkmaktadır. Daha çok geleneksel ve oturmuş, daha kendine yeter olan kırsaldan kent sanayisi ve ticareti ile daha içli dışlı olan, kapitalizmin yıkıcı sonuçları ile daha yakından ilişkili, onların etkisine daha çok açık, oturmamış, dengesiz ve kendine yeter olmaktan çıkarak piyasa ilişkilerinin çok yönlü girdabına kapılmış kente doğru küçük burjuvazi, yaşamının doğallık düzeyiyle bir paradoks teşkil etmek ve bu, bir kez daha “fazla nüfus” ve yoksulluğun, doğallıkla ilişkisizliğini kanıtlamak üzere, Malthusçu teoriden daha çok etkilenme içinde olmaktadır. Yıkıma itilmekte olan küçük burjuvazi içinde, modernize “özgürlükçü” bir yaşam felsefesine bağlanma nedeniyle değil ama yoksulluk ve aşağılanmaya daha “kolay” katlanabilmek, bebekliğinde ve gençliğinde onu bekleyen “kötü kaderi” baştan önleyebilmek üzere daha az çocuk yapma ve geç evlenmeye doğru görülen eğilim, kapitalizm koşullarında yaşamın fiili zorlayıcılığı yanında, bu katmanın Malthusçu etkilenmeye açıklığının da verisini sağlamaktadır.
Küçük burjuvazi, burjuvazi karşısında aristokrasiyi savunan ve aristokrasinin çıkarları ile çatışması noktasında kapitalizmin çelişki ve kötülüklerini eleştiren Malthus’un tutumundan farklı olarak, ezilmekte oluşundan gelen tepkisinin kadercilik içinde erimesi ve boyun eğicilik ve katlanmacılığa götürmesi olarak, kapitalizmi eleştirmekte; ama yalnızca yakınmakta, kapitalizmin dikte ettiğinin gereğini yapmaktadır. Bu tutumda, kapitalizmin küçük burjuvaziyi yok oluşa sürüklemekte oluşu, dağılan ve yok olan, geleceği olmayan bir kategori oluşturması tayin edici olmaktadır. Kapitalizme ve onun dayattığı yoksulluğa karşı çıkışı, umutsuz bir biçimde yok olan, gelecek umudu olmayan, moralsiz ve ürkek bir sınıfın tutumu olarak şekillenmektedir. Umutsuzluğu, onu, ani parlamalara -ve sonra doruktan dibe vurmalara- götürse de, bu parlama ve düşüşlerin de deney birikimiyle, bu umutsuzluk, moralsizlik ve ürkeklik, onun genel tutumunu damgalamaktadır. Kapitalizme karşı çıkış, onun yoksulluk gibi olumsuz sonuçlarını doğal ve kaçınılmaz bulmayla birliktedir ve buradan, “Yapacak şey yok. Doğaldır. Sefalete, yoksulluğa, aşağılanmaya yol açan çocuklarımızın sayısı daha az olsun. Onları da kötü bir geleceğe mahkûm etmeyelim” sonucuna varmak ve yakınmayla yetinmek kolay olmaktadır. Bu sınıf tutumu, kuşkusuz sınıfsal konumdan çıkmakta, ama hem Malthusçu teorinin etkilerine açık bir ortam ve yayılması için olanak sağlamakta, hem de Malthusçuluğu güçlendirmektedir.
Sosyalist işçiye düşen ise, şüphe yok ki, bugünkü mücadelesini ve kendi geleceği -çocukları- ile birlikte, onlar tarafından daha ileri bir noktaya vardırılacak mücadelesinin gelecekteki zaferini öne sürerek, kötülüklerin kaynağı kapitalizme karşı savaşmaktır.
Kapitalizm karşısında bugünü kurtarmak (daha az çocukla bugünkü yoksulluğu daha katlanılır kılmak), geleceğin güvensizliğine bugünden boyun eğip gerektirdiği duruma uyum sağlamak üzere tedbir almak (az sayıda çocuğun çok sayıda çocuk karşısında yoksulluk, sakatlık, ölüm vb. açısından daha risksiz kapitalizm koşullarındaki geleceği), sosyalist işçinin yaklaşımı olamaz. İşçi sınıfı, küçük burjuvaziden farklı olarak, kapitalist gelişmenin dağıtıp yok oluşa sürüklediği değil, bir araya toplayıp nitelik ve nicelik olarak çoğalttığı, örgütlenmeye ve kapitalizme karşı mücadele ve onu devirmeye, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemeye ve üretici güçlerin gelişmesinin önündeki bütün engelleri kaldırarak üretimi alabildiğine özgürce hızla geliştirme yeteneğinde olan geleceğin temsilcisi sınıftır.
İşçi sınıfının bugün zorluk içinde yaşadığı, tek tek işçilerin kendilerinin ve ailelerinin yaşamlarını güçlükle ve çökertici yaşam koşullarıyla mücadele içinde sürdürebildikleri kesindir. Ama şu da kesindir ki, işçi sınıfı, bugün bilinç, mücadele ve örgüt birikimi bakımından bir önceki nesle göre daha ileridedir. Geçici zigzaglar ve mücadelenin kendiliğinden ilerleyişinin gösterdiği ileri gidiş ve geri çekilişler kuşkusuz mümkündür ve buna değinilmiyor. Önemli olan, konjonktürel durum ve gelişmelerin ötesinde sınıfın sahip olduğu yetenekler ve onun genel düzeyinin yükselişidir ki bu gerçekleşmektedir. Bugünkü neslin çocuklarının daha ileri bir düzeye sahip olacaklarından, daha bilinçli ve örgütlü ve daha kararlı bir mücadele ile kapitalizme ve onun dayattığı sefil yaşam koşullarına karşı saldırılar düzenleyeceklerinden kuşku duymaya neden gerek olsun?
“Bizim kuşağın karşı karşıya bulunduğu güçlükler, babalarımızın çektiklerinden daha da zordur” diyor Lenin, “Ama bir yönden, biz, babalarımızdan daha şanslı sayılırız. Biz dövüşmeyi öğrenmeye başladık ve hızla öğreniyoruz ve en iyisini babalarımızın yaptığı gibi, birey olarak dövüşmek değil, bizim kafamıza yabancı gelen burjuva lafebelerinin sloganları için değil, kendi sloganlarımız için, sınıfımızın sloganları için dövüşmeyi öğrendik. Babalarımızdan daha iyi dövüşüyoruz. Çocuklarımız bizden daha iyi dövüşecekler ve zafer onların olacaktır.” (İşçi Sınıfı ve Yeni-Malthusçuluk, Nüfus Sorunu ve Malthus s. 239)
İşçi sınıfının geleceği güvensizlik, moralsizlik ve ürküntü üretmeyen, sağlam ve gittikçe gelişip güçlenen bir sınıfsal konuma sahip olduğu kesindir. O, küçük burjuvaziden farklı olarak yok olmuyor, tersine, büyüyor ve güçleniyor. Zaferler kazanarak, uğradığı yenilgilerden dersler çıkarıp tecrübeler biriktirerek, bu birikimleri ileri unsurlarından daha geri unsurlarına doğru sürekli yayılarak mücadele içinde kendini eğiterek sağlamlaşıyor, cesaret kazanıyor, daha bilinçli ve örgütlü mücadeleci bir yapı kazanıyor. Proletarya, geleceği kucaklamaya hazırlanan bugünkü sınıf konumuyla, Malthusçuluğun etkisine açık ve onu güçlendiren küçük burjuva ürkekliği ve yatışkınlığından kesinlikle uzaktır. Malthusçu yatıştırıcılık, onun için bir anlam ifade edememektedir, somut sınıfsal durumu, onu her geçen gün daha çok kapitalizme karşı hınçla doldurmaktadır ve devrimci komünistlerin güvenle Malthusçuluğun mutlak düşmanı olmalarının nedeni budur.
Devrimci komünistler; başlıca işlevi, göreceğimiz gibi, saçma bir teori aracılığıyla, doğal yasaların işleyişine atfettiği yoksulluk, sefalet ve bebek ve yetişkin erken ölümleri suçundan arındırdığı kapitalizmi, kötülükleri dolayısıyla masum ve mazur göstermek ve en çok doğallığa ya da kadere beddua yağdırmaya yönelterek emekçileri kapitalizme karşı mücadeleden alıkoymak olan Malthusçuluğun uzlaşmaz karşıtıdırlar. Ama bundan, komünistlerin; doğum kontrolü, aile planlaması ya da kürtajın da mutlak ve uzlaşmaz karşıtı oldukları sonucu çıkmaz. Komünistler, başlıca, Malthusçu nüfus yasası uyarınca ve doğrudan kapitalizmin kötülüklerini gizlemek ve ona karşı mücadeleyi yatıştırma hedeflerine yönelik olarak doğum kontrolü, aile planlaması ve kürtaja yüklenen işleve, bunların fazla nüfus sorununun çözümleri olarak ortaya atılmalarına karşıdırlar. Kuşkusuz papaz ya da molla ve şeyhlerden, dinci ahlakçılardan farklı olarak komünistler, doğum kontrolü ya da kürtaj üzerinde yasakların savunucusu olamaz ve bütün bu yasaklamaların kaldırılmasını talep ederler. Erkek ve kadınlar, kendi bugünleri ve geleceklerine, nüfusları içinde olmak üzere, her yönüyle karar verme hakkına sahip olmalıdırlar. Bu bir demokratik hak olarak sahiplenilmelidir. Ancak her demokratik hak gibi, kendine yeterli, son ve nihai çözümler olarak ileri sürülmeleri durumunda anlamsızlaşırlar. Örneğin bir burjuva ile bir emekçinin bu haklarını kullanma bakımından koşulları ve olanakları tümüyle farklıdır. Bir burjuva, hiçbir kaygıya kapılmadan isteğince çocuk yapıp büyütme olanağına sahipken ve bu olanak, yalnızca biyolojik engellerle sınırlanırken; emekçi, çocuk büyütme koşul ve olanaklarını inceden inceye hesaplayıp çocuk sayısını sınırlama yönünde yaşam koşullarından kaynaklanan bir baskıyla karşılaşacak ve hakkını kısıtlama yönünde kullanma eğilimi oldukça fazla olacaktır. Bu nedenle, doğum kontrolü ve kürtajın bir demokratik hak olarak savunulması ile yetinme, ama bu hakkın savunulmasını kapitalizmin devrilmesi mücadelesine bağlamama, Malthusçuluğa kaymanın başladığı noktayı oluşturur.
Eklenmesi gereken son şey, doğum kontrolü önlemlerinin ve kürtajın kadın sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin hesaba katılmasıdır. Bugünkü düzeyiyle tıp, bir dizi doğum kontrol yöntemlerinin kadın sağlığı üzerindeki olumsuz etkisini minimuma indirmiş bulunmasına karşın, kürtaj, hâlâ, olumsuz etkilerinin büyüklüğü nedeniyle kadına yöneltilmiş bir saldırı durumundadır. Komünistler, doğum kontrolü ve kürtaj üzerindeki yasaklayıcılığa karşı çıkmak ve demokratik haklar olarak bunları savunmakla birlikte, özellikle kürtajı teşvik etmez ve önermezler.
Ve kimse, sözü edilen demokratik hakların savunulmasıyla Malthusçuluğun toplumsal, ama sözde doğal olanı formüle ettiği ileri sürülen teorisinin zehirli etkilerini birbirine karıştırmamalıdır.

