Proletaryanın sınıf savaşımı ve parti faaliyeti

I.

Kapitalist üretim biçiminin önkoşulu, emek-gücünden başka satacak bir şeyi olmayan ve yaşamını sürdürmek için emek-gücünü kapitaliste satmak zorunda kalan işçi sınıfının varlığıdır. Kapitalizm, artı-değer sömürüsü olmadan, bir toplumsal-ekonomik sistem olarak varlığını sürdüremez. Kapitalist, ya da para sahibi, artı-değer elde etmek için -üretim ve geçim araçlarının ve hammaddelerin mülkiyetine sahip olmanın başkaca bir yolu yoktur-, “piyasada kullanım değeri, değerin kaynağı olmak için özel bir niteliğe sahip bulunan bir meta” (Marx) bulmak zorundadır. “Tüketim süreci aynı zamanda değerin yaratılması süreci” olan bu meta, işçinin emek-gücüdür. Kapitalist, varlığının temel koşulunu, emek-gücü kullanımıyla elde edilen ve karşılığı ödenmemiş olan artı-değere el koymada bulur. Kapitalist özel mülkiyetin “dokunulmazlığı” üzerine burjuva vaazın nedeni budur. Kapitalist, işçinin emek-gücü (meta üreten meta) çeşitli sürelerle (bir gün, bir hafta, bir ay vb.) ve karşılığı çalışma süresi sonunda ödenmek üzere, belli bir asgari üzerinden satın alırken, daha baştan, işçiye kendi gereksinimlerini karşılamak için gerekli olan emek zamanından fazla olan bir süre çalıştırmayı ve bu artı-emek zamanında üretilen artı-ürüne karşılıksız el koymayı garantilemiş olur. Kapitalist sermaye birikimi, artı-ürün üzerinden sağlanan artı-değerin, kapitalistin gereksinimlerine harcanan kesimi dışındaki bölümün yeniden üretime sokulması ve bu artıyla büyüyen sermayenin yeni artı-değer yaratmasıyla mümkün olur. Ücretli emek-gücü olmaksızın ne sermaye, ne burjuva toplum olabilir; burjuva toplumun temelini, proletaryanın iktisadi köleliği oluşturur.

İşçi sınıfının, sınıf olarak kurtuluşu (ki onun kurtuluşu tüm toplumun kurtuluşunu hazırlar) her şeyden önce ve esas olarak, onun ücretli kölelik durumunun sona erdirilmesini, kapitalistin, karşılığı ödenmemiş emeğe el koymasının koşullarını tümüyle ortadan kaldırmayı gerektirir. Proletarya, bunu ancak proleter devrimi yoluyla siyasal iktidarı ele geçirerek ve üretim araçlarının, toprağın ve hammaddelerin özel mülkiyetine son vererek gerçekleştirir.

Proleter devrimin ve kapitalist toplumun yerine sosyalist toplumun kuruluşunun koşullarını, bizatihi kapitalizm yaratır. Bu kaçınılmazdır. Kaçınılmazlık, “tümüyle ve yalnızca çağdaş toplumun gelişmesinin ekonomik yasasından” çıkar. Kapitalizm, gelişmesi içinde, sosyalizme götürecek çelişkileri, güçleri ve genel koşulları yaratır. “Emeğin toplumsallaşması, sosyalizmin kaçınılmaz doğuşunun başlıca maddi temelini hazırlamaktadır. Bu dönüşümün düşünsel ve manevi itici gücü, bizzat kapitalizm tarafından eğitilmekte olan proletaryadır. Proletaryanın, burjuvaziye karşı, her gün biraz daha içerik yönünden zenginleşerek bir sürü biçimlerde ifadesini bulan savaşımı, politik gücün proletarya tarafından ele geçirilmesine (‘proletarya diktatörlüğü’) yönelen, politik bir savaşım halini kaçınılmaz olarak alır. Üretimin toplumsallaşması, sonunda üretim araçlarının toplumun malı olmasına, ‘mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’ne yol açmak zorundadır.” (Lenin)

Kapitalizm, gelişme sürecinde, tüm üretim dallarının birbirlerine bağlanmasına, ulusal pazarın oluşmasına ve proletaryanın sınıf olarak hareketinin gelişmesine, işçilerin, fabrika yaşamı içinde örgütlü ve disipline olmuş bir güç haline gelmesine yol açar. O, her yerde burjuvaziyle birlikte proletaryayı yaratarak modern sınıf mücadelesinin koşullarını hazırlar ve olgunlaştırır.

Komünist Manifesto’da “…burjuvaziye karşı olan bütün sınıflardan yalnızca proletarya gerçekten devrimci sınıftır. Öteki sınıflar büyük sanayi ile yıkıma doğru gitmekte ve mahvolmaktadırlar; proletarya, tersine, onun en son ürünüdür.” diye yazar. Proletarya, kapitalizmle birlikte, diğer ara sınıfların yıkıma sürüklenmesinin yanı sıra; sürekli büyüyen ve aynı zamanda emek-gücünden başka satacak bir şeyi olmayan (mülksüzleştirilmiş tek sınıf) en devrimci sınıftır.

İşçi hareketinin gücü her yerde büyük sanayinin gelişmesinde, işçinin toprağa bağımlılığının son bulmasında, proletaryanın yoğunlaşmasındadır. İşçi sınıfı, sürekli gelişen bir sınıf olarak, kendi durumunun bilincine ulaşıp, “kendisi için sınıf haline geldikçe, sosyalizm mücadelesi de güç kazanır. Kapitalizmin, işçi sınıfının yalnızca fabrika ve işyerlerinde toplamakla kalmadığı, ama aynı zamanda işçilerin saflarında rekabeti de örgütlediği gerçeği, burjuvaziye karşı, proleter sınıf birliğinin ve sınıf olarak karşı duruşun uzun mücadeleler içinde gerçekleşmesine yol açar.

 

II.

Kapitalist gelişme, öte yandan, kırsal nüfusun yoksullaşmasına ve yıkımına, tarımsal nüfusun bir kısmının devamlı topraktan koparak kentlere akışına ve sermaye için bir yedek emek ordusunun yaratılmasına yol açar. Köylülük, çoğunluğu topraktan kopmak zorunda kalan ve proletaryaya yaklaşan ve azınlık bir kesimi de zenginleşerek burjuvaziyle birleşenler olarak, başlıca iki kesime ayrılır. Küçük-burjuva niteliğine uygun tarzda, burjuvaziyle devrimci proletarya arasında bocalayan bu yığın içinde de “mülk sahipliği ve proleterlik eğilimleri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık” yaşanır. Bu durumun, işsizlik ve yedek emek ordusunun varlığı nedeniyle bir yandan işçiler içinde iç rekabeti artırma ve işçi hareketinde istikrarsızlığa yol açma; öte yandan, burjuvaziyle çıkarları çatışan kesimlerin işçi sınıfı yanında yer almaya zorlanmaları (kapitalist sınıf köylülüğü de sömürmektedir) nedeniyle, büyük burjuvaziye karşı mücadele güçlerinin genişlemesi gibi, iki sonucu vardır.

 

III.

Türkiye’de son 20–30 yıllık süreçte kapitalist gelişme hız kazandı. Burjuvazi-proletarya çelişkisi, biri; kapitalist ekonomi yasalarının işleyişine uygun ve öteki, ekonomi “dışı” politik zorla gerçekleştirilen nüfus kaydırması sonucu olmak üzere, başlıca iki gelişmeyle daha da keskinleşti. Kapitalist gelişmenin dışa bağımlı özelliği ve pre-kapitalist toplumun “ayak bağı” temsilcileriyle girişilen işbirliği, gelişmenin sancılı yaşanmasına yol açmakla birlikte, yüzyıla yakın bir zamandır devam ede-gelen kapitalistleşme süreci, milyonlarca proleterin şahsında kapitalizmin “mezar kazıcısı”nın yaratılmasına yol açmakla kalmadı, işçilerin (Türk-Kürt), sınıf mücadelesinin çetin ve çatışmalı ilişkileri içinde örgütlenmeleri (sendikal) ve sınıf düşmanına karşı öfke ve güç biriktirmelerine hizmet etti.

Kapitalist iç pazarın genişlemesi, doğal olarak, daha fazla nüfusun sanayi yedek ordusu haline gelmesine, geniş işsizler kitlesinin ucuz işgücü potansiyeli olarak, işçi ve çalışan emekçilere karşı rekabet ve tehdit unsuru olarak kullanılmasına yol açmaktadır. Politik zor yoluyla (Kürdistan’da son on yılın önemli bir olgusu) kırın boşalması ise, gerçekte burjuvazinin ve kapitalizmin bunalımını artıran bir etkendir. Şehirlere yığılan ek nüfus, spekülatörlerin ve rantiyerlerin sömürü payında dönemsel artışa yol açmakla birlikte, uzun vadede kitlelerin alım gücünün düşmesi ve büyüyen stoklar, bunalımı ağırlaştırıcı bir rol oynamaktadır. Bu yolla burjuvazi, tüm popülist demagojiye karşın, küçük üretimi tahrip etmekte ve iç pazarla oynamaktadır.

Bireysel küçük mülkiyet, yığınların kölelik koşullarını ağırlaştırmasının ve burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin olanaklarını, başka şeylerin yanı sıra; işçi sınıfının sınıf savaşımında frenleyici bir rol oynamakla genişletir. Küçük mülk sahibinin göreli “gönenci”ne temel oluşturan küçük toprak parçası, ev ya da bahçe, gerçekte işçi sınıfının ve onunla birlikte kent ve kırın geniş küçük burjuva kitlelerinin köleleştirilmesinde, burjuvazi ve toprak ağaları tarafından kullanılan bir araca dönüşür. Sömürücü sınıflar ekonomik ve politik açmazlarının büyümesi koşullarında daha fazla yoğunlaşan bir çabayla, ama hemen her zaman, köylülüğü ve şehir küçük burjuvazini işçi sınıfına karşı yedeklemeye çalışırlar. Ancak, emperyalizme bağımlı geri kapitalist ülkelerde, bu politikanın hayata geçirilmesi oldukça güçtür. Bunalımın yükünü çok çeşitli biçimlerde, dolaylı ve dolaysız vergiler ve sürekli zamlarla işçi sınıfının yanı sıra; küçük burjuva kitlelere de aktaran egemen sınıflar, kaçınılmaz olarak onları karşılarına alırlar. (Bugün gerek topraklarından faşist zorla sürülen Kürt emekçi köylülerinin, gerekse şehir küçük burjuvazisinin sermaye ve diktatörlüğe karşı, işçi sınıfıyla birlikte hareket etmelerinin nesnel zemini daha da genişlemiştir.)

Proletaryanın, kapitalizme ve burjuvazi ve toprak ağalarının egemenliğine karşı sınıf savaşımında, şehirlerin büyük işsiz kitlesini ve köylerden zorla sürülen geniş emekçiler yığınını yanma almak için, onların taleplerini de sahiplenerek mücadele cephesini takviye edeceğine ve birleşik işçi-emekçi hareketinin başında tarihi rolünü oynayacağına kuşku yoktur.

 

IV.

Proletaryanın “dünya tarihindeki devrimci rolü” komünist toplumu yaratmaktır. O, bu görevi, ancak her bir ülkede işçi sınıfının sosyalist yığın partisi biçiminde örgütlenerek ve kapitalistler sınıfına karşı sınıf savaşımı yoluyla ve sosyalizmi inşa ederek yerine getirebilir. Proletaryanın sınıf savaşımında en büyük silahı örgütüdür. Çünkü sınıflar mücadelesi en üstte partiler mücadelesi biçiminde sürer. Parti, işçi kitleleriyle kopmaz bağa sahip olan ve bilimsel sosyalizmin bilgisiyle donanmış öncü işçilerden, sınıfın en ileri, en fedakâr ve en kararlı öğelerinden oluşan, sınıfın bağımsız politik örgütüdür. Sınıfın üstünde, ya da dışında değil, onun bir parçasıdır.

İşçilerin, her türlü koşulda sınıf savaşımının aracı olacak bir politik örgütlenmesi olmaksızın, sermaye egemenliğini yıkmak mümkün değildir. Bu bakımdan proletarya saflarındaki komünist çalışma, burjuvaziye karşı mücadelede başarıya ulaşıp ulaşmama (politik iktidarın alınıp-alınmaması) üzerinde belirleyici bir rol oynar.

Proletarya kitlelerinin, tüm sınıflı toplum tarihinin “sınıf savaşımları tarihi” olduğunu, insanlığın, ücretli kölelik sisteminden ancak örgütlenmiş proletaryanın sınıf savaşı yoluyla kurtulabileceğini, bu güce sahip tek sınıfın kendisi olduğunu, üretim araçları karşısındaki konumu ve kapitalist üretim ilişkileri içindeki yerinin ona bu gücü sağladığı ve onu kendisiyle birlikte tüm toplumu kurtarma tarihi göreviyle yükümlendirdiğini kavraması, bu mücadelede zafere ulaşmasını sağlar. Bu o kadar önemlidir ki, Lenin, “sosyalistlerin yapması gereken tek şey”, “Modern toplumdaki durumuna bağlı olarak, hangi toplumsal gücün sosyalizmin gerçekleştirilmesinde çıkarı olduğunu kavramak ve bu güce çıkarlarının ve tarihsel görevinin bilincini vermektir” olarak belirtiyordu.

İşçiler, kapitalistlere karşı, en küçük ekonomik talepleri dâhil, haklarını elde etmek için birleşmenin zorunluluğunu, günlük mücadele içinde kavrarlar. Ancak, işçilerin kurtuluş için sosyalist siyasal savaşıma hazır olmaları gerekir. Proletarya, siyasal iktidarın alınması mücadelesine girişmeden, onun kendiliğinden sendikal hareket içinde burjuvazi ve sermayeyi yenilgiye uğratması mümkün değildir. O, tarihsel devrimci rolünü, ancak sosyalist siyasal hareket (bağımsız politik parti) olarak örgütlenerek yerine getirebilir.

Proletarya partisinin faaliyetinin temelini ise, sosyalizmi, “işçi sınıfının siyasal amacı” haline getirmek oluşturur. Çünkü sosyalist bilinç proleter sınıf savaşımının zorunlu bir sonucu olarak doğmaz. Sosyalizmin maddi köklerinin kapitalist ekonomik ilişkilerde bulunması, onun, ekonomik-kendiliğinden hareketin içinden kendiliğinden, ya da zorunlu olarak doğacağını göstermez. Lenin, bu durumu şöyle izah eder. “işçiler arasında sosyal-demokrat (sosyalist-ÖD) bilincin olamayacağını söyledik. Bu bilinç onlara dışarıdan getirilmeliydi… İşçi sınıfı salt kendi çabasıyla yalnızca sendika bilincini, yani sendikalar içinde birleşmenin, işverenlere karşı savaşım vermenin ve hükümeti, gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. Oysa sosyalizm teorisi mülk sahibi sınıfların eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir.”

Proletarya, kendi geleceğini eline almak ve toplumsal kurtuluşu sağlamak için sosyalizm bilgisiyle silahlanmalıdır. “Proletarya” diyordu Lenin; “ancak, proletaryanın hegemonyasının bilincinde olduğu ve bu fikri uygulamaya soktuğu oranda devrimcidir. Bu görevin bilincinde olmuş bir proleter, köleliğe karşı başkaldırmış bir köledir. Sınıfının önder olması gerektiği düşüncesinin bilincine varmamış, ya da bu düşünceyi kabul etmemiş bir proleter, bir köle olarak kendi durumunu kavramamış bir köledir; olsa olsa bir köle olarak, durumunu, iyileştirme yolunda kavga veren bir köledir, ama köleliği alaşağı etme uğruna kavga veren biri değildir.”

Proletarya köleliği tümden ortadan kaldırmalıdır. Sömürünün, sınıfların ve devletin ortadan kalkmasına giden yol, proletaryanın anti-kapitalist mücadelesinin zaferinden geçer. Bunun için, her gerçek proletarya partisi, proletaryanın bağımsız sosyalist sınıf örgütü olmak ve sosyalizm bilincini sınıfa taşıyarak, onun, kendi durumunun ve tarihsel görevlerinin farkına varması ve buna uygun olarak toplumun tüm ezilen kesimlerinin başına geçerek, siyasal ve sosyal devrimi başarmasını temel görevi sayar.

 

V

Proletaryanın, pratik-politik sınıf savaşımını iktidar mücadelesine dönüştürmesi, ancak, onun parti olarak örgütlenmesi ve işçi kitle hareketiyle ve tüm emekçi hareketiyle kopmaz bir bağa sahip olmasıyla mümkündür. Kapitalizmin işçileri topladığı her yer komünistlerin çalışma alanıdır. Fabrikalar, maden ocakları, kapitalist çiftlikler, işsizler kitlesi ve onların semtleri, genç işçilerin biriktiği atölyeler, meslek okulları ve çırakların bulundukları yerler. Proletarya ve emekçilerin devrimci eylemine katılma, örgütleme, her koşulda komünistlerin baş görevidir. Parti, bir devrimci yükseliş durumunda, kitle hareketinin devrimci yönetimi ve ilerletilmesi görevini, ancak sendikal hareketi devrimcileştirir, proletarya kitlesi içinde partiyi güçlendirir ve diğer emekçi kesimlerin desteğini kazanırsa, başarabilir. Bir “öncü”, çıkarlarını savunduğu ve öncülük ettiği yığından kopmadığı ve onu ileri doğru gerçekten yürütebildiği zaman görevini yerine getirmiş sayılır. Engels, toplumsal devrimlerin başarısı için gerekenleri sayarken, şunu önemle vurguluyor; “Toplum düzeninin tam bir dönüşümünün söz konusu olduğu yerde, yığınların kendilerinin de bunda işbirliği yapmaları, daha önce neyin söz konusu olduğunu, kendilerinin ne için (bedenleriyle, canlarıyla) işe karıştıklarını anlamış olmaları gerekir. … Ama yığınların yapılacak olanın ne olduğunu anlaması için, uzun direşken bir çalışma zorunludur ve işte şimdi bizim yaptığımız da bu çalışmadır ve biz, bunu, hasımlarımızı umutsuzluğa düşüren bir başarı ile yapıyoruz.”

Parti, çalışmasının tüm yönlerinde işçi sınıfı kitlelerine dayanmalıdır, işçi sınıfının günlük ekonomik hareketine katılmadan, onun kapitalistlere ve hükümetlere karşı eylemi içinde yer almadan, dahası bu eylemlerin üzerinde yükseldiği taleplerin elde edilmesi için örgütlü mücadelenin gerekliliği yönünde sınıf içinde ajitasyon çalışması sürdürmeden, sınıfın sosyalizm bilinciyle eğitilmesinin imkanı bulunamaz. Komünistler, ancak sınıfın kendiliğinden hareketi içinde yer alarak, onun, uzun vadeli çıkarlarının ve tarihi görevlerinin farkına varmasına yardımcı olabilirler. Sosyalist faaliyet, bir bakıma, kendiliğinden harekete katılarak, kendiliğindenliğin aşılması ve “kendi için”denliğe dönüşmesi ve sınıfın iktidara hazırlanması için yapılan çalışmadır. Proletaryayı, tüm sınıf ilişki ve çelişkilerinin; işçi ve emekçilerle, burjuvazi ve gericilik arasındaki çatışmanın nedenleri ve kaynaklarının bilgisiyle, onun alması gereken tutumun ne olması gerektiği düşüncesiyle silahlandırmaktır.

Parti çalışması politik bir çalışmadır. Politik ajitasyon, propaganda ve örgütleme faaliyeti sınıfın mücadelesinin politik iktidar mücadelesine genişlemesi için yürütülür. Proletarya bu faaliyetin yardımıyla ve kendi hareketi içinde eğitimden geçer, parti politikalarının doğruluğuna pratikte deneyerek ikna olur ve bu düşünceleri yaşama geçirerek, maddi bir güç, değiştirici ve dönüştürücü bir güç haline getirir. Partinin tüm pratik-politik faaliyeti, bir yandan henüz sendikal düzeyde bile örgütlü olmayan geniş işçi kitlesinin sendikal örgütlenmesine yardımcı olurken, öte yandan ve esas olarak, işçi sınıfı kitlesi içinde, burjuva siyasal etkinin her çeşidine karşı uzlaşmaz bir mücadeleyle, sosyalist bilincin yayılmasını, sendikaların ve fabrikaların sınıfın devrimci direniş merkezlerine dönüşmesini, sendikalardaki burjuvazinin etkisiz kılınmasını, sınıfın en ileri ve öncü unsurlarının partide örgütlenmesini hedefler.

Parti çalışması, en genelde propaganda, ajitasyon ve örgütleme çalışmasıdır. Parti bu çalışmayı, fabrikalarda, işyerlerinde, işçi kitle örgütlerinde, temel parti örgütleri olan hücreler ve komiteler şeklinde örgütlenerek yürütür. Eğer parti, işçiler içinde, dal-budak salmış hücreler ve komiteler biçiminde örgütlenmeyi başarmışsa; işçilerin ana kitlesiyle sağlam bağlara sahip, onların en ileri, en fedakar, en kararlı ve bilinçli öncü unsurlarını, her biri faaliyetin bir yönü üzerinde görev alacak tarzda, propagandacı, ajitatör, örgütçü vb. olarak görevlendirilmesi sağlanabilirse varılır. Az-çok yetenek gösteren ve işçilerle sağlam bağlara sahip işçi devrimcilerin fabrika ve sendika çalışmasını omuzlamasıyla, parti sınıf içinde mevzilenecek ve sınıf bağları gelişip-güçlenecektir.

 

VI.

Parti çizgisini hayata geçirecek olanlar kadrolardır. Proletaryanın büyük öğretmenlerinin bu konudaki sözleri bilinir. Politik çizgi belirlendikten sonra belirleyici rol oynayacak olanlar kadrolardır. Lenin, “tarihte hiçbir sınıf, hareketi örgütlemeye ve yönetmeye yetenekli kendi siyasi önderleri, kendi ilerici temsilcileri olmaksızın iktidara gelmemiştir.” der.

Yetenekli, kararlı, inançlı ve fedakâr kadrolar olmadan, işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin birleştirilmesi zordur. Kadrolar, pratik parti çalışması içinde pişerek ve Marksizm’in bilimsel ideolojisini özümseyerek yetişirler. Proletaryanın en ileri, en kararlı ve fedakâr unsurlarının, işçi sınıfı kitlesiyle kopmaz bağlara sahip öncü öğelerinin partiye kazanılması, ancak en deneyimli parti kadrolarının bu çalışma içinde yer almasıyla mümkündür. Parti çalışmasının örgütsel hedefi, başlıca proletarya merkezlerinde, temel sanayi işletmelerinde ve sendikalarda, sınıf bilinçli öncü işçilerin içinde yer aldığı, temel görevi işçilerin ana kitlesini sosyalizme ve partiye kazanmak olan temel parti örgütlerinin yaratılmasıdır. İşçi sınıfı, bunu başaracak kadrolara, bu türden kendi önderlerine, hareketin zorlukları içinde yetişmiş ve çelikleşmiş profesyonel militanlara sahip olmadan, hareketi yönetemez, devrim yapamaz ve iktidar olup iktidarını sürdüremez.

Parti kadrolarının, devrimin kadrolarının yetiştiği yer ve gerçek eğitim okulu işçi kitle çalışmasıdır. Proletaryanın, şehir ve kır emekçilerini günlük pratik mücadelesi içinde, fabrika ve sendikalarda, maden ocakları, atölyeler ve işsiz kitleleri arasında çalışmadan, hareketin pratik sorunlarıyla boğuşmadan gerçek parti militanı ve devrimin kadrosu olunamaz. Devrimci militan, yaşamını, proleter kitleler içinde, onların bilincini, örgütlenmesini ve devrimci girişkenliklerini geliştirmeye adayan kişidir. Lenin, Babuşkin örneğini vererek, “Böylesi adamlar olmadan Rus halkı ebediyen köleler ve yarı köleler halkı olarak kalır. Böylesi adamlarla Rus halkı tüm sömürüden tam kurtuluşunu kazanacaktır. ” diyordu. Bizim partimizin ve tüm milliyetlerden Türkiye proletaryasının yüzlerce, binlerce Babuşkin türü işçi devrimciye, işçi militana ihtiyacı vardır. Ve bunlar işçi kitle mücadelesi içinde yetişecektir.

“Devrimci inisiyatif, yaratıcı yetenek; devrim için sorumluluk, hesap sorma ve hesap verme duygusu, parti disiplinini içtenlikle benimseme, sınıfa sadakat ve yoldaşlarla paylaşma; partisiz kitlelerle canlı ve yaratıcı bağlar kurma; kitleler üzerinde güven ve otorite kazanma vb. bütün bu devrimci yetenek ve erdemler” (TDKP Röportajı) gibi bir devrim ve parti militanında bulunması gereken özellikler, ancak böyle bir faaliyet içinde ve temel parti organları olarak hücre yaşamı içinde kazanılabilir ve geliştirilebilir. Devrimci militanların başarı ve başarısızlıkları, zaaf ve yetenekleri ancak yasadışı faaliyet içinde ve işçi ve emekçi kitleler içinde yürütülen çalışmada ortaya çıkar. İşçilerle kurulan bağlar ve bunların dönüştürülmesinde, öncü işçilerin (parti görevlerini üstlenmek üzere) partiye kazanılmasında, yeraltı basınını işçiler içinde ve bizzat işçiler eliyle gizli dağıtımının örgütlenmesinde, gizli teknik aygıtın koşullara uygun mükemmelleştirilmesinde gösterilen başarı komünist kadro faaliyetinin ve değerlendirilmesinin temel kıstasıdır.

Lenin, “Gizli bir örgütü yönetmenin sanatı -diyordu- mümkün olan her şeyden yararlanmakta; ‘herkese yapacak iş vermekte’ ve aynı zamanda bütün hareketin önderliğini, sırf birtakım yetkilerle değil, otoriteye, canlılığa, daha fazla tecrübeye, daha çok yönlülüğe ve daha fazla yeteneğe sahip olarak elde tutmakta yatar. “

İşte tüm yönetici ve temel parti örgütlerinin ve tek tek her parti üye ve görevlisinin yol gösterici ilkesi! Yerel işçi hareketine ve devrimci harekete önderlik, hiçbir biçimde, dar çevrenin, elde varolanların ve var olduğu kadarıyla parti organlarının yönetimi olarak darlaştırılamaz. Bir komünist militan ve partinin her temel ve yönetici örgütü, “her dönem ve koşulda dayanılacak güçlerle, yararlanılabilecek güçleri doğru seçebilmesi”, onları en verimli tarzda organize ederek, faaliyetin en geniş işçi kitlelerini kucaklaması ve yeni güçlerin kazanılmasını içerecek boyuta genişlemesini gözetmelidir.

Parti kadroları, politik gündemi ve gelişmeleri en iyi izleyen ve hareketin ihtiyaçlarına cevap veren bir çalışma tarzıyla gerekli adımları zamanında atmasını bilen kişilerdir. Parti güvenliğini gözetmeyen, illgalite kurallarına uymayan, risksiz devrimcilik beklentisi içinde olan, hantal, liberal, duyarsız kişilerin parti çalışmasına büyük zararlar vermesi kaçınılmazdır. Kadrolar, uzun vadeli çıkarları her zaman başa almak, günlük işler içinde reformcu taleplerle sınırlı sendikalist çalışmaya saplanıp kalmamak zorundadırlar. Oturmuş sağlam karakter ve kişilik, militan devrimci çalışma içinde ve her türden dar deneyci, legalist, lafazan-tutarsız vb. gibi özelliklere karşı mücadele edilerek kazanılabilir.

Devrimci duyarlılık, yoldaşça güven, saygı, sevgi ve bağlılık, devrimci değerler olarak sürekli ancak böyle bir çalışma içinde geliştirilebilir. Karşı-devrim ve faşizm, her zaman öncelikle bu değerlere saldırır, bu değerleri çözme yoluyla, proletaryayı devrimci siyasal öncü örgütünden yoksun kılmaya çalışır. Düşman saldırıları karşısında gerilemeyen, paniğe kapılmayan, umudunu, güvenini ve bağlılığını koruyanlardır gerçek devrimciler. Onlar, devrimin yolunun düz olmadığını, yengiler ve başarılar kadar, başarısızlıklar ve yenilgileri de içerdiğini bilir ve her duruma hazır olurlar; sürekli kendilerini yeniler, proletarya ve emekçilerin saflarında yeniden ve yeniden sağlam örgütler yaratarak, varolanları geliştirip dönüştürerek, yeni öncü unsurlarla takviye ederek yola devam ederler.

 

VII.

Bugüne kadar yayınlanan tüm temel parti belgeleri, örgüt çalışmasında ve işçi kitle faaliyetinde ilkesel değerde belirlemeleri içerir; parti çalışmasında temel ve yönetici örgütlerin eyleminde, her koşulda göz önünde tutulması gereken proletaryanın uzun vadeli çıkarlarına bu belgelerde dikkat çekilir. Buna göre; tüm yerel yönetici komiteler, yerel işçi hareketinin ve devrimci hareketin yönetici örgütü olarak, partili-partisiz işçi kitleleriyle kopmaz bağlara sahip olmalıdırlar. Parti yerel örgütünün başta gelen görevi yerel işçi hareketinin ve devrimci örgütün yönetimidir. Yerel örgüt, yerel düzeyde “olup-biten her şeye önderlik edebilmek için… işçi sınıfı hareketinin, bizzat işçiler içinden çıkacak bütün öncü unsurlarını kapsamalı … hareketi bütün yönlerden yönetmeli, partinin bütün mahalli kuruluşlarının, güçlerinin ve araçlarının sorumluluğunu üstlenmelidir.” (Lenin)

Tüm parti organlarının, parti komitelerinin ve sorumlu her parti militanın önündeki görev, pratik parti faaliyetinin ortaya çıkardığı olumsuzlukları; dar-sekter, çevreci, legalist ve liberal vb. eğilimleri, anlayış ve uygulamada ezerek, temel parti politikasında ısrarlı olmaktır.

“Hareketin gücü büyük fabrikalarda yatmaktadır.” Tüm işçi sınıfı merkezlerinde, en yetenekli parti militanlarının öncelikli çalışma alanı bu fabrikalardır. Sınıfın mücadelesinde, tüm ülkede sanayi merkezleri ve buralarda da büyük fabrikalar ve maden ocakları, hareketin ileri gidişinde ve istikrar ve kararlılığın sağlanmasında temel öneme sahiptirler; başı çeker, nabzı elde tutarlar. Parti işlerinin bir yönünde yetenek gösteren işçi ve aydın devrimcilerin, genç komünist militanların bu çalışmaya sevk edilmesiyle ve çalışma içinde her bakımdan özenle desteklenmesiyle yeni kadrolar ancak kazanılabilir. Yeni kadroların yetiştirilmesi, özenli bir yaklaşımı, tecrübelerin aktarılmasını, hataların öğretici tarzda eleştirisini ve hangi alanda ve daha verimli çalışabileceklerinin doğru tespitini gerektirir. Devrimci ve ihtilalci bir proletarya partisinin militanları hiçbir zorluktan yılmayan, gizli örgüt çalışmasında ustalaşmış, kararlı, inançlı ve komünizm davasına içtenlikle bağlı kişilerdir; Marksizm’in bilimsel teorisiyle donanmış, siyasal polisin taktiklerine karşı, bir yeraltı savaşçısının uyanıklığıyla devrimci taktikler geliştiren ve tüm koruyucu ve geliştirici gücü işçi ve emekçi kitle hareketinde gören, saldırılar karşısında yılmadan bulundukları her yerde gizli örgüt çalışması yürüten kişilerdir.

Legalist, reformcu-sendikalist, lafazan ve fakat pratik görevler karşısında kayıtsız, ertelemeci, “devrimci tipi”, partinin ve devrimin Leninist ihtilalci militanı olamaz. Komünist kadrolar, konumları, yetenekleri, ilişkileri ve anlayışlarıyla sürekli devrimci kalabilen ve kendini yenileyen, bütün enerji ve zamanını yığınlar içinde çalışmaya ve parti faaliyetinin sorunlarına ayıranlardır.

Yerel çalışmada, gizlilik ve illegalite, en başta yerel yönetici organın ve temel parti örgütü olarak hücrelerin faaliyetinde hâkim kılınmalıdır. İşbölümüne dayalı bir faaliyetle hem gizlilik sağlanır ve hem de profesyonel çalışmaya uygun bir iç yaşam sağlanır. Herkesin her bilgiye sahip olduğu ve her işe koşturduğu bir çalışma değil; işbölümü üzerine oturan ilkeli ve profesyonel bir çalışma. Yerel yönetici organ, yerel hareketin ve örgütün sorunlarının bilgisine sahip olmadan hareketi ve örgütü örgütleyemez, yönetemez. Fabrika ve işyeri hücreleri ve komiteleri ve tüm diğer parti örgüt ve organlarının çalışmasında kesin parti disiplini ve gizlilik ilkeleri uygulanmadan ve işçi kitleleriyle geniş bağlara sahip öncü işçilerin, komünizme yürekten bağlı aydın ve genç komünist devrimcilerle birlikte tüm parti işlerini omuzlamaları sağlanmadan, parti çalışmasında istikrar ve kesintisizlik sağlanamaz.

Hücre biçiminde ve üyelerin görev bölümü temelinde örgütlenme ve illegalite kurallarına uymanın bir yaşam tarzı olarak benimsenmesi, faaliyetin kendini yeniden üretmesi kadar, faşizmin ve siyasal polisin saldırıları karşısında ayakta kalma üzerinde de kesin rol oynamaktadır. Parti, çalışmasından etkilenen ve parti çevresinde yer alan küçümsenemez genişlikteki işçi, emekçi ve gencin parti işlerinin bir yönü üzerinde görevlendirilmesini, içerisinde parti öncesi eğitim ve kazanma sürecinin yaşandığı dağıtım grupları, propaganda ve sendika grupları, gizli toplantı yeri ayarlama, gizli polisin faaliyetini açığa çıkarma grupları, ya da özel teknik görev grupları biçiminde, belli bir iş üzerinde gerçekleştirmeden, çevre ilişkilerini verimli değerlendiremez ve oralardan partiye taze kan taşıyamaz. Partinin çevresinde toplanmış bulunan ileri işçi kitlesinin parti çalışmasına dâhil edilmesi, onların enerji, güç ve olanaklarıyla çalışmanın nitelik ve nicelik olarak ileri düzeye sıçratılması, yalnızca, hareketin işçi devrimcinin elinde güvenceye kavuşmasını sağlamakla kalmayacak, ama aynı zamanda proletarya dışı kesimlerden gelen militanların proleter dönüşümüne de hizmet edecektir.

 

VIII.

Faşizmin hâkim olduğu bir ülkede, proletarya partisinin gizlilik ve illegalite temelinde örgütlenmesi zorunludur. Siyasal rejimin biçimi, devrim ve karşı-devrim ilişkilerinin ve proletarya ve emekçi halk yığınlarının örgütlülük ve mücadelesinin düzeyi vb. etkenler, örgüt biçimleri ve gizli açık örgüt şekilleri üzerinde etkide bulunurlar. Proletarya partisi bizimkisi gibi ülkelerde, sağlam ve gizli bir yeraltı örgütü olarak örgütlenmek zorundadır. O, siyasal polisin ve jandarmanın saldırıları karşısında, varlığını ve faaliyetinin sürekliliğini ancak böyle sağlayabilir. Faşizmin terörist saldırılarına karşı, ancak her koşul altında savaşma yeteneğine sahip bir örgüt dayanabilir ve bu da ancak illegal temelde örgütlenmiş, işçi ve emekçilerin desteğiyle çevrelenmiş, işçilerin en ileri öğelerinin enerji, güç ve kararlılığıyla ve Marksizm-Leninizm bilimiyle donanmış ve legal ve illegal tüm olanak ve araçları başarıyla birleştirmekte ustalaşmış bir parti olabilir. Böyle bir parti, yasal olanakları da en iyi kullanma gücü gösteren ve yasal örgütleri, Lenin’in deyişiyle, “yığınlar arasında yasadışı çekirdeklerin fikirlerini yaymak için kullanılan müstahkem mevkiler” olarak değerlendirebilen bir partidir. TDKP Röportajı’nda, bu çok öz olarak şöyle ifade edilir: “Partimiz, illegal temelde, illegal biçimler içinde örgütlenme, legal ve açık örgüt ve çalışma biçimlerinden son sınırına kadar yararlanma olarak ifade edebileceğimiz bir çizgi izlemektedir. … Öncü işçinin ve devrimcinin, devrimci bilincine, bütün eylemine ve yaşantısına kazıması gereken şey şudur: Sınıf mücadelesi hiçbir yasayla sınırlanmayan bir mücadeledir. İşçi sınıfının mücadelesi de (ister ekonomik, isterse politik olsun), hiçbir yasayla sınırlanmayan bir mücadeledir. Devrimle karşı-devrim ve işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki hiçbir yasayla sınırlanmayan mücadele koşullarında, işçi sınıfının öncüsünü, burjuvazinin yasalarıyla sınırlı bir alana hapsetmek, sınıfa en büyük ihanet ve sosyalizme karşı işlenen en bağışlanmaz cinayettir. “

Faşizmin denetleyemediği bir faaliyet, kendi örgütünü, ilişkilerini, hareket tarzını, sağlam ve güvenli iç bağlarını geliştirir, devrimci değerlerin yaratılmasını olanaklı hale getirir. Bugüne gelen süreç ve devrimler tarihi, her çalışma tarzı ve faaliyet biçiminin kaçınılmaz biçimde devrimci militanın yaşamını etkilediğini, ona kişiliğinden, değer yargılarına, faaliyetinin içeriğinden plan ve taktiklere yaklaşımına dek, kapsamlı bir etkide bulunduğunu ortaya koymuştur.

İllegalite ve gizlilik, kitlelere karşı gizlilik değil, politik görüşlerin gizlenmesi ve işçi ve emekçilerle araya bir perde çekilmesi değil, aksine, daha geniş işçi ve emekçi ilişkilerine dayanmayı, bu ilişkilere sahip olmayı ifade eder. Sınıf içinde yaygınlık ve etkinlik, sosyalist propaganda çalışmasının sürekliliği, proletaryanın saldırıları göğüslemesi ve partinin (sınıfın bir parçası) saldırılardan öldürücü yaralar almaması ancak böyle sağlanabilir.

 

IX.

Burjuvazi, proletarya ve emekçilerin taleplerine karşı, silahlı mangalarını devreye sokmak dâhil, her yöntemle direniyor, onların örgütlerine saldırıyor ve sahte kardeşlik ve “ortak çıkarlar” vaazlarıyla işçi ve emekçileri mücadeleden alıkoymaya çalışıyor. Burjuvazinin tüm politik-askeri yönetim organları, kontrgerilla ve mafya çeteleri biçiminde örgütlenmiş karşı-devrim, “sosyal patlama” korkuluğu sallayarak mülk sahibi sınıfları korkutmaya-birleştirmeye ve proletarya ve emekçilerin, Türk ve Kürt halkının mücadelesinin önünü kesmeye çalışıyor. Burjuvazi, liberal ya da sahte liberal politikalarıyla da işçilerin saflarında dağınıklık yaratmayı, onları sistemin eklentileri olarak tutmayı hedeflemektedir. Bu politikanın bir bölüm “işçi önderi” ve işçi üzerinde etkili olduğu bilinir. İşçilerin köyle bağlantısı, geri önyargılar, kadın ve çocuk işçi fazlalığı vb etkenler burjuvazinin bu politikasının etkisini artırmaktadır.

Proletaryaya karşı mücadelesinde, burjuvaziye en büyük yardımı oportünizm ve işçi aristokrasisi sağlamaktadır. Her egemen sınıf gibi, burjuvazi de, kendi sınıf çıkarlarını tüm toplumun “ortak çıkarları” olarak göstermektedir. Oportünizm, başlıca bu “ortak çıkarlar” propagandasının işçi hareketi içinde yandaş bulması, işçilerin burjuva ideolojisinin sınırlarına hapsolması için çaba göstermektedir. Oportünizm ve sendikal bürokrasi, sınıf mücadelesine gerek olmadığını vaaz etmekte, sınıf hareketini burjuva sınırlar içinde tutmaya çalışmakta ve sınıfın içinde mevzilenmiş burjuvazi olarak, Marksizm’in sınıf hareketi içindeki etkisini sınırlamaya ve kırmaya çalışmaktadır.

Oportünizm ve revizyonizm, yalnızca Marksizm’in açıktan tahrifi ve sınıf işbirliği teorisi ve pratiği olarak kalmaz. Marksizm’in yalnızca belli yanlarının alınıp, onun canlı ruhuna karşı kullanılmasıyla kalmaz, aynı zamanda, “kendini günlük olaylara ve küçük politikanın kesinti ve değişmelerine uyarlamak, proletaryanın birincil çıkarlarını ve tüm kapitalist sistemin, kapitalist evrimin özelliklerini unutmak, bu birincil çıkarları onun gerçek ya da varsayılan avantajları uğruna feda etmek” olarak da gösterir.

 

X.

Proletarya ve emekçilere karşı mücadelesinde, burjuvazi, doğrudan ya da dolaylı olarak başka güç ve etkenlerden de yararlanmaktadır. O, işçi sınıfının saflarında işbirlikçi sendika bürokrasisini yaratmanın yanı sıra; halk yararına politika yaptıklarını söyleyen küçük burjuva devrimciliğinin çeşitli versiyonu grupların politikalarından da yararlanma olanağı bulmaktadır. Öyle ki, bu grupların pratik-politik faaliyeti, birçok durumda, proletaryanın ve emekçilerin, burjuvazi ve diktatörlüğe karşı mücadelesinin önüne yeni bir barikat oluşturmaya denk düşmekte; burjuvazi, küçük mülk sahibinin politik platformunda kalan bu grupların “silahlı mücadele”, “denge bozma”, “ayaklanma” lafazanlığıyla yarattıkları güvensizlik ve bulanıklık ortamından yararlandığı gibi, onların umutsuz çıkışlarını proletaryanın kitle hareketine karşı bir koz olarak da kullanmaktadır.

Dar dergi çevrelerinde kümelenen ve “komünizm” üzerine keskin bir söylemle sözde proletaryaya yol gösteren bu gruplar, kendilerine, sınıfın “başöğretmenliği”(!) rolü vermişlerdir. Böylelerinin, devrimci komünist partisinin sınıf içindeki faaliyetine karşı “dalgakıran” bir tutuma soyunmaları, kendi konumları gereğidir ve bir bakıma kaçınılmazdır. Buna tanıklık eden yeterince tarihi deney var. Komünistlerin sınıf içindeki çalışmasına ve öncü işçi kitlesinin, burjuvazi ve sendika ağalarına karşı başlatıp sürdürdükleri devrimci tutuma dıştan ve “üstten” saldırıya geçen bu “mujik” grubu, sınıf tarafından da kendine yaklaştırılmamaktadır.

İşçi hareketine saldırının, sınıfın partisine saldırıyla ve tersinden partiye saldırının sınıfa saldırıyla özdeşleştiği bir dönemde, işçi eylemlerinin hata ve eksiklerinden partinin sorumlu tutulması, başka şeyler bir yana; partinin proletarya saflarında tuttuğu devrimci konum nedeniyledir ve komünistlere proletarya içindeki çalışmalarında daha fazla inatçı ve kararlı davranmak gerektiğini öğretir. Bu gruplar ise ya proletaryanın ve partisinin mücadelesinden öğrenecek, ya da onun karşısında, burjuvazinin yedeğine düşeceklerdir. Parti, politik çizgisi, devrimci platformu ve mücadelesiyle gerçekte bu gruplara da yardım etmekte ve yol göstermektedir. Ama küçük burjuva “kendine aşk” kolay yenilecek bir engel değildir.

 

XI.

Yukarıda, burjuvazinin, proletarya ve emekçilere karşı sert saldırılara yöneldiği bir dönemden geçtiğimizi belirttik. Gerçek o ki, bütün dünya halklarının gözü önünde Kürt halkına karşı yürütülen imha savaşı bir yana, işçi sınıfı hemen tüm eylemlerinde, kapitalistler sınıfının ve hükümetin ve onların emrindeki polis ve jandarma kuvvetlerinin saldırılarına hedef olmaktadır. Hareketin siyasal boyutudur bu. Zonguldak’ta, Gebze’de, Sümerbank ve belediyelerde, nakliye işyerleri, kargolar ve demiryollarında ve diğer yerlerde yaşananlar bunu gösteriyor.

Ve kapitalistler sınıfı ve toprak ağalarının içinde bulundukları derin açmaz, faşist terörün zincirlerinden boşanmasına yol açmakla birlikte, işçi sınıfı, emekçi halk ve Kürt emekçilerinin mücadeleye atılmasına engel olamıyor. Bugün, öncü bir işçi kuşağının başını çektiği sınıf hareketi yeni boyutlar kazanıyor ve yeni devrimci örgüt biçimleri alarak ilerleme aşamasında bulunuyor. Burjuvazi, eğer olanak bulursa, sosyalist siyasal bilincin, parti faaliyetine bağlı olarak ve sınıf mücadelesinin pratiği içinde en azından sınıfın ileri kesimleri içinde yaygınlaşmaya başlamasını, daha işin başında engellemek istemektedir.

Yalnız başına bu durum bile, komünistlerin önüne, süreç açısından belki de belirleyici önemde “yeni” bir görev koyuyor. O şudur:

Bugün partinin, işçi sınıfının ve onun en ileri öğelerinin “illegal örgütleri toplamı” olarak yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Bu görevin başarılması, ancak ve ancak, “kadroların sadece düşüncelerinin değil, anlayış ve konumlarının; toplumsal-siyasal yaşamlarının, … ilişkilerinin ve içinde yer aldıkları örgüt biçimlerinin” (TDKP Röportajı) dönüşümü ve arınması yoluyla mümkündür. Günlük yaşamı, ilişkileri ve çalışmasıyla, sınıfın devrimci aydınlatılması ve örgütlenmesi temel görevini en iyi tarzda omuzlayan ihtilalci militanlar olmadan bu görevin üstesinden gelinemez. Yığınların kendiliğinden hareketinin ulaştığı boyutlar ve bir öncü işçi kesiminin sınıfın ön cephesine doğru adım atmış olması, parti militanları ve kadrolarından daha fazla yetenek, siyasal birikim ve girişkenlik istemektedir. Hareketin ileri ve geri oynamaları, parti örgütlerinin gerekli esnekliği göstermesini, uygun düzenlemeleri ustaca yapmalarını, koşulları hesaba katarak en uygun adımları atmalarını gerektirmektedir. Yeniden inşa faaliyetinde, parti çalışmasını hücreler temelinde örgütlenmiş bir çalışma olarak yeni bir canlılığa kavuşturmak vazgeçilmez görevdir.

“Sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan” hiçbir devrimci hareketin varlığını sürdüremeyeceğine dikkat çeken Lenin, “Parti örgütünü kurarken, yalnız patlamalara ve sokak çatışmalarına, ya da ‘tekdüze günlük savaşımın ilerleyişine’ güvenmek büyük hata olur. Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her şeye hazır olmalıyız, çünkü çoğu kez patlama dönemleri ile durgunluk dönemlerinin birbirinin yerini ne zaman alacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır.” diyordu.

Parti, yeniden inşa sürecini böyle değerlendirip, buna uygun sağlam örgütler oluşturmadan, her türlü duruma hazır olamaz. Bugüne kadarki mücadele ve örgüt pratiğinin tecrübelerinden öğrenerek ve geçmiş olumsuz deneylerin bir kez daha yaşanmaması için azami çaba göstererek, ilkeli, kararlı ve militan bir pratik ortaya konulmalıdır.

Parti, sınıf savaşımının çeşitli cephelerinin diyalektik birliğini gözetmeli ve bütünlüklü bir faaliyet yürütmelidir. Sınıf savaşımının teorisi ve pratiği bir tek bütün içinde birleşir. Gerekli olan toplumsal yaşamın çelişkilerinden devrimci sonuçlar çıkarmaktır, ileri doğru atılmış her pratik adımın büyük bir değer taşıdığı kuşkusuzdur. Ancak bu, sosyalizm teorisinin en küçük bir biçimde de olsa küçümsenmesini ya da önemsiz görülmesini haklı göstermez. Aksine parti, öncü savaşçı rolünü ancak, “en ileri teoriyle” donanmışsa, yerine getirebilir. “Önderlerin ödevi” der Engels; “Özellikle bütün teorik sorunlar üzerinde giderek daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini giderek daha çok kurtarmak ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana, bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istediğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır.

Buna göre böylece kazanılan giderek daha açık görüşleri, işçi yığınları arasında, artan bir çabayla yaymak ve parti ve sendikalar örgütünü giderek daha güçlü bir biçimde sağlamlaştırmak önem kazanacaktır. “

Partinin gözeteceği bir diğer durum, proletaryanın, toplumun diğer kesimleriyle kaçınılmaz toplumsal ilişkilerinin çok çeşitli sonuçlarıdır. Proletarya partisinin, işçi örgütleri toplamı olması, onun saflarına diğer kesimlerden gelmiş inançlı komünistler olamayacağı anlamı taşımaz. Aksine, başta daha önemli sayıda olmak üzere, her zaman, inançlı ve proletaryanın sınıfsal kurtuluşu için mücadeleyi görev edinmiş aydın devrimci ve genç komünist militanlar partide yer alacaktır. Partinin tüm görevlerinin işçi devrimcilerin ellerinde güvenceye kavuşturulmasını gözeten bir örgüt çalışması, sınıfın kurtuluşuna yürekten bağlanmış aydın devrimcilerin en iyi değerlendirilmesinin koşullarını da oluşturur ve parti buna gereken önemi verir.

Herkesin sözde her işe koşturduğu, genel, verimsiz, liberal, gevşek ve disiplinsiz bir faaliyet değil, üretim birimi temeline oturmuş ve hücreler ve onların etrafındaki somut görev grupları aracılığıyla, planlı ve kesin hedefli somut bir çalışma ihtiyacı vardır. Komünistlere gerekli olan, hareketin istikrarı üzerinde de etkisi olması kaçınılmaz olan güçlü bir devrimciler örgütü, bir parti örgütüdür. Gerçekte küçük burjuva devrimciliğinin bir çalışma biçimi olan dar çevreci çalışma tarzı terk edilmelidir. Bu, olabildiği kadarıyla fabrika parti örgütlerinin ve partiyle ilişkideki işçi çevrelerinin büyüyüp gelişememesinin tek değilse de önemli bir engelidir; aşılmalıdır. Şiar şu olmalıdır: Tüm komünistler, tüm yetenekli parti kadroları fabrikalara, işçi kitlelerinin içine! Parti militanlarının, profesyonel devrimci kadroların devşirileceği yer ve içinde dönüştürüleceği çalışma alanı oralardır. Partiye, devrime, proletarya ve emekçi halk yığınlarının kurtuluş davasına, yoldaşlara bağlılığın, her türden zorbalığa ve polis terörüne karşı militan, baş eğmez ve sır vermez kararlılığın pekiştirileceği çalışma, devrimci militan kitle çalışmasıdır. Yoldaşça dayanışmanın ve paylaşmanın, birbiri için ve parti ilkelerini sonuna kadar savunma kararlılığıyla ölümün üzerine yürümenin, işkenceci cellâtları döktükleri kanda boğmanın başkaca yolu yoktur. Bu mutlaka başarılacaktır

Bir tek şartla; belirlenen parti politikasının pratiğe geçirilmesinde kararlı davranarak ve ne olursa olsun ilkelerden şaşmadan işe koyulmak gerekiyor. Böyle yaparsak milyonlara ulaşırız ve “milyonla sayılan bir partiyi”, eğer bu parti uluslararası devrim tarihi deneylerini ve sınıf mücadelesinin yasalarını yeterince dikkate alır ve gerekli sonuçları çıkarırsa Engels’in deyişiyle, onu “yeryüzünden silmeye Avrupa ve Amerika’nın bütün mekanizmaları ve tüfekleri”, yetmez.

 

Haziran-Temmuz 1995

Partileşme girişimleri üzerine; Grup partisi mi, kitle partisi mi?

Konuya doğrudan bir soruyla girelim.

Neden yeni bir parti? Bunca sol parti varken, işçi ve emekçiler niçin bunlardan birinde ya da hepsinin veya bir kısmının birleşmesini öngörerek gerçekleşecek bir “birlik” partisi içinde örgütlenmiyor? Ve farklı yeni parti girişimleri varken, neden bunların birleştirilmesi yoluna gidilmiyor? Ayrı ayrı partiler oluşması pek mi iyi olacak? Birlikte partileşmek mümkün değil mi?

Önce CHP ve DSP’ye ilişkin birkaç söz.

Daha birkaç yıl öncesine kadar bir dizi sol grup ve solcu, ilerici, demokrat nitelikli çok sayıda insanın SHP içinde çalışıp yöneticilik yapar ve hatta SHP-dışı solculuğu, solu, demokrasi mücadelesini ve özellikle oylan bölmekle suçlarken, bugün bunlardan vazgeçilmesi ve çok sayıda grup ve insanın SHP (CHP)’den ayrılması ve ayrılmakta olması, bugün varılan noktanın olumlu bir göstergesi durumundadır. Bugün çok sayıda solcu, bir işçi emekçi partisinin CHP ile ilişkisini, örneğin ona katılmayı tartışılır bile bulmamaktadır. Yine işçi ve emekçiler yığın halinde sosyal demokrasiden kopmuşlar ve kopmaktadırlar. CHP’nin anketlerdeki oy oranı % 7-8’lerde görünmektedir. Bu, sosyal demokrasinin iflasının sayısal değerlerle kanıtlanmasını sunduğu gibi, işçi ve emekçi yığınlar ve özellikle onların öncü kesimi ve aydınlanmakta olan bölümü açısından da sosyal demokrat parti içinde örgütlenmenin tartışılabilir olmadığını ortaya koymaktadır. Sosyal demokrasi karşısında solcuların, ilerici insanların olduğu gibi, öncü kesimleri başta olmak üzere işçi ve emekçi yığınların konumlanışı, pratik olarak, bir işçi-emekçi partisinin, çeşitli fraksiyonlarıyla burjuva partisi karşıtı bir örgüt olarak ayrı ve bağımsız örgütlenmesi lehimdedir ve bunun gereğini göstermektedir. Üstelik bir işçi-emekçi partisinin, bir düzen partisi olan sosyal demokrat parti içinde ya da onunla birlikte örgütlenmesi düşünülemez bile. Bu, işçi-emekçi partisini, böyle bir parti olmaktan çıkarır.

DSP’ye ilişkin durum, özünde, CHP ile olandan farklı değildir. DSP, anketlere göre güç toplamaktadır. Ancak bunun, DSP’nin işçi ve emekçilere yakınlığıyla değil, 1) düzenin yolsuzluk ve pislikleriyle burjuva politikasının çirkefliğinden bıkkınlıkla liderinin kişisel “dürüstlüğü”nün para ederliğine ilişkin yanılsama, 2) ’63’te Çalışma Bakanı iken Zonguldak işçilerine imzaladığı TİS’e sağladığı sosyal yardımlar (sabun ve havlu) ve 3) Kürtlerin haklan ve direnişi karşısındaki şoven ve saldırgan tutumuyla ilişkisi kurulabilir. DSP, şovenizmin etkisine en açık ve oldukça geri talep ve özlemlerle davranan kitlelerin en geri kesimleri arasında güç toplamaktadır ve güçlenmesi, dolaysız olarak, işçi ve emekçilere karşı, düzenin sağlamlaşmasına götürmektedir. Politik olarak CHP’den daha da geride bir düzen partisi olan DSP ile bir birlik, ne işçi ve emekçilerin ileri ve aydınlanmakta olan kesimleri arasında tartışmalı bir eğilim durumundadır ne de işçi ve emekçilerin partileşmesi açısından düşünülebilir bir şeydir.

Ve tersine işçi-emekçi partisi, sosyal demokrat partilerin iflasıyla onlardan kopup uzaklaşan ilerici, demokrat insanları, işçi ve emekçileri kucaklayacak bir çekim merkezi olmak durumundadır; bilgilere göre, şimdiden böyle olmaktadır.

Peki, sosyal demokrasiyle birlik olunamayacağı açık; ama diğer sol partiler ve partileşme girişimleri? Neden, BSP, SİP, İP ve “içinde Devrimci Yolcuların da yer aldığı” parti girişimiyle birlikte olmasın? Bunlardan birine katılmak, biriyle ya da birkaçı veya tümüyle birleşmekten neden kaçınılsın? Bunlarla hiç mi bir yakınlık yok?

Sorun, yakınlık uzaklıkla, birlikçilik ya da birlik karşıtlığıyla ilgili değil. Sorun, işçi-emekçi partisinin hangi ihtiyacın ürünü olduğu, kimin ihtiyacını karşılayacağı sorusunun yanıtıyla ilgilidir.

Sorulması gereken soru şudur: Bir işçi-emekçi partisi, “sosyalistlerin” ya da devrimcilerin “birlik” ihtiyacını da karşılamak üzere, “sosyalistlerin”, devrimcilerin, genel olarak solun bir ihtiyacı mıdır yoksa sınıf mücadelesinin asli unsuru olan işçi ve emekçi kitlelerin ihtiyacı mı? Bu soru doğru yanıtlanmalıdır.

“Sosyalistlerin” sorunları yok değildir. Birleşmeleri ya da ayrı durmaları, Marksizm’i şöyle ya da böyle yorumlamaları, dünya ve Türkiye’yi şöyle ya da böyle tahlil etmeleri, buna göre şu ya da bu programa sahip olmaları, şu ya da bu taktiği doğru ya da yanlış bulmaları, şu ya da bu örgüt ve mücadele biçimlerini benimsemeleri ya da benimsememeleri, örgütsüzlük, darlık, amatörlük, kendiliğindencilik, terörizm, işçi ve emekçi kitlelerle birleşme, kadro sorunu vb. gibi, sosyalizmin ve sosyalistlerin daha yüzlerce sorunu olduğunu kimse reddedemez. Sosyalistler, koşullara göre şu ya da bu türden bir “devrimciler örgütü” kurarlar ve onun aracılığıyla kendilerine ve kitlelerle birleşmelerinin sorunlarına ilişkin ihtiyaçlarını tartışıp eylem içinde gidermeye çalışırlar. Sosyalistlerin, kitlelerle birleşmek üzere kendi aralarında birleştikleri örgüt öncü örgüttür. Marksist öğretiye sahiplik ve onu kabullenip savunma, hem Marksizm ve hem de onun toplumların hareketi, devrim ve sosyalizme ilişkin öğretisinin bilgisiyle, bir irade ve eylem birliği olarak, işçi sınıfının öncü müfrezesini oluşturmak ve doğal ki bunu elde etmenin tek olanağı olan Marksizm’in işçi hareketiyle birleşmesini gerçekleştirmek üzere Marksistler ya da sosyalistler bir araya gelirler. SİP ve İP, doğru ya da yanlış bu iddiayla bir araya gelinerek kurulmuş “öncü” kategorisinden partilerdir. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, Marksizm’i yorumlayışları ve programlarını eleştirirsiniz ya da eleştirmezsiniz, politika ve uygulamalarını, örgüte ve örgütlenmeye ilişkin tutumlarını savunur ya da örneğin oportünizm ve tasfiyecilikle niteler suçlarsınız; ama bir tek şeyi yapamazsınız: İşçi sınıfı ve emekçilerle birleşme ve kitleselleşmeyi önlerine hedef olarak koymuş olsalar da, bu kategoriden partileri, kitle partisi olarak ele alamazsınız. Bunlar, “öncülük” iddiasındaki grup partileridir. Belirli bir platformun örgütleridir, platformları, iddiaları doğru ya da yanlış olsun, “sosyalist” platform, “öncü” ya da grup platformudur. “Grup partisi” terimlendirmesiyle kimseyi küçümsediğimiz düşünülmesin. Yalnızca Türkiye’nin bir gerçeğine işaret ediyoruz. Türkiye, “öncülük” ve “Marksizm benden sorulur” iddiasındaki grup parti ve örgütleriyle doludur. ’80 öncesi kadar olmasa da, yine doludur.

Bu parti, örgüt ya da grupların kendi içlerinde ya da aralarındaki sorun ve ihtiyaçları, “sosyalist” platformun sorunlarıdır, ancak bu zeminde ele alınıp çözülebilir ya da çözülmeyebilir. Bu platform, yine, parçalı ve sosyalistlik iddiasındaki farklı gruplaşmalardan oluşan bir platform olduğu kadar, işçi ve emekçi kitleleri karşısında, gerek bu platformun Marksizm’i önkoşul olarak kabul etmesi, gerek sorunlarının niteliği (kendine özgülüğü, Marksizm’in ışığında ayrıntılı teorik tartışmaları gereksinebilmesi, farklı Marksizm yorumlarını ve tartışılmasını içerebilmesi, belirli bir bilgi düzeyini varsayması vb.) gerekse katılımcılarının niceliksel azlığından doğan “dar”Iığı nedeniyle de azınlık ya da başka bir deyişle “örgütlü azınlık” veya grup platformudur. Son kullanılan “grup” terimi, “grupçuluk”a bağlanan olumsuz anlamıyla kullanılmıyor, bilinçli azınlığı ifade ediyor. Ancak Türkiye’nin bugünkü koşullarında bir dizi “bilinçli azınlık” olarak kendi içinde de öylesine farklılaşma durumunda ki (kapitalizm koşullarında bu farklılaşma, her zaman, belki biraz azalarak ya da çoğalarak daima olacaktır), pratik olarak, istisna kaideyi bozmamak üzere, onun, grupçuluğa bağlanan “grup”la da örtüşmediğini kimse iddia edemez.

