Refah-yol: halka karşı takiyye hükümeti

24 Aralık seçimlerinden bu yana olup bitenler, sermayenin, bir saldırı hükümetinden başka seçeneğinin kalmadığını çok açık bir biçimde gösterdi.

İşçi sınıfı ve emekçilere, yakın bir seçim kaygısı olmayan, güçlendirilmiş ve halktan yeni “yetki” almış bir hükümetle saldırmak isteyen büyük sermaye, acil bir erken seçimi dayatmıştı. Ne var ki; işler beklendiği gibi gitmedi. Bırakalım güçlü bir hükümeti, sermayenin en has partileri ANAP ve DYP’nin toplamı bile bir çoğunluk hükümetini mümkün kılmıyordu. Üstelik bu iki parti, seçim kampanyası sırasında yürüttükleri karşılıklı suçlama kampanyaları ile aralarında bir koalisyon için gerekli asgari ilişkileri de yok etmişlerdi. Buna rağmen büyük sermaye bu iki güzide partisini koalisyona zorladı. Böylece, özelleştirmeden esnek çalışmaya, terörün azgınlaştırılmasından emekçilerin her tür demokratik hakkının kaldırılmasına kadar pek çok önlem bu uyumlu hükümet tarafından kolayca alınacaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Anayol Hükümeti, yolsuzluklar, rüşvet, soygunculuk, örtülü ödenek skandalları arasında çöktü.

Refah-yol Hükümeti, yine büyük sermaye tarafından bir seçenek olarak tezgâhlandı. “Batı, Çiller ve ordu izin vermez” tezlerinin gürültülü bir biçimde ortalığı kaplamasına karşın, büyük sermaye çevreleri, RP’yi yakından tanımanın verdiği güvenle, medyaya ve sözde laik çevrelerden yükselen gürültüye aldırış etmeden Refah-yol Hükümeti’ni kurdurdu. Beklendiği gibi, bu hükümetin de programı, kendisinden önceki hükümetlerin programından farklı değildi.

Kısacası hükümetler değişti, parlamentonun bileşimi değişti, ama programlar değişmedi: Gerek işçi ve emekçi sınıfların eylemlerinin baskısıyla çöken DYP-CHP Hükümeti, gerek seçimden hemen sonra kurulup dağılan Anayol, gerekse bugün görev başında olan Refah-yol hükümetleri; özü işçi ve emekçi sınıflara saldırı olan ve Türkiye’yi emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu haline getirmeyi hedefleyen politikanın, emperyalizm ve büyük sermayenin programının hükümetleri oldular.

Hükümetler niyetlerini açıkça ortaya koymak için her vesileyi kullandılar. Örneğin 1 Mayıs provokasyonunun yarattığı ortamdan yararlanan Anayol Hükümeti, bir yandan yığınların hak alma eylemlerini ve her türden sokak hareketini polis terörüyle önlemeye çalışırken, bir yandan da, epey zamandır bir köşede hazır bekletilen İller İdaresi Yasası’nı yürürlüğe koyma, Polis Yetki ve Salahiyetleri Yasası’nda polisin yetkilerini daha fazla artıracak değişiklikler yapma, kimlik bildirme yasasını değiştirme gibi Olağanüstü Hal’i bütün ülkeye yaymayı sağlayacak anti-demokratik uygulamaları gündeme getirdi. Öte yandan hükümet, herkese 1 Mayıs’ta olup bitenleri anlatmaya çalışırken, “3 Mayıs Kararları”nı alarak, SSK ve diğer sosyal güvenlik örgütlerinin özelleştirileceğini ve tasfiyelerine hız verileceğini, bu konularda gerekli yasal değişikliklerin hızla gerçekleştirileceğini de açıkça kamuoyuna deklare etti. Cezaevlerindeki siyasi tutuklulara karşı, Mehmet Ağar Genelgesi denilen bir genelgeyle yeni bir saldırı başlatıldı. Kürtlere karşı savaşı yumuşatacağı sinyalleri vererek işbaşına gelen Mesut Yılmaz, savaşı, daha da sertleştirerek sürdürdü.

1 Mayıs’tan itibaren geçen üç ay içinde 1 Mayıs provokasyonu, HADEP Kongresi’nde “bayrak indirilmesi”, cezaevlerindeki ölüm oruçlarında 12 kişinin ölmesi gibi, kamuoyu gündemini sermaye lehine değiştiren, bir başka söyleyişle sermayenin baskı ve terörünü artırmasına vesile olan ve olmaya devam edecek olan önemli olaylar yaşandı.

Yaklaşık bir yıldan beri IMF, Dünya Bankası, büyük sermaye ve onların sözcüleri, “Eğer gerekli önlemler alınmazsa, Meksika’da yaşanandan çok daha ağır bir kriz”in kaçınılmaz olduğunu öne sürüyorlar. Önlemden neyi kastettiklerini de açıkça ifade ediyorlar. KİT’lerin özelleştirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin parçalanarak özelleştirilmesi, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesi, esnek çalışmanın yaygınlaştırılıp sanayinin yeniden yapılanmasının önündeki yasal engellerin yok edilmesi, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, ücretler ve sosyal hakların budanması, pazar ekonomisinin gelişmesini engelleyen yasaların ortadan kaldırılması vb. Ancak bu ekonomik politikaların tam olarak uygulanabilmesi için, her şeyden önce işçi ve emekçi yığınların hak arama mücadelesinden caydırılması; alınan her önleme boyun eğecekleri bir toplumsal psikolojik ortamın yaratılması gerekiyordu. Bunun için de, öncelikle 1989 Bahar Eylemleri’nden beri yol olan sokakların, emekçilerin hak alma ve arama mücadelesine kapatılması gündeme getirildi. Bu yüzden de özellikle 1 Mayıs provokasyonu sonrasında polis, sokak eylemlerine karşı vahşice saldırdı. Emekçilerin taleplerini ifade etmek için yıllardır kullandıkları alanların kapatılması için polis, kitlesel basın açıklaması, çelenk bırakma vb. eylem türlerini fırsat bulduğu her yerde ve zamanda kitlelere vahşice saldırarak engellemeye çalıştı.

Devrim mücadelesini polisle kendileri arasındaki bir savaşa indirgeyen sınıf dışı bazı siyasi grupların tutumları da, polisin ve hükümetin saldırılarına fırsat ve gerekçe yarattı. 1 Mayıs provokasyonu, HADEP Kongresi’nde bayrak indirilmesi vb. gibi olayları kullanan hükümet; şovenizmi kışkırttı, gelişmelerden ürken orta sınıfları şiddet politikasının destekçisi haline getirecek bir propaganda kampanyası yürüttü, yürütüyor.

Gelişmeler yakından incelendiğinde; büyük sermaye ve hükümetlerinin halka verebileceği tek şeyin, daha çok terör olduğu görülüyor. Çünkü sistemi sürdürebilmeleri için önlerinde tek bir program var ve bu programın tek amacı, daha çok sömürü, emekçi sınıfların daha çok sefalete itilmesi. Üstelik uygulanmak istenen program, ancak emekçi yığınlardan bir muhalefet, bir direniş gelmediği takdirde uygulanması mümkün olan bir program. Bu yüzden de her tür karşı koyuş odağını tahrip etmek, baskı ve terörle hak ve özgürlük mücadelesini sindirmek istiyorlar. Şimdi bu yöntemlere Refah’ın uyuşturucu etkisini de eklemiş bulunuyorlar.

Henüz göreve başlamış olan Refah-yol Hükümeti’nin uygulayacağı programın ve yığınları yıldırma yöntemlerinin de önceki hükümetlerden farklı olmayacağı, geçen bir ay içinde, RP’ye emek yanlılığı, anti-emperyalizm, “adil düzen”cilik vehmeden en saf çevrelerce bile artık görülür hale gelmiştir. Faize, Çekiç Güç’e Olağanüstü Hal uygulamasına karşı olduğunu her vesile ile açıklayan, Kütlere, açıkça olmasa da, “İslâm kardeşliği” çerçevesinde “eşitlik”, “özgürlük” vaat eden RP, daha hükümet olma ihtimalinin ortaya çıkmasıyla birlikte, bütün bu iddialarından vazgeçip klasik düzen partilerinin tipik politikasını benimseyerek, DYP ile uyumlu bir ikili oluşturmuş; RP’nin düzene ve devlete takiyye yaptığından emin olarak anti-RP olma üstünden politika yapan çevreler bile DYP-RP Hükümeti’nin açık düzen yanlısı tutumu karşısında hoşnutluklarını açıkça ifade etme noktasına gelmişlerdir. RP’nin halka takiyye yapmasından son derece hoşnut olan büyük sermaye çevreleri, RP’nin yıpranmamış yığınsal desteğini de kendi programlarının arkasına alarak daha pervasız davranacakları bir pozisyon kazanmış olmanın avantajıyla RP’nin yığınları aldatmak için başvurduğu küçük şovları hoş karşılamaktadırlar.

Ancak sermayenin ve hükümetinin önündeki yol, düz bir yol değildir. Tersine, daha son birkaç yıl içinde iki hükümet deviren işçi ve emekçi yığınlarının, sendika bürokrasisinin arkadan hançerlemesine, hükümet ve büyük sermaye çevrelerinin entrikalarına, baskılarına karşın hoşnutsuzlukları hızla artarken, işçi sınıfının uyanış içindeki kesimleri de hoşnutsuzluklarını ifade edecek yeni araçlar geliştirme çabası içine girmiştir. İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun gerçekleştirdiği temsilci toplantıları ve düzenlenen İstanbul İşçi Kurultayı, pek çok sanayi merkezindeki şubeler ve temsilciler platformu girişimleri, bölgesel kurultaylar düzenleme çabaları, mücadeleyi daha sürekli ve kitlesel kılma eğiliminin yığın hareketi içinde kök salma belirtileridir. Ve nihayet Gaziantep dokuma işçilerinin eylemi, sınıf ihtiyaçları ve talepler üstünden hareket edildiğinde yığın hareketinin kendi partisiyle birleşmekte tereddüt göstermekten çekinmeyeceğinin pek açık bir kanıtı olarak, geleneksel solun aşamalı bilinçlendirme konusu da dâhil, pek çok önyargısını yıkacak bir olgu olarak ortaya çıkmış bulunuyor.

Uluslararası sermayenin yönetim odakları IMF, Dünya Bankası ve yerli işbirlikçileri, “gerekli önlemler alınmazsa ’97 kriz yılı olacak” dediklerine göre, “alınacak önlemlerin” bu yılın son çeyreğinde yoğunlaşacağı ortadadır. Bunun bir başka anlamı ise; işçi ve emekçi yığınlarının tepkisinin yoğunlaşacağı, yeni bir işçi emekçi mücadelesi dalgasının yükseleceği bir dönemin eşiğinde olduğumuzdur. Bu ise, emekçi yığınların tepkilerini ifade edebilecekleri, yığın hareketi içinde otorite olabilecek karar mekanizmalarının yaratılması ve işler hale gelmesi için çabaların hızlandırılması gerektiği anlamına gelir. Yerel işçi ve memur sendikaları platformlarının canlandırılması, bunların yerel düzeydeki değişik kitle örgütleriyle ilişki içine girmesi, İstanbul başta olmak üzere başka bölgelerdeki platformlarla aralarında koordinasyon sağlanması, işçi ve emekçi mücadelesinin etkisi ve kararlılığı bakımından son derece önemlidir.

Çok açıktır ki; cezaevleri, kayıplar, sokak infazları, insan hakları ihlalleri, hatta çok daha kapsamlı sorun olarak Kürt sorunu ve bütün bunlardan türeyen sorunlara karşı gelişen yığın tepkisinin toparlanıp sisteme karşı mücadelenin dinamikleri haline gelebilmesi ve bu, işçi ve emekçi sınıflar içinde oluşan mücadele dinamiklerinin anlaşılıp gelişmesine yardımcı olacak bir pozisyon alınması son derece önemlidir. Son yılların deneyimi de açıkça göstermiştir ki; şu veya bu talep etrafında oluşan tepkiler, emek eksenli bir platformda da birleştirilmedikçe sistem içinde kalmaya, tecrit olmaya ya da sistem tarafından asimile edilmeye mahkûmdur. Bu platformun esası İstanbul İşçi Kurultayı’nda, İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu tarafından ortaya konmuştur. (Okur, adı geçen platformun sunduğu önerge ve taleplerin tam metnini dergimizin bu sayısındaki, “emek cephesi için çağrı” yazısında bulabilir.) Tüm toplumsal muhalefet, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların acil talepleri üstünden giderek o temelle birleşen bir eylem programı etrafında birleştirildiği ölçüde sisteme karşı mücadelenin gerçek gücü haline gelebilir.

Kuşkusuz RP-DYP koalisyonunun özellikle RP kanadının henüz yıpranmamış ve oldukça geniş bir kitle desteğine sahip olması, emekçi sınıfların birleştirilmesi sürecinde kimi güçlükleri büyütse bile, hükümetin uygulamak zorunda olduğu çıplak sermaye yanlısı program emekçi yığınların RP’den hızla kopuşunu getirecek kadar ciddi gelişmelere yol açabilir. Bu yüzden de, önümüzdeki dönem, büyük güçlüklerin yanı sıra sınırsız imkânların da ortaya çıktığı bir dönem olacaktır. Yeter ki; sınıfın ileri unsurları doğru talepler üstünden hareket eden bir eylem çizgisini benimsesin, mücadelenin ihtiyaç duyduğu beceriyi gösterebilsin.

 

Ağustos 1996

Sendikal çalışmanın ele alınışı ve sendikalar politikası üzerine

İşçi örgütleri olarak yasallık kazanmalarından bu yana sendikalar, iki yönde rol oynamış ve iki yönde işlev görmüşlerdir. Bir yanda, işçilerin en geriden gelen kesimlerinin uyanışı, örgütlenmesi ve sermayeye karşı mücadelesinin kaldıraçları olmaları; öte yanda, sınıfın hareketinin ekonomik alanda ve düzen sınırları içinde kontrol edilmesi rol ve işlevi. Esasta işçi örgütleri olmalarına karşın; sendikaların yüz yıldır oynadıkları rol ve gördükleri işlevin ikincisinin nedeni kuşkusuz emperyalizm olgusunda yatar.

Sendikalar, işçilerin sermayeye karşı mücadelesinden doğmuşlar, kendilerini kabullendirmek için sert çatışmalardan geçmek zorunda kalmışlardır. Ne var ki sermaye, onları oldukları gibi kabullenmemiş; müdahale etmek için, fırsat buldukça ve ihtiyaç haline geldikçe zora başvurmanın yanı sıra, elindeki olanakları seferber etmekten de kaçınmamıştır. Bu politikanın meyvesi ise kuşku yoktur ki, sınıf içinde aristokrat bir tabakanın doğması ve işbirlikçi sendika bürokrasisinin sendikalardaki egemenliği olmuştur. (Sendika bürokrasisinin sendikalardaki rolü, genellikle hareketi ekonomik alanda sınırlamak olarak ele alınmaktadır. Bu, doğru değildir. Hareketi ekonomik alanda sınırlamak, olanaklı en alt düzeye indirmek ve sınıfı ve hareketi düzene bağlamak: Bürokrasinin rolü budur.)

Besleme olanağı bulduğu bu burjuva “işçi” tabakasına dayanan sermaye, işçiler arasında kendi partisini örgütleme, sendikalara ve öteki işçi örgütlerine egemen olma mücadelesi vermekten geri durmamıştır. Sermayenin örgütlediği bu mücadele, bürokrasinin eline geçmelerine vardığı oranda sendikaların, işçi örgütleri olmaya devam etmelerine karşın sınıfı baltalayan görevler yüklenmelerine de yol açmıştır. Öte yandan bu, işçilerle aristokrat yöneticiler arasında, sınıf içinde ve sendikalarda önü alınamaz sert bir egemenlik kavgasının patlak vermesi anlamına da gelmiştir. Sendikalarda ve işçi örgütlerindeki bu kavganın, emek ile sermaye arasındaki mücadeleyi kimin kazanacağı sorunundaki tayin edici önemi, tarihe bakan herkesçe görülebilir.

* * *

Sınıfın saflarında ve sendikalarda, ileri işçi kitleleriyle bürokrat sendikacılar arasında yüz yıldan bu yana süren bu mücadele, 1950’li yılların ortalarından (sosyalizmin yenilgisi ve işçi hareketinin gerileme süreci) itibaren sermayenin lehine ve işçilerin aleyhine gelişen bir mücadele olarak şekillenmiştir. 1950’li ve 60’lı yıllar, İtalya, Almanya ve İspanya’da faşizm karşısında alınan yenilgilere karşın; Ekim Devrimi’nden itibaren atılım ve gelişme dönemi yaşayan sendikalar ve sendikal hareket açısından da yenilgi, geriye doğru dönüş, ekonomik mevziiye çekilme ve gerileme yılları olmuştur.

Sendikaların emperyalizme ve sermayeye yaslanmaları; sendikal hareketin ekonomik harekete gerilemesi; ekonomik hareketin sektör “çıkarları”na hapsedilerek bizzat sendika yönetimlerince gitgide sönmeye terk edilmesi; bu politikaya karşı muhalefet ve tepkilerin tecrit ve tasfiye edilmesi yoluyla sendika-işçi ilişkilerinin en alt düzeye indirilmesi; 35 saatlik işgünü mücadelesinin ardından hareketin bütün dünyada en geri mevziiye çekilmesi; sendikaların, yarı resmi devlet kurumları olarak tam bürokratikleştirilmesi… Bütün bu olgulara karşın, işçilerin bütün dönem boyunca sendikalara katılmaya devam etmeleri; yenilgiyle sonuçlanmış olsa da en kötü durumda bile sendikaların grev ve direnişlerin örgütlendiği örgütler olarak da işlev görmeleri…

Nedenleri ve gerekçeleriyle birlikte söylenirse; denilebilir ki:

* Sosyalizm ve işçi hareketi karşısında kazandığı ilk “zafer”le birlikte, sermaye ve emperyalizmin temel politikası, sendikaları yarı resmi devlet “organları” haline getirme ve “liberal sosyal devlet”in “kurumları”na dönüştürme politikasıdır. Zira sendikalarda egemen olan sendika bürokrasisi, sermaye ve emperyalizmin, işçi hareketini bastırma ve halkları aldatmada kullandığı en etkili silahlardan biri haline gelmiştir. Son kırk yıl, sendikaların görülmemiş derecede bürokratikleşme yılları olmuştur.

* Buna karşılık, işçi sınıfı, sendikaları terk etmemiş; onları kendi örgütleri olarak görmeye ve bu örgütlerde kitleler halinde birleşmeye devam etmiştir. Sendikalar, söndürülüp yok edilemedikleri gibi, işçi örgütleri olmaktan büsbütün çıkarılmaları da başarılamamıştır. İşçi sınıfı, dünyanın hemen her ülkesinde sendikaları korumuş; egemen bürokrasiyi aştığı oranda sendikalar, mücadele araçları ve işçi örgütleri olarak da işlev görmüşlerdir. Nitekim kırk yıl boyunca gelişen işçi kitle hareketi, sendikalar aracılığı ile örgütlenen ve sendikal platformları kullanarak ortaya çıkan bir harekettir. Bürokrasinin pervasız egemenliğine karşın, sendikalar, işçiler açısından söz konusu bütün dönem boyunca da kendi sendikal örgütleri olarak kalmışlardır.

Sendikal hareketin ve sendikaların, 1960’lardan 1989–90 yıllarına gelen otuz yıllık yaşamını karakterize eden olgular, işte bu olgulardır. 1989–90 yılları ise, sendikal hareketin tam dibe vurması; sermayenin, sendikalara, kapitalist sistemin cepheden savunusu görevi verdiği, bütün mevzileri ele geçirdiği ve etkili bir şekilde kullandığı yıllar olmuştur. Ne var ki, sermayenin savunucularının genelde beklediklerinin aksine, sürecin, onların beklentileri yönünde gelişmediği ve gelişmeyeceği de çok geçmeden görülmüştür.

Olgular ortadadır: İşçi sendika hareketinin 1990’lardaki dibe vuruşunun ardından, bütün dünyada durum değişmiş; açık harekette köklü bir dönüşün ve sendika merkezlerine karşı yeni bir mücadelenin dışa vurması gecikmemiştir. Sermayenin, sömürü oranlarında mutlak artış da talep eden saldırısı; dünyanın hemen her yerinde kitlesel hoşnutsuzlukların yayılmasına ve işçilerdeki direniş duygusunun güçlenmesine yol açmış; bu durum, kitle hareketinin dönüş yapması, yeni bir yön alması ve işçilerle bürokrasi arasındaki çelişkiyi açığa çıkaran olguların giderek güç kazanması sonucunu doğurmuştur.

İşçi sendika hareketindeki canlanma ve sendikalardaki mücadelenin dışa vurmasının gerisinde yatan olgular nelerdir? Bir yandan, dünyanın pazar ve toprak olarak yeniden paylaşılması kavgasının yeni bir alana genişlemesinin tekelci gruplara ve büyük devletlere dayattığı yeni faturaların; öte yandan, 1993 yılında bazı gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan ve 1994 yılında gelişmiş ve geri öteki ülkeleri gezen ekonomik krizin yüklerinin, dünya işçi sınıfı ve halklarının sırtına toptan yıkılması girişimi; büyük güçler arasındaki egemenlik kavgası ve söz konusu krizin faturalarıyla ilgili bu genel saldırının, emekçiler ve ezilenler dünyasının bağrında gitgide artan bir tepki, uyanış ve direnişe yol açması: Sermaye ile emek dünyası arasındaki ilişkinin, birkaç yıldır bu olgular tarafından şekillendirildiğini gösteren veriler ortadadır.

Sermayenin işçi sınıfına ve emeğe saldırısı; ücretlerin dondurulması, iş güvencesinin kaldırılması, sosyal hakların, sendikal demokratik kazanımların tam budanmasını vb. merkeze alan kapsamlı bir saldırıdır. Öte yandan, bu kuşkusuz, sınıfın ana kitlesindeki istikrarın bozulması, işçiler arasındaki rekabetin körüklenmesi, sendikal örgütlenmenin büsbütün çökertilmesi anlamına da gelmektedir. Kırk yıllık gidişatı tersine döndüren söz konusu genel saldırının, gelişmiş ve geri ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların yanı sıra, sendikaları da etkisi altına alması kaçınılamazdı ve öyle de olmuştur.

Fransa, İtalya, Almanya, Belçika, İspanya ve Yunanistan’dan Rusya’ya; oradan Arjantin, Meksika, Brezilya, Kore ve Türkiye’ye işçi kitle hareketinin sendikal hareket biçimindeki gelişmesi, sermayenin saldırısını şurada burada ve şu veya bu düzeyde püskürten bir özellik göstermekle kalmamıştır, a) Sendika bürokrasisinin saflarındaki çatışmanın, parçalanma belirtilerinin ortaya çıkmasına yol açacak özellikler kazanması; b) işçiler arasında bir süre etkili olan sendika terkinin yanı sıra ve onu sınırlayan özellikleriyle yeni bir sendikalaşma eğiliminin kendini yavaş yavaş da olsa dışa vurması; c) sendikaları sermayeye ve bürokrasiye karşı sahiplenen aşağıdan gelen bir işçi tepki ve muhalefetinin kendini açıkça kabul ettirmesi gibi olgular, bu gelişme ve değişimin görmezden gelinemez genel özellikleri olmuştur. Sermayeye karşı mücadelenin olduğu gibi, egemen sendika bürokrasisine karşı mücadelenin tüm dünyada yeni bir döneme doğru seyrettiği tartışılamaz bir olgudur.

İşçi sendika hareketinin, içinden geçilen dönemi, sendikalarda ortaya çıkan mücadele açısından da yeni bir dönem haline getirmesinin ilk belirtileri, herkesin yüzüne çarpan belirtiler olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu kaçınılamazdı. Zira sermayenin saldırılarına karşı bir hareketin; bir yandan sendikalaşma eğilimini yaygınlaştırırken, öte yandan sendika bürokrasisine karşı kavganın koşullarının genişletilmesi önlenemez bir şeydir. Bunun önlenemediği, hemen bütün ülkelerde olgusal olarak görülmüştür. Hareket bir adım ileri gittiğinde; işçi sınıfının gündemine girecek görevin, belirtileri henüz zayıf olsa da gerici bürokrasiden kurtulma, sendikaları sınıf sendikaları olarak yeniden örgütlemeden başka bir görev olmayacağı açıktır.

Bu tespit anlamsız bir abartı olarak görülmemelidir. Uluslararası işçi hareketinin zayıflıkları; ekonomik karakteri, istikrarsızlığı, sosyalizme uzaklığı, partisizliği ve sendika bürokrasisinin uluslararası ölçekteki, özellikle de gelişmiş ülkelerdeki gücü herkes tarafından bilinmektedir. Bunun yanı sıra, önemli ülkelerdeki gerçek sosyalist akımların, henüz sendika hareketinin dışında olan akımlar oldukları da bir olgu ve görülebilir bir gerçektir.

Bunlar böyle olduğu halde olguların gösterdiği şey şudur: Sermayenin saldırısı, işçiler arasında sınıf duygusunu gitgide yeniden uyandırdığı gibi; bir yandan bu saldırı, öte yandan işçilerin mücadelesi, sendika bürokrasisinin platformunu aşındırmış, saflarındaki bölünme unsurlarını güçlendirmiş; hatta örgütlenme halindeki işçi kitlelerine yaslanma eğilimi gösteren sendikacı kümelerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu yöndeki olgular, Fransa, Almanya ve Belçika’da (Rusya’da ve bağımlı ülkelerde vardı) şimdiden ortaya çıkmış bulunmaktadır. Sermayenin uzun süre uzlaşma ve oyalanma olanağı yoktur; buna karşılık, sendika bürokrasisinin etkisi gitgide aşınmaktadır.

Hareket, açtığı yolda ilerlediğinde; sendikalar, sermayenin kırk yıldan bu yana kutsadığı “işçiyi disipline eden kurumlar” olmaktan çıkartılabilecekleri gibi; onları gerçek işçi örgütlerine ve mücadele araçlarına dönüştürecek proleter güçlerin geniş ölçekte oluşması da önlenemez olur. Neresinden bakılırsa bakılsın; sermayenin sendika bürokrasisi aracılığı ile sendikalara yüklediği “hareketi kontrol altında tutma işlevi”, tek ve asıl “işlev” olarak kalma olanaklarını büyük ölçüde kaybetmiş bulunmaktadır. Mücadelesini, gerileme yıllarında da sendikalar aracılığı ile ve bürokrasiyi geriletebildiği ölçüde sürdürmüş olan işçi sınıfının saflarında, on yıllardan bu yana kayda değer olmayan yeni bir kavganın ilk filizlerinin boy vermekte olduğu açıktır.

Sendikalarda örgütlenme, sendikaları sahiplenme ve sendika bürokrasisine karşı mücadele: İşçi sınıfındaki bu eğilim; ileri işçilerde gelişen bu tutum, kuşkusuz sendikaların alternatifsiz işçi örgütleri olmaları ile doğrudan bağlıdır. Açık hareketin, sendika yönetim kademeleriyle işçileri karşı karşıya getirmesi, işçi kümelerine bu gerçeği yeniden hatırlatmıştır.

Olgular sorunu şöyle koymuştur: Onları şu veya bu şekilde dışlamaya ya da sistemdeki önemlerini azaltmaya gitgide daha fazla mahkûm olmasına karşın; sermaye sınıfları ve onlara karşı açık mücadeleye her geçen gün daha fazla yaklaşan işçi sınıfları açısından, sendikalar büyük önem kazanmaktadırlar. Bugün sermayenin denetiminde olan sendikaları, yarın kim kazanacaktır; daha doğrusu, işçi sınıfları kendi yönetimlerindeki sendikalara sahip olabilecekler midir? İşçiler sendikaların sahipleri haline gelmeden açık hareketin gerçek bir gelişme gösteremeyeceği, tarihin kanıtladığı bir gerçektir.

 

* * *

Kapitalizmin merkez ülkelerinde, son birkaç yıldan bu yana ortaya çıkmış olan işçi sendika hareketi; “yeni dünya düzeni” savunucularının önemini “kaybettiği”ni öne sürdükleri sınıf mücadeleleri, bu mücadelenin vazgeçilemez araçlarından biri olan sendikaların ve sendika platformlarındaki egemenlik kavgasının kaçınılamazlığını bir kez daha kanıtlamıştır. Zira özellikle gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan mücadeleler ve sendikal olgular, sendikaların önemi ve sendikalarda çalışma üzerine yaratılmış bulanıklığı ortadan kaldırmış ve sorunu yeniden ve açıkça formüle etmiş bulunmaktadır.

Bu noktada, devrimci ve sosyalist bir hareketin önüne çarpıcı bir şekilde gelen sorun, kuşkusuz, işçilerin katıldığı bütün sendikalara katılma; sermayeyle mücadeleleri ve bürokrasiyle kavgalarında işçilerin örgütlenmesine her yönden ve gerçekten yardım etmeyi başarma sorunu olmaktadır. Gelişen hareketin, ileri işçilere kırk yıldır unutturulmuş sınıf sendikacılığı geleneklerini ve kavrayış tarzını yeniden hatırlatacağı görmezden gelinemez bir şeydir.

Bunun anlamı şudur: Sermayenin saldırısı genişledikçe, işçilerin sendika bürokrasisine tepkisinin açık mücadeleye dönüşeceğini bugünden tespit etmek; bir yandan, liberalizmin ve bürokrasinin işçilerde yarattığı parlamenter bürokratik alışkanlıkların yıkılması için mücadele ederken; öte yandan, sendikaların “ele geçirilemezliği” düşüncesine yaslanan, sendikalarda çalışmayı şu ya da bu şekilde dışlayan ve sendikalardan şu veya bu biçimde dışlanan eski sekter anlayış ve alışkanlıklardan uzaklaşmak, yeni bir dönemeç ve başlangıcın yaşanmakta olduğu bugünkü koşullarda hayati bir önem kazanmıştır. Proleter sosyalist akımlar bunu anlamak zorundadırlar. Aksi takdirde, işçi hareketinin, durmadan yenilenen sendika bürokrasisinin yeni fraksiyonlarının etki alanına girmesi kaçınılamaz olduğu gibi, proleter sosyalist akımların işçi partileri olarak yeniden örgütlenmeleri de olanaksız olur.

İşçilerin katıldığı bütün sendikalara katılma; sendika çalışmasını, salt bürolarda yapılan çalışma olmaktan çıkarıp işyeri çalışmasına dayandırma; işçilerin çıkarlarına bağlanan sendika muhalefetini işyeri çalışmasına dayandırırken, bürokrasinin saflarındaki parçalanmayı hızlandırma ve yönlerini işçilere dönen sendikacılarla işbirliği tutumuyla hareket etme; işçilerin sermayeye karşı mücadelesinin, sendika aristokrasisine karşı mücadeleyle birleşmesine, doğru bir mevziden ve her yönden yardım etme; bütün bu çalışmayı, sosyalist çalışmayla ve işçilerin parti olarak örgütlenmeleri ve sendikaların gitgide partiye yaklaşmaları çalışmasıyla birleştirme. Sendikalarla ilgili güncel çizginin unsurları bunlar olmak zorundadır. Bu özelliklere sahip bir çizgi izlemeden; bu çizgiyi baltalayan kavrayış bozuklukları ve bürokratik ve sekter alışkanlıklardan kurtulmadan, işçilere ve sendikal mücadeleye herhangi bir yardım olanaksızdır. Öte yandan, sendikalarda başarıyla çalışmadan, bir işçi partisi olmanın olanağının bulunmadığı ise ortadadır.

 

Ağustos 1996

Türkiye’deki emek-sermaye çatışması, sendikal hareket ve sendikaların oynadığı rol

Türkiye’deki işçi sendika hareketi, hareketin Avrupa ve birkaç ülke dışında dünyada dibe vurduğu 1989–91 yılları arasında yaygın bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme, sınıfın rolü ve sendikaların önemini bir kez daha vurguladığı gibi; işçilerin sendika bürokrasisinde gedikler açması, demokrasinin sendikalarda mevzi kazanması ve sosyalizmin yeni bir yön almasıyla da karakterize olur. Bu nedenlerledir ki, Türkiye’deki sendikal mücadele deneyimi, güncel olduğu kadar da zengin ve öğretici bir deneyimdir. Sendikalarda, bütün dönem boyunca yaşanmış olaylar bu tespiti açıktan doğrulamaktadır.

Açık kitle hareketi, 1992–94 yılları arasında bir düşüş; sendikalar bir durgunluk ve gerileme dönemi yaşamış olsa da; olaylar, 1994 ortalarından itibaren hareketin yeni bir canlanma ve sendika bürokrasisiyle işçi kitleleri arasında yeni bir mücadele döneminin başladığını ilan etmekte gecikmemiştir. Öyle ki, bu mücadele kendini, hem kitle mücadelesi içinde, hem de belli başlı sendikaların forumlarında dışa vuran özellikleriyle karakterize etmiştir. Sendika şubelerindeki değişiklikler ve çoğalan platformlardan söz etmesek bile; Ankara yürüyüşlerinde, TÜRK-İŞ, DİSK, KESK ve bağlı sendikaların kongrelerinde yaşanan olaylar bu bakımdan veriler durumundadır.

1989–1990 yıllarından bu yana gelişen sendikal mücadele ve sendikalarda yaşanan kavga, sendikalar olmadan ve işçiler sendikalarda örgütlenmeden ileri bir adımın atılamayacağını açıklıkla göstermiştir. Sınıf mücadeleleri gibi, sınıf örgütlenmelerini de reddeden; yerlerine, “tüketici” dernekleri, “global” örgütler benzeri bireysel “hak” örgütleri ve “baskı” kuruluşlarını geçiren; sendikaları da benzer işlevlerle sınırlayan liberal “sosyalizm” akımlarının tezleri, daha teorisi bile yapılmadan, sendikal hareket ve sendikalardaki mücadele tarafından geri gelmemek üzere gömülmüş bulunmaktadır.

Sınıflar arasındaki “barış” ve “işveren” örgütü ile işçi örgütünün “uyum” ve “işbirliği” teorilerinin bütün biçimleriyle çöpe atılması bir yana; son beş altı yıllık dönem, bu “barış” ve “uzlaşma” teorilerinin sendikalardaki temsilcisi sendika bürokrasisine karşı gitgide genişleyen bir kavga dönemi de olmuştur. Öte yandan, sınıf örgütlenmelerinin “sol”dan inkârı ya da basit bir “alet” olarak istismar edilmeleri üzerinden örgütlenmiş burjuva ve küçük burjuva “sosyalist” akımların teori ve pratiklerinin, sendikalar çatısı altında dönem boyunca gelişen kitle hareketi tarafından ezildiği ise bir olgudur.

Sendikaların, “yeni” sistem içindeki yerlerinin ne olup ne olmayacağı “sorunu”, daha gündeme giremeden “önemini” kaybetmiştir. Sendikalar ve sendikal hareket bugün ne durumdadır ve nereye gitmektedir; liberal “sosyalist” akımlar açısından dahi Türkiye’de artık soru budur. Emek ile sermaye arasındaki mücadelelerin; sendikalardaki eski sınıfsal kavgaların “bittiği” ve sendikaların artık “sermaye ile emeğin uzlaşması”na dayanan “ulusal” kurumlara “dönüştüğü” demagojilerine kesin bir darbe vurduğu bir gerçekliktir.

Sendikalar olmadan; sınıf işbirlikçisi sendika bürokrasisine karşı mücadele verilmeden sermayeye karşı başarıyla mücadele edilemeyeceği; öte yandan, yüz-binlerce ve milyonlarca işçi ve emekçiyi ancak, sendikaların kucaklayabileceği; “uyuşuk” emekçi yığınları ancak, sendikal örgütlerin harekete geçirebileceği herkesin gözünü açabilecek bir açıklıkla yeniden görülmüştür.

Olan şudur: Emek dünyası son beş altı yıldaki mücadelesiyle, en gerici türden sendika bürokrasisinin elinde olduğu koşullarda bile işçilerin, yöneticileri püskürtebilecekleri ve sendikaları şu ya da bu şekilde mücadele araçları olarak kullanabileceklerini herkese ilan etmiştir. Öte yandan işçi sınıfı, ortadaki ilk örnekleriyle, sendikaları dönüştürme ve kendi tarzında yeniden örgütleme yeteneğinde bir sınıf olduğunu yeniden kanıtlamış bulunmaktadır.

İşçi sınıfının hareketinin, sermaye ve yandaşları tarafından beklenmeyen gelişmesi; bu gelişmenin, yeminli sermaye uşağı yöneticiler elinde bulunmasına karşın sendikalar aracılığı ile gerçekleşmesi, burjuvazi ve hükümetlerin planlarını “yenilemesini” zorunlu kılan bir “değişiklik” de olmuştur.

Nitekim sermayenin özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma politikasının amaçlarından biri; işçi sınıfının istikrarlı ana kitlesini dağıtmak, sendikal örgütlenmeyi daha da zorlaştırarak işçilerin yeni kesimlerinin örgütlenmesini baltalamak, sendikaların otoritesini ve gücünü kırmak olarak şekillenmiştir. Buradaki amaçlardan birinin, sendikaları güdükleştirmek olduğu açıktır. Bu yola girmekle sermaye, sendika bürokrasisinin işçiler arasındaki etkisini aşındırdığını ve işçi kitleleriyle karşı karşıya getirdiğini bilmektedir. Ne var ki o, buna mahkûmdur; girdiği yolda ilerlemek zorundadır.

Sermayenin girdiği yol kuşkusuz, çıplak zorbalığın daha da artması ve tek kural haline gelme yönünde yol alması anlamına da gelir. Bu, sendika bürokrasisinin işçiyi aldatma ve hareketi kontrol etme ile ilgili “işlev” ve “etkisi”nin sermayeye “katkısı”nın gitgide azalması olduğu gibi; sendikaların, işçilerin mücadele ve örgütlenme merkezleri haline gelmelerine yol açacak işçi olanaklarının çoğalması da demektir. Sendika bürokrasisinden ve aldatıcı manevralardan yararlanmaktan hiç geri durmayacak olmasına karşın; kolayca tersine döndürülmeyecek olgu ve olayların, sermayenin “yumuşatıcı” ve “yatıştırıcı” olanaklarını olağanüstü budadığı; ne süre ne derece etkili olacağı konusunda tam “güvenilir” olmasa bile, elinde gericilik ve zorbalıktan başka nispeten “etkili” bir silah bırakmadığı görülebilirdir.

Sermayenin, aldatıcı manevralara ve sendika bürokrasisine yaslanarak hareketi gerekli oranda “yatıştırma”, geriye atma ve işlerini “rahatça” görme olanağı hiç yok mudur? Gericiliğin bu olanakları bütünüyle yadsınamaz olmakla birlikte; bu soruya rahatlıkla ve görülebilir dönem için, “vardır” yanıtının kolayca verilemeyeceği açıktır. Ekonominin durumundaki ve ülkenin öteki sorunlarındaki ağırlaşma; bunların karşısında, işçi ve emekçi kitlelerinin yaşam koşulları ve sermaye ve düzen kurumları karşısındaki duyguları vb. üzerine veriler ortadadır. Sermaye ve hükümetleri, sonuna kadar gitmeyi; sendika bürokrasisine yaslanarak, sendikaları daha da küçültmeyi başarsalar bile; işçi sendika hareketinin, politik yönlerini güçlendirerek büyümesinin koşullarını genişletmekten başka bir şey elde etmeleri giderek olanaksız hale gelmektedir. İşçi ve emekçiler arasında, sendikalaşma hareketinin yayılması; örgütlenmenin çıplak zorbalıkla kısıtlanması ve hak gaspı karşısında örnekleri görülen militan grev ve direnişlerin giderek çoğalması gibi olgular, hareketin yönü ve geleceği açısından dikkat çekici olgulardır.

Sendikaların, işçi sınıfıyla ilişkileri ve işçi hareketi içindeki yerleri ne durumdadır? Önce şu tespiti yapmak gerekmektedir: Sendikalar, sınıfın bütün kitlesini kucaklar durumda değildir. Üç işçi sendikası konfederasyonunda örgütlenmiş işçi sayısı bir buçuk milyondan daha azdır. Buna, kamu çalışanı sendikasında “memur” statüsü ile örgütlenmiş işçi kitlesi dâhil edildiğinde dahi, bugünkü örgütlü işçi sayısının, sınıfın üçte birini aşmadığı, bir olgudur.

İşçi sendikaları merkezleri ve konfederasyon yönetimlerine hâkim olan tabaka, hem ilişki hem de mücadele halinde bulunan faşist, gerici, reformist sendika aristokrasisi tabakasıdır. Yüz binlerce ve milyonlarca işçinin sendikaların dışında kalmasının nedenleri, bu bürokrat tabakanın sendikalardaki hâkimiyetinde yatmaktadır. İşçilerin çoğunluğunun sendikaların dışında kalmasının nedeninin; sendikaların izlediği gerici ve işçi düşmanı çizgi ve bürokrasinin işbirlikçi faaliyetinde düğümlendiği anlaşılamaz bir şey değildir.

Buna karşılık, sendikalardaki küçük burjuva “işçi” tabakasının; genel olarak sermaye partisinin (devletin), özel olarak da gerici, reformist partilerin işçiler arasındaki aygıtları olarak örgütlendikleri gerçeği, sendikalarda örgütlenmiş ya da henüz örgütlenmemiş işçiler açısından da görülür hale gelmektedir. Ortaya çıkmış olan pek çok olgunun buna dikkat çektiği açıktır.

Şu bir olgudur: Başında, sınıftan yana ve devrimci sendikacıların bulunduğu bazı sendika ve şubeler bir yana bırakılırsa; bütün grev, direniş ve gösteriler sendika bürokrasisine karşı alttan gelen bir baskı ve mücadele sonucunda gerçekleşmiştir. Bir yandan bu durum, öte yandan hemen bütün grev ve direnişlerin kundakçılarının sendika yöneticileri olması, geniş işçi kitlelerinin sendikaların sorununu anlamalarında bir deneyim oluşturmuştur. Denilebilir ki, burjuva partilerin itibar kaybıyla, sendika bürokrasisinin işçiler arasındaki etkisinin sarsılması at başı gelişen olgular olmuşlardır. Son beş altı yıldaki mücadelelerin en önemli sonuçlarından biri, sendika bürokrasisinin işçiler üzerindeki etki ve otoritesinin sarsılması ve aşınmasıdır.

Öte yandan, şunların altını çizmek gerekmektedir: Geniş kitlesinin sendikaların dışında olması, geride kalan dönemde sınıfın saflarında ilgisizlik ve uyuşukluğun hâkim olduğu anlamına gelmemektedir. Zira: a) İşçilerin, sendikalarda örgütlü olmayan kesimlerinin giderek genişleyen kitlesi, on yıldan bu yana giderek artan bir şekilde sendikal örgütlenme girişiminde bulunmuş, bu nedenle grev ve direnişlere girmiştir. Çoğunluğu yenilgiyle sonuçlanmış olsa da, sendikalaşma mücadelesine girmeyen işyeri adeta kalmamış gibidir, b) Sendika bürokrasisine olan güvensizliğe karşın, sendikaların her ciddi çağrısı sendikasız işyerlerini giderek artan oranda etkilemektedir. Sendikasız işyerlerinde de, işçi örgütleri olarak sendikalar, sorunları çözmek üzere başvurulan başlıca örgütler haline gelmişlerdir. Bu iki olgu, örgütsüz işçi kitlelerinin sermaye karşısındaki yönelimleri bakımından hayati önemde verilerdir.

Sendikalı işçilerin mücadeleleri yukarıda vurgulananlardan bilinmektedir. Sendikasız işçilerin eğilimleri ise burada altı çizilen özellikleriyle şekillenmiştir. Olguların gösterdiği şudur ki; sendikaların bugünkü sorunu, işçilerdeki “gerilik”, “ilgisizlik” ve “uyuşukluk” değil, sendikal hareketin dinamiklerinin değerlendirilmesi; sermaye karşısındaki olanak ve avantajlarının kullanılması ve zayıflıklarının üstesinden gelinmesi sorunudur.

Sermayenin genişleyen saldırısının ve saldırının mevcut özelliklerinin; bugünkü politik koşullarda biri diğerini dıştalayarak egemen olacak ve gidişatın özünü karakterize edecek iki olguyu hızlandırması kaçınılamazdır.

a) Sendikal hareketin, sermayenin saldırısını püskürtmesi; daha ileri biçimlere bürünerek, ciddi bir atılım göstermesi ve işçilerin sendika bürokrasisini gerileterek sendikalardaki mevzilerini daha önce olmamış oranda genişletmeleri; sendikasız sektörlerde yaşanan “vahşi” grev ve direnişlerin genişlemesi ve sendikaların geniş ölçekli büyümelerine yol açması; bütün bunların, sendikaların sosyalist işçi politikasına yaklaşmalarını getirmesi.

b) Sermayenin şu andaki taktik üstünlüğünü elde tutması; saldırıların ve işçi ve sendika tasfiye girişimlerinin üstünlük kazanması ve buna dayanan sendika bürokrasisinin, sendikaları etkisizleştirerek işçiler karşısındaki mevzilerini korumayı başarması. Sonuç olarak da, sendikal hareketin genel yenilgisi; sendikaların kenara sürülmeleri veya büyük ölçüde ezilmeleri.

Ya bu yana ya da öte yana; karşıt iki olgu, birbirlerini tahrik ederek bir arada bir süre bulunsa bile, sendikaların bugünkü gibi kalmaları adeta olanaksızdır. Ya biri ya da öteki; sendikaların yaşamını giderek karakterize edecek olan şey, bu iki karşıt olgunun gerisindeki güçler arasındaki mücadeledir.

Sendikal hareketin ve sendikaların ne yönde gelişeceği ve nereye gideceği; bu iki olgudan hangisinin üste çıkacağı ve egemen olacağı üzerine bugünden kesin bir yargıda bulunmak kuşkusuz spekülasyon olur. Mevcut koşullarda ancak, karşıt güçlerin karşılıklı olanak ve sorunlarından; avantaj ve dezavantajlarından söz edilebilir. Karşılıklı sınıflar ve cepheler açısından dönemin, belirsizlikler ve bilinemezlerle dolu olduğu, buna karşılık, sendikal alandaki ve özel olarak da sendikalardaki mücadelenin, ülkenin nereye gideceği sorununda halen tayin edici konumda bulunduğu bir gerçektir.

1)- Sermayenin sorunları ağır, avantajları sınırlıdır. Sistemin sorunları, ekonomide olduğu gibi politik alanda da çoğalmakta, daha da ağırlaşmaktadır.

İlkin: Burjuvazi ve hükümet, işçi ve emekçi yığınların taleplerini az çok tatmin edecek, yaşamlarını rahatlatacak olanaklardan büyük oranda mahrumdur. Ekonominin birikmiş yükleri ve kriz tehdidi ortadadır ve sermayeye fazlaca manevra olanağı tanımamaktadır. Yoğun uluslararası destek olmadığı koşullarda, sermayenin emekçiye verebileceği bir şeyi hemen yok gibidir.

İkincisi: Burjuvazi ve gericilik, geride kalan dönemde sosyal demokrasiyi ve liberal reformist sendika bürokrasisini aşırı ölçüde kullanmış; fazlaca bir yarar elde edemeden inandırıcılıklarını aşındırmalarına, parçalanmaya uğramalarına ve iflasa sürüklenmelerine neden olmuştur. Bu durum, söz konusu mihrakların “demokrasi” güldürüsü oynamalarını, “demokratikleşme” hayali yayma olanaklarını eskisi gibi kullanamayacakları biçimde kısıtlamıştır. Kaldı ki, “demokrasi” oyunu, hareketi kamçılayan bir etkene de dönüşmüştür.

Üçüncüsü: Sermayenin, çıplak zorbalığı daha da artırma; onu “meşru” ve “etkili” kılacak demagojileri daha da yoğunlaştırma; ihtiyaçlarına uygun düşen girişimleri daha da genişletmekten başka bir seçeneği adeta yoktur. Öte yandan, “yükselen” RP ve dinci sendikacılığın, sendikal hareketi ve kitle mücadelesini yatıştırma yeteneği bulunmadığı gibi, sermayenin saflarını karışıklığa sürüklemek ve ekonomik krizin hızlanmasına neden olmaktan başka bir rol oynayamayacağı herkesçe bilinebilirdir. RP ve sınıf içindeki yandaşlarının aygıtı, gericiliğin artışının bir unsuru olmasına karşın, işçi sendika hareketini ve sendikaları kontrol etmede en yeteneksiz akımdır.

