Yükselen kitle mücadelesi ve parti çalışmasının önemi

RP-DYP Hükümeti, bazı sermaye çevrelerinin doğrudan desteği, bazılarının da bunu kabul eder hale gelmesi sonucunda kurulmuştu. Acil ekonomik ve politik önlemleri “kararlılıkla alabileceğine; DYP kanadı “Gümrük Birliği” ilişkilerini “düzenler”ken, RP’nin bir süre de olsa alt sınıfları “beklenti”ye sokacağına “inanılıyor”du. Hükümet, bazı önlemleri almış ve bazı adımları atmış olsa bile; ekonomide, iç politikada ve dış ilişkilerdeki sorunların daha ağırlaştığı ve “umulan”ın hemen hiçbirinin elde edilemediği görülüyor.

Dışa bağımlı ekonominin, ana sorunlarının daha da ağırlaşması; dış politikanın, dış ilişkileri işlemez kılacak bir biçimde iflas etmesi; iç politika ve ilişkilerin, üst sınıflar arasındaki çatışmanın büyümesine yol açan özellikler kazanması yedi sekiz aylık RP-DYP Hükümetinin, Türkiye’nin ekonomik ve politik gidişatındaki rolü böyle oldu. Halkın yaşamının daha da kötüleşmesi ve emekçiler arasında yayılan sermaye karşıtı duygular ise hükümetin beklenenden önce iflasının bir göstergesi olarak orta yerde duruyor.

Sermayenin, RP-DYP Hükümeti’nden umduğunu bulamadığı açık. Zira ülkede yaşanan toplumsal çözülme sürecinin yön değiştirmesi bir yana, sürecin yeni unsurlar kazanarak, olanakları tüketerek ve yeni alanlara yayılarak derinleştiği bir olgudur.

İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNİN 1995–96 YILLARINDAKİ DURUMU

İşçi ve emekçi hareketi, 1991 yılı ilk yarısından itibaren düşüşe geçmiş; 1992 yılıyla birlikte de, “tatmin” ve “rahatlama” beklentisinden güç alan bir durgunluğa sürüklenmişti. Yaşam koşullarının hızla ağırlaştığı 1994 ve ’95 yılının son yarısında görülen kısmi belirtiler sendika bürokrasisinin;  “hükümetsizlik” ve  “hükümetin yeniliği” gerekçelerini, ortamın terörize edilmiş olmasından ve ileri işçilerin zayıflıklarından da yararlanarak kullanmayı başarması gibi nedenlerle bir canlanmaya yol açmadı ve emekçi hareketindeki durgunluk kınlamadı. Bu yıllardaki büyük Meclis ve Ankara yürüyüşlerinin, hükümetlerin bozulması ve kurulmasında rol oynayan kitlesel eylemler olmalarına karşın, gerçekleşen satış nedeniyle aslında mevzi de olsa dağıtıcı yenilgiler anlamına da geldikleri biliniyor.

1996 1 Mayıs eylemi, ileri işçi ve emekçi kitlesinde artan hoşnutsuzluğa dikkat çeken bir belirti oldu. Bu 1 Mayıs eylemi, “yasal” 1 Mayıs eylemlerinin en kitleseli olarak ortaya çıkmıştı. Ne var ki, marjinal grupların çanak tuttuğu provokatif saldırı, ileri işçi ve emekçi kitlesini hayal kırıklığı içine iterken, daha geriden gelen emekçi kesimlerinin bıkkınlık ve güvensizlikle geriye çekilmelerine yol açtı. Hükümet ise, sunulan fırsatı değerlendirmeyi, basını ve terör aygıtlarını ustalık ve pervasızlıkla kullanmayı başardı.

1 Mayıs provokasyonu, sermaye ve polis örgülüne sunulmuş bir fırsat oldu. Bu fırsat sonuna kadar kullanıldı: İşçi ve emekçi hareketi, son yedi-sekiz yılın en geri mevzilerine sürüldü; demokrasi mücadelesi, tam da gericiliğin istediği gibi; “devlet düşmanı” olarak ilan edilmesi başarılan birkaç yüz kişiyle devlet arasındaki “söz” düellosuna indirgendi. Öte yandan, toplumun yeniden terörize edilmesi başarıldı; kitle eylem ve gösterileri ile ilgili kazanılmış hakların kısıtlandığı ilan edildi. Ayrıca, yasal kitle çalışma ve eylemlerine saldırı genişletilirken; Kürt halkına yönelik operasyon, “işlerini bitirdik” diyebilecekleri pervasız bir imha seferi düzeyine yükseltildi ve bir engelle karşılaşmaksızın uygulandı: Cezaevlerindeki vahşetin, hiçbir zaman başvurulamayan düzeyde, imha yöntemiyle ve provokatif koşullara yaslanılarak gerçekleştirilmiş bir saldırı olduğu ise, bir sır değil.

Kitle hareketinin, provokasyon yoluyla geri itilmesinin; yanı sıra, demokrasi mücadelesini devletle “devrimciler” arasındaki “mücadele”ye indirgeyen tutumun, halk hareketine çıkardığı fatura, kuşkusuz sadece bunlardan ibaret kalmadı. Ücretler gerçek anlamda düşürülür, yaşam koşulları daha da ağırlaştırılırken; temel tüketim mallarına peş peşe gelen zamlara, sigorta ve zorunlu tasarruf soygununa “razı olma” noktasında kalınması işçi ve memur sendikalarının, yetki ve geniş ölçekli üye kaybına boyun eğecekleri bir pozisyona düşmekten kaçınamamaları. Kürt hareketinin ve öğrenci gençliğin ileri kesimlerinin, terör ve zorbalık yoluyla yeniden ezilmesi ve emekçi Kürtler (köy boşaltmaları vb.) ve genç kitlelerin (paralanan eğitim) daha geri bir platforma mahkûm olması. Cılız belirtilerle de olsa kımıldamakta olan kitle hareketinin; 1 Mayıs ve sonrasındaki provokatif saldırı ve girişimlerle geriye atılması ve bu geriye atılışın bir fırsat olarak kullanılmasının, emekçi sınıfların yaşamında meydana getirdiği ağırlıklardan bazıları da bunlar oldu.

