Ekim devrimi ve Bolşevik plan anlayışı

İNSAN: “PLAN YAPAN HAYVAN”

“Örümcek, ağını dokumacıya benzer şekilde ördüğü gibi, arı da peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki en kötü mimarı, en iyi arıdan ayıran şey, mimarın yapısını gerçekte kurmadan önce, onu imgesinde kurabilmesidir.”

Manx’ın emek sürecini anlatırken başvurduğu bu benzetme, yalnızca insanın doğa üzerindeki etkinliğinin ayırt edici yanını ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda, emek sürecinin en genel ve temel özelliklerini kendisinde yoğunlaştıran, olmazsa olmaz, bir koşulun da altını çizer. İnsanın pratik faaliyetinin en önemli özelliği, yapmayı istediği işin henüz fiili olarak başlamadan önce, zihinde tamamlanıp bitmiş olmasıdır. Yeryüzünde başka hiçbir canlının sahip olmadığı bir özelliktir bu.

Marx’ın örneğinde bir mimarı seçmesi de rastlantı değildir. Mimarlık, imgelem ve tasarıyla sonuç arasındaki birliğin en yüksek olduğu sanat dalıdır. Yapının kurulacağı çevre özelliklerinden, kullanılacak malzemeye kadar her şey, kullanım amacına uygun olarak seçilmeli, bütün unsurlar işin gerektirdiği bir sırayla, mantıksal bir bütünlük içinde birleştirilmeli ve sonunda gerçekleştirilen de, başlangıçta tasarlanmış, planı çizilmiş, maketi yapılmış olanın ta kendisi olmalıdır. Burada, tıpkı mantıksal çıkarımlarda olduğu gibi, rastlantıya yer bırakmayan, bir başka deyişle, yalnızca zorunlu unsurlara dayanan, düzenli ve sürekliliği olan bir işlemler dizisinin art arda gelişi önemlidir. Lenin de, siyasal planlama ile mimarlık arasında benzerlikler kurmuştur: “Ve biz, parti yaşamımızda, tuğlalarımızın ve duvarcılarımızın bulunduğu, ama herkesin görebileceği ve izleyebileceği o kılavuz çizgisinden yoksun olduğumuz bir dönemden geçmiyor muyuz?” (1)

Fakat yalnız mimaride değil, emek sürecinin diğer bütün alanlarında daha işin başlangıcında, sürecin bütün özelliklerini çözümleyen bir planın bulunması gerektiği düşüncesi, modern sanayinin ve bu üretim düzeyinin ortaya çıkardığı modern sınıf ilişkilerinin sonucu olmuştur. Gerçekte, felsefe tarihinin çok eski dönemlerinde, “dünyaya öncel bir kurucu aklın bulunduğu” fikri var olagelmişti, ama insanın kendi aklını, dünyanın yaratıcı gücü halinde düşünebilmesi için, önce kendi güçlerinin farkına varmış olması gerekiyordu. “Kurucu akıl”, “yaratıcı mutlak düşünce” kavramları, insan eyleminin başlangıcında, henüz hiç bir şeyin var olmadığı, yalnızca olabilirliklerin ve olanakların bulunduğu bir dünya varsayımının uzantısı olarak doğar. Ne var ki, eski Yunan felsefesinde, insan, dünya üzerindeki kendi yaratıcılığının bütün sonuçlarını, Hegel’in dediği gibi, kendi gücünün dışında bir yaratıcı iradeye mal etmiştir: “İnsanın doğayı istediği şey olmaya zorlamak üzere gerçekleştirdiği icatların şan ve şerefi, Yunanlılarda, tanrılara aktarılmıştır.”

Tanrılara mal edilen en önemli özellik ve tanrıların başlıca karakteristiğini oluşturan esas güç ise, daha sonra Platon’da sistemleştirileceği gibi, dünyanın düşünülebilmesi, bir düşüncenin ürünü olarak var edilmesidir. Platon idealizmi, bu yüzden, insan aklına büyük bir övgü olarak biçimlenir. İdelerin varlığı ve oluş sürecindeki rolleri hakkındaki bütün idealizmine karşın, Platon felsefesi, düşüncenin tarihinde sistematik olarak ilk kez, düşünceyle kavranabilecek ve düşünsel olarak var kılınabilecek bir dünya tasarımı sunmuştur.

Daha sonra, yaratılış, tek tanrılı dinlerde de, başından sonuna kadar, her anı önceden bilinen, olacak olan her şeyin önceden hesaplandığı bir süreç olarak anlatılmıştır. Örneğin İslam inancına göre, Allah, henüz hiçbir şey yaratmadan önce, yaratılacak her şeyi, olup bitecek her olayı, Levhimahfuz adlı bir kitaba yazmıştır. Levhimahfuz inancı, az çok değişik biçimlerde, Musevi ve Hıristiyan inançlarında da vardır. Bu inancı, kader ve tevekkülün bir sonucu olarak da yorumlayabiliriz. Her şey, önceden ve Allah iradesi ile belirlenmiş, üstelik yazıya da geçmişse, değiştirilmesi olanağı yoktur. Fakat bütün dinlerin, son çözümlemede, insanın dünya üzerindeki eyleminin “tersine çevrilmiş” biçimde de olsa bir ifadesi olduğunu düşünürsek, Levhimahfuz inancında, tanrısal nitelikte bir iş yapmanın temel koşulu hakkındaki insan yorumunu bulabiliriz: Burada dile gelen, sonuçları önceden bilinmeksizin, gelişme doğrultusu önceden belirlenip denetlenmeksizin, yararlı bir iş yapılamayacağına ilişkin tarihsel deney birikimidir. Eğer her şeyin yaratıcısı Allah bile, “Ol” dediği andan itibaren neler olacağını önceden düşünüp üstelik yazıya da geçiriyorsa, bunda bir ibret ve kıssa vardır. Hiç kuşkusuz, burada görmemiz gereken, binlerce yıllık insan tarihinin sonucunda elde edilmiş bir bilginin, dinsel ve felsefi biçimler altında ifade edilmesidir.

Tam, mutlak ve bütün ayrıntıları önceden görebilen bir planın, ancak Allah tarafından yapılabileceği inancı da, yine tarihsel deney birikimine dayanmaktadır. Üretimin her aşamasının ve üretim araçlarının yapımının olduğu kadar, savaşların, kentlerin kuruluşunun ve yönetilmesinin, bilimsel araştırmaların ve buluşların, sanatların ve oyunların, kısacası toplumsal yaşamın bütün yönlerinin ortaklaşa ve birbirine eklenerek oluşturduğu büyük bir deney hazinesinin özüdür bu. Çünkü insanın eylemi, daima denetleyemediği birçok unsurun da hareket halinde olduğu bir “dış dünya” üzerinde gerçekleşir. Özellikle toplumsal hayat söz konusu olduğunda, önceden tasarlanan her şey, önceden bilinemeyecek birçok olguyla karşılayacak, önceden kestirilemeyen birçok olayın içinden geçecek ve önceden imgelemde yapılmış olanla gerçekleşen arasında az ya da çok, bir farklılık bulunacaktır. Bu durumda işin başarılmış olmasının ölçüsü, tasarıma yakınlığı olacaktır. Bir başka deyişle bir tasarı, ne kadar az bilinmeyen içeriyorsa, önceden denetim altına alınması gereken unsurları ne kadar ayrıntılı olarak görebilmiş ise, gerçekleşme olasılığı o kadar yüksek olacaktır.

İnsan, bu düzeyde planlar yapabilme başarısına, ancak modern sanayi ile birlikte adım atmıştır. Bu bir çelişme olarak değerlendirilebilir. Çünkü makineleşmiş sanayi ve bunun ekseninde örgütlenen toplumsal yapı, önceki üretim biçimlerinden ve toplumsal örgütlenme türlerinden daha karmaşık ve daha çok unsurlu bir hayatı geliştirmiştir. Fakat bu büyük ve karmaşık yeni hayat, aynı zamanda kendi doğasına uygun denetim ve yönetim mekanizmalarını da beraberinde getirmiş, bir bakıma, karşılıklı olarak, yeni yönetim ve denetim mekanizmalarıyla, yeni üretim tarzı birbirini koşullamış, birbiri içinden çıkmıştır.

Kapitalizm, özellikle yüzyılın başlarında, büyük ölçüde, “meçhul bir pazar için üretim” özelliğini taşıyor, yine Marx’ın deyişiyle, bir “üretim anarşisi” yaşanıyordu. Toplumsal ve ekonomik alanda planlama fikri bu koşullarda doğup gelişti. Büyük çapta bir örgütlenmeyi ve üretimin her kademesinin bir diğerine bağlanmasını gerektiren üretim koşulları da, her şeyden önce, plan kavramının kapsamını genişletmiştir. Bizzat makinenin kendisi, sıraya konulmuş hareketler dizisinin bir toplamı olarak ortaya çıkmış, çevresinde oluşan işin de, buna uyumlu bir düzen içinde gerçekleşmesini dayatmıştır. Makineleşmiş üretim, büyük ölçekli üretim birimlerinin doğmasına yol açmış, gerek iş hacminin,   gerekse çalışan insanların sayısının olağanüstü artışı ve bir örneği daha önce görülmeyen keskin sınıf ayrılıkları, bütün bunların sistematik bir biçimde yönetilmesi ve amaca uygun olarak birbirine en elverişli biçimde bağlanması problemlerini doğurmuştur. Bunun sonucunda da, denilebilir ki, modern kapitalist sanayi ve toplumsal ilişkiler, üretimin başlıca iki ucunda yer alan iki ana sınıfı, tarihte örneği görülmemiş bir biçimde, üretimde olduğu kadar, toplumsal ve siyasal hayatta da en fazla plan yapan ve uygulayan iki sınıf haline getirmiştir.

Burjuvazi, yalnızca sermaye sahibi sınıf olarak değil, aynı zamanda yöneten sınıf olarak da, dünya üzerindeki ekonomik ve siyasi egemenliğini rastlantıya yer bırakmayan bir planlama içinde yürütmeye çalışmaktadır. Yönetmedeki deneyimi, yetişmiş uzman kadroları ve birikmiş bilimsel bilgi üzerindeki egemenliği onun işini kolaylaştıran etkenlerdir.

Proletaryanın avantajları ise, nesnel olarak, burjuvazinin sahip olduklarından daha az değildir.

Proletarya, burjuvaziden sonra, kendisine özgü bir dünya görüşüne sahip olan tek sınıftır. Bu bilimsel dünya görüşü, tarih boyunca bütün çalışan sınıfların mücadele hayatlarının ve genel olarak emeğin maddi ve manevi sonuçlarının, teorik bir bütün halinde çözümlenmesinden doğmuştur. Lenin’in dediği gibi, Marksizm, insanlığın birikmiş bütün bilgisinin yeniden düşünülmesi ve proletaryaya özgü bir “silah” olarak inşa edilmesidir. Marksizm, dünyanın belli bir açıdan, emek açısından düşünülebilir olduğunu, buradan hareketle, emeğe göre değiştirilebileceğini ve yeniden düzenlenebileceğini göstermiştir. Felsefi materyalizm, diyalektik, tarihsel materyalizm, sınıf mücadelesi teorisi ve bütün bunların cisimlenmesi anlamına gelen kapitalist ekonomi politiğin eleştirisi ve nihayet sosyalizm teorisi, Marksizm’in teorik hazinesinin ana bileşenlerini oluşturmaktadır.

Bunlar içinde, materyalist diyalektik mantık ve yöntem anlayışının geliştirilmiş olması, proletaryanın en büyük kazanımlarından birisi olmuştur. Tarih boyunca, dünyayı karşıtlar arasındaki mücadelenin alanı halinde kavramak, bütün ezilenler ve isyancılar bakımından önem taşımıştır. Dünyayı, değişmez ve değiştirilemez olarak tanımlayan bütün felsefi ve dini ideolojilerin karşısında, yaşadıkları hayatı kabul edilemez olarak gören bütün muhalif düşüncelerin, kendi politikalarını ilkel diyalektik ve materyalist biçimler altında oluşturduğu görülmektedir. Bu bir rastlantı değildir: Toplumsal ilişkilerin donmuş bir ezilen ve ezen hiyerarşisi içinde mutlaklaştırılmasının yönetici sınıflara özgü bir dünya görüşünün ürünü olduğunu sezgileriyle anlayan her halk hareketi, kimi zaman dini biçimler altında da olsa, bu ilişkilerin hareketli, değişken ve insanın toplam etkinliğinin ürünü olmak bakımından ancak insan eylemiyle düzenlenebilir olduğunu savunan görüşler geliştirmişlerdir. Diyalektik materyalizm, bütün bunların sistemli ve bilimsel tarzda işlenmesinin ürünü olarak doğmuştur ve onların dinsel ve olumsuz anlamda ideolojik bütün leke ve eksikliklerinden arındırılmış halini temsil etmektedir.

Proletaryanın bilimsel bakımdan sahip olduğu donanım, kolektif hareket alışkanlığı, her düzeyde örgütlenme gelenekleri, kendisi dışında kalan emekçi kesimleri harekete geçirebilme gibi özellikleriyle birleştiğinde, kendisini “egemen sınıf olarak” örgütleyebilmesini de sağlamaktadır.

Bunun en önemli kanıtı, Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’dir.

Sosyalist Ekim Devrimi, yalnızca proletaryanın sınıf olarak kendisine özgü bir üretim ve yönetim biçimi yaratabileceğini göstermekle kalmamış aynı zamanda gelecek proleter kuşaklara, bir devrimin nasıl gerçekleştirilebileceğinin mükemmel bir modelini de sunmuştur.

Özellikle, Lenin önderliğindeki Bolşevik Partisi’nin, kuruluşundan, revizyonist yozlaşmaya kadar olan uzun yıllar boyunca, devrimi yönetmek ve zafere ulaştırmaktan, yeni türde bir devletin kuruluşuna, uluslararası emperyalist ve faşist saldırıya karşı korunmasından, sosyalizmin inşasına kadar, bütün eyleminde görülen hassas plan anlayışı, Rusya proletaryasının dünyadaki sınıf kardeşlerine bıraktığı en önemli mirastır.

Yalnızca devrim öncesinde ve devrim sürecinde değil, devrimden sonra da sosyalist ekonominin planlanması, proletaryanın plan kavramıyla olan dolaysız ilişkisini gösteren bir başka örnektir. Sovyet Cumhuriyeti, sosyalizmin inşasında gösterdiği büyük başarıyı, her şeyden önce, büyük bir özenle hazırladığı “beş yıllık” planlarla ve bu planların başarıyla yürütülmesiyle sağlamıştır. Sonraki çöküş döneminde ise, diğer revizyonist uygulamaların yanı sıra, gözlemcilerin önemli bir bölümünün üzerinde birleştikleri gibi, gerek planlamada yapılan hataların ve plan fikrinin giderek terk edilmesinin büyük rolü olmuştur.

 

PLAN NEDİR, NASIL YAPILIR?

Planı, genel olarak, “değiştirme ve düzenleme eyleminin bilinçli hali” olarak tanımlayabiliriz. Doğa ya da toplum ilişkileri üzerinde insan etkinliği, bir yandan, en azından başlangıç için gerekli bir bilinci gerektirmiştir, diğer yandan da, eylem süreci boyunca işin genel ve daha farklı alanları da kapsayacak ölçüde genişlemesini sağlayacak bir bilincin gelişmesine ön ayak olmuştur. Hem zihinsel yeteneklerin gelişmesi, hem de emeğin yetkinleşmesi, toplam insan etkinliğinin giderek daha fazla nesne üzerinde daha fazla etki yapacak biçimde ilerlemesini sağlamıştır. Nesne üzerinde emek etkinliği, insanın düşünsel etkinliğini olduğu kadar, bunun toplumsal bir deney birikimi halini almasını da sağlamıştır. Hiç bir teknolojik ya da bilimsel ilerleme, bireysel bir kazanım olarak kalmamış, bütün toplumun ortak kazancı olmuştur. (Teknolojinin sınıfsal egemenlikteoynadığı rol ve genel olarak bilimin ve bilginin, sınıflara bölünmüş toplumlarda bir iktidar aracı olarak kazandığı yeni etki üzerinde burada durmuyoruz.) Şu halde, eylem ve bilinç, teorik olarak daima birbirini koşullayan ve bir arada bulunan iki unsurdur. Bu açıdan bakıldığında, planı, “bilinçli eylem” olarak tanımlamak, eylem sözcüğünün analitik olarak bilinci de içerdiği gerekçesiyle, bir totoloji olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, özellikle toplumsal hareket zemininde, sınıfların, örgütlerin ya da bireylerin eyleminde, bilincin daima ikincil bir eklenti durumunda kaldığı, “kendiliğindenliğin”, olayların akışı içinde etkisiz unsur olarak yer almanın genel bir durum olduğu ve geçici, rastlantısal tepkilerle yetinildiği de gerçektir. Şu halde, planın, eylem ve bilincin özel ve etkili birlikteliğini dile getiren bir kavram olarak tanımlanması, yanlış olmayacaktır.

Ancak bu kadarı, planı, eylem ve bilincin birlikteliğine dayanan diğer etkinlik biçimlerinden ayırmaya yetmez.

Plan, daima, “program” kavramıyla birlikte bulunabilen özel bir durumdur. Bir başka deyişle, eğer herhangi bir bilinçli eylem, aynı zamanda yöneldiği hedefe ilişkin ayrıntılı bir programı da içermiyorsa, henüz plan düzeyine yükselmiş sayılmaz.

Programlama, mevcut araçları tespit edilmiş hedeflere göre seferber etmek demektir. Geniş kapsamlı bir hedef, süreç içindeki değişmeleri ve planın ilerlemesiyle elde edilebilecek sonuçlara göre girilmesi olası yeni süreçlere göre düzenlenmiş değişik projeleri kapsayan bir programı gereksinir. Öyleyse bir plan, bir programı ve birbirini etkili biçimde destekleyen projeleri içermeli ve bunların tümü arasındaki uyuma dayanmalıdır.

Bunun yanı sıra, her planın mutlaka taşıması gereken üç koşuldan söz edilebilir:

-kapsayıcılık,

-bütünleştiricilik,

-koşullara göre biçimlenebilme esnekliği.

Bütün bu özelliklerin, Lenin’in devrimci eylemi içinde nasıl gerçekleştirildiğini ve özellikle Ekim Devrimi’nin planlanmasında, bu koşulların nasıl sağlandığını, yazımızın ileriki bölümlerinde inceleyeceğiz.

Bir tasarıyı gerçekleştirmek için ise önceden bir yol belirlemek ve bunun için de başlıca üç temel unsurun tam bilgisine sahip olmak gerekir:

1. Hedefin özellikleri,

2. Olanakların durumu,

3. Olanakları hareket geçirecek ve kullanacak olan güçlerin durumu.

Nesnel bir plan, bütün bu unsurlar hakkındaki bilgiye dayanmak, bu bilgiyi veri olarak kabul etmek zorundadır. Unsurlardan herhangi birisi hakkındaki bilgi, eksik, abartılmış, ya da öznel nitelikte bir değerlendirmeye dayanıyorsa, hedefe ulaşmayı sağlayacak bir plan yapma olanağı bulunamaz.

Bir plan yapmaya başlamanın ilk adımı, hedefi doğru ve tam olarak tanımlamaktır. Sosyal hareket alanında ve siyasi mücadelede hedef, değişik dönemsel özelliklere göre değişebilir. Dolayısıyla, Ekim Devriminin derslerinin pek çok kez gösterdiği gibi, belli bir dönemde, belli bir hedefin diğer ve o an için tali duruma geçmiş hedeflerden soyutlanması, netleştirilmesi ve buna uygun bir planın yapılması gerekebilir.

 

PLAN VE SÜREÇ

Her plan, kendisini kuşatan maddi koşulların etkisini hesap etmek zorunda olduğu gibi, bunun yanı sıra, bir de zaman boyutuna sahip olmalıdır. Bu, planın esnekliği kavramında ifadesini bulur. Hiçbir sosyal ya da siyasal plan, bir binayı tasarlamak kadar basit değildir. Eğer devrimciyi toplumsal bir mimara benzetirsek, onun yapacağı planların, özü daima sabit kalmak üzere, başlangıçtaki biçiminde her an değiştirmeye elverişli bir esnekliğe sahip olması gerektiğini görürüz.

Öyleyse, planın süreçle ilişkisinin diyalektik bir yapısı bulunmalıdır. Kural olarak, her plan, belli bir hedefe göre, ayarlanmış ve değiştirilmesi uzun ve belirleyici bir süre boyunca gerekmeyecek bazı temel dayanaklara sahip olmalıdır. Bu görece sağlam ve süreç boyunca değişmeden kalacak olan dayanaklar, hedefin temel karakteristiklerine göre düzenlenirler ve aynı zamanda, planın da temel karakteristiklerini oluştururlar. Bunlar dışında kalan unsurlar, temel karakteristiklerin oluşturduğu eksenden kopmadan, onun etrafında hareket edecek tarzda değiştirilebilir nitelikte olmalıdır. Böylece, gerçekleştirilmesi istenen yapının başlıca özellikleri, ayrıntılar ve bunların bütünle bağlantısı, her bir bağıntının değişme olasılıkları ve değişme durumunda ana hedefe bağlı kalınarak yürütülecek alternatif planlar oluşturmak mümkün olacaktır.

Süreç kavramı, aynı zamanda, plan yürütücüsünün iradi tercihlerinden bağımsız olarak hareket eden nesnel faktörleri de içerir. Ancak, iradi tercihlerden bağımsız olmak, bu unsurların plan tarafından mutlak olarak denetlenemeyeceği anlamına gelmez. Yukarıda da değinildiği gibi, hiçbir plan, karşılaşılabilecek bütün durumları, kendi unsuru olarak kapsayamaz. Ancak, belirli bir hedef ve ona ulaşmak için kurulan plan arasındaki ilişkiler, daima açık uçlar halinde örülürler ve olasılıklar belli kategoriler olarak soyutlanabildiği ölçüde, işleyiş sürecinde, planın kapsayabileceği ilişki sayısı da artar. Bir başka deyişle, sosyal ya da siyasal alandaki hedeflere göre inşa edilmiş iyi bir plan, kendi hareketi içinde kendisini yeniden üretebilen bir plandır.

Bu noktada, planın başarısının en önemli unsuru ortaya çıkar. Her plan, belli bir güçle hayata geçirilebilir. Sosyal ve siyasal hareket alanına ilişkin planların yürütücü gücü, hemen hemen tamamen insandır. Bu da, örgütlenme sorununu ortaya çıkarır. Bir plan ekseninde örgütlenmek demek, her bir ayrıntı için gerekli düzeyde işbölümü, işe göre bölünmüş birimler arasında koordinasyon ve uyumlu işbirliğinin sağlanması demektir. Bu da, işin niteliğine göre yetişmiş, eğitilmiş insanların bulunabilmesini gerektirir. İnsan unsuru söz konusu olunca, bir plan için en önemli husus, uygulayıcıların, planın en azından kendi üzerlerine düşen bölümü hakkında, tam bir bilgiye sahip olmalarıdır. Lenin’in İskra’nın yayınlanmasından önce gözettiği önemli bir ilkedir bu. Planın uygulanmasına geçilmeden önce, onu yürütecek olanlar, planın ayrıntıları hakkında en geniş biçimde tartışmışlar, hedefin ve kullanılacak aracın tam bilgisine sahip olarak işe koyulmuşlardır.

Görülebileceği gibi, bir planın tamamlanabilmesi, iç içe geçmiş birçok problem halkasının birbirine bağıntılı olarak çözülmesi sonucunda olacaktır.

 

PLAN DÜŞMANLIĞINA KARŞI MÜCADELE: EKONOMİZM VE KENDİLİĞİNDENCİLİK KARŞISINDA LENİN

Plansız, programsız bir devrimciliğin doğrudan doğruya ekonomizme karşılık düşeceğini ilk gösteren Lenin’dir. Komünist devrimin, işçi sınıfının kurmayı olan partisi tarafından planlanan bir süreçte gerçekleşeceğini, kapitalizmin, uzun bir evrim süreci sonunda kendiliğinden yıkılmayacağını öğreten, işçi hareketini ekonomik hak ve çıkarlar uğruna mücadeleden ibaret görenlere karşı, siyasal mücadele yolunu önererek karşı çıkan ve sınıfın bilinçlenmesinin kendiliğinden olamayacağını gösteren de odur. Bu bakımdan, Lenin’i, Kautsky, Bernstein gibi revizyonistlerden. Rus narodniklerinden, anarşistlerden ve reformistlerden ayıran en önemli özelliği, sınıf mücadelesi, parti, bilinç, plan kavramlarını sıkıca birbirine bağlamış olmasıdır.

Lenin’in, henüz yüzyılın başında, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin emekleme dönemlerinde ortaya attığı görüşler, sistemli bir biçimde “Ne Yapmalı?” adlı eserinde sergilenmektedir. Eser, esas olarak. Lenin’in uzun süredir olgunlaştırdığı bir örgütlenme planının açıklanmasını ve savunulmasını içerir. Onun konuyla ilgili çalışmaları hakkında. Bolşevik Partisi Tarihi, şu bilgiyi verir: “1900 sonbaharında Lenin, … tüm Rusya çapında bir siyasi gazetenin yayınlanmasını ayarlamak için yurt dışına gitti. Lenin sürgündeyken bu meseleyi bütün ayrıntılarına kadar düşünmüştü. Sürgünden dönerken, Ufa, Psokov, Moskova ve Petersburg’ta bu konuyla ilgili bir dizi toplantı yaptı. Her yerde yoldaşlarla, gizli yazışmalarda kullanılacak şifreleri, yazıların gönderilebileceği adresleri vb. kararlaştırdı ve onlarla ilerideki mücadelenin planını tartıştı. (2)

“Ne Yapmalı?”, işte bu uzun hazırlık ve tartışma döneminin ürünüdür. Lenin, bu eserinde, önce teorinin devrimci eylemdeki rolünü anlatır. Bu, yeni bir dönemin başlangıcında, ona, en önce vurgulanması gereken özellik olarak görünür. Çünkü yaşanılan sorunların önemli bir bölümü, genel ve uzun vadeli bir perspektiften yoksun olarak, gündelik mücadelenin, ekonomik mücadelenin peşine takılmaktan kaynaklanmaktadır. Devrim sürecini bir bütün olarak görmek, onun aşamalarını ve gelişme eğilimlerini en temel özellikleriyle saptamak, ancak net bir teorik bakış ağsıyla mümkün olacaktır. Gerek Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde, gerekse sosyalistlerin dışındaki devrimci akımlarda, “acil görevler” olarak görünen şey, bir an önce işçi sınıfını ve köylülüğü her ne olursa olsun eyleme sevk edecek yollar bulmaktı. Lenin’i ilgilendiren sorun ise, eyleme sevk edilen kitlelerin bunu ne için yapacağıdır. Eğer gösteriler, kavgalar, üç kuruş ücrete, üç kuruş daha eklemek için yapılacaksa, bu, ona göre, işçi sınıfını burjuvazinin politikasına mahkûm etmekten başka sonuç vermeyecektir. Ekonomik mücadelenin dolaysız olarak işçi sınıfının sosyalist siyasal bilince erişmesini sağlayacağını düşünenlere karşı, Lenin, uzun erimli bir siyasal mücadele planı önererek karşı çıkmaktadır. Çünkü “Ne Yapmalı?”nın temel tezine göre, işçi sınıfına siyasal bilinç, ancak ekonomik mücadelenin dışından verilebilirdi. Şu halde bütün sorun, o anda ne yapılacağına net olarak karar vermek ve bunu, anlık bir mücadele olarak değil, bütün bir devrim sürecini kapsayan büyük bir planın parçası olarak düşünmekti. Ona göre. “Siyaset sanatının tamamı, elimizden koparılıp alınması en güç olan halkayı, belirli bir anda en önemli olan halkayı, onu elinde tutana bütün zincire sahip olmayı en çok güvence veren halkayı bulmaktan ve ona olabildiğince sıkı bir biçimde sarılmaktan ibarettir.” (3)

O aşamada Lenin için, kavranacak halka, bütün Rusya çapında, yerel devrimci grupların bir parti çatısı altında birleştirilmesi ve bunun için de devrimci bir gazetenin çıkarılmasıydı.

Burada konumuzla ilgili olarak dikkat çeken ilk özellik, Lenin’in çalışma tarzına karşı, muhalifleri tarafından geliştirilen eleştirilerin, ileri sürülen “plan” kavramı üzerine olmasıdır. Lenin, örgütlenme genel hedefinin elde edilmesi için bir gazete tasarısını öne sürüyordu. Muhalifleri ise, Lenin’i, “masa başında parlak ve eksiksiz düşünceler üretmekle ve gündelik tekdüze mücadelenin ilerleyişini gözden kaçırmakta” eleştiriyorlardı. (4) İskra planının uygulanması halinde, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin bütün izlerinin silineceğini ileri sürenler bile vardı. Aslında, Lenin’in istediği tam da buydu. O güne kadar tam bir kendiliğindencilik içinde ve örgütsüzlüğün örgütü gibi duran partinin bütün izlerini, planlanmış ve gerçekten örgütlenmiş bir devrim partisiyle silmek.

İskra’nın örgütlenme planının bir parçası olarak sunulması karşısındaki itirazlar, bunun yerine, “gösteriler için hazırlık yapmak, işsizler içinde çalışmak” gibi önerilere dayanıyordu. Ekonomist ve narodnik anlayışlara göre, Rusya adım adım devrime doğru giderken, kitlelerin kendiliğinden eyleminin yükseltilmesi yerine, gazeteyle, gizli bir örgüt kurmaya çalışmakla zaman yitirilemezdi. Lenin, bir gazete planına karşı ve onun yerine önerilen bu yolu şöyle eleştirir: “İskra planına karşı, ‘gösteriler için hazırlık’ önerilemez. Şu nedenle ki, bu plan, olabildiğince geniş gösterilerin örgütlendirilmesini amaçlarından birisi olarak içermektedir.” (5) Muarızlarının göremediği, Lenin’in ise, plan kavramına bağlı olarak geliştirdiği düşünce, olguların ve süreçlerin birbirinden ayrı ve birbirine karşıt şeyler olarak değil, tek bir kavram ekseninde birbirine bağlanabilir olarak ele alınmaları gerektiğidir. Bu, planın kapsayıcılık ilkesine uygundur. Ekonomistler ve kendiliğindenci teröristler, bütün umutlarını kendiliğinden işçi hareketinin yükselmesine ve bunun sonucunda işçilerin kendilerini yönetecek olanakları bulmalarına bağlamışlardı. Onlar için, herhangi bir sendikal hareket, siyasal hareketten daha önemliydi; sendika örgütü siyasal partiden daha önde geliyordu. Parti kavramından anladıkları ise, siyasallaşmış bir sendikadan başka bir şey değildi. Lenin’in planında ise parti ve sendika, diğer işçi örgütleri, sendikal ve siyasal hareket, gösteriler ya da devrimci basın, bir bütün oluşturuyorlar, her birinin dönemsel ağırlığını değerlendiren bir plan çerçevesinde birleştirilebilir unsurlar olarak ele alınıyorlardı. Her bir örgüt ya da hareket biçim, ya da devrimci etkinliğin değişik biçimleri, göreli olarak ve koşullar bakımından değerlendiriliyor, bunlardan hangisine ağırlık verileceği yine plan kapsamında gösterilebiliyordu. Kendiliğindencilik ise, güncel hareketin kısa vadeli etkilerine bağlanmıştı ve birbirini izleyen ve birbirini destekleyen bir projeler dizisi üzerinde çalışmayı, “zaman yitirmek” olarak görüyordu. Lenin, “İşsizler arasında çalışma” önerisini de, bu açıdan ele alır ve şöyle değerlendirir: “Gene aynı kafa karışıklığı; çünkü bu da seferber edilmiş güçlerin eylem alanlarından birini oluşturur, güçleri seferber etmek için bir planı değil.” Burada da, plan fikrine karşı çıkanlar, araçlarla amaçları birbirine karıştırmışlar, planın yerine, plan hedeflerinden birisini koymuşlardır. Bir bakıma, nedenlerin, sonuçlarla karıştırılmasıdır bu. Lenin’in düşüncesi ise, bir planın düzenli olarak birbirini izleyen proje ve eylemlerin toplamı olduğuna dayanmaktadır ve bir plan çerçevesinde ele alınacak işlerin, planın ve ele alınan sürecin mantığına uygun düzenli bir sırasının bulunması gerektiği ilkesiyle uyumludur. Düzenlilik, birbirini zorunlulukla izleyen aşamaların saptanması ve buna uygun bir yöntemin bulunması, plan mantığının temellerin oluşturmaktadır.

 

PLAN MANTIĞI VE NESNEL GERÇEKLEŞME SÜREÇLERİ

Stalin Ekim Devrimi’nin başlıca dört özelliğini sayarken, Bolşevik Partisi’nin planının en genel ve temel dayanaklarını özetler ve bu arada bize, plan ve nesnel süreçler arasındaki diyalektik ilişkiyi de gösterir. Bu noktada, Stalin’in analizinin ilginç bir özelliğine dikkat etmek planın kuruluş yöntemini anlamayı kolaylaştıracaktır.

Stalin’in anlattığı sırayla, Ekim Devrimi’ne giden yol şöylece döşenmişti: 1. Devrimin yönetiminin tek bir partinin, Bolşevik Partisi’nin eline geçmesi, 2. Gerici ve uzlaşmacı partilerin tecrit edilmesi, 3. Kitlelerin devrimci inisiyatiflerinin geliştirilmesi ve ayaklanma organlarının kurulması, Sovyet’lerin iktidar organları olarak inşa edilmesi, 4. En geniş işçi ve köylü kitlelerinin, parti tarafına kazanılması ve devrimci mevzilere getirilmesi için, onların, kendi deneyleriyle, partinin sloganlarının doğruluğuna inandırılması. (6)

Sıralanan bu dört özellik, gerçek süreçlerde, tam tersine bir diziliş göstermiştir. Önce, milyonlarca işçi ve emekçinin parti sloganlarının doğruluğuna ikna edilmesi, sonra, bunların ayaklanma ve iktidar organlarında örgütlenmeleri, ardından, buradaki etkinliğe dayanarak gerici ve uzlaşmacı partilerin tecrit edilmesi ve en sonunda, devrimin tek bir partinin yönetimi altında gerçekleşmesi…

Stalin’in olayı anlatırken, sürecin son halkasından başlaması rasgele bir tercih değildir. Stalin’in süreci anlatırken kullandığı mantık, aslında, Bolşevik plan mantığının, diyalektik düşünme tarzının son derece yalın bir örneğidir.

Diyalektik tarzda düşünülmüş bir plan, son hedefi ilk madde olarak ele alır. Genel ve temel hedefle, ona ulaşmak için izlenecek yol, hedefe bağlı olarak ve adım adım ortaya konulmak zorundadır. Burada izlenen yol, tıpkı bir makinenin sökülüp yeniden takılmasında izlenen yol gibidir. Sökme işlemine başlarken ilk çıkarılan parça, yeniden kurma işleminde, en son takılan parça olacaktır. Planlamada da, eylem süreci, bitmiş ve tamamlanmış bir durum olarak kabul edilir ve ilk önce, en son gerçekleşecek olandan yola çıkılır. Gerçekleşme ise, plan dizilişinin tam tersine olur. Nesnel süreçlerde, ilk gerçekleşecek olan, plan maddelerinin dizilişinde en sonda yer alandır. Fakat eğer son hedef, yani planın ilk maddesi, tam bir açıklıkla tanımlanmamışsa, art arda gelen diğer maddelerin tanımlanabilmesine de olanak yoktur. Bu, planın gerçekleşemeyeceğini, daha doğrusu, ortada bir planın olmadığını gösterir. Özetle, planın ilk maddesini oluşturan, ulaşılmak istenen hedef ne kadar netse, uygulama ve gerçekleşme süreci de o kadar düzenli ve kararlı olacaktır. Hedef tanımı ne kadar belirsizse, ilerleme de o kadar olanaksız olacak, atılacak adımların birbiriyle bağlantısı hiçbir zaman sağlanamayacak ve en ilkel çalışma tarzlarında görüleceği gibi, sürecin değişen her aşamasında,  hedef yeniden tanımlanmaya, plan, her adımda yeniden düzenlenmeye çalışılacaktır. Bu durumda da çoğu kez, yapılan gündelik işler, daha önce yapılmış hataların düzeltilmesine ayrılacak, yanlış düzeltmekten iş yapmaya zaman kalmayacaktır. İşte tam bu noktada Lenin’e karşı çıkanların sık sık tekrarladığı “zaman kaybediliyor, masa başında plan yapmaktan günlük eyleme yetişilemez” biçimindeki eleştirinin yersizliği ortaya çıkar. Çünkü plan yaparak geçirilen zaman, plansız yürünerek kaybedilen zamanla asla ölçülemez. Plan yapmak için ayrılan zamana, “kaybedilmiş zaman” olarak bakmak ise, daha verimli ve daha kalıcı sonuçlar almayı önleyecek bir kendiliğindenlik ve dağınıklık yaratacaktır. Daha sonra “Menşevikler” olarak adlandırılacak grubun ve devrimci şiddet yoluyla kitlelerin kendiliğinden bilinçleneceğini zanneden narodniklerin genel tutumunu şu sözlerle özetleyebiliriz: “Şimdilik bu adımı atalım, sonra ne olacağını görür ve yeni bir adım atarız.” Oysa devrimin acı deneyleri, tam böyle düşünülerek atılan her adımın, belki bir gün sonra geri alınmak üzere atıldığını göstermiştir. Bu yüzden, Lenin’in elinde mükemmel bir proleter devrim silahı halinde işlenen diyalektik mantık, değil bir gün sonrasını, on beş yıl sonraki son noktayı görmeden, onu açıkça tanımlamadan, ilk adımın atılmasını, ilkel bir metafizikçilik olarak yargılar. Stalin’in anlatımının sade bir biçimde sergilediği gibi, düzenlemede de, son gerçekleşecek olan, planın ilk maddesi olarak formüle edilmelidir. Plan ve gerçeklik arasındaki bu ilişki, Marksist diyalektik yöntemin en genel işleyiş biçimiyle bağlantılıdır. (Marx’ın diyalektik yönteminin ayrıntılı olarak anlatılması, bu makalenin sınırlarını aşacaktır. Konuya ilişkin olarak, Grundrisse’nin “Ekonomi Politiğin Yöntemi” başlıklı bölümüne ve bunun etraflı bir açıklaması için “Mantık Ve Diyalektik” adlı kitabımızın, “Soyut Kavramdan Somut Kavrama” başlıklı bölümüne bakılabilir.)

“Bu gazete çevresinde oluşacak olan örgüt, … her şeye, devrim dalgasının ‘alçalış’ dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve yürekliliğini korumaktan, ulus çapında silahlı ayaklanmayı hazırlamaya, zamanını saptamaya ve gerçekleştirmeye kadar her şeye hazır olacaktır.” (7)

Bu sözler söylendiğinde, tarih, 1902’dir ve Büyük Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasına on beş yıl vardır. İlk bakışta, Lenin, bir gazete çıkarmaya çalışmaktadır. Fakat muarızlarıyla giriştiği tartışmaların ve her anına bizzat katıldığı örgüt ve yayın faaliyetlerinin boyutu, gerçekte, onun büyük bir devrim planının küçük bir parçasını hayata geçirmeye çalıştığını göstermektedir. Durgunluk dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve yürekliliğini korumaktan, zamanı geldiğinde silahlı ayaklanmanın hazırlanmasına, ayaklanmanın zamanının saptanmasına ve ayaklanmanın gerçekleştirilmesine kadar devasa görevleri üstlenecek olanlar da, bu gazete ile örgütlenecek olanlardır. Burada dikkat çeken çok önemli bir inceliğin altını çizmek gerekiyor: Ortada henüz gazetenin yalnızca tasarısı vardır, henüz Bolşevik Parti doğmamıştır ve Lenin, daha ilk ciddi adım nesnel olarak atılmamışken, son adımı düşünmekte, ayaklanma zamanının saptanmasını kendisine problem edinmekte ve buna nasıl karar verileceğine dair öneriler geliştirmektedir. Bir başka deyişle, Lenin, daima o son anı, zafer gününü düşünmekte, sonra, deyim yerindeyse, filmi geriye doğru sararak, güncel adımların neler olacağını ve nasıl atılacağını hesaplamaktadır.

 

OLASILIKLARI GÖRMEK VE OLABİLİRLİKLERİ OLANAK HALİNE GETİRMEK

İskra’nın yayınlanması tartışmaları sırasında ortaya atılan bir başka itiraz da, esas olarak eldeki olanakların bu gazete tarafından harcanacağı ve “daha yararlı yerlerde” kullanılmasını önleyeceği biçimindeydi. Özellikle, yerel devrimci komitelerin, grupların ve dağınık devrimci çevrelerin birleştirilmesi ve onların enerjisinin harekete geçirilmesi, gazete planının karşısına konuluyordu. Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, burada eldeki olanakların hangi yönde kullanılacağına dair bir tartışma var gibidir. Oysa Lenin, eldeki olanakların belli bir gerçekleşme yolunda kullanılıp tüketilmesini değil, onların gittikçe gelişen yeni olanaklar halinde düşünülmesini öneriyordu.

“Eğer”,  diyordu Lenin,  “yerel komitelerin ve inceleme çevrelerinin tamamının ya da büyük kısmının ortak davaya etkin olarak katılmalarını gerçekten sağlayabilirsek, kısa bir zaman içinde bütün Rusya için, on binlerce basan ve düzenli dağıtılan bir haftalık gazeteyi kurabiliriz. “

Bu sözlerde, bir planın olanaklarının yaratılmasının ve ulaşılacak yeni olanakların başka yeni gerçeklikler için kullanılmasını tasarlayan ayrı bir planın geliştirilmesinin önerildiğini görmekteyiz. Özetle, bir plan, bunun sonuçlarını derleyen başka bir plan, art arda ve iç içe düşünülmektedir. Diyalektik olarak, burada, unsurlar ve yapı birbirini etkileyen ve birbirinin gerçekleşme koşulu olarak ortaya çıkan bir özellik göstermektedir. Çünkü İskra’nın başlıca hedeflerinden birisi, yerel komitelerin ve grupların, ortak davaya etkin biçimde katılmasını sağlamaktır. Oysa İskra’nın etkin olabilmesi için, yine aynı yerel çevrelerin, ortak davaya etkin katılımının sağlanması gerekmektedir. Bir metafizikçiyi içinden çıkılmaz bir kısır döngü içinde olduğu kanısına ulaştıracak kadar çetin bir sorundur bu. Oysa Lenin, diyalektikçidir ve burada, kendi kuyruğunu kovalayan bir kedi görmemektedir. Problemin çözümü onun açısından basittir: Hedefe uygun içerikte bir gazetenin yayınlanma süreci, hem kendisini destekleyecek çevrelerin bir ürünü olacak, hem de onların gelişmesinin koşullarını yaratacaktır. Fakat bunun gerçekleşebilesi için, gazetenin içeriği ile seslenilen çevrelerin niteliğinin birbirine uyumlu olması gerekmektedir.

Lenin’in bu sorunu çözüş tarzı da, ilkesel dersler içermektedir. Lenin’in çıkış noktasında, yine, sorunun son halkası bulunmaktadır: Nasıl bir devrim istiyoruz? Bunu, bu devrimin hangi güçlerle yapılacağı sorusu izler. Ardından, bu güçlerin nasıl kazanılacağı ve seferber edileceği sorusu gelir. Bu soru, bu güçleri kazanacak ve seferber edecek örgütün ve kadroların niteliğinin tespit edilmesine yol açacaktır. Ve nihayet, bütün bunların gerçekleştirilmesi için, şu anda hangi aracın uygun olduğu sorusu, İskra planının ortaya çıkmasını sağlar. Bu bağıntılar bütünlüğünü Lenin, şöyle anlatıyor:

“İskra gibi ulus ölçüsünde bir siyasal ajitasyonu, programlarının, taktiklerinin ve örgütsel çalışmalarının temel taşı yapanlar, devrimin geldiğini önceden görememe tehlikesini en azına indirgemiş olanlardır. Bugün Rusya’da bir uçtan bir uca Rusya çapındaki gazeteden yayılan bağıntılar ağı örmekle uğraşanlar, yalnızca ilkyaz olaylarını önceden görmekle kalmadılar, üstelik bize, bu olayların geldiğini önceden haber verme olanağını sağladılar. Onlar … gösterileri de önceden gördüler ve bununla da yetinmeyip, kendiliğinden ayaklanan yığınların yardımına koşmanın ve aynı zamanda gazete aracılığıyla, Rusya’daki bütün yoldaşların gösteriler hakkında bilgi edinmelerini ve elde edilen deneyimden yararlanmalarını sağlamanın kendi görevleri olduğu bilinciyle bu gösterilere katıldılar.” (8)

Böylece, İskra için bir olanak olan devrimci çevreler, İskra’nın yayınıyla, onda kendilerinin devrimci özelliklerinin gelişmesi için bir olanak bulmuşlardır. Olanak ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi inceleyen diyalektik kategorisinin öğrettiklerine uygundur bu. Her olanak, aynı zamanda bir gerçeklik, her gerçeklik de bir olanaktır. Bir gerçekliği, yalnızca donmuş bir gerçeklik, bir olanağı da yalnızca ve hep olanak olarak kalacak bir unsur gibi gören metafiziğin aksine, birinden diğerine geçişi ve birbirlerinden doğuşu gören bir anlayışla yaklaşıldığında, planlamanın sürekliliği ve iç içeliği ilkesi de uygulanmış olmaktadır.

Aynı uygulamayı, Lenin ve Bolşevik Partisi’nin ittifaklar politikasında da görebiliriz.

Stalin, Rus Devrimi’nin başlangıcından 1917 Ekimi’ndeki zaferine kadar olan sürecinde başlıca iki aşama saptar. Birinci aşama, 1903’ten 1917 Şubatı’na kadar olan demokratik devrim dönemidir. Bu aşamada, esas hedef, çarlığı yıkmak ve ortaçağ kalıntılarının tamamını tasfiye etmektir. Devrimin ana gücü proletaryadır ve hazır yedeği de köylülüktür. “Ana darbenin doğrultusu: Köylülüğü kazanmaya ve çarlıkla anlaşmaya vararak devrimi tasfiye etmeye çabalayan monarşist burjuvaziyi tecrit etmek. Güçlerin düzenleniş planı: işçi sınıfının köylülükle ittifakı. (9) Bu değerlendirme, Lenin’in şu sözlerine dayandırılıyor: “Proletarya, kuvvet yoluyla otokrasiyi ezmek ve burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için, köylü yığınlarıyla ittifak kurarak, demokratik devrimi sonuna kadar götürmelidir. “

Köylülük, değişik sınıf ve tabakaları içeren bir sosyal kategoridir ve burada, bir bütün olarak, işçi sınıfının belli bir aşamadaki hedefine varmasını kolaylaştıran bir devrimci rol oynayacağı düşünülmektedir. Bunun nedeni, köylülüğü bir bütün olarak ezen, feodal otokrasinin varlığıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının henüz kendisini siyasal olarak komünist tarzda örgütlemenin eşiğinde olduğu bir dönemde bile, köylülük bir müttefik olarak görülebilmektedir. Burada beklenti, işçi sınıfının devrimci eylemiyle, siyasal bilinç ve örgüt sorunlarını çözme sürecinde, köylülüğün de, hem bu hareketten etkilenerek, hem de kendisine özgü çelişkilerin derinleşmesi nedeniyle, devrim ordusunun saflarına katılacağıdır. Bu beklenti büyük ölçüde gerçekleşmiş ve genel devrim perspektifinde önemli yer tutan bu sorunun köklü bir biçimde aşılması, daha sonraki aşamanın görece çok kısa sürede geçilmesine zemin hazırlamıştır.

İkinci aşama, 1917 Martı’ndan, 1917 Ekimi’ne kadar olan süreci kapsamaktadır. “Hedef: Rusya’da emperyalizmi yıkmak ve emperyalist savaştan çıkmak. Devrimin ana gücü: Proletarya. Hazır yedeği: Yoksul köylülük. Komşu ülkelerin proletaryası muhtemel yedek. Uzayan savaş ve emperyalizm bunalımı, hareket için uygun an. Ana darbenin doğrultusu: Köylülüğün emekçi kitlelerini kazanmaya ve emperyalizm ile anlaşarak devrimi durdurmaya çalışan küçük-burjuva demokratları (Menşevikleri, sosyalist-devrimcileri) tecrit etmek. Güçlerin düzenleniş planı: Proletaryanın yoksul köylülük ile ittifakı.”