Dördüncüsü: Sermayenin, gericiliği ve örgütünü yeniden ve ihtiyaca uygun düşecek sağlamlıkta örgütleyebilmek için kullanacağı demagojik alan, halen var olmasına karşın oldukça daralmış bulunmaktadır. Onun önündeki güncel seçenek, ülkenin “bölünmesi” ve “dış düşman tehlikesi” demagojisine; komşu ülkelerle ilişkilerin kötüleştirilmesine ve işçi ve emekçiden “ulusal fedakârlık” isteyerek bizzat yarattığı “tehdit’lerin aldatıcı etkisine yaslanmakla sınırlanmıştır. Sermayenin, örgütünü yenileme ve gericiliği örgütleme yolu olarak savaş kışkırtıcılığına ve kendini ele verecek provokasyonlara başvurmaktan başka çaresinin pek kalmadığı görülmektedir. Oysa bu “çare”nin, başlangıçta nispeten aldatıcı ve etkili olsa bile, sendikal hareketi ve sendikalardaki kavgayı tahrik eden faktörleri de çoğaltacağı görülemez değildir.

2)- İşçi sendika hareketinin sorun ve olanaklarına gelince: Sendikal mücadelenin en önemli sorunu kuşkusuz, sendikaların büyük çoğunluğunun ve konfederasyon merkezlerinin sendika bürokrasisinin denetiminde bulunması ve ileri işçi kitlesinin kendi partisinin saflarında tam birleşememesidir. Buna karşılık sınıf; sendikal hareketi, sermayeyi püskürtmekte değerlendirebileceği ve hedefine ulaşmakta kullanabileceği avantajlara da sahiptir.

İlkin: Sendika bürokrasisi, itibarını kaybettiği gibi sendika alt kademelerindeki istikrarı da sarsılmıştır. Safları olağanüstü parçalanmış durumdadır ve bu parçalanma, işçiler karşısındaki zayıflamasını da vurgulamaktadır. Geride kalan beş altı yıl içinde, sendika bürokrasisinin şubelerdeki ve işyerlerindeki ayakları önemli oranda tahrip olmuştur. İşyeri temsilciliklerinin çoğu ve önemli sayıda şube zaaflarına karşın, bürokrasiye karşı da yürümek üzere işçilerin, sınıftan yana ve ilerici sendikacıların eline geçmiştir.

İkincisi: İşçi kitleleri sermayeye karşı mücadelede olduğu gibi, sendika bürokrasisine karşı mücadelede de belli bir deneyim kazanmış durumdadır. Fakat ileri işçi kitlesi, deneyim ve bilincini ilerletmekle kalmamış; bir yandan bürokrasiye karşı mücadelenin araçları, öte yandan kitle hareketinin örgütlenme ve merkezleşmesinin meşru organları olan platformları da yaratmıştır. Bugüne kadarki işçi eylemlerinin hazırlayıcısı, sürükleyicisi ve nispeten de örgütleyicisi olan sendika şube platformları, hareket düştüğünde durgunluk dönemi (bu, nispeten platformların tabiatıyla ilgili) yaşasalar da, işçi ve emekçi sendika hareketinin örgütleyicisi olma potansiyeline sahiptirler. Deneyimlerini özümledikleri takdirde, bu platformların önümüzdeki dönemin mücadelelerinde hayati rol oynayacak organlar olmaları önlenemezdir.

Üçüncüsü: İşçilerin durumları özellikle son birkaç yıldır kötüye gitmiştir. Buna karşılık, sermayenin dayattığı şey, görülmemiş bir sömürü ve sefalettir. Bu, işbirlikçi sendika bürokrasisini olduğu gibi; mevcut bürokrasiyi “yenileme” adayı olarak çıkmış “sosyalist” akımı da zora sokan bir olgudur. Sendika bürokrasisinin; bürokrasinin “yükselen” unsuru İslâmi sendika aygıtının ve “sosyalist” sendikal kliklerin “işleri”nin zor olduğu kesindir.

Dördüncüsü: Kent emekçisi tabakalarının (kamu çalışanları) sendikal sorunlarının çözülmemiş ve sendikal hareketinin gelişiyor olması, işçi sendika hareketinin gelişmesi ve olanaklarını değerlendirmesi bakımından bir avantajdır. Henüz birbirleriyle tam dayanışma içinde olmamasına ve kamu sendikalarında yeni türden bir bürokrasinin ağırlığı bulunmasına karşın; nasıl ki işçi sendika hareketi kamu emekçilerinin manevra alanlarını genişletiyorsa, kamu emekçilerinin sendikal mücadelesi de işçi sendika hareketi açısından bir destek durumundadır. Saldırıların emeğin bütününe yönelik karakteri, bu iki hareketin dayanışmasının zeminini daha da genişletmektedir.

Bunlara karşılık, sermayenin olduğu gibi, işçi sendika hareketinin ve sendikalardaki mücadelenin zayıflıklarının bulunduğu ve bunlara dayanan tehditler altında olduğu da bugünden görülebilir ve yadsınamaz bir gerçekliktir.

a) İleri işçinin, sınıftan yana sendikacının ve sosyalist aydının sosyalizm ve sınıf bilincinin henüz dar ve gerektiği oranda deneyimli olmaması, sınıfın ve sendika mücadelesinin en önemli zayıflığıdır. Zira “işçi sınıfı ve işçi partisi”nden sıkça söz etmek zorunda kalmış gerici sendika bürokrasisinin, liberal “sosyalizm”    demagojileriyle oluşturulmuş “yeni” bir platforma geçmesi; öte yandan bu platformun burjuva “sosyalist” akımın izlediği çizgiyle çakışması, başarıya ulaşma olanağı son derece sınırlı olsa dahi sendikal hareketi ve sendikalardaki mücadeleyi torpilleyecek bir tehlikedir. Yanı sıra, sınıfın ileri güçlen ve sendikal hareket, provokasyonlara karşı ileri bir deneyim ve uyanıklık kazanmış değildir; buna karşılık, sermaye ve sendika bürokrasisi, anarşizan ve terörist “sosyalizm” akımlarının polis provokasyonuna çanak tutan çizgilerinden yararlanma politikası izlemektedir. Sermayenin saldırısı ilerledikçe; “sol” sendika bürokrasisinin manevra alanının daralacağı, buna karşılık provokatif girişimlerin artacağı ise son derece açıktır.

b) Sendikal hareketi ve emekle sermaye arasında sendikalarda sürmekte olan mücadeleyi tehdit eden en önemli zayıflıklardan biri de; ileri işçi kitlesi ve devrimci ve sınıftan yana sendikacı kümesinin, liberal ve reformist sendika bürokrasisinin yerleştirdiği günlük çalışma ile ilgili geleneğin; örgütleme ve örgütlenme alışkanlıklarının üzerindeki etkisinden henüz kurtulamamış olmasıdır. Bu gelenek, sendikalardaki ifadesini, örgütsüzleştirilmiş yığın üzerinde işbirlikçi bir bürokrasinin örgütlenmesi; işçi örgütünün, basit işçinin ulaşamadığı bir büro örgütü olarak güdükleşmesinde bulmaktadır. Ve sendikalardaki mücadelenin bugünkü hayati zayıflığı burada düğümlenmiştir.

Bir yanda sermayenin, öte yanda işçi sınıfının (ki, işçi hareketi halen sendikal hareket durumundadır) önümüzdeki dönemdeki avantaj ve dezavantajları esas olarak yukarıdakiler gibi şekillenmiştir. Vurgulananlardan da anlaşılacağı gibi; sermayenin gücü, sendikal hareketin ve sendikaların zayıflıklarında yatmaktadır. Buradan çıkan; geleceği tayin edecek mücadelenin, büyük oranda sendikalardaki egemenlik mücadelesi olduğu gerçeğidir.

Sermayenin saldırısı mı üste çıkacak; yoksa işçi sendika hareketi mi atılım gösterecek; bu sorun, karşılıklı sınıfların, avantajlarını değerlendirme ve karşıtının silahlarını etkisizleştirme yeteneği gösterip göstermemesiyle doğrudan bağlı bir sorundur. Daha doğrudan söylenirse; bu sorun gerçekte; sendikaların, sermayenin hareketi kontrol etme ve sınırlama aracı olmaktan çıkarılması ve gerçek mücadele örgütleri olarak dönüştürülmesinin başarılıp başarılamaması sorunundan başka bir şey değildir. Öte yandan, avantajlarını asgari oranda değerlendirdiklerinde, işçilerin, sermayeyi püskürtme, sendikaları büyük ölçüde demokratikleştirme ve sendikal hareketi politik bir alana genişleterek daha ileri mevzilere götürme olanağı bulacakları ise, mevcut objektif koşullarda kanıtlanması gerekmeyen bir olgudur.

Bazı “sosyalist” grupların ve kendilerini “dünyanın merkezi” sanan şaşkın kimi çevrelerin, kendiliğindenliğine yaslanarak sendikal hareketi öteden beri “önemsiz” gördükleri; bu nedenle de, yukarıdaki tespit ve beklentileri “abartı” olarak değerlendirdikleri bilinmektedir. Doğrudur: Sendikal hareket, yukarıdaki tespitlerden de anlaşılacağı gibi büyük ölçüde, kendiliğindenciliğin baskı ve tahribatı altında gelişmiş bir harekettir. Buna karşılık, o “önemsiz” değil, Türkiye’de bugüne kadarki en önemli hareket olmuştur.

Son beş altı yıllık döneminde, elde edebileceği kazanımları kendiliğindenlik nedeniyle elde edememiş olmasına karşın, sendikal hareketin genelde önemli kazanımlar elde ettiği bir olgudur. Onun, elde edilebilir kazanımları elde edememesi, ne işçilerin “anlayışsızlığımla açıklanabilir, ne de sadece hareketin karakteriyle. Bunun açıklamasının, söz konusu akımların, emek hareketi ve sendikalar üzerindeki tasfiyeci etkisinde aranması gerektiği açıktır.

Şu, herkesçe bilinir: İşçilerin, sermaye ve sendika aristokrasisine karşı girişimlerinin, kaçınılabilir başarısızlık ve yenilgilerden kaçınması; her ileri adımın, sınıfın bilincinde ve örgütünde birikim ve yeteneğe dönüşmesi için, işçi ve emekçilere dışarıdan yardım zorunludur. Buna karşılık, işçi sendika hareketinin ve işçi ve emekçinin, ülkedeki gelişmeyi “önemsiz” gören söz konusu gruplardan bir yardım görmediği kanıtlanması gerekmeyen bir olgudur. Geride kalan dönemde, örgütümüzün nispi destek ve yardımı dışında, işçi ve emekçilerin dışarıdan herhangi bir yardım görmedikleri rahatça söylenebilir.

Politik akımlar, işçi ve emekçilere en küçük bir yardımda bulunmamalarına karşın; işçi sendika hareketi gene de, politik gruplara yardım edecek; onları etkisi altına alacak derecede önemli bir hareket olmuştur. Bilindiği gibi; son beş altı yılın sendikal mücadeleleri, politik akımların karakterini kristalize etmesi ve görülür hale getirmesinin yanı sıra, sendikal mücadeleler ve sendikalarda çalışma ile ilgili beş altı yıl önce bu gruplara egemen olan önyargıları kıracak bir deneyim de yaratmıştır. Nitekim sınıfın rolünü inkâr eden ve sendikaların işlevini, “işbirliği örgütü” (BSP’nin yeni dünya düzeni teorisinin sendikalara biçtiği rol.) olarak belirleyen; öte yandan, sendikalarda çalışmayı açıkça reddeden, alternatif örgüt (DY’nin “işçi meclisleri”ve TKP/ML Hareketi vb.nin DSİM’i.) “yaratan” teori ve pratiğin, bu deneyim sonunda çöpe atıldığı yadsınamazdır.

Öteki şeyler bir yana; buradan çıkan sonuçlardan biri şudur ki, partimizin 1980’li yılların sonlarında mücadele ettiği, sağ’lı sol’lu bu teori, anlayış ve pratik bugün artık mücadele edilecek bir sorun olmaktan çıkmıştır. Bugün hiçbir akım, sendikalarda çalışmaya açıktan karşı bir tutum içinde değildir ve hiçbir hareket sendikaları salt “denge”, “uzlaşma” ve “kamuoyu baskısı örgütleri” olarak açıktan ilan etmeye cesaret edememektedir. Burjuva, küçük burjuva “sosyalist” akımların, hareketi anlayıp anlamamaları ve sendikaları istismar etmeleri bir yana, bu örgütlerde mevzi kapmak için can attıkları, bugün bir olgudur. “Önemsiz” görülen hareketin ilk adımının, işçi ve emekçilere yeni ileri mevziler kazandırması önlenemez olduğu gibi; sınıf dışı politik grupları, şu ya da bu şekilde hizaya getirmesi de önlenemez olacaktır.

 

SENDİKAL MÜCADELE VE SON BEŞ ALTI YILDAKİ DENEYİMİN ÖNEMİ

Önümüzdeki görülebilir dönemde, işçi ve aynı zamanda kamu emekçileri hareketinin sendikal hareket olarak gelişeceği yadsınamaz bir şeydir. Devrimle karşıdevrim arasındaki mücadelenin merkezleşeceği alanın; sendikal mücadele ve sendikalar alanı olması doğal olduğu gibi, kitle mücadelesinin ilk biçimlerinin, sendikal ekonomik istekler üzerinden gelişen ve sendikalarca örgütlenen grev, direniş ve gösteri biçimini alması da anlaşılabilirdir.

Sendikaların otoritesi devreye girmeden bugünkü koşullarda, sermayeyi püskürtecek bir adımın atılamayacağı açıktır. Öte yandan, sendikalar olmadan, gerçek bir parti haline gelinemeyeceği ise bilinebilirdir. Başka etkenler bir yana; emek ve ezilenler dünyasını oluşturan yığınlar üzerinde az çok etki ve otoriteye sahip örgütlerin sendikalar oldukları unutulmamak zorundadır.

Partimiz ve örgütümüzün, sendikal harekete katılışı ve sendikalardaki çalışması açısından bugün çıkaracağı en önemli ders, sendikaların önemini bilme ve oralarda çalışmanın, kendi başına bir politika olmadığı ve gereklerini yerine getirmeden bunun bir anlam taşımadığını kavramakta yatar.

a) Sermayeye karşı mücadelenin ilerlemesi; sendika bürokrasisiyle işçiler arasında süren kavganın işçiler lehine gelişmesi, sendikalardaki işçi mevzilerinin giderek genişlemesi, işçilerin örgütlerini demokratikleştirme, mücadele araçlarına dönüştürme yeteneği kazanmalarıyla doğrudan bağlıdır.

b) İşçilerin, nüve olarak taşıdıklarını kanıtlamış oldukları bu yeteneği gerçekten göstermelerinin yolunun; geleneksel bürokratik mücadele, örgütlenme, önderlik anlayış ve alışkanlıklarının örgütsüzleştirici baskısından bizzat kurtulmalarından geçtiğinin; bu yolun ancak, örgütlerimizin sendikalara doğru bir mevziden katılmaları, işçilere yardım etmeyi başarmaları sayesinde açılabileceğinin her günkü iş ve eylemle kanıtlanması zorunludur.

Emekle sermaye arasındaki mücadelenin sendikalardaki dışa vurumu olarak gelişen bürokrasi ile işçiler arasında yaşanan kavganın işçilerce kazanılması: Sermayeye karşı mücadelenin, önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceği ve nereye varacağı sorununu tayin edecek olan şey budur.

Bu aynı zamanda, işçilerin devrimci parti olmayı başarmalarının; onların bu başarıları şahsında partimizin gerçek işçi partisine dönüşmesinin ana olanağını da dile getirmektedir. Sendikalar harekete geçirilmeden; bu örgütler devrimci bir platforma çekilmeden ve günlük mücadelenin organları ve gerçek işçi örgütleri olma yoluna sokulmadan, politik bir ilerlemenin olamayacağı, sermayenin saldırılarının püskürtülemeyeceği, demokrasi ve özgürlüğün asla elde edilemeyeceği anlaşılamaz bir şey olmasa gerektir.

Önceki tarihsel tecrübe bir yana; partimiz ve örgütlerimizin beş altı yıllık deneyimi yeniden kanıtlamıştır ki, emekçilerin katıldıkları bütün sendikalarda; başta işçi sendikaları olmak üzere bütün emekçi örgütlerinde, bu örgütleri gerçek işçi ve emekçi örgütlerine dönüştürmek üzere çalışmak zorunludur. Öte yandan, örgütlerimizin sendikalarla ilgili geride kalan dönemdeki deneyimi, sendikalarda çalışmanın içeriğini belirginleştiren ve sendikal çalışmanın olumlu olumsuz örneklerini ortaya çıkaran bir der neyim de olmuştur. Sendikalarla ilgili deneyimimizin, sendikalardaki mücadeleler açısından dünyada günümüzün en ileri deneyimlerinden biri olduğu açıktır.

Bugün şu zorunlu, aynı zamanda ertelenemez bir görevdir: Örgütlerimiz ve kadrolarımız, partimizin sendikalara ve sendikal harekete katılışla ilgili çizgisini irdelemekle yetinmemek; eğer sendikalara ve işçilere yardımın yolunu şaşmadan genişletmek istiyorlarsa, beş altı yılın deneyimini; olumlu ve olumsuz örneklerini, sonuçlarıyla ve işçilerin mücadele ve eyleminden öğrenme tutumuyla irdelemek zorundadırlar. Bu irdeleme yapılmadığında; sendikalara katılmanın, sendikal çalınmanın ve işçilerin bilinç ve eyleminin kendine özgü diyalektiğini anlamak; dolayısıyla da kolektif, özgünlüğü olan, çalışmayı düzelten ve sendikal hareketi ilerleten tecrübeyi edinmek olanaksızdır. Oysa çalışmayı somut politikalar üzerinden yürütmek, her alanda ve her özel durumda uygulanabilir günlük politikalar ortaya koymak ve günlük eylemi ve niteliğini hayatın öğretici deneyimiyle sürekli geliştirmek, sendikal hareketin ve bünyesindeki kavganın ilerlemesinin temel koşuludur.

Sendikal hareketin, gelişmesi ya da güdükleşmesi; atılımı ya da yenilgisi: Ülkedeki yakın dönemin ne olup ne olamayacağını; devrimle karşıdevrim arasındaki çatışmanın emek cephesi lehine gelişip gelişmeyeceğini, önceki dönemde olduğu gibi bugün de tayin edecek olan şey budur. Öte yandan, bu hareketi istismar etmeyecek; şu ya da bu sendikal kliğin hizmetine sunmayacak, ona yardım edecek partimizden başka bir örgütün olmadığı bilinmektedir.

Buradan çıkan şudur: Partimiz, çocukluk hastalıklarından arınmış olgun bir politikaya sahip olmak zorunda olduğu gibi; örgütlerimizin çalışma ve eylemi de, sınıf dışı etki ve geleneksel alışkanlıklardan arınmış bir çalışma ve eylem olmak zorundadır. Sendikal hareketin ve sendikalar kavgasının emek cephesi çıkarına gelişmesindeki temel sorunun yattığı yer işte burasıdır.

Eğer hareketin zayıflıkları, işçiler arasında yapılan sosyalist çalışmada düğümleniyorsa; o takdirde örgütlerimizin sendikalardaki çalışmasına daha yakından bakmak, kuşkusuz ertelenemez önemli bir görev olur. Nitekim partimizin organları, sendikalarla ilgili çizgimizi ve örgütlerimizin sendikalardaki çalışmasını değerlendirmiş; çizgimizin doğru olduğu, buna karşılık kimi durumda ve çoğu yerde karakteri ve ruhuna uygun olarak ele alınmadığı; bu nedenle de, çoğunlukla kâğıt üzerindeki sözler olarak kaldığı sonucuna varmıştır. Parti politikası ile örgütün çalışması arasındaki bu ayrılığın nedenlerinin; örgütlerimizin, sendika politikamızdan ve ileri işçi ve sendikacıdan öğrenme yerine; bir yandan geleneksel bürokratik çalışmaya, öte yandan “piyasa”daki sınıf dışı “değerlere” eğilim göstermelerinde yattığı ise ayrıca dikkat çekme gereği duyulan temel bir zaaf olarak görülmüştür.

Ayrıca, bilinebilirdir ki merkez organımız, gerideki dönemle ilgili tespit ve irdelemeleri, herhangi bir dönem hakkında herhangi bir fikrin sahibi olmak için yapmamıştır. Bu tespit ve irdelemeler, çalışmayı doğrudan ilgilendiren pratik bir amaçla yapılmıştır; yürüyen çalışmanın düzeltilmesini, edinilmiş tecrübeye dayanılarak temeline oturtulmasını öngörmektedirler. Zira emekle sermaye arasındaki mücadelenin emek lehine gelişmesinde; bir yandan sendikal hareketin politik harekete, genişlemesi, öte yandan sendikaların işçi örgütleri olarak dönüşmelerinde örgütlerimizin rolü, tayin edici bir roldür. Partimizin, hareket içindeki konumu dikkate alınırsa, çalışmanın düzeltilmesi ve temeline oturtulmasının ne büyük bir önem taşıdığı anlaşılır olur.

Örgütlerimizin karşı karşıya oldukları görevlerin öneminden yola çıkan merkez organımız, koşullardaki nispi değişiklikleri; hareketin avantaj ve dezavantajlarının bugünkü şekillenişini de dikkate alarak, sendikalarla ilgili parti politikalarını yenilemiş ve yeniden formüle etmiş bulunmaktadır. Sendika politikamızı, sermaye ile emek arasındaki mücadelenin gelişme derecesi; sendika bürokrasisiyle ileri işçi kitlesi ve sınıf içinde mevzilenmiş politik akımlar arasındaki güç ilişkilerinin bugünkü biçimlenişi vb. olgular belirler. Fakat objektif olgulara yaslansa ve doğru da olsa, bir çizgiye sahip olmanın yetmediği; sorunun, bu çizgiyi her sendika ve işyerindeki özel koşula yaratıcılıkla ve sebatla uygulama, bizden talep ettiği çalışmayı ısrarla, yetenekle yapma sorunu olduğu altı yıllık tecrübeyle kanıtlanmış bir olgudur.

Partimiz, bu olguya dikkat çekerken; örgütümüz, görevlerini yerine getirme yeteneği gösteremediği takdirde sendikaların; sermayenin, hareketi güdükleştirme ve denetim altında tutma araçları olarak işlev görmeye büyük ölçüde devam edeceklerine; bunun, sermaye karşısındaki mücadelenin gidişatı bakımından en büyük yıkım olacağına ayrıca işaret etmeyi gerekli görmüştür.

Bütün bu tehdit ve olumsuzluklardan kaçınmak kuşkusuz olanaklıdır. Yukarıdaki uyarıları ve yapılan eleştirileri, gereklerini yerine getirecek bir titizlikle irdelemek; temel hedef ve özellikleri aşağıda yeniden ortaya konulmuş olan sendikalar politikamızı devrimci bir tutumla kavramak; özellikle son yıllarda yaşanmış deneyimlerden ve mücadelenin ortaya çıkardığı çalışma tarzının işçilere yakın örneklerinden öğrenerek kavrayış, alışkanlık ve eylemimizi yenilemek: İşyerlerinde ve sendikalarda mevzilenmiş her örgütün ve bütün örgütümüzün başarısının güvenceleri bugün işte bunlardadır.

İşçi sendika hareketi, kapitalist partinin sınıf içindeki uzantısı sendika bürokrasisi klikleri tarafından bölünmüş durumdadır. Bu bölünme, salt ayrı konfederasyonlara bölünmekle sınırlı olmayan bir bölünmedir; sendika aristokrasisi, işletmeleri ve sektörleri birbirinden uzak tutmak, işçiler arasındaki dayanışma duygusunu baltalamak için her şeyi yapmaktadır. Oysa işçilerin geneldeki çıkarları olduğu gibi, sendikal hareketin çıkarları da, sınıfın bütün bölüklerinin ve her şeyden önce sendikal örgütlerinin birliğinde yatar. Dolayısıyla da partimizin sendika politikasının; sermayenin saldırısının püskürtülmesi, işçilerin bağımsız bir sınıf oluşturması, başta sendikalar, tüm örgütlerinin birleşmesi hedefinden temellenmesi anlaşılırdır.

İşçilerin sendikalarda birliği ve sendikal hareketin birliği, ancak sermayeye ve saldırılarına karşı mücadele içinde olanaklı olur. Sermayeye karşı mücadele etmeden, sınıfı bölen ve sendikaları etkisizleştiren sendika bürokrasisiyle çatışma bir anlam taşımadığı gibi, onu sendikalardan tasfiye mücadelesi hem anlamsız, hem de olanaksızdır. Bu, tarihsel tecrübe tarafından sayısız kez kanıtlanmakla kalmamış; aynı zamanda, son beş altı yıllık deneyimimizle kendini yeniden kanıtlamış ve kabul ettirmiş bir olgudur.

Partimizin sendika politikasının temeli, işçilerin sermayeye ve saldırılarına karşı mücadelesine; bu mücadelede sendikalara, işçilerin sendikalarda örgütlenmeleri ve egemen olmalarına yardım politikasıdır. Politikamızdaki, sendika bürokrasisine karşı unsur dayanağını buradan alır; işçilerin sermayeye karşı çıkarlarına bağlı bir politika olarak böyle şekillenir.

Sendika politikamızın özü böyle şekillenmesine karşın, son beş altı yıldan buyana ki çalışmamızın, politikamıza uygun düşen bir çalışma olarak gerçekleştiğinin ileri sürülemeyeceği açıktır. Sendika aristokrasisine karşı çalışma, bir yandan işçilerin uyanış ve örgütlenmelerini dıştalayan bürokratik geleneklerle, öte yandan kitlelerin sendika yöneticilerini tanıma ve kendi örgütünü oluşturma bilincinin, sermayeye karşı mücadele içinde ve öz deneyim yoluyla geliştiğini dikkate almayan sekter uygulamalarla tahrip olmuştur. Ayrıca, kaynağını pratik çalışmamızdan alan pek çok başka neden, taktik politikamızın kâğıt üzerinde kalan sözlere dönüşmesine yol açmıştır. Bu bir olgudur; dolayısıyla da örgütlerimiz, sendikaların lafını etmenin işe yaramadığını bilmek; çizgi ve politikamızın içeriği ve ruhunu anlamanın, çalışmamızın başarısının en hayati sorunu olduğunu kavramak zorundadırlar.

İlkin; Sendika, örgütsüz işçi kitlesi adına vekil tayin edilmiş “sendikacı bürosu” değildir. Sendika, işyerlerinde işçilerin her gün yeniden örgütlendikleri, patronlara ve sermayeye karşı dayanıştıkları, ayrı bir güç oluşturdukları ve çıkarlarını her gün savundukları işyeri işçi örgütüdür. Dolayısıyla da; sendikal mücadele ve sendikal çalışma, bir eylem ya da seçim olduğunda verilen bir mücadele ve yapılan bir çalışma olarak görülemez. Sendikal mücadele ve sendikalardaki çalışma, kesintisiz bir mücadele ve her gün yeniden planlanan, her gün yürütülen bir çalışma olarak şekillenir. Sendikalardaki ve işyerlerindeki çalışmalarını planlar ve düzeltirlerken, örgütlerimiz ve kadrolarımızın gözden kaçırmayacakları ilk veriler, sorunun bu yönündedir.

İkincisi: Sendikalar işçi örgütleri oldukları gibi mücadele de işçilerin mücadelesidir. Bürokrasisinin, sendikal mücadeleyi, sendikacının “işi” haline getiren “mücadele, örgütleme ve örgütlenme” geleneği, “uyuşuk” işçinin, sendikacıyı “vasisi”, kendini onun yedeği ve destekçisi görmesi anlayış ve alışkanlığı olarak şekillenmiş bir gelenektir. Öte yandan bu gelenek, işçi kitlesinin örgütsel ilgi, bilinç ve alışkanlığını etkilemekle kalmamış; aynı zamanda, “sosyalist” akımların anlayış ve çalışmalarını da koşullandırmıştır. İşçilerin, örgütümüzü “desteklemeleri” mevzisinden ve bizim “adamlarımız” olmaları anlayışıyla değil; bizim işçilere katılmamız, örgütlenmelerinde onlara yardımımız anlayışı ile mevzilenmemiz: İşçilerin partiye katılma ve destekleri, bugünkü koşullarda ancak, parti örgütünün işçilere, her şeyden önce de sendikal mücadele ve örgütlenmelerine yardım ettiği, onların saflarına içtenlikle katıldığı oranda gerçekleşir. Zira proleter mücadele ve bilincin gelişme diyalektiğinin bir yasası olmasının yanı sıra; bu zorunluluk, sendikalarda gerçekten çalışmanın, sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı mücadelede sınıfın nabzı ve ruhunu bulmanın temel koşuludur da. Bürokrasi geleneğinin etkisi altında baş aşağı çevrilmiş çalışma: Çalışmasını düzeltirken, örgütümüzün temel alması ve üzerinde durması gereken en çarpıcı ipuçlarının, bu yasanın ruhunun kadrolarımızca anlaşılmasında yattığı kesindir.

Üçüncüsü: Sendika çalışması, gelenekte olduğu ve çoğu yerde örgütümüzün pratiğinde görüldüğü gibi, sendika bürolarına hapsolmuş bir çalışma değildir. Sendika çalışması, esasta işyeri çalışmasıdır; bürolarda yürütülen çalışma, işyerlerinde yürütülen çalışmayı güçlendirir ve tamamlar. Çalışmanın bu iki yönü, birbirinin karşısına konulamayacağı gibi; işyerindeki çalışmayı temele koymamak, yanı sıra diğerini ihmal etmek temel bir yanılgıdır; örgütlerimizin çalışması bu yanılgılardan kaçınamamış bir çalışmadır. Çalışmamızı düzeltirken, somut örnek veriler bulacağımız alanlardan üçüncüsü, kuşkusuz çalışmanın bu yönüyle ilgili örgütsel pratiktir.

Dördüncüsü: Sendikalardaki çalışmada başarının temel koşullarından biri, hareketin bilgisine sahip olmakta yatmaktadır. İşyerinin, işçiler arasındaki ilgi konularının, ilgili sektör ve sendikada olup bitenin, bütün sendikaların ve ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerin her gün yenilenen çok yönlü bilgisi: Bu bilgiye eksiksiz sahip olmadan; sendikalardaki gelişmeleri, sendikalar ve politikayla ilgili basını izlemeden kapsayıcı, kazanıcı ve verimli bir sendikal çalışma yürütmek olanaksızdır. Örgütler ve kadrolarımızın, kendilerini gözden geçirirken dikkatle üzerinde durmaları gereken şeylerden biri de budur.

Beşincisi: Sendikal çalışma, salt sendikal alanın bilgisiyle yapılan bir çalışma değildir. Ayrıca, sendikal mücadele kendini sendikal alanda sınırladığında, güdükleşme ve yenilgiyi baştan kabullenmiş olur. Sendikal mücadelenin, politik alana genişlemesi ve sendikaların politikaya girmeleri bir kaçınılmazlık, aynı zamanda bir zorunluluktur. Buna karşılık, işçilerin ve sendikaların politik bilgi ve politik mücadeleden uzak tutulması, geleneksel sendikalizmin ve sendika bürokrasisinin olduğu gibi, bugünün “yükselen” akımı olan liberalizmin de başlıca amacıdır. Zira liberal “işçi” politikasının ancak bu yoldan etkili olabileceği son derece açık olmasının yanı sıra, işçi politikasına doğru ilerlemeden ve politikaya yaklaşmadan işçilerin sendikalarda mevziler kazanmalarının olanaksızlığı da bir gerçektir. Örgütlerimiz ve kadrolarımızın dikkat edecekleri sorunlardan bir başkasının, çalışmanın sendikal yönü ile öteki yönleri arasındaki her günkü ilişkide düğümlendiği açıktır.

Sendikalarda ve sendikal alanda, beş altı yıldan bu yana yürüttüğümüz çalışmanın irdelenmesi ve dersler çıkarılmasında dikkat noktası haline getireceğimiz başka sorunlardan da söz edilebilir. Örneğin, iktidar iddiasında pratikte ortaya çıkan zaafların, sendikal mücadeleyi salt yasalarla sınırlı bir mücadele gibi ele almanın, sosyalist çalışmadaki yetenek zayıflığı ve devrimci feragat duygusundaki aşınmanın sendikal çalışmadaki etkisinin yarattığı tahribat vb. gibi. Fakat bütün bunların bir gereği yoktur. Son yıllardaki çalışmamız, yukarıda vurgulanan noktalardan irdelendiğinde örgütümüzün, çalışmalarını düzeltecek gerekli tecrübeyi bulması olanak dâhilindedir.

 

SENDİKA POLİTİKASI VE SENDİKAL ÇALIŞMADAKİ TEMEL ÇİZGİNİN GÜNCEL SORUNLARI ÜZERİNE

Sermayenin, işçi sınıfı karşısındaki gücü, sendikaların çoğunluğunun sendika bürokrasisinin elinde bulunması ve sendikal hareketi bu yolla etkileme ve denetim altında tutma olanağında yatmaktadır. Ne var ki, bugüne kadarki mücadeleler, sendika bürokrasisinin hareket üzerindeki denetimini belli ölçüde kırmak ve bu denetime karşı mücadelenin kürsü ve dayanaklarını oluşturmakla kalmamış; sendikaları işçilerin ele geçirmeleri ve mücadele merkezleri olarak dönüştürmeleri sorununu, yerel kalmaktan çıkaran, ülke çapında bir sorun haline getiren olgular doğuran mücadeleler de olmuşlardır.

Birkaç yıldan bu yana, sendikaların dönüştürülmesi sorunu, pratik olarak genel ve ülke ölçeğinde bir sorun durumundadır; sendika hareketi bir adım ileri gittiğinde, bu sorunun hemen her sektörde gündem olması önlenemezdir.

Öte yandan, bu sürecin nasıl şekilleneceğini, hangi yollardan geçerek gelişeceğini bugünden kestirmek olanaksızdır. İşçi sendika hareketinin, atılım yapması; politik alana genişlemesi ve sermayeyi püskürtme olanağı yaratması güncel olduğu gibi; sermayenin, hareketin göreceli geriliği ve hazırlıksızlığından yararlanma; provokasyonlara da (bu alan oldukça geniştir) başvurarak, hareketi geriye atma ya da genel bir saldırıya dayanarak (fırsatını yaratabilirse) olabildiğince ezme yoluna gitme olasılık ve olanaklarının bulunduğu da bugünkü Türkiye’de bir gerçektir. Zira sendikal hareket ve genel olarak kitle hareketinin zaaf ve zayıflıkları ve emek cephesinde yaşanmakta olan bugünkü mecalsizlik, sermayeye bu “olanağı” sunmaktadır.

Sermaye, bu olanakları kullanma fırsatlarını bulur ya da bulamaz; bu ayrı bir sorundur. Fakat açık olan şudur ki, açık kitle hareketinin, bir yandan ilerlemesi, öte yandan zayıflıkları ve yanı sıra saflarındaki politik parçalanma derecesi sermaye ve gericilikteki genel saldırı eğilimini güçlendirmektedir. Karşı-devrim, açıktan harekete geçme olanağı bulduğu ve geçtiğinde; eğer o günkü güç ilişkileri bu genel saldırının püskürtülmesine olanak tanımazsa, sermayenin temel hedefinin öncelikle sendikal hareket ve sendikalar olması kaçınılmazdır. Emek cephesinin, bu saldırıyı püskürtüp püskürtememesi bir yana; bunun anlamı kuşkusuz ancak, sendikal hareketin ve sendikaların gelişme sürecinin görülebilir olandan farklı, dolambaçlı ya da inişi yokuşu keskin hatlı bir yol izlemesinin gündeme girmesi olabilir.

Gelecekle ilgili spekülasyonlara düşmekten kaçınabilmek ve onu hazırlama perspektifini kaybetmemek için şu kavrayış tarzı özel bir önem taşır: An’ı ve dönemi anlamak; sürekli yenilenen acil halkayı kavramak ve an’ın, dönemin ve acil halkanın talep ettiği görevleri yerine getirecek çalışmayı yapmak; bu, hareketin kaçınılabilir yenilgilerden kaçınması; güncel saldırıları püskürtme olanaklarını değerlendirmesi ve gerekli mevzileri tutması için temel koşul olduğu gibi, geleceği hazırlamanın da koşuludur. An’ın ve dönemin görevlerini yerine getirmeyen bir örgütün, gelecekten söz etmesi; sadece boş ve aldatıcı bir demagoji olur. Bu kaçınılamazdır; zira sonraki dönem ancak, dönemin görevinin yerine getirilmesi yoluyla kazanılabilir. Kaldı ki, an’ın ve dönemin görevlerinin yerine getirilmesi; salt bugünün kazanılması değil, aynı zamanda yakın geleceği emek cephesi aleyhine etkileyecek olguların önünün kesilmesinin başarılması anlamına da gelmektedir.

Buradan çıkan nedir? Bu, herkesin anlayabileceği derecede basittir: Sendikalarla ilgili taktiklerimiz, sendikal hareketteki bugünkü olgu, eğilim ve sendikalardaki şimdiki güç ilişkileri üzerine oturacaktır. Buna karşılık, sendikal çalışmamız ve sendikalardaki mücadelemiz asla, bugünkü olgu ve eğilimlerle sınırlanmış bir çalışma ve mücadele olmayacaktır. Örgütlerimizin çalışma ve mücadeleleri, bugünkü olgular, ilişkiler ve eğilimler üzerine otururken; gelecekte ortaya çıkabilecek olan değişiklikleri ve muhtemel bütün gerici saldırıları dikkate alan bir çalışma ve mücadele olmak zorundadır. Zira partimiz, sendikalist ve reformist değil, sosyalist ve devrimci bir partidir.

a)- Partimizin sendika politikası, en önemli özelliklerinden birini; işçi sendika hareketinin bugünkü atılım dinamiklerinden, bu atılımın sermayenin saldırısını püskürtme ve sendikalarda ülke çapında gündeme getireceği demokratikleşme olanaklarından alır. Her örgütümüz ve en “yerel” gibi görünen herhangi bir işyeri ve şubede çalışma yürüten her görevlimiz, işyeri ve sendikadaki sorunların yerine geçmesine izin vermeden çalışmasını, sermayenin geneldeki saldırısının püskürtülmesinin yanı sıra sektör, bölge ve ülke çapındaki sendikal hedefe de bağlamak zorundadır. Salt patronların değil, hükümetlerin ülke çapındaki saldırılarının püskürtülmesi tutumuyla yürütülmeyen bir mücadelenin; sendikalardaki sektörel, bölgesel ve ülke düzeyindeki işçileştirme kavgasına katılma ve öteki alanlardaki mücadelede dayanışma çabasıyla yapılmayan bir çalışmanın başarı şansı olmadığı gibi, ilgili işyeri ve sendikadaki kazanımları koruma ve sendikal örgütlenmeyi ayakta tutmanın olanağı da bugünkü Türkiye’de adeta yok gibidir. Mücadeleyi, işyeri ve sendikadaki somut sorunlar üzerine oturtmak; aynı zamanda, onu ülke çapındaki eğilim ve mücadeleye bağlayan bir perspektifle çalışmak: Örgütlerimiz ve kadrolarımızın plan ve çalışmalarını yönlendirecek olan sendikalarla ilgili çizgimizi oluşturan perspektifin unsurlarından biri budur.

b) Türkiye’deki gidişatı karakterize eden şey, işçi ve halk hareketinin gelişmesinin yanı sıra, gericiliğin artmasına yol açan olguların çoğalmasıdır. Sendikalar taktiğimiz, sermayenin saldırısının püskürtülmesi (bu olanaklıdır) temeline otururken; örgütlerimiz, sendikaların hazırlıksız yakalanması, güç ilişkilerinin karşı-devrim lehine ani değişiklikler göstermesi ve hareketin yenilgisi vb. olasılıklarını bugünden dikkate alacaklar; çalışmalarını, sendikal mücadelenin, bu gidişatın önünü kesecek bir alana genişlemesine yardım perspektifiyle yürütmeye özel bir önem vereceklerdir. Bir partinin sendikal alanda ve sendikalardaki çalışması, taktik sloganlarla sınırlı bir çalışma değildir; örgütlerimiz, gelecekteki muhtemel değişikliklere hazır olmak ile ilgili çalışmayı ihmal etmeyecekleri gibi, sendikal mücadeleyi ve sendikaları düşünüle-bilir en olumsuz koşullarda yeniden örgütleme perspektif ve mevzisini de asla kaybetmeyeceklerdir. Sendikal çalışma ve sendikalardaki mücadelemize yön veren anlayışın temel taşlarından diğeri de budur.

Bütün çalışmayı olduğu gibi; sermayeye karşı sendikal mücadeleyi ve sendikalardaki kavgayı, bu ikili yönüyle ele almak kuşku yoktur ki zorunludur. Dolayısıyla da, örgütlerimiz ve kadrolarımız şunu hiç unutmayacaklardır: Sendikal hareketin bugünkü dinamiklerini ve aynı zamanda zayıflıklarını görmeyen; bunların talep ettiği görevleri yerine getirme, güncel ihtiyaçlarını karşılama yeteneği göstermeyen çalışmanın, geleceği kazanması olanaksızdır.

Hareketin mevzilerini koruması ve ilerletmesine her gün yardım edecek görevler yerine getirilmediği; an’ın olanak ve fırsatlarını değerlendirmeye ve zayıflıklarını aşmaya olanak sunacak mevzi bugünden tutulmadığı takdirde:

a) Sendikal hareketin, dinamiklerini değerlendirerek atılım yapması; işçilerin, sermayeyi püskürtmesi; sendikaların işçilerin eline geçmesi ve partiye yaklaşması olanağını genişletmesinin zora düşmesi kaçınılamazdır.

b) Hareketin şu ya da bu nedenle gerilediği; mevzi yenilgiler aldığı veya sendikaların kenara itilmesinin sermayece başarıldığı vb. koşullarda, sendikal hareketin ve sendikaların yeniden canlanması; işçilerin ortaya çıkmış olan o günkü koşullarda yeniden örgütlenmesi için gerekli ve yanı sıra olanaklı olan çalışmanın yapılabileceği zorunlu mevzileri tutmak olanaksızdır.

Sendikal hareket, ister şu yönde isterse bu yönde gelişsin; yukarıdaki iki olasılıktan da görüldüğü gibi, bugünkü ihtiyacı karşılayacak çalışmayı yapmak; olasılıkların ikincisinden kaçınacak olanaklı yolu bulma çabasının yanı sıra, işçilerin eylemlerinde başarı kazanmalarının ana güvencesidir de.

Bugünle ve ihtiyaçlarla ilgili çalışmayı; olanakları tam değerlendirerek yapmayan örgütün, sınıfın güvenemeyeceği bir örgüt olarak mahkûm edilmesi doğaldır. Sermayenin, saldırısını genelleştirerek yenilediği; buna karşılık, sendikal hareketin ve sendikalardaki mücadelenin yeni bir dönemecin eşiğinde bulunduğu şu anda bu, her zamankinden daha fazla böyledir.

Partimiz, içinde yaşanılan ve gelişen sürecin, karşıt sınıfların kesin bir hesaplaşmaya doğru sürüklendikleri bir süreç olduğunu ve sendikaların bu süreçte oynadıkları (bugün bir rol oynuyorlar) ve oynayacakları rolün önemini vurgulamıştır. Örgütlerimizin, bu vurguya göstereceği refleksin; sendikal mücadeleyi genişletme, sendikaların işçilerin yönetimine geçmeleri ve mücadele merkezlerine dönüşmeleri çalışmasını çizgimize uygun hale getirmek için harekete geçmekten başka refleks olmaması kuşkusuz zorunludur.

 

***

1)- İşçi örgütleri olarak sendikaların sermaye karşısındaki güçleri, işçi kitlelerinin uyanışları, bunlara kendi sınıf örgütleri olarak ilgi duymaları, fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç oluşturmaları ve işyeri sendika örgütü olarak açık mücadele içinde bulunmalarında yatar. Hem sendikaların, sermayeye karşı mücadeleye çekilmesinin olanağı; hem de sendikalarda denetimi olan ve sendikal mücadeleyi sermaye hesabına baltalayan sendika bürokrasisine karşı kavganın gücü ve zaferinin güvencesi kuşku yoktur ki buradadır.

a) Partimizin sendika politikası merkezine, sendikaların işyerlerinde örgütlenmiş örgütlere dönüşmesi hedefini alır. Dolayısıyla da, örgütlerimizin sendikalarla ilgili çalışması, esas olarak işyeri çalışması olarak şekillenir. Fabrika ve işyerlerine dayanmayan ve işçilerin aydınlanması ve sermaye ve uzantısı bürokrasiye karşı örgütlenmesini dıştalayan bir politika, bir sendika politikası olamayacağı gibi, kabul edilebilir bir işçi politikası da değildir.

b) Sendika bürolarındaki ve sendikacı kitlesi arasındaki çalışma, sendikal mücadelede bir yönüyle tamamlayan, öteki yönüyle fabrikaları birleştirip merkezleştiren ve dolayısıyla da vazgeçilemez olan bir çalışmadır. Bu alandaki çalışma, işyerlerindeki çalışmanın güçlenmesi, verimli hale gelmesini ve aynı zamanda hareketin genelleşmesi, merkezleşmesini öngören ve yanı sıra önemini gitgide artıran bir çalışmadır. Bu alana yönelik çalışmadaki anlayışsızlık ve ilgisizlik enerjik bir tutumla kaldırılmak zorundadırlar.

Bu iki alandaki; fabrika ve işyerlerindeki ve sendika büro ve forumlarındaki çalışma, birbirini güçlendirir şekilde birleştirilmeden; sendikal çalışmada başarı olanaksız olduğu gibi, hareketin dinamiklerini güçlendiren verimli bir çalışma ve etkili bir politikadan söz edilmesi de olanaksızdır.

2)- Patronlara ve hükümetlere karşı mücadele, sendika bürokrasisine karşı mücadeleyle birleşmeden, sermayenin saldırısını püskürtmek olanaksızdır. Nitekim son beş altı yıldaki işçi sendika hareketinin, işçi kitleleriyle bürokrat sendika yöneticilerini giderek daha geniş cepheden karşı karşıya getiren bir hareket olarak gelişmesi bir rastlantı olmamıştır.

Patronlara karşı hareketin, sermayeye olduğu gibi, bürokrasiye karşı gelişmelere de yol açtığı bilinmektedir. Bürokrasinin alt kademelerdeki istikrarının bozulması; sendika şube ve temsilciliklerindeki el değiştirmeler ve şubeler platformları vb. daha sonraya bırakılarak söylenirse, partimizin taktik politikaları açısından şu olgu önem taşır: Sendikal hareket, bürokrasinin istikrarını ve alttaki dayanaklarını sarsmakla kalmamış, aynı zamanda saflarının bugüne kadar görülmedik orandaki parçalanmasına da yol açmıştır.