Gericilik, hükümet ve sendika bürokrasisi, hareketteki geri çekilişten ve bunun yarattığı ortamdan olabildiğince yararlanmayı; kullanılabilir hale gelen araç ve aygıtlarını işçi ve emekçileri daha geri mevzilere sürmekte kullanmayı başardı. İşçi-emekçi hareketi gündemden düşürüldü; yerine, bir yanını “laik” devlet kurumlarının, öte tarafını RP’nin oluşturduğu “laik/anti-laik çatışması” olarak pazarlanan sahte bir gündem geçirildi. Demokratik ve ulusal “muhalefetsin sözcülüğünü TÜSİAD’cı sermaye “üstlendi”! Hareketteki geri çekiliş ve ortamdaki terörizasyon, sermaye için bulunmaz bir fırsat olmuştu.

Geçerken belirtelim: Sermaye cephesindeki çatışmanın genişlediği: o zamana kadarki en sert biçimine büründüğü bir dönem, aksi olanaklı olduğu halde, emekçi hareketi bakımından son yedi yılın en kötü dönemi olarak yaşanmıştır. .Bunun sorumluluğu kuşkusuz, halka karşı sorumsuzluğu ve provokasyona çanak tutmayı çizgi haline getirmiş “solcu” liberal ve terörist gruplara ve. işçi ve emekçileri hazırlama, örgütleme ve provokasyon girişimlerini püskürtme yeteneği gösteremeyen ileri emek güçlerine aittir.

Bu kesin: Örneğin, emekçi hareketindeki bu son düşüşün nedenlerinin, 1992–94 arasında yaşanan ve “tatmin ve rahatlama beklentisi”nden güç alan nedenlerle fazlaca ilgisi yoktur. Mücadeledeki durgunluğun, bu dönemde de devam etmesinin en önemli nedenlerinin “sol” grupların demagoji ve terörün güç kazanmasına yol açan “çatışması”nda ve ileri işçiler ve emek güçlerinin terörize edilmiş ortamın beslediği sorunları aşma, hareketin zayıflıklarını giderme yeteneği göstermemelerinde yattığı açıktır.

YENİ OLGULAR VE KİTLE HAREKETİNDE YENİ BELİRTİLER

Açık kitle mücadelesinin 1994 yılı son yarısındaki nispi kımıldanmanın ardından bugüne kadar gelen döneminin, içinde bir canlanma (1995 sonbahar) belirtisine de yer veren kötü bir durgunluk tarafından şekillendirildiği başta belirtilmişti. Fakat belirtilmelidir ki, bu dönemi karakterize eden şey, sadece mücadeledeki durgunluk olmadı. Sınıfların birbirlerinden uzaklaşma sürecinin ilerlemesi; üst sınıflar ve güçleri arasındaki çatışmanın sertleşerek genişlemesi: alt sınıf ve tabakalar arasındaki çözülmenin çürüme belirtileriyle dışa vurması vb. olgular, dönemi, açık hareketteki durgunlukla iç içe geçerek karakterize ettiler. Alt sınıflarda yaşanan çözülme ve çürümenin, açık mücadeledeki durgunlukla bağlantılı olarak ortaya çıktığı; kentli alt tabakalardaki lümpenleşme artışının, “sol” gruplardaki yozlaşmanın katlanmasının ve sınıfın ileri güçlerindeki yabancılaşma belirtilerinin zemini genişleten bir faktör olarak dışa vurduğu ise; görülemez değildir.

Geride kalan dönem, esas olarak bu özellikleriyle şekillendi. Buna karşın, hareketin yaşadığı en kötü dönem olan 1 Mayıs ’96 sonrası dönem söz konusu edilse bile bu, işçi ve emekçi mücadelesinin sıfır noktasına düştüğü, anlamına elbette ki gelmemektedir.

Mevzi işyeri direnişi hemen hemen hiç kesilmedi; Ambarlar, Tuzla ve benzer yerlerdeki iş bırakma eylemleri ve mücadeleler bu dönemdeki işçi hareketini temsil ettiler. Sağı ve soluyla bütün politik mihrakların gündem dışı tutmaya çalıştıkları Antep-Ünaldı direnişi, derslerle dolu özgünlükleriyle gene bu dönemde ortaya çıktı. AŞTİ grevi, işçi hareketinin bugününe çetin mücadelelerle gelen bir grev olarak sürdü. Denilebilir ki; bu dönemdeki işçi hareketi, nispeten ileri talepleri, alan ve sokakları terk etmiş, çapını da küçülterek daha geri taleplere ve işyerlerine çekilmiş bir hareket olarak şekillenmişti.

Halkın öteki tabakalarının mücadelesi, işçilerin mücadelesine göre kuşkusuz daha geriden gelen bir seyir izledi. Buna karşılık, eylemlerin bazılarını üst orta sınıflar yedeklemiş (Antep sınır ticareti ve Bursa çiftçi eylemi vb.) olsa da varlığını korudu. Ne var ki gene de, mevzi memur ve küçük çaplı gençlik protestoları, bazı köyler, taşra kasabaları, büyük kent semtlerinde yerel sorunlardan çıkan eylemler olarak kalmaktan kurtulamadı.

Sonuç olarak söylenirse; gerek işçi sınıfı, gerekse öteki emekçi tabakalar açısından, 1 Mayıs 1996 sonrasındaki açık mücadele, son sekiz yılın en geri düzeyine işaret eden bir mücadele olarak kalmıştır. Oysa olgu ve olaylar, halkın yaşamındaki kötüleşmenin; halk arasında bu temelde yayılan güvensizlik, çaresizlik ve hoşnutsuzluğun eylem olarak açığa çıkandan çok daha derin ve kapsamlı olduğunu göstermektedir. 1996 yılı son çeyreğinde görülmeye başlayan olgu ve olaylar bu gerçeği kanıtlıyor.