Bu nedenle “öncü”, “sosyalist” ya da “grup” platformunu, işçi ve emekçi platformuyla, kitle platformuyla özellikle karıştırmamak gerekiyor. Bu ikisi, birbirinden kuşkusuz kopuk ve bağlantısız değil, ama kesinlikle iki farklı nitelikte platform oluşturur. Birinden kalkarak diğerinin de sorunlarının çözümünü, yaklaşımınız doğruysa, kolaylaştırabilirsiniz ama birinin sorunlarını, diğeri aracılığıyla çözemezsiniz. Buna kalkışırsanız, abese varırsınız, ortaya garabet çıkar.

Açık bir işçi-emekçi partisinin hangi ihtiyacın ürünü olduğu üzerinde geçen sayımızda durulmuştu.

Ayrıntıya girmeden söylemek gerekirse, açık işçi-emekçi partisi, işçi ve emekçi kitlelerin açık politik örgütlenme ihtiyacını karşılamak üzere, öncü işçi kitlesinin, emekçilerin, memurların, küçük üretici ve yoksul köylülüğün, gençlerin vb. ileri unsurlarının, aydınlanmakta olan kesimlerinin gündemindedir. Son sekiz-on yıllık işçi ve emekçi hareketi içinde öne çıkmış, işçi ve emekçilerin grev, gösteri, direniş gibi eylemlerine, bahar ve yaz eylemlerine, Zonguldak grev ve Ankara yürüyüşüne, Metal grevlerine, “Genel Grev”e, 1 Mayıs’lara, 20 Temmuzlar ve 20 Aralıklara vb. fiilen, şalter indirici, yönlendirici, örgütçü olarak katılmış, ama sınıfın ve emekçilerin birçoğuna kendisinin ve mücadelesinin zaafları ve geri niteliği nedeniyle sahip çıkmaya güç yetiremeyip sürülüp işten atılmalarına, fiilen mücadele dışına kaymalarına karşı koyamadığı, ama belki de mücadelesinin istikrarı ve sürekliliğini en çok bu nedenle sağlayamadığı öncü işçiler, açık bir politik örgütlenmeye ihtiyaç duyuyorlar. Memur hareketinin ileri unsurları, kent ve köy emekçilerinin, gençlerin saygın “doğal önderleri” ve ileri gelenleri, işçi ve emekçilere yönelik saldırıların karşılanabilmesi, bugün görece durgunluk gösteren işçi ve emekçi hareketinin önünün açılabilmesi ve yeni bir atılım dönemine adım atabilmesi için, kendilerinden başlayarak ve giderek aydınlanmakta olan kesimleri ve sınıfın ve emekçilerin görece daha geri yığınlarını kucaklayacak açık bir politik parti olarak örgütlenmeye ihtiyaç duyuyorlar. Sendikal mücadele ve sendikaların, mücadelenin tıkanmasını gidermeye yetmediğini, dernek ve çeşitli türden kitle örgütlenmelerinin bugünkü ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığını görüyor ve en sıradan haklarına bile sahip çıkabilmek için, emeklilik yasasına, özelleştirmeye, sendikasızlaştırma ve işten atmalara vb. karşı, siyasal demokrasi ve özgürlükler için seslerini yükseltip hak elde edebilmek için politik bir parti olarak örgütlenmelerinin şart olduğunu görüyor, dile getiriyor, en azından hissediyorlar. Mücadelelerinin sürekliliğini ve başarıyla gelişmesini sağlamanın, uluslararası ve ulusal çapta emperyalizm, burjuvazi ve gericiliğin aldığı, kendilerini daha çok sömürüp baskı altına almak ve köşeye sıkıştırmaktan ibaret bütün tedbirlerin üstesinden gelebilmenin, emekçi halka yönelik saldırıları püskürtebilmek ve her alanda emeğin çözümlerini dayatabilmenin yolunun politik mücadeleden ve bu temelde örgütlenmekten geçtiği gerçeği, onlara her günkü çalışma ve yaşamları içinde, bunu dayatıyor. Açık işçi-emekçi partisi, sosyalistlerin, devrimcilerin, grupların ihtiyacı değil, işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen kitlelerin ihtiyacıdır.

“Sosyalistler”, devrimciler, kendi sorunlarının çözümü ve ihtiyaçlarının karşılanmasının da, bir yönüyle, işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarının karşılanmasından geçtiğini bilirler. Bu gerçektir. Ama hem onların sadece kendilerinin çözebilecekleri ve çözmeleri gereken ihtiyaçları da vardır; hem de bu, kendi ihtiyaçlarıyla işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarının birbirine karıştırılmasını gerektirmez. Sosyalistler, doğal ki, kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere işçi ve emekçi hareketinden güç almak gerektiğini bilmelidirler. Ama daha da çok bilmeleri gereken, kendi ihtiyaçlarını işçi ve emekçi kitlelerine, sanki onların ihtiyaçlarıymış gibi dayatmaktan kaçınmanın gerektiğidir. “Öncülük” iddiasının yanlış bir yorumu olarak benimsenen “çokbilmişlik” “sosyalist”lerin temel bir hastalığı olagelmiştir; bu, onların aydın özellikleriyle ilintilidir. Bir kez olsun, işçi ve emekçilere, tam da örgütlenme ihtiyaçlarını karşılama noktasında “yardım etmeyi” başarmalıdırlar. Öncülük, tam da bu demektir.

Açık işçi partisi, daha başından, kuruluşuna yaklaşım olarak, öncü işçilerin, sınıfın aydınlanmakta olan kesimlerinin, emekçilerin mücadeleci ve ileri unsurlarının, mahallelinin, gecekondulunun, kasaba ve beldelerin etrafında saygı uyandıran, tavır ve tutumlarıyla, yaşamıyla örnek gösterilen “doğal önderleri” “sosyalist” ya da demokrat insanların örgütlenmesi olarak kavranmalı, bizzat onların örgütü olarak anlaşılmalıdır. Onlar yerine “birilerinin” kuracağı bir örgüt değil, bizzat kendilerinin kuracakları kendi kitlesel örgütleri – açık işçi-emekçi partisi ancak böyle bir parti olabilir.

Peki sosyalistler? Bu konuda sosyalistlere düşen görev yok mudur? Onlar, açık işçi-emekçi partisinin dinamiklerinden değiller midir? Kesinlikle vazgeçilmez dinamiklerinden biridirler. Türkiye, artık, yılların birikimi ve mücadele deneyine sahip, Marksizm’i kullanmakta ustalaşmış sosyalist bir kuşağa da sahiptir. Bu olgunlaşmış sosyalist kuşağın, böyle bir partinin kuruluşuna önemli katkılarda bulunacağı varsayılmalıdır. Aynı şekilde Türkiye, Marksist ya da değil ama demokrat, küçümsenmeyecek bir aydın birikimine de sahiptir. En azından bir, önemli bir kısmı iki darbe deneyinden yüzünün akıyla, boyun eğmeden, demokrat kişiliği ve onurundan taviz vermeden, kendisini koruyup geliştirerek geçiş ve başta işçi ve emekçilerin ileri kesimleri olmak üzere hemen herkesin, ilerici insanların saygıyla anıp onurlandıkları, kendilerine vefa borçlu oldukları demokrat aydınlarımızın işçi ve emekçilerin partileşmesine katacakları çok şeyleri vardır. Ve Türkiye, gerek işçi ve emekçilerin gerekse aydınlarının olgunluk düzeyleri açısından, böyle bir parti içinde TİP’te yaşanmış olana benzer bir işçi-aydın düşmanlaşmasından kendisini sakınmaya elverecek koşulları sunmaktadır.

Sosyalistlere, şu ya da bu gruptan gelmeliği ya da hâlâ öyle oluşu önem taşımaksızın “sosyalistlik” iddiasında olan herkese, aydınlarımıza düşen; varsa, kendi “sosyalistlik” iddiasının ihtiyaçlarını karşılamak üzere ne yapması gerektiğine karar vermek tamamıyla kendisine ait olmak üzere, ama bu ihtiyaçlarını ve onları karşılama yol ve yöntemlerini işçi ve emekçilere dayatmaktan kaçınarak, onlara kendi kitlesel politik örgütlerini kurmada yardım etmektir, işçi ve emekçiler bu yardımları gereğince değerlendirmeye hazır olacaklardır. Ve bu yardım, işçi ve emekçilerin politik örgütlenmesi açısından vazgeçilmez olduğu kadar, bu örgütlenmenin sosyalist içerikle doldurulabilmesinin de yolu olacaktır. Ama herkes burnundan kıl aldırmaz tutumlardan vazgeçmelidir. Herkes kendisini, işçi ve emekçilerin kitlesel örgütlenmesi ve mücadelesinin kantarına vurmaya hazır olmalıdır. Bu, yıllardır “işçi sınıfına ve işçi davasına bağlılık” yeminleri eden, kendisini sosyalist hisseden herkes için açılan bir olanak, ama aynı zamanda bir “sınav” olarak görülmelidir. Bu, Türkiye’de hiç denenmedi. İşte, fırsat “Sosyalistlik” ve “öncülük” iddiaları, işçi ve emekçilerin kendi politik partileriyle içinde yer alacakları açık sınıf mücadelesinin ateşi içinde, kanıtlanmalıdır. İşçi-emekçi partisinde, ne bir grup hesabı ne de bir başka önkoşul dayatmadan, emek cephesinde yer almak isteyen herkese yer vardır. Böyle bir parti, kesinlikle gruplara dayanmadan, kaçınılmazlıkla grupçuluğa yol açacak grup platformunda gruplar birliği üzerinden yürünmeden, ama ancak, işçi ve emekçi öncülerinin şu ya da bu grupla ilişkili olup olmadığına da bakılmadan bizzat onlar tarafından kurulabilir.

Bugüne kadar yapılan tersi olmuştur. Onlarca, belki yüzlerce kez, hep “öncülük” iddiasında olanlar, kendi ihtiyaçlarını karşılamaya, ama kuşkusuz bunu işçi ve emekçi kitlelerin ihtiyacı olarak sunmaya, öncelik vermişlerdir. Grupların ya da “sosyalistlerin birliği”nin kitlelerin birleştirilmesinin şartı olarak öne sürülmesi, bundandır. Kuruçeşme tartışmaları, SBP, BSP, hep bu yaklaşımın ürünleridir. Ama çözüm olmadığı sınanarak görülmüş olmalıdır. Buradan giderek işçi ve emekçilerin örgütlenemediği ortaya çıkmıştır. Gerçi Devrimci Yol bunu, “geleneksel sosyalizmin iflası”na bağlıyor ve genellemeyle, “Mevcut sol grup, örgüt ya da partiler, bütün bu gelişmeler karşısında eski yapıları, örgütlenme ve siyaset anlayışlarıyla etkili olamamaktadırlar” (Yeniden, s.1, sf. 17) diyor. Burada grupların eski ya da yeni anlayışların eleştirisine yer yok. Önemli olansa, sınıftan ve emekçi kitlelerden kopuk hatalı bir “öncülük” anlayışının yanı sıra, onunla bağlantısı içinde, işçi ve emekçilerin birliğinin önkoşulu olarak “sosyalistlerin birliği”nin dayatılmasıdır.

“Sosyalistlerin” kendi sorunlarını çözme ihtiyaçları taşımalarına söylenecek söz yoktur. Ama bu, aynı “sosyalistlerin birliği” sorunu gibi, işçi ve emekçi platformunun, kitlesel platformun sorunu olarak konamaz, “sosyalist platform”un sorunudur. “Sosyalistler”, kuşkusuz kendi aralarında tartışabilirler ve tartışmalıdırlar, tartışmalarının ortaya koyduklarına göre birlik görüşmeleri yapabilirler ya da yapmayabilirler. Bazıları yapıp bazıları yapmayabilir. Birleşenler ve birleşmeyenler olabilir. “Sosyalistlerin birliği”, bir öncü birlik, bir Leninist parti birliği olarak, yalnız ideolojik ve teorik sorunlarda değil, pratik politikada, taktiklerde birliği gereksinir. Kolay değildir; ancak olanaklarının araştırılmasına kimse bir şey diyemez. Ancak şu söylenmelidir ki, “sosyalistlerin birliği”, faşist diktatörlük koşullarında burjuva ya-sallık sistemini dönüştürmenin birliği olarak ancak ve kesinlikle yasadışı bir birlik olarak gerçekleşebilir; Lenin’in dediği gibi, “birlik sorunu” yasallıkta tartışılamaz bile. Çünkü fabrika vb. hücrelerinin… birliği olarak sağlanmaktan başka yolu yoktur. Öncü partiyi tersi icazetli koşullara hapsetmeye çalışmak, “sosyalistlik” iddiasında olanların işi olamaz. Bu nedenle hem öncü parti hem de işçi-emekçi kitle partisi olmadıklarından BSP, SİP ve İP, ne sosyalistlerin ne de kitlelerin içinde örgütlenebilecekleri partiler durumunda değillerdir. Üstelik BSP’nin beş grubun birleşmesiyle oluşan yapısı, bir partinin ancak nasıl olmaması gerektiğinin örneği olabilir. “Sosyalistlerin birliği”nin şöyle ya da böyle sağlanması yoluyla işçi ve emekçilerin örgütlenmesi tezini olumsuzlayan bir örnektir BSP. Farklı grupların farklı “Marksizm” anlayışlarını ve buradan kaynaklanan bir dizi teorik sorunu tartıştıkları, farklı disiplinlere sahip, çoğu kez grupların yönetim kademelerinde birbirlerinin altından sandalyelerini çekmeye uğraştıkları bir parti, “öncülük” iddiası bir yana “sosyalistlerin gruplar halinde bir araya geldiklerinde işçi ve emekçi kitlelerin örgütlenmesine elverişli bir zemin oluşamayacağının kanıtı durumundadır. Bir işçi-emekçi partisi, örneğin “Emeklilik Yasası” ve ona karşı alınacak tavrın tartışılması üzerinden politika yapacakken, farklı “Marksizm’ler”in tartışma konusu olması, işçi ve emekçilerin tartışmalarını yalnızca saptırmakla kalmayacak, “büyük” sorunlarla uğraşma adına onları tartışmanın dışına itecek ve giderek işçi ve emekçilerin bir aydın partisi olarak görüp kendilerine orada yer olmadığını anlayacakları partiden kopuşlarına neden olacaktır.

“Sosyalistlerin birliği”nin öncelikli dayatılması, güçsüzlük bilinci ve bir araya gelinirse bundan kurtulunacağı düşüncesiyle ilişkilidir. Ama güçsüzlükten yine güçsüzlük doğar. Güç, “sosyalistler” açısından aranması gereken yerde aranmalıdır: Sınıfın ve emekçi kitlelerinin bağrında. İP ve BSP, grup partileri olarak seçimlerde kaçınılmazlıkla çok az oy alırlarken, 65 milyonun en az 60 milyonunu kucaklamak üzere, belki bu partilerin aldıkları toplam oy kadar örgütlü güçle yola çıkmaktan başka çaresi olmayan işçi-emekçi partisi, milyonların oyuna talip bir güç merkezi olabilecektir. Bu, bu partinin yalnız güçlü değil, buradan kaynaklanarak cesaretli oluşunu koşullandıracak temeli sağlamanın da garantisidir.

Bitirirken, Devrimci Yolcular tarafından çıkarılmaya başlayan “Yeniden” isimli dergide, ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın geçen sayısında çıkan açık parti konusundaki yazılara çatan “Devrimci Kitle Partisi-Sol Gruplar…” başlıklı yazıya ilişkin birkaç söz söylenmeli. Devrimci Yolcular “geleneksel siyaset anlayışı” ve grupçuluktan koptukları iddiasındadırlar; kendileri ve okuyucu Özgürlük Dünyası ve adı geçen dergideki yazıları karşılaştırmalı olarak bir daha okumalıdırlar. Özgürlük Dünyası düşündüklerini yazmakta ve ideolojik eleştiri yapmaktadır. Devrimci Yolun yaptığıysa, yasalcılığa bağlı olarak açık işçi-emekçi partisini “TDKP’nin açık işçi partisi” olarak nitelemenin ötesinde, şu tür şeylerdir: “Bu tür zırvaları ciddiye alarak tartışmaya girmek elbette gereksiz.” Ve Özgürlük Dünyası’nın önerdikleri kitle partisini “Dev Yol’un kendisini ifade etme ihtiyacının ürünü” olarak nitelemesine karşı: “Yukarıda anlatılanların konuyla ilgili maksatlı bir çarpıtma içinde olan belli çevreler için hiçbir şey ifade etmeyeceği; siz ne söylerseniz söyleyin, onların bildiklerini okumaya devam edecekleri biliniyor.” (Bundan yakınan, “TDKP’nin açık işçi partisi” lafını sarf etmez.)

Özgürlük Dünyası kimsenin niyetleriyle uğraşmadı, alıntıladı, eleştirdi; yine öyle düşünüyor: Bu partileşme, kitlelerin değil Dev Yolun ihtiyacını karşılamaya yöneliktir. Bunun anlamı şu olsa gerek: Bu parti girişimi, işçi ve emekçilerin girişimi olarak ileri sürülürken, bunun kanıtları gerekli değil midir? Peki, eski Dev Yolcu işçi ve sendikacılar bile neden bu girişimin uzağında durmaktadırlar? Neden girişimciler hemen bütünüyle aydınlardan (çoğu Dev Yolcu) ibarettir ve aralarında hiç işçi ya da sendikacı yoktur ya da sendikacı olarak, yalnızca, Gazi olayları nedeniyle “yurtseverlik” neden gösterilerek 20 Aralık iş bırakmalarını iptal etme “başarısı”nı gösteren memur sendikalarının yöneticileri ortalıkta görünmektedir. Öncü işçiler ve sınıftan yana sendikacılar buram buram örgütsüzlükten yakınırken, bu durum doğal mıdır yoksa işçilerle ilişkisiz bir girişimin göstergesi midir?

Bir partinin, burada söz konusu olan TDKP, kendisi dururken kendine bağlı, örneğin yasal olanak ihtiyacını gidermek için bir başka partiye ihtiyaç hissetmesi abestir, kendisini inkârdır; TDKP’nin böyle bir ihtiyaçla hareket etmekte olması normal değildir, böyle düşünülmesi ise iyice anormaldir. Bir parti kendisine bağlı örgütler kurma ihtiyacındaysa kuşkusuz kurar; ama bunun bir başka parti olması kadar anlamsızı olamaz. Oysa Devrimci Yolcular, kendi söylediklerine göre örgütsüzdürler, hem örgütlenme ihtiyacındadırlar, hem de her siyaset sahnesine çıkacak olanın, önce kendisini örgütlemesinden doğalı yoktur. Bu üstelik eleştiri yazısında bile söyleniyor: “… Başta işçi ve emekçi sınıflar olmak üzere ülkemizdeki toplumsal muhalefet dinamikleriyle, devrimci güçleri birleştirebilecek bir kitle partisi gerekli görünüyor.” Bu birliği sağlamanın bir öncü ya da “grup” partisinin sorunu olabileceği yukarıda yeterince anlatıldı. Peki, şuna ne demeli: “12 Eylül yenilgisinin bütün sonuçlarının dünya çapındaki gelişmelerle birleşerek solu ve devrimci hareketleri etkisiz ve inandırıcılıktan uzak kıldığı bir süreçten geçiliyor olması bugün yaşanan gelişmelerin en önemli açmazını oluşturuyor. Bu nedenle bugün emekçi sınıfların temel sorunu, bu açmazı ortadan kaldırabilecek etkili bir devrimci siyasi hareketin yaratılmasıdır.”(Yeniden, sf.17)

“Emekçi sınıfların temel sorunu” olarak gösterilen şeyin Devrimci Yol’un sorunu olmadığını kim iddia edebilir? Bu, tam da yukarıda kaçınılmak gerekli olduğu söylenen, kendi sorun ve ihtiyaçlarını emekçi sınıfların sorun ve ihtiyaçları yerine geçirmek değil de nedir? “Emekçi sınıflar” mı devrimcileri inandırıcı kılacak!

Son bir söz. Devrimci Yolcu yazar ÖD’yi eleştirdiği yazıda “… devrimci bir siyasi hareketin geliştirilmesini, bu grupların mevcut yapılarını yukarıdan aşağıya yan yana getirerek sağlamayı beklemek yanlış olur” (sf.16) diyor.

Çünkü gruplar eski anlayışlarındaymışlar. Yoksa o savunulacak! Aslında devrimci bir siyasi hareketin geliştirilmesiyle birlik sorunu ilişkisinde, bu “birlik”, ancak “devrimcilerin birliği” ya da “sosyalistlerin birliği” gibi bir dar zeminde birlik yani grupların birliği olabilir, emekçi kitlelerin birliği değil. Çünkü devrimci bir siyasi hareketin geliştirilmesi ile emekçi kitleler arasındaki ilişki, kitlelerin bu harekete kazanılması olabilir, yani “öncü”nün etkisinin yayılması olabilir; ama emekçi kitlelerin “devrimci bir siyasi hareket” örgütlemesi olamaz. Devrimci hareketi, kitleleri de bu harekete kazanmak üzere devrimciler örgütleyebilir; Devrimci Yol, “devrimcilik” dışında bunu yapmakta ve buna, başka şeylerin yanında, bir yandan “devrimcilerin” örgütsüzlüğü koşullarında öte yandansa onunla çelişmek üzere, fiilen gerçekleştirmeye çalıştığı “öncülük”ün hatalı bir anlayışıyla “kitle partisi” demekte, diyebilmektedir.

Devrimciler kendilerini, işçi ve emekçiler kendilerini örgütlesin! Kendisinde cevher gören, devrimcilik ve sosyalistlik iddiasında olan, işçi ve emekçilerin yardımına!

 

Haziran-Temmuz 1995

Küçük burjuva “solculuğu”nun yığın hareketindeki tasfiyeci pratiği üzerine

Tarihin yasasıdır; sınıf farklılıkları ve çelişkileri toplumsal yaşama yön veren temel olgu haline gelince, ezilen sınıfların politik örgütlenmesi ve politik örgüt aracılığıyla iktidar mücadelesine atılması da kaçınılmaz oluyor. Proletarya-burjuvazi çatışmasının politik çatışma düzeyine yükselmesi, proletarya hareketinin bağlarından, (onu geri tutan, düzene bin-bir yolla bağlayan) kurtulmasıyla birlikte, çıkarlarını mevcut toplumsal sistemde gören tüm güçlerin tepkisiyle de karşılaşır. Bu özünde olumlu bir gelişmedir; çünkü toplumsal devrimin mayalandığına, işçi yığınlarının uyanışı ve eylemiyle tüm toplumun sarsılmaya başladığına, yalnızca iki başlıca sınıf olarak proletarya ile burjuvazinin değil, tüm ara tabakalarda da şu ya da bu biçimiyle bir hareketlenmenin başlayıp geliştiğine işaret eder. Olgu ve gelişmeler Türkiye’de sınıf ve halk hareketinin sancılı bir gelişme sürecini yaşadığını ve proletarya-burjuvazi çelişkisinin keskinleştiğini, diktatörlükle halk yığınları arasındaki mesafenin açıldığını gösteriyor. Burjuvazi ve diktatörlüğün, işçi hareketine karşı son yılların en kapsamlı saldırılarına girişmesi ve son 7 yılda 3 milyona yakın işçi ve kamu çalışanı emekçinin işten atılması, kapitalist sınıfa ve sendika bürokrasisine karşı mücadele eden ileri işçi kuşağına karşı kıyıcı politika izlemesi ve Kürt halk hareketine karşı azgın katliamlara girişmesinin nedeni budur. Emperyalizm ve uluslararası mali sermaye kuruluşlarınca dikte ettirilen ekonomi politikayı uygulamaktan başka bir seçene-ği bulunmayan Türkiye egemen sınıfları, yalnızca işçi sınıfında değil, kaçınılmaz olarak, toplumun tüm ezilen sınıf ve güçlerinde nefretin ve öfkenin birikmesine, yer yer öfkeli halk kalabalıklarının sokağa dökülerek, devlete, hükümete ve sisteme karşı sloganlarla gösteriler düzenlemelerine yol açıyor. Yalnızca işçiler değil, şehir yoksulları, “memur” olarak adlandırılan öğretmen, sağlıkçı ve belediye çalışanları, öğrenci gençlik ve Kürt köylülüğü, çeşitli biçimlerde devlet ve hükümet politikalarına karşı tepkilerini dile getiriyorlar.

Sermaye ve gericiliğin işçi ve halk hareketine cevabı; baskı, katliam ve işkencenin daha da yoğunlaştırılmasıdır. Yoğun işten atma, KİT’lerin tasfiyesi, sokak ve ev infazları, işkence ve gözaltı kayıpları, sendikal faaliyetin sınırlanması ve demokratik hak ve özgürlük istemlerinin kurşun ve zindanla karşılanması, burjuvazi ve gericiliğin cevabı oluyor.

Bütün bu gelişmeler, Türk ve Kürt milliyetinden Türkiye işçi sınıfının ve onun politik partisinin önüne; toplumun tüm ezilen kesimlerinin, şehir ve kırın geniş küçük burjuva yığınlarının, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelede, proletarya ile daha sıkı bir dayanışma içinde olmasını sağlayacak politikalar izlemesi görevini koyuyor. İşçi sınıfı, ezilen tüm sınıf ve güçlerin ve Kürt halkının taleplerine kararlılıkla sahip çıktığı, onları etrafında birleştirdiği oranda burjuvaziye karşı iktidar savaşında ileri mevziler kazanacaktır. Ancak, devrimler pratiği bunun o denli kolay olmadığını göstermektedir. Proletarya ve partisi geniş küçük burjuva yığınları, onların ikili sınıf özelliklerini, sisteme bağlayan bin-bir türlü ayak bağını göz önünde tutmadan, onları yanına almayı başaramadan, iktidar mücadelesinde zafer kazanamaz. Bunun dışında bir tutum devrimin zaferini imkânsız hale getirecektir.

Diğer yandan proletarya, küçük burjuva yığınların ilerici demokratik taleplerine ne kadar tutarlı biçimde sahip çıkarsa çıksın, bu kesimler adına politik mücadeleye katılan çeşitli grup, parti ve akımların ortaya çıkmasını engelleme olanağına sahip değildir. Kuşkusuz, şehir küçük burjuvazisi ve köylülüğün ayrı partiler olarak örgütlenmesi her zaman mümkün olmaz. Çoğu kez, politik platformları bu ara kesimlerin ideolojik çizgisine oturmasına karşın, çeşitli gruplar, proletarya ideolojisinden de şu ya da bu biçimde etkilenerek, ortaya “sosyalist” gruplar olarak çıkarlar. Bu durum, bizim ülkemizde olduğu gibi henüz sosyalist sınıf bilincinin işçi yığınları arasında egemen hale gelmediği koşullarda, küçük burjuva oportünizminin işçi hareketine sokulmasını olanaklı kılar. Proletaryanın devrimci partisi, bir yandan, işçi sınıfının geniş küçük burjuva yığınları yanına almasına yardımcı olacak bir politika izlerken, diğer yandan, proletarya saflarında burjuva, küçük burjuva etkiye karşı kararlılıkla mücadele etmek zorundadır.

Proletaryanın devrimci komünist partisinin, küçük burjuva ‘solculuğu’ ve küçük burjuva ideolojisine karşı yürüttüğü mücadele ve gösterdiği duyarlılığın başlıca nedeni budur. Marksistlerin 20 yıla yakın bir süredir, sağ ve sol oportünizme ve küçük burjuva ideolojisine karşı kararlı bir ideolojik mücadele yürütmelerinde, bu bakımdan şaşılacak bir yan yoktur. Türkiye’de, revizyonizm ve Marksizm ayrışmasının doğrudan sınıf hareketi içinde başlamış olmaması, bu mücadeleyi ve Marksizm’in saflığının korunmasını daha da önemli kılıyordu.

Çünkü son otuz yıllık sürece başa dönülerek bakıldığında; Türkiye sol hareketinde, devrimci bir yönelişe adım atıldığı yılların aynı zamanda uluslararası revizyonizmin, emperyalist burjuvaziyle el ele sınıf hareketinde ve ezilen halkların saflarında bozgunculuğu geliştirdiği ve Marksizm-Leninizm’e karşı uluslararası bir saldırı başlattığı yıllar olduğu görülür.

Revizyonizmin, Rus ve Avrupalı teorisyenleri, kapitalizmin yıkılışının “tarihsel bir zorunluluk” olmaktan çıktığını, burjuvaziyle “barış içinde bir arada yaşama” gerekliliğinin doğduğunu ve sosyalizme “barışçıl geçiş” olanaklarının genişlediğini vaaz ediyorlardı. Bu tezler, başka şeylerin yanı sıra “dev sosyalist bloğun varlığı”na dayandırılıyordu. Modern revizyonizm, işçi sınıfı devrimlerine ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine, emperyalistlerle, özellikle de ABD ile ilişkileri bozan olumsuzluklar olarak bakıyordu.

Revizyonistler, alttan alta, Marksizmin, kapitalizmin “kendiliğinden yıkılacağını öngördüğünü, ancak gelişmelerin bunu doğrulamadığını, Lenin’in emperyalizmin “sosyalizmin arifesi” olduğu tespitinin geçerliliğini yitirdiğini yayarak, devrimden vazgeçmenin teorisini yaptılar.

Aynı yıllarda uluslararası revizyonizmin, anti-Marksist tezlerine karşı, Marksizm’i kararlılıkla savunmaya çalışan, başta Enver Hoca olmak üzere komünistlerin proletarya ve halklara devrime sarılma çağrıları da devam etti. Revizyonizmin, anti-Marksist “barışçıl geçiş” tezlerine duyulan tepki ve ezilen halkların silah elde yürüttükleri anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri, bu yıllarda, Marksist silahlı devrim ve silahlı mücadele anlayışının, küçük burjuva çarpıtılmasına zemin hazırladı. 1970 ve sonrasında “silahlı mücadele” olarak sunulan ve küçük burjuva devrimciliğinin “öncü savaşı”, “öncü gerilla savaşı”, ya da “politikleşmiş askeri savaş stratejisi” olarak teorileştirdiği, silahlı eylemciliğin, özellikle uyanış içindeki genç kuşaklar tarafından ilgiyle karşılanmasına yol açtı. Çünkü “silahlı devrim” fikri, yanlış ele alınışı ve çarpıtılmasından bağımsız olarak, reformist-revizyonist politikadan belli bir kopuşu ve devrimci savaş yöntemleri geliştirmeye yönelişi ifade ediyordu. “Öncü savaş”çı tezleri savunanlar, “silahlı hareket”i, bu türden politik-ideolojik mücadelelerin yerine geçirip, tek belirleyici biçim olarak ele aldılar. Bu tezleri, bugün de savunmayı sürdürenler, Marksizm-Leninizm’in, sınıf mücadelesi üzerine temel tezlerinin “koşullar” tarafından geçersiz kılındığını düşünüyorlar. Emperyalizmin olgunlaştırdığı çelişkiler ve uluslararasılaşma olgusunun proletaryanın mücadelesinde, dikkate alınmasını zorunlu kıldığı değişiklikler de, onlar tarafından yanlış yorumlanmakta, “devrimin objektif koşulları”nın genelde zaten var olduğu ve tek tek ülkelerin durumunun bu bakımdan ayrıca incelenmeyi gerektirmediği, gerekli olanın, “ihtilalci inisiyatifin harekete geçirilmesi olduğu biçiminde, kendiliğindenciliğin geliştirilmesine dayanak olmaktadır. Devrimci Sol (DHKP)’un, Sovyetler Birliği’nde Bolşeviklerin yaşama geçirdiği mücadele ve örgüt biçimlerinin Türkiye için “kesin geçersiz”liğini ilan etmesinin nedeni budur. Küçük-burjuva ‘solculuğu’, sınıf mücadelesi ve kitle hareketi üzerine hamasi nutuklar atmasına karşın, sınıf mücadelesinin yerine, “öncü” gruplarının devletle mücadelesini koyar. Bu tür devrimciliğe göre, bir avuç silahlı militan, modern sınıfların mücadelesinde, işçi sınıfı ve halk yığınlarını “temsilen” yer alır ve kararlılığı, eylemciliği, manevi-moral üstünlüğüyle belirleyici bir rol oynar. Mücadele biçimleri, toplumsal koşullara, ekonomik-politik gelişmelere, sınıf ilişkilerine göre değil, “devrimci öncü “nün durumuna göre belirlenmelidir. Bu anlayışa göre, kapitalizm, içerdiği toplumsal çelişkiler nedeniyle değil, sosyalizme inanmış bir “öncü” azınlığın istemi nedeniyle yıkılacaktır. Bugün, ülke koşulları ve sınıf hareketinin durumu, 20–30 yıl önceki duruma göre belirgin farklılıklar göstermektedir. Çeşitli milliyetlerden Türkiye proletaryası, hareketin tüm zaafları ve istikrarsızlığına karşın, toplumun tüm ezilen kesimlerine ve ilerici dinamiklerine cesaret verecek tarzda, sınıf mücadelesinden öncü devrimci sınıf konumunu düne göre daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Bir öncü işçi kuşağı ortaya çıkmış ve sınıfın politik partisi etrafında birleşme eğilimi güç kazanmıştır.

Küçük-burjuva devrimciliği ise, 30 yıl önceki devrimci işlevinden iyice geriye kayarak, sınıf hareketine karşı tasfiyeci, halk hareketinde bozguncu bir rol oynamaya başlamıştır. Bu durum, küçük burjuva ideolojisi ve küçük burjuva “solculuğu”na karşı mücadelenin önemini daha da artırmaktadır. Proletaryanın devrimci komünist partisinin küçük burjuva devrimciliğine, onun ideolojik-politik tezlerine ve sınıf ve halk hareketinde oynamak istediği tasfiyeci pratiğe bunca eleştiri yöneltmesinin gerçek nedeni budur.

Sosyal pratik, somut olgular ve işçi ve halk hareketindeki gelişmeler karşısında alınan tutum, Marksist-Leninistlerle, küçük burjuva devrimciliği arasındaki ayrımın, yalnızca proletaryanın çıkarlarına bağlanmış sosyalist aydınlarca değil, bir ileri işçi kuşağı tarafından da anlaşılır hale gelmeye başladığını göstermektedir.

Türkiye’de, küçük burjuva ideoloji ve küçük burjuva siyasal pratik ile Marksist-Leninist ideoloji ve proleter sosyalist siyasal pratik arasındaki, proletarya devrimciliği ile küçük burjuva “solculuğu” arasındaki çelişki ve farklılıklar, içinde bulunduğumuz dönemde daha da belirgin bir netlik kazanmıştır. Marksistler, 20 yıla yakın bir süredir, revizyonizme ve sağ ve sol oportünizme karşı mücadele ederek, işçi hareketinde Marksist politik-ideolojik hattı egemen kılmaya çalışıyorlar.

Marksizm’e ve sosyalizm pratiğine karşı revizyonist ihanetin ve burjuva emperyalist saldırının boyutu göz önüne alındığında, Marksist-Leninistlerin, sosyalizmi, proletarya ve emekçilerin çıkarlarını savunmadaki kararlılıklarının önemi daha iyi anlaşılır.

Marksistlerle, küçük burjuva “sosyalist”leri arasındaki görüş ayrılığı, yalnızca herhangi tekil olaylara ve gelişmelere ilişkin ‘taktik’ ayrılık değil, devrimin temel sorunlarına, devrime ve sınıflar mücadelesine ilişkin temel bir ayrılıktır. Devrimi, emek-sermaye çelişkisinin belirlediği bu toplumsal yapının yıkılması ve yeniden kuruluşunun projesi ve bir siyasal eylem süreci olarak ele almayan bu gruplar, değişim ve yeniden kuruluşun, ancak “emek ürünleri üreticisi” sınıfın, halk yığınları desteğindeki eylemiyle gerçekleşeceğini de kavrayamamaktadırlar.

 

TÜRKİYE’DE KÜÇÜK-BURJUVA ‘SOLCU’ PRATİĞİN KARAKTERİ

Devrimci Sol gibi gruplar, sosyal-sınıfsal dayanağının kayganlığıyla karakterize olmaktadırlar. Türkiye’de küçük burjuva bir köylü hareketi ve partisi yoktur. Köylülük henüz esas olarak, burjuva düzen partilerinin izleyicisi durumundadır. Küçük-burjuva gruplar toplumun en istikrarsız kesimine dayanıyorlar. Onların, proletarya ve halk hareketi karşısındaki sorumsuzluğu ve tasfiyeci pratiği, başlıca bu nedenden kaynaklanıyor. Küçük-burjuva grupların hepsi de kendilerini Marksist-Leninist olarak tanımlamakta, etkiledikleri gençlik çevrelerini sürüklemek için çıkardıkları ve sayıları her biri için 500–1500 arasında değişen dergi ve gazetelerde, anti-Marksist ideolojik-politik çizgilerini sözde doğrulamak amacıyla ve çarpıtılmış bir anlayışla Marksizm-Leninizm’in lafzını kullanmayı da elden bırakmayarak, “oportünizme ve tasfiyeciliğe karşı”(!) bazısı “dağların doruklarında” ve “toprağın derinliklerinde!”, bazıları, ekmek fırınlarını, atölyeleri, otoparkları ve otobüs duraklarını “molotoflayarak”, ne yaman ihtilalci olduklarını ortaya koymaktadırlar.

Bazılarının nicel büyüklüğü, grup sayısından daha küçük olan bu gruplar teorik planda sınıf mücadelesi ve kitle hareketini yadsımamaktadırlar. Çıkardıkları yayın organlarında bol bol proletaryanın ve halkın sorunlarından, çıkarlarından ve kurtuluşundan söz etmekte, bunun için mücadele edilmesini istemektedirler. Ancak bu istekler, eklektik çizgi bütünlüğü içinde bütün içinde anlamsızlaşmakta, bir süs olarak kalmaktadır. Ve bir adım daha atılıp siyasal pratik alana geçildiğinde, bu grupların eyleminin içeriği, çizgilerinin ekonomik, tasfiyeci anti-Marksist özünü gözler önüne sermektedir.

Küçük-burjuva grupların en karakteristik özelliklerinden biri, işçi sınıfının ve halk yığınlarının devrim yapabileceklerinden kuşku duymalarıdır. Kuşkusuz, kendine devrimci ya da Marksist adını yakıştıran bu grupların hiçbiri, inançsızlığı ve kuşkuyu açık olarak dile getirmez. Ama kitle hareketi karşısında alınan tutum ve izlenen pratik siyasal çizgi, onların inançsızlığını gözler önüne sermektedir. Bu grupların en çok kaygısını duydukları şey, grupsal varlıklarının ispatıdır! Bunun için “adlarını duyuracak” eylemlere başvururlar, bu eylemlerin, sınıfın devrimci eylemi ve halk hareketini geliştirip geliştirmediği üzerinde düşünmek onlara göre zaman öldürmektir ve onların, zamanı “boş geçirmek” gibi bir “lüksleri” yoktur! Boşa zaman geçirmemek için “ses çıkarıcı” eylemlerle adlarını duyuruyorlar. (İşte ses getirici (!) ve örnek olucu (!) eylemlerden bazıları; (8 Nisan-95 tarihli Kurtuluş Dergisi) “Mecidiyeköy ve Gülbağ’da sivil faşist birer üs konumundaki bir ekmek fırını, konfeksiyon atölyesi ve daktilo tamirhaneleri molotoflanarak tahrip edildi. Bağcılar Yenimahalle Mustafa Kemal Caddesi’ndeki market ve nalburiye, DHKC/Liseli Dev-Genç tarafından dağıtıldı. Gazi Mahallesi Dörtyol’da faşist bir odak molotoflanarak tahrip edildi. Devrimci Halk Güçleri adına gazetemizi arayan bir kişi “Dörtyol’da polis ve sivil faşistlerle işbirliği yaparak, halkı ihbar eden, Celal’in Yeri adlı cafeyi molotofladık, başkomutanımızın emirlerini bekliyoruz” dedi.)

Buna daha da “öğretici” olan fabrika bombalamalarını ve işçi direnişlerini sabote eden eylemleri eklemek mümkündür.

Bütün bu “gürültü grupları” birbirleriyle “üstünlük” yarışı içinde Devrimci Sol’dan MLKP-K’ya kadar hemen hepsi, sabotajlarla adını duyurmaya, “ses çıkarıcı” “molotoflama” eylemleriyle “öne geçmeye”, ne denli “savaşçı” olduklarını ispatlamaya çalışıyorlar. Bu grupların tümü giderek daha çok birbirine benzemekte, aralarındaki nüanslar azalmakta ve proletaryanın devrimci hareketi karşısında tuttukları yer itibarıyla oynadıkları tasfiyeci rol berraklaşmaktadır. Dahası hitap etmeye çalıştıkları şehir küçük burjuvazisinin aşağı tabakaları içinde de tasfiyeci bir konuma savrulmaktadırlar. MLKP-K gibi bazıları, bu kesim içinde de tutunamamakta ve öfkeyle, şehir yoksullarıyla işçi sınıfı dayanışmasını sabote eden eylemlere girişmektedirler. İşçi sınıfının devrimci eylemi, kitle hareketi ve sınıfın öncü devrimci partisi karşısında tasfiyeciliğe soyunan bu gruplar diğer yandan, “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” halk sözünü doğrularcasına, Marksistleri tasfiyecilikle suçlamaktan da geri kalmıyorlar. Küçük-burjuva oportünizmi, keskin ‘sol’ sloganları reformist-sağcı tezlerinin örtüsü olarak kullanmaktan da geri durmaz. Küçük-burjuvazinin sağ ve sol oportünist kanatları özünde aynı ideolojik platform üzerinde bulunur. En keskin “taktik”ler, en uç noktada sınıf güç ve ilişkilerinin abartılı değerlendirilmesiyle belirlenir. Kitlelerin gücünün hesaba katılmadığı, ya da bilinç ve örgütlenme unsurlarının abartıldığı durumlar bir aradadır bu tahlillerde. Örneğin, bir polis saldırısına direnç gösteren semt emekçilerinin bu eylemi “ayaklanma” olarak görülür, ya da, ekonomik-kendiliğin-den işçi hareketinin önünde secdeye varılır. Bu secdeye varışın diğer yanında ise, inkârcılık ve inançsızlığın, ucu kör baltası durur.

Küçük burjuva “gürültü grupları”, sınıf ve halk hareketi içinde oynadıkları tasfiyeci rol sonucu, içine düştükleri tecritten “çıkışı” proletaryanın devrimci öncüsüne saldırıda buluyorlar. Bunun için önce olmayan bir şeyi varmış gibi gösterip, ardından don-kişotluk yapmaya çalışıyorlar. Ama tüm kılıç darbeleri boşa çıkıyor ve onlar yorulup sırtüstü yere yuvarlanıyorlar… Çünkü yel değirmeninin yalnızca hayalini görmüşlerdir ve modern çağda yaşadığımızı unutmuşlardır.

Bu bakımdan, gerek Devrimci Sol’un, gerekse “Atılım” adlı küçük burjuva haftalık gazetenin Aydınlık yetiştirmesi yazarları, sayfalarında proletaryanın partisini “tasfiyecilik”le suçlarken esasen, kendi tasfiyeci-sabotajcı-yasalcı çizgi ve pratiklerinin üstünü örtme telaşı içindedirler. “Gürültü grupları”nın sözcüleri, Türkiye’de revizyonizmin ve reformist parlamentarizmin yarattığı gelenek üzerinde bulunmalarına karşın, revizyonizme ve reformizme, tasfiyeciliğe duyulan haklı tepkiyi sömürmeye, gerici bir tarzda bundan yararlanmaya çalışıyorlar. Örneğin “Yasal parti mi, yasadışı parti mi?”, “Açık işçi partisi mi, illegal komünist parti mi?” biçiminde bir tartışma komünistler açısından söz konusu olmamasına rağmen, bu “uyanıklar” önce komünistleri böyle bir tartışma yürütür gösterip, ardından kendi uydurmaları olan sözde ‘yasalcılık’a karşı savaş baltalarıyla saldırıya geçiyorlar. Komünistler, bırakalım faşist diktatörlükle yönetilen herhangi bir ülkeyi, burjuva-demokratik ülkelerde bile, proletaryanın burjuva yasallığının sınırlarına hapsolmasını devrimin tasfiyesi olarak görürler. Proletarya ve onun komünist öncüsü illegaliteyi tercih ettiği için değil, ama iktidar savaşımında dişinden tırnağına silahlı karşı-devrim karşısında, eriyip yok olmamak ve zaferi kazanabilmek için, proletarya ve emekçi kitleler içinde illegal çekirdekler biçiminde örgütlenmek zorundadır. Siyasal gericiliğin olduğu ülkelerde illegal örgütlenmenin zorunluluğu daha da artar. Parti illegaliteyi temel almakla birlikte, işçi kitle hareketini geliştirmenin legal, yarı-legal yöntemlerine başvurmaktan, yığın hareketini ilerletici çok çeşitli örgütlenme biçimlerine başvurmaktan da geri durmaz. Sözde tasfiyeciliğin eleştirisi adı altında, mücadeleye cevap veren ya da hareketin ihtiyaç duyduğu örgüt biçimlerinin geliştirilmesinde sınıfa ve emekçilere yardımdan geri durmakta, gerçekte tasfiyeci bir tutumdan ve “ses çıkaran”ların “yasalcılığa” karşı kaldırdıkları bayrak, Leninizm’in değil, tasfiyeci Menşevizm’in bayrağıdır. Yasal dergiler etrafında örgütlenen ve sınıf hareketi tarafından itildikleri bürolardan örgüt biçimi ve mücadele yöntemi üzerine sınıfa ders vermeye yeltenen kibirli küçük burjuvaların konumları tastamam tasfiyeci bir konumdur.

İşçi sınıfının devrimci öncü birliği, içinde bulunulan koşulları dikkate alarak, sınıfı ve emekçileri iktidar mücadelesinde ileriye taşıyan taktikler geliştirmeden, komünist olmaya hak kazanamaz. Parti, devrim sürecinde, yığın hareketinin ortaya çıkardığı ve mücadelenin gelişmesine hizmet eden, ona cevap veren örgüt biçimleri geliştirmeden, öncülük rolünü yerine getiremez. Proletarya ve emekçiler, legal-illegal, açık-gizli tüm olanakları kullanarak, barışçıl-silahlı tüm mücadele yöntemlerine koşullara bağlı başvurarak iktidar mücadelesini kazanmaya çalışır. Bu bakımdan hiçbir örgüt ve mücadele biçimi önsel olarak lekeli ya da kabul edilemez değildir. Ölçü söz konusu örgüt biçimi ve mücadele yönteminin, içinde bulunulan koşullara ve toplumsal sınıfların güç ilişkilerine aykırı olmamasıdır. Çünkü aykırılık, proletaryanın sınıf eylemini ve halk muhalefetini gerileten, onun burjuva devlet zoru tarafından etkisizleştirilmesinde olanak sağlayan bir rol oynar ancak.

 

OPORTÜNİZM VE ŞAMATACILIKTA ‘ATILIM’

Proletaryaya ve devrime karşı sorumluluk taşımayanlar devrimin güçlerine saldırıda da pervasız olurlar. “Atılım” yazarları, komünistlere saldırarak ve gerçekleri çarpıtarak “güç kazanma” çabasındadırlar. Komünistleri önce liberal burjuvazinin temsilcileriyle birlikte, devrimci harekete karşı “reformcu ve yasalcı tuzaklar” kurmakla suçlayanlar, sonra da, “bir yandan bu düzenle kesin ve açık düşmanlıklarını ilan edip saldırma cesareti bulamayan” ve “öbür” yandan da ‘yasal parti’ üzerinden çıkış yolları arayarak, düzenin dışına çıkmaktan dem vur(an)larla elde kılıç savaşa tutuşuyorlar! Ama, bu zehir-zemberek sözlerin yer aldığı satırların hemen üç paragraf sonrasında da; “komünistler ve devrimciler açık mücadeleyi hiçbir zaman küçümsemeden, bu alanın imkanlarını ustalıkla kullanmakla birlikte, her zamankinden daha katı bir kıskançlıkla, yasalcılığın sınırları dışında kalan parti örgütlenmesine; Leninist parti ve gizli çalışmada Bolşevikleşmeye özel ağırlık vererek bir dizi yoldan, arayış içindeki yığınların örgütlenmesini ve mücadeleye çekilmesini sağlayacak, hem işbirlikçi sistemi ve hem de yasalcılık tuzağını aşacaklardır.” (1-8 Nisan ’95 Atılım, ‘Yasalcılık ve Devrimcilik’ başlıklı yazı)

Oportünizmin omurgasızlığı, bu makalenin birbirini izleyen paragraflarında sırıtıyor. Hem açık alanın yasal olanaklarının kullanılmasını savunacaksın, hem de örneğin, “illegal örgütlenme-legal örgütlenme” tartışmasına girişmeksizin ve illegal çekirdeklerini güçlendirerek, açık alanı daha etkin tarzda ve bir açık işçi partisi aracılığıyla kullanmasından söz edenleri, “devrimci harekete karşı reformcu ve yasalcı tuzak” kurmakla suçlayacaksın ve buna da “komünist örgüt politikası” diyeceksin; işte bu tastamam oportünist manevradır. Baylar, Marksist olmak için, Perinçek’e ya da Gorbaçov’a küfür etmek yetmiyor. Aydınlık okulunda gördüğünüz eğitimin tüm izlerini silmek zorundasınız!

Lenin, küçük burjuva sosyalizmi savunucularının, küçük burjuva aydının ‘coşku ve yılgınlık’ arasında gidip gelen tutarsızlığıyla bağından söz eder. Türkiye’nin “gürültü grupları”, son yıllarda Kürt küçük burjuva milliyetçilerinin başvurduğu “silahlı eylem” pratiğini, tüm boyutlarıyla değerlendirme, bu pratiğin yığın hareketi ve proletaryanın devrimci eylemi üzerinde ne gibi etkide bulunduğunu irdeleme yerine, uyanış içindeki genç devrimcinin coşkusunu sömürmeyi ve yaygaracılığı tercih ediyorlar. Atılım gazetesinin, 25 Mart-1 Nisan ’95 tarihli sayısında yayınlanan “Kalkışma, işgal ve Metropol Kürtleri” başlıklı yazı bunun tipik bir örneğini veriyor. Söz konusu yazı, bir abartı, umutsuzluk ve yanlışlıklar “abidesi”dir. Yazar önce, “Türkiye ve Kürdistan devrimlerini iç içe geçmiş iki devrim” olduğunu ve “Kürdistan coğrafyasının devrimci durumu” yaşadığını öne sürerek, “Batı’dan yükselmesi gereken destek”in olmamasından yakınıyor, sonra da 3. paragrafta, 21. sayıya atıfta bulanarak, içinde bulunduğu umutsuzluğun giderilmesinde yardımcı olmadıkları için “Kürt yurtseverleri”ni eleştiriyor. Bu paragrafta şunları okuyoruz: “…Batı metropollerinde yaşayan Kürt yurtseverlerinin metropol yangınına (Dikkat, yangın var, yani devrim başlamış ya da başlamak üzere!) körük olabileceklerine (yangına körükle hava verecekler, ama, her nedense “komünist” Atılımcılar, MLKP-K’cıların değil, Kürt yurtseverlerinin körük olması gerekiyor) vurgu yapmış, bunun her şeyden önce Kürdistan devriminin yararına olacağını belirtmiştik. Yazdıklarımızın üzerinden çok zaman geçmedi. Gazi’de patlak veren direniş ve gelişen ayaklanma da gösterdi ki, Batı’da patlak verecek her türlü toplumsal olaylar, muazzam devrimci olanaklar yaratırken, devrimci mücadele bakımından önemli sıçramalara da kaynaklık edebiliyor. Ortada böyle bir gerçeklik olduğu halde, son Gazi örneğinde görüldüğü gibi, bu tip olanaklar yurtseverler tarafından yeterince değ edendir ilememekte, konunun önemi kavranamamaktadır.”

Her şeyden önce ortada bir “yangın” durumu yok, olsa olsa kitle hareketinin patlamalı sönmeli durumundan söz edilebilir. Kitle hareketinin ortaya koyduğu şey istikrarsızlık içinde yükseliştir.

İstikrarsızlık, kendiliğinden karakterli kitle hareketinin, son iki-üç yılı açısından daha belirgindir. Proletarya ve emekçilerin siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyi henüz oldukça yetersizdir. Bu durum Kürdistan açısından daha da belirgindir. Kürdistan’da değil bir “devrim durumu” yığın hareketlerinin durgunluğu, dağınıklığı, ekonomik ve politik hareketin geriliği söz konusudur. Kürt köyleri boşaltılmış, şehir merkezlerinde biriken emekçilerin yığınsal direnişi ise henüz görülmemektedir. Bu kentlerin potansiyel patlama merkezleri olma özelliği taşımaları, devrimci patlamanın ya da onların söylemek istedikleri gibi bir devrimin bu günden başladığı anlamına gelmiyor. Son 1 Mayıs, Kürt işçi sınıfının eyleminin geçen yıllarla kıyaslandığında ciddi bir ilerleme göstermediğini ortaya koymuştur. Gerçek durum bu iken, “Kürt coğrafyasının devrimci durumu yaşadığı” neye dayanarak iddia ediliyor? Geriye PKK’nın şu ya da bu biçimde devam eden eylemleri kalıyor. Ve anlaşılan o ki, Atılım yazarları ve MLKP-K sözcüleri, “devrimci durum” tespitini PKK’ya ve eylemlerine dayandırıyorlar. Ancak bunun, Leninist devrimci durum tespitiyle hiçbir ortak yanı yoktur. Devrimci durum tespitini, sınıf güç ve ilişkilerinden, proletarya ve emekçilerin bilinç ve örgütlenme düzeyinden, ekonomik-politik krizden, en geri tabakaların burjuvaziyi yalnız bırakarak, proletaryanın yanına geçmesi olgusundan kopararak, yalnızca bir örgütün durumuna (üstelik bu örgüt, işçi ve emekçilerin yığınsal örgütlenmesi ve desteği gibi bir kaygı taşımadığı, aksine eylemleriyle yığın hareketini dağıtıcı bir rol oynadığı halde) bağlamak komplocu “devrim” anlayışıdır. Mahir Çayan bu anlayışı yıllar önce “oligarşi ile THKP-C arasındaki savaş” biçiminde ifade etmişti. Bugün PKK’ya, TİKKO’ya, Devrimci Sol’a hâkim olan devrim anlayışı da aynıdır. Bu anlayışın devrimci anlayışı da aynıdır. Bu anlayışın devrimci durum tahlilinde ve sınıf savaşımında, proletarya ve emekçilerin yeri ya yoktur ya da öncüye tabidir.

Atılım yazarı “Kürt yurtseverlerinden, “metropol yangınına körük olmaları”nı istiyor, bunu “yeterince” yapmadıkları için de onları eleştiriyor. Umutsuz bir küçük burjuvanın yakarışıyla karşı karşıyayız. “Kürt yurtseverleri” dediği PKK, bizce “Batı”da da bolca yangın çıkarıyor, trenlere, otobüslere, mağazalara, atölyelere karşı sabotaj eylemleri gerçekleştiriyor. Ve bu eylemler. Kürt ve Türk halkının mücadelesine darbe vurmaktan, Türk gericiliğinin değirmenine su taşımaktan başka bir şeye yaramıyor, MLKP-K, PKK ve Devrimci Sol’un sabotaj ve bombalama eylemlerini yetersiz görmüş olacak ki, Atılım sayfalarında “MLKP-K bombalarının, “kızıl müfrezeler”in eylemlerinin reklamı yapılıyor. Ve bir yerlerden, devrimci olmayan birilerinin el ovuşturduğunu görür gibi oluyoruz. “Körükleyin baylar, tutuştu tutuşacak!” Bu bayların, son zamanlarda hamasi nutuklar atmaları ve örneğin Gazi Mahallesi’nde, diktatörlüğün faşist provokasyonunun iç yüzünü teşhir ve burjuvazinin “Alevi-Sünni” karşıtlığını körükleme çabalarını açığa çıkarma, buna karşı kitleleri uyarma yerine, bu olayın üzerine balıklama atlama ve adeta çığırtkanlık yaparak, salt içinde birkaç yandaşları da yer aldı diye, “Gazi ayaklanması” üzerine şamataya varan değerlendirmeleri, küçük burjuva kendinden geçmenin diğer bir örneğini gözler önüne sermektedir. Alevi mezhebinden yoksul semt emekçilerinin, diktatörlüğün generallerini “polise karşı bir güç” gibi görüp, bir nevi sahiplenmesinin ciddi bir yanılgıya değil de, “devrimci ayaklanmaya” işaret sayma sorumsuzluğu olsa olsa MLKP-K gibi, yaşamlarında hiçbir ayaklanma görmedikleri gibi, Marksizm-Leninizm’in devrim ve ayaklanma üzerine tezlerinden de habersiz ya da bilinçli olarak bu tezleri görmezden gelenler tarafından gösterilebilir. (Burada Atılım yazarlarının görüşlerini tüm yönleriyle ele alma niyetinde değiliz. Ancak yazımızın temel çerçevesini ilgilendirdiği kadarıyla bazı noktalarına değinip geçiriyoruz. Bu bakımdan, yazarın “Kürdistan ve Türkiye devrimi’ni “İki ayrı devrim” olarak görmesine karşın, neden buna uygun bir örgütlenme türü ve mücadele platformu önermediği üzerinde durmuyor ve bu çelişkiyi, omurgasız oportünizmin “elastikiyet” mantığına “havale” ediyoruz.)

İstanbul Gazi Mahallesi’ndeki gelişmeler neyi gösterdi? Öncelikle bunu doğru değerlendirmek gerekir. Gazi mahallesindeki-kahve ve pastanelerin, ipleri açıkça devlete uzanan ve profesyonel oldukları belli olan güçlerce taranması sonucu, bölgede yaşayan emekçilerin yükselen protestolarına devlet güçleri azgınca saldırdı. Polisin pervasızca saldırması ve ateş açması, emekçilerin öfkelerini daha da artırdı ve yayılan gösterilerde devletin saldırılarını lanetleyen on binlerce işçi ve emekçi, öfkesini açığa vurdu. Kuşku yok ki, bu olay vesilesiyle ortaya konan tepkiler, emekçi halkın siyasal cinayetlere, faşist katliamlara karşı duyduğu ve biriktirdiği öfkenin, kendilerini kuşatan ekonomik ve sosyal zorluklara tepkinin açıkça dışa vurulmasının ifadesidir.

Diktatörlük, bu son olaylarla emekçi yığınlarda biriken ve artık bir sosyal patlamaya dönüşmesi muhtemel öfkesini provoke etmeyi amaçlamış, bunun toplumsal temellerini daraltmayı ve yönünü saptırmayı amaçlamıştır. Ancak, emekçi yığınların tutumu, bu faşist politikayı boşa çıkarmış; fakat sınıf dinamiklerinin harekete geçirilmesinde fazlaca bir başarı sağlanmamıştır. Gazi olayları hiçbir olayı kendi başına amaç haline getirmeden; ama her olay ve gelişmeyi işçi sınıfının ve halkın genel mücadele ve hedefleri ve buna hizmet eden bir taktik çizgiye bağlamanın, sınıf mücadelesi bakımından zorunlu tek devrimci tutum olduğunu göstermiştir.

Gazi olaylarının gösterdiği bir başka gerçek de, küçük burjuva devrimciliğinin bu tür olaylar karşısında takındığı “öncü” ve “artçı” tutumlarıdır. Orada, kimi küçük burjuva gruplar kendilerinden geçerek kendi özelliklerini eylemlere dayatmaya çalışırken, kimileri de patlayan ve politik bir mecraya çekilme imkânı oldukça yüksek olan eylemi “erteleme” tutumunu benimsediler.

 

EMEKÇİ SINIFLARIN ÇATIŞMASINDAN ‘DEVRİM’ BEKLENTİSİ YA DA TÜRKİYE DEVRİMİNİN “ATILIM”CI YOLU!

Bütün bu gelişmelerin “Atılım”ca yorumu ise, kendi “öngörüleri”nin “doğrulandığı”dır! Övünerek sundukları tespitleri şöyle; “Kuruluş Kongremizin inşa ettiği stratejinin öngördüğü ve dikkat çektiği, devrimimizin bariz dengesiz gelişeceği öngörüsünü devrimci Gazi deneğimi bütünüyle doğrulamıştır. MLKP-K Kongre Belgeleri’nde devrimin olası gelişme çizgisi şöyle konmaktadır; ‘Birincisi, Türkiye’yi anti-emperyalist demokratik devrime ve bu devrimin zaferine götürecek olan yolun, burjuvazi ve proletarya, devlet-halk vb. açık sınıfsal ve sosyal karşıtlıklar yanı sıra, fakat bundan daha çok Türk-Kürt, Sünni-Alevi, Laik-Şeriatçı gibi somut biçimler üzerinde yükselen bir iç savaş ya da iç savaşlar serisinden geçerek gelişecektir…'” (8–15 Nisan’ 95 tarihli 27. sayılı Atılım gazetesi, abç)

Proletarya ve emekçi kitlelere “komünist öncü” diye sunulmaya çalışılan MLKP-K’nın Kongre’sinde “devrimin olası gelişme çizgisi” işte böyle çiziliyor. Ve bu tahlil sahipleri kendilerini komünist olarak reklâm ederlerken, en küçük bir sıkıntı duymadan proletaryanın devrimci-komünist partisini, liberallik ve yasalcılıkla suçlayabiliyorlar.