Bu parçalanma, sendika bürokrasisinin; dolayısıyla sermayenin sendikalardaki gücünün zayıflamasıdır. Öte yandan, işçilerin manevra alanının genişlemesi; güçlerinin, yedek ve kürsülerin çoğalması olduğu da açıktır. Sıkışmış durumdaki bürokrasinin saflarındaki parçalanma ve orta ve alt kademelerdeki bürokrat eğilimli sendikacı çevrelerinin bir bölümünün, durumlarını koruma güdüsüyle de olsa gözlerini ve dikkatlerini işçilere ve hareketin gelişme olanaklarına çevirmekte oldukları görülemez bir olgu değildir, ileri işçiler, bu değişikliğin, sermayeye karşı harekete sunduğu olanakları görmektedirler ve kuşku yoktur ki partimizin örgütleri de görmek ve anlamak zorundadırlar.

a) Sendikal hareket, çelişkisiz ve pürüzsüz bir hareket olarak gelişmez. Tarihin ve yakın dönemin de kanıtladığı gibi, genel olarak işçi hareketi ve özel olarak sendikal hareket, devrimci olmayan sendikacı vb.ni sürükleyerek ve işçilerin işyerleri ve sendikalardaki örgütlenmelerinin yanı sıra, tam olarak işçi olmayan öğe ve aygıtlara da dayanarak gelişir. Bu türden öğe ve çevreleri harekete geçirme; bunlarla ittifak ve ellerindeki forum ve kürsülerin, sermayeye karşı hareketin dayanaklarına dönüşmesini gözetecek bir esneklik: Bu tutum, partimizin politikasının bir unsurudur; örgütümüz, olguları dikkate alan bir bakış açısına sahip olmalı ve gerekli esnekliği göstermelidir.

b) Sendikal hareketin ortaya çıkardığı bu türden sendikacılarla ittifak ve birleşme politikası, bu öğe ve çevrelerin çoğunun içinde bulunduğu kararsızlığın neden olduğu tahribatı etkisizleştirme çalışmasını ve bunların çalışma tarzlarının eleştirisi vb. görevlerini kuşkusuz dıştalamamaktadır. Emeğin, sermaye karşısındaki çıkarını savunan somut bir platform; sendikaların, saldırılara karşı durmasını ve hareketi örgütlemesini içtenlikle savunan bir perspektif; bürokrasiye karşı mücadeleyi, sermayeye karşı mücadelenin ve işçilerin çıkarlarına bağlayarak gelişen bir politik çalışma: Sendikalarla ilgili çizgimizin en önemli yönleri buradadır; örgütlerimiz buna uygun hareket ettiklerinde, işçilere doğru bir mevziden yaklaşmış olacakları gibi, bürokrasisinden kopuş içindeki sendikacılığın eleştirisinin etkili ve politik bakımdan da kazanıcı olmaması için ciddi bir nedenin kalmayacağı açıktır.

Bir yandan, arayış içindeki sendikacı kitlesine ilerletici tarzda hitap etmeyi; öte yandan bürokrasiye karşı mücadeleyi, sermayeye karşı mücadeleye her yeni durumda yeniden bağlamayı başarma: Bunlar başarılmadan, sendikalar ilerletilemeyecekleri gibi, sendikal harekete alternatif de olunamaz. Çalışma ve eylemimizden; soruna ilgi zayıflığı ile iç içe geçmiş ve bir yanı “saf komünizm” düşleyen sekterlik, öte yanı eleştirisiz uzlaşmacılık biçiminde etkili olan yanılgı ve sapmalar hızla tasfiye edilmek zorundadır.

3)- Başlıca sanayi kentlerindeki sendika şubeleri platformları, sendika bürokrasisinin sendikaları etkisizleştirme ve sermayeye karşı hareketi baltalama faaliyetine karşı işçi tepki ve mücadelesinin araç ve organları olarak doğmuşlardır. Platformlar, hem işçilerin uyanışlarının; hem de bürokrasinin parçalanmasının ürünleri olarak örgütlenmişlerdir. Bütün kusurlarına karşın bu platformların, son yedi sekiz yıl içinde ortaya çıkan işçi muhalefetlerinin sendikalardaki dışa vurumu oldukları ve aynı zamanda sermayeye karşı hareketin dayanak ve araçları olarak işlev görmüş bulundukları bir gerçektir.

Tek tek direnişler bir yana bırakılırsa (onların da teşvikçisi, destekçisi olmuşlardır); 1990-91’lerden bu yana şube platformları ve bazı sendikaların, çoğunluktaki gerici sendika merkezlerine ve sendika bürokrasisine karşı baskıları, işçileri teşvik, örgütleme ve yönetme olarak rol oynamadıkları tek bir büyük grev, gösteri ve direniş yoktur. Sermayenin saldırıları ve hükümetlere karşı mücadelenin gerçek merkezleri esasta bu platformlar olmuşlardır.

İşçi sendika şubeleri platformlarının işçi hareketinde oynadıkları rol, kamu çalışanlarını da etkileyen bir rol olmuştur. Kamu çalışanları sendikaları şube platformlarının ortaya çıkmasında İSŞP’nin oynadığı rol anlaşılmaz değildir. Öte yandan, KÇSŞP’larını, işçi sınıfını genel demokrasi içinde etkisizleştirmek için kullanma denemelerinde bulunanlar olsa da; böyle bir gelişme, işçilerle kent emekçi tabakaları arasındaki ittifakın oluşmasında bir olanaktır. Kimileri, bu vurgulananları “abartı” olarak görseler de, şube platformlarının; bir yandan sermayeye karşı mücadelenin, öte yandan eski ve yeni türden bürokrasiye karşı tepki ve yer yer kavganın dayanak ve organları oldukları kesindir.

Bütün bunlar, işçi sendikaları şubeleri platformlarının kusurlarının; eksiklik ve zayıflıklarının bulunmadığını kuşku yok ki göstermemektedir. Platformların, hem işçinin kendiliğindenci zayıflıklarından; hem de bürokratik örgütleme gelenekleri ve bürokratlaşma eğilimlerinden kaynaklanan zaaflar içinde oldukları bir olgudur. Onların bu zayıflıkları, henüz geri fabrika ve işyerlerindeki destek ve dayanaklarını daha da gerileten bir faktör oluştururlarken; fabrika ve işyerlerindeki bu geriliğin, platformların söz konusu zayıflıklarını daha da derinleştiren olgular ürettiği yadsınamaz bir gerçektir.

Platformların zaaf ve eksikliklerinin kaynaklan üzerine çok şey söylenebilir. Fakat bu zaaf ve eksikliklerin, işçi sendika hareketinde ve sendikalarda nelere yol açtığı şok daha önemlidir. Ve eğer, sendika şubeleri ve platformlar bunların neler olduğunu anlarlarsa, zaaf ve eksikliklerin kaynaklarına karşı mücadelenin daha kararlı; bu mücadeleyi yürütecek sınıftan yana sendikacı ve işçi güçlerinin toparlanmasının daha enerjik olacağı açıktır.

Şube platformlarının çalışma ve eylemini karakterize etmesi gereken birbirleriyle bağlı şu dört sorun ve zorunluluk hayati önem arz etmektedir.

a) Sermayenin saldırıları karşısında: Sendika şubeleri platformları, sınıfın ve halkın acil çıkarlarını (ekonomik, sosyal, politik) formüle eden; işçi ve emekçi kitlelerin, genel ekonomik ve politik saldırıyı püskürtme mücadelesine temel oluşturan bir eylem platformuna sahip olmalıdırlar. Eylem programı, sermayenin saldırısı karşısında emeğin ve halkın alternatifinin oluşması ve platformların işçi ve emekçilerin mücadele merkezi haline gelmeleri için olduğu gibi, öteki üç sorunun çözümü için de bir gerekliliktir. Öte yandan bu eylem platformu, tek tek grev ve direnişleri desteklemesinin yanı sıra, kitle hareketinin genel grev ve direnişe doğru genişlemesini teşvik eden, geliştiren ve zorlayan özellikler de taşıyacaktır. Zira son beş altı yıldaki hareketin ortaya çıkardığı; saldırıları püskürtme biçimi olarak gündeme getirdiği ve yaygınlaştırdığı slogan; genel grev ve direniş sloganıdır.

b) Sendika bürokrasisi karşısında: Şubeler ve platformların, bürokrat sendika merkezleri karşısındaki tutumları, istisnalar dışında, onların çizdikleri çerçeveyi kimi zaman aşamamakta, yanı sıra tutarsızlıklar taşımaktadır. Şubeler arasında, bürokrasiye karşı ortak tutarlı bir tutum olmadığı gibi; hemen her şube, kendi işyerleri ya da sendikasındaki “yalıtık” duruma boyun eğmektedir; her şubenin durumu, bir diğeri açısından kendi “özel durumu”dur. Oysa en azından ileri şubeler açısından bu durumun değişmesi; sendika bürokrasisine karşı dayanışmayı, ortak kavgayı ve işçiye dayanmayı öngören bir tutumun gitgide bütün şubelere yayılması için koşullar uygundur. Olguların, sendika bürokrasisine tutarlılıkla tavır almayan bir sendikacı ve şubeye gelecek tanımadığı; gerçek sendika olma koşulunun, işçinin örgütlenmesi ve sendikanın örgütlü işçiye dönüşmesinde yattığı görülemez değildir. Şube platformları, sermayeye karşı mücadeleyi olduğu gibi; işçilerin muhalefet hareketini teşvik eden ve ortak örgütleyen merkezler de olmalıdırlar. Öte yandan, bürokrasiye karşı muhalefetin, sendikaların sermayeye karşı mücadeleye zorlanması üzerinden yürütülen bir muhalefet olması ise zorunludur.

c) İşçiler ve işyeri örgütlenmesi karşısında: Gerek sermayeye, gerekse sendika bürokrasisine karşı mücadele, işçiler adına sürdürülen değil, bizzat işçilerin sürdürdüğü bir mücadeledir. Dolayısıyla da, şubeler ve platformlar, fabrikalara ve işyerlerine ve buralarda sendika olarak örgütlenmiş işçi kitlelerine dayanmak zorundadırlar. Oysa istisna birkaç şube dışında, en ileri şubeler dahi, işçilerin örgütlenmesi sorununda, bürokrasisinin oluşturduğu geleneğin dışında değildir. Açıktır ki bu durum, sermayeye karşı mücadelenin yanı sıra, sendika bürokrasisine karşı mücadeleyi ve şubelerin güvenirliğini de zayıflatmaktadır. Öte yandan, işbirlikçi sendika bürokrasisi karşısında güçlü olmanın güvencesi, onlarla uzlaşmada değil; işyerlerinde örgütlü bir güç oluşturmakta yatmaktadır. Bürokratik “örgütleme” tarzının yıkılması; sendikalara işçinin, işçi örgütü ruhu ve tarzının hâkim olması: Sendika şubeleri ve şube platformlarının sermaye ve bürokrasi karşısındaki başarısının ana koşulu budur. Platformlar, bürokratik tarz ve alışkanlıkların korunmasının değil, bunların ezilmesi ve tasfiyesinin kürsü ve mevzileri de olmalıdırlar.

d) Öteki emekçi sınıf ve tabakalar karşısında: İşçilerin en ileri tabakalarının ve en ileri şubelerin bile, hareket halinde oldukları dönemler dışında öteki emekçi tabakaların sorunları ve sendikal mücadeleleri karşısında yeterince ve ileri sınıfın tutumuyla ilgi göstermedikleri sır değildir. Oysa bu tutum, işçi sendika hareketinin bizzat sendikalarca baltalanması demektir. Başarıya ulaşmak ve sınıfın karakteri ve rolüne uygun bir pozisyonu tutmak için; işçi sendikaları şubeleri platformları, sadece işçi sendika hareketinin değil, aynı zamanda öteki bütün emekçi tabakaların eksen aldıkları mihrak olarak hareket etmelidirler. Şube platformlarını baltalama ve kitle hareketini provoke etme tutumunda olan politik gruplardan kendilerini ayırırlarken; öteki sınıf ve tabakaların toplumsal örgütleriyle, kendi ayrı yapılarını eritmeden ve bağımsızlıklarının zedelenmesine izin vermeden ittifaklar yapma ve bu örgütlerin sınıfa yaklaşmalarına yardım etme tutumu: İşçi sendikaları şubeleri platformlarıyla kamu çalışanları sendikaları şubelerinin sokaktaki ittifaklarının, öteki bütün örgütleri çevresinde toplayacağı kesindir. Kitle hareketini geliştirecek, birleştirecek ve örgütleyecek başka bir mihrak ve platformun, sınıf ve halk hareketi içinde bulunmadığı bugün bir gerçekliktir.

İşçi sendikaları şubeleri ve şube platformları, bu dört sorunun üstesinden gelme, bu dört zorunluluğu yerine getirme potansiyeline sahip midirler? Şu ne yazık ki bir gerçektir: İleri sendika şubeleri ve platformlar dahi, bu dört sorun ve zorunluluk üzerine tutarlı bir kavrayış ortaya koyamamış ve yetenekli bir çalışma yapmayı başaramamışlardır. Bu nedenlerle de, gerideki dönemde hem şubeler, hem de platformların istikrarlı bir yaşamları olmamıştır. Öte yandan, şube ve platformların bu durumları, sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı mücadelenin zayıf kalmasının en önemli nedenlerinden biridir. Hareketteki düşüş dönemlerinin uzaması, hareketli işçi kitlesinin umutsuzluk içinde geri çekilmesi, bürokrasinin manevra alanını genişletmesi gibi olumsuzlukların nedenlerinin burada yattığı anlaşılmaz değildir.

Buna karşılık, söz konusu bu olumsuz olguların, yukarıdaki soruya yanıt oluşturmadığı açıktır. Bütün bu olumsuzluklara karşın; eğer, söz konusu şubeler ve platformlar, son beş altı yıldaki mücadeleler içinde bir rol oynamışlarsa; bu, onların sorunların üstesinden gelecek ve gerekli çalışmayı yapacak bir potansiyel ve birikime sahip olduklarını da gösterir. Yaşanmış olan olumlu örnekler ve ortaya çıkan sınıf sendikacılığı ile ilgili gelişmeler vb. olgular, şubeler ve platformları ileri götürecek sınıf güçlerinin kitleler ve bu örgütlenmeler içinde birikmiş bulunduğunun bir kanıtlanmasıdır da.

Şubelerin ve platformların ileri gitmekte zorlanmaları, sınıf içinde birikmiş ileri güçlerin zorunlu çalışmaya gerekli ilgiyi göstermemelerinde düğümlenmektedir. Sorun: a) Şubelerde, işyerlerinde ve işçi temsilciliklerinde birikmiş olan gerçek sendikacı ve devrimci işçi kümelerinin, burada ortaya konulan kapsamda bir çalışmayı işyerlerinde, şubelerde ve platformlarda içerden bir çalışma olarak ısrarla, kesintisizce ve yetenekle yapmaları; b) sınıfa katılmış fakat bu platformların dışında mevzilenmiş olan güçlerin, içeriden yapılan çalışmaya, yani işyerlerine, şubelere ve platformlara yardımı, merkezine alan dışarıdan çalışmayı kararlıca yürütmeleri sorunudur. Gerçek şudur ki; şubeler ve platformlar, zayıflıklarını aşmak zorundadırlar; olguların, sorunları yenme olanaklarını onlara sundukları ise tartışılmazdır.

Partimizin sendika politikasının, geride kalan beş altı yıllık dönemdeki en önemli görevlerinden biri, sınıftan yana sendikacılar ve şubeler arasında çalışma ve şube platformlarının gelişme ve ilerlemelerine yardım etme görevidir. Politikamızın belirlediği bir görev olmasına karşın; söz konusu dönem içinde örgütlerimizin, ileri sendikacılara, şubelere ve platformlara yardım sorununa yeterli ilgiyi gösterdiklerinin söylenebilmesi olanaksızdır. Vurgulamak gerekir ki, örgütümüz hem kendine, hem de harekete bu alanda olduğundan daha fazla zarar veren daha önemli bir zaaf göstermemiştir.

Öyleyse şu acildir: Örgütlerimiz ve kadrolarımızdaki, kitle hareketi ve örgütlerinin gelişmesi ve onlara müdahale ile ilgili yaklaşım; yanı sıra, partinin kitle hareketi ve sendikal hareket içindeki rolü ve sendikal örgütler karşısındaki görevlerine ilişkin çizgisinin kavranışı ile ilgili tutum düzeltilecek; söz konusu alanlardaki görevler, kolektif tecrübeye uygun olarak yeniden ele alınacak, her bölge ve birimde yeniden planlanacak ve yapılan çalışma ve sonuçları ısrarla ve günlük olarak takip edilecektir. Kitle mücadelesini ve kitle örgütlerini; sınıf hareketini ve sınıf örgütlerini belli başlı kentler ve ülke ölçeğinde kucaklama çizgi ve tutumuyla hareket etmeden, sermaye karşısında ayakta kalmak ve emeğe alternatif oluşturmak olanaksızdır.

Başlıca sanayi kentlerindeki işçi sendika şubeleri ve taşra kentlerindeki işçi ve kamu çalışanları şubeleri platformları; bunlar, işçi ve emekçi hareketinin kentler ve ülke düzeyinde çıkış yapması, birleşmesi, örgütlenmesi ve alternatif oluşturmasının bugünkü tek olanağı ve tek örgütlenme biçimidir. Buradan doğdukları ve doğru oldukları içindir ki; kendileri ister farkında olsunlar isterse olmasınlar, platformlar; emekçiler tarafından benimsenmişler ve çağrıları nispeten de olsa yankı bulan odaklar haline gelmişlerdir.

Zaman zaman yaşadıkları etkisizleşme durumları; alternatif oluşturmada gösterdikleri yeteneksizlikler; birçok durumda etki alanlarının aşırı darlaşması gibi sorunlar, bu platformların gereksizliklerinden değil, nispeten kitle örgütü olmakla ilgili doğalarından, nispeten sendikal alışkanlığın etkisinden ve nispeten de yukarıda vurgulanmış zayıflıklardan doğmuştur. Gereksizlikleri bir yana; işçi ve emekçi sendikaları platformları, sermayeye karşı mücadelenin olduğu gibi, sendikaların bürokratik yapısının değişmesi ve emeğe yönelmesi bakımından da en önemli dayanaklar durumundadırlar.

Platformların durumları böyledir. Durum böyle olunca; partimizin sendika şubeleri platformları karşısındaki tutumunun, burada ortaya konulan çizgi temelinde onlara yardım etme; ilerlemeleri, gelişmeleri ve genişlemelerinde; sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı eylemlerinde bütün gücüyle onları destekleme tutumu olarak şekillenmesi bir zorunluluktur. Örgütlerimizin ve kadrolarımızın ilk görevlerinin, bu zorunluluğun gereklerini yerine getirecek çalışmayı yapmak olacağı herhalde anlaşılırdır.

a) Örgütlerimizin sendika görevlilerinin ve sınıftan yana ileri sendikacıların şube platformlarıyla ilgili en önemli görevleri, bu platformların, yukarıda dört maddede özetlenmiş zayıflıklardan kurtulmalarını güvenceye almak ve birer mücadele mihrakı ve muhalefet merkezi olarak hareket etmeyi çizgi olarak ve pratik olarak benimsemelerinde itici bir pozisyonu tutmaktır.

b) Partili işçi temsilcileri ve bütün devrimci işçi ve emekçiler, sendika şubeleri platformlarına katılmak, onların ilerlemesine yardım etmek; oralardan yapılan sınıftan ve halktan yana çağrıların gereklerini yerine getirmek; işyerlerinde ve sendikalarındaki mücadele ve muhalefetlerini şubeler platformlarının mücadele ve muhalefetleriyle birleştirirken, oralarda ideolojik mücadele vermekten kaçınmayan bir tutumu benimsemekle yükümlüdürler.

c) Herkesin öncelikle bileceği şeylerden biri şudur: İşçi ve emekçi kitle hareketi, politik grupların “icat” ettikleri örgütler aracılığı ile değil, kendi ihtiyaçlarının oluşturduğu örgüt biçimleri içinde ve onlara dayanarak gelişir. Sendika şubeleri platformları, hareketin ihtiyaçlarından doğmuşlardır; dolayısıyla da, onları yıkma ve etkisizleştirme çalışması içinde olanlarla örgütümüzü pratik olarak ayıran kriterlerden birinin, sendikalar ve platformlar karşısındaki tutumda somutlaşması doğal olacaktır. Platformların, işçi ve emekçi hareketinin çıkarları açısından ele alınmalarının zorunlu olmasının yanı sıra, onları bozma ya da yıkma “mücadelesi” içindeki akımlar karşısında tam uyanıklık ve kararlılık da kesin bir zorunluluktur.

4)- Üç işçi sendikası konfederasyonu vardır ve bu, henüz tam böyle olmasa bile her işkolunda üç işkolu sendikasının faaliyet göstermesi demektir. Dayanağını, sendikal klikler arasındaki uzun rekabet döneminde bulan bu sendikal bölünmüşlük, işçi sendika hareketindeki zayıflıkların bir ifadesidir.

Bu durum: a) Sendikalı işçilerin, bürokrasiye karşı mücadelelerinin yeni aldanmalara sürüklenmesine; bir sendikacı kliği tarafından bir diğerine karşı kullanılmasına olanak sunduğu gibi, işçi kümelerinin karşılıklı rekabete itilmesinde sermayenin hareket alanının genişlemesine de yol açmaktadır, b) İşçi sınıfının, sınıf olarak hareket etme olanaklarını baltalarken; sendikasız işyerlerinin örgütlenme eğilimini ve güven duygusunu zayıflatmakta; öte yandan, örgütlenme girişimlerinin başarısını kısıtlamakta kullanılmaktadır.

Sendikal hareketin ve sendikaların birliği büyük önem taşır. Ne var ki sınıfın ve sendikaların birliği, köklü, büyük mücadeleler ve kapsamlı, kesintisiz devrimci çalışmalar gerektirmektedir. Açık ve bellidir ki, bu sorun, sermayenin saldırısını püskürtecek ve sendika bürokrasisinin tam iflasını gündem yapacak bir emek hareketinin olgunlaşmasıyla da bağlı bir sorundur.

Buna karşılık, sendikal bölünmüşlük ve rekabetin, işçi hareketi, sendikal hareket ve örgütlenme üzerindeki olumsuz etkisini sınırlayacak; öte yandan yarattığı güncel sorunları aşmada dayanılacak olanaklar yok değildir. Bir yandan, sınıfın birliği için belli olanakları değerlendirmek; öte yandan, işçilerin sendikal klikler tarafından birbirlerine karşı kullanılmasına ve işyerlerinin örgütsüzleşmesi ve örgütsüz kalmasına karşı pratik politikalar oluşturmak: Sendikaların birliği için bugün kullanılabilir olanaklar buradadır.

a) Partimizin politikası, gericilik derecesine bakmaksızın, sınıfın şu ya da bu bölüğü arasında örgütlenmiş bütün sendikalarda çalışma politikasıdır. Zira bu, genel olarak zorunlu olduğu gibi, en gerici olan sendikalarda örgütlü işçi kitlelerinin yaşadığı uyanış derecesi açısından da zorunludur. Öte yandan, öteki sendika ya da konfederasyonları “önemsiz” kılacak bir sendikal eğilim ya da alternatifin henüz olmamasının yanı sıra, işçi hareketinde istikrar kazanmış bir sektörün ortada bulunmaması vb. nedenler, örgütlerimizin, örgütlü olan bütün sendikalarda çalışma yürütmesini zorunlu kılmıştır. Bütün sendikalarda çalışma, sendikalardaki çalışmanın başarısı için olduğu kadar sınıfın gerçek savunusu ve birliği yolunda ilerlemek için de zorunludur.

b) Partimizin perspektifi ve geleneği, sınıfın birliğini işçi kitlelerinin uyanışı, fabrika ve işyerlerindeki örgütlenmesi; bunun, sendika bürokrasisini kent ve ülke düzeyinde dışlaması hedefi ve çalışmasına dayanır. Şube platformları, bu bakımdan da bir olanak ve bir araçtır. Zira platformlar, işyerlerindeki uyanışın ifadesi ve örgütlenmesi oldukları gibi, herhangi bir konfederasyona değil, bütün federasyonlara bağlı şubelerden oluşurlar. Bunlar, sınıfın mücadelesinin ve aynı zamanda birliğinin organ ve araçları durumundadırlar. Örgütlerimiz, platformların bu özelliklerini bilmek ve çalışmalarını planlarlarken, onların sınıfın birliği ile ilgili rollerini de görmek zorundadırlar.

c) Sendika yöneticilerinin açık ihanetleri ve klikler arası rekabet, geride kalan dönemde de görüldüğü gibi, işçiler arasında zaman zaman sendika değiştirme eğilimlerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Teşvik edilmesini genel olarak gündeme getirecek alternatiflerin henüz olmadığı koşullarda, bu türden girişimler genellikle, sendikal klikler tarafından kullanılmakta ve işçilerin aleyhine sonuçlara yol açarak sonuçlanmaktadır. İstisna haller dışında, partimizin sendika değiştirmeyi teşvik etme politikası yoktur. Bugünkü istisna haller kuşku yoktur ki, herhangi bir sendikada işçilerin kazanacakları mevziinin acil önem arz etmesi ya da egemenliklerinin yakın bir olasılık haline gelmesi ve terk edilen sendikaya bağlı işyerlerindeki koşulların bu oluşumlara yanıt verecek derecede uygunlaşması halleridir. Bu ve benzer durumlar dışında; örgütlerimizin bu sorun karşısındaki tutumu, sendika değiştirmeye karşı olmak; buna rağmen ortaya çıkan eğilimi eleştirmekten ve görüşlerini açıklamadan kaçınmaksızın, işçi çoğunluğundan kopmama ve çoğunluğun tercih ettiği sendika içinde olmayı yeğleme tutumudur. Örgütlerimiz, bu sorunlar karşısında özenli davranmak zorundadırlar.

d) Sendikasız işyerlerinde gelişen sendikalaşma eğiliminin, önümüzdeki dönemde sendika tercihi sorunlarını her zamankinden fazla gündem yapması kaçınılmazdır. Örgütlerimiz, bu sorunları ancak, sendikalarda olup bitenlerin eksiksiz bilgisi ve örgütlenecek işyerlerindeki güç ilişkilerinin gerçekçi tespitiyle çözümleyebilirler. Sendika seçme kriterleri bellidir: İlgili işkolundaki büyük sendika olması; işçinin inisiyatif kazanması ve çalışma olanaklarının daha geniş hale gelmiş bulunması (Türk Metal karşısında Birleşik Metal tercihi); ve işçilerin aşağıdaki örgütlenmelerinin gelişkinlik göstermesi gibi nedenler, örgütlenilecek sendikayı belirlemede ana göstergelerdir. Öte yandan, örgütlenecek işyerindeki güç ilişkisi ve işçi çoğunluğunun doğru sendikaya ikna olması, asla gözden kaçırılamayacak zorunluluklardır. Ayrıca, uyanan işçilerin patronun saldırısından korunması ve açık başvurudan önce sendikal örgütlenmenin direniş örgütü olarak oluşturulması tutumu, örgütlenme girişimlerinin başarısı için zorunlu koşul olarak görülmek zorundadır.

Herkesin görebileceği gibi, burada dört noktada ortaya konulanlar, partimizin sendikalar taktiğinin bazı unsurları ve gerekçelerini vurgulamaktadır. Bunun anlamı şudur ki, burada vurgulananlar kendi başlarına, uygulanabilir pratik politikalar olarak görülmemelidirler. Çalışmanın bütününde olduğu gibi; sendikal çalışmada da her bölgede her somut durumda, acil halkayı kavrayan ve güçlerin ihtiyaca göre yeniden mevzilenmesini öngören somut ve uygulanabilir günlük politikalar zorunludur. Burada belirlenmiş esaslar çerçevesinde; her kent, her platform, her sendika ve her işyerindeki somut gelişmeye, güç ilişkilerine, öncelikli hedeflere ve pek çok faktör tarafından belirlenen aciliyetlere dayanan; aynı zamanda, koşullar ilerledikçe yenilenen somut politikalar üzerinden mevzilenme ve çalışma: Örgütlerimizin, sendikal harekete yardımı ve sendika çalışmasındaki başarısının koşulu işte budur.

5)- Partimizin ittifaklar politikasını, genelde olduğu gibi sendikalarda da, işçilerin ve emeğin mücadelesinin çıkarları şekillendirir. Fakat toplumsal örgütlerde ve sendikalardaki ittifaklar, ilke ve hedef bakımından farklı olmamakla birlikte, seçimlerde vb. olduğundan farklı özelliklerle biçimlenir. Örneğin, parlamento seçimlerinde az çok demokratik olmayan bir partiyle ittifak oluşturmak olanaksızdır; buna karşılık sendikalarda, söz konusu partinin sınıf içindeki temsilcilerinden bazılarıyla ittifaklar yapmak ve hareketi ilerleten kürsüler ele geçirmek olanaklı olduğu gibi, bugünkü güç ilişkileri içinde çoğu durum ve kimi koşulda gerekli ve zorunlu da olmaktadır.

Sınıf içinde ve sendikalardaki ittifaklar kuşkusuz, işçilerin uyanışı ve örgütlenmesinin ilerlemesini ve birliğini öngörür ve farklı sınıfları bir araya getiren ittifaklardan daha farklı bir seyir izleyerek gelişmesi doğaldır, işçilerin birleşmelerine yardım etmek; egemen sendikal kliğin etkisini kırarak hareketi ilerletmek ve bu amaçlarla kullanmak üzere kürsüler ele geçirmek için savaş yöntemlerine başvurmak, sendikalarda her yerde olduğundan daha fazla gereklidir ve bu gereklilik, işçilerin eylem birliğinin ilerlemesinin yanı sıra kendi aralarından kendilerinin ve örgütlerinin “temsilcileri” olarak çıkan ve bürokrasiye katılan unsurların karakterini öz deneyim yoluyla anlamalarının kendine özgü özelliği ve biçimlenişi ile ilgili bir gerekliliktir. .

Öte yandan, hem sınıf ve sendikalar içinde birikmiş ileri ve bilinçli işçi ve sendikacı kümelerinin bugünkü güç ve gelişme derecelerinin; hem de sendika bürokrasisinin orta ve alt kademelerindeki çözümsüzlüğün dayattığı işçi desteği ihtiyacı ve işçiye dönüş eğiliminin karakterize ettiği verili güç ilişkilerinin sunduğu olanaklar, görmezden gelinemeyecek olanaklardır. Herhangi bir talep veya işçi lehine bir kürsü elde etmek için yapılacak ittifakların ya da girilecek manevraların sınıf hareketinin çıkarına hizmet etmesini önleyebilecek hiçbir mihrakın bugün sendikalarda bulunmadığı açıktır. Zira sınıfın uyanan kesimleri arasındaki güç ilişkileri, sendika bürokrasisinden veya şu ya da bu sınıf dışı “sol” partiden değil, işçilerden yana oluşmuştur.

Oysa örgütlerimizin, lafızda kabul etseler bile, yaptıkları çalışmaya bakıldığında bu gerçekliğin tam olarak farkında oldukları söylenememektedir. İttifakların ve işçi ve emekçilerin ittifaklarla elde ettikleri kürsülerin ele alınışı ve değerlendirmesindeki zaaflar, örgütlerimizin sendikalardaki güçlerini kemiren nedenlerden biridir. Sendikal harekete zarar verdiği gibi, örgütlerimizin işyerleri ve sendikalarda güçlenmesini de baltalamaktadır. Söz konusu bu zaafların, partimizin öteden beri mahkûm ettiği sınıf dışı “sol” akımın, “sosyalist” sendika bürokrasisinin ve liberal “piyasa devrimi”nin bürokratik geleneklerine, “yükselen değerleri”ne yaslandıkları, bu nedenle de sendikal harekete büyük zarar verdikleri yadsınamazdır.

a) Partimizin sendikalardaki ittifaklarında, sendikal hareketin ilerlemesi, işçilerin birliği ve olanaklarının çoğalmasından başka bir kural yoktur. Partimiz, bu amaca hizmet eden hiçbir ittifak ve birlikten kaçınmadığı gibi; bunu gerçekleştirmek için, başta işyerleri olmak üzer re sendikalarda, işçiden ve emekten yana olduğunu söyleyen her çevrenin ve herkesin katılabileceği birlik platformlarının açılmasını; sınıfın ve emeğin güçlerinin birleşmesinin zemininin oluşması ve genişlemesine yardımı özel bir görev olarak görür. Partimize göre, ittifak ve birliklerin bugünkü gerçek alanları, işyerleri, sendikalar ve yanı sıra öteki toplumsal örgütlerdir. Zira işyerleri, sendikalar ve kitle örgütlerinin bir araya gelmesini dışlayan; buna dayanmayan bir “ittifak”ın kitlelerin ittifakı olma özelliği göstermemesi bir yana, sermayeye darbe vurma ve hareketi ilerletme görevini yerine getirmesi de olanaksızdır.

b) “Sosyalist” gruplarla ittifak ve birlikler, partimizin her koşulda ve ilke olarak reddettiği bir şey değildir. Ne var ki; gerek legal gerekse “illegal” bütün “parti” ve gruplar, işçi ve emekçilerin dışında oldukları gibi; kitleleri dışlama, kitle hareketini geriletme; kendini bu temelde “örgütleme”, “savunma” ve kitlelerden buna “destek alma” platformundadır. Oysa partimizin platformu, bilinir ki bundan farklıdır ve karşıt pozisyondadır. Dolayısıyla da, söz konusu platformda kaldıkları koşullarda, partimizle bu akımlar arasında ülkenin geneli düzeyinde birlik ve ittifaklar olanaksızdır. Politik gruplarla mevzi ve yerel ittifaklara gelince; örgütlerimiz, partimizin belirlediği mücadele ve ittifak alanında, yani işyerleri ve sendikalarda bu akımlarla ittifak ve birliklere, bu alanlara katıldıkları oranda girmektedirler. Bu alanlar dışında, söz konusu gruplarla birlik olanaklarının bulunmadığı; ayrıca, bunun kitle hareketine bir faydasının olmayacağı açıktır. Örgütümüz, bu grupların platformlarına yakınlaşmanın, emekçilerden uzaklaşmak anlamına geldiğini ve bunun ahmakça bir şey olacağını anlamak zorundadır.

c) Kitle hareketi, sendikal hareket olarak gelişmektedir. Sendikalar ve sendikal hareket birleşmediği ve politik harekete doğru genişlemediği koşullarda, Türkiye’de elde edilebilir hiçbir şey yoktur. Türkiye’de elde edilmiş kayda değer her şey, esas olarak son yedi sekiz yıldaki işçi sendika hareketi sayesinde elde edilmiştir. Nereden bakılırsa bakılsın; fabrikalar, hareketin temeli; işçi sendikaları şubeleri, işçi ve halk hareketinin güçlenmesi, genelleşmesi ve birleşmesinin araçları, organları ve merkezleridirler. Kamu sendikaları şube platformları ve kent ve kırdaki öteki kitle örgütleri ise, halkın öteki katmanlarının mücadelesinin gelişmesi ve Türkiye’deki her şeyi tayin edecek işçi sınıfıyla ittifaklarının organ ve örgütleri pozisyonundadırlar. İttifakları bu alanda aramayanların, işçi ve emekçilerin birleşmesine herhangi bir katkılarının olamayacağı açık olduğu gibi; kendilerini hareket dışında küçültmeleri; öte yandan, emekçiler karşısında bürokrasinin pozisyonuna ve provokasyon tahrikçisi derekesine düşmeleri de kaçınılamazdır.

d) İttifakın niteliği ve hedefleri sorununda bugün, şu önem taşımaktadır: Partimizin platformundan esinlenmeyen; örgütlerimizin içinde yer almadığı ittifak ve birliklerin, demokrasiye denk düşmeleri olanaksız olduğu gibi; işçi örgütlerine ve işçi ve emekçilerin birliğine dayanmaları, kitleleri kucaklama, birleştirme ve harekete geçirme yeteneği göstermeleri de olanaksızdır. Dolayısıyla da; partimizin ittifak politikası, oluşan şu ittifaka girmeyi başarma; bu ittifakın dışında kalmaktan kaçınma kaygısından değil; tam tersine, ülkede kurulan ve bozulan ittifakların örgütlerimizin çağrılarına göre kurulup bozulmasının koşullarının olgunlaşmış olmasından doğmuştur. Buradan şu çıkar: Örgütlerimizin birlik ve ittifak çalışması, başlıca kentlerdeki işçi sendikaları şubeleri platformlarının, acil mücadele programlarını sermayenin güncel saldırılarına karşı bir mevziden yenilemeleri; bu platformların, kamu sendikaları şubeleriyle ittifak oluşturarak öteki bütün kitle ve kamuoyu örgütlerini bu ittifak çevresinde toplamaları hedefine bağlanır. Bunun gerçekleşmesinin olanaklılığı deneylerle kanıtlandığı gibi; platformların, kitle hareketinin gelişmesinin bugünkü tek alternatifi ve potansiyelleri varsa grupların halka dönmelerinin tek zemini olduğu da kanıtlanmıştır.

Sendikalarda ve işçi sendika hareketi karşısında partimizin ittifaklar ve birliklerle ilgili politikası daha önce altı çizilmiş olanlarla birlikte burada ortaya konulanlardan oluşmaktadır. Parti örgütlerimizin buradaki rollerinin ne olacağına gelince: Her şeyden önce; partinin güçlerini, kendi başlarına ve şu veya bu grubun güçleriyle ortaklaşa; “militan” denilen ya da “diyalogcu” diye bilinen ve sözde “demokratik kamuoyuna hitap eden” taraftar “eylemleri”ne sürmek ve emekçilere dönerek, “biz mücadele ediyoruz bizi destekleyin ve savunun” demek değildir. Bu, sınıf karşısında bir cinayet olur.

Örgütlerimizin rol ve görevlerinin; sendikal çalışma ve sendikalardaki ittifaklar sorununun sınırını nispeten aşan rol ve görevler olmalarına bakmaksızın söyleyecek olursak, neler oldukları son derece açıktır.

a) Aşağıdan (işyerleri, kurumlar ve emekçi semtleri) çalışmayla, işçi ve emekçilerin uyanışları, mücadeleleri ve örgütlenmelerinin genişlemesine; böylece de, işçi ve emekçilerin örgütlenmeleri ve sendika ve kitle örgütlerinin demokratik, kitlesel ve mücadeleci örgütlere dönüşmelerine yardım,

b) Yukarıdan (sendikalar, platformlar, örgüt forumları vb.) çalışmayla, aşağıda yapılan çalışmayı güçlendirirken; sendikalar, kitle örgütleri ve platformların, bir yandan sermayeyi püskürtmeyi öngören bir mücadele programı, öte yandan kitle hareketini genişletecek ve genel grev ve direnişe doğru gelişmesini teşvik edecek bir eylem planı üzerinde ittifaklarına destek,

c) Bu çalışmaları yaparken; partimizin tuttuğu mevzilerin hem aşağıdaki birimlerde, hem de yukarıdaki kürsülerde yeni emek güçlerinin katılımı ve örgütlerimiz olarak örgütlenmeleri ile genişlemesine; böylece de örgütlerimizin, kitle hareketini gitgide daha fazla etkilemesine ve cepheden hareket patlak verdiğinde onu örgütleyecek bir güce ulaşmasına güvence görevleri.

Örgütlerimizin, kendilerini adamaları gereken görevler esas olarak bunlardır; ittifak arayacakları ve geliştirecekleri alanlar da buradadır. Bu alanlarda ve gereken rolü oynamada ısrarlı olmak; çalışmayı yürütürken iktidarsızlıkla malûl “grup muhalefeti” hastalıklarından pratik olarak arınmak; iktidar yeteneği olan alternatif bir tutum ve ruhla hareket etmek: Doğru çizginin yanı sıra; örgütlerimizin geçerli ittifaklar bulmasının zorunlulukları bunlardır. Örgütlerimiz, bu zorunlulukları yerine getirdikleri takdirde; kitlesel hareketi ve demokrasiyi az çok öngören her ittifak girişiminin partimizi ve politikasını eksen almak zorunda kalacağı bugünden görülür bir gerçektir. Demek ki, örgütlerimiz cereyanlara kapılmamak; ittifak ve birlik oluşturmayı, şu akımla yan yana gelme bu grupla ortak eylem yapma vb. olarak değil; işyerleri, sendikalar ve kitlesel platformlarla birleşme olarak görmek zorundadır.

6)- Sendikaların ve sendikal hareketin gücü, işyerinde örgüt olup olmamasıyla doğrudan bağlıdır. Sendikal çalışmanın; sendikal muhalefet, sendika şubeleri ve platformlarının gücü de kuşku yoktur ki, her günkü işyeri çalışmasıyla; işyeri örgütlerinin oluşması ve mücadeleye girmesiyle ölçülür. Başka şeyler bir yana; mücadeleden yana oldukları halde pek bir şey yapamayan şubelerin hareketsizlikleri ancak, bu sorundaki çözümsüzlükle açıklanacağı gibi; gerçekten mücadele içinde olan ve sınıf sendikası örnekleri sunan sendika ve şubelerin güç ve enerjileri de ancak bu noktadan kavranabilir. Yukarıda da sık sık vurgulandığı gibi; fabrika ve işyerlerinde örgüt olmadan ve buralardaki uyanış ve örgütlenmeye dayanmadan hiçbir “örgüt” örgüt olamaz; bu takdirde sendikaların, emeğin sermaye tarafından kontrol altında tutulmasına hizmet eden örgütler olarak kalmaları herhalde kaçınılamaz olur.

İşçilerin, sendikaları dönüştürme olanaklarını, bu alanda öne sürdükleri bilinçli temsilcileri aracılığı ile kullandıklarının altı çizilmeli ve ayrıca vurgulanmalıdır ki; sendikaların işyerlerinde örgüt olmaları ve işçi örgütlerine dönüşmeleri sorunu, sınıfın bilinçli işçi ve sendikacı temsilcilerinin; işyerlerinde günlük sendikal çalışma içinde olmaları ve işçilerdeki uyanışın, en küçük ünitelere kadar nüfuz eden ve patronlara ve sermayeye karşı her gün mücadele içinde olan bir örgütlenmeye dönüşmesine girişmeleri sorunudur.

Bırakalım genel olarak sendikaları; ileri işçi ve sendikacı kitlesi sendikal örgütlenmeyle ilgili bu sorunu çözmeye soyunmadığı takdirde, emekten yana sendika şubelerinin dahi fazla mecal gösteremeyecekleri son derece açıktır. Öte yandan şu da açıktır: Eğer, söz konusu ileri işçi ve sendikacılar; sendikaların, günlük mücadeleye yetenekli işyeri örgütlerine dönüşmesine yol açacak işyeri çalışmasında bir adım ileri gitmeyi başarırlarsa; Türkiye’nin bugünkü koşullarında, bugün olanın aksine, sendika bürokrasisinin, ileri işçi ve sendikacıların ve kitlelerin tehdidi altına düşmesi önlenemez olur. Bunun; işçi sendika hareketinin, olanaklarını kullanması demek olduğu ise açıktır.

Örgüt çalışmamızın sadece, sendikal çalışma ve örgütlenme açısından değil, sendikal sorunların parçası olduğu politik çalışma ve örgütlenme açısından da sorunları bulunduğu yıllardır bilinmekte ve eleştirilmektedir. Bu sorun üzerine dönem dönem bazı pratik adımlar atılmış olsa bile sorunun halen çözülmediği ve esasta en önemli sorunumuz olarak kaldığı ise açıktır.

Sendikalar ve şubeleri açısından, günlük işyeri çalışması, bu örgütlerin işyeri işçi örgütlerine dönüşmelerinin; işyeri örgütlerine dönüşmeleri ise, sendika bürokrasisini yıkma ve sermayenin bu örgütlerdeki gücünü kırma mücadelesinin en temel sorunu olmaya devam etmektedir. Oysa bu sorunların üstesinden gelmek ve yeni bir geleneğin kurucusu olmakla yükümlü örgütlerimizin çalışmasının, sendikal çalışmayı ve sendikaları işyerlerine dayandırma sorununda, yerleşmiş gelenekten fazlaca arınmış olmadığı görülebilirdir.

a) İşyerlerindeki sendikal çalışma, eğer yürütülüyorsa ancak bu temelde yürütülebilir. Yani bu çalışma, sendika seçimleri dönemlerinde, muhalefetlerin işçiler arasında yükseldiği zamanlarda ve toplusözleşme ve grev sıralarında yapılan ve bu dönem ve zamanlarla sınırlanan bir çalışma değildir. İşyeri sendika çalışması, bu olayların gündemde olmadığı dönemlerde kesintisizce yapılıyorsa bir anlam taşır; zira söz konusu dönemlerde bu çalışma, açık mücadele biçimini aldığı gibi, olaylar gelip çattığında yapılacak çalışma, başka bir çalışmadır. Öte yandan bilinmelidir ki; basit işçi, hareketlendiği zaman, zaten sendikal çalışmanın içindedir ve onun fazla bir yardıma ihtiyacı yoktur. Gerçek böyle olmasına karşın; kadrolarımızın, işyeri sendika çalışmasını, yukarıda belirtilen olaylar sırasında yapılan bir “çalışma” olarak algıladıkları, örgütlerimizin pratiklerinden rahatça görülür. Örgütlerimiz, sendikal çalışmanın, işyerlerinde her gün yapılan çalışma olduğunu; her gün yenilenen sömürü ve baskı biçimlerinin ve işçilerin her gün yeni bir ihtiyaca denk düşen ve tedirginlik yaratan bir olayla yüz yüze gelmelerinin, bu çalışmayı zorunlu kıldığı gibi; ona, zengin malzemeler de sunduğu bir gerçektir. Kesintisiz, yanı sıra ısrarlı ve kapsamlı bir işyeri sendika çalışması olmadan, sendikayı örgütlemek ve alternatif olmak olanaksızdır.

b) İşyeri sendika çalışması, sadece aydınlatıcı değil, aynı zamanda örgütleyici bir çalışma olmalıdır; aksi takdirde onun bir çalışma olması olanaksızdır. Sendikalarda, işyeri temsilcilikleri vardır ve bunlar en örgütlü oldukları yerlerde dahi, temsilci kurulları olmanın ötesine geçememektedir. Kısaca söylenirse; bunlar, örgütsüz işçi üzerinde kurullardır ve böyle oldukları içindir ki, en ileri yerlerde bile bürokrasinin sınırına hapsolmaktan kurtulamamaktadır. Oysa sendikanın gerçekten işçi örgütü olabilmesi için; işçilerin yaşamlarını örgütlü bir yaşama dönüştüren ve işyerindeki her soruna örgütlü işçi gücüyle müdahale eden bir örgüt olarak örgütlenmesi ve işyerinin en kıyıdaki ünitelerine kadar nüfuz etmesi zorunludur. Bu örgütün, her gün kararlar alan ve uygulama yeteneği gösteren bir örgüt olması gerektiği gibi, işçilerin teorik ve politik bilgi ihtiyaçlarına ve kültürel yaşamlarının canlanmasına yanıt veren bir örgüt olması da gerekmektedir. Aksi durumda, işçilerin, sermaye ve bürokrasi karşısında bir güç oluşturması olanaksızdır. İster işyerlerinde isterse sendikalarda; örgütlerimizin yaptığı bütün sendikal çalışma, çalışmanın öteki yönlerinin de desteği ile bu hedefe bağlanmak zorundadır. Bu olmadığında, sendikal muhalefet ve sendika bürokrasisini tasfiyesinin olanaksızlığının yanı sıra, mevcut şubelerin işçi örgütü haline gelmeleri, yaşamaları, işlevlerini yerine getirmeleri de olanaksızdır.

c) Sendikal kürsülerin ele alınışı ve kullanılmasındaki kavrayışsızlık ve yeteneksizliğin en önemli belirtileri, sendika bürokrasisi karşısında tereddüt ve politik platformlara ilgisizlik olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat şu daha önemlidir: İşyerlerine dayanmayı başarmış sendikaların deneyimleri, daha geriden gelen sendika şubelerinin işyerlerindeki örgütlenmesinin geliştirilmesi ve genel olarak işyeri çalışmasının iyileştirilmesinde değerlendirilmemektedir. İstisnalar bir yana, hemen her şube, yönetimleri ileriye doğru değişmiş olsa bile, kendi eski bürokratik geleneklerine adeta kapanmaktadır. Oysa ileri şubeler ve şube platformlarının, işyerlerinin örgütlenmesi ile ilgili sorunları paylaşmaları; olumlu işyeri deneyimlerini ve gerçekten örgütlü işyeri mücadelelerini öteki sendika ve işyerlerine mal etme olanaklarını kullanmaları; bunun için özel bir disiplin oluşturmaları zorunludur. Bu yapılmadığı içindir ki, en girişken işyerleri ve sendikaların dahi, ya en basit şeyleri yeniden “keşfetmek” ya da bürokratik geleneğe boyun eğmek gibi bir ikileme teslim olmak zorunda kaldıkları bilinmektedir. Öte yandan, bu zayıflıklar aşılamadığından ya da bu sorunlara gerekli ilgi gösterilmediğinden dolayı, sınıf dayanışması duygusunun büyük tahribat gördüğü de ortadadır.