MALTHUSÇULUĞUN TEMEL TEZİ OLARAK HIZLI NÜFUS ARTIŞI VE KAYNAKLAR YA DA GEÇİM ARAÇLARININ YETERSİZLİĞİ
Önce, Cumhuriyet Gazetesi’nin -onun adı solcuya çıkmasına karşın, seçtiği yazarlar ve yaydığı fikirlerle emperyalist propagandanın yürütücüsü sıradan bir alet olarak gerçek içeriğini de göstermek üzere- başka zehirli gerici teori ve tezler yanı sıra Malthusçuluğu yayan “3. Binyıl’a Doğru” yazı dizisinden alıntılar:
“…Sürekli artan nüfus, gezegenimizin sahip olduğu kısıtlı sayıdaki kaynakları hızla yok etmektedir.” (K. Subrahmanyan, savunma uzmanı, BM Nükleer Silahlardan Caydırma Grubu Basanı, Cumhuriyet, 14 Eylül, s. 12)
“…Son iki yüzyıldır, insan topluluğunun var oluşundan beri süregelen nüfus artışı bir patlamaya dönüşmüştür. Gerçekten de gitgide daha kısa sürede yeryüzündeki insan sayısı ikiye katlandı ve bugün bulunduğumuz aşamada insan nüfusundaki gelişmeyi gösteren grafik, yükselerek dikey bir çizgiyi andırıyor. Herhangi bir değişim olmazsa dünya yüzeyi, artan nüfusa dar gelecek demektir. Kutsal kitabın öngördüğü gibi dünya dolacaktır. Ama fiziksel olarak bu olanaksız olup, insanlar ve diğer canlılar genelde doğada büyümeyi sürdürebilirler. Yalnızca olayı peri masalı gibi düşlememelidirler. Çünkü grafikte görülecek değişim kaçınılmazdır. Ama bu değişimin yalnız iki biçimi vardır. Birincisi: Önemli nüfus felaketlerinin yaratacağı bir bozulmadır. İnsanlık şimdiki sayısının yüz ya da bin katı gerileyecektir. İkincisi: Nüfus artışının azar azar yavaşlamasını gösteren grafik çizgisinin yön değiştirmesidir.” (Henri Atlan, Nükleer tıp profesörü, NASA eski araştırmacısı, 13 Eylül, s. 10)
“…tarım alanları verimsizleşiyor, toprak erozyonu artıyor ve ürün verimi azalıyor. Bu nedenle bazı bilim adamları dünyamızın tarım sisteminin artan dünya nüfusunu besleyebileceğinden kaygılıdırlar. Besin üretimi artışı son on yılda azaldı ve şimdi nüfus artışının sadece üçte ikisi oranında. Bugünkü eğilim sürerse bu oran önümüzdeki on yılda daha da düşebilir.” (Prof. Henry W. Kendall, 1990 Nobel Fizik Ödülü sahibi, 8 Eylül, s. 10)
“Fazla nüfus artışı, çevremizin kirlenmesine, doğal kaynakların tükenmesine ve var olan yaşam alanları için yapılan çatışmalara yol açmaktadır.” (Prof. Torvard C. Laurent, İsveç Kraliyet Bilim Akademisi Başkanı, 4 Eylül, s. 6)
“Daha iyi eğitim görmüş annelerin daha çok doğurmak yerine kısıtlı zamanlarıyla ve olanaklarıyla daha iyi eğitim görmüş, daha sağlıklı çocuklar yetiştirmeye özen gösterdikleri gözlenmektedir. Eğitimin, kişi başına düşen ortalama geliri etkilediğini gösteren bu kanıt, yaşam standardının potansiyel gücünü yiyip bitiren, Malthus’un karabasanını, hızlı nüfus artışını bir ölçüde giderdiği de görülmektedir. Malthus’un teorisine uygun olarak anne ve babalar, eğitim ve gelir düzeyleri arttığı zaman, çocukları için daha çok harcama yapıyorlar, ama daha az sayıda çocuğa daha iyi bakmak ve onları daha iyi eğitmek için harcıyorlar.” (G. Stanley Becker, Prof. Amerikan Ekonomi Derneği Başkanı, Business Week’de köşe yazarı, 1992 Nobel ekonomi ödülü sahibi, 6 Eylül, s. 10)
“Daha büyük bir sıkıntı kaynağı da örneği olmayan nüfus artışıdır. 1950’den önce doğanlar dünya nüfusunun iki katına çıktığını bugün görmektedirler… Sınırları belli olan dünyamızda böyle bir artışın toplumsal patlamalara neden olacağı görülmektedir. Tahıl üretimi insan ırkının en önemli ekonomik ölçüsü olup, 1950’den 1984’e kadar 2,6 kat artmıştır. Yılbaşına yaklaşık olarak yüzde 3’lük bir artışla nüfus artış hızını geçmiştir. Nüfus başına düşen tahıl tüketiminin 34 yıllık dönemde yüzde 40’lık artışla sonuç vermiş olması; et, süt, yumurta ve peynir gibi yaşamsal ürünlerin tüm dünyada beslenmeyi geliştirmesini ve yiyecek tüketiminin artmasını sağlamıştır. 1984’ten beri geçen 8 yıl boyunca dünya tahıl üretimi yıl başına belki yüzde 1 oranında artmıştır ki bu da nüfus başına yüzde 1’lik bir azalmayı gösterir. Bu özellikle rahatsız edici bir gelişmedir: Nüfus artışı yaşam standartlarını düşürerek günümüzde çok önemli ve gittikçe derinleşen toplumsal bir yara durumunu almıştır.” (Lester
B. Brown, Rockefeller Vakfı’nın desteği ile Worldwatch Enstitüsü’nü kurdu, 7 Eylül, s. 10)
Ve son olarak, L. R. Brown, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi ile Londra Asiller Cemiyeti’nin ortaklaşa hazırladıkları bir “uyarıcı rapor”dan aktardıklarını görelim:
“Eğer nüfus artışı hakkında şimdiden öne sürülen kehanetler doğru çıkarsa ve insanların gezegenimizdeki etkinlikleri değişmeden kalırsa, bilim ve teknoloji, ne çevrenin geri dönüşümü olmayan bozulmasını ne de dünyadaki süre gelen yoksulluğu önleyebilecektir.” (Agy)
Seçkin emperyalist ideolog ve propagandistlerin nüfus sorununun farklı yönlerine değinen görüşlerinden bir demet sunmaya çalıştık. Ancak yine de hemen tümünün nüfus artış hızı ile kaynakların kıtlığı ya da geçim (ya da beslenme) araçlarının yetersizliği arasında olumsuz bir orandan söz etmeleri, ortak yanlarını ya da hareket noktalarını oluşturuyor.
Yine de bu orantısızlıktan söz ederken oldukça yumuşak bir dil kullandıklarını söyleyebiliriz. Malthusçuluk, çünkü, bir zamanlar bizzat Malthus’un yaptığı gibi gözü karalıkla bugün savunulamamaktadır. Gelişen bilim, kâr kaygısının sınırlamasına karşın bilimin teknolojik gelişmelere yol açması ve yine kâr kaygısının sınırlandırıcılığına karşın teknolojinin üretime uygulanması, bunun emek üretkenliğini ve verimliliğini artırırken, yine ancak kâr kaygısının sınırlandırıcılığına karşın teknolojinin üretime uygulanması, bunun emek üretkenliğini ve verimliliğini artırırken, yine ancak kâr kaygısının sınırlandırıcı etkisi altında toprağa yatırılan sermaye ve tarımın makineleşmesi, sulama, gübre kullanımı vb. yoluyla toprak verimliliğinde artışa neden olması, dünyada tarıma açılmamış milyonlarca hektarlık toprak bulunması ve bunlar tarıma açıldıkça ciddi üretim artışları elde edilmesi ve en önemlilerinden biri olarak, kapitalizmin karşısında sosyalist bir ülkeye, SSCB’ne yaklaşık 40 yıl tahammül etmek zorunda kalması ve sosyalizm koşullarında sağlanan üretim ve toprağın verimliliğinde artışların, bunların toplumsal sistem sorunu olduğunu ortaya koyması gibi nedenlerle, Malthusçuluk yumuşatılmak zorunda kalınmıştır.
Şimdi artık, örneğin Malthus’un, nüfusun geometrik dizi olarak geçim araçlarının ise ancak aritmetik dizi olarak arttığı şeklinde formüle ettiği temel tezi bu haliyle savunulamamaktadır. Çünkü L. R. Brown’ın da ortaya koymaktan kaçınamadığı gibi, 1950–84 arası 34 yıllık dönemde, Malthus’un temel bir ölçüt olarak ileri sürdüğü tahıl üretimi nüfus artışından bırakalım çok az olmayı daha hızlı artmış ve nüfus başına düşen tahıl yüzde 40 fazlalaşmıştır. Hem de kapitalizm koşullarında sağlanan bu gelişme, ashnda temel teziyle birlikte Malthus’un bütün nüfus teorisinin saçmalıklar yığını haline dönüşüp çökmesi anlamına gelmiştir. Bugün Malthusçuluk, ancak bu haliyle, yumuşatılarak savunulabilmektedir. Ama burjuvazi için öylesine çekicidir, kapitalizmi, yol açtığı kötülükler karşısında o denli mazur göstermekte ve kapitalizmi hedeflemek üzere gerilecek yaylardan atılacak okları öylesine doğallık ya da kader karşısında yakınmalara dönüştürme işlevindedir ki, olanca bilim dışılığına ve gerçeklerin ve yılların istatistiklerinin tümüyle tersini -hem de kapitalizm koşullarında- kanıtlamasına rağmen, burjuva “bilim adamı” ideologlar tarafından hala işçi sınıfı ve genel olarak emekçilere karşı paslı bir silah olarak kullanılmamazlık edilememektedir.
Oysa bugünkü noktaya, Malthus’un cehaletin verdiği cesaretle ortaya attığı (aslında Marx’ın dediği gibi, “De Foe’dan, Sir James Steuart’tan (Mill), Townsend’dan, Franklin’den, Wallace’dan vb. yapılmış çocukça ve üstünkörü bir aşırma”dan /Nüfus Sorunu ve Malthus, sf.95/ başka bir şey değildir) iddialarından gelinmiştir. Malthus, 1798’de ilk olarak yayınladığı “Toplumun Gelecekteki Gelişimine Etkileri Açısından Nüfus İlkesi Üzerine Bir Deneme” adlı broşüründe, “Nüfus, kısıtlanmadığında, geometrik oranla çoğalır. Geçim araçları ise, ancak aritmetik oranla artar… İnsan yaşamı için gıdayı zorunlu kılan doğa yasası uyarınca, eşit olmayan bu iki gücün etkileri eşit tutulmalıdır. Geçim araçlarının sağlanmasındaki güçlük, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektirir. Bu güçlüğün etkisini bir yerde ortaya koyması ve insanlığın geniş bir ölümüne kendisini zorunlu olarak, şiddetli bir biçimde duyurması gerekir. Nüfusun ve yeryüzündeki üretimin iki gücü arasındaki bu doğal eşitsizlik ve onların etkilerini sürekli olarak eşitlemek zorunda olan büyük doğa yasası, toplumun yetkinleşmesini olanaksız kılan büyük bir engeldir.” (…Deneme, Aktaran, Nüfus Sorunu ve Malthus, sf.11-12) diye yazmıştır.
Başlangıçta öylesine bir deneme olarak, aşırmayla ve çalakalem yazılan broşür öyle büyük ilgi görür, egemenler tarafından sahiplenilirken öyle tartışmalara da yol açar ki, Malthus kendisi bile şaşırır ve hemen derlenip toparlanmak zorunda kalır. İkinci ve sonraki baskılarda “oranlar” sorununa vurgu yapmaktan vazgeçip bu konuda yumuşar, ama temel tezini oluşturan bu oran uyuşmazlığını geri çekmez tümüyle. Sonraları, hayranlarının geliştirdiği ve “geçim araçlarının aritmetik oranla artması” tezi yerine ikame ettikleri toprağın “azalan getirt yasası”nı, kendisi de kullanmaya başlar.
Ancak hem uyuşmaz iki orana ilişkin geçerli kanıtı yoktur hem de azalan getirt yasası olarak formüle edilen şey tamamıyla bilim dışıdır. Nüfusun geometrik oranlı artışının kanıtı olarak eldeki tek istatistikî bilgi olan Amerikan beyazlarının nüfus sayımları kullanılmıştır. Ama ABD’ye göçün en hızlı olduğu zamanlardır ve doğru dürüst dikkate alınmamıştır. Geçim kaynaklarının aritmetik oranlı artışının geçerli olmadığı ise kısa sürede, hem de dünyanın ekilebilir alanlarının devasa bir kısmının tarıma açılmadığı koşullarda ortaya çıkmıştır.
Daha dünyanın bizzat doğa tarafından verimlileştirilmiş Güney-Doğu Avrupa ve Batı Amerika’daki uçsuz bucaksız alanlarının tarıma açılmadığı koşullarda başta tahıl olmak üzere geçim araçlarının nüfus karşısındaki yetersizliğini temel tez edinmiş bir teorinin dayanıksızlığı ve saçmalığı tartışma götürmezken, bu durum, aynı zamanda bu teorinin salt siyasal amaçlı olarak ortaya atılmış olduğunun kanıtını sağlamaktadır.
Üstelik bu teori, hareket noktası edindiği “doğal” oranlarıyla “insan toplumun yetkinleşebilirliği”ne açık bir itiraz olmanın yanında, “…tüm bireyleri rahat, mutlu ve daha serbest koşullar içinde yaşayan, kendilerinin ve ailelerinin geçimine ilişkin kaygıları olmayan kişilerden oluşan bir topluluğun varolabileceğine” inançsızlığın teorisi olarak, ne bilimin ilerleyişi ve bilimsel bilginin teknolojik ilerlemeye yol açacak birikimine, başlangıçta kâr kaygısının izin verdiği ölçüde ve sonra toplumsal dönüşüme bağlı olarak tamamen insanlığın hizmetinde, bunun hem sanayi ve hem de tarıma uygulanacak oluşuna, bilimin tarıma uygulanışının emek üretkenliği ve toprağın verimliliğini kat be kat artıracağı olmasına, bunun sonucu tarımda çalışan bir kişinin on, yüz, bin ve belki daha çok kişinin tüketimine yetecek bir üretim artışının öznesi olabileceğine ne önem ne de değer vermekteydi. Ama gelişme, SSCB’de çok daha ileri basanlar elde edilerek, kapitalist ülkelerde de bu yönde oldu. Ve ne nüfus artışıyla geçim araçları artışının uyumsuzluk oranları kaldı ne de toprağın “azalan getiri yasası”.
İlginç olan, kapitalizmin üretici güçlerin gelişmesine temel engeller çıkaran çürüme halindeki kapitalizm olarak gelişmesinin, burjuvazinin onca sahiplendiği Malthus’un teorisini ayakları altına alarak çiğnemesiydi. Yalnız SSCB’nin değil dünyanın nüfus ve üretim artışına ilişkin global rakamları, ne “oranları” ne de “azalan getiri yasasını” doğrulamıştı. Malthus teorisinin kapitalizmi pek geri bir noktadan savunmakta olduğu anlaşılıyordu. Ama yine de kapitalistler ona sahip çıkmamazlık etmediler. Çünkü Malthus, özel mülkiyet sistemini olumluyor ve ona yöneltilecek saldırılan ve doğa ya da kadere havale ederek yatıştırmaya yarıyordu. Her ne kadar Malthus’un görüşleri, bizzat kapitalizmin gelişmesi tarafından bile haksız çıkarılmış olsa da, kapitalizmin kötülükleri ve tıkanıklığına karşı ve herkes için yüksek bir yaşam düzeyi ve alabildiğine artan, bunalım momentlerine uğramayan bir üretim ve üretici güçler gelişmesinin, üretim ve değişim ilişkilerini kökten değiştirerek bütünüyle güvence altına alacak biricik ekonomik ve toplumsal koşulları, sosyalizmi gerçekleştirmek için mücadele edenlere karşı hala yararlı bir silah sayılabilirdi.
’30’larda, Malthus’a büyük övgüler düzen ve onun fiyat, kâr ve özellikle “etkin talep yetersizliği”ne ilişkin kavram ve kavrayışını “Genel Teori”sinin temel taşları yapan Keynes, önerdiği uygulama Malthus’unki ile çelişir görünse de, Malthusçuluğu sürdürdü. O, değer, artı-değer ve kâr sorunlarına aynı Malthus yüzeyselliği içinde ve kaynaklarını yalnızca basitçe değişim alanında arayarak yaklaşıyor ve “merkezi kontrol”ler aracılığıyla sağlanacağını söylediği tam istihdam ile “fazla nüfus” sorununun üstesinden gelmeyi ve Malthus’un “etkin talep yetersizliği”, yani işsizlik sorununu bu yoldan çözmeyi kuruyordu. Malthus, “etkin talep”i hareketli kılmak üzere işçi sınıfından çok aristokrasiyi ve onlara akan toprak rantını korumayı hesap ediyordu, ancak genel yaklaşımı açısından Keynes de farklı konumda değildi: Kapitalizmin başlıca kötülükleri, sistem içinde “etkin talep” kamçılanarak giderilebilirdi, bunun için kapitalizmi hedef almaya gerek yoktu. Aristokrasinin kalmadığı Amerikan toplumunda, burjuvaların lüksünün yanında emekçilerin talebini kamçılamaktan başka yol kalmamıştı! Keynes, ayrıca, “etkin talebi” kamçılamak için öngördüğü iş yaratmaları -taşları önce bir yerden ötekine taşıyıp sonra tekrar eski yerine getirmek gibi- ile de Malthus’un izini sürmekteydi. Yoksullar Yasası’na karşı çıkarak işsiz emekçilere yardımın yasaklanmasını savunan, eli iş tutan ama işsiz herkesi karınlarını doyurabilmek üzere zorla “iş-evleri”ne doluşturmayı öneren ve bunu İngiltere’de uygulatmayı başaran Malthus’un Keynes’e önemli bir birikim sağladığı anlaşılıyordu.
Ardından soğuk savaş döneminin Malthusçuluğu geldi. Dünya için başlıca tehlikeyi kalabalık nüfuslu ülkeler oluşturuyorlardı ve “aşırı nüfuslu” ülkelere, başta Çin ve Hindistan’a gıda yardımı yapmak cinayetti! Ama artık Malthus’u temel tezleriyle ve yumuşatmadan savunmak olanaksızlaşmıştı. Salt nüfus ilkesine vurgu yapmak yeterince inandırıcı olmaktan çıkınca, savunma mevzileri geriye çekildi. Köklü politik ve ekonomik dönüşümlerin gereksizliği ve komünistlerin nüfusa, coğrafyaya, psikolojiye vb. ilişkin tüm sorunlara politik ve ekonomik çözümler öngörerek halkı aldatmakta oldukları tezleri işlenmeye başladı.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, yıkıntıya uğramış dünyada kapitalizmin hızlı bir gelişme göstermesi ve sosyalizmden gelen baskı ve oluşturduğu örneğin emekçilerin aklını çelmemesi için, sömürge kârlarının bir kısmından vazgeçilerek bunların topluma aktarılması yoluna gidildi. Böylelikle Malthusçuluğun açıktan inkârı anlamına gelen sosyal yardım fonları oluşturuldu; sosyal devlet ilkesi, nüfus ilkesinin yerini aldı. İşsizlik sigortaları vb. bu dönemin ürünleridir. Bunlar zorunluydu, çünkü kapitalizm, kendisini emekçilerin desteğini yitirme tehdidiyle yüz yüze hissediyordu. Bu dönemde, işsizlik ve sefalet gibi kapitalizmin kötülüklerinin yıkıcı sonuçlarının önüne geçilmeye çalışıldığı gibi Keynes’çi uygulamalarla, bir dizi bunalım çerçevesinde olsa da üretim geliştirilmeye çalışıldı. Bunda devlet yatırımlarının, özellikle silahlanma harcamalarının rolü oldu.
Bu nedenler ve kapitalizmin restorasyonuna yönelip bunu gerçekleştirse de, daha bir süre, sosyalizmden kalma üstünlükleri (gelişkin üretici güçleriyle dev bir üretim gücü, bunun hâlâ merkezi devlet aygıtınca yönlendirilmesi vb.) kullanarak hızı düşme trendi göstermemesine rağmen eski sosyalist ülkelerin belirli bir gelişme göstermeye devam etmeleri, L. R. Brown’un üzerinde durduğu ’50-84 arası olumlu tabloya yol açtı. Nüfus artışının hızına rağmen geçim maddelerinin üretimi bu hızı aştı ve Malthusçuluğa söyleyecek pek söz kalmadı. Yumuşaması iyice ilerlemişti ki, revizyonist sistemin gerileme içine girmesi ve Batı kapitalizminde, sıhhatsiz yönelimlerin (silahlanma harcamaları, uzay projeleri gibi) yol açtığı tıkanmalar gündeme girmeye başladı. Üretken olmayan yatırımlar ve tüketim ancak geçici bir refah sağlayabiliyordu. Genişleyen yeniden üretimin gelişmesinin karşılaştığı sorunlar -başlıca üretken olmayan tüketimin yol açtıkları- yeniden istihdam sorunlarını bütün hıncıyla can alıcı kılarken, sosyal devlet ilkesi, kapitalizmin, sosyalizmin soluk ve tehdidini ensesinde hissetmekten kurtuldukça, vazgeçme eğilimine girdiği bir ilke olarak, yerini yeniden kapitalist “fazla nüfus” ilkesine olanca ağırlığı ile bırakmaya başladı. Bugün, kapitalizmin bunalımı ve karşısında Keynes’çilikten vazgeçilmesi ile ağırlaşan koşullarda, fazla nüfus, yani işsizlik, yoksulluk ve sefalet ile birlikte, yine dev sorunlar haline gelmişlerdir. Üretimde gerileme ise, diğerlerinin de kaynağını oluşturan sermaye birikimi sürecindeki tıkanmadan kaynaklanarak geçim araçlarında yetersizlik sorununu yeniden yakıcı kılmaktadır. Ve yeniden tam da Malthus ve Mathusçuluk için elverişli koşullar oluşmuş bulunmaktadır. “Nüfus ilkesi”ne ilişkin tartışmalar ve bu sorunun yeniden ağırlıklı olarak gündeme sokulmuş olmasının nedeni buradadır. Artık, aritmetik ve geometrik dizileriyle “oranlar”, tartışma gündemini işgal etmeyecek olsa bile -etmeyecektir büyük olasılıkla, çünkü, hem bilimsel birikim hem de yaşanmış deney bunu zorlaştıracaktır- gittikçe yumuşama ruh halinden kurtulacak Malthusçuların, kendilerini yenileyerek başımızı ağrıtmaya başlamalarını beklemeliyiz. Bunun ilk belirtilerinden biri, ABD’nin Malthusçu bir tutumla, Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu ve Uluslararası Aile Planlaması Federasyonu’ndan finansal yardımını geri çekmesidir. ‘Yeni” tezler, belki de Nüfus Konferansı ve “3. Binyıl’a Doğru” dizi yazısında olduğu gibi, görece “demokratik” kılıflar altında sunulacaktır. Belki de sertleşecek mücadele koşulları içinde daha gözü kara olanlarla karşılaşacağız. Ancak şurası kesin ki, Yeni-Malthusçu tezler yine emekçilerin dikkatini kapitalizmden uzaklaştırmaya ve kabahati doğada ve kendi yoksulluklarında aramaya sevk edici içerikte olacak ve yine komünistler, bu tezlerle mutlak ve uzlaşmaz mücadele içinde olacaklardır.