Toplumsal çelişkilerin devrimci ele alınışı, sürecin devrimci çözümü içindir. Çelişki iki kutupludur ve kutuplardan birinde devrim güçleri bulunur. Örneğin, kapitalist toplumun temel çelişmesi olan emek-sermaye ya da bunun siyasal sınıfsal plandaki ifadesi olan, proletarya burjuvazi çelişmesinde durum budur. Keza, sosyalizm-kapitalizm ve emperyalizm-ezilen halklar çelişkisinde de durum aynıdır. Bunların yanında bir de, kendisi devrimin güçlerini içermemesine karşın, dolaylı olarak devrim güçlerinin yararlanabilecekleri, karşı-devrim cephesini zayıflatan çelişmeler vardır. Bu tür çelişmelerin keskinleşmesinden devrim güçleri doğru taktik izlemek koşuluyla yararlanabilirler. Emperyalistler arası çelişme bu türden bir çelişmedir. Emperyalist burjuvazinin çeşitli bloklar ya da kamplara ayrılarak, sermaye ihraç alanları, toprakların ve hammadde kaynaklarının yeniden paylaşımı için savaşa tutuşması, emperyalizmi içten çürüten, zayıflatan ve proletaryanın ve ezilen halkların devrimci ayaklanmalarına müdahale olanaklarını sınırlayan bir işlev de gördüğü için, bu temel bir çelişme olarak ele alınır. Emperyalistler ya da burjuvazinin çeşitli grupları arasındaki temel çelişmenin hiçbir yanında devrimin güçleri bulunmaz, bu çelişmenin, örneğin savaşla çözümünden doğrudan doğruya devrim doğmaz. Ancak bu çelişme, dünya gericiliğinin ana dayanağının içten zayıflayıp parçalanmasına yol açması nedeniyle, dolaylı olarak uluslararası proletaryanın devrimci eyleminin zeminini güçlendirir. Proletarya ve halklar emperyalizmi en zayıf halkasından bir devrimle yarmak için ve çatışan güçlerden hiçbirine eklemlenmeden, bu çelişmelerden yararlanma taktiği izlerler.

Devrimin teorisinden ve proletaryanın uluslararası mücadele pratiğinden az çok öğrenmesini bilen herkesin kolaylıkla görebileceği gibi, MLKP-K belgelerinde çelişmenin devrimci olmayan bir yorumuyla karşı karşıyayız. Keskin slogancılığın altından, üç-dünyacı sağ oportünizm başını uzatıyor. Türkiye toplumunun devrimci tahlilinde, “Alevi-Sünni, Kürt-Türk” çelişkisinden söz etmek, burjuvaziyle proletaryayı aynı kampa dâhil etmek burjuvazinin bir potada eritme(!) anlayışını ele verir. Burada, burjuvazinin “Alevi-Sünni” ya da “Türk-Kürt” çelişkisi yaratarak, toplumun sınıf uzlaşmazlığı temelinde değişimini geciktirme ya da engelleme taktiği değil, toplumsal gelişmenin hangi çelişkiler temelinde olacağı ele alınıyor.

Kullanmayı sevdikleri tasfiyeci tanımını fazlasıyla hak eden bu oportünist “gürültücü grup” şeflerinin mantığına bakılırsa, “Alevi-Sünni çelişkisi”nin devrimci kutbunda, Alevi mezhebinden burjuvazi, emekçiler ve proletarya birlikte yer alıyor! “Kürt-Türk çelişkisi”nde de, Kürtler topluca ilerici-devrimci, Türkler de tüm sınıflarıyla gerici, karşıdevrimci(!) ilan edilmiş oluyorlar. Burada sınıf tahliliyle değil, sınıfların mezhep ve milliyet kategorileri içinde “uyumu” teorisiyle karşı karşıyayız. Aydınlık oportünizminin ideolojik platformu üzerinde bulunanların, ona küfretmelerinin bir işe yaramayacağı bir kez daha açıklık kazanıyor.

Dikkatli bir okur, Türkiye’de “Alevi-Sünni”, “Türk-Kürt”, “laik-şeriatçı” çelişkisinden en fazla sosyal demokratlar denilen, CHP-SHP çizgisindeki burjuva kesimlerin söz ettiğini, bu gibi kesimlerin burjuva-faşist ve gerici siyasal sistemi “laik devlet” propagandasıyla aklamaya ve sözde “şeriatçılığa” karşı, aralarında, yukarıdaki satırların yazarlarının da yer almaktan kaçınmayacaklarını sandığımız (eğer, “devrimin olası gelişme çizgisi”, örneğin “Alevi-Sünni” ya da “laik-şeriatçı” çatışması biçiminde olacaksa, bu çelişmenin bir yanında yer almak zorunludur. Başka türlü devrimci olunamaz.) “laik bir cephe” yaratmaya çalışıyorlar. MLKP-K yazarları, komünizm adını lekelemek pahasına, “laik-şeriatçı”, “Kürt-Türk” çatışmasını, demokratik devrime götürecek yol olarak görmektedirler. Bu anlayışın Gazi olayını onca abartmasının ve dahası, geri bilinçli kitlelerin de gerisine takılarak, laiklik adına farklı mezheplerden emekçilerin birbirlerine karşı saldırıya geçmelerini desteklemelerinin nedeni buradan kaynaklanıyor.

MLKP-K teorisyenleri “devrimi zafere götürecek yolun”, yoruma yer bırakmayacak tarzda, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, laik-şeriatçı çatışmasından geçtiğini söylüyorlar. Devrimci bir örgütün “devrimci” niteliğinin tartışılır hale gelmesi için, çelişkinin bu tarz yorumu yeterli bir nedendir. Proletarya ve emekçilerin mezhep ve milliyet farkı temelinde çatışmasını, devrimin yararına görmek için, kişinin ya da kişilerin aklını yitirmesi gerekir.

Sorumsuzlukta sınır tanımayan “Atlım” yazarlarına göre, “devrimin dengesiz gelişimi” Gazi olaylarıyla açıklık kazanmıştır! Kapitalizmin, ülkeler, bölgeler ve sektörler arası dengesiz gelişimi ve bunun politik-kültürel gelişim farklılıklarını etkilemesinden hareketle, “devrimin dengesiz gelişeceği” tespit yapmakla, böyle bir tespit, Gazi provokasyonu ve ardından gelişen emekçi direnişiyle tanıtlama-doğrulama çabası, farklı eğilimlere işaret eder.

Gazi’de, ne bir ayaklanma olmuş ne de devrim başlamıştır. Bütün diğer benzerleri gibi, emekçi semt halkı faşist saldırılara tepki gösterip sokağa dökülmüş, polisle çatışmaya girişmiştir. Türkiye’de benzer türden olaylar ’80 öncesinde çokça yaşandı. Tariş direnişi ve ardından Gültepe semtinde gelişen eylemler, gelişim biçimi ve kapsamıyla Gazi’deki olayı kat kat aşan yaygınlık ve nitelikte olmasına karşın, bu eylemi ayaklanma olarak nitelendirmek kimsenin aklına gelmemişti. Anlaşılan Gazi’deki provokasyon ve çatışma, salt içinde örgütün yandaşları da bulunduğu için “ayaklanma” olarak adlandırılmaya hak kazanıyor ve devrimin nasıl gelişeceğine dair, MLKP-K kurgularını doğrulamış oluyor!

 

KISACA BİR KEZ DAHA MÜCADELE BİÇİMLERİ SORUNU

Türkiye’de, küçük burjuva sol hareketler tarafından, devrimin çeşitli sorunlarıyla ilgili tartışmalar, revizyonizm ve reformizmin ideolojik hattı üzerinden sürdürülmektedir. Bu grupların hemen hepsi aradan 25–30 yıl geçmiş olmasına karşın, henüz ’60’h yıllardaki ÇKP-SBKP arasında sürdürülen çarpıtılmış ideolojik tartışmaları eksen almaktadırlar. Böyle olunca da, örneğin, Maocu sınıf tahlili ve “halk savaşı” tezi Marksist-Leninist fakat silahlı halk ayaklanması tezi ise “revizyonist” oluyor. Revizyonizmle Marksizm-Leninizm’in bu tarz bir ayrıştırılması ve tanımlanmasının oportünizmi maskelediği açıktır. Bu tür bir sözde ayrışmayla, hem revizyonistler, halk ihtilalini ve proletarya ve emekçilerin devrimci ayaklanmasını savunan devrimciler katına yükselmiştir, hem de belli tarihsel-toplumsal koşullarda, ulusal ve uluslararası sınıf ve güç ilişkilerine bağlı olarak şu ya da bu ülkede gündeme gelmiş “uzun süreli halk savaşı” tezi, dogmatik biçimde evrensel ve her tarihi dönem için geçerli “tek yol” olarak ilan edilmiştir.

Küçük burjuva gruplar “halk savaşı” sözcüklerinde ifadesini bulan “halkın savaşı” anlayışından uzaktırlar. Onların mantığındaki “halk savaşı”, küçük devrimci grupların savaşı, öncü savaşıdır. Bir örgütün, niteliğini ortaya koyar. Mücadele biçimleri, taktikler ve eylemler sınıf mücadelesinin gelişim seyrine, işçi hareketinin nesnel durumuna, toplumsal, ekonomik ve politik koşullara bağlıdırlar ve iradi olarak belirlenemezler. Bu bakımdan, herhangi bir mücadele biçimi, önsel olarak ne reddedilebilir ne de mutlaklaştırılır. “Öncü savaşanı temel bir mücadele biçimi ya da “stratejik aşama” sayan küçük burjuva gruplar, bunun için, yalnızca devrimin diğer temel sorunlarına ilişkin görüşleriyle değil, mücadele biçimleri sorununa yaklaşımlarıyla da anti-Marksist bir çizgi üzerinde bulunmaktadırlar.

Burada, Lenin’in ünlü makalesini bir kez daha anacağız. Lenin, 1905 Aralık Moskova Ayaklanması ve ardından devrimin yenilgisi üzerine (1906) kaleme aldığı söz konusu makalede Rusya proletaryasının silahlı ayaklanmasına bağlı olarak gelişen gerilla mücadelesine yöneltilen eleştirileri cevaplarken, sorunu daha geniş bir çerçeveden ele alarak, mücadele biçimlerini kitle hareketiyle bağı içinde irdeler. Lenin’in konuya ilişkin söyledikleri şöyledir:

“Başından başlayalım. Savaşın biçimleri sorununun incelenmesinde her Marksist’in temel istemleri nelerdir? İlk önce, Marksizm, öteki tüm ilkel sosyalizm biçimlerinden tek bir özel savaşım biçimine bağlı kalmamakla ayrılır. En değişik savaşım biçimlerini kabul eder ve onları “uydurmaz”, ama devrimci sınıfların hareketin gelişimi içinde kendisini gösteren savaşım biçimlerini yalnızca genelleştirir, örgütler ve bunlara bilinçli bir ifade verir. Bütün sosyal formüllere ve bütün doktrinci reçetelere kesinkes düşman olan Marksizm, hareket geliştikçe, yığınların sınıf bilinci arttıkça, iktisadi ve siyasal bunalımlar keskinleştikçe, savunma ve saldırının yeni ve daha yöntemlerinin sürekli bir biçimde doğmasını sağlayan ilerleme içindeki kitle savaşımına karşı dikkatli bir tutum takınılmasını gerektirir. Bu nedenle, Marksizm, kesin olarak herhangi bir savaşım biçimini reddetmez. Marksizm, mevcut toplumsal durum değiştikçe, kaçınılmaz olarak, bu döneme katılanlarca bilinmeyen yeni savaşım biçimlerinin doğacağını kabul ederek, yalnızca o anda mümkün ve var olan savaşım biçimleriyle kendini hiçbir koşul altında sınırlamaz. Bu yönden Marksizm, kitle pratiğinden, eğer öyle ifade edebilirsek, öğrenir ve “sistem yapanların” tek başına çalışmalarıyla keşfedilen savaşım biçimlerini yığınlara öğretmek yolunda hiçbir iddiada bulunmaz. Biz biliyoruz ki -toplumsal devrim biçimlerini incelerken örneğin Kautsky böyle demiştir- yaklaşan bunalım, bizim şimdiden görmek yeteneğinde olmadığımız yeni savaşım biçimleri getirecektir.

İkinci olarak, Marksizm savaşım biçimleri sorununun kesinkes tarihsel bir incelemesini ister. Bu sorunla, somut tarihsel durumdan uzak olarak uğraşmak, diyalektik materyalizmin esas ilkelerinin anlaşılamadığını gösterir. İktisadi evrimin farklı aşamalarında, siyasal, ulusal-kültürel, yaşam ve öteki koşullarındaki farklılığa bağlı olarak, farklı savaşım biçimleri öne geçer ve savaşımın biçimleri halini alır ve bununla bağlantılı olarak, ikincil yedek savaşım biçimleri de değişikliğe uğrar. Belirli bir hareketin, belirli bir aşamasındaki somut durumunun ayrıntılı bir incelenmesini yapmaksızın, herhangi bir özel savaşım aracının kullanılıp kullanılmayacağı sorununa evet ya da hayır biçiminde verilecek bir yanıt, Marksist tutumu tümden bırakmak anlamına gelir. “(Marx, Engels, Marksizm, sf. 131–132)

Bir de DHKP (Devrimci Sol) “önderi”nin yazdıklarına bakalım:

“Silahlı mücadeleyi, gerilla savaşını, uzun süreli halk savaşını esas almayarak, bu mücadele dışında, ajitasyon-propaganda ile kitleler içinde örgütlenerek ve özellikle de işçi sınıfı içinde çalışarak, daha çok işçi grevleri ve direnişler temelinde kitle eylemlerinin örgütlenmesi ile, krizin derinleştiği bir anda, kitleleri topyekun ayaklandırarak, burjuva iktidarını alıp, (proletarya burjuva iktidarını almaz, lağveder, dağıtır, yerine kendi iktidarını kurar. ÖD) devrimci iktidarı kurmak isteyenler, tamamen farklı bir çalışma tarzını esas alırlar. Bu çalışma tarzında hiçbir silahlı eyleme ve gelişime yer yoktur denemez. Bu stratejinin savunucuları da zaman zaman silaha başvurur. Son aşamada ise, kitlelerin silahlı olarak iktidarı alması hedeflenir. Ama silahlı mücadelenin temel olduğu tespitinin yapıldığı, politikleşmiş askeri savaş stratejisi çizgisinin esas alındığı, bizim gibi ülkelerde, silahlı mücadele olgusu baştan beri süreci belirliyor olup, partinin tüm çalışma alanlarının temel hedefi ideolojik ve örgütsel, kültürel yapının harcı olup, her şey ile savaşa göre biçimlenmişti… Bizim gibi ülkelerde, Sovyetlerdeki örgütlenmeyi taklit etmek hiçbir zaman (hiçbir zaman!) devrime götürmez ve devrimi engelleyen bir işlev görür. Biz silahlı savaşı daha baştan öncü gerilla biçiminde şehirde ve kırda, birleşik devrimci savaş perspektifi ile Gerilla Ordusu’ndan, Halk Ordusu’na doğru uzanan bir çizgide ele alıp, oligarşik devleti yıkmayı düşünüyoruz.” (abç) Burada hedefe konan, “hiçbir zaman” devrime götürmeyeceği ileri sürülen görüşler, Marksist partinin işçi sınıfı ve emekçiler içindeki çalışmasının esasına ilişkin, Lenin’in ve tüm Marksistlerin görüşleridir.

Önce, Lenin’in görüşlerinin “geçersiz” olduğunu ilan eden bu “parti”nin nasıl bir parti olduğuna kısaca bakalım. Devrimci Sol, kurduğu partiyi şöyle tanımlıyor: “Bu parti Kürt ve Türk halklarının, Arapların, Lazların, Gürcülerin, Çerkezlerin, Rumların, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin, tüm mezhep ve dinden emekçi halkımızın, tüm Anadolu halklarının, emperyalizm ve oligarşi ile işbirliği yapan bir avuç hainin dışında, herkesin partisi olmalıdır.” Burada tanımı verilen DHKP-C en çok demokratik bir burjuva partisi olabilir, o bile kuşkuludur. Eğer böyle olursa, bu partinin Aydınlık çizgisiyle ve Maocu üç dünyacılıkla bir farkı yoktur. Burada tanımı yapılan “parti”, “bir avuç hain”in dışında, orta ve küçük burjuvazisi, köylüsü ve proleteriyle, “Lazların, Çerkezlerin, Ermenilerin, Alevilerin, Sünnilerin…” toplumsal partisidir. Böyle bir partinin proletaryanın sınıfsal partisiyle bir ilişkisi olamaz.

Devrimci Sol vb. gruplar, Marksizm-Leninizm’i revizyondan geçirip, onun devrimci özünü anlaşılmaz kılarken, öte yandan Marksist-Leninist olduklarına “yemin” etmekte ve başkalarını da devrimi engellemekle suçlamaktadırlar. Marksizm’e ve Leninist devrim tezine saldırılar en açık biçimiyle, mücadele ve örgüt biçimleri sorununda ortaya çıkmaktadır. Mücadele biçimleri sorunu devrimin en temel sorunlarından birisidir. Devrimi kimler yapar? Bu soruya verilen cevap, mücadele biçimlerini de kapsar. Devrimi kitlelerin eseri olarak ele alan bir örgüt ya da parti, tüm mücadele ve eylem çizgisini kitlelerin eylemine dayandırmayı, kendiliğinden kitle hareketi içinde yer alma yoluyla, kitlelerin aydınlatılması, eğitilmesi ve örgütlendirilmesini eyleminin esası sayar. Parti, siyasal bir örgütün, grubun ya da bir sınıfın, iradesine tabi olmayan, doğrudan doğruya sömürü ve baskı sisteminden kaynaklanan ve zorunlu olarak sınıf karşıtlıkları ve çatışmalarının yaşanmasına yol açan kitle hareketlerine katılır, onun ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini, bilinçle ele alıp, örgütler, geliştirip genelleştirir.

Marksizm, kitle hareketini, kitlelerin ruh halini, eğilimlerini, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki güç ilişkilerini dikkatle irdeleyerek yığınların mücadele pratikleri içinde ortaya çıkan gelişen çeşitli mücadele biçimlerini yığın mücadelesini geliştirmeye hizmet edecek tarzda genelleştirerek kitlelere yardımcı olur. Böyle bir irdelemeye dayanmayan, “devrimci öncü”nün iradi olarak kitlelerin önüne sürdüğü “temel mücadele biçimleri” yoktur. İşçi sınıfı hareketinin tarihine baktığımızda, mücadele biçimlerinin yığınlara öğretilemediğini, sınıf hareketinin gelişimi içinde ortaya çıktığını görürüz. Kitle hareketi ve sınıf bilincinin yükselmesi ile birlikte, iktisadi ve siyasi krizlerin derinleşmesi ve sınıf çatışmalarının artmasıyla eski biçimleri bir yana atan yığınlar, yeni mücadele biçimlerine başvururlar. Marksizm bu bakımdan bütün koşulları göz önünde bulundurarak, hareketin ortaya çıkardığı, bütün mücadele biçimlerini, en kesin sonuç alınmasına hizmet edecek tarzda, uygulanmak üzere genelleştirir. Bir başka deyişle, kitle hareketinin pratiğinden öğrendiğini, kitlelere bilinçle uygulanmak üzere geri verir. Devrimci bir parti, bütün devrimci sınıfları, devrimci bir program etrafında birleştirmeye ve yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini siyasal iktidarın alınması perspektifine bağlamaya çalışır. Küçük burjuva devrimciliği ise, sınıfların eylemi ve tarihsel rolü yerine, “öncü”nün ya da “öncülerin” eylemi ve rolünü geçirerek, sınıf mücadelesini daraltmakta, onun canlı çeşitliliğini göz ardı etmekte ve kendisinin “devrimci” gördüğü eylemleri, kitlelerin de devrimci görmek zorunda olduklarını düşünür.

Bütün bunlardan hareketle, küçük burjuva devrimcileri Marksizm’in, kendiliğindenci, ekonomist ya da onların deyişiyle “determinist” olduğu sonucunu çıkarabilirler. Oysa bu yargı yanlıştır. Marksizm, her zaman insanın bilinçli eylemine ve siyasal öncünün devrimci rolüne hak ettiği önemi vermiştir. Devrimci siyasal faaliyet olmadan, proletaryanın siyasal sınıf bilincine ulaşması ve iktidarı alması olanaksızdır. Bunun için Marksizm, proletarya partisinin görevini proletarya ve emekçilerin deneyleri temelinde eğitimi, aydınlatılması ve örgütlü mücadeleye çekilmesi olarak belirler. Partinin politik faaliyetinin “maddi güce” dönüştüğü alan, yığınların kendi öz politik deney alanıdır.

Öncülük üzerine çokça laf eden küçük burjuva devrimcileri öncülük rolünü nasıl ele alıyorlar? Tartışmamızın ana noktalarından biridir bu… Öncü örgütün, sınıflar arası ilişki ve çelişkiler temel veri kabul edilerek, ezilen sınıfların değiştirici eyleminin örgütlenmesi için mi gerekiyor, yoksa proletarya ve ezilen kitleleri “pasif izleyici” konumuna iten, onlar adına iş gören, “iktidar alan” (ki, bu mümkün değildir) bir işlev mi yükleniyor? Küçük burjuva yazarlar bu soruya yanıt vermekten her zaman kaçınıyorlar.

Küçük burjuva devrimciliğinin öncü savaşı tezlerini herhangi bir “yanlış anlamaya” yer bırakmayacak tarzda formüle eden ve kendilerini THKP-C’nin devamı sayan Devrimci Sol’un, yukarıda sözü edilen Kongre Belgeleri’nde ifade ettiği gerilla mücadelesi anlayışının, Marksizm-Leninizm’le en küçük bir ortak yanının olmadığı açıktır. Rusya’daki gibi bir çalışmanın ve örgütlenmenin Türkiye için geçersiz olduğunu söyleyen fakat bunun nedenleri üzerinde durmaya yanaşmayan yazarın; “Bizim gibi ülkelerde silahlı mücadelenin baştan beri süreci belirlediği” tespitiyle de sorunu mutlak bir dogma haline dönüştürdüğü açıktır.

Bolşevikler işçi sınıfı içinde, fabrikalarda ve sendikalarda hücreler biçiminde örgütlenerek ve geniş işçi ve emekçi yığınlarıyla kopmaz bağlar kurarak devrimci bir örgüt çalışması yürüttüler. Günün koşulları, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci ayaklanmasını doğurduğunda da, sınıf içindeki örgüt bu ayaklanmanın başarısı için gerekli olan araçlara sahip bulunuyordu. Bolşevikler bu güce proletarya ve emekçiler içinde kesintisiz bir politik faaliyet yürüterek, en geniş yığınlar içinde propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla bilinçlendirme görevini yerine getirerek ulaşmışlardı. Böyle bir çalışma ve örgütlenmenin “bizim gibi ülkelerde… hiçbir zaman devrime götürmediğini” söyleyenler, açıktır ki, proletarya ve emekçiler içinde çalışmanın gerekliliğine inanmıyorlar. Devrimci Sol (DHKP), “hiçbir zaman” ifadesiyle, Bolşevik çalışma ve örgütlenme tarzının “geçersizliğini” de mutlaklaştırıyor. Lenin’in söyledikleri ikinci elden yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır:

1- Marksistler, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamazlar. Tüm mücadele biçimlerini tanırlar ve onları kafadan iradi olarak “uydurmaz”, kitle hareketinin ortaya çıkardığı biçimleri genelleştirip, onlara bilinç unsurunu katarlar.

2- Yeni mücadele biçimleri, sınıf hareketinin gelişmesi ve yığınların bilinçli eylemine bağlı olarak iktisadi-siyasi krizin çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte ortaya çıkarlar. Bunun için hiçbir mücadele biçimi peşinen reddedilmez. Koşullara bağlı olarak ortaya çıkabilecek biçimler dikkate alınır; eskiyen biçimler terk edilir; kitle pratiğinin gündeme getirdiği yeni biçimlerin geliştirilip-genelleştirilmesi için çaba gösterilir.

Sorun bu kadar açıkken, küçük burjuva grupların, 20–25 yıla yakın bir süredir tekrarladıkları “silahlı mücadele, temel mücadele biçimidir” nakaratının ve “öncü savaşçıların yığın hareketinden kopuk silahlı eylemlerine indirgedikleri “silahlı mücadele” pratiğinin, Marksist-Leninist bir pratik sayılması için herhangi bir neden var mıdır? Lenin ve tüm Marksistler, kitle pratiğinden, kitlelerin ayaklanmasından ve bu ayaklanmaya bağlanan gerilla mücadelesinden söz ederken, gerilla savaşını, kendi küçük gruplarının devletle savaşına indirgeyen ve bunu da toplumsal-iktisadi koşulları (ve bu koşullardaki değişmeleri) dikkate almaksızın, tüm bir stratejik devrim aşamasının “temel mücadele biçimi” olarak ilan edenlerin, Leninizm’le en küçük bir yakınlıklarının olmadığı açıktır. Sınıf mücadelesi ve toplumsal tarih, siyasal grupların ve partilerin, önceden saptanmış planlarına göre gelişmez. Aksine, siyasal parti ve gruplar plan ve taktiklerinde, sınıf mücadelesini ve toplumsal koşullan gözetmek zorundadırlar. “Öncü savaşı” ya da “gerilla savaşı” yürüttüklerini söyleyenlerin iddialarına göre, Türkiye’de sürekli bir devrimci durum yaşanmaktadır. “Oligarşi”, “patron-ağa devleti” ya da “sömürgeci faşizm” olarak tanımlanan devletle, halk arasında sürekli bir “denge durumu”, vardır! Ve “halk savaşçıları”, sabotaj, saldırı ve son zamanlarda geliştirilen yeni yetme “molotoflama”larla, bu suni dengeyi kıracak, halk kitlelerinin “devrimden yana geçmesini” sağlayacaktır!

90 yıl önce Lenin tarafından mahkûm edilen Rus Narodniklerinin “güç aktarma” teorisi, bugün karşımıza “yeniden” çıkarılıyor. Küçük burjuva gruplar (Devrimci Sol’dan MLKP-K ve PKK’ya kadar) toplumsal-tarihsel koşulları kendilerine uydurmaya, kendi iradi belirlemelerine uydurmaya, kendi iradi belirlemelerine göre şekillendirmeye çalışıyorlar. Onlar için ülkenin koşullarının ve kitlelerin ruh hali, bilinç ve örgütlenme düzeyinin hiçbir önemi bulunmuyor. Silahlı mücadele üzerine demagojik bir propagandayla, uyanış içindeki genç devrimcinin coşku ve dinamizmini sömürmeye çalışan küçük burjuva grup şefleri, silahlı eylemin işçi ve halk hareketinde bir unsur olarak yer alıp almadığına bakma yerine, onu, kitle hareketine dışardan zorlayarak sokmaya çalışıyorlar. Yığınlara, karşı-devrimci zoru yenmenin ve burjuva iktidarı tasfiye etmenin, silaha başvurmadan mümkün olamayacağı bilincini verme yerine, kendilerinin silah kullanmalarını yeterli görüyorlar. Çünkü küçük burjuva grupların anlayışına göre, silahlı eylem devrimciliğin tek kıstasıdır!

Silah sorununun bu tarz ele alınışı anti-Marksist’tir. Bir eylemin devrimci eylem sayılması için, o eylemde silah kullanılması ya da kullanılmaması değil, bu eylemin hangi talepler üzerinde yükseldiği, hangi temel hedeflere bağlandığı, neyi amaçladığı, işçi ve kitle hareketinin gelişmesine hizmet edip etmediği önem taşır. Lenin, bir örgütün eyleminin devrimci özelliğini “örgütün eyleminin içeriği” ile tanımlıyordu. Herhangi bir eylem, hangi politikanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve proletarya ve halk kitlesinin mücadelesini geliştiriyor mu? Sorun tam da budur.

Proletaryanın ekonomik-kendiliğinden hareketin sınırları içinde siyasal iktidar bilincine ulaşması ve bunun aracı olan politik örgütlenmeye ulaşması olanaklı değildir. Bunun için proletarya, burjuvaziden bağımsız politik bir parti olarak örgütlenmeli, diğer ezilen kesimlerin desteğini de kazanmalıdır. O, sosyalizm teorisiyle buluşmadan, sosyalizm ile işçi hareketinin birliği sağlanmadan, baskı, zor ve suiistimalin her biçimine karşı mücadele içinde, sosyalizm bilinciyle donanmadan iktidar savaşı yürütemez. Marksistlerin temel görevi, proletaryanın bu bilince ulaşması, burjuvaziyle çıkarlarının uzlaşmaz karşıtlığını, kapitalist sistem içinde sömürülen sınıf olma durumunun onu, burjuva iktidarına ve kapitalizme son verme (ve bunun için toplumun tüm ezilen sınıflarının başına geçme) tarihsel göreviyle yükümlü olduğunu kavramasında yardımcı olmaktır. Bu ise, sınıf ve emekçiler içinde kesintisiz politik çalışmayı gerektirir.

Küçük burjuva devrimcilerine göre, işçi sınıfı ve emekçiler içinde, bu kapsama genişleyen bir çalışmaya gerek yoktur! Kitlelerin devrime katılması için, “öncü gerilla savaşı” sürdürülür. “Öncü” ile devlet arasındaki çatışma nedeniyle, devletin halka yaptığı baskı, halkın gerillanın safına geçmesini sağlar! DHKP Kongre Raporu’nda bu anlayış şöyle ifade ediliyor: “Süregelen öncü gerilla savaşı ve artan eylemliliği karşısında, düşman güçleri de baskı ve terörünü artırdığında, halk kitleleri, faşizmin gerçek yüzünü daha yakından görüp, yaşayan ve savaşan gerillanın düzen alternatifi olduğu her gün biraz daha netleşecek, gerillaya yoğun akışlar başlayacaktır.” Aynı anlayışın TKP/ML dilindeki ifadesi şöyledir; “Merkezi görevimiz kızıl siyasi iktidarlar uğruna gerilla savaşımı sürekliliğinde kökleştiğimiz an, terazinin kefesinin en sonunda bizim  tarafımıza ağır basacağı mecraya daha da yaklaşmış olacağız.”

MLKP-K’nın, TİKKO ve Devrimci Sol’a, Devrimci Sol’un PKK’ya “benzeme”ye çalıştığı ve kim daha fazla “molotoflama” yaparsa, o daha fazla devrimcidir mantığıyla umutsuz girişimlerin yoğunlaştırıldığı günümüzde, bu grupların “silahlı eylemleri”nin, halkta “güven ve coşku yaratacağı”, “gerillanın  düzen  alternatifi  olduğu”nu göstereceği, halkın, kendisini “koruyan” ve “zalimlere yönelen” bu gücü görüp, akın-akın devrimci saflara katılacağı vaaz ediliyor.

Lenin, 93 yıl önce, terörist darbelerle Çar’ın ve bakanlarının yıldırılacağı iddiasıyla, “indirilen her terörist darbe, istibdadın gücünün bir parçasını koparıyor ve bütün bu gücü özgürlük uğruna savaşanların safına aktarıyor.” biçimde saçma düşünceleri ileri sürenleri, şiddetle eleştiriyor ve o çok bilinen sözü; (“Emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüzdür, hem de gerçekten güçsüzdür.”) söylüyordu.

Kendi küçük gruplarının “silahlı eylemleri”yle, “düşmana vurdukları darbe”lerde coşku arayanlara da Lenin’in cevabı şuydu: “Fakat biz geçmişten biliyor ve şimdi de görüyoruz ki, sadece kitle hareketinin yeni biçimleri, ya da yığınların yeni kesimlerinin uyanarak bağımsız bir mücadeleye atılmaları hepimizdeki mücadele ve cesaret ruhunu gerçekten kabartabilir. “(Lenin, Örgütlenme Üzerine)

Lenin bu “güç aktarma” teorisini 93 yıl önce mahkûm etmişti. Türkiye’nin “sosyalist devrimci”leri, onu 93 yıl sonra yeniden hortlatmaya çalışıyorlar. Onlar, halk yığınlarında, yönelen baskıların karşı-öfke ve direnci geliştirdiği düşüncesinden hareketle, tam bir komplocu kafayla, halk üzerindeki baskıları artırıcı yöntemlere sarılıyorlar. Bombalama ve sabotaj eylemleriyle, halk kitlelerinin, “faşizmin gerçek yüzünü daha yakından” görmesine sözde yardımcı oluyorlar! Küçük burjuva komploculuk, “terazinin kefesinin” kendilerinden yana “ağır basacağı” bir gelişmeyi sağlamak için, diktatörlüğün saldırılarının artmasını istiyor, bunun gerekçelerini devrimcilik adına yaratmaya çalışıyor. Bu, halkın mücadelesinin sabote edilmesidir. Marksizm, emekçi kitlelerin devrimci muhalefetinin, kapitalist sömürü ve baskı koşulları tarafından hazırlandığını, kapitalizmin çelişkilerinin, halkın devrimci muhalefetine yol açtığını belirler. “Bir devrimin önkoşulu olan, devrimi hazırlayan tüm olgular kapitalizmin kendisinden doğar ve gelişirler.” Toplumsal sınıflar arasındaki çelişkiler ne iradidir, ne de iradi olarak onlara yenileri eklenebilir. Komünistler, yığınların dikkatini bu çelişkilerin toplumsal kaynağına çekerek, çelişkilerin devrimci çözümü için, proletarya ve emekçilerin politik örgütlenmesi ve politik eyleminin gelişimi için çaba gösterirler. İşçi sınıfı ve emekçilerin, burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelesi geliştikçe, burjuvazi, sınıf diktatörlüğünün aracı devlet aygıtını tüm kurumlarıyla harekete geçirir ve emekçilerin devrimci darbelerinden kurtulmak için, halk muhalefetini kana boğmaktan kaçınmaz. Burjuvazinin gerici-faşist baskılarının artmasına olanak sağlayan kör terör eylemleri, -bu bakımdan, halk muhalefetinin gelişmesine değil, karşı-devrimci saldırı dalgasının güçlenmesine, kara propagandaya malzeme olmaya yarar. Bu baskıları ortadan kaldırmanın tek yolu, kitle mücadelesinin geliştirilmesidir. Marksistler, savaşların sınıf çelişkilerini keskinleştirdiğini, yoksulluğu artırarak sefalete sürüklenen halk yığınlarının, burjuva devletine karşı umutsuzluk ve tepkilerini artırdığını bilmelerine karşın, nasıl ki savaş destekçiliği yapmıyorlarsa; faşist baskıların halk muhalefetine ve emekçilerin öfke patlamasına yol açtığını bilmelerine karşın, burjuvazinin provokasyon ve saldırılarına da zemin hazırlamazlar. Marksist tutum, emperyalist savaşların ve halka yönelik baskıların son bulması için mücadeleyi gerektirir. DHKP (Devrimci Sol) gibi küçük burjuva gruplar ise, yukarıda aktarılan satırlardan da anlaşılacağı gibi, demokratik hakların varlığı ve kullanımını, sınıf mücadelesini “yumuşatıcı” bir etken olarak görüyorlar. Oysa demokratik siyasal özgürlükler ne kadar eksiksiz kullanılırsa, proletarya ve emekçilerin, sömürü ve baskının nedeninin, hakların eksikliği değil de bizatihi kapitalist toplumsal sistem olduğunu görmelerinin olanakları o kadar genişler; proletarya, anti-kapitalist mücadelenin zorunlu görevi olduğunu daha iyi anlamaya başlar.

Halkı “uyandırmak” için daha fazla baskıya ihtiyaç olduğunu söylüyor, bunun için burjuva devleti kışkırtıcı eylemlere başvuruyorlar. Her şeye “namlunun deliği”nden, bakan bu anlayış bir başka biçimde şöyle ifade ediliyor: “Devrimciler kitleler içindeki otoritelerini; ancak namlularını halk düşmanlarına çevirerek, onları etkisiz kılarak kurabilirler.” Aralarında fırın, butik, okul vb.nin de bulunduğu “hedef”lerin imhasının bir nedeninin de, kitleler içinde “otorite kurmak” olduğunu öğreniyoruz. Bu anlayıştaki bir örgütün, halk yığınları içinde aydınlatma çalışması yürütmeyi “yük” sayması doğaldır. Lenin, devrimci bir parti ya da örgütün, kitleler içinde destek görmesi ve saygınlık kazanması için, kitlelerin kendi deneyleri temelinde, bu partinin yaptıklarının, şiar ve taktiklerinin doğruluğuna inanmaları gerektiğine dikkat çekiyordu. DHKP’nin anti-Leninist otorite anlayışı, yalnızca Devrimci Sol’un pratiğine yön vermekle kalmıyor, diğer küçük burjuva gruplarda aynı anlayışla rekabeti körüklüyor, “öncülük” ele geçirme rekabeti “molotoflama”nın pratikte ve literatürde öne çıkmasına yol açıyor.

Aralarındaki farkların küçüldüğü bu grupların durumunu daha iyi anlamak için DHKP Kongre Raporu’ndan okumaya devam ediyoruz. “Ekonomik ve sendikal çalışmayı reddetmeyeceğiz ama bu çalışmaya ivme kazandıran, kitleleri politize eden, ona güç veren, önündeki engelleri aşan devrimci şiddeti ve onun yeraltı organizasyonunu mutlaka yaratmak zorundayız.” “Türkiye ortamında, Türk ve Kürt halkları ile tüm Anadolu halkları iktidarın zulmüne karşı devrimci şiddetin gerekli olduğu anlayışındadır. Çünkü yaşadığı haksızlıkları, adaletsizlikleri, sömürü ve zulmü engelleyecek, devlete karşı kendisini koruyacak hiçbir güç yoktur. Bu güç devrimcilerin silahlı güçleri olmalıdır… Halkın adaleti olan bir silahlı güç olmalıyız. Biz, adaletimizle, kararlılığımızla zalimlere yöneldiğimizde, halk da bu mücadeleye ummadığımız ölçüde hızla katılacak ve büyük ölçüde destekleyecektir. “

Küçük burjuva devrimciliği, başlıca TİKKO, Devrimci Sol, bir dönemden sonra PKK’nın şahsında (TİKB ve MLKP-K, da bu alanda kendilerine yer bulma çabasındadırlar.) 20 yılı aşkın bir süredir “halk adına” silah kullanıyor. Bu gruplar, “devrimci şiddet’e “kitleleri politize eden” bir rol biçiyorlar. “Çaresiz ve korumasız” olduğunu düşündükleri halk kitlelerinin “koruyucusu” olduklarını ispatlamak ve halkın bunu görmesini sağlamak için de “zalimlere” yönelik eylemlere başvuruyorlar! 20 yılı aşkın küçük burjuva devrimci pratiğin öğretici olmadığı, değil halkın pratiğinden öğrenmeyi, bu grupların kendi pratiklerinden de öğrenme yeteneği göstermedikleri görülüyor. “Gürültü grupları”nın eylemleri, halkın bu mücadeleye “umulmadık hızla katılmasına” değil, devrimcilere olan güveninin sarsılmasına yol açtı. Onlar, pratikleriyle halkın saflarında umutsuzluk ve güvensizliğin gelişmesine hizmet ettiler ve halk hareketinde tasfiyecilik tam da buydu.

Engels, daha 1847’lerde, “Devrimlerin kasten ve keyfi olarak yapılmadıklarını, bunların her yerde ve her zaman belirli partilerin ve koskoca sınıfların irade ve önderliklerinden tamamıyla bağımsız koşulların zorunlu sonuçları” olarak gündeme geldiklerini yazıyordu. Küçük-burjuva gruplar, Marksizm-Leninizm’e karşı kendi dogmalarına daha sıkı sarılıyorlar ve şiddet eylemleriyle halkı devrime sürükleyebileceklerini iddia ediyorlar. Diyorlar ki, silahlı eylem yoluyla devletin güçsüzlüğünü ispatlıyoruz ve bunu propaganda ederek, kitlelerin “umulmadık ölçüde hızla” bizim tarafa geçmesini sağlıyoruz! Kör terör eylemlerini gerekçelendirmek için bir yandan, halkın “devrimci şiddetin gerekli olduğunu anladığı”nı ileri sürüp, öte yandan, halkın “koruyucu”ya ihtiyacından söz ediyorlar.

Öncelikle, Türkiye’de halk yığınlarının “devrimci şiddetin gerekli olduğu anlayışından” söz etmek için, ülke gerçeklerinden, proletarya ve emekçilerin bugünkü bilinç ve örgütlenme düzeyinden habersiz olmak gerekir. Bugün işçi sınıfının çoğunluğu, burjuva partilerine ve devlete büyük bir güvensizlik duymasına ve bir kopuş sürecini yaşanmasına karşın, henüz çıkarlarının burjuvazi ve kapitalizmle tam bir uzlaşmazlık içinde olduğunun bilincine ulaşma ve buna uygun bir örgütlenmeyi sağlama durumunda değildir… Başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleler, eğer devrimci şiddetin gerekliliğini kendi siyasal pratikleriyle kavramış olsalar, kuşku yok, küçük burjuva grupların kendi varoluş nedeni haline getirdikleri ve kitle mücadelesinde sabotörlükten başka bir şey ifade etmeyen eylemleri “ıskartaya çıkarır”, ve kitle coşkunluğu ve kitlelerin devrimci şiddetiyle, diktatörlüğün iktidar burçlarına karşı saldırıya geçerler. Kitleler, silahlı mücadelenin gereğini, “gürültü grupları”nın eylemlerine bakarak, ya da bu tür eylemlerin onları “politize etmesi” sonucu değil, bizzat kendi tecrübeleriyle, burjuvaziye karşı çok çeşitli mücadele biçimlerini deneyerek, onun karşı-devrimci şiddet kurumu ve uygulamasını, ancak karşı şiddetle, devrimci kitle şiddetine, silahlı ayaklanmaya başvurarak etkisiz kılabileceklerini anlayarak, kavrayabilirler.

Tek tek saldırı, sabotaj ve soygun eylemleri ve bunların propagandasıyla “zihinlerin aydınlanacağı”, “kitlelerin politize olacağı” iddiası, Leninizm’e karşı bir küçük burjuva zırvasıdır. Kitlelerin, hepsinden önce de işçi sınıfının politize olması için yığınlar içinde “olanaklı en geniş siyasal ajitasyon” yürütülmelidir. Burjuva diktatörlüğünün tüm yüzünün, toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin açığa çıkarılmadığı yerde, hiçbir bomba halkı politize edemez. Lenin, yığınların devrimci eğitimi için kapsamlı bir siyasal teşhir ve ajitasyonun zorunluluğuna dikkat çekiyordu. İşçi sınıfı, toplumun hangi kesimini etkiliyor olursa olsun, “baskı, zor ve suiistimalin her çeşidine karşı sosyalist açıdan tepki gösterecek” denli siyasal yönden gelişmemiş ise, kapitalizme ve gericiliğe karşı toplumsal başkaldırının başını çekemez. Sınıf ve emekçi kitleler, devrimci sosyalist bilinci, ancak kesintisiz bir sosyalist propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasıyla edinirler. Kitlelerin “silahlı propaganda” ile bilinçlendirilmesinden, buna bağlı “güç aktarmadan söz edenler, Marksizm-Leninizm’in, proletarya partisinin önüne koyduğu, yığınların eğitimi, aydınlatılması ve örgütlendirilmesi görevine sırtlarını dönmüşlerdir. Lenin, “Siyasi teşhirden başka hiçbir şey, siyasi bilinci ve kitlelerin siyasi etkinliğini geliştiremez” derken, “Leninist olma” iddiasındaki “gürültü grupları”, “hayır” diyorlar, “kitleleri silahlı eylem politize eder.” Onların anlayışında, politika “silahın ihtiyaçları”na uyarlanmıştır. Kör terör eylemleri, küçük burjuva grupların ellerinde, kitle hareketi karşısında tasfiyeci bir işlev görmektedir. Terörizmin “kendiliğindenliğe kölece boyun eğiş” olduğu bir kez daha tanıtlanmıştır.

Politize olmak, eğer, bir başka açıdan değil de, işçi sınıfı ve ezilen yığınların, mevcut toplumsal sistem içindeki kendi konumlarını ve burjuvaziye karşı mücadele gereğini kavramaları bakımından ifade ediliyorsa; proletarya için, siyasal bilincin elde edileceği alan “… Bütün sınıf ve katmanların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır… İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal-demokratlar, nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar, ordu birliklerini bütün yönlere sevk etmek zorundadırlar.” “Biz” diyordu Lenin; “teorisyenler olarak, propagandacılar olarak, ajitatörler olarak ve örgütçüler olarak ‘nüfusun bütün sınıfları arasına gitmeliyiz.” ve devam ediyordu, “Elbette ki asıl önemli olan şey, halkın bütün katmanları arasında propaganda ve ajitasyondur.”(Lenin, Ne Yapmalı?) .

İşte Lenin tarafından, proletaryanın, çağımıza damgasını vurmuş en büyük Marksist öğretmeni olan Lenin tarafından siyasal bilincin geliştirilmesinin ve kitlelere siyasal bilinç verilmesinin yolu böyle gösteriliyor. Bütün sınıfı ve geniş emekçi yığınları kazanmak için, yaygın ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütülmeli ve bunun sonucu, yığınlar kendi siyasal deneyimleriyle siyasal “öncü”nün şiar ve taktiklerinin doğruluğunu görüp, onun etrafında birleşme gerekliliğini hissetmeli, kavramalıdırlar. Lenin, bunu “bütün büyük devrimlerin temel yasası” olarak değerlendiriyordu.

Devrimi, öncü, yani proletaryanın politik partisi, yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele ve örgüt biçimlerini aralarındaki ilişkilerden hareketle genelleştirerek, her somut durumda, sınıf ilişkilerini ve toplumsal koşulları irdeleyerek ve mücadeleyi geliştiren, kitlelerin örgütlülüğünü güçlendiren taktikler izleyerek, devrimi ilerletmelidir. “Silahlı eylem”lerini yığınları “politize etme”nin temel aracı sayanlar ve bunu baştan sona “temel mücadele biçimi” olarak ele alanlar, gerçekte, proletarya ve emekçi halk kitlelerini mücadelenin dışında görmektedirler. Bu bakımdan, onlardan herhangi birilerinin “oturup bekleyecek miyiz?” diye hiddetle öne fırladığını görür gibiyiz. Hayır, oturup beklemeyeceğiz, “devrimci” dostlar!

Biz Marksistler, burjuvazinin ve uşaklarının hesabının olası en kısa zamanda görülmesinden yanayız. Ama bu hesap görme, ancak, Marksizm çizgisinden sapmadan, Lenin’in gösterdiği yolda yürünerek başarılabilir.

Lenin, 1905’te şöyle yazıyordu: “Burjuvazinin ve onun halkı hiçe sayan uşaklarının hesabını bir an önce görme arzusuyla yanıp-tutuşanları alıkoyan güç nedir? Bu örgütlenmenin ve disiplinin gücüdür; tek tek katliamların saçmalığının, halk kitlelerinin ciddi devrimci mücadelesinin zamanının henüz gelmediğinin, istenen genel siyasi durumun var olmadığının bilincinde olmaktır. İşte bu nedenle, bir sosyalist, böyle durumlarda halka ‘silahlanın’ demez ve asla demeyecektir; ama halkı her zaman silahlanma ve düşmana saldırma coşkun arzusuyla silahlandıracaktır. (Bunu yapmıyorsa zaten bir sosyalist değil, gevezenin biridir.) Ne var ki, Rusya’nın bugün içinde bulunduğu durum bu alışagelmiş koşullardan tamamen farklıdır. Bu yüzden şimdiye kadar hiçbir zaman ‘silah başına!’ çağrısında bulunmamış olan, ama işçileri durmadan coşkun silahlanma arzusuyla silahlandıran devrimci soysal-demokratlar; bugün hep birden devrimci inisiyatife sahip işçilerin ardından ‘silah başına!’ şiarını attılar.”

“Devrimci şiddet”i “temel mücadele biçimi” sayan bir küçük burjuva devrimcisinin, Lenin’i “pasifist” ilan etmesi işten bile değildir! Ama bu yalnızca, Lenin tarafından Rus Narodniklerine, “sosyalist devrimci”lerine yöneltilen eleştirilerin hedefinde durmayı ifade eder. Kitle eyleminin, siyasal özgürlükler için mücadelenin, siyasal grevlerin doğuracağı kitle coşkunluğunun yerine, Devrimci Sol, PKK ya da MLKP-K “molotoflama”larının genç devrimci taraftarda yarattığı “coşku”yu (tatmin duyusu demek daha doğru olur) tercih etmektedirler. Gürültücü gruplar, işi öyle bir noktaya vardırdılar ki, devrimci mücadeleyi “şamatacılık” derekesine düşürdüler. Sonradan başlayanlar, öncekileri “geçme” telaşıyla daha fazla şamata çıkarıyorlar. MLKP-K adlı grubun, İstanbul-Gazi olaylarını ele alışı bunun en bariz örneklerinden biridir. Faşist provokasyona karşı halk tepkisini “ayaklanma” olarak ilan edip, kendilerinden geçiyorlar. Gazi Mahallesi’ndeki direnişte birkaç taraflarının da yer alışından hareketle yürüttükleri abartılı propagandaya bakılırsa, “Özgür Gazi”de devrimci iktidar kurmuşlar, devlet Gazi’de üç gün süresince yokmuş; Gazi direnişi, tam da onların “öngördüğü ve dikkat çektiği” devrimin dengesiz gelişeceği “öngörüsünü… bütünüyle doğrulamıştır.” Bu hamasete ancak gülünür. Her nedense, Türkiye proletaryası ve emekçileri, “devrimci Gazi”de, MLKP- K önderliğinde “kızıl müfrezeler”in gerçekleştirdiği bu “devrim”den habersizdirler. Gazi’de, diktatörlüğün denetimi altında kurulan MLKP-K iktidarı, devrimin dengesiz gelişeceğini kanıtlamış, ama nankör komünistler ve kitleler, “yüksek bir iradeyle birlik devrimini başarmış kuvvetlerin…” yönettikleri bu “devrim”in önemini kavrayamıyorlar! Nerede yaşıyorsunuz baylar?

Her adımlarını “bir devrim”, her halk direnişini “ayaklanma” mertebesine yüceltme alçak gönüllüğü gösteren bu baylara bakılırsa, proletaryanın devrimci komünist partisi “kendiliğindenliği teorize etme ve barışçıl gelişme stratejisini izlemekteymiş! Bu sonuca nasıl vardıkları, bu konudaki “devrim”i hangi somut veriler üzerinden gerçekleştirdikleri bilinmiyor ama olsun, eğer bu tespiti yapanlar başkaları değil de MLKP-K’lı “komünistler” ise, bu kesin doğrudur! Sakın “birleşmiş kuvvetler” kendileri gibi, fırınlara, galerilere ya da karakollara “MLKP- K roketi” atmadıkları, “molotoflama” yapmadıkları ve proletaryanın devrimci politik hareketini geliştirmeye çalıştıkları, proletaryaya, kendi konumu ve tarihsel görevini kavraması için ‘yardımcı olma’ya çalıştıkları için, komünistleri “kendiliğindenci” ve “barışçıl gelişme”ci ilan etmiş olmasınlar? Ama hayır, onlar, henüz söylediklerinin ayırtına varacak kadar “devrim” yapmamışlardır. Yoksa bir yandan “komünist” dediklerini, diğer yandan, Aydınlık yetiştirmesi “Halkın Yolu”cu yazarın bir kalem oynatmasıyla, “faşizmin işbirlikçisi” dedikleri Aydınlık-İP’nin “ikiz kardeşi” ilan edecek kadar “tutarlı” olamazlardı.

Marksist partinin görevi, proletarya ve emekçilerin, burjuvazi, gericilik ve kapitalizme karşı mücadelesini, bu mücadele içinde yer alarak, yığınları, toplumsal koşullar, sınıf ilişkileri, sınıf mücadelesinin ve toplumların tarihinin gelişme yasaları konusunda aydınlatma yoluyla geliştirmektir. Parti, bu görevini, hiçbir mücadele biçimini baştan ve peşinen reddetmeden, ama iradi olarak kitle hareketine dışardan sokmaya da çalışmadan, kitle hareketini siyasal iktidarın alınması hedefine yöneltmeye çalışarak yerine getirir. Herhangi bir eyleme girişmeden önce, sınıf güçlerini ve bu güçler arasındaki ilişkiyi hesaba katar. Marksistlere yöneltilen küçük burjuva “sol” eleştiri, gerçekte sınıf ve halk hareketi karşısındaki sorumsuzluğun örtüşüdür. Bütün abartılı ve şaşaalı değerlendirmelerin gerisinde küçük burjuva umutsuzluk, sınıf ve halk hareketine güvensizlik ve anti-Marksist küçük burjuva ‘solculuğu’ (gerçekte sağcılık) yatmaktadır. Onların “coşku”yu kendi eylemlerinde aramalarının nedeni de budur.

1912 Rusyası’nda, kitle hareketinin, yenilgi yıllarının ardından yeniden yükselişe geçtiği dönemi irdeleyen Lenin, kitle hareketindeki yükselişin, “kitle ajitasyonu” işlevi gördüğünü belirtiyor ve şöyle yazıyordu: “Bu proleter ajitasyon yöntemi, kitleleri harekete geçirip, birleştirme ve mücadeleye katma yöntemi, geniş çapta ilk defa Rusya devriminde geliştirilmişti. Şimdi proletarya bu yöntemi bir kere daha ve sıkı bir şekilde uyguluyor. Proletaryanın devrimci öncüsünün bu yöntemle gerçekleştirmekte olduğu şeyi, dünyada hiçbir şey gerçekleştiremez.”

“Halkla, yani kitlelerle sımsıkı kenetlenmiş olduklarından, kitlelerin arasında yaşadıklarından, her işçi ailesinin en acil ihtiyaçları uğruna savaştıklarından ve kitlelerin monarşiye karşı protesto ve mücadelelerini birleştirdiklerinden, etkileri olabildiğine artan yüz binlerce devrimci ajitatörün birdenbire ortaya çıktığını görüyoruz. Çünkü karşı-devrim, milyonlarca ve on milyonlarca insanda monarşiye karşı şiddetli bir nefret uyandırdı ve onların, monarşinin oynadığı rol hakkında temel bir kavrayışa sahip olmalarını sağladı. Ve artık başkentin en ileri işçilerinin sloganı ‘Yaşasın Demokratik Cumhuriyet’ her grev kutlamasında, en geri kesimlere, en uzak illere, ‘halk’a ve ‘Rusya’nın derinliklerine binlerce yoldan yayılıyor.”

Türkiye henüz ne 1905 öncesini, ne 1912 Rusya’sındaki siyasi grev dalgasını, ne de 1917 öncesini yaşıyor. Komünistler, proletarya ve halk hareketinin yüz binlerce devrimci ajitatörü ortaya çıkarması için, daha bugünden, koşullara uygun ve hareketin ihtiyaçlarına cevap veren mücadele ve örgüt biçimlerini geliştirilerek, kitleleri, diktatörlükle politik savaşa hazırlamaktadırlar. Küçük burjuva ‘solculuğu’ ise, yöntem ve taktikleriyle, kitle hareketi karşısında tasfiyeci bir konumdadır. Yığınların devrimci muhalefetinin yükselmesi için, kitlelerle sımsıkı kenetlenme yerine, kendiliğinden gelişen eylemlere ‘dıştan’ katılıp, eylemi “radikalleştirme” adına, somut durum ve taleplerle ilişkisi olmayan keskin slogancılıkla “önderlik”lerini ispatlamaya çalışan küçük burjuva gruplar, dışlandıkları sınıf hareketine bir yandan aşırı övgü düzüp, kendiliğindenliğe secde ederken, diğer yandan kendi slogancı önderliklerine(!) boyun eğmeyen işçi hareketini provoke etme ve dağıtma çizgisi izliyorlar. Adana’daki ‘95 1 Mayıs kutlaması sırasında aldıkları tutum, söylediklerimizin kanıtlarından yalnızca biridir.

Küçük burjuva grupların pratiğini, yalnızca, onların “silahlı eylemci”liğinin sınıf ve halk hareketi karşısında tahrip edici etkisi nedeniyle değil, politik mücadeleye yaklaşımları, sınıf mücadelesine bakış çizgileri, toplumsal yaşamı yorumlayışları ve sınıf çelişkilerini, burjuvazinin proletaryaya karşı saldırılarını güçlendirici tahlilleri nedeniyle eleştiriyoruz. Küçük burjuva gruplar, kör terör eylemlerini kendi “devrimcilik”lerinin ve ” radikalizm”lerinin kanıtı olarak ortaya koyarken, Marksizm-Leninizmin, sınıf mücadeleleri ve devrim sorununa devrimci yaklaşımını da, devrimci komünist partinin şahsında saldırı hedefine koymaktadırlar. Yani onlar, ideolojik olarak proleter sosyalizmin karşı kutbunda yer almaktadırlar.

Bitirirken, Lenin’e bir kez daha başvuracağız. “Bizim, savaşımın herhangi bir yapay biçimini, eylem içindeki işçilere zorla kabul ettirme ya da hatta Rusya’daki iç savaşın genel gelişimi içinde, gerilla savaşının herhangi bir özel biçiminin hangi rolü oynayacağına koltuğumuzda oturarak karar verme konusunda en ufak bir eğilimimiz yoktur.” diyen Lenin’in aşağıdaki sözleri, bugün de proletarya ve komünistlere yol gösteriyor.

“Başkaldırmanın bütün ülkeyi kucaklayan uzun bir iç savaş, yani halkın iki kesimi arasındaki silahlı bir savaşım biçiminde daha yüksek ve daha karmaşık bir biçim alacağı kesinlikle doğal ve kaçınılmazdır. Böylesine bir iç savaş oldukça uzun aralıklarla çok az sayıda büyük çarpışmalar ve bu aralıklar arasında çok sayıda küçük çatışmalar dizisinden başka bir şey olarak anlaşılamaz. Böyle olunca -ve kuşku yok ki böyledir- sosyal demokratların, bu büyük çarpışmalarda ve aynı zamanda da, olabildiği kadarıyla, bu küçük çatışmalarda yığınlara en iyi biçimde önderlik edecek örgütlerin yaratılmasını kendilerine görev edinmeleri kesinlikle zorunludur. Sınıf savaşımının iç savaş noktasına kavuştuğu bir dönemde, sosyal-demokratlar, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, aynı zamanda da önderlik rolünü oynamayı da görev edinmelidirler. Sosyal-demokratlar, örgütlerini, düşman güçlerine zarar verecek bir tek fırsatı bile kaçırmayan bir savaşçı parti olarak gerçekten hareket edebilecek biçimde eğitmek ve hazırlamak zorundadırlar.” Lenin bu satırları Aralık-Moskova ayaklanmasından “çıkarılan dersler” kapsamında yazdı. Açıktır ki, gerilla savaşını ayaklanmaya ve uzun aralıklarla gelişecek “büyük çarpışmalar” arası dönemde başvurulacak “küçük çatışmalar” olarak değerlendiriyordu.

Türkiye’de henüz herhangi bir ayaklanma durumu, bir iç savaş durumu yaşanmadığına göre, gerilla savaşı üzerine tartışmalar, aklı başında insanlar tarafından yadırganabilir. Ama küçük burjuva devrimcileri, “gerilla savaşı” dedikleri bir tür “silahlı eylemciliği” Lenin’in ve Marksizm’in karşısına çıkarmayı “göze alarak”! “biricik, ya da hatta baş savaşım yöntemi olarak” kitlelere dayatmaya çalıştıkları ve bunu da devrimciliklerinin en iyi göstergesi saydıkları için, bu tartışmalar gerekli hale gelmiştir. Uluslararası proletarya hareketinin devrimci deneyiminden ve Marksist-Leninist teoriden öğrenmesini bilenler için her şey anlaşılırdır.

Proletarya, kendi devrimci eylemiyle yolunda yürüyeceğini, tarihsel görevini yerine getireceğini, toplumu tüm köleleştirici bağlarından kurtaracağını ortaya koymaktadır. Bu bakımdan ona barikat kurmaya ve kitle hareketinden tasfiyeciliğe soyunanlara da er geç hak ettikleri dersi verecektir. Tasfiyeciliğin, salt gizli örgütü yozlaştırma ve dağıtma ve “legal Marksizm”e kapılanma olmadığı, bizde bundan da daha fazla, eylemi, taktiği ve önermeleriyle işçi ve halk hareketinde, burjuvazi yararına sonuçlar doğuracak bir ideolojik-politik ve pratik çizgi olarak, küçük burjuva “gürültü grupları”nın şahsında boy gösterdiği bugün daha da açıklık kazanmıştır.

Küçük burjuva “solculuğu”nun bugün gördüğü işlev tam da budur.

 

Haziran-Temmuz 1995

Katılımcı iktisat üzerine düşünceler “geleceğe bakmak” sınıf mücadelesinin neresinde yer alacak?