Sendika şubeleri ve ileri işçilerin, sendikaları işyeri ve işçi örgütleri olarak yenilemeleri gibi bir işi başarmaları olanaklı mıdır? Bu, olanaklıdır; zira sınıftan yana sendikacılar, işçi temsilcileri ve bilinçli işçiler, sendikacılığı ve sendikal çalışmayı, sendikalistler ve ekonomistler olarak değil, sınıfın ve halkın ileri politikacıları olarak yenileyeceklerdir. Ayrıca, örgütlerimizin işçiler arasındaki çalışması ve işyeri örgütlerinin çalışması, sendikal çalışmayı politik çalışmanın bir yönü haline getiren devrimci sendikacıların ve sendika görevlisi işçilerin başarısının güvencesi olacaktır. Örgütlerimiz ve kadrolarımızın kavraması gereken şeylerden biri de budur.

****

Herkesin anlayacağı gibi; burada altı temel sorun üzerine ortaya konulan görüşler, partimizin sendikalar politikası ve sendikal çalışmasının temel hedef ve sorunlarının topluca ortaya konulmasını amaçlamıştır. Bir politika, kuşkusuz salt, bir politikaya ya da bir fikre sahip olmak için değil; uygulamak, kitlelerin birleşmesi, harekete geçmesi ve başarı kazanması için gereklidir. Bu anlaşılmadığında, bir politikaya sahip olmanın bir anlamı yoktur.

Buradan şu çıkar: Örgütlerimiz, burada ortaya konulan görüşleri, partinin sendika politikası ve kolektif tecrübesinin bir özeti olarak ele almak zorunda oldukları gibi; her durum, her bölge, her sendika ve her işyeri için uygulanabilir somut politikalara sahip olmak zorundadırlar. Zira burada ortaya konulan politikanın, şu an ve bu olay ve şu bölge ve bu işyeri için bir politika olmadığı; bu anlaşılmadığı takdirde, bu politikanın kitleler içinde bir işlev görmeyeceği ve kâğıt üzerindeki sözler olarak kalacağı son derece açıktır.

Şunlar bilinmelidir: işyeri örgütlerimizin istikrarsızlığı, ataleti ve cılızlığının; sendikalardaki etkimizin zayıflıkları ve ileri sendikacılar ve sendikalar üzerinde etkili olan zaafların nedenleri, işçiler ve sendikacıların “anlayışsızlıkları”, “yeteneksizlikleri” ve “inançsızlıkları”nda değil, örgütlerimizin ve kadrolarımızın, her somut çalışma alanı için uygulanabilir günlük politikalara sahip olmada gösterdikleri gerilikte yatmaktadır. Somut, uygulanabilir politika, proleter politikacı olmanın temel koşuludur.

İşyerindeki “şu işçiler şunu yapmadılar”, bu “sendikacılar işçi desteğinden yoksunlar, uzlaşmacı davrandılar ve tutarsızlık gösterdiler” gibi gerekçeler, gerçeği yansıtan gerekçeler değildir. Örgüt olmak ve örgütçü olarak çalışmak demek, hareketin mevcut koşulları içinde doğal olan ileri işçi ve sendikacılardan zayıflıkların üstesinden gelmeyi başarmak demektir. Bu ise kuşkusuz, uygulanabilir somut politikalara sahip olmak ve onu uygulamada ısrarlı, enerjik, sorumlu ve kapsayıcı bir çalışmayla olanaklıdır. Örgütlerimiz ve kadrolarımız, elde edilebilir olanın elde edilememesinin sorumluluğunu açık yüreklilikle üstlenmek; işçinin ve işçiye yakın sendikacının içinde bulunduğu ihtiyacı karşılayacak çalışmayı yapmak zorundadırlar.

 

Ağustos 1996

ÖDP üzerine

SİYASAL BİR EĞİLİM OLARAK “GLOBALİZM”

Bir siyasal partinin eleştirisi, önce programına, sonra da iktidar mücadelesi içindeki pratik tutumuna bakılarak yapılabilir. Program; partinin mücadele edeceği alanı, kendi güçlerinin sınıf bileşimini nasıl tanımladığını, neleri kimlerle yapmak istediğini gösterir. Ülkenin ve dünyanın temel, kalıcı ve güncel sorunlarını hangi dünya görüşüyle yorumladığını, nasıl bir kültürü temsil ettiğini de programdan öğreniriz. Kısaca, program, bir kimlik belgesidir. Bu kimlik, daima, hedefleri ve konumu ile diğer sosyal sınıflardan açıkça ayrılan bir sınıfa aittir. Her siyasal parti, iktidar ekseninde sürüp giden sınıf mücadelesinin bir aracı olma özelliğini de, sınıf kimliğiyle birlikte gösterir. Bir başka deyişle, toplumsal çatışma ortamında, hangi temel sınıfa dayandığı belli olmadan, bu anlamda açık bir kimliğe sahip olmadan, iktidar mücadelesi de verilemez.

Ne var ki, yaklaşık on yıldır, partilerin programlarıyla tanımlanması olanağı önemli ölçüde ortadan kalkmış bulunuyor.

Türkiye’de, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan ülke içi koşullar, dünya çapında, SSCB’nin ve “Sosyalist Blok”un çöküşünden sonra egemen hale gelen ve “Yeni Dünya Düzeni” bağlamında etkinlik kazanan kimi kavramların kolayca yerleşmesine zemin hazırladı. Bunlardan, sınıf mücadelesinin dünya çapındaki tarihi ve pratiği bakımından en önemlisi, “kutupsuzluk” kavramına bağlı olarak biçimlenen ve yalnızca “sol”u değil, burjuva siyasal partileri de etkileyen “globalleşme” kavramı oldu. Globalizmin, siyasal pratikteki sonuçlarından birisi, sözde sınıfsal-ideolojik farklılıkların anlamını kaybettiği, işlevsizleştiği bir dünyada, siyasal programlar arasındaki farklılıkların giderilmeye çalışılması oldu. “Piyasa ekonomisinin” dünyanın temel ve değiştirilemez gerçeği olduğu yolundaki önermeye bağlı olarak, siyasal etkinliğin de, ancak bu sınırlar içinde ve “piyasa ekonomisinin veri olarak kabul edildiği koşullarda geçerli olabileceği anlayışının egemen olması, Türkiye solunun bir kesimine özel bir tarzda yansıdı.

 

12 EYLÜL’ÜN YARATTIĞI SİYASAL ORTAM VE SOL

Özellikle, 12 Eylül rejiminin, 1973–80 arasındaki bütün siyasal ve ekonomik sorunların “partiler arasındaki çekişmelerden” kaynaklandığı yolundaki tezi, burjuva siyasi partiler arasındaki programatik farklılıkların giderilmesini hedefleyen girişimlere yol açtı. Her yeni kurulan siyasi partinin uyması şart olan kurallar, yasayla belirlendi. Bununla da yetinilmedi, genel ekonomik, siyasal ve diplomatik alandaki bütün programlar ve taktikler, “devletin genel çıkarları” kavramı ekseninde yeniden tanımlandı ve adeta her siyasal partiye, hazır programlar sunuldu. Bunun görünürdeki en belirgin ve ilk sonucu, Turgut Özal’ın değişik eğilimleri aynı parti çatısı altında bir menfaat birliği ekseninde birleştirmesi ve sosyal demokrat partilerin kendilerini tanımlamakta esas farklılık unsurları olarak kullana-geldikleri başlıca ilkelerden vazgeçmeleri oldu. “Piyasa ekonomisi” kavramı; devletçilik, halkçılık, sosyal devlet, tekelci sermaye karşısında görece bağımsız bir yol izleme görünüşü gibi ilkeleri ve özellikleri sildi. 12 Eylül rejimi tarafından belirlenen hukuki çerçeve, böylece her burjuva partinin uyacağı sosyo-ekonomik yapının veri alınması hakkındaki temel uzlaşmayla tamamlandı.

Siyasal partilerin birbirine hemen hemen tamamen benzeyen programları, onların ayrı partiler olarak örgütlenmelerinin gerekçesini de ortadan kaldırıyordu. Böylece, “merkez sağ” ve “merkez sol”da iki büyük parti ve bir de “buçuk” partinin Türkiye siyasal hayatı için ideal kombinezonu temsil edeceği görüşü, rejime hâkim oldu. Bununla birlikte, Türkiye’nin kendisine özgü koşulları gereği, birer çıkar ve rant paylaşım örgütü halini alan siyasal partiler, ayrı örgütler olarak varlıklarını sürdürdüler, bunlara yenilerinin eklenmesi de önlenemedi. Her partinin geleneksel üye bileşeni, çoğu geleneksel ilişkiler içinde ortaya çıkmış mahalli önderlerden, büyük tüccarlardan, taşra avukatlarından, eşraftan, emekli bürokratlardan, küçük çaptaki yerli sanayicilerden, toprak sahipleri ve ağalardan oluşmaktadır. Bunların, şu ya da bu partiye üye olmasını belirleyen şey; ucuz kredi, iş takibi, bölgesel hâkimiyet gibi çıkarların hiyerarşik dağılımının şebekesinde yer alabilme mücadelesi ya da, yerel çelişkiler ve çatışmalardır. Bu “mevki”yi elde etmenin karşılığı ise, doğrudan doğruya politikaya karışmaları çeşitli biçimlerde engellenmiş halk yığınlarını yönlendirmek, şu ya da bu partiye kitlesel halde oy vermelerini sağlamaktır. Herhangi bir partiyi tercihin nedenleri, bu örgütlülük içinde yer alanlar için, siyasal program ya da temel ilkeler olmaktan çok, bu çıkarların gerçekleştirilebilir olmasıdır. Bu yüzden, bir partiden diğerine kolayca geçilir. Aynı aileden kişiler farklı partilere üye olarak, birinin sağlayamadığını diğeri aracılığıyla elde etmek için olanak bulur.

Bu, Türkiye’nin siyasal hayatında öteden beri yaşanan bir tür “globalizm” biçimiydi. Bunun, popülist ve faşist halkçılık, devlet gücünün tartışılmaz üstünlüğünü kabul ettirmek gibi, ideolojik yönleri de vardı ve özellikle tarikat ve mezhep ilişkilerini de kullanan zincirleme bir hegemonya ilişkisi üzerinde yükseliyordu. Fakat 12 Eylül rejimi, bu “geleneksel örgütlenme biçimi”ni daha sağlam temellere bağladı ve partiler arasındaki ayrımların silinerek, Amerikan tipi, birbirinin aynısı az sayıda partiyle yürütülecek bir “demokrasi” için daha kesin kıstaslarla tanımlanmış bir zemin hazırladı. Siyasal partiler arasındaki farklılık, seçim kampanyalarında kullandıkları şarkılara kadar indi. Bu durum, Türkiye’nin siyasi tarihinin temel ilkelerine, “devletin birliği ve önceliği” anlayışıyla süregelen siyaset geleneklerine uygundu ve fazlaca yadırganmadı. ANAP modeli, farklı siyasal ve ideolojik eğilimlere sahip politikacıların, ortak çıkarlar doğru tanımlanabilirse, aynı parti çatısı altında birleşebileceğini gösterdi.

Henüz, dünyada sosyalizm-kapitalizm farklılığının genel bir anlam ifade etmeye devam ettiği koşullarda bunun başarılabilmiş olması, 12 Eylül döneminin en önemli sonuçlarından birisidir. Dünya koşulları, bu deneyin genelleştirilebilir ve sonraki zamanlar için de kullanılabilir olmasını sağladı. Böylece, eski “komünistler”le faşistler, şeriatçılarla Amerikancılar, eski darbecilerle darbelerden eza görmüş “demokratlar”; aynı partide, hatta partinin yönetiminde bir araya geldiler.

 

“SOL”DA SİYASET VE BİRLEŞME TUTKUSU: GLOBALİZMİN SOLDAKİ BİÇİMİ

Bu yeni gelişme, yalnızca burjuva siyasette değil, en genel çizgileriyle muhalefet olarak tanımlanabilecek diğer siyasal kesimlerde de etkili bir yankı buldu. Özellikle, geçmişte kendisini Marksist olarak tanımlamış kimi devrimci gruplar içinde; 12 Eylül’ün, solun hataları yüzünden başarılı olduğuna inanan ve hatalar üzerine tartışmaya başlayan kesimlerde, burjuvazinin kendi siyasal bunalımı için yaptığı çözümlemeye benzer bir sonuca ulaşıldı: Birlik sağlanamamıştı ve yenilginin nedeni buydu! Geçmişte kesin ayrılıkların nedeni olan, örgütsel köken farklılıkları, ilkeler ve programlar, sloganlar ve simgeler, mücadele biçimleri, bu bağlamda, “geçmişin yanlışları” arasında değerlendirilerek bir yana itildi ve bunların yerine, yeni hiçbir şey konulmadı. Özellikle Dev-Yol çevresindeki tartışmaların gelip dayandığı teorik bunalımın ve kuşkular ortamının nitelikleri, “merkezi plan düşüncesinin piyasa ekonomisi karşısında geçersiz kalıp kalmadığı”, “komünizmin gerçekleşemez bir ütopya olduğunun kanıtlanıp kanıtlanmadığı”, “kapitalizmin haklı olup olmadığı” gibi soruların, devrimciler arasında tartışmaya açılabilmesinde kendisini gösteriyordu.

Bitmez tükenmez “tartışma süreçleri”, “tartışma sürecinin sorunları üzerine tartışma”larla genişletilerek sürerken, örgütsüzlük ve ilkesizlik de bu kuşkulu sorulara bağlı olarak teorize edildi. Kapitalist ve emperyalist propagandanın ana temaları olagelmiş bu tür soruların, “sosyalizm içi sorunlar” olarak ortaya konulmasının, yalnızca “dünya sorunları” üzerine bir tartışma olarak kalması mümkün değildi, ister istemez, örgütlenme, devrim, teori, vb. konular da, “tartışmalı sorunlar” listesine katıldı.

Tartışmanın niteliği, tartışmaya katılanların kapsamını da genişletiyor, temel sorunlarda kuşkulu ya da başlangıçtan beri olumsuz anlamda net bir tavrı olan herkes, kendisine söz düşecek bir platform bulmuş oluyordu. Buna, “birlik arayışı” adı verildi. Birleşmenin anlamının, tıpkı burjuva Özal modelinde olduğu gibi, bütün tarafları “geçmişin reddi temelinde” toplamak halini aldığı bu süreçte, “globalizm” bir iç çizgi olarak, eğilimleri belirlemeye başladı.

Globalizm, genel anlamıyla, karşıtlıkların ortadan kalkması ve belirsizliklerin kuralları belirlediği bir zeminde, farklı özelliklerin etkisizleştirilmesi ve birlik görünüşünün sağlanmasıdır. Böylece, globalizm kavramıyla, açık uçlu ve karşıt yönlerde hareket ve değişme olanağına sahip, iç dinamizme sahip yapılar yerine; başladığı yere dönen, çelişmeleri ve çatışmaları uzlaştırılmış kapalı bir yapı önerilmektedir. “Küreselleşme”, tamamlanmış, bitmiş olmayı dile getirir. Antik felsefeden bu yana, etik ve estetik de dâhil olmak üzere, küre, nihai biçimlerin simgesi olarak kullanılmıştı. Günümüzdeki anlamı da, bu eski kullanılış biçiminden esinlenmiştir ve küreselleşmenin geleneksel olarak taşıdığı anlam; siyasal, ekonomik ve kültürel süreçlerin tümünü kapsayacak biçimde genişletilmiştir. Her alanda, kendi içinde hareketsiz, değişime kapalı, çatışmasız, tamamlanmış, bitmiş olmak, günümüzde, kapitalizmin tam ve karşıtsız egemenliğini, kapitalizmin insanlığın erişebileceği son tarihsel aşama olarak kabul etmek anlamına gelmektedir.

ÖDP, kendisine yöneltilen her eleştirinin ilk aklına gelen “globalizm” kavramıyla, “Yeni Dünya Düzeni”nden yana olduğu için değil (çünkü bütün yazılı belgelerinde “Yeni Dünya Düzeni”ni eleştiriyor ve karşı duruyorlar), içerdiği değişik akım ve eğilimlerin bulunmasını bir erdem düzeyine yükseltmiş olmasından dolayı ilgilidir. Birikim dergisi, bu içeriği şöyle özetliyor: “ÖDP, hayli geniş bir sosyalist grup, çevre ve ‘bağımsız’ ile kendilerini solda, ama asıl olarak cinsel kimlik ve çevre hareketlerinde tanımlayanların epeyce bir kesimini bir araya getirerek kuruldu.” (“ÖDP, Umut, Kaygı ve İmkân”, Birikim, 83, Mart 1996)

Kuşkusuz, ÖDP’nin üyelerinin çoğunluğu, “cinsel tercihleriyle” öne çıkanlar, çevreciler, feministler vs. değildir. Birikim, ÖDP’nin medyada pazarlanırken kullanılan sloganların işaret ettiğini, ÖDP’nin asıl kimliği olarak ileri sürmekle, bir bakıma kendi temennisini de dile getirmektedir. Fakat ÖDP içinde, bütün karışıklığa, belirsizliğe karşın, hâlâ Marksizm’e, işçi hareketine, sosyalizme bağlı pek çok devrimci vardır ve ÖDP’nin, üstü şimdilik örtülmüş bulunan çelişmeleri, bu gücü açığa çıkaracaktır. Bunu görmemek ve ÖDP’yi bitmiş bir süreç olarak değerlendirmek, üstelik Türkiye’nin bu koşullarında onun bir “aşk partisi” olarak kalmaya devam edebileceğini düşünmek yanlıştır ve bunun ötesinde bir olanağın bulunmadığını ileri sürenler, ÖDP’nin bu halini “mümkün olanın en iyisi” olarak reklâm edenlerdir. “Yeni Dünya Düzeni”nin globalizmi, nasıl emperyalizmin çelişkilerini, emek ve sermaye arasındaki çatışmayı ortadan kaldıramamış, ideolojileri öldürememişse; ÖDP de, kendi içinde, farklılıkların doğuracağı mücadeleyi ortadan kaldıramayacaktır. ÖDP’nin “çok renkliliği”, aslında bir kimlik arayışından başka bir şey değildir ve parti içindeki her grup, her birey bunu bilmekte ve kendi yönelimlerinin, partinin niteliği haline gelmesi için mücadele etmektedir.

ÖDP, bugünkü haliyle, geçici bir uzlaşma partisi görünümündedir. Bu, uzlaşmaların toplumsal çaptaki değişmelere bağlı olarak alacağı içeriğe göre değişecek olan bir durumdur.

 

“YENİ BİR SOSYALİZM” ARAYIŞI

Birikim çevresi, ÖDP içindeki taraflardan biridir ve partinin teorik perspektiflerinin belirlenmesinde etkili olmak bakımından birçok olanağa sahiptir. “Umut, Kaygı ve İmkân” başlıklı yazıda, bilimsel sosyalizmin temel tezlerinin ve kavramlarının gözden geçirilmesini ve teorisi ve pratiği ile yeni bir sosyalizm yaratılmasını, partinin de buna göre kimliğini belirlemesini önerirken şunlar söyleniyor:

“Kastettiğimiz şey, sosyalizm anlayışının emek/işçi-sermaye çelişkisi esası üzerine kurulu içeriğini koruyup, ona örneğin feminizmin, çevre hareketinin özgün talep ve çözümlemelerini eklemleyerek, ‘eskiden olduğu gibi’ tüm düzene muhalif akımların sözcüsü ve potası olma özelliğini yeniden kazandırmak değil. Böyle yapılarak, ’emek sermaye çelişkisinin’ her şeyi esasında açıkladığı inanç ve iddiasından alınan güçle meşrulaştırılmış totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz yapılar oluşturmak gibi karşıtlarının en fazla eleştirdiği, en fazla prestij kaybına neden olan ‘günahlarından arınabilme’ zemini kurulabileceği görüşü bizce yetersizdir”

Sözün özü: Geleneksel sosyalizmin emek sermaye çelişkisi üzerine kurulu içeriği korunarak, bunu feminist ve çevreci kimi talep ve çözümlemelerle süsleyerek, karşıtlarının en fazla eleştirdiği günahlardan kurtulunamaz.

Bu cümlenin asıl anlamını, sonundan başlayarak bulabiliriz, “sosyalizm karşıtlarının en fazla eleştirdiği günahlar” Birikim dergisinin de başlıca kaygısını oluşturmaktadır. Bunlar, başta emek sermaye çelişkisine dayalı içerik ve bunun belirlediği, “Totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz” yapılardır. Çıkış noktası, “karşıtlarının eleştirisi” olan bir anlayışın ulaşabileceği sonuç, karşıtlarının eleştirmediği bir yeni sosyalizm olabilir. Bu aynı zamanda, karşıtlarını eleştirmeyen bir sosyalizm olmalıdır. Bir başka deyişle, karşıtı bakımından bir anlam taşımayan, öyleyse, karşıtı olmayan, bir sosyalizm! Global bir yapı! Bu, ÖDP’ye egemen kılınmak istenen bütün “geleneksel” karşıtlarının ihtiyacıdır. Soğuk Savaş sloganları karşısında yılmış, Troçki’nin intikamını almaya ant içmiş, Hitler ve Stalin arasında bir fark olmadığına inanmış herkese ilaç gibi gelecek bir öneridir bu.

Temel içeriğini emek sermaye çelişkisinin oluşturduğu bir sosyalizm yerine ise, “yaratıcılık” kavramına dayanan bir sosyalizm öneriliyor. Bu, kapitalizmin, eleştirilmesi gereken temel özelliğinin, “yaratıcılıkla, yaratıcılığın engellenmesi” arasındaki çelişmede bulunduğu görüşüne dayanıyor. Birikim’in inancına göre, artık

“sosyalizm, kategorik olarak emeği savunan bir yaklaşım yerine, yaratıcılığı en özlü insani değer olarak kavrayan bir hipotezden yola çıkmalıdır. “

Bilimsel sosyalizmin, sınıf mücadelesi ve devrim teorileri, sosyalizmi tarihsel bir zorunluluk olarak tanımlamaktan yola çıkan ve “proletarya diktatörlüğü” kavramına ulaşan siyaset anlayışı, bütün dayanaklarını, emek ve sermaye arasındaki çelişmede bulur. Kapitalizmi yıkıma götürecek temel çelişme, yine bu çelişmenin bir biçimidir. Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişmenin, mülkiyetin de toplumsallaştırılması sonucunda çözüleceği ve sosyalizmin bu temel üzerinde gerçekleşeceği önermesi de buraya bağlıdır. Dolayısıyla, emek sermaye çelişmesi, sınıflar arasındaki çelişmeyi kategorize etmekle kalmaz, aynı zamanda, toplumsal değişimin olmazsa olmaz bir dinamiğine de işaret eder. Kapitalist toplumun temel çelişmesinin nasıl tanımlandığı, kapitalizmden sonra nasıl bir topluma geçilmek istendiğini de belirleyen bir öneme sahiptir. Marx öncesinde de, kapitalizmin yerine bir başka toplumsal ilişkiler sistemi kurulmasını öneren birçok düşünür çıkmıştı. Ama hiçbiri, işçi sınıfını, emek ve sermaye çelişmesini, devrimci bir unsur olarak saptamayı başaramamış ve dolayısıyla kapitalizmin yerine neyin konulacağını da tanımlayamamıştı.

Şimdi, Birikim dergisi, “totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz” bir sosyalizmden kaçmaya çalışırken, gerçekte Marx’tan öteye geçmiyor, onun öncesindeki burjuva ütopist teorilere yeniden dönüyor. Aslında sorun oldukça basittir: Sermayenin kaynağını ve varlık koşullarını artı-değer üretiminde görmek, yerine bir başka analizin konulabileceği herhangi bir toplumsal gözlem değildir. Kapitalizmin devrim yoluyla yıkılmasının hangi sosyal-maddi güçler aracılığıyla, neden gerçekleşebileceğini gösteren siyasal bir tezdir.

Kuşkusuz, bu “yeni sosyalizm”in ulaşacağı sonuçların hepsi, “emeğe göre örgütlenmiş bir toplum” projesini de reddetmeye yönelecektir. Kapitalizmi sömürücülüğünün dışında, sermayeyi de birikmiş emek olarak ele almaktan ötede tanımlama girişimi, sonuçta, sınıf karşıtlıkları ve sınıf mücadelesi gibi kavramlara da ihtiyaç duymayan bir “sosyalizm” kavramını ve yine bütün bunlardan arınmış bir “parti”yi ortaya çıkaracaktır.

Bu “yeni sosyalizm” önerisi, ÖDP’yi “cinsel tercihleri ve çevreci eğilimleri” yüzünden benimsemiş olanlar için gerçekten biçilmiş kaftan olabilir. Ama kendilerine umut verilen işçiler ve emekçiler için ne anlama gelecektir? Sömürüyü, günlük bir olay olarak yaşayan işçiler için, kapitalizmi ilk hissettiği yer olan emek sürecinin ve emeğin sömürülmesinin dışında bir yerde, yeniden tanımlama girişimi, yeni bir dünya yaratmak özlemini ve bunun siyasetine olan ihtiyacı nasıl biçimlendirecektir? Böyle bir tanımda, işçi sınıfının tarihsel rolünün ne olacağına karar verilebilir mi?

Bu sorulara, devrim ve sosyalizm açısından verilebilecek hiçbir olumlu cevap yoktur.

“Yaratıcılıkla yaratıcılığın engellenmesi arasındaki çelişme”nin esas alındığı yeni bir sosyalizm tanımlaması, ÖDP’ye bir aydın grubu tarafından “dıştan” önerilmiş bir yol olarak değerlendirilemez. Bu önerinin içeriği, doğrudan doğruya ÖDP’nin öne çıkartılmak istenen kimliğiyle bağıntılıdır. Çünkü Birikim, önerisini yalnızca teori düzeyinde tutmuyor. Bunu, örgütlenmenin bileşimi bakımından da vazgeçilmez olarak görüyor.

Böylece de, Birikim’e göre, farklı eğilimler ve özlemlerle partiye girmiş olanlar, “özgürlük ve dayanışma” kavramlarını, her birini altında barındıran bir “çatı” olarak değil, “çatıyı tutan”, “binanın tüm bölümlerinin kendisine açıldığı ana giriş kapısı”, “binayı tutan sütun”, bir “eksen” halinde görebileceklerdir. Partiyi, “çoğulcu yapısını koruyarak” devam ettirmenin başka yolu görünmüyor. Bu çözüm yolunu sadeleştirecek olursak, geriye şu kalacaktır: Kapitalizme karşı, emek sermaye çelişmesini merkezine alan bir mücadelenin “bölücü” bir mücadele olduğu açıktır. Sınıf farklılıklarının ve karşıtlıklarının açıkça ve dolaysız olarak göründüğü bu biçim altında, “yaratıcılık” artık birleştirici öğe olarak kalamaz. Öyleyse, Birikim’e göre, ÖDP’nin şu anda derlediği “çoğul”luk, böyle bir çelişmeyi eksen alan parti programının yaratacağı gerilimine dayanamayacaktır. Kapitalizme karşı, emeği savunanlarla, kendi yaratıcılıklarının, kim bilir belki de bir sermayedar olarak işe yarayacağını savunanlar için, birliğin sonuna gelinecektir.

“Cinsel kimlik hareketinin gündeme getirdiği tabular”ın, “erkek egemen kabullerle teşekkül etmiş yerleşik ilişki kalıplarının” bağlayıcılığından kurtulmanın ilkelerini de, yine, “yaratıcılık” perspektifi sağlayacaktır! Yine özetlenebilir: Kapitalizmin sömürü ilişkileriyle doğrudan ilişkisi olmayan ve ilişkilerin görünür sonuçlarını kendilerine mücadele alanı olarak seçmiş herkes için, kapitalizmin temellerine dokunmamayı vaat eden bir program, buradan çıkarılabilir!

Birikim, bu öneriyi, “Marksizm’i terk etmek diye yorumlayıp hüküm vereceklerin” bulunduğunu söylüyor ve ekliyor: “Marksizm, şimdiden oluşturmak göreviyle yükümlü olduğumuz 21. yüzyıl sosyalizmi’nin en önemli bileşeni ve kaynaklarından biridir.” Evet, modası geçmiş 19. yüzyıl sosyalizminin, Marksizm’in, günümüzdeki yeri, yalnızca “oluşturulacak olan” yeni sosyalizmin bir bileşeni olmaktan ibarettir.

ÖDP, gerçekten böyle bir “yeni perspektife ihtiyaç duyuyor mu? Sosyalizm kavramını tümüyle yeniden kurmayı göze alabilecek kadar, kendi “çoğulculuğunun” bu ölçüde tutsağı mı? Böyle bir “çoğulculuk” olmazsa olmaz mı ve bunu sağlamanın yolu; mutlaka sosyalizmin sözde yeniden kuruluşundan, revizyonundan mı geçiyor?

ÖDP’nin, ya da ona benzer bir başka partinin doğuş gerekçesi, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı siyasal koşullar içinde oluştu. Yenilginin ortaya çıkardığı değerlendirmeler arasında, ÖDP’ye kadar gelen süreç içinde en etkili olan başlıca ikisinden söz edilebilir: Birincisi, solun parçalanmışlığı, antifaşist bir cephe oluşturmaktaki yetersizliği ve kendi içinde çatışmaya girmiş olmasıydı. İkincisi ise, doğrudan doğruya Marksizm’e ilişkindi ve özellikle “Stalinizm” olarak adlandırılan program ve taktikler, yenilgiden sorumlu tutuluyordu. Bu tartışma, Stalin’den geriye doğru; Lenin’i, Engels’i ve sonunda Marx’ı da kapsayan bir yeniden gözden geçirmeye yol açtı. Her iki gerekçe de, yenilgiden doğrudan doğruya solu, teorisiyle ve pratiğiyle solu sorumlu tutan, bir daha yenilmemenin yolunu da yine yalnızca kendi yeniden yapılanmasında arayan bu gerekçeler, bu kurgusal olumsuzluğun ortadan kaldırılması arayışıyla belirlenmiş bir dizi tartışmaya yol açtı. Kuruçeşme Toplantıları adıyla anılan ve 12 Eylül’den geriye kalan bütün eğilimleri tartışmaya ve yeni bir çıkış yolunu aramaya çağıran girişim; o koşullarda amacına ulaşamadı ama bundan sonrası için gerekli perspektifleri ve solun en azından bir bölümü için “geçerli tek yol” olarak tanımlanabilecek eğilimin ana çizgilerini ortaya çıkardı.

Bu çizginin başlıca kurucu unsurlarının, son derece konjonktürel özellikler taşıdığını söyleyebiliriz. Toplumsal muhalefetin ana güçlerinin, işçi, emekçi ve gençlik hareketinin tümüyle bastırıldığı, devrimci demokrat örgüt ve partilerin kapatıldığı, sendikaların işlevsiz hale getirildiği bir ortamda, muhalefetin kendisini gösterebildiği sınırlı alanlar içinde, cezaevlerindeki mücadelenin yankıları ve uzantılarıyla, eşcinsellerin ve travestilerin kendilerine yönelik baskılara karşı, açık bir kasıtla “medyatik” kılınan direnişleri görünüyordu. İşçi sınıfıyla, geçmişte de ciddi organik bir bağ kuramamış olan solun bir kesimi için, bu yeni “dinamikler” birdenbire önemli göründü. Kökenleri bakımından da, kendi dinamiklerinden koparılmış olan geçmişin devrimci örgütleri, cezaevleri mücadelesinde kendi yurtdışı varlıkları için bir zemin bulurken, “asosyal” grupların kendilerine yapılan işkence ve baskıya karşı duruşlarında da, hiç olmazsa, önce rejimi teşhir için malzeme, sonra da, siyasal tutumlarını gözden geçirmek için bir fırsat buldular.

Bu arada, kimi küçük burjuva çevreler de, 12 Eylül öncesinin örgütlerinde, aşka izin verilmediği yolundaki “bir sevgilinin elini bile tutamamış olmak” biçimindeki yaygın bir propaganda işliyordu. Neredeyse, “başlıca hata ve zaaflardan” birisi olarak gösterilen bu durum, kısa zamanda, siyasal taktiklere ve teoriye yaklaşımın eleştirisinde kullanılan gizli bir referans haline geldi. Aşağı yukarı eşzamanlı olarak, aynı çevreler, kadın hareketini keşfettiler. Bu konu üzerine yapılan’ kimi eleştiriler, 12 Eylül rejiminin feminist hareketin ortaya çıkışında oynadığı rolü, neredeyse bir komplo teorisinin parçası olarak değerlendirmiştir. Hiç kuşkusuz, feminist hareket, devrimci hareketi yozlaştırmak amacıyla kurulmuş bir komplonun sonucu olarak doğmadı; ama bir bütün olarak devrimci komünizmin bütün mevzilerinin berhava edildiği, buna göre daha serbest alanlara göz yumulduğu bir dönemin ürünü olarak ortaya çıktı. Muhalefeti bir biçim altında derlemek ve yönlendirmek isteğini hâlâ taşıyan devrimci kadınların bu harekete yönelmelerinde ise, bir yandan da “geçmiş dönemin hatalarına karşı” takınılan ve bütün eksikliği devrimci teorinin ve pratiğin kendisinde arayan tutum, etkiliydi.

Kadın hareketi ve cinsel kimlik hareketleri, aynı zamanda, Avrupa solunun, Sovyet sosyalizminin değişik dönemlerdeki farklı özelliklerini fazlaca dikkate almayan ve bütün pratiği “Stalinizm” olarak niteleyen son dönem teorik yaklaşımlarını, Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak anlamak yerine, bitmez tükenmez metin incelemelerinin konusu olarak ele almayı yeğleyen değişik akımların da tartışma zemininde yer almasını kolaylaştırdı. Bütün bunların ortak paydası, Marksizm’in, işçi ve emekçi hareketi dışında, aydın çevrelerine özgü ilişkiler içinde yeniden ele alınmasıydı.

Sonuçta, bütün dünyada proleter hareketinin son otuz yıl içinde uğradığı bütün aşınmalar içinde ve ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesinin sonucunda proleter devrim teorisine sızan köylü ve küçük burjuva politika ve ideolojilerin etkileriyle oluşmuş devrimci demokratik hareketlerin geleneğinden gelen çevrelerde, içinde bulunulan ortam, Marksist teorinin devrimci niteliklerinin saflığının korunması konusundaki bütün endişelerin bir yana bırakılmasını mümkün kılan koşulları yarattı. Temel endişe; özgürlük ve demokrasi kavramlarında dile gelen özlemleri, onlara verilen içerik ayrılıkları fazlaca önemsemeden, bir örgüt biçimi altında bir araya getirmekten ibaretti. Böylece geçmiş dönemde başlıca ayrılıkların kaynağı durumunda olan ilkeler ve siyasi programlar, yalnızca “hâlâ orada otlayanlar” tarafından savunulabilecek gerilikler olarak ilan edildi.

Esneklik, köşelerin törpülenmesi, yalnızca solcuların kendi aralarındaki ilişkilere uygulanmadı: Aynı zamanda devlet, egemen sınıflar, kapitalizm ve emperyalizm de, daha esnek, daha ılımlı, daha “aklı başında” analizlerin konusu olmaya başladılar.

Eskiden yapılmış ve söylenmiş her şey, doğru, yanlış, olumlu ya da olumsuz olmasına bakılmadan, yalnızca eskiden de yapılmış oldukları için, bu yeni eğilim tarafından dışlanmalıydı. Öyle ki, ÖDP, parti içi bir yayın çıkarırken, böyle bir etkinliğin, daha önceki partiler tarafından da yapılmış olmasından, en azından huzursuzluk duyduğunu hissettirecektir: “İlk bakışta, bu bülten alışılagelmiş propaganda materyallerinden biri olarak değerlendirilebilir… Kuşkusuz bunda gerçeklik payı var. ÖDP’nin bugünden yarına, alışageldiğimiz araçlara sırtını dönmesini bekleyemeyiz ve bu gerekli de değil. Önemli olan, bu araçların içeriğinin günün ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesidir.” (Bülten, Mart 1996)

Bülten’in ilk sayısının birinci sayfasında yayınlanan çıkış yazısının ilk paragrafı bu. Neredeyse, böyle bir yayını çıkarmak zorunda kalındığı için özür dileniyor. “Alışılagelmiş propaganda materyalleri”ne karşı bu tutumun, yeniyi, daha ileriyi aramak için bir fırsat yarattığını ve bunun olumlu bir yanının bulunabileceğini düşünebiliriz. Ama ÖDP’nin endişesinin kaynağında, bunun gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği bulunmamaktadır. ÖDP’yi oluşturan gruplar ve bireyler içinde, bir parti olma kavramının çağrıştırdığı her unsura karşı, dikkat ve tedirginliği paranoya derecesine yükseltmiş olanlar vardır ve bunların etkisi küçümsenmeyecek ölçüdedir. Dolayısıyla, merkezi yayın organının içerdiği “merkez” kavramının, örgütsel hiyerarşi, yönlendirme ve düzenleme gibi kavramları içerdiği ya da en azından çağrıştırdığı için, “parti olmayan parti” düşüncesini ileri sürenlerin, sayılarının bir hayli fazla olduğu bilinen “ben kendimi yönettirmem arkadaş” diyenlerin, liberterlerin (anarşistler), “grubumuzun iç işlerine karışılıyor” itirazını yükseltmeye hazırlananların ve diğerlerinin tepkisi ile karşılaşması uzak bir olasılık değil.

 

EMEĞİN ÖRGÜTLENMESİ VE KAPİTALİZM KARŞISINDA TUTUM

Parti fikrine karşı bu tutumun kaynağında, kapitalizmin ve sınıflar mücadelesinin doğası hakkındaki bulanıklık, daha doğrusu, bütün bunların da “eskimiş” olduğuna dair bir kanaat bulunmaktadır. ÖDP içinde etkili birçok grup, farklı öncüllerden yola çıkmış olsa da, sosyalizmden çok, kapitalizmin iyileştirilmesini önemsemektedir.

“ÖDP, sermayeyi ülke çıkarına davranmaya zorlayacaktır. Ve bunu çalışan sınıfların desteği ile onların birliği ve örgütlülüğü ile yapabileceğinin bilincindedir. Biz globalleşme oyununa bu sekide katılacağız. Oyunu başkalarının değil, kendimizin kazanacağı şekilde oynamaya çalışarak.” diyebilen Ahmet Çakmak bunlardan birisidir. Bu sözlerde, burjuvazinin ülke çıkarına bir kapitalizmi “emekçilerin zoruyla” uygulayabileceği ileri sürülmektedir. İktisatçı Ahmet Çakmak, Türkiye’de sermayenin birikim ve merkezileşme sürecini, bunun emperyalizmle olan ilişkisini, bilmez değildir. Ama işçi ve emekçi yığınların etkisinin ve gücünün, bu kapitalizmi ortadan kaldırmaya yetmeyeceğine ve kapitalizm içinde, “kötü kapitalistlere karşı”, ancak iyi bir kapitalizm programını ileri sürerek mücadele edilebileceğine ikna edilmiştir. Aynı içerikteki görüşler, başka ÖDP’liler tarafından da dile getirilmiştir. Mustafa Sönmez, 26 Şubat 1996 tarihli Milliyet gazetesinde şunları söylemektedir: “Üretken olma, istihdam, adil gelir dağılımı, çağı yakalayabilme, vergi verme, çevreyi koruma, insana yatırım yapma, eğitime katkıda bulunma gibi önceliklere uyduğu ölçüde; ÖDP iktidarının özel sektörle bir problemi olmaz. Tersine, her türlü teşviki sağlayabilir. “

Bu özellikler, günümüzde Eczacıbaşı, Koç ve Sabancı gibi büyük tekelleri karakterize eden özelliklerdir. “Oyunu kuralına göre oynayan” bu anlamda “ülke çıkarlarını gözeten” köklü burjuvalardır onlar. Üretkendirler; sürekli yatırım peşinde koşarlar, yeni teknolojileri, “how know”ları ithal ederler, “insana yatırım yaparlar”, çevreleri tertemizdir, vergi şampiyonları listelerinde her yıl adları okunur, “eğitime katkıda bulunurlar” özel üniversiteler, okullar, yurtlar açarlar ve bununla övünürler. Bunlar gerçektir. Ama bütün bu özellikler, onların aynı zamanda bütün gericiliğin ve yıkımın kaynağı olan, emperyalist sermaye ortakları, tekelci kapitalistler oldukları gerçeğini örtemez. Bütün bu “imaj” unsurlarının, “ÖDP iktidarını” kandırmaya yeteceğini şimdiden ilan etmek, onlara “her türlü teşvikin sağlanacağı” güvencesini vermek, geleceğe dair bir program ve politika anlayışını açıklamaktan çok, ÖDP’nin bugünü ile ilgili bir tutumdur. ÖDP’li ekonomist, partisinin burjuvazinin “çağdaş” kesimleri tarafından kabul edilmesini, hoş görülmesini, işçi ve emekçilerin taleplerinden daha fazla önemsiyor ve böylece, partiyi, “sosyal demokratların boşalttığı yere” yerleştirmek istiyor. Kapitalizm ve burjuvazi hakkındaki görüşlerin bireysel, kişiye özgü ve partiyi bağlamayacağı savunması, çok geçerli değildir. Bu tür anlayışlar, ÖDP’nin kendisine seçtiği kulvarda yeşermekte ve güç bulmaktadır.

Sosyal demokrat partilerin işlevlerini tümüyle yitirdiği, tabanlarından koptuğu ve burjuva muhalefet kanadında açık bir boşluğun doğduğu koşullarda, pek çok ÖDP’liyi ilgilendiren temel hedef, bu boşluğun kapatılması olmuştur. Yine pek çok ÖDP’lide, örgütlenme ve politika yapma anlayışının sınırları da bununla belirlenmektedir. CHP’li ya da DSP’li bir il veya ilçe yöneticisinin, bazen tüm yöneticilerin partilerinden istifa ederek ÖDP’ye katılması, partililer arasında en çok sevinilen durumlardan biridir. ÖDP’lilerin “tabelalarını da söküp bize geldiler” hikâyelerini anlatmaktan büyük zevk aldığı görülüyor. Bu psikoloji, partinin işlevleri ve niteliği hakkında, partililere egemen olan anlayışın yansımasıdır. Anlatılan olayların kahramanları, çoğunlukla, gerçekte şu anda ÖDP’nin bileşenlerinden biri olan gruplardan herhangi birinin, ’80 öncesindeki taraftarlarından ve CHP’lileşmiş unsurlardan birisidir ve adamcağız, seçtiği siyasi çizgiye uygun yeni bir parti bulmuş, üstelik eski arkadaşlarıyla da buluşma olanağına kavuşmuştur, o kadar. Bu durumun bir propaganda teması olarak kullanılması, ancak “reklâmın kötüsü olmaz” anlayışıyla açıklanabilir. 12 Eylül sonrasında sosyal demokrat partilere katılmış eski devrimcilerin bu seçimlerinde rol oynayan aynı etkenlerin, şimdi ÖDP’ye katılmakta da etkili olup olmadığı sorgulanmalıdır. Böyle bir tartışmada elde edilecek sonucun ÖDP’li devrimciler açısından sevindirici bir yanının bulunabileceğini söylemek çok güçtür.

 

PARTİ OLMAK YA DA OLAMAMAK

ÖDP’nin çözülmeyi bekleyen temel çelişkisi, daha başlangıçta, parti olarak örgütlenme kavramına karşı olanların önemli bir ağırlık taşıdığı grup ve kişilerin bir parti kurmaya girişmiş olmalarında yatıyor. ÖDP için çözüm, Türkiye’de siyasi mücadeleyi yürütecek bir örgütün tabiatının ne olacağına siyasi mücadelenin kendisinin karar vermesiyle ortaya çıkacaktır.

Bunun yeniden denenmesinin gereği var mıdır? Örgüt biçiminin ve bileşiminin yeniden araştırılması, eğer alışılmış kalıplar açısından bakılırsa, geleneksel siyaset yapma yollarına bağlı kalınırsa çok gerekli değildir.

Türkiye’de yasal mücadele ile burjuva tipte parti anlayışları genellikle birbiriyle uyumlu olagelmiştir. Bir genel merkez, il ve ilçe örgütleri namına birer büro, seçimden seçime yürütülen kampanyalar… Bu örgütlenme modeli, “seçmen-parti” ilişkisini esas alır, “hedef kitle”sini yalnızca seçim dönemlerinde işe yarayacak bir oy deposu olarak görür ve buna uygun olarak da kendi içinde, kesin bir bürokrasi egemendir. Bürokrasi ve örgüt biçimi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Kendi görüşlerine kazandığı ya da toparladığı kitleyi, gündelik politik mücadele içinde seferber etmek diye bir sorunu olmadığı için, gücünü ve etkisini ölçebileceği tek kıstas, seçimlerde alabileceği oy sayısıdır. Bürokratik merkeziyetçiliğin kaynağı, “mücadele”den ne anlaşıldığına bağlı olarak ortaya çıkan örgütlenmenin hedefleri ve biçimi içinde bulunur. Bürokratik bir örgüt, kitlesel bir örgütlenme değil; kitleleri politik tercihler konusunda yönlendirmeyi hedefleyen bir grup örgütüdür.

ÖDP’yi yeni arayışlara yönelten, bu model değildir. “Parti olmayan parti” kavramı, parlamenter tipte büro partilerinin eleştirisinden değil, haksız ve yanlış olarak Leninizm’e mal edilen, çarpık illegal örgüt pratiğinin, liberter tarzda eleştirilip reddedilmesinden doğmuştur. Farklı biçimlerde ve farklı kaygılarla geliştirilmiş olsa da, bu eleştirinin genel içeriği, “sivil toplum” ve “sivil inisiyatif” kavramlarına dayanmaktadır. Otonom birimlerin aşağıdan yukarı örgütlenmesini esas alan ve koordinasyonla görevli zayıf bir merkezle tamamlanan bu model önerisi, ÖDP’ye temel yönelimlerini veren “geçmiş pratik”le bağlarını koparma arayışından doğmuştur.

Ne var ki, ÖDP’nin şu andaki örgütlenme pratiği, yine il ve ilçe örgütlerinin kurulmasını esas almakta, ancak bunun “çoğulcu, demokratik ve katılımcı” bir biçimde gerçekleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Bunun mevcut modellerden, köklü-niteliksel bir farklılık olduğu söylenemez. İl ve ilçe yönetim kurulları, yerel gruplar tarafından, merkezce tanınan demokrasi içinde kendi yöneticilerini seçecekler, bu seçilmiş yöneticiler, merkez tarafından tanınacak -atanacak- ama bu yöneticilerin gerçekte yerel mücadelenin neresinden geldiği, yalnızca belli bir grubun içindeki demokrasiyi, katılımcılığı ve çoğulculuğu mu temsil ettiği, yoksa gerçekten işçi ve emekçi kitlelerinin örgütlenmesini mi yansıttıkları, “tabelalarını söküp gelen CHP’liler” örneğinde olduğu gibi, önem taşımayacaktır. Çünkü bu örgütlenme modelinin birimi; yine, il ve ilçe örgütleridir, bürolardır, örgütlenenler ise, buralara gelip giden insanlardır. Bu yapı içinde katılımcılık, demokrasi ve çoğulculuk, tümüyle biçimsel kalacak, partililer arasındaki ilişkileri tanımlamanın ötesine geçemeyecektir. Örgütlenmesinin esasını, seçim ve kongre düzeninin belirlediği bir partide, bundan ötesi mümkün değildir. Bunun yol açacağı sonuçlar da, bütün kurucuların ve üyelerin niyetlerinden bağımsız olarak, partinin kitlelerle ve kendi içindeki ilişkilerinde, var olan diğer partilere benzemek olacaktır. Yönetici organlara seçilmek, milletvekili, belediye başkanı ya da belediye meclisi üyesi adayı olmak bir imtiyaz halini alacak, alışılagelmiş siyasal ilişki kalıplarının beklentileri, partinin genel atmosferini belirleyecektir. Bunun gerçekleştiği ya da böyle eğilimlerin ortaya çıktığı durumlarda çoğulculuk ve demokrasi, yerel ilişkilerin belirlediği tersine işleyen bir mekanizmaya dönüşecektir.