Belirtiler ortada: Büyük kentlerde orta tabakaları da tartışma içine çeken Ucuz ekmek ve on binlik, yüz binlik topluluklar halinde ortaya çıkan işsiz kuyrukları. Artan hastalıklara, sağlıkla ilgili perişanlığa ve eğitim ve okul sistemindeki iflas ve yağmaya dikkat çeken olguların görülmedik derecede çoğalması. İşçi ve emekçiler arasında perişanlık, hoşnutsuzluk ve öfke yayılırken, sermayenin çeşitli fraksiyonları arasında karışıklık yaratan boyutlarıyla da patlak veren kontrgerilla skandalı. Bunların, emekçilerin yaşamının 1994 ortasından bu yana ne ölçüde zorlaştığına; nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçi ailelerin ve onların genç üyelerinin yakın geleceğini ürkütücü tehditlerle örülmüş olduğuna, bu tehditlerin ve ülkedeki siyasi cinayetlerin gerisinde devlet organlarının bulunduğuna dikkat çeken olgular olarak ortaya çıktıkları yadsınamaz.

Denilebilir ki; iş, ekmek ve özgürlük sorunları ve bu sorunlar arasındaki karşılıklı ilişki, kendini pek çok kötülükten “azade” sayan sade emekçinin önüne, hiçbir zaman bu oranda ürkütücü, aynı zamanda uyarıcı bir biçimde gelmemişti. Nitekim “hükümetin yeniliği” karşısındaki bekleyiş eğilimi kırıldı; zorlaşan yaşam koşullarına ve cinayet örgütlerini örtbas etme girişimlerine karşı tepkiler yeni bir yaygınlaşma eğilimine girdi.

Kitlesel üye kaybı telaşındaki memur sendikalarında uç veren yeni canlanma belirtileri ve otuz ve yüz binlik Ankara öğretmen ve memur gösterileri: gelmekte olan toplusözleşmeleri teker teker satma “çalışması” yapmakta olan sendikaların gündeme getirmek zorunda kaldıkları yirmi beş binlik Kocaeli ve iki yüz binlik Ankara mitingleri, sonbaharın ilk aylarından bu yana emekçi kitleler arasında yeni bir yaygınlaşma eğilimi gösteren hoşnutsuzluk ve tedirginliğin nispi dışavurumu olarak ortaya çıkan eylemler oldular.

Şu açık: Bu miting ve gösteriler salt, % 30’luk memur zammına tepki ve yaklaşan toplusözleşmelere hazırlıktan ibaret bir şey olarak görülemez ve küçümsenemezler. İlkin % 30’luk zamlar ve toplusözleşmelerle ilgili eylem, herhalde kötü bir şey değil. İkincisi, eylemleri tahrik eden neden ve taleplerin sadece ücretlerle sınırlı olmadığı, politik karakterli neden ve isteklerin bugüne kadar olduğundan daha etkili rol oynadığı bir olgu. Ağırlaşan yaşam koşulları ve yaşanan olayların, işçi ve emekçi kitlelerin politik ilgilerini genişlettiği, politik isteklerini artırdığı yadsınamaz bir gerçek durumunda. Toplumdaki çözülmeyi durgunluk döneminde de hızlandıran olgusal dinamiklere de dayanan kitle mücadelesinin yeni bir yükseliş dönemine girmekte olduğunu görmemek olanaksızdır.

YENİ BİR YÜKSELİŞ VE MÜCADELE DÖNEMİ

Alt sınıfların ekonomik taleplerinin şiddetlenmesi, politik ilgi ve isteklerinin dünden bugüne gelen genişlemesi ve güncelleşmesiyle ilgili pek çok somut kanıl gösterilebilir. Fakat şu soruya yanıt aramak herhalde daha açıklayıcı ve anlamlı bir şey olacaktır: İşçi ve emekçi hareketi, önümüzdeki yakın dönemde nereye gidiyor; eğer gelişiyorsa açık mücadele hangi biçimler içinde ve hangi hedeflere yönelerek gelişiyor?

İşçilerin, sendikalarda örgütlenmiş olan kesiminin büyük kitlesini oluşturan yedi yüz bin civarında işçinin yeni toplusözleşme görüşmeleri başlıyor. Silahlı bürokrasiden (memurlardan) bizzat hükümet tarafından ayrılarak % 30 “zamma”, mahkûm edilen memur kitlesinin ek zam talebi ise, bugünden gündeme girmiş bulunuyor. İşçi ve memurların sendikal örgütlenmesinin önündeki “yasal” ve fiili engellerin, emekçi kitleleri bugün hiç olmadığı kadar tedirgin ettiğini ayrıca söylemeye sanırız gerek bile yok.

Özelleştirmenin, zihinlerde işi kaybetme ve işsiz kalına olarak somutlaşması; taşeronlaştırmanın, sendikaların yetki kaybı, toplusözleşmenin hayal olması, asgari ücrete mahkûmiyet veya işten atılma olarak algılanması; kamu sendikalarının ve grev hakkının tanınmamasındaki ısrarın memurun sürünmesiyle aynı anlamda görülmesi vb… son aylardaki deneyimlerin, işçi ve memur kitlesindeki bilinci geliştirdiği ve saflarında bu sorunlar üzerine mücadele duygularının yaygınlaşmasına yol açtığı bir olgu. Ekmek ve iş kuyrukları, ağırlaşan koşullar karşısındaki çaresizlik ve tekrarlanan vaatlerdeki samimiyetsizlik, sade emekçiyi umutsuzluğa, güvensizliğe itiyor ve hareketlendiriyor. Sendikalarda egemen olanlar başka hesaplar içindeyken. Ankara ve Kocaeli mitinglerinin gündeme girmesinin nedenlerinden birinin burada yattığı görülmek zorundadır.

Öğrenci gençliğin hareketi, geride kalan dönemde geri bir hareket olarak seyretmişti. Bir yandan “sol” grupların sorumsuz ve dağıtıcı “çalışması”ndan yararlanan, öte yandan polis terörünün yıldırıcı etkisine dayanan gericilik, zaman zaman görülen küçük çaplı hareketlenmeleri geriye atmayı hep başarmış ve öğrenci gençlik mücadelesi kitlesel bir özelliği nispeten de olsa kazanamamıştı. Okuma koşullarının gitgide ağırlaşması, okullarda bir kural olan bunaltıcı polis baskısı ve adam yerine konmama gibi sorunların, öğrenciler arasındaki umut kırıklığı, güvensizlik ve hoşnutsuzluk duygularının gelişme ve yaygınlaşmasına dikkat çeken olay ve olguları çoğalttığı görülüyor, işçi ve emekçi hareketi, demokrasi taleplerine az çok da olsa yer veren bir hareket olarak geliştiği takdirde, öğrenci kitlelerinin ona daha yakın olacağı ve eğilim göstereceği rahatça söylenebilir.