ABD’li bir sosyal bilimci olan Francis Fukuyama, ününü 1989’da en sağcı Amerikan yayınlarından birisinde yayınlanan “Tarihin Sonu mu?” başlıklı makalesiyle duyurdu. Fukuyama’nın adını duymayanlar bile, savunduğu görüşleri bir şekilde işittiler. Onun, bahsedilen sansasyonel makalede ortaya attığı görüşlerinin, kısa sürede “yeni dünya düzeninin” başlıca motiflerinden birisi oluvermesinden kaynaklanıyordu bu. “Yeni dünya düzeni”nin teorisyenlerine göre, 1989’da Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimler zincirleme olarak çökmüş, Ağustos 1991’de gerçekleşen ve başarısızlıkla sonuçlanan darbenin ardından Sovyet rejimi bütünüyle iflas etmişti. Bu, burjuva iktisatçılar, politikacılar, bilim adamları ve tarihçiler tarafından genel kabul gören bir olguydu. Ama bundan çıkarılan sonuçlar, yer yer farklılıklar gösteriyordu. Herkes bir şeylerin sona erdiğini söylüyordu. Kimisine göre sona eren şey, soğuk savaş dönemiydi, bir başkası soğuk savaşla birlikte sosyalizmin de bittiği düşüncesindeydi. Leninizm’in siyasal bir rejim olarak çöktüğünü, ama bunun yerini neyin alacağının tam belli olmadığını ifade edenler de vardı; kapitalizm ve sosyalizmin birbirine yaklaşmasıyla ideolojilerin sonuna gelindiğine inananlar da. Ama Fukuyama, yalnızca soğuk savaşın, ideolojilerin, sosyalizmin, sınıf mücadelelerinin vb. değil; tarihin de bittiğini söylüyordu.

“Tanıklık ettiğimiz şey, sadece Soğuk Savaş’ın bitmesi ya da savaş sonrası tarihin özel bir evresine geçilmesi değil, kelimenin tam anlamıyla tarihin sonudur; yani insanlığın ideolojik evrimin son noktasına ulaşması ve insanın insanı yönetmesinin nihai biçimi olarak Batılı liberal demokrasinin evrenselleşmesi. (…) (1)

Fukuyama’nın görüşleri yeterince açık ve iletmek istediği mesajlar oldukça dolaysızdır: Uzun yıllar süren mücadelenin galibi, Amerikan emperyalizmi tarafından yönlendirilen batılı liberal demokrasidir. O artık evrenselleşmiş bir sistemdir ve dışında bir şey tasarlanamaz bile. Umut edilecek, özlenecek, uğruna dövüşülecek bir şey kalmamıştır, ilk ütopyalardan başlayarak bütün yeni dünya tasarımları ve özlemleri artık gereksiz hale gelmiştir. Yeniyle tanımlanabilecek her şey bundan sonra ancak ve ancak galip sistemin içinde tanımlanabilir. Hepsi bu kadar! Uluslararası burjuvazinin, “yeni dünya düzeni”nin temel motiflerinden birisi olarak bu görüşleri seçmesinde şaşılacak hiçbir yan yok.

Francis Fukuyama’nın örneğin Immanuel M. Walterstein’in, örneğin Z’nin, örneğin Adam Przeworski’nin temel görüşleriyle bir biçimde birleşen düşüncelerinin hedefleri de yeterince açıktır. Yalnızca Marksist-Leninist iktisat, felsefe ve politika teorilerine ve devrimci sınıf mücadelesinin bütün birikim ve tecrübesine değil, kapitalist-emperyalist sistemin sonuçlarına yöneltilebilecek en küçük bir itiraza olduğu gibi yaşanılabilecek daha iyi bir dünya özlemine de saldırmaktadır onlar.

Ama burjuvazinin, devrimci proletaryaya yönelik ideolojik saldırılan her zaman bu kadar dolaysız bir biçimde olmuyor. Uygun tarihsel koşullarda, böylesi dolaysız saldırıların yıldızlan olarak parlatılan burjuva teorisyenler, sınıf mücadelesinin yeni bir ivme kazanmaya başladığı ve emperyalist krizin yeni bir aşamaya doğru hızla yol aldığı koşullarda sessizce sönüp gidiyorlar. İşte o zaman ideolojik mücadelenin biçimleri de farklılaşıyor; umut gibi, özlem gibi, alternatif gibi saldın konusu yapılabilen kavramlar ve onların tarih boyunca kazandığı anlamlar, sahip çıkılacak değerler haline dönüşebiliyor. Bu çalışmamızın başlıca konusu olan ve yine iki Amerikalı bilim adamı tarafından hazırlanan Geleceğe Bakmak/21. Yüzyıl İçin Kafalıma Ekonomi (2) başlıklı kitapta savunulan görüşler, ideolojik mücadelenin bu biçiminin zengin ve seçkin örneklerinden birisini oluşturmaktadır.

 

SİSTEME ELEŞTİRİ YÖNELTMENİN İMKÂNLARI

Michael Albert ve Robin Hahnel’in kitaplarının Türkçe ve İngilizce baskılarına yazdıkları önsözlerde kullandıktan ve öne çıkardıkları başlıca kavramlar şunlardır: Demokrasi, adalet, umut, insanlık, dayanışma, özgürlük, eşitlik, bir arada yaşama, katılımcılık, yeni bir dünyaya inanma vb… Bütün bu kavramlar elbette ki karşıtlarıyla birlikte kullanılıyor ve alternatif kavramına bağlanmaya çalışılıyor.

Ne başka ve yeni bir dünyaya duyulan özlem, ne yaşanılan sistemin sonuçlarından duyulan hoşnutsuzluk, ne bu dünyayı değiştirme isteği, ne de bütün bunların alternatif kavramı ekseninde yorumlanması yeni bir şeydir. M. Albert ve R. Hahnel de, kullandıkları kavramların ve onları ele alış tarzlarının yeni olduğunu öne sürmüyorlar zaten. Ama biz, sınıflara bölünmüş toplumlarda ezilmişliğe yönelik her türlü karşı çıkışın bir biçimde bu sistemde olmayan şeyleri düşünmeyi ve bu sistemde olmayan şeylere yönelmeyi de beraberinde getirdiğini biliyoruz. Bu, insanlığın ilk ütopyalarından beri böyledir.

Sınıflı toplumların, dolayısıyla sınıflar mücadelesinin ortaya çıkmasından bu yana, haksızlığa karşı hak, eşitsizliğe karşı eşitlik, baskıya karşı hürriyet vb. kavramlar ve bütün bu karşıt kavramların içeriklerinin bir araya gelmesiyle zihinlerde oluşan dünya ve toplum biçimi tasarımlarını öne sürüyor insanlık. Bugünden geriye dönülüp bakıldığında, insanlığın bu özlemlerinin (ve bu anlamda olmak üzere ütopyalarının) sadece düşünceler ve hayallerde kalmadığını, tersine, eylemli bir ifadeye de büründüğünü rahatlıkla görebiliriz. Köle isyanlarında, köylü mücadelelerinde ve işçi ayaklanmalarında somut bir görünüm kazanır bu. Şimdiye kadar yaşanan tarih, bunun yüzlerce örneğiyle doludur. Ulaşmak istedikleri şeylere özlem duyanlar, örneğin eşitlikten, örneğin özgürlükten yoksun olanlardı. Kimi zaman hedefsiz, kimi zaman dinsel temalarla, kimi zaman da baskıdan kurtulma perspektifiyle geliştirilen protesto ve eylemlere girişecek olanlar da onlar olacaklardı.

Ama ne olursa olsun, başka türlü bir hayata duyulan özlemlerin ve bunun bir çeşit ifadesi olarak gelişen ütopyaların çıkış noktalarında hemen hemen aynı istekler vardır: Bunlar, başlıca olarak eşitlik ve özgürlüktür. (Burjuvazi de bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığında başlıca bu kavramlarla belirlenen sloganları öne sürmüştü. Daha da ileri giderek bunları evrensel ilke ve değerler olarak sunmaktan da geri durmamıştı. Fakat evrensel ilkelerin gerçek bir savunuculuğunu yapabilmek için evrensel bir sınıf olmak, bunun için de kendi yok oluşunu öngörmek gerekiyordu.) Böyle bir özlemi yaratan maddi temeller ise, içinde bulunulan tarihsel koşullardaki sınıf çelişkileridir. Bir başka ifadeyle sömürünün, eşitsizliğin, adaletsizliğin ve baskının bulunduğu her yerde, bütün bunların ortadan kaldırılmasına yönelik talepler, bunların nasıl gerçekleşeceğinin ipuçlarını veren düşünceler ve eylemler daima vardır.

“Yeni dünya düzeni”nin sözcülüğünü yapan başlıca sözde bilim adamları, elverişli koşullarda ne diyorlardı oysa? Özlem duymak, karşı çıkmak yasak! İdeolojiler bitti! Sosyalizm bitti! Sınıf mücadelesi bitti! Bu anlamda tarih de sona erdi! Her şey sistemin içinde çözülecek! Başkası yasak!

Kuşkusuz ki, uluslararası burjuvazi de, tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci sınıfın işçi sınıfı ve yine tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci ve en bilimsel dünya görüşünün Marksizm-Leninizm olduğunu biliyordu. Ve her ikisinin de önemli oranda geriye çekildiği, durulduğu ve hırpalandığı dönemde, böylesi yüksek perdeden seslenişlerin imkânı da doğmuştu.

Geleceğe Bakmak’ın İngilizce baskısına yazılan önsöz, hayli sıra dışıdır. Bu önsözün daha ilk paragrafında şöyle yönlendirici bir çağrı vardır: “Okumakta olduğunuz bu önsöz, alternatif arayışların kayda değer bir uğraş olduğuna inanmayanlar için kaleme alınmıştır. Diğer okurlar doğrudan, 37. sayfadan başlayan giriş bölümüne geçebilirler.”

Tarihin sonunun geldiğini söyleyenler, alternatif bir dünya için mücadele etmenin olduğu kadar, alternatif arayışlarının da boş, aptalca, gereksiz, imkânı ve mümkünatı olmayan şeyler olduğunu söylüyorlardı. Albert ve Hahnel ise, bunun (alternatif arayışların) “kayda değer bir uğraş” olduğuna okuyucu ikna ederek başlamak istiyorlar işe. “Kahrolsun alternatif bir dünya düşüncesi ve alternatif arayışları” diyenlerle “yaşasın alternatif arayışları” diyenlerin aynı sınıfın temsilcileri olduklarını göreceğimiz gibi; birinci sloganın yüksek perdeden haykırıldığı dönemin devrimci proletarya hareketinin inişte olduğu ve sosyalizmin itibarının hayli zedelendiği bir ortamda, ikincisinin ise tersi bir dönemin işaretlerinin görülebildiği koşullarda söylendiğini de göreceğiz.

Geleceğe Bakmak yazarları, “alternatif arayışlara ikna önsözü”ne, New School Of Social Research’da saygın bir ekonomi profesörünün, örneğin Francis Fukuyama’yla aynı dönemde söylediği şu sözleri aktararak başlıyorlar: “Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki yarış, resmen başlamasının ü-zerinden henüz yetmiş beş yıl bile geçmeden sona erdi: Kazanan kapitalizm oldu. Sovyetler Birliği, Çin ve Doğu Avrupa’da yaşanan çalkantılı değişimler, kapitalizmin insanlığın maddi işlerini Sosyalizmden daha tatmin edici biçimde düzenleyebildiğinin en açık kanıtlarını sunmuştur. ” Özellikle 1989’dan itibaren çok işitilen sözlerdi bunlar. Heilbroner, bu söylediklerinden aynı zamanda şöyle bir sonuca da ulaşıyordu: Özgürlükçü ve eşitlikçi hedefler, güzel de olsa asla hayata geçilemez; kapitalizm ise kusurları olsa da işlemektedir ve kusurlarını giderme imkânlarını taşımaktadır. Öyleyse bütün bu hedefleri bir yana bırakmak ve kapitalizmin kusurlarının giderilmesine omuz vermek insan soyunun önündeki biricik görevdir.

Michael Albert ve Robin Hahnel ise “hayır” diyorlar; ve “hayırlarına şöyle başlıyorlar:

“Chicago”nun kapitalist gettolarından New York’un kapitalist işsizlik kuyruklarına, Los Angeles’in kapitalist ‘acil koğuşları’na ve Houston’un kapitalist pis ara sokaklarına (kapitalist Seattle’dan kapitalist Sarasota’ya kapitalist Dallas’tan kapitalist Detroit’e) kadar her yerde, yalnızca politik ve kültürel açıdan değil, ekonomik açıdan da ‘her şeyin yerle bir olduğu’ gün geçtikçe daha fazla çıplak gözle görülebilmektedir.

“Derinleşen eşitsizlik. Aşırı boyutlara varan evsizlik. Doymak bilmeyen militarizm. Suç işleme eğilimi. Kültürel metalaşma. Ekolojik çözülme. Yabancılaşma. Uyuşturucu müptelalığı. Bunlar; modern kapitalizmin, Amerika Birleşik Devletleri’nin her şehrinde görülen özellikleridir.”

Kapitalizmin kutsanmasına karşı, kapitalizmin her çıplak gözün görebileceği sonuçlardan yola çıkılarak geliştirilen sözde itirazların çıkış noktası burasıdır Geleceğe Bakmak’ta. Yukarıda, yazarların Türkçe ve İngilizce baskılara yazdıkları önsözlerde kullandıkları kavramları sıralamıştık. Bu kavramların, şu yukarıda aktardığımız pasajlarda yer alan ve emperyalist Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gündelik hayatın bu yalın anlatımında teşhir edilen kapitalizmin sonuçlarından türetildiğine kuşku yoktur.

 

ÜTOPYACILIK VE MARKSİZM

Bu, gerçek ezilenlerin ve onların yanında saf tutan parlak beyinlerin düşünce ve eylemlerinin, hasret ve hayallerinin de kaynağında bulunan şey değil midir? Evet, mitolojiden bilime uzanan uzun tarihsel süreçte, kendisine daima somut toplumsal koşullara özgü bir ifade biçimi bulan ve “olandan daha iyi”sini aramaya yönelen bütün imgelerin, bilinçsiz protestoların, bilinçli eylemlerin temel dayanaklarından birisi, daima yaşanılan kötü sonuçlardır. Ve bütün bu düşünce ve eylemler, yaşanılan bu kötü sonuçların oluştuğu iktisadi ve toplumsal sistemlerin temel özellikleriyle karakterize olmuşlardır.

Ütopya kavramı, ünlü İngiliz yazarı Thomas More’un düşüncelerinden ve temel eserine verdiği (Ütopya) isimden gelmektedir. More, toplumsal yaşamın temel meselesinin bencillik ve bireycilik olduğuna inanıyor ve bu çelişkinin ortadan kaldırılmasının başlıca yolunun ortak mülkiyete geçiş olduğunu düşünüyordu. Onun bu düşüncesinin gerçekleşebileceği yer ise, kafasında kurguladığı Ütopya Adası’ydı. Tommasa Campanella da yine aynı dönemin ideal toplum tasarımcılarından ve ütopyacılarındandı. Dinsel ve yarı dinsel temaları ağırlıklı olarak kullanan Campanella’nın temel ve ülküsel eserine verdiği ismin Güneş Ülkesi olması ise tesadüf sayılamazdı.

18. ve 19. yüzyılda ise artık, sosyalizm gibi, komünizm gibi artık az çok bütünlüklü bir gelecek tasarımına yönelebilen ütopyalar ortaya çıkmıştı. 16. ve 17. yüzyıl ütopyaları felsefi bakımdan idealistti; çünkü hasreti çekilen şeyler bu dünyadan başka yerlerde gerçekleşebilir şeyler olarak tasarlanıyordu; çünkü tasarlanan dünya zihinlerdeki tasarımlardan öteye geçemiyordu ve son olarak (bunların dolaysız bir parçası) özlenilen dünyanın nasıl ve hangi güçlere dayanılarak gerçekleşeceğine dair herhangi bir yönelimi yoktu. Artık kendisini sosyalist yahut komünist olarak tanımlamaya başlayan 18. ve 19. yüzyıl ütopyalarının ise, bunlardan ayrılan kimi temel yönleri yok değildi. Engels, bütün bu ütopyalar hakkında şöyle özlü bir değerlendirme yapıyor:

“Henüz gelişmemiş bir sınıfın bu devrimci başkaldırılarına karşılık olan teorik belirtiler vardı: 16. ve 17. yüzyıllarda ideal toplumsal koşulların ütopik tasarımları; 18. yüzyılda gerçekten komünist teoriler (Morelley ve Mably). Eşitlik istekleri artık politik haklarla yetinmiyordu; bireylerin toplumsal durumunu da kapsamına alıyordu. Ortadan kaldırılması gereken, yalnız sınıf ayrıcalıkları değildi, tersine, sınıf ayrıcalıklarının kendisiydi. Yeni öğretinin ilk biçimi, çileci, yaşamın bütün hazlarını kötüleyen Ispartalılara özgü bir komünizmdi. Ondan sonra üç büyük ütopyacı geldi: Orta sınıf hareketini onunla yan yana ilerleyen proletarya hareketinden hâlâ daha anlamlı bulan Saint-Simon; ve kapitalist üretimin en çok geliştiği ülkede, ve bunun doğurduğu uzlaşmaz karşıtlıkların etkisinde, sınıf ayrılıklarının giderilmesi konusundaki önerilerini sistemli ve Fransız materyalizmiyle doğrudan ilişkili olarak işleyip tüketen Fourier ve Owen.” (3)

Ütopik sosyalist düşünceler, kapitalizmin feodalizme üstün gelen yanlarından başka, onun bütün vahşi yanlarının da görülmeye başlandığı andan itibaren gelişmeye başlamıştı. Fakat yine Engels’in deyimiyle “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılan”mıştı. Marx ve Engels, bu üç ütopik sosyalistin “bütün zamanların en büyük düşünürleri arasında yer aldıklarını” yazmışlardı. Ancak, kendi sosyalizmlerini, onlarınkinden ayırmak üzere bilimsel olarak adlandırmaktan da geri durmadılar. Nasıl ki ütopik sosyalizmin “eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları”nda doğmaları rastlantısal değildiyse; bilimsel sosyalizmin proletarya hareketinin dünyanın belli başlı kapitalist ülkelerinde bir olgunluğa ulaştığı bir dönemde doğuşu ve gelişmesi de rastlantısal değildi. Marx ve Engels kendi sistemlerini geliştirirken hemen hemen bütün ütopyalardaki ortak temaları da devralıyorlardı. Fakat onlar, “an”a değil tarihe vurgu yapıyorlar, bütün insanlığın kurtuluşunun proletaryanın kurtuluşuna bağlı olduğunu söylüyorlardı. Böylece, bilimsel sosyalizmin “özünde eleştirici ve devrimci” bir yöntemin, devrimci bir sınıf eliyle bu dünyanın devrimci bir tarzda değiştirilmesinin temel ilkelerini veriyorlardı.

Dolayısıyla bütün ütopyaların kaynağında bulunan sefaleti, baskıyı ve eşitsizliği yaşayanların, bir anlamda yine bütün ütopyaların yaratıcılarının, devrimci eylemlerine dayanmak bilimsel sosyalizmin ayırt edici özelliğiydi. Çünkü geliştirilen sosyalizm ve komünizm gibi toplumsal gelecek tasarımları onun gerçekleştiricisi ve yaratıcısı olan maddi güçten, devrimci proletaryadan koptuğu ve uzaklaştığı oranda sözlük anlamıyla ütopyaya (batıllığa) yakınlaşabilirdi ancak.

 

SALDIRILARIN ORTAK NOKTASI: EKİM DEVRİMİNİN YARATTIĞI YENİ DÜNYA

Büyük Sosyalist Ekim Devrimi, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin ayırt edici yanlarının somut bir örneğini ortaya koyma özelliğini taşır. Neydi Ekim Devrimi’nin gösterdiği şey? O, bütün ütopik düşüncelerin ve ezilenlerin bütün özlemlerinin ancak bu dünyada ve ancak devrimci bir sınıf eliyle gerçekleşebilir olduğunu gösterdi ilk önce. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kuruluşu ve burada sosyalizmin inşası ile işçi sınıfının kurucu, yaratıcı ve geliştirici özelliklerinin yine somut örneklerini sundu.

1989’larda “yeni dünya düzeni”nin teorisyenlerinin sosyalist kurtuluş umuduna düzenledikleri saldırı, Ekim Proleter Devrimi”ne ve işçi sınıfının sosyalizm pratiğine yönelmekle başlıyordu işe. Bu saldırının bir başka biçiminin temsilcileri olan katılımcı ekonomiciler ise Ekim Devrimi’nin gerçekleştiği andan itibaren bütün daha sonraki dönem boyunca dünyada, asla, sosyalizm diye bir şeyin olmadığını ve gerçekleşmediğini söylemeyi ilk görevlerinden birisi sayıyorlar.

“Doğu’da çatırdayıp çöken şey, pek çok insanın inandığı gibi, sahiden kapitalizme karşı düşünülebilecek biricik alternatif ise, o zaman farklı bir ekonomik bakış açısı (Çalışmamızın başlıca konusu olan kitabın alt başlığı 21. Yüzyıl İçin Katılımcı Ekonomi’ydi. Bu alt başlığın bilinçli seçimi kitap boyunca geliştirilen düşüncelerin bütününe yansımaktadır. “Farklı bir ekonomik bakış açısı”, “alternatif bir ekonomi” vs. gibi kullanılan kavramlar, yazarların sistem eleştirme ve sistem kurmaya temel yaklaşımlarının anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Yazının ilerleyen bölümlerindeki tartışmalarımızın temel konularından birisi bu olacaktır.) geliştirmeye çalışmak gerçekten boşa kürek sallamak olur. Gelgelelim, çatırdayıp çöken, az sayıda bir eleştirmen topluluğunun 1917’den beri savundukları gibi, kapitalizme karşı çıkarılan tek ama ürkütücü derecede sorunlu bir alternatiften ibaret ise, o zaman daha iyi bir alternatif bulmaya çalışmak anlamlı bir çabadır.” sözlerine doğrudan yansımaktadır bu.

Burada çok zorlanılmadan görülebilecek olan önemli bir şey var: Bilimsel sosyalizm bir yandan, bütün insanlığın kurtulabilmesi için önce bir sınıfın kurtulması gerektiğini öngörüyor; bir yandan da bütün ezilenlerin asırlar boyunca dillendirdikleri ortak özlemlerin bilimsel bir ifadesini sunuyordu. Bu bakımdan Marksizm-

Leninizm, yalnızca “bütün ülkelerin işçileri”nin değil, aynı zamanda “dünyanın bütün halkları”nın da devrimci kalkışmalarının çıkış noktası olabiliyordu. İşte 1989’larla başlayan saldırı dalgasının temel motiflerinin Marksizm-Leninizm’e, sosyalizme, sosyalizmin pratiğine, işçi sınıfının öncü ve yaratıcı rolüne ve bununla birlikte ezilenlerin bütün umutlarına yönelişinin temelinde yatan şey buydu. Ama Geleceğe Bakmak’ın yazarları, Marksizm-Leninizm’i ve sosyalizmi, kopmazcasına bağlı olduğu bütün her şeyden yalıtma yolunu, kendi amaçları bakımından temel öneme sahip bir şey olarak görüyorlar, ve düşünce hasımı olarak seçtikleri Heilbroner’la geliştirmeye devam ettikleri polemikte şöyle diyorlar:

“Heilbroner’ın argümanı şöyledir: Sovyet, Çinli, Doğu Avrupalı liderler kendi ülkelerini ‘sosyalist’ diye adlandırdığına, onları Henry Kissinger, New York Times ve Heilbroner ile hemen hemen bütün Batılı Marksistler, ‘sosyalist’ diye adlandırdığına göre, bu ülkelerdeki ekonomiler sosyalist ilkelerin somut ifadeleri olmalıdır. Dolayısıyla bu ülkelerin yaşadıkları derin krizler sosyalist değerlerin -kapitalist değerlerin biricik alternatifinin- de reddedildiğini gösterir.” (vurgular bizim)

Bu satırlarda altını çizdiğimiz sözcüklerin oldukça bilinçli olarak seçildiğine hiç kuşku yoktur. Albert ve Hahnel’e göre ilk önce Sovyet, Çinli, Doğu Avrupalı liderler, (bu ülke işçileri ve halkları değil liderler) kendi ülkelerini sosyalist olarak adlandırmaktadırlar. Sonra ise, örneğin Heilbroner gibi Batılı “Marksistler”. Ve yine onlara göre, bu ülkeler, sırf bu adamlar öyle adlandırdıkları için sosyalisttirler; oysa böyle bir şey olamaz. Dolayısıyla Heilbroner vb.lerinin sosyalizmi ve alternatif arayışlarını reddedişleri tek kelimeyle anlamsızdır. Sırf birileri bu ülkeleri önce sosyalist ilan edip sonra da onun krizlerinin sonucu yine onlara (sosyalist değerlere) saldırıyorlar diye, sosyalist ilke ve değerlerden ve alternatif arayışlardan vazgeçilemez. “21. yüzyılın alternatifçileri” böyle düşünüyor ve bahsedilen ülkelerin hiçbir zaman sosyalist olmadığına dair inançlarını şu satırlarda açıklıyorlar:

“Bu örneklere ‘sosyalist’ etiketini takmak gerçek durumu yansıtsa yukarıdaki saptama (Heilbroner’ın yukarıda aktardığımız saptaması -bn.) isabetli olurdu; oysa Sovyet, Çinli, Doğu Avrupalı liderler kendi ekonomilerini ‘sosyalist’ diye adlandırdıklarında yalan söylüyorlardı. Henry Kissinger ile New York Times da yalan söylüyordu. Heilbroner gibi batılı Marksistler ise ya aldatılmışlardı, ya aptaldılar ya da onlar da yalan söylüyorlardı. Sosyalist değerler (eğer bu tanımlamayla eşitlikçi ve katılımcı değerleri kastediyorsak) asla bu ülkelerin herhangi birisiyle özdeşleşmemiştir”

Michael Albert ve Robin Hahnel, görünüşte “yeni dünya düzeni”nin temel yaklaşımlarının karşısında durmaktadırlar. Buna karşı duruşlarını, “yeni dünya düzeni” teorisyenlerinin ya da sonuçta onların geliştirdikleri “düzen”e bir şekilde bağlanan kimi sözde Marksistlerin temel yaklaşımına yönelttikleri eleştirilerle izah etme yoluna gitmektedirler. Yukarıda aktarılan pasajda parantez içine alman sözlere dikkat edilsin. Onlar “sosyalist değerler”e yöneltilen eleştiri ve saldırıların, yanlışlığına ve bilim dışılığına vurgu yapıyorlar ve kendilerinin “sosyalist değerler”den anladıklarıyla diğerlerinin anladıklarının birbirinden tamamen farklı şeyler olduklarını belirtmekte oldukça ısrarlı davranıyorlar. Sosyalist değerler, parantez içinde, eşitlikçi ve katılımcı değerler… Yazarların sosyalizm (ya da sosyalist değerler) kavrayışı bu. Bir başka ifadeyle, onlar, sosyalizm denilince, bu kavramlar ekseninde örgütlenmiş ekonomik bir topluluğu anlıyorlar. Ve binleri çıkıp da “bu eksende örgütlenmiş toplumlar ve ülkeler yaşamadılar ve dolayısıyla, böylesi ülküler de yaşayamazlar” dediğinde onlar, “şimdiye kadar bu ilkeler ekseninde örgütlenen hiçbir toplum ya da ülke yoktur ve olmamıştır; öyleyse buna göre örgütlenmiş bir toplum tasarımı neden imkânsız olsun ki” yanıtını veriyorlar.

Geleceğe Bakmakçılar bir başka yerde; bu ilkeler üzerinde örgütlenecek olan kendi sistemlerini “insani değerleri somutlaştıran yeni bir sistem” olarak tanımlıyorlar. Burada kullanılan “insani değerler” kavramının bu kullanım biçimiyle, bütün ezilenlerin ortak değerleri -yazımızın ilk bölümlerinde belirtmeye çalıştığımız gibi- bir bakıma aşağı-yukarı bütün ütopyaların öne sürdüğü değerleri çağrıştırdığını anlamak zor değildir. Gorbaçov’un da belki farklı amaçlarla, ama yine de aynı “temel insani değerler” kavramlarıyla yola çıktığı burada hatırlansın.) Ama bütün bu değerlerin, eylemli bir ifade tarzıyla birleştiği bilimsel sosyalizmden ve işçi sınıfı ve halkların devrimci ve sosyalist pratiklerinden kopartılmaya çalışıldığı da yeterince açıktır.

Bunun temelinde yatan şey, bilimsel sosyalizmin, ortaya çıkışından bu yana anti-emperyalist ve anti-kapitalist bütün işçi ve halk hareketleriyle birleşen ve böylece gerçek bir maddi güç haline gelen tek dünya görüşü olmasıdır. Kapitalizme ve emperyalizme yönelen hiçbir halk ve işçi hareketi, onların yerine sosyalist bir alternatif geçirmeyi amaçlamaktan geri durmadı şimdiye kadar. Bu yüzdendir ki, devrimci proletaryanın dünya görüşünün dışında gelişen, onun dışına düşen ama bir yandan da onu bozmaya, saptırmaya ve sonuçta burjuvazi ve kapitalizme bağlamaya çalışan bütün burjuva eğilim ve düşünceler, kendilerini bir biçimde sosyalist olarak tanımlamak zorunda hissettiler. Görülüyor ki katılımcı iktisatçılar da kendilerini, bir biçimde sosyalist olarak tanımlıyorlar: Ama tarihte sosyalist değerlerin hiçbir zaman ve hiçbir yerde hayata geçmediği savını ileri sürerek. Ama sosyalizmi, katılımcılık ve eşitlik değerlerinin toplamından meydana gelen bir sistem olarak tanımlayarak. Onlar, bu yüzden kendi alternatiflerinin ismini “sosyalizm” olarak değil de katılımcı iktisat olarak adlandırıyorlar. Buradan itibaren, izlenilen yolun, sosyalizme sözde sahip çıkarak ona saldırma olduğunun izleri görülmeye başlamıştır artık.

 

SOSYALİZMİN VE KATILIMCI İKTİSADIN KURUCU ÖĞELERİ

Katılımcı iktisatçıların üzerine çokça konuştukları, Sovyetler Birliği ve Çin gibi ülkelerde, sosyalist ilkelerin yaşayıp yaşamadığını, yaşadıysa hangi aşamaya kadar ve ne gibi biçimler altında yaşadığı tartışmasının yeri burası değil. Biz, Geleceğe Bakmak yazarlarını, sosyalizmin gerçek ilkelerine inanmaya, bunlarla birlikte devrimci proletaryanın devrimci ve sosyalist pratiklerine sahip çıkmaya, Marksizm-Leninizm’e inandırmaya ve ikna olmaya zorlayamayız. Ama onlar, eğer “sosyalist değerler”e sahip çıktıklarını ve insanlığın kurtuluşunun bu ilkeler ekseninde örgütlenmiş bir sistemle mümkün olduğuna inandıklarını söylüyorlarsa, bütün bunlar karşısındaki konumlarını açıkça ortaya koymak zorundadırlar.

Sosyalizm, geleceğin toplumunun sadece nereye bakılarak değil, aynı zamanda pratik, değiştirici bir bütünsel eylemin konusu haline getirilerek nasıl yaratılacağının üzerine konuşur ve buradaki temel öğe emektir. Dolayısıyla, sosyalizmde sadece ekonomi değil, bütün toplumsal ilişki ve örgüt biçimleri de, eğitim ve kültür de, her şey bu kurucu öğeye göre belirlenir. Proletarya devriminin görevi, toplumu, komünizmin bu aşamasında emek ekseninde örgütlemektir. Dolayısıyla, sosyalizmde sadece ekonomi değil, ama aynı zamanda bütün ilişki ve örgüt biçimleri de yeniden kurulur; bir önceki toplumdan devralınan hiçbir hazır biçim yoktur. Çünkü kapitalizm, her şeyiyle sermayenin çıkarlarına göre örgütlenmiş bir toplumsal biçimdir. Marx’ın deyimiyle, komünizmin bu aşamasında, “üretici olarak birey, topluma bir biçimde sunduğu emek miktarını, ondan başka bir biçimde geri alır.” Henüz, toplumun ilişki ve örgüt biçimleri de bu temele dayanmaktadır. Ama sosyalizm, sadece geleceğe bakmanın değil ama geleceğe yürümenin de, kaçınılmaz bir aşamasıdır: Özel mülkiyet sistemine son verilmiş ve emeğe göre örgütlenmiş bir toplum kurulmuştur. Ama buradaki eşitlik, henüz, sosyalizmin “içinden çıkıp geldiği biçimiyle”‘ bir komünizmdir. Burjuvaziye ait olan örgüt ve ilişki biçimleri ortadan kaldırılır: Burjuvazinin şiddet aygıtlarının yerine emekçilerden oluşan silahlı halk milisleri örgütlenir; bürokrasinin yerine, her an görevden alınabilir ve daima denetlenebilir olan temsilciler aracılığıyla uygulanan bir yönetim biçimi geçirilir. Sovyetler, sendikalar vb. örgütler emekçilere yönetimin her biçimine katılma imkanını verir. Toplum, burada, bayraklarının üzerine, “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre”yi yazmanın ilk ve zorunlu koşulunu elde edebilmiştir ancak. Özellikle Stalin dönemi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ihtilalci pratiği, bunun somut tarihsel koşullardaki zengin tecrübe ve birikimini sunmuştur.

M. Albert ve R. Hahnel’in, kendi alternatif arayışları sonucunda ulaştıkları alternatif sistemlerini katılımcı iktisat olarak adlandırdıklarını biliyoruz. Katılımcı iktisadın kurucu öğelerine geçmeden önce, katılımcı iktisatçıların, sosyalizmin temel ilkelerine nasıl yaklaştıklarını görelim.

Yazarların, okuyucuyu kendi düşüncelerine ikna etmekte kullandıkları yöntem, aslında çok bilinen ama oldukça sinsi ve oldukça kurnazca olan bir yöntemdir. Onlar, önce, “alternatif arayışların kayda değer bir uğraş olduğunu kanıtlamak üzere “ünlü bir batılı Marksist”in düşünceleriyle polemik yapmayı tercih etmişlerdi. Bir başka ifadeyle, “sosyalizmin öldüğü ve kapitalizmin kesin bir zafer kazandığı”na dair öne sürülen düşünceleri, ünlü Batılı bir Marksist’i konuşturarak öne sürmüşler, sonra da bunun alternatif arayışlara yönelmenin önünde bir engel olmadığını ifade etmişlerdi. Bu yol üçüncü bir alternatifi öne sürmenin ilk adımıydı. İkinci adım ise “sosyalizm pratiği”nin hiçbir koşulda sosyalist ilkelere dayalı bir pratik olmadığını bu sefer iki Macar yazarı konuşturmaya ve öne sürdükleri savları kanıtlamak üzere konuşturmaya başlayarak atıyorlar. Önce, yazarların kendi tezlerini dinleyelim:

“Kabul etmek gerekir ki Doğu bloğu ülkeleri üretim araçlarında özel mülkiyeti kaldırmış ve dolayısıyla kapitalizmi reddetmişlerdi. Ancak Stalinizmde somutlanan politik zulüm göz önüne getirildiğinde, bu ülkeler kapitalist yönetimi kaldırıp onun yerine bürokratik yönetimi geçirmekten bir adım öteye gidememişlerdi. Yeni yöneticiler, işçilerle tüketicilerin ortaklaşa çabalarını birlikte etkili ve adil biçimde planlamalarını sağlayacak demokratik işleyişleri hayata geçirmek yerine, gerek sıradan işçilerin gerekse tüketicilerin ekonomik kararlara katılmalarını engelleyen bir hiyerarşik planlama yolunu dayatmışlardı. Dolayısıyla bir egemen sınıfı, kapitalistleri kovup (eski patrona yuh!), onun yerine koordinatör diye adlandırdığımız bir başkasını getirmişlerdi (yeni patrona alkış!).”

Yazarlar, bu tezlerinin ardından ve bu tezlerini kanıtlamak üzere şimdi de iki Macar yazarın ağzından konuşmaya başlıyorlar. Bu Macar yazarlar, George Konrad ve Ivan Szelenyi’dir. Onların, bizim yazarlarımız tarafından “güzel ve sağlam bir dokuya sahip” olarak tanımladıkları yapıtlarının adı ise, Entelektüeller Sınıf İktidarı Yolunda’dır. Yukarıda öne sürdükleri tezi kanıtlamak üzere bu kitabı seçişlerini şöyle gerekçelendiriyorlar:

“Bu kitabı iyice okursak, ABD hükümeti, Sovyet hükümeti, New York Times ile çoğu Batılı Marksist’in bir hayli ilerisine geçip Doğu bloğunda işçilerin şu anda ekonomik yaşamlarını kendilerinin yönlendirmediklerini, geçmişte de asla yönlendirmemiş olduklarını anlamamız mümkün olur” (vurgu bizim).

Katılımcı iktisatçılar, önce, Konrad ve Szelenyi’nin bugüne ilişkin anlatımlarını aktarıyorlar; sonra da, buradan yola çıkarak geçmiş, bugün ve gelecek üzerine saptamalar yapıp düşünceler öne sürüyorlar: “Koordinatörizm üretim sorumluluklarını öyle bir şekilde paylaştırır ki, bazı insanlar (koordinatörler) esas olarak zihinsel, idari ve yaratıcı görevleri üstlenirken, diğerleri (işçiler) esas olarak başkalarının belirlediği rutin işleri yaparlar; demek ki ilk grup sonrakini yönetir.” Onların dilinde sosyalizm, koordinatörizm; ona bağlı olarak kullanılan diğer kavramlar ise bunlardan türetilmiş benzer kavramlar olarak kullanılmaktadır. Ve yine onlar, “koordinasyona dayalı ekonomi” olarak tanımladıkları sosyalizmin, uygulandığı bütün ülkelerde ve bütün zamanlarda ne gibi bir pratik işlerlik kazandığını Macar yazarlarla birlikte şöyle açıklamaktadırlar:

“Batıda olduğu gibi Doğu bloğunda da entelektüellerin kazançları, işçilerin kazançlarından çok daha yüksektir. Beyaz yakalı zihin işçileri daha iyi semtlerde, daha konforlu dairelerde otururlar. Şehirlere yerleşmeleri ve bütün hizmetlerin sağlandığı konutlarda devlet yardımıyla yaşama izni almaları daha kolay olur. Beyaz yakalılar çalıştıkları işyerlerine görece yakın semtlerde yaşarlarken, işçi sınıfının büyük bir kesimi, her gün, kamu hizmetlerinin yetersiz olduğu köylerden ya da banliyö gettolarından işe gidip gelmek zorunda kalmaktadır. Aydın kesiminin çocukları daha iyi okullara gider ve üniversiteye devam etme oranları daha fazladır. Devlet ve parti yetkililerine titiz bir bakım olanağı sağlayan özel hastanelere yalnızca entelektüeller ile onların bakmakla yükümlü oldukları kişiler başvurabilirler. Dahası, çoklukla entelektüellerin çalıştığı kurumların kafeteryalarında fabrika kantinlerinden daha kaliteli yemek çıkarılır.”

Burada, yazarların izlediği yöntem bakımından dikkat edilmesi gereken iki temel nokta vardır. Bunlardan birincisi, katılımcı iktisatçıların, Macar yazarlardan aktardıkları sözler, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinin son dönemlerine ilişkin yapılan gözlemlerdir, ikincisi ise, Albert ve Hahnel’in bundan çıkardıkları sonuçların 1917’den başlayarak yaşanan bütün devrimci ve sosyalist pratiklere ilişkin olmasıdır. Artık iyice bayatlamış olan bu kaba ve burjuvaziye has yöntemden yukarda anlatılan sonuçların nedenleri olmak üzere ulaşılan sonuçlar ise şunlar olmaktadır:

“Komünist partiler, iktidara geldikten sonra, işçi konseyleri, fabrika komiteleri ve sendikalardan tutun işçi topluluklarına, tiyatro gruplarına ve spor kulüplerine kadar yalnız işçilerin katıldığı bütün örgütleri çabucak dağıtmışlar ya da niteliğini değiştirmişlerdir…

“Bolşevizm, entelektüellere, iktidar ele geçirilince kendilerini özgül çıkarları temsil etme görevinden kurtaran bir program sunmuş ve özgül çıkarlardan basitçe bir güç kazanma aracı olarak yararlanmıştı… Mülksüzleştiricilerin mülksüzleştirilmesiyle ve ücretlerin doğrudan yönetim ve denetleme organlarının ortadan kaldırılmasıyla, Bolşevikler yeni bir rasyonel bölüşüm sisteminin (yani, koordinatörizmin) ana hatlarını belirlemişlerdir.”

Onların dilinde proletarya diktatörlüğü bir avuç komünistin ve entelektüellerin, işçiler üzerinde kurdukları egemenlik biçimidir. Şu ya da bu ülkede, bu biçimde olmasının hiçbir önemi yoktur bunun. Ama yazıktır ki, Albert ve Hahnel’in başlıca saldırı konusu yaptıkları koordinasyona dayalı olarak örgütlenmiş ekonomik topluluk ve ülkelerin hepsi; örneğin Heilbroner’in, örneğin Fukuyama’nın saldırı konusu yaptıkları “topluluk” ve ülkelerle aynıdır. Kuşkusuz ki “yeni dünya düzeni” teorisyenleri, sosyalizme saldırırken işçi sınıfının devrimci diktatörlükleriyle ve onun özgül bir biçimi olarak örgütlenmiş olan halk demokrasileriyle, daha sonra revizyonist diktatörlüklere dönüşen ülkeler arasında bir ayrım yapmıyorlardı. Katılımcı iktisatçılar da böyle bir ayrım yapmıyorlar: Onlar, doğu bloğunun çeşitli revizyonist diktatörlüklerindeki gündelik yaşamdan seçtikleri örnekleri soyut, kuru ve kaba bir biçimde, bütün olarak sosyalizme mal ediyorlar. (Yazarların kapitalizmi eleştirirken de, diyelim ki Amerikan hayatının gündelik görünüm biçimlerinden yola çıkmaları ve eleştirilerini bu sonuçlara yöneltmeleri rastlantısal bir şey değildir.) İçini boşaltarak ve gerçek içeriğinden kopararak sözde sahip çıktıkları “sosyalist değerler”i (yani eşitlikçilik ve katılımcılık’ı) alternatiflerinin başlıca kurucu öğeleri olarak açıklıyorlar. Yer yer, Marx’ın daha çok komünist toplumun üst evresi üzerine yaptığı tanımlamaları kullanmayı ve ona öykünerek konuşmayı ise işlerine geldiği gibi, işlerinin konusu yapıyorlar.

Onların tasarladıkları sistem her şeyden önce katılımcı ve eşitlikçidir. Ve katılımcılık ve eşitlikçilik ile belirlenen katılımcı ekonomi, şu an dünyada insanlığın önünde bulunan üç ana seçenekten birisini oluşturmaktadır. Yazarlar, bu seçeneklerin, kapitalizm, koordinatörizm ve katılımcı ekonomi olduğunu ve koordinatörizmin başarısızlığının, geriye kalan tek seçeneğin kapitalizm olduğunu göstermediğini öne sürüyorlar.

 

“SİSTEM KARŞITI” DÜŞÜNCELERİN SINIFLAR MÜCADELESİ AÇISINDAN TAŞIDIĞI ANLAM

Marksizm, başta devrimci proletarya olmak üzere, bütün ezilenlere kurtuluşun gerçek yolunu gösterirken neleri ortaya koymuştu? Marksizm, her şeyden önce, işçi sınıfının bu dünyayı devrimci bir tarzda değiştirebileceğinin bilimsel ilkelerini açıkladı (diyalektik materyalizm). Tarihsel materyalizm, şu temel soruların bilimsel yanıtlarının açıklanmasından oluşuyordu: “Halk kendi tarihini yapar, ama halkın, halk yığınlarının güdülerini belirleyen, yani çatışan fikir ve uğraşların çarpışmasına yol açan nedir? İnsan toplumunun yığınları içindeki bu çarpışmaların vardığı sonuç nedir? İnsanın bütün tarihsel faaliyetinin temelini oluşturan maddi yaşamın üretiminin nesnel koşulları nelerdir? Bu koşulların gelişme yasası nedir?” Şimdiye kadarki bütün sınıflara bölünmüş toplumların tarihinin, sınıf savaşımları tarihi olduğunu ortaya koyan Marksizm, aynı zamanda tarihin şimdiye kadar tanıdığı en devrimci sınıfın işçi sınıfı olduğunu da ortaya koydu. Marx’ın ve Marksizm’in başyapıtı olma özelliğini hâlâ taşımaya devam eden Kapital’in alt başlığı, “kapitalist üretimin eleştirel bir tahlili”ydi. Ve sosyalizme gidişte işçi sınıfının öncü rolünün, bizzat kapitalist üretim koşullarında, emek ve sermaye arasındaki temel çelişmede yattığı bütün ayrıntılarıyla burada açıklanıyordu. Bütün insanlığın kurtuluşu için önce işçi sınıfının kurtuluşunun tarihsel bir zorunluluk ve böylece işçi sınıfının evrensel bir sınıf olduğu gerçeğinin açığa çıkarılması, sosyalizmin dayanacağı maddi gücün ne olduğunu gösteriyordu.

Dolayısıyla bilimsel sosyalizm, şimdiye kadar kapitalizme karşı geliştirilen bütün eleştirilerden, düşüncelerden ve alternatiflerden bütün bu temel özellikleriyle ayrılıyordu. Sosyalizm ve komünizm, ilk kez Marx ve Engels tarafından dile getirilen kavramlar değildi. Ama Marx ve Engels, komünizmi, “güzel bir gelecek hakkında gerçekleşemez bir rüya olarak değil, devrimci araçlarla gerçekleştirilebilir objektif bir zorunluluk, tarihten gelen bir amaç” olarak kavramışlardı. Dolayısıyla bütünlüklü bir teori olarak Marksizm-Leninizm, bütünlüklü bir toplumsal sistem olarak sosyalizme gidişte devrimci proletaryanın yegane eylem kılavuzu olabildi. Bir kez daha yineliyoruz: Ekim Proleter Devrimi ve SSCB’de Stalin döneminin ihtilalci pratiği, böylesi bütünlüklü bir toplumsal sistemin bu dünyada gerçekleşebileceğini ve gerçekleşebildiğini gösteren, sosyalist bir program ve pratik bir örnektir. Ama Marksizm-Leninizm, “tarih boyunca hiçbir toplumsal sistemin, yenilgiler, geriye çekilişler ve geriye dönüşler olmaksızın, tarihsel olarak ömrünü doldurmuş bulunan- ve çürüyen toplumsal sistemin yerini almadığını” da göstermiştir.

Kapitalizme karşı yöneltilen eleştirilerin, onun kötü sonuçlarına karşı duyulan hoşnutsuzluğun, ona karşı geliştirilen alternatif düşünce ve alternatif sistemlerin, ne gibi bir anlam ve ne gibi bir önem taşıdığının tek bir temel ölçütü vardır: Bu, yapılan eleştirinin, geliştirilen karşı düşüncenin ve alternatifin, hangi sınıfın yanında ve nasıl bir yer tuttuğudur. Çünkü her düşünce sistemi ve her alternatif, iki sınıftan birisinin kendi mücadelesinin konusu ve aracı olabilir. Bu bakımdan bizim açımızdan önemli olan, katılımcı iktisadın ve katılımcı iktisatçıların, sınıf mücadelesinde hangi sınıfın yanında saf tuttukları ve hangi sınıfın sözcüleri olduklarıdır. Yoksa kapitalizmin çıplak gözle bile görülebilir olan sonuçlarına bir biçimde eleştiri yöneltmek marifet olmadığı gibi, örneğin sırf değişiklik olsun diye sözde yeni alternatifler türetmeye kalkışmak da sürüp giden sınıf mücadelesi açısından hiçbir değer taşımayacaktır. Tarihe, bir bakıma da yakın tarihe baktığımızda, burjuvazinin güncel çıkarlarına cevap versin diye ortaya sürülen düşüncelerin hiçbirinin artık hatırlanmadığını, çabucak unutulup gittiğini görmek hiç de zor değildir.

Albert ve Hahnel, bu yapıtlarının yarattığı yankılar hakkında şunları söylüyorlar: “Bu kitabın yayınlanışından beri… insanların kapitalizmden daha iyi bir yaşamı hak etmediklerine ve bunu sağlamaktan aciz olduklarına kendilerini bir türlü inandıramayan bir avuç insan arasında, istenilir bir ekonomi konusunda kışkırtıcı bir tartışma canlanmıştır. Science and Society ve The Review of Radical Political Economics gibi bilimsel dergiler bu tartışmaya ayrılmış özel sayılar çıkarmışlardır. Z. Magazine bir sempozyuma yer vermiştir. Peacenet, internet ve zbbs gibi bilgisayarlarla haberleşme şebekelerinde katılanların birbirlerinin argümanlarına hararetle karşı çıktıkları bir dizi forum yapılmıştır. “

Bu iki ABD’li bilim adamı ve geliştirdikleri alternatif sistem, şimdiye kadar elde ettikleri ve şu yukarıda aktarılan tartışma ortamlarının dışına çıkabilecekler midir? Bu durumda sınıf mücadelesinin canlı pratiği içinde nasıl bir yer tutacak ve kime/neye hizmet edecektir? Bu sorulara verilecek yanıtlar, onların sistemlerini tartışma konusu yapacağımız yazımızın ikinci bölümünün konusu olacak.

 

DİPNOTLAR

(1) Eski Dünya’dan Yeni Dünyaya adlı derleme içinde, s. 194, Hil Yayınları, Eylül 1993, İstanbul

(2) Geleceğe Bakmak/21. Yüzyıl İçin Katılımcı Ekonomi, Michael Albert-Robin Hahnel. İngilizceden çeviren: Osman Akınhay. Ayrıntı Yayınları, Haziran 1994, İstanbul.

(3) Ütopik ve Sosyalizm, Friedrich Engels, s.58. Çeviren: Öner Ünalan, 7. Baskı, Sol Yayınları. Eylül 1993, Ankara.

 

Haziran-Temmuz 1995

Biyolojik determinizm, ırkçılık ve “yeni dünya düzeni” Tarafsız bilim var mıdır?

İnsanın, doğayı ve kendini değiştirme-dönüştürme eylemi, var olmasından bu yana en temel uğraşı olagelmiştir. Toplumsal yaşama geçişle birlikte bu uğraş, örgütlü ve sistemli bir zeminde gelişmeye başlamış, gelişmenin sınırlarını ise maddi yaşamın devamı için zorunlu ihtiyaçların üretimi ve yeniden üretimi belirlemiştir. İnsanın zorunlu ihtiyaçlarını üretme yeteneği ve bununla karşılıklı etkileşim içerisinde üretim tekniği geliştikçe, bir başka deyişle emek araçları ve emeğin üretkenliği geliştikçe insanın doğayı ve kendini değiştirme amaçlı anlama eyleminin de sınırları genişlemiştir. Bu olgu aynı zamanda, bilimin ve bilimsel araştırmaların ortaya çıkışının da maddi temelini oluşturur. Ancak bir kategori olarak bilimin ve farklı bilim dallarının gelişimi ve ortaya çıkışı, insanın doğayı ve kendini değiştirme eyleminin ileri bir aşamasına tekabül eder. Sınıflı toplumlara geçişle birlikte insanın doğayı, kendini ve yaşadığı toplumu, değiştirme amaçlı anlama çabasına bağlı olarak ortaya çıkan düşüncelerin ve bilimsel bulguların kabulünün ve bütün topluma yayılmasının sınırlarını ise, tarihselliği içerisinde her toplumsal sosyoekonomik formasyon içerisinde egemen olan sınıfın çıkarları belirlemeye başlamıştır.

Yaşadığı çağın önde gelen ve dönemi açısından her biri birer deha sahibi olan birçok bilim adamı ve filozof, egemen sınıfın ve egemen ideolojinin çıkarlarına ters düştükleri anda her türlü baskı ve şiddete maruz kalmıştır.

Örneğin; başından beri materyalist olarak gelişen doğa bilimleri, ortaçağın egemen sınıfı senyörlerin ve toprak beylerinin, özellikle de toplumun yönetiminde önemli bir güce-otoriteye sahip olan kilisenin yoğun baskılarıyla karşılaşmıştır. Ortaçağ’a egemen olan skolastik düşünce ve eninde sonunda din ve tanrı inanışına indirgenen felsefi idealizm, materyalist doğa bilimleri ve savunucuları karşısında acımasızdır.

Antikçağın önde gelen filozoflarından Aristoteles, dine saygısızlıktan hakkında a-çılan davalardan dolayı Atina’yı terk etmek zorunda kalmış, Sokrates ise tanrı düşmanlığı ve inançsızlığın propagandasını yaptığı gerekçesiyle ölüme mahkûm edilmiştir. Giordano ve Galilei gibi birçok bilim adamı da ortaçağ egemenlerinin despotizminin en çarpıcı örneklerini sergilemiş olan engizisyon mahkemelerinde yargılanmış, kimi ölüme mahkûm edilmiş, kimi zindanlara atılmış ve kimisi de düşüncelerini inkâr etmek durumunda bırakılmışlardır.

Sonuçta; tarihselliği içerisinde günümüze gelinceye kadar bilimsel gelişmeler, yeni bilimsel bulgular ve onların savunucuları, egemen sınıflar tarafından üç temel tutumla karşılanmıştır: Bunlardan ilki; ortaçağ örneğinde olduğu gibi her türden bilimsel bulguyu bütünüyle reddetmek ve şiddetle, zorla bastırmak. Diğeri; kendi sınıf çıkarlarının geleceğini garanti altına alma çabasına bağlı olarak bilimsel gelişmeleri, sınıf egemenliklerinin kaçınılmazlığının propagandasına alet etmek ve kendi sınıf egemenliğini haklı çıkaracak sözde bilimsel çalışmalar ve araştırmalar yaptırmak. Bunu yaparken de, bilimsel gelişmeler ve bulgular karşısında egemen ideolojinin sınırlarını genişletip, bir biçimde bunları kendi sınıf ideolojileri içerisinde konumlandırmak ve çıkarlarına uygun yorumlamak. Ve son olarak, bilimsel bulgu ve gerçeklerin içeriklerini boşaltmak, yozlaştırmak, kabaca bir bilgi yığını düzeyine indirgemek veya teknik kavramlara boğarak anlaşılmaz hale getirmek.

Her üç tutum da; sınıflı toplumların tarihsel evrimi içerisinde, sınıf mücadelelerinin aldığı seyre göre değişkenlik göstermiş, egemen sınıflar tarafından kimi zaman, aynı zaman dilimi içerisinde bir arada, kimi zaman da birbirini takip eden bir sürecin halkaları olarak ortaya çıkmışlardır.

Örneğin, kapitalist toplum için söyleyecek olursak, burjuvazi işine geleni bilim olarak kabul etmiş, işine gelmeyeni ise reddetmiştir. İşine gelmeyen ama kendisine rağmen kabul görüp etkin olma potansiyeli taşıyan bilimsel gelişmeleri ise bir şekilde burjuva ideoloji içerisinde yozlaştırmaya, “kırk dereden su getirip” kendi sınıf çıkarlarının dayanakları yapmaya çalışmıştır.

Ancak bütün bu tutumlarda, takınıldıkları dönemler boyunca ortak olan bir yön vardır: Geniş halk yığınlarını her tür bilimsel gelişmeden ve bilimsel bilgiden uzak tutmak ve bilimsel bilginin geniş emekçi halk yığınları tarafından özgürce edinilmesinin bütün maddi olanaklarını ortadan kaldırmak.

Dolayısıyla, tarih boyunca bilimden yana olmak ve bilimsel araştırmalar yapmak, egemen sınıflara karşı sürekli bir mücadeleyi gerektirmiş ve gerçek anlamlarını bulabilmeleri ve kabul görmeleri ancak böyle bir mücadeleyle mümkün olmuştur.

 

GENETİK VE BİYOLOJİK DETERMİNİZM

Son dönemlerin “yeni” ve en “popüler” bilim dallarından biri olarak modern biyoloji ve genetik oldukça ilgi görüyor, dahası egemen burjuva sistemin ve ideolojinin temellendirilmesine konu oluyor. Tüm bunlar modern biyolojiyi de içine alan “modern bilim”in ideolojisi adı altında yapılıyor. Egemen burjuva sistem, ideolojisini, bu yolla tahkim etmeye ve yeniden üretmeye çalışıyor. Bu ideoloji; biyolojik bir organizma olarak insanın; toplumsal yaşamın, sınıf farklılıklarının ve buna bağlı olarak farklı yaşam biçimlerinin ve düzeylerinin belirleyici özelliklerinin kaynağını, atom veya birey olarak tespit ediyor ve bu temelde açıklamaya çalışıyor. Dünyayı incelemenin yolu olarak, dünyayı tek tek parçalara ayırmayı ve bu ayrı parçaların özelliklerini incelemeyi öneriyor. Bunun için de, “dünyayı içsel ve dışsal ‘olarak bağımsız otonom alanlara” bölüyor. Ve “Nedenler ya içseldir ya da dışsal, aralarında hiçbir ortak bağ yoktur.” diyor/*)

Prof. Dr. Lewontin “modern bilim”in ideolojisi biyolojik determinizm için “organizmaların ve onların tüm yaşam faaliyetlerinin özgün bir tablosunu ortaya çıkardı.” diye yazıyor ve devam ediyor: “Canlılar, içsel nedenler, yani genler tarafından belirlenmiş şeyler olarak anlaşılmaktadırlar. Genlerimiz ve onları meydana getiren DNA molekülleri ‘takdir’in modern biçimleridirler ve bu görüşle genlerin neden meydana geldiğini bilirsek, ne olduğumuzu anlayabileceğiz. Dışımızdaki dünya kendimizin yaratmadığı fakat yalnızca nesneler olarak görünen belli sorunları önümüze koyar. Sorunlar eş bulma, yiyecek bulma, diğerleriyle rekabette yarışı kazanmak, dünya kaynaklarını kendimize mal etmektir ve eğer doğru cins genlere sahipsek sorunları çözebileceğiz ve daha fazla döl bırakacağız. Öyleyse bu görüşe göre, gerçekte bizim aracılığımızla kendi kendini üreten bizim genler imizdir. Biz sadece onların aracıyız. Bizi dünyaya yayılmak için başarılı veya başarısız kılan kendi kendini tekrarlayan moleküllerdir. Bu biyolojik görüşü öneren önde gelen isimlerden biri olan Richard Dawkins’in deyişiyle biz, genleri ‘bedenimizi ve aklımızı yaratan’ ‘akılsız robotlar’ız.”

Modern biyolojiyi de içine alan “modern bilim”in ideolojisi olarak önümüze konulan biyolojik determinizmi daha yakından tanımak için aktarmaya devam edelim:

“Genler bireyleri, bireyler toplumu meydana getirirler, bunun için de genler toplumu yaratırlar. Eğer bir toplum diğerinden farklı ise, bu bir toplumdaki bireylerin genlerinin diğer toplumunkinden farklı olmasındandır. Ne kadar saldırgan, yaratıcı veya müziğe yatkın olduklarına göre farklı ırkların genetik olarak farklı oldukları düşünülmektedir. (…) Bunun içindir ki, moleküler biyologlar bir insanın DNA dizilimini keşfetmek için gerekli en fazla parayı harcamamız için bizi zorlamaktadırlar. Genlerimizi oluşturan molekül dizilimini bildiğimiz zaman insan olmanın da ne demek olduğunu bileceğimizi söylemekteler. DNA’mızın nasıl bir şey olduğunu bilirsek neden bazılarımızın zengin bazılarımızın fakir, bazılarımızın sağlıklı ve bazılarımızın hasta, bazılarımızın güçlü ve bazılarımızın zayıf olduğunu da bileceğiz. Aynı zamanda neden bazı toplumların güçlü ve zenginken diğerlerinin zayıf ve fakir olduğunu, neden bir ulusun, bir cinsin, bir ırkın diğerini ezdiğini de bileceğiz…”

“… doğuştan gelen yeteneklerde farklılaştığımız, bu doğuştan gelen farklılıkların biyolojik olarak kalıtsal olduğu, ve insan doğasının hiyerarşik toplumun biçimlenmesini sağladığı- birlikte ele alındığında biyolojik determinizm ideolojisini meydana getirirler.”

İdealizmin; bütün statükocu ve yaşadığı sistemi mutlaklaştırıp meşrulaştırıcı bütün mistik öğelerini görebilirsiniz, Prof. Dr. Lewontin’in biyolojik determinizm savunucularının temel iddialarını aktardığı bu satırlarda. Hatta her şeyi bilmek ve anlamak adına bilinmezciliğin ve değişmezliğin savunusunu yapmakta gösterdiği uyanıklık ve yetenekle yüzyılımızın en zeki ve çarpıcı örneğini teşkil ediyor(!) Richard Dawkins’ ten aktarılan son sözler!

İnsan, Prof. Dr. Lewontin’in yazdığı bu satırları okurken ister istemez kendisini kapitalizmin (emperyalizmin) genetik kaçınılmazlığının korkunçluğuyla yüz yüze hissediyor! Ancak bu yeni bir şey değil. Tarihselliği içerisinde birçok kez idealist filozoflar, yaşanan toplumsal sistemi değişmez, mutlak ve hatta kutsal ilan ederek sömürülen yoksul insanları, “kötü kaderleri”ne razı olmak zorunluluğuyla yüz yüze bırakmışlardır.

Örneğin Aristo, çağının en büyük dehası olmasına karşın, köleliğin ve köleci toplumun değişmezliğini savunmuştur. Hegel’in düşüncesine göre ise Prusya devleti, “devlet idesi”nin zorunlu bütün koşullarını kendisinde toplamış olan mükemmel ve değişmeyecek son biçimi temsil ediyordu.