Stalin, sözlerini Lenin’den bir alıntı yaparak tamamlıyor: “Proletarya, kuvvet yoluyla burjuvazinin direncini kırabilmek için, köylülüğün ve küçük burjuvazinin kararsızlığını etkisiz hale getirmek için, halkın yarı-proleter öğeleriyle ittifak kurarak sosyalist devrimi başarmalıdır.”

Burada biri stratejik, diğeri taktik olmak üzere iki tür planın birbirini tamamlayacak tarzda uygulandığını görüyoruz. Başlıca iki stratejik aşama içinde ise, dönemsel özelliklere uygun daha fazla sayıda taktik plan kurulmuştur.

Stalin, bu uygulamaları şöyle anlatıyor: “Devrimin birinci aşaması boyunca, stratejik plan değişmediği halde, taktik bu süre içinde bir çok kez değişti. 1903–1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi. Devrimci hareket yükselen bir çizgi izliyordu ve taktik bu olguya dayanmalıydı. Sonuç olarak, mücadele biçimleri de, devrimci ve devrimin kabarma hareketine uymaktaydı. Yerel siyasal grevler, siyasal gösteriler, genel siyasi grev, Duma’nın boykot edilmesi, ayaklanma, devrimci savaş sloganları, bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte, örgüt biçimleri de değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi vekilleri Sovyetleri, az çok açıkta çalışan işçi partisi- işte bu dönemin örgüt biçimleri bunlardı.”

1905 Devrimi’nin yenilgiye uğramasından sonra, 1912 yılına kadar sürecek bir dönem boyunca, Bolşevik Partisi, geri çekilme taktiğini uygulamaya başlar. Devrimci yükseliş dönemlerinde, yükselen işçi hareketi içinde sağlam bir yer tutmuş olan partinin işi, saldırı taktiği uygulanırken, görece kolaydı. Geri çekilme ise, güçleri mümkün olduğu kadar koruyarak, yeni bir saldırı dönemine kadar elverişli koşulları kollayarak parti faaliyetini, yeni koşullarda da etkili kılacak yollar bularak sürdürmek anlamına geliyordu. Parti faaliyetini tümüyle durdurmak, kadroları korumak adına onları tümüyle işlevsiz ve görevsiz bırakmak anlamına gelmiyordu. Bu dönemin, Lenin tarafından daha önceden öngörüldüğünü biliyoruz. Genel planlama ve teorik çözümleme içinde, Lenin, böyle bir olasılığı belirtmişti. Dolayısıyla, Bolşevik Partisi, buna hazırlıksız değildi. Devrimin alçalma ve yükselme dönemlerine ilişkin teorik saptama, uzun zaman önceden yapılmıştı ve böyle bir dönemden geçerken, partinin faaliyetlerinin esas olarak hangi kriterleri gözetmesi gerektiğini de Lenin, önceden bildirmişti. Parti, paniğe kapılmadan, güçleri savaş alanının daha geri mevzilerine çekti.

 

DEĞİŞEN DURUMLARA UYGUN DEĞİŞİMLER (ESNEKLİK)

İyi bir planın önde gelen özelliklerinden biri de, öngördüğü sürecin değişik dönemlerine uyarlanabilmeye elverişli olmasıdır. Yalnızca değişen dönemlere göre değil, belli bir dönem içindeki olası değişiklikleri de doğru olarak hesaba katmış bir plan, mükemmeli yakalamış demektir.

Fakat bu ne kadar mümkündür?

Bir planın işleyişi, model olarak, bir makinenin işleyişine de benzetilir. Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birinci olarak, bütün makineler, bir güç kaynağı ile bu kaynağın harekete geçirdiği düzeneklerden oluşur ve hareketin başlangıcı ile sonucu arasında her şey belirlidir. İkinci olarak, sonuç, önceden beklenenlere uygundur. Makinede bir aksaklık yoksa “her şey tıkırında” ise, sonuçta kimse, “bunu beklemiyorduk” diyemez. Kuşkusuz, sosyal ve siyasal hayatta hiçbir şey bir Makina düzeniyle gerçekleşmez ve olaylar bir dişliler sisteminin birbirine bağlanması gibi birbirine bağlanmaz. Ama plancı, mükemmeli öngörmek ve planın değişkenlerini ihmal edilebilir aksamalar düzeyine indirecek önlemleri de geliştirmek zorundadır.

Böyle bir planın uygulanabilir olması, uygulayıcı kadroların, böyle bir esnekliğe elverişli performanslarının olmasına bağlıdır. Bu da, iki biçimde sağlanabilir: Birincisi, en genel düzeyde, değişen her koşulda, uygun hareket biçimlerini önceden ilkesel olarak saptayarak, teorik olarak hazır olmak ve ikincisi, bir mücadele biçiminden diğerine, bir durumdan ötekine geçebilmeyi, gündelik mücadele içinde deneyerek ve uygulayarak bir “el alışkanlığı” haline getirerek, devrimci refleksler kazanarak.

Lenin, her iki tarzı da içeren bir formülasyon sunuyor:

“Biz, her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her şeye hazır olmalıyız. Çünkü çoğu kez, patlama dönemleri ile durgunluk dönemlerinin birbirinin yerini ne zaman alacağını, önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişmeleri önceden görebildiğimiz durumlarda da bu öngörüden örgütümüzü yeniden kurmak için yararlanmalıyız… Ve devrimin kendisi de, tek bir hareket olarak değil, az çok güçlü patlamalar döneminin az çok mutlak durgunluktaki dönemlerinin dizi halinde birbirinin yerini alması olarak düşünülmelidir. Bundan ötürü, parti örgütümüzün eyleminin başlıca içeriği, bu eylemin yoğunlaşma noktası, en güçlü patlama döneminde olduğu gibi, en durgun dönemde de olanaklı ve kesin olarak gerekli çalışma olmalıdır. “

Lenin, ayaklanmanın bir sanat olduğunu bildiren Marx’ın bir sözünü, çok severek kullanırdı. Marx ve Engels’in ayaklanma üzerine tezlerini de, henüz devrim emekleme dönemindeyken bile, yoldaşlarına sık sık hatırlatırdı. Ekim Devriminin zaferinden sonra, Marx ve Engels’in tezlerini daha da geliştirdi, mükemmel hale getirdi.

Lenin’in, ayaklanma üzerine tezleri şöylece özetlenebilir:

Ayaklanmanın zaferle sonuçlanması için;

1. Egemen sınıfların güçleri, kendi olanaklarını aşan bir mücadeleye girmiş olmaktan dolayı, yeteri kadar zor duruma düşmüş ve kendi aralarındaki mücadele yüzünden yeteri kadar zayıflamış olmalıdır.

2. Burjuva ve küçük burjuva demokrat partilerin, maskeleri düşmüş ve halk önünde, pratikte iflas etmiş olmaları gerekir.

3. Proletaryanın saflarında, burjuvaziye karşı en keskin eylemden yana, en yürekli devrimci çıkıştan yana güçlü bir bilinç ortaya çıkmalıdır.

4. Bütün bu koşullar bir araya geldikten sonra, devrimi yöneten parti, bütün koşulları doğru hesaplamış, zamanı doğru seçmiş olmalıdır.1*’

Burada önemli olan, Bolşevik Partisi’nin bütün tarihi boyunca, Lenin önderliğinde, bu dört maddenin her birinin içeriklerini, hedef olarak tespit eden planlar yapmış ve uygulamış olmasıdır. Gerçekten Lenin, egemen sınıfları, işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci hareketiyle, ülke içinde ve dünya çapında yıpratacak, güçten düşürecek, onları kendi güçlerini aşan mücadelelere girmeye zorlayacak, bir dizi eyleme öncülük etmiş, mücadelenin bütün biçimlerini denemiş, uygun zamanda uygun vuruş biçimlerini bulmuş ve öngörüldüğü gibi, burjuvaziyi en zayıf olduğu bir ana doğru adım adım sürüklemiştir.

Reformist partileri, uzlaşmacı demokratları, her fırsatta en acımasız biçimde eleştirmiş, kitleler karşısında maskelerini düşürmüş ve çaresizlik içinde onların peşinden giden emekçi kitleleri, uygun eylem biçimleriyle doğru seçilmiş propaganda ve ajitasyon temalarıyla kendi yoluna kazanmıştır.

Kazanılan işçi ve emekçi kitleler, değişik mücadele biçimleri içinde eğitilmiş, Rusya proletaryası içinde son derece güçlü, her türlü özveriye ve kahramanlığa hazır bir öncü kesimin oluşturulması sağlanmıştır. Nihayet bu öncü işçi kesiminin arkasında, devrimden başka yol kalmadığına kesin olarak inanmış, devrimi tırnaklarıyla koparıp almaya ant içmiş bir yığın oluşturulmuştur.

Daha önceki paragraflarda da değindiğimiz gibi, Lenin, artık, ta başından beri kafa yorduğu sorunu çözmeye yaklaşmıştan Ayaklanma zamanım doğru seçmek.

 

VE BÜYÜK ZAFER GÜNÜ

“6 Kasım çok erken. Ayaklanmanın tüm Rusya’ya dayanması gerekir. Oysa ayın altısında tüm delegeler henüz kongreye gelmemiş olacak. Öte yandan, 8 Kasım da çok geç. Bu tarihte kongre oluşacağından, kesin ve ivedi kararlar alamazlar. Kongre’nin açılacağı gün olan 7 Kasımda harekete geçip, ‘işte iktidar, ne yapacaksanız yapın’ diyebileceğiz o zaman.”

Lenin’in, 3 Kasımda yapılan Merkez Komitesi toplantısında söylediklerinin bunlar olduğunu yazıyor John Reed. Lenin, bir süredir, ayaklanma karan almakta tereddüt eden, değişik gerekçelerle ayaklanma gününü ertelemeye çalışan yoldaşlarını ikna etmek, kendi kafasında oluşturduğu tarihin en doğru zaman olduğuna onları inandırmak için, istifa etmek dâhil her yolu denemiştir. Sonunda, onun büyük devrimci iradesi galip gelmiş, Merkez Komitesi ayaklanmaya karar verebilmiştir.

Lenin’in, “Merkez Komitesi Üyelerine Mektup”u, John Reed’in dramatize ederek aktardığı sözlerin içeriğini doğrular:

“Tarih, bugün kazanabilecek (ve bugün kesin olarak kazanacak) olan, ama yarın çok şeyi, her şeyi yitirme tehlikesinde olan devrimcilerin oyalanmasını, gecikmesini bağışlamayacaktır.

“Bugün iktidarı ele geçirmekle, onu Sovyetlere karşı değil, Sovyetler için almış oluyoruz.

“İktidarın alınması, ayaklanmanın işi olacaktır.

“… Devrimin nazik anlarında kendi temsilcilerini beklemektense, onlara yol göstermek, halkın hakkıdır.

“Bütün devrimlerin tarihi bunu kanıtlamıştır ve devrimin kurtuluşunun, barış önerisinin, Petrograd’ın kurtuluşunun, açlığa karşı çarenin, toprağın köylülere devredilmesinin kendilerine bağlı olduğunu bilerek, bu fırsat anının kaçmasına izin veren devrimciler en büyük cinayeti işlemiş olacaklardır.

“Hükümet bocalıyor. Her ne pahasına olursa olsun işini bitirmek gerekir.

“Eylemde duraksama ölüm demektir.” (10)

Eski metafizik yöntemciler (materyalist olanlar da), Descartes, Bacon gibi bu konuda çığır açan bilginler dâhil, yapılacak işlerin birbirinden ayrı kategoriler halinde sıraya konulmasına büyük önem verirlerdi. Diyalektik ise, teoride ve genel planlama düzeyinde, şuranın önemini kabul etmekle birlikte, hareketin doğası gereği, uygulamada bütün pratik işlerin iç içe ve birbiriyle bağıntılı bir hareket bütünlüğünde gerçekleşmesini önerir. Mantıksal sıralama ve düzen, pratiğin, canlı, dinamik ve akışkan yapısını, soyut olarak ve hareketin doğasına en yakın biçimde yansıtabildiği ölçüde geçerlidir.

John Reed’in tanıklığı, ayaklanma tartışmaları sürerken, bir yandan da, başka bütün gerekli işlerin şaşmaz bir tempoyla yürütüldüğünü gösteriyor:

“Bu sırada, üst kattaki odalardan birinde, ince yüzlü, uzun saçlı, şimdi devrimci olmuş, Çar ordularının eski bir subayı, sürgün, iyi matematikçi, satranç ustası, kendisine Antonov denilen Ovseinski adında biri, başkentin ele geçirilmesi için ayrıntılı bir plan üzerinde çalışmaktaydı.” (11)

Kuşkusuz, Antonov’un planı, Lenin’in yıllardır üzerinde çalıştığı ve adım adım uyguladığı büyük devrim planının küçük son noktasıydı. Ama kendi içinde, Rusya’nın büyük başkentini devrimci tarzda kontrol altına almaya yönelik, dev gibi kapsamlı, en ince ayrıntılarına kadar analiz edilmiş, hassas bir plandı. Burada asıl dikkat edilmesi gereken bir başka özellik daha var Bolşevik Partisi Merkez Komitesi, ayaklanmaya karar vermek üzere tartışırken, Lenin, Merkez Komitesi’ni ayaklanma anının artık geldiğine ikna etmeye çalışırken, kentin ele geçirilme planı hazırdır. Burada, değişik olasılıkları göz önünde tutma ilkesinin uygulandığını görüyoruz. Merkez Komitesi toplantısı sonunda, ayaklanmaya karar verilir ya da verilmez; ama ayaklanma planı en ince ayrıntısına kadar tamamlanmış olmalıdır. Çünkü birincisi, bir kez karar verildikten sonra, oturup bir de plan yapmaya zaman olmayacaktır. Zamanlamanın önemine ve zamanlama ilkesinin uygulanmasına bir örnektir bu. İkincisi, elde bir plan olmadan, ayaklanmanın başlatılıp başlatılmayacağı, zaten tartışılamaz. Tıpkı, yukarıda değindiğimiz gibi, burada da, eylemin son adımı, henüz eylem hazırlıkları devam ederken, tasarı düzeyinde tamamlanmıştır.

Her planlama, mutlak olarak, nesnel koşulların tam ve doğru bir tahliline dayanmalıdır. Bu, örneğin hükümet güçlerinin elinde bulunan bir binanın kaç kişiyle kaç saatte ele geçirilebileceğini hesaplamak gibi teknik bir konunun nesnel koşulları da olabilir, genel olarak ülkede işçi ve emekçi kitlelerinin “ruh hallerini”, o günkü psikolojilerini anlamak gibi, daha karmaşık ve kestirilmesi oldukça güç bir konuda da. Ekim Devriminin kurmayı, Bolşevik Partisi, devrimin cereyan ettiği bütün alanlardaki problemleri ve bunların çözüm yollarını, zaferi kazanmaya yetecek kadar biliyordu. Bu bilginin kaynağında, proletaryanın devrim teorisine tam olarak hâkim olan, diyalektiği her anki düşüncenin olağan akış biçimi haline getirmiş, yüksek öngörü sahibi, zamanlama ustası, mücadeleci önderlerinin olağanüstü yetenekleri kadar, onun tam bir bilinçle devrimci gücüne inandığı Rusya proletaryasının devrimci deneyimleri de bulunuyordu.

Proletarya, bütün varlığıyla devrimi istemiş, Bolşevik Partisi ve onun büyük önderi Lenin, proletaryaya bunu nasıl elde edeceğini öğretmiş, zaferin planlarını ellerine vermişti.

O büyük sevinci, yine John Reed’in tanıklığından izleyelim:

“Ufukta, çıplak ovaya yaslanmış değerli taşlardan örülü bir baraja benzeyen başkentin ışıkları parlayıp duruyordu. Petrograd, geceleyin, gündüzle kıyaslanmayacak kadar güzeldi.

Yaşlı işçi, bir eliyle direksiyonu tutuyor, öbürüyle, uzakta ışıldayan başkenti sevinçle göstererek:

– Benimsin artık, diye bağırıyordu, yüzü ışıl ışıl. Şimdi benimsin artık Petrograd’ım.”

 

 

DİPNOTLAR

 

(1) Lenin, “Ne Yapmalı?”, Sol Yayınları, Ekim 1990, s. 163

(2) Stalin, Eserler, C. 15. “Sovyetler Birliği Komünist Partisi -Bolşevik- Tarihi,” Inter Yayınları, 1990, s. 40

(3) Lenin, age., s. 163

(4) Lenin, age., s. 153-154

(5) Lenin, age., s. 166

(6) Stalin, “Leninizm’in Sorunları”, Sol Yayınları, Kasım 1992, s. 118–130

(7) Lenin, “Ne Yapmalı?”, s. 176

(8) Lenin, age., s. 175

(9) Stalin, “Leninizm’in Sorunları”, s. 72

(10) Lenin, “Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi”, Sol Yayınları, Kasım 1992, s. 210

(11) John Reed, “Dünyayı Sarsan On Gün”, Oda Yayınları, 1986, s. 83

 

Ekim-Kasım 1995

Parti basınının örgütleyicisi ve redaktörü olarak Lenin

Okuyucuların ilgisine sunduğumuz bu makale, geçen Ağustos ayında İnter Yayınları tarafından yayınlanan “İŞTE LENİN!” adlı kitaptan alınmıştır. Lenin’in mücadele arkadaşı ve eşi Nadejda Krupskaya’nın yazılarından derlenen kitap Lenin’in ihtilalci eyleminin tüm yönlerini anlamamıza yardım edecek özelliktedir. Uzun yıllar RSDİP Merkez Komitesi sekreterliği görevini de yürüten Krupskaya, aşağıya aldığımız makalesinde, canlı gözlemlerine de dayanarak Lenin’in parti basınına yaklaşımını, bu konudaki pratik çabasını genişçe özetlemektedir.


LEGAL VE İLLEGAL BASIN

Redaktör Lenin’den söz ettiğimizde, doğal olarak bizi ilgilendiren öylesine bir redaktör olarak Lenin değil, Parti basınının redaktörü olarak, her makalede, her tümcede, her sözcükte komünist düşüncelerin propagandasını yapmaya uğraşan, gazete veya dergiyi, komünizm için savaşımda bir silah yapmaya çalışan komünist redaktör olarak Lenin’dir.

Lenin gazeteci olarak çalışmasına, Çarlık sansürünün tüm gücüyle kasıp kavurduğu ve komünist görüşleri açıklamanın, basın aracılığıyla propaganda ve ajitasyon yapmanın, Partinin örgütlenmesine, işçilerin örgütlenmesine yardımcı olmanın ancak illegal basında olanaklı olduğu bir zamanda başlamak zorunda kaldı.

Lenin o zamanki basını şöyle karakterize etmişti:

“İllegal ve legal basın arasında bir fark olduğu sürece neyin Parti yazını ve neyin Parti dışı yazın olarak görüleceği sorunu son derece basit ve oldukça yanlış ve yapay çözüldü. Tüm illegal basın Parti yazınıydı, örgütçe yayınlandı ve şöyle veya böyle, pratik Parti işçisi gruplarıyla ilişkisi bulunan gruplarca yönetildi. Tüm legal basın Parti yazını değildi, çünkü Partiler yasaktı ama o, şu veya bu Partiye ‘eğilim gösteriyordu.’ Yapay ittifaklar, anormal ‘evlilikler’, sahte tabelalar kaçınılmazdı. Partinin görüşlerini dile getirmek niyetinde olanların mecburi üstü kapalılığıyla, henüz bu görüşlere olgunlaşmamış, yani aslında Parti üyesi olmayanların düşünce darlığı veya korkaklığı arasında ayrım yapmak artık imkânsızdı.”

Doksanlı yıllarda bizde Marksizm gelişmeye başladığında, devrimci Marksistler kendilerine legal basında bir yol açmaya çabalayarak bu basın yoluyla etkilerini güçlendirmeye çalışıyorlardı. Fakat o yıllarda devrimci Marksistler Çarlık Rusyası’nın sansüre bağlanmış basınına görüşlerini ancak üstü örtülü, maskeli bir şekilde sokabilirlerdi. “Ezop diliyle”, yani imalarla yazmaları gerekiyordu. O zamanın Marksist makalelerini okumak zor. Fakat yine de gerekliydiler, İlyiç tekrar tekrar, zamanının son derece zor sansür koşulları altında pek çok şeyi söylemeyi bilen Çernişevski örneğine işaret etti. Fakat İlyiç, devrimci demokrat Çernişevski’ye, aynı zamanda, kendi görüşlerini dile getirmek olanaksız olduğunda susmayı, yani inançlarıyla çelişecek hiçbir şey söylememeyi bilmesi nedeniyle de saygı duyuyordu.

O zamanlar Çarlık Rusyası’nda yayınlanan legal ve sansürlü dergilerde çok önemli konulara hiçbir şekilde dokunulamazdı, bunlar işlenemezdi, çünkü belirli sorunlarda susmak, yarım veya çeyrek sesle konuşmaktan daha iyiydi. Devrimci Marksist görüşleri gizlice geçirmek yalnızca teorik karakterli, yani istatistikler üzerine, pazarlar üzerine vs. vb. makaleler üzerinden başarılıyordu, ama Çarlık sansürü orada da bunları bulup çıkarmayı, “Ezop dilini” çözmeyi ve her yerde, yaşamdan Marksist düşüncenin her izini silmeyi çok çabuk öğrendi.

Vladimir İlyiç’in de yazdığı zamanın legal dergileri “Naçalo” ve “Novoye Slovo” idi, ama o hiçbir şekilde legal dergilerin redaksiyonunu yapmadı ve böyle bir redaksiyona girmedi.

İllegal sosyal-demokrat basın bildirilerle başladı. Fakat genel bir Parti basınını yaşama geçirmek gerekliydi.

1900 yılında Vladimir İlyiç, “Iskra” ve “Zarya” redaksiyonunun bir bildirge taslağında şunları yazıyordu:

“Geliştirilmesi gereken, ilk olarak, ortak bir Parti yazınıdır; sadece, tek tek bölgelerin değil tüm Rusya hareketinin hizmetinde olması anlamında, -sadece yerel sorunları değil- tüm hareketin sorunlarını işlemesi ve sınıf bilinçli proletaryanın savaşımını desteklemesi anlamında ortak değil; aynı zamanda, varolan tüm edebi güçleri toparlaması, Rus sosyal-demokratları arasında temsil edilen görüş ve düşüncelerin tüm nüanslarını yalıtık Parti işçilerinin görüş ve düşünceleri olarak değil, aynı örgütün saflarında ortak program ve ortak savaşımla birbirlerine bağlanmış yoldaşların görüşleri olarak dile getirme anlamında da ortak.”

Parti basınının örgütlenmesine Lenin çok büyük önem veriyordu. Rusya’da illegal bir gazete oluşturmak olanaksızdı, hepsi çabucak açığa çıkıyordu. Lenin’in Petersburg’da küçük illegal dergi “Raboçeye Dyelo”yu çıkarma girişimi başarısızlığa uğradı. Yurtdışında tüm Rusya için bir gazete çıkarmak amacıyla Lenin Rusya topraklarını terk etti.

Lenin bir gazeteyle dergi arasında hangi ayrımı yapıyordu? Bu soruyla ilgili ne yazdığına bakalım:

“Tarafımızdan tasarlanan konu ve sorunların dergiyle gazete arasındaki dağılımına gelince, bu dağılım sadece bu organların farklı kapsamı ve hakeza karakterlerinin farklılığıyla belirlenecektir: dergi öncelikle propagandaya, gazete öncelikle ajitasyona hizmet etmeli. Fakat hem dergide hem de gazetede hareketin tüm yönleri yansımalıdır ve şunu özellikle vurgulamak istiyoruz ki, işçi gazetesinde yalnızca, kendiliğinden işçi hareketini doğrudan ve en yakından ilgilendiren şeylerin yayınlanması gerektiği, sosyalizmin teorisi alanına, bilim, politika, Parti örgütüyle bağlı sorunlar vs. alanına giren her şeyin ise aydınların organına bırakıldığı planı reddediyoruz. Tersine, tam da işçi hareketinin tüm somut olgularının ve görüntü biçimlerinin söz konusu sorunlarla bağlanması gereklidir, tek tek her bir olgunun teoriyle aydınlatılması gereklidir, siyasal ve Parti örgütüyle ilgili sorunların işçi sınıfının en geniş kesimleri içinde propaganda edilmesi gereklidir, bu sorunların ajitasyon içine çekilmesi gereklidir. Bugüne dek bizde istisnasız egemen olan ajitasyon biçimi, yani yerel bildirilerle ajitasyon artık yeterli değildir: bunun kapsamı çok dardır, çünkü yalnızca yerel ve esas olarak ekonomik sorunlara değiniyor. Ajitasyonun daha yüksek biçimini yaratma girişiminde bulunulmalı -işçilerin şikâyetlerini, işçi grevlerini, proleter savaşımın diğer biçimlerini ve tüm Rusya’daki siyasal baskının tüm görüntülerini periyodik olarak kaydeden ve bu olguların her birinden sosyalizmin son hedefi ve Rus proletaryasının siyasal görevleri açısından belli sonuçlar çıkaran gazete aracılığıyla.”

Tüm Rusya için Parti gazetesine gelince, İlyiç buna olağanüstü büyük önem veriyordu. Böyle bir organın görevlerinin oldukça geniş olduğunu düşünüyordu. Görüşüne göre gazete kolektif propagandacı, kolektif ajitatör ve kolektif örgütleyici olmalıydı. Gazete sürekli olarak Parti örgütleri ve işçi yığınlarıyla daha sıkı birleşmeliydi, onlardan haberler almalı, ruh hallerini ortaya çıkarmalı, Parti örgütlerini ve yığınları harekete geçiren soruları yanıtlamalı; Parti örgütlerini bir araya getirmeli ve işçi yığınlarını belli Parti sloganları etrafında birleştirmeli, tüm günlük sorunları Marksist teorinin ışığıyla aydınlatmalıydı.

Gazetenin rolü üzerine Vladimir İlyiç “Iskra”nın Mayıs 1901’deki 4. sayısında “Nereden Başlamalı?” makalesinde görüşlerini çok isabetli açıklıyordu.

Lenin “Iskra” yazı kuruluna 52. sayıya dek üyeydi. Sonra “Iskra” redaksiyonundan ayrıldı, çünkü orada Menşevikler yönetici rolü elde etmişlerdi.

Daha sonra, 1905 yılında Bolşevik gazete “Vperyod” çıkmaya başladı, (eski takvimle 4 Ocak’tan 18 Mayıs 1905’e dek) 18 sayı yayınlandı.

Vladimir İlyiç “Vperyod” yazı kurulunun üyesiydi. III. Parti Kongresi “Vperyod” yerine “Proletari” gazetesini çıkarma kararı aldı ve Lenin’i tek başına sorumlu baş-redaktör olarak seçti.

Yurtdışında çıkarılan broşürler çok az sayıda yayınlanıyordu. Onların taşınması ve dağıtımında çok büyük zorluklar vardı.

Bu nedenle, 1905 Devrimi sansür duvarlarını yıktığında ve legal bir günlük gazetenin yayınını olanaklı kıldığında İlyiç’in büyük sevinci anlaşılır.

“Ve yeni legal gazete” diye yazıyordu İlyiç Ekim 1905’te Rusya’ya yola çıkmadan önce Plehanov’a, “o, eğer yüz binlerce değilse, on binlerce işçiden oluşan bir okuyucu kitlesine sahip olacak, hem de Rusya’da gelecekteki tüm çalışmalar için, Rus proletaryasının onun sonsuz bilgisine ve büyük siyasal deneyimlerine çok ivedi gereksinimi olduğu bir anda – tüm bunlar, üzerinde eskinin en yakında unutulduğu ve canlı çalışmada bir anlaşmaya ulaşılabildiği yeni bir temel yaratacaktır.”

“Novaya Jizn”in (ilk legal Bolşevik gazete; 9 Kasım’dan (27 Ekim) 16 (3) Aralık 1905’e dek yayınlandı) 26 (13) Aralık 1905 tarihli 12. sayısı Lenin’in “Parti Örgütü Ve Parti Yazını” makalesini içeriyor. İlyiç orada şöyle yazıyor:

“Yazın şimdi hatta ‘legal’ olarak bile onda dokuz Parti yazını olabilir. Ve Parti yazını olmalı. Burjuva geleneklerinin tersine, burjuva girişimci ve kıvır-zıvır basının tersine, edebiyattaki burjuva kariyerizmi ve bireyciliğinin tersine, ‘soylu anarşizm’ ve kâr peşinde koşmanın tersine sosyalist proletarya Parti yazını ilkesini ortaya koymalı, bu ilkeyi geliştirmeli ve onu olduğunca tam ve birlik halinde gerçekleştirmelidir.”

“Kuşkusuz, yazınsal yaratıcılık, mekanik bir eşitlemeciliğe, bir düzlemeciliğe, çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliğine en az katlanacak şeydir. Kuşkusuz, bu alanda kişisel girişimler ve bireysel eğilimler için geniş hareket özgürlüğü, düşünceler ve düşler, biçim ve içerik için hareket serbestîsini garanti etmek kesinkes gereklidir. Tüm bunlar tartışılmaz, ama tüm bunlar sadece, proletaryanın Parti çalışmasının yazınsal bölümünün, proletaryanın Parti çalışmasının öbür bölümüne şabloncu biçimde eşitlenemeyeceğini kanıtlar. Tüm bunlar hiçbir şekilde burjuvazinin ve burjuva demokrasisinin gözünde yabancı ve garip olan, yazınsal çalışmanın kesinkes ve her koşulda sosyal-demokrat Parti çalışmasının diğer bölümleriyle ayrılmaz biçimde bağlı bir parçası olması gerektiği tezini çürütmez. Gazeteler çeşitli Parti örgütlerinin organları olmalı. Yazarlar kesinlikle Parti örgütlerinin üyesi olmalı. Yayınevleri ve depolar, dükkânlar ve okuma salonları, kütüphane ve kitap satış yerleri – tüm bunlar Partiye tabi olmalı ve ona hesap vermeli. Tüm bu çalışma, bu çalışmanın tümü ayrım yapılmaksızın, yaşayan proleter davanın canlı soluğunu harekete geçirmek zorunda olan örgütlü, sosyalist proletarya tarafından izlenmeli ve denetlenmeli ve böylece eski, yarı Oblomovcu, yarı bezirgân Rus prensibi: Yazar, estiği gibi yazar, okuyucu öylesine okur anlayışının temellerini proletarya ortadan kaldırmak zorundadır.” “Biz özgür bir basın yaratmak istiyoruz ve yaratacağız, sadece polisten özgür değil, sermayeden ve kariyerizmden de, hatta dahası, burjuva-anarşist bireycilikten de özgür.” “… Burjuva bireyci baylar, size söylemeliyiz ki, mutlak özgürlük üstüne konuşmalarınız ancak bir ikiyüzlülüktür. Paranın gücüne dayanan bir toplumda, emekçi yığınlarının sefil ve varlıklılar öbeğinin asalak bir yaşam sürdükleri bir toplumda gerçek ve doğru dürüst bir ‘özgürlük’ olamaz. Bay yazar, siz burjuva yayıncınızdan, sizden çerçevesiyle ve resimleriyle pornografi ve ‘kutsal’ sahne sanatının ‘tamamlayıcısı’ olarak fuhuş talep eden burjuva okuyucunuzdan bağımsız mısınız?  (Orijinalde açıkça bir basım hatası; anlamına uygun olarak bu “romanlarda” olmalıydı. –V. İ. Lenin: Eserler’in redaksiyonunun dipnotu, 5. baskı, cilt 12, sf. 103, Rusça.) Bu mutlak özgürlük bir burjuva veya anarşist tumturaklı sözdür (çünkü dünya görüşü olarak anarşizm tersyüz edilmiş burjuvalıktır). Aynı anda bir toplumda yaşayıp, ondan bağımsız olunamaz. Burjuva yazarın, sanatçının ve oyuncunun özgürlüğü yalnızca, para kesesine, rüşvete ve kapatma-lığa maskeli (veya kendini ikiyüzlüce maskeleyen) bağımlılıktır.

Ve biz sosyalistler bu ikiyüzlülüğü teşhir ediyor, sahte tabelaları alaşağı ediyoruz -sınıflardan bağımsız bir yazın ve sanat elde etmek için değil (bu, ancak sınıfsız sosyalist toplumda olanaklı olacak), ikiyüzlü özgür, gerçekte ise burjuvaziyle bağlı yazının karşısına gerçekten özgür, açıkça proletaryaya bağlı yazınla çıkmak için.

Bu özgür bir yazın olacak, çünkü kazanç hırsı ve kariyer değil, sosyalizm düşüncesi ve emekçilere sempati, onun saflarına yeni ve yepyeni güçler katacak. Bu özgür bir yazın olacak, çünkü o, aşırı doymuş bir kahramana, canı sıkılan ve yağlanmaktan çeken ‘tepedeki on bin’e değil, ülkenin baharını, onun gücünü, geleceğini temsil eden milyonlarca ve on milyonlarca emekçiye hizmet edecektir. O, insanlığın devrimci düşüncesinin son sözünü deneyimle ve sosyalist proletaryanın canlı çalışmasıyla verimli kılacak ve geçmişin, deneyimiyle (sosyalizmin, ilkel, ütopik biçimlerinden başlayarak sosyalizmin gelişmesini tamamlayan bilimsel sosyalizmle) bugünün deneyimi (işçi yoldaşların bugünkü savaşımı) arasında sürekli bir karşılıklı ilişki sağlayacak olan özgür bir yazın olacaktır.”

Aralıkta “Novaya Jizn” yasaklandı. Sonra 9 Mayıs (26 Nisan) 1906’dan itibaren tekrar Bolşevik bir günlük gazete: “Volna”yı çıkarmak başarıldı, 25 sayı yayınlandı. Redaktörü Vladimir İlyiç’ti. Birçok sayısına el kondu, birçok makale yüzünden gazete hakkında dava açıldı ve sonunda yasaklandı. Onun yerine 17 sayısı yayımlanan “Vperyod” geçti, sonra bu gazete de yasaklandı. Ondan sonra “Eko” yayınlandı, bu 14 sayı çıktı, tümü toplatıldı. Bu gazete de yasaklandı.

Devrimci yükselişin hemen başında Vladimir İlyiç devrimin yenilebileceğini tahmin etti ve illegal organ “Proletari”nin sürdürülmesinde diretti. Yükselişin başlamasından sonra, Finlandiya’da yayınlanan “Proletari” çok ender çıkmıştı. Onun büyük önemi vardı, çünkü Parti örgütü böylece her zaman, legal gazeteler yasaklansa bile görüşünü ortaya koyabilirdi.

1908’de “Proletari” önce Cenevre, sonra Paris’e taşındı. 1910 yılında Merkez Komitesi bir genel toplantısında, aralarında “Proletari”nin de olduğu, legal fraksiyonel organların yayınını kesmeyi, “Sosyal-Demokrat”ı ise tüm Partinin organı yapmayı kararlaştırdı. Lenin önce “Proletari”yi yönetti, sonra “Sosyal-Demokrat”ın redaksiyonuna girdi.

“Sosyal-Demokrat”ta Lenin başlangıçta Menşeviklerle birlikte çalışmak zorunda kaldı. “Bu bir çarmıh” diyordu, ama davanın çıkarı için ortak çalışmaya yanaştı. 1912 yılında, Prag Konferansı’ndan sonra “Sosyal-Demokrat” tümüyle bir Bolşevik organ haline geldi, varlığını 1917’ye dek sürdürdü.

Gericilik yıllarında kendine has legal bir gazete çıkarmak düşünülemezdi bile. Ama 1910 yılı sonuna doğru artık yükselişin birkaç belirtisi kendini hissettirmeye başladı ve Aralığın son günlerinde Petersburg’da legal haftalık gazete “Zvezda” yayınlanmaya başladı. Moskova’da Bolşevik dergi “MysI” yayınlanmaya başladı. ” ‘Zvezda’ ve ‘Mysl’i nasıl buldunuz?” diye soruyordu İlyiç bir mektubunda Gorki’ye. “Birincisi görüşüme göre renksiz. Fakat ikincisi tümüyle bizim gazetemiz ve beni ölçüsüz sevindiriyor. Onu hemen tırpanlayacaklar.” Öyle de oldu.

1911 yılı yükselişin yılıydı. Bu her yerde hissediliyordu. Paris yakınlarında, Longjumeau’da Bolşevikler Parti işçileri için bir okul örgütlemişlerdi ve Rusya’yla bağlantılar sağlamlaşıyordu. 1911 sonunda Petersburg’da Bolşevik dergi “Prosveşçeniye”yi ayağa kaldırmak başarıldı. Ocak 1912’de, Bolşeviklerce örgütlenen ve Partinin sonraki tüm çalışması için çok büyük bir rol oynayan Prag Parti Konferansı yapıldı. 4 Nisan 1912’de Lena kıyısında, işçi yığınlarının siyasi grev dalgasıyla yanıtladığı bir kıyım meydana geldi. Bu yükselişin zirvesinde “Pravda” doğdu, ilk sayısı 5 Mayıs (22 Nisan) 1912’de yayınlandı.

“Rusya’da ama devrimci bir yükseliş var, herhangi başka bir yükseliş değil, devrimci bir yükseliş. Ve günlük bir gazeteyi, ‘Pravda’yı çıkarmayı başardık —diğerleri yanında, aptal kafaların üzerine havladıkları tam da bu Konferans (Ocak’taki) sayesinde” diye yazıyordu İlyiç, Gorki’ye.

Bu yıl “Pravda”nın 20. yıldönümünü kutluyoruz. Yirmi yıldan beri “Pravda” -legal bir günlük gazete- Parti görevinde. Başından çok şey geçti. Lenin’in 1905’te Parti gazetesi için yazdığı, milyonlarca ve on milyonlarca emekçiyi çekip çevirme görevi ona tam kapsamıyla uygulanabilir. “Pravda”, SBKP(B) MK’nın doğrudan yönetimi altında çalışıyor ve yığınlar arasında Parti yönergelerini, Leninist ilkeleri yayıyor.


ANCAK YAZI KURULUNUN İLKESEL GÖRÜŞ BİRLİĞİ VE ÇALIŞMAYA YETENEKLİ BİLEŞİMİ GAZETEYİ LAYIK OLDUĞU YERE GETİREBİLİR

Vladimir İlyiç, yazı kurulunun ilkesel görüş birliğine ve iç dayanışmasına çok büyük önem verirdi. Yalnızca böyle ideolojik bir birlik, bir dergi veya gazetenin yönüne taraflı bir tutarlılık sağlardı. Bir yazı kurulu, Krilov’un, bir yükü çekmesi gereken -kuğu, turna balığı ve yengeçten oluşan- üç tekerlekli araba örneğine göre oluşturulamaz. İkinci göçmenlik sırasında (1908 ve 1909 yıllarında) yurtdışında Bolşevik organ “Proletari” yayınlandı. Başlangıçta yazı kuruluna Lenin, Bogdanov ve İnnokenti (Dubrovski) üyeydi. Daha sonra Lenin’le bir yandan İnnokenti, diğer yandan Bogdanov arasında felsefi tartışmalar çıktı. 1908 yazında artık İlyiç, Vorovski’ye Bogdanov’la yaklaşan ayrılığı yazıyordu: “Asıl neden, onun kendini, raporlardaki (hiçbir şekilde yazı kurulundaki değil) felsefi görüşlerine sert eleştiriler nedeniyle hakarete uğramış hissetmesidir.” Burada parantez içindeki nottan, Vladimir İlyiç in yazı kurulundaki sorunu keskinleştirmemeye uğraştığı görülür, ama boşuna. Bir yıl sonra “Proletari”nin genişletilmiş toplantısında Bogdanov, Bolşevik fraksiyondan ayrıldığını açıkladı. Capri’de Gorki’nin yanında yaşarken “Proletari”ye karşı olası her türlü eleştiriyi boşalttı. Vladimir İlyiç’in bu vesileyle 1909’da Gorki’ye ne yazdığını dinleyelim:

“Size ve Maksimov’a ‘Proletari’de dürüst olmayan, yararsız vs. gelen şey tümüyle, şimdiki zaman dilimine (ve tabii Marksizm’e) dair tam bir anlayış farklılığıyla açıklanır. İki yıldan beri aynı yerdeyiz ve Maksimov’a hâlâ ‘tartışmalı’ gözüken ve yaşamın çoktan çözdüğü sorunları usandırıcı biçimde yineliyoruz. Ve bunlar üzerine ‘tartışmaya’ devam etseydik, bugün yine aynı yerde sayardık. Fakat ayrıldığımızda işçilere açık ve belli iki çıkış yolu gösteriyoruz. Sosyal-demokrat işçiler seçimi kolay ve çabuk yapacaklar, çünkü örgütün başka yöntem ve biçimlerini talep eden devrimci yöntemi yeni, değişik durumlara, değişen çağa uygulamak yerine 1905-1906 yılının devrimci laflarını (kutularda) konserve etme taktiği ölü bir taktiktir. Proletarya devrim yoluna gidiyor ve ona ulaşacak -ama 1905 öncesi olduğu gibi değil: yolun devrime gittiğine ve ona ulaşacağına inanan fakat bu ‘olduğu gibi değil’i kavramayanlar- bunlara pozisyonumuz samimiyetsiz, yararsız, can sıkıcı, proletaryaya ve sosyalizme inançsızlıkla gerekçelendirilmiş vs. vb. gözükmek zorunda. Buradan ortaya çıkan görüş ayrılıkları, -en azından yurtdışında- bölünmeyi kaçınılmaz duruma getirmek için kuşkusuz yeterince derindir. Fakat söz konusu olan Partideki, sosyal-demokrasideki, Marksistlerdeki bölünmenin derinliğiyse, bu hiçbir şekilde Bolşeviklerle Menşevikler arasındaki bölünmeye ulaşamaz.”

Yalnızca ilkesel görüş birliği, Vladimir İlyiç’in düşüncesine göre, dergiye, gazeteye etki ve gerekli tutarlılığı garanti eder. Vladimir İlyiç üyesi olduğu tüm yazı kurullarında en büyük önder rolü oynadı. Gazeteleri ve dergileri yöneten aslında oydu. Fakat her zaman kolektife dayanırdı. Bir yazı kurulunun bileşimiyle ilgili Vladimir İlyiç “in görüşünü “Iskra” yazı kurulunun öyküsünden başka hiçbir şey daha iyi karakterize edemez. O, II. Parti Kongresi’nde, Plehanov, Lenin ve Martov’un üye olacağı işsel çalışan üçlü bir grup önermişti. Vladimir İlyiç, Halkçılara, Bernstein’cılığa ve Ekonomistlere karşı parlak bir savaşım yürüten Plehanov’u teorisyen olarak olağanüstü değerli buluyordu. Ancak Plehanov’un zayıf yanlarını da tanıyordu. Uzun göçmenlik yılları, daha Partinin olmadığı, işçi sınıfı hareketinin henüz oluşmaya başladığı yıllar Plehanov’a damgasını vurmuştu. Plehanov gelişen işçi hareketinden kopuktu. Bu, onun işçi yazışmalarına ne denli az ilgi gösterdiğinden, Rusya’dan gelen görevlileri dinlemeyi pek bilmediğinden, onlara ne denli az pratik sorular sormasından belli oluyordu. Ayrıca o çok şımarıktı ve hiçbir itiraza katlanamazdı. “Emeğin Kurtuluşu” grubundan savaşım arkadaşlarını -Vera Zasuliç ve P. B. Akselrod’u- adeta terörize ediyordu. Vladimir İlyiç, onun yardımıyla pratik çalışmayı çok yüksek bir aşamaya yükselttiği engin teorik bilgiye sahipti. Teori ona, yaşamı daha iyi yorumlamayı, yaşamdan en gerekli ve önemli olanı bulup çıkarmayı öğretti; diğer yandan devrimci pratik, düşüncesini ileri doğru itiyordu ve ona daha derin araştırıcı bir sorgulamayı öğretti, İlyiç, Plehanov’dan tümüyle değişik tipte bir teorisyendi. Ancak bazılarının yapmayı denedikleri gibi şunu söylemek yanlış olurdu: Plehanov bir teorisyen ve Lenin bir pratisyendi. Bu böyle değildi. Lenin de aynı şekilde bir teorisyendi, ama tümüyle değişik tipte bir teorisyendi, başka bir çağın, Partinin bütün inşasıyla, bunun tüm çalışmasıyla organik bağı olan bir teorisyendi. Gücü burada yatıyordu. İlyiç’te bir bilgenin ve teorisyenin kibirliliğinin izi bile yoktu, o her şeyi Partinin ve işçi sınıfının çıkarları açısından incelerdi. Ama bu açıdan kendisine de bakar ve kendinin bir güç olduğunu çok iyi bilirdi. Martov, Vladimir İlyiç’in değerlendirmesine göre, izlenimlere olağanüstü duyarlı olan tipik bir gazeteciydi. Bu özellik sayesinde o, yığınlar içinde, ülke içinde ne olup bittiğini bulup çıkarmayı biliyordu, güncel sorunlara tepki göstermeyi biliyordu, bu işe kendini tümüyle veriyordu. Ondaki bu karaktere Vladimir İlyiç çok değer veriyordu. Fakat izlenimlere duyarlılığı nedeniyle Martov kolayca değişik etkiler altında kalıyordu. Üçlü grup -Plehanov, Lenin, Martov- çalışmaya en yetenekli olandı. Buna karşın, Plehanov, Lenin ve Martov’la birlikte II. Parti Kongresi’nden önce “Iskra” yazı kuruluna üye olan Potresov, Vera Zasuliç ve Akselrod üçlü grubuna gelince, Vladimir İlyiç bunun yazı kurulunun objektifliğini ve onun hemfikirliliğini zedelediği görüşündeydi. Potresov, “Iskra”nın redaksiyon çalışmasına oldukça az katılıyordu. Onu iyi tanıyan Aleksandra Mihailovna Kalmikova onun hakkında “o bir çıtkırıldımdır” diyordu, “o, güney denizinin dalga seslerinin yanında, palmiyelerin gölgesinde olduğundan başka türlü yazamaz.” Vera İvanovna Zasuliç ve Pavel Borisoviç Akselrod’a gelince, onlar Plehanov’a karşı gelmeye veya onunla tartışmaya cesaret edemiyorlardı, daha çok her oylamada onun görüşünü destekliyorlardı. Plehanov buna göre pratikte üç oya sahip olduğundan kibirli ve kaprisli davranıyordu. Sinirleri yıpratan yararsız gevezelikler için bir sürü zaman yitiriliyordu.

Tüm bunlar günümüz konuşma diline aktarılırsa, Plehanov ve Lenin’in kişisel sorumlulukla ilgili iki ayrı kanısı olduğunu söylemek gerekir.

Plehanov, kişisel sorumluluğu, yazı kurulunda kendinin her şey olduğu anlamında anlıyordu. Aşırı bir bireyciydi. Lenin iliğine kadar kolektivistti. Redaksiyon çalışmasındaki sorumluluğu Plehanov’dan daha az hissetmiyordu, ama o yazı kurulunun her üyesini tam harekete geçirmeye, her birinden verebildiğini almaya çaba gösteriyordu, güçleri doğru birleştirmeyi biliyordu. Redaksiyon çalışması ona da bizzat çok şey verdi. Her küçük şeye girerek redaktör arkadaşları üzerinde en güçlü etkiyi yaptı. Gazeteyi, nasıl gerektiğini düşünüyorsa öyle yönetmeyi biliyordu. İlyiç doğru, gerçek bir redaktördü.


REDAKTÖR OLARAK LENİN’İN ÇALIŞMASI

Vladimir İlyiç’in redaksiyon çalışmasının hangi yönlerine önem verdiği, 1913’te yoldaş Kasparov’a gönderdiği mektuptan görülür. Kasparov, “Prosveşçeniye” için ulusal sorun üzerine bir makale kaleme almıştı.

“Sevgili yoldaş” diye yazıyordu ona İlyiç, “makalenizi aldım ve okudum. Konu bana göre iyi seçilmiş ve doğru da ele alınmış, ama edebi açıdan yeterli mükemmelleştirilmemiş. Burada teorik bir sorun üstüne bir makaleye uymayan çok fazla -bunu nasıl adlandırmalı?- ‘ajitasyon’ var. Kanımca makaleyi siz bizzat değiştirmelisiniz veya biz bunu denemeliyiz.”

Öyleyse konunun seçimi, işlenmesi, edebi cila – işte İlyiç’in dikkat ettiği üç etmen.

Konunun seçimi çok büyük öneme sahiptir. Yaşamsal önemdeki sorunlarla ilgili, siyasal önemde, güncel bir konu seçilmeli.