Dönemi karakterize eden; halk hareketini etkileyen ve gidişatında rol oynayacağı bugünden belli olan bir olgu, gözlerden kaçmamalıdır. Kötüleşen ekonomik koşulların; zamların, işten atma ve sürgün vb. tehditlerin; işçi ve memurları bunalttığı ve saflarında yeni tedirginlik duygularına yol açtığı sıralarda patlak veren kontrgerilla çeteleri skandalı ve bunun yarattığı tartışma ve çatışmalardan söz ediyoruz. RP ile başını örten ve “namus tazeleyen” devletin, Susurluk’ta arkası açıldı; örtbas edilemeyecek bir şekilde ortaya çıkan gerçekler, emekçiler arasında yankı buldu. Zira halkın politik ilgisinde bir sıçrama meydana gelmişti. Önce toplumun daha eğitimli kesimlerini oluşturan kamu emekçilerinden, ardından işçilerden gelen politik ağırlıklı protestolar ortada. İleri gençlerin de katıldığı büyük Ankara ve Kocaeli mitinglerinin gündem oluşturması ve kitlelerin politik ağırlıklı sloganlara yönelmesinin nedenlerinden biri de burada yatalaktadır.

Bütün bunların üzerinde ısrarla durmamızı gereksiz görenler olabilir; fakat bunun nedeninin, hareketin içindeki bir kimse için anlaşılamaz olmadığını da bilmek gerekir. Neden ortada: Toplumsal hareket, güncel ilişkilerden doğar; bir önceki dönemin birikimlerine yaslanır ve kendini çevreleyen öteki faktörlerin etkisi altında şekillenir. Bu bir yasadır; bunun gereklerini anlamayan örgütlerin, hareketin dinamik ve olanaklarını, yanı sıra zayıflıklarını gerçekten anlaması ve kendilerine doğru bir rota çizmeleri olanaksızdır.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, son on yıldaki hareket içinde sınıfın en hareketli kesimini oluşturmuş yedi yüz bin işçinin toplusözleşme görüşmeleri dönemi başlamaktadır. Bu toplusözleşmelerin önemi şuradadır ki; önümüzdeki yakın dönemde, kitle hareketinin nereye varacağını, işçi sınıfının bu kesimlerinin tutumu tayin edecektir. Toplusözleşmelerin hangi koşullar altında başladığının öneminin burada yattığı anlaşılamaz değildir.

İşçiler, yeni toplusözleşme dönemine hangi koşullar altında giriyorlar? Yukarıda yapılan açıklamalardan, bu sürecin hangi etkenlerle çevrelendiği anlaşılıyor olmasına karşın, derli toplu olması bakımından gene de bazı olguların altını çizmemiz gerekiyor.

İlkin: 1994 ortalarından bu yana kesintisiz devam eden ücret kayıpları önemli boyutlara varmış ve işçi aileleri ucuz ekmek kuyruklarına adeta mahkûm olmuş bulunuyorlar. İşçilerin bilinçlerinde, işsiz ve evsiz kalma anlamı kazanmış özelleştirme, kamu kesimini kucaklaması nedeniyle bu toplusözleşme döneminin önemli sorunlarından biridir. Hükümet ve işçiler, özelleştirme ile ilgili kararlarını şimdiden almışlardır; bu durumda, bu kararların toplusözleşmelerin kazanacağı özellikleri etkilemesi herhalde kaçınılamazdır. Öte yandan, sendikaları ve toplusözleşme şartlarını geçersiz hale getiren taşeronlaştırma ve sözleşmeli personel sorunu bütün sektörleri ilgilendiren bir sorun; olgular, bu sorunun da yakın dönemde ve toplusözleşme sürecinde rol oynayacağını göstermektedir.

İkincisi: Kamu çalışanları kitlesi yeni bir hareketlenme içindedir. Ücret ve ek zam talebi bu kitleyi harekete geçmeye zorlayan bir özellik kazanmış bulunuyor. Ayrıca, sendikaların tanınması ve grev hakkının kabul edilip edilmemesini, bu yıl içinde verilecek olan mücadelelerin tayin edeceğini hissetmeyen kimse adeta kalmamıştır. Daha da önemlisi şudur ki; son eylemler, kamu çalışanları arasında, işçilerle ve işçi örgütlerinin eylemi ile birleşme duygusunun hiç olmadığı kadar yaygınlaştığını gösteriyor. İşçi hareketinin ilerlediği koşullarda, kamu çalışanlarının eyleminin gelişmesi, kitleselleşmesi ve işçilerin eylemiyle birleşmesinin önünde bir engelin fazlaca duramayacağı görülmelidir.

Üçüncüsü: İşçi ve memur kitlesinin artan politik ilgisi ve politik taleplerinin; bu kesimlerin eyleminin birleşmesi için alanı genişlettiği, kitle hareketindeki istikrar unsurlarını güçlendirdiği, öteki tabakaların canlanması için olanakları çoğalttığı bir gerçek. İşçiler bir adım ileri gittiklerinde, memurların onlarla birleşmesi; işçi ve memur eylemi sokağa döküldüğünde, gençliğin talepleriyle kitlesel olarak onlara katılması: halkın ezici çoğunluğunu oluşturan bu sınıf ve tabakaların eyleminin, başta işsizler olmak üzere öteki emekçi kesimleri peşine takması! Canlanmakta olan işçi ve emekçi hareketinin, bu mücadeleleri gündem yapacak özellikler kazanabileceğini dikkate almak gerekiyor.

Son büyük protesto ve uyarı gösterilerinin dikkat çektiği ve belirtilerini sunduğu durum, esas olarak burada üç noktada vurgulanan olguların tahrik ve aynı zamanda sınırlamasıyla karakterize oluyor. Söz konusu olguların; emekçi kitle hareketinin nereye varabileceği ile ilgili olarak büyük önem taşıdıklarına kuşku yoktur. Ne var ki gene de, hareketin nereye varacağını, yedi yüz bin civarındaki işçinin toplusözleşmesinin satışla son bulmaması ve greve sürüklenmesinin tayin edeceği görmezden gelinemez. Mücadelenin gündemdeki biçimlerini ve dayattıkları görevler sonraya bırakılarak belirtelim. Toplusözleşmeler uzlaşmazlığa ve greve vardığı ve bu süreç, halkın acil taleplerini işçiler arasında yayan ve hareketi politik taleplere doğru genişleten bir süreç olarak yaşandığı takdirde gündemi oluşturacak olan şey, genel grev ve genel direniştir.