Bugün de aynı şeyi burjuva bilim adamları, burjuva biyologlar yapıyor. Modern biyolojideki ve genetik araştırmalardaki gelişmeler onların elinde kâh mistisizmin, kâh değişmezliğin, kâh mutlaklığın gölgesinde gericileşiyor ve insanlığın geleceği açısından taşıdığı bütün bilimsel değeri kaybederek, burjuvazinin sınıf çıkarlarının savunulmasına ve kutsanmasına alet ediliyor.

Ortaçağda maddi dünyanın ve onun i-çerisinde toplumsal maddi gerçekliğin tek kaynağı tanrıydı. “Bilim ve Teknoloji Çağı”, “Bilgi Çağı”, “Uzay Çağı” vb. çok isimli bugünkü çağımızda ise, maddi dünyanın olmasa da, bütün toplumsal maddi gerçekliğin kaynağı genlerimiz oldu. Tanrı yeryüzüne indi ve şimdi biyolojik deterministler sayesinde genlerimizde yaşıyor.

 

EVRİM VE BİYOLOJİK DETERMİNİZM

ABD’deki Berkeley Üniversitesi tarafından yürütülen kazılarda günümüzden 4 milyon 400 yıl öncesine ait olan yeni bir iskelet bulundu. İskeletin, insanın atalarından yeni bir türe ait olduğu tahmin ediliyor. Araştırmalara katılan ve kazıda görev alan Ankara Üniversitesi DTCF Paleo-antropoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Ersin Güleç, “uzun yıllar, insanın kökenine ait bilinmeyen halkanın” araştırıldığını söyleyerek bunun bulunmasının karanlıkta kalan birçok noktayı aydınlatacağını belirtiyor.

Yine, dünyanın 4.6 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğu, dünya üzerinde yaşayan ortak ata-tür’ün ise 35 milyon yıl öncesine kadar gittiği, yapılan bilimsel kazılarla bulunan fosiller üzerinden elde edilen bilgiler arasında.

Prof. Dr. Berna Alpagut, Bilim ve Ütopya dergisinin 7. sayısındaki, “Evrim Penceresinden İnsan ve Çevre” başlıklı makalesinde fosiller üzerine şu değerlendirmeyi yapıyor: “… Öteki canlılar bizden çok daha önceleri doğada yaşamlarını sürdürmekteydiler. İnsan evriminin fosil kayıtlarında bazı boşluklar bulunmasına karşın evrim ağacımız, birçok memeli türünden daha iyi doküman vermektedir; özellikle son 2–4,5 milyon yıl arasında bulunan fosiller (Afrika) insan evriminin önemli kanıtlarını oluşturuyor. Son 35 yıllık zaman diliminde Afrika, Asya ve Avrupa kara parçalarında bilimsel kazılar sonucunda ele geçen fosiller soyağacının dallarına konduğunda, bu tablo bize, adı geçen üç kıtada evrimsel açılımla çeşitli habitatlara dağılan türlerin ata-torun ilişkilerini, yok olan türleri ve çevrelerini anlatır. Fosiller biyolojik değişimin yani evrimin birer kanıtıdır ve geçmişten gelen genetik bilgileri bize ulaştırırlar. Onları yorumlarız ve geçmişimizi aydınlatmaya çalışırız. Hangi çevrelerde hangi canlı türlerinin yaşadığını ve çevre değiştiğinde türlerin nasıl silinip yok olduğunu ve kalanların ise yeni çevrelere uyum yaparak yeni türleşmelere uğradığını araştırmalarıyla sergilemeye çalışan bilim adamlarının ö-nemli bir işlevi var; geçmişi aydınlatmak…”

Prof. Dr. Alpagut’tan çevre ve insan biyolojisinin karşılıklı birbirini etkileyerek süregelen evrimine ilişkin bu pasajı aktardıktan sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Doğal çevre, insanın biyolojik evrimi açısından olmazsa olmaz koşuludur ve bu yönüyle de içsel’dir. İnsanın, bilinçli eylemiyle doğal çevre içerisinde kendisinin yaşamına en elverişli olan çevreyi inşa etmeden önce doğayla kurduğu ilkel ve vahşi ilişkiler bile bize dış dünyayla insan biyolojisi arasında doğrudan bir bağın olduğunu gösterir. Hatta insanın biyolojik varlığının oluşmasında ilk olanın doğal çevre olduğunu ve insanın biyolojik varlığının bu doğal çevrenin evriminin ileri bir aşamasında oluşmaya başladığını; evrim konusundaki bilimsel çalışmaların ortaya çıkardığı; insanın ata-tür ilişkisi içerisinde 35 milyon yıllık bir geçmişi olduğu, dünyanın ise 4,6 milyar yıllık bir geçmişe sahip olduğu bilimsel bulgusundan çıkarmak zor olmayacaktır. Binlerce yıllık bir süreç içerisinde, insanın vahşi doğanın içinde kendi çevresini oluşturmasından yola çıkarak, insanın biyolojik varlığını ve sosyal yaşama ilişkin bütün kategorileri salt genlere veya DNA moleküllerine bağlamak ve bütün bu süreç içinde DNA molekül yapısının değişmeden kaldığını, hiç bir değişimden etkilenmediğini ileri sürmek ise, en iyimser yaklaşımla, bir bilim olarak evrim teorisini yok saymak anlamına gelecektir.

Toplumsal yaşama ilişkin kategorileri genlerin belirlediği iddiasına geçmeden önce, geçmişten beri farklı felsefi sistemlerin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiş temel bir noktaya; beyin, insan düşüncesi ve sosyal çevre konusuna kısaca değinelim. Ve başta konumuzla ilişkili olan genetik araştırmalardaki gelişmeler olmak koşuluyla, bilimin ve bilimsel bulguların diyalektik materyalizmi nasıl doğruladığını görelim.

İnsanın kendi fiziksel ve biyolojik evrimi, doğayla iç içe ve karşılıklı etkileşim halinde günümüze gelmiş; bütün bu süreç içerisinde düşüncenin evrimi de, bu maddi gerçekliğin (burada doğa ve insanın maddi gerçekliği anlaşılsın) evriminin bir yansıması olarak, ama bir kez yansıdıktan sonra, yansıdığı maddenin evrimini de etkileyen bir süreç izlemiştir. Basitleştirerek ifade edecek olursak; doğa ve insanın karşılıklı diyalektik etkileşimi içerisinde evrimi; bunun yansıması ve karşılıklı etkileşimi içerisinde de düşüncenin evrimi.

Şüphesiz bütün bu evrim süreci boyunca insan beyninin genetik yapısı, düşünme örgeni açısından içsel bir yöndür ve bugün genetik araştırmalardaki bulgular bunu reddedilemeyecek bilimsellikte tanıtlamıştır. Ancak bu vargı tek başına yetersizdir. Çünkü düşünceyi belirleyen sosyal çevredir. Sosyal çevrenin, yani maddi toplumsal yaşamın ve onun yeniden üretiminin olmadığı bir yerde beyin en gelişmiş genleri taşısa da, düşüncesiz bir beyin olmaktan öteye gidemezdi. Beynin düşünce gibi bir işleve sahip olması sosyal çevreyle mümkündür. İşte düşünceyi belirleyen iki içsel maddi neden: Beyin ve sosyal çevre.

“Bilincimiz ve düşüncemiz ” diye yazıyor Engels “… bize ne kadar yüce görünürse görünsünler, ancak maddi, bedensel bir örgenin, beynin ürünleridir. (…). Madde aklın bir ürünü değildir, ama aklın kendisi maddenin üstün bir ürününden başka bir şey değildir. İşte bu, kuşkusuz, arı materyalizmdir.” (1)

Düşüncenin dış dünyayla olan bağına ilişkin olarak ise Anti-Dühring’te şunları söylüyor Engels: “Ama düşünce bu ilkeleri nereden alır? Kendinden mi? Hayır… burada söz konusu olan sadece varlık, sadece dış dünya biçimleridir ve düşünce, bu biçimleri, hiçbir zaman kendinden değil, ama tastamam dış dünyadan çıkartıp türetebilir… Sorunun tek materyalist anlayışı budur…” (2)

Yine, konuya ilişkin olarak bir başka bilimsel örneği, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Ana Bilim Dalı Profesörü Dr. Korkut Yaltkaya’nın Cumhuriyet gazetesinin Bilim Teknik ekine yazdığı makaleden bir pasaj aktararak verelim: “Cinsel örgenlerin daha ilkel seviyedeki işlevini omurilik ve omuriliğin bel ve kuyruk sokumu kısımlarından çıkan duyu ve devinsel sinirler sağlar. Refleks özelliğinde olan bu tepkilemeleri başlatan yine beyindir. Bir başka deyişle cinsel nesneye yönelimi, cinsiyetin refleksle ilgili işlevleri dışındaki davranışları, cinsel güdüleme ve dürtüleri beyin sağlar. Beyin bu işlevi doğadan gelen temel yönelimlerle (insanın insanı yeğlemesi, cinsel nesne olarak insana yönelmesi gibi); gelenekle, eğitimle, modayla, reklâmla şekillenmiş tercihlerle (değişen beğeniler, değerler, görüntüler) yerine getirir. ” Şüphesiz bunlara çalışma koşullarını, yaşam koşullarını, beslenme vb.leri de eklemek gerekir.

Şimdi, tıpkı Engels’in yaptığı gibi bilincin ve düşüncenin kendisi de maddi bir örgen olan beynin ürünü olduğu materyalist tespitini tekrarlayalım ve düşünelim: Sosyal çevreden ve onun bugün vardığı çok yönlü karmaşık ilişkilerinden yalıtılmış olarak, sadece genlerin belirlediği bir davranış, duyum, yönelim; yaratıcılık, değişim, düşünce, cinsellik vb.; yanı sıra başarı ve başarısızlık, güçlülük zayıflık, yetenek, yeteneksizlik gibi bütünüyle insana ve onun toplumsal yaşamına özgü özellikleri tanımlayabilir veya anlamlandırabilir miyiz? Bunun tek bilimsel ve tarihsel yanıtı hayır’dır. Tam aksi bir noktadan hareketle, beyin ve sinir sisteminden bağımsız olarak bu özelliklerin sadece sosyal çevrenin ürünü olduklarını söyleyebilir miyiz? Bu sorunun yanıtı da hayır’dır. Zira evet olsaydı, insanın bütün özelliklerinin aynı gelişmişlik düzeyinde hayvanlarda da bulunması gerekmez miydi?

Öyleyse yine iki içsel nedene geliyoruz. Beyin ve sosyal çevre, insan biyolojisinin ve toplumların evrimini doğru tarzda kavrayabilmek açısından her iki içsel nedenin varlığının olmazsa olmaz bir koşul olduğu bilimsel bir gerçek. Biyolojik bir organizma olarak insanın bütün özelliklerini beyin ve sinir sistemi yönetir. Peki onun bu yönetimini yönlendiren ve sınırlarını belirleyen nedir? Sosyal çevredir veya bir başka deyimle toplumsal maddi yaşamın üretimi ve genişletilmiş yeniden üretimidir. Her ikisinin tarihsel evrimi arasında karşılıklı diyalektik bir ilişki vardır.

 

BİYOLOJİK DETERMİNİZMİN NEDEN-SONUÇ İLİŞKİSİ, İÇSELLİK VE DIŞSALLIK ANLAYIŞI ÜZERİNE

Yazımızın “Genetik ve Biyolojik Determinizm” başlıklı bölümünde, Prof. Dr. Lewontin’in kitabından yaptığımız alıntıda, biyolojik determinizm açısından nedenlerin ya içsel ya da dışsal olduğunu aktarmıştık. Biyolojik deterministlere göre içsellik “insanın biyolojik varlığının içinde olan şeyler -genler ve DNA molekülleri”, dışsallık ise “insanın biyolojik varlığının dışında olan şeyler -dış dünya-” demektir. Ve insanın biyolojik varlığını da içine alacak şekilde dış dünya da dâhil her şeyi dışsal nedenler belirlemektedir.

İçsellik ve dışsallık kategorilerine değinmeden önce, biyolojik determinizmin genler ve DNA moleküllerinden yola çıkarak ortaya koyduğu nedensellik bağıntısına kısaca değinmekte fayda var. Hatırlanacağı gibi biyolojik determinizm güçlü-güçsüz, yoksul-zengin, ezen-ezilen vb. toplumsal kategorilerin varlığının nedenini genetik farklılıklara dayandırıyordu. Bu neden sonuç ilişkisine göre her tür ilişki genlerimiz tarafından belirleniyor, kalıtsal olarak günümüze geliyor ve bunun için de değiştirmek mümkün olmuyordu. Hatta bu nedensellik açısından koşulların da pek bir önemi yoktu. Her şey genlerde başlıyor ve genlerde bitiyordu. Koşullar da buna dâhil. -Nasıl oluyorsa?-

Tıpkı diyalektik öncesinde olduğu gibi burada da tek yönlü bir nedensellik söz konusudur. Hatta klasik determinist anlayışta olduğu gibi farklı olaylar ve süreçler açısından farklı sonuçlar bile ileri sürülmez. Her şey için tek bir neden söz konusudur -burada genler ve DNA molekülleri hatırlansın-, farklı olan sadece sonuçlardır. Bu yönleriyle biyolojik determinizmin neden-sonuç ilişkisi metafizik neden-sonuç ilişkisinden farklı değildir. Hatta neden-sonuç ilişkisindeki bu tutumuyla biyolojik determinizm, klasik determinizmin “farklı sistemlerde farklı biçimler aldığını” ileri sürdüğü neden-sonuç ilişkisinin de gerisine düşer.

İçsellik ve dışsallık kategorilerine gelince… İnsan beyninin, düşünce ve davranışlarının belirlenmesinde ve yönetilmesinde dış dünyadan gelen yansımalar doğrultusunda hareket ettiğini ve karşılıklı etkileşme (nedensellik) ilişkisi içerisinde bu işlevleri belirleyen içsel nedenin beyin ve sosyal çevre olduğunu görmüştük. Biyolojik determinizm bu konuda bize, tek içsel nedenin genler ve DNA molekülleri olduğunu söyleyerek eksik bilgi vermekle kalmaz, içsellik ve dışsallık kategorilerini insanın “iç dünyası” ve “dış dünyası”na indirgemekle, aynı zamanda yanlış bilgilendirir. Böylesi bir içsellik ve dışsallık ayrımı yapıldığında insanın evrimini ve toplumların evrimini anlamak bütünüyle imkânsızlaşır ve belki de yapılmak istenen budur.

Gerçekte ise “İç ve dış ayrımı, çeşitli bağıntıların, süreçlerin ve öğelerin, bir belli bütünün hareketi bakımından oynadıkları role göre yapılmalıdır. Oluşu belirleyen, ‘olmazsa olmaz’ türünden öneme sahip olan bütün öğeler, süreçler ve bağlantılar, içsel’dir; varlığın doğasını belirlemeyen ama onun oluş sürecinde bir görünüş öğesi olarak bulunanlar ise dışsal’dır. (3)

Biyolojik determinizmin, nedenlerin ya içsel ya da dışsal olduğu ve içsel olanın dışsal olanla, dışsal olanın da içsel olanla herhangi bir bağının olmadığı iddiasının yanlışlığının yanında, iktisadi, siyasal, sınıfsal, kültürel vb. toplumsal yaşama dair bütün kategorilerin varlığının nedenini insanın genetik yapısına bağlamasının ve bunu içsel neden olarak ileri sürmesinin başta doğa bilimleri olmak üzere, tarih ve toplum bilim açısından geçersizliği de ortadadır.

 

TOPLUMSAL YAŞAMI VE ONA İLİŞKİN KATEGORİLERİ GENLER Mİ BELİRLİYOR?

Farklı toplumsal sınıfların, yoksulluk ve zenginlik, güçlülük ve güçsüzlük gibi durumlarının genlerimiz tarafından belirlendiği konusuna gelince: İnsanın biyolojik varlığının, ata-tür ilişkisi içerisinde günümüzden 35 milyon yıl öncesine kadar gittiğini, dünyamızın ise 4,6 milyar yıllık bir geçmişi olduğunu yukarıda belirtmiştik. Öyleyse, biyolojik olarak insan var olmadan önce de dünya ve doğa vardı.

Dünyanın bu maddi varlığı içerisinde insanın toplumsal yaşama geçişinin ise birkaç on bin yıllık bir geçmişi var. Toplumsal yaşam içerisinde, mülk sahibi zenginler ve mülksüz yoksullar, köleler ve köle sahipleri, sömürenler ve sömürülenler gibi toplumsal kategoriler ise çok daha sonra ortaya çıkıyor. Bu kategorilerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin olarak Marksizm’in kütüphanesi oldukça zengin.

Bütün bunlardan sonra, insanın bu toplumsal kategorilerle tanışmadan önce de bir yaşamı olduğu ve insan vücudunun genetik varlığının o zaman da söz konusu olduğu tarihsel ve bilimsel bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Şimdi bir an duralım ve söylendiği gibi -determinist biyologların yaptığı gibi- zengin ve yoksul, güçlü ve güçsüz insanların ve ulusların varlığının kaynağını genlere bağlayalım. Peki, bu tarihsel kesit içerisinde yoksulluk ve zenginlik neden yoktu? Yoksa insanın o zamanki genleri eşitlikçi miydi(!) Diyelim ki öyle. O halde, ne oldu da genlerimiz bu kadar eşitliksiz ve sömürücü bir toplumsal yaşamı belirler oldular? Yoksa insanlığın ve toplumların tarihinde böylesi bir dönem hiç olmadı mı? İnsan beyninin bugüne kadar vardığı tarihsel ve bilimsel toplam bilgi düzeyinin bu sorular karşısında; bütün bunlar da ne ola ki? demekten başka çaresi kalmıyor.

“Bu iddialardaki yanlışı anlamak için, bir organizmanın gelişiminde neler olduğunu anlamak zorundayız.” diye yazıyor Prof.Dr. Lewontin. Ve devam ediyor: “…kesinlikle onlar tarafından etkilendiğimiz halde, biz genlerimizle belirlenmiyoruz. Gelişim sadece anne ve babadan geçen maddelere -ki bunlar sperm ve yumurtadaki genler ve diğer maddelerdir-bağlı değildir, Fakat aynı zamanda gelişen organizmaya etki eden belirli ısı, nem, beslenme, kokular, görüntüler ve seslere (eğitimi dediğimiz şey de dâhil olmak üzere) de bağlıdır. Bir organizmadaki her genin bütün moleküler özelliğini bilseydim bile, o organizmanın nasıl bir şey olacağını önceden bilemeyecektim. (…) türler içinde bireyler arası çeşitlilikler hem genlerin ve hem de geliştirici çevrenin sürekli birbirine etkisinin tek sonucudur. Bundan başka gelişen bir organizmanın bütün genlerini ve onun çevrelerinin bütün dizilimini de bilsem, organizmayı belirleyemem.”

Prof. Dr. Lewontin’in sözünü ettiği ısı, nem, sesler vb. etkenlerle birlikte onlara eklenebilecek daha onlarca doğal etken, insanın biyolojik evriminden çok daha önceleri doğada vardı ve insanın biyolojik evriminin her aşamasında birbirlerinden farklı önemlerde yer tuttular. Şüphesiz insanın biyolojik evriminin ve canlı insan organizmasının varlığının temelinde DNA molekülleri yatıyor. Ve yine eğer biyolojik bir organizma olarak insan var olmasaydı toplumsal yaşam diye bir şey de olmazdı.

Fakat bu gerçeklerden yola çıkarak toplumsal yaşamın bütün o çok yönlü ve karmaşık ilişkilerinin kökeninde yatan şeyin genler olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü biz biliyoruz ki toplumsal olarak örgütlenmiş yaşama geçmeden önce de insanlar biyolojik bir organizma olarak vardı ve bu biyolojik organizmanın doğal çevreyle karşılıklı etkileşim halinde evrimi sürüyordu. Toplumsal yaşama geçiş ise, zorunlu insan ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik üretim ve genişlemiş yeniden üretimle oldu.

Yine biz biliyoruz ki insanlar, bu evrim sürecinin ileri bir aşamasında toplumlar halinde yaşamaya başladılar. Ve sonra insanlık; insanın insan tarafından sömürülmediği bir tarihsel dönemi de yaşadı. Bütün bu tarihsel dönemler içerisinde, toplumsal yaşamın maddi üretiminin ve yeniden üretiminin, insanın biyolojik yapısıyla veya genetik yapısıyla ilişkisi olmayan yasaları vardı.

Her toplumsal sistemin insanın iradesi dışında, insanların yaşamını yönlendiren ve o sosyoekonomik formasyon içerisinde kalındığı sürece insanların belirli zorunlu ilişkiler kurmalarına neden olan üretim yasaları vardır. İnsanlar arasındaki zorunlu ilişkiler, onların üretim ve tüketim faaliyeti içinde birbiriyle kurdukları bağlardan doğarlar ve bu onların iradelerinden bağımsızdır. Sınıflar, bu ilişkiler içinde karşılıklı konumlanırlar. Hiç bir birey, sınıflar-arası ilişkilerin genel durumundan bağımsız değildir ve kişisel tercihleri bu genel durumu değiştirmez. Burjuvaziyi savaşçı, sömürücü, baskıcı yapmanın her bir burjuvanın gen yapısı olduğunu ileri sürmek, tamamıyla ideolojik bir yanıltmacadır.

Düşünceden duyumlara, sosyal sınıf ve kategorilerden yoksulluk ve zenginliğe kadar toplumsal yaşama ve insana ilişkin her tür örgenin mutlak surette genlerimiz tarafından belirlendiği iddiaları, doğanın, toplumun ve insanın tarihine ilişkin araştırmalar yapan diğer bilim dallarının ortaya çıkardığı bilimsel bulgular karşısında sakattır. Ki biyolojik determinizmin iddiaları, kendinin dışındaki hiçbir doğa bilimi bulgusunu, pozitif bilimlere ilişkin yeni bulguları, toplum-tarih bilimini ve kısacası kendi dışındaki her şeyi, özellikle de bilimin bütün gerçekliğini yok sayar.

 

BİYOLOJİK DETERMİNİZM VE IRKÇILIK

İnsan ve insan toplumlarına ilişkin bilmek istediğimiz her şeyin genlerde olduğunu iddia eden “modern bilim”in ideolojisi biyolojik determinizmin pratik sonucu Amerika Birleşik Devletleri’ndeki İnsan Genomu Projesi’dir. Uluslararası örgütlülüğü ise “insan genomunun Birleşmiş Milletleri” diye adlandırılan İnsan Genomu Örgütü (HUGO)’dür. Bu Amerikan projesini sürdürmek için gerekli olan yüz milyonlarca dolarlık parasal finansın kontrolü ise Milli Sağlık Enstitüsü ve Enerji Bakanlığı’na ait.

Prof. Dr. Lewontin bu projeleri, araştırma projeleri olmaktan daha çok “idari ve mali örgütler” olarak nitelendiriyor. Ve kitabında bu iddiasını somut örneklerle ispatlıyor. Fakat biz bu konuya değinmeyeceğiz. Bizi daha çok, bu projelerin hangi amaçla yürütüldüğü ilgilendiriyor. Bunun için de sadece, projelerin “idari ve mali örgütler” olduğunu söyleyen Lewontin’den konuya ilişkin kısa bir pasaj aktarmakla yetineceğiz. Merak edenlerin ve daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere kitabı alıp o-kumalarını öneriyoruz.

“Bu projeler, aslında, genel anlamda araştırma projeleri olmaktan çok idari ve mali örgütlerdir. Bunlar, son beş yılda çok büyük miktarda kamu kaynaklarını ele geçirmek ve bu kaynakların büyük ve ortak bir araştırma programına akışını yönlendirmeyi hedefleyen Walter Gilbert, James Watson, Charles Cantor ve Leroy Hood gibi bilim adamlarının yoğun lobi çalışmalarının sonucu olarak kuruldu. “

Projenin nihai amacına gelince; insan “genomundaki genleri meydana getiren A’lar, T’ler, C’ler ve G’lerin tam düzenli dizilimini yani 3 milyar eleman uzunluğunda bir harfler dizinini yazmaktır. ” Peki, ne olacak bunları yazınca? Sözüm ona, genetik kodlamaları ifade eden bu 3 milyar A’lar, C’ler, G’ler ve T’lerden, insan toplumları, sömürenler ve sömürülenler, ezenler ve ezilenler, güçlüler ve güçsüzler, mutluluk ve mutsuzluk gibi konularda biyolojik anlamlar çıkarılacak. Bir ulus diğerinden neden güçlü, biri diğerini neden sömürüyor veya eziyor bütün bunlar açıklığa kavuşacak.

İnsan biyolojisinin genetik yapısından yola çıkarak toplumsal yaşamın ve uluslararası ilişkilerin karmaşık dünyasını açıklamak iddiası yeni değil. 1800’lü yıllarda Darwin ve Lamarc’ın evrim üzerine düşüncelerinden yola çıkarak bunu yapmaya çalışanlar vardı. Darwin’in “doğal seçmecilik” teorisini çarpıtarak ırkçı teoriler geliştirilmeye ve insanları; sadece genetik yapılarından dolayı farklı ırklara ayrıldıklarına ve bunların arasında üstün olan ırkların diğer ırkları sömürmesinin, ezmesinin kaçınılmaz olduğuna inandırmaya çabaladılar. Ancak evrim teorisinde yaşanan gelişmeler ve yapılan bilimsel çalışmalarla ortaya çıkarılan bulgular bu ye benzeri iddialarla sürekli çelişti ve yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu doğrultudaki her türden iddiayı bilimsel temellerinden yoksun bıraktı.

Genetik ve DNA molekülleri üzerine yapılan bilimsel çalışmalar geliştikçe, ırkların ve ulusların farklılığını evrime dayandırmanın yerini bu sefer de modern biyoloji aldı. Ve bugün, insan Genomu Projesi üzerine yazdıkları makale ve kitaplarıyla tanınan Dorothy Nelkin, Laurence Tancredi, Evelyn Fox Keller gibi Amerikalı burjuva sosyal bilimciler başta olmak üzere birçok burjuva sosyal bilimci ve psikolog “İnsan Genom’u Projesi’nin öneminin, aslında, biyoloji hakkında ne açıklayabildiğinde ve sonunda şu ya da bu hastalık için başarılı tedavi programına önayak olacağından daha çok, bütün sosyal ve bireysel çeşitliliğin bir açıklaması olarak biyolojik determinizmin geçerliliği ve güçlendirilmesinde olduğunu belirtiyorlar.”

Şapka düştü ve kel göründü. Yüz milyonlarca dolarlık sözde bilimsel çalışmaların ve 3 milyar A’lar, T’ler, G’ler ve C’lerden oluşan bir DNA dizilimini ortaya çıkaracak -ki bunun ne kadar olanaklı olduğu genetikçiler tarafından tartışılıyor ve imkansız olduğu söyleniyor- projenin, gerçekte neyi ortaya çıkaracağı ve güçlendireceğini biyolojik deterministlerin kendi ağızlarından aktarıyor Lewontin. Sonuç: “Bilimsel ırkçılık”.

Nasıl mı oluyor bu “bilimsel ırkçılık”? Amerikalı burjuva sosyologlar ve bilim adamlarına sorarsınız; insanın doğuştan getirdiği farklılıklar bireysel çeşitlilikle sınırlı değildir. Uluslar ve ırklar doğuştan gelen tepkisel ve entelektüel farklarla ayırt edilirler. Bunun için de ” Zencileri bizim ırkımızın içine soktuğumuz için herhangi bir Avrupa ülkesinde karşılaşılandan çok daha kötü bir biçimde burada, Amerika’da ırkların karışması olasılığını göze almalıyız.” diyorlar ve “… Ne zaman zencilerle karışmış bir soy ortaya çıktıysa uygarlıkların bozulduğunu” söylüyorlar.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Önce bütün ırkların genetik özelliklerine göre ayrıştığını ve çeşitlendiğini söyleyeceksiniz, buna genlerin kalıtsal olarak bir önceki insanın bütün özelliklerini gelecek kuşaklara taşıdığını ve güçlülük, güçsüzlük, ezme ezilme, sömürme sömürülme, mutluluk mutsuzluk vb. gibi bütün kavram ve kategorilerin kalıtsal olduğu için değişmediğini ekleyeceksiniz, sonra da bir başka ırkın genleriyle ırkınızın genleri karıştığı için uygarlığınızın bozulduğundan yakınacaksınız.

Yukarıda, sosyal sınıfların ortaya çıkışı ve sömürünün gelişmesi konusunda sorduğumuz soruyu şimdi tekrar soruyoruz, insanın genetik ve moleküler yapısı o zaman da söz konusuydu. Peki, neden ırklar ve uluslar yoktu? Neden bir ırk bir başkasını, bir ulus diğerini ezip sömürmüyordu? Yoksa genler, insanın biyolojik evriminin belirli bir gelişme aşamasında düşünüp taşındılar ve ırklara, uluslara ayrılmaya mı karar verdiler(!)? Yine bugüne kadar biz, miras aracılığıyla mülkiyetin kuşaktan kuşağa geçtiğini düşünüyorduk ve bu kuralın da egemen hukuk sisteminin bir parçası olduğunu ama buna rağmen mülkiyetin el değiştirebildiğini ve değiştirildiğini biliyor ve buna inanıyorduk. Yoksa sizin kalıtsal ve değişmez olan “mirasyedi genler”iniz mi var?

Daha düne kadar biyolojik determinizmin ırkçı-faşist tezleriyle pek de çelişmeyen ve hatta onunla örtüşen aynı mantığın ürünü olarak, binlerce-on binlerce zencinin, Amerikan emperyalist burjuvazisinin ırkçı-faşist saldırıları ve katliamlarının kurbanı olduğunu ne yoksul zenciler ne de işçi emekçi dünya halkları unutmadılar. Üstün genlere vakıf(!) Amerikan emperyalist burjuvazisinin Haiti’de, Irak’ta, Somali ve daha dünyanın birçok yerinde kışkırttığı haksız savaşlara ve katliamlara duyulan kini hiçbir sözde bilimsel araştırma ve bunun üzerinde yükselen ırkçı-faşist ideoloji haklı çıkaramaz ve unutturamaz. Tıpkı Amerikalı egemen sınıfların Vietnam’ı unutmadığı, unutamadığı; unutturamadığı ve unutturmayacağı gibi.

Yine tıpkı Alman egemen sınıflarının, üstün “Alman ırkı” iddiasıyla yola çıkan Hitler faşizminin binlerce insanı çalışma kamplarında nasıl katlettiğini, deneylerde birer kobay olarak kullandıktan sonra yüzlercesini fırınlarda nasıl yaktığını ve bunu bilim adına, bilimsellik adına yaptığını unutmadığı ve unutturamadığı gibi.

“Modern Bilim”inizin ideolojisi biyolojik determinizminize bir şeyi daha hatırlatalım. Üstün genlere sahip olduklarını, bunun için de zengin ve egemen olduklarını iddia ettiğiniz emperyalist burjuvazinin ve faşizmin onlarca yıldır dünya halklarının ü-zerine kustuğu kan ve vahşeti, emperyalist it dalaşını, genlerini beğenmediğiniz Sovyet işçi ve emekçi halkları engelledi. Belli ki, devrimci gelişmenin durduğu, zayıfladığı zehabına fazlasıyla inanmışsınız.

 

“YENİ DÜNYA DÜZENİ” VE BİYOLOJİK DETERMİNİZM

1980’li yılların ikinci yarısından sonra dünya kamuoyunda çok sık duyduğumuz, başını Amerikan emperyalist burjuvazisinin çektiği ve dünya halklarını kandırmak amacıyla propagandasının milyarlarca dolar harcanarak yapıldığı, doğruluğu kendinden menkul bir kavram “yeni dünya düzeni”. Bugün gelinen noktada ise, yaşanan gerici-milliyetçi savaşlarla, Haiti ve Çeçenya gibi “arka bahçe” operasyonları işgalleriyle; daha fazla baskı, daha fazla sömürü, daha fazla kan ve katliamla, henüz egemenliğini dahi tesis edemeden, dünya halklarının gözünde eskimiş ve hiçbir geçerliliği kalmamış olan emperyalist bir düzmece.

Başta Sovyetler olmak üzere, bütün doğu bloğu ülkelerinin sözde sosyalist, gerçekte ise modern revizyonist toplum sistemlerinin pratik olarak çöktüğü ve açıktan kapitalist yeniden yapılanmanın ve bütünüyle serbest piyasa ekonomisine geçişin hızlı adımlarının atıldığı bir sürece koşut olarak yükselen bir emperyalist hokkabazlık.

Neyi öngörüyordu bu emperyalist “yeni dünya düzeni” düzmecesi ve hokkabazlığı: Artık kapitalizmin (emperyalizmin) ebedi tek toplumsal sistem olduğunun kanıtlandığını; her ulusun gelişen, “küreselleşen” ve “globalleşen” “yeni dünya”da kendine bir rol biçmesi gerektiği ve bunu egemen emperyalist statükolarla çelişmeden, dünya barışının bir gereği olarak kavramak ve yapmak gerektiğini, aksi takdirde dünya barışını korumak için “yaramazlık” yapan ulusların kulağının çekileceği ve nihayet, bir daha yeni bir proletarya devriminin, halk demokrasisinin ve sosyalist bir toplum sisteminin olanaklı olmadığını.

İşte tam da bu noktada, yazımızın başından beri ne menem bir şey olduğunu anlatmaya çalıştığımız ve kendisine genetik ve modern biyolojideki gelişmeleri kurban seçen “modern bilimin” ideolojisi biyolojik determinizm ile “yeni dünya düzeni”nin öngörüleri arasında çarpıcı bir bağ, birebir düzeyde bir örtüşme var.

Biyolojik determinizmi kastederek “Böyle bir görüş statükoyu tehlikeye sokmaz” diye yazıyor Prof. Dr. Lewontin ve devamında: “… Aksine güçsüz olanlara durumlarının kendi doğal eksikliklerinin kaçınılmaz sonucu olduğunu, dolayısıyla yapılacak hiçbir şey olmadığını söyleyerek statükoya destek verir.” diyor.

Ardından da, doğal eşitsizlik teorisinin en önde gelen ideologlarından biri olan ve Harvard’da psikologluk yapan Richard Herrnstein’den şunları aktarıyor: “Geçmişteki ayrıcalıklı sınıflar muhtemelen ezilenlere göre biyolojik olarak fazla üstün değillerdi, bunun için devrimin başarı şansı vardı. Sınıflar-arası yapay engelleri kaldırarak toplumda biyolojik engellerin ortaya çıkmasını teşvik etti. İnsanlar toplumda doğal yerlerini alabildikleri zaman, tanımsal olarak üst sınıflar alt sınıflardan daha fazla kapasite sahibi olacaklardır. “

Bu satırlar Richard Herrnstein tarafından 1973 yılında kaleme alınan “I.Q. in the Meritocracy” isimli kitaptan alınmış. O yıllarda genetik konusundaki gelişmeler, yozlaştırılarak, çarpıtılarak ve içi boşaltılarak bu tip iddiaları kesin “bilimsel bulgular”mış gibi öne sürecek kadar gelişmiş olmasa gerek ki, psikologumuz geleceğe yönelik konuşuyor. Ancak İnsan Genomu Projesi ve İnsan Genomu Örgütü’nün aynı doğal eşitsizlik teorisinin bir ürünü olduğunu ve bu projenin sonuçta şu yada bu hastalığı iyileştirecek tedavi yöntemleri geliştirmekten daha çok, insan toplumları arasındaki ırk, ulus ve sınıf farklılıklarını genetik ve DNA moleküllerinin farklılıklarıyla açıklama iddiasıyla yola çıkan biyolojik determinizmin tezlerini güçlendireceğini Dorothy Nelkin, Laurence Tancredi, Evelyn Fox Keller gibi burjuva sosyologlar ve sosyal eleştirmenlerin kendi kalemlerinden aktarmıştık. Dolayısıyla onlar da öncelerini aratmıyorlar ve ortaya çıkan tablo “mutato nomine de te fabula navratur (adını değiştir, hikâye seni anlatır)” oluyor.

Tekrar Herrnstein’in yazdıklarına ve biyolojik deterministlerin doğal eşitsizlik ve biyolojik çeşitlilikten dolayı ırk, ulus ve sınıf farklılıklarının ortaya çıktığı iddiasına dönersek, anlatılmak istenen şudur: “Yeni dünya düzeni”ne gelinceye kadar, ayrıcalıklı sınıflar (köle sahipleri, senyörler ve burjuvalar) ezilen sınıflara (köleler, serfler, işçiler ve emekçiler) oranla biyolojik olarak veya genler ve DNA molekülleri açısından fazla üstün değillerdi. Bunun için de, bütün toplumsal maddi gerçekliğin çelişkili ve çatışmak dünyası yapay engellerden oluşuyordu. Bu aynı zamanda sosyal devrimlerin de başarı şansı demekti. Ancak giderek toplum yapay engelleri ortadan kaldırarak -burada psikoloğumuz, yapay engellerin neler olduğu ve toplumun ne yapıp da bu yapay engelleri ortadan kaldırdığını söylemiyor; ama siz “modern bilim”in ideolojisinin mantıksızlığını bir neden olarak alabilirsiniz- biyolojik engelleri ortaya çıkardı. Sonra da, insanlar doğal olarak toplumdaki yerlerini aldılar. Kimileri, genleri ve moleküler yapıları gereği ayrıcalıklı sınıfları oluşturdular ve büyük çoğunlukta yine aynı doğal nedenden dolayı alt sınıflarda kümelendiler.

Artık, doğası gereği, bir proleterin çıkıp bir burjuvaya, “sen niye zenginsin ve niye beni sömürüyorsun” diye sorması, insan biyolojisine ve bilime ters düşeceğine göre, kapitalist (emperyalist) toplum sisteminin ebediliği ve geçmişte olduğu gibi devrimci bir altüst oluşla yıkılamayacağı da ispatlanmış oluyor(!)

İşte karşımızda, “yeni dünya düzeni”nin ideologlarının ve politik propagandacılarının ileri sürdüğü; tek ebedi toplumsal sistemin kapitalizm (emperyalizm) olduğu ve artık devrimin ve sosyalizmin olanaklarının kalmadığı iddiasıyla birebir örtüşen, “modern bilim”in ideolojisi biyolojik determinizm. Bir bilim dalı ve onun bilimsel araştırmalarla ortaya çıkardığı bilimsel bulgular ancak bu kadar çarpıtılıp, yozlaştırılabilir ve ancak bu kadar burjuvalaştırılıp, piç edilebilir. “Tanrı” yoksulları biyolojik determinizmin gazabından korusun.

Bir süredir, bitmez tükenmez tartışmalar yürüten reformistlerden, revizyonistlerden ve dönek devrimcilerden; “bilimsel teknolojik devrim”in, sınıfları ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını nasıl ortadan kaldırdığını ve burjuva devlet mekanizmasının nasıl burjuvazinin baskı, şiddet ve terör örgütü olmaktan çıkıp, sınıflar-üstü bir konuma ulaştığını; demokrasinin, nasıl sınıflar-üstü ve sınıf mücadelesinden ayrı bir yerde kristal bir vazo gibi durduğunu; proletaryanın, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proletarya olmaktan çıkıp, nasıl mal mülk sahibi olduğunu ve bunun için de kaybedecek çok şeyi olan bir proletarya haline nasıl geldiğini ve sonuçta artık devrimlerin gerekliliğinin nasıl ortadan kalktığını okuyor ve dinliyorduk.

Şimdi de “bilimsel teknolojik devrimin” veya “modern bilim”in “harika” çocuklarının bir başka kolunun incileriyle yüz yüzeyiz. Bilimle, teknolojiyle, bilgisayarlarla, robotlarla ve nihayet genlerle ve DNA molekülleriyle birer oyuncak gibi oynayan, I.Q.’ su yüksek “deha(!)”lar; sosyal yaşama ilişkin bütün her şeyin insan biyolojisinin çeşitliliğinin doğal bir sonucu olduğunu ve buna karşı çıkmanın anlamsız olduğunu iddia ediyorlar. Bir farkla ki, bunlar; bütün o yukarıda saydığımız sosyal sınıflar arasındaki çelişki ve uzlaşmaz çatışmaların varlığını reddetmiyorlar. Bunun için de diğer “harika çocuklardan” bir adım önde sayılabilirler. Sadece, değişmez, değiştirilemez olduğunu söylüyorlar ve genetik kalıtsallığı kader haline getiriyorlar.

 

DİPNOTLAR

(1) Engels’ten aktaran V.l. Lenin. Materyalizm ve Ampriokritisizm. Çeviren: Sevim Belli. Sol Yayınları, üçüncü baskı, Kasım 1993, Ankara

(2) Friedrich Engels, Anti-Dühring. Çeviren: Kenan Somer. Sol Yayınlan, ikinci baskı, Mart 1993, Ankara.

(3) Aydın Çubukçu, Mantık ve Diyalektik. Üçüncü baskı, Kasım 1993, Evrensel Basım Yayın

 

Haziran-Temmuz 1995

“Yeni dünya düzeni”nde sendikalar

İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinin araçları olarak doğan, önce işyeri ve işkolu düzeyinde ve giderek bölgesel ve ulusal ölçekte örgütlenen birlikler olarak sendikalar, yönetimlerinin niteliğinden bağımsız olarak her zaman sömürüyü sınırlayıcı bir potansiyel taşıdılar. Tam da bu yüzden, kârı/azami kârı gerçekleştirmek isteyen burjuvazinin saldırı hedefi oldular.

Şurası kesin: Burjuvazinin sendikal harekete saldırmadığı hiçbir tarihsel dönem yok; hem devrimin bayraktarlığını yaptığı dönemde hem de gericiliği genel eğilim olarak içsel bir tutuma dönüştürdüğü dönemde. Ama saldırının düzeyi, içinde yaşanılan dönemin özelliklerine göre kimi zaman sert biçimler aldı, kimi zaman tatlı sert biçimler; kimi zaman da burjuvazinin sendikacılığı bile isteyerek geliştirdiği izlenimini doğuracak ölçüde “yumuşak” politikalar izlendi. Ama genel olarak bakıldığında, sendikal kazanımlar her zaman bir saldırıyla karşı karşıya kaldı.

Gelgelelim burjuvazinin sendikal kazanımlara karşı giriştiği güncel saldırı, tartışmasız, şu ana kadarkilerin en kapsamlısı. Sendikal hareket, dünya çapında görülmemiş bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya. “Yeni Dünya Düzeni” denilen emperyalist projenin “yeniliklerinden” biri de, sistem içinde sendikalara yer tanımaması ve sendikaları doğrudan tasfiyeye yönelmesi. Sendikalar ortadan kaldırılması gereken kurumlar olarak gösteriliyor. İşçi sınıfının iki yüzyılı aşkın mücadelesinin kazanından hepten ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Hedef tahtasında sadece kazanımlar değil, bir bütün olarak işçi sınıfı var: işçiler, kimi zaman çalışmaktan başka bir şey bilmeyen cahil sürüsü olarak, kimi zaman toplumun sırtından geçinen asalaklar olarak aşağılanıyor. Toplumun öteki sınıflarından yalıtılmaya, tüm toplum işçilere düşman edilmeye çalışılıyor. Doğaldır ki, işçi örgütleri de, toplumun genel çıkarlarına aykırı olarak haksız ayrıcalıklar edinmiş kurumlar olarak gösteriliyor. Hükümetler, mevzuat kıskacını sıkıyor, polis kuvvetleri işçi eylemlerine azgınca saldırıyor, devlet güdümlü silahlı çeteler sendikacıları ve öncü işçileri ortadan kaldırıyor. Emperyalist ideologlar ve basın organları ise, sendikaların neden yok edilmesi gerektiğinin ikna edici gerekçelerini açıklıyorlar.

Kısacası, patronluğunu ABD’nin yaptığı, başında “yeni” ibaresi bulunan bir “dünya düzeni” ilan ediliyor. Ama bu düzen, işçi sınıfının tüm kazanımlarını ortadan kaldırma amacının bir parçası olarak sendikalardan kurtulmak istiyor. Apaçık gerici bir niteliğe sahip olan ICFTU (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu) yönetimi bile şu saptamada bulunuyor: “… Bu yeni cesur saldırı sendikacılığa kesin biçimde son vermeyi amaçlamaktadır.” (Aktaran TÜBA/İş-İşçi Çalışma Bülteni, sayı: 966, 9 Mayıs 1994)

Peki, bunun anlamı nedir?

Daha beş yıl önce, arkasında her türlü hak yoksunluğunun hüküm sürdüğü “demir perde”nin yıkılmasıyla insanlığın ortak evrensel değerlerinin dünya çapında zafer kazandığı ve mükemmel bir demokrasinin tüm dünyaya hâkim olacağı ilan edilmemiş miydi? Batının emperyalist devletleri, SSCB ve çevresindeki devletlerdeki totalitarizme ve sendika tekeline karşı, Batı’daki sendikal haklan demokrasinin üstünlüğünün bir göstergesi olarak yıllarca propaganda etmemişler miydi? Demokrasinin olmazsa olmaz kurumları olarak onore edilen, en önemli vitrin görüntüsü olarak kıvançla sahiplenilen sendikalar, şimdi niçin yok edilmesi gereken kurumlar olarak hedefe çıkarılıyor? Sendikal kazanımların niçin tırpanlandığını anlayabilmek için, onun bu hakları hangi koşullar altında ve nasıl tanıdığını görelim öncelikle.

 

İKİNCİ SAVAŞ SONRASINDA SENDİKAL HAKLAR

Gerçekten de, ikinci Savaş’ı takip eden çeyrek yüzyılı aşkın bir dönem boyunca, belli başlı kapitalist-emperyalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçiler azımsanmayacak düzeyde sendikal ve siyasal haklara sahipti. Devletler; sağlık, eğitim, sosyal güvenlik alanlarında yaşamı kolaylaştıran bir dizi düzenlemeye gitmişti. Ücretlerin reel bakımdan yükseldiği bir dönemdi bu aynı zamanda. Öyle ki, emekçiler azımsanmayacak ölçüde sendikal ve siyasal haklara ve bunlarca güvencelenmiş ekonomik kazanımlara sahip oldukları gibi, burjuvazi bu hakları tanımış olmayı her vesileyle kendi sisteminin bir üstünlüğü olarak propaganda ediyor ve fiilen kullanılan bu hakları uluslararası metinlerle de resmileştiriyordu. Hatta bu durum, burjuvazinin bu hakları isteyerek bahşettiği gibi bir yanılsama bile doğurdu.

Bu dönemde, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin azımsanmayacak sosyal haklara ve iyi yaşam koşullarına sahip olduğu doğrudur, ama burjuvazinin bu hakları onlara isteyerek tanıdığı bir yanılsamadır. Buna karşın söz konusu dönemin özgünlüğü, burjuva sistemin, bu hakların dokunulmazlığını kesin bir şekilde ilan etmesi ve işçi sınıfının örgütlerini demokrasinin onsuz olmaz kurumları olarak gördüğünü ilan etmesidir.

İşçilerin ve emekçilerin bu sosyal ve sendikal haklara sahip oluşunun ve burjuvazinin de bunu kabullenişinin gerisinde bir dizi konjonktürel neden vardır.

Öncelikle söylenmesi gereken şudur ki, ancak 1945 sonrasında açıkça uluslar arası metinlere giren sendikal kazanımlar, Batı Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde geçmiş dönemde kazanılmış bir haktı ve söz konusu ülkelerin ulusal yasalarında da tanınmıştı. Fakat burjuvazi, önceki dönemde her vesileyle saldırdığı hakları, İkinci Savaş sonrası dönemde meşru gördüğünü ilan etti ve dahası, bu kazanımlar ve sendikal düzenler olmadan demokrasinin olmayacağını kabullenir oldu. Neden?

İkinci Savaş’tan sonra bir dizi ülke emperyalist sistemden koparak halk demokrasisiyle yönetilen ülkeler durumuna geldi. Böylelikle başta SSCB olmak üzere birçok ülkenin oluşturduğu güçlü sosyalist bir blok doğdu. Sosyalist sistemin tek ülkenin sınırları dışına yayılarak bir blok haline gelmesi, burjuvazinin uykularını kaçıran tatsız bir gelişmeydi. SSCB’nin dünya proletaryası ve halkları üzerinde çok yüksek bir prestiji vardı. Onun savaştaki belirleyici rolünün yanı sıra, işçilerin ve emekçilerin kendi iktidarlarının ve refahının simgesi olarak, kapitalist ülke emekçileri arasında büyük bir sempati kazanmaktaydı, ileri kapitalist ülkelerde oldukça gelişkin bir işçi hareketi vardı ve kapsamı genişleyen taleplerle ağırlığını artırıyordu.

İkinci olarak, iki savaşın ortasında yaşanan bunalım, burjuvaziyi arayışlara itmiş, bunalımı atlatmanın yolu olarak, devletin ekonomik ve sosyal alana müdahalesinin daha etkin hale getirilmesi, bunalımdan çıkış yolu olarak gözükmüştü. Fikir babalığını İngiliz iktisatçısı Keynes’in üstlendiği bu teoriye göre, bunalım, piyasa mekanizmasının kendiliğinden işleyişinden kaynaklanmaktadır. Bu tarz bir başıboşluk, tekelleşmeye yol açarken, kitlelerin alım gücünü düşürmekte ve bir çöküşe yol açmaktadır. Bunun için, kitlelerin satın alma gücünü yükseltmek üzere, piyasa mekanizmasının dışında bazı güçlerin devreye sokulması ve böylelikle ekonomik ve sosyal hayatın devlet eliyle düzenlenmesi gerekir. Kapitalist ekonomilerdeki hızlı gelişme ve yüksek büyüme oranlan da bu politikanın yaşama geçirilmesine uygun zemin hazırlıyordu.

Başını ABD’nin çektiği emperyalist ülkeler, tüm bu gelişmelerin etkisi altında bir kamp içinde kenetlenirken yeni bir strateji benimsediler. Bu politika, sosyalizm tehlikesinin, “sosyal devlet” dalgakıranıyla savuşturulması olarak özetlenebilir. Böylelikle devletin sosyal yaşamdaki ağırlığını artırmak, temel kamu hizmetlerini devletin üstlenmesi olarak ifade edilebilecek uygulamalara gidildi. Eğitim, sağlık, işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, nispeten iyi çalışma ve yaşam koşulları konularında önemli iyileştirmelere gidildi. İşçi ücretleri hızla yükseldi.

Başını ABD’nin çektiği kapitalist dünya, yığınların sosyalizme yönelişini engellemek, kapitalist dünyanın sosyalizmden daha üstün bir refah toplumu olduğunu kanıtlamak üzere, emekçi dalgası karşısında yumuşak bir tutuma girdi.

Bu olgular, sosyal demokrasinin yükselişinin de zemini oldu. Programlarında emekçilerden yana düzenlemeleri gerçekleştirmek bulunan bu partiler, bu programlarını yaşama geçirme olanağına kavuştu. Uzunca bir dönem boyunca, yığınların kapitalizme karşı tepkilerini yumuşatarak etkisizleştirme işlevini yerine getirdiler.

Emperyalizm, kapitalist ülkelerde temposu hızlı bir sanayileşme eşliğinde bir “sosyal devlet” uygulamasını yaşama geçirirken, buna, azgın bir anti-sosyalist kampanya eşlik etti. “Demir perde”nin karşı yakasındaki diktatörlüklerin canavarlıkları üzerine bitip tükenmeyen hikâyeler sürekli bir propagandanın malzemesi yapıldı. Batı ise, “hür dünya”nın kalesiydi. Gerçek özgürlükler burada yaşanıyordu. Bu kalemden olmak üzere sendikal kazanımlar da uluslararası metinlere geçirildi. ILO, bu hakların uluslararası düzeyde çerçevesini çizecek ve korunmasının güvencesi olacaktı.

 

ILO VE SENDİKAL HAKLAR

ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü), 1919 yılında 45 ülkenin katılımıyla kuruldu. Zaman içinde üye sayısı arttı ve çalışma yaşamına ilişkin “Uluslararası Çalışma Standartları”nı oluşturan, Birleşmiş Milletler’in bir uzmanlık kuruluşu işlevini kazandı. Esas işlevi, işçi-işveren ilişkilerini düzenlemek ve buna burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda uluslararası normlar getirmek olan bu örgüt, üye ülkelerin işçi-işveren-hükümet temsilcilerinden oluşmaktadır.

Kuruluşu eskiye dayanmasına karşın ILO, sendikal kazanımlara açıklık getiren metinleri ilk olarak 1948 yılında kabul etmiştir. ILO’nun, bugüne kadar geçerli sendikal mevzuata temel olan normları, 1948 tarihli “Birleşme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkı Sözleşmesi” ile 1949 tarihli “Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkı Sözleşmesi”nde ortaya konmuştur.

Öncelikle yaygın kanının aksine bu metinlerde atıfta bulunulan hakların, evrensel normlar olmaktan öte, işçilerin kapitalist düzen altındaki yaşamlarına getirilen bir standart olduğunu belirtmeliyiz. Hem bileşimin üçlü yapısı, hem de işveren ve işçinin mevcut sistem içinde uzlaştırılması ilkesi, bu örgütü, işçi sınıfını kapitalizm sınırları içinde ehlileştirmeye çalışan bir yapı olarak nitelendirmeyi haklı çıkarır. Ayrıca ILO metinleri, fiilen kullanılan ve çeşitli ulusal yasalarda tanınan hakların tümünü içermekten uzaktır ve yoruma açık muğlâklıklar taşımaktadır. Ama ILO metinlerinin, işçi sınıfı mücadelesine dayanak olabilecek nitelikte önemli kazanımlarını uluslararası normlar olarak tanıdığı doğrudur.

Ayrıca, bu hakların tanınış tarzı ve zamanlaması üzerinde de durmalıyız. Gerçekte ILO, bu hakları metinleştirirken yeni bir hak tanımamıştır. Çünkü belli başlı kapitalist ülkelerde bu haklar çok önceden kazanılmıştı; fiilen kullanılıyordu ve ulusal yasalarda da tanınıyordu. ILO’nun yaptığı kazanılmış olan hakları metinlerine geçirmek olmuştur, yeni bir kazanım değildir.

İkincisi, ILO’nun tanıdığı haklardan çok daha fazlası çeşitli ülke mevzuatlarında zaten vardı. ICFTU bile, ILO metinlerinin birçok noktada sınırlı olduğunu kabul etmektedir. Bu bakımdan bu hakların, birçok ülkedeki işçi kazanımlarının gerisinde kaldığını ama ancak geri ülkeler için bir kazanım niteliği taşıdığı söylenebilir.

Üçüncü olarak, emperyalist sistem, ILO’yu sosyalizme karşı saldırının bir dayanağı olarak işlevli kılmaya çalışmıştır. Bu kazanımların batı dünyasının genel normları olarak resmileştirilmesiyle, Batı demokrasilerinin erdemleri öne çıkarılmakta ve her türlü haktan yoksun demir perde ülkelerinden üstünlük işçilere empoze edilmekteydi. Sosyalist ülkelerdeki “sendika tekeline ve hak yoksunluğuna” karşı kampanyalar açan ILO’nun denetim-gözetim mekanizmaları emperyalist devletler tarafından hararetle desteklenirken, kapitalist ülkelere ilişkin ILO tavsiyeleri de katlanılabilir bir durum olarak kabul görmekteydi. Ama emperyalizme bağımlı ülkelerde sendikal hakların esamisi okunmazken, batının emperyalist devletleri bu ülkelere hiçbir yaptırım uygulamıyor, bu ülke yönetimlerini her konuda destekliyordu. Tek cümleyle, emperyalist devletler, sosyalizmle yarışta bir olanak tanıyan ve sosyalizme saldırıda önemli bir işlev yüklenen ILO’yu çok kutupluluk ortamında demokrasinin uluslararası kazanımı olarak sahiplendi.

İkinci Savaş sonrası dönemin özellikleri, sendikal kazanımların uluslararası bir kabul görmesini kolaylaştırmıştır, ama hiçbir şekilde bu haklar, söz konusu belgelerle kazanılmamıştır. Ayrıca bu dönemde sendikal hak ihlallerinin olmadığı da söylenemez. Emperyalist ülkelerin benimsediği genel ilkeler, çeşitli ülkelere, o ülkedeki sınıf ilişkilerinin biçimine ve işçi sınıfı mücadelesinin düzeyine bağlı olarak kırılarak yansımıştır. Kimi ülkelerde fiilen kullanılan haklar uluslararası normlardan çok daha geniş olduğu gibi kimi ülkelerde bu haklar önemli ölçüde kullanılamamıştır. ABD ve Japonya, burjuvazinin bu dönemde sendikalara saldırdığı ülkelerdi. ABD’nin “demokrasiye geçişi sağlamak” amacıyla işgal altında bulundurduğu Japonya’nın tam da ILO sözleşmelerinin yayınlandığı dönemdeki manzarası hiç de parlak değildi. 1947’deki genel grev, bizzat Amerikan İşgal Komutanlığınca engellendi. 1950’de komünist sendika federasyonu kapatıldı. Bütün sendikalar düzenin uzantısı haline getirildi… Yığınların taleplerinin “sosyal devlet” olgusuyla karşılanmasının imkânı bulunmayan emperyalizme bağlı ülkelerin çoğu ise “hür dünya”nın faşist eklentileri olarak sendikal girişimlere en sert şekilde müdahale ediyordu. Ama bu ülkeler, emperyalist şemsiye altındaki uluslararası örgütlerde ve bu arada ILO’da üyeliklerini koruyor, yaptırımla karşılaşmıyorlardı.

Lenin, “Emperyalizm” kitabında, demokrasinin serbest rekabete, gericiliğin ise tekelcilik dönemine tekabül ettiğini söyler. Ama bu saptama, ne serbest rekabet döneminde gerici, anti-demokratik rejimlerin varlığı, ne de tekel çağında burjuva demokrasisinin yaşandığı gerçeğini görmemizi engellemez. Altyapı, kendisine en uygun üstyapıyla birlikte var olamaz her zaman. Aynı şey, 2. Savaş sonrası dönem için de söylenebilir. Bu dönemde işçi sınıfının demokratik haklara sahip olması ve bu hakların burjuva devletlerce tanınması, hiçbir şekilde bu devlet ve hükümetlerin “ilericiliği” ile açıklanamaz. Onların sermaye hareketinin genel niteliği tarafından belirlenen eğilimi gericiliktir. Ama bu dönemin koşullan, onları, işçi sınıfının kazanımlarını tanımaya zorlamıştır. Onların bu tahammülü, sosyalizmle rekabet ortamında mümkün olmuştur, bu hakların genel olarak kullanılmış olması, her durumda ve her ülkede bu yasaların pürüzsüzce uygulandığı anlamına da gelmez. Bu haklara saldırı, emperyalist devletleri tahammüle zorlayan koşulların ortadan kalkmasıyla gerçekleşmek zorundadır ve SSCB ve diğer ülkelerde sosyalizmin biçimsel kalıntılarının tümüyle süpürüldüğü koşullarda bu haklara tahammül göstermenin bir nedeni de kalmamış ve böylece bir “dış” faktörün etkisi altında şekillenen sendikal yaşam yeniden ama bu kez ilgili ülkelerdeki “iç” dinamiklerin belirleyici olacağı yeni bir sürece girmiştir artık.

 

VE SAVAŞ BORAZANI ÇALIYOR!

SSCB ve diğer revizyonist ülkelerin “sosyalist” olma iddiasını terk ederek açık kapitalist devletlere dönüşmeleri ve ardından yaşanan süreç, emperyalist sistem içindeki güç ilişkilerinde çok önemli değişikliklere neden oldu. Revizyonist sistem büyük bir gürültüyle çöktü. Eski revizyonist ülkeler, kapitalizmin en iyi ve en demokratik bir sistem olduğunu kabul ettiler ve o güne kadar askeri ve politik bir kamp olarak batıyla giriştikleri dünya hakimiyeti mücadelesinden en azından bir süre için vazgeçtiklerini ilan ettiler. Farklı sistem ve kamplar arasındaki çatışmalı ilişki, söylendiğine göre, yerini uyum dönemine bıraktı. ABD, dünyanın tek egemeni olarak kabul edildi. Dergimizin daha önceki sayılarında ayrıntılarıyla ele alınan bu gelişmelerin konumuzla ilgili olanıyla sınırlı konuşursak; emperyalist dünyanın, SSCB’nin başlangıçta sosyalist ve sonradan revizyonist bir sistemin başını çektiği koşullarda katlanmak zorunda kaldığı emekçi sınıfların kazanımdan ortaya çıkan bu yeni koşullarda yok edilmeliydi.

Çünkü bu kazanımlar, iki sistemin her alanda kıyasıya çatıştığı bir ortamda tanınmış ve “sosyal” kapitalizmin sosyalizme bir üstünlüğü olarak, kapitalist ülkelerdeki emekçilerin sosyalizme duydukları özlemin söndürülmesi amacıyla resmi bir nitelik kazanmıştı. Artık sosyalizm diye bir şey kalmadığına göre, kendi kârlarının bir kısmından vazgeçmek anlamına gelen kazanımlar da lükstü ve ortadan kaldırılmalıydı.