KAPİTALİZME ÖZGÜ NÜFUS YASASI YA DA NİSPİ FAZLA NÜFUS
Her şeyden önce Malthus ve Malthusçuların doğal yasalar öngörerek ve doğallık açıklamalarıyla toplumsal sistemi, kapitalizmi nüfus sorununun gelişip hareket ettiği zemin olmaktan çıkardıkları gibi, kapitalizmde nüfus hareketlerini kapitalizmin hareket yasalarından koparıp doğallaştırarak anlaşılmaz kıldıklarını, böylelikle kapitalizmin işleyişini görmezden gelerek onu kapitalizm olmaktan çıkardıklarını söylemek gerekir.
Malthus ve Malthusçular geçim araçları ya da kaynaklar ile istihdam araçlarını özenle birbirlerine karıştırırlar. Oysa kapitalizmde geçim araçlarının üretimi, değer, artı-değer ve sermaye birikimi yasaları uyarınca gerçekleşir. Geçim araçları doğal bir yasaya göre üretilmedikleri gibi, emekçi nüfus geçim araçları üzerinde herhangi bir baskı oluşturma durumunda değildirler. Yalnızca istihdam araçları üzerinde bir baskı oluşturabilirler, iş bulma ve çalışma olanaklarını zorlarlar.
Sanayide ya da tarımda olsun, herhangi bir kapitalist sektöre bir göz atış, bütün sektörlerde her yetişkin işçinin tüketebilecek olduğundan çok fazlasını ürettiğini göstermeye yetecektir. İşçi çocukları açısından da, çocuğa yapılacak her yatırımın, bire on ya da yüz geri verecek pek kârlı bir yatırım olduğu çünkü yetişkin haline gelecek her emekçi çocuğunun tükettiğinden misliyle fazlasını üretmeye koşullandırılmış olacağı kolayca anlaşılacaktır. Doğallıktan söz edilecekse, yetişkin işçiler ve çocuklarının kendi gereksinmelerinden çoğunu üretebilecekleri ve bu nedenle de toplumdan tüketebilecekleri miktarları doğallıkla alabilmeleri gerekeceği açık olmalıdır. Ama kapitalizm koşullarında ne işçilerin ve çocuklarının karınlarını doyurma talebi “gerçek” taleptir ne de onlar çoğunlukla karınlarını doyurmak üzere tüketebilecek “gerçek tüketiciler”dir. Kapitalizmin bildiği tek eşdeğer paradır, gerçek tüketiciler, satın alacakları tüketim maddeleri karşısında eşdeğer bir mal (üretim aracı, tüketim maddesi ya da işgücü) sunabileceklerdir, işçi, işgücünden başka satacak şeyi olmayan olduğuna göre, tüketim maddelerinden tüketebilmek için ancak işgücünü satmak zorundadır ve bununla geçim araçları ile tüketici olarak dolaylı bir bağ kurabilir. Bağ kurma aracı işgücü ve karşısında elde edebileceği ücrettir, işgücüyle ise ancak istihdam araçları üzerinde bir baskı yapabilir. İş bulup ücret elde etmeden tüketim maddeleri ya da geçim araçlarına ulaşamayacaktır. Ve tek bir işçi ya da işçi sınıfı ancak elde ettiği ücret oranında tüketebilecektir. Depolar malla dolu olsa da, elde edebilmişse, elde ettiği kadarıyla ücretinin eşdeğeri kadar tüketebilecek, genellikle sefalete ve zaman zaman erken ölüme mahkûm olacaktır. Bolluk içinde yokluk, kapitalizmin tanımıdır. Engels şöyle yazıyor:
“Çok az üretiliyor, hepsinin nedeni bu. Ama neden çok az üretiliyor? Üretim sınırlarının -bugünkü araçlarla bile- sonuna varılmış olmasından değil. Hayır. Üretimin sınırları, aç karın sayısına göre değil, satın alıp para ödeyebilecek kese sayısına göre saptanıyor da ondan. Burjuva toplumu daha fazla üretmek istemiyor ve isteyemez. Parasız karınlar, kâr için kullanılmayan ve bu yüzden kendisi de satın alamayan emek, ölüm oranına terk edilir. Her zaman olduğu gibi, tutalım ki, ani bir sınai canlılık bu emeğin kârlı bir biçimde istihdamını olanaklı kılsın, o zaman emek, harcayacak parayı ve o güne dek hiçbir zaman yokluğu hissedilmemiş olan geçim araçlarını yok edecektir. Bütün bu ekonomik sistemin içinde dönüp durduğu sonsuz kısır döngü budur. Kişi burjuva koşullarını bir bütün olarak kabullenince, o zaman onun her bir parçasınıın zorunlu bir parça olduğunu tanıtlar -ve bu nedenle de ‘sonsuz yasa’ olduğunu.” (Nüfus Sorunu Ve Malthus, s. 94)
Kapitalizmde, nüfusu, artış hızını kapitalizmin temel gelişme yasaları, emekle sermaye arasındaki toplumsal ilişki belirlemektedir. Marx, çerçeveye aldığımız pasajlarda bunu açıklıkla ortaya koyuyor.