İşçi ve emekçilerin yaşamlarında ve eylemlerinde görülen belirtilerin açıkça dikkat çektiği alternatif budur. Ve kuşku yoktur ki, örgütlerimizin güncel görevleri de burada düğümleniyor: İleri işçilerin, sendika bürokrasisinin önünü kesecek hattı çizmeleri; onun satış olanaklarını sınırlayacak bir örgütlenme ve girişim içinde olmaları; parti örgütlerimizin, işçilerin bu görevleri başarmaları, grevlere yönelmeleri ve örgütlenmeleri için gerekli çalışmayı enerji ve yeteneklerle yapmaları; acil olan görev bugün budur. Bu çalışma, gereği gibi yapıldığında, satış tehdidini saf dışı bırakacak gücü bulmak kuşkusuz olanaklıdır.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİ VE SERMAYENİN ÖNLEMLERİ

Sermaye ve hükümetin, yaşamları her geçen gün daha da kötüleşmekte olan işçi ve emekçi kitleleri yatıştırma “olanakları” üzerine pek çok şey söylenebilir. Ayrıca, işçi ve emekçi sınıfların aldatılması ve hareketin geriye atılmasının, sermaye ve hükümetler açısından, belli koşullar altında en zor dönemlerde bile olanaklı olduğu da bir gerçektir.

Buna karşın, sermaye ve hükümetin işçi ve emekçi sınıflar karşısındaki pozisyonunun hiç de kolay olmadığı, bakan herkesin görebileceği bir olgu. Ekonominin durumu ve artan ihtiyaçları; ağırlaşan iç ve dış politik sorunlar, sermaye ve hükümetin, işçi ve emekçileri az çok “rahatlatacak” manevra alanının dar olduğunu gösteriyor. Daha da ötesi; nüfusun neredeyse yarısının işsizleşmesi ve açlık tehlikesinin gündeme girmesine yol açacak “ekonomik programının gevşetilmeden uygulanması da adeta zorunludur.

Ekonominin acilleşmiş ihtiyaçları ortada: İhtiyaç iki noktada düğümleniyor. İlki; fiyatlar alabildiğine artarken, ücretlerin düşürülmesi ve “asgari ücret”e en yakın noktada dondurulması. İkincisi; bir yanı ücretlerin düşürülmesi anlamına gelmek üzere, özelleştirmenin ve tarımsal stabilizasyonun önündeki engellerin topyekûn ve acilen kaldırılması.

Nitekim ekonominin ihtiyacı olduğu söylenen ve ücretlerle doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen öteki “önlemler” de, ücretlerin düşürülmesi ve ülkenin yağmalanmasının öteki araçlarına denk düşen özellikler gösteriyorlar. Taşeronlaştırmadan, esnek çalışma ve sosyal kısıtlamalara; para ve maliye politikalarından, gümrük düzenlemelerine; “istikrar programı”nın içerdiği öteki bütün “önlemler”, toplumsal servete doğrudan el konmasının yanı sıra, ücretlerin düşük kalmasının biçimleri olarak formüle edilmişlerdir.

Sırtındaki iç ve dış borç yükü ve ağır faiz ve rant sömürüsü, ekonomiyi ezmiş, onun “olağan dinamikleri”ni büyük ölçüde tahrip etmiştir; bu öyle bir noktadır ki, ekonomik “program” içinde emekçileri nispeten de olsa “rahatlatacak” kırıntıların, görünür dönem için “umut” sayılabilecek “vaatlerin” yer bulması son derece zordur. Bilindiği gibi, Türkiye ekonomisi, bağımlı bir ekonomidir; IMF’nin ve uluslararası sermayenin direktiflerine göre yönetilmek zorundadır. Aksi takdirde, ekonominin çarklarının “dönmesi” için gerekli dış borçlanma ve dış sermaye akışının büsbütün kesilmesi kaçınılmazdır.

Ekonominin az çok rahatlaması ve emekçi sınıfların hiç olmazsa bugünkü yaşam düzeyinin güvenceye alınması için belli bir dış destek ve tolerans olanağı görünmüyor. Böyle bir “olanağın” bulunmaması bir yana; bugünkü Türkiye, uluslararası alanda politik, aynı zamanda ekonomik olan yeni faturalarla da karşı karşıya kalmış bir ülke. Zira Doğu Bloğu’nun çöküşü ve Ortadoğu’daki krizden “yararlanma” ve bölgede “muteber” taşeron olma üzerine oturtulmuş uluslararası politikası iflas etmiştir. Dış ilişkileri felç olmuş hale gelen; uluslararası sermayenin, “ilişkileri tazelemek ve düzeltmek” üzere dayatacağı yeni ekonomik ve politik faturalara da boyun eğmek zorunda olan Türkiye’nin, devletlerarasındaki her şeyin baştan aşağı “yenilenmekte” olduğu bugünkü dünyadan “rahatlatıcı” destekler bulmasının aşağı yukarı olanaksız olduğunun anlaşılamayacak bir yanı yok.

Hükümetin alternatifleri sınırlı; uluslararası tekellerin ve işbirlikçi sermayenin ucuz işgücü, özelleştirme ve benzeri öteki istek ve dayatmalarını uygulamak; yanı sıra, ülkenin uluslararası “itibarının tazelenmesi” için kesilecek faturayı ödemek zorunda. Bunun anlamı ise belli: Ücretleri düşürme, sosyal hakları budama, özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, esnek çalışma politikasını; vergileri artırma ve temel tüketim malları fiyatlarını yükseltme tutumunu gevşetmek hiçbir şekilde düşünülemez! Uluslararası “entegrasyon”un ve sermayenin isteklerini; asalak, çürümüş ekonominin acil azami kâr “ihtiyacı”nı karşılayacak olanlar, başta işçi sınıfı olmak üzere öteki emekçi sınıflardır!