“Iskra”nın redaksiyon çalışmasını izleme fırsatım oldu. Her konunun nasıl çok yönlü tartışıldığını anımsıyorum. Plehanov ve Lenin’in, hangi konuların seçileceği hakkında görüş alışverişinde bulundukları uzun görüşmeleri anımsıyorum. Hatta konuların sıralanışı bile canlı tartışmalara neden oluyordu. Söz konusu olan hangi konunun ön plana alınacağı ve hangisinin sona bırakılacağıydı. “Iskra” redaksiyonu da toplandığında sözlü olarak (veya yazılı olarak) özenle her konuyu -komünist özgül anlamını- tartışırdı. Redaksiyon çalışmasının izlenmesinde, konunun seçiminin olağanüstü öneminin istemeden farkına vardım.

Bu, “Iskra” için elbette özel bir anlam taşıyordu. O zamanlar Merkez Komitesi yoktu, “Iskra” biricik partisel ve gerçek yönetici organdı. Söz konusu olan, en önemli teorik ve taktik ilkelerin ilkönce ortaya konulmasının gerektiği bir dönemdi. Bugün durum bir başkadır, konuların derlenmesi kıyaslanamayacak biçimde kolaylaştı ve buna karşın bunun hangi belirleyici önemde olduğu sık sık unutulmaktadır. Birçok dergi ve gazetemizde konu seçimi olayların kendiliğinden gidişine bırakılmıştır. Burada Lenin’den öğrenmeliyiz.

Konu sorunu sıkı şekilde planlama sorununa bağlıdır. Konuların seçimi ve dizilişi – planı oluşturan budur. Planın genel karakteri, Partinin söz konusu zaman aralığındaki, söz konusu dönemdeki genel görevleri tarafından belirlenir. Bununla ilgili olarak İlyiç, “Iskra” ve “Zarya” redaksiyonunun bir bildiri taslağında gayet açık anlatımlar yapmıştır. Ancak bir dergi ve özellikle bir gazete için bunun yeterli olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Her bir sayının planı ivedi günlük sorunlara göre ayarlanır. O, genel ilkeleri somutlaştırmalı, her bir sayıyı “hızla koşan yaşamla” olabildiğince sıkı ilgilendirmelidir. Aksi halde plan ölü bir plan olurdu.

Doğal olarak illegal basının, illegal bir yurtdışı organının koşulları, gazetenin ancak şu veya bu sorun başka türlü aydınlığa kavuştuğunda yerine ulaşması durumunu ortaya çıkarıyordu. Yine de İlyiç konunun güncelliğine, planlamanın yaşamla esaslı bağlanmasına özel bir dikkat gösterirdi.

Bir dergi, bir gazete için en az konu kadar önemli olan, bir konunun nasıl işlendiğidir. Konunun işlenişi yönelim için tayin edicidir. Konu çok isabetli seçilmiş olabilir, ama sorunun doğru aydınlatılıp aydınlatılmadığını ancak onun işlenişi gösterir. Bir ve aynı konu devrimci Marksizm’in olduğu gibi popülistlerin ve liberallerin bakış açısıyla işlenebilir. Sorunun can alıcı noktası konunun işlenmesinde yatar. Fakat konu bir ve aynı yolun insanları tarafından kaleme alınmış olsa bile nüanslar olağanüstü önemlidir, neyin ön plana çıkarılacağı, hangi etmenlere özel bir dikkat verileceği, hangi ilişki ve bağıntı içinde sorunun inceleneceği önemlidir.

Genç bir gazeteci için Lenin’in makalelerinden, onun konuları nasıl işlediğini öğrenmek özellikle önemlidir. Bu İlyiç’in makale yazma yöntemiyle kolay hale gelir. O, bir yazı yazmadan önce, bir plan yapmaya özen gösterirdi. Böyle bir tasarımda İlyiç’in tüm düşünce şekli izlenebilir. İlyiç’in tasarımları üzerinde iki, üç kez değişiklikler yaptığı bir dizi makaleler vardır ve İlyiç’in makalenin planını niye değiştirdiğini ve değiştirilen planın nasıl öncekinden daha iyi olduğunu, konunun işlenmesini hangi yönde değiştirdiğini bu tasarımları kıyaslayarak saptamak ilginçtir.

Olayın başka bir yönü de İlyiç’in yazılarında izlenebilir. Onun için, bir ve aynı konuyu işçi hareketinin değişik gelişme dönemlerinde, değişik basamaklarında işlemek karakteristiktir. Ana düşünce aynı kalır, ama o başka bir yönden açıklanır; önceki aşamalarda daha çok teorik, daha sonrakilerde daha çok ajitasyon ağırlıklı ele alınmıştır. Daha doksanlı yıllarda örneğin İlyiç “Halkın Dostlarında dinsel görüşlerle ekonominin geri biçimleri arasındaki ilişkiden söz ediyor, “Herkes kendisi için, tanrı hepimiz için” bakış açısının kökenlerini açığa çıkarıyordu. Aynı soruna Lenin 1920 yılında, ekonomik yönetimin yeni biçimlerine geçiş güncel bir sorun haline geldiğinde, Partisiz işçiler ve Kızılorduluların bir mitinginde değindi. Veya içinde Malthusçuluk teorisinin küçük-burjuvalığını kanıtladığı “Ekonomik Romantizmin Karakteristiği Üzerine” makalesinde doksanlı yıllarda Malthusçuluk sorununu araştırıyordu, daha sonra bu sorun bir doktorlar kongresinde söz konusu edildiğinde, 1913 yılında “işçi Sınıfı Ve Yeni Malthusçuluk” makalesinde buna geri döndü. Konunun işlenme tarzının her iki durumda kıyaslanması, burada çok ilginçtir. Ben sadece birkaç örnek verdim. Lenin’in makalelerinde, onun daha önceleri bilimsel problem sunuşlarında şu veya bu sorunu değişik devirlerin güncel sorunlarıyla nasıl bağladığının, yeni ilişkilerin sorunlarını yeni açıdan, yeni bir perspektiften nasıl işlediğinin en iyi biçimde görüldüğü böyle çok sayıda örnek vardır. 1922 yılında bir defa bu konu üzerine İlyiç’le söyleştiğimizde, birinin bu sorunu açıklamasının önemli olduğu görüşündeydi, çünkü bu bir konunun diyalektik işlenmesi sorunuyla karşılıklı ilişki içinde bulunuyordu. Bu problem yaygın araştırma çalışması gerektirir. Onun işlenmesi çok şey verebilir. “Iskra” redaksiyonunda konunun işlenmesi üzerine çok hararetli tartışılırdı. “Iskra”nın redaksiyon sekreteri olarak bu sorunların tartışılmasında bulunurdum. Konunun işlenmesi üzerine konuşmalar, sorunun ortaya konuşunu olağanüstü ölçüde derinleştirirdi.

Son olarak yazınsal biçim verme sorununa geliyorum. Biçim içerikle uyum içinde olmalı. Bir makalenin dili, ahengi, makalenin tüm hedefine uygun olmalı. Teorik bir konu üzerine bir yazı için ajitatif dil uygun değildir, ajitasyon yazısı için akademik bir dil elverişli değildir. Yazınsal biçim verme bir sanat değildir. Burada önemli olan vurgu, üslup, kendini tablo gibi ifade etme ve eğer gerekliyse kıyaslamalar yapma yeteneğidir, İlyiç, biçim verişe büyük önem verirdi, dili üzerinde, üslubu üzerinde çok çalışırdı, İlyiç’in dili ve üslubu üzerine çok şey yazıldı. Benim hoşuma en çok, İlyiç’in ölümünden kısa süre sonra yayımlanan “Lef”teki bir makale gitti. (“Lef” 1923-1925 yıllarında yazar grubu LEF (Levy Front İskusstva-Sanatın Sol Cephesi)tarafından yayınlanan ve fütürizm gibi diğer biçimci akımlarla bağı bulunan bir dergi.) Bu makalede söz konusu edilen sorun, İlyiç’in ifade biçiminin yapısının, diline nasıl coşku verdiği, bunun temel düşünce ve nüansları öne çıkarmaya nasıl yardım ettiğiydi. Vladimir İlyiç klasik bir liseye gitti ve Latinceyle Grekçe öğrenmek için gereksiz yere çok zaman harcamak zorunda kaldı. Ancak bu onun dil bilimlerine ilgisini uyandırdı. Saatlerce olası her tür sözlüğün başında oturabilirdi, örneğin yeni basımı için son zamanlarda özellikle üstüne düştüğü Dal’ın sözlüğü başında, İlyiç’in dili zengindi, çok sayıda halkçı deyimleri ve sözleri kullanırdı. Çok sık olarak, söz konusu olanın bir Lenin alıntısı olduğunu fark etmeyen düzeltmenlerin şu veya bu deyim, şu veya bu sözü, kenarda soru ve ünlemle işaretledikleri veya ama kolayca kendi kalıplarıyla düzelttikleri görülmüştür. Buna karşın birçok yapıtının, özellikle ajitatif olanlarının dili, yığınların diline yakındır ve onu çok iyi bilir.

Vladimir İlyiç dili üzerinde çok çalıştı. Hiçbir şeyi, işçiler için yazmayı öğrenmekten çok arzu etmezdim diye yazıyordu Vladimir İlyiç sürgünden Akselrod’a. Sürgünden bir mektupta Vladimir İlyiç’in annesine, İlyiç’in nasıl benden yararlandığını anlatmıştım; arada bir, yabancı kökenli ve akademik deyimleri anlamayan, kuşkusuz genel olarak tanınan şeylerle senli benli vs. olmayan “kalın kafalı” okuyucuymuşum gibi davranmak zorunda kalıyordum.

Biçim verme yeteneği bir sanattır. Vladimir İlyiç özellikle, biçim verme yetenekleri olan redaksiyon üyeleri ve çalışanlarına değer verirdi. Burada söz konusu olan sadece üslup ve dil değil, bir sorunun açımlanması ve aydınlatılmasının tüm tarzıdır. Bu yönden Vladimir İlyiç özellikle, hakkında çokça konuştuğu Anatoli Vasilyeviç’i takdir ederdi. Birinin herhangi bir doğru ve ilginç düşünceyi telaffuz etmesi yeterdi, Anatoli Vasilyeviç hemen onu benimser ve onu öylesine parlak bir kılığa sokardı ki, düşüncenin sahibi şaşıp kalır ve böylesine şık ve dâhiyane biçime sokulan düşüncenin gerçekten kendi düşüncesi, gayet sade ve çokça öylesine söylenmiş olan düşüncesi olup olmadığını sorardı. Birçok kez, Vladimir İlyiç’le Anatoli Vasilyeviç arasındaki konuşmalara katılma ve onların birbirlerini nasıl “yüreklendirdiklerini” izleme fırsatı buldum.

İlyiç’in redaktör arkadaşları ve en yakın çalışma arkadaşlarıyla nasıl işbirliği yaptığını anlatmalıyım. Diyelim ki, herhangi yeni bir konu aydınlatılacak. Hiç kimse kendiliğinden bu konuda yazmaya hazır olduğunu açıklamıyor. Böyle bir durumda İlyiç, görüşüne göre söz konusu konuyu işlemek için en iyi yeteneğe sahip olan kimseyle konuşmaya ve onu işlemeye başlardı. İlgili kişiye hemen konu üstüne yazma önerisiyle gelmezdi, onunla konunun çerçevesi içinde değinilecek sorunlar üzerine, bunlara ilgi uyandırmak, onu belli bir biçimde teşvik etmek amacıyla konuşmaya başlar ve diğerinin bununla ilgili ne söylediğini dinlerdi. Bazen olay bu noktanın ötesine gitmezdi, o zaman İlyiç başka birini seçer, onunla konuşmaya başlar ve onun “oltaya takıldığını” görünce, sorunu kapsamlı açıklamaya başlar ve yanıtlar veya itirazlarla, ilgili kişinin konuyu nasıl işleyeceğiyle ilgili kafasında bir tablo çizer, sonra da ona görüşlerini tek tek anlatır ve bakış açısını derinlemesine geliştirirdi. Ancak ondan sonra önerirdi: “Bu konu üstüne bir yazı yazınız, eminim iyi başaracaksınız.” Söz konusu kişi, İlyiç’in tarzından etkilenerek işe koyulur ve çoğu kez onun görüşlerini ortaya koyardı. “Vperyod” ve “Proletari”de imzasız bir dizi yazı vardı. Şimdi bu yazıları kimin yazdığı tartışılıyor: İlyiç mi, başka biri mi. Birileri: “Tabii Vladimir İlyiç, bu onun ifade tarzı!” diyor. Diğerleri: “Fakat hayır, bunu gayet açık şu ve şu yazdı!” diyorlar. Böyle tartışılıyor. Doğal olarak bugün için şu veya bu. yazıyı kimin yazdığını anımsamak zor: bunu sadece eski redaktörler unutmakla kalmadılar, ilgili makalelerin yazarları da çoğu kez bunların kendi kalemlerinden çıkıp çıkmadığını artık bilmiyorlar. Fakat burada gayet açık şekilde ortaya çıkan şey, yazıyı yazan kim olursa olsun, bunların eğer Vladimir İlyiç’in kendisi tarafından değilse de, yine de konunun seçimi ve işlenmesine onun katılımıyla yazılmış olduğunun görülmesi olgusudur. Vladimir İlyiç, yazarları hem redaksiyon içinde hem de dışında etkiliyordu. Burada onun tüm devrimci çalışmasının, toplantılardaki geniş açıklamalarının etkisi, makalelerinin etkisi vs. kendini gösteriyordu.

Vladimir İlyiç’in yazarlara karşı tutumu karakteristikti. Söz konusu olan belirli siyasal profili olan kişiler, siyasette deneyimli olan insanlarsa, onlara karşı belli taleplerde bulunuyordu. “Vperyod”cuların “Pravda”da çalışmaya hazır olduklarını açıklamaları nedeniyle Gorki’ye yazdığı bir mektup karakteristiktir:

“Vperyod’cuların dönmesine sevinmenize katılmaya tüm kalbimle hazırım, eğer… evet, eğer yazdığınız gibi, Machçılık, tanrı yapıcılık ve tüm bu hikâyelerin karaya oturduğu varsayımınız doğruysa. Eğer bu doğruysa, eğer ‘Vperyod’cular bunu kavramışlarsa veya şimdi kavrıyorlarsa, onların geri dönüşlerine sevinmenizi yürekten paylaşıyorum. Fakat vurguluyorum: ‘eğer’, çünkü bu şimdilik olgulardan çok istekler alanında bulunuyor.” Ve devamla:

“Eğer bunu kavramışlarsa, kendilerine binlerce selam ve (şiddetli savaşımın kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği) kişisel her şeyin üstüne anında bir çizgi çekilecek. Fakat bunu kavramamışlarsa, o zaman kusuruma bakmayın: burada hiçbir dostluk işe yaramaz, savaş sonuna dek sürdürülecek. Marksizm’i karalama veya İşçi Partisinin siyasetine karışıklık taşıma girişimlerine karşı ölüm kalım savaşı vereceğiz.”

Deneyimli politikacılardan kategorik olarak bir şey isterdi -ilkesel tutarlılık. Genç, yeni başlayan yazarlarla olay daha değişikti- onlara daha dikkatli, daha özenli davranılır, onlara hatanın nasıl düzeltilmesi gerektiğiyle ilgili bir dizi yönerge ulaştırılır. Vladimir İlyiç, genç, yeni başlayan yazarın deneyimsizlikten veya duygularına yenilmekten ilkesel hatalar bile yaptığını, ama öğrenmeye yetenekli olduğunu gördüğünde ona yardım etmek için hiçbir zaman israfından kaçınmazdı. Böyle bir yazarın makalesini bir kez değil, iki veya üç kez, adamakıllı biçim alıncaya dek düzeltmeye hazırdı. Bir yazının düzeltilmesinde Vladimir İlyiç yazarın kişiliğini yok etmemeye çaba gösterirdi. Vladimir İlyiç’in yazara, makalede hangi düzeltmelerin yapılması gerektiğini -ama her zaman çok dikkatli, sık sık imalarla- açıkladığı sık sık gündeme gelirdi.

Bu bakımdan Vladimir İlyiç’in Boris Knipoviç’e bir mektubu ilginçtir. Knipoviç o zamanlar çok genç bir delikanlıydı, ama çok fazla ve hararetle çalışıyordu. “Rus Köylülüğündeki Farklılaşma Sorunu Üzerine” bir kitap yazmıştı. İçinde P. Maslov’a (tarım sorunu üstüne çok yazan bir Menşevik; Maslov’la Vladimir İlyiç çok tartışma yapmıştı) talihsiz atıflar vardı ve birçok doğru olmayan yöntemsel etmenler bulunuyordu. Vladimir İlyiç, Boris’e uzun bir mektup yazdı, bu kayboldu; sonra Vladimir İlyiç bu mektubu bir kez daha yazdı. Mektup şu sözlerle başlıyordu: “Sevgili meslektaş!” Sonra övgü sözcükleri geliyordu: “Kitabınızı büyük zevkle okudum ve büyük, ciddi bir çalışma yapmanızdan dolayı çok sevindim. Böyle çalışmalar yardımıyla, Marksist görüşlerinizi incelemek, derinleştirmek ve sağlamlaştırmayı kesinkes bütünüyle başaracaksınız.” Bu oldukça dikkatli söylenmiştir, ama ne yararı var: Marksizm esaslı incelenmeli. Ve devamla şunu yazıyordu: “Arada bir sayı dizileri arkasında tipler ihmal edilmiyor mu, ekonominin sosyo-ekonomik tipleri (büyük mülk sahibi köylü, köy burjuvazisi; orta mülk sahibi; yarı proleter; proleter)?” Söylenmek istenen, soru biçiminde getiriliyordu. Ve yazar ithamın ne kadar ciddi olduğunu elbette kavrayacağından, Vladimir İlyiç hemen hatanın kaynaklarını ortaya çıkarmaya koyuluyordu: “Bu tehlike istatistik malzemenin özelliği nedeniyle çok büyüktür. ‘Sayı dizileri’ baştan çıkarıcıdır. Yazara bu tehlikeyi göz önünde bulundurmayı salık veririm: ‘Kürsü büyüklerimiz’ bu şekilde, verilerin canlı, Marksist içeriğini kuşkusuz boğuyor.” (Boris üniversitede Tugan Baranovski tarafından yönetilen seminerde çalışmıştı. -N. K.) “Bunlar sınıf savaşımını sonsuz sayı dizileri içinde boğuyor. Yazarda durum bu değil, ama giriştiği büyük işte, bu tehlike, kürsü büyüklerinin, liberallerin ve popülistlerin bu ‘çizgisi’ özellikle göz önüne alınmalıdır. Göz önüne alınmalı ve elbette tasfiye edilmelidir.” Ve sonra Maslov üzerine: “Sonunda Maslov adeta Deus ex machina” (beklenmedik. -N.K.) ” biçimde ortaya çıktı. Cur? Quomodo? Quibus auxiliis? (Neden? Ne şekilde? Hangi yardımcı araçlarla?) Teorisi, Marksizm’den çok uzak. Popülistler onu haklı olarak bir ‘eleştirmen’ (= oportünist) olarak adlandırıyorlardı.” Ve yine soru biçiminde ve yazarı mazur gösterecek bir yol: “Sakın yazar tesadüfen ona güvenmiş olmasın?” Ve sonuç: “İlginç ve ciddiye alınması gereken kitabı okurken görüşlerim bunlardır. Elinizi sıkar ve çalışmanızda başarılar dilerim.”

İlyiç genç yazarları böyle eğitiyordu. İlyiç’in bu dev redaktör çalışması, çok ender durumlarda herhangi bir yerde kâğıda dökülen, sözlü çalışmaydı. Buna karşın çok büyüktü. İlyiç “yazarların sözlü eğitilmeleri” için çok çaba harcıyordu. Kazanmak istediği yazarın makalesini kesinkes yayınlamaya uğraşırdı.

Vladimir İlyiç aynı pedagojik yöntemleri bana karşı da uyguladı. Sürgünde ilk broşürüm “İşçi Kadın”ı yazdığımda Vladimir İlyiç bana olası her öğüdü verdi. Vladimir İlyiç yurtdışına benden önce gitti. Ve “İşçi Kadın”ın elyazmasını beraberinde götürdü. Sonra görünmez mürekkeple Münih’ten yazdığı bir mektupta, “Iskra” redaksiyonunun broşürü illegal yayınlamayı kararlaştırdığını bildirdi ve bana Vera İvanovna Zasuliç’in yargısını aktardı. Broşür Vera İvanovna’nın çok hoşuna gitmişti, bazı yerler onun görüşüne göre değişik yazılmalıydı, ancak diyordu, broşür “yumruk gibi” yazılmış. Bana öğütler veren Vladimir İlyiç benimle aynı diğer yeni başlayan yazarlarla olduğu gibi konuşuyordu: “Sen de bunun şöyle daha iyi söylenebileceğini düşünmüyor musun?” Vladimir İlyiç benim belli bir sorun üzerine yazdığımı öğrenirse çoğunlukla benim için herhangi bir ilginç malzeme bulurdu – yabancı bir gazeteden parçalar, istatistik bir tablo vs. Ayrıca önceleri, 1917’den önce çok az yazıyordum. Örneğin “Pravda” için yazmaya bir türlü karar veremedim, ona bir tek makale bile göndermedim.

Fakat Vladimir İlyiç işçilerin yazar olarak kazanılmasına özel önem verirdi. Yurtdışına yolculuğundan önce Babuşkin’le (Petersburg’daki Nevskaya Sastava arkasında oturan bir metal işçisi), onun “Iskra”ya yazışmalar göndermesi ve işçileri muhabir ve yazar olarak kazanması için anlaştı. Ufa’da sürgünde yaşayan ben de işçilere “Iskra”ya yazmaları için propaganda yaptım. Aynı şeyleri “Iskra”nın güvenilir kişileri de yaptılar. O zamanlar bir tekstil fabrikasında boyama işçisi olarak çalışan ve (Kasım 1900’de) Londra’da yaşayan, ama Rusya’ya gitmek niyetinde olan yoldaş Nogin’e, Vladimir İlyiç mektupla “Iskra” ile en sıkı ilişkiyi sağlama ve “Iskra”ya haberler yollayan, onun için raporlar yazacak vs. çevreler (bugünkü dilde: tugaylar) örgütleme gerekliliğini açıklıyordu. “Sizinle işbirliğimizden çok şey bekliyoruz” diye yazıyordu İlyiç, Nogin’e, “özellikle değişik yerlerdeki işçilerle doğrudan bağlantı için. Böyle bir çalışma sizce uygun mu? Yolculuğa karşı bir durumunuz var mı? – olası sürekli yolculuk gerekli olabilir.”

Vladimir İlyiç’in her işçi haberine ne denli sevindiğini anımsıyorum. Sevinci, redaksiyonun tüm Münih bölümünce, yani Martov ve Vera Zasuliç tarafından paylaşılırdı. İşçi haberleri okunur ve yeniden okunurdu. Genellikle, o zamanlar işçilerin ileri katmanlarının konuşmaya özen gösterdikleri orijinal dilde yazılmışlardı. Bu dilde bir yığın yeni sözcükler ve deyimler vardı ve bunlar sıklıkla tuhaf, genellikle yanlış nüanslarda veya yanlış sözcük bağlantılarıyla kullanılıyordu. Bu işçi haberlerini redaksiyondan geçirmek gerekiyordu. Bunu yaparken Vladimir İlyiç çok özenle davranıyordu. Haberlerin ruhunu, üslubunu, orijinalliğini korumak için çok özen gösteriyordu, böylece renklerini yitirmeyecekler, çok aydın işi etkisi bırakmayacaklar, çehrelerini koruyacaklardı. Bu iş önemli ölçüde bana düştü, çünkü işçilerin kompozisyonlarını düzeltmede önceden belli deneyimlere sahiptim, bunu beş yıl boyunca çalıştığım Petersburg’daki Nevskaya Sastova arkasındaki pazar akşamı okulunda edinmiştim.

İlerici işçilerin o zamanki dilini birçok yerel yönetici uygunsuz bulurdu. Onlar bize orijinal değil, önceden “işlenmiş” yazıları gönderirlerdi; ama bu çalışmanın sonucu sık sık, haberlerin en önemli şeyini yitirmesi, onun işçi karakterinin yok olması olurdu. Vladimir İlyiç buna her zaman kızar ve işçilerle doğrudan ilişki talep ederdi. Ama yerel yöneticiler orijinali pek isteyerek vermezler ve buna gerekçe olarak yakalanma korkusunu gösterirlerdi.

Vladimir İlyiç’in işçilerle doğrudan bağlantıya ne denli önem verdiği, onun Ivan İvanoviç Radçenko’ya 16 Temmuz 1902 tarihli mektubundan görülür.

“Sevgili dost!” diye yazıyordu. “… İşçilerle konuşmalarınız üstüne haberiniz beni olağanüstü sevindirdi. Gerçekten güçlü bir itilim veren mektuplar almamız, son derece ender oluyor. Bunu kesinlikle işçilerinize iletiniz ve aynı şekilde kendilerinin de bize sadece basın için değil, öylesine, görüş alışverişi için de yazmaları ricamızı iletiniz, böylece birbirimizle ilişkimiz ve birbirimize karşı anlayışımız yitip gitmesin. Beni kişisel olarak özellikle ilgilendiren, işçilerin ‘Ne Yapmalı?’yı nasıl karşıladıklarıdır, çünkü işçilerden görüş henüz almadım.

İşçi çevrenizi ve Manya’yı da” (İşçi komitesi; o zamanlar Petersburg’da iki Parti komitesi vardı: Mektuplarda Manya dediğimiz işçi komitesi ve öbürü, Vanya dediğimiz aydın komitesiydi. -N. K.) “doğrudan bizimle ilişkiye sokunuz. Bu çok önemli ve onların ‘Iskra’ya yaklaşmalarına ve altınızda aldıkları yerin sağlamlaşmasına yardımcı olacak. Ve devamla Manya yöneticileri arasında gerçekten yetenekli insanlar olmalı, onlardan biri bize gelseydi iyi olurdu. Onları bu düşünceye getiriniz ve bu konuda ne düşündüklerini konuşunuz.”

Fakat Vladimir İlyiç yalnızca işçilerin haberleriyle ilgilenmiyordu, işçilerin “Iskra” için makaleler yazmasını da istiyordu. Vladimir İlyiç’in isteğiyle Babuşkin’e yazdım (onu iyi tanıyorduk; Babuşkin benim yanımda pazar akşamı okulundaki bir grupta eğitim gördü ve aynı zamanda Vladimir İlyiç’in yönettiği çevreye gitti): “Sizden bir ricamız var. Kütüphaneden ‘Ruskoye Bogatstvo’yu geçen yılın Aralığından başlayarak alınız. Orada Dadonov diye biri İvanovo-Voznesensk üzerine, içinde işçileri her türlü dayanışmadan yoksunmuş, hiçbir talepleri yokmuş ve hiçbir girişimleri yokmuş gibi göstermeye çalışan rezil bir yazı yazdı. Şesternin aynı yerde Dadonov’u çürüttü. Bunun üzerine Dadonov daha rezil bir makale yazdı ve ‘Ruskoye Bogatstvo’ sorun üzerine tartışmayı kapattığını açıkladı. Bu makaleleri okuyunuz (eğer gerekliyse, ‘Ruskoye Bogatstvo’nun gereken sayılarını bizim hesabımıza alınız) ve bunun üzerine bir makale veya not yazınız” (mektubumda ben “not” yazmıştım, ama Vladimir İlyiç gözden geçirirken bundan “makale ya da not” yaptı. -N. K.), “ve mümkün olduğunca fazla olgu toparlamaya çalışınız. ‘Iskra'” (Vladimir İlyiç ekledi: “ya da ‘Zarya’da”, çünkü bu bilimsel-siyasal dergide bir işçinin makalesinin çıkmasını arzu ediyordu. —N. K.) “ya da ‘Zarya’da bu saçmalığı, İvanovo-Voznesensk’in yaşamını gayet iyi bilen bir işçi” (İlyiç “işçi” sözcüğünün altını üç kez çizmişti. -N. K.) “tarafından çürüttürmek” çok önemliydi. Babuşkin bu çürütmeyi yazdı, bu tam bir broşür kapsamında oldu, sonra “Iskra”nın Ekim 1901 sayısına ek olarak “İvanovo-Voznesensk İşçilerinin Savunusuna” başlığıyla “İşçiler için bir işçi” imzasıyla yayımlandı.

Vladimir İlyiç işçileri muhabir ve yazar olarak böyle teşvik ediyordu. O dönemde bu çapraşık bir mektup alışverişini, gizli ilişkilerin hazırlanmasını gerektiriyordu, muhabir ve yazar olarak işçi o zaman çok azdı.

Hareket büyüdüğü ölçüde sayıları, İlyiç’i son derece sevindirecek biçimde arttı. Bugün işçi muhabirler çoktan güçlü, kudretli bir ordu haline geldi.


LENİN VE “PRAVDA”

Mayıs 1912’de “Pravda” yayımlanmaya başladığında ve belirli bir devrimci yükseliş duyumsanmaya başladığında, merkez organın tüm yazı kurulu Temmuz başında Paris’ten Krakov’a, Rus sınırı yakınına taşındı, orada sürekli olarak Rusya’dan yoldaşlarla buluşabiliyor ve hareketin önderliğine daha kapsamlı olarak doğrudan katılabiliyor, düzenli olarak “Pravda” ve “Zvezda” için yazabiliyordu. İlk zamanda “Pravda”yla bağlantı doğru dürüst sağlanamadı.

“Pravda” doğru çizgiyi hemen tutturamadı. Bir işçi gazetesiydi. İşçi yığınlarıyla sıkı bağı olan yasal bir günlük gazete için konular nasıl seçilebilirdi ve bunlar nasıl işlenmeliydi? Yığınlar artık 1905’tekinin aynı değildi, ama onlarla tüm karmaşık, sırf Partisel sorunlar tartışabilir miydi? Yığınlar onu anlayabilir miydi? Sadece Parti yöneticileri ve sınıf bilinçli işçilerin üst katmanı için düşünülmüş “Zvezda”da Parti sorunlarını işlemek daha iyi olmaz mıydı? Sorun havada kaldı, redaksiyon bunu henüz çözmemişti, ancak zaman sıkıştırıyordu. Yukarıda İlyiç’in bir işçi gazetesinde işlenmesi gereken konuların karakteri üzerine görüşlerini ortaya koymuştum. O, işçi yığınlarıyla onları ilgilendiren tüm Parti sorunlarını tartışmak gerektiği görüşündeydi.

Vladimir İlyiç, Tasfiyecilere karşı, yaklaşan seçim kampanyası karşısında özellikle gerekli olan savaşımı “Pravda”nın yürütmemesine çok sinirlendi.

“Deneyimden biliyorsunuz ki” diye yazıyordu İlyiç “Pravda” redaksiyonuna, “ben de sansürlü düzelmelerinize karşı korkunç sabır gösteriyorum. Fakat ilkesel bir sorun açık bir yanıt gerektirir. Redaksiyonun, gazetenin seçimlere ayrılmış sütunlarını Tasfiyecilere karşı yöneltmek ve onları adlı adınca adlandırmak niyetinde mi olduğu, yoksa onlara karşı bu niyette olmadığı mı konusunda bir çalışanını karanlıkta bırakamaz. Bir orta yol yoktur ve olamaz.

Eğer makale” (Vladimir İlyiç’in “Pravda”ya gönderdiği “Seçim Kampanyası Ve Seçim Platformu Özerine”. -N. K.) “‘her halükârda yayımlanmak zorundaysa’ (redaksiyon sekreterinin yazdığı gibi), o zaman Vitimki’nin” (“Pravda”nın bir redaktörü. -N. K.) “hiddetli dil zararlıdır”ını nasıl anlamalı? Kötü, uğursuz ve yanlış olan bir şeye karşı (ve redaksiyon bununla ‘ilkesel’ olarak hemfikir!) kızgın bir dil günlük bir gazete için ne zamandan beri zararlı oluyor?”

“Seçim Kampanyası Ve Seçim Platformu Üzerine” makalesi yine de basılmadı. Ama bir sonraki makalenin gönderilmesinde -“Yarım Yıllık Çalışmanın Sonuçları”- İlyiç bir ültimatom verdi: ya tam basın, ya da geri gönderin. Fakat bu görüş ayrılıkları, onun “Pravda”nın kurulmasındaki muazzam önemi görmesini engellemedi. “Yarım Yıllık Çalışmanın Sonuçlan” makalesine şu sözlerle başlıyordu: “Bir işçi gazetesinin yayınlanmasıyla Petersburglu işçiler büyük, evet, abartmadan denebilir ki, tarihsel bir iş başardılar.” Tüm makale, İlyiç’in “Pravda”yı ne denli dikkatle izlediğini, işçilerin ona karşı tutumunu nasıl gözlemlediğini, işçi yığınlarının “Pravda”yı etkin desteklemelerine ne denli sevindiğini son derece açık gösteriyordu. Makale “Pravda”nın 78, 79, 80 ve 81’inci sayılarında yayımlandı.

Sorun, Lenin’in doğru gördüğü şekilde çözüldü ve İlyiç’in redaksiyona bir sonraki mektubu (8 Eylül tarihli) artık daha yumuşaktı.

“Bu fırsatla” diye yazıyordu başka şeylerin yanında, ” bugün aldığım ‘Pravda’daki (No: 98) olağanüstü başarılı makalesi nedeniyle yoldaş Vitimski’yi kutlarım (Umanın, bu mektubu ona vermek size zahmet vermez). Konu oldukça isabetli seçilmiş ve kısa, ama açık biçimde, kusursuz işlenmiş. ‘Pravda’da zaman zaman Şçedrin ve ‘eski’ popülist demokrasinin diğer yazarlarını anmak, onlardan alıntı yapmak, onları açıklamak iyi olurdu. ‘Pravda’nın okuyucuları için -25.000 insan için- bu, uygun ve ilginç olurdu ve ayrıca proleter demokrasinin bugünkü sorunları başka bir açıdan, başka bir yönden gösterilirdi.”

Vladimir İlyiç’in “Pravda”daki her makalesi örgütlenmeye, eyleme doğrudan veya dolaylı bir çağrıydı. “Yarım Yıllık Çalışmanın Sonuçlan” makalesi, yığınların “Pravda” etrafında (her ücretli günde “Pravda” için 1 köpek) örgütlenme çağrısıdır. “Pravda”nın 96. sayısındaki “Liberal İşçi Politikasının Kötü Bir Savunması”, ücretlerin yükseltilmesi için grev yoluyla savaşmaya dolaylı bir çağrıydı. 99. sayıdaki “Tasfiyeciler Ve ‘Birlik'” makalesi yine “Pravda” etrafında birleşme çağrısı içeriyordu. 105. sayıda yayınlanan bir sonraki makale “İsviçre’de” oportünizme karşı savaşıma doğrudan bir çağrı içeriyordu, ondan sonraki “N. S. Polyanski’den Mektup Üzerine”de (No: 118) köylülere, “Pravda” için toprak üzerine yazmaları ve ücretli işçilerle, iktisaden çökertilmiş köylülerin ittifakının yolunda yürümeleri çağrısıyla başvuruyordu. Sonraki makale “Amerikalı İşçilerin Başarıları” (No: 120) Partiye katılma, “Pravda” etrafında birleşme için dolaylı bir çağrı içeriyordu. “Bir Kumar” makalesi (No: 134) başka ülkelerin topraklarının ilhakına karşı yöneliyordu ve “Bay Milyukov’un ‘Pozisyonu'” (No: 136) makalesi işçilere özdevinim için, ayrıcalıklarla savaşmak için, toplumsal yaşamda eskinin güçleriyle işbirliğinin ortadan kaldırılması için vs. vb. bir çağrı içeriyordu. İlyiç’in “Pravda”daki yazıları büyük örgütsel öneme sahipti ve yığınları duygusal olarak sürükleyici bir şekilde etkiliyordu. “Pravda”ya 24 Ekim’de yazılan bir mektupta, Vladimir İlyiç, Petersburglu vekillere seçmen emrinin “Pravda”da zamanında yayınlanmamasına kızgınlığını dile getirir, onun hemen basılmasını ister ve şunları yazar:

“İşçileri ilgilendiren şeyleri böylesine küçümsercesine ele alırsa bir işçi gazetesi nasıl varlığını sürdürebilir?” Ve devamla: “Bir gazete belli malzemeyi kendi aramalı, onu bizzat zamanında bulmalı ve doğru zamanda yayınlamalı. Bir gazete gereksinim duyduğu ilişkileri aramalı ve bulmalı. Ve ‘Pravda’ yandaşlarından kaynaklanan, Petersburglu vekillere seçmen görevleri diye bir şey var, fakat ‘Pravda’da bununla ilgili hiçbir şey yok…”

… Ve yine “Pravda”yla her türlü anlaşmazlık söz konusuydu. Sadece söz konusu olanın ne olduğunu saptamak bile zordu, ama İlyiç redaksiyonun yurtdışına karşı “olumsuz, düşmanca” bir tavır aldığı kanısındaydı. İlyiç redaksiyonun yeniden biçimlendirilmesi gerektiği görüşündeydi, büyük Parti deneyimi olan bir redaktör, yalnızca o işle ilgileneceği alana yerleştirilmeliydi, çünkü aksi durumda redaksiyonda kimin, neden sorumlu olduğu tümüyle belirsizdi. Bir tür sorumsuzluk oluşmuştu. İşleri karman-çorman eden Malinovski’nin, o zamanlar hiçbir kimsenin provokatör rolünü bilmediği Malinovski’nin orada oynamaya başladığı rol göz önüne getirilirse, bu tümüyle kavranabilirdi. Ocak 1913 başında Krakov’da, Ilyiç “Pravda”nın yönetiminin reorganizasyonu için kapsamlı anlaşmalar yaptığı bir danışma toplantısı düzenlendi. Fiili redaktörlüğe, Krakov’a yeni varmış olan Y. M. Sverdlov getirilmek isteniyordu. İlyiç “Pravda” nedeniyle tedirgindi, çünkü ona çok büyük önem veriyordu.

İlyiç’in 9 Şubat 1913’te Yakov Mihailoviç Sverdlov’a yazdığı gibi, “… durumun can alıcı noktası tam da ‘Den’de ve onun durumunda yatıyor.” (“Den”, “Pravda’nın gizli adıydı. -N. K.) “Eğer burada bir reforma ve doğru bir örgüte yaramazsak, hem maddi, hem de siyasi iflasa doğru gideriz. ‘Den’, hareketi birleştirmek ve ileriye götürmek için gerekli olan örgütsel araçtır. Yalnızca bu araç sayesinde şimdi, sizin öne çıkardığınız şeyler için gerekli insan ve araç akışı oluşabilir. Petersburg’daki olaylar her şeyden önce ‘Den’ kötü olduğu için ve biz ‘Den’den yararlanmayı bilmediğimiz veya oradaki ‘redaktörler’ kurulu bunu önlediği için kötü gözüküyor.” Ve devamla: “Bunu sürekli yineliyorum: Tüm durumun can alıcı noktası ‘Den’dir. Burada zafer kazanılabilir ve sonra (ancak sonra) yerel çalışma yoluna konabilir. Aksi durumda her şey çöker.”

Bu mektuptan, İlyiç’in “Pravda”ya hangi olağanüstü önemi verdiği görülür. Sverdlov kendini tümüyle “Pravda”yı redaksiyondan geçirmeye verdi… Fakat eski takvimle 10 Şubatta Y. M. Sverdlov, Duma Vekili yoldaş Petrovski’nin evinde tutuklandı ve böylece tüm reorganizasyon planı zorlaştı. Ama devrimci hareketin yükselen dalgası “Pravda”yı su üstünde tuttu, onun güçlü sesi uzaklarda yankılandı. Temmuzda “Pravda” yasaklandı ve onun yerine “Raboçaya Pravda” yayınlandı. O da nöbeti “Severnaya Pravda”ya devretti, sonra “Pravda Truda” çıkmaya başladı, onun ardından “Sa Pravda”, ondan sonra “Pro-letarskaya Pravda”, “Put Pravdi”, “Trudovaya Pravda”, sonra 1914’te savaş ilanından hemen önce “Pravda” kesinkes çökertildi. “Pravda” tam bir provokatörler çemberiyle sarılmıştı. Yakınında Moskova Vekili Malinovski bulunuyordu – istisnasız her işle ilgili bilgisi olan bir provokatör. Bir başka provokatör sekreter oldu -Çernoma-sov. “Raboçaya Pravda”nın yayıncısı da provokatördü- Şurkanov. Fakat bu çembere karşın “Pravda” kendi işini gördü ve işçi yığınlarını örgütledi, düşüncelerini uyandırdı, enerjilerini alevlendirdi, İlyiç’in daha o zamanlar, Nisan 1913’te “Pravda”ya bir mektubunda sosyalist yarışmadan söz ettiğini antrparantez söylemek gerekir.

“Pravda’ için savaşım doğrudan işletmelerde yürütülmeli”, diye yazıyordu, “daha fazla abone alması, her işletmenin ‘Luç’un (Menşevik bir gazete. – N. K.) elinden kurtarılması için savaşılması, fabrikaların daha büyük sayıda ‘Pravda’ abonesi için birbirleriyle yarışmaları” (a.b.ç. -N. K.) “talep edilmeli. Parti ilkesinin yengisi ‘Pravda’nın yengisidir ve de tersi. ‘Pravda’nın sayısını 30.000’den 50.000–60.000 nüshaya ve abone sayısını 5.000’den 20.000’e yükseltme hedefiyle bir kampanya başlatılmalı ve sapmadan bu yönde gidilmelidir. O zaman ‘Pravda’yı genişleteceğiz ve düzelteceğiz.”

Vladimir llyiç’in, “Pravda”nın desteklenmesine işçilerin etkin katılımına ne denli ilgi gösterdiğini anımsıyorum. Bir defasında “Pravda” redaksiyonundan tüm abonelerin bir listesini istemişti ve ben birçok akşamı, en çok abonenin hangi işletmede, hangi kentte ve işçi mahallesinde bulunduğunu saptamak için abonelerin sosyal coğrafyalarını çıkarmakla geçirdim, ilginç bir tablo oluştu, ben malzemeyi Vladimir İlyiç’in yönergesiyle işledim ve “Pravda”ya gönderdim, ama makale olasılıkla Çernomasov tarafından çöpe atıldı ve baskıya ulaşmadı.

5 Mayıs 1914,. “Pravda”nın ikinci yıldönümü oldu, bu Basın Günü oldu. “Pravda” dışında bu yıldönümünü 17 başka basın organı da kutladı, iki yıl içinde yapılan çalışmanın bilançosu çıkarıldı. “Pravda”nın savaşımcı etkinlikleri işçi yığınlarını gazete çevresinde birleştirmişti. Varlığının ikinci yılı boyunca 11.114 işçi haberi almıştı; yıldönümüne dek “Pravda”nın demirbaş fonuna 21.584 ruble havale edilmişti, bunun 18.584 rublesi tamamıyla işçiler tarafından toplanmıştı. (“Pravda”nın demirbaş fonu, illegal Bolşevik basını desteklemek için 1914’te yaratıldı; esas olarak sınıf bilinçli işçilerin ödentilerinden oluşuyordu.)

“Pravda”nın iki yıllık varlığı, İlyiç’in öylesine ısrarla üzerinde direttiği yolun ne denli doğru olduğunu gösterdi,  “Pravda”nın hangi itibara ulaştığını gösterdi.

Fakat sonra savaş geldi. “Pravda”nın tesisi parçalandı, çalışanları tutuklandı. Çalışmalarına tekrar ancak Şubat Devrimi’nden sonra başlayabildi.

“Pravda”nın onuncu kuruluş yıldönümüyle ilgili Vladimir İlyiç şunları yazdı: “Rusya’da yayınlanan Bolşevik günlük bir gazetenin onuncu yıldönümü… O zamandan bu yana ancak on yıl geçti! Fakat savaşımın ve hareketin içeriği açısından bu zaman yüz yıla denktir.”

“Legal Bolşevik günlük gazete ‘Pravda’nın onuncu yıldönümü bize somut olarak büyük dünya devriminin muazzam ivmesindeki bir dönüm noktasını gösteriyor. 1906/1907 yıllarında Çarlık, öyle gözüküyordu ki, devrimi bozguna uğratmıştı. Bolşevik Parti birkaç yıl sonra -başka bir biçimde, başka bir yolla- düşmanın kalesi içine dalmayı başardı ve günlük, ‘legal’ çalışmayla, yok olası Çarlık ve çiftlik sahipleri mutlakıyetini içeriden dinamitlemeye başladı. Birkaç yıl daha geçti ve Bolşevizm tarafından örgütlenen proleter devrim zafer kazandı.

Eski ‘Iskra’ 1900 yılında kurulduğunda, buna bir düzineden az devrimci katılmıştı. Bolşevizm ortaya çıktığında, buna,1903’te Brüksel ve Londra’daki illegal Parti Kongresi’nde yaklaşık kırk devrimci katılmıştı.

1912/1913 yıllarında, legal Bolşevik ‘Pravda’ ortaya çıktığında, arkasında, köpek köpek topladıkları ödentileriyle hem Çarlık terörünün, hem de sosyalizmin küçük-burjuva hainlerinin, Menşeviklerin rekabetinin üstesinden gelen on binlerce ve yüz binlerce işçi vardı.

Kasım 1917’deki Kurucu Meclis seçimlerinde 36 milyondan 9 milyon Bolşevikler için oy verdi. Gerçekte ise, oylamada değil, savaşımda, Ekim sonu ve Kasım 1917’de proletaryanın ve siyasi bilinçli köylülüğün çoğunluğu -II. Tüm-Rusya Sovyet Kongresi delegelerinin çoğunluğu şahsında, emekçi halkın en aktif ve en bilinçli kesiminin, yani o zamanki on iki milyonluk ordunun çoğunluğu şahsında- Bolşevik yandaşıydı.

Bu sayılar, son yirmi yılın uluslararası devrimci hareketinin ‘ivmesini’ biraz olsun gösteriyor. Bu, sadece yüz elli milyonluk bir halkın tarihinden kaba kesitler gösteren çok küçük, gayet eksik bir resimdir.”

Lenin’in bu makalenin sonunda yazdığı gibi, “… Uluslararası burjuvazi şimdilik hâlâ sınıf karşıtıyla kıyaslanamayacak güçte bulunuyor. Doğumu zorlaştırmak, Rusya’da proleter iktidarın doğuşunun acılarını ve tehlikelerini on kez artırmak için elinden geleni yapan bu burjuvazi hâlâ milyonlarca ve on milyonlarca insanı beyaz ve emperyalist savaşlarla vs. acıya ve ölüme mahkûm etme durumunu sürdürmektedir. Bunu unutmamalıyız. Taktiğimizi bugünkü durumun bu özelliklerine ustaca uyarlamalıyız. Acı çektirmeyi burjuvazi şimdilik daha engel tanımadan yapabilir. Fakat kaçınılmaz ve -dünya tarihi açısından bakılırsa- hiç de uzak olmayan, devrimci proletaryanın kesin zaferini durduramaz.”

Bu yıl, 5 Mayıs (eski takvimle 22 Nisan) 1932’de “Pravda”nın yirmi yıllık varlığını kutluyoruz. Ona çalışmasında başarı diliyoruz, onun İlyiç’in temel ilkelerini olabildiğince esaslı ve kapsamlı geliştirmesini istiyoruz. Tüm basınımızı, Parti basınını, Lenin’in getirmek istediği düzeye getirmek için yorulmaksızın yardım edeceğiz.


(İlk kez 1932’de broşür olarak yayınlandı.)


Ekim-Kasım 1995

Grev dalgası ve otorite sorunu

Türkiye bugünlerde cumhuriyet döneminin en büyük grevlerini yaşıyor. Düne kadar kimilerince küçümsenen, güçleri dikkate alınmayan, devrimci özelliklerini yitirdiği yazılıp çizilen işçi sınıfı, yüz binler halinde grev, direniş ve gösterilerle “kaba gücünü” ortaya koyuyor. Burjuvazinin dikkatleri bir başka sorun -örneğin, azınlık veya geniş tabanlı hükümet formülleri ya da erken seçim vb.- üzerine çekme çabalan sonuçsuz kalıyor. Ekim ayının ilk haftası itibariyle sayıları 400 bini geçen grevci işçiler; 4 yıllık DYP-CHP (SHP) hükümetini yıkmış olmanın da vermiş olduğu özgüvenle hareket ediyor. Her geçen gün taleplerine bir yenisini ekliyor, grev süresince girdiği her gösteri ve eylemde yeni sloganlar üretiyor. Üstelik bu sloganlar öyle sloganlar ki; bir anlamda -daha sonra değineceğimiz üzere- işçi hareketinin bir önceki döneme göre, bugün farklılaşan ve tartışmasız ilerlemeye denk düşen politik düzeyinin göstergeleri oluyor.