Buna karşılık, grupların, eğilimlerin, siyasi programların çoğulculuğunu ve bunlar arasındaki biçimsel demokrasiyi bir örgüt ilkesi haline getirmek yerine; toplumsal hayatın temel hücrelerinde, Emek Partisi’nin kullandığı kavramla söylenecek olursa “birimler”de, gerçek toplumsal ilişkiler temelinde üretim ve yerleşim esasına göre belirlenmiş örgütler yaratmaya çalışmak, gerçekten yeni bir örgüt modelini denemek anlamına gelebilirdi. Katılımcılık, çoğulculuk ve demokrasinin, toplumsal değişimi gerçekleştirecek gerçek güçler arasındaki ilişkileri tanımlayan kavramlar olarak hayat bulmasının da başka yolu yoktur.

Birimler temelinde örgütlenme, başlıca iki büyük üstünlük sağlayacaktır. Birincisi, örgütlenme, alışılagelen, il ve ilçe örgütlerine dayanan “bölge esasına göre örgütlenme” biçiminden kurtulduğu için, “işçi ve emekçiler adına politika yapan partililer”in hayat bulduğu başlıca ortam kaldırılmış olacaktır. Büroların, çalışmanın merkezinde olduğu bütün örgüt biçimleri, kendilerini ne kadar sosyalist ya da “emekten yana” partiler olarak adlandırsalar da, yığınların politikaya çekilmesinden, sokak ve emekçi inisiyatifinden ne kadar çok söz etseler de, seçkin azınlığın partisi olmaktan kurtulamazlar. Politikanın doğrudan doğruya işçi ve emekçi yığınlar tarafından yapılmasını sağlamak, yığınların gücünü ortaya koyabilmek, yığınların kendi gündelik mücadelelerini yürüttükleri birimlerde kurulmuş kendi örgütleri aracığıyla gerçekleştirilebilir. Mevcut “kitle” partilerinde, partinin yığınlarla yüz yüze gelişinin yolları, ya yazılı ajitasyon ve propaganda malzemeleriyle, ya da seçimden seçime düzenlenebilen toplantılarla mümkün olmaktadır. Parti, kitlenin dışında, üzerinde bir yerdedir ve onunla görüşmek, özel koşullara, özel ortamların sağlanmasına bağlıdır. Amaç, yalnızca partinin görüşlerinin aktarılması ve oy verecek insanların etkilenmesi olunca, bu kadarı yeterlidir. Ama kitlelerin gücüyle gerçekleşecek köklü bir toplumsal dönüşümü hedef edinmiş bir parti için, bu örgütlenme tarzının hiçbir anlamı yoktur.

İkinci olarak, bu tarz örgütlenme, doğrudan bu hedefi gerçekleştirecek olan kitlelerin siyasal deneylerinin bizzat kendi ellerinde birikmesini sağlayacak, işçiler ve emekçiler, yönetici sınıf olmanın ilk bilgilerini burada elde edeceklerdir. Siyasal mücadelenin, partinin yöneticileri tarafından yürütülmesi ana fikrine dayanan eski tipteki partilerden tamamen farklı olarak, kendi taban örgütleriyle siyasete doğrudan katılmayı ve önce kendi kendilerini, sonra bütün bir toplumu yönlendirme ve yönetmeyi, işçiler ve emekçiler bu örgütlenme biçimi içinde öğreneceklerdir. Bu olanağı bugünden geliştirecekleri örgütlenme biçimlerinin yaratılması zorunludur.

Toplumsal çapta bir dönüşümün ancak kitlelerin köklü bir tarzda dönüşmesine bağlı olduğu ve bunun sağlanabileceği tek alanın da dolaysız siyasi mücadele olduğu gerçeği açısından, il ve ilçe teşkilatlarına dayanan parti modeli, her şeyden önce bunun gerçekleştirilebilmesinin önünde köklü bir engeldir.

Eski tipteki bu partiler, kendi içlerinde hiyerarşik yükselme olanaklarını ne kadar açık tutarlarsa tutsunlar, “katılımcı, çoğulcu, demokratik” ilkeleri ne kadar titizlikle uygularlarsa uygulasınlar, yalnızca biçim dolayısıyla, yönetim tarzının bürokratik, yöneticilerin niteliklerinin “seçkin” olmasının önüne geçilemeyecektir.

ÖDP’nin buna karşılık düşünebildiği tek yol, “Parti olmayan parti” olarak formüle edilen ve neredeyse federatif bir yapıyı öngören ve merkezi siyasal işlevlerin tümüne karşı olmayı ifade eden bir modeldir.

Bu biçim altında bir anti-hiyerarşi adası yaratma girişimi, başarısızlığa mahkûmdur. Bu iyi niyetler, ütopyalar, anarşik düşler ve yanılgılar karmaşasının, Türkiye’ye özgü koşullar içinde kendisini gerçekleştirebileceği hiçbir nesnel zemin yoktur. Bürolara dayanan herhangi bir biçimi temel biçim olarak kabul etmek, sonunda bu biçimin kendisine özgü ilişkileri de er geç dayatmasını kabul etmek demektir. Böyle bir biçim, salt biçimsel bir unsur olarak etkisiz kalamaz! Her biçim, belli bir içeriği temsil ettiği kadar, kendisine özgü içerikler de yaratır. Biçimsel olarak, bütün geleneksel parti modellerini örnek almak, ama onların ilişkilerinden farklı ilişkiler yaratmak ve ilişkilerin bürokratik ve despotik bir içerik almasını önlemek için gerekli koşulları sağlamaya çalışmak, bir bakıma akıntıya kürek çekmektir.

Bunun gerçekten sağlanabilmesi için ilk ve en önemli koşul, üye bileşiminin ve yönetimin ağırlıklı olarak, mücadele içinden gelen modern sanayi proleterlerinden oluşması ve bunlar eliyle örgütün tümüne işçi alışkanlıklarının ve geleneklerinin egemen kılınmasıdır. Kuşkusuz, bu hedefe ulaşmak, parti kurucularının ya da teorisyenlerinin niyet ve isteklerine bağlı değildir. Örgütlenmenin ve denetimin “aşağıdan” karakteri, tümüyle örgüt modelinin sağlayabileceği bir olanaktır.

Şu halde gerçekten katılımcı ve demokratik bir örgüt, emek kavramını eksen alan ve işçiler ve emekçiler arasında, eski siyasal ve ideolojik görüşleri bir ayrım çizgisi olarak kabul etmeyen, kitlesel hareket ve örgütlenme çalışmasını işçi tarzında yürütebilmenin gereklerini ölçü olarak alan bir örgüt olabilir.

Buradan da anlaşılabileceği gibi, “bütün solcuların birliği”ni hedefleyen ya da bunu az çok gerçekleştirmiş olmayı bir başarı olarak gören ÖDP’den farklı olarak, Emek Partisi, gerçek anlamda işçi ve emekçilerin birliğinin sağlanmasını önemsemektedir. Bu çerçevede de, “katılımcılık, demokrasi” kavramları, solcuların değişik grupları, feministler, vb. arasındaki ilişkileri değil, işçi ve emekçi kitlelerinin kendi aralarındaki ilişkileri tanımlayan bir içerik kazanmaktadır.

Hiç kuşkusuz, birim örgütlerinin ilişkide olduğu işçi ve emekçiler arasında, burjuva partilerine oy veren, onların görüşlerine inanan hatta bu partilerde yöneticilik yapan binlerce işçi bulunmaktadır. Bir devrimci işçi partisi, bütün bunları saflarında toplamak zorundadır. Fakat bu, partinin değişik siyasi fikirlerden işçilerin karmaşası olduğu anlamına gelmez. İşçilerin dünyaya partinin gözüyle bakmalarını sağlamak; partiyi, bütünüyle kendi hayatlarının bir parçası olarak örgütlemeleriyle mümkündür. Partinin kendi teorisi ve taktiği vardır ve bu, onu, düzen partilerinden ayıran devrimci özelliklerinin bir ifadesidir. Bu, bir çelişme gibi görünse de; gerçekte, değişik siyasi düşüncelere sahip işçilerin kendisine özgü ve net bir siyasi çizgisi bulunan parti safında mücadeleye katılabilmeleri, örgütlenme ve çalışma tarzının özellikleriyle sağlanabilir ve gerici siyasi partilere eğilim duymalarının gerçek ve nesnel bir nedeni bulunmayan işçi ve emekçi kitleleri, doğru saptanmış hedefler doğrultusunda yürütülen gündelik mücadele içinde ve birim örgütleri etrafında, kendilerini gerçekten ait oldukları yerde bulabilirler.

ÖDP’ye yol açan teorik belirlemeler içinde, partinin bu tarzda kavranmasına ilişkin bir işaret yoktur. ÖDP, yukarıda da belirttiğimiz gibi, esas olarak “solun birliği” kavramından yola çıkmıştır ve bu, kurtulmayı istediği “eski tipteki ilişkiler ve alışkanlıkların sürekli olarak yeniden üretilmesine kaynaklık edecek bir yoldur. Türkiye devriminin gerçek ihtiyacı; solcuların, sosyalistlerin birliği değildir. Bunun ilkeli ve ciddi bir birlik olamayacağı, olsa bile, bunun işçilerin ve emekçilerin bizzat kendileri tarafından yürütülmesi gereken mücadeleleri bakımından çok büyük önemi olmadığı görülmüştür. Önemli ve gerekli olan, emek güçlerinin birliğinin sağlanması ve güncel ve stratejik hedefler doğrultusunda birleşik mücadelelerinin örgütlenebilmesidir.

Özetle, “solcular ve sosyalistler arasında çoğulculuk, katılımcılık ve demokrasi” yerine; işçiler ve emekçiler arasında katılımcılık ve demokrasi. Bugün ÖDP ile Emek Partisi arasındaki en temel farklılık, diğer bütün ayrım noktalarını da belirleyen en önemli anlayış farklılığı işte budur.

 

MÜCADELE ÇİZGİSİ

ÖDP, 12 Eylül sonrasında, uzun bir dönem boyunca, yalnızca insan hakları örgütlerinde ve onların programları ve temaları etrafında mücadele olanağı bulabilmiş pek çok insanın, bu süreçte edindiği ve taşıdığı siyasal, ideolojik ve örgütsel alışkanlıkların, eğilimlerin etkilerin üzerinde kurulmuştur ve bunları büyük ölçüde programatik ilkeler halinde formüle etmiştir.

ÖDP programı, program mantığı ve parti programı kavramı açısından bakılınca, yadırganacak yenilikler taşımaktadır. Bir devrimci partinin programı, mevcut koşulların eleştirisi üzerinde yükselir. Bunlar, güncel ve konjonktürel olmaktan çok, sürekli ve görece kalıcı temel özellikler taşıyan, sistemin özünü yansıtan koşullardır. Bugünden yarına değişebilecek, değişmeleri ya da ortadan kalkmaları sistemin değişmesi anlamına gelmeyecek olan koşullar, eleştirinin içeriğini belirleyemez. Bunlar bir ölçüde, partinin güncel sorunlardan yola çıkarak daha derindeki ve kalıcı sorunlara doğru ilerleyişinin işretlerini vermek ve partinin o andaki gerekliliğini vurgulamak üzere, bir talepler listesinin çerçevesinde yer alırlar. Ama sistem eleştirisi, bunlar üzerinde yükselemez ve bunlarla sınırlanamaz. ÖDP programını belirleyen ana hedefler, insan hakları mücadelesinin güncel konularına fazlaca boğulmuştur. Kadınlara özgürlük, arkadaşıma dokunma, çevre tahribatına son, özgür ve yaratıcı kültürel ortam, kentlerde demokrasi gibi başlıklar altında özetlenen hedefler, belki de, en çok parti kurucularından Ahmet Çakmak’ın sözlerinde çerçevesini bulacak niteliktedir: “Rüzgâra karşı değil, rüzgârın götürdüğü yerde savaş!”

Bir yandan partiyi oluşturan birey ve çevrelerin sınıf karakteri, parti öncesindeki başlıca mücadele alanlarının izleri, diğer yandan, sosyalizm hakkındaki kuşkular ve arayışlar, ÖDP’nin programına içeriğini veren temel görüşleri belirlemiştir. Bu görüşler, “işçi ve emekçilerin gücünü kullanarak tekelci kapitalistleri ülke çıkarlarına uygun davranmaya zorlama”yı önerenlerden, “tembellik hakkı”nı sosyalizm tanımı olarak geliştirmeye çalışanlara kadar, bütün aydın eğilimlerini içermekte, onlara dayanmakta, ama işçi sınıfının ve kamu emekçilerinin yaklaşık on yıldır sürdürdükleri pratiği yansıtmamaktadır. Böyle bir mücadelenin izleri, etkileri ve deneyimleri üzerinde yükselen bir program, İnsan Hakları Derneği’nin “acil talepler” bildirisinden farklı olurdu.

ÖDP’nin en zayıf noktası budur. ÖDP, önemli ölçüde bir solcu aydın topluluğu özelliği göstermektedir. Ama bunun, son on, on beş yılın işçi ve emekçi hareketlerinin birikimiyle ilişkisi son derece zayıftır. Bu; kadro bakımından da böyledir, teori ve politika bakımından da böyledir.

Fakat ÖDP yazarlarını bu zayıflıktan ve bunun ülke çapındaki sonuçlarından daha fazla ilgilendiren başka bir problem vardır.

Parti ve ülke sorunlarına daima bir kent aydını perspektifinden bakan kimi yazarlara göre, partinin önemli sorunlarından birisi, “Mis Sokağı-Varoş Çelişmesi”dir. Bu bakış açısı, kendilerini “varoşların çocukları” olarak adlandıran “sol” grupların anlayışlarının simetriğidir. Partiyi en azından “imaj” bakımından belirleyen sosyal “güçler”in, “marjinal” hayat tarzına yatkın gençlerin ve aydınların endişesidir bu.

Bu, aynı zamanda, hangi sınıf güçlerinin toplumsal değişim için gerçekten güç olduğuna dair açık bir saptama yapma olanağını Marksizm’le kendileri aralarına koydukları mesafe yüzünden kaybetmiş olmanın da bir sonucudur. Küçük burjuva politika anlayışı, güncel hareketin görünüşlerinden yola çıkar ve gelecekteki bütün süreçleri geçici ama etkili unsurlar üzerinden yorumlamaya çalışır. Özellikle Gazi Mahallesi ve 1 Mayıs 1996 olaylarından sonra, ÖDP’li kimi çevrelerin gözü, buralarda etkin olan gecekondu gençliğinden başkasını görmemeye başlamıştır. Olağanüstü abarttıkları, iletişim teknolojisindeki gelişmeler, medya ilişkileri, reklâmcılık teknikleri vs. ile belirlenmiş bir açıdan bakıldığında, bundan başkasını görmek zaten çok mümkün değildir.

Kürt sorunu hakkındaki görüşler de aynı prizmanın ürünüdür. “Savaş bitmeden devrimcilik yapılamaz”, “derhal barış” gibi sözlerin ve sloganların, Türkiye işçi ve emekçilerinin mücadelesini, Kürt sorununun çözümüne bağlayan, “Kürt sorunu çözülmeden emekçilerin sorunları çözülemez” diyebilen bir “mücadele çizgisi”nin, işçilerin ve emekçilerin en örgütsüz oldukları koşullarda, en fazla baskıya ve saldırıya uğradıkları bir süreçte geliştirdikleri mücadelenin ürünü olduğu söylenemez.

Her mücadele biçimi, mücadelenin taktiği ve teorisi, doğrudan doğruya o mücadeleyi veren kitlelerin pratiğinin genelleştirilmesi üzerine kurulur. Yine farklı toplumsal katmanların ve sınıfların mücadelesi arasında öncelikler, bağıntılar ve karşılıklı etkileşmeler, belli bir politik hedefe göre ve onun gerçekleşme olanakları olarak değerlendirilir ve saptanır.

ÖDP’ye egemen olan bakış açısı, güncel ve “medyatik” olanla belirlendiği için, Kürt sorunu, emeğin genel ve temel sorunlarından birisi olarak değil, burjuvazinin ve emperyalizmin de bir biçimde çözebileceği bir sorun olarak görünüyor. Üstelik böyle bir çözümün, “devrimciliğin”, “emekçilerin sorunlarının çözülmesinin” önündeki engelleri temizleyeceği ileri sürülebiliyor.

İşçi hareketinden ve emekçilerin yıllardır sürdürdükleri mücadeleden kopukluğun bir sonucudur bu. Ana halkayı görememek, sınıf güçleri ve onların politik duruşları arasındaki ayrımı silmeyi de beraberinde getiriyor.

Bu mücadele anlayışına ve hedeflerine bir bütün olarak bakıldığında, ÖDP’nin, içinden doğduğunu söyleyebileceğimiz İHD’nin alışkanlıklarından, İHD tarzı politika yapma anlayışından uzaklaşamadığını, örgüt biçimi ve örgüt içi ilişkiler bakımından da bir dernek yapısını aşamadığını söyleyebiliriz.

 

Ağustos 1996

Yığın hareketi ve “sol” tasfiyecilik

Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında yer alan birçok yazıda, küçük burjuva solculuğunun yığın hareketi üzerindeki tahrip edici etkisine dikkat çekilmiş, bunların tasfiyeci bir konumda oldukları vurgulanmıştı. Son birkaç ayda yaşanan olaylar, önceleri, kimi iyi niyetli genç devrimciye “sert” görünen bu nitelemeleri doğrulayan yeni, somut veriler sundu. Sözü edilen küçük burjuva solcu gruplar, geçen zaman içinde, kitlelerden ve kitle hareketinden daha fazla koptular. Bu kopuşun doğal bir sonucu olarak, daha da sorumsuzlaştılar ve devletin provokasyonlarına zemin hazırlayan eylemleriyle “gündeme” girdiler.

Marksizm’in genel formüllerini; kitlelerin içinde bulunduğu siyasal koşulları, sınıf ilişkilerinin ve çatışmasının düzeyini göz önünde bulundurmadan her fırsatta yinelemeyi seven, en sert, “en keskin” mücadele biçimlerini savunmayı ve “yeraltı” örgütü olmayı, devrimciliklerinin “özel belirtisi” sayan bu grupların “tasfiyeci” sayılmasının kimi genç devrimcilerce “yanlış” görülmesini anlamak gerekir.

12 Eylül gericilik dönemi ile bu gericilik döneminden çıkış yılları boyunca, tasfiyecilik kavramı, devrimci örgütü ve esas olarak da yasadışı devrimci aygıtları tasfiye etmeye yönelik çizgi ve pratiği tanımlamak için kullanıldı. Kavramın bu tarz kullanımı, Lenin’in, muarızları Menşevikler için kullandığı 1907–12 gericilik yıllarındaki anlamına da uygundu.

Belirli bir tarihsel kesitte kavrama yüklenen bu özel içerik, zamandan soyutlanarak genelleştirildiğinde, elbette ki, “yeraltında” olmayı devrimciliğin mutlak kuralı sayan bir çizginin tasfiyeciliğini anlamak zorlaşacaktır. Ne var ki, açık örgütlenmenin mümkün olmadığı koşullarda, legal olanaklardan ustaca yararlanarak faaliyetin açık ve gizli yanlarını birleştirme becerisini göstermektense, gizli devrimci aygıtı açığa çıkarmak, onun pratiğini burjuva hukuk kuralları çerçevesine sıkıştırmayı hedefleyerek, partinin düzenle uyumlulaşmasıyla sonuçlanacak bir çizgiye yönelmek, tasfiyeciliğin özel bir türüdür yalnızca.

Ama tasfiyeciliğin bir tek biçimi olduğundan söz etmek mümkün değildir. Kitle hareketinin yönelimini hesaba katmayan, işçi ve emekçilerin gerçek politik ihtiyaçlarının üzerinde durmaya gerek duymayan ve yasal olanakları kullanmaya ve bu olanakları kitle hareketinin genel seyri içinde geliştirmeye uzak duran bir politikada ısrarlı olmak da tasfiyeciliğin bir başka biçimidir. Bu bakımdan, bugün yığın hareketinin kazanımları üzerinde sorumsuzca tepinen, bu hareket üzerinde uyuşturucu ve alıklaştırıcı bir rol oynayan, kendi dar grup çıkarlarını hareketin genel çıkarlarının önüne geçirerek devrimi, kitlelerin dışındaki bir devrimciler grubunun işi olarak gören; böylece de işçi ve emekçileri devrim fikrinden uzaklaştıran küçük burjuva grupların pratiğini de tasfiyeciliğin bu ikinci biçimi içinde değerlendirmek gerekir. Buradan çıkarak söylenebilir ki, gerçek anlamıyla ve bugünkü mücadelenin sorunları bakımından öne çıkan tasfiyecilik türü, “yeraltında” ya da yer üstünde olan ama yığın hareketini “sol”dan ya da sağdan torpilleyen küçük burjuva çizgi ve pratiktir.

 

YIĞIN HAREKETİNİN GÜNCEL İHTİYAÇLARI VE RADİKALİZM

Bu küçük burjuva grupları eleştirirken üzerinde ısrarla durduğumuz, yığın hareketinin gerçek ve güncel ihtiyaçlarını gözetmeyen her siyasi tutumun tasfiyeci bir pratik göstereceği saptamasının, denk düştüğü nesnel duruma bakıldığında, bu ihtiyaçların, sınıflar arasındaki çelişkinin politik bakımdan taşıdığı derinlik düzeyi tarafından belirlendiği görülecektir.

1989 bahar aylarından itibaren hantallıktan kurtulmaya, önlerine baskı, terör ve korkuyla çekilen engelleri yavaş yavaş kırmaya başlayan işçi ve emekçiler bugüne değin önemli bir birikim elde etti, deney kazandı. Ancak, sokağa ve alana çıkma eğilimi hızlanmasına karşın işçi ve emekçilerin içinde bulundukları geri bilinçlilik düzeyi, bu eylemlerin kalıcı ve ısrarlı taleplerle sürekli kılınamamasının nedenlerinden biri oldu. Diğer yandan, sendika ağalarının işçi ve emekçileri burjuvazinin yedeğine çekmek için yaptıkları manevralar da bu hareketin handikabıydı. Böylece örgütlü görünmelerine karşın büyük bir işçi ve emekçi kitlesi nesnel bakımdan örgütsüz kaldı.

Ayrıca, sosyalizmle işçi hareketi arasında hâlâ tam bir birlik sağlanamamıştır. Emekçilerin, kendiliğinden giriştikleri eylemler sırasında, mücadelenin ihtiyaçlarının ortaya çıkardığı kendilerine özgü birlik, platform vb. gibi örgütlenmeler oluşturmalarına karşın; bu örgütler kendiliğindenliğin izlerini taşıdıkları için sözü edilen sıkıntının günümüz koşullarında da sürmekte olduğu görülmektedir.

Kapitalizmin onları kendi çıkarlarına yabancılaştırıcı etkisinden sıyrılabilmeleri için, kitlelerin her zaman, burjuvazinin ve devletin uygulamaları konusunda açık bir teşhir faaliyetini takip eden bir meşruiyet anlayışının gelişmesine ihtiyaç duydukları göz önünde bulundurulduğunda, mevcut koşullarda hareketin, sürekli ama inişli çıkışlı ilerlediği görülecektir. Ne var ki, şimdi zulüm politikalarının görünür sonuçlarından hareket ederek -ve yine kendiliğinden- gelişen işçi ve emekçi eyleminin, yukarıda saydığımız örgütlenme zafiyeti, henüz açık sosyalist bir karakter kazanamamış olmak gibi nedenler yüzünden yardıma ihtiyacı vardır. Bu yardım, işçi ve emekçilere ancak mücadele içinde verilebilir.

Hal böyleyken, kitleler adına kitleler için politika yapıldığının öne sürülmesi sosyalizmle kitle hareketi arasındaki mesafenin ve açının biraz daha genişlemesinden başka bir sonuç vermeyecektir. Hareketin içinden, kitlelerin politik ikna faaliyetiyle birlikte süren bir politik örgütlenme faaliyeti, hareketin ileri unsurlarının politik ajitasyon ve propagandayla eylem içinde açığa çıkarılması ve daha ileri itilmesi için harcanan çaba -ancak ve ancak böyle bir çaba- geniş işçi ve emekçi kitlelerin içinde bulunduğu koşullara denk düşen bir pratik olacaktır. Hareketin güncel ihtiyaçları, politik örgütün bu koşullan gözetmesini ve duruma uygun manevralar yaparak kitlelerin üzerinde inisiyatif göstermesini gerektirir; bu raydan çıkmayı değil. Buradan, sonuç alıcı olan; parlak ama gelip geçici çatışma görüntüleriyle sağlanan psikolojik doyumla ilgisi olmayan, kitleleri devrimci bir sürece bir adım daha yaklaştırmayı hedefleyen bir anlayış doğrultusunda geliştirilmiş çalışmanın gerçek bir radikalizmi ifade ettiği sonucunu çıkarmak gerekmektedir. Kendilerini kitlelerden yalıtmış devrimci grupların molotof kokteylleri, silah şakırtıları, cam kırıkları ve cürümü kadar yer yakan ateşlilikleriyle ilginç ritüeller sergiledikleri söylenebilir ama eskimiş slogan ve yöntemlerin günün devrimci ihtiyaçlarını karşılamayacağı da son derece açıktır.

Oysa son zamanlarda ortalığı, devrimci eylem örneği olarak kaplayan birtakım sorumsuzca pratiklerin kitle hareketinin ihtiyaçlarını gözetmek gibi bir derdi yoktur. Ve bu eylemleri gerçekleştiren burjuva ve küçük burjuva sosyalist akımların sınıf hareketi üzerindeki etkisinin uyuşturucu, inisiyatifsizleştirici ve “sosyalist” tarzda alıklaştırıcı bir etki olduğu genel bir olgudur.

Gösterilen sorumsuzluktaki payları ve düzeyleri farklı olsa da, aynı başlık altında ele alabileceğimiz bu grupların, dergilerinde de övünerek söz ettikleri “eylemleri” son zamanlarda yoğunlaştı: Bankalar, faşistlere ait olduğu iddia edilen dükkânlar, sokaklar molotoflanıyor; işçi miting ve toplantılarında kürsüler işgal ediliyor, ölüm orucu ve süresiz açlık grevlerine destek olmak amacıyla gecekondu semtlerinde otobüsler yakılıyor, gerici-faşist partilere sempati duyan insanlar öldürülüyor ya da dövülüyor… Doğal olarak, gruplar, bu eylemlerini abartarak ve büyük bir övünme vesilesi yaparak sahipleniyor ve dergilerindeki üslup da buna uygun oluyor.

Bu eylemler boyunca hangi grubun “en cesur” olduğu, hangi grubun hangi elemanının eylemden kaçtığı, hangi grubun eyleme kaç kişiyle katıldığı uzun uzun anlatılıyor; her biri ötekine, sayılan konularda eleştiriler, karşı eleştiriler ve yine eleştiriler yapıyor. Kimisi hızını alamıyor “atılım” üstüne atılım gerçekleştiriyor. Yüz-iki yüz gençle bir “ayaklanma” gerçekleştiriyor ve ardından; ayaklanmanın başka başka bölgelere sıçratılmasını, giderek merkezileştirilmesini talep ediyor. “Milisler”inin önüne yeni ayaklanma görevleri koyuyor…

Andığımız akıma mensup grupların dergileri, baştan aşağıya bu tür övünmelerle doludur. Bunları ayrı ayrı ele almak ve sergilemek olanaksız ve gereksiz. Ancak geçtiğimiz aylar içinde yaşanan olaylardan birkaçında sergiledikleri tutumlardan verilecek örnekler aydınlatıcı olacaktır.

 

1 MAYIS’TA NASIL BİR ZAFER KAZANILDI?

Bilindiği gibi, bu yıl 1 Mayıs gösterileri yüksek bir katılımla gerçekleşti. En yüksek katılımın gerçekleştiği İstanbul Kadıköy’deki mitingi başlıca üç işçi konfederasyonu düzenlemişti. Mitingi, işçilerin baskısıyla düzenlemek zorunda kalan sendika bürokratları, 1 Mayıs’ın olabildiğince sönük geçmesi için hiçbir hazırlık yapmadılar, bağlı sendikaların katılımını adeta engeller bir tutum aldılar. Sendika bürokrasisinin bu yasak savma tutumuna rağmen 150 bin işçi ve emekçi; ama çoğunluğu sendikaların değil çeşitli parti ve örgütlerin pankartı altında mitinge katıldı. Bu kitlesel mitingde emekçiler kendi taleplerini dile getirdiler. İşçiler, gerek bağlı oldukları sendikaların, gerekse de sempati duydukları parti ve örgütlerin pankartı altında ama burjuvazinin özelleştirme, işten atma, sosyal güvenlik kurumlarını yok etme saldırılarına karşı sloganlarla alana aktılar.

Kuşku yok ki, böylesine yüksek katılımlı bir gösteri, sermayenin, saldırı paketi uygulamasını püskürtmek için büyük bir imkândı. Eyleme katılmamış işçiler bile sermayenin saldırılarının engellenebileceğine dair bir güven kazanacaklardı. Kısacası, İstanbul 1 Mayıs ‘ı, sermayenin saldırı programını geriye atmanın, daha ileri mevzide saf tutmanın yolunu açacak türde bir eylemdi. Ancak devlet, ustaca hazırlanmış bir saldırı örgütledi. Kuşkusuz, devletin göstericilere ateş açması ve kitlelerin meşru direnişi, yığınların sermaye ve iktidara karşı tepkisini azaltmayacaktı. Tam bu noktada sorumsuz küçük burjuva grupların sınıf dışı eylem çizgileri, eyleme katılış tarzları, giriştikleri rast gele kırıp dökmeler, saldırıya gerekçe olarak yığınlara gösterildi; devletin alanda üç kişinin ölümüyle sonuçlanan katliamının üstü, medyanın da gayretleriyle, küçük burjuva anarşizminin yönlendirdiği ve gösterinin temel yönü olmaktan uzak olan “eylem”lerde örtülebildi. Durumu kendi lehine çevirdiği hesabıyla, sermaye, daha önceleri yığın tepkisini göze alamadığı için bekletilen saldırı programını fütursuzca uygulamaya koyuldu: Polisin yetkilerinin artırılması, olağanüstü halin ülke çapında genelleştirilmesi gibi düzenlemeleri gündeme getirebildi; bundan sonra da kitlesel eylemlere karşı vahşice saldırdı. Ekonomik saldırı paketlerini devreye sokabildi. Burjuvazinin ve art arda gelen iki hükümetin bu saldırılara cüret göstermesindeki başlıca etkenlerden biri, kuşku yok ki, 1 Mayıs’ta yaşananları kendi lehlerine kullanmayı başarmalarıdır ki; bunda, küçük burjuva eylem tarzının, sorumsuz kırıp dökmelerin payı büyüktür.

Devlet, 1 Mayıs’taki olayları değerlendirerek kitleleri, bundan sonra uygulayacağı politik ve ekonomik saldırının meşruiyetine kazanma çabası harcarken ve toplumsal psikolojiyi kendi çıkarına uygun bir biçimde şekillendirmeye çalışırken küçük burjuva solcuları, tam bir fikir birliği içinde kendi tutumlarını “ZAFER” olarak lanse ettiler. Onların, zaferlerinin kanıtı olarak sundukları görüntüleri, devlet de kendi katliamını haklı göstererek üstünü örtmenin malzemesi olarak seçti.

Ortaya koydukları tutumun mutlak doğruluğu üzerinde ortaklaşan bu gruplar, zaferi paylaşmakta epey sorun yaşadılar. Saldırı kararını önce kimin aldığı, kimin daha çok bankayı tahrip ettiği, MHP binasını dağıtma inisiyatifini kimlerin geliştirdiği gibi tartışmalar sürüp gitti. Eyleme hangi grubun kaç kişiyle katıldığı konusunda uzlaşma sağlanamasa da, dergi sayfalarında sayılar boyu süren tartışmalar yapıldı.

Küçük burjuva solcuları için bir eylemin başarılı sayılmasının kıstası, eylem boyunca ortaya konan “radikallik”tir. 1 Mayıs’ın sermaye tarafından saldırılara vesile yapılmasına, emek güçlerinin kazanımlarının bir bölümünü kaybetme noktasına gelmiş olmasına bakmaksızın, polisle yapılan çatışmayı, bankaların tahribini vb. başarının temel ölçütü görmektedirler. Sonucu, sermayenin dizginsiz terörü olan çatışmalı bir eylemi, görkemli bir kitlesel gösteriye tercih ettiklerini ilan etmekte de bir sakınca görmüyorlar.

Peki, gerçekte Kadıköy’de yaşananların zafer olup olmadığını anlamak için hangi ölçüler kullanılmalıdır?

Sınıfın ve müttefiklerinin sermaye ile giriştikleri mücadelede daha ileri mevzilere yerleşmesi, taleplerin daha geniş yığınlara mal edilmesi, kitlelerin öncü kesimleriyle geri kesimleri arasındaki bağın güçlenmesi, sermayeye geri adım artırılması, yığınların bilinç düzeyinin ve öz deneyiminin gelişmesi gibi, sınıfların karşılıklı güç ilişkilerini esas alan kıstaslar ışığında yapılacak bir değerlendirme sağlıklı olabilir ancak.

Bu bakış açısından değerlendirildiği zaman, Kadıköy gösterisinin olumlu yönlerinin cam kırıklarıyla gölgelenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Burjuvazi, elindeki tüm imkânları kullanarak, gösterilere katılanların önemsiz bir yüzdesini oluşturan sınıf dışı grupların yaptıklarına dair görüntüleri, eylemde ortaya konan genel tutumu gölgeleyecek tarzda sunmayı başarmıştır. Bu da, geri bilinçli geniş emekçi yığınlar ve eyleme katılan emekçiler üzerinde olumsuz bir etki yaratmıştır.

Küçük burjuva gruplar, gösterinin başından itibaren provokasyona açık bir tutum sergilemişler; yüzlerini maskelerle kapatma, sınıfın taleplerini bir kenara atıp yalnızca gruplarını yücelten pankartlar taşıma, kitlelerle aralarına zincirler koyma gibi tutumlar geliştirerek, sıradan emekçilerin gözünde, polisin saldırısına meşruiyet kazandırıcı eğilime girmişler; bunları da “devrimciliklerinin” vazgeçilmez bir parçası olarak görmüşlerdir.

Gelgelelim kendi adlarını duyurmayı başlı başına bir amaç haline getirmiş olan grupların, sınıf mücadelesinin genel çıkarlarını gözeterek davranmalarını beklemek saflık olur. Onların içinde bulundukları bu konum, düşünce sistematiklerinin olduğu kadar, yığın hareketinden tecrit olmuşluklarının da bir ifadesidir. Bunun için işçi ve emekçi sınıfların kitlesel eylemi içinde yer bulamamanın telaşıyla, anlamsız sansasyonel eylemlere yöneliyorlar; emekçi gösterilerini sabote ediyorlar, her şeye tepeden bakıyorlar. Sonuçta yığın hareketi karşısındaki konumları tasfiyecilik oluyor.

 

SORUMSUZLUKTA UÇ NOKTA: KÜRSÜ İŞGALLERİ

Kadıköy’deki 1 Mayıs eyleminde yaşanan kürsü işgali, küçük burjuva sorumsuzluğunun varmış olduğu noktanın somut bir göstergesiydi. Ve doğallıkla, yaşanan bu olumsuzluktan onu yaratanlarca da ders çıkarılması, tekrarlanmaması beklenirdi. Ama anlaşılıyor ki, kürsü işgali, sorumsuz küçük burjuva grupların keşfettiği yeni bir eylem türüdür, İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu’nun düzenlediği İşçi Kurultayı’nda da, benzer bir işgalin gerçekleştirilmesi başka türlü açıklanamaz.

Kadıköy’de kürsüyü zapt edip bayrak asan grup, bu davranışını “onlar (sendika bürokratları) o kürsüyü hak etmemiştir, kürsü ilk defa gerçek sahiplerince kullanıldı” açıklamasıyla savunmuştu, insanın hemen aklına geliyor: Onları alaşağı ediyorsun hadi, kendini hangi hakla kürsünün gerçek sahibi ilan ediyorsun? Sana bu hakkı kim veriyor? Yoksa kendini oraya layık görmeni işgal için yeterli mi buluyorsun?

Sendikaların yönetimindeki bürokratların, bulundukları koltukları hak etmedikleri, bir çeşit “işgalci” oldukları doğrudur. Ancak onların hile karıştırılmış da olsa seçimle yönetime geldikleri, üyeleri tarafından beğenilmeseler de yönetici görüldükleri de aynı şekilde doğrudur. Yüz binlerce üyesi olan sendikaların seçilmiş kötü yöneticilerinin alternatifi, seksen küsur kişiden oluştuğu ilan edilen “muhalefet” grubu değildir.

Peki, büyük bir marifet sayılan böylesi bir kürsü işgali, işçi kitlesinin söz konusu kötü yöneticiyi yargılamasına, ondan kopmasına yol açabilir mi? Böyle bir sonuç vermeyeceğini sınıf hareketiyle şöyle veya böyle bir temas halinde olan herkes bilebilir. Yine bilinebilir ki, bu davranış; sabırlı bir şekilde sendikalarda faaliyet gösteren, sendikaların bürokrasinin kötürüm edici etkisinden kurtulması için çalışan sınıf bilinçli işçi ve sendikacı kuşağının işini zorlaştırır. Buradan da şu sonuç çıkar ki; eylemleri ne kadar keskin görünürse görünsün, sloganları ne kadar devrimci görünürse görünsün, küçük burjuva sorumsuz grupların kitle hareketi üzerindeki etkisi tahrip edicidir, tasfiye edicidir.

Kürsü işgali üzerine yaşanan tartışmalar ve geliştirilen savunmalar, bu solculardaki yozlaşma ve bozulmanın derecesi hakkında da fikir verici nitelikteydi. İşgale katılamamış diğer küçük burjuva gruplar, istisnalar sayılmazsa, birlikte yapılması gereken bu işgalin yalnızca bir grup tarafından gerçekleştirilmesini eleştirdi. Ortak karara rağmen fırsatçılık yapıldığı söylendi. Bu eleştiriler hemen cevaplandırıldı, karşı suçlamalar geliştirildi. Ama bu davranışın sınıf hareketinin devrimcileştirilmesine bir katkısı bulunmadığını söyleyen ya da en azından sorunu bu perspektifle ele alan olmadı.

Bu işgalin bir benzeri 14 Temmuz’da gerçekleştirilen İstanbul İşçi Kurultayı’nda yaşandı. Yalnız bu kez, kürsüde oturanlar sendikaların yüksek bürokratları değil, bu bürokratlara karşı bir oluşum yaratan sınıfa yakın sendikacılar ve işçilerdi. Fakat onlara da bir kulp bulundu: Emek Partisi tarafından yönlendiriliyorlardı! Eh, bu da işgal için az bir gerekçe sayılmazdı.

Bize söz hakkı verilmezse biz de çıkar zorla konuşuruz! İşçi Kurultayı’ndaki kürsü işgalinin dayandırıldığı mantık bu oldu. Kurultay delegeleri belirlenmişti, delegeler kendi adlarına kimlerin konuşacağını saptamıştı. Kurultayın gerçekleşmesine katkısı dergi köşelerinde “şöyle olmalı, böyle yapılmalı” diye akıl vermekten ibaret kalan sorumsuzlar, konuşma isteklerinin kabul edilmemesini işgal gerekçesi yaparak aylardır yürütülen sabırlı çalışmanın ürününe kastetmekte sakınca görmüyorlar. Sosyal güvenlik hakları gasp ediliyormuş, özelleştirme devam ediyormuş, sendikasızlaşmanın hızı artıyormuş… Bu ve benzeri olgular onları hiç ilgilendirmiyordu; kendi gruplarının gövde gösterisini yapabilmek için ellerinden gelse kurultayı dağıtmayı tercih ederlerdi.

Örnekleri çoğaltmak gereksiz. Verdiğimiz iki örnek, küçük burjuva anarşizminin yığın hareketi karşısındaki gerici konumunu yeterince sergiliyor. Bu grupların son birkaç yıldaki evrimine göz attığımızda, küçük burjuva sol tasfiyecilik olarak tanımlanabilecek akım içindeki grupların genel özellikleri üzerine sonuçlar da çıkarılabilir.

Bilimsel sosyalizmle ilişkisi ancak en genel formülleri tekrarlamak düzeyinde kalan bu küçük burjuva sosyalizm akımının, birtakım mücadele biçimlerini mut-laklaştırmasının, kitleler adına davranan bir öncü tabakanın eylemlerini esas almasının temelinde, kuşkusuz bu çarpık sosyalizm anlayışı vardır. Ancak, bu denli yozlaşmış bir eylem çizgisine sürüklenmiş olmaları, yalnızca sosyalizmi kavrayışlarıyla açıklanamaz. Yaşadıkları iç çatışmalarla, geçirdikleri ayrılma-birleşme süreçleriyle devrimci örgüt yaşantısından uzaklaşan bu grupların kitle hareketinden kopması kaçınılmazdı. İzledikleri çizgi ve pratik, içe dönük örgüt hayatı onları kitle hareketinin dışına itti. Onlar da bu itilmişliğin hırçınlığıyla kitle hareketi karşısında gerici bir mevzide konumlandılar.

Bu grupları bu düzeyde yozlaştıran şey, işçi ve emekçi hareketinin dışına düşmüş olmaları; hareketin ileriye veya geriye gidişinde kendilerinde sorumluluk görmez duruma gelmeleridir.

Düşünce sistematiği bakımından, doğrudan doğruya Latin Amerika’nın küçük burjuva devrimci teorisyenlerini izleyen, silahlı eylemleri yıllardır savunup uygulayan bir Devrimci Sol’un, teorik bakımdan Leninist tezlere daha bağlı görünen MLKP’den daha sorumlu, ya da aynı anlama gelmek üzere daha az sorumsuz davranmasının açıklaması da buradadır: Kitlelerle az da olsa bir ilişkisi olmak, emekçi sınıflar hareketiyle teması olmak, sistemli maceracı görüşlerine rağmen, DHKP-C’yi MLKP ölçüsünde bir yozlaşmadan korumuştur. Sonuçta görülmüştür ki, küçük burjuva solculuğu, yığın hareketinin kaygılarından ” özgür”leşmiş olduğu ölçüde sorumsuzluğunda sınır tanımamaktadır.

Bu eğilim, yığın hareketinin dışında durmasına karşın yığın hareketini tepeden bakarak yargılamakta ısrar eder. İşçi hareketinin ve sendikal hareketin gelişmesine katkısı yoktur. Ama sendikal hareketi, sınıfa yakın sendikacıları, “kendi sorunlarına, devrimcilere” yeterince sahip çıkmadıkları için mahkûm eder. Sendika bürokrasisinin engellerinin aşılması amacıyla oluşturulan platformların gelişmesine katkı sunmak aklından geçmez ama bir muhasebeci titizliğiyle bu oluşumların eksikliklerini listeler. Sendika bürokrasisini sevmez, sınıfa yakın sendika şubelerini yeterince cesur bulmaz; “süper devrimci sendikalar” ise gerçek hayatta olmasa da imgeleminde hep vardır. Bu durumda onu, her platformda bir şekilde kürsü elde edip “en devrimci” fikirlerini ifade etmekten kimse alıkoyamaz. Saygı duruşu ve devrim andı yapılmamışsa hele, onu kimse tutamaz. Çıkar, kürsüyü işgal eder…

Bu türden solculuğun tersyüz edilmiş sağcılık ve ekonomizm olduğu hep söylenmiştir. Bugün de doğrudur. Küçük burjuva solculuğu, sağcılıkla en keskin solculuğun uygunsuz bileşiminin temsilcisidir. Bazen SHP hükümetine reform talepleri sunar ve gerçekleşmediğinde silaha sarılır. Bazen grevci işçiye destek olmak için patrona silah sıkar. Bu tarz bir çelişki, son ölüm oruçlarında belirgin bir şekilde yaşandı. Açlık grevi ve ölüm orucuna yatmış tutukluları desteklemek için, bir yandan taleplerin insani, kabul edilebilir olduğunu kamuoyuna açıklayarak duyarlılık ve destek çağrıları yapan bu gruplar, bir yandan da sokaklara molotof kokteylleri atarak, otobüsleri ateşe vererek devleti anlaşmaya zorlamaya çalıştılar.

Oysa eğer insani taleplerin elde edilmesi için “insan olan herkes” duyarlı olmaya, cinayeti önlemeye çağırılıyorsa, duyarlılık azaltıcı, çağırılan kitlelerin tepkisini çekici türden bir pratiğin sergilenmemesi gerekir. Aksi durumda desteğin kösteğe dönüştüğü, son birkaç aylık süreçte kanıtlandı. Bu bakımdan küçük burjuva solcu eylem anlayışının kitle hareketi üzerindeki engelleyici etkisini gidermek, sınıf hareketini baltalayıcı pratiği mahkûm etmek, bugün devrimci bir görevdir.

 

Ağustos 1996

Lenin ve felsefe

(Bu yazı, Aydın Çubukçu’nun İstanbul Evrensel Kültür Merkezi’nde 27 Nisan 1996 günü aynı başlıkla yaptığı konuşmadan derlenmiştir.)

Genellikle siyaset adamlarının felsefeyle ilişkisi, ya bir hobi, merak, ilgi düzeyindedir veya kendi eylemlerini düzenlemenin bir yolu olarak felsefeye ilgi duyarlar. Lenin’in felsefeyle ilişkisi ve ilgisi bunlardan oldukça farklıdır. Bir örneğini de Mao Zedung’da görebileceğimiz bir başka türden ilgidir, Lenin’in felsefeyle ilişkisi.

Lenin’in felsefeyle ilişkisinin ilginç bir özelliği vardır. Felsefe üzerine başlıca yapıtı olan “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserini 1908’de yazmıştır. 1908, Rus devrim tarihinde bir yenilgi sonrası dönemdir. 1905 Devrimi yenilgiye uğramıştır. Parti içinde bir gericilik akımı; düzenle uzlaşma eğilimleri baş göstermiştir. Bu arada bazı teorisyenler devrimin yenilgisinin sancılarıyla, teori arasında bir ilişki aramaya başlamışlardır. Bu da felsefeye, daha genel olarak da Marksist felsefeye kuşku biçiminde ortaya çıkmıştır. Diyalektik materyalizmin yeniden yorumlanması, revize edilmesi, Marx’ın Engels’in yazdığı biçimde değil de yeniden yorumlanmış haliyle anlaşılması yolunda eğilim baş göstermiştir. Lenin bu girişime karşı Marksist felsefeyi, Marx ve Engels’te yaratıldığı biçimiyle, savunmaya ve revizyondan geçirilmek istenen bu felsefeyi yeniden kurmaya yönelmiştir. Bu yüzden “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eser, materyalizmi savunmak, diyalektiği yeniden ve tahrip edilmemiş biçimiyle partiye anlatmak için yazılan bir eserdir. Ama dikkat çekmek istediğim ilginç nokta şudur: Lenin’in felsefe üzerine çalışmaları asıl olarak 1914, 1916 yıllarında yoğunlaşır. Yani temel felsefi eseri olarak kabul edilen “Materyalizm ve Ampriokritisizm” yazıldıktan aşağı yukarı 7–8 sene sonra Lenin, felsefede kendini yeniden derinleştirme ihtiyacını duymuştur.

“Materyalizm ve Ampriokritisizm”de eleştirdiği insanlar, arasında Lunaçarski vardı, Bogdanov vardı. Çok önemli, sonraları Marksist felsefe üzerine araştırmalarıyla, teorileriyle, eleştirileriyle tanınacak kimselerdir bunlar. Onları eleştirirken Lenin, kendilerinin kullandığı bir sözden hareket eder: “diyorlar ki onlar, yolunuz yanlıştır. Ulaşacağınız sonuçlar da belki yanlış olacaktır. Ama biz bir arayış içindeyiz” diye yazar ve yanıtlar: “ben de bir arayıcıyım. Bitmez tükenmez bir yoldur, Marksist felsefe üzerine çalışmak, kendi payıma ben de felsefede arayanlardan biriyim.”