Nitekim sermaye ve hükümetin girişimleri ve yürürlükteki ekonomik plan da bu yöndedir. Buna karşılık, 1994 ortalarından beri ücretlerinin yarısından fazlasını kaybetmiş olan işçi ve emekçiler, yaşamlarının; en azından kayıplarının bir bölümünü karşılayacak şekilde “düzeltilmesi”ni ve özelleştirme, taşeronlaştırma vb. girişimlerin durdurulmasını, iş güvencesi verilmesini ve öteki haklarının tanınmasını talep ediyorlar. İşçilerin ve kent emekçilerinin bir bölümünün, bu talepler doğrultusunda bugünden hareketlendikleri ve mücadele hazırlıklarına bugünden başladıklarından söz etmeye gerek bile yoktur.

Bir yanda, emperyalizmin ve tekellerin dayattığı ekonomik “önlemler”i uygulamak üzere “kararlılıkla” harekete geçen sermaye örgütleri ve hükümet; öte yanda, bu “kararlılık gösterisi”ne karşı hareketlenme eğilimine girmiş ve sendikaları zorlayan işçiler ve kamu emekçileri. Ülkedeki alt-üst sınıflar arasındaki bugünkü cepheleşme böyledir. Öte yandan, bu cepheleşmenin sınıfın öteki bölüklerinin yerel girişimcilerin, gençliğin vb. katılımıyla genişlemesi ile ilgili verilerin çoğalmakta olduğu ise, bugünden görülüyor.

Buradan ne çıkar; işçi ve emekçileri “tatmin” ederek yatıştırması açıkça zor olan hükümet, bu gelişme karşısında ne yapacaktır? Alışılmış olan “önce kaşıkla verip sonra kepçeyle alma”: yani “önlemleri” zamana yayarak genel saldırıyı erteleme ve “yılı idare etme” yoluna gidebilir mi? Bu, zor olmakla birlikte kuşkusuz olanaklıdır. Fakat bu, sermaye ve hükümet için, bugün hemen hiç istenmeyen bir “alternatiftir. Onun elinde, esas olarak iki “koz” bulunuyor. Bu “koz”lardan biri, 1991 Körfez savaşı sırasındaki gibi “ulusal birlik” demagojilerine ve gündemi değiştirip geri yığınları ürkütecek provokatif nitelikli terörist girişimlere yaslanma: ikincisi ise, her türden demagoji ve provokasyonla desteklenen çıplak zorbalığı bir yolla dayatma. Zaten, taze “iller yasası”yla yetinilmemesi ve kaşla göz arasında “kriz yönetim masası” oluşturulmasının başka bir açıklaması yoktur.

Sermaye ve gericilik, işçi ve emekçi hareketinin nereye gittiğini ve mevcut partiler ve hükümetin kitleler nezdindeki itibarsızlığının farkında. Ne Kıbrıs sorunundaki “savaş kışkırtıcılığı” bir rastlantı; ne de MGK sekreterliği yönetiminde olan ve grevleri de kapsamına alan “kriz yönetimi masası”nın alelacele resmileştirilmesi. Hükümetin, işçi ve emekçilere karşı savaş ilanına ve halkla çatışmaya hazırlandığı ortada; eğer böyle olmasaydı, düzen partileri; geleneksel devlet politikasının “kollayıcıları”yla, “liberal” veya “İslami” görünümlü “değişimciler” ve her biriyle bir diğeri arasındaki dalaşmanın ilerlediği dönemde, general-polis kliğine yeni mevziler verilmesi için “işbirliği” olanaksız olurdu.

İşçi sınıfı ve emekçi kitleler süngüyle ve zorbalıkla tehdit ediliyorlar. Bu tehdit, işçi ve emekçi hareketini gittiği yerden geriye atabilir mi? Henüz ortada kuvvetli belirtiler olmamasına karşın en azından bugün böyle olmadığı söylenebilir; bu, işçi ve emekçilerin almaya devam ettikleri mücadele kararlarında ve kimi yeni eylemlerde görülüyor.

Olup bitenler, emekçi yığınları giderek olgunlaştırıyor. Silahla ve zorbalıkla tehdit karşısındaki yeni dönemdeki tutumda; ekonomik isteklerdeki şiddetlenmenin yanı sıra, kontrgerilla skandalından sonraki süreçle polise karşı artan güvensizliğin ve halkın demokrasi isteklerindeki ilerlemenin belli bir rol oynayacağı önceden, varsayılabilir. Fakat kitlelerdeki bu ilerleme, gelişmiş ve henüz temelini bulmuş bir ilerleme değildir; hiçbir şekilde halkın aldanmayacağı ve aldatılamayacağı anlamına gelmemektedir.

Altı çizilmek istenen şey; gericilik ve hükümetin, bugünkü araçlarla ve cepheden girişimler yoluyla hareketi geriye atma “olanağının oldukça daralmış olmasıdır. Buradan çıkan şudur: Hükümetin, yukarıda söz edilen “koz”larının geçerlilik kazanması; yani hareketin daha başından geriye atılması, sendika bürokrasisinin sermaye adına göstereceği yeteneğe; tersinden söylenirse, sınıfın ileri örgütlü güçlerinin ve örgütlerimizin hiç de mahkûm olmadıkları yeteneksizlik ve başarısızlıklarına bağlanmıştır. Emekçilerin yaşam ve eylemine sendika bürokratları mı, ileri ve örgütlü işçi ve emekçi kümeleri mi hâkim olacak ve yön verecek? Hareketin nereye gideceğinin; daha da özeti, toplusözleşme görüşmelerinin grevlere varıp varmayacağının gelip düğümlendiği yer burasıdır.

Başta da vurgulandığı gibi, Türkiye’deki gidişat, işçi sınıfı ile sermayenin yedekleyecekleri güçleri de yedekleyerek karşılıklı cepheleşmeleri; birbirlerini şu veya bu oranda dışlayan taleplere doğru eğilimlerini genişletecek bir çatışmaya girmeleri yönündedir. Öte yandan, mevzilenmekte olan bu güçlerin kuşkusuz, karşılıklı avantaj ve dezavantajları da vardır. Sermaye ve hükümetin, yukarıda söz edilen “kozları”nı işin başında kullanılabilir hale getirecek olanaklar da sunan en önemli avantajı, sendikaların yönetimini elinde tutan sendika bürokrasisidir. İşçilerin buna karşı bir avantajı ise, mevcut hükümete alternatif ve emekçi yığınlara “umut” olacak, böylece de hareketi yedekleyerek yatıştıracak yetenekte bir sermaye partisinin ortada bulunmamasıdır. Bu durumun: hareketin gidişini tayin edecek olan şeyin, sendika bürokrasisiyle ileri ve örgütlü sınıf, güçleri arasındaki mücadele olacağına dik kat çektiğini sanırız söylemeye bile gerek yoktur.