TİS SÜRECİ: GREVLERE ADIM ADIM

İşçiler yaklaşık 8-9 ay süren TİS görüşmelerinin bir sonuç vermemesi üzerine greve çıktılar. Daha önceki bir tarihte de greve çıkılabilirdi türünden bugün pek bir yararı olmayan tartışmaları bir yana bıraktığımızda, öncü işçinin ve dürüst sendikacının süreçten çıkartacağı temel ders: Toplumun, bütün sınıf ve kesimlerini ilgilendiren sorunlarda her döneme uygun, genel geçer bir çözüm ve yaklaşım biçiminin olamayacağı; her sorunu kendi tarihsel-toplumsal koşulları içinde değerlendirerek çözmek gerektiği gerçeğidir. Adım adım grevlere yüründüğü daha TİS görüşmelerinin başlangıcında ortaya çıkmıştı. Enflasyonun % 150’yi bulduğu ’94 yılının ardından başlayan TİS görüşmelerinde hükümet işçilere önce sıfır zammı dayatmış, ardından önere önere ancak % 5,4’lük bir ücret artışı önermiştir. Oysa Petrol-İş sendikasının yayınladığı 93–94 yıllığında yapılan hesaplamaya göre, ’94 yılı, ikinci dünya savaşından sonra gerçek ücretlerde en büyük düşüşün yaşandığı yıldır. 12 Eylül’ün 8 yılda (gerçek ücretlerde ve geçim standardında) yaptığı tahribatı 5 Nisan kararları 6 ayda yapmış, bu sürede gerçek ücretler üçte-bir oranında gerilemiştir. Kamudaki işçinin ücreti ’91 yılı itibariyle 100 kabul edilirse, bu rakam ’94 yılında 62,9’a gerilemiş; bir başka anlatımla, işçi ücretlerinde ’91 yılına göre % 40’a yakın bir aşınma olmuştur. Bu süreçte, işten atmalar, özelleştirme ve taşeronlaştırma girişimleri hızından hiçbir şey yitirmemiş, mezarda emeklilik yasası gibi bir dizi anti-demokratik yasalar sınıfa dayatılmıştır. Hepsinden önemlisi, HAVAŞ grevinin bitiriliş biçimi, perşembenin gelişini, çarşambadan belli etmişti, işçi sınıfından kölelik koşulları denebilecek bu koşulları kabul etmesi beklenemezdi; sendika bürokrasisinin de bu durumda yapabileceği hiçbir şey kalmamıştı; greve çıkmak kaçınılmaz olmuştu ve sonuçta grevler sökün etti.

Strateji taktik diyalektiğinde, taktiğin alanına giren, kör parmağım gözüne misali bu bir dizi olgu; “Marksistlerimiz”ce ne görülebilmiş, ne de duruma uygun taktik planlar geliştirilebilmiştir. Geleneksel “sol” cephe; bu dönem öne çıkarılması gereken olgu hangisidir, sınıf içinde neyin teşhir ve ajitasyonuna ağırlık verilmeli, vurulacak hedefe kim konmalı, güçler nerde ve hangi platformda birleştirilmeli? vb. bir dizi soru üzerinde düşünmeyi akıllarına bile getirmemiştir. O her zamanki platformunda yürümüş, yığınların taleplerinden uzak, “kendine âşık” bir çizgide ısrarlı olmuştur. Bu akımlardan başka tutum beklemek zaten anlamsızdır. Çünkü hareketi anlamak, içinde bulundukları durum ve konum nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle zorunlu olarak, bir yandan desteksiz atıp neredeyse ayaklanma çağrıları çıkartmaya yönelmekte, diğer yandan “nasıl olsa ağalar TİS’leri yine satacaklar” “saptamasıyla” olayları izlemektedirler. Sıradan bir işçinin günlük yaşantısında görerek bilince çıkarttığı ve eylemlerde, “Hükümeti yıktık sıra IMF’de” sloganıyla dile getirdiği anti-emperyalist tutum, küçük burjuva sol akımlarca yeterince kavranamıyor. Onlar her zaman olduğu gibi okun sivri ucunu sendika bürokrasisine yöneltmeye devam ediyorlar. Hem de Bayram Meral’in “Bu savaş işçi sınıfımızla IMF arasındadır”, dediği ve işçi hareketinde bir başka otoritenin henüz ağırlığını açıktan ortaya koy(a)madığı bir zamanda.

 

İŞÇİ HAREKETİNDE “OTORİTE” SORUNU

Elbette ki bu sözlerimizden, sendika bürokrasisini sermayeden ayırdığımız, ona karşı yürütülen mücadelenin bir parçası olmaktan çıkardığımız ve bu temelde sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi küçümsediğimiz ya da bir başka zamana ertelediğimiz sonucunu çıkartmamak gerekir. Hiç abartıya düşmeden bir değerlendirme yaparsak; Türk-İş yönetimi ve Başkanlar Kurulu’nun şu ya da bu nedenle devre dışı kaldığında grevleri sürükleyecek bir “otorite”nin olmadığı ortadadır. Sorun bu somut durumda ne yapılacağı sorunudur, bir başka şey değil. Gerçekler acıdır ama yaşam kendisini gerçekler üzerinde kurar. İşçi hareketinde günün gerçeği budur ve ne yapılacaksa bu gerçeklikler içinde yapılacaktır. Gerçekler, öncü işçinin, sınıftan yana sendikacının, devrimcilerin ve komünistlerin önüne, bir yandan işçi hareketinde Türk-İş’in dışında bir devrimci otoriteyi vakit geçirmeden inşa etme görevini koyarken, diğer yandan yüz binlerin grevinin kazanımla bitmesi için Türk-İş başta olmak üzere tüm sendika yönetimlerinin şu an bulundukları noktadan geri düşmelerini önleyecek taktik yaklaşımları geliştirme görevini koyuyor. Çünkü yenilgi olursa bu sendika bürokrasisinin değil sınıfın yenilgisi olacaktır. Yenilgi TİS yenilgisinin kapsamının çok ötesinde sonuçlara yol açacaktır. Sınıfın bugüne kadar bedeller ödeyerek kazandığı ve savuna-geldiği tüm mevzileri tam bir dağılmayla yüz yüze gelecektir.

Sendika bürokrasisine karşı mücadeleye gelince; kuşku yoktur ki, verili koşullara göre değişkenlik arz edecektir. Sınıfın, okun sivri ucunu uluslararası sermaye ve onun yerli işbirlikçilerine yönelttiği günümüzde, bürokrasinin teşhiri ancak sınıfın varolan taleplerine yenilerinin eklendiği bir zemin üzerinden gerçekleşebilir. Birçok sendika yönetiminin, hükümet üyesi bakanlara başvurarak grevleri ertelemelerini talep ettiğini bilmeyen yok. Örneğin TEKSİF Sendikası, greve çıkmayarak otomatikman YHK’nın yolunu açmış bulunuyor. İstanbul İl Grev Komitesi’nin kararlarının uygulanmasını engellemek için her tür manevra yapılıyor. Görünüşte grevlere neden olan uyuşmazlık konularıyla mücadele zeminini sınırlamak, sendika bürokrasisinin sınıf içindeki temellerini güçlendireceği gibi, hareketin yenilgisine davetiye çıkarmakla eş anlamlıdır da. Bu durumda, talepleri, ekonomik hak ve siyasi özgürlük taleplerine, siyasi demokrasinin kazanılmasına kadar genişletmek gerekir. Sınıfın tümünün talepleri olan bu taleplere sendika bürokrasisi karşı çıktığı veya uzaklaştığı oranda sınıftan açık düşecektir. Daha şimdiden birçok sendikacının bu gibi taleplerden etkilenerek sınıfa yakınlaştığı bir gerçekliktir. Diğer yandan ezilen sınıf ve kesimleri ancak böyle bir zeminde harekete geçirmek mümkün olabilecektir. Bugün ve gelecekte grevlerin şu ya da bu sonuçla bittiği koşullarda, işçi hareketinden açık düşmemenin bir başka yolu yoktur. Sınıf içinde devrimci otorite olmanın yolunun böylesi bir yaklaşımdan geçtiğini söylemek dahi gereksizdir. Otorite sorununu sınıf içinde çözecek olan, şüphesiz, sınıfın bağrında örgütlenen ve sınıfa içeriden seslenecek olan sınıfın açık politik örgütü olacaktır.

İşçi sınıfının; hareketi ve eylemi içinde ortaya çıkardığı; sendikalar birliği, şubeler platformu vb. örgütler, hareketin ihtiyaç duyduğu anlarda tam olmasa da devrimci bir otorite olarak önemli rol oynamışlardır. Bu oluşumların göreceli olarak hareket içinde geri düşmesinde küçük burjuva örgütlerin yarattığı tahribatın önemli bir payı vardır. Geçmişte şubeler platformuna “sol”dan yapılan eleştirilerin haksızlığı 700 bin kamu işçisinin TİS sürecinde açığa çıkmış bulunuyor. Yeniden ayağa dikilme sürecinde; küçük burjuva anlayışların işçi sınıfının devrimci platformunu deforme etmesinin önü alınmadan, şubeler platformunun eski pozisyonunu alması kolay olmayacaktır. Diğer taraftan, şubeler platformu ve sendikalar birliği türünden oluşumların birikim ve deneyleri, işçi hareketinin açık politik örgütlenmesinde yararlanılması gereken kazanımlardır.

 

“TANSU AMERİKAYA”DAN “TANSU KAÇMASIN”A İŞÇİ HAREKETİNDEKİ DEĞİŞİM

Grevlerin işçi hareketinde geçmişe göre bazı değişimlere işaret ettiğine yazımızın girişinde değinmiştik. Değişimi en çok da grev ve gösterilerde atılan sloganlarda gözlemek mümkün. Örnek olarak; gümrük kapıları kastedilerek söylenen “Kapıları kapatın Tansu kaçmasın” ve “Hükümeti yıktık sıra IMF’de/Mecliste” sloganları verilebilir.

Bir dönem önce “Hükümet istifa Tansu Amerika’ya” sloganı, sorunun işçilerce bir hükümet sorunu olarak kavrandığını gösteriyordu. Dahası hükümetin istifasıyla ufkunu sınırlı tutan işçi sınıfı, hesap sormanın uzağında duruyor edilgen bir tutumu benimsiyordu. Bugün ise hükümetin yıkıldığı koşullarda geçen her gün asıl muhataplarının hükümet değil devlet olduğunu ve onun da emperyalistlerin doğrudan yönlendirmesi altında bulunduğunu görmeye başlıyor. Artık hedefini -istifa ettirmek bir yana- hükümeti yıkmakla da sınırlamıyor; IMF’nin şahsında uluslararası sermaye cephesini de hedefine koyuyor. Denebilir ki, uluslararası sermaye cephesini hedefine alan bir mücadele yürütmeden, kendi kurtuluşunun gerçek anlamda mümkün olmadığını Türkiye işçi sınıfı tarihi boyunca en derinden bu süreçte kavramaya başlıyor. Bu kavrayış, öfkesini artırıyor ve bir dönem önce Amerika’ya göndermek istediği Tansu’yu bu defa işbirlikçiliğinden dolayı cezalandırmak istiyor. “Kapıları kapatın” diyerek Tansu’yu elinden kaçırmak istemiyor. Yine işçi sınıfı ilk defa eskiden derdini anlatmak, sorunlarına çözüm bulunmasını istemek için gitmek istediği Meclise, bu defa yıkmak için gitmek istiyor. Hâkim sınıfların içinde bulunduğu politik güçsüzlük, sınıfa saldırıyı dolaysız hale getiriyor. Cumhurbaşkanı’ndan, MGK’ya, işveren örgütlerine tüm sermaye temsilcileri, grevcilerin ülke güvenliğini bozduğunu ileri sürüp, grevlerin ertelenmesi yönünde kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Grevleri güvenlik gerekçesiyle erteleme tehditleri, “kimin güvenliği?” sorusunun sorulmasına ve buna bağlı olarak devletin gerçek yüzünün işçiler nezdinde örtülenemez hale gelmesine neden oluyor. Kısacası neresinden alınırsa alınsın işçi sınıfı kendi gücünün büyüklüğünün ayırtına bu düzeyde ilk defa varıyor. Hedefine sermayeyi, devleti ve emperyalizmi koyduğu, sorunu iktidar sorunu olarak kavradığı ölçüde, bağımsız bir sınıf olma bilinci gelişiyor. On yılların kazandıramadığı siyasallaşmayı, denebilir ki grevde geçen on gün işçi sınıfının tüm hücrelerine şırınga ediyor.

 

HAREKETİN İHTİYACI: AÇIK POLİTİK ÖRGÜTLENME

TİS görüşmeleri ve grev sürecinde işçi sınıfı, partisizliğinin yoksunluğunu yaşadı. Sınıfa içeriden seslenen ve yol gösteren devrimci bir otoritenin eksikliği bir bakıma bu süreçte Türk-İş bürokrasisini işçi hareketindeki tek “otorite” konumuna getiren en başat olgudur. Türk-İş yönetiminin her gün (DYP hariç) bir partinin liderini misafir edip, düzen partilerinden kopan işçi ve emekçileri yeniden düzene bağlama çabalan; işçi sınıfının açıktan politik örgütlenmesine olan ihtiyacı göstermesi bakımından başlı başına bir ölçü veriyor. Her ne kadar, Türk-İş yönetiminin zor bir dönemde burjuva cephede gedikler açmayı amaçladığı ve bu yüzden böyle hareket ettiği öne sürülse de; ilk bakışta belli oranda haklılık payı verilebilecek bu düşünceye, işçi sınıfının verili bilinç ve örgütlülük koşulları dikkate alındığında katılmak mümkün değildir.

İşçiler TİS süreci boyunca ve hele grevler sırasında kendi deneyleriyle, burjuva düzen partilerinin içyüzünü ve kimin hizmetinde olduklarını çok somut gördüler. Bu nedenledir ki; miting ve gösterilerde düzen partileri aleyhine sloganlar attılar. Burjuva düzen partilerinin, grevleri kullanarak işçileri avlamaya yönelik girişimlerinin bu sefer geri tepmesi ise sıradan bir olay olarak yorumlanamaz. Bu durum, bir yanıyla burjuva düzen partilerinin sınıf içindeki dayanaklarının çözüldüğünü gösterirken diğer yanıyla, işçi sınıfının kendisini politik bir hareket olarak örgütlemede tarihinin en büyük fırsatını yakaladığını gösteriyor. Çok açıktır ki; bu olgunun üzerinden atlanarak sınıf içinde devrimci politika yapmanın imkanı kalmamıştır. Aksini iddia eden kendisini aldatır.

Ne var ki, hareketin ortaya çıkardığı bu imkânların, ila nihaye kalıcı olmadığını da görmek ve ona uygun bir politik çalışmayı emekçi yığınlar içinde örgütlemek gerekir. Açıktan politik bir hareket olarak örgütlenmenin zorunluluğunun her geçen gün daha fazla sayıda işçi ve emekçi tarafından bilince çıkarıldığı, grev ve direnişlerin, bir işçi kitle partisine yataklık ettiği bir zaman diliminde, bir başka platformu sınıfın gündemine taşıma çabaları, niyet ne kadar iyi olursa olsun, kişiyi sınıf hareketi karşısında gerici bir konuma düşürecektir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse:

700 bin kamu işçisinin TİS’lerindeki anlaşmazlıktan doğan yüz binlerin grevi, gelinen aşamada, TİS kapsamının çok ötesine geçmiş, uluslararası sermaye cephesi ve onun yerli uzantılarıyla Türkiye işçi sınıfı arasında açıktan bir çatışmaya dönüşmüştür. Divriği, Taşucu ve Zonguldak’ta gerçekleşenler, genel grev ve genel bir direnişin somut temellerini ortaya çıkardı. Gelişmelerin ezilenlerin hareketini bu yönde kışkırttığını görmek ve hazırlıkları buna uygun hale getirmek bir görev olarak, öncü işçinin, dürüst sendikacının ve komünistlerin önünde duruyor. Dar grup çıkarları mı, sınıfın çıkarları mı öndedir sorusu, gerçek cevabını grev ateşleri içinde bulacak. Küçük burjuva örgüt ve devrim pratiği aşıldığı, proleter sosyalizme sarılındığı ölçüde başarının önüne hiçbir şey set çekemeyecektir.

Devam eden ve sınıf hareketine paha biçilmez katkılar sunan grevlere ilişkin daha somut değerlendirmeler şüphesiz ileriki günlerde yapılacaktır. Bu yazı, grevlerin devam ettiği, grev ertelemelerinin “Demoklesin kılıcı” gibi işçi sınıfının başında sallandırıldığı, Milli Güvenlik Kurulu’nun grevcilere tehditler savurduğu bir zamanda kaleme alınmıştır. Bu nedenle, okur yazıya ilişkin değerlendirmelerinde bu olguyu göz önünde bulundurmalıdır.

 

Ekim-Kasım 1995

“Piyasa Sosyalizmi” üzerine–2 Proletarya diktatörlüğü koşullarında planlama ve piyasa

Gördüğümüz gibi, üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin gerçek tanınmasına götüren kapitalizmin gelişmesi, daha kapitalizm koşullarında zorunluluğunu dayatan üretimin ve emeğin planlı dağılımı ve ekonominin orantılı (planlı) gelişmesini, aynı şekilde dayattığı mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine dayanan karşıtının, sosyalizmin nesnel bir ekonomik yasası olarak şekillendirmektedir. Kapitalizmin, sermaye nitelikleriyle yönetmeye yeteneksizleştiği noktaya kadar toplumsallaşarak büyüyen üretici güçler, artık ancak, birinci olarak sermaye niteliklerinden kurtulmaları ve ikinci olarak, bizzat kendi gelişmelerinin zorunlu kıldığı üretim ve emeğin anarşik değil planlı bir temelde dağılıp gerçekleşmeleri koşullarında, gerçek nitelikleriyle yönetilebilir olurlar. Toplumsal üretici güçler, toplumsal mülkiyetin ve ekonominin planlı gelişme yasasının çağrıcısıdırlar; ancak bu koşullarla uyum sağlayabilir, krizlerle yıkıma uğramadan, gelişmeleri işsizlik ve sefalete yol açmadan vb. yönetilebilir ve kesintisiz bir biçimde gelişebilirler.

Başlıca emeğin dağılımını sağlamaya ve sosyalist üretimi ve ekonomiyi, 1) giderek genişleyen modern büyük ölçekli teknik temelde üretimin kesintisiz gelişmesi ve 2) halkın refahının artarak karşılanması amaçlarıyla düzenlemeye yönelik sosyalist planlama, nesnel bir yasa olan sosyalist ekonominin planlı gelişmesi yasasıyla aynı şey değildir; ama bu yasa tarafından olanaklı kılınır. Sosyalist ekonominin planlı gelişme yasası, sosyalist planlamaya, onu, düşsel olmaktan uzak tutan nesnel bir zemin sağlar; gerçek ve gerçekçi bir planlamayı mümkün hale getirir. Ancak bu, ekonominin planlı gelişme yasasına egemen olmayı,  bu amaçla, onun bilinip kullanılmasının öğrenilmesini ve yasanın gereklerinin yerine getirilmesini gereksinir. Sonuç olarak, sosyalist planlama, yalnızca olanaklı değil, ekonominin planlı gelişme yasasının gereklerini karşılamak üzere zorunlu ve zorunlu olduğu ve sözü edilen yasanın gereklerini tümüyle ve doğru olarak yansıttığı ölçüde de geliştirici ve ilerleticidir.

Kolaylıkla anlaşılacağı gibi, ekonominin orantılı (planlı) gelişme yasasına ve onun gereklerini yansıtmasına bağlı olan sosyalist planlamanın etkinlik alanı ve başarısı, en başta, söz konusu yasayı nesnel bir zorunluluk olarak dayatan üretici güçlerin toplumsallaşma düzeyi ve derecesine ve proletarya diktatörlüğü altında bu düzeyin olgunluğu ölçüsünde gerçekleştirilen toplumsal mülkiyetin düzeyi ve yaygınlığına bağlıdır.

Ve gördük ki, kapitalizmden komünizme, onun üst evresine bir çırpıda geçilememekte; komünist toplum, “kendine özgü olan temeller üzerinde” gelişmemekte, “kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle” ve “dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan” bir evre, kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi pratik olarak kaçınılmaz olmaktadır.

Bu devrimci geçişe denk düşen siyasal geçiş döneminin devleti ise, proletarya diktatörlüğüdür. Ve yine gördük ki, bu geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğü dönemi, üretici güçlerin, giderek kendilerini yönetmede yeteneksizleşen kapitalizm koşullarında olanaklı olduğu ölçüde gelişebildiği, görece düşük bir olgunlaşma düzeyini başlangıç edinebilmektedir.

Kapitalizmde, bireyselliğiyle insanın çok yönlü gelişmesinin önü tıkalıdır. Birey oluş, kuşkusuz kapitalizmle gündeme girmiştir. Ancak, önceki toplumsal şekillenmelerle karşılaştırıldığında devasa büyümelerine karşın, bilim ve teknolojinin gelişmesine engeller koyan ve ancak paraya tahvil edilebildiklerinde bu gelişmeyi serbest bırakan kapitalizm, bilim ve teknolojiyi sıkıştırdığı cendere içinde, genel olarak bireylerin çok yönlü gelişmesini de alabildiğine sınırlamaktadır. Üstelik dayandığı işbölümü temelinde siyaset ve kültür tekelinin küçük bir azınlık tarafından mülk edinildiği, bunun, dolaysızca, toplumun uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıflar olarak bölünüşünün sonucu olduğu sömürücü toplumların sonuncusu olan kapitalizmde, yarattığı bütün bir dünyaya el konularak, emek, yalnızca bir geçim aracı olmaya indirgenmiş, emekçilere, sadece, işgüçlerini kiralama (ya da açlıktan ölme) özgürlüğü tanınmıştır. Emekçinin siyasal ve entelektüel gelişmesinin önü tıkalıdır. Bunu olanaklı kılacak ekonomik gelişmesinin önü ise tümden tıkalıdır. Gerçi, kapitalizm, emeği toplumsallaştırmadan ve büyük fabrikalarda, makineli büyük üretimde binlerle bir araya getirdiği (örgütlediği) emeğin kalitesini, üretimin toplumsallaşmasının gereksindiği düzeye yükseltmeden gelişemez. Bu nedenle, kapitalizmde, çoktandır önce ilk ve ardından ortaöğretim zorunlu ve parasız kılınmıştır. Bunun anlamı, kapitalizmde, emeğin, asgari bir eğitim, iş disiplini ve emek örgütlenmesi deney ve yeteneğine sahip kılınmasıdır. Ancak, bu, özel mülkiyet koşulları değişmeden, toplumun ezici çoğunluğunun çok yönlü gelişmesinin olanaksız kılındığı anlamına da gelmektedir. Azınlığı oluşturan burjuva bireyler, yine de belirli bir gelişme olanağı bulabilirken, proleter ve yarı proleter çoğunluk asgari bir gelişme olanağından fazlasına hiçbir şekilde kavuşamamaktadır. Bunun dolaysız sonucu, emek üretkenliğinin düşüklüğü ve artış hızının sınırlanmasıdır. Birikmiş emekten başka bir şey olmayan üretim araçları da, bu nedenle hızlı bir yenilenme ve gelişme şansı bulamaz.

Bütün bu nedenlerle, kapitalizm, komünizme, gelişkin olmayan, geri, yabancılaşmış insanı, yalnızca geçim aracı olarak emeği, paraya çevrilmedikçe uygulanmayan ve uygulanmadıkça gelişmeyen, sınırlılıkları içinde görece geri bilim ve teknolojiyi miras bırakmaktadır. Özel mülkiyeti, ona duyulan özlemi, küçük burjuva dağınıklığını, buradan kaynaklanan bin bir örümcekli fikir mirasını, önyargıları, örneğin “demokrasi”ye inancı, alışkanlıkları vb. geri kültürü de eklemek gerek.

Proletarya diktatörlüğü bu geri mirasın oluşturduğu zeminden başlamaktadır; başlayabileceği bir başka zemin yoktur.

Üstelik kapitalizm, mutlak rantın varlığı ve ek sermaye yatırımlarını gereksindiği için yatırımların kârlı görünmediği köyün, şehir karşısındaki geriliğini ve yine pek kârlı görünmeyen bölgelerin geriliklerini miras bırakmaktadır komünizme.

Dahası, uluslararası kapitalizm, ulusal sınırlarla bölünmüş durumdadır; tek tek ülkeleri eşit olmayan ve dengesiz bir biçimde sıçramalarla gelişmektedir. Bu, dünya proleter devrimini, eşzamanlı olmaktan çıkarmakta, devrim bir ya da birkaç ülkede başlamakta ve dünyaya yayılması uzun bir süreci kapsayabilmektedir. Bu bir zorluk daha doğurmakta ve bir dizi savunma problemine, proleter devletin ulusal gelirin, toplam toplumsal gelirin önemli bir bölümünü savunma amaçlı kullanmasına neden olmaktadır.

Bu durumla ilişkili bir başka etkenden daha söz etmek gerekiyor. Kapitalizm, gelişme düzeyleri birbirinden önemli farklılıklara sahip ulusal devletler halinde bölünmüşken, toplumsal devrim, salt ekonomik gelişmişlik ve sosyalizm için olgun olma etkeni üzerinden değil, ama bir dizi siyasal, stratejik vb. başka nedenlerin de bir araya geldiği bir çelişmeler yumağının en uygun yerinde patlak vermektedir. Çoğunlukla bu, üretici güçlerin en gelişkin olduğu kapitalist ülkeyle çakışmamaktadır. Tarihte çakışmamıştır. Bunun iki sonucundan birincisi, görece daha az gelişmiş kapitalizmin komünizme, görece daha geri üretici güçleri miras bırakması ve ikincisi, daha geri bir noktadan başlayan komünizmin, proletarya diktatörlüğü devletinin, başlangıçta kendisinden daha gelişkin kapitalist devletlerin kuşatması altında ekonomik, siyasal, askeri vb. büyük zorluklarla karşı karşıya kalmasıdır.

Ne olursa olsun, şu kesindir: Bolluğa, komünizme yönelik olan, komünizmin gerçekleşme dönemi olan proletarya diktatörlüğü koşulları, kaynakların her açıdan kıt olduğu, emeğin üretkenliğinin, örgütlemesinin, bilim ve teknolojinin görece geri olduğu koşullardır; proletarya diktatörlüğü dönemi, tam da bu nedenle, bu kıtlık ve gerilikle mücadele ve onların giderilmesi dönemi olarak, komünizme, onun üst evresine varmanın zorunlu yoludur.

Bu demektir ki, proletarya diktatörlüğü dönemi ya da başka bir deyişle kapitalizmden çıkıp geldiği şekliyle komünist toplumun birinci evresi, bu geriliğin nedeni olan kapitalizmle komünizm arasında zorlu bir mücadele dönemi olacaktır. Yalnızca ulusal ölçekle sınırlı kalmayan, dünya ölçeğinde bir mücadele dönemi. (Burada tek ülkede sosyalizmin zafer olanağı sorununun tartışmasına girmeyeceğiz. Ancak vurgulanması gerekiyor ki, bu çatışma, tarihselliğiyle, tüm dünyayı ilgilendiren ve ondan etkilenen bir çatışma olarak, sonradan başka ülkelere (Doğu Avrupa ülkeleri)yayılarak, başlıca, kapitalist kuşatma altındaki tek bir ülkede (SSCB) yaşanmıştır, bundan sonra da bir ya da birkaç ülkede başlayarak yaşanacak olması, en doğal olanıdır.)

 

NEP DÖNEMİ VE GOELRO PLAN

Lenin, bu mücadele ve tayin ediciliğini, “kim-kimi” sorusunu vurgulayarak ortaya koymuştur:

“Tüm şu andaki savaş şu sonuca gitmektedir: Kim zafer kazanacaktır, kim daha çabuk kendine avantaj sağlayacaktır -bizzat kendimizin kapıdan içeriye aldığımız, ya da hatta birçok kapılardan (ve bizim bilmediğimiz ve bizsiz ve bize karşı açılan birçok kapılardan) içeri giren kapitalist mi? Yoksa proleter devlet iktidarı mı?..-

“Bütün soru şudur: Kim kimden önce davranacak. Kapitalistler daha önce örgütlenmeyi başarırlarsa, o zaman komünistleri yerle bir edeceklerdir; bu konuda en küçük bir kuşku bile yoktur. Bu şeyler soğukkanlı bir şekilde değerlendirilmelidir: Kim-kimi? Yoksa proleter devlet iktidarı, köylülüğe dayanarak, kapitalizmi devletin dümen suyuna sokma ve devlete tabi ve ona hizmet eden bir kapitalizm yaratmak için kapitalist bayları layıkıyla dizginlemeyi bilecek midir?” (1)

Lenin’in yukarıdaki pasajı 1921 tarihlidir. İktidara proletarya tarafından el konulmasının üzerinden yaklaşık dört yıl geçmiştir. Ve Lenin, “kim-kimi” sorusunu son derece pratik bir soru olarak ortaya atmaktadır. Üstelik dikkat edilirse, soru, “kapitalizm mi-komünizm mi” değil, “kapitalistler mi-komünistler mi” kazanacak şeklindedir. Çünkü pasajda da belirtildiği gibi, kapitalistler “kapıdan içeri alınmış”, özel kapitalizme izin verilmiş, burjuvaziye (yabancı sermaye içinde olmak üzere) imtiyaz tanınmış ve devlet kapitalizmi uygulanmasına geçilmiştir: NEP (Yeni Ekonomi Politika). Ve soru, bu dönemin ihtiyaçlarını karşılamak üzere sorulmuştur. İzin verilen ve kuşkusuz “küçük üretimin her gün, her saat durmaksızın yeniden ürettiği” (“bizsiz ve bize karşı açılan birçok kapılardan içeri giren”), sömürücü sınıf olarak burjuvazisiyle birlikte kapitalizm mi, yoksa geçici bir dönem için, kapitalizmi, kendi hizmetine koşmak üzere devlete bağlayarak ona tabi kılacağı devlet kapitalizminden, kuşkusuz, onun emeği örgütleme biçimleri ve piyasa mekanizması da içinde olmak üzere mekanizmalarından yararlanarak, komünizm mi? NEP döneminde sorun böyle konulmuştu. Ve önceki, ekonominin bütününün planlanmasını kapsamayan yakıt tedarik ve ikmal planları bir yana bırakılırsa, GOELRO PLAN adıyla anılan, ülke çapında ilk tek ekonomik planın onaylanıp uygulanmaya konulduğu tarih de, yine 1921’dir.

 

Yaklaşık ama bilimsel bir plan

Sanayi, tarım, yakıt ikmali, hidrolik enerji ve taşımacılık alanlarını kapsayan, ülkenin elektrifikasyonu ve kuşkusuz “devlet ekonomisi”nin planlanması olarak yaklaşık on yıllık bir dönem için düzenlenen Goelro Plan’a ilişkin Lenin şöyle yazmıştır:

“Gerçi bazı yanlışlıklar taşıyan, yaklaşık, hazırlık niteliğinde, ilkel bir plan, ama gene de gerçekten bilimsel bir plandır bu… Goelro’nun hazırladığı tek iktisadi plan dışında bir başka tek iktisadi plan yoktur ve olamaz da. Dikkatle incelenen pratik deneyim temelinde, bu planı tamamlamak, geliştirmek, düzeltmek ve uygulamak gerekir… Genel ulusal iktisat planımızın iyileştirilmesi yönünde ciddi bir şey, ancak bu temel üzerinde ve girişilen işi sürdürerek yapılabilir…” (2)

Lenin’in dediği gibi, bu plan, yaklaşıktır, “tahmini”dir, hazırlık niteliğindedir ve ilkeldir; ama gene de, bilimseldir ve gereklidir.

Goelro Plan’ın yaklaşıklığı ve ilkelliğinin birkaç nedeni vardır, ama biri temel ve diğer nedenleri de etkiler niteliktedir. Henüz ilk plandır ve deney birikimi yoktur. Proletarya, kendi yetişmiş sosyalist ekonomistler, istatistikçiler, plancılarından yoksundur; ilk plan, komünistlerin denetim ve onayıyla, ama büyük çoğunlukla burjuva uzmanlar tarafından yapılmıştır. Kültürel gerilik, yönetememe önyargısı, yıllarca iç savaşa seferber olmuş işçilerin (ve komünistlerin) yönetimin örgütlenmesinin teknik ve yöntemleri konusunda bilgi ve deneyim yetersizliği gibi nedenlerle toplumsal yönetim aygıtının, zor ve bastırma aygıtı olarak değil ama çoğunluğun yönetiminin örgütlenmesi aygıtı olarak gelişmemişliği bu, işletmelerin kötü örgütlülüğü, sektörlerin kendi içlerinde ve aralarında koordinasyon ve örgütlenme eksikliği, kopukluklar, hele ezici çoğunlukla dağınık küçük işletmelerden oluşan tarımın -iç savaşın da yol açtığı yıkımla- sanayiden neredeyse bütünüyle kopukluğu ve ekonomik birimlerden bilgi akışının yetersizliği ve güvenilmezliği gibi sonuçlarıyla, doğru ve tahmini olmayan bir ekonomik planın mutlaka gereksindiği verilerin yeterli olmayışı demektir. Plan, bu nedenle de ancak yaklaşık olabilmiştir. Ama ilk plan, örneğin, yönetim örgütlenmesi konusunda yeterli bilgi ve deney sahibi olunsaydı ve diğer nedenler geçersiz olsaydı bile, ya da önemli ölçüde bu nedenleri de koşullandırmak üzere, Rusya’nın kapitalizmden miras aldığı zaten geri ekonomisinin, iç savaş yıllarında neredeyse tümüyle tahrip olması nedeniyle yaklaşık olacaktı. NEP’i gerekli kılan ekonominin geriliği ve yıkım -ileri ölçüde gelişmemiş sanayinin yakıtsızlık, hammadde ve işçilerin beslenme sorunu, ulaşım olanaksızlıkları vb. nedenleriyle hemen hemen durma noktasına gelmesi, tarımla sanayi arasında değişimin eksikliği ve neredeyse bağlantısızlık ve karşılıklı etkisizlik, üstelik yaygın küçük üretimin dağınıklığı, kendi başınalığı ve örgütsüzlüğü vb.-, Goelro Plan’ın da yaklaşıklığı ve ilkelliğinin nedeni olmuştur. Bu planın yine de bilimsel oluşunun nedeni ise, ulaşılması olanaklı tüm verileri hesaba katması ve uygulamada düzeltilmeye ve geliştirilmeye açık olması, doğru bir gelişme perspektifine sahip olması ve bu nitelikleriyle gerekli olmasıdır.

Goelro Plan NEP dönemi planıdır

Nasıl bir plandır Goelro Plan? Goelro Plan’ın koşulları, NEP koşullarıdır.

Kapitalizmin kusur ve bozukluklarının, üretici güçlerin gelişmesini kösteklemesinden gelen göreli gerilik (özellikle kır ve tarım ve entelektüel bakımdan gelişmesini önlediği kol emeği açısından) ve emek üretkenliğinin göreli düşüklüğünden gelen kaynak kıtlığının, kapitalizminin az gelişmişliği nedeniyle olağanüstü boyutlarda belirdiği Rusya’da, Goelro Plan’ın benimsendiği 1921’de, üç iç savaş yılının da yol açtığı yıkım sonunda, temel problem, sanayinin restorasyonu ve gelişim yoluna sokulması, kopmuş olan sanayi ile tarım arasındaki bağlantının kurulması, işçilere besin, sanayiye yakıt ve hammadde ve köylüye de mamul madde sağlanabilmesi için ulusal ekonominin bu iki sektörü arasında değişimin gerçekleştirilmesi ve dağınık küçük mülkiyete dayanan küçük üretim (ve onun her gün her saat yeniden ürettiği kapitalizm) üzerinden ortaya çıkan ve yokluk koşullarının da kışkırttığı karaborsa, stokçuluk, faizcilik vb. biçimlerini alan vurgunculuğun önünün alınmasıydı. Üstelik yaygın küçük üretimin yanı sıra kapitalizm-öncesi ilişkilerin, ataerkilliğin de yine oldukça yaygın olması, geriliği pekiştiriyor ve problemi ağırlaştırıyordu.

Devlet kapitalizmine bu ihtiyaçları karşılamak üzere başvuruldu.

Kapitalizmin Rusya’yı mahkûm ettiği geriliğin, ataerkillik ve savaşın yol açtığı yıkımla pekişmiş boyutları korkunçtu. Dağınık, örgütsüz küçük işletmeye dayanan tarımın sanayiden iktisaden kopmuş oluşu ve başlıca tahıl üzerinden vurgunculuk, (sanayinin hammadde sorunu bir yana) kentlerin, sanayinin, en başta işçilerin beslenme sorununu içinden çıkılmaz bir duruma sokmuştu. Savaş sırasında bu sorun, savaş komünizmini gerekli kılmış; Sovyet iktidarı, işçilerin ihtiyacı olan tahıla, çoğunlukla geleceğe yönelik borçlanma yoluyla el koymuştu. Ancak bu savaşın gereklerinin zorunlu kıldığı geçici bir politikaydı, ne Sovyet iktidarı altında işçilerle köylüler arasında olması gereken ilişkiyi yansıtıyordu ve ne de küçük üretimin (tarımın) ve tarımla sanayi arasındaki bağlantı dolayımıyla genel olarak ülke ekonomisinin örgütlenmesi ve işler hale gelmesinin ihtiyaçlarını karşılıyordu.

Büyük sanayinin reorganizasyonu ve gelişmesi, sanayi ile tarımın birbirine bağlanması ve tarımın dağınıklığının giderilmesi için, başlıca tarımla sanayi arasında değişimin, ticaretin olanaklı her yolla geliştirilmesi, köylünün ihtiyaç duyduğu mamul maddeler üretimi, için daha çok yerel küçük hafif sanayinin kurulması, küçük üretim ve ticaretin ve onlar üzerinden gelişmesi kaçınılmaz özel kapitalizmin ayrıcalıklar, kooperatifler vb. biçimleriyle devlet kapitalizmine bağlanması ve üretimin ve dağıtımın denetlenmesini sağlamca başardıkça, işçi denetiminden işçi yönetimine geçilmesi, sosyalizmin kapitalizmden yararlanarak ve başlıca devlet kapitalizmi aracılığıyla kurulması politikası, zorunlu hale geldi. İktidar proletaryanın elindeydi ve büyük sanayi ulusallaştırılmıştı, proletaryanın denetimindeydi, proleter devletin denetiminde kapitalizmin belirli bir gelişmesinden korkmak gerekmiyordu. Bu, NEP’ti. Lenin, “Ayni Vergi Üzerine” başlıklı broşüründe konuyu derinlemesine inceledi. Bir yerinde şöyle söylüyordu:

“Büyük üretimin yeniden kurulmasında bir gecikme olduğu açıktır. Sanayi ile tarım arasındaki değişime ‘kilit vurulması’ dayanılmaz bir durum almıştır. Bu yüzden, çabalarımızı, yapılması olanaklı olan şeye toplamalıyız: Yani küçük sanayiyi yeniden kurmalı, işe bu taraftan başlamalı, savaş ve ablukanın birlikte yıktığı yapının bu yanını desteklemeliyiz. Kapitalizmden korkmadan ticareti geliştirmek için ne pahasına olursa olsun, olanaklı olan her şeyi yapmalıyız. Çünkü kapitalizme koymuş olduğumuz sınırlamalar (iktisadi alanda büyük toprak sahipleri ve burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, siyasal alanda işçi ve köylülerin egemenliği) yeteri kadar dar, yeteri kadar ‘ılımlı’dır. Ayni verginin dayandığı temel fikir budur: İktisadi anlamı budur.” (3)

NEP’in, sosyalizmin kuruluşunda devlet kapitalizminden yararlanmanın, proletaryanın iktidar olduğu her ülkede ve zorunlu olarak uygulanması gerekli bir politika olup olmadığı tartışması bir yana (NEP’i zorunlu kılan koşular yukarıda özetlenmeye çalışılmıştır ve sosyalist kuruluşun bir reçetesi yoktur. Proletarya, iktidar olduğu her ülkede, koşulların somut durumuna göre, sosyalizmi kendi yolundan kuracaktır), sosyalizmle çatışma durumunda olanın devlet kapitalizmi değil, tersine, örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve dolayısıyla ilkelliğiyle, vurgunculuğun ekonomik temelini oluşturmasıyla, kapitalist ya da sosyalist her türlü devlet müdahalesi, düzenlemesi ve denetimi karşıtlığıyla, hem sosyalizm ve hem de devlet kapitalizmi ile çatışma durumunda olanın küçük üretim ve özel kapitalizm olduğu bu dönemde, Lenin’in “kim-kimi” sorusunun “muhatabı”, kuşkusuz devlet kapitalizmi değildi. Küçük burjuvaziyi ve onun bir unsuru olduğu özel kapitalizmi hedef alıyordu:

“Küçük burjuvanın bir kenara konmuş parası vardır; bu paranın birkaç bini savaş sırasında ‘namusluca’ ve özellikle de namussuzca kazanılmıştır. Vurgunculuğun ve özel kapitalizmin temeli olan karakteristik iktisadi tip budur… Ya bu küçük burjuvaziyi denetim ve gözetim altına alırız … ya da onlar, devrimin tıpkı aynı küçük mülkiyet toprağından fışkıran Napolyon’lar ve Cavaignac’lar tarafından devrildiği gibi kuşkusuz ve kaçınılmaz olarak, bizim işçi iktidarımızı da devireceklerdir. Sorun budur. (4)

Ticaret özgürlüğü ve kapitalizmden yararlanma

Kuşkusuz, küçük sanayinin ve ticaretin geliştirilmesi, kapitalizmin gelişmesinin ö-nünü açacaktır. Ayni vergi yasasıyla köylüden vergi olarak alınan tahılın üzerinde kalan kısmının ticareti serbest bırakılmıştır. Bu kısmın proleter devletin kontrolündeki sanayi ürünleriyle değiştirilmesi (devlet ya da Sovyet ticareti) istenir bir şeydir, ancak sanayi gerekli ürünleri sağlayabilir durumda değildir ve küçük sanayinin gelişmesi bu nedenle teşvik edilmektedir. Bütün bunlar, gerek ticaret temeli üzerinde gerekse de sanayide kapitalizmin bir miktar canlanmasına doğal olarak yol açacaktır.

Başka yolun olmadığı bu koşullarda “kapitalizmden korkmadan ticareti geliştirmeliyiz” diyen Lenin, “kim-kimi” sorusunun proletarya ve komünizm lehine yanıtlanabilmesi için iki gereklilikten söz etmiştir. Birincisi, Goelro Plan’ın temel amacıdır: Proletaryanın elindeki yıkıntı halindeki sanayinin reorganizasyonu ve geliştirilmesinin ülkenin elektrifikasyonuyla birleştirilmesi. Bu, güncelin geleceğe bağlanarak ve temelli olarak çözülmesidir, bu nedenle vazgeçilmezdir. Ve 1921’den başlayarak bu yola girilmiştir. Ama günceli çözmemektedir ve ertelemeye de tahammül yoktur.

Kapitalizmin belirli bir canlanmasına yol açacak ticaretin serbestleştirilmesi ve küçük sanayinin geliştirilmesi yoluna gidilmezse, ekonomik yıkıntının altından kalkmak olanaksızdır; vurgunculuğun yayılması yanında köylü tarımı çökmekte, üretken güçleri azalmaktadır, Sovyet iktidarına güvenin azalmasıysa doğal sonuç olmaktadır. Tersi yapıldığında ise kapitalizm canlanmaktadır! Yok edilmek için uğraşılan kapitalizm.

İkinci gereklilik, güncele yöneliktir. Güncel çözüm ya da geçilmesi gerekli “aşama”, devlet kapitalizmi olmuştur. Lenin’in düşüncesi biliniyor:

“Sosyalizmle karşılaştırıldığında kapitalizm kötüdür. Küçük üreticilerin dağınıklığıyla ilgili olan ataerkillikle, küçük üretimle, bürokrasiyle karşılaştırıldığında kapitalizm iyidir. Küçük üretimden doğrudan sosyalizme geçmemiz olanaklı olmadığı sürece, küçük üretimin ve değişimin basit bir sonucu olan bir miktar kapitalizm kaçınılmazdır. Ve bunun için, küçük üretimle sosyalizm arasındaki ara bağlantı olarak üretken güçleri artırmanın bir aracı, bir yolu, bir yöntemi olarak kapitalizmden yararlanmalıyız (ve özellikle onu devlet kapitalizmi kanalına yöneltmeliyiz).” (5)

Lenin, NEP’i 1918’de gündeme getirmiş, devlet kapitalizminin önemine değinmişti: “Modern bilimin en son buluşlarına dayanan büyük ölçekli kapitalist sanayi tekniği olmaksızın sosyalizm düşünülemez. Sosyalizm, on milyonlarca insanı üretimde ve dağıtımda tek bir standarda en sıkı bir biçimde uymak zorunda bırakan planlı bir devlet örgütü olmaksızın, düşünülemez… Aynı zamanda proletarya iktidarda olmadıkça, sosyalizm düşünülemez.” (6)

Planlamayı da olanaklı kılacak büyük ölçekli sanayi ve proletarya iktidarı sosyalizmin önkoşullarıdır. NEP döneminde, proletarya iktidarı altında, bu koşulların gerçekleştirilmesinin yolu, devlet kapitalizmi olmuştur. Lenin’in söylediği kesindir: “Sosyalizmi, ona düşman olan öğelere dayanarak gerçekleştireceğiz…” (7)  Sanayinin örgütlenmesinde yararlanılan burjuva “uzmanlar” kastedilerek söylenen bu söz, aslında bütün bir dönem yararlanılacak bir dizi kapitalist unsur, aygıt ve mekanizmayı da kapsamaktadır.

Nedir bu devlet kapitalizmi?

Önce, 1) proletarya tarafından el konulan işletmelerde, 2) proletarya iktidarı koşullarında, 3) Sovyet organları aracılığıyla işten uzaklaştırma yetkisine sahip işçi denetimi altında, 4) çalışma koşulları Sovyet iktidarınca belirlenirken, emeğin ve üretimin örgütlenmesinin yönetiminin, yalnızca işletmecilik işlevi açısından ve teknisyenler ya da “idareciler” olarak kapitalistlere bırakılması. Sabotajcı olmayan ve işbirliğine hazır, bunun için dolgun ücret alan kapitalistlerden, burjuva “uzmanlar” olarak yararlanma. İşçilerin kültürel geriliği ve iktisadi örgütlenmeler konusunda bilgisizlik ve deneysizliklerini gidererek kapitalistlerden öğrenmeleri gereğinin yanı sıra, büyük ölçekli işletmeler ve tröstlerin örgütlenmesinin, sayılan koşullar altında neredeyse “sosyalizm”, doğru deyişle kolaylıkla sosyalizme dönüşmeye yatkın bir önadım olması nedeniyle, üretimin ve emeğin kapitalist yöntemle örgütlenmesi.

İkinci olarak, kapitalistlere ayrıcalık tanınması. Sovyet sanayinin ya da kapitalist yöntemlerle örgütlenmiş devlet işletmelerinin işletmekte yetersiz kaldığı alanlarda, vurgunculuk yapma yerine, Sovyet devletinin gücünü kabul eden ve işbirliği yapma isteğindeki kapitalistlerle özel anlaşmalar yaparak, onlara yararlar sağlama yoluyla, özel kapitalizmi devlet kapitalizmine bağlama. “Ayrıcalığı olan bir kapitalisttir. İşini kapitalist yoldan, kâr amacıyla yönetir. Normal kârın ötesinde ve üstünde, fazla kâr elde etmek amacıyla; ya da başka türlü sağlayamayacağı ya da büyük zorlukla sağlayabileceği hammaddeyi elde etmek amacıyla, proleter hükümetiyle bir anlaşma yapmayı istemektedir. Üretken güçlerin gelişmesiyle, derhal ya da çok kısa bir süre içinde malların miktarında artış sağlayarak, Sovyet hükümeti kazançlı çıkar.” (8) Bir başka kazanç, ayrıcalıklı kapitalistin devlet kapitalizmine, devlete bağlanması, “girdi-çıktısı”ndan haberdar olunmasıdır.

Bir başka devlet kapitalizmi biçimi, “Devlet, kapitalisti, bir tüccar olarak kaydeder ve devlet mallarının satışı ve küçük üreticinin mallarının satın alınmasının üzerinden ona belirli bir komisyon öder.” (9) Tüccar yine “kaydedilmiş” ve devlet kapitalizmine ve onun aracılığıyla devlete bağlanmıştır.

Dördüncü bir biçim, devletin, kendisine ait olan bir sanayi işletmesini, toprağı, petrol ya da maden alanını, ormanı vb. kapitaliste belirli bir süre için kiralamasıdır. Bu kiralama, ayrıcalık sözleşmesine benzer. Kapitalist yine “kaydedilmiş” ve devlete bağlanmış olur.