Lenin, kitapla ilgili notlarında “Marksizm’in kılığı altında bize bilmem hangi tutarsız karmakarışık gerici şeyi sunan kişilerin nerede yollarını şaşırdıklarını araştırmayı kendime görev bildim ” diyor. Dolayısıyla Ampriokritisizmin temel içeriğini oluşturan ilke, Marksist felsefenin savunulması, onun revize edilmesine karşı gerçek temellerinin ortaya konulması ve içeriğinin bozulmadan partiye aktarılmasını sağlamaktır.

Kuşkusuz, Ampriokritisizmi, sahip olduğu felsefi içeriğinin yanı sıra, siyasi bir polemik kitabı olarak da değerlendirmek mümkündür.

Devrimin yenilgiye uğradığı 1908’lerden sonra partide, Gorki’nin de kısmen aralarına katıldığı tanrı arayışçıları, maddenin gerçekliği konusunda kuşkular ileri süren teorisyenler türemişlerdi. Bunlara karşı materyalizmin temel tezlerinin savunulması bir gereklilik haline gelmişti. Şimdi materyalizmin savunulmasının pratik politika açısından önemi nedir diye bir soru sorduğumuzda buna vereceğimiz yanıt, Lenin’in bu kitabı böyle bir dönemde ele almasının nedenlerini daha kolay anlamamızı sağlayacaktır.

Her şeyden önce, işçi sınıfı politikasının; devrimci bir politikanın kalkış noktası, dünyanın değiştirilebilir olduğuna dair materyalist tezdir. İnsanın madde üzerinde eylemli olarak etkili olabileceğini, maddeyi değiştirebileceğini kabul etmedikçe, devrimci politika yapılamaz.

Dünyayı bir nesne olarak kavrayarak bunun üzerinde eylemli insan etkinliğini yani toplumsal bir etkinlik olarak insanın kitlesel etkinliğini örgütleyebilmek her şeyden önce böyle bir ön-kabulü gerektiriyor. Bu dünya değiştirilebilir mi?

Materyalizm ve idealizm arasındaki temel fark, bu sorunun yanıtındadır. İdealizm bu soruyu dünyanın yaratıldığı gibi kalmak zorunda olduğunu iddia ederek yanıtlar; materyalizme göre ise bu dünya, eylemle değiştirilebilir bir nesnedir.

Bütün dinler ve felsefeler kapsamında söylüyorum, idealizm, evrenin ve maddenin yaratıldığı gibi kalacağı, çünkü tanrı iradesiyle oluşmuş bir şeyin, insan iradesiyle değiştirilemeyeceği görüşünden yola çıkar. Varlık üzerinde etkili olunmak, onu değiştirmek, değiştirmeyi istemek tanrıyla bir çatışmaya girmek demektir. Tanrının yaratmış olduğunu, -özellikle siyasi düzlemde ele alındığında- onun kurduğu düzeni değiştirmek insanın harcı değildir. Geçmiş bütün felsefelerin, özellikle Ortaçağ skolastisizminin politikayla çok yakın bir ilişkisi vardır

Tanrı, yukarıdan aşağıya bir kuruluş gerçekleştirmiştir. Dünyanın yaratılışı belli bir sıralamaya, hiyerarşiye göre olmuştur. Ve bu hiyerarşi asla bozulmaz. En üstte tanrı, kral ya da papa (tanrıyla papanın yeri, politik dönemlere göre yer değiştirilebilir) onun altında belli başlı yönetici sınıflar, o noktada halk, toprak köleleri vardır. Bu piramit tersine çevrilemez. Neden çevrilemez? Çünkü bu sıralamanın bozulması, tersine çevrilmesi doğrudan doğruya, piramidin en tepesinde bulunan tanrıyı ortadan kaldırmak anlamına gelecektir.

Skolastik felsefe genel olarak idealizmin bütün türleri, politik örgütlenmeyle, siyasi devlet düzeniyle böylesine sıkı sıkıya bir bağlılık içindedir.

Sonraki dönemlerde de, kapitalizmin gelişmesi, bu felsefenin önemli ölçüde tahribatına yol açmıştır. Burjuvazi, devrimci bir sınıf olarak kendisini tarihe dayattığı andan itibaren feodalizmin bütün ekonomik ve toplumsal sistemini olduğu gibi, düşünce sistemini de eleştiriden geçirip değiştirmeye girişmiştir.

Fransız Devrimi’nin ortaya çıkarttığı ilerici düşünceler genellikle materyalist bir karakter taşır. Aydınlanma döneminin filozofları kralı sorgulayabilmek için, doğrudan doğruya tanrının da yerinin sorgulanması gerektiğini düşünmüşler ve böyle bir sorumluluk altına girmişlerdi. Devrimin yıkıcılığının sınırları dine kadar uzatılmıştı.

Aslında, birçoğu tanrıtanımaz değildi. İçlerinde Spinoza gibi ateist materyalistler olduğu gibi, tanrıtanımazlığını Hıristiyanlık içinde kalarak ifade edenler, Voltaire gibi tanrıya inanan, ve onun kutsallığını korumak için dünyevi olan şeyleri ve en önemlisi de; devleti, tanrının dışında tutanlar vardı. Bunlar aralarındaki bu türden farklılıklara karşın sonuçta devlet ve tanrı ilişkisini devrimci burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda koparmaya yönelmişlerdir. Bu şunu gösteriyor: Herhangi bir siyasi rejimle hesaplaşmak demek, o siyasi rejimin manevi yapısıyla da hesaplaşmayı gerektirir.

Kapitalizm ilerledikçe, burjuvazi reaksiyoner bir tutum takınmaya başlamıştır. İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların alttan gelen baskısı, burjuvaziyi, yönetici bir sınıf olarak aynı zamanda gericileştiren bir sınıf haline de getirmiştir. Fransız Devrimi’nin o büyük coşkusu, yıkıcı, tahrip edici, dünyayı dönüştürücü etkisi geçmeye başlayınca, devlet ve din ilişkisi de kapitalizm tarafından yeniden sabitleştirilmiştir. Gerçi din ve devlet, sekülarizm ya da laiklik denilen akımlar doğduktan sonra yönetim bakımından birbirinden ayrılmışlardır. Ancak ideolojik ve politik birlik zemininde, din ve siyaset daima iç içe geçmiştir. Her zaman belirli bir eylemin din açısından ne anlama geldiğini tartışmak, kapitalizm ve burjuvazi açısından önem taşımıştır.

Krallığı, feodalizmi yıkarken, neredeyse aşırı bir din düşmanlığına soyunan burjuvazi, kendisi bir yönetici sınıf olarak örgütlendikten sonra, dini, altındaki sınıflara karşı yeniden bir silah olarak kullanmaya başlamıştır.

Bu noktada, işçi sınıfı ya da diğer ezilen sınıflar için dinle hesaplaşmak sorunu, yeniden gündeme gelmiştir. Ancak bu yeni bir şey değildir ve kapitalizme özgü bir fenomen olarak görmemek gerekir.

Alt sınıfların dinle hesaplaşması, din karşısında bir tutum takınması sorunu, tarihin eski dönemlerinde de gündeme geldi. Tipik bir örnek olarak Thomas Münzer ayaklanmasını gösterebiliriz. Thomas Münzer ayaklanmasında din, açıkça reddedilmez. Ama dinde bir reform isteği vardır.

Papalığa ve onun topraklar üzerindeki egemenliğine karşı toprağın ve insanın özgürleştirilmesi için, tanrının ve İsa’nın yoksul olduğu ve mülkün, ancak onun üzerinde çalışan insana ait olabileceği yolunda bir dinsel sapma ortaya çıkmıştır. Toprak kölelerinin isyanı olarak gelişen Mazdek hareketi de Münzer ayaklanmasına benzer bir içerik taşır. İsyanın ideolojisi doğrudan doğruya ateizme ulaşmıştır.

Anadolu’daki Türkmen ayaklanmalarının pek çoğu da belli başlı Sünni dogmalara karşı, halkın kendisine özgü inançlarını geliştirme çabası ile birlikte olarak ortaya çıktı. İsyancılar tanrıyı farklı anlıyorlar, dini farklı tanımlıyorlardı. Türkmen geleneği dediğimiz, bir biçimde kendisini Alevilikle sürdüren inançlar sistemi aşağıdan gelen sınıfların dinle hesaplaşmasının bir sonucu olarak kendisini gösterir.

İşçi sınıfı ise, yeni bir inanç sistemi yaratmayı değil, birer ideoloji olarak inançların tümünü insan hayatının dışına sürmeyi amaçlar. Çünkü Marx’ın tezine göre, kapitalizm; insanın kendisine yabancılaşmasını en yüksek noktasına çıkarmıştır. Bunun yıkılmasıyla birlikte insan, her türlü yabancılaşmadan kurtulacaktır. Din bir yabancılaşmadır. Çünkü doğrudan doğruya insanın eyleminin sonuçlarını, kendisinden koparmaya yönelik düşünceler sistemi geliştirmiştir.

Üretiyoruz, savaşıyoruz, toplumsal ilişkiler kuruyoruz, bunların hepsi nihayet insanın insanla ilişkisinin sonucunda ortaya çıkıyor. Hiçbir şey bize dışarıdan dayatılmış, dışarıdan verilmiş ve değiştirilemez olarak sabitleştirilmiş değildir. Ama toplumsal ilişkilerin belli bir yerinde, insan, bütün bunların değiştirilemez ve kendisine dışarıdan verilmiş şeyler olduğunu düşünmeye başlar.

Kendi yarattığını başka bir şeyin sonucu olarak görmek; yani insanın, nedenlerle sonuçlar arasında kendisinin denetleyemediği bir sürecin bulunduğunu varsayması, yabancılaşma anlamına gelir. Marx, bunu bu üretim süreci için, “Kapital”de işçinin ürününe yabancılaşması olarak tanımlar. Fabrikada çalışıyorsunuz, bir şeyler üretiyorsunuz, ama üretiminizi ve üretiminizin sonuçlarını denetleyemiyorsunuz. Ürettiğiniz şey size yabancı bir nesne halinde doğuyor. Daha genel bir çerçevede bakarsak, toplumsal ilişkileri biz yaratıyoruz, kendi aramızdaki ilişkiler olarak ürüyor bunlar; siyaset bizim hayatımızın bir parçası olarak doğuyor, din bizim hayatımızın bir parçası olarak doğuyor, ama bunların hiçbiri kendisini hayatımızın bir ürünü olarak göstermiyor, bunların bize dışarıdan dayatılmış olduğunu düşünüyoruz. Bu bir yabancılaşmadır.

Bu, kendi yarattığımız şeylerin, karşımıza birer düşman olarak çıkmasıdır ve bu, yabancılaşmadır. Din gibi, siyaset gibi, gelenekler gibi, kimi kültürel yaşam unsurları gibi pek çok şey, doğrudan doğruya bizim toplumsal hayatımızın bir ürünü olarak çıkmış olmalarına rağmen bizim varlığımızı tehdit eden, bize karşı çalışan, bizi baskı altına alan nesneler olurlar.

Neden ile sonuç arasında, yaratmayla, yaratılan ürünün hareketi arasında bizim denetleyemediğimiz, sonuçlarını belirleyemediğimiz bir yeni ilişkiler sistemi oluşur. O zaman da biz kendimizi etkin özneler olarak kavramak yerine; edilgen, yönetilen ve hep böyle kalacak olan bireyler olarak görmeye başlarız.

İşçi sınıfı politikası yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasına, yöneten yönetilen ikiliğinin son bulmasına yönelik genel bir ilke saptar:

Yönetenler ve yönetilenler biçimindeki bölünmeye son vermek; nihai amaç budur. Komünizm, insanın yabancılaşmadan tümüyle kurtulduğu sömüren sömürülen ilişkisinin ortadan kaldırıldığı, yöneten yönetilen ilişkisinin yok edildiği bir toplumsal hayatı önerir. Bunun gerçekleştirilebilmesi için ise, her şeyden önce gerçekleşebilir olduğunun düşünülmesi gerekiyor. Marksist felsefenin içeriği budur. İşçi sınıfı, çok basit olarak maddeye hâkim olabileceğimizi, dünyayı değiştirebileceğimizi söyler bize; madde bizim dışımızda ve bizim kontrolümüzün ötesinde bir varlık değil, doğrudan doğruya eylemimizle onu denetleyebileceğimiz bir yerde duruyor. Onu değiştirebilir, onun değiştirilmesi süreçlerini denetleyebilir ve nedenlerle sonuçlar arasında doğru bağlantılar kurarak ona egemen hale gelebiliriz. Materyalizmin, idealizmden politik ve toplumsal bakımdan farklılığı, işte dünyanın değiştirilebilir olduğuna dair bu saptamada ortaya çıkar. Tartışma basitçe, maddenin varlığı ya da yokluğu, maddenin insan hayatının içinde mi yoksa dışında mı olduğu sorusu ekseninde dönüyor gibi görünse de; tartışmanın sonunda gelip bağlandığı nokta, toplumsal ve politik bir noktadır.

Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”i yazma konusunda gösterdiği çabanın anlamını da bu nokta açıklar. Partinin içinden birileri çıkıp da “madde yoktur, madde bizim düşüncemizin ürünüdür dediğinde, Lenin “der, ne olacak desin” demiyor, çünkü o birileri çıkıp da madde bizim düşüncemizin ürünüdür, bizim dışımızda bir varlığı yoktur demeye başladığı andan itibaren bütün siyasal yapıların, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin, partinin görevinin vs. egemen sınıflar açısından düşünülmeye başlandığı bir sürece girilmiş olunuyor. Felsefe bu bakımdan siyasi bir rol üstleniyor. “Materyalizm ve Ampriokritisizm”i, bu bakımdan felsefi bir eser olmaktan çok, parti içindeki polemikleri yönlendirmeye ve onlara çeki düzen vermeye yönelik siyasi bir eser olarak değerlendirmek gerekir.

Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm” dışında tamamlanmış felsefi bir eseri yoktur. 1916’da “Diyalektik Sorunu Üzerine” başlığını taşıyan bir çalışma yapmaya niyetlenmesine karşın bir türlü tamamlama fırsatı bulamaz.

Bunun ötesinde, Lenin’in yayınlanmasını düşünmeden kaleme aldığı defterler dolusu felsefe yazıları vardır. Belki amacı bu defterleri yazarken kendi kafasını açmak, felsefeyi öğrenmekti. Aslında, ben de bir arayıcıyım diyordu. Bu arayışının bir ürünü olarak 1914–1916 yılında, devrime bir yıl kala, yani en karışık, en yoğun politik ve toplumsal olayların yaşandığı dönemde bu defterleri kaleme almıştır. Bu sıralarda Birinci Dünya Savaşı patlamış, emperyalizm, henüz Marksistler tarafından teorik bakımdan çerçevesi tamamlanmamış bir olgu olarak ortaya çıkmış, çetin bir sınıf mücadelesi ortamına girilmiş; Almanya, Fransa, İngiltere hatta Osmanlı İmparatorluğu büyük karışıklıklara düşmüş; bu ülkelerdeki sınıf mücadeleleri ve devletlerin birbirleriyle savaşları tüm dünyayı sarsmaya başlamışken Lenin’in oturup felsefe çalışması son derece ilginçtir. 1914–1916 yılları arasında tutulan bu defterler karıştırıldığında görülecektir ki, Lenin, inanılmaz felsefe ve mantık problemleriyle uğraşmaktadır. Hegel’in, yanına yaklaşmaya bile cesaret isteyecek karmakarışık dilini kavram kavram çözmeye çalışır; başka işi yok herhalde!

Felsefe çalışmaları sürerken, bu 2 yıl içinde çıkarttığı gazete, yazdığı makaleler, parti için kaleme aldığı bildiriler ve kitaplar vardır. “Emperyalizm” adlı kitabı bu dönemde yazar. “Sosyalizm ve Savaş” broşürünü bu dönemde yazar. “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” çok geniş kapsamlı bir makalesi bu dönemde yazılmıştır. “Sosyalist Devrim” ve “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” broşürünü bu dönemde yazar. Diğer onlarca makalesinin sözünü etmiyorum. Harıl harıl felsefe çalışırken neden bunları yazıyor. Felsefe kitabı yazsa daha iyi olmaz mıydı acaba?

Şimdi sorun şurada; felsefenin ne olduğuna verilen yanıtla bu ürünler arasında çok dolaysız bir ilişki var. “Emperyalizm”, “Savaş Sorunları”, “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” üzerine gibi kitaplar, 1914–1916 yılları arasındaki o yoğun felsefe çalışmaları içinde ortaya çıkmış, katıksız polemik ürünleridir. O dönemde Avrupalı sosyalistler arasında, dünya savaşı karşısında takınılacak tavır konusunda çok çetin bir çatışma var.

Sosyalist teorinin dönemeçlerinden birisini yaşıyor Avrupa sosyalizmi. Özellikle Alman Sosyal Demokrat Partisi içinde, Almanya’nın savaştaki tutumunun ne olması gerektiği konusunda belirsizlik vardır. Savaşta Alman emperyalizmi, Alman işçileri tarafından desteklenecek midir? İşçiler emekçiler yurt savunması için cepheye gidecek midir? Yoksa parti ve işçiler kendi devrimci görevlerini yapmayı, kendi burjuvalarına karşı savaşmayı sürdürecekler midir? Bu tartışma Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin zirvesinde şu biçimde bağlanır: Yurt savunması esastır. Savaş ödenekleri için Alman Parlamentosu’nda olumlu oy verilecektir. Çünkü Alman işçilerinin çıkarıyla Alman burjuvalarının çıkarları özdeştir. Bu savaşta bunlar bir araya gelmiştir. Bunları ayırmak da bizim işimiz değildir diye düşünür parti. Lenin, Almanya partisinin bu tutumunu açıkça sosyal emperyalizm olarak adlandırır. “Bir taraftan sosyalist olduğunuzu söylüyor ama diğer yandan emperyalizmin çıkarlarını savunuyorsunuz. Bu olamaz. Partinin görevi iç savaşı hazırlamaktır. Dışarıdaki savaşa katılmak değildir” der. Bu sırada 2. Enternasyonal de bu yönde bir eğilime doğru kaymaya başlar. 2. Enternasyonal Oportünizmi denilen olgu, I. Dünya Savaşı koşullarında biçimlenmeye başlamıştır. Bu arada Lenin, felsefe okumaya devam eder. Hegel okur. Feuerbach okur. Aristo’yu inceler, dönüp Demokritos’u inceler; notlar alır ve defterler dolmaya devam eder. Ama diğer yandan da emperyalizm ve savaş arasındaki ilişkileri, emperyalizmin doğasını incelemekte, tezler geliştirmektedir.

Demek ki, Rusya, devrime doğru giderken, Lenin yoğun bir felsefe çalışması içinde görünüyor. Böyle bir dönemde felsefeye yönelmesinin nedenini, Marksist felsefeye yaptığı en önemli katkılardan biri olan Bilgi Teorisi ve Mantığın Birliği Tezi’nde bulabiliriz. Lenin’in felsefeye yönelişinin açıklaması “Bilgi Teorisi ve Diyalektik Mantığın Birliği” tezinin içindedir. Nedir Bilgi Teorisi ile Mantığın Birliği?

Bu, diyalektik materyalizm tarafından daha önce fazla işlenmemiş, onda örtük olarak içerilen bir tezdir. Açığa çıkartıp geliştirmek Lenin’in işi olmuştur. Eski felsefi sistemlerde, bilgi süreci, bilginin ortaya çıkışı, insanın dışında bir süreç olarak anlatılır. Bilinebilecek her şey önceden tanrı tarafından bilinmiş ve bildirilmiştir. Kutsal kitap aracılığıyla bildirilen herhangi bir bilgiyi aramak, bunun ötesinde bir bilginin var olabileceğini düşünmek bile günahtır. Bilgi bizim dışımızdadır. Peki, tanrının verdiği bilgiyi anlamak için ne yapmalı? Her şeyden önce inanmalı, ondan sonra da bu bilgiyi diğer durumlara uygulayacak bir mantık geliştirmeli.

Mantık böylece bilginin dışında ama bilgiyi anlamak ve açıklamak için bir yol olarak gelişir. Mesela “bütün insanlar ölümlüdür” diye bir bilgi var elimizde. Bu bilgi içinde tek bir insanın durumunu anlamak için mantık şöyle ilerleyecektir. “Bütün insanlar ölümlüdür. Ahmet bir insandır, öyleyse Ahmet de ölümlüdür.” Aristo mantığı dediğimiz formel mantık, var olan belli tümel gerçeklerden, tümel bilgilerden tekil bilgileri çıkarmaya yönelik bir araçtır. Tümel bilgi tanrı tarafından verilmiştir, sabittir. Tekilin bilgisi buradan kademe kademe çıkarılacaktır. İzlenecek yöntem ise tümdengelimdir. Bu durumda bilgi bir yanda, mantık diğer yanda durur. Mantık, bilgiyi anlamak, anlatmak için bir araçtır.

Diyalektik materyalizmde ise Lenin’in saptamasıyla söyleyelim; bilgi teorisi ve mantık bir ve aynı şeydir, özdeştir. Bilgi teorisinin dışında ayrı bir mantık yoktur. Mantığın dışında da ayrı bir bilgi teorisi yoktur. Alıntı okuyorum: “Nesnel gerçekliğin bilgisinin diyalektik süreci canlı sezgiden soyut düşünceye, soyut düşünceden de pratiğe gider.” Bilmek ve yapmak, teori ve pratik, aynı sürecin unsurlarıdır. Ayrı şeyler değillerdir. Yaparken öğreniriz. Öğrendiğimizi genelleştirir, daha yüksek bir bilgi düzeyine yükseltir ve yerden iş yaparız, insanın dünya üzerindeki eyleminin düşünce ve pratik olarak birbirinden ayrılmaz ve birbirini sürekli tamamlayan iki yönü vardır. Bu ikisi birbirinden ayrı yerlerde durmazlar. Diyalektik materyalizmin tezi budur.

Yani bilmek ve yapmak biri önceden, öteki sonradan gelen ya da öbürü önce diğeri sonra ortaya çıkmak üzere bir sıra izlemezler; birbirinin içinde ve birlikte ilerlerler. Bilgi, iş yaptıkça gelişir; bilgi edinildikçe iş yapılır.

Ama hiç kuşkusuz ilk başlangıçta insanın dünya üzerindeki eylemi vardır. Bir taşı alıp ondan bir balta yapan insandan bilgisayar teknolojisine gelinceye değin süreç, sürekli olarak yapmak, bilgiyi ilerletmek, yeniden yapmak biçiminde eylemle düşüncenin iç içe geçtiği bir seyir izler.

Bunun dışında bir mantık, değiştirme eyleminin ve onun bilgisinin dışında bir mantık yoktur. Doğrudan doğruya diyalektik bilgi süreci dediğimiz şey, aynı zamanda diyalektik düşünme süreci olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla diyalektik materyalizmin bilgi teorisi ile mantığı bir ve özdeş şeyler olarak pratik etkinlik düzleminde gerçekleşir ve tanımlanır. Bunun önemi, devrimci politika açısından açıktır. Pratik, teori, pratik, teori, pratik, şeklindeki dizilişte önce bir işçi sınıfı eylemi, tarihsel olarak bakarsak işçilerle burjuvalar arasındaki ayrışma ve bunun düşüncesinin gelişmesi; ütopik sosyalizmin ortaya çıkması, ondan sonra bilimsel sosyalizmin gündeme gelmesi, bilimsel sosyalizmin kendi içinde ilerlemesi daima işçi sınıfı eylemiyle, onun politik mücadelesiyle bunun teorisi arasındaki ilişkilerin sürekliliği olarak görülür.

Savaş ve devrim koşullarında; sosyalist saftaki görüş ayrılıklarının derinleştiği bir dönemde bilgi teorisiyle, mantığın bir ve aynı şey olduğu tezine vurgu yapmak, bunu öne çıkarmak, böyle bir tezi o dönemde inşa etmek, pratik politika bakımından olduğu kadar, sosyalist düşüncenin de netleşmesi bakımından önem taşımaktaydı. Sosyalizmi, savaş gibi, çok çetin bir sınama ortamında burjuvazinin menfaatleri doğrultusunda yorumlanma tehlikesinin bulunduğu koşullarda yeniden netleştirmek ve onu işçi sınıfının eyleminin, işçi sınıfının kurtuluşunun bir teorisi ve örgütlenmesi olarak inşa etmek önemliydi.

Yani 2. Enternasyonal Oportünizmi olarak tarihe geçen ve her ülkedeki sosyalist partilerin kendi burjuvalarını desteklemesini savunma noktasına ulaşan görüş, bir bakıma nesnel ilişkilerin, işçi sınıfının içinde bulunduğu nesnel koşulların, burjuvazinin lehine yorumlanmasının sonucudur. İşçi sınıfının çıkarlarını burjuvaziye karşı her koşul altında savunmak ve bu doğrultuda politika yapmak gerektiğini düşündüğü için Lenin, pratikle düşüncenin birliğini saptayan tezini önemle öne çıkarmıştır.

Gündelik sözcüklerle ifade edilirse bu tezle “nasıl düşünüyorsan öyle davran. Yaptığın iş kadar konuş, yaptığın iş gibi düşün, yapman gereken şeyi düşündüğün gibi yap” denilmektedir. Düşünceyle pratiğin birliği olarak formüle edebiliriz bunu. Bu kadar karışık bir ortamda, pek çok ciddi sorunun birbirini izleyerek yığılmaya başladığı bir dönemde, Lenin’in felsefeyi neden böyle ciddiyetle okuduğunu yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz.

Bu çalışmalar, yani “Emperyalizm”, “Sosyalizm ve Savaş” adlı kitaplar, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine” başlıklı makale ve “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” üzerine çalışma, felsefede Lenin’in derinleştikçe, ilerledikçe kendisinin de ne kadar geliştiğini gösteren eserlerdir aynı zamanda.

Bu eserler 1914’ten önce yazdığı yapıtlarıyla kıyaslandığında, Lenin’in 1914’ten sonra, yani felsefe çalışmalarını geliştirdikten sonra yazdığı yapıtlarındaki belirli bir düzey farkı mutlaka fark edilecektir. Daha önce Lenin felsefe bilmiyor muydu? Biliyordu, hem de çok iyi biliyordu. Ama 1914–1916 arasındaki yoğun olarak Hegel’le ilgilendiği o dönemden sonra bir sıçrama gerçekleştirilmiştir. Mesela şunun farkına varmıştır; “Diyalektik Sorunu Üzerine” adlı makalesinde, daha önce Marksist felsefenin ustaları olarak gördüğü ve Plehanov ve hatta Engels için yeterince vurgu yapmadıkları sorunlar listesi çıkarmış; “göremedikleri şeyler” ifadesini kullanmıştır. Lenin’in Engels’in göremediğini söylediği mesele nedir peki? Birin ikileşmesi sorunudur bu.

Lenin, kendisinden önceki kimi Marksistlerin göremediği bu meseleye şöyle işaret eder:

“Tek bir bütünün parçalanması ve onun çelişkili parçalarının kavranması, diyalektiğin özüdür. Hegel de sorunu tıpkı böyle koymuştur.

Diyalektiğin içeriğinin bu yönünün doğruluğu, bilim tarihi ile sınanmalıdır. Diyalektiğin bu yönü (örneğin Plehanov’da) çoğu zaman yeterince ilgi görmez: Karşıtların özdeşliği örneklerin toplamı olarak alınır (“örneğin bir tohum”, “örneğin ilkel komünizm”. Aynı şey Engels için de doğrudur. Ama bu, “konunun basitleştirilmesi uğruna…” yapılır), bir kavrama yasası olarak (ve nesnel dünyanın bir yasası olarak) değil.”

Karşıtların varlığını birin içinde ikiliğin olması sorununu bir örnekler toplamı olarak düşünmek; teoriye, diyalektik materyalizm teorisine ilerleme getirmemiştir. Lenin’in buna niyetlendiği ama tamamlayamadan bıraktığı dört sayfalık bir makale vardır. Bu dört sayfalık makale son derece önemlidir ve diyalektik materyalizmin bundan sonraki gelişiminde kalkış noktası olabilecek bir yoğunluk göstermektedir.

Birin ikileşmesinin pratik politika açısından önemi nedir? Pratik bir politikacının başarılı bir eylem, başarılı bir örgütleme yapabilmesi için yöneldiği nesnenin çelişkilerini net olarak ayırt edebilmesi gerekir.

Eğer değiştirmek istenen nesne, çelişkilerden yoksun bir şey olarak görülüyorsa onu değiştirmek mümkün değildir. Değişmenin ve hareketin dinamiği her şeyin kendi içindeki çelişkidir. Kural budur. Öyleyse çelişkiyi görmeden çelişenlerin ne olduğunu anlamadan, herhangi bir şeyin değiştirilmesinin olanağı yoktur.

Lenin, öyle bir dönemde, bir yandan teori ve pratik arasındaki ilişkiye vurgu yaparken diğer yandan da çelişkiler sorununu diyalektiğin özü olarak anlatan makaleyi kaleme almıştır ve “Diyalektik aslında karşıtların birliği ya da özdeşliği yasasına indirgenebilir” demiştir.

Demek ki diyalektiğin bütün özü karşıtların birliği ya da özdeşliği yasasıdır. Devrimci politikacının işini de, karşıtlığı yakalamak, karşıt olan unsurları tespit etmek ve bunlardan hangisinin değişim ve hareket yönünde etkili olacağını görmek ve onun üzerinden iş yapmak diye özetleyebiliriz. Karşıtlık hangi unsurlardan oluşuyor; önümüzdeki bütünün ikili yapısı nedir. Bu birin içindeki iki nelerden oluşmaktadır. Ve bunlardan hangisinin üzerine gidersek, hangisine yön verirsek, geliştirmeye çalışırsak, onu parçalar, hareket ettirir, değiştirebiliriz.

Felsefe demek ki öyle mızmız bir iş değil; çetin bir iş.

İnsan dünyayı değiştirmek istiyorsa; yeni bir dünya, yepyeni bir dünya kurmak istiyorsa önündeki o büyük bütünün hangi çelişenlerden oluştuğunu, sorunun ilerletici bir biçimde çözülmesi için hangi çelişkinin yenilmesi gerektiğini saptamalıdır.

Bu temel soruya basitçe şu cevabı verebiliriz. Birin içindeki ikilik, işçi sınıfıyla ve burjuvaziden oluşuyor. Aynı toplum içinde iki temel kutup var.

Dünyayı nasıl ileriye götürebiliriz, burjuvaziyi destekleyerek mi yoksa işçi sınıfının savaşına omuz vererek mi? Çok basit sorular. Burjuvaziyi desteklersek ne olur? Acaba ilerletebilir miyiz dünyayı? Tarihe bakıyoruz, egemen bir sınıf olarak burjuvazinin tutumuna bakıyoruz bundan bir halt çıkmayacağını anlıyoruz. İşçi sınıfına bakıyoruz ve bu sınıftaki dinamizmi saptıyoruz. İleriye doğru götürecek, toplumu yeniden ve başka bir temelde kuracak güç o. Öyleyse bu çelişenlerden hangisi dünyayı ileriye götürecekse dünyayı değiştirme eylemine onun üzerinden girişeceğiz. Çok basit bir sorudur işçi sınıfını mı burjuvaziyi mi desteklemek gerektiği sorusunu Lenin’e sorarsan, buna güler. Ama Bernstein da güler. Bernstein işçi sınıfının politikasını yaptığını ileri sürer. Alman Sosyal Demokrat Partisi ne partisi: “İşçi Partisi!” Ama pratik bir sorun karşısında işçi sınıfı mı burjuvazi mi sorusu kendisini savaş bütçesinin oylanması biçiminde dayatır dayatmaz Bernstein “Burjuvazi” diyor. Burjuvaziye destek veriyor, savaşan emperyalist burjuvaziye destek veriyor. Demek ki yalnızca çelişkiyi görmek çelişenlerin bütünlüğünü, onlar arasındaki savaşı görmek yetmiyor, aynı zamanda bu çelişenlerden hangisinin, ne biçimde eyleme sevk edileceğini de bilmek gerekiyor. Bu çelişkinin nasıl çözüleceğine dair çok sağlam bir politik duruşa da sahip olmak gerekiyor.

Lenin’in politikayla felsefe arasında bu kadar dolaysız bir ilişki kurmasının, bu kadar iç içe olmasının nedenini o zaman anlıyoruz. Şunu hep merak etmişimdir ama araştırmak pek mümkün olmadı. 1914–1916 arasında Lenin çok yoğun felsefe çalışırken Bernstein ve Kautsky ne okuyorlardı? Onlar da felsefe okuyor muydu, felsefeye bu kadar ilgi duyan başka sosyalist önderler var mıydı?

Lenin bunu neden yaptı? Sorunun biraz daha düşünmemize yol açacak başka bir önemi var. Biz özellikle, son dönemlerde, son on yıl içinde felsefeyi ikinci ve zor bir iş olarak düşünmeye başladık. Pek çok arkadaşımız ekonomiyi, ekonomi politiği veya politikayı devrimci politikanın konularını öğrenmeyi tercih ettiler ama felsefeyi “zaman kalırsa yapmak” gibi bir eğilime girdiler. Felsefe biraz da zor geliyor sanki…

“Öbürlerini öğrendikten sonra felsefeyi yaparız” gibi eğilimi birçok arkadaşta gördüm ben. Ama Lenin’in eylemi içindeki o bütünlükten anlıyoruz ki, felsefe politikanın çok dolaysız bir bileşeni. Daha doğrusu neredeyse felsefe olmaksızın yapılamayacak bir iş, politika; Devrimci Politika…

Neden? Felsefenin başlıca işlevinin çelişkileri bulmak olduğundan söz ettik. Bir önemli konu daha var; bağıntılar kurmak. Ele aldığımız yapıyı bir bütün olarak görmediğimiz zaman, daima ayrıntılar içinde boğulur, günlük olaylar peşinde koşar ama genel bir değiştirme eyleminde de zorlanırız. Nesneyi bir bütün olarak görmeyince, bütünü değiştirmek gibi bir dert de olmaz.

Felsefe, dünyayı bir bütün olarak görmemizi sağlar. Bağıntılı her parçası diğeriyle etkileşim içinde bir bütün; her şeyin birbirine bağlı olduğu bir bütün olarak. O zaman şunu düşünmeye başlarsınız; değiştirmek, çelişkilerden hareket etmeyi gerektiriyor. Ama bir başka yapılması gereken şey de neyin bir diğerine hangi bağıntıyla bağlı olduğunu bulmak.

Şöyle de özetlenebilir: Neye dokunursam neyi hareket ettiririm. Neyi iteklersem başka şey yere düşer gibi basit sorulara yanıt verebilmemiz gerekir. Ne diyordu İskoçyalı bir şair; “Bir yıldızın canını yakmadan, bir çiçeği koparamazsınız. ” Demek ki evreni bir bütün olarak görmek, her şeyin birbirine bağıntılı olduğunu düşünmek, aynı zamanda karşılıklı etkileşmeleri içindeki toplumsal hareket unsurlarını kavramak demektir.

Basit bir soru; “1 Mayıs’ta bir meydanda olacağız, işçilerin büyük bir kısmını o meydana yığmamız için ne yapmalıyız” gibi bir soru, her politik, Devrimci Partinin de Emek Partisi’nin” de sorusu. Ama eğer işçi sınıfıyla meydanda kutlanacak olan 1 Mayıs arasında bir bağıntı, fabrikalarla sendikalar arasında bir bağıntı, doğrudan doğruya çağrıyı yapacak olanlarla sınıf arasında bir bağıntı doğru dürüst kurulmamış ve var olan bağıntılar keşfedilememişse, yapılabilecek bir şey yoktur. Partinin görevi nedir? “Bağıntıları keşfetmek ve yeni bağıntılar kurmaktır; Felsefe yapmaktır.” Çok basit bir şey. Bağıntıları keşfetmeye çalışıyorsanız felsefe yapıyorsunuz demektir. Ama felsefe yaptığını bilmeden felsefe yapmak bir şeye yaramaz. Felsefeyi bilerek yapmak gerekir.

Diyalektik materyalizmde, demin söyledim, bilgi süreciyle mantık özdeştir. Felsefe, genel olarak bakıldığında, kavramlar ve kategoriler arasındaki bağıntıları inceler. Bir yandan yeni kategoriler icat eder, bir yandan da bunlar arasındaki bağıntıları inceler. Örneğin, Öz ve Biçim arasında ne gibi bir ilişki vardır? Olanakla gerçeklik arasındaki ilişki nedir, bağıntı nedir? Herhangi bir olayın hangi kategoriyi meydana getirmesi başka hangi kategorilerin devreye girmesiyle mümkündür? gibi sorular ortaya atar ve sonra, kategoriler; yani nedensellik, öz, vs. gibi, bizim düşünmemizi sağlayan, düşünme araçları olarak yarattığımız kategoriler arasındaki bağıntıyı devreye sokarak bunlar arasında ilişkiler kurar. Sistematik bir düşünme biçimi yaratır felsefe ama bunu hep kavramlar ve kategoriler aracılığıyla ve bunların arasında kurduğu bağıntılar aracılığıyla yapmaya çalışır.

Kavramlar ve Kategoriler; nesnel hayatın yüksek düzeyde soyutlanmış yansımalarıdır. Ör: “Bobi bir köpektir” dediğimizde, biz, Bobi’yi bir kavramla ifade etmiş oluruz. Bobi’nin ne olduğunu anlamak için o tekil varlığı daha genel bir şeye bağlarız. Dünyada köpek diye bir şey yoktur aslında. Var mı? Genel olarak köpek diye bir şey yoktur, köpekler vardır.

Genel olarak köpek bir kavramdır. “Bobi bir köpektir” dediğimiz zaman o özel sahici varlığı bir kavrama bağlayarak tanımlamış oluruz. Böylece özel ve genel arasında bir ilişki kurarak onun ne olduğu hakkında bilgiye ulaşırız. Hegel’in sözüdür: “Asla meyve yiyemeyiz” der. Niye? Çünkü “ya erik, yeriz, ya karpuz yeriz, ya çilek yeriz; meyve yiyemeyiz.” Meyve bütün bunların genel adıdır, olmayan bir şeydir. Bir soyutlamadır, bir kavramdır. Felsefe; karpuzla, armutla uğraşmaz meyveyle uğraşır. Kategori dediğimiz şey budur. Bir soyutlamadır, genellemedir.

Felsefe genelleme yapmaktır, genel ve bütünsel düşünmektir, parçaların, durumların, ayrıntıların hepsini birden bir bütün olarak görebilmenin bilimidir. Bütünü görmek politika açısından çok önemlidir,

Bu, şu anlama tabii ki gelmez; felsefeyi öğrenirsek ekonomi öğrenmeye gerek kalmaz, çünkü bütünü öğreniyorum ben, anlamına gelmez.

Felsefenin, bilgi alanlarının her birini kavramak, ama bilgi alanlarının üzerinde durmak gibi bir işlevi var. Bilgi alanlarının bilgisinin genelleştirilmiş halini ifade eder, Bilgi alanlarının kendisi değildir. Bunun gibi politikanın da kendisi değildir. Politikanın yerine geçmez felsefe… Ama felsefe olmadan politika olmaz, yapamazsınız. Diyalektik materyalizmi kastediyorum, ne diyelim, “varoluşçu” felsefeyi savunuyorsunuzdur ve ben politika yapmak için varoluşçuluğu yeterli görüyorum diyebilirsiniz yahut Aristo mantığıyla da bu işi yürütürüm diyebilirsiniz, suyu mu çıktı binlerce yıl insanlar Aristo mantığını temel gerçeklik olarak kavradılar, kullandılar, diyebilirsiniz. Bunları yapanlar da olabilir. Ama Devrimci Politika, diyalektik materyalizm olmadan yapamaz, bu ikisi birbirine çok bağlıdır; işçi sınıfının eylemiyle diyalektik materyalizm birbirinden ayrılmaz; Lenin’in bütün pratiği içinde de görüyoruz bunu.

Bağıntılar kurmak, bütünü görmek, yeni bağıntılar keşfetmek, aynı zamanda bağıntılı olanlar arasındaki çelişkileri yakalamak; basit iş, üç tane iş yapacaksınız o da o kadar karışık değil. Bunlar; Nesneler, olaylar, ilişkiler arasındaki bağıntıları bulacaksınız, bu bağıntıları denetlemek ve onlar üzerinde etkili olabilmek için içlerindeki çelişkileri bulacaksınız, olayı bir bütün olarak göreceksiniz. Bunları yaptığınız zaman Lenin’in yaptığını yapabilirsiniz.

Üç küçük, basit iş.

 

Ağustos 1996

Değişen koşullar ve Bolşevik manevra yeteneği

3–4 Temmuz 1917 gösterileri:

Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nden az önce ortaya çıkan 3–4 Temmuz gösterileri, Şubat Devrimi’nden o güne değin ya gerici burjuva diktatörlüğünün güçlenmesi ya da proletaryanın iktidarının kurulmasıyla çözülecek olan ikili iktidar sorununun, artık bir yol ağzına gelip dayandığı sırada siyasal dengeleri değiştiren bir toplumsal patlamaydı. Kitlelerin temmuz aylarına değin birikmiş öfkesinin dışavurumu, hem hükümeti elinde tutan burjuvazinin hem de Sovyetlerde örgütlenen küçük burjuva ve proleter kesimlerin siyasal örgütlerinin bundan sonra izleyecekleri taktiklerin ve sınıfların karşılıklı konumlarının değişmek zorunda kaldığı bir başlangıç noktasıydı.

3–4 Temmuz aynı zamanda yine sınıfların karşılıklı ilişkileri bakımından bir ayrışmanın da başlangıcıydı. Ama bu tarihin, kuşkusuz komünistler açısından bugünkü en önemli anlamı, devrimin barışçıl gelişme koşullarından silahlı ayaklanmaya doğru gidiş süreciyle ilgili, Rusya’nın o günkü özel koşullarından yola çıkarak bir örnek üzerinden tartışma olanağını sağlaması ve komünist partinin değişen tarihsel koşullara bağlı olarak, taktik ve sloganlarını üstün bir manevra yeteneği göstererek nasıl değiştirebileceğine ilişkin bir deney olmasıydı.

Şubat günlerinde çarlık iktidarına son verilmiş ve Prens Lvov’un önderliğinde liberal burjuva Kadet partisi tarafından bir geçici hükümet kurulmuştu. Bir yandan da önce Petrograd’da olmak üzere kentlerde, işçiler ve asker köylüler, 1905 Devrimi sırasında ortaya çıkmış olan bir örgütlenme modelini yeniden dirilterek Sovyetlerde örgütlenmeye başlamışlardı. Böylece, Rusya, daha önce Bolşeviklerin, programlarında öngörmedikleri bir sürece girmiş oldu.

Alt sınıfların, Bolşevik propagandanın etkisi altındaki küçük bir azınlık dışında, Sovyetlerde sürdürdükleri ama her an hükümetteki burjuvazinin ve Sovyetlerde şimdilik çoğunlukta olan ve burjuvaziyle işbirliği yapmaya yatkın olan kaypak küçük burjuva örgütlerin tehdidi altındaki iktidarlarının önemini kavrayamadıkları bu süreçte, devrim de tehlike altına girmişti.

Burjuva hükümet, dış politika konusunda çarlık zamanında imzalanan anlaşmaları aynen sürdürme eğilimine girmişti. Bu, on binlerce Rus köylüsünü kırıp geçiren, ülkede derin bir yoksulluğa ve açlığa sebep olan 1. Dünya Savaşı sırasında, Rusya eski emperyalist konumunu sürdürecek; devrim, barış sloganıyla ayağa kalkan kitlelerin talebine yanıt vermeyecek anlamına geliyordu. Sovyetlerde çoğunluğu elinde bulunduran Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler de burjuva hükümetin bu politikasını uygulamasında her türlü kolaylığı sağlamaktaydılar. Lenin’in büyük bir küçük burjuva ülkesi olarak tanımladığı Rusya’da, küçük burjuva politikanın etkisinden kurtulamamış kitleler ise olan bitenin farkında değillerdi. Yaygın bir iyi niyet atmosferi oluşmuştu.

Diğer yandan Lenin’in, “Nisan Tezleri”nde, sosyal demokrasi kavramının, savaş sırasında kendi hükümetlerinin savaş bütçelerine evet oyu veren sabık yol arkadaşları sosyal demokratlar yüzünden kirlendiğini söyleyerek adının değiştirilmesini istediği kadar, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) kadroları da yeni süreci kavramakta zorluk çekti. On küsur yıldır Rusya’da işçi-köylü iktidarıyla sonuçlanacak bir burjuva demokratik devrimi öngören Bolşevikler, Şubat Devrimi ve ondan sonra gündeme gelen ikili iktidar dönemiyle birlikte burjuva demokratik devrimin tamamlandığını ve bundan sonraki süreçte partinin sosyalist devrime hazırlanması gerektiğini Lenin, “Uzaktan Mektuplar”ını yazıncaya kadar ve ondan sonra da kısa bir dönem fark etmediler.

Lenin mektuplarının ilkinde, başta Plehanov olmak üzere birçok siyasi muarızı tarafından “devrimci demokrasinin bağrına iç savaş bayrağını dikmek”le suçlanmasına yol açacak olan “geçici hükümet desteklenmemelidir” ibaresini kullanıyor; “Nisan Tezleri”nde de, burjuva demokratik devrimin tamamlandığını ve artık, hedefin sosyalist devrim olduğunu saptıyor ve şöyle devam ediyordu: “Devrimimizin bir iktidar ikiliği yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü var… Bu iktidar ikiliğini eskiden kimse ne düşünür ne de düşünebilirdi. İktidar ikiliği neye dayanıyor? Geçici hükümetin, burjuva hükümetin yanında henüz güçsüz tohum durumunda, ama gene de gerçek, söz-götürmez ve büyüyen bir varlığı olan bir başka hükümetin; işçi ve asker vekilleri Sovyetlerinin kurulmuş olmasına. ‘Proletaryanın ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı, Rus devriminde daha önceden gerçekleşmiş bulunuyor… Yaşamın gerçekleştirdiği ‘işçi ve asker vekilleri Sovyetleri’ işte proletaryanın ve köylülerin demokratik iktidarı… Bu yüzden gündemde yeni bir hedef vardı: Bu iktidarın bağrında proleter unsurlarla, küçük mülk sahibi ya da küçük burjuva unsurlar (Çheydze, Çereteli, Steklov, Sosyalist Devrimciler ve daha başka devrimci amaçlarla savaşı sonuna kadar götürme yanlıları… Burjuvaziyi ve burjuva hükümeti desteklemeden yana olanlar) arasında bölünme, ayrılma.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Dördüncü Baskı, 1989 Sol Yayınları, Çeviren M. Ardos, s.17–25)

Bundan böyle, eskiden olduğu gibi burjuva demokratik devrimi tamamlama sorununu ortaya atmanın, canlı Marksizm’i ölü metinlere feda etmek anlamına geleceğini söyleyen Lenin’in tezleri, parti içinde yoğun tartışmalara yol açmasına karşın sonuçta kabul edildi. Böylece, Şubat günlerinden sonra devrim yeni bir içerik kazanarak sürdürülecekti. Ancak, değişen içeriğe ve mevcut siyasal duruma bağlı olarak yöntemler, sloganlar ve taktiklerin de gözden geçirilmesi gerekiyordu.

Nitekim Sovyetlerde, küçük burjuva siyasal örgütlerin çoğunluğu sağladığı, geniş kitlelerin hâlâ bu görüşlerin etkisi altında hareket ettiği ilk aylarda Bolşevikler, görev olarak önlerine Aydınlatma ve açıklama faaliyetini koydular.