“Sosyal devlet” olgusundan vazgeçilmesini yalnızca Doğu Bloğu’nun çöküşüne bağlamak yetersiz olacaktır. Emperyalist sistemi dünya işçi sınıfına, halklara ve onların kazanımlarına böylesine azgınca saldırmaya iten ikinci bir neden, ise, emperyalist sistemin içinde debelendiği krizdir. Emperyalist sistem, “sosyalist” olarak bilinen Doğu Bloğu’nun çöküşüyle politik bir üstünlük elde etmiş olmasına karşın, bu üstünlük onun bunalımının çıplak sonuçlarını gizleyememekte, kriz bütün sancısıyla ve bütün sistem ülkelerinde yaşanmaktadır. Kriz ortamı, emperyalist sistemi, faturayı proletarya ve halklara kesmeye, onların kazanımlarını ortadan kaldırmaya zorlamaktadır. Kriz etkenleriyle Doğu Bloğu’nun çöküşünün kesiştiği yerde, belli başlı emperyalist devletler tüm sosyal ve sendikal kazanımların tırpanlanması için genel bir görüş birliğine vardılar. Böylece şu ya da bu emperyalist devlet ya da hükümetin değil, ayrımsız tüm emperyalist cephenin stratejisi ortaklaştı. Bu saldırı politikasının genelleşmesini sağlayan olgu SSCB’nin yıkılışı olmakla birlikte, bu yöndeki ilk işaretlerin, anılan tarihten on yıl geriye dayandığını eklemeli.

1980’li yılları, ABD Reagan, İngiltere ise Thatcher hükümetiyle karşıladı. Bu hükümetlerin işbaşına gelmesi, aynı zamanda, ’70’lerin ortalarından başlayarak derinleşen krize Friedmanncılık olarak bilinen ve toplumsal yaşamdaki karşılığı emekçilerin tüm kazanımlarına cepheden saldırı olan bir iktisat politikasının yürürlüğe girmesi anlamına geliyordu.

Bu politika, özellikle İngiltere’de, sert bir çatışma ortamında ve yaklaşık bir yıl süren Madenciler Grevi’nin kırılması sürecinde yaşama geçirildi ve böylece Thatcherizm, sosyal devlet anlayışına yönelen saldırının öncü kolu işlevi gördü. Thatcher’in ortaya koyduğu program içinde, bugünkü saldırının tüm ipuçlarını bulmak olası.

Thatcher’a göre, Muhafazakârlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kabul edilemeyecek bir uzlaşma çizgisi izlemiş, devletin ekonomik hayata katı müdahalesini onaylamışlardı. “İç barışı sürdürme adına” sendikaların demokrasinin işleyişini engelleyecek ölçüde güçlenmesine izin verilmişti. Sendikalar, güçlerine dayanarak aşırı yüksek ücret talebinde bulunuyorlar ve böylece enflasyon düşürülemiyor, işsizlik artıyordu. Serbest piyasanın işleyişinin engeli haline gelen sendikaların gücü mutlak kırılmalıydı… Böylece, sendikal hakların hızla budanması yoluna gidildi.

’80’li yıllar boyunca, açıkça ilan edilmese de başka birçok Avrupa hükümeti sendikal hakları budama yoluna gitti. 1990’da bütünlüklü bir projenin en önemli unsurlarından biri olarak sendikaların yok edilmesi hedefi belirlenirken, başta İngiltere olmak üzere birçok emperyalist ülke bu yolda azımsanmayacak bir yol kat etmişti. Fakat ancak SSCB’nin çöküşüyledir ki, toplumun sendikasız da işleyebileceği ve sendikal yapıların demokrasinin işleyişinin engeli olduğu tüm fütursuzluğuyla ve bir ağızdan savunulur hale geldi.

Bu koşullar altında, dünya işçi sınıfının tüm ekonomik ve sosyal kazanımları, bu kazanımları güvenceleyecek türde tüm sendikal ve siyasal hakları düşman ilan edildi. Emperyalist kapitalizm, ekonomik ve politik bir saldırı kampanyası örgütledi. Kuşku yok ki, ideolojik araçların yardımı olmaksızın bir savaşı kazanmak çok zordur; mümkün olduğu durumda bile bu zafer uzun ömürlü olmaz. Bu amaçla çok yönlü bir ideolojik kampanya örgütlendi; kavramlar, “yeni düzen” koşullarında yeniden içeriklendirildi, gerçekler ağır bir sis perdesinin altına itilmeye çalışıldı. Bu iş için “liberal”, “eski sosyalist” aydınlar ve ideologlar, basın tekelleri, televizyon kanalları doğrusu iyi hizmet verdiler.

Bu ideologlara göre: Bir tarihsel yanılgı olarak bir dönem yaşayan ama toplumsal gelişmeye ve insan doğasına aykırılığı nedeniyle çöken, katı bir planlamaya dayanan sosyalizm deneyi de göstermiştir ki, kapitalizmin üzerinde şekillendiği serbest piyasa ve özgür rekabet sistemi, en mükemmel sistemdir. Bu sistemin müdahalesiz işleyişi, sorunları kendi dengeleri içinde çözecektir. Bu bakımdan bu alana yapılan müdahale yanlış ve antidemokratiktir. Devlet, ekonomik ve sosyal alandan elini çekmelidir. Devletin sosyal olmak adına ekonomiye ve sosyal hayata müdahalesi, bir kısım insanlara hak etmedikleri ve diğer insanların haklarına tecavüz sayılan ayrıcalıklar sağlayacaktır. Oysa her insan kendi yeteneği ve gücü oranında piyasa koşullarında hak ettiğini elde edebilir. Sosyalistlerin pek itibar ettiği Darwin’in kuramı da güçlü olan yaşar ilkesine dayanmıyor mu? Bu nedenle devlet, küçülmeli, alanını daraltmalıdır; bu, piyasa hareketinin özgürce işleyişini sağlayacaktır. Gerçek demokrasi de budur.

Yine bu ideologlara bakılırsa; serbest piyasa düzeni, bireylerin özgürce hareket ettikleri, özgür girişimcilerle özgür işgücü sahiplerinin buluştukları bir alandır. Bireyin özgürlüğüne hiçbir kısıt ve kayıt getirilemez. Bu bağlamda çalışma yaşamı da iki özgür bireyin piyasa koşullarında bir araya gelmesine dayanır. Bu düzen içinde işçi de bir birey olarak işvereniyle gönüllülük esasına dayalı bir anlaşma yapar. Fakat sendikanın bireyin adına çalışma hayatını bozacak ve özgür pazarlığı ortadan kaldıracak tarzda sözleşme yapmaya kalkması, bireyin özgür iradesi üzerinde kolektif bir tahakküm anlamı taşır. Bu bakımdan sendika tamamen gereksiz bir örgüttür. Birey, aynı çatı altında bulunduğu işvereniyle girdiği diyalogla sorunlarını çözebilir.

Kuşkusuz son derece çürük dayanaklar üzerinde duran bu ideolojik gerekçelerin birer aldatmaca olduğu açıktır. Serbest rekabetin, dünyayı ağlarıyla saran bir avuç tekel tarafından “geminin bordasından aşağı atıldığı”, böyle bir işleyişin bulunmadığı gerçeği bile bunun kof bir propagandadan öte bir içerik taşımadığının göstergesidir. .Ama sosyalizme düşmanlıkta yeminli aydınlar, içinde “demokrasi”, “birey” sözcükleri bulunan her şeye karşı gizemli bir hayranlık besleyen dönmüş sosyalistler, buna pek kolay ikna oldular. Burjuvazinin krizine çare olmak üzere bu görüşleri türlü cafcaflı laflarla piyasaya sürdüler. Artık burjuvazi, sosyal hakları budamak, sendikal ve siyasal kazanından ortadan kaldırmak için kılıçları çekmiş, epeyce de bir yol almıştır.

 

DÜNYADA SENDİKALAŞMA ORANI BAŞ AŞAĞI

Tüm göstergeler, başta işçiler olmak üzere tüm emekçi çalışanlar arasında sendikalaşma oranının düştüğü yönünde. Sendikalar, hızla üye kaybediyor, çalışanlar içindeki sendikalaşma oranı düşüyor.

Sendikaların üye kaybı, sendikaların karşı karşıya bulundukları sorunlardan yalnızca biridir. Ama bu sonuç, diğer öteki saldırıların da göstergesi olmak üzere, çıplak gözle gözlenebilir özelliktedir. Sendikal yaşamı büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bırakan yasal düzenlemeler, henüz pratik yaşamda çok iyi hissedilemiyor. Sosyal haklardaki kısıtlamalar, çoğu da henüz tasarı halinde olduğu için emekçilerin yaşamında tüm boyutlarıyla duyumsanmıyor. Bu bakımdan, diğer öteki saldırıların da önünü açan ve sendikal mücadelenin sorunları hakkında bir fikir edinilmesine imkân tanıyan bu sonuç önem kazanıyor. Ayrıca, üye sayısı, bir sendikanın gücünün tek ölçüsü olmamakla birlikte, sendikal mücadele, ancak geniş işçi yığınları tarafından verilebilir ve sendikaların güçten düşmesi, burjuvazinin daha büyük bir cesaretle saldırmasının da yolunu açıyor.

Aşağıya aldığımız tablo, 1990 yılma kadarki rakamları kapsıyor olmasına karşın, sürecin özellikleri ve sendikasızlaştırmanın hızı hakkında fikir veriyor.

18 OECD ülkesinden yalnızca ikisinde, Danimarka ve İsveç’te sendikalaşma oranı bir miktar artmış, diğerlerinde düşmüştür.

 

OECD ÜLKELERİNDE SENDİKALAŞMA ORANI

1970 1985 1990

Avustralya 50,5 51,2 45

Avusturya 62,1 58,2 46

Belçika 67,1 75,8 88

Danimarka 64,3 78,2 80

Fransa 23,1 18,2 10–12

Almanya 37,0 36,7 33

Yunanistan 35,0 26,0 25

İrlanda 52,4 46,2 52,4

İtalya 33,1 40,0 39

Japonya 35,4 28,9 26

Hollanda 37,5 29,1 26

Yeni Zelanda 52,7 56,0 46

Norveç 61,8 65,1 57

İspanya 30,0 21,0 16

İsveç 86,0 80,4 86

İsviçre 29,2 32,5

İngiltere 48,5 43,3 33

ABD 27,2 15,7 15

Kaynak: DİSK-AR Mayıs-Haziran 1994

 

Tabloda söz konusu edilen ülkelerin, kapitalizmin “en demokratik” metropolleri olması dikkat çekicidir. Tablodan yola çıkılarak bir genelleme yapılacak olunursa. 1970 yılından 1985 yılına kadarki 15 yılda, sendikalaşma oranı genel olarak yükselmiş, ama takip eden 5 yılda hızlı bir düşüş yaşanmıştır. Burada İngiltere ve ABD’nin durumu özellikle dikkat çekicidir. Daha sonra da değinileceği gibi bu iki ülkede, sendikalara yönelik saldırı, Reagan ve Thatcher iktidarları döneminde, ’70’li yılların sonunda başlatılmış ve 1985’te, bu saldırılar, “istatistikî” sonuçlarını vermiştir. Sendikaların en etkili güç olarak tanındığı ve bu konuda örnek ülke olarak gösterilen Almanya ve Fransa’daki düşüş dikkat çekicidir. Almanya’da % 4’lük, Fransa’da ise yarı yarıya bir düşüş yaşanmıştır.

Ayrıca, tabloya yansıyan rakamlar gerçek durumu tam olarak yansıtmaktan uzaktır. Çünkü özellikle son yıllarda, sendikalar, istihdamda olmayan emekli ve öğrencilerden önemli miktarda üye yapmaktadırlar. Bu, reddedilecek bir şey olmamakla birlikte işlevsellik taşımamaktadır. Bu rakamlar düşülürse, sendikasızlaşma oranının daha yüksek olduğu görülür. Örneğin, tabloya göre Danimarka’da 1990 yılında çalışanların % 80’i sendikalı gözükmektedir. Oysa bu ülkede sendikalıların % 15’i istihdamda olmayan insanlardır. Petrol-İş 92 Yıllığına göre Danimarka’da 1987’de 1.319.681 olan sendikalı sayısı ’90’da 1.422.069’a yükselmiştir. Yani yaklaşık 100 binlik bir artış vardır. Ama toplam sendikalıların % 15’i, yani 210 bini istihdamda değildir. İstihdamda olmayanların son yıllarda sendikaya üye edildiği düşünülürse, gerçekte sendikalaşma oranı yükselmemiş, düşmüştür. Diğer Avrupa ülkelerinde de benzer şekilde istihdamda olmayanların sendikalı olduğu gerçeğinden hareketle sendikalaşma oranının daha düşük olduğu söylenebilir.

Fakat sendikalara yönelik saldırının ancak ’80’lerin son yıllarında fütursuz bir hal aldığı göz önüne alınırsa, tabloya konu edilen dönemden sonraki düşüşün daha keskin bir çizgi izlediği tahmin edilebilir. Elimizde bulunan, ama bir tablo oluşturmaya elvermeyen veriler de düşüşün artarak devam ettiğini ortaya koymaktadır.

Örneğin Almanya’da DGB’ye bağlı 16 sendikada örgütlü işçilerin sayısı 1991’de 11.8 milyon iken, bu rakam, iki yıl sonra, yani 1993’te 10.3 milyona düştü; 1994 yılı sonunda ise sendikalı işçi sayısı 9.8 milyon olarak gözükmekteydi. Emperyalist sistemin en istikrarlı ülkesi olarak gösterilen Almanya’da sendikalı işçi sayısının üç yılda 2 milyonluk bir düşüş göstermesi oldukça çarpıcıdır. İngiltere’de 1987 ile ‘90 arasındaki üç yılda TUC 1.6 milyon üye kaybetti. 1984 ile 1994 yılı arasındaki 10 yıllık dönemde TUC’un üye kaybı yaklaşık 3 milyondur. 1987–90 yılları arasında İspanya’daki UGT’nin üye sayısı 1 milyondan 600 bine düştü. Fransa’daki en güçlü sendika merkezi CGT’nin 1950 yılında yaklaşık 4 milyon olan üye sayısı 1990’larda 700 bine kadar, diğer sendika merkezi FO’nun üye sayısı ise yine aynı dönemde 1 milyondan 640 bine düşüyor. İstatistikler, İtalya’da ‘86 ile ‘92 yılları arasında sendikalı sayısının 2 milyon arttığını gösteriyor ama 1992 yılından başlayarak bu ülkede de sendikalı sayısı düşmeye başlamış.

Yukarıda andığımız ülkeler, “Batı uygarlığının” merkezinde yer alan ülkelerdir. Sendikal hareket, bu ülkelerde köklü bir geleneğe sahiptir. Sendikal geleneğin zayıf olduğu ve azgın bir siyasal gericilik altındaki ülkelerde, saldırılar daha sert ve sendikaların güç kaybının sonuçları ise daha çarpıcıdır. Örneğin Kolombiya’daki sendika merkezi CTC’nin üye sayısı 1987’de 1 milyon 50 bin iken, 1990’da 50 bine düşmüştür. Burada ’87’deki rakamların gerçeği tam olarak yansıtmadığı söylenebilir ama yine de bu keskin düşüş gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Sonuç olarak ulaştığımız rakamlar yetersiz olmakla birlikte, tüm dünyada sendikalı işçi sayısının hızla azaldığı, bu sürecin sonuçlanmak bir yana hızla derinleştiği, bütün sendika merkezlerinin üzerinde anlaştığı olgusal bir gerçek durumundadır. Sendikaların sahip oldukları üye sayısının azalması ve emekçi çalışanlar arasındaki sendikalaşma yoğunluğunun düşmesi, sendikaların ve genel olarak sendikal hareketin karşı karşıya bulunduğu sorunları ve gerçek sendikasızlaşmanın ayrıntılı bir resmini vermekten uzaktır. Önümüzdeki yıllarda, sendikalaşma oranının çok aşağılara düşeceği bir gerçek iken, sendikaların var olan güçlerinin etkisiz kılınması noktasında hayli ileri bir noktaya varıldığı ve sendikaların yaşarken çürütüldüğü ise çok daha önemli bir gerçektir.

Sendikalı sayısındaki bu düşüşün, özel bir sendikasızlaştırma politikasından kaynaklanmayıp, ekonomik kriz nedeniyle artan işsizliğin sonucu olduğu öne sürülebilir. Gerçekten de, krizin ağır etkisi altında birçok işletme kapanmakta ya da düşük kapasiteyle çalışmaktadır. Ama bu gerçek durumu açıklamaya yetmez. Birinci olarak, sendikalı işçi sayısındaki düşüş oranı istihdamdaki işçi sayısının düşüş oranıyla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. İkinci olarak; işyeri kapanmaları ya da kapasite daralması, istihdamda bulunan sendikalılar üzerinde de bir baskıya dönüşmekte, patronlar, işten atma sopasını sallayarak, işçileri sendikasızlığa boyun eğmeye zorlamaktadırlar. Sonuç olarak sendikalı sayısındaki düşüşte başka etkenlerin rolü olsa bile, esas etken sendikasızlaştırma politikalarıdır.

 

IMF VE DÜNYA BANKASI: “SENDİKALARI VURUN!”

IMF ve Dünya Bankası’nın hazırladığı tüm ülkelere ve özellikle emperyalizme bağlı ülkelere dayatılan reçeteler, emperyalist sistemin ortak projeleri niteliğindedir genellikle. “Yapısal Uyum Programı” adıyla dikte edilen politikalar, emperyalist sistemin gerçek niyetlerini ve saldırısının boyutlarını çok açık tarzda ortaya koyuyor. Bu program, diğer şeylerin yanı sıra “çalışan nüfusun yararlandığı” tüm sosyal hakların tümüyle ortadan kaldırılmasını içeriyor. IMF ve Dünya Bankası, bu saldın programını yürürlüğe sokmayan hükümete kredi vermeyeceğini açıklıyor. Çok açık ki, gerçekleşenler, hedeflenenlerin çok azını oluşturuyor. Emperyalist sistemin mali politikalarının hazırlanmasında rolü olan ve bu politikaları dünya devletlerine dayatarak uygulanmasını kontrol eden bu emperyalist mali kuruluşların yönlendirdiği saldırının en önemli hedeflerinden biri sendikal haklardır. Ama bu plan bir çırpıda ve basitçe sendikaların faaliyetine son vermekle uygulanamaz. Bu konuda bir dizi yöntem bir arada kullanılmaktadır.

Uzun bir tarihsel dönem boyunca yerleşmiş bulunan sendikal kazanımların ortadan kaldırılması için ilk elde yapılması gereken şey, kuşku yok ki, fiilen kullanılan ya da yasalarca tanınan sendikal hakların toplum gözündeki meşruiyetini ortadan kaldırmaktır. Sendikal kazanımların yerleşiklik kazandığı kapitalist metropollerdeki devlet biçimi, yontulmuş da olsa, siyasal zorun bir dizi kurum aracılığıyla örtülendiği burjuva demokrasisidir. Burjuvazi egemenliğini çıplak zora değil, yığınların haklarını kullandıkları gibi bir yanılsamayla aldatılmasına dayanır. Bu bakımdan da toplumun önemli bir kesimi kazanılmadan ya da en azından tarafsızlaştırılmadan bir saldırının gerçekleştirilmesi, sert bir muhalefet riskini göze almak demektir.

Önceki bölümde sözünü ettiğimiz ideolojik öncüllere dayanan tekelci sermaye, sendikal özgürlükleri ve bu özgürlükleri kullanarak aşırı taleplerde bulunduğu iddia edilen sendikaları, ekonomik bunalımın esas nedenlerinden biri ilan etti. Onlara göre, eğer işçilerin bu aşırı talepleri karşılanırsa, faturayı tüm toplum ödeyecek. İşçilerin eylemleri toplumsal barışı bozmaktadır vb… Bu taktik, işçi sınıfını toplumsal bir yalnızlığa itmeye, ara tabakalarla işçiler arasına düşmanlık tohumları ekmeyi ve böylelikle de toplum nezdinde suçlu kabul edilmiş işçilere ve onların kazanımlarına saldırmanın koşullarını yaratmaya yönelikti. Burjuvazinin bu yolda elde ettiği başarılarla orantılı olarak, sendikal hakların tırpanlanması gündeme giriyor.

Bu koşullar altında, burjuvazi, önceden demokrasinin vazgeçilmez kurumu ve toplumsal adaletin güvencesi olarak kabul ettiği sendikaları, demokrasinin işleyişinin engelleri olarak damgalama cüreti gösterebildi ve hızla sendikal hakları kırpmaya girişti. Son on beş yıla genel bir bakış attığımızda, tüm emperyalist ülkelerde yaşamın öteki alanlarında olduğu gibi siyasal ve sendikal alanda bir gericileşmeyle karşılaşıyoruz.

Sendika ve grev yasağı daha fazla işçiyi kapsayacak şekilde genişletiliyor. Greve çıkmak, bir dizi engel ve uzun işlemlerle zorlaştırılıyor. Dayanışma grevi ve genel grev hakkı kısıtlanıyor. Grevci işçilerin ve ailelerinin sosyal güvenlikten faydalanma hakları ellerinden alınıyor. Grev kırıcılığı koruma altına alınıyor, grev gözcülüğü işlevsizleştiriliyor. Patronun sendikayı devre dışı bırakarak işçiyle bireysel sözleşme yapması çeşitli biçimlerde özendiriliyor… Bu kısıtlamaların, tekelci devletlerin planlarının çok küçük bir parçasını oluşturduğu ise, sorunun ciddiyetini ortaya koyuyor.

Emperyalist sistemin vitrinini oluşturan ileri kapitalist ülkelerdeki bu kısıtlamaların “arka bahçe”ye çok daha çıplak biçimde yansıması doğaldır. İçinde Türkiye’nin de yer aldığı emperyalizme bağımlı ve çoğunluğu faşist iktidarlarca yönetilen ülkelerde zaten çok kısıtlı olan sendikal haklar çok daha sert bir saldırıyla yüz yüze. Basit bir hak alma eyleminin bile kurşunla karşılık gördüğü bu ülkelerde, sendikal haklara karşı saldırı açık bir silahlı yıldırıcılığa dönüşmüştür. Patron-devlet-mafya üçlüsü ile gerçekleştirilen cinayetleri anmak bile yeter. Yalnızca 1993 yılında Guatemala’da 7, Brezilya’da 3, El Salvador’da 1 ve Kolombiya’da 46 sendikacı öldürüldü. Kolombiya’da 1987 ile 1993 yılları arasında öldürülen sendikacı sayısı 1000’den fazla.

 

SENDİKASIZLAŞTIRMANIN TRUVA ATI: BURJUVA SENDİKACILIK

Sendikasızlaşma, yalnızca, burjuvazinin yürürlüğe soktuğu gerici düzenlemeler, işyeri tasfiyeleri, işyerlerinin parçalanarak işçilerin küçük atölyelere dağıtılmaları ve özelleştirme yoluyla gerçekleşmiyor. Öyle olsa bile, bu saldırının ciddi bir çatışma yaşanmadan basan kazanması sendikaların üzerlerine düşeni yapmadıklarını akla getirir. Ama burjuva sendikacılığın sendikasızlaşma karşısındaki olumsuz rolü, saldırılar karşısında cepheden bir tutum almaması kadar, izlediği çizgiyle sendikaları güçten düşürmesi ve bir şey yapamaz konuma düşürmesidir. Söylenebilir ki, sendikal harekete egemen burjuva sendikacılık akımları, işçilerin sendikasızlaştırılmasının içerden yardımcıları rolünü üstlenmişlerdir.

Gerçekte, burjuvazinin sendikaları açıkça tasfiyeye yönelmesi, yani sendikacıların ayağının altındaki toprağı kaydırması karşısında, sendikaların burjuva politikanın uzlaşma labirentlerinde çıkış araması ve sonuçta yönetiminde bulundukları sendikaların yok olmasına yardım eder duruma düşmeleri, burjuva sendikal akımın acı bir çelişkisidir.

Bir işçi, ücret ve çalışma koşullarının iyileşmesi için mücadele bilincine kavuştuğu an sendikal örgütlenme ve eyleme ilgi duyar. Bilincin bu en ilk ve ilkel hali, işçi ile sendika arasındaki bağın da temelini oluşturur. Bu nedenle bir sendika, işçilerin kendi çatısı altında toplanmasını istiyorsa, işçinin emek gücünü daha iyi koşullarda satmasının aracı olacağına dair bir umut vermelidir. Bu ilk koşul, ama hepsi bu değil. Onu ortaya çıkaran nedenler ekonomik olsa da, sendikaların tek ve hatta esas amacı ekonomik mücadele olamaz. Sendikalar, gerek ekonomik mücadeleyi hakkıyla yürütmek için olsun, gerekse sınıfın iktidara aday bir sınıf olarak örgütlenmesine yardımcı olabilmek için, sosyalist politikaya bağlanmak zorundadırlar. Sendikalar, sınıf örgütleridir, ait oldukları sınıfın gerçek ve uzun erimli özlemlerini kendi mücadele programlarının temeli kılmalıdırlar. Ufku ekonomik mücadeleyle sınırlı bir sendikal platform, bırakalım başka şeyleri, ekonomik mücadeleyi bile layıkıyla yürütemez. Yürütemez, çünkü ekonomik alan sınırlarını burjuvazinin belirlediği bir alandır ve nihayetinde bu sınırlar içinde emek gücünün fiyatını ve satış koşullarını belirleyebilir. Burjuvazi bu alanda yenilgiye uğratılamaz. Bundandır ki, ekonomik mücadele de politik bir perspektifle yürütülmelidir.

Sendikalar, aynı zamanda, işçilerin potansiyel devrimci özelliklerinin somut eylem içinde geliştiği, inisiyatif, yönetme ve karar alma yeteneklerinin geliştiği bir okul olmalıdır. İşçiler ancak bu şekilde örgütlü bir sınıf özelliği taşıyabilir, bağımsız bir sınıf olarak tarihsel rolünü yerine getirebilir.

Fakat sendikaların doğuşuna da yataklık etmiş Batı Avrupa’nın sendikal merkezleri, oldukça uzun bir tarihsel geçmişe ve mücadele deneyine sahip olmalarına karşın, son yarım yüzyıllık tarihleri boyunca esas olarak sınıf sendikası özelliği göstermediler. Buna karşın kitlesel ve maddi bakımdan oldukça güçlü yapılar olarak, burjuva partilerin çok önemsediği bir toplumsal güç haline gelebildiler.

Sendikacılığın bu yükselişinde konjonktürel imkânların rolü büyüktü. Yukarda da değinildiği gibi, sosyal devlet ilkesinin genel, bir strateji olarak benimsendiği 2. Savaş sonrası yıllar, sendikaların demokrasinin en önemli kurumu olarak tanındığı bir dönemdi. Bu güçlü toplumsal meşruiyete dayanan sendikalar, hızlı ekonomik büyümenin yol açtığı ortamdan istifade ederek kolay mücadelelerle önemli haklar elde ettiler. Emekçilerin nispi olarak yoksullaşması devam ederken, yaşam koşullarında görece bir iyileşme yaşandı. Sendika merkezlerinin, “sosyal devlet” döneminin yükselişine zemin sağladığı “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerle güçlü bağları vardı ve bu aynı zamanda yığınlardaki sosyalizm eğiliminin de düzen kanallarına aktarılması anlamına geliyordu. Tekelci burjuvazi, sosyalizm tehlikesi karşısında “sosyal devlet” kalkanına sıkı sıkıya sarılmıştı ve “hoşgörü sınırlarını” birtakım taşkınlıkları sineye çekecek ve kârının bir kısmını (sömürge ve yarı-sömürge ülkelerden telafi etmek üzere) sus payı olarak verecek kadar genişletmişti.

Bu ortamda, sendikalar, hem işçi sınıfı mücadelesinin daha ötelere taşması karşısında bir dalgakıran olarak sahipleniliyordu, hem de genel koşulların imkân tanıdığı “başarılı” sözleşmelerle ekonomik iyileştirmeleri sağlayan örgütler görünümü kazanıyorlardı. Güçlü bir bunalım döneminde tersine dönmek üzere, yaklaşık bir yirmi yıl, işçilerin önemli bir bölümü sendikal yapılara karşı bir güven beslediler. Çünkü sendikalar, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştiriyordu!

Ama bu, madalyonun bir yüzüydü. Öte yüzünde ise burjuva partileriyle al gülüm ver gülüm ilişkisi içinde olan, sahip oldukları maddi olanaklarla adeta tekellerle yarışan dev bürokratik aygıtlar vardı.

Sendikacılığa esas rengini veren sendikal merkezler Avrupa komünizmi, “sosyalist” ve sosyal demokrat partilerin etkisi altındaydı, “işçi” ya da “sosyalist” adı taşıyan burjuva kabinelerle sıcak ilişkideydiler ve sınıfın çıkarları kavramını toplumun çıkarları eksenine oturtuyorlar, burjuva egemenlik sınırlarında bir “sosyal adalet”i sendikal çizgilerinin ekseni yapıyorlardı. ’68 olaylarında açıkça görüldüğü gibi, burjuva sendikal merkezler, yığınların devrimci kabarışı karşısında gerici bir konumdaydılar artık. Bu süreçte işçiler, karar alma mekanizmalarının dışına itilmeleriyle öz örgütleri sendikalara yabancılaşırken, sendika bürokrasisi çıkarları düzenle birleşmiş bir kast haline geliyordu. Sendikaların tek şansı, ne yapıp edip uzlaşmak, en fazla küçük hırlaşmalarla burjuva hükümetlerden tavizler koparmaktı.

Tatlı başlangıçlar, ikinci sınıf filmlerde her zaman tatlı sonla biterler ancak; gerçek yaşam ise fantazyanın değil katı gerçeklerin dünyasıdır. Öyleyse sendikalar ile burjuvazi arasındaki bu tatlı ve centilmence pazarlıkların da bir sonu olmalıydı, ilk işaretler, tüm kapitalist dünyayı içine alan bir bunalım döneminde görüldü. Takip eden on yılda, ötekilere de örnek olmak üzere, emperyalist dünyanın öncü kolu ABD ve İngiltere, “sosyal devlet” yükünden ve bu ortamın öteki yüklerinden kurtulmak için ciddi bir silkinişte bulundu. 1990’a gelindiğinde ise, “sosyalizm” adı verilen revizyonizmin yıkıntıları üzerinde “yeni bir dünya düzeni”nin kurulmakta olduğu ilan edilmişti artık. Sosyal haklar hızla budandı. Devlete toplum hayatını kolaylaştıran tüm alanlardan el çektiriliyor, sendikalar ise lükstür artık.

Demokrasi yine başat ilkeydi. Hatta esas motifini insan hakları ve demokrasinin oluşturduğu yeni bir çağa giriliyordu. Ama gel gör ki, sendikalar, demokrasinin özünü oluşturan serbest piyasa mekanizmasının işleyişinin, işçi ile işveren arasındaki hiçbir kısıtlamaya dayanmayan özgür iş ilişkisinin gerçekleşmesinin engeli olan tekelci yapılardı ve “demokrasinin selameti açısından” ortadan kaldırılmalıydılar. Özcesi, bir dönemin demokrasisinin asli öğesi olan sendikalar, yeni dönemin demokrasisinin kurbanı ediliyordu.

Burjuvazi, sendikalara işçiden kopmuş tekelci-bürokratik aygıtlar olarak saldırırken bir gerçeği ifade ediyor ama daha önemli bir gerçeğin üstünü küllüyor. Evet, mevcut halleriyle sendikalar, işçinin iradesinin koltuklarına yapışmış bürokratlarca dışlandığı yapılara dönüşmüştür. Ama bu durum, burjuva yönetim tarzının bir yansımasından başka bir şey değildir. Sendika bürokrasisi, düşünce ve yaşam tarzıyla burjuvalaşmış, burjuvazinin sömürüsünün artıklarıyla beslenen aristokrat bir tabakadır. Ama gerçekte burjuvazinin sendika bürokrasisiyle bir sorunu yoktur. O, sadece bir vesiledir. Gerçek amaç ise, gerici yönetimlerine rağmen potansiyel olarak sömürünün sınırlandırılması işlevi taşıyan sınıf örgütlerinin tasfiyesi, sınıfın kapitalizmin gözü dönmüş sömürü koşullarına itirazsız boyun eğdirilmesidir.

Şimdi yeniden bölümün başında söylediklerimize dönüyoruz. Burjuvazinin sendikaları ortadan kaldırma operasyonuna sendika bürokrasisi de içerden destek veriyor. Sendika yönetimleri, uzun yıllar boyunca, sendikal mücadeleyi toplu sözleşme bağıtlamakla sınırlarken, etkileri altındaki yığınları burjuva partilere bağlayan bir köprü işlevi gördüler. Hak alma yolu uzlaşma ve pazarlıktı. Bu sürece, işçi ile sendikası arasında olması gereken işçinin yönetime katıldığı, yöneticilerini denetlediği ilişki yerine, işçinin yöneticileri eli ile öz örgütüne yabancılaştırılması ve hatta örgütsüzleştirilmesi eşlik etti.

Pazarlıkların, küçük didişmelerin saldırıları geri atmaya yetmediği koşullarda, sendikalar, asgari işlevlerini bile yerine getiremiyor, hak gaspları, işsizlik, özelleştirme büyük bir hızla ilerliyor. Mevcut sendikal yapıların, saldırılar karşısında bir mevzi tutamayışı, işçilerde sendikaya olan güveni azaltmakta, kimi zaman ise sendika, sıradan işçinin gözünde hak almaya yaramadığı halde işten atılmaya neden olan bir risk halini almaktadır. Sendikal yapılara karşı bu güvensizlik, işçileri sendikadan uzaklaştırmaktadır. Yapılan bir araştırmaya göre Almanya’nın batısındaki işçilerin % 40’ı bağlı oldukları sendikadan ayrılmayı düşünüyorlar. Ülkenin doğusunda ise, sendikalarından ayrılmayı planlayan işçilerin oranı % 54. Alman sendika konfederasyonu DGB, bu soğukluğu ve kaçışı, sendikaların işçi haklarına sahip çıkamayışına bağlıyor. (TÜBA/1İÇB, Sayı: 986, 26 Eylül 1994) Sendikalardan soğumuş işçilerin sayısı daha az olsa bile, genel bir soğukluğun olduğu yadsınamaz. İşçiler, kendi hakları için mücadele etmeyen sendikaya neden bağlansın?

Kısaca sendikasızlaştırma işçinin yalnızca baskı ve öteki yöntemlerle sendikadan koparılması yoluyla gerçekleşmiyor. Yanı sıra bireysel sözleşmenin sendika eliyle gerçekleştirilen sözleşmeden daha iyi kazanımlar sağladığı şeklindeki bir özendirmeyle, işçinin sendikasından hoşnutsuzluğunun ustaca kullanılması yoluyla da gerçekleşiyor. Burjuvazinin kimi saldırıları da sendika bürokrasisi dolayımıyla gerçekleştiriliyor ki, en tehlikelisi de bu.

Sendikalar, hak alma ve haklan koruma mücadelesinde mecalsiz, ne yapılacağı konusunda ise çaresiz durumdalar.

 

“SENDİKAL KRİZ”! VE “ÇÖZÜM ÖNERİLERİ”

Sendikaların bu hızlı güç kaybı ve sendikal yönetimlerin çaresiz bekleyişleri, yaygın bir ifadeyle “sendikal kriz” olarak nitelendiriliyor. Durumu bu kavramla ifade edenlerin çoğuna göre, kriz, üretim sürecinin yeniden yapılandırılmasından, teknolojik değişimden ve sendikaların bu değişime ayak uyduramamasından kaynaklanıyor. Ve aynı şekilde “yeni muhafazakâr dalga”yla ilişkilendiriliyor. Bu arada kimilerince açık kimilerince de üstü kapalı bir tarzda artık “kavgacı sendikacılık” devrinin kapandığı iddiası “sosyal diyalog” önerileriyle tamamlanıyor.

Öncelikle belirtilmeli ki, mevcut durum, bir kurum olarak sendikaların krizi olarak tanımlanamaz. Eleştiri, kapitalizmin yapısal değişikliği karşısında sadece sendikaların yeni politika ve taktik geliştirmemesiyle de sınırlanmıyor, işkolu ve ulusal düzeyde örgütlenmiş sendikal yapının artık geçersizleştiği gibi bir noktaya kadar genişletiliyor. Oysa sorun sendikaların yapısıyla ilgili değildir, sendikalara egemen çizgilerin saldırılar karşısında doğru politikalar üretememesi daha doğru bir ifadeyle böyle bir amaç ve yönelim taşımamasıdır. Mutlaka bir krizden söz edilecekse ki edilmelidir, sendikaların değil burjuva sendikal anlayışların krizinden söz edilmelidir.

Üretim sürecinin parçalanması sendikasızlaştırıcı bir işlev taşıyor. Burjuvazi, binlerce işçinin toplandığı dev üretim birimlerini çeşitli yollarla adeta küçük atölyelere çeviriyor. Bir yandan, birtakım işleri taşeron olarak adlandırılan alt işverene veriyor, diğer yandan ise, üretimin bazı kısımlarını iş gücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırıyor. Eve iş verme yoluyla, işçi istihdam etmekten kurtuluyor. Post-Fordizm olarak nitelendirilen bu üretim tekniğinin amacı “verimliliği artırmak” adıyla azami kârı gerçekleştirmek ve işçileri sendikasızlaştırmaktır. Bu, sermayenin sınıfa yönelttiği bir saldırıdır. Kendi başına bir kriz kaynağı değildir ama denebilir ki sınıfın gücünü kullanmadan, sermayeyle uzlaşmalarla ücret sendikacılığı yapan sendikal politikaların çözümsüzlüğünü açığa çıkaran bir vesiledir.

Ufukları ancak ücret sendikacılığıyla sınırlı anlayışlar, yaşama geçirilmesi karşısında izlemekten başka bir şey yapmadıkları işyerlerinin kapanması, taşeronlaşma vb. karşısında “kriz” diye bağırıyorlar. Burjuvazinin yapısal değişim olarak dayattığı sömürüyü artırma ve sendikalaşmayı parçalama uygulamalarının yaşama geçirilmesi bir kader değildir. Ama bunun için tek tek işverenlere karşı değil bir bütün olarak sermaye sınıfına karşı dişe diş bir mücadele gereklidir. Bugün post-fordist tekniğin yaşama geçirildiği üretim alanlarında sendikalaşmayı yeniden sağlamanın da kararlı bir mücadele dışında bir yolu yoktur.

Ama buradan, sendikanın taktiklerinde, burjuvazinin yeni uygulamaları karşısında hiçbir değişiklik olmayacağı sonucu çıkmaz. Elbette ki, bütün bu durumu hesaba katan bir taktikler dizisi geliştirilmek zorunludur. Ama bu da, burjuvazinin yaygın şekilde uygulamaya soktuğu tekniklerin ve taktiklerin etkisiz kılınması için sınıfın ulusal düzeyde ve uluslararası dayanışmayla siyasal iktidarları burjuvazinin faaliyet alanını sınırlayan yasal düzenlemeler yapmaya zorlamak da dâhil talepleri için etkin bir mücadele ile birlikte düşünülmelidir.

İşte kriz de tam bu noktada beliriyor. Uzun yıllar boyunca nispeten rahat mücadelelerle önemli kazanımların altına imza atan sendikal yönetimler, burjuvazinin cepheden saldırdığı ve sendikaların da aynı sertlikle bir mücadele vermek zorunda olduğu koşullarda iflas etmişlerdir. Tekelci sermaye sistem partilerine ortak bir program dayatmıştır. Adları muhafazakâr, liberal ya da sosyal demokrat olsun bütün partiler, tekelci sermayenin programını gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Şu ya da bu partiye dayanarak, ya da toplu sözleşme masalarına oturarak kazanım elde etmenin ve burjuvazinin saldırılarını geriletmenin olanakları tükenmiştir. Düzen sınırları içinde kalındıkça, sermayenin saldırıları geri püskürtülemez.

Sermayenin bütünsel politikaları, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi perspektifiyle donanmış bir sendikal çizgiyle alt edilebilir. Bugün sendikaların geçirmek zorunda oldukları değişim bu yönde olmak zorundadır. Ama değişimi, tüm bu saldırıları gerçekleştiren burjuvaziyle uyum yönünde zorlamayı çizgi haline getiren anlayışlar mevcut sendikal yapılara şimdilik egemen. En yalın ifadesine Japon tipi sendikacılıkta kavuşan sendikal akım, kelimenin tam anlamıyla değişime ayak uydurmuştur. Bu anlayışın vardığı nokta, adı dışında sendikayla ilişkisi kalmayan, patron ile işçinin patronun çıkarları ekseninde birleşmesine dayanan bir çeşit korporasyondur.

Özellikle Avrupa’da yaygınlaşan ve Japon sendikacılığını andıran bir çözüm önerisi ise “sosyal diyalog” ve “yönetime katılma” anlayışıdır. Ülkemizde de yaşama geçirilmeye çalışılan işçi-işveren-hükümet temsilcilerinden oluşan bir “sosyal diyalog” kurumu olan “ekonomik ve sosyal konsey” gibi örgütler, güya, sosyal politikalar oluşturacaktır. Özellikle işyeri düzeyinde ise yönetime katılmak yoluyla sorunlar çözülecektir vb…

 

***

Tekelci burjuvazi, üretim her geçen gün daha da yoğunlaşır ve sermaye sayıca daha az tekellerde toplanırken, serbest rekabetten söz ediyor, işçi ile patron arasındaki ilişkiyi de, sendikaların devreden çıkarıldığı bir ilişkiye dönüştürmeye çalışıyor. Böylece, işçi sınıfını tutunduğu mevzilerden bir iki yüzyıl geriye atmaya çalışıyor.

Buna karşı proletarya, şimdilik, dünya çapında etkin bir siyasal öncüye sahip olmasa da, sınıfın temel kitle örgütleri burjuva sendikacılığın tasfiyeci çabalan sonucu güç kaybetse de, bu saldırıya boyun eğmeyeceğinin işaretlerini veriyor. Tüm kapitalist metropollerde ve bağımlı ve yarı sömürge ülkelerde derin bir hoşnutsuzluk mayalanıyor. Yığınlar öfkelerini yer yer sert biçimler alan eylemlere döküyor. Bu, üzerinde sosyalist siyasal mücadelenin yükseleceği, sınıf sendikacılığı anlayışının sendikalara hâkim olabileceği zemindir.

 

Haziran-Temmuz 1995

Sosyal haklarda kısıtlama ve SSK gerçeği

5 Nisan Kararları, arkasından IMF ile imzalanan Stand-By anlaşmasında varılan ilke kararları ve IMF’ye Şubat ’95’te verilen Niyet Mektubu doğrultusunda, egemen sınıflar ve onların hükümetinin, işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeye yönelik girişimleri birbirini izlemeye başladı. Sıfır zam ve emekliliği ortadan kaldırma girişimleri, saldırı zincirinin birer halkalarıdır.

Bu saldırı, uluslararası sermayenin proletarya ve emekçilere yönelik dünya ölçeğinde yürüttüğü kapsamlı saldırının bir parçasıdır ve salt emekliliğin ortadan kaldırılmasıyla da sınırlı değildir.

Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri; küreselleşme, globalleşme, piyasa ekonomisine geçiş, liberal ekonomi, endüstriyel demokrasi, verimlilik, kalite, yönetime katılma, sermayenin tabana yayılması gibi kavramlar eşliğinde yürürlüğe koydukları, koymaya çalıştıkları ekonomik-siyasal programlarla; emekçilerin uzun mücadeleler sonucu kazandığı hak ve özgürlükleri birer birer gasp etmeye, düzenledikleri provokasyonlar, katliamlar ve işgallerle, korku ve dehşet saçarak emekçi halkı örgütsüz bırakmaya, sindirmeye, kendilerine, “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya çalışıyorlar.

Ülkemizde Kürt illerinde sürdürülen savaşı, baskı, zulüm, işkence, gözaltı kayıpları, faili meçhul cinayetleri demokratikleşme güldürüsüyle örtmeye çalışan egemen sınıflar, saldırılarını diğer yarı sömürge ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de IMF ve Dünya Bankası’nın dikte ettiği Yapısal Uyum Programları çerçevesinde yürütüyorlar. Saldırıların hedefi, niteliği ve sonuçlarının daha iyi görülebilmesi ve kavranabilmesi açısından bu programlara kısa da olsa değinmekte yarar var.

Ekonominin tamamen emperyalist güçlerin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesini içeren Yapısal Uyum Programları genel olarak; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, reel ücretlerin düşürülmesi ve ihracatın artırılmasına dayanmakta, sistematik olarak sağlık, eğitim, işsizlik sigortası, toplu taşımacılık ve diğer sosyal hizmetlere devlet bütçesinden ayrılan payın azaltılmasını ve giderek ortadan kaldırılmasını öngörmektedir. Dünya Bankası uzmanlarının deyişiyle “bu programların temel ilkelerinden biri; çalışan ya da çalışabilecek durumda olan nüfusun yararlandığı sosyal yardımlara basitçe son vermektir.” Programların diğer ayağı ise, özelleştirmenin yapılması, katı bütçe uygulaması ve gümrüklerin indirilmesidir.

Kredi verilmesinin koşulu olarak dayatılan bu programların uygulanması; ülkelerin ekonomik, mali ve parasal politikalar üzerindeki egemenliklerini tamamen kaybetmelerine ve emperyalist denetimin pekişmesine yol açmaktadır.

Zengin ülkelerden yoksul ülkelere ekonomik etkinlik transferi de bu programlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu transfer ana hatlarıyla, borçlu ülkelerin makro-ekonomilerinin emperyalistlerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesi ve emperyalist ülkelerdeki üretimlerin gerekir görülen bölümlerinin ucuz emek cenneti olan borçlu ülkelere kaydırılması demektir. Bunun sağlanmasının en kestirme yolu borçlu ülkelerdeki ücretlerin baskı altına alınması ve reel olarak geriletilmesidir.

Konumuz açısından “hem ülkelerarası, hem de ülkelerin tek tek kendi içindeki sosyal farklılıkları belirgin biçimde artıran” bu programlar; birincisi, borçlu ülkelerin hızla yoksullaşmasına, üretimlerinin gerilemesine, IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kuruluşlara olan borçlarının artmasına ve daha fazla kredi talep eder hale gelmesine neden olmakta; ikincisi grevlere, direnişlere ve toplumsal huzursuzluğa yo açmaktadır. Üçüncüsü, işbirlikçi egemen sınıflar bu programları uygulayabilmek için kaçınılmaz olarak daha fazla polisiye tedbirlere, askeri yönetimlere, son derece kısıtlı da olsa var olan demokratik hak ve özgürlüklerin iyice kısıtlanmasına, ortadan kaldırılmasına yönelmektedirler. Dördüncüsü, işçi sınıfının uzun ve zorlu mücadeleler sonucu kazandığı sosyal hakları “sistematik olarak” kaldırılmakta, çalışma ve yaşam koşulları zorlaştırılmaktadır. Bilinen bir gerçektir; emperyalizme ve IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlara yakasını kaptıran ülkelerin, bağımsız siyasi çizgi izlemeleri, ekonomilerini ulusal ve toplumsal çıkarlar doğrultusunda düzenlemeleri mümkün değildir. O nedenle bugünlerde egemen sınıfların sıkça kullanmaya ihtiyaç duyduğu “bağımsız dış politika”, “ülke çıkarları”, “Avrupa bize karışamaz” gibi sözler hamasi nutuktan öteye geçmeyeceği gibi onların işbirlikçi yüzlerini de gizleyemez.

 

SSK KONUSUNDA ÖNE SÜRÜLEN İDDİALAR VE GERÇEKLER

Ülkemizde olduğu gibi baskı ve sömürünün sürdüğü tüm ülkelerde de işçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik kapsamlı ve sistemli bir saldırı yürütülüyor. Sosyal hakların kaldırılması, kısıtlanması, paralı hale getirilmesi, ücretlerin dondurulması, “sıfır zam” dayatılması, destekleme alımlarından ve sübvansiyonlardan vazgeçilmesi, üretici kredilerinin kaldırılması, özelleştirme, taşeronlaştırma, vs. bu kapsamlı saldırının birer halkalarıdır.

Her türden sendika ağa ve bürokrasisinin ve reformist partilerin de gayretleriyle, saldırılarında epeyce ilerleme sağlayan emperyalist tekeller ve yerli işbirlikçileri, birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de isteklerini belli ölçülerde de olsa işçi sınıfına kabul ettirmeyi başarabildiler.

Emperyalist tekellerin dünya genelinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik kapsamlı saldırısı ve Türkiye egemen sınıflarının şimdiye kadarki uygulamaları ve Şubat ’95’te IMF’ye verdikleri Niyet Mektubu göz önüne alındığında giderek artan saldırılar işçi sınıfı ve emekçilerin topyekûn karşı koyuşlarına kadar sürecektir.

Sermayenin, hükümet aracılığıyla 700 bin kamu işçisine “sıfır zam” önerisinden sonra SSK ve özellikle emeklilikle ilgili girişimleri işçilerin büyük tepkisine yol açtı. İşçiler, tasarının yasalaşmaması için mitinglerin yanı sıra hemen her toplantı ve genel kurullarda tepkilerini ortaya koydular, hoşnutsuzluklarını dile getirdiler.

Bugün kamuoyunda geniş bir şekilde sürdürülen tartışmaların genel seyrinden, öncelikle birkaç noktanın altını çizmek gerekiyor. Birincisi, daha çok matematiksel yanıyla sürdürülen tartışmalarda, getirilmek istenen düzenlemenin işçi ve emeklilerin uzun dönemde yararına olacağı üzerinde duruluyor.

İkincisi, saldırının uluslararası boyutu gizlenmeye çalışılıyor. Tartışmalar sadece emeklilikle sınırlandırılarak, olayın ekonomik, sosyal ve toplumsal boyutuna giril-memeye özen gösteriliyor.

Üçüncüsü, bırakalım sosyal hakların genişletilmesini önermeyi, bu haklarda kısıntıya gitmemeyi savunmanın dahi popülist bir yaklaşım olduğu ileri sürülüyor ve “ekonomide popülist politikaların çıkmaz sokak” olduğu söylenerek “faturayı vatandaşın önüne açık açık koymaktan başka çarenin olmadığı” söyleniyor.

Tartışmaların genel seyrinde dikkati çeken diğer bir husus da, işçi sınıfı ve sendikaların kendi gündemlerini belirleme yerine, egemen sınıflarca belirlenen gündeme uyum sağladığı ve tam da sermayenin istediği biçimde tartışıp hareket ettiğidir.

Gerek uluslararası belgeler ve uygulamalar, gerekse ülkemizde, hükümet ve TİSK, TÜSİAD, MESS gibi tekelci sermayenin örgütlerinin belgeleri incelendiğinde, aynen özelleştirmede olduğu gibi sosyal haklar ve onun bir parçası olan SSK’da yapılması düşünülen kısıtlamalar, özellikle emeklilik için hemen hemen benzer gerekçelerin ileri sürüldüğünü görebiliriz. Bunlar genel hatlarıyla; kurumun devlet bütçesi üzerinde yük oluşturduğu, bütçe açığının büyümesine neden olduğu, aktif pasif dengesinin bozulduğu, erken emekli olunduğu ve kurumun iflas ettiği vb.dir.

Bu gerekçelerden kalkılarak sözüm ona emeklilere daha fazla ücret verilebilmesi, sistemin ileride tıkanmaya uğramaması, çalışanlara daha iyi hizmet verebilmesi için, emekli yaşının yükseltilmesi, hizmetin paralı hale getirilmesi ve bir kısım hizmetlerin özelleştirilmesinin toplumun yararına olacağı iddia ediliyor. Biraz aşağıda göreceğimiz gibi gerçekler bunun tam tersidir. Emekliliğin ortadan kaldırılması anlamına gelen emeklilik yaşının yukarı çekilmesi ve özelleştirme, hiçbir şekilde işçi ve emekçilerin yararına değildir. Bunu söylemek için insanın ar damarının çatlamış olması gerekiyor. Zaten ileri sürülen gerekçelerin gerçek dışı olması bile, başlı başına bu girişimlerin emekçi düşmanı yüzünü göstermeye yetiyor.

 

SSK İFLAS EDEN BİR KURUM DEĞİLDİR

“SSK kurtarılmalıdır”, “SSK batmıştır”, “Türkiye çalışmayanlar cenneti olmaktan kurtarılmalıdır”, “SSK müflis bir kurumdur”, “işin özeti SSK bugün kabaca 80 milyar doları aşan bir iflas bayrağını çekmiş durumdadır”

Yukarıdaki alıntılar emekliliğin ortadan kaldırılmasına yönelik ancak hemen hepsinde aynı temanın işlendiği yüzlerce haber, tartışma ve makalelerden sadece birkaç örnektir. Sermaye ve onların kiralık kalemleri bu tür çarpıtma ve yalan haberlerle SSK’ya yönelik operasyona zemin hazırlamaya ve buna haklılık kazandırmaya çalışıyorlar. İşin ilginç yanlarından biri, hazırlanan yasa tasarısına karşı çıkan bir kısım sendikacıların da SSK’nın batık durumda olduğunu söyleyerek, karşı devrimin değirmenine su taşımalarıdır. Batık durumda olmayan bir kuruma “battı” demekle, “batmasında işçinin suçu yoktur” demek, SSK’nın battığı, iflas ettiği fikrinde birleşmek demektir.

Öncelikle şunu belirtelim ki; SSK batmış bir kurum değildir. Yıllardır sermaye ve onların devleti SSK’yı yağmalayıp talan etmesine karşılık batıramamışlardır. Aşağıda görüleceği gibi onca düşmanca tutuma rağmen bütçesi artı veren bir kuruluştur.

SSK’nın mali problemleri olduğu, özellikle emekli maaşlarının ödenmesinde zorluklar çektiği doğrudur. Ancak bu onların iddia ettikleri gibi “parasının olmadığından” veya “iflas ettiğinden” değil, devlet ve özel sektörden alacaklarını alamamasından kaynaklanmaktadır.

Devletten sonra en büyük bütçeye sahip olan SSK’nın 1995 yılı bütçesi 180 trilyon liradır. Sermaye ve onların başındaki kiralık kalemleri; geliri giderini karşılamadığı için bütçenin yılsonunda 60 trilyon civarında açık vereceği, gerekli önlemler alınmadığında ileriki yıllarda açığın katrilyonlara varacağını ileri sürüyorlar. Sermaye ve onların devletin, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da yağma ve talanı devam ettiği sürece SSK’nın mali problemleri olacağı doğrudur. Ancak bu yağma, talan ve sömürü düzeninin ilelebet ayakta kalamayacağı, işçi sınıfı ve emekçilerin bu sistemi ortadan kaldırarak kendilerinin egemen olduğu sistemi getirecekleri de doğrudur.

Bilindiği gibi SSK’nın gelirleri işçilerin ödediği primler ile kira ve faiz gelirleridir. Tablo 1’de görüldüğü gibi ülkemizde işçilerin ödediği sosyal güvenlik primi diğer ülkelere göre bir hayli de yüksektir ve işin ilginç yanı yüzde bir ve iki oranında prim kesilen ülkelerde değil, yüzde 14 gibi çok yüksek oranda prim kesilen ülkemizde emekliliğin ortadan kaldırılması tartışılıyor.

 

Ülke Adı Prim% – Tablo-1

Avustralya 1

Kanada 2,30

Meksika 3,75

Tayland                          4

İspanya 6

Japonya 7,70

İtalya 8,85

İngiltere 9

Belçika 12,10

 

İddiaların tersine, işverenlerin ve devletin bu kuruma kurulduğundan beri hiçbir katkısı yoktur. İşverenler ve hükümetler bu kuruluşu adeta yağmalamışlar, özellikle son yıllarda aynen KİT’lerde olduğu gibi kurumun zarar etmesi ve hizmetin aksaması için ellerinden geleni yapmışlardır. Birkaç örnek vermek gerekirse:

*SSK kurulduktan sonra uzun yıllar emekli vermediği için müthiş fonlara kavuşmuş. Devlet, kendisinin olmayan bu parayı çeşitli işlerde kullanmış, sıfır faizle bankalarda tutmuş, düşük faizli devlet fonlarına yatırmış, çıkardığı kararname ve yasalarla kurumun yedek akçelerinin kamu bankalarına yatırılma zorunluluğunu getirmiştir. Bütün bu uygulamalarla SSK’nın trilyonlarca lira kaybına sebep olmuştur.

* Özel sektör, işçilerden kestiği primleri kurumun hesabına yatırmamış yıllarca ucuz kredi olarak kullanmıştır. Devlet buna göz yumduğu gibi, birçok kez bunların anapara ve faizlerini affeden kararnameler çıkarmıştır. Özel sektörün yanı sıra devlet de SSK’ya olan borçlarını ödememektedir. Nisan ’95 rakamlarına göre SSK’nın özel sektör ve kamudan 48 trilyon prim alacağı bulunuyor. Bunun yaklaşık üçte ikisi kamu sektörünün borcudur.

* Devlet, İstanbul Bankası emeklilerini SSK’ya devrederek kurumu 17,5 trilyon lira zarara uğratmıştır.

* Tahkim yasası çıkararak kamu kuruluşlarının SSK’ya olan borçlarını silmiştir.

* SSK’nın 10 trilyonluk gayrimenkulü 5 trilyona ve uzun vadeli ödemeli olarak Emlak Bankası’na devredilmiştir. Eximbank’a 55 milyarlık tahvil 10 yıl vade ve yüzde 30 faizle zorla satılmıştır.

1994 yılında yapılan genel kuruluna sunulan rapora göre SSK’nın 1994 yılı geliri 59 trilyon 730 milyar liradır. Buna karşılık gideri 50 trilyon civarındadır. Tüm bu olumsuzluklara karşı SSK bütçesi, ’94 yılı içinde geliri giderlerini karşıladığı gibi 9 trilyon da fazla vermiştir.

Şimdi bu gerçekler ortada dururken hükümet, sermaye ve onların basındaki kiralık kalemleri SSK’nın “iflas etmiş” bir kurum olduğunu, “battığını” söyleyebiliyorlar.

 

AKTİF-PASİF DENGESİZLİĞİNİN SORUMLUSU İŞÇİLER DEĞİLDİR

SSK kayıtlarına göre 4,5 milyon kişi civarında aktif sigortalıya karşılık 2 milyon kişi emekli aylığı almaktadır. Bu yuvarlak olarak 2 aktif sigortalıya bir emekli düşüyor demektir. Şimdi bu gerçeklikten kalkılarak “eğer önlemler alınmazsa ileride aktif pasif dengesinin 1–1 oluşacağı, bunun ise hizmetin aksamasının yanında sistemin tamamen çökeceği, onun için “emeklilik yaşının yukarı çekilmesi ve prim gün sayısının artırılması gerektiği” ileri sürülüyor.

Yüz binlerce işçinin sendikalı ve sigortalı olmak istediği için işten atıldığı, üzerlerine jandarmanın, polisin salındığı, sadece bir yıl içinde bir milyondan fazla işçinin sokağa terk edildiği bir ortamda, aktif pasif dengesizliğinden, bahseden, devlet ve sermayenin tutumu tam anlamıyla ikiyüzlülüktür.

İşçileri günde 12–14 saat sigortasız, sendikasız ve her türlü güvenceden yoksun olarak çalıştıracaksın, sigortalı yaptıklarının primini tam olarak göstermeyeceksin, göstermek zorunda olduklarından kestiğin primi SSK’ya yatırmayacaksın ondan sonra da “aktif pasif dengesi bozuk, emekliliği ortadan kaldıralım yoksa sistem batar” diyeceksin. Bu şartlarda bunları söyleyebilmek için aktif-pasif değil, insanın akli dengesinin bozuk olması lazım.

Resmi rakamlara göre 8,5 milyon çalışandan ancak 4,5 milyonu sigortalı. Kalan 4 milyon işçi sigorta dâhil, her türlü sosyal güvenceden yoksun olarak çalıştırılıyor. Buna part-time ve göçmen işçileri de eklersek sigortalıdan çok sigortasız çalışanın olduğunu görürüz.

Bugün SSK’ya kayıtlı 2 milyon işyerinden yaklaşık 1 milyonu bildirge vermiyor, prim ödemiyor. Yeri yurdu, adresi belli olan bu işyerlerinden bildirge sormayan, prim toplamayan devlet büyük bir pişkinlikle “aktif-pasif dengesizliğinden” bahsedebiliyor. Kaba bir hesapla bu bir milyon işyerinde sadece birer kişi çalışıyor kabul edilse, bunların asgari ücretten ödeyeceği prim tutarı yıllık 17 trilyon, ikişer kişi varsayılsa 34 trilyon lira SSK’ya ek gelir sağlanmış olacaktır.

SSK’ya kayıtlı bütün işyerleri bildirge verip, çalışanların hepsini sigortalı gösterse ve primleri tam olarak ödese, aktif pasif dengesinin 1-4’ün üzerine çıkmasının yanında kurumun gelirlerinde de önemli bir artış sağlanacağı ortadadır. Örneğin kaçak çalıştırılan 4 milyon işçi sigortalan-sa asgari ücret üzerinden yılda 67 trilyon, ortalama ücret üzerinden yaklaşık 130 trilyon lira kurumun ek geliri olacaktır. Ama, IMF ve Dünya Bankası’nın talimatlarını yerine getirmek ve işbirlikçi tekelci sermayenin kârlarını artırmakla yükümlü olan devletinin niyeti; ne işçilerin sigortalı ve sendikalı olmaları, ne de SSK’nın daha iyi olanaklara kavuşmasıdır. Onların amacı aynen kurtla kuzu hikayesinde olduğu gibi ne olursa olsun işçi haklarının gasp edilmesidir.