Tüm biçimlerde de, emeğin, kapitalistçe, ama yine de örgütlenmesi ve bu örgütlenmenin, şöyle ya da böyle, emeğin ve üretimin genel örgütlenmesine bağlanması ve örgütlenme ölçüsünde de üretici güçlerin gelişmesi söz konusudur.

Kooperatifler sözü edilebilecek son biçimdir ve üstünlüğü, içinde halkı toplaması, tek tek kapitalistlerle yapılan anlaşmalardan farklı olmasıdır. Bu yönüyle de, devlet kapitalizmiyle sosyalizm arasında sosyalizme en yakın noktada, ona hemen ve kendiliğinden dönüşmeye hazır durumda bulunur. Ve köyde gelişmeye başlayan kapitalizmin bağlanabileceği en uygun devlet kapitalizmi biçimini oluşturur. Tüketim kooperatifi olarak dağıtımın (ki başlangıçta bunlar yaygınlaşmıştır), üretim kooperatifi olarak ise hem üretim ve hem de dağıtımın kayıt ve denetimini, muhasebesini ve gözetimini ve devletle sözleşmeye dayalı ilişkiler kurulmasını olanaklı kılıp kolaylaştırır; bu bakımdan, devlet kapitalizminin bir biçimidir, ona benzer. Ama ondan da fazla bir şeydir. Milyonlarca insanın birleştirilip örgütlenmesini, hem de en dağınık olan köylünün örgütlenmesini olanaklı kılıp kolaylaştırdığı için, hem kooperatif ticaret ve üretim, özel ticaret ve sanayiden daha ileri ve yararlıdır, hem de sosyalizme geçişi alabildiğine kolaylaştırır. Lenin, “Gerçekten de, bizde, işçi sınıfı iktidarı elinde tuttuğuna göre ve devlet de bütün üretim araçlarının sahibi bulunduğuna göre, geri kalan iş, halkı kooperatifler içinde toplamaktır. Halk, azami ölçüde kooperatifler içinde toplanınca sosyalizm kendiliğinden gerçekleşir… bize, NEP düzeni altında gerekli olan, Rus halkının yeteri kadar geniş ve derin katmanlarını, kooperatiflerde toplamaktır; çünkü biz, bugün, devletin denetimi sayesinde, bir yandan, özel çıkarı, özel ticari düzenleme aracını ve öte yandan, özel çıkarı genel çıkarla sınırlama aracını, eskiden sosyalistlerin büyük bir kısmının bir engel saydıkları şeyi bulduk. Gerçekten, başlıca üretim araçları üzerinde devlet iktidarı ve devlet iktidarının proletaryanın elinde oluşu, bu proletaryanın milyonlar ve milyonlarca köylüyle olan ittifakı, köylülüğün proletarya tarafından yönetiminin güvence altına alınmış bulunması vb., eskiden bezirganlık saydığımız ve bugün de, NEP düzeninde, bazı bakımlardan öyle saymakta haklı olduğumuz kooperatifçilikten hareket ederek, tam bir sosyalist toplumu kurmak için gerekli olan her şey değil midir? Bu, henüz, sosyalist bir toplumun kuruluşu değildir, ama bu kuruluş için gerekli ve yeterli olan her şeydir.” (10) demektedir.

Planlama olanakları ya da ticaret özgürlüğünün sınırlandırılması

Devlet kapitalizmi, dağınık, örgütsüz küçük üretime, onun bağlandığı özel kapitalizme ve iktisadi temelini teşkil ettiği vurgunculuğa karşı ilerlemedir, üretici güçlerin toparlanması ve gelişmesidir, sosyalizm için basamak teşkil etmektedir; ama sosyalizm açısından, konumuz bakımından önemli olan bir olanak daha sağlamaktadır. Devlet kapitalizmi, emeğin dağılımının, üretim ve dağıtımın planlı oluşudur. Ve Lenin, “tek devlet karteli”nin örgütlenmesi ve “bütün yurttaşların devletin emekçileri ve görevlileri durumuna dönüşümü” işine,  sosyalist sanayi işletmelerinin yanı sıra devlet kapitalizmi aracılığıyla başlamıştır. Kuşkusuz problemler vardır ve (önceden sayılanların yanında, bir de) bu nedenle Goelro Plan, ancak tahmini ve yaklaşık olabilmektedir. Serbest ticaret, piyasa ve kapitalizm, ne denli devlete bağlanmaya çalışılırsa çalışılsın, başlangıçta oldukça yaygındır, plana sığmaz etkileri henüz tam bir denetim altına alınıp önlenememektedir. Serbest ticaret, özellikle vurgunculuğun bir çırpıda önlenemeyişi, piyasa ilişkileri ve devlet kapitalizmine bağlanmayan özel kapitalizm, planlamayı bozucu, yaklaşıklaştırıcı etkide bulunmaktadır. Devlet kapitalizminin de, ülke ekonomisinin bütününün koordinasyonu ve planlanmasında, işletme ve (tröstler açısından) sektör çıkarlarını öne alma eğiliminden gelen olumsuz bir yönü de olmaktadır. Ama “Bugün Rusya’da küçük burjuva kapitalizmi egemendir ve buradan, hem büyük ölçekli devlet kapitalizmine ve hem de sosyalizme giden ve ‘üretimin ve dağıtımın, ulusal muhasebesi ve denetimi’ (altını çizen Ö.D.) adını alan tek ve aynı ara duraktan geçen tek ve aynı yol vardır.” (11)

Bu, “üretimin ve dağıtımın ulusal muhasebesi ve denetimi”, planlamanın bir diğer adı ya da temelidir.

Bunca piyasa ilişkileri ve kapitalizm varken, hatta ticaret teşvik edilirken plan nereden çıkıyor, nasıl olanaklı oluyor? Ve eğer olanaklı oluyorsa, yazının temel tezi, planla piyasanın karşıtlığı ve piyasayla plan ve sosyalizmin sentezi fikrinin gericiliği olumsuzlanmış olmuyor mu?

NEP dönemi, piyasa ilişkilerinin en yaygın olduğu, sosyalizme geçişin özel bir evresi olmuştur. Ekonomi henüz sosyalist temellerde örgütlenmemiştir; proletarya diktatörlüğü altında, geçişsel bir dizi ekonomik örgüt (emeğin ve üretimin örgütlenme biçimleri) gündemdedir ve emeğin sosyalist örgütlemesi, sosyalist mülkiyet, başlangıçta, sanayide, üretimin dörtte üçünü kapsıyordu. Ve sosyalizmin gelişmesi, diğer şeylerin yanında, üretim ve dağıtımın kayıt ve denetimi olduğu için, her şeye rağmen üretimin planlanmasına girişilmiştir. Çünkü üretimin kayıt ve denetimi olmadan, tek bir adım atmak bile mümkün değildi. Bu, yaklaşık bir planlama olmuştur, ama yine de planlamadır.

Bu nedenle, piyasa sosyalizmi savunucuları, NEP dönemini ve onu örnek olarak ileri sürmeyi pek severler. Nove, bunu sık sık yapar. Ama tartıştığı dönemin NEP olmadığı kesindir. Tersine, o, sosyalizmin maddi ve teknik temelinin inşa e-dildiği, burjuvazinin sömürücü sınıf olarak ortadan kaldırıldığı, mülkiyetin hemen tümüyle toplumsal mülkiyet olduğu koşullarda, tasfiye edilmiş olan piyasa ilişkilerinin, kâr kaygısı ve rekabetin, dolayısıyla piyasanın düzenleyici olacağı, özel mülkiyete yeniden izin verilip bunun kolektif mülkiyetle yeniden birleştirilmesi yoluna gidileceği bir türden “sentez”i önerir. Bunu, eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu sürecinde yapması, Marksizm’e, onun plan ve komünizme geçişe ilişkin tezlerine teorik bir saldırı olmasının yanında, restorasyon sürecinin kapitalizm lehine ilerletilmesi anlamına gelir. “Kim-kimi” sorusu açısından, Nove ve diğer piyasa sosyalistleri, kapitalizmin safındadır, onun zafere doğru ilerleyişinin teorik temsilcileridirler.

Ama piyasa ile sosyalizmin sentezini, sosyalizmin piyasa koşullarında uygulanabilirliğini savunan Nove ve bizim piyasacı sosyalistlerimiz, NEP dönemine atıfta bulunurken, tüketici tercihlerini ülküleştirmekten (örneğin Aren’in, çayı balla mı şekerle mi içeceğine karar verme özgürlüğü vurgusu) geri kalmazlar. Örneğin Nove, planın değil, piyasanın düzenleyiciliğini öngörürken, tüketici tercihlerine vurgu yaparak şunları söyler:

“Ayakkabı ve soğan planlarının ex ante doğru olacağı bilinemez. Aynısı sosyalist restoranlar için de geçerlidir. Akşam yemeğine gelenlerin ne isteyeceğini, ya da, akşam yemeği yemek isteyip istemeyeceklerini, kapitalist meslektaşlarından daha fazla ve ex ante bilemezler. Canard a l’orange’ı mı, yoksa mezgit balığı ve patates kızartmasını mı seçecekleri ex post öğrenilecektir…” (12)

Tüketici tercihleri sorunu üzerinde durulacak; ancak şimdilik şunu söylemek gerekiyor. Onca bolluk olanaksızlığı ve göreli kıtlık masalı okuyan ve ama “Canard a l’orange mı, mezgit balığı mı” seçiciliğine planlamanın yadsınması açısından önem veren Nove, atıfta bulunduğu NEP koşullarının farkında mıdır? Ya da sosyalizmi, bal-şeker tercih özgürlüğü olarak anlayan ve bu özgürlüğü kısıtlaması gerekçesiyle planlamaya itiraz eden Aren ve benzerleri durumun farkında mıdırlar? NEP’te ekmek bulma “özgürlüğü” bile sınırlıdır, beslenme ciddi bir problem durumundadır ve NEP gerçek bir kıtlık dönemidir.

NEP, hiç de piyasa sosyalizmi şantajlarının atıfta bulunmaları gereken bir dönem değildir. Zaten sosyalizmin ileri dönemleriyle ve başlıca örgütlenmesini sağlamış sosyalizmi nasıl batıracaklarıyla ilgilenirler; NEP’e tezlerini güçlendirmek i-pn atıfta bulunurlar: “Piyasanın düzenleyiciliği”!

Yazımızın temel tezi, piyasa ile planlama ve sosyalizmin hiçbir şekilde bağdaşmazlığı değildir; piyasaya, ilişkileri ve kategorilerine tahammül etme ve onlardan yararlanmanın yadsınması değildir. Ama onun sınırlanması ve giderek giderilmesi yerine onu olduğu gibi benimsemeye ve geliştirmeye, rekabet, kâr ve arz-talepten gelerek oluşan dalgalanmalı fiyatlarıyla piyasa mekanizmasının düzenleyiciliğine dayanan piyasa ile plan ve sosyalizminin sentezinin gerici niteliğine ilişkindir. Çeşitli ülke koşullarında farklı savunucuları tarafından değişik biçimlerle savunulmasına rağmen, piyasa sosyalizmi savunusunun temeli, bu gerici sentezciliktir. Bağdaşmaz olan, piyasa mekanizmasıyla plan ve sosyalizmdir. Bunlar birbirlerinin karşıtıdır, mücadele halinde bulunurlar ve birbirlerini yok etmeye yöneliktirler. “Kim-kimi” sorusu, konumuz açısından, piyasa mı sosyalizm mi ya da piyasa mı plan mı sorusuyla çakışır. Bu yok etme mücadelesini kavrayan, ona uygun davranarak gereklerini yerine getiren, piyasa ve genel olarak kapitalizmi tasfiye etmeye yönelik olarak, düzenleyiciliğine son verilmiş, sınırlanmış ve giderek daha da sınırlanan piyasa ilişkileri ve kategorilerinden yararlanmaya dayanan bir planlama ve sosyalizmle “piyasa” bağdaşabilir, böyle bir sentez hem olanaklı hem de gereklidir. Bu piyasanın aşılmasını içeren bir sentezdir; ama artık burada, “piyasa”, bilinir, rekabet-kâr-fiyat dalgalanmalarıyla özel mülkiyetten kaynaklanan piyasa değildir. Ve planlama olanağı da, buradan doğar: Henüz piyasa ilişkilerinin ortadan kalkmasına/kaldırılmasına üretici güçlerin gelişme düzeyinin (göreli geriliğinin) izin vermediği, meta üretiminin varlığını sürdürdüğü koşullarda, 1) piyasa ilişkilerinin varlığı ve etkisi görmezden gelinerek ve plan ve sosyalizmin hizmetine koşulup ondan yararlanılmadan hayali olmayan planlama başarılamaz ve 2) sınırlanmamış, üretimin (ve dağıtımın) düzenleyicisi olarak kalan ve dolayısıyla üretim anarşisini ön-varsayan piyasanın kabulüyle planlama yapılamaz; sınırlanmamış piyasayla ne plan ve ne de sosyalizm bağdaşabilir. Piyasanın sınırlandırılmasının ve sosyalizmle bağdaşabilir kılınmasının önkoşulu ise, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi ve devlet iktidarının proletaryanın elinde olmasıdır.

NEP koşullarında Goelro Plan da, böyle olanaklı olmuştur. Goelro Plan, ne piyasanın planlanmasıdır, ne planın piyasa mekanizması üzerinde yükselmesi ve ne de piyasa sosyalizminin göstergesi.

Birincisi, devlet iktidarı proletaryanın elindedir. Bu tayin edici unsurdur. İktidar, proletaryanın çıkarlarını gütmekte ve bu çıkarlara uygun politikalar izlemektedir.

İkincisi, başlıca üretim araçları, fabrika ve işletmeler, ulaşım araçları, banka (maliye) ve dış ticaret devletin elindedir. İşletmelerin bir kısmı sosyalleştirilmiş ve adacıklar halinde de olsa, gelişen bir sosyalist sanayi vardır; diğer kısım devlet kapitalizminin konusudur.

Üçüncüsü, devlet kapitalizmi, özel kapitalizmden farklıdır, kuşkusuz piyasa ilişkilerinden tümüyle bağımsız olmamakla birlikte, piyasa mekanizmasına değil devlet tekeline dayanmaktadır; bu, ilk iki etkenin bir sonucudur. Bu kapitalizm, üretim ve dağıtımın ulusal muhasebesi ve denetimini yalnızca olanaklı kılmamakta, ona dayanmaktadır.

Dördüncüsü, devlet kapitalizminin, sosyalizmin gelişmesine hizmet etmesinin ve planlamayı olanaklı kılmasının diğer unsurları şunlardır:

a) Üretim araçlarının devletin elinde olmasının yanında, ülke çapında ve işletmeciliğin kapitalistler tarafından yapıldığı işletmelerde işçi denetimi uygulanmakta, kapitalistler tam bir gözetim altında tutulmaktadır. Her an “işten çıkarılmaları” olanaklıdır.

b) İşgücünün meta niteliği sınırlandırılmıştır; çalışma koşullarını devlet koymaktadır.

c) “Yöneticilik”, kapitalistlere, birer kapitalist olarak değil, işletmeci olarak bırakılmakta, onlardan teknisyenler olarak yararlanılmaktadır.

d) Ayrıcalık tanınan işletmeler ve kooperatifler, anlaşmalarla, sözleşmeye dayalı ticaret yoluna sokulmaktadır; bu, serbest ticaret değildir, piyasa koşullarından etkilenmekte, ama fiyat dalgalanmaları ve piyasa mekanizması dolayımıyla serbestçe ve kendiliğinden yürütülmek yerine devlet denetimi altına alınmakta, Sovyet ticareti haline dönüşmektedir. Örneğin devletle kooperatifler arasında malın fiyatı ve kalitesi üzerinde önceden yapılan sözleşmeye göre düzenlenen ticaret, hâlâ meta değişimidir, ama artık serbest ticaret değildir; piyasa ilişkileri sınırlanmaktadır. Stalin, “Kentle kır arasında kontrat yöntemine göre yapılan meta dolaşımının bu yeni kitlesel biçimlerinin tam da NEP temelinde oluştuğunu, bunun örgütlerimizce, ekonominin planlı sosyalist yönetiminin güçlendirilmesi anlamında ileriye doğru atılmış büyük bir adım anlamına geldiğini kavramak bu kadar zor mu?” (13) demektedir.

e) Ayrıcalıklarla devlet kapitalizmi kanalına sokulmuş işletmelerle yapılan anlaşmalar, sınırsız ayrıcalık ya da tavizler değillerdir, onları en uygun şekilde devlete bağlayıp denetim altına almaya yöneliktirler. Sınıf barışı anlaşmaları olmadıkları gibi, sınıf mücadelesinin sonu da değillerdir. Tersine, koşulları sınıf mücadelesine bağlıdır ve sert bir sınıf mücadelesinin göstergesidirler: “Ayrıcalıkların bizim için yararlı ve tehlikesiz olan derecesi ve koşulları, kuvvet ilişkilerine bağlıdır ve savaşımla belirlenecektir; çünkü ayrıcalıklar da, savaşımın bir biçimi ve sınıf savaşımının bir başka biçimde sürdürülmesidir ve hiçbir şekilde sınıf savaşımının yerine sınıflar arasında barışın konması değildir.” (14)

Bu durum, kooperatifler açısından da geçerlidir. Kooperatiflerin kuruluşu ve devlet tekeline bağlanması, kulaklara karşı bir mücadele ve onların etkinliklerinin kırılmasıyla küçük köylünün zora dayalı olmadan ikna edilmesini olduğu kadar, sosyalizm yolunda gelişmeleri de, vurgunculuğa karşı mücadelenin sürdürülmesinin yanında, kırın yarı proleter unsurlarının kooperatiflerde yönetimi almalarına bağlıdır. Bu, kulağa karşı mücadele olmadan başarılamaz.

Sınıf mücadelesinin başarıyla yürütülmesine, örneğin Sovyet iktidarı aracılığıyla etkinlik gösteren proletaryanın, üretim ve dağıtımın kayıt ve denetimini devlet ölçüsünde örgütlemede başarısına bağlı olarak yönetimini işçi ve yarı proleterlerin ele alacağı kooperatiflerle aracısız Sovyet ticaretinin geliştirilmesi olanaklı olacaktır. Tersi durumda, yönetiminde burjuva, küçük burjuva unsurların ağırlıkta olduğu kooperatifler mümkün olan en geniş hareket özgürlüğünden yana olacak, ama yine de, ihtiyaç duydukları sanayi ürünlerini, üstelik uygun koşullarla elde etmek üzere -ki bu, yine gücün örgütlenmesine ve sınıf mücadelesinin belirleyiciliğine işaret eder- şu veya bu biçimde devlet kapitalizmine bağlanmak durumunda kalacaklardır. Lenin, bu durumda, “…burjuva öğeleri yöneterek, burjuva öğelerden yararlanarak, onlara bazı kısmi ödünler vererek, ilerlemeci bir hareketin koşullarını oluşturacağız.” (15) demektedir.

f) Kapitalist işletmelerin devlet kapitalizmi kanalına sokulması da tamamen sınıf mücadelesine bağlıdır: “…aynı anda iki ayrı yöntem uygulayabiliriz ve uygulamamız gerekir. Bir yandan, ‘devlet kapitalizmi’ne katılmayı veya taviz vermeyi reddeden ve vurgunculuk, yoksul köylülere rüşvet verme vb. gibi davranışlarla Sovyetlerin aldığı tedbirleri baltalamaya devam eden kültürsüz kapitalistleri acımasızca ezmemiz gerekir. (Tenin’in dipnotu -Ö.D.: Sosyalizmin başarısı için vazgeçilmez olan acımasızlık, bizde henüz yeterince yok ve bunun yeterince olmayışı da kararsızlığımızdan değil. Yeterince kararlıyız. Bizde eksik olan, vurguncuları, şantajcıları, kapitalistleri- yani Sovyetlerin kararlarını baltalayanları yeterince çabuk ‘yakalama’ yeteneğimiz. Bu ‘yetenek’ ancak muhasebe ve denetimin gerçekleştirilmesiyle sağlanabilir.) Öte yandan ise, taviz yöntemini uygulamalı, ‘devlet kapitalizmi’ni kabul eden, bunu yürütebilecek olan ve on milyonlarca kişiye ürün sağlayacak en büyük işletmelerin deneyli ve akıllı işletmecileri olarak proletaryaya yararlı olabilecek kültürlü kapitalistleri satın almalıyız.” (16)

Beşincisi, küçük üretim ve özel kapitalizmin varlığı ve üstelik NEP’in ticaret özgürlüğünün tanınması demek olması, piyasa ilişkilerinin güçlenmesine ve kapitalizmin belirli bir gelişmesine yol açmamazlık edemez. Kuşkusuz bu, etkili olduğu kadarıyla, planlama olanaklarının sınırlanmasına yol açacaktır. Bu nedenle, Goelro Plan, yaklaşık bir plandır. Ama bu, yani ticaret özgürlüğü, NEP’in bir yönüdür, işin bir yanıdır.

NEP’in diğer yönü ise, belirtildiği gibi, vurgunculuğa karşı mücadele ve devlet kapitalizmi kanalına girmeyi kabul etmeyen vurguncular ve kapitalistlerin ezilip bastırılmasıdır; yani eksiksiz ve tam bir ticaret özgürlüğünün tanınmamasıdır.

Vurgunculuğa karşı mücadelenin yanı sıra, ticaret özgürlüğünün, yani piyasanın sınırlandırılması, kuşkusuz yalnızca zor ve bastırma aracıyla yapılmamaktadır. Tamamen sözleşmeye dayalı olarak gerçekleşmeyen ve Sovyet ticareti haline gelmemiş, ama şu ya da bu biçimde devlet kapitalizmine bağlanmış işletmelerle, vurgunculuk yönelimleri bastırılma konusu olan özel işletmeler tarafından yürütülen ticari faaliyet, yalnızca ticaret özgürlüğüne dayanmamaktadır. Piyasada devlet düzenleyicidir. Fiyatlar ve buradan giderek üretim ve dağıtım koşullan, piyasanın düzenleyiciliğine bağlı değildir; fiyatlar, serbestçe piyasada oluşmaz. Fiyatlar, ücretler açısından geçerli olduğu gibi, devlet tarafından saptanmıştır, devlet tekelindedir. Ticaret ve dolayısıyla piyasa belirli bir serbestîye sahiptir, sınırlandırılmıştır. Bu, bu alanın ve bu alanda iktisadi ve ticari faaliyet gösteren işletmelerin de, kuşkusuz piyasa ve etkisi göz önünde bulundurularak, gevşek de olsa, planlama kapsamı içine alınabilmesini olanaklı kılmaktadır. Başlıca üretim araçlarının Sovyet devleti elinde bulunduğu devlet tekeli koşullarında, Lenin, ticaret özgürlüğünün, bu nedenle tehlikeli olmadığını söylemektedir:

“Elbette, ticaret özgürlüğü, kapitalizmin gelişmesi demektir; buna aldırış etmemek asla olmaz… Eğer küçük işletme varsa, eğer serbest değiş-tokuş varsa, o zaman kapitalizm ortaya çıkar. Ama bu kapitalizm, eğer fabrikalar ve işletmeler, nakliye araçları ve dış ticaret bizim elimizde bulunuyorsa, bizim için tehlikeli midir?… ben bu kapitalizmin bizim için tehlikeli olmadığının kesinlikle çürütülemez olduğu görüşündeyim, imtiyazlar böyle bir kapitalizmdir.” (17)

Ve Stalin, Lenin’in bu düşüncesini, NEP’in iki yönüne işaret ederek, açar:

“1921 yılında, NEP’i gündeme getirdiğimizde, sivri ucunu savaş komünizmine karşı, özel ticarete hiçbir serbestlik tanımayan bir rejim ve düzene karşı yöneltmiştik. NEP’in özel ticarette belli bir serbestlik anlamına geldiğini düşünüyorduk, hâlâ böyle düşünüyoruz… Mesele, NEP’in hiçbir şekilde, özel ticarette tam bir serbestlik, pazarda fiyatlarla serbestçe oynanması anlamına gelmediğidir. NEP, özel ticarete, belirli sınırlar içinde, belirli bir çerçevede, pazarda devletin düzenleyici rolünün garanti altına alındığı koşullarda serbestlik tanınması demektir. NEP’in ikinci yanı tam da burada yatar. NEP’in bu ikinci yanı, bizim için, birinci yanından daha büyük öneme sahiptir. Kapitalist ülkelerde genellikle olduğu gibi, bizim pazarımızda fiyatlar serbestçe hareket etmezler. Tahıl fiyatlarını esas olarak biz saptıyoruz. Sanayi ürünlerinin fiyatlarını biz saptıyoruz. Üretimin maliyet fiyatlarını düşürme ve sanayi mallarının fiyatlarını indirme politikasını gerçekleştirme ve tarım ürünlerinin fiyat istikrarını koruma çabasındayız. Kapitalist ülkelerdeki pazarda böylesine özel ve özgül koşulların görülmediği açık değil midir?” (18)

Ancak serbest ticaret ve piyasanın sınırlanmasıyla sosyalizm yolunda ilerlenebileceği kesindir, ona dayanarak değil. Tam bir ticaret özgürlüğü ve sınırlanmamış piyasa ilişkileri, piyasa mekanizması temelinde, sosyalizm yönünde adım atılamaz. Sınırlanmamış, sosyalist devletin tekeline bağlanmamış piyasa ilişkileri, planlamayı da olanaksızlaştırır; planlamayla da sosyalizmle de bağdaşmaz.

Devlet tekeline bağlanarak sınırlanmış piyasa ilişkileri ve etkileri görmezden gelinerek de, küçük üretim ve kaçınılmaz olarak ticaretin yaygınlığı koşullarında, planlama yapılamayacağı ve sosyalizm yolunda ilerlenemeyeceği ortadadır. Ancak, en başta, sınırlanmamış haliyle piyasayla sosyalizmin bağdaşabileceği, planlamanın olanaksızlığı ve sosyalizmin ancak piyasa sosyalizmi olarak “uygulanabilir” ve var olabileceği sentezciliğinin, teorik olarak bir deli saçmalaması ve politik olarak da (kuşkusuz ekonomik olarak da) kapitalizm yanlılığı ve gericilik olduğu kesin olmalıdır.

NEP koşullarında Goelro Plan, piyasa ilişkilerinin sınırlanmasıyla, ama bu haliyle piyasadan, onun ilişkileri ve kategorilerinden yararlanarak, temelde ise, başta sosyalist işletmeler olmak üzere devlet tekeline dayanarak, üretim ve dağıtımın muhasebesi ve denetimi yoluyla olanaklı olabilmiştir.

Üstelik sosyalizmin önünü açmak üzere bir ilk toparlanma sağlamasına rağmen, milyonlarca köylüyü bünyelerinde toplama özellikleriyle sosyalizm için gerekli hemen her şeyi sağlayan ve devlete ait toprak üzerinde yine devlete ait üretim araçlarıyla üretim yapabilme olanağı bulduğunda kolaylıkla sosyalizme bağlanan kooperatifler ve ciddi bir gelişme içine girmeleri bir yana bırakılırsa, Lenin’in daha 1922’de belirttiği gibi, imtiyazlar ve kiralama vb. biçimleriyle devlet kapitalizminin gelişmesinden pek fazla bir şey çıkmamıştır. Örneğin 1925rte, imtiyazlı işletmelerde çalışan işçi sayısı toplam 50 bin, kiralanan işletmelerdeyse toplam 35 binle sınırlı kalmıştır ve tersine, ilk toparlanma üzerinden devlet tekelindeki işletmelerde işçi denetiminden kısa sürede işçi yönetimine geçilebilmiş ve sosyalist sanayi hızlı bir şekilde gelişmiştir. Daha 1925’de, sanayide sosyalizm, devlet kapitalizmine üstün gelmişti. (Bkz. Leninizm, 4. Defter, sf. 45) 1929’da ise kapitalizmin sanayi üretimindeki payı % 10’un altına düşmüştü. Kooperatiflerin gelişen sosyalist sanayiye bağlanmaya ve sosyalizm yoluna girmeye başlamalarıyla birlikte, Rusya’da sosyalizmin doğrudan etki alanı genişlemiş ve bu, en başta sosyalist işletmelerin varlığına dayalı planlamanın olanaklılığı yanında olanaklarının da genişlemesi ve yaklaşıklılık oranının azalmasına götürmüştür.

Piyasa sosyalizminin ilk ataları ya da piyasa ilişkilerinin sınırlandırılmasının ilk karşıtları

Ve Sovyet koşullarında da piyasa sosyalizminin ataları görülmüştür. Bunlar, Troçki ile Buharin’dir. İkisinin “zaafı” da aynıdır: Piyasada devletin düzenleyici rolü yerine bizzat piyasanın düzenleyici rolünden yana çıkmaları, piyasanın sınırlandırılması yerine düzenleyiciliğini savunmaları.

Troçki, 1922’de, Komintern 4. Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylemişti:

“Devlet mülkiyetindeki her fabrikanın, teknik yöneticisine kadar, tepeden denetlenmesi zorunludur… ama aynı zamanda aşağıdan, gelecek uzun süre devlet ekonomisinin düzenleyicisi olarak kalacak piyasayla da denetlenmelidir.” (19)

“Çağdaş” Troçkizmin başı Ernest Mandel, bildiğimiz kadarıyla iki kez A. Nove ile tartışmasına ve görünürde piyasa ve piyasa sosyalizmini eleştirmesine rağmen, onun aktardığı Troçki’nin bu sözlerine ilişkin olarak susmayı yeğlemiştir. (Görünürde diyoruz, çünkü eleştirilerine karşın Mandel, “eklemlenmiş özyönetim” dediği şey aracılığıyla bir tür piyasa sosyalizmi savunuculuğu yapmaktadır, göreceğiz.) Bu nedenle, asıl kaynağından elde edemememize rağmen, aktarmayı doğru kabul ediyoruz: En azından 1922’de, Troçki, piyasanın düzenleyici olduğunu ve olması gerektiğini düşünmektedir. Hem de ona göre, piyasa, uzun süre devlet ekonomisinin düzenleyicisi olacaktır. Bu yoldan sosyalizm yolunda yürünemeyeceği ve bir planlamanın da olanaklı olamayacağı kesindir. Ama zaten Troçki, “tek ülkede sosyalizmin zaferinin olanaklı olmadığı” görüşündedir. Ve bu nedenle, “proletarya iktidarı altında”, başka bir dizi ülkede proleter devrim patlak verinceye (ya da Brest zamanında savunduğu gibi, devrimi ihraç etmek üzere) ve Rusya’ya yardım gelinceye kadar, piyasanın düzenleyici olacağı kapitalizm koşullarında durumu idare ederek “beklemek” yanlısıdır. Aslında, bu, onun, bütün “sürekli devrim” patavatsızlığına karşın, düşüncelerinin altında yatan ve Menşevikliği döneminden kalma temel bir fikridir: Menşevik “aşamalar teorisi”, Troçki’de yeni ilginç biçimlere bürünse de yeniden üremektedir. Troçki, iktidarın alınmasından sonra, uzun sürecek bir kapitalist dönem düşünmektedir. Bu dönemde piyasa, kuşkusuz düzenleyici olacaktır.

Lenin’se, birkaç on yıl içinde ülkenin elektrikleştirilmesinin tamamlanabileceğine inanmaktadır. Başlıca ülkenin elektrikleştirilmesi planı olan Goelro Plan on yıllıktır. Ve biliyoruz, sosyalizmin, “Sovyet iktidarı artı ülkenin elektrifikasyonu” şeklindeki formülasyonu, Lenin’indir. Kuşkusuz, sosyalizme, ülkenin elektrikleştirilmesi bütünüyle tamamlandıktan sonra geçilmeyecektir. Ve şu sözler de Lenin’indir: “Yaklaşık altı ay içinde Cumhuriyetimizde devlet kapitalizmi kurulabilirse, bu büyük bir başarı olacak ve bir yıl içinde sosyalizmin güçleneceğine ve yıkılmaz duruma geleceğine kesin güvence sayılabilecektir.” (20) “Süre”, Lenin’de hiç de uzun değildir. Ve “düzenleyici piyasa” fikri, kuşkusuz “süre”sinden çok daha önemli ve tehlikelidir; bu düşünceyi savunarak, sosyalizm savunulamaz, sosyalizm inşa edilemez.

Troçki’nin piyasanın düzenleyiciliği ve uzun süreli kapitalizm koşullarına ilişkin düşüncesi, 1933 tarihli Troçkist Bulletin’de de dile gelmiştir. Bulletin’de “sol” bir görüntü altında formüle edilen Troçkist programın talepleri şunlardan ibarettir: “Sovhozların dağıtılması, çünkü geliri kötü; kolhozların büyük bir bölümünün dağıtılması, çünkü hayali; kulakların tasfiyesi siyasetinin bırakılması; imtiyazlar politikasına geri dönüş ve tüm bir dizi imtiyazın sınai işletmelerimize yeniden verilmesi, çünkü geliri kötü.” (21)

Troçkizm, özel ticaretin etki alanı iyice daraltılıp kulakların ve piyasanın kısıtlanması siyasetinden kulakların sınıf olarak tasfiyesi ve sosyalizmin hızla kurulması siyasetine geçildiği bir zamanda, NEP’in bir geri çekilme olmaktan çıkıp genel bir saldırıya dönüştüğü dönemde, 1. Beş Yıllık Plan tamamlandıktan sonra, hâlâ, sosyalizm yolunda yürümekten vazgeçilmesi ve piyasanın düzenleyiciliği ve kapitalizme dönülmesi gerektiğini savunmaktadır. Piyasa düzenleyiciliğinde tasarlanan NEP istenmektedir. Bu düşünceler, hangi gerekçeyle ileri sürülmüş olursa olsun, piyasa sosyalistlerinin düşünceleriyle çakışmaktadır.

Hemen aynı düşünceleri, bir “sol”a bir sağa yalpalayan Buharin de dile getirmiştir. İktidar ele geçirilir geçirilmez devletin “yok edilmesi”nden, “burjuvazinin kesinlikle boğulmasından söz eden Buharin (Bkz. Age,sf.309-317), birkaç yıl içinde, “burjuvazinin (başlıca kulakların) sosyalizmle bütünleşmesi olanağı” ve “pazarın normalleştirilmesi” düşüncesine atlamıştır. Burjuvazi ve çeşitli kapitalist kategorilerden, piyasa ilişkilerinden yararlanılması fikri ve politikasıyla, bunların sosyalizmle bütünleşmesi” fikri ve politikası arasında dağlar kadar fark olduğu açıktır. Birincisi sosyalist, ikincisiyse kapitalist küçük burjuva politikalardır. Ve Buharin, piyasadan, onu sınırlayarak yararlanmanın yerine, buna uygun olarak, “piyasanın normalleştirilmesini geçirmiştir. “Normal” ya da “normalleştirilmiş” piyasanın, sosyalizmle (ve kuşkusuz planla da) bağdaşmayacağı kesindir. Sözü Stalin’e bırakalım:

“Buharin, NEP’e karşı, sadece “sol”dan, ticarette her türlü serbestliği kaldırmak isteyenlerden bir tehlike tehdidi gelebileceğini sanıyor. Bu doğru değil… Sağdaki tehlike, devletin pazardaki düzenleyici rolünü ortadan kaldırmak isteyen, pazarı ‘zincirlerinden kurtarmak’, bu yolda özel ticaretin tam serbestliği dönemini açmak isteyenlerin yarattığı tehlike, bugün çok daha gerçektir… Buharin, pazarı ‘normalleştirmeyi’, tahıl fiyatlarıyla bölgelere göre ‘oynamayı’, yani tahıl fiyatlarının yükseltilmesini öneriyor. Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı, onun Sovyet pazarı koşullarından memnun olmadığıdır, o, devletin pazardaki düzenleyici rolünü sıfıra indirmek istiyor; NEP’i sağdan parçalamaya çalışan küçük burjuva unsura taviz vermeyi öneriyor.” (22)

Piyasa ile sosyalizmi sentezleştirmeye dayalı piyasa sosyalizmine ilişkin formüle edilmemiş ön-fikir ya da fikirler hiç de yeni değildir!

Kapitalizmden komünizme geçişin tek yolu olarak sınırlandırma ve tasfiye

Kapitalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ve proletarya iktidarını zorunlu kılmaya, çağırmaktadır. Bu çağrının yanıtını bulduğu Rusya’nınki gibi, ataerkillikle iç içe küçük üretimin yaygınlığı ve emeğin örgütlenmesinin (sanayi vb.de) göreli geriliğinin miras alındığı koşullarda da, üretim ve dağıtımın planlanmasının dayatıldığı kesindir. Hemen sosyalizme dönüşmeye yatkın olmayan ve bir çırpıda giderilemeyen küçük üretim ve özel ticaret, özel mülkiyetin, meta üretiminin, kârın, piyasanın etki alanı olarak kalacak ve sınırlamalara konu olacak, uygun yollardan devlet ekonomisine bağlanmaya, dolayısıyla plan kapsamı içine çekilmeye ve güdülmeye çalışılacaktır. Ama devletin elindeki işletmeler açısından üretimin ve dağıtımın belirli bir plan uyarınca düzenlenmesinden başka bir yönelim olanaklı mıdır? Kapitalizm koşullarında bile, işletmelerin burjuva devlet elinde toplanması, tekelci devlet kapitalizmi, kapitalistçe bir planlamayı zorunlu kılarken, proleter devlet, kendi elindeki işletmeleri hiçbir plan olmadan nasıl yönetebilir? İki şık yoktur: Proleter devlet, kendi işletmeleri arasındaki ilişkileri, sanki bu işletmeler, kendi tekelinde değil ama tek tek kapitalistlerin ya da bundan öz olarak farklı olmayan, kendi başlarına birimler oluşturan işletme ” özyönetimleri”nin elindeymiş gibi, devlet mülkiyeti yerine, özel ya da kolektif (grup) kapitalist mülkiyet (“özyönetim”de işçilerin de yer alması bunu değiştirmez) geçerliymiş gibi, düzenleyemez. Tek tek işletmeler, devlet mülkiyetindedir; “kendi” birim çıkarlarını (kâr, sermaye birikimi vb.) güdemez, diğer, işletmelerle rekabet içinde, bunu gerçekleştirmez; dolayısıyla ilişkilerini, piyasa ilişkileri olarak kuramazlar. Bu durumda, ilişkilerinin, emeğin dağılımının (üretimin ve dağıtımın) devlet ekonomisi ölçeğinde (ve devlete bağlanan işletmeleri de kapsayacak şekilde) belirli bir plana uygun şekilde düzenlenmesinden başka yol olamaz.

Şık olmayan “şık”, koşulların yadsınmasıdır; mülksüzleştirme ve Sovyet iktidarı koşullarının geçersizleştirilmesidir. İşletmeler, kendi başlarına, piyasada ilişkilenirler, kendi fiyatlarını kabul ettirmeye çalışır, kendi kârları peşinde koşarlar. Burada, plana yer yoktur. Ama burada, ne mülksüzleştirmeye ve ne de proletarya iktidarına yer kalmış demektir. Bu, düpedüz kapitalizmdir; görünüşü ne olursa olsun, mülkiyet biçimiyle, piyasasıyla kapitalizm ve proletarya, ya iktidara hiç gelmemiştir ya da gelmiş, ama ona proleter niteliğini verememiştir, yerini tekrar kapitalistlere (ya doğrudan ya küçük burjuvazi aracılığıyla kapitalistlerin iktidarına) bırakmıştır ya da bırakmak üzeredir.

Oysa Lenin’in teorik ve pratik temellerini atıp Stalin’in geliştirdiği ve uyguladığı sosyalizmin kuruluşu, özel kapitalizme yer veren ve onu devlet kapitalizmine bağlayan ve sınırlayan NEP döneminden geçerek ilerlemiş, özel mülkiyet ve piyasa ilişkilerinin yaygınlaşması yönünde değil sınırlanması yönünde gelişmiş, belirli bir noktada, özel kapitalizmin sınırlanmasından kulakların tasfiyesine geçilmiş; geriye, ortadan kalkışı daha uzun bir süreye yayılacak olan ve alanı giderek daralan, meta üretimi ve dolaşımıyla, o oldukça, yok olmayacak sınırlandırılmış piyasa ilişkileri ve değer yasasının sınırlı etkisi kalmıştır. Bu, Marx ve Engels tarafından formülleştirilen kapitalizmin komünizmi zorunlu kılması ve kapitalizmden komünizme geçiş olarak evrim teorisine tamamen uygundur.

Kapitalizm, üretici güçlerin toplumsal niteliklerinin tanınmasına götürerek, önce kendisi, kapitalist tarzda özel mülkiyetin yerine kolektif (kapitalist) mülkiyet biçimleri yaratmaya yönelmiş ve gerçek tanınma ve özel mülkiyete son verilmesi için komünizmi zorunlu kılmıştı. Ve komünizm, kapitalizmin miras bıraktığı zeminde, -kuşkusuz her ülkede devralınan mirasın zorunlu kılacağı ara evrelerden geçerek ya da belki geçmeyerek- özel mülkiyetin ve ondan kaynaklanan meta üretimi, değer, piyasa vb. ilişkilerinin giderilmesiyle ve üretim ve dağıtımın planlanmasıyla gelişebilecektir, Rusya’da böyle gelişmiştir.

Planın olanaksızlığına ilişkin iddialar

Piyasa sosyalizminin önde gelen bir temsilcisi olarak A. Nove ise, meta üretimi ve değişimin, dolayısıyla bütünüyle değişim değeri ve değer yasasının ve kaçınılmaz olarak en küçük etkisine varıncaya dek piyasa ilişkilerinin, yanı sıra kol emeği ile kafa emeği arasındaki farkın ortadan kalkacağı, çalışmanın geçim aracı olmaktan çıkıp yaşamsal bir ihtiyaç ve zevk aracı haline geleceği ve bütün bunları olanaklı kılacak üretici güçlerin engellenmeyen ve kesintisiz gelişimin yol açacağı bolluk ve bolluk toplumu olarak komünizmin üst evresinin teorik olarak ütopyacılıkla suçlamaktan hareket ederek, “uygulanabilir” bir sosyalizmin, ancak, komünizmin gelişme yönünün tersinde, yani, Özel mülkiyeti, kârı, piyasası vb. ile kapitalizm temelinde var olabileceğini savunmaktadır. Sovyet revizyonist sisteminin bozukluklarını, SSCB’de gerçekleşen kapitalizmin restorasyonuyla ortaya çıkan ve kalıntı sosyalizm biçimleriyle bir tekelci devlet kapitalizmi olarak örgütlenen ekonomi ve onun kapitalist planlamasının açmazlarını pratik gerekçeler olarak ileri sürerek Nove, sosyalist planlamanın olanaksızlığı eleştirisinde bulunmaktadır.

* Değişim değeri, ortadan kalkmamıştır, kalkamaz; plan, değişim değerini (ona dayanmayı) reddetmektir; bu nedenle, plan olanaksızdır, Nove’ye göre: Ekonomi, ancak piyasa fiyatlarının düzenleyiciliğinde gerçekleşebilir.

* Planlamanın, milyonlarca ürünün üretim ve dağıtımının hesabını tutması olanaksızdır; Nove’ye göre: Üretim ve dağıtım, ancak piyasanın düzenleyiciliğiyle kendiliğinden gerçekleşebilir.

* Plan, tüketici tercihlerinin reddedilmesidir, insanın doğasına uygun olmadığı gibi, bu, bir dizi bozukluklara neden olmaktadır. Tüketici tercihleri, piyasada belirebilir ve gerçekleşebilir.

* Plan, teknolojik gelişmeyi engellemektedir, çünkü özendirici (kâr) ve rekabet yokluğunda emeğin üretkenliğinin artışı itici güçten yoksun kalmaktadır.

* Plan, verimlilik sorununa neden olmakta, yine kâr gibi bir özendirici yokluğunda işletmeler verimli olamamakta, emek önemli ölçüde savurganlığın konusu olmaktadır.

* Çalışmanın ihtiyaç olması hayaldir, piyasaya göre ücretlendirme ve emeğin bu yolla özendirilmesi olmadan emek üretkenliği ve verimliliğinin artması ve iş disiplininin sağlanması olanaksızdır. Vb. vb.

Sosyalist planlamaya karşı, başlıca özetlediğimiz bu itirazlarını, kapitalizmin restorasyonu sonrası revizyonist planlamanın ve üretim ve dağıtımın bozuklukları üzerinden gerekçelendirerek yönelten Nove, önceden gördüğümüz gibi, tarihin, kendisini bütün açıklığıyla gösterip dayatan akışını da bütünüyle reddedemeyerek ve bunu sahte bir liberalizm eleştirisi olarak sunarak, sevimlice, toplumsallık ve planlamaya da dar bir alan tanımaktadır! Bunu yapmak zorundadır; çünkü kapitalizm koşullarında bile, özel mülkiyete sığmayan büyüklükleriyle, bu toplumsallaşmış alanlara ve planlanmış etkinliklere tanık olmaktadır: Sağlık hizmetleri, eğitim, elektrik dağıtımı, demiryolları vb. gibi. Ne iyi! Sosyalizmde bu gibi toplumsal etkinlik alanları ve “planlama” olacaktır. Ama sosyalist toplum da, genel olarak ve ekonominin bütünü itibarıyla piyasa koşullarında örgütlenmelidir! Bunun gereği olarak, özel mülkiyete dayanmalı, onu gidermeye değil korumaya ve geliştirmeye yönelik olmalıdır!

Nove’nin alternatif mülkiyet sistemi

Nove’nin önerisi, piyasa sosyalizmi olarak, şöyle bir mülkiyet ilişkileri sistemidir:

“1) Merkezi olarak denetlenip idare edilen devlet işletmeleri; bundan böyle merkezileşmiş devlet kuruluşları.

2) Tam özerkliğe sahip ve yönetimin işçilere karşı sorumlu olduğu devlet mülkiyetindeki (ya da toplumun mülkiyetindeki) işletmeler; bundan böyle toplumsallaşmış işletmeler.

3) Kooperatif işletmeleri.

4) Açık açık belirlenmiş sınırlara göre çalışan küçük ölçekli özel işletmeler.

5) Bireyler (örn. kendi hesabına çalışan gazeteci, musluk tamircisi, sanatçı). (23)

Nove’nin bu “sistemi” neredeyse NEP döneminin ilişkiler sistemini çağrıştırmaktadır. Yalnızca ataerkil ilişkiler yoktur, Nove’nin “sistemi”nde.

Ve Nove, en azından teorik olarak, sanayinin geliştiği, sosyalizmin belirli bir maddi teknik temele sahip olduğu ülkeler için yapmaktadır önerisini. Kötülük kanıtlarını ’80’ler Rusya’sı gibi revizyonist ülkelerden derlemekte, ama, onları sosyalist varsayarak, onların şahsında “planlamanın ve sosyalizmin çıkmazı”na vurgu yaparak, piyasa ve kapitalist mülkiyetin çıkar yol olduğu noktasına gelmektedir. Devlet mülkiyetinden, sosyalist mülkiyetten, özel ve kolektif kapitalist mülkiyet biçimlerine dönüşü arzu etmektedir.

Onunla tartışmamızı, NEP dönemine ilişkin olduğu gibi, yalnızca teori üzerinden değil, bir “despot” ve “bürokrat” olarak nitelendirdiği, kötülüklerle önemli ölçüde bağlantılı gösterdiği Stalin dönemi sosyalist inşa ve planlama pratiği üzerinden yürüteceğiz. Orada proletarya diktatörlüğü vardı, orada sosyalizm vardı. Ve orada milyonların canlı pratiği olan üretimi ve dağıtımı başarıyla yöneten sosyalist bir planlama vardı.

Nove’nin “merkezileşmiş devlet kuruluşları”, devlet mülkiyetindeki sosyalist işletmelerle ilişkisizdir. NEP dönemindeki gibi bile devlet tekelinin kuruluşları değillerdir. Nove’de, genel olarak büyük ölçekli sanayi devlet mülkiyetinde değildir. Nove’nin “devlet kuruluşları”, büyük ölçekli sanayi işletmelerinin sadece bir bölümüyle, elektrik şebekesi, demiryolları ve petrol ve petrokimya kompleksleri gibi oldukça büyük yatırımları gerektiren dallarla sınırlıdır. Ve Nove’nin kendisi, az sayıdaki ve çok büyük ölçekli bu etkinlik alanlarını söz konusu ederek, “Bunların hepsi, tipik olarak, kapitalist bir piyasa ekonomisinde bile, büyük kuruluşların idare ettiği etkinliklerdir. (24) demektedir, doğru olarak.