Lenin şöyle yazıyordu: “Yazdım, açıklıyorum, yineliyorum; devrimci amaçlarla savaşı sonuna kadar sürdürme politikası yanlısı olan geniş yığınların… yadsınamaz iyi niyeti karşısında ve bunların burjuvazi tarafından aldatıldıkları da göz önünde tutularak, kendilerine, yanılgıları özel bir sabır ve özenle anlatılmalıdır.” (Lenin, Nisan Tezleri, s. 14)

Bu hükümeti devirmek gerekliydi, çünkü kitlelere ne barış, ne ekmek ve ne de özgürlük verebilirdi ama o, işçi temsilcileri Sovyetleriyle “dolaysız ve dolaylı, açık ve gerçek” bir uzlaşmaya dayandığı için de hemen yıkılamazdı. “Bu hükümet” diyordu Lenin, Tezler’inde, “genel olarak alışılmış yöntemle devrilemez, çünkü ikinci hükümet tarafından, işçi vekilleri Sovyet’i tarafından burjuvaziye sağlanan destekten yararlanıyor” (Lenin, Agy, s. 19)

Böylece, Sovyetlerde çoğunluğu ele geçiren ve burjuva hükümetle dirsek teması halinde bulunan Sosyalist Devrimci ve Menşeviklerin politik hegemonyasının kırılması, burjuva hükümetin ve küçük burjuva politikanın gerçek yüzünün ortaya çıkması için Bolşevikler sabırla aydınlatacak, anlatacaklardı. Küçük burjuva önderler Çheydze, Çereteli, Steklov ve hempalarının çeşitli ödünler vererek burjuvaziye teslim ettikleri iktidarın yıkılması ve proletaryanın iktidarını kurmak için harekete geçilmesi, bu liderlerin, inatçı aydınlatma çabası sonucunda gerçek rollerinin anlaşılmasından sonraki işti. “Biz Blankici, yani iktidarın bir azınlık tarafından alınması yandaşları” değiliz diyordu Lenin, “iktidar durumuna gelmek için bilinçli işçiler, çoğunluğu kazanmalıdır.”

 

TEMMUZ GÜNLERİNE DOĞRU: ISRARLA AÇIKLAMA VE AYDINLATMA

“BÜTÜN İKTİDAR SOVYETLER’E”

34 Temmuz gösterilerine gelinceye değin, komünistler; kitlelerin eğitilmesi, onların içinde bulunduğu iyi niyetli yanılsama halinden kurtulması için çok yoğun bir propaganda-ajitasyon faaliyeti yürüttüler. Bunun sonucunda da Bolşevik etki gün geçtikçe arttı ve Sovyetlerde proletaryanın nüfuzu genişledi. Halk giderek politikleşiyordu. Krupskaya, anılarında o günleri şöyle anlatıyor: “Bir keresinde Sirokoya caddesinden Krzesinskaya köşküne kadar üç saatte gidebildim; sokak toplantıları o kadar ilginçti. Evimizin avluya bakan pencerelerini geceleri açtığımız zaman, hararetli tartışmalar gelirdi kulağımıza. İşte orada bir asker oturuyor, komşu evlerde çalışan aşçı kadınlar, hizmetçiler ve gençler hemen askerin çevresinde bir kalabalık oluşturuyorlar. Saat gecenin biri, bölük pörçük sözler duyuyoruz: Bolşevikler, Menşevikler. … Saat üç, hâlâ kesilmiyor sesler: Milyukov, Bolşevikler… Saat beş oldu. Hep aynı şey, hep politika, bitmek tükenmek bilmeyen bir toplantı.” (Krupskaya, Lenin’den Anılar, Inter yayınları, Temmuz 1990, s. 329)

Her günün çok uzun yaşandığı, sabahlara kadar politikanın konuşulduğu Rusya’da birkaç aylık dönemde çok hızlı siyasal dönüşümler yaşandı. Geçici hükümet-Sovyetler biçiminde ikiye bölünmüş iktidara ilişkin krizlerin ilki 21 Nisan’da ikincisi, 18 Haziran’da, üçüncüsü ise 3–4 Temmuz’da yaşandı. Dışişleri Bakanı Milyukov’un, hükümetin, müttefiklere karşı bütün yükümlülüklere bağlı kalacağını bildiren notası üzerine 21 Nisan’da kendiliğinden ayağa kalkarak gösteri düzenleyen kitlelerin üzerine ateş açıldı. 21 Nisan gösterisi, kendilerine silahla karşılık verilmesine karşın kitlelerin geçici hükümete attığı “barışçıl” bir tokat oldu; Milyukov istifa etmek zorunda kaldı ve yeni bir hükümet kuruldu. Bu hükümette Sovyet’i temsilen 6 bakan bulunuyordu. Yeni hükümete Sovyet temsilcilerinin alınması, Sovyetlerin yönetimini elinde bulunduran Menşevik-Sosyalist Devrimci ittifakının geçici hükümetle girdiği uzlaşmanın dolaysız ama yeni bir biçimiydi. Bu süreç, Sosyalist Devrimcilerle Menşevik saflarda da bir ayrışma yaratırken, kitlelerin gözünde, başından beri Sovyetlerle hükümet arasındaki işbirliğine dikkat çeken Bolşeviklerin itibarını, artırdı. Ama daha, kat edilmesi gereken uzun bir süreç vardı. Örneğin geniş bir köylü kitlesi hâlâ küçük burjuva siyasal görüşlerin etkisi altındaydı. Mayıs’ta yapılan Tüm Rusya Köylü Kongresi, Sosyalist Devrimcilerin üstünlüğüyle sonuçlanacaktı.

Bu yüzden 10 Haziran’da barışçıl bir gösteri yapmak isteyen kitlelere Sovyet Kongresi izin vermeyince Bolşeviklerin Petrograd Komitesi de gösterinin iptal edilmesini kararlaştırdı. Ancak gösteri konusunda ısrarlı yüz binlerce insan, Bolşevik sloganları haykırarak sokaklara döküldü ve Şubat günlerinden bu yana ilk politik gösteri yapılmış oldu. Krupskaya anılarında şöyle yazmaktadır: “Lenin ısrarla Petrograd Komitesi’nce ilan edilen bu gösterinin iptal edilmesini istedi; ona göre Sovyet iktidarını tanıdığımız için, kongrenin emirlerine karşı hareket etmememiz gerekirdi. Aksi takdirde düşmanın eline bir silah vermiş olurduk. Ne var ki, kitlenin ruh halini dikkate alan Sovyet Kongresi, 18 Haziran için bir gösteri saptadı. Gösteriye yaklaşık 400 bin asker katıldı. Pankart ve afişlerin yüzde doksanında Bolşevik Merkez Komitesi’nin şiarı vardı: Bütün iktidar Sovyetlere, kahrolsun on kapitalist bakan “

3–4 Temmuz’dan önceki bu iki gösteri, Nisan’dan bu yana etkisini artıran ve işçi ve askerlerden geniş bir yandaş kitlesi oluşturan Bolşeviklerin temel sloganlarına yönelik ilginin ölçülebilmesini kolaylaştırmıştı. Ve yine nisandan bu yana “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını yükselterek kitleleri eğiten partinin, yöneldiği yolda hızla yürüdüğü görülmüştü. Bu süreçte barışçıl gösteriler, ikna ve aydınlatma çabasıyla kitleleri hükümetten ve küçük burjuva siyasetin etkisinden koparmaya çalışan komünistlerin ısrarlı çabalarının umulmadık sonuçlar verdiği de gözleniyordu. Diğer yandan da Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin propagandasından etkilenen on binlerce işçi ve köylünün Komünist partinin etki sahasına girdiği, hükümet krizinin derinleştiği, iktidarı kendi elleriyle hükümete teslim eden küçük burjuva örgütlerin içyüzü açığa çıktıkça bu saflarda çözülmenin arttığı Mayıs-Haziran ayları, taşranın da ağır ağır kazanılmaya başlandığı bir dönem oldu. Yine, Komünist partinin, legal çalışma olanaklarını bulduğu Nisan-Temmuz ayları arasındaki dönem, bu olanakların sonuna kadar nasıl ve bilinçli bir biçimde kullanılabileceğinin saptanabileceği bir tarihsel kesit olması itibariyle bugün dikkatle incelenmesi gereken bir siyasal konjonktüre işaret etmektedir. Öyle ki, Lenin’in Rusya için görülmemiş özgürlük dönemi olarak tanımladığı bu dönemde, 24 Nisan’da yapılan Bolşeviklerin 7. Konferansı, ilk açık Bolşevik Konferansı niteliğini, taşıyordu ve parti tarihinde bir kongre kadar önemliydi. Çünkü izlenecek taktiklerin belirlendiği ve Lenin’in tezlerinin kabul gördüğü ve parti programındaki burjuva demokratik devrim stratejisinin gözden geçirildiği bir konferanstı bu.

Kitlelerin Temmuz başlarında gerçekleştirdiği gösteri ise, siyasal sonuçlan bakımından yeni bir sürecin başladığına işaret ediyordu. Bu gösteriden sonra ağır bir darbe alan Sovyet örgütlenmesi ve Bolşevikler Ekim Devrimi’ne doğru ilerleyen sancılı tarihsel koşullarda politik öngörünün, manevra kabiliyetinin eşsiz örneklerini bir kez daha ortaya çıkardılar.

 

TEMMUZ’DAN EKİM’E DOĞRU: BOLŞEVİKLER YERALTINDA

Emperyalist politikayı sürdürmekte ısrarlı olan geçici hükümetin, tam da kitlelerin barışçıl bir gösteri düzenledikleri 18 Haziran’da cephede bir taarruz başlatması ve bu taarruzun başarısızlığa uğramasıyla binlerce Rus askerinin telef olması, barış vaadiyle işbaşında duran hükümetin içyüzünü açığa çıkardı. Geçici hükümet, kitlelerin güvenini yitirdi.

Cepheden gelen haberler üzerine ayaklanan başkent halkının üç gün boyunca sürdürdüğü gösteri, kısa zamanda silahlı bir çatışmaya dönüştü. Kendiliğinden patlayan ve kitlelerin henüz politik bakımdan olgunlaşmadığı, üstelik örgütsel bakımdan da zayıf halde bulunduğu, taşranın desteğinin tam olarak sağlanamadığı bu erken ayaklanmayı Bolşevikler durdurmaya çalıştılarsa da devrimci krizin olgunlaşmadığı bir anda zincirinden boşalan öfkenin dizginlenemez bir hal aldığını gördüklerinde eylemin barışçıl bir biçimde ve en az zararla tamamlanması için ayaklanmanın başına geçtiler. Kitleler Petrograd Sovyet’i ve Tüm-Rusya Merkez Yürütme Komitesi binasına yürüyerek Sovyetlerin iktidarı devralmasını, aktif bir barış politikası izlenmesini talep ediyorlardı. Ne var ki, sokağa dökülen halk çatılara yerleştirilen kazak birlikler tarafından tarandı. Caddeler işçi ve askerlerin dökülen kanıyla sulanırken Pravda’nın binası tahrip edildi ve diğer bir dizi Bolşevik gazete kapatıldı. Petrograd Garnizonu’nun devrimci birlikleri başkentten çekilerek cepheye gönderildi, Bolşevik militanlar tutuklandı ve Lenin hakkında da tutuklama kararı çıkarıldı. Böylece, burjuva hükümete altı bakan vererek onu destekleyen Sovyetler karşı-devrimci bir noktaya sürüklenmiş oldu. Bu, başından beri iktidarı kendi eliyle burjuvaziye sunan Sovyetlerin gerici-küçük burjuva mensupları, sonuçta gelebilecekleri en geri noktaya ulaşarak işçi ve asker köylülerin karşısına dikilmiş ve onlara sıkılan silahın tetiğine basmış oldular.

9 Temmuz’da da Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi ve İşçi Köylü Sovyetleri Yürütme Komitesi’nin ortak oturumunda Geçici Hükümet, Devrimi Kurtarma Hükümeti olarak ilan edildi. Kurtarma harekâtı aynı gün Kamenev’in tutuklanmasıyla başlatıldı.

Bu, ikili iktidar döneminin sonunun geldiğini gösteriyordu. Gericilik yoğun bir Bolşevik avı sürdürürken Lenin, Zinovyev ve diğer parti liderleri ülkeden uzaklaştılar. 34 Temmuz gösterisi, kitlelerin iktidarı almaya hazır olmadıkları sırada patlayan politik bir gösteriydi. 21 Nisan’da yine bir gösteriyle tezahür eden siyasal kriz, Temmuz günlerinde doruğa çıktığında iktidar mücadelesi veren sınıflar arasındaki, kitlelerin yanılsamalarından örülü geçirgenlik giderek silindi ve sınırlar giderek netleşti. Bu hükümete karşı gösteri, alışılmış bir gösteri değildi. Lenin onu, “Bir gösteriden çok daha fazla bir şeydi. Bir devrimden ise çok daha az. Bu gösteri, devrimin ve karşıdevrimin aynı anda patlaması, proletarya ve burjuva öğelerin şiddetle aştığı orta öğelerin aniden, çok kez hemen hemen birdenbire saf dışı edilmesi idi.” (Nisan Tezleri s. 99) diye tanımladı.

Temmuz günlerinin yol açtığı en önemli sonuç, ikili iktidar döneminin sona ermesi oldu. Halkın talebine karşın, Sosyal Devrimciler ve Menşeviklerin yönetimindeki Sovyetler, iktidarı almayı reddetmiş ve tüm iktidarı kaybetmişlerdi. “İktidar burjuva geçici hükümetin elinde toplanmıştı ve bu hükümet, devrimi silahsızlandırma, devrimin örgütlerini ezme, Bolşevik partiyi yok etme çabalarına devam ediyordu. Devrimin barışçıl gelişmesi için her türlü imkân ortadan kalkmıştı…” (Stalin, Eserler, Cilt 15, Inter Yayınları, Aralık 1990, Çeviren İsmail Yarkın, s.225)

Böylece, barışçıl gelişmenin her türlü olanağının ortadan kalktığı Temmuz günlerinde Bolşeviklerin yükselttikleri slogan da farklı olacaktı ve izlenecek olan taktik de tamamen değişecekti.

Lenin, “Dört Tez” adlı makalesinde yeni dönemi tahlil ederken şunları yazmaktadır: ‘Rus devriminin barışçı bir yolla gelişmesi üzerine kurulan umutlar geri dönmemek üzere sönmüştür. Nesnel durum şöyle görülmektedir: Ya askeri diktatörlüğün tam zaferi ya da işçilerin silahlı ayaklanmasının zaferi. Bu zafer ancak, iktisadi yıkım ve savaşın uzaması sonucu, yığınların, hükümete ve burjuvaziye karşı derin bir kaynaşmasıyla birlikte olduğu zaman olanaklı olacaktır. ‘Bütün İktidar Sovyetlere’ sloganı; Nisan, Mayıs, Haziran aylarında ve 5–9 Temmuz’a kadar, yani gerçek iktidarın askeri diktatörlüğe geçtiği kadar mümkün olmuş olan devrimin barışçıl gelişmesinin sloganı oldu. Ne askeri diktatörlüğün ne de Sosyalist Devrimcilerin ve Menşeviklerin, tam, fiili ihanetini hesaba katmadığına göre, bu slogan artık bugün doğru değildir. ” (Lenin, Nisan Tezleri… s. 104)

Gerçekten de “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganında ısrar edilmesi, iktidarın halka ihanet eden Menşevik ve Sosyalist Devrimcilere verilmesi anlamına gelecekti artık. Diğer yandan, “son kesin” savaşa doğru hızla ilerlendiği bu günlerde Bolşevikler; serüvenlerin, kargaşalıkların, bölük pörçük umutsuzca çarpışma girişimlerinin hiçbir yararının olmayacağını da saptamışlardı ve Lenin ısrarla yineliyordu “Meşrutiyetçiler ya da cumhuriyetçiler hakkında hayale kapılmak yok, barışçıl yollar hakkında hayale kapılmak yok, şu anda Kazakların ve Kara-yüzlerin kışkırtmalarına yanıt vermek yok.” Zaman, kesin savaşa sıkı bir şekilde hazırlanmak için güçlerin yeniden toparlanması ve örgütlenmesi zamanıydı. Parti illegal alana çekilmişti ama legal olanaklardan sonuna kadar yararlanmaktan ve her iki alanda süren çalışmayı ustaca birleştirmekten de geri durmayacaktı. Burjuva hükümet ve Sovyetleri ellerinde tutan küçük burjuvaziye karşı ısrarlı aydınlatma faaliyeti sürdürülürken, bu sınıfların her eylemi işçi ve köylülerin nezdinde Bolşevik aydınlatma çabasıyla bir sınava dönüşecekti. “Taktiklerimiz kitlelere gerçekleri söylemektir” diyordu Lenin, birlikte saklandıkları yerde Zinovyev’le tartışırken, “Bizim yararımıza olmasa bile gerçekleri söylemeliyiz. Ancak böylece kitleler bize güvenir. Tarihin tüm dönemeçlerinde her zaman sadece ve sadece gerçeği söylersek düşüncelerimizle yaptıklarımız farklılaşmazsa, sözde ‘taktik kaygılarla’ halka yalan söylemezsek yenilmeyiz.” (Emmanuil Kazakeviç, Mavi Defter, Evrensel Basım Yayın, Şubat 1996, Çeviren Özlem Koşar, s.27)

3–4 Temmuz olayları sadece Bolşevikleri ve Sovyetleri tahrip etmedi kuşkusuz, bu arada, siyasi üstünlüğü eline geçirmesine karşın burjuvazinin kampında da bir’ hükümet krizi yaşandı. Kriz, Başbakan Lvov’un istifası ve Kerenski’nin yerine atanmasıyla kısmen çözüldü.

Ancak kriz bitmedi, Kerenski, koltuğuna oturur oturmaz, geçici hükümet, burjuvaları ve çiftlik sahiplerini toplayarak bir devlet konferansı topladı. Bu konferansa Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler de katıldı. Kerenski, konferansta köylülerin toprak işgallerini kanla bastıracağını söylerken Bolşevikler, Moskova’da ve birkaç başka kentte grev ve protesto gösterileri düzenlediler. Ancak, Kerenski sadece Bolşevik bir kitle ile karşı karşıya değildi. Tam bugünlerde Sovyetlerin dağıtılmasını istemiyle başkaldıran gerici General Kornilov’un, Kerenski’nin iktidarını da tehdit eden girişimi karşısında güçsüz kalan geçici hükümet, Kornilov birliklerine karşı çarpışan ve işçi ve köylüleri hareketi durdurmak için silahlı direnişe çağıran Bolşeviklerin karşısında bir kez daha itibar yitirdi. Kornilov ayaklanmasının bastırılmasında gösterdikleri basan, Kornilov’la savaşırken Kerenski Hükümeti’nin karşıdevrimci yüzünü ifşa eden ve Menşevik ye Sosyalist Devrimci politikaların Kornilov’a yardımcı olduğunu anlatarak teşhir eden Bolşeviklerin prestijini bir kez daha artırdı; Moskova ve Petrograd Sovyet’inde çoğunluk, onların eline geçti. Kornilov isyanı demek ki silah zoruyla olmaktan çok, Bolşevik propagandasıyla yıkılmıştı. Kornilov’un harekete geçirdiği birliklerin çözülmesinde, askerlerin bir kısmının isyancı generali terk etmesinde bu birliklere gönderilen Bolşevik ajitatörlerin etkisi vardı. Böylece gerici isyan, hem içten hem de dıştan çökertilmiş oldu.

Çiçeği burnunda Başbakan Kerenski, daha önce bakan olarak yer aldığı bu hükümetin kolay kolay üstesinden gelemediği emperyalist soygunculuk savaşına yeniden başlama görevini, bu karşıdevrimci görevi şimdiye dek bir Sosyalist Devrimci olarak üstlenmiş ve böylece burjuvazi Sovyetlerden devşirdiği işbirlikçileriyle hükümet etme yolunu bulmuştu. Ancak Kerenski’nin, Kornilov ayaklanmasıyla siyasal yaşamı teorik olarak sona erdi ve böylece devrim bir dönemece daha girdi. Kerenski’nin başbakanlığındaki geçici hükümetten bir süre sonra Kadet bakanların ayrılması da bardağı taşıran son damla olmuştu. Çünkü bakanlar, Kerenski’ye karşı Kornilov’u tutmuşlardı. Bu, hem Kerenski’nin Kornilov ayaklanmasında üstlendiği rolün soruşturulmasını hem de “sosyalistler” in Kadetlerden ayrılmalarını isteyen Bolşeviklerin iradesinin, kitlelerden yankı bulduğunu gösteriyordu. Sosyalist Devrimci ve Menşevik yanlısı büyük bir kesim hızla bu örgütlerden kopmaya başladı.

“Kornilov isyanının yenilgisi ayrıca, Bolşevik partinin devrimin tayin edici gücü haline geldiğini ve karşı-devrimin her bir teşebbüsünü boşa çıkarabileceğini gösterdi. Partimiz henüz hükümet partisi değildi, fakat Kornilov günlerinde gerçekten hükümet eden bir güçmüş gibi davrandı, çünkü talimatları işçiler ve askerler tarafından duraksanmadan yerine getiriliyordu. ” (Stalin, Eserler C.15, s.231)

Bolşevikler moral ve politik üstünlüğü elde etmiş olmalarına ve bir hükümet gibi davranmalarına karşın işçi ve köylülerin gerçek anlamda iktidar olmalarına daha epey zaman vardı. Kornilov isyanı bu mesafeyi Temmuz günlerinden sonra oldukça kısaltmıştı. Şimdi nasıl bir yol izleneceği konusunda yeni ve siyasal dengelerin şu anki durumuna uygun bir taktik geliştirmek gerekiyordu. Lenin, Kerenski’ye karşı düşmanlığı hiç azaltmaksızın, daha önce söylenmiş olan sözleri geri almaksızın ve onu devirmekten vazgeçmeksizin an’ın özelliğini hesaba katmak gerektiğini söylüyordu. Kerenski, hemen devrilmeyecektir; Kornilov ile savaşan halka Kerenski’nin güçsüzlük ve duraksamaları gösterilerek savaşılacaktır. Bu daha önce de yapılmaktadır hiç kuşkusuz ama şimdi başlıca iş olmuştur ve “değişiklik buna dayanmaktadır.”

Lenin şöyle yazar: “değişiklik Kerenski’ye Milyukov’u tutukla, Petrograd işçilerini silahlandır… Devlet Duması’nı dağıt… Büyük toprak sahiplerinin çiftliklerinin köylülere geçmesini yasallaştır, buğday ve fabrikalar üstünde işçi denetimini kur vb. diyerek kısmi istemler denebilecek şeyler için ajitasyonun pekiştirilmesini şimdi birinci plana koymaya da dayanır. Ve biz bu istemleri, yalnızca Kerenski’ye değil, Kerenski’den de çok Kornilov’a karşı savaşım içine sürüklenmiş işçilere, askerlere ve köylülere sunmalıyız… İktidarın proletarya tarafından fethi amacımızdan uzaklaşmış bulunduğumuzu sanmak haksızlık olur. Hayır. Bu amacımıza doğru çizgi biçiminde değil, ama dolaylı yoldan büyük ölçüde yaklaşmış bulunuyoruz. Kerenski’ye karşı dolaysız ajitasyondan çok, dolaylı ajitasyon yapmak gerekir.” (Lenin, Nisan Tezleri, s. 140)

Bolşeviklerin, Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerle ilgili teşhir faaliyetinde de boş sözlerin değil, eylemin zamanı olduğu vurgusu ön plana çıkarılacaktır artık.

Partinin, bütün dikkatini Kerenski Hükümeti’nin devrilmesi için gerekli koşulları olgunlaştırmaya yönelttiği sırada, yıkılanın yerine koyulacak devlet aygıtının nasıl oluşturulacağının da tasarımları yapılmaya başlandı. Temmuz günlerinden sonraki illegal çalışma döneminde Finlandiya’da gizlenen Lenin, “Devlet ve İhtilal” adlı önemli çalışmasını bu sırada kaleme aldı ve bu eserde Paris Komünü deneyini gözden geçirerek devlet ve sınıf ilişkisini, demokrasi sorununu işledi. Marksizm’e, proletarya diktatörlüğü kavramını tanımlayarak katkıda bulunan Lenin’in bu eseri, kesin savaşın arifesinde tüm Bolşevikler arasında heyecanla karşılandı.

Geçici hükümetin kurulmasından sonra, halka bir Kurucu Meclis’in açılacağını vaat eden ama bunu, Kurucu Meclis’te köylüler toprak sahiplerinin bütün arazilerini ellerinden almaya karar verebilir endişesiyle durmadan erteleyen liberal burjuvazi, şimdi de bu Kurucu Meclis’i savaş sonuçlanıncaya kadar iptal etmişti. “Toprak için Kurucu Meclis’e değin bekle. Kurucu Meclis için savaşın sonuna değin bekle. Savaşın sonu için, tam zafere değin bekle. İşte durum bu. Hükümette çoğunluğu elinde bulunduran kapitalistler ve büyük toprak sahipleri köylülerle düpedüz alay ediyorlar” (Lenin, Nisan Tezleri, s. 110) diye yazıyordu Lenin. Hükümet ve toprak sorununun çözümsüz bırakılmasında ve köylü kitlelerin oyalanmasında şimdiye değin destek aldığı Sovyet, büyük toprak sahiplerinin, kapitalistlerin iktidarını sağlamlaştırırken tüm ülkenin açlıktan kırılmasının baş sorumlusu olmuşlardı. Orada burada baş gösteren toprak işgalleri ise şiddetle bastırılıyor, işgalcilerin ölüm cezasına çarptırılması talebi yüksek sesle dile getiriliyordu. Bolşevikler Temmuz günlerinden sonra, kendilerini köylülerin siyasal temsilcisi olarak ilan eden Sosyalist Devrimcilerin teşhirini de propagandanın unsurlarından biri olarak belirlediler. Bu gruba karşı ajitasyonun ağırlık merkezi onların köylülere karşı işledikleri ihanet üzerine kaydırılacak, Sosyalist Devrimcilerin yoksul köylüler kitlesini temsil etmedikleri işlenecekti. Lenin, “Onlar, emekçilerin ve sömürülen yığınların çıkarlarını küçük bakanlık görevleri karşılığında Menşeviklerle ve Kadetlerle blok kurmak karşılığında teslim ettiler” diye yazıyordu.

Partinin açık ve legal çalışma koşullarına sahip olduğu dönemde yürüttüğü, Şubat günlerinden sonra başlayan ve “bütün iktidar Sovyetlere” sloganıyla yürütülen açıklama ve aydınlatma faaliyeti, Temmuz olaylarından sonra partinin yeraltına çekilmesi, sloganın çekilmesi ve silahlı ayaklanmaya hazırlanma taktiğiyle yer değiştirmişti. Şimdi, sınıfsal dengelerin, liberal burjuva hükümetin zafiyete düşüşü ve Sovyetlerdeki küçük burjuva egemenliğin çözülmesiyle değişmesi ve Bolşevik politikanın yaygın bir etki kurması üzerine “bütün iktidar Sovyetlere” sloganının yeniden gündeme getirilmesi söz konusu olabilirdi. Çünkü Sovyetler, işçi ve asker köylü yoksul halkın devrimci eylemi sırasında kendiliğinden ortaya çıkmış ve bu kesimlerin seçilmiş temsilcileri tarafından oluşturulmuş bir örgüttü ve kendiliğinden ortaya çıkan bu iktidar organlarına siyasal içeriğini Bolşevikler vermişti.

Demokratik bir yönetim organı olarak burjuva parlamentodan başka bir biçimin tanınmadığı bir konjonktürde Sovyet, aşağıdan gelen hareketin kendisini ifade ettiği, mevcut ve bilinen demokratik kurumlardan daha demokratik ve kitlelerin siyasal iktidara doğrudan katılımını güvence altına alan bir aygıttı. Eylül günlerine gelindiğinde, teşhir ve eleştirinin, sözün ve açıklamanın da son sınırına varılmıştı. Uzunca bir süre, iktidar talebini dile getirmeksizin iktidara yürüyen komünist parti, Lenin’in Temmuz günlerinden sonra gündeme getirdiği silahlı ayaklanmaya hazırlık taktiğinin de ilk bölümünün tamamlandığını ve ayaklanma zamanının geldiğini saptamaktaydı şimdi. Ama daha eylüldü ve bir aylık bir zaman, Rusya koşullarındaki bir ülke için çok uzun bir süreydi. Ekim Devrimi’ne kadar geçen süreye neler neler sığmamıştı ki. “Ama şimdi ayaklanma an meselesi”ydi

12 EylüPde parti Merkez Komitesi’ne ve Moskova ve Petrograd komitelerine yazdığı mektupta Lenin “iki başkentteki işçi ve asker Sovyetlerinde çoğunluğu sağlayan Bolşevikler iktidarı alabilirler ve almalıdırlar” diyordu, kesin ve açık bir talepti bu; iki gün sonraki mektubunda ise açıklıyordu: “Başarmak için ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfa dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma, halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir. İşte üçüncü nokta”

Evet, ayaklanma an meselesi haline gelmiştir ancak, Bolşevikleri kan dökücülükle suçlayan liberal burjuvaziye ve küçük burjuva sözcülere karşı, cephede dökülen kanların hesabı sorularak yanıt verilecektir daha. Böylece zaman hızla ilerlerken saatin akrebi Lenin’in “bunalım olgunlaşmıştır” saptamasından 8 Ekim’de yazdığı gibi, “uygun zamanı bekleyerek oyalanma ölüm demektir” anına gelmiştir bile. Şubat’tan

Ekime kadar süren uzun bekleyiş, sabır ve tahammül burjuvazinin ve küçük burjuvazinin halkın gözünde defalarca defalarca sınavdan geçirilmesi sonucunda karşılığını almıştır.

Ayaklanmayı bir sanat eseri gibi işleyen, emin ve güvenli adımlarla ilerleyen, bunun için kitlelerin zamansız patlayan öfkesini bile kontrol altında tutmaya çalışan Bolşeviklerin eşsiz manevra yeteneği, bugün için de öğretici derslerle doludur.

Gerçekten de, beklemenin biliminin yapıldığı bir süreçtir Şubat-Temmuz ve Ekim dönemi. Öyle ki, kanla, ihanetle, yalpalamalarla sınanmış; ayaklanma anı geldiğinde “kesin savaş”ın başlama zamanını burjuvaziye ifşa eden Kamenev ve Zinovyev gibi yol arkadaşlarının vefasızlığında tökezlemiş; ama aylar boyu Bolşeviklerin inatla sürdürdüğü bir mücadelenin sonucunda kazanılmış geniş kitlelerin kararlı desteğiyle üstesinden gelinmiş bir dizi politik ve askeri karşı-devrimci barikatın arkasında yavaş yavaş filizlenen ve olgunlaşan bir eserdi devrim.

Ve Lenin “koşullar yerine geldikten sonra ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek, Marksizm’e ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir” diye sesleniyordu hasımlarına. Devrimin bütün hayhuyu içinde bunca özenli bekleyişe karşı Bolşevikleri Blankizmle suçlayan anarşistlere haklı ve gururlu bir öfkeyle yanıt verirken o, geri çekilmenin, hamle yapmanın doğru anı saptamanın ve buna herkesi; başta yoldaşlarını ve kitleleri ikna etmenin son an üzerinde belirleyici bir etkide bulunacağını bilen bir devrimcinin sabrının, coşkusunun, inatçılığının örneğini gösteriyordu. Ekim Devrimi; iradenin, kitlelerin yanılsamaları arasından onu yakıp yıkarak kendisine yol açmasının ürünüydü ve en önemli sınavını 3–4 Temmuz gösterilerinde vermişti.

 

Ağustos 1996

Burjuvaziyle açık alanda savaş

Dahomey Komünist Partisi Politbüro üyesi Philippe Noudjenoume’yle röportaj

Geçtiğimiz Mart ayının sonunda yapılan, Emek Partisi’nin kuruluş şenliklerine, Batı Afrika’da küçük bir ülke olan Benin’den gelerek katılan Dahomey Komünist Partisi(DKP) yöneticilerinden Philippe Noudjenoume ile Benin’in (Dahomey) siyasal durumu, sınıflar arasındaki ilişkiler ve çatışmaların tarihsel süreç içinde aldığı biçimler, komünist partinin kuruluşundan bu yana geçirdiği deneyler, partinin başta işçi sınıfı olmak üzere Beninli emekçilerle ilişkisinin başlıca özellikleri ve muhalefetin örgütlenmesi sürecinde partinin izlediği taktik ve stratejiler hakkında yaptığımız söyleşiyi okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

Partinizin nasıl kurulduğunu ve nasıl geliştiğini anlatır mısınız?

Başlangıçta, genç komünistler Dahomey, Fransa ve Moskova üniversitelerinde ve diğer Afrika ülkelerinde öğrenciydiler. Ve bu ülkelerdeki revizyonist partilerde çalışıyorlardı. Afrika Bağımsızlık Partisi vardı. Bu parti, SBKP’nin 20. Kongresi’nden sonra 1956’da kurulmuştu. Başlangıcından beri revizyonist bir çizgi izlemekteydi. Bizim eski militanlarımız ağırlıklı olarak bu partide ve Fransa Komünist Partisi’nde çalıştılar. Moskova’da bulunanlar ise SBKP’nin gençlik örgütlerinde yer aldılar. 1961’de Dahomey’de komünist adını taşıyan ya da Marksist Leninist ön eki taşıyan küçük gruplar kurulmaya başladı. Bu gruplar Kruşçevci bir çizgi izliyorlardı. 1964’te bir ayrışma yaşandı. Bu ayrışma, Çin Komünist Partisi ve SBKP arasındaki ayrılıklar temelinde gelişti. Bizim partimizin kurucuları 1964’te SBKP çizgisinden ayrılarak kurulan Maocu gruptan geldiler. Maocu çizgide örgütlenen grup içinde 1971’de Çin çizgisinden bir kopma yaşandı. Partimizin kurucusu olan militanlar Maocu çizgiyi eleştirmeye başladılar. Mao Zedung anlayışına yöneltilen eleştiri iki noktada toplanıyordu. Birincisi Üç Dünya Teorisi, ikincisi ise kırlardan başlayan uzun süreli halk savaşı taktiğiydi. Bu iki noktaya tamamen muhaliftik. Mao Zedung’un Üç Dünya Teorisi 1972’de çıkmıştı ortaya; bu düşünceye göre dünya üçe ayrılıyordu. Birinci dünyada ABD ve SSCB; ikinci dünyada Almanya, Fransa gibi ülkeler yer alıyor diğer ülkeler de üçüncü dünyayı oluşturuyordu. Bu teoriye göre ikinci dünya ile üçüncü dünyanın birinci dünyaya karşı ittifak yapması savunuluyordu. Bizim ülkemizi egemenliği altında tutan Fransa ile ittifak yapacak değildik elbette. Bu, mümkün değildi. Böylece parti kuruluşuna doğru Üç Dünya Teorisi’yle mücadele ederek, onu bertaraf ederek ve tabii diğer gruplarla bu konuda mücadele ederek ilerledik. Diğer yandan taktik sorun olarak, proletaryanın iktidarı alması konusunda ayrışma yaşandı. Onlar kırlardan başlayan uzun süreli halk savaşımını öne sürüyorlardı. Biz kendi ülkemizin gerçekliğine, Çin’in kendi deneyimlerinden yola çıkarak öne sürdüğü bu taktiğin uygun olmadığını gördük. Marx’ın, Engels’in, Lenin ve Stalin’in büyük klasiklerinden çıkarttığımız sonuç da iktidar probleminin şehirlerde başlayacak ayaklanma ile çözüleceği oldu. Arnavutluk’taki literatürü de okuyarak bilgilerimizi pekiştirdik. Böylece sağlam bir ideolojik temel üzerinde partimizin kuruluşuna yöneldik. Dahomey Komünistleri Birliği bu anlayış çerçevesinde kuruldu sonra da ülkedeki tüm komünistlerin birliğini gerçekleştirdik. 31 Aralık 1977’de de Dahomey Komünist Partisi’ni kurduk. Böylece 1971’den 1976’ya kadar bir kuruluş aşaması geçirdik.

Partinin kuruluşu döneminde öteki burjuva sosyalist akımların durumu, gücü, işçi hareketi üzerindeki etkisi neydi?

Bütün demokratik mücadeleye Kruşçevci ve Maocu anlayış hâkimdi. Maocu gruplar devrimin asıl gücünün köylülük olduğunu savunuyordu. 1979’a kadar bu küçük burjuva popülist sosyalizm anlayışları son derece etkiliydi. Benin’de 1972’de Kereku iktidarının başlamasından sonra iki yıl içinde bu grupların hepsi dağıldı. 1975’te de tutuklama kampanyası başladı

Kereku rejimine karşı mücadele sürecinde bir cephe kurulduğunu biliyoruz. Bu cephenin özelliği ve parti ile ilişkisi neydi? Nasıl bir mücadele çizgisi izlendi? Cepheye başka gruplar katılmış mıydı?

İki aşama var. Birinci etapta; Benin’de otokrasiye karşı bütün muhalif kesimlerin birliğini sağlamanın gerekliliğini gördük. 1982’de Benin Anti Emperyalist Demokratik Cephesi (BDAİD) adıyla bir cephe kurduk. Cephenin programında demokrasi için mücadele, baskıcı anayasanın ortadan kaldırılması, demokratik bir anayasanın yeniden oluşturulması ve otokrasinin devrilmesi hedeflenmişti. Bu cephe içinde gençler ve yarı köylüler de yer almıştı. Sendikal örgütlenmeler cepheye doğrudan katılmamışlardı. Çünkü bütün sendikalar kapatılmış ve bir tek sendika açık bırakılmıştı; o da iktidar yanlısıydı. Cephenin, üstüne düşen rolü, gereği gibi yerine getirmediğinin görülmesi üzerine 1988’de ikinci etap başladı; 22 Kasım’da Halk Konvansiyonu’nu oluşturduk, konvansiyonda demokratlarla, hatta Hıristiyanlarla, illegal köylü örgütleri ve fazla gücü olmayan, öğrenci gençliğin legal sendikal örgütleriyle birlikte olmayı hedeflemiştik. Konvansiyon kurulur kurulmaz Kereku rejiminin yıkılması talebiyle bir çağrı yayınladık: 1988 Kasım ayı sonu ile aralık başında halk bu çağrıya yanıt verdi; bütün kamu ofislerinden ve işçilerden, köylülerden cevap geldi. Kısa sürede bütün Benin çapında illegal hareket komisyonları kuruldu.

Halk, daha iyi yaşam koşullan ve demokrasi için Kereku rejimine karşı gizlice örgütleniyordu.

Devletin kurduğu sendika içinde çalışmalarınız oluyor muydu, aynı dönemde illegal sendikalar var mı?

İllegal sendikalar vardı. Hükümete karşı olan bütün sendikalar illegaldi o dönemde. Devletin sendikaları içinde de taban çalışması yürütüyorduk.

1989’da Kereku rejimini yıkan hareketlenme ilerlemişti ve tek kurulu parti Dahomey Komünist Partisi olduğu halde iktidar alınamadı. Bu, nasıl oldu? Bu hareketin bir işçi-emekçi iktidarına dönüşme olasılığı yok muydu?

Evet, 1989’da hareket tamamen DKP tarafından yönetildi. Bütün alanlarda eylem komisyonları kurulmuş, bir de koordinasyon komitesi oluşturulmuştu. Bu koordinasyon da, DKP tarafından yönetilen Halk Konvansiyonu’nun yönetimindeydi. 1989’deki 100.000 kadar insanın katıldığı büyük kalkışma, tamamen bizim partimiz tarafından yönetildi.

Hareket sırasında partimiz, geçici bir program hazırlayarak geçici devrimci bir iktidar kurmayı önerdi.

İktidarın alınması sorunu 11 Aralık 1989 ayaklanmasına bağlıydı. Tam bu dönemde Fransız emperyalizmi şöyle bir planı devreye soktu. Kereku rejimini dağıttı ve demokratik bir anayasa vaadiyle ulusal bir kongre topladı. Bunun üzerine kitleler şaşkınlığa uğradı. Hareket normal seyrinden çıktı. Ayaklanmadan korkan burjuvazi, bir manevra yaparak iktidarını koruyabildi. Bu nedenle 1989’da iktidarı alamadık.

Toplanan Ulusal Kongre’ye karşı nasıl tutum aldınız?

Bunun, bütün sömürücülerin halkın iktidarı almasını engellemeye yönelik bir komplosu olması nedeniyle Ulusal Kongre’ye katılmayı reddettik.

Yığınların, işçilerin-emekçilerin tepkisi ne oldu. DKP’nin taktiklerini benimsediler mi yoksa diğer burjuva partilere mi inandılar?

Halk, korkunç bir yanılsama içindeydi. Burjuvazi herkese örgütlenme özgürlüğü tanıdı ve böylece haki yanıltarak iktidarda kalmayı başardı. Parti, 92’ye kadarki iki yıl boyunca kitlelerden yalıtıldı

1989’da Kereku’ rejiminin yıkılmasının sağladığı kazanımlar neler oldu; ekonomik alanda herhangi bir değişiklik odu mu?

Toplanan Ulusal Kongre, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası emperyalist finans kuruluşları tarafından destekleniyordu. Yapısal uyum programı devreye sokuldu ve ulusal sektörler ortadan kaldırıldı

Burjuvazi ulusal bir kongre toplayarak bütün güçleri çevresinde toparlarken toplumun ekonomik istemlerine yanıt vermediği görülüyor. Partinizin bu planı bozmak için karşı taktiği neydi?

Kongreye katılmadık; bu önemlidir. İkinci olarak da o dönemde emekçilerin kendi ekonomik talepleri için mücadeleyi sürdürmeleri için yoğun ajitasyon kampanyası başattık. Halkı harekete geçirmeye çalıştık. Emekçilerin temel taleplerinden oluşan programımızla tüm ülke genelinde ajitasyon çalışması yürüttük. Ajitasyonun temel unsurları kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin durdurulması, işten çıkarılmalara son verilmesi, ücretlerin reel endekse göre belirlenmesiydi

1991’de bir seçim yapıldı ve siz bu seçimleri boykot ettiniz. Boykot taktiğinizin anlamı neydi, yığınlar bu taktiğinizi nasıl karşıladılar?

Boykot taktiğimiz çok başarılıydı. Güçlü etkileri oldu. Nüfusun üçte birinden fazlası boykota katıldı.

Partiniz 1993’te yasallaştı. Açık alana geçiş ve parti kadrolarının açık alandaki mücadeleye uyumu nasıl oldu, politik ve örgütsel bakımdan zorluk yaşandı mı?

1992’de radyo, TV, gibi araçları kullanabiliyorduk ama resmi olarak kayıtlı değildik. 1993’te legal kuruluşumuzu yaptığımızda adaptasyon problemlerimiz oldu. Bu problemlerin hâlâ sürdüğünden söz edebiliriz.

Daha önce, yayınlarımızda sınıfsal analizleri doğrudan gerçekleştiriyor ve ayaklanma çağrıları yapabiliyorduk. Ama yasal yayın organlarında bu mümkün değil.

Bugün hukuki engellerle çevriliyiz. Bunların partimizi etkilememesi için çaba harcıyoruz tabii ki; yine aynı şeyleri söylüyoruz ama biçimini değiştiriyoruz. Bu konuda çok hassas olmak zorundayız. Tamamen gizli yayın organımızı da koruyoruz bir yandan. Şu andaki sorunumuz, illegal aktivite ile legal faaliyeti tam olarak ayırabilme sorunu. İllegal parti aygıtının çalışmaması, güçlü tutulmaması halinde bütün partiyi tamamen silebilir burjuvazi. Legal ve illegal çalışmanın doğru bir şekilde birleştirilmesi sorunumuz vardır ve son derece zor bir sorundur.

Bir diğer sorun da açık alanda çalıştığımız için burjuva yayın organlarıyla yarışmak zorunda olmamız. Bir kere yayınımızı daha güzel göstermek için daha fazla para harcamak zorundayız. Eskiden böyle değildi. İllegal çalışma dönemine göre çok daha büyük bir mali sorunla karşı karşıyayız.

İllegal yayının varlığını korumakta ne gibi zorluklarla karşı karşıyasınız. Aynı zamanda illegal propaganda aygıtlarınız var mı?

Parti yapıları içinde ve parti sempatizan çevrelerinde illegal propaganda yapıyoruz. Bu propagandalarda halkı burjuvaziye karşı hazırlamak gerektiğini sürekli anlatıyoruz.

Otokrasinin restorasyonu gibi bir tehlike karşısında kazanımları korumak için nasıl bir çaba içindesiniz? Partiyi böyle bir sürece nasıl hazırlıyorsunuz?

Böyle bir tehlike mevcut tabii. Eski diktatör, seçimlerle tekrar başa geldi. Ve sürekli olarak, demokratik koşulların ortadan kaldırılmasına yönelik bir çaba harcanıyor. DKP’yi likide etme çalışmalarının bilincindeyiz. Bu tip yönelimlerin ve demokrasinin ortadan kaldırılmasının sonuçlarına hazırız.

Gazetemizi bastığımız mekânı hiçbir zaman ortaya çıkarmadık. Legal yayın organlarını bile bastığımız yerler farklı. Yayını burada bastığımızı söylüyoruz ama aslında başka bir yerde basıyoruz. Partinin örgütçüleri tanınmıyor. Benim gibi resmi propaganda noktalarında olanlar ise doğal olarak tanınıyor.

Doğu Avrupa’daki rejimlerin çökmesi, SB’nin, Arnavutluk’un çöküşü gibi olaylar partinizi nasıl etkiledi? Bir karışıklık yaşandı mı? Yığınlarda sosyalizme karşı bir kayıtsızlık, uzaklaşma görüldü mü?

Partide bu gelişmelerden dolayı, ne ideolojik ne de teorik anlamda bir karışıklık oldu. Çünkü biz Kruşçevci revizyonizmin ve hatta Arnavutluk’un geri dönüşünün de farkındaydık. Özellikle 1978’de Arnavutluk’a yaptığım ziyaretten sonra hazırladığım raporda, küçük ayrım noktalarını belirlemiş ve bunları partime iletmiştim ve Parti 1. sekreterimiz de bazı noktalarda Arnavutluk gibi düşünmediğini ortaya koymuştu açıkça. Bu nedenle özellikle şu tespit edilmişti; Arnavutluk’ta teknolojik bilimsel gelişme için gerekli olan yapılanma çalışmalarının gerçekleştirilmediğini gözlemlemiştik. Bu, çok önemli noktalardan biridir. Diğer yandan Arnavutluk eski üretim biçimlerini korumakta ısrar ediyordu ve biz bunun doğal bir şey olmadığını tespit etmiştik. Komünist enternasyonalin yeniden kurulması konusunda da ayrılmıştık. Gerek ’78’deki gezide olsun gerek ’81’deki karşılıklı tartışmalarda olsun bu konuda ayrılık çıkmıştı. Emperyalizmi ürkütmekten çekinme eğilimi gözlemledik Arnavutlarda.

Biz o dönemde, en azından’ biçimsel olarak, daha sonraki komünist enternasyonalin ön çalışmalarının yapılabileceği biçimsel bir uluslararası platformun oluşturulabileceğini söylemiştik. Ancak kendileri bu konuyu kesinlikle tartışmayacaklarını, onların gündeminin kesinlikle dışında olduğunu söyleyerek reddetmişlerdi. 1988-90 dönemindeki çöküş döneminden bizim partimiz hiç etkilenmedi. Tabii ki, dış basıncın altında kaldık biz de. Partinin ismini değiştirmeye yönelik öneri geldi.”Tamam siz iyisiniz, sizi seviyoruz ama görüyorsunuz komünizm kelimesi pek iyi algılanmıyor, sevilmiyor; adınızı değiştirmeniz lazım” türünde öneriler getirildi. İşçiler açısından bir sorun yoktu. Onlar partinin adının komünist olmasında bir sorun görmüyorlardı. Partimizin isminin değiştirilmesinin söz konusu olamayacağını söyledik. Çünkü bizim idealimiz komünizmdi, görüşümüz buydu.

Benin’in çok uluslu bir ülke olduğunu biliyoruz. Çatışmalı ilişkiler var mı uluslar arasında, ulusal soruna ilişkin çözüm önerileriniz nelerdir? Programınızda bunu nasıl ifade ediyorsunuz?