Kasım 1994

EK:
KAPİTALİZM VE ARTI NÜFUS – KARL MARX
Sermaye birikimi, başlangıçta sadece “bir miktar büyümesi olarak görünmekle birlikte, … değişmeyen kısmında değişen kısmın aleyhine devamlı, bir artış göstererek, bileşiminde gitgide artan bir nitel değişme ile gerçekleşir.
Emeğe olan talep, toplam sermayenin bütünü ile değil, ancak değişen kısmının miktarıyla belirlendiğine göre, bu talep, toplam sermayedeki artış ile orantılı olarak artacağına gittikçe küçülen şekilde düşer. Emeğe olan talep, toplam sermayenin büyüklüğü nispetinde ve büyüklüğün artması ölçüsünde artan bir hızla düşer. Toplam sermayenin büyümesi ile birlikte değişen kısmı, yani onunla birleşen emek de büyür, ama bu daima küçülen bir oranda olur. Birikimin belli bir teknik temel üzerinde, üretimi basit bir şekilde genişletme görevini yerine getirdiği duraklama dönemleri kısalır. Belli sayıda ek işçi emebilmek, ya da hatta eski sermayenin başkalaşımı nedeniyle, zaten iş başında olanların çalışmaya devam etmelerini sağlamak için, toplam sermaye birikiminin sadece hızlı olması yetmez, bu hızın daima artan oranda olması gerekir. Öte yandan bu artan birikim ve merkezileşme, sermayenin bileşiminde yeni bir değişmenin, yani sermayenin değişmeyen kısmına oranla değişen kısmında daha hızlı bir küçülmenin kaynağı olur. Toplam sermayenin artış hızıyla birlikte giden ve bu artıştan daha hızlı Hareket eden, değişen kısmındaki bu hızlı nispi küçülme, öteki kutupta ters bir şekil alır; işçi nüfusunda mutlak bir artış olduğu görüntüsünü verir ve bu artış daima, değişen sermayeden ya da iş sağlayan araçların kitlesindeki yükselmeden daha hızlı hareket ediyor gibidir. Ama aslında, bu nispi aşırı işçi nüfusunu, yani sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir İşçi nüfusunu, bu yüzden de bir fazla nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey, kapitalist birikimin ta kendisidir.
Toplumsal sermaye bütünlüğü içerisinde ele alındığında, birikim hareketinin, onun bütününü az ya da çok etkileyen devresel değişmelere yol açtığı, bazen de geçirdiği çeşitli evreleri aynı anda farklı üretim alanlarına dağıttığı görülür. Bazı alanlarda, basit merkezileşmenin sonucu olarak, sermayenin mutlak büyüklüğünde bir artış olmaksızın, bileşiminde bir değişiklik olur; diğer bazı alanlarda İse, sermayedeki mutlak büyüme, değişen kısmındaki, yani bu kısmın emdiği iş gücündeki mutlak azalma ile birlikte olur; gene bazı üretim alanlarında, sermaye kendi teknik temeli üzerinde bir süre büyümeye devam eder ve bu büyümeyle orantılı olarak ek iş güçlerini kendisine çeker; oysa bir başka zaman, organik bir değişiklik geçirir ve değişen kısmı azalıp bütün bu alanlarda, sermayenin değişen kısmındaki artış ve dolayısıyla çalıştırdığı işçi sayısı, daima, şiddetli dalgalanmalar ve geçici fazla nüfus üretimine bağlanmış durumdadır: Bu fazla nüfus üretimi, çalışmakta olan işçilerin işten atılması biçiminde açık bir şekilde olabileceği gibi, ek işçi nüfusunun her zamanki kanallardan daha güç emilmesi şeklinde, daha az gerçek olmakla birlikte, göze daha az çarpan bir biçimde de olabilir. Halen işlemekte olan toplumsal sermayenin büyüklüğü ve artış derecesi, üretimin boyutlarıyla çalıştırılan işçi kitlesindeki artış, bunların üretkenliklerinden gelişme, bütün zenginlik kaynaklarındaki çoğalma ve yoğunlaşma ile birlikte, işçilerin sermaye tarafından çekilmesi hareketinin boyutlarında bir büyüme olduğu gibi, gene sermaye tarafından itilmelerinin boyutlarında da bir büyüme görülür; sermayenin organik bileşimindeki ve teknik şeklindeki değişmenin hızı artar, gittikçe artan sayıda üretim alanı bazen aynı anda bazen de başka zamanlarda bu değişmenin etkisi altında kalır. Bu nedenle, emekçi nüfusu, kendi yarattığı sermaye birikimi ile birlikte, kendisini nispi ölçüde fazlalık haline getiren, nispi fazla nüfus haline çeviren araçları üretmiş olur ve o, bunu daima artan boyutlarda yapar.
Bu, kapitalist üretim biçimine özgü bir nüfus yasasıdır ve aslında her özel tarihi üretim biçiminin, yalnızca kendi sınırları içerisinde tarihi bakımdan geçerli kendi özel nüfus yasaları vardır. Soyut bir nüfus yasası, ancak ve o da insanoğlu kendilerine müdahale etmediği sürece, bitkiler ve hayvanlar için vardır.
Fazla işçi nüfusu, birikimin ve de kapitalist temele dayanan zenginliğin gelişmesinin zorunlu bir ürünü olduğu gibi, tersine olarak da, bu fazla nüfus, kapitalist birikimin kaldıracı ve hatta bu üretim biçiminin varlık koşulu halini de alır. Bu fazla nüfus, her an el altında bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tıpkı bütün masrafları sermaye tarafından karşılanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiili nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak bu fazla nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda değişen gereksinmelerini karşılamak üzere, daima sömürülmeye hazır bir insan malzemesi kitlesi yaratır. Birikim ve onunla birlikte ortaya çıkan emeğin üretme gücündeki gelişmeyle birlikte, sermayenin ani genişleme gücü de büyür; bu büyümenin nedeni, sırf işlemekte bulunan sermayenin esnekliğindeki artı olmadığı gibi, sermayenin sadece esnek bir kısmını teşkil ettiği mutlak toplumsal servetin büyümesi, ya da bu servetin büyük bir kısmı her türlü özel dürtü altında ve derhal ek sermaye şeklinde üretimin emrine veren kredi sistemi de değildir; şimdi artık, artı-ürün kitlesinin büyük bir hızla ek üretim araçlarına dönüşmesini sağlayan, üretim sürecinin -makine, ulaştırma araçları vs. gibi- teknik koşulları da bu büyümenin bir nedenidir. Birikimdeki ilerleme ile kabına sığmayacak hale gelen ve ek sermayeye dönüştürülebilen toplumsal servet kitlesi, pazarı birdenbire genişleyen eski üretim kollarıyla, eski üretim kollarının gelişmesiyle gereksinme duyulan demiryolları vs. gibi yeni açılmış üretim kollarına büyük hızla akar. Bütün bu gibi durumlarda, büyük insan kitlelerinin diğer alanlardaki üretimin hacmine zarar vermeksizin, birdenbire önemli noktalara kaydırılması olanağı elde bulundurulmalıdır. Aşırı nüfus böyle bir kitleyi sağlar. Modern sanayinin izlediği kendine özgü yol, yani (daha küçük dalgalanmalarla kesilen) on yıllık devresel dalgalanma, ortalama canlılık dönemleri, yüksek sanayi ordusunun ya da fazla nüfusun durmadan meydana gelmesine. Ayrıca sınaî devresel dalgalanmaların çeşitli evreleri fazla nüfusu sağlar ve bunun yeniden-üretiminin en canlı unsurlarından birisi halini alır.
… Kapitalist üretim, doğal nüfus artışının sağladığı kullanıma hazır işgücü miktarıyla asla yetinemez. O rahatça at oynatabilmesi için doğal sınırların dışında yedek bir sınai ordusunun bulunmasını ister.
Toplumsal servet, işleyen sermaye, bu sermayenin büyüme ölçüsüyle hızı ve dolayısıyla, proletaryanın mutlak kitlesi ve emeğin üretkenliği ne kadar büyük olursa yedek sanayi ordusu da o kadar büyük olur. Sermayenin genişleme gücü ile emrindeki iş gücünün gelişmesi de aynı nedene bağlıdır. Bunun için, yedek sanayi ordusunun nispi büyüklüğü, servetin potansiyel enerjisi ile birlikte artar. Ama bu yedek ordunun faal orduya göre oranı ne kadar büyükse, sefaleti, çalışma sırasında katlandığı ızdırapla ters orantılı olan toplam fazla nüfusun kitlesi de o kadar büyük olur. Nihayet, işçi sınıfının, düşkünler tabakası ile yedek sanayi ordusu ne kadar yoğun olursa, resmi yoksulluk da o kadar yaygın olur. Bu, kapitalist birikimin mutlak genel yasasıdır.
(Marx, Kapital’den, Nüfus Sorunu ve Malthus, s. 98-117)

Ekimin hazırlanması döneminde Bolşeviklerin taktiğinin bazı özellikleri

Yeni bir çağın başlangıcım ilan eden Sosyalist Ekim Devrimi, uluslararası proletaryanın özlemlerinin gerçekleşmiş bir ifadesiydi. Dünya üstünde hiçbir sosyalist ülkenin bulunmadığı günümüz koşullarında bile, Ekim Devrimi ve Sosyalist SSCB, emperyalist burjuvazinin, her türlü karalama ve saldırıyla gözden düşürmeye çalıştığı korkulu rüyası olmaya devam ediyor. Çok zengin derslerle dolu olan bu büyük devrimin 77. yıldönümünde yayınladığımız bu yazı Bolşevik Partisi’nin devrimi örgütlerken izlediği çok yönlü ve ustaca taktikleri çözümlemektedir. Yazı, “Ekim Devrimi ve Rus Komünistlerinin Taktiği” makalesinin bir bölümüdür. (Leninizm’in Sorunları, Sol Yay. Çev. M. Erdost)