Nove, “Birinci grubun içinde bankalarla öteki kredi kurumları yer alır.” (25) Ama nasıl? “Bu sektörler, doğaları gereği, ya çok geniş, birbirine sıkı sıkıya bağlı birimler halinde çalışırlar, ya bir tekel konumu, ya da ikisi birden vardır.” (26) Sosyalizmi niteleyen teklik ve merkezilik’in (“tek devlet karteli”) izi bile yok Nove’de. Mali alan, Nove’nin en tekelci, devlet tekelinden en çok yana olduğu alan. Ama burada da, banka değil “bankalar”la, üstelik sadece bankalar da değil “öteki kredi kurumlarıyla karşı karşıyayız. Devlet hazinesi görevini de gören, bütün kredi, ücretler, fonlar vb. hesaplarını tutup ödemeleri yapan ve sanayi işletmelerinin gelirleri, vergiler vb.nin toplandığı, Lenin’in “Her kantonda, her fabrikanın yanında şubeleri olacak -tek, geniş mi geniş bir devlet bankası- işte sosyalist aygıtın onda dokuzu bu.” (27)) şeklinde tanımladığı türden tek bir banka yerine, bir dizi banka ve çeşitli kredi kuruluşları. Bunlar birbirleriyle sıkı bir bağa sahip olabiliyorlar ya da tekel konumları olabiliyor. Olmayabiliyor da.

Sanayi alanındaki “merkezileşmiş devlet kuruluşları”, bu açıdan daha kötü durumdadır. Zaten tüm büyük ölçekli sanayi kuruluşlarının bir kısmını oluşturan bu kuruluşların da yine ancak bir kısmının “tekelci bir konumu”, hatta yalnızca “tekele doğru bir eğilimi” olabiliyor: “Bunların bir kısmının tekelci bir konumu olacaktır. Bu konum teknolojik ölçek ekonomilerinin etkilerinden ileri gelebileceği gibi, kamu yararına işlemeleri nedeniyle doğaları gereği tekele doğru bir eğilim de sergileyebilirler.” (28)) ve “Kimileri kendi alanlarında tekelci olacaklardır, ama bu zorla uygulanan bir tekel durumu olmamalıdır. Herhangi bir nedenle devletin elektrik şebekesi bütün kullanıcılara akla uygun bir maliyetle elektrik sağlama görevinde başarısız kalırsa, kendisinin daha iyi bir şekilde elektrik üretebileceğini düşünen gruplara açık olmalıdır bu alan.” (29)

Sonuç şudur ki, büyük sanayi, toplumsal mülkiyetin konusu değildir; devlet mülkiyetinde, devlet tekelinde değildir. Devlet mülkiyeti olarak “düşünülen” “merkezileşmiş devlet kuruluşları” da, kapitalizmden geri toplumsallık düzeyi savunur duruma düşülmemek için bir “iyi niyet” nişanesi durumundadır. Elektrik sektörü örneğinde olduğu gibi, devlet tekeli “iyi niyete” dayalıdır ve sektör rekabete açıktır. Nove’nin “merkezileşmiş devlet kuruluşları”nın, kendisinin de dediği gibi, kapitalist devlet kuruluşlarından hiçbir farkı yoktur.

Ve zaten Nove, devlet mülkiyeti derken, piyasalı türünden de olsa “sosyalizm” sözü etmesine rağmen, katiyen proleter bir devleti, proletarya diktatörlüğünü kastetmemektedir. O, ne proletarya yanlısıdır ne de devrimci. (Devrimci olmayışının itirafı için, meraklısı, Mozart dinlemenin devrim -yapmaya da değil- tartışmalarına tercih edildiğine ilişkin önsöze (sf. 13) bakabilir.) “Demokratik sosyalizm”den yanadır: “Demokratik bir sosyalizmin tasarlanmasının tek koşulunun, nüfusun çoğunluğunun onu arzulaması olduğu çok açık.” (30) Bu, parlamentarizmdir. Nitekim Nove, sosyalizmi de parlamenter tarzda tasarlamaktadır: “Politik varsayım şudur: Periyodik parlamento seçimlerinin yapıldığı birçok partili demokrasi.” (31) Ama bu, burjuva demokrasisidir ve proleter değil, burjuva diktatörlüğüne, burjuva devlete denk düşer. Nove, burjuva devletten yanadır, “merkezileşmiş devlet kuruluşları” da, burjuva devlet işletmeleridir.

Nove’nin 2. kategoride saydığı, “tam ö-zerkliğe sahip ve yönetimin işçilere karşı sorumlu olduğu devlet mülkiyetindeki işletmelerin, “toplumsallaşmış işletmeler”in, devlet mülkiyeti ve toplumsallaşmış olmakla bir ilişkisinin bulunmadığı kesindir. Nove, bu işletmelerde kullanılan üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğunu söyleyerek, bu işletmeleri, bir yönüyle, devlete ait toprak üzerinde ve başlıca üretim araçlarının devlete ait olduğu koşullarla kurulmuş kolhozlara benzetmektedir. Eskinin küçük üretici köylülüğünün içinde örgütlendiği kolhozlar, onların sosyalizme ikna edilmeleri sürecinin araçlarıdır. Peki, “toplumsallaşmış işletmeler” kimin “ikna”sı için gerekiyor? İşçilerin kapitalizme ikna edilmeleri için, kuşkusuz! Bir çırpıda bütün işletmelerin özelleştirilmeleri tepkiye neden olabilir, yavaş yürümek gerekir! Mülkiyet devletin elindeyse, devlet, bunu, neden tasarrufu açısından devrediyor? “İşçilere karşı sorumlu özerk yönetim”, ya aslında devletin temsilcileri, müdürleri vb. aracılığıyla yönetimidir ya da “devlet adına”, mülkiyet, fiilen “özerk yönetim”in eline geçmektedir. Nove, ikincisini öngörmektedir. Çünkü: “Rekabet varsa ve üretim kararları fiilen gerçekleştiği düzeye aitse, yönetimde çalışanların temsilcilerinin önemli bir rol oynadığı toplumsallaşmış işletmeler düşünülebilir.” (32) diye yazmaktadır. Devlet kendi kendisiyle rekabet edemeyeceğine göre, aslında mülkiyet devredilmektedir: En iyi olasılıkla grup mülkiyeti olarak, “özyönetim” mülkiyeti geçerlidir ya da işletme yöneticilerin, müdürler vb.nin mülkiyetine geçmiştir veya geçmektedir.

Ve öyle devlet mülkiyetindeki işletmeler düşünün ki, özel kapitalist işletmelerden farkı olmadan birbirleriyle rekabet ediyor olsunlar! Aralarındaki ilişkiler, mülkiyeti elinde tuttuğu ileri sürülen devlet tarafından merkezi ve planlı bir şekilde değil ama piyasadaki kapışma ve rekabet tarafından düzenlensin! Toplumsal mülkiyet ve onun biçimi olarak devlet mülkiyeti, tam da rekabete dayalı kapitalizm ve piyasa ekonomisinin zorunlu olarak sosyalizme götürmesinin ürünüdür oysa. Toplumsallaşma ve devlet mülkiyeti kapitalizmde gerçekleştiği ölçüde bile, tek tek özel işletmeler, üretim anarşisi, rekabet ve piyasanın düzenleyiciliğinin çıkmazının ürünüdür. Kapitalist tekelci devlet mülkiyeti, rekabetin üzerinde ve önün yadsınması olarak doğar.

Durum, NEP dönemi devlet kapitalizmi koşullarıyla da benzeşmemektedir. Mülkiyetin devletin elinde olduğu ve devlet kapitalizmine bağlanan (ama üretim araçlarının devlete ait olmadığı ve özel ticaret yapan) sanayi ve ticaret işletmeleri, devlet tekeline tabi olmuşlar, çalışma koşullan, fiyatlar vb. devlet tarafından belirlenmiş, piyasa belirli bir geçerliğe sahip olmakla birlikte,-kesinlikle sınırlanmış, “rekabet”in ve ekonominin düzenleyicisi olma şansı bulamamıştır.

Nove’nin üçüncü kategorisi olan kooperatif işletmelerinin sosyalizmle bağlantısı yoktur. Üretim araçları dâhil bütün mülkiyet, kooperatifin elindedir. Nove’nin kooperatifi, tam bir kapitalist kooperatiftir ve kuşkusuz rekabet ve piyasa koşullarında iş görür: “… bir kooperatif kendi mülkünü serbestçe kullanabilir ve kendini kapatmaya özgürce karar verebilir.” (33)

Diğer iki kategori, yine rekabet ve piyasa koşullarının özel işletme türleridir. Önceki kategoriler, ekonominin asıl yükünü taşıyan, ama adı ne takılırsa takılsın, rekabet koşullarının kapitalist işletmeleri olarak tasarlanınca, bu son iki kategori, aslında pek de önemli olmamakta ve onlara “küçük işler” kalmaktadır. Nove’nin asıl kapitalist nitelikli işletmeleri, bu son ikisi değil, öncekilerdir.

Nove, kapitalist bir demokrasi (burjuva devlet) ve oldukça küçük bir kısmı devlet mülkiyetinde olacak işletmelerin kapitalist mülkiyetini istemektedir. Bu, onun temel tezi olan, rekabeti ve kârıyla düzenleyici piyasa zorunluluğunun kaçınılmaz gereğidir. Böyle bir kapitalist mülkiyete ve piyasaya dayanan sistemin, kapitalizmden komünizme geçişin herhangi bir evresinin ya da ön-evresinin sistemi olması, bu sürecin herhangi bir diliminin ihtiyaçlarını karşılaması, sosyalizmle şöyle ya da böyle ilişkilendirilebilmesi olanağı yoktur. En çok benzetilebileceği NEP’ten de, iktidarın proletaryanın ve başlıca ürerim araçlarının proleter devletin elinde bulunmaması ve ticaret ve piyasanın sınırlandırılmamış olmasıyla ayrılır.

Kulakların tasfiyesi, beş yıllık planlar ve mülkiyet

Rusya’da kapitalizmden komünizme geçiş ise, sanayinin reorganizasyonu ve emeğin toplumsal örgütlenmesi ve üretkenliğinin artışıyla üretici güçlerin belirli bir gelişmesine bağlı olarak, kapitalist mülkiyetten sosyalist mülkiyet biçimlerine doğru bir ilerlemeye ve piyasanın etkinliğinin sürekli bir daraltılmasına sahne olmuştur. Emeğin toplumsal örgütlenmesinde ve işçilerin yönetmeyi öğrenmesinde ilerleme, zaten önemli bir gelişme gösteremeyen işçi denetimi altındaki devlet kapitalizmi işletmelerinden işçi yönetimine, sanayinin sosyalist örgütlenmesine oldukça kolay bir geçişe yol açmıştır. Kapitalizmin sınırlanmasına bağlı olarak, daha 1924-25’te devlet kapitalizmini ikinci plana iterek emeğin sosyalist örgütlenmesinin egemen hale geldiği sanayinin giderek daha çok ürün sağlaması ve kooperatiflerde örgütlenmeye başlamış köylüye (ve genel olarak köye yönelik) başlıca tahıl olmak üzere tarım ürünleri karşılığı sanayi ürünleri sunar duruma gelmesi, 1) kentle kır arasındaki ticarette aracıların kaldırılması ve 2) küçük sanayi işletmelerine de sahip olan, ama daha çok ticari spekülasyonla uğraşan kulakların sınırlandırılmasından sınıf olarak tasfiyelerine girişilmesi için harekete geçilmesinin, yanı sıra, 3) köye makine ve traktörler yollayabilme durumuna gelen Sovyet devletinin, bunları kooperatifler hizmetine sunarak ve kredi, tohumluk vb. açısından destekleyerek, örnekleme ve destekleme yoluyla, -ama kesinlikle Nove ve Troçkistlerin iddia ettikleri gibi “polis zoruyla” değil-, köylünün kooperatiflere yığınsal katılımlarını olanaklı hale getirmiştir. Bu kooperatifler, artık tüketim kooperatifleri de değil, doğrudan üretim kooperatifleridir.

Harekete geçmek olanaklı hale gelmiştir, ama sürecin ilerletilmesi ve komünizmin kapitalizmi tasfiye ederek gelişmesinin temel sorunu hâlâ çözülmemiştir. Komünizmin (kuşkusuz ilk evresinde) gelişmesinin temel ihtiyacı, henüz küçük üretimde olan kökleri sökülmemiş kapitalizmin bu başlıca dayanağının yıkılması ve küçük üretimin modern büyük ölçekli üretimle yer değiştirmesidir. Komünizmin, yalnızca reorganize edilmiş ve ancak belirli bir gelişme göstermiş toplumsallaştırılmış bir sanayi ve yaygın küçük üretime dayanarak, gelişmek bir yana, gelişme şansını kazanamayacağı, “kim-kimi” sorusunun gereğince yanıtlanamayacağı kesindir. Komünizmin zaferinin garanti altına alınabilmesi, sanayiden başlayarak, tarım da içinde olmak üzere ülke ekonomisinin, modern büyük üretimin teknik temeline dayanır hale getirilmesine bağlıdır.

1929’da ülke böyle bir noktaya gelip dayanmıştı. Gelişkin ve büyük ölçekli üretim temelinde henüz örgütlenmemiş, ama re-organize edilerek belirli bir gelişme göstermiş sosyalist sanayi ve kurulduğu kadarıyla ona bağlanmış, ama hâlâ kulak engellemesine maruz kalan kooperatifler… Ve kapitalizmin kökünü kazıyacak büyük ölçekli üretimin gelişkin maddi teknik temelde örgütlenme ihtiyacı, iki temel veri bunlardı. Ve yaklaşık aynı zamanda iki işe başlandı. 1929, 1. Beş Yıllık Plan’ın ilk yılı oldu. Plan, ülke ekonomisinin üzerinde inşa edileceği modern teknik temelin yaratılması ve Rusya’nın bir tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüştürülmesini temel görev edindi. İkincisi, tarımın kolektifleştirilmesine girişildi.

Zorlu bir sınıf mücadelesine, tarıma makine sağlanarak küçük üreticilerin ikna yoluyla kazanılmalarına ve tarımda kolektifleştirme atılımına bağlı olarak, kırda kulakların sınıf olarak tasfiye edilmesi ve yığınsal kooperatifleşme yoluna girildi.

Nove, “özel mülkiyet ve rekabet, üretimin özendiricisi olarak kâr ve genel olarak piyasa ilişkileri olmadan tıkanıklık kaçınılmaz ve planlama olanaksızdır” der. Ama 1929’la kapitalizme karşı bütün cephelerde başlayan saldırı, kâr kaygısı ve rekabet koşullarının kökü olan özel mülkiyete yöneltilmiş ve oldukça başarılı sonuçlarda alınmıştı:

Sanayi alanında, toplam sanayi üretimine oranı olarak, 1929’da % 0,6 olan özel sanayinin payı, 1932’de % 0,07’ye geriledi. Sanayi alanında özel mülkiyet hemen tümüyle tasfiye edilmişti, bu alanda artık ne kâr ne de rekabet vardı. Tarım alanında ise, kooperatifleştirilmiş köylü işletmelerinin sayısal olarak tüm köylü işletmelerine oranı, 1929’da % 3,9’dan 1932’de % 61,5’e ulaşmış; kolektifleştirilmiş işletmeler, 1929’da tahıl ekimine ayrılmış toprakların % 4,9’unu kullanırlarken, bu oran, 1932’de % 78,4’e çıkmıştır.

Tarımda özel mülkiyet alanında ciddi bir daralma görülmüştür. Ticaret alanında da, devlet ve kooperatif ticareti, özel ticaret aleyhine, 1930’daki yaklaşık 19 milyar rublelik bir hacimden, 1933’de, iki buçuk kat artarak, 49 milyarlık bir hacme ilerledi.

Peki, özel mülkiyetten bu uzaklaşma ve kapitalist unsurun giderilmesi politikası, ülke ekonomisi ve planlı gelişmeyi zora mı sokmuş, plan hedeflerine ulaşılmasını olanaksızlaştırmış mıdır? Bunun böyle olmadığı biliniyor. Gerçek, 1. Beş Yıllık Plan’ın hedeflerine, beş değil dört yılda ulaşıldığı şeklindedir. Genel olarak sanayi üretimi, savaş öncesi düzeye oranla üç katından fazla, 1928 düzeyine oranla ise iki katından fazla artmış; ağır sanayi üretiminin artışı, dört yılda, beş yıl için planlanan hedefi aşmıştır. Demir-çelik madenciliği, traktör, otomobil, makine yapımı, modern kimya ve petrokimya, tarım makineleri yapımı, havacılık sanayileri, tamamen yeni sanayi dalları olarak yaratıldılar. Metalürji sanayi yenilendi, elektrik enerjisi ve petrol ile kömür üretimi açısından çok önemli gelişmeler sağlandı. Ve ülke bir tarım ülkesi olmaktan çıkıp büyük ölçekli modern teknik temeliyle bir sanayi ülkesine dönüştü. Ulusal ekonominin toplam üretimi içinde, sanayinin 1913’de % 42,1 ve 1929’da 54,5 olan payı, 1932’de % 70,7’ye çıkarken, tarımın payı, sırasıyla, 57,9, 45,5 ve 29,3′ e indi.

Rakamlar, özel mülkiyetin değil ama onun tasfiyesinde ilerlemenin gelişme dinamiği olduğunu ortaya koyuyor.

3. Beş Yıllık Plan’ın başlangıç yılı olan 1938’in rakamları ise, daha çarpıcıdır. Sanayi üretiminde özel sanayinin payı % 0,03’e geriletilmiştir. 1938’de toplam sanayi üretimi, 1913’ün dokuz katından fazladır. Üretim tekniği bakımından, SSCB, dünyada en ileri ülke durumuna yükselmiştir. Tarımda, tahıl ekilen alanlar açısından özel işletmelerin payı, 1938’de, toplam alanların % 0,6’sına düşürüldü. Bu oran sınaî bitkileri üretiminde ise, sıfırdı. Ve tarım makineleşmişti: 1929’da 34,9 bin olan traktör sayısı 1938’de 483,5 bine, bunların sahip oldukları beygirgücü toplamı 1929’da 391,4 binden 1938’de 9.256.2 bine yükselmişti. Özel ticaret ise hemen hiç kalmamıştı. (Bütün rakamlar Stalin’in, Leninizm’in Sorunları’ndan alınmıştır)

Bu yıllarda kapitalist ülkeler ise, genel olarak, kriz ve sanayi ve tarımda gerileme içindedirler.

Özel mülkiyet, kâr ve rekabetin gereği, buradan doğsa gerektir!

 

META ÜRETİMİ, DEĞER YASASI, PİYASA VE PLANLAMA

Komünizmin üst evresini oluşturan bolluk toplumuna ulaşılmadıkça, “kapitalizmden çıkıp geldiği şekliyle komünist toplum”un, komünist toplumun ilk evresinin, kaçınılmaz olarak, kapitalizmden miras bazı kusurları taşıyacağı, giderek sınırlanmak ve giderilmek üzere, onun bazı ilişki ve kategorilerini, kendi hizmetine koşarak kullanma durumunda olacağı belirtilmişti.

Komünist toplumun ilk evresinde, kapitalizmden miras kusurların görüldüğü alanlardan önemli bir tanesi, bölüşüm ve bireysel tüketimin gerçekleşme alanıdır.

Bolluk toplumu olan üst evrede herkes yeteneği kadar çalışıp ihtiyacı kadar tüketebilecektir. Tüketimin ve dolayısıyla tüketime sunulacak maddelerin üretiminin tek unsuru, toplumsal yarar ya da kullanım değerleri üretimi olacak; bireyler de, başka herhangi bir yan etki olmadan, ihtiyaçları olan, kendileri için yararlı nesneleri tüketmekte tamamen özgür olabileceklerdir. Ancak, bu, yeterince bolluk olduğu koşullarda olanaklıdır. O durumda, S. Aren ve Nove gibilerinin “tüketici tercihleri” üzerinde spekülasyon yapma özgürlükleri de ortadan kalkacaktır.

Ama henüz “herkese ihtiyacına göre” bolluğu gerçekleşmemişse, komünizmin birinci evresinde, kullanım değerlerinin herkesin ihtiyacını karşılayacak bollukta olmadığı koşullarda, bireylerin ihtiyaçlarını karşılamalarının bir ölçütü olması gerekecektir. Topluma kendi emeğini sunan birey, ondan ihtiyacı kadarını alamayınca, alacağı tüketim nesnelerinin miktarını belirleyecek tek bir ölçüt olabilir, toplum bir başka ölçüt “keşfetmemiştir”: “Emeğine göre”. Birey, toplumdan, ona sunduğu emek miktarına eşdeğer miktarda (kuşkusuz, toplumsal fonlar için gerekli indirim yapıldıktan sonra, yani sunduğundan azını) emek-ürünü alacaktır.

Ama burada, henüz, bir değişim ilişkisi var demektir. Bir biçimdeki belirli bir miktar emek, eşdeğeri olan bir başka biçimdeki emekle değişilmektedir. Bu, bölüşüme konu olan nesneler, bireylerin tükettiği ürünler, tüketim maddeleri, kullanım değerlerine sahip olmalarının yanı sıra, aynı zamanda, değişim değerlerine de sahiptirler demektir. Ama bu, meta demektir. Değer yasasının işlevsel olması demektir. Ve öyledir.

Komünizmin ilk evresinde, tüketim maddeleri, meta olarak üretilirler ve meta dolaşımına girerler. Değerlerini belirleyen, üretilmeleri için harcanan toplumsal emek miktarıdır.

Marx, Gotha Programı eleştirisindeki ünlü pasajda bunu ortaya koymuştur:

“Bu bakımdan üretici birey olarak (gerekli indirimler yapıldıktan sonra) topluma vermiş olduğunun karşılığını alır. Onun topluma vermiş olduğu şey, birey olarak kendi emek miktarıdır. Örneğin toplumsal işgünü, bireysel iş saatleri toplamını temsil eder; her üreticinin birey olarak iş zamanı, toplumsal işgünü olarak sunmuş olduğu kısımdır, onun bu bakımdan katkısıdır. O, toplumdan, şu kadar emek verdiğini saptayan bir bono alır (bunda kolektif fonlar için sarf etmiş olduğu emeğin indirimi yapılmıştır) ve, bu bono ile, toplumun üretim maddeleri stoklarından emeğinin eşit bir miktarının maliyeti kadar bir miktar alır. Topluma bir biçimde sunmuş olduğu emek miktarını, ondan başka bir biçimde geri alır.

“Besbelli ki, burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynıdır. Esas ve biçim değişiktir, çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunamadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka hiçbir şey geçemez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: bir biçimdeki aynı miktar emek, başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değişilmektedir.

“Demek ki, burada da, eşit hak, ilke olarak, ilke ile pratik çelişmemekle birlikte, burjuva hukukundan başka bir şey değildir, oysa bugün eşdeğerler arasındaki değişim metalarda ancak ortalama olarak mevcuttur ve bireysel durumlarda söz konusu değildir.

“Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hâlâ burjuva sınırlar içinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, emeğin ortak ölçü birimi olarak kullanılmasından ibarettir.” (34)

Eşdeğerler değişimi ilkesi, burjuva hukuk ilkesidir; ama “kapitalist toplumdan geldiği şekliyle bir komünist toplum” olan ilk evrede geçerlidir. Bu ilke, meta üretimi ve değişimine özgü ilkenin aynısıdır.

İlk evrede, bir tür meta değişimi (ve kuşkusuz meta üretimi) yapılmaktadır. Ama bu meta üretimi ve değişiminin esası ve biçimi değişiktir. Çünkü koşullar değişiktir. Üretim araçları toplumun malıdır ve emek toplum için harcanmaktadır. Kimse, birey olarak, emeğinden başka bir şey (örneğin sermaye) koyamamaktadır ortaya ve birey olarak tüketim maddelerinden başka bir şey (örneğin sermaye olarak işlev kazanacak üretim araçları) mülk edinememektedir. Başkasının emeğini kullanma ve artı-değer yaratmanın olanağı yoktur; işgücü meta değildir, ancak toplum yararına kullanılmaktadır. Bu koşullarda, meta üretiminin nitelik ve biçiminin değişmesinden ve kapitalizme yol açmasının olanaksızlaşmasından doğalı yoktur.

Emeğin (kaynakların) göreli kıtlığının, emek üretkenliği ve üretici güçlerin görece düşük bir gelişme derecesinin bir zorunlu sonucu olarak “emeğe göre” bölüşüm, bireysel tüketim maddelerinin, değişik türden de olsa, metalar olarak, değer yasasının etki alanında bulunmaları, toplumsal emeğin örgütlenmesindeki göreli gerilikle önemli ölçüde çakışmaktadır. Rusya açısından, 1938 veri olarak alınıp konuşulursa, sanayi ve tarımda özel mülkiyet ihmal edilebilecek boyutlardadır; kooperatifçi köylülüğün kişisel yan işletmesi de (evinin etrafındaki toprakta küçük özel üretim, birkaç küçük ve büyük baş hayvan vb.) önemli bir boyut oluşturmasa ve yalnızca toplumsal işletmeler yönünden bakılsa bile, göreli gerilikten kaynaklanan farklılıklar görülmektedir. Toplumsal emek, devlet işletmeleriyle kooperatif işletmelerde örgütlenmiştir. Devlet işletmeleri, gerek üretimin maddi teknik temeli gerekse işçilerin mülkiyet duygu, önyargı ve alışkanlıklarından uzak olmaları nedeniyle, tümüyle toplumsal mülkiyettir. Kooperatifler ise, devlete ait toprak üzerinde, yine devlete ait başlıca üretim araçlarını kullanırlar; ama yine de belli üretim araçlarına (çekim ve koşum hayvanları, belirli üretim aletleri, nakliye araçları, işletme binaları vb.) sahiptirler ve üretilen ürünlerin mülkiyeti kooperatiflere aittir. Bu, tarımın bütünüyle makinalaştırılmasındaki göreli geriliğin yanı sıra, başlıca, köylülerin, kolektivizm yoluna girmelerine rağmen, mülkiyet karşısında henüz ilgisizleşmemiş olmalarındandır. Ve kooperatif mülkiyeti, toplumsal bir mülkiyet olmakla birlikte, toplumsallaşma düzeyi görece geridir; kooperatifler, bütünüyle toplumun mülkiyetinde değil ama kooperatif üyesi topluluğun mülkiyetindedir, grup mülkiyetidir.

Bu toplumsallaşma farklılığı, devletle kooperatifler arasında, kooperatiflerin kendileri arasında ve kooperatifle bireyler arasında zorunlu olarak değişimi öngörür. Ve kuşkusuz değişim, eşdeğer değişimi olarak, meta değişimine hükmeden ilke uyarınca yapılır. Ancak böyle yapılabilir. Bu, kooperatif üretimin, meta üretimi olmasının doğal bir sonucudur. Kentle köy arasındaki bağlantı, kentin kooperatiflere sanayi ürünleri sunup karşılığında hammadde ve tarım ürünleri alması, ancak meta değişimi olarak gerçekleşebilir. Bunun ötesine geçilerek, metadan kurtulmak, mülkiyet biçimleri arasındaki farklılığın kalkmasını ve tek bir gelişkin toplumsal mülkiyet biçimi yaratılmasını zorunlu kılar. Başka türlü, görece dar ve gelişkin olmayan mülki ve teknik temelde emeğin üretkenliği de büyük bir hızla artmayacak ve üretici güçler, bolluk yaratacak düzeyde gelişemeyecektir. Stalin, komünizmin üst evresine geçişi hazırlamak için bir koşul olarak bunu saymaktadır:

“… kolektif çiftlik mülkiyetini, kolektif çiftliklerin ve dolayısıyla tüm toplumun yararına, yavaş geçişlerle genel halk mülkiyeti düzeyine yavaş yavaş yükseltmek ve meta dolaşımının yerine aynı şekilde yavaş geçişler aracılığıyla, bir ürün değiş-tokuşu sistemi koymak gereklidir ki, merkezi iktidar veya herhangi başka bir toplumsal-ekonomik merkez, toplumsal üretimin toplam ürününü toplum yararına kapsayabilsin.” (35)

Ama üretici güçlerin göreli geriliği ve farklı toplumsal mülkiyet biçimlerinin, bu geriliğin sonucu olarak kaçınılmaz olduğu koşullarda, bu, meta üretimi ve değişimi alanının genişlemesi demektir. Birinci evrede, bireysel tüketim maddelerinin yanında, grup mülkiyetine dayanarak yapılan üretim de meta üretimidir. Yalnız bu kadar da değil: Sanayinin grup mülkiyetine dayalı işletmelerle değişim amacıyla ürettiği mamul maddeler de metadır.

Ancak, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirildiği ve üretim araçlarının sosyalist mülkiyetinin gerçekleştirildiği, proletaryanın iktidarda olduğu koşullarda, meta üretimi, söylendiği gibi, esas ve biçim bakımından özel türden, değişik bir meta üretimidir. İşgücü meta olmadığı gibi, özel mülkiyet ve sermayeden koparılmıştır. Bu meta üretim ve değişimi, sömürüye yer olmayan koşullarda var olabilmektedir. Belirli sınırlar içine çekilmiş, sınırlandırılmıştır. Ne sınırsızdır ne de toplumsal ekonominin bütününü kapsamakta ya da ona damga vurmaktadır. Tersine sosyalist üretime bağlanmıştır. Ve zaten “Meta üretimi, kendi kendine yeterli, onu çevreleyen ekonomik koşullardan bağımsız bir şey olarak değerlendirilmemelidir. Meta üretimi, kapitalist üretimden daha eskidir. Köleci düzende vardı ve ona hizmet etti, ancak kapitalizme yol açmadı. Feodalizmde vardı ve ona hizmet etti, ancak, kapitalist üretim için belirli önkoşullar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizme yol açmadı. Meta üretiminin, neden kapitalizme yol açmaksızın belirli bir dönem için sosyalist toplumumuza da hizmet edemeyeceği sorusu, meta üretiminin bizde kapitalist koşullar altında olduğu gibi sınırsız ve kapsayıcı bir yaygınlığa sahip olmaması, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, ücretli iş sisteminin ortadan kaldırılması, sömürü sisteminin ortadan kaldırılması gibi belirleyici ekonomik koşullar sayesinde ona, kesin sınırlar çekildiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, kendini dayatıyor.” (36)

Sosyalist sanayinin kooperatiflere sattığı bir dizi donanım ve aygıt bir yana bırakılırsa, özel mülkiyet hemen tümüyle tasfiye edildikten sonra, birinci evrede, meta üretimi ve değişimi alanı, başlıca bireysel tüketim maddeleri ve kooperatif ürünleriyle sınırlıdır. Üretim araçları meta değillerdir. Üretim araçlarının ne çeşitli devlet işletmeleri arasında dağıtılması meta değişimi alanına girer ve üretim araçlarının meta olduğu anlamına gelir ve ne de Makina Traktör İstasyonları’nda toplanan tarım makinelerinin kooperatifler için çalışması, onların değişim alanında bulunduğu ve meta olduğunu gösterir. Devlet mülkiyetindeki işletmeler, farklı bir mülki birim ya da “özyönetim kuruluşları” benzeri “özerk karar birimleri” oluşturmamakta, aralarında değişim söz konusu olmamakta; yalnızca devlet, üretim araçlarını, onlara ihtiyaç duyan kendi organlarına dağıtmaktadır. Mülkiyetleri değişmemekte, bir elden bir başka ele geçmemektedirler. Özleri itibarıyla meta olmayan üretim araçları, göreceğiz, yalnızca, bilânço çıkarma ve hesap yapma açısından, meta biçimini korurlar; yalnızca hesaplama açısından fiyatlarıyla ifade edilen değerlere sahiptirler.

Kullanım değeri-değişim değeri sorunu

Nove, sosyalist planlamaya, Marx’ın bir “zaafı” olarak gördüğü “kullanım değerlerinin kıyaslanabilir olmaması” ve değişim değerinin hesaba katılmaması (değere dayanılmaması) gibi bir gerekçeyle de saldırmaktadır. Kuşkusuz piyasada fiyatlanmasını öngördüğü nesnelerin değişim değerine dayanılmaz ve herhangi bir sınırlama olmaksızın, eşdeğerler değişimine düzenleyici bir rol tanınmazsa (piyasa koşulları kabul edilmezse), planlamanın kullanım değerlerini kıyaslama ölçütüne sahip olamayacağı ve herhangi bir hesaplama yapılamayacağı ve ancak merkezi iradenin keyfi kıyaslamaları olabileceği düşüncesindedir. Bu durumda, plan, olanaksız olmaktadır. Nove, Marx’a atıflarla, kullanım ve değişim değeri üzerine, onları birbirine karıştırarak ve çoğu kez kullanılırlık/yararlılık ile kâr arasında olmayacak bir bağlantı kurarak, bir dizi yalan-yanlış masal okur; talebi kesindir: Piyasanın düzenleyici olması.

“İlk önce kullanım değerlerini ele alalım. Burada Marx’ın kendisi, benim görüşümce, kullanım değerlerini birbirleriyle kıyaslanamayacak kadar önemsiz olarak değerlendirmekte ve her şey bir yana, değer ile kullanım değeri arasında yapay ve geçersiz bir ayrıma giderek, pek çok karışıklığa neden olmuştur.” (37)

“Marx, kullanım değerlerinin kapitalizmde yalnızca piyasa aracılığıyla, ex post ve yetersiz biçimde kıyaslanabilir hale getirildiğini; oysa sosyalizmde, toplumun, bilinçli biçimde ve meta-para ilişkileri vb. aracılara gerek duymadan kıyaslamalar yapacağını söylemiş olabilirdi. Gelgelelim söylemedi; onun söylediği, farklı kullanım değerlerinin kıyaslanabilir olmadığıydı.” (38)

“… Çıkarılırken aynı nicelikte emek girdisi gerektiren iki (farklı- Ö.D.) ton kömür, ısı değeriyle, dolayısıyla değerleri bakımından farklılaşabilir. Güzel bir elbise, beğenilmeyen bir elbiseyle aynı nicelikte emek girdisi gerektirebilir. Aslında, bir piyasanın varlığı akılda tutulmadıkça, iki sepet malı üretirken aynı nicelikte insan çabası gerektiğinin bilinmesinin, aynı kullanım değeri taşıdıklarına inanmamız için kesin bir gerekçe oluşturmadığı çok açıktır, yoksa değil midir? ‘Değer’ sözcüğü, bir şeyin ya da birinin yaptığı değerlendirmeyi, o şey ya da kişi için değerli olmayı akla getirir.” (39)

“Sosyalist plancılar toplumsal bakımdan yararlı etkiyi, yani kullanım değerini hangi birimlerle ölçmelidir? Ayakkabıların, gemilerin, balmumu ve lahanaların kullanım değeri, para bazı dışında, nasıl kıyaslanabilir? Kıyaslamayı kim yapacak?” (40)

“Kimi mallar başkalarından daha ‘değerli’dir ve onların değerleri henüz karşılanmamış isteklerin yoğunluğundan, dolayısıyla mevcut mallardan etkilenir. Bununla birlikte, asıl önemli sorun hâlâ çözümsüzdür: Hesaplamalar hangi birimle ifade edilmelidir ya da edilecektir ve nasıl hesaplanacaktır? Yine aynı oranda önemli bir soru, bunu kim yapacaktır?” (41)

“Şimdi bütün saptanması gereken, ‘kullanım için üretim’in, piyasanın kaldırılmasının merkezileştirici mantığıdır.” (42)

Kullanım değeriyle değişim değerini de birbirine karıştıran bir dizi karmaşa, ama maksat ortada! Piyasasız olmaz!

Kuşkusuz bütün üretim, hangi üretim biçimi koşullarında olursa olsun, kullanım içindir. Kullanımı, tüketimi öngörmeyen üretim olmaz. Ama bu kullanımın hangi tarz düzenlendiği, temel bir sorundur. Kullanım, eşyalar piyasada değerlenerek mi gerçekleşecektir yoksa o kötü ünlü değer yasasının işe karışması olmaksızın, değişim değeri tarihe karışarak ya da tarihe karışması sürecinde üretimin (ve sonuç olarak kullanımın) düzenleyicisi rolü zaptı-rapt altına alınıp sınırlanarak mı?

Marx’in kullanım değerine önem vermediği saptaması galattır. O, sadece, kapitalizm koşullarında, kullanım değerlerinin değişimin konusu olduğunu ve satın alıcı için, kuşkusuz bir yararlılığı olması (bir kullanım değeri oluşturması) gerektiğini, toplumsal bir kullanım değeri oluşturması gerektiğini, ama değerlerinin, kendilerini, -birileri için “değerli” olduklarından değil-, kullanım değerlerinden tamamen bağımsız olarak, yalnızca, üretimleri için harcanmış toplumsal bakımdan gerekli emek niceliği olarak ortaya koyduklarını söylemiştir. Metalar birbirleriyle, yararlılıkları ölçüsünde değil, kendilerinde içerilmiş toplumsal bakımdan gerekli emek miktarıyla kıyaslanabilir ve değiştirilebilirler. Hepsinde ortak olan şey, çünkü cisimleşmiş insan emeği olmalarıdır. Hava örneğin, Nove, onun, insanlar için taşıdığı muazzam yararı ve oluşturduğu kullanım değerini inkâr edebilir mi? Ama emek ürünü olmadığı için hiçbir değere sahip değildir. Ve zaten kimse kimseyle havayı değişmez.

Metalar ele alındığında, metanın ikili karakterinin (kullanım değeri ve değişim değeri oluşturmaları) kaynağı emeğin ikili karakteridir. Kullanım değeri, somut bireysel emek tarafından yaratılır. Değerse, şu ya da bu kişinin harcamış olması şu ya da bu türden bir emek olması önemli olmaksızın soyut insan emeğine, toplumsal emeğe bağlanmıştır. Kapitalizmde (ve ona bağlanmış meta üretiminde) üreticiler işçi ve küçük üreticiler) emeklerini, bireysel ya da toplumsal olarak örgütlendiği koşullarda, bireysel emek olarak harcarlar. Ve ama emeklerinin toplumsal sonuçlarına yabancıdırlar. Emeğin kapitalizmdeki toplumsallaşması, bir dizi kapitalist kategori ve mekanizma dolayımıyla (üretim araçlarının özel mülkiyeti, işgücünün meta haline getirilişi, anarşik üretim, artı-değer, fiyatlar ve piyasa vb.) ve emekçiye karşı bir süreç olarak gerçekleşir. Değer, piyasa fiyatlarıyla ifade edilmek ve ancak bir ortalama olarak tutturulmak üzere, piyasada şekillenir. Kapitalizmde somut bireysel emek, sömürünün nesnesidir, toplumsal üretim sürecinde yarattığı ürün, özel biçimde mülk edinilir. Emek, başkaları için harcanır, bağımlıdır; toplumsal karakteri, özel mülkiyet üzerinden gerçekleşir. Bu nedenle, kapitalizmde, özel ve somut bireysel emekle ancak değişim sürecinde, piyasada oluşan, bu yüzden soyut bir kategori olan toplumsal emek, çelişiktir. Buradan giderek kullanım değeriyle değişim değeri de, bu çelişmeyi bağrında taşır.

Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesiyle, bu çelişme ortadan kalkar. Bireysel emeğin, piyasa (ve para) ilişkileri “dolambacıyla”, kullanım değerinin değer olarak ifade edilmesiyle, toplumsal emek haline dönüşmesi, son bulur; emek -özel, bireysel emek olmaktan çıkarak-  doğrudan toplumsal karakter kazanır.

Nove’nin ütopya olarak nitelediği bolluk toplumu açısından, -yine Nove’nin konuya ilişkin bir şey söylemediğini iddia ettiği- Marx, soruna açıklık getirir:

“Üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu ortaklaşa bir toplumsal düzen içinde, üreticiler ürünlerini değişmezler; aynı biçimde, ürünlerin içerdiği emek, burada, bu ürünlerin değeri olarak, onların taşıdığı gerçek bir nitelik olarak görünmez, çünkü artık, … bireylerin emekleri, dolambaçlı bir yol izleyerek değil doğrudan doğruya toplumun emeğinin bir parçası haline gelmektedir.” (43)

Engels, planlama açısından hesaplama sorununa, yalnızca ve yalnızca bu hesaplama ihtiyacını karşılamak üzere, ürünlerin üretimi için gerekli emek niceliğinin dikkate alınmasının gerekli olacağına, dipnotunda, “… yararlı etki ile emek harcaması arasındaki bu değerlendirmenin, komünist bir toplumda ekonomi politiğin değer kavramından kalacak tek şey” olduğuna değindiği Dühring eleştirisinde, komünizmin üst evresinde, “değer”in sonunu açıkça ilan etmiştir:

“Toplum üretim araçlarını mülkiyetine alıp da, onları, dolayımsız bir biçimde toplumsallaşmış bir üretim için kullanır kullanmaz, her bireyin emeği, özgül yararlılık niteliği ne denli farklı olursa olsun, hemen ve doğrudan doğruya toplumsal emek durumuna gelir. Bir ürünün içerdiği toplumsal emek niceliğinin, bundan böyle, önce bir dolambaç aracıyla saptanmasına gereksinme yoktur; ortalama olarak hangi niceliğin zorunlu olduğunu günlük deney doğrudan doğruya gösterir. Toplum, yalnızca, bir buhar makinesinde, son üründen bir hektolitre has buğdayda, belirli bir nitelikteki yüz metre kumaşta ne kadar çalışma saati bulunduğunu hesaplayabilir. Öyleyse, ürünler içine konmuş ve toplumun mutlak ve dolaysız bir biçimde bildiği emek niceliğini, onun doğal, eksiksiz, mutlak ölçeği olan zaman ile belirtecek yerde, bir üçüncü ürün durumundaki, bir zamanlar çıkar yol olarak kaçınılmaz bulunan, göreli dalgalanan, eksik bir ölçek (para-Ö.D.) ile belirtmekte devam etmek toplumun usuna bile gelemez… Öyleyse, yukarıda varsayılan koşullar içinde, toplum, ürünlere değer de yüklemez. Toplum, yüz metrekare kumaşın, üretimi için, diyelim bin çalışma saati istediği yalın gerçeğini, bu kumaş, bin çalışma saati değerindedir gibi şaşı ve saçma bir biçim altında dile getirmeyecektir. Kuşkusuz, toplum, o zaman da, her kullanım nesnesinin üretimi için ne kadar emek gerektiğini bilmek zorunda olacaktır. Üretim planını, en önemli parçasını emek güçlerinin oluşturduğu üretim araçlarına göre hazırlama durumunda kalacaktır. Planı belirleyecek olan şey, eninde sonunda, çeşitli kullanım nesnelerinin, kendi aralarında ve üretimleri için gerekli emek niceliklerine göre tartılmış yararlı etkileridir. İnsanlar, her şeyi, ünlü ‘değer’in işe karışması olmaksızın, çok yalın bir biçimde düzenleyeceklerdir.” (44)

Aynı şeyi, konuya ilişkin hiçbir şey söylemediği iddia edilen Marx da belirtmektedir:

“… Kapitalist toplumun ortadan kalkmasından sonra, ama hâlâ toplumsal üretimin devamı sırasında, değer belirlenmesi şu anlamda egemen olmaya devam eder ki, emek-zamanının düzenlenmesi, toplumsal emeğin çeşitli üretim toplulukları arasındaki dağılımı ve en sonu bütün bunları kapsayan defter tutma, her zamankinden daha önemli hale gelir.” (45)

Açıktır: Komünizmin üst evresinde değer, değişim değeri olmayacaktır; ürünler, yalnızca toplum ve bireyler için yararlı etkileriyle, kullanım değerleriyle anlamlı olacaklardır. Bu, değer yasasının da sonu demektir. Önemli bir şey ise şudur: Değerden geriye, yalnızca, toplumsal emeğin dağılımını belirleyecek planlamanın zorunlu saydığı ve onun gereği olarak ürünlerin üretimi için gereken emek-zamanlarının hesabını tutma (defter tutma) kalacaktır.

Burada, Nove’nin sorduğu “kim karar verecek?” sorusunun bir anlamı olabilir mi? Kuşkusuz, toplumsal olarak belirlenecektir. Devletin de ortadan kalktığı bu koşullarda, herkesin görev alabildiği bir toplumsal-ekonomik organ, belirleme ve uygulama işini yürütecektir. Yani, Nove’nin “karar vericilik” durumunda kaçınılmaz gördüğü (Troçkistlerin de SSCB şahsında suçladığı) “bürokrasi”, en küçük izi kalmamacasına ortadan kalkmış olacaktır. Artık herhangi birileri belirleyici olabilecektir.

Peki, henüz üretici güçlerin yeterince gelişmediği ve emeğe göre bölüşüm ilkesinin geçerli olduğu koşullarda ne olacaktır? Hele ’30’lar Rusya’sı gibi, henüz ü-retim araçlarının bütünüyle genel olarak toplumun mülkiyeti haline gelmediği, genel toplumsal mülkiyet yanında toplumsal grup mülkiyetinin varlığı koşullarında, kullanım değeriyle değişim değerinin ilişkisi nasıldır?

Üretim araçları toplumsallaştırıldığından, yine, bireysel emekle toplumsal emek arasındaki çelişme giderilmiş durumdadır. Emek, piyasa mekanizması dolambacıyla toplumsallaşmamakta, doğrudan toplumsal emek olarak, planla çeşitli üretim dallarına dağıtılmaktadır. Emek, özel türden değildir; işgücü metaı olarak şekillenmez. Ve önemlisi, insanlar birbirleriyle ilişkilerini, kapitalizmde olduğu türden, emeğin, somut ve soyut emek olarak ikili karakterini yansıtan bireysel ve toplumsal emek arasındaki çelişme üzerinden, ancak, piyasa dolayımıyla toplumsallaşan emek ürünü olarak değerlenen meta ilişkileri olarak “düzenlemezler”, meta fetişizmi aşılmıştır. Artık insanlar arasındaki toplumsal ilişkiler, metalar arasındaki ilişkiler olarak görünmez.

Ama meta üretimi devam ettiği sürece, emeğin, somut ve soyut emek olarak sahip olduğu ikili karakter belirli bir işlev görmeye devam edecektir. Bu, henüz “ihtiyaca göre” değil “emeğe göre” ilkesi geçerli kaldıkça, ya da bolluk toplumuna ulaşılmadıkça sürecek bir işlevsellik demektir. Bu koşullarda, üretici bireylerin toplumsal olarak harcadıkları somut emekle, henüz kaçınılmaz olarak bir değişim değerine sahip olacak metaların bu değerini belirleyecek toplumsal ortalama emek (soyut emek) hâlâ farklılık içinde olacaktır. Aynı nicelikte somut emekle bir üretici diğerinden fazla üretebilecektir. Bir üretici diğerinden daha yeteneklidir, daha yoğun çalışabilir vb. Bu, aynı ürünün, somut olarak farklı emek nicelikleriyle üretilebileceği anlamına gelir ve meta olarak ürünün değerini belirleyecek olan, yine, tek tek somut emekler değil, onların toplumsal ortalaması olarak soyut emektir. Değişim değerini hâlâ soyut emek belirlerken, o, kuşkusuz, kullanım değerini yaratan somut emekten belirli bir farklılık taşıyacaktır. Topluma somut emeğiyle veren üretici, tüketici olarak ondan soyut emeğin belirlediği bir nicel büyüklük olarak meta alabilecektir.

Bundan iki sonuç çıkar: Birincisi, henüz meta üretiminin görece önemli bir yaygınlığa sahip olduğu koşullarda, harcanan emek, üreticiler açısından zaman ölçütüyle değil, hâlâ, önemli ölçüde, para dolambacıyla, fiyatlanarak ölçülmelidir. İkincisi, birbirleriyle değiştirilen metalar (örneğin kooperatiflerin kolhoz pazarında sattıkları ürünler), soyut emek temelinde belirecek değerleri üzerinden değişilecektir.

Emeğin toplumsallaşma derecelerindeki farklılık da aynı noktaya çıkarır.