Bizim programımızda, ulusal soruna yaklaşımımız öncelikle ulusları özgürleştirme ve birleştirme ilkesine; ikinci olarak da hukuki eşitliği sağlamaya dayanır. Benin’de bugün 46 milliyet var ama bu 46 milliyet aslında 4 büyük ulus altında toplanmıştır. Bugün burjuvazi bu farklı etnik kesimler arasında yapay çelişkiler yaratarak kendi çıkarına kullanmaktadır. Bütün bu uluslar, emperyalizmden ciddi oranda sıkıntı duymaktadır. Çünkü kendi dillerini ifade etme hakları ve ulusal kültürlerini toplumsal hayat içinde ifade etme özgürlükleri yoktur.

Uluslar arasında hukuki bir eşitlik olduğu söyleniyor ama gerçeklik böyle değil. Benin’de en büyük kesimi oluşturan milliyet, nüfusun yüzde 30’unu oluşturuyor ve sahip oldukları haklar diğerlerine göre daha fazla.

Programımızda, emperyalizmin egemenliği altında bulunan ulusların özgürleştirilmesini benimsiyoruz. Ayrıca tabii kendi ana dillerinde eğitim görebilmelerini ve kendilerini toplumun bütün kurumlarında ifade edebilmelerini ve bu anlamda da uluslararasındaki hukuki eşitliği savunuyoruz. Fransızca ise, yabancı dil olarak öğrenilmelidir.

Köylülüğün, nüfus oranı bakımından hayli geniş bir kesimi oluşturduğu Benin’de, köylülük içindeki çalışmalarınız ne durumda. Bu kesime yönelik nasıl örgütler yarattınız ve ajitasyonda hangi unsurları öne çıkardınız?

Köylülük içindeki çalışmaya çok önem veriyoruz. Oldukça iyi bir etkiye sahibiz. Mesela köylüler üzerinde baskı yaratan bir vergiyi yıllar önce kaldırtmayı başardık. Hemen hemen ülkenin tümünde legal olarak oluşturulmuş köylü sendikalarımız var. Bunlar da bizim partimize yakınlar.

İşçilerin 200 bin kişi olduğu ülkemizde topraksız köylü nüfusu oldukça fazla, bunlar nüfusun yüzde 80’ini oluşturuyor. Topraklar genel olarak Benin’de burjuvaların tekelinde.

Bu nedenle tarım ürünlerine iyi bir fiyat verilmesi, desteklediğimiz bir taleptir. Diğer yandan toprak çalışanın olmalı talebi

Benin’de çok geçerli bir talep değil. Pamuk üretiminin çok yoğun olduğu ülkemizde, ürün Benin’de kurulmuş olan şirketleri aracılığıyla emperyalist tekeller tarafından oldukça düşük ücret karşılığında satın alınıyor. Pamuğa verilen para, köylülerin kendi hayatlarını normal olarak sürdürmelerine bile yetmeyecek kadar az.

Şu anda mevcut iktidarın yığınlara somut ne gibi saldırıları var?

Özelleştirme, işten atmalar, sosyal güvenliğin budanması ya da ortadan kaldırılmaya çalışılması gibi ekonomik saldırıların yanında özgürlüğe karşı saldırıları; grev ve gösterilere polisin gönderilmesi, polisin kitleleri dağıtması, greve çıkan işçilerin ücretlerinin ödenmemesi vs.yi sayabiliriz.

Yeni dönemde halkın sosyalizmden uzaklaşma eğilimi var mı?

Köylüler, işçiler açısından böyle bir şey söz konusu değil ama küçük burjuvazide böyle bir eğilim gerçekleşti.

Şu anda gerek uluslararası plandaki gerek ülkedeki sorunlara ilişkin nasıl bir teorik mücadele perspektifiniz var? Öncelikli problemleriniz nelerdir?

Önümüze koyduğumuz en önemli sorunlardan birisi diyalektiğin yeniden geliştirilmesidir. Bu konuda, bilimsel alanlardaki gelişmelerin teorik plana taşıyarak diyalektiğin yenilenmesinin sağlanması ve bu çerçevede Marx ve Engels’in diyalektik açılımlarının eskiyen yanlarının saptanması ve halen güncelliğini koruyan yanlarının ortaya çıkarılması önemlidir. Bu, bugünkü işçi tipolojisini tanımlamamızı da sağlayacaktır.

Bilimsel teknolojik devrim ve iletişim devriminin gerçekleşmesi sonrasında, işçinin ve işçi tipolojisinin tanımlanması sorununun, çözülmesi gereken sorun olduğunu düşünüyoruz.

Sermayenin artı değeri nasıl sömürdüğünün ortaya çıkarılması, bizim, proletaryanın taleplerini sentetize etmemizi sağlayacaktır.

Burjuva düşünürler şunu söylüyor: “Bugün sınıf diye bir şey kalmadı. Bakın işte Fransa’da, ispanya’da işçiler zenginler; arabaları var ve gelişme bu yönde; sınıf ortadan kalkıyor.” Proletaryanın taleplerini sentetize etmek, bize, burjuvazinin bu düşüncelerle işçiler üzerinde yarattığı etkiyi bertaraf etmekte önemli bir araç olacaktır. Zaten Marx’ın, Engels’in ve Lenin’in yaptığı da buydu; proletaryayı sosyalizm düşüncesi ile bağdaştırmayı bu planda gerçekleştirmek.

Her partinin kendi ülkesinin reel koşullarından yola çıkarak taktik belirlemek gibi bir görevi var. Ülkenin ekonomik gelişimini, değişik toplumsal yapılarını, sınıflarını incelemesi, hatta her sınıfın sayısını saptayabileceği derinlemesine bir araştırmaya girmesi gerekir.

Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” adlı kitabında yaptığı gibi, işçi sınıfını yönlendirebilmek için ülkenin toplumsal gerçekliğini tanımak gerekiyor. Proletaryanın eğilimlerine denk düşecek çalışma yönteminin belirlenmesi için bu çalışma önemlidir. Uluslararası Komünist Hareket’in de teorik planda önüne alması gereken en önemli sorunlardan birisi budur.

Türkiye’deki Proleter Sosyalist akımın da, diyalektik materyalizmin temellerini, ortaya çıkmış bütün bu olgular üzerinden güçlendirmek ve savunmak gibi bir perspektifi var. Bu konuda siz ne gibi somut adımlar attınız?

Toplumsal koşullar üzerine bir analiz çalışmamız var. Ayrıca uluslararası durum değerlendirmesine sahibiz. Bu belgelerin karşılıklı değişimini sağlamamız gerekiyor.

Dışardan bakan bir komünist olarak bize önerileriniz nelerdir? Türkiye’yi nesnel koşullar bakımından ve komünistlerin durumu açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye için görece gelişmiş bir ülke tanımını yapabiliriz sanırım. Geniş bir işçi sınıfına sahip; rakam olarak 7 milyon olduğunu öğrendim. Bu oldukça büyük bir sayı. Bunun yanında Türkiye’de, geri kapitalist gelişme biçimleri de mevcudiyetini sürdürüyor. Mesela bilgi iletişim devriminin Türkiye’ye girmemiş olduğunu gözlemledim, işçi sömürüsünün çok yoğun ve çok katı koşullarda sürmekte olduğunun farkındayım. Bu da işçilerin sermayeye karşı olan mücadelesini daha da keskinleştiriyor ve bunun doğal sonucu olarak da Türkiye’deki işçi sınıfının bilinç seviyesinin daha hızlı bir gelişme seyri izlemesi söz konusu. Böylece yalnızca sermaye tarafından sömürülen bir sınıf değil aynı zamanda özgürlükleri de elinden alınan bir sınıf var karşımızda. Ve hem sermayeye karşı mücadelenin hem de demokrasi mücadelesinin bir arada yürüyor olması Türkiye’de geleceğe yönelik, devrimin gerçekleşmesine yönelik ciddi umutlar vaat ediyor.

Geleceğe yönelik sorun şurada: Bundan sonraki gelişmeyi, Türkiye’ye büyük miktarlarda para enjekte eden uluslararası tekeller mi belirleyecek yoksa iktidarı alan proletarya mı?

Öznel olarak baktığımızda da proletaryanın, sosyalizm hareketine kendiliğinden kitlesel bir desteği var. Destek çok derinleşmemiş henüz. Bu nedenle Türkiye’deki komünistler kendiliğinden gelişen bilinci derinleştirme görevi ile karşı karşıyalar. Devrim için son derece uygun koşullara sahipsiniz. Örgütlülük konusunda partinin çok büyük bir gücü var. Şu anda söyleyebileceklerim bunlar.

 

Ağustos 1996

Philippe Noudjenoume:

1948’de Benin’de doğdu. Politikayla, Nasır’a sempati duyarak ve Afrika’daki anti-emperyalist ulusal rejimleri inceleyerek 1968’den itibaren ilgilenmeye başladı. Dakar Üniversitesi’nde hukuk öğrenimi görürken 1969’da gerçekleştirilen ve bir yıl süren öğrenci boykotuna katıldığı için Senegal Devlet Başkanı tarafından sınır dışı edildiğinde Benin’e geri dönmeyerek Kongo’ya gitti. Eğitimini üç yıl sürdürdüğü Kongo Üniversitesi’nde Dahomey’li öğrencilerin sorumluluğunu üstlendi. 1972’de gittiği Fransa’da da bir yandan doktorasını yaparken diğer yandan da Kuzey Afrika Öğrencileri Federasyonu’nda çalıştı. 1973’te Fransa’daki Dahomey Öğrencileri Derneği’nin başkanı seçildi. 1976’da dışarıda oluşmakta olan gücün farkına varan Kereku rejimi, öğrencilerin ülkeye geri dönmesini isteyince dönmeyi reddederek arkadaşlarıyla birlikte 1978’e kadar Fransa’da kaldı. Böylece Kereku rejimi tarafından fişlenmiş oldu.

Bu dönemde yine arkadaşlarıyla birlikte Dahomey KP’nin kuruluş çalışmasını yürüttü ve partinin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Aralık 1978″de Benin’e döndü ve yedi ay sonra tutuklandı. 5 yıl kaldığı cezaevinden, dördüncü girişiminde başararak, dokuz arkadaşıyla birlikte 3 Nisan 1984’te kaçtı. Sonraki altı yıl, mücadelesini tamamen yeraltında sürdürdü. Şu anda partide politbüro üyeliği, Kıvılcım dergisinin (FLAM) yayın yöneticiliği, legal partinin de sözcülüğünü yapmak gibi görevler üstleniyor. Diğer yandan eğitim, liman, otel işletmeleri, santrallerde örgütlü Benin Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (CSTD)’na bağlı, partiye yakın Yüksek Öğrenim ve Araştırma Ulusal Sendikası’nın üyesi.

Emek cephesi için çağrı

(Aşağıdaki yazı, 14 Temmuz’da gerçekleştirilen İstanbul İşçi Kurultayı’na İstanbul İşçi Sendikaları Şubeleri Platformu tarafından sunulan önergenin metnidir. Yazı başlığı bize aittir.)

Son on yıldır emperyalist ülkelerin önderliğinde birleşen dünya gericiliği, “Yeni Dünya Düzeni” adı altında dünyayı ekonomik-sosyal bakımdan “yeniden yapılandırmayı” amaçlayan bir programı bütün ülkelerde hayata geçirmeye çalışıyor. Bu programın özü, işçi ve emekçi sınıfları, örgütsüzleştirip politika dışına iterken, ülkelerdeki ilerici demokrat muhalefeti düzen içi platformlarda eriten bir politikanın cenderesi içinde tutmak olarak ortaya çıkmış bulunuyor.

 

Uluslararası sermaye, kurmak istediği toplumsal düzenin altyapısını, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçilerin örgütlerini işlevsizleştirip dağıtmak, özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma politikalarıyla işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmek, eğitim, sağlık vb. toplumsal hizmetleri, özel kurumların parası olan kişilere verdiği hizmetler haline getirmek, sürekli ve belirli bir saatle çalışmayı ortadan kaldırarak “esnek çalışmayı” prensip edinen bir ekonomik “yeniden yapılanmayı” genel ve tartışılmaz bir uygulama haline getirmektir. Böylece işçi; sermaye ve hükümetler karşısında örgütsüz, güvencesiz tek başına bir biçimde kalacak, kapitalistin uygun gördüğü bir ücret ve uygun gördüğü sürece çalışmaya zorlayan işçi-patron ilişkisini kabul etmekten başka seçeneğe sahip olmayacaktır.

 

“Herkese demokrasi” vaadiyle, genel bir kabul gördürmeye çalışılan Yeni Dünya Düzeni, bırakalım “herkese demokrasi”yi klasik Avrupa demokrasilerinde bile sağında faşist, solunda 2. Enternasyonal partilerinin yer aldığı burjuva siyaset yelpazesindeki farklılıkları da ortadan kaldırarak, bütün burjuva-düzen partilerini tek bir program, tekellerin programı etrafında birleştirerek, partiler ve parlamentoda tam denetim sağlayarak, bu tekeller demokrasisini “herkese” dayatmıştır.

 

Yeni Dünya Düzeni’nin “ebedi barış” vaadi ise, tam bir hayal olarak kalmış; Avrupa’nın ortası dâhil, dünyanın her köşesi ulusların, milliyetlerin, mezheplerin, ırkların, aşiret ve kabilelerin birbirini boğazladığı bir kan deryasına dönüşmüştür. Savaşan tarafların her birinin arkasındaki emperyalist ülkeler, bu savaşları kendi çıkarları lehine sonuçlandırmak için silahlanmadan istihbarat örgütleriyle müdahaleye, doğrudan asker çıkarmaya kadar pek çok eylemle savaşları yaygınlaştırıp sürmesinin başlıca nedeni olmuşlardır. Bütün bu boğazlaşma ve kargaşaların kışkırtıcıları, “yeterince” savaştıklarına karar verdiklerinde, sureti haktan görünerek, halklara yarın yeniden kargaşa çıkarmalarının bütün tuzaklarını da sunan, Pax-Americana’yı “barış” diye dayatmaktadırlar.

 

Türkiye, emperyalist Yeni Dünya Düzeni’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu rolünü oynamaktadır. Bu rolün kaçınılmaz sonucu olarak da, vahşi bir sömürü, işçi ve emekçi örgütlerine pervasız bir baskı uygulamakta, ücret ve maaşlar hızla düşürülürken sendikalar ve diğer emekçi örgütleri sendika bürokrasisi ve düzen partileri aracılığıyla işlevsiz, sözde işçi ve emekçi örgütlerine dönüştürülmektedir. İşçilerin, emekçilerin hak mücadelesi; polis copu ve göz altılarla sonuçlanmakta, kamu çalışanlarının grevli toplusözleşme hakkı talebine karşı, sürgün, sendika kapatmayla yanıt verilmekte, imzalanmış toplusözleşmeler patronlar ve hükümet işbirliğinde çiğnenmekte, “sıfır toplusözleşmeler” dayatılmaktadır. Sokak infazlarına, “faili meçhul” cinayetlere, kayıplara, binlerce siyasi tutuklunun cezaevlerine doldurulmasına Kürt köylerinin yakılması, boşaltılması eşlik etmekte, “ülkenin bölüneceği” demagojisi arkasında vahşi bir savaş sürdürülmekte, ülke kaynakları dağlara bomba, özel savaş birliklerine ücret olarak ödenmektedir. Sisteme muhalif görülen partiler kapatılmakta, emekçilerin örgütlenme özgürlüğü ayaklar altına alınmaktadır. Düzen partileri arasında eskiden var olan ayrıntıdaki farklılıklar da ortadan kaldırılmış, tüm düzen partileri tek bir devlet ve sermaye partisi olarak birleşmiştir. Bu yüzden hükümetler değişmekte ama hükümetlerin uygulamak istediği programlar değişmemektedir. Büyük sermaye; ülkeyi sömürü ve talanı için dikensiz gül bahçesine dönüştürmek için yasal ya da yasadışı her yöntemi uygulamakta sakınca görmemektedir. Ekonomi, büyük sermayeyle tam bir uyum içindeki IMF ve Dünya Bankası’nın denetimine bırakılırken, dış politika büyük kapitalist devletlerin Ortadoğu ve Orta Asya politikalarına endekslenmiş; tıkanan rejim, dış ve iç politikada kontrgerilla yöntemlerini ülkeyi yönetmenin asli araçlarından birisi olarak kullanır hale gelmiştir. Ekonomik ve siyasal düzen; rüşvet, soygun, rant, mafya-büyük sermaye, mafya-devlet ilişkisiyle tarif edilecek bir çürümüşlük içindedir. Milyonlarca işçi ve emekçi, olup bitenden rahatsızdır. Bu rahatsızlık kendisini sistem partilerinden kopuş olarak göstermekte, bu yüzden de sisteme demagojik bir tarzda karşı olduğunu öne süren partiler emekçiler içinde rağbet görebilmektedir.

 

İşçi sınıfı başta olmak üzere emekçiler, hak mücadelesine kitleler halinde katılmakta, kimi siyasal talepler de öne sürmektedirler. Ancak, kendisini çeşitli adlardaki platformlarla temsil eden işçi-emekçi muhalefeti, gerek talep olarak gerekse eylem birliği olarak lokal olmaktan kurtulamamaktadır. Özellikle 1989 Bahar Eylemleri’nden bu yana işçi sınıfı ve 1991’den beri kamu emekçileri on binlerle ifade edilen kitleler halinde sokaklara dökülmesine karşın her seferinde sendika bürokrasisinin, hükümetlerin ve patronların işbirliği ile dizginlenebilmiş, çoğu zaman sokakta kazanılan masa başında kaybedilerek bugüne gelinmiştir. İşçi ve emekçi yığınlarının ortak çıkarları etrafında birleşip aynı hedeflere yönelmemiş, başka bir söyleyişle ülkenin geleceğine sahip çıkacak bir siyasallaşma süreci yaşayamamış olması emekçi sınıfların başlıca zaafı iken, bu zaaf, sermaye ve gericiliğin emekçilerin yenilgiye uğratılmasında başlıca dayanak olmuştur. İçinde genellikle aydınların ve çeşitli ilerici siyasal çevrelerin yer aldığı platformlar ise, daha çok “kayıplar”, “cezaevleri”, “insan hakları”, “savaş karşıtlığı” gibi özel talepler etrafında birleşen-dağılan bir özellik göstermiştir.

 

12 Eylül darbesinden sonra yaşananlar açıkça göstermiştir ki; milyonlarca halkı birleştirebilecek tek platform, emek eksenli bir platformdur. Ortak bileşeni başka türden bir şey olan her platformun geçici ve sayıca da çok az bir kesimi birleştirebildiği son on yılın mücadeleleri içinde açıkça görülmüştür. Bu yüzden de bugün bu kurultay, emek eksenli bir platformda, 60 milyon halkı birleştirecek bir tarihsel çağrıyı yapma sorumluluğu ile karşı karşıyadır. İşçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve siyasal taleplerini içerecek bir platformun bir emek cephesinin çekim merkezi olacağı, yaşanan mücadeleden çıkarılacak en açık sonuçlardan birisidir.

 

İstanbul Sendika Şubeleri Platformu, bu taleplerin başlıcalarını aşağıda saptamış bulunuyor. Bu talepler etrafında işçi sendikaları ve kamu çalışanları sendikalarını, özgürlük, demokrasi ve emekten yana olduğunu ileri süren siyasi partileri, kitle örgütlerini, insan hakçılarını, kadın hakçılarını, çeşitli emekçi kesimlerin meslek kuruluşlarını, şu veya bu kısmi talep etrafında da olsa özgürlükten demokrasiden, emekten yana oluşmuş yöresel platformları, aydınları, gençlik örgütlerini taleplerimiz etrafında birleşip ortak bir biçimde mücadele etmeye çağırıyoruz.

 

Burada şunu da açıkça ifade etmek gerekir ki; platformumuz, düzenin kimi aşırı uygulamalarına karşı çıkmakla sınırlı bir “muhalefet” platformu değil, sisteme karşı mücadelenin, ülkeyi bağımsız demokratik bir ülke durumuna getirecek uzun soluklu ve kapsamlı bir mücadelenin platformu olmak zorundadır. Bu yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak, platformumuz; emperyalizmin, uluslararası kapitalizmin ve işbirlikçilerin baskı ve zorbalığına karşı tüm emekçileri, ilericileri, devrimcileri, demokratları birleştiren ve bütün dünyanın işçileri, emekçileri ve ezilen halklarıyla dayanışma içinde olan bir platform olmak zorundadır. Çünkü işçi ve emekçilere yöneltilen saldırının arkasında uluslararası kapitalizm vardır. Çünkü bugünkü baskı ve zorbalık rejimi ABD ve Avrupalı emperyalistlerin desteği ile ayakta durmakta; savaştan kontra cinayetlerine, özgürlüksüzlükten polis terörüne bütün baskı mekanizması bu ülkelerin ve uluslararası sermayenin icazeti ile yürütülmektedir.

 

 

 

İSTANBUL İŞÇİ SENDİKALARI ŞUBELERİ PLATFORMU

 

 

 

 

 

TALEPLERİMİZ:

 

* Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma, işten atma durdurulmalı; “esnek çalışma” yasaklanmalı, işçilerin yasal hakları korunmalıdır.

 

* Çalışma yaşamını ilgilendiren yasalar demokratikleştirilmelidir.

 

* SSK Yasa Tasarısı geri çekilmeli, devlet SSK’dan elini çekmeli, SSK yönetim ve denetimi işçilere devredilmelidir.

 

* SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur’un özelleştirilmesi ve tasfiyesinden vazgeçilmeli, bu kurumlara bütçeden fon aktarılmalıdır.

 

* Ayrımsız ve genel bir afla cezaevleri boşaltılmalıdır.

 

* Kamu emekçilerine grevli toplusözleşmeli sendika hakkı tanınmalıdır.

 

* Özerk, demokratik, bilimsel, parasız eğitim; genel eğitimin başlıca ilkesi olmalıdır.

 

* Herkese parasız sağlık hakkı tanınmalıdır.

 

* İşçi ve emekçilerin siyasi olarak örgütlenmesinin önündeki engeller kaldırılmalıdır.

 

* Toplantı ve gösteri yürüyüşlerindeki sınırlamalar kaldırılmalıdır.

 

* Düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki bütün engeller kaldırılmalı, basın üstündeki sansür ve her türden baskıya son verilmelidir.

 

* İller Yasası geri çekilmelidir.

 

* Olağanüstü Hal kaldırılmalı, özel güvenlik kuvvetleri, kontra örgütler dağıtılmalıdır. DGM’ler kapatılmalı, verdiği cezalar geçersiz sayılmalıdır.

 

* Savaşa son verilmeli, Kürt sorununun hak eşitliği temelinde çözümünün yolu açılmalıdır.

 

* NATO ve Gümrük Birliği’nden çıkılmalı, Türkiye-İsrail Anlaşması ve ülkeyi emperyalizme bağımlı hale getiren tüm anlaşmalar iptal edilmelidir.

 

 

 

Ağustos 1996

 

Konut sorunu

Türkiye’de kentleşme ve yerleşim problemleri, 1960’lardan sonra artan ekonomik iç göç vesilesiyle sonra da Kürt savaşı sırasında gündeme gelen siyasi göç nedeniyle tartışılmaya başlandı. Ancak, yerleşim sorunu, oldukça can yakıcı görünümlerinin yaşandığı Türkiye dışındaki ülkelerde de önemli bir sorun. Haziran ayında ikincisi yapılan HABİTAT konferansının hazırlık aşamalarında ve konferans sırasında gündeme gelen tartışmalara bakıldığında da bu sorun, başta emperyalistler olmak üzere hemen hemen tüm ülkelerin alelacele ele alınmasını istediği bir kangrene dönüştü. Ancak kapitalizmin ikincil sonuçlarından biri olan yerleşim problemi ve konut sorunu, emperyalistlerin süslü ve parlak vaazlarla sundukları temenniler ve söylenen genel geçer laflar göz önüne alındığında, bu konferansın ve hazırlık toplantılarının “gıdaklamalardan daha küçük yumurtaların” yumurtlanmasından başka bir işe yaramadığı, problemi tartışmaya açanların gerçekte, sorunun kaynağında durdukları bir kez daha kanıtlandı.

Sadece günümüze özgü bir sorun olarak görülmesi mümkün olmayan konut sorunu tarihsel süreçte, tüm ezilenlerin ortak sorunlarından biriydi. Bizim şimdi HABİTAT konferansı sırasında tanık olduğumuz bilgiç tartışmaların eskiden de yapıldığı ve bu soruna getirilen çözüm önerilerinin sosyal sınıf ve katmanların ihtiyaçları doğrultusunda yönlendiği görülüyor. Kuşkusuz, konu, en çok feodalizmden kapitalizme geçiş aşamasında, yerlerinden yurtlarından ve evlerinden edilerek “özgür emekçiler” haline getirilmiş işgücü sahiplerinin akın ettikleri sanayi kentlerinde görmezlikten gelinemeyecek bir yerleşim problemini dayatmasıyla gündeme getirildi.

Aynı dönemde iktidar olarak örgütlenmeye başlayan burjuvazinin, Avrupa’daki büyük kentleri yeniden planlamaya girişmesi, işçileri kentin dış mahallelerine sürmeye başlaması ve Haussmann ruhunun tüm kıtayı dolaşması bu altüst oluş döneminin karakteristiklerindendir.

Engels’in, kapitalizmin daha önemli, birincil problemleri çerçevesinde burjuva ve küçük-burjuva ideologlara karşı Marx’Ia birlikte girdiği polemiklerin arasında böylesine ikincil görünen bir dertle ilgilenerek “Konut Sorunu” adını taşıyan bir kitap yayınlaması bu bakımdan bir rastlantı değildir. Sanayi devriminin yaşandığı 19. yüzyıl boyunca, hiçbiri bugün hatırlanmasa da ortalıkta pek çok reçete dolaşıyordu.

Fransa’da 3. Napoléon döneminde, gelişmekte ve siyasal bakımdan olgunlaşmakta olan işçi sınıfı karşısında askeri ve politik bakımdan olduğu kadar başka bakımlardan da donanan egemen sınıflar, Paris’i, olası sokak çatışmalarına göre yeniden hazırlamak ve barikat savaşlarına uygun olmayan caddeler inşa etmek için kentin önemli merkezlerini yıkıp dağıtıp yeniden planladıklarında bu bölgelerdeki emekçiler artık, şehrin gerilerinde askeri garnizonların kontrolü altında yaşamak zorunda kalacaklar; işçi mahallelerinin ortasından geçen caddelerin kenarlarına yapılan yeni konutlar, sefaleti arka mahallelere itecek, üstelik bu mahalleleri birbirinden ayıracaktı. Bütün bu yeniden inşanın mimarı Haussmann, sadece ardı ardına gelen devrimlerin kenti Paris’in düzenlenmesinde değil, diğer büyük Avrupa kentlerinin düzenlenmesinde de ilham kaynağı oldu. Bu, kentin sınıfsal ihtiyaçlara göre yeniden tasarımına, açık ve siyasal çıkarlarla birebir çakıştığı herkes tarafından bilinen ve böyle olduğu zaten açıklanmış olan bir örnektir. Ancak, yerleşim ve kentleşme sorunlarını yaratan kapitalist sistemin burjuva ideologları, soruna dair gerekçeleri ve ortaya sürdükleri çözüm önerilerini her zaman bu kadar açık ve siyasal çıkarlarla doğrudan ilişkili olarak açıklamadılar. Bunda elbette sınıflar arasındaki ilişkilerin o anki durumunun da etkisi vardır. Bu bakımdan Engels’in “Konut Sorunu” adını taşıyan kitabı, bu konuyla ilgili hem burjuvazinin yaklaşımını hem de Proudhon’cu küçük burjuvaların önerilerini tartışırken, apartılmış terminolojiler kullanılarak süslenmiş lafazanlıkların gerçek sınıf içeriklerini kanıtlıyor ve bu tezleri, yazarın üstün polemik yeteneği nedeniyle içi boşaltılmış birer balona dönüştürüyor.

Bu kitabın bir başka özelliğiyse, daha önce “Felsefenin Sefaleti”nde defteri durulmuş olan ve işçi sınıfı üzerindeki etkisi oldukça zayıflamış, artık sadece Fransız, İspanyol, İtalyan ve Belçikalı burjuva radikallerine, burjuva ve küçük burjuva emellerinin bir ifadesi olarak hizmet eden bir öğreti haline gelmiş olan Proudhon düşüncesine bir kez daha ve son kez dönülmüş olmasıdır. Engels bunu gerekçelendirirken “Proudhon Avrupa işçi sınıfı hareketinin tarihinde, sessiz sedasız unutulamayacak kadar önemli bir rol oynamıştır; teorik olarak çürütülmüş, uygulamada bir kenara itilmiş olmasına karşın, hâlâ tarihsel önemini korumaktadır. Modern sosyalizmle herhangi bir ayrıntıda ilgilenen herkesin, hareketin ‘defteri durulmuş görüş açılarını’ da öğrenmesi gerekir. Marx’in “Felsefenin Sefaleti”, Proudhon, toplumsal reform için pratik önerilerini ortaya atmadan birkaç yıl önce yayınlandı. Marx, burada, Proudhon’un değişim bankasını ancak çekirdek halinde keşfedip eleştirebiliyordu. Dolayısıyla bu açıdan, benim bu çalışmam Marx’in çalışmasını ne yazık ki, eksik olarak tamamlamaktadır… Ve son olarak, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi şu ana kadar Almanya’da güçlü bir biçimde temsil edilmektedir” ifadelerini kullanıyor.

Proudhon’la girilen polemik bu bakımdan, modern sosyalizmin temel görüşlerini ve bütün üretim araçlarının toplumsal mülk haline dönüştürülmesi istemini kabul ettiğini iddia ederken bunun gerçekleşmesini çok uzak bir geleceğe erteleyen ve bu yüzden mevcut koşullar içinde “emekçi sınıfların kalkındırılmasına kafa yoran gerici küçük-burjuva sosyalizmiyle konut sorunu üzerinden yeniden hesaplaşma anlamını da taşıyor.

Proudhon’un düşüncelerini seslendiren Dr. Mülberger’in Volksstaat’da yayınlanan yazısı vesilesiyle küçük burjuva sosyalistleriyle girdiği polemikte Engels, bütün işçilerin bir konuta sahip olmalarını savunan ve bunun için yollar öneren yazarın önerisinin Almanya’nın koşullan bakımından gerici bir öneri olduğunu söylüyor ve ispat ediyor. Engels’in izlediği polemik yöntemi, herhangi bir siyasal veya sosyal talebin ancak belirli siyasal ve sosyal koşullarda geçerli olabileceğini ve aynı talebin bütün zamanlar için, hep aynı haklılıkta ve doğrulukta olmayacağını gösteriyor. Bu konudaki ölçüt de hiç kuşkusuz üretici güçlerin gelişme düzeyinin hangi eğilimde olduğunun ve sınıflar arasındaki ilişkilerin hangi dengeler üzerinde kurulduğunun saptanmasıdır. Engels, kapitalist pazara geç giren Almanya’da kırsal küçük üretimi sürdüren ve kendi küçük işliğinde ve konutunda bir ayağı kıra bağlı olarak yaşayan emekçilerin, makineleşmenin ve büyük sanayinin gelişmesiyle birlikte yaşam koşullarının kötüleşmesi ve proleterleşmeye başlamalarına karşın kırdaki konutun ve mülkün ayak bağı haline gelmesine; bir ayağı kırda olan işçilerin de bu konumları nedeniyle düşük ücrete boyun eğmek zorunda kalmalarına dikkat çeker ve “herkese konut” talebinin, üretici güçlerin gelişmesinin bu şimdiki düzeyinde geriletici ve gerici bir talep olduğunu gösterir. Modern sanayinin kırsal alanda gelişmeye başladığı Almanya için bu talep daha geri üretim ilişkilerinin sürmesini savunmak anlamına gelmektedir.

Engels, kitabının ikinci baskısının önsözünde şöyle yazıyor: “Daha önceki bir tarihsel aşamada, işçilerin göreli gönencinin temeli olan şey, yani tarım ve sanayi bileşimi, ev, bahçe ve tarla ve mesken mülkiyeti güvencesi, günümüzde, büyük ölçekli sanayi egemenliğinde, yalnızca işçiler için en kötü engel değil, ama bütün işçi sınıfı için en büyük şanssızlık, yalnızca ayrı bölgelerde ve iş kollarında değil, ama bütün ülkede ücretlerin, örneği görülmemiş düşüklüğünün temeli haline gelmektedir. Ücretlerden yapılan bu anormal indirimle geçinen ve zenginleşen büyük ve küçük burjuvazinin, kırsal sanayi ve işçilerin kendi evlerinin sahibi olmalarını heyecanla savunmalarına ve kırsal sıkıntılara tek çare olarak yeni ev sanayilerinin başlatılmasını görmelerine şaşmamak gerekir… Ve bununla her işçiye kendi küçük evinin mülkiyetini verecek ve böylece onu, özel kapitalistine yarı feodal biçimde zincirleyecek olan burjuva ve küçük burjuva ütopyası çok değişik bir görünüm almaktadır.”(s. 16–17)

Ama Dr. Mülberger’e kalırsa, kentle kır arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmak ütopiktir. Bu karşıtlık ona göre “doğaldır ya da daha doğrusu tarihsel olarak ortaya çıkmıştır. ” Hem tarihsel hem de doğal olabilen(!) bu çelişkiyi olduğu gibi korumak gerekir. Engels alay ederek yanıtlar: kapitalistlerle ücretli işçiler arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmak da ütopiktir; çünkü hem doğaldır hem de tarihsel!

Kuşkusuz, şimdi, Engels’in düşünme yöntemi değil de, o dönem için çıkardığı sonuçlar dogmatik bir biçimde dikkate alındığı takdirde de aynı türden gerici önermelere varmak mümkün olur. Bugün, işçiler için konut hakkını savunmakla, ülkedeki üretici güçlerin durumu ve sınıfların karşılıklı ilişkileri göz önüne alındığında, işçi sınıfının politik mücadelesini geliştirici bir talep öne sürülmüş olacaktır.

 

PROUDHON KONUT SORUNUNU NASIL ÇÖZÜYOR

“Proudhon’un dahil olduğu küçük burjuva sosyalizmi” diye yazıyor Engels, “Çoğunlukla, işçi sınıfının öteki sınıflarla ve özellikle küçük burjuvazi ile ortaklaşa katlanmak zorunda kaldığı bu gibi zorluklarla uğraşmayı yeğlemektedir. Ve dolayısıyla bizim Alman Proudhoncularımızın esas olarak, gördüğümüz gibi, hiçbir şekilde yalnızca bir işçi sınıfı sorunu olmayan konut sorununa eğilmesi; ve tam tersine, onun gerçek ve yalnızca işçi sınıfına özgü bir sorun olduğunu ileri sürmesi hiç de rastlantı değildir.” Ve ardından “herhangi bir ekonomik olayın içinde cereyan ettiği gerçek, fiili koşullarla hiçbir zaman ilgilenmek zahmetine katlanmamak”\a eleştirdiği Proudhon’un konut sorunuyla ilgili olarak, kiracıların ödedikleri kira karşılığında günün birinde oturdukları evlere sahip olmasının hukuki bir düzenlemeyle güvence altına alınması önerisiyle dalga geçer. Proudhon, önerinin ekonomi yasalarıyla çelişip çelişmediğine aldırmamakta; ekonomiden hukuk bilimine cüretli bir atlayış yapmaktadır: “Proudhonumuz ekonomik bağlantılarını yitirdiği her zaman -ve bu her ciddi sorunda onun başına gelmektedir- yasalar alanına sığınmakta ve ebedi adalete başvurmaktadır” diye yazar Engels. Proudhon, yürürlükteki meta üretimi biçimini ve buna tekabül eden hukuk sistemini kendi bulduğu ebedi adalet ilkesine uydurma gayretindedir.

Bir evin ilk maliyet bedelinin kira şeklinde, iki, üç, beş ya da on katı geri ödenmesinin bir yasal hakka dayandığını ve yasal tasarruf hakkının ‘ebedi adaletle’ çeliştiğini düşünen Proudhoncu doktorun önerisi ise açıktır: Yasal tasarruf hakkının ortadan kaldırılması ve ebedi “adalet sayesinde, ödenen kiranın, meskenin kendi maliyet hesabına dayanan bir ödemeyle yapılması; yani kiracının kendi meskeninin sahibi olması.

Oysa ev sahipleri hukuki önlemler sayesinde toprak kirası ve faiz alma olanaklarından yoksun bırakılsalar dahi, işçi sınıfından alınan ödenmemiş emek miktarı kesinlikle aynı kalacaktır. Proudhoncu doktor varsın ev sahibinin, çalışmadan toprak kirası ve eve yatırdığı sermayeden faiz almasını ebedi adalete karşı işlenmiş suç olarak ilan etmeye ve eve yatırılan sermayenin faiz ve toprak rantı getirmemesi gerektiğini öne sürmeye devam etsin. Engels yanıtlar: “İşçi sömürüsünün döndüğü eksen, işgücünün kapitaliste satılması ve kapitalistin bu alışverişi kullanışı, yani işçiyi ödenmiş işgücünün karşılığı olandan çok fazla üretmeye zorlaması gerçeğidir. Daha sonra toprak kirası, ticari kâr, sermaye faizi, vergi vb. biçimlerinde kapitalist ve hizmetkârlarının çeşitli türleri arasında bölüştürülen artı değeri yaratan, işte kapitalist ve işçi arasındaki bu alışveriştir.”

Yeterince konut bulunmasına karşın bir konut sorununun doğmasına yol açan da kapitalistle işçi arasında cereyan eden alışveriştir. İşçinin işgücünü burjuvaya satmak zorunda kaldığı, burjuvanın da üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurması nedeniyle işçinin ödenmemiş emeğine artı değer olarak el koyduğu sistem, yani kapitalizm konut sorununun nedenidir.

Engels, “Proudhon Konut Sorununu Nasıl Çözüyor” başlıklı makalesinin daha girişinde, Marksistler açısından bu sorunun nasıl çözüleceğine dair anahtarı verir. “Bu konut darlığına son vermek için bir tek araç vardır: İşçi sınıfının egemen sınıflarca sömürüsüne ve ezilmesine tümüyle son vermek.” Bu, bütün iş araçlarına, sanayiye işçi sınıfının el koymasıyla mümkün olacaktır. Üretim araçlarına el konması ise Proudhoncu geri satın almanın tam karşıtıdır.

 

BURJUVAZİ KONUT SORUNUNU NASIL ÇÖZÜYOR

Proudhoncu zihniyetin konut sorununa yaklaşımı, gerçekte burjuvazininkinden farklı değildir. Burjuvazi için ise bir konut sorununun gündeme getirilmesi iki nedene dayanır; birincisi hiçbir altyapısı bulunmayan kulübe ve barakalarda sefil bir hayat süren proleterlerin yaşadığı izbe mahallelerde baş gösteren salgın hastalıklar, hiçbir sınıfsal ayrım gözetmeksizin uygar kentleri tehdit etmeye başlamıştır; ikincisi de özellikle, kırsal alandaki sanayi bölgelerinde baraka ve kulübe yapımının oldukça kârlı olabileceğinin süreç içinde fark edilmesidir.

Ancak burjuva ideologlar, konut sorununun nereden kaynaklandığını özenle gizlerler ve bundan söz etmek gerektiğinde ahlaki gerekçeler ileri sürerler veya hemen suçlamalara girişirler. Bu makalede Engels’in polemiğe giriştiği Herr Sax da bu konuda suçu, işçilerin bilgisizliklerinde ve ev sahibi olanların yeterince uyanık olmamalarında aramaktadır. “Ev sahipleri konut gereksinimlerinin normal bir şekilde karşılanmasının ne kadar büyük ve önemli bir rol oynadığını hiç bilmiyorlar; genel kural olarak böylesine sorumsuzca kötü ve zararlı meskenler sunmakla, insanlara neler yaptıklarını bilmiyorlar ve son olarak kendi kendilerine nasıl zarar verdiklerini bilmiyorlar” diye yazmaktadır Sax ve bilgiççe saptamaktadır: “Çünkü iyi bilinen bir gerçektir ki, işçilerin arasında pek çoğu dikkatsizlikten ama esas olarak bilgisizlikten ötürü, bedenlerini, hatta denebilir ki ustalıkla, doğal gelişme ve sağlıklı yaşam koşullarından yoksun bırakmaktadırlar. Şöyle ki, rasyonel sağlık koşulları ve özellikle bu sağlık koşulları içinde meskenin taşıdığı büyük önem konusunda hiçbir fikirleri yoktur. “

Buradan anlaşıldığına göre bir konut sorununun varlığı kabul görmektedir ama, problemin çözümü ev sahibi ile kiracının eğitimiyle iyi niyetine havale edilmektedir; emek ve sermaye arasındaki karşılıklı uyumun bekası için bu herzelerin sarf edilmesi bir burjuva için koşuldur doğal olarak. Ama Sax, bir eğitilmiş burjuva olarak bu iki ifadesinden sadece bu kadar sonuç çıkarmaz, tıpkı Proudhon gibi, işçilerin kendi konutlarına sahip olmalarını önerir; kapitalistlere de, gerçek çıkarlarının farkına vararak işçilere iyi evler vermelerini salık verir. Herr Sax’in kira ödemeyen, sermaye sahibi tarafından yatırım olarak inşa edilmiş konutlarda yaşayan işçilerinin ya da kırsal sanayinin geliştiği Almanya’da kendi kırsal konutuna sahip olduğu için “mülk sahibi haline” gelen proleterin gerçek halini ise Engels tanımlar: “Bu durumda o bölgenin işçi sınıfı kirasız yaşamaktadır; konut harcamaları, artık onun işgücü değerine girmemektedir. İşgücünün üretim maliyetindeki azalma, yani işçinin geçim araçlarındaki her kalıcı fiyat düşüşü ‘ulusal ekonomi öğretisinin tunç yasaları uyarınca’ işgücünün değerinde bir gerilemeye eşdeğerdir ve dolayısıyla sonunda ücretlerde bunu karşılayan bir düşme ile sonuçlanacaktır… Yani işçiler kendi evlerine eskiden olduğu gibi ev sahibine para ile değil, ama kendisi için çalıştığı fabrika sahibine ödenmemiş emekle kira ödeyeceklerdir. “

Çünkü zaten bir konut sorununu da doğuran, işçinin ödenmemiş emeğine kapitalistin el koyması üzerine kurulmuş olan sistemdir. Dolayısıyla, burjuvanın kimi zaman bir büyük fabrikanın çevresine, zamanla kasabalara hatta kentlere dönüşen işçi köyleri kurma eğilimine girmesinin de herhangi bir yardımseverlik duygusu ve iyi niyetle ilgisi yoktur. Bu, basit bir kâr hesabının karşılığında gündeme gelmiştir. Nitekim 19. yüzyılda, İngiltere’de büyük kırsal fabrika sahipleri işçi konutları yapmanın “yalnızca bir zorunluluk, bizzat fabrika gereçlerinin bir bölümü olmadığını ama aynı zamanda çok kârlı olduğunu da çok önceden fark etmişlerdi. ” Ardından gelen Fransız ve Alman burjuvaları da aynı deneyleri tekrarlamaya başlamışlardı ama işçilerin bu konutlara sahip olmasının da birtakım koşullan vardı. Herhangi bir grev döneminde ya da işten çıkarıldıklarında yerlerine gelenlere verilmek üzere evler işçilerden geri alınıyordu. Demek ki, bu konutların yapılması burjuvanın akıllı bir seçimiydi; her türlü grev ve direniş, işçilerin küçük evlerine bağlanması yöntemiyle engellenebilirdi. Diğer yandan fabrika çevrelerinde oluşan bu işçi köylerinin kurulmasında, en yakın köyden fabrikaya yürüyerek gelirken bütün enerjisini yolda tüketen ve bütün gün yorgun argın çalışan işçinin işgücünden mümkün olduğu kadar çok yararlanabilme hesabı da yatıyordu.

Dolayısıyla Engels’in saptamasıyla “İngiliz kapitalistleri, Almanya gerçekten büyük sanayiye sahip olmadan çok önce kırsal bölgelerdeki fabrika üretimi için işçi konutlarına yapılan harcamaların, sermayenin toplam yatırımının bir bölümü ve dolaylı ve dolaysız çok kârlı bir bölümü olduğunu kavramış bulunuyorlardı.” Alman ideolog Sax’ın Almanya için önerdiği çözüm, modern sanayinin beşiği İngiltere’yi iki adım geriden izleyen bu ülke burjuvazisine fener tutmaktan başka bir işlev görmüyordu, tarihsel bakımdan.

Burjuva sözcünün tüm amacı, önerisiyle artık kör kör gözüm parmağına bir gerçeklik olarak sırıtan konut sorununun kaynağındaki asıl kötülüğün gizlenmesi olmaktadır. Engels şöyle yazar: “Günümüzün toplumundaki bütün kötülüklerin temelini koruyup aynı zamanda bizzat kötülükleri yok etmeyi istemek, burjuva sosyalizminin esasıdır. Komünist Manifesto’da da zaten belirtildiği gibi, burjuva sosyalistleri ‘burjuva toplumunun sürekli varlığını sağlamak için toplumsal düşmanlıkların kılıf değiştirmesini’ arzulamaktadırlar… Burjuva sosyalizmi konut darlığının mevcut koşullardan doğduğunu açıklamaya cesaret edemez. Ve dolayısıyla konut darlığım, insanoğlunun kötülüğünün, deyim yerindeyse ilk günahın bir sonucu olarak ahlakileştirmekten başka açıklama yolu yoktur.”

Engels’in bütün saptamaları bugün için de geçerlidir. Geri kalmış ülkelerden Avrupa’daki büyük metropollere ve ABD’ye doğru yoğunlaşan işçi göçü, taşradan ve kırdan büyük kentlere doğru tehdit edici işgücü akını, Doğu Avrupa, eski Sovyet cumhuriyetleri, Uzakdoğu’daki siyasal gelişme ve çatışmaların yol açtığı bölgeden kaçış hareketlerinin gündeme getirdiği yerleşim ve iş problemi, gelişmiş kapitalist ülke burjuvalarını ve emperyalistleri tedirgin etmeye başladı. Konferanslar, sempozyumlar yapılıp kararlar üstüne kararlar alınırken de şimdi aynı şey yapılıyor. Kötülüklerin, gerçek nedenini gözlerden gizleyerek bu sistem içinde giderilebileceği yanılsaması yaratılıyor. Ama bütün bu çabalar da Neron’un, karnına düştüğü annesi Agripin’i boğması gibi konut sorununun da bir ur olarak onu doğuran sistemin dölyatağında bir kanser gibi büyümeye başladığını ve metastaz yaptığını gösteriyor. Kürsülerden yapılan bütün cafcaflı öneriler ise, birer fantezi olmaktan öteye geçemiyor. Böylece emekçiler, burjuvazinin kendileri için önerdikleri düşleri görmeye devam ederken kanserden kaynaklanan acılara, bir doz morfinle katlanmış olacaklar ama neşter tutmayan bu yara, bütün öteki kötülükleriyle birlikte kapitalizmin ortadan kaldırılacağı güne dek yayılıp duracak.

Engels’le sürdürelim: “Büyük emekçi kitlelerinin yalnızca ücrete, yani varlıkları için ve kendi türlerinin korunması için gerekli geçim araçlarının miktarına bağımlı oldukları; makinelerin iyileştirilmesinin vb. sürekli olarak işçi kitlelerini işten attığı; şiddetli ve düzenli olarak yinelenen sınaî dalgalanmaların bir yandan büyük bir işsiz işçiler yedek ordusunun varlığını belirlediği ve öte yandan da zaman zaman işçi kitlelerini işsiz olarak sokaklara sürdüğü; işçilerin kitleler halinde büyük kentlerde, mevcut koşullarda onlar için doğan meskenlerden daha hızlı bir oranda yığıldıkları; dolayısıyla her zaman için en kötü domuz ahırları için bile kiracıların mutlaka bulunacağı… bir toplumda, konut darlığı zorunlu olarak var olacaktır. Bu, burjuva toplum biçiminin zorunlu bir ürünüdür. Konut darlığı, ancak onun kaynaklandığı bütün toplumsal düzen temelden yeniden şekillendirildiği zaman sağlık vb. üzerindeki bütün etkileriyle birlikte ortadan kaldırılabilir.”

(Konut Sorunu, F. Engels, Çev: Güneş Özdural, Sol Yay. Ağustos 1992)

 

Ağustos 1996

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