Ekimin hazırlanması döneminde Bolşeviklerin taktiğini anlamak için, en azından bu taktiğin son derece önemli bazı özelliklerini anlamak gerekir. Bolşeviklerin taktiği üzerine yazılan çok sayıda broşürde bu özellik çok kez atlandığı için bu iş daha da gereklidir
O halde bu özellikler nelerdir?
Birinci özellik: Troçki’yi duyan, Ekimin hazırlanmasının tarihinde sadece iki dönem olduğuna inanabilir: Keşif dönemi ve ayaklanma dönemi ve sanılabilir ki, bütün geri kalanlar şeytanın işidir. 1917 Nisan gösterisi nedir? “Gerektiğinden ‘fazla sola’ sapan nisan gösterisi, kitlelerin düşüncelerini ve onların Sovyetlerdeki çoğunlukla ilişkilerini denetlemeyi amaçlayan bir keşif çıkışıydı.” Ya 1917 Temmuz gösterisi nedir? —Troçki’ye göre, “aslında bu kez de iş, hareketin yeni ve üst bir aşamasında, daha geniş ve yeni bir keşfe indirgendi”. Partimizin üstünde durmasıyla örgütlenen 1917 Haziran gösterisinin Troçki’ye göre haydi haydi “keşif” olarak nitelenmesi gerektiğini söylemeye gerek yok.
Bundan, Bolşeviklerin, daha 1917 Martı’nda tamamıyla hazır bir işçi ve köylü siyasal ordusuna sahip olduğu ve bu ordudan ayaklanma için, ne nisanda, ne haziranda, ne de temmuzda yararlanmayıp, yalnızca “keşiflerle” uğraşmış olmalarının nedeninin, sadece “keşif sonuçları”ndan sağlanan “bilgiler”den, durumun o zaman elverişli olmadığı ortaya çıkar.
Partimizin siyasal taktiğinin böylesine basit bir biçimde anlaşılmasının, her zamanki askeri taktikle, Bolşeviklerin devrimci taktiğinin birbirine karıştırılmasından başka bir şey olmadığını söylemeye gerek yok.
Aslında, bütün bu gösteriler, her şeyden önce kitleleri, kendiliğinden savaşa karşı sokakta gösteri yapmaya iten hoşnutsuzluğun sonucu idi.
Aslında, partinin rolü, kendiliğinden ortaya çıkan kitlelerin eylemine, Bolşeviklerin devrimci sloganlarına yanıt verecek bir biçim ve yön vermekti.
Aslında, Bolşeviklerin 1917 Martı’nda hazır bir siyasal ordusu yoktu ve olamazdı. Onlar, bu orduyu, 1917’nin Nisanı’ndan Ekimi’ne kadarki sınıf mücadelesi ve çatışmaları süresinde, sadece kurdular (ve en sonunda, 1917 Ekimi’ne doğru kurma işini bitirdiler); onlar, bu orduyu, hem nisan gösterisiyle, hem haziran ve temmuz gösterileriyle, hem kasaba ve kentlerin Duma seçimleriyle, hem Kornilov’a karşı mücadeleyle, hem de Sovyetlerin ele geçirilmesiyle kurdular. Askeri komutanlık savaşa elinde hazır bir orduyla girerken, parti, kendi ordusunu, bizzat mücadele sırasında, sınıf çatışmaları sırasında, kitlelerin kendileri, kendi öz deneyimleriyle, partinin sloganlarının doğruluğuna, politikanın doğruluğuna inandığı ölçüde kurar.
Elbette, bu gösterilerin her biri, aynı zamanda, gözden kaçan güçler dengesini aydınlatıyordu, bir çeşit keşifti; ama burada keşif, hiç de gösterinin nedeni değildi; onun doğal sonucuydu.
Ekim ayaklanmasından önceki olayları inceleyen ve onları nisan-temmuz olaylarıyla karşılaştıran Lenin şöyle diyor:
“Bugünkü güncel perspektifler, 20-21 Nisan’daki, 9 Haziran’daki, 3 Temmuz’daki perspektifler değillerdir; o zaman bizim, yani partinin, egemen olamadığımız (20 Nisan’da), ya da durdurabildiğimiz ve barışçı bir gösteri şeklinde kanalize ettiğimiz (9 Haziran ve 3 Temmuz’da) kendiliğinden-gelme bir kaynaşma vardı. Bu olaylar sırasında, Sovyetlerin henüz tarafımızdan kazanılmamış olduğunu; köylülerin henüz Bolşevik yönetimine (ayaklanma) değil, Liber-Dan-Çernov yönetimine inandığını; bu yüzden halk arasında çoğunluğa sahip olamayacağımızı ve bu yüzden de ayaklanmanın henüz olgunlaşmamış olduğunu biliyorduk.” (“Yoldaşlara Mektup”, c. XXI, s. 345, Rusça)
Yalnız bir “keşifle” pek ileri gidilemeyeceği açık.
Elbette söz konusu olan keşif değil, söz konusu olan şu olay:
1. Ekimin hazırlık dönemi boyunca, parti, mücadelesinde her zaman devrimci kitle hareketinin kendiliğinden atılışından destek aldı;
2. Bu kendiliğinden atılışa dayanarak, hareketin yönetimini bütünüyle eline geçiriyordu;
3. Hareketin böyle yönetilmesi, partinin ekim ayaklanması için bir kitle siyasal ordusunun kuruluşu işini kolaylaştırıyordu;
4. Böyle bir politika, zorunlu olarak, ekimin hazırlanmasının bütünüyle tek bir parti, Bolşevik Partisi yönetiminde yapılması sonucuna götürüyordu;
5. Böyle bir hazırlık da, ekim ayaklanması sonucunda iktidarın, tek bir partinin, Bolşevik Partisinin elinde bulunması sonucuna ulaştı.
Böylece, ekimin hazırlanmasının temel noktası olarak, yönetimin bütünüyle tek bir partinin, Komünist Partisinin elinde olması, Ekim Devrimi’nin belirleyici bir niteliği, ekimin hazırlanması döneminde Bolşeviklerin taktiğinin ilk özelliğidir.
Bolşeviklerin taktiğinin bu özelliği olmasaydı, emperyalizm koşullarında proletarya diktatörlüğünün zaferinin olanaksız olacağını göstermeye hemen hemen hiç gerek yoktur.
Ekim Devrimi’nin, hiçbirisine komünist parti denemeyecek iki partinin devrimin yönetimini paylaştığı 1871 Fransız Devrimi’nden farklı ve daha iyi durumda olduğu yer burasıdır.
İkinci özellik: Ekimin hazırlanması, böylece tek bir partinin, Bolşevik Partisinin yönetiminde yapıldı. Ama parti, bu yönetimi nasıl kullandı? Bu yönetim, devrimin harekete geçirilmesi döneminde en tehlikeli gruplaşmalar olarak uzlaştırıcı partilerin tecrit edilmesi yolunu izledi.
Leninizm’in temel stratejik kuralını oluşturan nedir?
Bu kural şunları kabul etmeye dayanır:
1. Pek yakında olacak olan devrimin harekete geçirilmesi döneminde, devrim düşmanlarının en tehlikeli toplumsal dayanağını uzlaştırıcı partiler oluşturur.
2. Bu partileri tecrit etmeden, düşmanı (çarlığı ya da burjuvaziyi) devirmek olanaksızdır.
3. Dolayısıyla, devrimin hazırlanması döneminde en önemli okların hedefi, bu partileri tecrit etmek, büyük emekçi kitleleri bu partilerden koparmaktır.
Çarlığa karşı mücadele döneminde, burjuva demokratik devrimin hazırlanması döneminde (1905-1916), çarlığın en tehlikeli toplumsal dayanağı liberal-monarşist parti, kadet partisi olmuştu. Neden? Çünkü bu parti uzlaştırıcı bir partiydi, çarlıkla halkın çoğunluğu; yani köylülüğün bütünü arasında uzlaştırıcı bir partiydi. Partinin o zaman başlıca darbelerini kadetlere yöneltmesi doğaldı, çünkü kadetleri tecrit etmeden, köylülükle çarlık arasında bir kopmaya güvenilemezdi ve bu kopmayı sağlamadan da devrimin zaferine güvenilemezdi. Birçok kimse o zaman Bolşevik stratejinin bu özelliğini anlamıyor ve Bolşevikler için, kadetlere karşı mücadelenin, baş düşmana, çarlığa karşı mücadeleden “önce geldiği”ni söyleyerek, Bolşevikleri aşırı bir “kadet düşmanlığıyla” suçluyorlardı. Ama temelden yoksun olan bu suçlamalar, baş düşmana karşı zaferi kolaylaştırmak, yakınlaştırmak amacıyla uzlaştırıcı partinin tecrit edilmesini gerektiren Bolşevik stratejisinin apaçık olarak anlaşılmaması gerçeğini açığa vuruyordu.
Böyle bir strateji olmamış olsaydı, burjuva demokratik devrimde proletaryanın hegemonyasının olanaksız olacağını tanıtlamaya hemen hemen hiç gerek yoktur.
Ekimin hazırlanması döneminde, mücadele halindeki güçlerin ağırlık merkezi, yeni bir plan üstüne kaymıştı. Artık çar yoktu. Kadet partisi, uzlaştırıcı güç halinden, emperyalizmin yönetici bir gücü, egemen bir gücü haline gelmişti. Mücadele, artık çarlık ile halk arasında değil, burjuvazi ile proletarya arasındaydı. Bu dönemde, emperyalizmin en tehlikeli toplumsal dayanağı, demokratik küçük burjuva partilerinden, sosyalist-devrimci ve Menşevik partilerden oluşuyordu. Neden? Çünkü bu partiler o zaman uzlaştırıcı partilerdi, emperyalizmle emekçi kitleleri arasında uzlaştırıcı partilerdi. Bolşeviklerin başlıca darbelerini bu partilere yöneltmiş olması doğaldır, çünkü bu partileri tecrit etmeden, emekçi kitlelerinin emperyalizmden kopmasına bel bağlanamazdı; oysa bu kopmayı sağlamadan, Sovyet devriminin zaferine güvenilemezdi. Birçok kişi, o zaman, Bolşeviklerin taktiğinin bu özelliğini anlamıyorlardı; onları, sosyalist-devrimciler ve Menşeviklere karşı “aşırı bir kin” beslemekle ve baş hedefi “unutmakla” suçluyorlardı. Ama ekimin hazırlanması döneminin bütünü, Bolşeviklerin, Ekim Devrimi’nin zaferini sağlayabilmesinin ancak bu taktik sayesinde olanaklı olduğunu güzel bir biçimde göstermektedir.
Bu dönemin belirleyici özelliği, köylülüğün emekçi kitlelerinin artan bir biçimde devrimci anlayışı benimsemeleri, sosyalist-devrimciler ve Menşeviklere karşı hayal kırıklığı duymaları, bu partilerden uzaklaşmaları ve ülkeyi barışa götürebilecek, sonuna kadar devrimci tek güç olan proletarya etrafında doğrudan birleşmek için yaptıkları yön değiştirmedir. Bu dönemin tarihi, bir yanda sosyalist-devrimcilerin ve Menşeviklerin, bir yanda da Bolşeviklerin, köylülüğün emekçi kitleleri için, bu kitlelerin kazanılması için yaptıkları mücadelenin tarihidir. Koalisyon dönemi, Kerenski dönemi, sosyalist-devrimcilerin ve Menşeviklerin büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulmasını reddetmeleri, sosyalist-devrimcilerin ve Menşeviklerin savaşın devamı için mücadeleleri, cepheye yapılan haziran saldırısı, askerler için ölüm cezası, Kornilov’un ayaklanması olayları, bu mücadelelerin kaderini belirlediler. Ve bu olaylar, yalnızca Bolşevik stratejisinin doğruluğunu tanıtladılar. Çünkü sosyalist-devrimcileri ve Menşevikleri tecrit etmeden, emperyalistlerin hükümetini devirmek olanaksızdı; oysa, bu hükümeti devirmeden savaştan kopmak olanaksızdı. Sosyalist-devrimcilerin ve Menşeviklerin tecrit edilmesi politikası tek doğru politika olarak görüldü.
Böylece, ekimin hazırlanmasında yönetimin temel çizgisi olarak Menşevik ve sosyalist-devrimci partilerin tecrit edilmesi Bolşeviklerin taktiğinin ikinci özelliğidir.
Bolşeviklerin taktiğinin bu özelliği olmadan, işçi sınıfıyla köylülüğün emekçi kitlelerinin ittifakının havada kalacağını göstermeye hemen hemen hiç gerek yoktur.
Niteleyici bir olay da, Troçki’nin, Ekim Dersleri’nde, Bolşevik taktiğinin bu özelliğinden hiç ya da hemen hemen hiç söz etmemesidir.
Üçüncü özellik: O halde, ekimin hazırlanmasının parti tarafından yönetimi sosyalist-devrimci ve Menşevik partilerin tecrit edilmesi yolunu —temeli, büyük işçi ve köylü kitlelerini bu partilerden koparmak olan yolu izledi. Ama parti, bu tecridi somut olarak, hangi biçimde, hangi sloganla gerçekleştiriyordu? Bu tecrit, Sovyetlerin, kitlelerin seferberlik organlarından ayaklanma organlarına, iktidar organlarına, yeni bir proletarya devleti aygıtına dönüşmesi için mücadele edilerek, Sovyetlerin iktidarı için kitlelerin devrimci hareketi biçiminde, “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganıyla gerçekleştirildi.
Bolşevikler, Menşeviklerin ve sosyalist-devrimcilerin tecridini kolaylaştırabilecek, proletarya devrimini ileriye itebilecek ve proletarya diktatörlüğünün zaferine geniş emekçi kitlelerini getirmekle görevlendirilecek bir temel örgütlenme aracı olarak neden özellikle Sovyetlere saldırdılar?
Sovyetler nedir? k
“Sovyetler -diyordu Lenin 1917 Eylülü’nden itibaren- ilk olarak işçilerin ve köylülerin silahlı gücünü sağlayan yeni bir devlet aygıtı oluştururlar; bu güç, eski sürekli ordu gibi halktan kopmuş değil, halka en sıkı biçimde bağlanmıştır; askeri açıdan bu güç eski zamanlardakilerle karşılaştırılamayacak kadar güçlüdür; devrimci açıdan yerini başka hiçbir şey alamaz. İkinci olarak bu aygıt, kitlelerle, halkın çoğunluğuyla ilişki kurmaya olanak verir; hem bu ilişki öylesine sıkı, öylesine çözülmez, öylesine kolayca denetlenebilir ve yenilenebilir ki, eski devlet aygıtında buna benzer bir şey boşuna aranmış olunacaktır. Üçüncü olarak, bu aygıt, seçimle meydana geldiğinden ve bürokratik formaliteler olmaksızın halkın isteğiyle yenilenebilir olduğundan, eski aygıtlardan çok daha demokratiktir. Dördüncü olarak, bu aygıt, en değişik mesleklerle sağlam bir ilişki sağlamakta, böylece bürokrasiye gerek kalmadan en değişik ve en derin reformların uygulanmasını kolaylaştırmaktadır. Beşinci olarak, öncünün, yani ezilmiş sınıfların, işçilerin ve köylülerin en bilinçli, en enerjik, en ileri kesiminin bir örgütlenme biçimini sağlamakta; böylece ezilmiş sınıfların öncüsünün, bu sınıfların şimdiye dek bütünüyle politika hayatının dışında tutulmuş muazzam kitlelerin bütününü, sayesinde yetiştirebileceği, eğitebileceği, bilgi verebileceği ve peşinde sürükleyebileceği bir aygıt oluşturmaktadır. Altıncı olarak, parlamentarizmin avantajlarını hemen ve doğrudan demokrasinin avantajlarıyla birleştirmek, yani halkın seçtiği temsilcilerin kişiliklerinde yasama görevleriyle yasaların yürütülmesi görevlerini birleştirmek olanağını vermektedir. Burjuva parlamentarizmiyle karşılaştırınca, bu demokrasinin gelişmesinde, tarihsel ve dünya çapında önemli olan, ileriye doğru bir adımdır. …Eğer devrimci sınıfların yaratıcı halk dehası, Sovyetleri yaratmamış olsaydı, Rusya’da proleter devrim mahkûm olurdu; çünkü proletarya, eski aygıtla iktidarı kuşkusuz elinde tutamazdı. Yeni bir aygıta gelince, onu bir anda yaratmak olanaksızdır.” (“Bolşevikler İktidarı Ellerinde Tutacaklar mı?”, c. XXI, s. 258-259, Rusça)
İşte bu yüzden, Bolşevikler, Ekim Devrimi’nin örgütlenmesi ve yeni ve güçlü bir proletarya devleti aygıtının yaratılmasını kolaylaştırmaya elverişli temel örgütlenme halkası olarak Sovyetlere sarıldılar.
İç gelişmesi açısından, “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı iki aşamadan geçti: Birinci (temmuz ayında Bolşeviklerin yenilgisine dek, iktidarın ikili olduğu sürece) ve ikinci (Kornilov ayaklanmasının yenilgisinden sonra).
İlk aşamada bu slogan, Menşevikler ve sosyalist-devrimciler bloğunun kadetlerden kopması, Menşeviklerin ve sosyalist devrimcilerden oluşan bir Sovyet hükümetinin kurulması (çünkü o zaman Sovyetler, sosyalist-devrimci ve Menşevik’tiler), muhalefet için (yani Bolşevikler için) ajitasyon özgürlüğü ve Sovyetlerin bünyesinde partiler için mücadele özgürlüğü demekti; bu mücadele, devrimin barışçı bir gelişmesi sırasında Bolşeviklere Sovyetleri ele geçirmeye ve Sovyet hükümetinin bileşimini değiştirmeye olanak sağlayacaktı. Bu plan, pek doğaldır ki, proletarya diktatörlüğü demek değildi. Ama kuşkusuz, diktatörlüğü sağlamak için zorunlu koşulların hazırlanmasını kolaylaştırıyordu; çünkü Menşevikleri ve sosyalist-devrimcileri iktidara iterek ve onları aslında karşı-devrimci platformlarını gerçekleştirmeye zorlayarak, bu partilerin gerçek niteliklerinin ortaya çıkmasını çabuklaştırıyor, tecritlerini, kitlelerden kopmalarını çabuklaştırıyordu. Ama Bolşeviklerin temmuzdaki yenilgisi, avantajı, generallerin ve kadetlerin karşıdevrimine vererek ve sosyalist-devrimcileri ve Menşevikleri karşıdevrimin kucağına atarak bu gelişmeyi durdurdu. Bu durum, partiyi, “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganını, onu devrimin yeni bir atılımında yeniden ortaya atmak üzere geçici olarak geri çekmeye zorladı.
Kornilov ayaklanmasının yenilgisi ikinci aşamayı açtı. “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganı yeniden gündeme geldi. Ama o zaman bu sloganın anlamı, ilk aşamadaki anlam değildi. İçeriği kökten değişmişti. O zaman bu slogan, emperyalizmle kesin kopma ve Sovyetler, çoğunlukla o zamandan Bolşevik olduklarına göre, iktidarın Bolşeviklere geçmesi demekti. O zaman bu slogan, devrimin, ayaklanmayla proletarya diktatörlüğüne doğru yaklaşması demekti. Daha da ötesi, o zaman bu slogan, proletarya diktatörlüğünün örgütlenmesi ve devlet biçiminde kurulması demekti.
Sovyetlerin devlet iktidarı organları haline dönüşmesi taktiğinin değer biçilmez önemini oluşturan şey, bunun, yeni emekçi kitlelerini emperyalizmden koparması, Menşevik ve sosyalist-devrimci partilerin, emperyalizmin araçları olduğunu açıkça herkese göstermesi ve bu kitleleri, doğrudan bir yolla proletarya diktatörlüğüne getirmesiydi.
O halde, uzlaştırıcı partilerin tecrit edilmesinin ve proletarya diktatörlüğünün zaferinin en önemli koşulu olarak, Sovyetlerin devlet iktidarı organlarına dönüştürülmesi politikası, ekimin hazırlanması döneminde Bolşeviklerin taktiğinin üçüncü özelliğidir.
Dördüncü özellik: Eğer Bolşeviklerin, partilerinin sloganlarını, nasıl ve niçin geniş kitleler için sloganlar haline, devrimi ileriye iten sloganlar haline dönüştürdüklerini bilme sorunuyla ilgilenemeseydik, tablo eksik kalırdı; Bolşevikler, sadece öncüyü ve sadece işçi sınıfının çoğunluğunu değil, aynı zamanda halkın çoğunluğunu da politikalarının doğruluğuna inandırmayı nasıl ve niçin başardılar?
Gerçek şudur ki, bir devrimin zaferi için, eğer bir devrim, gerçekten halk devrimiyse ve geniş kitleleri kucaklıyorsa, partinin sloganlarının doğru olmaları yetmez. Bir devrimin zaferi için bir başka vazgeçilmez koşul daha gereklidir, o da şudur: Kitlelerin kendileri, bu sloganların doğruluğuna kendi öz deneyimleriyle inanmış olmalıdırlar. Sadece o zaman partinin sloganları, bizzat kitlelerin sloganları haline gelirler. Sadece o zaman devrim, gerçekten bir halk devrimi olur. Ekimin hazırlanması döneminde Bolşeviklerin taktiğinin özelliklerinden biri, bu taktiğin kitleleri doğal olarak partinin sloganlarına, şöyle bir deyim kullanırsak, bizzat devrimin eşiğine getiren, böylelikle de kitlelere, kendi öz deneyimleriyle bu sloganların doğruluğunu duyma, denetleme ve tanıma kolaylığı sağlayan yollan ve dönemeçleri doğru bir biçimde belirlemeyi bilmesiydi. Başka bir deyişle, Bolşevik taktiğinin özelliklerinden biri, bu taktiğin şu iki şeyi; partiyi yönetmekle kitleleri yönetmeyi birbirine karıştırmaması, birincisinin yönetilmesiyle ikincisinin yönetilmesi arasındaki farkı açıkça görmesi ve böylece bu taktiğin, parti yönetiminin değil, aynı zamanda geniş emekçi kitlelerinin yönetiminin de bilimi olmasıdır.
Kurucu Meclis’in toplantıya çağrılması ve dağıtılması deneyi, Bolşevik taktiğin nasıl belirdiğinin çarpıcı bir örneğidir.
Bolşeviklerin, Sovyetler cumhuriyeti sloganı daha 1917 Nisanı’nda ifade ettikleri biliniyor. Kurucu Meclis’in, Sovyetler cumhuriyeti ile apaçık bir biçimde çelişkide olan bir burjuva parlamentosu olduğu da biliniyor. O halde nasıl oldu da, Bolşevikler, Sovyet cumhuriyetine doğru yürürken, aynı zamanda, Geçici Hükümet’ten, Kurucu Meclis’in hemen toplanmasını talep ettiler? Nasıl oldu da, Bolşevikler, sadece seçimlere katılmakla kalmayıp, Kurucu Meclis’i kendileri topladılar? Nasıl oldu da, ayaklanmadan bir ay önce, eski düzenden yenisine geçiş olurken, Bolşevikler, geçici bir Sovyet cumhuriyeti ve Kurucu Meclis bileşimi olanağını kabul ettiler?
Bütün bunlar “oldu”, çünkü:
1. Kurucu Meclis fikri, nüfusun geniş kitleleri arasında en çok tutulan fikirlerden biriydi;
2. Kurucu Meclis’in hemen toplanması sloganı, Geçici Hükümet’in karşıdevrimci niteliğini daha kolaylıkla açığa çıkarmaya olanak veriyordu;
3. Kurucu Meclis fikrini halk yığınlarının gözünden düşürmek için, bu yığınları, toprak, barış, Sovyetler iktidarına değinen talepleriyle, Kurucu Meclis duvarlarının hemen içine getirmek ve böylece onları gerçek ve canlı Kurucu Meclis’le yüz yüze getirmek zorunluydu;
4. Bu kitlelere, Kurucu Meclis’in karşıdevrimci niteliğine ve onu dağıtmanın gerekliliğine, kendi öz deneyimleriyle, daha kolay inanmalarını sağlamak için tek yoldu;
5. Bütün bunlar, Kurucu Meclisi ortadan kaldırmayı amaçlayan yollardan biri olarak, geçici bir Sovyetler cumhuriyeti ve Kurucu Meclis bileşimini doğal kabul ediyordu;
6. Böyle bir bileşim eğer bütün iktidarın Sovyetlere geçmesi koşuluyla gerçekleşmiş olsaydı, bunun tek anlamı Kurucu Meclis’in Sovyetlere bağlı olması, Sovyetlerin bir eki haline dönüşmesi, acısız bir ölümle sona_ermesi olurdu.
Bolşeviklerin bu politikası olmasaydı, Kurucu Meclis’in dağıtılması bu kadar kolay olmayacak ve “Bütün İktidar Kurucu Meclis’e” sloganı altındaki sosyalist-devrimcilerin ve Menşeviklerin daha sonraki eylemi böylesine bir çatırtıyla yıkılmayacaktı.
“Rusya burjuva parlamentosu seçimlerine -diyor Lenin-, Kurucu Meclis seçimlerine, 1917 Eylül-Kasımı’nda katıldık. Taktiğimiz doğru muydu, değil miydi? … Biz, Rus Bolşevikleri, Eylül-Kasım 19177’de, Rusya’da parlamentarizmin siyasal bakımdan zamanını doldurmuş olduğunu iddia etmekte, Batının bütün komünistlerinden çok daha haklı değil miydik? Besbelli ki haklıydık, çünkü sorun burjuva parlamentoların uzun süreden beri mi, yoksa kısa süreden beri mi var olup olmadıkları sorunu değildir, sorun, büyük emekçi yığınların ideolojik, siyasal ve pratik bakımdan Sovyet rejimini benimsemeye ve burjuva demokratik parlamentoyu dağıtmaya -ya da dağıtılmasına izin vermeye- hazır olup olmadıkları sorunudur. Rusya kentlerindeki işçi sınıfının, asker ve köylülerin, Eylül-Kasım 1917’de, özel koşulların sonucu olarak, Sovyet rejimini kabul etmeye ve burjuva parlamentolarının en demokratiğini dağıtmaya tam olarak hazır bulundukları, yadsınması mümkün olmayan, tam olarak sabit olmuş tarihsel bir gerçektir. Ama buna karşın, Bolşevikler, Kurucu Meclis’i boykot etmemişlerdi ve tam tersine, iktidarın proletarya tarafından elde edilmesinden önce ve sonra seçimlere katılmışlardı.” (Çocukluk hastalığı, c. XXV, s. 201-202, Rusça)
“Tanıtlanmıştır ki, Sovyetler cumhuriyetinin zaferinden birkaç hafta önce bile, giderek bu zaferden sonra bile burjuva demokratik bir parlamentoya katılmak, devrimci proletaryaya zarar getirmek şöyle dursun, ona, bu parlamentoların niçin dağıtılması gerektiğini geri kalmış yığınlara daha kolay anlatma olanağını sağlamakta, bu dağıtışın başarısını ve burjuva parlamentarizminin ‘siyasal olarak tasfiyesini’ kolaylaştırmaktadır.” (İbidem.)
Niteleyici bir olay da, Troçki’nin, Bolşevik taktiğin bu özelliğini anlamaması, Kurucu Meclis ile Sovyetlerin bileşimi “teorisine” Hilferding tipi bir teori gibi surat etmesidir.
Böyle bir bileşimi, ayaklanma sloganının varlığı yanında kabul etmenin ve Sovyetlerin zaferi olasıyken Kurucu Meclis’in toplanmasını kabul etmenin, Sovyetleri Kurucu Meclis’in eki haline dönüştürmeye yönelen Hilferding tipi bir taktikle ortak hiçbir yanı bulunmayan tek devrimci taktik olduğunu anlamıyor; bazı yoldaşların bu sorundaki yanlışları, ona, bazı koşullar içinde bir “karma devlet tipini” kabul etme olanağına ilişkin Lenin’in ve partinin tamamıyla doğru durumunu kınamak hakkını vermediğini anlamıyor. (Lenin, “Yoldaşlara Mektup”, c. XXI, s. 338, Rusça)
Kurucu Meclis’le ilgili olarak Bolşevikler tarafından kabul edilen özel politika olmasaydı, onların, halkın geniş kitlelerini yanlarına çekmeyi başaramamış ve bu kitleleri kazanmadan Ekim ayaklanmasını derin bir halk devrimine dönüştürememiş olacaklarını anlamıyor.
İlginç bir olay daha: Troçki, Bolşeviklerin yazılarında rastlanan ve kendisinin bir Marksist için uygun görmediği “halk”, “devrimci demokrasi” vb. gibi sözlere bile surat ediyor.
Troçki, elbette ki, 1917 Eylülü’nde, diktatörlüğün zaferinden bir ay önce, Marksistliği tartışılmaz olan Lenin’in “bütün iktidarın derhal devrimci proletaryanın yönettiği devrimci demokrasiye geçirilmesi zorunluluğu” üzerine yazdığını unutuyor. (“Marksizm ve Ayaklanma”, c. XXI, s. 198)
Marksistliği tartışılmaz olan Lenin’in Marx’ın 1871 Nisanı’nda Kugelmann’a yazdığı mektubunu aktardığını, Marx’ın bu mektupta devletin bürokratik ve askeri aygıtının parçalanmasının kıtada gerçekten halk devrimi olan her devrimin önkoşulu olduğunu belirttiğini, Troçki, elbette unutuyor. Lenin bu mektup üzerine şunları yazıyor:
“Özel bir dikkate değer şey, Marx’ın, devletin bürokratik ve askeri aygıtının parçalanmasının ‘gerçekten halk devrimi olan her devrimin önkoşulu’ olmasına ilişkin çok derin bir gözlemidir. Bu ‘halk’ devrimi kavramı, Marx’ın ağzında biraz şaşırtıcı geliyor ve Rusya’da, Plehanov’dan yana olanlar ve Marksist geçinmek isteyen Struve müritleri Menşevikler, Marx’ta böyle bir ifadeyi belki ‘dil sürçmesi’ olarak nitelemek isterler. Marksizm’i öylesine bayağıca liberal bir öğreti biçimine soktular ki, onlar için, burjuva devrimi ve proletarya devrimi antitezi dışında hiçbir şey yok; ayrıca bu antitezi de, daha fazlası olamayacak kadar skolastik bir biçimde düşünüyorlar. … 1871’daki Avrupa kıtasında, proletarya hiçbir ülkede çoğunluğu oluşturmuyordu. Devrim, ancak hem proletaryayı ve hem köylülüğü kucaklayarak ‘halk’ devrimi olabilir ve gerçekten çoğunluğu hareket içinde sürükleyebilirdi. ‘Halk’ da zaten bu iki sınıf tarafından meydana gelmişti. Bunlar ‘devletin bürokratik ve askeri aygıtı’nın onları baskı altında tutması, ezmesi, sömürmesi olaylarında birleşmişlerdir. Bu aygıtı kırmak, onu parçalamak gerçekten ‘halkın’ çıkarına, onun çoğunluğunun, işçilerin ve köylülerin çoğunluğunun çıkarma olan tutumdur: Yoksul köylülerle proleterlerin serbest ittifakının ‘önkoşulu’ budur. Oysa bu ittifak olmadan, sağlam hiçbir demokrasi, mümkün olan hiçbir sosyalist değişme yoktur.” (Devlet ve Devrim, c. XXI, s. 395-396, Rusça)
Lenin’in bu sözleri unutulamaz.
Böylece, milyonlarca emekçinin parti tarafından kazanılmasının en önemli koşulu olarak, kitleleri devrimci mevzilere getirerek, onları kendi öz deneyimleriyle partinin sloganlarının doğruluğuna inandırmak, Ekimin hazırlanması döneminde Bolşeviklerin taktiğinin dördüncü özelliği olmaktadır.
Bu taktiğin belirleyici özelliklerini iyice anlamak için söylenenlerin tamamıyla yeterli olduğu kanısındayım.