 

ÜLKEMİZDE YAŞ ORTALAMASI VE EMEKLİLİK YAŞI

Ülkemizde işçilerin emekliliğe hak kazanma koşullarını şöyle özetleyebiliriz:

* Yaşa bağlı olarak; erkekler 55, kadınlar 50 yaşında emekli olabiliyor. (5000 gün prim ödemiş olmaları şartıyla)

* Çalışma süresine bağlı olarak; kadın işçiler 20, erkek işçiler 25 yıl çalıştıklarında yaşlarına bakılmaksızın emekliliğe hak kazanıyorlar..

Getirilmek istenen yasayla kademeli olarak yaş sınırı erkeklerde 63, kadın işçilerde 58’e yükseltiliyor. Prim ödeme gün sayısı ise kadın işçilerde 7200, erkeklerde 7800’e çıkarılıyor. Gerekçe olarak erken yaşta emekliliğin önlenmesiyle “SSK’nın kurtulacağı” ileri sürülüyor.

Tasarı yasalaştığı takdirde can güvenliği ve iş güvencesinin olmadığı ülkemizde emeklilik de ortadan kalkacak demektir.

Yüzde 40 dolayında işçi sirkülâsyonun olduğu özel sektörde, işten atılmadan fiilen 25 yıl sigortalı çalışmak adeta mucizelere bağlıdır. Sosyal haklar talep etmeden, örgütlenmek istemeden, ücret olarak işverenin verdiğiyle yetinip, mucizeyi gerçekleştirmek de emekli olmaya yetmiyor. Bunun yanında, işverenin sigorta primlerini tam gün olarak yatırması da gerekiyor. Bilindiği gibi çalıştırılanlar ya kuruma hiç bildirilmemekte veya kuruma bildirilmekle beraber çalışma gün sayıları veya prime esas kazançları eksik bildirilmektedir. Mevcut şartlarda özel sektörde (özellikle sendikasız işyerlerinde) emekli olabilmek bir hayli zorken tasarı yasalaştığında özel sektörde tümden ortadan kalkacaktır.

Kamuda ise, Karayolları, Köy Hizmetleri, DDY ve çeşitli tarım işletmelerinde çalışan mevsimlik işçilerin emekli olmaları ise söz konusu bile değil. KİT’lerin özelleştirilmesiyle beraber kamuda da emekli olanların sayısı asgariye inecektir.

Egemen sınıflar ve onların hükümeti her konuyu olduğu gibi emeklilik yaşı konusunu da çarpıtarak hazırlanan yasa tasarısının halk düşmanı yüzünü gizlemeye çalışıyorlar. Bunlara göre Türkiye’de kadın işçiler 38 erkek işçiler 43 yaşında emekli oluyorlar. O yüzden de Türkiye “çalışmayanların cenneti” haline gelmiş.

Türkiye’nin çalışanlar için cehennem, sömürücüler için ise şimdilik bir cennet oluğu doğrudur. Ancak ileri sürülen rakamları, bizzat SSK’nın verileri yalanlamaktadır.

*Batı ile kıyaslarsak; ne yaş ortalaması ne de çalışma ve yaşam koşulları birbirine uyar. Tablo 2’de görüleceği gibi Avrupa ve dünyanın diğer ülkelerinde ortalama yaşam 70–79 arasında seyrederken Türkiye’de ortalama yaşam umudu 61-62’dir.

 

Ortalama Yaşam (1990-95)

Japonya 79

Yunanistan 78

İzlanda 78

İspanya 78

İsviçre 78

İsveç 78

Fransa 77

Belçika 76

Küba 76

Almanya 76

ABD 76

Portekiz 75

Singapur 75

Jamaika 74

Arnavutluk 73

Bulgaristan 72

Şili 72

Arjantin 71

Çin 71

Macaristan 70

Meksika 70

Romanya 70

(Tablo 2)

 

Türkiye, bu yaşam ortalamasıyla; Mısır (62), Libya (63), Peru (65), Cezayir (66), Vietnam ((64), Honduras (66)’tan bile geri durumdadır.

Avrupa düzeyinde bir yaşam standardı olmadığı gibi kötü koşullarda çalışıldığı, “çok kesintili ve güvencesiz bir çalışma ortamının” olduğunu, devletin Çalışma Bakanı itiraf ediyor.

* SSK verilerine göre Türkiye’de emekli olma yaşı ortalama 49’dur. 38 yaşında emekli olanların tüm emeklilere oranı ancak binde sekizdir. Bu orandan kalkılarak işçilerin 38 yaşında emekli olduklarını söylemek, abesle iştigalden başka bir şey değildir.

* Emekli olan işçilerin 35-40 yıl emekli maaşı aldıkları çarpıtmasını yine bizzat SSK verileri yalanlamaktadır. SSK (1993 İstatistik Yıllığı) verilerine göre emekli olanların yaklaşık yüzde 45’i, 59 yaşına gelmeden ölmektedir. Ortalama emeklilik yaşının 49 olduğu göz önüne alınırsa, emekli olabilen şanslı işçinin 35-40 yıl değil, ancak 10 yıl emekli maaşı alabildiği ortaya çıkar.

Emeklilik ortadan kaldırılınca veya en az düzeye indirilince “SSK sorununun çözüleceğini” söylemek, okulları kapatarak milli eğitimin sorunlarının çözüldüğünü söylemeye benziyor. Bugün egemen sınıflardan, onların hükümetini, kiralık kalemlerinden, her türden sendika bürokratına kadar herkesin bildiği ama söyleyemediği gerçek budur.

 

SSK İŞÇİNİN, YÖNETİM DEVLETİN

Bugün SSK’nın tüm yükü işçilerin omuzlarında olmasına rağmen yönetimin kontrolü, SSK’ya mali olarak hiçbir katkısı olmayan devletin elindedir. Şayet Türk-İş’i işçilerin temsilcisi sayarsak, 7 kişilik SSK yönetiminin dağılımı şöyledir: Çalışma ve sosyal güvenlik bakanının atadığı biri SSK genel müdürü olmak üzere iki üye, SSK genel müdürünün atadığı bir üye, Maliye bakanının atadığı bir üye, bir işçi, bir işveren ve bir de emekli temsilcisi bulunuyor. Buna göre hükümet 4, işçi, işveren ve emekliler birer kişiyle temsil ediliyorlar.

İşçi ve emekliler, yönetiminden sorumlu olmadıkları bir kurumun devlet ve özel sektörden kaynaklanan bir takım sorunlarından dolayı cezalandırılmak isteniyor. Dünyanın her tarafında devlet sosyal güvenliğe katkıda bulunurken Türkiye’de devlet sosyal güvenlik kurumlarını yağmalayarak bunun tam tersini yapıyor.

 

 

AB Ülkelerinde Sosyal Güvenlik Harcamalarının

GSYİH İçindeki Payı % (1990)

Belçika 25,2

Danimarka 27,8

Fransa 26,5

Almanya 23,5

Yunanistan 20,9*

İrlanda       19,7

İtalya 24,5

Lüksemburg 27,3

Hollanda 28,8

Portekiz 15,3

İspanya 19,3

İngiltere 22,3

Türkiye 6,8

(* Yunanistan’ınki, 1989 yılı rakamlarıdır.

Kaynak OECD, Employment Outlook, july 1994, Türkiye için DPT (Aktaran TİSK yayınları no 11))

 

Basında sahibinin sesi kalemler “Batıda emeklilik yaşı şu kadardır” diye her gün bağırırlarken devletin sosyal güvenliğe katkısı konusunda süt dökmüş kediye dönüyorlar. Tabloda görüldüğü gibi devletin sosyal güvenliğe ayırdığı pay oldukça düşüktür ve bunun içinde SSK’nın hiç payı yoktur. Ayrıca Batı’da işsizlik, aile yardımları gibi sosyal güvenlik kurumları Türkiye’de bulunmazken, var olan (Yaşlılık, malullük ve ölüm), (Hastalık ve analık) (İş kazası ve meslek hastalıkları) gibi sosyal güvenlik kurumlarına da devletin hiçbir katkısı yoktur. Ama aynı devlet

Kürt illerinde sürdürülen savaş için yılda 400 trilyondan fazla para ayırabiliyor.

 

ÇEŞİTLİ ÜLKELERDE SOSYAL HAK KISITLAMALARI

Sadece ülkemizde değil sanayileşmiş ülkelerde de “ekonomik durgunluk ve gerileme, enflasyon ve işsizliğin artması” gibi kapitalizmin temel hastalığını bahane eden egemen sınıflar, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin kazanılmış haklarını yok etmeye yöneldiler. Özellikle 1990’lı yılların başından itibaren işçi sınıfının uzun mücadeleler sonucu kazandığı sosyal hakların ortadan kaldırılmasına yönelik yaptırımlar artmaya başladı. Birçok ülkede sosyal güvenlik harcamaları büyük ölçüde azaltıldı ve bazı harcama kalemlerine son verildi. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve işten atmalar yaygınlaştırıldı, çalışma sürelerinde yeni düzenlemelere gidilirken sınıfa birçok ülkede “ya sıfır zam ya işten atılma” dayatıldı. Sendika bürokrasisinin de geniş desteğini alan tekeller birçok ülkede ve işkollarında isteklerini işçi sınıfına kabul ettirdiler. Örneğin; 1993 Eylül’ünde Almanya’da İşverenler Konfederasyonu 3,6 milyon işçiyi kapsayan iş sözleşmesinin feshedildiğini açıkladı. İşçilere işsizlik sorununa çözüm adına iş haftasının 5 günden 4 güne indirilmesi, yüzde 30’lara varan ücret indirimiyle birlikte dayatıldı.

Volkswagen’de 100 bin işçi, 30 bin arkadaşının işten atılmaması için, ücretlerinden yüzde 10 kesintiyi ve son toplusözleşmedeki yüzde 3,5’luk zammın durdurulmasını kabul etmek zorunda kaldı.

Yine ABD’nin dijital teknoloji üreten tanınmış firması Hewlett-Packard’ın Fransa seksiyonu, Şubat ’93’te büyük oranda işçi çıkaracağını açıklayarak, ya bunun, ya da yeni çalışma düzeninin kabul edilmesini istedi. Sendikanın da yardımlarıyla işverenin istekleri kabul edildi. Böylece şimdilik işçi çıkarımının durdurulması karşılığında ücretler düşürüldü, primler kaldırıldı, hafta sonu dâhil olmak üzere işçiler günlük 8 saat ve üç vardiya çalışmak durumunda kaldılar.

Avrupa’da ücretler ve çalışma koşullarının kötüleştirilmesine yönelik saldırılar, sosyal hakların kısıtlanmasıyla eş zamanlı olarak yürütülüyor. Birçok ülkede emeklilik yaşı yukarı çekilirken yararlanma koşulları da zorlaştırıldı.

Almanya’da Ocak 1992’de yürürlüğe giren “Yaşlılık Aylığı Reform Yasası” ile normal emeklilik yaşı 2001 yılına kadar kadın ve erkek işçiler için kademeli olarak 63’den 65’e çıkarılıyor. Bu yasaya göre yaşlılık aylığının tespitinde brüt kazanç yerine net kazanç esas alınmaya başlanmıştır. Sağlık harcamalarının azaltılması amacıyla sigortalıların ilaç masraflarının yüzde 10’una katılmaları, hastanede bakım durumunda günlük 11 DM tutarında “ödeme yapılması kararı alınmış ve ayrıca doktorların yıllık maaşları için üst sınır konulmuştur. Yine Mart ’93’te kamu harcamalarının azaltılması yönünde alınan tedbirler çerçevesinde işsizlik ödenekleri yüzde 3 oranında azaltılırken yararlanma süresi de kısaltıldı.

Yunanistan’da yararlanma koşullan zorlaştırılmasıyla dolaylı olarak emeklilik yaşı uzatıldı. 1990 tarihli “Sosyal Güvenlik Reform Yasası”yla yaşlılık aylığının hesabında esas alınan kazanç dönemi son iki yıldan 5 yıla çıkarıldı. 1992 yılında 4050 gün olan sigortalılık süresi, 1993 yılında 4350’ye, 1994’te 4500 güne yükseltildi.

Fransa’da ise en yüksek yaşlılık aylığına hak kazanabilmek için sigortalı çalışma süresini 37 yıldan 40 yıla çıkarmanın ve yaşlılık aylığının hesaplanmasında son 10 yıl değil son 25 yıldaki ücretlere göre hesaplanmasının çalışmaları yürütülüyor.

İşsizliğin artmasına paralel olarak işsizlik sigortası kolunda finansman açığını gidermek için devlet; işsizlik sigortası ödemelerinin azaltılması, işsiz kalınması ile işsizlik sigortasından ödeme yapılması arasındaki sürenin uzatılması, prim ödeme süresinin artırılması ve prim ödeme tavanının yükseltilmesi şeklinde bir dizi yaptırımları gündeme getirdi.

İtalya’da 1991 yılında kabul edilen Emeklilik Yasası’yla erkeklerde 60, kadınlarda 55 olan emeklilik yaşı yükseltildi. 1993 yılından itibaren geçerli olan yasaya göre kademeli olarak erkeklerde 2005 yılına, kadınlarda da 2016 yılına kadar 65’e çıkarılması öngörülüyor. Bu yasaya göre yaşlılık aylığına hak kazanmak için daha önce kamuda 20 yıl (bazı hallerde 15 yıl) olan sigortalılık süresine; hem kamu, hem özel sektörde 35 yıl prim ödeme şartı getiriliyor. Yaşlılık aylığının hesabında daha önce 5 yıl yerine 10 yıllık ortalama kazançları esas alan düzenlemeye geçiliyor. Yine aynı yasaya göre yıllık 18 milyon lireti geçen emeklilerin hastalık sigortasına katkıda bulunmaları esası getirilmiştir. Katkı payları halen çalışanların paylarına yakındır. Ayrıca hastalık sigortası için yeni katkı payları belirlenmiş ve sağlanan ödeneklerde kesintiye gidilmiştir.

İngiltere’de hükümet kadınların halen 60 olan emeklilik yaşını 65’e yükselterek yılda yaklaşık 3 milyar sterlin tasarruf sağlamayı hedefliyor. Lüksemburg’da emeklilik yaşını esnekleştiren bir düzenleme ile ancak 40 yıllık sigortalılık süresinden sonra 67 yaşında emekli olabilme imkânı getirilmiştir. Danimarka ise, 67 yaşından önce emekli olmayı sınırlamıştır. İspanya’da 1990’da tarım işçilerine sağlanan işsizlik ödeneğinde, 1993’te ekonomik krizin etkisiyle artan işsizlik sonucunda işsizlik sigortası ödeneklerinde kısıntıya gidilmiştir. Kanada hükümeti 1990’da çıkardığı bir yasayla işsizlik sigortasında devlet katkısını kaldırırken, çalışanların paylarını artırmış ve sigortanın finansman sorumluluğunu özel sektöre devretmiştir. Hollanda 1993 yılı başından beri geçici iş göremezlik ödeneklerini önemli oranda azaltmıştır. Avusturya ve Finlandiya’da sigortalıların masraflara katkı payları artırılmıştır. İsveç hükümeti, “bütçe açığı ve artan işsizlik” gerekçesiyle başta çocuk yardımları olmak üzere işsizlik sigortası ve iş kazalarıyla ilgili ödemelerde kısıntıya gitti ve işçilerin prim ve vergilerini artırdı.

Bu listeyi genişletmek, uzatmak mümkün. Ancak işçi haklarının yok edilmesinde sermaye, her yerde hemen hemen benzer yöntemlerle ve Dünya Bankası’nın oluşturduğu Yapısal Uyum Programları çerçevesinde hareket ettiğini göstermek bakımından yeterlidir. Yöntemlerde göze çarpan özellikler şöyle özetlenebilir:

* Ücretlerde kısıntı ve çalışma koşullarının zorlaştırılmasında, daha çok “ya iş ya sıfır zam” tehdidi kullanılıyor. Tehdide malzeme olarak ve kriz ile yüksek orandaki işsizler ordusu malzeme yapılıyor. Bu olgular kapitalizmin vazgeçilmez yol arkadaşları olduğuna göre, sermaye ve gericilik bu olguları, Demokles’in kılıcı gibi kullanmaya devam edecektir.

* Sosyal haklara saldırıların daha çok emeklilik, hastalık ve işsizlik sigortası dallarında olduğu görülüyor. Bu alanlarda emeklilik yaşının yukarı çekilmesi, prim gün sayısının, aylık bağlamada geriye doğru sürenin ve sigortalıların hastane ve ilaç masraflarına katkı payının artırılması gibi yöntemler izleniyor. Ancak hepsinin ortak noktası, sosyal haklarda kısıtlamaya gidilmesi ve hak kazanma koşullarının zorlaştırılmasıdır. Alınan ve alınacak bütün tedbirlerde bu anlayışla hareket edilmektedir.

Bunların yanında bütçeden eğitim, sağlık hizmetlerine ayrılan payın azaltılması, paralı hale getirilmesi, toplu taşımacılık dâhil kamu hizmetlerine düzenli zam yapılması, belediye hizmetlerinin birçoğunun paralı hale getirilmesi vb… de sosyal hakların kısıtlanması olarak değerlendirildiğinde sermaye ve egemen sınıfların saldırısının boyutu daha iyi görülecektir.

 

SSK’DA YAŞANAN SIKINTILAR NASIL ATLATILIR?

SSK’da yaşanan sıkıntıların aşılması işçi ve emeklilikler lehine gelişmelerin sağlanması sorunun öncelikle egemen sınıfların hayatın her alanında işçi sınıfı ve emekçilere karşı yürüttüğü kapsamlı saldırıların bir parçası olarak ele alınmasına bağlıdır. Sorunun genelden koparılması, hatta salt emeklilik yaşına indirgenmesi, mücadelenin tam da sermayenin istediği platformda sürdürülmesi demektir. Böyle bir anlayışla sürdürülen mücadelenin başarı şansı az olduğu gibi kazanılanları da uzun süre korumak zorlaşacaktır.

Elbette ki sermayeye karşı tek tek talepler uğruna ve burjuvaziden şu veya bu tavizin koparılması için mücadele edilir. Bunlar gereklidir ve askeri tanımla küçük karakol çatışmalarıdır. Bu savaşım sürdürülürken bir bütün olarak savaşın kazanılması, diğer bir tanımla siyasal iktidarın ele geçirilmesi perspektifi gözden kaçırılmamalıdır.

İkincisi; mücadele alanlarına sadece mevcudu korumak veya düşman saldırısını savuşturmak için değil yeni kazanımlar elde etmek için çıkılmalı, talepler ona göre belirlenmelidir.

Üçüncüsü; sermaye ve egemen sınıflara karşı verilen mücadele onların işçi sınıfı içindeki uzantıları olan her soydan sendika ağa ve bürokratına karşı mücadele ile birleştirilmeli mücadelenin inisiyatifi bürokrasiye bırakılmamalı, onlara karşı uyanık olunmalıdır.

SSK özelinde yaşanan sorunların kaynağı, yönetimi elinde tutan devlettir. Devlet yönetiminde kaldığı sürece, emekliliğin ortadan kaldırılması dâhil hiçbir yaptırım SSK’nın sorunlarını çözemeyecektir. Aksine sorunları ağırlaştıracaktır. Bugün SSK’nın içinde bulunduğu bir takım sıkıntıları aşabilmesi, işçilere, emeklilere daha iyi hizmet verebilmesi için, alınacak önlemler ile yapılması gerekenler kimse açısından sır da değil. Ancak yağma ve talanın devam etmesi için sermaye ve devlet buna yanaşmıyor.

 

TASARI MECLİSTEN GEÇER Mİ?

Emekliliği ortadan kaldırmaya yönelik yasa tasarısının meclise sevk edilmesinden sonra bir kısım odaklarca “bu tasarı meclisten geçmez” denilmeye başlandı. Bunlar işçi sınıfını işin dışında tutarak, hükümeti yıpratmak isteyecek olan parlamentodaki muhalefet partileriyle CHP’nin tasarıya karşı çıkacağını, bunun yanında en geç bir yıl içinde yapılacak olan genel seçimler nedeniyle hükümetin işçileri karşısına almaya cesaret edemeyeceğini gerekçe gösteriyorlar.

Yasa tasarısının CHP’li bakan tarafından hazırlandığı, CHP’nin hükümet ortağı olduğu son üç yıl içinde işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıların boyutu ortada olduğu halde bu tür gerekçelerin, bir yanıyla işçi sınıfı ve emekçilerin asma yaprağından öteye geçmeyen parlamentodan ve burjuva partilerinden kopuş süreçlerini yavaşlatmaya, diğer yanıyla da, hazırlanan yasa tasarısına karşı işçi sınıfının yükselen tepkisini yumuşatmaya ve dikkatini dağıtmaya yönelik olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Sendika bürokrasinin genel bir anlayışı vardır. Bunlar işçinin ve kamuoyunun karşısında başka, sermaye ve hükümetin yanında başka tutum alırlar. Bugün karşı çıkıyor göründükleri yasa tasarısının temelleri 17 Eylül 1994’de aralarında üç konfederasyonun da bulunduğu toplantıda atıldı. Toplantıya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Nihat Matkap, TİSK, Türk-İş, Hak-İş, DİSK, Türkiye İşçi Emeklileri Derneği, TOBB, ILO Ankara temsilcisi ve başta eski ve yeni SSK genel müdürleriyle çeşitli üniversitelerden bilim adamları katıldı. Bu toplantıda; diğer konuların yanında emeklilik yaşının yükseltilmesi, emeklilik için prim ödeme süresinin artırılması ve sağlık hizmetleri için aranan koşulların ağırlaştırılması tartışıldı ve üzerinde görüş birliğine varıldı. Bir taraftan tasarının temellerinin atıldığı toplantıya katılmak, diğer yandan IMF’nin isteği doğrultusunda bu yasa tasarısını hazırlayan CHP’li bakanı “verdiği mücadeleden dolayı destekliyoruz” demek öte yandan “bu tasarı meclisten geçerse meydanı onlara dar ederiz” türünden demeçler vermek hiç de inandırıcı değildir. Özellikle SSK yönetiminde bulunup da yıllarca devletin “yağma ve talanına” destek veren Türk-İş yöneticilerinin sözlerinin ise hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

Meclise sunulan ve gerçek işlevinden yoksun, tamamen makyaj niteliği taşıyan İş Güvencesi, İş-Kur ve İşsizlik Sigortası yasa taşanlarının, işçilerin kıdem tazminatlarını ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu bile bile CHP’li Bakan’ı savunmaları bu dinozorların ikiyüzlü tutumlarına bir başka örnektir.

Tasarının meclisten geçip geçmeyeceğini, geçse dahi onun uygulanıp uygulanmayacağını, burjuvaziye tükürdüğünün yalatılıp yalanlamayacağını belirleyecek olan şu veya bu burjuva partisi ve her renkten sendika bürokrasisinin tutumu değil bizzat işçi sınıfının kendi gücü olacaktır. İşçi ve emekçiler burjuva partilerinin ve sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantılarının her türlü manevrasına karşı uyanık olmak, sözcülerinin aldatıcı sözlerine itibar etmemek durumundadırlar. Unutulmamalıdır ki; özellikle son üç yıldır işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırıların altında CHP’nin de imzası bulunuyor.

 

Haziran-Temmuz 1995

 

 

EK:

SAYILARLA SSK GERÇEĞİ

* Türkiye’de sosyal güvenlik kuruluşlarının en büyüğü SSK’dır. Sosyal güvenlik kapsamında bulunan toplam 41 milyon 600 bin insanımızın 21 milyon 370 bini SSK’ya, 8 milyonu Emekli Sandığı’na, 10 milyon 774 bini Bağ Kur’a bağlı. Çok az bir bölümü ise özel sandıklarda. Nüfusun çok önemli bir bölümü ise sosyal güvenlikten yoksun.

* Kurumun 89 hastane, 6 doğumevi, üç sanatoryum, 3 meslek hastalıkları hastanesi, 2 ruh sağlığı hastanesi ve 2 de fizik tedavi merkezi, 134 dispanser, 166 sağlık istasyonu bulunuyor. Kurumun toplam yatak sayısı ise 25.570 liradır.

* SSK’da 3920 uzman hekim, 1739 hekim, 1202 asistan, 412 diş hekimi, 848 eczacı, 6427 hemşire ve ebe, 18.802 personel ile 7064 işçi görev yapıyor.

*Kurum bir arsa zengini. Toplam 9,6 milyon metrekare arsası bulunuyor. Bunun 6 milyon metrekaresi üzerinde binaları var. 700 bin metrekaresi üzerinde inşaat sürüyor. 2.9 milyon metrekare arsası boş durumda.

* Bina varlığına gelince; 118 hastane, 49 dispanser, 3 sağlık istasyonu, 1 huzurevi, 2 sağlık koleji, 64 eğitim tesisi, 27 kiraya verilen tesis ve 1284 lojman.

*Boş arsaların 329.158 metrekarelik kısmından 1 milyar 6 milyon lira, lojmanlardan 1 milyar 9 milyon lira olmak üzere toplam 3 milyar 5 milyon kira bedeli alınırken, 22 idari bina, 87 dispanser, 160 sağlık istasyonu ve 2 ödeme bürosuna toplam 2 milyar 9 milyon lira kira ödeniyor.

* SSK’nın özel ve kamu sektöründen toplam 49 trilyon lira alacağı bulunuyor. Bunun yaklaşık 32 trilyonu kamu sektörünün borcudur.

* SSK’ya kayıtlı işyeri sayısı 2 milyon. Bildirge veren işyeri sayısı 700 bin, mevsimlik işyeri sayısı 300 bin, kayıtlı olduğu halde bildirge vermeyen işyeri sayısı 1 milyondur.

 

Sivil faşist hareketin yükselişi üzerine

Faşist hareketin gelişip güçlenmesi son yılların en önemli olgularından biri olma özelliği taşımaktadır. Burjuvazinin basın-yayın organlarına, siyasi parti ve temsilcilerine inanacak olursak, bu gelişme “çok sesli ve çok renkli demokrasinin” ne kadar iyi bir şey olduğunu gösteriyor. “Siyasi yelpaze” daha farklı partilerle genişliyor ve zenginleşiyor! Bazı liberal burjuva çevreler ise, özellikle Batı Avrupa ülkelerini işaret ederek “faşizmin hortlayan ruhundan ve tarihin tekerrür edebileceğinden” söz etmektedirler. Yine bu çevreler “faşist çetelere karşı yeterli önlemlerin alınmadığından” yakınarak devleti ve sivil toplum örgütlerini göreve çağırmaktadırlar.

Önceleri zaman zaman ortaya çıkan sivil faşist saldırılar, son dönemde giderek yaygınlaşmaya ve örgütlü ve birleşik bir karakter kazanmaya başladı. Toplumsal yaşamı terörize eden bu saldırıların yanı sıra, burjuva siyasetinin “resmi” göstergeleri de faşizmin yükselişine kanıt oluşturmaktaydı. Faşist partiler, yerel ve genel seçimlerde oylarını belirgin bir biçimde arttırıyor ve parlamentoda da somut bir güç haline geliyorlar. Avrupa ülkelerinde güçlenen faşizm, giderek büyüyor ve bütün ülkelerde bir olgu haline geliyor. “Faşizmin beşiği” sayılan Almanya’da, çetelerin “yabancı işçilere ve mültecilere” saldırıları görünümünde gelişiyor. Fransa’da Front Nottona ve şefi Le Pen yabancı düşmanlığını temel alan ırkçı-şoven bir politik çizgi izliyor. Le Pen parlamentoda da etkili bir güç olarak yer alıyor. Faşist MSI-DN İtalya’da yasal faaliyet yürütüyor ve güçlü faşist yerel müttefiklere sahip. Ayrıca bu ülkedeki faşist hareket, kontrgerilla örgütü GLADIO’nun ve mafyanın büyük desteğini alıyor. İngiltere’de bir dizi tarihsel ve siyasi nedenle dar bir tabana sahip olan faşist British National Party, gelecekte kullanılma olasılığı gözetilerek el altında hazır bekletiliyor. Diğer ülkelerde, İspanya, Belçika, Portekiz, Yunanistan, Hollanda gibi ülkelerde genelde yabancı düşmanlığı, ırkçılık-şovenizm propagandası temelinde faşist hareket ilerlemeye devam ediyor. Rusya ve diğer eski sosyalist ülkelerde, revizyonizmin çöküşünün hemen ertesinde faşist grup ve partilerin yaptıkları çıkış, Avrupa’daki faşist hareketlere güç, cesaret ve moral kazandırmıştır.

Gerek tarihsel deneyim gerekse Avrupa’nın bugünkü durumu, faşizmin kapitalizmin krizi ile kopmaz bir bağlantı içinde olduğunu kanıtlamaktadır. Faşizm kapitalizmin krizinin ürünüdür. Ama kapitalizmin her krizi faşizmi doğurmaz, doğurmamıştır.

Faşizmin ortaya çıkışı, her şeyden önce, devresel krizler içine girse ve yeniden canlanıp ilerleyişe geçmesi üretici güçlerin önemli bir bölümünün tahribatı pahasına olsa da, henüz mülk edinmenin özel biçiminin üretici güçlerin gelişmesinin önünde belirgin ve kökten bir engel oluşturmadığı, kapitalizmin hala ilerletici bir potansiyele sahip olduğu tekel öncesi dönem ve o dönemde ortaya çıkan krizlerine (ilki 1825’de görülen devresel krizler) özgü değildir. Faşizm, kapitalizmin tekelci dönemiyle, tekelci kapitalizme has siyasal toplumsal ilişkilerle ilintilidir.

Serbest rekabetten doğan tekeller, ekonomide rekabetin yerini dikte ediciliğin alması anlamına gelmiş; tekelci dönemde rekabet bütünüyle ortadan kalkmamış, ama artık tekeller arasında rekabet olarak, ekonominin ve oradan giderek yaşamın bütün alanlarına yayılan kıyasıya bir çatışma halini almıştır. Tekel, bir yandan, neyin ne kadar üretileceğinin, fiyatların, pazarların vb. belirlenip, birkaç tekel arasında anlaşmalı -tröst- ya da anlaşmasız ama bu kez güçlü olanın dayattığınca topluma dikte ettirilmesi demektir; öte yandan da, pazarların, hammadde kaynaklarının, hatta yalnızca siyasal-stratejik üstünlük sağlama amacına bağlı olarak toprakların -bölgeler, ülkeler vb.- yine dikte yoluyla ve güçler oranında paylaşılması demektir. Tekelci kapitalizmde, dünya önce ekonomik sonra da toprak olarak birkaç büyük devlet arasında paylaşılmıştır.

Kaynakların, toprak ve fabrikalar içinde olmak üzere üretici güçlerin gittikçe daha az sayıda elde birikmesi ve sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç içe geçerek (mali sermaye) bütün ekonomik yaşamı denetimi altına alması demek olan tekelci kapitalizmde, burjuvazinin de görece dar bir kesimi (tekelci burjuvazi) tekelci bir konum edinir. Amacı artı değer sağlamanın, sıradan bir birikimin ötesinde azami kârı elde etmek olur. Bunun kesin aracı, kapitalist toplumun tekelci ilişkiler etrafında örgütlenişi ve ekonomide dikte ediciliğin koşullarının oluşmasıdır.

Ekonomide dikte ediciliğin doğal uzantısı siyasette de dikte ediciliktir. Ekonomide tekel, siyasette şart dayatıcılık, güce bağlı olarak boyun eğdiricilik, pazarlar, hammadde kaynakları ve toprak peşinde koşma, işgaller ve savaşlar olarak yansır. Tekeller, siyasette gericiliğin yoğunlaşması anlamına gelir ki, Lenin’in belirttiği gibi, tekellerin eğilimi, siyasal gericiliktir. Tekelci döneminde kapitalizm, artık üretici güçlerin gelişmesinin Önünde kesin bir engel haline geldiği gibi, siyasal gericilik üretmeye başlar: Burjuvazinin ne demokrasi ile ne de yurtseverlikle bağlantısı kalır. Artık her şey daha çok egemen olmak ve daha çok ele geçirmek içindir. İşçi sınıfı üzerindeki sömürünün yoğunlaşması, geri ülkelerin talanı ve halkların emek ürünlerinin, yerüstü ve yeraltı kaynaklarının yağmalanması, el koyma, ilhak, saldırı savaşları giderek dünyanın paylaşımı için savaş, kapitalizmin, gerici, asalak, çürüyen kapitalizm olarak göstergeleri haline gelir. Tekellerin siyasal gericilik eğiliminin yoğunlaşması ise, faşizmden başka bir şey değildir.

Ancak faşizm, tekelin sıradan bir ürünü ya da yansısı da değildir. Kapitalizmin kriziyle ilişkili bu tekelci ürün, yani faşizm, tekelci kapitalizmin belirli bir dönemine özgüdür: Birinci dünya savaşı içinde oluşmaya başlayan ve Ekim Devrimi ile dünyanın oldukça büyük bir parçasının kapitalist pazardan kopmasıyla olgunlaşan kapitalizmin genel bunalım dönemine.

Devresel krizleriyle çıkmaza giren kapitalizmin içine yuvarlandığı bütün çelişmelerini keskinleştiren ve krizlerini olağanüstü yıkıcı kılan genel bunalım döneminde, eğilimi zaten siyasal gericilik olan tekelci burjuvazinin, toplumsal siyasal boyutuyla devrimle karşı devrim arasında çatışma olarak beliren keskinleşmiş çelişmelerinin üstesinden gelmek (doğru deyimle bu çelişmelerin yıkıcı sonuçlarından kaçınmak ve onları ertelemek) ve kendi çıkarlarını dikte etmek üzere, gericilik eğilimin yoğunlaşması… Faşizm, yıkıcı sonuçları Ekim Devrimi ile görülmüş içinden çıkılmaz çelişmelerinin “çözüm” yöntemi olarak tekelci burjuvazinin siyasal eğilimi haline gelmiştir. O, Rusya’da kapitalistlerin alaşağı edilişiyle burjuvazi için yakıcı ve en çok korkulan gerçek haline gelen, kapitalist sistemi tehdit eden sosyal devrim tehlikesine karşı, son sömürü sisteminin öz savunma mekanizmasının harekete geçişi olarak anlam kazanmıştır. Faşizm, proleter devrimleri çağına özgüdür ve bu çağda devrimle karşı-devrim arasındaki çatışmanın ürünüdür.

Tekelci burjuvazi, faşizme başvurarak, derinleşen krizinin hoşnutsuzluğunu ve öfkesini kabartma yönünde etkileyerek bağımsız tarihsel eylemiyle tarih sahnesine itme eğilimi gösterdiği ezilen ve sömürülen yığınları, örgütlerini dağıtıp mücadelelerini ezerek “kılıç ve kanla” siyasetin dışına atmaya yönelir. Ya da kapitalist sistem yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Ya proletarya ve ezilenlerin mücadelesi, bu mücadeleyi bastırıp ezmek üzere tırmanışa geçen ve burjuva demokrasisini de çiğneyip devleti giderek gericileştirerek açık ve dizginsiz terörün aygıtına dönüştürme eğilimi gösteren tekellerin egemenliğindeki sistemi devirecek (veya en azından, faşizmi tamamen tehlike olmaktan çıkaramasa da saldırısını püskürterek geriletecek ve geçici bir ferahlama ortamı -burjuva demokrasisi-sağlayacak) ya da sermaye ve faşizmin saldırısı, işçi ve emekçileri ve mücadelelerini kana boğarak, açık terörü, burjuva egemenliğin biçimi olarak örgütleyecektir. Tarih, iki yöndeki gelişmenin de tanıklığını etmiştir.

Günümüzde de Avrupa kapitalizmi toplumsal siyasal alanda belirtileri görülen derin bir bunalım içinde debelenmektedir. Merkez sağ ve merkez “sol” partiler erimekte, sandıktan istikrarlı olan sonuçlar çıkmamakta, işbaşına gelen hükümetler kısa zamanda toplumsal desteklerini yitirmekte, sık sık vurgulanan “erken seçim” istekleri çözüm olamamakta, özellikle yolsuzluk, rüşvet vb. skandallar yığınlarda umutsuzluk yaratmakta, burjuva politikası ve politikacılık “yalancılık” olarak tanınmaktadır. Bütün bunlar kapitalizmin krizinin politik ürünleridir. Üretici güçler ve üretimin bizzat kendisinin toplumsal niteliği durmaksızın artmasına rağmen, zenginlikler ve mülkiyet giderek daha az sayıda ellerde daha da büyüyerek toplanırken, nüfusun geniş yığınlarının yoksullaşması ve işsizliğin tehdit edici boyutlar kazanarak büyümesi, burjuvazi ve kapitalizmi yok oluşa sürükleyen çelişki olarak şiddetlenmektedir. Krize alternatif olarak öne sürülen özelleştirme bu krizi çözmek yerine şiddetlendirdi. Krize karşı burjuva partileri ve bilim adamlarının öne sürdüğü devlet harcamalarının sosyal yardımların kısılması, sosyalizm tehlikesi karşısında yatıştırma unsuru olarak gündeme alınmış “sosyal devletin ve işsizlik sigortasının kaldırılması” vb. türünden artık “klasik” sayılan çözüm önerileri de aynı sonuçları vermiştir. Üstelik bu önlemler, yıllardır sosyal yardımlardan yararlanmış emekçilerin düzene karşı hoşnutsuzluk ve öfkelerini körüklemektedir. Bu çıkmaz, kaçınılmaz olarak düzen partilerinin ve eski politikaların geçersizleşmesini, “radikal” ve “uç” politik kümelenmelerin güçlenmesi sonucunu doğuruyor.

Kapitalizmin krizi ve burjuvazinin politik olarak güçsüzleşmesi, komünist ve devrimci hareketin zayıf olduğu koşullarda yaşanmaktadır. Eski komünist partilerin tipik burjuva muhalefet partileri haline gelmesi, işçi sınıfının devrimci partisini kurmakta gösterdiği zayıflık ve uluslararası komünist hareketi temsil eden bazı ülke partilerinin genç ve deneyimsiz olması gibi özellikler, yaşanan krizin politik krizi de kapsayarak ve ezilen yığınları kendi çıkarları zemininde politika sahnesine çekerek devrimin ve sosyalizmin ilerletildiği bir olanağa dönüşmesini engelleyici rol oynamaktadır, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi politikalarıyla politik arenaya yeterince çıkamayışı ama düzen karşıtı hoşnutsuzluk ve tepkilerini şöyle ya da böyle ortaya koymaları, bu tepkileri sahte ve demagojik radikal söylemiyle çarpıtarak kapitalizmi sağlamlaştırma doğrultusunda kanalize etmeye yönelen ve burjuvazinin geniş çapta maddi ve manevi desteğine dayanan faşist hareketin gelişmesine yol açıyor. Böylece Avrupa burjuvazisi bütünüyle kapitalist sistemden doğan hoşnutsuzluk ve tepkileri kendi egemenliğinin sağlamlaştırmasına yarayan bir olanağa dönüştürmeye çalışıyor.

Faşist hareketin gelişmesinde, uluslararası düzeyde yaşanan sosyalizm aleyhtarı gelişmelerin de etkisi vardır. En çok revizyonizmin suçları ve çöküşünün kendisine fatura edilmesinin ezilen yığınlara belirli ölçüde kabul ettirilmesiyle sosyalizmin aldığı politik yenilgiler, sosyalist özlemler ve ideolojinin, geniş bir aydın tabaka tarafından yadsınmasına yol açmıştır. Bu ortamda, dinsel, ırkçı-milliyetçi ideolojilerin yeniden piyasaya çıkıp prim yapmasının “şaşırtıcı” görünen nedeni budur. Dünya ve özellikle Avrupa halklarının acı deneylerle tanıdığı faşizm, ancak örgütlülüğünün sürekliliğinde somutlanabilecek deney birikimi ve öncüsü tarafından yürütülecek sürekli bir aydınlatma faaliyeti ve kendi mücadelesinin deneyleriyle pişmeyle elde edilebilecek bilinçlilik halinin uzağında bulunan işçi ve emekçileri yeniden aldatmak üzere, medyanın “belleksizleştirme” operasyonunu da arkasına alarak bu ortamdan yararlanmaktadır.

1990 yılından bu yana, Türkiye’de de, faşist hareket ciddi bir gelişme ve toparlanma ortaya koymuştur. Türkiye’de doğrudan diktatörlüğün ve uzantısı sivil faşistlerin katliam ve saldırıları büyük artış göstermiştir. Diktatörlük bir yana, ona kopmaz bağlarla bağlı sivil faşist hareket, önemli farklılık ve özgünlülükler taşımakla birlikte, Avrupa’daki faşist hareketle aynı temele dayanmaktadır. Faşist diktatörlük, sivil görünümlü MHP’yi, kendi varlık nedenini de oluşturan işçi sınıfının, emekçilerin, Kürt halkının ve gençliğin mücadelesini ezmek amacıyla aktif bir biçimde kullanıyor. Faşist partilerin en azgını olan MHP, “kimlik değişimi” propagandasından Alevilerle ve sosyal demokratlarla ittifak kurmaya kadar bazı “yeni” taktikler izlemektedir. MHP, basın-yayın organlarının da şişirmesiyle toparlanıyor ve kitle tabanını genişletiyor. ANAP, DYP, SHP gibi karşı-devrim kampının diğer partileri zayıflarken MHP’nin oylarını arttırması karakteristiktir. Fakat MHP’nin yükselişinin asıl nedeni, kabartılan şovenizm ortamı ve yanı sıra doğrudan devlet tarafından örgütleniyor oluşudur.

Avrupa’da faşizmin güçlenmesi üzerine yazımızın ilk bölümünde kısa bir açıklama yapmaya çalıştık. Avrupa faşizminin ayrıntılı ve kapsamlı incelenmesini başka bir yazıya bırakarak, Türkiye’de faşizmin incelenmesini, işçi sınıfının, halkın ve Kürt halkının devrimci mücadelesinin ilerletilmesi açısından daha yararlı görüyoruz. Devrim ve sosyalizm mücadelesinde işçi sınıfı, faşizmin tarihsel köklerini; oluştuğu iktisadi-siyasi koşulları; temsil ettiği ve dayandığı sınıf ve toplumsal katmanları; ideolojisi, siyaseti ve örgütlenme biçimlerini; kullandığı yöntem ve taktikleri kavramak zorundadır.

 

TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN ORTAYA ÇIKMASI VE GELİŞİMİ

Türk ulusal ticaret burjuvazisinin önderliğinde gelişen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türkiye’de burjuva cumhuriyetinin kurulmasıyla sonuçlandı. Kemalist diktatörlük, başından itibaren, cılız anti-emperyalizmine karşın kitlelerin baskı altına alınması, Kürt halkının şiddetle sindirilmesine dayanan bir özellik gösterdi. Bu devlet, ticaret burjuvazisinin politik çıkarlarını savunan ve halk üzerinde korkunç bir terör estiren despotik bir burjuva diktatörlüğü oldu. Türk devletinin kurucusu olan sınıf daha savaş içindeyken “bir toprak devrimi ihtimaline ve işçilere ve köylülere karşı” tavır alıyor ve kazanan taraflar olan İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordu.

O dönemde Türkiye’de kapitalizm oldukça az gelişmişti; sanayi başlıca küçük ölçekli işletme ve atölyelerden ibaretti. Üretim daha çok toprağa bağlıydı ve kapalı ekonomi koşullarında üretim oldukça yaygındı. Meta üretimi, feodalizmin en kapalı biçimlerini çözmeye başlamış olsa da feodalizmin ağırlığı reddedilemezdi. Meta üretimi tarımsal nitelikliydi ve ticaret, liman kentlerinde yapılmış pek fazla olmayan yabancı ve “yabancı-ortaklı” yatırım aracılığıyla emperyalizme bağlansa da, yine de ağırlıklı olarak toprak ve tarım bağlantılıydı. Toprak üzerinde ipotekler vb. aracılığıyla kesin bir tefeci karaktere sahipti. Ulusal burjuvaziyi neredeyse bütünüyle oluşturan ticaret burjuvazisi, tefeci-tüccar niteliğiyle, feodalizmin bağrında palazlanmaya başladığı haliyle kapitalizmin ilk gelişme döneminin bütün özelliklerini üzerinde taşıyordu. Kendisi de feodal bir karakter göstermekten büyük ölçüde kurtulamamış, toprakla ve feodaliteyle çok yakın ve sıkı bağlara sahip kapitalizmle yeni tanışmakta olan bir sınıf. Bu durumu, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında toprak beyleri ve eşrafla yakın ittifakını açıklayan temeli oluşturur.

Ama bu durumu, aynı zamanda savaş sırasında ve sonrasında, onun demokrasi ve demokratik tutumlarla ilişkisizliğinin de açıklamasıdır. Kurtuluş savaşı ve onu yöneten sınıf, aldatma yoluyla kendi emrine koşmak dışında başlıca köylülüğe ve az sayıdaki işçiye hiçbir zaman yakınlık duymamış; “köylü milletin efendisidir” lafları, pratiğin tam tersinin işareti olarak kalmıştır. Feodalizmle yakın bağlan ve üzerinde taşıdığı önemli izleri nedeniyle tefeci ticaret burjuvazisi, niteliği gereği, demokrasiye en küçük bir eğilim duymamış, demokrasi mücadelesini ve demokratizmi dayatıcı başka önemsenecek örgütlü güçlerin olmadığı koşullarda, savaş, karakteri ve yapısı itibarıyla yine en küçük bir demokratizm izine rastlanamayacak Osmanlı ordusunun kalıntılarına dayanılarak sürdürülmüştür. Savaşın ve önderliğinin bu niteliği, onun gelişmesi içinde “işçilere, köylülere ve bir toprak devrimi ihtimaline karşı” yönelmiş “cılız bir antiemperyalist devrim” olarak despotik bir diktatörlükle “taçlanması”nın temel nedeni olmuştur. Tefeci ticaret burjuvazisinin yine emperyalizmle bağlantılı bir “ticari şebeke”nin temsilcisi olması, hem “cılız anti-emperyalizmi”nin ve daha savaş içinde emperyalistlerle kurmaya yöneldiği iyi ilişkilerin hem de buradan da gidilerek elde edilebilecek demokrasi ile ilişkisizliğinin bir başka nedenini sunmuştur.

1929 yılında patlak veren emperyalist-kapitalist sistemin genel krizi ortamında Türkiye egemen sınıfları emperyalizmle geliştirilen ilişkilerin bir sonucu olarak devleti yeniden ve faşist bir biçimde örgütlediler. Devlet, belirli bir süreç içinde, despotik burjuva diktatörlüğünden faşist diktatörlüğe evrilerek dönüştü. Türk devleti birdenbire faşist bir diktatörlük olmadı. Tefeci ticaret burjuvazi ve toprak beyleri içinden emperyalizmle girdiği ilişkilerden ve devletin dayanaklık edişinden de güç alarak palazlanan ve gelişen kapitalizm içinde tekelci konumlar kazanan burjuvazinin evrimine denk düşerek devletin şekillenmesinde bir dönüşüm yaşandı. Tekelci burjuvazinin oluşmasına paralel ve onun ihtiyaçlarına bağlı olarak devlet de süreç içerisinde ve adım adım faşistleştirildi. Kürt isyanları dışında ezilen ve sömürülen yığınların eylemli bir kalkışmaları henüz yoktu. Devletin faşistleştirilmesi ve faşist diktatörlüğe geçiş, sosyal devrim tehlikesi yaratan bir mayalanmanın ezilmesiyle değil, burnunun dibinde sosyal devrimin kalesi bulunan bir ülkede böyle bir potansiyel tehlikenin yolunu kesmek üzere gerçekleştirildi. Ekonomide yaşanan kriz, ticari şirketlerin iflasına yol açmış, tarıma konan vergiler köylüleri topraklarını terke zorluyordu. Sanayi büyürken, reel ücretler 1934–1938 arasında yüzde 25’e düşmüştü. Kriz ve alınan önlemler hoşnutsuzluk biriktirmeye başlamış, güçlü tepkilerin oluşması için toprak sürülmüş bulunuyordu. Feodalizm çözüldükçe, onun tarafından ekonomi dişi zora dayanılarak siyaset dışı tutulmaktan kurtulup özgürleşme yoluna girecek ve kriz ve alınan önlemlerin de “kışkırtmasıyla” gittikçe daha fazla demokratik tutumların öznesi olacak yığınların (köylüler) ve mücadeleleri, kriz tarafından da kolaylaştırılarak, bu köylülükle bağlantı içinde gelişme eğilimi gösterecek işçilerin, bu kez kapitalizm kaynaklı siyasal zorbalıkla siyaset dışı kalmalarını sağlamak üzere, faşist diktatörlük sermaye egemenliğinin biçimi olarak gerçekleşti. Demokrasiyle ilişkisiz burjuvazi demokrasi “getirecek” değildi. Kapitalizmin gelişmesi süreci içinde demokrasi mücadelesi yürüten güçler de olgunlaşıp sahneye çıkamadı. Bu durumda olması doğal olan oldu: Ulusal burjuvazinin egemenliğinden emperyalizmle işbirliği halindeki oligarşinin egemenliğine geçildi. Despotizmden faşizme…

Demokrasiye, örneğin birden fazla partinin örgütlenmesine zaten önceden yasak getirilmişti. Zaman zaman ikinci partiye izin verilse de, kısa süre sonra, beklenen an gelip çatıyor ve parti kapatılıyordu. 1925’de çıkarılan Takriri Sükûn yasasıyla neredeyse konuşmak bile yasak kılınmıştı En son “majestelerinin muhalefeti” olarak tasarlanan ama kısa zamanda kuruluş amacını aştığı görülen Fethi Bey’in partisi kapatıldıktan sonra tek parti diktatörlüğü yasallaştırıldı. İtalya ve Almanya’nın faşistleşmesi, yalnız ideolojik değil, siyasal ve örgütsel etkilerini de göstermeye başlamıştı.

1930’da Türk Tarih Tezi ve sonra Güneş-Dil Teorisi geliştirildi ve ırkçı-faşist yönelimin teorik ve tarihsel temelleri yaratılmaya çalışıldı. Irkçılık ve faşizm ideolojik akımlar olarak da benimsenmeye başlandı, gelişmelerinin yolu tümden açıldı. 1930 tarihli faşist İtalyan Ceza Hukuku Türkçeye çevrilerek temel alındı. Kürtlere karşı uygulanan katliam ve baskılar “Zorunlu İskân Kanunu” çıkarılarak yasallaştırıldı. Gençlik içinde faşist bir taban oluşturmak için Milli Türk Talebe Birliği kuruldu. Söz, basın-yayın, örgütlenme özgürlükleri hukuksal olarak da zaten yasaklanmıştı. Ve zaten işçi sınıfı ve sendikalar üzerinde bir terör sistemi kurulmuş bulunuyordu. İç politikada gerici-milliyetçi bir politik söylem hâkim olurken dış politikada şoven bir siyaset izlenmeye başlandı.

Türkiye’de faşist diktatörlük kuruluş döneminde ciddi bir kitle tabanına dayanmadı. Belirtildiği gibi, demokratik olmayan bir burjuva diktatörlüğünden faşist diktatörlüğe geçiş, yukarıdan, egemenler ve devlet eliyle gerçekleştirildi. Alman Nazi Partisi iktidara geldiğinde 11 milyon civarında bir seçmen desteğine sahipti. Türk egemen sınıfları böyle bir desteğe sahip değillerdi ve faşist diktatörlüğü “yukarıdan aşağıya” inşa ettiler. Ve bu süreç içinde, işbirlikçi tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğü olarak faşist diktatörlük kendisine kitleler içinde de taban bulabilmek için faaliyetlere girişti. Faşizmin kitle desteğini sağlamak amacıyla sivil uzantı ve beslemelerinin örgütlenmesine çalışıldı.

Faşist diktatörlük, gençliği kazanmanın geleceği kazanmak olduğu bilindiğinden, gençlik içinde MTTB’yi kurdu. Dar bir genç kadroya sahip olan MTTB, gençlik içinde ırkçılık ve şovenizmin propagandasını yaparak faşizme taban yaratmaya çalıştı, fakat başarılı olamadı.

1930’ların sonundan itibaren Hitler’cilik ülkede ve başlıca egemen sınıflar içinde, devlet katlarında etkisini göstermeye başladı. Almanya’nın Rusya içinde ilerleyişi bu etkisinin yayılmasına neden oldu. Bu sırada, diktatörlük hala göreli bir “tarafsızlık” siyaseti doğrultusunda davranırken, ülkede “Almancı”ların ağırlığı arttı ve hükümet Alman yanlıları tarafından oluşturuldu. Toplumda, başlıca burjuva ve küçük burjuva katlar içinde, en çok da ordu içinde, subaylar arasında NAZİ hayranlığı gelişti. Askeri okullarda ve bazı aydın çevrelerde yayılmaya çalışan faşist örgütlenme bütünüyle devlet olanaklarını kullandı. Bu dönemde hükümet tarafından da görece diplomatik bir incelikle izlenen Alman faşizmi yanlısı ve Hitler’in Kafkasya’ya varıncaya kadar Türkî toprakları ele geçirmesinden güç alan, onlarla işbirliği içinde gerçekleştirilmesi kurgulanan ırkçı-Turancı siyaset, sivil faşist çevreler tarafından, diplomatik kaygılar taşınmaksızın, daha açıktan savunuldu. Faşist diktatörlük 1944 yılında kendi beslemeleri olan sivil faşistleri dağıtmak ve faaliyetlerini kısa bir süre için engellemek zorunda kaldı. Nedeni, Alman faşizminin Sovyetler Birliği ve Kızılordu karşısında gerilemesi ve sosyalizmin ve ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesiydi. Ayrıca, Alman emperyalizminin gerileyiş sürecine girmesiyle birlikte, ülke içinde de Anglo-Amerikan yanlılarının ağırlığı artmış ve dünya çapında olduğu kadar ülkede de “rüzgâr” “faşizmin ezilmesi” ve “demokrasi” yönünde esmeye başlamıştı. “1944 Tevkifatı” olarak adlandırılan tutuklama ve davalar, uluslararası gelişmelere uygun olarak devletin kendisine çeki-düzen verme manevrasıdır. Faşist harekete yönelen bu göstermelik davalarda bugünün faşist “Başbuğ”u A. Türkeş de yargılanmıştır.

ABD 2. Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin istikrarını bozan ve egemenliğini tehdit eden komünist harekete karşı “gayrı nizami harp” doktrini çerçevesinde kontrgerilla faaliyetlerini örgütledi. 1947’de tekrar faaliyetlerine başlayan sivil faşistler, ABD’nin planlarına bağlı ve uygun biçimde “anti-komünizm” propagandasına sarıldı ama çok fazla etkili olamadı. Bu arada demokrasi rüzgârları, Türkiye’de iktidar kliğinin değişmesine yol açtı. Emekçi kitlelerin yoksulluk ve sefaletinin doğurduğu tepkileriyle demokrasi özlemlerini kullanan Bayar-Menderes çetesi, ’50 seçimlerini kazanarak diktatörlüğün hâkim mevkilerini tuttu. Çok partili hayata geçilmiş, parlamenter “asma yaprağını” daha bir “asaletle” örtünen faşist diktatörlük kendisini sağlamlaştırmıştı. Böylelikle sermaye ve diktatörlük, sivil faşistleri öne sürmenin ve ABD planlarına uygun davranmanın yanı sıra ulusal ve uluslararası gelişmelere de uygun olarak daha gösterişli bir “elbise” giymiş oldu.

CIA Türkiye’de kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde faşist harekete büyük para “yardımı” yapmıştır. ABD, 1954-1965 arasında sivil faşist harekete 150 milyon dolarlık bir yardımda bulundu. Kontrgerilla Türkiye’de Amerikan Yardım Heyeti “JUSSMAT”la bağlantılı olarak, Genelkurmaya bağlı özel Harp Dairesi içinde örgütlenmişti. Bu durum aynı zamanda kontrgerilla-ordu bağlantısını, kontrgerillanın orduya dayanan, emperyalizmin patronajında çekirdek bir faşist yuvalanma olduğunu da ortaya koyuyordu. Karşı-devrimci faşist devlet aygıtı içinde kontrgerilla ve ülkenin siyasal yaşamın gerçek yönlendiricisi faşist elebaşların nerede bittiği ve ordu ve siyasi polisin nerede başladığı adeta bir “sır” gibidir.

’60 Hükümet Darbesi, reformcu görünümüne rağmen, bu kez Bayar-Menderes çetesine karşı yükselen tepkilerin zayıflattığı, çeperinde gedikler açılmasına neden olduğu faşist diktatörlüğün sağlamlaştırılmasına yönelikti, bu sonuca vardı.

1963 yılında Komünizmle Mücadele Dernekleri kuruldu. ABD bu örgütün de parasal finansmanını sağladı. Sivil faşist faaliyetlerin legal bir kuruluşu olan dernek, işadamı, tüccar, esnaf, gazeteci-yazar, avukat ağırlıklı bir kadroyla oluşturuldu. Derneğin ideolog ve sözcüleri geçmiş hareketten ayakta kalmış faşist elebaşlarıydı.

1964 yılında MBK içinde yeni bir darbe gerçekleştirilmiş ve 14 subay tutuklanarak komiteden ihraç edilmişti. Bu subaylardan 10’u A. Türkeş’in öncülüğünde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine üye oldu.

Faşizm kendi propagandasında dönemsel koşullara bağlı olarak dinci bir motifi eksik etmez. 1960’ların başında faşist milliyetçilik İslamiyet faktörünü kullanarak “dinci” bir biçime bürünmüştür. Dincilik, sonraki tarihlerde de geniş ya da dar biçimde faşist propagandada yer tutmuştur.

1968 yılından sonra MHP’nin öncel örgütü olan CKMP, “Komando Kampları” ile yeni bir dönemin başladığını ilan etti. Sivil faşistler yarı-askeri örgütlenmeye yönelmişlerdi. ABD’li subaylarla ordudan emekli bazı subayların eğittiği faşist komandolar Kızılay’ın sağladığı çadırlardan yararlandı. (Son G. Kürdistan işgali sırasında da “Kızılay”ın istihbarat hizmetlerinden yararlanıldı!)

Egemen sınıflar, gelişen gençlik hareketine karşı polis ve asker gücünü seferber etmenin yanı sıra, faşist ve şeriatçı terörü de harekete geçirdi. CKMP’li faşistler kamplarda öğrendikleri adam öldürme ve dövüş tekniklerini üniversiteler ve öğrenci yurtlarında devrimci gençlere saldırarak uyguladılar. 1969 yılı sonuna kadar faşistlerin eğitilmesini sağlayan kampların sayısı, tespit edildiği kadarıyla 49’u bulmuştu. CKMP bu kamplarda ağırlıklı olarak, demagojik kalkınmacı-milliyetçi programıyla, taşradan gelen gençleri eğitiyordu.

8 Şubat 1969 CKMP Adana Kongresi’nde, önceki saf ırkçı söylem bir ölçüde zayıflatılarak, ABD’nin Ortadoğu politikasına uygun biçimde “Türk-İslam Sentezi” benimsendi. Partinin adı MHP olarak değiştirildi ve Türkeş yönetime geldi. Böylece “sivil” faşist hareket, halk hareketinin ezilmesine katılmak ve toplumsal çapta faşist bir akım olmak için tarihinde en büyük ve örgütlü çalışmayı başlattı.

 

70’Lİ YILLARDAN GÜNÜMÜZE MHP: KONTRGERİLLANIN SİVİL BİÇİMİ

1968 devrimci hareketi bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumu temellerinden sarstı. Başta gençlik olmak üzere işçi sınıfı ve köylülük de mücadele ve direniş alanlarına çıktı. Üniversite boykotları, grevler, fabrika ve toprak işgalleri, üretici mitingleri, gösteriler ezilenler cephesindeki derin mayalanmayı ortaya koyuyordu. Yaşanan uyanış, siyasal planda da devrimci akımların doğmasına, reformizmin ve düzen içi “sosyalizm” anlayışlarının pratik olarak aşılmasına neden oldu.

Egemen sınıflar ve faşist diktatörlük, yaşanan devrimci hareketlenmenin karşısına polis, asker, jandarma vs. faşist kolluk kuvvetlerini çıkarırken aynı zamanda faşist ve şeriatçı “sivil” kuvvetlerini de harekete geçirdi. Sivil faşistler ve şeriatçılar ilk önce gençlere saldırdılar ve bu saldırılar bir süre sonra işçi sınıfına, emekçilere yöneldi. Devrimci mücadeleyi engelleyemeyen egemen sınıflar 12 Mart 1971 askeri faşist darbesiyle, devrimci hareketin kadrolarını fiziken imha etti ve halk üzerinde büyük bir terör estirdi. Faşist diktatörlük, yarı-askeri bir biçim kazandı

12 Mart darbesinden sonra MHP resmi olarak büyük bir örgütlenmeye girişti. 1974’den sonra “Ülkücü Maliyeciler”, “Ülkücü iktisatçılar”, “Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği”, “Ülkücü Köylüler Derneği,” “Ülkücü Gaziler Cemiyeti”, “Ülkücü Hukukçular Derneği”, “Ülkücü Polis Birliği” vb. adlar altında faşist örgütler kuruldu. Bu örgütlerin hemen hepsini devletin resmi “görevlileri” ve “faşist siviller” kuruyordu. Devletin maddi olanaklarını da kullanıp beslenen MHP, bu tür örgütlerde halk düşmanı faşist militanları planlarına uygun olarak harekete geçirdi.