Toplumsal emek, kişisel yetenek ve verimlilik farklılıklarının ötesinde, örgütlenme biçimleri ve bu biçimlerin maddi teknik temelinin gelişmişlik derecesinin farklılığından gelen bir farklılığa da sahiptir. Tüm toplum çapında toplumsallaştırılmış emekle, kolhoz vb. çapında toplumsallaştırılmış emek arasında fark vardır. Üstelik küçük çaplı da olsa, kooperatif köylüleri kendi kişisel işletmelerinde bireysel emek de harcamaktadırlar. Ve üstelik sayılan işletmeler arasında meta değişimi (üretim araçları dışında) mevcuttur. Bu iki neden, toplumsallaştırmada derece farklılıkları ve meta değişiminin varlığı toplumsal emeğin doğrudan iş zamanı ile belirtilmesini (ikinci evrede hesap tutmak için gerekli olan bu “ölçme”yi) ve farklı türden somut emeklerin bu ölçüye göre kıyaslanmasını olanaksız kılar. Bu, emeğin bizzat kendisinin de, zaman ile ölçülmesinin olanaksızlığı anlamındadır. Bu olanaksızlık, toplumsal emeğin, değer ve onun biçimleri (para, pirim vb.) kullanılarak ölçülmesi zorunluluğunu doğurmaktadır. Üreticilerin somut emek türleri, meta değişimi üzerinden, metanın değerini yaratan soyut emeğe göre ölçülmektedir. Emeğin kendisi açısından da, durum farklı değildir. Henüz, üretici, Manc’ın dediği gibi, harcadığı emek zamanını belirten (toplumsal fonlar indirildikten sonra) bir bono almak yerine, ürettiği ürünlerin değerini belirten soyut emeğin ölçtüğü belirli bir ücret alır. Ama burada, ne özel emek toplumsal emek çelişmesi rol oynar, ne işgücü meta durumundadır, ne de bunları olanaklı kılabilecek üretim araçlarının özel mülkiyeti koşulları bulunmaktadır. Tersine emek toplumsallaşmış ve kendisi için olmuştur, üreticiler kendileri için çalışırlar. Ve proletaryanın devleti, somut emekle soyut emek arasında işçiler ve köylüler aleyhine ortaya çıkabilecek bir bozulmayı, -en başta halkın refahının artan ölçülerde yükseltilmesini amaç edindiğinden, ücretlerin sürekli yükseltilmesini ve tüketim maddelerinin fiyatlarının sürekli düşürülmesini gerçekleştiren bir politika izlemektedir- düzeltir.

Planlama, ikinci evrede olduğu gibi yalnızca hesaplama açısından değil, ama gerçek etkisi açısından da değeri, kullanım değerinin yanı sıra göz önünde bulundurur.

Kullanım değerini dikkat merkezine alır; çünkü sosyalizm, kullanım değeriyle yalnızca değerin ve özellikle artı-değerin taşıyıcısı olduğu ölçüde ilgilenen, bunun ötesinde insanlar için yararlı olanla ilişkisiz olan kapitalistlerden farklı ve onların tam karşıtı olarak, insanların yararı ve refahını amaç edinir. Kullanım değerleri üretimi ve kalitelerinin iyileştirilmesi, toplumun giderek artan ihtiyaçlarının giderek artan ölçüde karşılanabilmesini sağlayacağı için, büyük öneme sahiptirler. Temel ekonomik yasası, “toplumun sürekli artan maddi ve kültürel gereksinimlerinin azami ölçüde karşılanmasının garantilenmesi için, üretimin, üst düzeyde gelişmiş teknik temelde kesintisiz büyümesi ve sürekli mükemmelleştirilmesi” olan sosyalizmin kullanım değerleri üretimine temel bir önem vermemesi, kendisini inkâr olur.

Ama henüz toprağa gömülmediği sürece ve onu toprağa gömme amacına hizmet etmek üzere, planlama, değeri de, zorunlu olarak göz önünde bulundurur ve ona gereken önemi verir. Henüz, plan, yalnızca emek zaman kayıtlarının tutulması ü-zerinden gerçekleşemeyeceği ve emek bu temelde üretimin çeşitli dalları arasında dağıtılamayacağı için, planlama, kullanım değerleri üretimine yönelik olarak üretimin miktar olarak planlanması yanında, aynı zamanda, değer olarak da planlanmasına dayanabilir. Meta üretiminin, başka türlü, planın kapsam alanına alınması olanağı bulunamaz. Önceden belirlenmiş plan fiyatları olmadan, meta üretimi ve değişimin, değerler oluşumunun zorunlu olarak ortaya çıkaracağı fiyatlar, denetim altına alınamaz; metaların değeri ve onlara yönelik talep dikkate alınmadan ise, ne plan fiyatları belirlenebilir ve ne de hangi ürünün (tüketim maddeleri söz konusudur) ne kadar üretileceği (arz).

Değişim değerinin oynadığı rolle birlikte, aslında, komünizmin birinci evresinde değer yasasının hâlâ “sönmediğini” ve bir etkide bulunduğunu görmüş bulunuyoruz.

Değer yasası, bölüşümde etkilidir; bu alanda, düzenleyici bir rol oynar. İnsanlar, emeklerinin karşılığını, ihtiyaçları olan kullanım değerlerini elde ederek, alamamaktadırlar. Ancak emekleri kadar alabiliyorlar. Ve karşılık olarak aldıkları tüketim maddeleri meta olarak üretildikleri ve değere sahip oldukları için, yine ancak değer yasasının düzenleyiciliği altında alıyorlar.

Aynı madalyonun diğer yüzünü oluşturmak üzere, meta üretimi ve değişimi olduğu sürece, değer yasası etkisini göstermeye devam edecek demektir. Değer yasası, bu alanda düzenleyicidir.

Ancak, bu iki alanda da, ya da bir madalyonun iki yüzünü oluşturan bu tek alanda, değer yasasının düzenleyici etkisi, ancak belirli sınırlar içinde bir düzenleyici işlev görür, sınırlandırılmıştır. Bir piyasa oluşturmak üzere düzenleyici değildir.

Neye dayanarak sınırlandırılabilmiştir?

İlk olarak, kentte ve kırda üretim araçlarının toplumsallaştırılmış olmasına. Değer yasası, üretim araçları özel mülk sahiplerinin elindeymiş gibi, anarşi içinde gerçekleşecek üretimin, piyasada oluşacak fiyatlar aracılığıyla düzenleyicisi olamaz. Temel faktör yoktur: Üretim araçları özel mülkiyet konusu değildir. Ve emek kendisi içindir, toplumsallaştırılmıştır.

Meta üretimi ve dolaşımı alanı, birinci nedenle, kesinlikle daraltılmış, sınırlandırılmıştır. Başlıca, üretim araçları (kuşkusuz, yanı sıra sağlık, eğitim vb.) meta değillerdir, metalar olarak üretilmez ve dolaşıma girmezler. Bu alan, değer yasasının düzenleyici etkisinin dışında yer aldığı gibi, bizzat onun düzenleyici etkisini temelli olarak sınırlandırır. Ekonominin “hakim tepeleri” ya da “kumanda merkezi” olan ağır sanayi, banka vb. asıl düzenleyiciler olarak, değer yasasının rolünü sınırlandırmakta, değer yasasının düzenleyiciliği, bu “kumanda merkezlerini etkisi altına alamamaktadır.

Onun bu etkisi, sosyalizmin temel ekonomik yasası ve sosyalist ekonominin planlı gelişmesi nesnel yasasının işleyişi nedeniyle sınırlanmaktadır.

Planlama ve yıllık ve 5 yıllık planlar, değer yasasının rolünü sınırlandırmaktadır.

Bu rol, ayrıca, sosyalist devletin, tekelci karakterdeki tüm ekonomik etkinliği yoluyla da sınırlandırılmaktadır.

Değer yasasının bu sınırlandırılmış düzenleyici etkisi en iyi şekilde, meta dolaşımı alanında görülür: Metaların değeri ve onlara olan talep ve arz dikkate alınarak, bireysel tüketim maddeleri arasında belirli bir fiyat ilişkisi, planla saptanır. Plan, kişisel tüketim maddelerinin fiyatlarını “keyfi” olarak saptamaz; tümünün karşılaştırmalı değerleri, arz ve talepleri dikkate alınarak bir fiyatlar sistemi saptanır. Bu saptamada, değer yasası, gerçek bir yardımcı, gerçek bir düzenleyici olarak işlev görür. Ancak dikkat edilirse, yine de tam bir düzenleyici değildir. Piyasa yoktur, fiyatlar dikte edilmiştir; ama, değer yasası “uyarınca”, bu yasa dikkate alınarak dikte edilmiştir.

Kooperatif pazarında ise, değer yasası neredeyse tam bir düzenleyicidir. Burada fiyatlar arz-talep ilişkisiyle oluşmakta ve fiyat dalgalanmaları pazara sunulan meta miktarını ve hatta türlerini etkilemektedir. Neredeyse, küçük çaplı, ekonominin bütününü kucaklamayan bir piyasadan söz e-dilebilir. Ama bu “piyasa”, ekonominin bütününe bağlıdır. Metaların ana kütlesi, devlet ve kooperatif ticaretinde saptanmış plan fiyatlarıyla değişildiğinden, bu fiyatlar ve dikte edilmişlikleri, kooperatif pazarı ve fiyatları üzerinde kesin bir sınırlayıcı etki yapmaktadır.

Ancak, değer yasasının, yalnızca bölüşümle ve başlıca bireysel tüketim maddelerini ilgilendiren meta dolaşımı alanıyla sınırlı bir etkide bulunduğunu düşünmek yanıltıcı olur. O, sosyalist üretim üzerinde de etkide bulunur. Bu, düzenleyici bir etki değildir, ama etkidir. Stalin konuya ilişkin şunları söylemiştir:

“Ama değer yasasının etkileri yalnızca meta dolaşımı alanıyla sınırlı değildir. Üretimi de kapsar. Ne var ki, değer yasasının sosyalist üretimimizde düzenleyici rolü yoktur, ama yine de üretime etkide bulunur ve üretimin yönetiminde bu gözden uzak tutulmamalıdır. Şöyle ki: Üretim sürecinde işgücü sarfının karşılanması için gerekli olan tüketim malları, bizde değer yasasının etkisine tabi olan metalar olarak üretilmekte ve satılmaktadır. İşte tam da burada değer yasasının üretim üzerindeki etkisi kendini göstermektedir. Bununla bağıntılı olarak işletmelerimizde, ekonomik muhasebe ve verimlilik, maliyet, fiyatlar ve benzeri şeyler aktüel öneme sahiptir. Bu yüzden işletmelerimiz değer yasasını göz ardı edemezler ve etmemeliler.” (46)

Sanayi tarafından metalar olarak üretilen tüketim maddeleri üretimi, değer yasasının etkisine tabidir. Hem değişim için, satış için üretildiklerinden ve hem de şu iki nedenden: Birincisi, üretim sürecinde harcanan işgücünün yerine konması, meta olarak üretilen tüketim maddelerinin tüketimiyle mümkündür; işçi ücreti, meta dolaşımı alanıyla ilişkilidir. Meta dolaşımındaki tüketim maddeleri değere sahiptir ve yeniden üretilecek değerin bir bölümü ücreti karşılayacaktır. Ve ikincisi, üretilen tüketim maddelerinin değeri içine, yalnızca ücreti karşılayan tüketim maddelerinin değeri değil, yanı sıra kooperatifler tarafından meta olarak üretilen hammaddelerin değeri de girmektedir. (Ayrıca, üretimde kullanılan ve üretilen ürüne değerinin bir bölümünü aktaran -meta olmayan- üretim araçlarının yıpranmasını da eklemek gerekir.) Tüketim maddeleri üretimi sürecinin değer yasasının etkisi altında olduğu ve bu sanayinin ürettiği metaların değerini oluşturan, biri hariç bütün unsurlar, hem değere sahip ve hem de bu değer parayla ücret ya da fiyat olarak ifade edildiği için, değere sahip olmamasına karşın, üretim araçlarının da, yalnızca hesaplama açısından, parayla ifade edilen fiyatlarının kullanılması gerekli olmaktadır.

Aynı şey, üretim araçları üretimi sürecinde de gereklilik olarak belirmektedir. Değer yasası, üretim araçları üretimi üzerindeki etkisini, bu sektördeki işgücü harcamalarının karşılanması için gerekli tüketim maddelerinin değerini düzenleyici rolü dolayımıyla gerçekleştirmektedir. Meta olan tüketim maddeleri, ancak ücret olarak ödenen parayla satın alınmakta ve değer yasası, tüketim maddeleri ve ücret üzerinden üretim araçları üretimini de etkilemektedir. Buradan, komünizmin ikinci evresinde de tutulacak, değerden geriye kalan emek-zaman hesabının, henüz değerin ortadan kalkmadığı koşullarda, öz olarak değere sahip olmayan üretim araçları açısından, biçimsel olarak değere sahiplemiş gibi, ama bu kez emek-zaman hesabı olarak değil, fiyat biçiminde, parasal hesap olarak tutulması zorunluluğu doğmaktadır. Meta olmayan ve değere sahip olmayan üretim araçları, yalnızca, hesaplama açısından değer biçimini kullanmaktadırlar. Başka türlü, üretim sürecinde, hesabın bir bölümü yapılabilirken, asıl bölümü yapılamaz ve üretim bir bütün olarak hesaplanamaz ve dolayısıyla planlanamaz olacaktır.

Planlama, üretimi, miktarının yanında değer olarak da planlarken, kuşkusuz fiyat planlaması yapacaktır. Sosyalist ekonomide fiyat, ürün değerinin planlı olarak saptanmış parasal ifadesinden başka bir şey değildir. Planlama, bir bütün olarak üretimi, üretim araçları da içinde olmak üzere, fiyatların, tek tek ve birbirleriyle ilişkileri içinde saptanması aracılığıyla planlayıp yönetebilir. Üretim araçlarının fiyatları yalnızca hesaplamada kullanılmak üzere, fiyatlar, kuşkusuz yalnızca, metaların değerinden hareketle, bu değeri oluşturan toplumsal üretim maliyeti üzerinden saptanabilir.

Ancak, üzerinde durulan etkisiyle değer yasasının, sosyalist üretimin düzenleyicisi olmazken, onun planlanmasının temel bir unsuru olan plan fiyatlarının saptanmasının düzenleyicisi olduğu sanılmamalıdır. Değer yasası, fiyatlar üzerinde etkide bulunan etkenlerden biridir yalnızca.

Önceden belirtildiği gibi, değer yasası ve arz-talep dikkate alınarak dikte edilen fiyatlar, değerden belirli bir sapmayla saptanır. Fiyat mekanizması, emeğin, sanki piyasa koşulları geçerliymiş gibi, değer yasasının düzenleyiciliğinde bir dağılımını değil, belli dalların ve sektörlerin, belirli işletmelerin vb. teşvik edilmesini gözeterek, temelde ise, üretimin gelişkin teknik temelde sürekli gelişmesi ve halkın maddi ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması temel ekonomik yasasının gereklerine göre dağılımın düzenleme mekanizması olarak kullanılır. Bu fonksiyonuyla, planlamanın başlıca mekanizmalarındandır.

Üretim araçları “fiyatlarının, tüketim maddeleri ve genel olarak meta dolaşımının “değerlenmesi” ve bu değerlerin fiyatla ifadesinin kaçınılmazlığı koşullarında, ancak hesaplama için gerekli olduğu ve fiyatların, değer yasasının etkisi dikkate alınarak, ama artı-değer üretimi yerine miktar ve kalite olarak kullanım değerleri üretiminin artırılmasını (halkın artan ihtiyaçlarının karşılanmasını) amaçlayarak saptanıp düzenlendiği türden bir fiyat mekanizmasının, piyasada kendiliğinden ve dalgalanmayla bir ortalama olarak oluşan fiyatlarıyla kapitalist fiyat mekanizmasından öz ve biçim olarak farklı olduğu bellidir.

Bu fiyat ve fiyat mekanizmasının, örneğin O. Lange’ın arz-talebe göre (piyasada) belirlenen fiyatları ve onun mekanizmasıyla ilişkisiz olduğu kesindir. Yine Nove’nin, kapitalizmde de yaygın ölçülerle görülen tekelci fiyat diktelerini (tekel fiyatları, devlet tekeliyle saptanan tarım ürünleri taban fiyatları, ekmek vb. narhları vb.) sosyalizmde yadsıma olanaksızlığı nedeniyle kabul eder ve başlıca “merkezileşmiş devlet kuruluşları” açısından “fiyat denetimi”ni gerekli saymaktan kaçınamazken öne sürdüğü, piyasa ve fiyat mekanizmasıyla ilişkisi olmadığı, ortadadır.

Nove, “… Mal ve hizmetlerin büyük çoğunluğunun fiyatı ancak malı sağlayanla müşteri arasındaki görüşme (ayrıntı özellikleri, teslim tarihlerini, kalite gibi şeyleri kapsayan bir pazarlık) sürecinde konabilir” (47) diyerek serbest pazar ilişkilerini, piyasayı öngörür; kullanım değeri üzerine çeşitlemelerine karşın, fiyat saptanmasında uygun ölçüt olarak kâr ve kârlılığı düşünürken, rekabeti, kâr amacı ve düzenleyiciliğiyle kapitalizm ve piyasayı, buna uygun bir piyasa fiyatları mekanizmasını varsaymaktadır. Bunun, sözü edilen fiyat mekanizmasıyla en küçük bir ilgisi olamaz. (Fiyatların arz-talep koşullarını doğru yansıtması koşuluyla verili bir ücretler ve fiyatlar düzeyinde, karlılık etkinlik açısından uygun bir ölçüttür. (Nove, sf. 419) demektedir.)

Ancak yine de, planlamanın dayanakları ve araçlarından olan fiyatlar ve fiyat mekanizması, öz ve biçim olarak değişikliğe uğramış da olsa, “kapitalizmden geldiği şekliyle komünizm”de işlevsel olan, kapitalizmin kalıtsal unsurlarındandır. Tıpkı, öz ve biçim olarak değişikliğe uğrayan meta ve meta dolaşımı gibi. Tıpkı, sınırlanmasına karşın belirli bir rol oynayan değer yasası gibi.

Komünizm, kapitalizmle, kaçınılmaz olarak, onun, bir çırpıda yok edemediği, ama sınırlayarak ve öz ve biçim bakımından değişikliğe uğratarak kendi hizmetine koştuğu, bir dizi aygıt, kategori ve yasalarından yararlanarak çatışmakta ve gelişmektedir. Kapitalizmle, kapitalizmin unsurlarından yararlanır savaş… Bu, kendi özgül toplumsal ekonomik temelleriyle, serada yetişmiş gibi, var olamayacak ve var olmayan komünizmin gerçekleşmesinin, sosyalist inşanın zorunlu gereğidir.

Bu, zorunludur, bundan kaçılamaz; bütün sorun, meta ve meta dolaşımının alanını giderek daraltmak, değeri giderek başvurulması zorunlu bir unsur olmaktan çıkarmak, değer yasasının etkisini sınırlayarak, süreç içinde belli alanları değer ve değer yasasının etkisinden kurtarmak, fiyatlar ve fiyat mekanizmasını kullanmaktan kurtulmak, koşullan oluştukça, fiyatlandırılmamış ürünlerle fiyatlandırılmamış alanlar yaratmaktır. Meta, mata dolaşımı, değer, değer yasasının etkinliği, fiyatlar sınırlandırılarak ve yok edilmek üzere, zorunlu olarak kullanılan, tahammül edilen kategorilerdir. Yoksa gönül hoşluğuyla, beğeniye bağlı olarak benimsenmiş değil. Kapitalizmi bütünüyle (bütün unsur ve kalıntılarıyla) tasfiye etmek üzere, onun kalıntılarıyla, unsur ve kategorileriyle iş görüldüğünün bilincinde olmak ve ilk fırsatta, koşulları doğar doğmaz ve doğdukça, bunlardan teker teker kurtulmak tutumunda olmak gerekmektedir. “Kim-Kimi” sorusu, mülkiyet ilişkileri bağlamında çok uzun sürmeden çözülecektir, Rusya’da 1936 Anayasası çözüldüğünün işaretidir. Ama bu soru, bütünüyle tasfiye, meta, değer, fiyat vb. unsurlarıyla (yöneten-yönetilen ya da kafa ve kol emeği farklılaşmasıyla vb.) tamamen toprağa gömme, tabutuna son çivinin çakılmasıyla sonucuna varmadan, kesin bir şekilde yanıtlanmış sayılamaz. Bu unsurların, yanlış kullanıldıklarında, değişik bir biçimde de olsa, yeniden kapitalizmin yolunu açmaları, kendilerine uygun yapılar (yeni mülkiyet biçimleri, yeni sınıflar, sömürü ilişkileri vb.) yaratmaları olasılığı, son çivi çakılıncaya kadar vardır. En büyük uyanıklıkla sınıf mücadelesinin sürdürülmesi, bu unsurların gereğince kullanılmaları ve sınırlandırılarak tasfiyeleri yolunda ilerlenmesinden bir gün, bir saat bile geri durulmaması, komünizmin ikinci evresi yolunda yürümenin gereğidir.

 

Ekim-Kasım 1995

 

DİPNOTLAR

(1) Leninizm 4. Defter, Sosyalist İnşanın Zaferi Uğruna Mücadele. Sf. 43, İnter Yay. 1. Basım, Haziran 1992

(2)Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, sf. 258 ve 264, Ekim Yay. 1. Baskı, Şubat 1990

(3) İşçi Sınıfı ve Köylülük, sf. 327-28, Sol Yay. 2. Baskı, Ocak 1990.

(4) Age, sf. 301

(5) Age, sf. 325

(6) Age, sf. 303–304

(7) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, sf. 175

(8) İşçi Sınıfı ve Köylülük, sf. 319

(9) Age, sf.323

(10) Age, sf. 346

(11) Lenin, Age, sf. 305

(12) Nove, sf. 91-92

(13) Leninizm, 4. Defter, sf. 52-53

(14) Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, sf. 320

(15) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, sf. 160

(16) Lenin, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, sf. 123 Ekim Yay. 2. Baskı, Mart 1990

(17) Leninizm, 4. Defter, sf. 48

(18) Age, sf. 49-50, altını çizen Stalin

(19)Aktaran: A. Nove, Uyg. Sosy. İkt. Sf. 127

(20) Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, sf. 111

(21) Özetleyen Stalin, Leninizm’in Sorunları, sf. 583, Sol Yay. 1. Baskı, Şubat 1977

(22) Leninizm 4. Defter, sf. 50-51

(23) Uyg. Sosy. tkt, sf. 398-399

(24) Agy, sf. 399

(25) Agy

(26) Agy

(27) Sovyet Yönetiminin Örgütlenmesi, sf. 70

(28) Nove, sf. 400

(29) Agy, sf.401-402

(30) Agy, sf.13

(31) Agy, sf. 392

(32) Agy, sf. 404

(33) Agy, sf. 410

(34) Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, sf. 29-30

(35) Stalin, Eserler, Cilt. 16, sf. 339, Inter Yay., 1. Baskı, Haziran 1994

(36) Stalin, Age, sf. 292-293

(37) Nove, sf. 54

(38) Agy, sf. 55

(39) Agy, sf. 59

(40) Agy, sf. 69

(41) Agy, sf. 71

(42) Agy, sf. 72

(43) Gotha ve Erfurt…. sf. 29

(44) Anti-Dühring, sf. 483-484, Sol Yay. 2. Baskı, Mart 1977

(45) Kapital, 3. Cilt, sf. 890, Sol Yay. 1. Baskı Ağustos 1978

(46) Eserler, Cilt. 16, sf. 296

(47) Uyg. Sos. ikt., sf. 418

 

BİRLİK VE MÜCADELE’Yİ sunarken

1994 Ağustosu’nda Ekvador’un başkenti Quito’da 17 Marksist-Leninist parti ve örgütün katıldığı uluslararası bir toplantı yapılmış ve komünizmin uluslararası niteliğine yapılan vurguyla, uluslararası komünizmin örgütlü bir hareket haline dönüşmesinin ilk adımı atılmıştı.

Toplantıya katılan parti ve örgütler şunlardı: Almanya Komünist Partisi (KPD), Arnavutluk Komünist Partisi (AKP), Benin Komünist Partisi (PCB), Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi, Ekvador ML Komünist Partisi (PCMLE), Fildişi Sahilleri Devrimci Komünist Partisi (PCR- CI), Fransız İşçileri Komünist Partisi (PCOF), İran Emek Partisi (Toufan), İspanya Komünist Ekim Örgütü, İtalyan Proletaryasının Komünist Partisini İnşa Örgütü, Kolombiya Komünist Partisi (M-L), Meksika Komünist Partisi (M-L), Şili Komünist Partisi (Proleter Eylem), Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP), Venezüella Kızıl Bayrak Partisi (Bandera Roja), Yeni Zelanda Marksist-Leninist Kolektif, Yukarı Volta Devrimci Komünist Partisi.

Uluslararası Konferans, Marksist-Leninist parti ve örgütler arasında fikir alışverişi ve eylemde birliğin koordine edilmesi için bir Koordinasyon Komitesi kurulması kararı almıştı.

Yılda iki kez olmak üzere, bir yayın organının, “Birlik ve Mücadele”nin yayınlanması da, bu Konferans’ın kararlarından biriydi. Bu karar yaşama geçti, uzunca bir aradan sonra dünya komünistleri ortak bir tartışma organına kavuştular. Bu sayımızda iki yazısına yer verdiğimiz “Birlik ve Mücadele”, uluslararası komünizmin birlik ve mücadelesinin ifade aracı teorik bir yayındır. Üç dilde (İngilizce, Fransızca ve İspanyolca) yayınlanmaktadır.

Birlik Mücadele’nin dergiyi sunuşunda belirtildiği gibi, “Bu dergi, komünistlerin dünyadaki değişik düşünce akımlarına karşı tartışmalara müdahalesine hizmet edecektir. Komünistler ve devrimciler arasında fikir mücadelesine, deney alışverişine ve ülkelerimizde politik mücadelenin gelişimine hizmet edecektir. Şu veya bu şekilde proletaryanın ve halkların yaşamını etkileyen olgulara ve olaylara yanıt taşıyan bir dergi olacaktır.”

“Birlik ve Mücadele”, Marksist-Leninistlerin yeniden geliştirilmesini ve örgütlendirilmesini karar altına aldıkları uluslararası birlik sürecinin bir ürünü olduğu gibi, bu birliği, proleter enternasyonalizmi temelinde geliştirmenin de bir aracı, onun organlarından biri olarak yayınlanmaktadır. “Birlik ve Mücadele”nin tek amacı, bu birliği ilerletmek, koordinasyonuna katkıda bulunmak ve ona geliştirici perspektifler sunmaktır.

Koordinasyon Komitesi’nin, uluslararası nitelikli bu yayın organını gündeme getirirken yaptığı temel bir çağrı şudur: “Marksist-Leninist teorinin zenginleştirici, yenileyici gücü ile donanmış olarak ilkelerde katı olalım.”

İlkelerde katılıkla, proletarya ve halklara alternatif sunma, “Birlik ve Mücadele”nin temel bir amacı olarak tanımlanmaktadır: “Bugün kriz, geniş halk kitlelerini bütün şiddeti ile vuruyor. Burjuvazinin ve emperyalizmin neo-Iiberal çeteleri son sınırına dayanmıştır. Halkın isyanı, geniş kitlelerin mücadeleleri, birçok ülkede yeni bir devrimci yükselişin belirtisi olarak gelişiyor. Yaşanılır bir dünya için mücadelede yeni beklentiler gün yüzüne çıkıyor. Bütün bunlar, komünistlerin sorumluluklarını artırmaktadır. Proletarya ve halklar, özlemlerine ve çıkarlarına yanıt verecek alternatiflere ihtiyaç duyuyorlar. ‘Birlik ve Mücadele’, Marksist-Leninistler için, bu alternatiflerin ifade edildiği bir kürsü olacaktır.”

Ve Koordinasyon Komitesi, “Birlik ve Mücadele”nin ilk sayısının sunuşunda son olarak “Dergiyi her ülkede en geniş şekilde dağıtmak” çağrısı yapmaktadır.

Özgürlük Dünyası, bu çabayı selamlamakta ve desteklemektedir.

Özgürlük Dünyası, her sayısında dergide çıkan yazılara yer vererek, derginin dağıtımı çağrısının yanıt bulmasına katkıda bulunacaktır.

 

Ekim-Kasım 1995

 

 

 

ROTER MORGEN

ALMANYA

 

Günümüz emperyalizminin bazı eğilimleri

 

Çoktan beri, toplumun üretici güçleri ve sermayenin hacmi ulusal devletler çerçevesinin dışına taştı. Kendi bankalarının yönetiminde finans grupları olarak birleşen dev tekellerin etkinlik alanı, bütün dünya olmak zorundadır.

Onlar yatarım ve kredi ağları ile yer küresini sardılar. Sadece ABD, Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda ve Kanada’nın dünya ölçeğindeki doğrudan yatırımları, yaklaşık 1.500 milyar dolar tutmaktadır.

Bu ülkelerin banka ve devletlerinin mali yatırımları ve bağlantıları ise çok daha büyük boyutlara ulaştı. Bankaların uluslararası alacakları 1988’de 4.600 milyar dolardı. Emperyalist devletlerin dış ülkelere verdikleri krediler de aynı şekilde külliyetlidir. Sadece, ‘gelişen ülkeler’ denilen 136 ülkeye verilen devlet kredileri yaklaşık 700 milyar ABD dolarını bulmaktadır.

Emperyalizm; uluslararası sermaye kaynaklarına sahip olmaktan ileri gelen ayrıcalıklar ve milyarlarca ekstra kâr için kavga demektir.

Emperyalizm; yabancı ülkelerin, emperyalist ülke ulusu tarafından ekonomik olarak yağmalanması ve boyunduruk altına alınması demektir.

Emperyalizm; emperyalist güçler arasında ekonomik savaş demektir.

Gerçi sermaye uluslararasıdır, ama temeli dün olduğu gibi bugün de kendi ulusuna dayanır. Tekel merkezleri buralardadır ve dünya çapındaki faaliyetlere ilişkin kararlar buralardan verilmektedir. Tekellerin, kendi ülkelerindeki devlet üzerinde belirleyici nüfuzu bulunmaktadır. Bu devlet, dün olduğu gibi bugün de kendi sermayesinin çıkarlarını ulusal ve uluslararası planda savunmaktadır.

Sermaye çıkarlarının teminatı için gerekli olduğunda devreye koyulacak askeri güç araçları da kendi ülkelerindedir. Ancak emperyalizm, saldırgan askeri politika izleme, toprakları zorbaca fethetme veya savunma demek değildir sadece, ya da ilk planda bu değildir. Emperyalizmin esas özellikleri, ekonomide bulunmaktadır.

Emperyalizm; tekellerin, finans gruplarının ve onlara ait devletlerin dünya üzerinde hâkimiyet kurma, dünyayı kendi menfaatlerine göre paylaşma mücadelesidir. Herkes dünya birincisi ve numara olmak istiyor.

Bunun için belirleyici olan ekonomik güçtür. Askeri güç de en sonu ekonomik güce bağlıdır.

Emperyalizm, mutlaka sömürgelere, yani topraklara sahip olmak anlamına da gelmemektedir. Belirleyici olan, nüfuz alanlarındaki ekonomik hâkimiyettir.

Emperyalizm, kendi ekonomik temeli itibarıyla, çeşitli ülkelerde, çeşitli biçimler almaktadır. Ve o, emperyalist ülkeler arası güç dengesine; sınıf mücadelesine ve halkların özgürlük ve ulusal bağımsızlık mücadelesine bağlı olarak görünüş biçimlerini de değiştirmektedir.

Almanya ve Japonya, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra hem sömürgeci nüfuz alanlarını, hem de yurt dışına ihraç etmiş oldukları sermayelerini yitirdiler. Nüfuz alanlarını yeniden ele geçirmek için her iki gücün barışa ve zamana ihtiyacı vardı. Ancak bu özel durumdan dolayı emperyalizm kavramı, onlar açısından artık geçerli değil gibi göründü. Fakat 2. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğratılan güçler kendilerini toparladılar ve bugün dünya hâkimiyeti uğruna verilen kavgaya yeniden tüm güçleriyle katılmaktadırlar. Onlar emperyalisttirler, çünkü sermayelerinin büyüklüğüne dayanan güçlerini çoktandır diğer halkların emeğinden ve sömürüsünden almaktadırlar.

 

EKONOMİK BÖLGELER

Emperyalizm, çeşitli ülkelerin tekelleri ve devletleri arasında kooperasyonu ve işbirliğini dıştalamaz. Kooperasyonlar, sermayenin uluslararası yayılmışlığı ve verili güçler dengesi tarafından zorunlu kılınmıştır. Kooperasyonlar rekabet kavgasında, birlikler yolu ile ilerlemek için bir araçtır (Boeing’e karşı Airbus örneğinde olduğu gibi). Kooperasyonlar, “kooperasyon ortağının” en modern teknolojisini ele geçirmeye de hizmet edebilir; böylece kooperasyon ortağını da geride bırakma olanağı yakalanabilir.

Sermaye ne kadar çok ulusal sınırların dışına taşarsa; işte o denli, ulusal çerçeve engellenmeyen bütünsel ekonomik alanların gerekliliği büyümektedir. Bu uluslararası ekonomik bölgeler içerisinde, çeşitli ulusal hükümetlerin kooperasyon zorunluluğu bulunmaktadır.

İşbirliği, dünyanın paylaşımında ve kendi halklarının sömürüsündeki orta çıkarlara dayanmaktadır. Ancak, işbirliğinin ve sağlanan anlaşmaların verili ekonomik güç temelinden ayrı oluşabileceğine inanmak, yanılgıya düşmek olacaktır. İşbirliği hangi şekli alsa da, ilişkilerin temelini her zaman rekabet oluşturur.

İşbirliği, sadece kendi rekabet pozisyonunu güçlendirdiği oranda devam eder. Bu nedenle kooperasyon ve uluslararası ekonomik bölgeler, emperyalist güçlerin hâkimiyet mücadelelerinin yeni biçimleridir sadece.

Ulusal milyonerler komisyonları, yani hükümetler, sahip oldukları bütün ekonomik, politik ve askeri araçlar ile kendi emperyalistlerin etkinliğinin rakiplerin aleyhine gelişmesini sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle AT’yi ya da NAFTA’yı desteklemek bizim işimiz değildir. Aynı şekilde, ABD’nin, Japonya’nın ve Almanya’nın büyük tekelleri arasındaki işbirliğinin çok çeşitli biçimlerini savunmak da sorunumuz değildir.

 

EMPERYALİZM VE ÖZEL MÜLKİYET

Sermaye, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin giderek daha çok çağ dışılaştığı bir yoğunluk aşamasına ulaştı. Üretim araçları, artık tek tek kapitalistler tarafından yönetilemeyen dev hisse şirketleri biçiminde toplumsallaştı. Hisse şirketleri, kapitalist özel mülkiyetin, kapitalizm koşullarında ortadan kaldırılmasıdır. Hisse şirketleri, eski özel mülkiyet sahiplerinin modern üretici güçlerin yönetimi için gereksizleştiğini kanıtlamaktadır.

Hisse şirketleri, gittikçe daha yüksek düzeyde finans grupları olarak birleşmekte ve sermayelerini başka sermayelerle iç içe geçirmektedirler.

Kapitalistlerin varlığını gereksiz hale getiren bizzat kapitalizmin kendisidir.

Emperyalizm, bugüne dek olmadığı kadar üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, kendi araçlarına fiilen hükmetme konumundan uzaklaştırmaktadır. Özellikle, emperyalizmin ekonomik merkezini oluşturan bankalarda, sermaye üzerindeki tasarruf hakkı görevli menecerlerin eline geçmiştir. Menecerlerin denetimi de esas olarak yine menecerlerin eline verilmiştir. Yüksek toplumsallaşma düzeyine sahip emperyalist ekonomi, artık klasik özel mülkiyet temeline dayanmamaktadır. Ancak, özel çıkarlar eskisi gibi egemen olmak zorundadır, zira sermaye ilişkisinin kendisi, üretim araçları devletleştirilse dahi, ortadan kalkmış değildir. İşin merkezinde, toplumsal çıkarları dikkate almadan hareket eden tekil sermayenin kendi değerini artırma çıkarı durmaktadır. Tekel ve finans gruplarındaki menecerler de kendi özel çıkarlarını az ya da çok gözetmektedirler; onların bu güdüleri tekil sermayenin işletme çıkarlarını zedeleyebilir. Finans ve tekel grupları mümkün oldukça bütün etkinliklerini (yatırım, araştırma, personel giderleri, ihracat gibi) sübvansiyon yoluyla devlete finanse ettirmeye ve aynı zamanda artı-değerin mümkün olan en az kısmını devlete aktarmaya çalışmaktadırlar.

Onlar; ekonomik güçleri ve devlet aygıtı ve hükümetteki temsilcilere verdikleri rüşvetler aracılığıyla, bunun zeminini yaratmışlardır. Onlar; kârlı olmayan yatırımlarını garantilemek; projeleri için gerekli alt yapıları inşa etmek ve kayıplarını toplumun sırtına yüklemek için devleti kullanmaktadırlar. Onlar karar vermekte, devlet ödemektedir.

Aralarındaki şiddetli rekabet, emperyalist ülkeleri er ya da geç kendi güçlerini birleştirmeye, böylece de kendi devletlerinin rolünü güçlendirmeye zorlamaktadır. Devletçi plan ekonomisinin iki dünya savaşında somut şekiller kazanan unsurları, gittikçe daha yaygın bir şekilde, ekonomik savaşı sürdürme metodu olarak da kullanılmaktadır. ABD dahi, çöküşünü durdurmak için “sanayi politikası” biçimlerine geçmektedir.

Emperyalizmin ekonomisi pazar ekonomisi değildir, tersine devlet desteği olmadan tek adım atmayan alabildiğince kartelleşmiş bir tekel ekonomisidir. 19. yüzyılın “serbest pazar ekonomisi”, çoktandır tekelci devlet ekonomisinin lehine iflas etmiştir. Ancak, tekelci devlet ekonomisi objektif olarak sosyalizmi hazırlamaktadır. Sosyalizm ise, emperyalizm tarafından olgunlaştırılmış şeylerin ekonomik açıdan uygulamasını gerçekleştirecektir.

Özel çıkarların toplumsallaşan üretim araçları üzerindeki hakimiyeti devrimci yollardan kırılmak zorundadır.

 

EMPERYALİZM REFAH DEMEK MİDİR?

Emperyalist güçler, rakiplerine karşı dünya ölçüsünde verdikleri kavgada kendi ülkelerinin çalışan insanlarını harekete geçirmeye çalışmaktadırlar. Şu anda ABD ve Japonya arasında rekabet ön plandadır, ama Almanya’da da ve diğer emperyalist ülkelerde de, Japonya ve ABD’ye karşı mücadele körüklenmektedir. Ya da Fransa ve İngiltere gibi zayıf emperyalist ülkeler tarafından Almanya’ya karşı mücadele çağrıları yapılmaktadır vb.

Bir emperyalist ülke, diğer halkları yağmalamada ne kadar güçlü ise, o kadar çok ülke işçi sınıfının en az bir kesimi, kendi ülkesinin dünyadaki ayrıcalıklı konumundan faydalanmaktadır.

İngiltere’nin sanayi tekeli, işçi sınıfının ayrıcalıklı kesiminin yaşam standardını yükseltti ve bazen bütün işçi sınıfının da. İngiltere’nin emperyalist güç olarak zayıflamasıyla birlikte işçi sınıfının çoğunluğu da gittikçe yoksullaşmaktadır. ABD’nin ayrıcalıklı konumu, Amerikan işçilerinin önemli bir kesimine de yüksek bir yaşam standardı sağladı. ABD emperyalizminin güç kaybetmesiyle birlikte işçi sınıfının büyüyen kesimleri yoksullaşmaktadır.

Tersi durumda ise: emperyalist güçler diğerlerine göre yükseldikçe (Japonya ve Almanya gibi), işçilerin ya da işçi sınıfının bir kesiminin yaşam standardı da en azından bir müddet yükselebilir.

Rakiplere karşı teknolojik üstünlük, tekeller, karteller ve diğer rekabet avantajları, ekstra kârlar sağlamaktadır; bunun küçük bir kısmı yüksek ücretler ve sosyal haklar biçiminde işçilere de aktarılabilinir.

Diğer ulusların sırtından ayrıcalıklar ve ekstra kârlar elde etmek, bu her emperyalist ülkenin salt ana sorunu değildir, aynı zamanda işçilerin durumunu iyileştirmenin de çok önemli bir olanağını teşkil etmektedir.

Her sermaye kendi ulusunun ayrıcalıkları için mücadele eder ve işçi sınıfını milliyetçi bir temelde kendisi için kazanmaya çalışır. Birkaç avantaj gerçekten elde edildiği sürece de, işçi sınıfı kendi devrimci çıkarlarını savunmaktan büyük ölçüde alıkoyulabilir.

Bu olgu, emperyalizm ile birlikte çalışan güçlerin, önde gelen emperyalist ülkelerin işçi hareketleri içindeki hâkimiyetini açıklamaktadır.

Ancak emperyalizmin ve kapitalizmin yasaları, verili güç ilişkilerinden bağımsız olarak, belli bir noktadan itibaren söz konusu halkların büyük çoğunluğunun yaşam standartlarının eğilim olarak düşmesini beraberinde getirmektedir.

 

EMPERYALİST ÜLKELERDE ÜCRET SEVİYESİNİN DÜŞMESİ VE KİTLESEL İŞSİZLİK

Kapitalist üretimin esas amacı, herkes için refah ya da herkese iş sağlanması değildir, tersine asıl amaç olabilir en yüksek kârı elde etmektir. Sermaye birikimi, kapitalist üretimin özüdür. En yüksek kârı sağlama olanağı; oldukça az sayıda çalışanın, mümkün olan en kısa zaman zarfında, olabildiğince az personel ve malzeme gideri ile olabilir sayıda fazla kaliteli ürünleri dünya pazarlarına sürmesiyle artmaktadır. Bu, üstün teknolojiyi şart koşmaktadır.

Demek ki, sermayenin kendi değerini artırma yasaları zorunlu olarak, devasa genişlemiş üretim ile geniş yığınların tüketim olanakları arasındaki çelişkiyi doğurmaktadır. Sermaye; üretimi ve tüketimi dengeleyecek bir durumda değildir, çünkü tüketim araçları, yani ücretler, ne kadar düşük ise, kârlar da o kadar yüksektir.

Fazlalık oluşturan üretici güçler, sınırlı tüketime uyumlu hale getirilmek üzere, periyodik olarak krizlerde tasfiye edilmektedir. Üretici güçler, ilk planda insanlar işsiz yapılarak, yok edilmektedir. İşsizlik; iç pazarların, üretkenliğe rağmen nispeten darlaştığı ölçüde büyümektedir.

70’li yıllardan beri bütün sanayi ülkelerinde öyle bir gelişme aşamasına ulaşıldı ki; resmi işsizlik oranı hızla yükseldi ve böylece yoksulluk en zengin ülkelerde de yeniden milyonların günlük yaşantısının bir parçası oldu.

Ancak işsizlik, ücretleri düşürmek için güçlü bir araçtır. ABD’de bu gelişme en ileri boyuttadır. Amerikan işçi ve ücretli memurlarının çoğunluğu bugün reel olarak, 60’lı yılların ortalarında kazandıklarından daha az kazanmaktadırlar.

Almanya’da ücret seviyesini düşürme süreci, 80’li yılların başında başladı, ancak asıl şimdi hızlanmaktadır. Japonya’da ise bu süreç, 90’lı yılların başında başladı.

Kapitalist ekonomi, beslenmesi gereken ve üretken faaliyetlerden büyük ölçüde dıştalanmış, büyüyen bir nüfus fazlalığını üretiyor. O böylece, iç pazarı darlaştırmaktadır. Ekonomik savaşta, “sosyal sistemin” hastanesinde bakılması gereken, artan sayıda şehit ve gazi bulunmaktadır.

 

SERMAYE İHRACATI

Bu gelişme, sermaye ihracatı ve bütünsel ekonomik alanların (AT ve NAFTA gibi) yaratılmasıyla hızlandırılmaktadır.

İşçilerin çalışarak ortaya çıkardığı devasa sermaye miktarları; iç pazar, işsizlik ve düşük, daha doğrusu düşme eğilimli ücretler tarafından daraltıldıkça, yurt dışına daha çok akmak zorundadır. Böylece sermaye, daha hızlı bir şekilde kendi ulusal sınırlarının dışına taşmaktadır.

Modern iletişim teknikleri, hızlı ulaşım yolları ve bir basamak aşağıda duran birçok kapitalist ülkenin yükselen teknik standardı, sermaye ihracatını kolaylaştırmaktadır.

İleri ülkelerde, bütün bir sanayi dalındaki üretimi ya gelişme düzeyi geri ülkelere kaydırarak, ya da gerekli ürünleri ithal ederek tasfiye etme yönünde güçlü bir eğilim bulunmaktadır. Azami kâr getirmeyen ne varsa, süreç içerisinde ya yurt dışına kaydırılıyor ya da tasfiye ediliyor.

Bundan özellikle kapitalizmin eski sanayi dalları; yani kömür, çelik ve gemi yapımındaki klasik ağır sanayi, aynı şekilde tekstil ve ayakkabı sanayisi gibi tüketim malları sanayisi etkilenmektedir. Bu gelişme, mali sermaye içerisindeki rekabet ve işçi hareketinin direnişi tarafından frenlenmektedir.

Aynı şekilde, otomobil sanayisi, kimya, elektro sanayisi ve makine yapımı gibi gelişkin sanayiler de, artan bir oranda, imalatlarını metropollerden diğer kapitalist ülkelere kaydırıyorlar. ABD tekelleri, üretimlerinin büyük kısmını Latin ve Orta Amerika’ya ve Asya’ya kaydırdılar. Bu arada özellikle Meksika, ABD’ye yakınlığından dolayı, bütünsel bir ekonomik bölgeye, NAFTA’ya, dâhil edildi. Japonya sermayesini ilk planda çevresindeki Asya ülkelerine ihraç ediyor. Japonya yoğun bir şekilde Çin’e giriyor. Ve bu arada Almanya, Doğu Avrupa ile kendi Latin Amerika’sına kapısının önünde kavuşmuş bulunmaktadır.

Yeni bir uluslararası, yeni sömürgeci işbölümünün profili belirmeye başlamaktadır. Önde gelen emperyalist güçler, kendilerini; araştırma ve geliştirmede, satış ve serviste yoğunlaşan zeki sistem başları olarak görüyorlar ve basit Makina işini ve montajı ise uydu halklara bırakıyorlar. Metropollerde, kalite bakımından yüksek değerli üretimlerin ve geleceği olan teknolojilerin kalması esasta öngörülmekte.

Sermaye ihracatı; kendi ülkesinde kitlesel işsizliği güçlendirmekte, çalışan insanların ücret standardını düşürmekte ve böylelikle emperyalist ülkelerin iç pazarını daha da daraltmaktadır. İşçi sınıfı kendi işgücünün değerini, ulusal koşullar ve kendi ihtiyaçları temelinde belirlerken, tekeller, onu giderek uluslararası bir ortalama işgücü değeri olarak belirmeye çalışmaktadırlar. Bu, ücret seviyesinin az gelişmiş ülkelerdeki düşük ücretlere doğru düşüşünü teşvik etmektedir (ABD’deki ücretlerin Meksika ücretlerine göre, Almanya’daki ücretlerin Doğu Avrupa ücretlerine göre tayin edilmesi). Buna karşılık, bu ülke ücretlerinin de seviyesi biraz yükseltilmektedir. Bu gelişme, sermaye ihracatının boyutlarına bağlıdır.

Emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfının yoksullaşma nedenleri ulusaldır. Bu nedenler, söz konusu ülkelerin mali sermayesinin mantığında yatmaktadır. Bütün ülkelerin milliyetçilerinin iddia ettiği gibi, ilk planda, diğer ulusların rekabetinin oluşturduğu tehditte yatmamaktadır.

Kuşkusuz, emperyalist rekabet buna rağmen işyerlerini de tasfiye etmektedir. Japon tekelleri daha ucuz ve rasyonel üretirlerse, o zaman sermaye ve mal ihracatı ile düşmanların üretimini tahrip edebilir ve diğer ülkelerdeki işsizliği artırabilirler.

Onlar, rakipleri arasındaki çelişkileri de burada kullanmaktadırlar. Birileri için yıkım anlamına gelen şey, diğerleri için hammaddenin ya da tüketim maddelerinin ucuzlaması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz bu (ucuzlama), onlara ücret seviyesini düşük tutma olanağını da vermektedir. Ayrıca, kendi sermaye ve mal ihracatını artırma kaygısı, rakibinin de sermaye ve mal ihracatının belirli bir dereceye kadar ülkeye girmesine tolerans göstermeyi gerekli kılmaktadır.

Bu anlamda, emperyalist ülkelerin tekelci kapitalizmi, diğer halkları daha kârlı sömürebilmek için kendi halkının çıkarlarını satmaktadır.

Emperyalizm, bir yandan uluslararası rekabeti sürdürebilme yeteneği adına kendi ülkesindeki emekçilere savaş ilan ederken, diğer yandan artan oranda diğer halkların ve ulusların sömürülmesinden yaşamaktadır. Ülkesinin giderek artan boyutlardaki asalak rolünden yüksek yaşam standardı şeklinde faydalananların çevresi küçülmektedir. Bu olgu, seyri içinde, işçi sınıfının kendisini sermayeye tabi kılmasını da aşındırmaktadır.

 

YENİ SÖMÜRGECİLİK-SERMAYE İHRACATINA UMUT MU?

Emperyalizm, salt kendi iç pazarını değil, aynı zamanda dış pazarlarının da altını oyma eğilimini taşımaktadır.