Kasım 1994

2 Dünya ve bir örnek militan

Yeni bir dünya yaratmak amacı olmayan burjuvazinin, yeni insan yaratma gibi bir derdi de yoktur. Her burjuva aynı amaç için yaşar. Her burjuvanın hayatına aynı yaşam ilkeleri ve ahlak kuralları yön verir. Bütün burjuvaların beyni aynı şeye çalışır; her burjuva yeteneklerini ve bilgisini hep aynı amaca daha fazla ulaşmak için geliştirir. Bu yüzden burjuva dünyasının, insanları ilerletmek üzere kendi içinden örnek gösterebileceği tek bir kişisi bile yoktur. Eğer yaptığı iş, önünde sonunda eski dünyayı aklamak, ayakta tutmak veya sağlamlaştırmak amacına bağlanıyorsa; hangi üstün yeteneklere sahip olursa olsun, ne kadar çok bilgi birikimine sahip olursa olsun hiçbir kişi geleceğe ilişkin bir örnek olamaz çünkü. Burjuva dünyasının, içinden seçip örnek olarak ortaya sürdüğü insanlarda neyi görürüz? Ya da bir başka biçimde soracak olursak; burjuvazi böylesi insanlarıyla kitlelere hangi mesajları vermeyi amaçlar? Nasıl sınıf atlanır, nasıl köşe dönülür, ezilirken nasıl ezen olunabilir?… Veya yükseltilmeye çalışılan değerlerin bir sembolü haline getirilmeye çalışılan genç ya da yaşlı, kadın ya da erkek, yerli ya da yabancı çeşitli “mesleklerden” insanlardır burjuvazinin örnek insanları. Örneğin, pamuk gibi parmak uçları en gelişmiş bilgisayarların tuşlarına ya da “değerli kağıt”lara dokunan, İtalyan gömlek yakalarına takılan kravatları ve bacaklarında Amerikan kotlarıyla seçkin burjuva gençleri, burjuvazinin geleceğe ilişkin yeni örnekleridir; ya da Şarkıcı Tarkan bizim gibi bir ülkenin “milli” örneğidir.
Kuşkusuz ki “örnek insan”ın toplumsal bir işlevi vardır. Fakat bu toplumsal işlev, “örnek insan”ın hangi sınıfın insanı olduğuna ve hangi sınıf tarafından öne sürüldüğüne bağlı olarak değişecektir. Burjuvazinin örnek insanı, bütün insanları kendi dünyasının zorunlu bir parçası olmaya zorlarken; devrimci proletaryanın örnek insanı, hem onun hedef ve amaçlarının gerçekleşebilir olduğunun bir göstergesidir, hem de yeni dünya insanlarının bugünden bir modelidir. Burjuvazinin örnek insanı, hep aynı bireysel amaçlar peşinde koşturanların içinden çıkarken; proletaryanın yeni insanı, kendi özgürlük dünyasını kurma yürüyüşünün bir ürünü olarak belirir. Lenin, bu yüzden, “büyük devrimlerin büyük adamlar yarattığı kanıtlanalı çok oluyor” demiştir. Her zaman erişilmez yerlerde durur burjuvazinin örnek insanı. Oysa sosyalist yeni insan, daima devrimci militanların yanı başındadır. Devrimci mücadelenin hangi kesitinde yaşamış olursa olsun, bütün sosyalist örnek insanlar, daima onun bir parçası, bir bileşeni olarak yaşamaya devam ederler. Öyleyse, proletaryanın örnek insanları, kendisini şimdi bir örnek haline getiren bütün özelliklerini, bir parçası olduğu mücadelesi aracılığıyla kazanmakla kalmaz sadece; aynı zamanda bütün örnek yönlerinin aynı amaç için birlikte mücadele ettiği bütün insanların ortak özellikleri olmasının kavgasını da vermiş olur. “Yeni ‘kahraman’, aynı zamanda bir anti-kahramandır çünkü.” Proletaryanın devrimci mücadelesinin içinden her biri mücadele ettiği dönemin temel özellikleriyle biçimlenen binlerce örnek militan çıkmıştır; Marksizm’in kurucularından biri, “modern proletaryanın en yetkin bilim adamı ve öğretmeni” olan Engels, bunların içinde her bakımdan en gelişmiş örneklerden birisidir.