GÜNCEL HAREKET VE GÖREVLER

Hükümet, ne laflar ederse etsin; ister IMF ile resmi bir anlaşma yapsın isterse yapmasın attığı adımlar, saldırı politikasını ısrarla uygulamaya çalışacağını gösteriyor. Ayrıca belirlenmiş bir taktik tulumla hareket ettiği görülüyor. Hükümet, özelleştirme girişimlerini hızlandırmıştı. Bu hızlandırmadan, taktik bir amaçla yararlanmaya çalıştığı görülüyor. Özelleştirme kapsamındaki işletmeler, toplusözleşme yapacak işletmelerdir ve hükümetin, çatışmanın ilk raundunu özelleştirme alanında başlatma politikası izlediği bir gerçek. Gericilik, özelleştirme adımlarında nispi de olsa basarı kazandığında, işçileri parçalama olanaklarını genişleteceğini ve toplusözleşme ve ücret sorununda güçlü bir dirençle, örgütlü bir cepheyle uğraşmak zorunda kalmayacağının hesabını yapıyor.

Saldırıyı bugünlük de olsa özelleştirmede merkezleştirerek hareket ettiğinde, sermaye ve hükümetin önemli avantajlar elde edeceğini göz ardı etmemek gerekir. Sendika üst yönetimlerinin, toplusözleşmeleri ağırdan almaları ve son olarak aldıkları bir kararla “tek tek sözleşme yapımı” politikasına dönmeleri bir rastlantı olarak görülmemelidir.

İlkin, ücret ve toplusözleşme ile ilgili alan daha somut; işçiler bu alanda daha deneyimli, hazırlıklı ve çok geniş kitleler halinde birleşiyorlar. Oysa özelleştirme, doğrudan yüz yüze gelmeyen işçi kesimleri için daha uzak bir tehdit durumunda. Öte yandan, işçiler hazırlıklı değiller ve yalıtık, dağınık mücadeleleri birleştirmeleri sendikaların bugünkü pozisyonunda onlar için daha zor. Tek tek direnişleri, bugün olduğu gibi birbirinden yalıtık pozisyonunda tutmak, parça parça “halletmek” daha kolay olur.

İkincisi, özelleştirmelerde atılacak adımlar, işçiler arasında moral gerileme yaratır ve sendikacılar üzerindeki alttan gelen baskı hafiflemiş olur. Öte yandan, özelleştirilen yerlerin toplusözleşmelerinin düşmüş olacağı, ya da yeni bir durumun doğacağı bellidir. Hu durumda, hâlâ tutumlarını ilan etmemiş bulunan sendika yönetimlerinin uzlaşma ve satış olanakları genişler ve böylece de uygun koşullarda anlaşmanın yolu açılmış olur.

Üçüncüsü, ücret sorununda eri azından hükümete karşı oldukları için işçi ve emekçilerden yana tutum alabilecek “liberal” çevreler ve basın vb. özelleştirmede hükümetin yanında olurlar. Bu, emeğin tarafını daraltırken hükümetin cephesini genişletmiş olur.

Hükümetin, bu benzer tespitler üzerine oturmuş bir taktik tutumla hareket ettiği son derece açıktır. Toplusözleşmelerle ilgili bir gelişme olmamış ve sendikacılar ve hükümet suskunluk içindeyken, orada burada özelleştirme adımları atılması anlamlıdır.

Açıktır, hükümet, saldırısını genişletmiş ve hızlandırmıştır. Buna karşılık, sendika yöneticilerinin tutumu nedir? Bu soruya olumlu yanıt vermek olanaksız. Zira henüz ortada toplusözleşmelerle ilgili bile bir hareketlenme belirtisi ve bir çağrı yoktur. Egemen tutum, özelleştirmeye karşı tepki ve direnişleri görmezden gelir bir tutumdur. Daha da önemlisi: tutumları ve açıklamalarıyla, özelleştirmeye karşı olmadıklarını; üstü “örtülü” de olsa, özelleştirme karşıtı direnişler istemediklerini ortaya koymuş bulunmaktadırlar.

Sendika yönetimlerinden ileri bir adım beklemek bir yana; hareketin gelişmesi ve ilerlemesinde gönüllü olmadıklarını; zorda kaldıklarında, kurusıkı tehditlerle, olmadı bir Ankara yürüyüşüyle işi geçiştirme ve hareketi düşürme yoluna gideceklerini de görmek gerekir. Görünen o ki, ileri işçilerin “kendi göbeklerini kendilerinin kesmeleri” gerekecek. Sendika bürokrasisinin, sendikaların etkisiz ve küçük sendikalara dönüşmesine, bugünden razı bir pozisyonda bulunduklarını hiç hayale kapılmadan kabul etmek gerekiyor.

İşçi hareketinin ve işçilerin durumunun kolay olmadığı söylenebilir. Fakat önemli avantajların ve elverişli bir ortamın bulunduğu da bir gerçek. Yaşam koşullarındaki aşırı ağırlaşmadan; saldırının getireceği olağanüstü zorlukların sezilmesinden ve yağmacı sistemin patlak vermiş pisliklerinin yarattığı tepki vb. olgulardan güç alan hareketin dinamikleri belki de on yıllardır görülmemiş oranda güçlüdür. Buna ek olarak ve daha önce de belirtildiği gibi; bu mücadele döneminin, hükümet karşıtı tepkilerin orta sınıflar arasında bile yayıldığı ve özellikle de kamu emekçilerinin, hükümete ve düzenin açığa çıkmış kötülüklerine karşı yaygın bir hareketlenme içinde oldukları bir dönemle çakışıyor olması, mücadeleye hazırlanan işçiler için kuşkusuz önemli bir avantaj oluşturmaktadır.