Genişlemiş üretimi için hammaddelere ihtiyacı vardır. Hammaddeleri ise, “gelişmekte olan ülkeler” diye tabir edilen ülkelerde bulunmaktadır. Bu ülkelere yapılan sermaye ihracatı, hammadde akışının denetimine hizmet etmektedir. Hammaddeler ne kadar ucuzsa, emperyalist tekellerin kâr oranları da o denli yüksektir; dolayısıyla kendi ülkesindeki tüketim maddelerinin fiyatı da ve böylece de ücret seviyesi de o kadar düşüktür. Öte yandan, bu ülkelerdeki satılmış klikler, emperyalist bağımlılığın yararına kendi halklarını baskı altında tutmaları için askeri olarak silahlandırılmak ve beslenilmek zorundadır.

Latin Amerika’nın, Afrika’nın, Asya’nın düzinelerce ülkesi hemen bütünüyle sahip oldukları için, hammaddelerinin ihracatına bağımlı oldukları hammadde fiyatları düştükçe halkları da yoksullaşmaktadır. Hammadde fiyatları (enerji hariç) bugün 2. Dünya Savaşı sonrasından çok daha düşüktür. Aynı zamanda ama emperyalist ülkelerden ithal edilen sanayi mallarının fiyatları yükseldi. “Üçüncü dünya” ülkelerinin yağmalanması, emperyalizmin bir varoluş koşuludur.

70’li yılların başından itibaren birçok kapitalist ülkenin burjuvaları, sanayi devletlerinin özel bankalarından yoğun kredi alımı yolu ile kendi sanayileşmelerini ilerletmeyi denediler.

Bunun temeli, sanayi devletlerinin sermaye fazlalığı idi.

Paralar kısmen, ihtiraslı sanayileşme projelerine yatırıldı. Hedef; sanayide büyük ölçekli üretimi gerçekleştirmek, ihracatı artırmak ve böylece söz konusu işletmeler için yüksek kârlar sağlamaktı. İnşa edilen sanayilerin, ihracattan elde edilen dövizlerle kredi faizi ve amortisman ödemelerine hizmet etmesi öngörülmekteydi.

Hesap, genellikle tutmadı. Emperyalizmin yardımı ile gerçekleşen sanayileşmenin, “gelişmekte olan ülkelerin” yağmalanmasında yeni daha güçlü bir yöntem olduğu görüldü.

Bugün, alacaklı bankalara ve devletlere yapılan faiz ve amortisman ödemeleri, yağmalamanın esas biçimi durumundadır.

Bu ödemeler, üretime yatırılan sermayeden yapılan kâr alımını oldukça geçmektedir. Yeni alınan krediler, esasta eski borçlardan kalma yükümlülükleri ödemeye yaramaktadır. “Gelişmekte olan ülkeler”, emperyalist tekel ve devletlerinin gelişmesine hizmet etmektedirler.

Emperyalist ülkeler, öncesinden çok daha fazla boyutlarda eski büyük ölçekli üretim dallarını da (otomobil üretimi, çelik, tersaneler vb. gibi) ihraç ediyorlar ya da bunların diğer ülkelerde inşasını teşvik ediyorlar. Yabancı sermaye, özellikle Japon ve ABD sermayesi, bazı ülkelerde, örneğin Güney Kore, Tayvan, Meksika, Brezilya vb. sanayileşmenin hızlı bir atılımına neden oldu. Bu ülkelerin imalat sanayilerindeki sermayenin büyük bir kısmı emperyalist tekellerin, yani bankaların denetimindedir.

Ama bu durumun pek söz konusu olmadığı ülkelerde de, emperyalist devletlere olan yüksek dış borç, bu ülke ekonomilerinin, zengin ülke sermayesinin değerini artırma ihtiyaçlarına göre biçimlenmesine neden olmaktadır.

Borçları ödemede karşılaşılan güçlükler, alacaklı devletlere, “gelişmekte olan ülkelerin” devlet bütçelerine doğrudan müdahale olanağını vermekte; bu ülke bütçelerine ise halkların sırtından yeniden çekidüzen verilmektedir. “Gelişmekte olan ülkelerin” halkları giderek daha çok, zengin emperyalist alacaklı devletler için çalışmaktadırlar.

İhraç edilen sermayeyi ve yaşamsal derecede önemli işbölümünü her türlü politik ve askeri araçlarla teminat altına alma zorunluluğunu ortaya çıkaran, artık salt hammaddelerin yağmalanması değildir; metropollerin gereksinimlerine göre biçimlenmiş sanayi üretimi ve krediler de bu zorunluluğu ortaya çıkarmaktadır.

Emperyalizm büyüyen ölçüde asalaktır ve o başka türlü olamaz da.

“Gelişmekte olan ülkelerin” her türlü sermaye ihracatıyla yağmalanması, “onların” ekonomik gelişmesini engellemektedir. Bu ülkeler salt kısmen “gelişmektedir”ler. Sayısızca insan mutlak yoksulluğa itilmektedir. Yılda 120 milyon insan açlıktan ölmektedir. “Gelişmekte olan ülkelerin” burjuvaları, sermayelerinin büyük bir kısmını emperyalist merkezlerde güvenceye aldılar. Bu paralar, emperyalist merkezlerdeki sermaye fazlalığını artırmakta ve nafile yere sözde halkların refahı için kullanılmayı beklemektedir.

Kuzey’in zengin, asalak devletleri ile Güney’in fakir devletleri arasındaki uçurum, sermayenin mantığının gereği olarak büyümektedir. Emperyalizmin egemenliği altında, zengin ve fakir devletlerarasında uluslararası adil ekonomik ilişkiler, emperyalist ülke toplumu içerisinde adil ilişkilerin olamayacağı kadar olanak dışıdır. Kendi halklarının artan kesiminin yoksullaşması ve sömürgeleştirilen borçlu ülkelerdeki geniş yığınların mutlak sefaleti, sermayeye ait madalyonun iki yüzüdür.

Ancak böylece, dünya ekonomisinin geniş bölümleri de emperyalizm için sürüm sahası olarak daralmaktadır. Ülkeleri geliştirecek yabancı yatırımcıyı beklemek boşunadır, zira emperyalist asalak devletlerinin taşan zenginliği sonuçta kendilerine ve kendi kendisini büyütmesine hizmet etmektedir.

Emperyalizm, birçok “gelişmekte olan ülkelerin” bağımlı ekonomisinde, kendi ülkesinden daha büyük ölçüde işsizliği, daha büyük ölçüde yoksulluğu üretmektedir. Nitekim o kendi mallarını ihraç edebilmek için yerli ve teknik bakımdan geri üretim dallarını ve tarımı tahrip etmektedir.

Nüfusun büyük kesimleri, emperyalizmin bir yedek ordusuna dönüşmektedir. Ekonomik uçurumlardan dolayı, yoksulluğa itilmiş milyonlarca göçmen, yasal ya da yasadışı yollardan metropollere akın etmektedirler. Sermaye tam da onların yardımı ile metropollerin kötü eğitilmiş, vasıfsız ve düz işgüçlerini bir tarafa itmekte, ücret seviyesini daha da düşürmektedir.

 

SERMAYE İHRACATI-GÜÇLER DENGESİNİN EN ÖNEMLİ ÖLÇEĞİ

Bütün emperyalist ülkeler, rakipleriyle onların pazarlarında ya da yabancı pazarlarda doğrudan hesaplaşabilmek için, güvenliklerini güçlendirilmiş sermaye ihracatında görmektedirler. Bu, rekabeti keskinleştirmekte ve bir nevi ekonomik savaşa yol açmaktadır.

Sermaye ihracatının boyutları, dünyanın, emperyalist güçlerin nüfuz alanlarına göre paylaşılmasının en önemli ölçeğidir.

ABD, 1988 yılında 337 milyar doları yurt dışında doğrudan yatırım olarak mevzilendirmiştir. Bunun yarısı Batı Avrupa’da yoğunlaşmaktaydı. Avrupa’daki yatırımın iki ülkeye göre dağılımı şöyleydi: İngiltere’de 1/3’i, Almanya’da ise yüzde 20’yi biraz geçiyordu.

Japonya yurt dışına 1992 yılında 352 milyar dolar doğrudan yatırım yapmıştı, bunun yüzde 35–40 kadarı ABD’deydi (bu giderek artmakta) ve yüzde 15’i Avrupa’daydı; Avrupa’dakinin yüzde 40’dan fazlası ise İngiltere’deydi.

Almanya 1992 yılında 155 milyar dolar yurt dışında doğrudan yatırım yaptı. Bunun yarıdan fazlası AT’nin payına düşüyor, AT içinde ise en fazla İngiltere’ye (yüzde 16 kadar) yaptı. Yüzde 30’dan fazlasını ise ABD’de yatırdı, yüzde 5’ini de Latin Amerika’ya.

İngiltere ise, AB’nin ABD’ye yaptığı sermaye ihracatının yarısını (Almanya’dan dört misli daha fazla) kendisi gerçekleştirdi, İngiltere, toplam sermaye ihracatının yarıdan fazlasını ABD’de yoğunlaştırmaktadır.

Buna karşın Japonya, ABD’den ve Almanya’dan yapılan sermaye ihracatlarına karşı kapılarını bugüne kadar adeta kapatmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla, ABD, dün olduğu gibi bugün de dünyanın en büyük yatırımcısıdır. Ama Japonya hemen hemen aynı başarıyı elde etmiştir ve düşük Gayri Safi Milli Hâsılası’na (GSMH) rağmen, 80’li yıllarda ABD’den daha fazla sermaye ihraç etmiştir. Almanya açıkça daha da zayıftır. Sermaye ihracatı; içinde sermaye ve işgücünün serbestçe hareket edebildiği uluslararası ekonomik bölgelerin kurulması tarafından teşvik edilmektedir.

Ancak, sermaye ihracatı, sermaye ithalatı ile kıyaslanmak zorundadır. Emperyalist devletler sermaye ihracatı yolu ile dünyayı paylaşmaya çaba harcarlarken, yabancı sermaye bizzat kendi ülkelerine girmektedir ve onları içten oymaktadır. Burada da Japonya avantajlıdır. Zira bir yandan sermaye ithalatına çok az fırsat tanırken, diğer yandan kendisi her yere girmektedir.

Gerçi özellikle İngiltere, GSMH’ye oranla en yüksek doğrudan yatırımlara sahip olan ülkedir. Öte yandan ama sanki ABD sermayesinin, Japon ve Alman sermayesinin adeta ilhakıyla karşı karşıyadır. İngiliz sanayisi kendi ülkesinde çökerken, İngiliz sanayisinin üçte birinden fazlası yabancı sermayenin elindedir.

Kendi halkının, uzun dönemli sermaye ihracı sürecinde yoksullaşması, İngiltere’yi, yabancı sermayenin doğrudan yatırımları için olağanüstü derecede cazip kıldı. ABD’nin de 80’li yıllarda yaşadığı gerileme şu noktada kendisini gösterdi: Yabancı ülkelerin ABD’deki doğrudan yatırımları, ABD’nin yurt dışındaki yatırımlarından 2 kat daha yüksekti.

Doğrudan yatırımlara, bankalar ya da devlet kredileri yoluyla yapılan sermaye ihracatı eklenmektedir. Bu noktada ABD, daha 80’li yılların başında dünyanın en büyük kredi vericisi iken (uluslararası kredilerin hemen hemen yüzde 30’u ABD bankalarına aitti), 80’li yılların sonunda vaziyet tamamen değişmişti. Gelinen noktada Japonya bankaları, dünya bankerleri oldular. Bugün dünyanın en büyük 10 bankası, Japon bankalarıdır. Japon bankaları, uluslararası kredilerin yüzde 40’ına hâkimdirler. ABD ise sadece yüzde 15’ine, Japonya, ABD’deki bütün banka mevcudatının yüzde 14’ünü denetlemektedir (Kaliforniya’da hatta yüzde 25’ini).

ABD 80’li yıllarda patlayan devlet borçlarıyla da kendisini yabancı, özellikle Japon alacaklılarına bağımlı kıldı.

ABD devlet istikrazının hemen hemen yüzde 30-40’ını Japon borsacıları satın aldı.

Bu arada Japon bankaları dünyanın büyük finans pazarı olan Londra’yı da fethettiler.

Avrupa kredilerinin yüzde 40’ı Japon bankaları tarafından verilmektedir. Böylelikle, ABD bankalarına, Alman ve İsviçre bankalarına yerlerinin neresi olduğu gösterildi.

Gerçi Almanya, İngiltere’yi geçti. Fransa’ya daha da yaklaştı, ama henüz daha 4. sırada. Uluslararası kredilerde payı yüzde 8’i dahi bulmuyor.

Bugün dünyanın en büyük alacaklı devletleri Japonya ve Almanya iken, ABD borç sahibi bir ulus olmuştur. Bu, güçler dengesinin belirli bir değişiminin açık bir işaretidir.

ABD emperyalizmi, pozisyonunun zayıflamasına Japonya ile işbirliğini güçlendirerek yanıt vermektedir. ABD, Japon sermaye ihracatının yoğunlaştığı başülkedir, nasıl ki ABD’nin de Japonya’daki en büyük yabancı yatırımcısıysa. Japonya’nın ve ABD’nin yüksek teknolojik sanayileri, çok sayıda karşılıklı sermaye ortaklıkları ile birbirlerine bağlandılar. Motorola ve Toshiba arasındaki ortak firmalar; IBM ve Toshiba ya da Ricoh arasındaki General Motors ve dünyanın başta gelen robot üreticisi Fanuc arasındaki veya General Motors ve İsuzu arasındaki, ya da Ford ve Mazda arasındaki vb. birlikler; ulaşılan noktayı göstermektedir. Japonya ve ABD’nin yüksek teknolojilerinin ortaklığını Konrad Seitz, “sona ermekte olan 20. yüzyılın dünya ekonomisinin en önemli gelişmesi” olarak niteliyor.

Böylece Japon emperyalizmi baş rakibiyle birleşiyor ve onunla birlikte Avrupa’ya giriyor, bu arada ama ABD’yi yenme amacından da vazgeçmiyor.

 

JAPON EMPERYALİZMİNİN İLERLEYİŞİ

Şu anda en hızlı gelişen Japon emperyalizmidir; bu esnada ABD ve Almanya’da belirli bir anlamda, yaşlılık takatsizliği gözlenmekte. Ancak ABD ve Almanya’da verimliliği ve pazar paylarını yeniden ele geçirmek ya da tümden kazanmak için hummalı bir şekilde modernleşme üzerinde çalışılmaktadır.

Japonya’da ise güçlü kriz belirtileri görülmektedir. Bütün bu ülkelerin yönetici çevreleri kendi işçi sınıflarını, sermayenin generallerine, Japonya’ya karşı, ABD ya da Almanya’ya karşı yürütülen savaşta kayıtsız şartsız tabi olmaları için durmaksızın baskı altında tutuyorlar.

Bugün muharebeler ağırlıkla ekonomik olarak yürütülmekte. Galiplere, diğer güç merkezlerinin sırtından ekstra kârlar düşüyor ve tekel personellerinin savaşçı ordularına da, rakip yenildiği zaman ganimet primleri sözleri veriliyor.

Japon emperyalizmi avantajlara sahip, çünkü o özel koşullarından ötürü üretici güçlerini şu anda en hızlı geliştirebilir.

Birincisi; uzun vadeli kâr beklentilerini, kısa vadeli kâr beklentilerine tercih edebilme yeteneğidir.

İkincisi; artı değerin daha büyükçe bir kısmını üretime yatırma yeteneğidir.

Üçüncüsü; tüm sanayi ülkelerinin en ileri deneylerini sistematik bir şekilde değerlendirme ve bunları Japonya’da uygulama yeteneğidir (üretime entegre edilmiş kalite kontrolü, eski işbölümlerin kaldırılması vb.)

Dördüncüsü; araştırma, yatırımlar ve üretkenliğin başarı vadeden istikametini tüm toplumu kapsayan bir şekilde ulusal ve uluslararası çapta çok daha güçlü planlama yeteneğidir.

Beşincisi; başka ulusları, özelliklede zamanın galip gücü ABD’yi aşmak için, feodal gelenekleri (Samuray sadakati, hasımlara karşı mücadele ruhu, işyeri klanı için fedakârlık yapma vb.) ulusal bir girişim olarak birleştirme yeteneğidir.

 

ALMANYA

Alman emperyalizmi AT içinde en güçlüsüdür. Onun kalesi ağırlıklı olarak Avrupa’dır. Şimdilik esas olarak Avrupa Birliği’nin yardımıyla ve başta Fransa olmak üzere diğerleriyle birlikler kurma ve tavizler verme yoluna giderek, ABD ve Japonya karşısındaki göreceli zayıflığına çare bulmaktadır. Ama ABD ve Japonya’ya karşı teknolojik olarak (özellikle telekomünikasyon sanayisinde) ve etkin olduğu bölgelerin önemi açısından geride kalmış gözüküyor.

Bu yüzden, Alman emperyalizmi bu açığını kapamaya çalışmaktadır. Dünyada bir numara olmak istiyor. Asya ve Amerika’daki bölgeleri etkisi altına almak için kaba bir şekilde işyerlerini yok ederek ve ücretleri aşağı çekerek ihtiyaç duyduğu muazzam sermayeleri bir araya getirmeye çalışıyor. O esnada bütün ümidini öncelikle Atlantik’ten Ural’a kadar uzanan, birleşmiş, 850 milyon insanı kapsayan ticari alana yöneltiyor. Adım atım AT genişletiliyor.

Ama bu yol sayısız engeller ile dolu. Rusya emperyalist bir ülke olarak çok zayıflamış bir durumda olmasına rağmen, henüz “batı etkisine” karşı savunacağı çıkarları var. Ayrıca hâlâ önemli bir askeri güçtür. Batı Avrupa’da; Almanya, Fransa ve İngiltere arasında keskin bir rekabet sürmektedir. Yanı sıra Amerikan ve Japon sermayesinin etkin varlığı söz konusudur.

Ve Doğu Avrupa’da çeşitli emperyalist güçler egemenlik için çarpışmaktalar. Almanya’nın konumu tartışmasız değildir.

Emperyalist devletlerin güç oranlarının nasıl olduğu, kendilerini hangi birlikler ile ve nasıl güçlendirmeyi denedikleri esas itibarıyla daha yakından araştırmalıdır. Aynı şekilde sermaye ihracının dağılımı ve etki alanlarının nasıl bir seyir izlediği de daha esaslı araştırılmalıdır. Biz burada sadece göreceli tahminlerde bulunabiliriz.

Şu veya bu emperyalizmin diğerlerine göre, belli bir süre için dahi olsa, sahip olduğu avantajlara, diğer emperyalist ülkeler de aynı şekilde sahip olmaya çalışıyorlar. Ama hepsi beraber, kısa veya uzun vadede çeşitli şekillerde ve gelişme derecesinde, tedavisi mümkün olmayan hastalıklarına yakalanmaktadırlar.

 

Almanya Komünist Partisi (KPD)

 

Ekim-Kasım 1995

Alternatif devrimdir

EN MARCHA

EKVADOR

Burjuvazi sınıf olarak, dünya ekonomisini altüst eden ekonomik krizi uluslararası planda göğüslüyor ve daha önceleri defalarca görüldüğü gibi kendi çıkarlarına uygun bir şekilde çözmeye çalışıyor.

Geçen on yıllarda burjuvazi, genel anlamda, krizle karşı karşıya gelmeyi ve onu kendi lehine çözmeyi başardı. Fakat çözümlerin sosyal maliyeti çok pahalı oldu. Yük, çalışan kitlelerin ve halkların sırtına yüklendi. Ağırlıklı olarak bağımlı ve emperyalist ülkelerin işçi sınıfları büyük sarsıntılar geçirdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan toparlanma dönemi 1970’li yıllarda son buldu. O yıllardan günümüze kadar uluslararası burjuvazi ve dünyadaki gerici güçleri, krizi kendi çıkarları doğrultusunda çözmek için çeşitli çözüm önerilerinde bulundu. Açıklanan farklı teori ve önerilerin yanında plan ve programlar da geliştirildi. Tüm zorlamalara rağmen, kriz gerçekte hem şiddetlendi, hem de genişledi.

Neo-liberalizm, umut olarak sunulan tezlerin arasında en önemlisidir. Monetarist olarak tanınan bu görüşe göre, pazar ve ticaret serbest bırakılmalı, arz ve talep canlandırılmalı, “koruyucu devlet”, sübvansiyon ve ekonomiyi düzenleme uygulamaları kaldırılmalı, kamu işletme ve hizmetleri özelleştirilmeli, sosyal güvenlik, sağlık ve eğitim harcamaları azaltılmalı ve üretken olmayan tüm yatırımlar durdurulmalıdır.

Krizin politik sonuçları dünyada sarsıntı ve kargaşaya yol açtı. Burjuva politikacıları ve ideologlarının günlük sosyal barış propagandaları bir hayalden öteye gitmedi.

Burjuvazi ve farklı biçimlerdeki hükümetleri kriz içindeler ve istikrarsızlığa mahkûmdurlar. Her adımda bir hükümet düşürüyor ve yenisini kuruyorlar. Liberal hükümetler yolsuzluklarla boğuluyor. Bu gidişi durdurma söylemiyle başa gelen tutucu partiler diğerlerinden daha fazla rüşvet olaylarına katılıyor. Sosyal demokratlar gerileme sürecinde; görünümünü değiştirmeyi, demagojiden uzaklaşmayı deniyor; “modernleşme” ve liberalleşme ile uğraşıyor; sosyal kazanımları azaltmak için hazırlıklar yapıyor.

Yolsuzluk, çürüme ve kamu sektörünün olanaklarını kötüye kullanma kurumlaşmış durumda. Bütün bunlar çeşitli skandallara ve politik krizlere neden olmakla kalmadı, aynı zamanda Brezilya, Japonya ve Venezuela’da hükümetlerin devrilmesine yol açtı. İngiltere ve Fransa’da üst düzey yönetim kademelerinde açığa çıktı. İtalya’da Hıristiyan Demokrasisi’nin tükenmesine yol açtı. Revizyonist partiler çözülüp gidiyor, dağılıyor ve isim değiştiriyorlar. ABD’de son 20 yılın Cumhuriyetçi dönemi son buldu, şimdi ise Clinton yönetimini zorluyor.

En iyi hükümet biçimi ve kapitalizmin en üstün ifadesi olduğu propagandası ile çoğu ülkelerde uygulanan temsili demokrasi artık prestijini yitirdi ve yerine açık diktatörlük ve otoriter rejimleri geçiren aynı burjuvazi tarafından bazı ülkelerde geçersiz ilan edildi. Neo-Naziler, neo-faşistler, ırkçılık, aşırı milliyetçilik, yabancı düşmanlığı ve şovenizm yeniden ortaya çıkmaya bağladı.

 

İŞÇİ HAREKETİ VE KRİZ

Yaşamın gösterdiği gibi, kapitalist genel krizin çıkış yolu yoktur. Ortaya atılan çözüm önerileri geçici rahatlamalar getirmekten öteye gidememektedir. Hedef, çalışan kitlelerin, halkların ve ezilen ulusların sorunlarını ele alıp ihtiyaçlarını çözüme kavuşturmak değil, zengini daha zengin yapmak ve kapitalist sömürüyü perçinlemektir. Tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de, krizin gerçek ve kesin çözümü, proletaryanın yapacağı sosyal devrimdedir.

Emperyalizm çağında proletarya, insanlığı kurtarma süreci içinde diğer devrimci sosyal sınıf ve katmanları örgütleme ve yönlendirme görevini yüklenir. Emperyalizme karşı savaşta ve bağımsızlık mücadelesinde, uluslararası işçi sınıfı ile ezilen halk ve ulusların yolları birleşiyor. Sosyal devrim, farklı ülkelerde gerçekleştirilecek görevlere bağlı olarak sosyalist, anti-emperyalist, demokratik veya ulusal özgürlük biçimlerinde ortaya çıkıyor.

İşçi sınıfı hangi koşullar altında yaşıyor? Hangi sorunlarla karşılaşıyor? Perspektifleri nasıl açıklanabilir?

Sovyetlerde ve Doğu Avrupa’da meydana gelen olaylar, Arnavutluk’ta sosyalizmin dağılması, Sandinist hareketin yenilgisi, Farabundo Marti Cephesi liderlerinin ihaneti, Filistin’de Arafat’ın tutumu ve iyi organize edilmiş saldırgan anti-komünist kampanya, dünya işçi sınıfına ve ezilen halklar ve ulusların özgürlük mücadelesine geniş boyutlarda zararlar verdi.

Komünist ve devrimci saflarda, halklar ve işçiler arasında çok büyük kafa karışıklığı yarattı. İdeolojik ve politik dağılmalara ve geniş katmanlar arasında hayal kırıklığının, umutsuzluğun ve moral bozukluğunun gelişip güçlenmesine neden oldu.

Çalışan emekçi kitleler, sınıf bilincine çok yabancı fikirlere bağımlılaştırıldılar. Burjuva, sosyal demokrat ve revizyonist ideolojiler, sarı sendikaların tutumları, faşistlerin, gangsterlerin ve oportünistlerin işçi sınıfı ve halk hareketi içinde başlattığı faaliyetler, reformist bir mücadele ruhunun, sosyal pasifizmin ve sendikalist eğilimlerin boy atmasına güç verdi. Bu durum çok eskilere dayanıyor. 1950’li yıllarda modern revizyonizmin ortaya çıkmasıyla başladı. Bugün genişleme imkânı buldu. Marksist-Leninist partilerin zayıf ve verimsiz çalışmaları buna yol açtı.

Proletaryanın devrimci düşüncesi Marksizm-Leninizm, işçi sınıfının geniş kesimleri tarafından bilinmemektedir. Aynı şekilde, komünistlerin devrimci politik önermeleri de bilinmiyor. Örgütlü olan geniş bir işçi kesimi AFL-CIOSL’a, Avrupa düzeyinde sosyal demokratlar ve Hıristiyan Demokratlar aracılığıyla patronlar tarafından yönlendirilen reformist sendikalara bağlanmıştır. Revizyonizm uluslararası planda güç kaybetmesine rağmen, bazı ülkelerde hâlâ etkisini sürdürüyor. Son zamanlarda Dünya Sendikalar Federasyonu’nu yeniden toparlama çalışmalarının başlatılması bunun bir örneğidir.

Tüm ülkelerde işçi sınıfı, örgütsel ve sosyal anlamda şiddetli dalgalanmalar yaşadı. Modernleşme uğruna sosyal kazanımlar ve sendikal haklar kısıtlandı. Grev yapmaya ve örgütlenmeye olanak tanımayan ve işten atmaları kolaylaştıran emek karşıtı yasalar yürürlüğe konuldu.

 

GERİLEMENİN SINIRLARI

1989’dan sonra proletaryanın ve halkların devrimci mücadelesinde bir gerileme belirdi. Uluslararası burjuvazi, dünya gericiliği ve revizyonizm, kitlelerin devrimci mücadelesine şiddetli darbeler indirdi.

Uluslararası planda bu gerileme artık dibe vurmuş durumdadır ve hatta kimi ülkelerde kitle hareketlerinde, işçilerin sendikal örgütlenmesinde ve devrimci silahlı mücadelede yeniden bir canlanmanın olduğu görülüyor.

Bu ilk kıpırdanış, geniş kitlelerin mücadelelerinin yükselişinde kendini gösteren, ama açıktır ki istikrarsız bir süreçtir.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu koşullar ve şiddetlenen kriz yeni perspektifler açıyor. İdeolojik ve politik yanılsamalara ve örgütsel dağılmışlığa rağmen, son günlerde emekçiler maddi koşullarını iyileştirme, iş olanaklarını genişletme ve sosyal kazanımları koruyup geliştirmeye ilişkin gösterilere başvurdu. Ayrıca bu hareketlenmelerde yer alan işçi sınıfı kapitalizme, büyük burjuvaziye ve onun egemenliğine karşı olduğunu da açıkça ifade ediyor.

Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’daki işçi sınıfının büyük gösterileri, Belçika ve İspanya’da genel grevler, İtalyan ve Polonya işçi sınıfının eylemleri, Rusya ve Doğu Avrupa işçi sınıflarının gösteri ve eylemleri güçlü potansiyel taşıyan işçi hareketinin yeniden doğmakta olduğunu kanıtlıyor.

Yakın döneme kadar gelişmiş emperyalist ve kapitalist ülkelerin işçi sınıfı sermaye birikiminden yararlanıyordu. Son gösteriler proletarya hareketinde hesaba katılması gereken yeni ve önemli bir rolün var olduğunu açığa çıkardı.

Tarihsel deneyimlerin ışığında denilebilir ki işçi sınıfı hâlâ çağın merkezindedir ve üretim sürecinin ana halkasını oluşturmaktadır. Genelde insanlığın kurtuluşu ve sermayeye karşı mücadelenin yönlendirici rolünü oynadı, oynuyor. Gelecekte de aynı rolü oynayacağı için hâlâ politik ve sosyal alanda bilimsel araştırma ve deneylerin odağını oluşturuyor. Üretici güçlerin her gelişimi, bilimsel-teknik devrimin her kazanımı, burjuva ideologlarının ileri sürdükleri gibi sınıf olarak proletaryanın kaybolmadığını, tam tersine çok daha geniş bir örgütsel ve politik kapasiteye sahip olduğunu kanıtlıyor.

Bu yüzyılın tarihsel olaylarında işçi sınıfının büyük rolü ve yankı uyandıran en önemli zaferleri, Ekim 1917, faşizmin ezilişi, yeni bir toplumun kuruluşu, sosyalist kamp, sömürge sisteminin yıkılışı, özgürlük ve demokrasi uğruna verdiği mücadele, emperyalist sömürü ve baskıya karşı dev karşı koyuşları devrimci bir sınıf olduğunu kanıtlamaya yeter de artar bile.

Yukarıda sözünü ettiğimiz olayların doğruladığı gibi “işçilerin kurtuluşu, onların kendi eseri olacaktır” Marksist tezini bir kere daha da doğruluyor.

Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının anti-emperyalist bilinci ve mücadelesi önemli ve anlamlıdır. Meksika’da, Peru ve Kolombiya’da, Güney Afrika, Filipinler, Çeçenistan, Somali ve Kürdistan’da elde silah sürdürülen direnişler, uluslar ve halklar arasında karşılıklı dayanışma ve yardımlaşmalar, doğal kaynakları koruma, dış borçları ödememe, Dünya Bankası ve IMF’nin dayatmalarına karşı proletaryanın ve halkların muhalefeti ve direnişi dünyanın her yerinde görülüyor. Latin Amerika’da Marksist-Leninist güçlere canlılık veren, güçlü halk hareketleri halini alan anti-emperyalist miting ve gösteriler giderek önem kazanıyor.

Anti-emperyalist mücadele sürecinde, işçi sınıfına ve onun partisine halkların ve ulusların özgürlük mücadelelerini yönetme ve örgütleme görevi düşüyor.

Demokrasi ve özgürlük mücadelesi sürecinde insan hakları için otoriterizme ve yolsuzluklara karşı direnişler, seçim ve parlamenter sınırları aşarak sokaklarda, halkların direnişinde, devrimci ayaklanmalarda ortaya çıkmaya başladı ve proleter devrimcilerin daha yakın dikkatini gerektiriyor.

 

TARİHİN ÖZNELERİ

Yaşadıkları koşulların zorlaması sonucu kitlelerin artan rahatsızlığı, krizin kaçınılmaz sonuçları, ekonomik durgunluk ve enflasyon, çürümenin doğası ve burjuva toplumunun çöküşü giderek artan oranda değişime duyulan büyük istekte kendini açığa vuruyor. Krizin nedenleri ve hükümetlerin çözüme ilişkin aldığı kararlar politik bilinci yükseltiyor. İşçilerin, köylülerin ve gençlerin sosyal ve politik hareketlerindeki canlanma, etnik ve ulusal azınlıkların kültürel ve ulusal kimliklerini savunma mücadeleleri, ezilen halkların ve ulusların anti-emperyalist mücadelesi ve bilinci güçleniyor. Halkın mücadelesinde bu hareketlilik kısa zamanda farklı bölge ve ülkelerde kitlelerin eşit olmayan koşullarda gelişen devrimci başkaldırı hareketini getirecektir.

Bu gelişmelere önderlik edenler, devrimin, özgürlüğün ve demokrasinin sosyal güçleri, yani işçi sınıfı ve halkın diğer kesimleridir. Bunlar tarihin özneleri olan gerçek solu temsil edenlerdir.

Politik bakış açısıyla, sol güçlerin en üstünde, işçi sınıfının partisi, Uluslararası Konferans’ta çizgimizi oluşturan Marksist-Leninist parti ve örgütlerdir. Biz solcuyuz; çünkü program ve doktrinimiz, çağımızın en devrimci ve en ilerici çıkarlarını, yani proletaryanın çıkarlarını savunuyor. Çünkü bu programatik ilkelerimizde bağımlı ulus ve halkların en değerli ideal ve hedefleri yer alıyor. Çünkü yalnızca işçi sınıfının kurtuluşuyla insanlık gerçek kurtuluşa kavuşabilir. Ulusal ve sosyal özgürlükler için mücadele veren ve emperyalist egemenliğe karşı duran yurtsever, demokrat ve devrimci kişiler sol içinde faaliyet gösteriyor.

Biz solcuyuz, yeniyi, bilimseli, doğmakta ve gelişmekte olanı temsil ediyoruz; çünkü biz insanlığın bugünü ve yarınıyız. Biz her zaman alternatifçi, yenilikçi ve direngen güç olduk ve olmaya devam edeceğiz.

Asya’da Nepal ve Hindistan, Avrupa’da ise Polonya, Bulgaristan ve Litvanya gibi ülkelerde ve Latin Amerika’da Venezüella, Brezilya ve Uruguay’da aşırı sağın güç kazandığı, burjuvazinin neo-liberal prensipler etrafında toplandığı bir dönemde yapılan seçimler genelde sola doğru bir eğilimin varlığını gösteriyor. Hemen hemen bütün ülkelerde merkez diye bilinen kesim kendisini neo-liberal olarak yeniden tanımlıyor ve açık sağ tutum takınıyor.

Genelde halk ve işçi hareketi, kendisini değişimin, sosyal başarıların ve solun taşıyıcıları olarak sunan demokratik seçimleri arıyor ve olumlu tepki veriyor. Bunlar, halk kitlelerinin, sağa ve neo-liberalizme karşı çıkan ilerici konumlara yakınlığını yansıtıyor. Bu konumlar birçok ülkede reformist politik güçler tarafından yönlendiriliyor. Doğu Avrupa’da eski revizyonist partiler, öteki ülkelerde ise sol olarak ortaya çıkan yeni revizyonizm, bu gelişimin başını çekiyor.

“Yeni sol”, eski reformist bir taktik, işçi hareketinin değişim ideallerinin yönünü değiştiren, onu burjuva legalizmine ve sistemin parametrelerinin sınırlarına sıkıştırmaktan öte gitmeyen sosyal demokrasinin, revizyonizmin ve oportünizmin yeni oluşan bir biçimidir. Polonya ve Bulgaristan’da eski revizyonistler kapitalizmi yeniden kurmayı denemekteler. Moğolistan ve Litvanya’da benzer hareketler deneniyor. İtalya’da yolsuzluklarla boğulmuş eski revizyonist Occheto’nun partisi aynı yönde koşuyor. Brezilya’da Lula, iktidarı paylaşmayı amaçlayan eski sosyal demokrat tezlerden hareket ediyor. Venezüella’nın Radikal Davası ve Uruguay’ın Tarihsel Karşılaşması aynı şeyi denemekteler. Açıktır ki bunlar sermayeye hizmet eden burjuva karakterde politik güçlerdir. Bunun tam karşıtı, işçi sınıfı ve onu belirli sınırlarda izleyen kitleler ve küçük burjuvazi, yani devrimin sosyal güçleri iktidarı amaçlayan hedefler belirleyerek ittifak kuruyor.

 

BLOK POLİTİKALARI

Şiddetlenen ekonomik kriz, tekeller arası çelişkileri de artırıyor. Pazarları, hammadde kaynaklarını ve stratejik doğal kaynakları koruma, yeni etki alanları ve yeni pazarlar bulma, dağılan Sovyetler Birliği’nde ve uydularında yatırımlar, pazar ve işgücünü kullanma etrafında çıkan anlaşmazlıklar, sanayi fazlası ve tüketimde ortaya çıkan çelişkiler, ekonomik ve politik güçleri yeniden düzenleme noktasında çıkan muhalefetler ve dünyanın yeniden bölüşümü sorunu kaçınılmaz olarak politik blokları yeniden canlandırdı.

Ticari, para, politik ve askeri ittifakları kapsayan bölgesel ve bölgeler arası gruplaşmalar oluşturuldu. Böylece farklı ülkelerin bir araya geldiği ittifaklar giderek arttı.

Üyeleri arasında askeri ve politik anlaşmazlıkları barındıran bu blokların bazıları uzun bir geçmişe sahip askeri ve politik karakterde bloklardır. Diğerleri ise istikrarlı gibi görünmüyorlar ve yeniden örgütlenmelerinin kalıcı olacağı söylenemez, ittifaklarla ilgili ortaya çıkan gelişmeler bunun böyle olduğunu gösteriyor.

ABD’nin oluşturduğu ve adına tek kutuplu dünya denilen süper-emperyalizm diye bir şey yoktur. Bu, diyalektiğe aykırı bir tezdir. Emperyalizmin varlığına ters düşer. Halkları korkutmayı ve güçsüz bırakmayı hedefleyen bir teoridir.

Sovyetlerin dağılmasından sonra ABD askeri, politik ve ekonomik alanlarda tek süper güç olarak kaldı. Ancak bu durum geçicidir ve hızla yok olmaktadır. Almanya ve Japonya’nın gelişme ve genişleme hızları Kuzey Amerika’nınkinden daha fazladır. Avrupa Birliği’nin, gelecekte dünyada en önemli rolü oynayabileceği tahmin ediliyor. Rusya’nın ordusu, burjuvazisi ve askeri gücü genişleme potansiyeline sahiptir. Bu durum, çok kutuplu bir dünyanın varlığını doğruluyor. Yani öyle bir dünyada yaşanıyor ki, farklı emperyalist devletler veya devletler topluluğu, kendi egemenlik alanlarını genişletmek amacıyla yoğun bir rekabet içindeler.

Dört kıtada farklı türden emperyalistler arası çelişki bulmak olanaklıdır. Bu çelişkiler, dünyanın etki alanlarına göre paylaşılması istendiğinden hızla keskinleşiyor. Daha da önemlisi, bu çelişkilerin bölgesel savaşlara neden olup dünyayı yeniden ateşe verme çılgınlığına yol açabilir nitelikte olmasıdır. Son zamanlarda ulusal ve etnik gruplar arasındaki sürtüşmelerin en üst düzeye tırmandırılması, endişeleri artırıyor.

Eski Yugoslavya’da etnik, dini ve ulusal ayrılıklar emperyalist güçler tarafından körüklenerek Bosnalıların katledilmesine yol açtı. Balkanlar, farklı emperyalist güçlerin çatışma alanına dönüştürüldü.

Aynı durumu hemen hemen tüm eski Sovyetlerde, Rusya Federasyonu’nun çeşitli cumhuriyetlerinde görmek mümkündür. Ermenistan’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan ve Gürcistan’da savaşlar sürüyor.

Ruanda, Liberya ve Angola gibi çeşitli Afrika ülkelerinde kabileler arası ayrılıklar körüklendi ve gerçek anlamda iç savaşlar başlatıldı. Her zaman olduğu gibi, yeteneksiz hükümetleri işbaşına getiren, silahları satan ve toprakları bölüşen emperyalistler kazançlı çıkıyor bundan.

Uluslararası jandarmalık rolünü üstlenen ABD emperyalizmi, Birleşmiş Milletler’i kontrol altına almayı başardı. Daha da önemlisi öteki emperyalist devletlerin onayını alarak son yılların en tehlikeli savaşkan eylemlerini gerçekleştirebilme gücüne kavuştu.

Tüm emperyalist güçler, Körfez Savaşı’na karıştı ve sivil halkı katlettiler. “Sorunlara çözüm bulmak” amacıyla Somali’yi ve “demokrasiyi kurtarmak” için de Haiti’yi işgal ettiler. Yeltsin’in Rusya’sı da Çeçenistan’ı işgal edip terör estiriyor.

Dünya haritası boydan boya silahlı çatışmalarla doludur. İç, ulusal ve devletlerarası savaş alevleri dünyanın karmaşıklığından ileri geliyor. Emperyalist devletler ulusal çıkarlarla oynuyor, sınır sorunlarını körüklüyor, silah satıyor ve beliren yeni koşullara göre konumlarını yeniden düzenliyorlar.

Emperyalistler açısından, kendi aralarındaki çelişkileri halletmek, üretim fazlası sorununu çözmek, kapasiteyi arttırmak ve silah sanayini geliştirebilmenin yolu ancak, savaş taktiklerini, krizden çıkışın alternatifi olarak göstermektir.

 

ÖNCÜNÜN VE BİLİNCİN ROLÜ

Dünya, kapitalist sistemin çözümü olmayan bir krizini yaşıyor. Bu krizden gerçek çıkış ancak proletaryanın sosyal devrimi çerçevesinde olur. Bu kriz, kitlelerin mücadelesinde güçlü bir yükseliş, yeni devrimci olanaklar ve hatta farklı ülke ve bölgelerde devrimci krizleri hazırlama perspektifleri sunuyor. Devrim, bugünkü kuşağın görevidir.

Son yılların olayları, halkların ve emekçilerin sosyal hareketlenmelerinde bir canlanma yaratmakla kalmadı, aynı zamanda zaaflarını ve zayıflıklarını da ortaya çıkardı.

Politik öncünün ve devrimci bilincin rolü yetersiz ve zayıftır. Kitleleri aydınlatmak amacıyla ileri sürülen hedef, amaç ve yön dağınık durumdadır. Esasında sosyal hareket politik hareketten daha ileri düzeydedir.

Proletaryanın devrimci partisi için hedef açıktır: Gezegenimizin her yerinde işçi sınıfı mutlaka halk hareketinin önünde yer almalıdır. Bu somut durum, kriz üstüne Marksist-Leninist alternatif tezini gerekli kılıyor. Marksist-Leninist partilerin ve Uluslararası Konferans’ın önünde dikkatli bir strateji geliştirme görevi duruyor.

Partilerimizin güçlenebilmesi için böylesi politikalar gereklidir. Sosyal mücadelelere militanca katılım, örgütlenme, işçi sınıfının ve halkların mücadelesi, halk hareketine katılım derecesi ve proleter devrimci yönlendiricilik politik ve teorik analizleri zorluyor. İşçi hareketinin mücadelesi ve örgütlenmesinin sorunları emperyalist burjuvazinin eski ve yeni egemenlik biçimleri, sosyal demokrasinin ve revizyonizmin öneri ve pratikleri açıkça tartışılabilir. Her şeyden önce bütün bunlar Marksist-Leninist partilerin eylem ve politikalarını yeniden canlandırmak için gereklidir.

Bu süreçte parti, ulusal ve uluslararası planda gelişmekte olan tüm politik ve sosyal olaylarda yerini alması için elinden gelen çabayı göstermelidir. Parti, olayların neden ve sonuçlarını, devrimci gelişimi ve doğanın iyileştirilmesi için gerekli tüm dikkatini vermek zorundadır. Marksizm-Leninizm’in yönlendiriciliğinde güncel somut koşullara uygun taktik önermeler ve stratejik hedefler belirlenmelidir. Güç toplama sürecinde ileri adımlar atmanın yolu krizden ve fırsatlardan yararlanmayı bilmekten geçer.

Devrimci yükselişin başladığı bu dönemde, Marksist-Leninist parti ve örgütler olarak belirlenmiş teorik tartışmalara aktif olarak katılmalıyız. Gericilik, burjuvazi, sosyal demokrasi, revizyonizm, Troçkizm ve oportünizm geliştirdikleri analizlerle ayrılığın ve dağılmanın yolunu açıyorlar.

İşçi sınıfı ve Marksizm-Leninizm, canlılığını koruyor. Sosyalizmin dünyayı ilk değiştirme girişimi yenilgiye sonuçlandı. Tüm olguların gösterdiği gibi, bu durum geçicidir. Gelişme ve önderlik yapma kapasitesiyle Marksizm-Leninizm’in hala devrimci niteliklere sahip olduğu, eylem ve olgularla doğrulandı. İşçi ve halk hareketlerinin her eylemi, üretim güçlerinin her gelişimi, her devrim, Marksizm-Leninizm’in geçerli olduğunu kanıtladığı gibi onu zenginleştiriyor da.

Şu kesindir ki, proletaryanın ustalarının yaşama olanağı bulamadıkları, dikkatli yanıt bekleyen yeni gerçekler ve olgular vardır. Bu görev biz komünistlere, partilerimize, işçi sınıfına ve halklara düşüyor. Ve bu görevi yerine getireceğimizden eminiz.

Tartışmalar kendi aramızda, komünistler ve partilerimiz arasında yapıldığı gibi proletarya ve halkların politik ve sosyal hareketlerinde dağınıklık yaratan revizyonizm ve gericiliğin karşısında da açıkça yapılabilir.

Marksizm-Leninizm’i savunma mücadelesine devam etmek gerekiyor. Oportünizmi ve revizyonizmi reddetmek ve onlara karşı mücadele vermek önemini koruyor. Kesinlikle denilebilir ki, revizyonizm gerileme süreci içindedir, fakat tamamen ortadan kalkmış değildir. Daha da önemlisi kendini yenileyerek işçi sınıfının ideolojisinde yanılsamalar yaratmaya devam etmektedir. Bundan dolayı uzlaşma hakkı tanınmamalıdır.

Marksist-Leninist partinin işçi hareketinin tümüne yönelik ideolojik ve politik faaliyetleri hazırlanmalıdır. Halkların, işçi sınıfının ve bilimsel sosyalizmin yaşamla bağlarını artırmak için propagandif inisiyatifler geliştirilmelidir.

Halk hareketinde ve işçi sınıfı içinde M-L örgütler kurmak ve partinin kendi öz gücünü örgütlemek kaçınılmazdır. Bu görevler her ülkenin somut durumuna göre farklılıklar gösterebilir. Ancak her durumda devrimci sendikal hareketler ve işçi hareketinin birliği, akım, eğilim ve merkezi sendika biçiminde olmalıdır. Bu örgütler, ulusal ve uluslararası planda işçi hareketinin örgütleri olarak koordine edilmelidir.

Biz komünistler revizyonizmin ve sosyal demokrasinin kontrolündeki sarı sendikalarda, kitlelerin devrimci taleplerini zorladıkları tüm alanlarda çalışmalıyız.

Proletaryanın sosyal devrimi, bağımlı ülkelerde devrimci sosyal tabakaların geniş birliğine ihtiyaç duyduğundan, işçi-köylü ittifakının kuruluşu zorunlu hale geliyor.

Devrimci işçi hareketi, devrimi örgütleme amacıyla demokrasiyi, halkın özgürlüğünü ve insan haklarını savunmayı gerekli kılıyor.

Uluslararası Komünist Hareket, halkların ulusal ve sosyal özgürlükler uğruna emperyalizme karşı mücadelesinde ileri sürdükleri etnik, kültürel ve ulusal haklarını kazanmalarına destek vermelidir. Emperyalizmin ve yerli burjuvazinin ulusal mücadeleyi bölüp parçalamasının önüne geçmeliyiz. Burjuva milliyetçiliği karşısında, ulusal özgürlük mücadelesini koymalıyız.

Sosyal ve politik güçlerin emperyalizme karşı birliği, halkların özgürlüğü, demokrasi ve dayanışma hedefleri, devrimci işçi hareketinin öteki görevleri arasındadır. Biz, devrimci, solcu ve yurtsever tüm güçlerin birleştiği eksen olmalıyız.

Gelişebilmek, devrimci işçi hareketini yönlendirebilmek ve sınıf mücadelesini proletarya diktatörlüğüne doğru sürükleyebilmek için en başta M-L komünist partisini, proletaryanın devrimci partisini, devrimin kendi öz gücünü güçlendirmek ana görevdir.

Komünist partisinin işçi hareketiyle yakın ve sürekli bağları, politik yaşama müdahalesi, halkların ve işçi sınıfının devrimci mücadelesini yönlendirme görevi, devrim yapmak isteyen tüm güçleri birleştirme çabaları, tarihsel misyonun tamamlanmasına yarayacak devrimci şiddeti örgütlemede aktif rolü, akla gelebilen en önemli görevlerdir.

Yaşanmakta olan kriz, bir devrim gerektiriyor. Marksist-Leninistler olarak sorumluluğu üstlenmeliyiz. Devrimi örgütleyebilmek için somut eylemleri, günlük politik ve teorik çalışmayı ve güncel alternatifleri önümüze koymalıyız.

 

Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi (PCMLE)

 

Ekim-Kasım 1995

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