MHP 1970’lerin başından itibaren Avrupa’daki işçi ve göçmen Türkler arasında da örgütlenmeye başladı. Türk kontrgerillasının ve diplomatlarının da yardımıyla çalışmalarını başlatan MHP, 5 Haziran 1974’te Almanya’da “Avrupa Teşkilatları Büyük Kongresi”ni yaptı. MHP bu çalışmalar sırasında Avrupa’daki faşist ve gerici partilerle ve istihbarat örgütleriyle de ilişkiler geliştirdi. 1978 yılına gelindiğinde Avrupa’da toplam 103 Derneğe dayanan “Avrupa Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu” kurulmuştu. Bütün bu yurtdışı çalışması, faşist diktatörlüğe yurtdışında kitle tabanı sağlamak, ilerici ve devrimci faaliyetleri suikastlar, sabotajlar vb. yoluyla yok etmek, yabancı istihbarat örgütlerinin yardımıyla Türkiye aleyhtarı çalışmaları ortaya çıkarmak, mali dayanaklar edinmek vb. amaçlarla yapılıyordu. Bu çalışmaların anti-komünist niteliği öylesine belirgindi ki; “bağış kampanyaları”, “her mark komünistlerin kafasına sıkılacak bir kurşundur” sloganı altında düzenleniyordu. Bu çalışmaların ortaya koyduğu önemli bir gerçek de; MHP-devlet iç içeliği ve işbirliğinin çok açık olmasıydı.

Bir yandan devletin yardımıyla yukarıdan aşağıya örgütlenen ve devlet içinde kurumlaşan MHP, öte yandan legal kuruluşlarla terör eylemlerini artırmaya ve kitle tabanını genişletmeye başladı. Eski konumlarını ekonomik kriz yüzünden kaybeden orta sınıflar, günden güne yoksullaşan ve köyünü ve toprağını terk etmek zorunda kalan Orta Anadolu’nun, Karadeniz Bölgesi’nin tutucu-milliyetçi kesimleri MHP’nin faşist çalışmasının başlıca merkezini oluşturuyordu. Bu kesimlerdeki tepki ve hoşnutsuzlukları, iyi değerlendiren MHP, dinci -milliyetçi propagandasıyla belli bir taban oluşturdu. Örgütlediği unsurları kontrgerilla kamplarında eğiterek halk hareketinin üzerine sürdü. Okullarda, gecekondu semtlerinde, işyerlerinde katliamlar, sabotajlar, bombalamalar gibi yöntemlerle devrimci mücadele boğulmaya çalışıldı. Devrimciler, sendikacılar, öğretim görevlileri, öğrenciler faşist terörün özel hedefi oldu.

Faşist MHP dinsel propagandayı yoğunlaştırarak özellikle Orta Anadolu’nun geleneksel dindar küçük mülk sahiplerine mesajlar vermeye çalıştı. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız” sloganı dönemin sloganıydı. Faşist önderler ve cellâtları hacca gönderen MHP “Allahsız Komünistler” propagandasını yaymaya çalıştı. Böylece MHP, bütün dünyadaki faşist akımlar gibi, “halkın duygularına ve inançlarına el atarak” faşist amaçlarına ulaşmaya çalıştı. Ulusal duyguların ve kültürün istismar edilmesinin yanında dinin ve inançların istismar edilmesi, faşist propaganda ve söylemin diğer bir özelliğidir.

Faşist MHP’nin katliamları, kentlerde, profesyonel faşist komandolar eliyle gerçekleştirilirken, taşrada ise zayıf da olsa bir kitle desteği söz konusuydu. Yozgat,

Erzurum, Elazığ, Kahramanmaraş gibi yerlerde faşist hareket kısmen de olsa kitlesel bir görünüm kazanmıştı. İlişkilerinin zayıf olduğu yerlerde ise faşist hareket, kontrgerillanın çabalarıyla gelişmeye çalışıyordu. Ecevit Başbakan olduğu dönemde bir demecinde şunları söylemişti: “Kars Valisine Kontrgerilla faaliyetini sorduğumda bana bölgedeki kontrgerilla faaliyetinin başının MHP Kars II Başkanı olduğunu söyledi”.

MHP 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde devlet aygıtı içindeki örgütlülüğünü artırdı. Hükümette etkili olmanın olanaklarını iyi değerlendiren MHP, polis, MİT vb. kuruluşlar içinde kadrolaşmasını genişletti. Aynı dönemde toplumsal muhalefete karşı yönelen saldırılarda da büyük artış yaşandı.

1970’lerin ikinci yarısı devrim ve karşı devrim arasındaki çatışmanın şiddetlendiği bir dönem oldu. Yükselen devrimci hareketi ezmeye çalışan MHP, yeni bir taktik planı uygulamaya soktu. Bu plan, düzen açısından en geniş karşı devrimci cepheyi kurma ve bir iç savaş stratejisine dayanarak terörü yoğunlaştırmayı hedefliyordu. Bu planın parçası olarak “ünlü ve yüksek mevkideki” kişilerin yanı sıra “sıradan insanı” da hedef alan bir faşist saldırı dalgası başladı. Komünist ve devrimcilerin yanı sıra savcı, öğretim görevlisi, bürokrat gibi mesleklerden kişiler saldırının hedefi oldu. 16 Mart tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere bomba ve makineli tüfeklerle saldırıldı. Trenler, kahvehaneler, duraklar bombalandı.

MHP halka yönelik saldırısında Alevi-Sünni, Türk-Kürt vb. ayrılıklarını da kışkırtarak halk hareketini bölmeye ve zayıflatmaya çalıştı. Bu politika çerçevesinde Malatya, Maraş vb. Alevi ve Sünni mezhepten halkın bir arada yaşadığı yerlerde bu mezheplerin önde gelen kişilerine “bombalı paketler” gönderildi. Malatya’da patlayan bomba Belediye Başkanı gerici Hamit Fendoğlu’nu öldürdü. Cinayeti “Alevilere ve teröristlere” yıkan MHP’li faşist sürüleri, Alevilere karşı Sünni emekçileri peşine takmaya çalışarak demokrasi güçleri ve emekçi halk üzerinde büyük bir faşist terör estirmeye girişti, ancak saldırı püskürtüldü. Ama emekçilerin bölünmesi ve anti-faşist “cephenin” parçalanması doğrultusunda bir adım da atılmış oldu. Faşist terör ağırlıklı olarak Alevi-Sünni ayrılığının kışkırtılmasına yönelirken, Kars’ta olduğu gibi, Azeri-Türk şovenizmini de körükledi. Faşist terörün aldığı bu yeni biçimler Maraş Katliamı’nda doruk noktasına ulaştı.

Aralık 1978’de Maraş Katliamı gerçekleştirildi. Yüzlerce emekçi öldürüldü, yüzlerce insan işkencelerden geçirilerek tutuklandı. Katliam bölgesinde demokratlar ve Alevilere ait evler, işyerleri yıkıldı ve canını kurtarabilenler göç ettirildi. Bu olay, MHP’nin uzun bir süredir savunduğu “sıkıyönetim”in uygulanması için bir neden oldu. Sıkıyönetime rağmen antifaşist mücadele zayıflamadı, tersine ivme kazandı. MHP de “terörün durdurulması” için orduyu göreve çağırıyordu.

Maraş Katliamı sonrasında MHP’ye ve faşizme karşı mücadele gelişmeye ve ilerlemeye devam etti. Faşist sürüleri bazı bölgelerde toplumsal desteklerini yitirirlerken ülke çapında manevra olanakları daraldı. Karşıdevrim cephesinde çelişkiler sertleşti ve devleti aklamak için MHP hakkında bazı yerlerde davalar açıldı. MHP’nin yan kuruluşları olan “ÜGD” ve diğer ülkücü örgütlerin otoriteleri sarsılırken bundan sonra katliamlar “yeni” isimlerle üstlenilecekti. “Esir Türkleri Koruma Ordusu (ETKO)”, “Türk Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu (TÜŞKO)”, “Türk İslam Birliği Komandoları (TİBKO)”, “Türk İntikam-Mukavemet ve Katliam Ordusu (TİMKO),” “Şeriatçı İntikam Tugayı (ŞİT)”, “Türk İntikam Tugayı (TİT) bunlardan birkaç tanesidir.

Faşist terörün boyutları ve yaygınlığı öylesine büyüktü ki, kimi dönemler hareketin önderleri bile bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. 12 Eylül’den sonra MHP Genel Merkezi’nde bulunan bir parti genelgesinde bu durum görülüyordu. “Canı sıkıldığı için eyleme çıkanlara gelince, bunlar partinin canını sıkmaktadır” diyen faşist elebaşların “rahatsızlığı” nedensiz değildi. MHP’nin iğrenç saldırıları ve soykırım niteliği kazanan katliamları halkta büyük bir nefret dalgası yaratmıştı.

Diktatörlüğün, eteğinin altında MHP ile birlikte yürüttüğü terör kampanyasının etkili olmasında, devrimci hareketin kimi yanlış kavrayış ve pratik tutumlarının da payı vardı. Devrimci Komünistler dışındaki devrimci grupların önemli bölümüne hâkim olan “faşizmi MHP’den ibaret” sanan görüş, devrimci ve sürekli bir anti-faşist cephenin kurulamaması, faşizme karşı mücadelenin işçi sınıfı önderliğinden yoksun ele alınışı ve emekçileri seyirci durumuna iten “düellolar”a indirgenmesi vb. hatalar, faşizme karşı mücadeleyi zayıflattı ve faşist hareket ve diktatörlük bazı avantajlar kazandı. Özellikle devlet tarafından yapılan “sağ-sol çatışması” propagandası ve devletin tarafsız ve sınıflar-üstü olduğu yalanları toplumsal çapta belli bir meşruiyet sağladı. Devrimci akımların büyük bölümü, faşist devlet egemenliğini ve iktidar hedefini unuttular. Büyük bir anti-faşist kitle ise, ideolojik bunalım ve karmaşa içine itildi. Devrimci hareketin faşizm karşısındaki yanılgılarının ağır ve acı sonuçları en iyi biçimde 12 Eylül döneminde görülecekti.

’70’li yıllarda (ve günümüzde) faşizm, yasal ve parlamenter zeminde MHP’den ibaret değildir. O yıllarda AP, MSP, Güven Partisi gibi partiler de şu veya bu ölçüde faşist nitelik taşıyordu. Bu partilerin hepsi de aşırı milliyetçi ve anti-komünist olmalarının yanı sıra, biçimsel farklılıkların dışında bütünüyle tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunuyorlardı. Bu partiler, yürüttükleri siyasi faaliyetleriyle, faşist MHP’nin strateji ve politikasının taban bulmasına ve meşruiyet kazanmasına yardım ve hizmet ediyorlardı. Örneğin, AP de, MSP de, “komünizm tehlikesi” imajına sarılıyor, Demirel “Kars Kalesi’ne orak çekiçli kızıl bayrak dikildiği” söylentisiyle “bayrak mitingleri” düzenlenmesine öncülük ediyordu.

Genel olarak söyleyecek olursak; faşist partilerin sınıfsal niteliği ile sosyal yapısı, faşizmin dayandığı sosyal sınıf ve katmanlar, faşist politikanın militan tabanı birbirinden farklıdır. Faşist partilerin hepsi de tekelci sermayenin açık terörist diktatörlüğünü kurmaya ve ayakta tutmaya çalışırlar. Fakat bu partilerin militanları, kadroları ve tabanı genellikle küçük mülk sahipleri ve işsizlerden oluşur. Bugünün Avrupa’sında bu olgu çok nettir. Faşist çeteler; işsizlerden, gençlerden, sınıf-dışı kesimlerden ve lümpen proleterlerden oluşmaktadır. Bu partiler tekelci burjuvazinin terörist diktatörlüğünü kurmaya çalışıyorlar ve burjuvazinin büyük desteğine dayanıyorlar.

Tekelci sermayenin faşist diktatörlüğü koşullarında, baskı ve sömürü altında umutsuzluğa mahkûm olan siyasi mücadeleden uzak küçük üreticiler ve işsizler genel olarak faşist propagandadan ve gerici ideolojilerden etkilenmeye açık hale gelir. Devrim tarafından, öznel olarak kendi dinamikleri arasına katılmaya güç yetirilemediğinde, bu toplumsal katmanlar, sahte demagojik söylemiyle hareketlendirilebilmek üzere, faşizm için bir olanağa dönüşür. MHP’nin militan tabanı, işsizlerden ve köylü ya da köyden kente gelen milliyetçi etkilenmelere açık küçük burjuva kesimlerden oluşmaktadır. MHP’nin bu dönemdeki kadrolarının bir diğer özelliği ise hemşeri ve akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı unsurların ağırlığıdır. “Malatyalılar Grubu” “Erzurumlular Grubu” vb. türü gruplaşmalar, geri ilişki ve feodal ağırlıklı propagandanın bir sonucudur. Faşist hareketin iç ilişkileri doğal olarak onun sınıfsal dayanağının izlerini taşır, taşıyor. Çek-senet tahsili, eroin ticareti, mafya ile ilişkiler vb. kirli işler, MHP’lilerin “yan işleri” durumundadır.

MHP bu dönemde ideolojik olarak milliyetçiliği savunurken demagojik bir kapitalizm karşıtlığını da elden bırakmamaktadır. 1970’li yıllar, revizyonist karşı-devrime rağmen sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselmeye devam ettiği, Türkiye’de ise ciddi bir sosyalist ve devrimci mücadelenin geliştiği bir dönemdi. Faşist propaganda bu durumu dikkate alarak “Ne kapitalizm ne komünizm” sloganını kullandı. Böylece faşist MHP, işçi, halk ve sosyalizm düşmanlığını gizlemeye çalıştı.

MHP komünizme düşmanlığını ve faşist milliyetçi çizgisini, “yabancı ideolojilerin Türk milletinin tabiatına aykırı olduğu” iddiası altında sistemleştirdi. Partinin programına kaynaklık eden “Dokuz Işık Teorisi” faşist teori ve planın değişik bir biçimidir. Bu teorinin temel ilkeleri: “Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, ilimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstri ve Teknikçilik”tir. MHP programı “kalkınmacı” ve milliyetçi bir program olarak eklektik ve tutarsızdır. Tekelci burjuvazinin ve ABD’nin en kararlı savunucusu olan MHP, programında “gelişmecilik” “özgürlük”, “toplumculuk”, “bilimsellik” gibi emperyalizmin ortadan kaldırdığı kavramları kullanarak emekçi kitleleri aldatmayı amaçlamaktadır. Dünyadaki bütün faşist partilerin programlarının “toplumculuk, ahlakçılık, yurtseverlik, bilimsellik” vb. sözlerle dolu olmasına karşın demagoji ve yalanın faşizmin temel araçlarından olduğuna tarih tanıklık etmektedir.

 

MHP’NİN VARLIK NEDENİ DÜZENİ SAVUNMAKTIR

12 Eylül 1980 Askeri faşist darbesiyle işçi ve halk hareketi ezildi ve devrimci hareket kanlı bir biçimde bastırıldı. Askeri faşist diktatörlük “hem sağa hem sola karşıyız” yalanını bir parça olsun inandırıcı kılmak uğruna diğer burjuva partileri gibi MHP’yi de kapattı, yöneticileri hakkında göstermelik davalar açtı. Halbuki bu davalar iç ve dış kamuoyunu aldatmak, faşist MHP’yi kapatarak, devleti temize çıkarmak için açılmıştı. Nitekim, 1970’lerin ortalarından itibaren “orduyu göreve çağı nyoruz” nakaratını tekrarlayan faşist Türkeş, cuntacılara yazdığı mektuplarda “biz içerdeyiz ama düşüncemiz iktidarda” demişti.

1983’de “demokratik parlamenter rejim” yeniden kurulduğunda MHP’nin kadrolarının önemli bölümü “dört eğilimi birleştiren” ANAP içinde yer aldı. Kısa bir süre sonra MHP’liler Türkeş’in çağrısı üzerine faşist ANAP’tan ayrılıp yuvalarına döndüler. 1980’li yılların sonuna kadar egemen sınıflar ANAP Hükümeti’ni kullanarak iktidarını sürdürdü. 1980’li yılların başlıca yönetici ve yönlendiricisi olan ordu ve MGK’nın devlet yönetimindeki ağırlığı hemen hiç eksilmemişti ve halk hareketinin gelişimi burjuva siyasetini tüketmeye başlamıştı. Gelişen işçi hareketi ve Kürt ulusal mücadelesi, ’80’den sonra ihtiyaç olmadığı için bir süre köşede bekletilen MHP’nin yeniden eski “görevini” yapmak üzere harekete geçirilmesine yol açtı.

12 Eylül sonrasında işçi ve emekçi hareketinin bastırıldığı ve devrimci hareketin ezildiği ortamda emekçi kitlelerde diğer şeylerin yanı sıra küçümsenemeyecek bir hafıza kaybı ortaya çıkmışta. Bu gelişmede uluslararası planda, revizyonizmin yarattığı havanın da etkisi vardı. Komünist Partisi ve devrimci güçler işçi sınıfı ve halka karşı görevlerini yerine getiremedikleri için yığınlar emperyalist-burjuva propagandadan önemli ölçüde etkileniyordu.

Burjuvazinin ve gericiliğin ekonomik-siyasi saldırıları yığınlarda karşı koyma ve mücadele eğilimini artırdı. Bir yandan ekonomik kriz diğer yandan krizin de körüklediği işçi hareketi ve 1988’lerden itibaren kitleselleşen ulusal mücadele, düzeni büyük bir bunalıma soktu. Egemen sınıflar Kürt halkının mücadelesini “bölücü terör” olarak damgalayıp şovenist propaganda yaptılar ve Türk-Kürt çatışması yaratmaya çalıştılar. Şovenizmin yaygınlaştırılması için parlamento, TV, basın-yayın organları, sanatçılar, milli bayramlar, spor, asker cenazeleri vb. etkili biçimde kullanıldı. Bu dönemde MHP şovenizmin kışkırtılmasıyla güç toplarken aynı zamanda, şovenizmden başka bir propaganda yapmıyordu. Tekelci kapitalizm derin bir iktisadi çıkmaza girmişti ve işçi ve emekçi hareketiyle Kürt hareketini ezerek krizi atlatmak için MHP ve kontrgerilla terörü yeniden kullanılmak durumundaydı.

Burjuva ekonomi ve siyasetinin derin bir çıkmaza saplandığı dönemde ilk önce Türkeş’in anıları büyük bir gürültüyle gazetelerde yayınlandı. Türkeş, açıklamalarında partisinin bir “kimlik değişimi” safhasında bulunduğunu ileri sürüyordu. “Ülkücülerin oyuna gelmeyeceklerini ve terörle mücadelenin devletin görevi olduğunu” söylüyordu. “Cumhuriyete ve laikliğe sahip çıkıyoruz” buyuran “başbuğ” “fundamentalizme, şiddetle karşıyız” diyordu. Bir süre sonra Türkeş son MHP Kongresinde “komünist şair” Nazım’dan şiir bile okudu! Özellikle bu son olay o kadar tantanalı bir “değişim” propagandasına dayanak oldu ki; “sol”dan da destek geliverdi: MHP’nin faşist olmadığını Sadun Aren de tekrarladı!

MHP’nin değiştiği yalanı.”kamuoyu araştırmaları” ve seçim sonuçları örnek gösterilerek yaygınlaştırıldı. MHP’nin seçimlerde oylarını arttırması “değişimcin bir ürünü sayıldı. Burjuva seçim uzmanları ve gazeteciler, toplumun faşistleştirilmesinin genişleyen boyutlarını “çok sesli demokrasinin normal gelişmesi” olarak tanımlıyorlardı.

MHP komünizm düşmanlığı propagandasını bir ölçüde zayıflatarak “bölücülük” korkuluğuna sarıldı. Bu kez, komünizm “yakın” bir tehdit olmadığı için yükselen Kürt mücadelesi hedefe kondu. Bu arada MHP, devlet desteğinde semtlerde, okullarda ve Kürt şehirlerinde örgütlenmeye başladı. Kürdistan’da aşiretleri ve korucu takımını örgütlemeye girişti, bölgede ağalara ve korucu takımına dayanarak faaliyetini yaygınlaştırmaya çalıştı. Kullandığı temel motif “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü” oldu.

Bu dönemde Türk burjuvazisinin Kafkasya’da ortaya çıkan siyasi gelişmelere müdahale etmesi ve içteki DYP-SHP “terör hükümetinin” baskı ve katliamlarını dışta şovenizmle birleştirmek üzere; “Adriyatik’ten Çin Şeddine Büyük Türk Dünyası” propagandası yeniden gündeme getirildi. Türkî Cumhuriyetlere yapılan yatırım ve “dostluk” amaçlı gezilere, hükümette olmadığı halde A. Türkeş özellikle götürüldü. Dışardan belki de daha çok içe yönelik Türkî Cumhuriyetler cereyanı içte gericiliği ve şovenizmi körükledi. Krizden olumsuz etkilenen bazı küçük burjuva tabakalar, çarpıtma ve demagojinin etkisiyle çıkış yolu olarak gösterilen milliyetçiliğin peşine takıldı.

İşbirlikçi egemen sınıflar, 1991 seçimleri sonrasında krizin yükünü halkın sırtına yıkmak ve iktidarlarını sürdürebilmek için, Cumhuriyet tarihinin en büyük “demokratikleşme” propagandasını başlatırken, sistemin olanaklarını tüketme pahasına kontrgerilla ve MHP terörünü göstere göstere devreye soktu. Kürt gericiliğinin “gelenekçi” kesimlerini (toprak beyleri ve aşiret reislerinin güçleri olarak korucular) kontrgerilla ile ittifak halinde silahlı terör yoluyla halkın üzerine sürerken, reformcu ve “yenilikçi” kesimlerini ise “siyasi çözüm” yoluyla hareketi engellemeye yöneltti. Faşist MHP’nin Türkiye ve Kürdistan’da yükselen terörist saldırıları, gözaltında kaybetmeler, infazlar, köy yakmalar, “özel ordu” operasyonları faşist diktatörlüğün saldırganlık biçimleri olarak gündeme geldi.

Bugünün somut siyasi durumu faşist diktatörlük ve burjuvazinin başlıca açmazının gelişen Kürt hareketi olduğunu kanıtlamaktadır. MHP, bundan dolayı, ırk-çı-şoven bir söylem tutturmuştur. Güç topladıkça, tam hâkimiyet sağlamak için saldırganlaşmaktadır da. İşçi ve emekçilerin giderilemeyen hoşnutsuzluk ve öfke birikimlerinin ve karşı koyma eğilimlerinin varlığı da, sermayenin bir aleti olarak MHP’yi saldırganlaştıran bir başka temel faktördür. Nitekim üniversitelere, gecekondu semtlerine, TÜMTİS, Gebze ve Keçiören’de olduğu gibi işçi sınıfına ve sendikal faaliyetlere yönelen silahlı saldırılar bunu kanıtlamaktadır.

MHP, eriyen “merkez sağ” ve “merkez sol” partilere sırt çeviren özellikle küçük burjuva kitlelerin bir bölümünü katı ve milliyetçi söylemiyle kazanmayı başarmıştır. Özellikle Türk gençleri ekonomik krizin ve işsizliğin ağır yükünden dolayı büyük bir umutsuzluk içinde olduğundan, faşist hareket demagojik propagandasıyla bunlar içinde etkisini yayabilmekte ve belirli kesimlerini kazanabilmektedir.

Kürt milliyetçi hareketinin reformcu-Amerikancı çözümü sağlamak uğruna bir pazarlık unsuruna indirgenmiş haliyle sürdürdüğü, hedefi iyiden iyiye muğlâklaşmış kör terör kampanyası, Türk milliyetinden küçük burjuva tabakalar, işsizler arasında milliyetçi ve ırkçı propagandasıyla faşizmin güç kazanmasına neden oldu. Küçük burjuva grupların bireysel terör eylemleri ise, faşizme demagoji ve katliamlarını gizleme olanağı sunduğu gibi, antifaşist devrimci mücadelede kesinlikle kazanılması gereken küçük burjuvaziyi ve ara tabakaları burjuvazi ve faşizme doğru itici rol oynamıştır.

MHP gerçekte gelişen halk hareketi önünde karşı-devrim barikatı olma rolünü gizlemek amacıyla bazı vitrin değişiklikleri yapmaktadır. Yıpranan ve teşhir olan kadrolar -siz katiller diye okuyun- geri çekilip, taze ve “yeni” yüzler öne sürülüyor. Böylece hem “kimlik değişimi” reklâmı yapılıyor, hem de faşist Türkeş’e bağlı kadrolaşma güçlendiriliyor. Bu politika geçmişte de uygulanırdı. Geçmişte kitle katliamlarında teşhir olan bazı militanlar “komünist” olarak damgalanıp “harcanmıştı”. Yakın bir zamanda ise faşist hareketin önde gelen “önderlerinden”, “Avrupa Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu” başkanı Serdar Çelebi, “Papa olayında ve başka bazı olaylarda ülkücü harekete ve MHP’ye gölge düşürdüğü” için görevinden alınmıştı. MHP içinde bu tür vitrin değişikliği ve tasfiye hareketleri bazen silahlı çatışmalarla sonuçlanmaktadır. MHP Kilis Belediye Başkanı Burhan Kerküklü’nün imha edilerek tasfiye edilmesi bunun en son ölmeğidir.

Bugün “değiştiği” söylenen MHP, özünde eski faşist rejim savunucusu ve terörist kimliğini korumaktadır. Hatta faşist karakteri daha da koyulaşmakta ve söylemde bile faşist motif derinleşmektedir. Bugünün faşist MHP’si örgütlenmesi, söylemi, taktikleri vb. bakımından döneme bağlı bazı “değişiklikler” içerisindedir. Bu “değişiklikleri” genel bir biçimde açıklamaya çalışalım.

* Bugünkü MHP düzene demagojik bir saldırı söylemi içinde dahi değildir. MHP önderi Türkeş, her zaman IMF ve Dünya Bankası kararlarının harfiyen uygulanması ve buna muhalefet eden “teröristlerin” ezilmesi gerektiğini söylemektedir. Bugün için MHP’nin sözde “iktidar partisi” olma diye bir hedefi de yoktur. Tersine DYP-SHP “terör hükümeti”nin bütün kararlarını desteklemektedir. Bu yolla kadrolarını devletin hemen tüm kademelerine, bakanlıklara, ordu ve polise yaygın bir şekilde yerleştirmiştir. Kürt sorunu konusunda “teröristle halkı ayırma”, “Kürt gerçeğini tanıma” gibi “klasik” politikaları bile “bölücülüğe destek” olarak niteleyen MHP, katliam ve soykırım dışında hiçbir “çözüm” önermemektedir. MHP ’80 öncesi dönemde kullandığı sahte kapitalizm karşıtı sloganları da terk etmiştir. Söylemdeki bu “değişim”, sermayenin bugünkü ekonomik kriz ve politik güçsüzlük koşullarının manevra olanaklarını daraltmasından ötürüdür.

* Hükümette yer almasa da devlet aygıtı içerisinde en örgütlü güç MHP’dir. İçişleri Bakanlığı, Emniyet müdürlükleri, Özel Tim, Özel Ordu vs. terör kuruluşları içerisinde MHP kadroları ağırlıktadır. Bu olgu “yeni” değildir ve sivil faşist hareket ortaya çıktığı günden bu yana devlet desteğine sahip olduğu gibi, devlet aygıtı içerisinde örgütlüdür. Bugün yaşanan, MHP’nin devlet aygıtının organik bir parçasına dönüşmüş olması ve aygıt içindeki ve yönlendirilmesindeki ağırlığının artmasıdır. Devletin kimi militarist kuruluşları (özel ordu ve özel tim) hemen tamamen MHP’lileştirilmiştir. Bu polis açısından da hemen hemen böyledir. MHP, sivil bir örgüt olmanın ötesinde, devlet aygıtıyla iç içe durumdadır ve bir bakıma “yarı resmi” bir konumdadır. Gazi katliamında teşhir olan polisi toz kondurmadan yalnızca MHP’nin savunmasının bir nedeni de budur.

* MHP ’80 öncesinde terörist saldırılarında kimi sivil kuruluşları da paravan olarak kullanırdı. Bu dönemde ise “Ülkü Ocakları” dışında sivil kuruluşlara sön verilmiştir ve polis, özel tim ve kontrgerilla ile saldırılmaktadır. Kimi zaman işbirliği halinde birlikte, ama daha da çok, polis, özel tim ve kontrgerilla olarak.

* MHP dünden daha fazla bugün Türkiye egemen sınıflarının “Kontrgerilla Diplomasisi” çerçevesinde yurtdışında faaliyet sürdürmektedir. Bosna ve Azerbaycan, Kontrgerilla ve MHP’nin “pilot bölgeleri” olmuştur. Buralarda da, sivil, askeri ve ya-n-askeri tüm biçimlerde örgütlü ve faaliyet halindedir.

28 Mart 1995 tarihli Hürriyet gazetesinde, Haydar Aliyev, Azerbaycan’daki darbe girişiminin arkasında bulunanları açıklarken Kenan Gürel adlı birinden söz etmektedir. Bilindiği gibi, bu darbe girişiminde MİT ve MHP’nin de rolü vardı. Kenan Gürel bu ülkedeki MHP ve Kontrgerilla faaliyetlerinin elebaşlarından biridir. Azerbaycan’ın MHP’nin Turancı amaçları açısından özel bir konumu olduğunu bilmeyen yoktur. MHP’nin kontrgerilla faaliyetleri Avrupa’da; Almanya’da Türklere ait işyerlerinin kundaklanması, Yunanistan’da turistik yerlerin bombalanması, Hollanda’da “SKP’ya Hayır!” mitingi vb. olaylarda açığa çıkmıştır.

* MHP bazı “yeni taktikler” kullanarak kitle tabanını genişletmeye çalışıyor. “İslam Fundamentalizmine karşıyız”, “Laik’iz” vb. sözler, Alevileri kandırmak için yapılan açıklamalar ve bazı Alevilerin üye alınması gibi adımlar dönemsel bir taktik değişikliğini ortaya koymaktadır. Ayrıca MHP sosyal demokrasinin iflasından sonra bu akımdan kopan kitleyi kazanmak için de bazı yeni adımlar atmaktadır.

* MHP’nin rolü yalnızca Kürt direnişine ve işçi, emekçi direnişlerine saldırmak değildir. Toplumsal yaşamı terörize etmek ve toplumun faşistleştirilmesini geliştirmek, onun en önemli işlevlerinden biridir. Bu uğurda TV’de açıkoturumlar düzenlenmekte, aydınların ve sanatçıların katıldığı “MHP Geceleri” yapılmaktadır.

Bugün MHP dışındaki burjuva partileri, daha fazla faşizmin bir parçası haline gelmektedir. Kriz dönemlerinde bütün burjuva partileri şu veya bu ölçüde faşist bir nitelik kazanırlar. Bugün CHP, DYP, ANAP, DSP vb. arasında sadece Kürt sorununda değil, özelleştirme, işten atmalar, sendikasızlaştırma, gözaltında kaybetme gibi konularda da bir fikir ve politika birliği vardır. MHP bu partilerden en gerici çalışmasıyla ayrılmaktadır. Unutulmamalıdır ki; faşizm de sosyal demokrasi de tekelci sermaye egemenliği ve burjuva diktatörlüğünü savunan politikanın iki farklı görünümüdür.

Buraya kadar söylediklerimizi kısaca özetleyecek olursak; Türkiye devletin faşist biçimde örgütlenmesiyle yönetilen bir ülkedir. Sınıf mücadelesinin boyutları, devrimci kitle mücadelesinin seyri, uluslararası siyasal koşullardaki değişiklikler vb. nedenlerle devlet örgütü bazı biçimsel değişiklikler gösterebilir, siyasi özgürlüklerin kullanılma olanakları darlaşabilir ya da genişleyebilir; fakat devrimle devrilmedikçe devletin örgütlenmesinin faşist biçimi değişmeyecektir. Parlamento ve seçim sisteminin varlığı da bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Parlamento, seçim sistemi, politik partiler vb. tekelci burjuvazinin diktatörlüğünü gizleyen birer asma yaprağıdır. Günümüzde gerçek siyasi iktidar MGK’nın elindedir. Cumhuriyet rejiminin 36 yılı sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal yönetimi ve 3 askeri darbe altında geçmiştir. Türk devleti işbirlikçi tekelci burjuvazinin açık terörist diktatörlüğüdür. Burjuvazinin ekonomik ve politik egemenliğine son vermedikçe faşizm yıkılmayacağı gibi faşizm tehlikesi de ortadan kalkmaz. Türkiye’de faşist diktatörlük hüküm sürmesi, burjuvazinin iktidarını sürdürme aletlerinin yalnızca resmi devlet güçlerinden ibaret olduğu anlamına gelmez. Uluslararası bir sınıf olan ve nüfusun onda dokuzu üzerinde sömürü ve zulüm uygulayan burjuvazi, iktidarını sürdürmek için sivil faşistlere de ihtiyaç duyar. Burjuva devlet “tarafsız ve sınıflar-üstü” konumunu halka benimsetmek için kendi kanatları altında beslediği sivil faşistleri ortaya sürer. Sivil faşistlerin yetersiz kaldığı durumda diktatörlüğün resmi güçleri devreye girer ki, bugün bunların çoğunluğu da neredeyse MHP örgütlenmesi, MHP’yse bir devlet örgütlenmesi durumundadır.

Bugün MHP’nin yükselen terör eylemleri, burjuvazinin parlamenter ve legal yöntemlerle iktidarını sürdürmekte zorluk çektiği, politik zayıflık ve tükeniş içerisinde olduğu ve olanaklarının sınırında bulunduğunu da göstermektedir.

MHP son aylarda gecekondu mahallerine, üniversitelere, işçi ve memurlara yönelttiği saldırılar ile yükselişinin durulma sürecine adımını atmış durumdadır. Bizzat kendi eylemleriyle kayba uğrayan toplumsal hafızayı tazelemekte, emekçiler nasıl bir bela ile karşı karşıya olduklarını yeniden hatırlamaktadırlar. MHP’nin medya desteğiyle ısrarla vurguladığı “değişim” propagandasının bir aldatmaca olduğu daha geniş yığınlar tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Şimdiden, Gazi’de ve Nurtepe’de olduğu gibi MHP ve saldırıları karşısında duyarlı hale gelişleri ve karşı koyma haline geçişlerine tanık olunmaktadır. Ve bu kez, faşizmin MHP’den ibaret görülmesi eğilimi de görünmemektedir. Bu devletle MHP iç içeliği nedeniyle zaten pek olanaklı da değildir.

Anti-faşist mücadelenin sermaye saldırılarına karşı mücadeleyle birleştirilerek faşizmin kaynağına da yönelmesi ve bu kaynağı tasfiyeyi hedeflemesi iki temel ihtiyacın giderilme yoluna girmesiyle olanaklı olacaktır. İşçi ve emekçi hareketinin dağınıklıktan kurtulmak üzere politik bir örgütlülüğe kavuşması ve antifaşist mücadelenin yığınların örgütlü mücadelesi olarak gelişmesi ve ikincisi bu mücadelenin toplumun en dinamik kesimini oluşturan işçi hareketini odak edinerek ilerlemesi… Anti-faşist mücadele, işçi ve emekçi yığınların örgütlü politik eylemi olarak yürüdüğünde başarıyla gelişme şansına sahip olabilir. Ne örgütsüz ve dağınık ne de kitlesel olarak sınıf temeline dayanmayan sınıf dışı ve hedefi her zaman şaşabilecek eylemlerin sermaye ve faşizmin saldırılarını püskürtme ve onu yok etme şansı olabilir!

 

Haziran-Temmuz 1995

1848 devrimi’nde proletarya Üç renkli bayraktan kızıla

Sınıf mücadelesi tarihinde, Fransa’daki 1848 Haziran devrimi, o güne kadar gerginleşmiş ve artık yeniden saflaşmak üzere altüst olmak zorunda kalan sınıflar-arası ilişkilerin çözüldüğü ve bunların bir başka düzlemde ve platformda yeniden kurulacakları tarihsel sürecin başladığı özel ve özgün bir uğraktır. Dünyada daha önce ve sonra da çok sayıda devrim yaşanmasına rağmen, Haziran devriminin, daha genel olarak da 1789’dan itibaren Avrupa’daki sosyal ve siyasal haritayı değiştiren Fransız devrimlerinin, devrim tarihinde ayrıcalıklı bir yer tutmasının nedenleri vardır ve bu devrimlere özgünlüğünü veren de bu nedenlerdir.

Kimi zaman sanıldığı gibi, bu önem, Marx ve Engels’in diyalektik materyalist yöntemi tarih çözümlemesi yapmak üzere geliştirme olanağını ilk kez, hemen yanı başlarında cereyan eden Fransız devriminde bulmuş olmalarından gelmez. Kuşkusuz, bu pratik olanak, teorinin zenginleşmesine ve gelişmesine, tarihsel materyalizmin olgunlaşmasına çok büyük katkılar sağlamıştır ama Fransız devrimi, teorik bir olanaktan çok daha fazla şeyi ifade eder. Dahası, Marx’ın, kendi yaşadığı dönemde, onun için yakın olan bir tarihe projeksiyon tutarak onu analiz etmeye çalışmasından yola çıkarak teorinin Avrupa merkezli bir mahiyet taşıdığını, diğer anakaralarda yaşanan süreçleri açıklayamayacağı iddialarını da Engels, Marx’ın kaleme aldığı Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inin üçüncü baskısına yazdığı önsözde yanıtlar. Der ki Engels, “Fransa, sınıf savaşımlarının, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar sürdürüldüğü ve bu bakımdan sınıf savaşımlarının içinde geçtikleri ve bu savaşımların sonuçlarının özetlendikleri değişken siyasal biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirledikleri biçimlerin en belirgin sınırlarıyla belirledikleri ülkedir. Ortaçağ feodalizminin merkezi, Rönesans’tan beri babadan oğla geçen krallığın klasik ülkesi olan Fransa, Büyük Devrimi’nde, feodalizmi yıktı ve burjuvazinin egemenliğine, Avrupa’da başka hiçbir ülkenin ulaşamadığı katıksız klasik bir özellik verdi. Aynı biçimde, devrimci proletaryanın, hüküm süren burjuvaziye karşı savaşımı da, Fransa’da başka yerde bilinmeyen keskin biçimlere büründü. Marx’ın eski Fransız tarihini, özel bir önem vererek incelemekle kalmayıp, geçmekte olan tarihin bütün ayrıntılarını izlemesinin ve daha sonra yararlanılmak üzere malzeme toplamasının nedeni budur.” (Karl Marks, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, sol yay, 1990, s.11, Sevim Belli çevirisi)

Öyleyse, teorinin de bizzat ürünü olduğu 19. yüzyıldaki Avrupa’daki devrimlerin içinde özel bir yer tutan Fransız devriminin sonuçları ve kendisinden sonra gündeme getirdiği siyasal ve sosyal değişikliklerin bugünkü politik ihtiyaçlar bakımından bir kez daha hatırlanmasında yarar olacaktır. Çünkü tarih, aslında bugünü açıklar. Üstelik Fransız ihtilali, başka zamanlarda, değişmesi için aylar ya da yıllar gereken sınıflar-arası ilişkilerin her gün değiştiği, hiçbir şeyin bir önceki gün gibi olmadığı, hiçbir ilkenin ya da dengenin ertesi gün aynı konumda kalmadığı, pek çok şeyin çok kısa anlara sığdığı bir tarihsel dönem olması bakımından, bu devrimde yer alan, karşı karşıya gelen, yan yana duran, süreç içinde ayrışan veya birleşen sınıfların durumları, geçişleri ve gelişmeleri hakkında açık ipuçları- verir; bu durumların en kristalize olmuş hallerini görmemize olanak sağlayarak bugünkü, daha dolaylı, bazen, henüz açığa çıkmamış ilişkilerin nereye evrileceğini anlamamızı kolaylaştırır. Denebilir ki Fransız devrimi bir siyaset okuludur.

 

HAZİRAN ÖNCESİ

Fransa’da 1789’dan başlayarak 1871 Paris Komünü’ne kadar uzanan devrimci süreçte sayısız çalkantılar yaşanmış, burjuvazi, siyasal iktidarı aristokrasiden almak için girdiği pek çok çatışmadan sonra bazen bu iktidar üzerinde denetim sağlayabilmiş ama çoğu kez de gerici sınıflarla işbirliği yapmayı tercih ederek kendisine tanınan temsil yetkisiyle yetinmişti. Fransız burjuvazisinin iktidar için mücadelesinin bu kadar uzun zamana yayılmasının, bu sınıfın ekonomik ve siyasal bakımdan az gelişmiş olmasıyla bir ilişkisi olduğu gibi, onunla birlikte giderek gelişen ama henüz, politik olgunluğa ulaşmamış alt sınıfların iktidardan bekledikleri talepler karşısında duyduğu ürküntüyle de ilişkisi vardır. Ve bütün devrimci süreçte, Fransa bu sınıfların birbirlerine karşı sürekli değişen tutumlarına, politik hesaplarına sahne olur.

1830’da, aristokrasiye karşı başkaldıran cumhuriyetçi burjuvazinin daha sonra, iktidara getirilen Orleans Hanedanı’ndan Louis Philippe’le uzlaşmayı tercih etmesiyle birlikte Temmuz Monarşisi adıyla anılan dönem başlamıştı. Temmuz iktidarında söz sahibi olan, burjuvazinin bütün kanatları değildi ve bu yüzden 1848, hatta 1852’ye kadar süren süreç, burjuvazinin bütün kanatlarının birleşik iktidarının sağlanması için verilen mücadeleleri kapsar. Louis Philippe’in zamanında tahta yerleşen kesim; “bankacılar, borsa kralları, demiryolu kralları, demir madeni sahipleri, orman sahipleri ve toprak mülkiyetinin onlara bağlı bölümü”nü içeren mali aristokrasiydi. Sanayi burjuvazisi ise iktidarla temsili düzeyde ilgiliydi ama azınlıktaydı. Burjuvazinin muhalefete itilen bu kanadıyla iktidardaki mali aristokrasi arasında cereyan eden çelişki, devletin içine düştüğü ekonomik bunalıma bağlı olarak da keskinleştiğinde, ticareti, sanayiyi, denizciliği ve sanayi burjuvazinin çıkarlarını durmadan tehdit eden ve zarara uğratan bu hükümete karşı sanayi burjuvazisi yani “resmi muhalefet”, toplumun tüm kesimlerini de etkileyecek bir savaşa hazırlanmak üzereydi. 1845–46 yıllarında tarımsal üretimin gerilemesi, yaşamın pahalılaşması, İngiltere’de baş gösteren ekonomik bunalım, taşra bankalarının iflası gibi nedenlerle bütün Avrupa’yı harekete geçiren dalga, Fransa’yı da 1848 Şubat devrimine götürdü. “Ekonomik bunalımın ticaret ve sanayide neden olduğu yıkıntı, mali aristokrasinin her şeyi yapabilme gücünü, tüm yetkilere sahip oluşunu daha da katlanılmaz kılıyordu. Burjuva muhalefeti bütün Fransa’da ziyafetler yoluyla mali reform lehinde bir kışkırtma hareketi başlattı. Bu hareket, burjuva muhalefetine meclislerde çoğunluğu kazandıracak ve borsa kabinesini devirmesini sağlayacaktı. ” (Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848–1850, Sol yayınları, 1976, s.44, Sevim Belli çevirisi) Böylece sanayi burjuvazisi, mali aristokrasiye karşı yürüttüğü muhalefetin sonucunda, egemenliğini ilan etmeyi tasarlıyordu. Öte yandan, diğer sınıflarda da derin bir kaynaşma vardı. Köylülük zor durumdaydı ve ipotek faizleri yüzünden iki yakasını bir araya getiremez olmuştu, kent küçük burjuvazisi yani “dükkân” ise büyük tüccara, bankere ve fabrikatöre karşı giderek derinleşen bir öfke biriktiriyordu. Proletarya ise en alttaki sınıf olarak yoksullaşmanın son sınırına kadar gelmiş dayanmıştı. Ve Fransa geniş bir lümpen proleter kitlesine sahipti. Bütün bu sınıfların devrimden çıkarları, burjuvazinin üç renkli bayrağı altında birleşti ve mali aristokrasiye yönelik muhalefetin içinde eridi. Şubat ayaklanması, ardında bir Geçici Hükümet bırakıp geçtiğinde, yeni durumda, bütün toplumsal sınıflar iktidarda az çok temsil edilebilme olanağı buldular. Burjuvazinin sözcüleri, bu kardeşlikten dolayı bütün ulusun sarhoşluktan başının dönmesini bekliyordu. Çünkü geçici hükümetle birlikte, önceki dönemlerin hâkim anlayışı kırılmıştı: Sınıf farklılıkları bir yanlış anlamadan ibaretti ya da Temmuz Monarşisi günlerinin bir kötülüğüydü, şimdi ise tarihe karışmıştı: “Sınıf ilişkilerinin bu yalnızca düşüncede kaldırılmış olmasına karşılık veren sözcük fraternite, kardeşleşme, evrensel kardeşlik idi. Sınıflar-arası uzlaşmaz çelişkilerin bu yumuşak başlılıkla soyutlanışı, karşıt sınıf çıkarlarının bu duygusal dengesi, fraternitenin coşkunlukla sınıf savaşımının üzerinde yüceltilmesi, işte gerçekten Şubat devriminin özeti bunlardı. Sınıfları birbirinden ayıran şey basit bir yanlış anlama idi ve 24 Şubat’ta, Lamartine, Geçici Hükümetin adını taktı: ‘çeşitli sınıflar arasındaki o korkunç anlayışı ortadan kaldıran hükümet’ Paris proletaryası ise bu yüce gönüllü kardeşlik sarhoşluğuna kendini kaptırdı gitti. ” (agy, s. 51)

Kuşkusuz bu kısacık bir andı ve Geçici Hükümet dönemi, Haziran günlerine gelinceye değin yoğun bir huzursuzluğun yaşandığı dönem oldu. Anlık denge çok kısa bir süre içinde çözülecek, burjuvazinin, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganıyla kendi bayrağı altında topladığı alt sınıflardan kurtulmak için düzenlediği entrikalar bu kez burjuvaziyle, müttefiki proletaryayı Haziran barikatlarında karşı karşıya getirecekti. Üstelik Haziran barikatlarının bir tarafında yer alan proletarya, burjuvazinin bir süre sonra ona da ihanet edeceği “dükkân”ı yanında bulamayacaktı.

Geçici Hükümette, cumhuriyetçi küçük burjuvazi, cumhuriyetçi burjuvazi, hanedan muhalefeti ve işçi sınıfı temsil edilmekteydi. Bu, çıkarları birbirine karşıt ve düşman sınıflar Şubat Devrimini birlikte yapmışlardı ve şimdi de iktidarı paylaşıyorlardı. Şubatın son günlerine doğru, Paris proletaryası, Geçici Hükümete silah zoruyla cumhuriyeti ilan ettirdi. Böylece proletarya tarih sahnesine ilk kez etkin bir güç olarak çıkmış oldu. Devrim sırasındaki ve Cumhuriyetin ilan edilmesindeki rolünden dolayı da devrimin kazanımlarını ve Geçici Hükümeti alkışlıyordu. Marx, şöyle yazıyordu: “Toplumun devrimci çıkarlarını kendinde toplayan bir sınıf başkaldırdı mı derhal, kendi özel durumunda, kendi devrimci eyleminin içeriğini ve maddesini bulur: Düşmanlarını ezmek, savaşım gereklerini zorladığı önlemleri almak ve onun kendi eylemlerinin sonuçları onu daha ileriye iter. Kendi özel görevi üzerine hiçbir teorik araştırmaya girişmez. Fransız işçi sınıfı henüz bu noktada değildi. O, henüz kendi devrimini yapacak yetenekte değildi.” (agy, s. 49)

Proletarya Şubat günlerinde kendi eyleminin sonuçlarını daha ileri götürmek için hiçbir şey yapmadı. Bu çatlamaya mahkûm ortak hükümeti -üstelik burjuvazi bir süre sonra, proletaryadan kurtulmak isterken buna cumhuriyetin selametini gerekçe gösterecekken- herkesten daha çok savundu.

Umulabileceği gibi devrim bir süre sonra gerilemeye başladı. Burjuvazi özel yöntemler uygulayarak, köylülüğü proletaryaya, proletaryanın bir kesimini diğer kesimine düşürmeye çalıştı. Devrimin masrafları “saf Jacques”e yani köylüye ödetilmek üzere yeni vergi yasaları çıkarıldığında “cumhuriyet Fransız köylüsü için bundan böyle 45 sentlik vergi demek” olacaktı ve “Paris proletaryasını kendi sırtından keyif çatan bir savurgan olarak” görecekti. Böylece burjuva devrimi, feodal kötülükleri ortadan kaldırmak gibi bir siyasal görevi tamamlamayı burjuvazinin diğer çıkarları adına reddediyor, hızını kesiyordu. Proletaryanın birbirine düşürülmesinin yöntemi de lümpen proleter unsurlardan oluşturulan gezgin muhafız taburlarının oluşturulmasıydı. Bunlar herhangi bir iç karışıklıkta proletaryaya karşı devleti savunacaklardı. Nitekim çok geçmeden de bu, böyle oldu. İç savaş Haziran’da patladı. Cumhuriyet, zaten aslında kardeşlikten çok, bir iç savaş olasılığını nüve olarak barındıran ucube bir ortaklıktı. Neue Reinische Zeitung’da şunlar yazıldı: “Şubatta ilan edilen büyük harflerle Paris’in her alanına, her cezaevinin, her kışlanın duvarları üzerine yazdan bu kardeşliğin gerçek, aslına uygun, alelade yalın ifadesi iç savaştır. En korkunç biçimiyle iç savaş, emek ile sermaye arasındaki savaş… Bu devrimde krallığa karşı patlak veren uzlaşmaz çelişkiler, henüz embriyon halinde uslu uslu yan yana uyuklamaktaydılar, çünkü onun arka planını oluşturan toplumsal savaşım ancak hayal meyal belirimsiz bir varlık, ancak sözde, kelamda bir varlık kazanabilmişti” (Alıntı Marx’ın agy, s. 66)

 

HAZİRAN VE SONUÇLARI: “DEVRİM ÖLDÜ YAŞASIN DEVRİM”

Haziran ayaklanmasına proletaryayı burjuvazi zorlamıştı, iç savaş, Paris’i doğudan batıya kesen hattın; Montmartre’dan başlayan Saint Denis caddesinden geçen, Saint Jacques sokağı boyunca uzanan hattın üzerine oluşan barikatın iki tarafında toplanan iki sınıf arasında yaşandı. “Haziran devrimi, bütün toplumu Doğu Paris ve Batı Paris tarafından temsil edilen iki büyük düşman kampa gerçekten bölen ilk devrimdir. Şubat Devrimi’nin oybirliği, göz kamaştırıcı yanılsamalarla dolu, güzel yalanlarla dolu ve dilinden ballar akan hain Lamartine’in yakışığınca temsil ettiği oybirliği yok oldu” (Engels)

O zamana değin üç renkli bayrağın altında burjuvaziyi, kendi talepleri için sadece zorlamak niyetinde olan, cumhuriyetin varlığını bunun teminatı olarak gördüğü için silahlarını yitirip, kızıl bayrağını indiren işçi sınıfı, kendisini, Paris sokaklarını, içlerinden çoğunun kanıyla yıkamaya getiren gelişmeler karşısında aslında hazırlıksız yakalanmıştı. Erken kurulan barikatın kendi tarafında, bağımsız bir örgüt ve mücadele deneyiminden yoksun halde, üç kuruşluk hesaplara devrimi satan küçük burjuvazinin ve burjuvazinin ihanetinin bedelini korkunç bir yenilgiyle ödedi. Ama diğer yandan 1834’te ayaklanan, sınıfın Lyonlu mensuplarının gerçekleştirmiş olduğundan bu yana Fransa’nın gördüğü en büyük işçi ayaklanmasıydı bu ve bir bakıma tarih hem burjuvazi için hem de proletarya için yeni yazılıyordu. Ne 1789 ne 1930 ve ne de 1848 Şubat Devrimi’nin sağlayamadığı bir şeyi; burjuvazinin siyasal iktidarının kurulmasını, burjuvazinin tüm kesimlerinin açık, yalın ve kesin iktidarını Haziran günleri sağladı, iktidar mücadelesi verirken, feodal aristokrasinin karşısında kaypak ve teslimiyetçi davranan burjuvazi, bir tarihsel dönemi feodalizme karşı verdiği mücadeleler sayesinde olduğu kadar, en az onun kadar, proletaryanın Paris sokaklarında akan kanı üzerine basmak suretiyle başlattı. Diyalektik olarak bunun tersini söylemek daha doğrudur, modern sınıf ilişkilerinin içinde boy verip serpileceği düzenin siyasi miladı aslında Haziran günleridir; devrim o gün öldürülmüştür ama bir yandan da o gün doğmuştur. Haziran günlerini anlatan Marx bu yüzden makalesini “devrim öldü yaşasın devrim” diye yazacaktır.

Devrim ölmüştü; bunun pek çok nedeni vardı; eğer tarihsel bakımdan “erken” sözcüğü yeterince açıklayıcıysa, proletaryanın bu ilk bağımsız tavrı, komünizmin ütopik fikirlerinden yeni yeni arınmaya başladığı, politik programının henüz Şubat’ta, Manifesto’da ifade olanağı bulabildiği, parti fikrinin daha olgunlaşmadığı, gerçek komünist örgütlerin, bütün Avrupa’da ancak yüzlerle ifade edilebilecek bir üye sayısına sahip olabildiği üstelik bu örgütlerin işçi sınıfı mücadelesiyle, onu disipline edebilecek, yönetebilecek ve birleştirecek düzeyde doğrudan bağlantı halinde olamadığı bir dönemde işçi sınıfının Haziran’da neden yenildiğini de açıklayacaktır kuşkusuz. “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için yeterince olgunlaşmamıştır.” (Engels)

Proletaryanın yenilgisinin nedenlerinden birini de Engels, Haziran devrimini askeri bakımdan da tartıştığı, “Fransa’da Sınıf Savaşımları”nın önsözü’nde şöyle açıklar: ” Haziran 1848’de Paris’te, Ekim 1848’de Viyana’da, Mayıs 1849’da Dresde’de saldırıyı yöneten liderler, siyasal düşüncelere aldırmadıklarından salt askeri görüş ve gerekçelerle hareket edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkaldırmanın yenilgiyle sonuçlanmasında, şaşılacak bir şey yoktur.” Ve sonuçta, en büyük çatışmaların 1848 ve ‘49’da yaşandığı barikat savaşlarını eskimiş bir savaş yöntemi olarak buluyordu Engels. Bu bakımdan Haziran’ın kazanından arasında, sınıf mücadelesinde iyi uygulanan askeri yöntem ve taktiklere ihtiyaç duyulduğunun anlaşılmasını saymak gerekir. Üstelik bu yöntem ve taktikler, zaman, mekân ve teknolojinin gelişmesine bağlı olarak durmaksızın değişmekte, bir öncekiler eskimekte yeni yöntemlerin bulunmasıyla zenginleşmektedir. Bu konuda yaratıcı olmaya ihtiyaç vardır, çünkü 1848’de Paris sokaklarında gerçek barikatların kurulmasından sonra, bütün dünyada da burjuvazi ile proletarya arasında bu türden manevi barikatlar kurulacaktır. O yüzden, burjuva Paris, Haziran günlerinden sonra yeniden düzenlenirken burjuvazinin o derin sınıfsal korkusunun ve kininin doğurduğu ihtiyaçlara göre yeniden düzenlenir; bu, aslında dünyanın yeniden nasıl düzenleneceğinin işaretlerini verir. Burjuvazinin kentleri düzenleyiş biçimi bile proletaryaya karşı bir mevzilenme biçimine denk düşer; öyleyse 1848’den sonra verilecek sınıf mücadelesi, bu değişiklikleri gözetmek zorundadır. Şöyle yazar Engels: “Son olarak 1848’den bu yana büyük kentlerde kurulan mahallelerin caddeleri uzun, dümdüz ve geniş ve yeni topların, yeni tüfeklerin etkinliklerine uyarlanmışa benzerler. Bir barikat savaşı için Berlin’in kuzey ve doğusundaki yeni işçi semtlerini seçecek bir devrimcinin çılgın olması gerekirdi. Bu demek midir ki, gelecekte sokak savaşı hiçbir rol oynamayacaktır? Hiç de değil yalnız şu demektir: 1848’den bu yana koşullar, sivil savaşçılar için elverişsiz, birlikler için ise çok daha elverişli olmuştur… Büyük kuvvetler bütün Fransız devriminde… Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz açık saldırıyı barikatın pasif taktiğine yeğ tutacaklardır.” ( Engels, Fransa’da Sınıf Savaşımları’na önsöz)

Bunların yanı sıra, proletaryanın haziran günlerinde öğrendiği bir şey daha vardır. Müttefiklerini doğru saptamak ve onları kendi yanına çekmek. Haziran günlerine, cumhuriyetçi demokrat küçük burjuvaların ve köylülüğün desteğinden yoksun bir biçimde giren işçi sınıfı, yapılan burjuva propagandalar nedeniyle kendisinden uzak, hatta düşmanca bir konumda duran bu iki toplumsal katmanı kazanmak için pek bir şey yapmamıştı. Buna belki zamanı da olmamıştı ve hazır olmadığı bir savaşa zorla çekilirken işçi sınıfının saflarında da gevşeklikler yaşanıyordu. “Ulusun burjuva rejimine sermayenin egemenliğine başkaldırmış proletarya ile burjuvazi arasında yer alan kitlesi, yani köylülük ve küçük burjuvazi, devrimin ileri doğru yürüyüşü ile proleterleri öncüleri olarak tanıyıp onlara katılmak zorunda bırakılmadıkça, Fransız işçileri bir tek ileri adım atamazlar ve bu rejimin kılına bile dokunamazlardı, işçiler bu zaferi ancak Haziran yenilgisi ile satın alabilirlerdi…” (Marx, agy, s. 50) Oysa “Haziran günlerinde, hiç kimse mülkiyeti kurtarma uğruna ve krediyi yeniden tesis etme uğruna Paris küçük burjuvaları kadar bağnazca savaşmamıştı. Dükkân bütün kuvvetini toplayarak sokaktan dükkâna geçişi yeniden sağlamak için barikata karşı yürümüştü. Ama barikatın ardında dükkânın müşterileri ve borçluları, önünde ise alacaklıları vardı. Ve barikatlar devrilip işçiler ezildiğinde ve mağazaların bekçileri zafer sarhoşluğu içinde yeniden dükkânlarına koştukları zaman, dükkân kapısının, mülkiyetin bir bekçisi tarafından, kendilerine bir takım göz korkutucu kâğıtlar uzatan resmi bir kredi memuru tarafından kesilmiş olduğunu gördüler. Vadesi geçmiş poliçe, vadesi geçmiş bono, batmış dükkân ve batmış dükkâncı buldular. ” (Marx, agy. 74)

Küçük burjuvazinin Haziran’dan sonra karşılaştığı sıkıntı sadece ekonomik değildir. Burjuvazi bu sınıfın temsilcisi olan siyasi hasımlarından da kurtulmanın bir yolunu bularak iktidarı tek başına elinde tutabileceği koşulları yaratmaya çalışır. Ama küçük burjuva cumhuriyetçi demokratlar, burjuvaziye karşı anayasal yoldan mücadeleyi tercih ederler, burjuva anayasayı bağnazca savunurken, sokaktan ürkmektedirler. Aynı zaman zarfında diğer toplumsal sınıflar arasındaki gerginlik giderek artar ve Aralık ayında köylüler ayaklanır ve iktidarda söz sahibi olmak isterler. Marx, bu ayaklanmayı “köylü şubatı” olarak tanımlamaktadır. 1848’den sonraki dönem iktidar mücadelelerinin kızışmaya devam ettiği dönemdir; aynı zamanda, devrim de hızla geriler. Burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdıkça bütün muhalefete darbe üstüne darbe indirecektir. Louis Bonaparte’in iktidara geldiği sıralarda -Bonaparte, bütün sınıfların desteğini alarak, köylü ayaklanmasını takiben iktidara getirilir- ise, önce işçi örgütleri olan kulüpler kapatılır, işçi sınıfı, küçük burjuvazi ve köylülüğün iktidarda denetim kurmasının araçlarından bir olan genel oy hakkı kaldırılır. Gericilik yılları başlamış; kardeşliğin yerini devrime ihanet, devrime katlan sınıflara yönelik baskılar almıştır. Ama Haziran günleri sadece bir yenilgiyle açıklanamayacağı, bu ayaklanmanın, proletaryanın çok açık bağımsız bir sınıf olarak ortaya çıkması gibi bir kazanımla sonuçlanmış olması bu yenilginin kendisinden daha önemli olduğu için yeni bir süreç başlamıştır. Burjuvazinin siyasal iktidarını, aristokrasinin koltuğunda güçlendirmek için harcadığı onca çabaya karşın, bir zamanlar, kardeşlik bayrağının altında henüz nüve halinde saklanan iç savaş şimdi artık bir gündem haline gelmiştir. “Zambak arkasına gizlenen” üç renkli bayrak, kırmızısından, kendi mezarını kazacak olan sınıfın bayrağını dikmiştir. Bu bayrağın üzerine demek ki “bütün işçiler birleşin” sözü yazılacaktır. Manifesto bunu daha Şubat günlerinde görmemiş midir?

 

Haziran-Temmuz 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