KOMÜNİZME YÖNELME DÖNEMİ

Friedrich Engels, bundan tam 174 yıl önce, Prusya Krallığı’nın Barmen kentinde doğdu; imalatçı bir babanın çocuğuydu. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının geçtiği kent, kapitalizmin ilk gelişmeye başladığı yerlerden birisiydi; burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf ilişkilerinin çıplak gözle bile görülebilecek kadar açık yaşandığı bir yerdi. Aile hayatı, dindar ve baskıcı bir babanın evdeki egemenliği tarafından belirleniyordu. Yaşamaya başladığı kentin sosyal ilişkilerini merakla izlemeye ve anlamaya çalışmak ve buna bağlı olarak babasının kendisini nasıl biçimlendirmeye, yetiştirmeye çalıştığını anlamak ve buna karşı durmak; onun, hayatın nasıl kavranması gerektiği hakkındaki temel düşüncelerinin oluşumundaki maddi ortamın temel öğelerini oluşturuyordu.
Fabrika işçileriyle ilişkiler kurmak, onların yaşam ve ilişkilerini yakından gözlemlemek, çeşitli dillerde ve birçok konuda yazılar ve kitaplar okumak zorunlu işlerinden arta kalan zamanlarında yaptığı başlıca işlerdi. Bahsedilen zorunlu işler, önce okulda geçirdiği zamanlardır, babasının zoruyla okuldan ayrıldıktan sonra ise yine babasının ticarethanesindeki çalışma saatleridir. Bütün bu meraklı ve çalışkan yılları ona, çevresindeki her şeyi eleştirel bir gözle inceleme, inandığı şeyleri tavizsiz olarak hayata geçirme özelliklerini kazandırmıştır.
Daha 19 yaşındayken yaşadığı şu olay, bu bakımdan oldukça çarpıcıdır:
“Oğlunun manevi gelişmesinden kuşku duyan baba, Barmenli bir papaz ile oturması için gerekli düzenlemeleri yaptı. Ne var ki bu papazın evindeyken Friedrich, din konusunda büyük kuşkular duymaya başladı ve babasının inançlarını büsbütün bir yana bıraktı”
Ama Engels, burada, İncil’deki çelişkileri, onun bilim karşısındaki gericiliğini görür ve din ve dinsel inanış biçimlerinden tamamen kopar. Bu sıralarda arkadaşlarından birisine şunları yazıyor: “Biliyorum bu benim başımı derde sokacak ama mademki bu yargıya ulaştım, kanılarımın beni götürdüğü yerden dönemem. … Özgür düşünceyi benimsemeye gelince, bu konuda her türlü zorlamayı reddediyorum.”
Burada, Engels’in gençlik yıllarının birçok Avrupa ülkesindeki sert sınıf çalışmalarıyla aynı döneme denk düştüğünü gözden kaçırmamak gerekiyor. Fransa’daki 1830 Temmuz Devrimi; Belçika, Polonya, İspanya, İtalya’daki ayaklanmalar; Lyon dokumacılarının ayaklanmaları vs. Elbette ki, böyle bir dönemde, çeşitli muhalefet gruplarının, bunların içinden çıkan ilerici görüşlerin ve politikaların gelişmesi kaçınılmazdı; Engels’in bunlarla çeşitli biçimlerde ilişki kurması da. Önce, Hegel’in öğretisiyle tanıştı; onun eserlerini titizlikle okudu. Sol Hegelciler’in düşüncelerini inceledi. Ama ne Hegel’in felsefesi, ne de Sol Hegelciler’in düşünceleri onu tatmin edebiliyordu. Engels, onların pratik hareketten uzak kalışlarını büyük bir eksiklik olarak görüyordu. Bir şiirinde “Uyanığız biz ama körler gibi yoklamaktayız yolumuzu” diyordu ve teori ancak yolu aydınlatmanın bir aracı olduğu zaman anlamlıydı onun için. Bundan dolayıdır ki daha o zaman, Hegel ile Börne’nin birbirlerini tamamladıklarına inanıyordu. Hegel, döneminin en büyük filozof ve düşünürlerinden birisiydi; Ludvig Börne ise usta bir politikacı ve eylem adamı. O, kendisini ne pratik etkinlikten kopuk olarak felsefeye ya da dinle mücadeleye gömebilirdi; ne de “körler gibi yoklayabilirdi yolunu.”
O, 1844 Ağustosu’nda Marx ile bir araya geldiği andan başlayarak, onunla birlikte hem proletaryanın devrimci dünya görüşünün kurucularından birisi, hem de bir devrimci proletarya militanı, uluslararası işçi hareketinin bir önderi oldu.
Engels, doğumunun 174. yılında, Türkiyeli komünistler tarafından birçok biçimde anılabilir. Onun olağanüstü zengin devrimci yaşantısı buna müsaittir. Ama bu yazı onu anmanın bir vesilesi olarak kabul edilebilirse eğer, burada onu, bilimsel komünizmin kurucularından biri olduğu andan başlayarak, bütün hayatı boyunca gerçek bir komünist militanın nasıl yaşaması ve nasıl mücadele etmesi gerektiğinin kusursuz bir örneği olarak anlamaya çalışacağız.

HER ZAMAN DEVRİMCİ, BÜTÜNSEL BİR YAŞAM
Lenin, Engels için yazdığı bir makalede, onu “…..Dostu Karl Marx’tan sonra, bütün uygar dünyanın modern proletaryasının en yetkin bilim adamı ve öğretmeniydi…” diye tanımlıyor. Burada kullanılan bilim adamı kavramı, gerçekte, onun bilimsel sosyalizmin kurucularından birisi olduğunu vurgulamak için kullanılmıştır. Ya da, bir başka açıdan bakıldığında, Marksizm’in bir bilim ve Engels’in de onun en büyük “adam”larından birisi olduğunu vurgulamak için. “Öğretmen” kavramı ile ise, onun, devrimci proletaryanın teoride ve eylemde en büyük yol göstericilerinden birisi olduğu anlatılmaktadır. Bunlar, Lenin’in makalesinin bütünü okunduğunda anlaşılacaktır. Eğer Engels bir şekilde tanımlanacaksa, onu en iyi tanımlayan satırlar, bu satırlardır.
Biz Lenin’in kullandığı bu kavramları biraz daha farklı anlamaya çalışacağız.

BİLİM ADAMI
Engels, gençlik yıllarından başlayarak bilime karşı hep ilgili oldu. Yaşadığı dünyadaki ilişkileri, bu ilişkiler arasındaki çelişki ve bağıntıları büyük bir merakla anlamaya çalışmak başlıca uğraşlarından birisiydi. Yaşamı boyunca, askerlikten sanatlara, tarihten dil bilimine, felsefeden doğa bilimlerinin neredeyse bütün dallarına kadar birçok konuyla ilgilendi. Ama, bilim adamı olmak, iyi bir üniversitede eğitim yaptıktan sonra profesör diploması almak; daha sonra da bir yandan kürsüde ders verirken bir yandan da merak ettiği konularda bir dizi araştırma yaparak kendi kendini tatmin etmek olarak anlaşılacaksa eğer, o asla bir “bilim adamı” olmadı. Gerçi, daha gençlik dönemindeki çalışmalarıyla bilim çevrelerinin dikkatlerini üzerine çekerek “bilim adamı” olarak adlandırılacak kadar öne çıkabilmişti. Bu konuda henüz yirmili yaşlarında yaşadığı ilginç bir olay vardır:
1840’lı yıllarda Prusya hükümeti, Hegelci profesörleri üniversite kürsülerinden uzaklaştırarak Schelling’i Berlin Üniversitesi’ne atar. Oysa o dönemde Prusya hükümeti bütün umudunu Hegel felsefesine bağlamış durumdadır. Ama öğrencilerinin (Sol Hegelciler’in) onun öğretisinden çıkardıkları radikal sonuçlar ve bu sonuçlar üzerinden şekillenen “özgür düşüncelerin üniversiteye girişi, hükümet tarafından katlanılamaz bir şeydir. O sırada, üniversitedeki dersleri zaman zaman dışardan takip edebilme imkânına sahip bulunan genç Engels, Schelling’in düşüncelerine karşı cesur bir savaşa girişir. Bu konuyla ilgili olarak, ya takma adlı ya da imzasız olarak yazdığı bir dizi makale ve kitapçığı ardından ” Schelling ve Vahiy” kitapçığı gelir. Bu kitapçığın yarattığı etkiler, Y. Stepanova tarafından hazırlanan “Friedrich Engels/ Biyografi” başlıklı çalışmada şöyle anlatılıyor:
“Ünlü filozof Schelling’i bu denli sert ve yıkıcı biçimde eleştiren yazıların, bir ‘bilim adamının’ kaleminden değil, Barmen’deki dünkü topçu eri Friedrich Engels’in kaleminden çıktığını yalnızca birkaç kişi biliyordu.
Deutche Yahrbücher’in yazı işleri müdürü Arnold Ruge, dergisinde yazdığı bir incelemede, “Schelling ve Vahiy” kitabından övgüyle söz ediyor ve yayınlanması için kitabın niçin kendine ulaştırılmadığını soruyordu. Kitabın, ancak çok bilge bir profesör tarafından yayınlanabileceğine kani olan Ruge, yazardan ‘doktor’ diye söz ediyordu. Engels, Ruge’a yazdığı bir mektupla bu yanlış anlamayı şöyle düzeltiyordu: ‘izin verirseniz, doktor olmadığımı ve hiçbir zaman da olamayacağımı belirtmek isterim. Ben sıradan bir tüccarım ve şimdi de, Prusya Krallığı topçusuyum. Lütfen bu unvandan beni bağışık tutunuz.”
Onun devrimci yaşantısı ve eylemindeki bütünsellik, kendisini her an açıkça gösterir. O, ister zorunluluktan dolayı ister gereklilikten dolayı olsun ilgilendiği her konuya büyük bir ciddiyetle yaklaşmıştır. Üzerinde çalıştığı konu ne olursa olsun, oradan öğreneceği en küçük şeyin bile proletarya mücadelesine kazandırabileceği bir şeyler olduğunu biliyor ve buna göre hareket ediyordu. Ya da henüz bu perspektife sahip olmadığı çok genç yaşlarında öğrendiği şeyleri bile aynı’ amaç için kullanıyordu. Örneğin koşullar, para bedelini ödeyerek askerlikten kurtulması için müsaitken o yine de askere gitmeyi tercih etmişti. Askerliği sırasında asla bir “emir eri” olmadı. Askerlik sanatına dair öğrenebileceği her şeyi en iyi şekilde öğrendi ve kavradı. Ya da 1850’li yılların başlarında başlayan gericilik ortamında yine zorunlu olarak askerlikle ilgilendi. Bu dönemde Marx, Kapital’i hazırlamakla uğraşıyordu. Ama bir yandan da, para kazanması gerekiyordu. Bu yüzden, önce bir gazeteye, daha sonra da bununla birlikte bir ansiklopediye yazılar yazmak zorunda kalmıştı. Bu yazıların önemli bir bölümü, özellikle askeri konularla ilgili olanları, Engels tarafından kaleme alınmış ve okurları yazıların imzasız yayınlamasından dolayı, bunların bir askeri uzman tarafından kaleme alındığı inancına kapılmıştı. O, gazete ve ansiklopedi için yaptığı bu çalışmaları, ne zorunluluktan dolayı yapılan bir iş, ne de işin ucunda para kazanma mecburiyeti olmasa asla el sürülmeyecek bir şey olarak kavramıştı. Askerliğin, proleter devriminde oynayacağı önemli rolü biliyor ve askerlik konusundaki bütün çalışmalarını bu amaca bağlıyordu. Onun askerlik üzerine yaptığı çalışmaların sonucu ne olmuştu? O tarihte ilk kez bir silahlı ayaklanmanın planını hazırlama onuruna sahiptir. Devrimci proletaryanın ilk askeri uzmanı ve teorisyeni odur.
Engels, Manchester’de, büroda çalışmak zorunda kaldığı yıllarda başkalarının yanı sıra bir konuya daha eğilmiştir: Dil bilimi. O, on iki dile tamamıyla hâkimdi ve yirmi dilde de okuyabiliyordu. Elbette yine sadece dil bilimiyle ilgili meraklarını gidermek, onun bilimsel yanıyla ilgilenmek değildi amacı. Onu bu konuda harekete geçiren şey, uluslararası devrimci görevlerini daha iyi yerine getirebilmekti. Bir yandan dünyanın çeşitli ülkelerini hem tarihsel açıdan hem de güncel politik gelişmeler açısından yakından tanıyabilmeyi; bir yandan da çeşitli ülkelerin komünistleri ve işçileriyle daha sağlıklı diyaloglar kurabilmeyi amaçlıyordu. Nitekim o, Marx hayattayken ya da öldüğünde, Rusya’dan Romanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya kadar, birçok ülkenin sosyalistleriyle görüşmüş, onlarla fikir alışverişinde bulunmuş, bu ülkelerdeki sosyalist basını yakından izlemiş ve yayın organlarına yazılar yazmıştır.
Yine doğa bilimlerine duyduğu ilgi ve çeşitli bilim dallarında yaptığı çalışmalarda da aynı bütünselliği görmek mümkündür. 1873-1886 yılları arasındaki çalışmalarından ve tuttuğu notlardan oluşan “Doğanın Diyalektiği” adlı eseri bunun somut bir örneğidir. Bu eserin başlıca amacı, diyalektik materyalizm ile doğa bilimleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymak ve bilimin ilerlemesinin diyalektiğe yaptığı katkıları olduğu kadar, diyalektiğin de bilimin gelişmesine katkıda bulunacağını göstermekti.
Onun dünyayı büyük bir merak ve heyecanla keşfetme isteği ölünceye kadar devam etmiştir. Onun bu devrimci yönüyle ilgili yine ilginç bir örnek ise şöyledir: 6 Ekim 1849’da Marx’ın isteği üzerine bir yolculuğa çıkar. “Engels, dostunun bu ısrarlı isteğine seve seve uydu. 6 Ekim’de bir yelkenli gemi ile Cenova’dan hareket etti ve Londra’ya ulaştı. Durup dinlenme bilmeyen tabiatı ve bilgi susamışlığı, bu seyahat sırasında da yakasını bırakmamıştı: Bu kez de deniz seyr-ü seferini inceledi. Gezi günlüğü; güneşin doğuşu ve durumları, rüzgârın yönü, denizin durumu ve kıyılardaki girinti ve çıkıntılar üzerine ayrıntılarla doludur.”
Marx, Engels için, “O gerçek bir ansiklopedidir. Gündüzün ya da geceleyin her saatte, yemekten sonra ya da aç karnına her an çalışabilir…” demişti. Dünyayı devrimci tarzda değiştirebilmek için insanlığın kazanımı olan bütün bilgi birikimine olabildiğince daha fazla sahip olmayı ve bunu proletarya devrimi ve komünizm ülküsü için harekete geçirmeyi amaçlamıştır daima o. Biz, Lenin’in onun için kullandığı “bilim adamı” kavramını bu yönüyle de anlayabiliriz.
Burjuva yaşamının parçalara bölünmüşlüğünün hiçbir izi yoktur onda. Ele aldığı her konuya, karşılaştığı her olaya, kurduğu ilişkiye her an devrimci ve devrim için bir gözle bakışa sahip olmuştur o: Bir işçiyle konuşurken, bir ayaklanma sırasında silahın kabzasını tutarken, herhangi bir yere seyahat ederken, zamanının önemli bir bölümünü örneğin Deux Commerce firmasında geçirmek zorundayken, çalışma odasına kapanıp saatlerce ve günlerce okuyup yazarken, ya da bir fizik problemi çözerken…

ÖĞRETMEN
Engels, bütün bunların yanı sıra komünist parti hayatının ve komünist militanın, yeni dünya ve yeni insanın bugünden bir modeli olduğunu, kendi pratik eylemi ve yaşantısıyla gösteren bir öğretmendir. Marx’la Engels, sadece bilimsel komünizmin kurucuları değillerdir. Bu iki komünistin aralarında kurdukları ve Marx’ın ölümüne kadar devam eden ilişki, komünist insan ilişkilerinin en yetkin örneklerinden birisidir. Devrimci komünistlerin, onların eserlerinden olduğu gibi eylem ve ilişkilerinden de öğrenecekleri pek çok şey vardır.
Hiçbir şeyden asla yakınmak yok
1848-1849 devrimleri dönemi, Marx ve Engels açısından yoğun geçen devrimci dönemlerdi. Bu devrim yıllarında onlar bir yandan teorik incelemelerini geliştirip derinleştirirlerken, bir yandan da yoğun bir pratik çalışma içerisindeydiler. Elbette ki bütün bu döneme yayılan devrimci kalkışmalar, burjuvaziyi daha da saldırgan bir hale getiriyordu. Bu dönem, burjuvazi ve gericiliğin kazandığı zaferle sona erdi. Marx ve Engels, zorbalığın ve yoksulluğun iğrenç yüzüyle karşı karşıya kaldılar. Engels açısından, gazetecilik yaparak geçimini sürdürmek belirli ölçülerde olanaklıydı. Ama Marx açısından, hem ailesini geçindirmek için sürekli çalışmak hem de devrimci çalışmalarına devam edebilmek imkânsızdı. Engels, bütün bu engellerin Marx’in dehasının önünü tıkayan engeller olduğunu çok iyi biliyordu. Eğer şimdi, bu engellerin parçalanmasının tek çaresi, Engels’in o “lanet olası ticarethane” ye dönmesiyse, o böyle bir fedakârlık ve özveriden asla kaçınmazdı. Yaşadığı dönemin ve proletarya mücadelelerinin bütün tarihinin tanıdığı en yetenekli komünist militanlardan birisi olan Engels, bunun zorunluluğunun bilincindeydi ve onun için daima lanet olası bir zorunluluk olan ticarethane, bu kavrayış düzeyiyle yaklaşık olarak yirmi yıl boyunca bir özgürlük alanı oldu böylece. O bütün bu dönemi, yoldaşıyla arasındaki işbölümünün koşullara bağlı olarak değişimi olarak kavradı. Asla yakınmadan, hiçbir zaman sızlanmadan, orada bile devrimci eylem ve yaşantısını sürekli geliştirerek…
Parti ilkelerinin ödünsüz savunucusu
Marx ve Engels bütün yaşamları boyunca birlikte mücadele ettikleri yoldaşlarına karşı daima hoşgörülü ve ikna edici bir biçimde yaklaştılar. Her şeyleriyle bütün bir yaşamlarını adadıkları mücadeleleri, bunun sayısız örnekleriyle doludur. Ama söz konusu olan partinin ve sınıf mücadelesinin çıkarları olunca, her zaman ilkeli, kesin ve net bir tutum takınmaktan kaçınmadılar. Bunun da sayısız örnekleri vardır. Burjuvazinin önünde diz çökmek, onunla ilkesiz uzlaşma girişimlerinde bulunmak, onlara yabancı olan şeylerdi. Bu yüzdendir ki, onların mücadele yaşamları, küçük burjuva sosyalizmine ve oportünizme karşı çetin savaşlarla doludur. Engels, burjuva saldırılar karşısında diz çökenler için şöyle diyordu: “Düşmanların darbeleri önünde eğilip bükülmek yok; birçoklarının yaptığı gibi, inanınız ben zararlı hiçbir şey yapmadım diye ağlayıp zırlamak yok. Yumruğa yumrukla karşılık vermek, düşmanın her bir yumruğuna karşı iki-üç yumruk atmak. İşte bizim taktiğimiz daima böyle olmuştur ve ben böylece inanıyorum ki, hasımlarımızdan her birinin hemen en iyilerini tarafımıza çekmişizdir.”
Bunun yanında o, bir komünist parti militanı ve önderi olmanın ne demek olduğunu çarpıtan aydın ve yan aydınların karşısında, işçi sınıfının devrimci partisinin ilke ve normlarının tavizsiz savunucusuydu. O, 1890’h yıllarda ortaya çıkan “Gençlik” adlı gruba karşı şunları söylemişti örneğin: “Bunların, -aslında temelden eleştirilmesi gerekli- ‘akademik eğitimlerinin’ kendilerini parti yönetimi içerisinde önemli bir mevki işgal etmeye hak kazandırmayacağını öğrenmeleri gerekir. Partimizde herkes, sıradan bir üye olarak işe başlamak zorundadır…
Kısacası bu ‘akademik bilgi sahibi’ kimselerin, işçilerin onlardan öğrenecekleri şeylerden çok, onların işçilerden öğrenebilecekleri pek çok şey bulunmaktadır.”
O kibirliliğe, bencilliğe ve ukalalığa karşı hiçbir zaman taviz vermedi. Onun bu konulardaki kesin tutumunu, Elenor Marx şöyle anlatıyor: “Engels’in hiçbir zaman affetmediği bir şey vardı: Kendini beğenmişlik ve bencillik. Kendisine ve daha da kötüsü partiye karşı benlikçi bir tutum içerisinde olan bir kimseyi Engels kesinlikle bağışlamazdı. Bunlar onun için bağışlanamaz günahlardı…”
Dogmatizme ve kişi yücelticiliğine karşı
Marksizm’in bir eylem kılavuzu olduğu, her devrimci tarafından sürekli olarak tekrarlanmasına rağmen; onun bu canlı özünü anlayamayanlar, Marksizm’i bir dogma olarak kavramaya devam ediyorlar. Bu, aynı zamanda devrimci eylemin başarı koşullarından birisi olan yaratıcılığı hiçe sayarak ilerlemeyi engelleyen bir şeydir de. Marx’m ve Engels’in bizzat kendi düşünce ve eylemleri bu tutuma verilmiş en güzel yanıt olduğu gibi, onlar, bunun ne kadar “acıklı” bir şey olduğunu da defalarca belirtmişlerdir. Engels, Rus Marksistlerinden biri olan A. Voden’le yaptığı bir görüşmede şunları söylüyor: “Ruslar -yalnız Ruslar da değil ama herkes- Marx’tan ya da benden pasajlar seçip çıkarmamalı; Marx, onların yerinde olsaydı bu konuda ne düşünürdü diye kendilerine sormalılar ve ancak işte bu bağlamda ‘Marksist’ sözcüğü bir ‘var olma nedenine’ kavuşmuş olur” Onun bu sözleri, olaylar ve tarihsel koşullar arasında yanlış nedensellik bağıntıları kurarak “bu, şu ülkede, şu zamanda böyle olmuş. Öyleyse şimdi de, bizde de aynı şey olacaktır” mantığıyla hareket edenlere verilmiş bir yanıt olduğu gibi; Marx’ın Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in eserlerinden peş peşe cımbızlamalar yaparak kendi yanlış düşüncelerini kanıtlamaya çalışan uyanıklara vurulmuş güçlü bir şamardır da.
Kişi yüceltiliği, büyük başarıları ve en kötü yenilgileri yine kişilere mal etme tutumu, işçi sınıfının dünya görüşüne ve onun partisine en yabancı olan şeylerden birisidir. Gündelik hayatın içinde yaşanan çok sıradan örneklerde bile görülür bu. Örneğin, burjuva partilerin düzenledikleri mitinglerde, “Yaşasın Tansu Çiller” vb. sloganlar duyarız. Ya da yakın geçmişimizde, Türkiye burjuvazisinin içine düştüğü kriz sırasında, bütün suçun, daha birkaç ay öncesinde göklere çıkarılan, yerlere bastırılmayan “sarışın, güzel bayan”a nasıl yıkıldığına tanık olduk. Yine tanık oluyoruz ki, işçi sınıfı, kendi eylem ve etkinliklerinde asla “falanca kişi yaşasın” diye bağırmıyor. Ama onların sınıf bilinçlileri “partimiz ve proletarya devrimi yaşasın” diye haykırıyorlar. Oysa Marksizm-Leninizm’e yabancı kimi küçük burjuva gruplar, bizzat “şeflerinin direktifleriyle olur olmaz yerlerde önderlerinin ve seraklarının isimlerini bağırarak, kendi yerlerini ve göklerini inletmeye çalışıyorlar.
Yine Stepanova’nın çalışmasında bu konuyla ilgili çarpıcı bir örnek var: “Uluslararası işçi sınıfı hareketine yaptığı paha biçilmez hizmetlerine karşın Engels, her zaman, alçak gönüllüğü ve sadeliği ile ayırt edilir bir insan olmuştur. Bir keresinde, Londra Komünist işçiler Eğitim Birliği Korosu’nun, onun doğum günü vesilesiyle bir konser vereceğini öğrenmesi üzerine, bundan vazgeçmeleri için kesin ricada bulunmuştu. ‘Hem Marx, hem de ben’ diye yazıyordu, ‘çok önemli türden amaçlar dışında, bireyler için düzenlenen halk gösterilerine daima karşı olduk. Bundan da öte, daha henüz hayattayken, bizlerle ilgili gösterilere hep karşı çıktık.”
Komünist önderlerin ve devrimci proletaryanın bu tutumunu Marx da çok açık bir şekilde dile getirmişti. O 1877 tarihli bir mektubunda şunları söylüyordu: “… her türlü, kişiyi putlaştırmadan nefret ettiğim için Enternasyonal var olduğu sürece, çeşitli ülkelerden aldığım ve beni çok rahatsız eden, hizmetlerimin takdiriyle ilgili mesajların hiçbir zaman kamuya açıklanmasına izin vermedim. Bunlara yanıt vermediğim gibi, ara sıra da bu mesajları yazanları azarladım ve uyardım. Engels ile ben ilk kez gizli derneğe girdiğimiz zaman şunu koşul olarak koyduk ki; bağnazca kişiye tapma eğilimi taşıyan en ufak şey bile kural olarak dışlanacaktır.”

* * *
Engels, bir dostuna gönderdiği mektupta şunları yazmıştı: “O eski zamanlan, düşmanlarımızın bize sık sık sundukları pek çok mutlu anı yeniden yaşıyorum. Çoğu kez, eski günleri anımsarken, gözlerimden yaşlar boşanana dek gülüyorum. Düşmanlarımız hiçbir zaman bizi neşemizden ve mizah duygumuzdan mahrum edemediler” Bütün yaşamını ve bütün eylemini dünya proletaryasının o görkemli eylemine ve amacına adayan bu örnek insan, dima neşeli, militan ve yaşama sevinci dolu olarak, “uygar dünyanın modern proletaryasının en büyük bilim adamlarından” ve devrimci komünist militanların en büyük öğretmenlerinden birisi olarak, asla koparılamadığı ve koparılamayacağı yoldaşıyla birlikte yaşamaya devam ediyor.

Bu yazıda Y. Stepanova’nın “Engels Biyografi” adlı çalışması belirleyici olmuştur ve tüm alıntılar bu kitaptan yapılmıştır. (Çev: Alaattin Bilgi, Yurt Kitap Yayın, 1994, Ankara)

Kasım 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