Öte yandan, bugün saldırıyla doğrudan karşı karşıya gelen işçi kitlesi; sınıfın, son on yıldaki en mücadeleci, en fazla deneyim kazanmış; 1989 Bahar eylemlerini, Zonguldak’ı ve 1991 büyük grevlerini vb. gerçekleştirmiş, bu mücadeleleriyle de nispi de olsa kazanımlar elde etmiş kitlesidir. 1989 ve ’90–‘91 mücadelelerini sürüklemiş eski ileri işçilerin bir bölümünün bugün sendika şube yönetimlerinde bulunmalarının ve yanı sıra bugüne kadarki mücadelelerde dayanak oluşturmuş şube platformlarının varlığının, gelişen güncel harekete sunacağı olanakların küçümsenemeyeceği ise ortadadır. İşçi sınıfının bu kitlesi ve temsilci ve sendikacıların bu kesimi, sendika merkezlerine rağmen de olsa mücadelesiz boyun eğecek bir kitle ve kesim olarak önceden düşünülmemelidir.

Görüldüğü gibi; saldırı halinde ve taktik bakımından üstün pozisyonda bulunmasına rağmen, hükümetin ve sessiz kalmayı bugüne kadar başarmış olan sendika bürokrasisinin durumu o kadar da kolay değil. İşçilerin bugünkü durumlarının zor olduğu bir gerçek. Ne var ki olgular, durumlarının “umutsuz” olmadığını da göstermektedir. Nitekim ana kitlesi henüz harekete geçmemiş olmasına karşın; işçilerin, ülkenin birçok yerinde özelleştirme karşıtı direniş kararları aldıkları, dayanışma ve direniş komiteleri oluşturdukları ve bölge emekçilerine de çağrılarda bulunarak gösterilere giriştikleri görülüyor. Sendika merkezleri sessizlik içindeyken baş gösteren bu gelişme: henüz sadece hareketin bir yönüyle ilgili olmakla birlikte, gidişatın yönüyle ilgili bir veri olarak kuşkusuz önem taşıyor.

Olanaklarını değerlendirdiği koşullarda, işçilerin bu dönemdeki mücadelelerinin, önceki dönemlere göre ileri biçimler içinde gelişen bir mücadele olabileceği görülüyor.

Yaygın protesto gösterileri; ailelerin de katıldığı fabrika direnişleri ve işletme işgalleri; uyarı ve destek eylemleri olarak iş bırakma ve iş bırakmayla birleşen öteki eylemler; büyük çaplı grevler, dayanışma grevleri ve onlarla birleşen yürüyüş ve gösterileri kamu emekçilerinin, devlet işletmelerinin yoğunlaştığı taşra kentleri halkının ve buralarda ve büyük kentlerde yoğunlaşmış işsiz kitlesinin, durumu dikkate alındığında; işçi ve emekçilerin mücadelesinin genel grev ve direnişlere varan bir seyir almasının olanaklılığı açıktır. Ayrıca, hareketin şu anda bulunduğu yerden ileri bir adım atmasının; işçileri, çaresizlik içindeki Kürt halkının ve karanlık tehditleri hisseden ve tedirginleşen gençliğin gözünde yeni bir umut ışığı haline getireceği ile ilgili verilerin var olduğu ise, bir gerçektir.

Açıktır ki, hareketin bu ilerlemesi kolayca olmayacaktır. Hükümetin saldırıları ve kozları ve sendika bürokrasisinin gücü küçümsenemez. Fakat işçi hareketinin asıl sorunu, hükümetin ve bürokrasinin gücünde değil; işçilerin kendi saflarındaki zayıflıklardadır. Hükümet ve bürokrasinin avantajlarını saf dışı etmede ve işçiler arasındaki birliği sağlamada asıl işlevi yüklenecek olan ileri işçi ve temsilcilerin, sınıfa yakın sendikacıların ve örgütlerimizin, güncel hareket karşısındaki görev ve rollerini anlamada ve gereklerini enerjik bir tutumla yerine getirmedeki yetenek eksikliklerinden söz ediyoruz. Sınıfın ileri ve örgütlü güçleri arasında etkili olan atalet, moral ve örgütsel hazırlıksızlık, sektörel darlık ve iktidar yeteneği ile hareket etmedeki cesaretsizlik vb. şu andaki hareketin en hayati yıkıcı zayıflıkları bu sorunlarda düğümlenmektedir. Bu sorunlar sorun olmaktan çıkma yoluna girmeden, mevcut mücadelenin ileri gitmesi olanaksızdır.

Sınıflar arasındaki mücadelenin kuralıdır; bir kez karşı karşıya gelindiğinde, öteki koşullar ne olursa olsun, üstünlüğün öteki koşullar ne olursa olsun, üstünlüğün örgütlü olan güçlerin eline geçmesi önlenemezdir. Hükümet ve sendika bürokrasisi örgütlüdür, çizgisini belirlemiş, saldırıya geçmiştir. Sınıfın ileri güçlerinin, mücadele ve direnişin örgütlenmesini bizzat ele almasının yol açacağı gelişmeyi gören hükümetin arka cephedeki hazırlıkları tamamladığı ise biliniyor.

Grevler ve yürüyüşler, gösteriler ve direnişler kendiliğinden gelmeyecek ve birleşmeyecektir. Öte yandan, on binlerin slogan, atması, genel grevin “örgütlenmesi” değildir. Hareketin eğilimlerini geliştirmesi ve bu rotaya girmeyi başarması için; hükümetin hiç olmazsa ilk taktik saldırılarının püskürtülmesi ve işçilerin örgütlenme olanağı bulması zorunludur. Bu olanağın bugünkü koşullarda hangi yoldan bulunacağı ortada. Her şeyin, ileri işçiler ve örgütlerimizin ön cephe rolünü üstlenmelerine bağlı olduğu açıktır.

Şunu tespit etmek gerekiyor: Sınıfın güçleri ve örgütlerimiz, kuşkusuz rol ve görev alamayacak oranda ve büsbütün atıl ve örgütsüz değiller. Fakat bu potansiyel ve güce sahip olmalarına karşın rollerini oynayacak, görevlerini yerine getirecek, hareketin önünü açacak ve aynı zamanda kendilerini de yenileyecek bir hareketlerime içinde bulunmadıkları da bir gerçek. Kuşku yok ki, önce bu durum değişmelidir ve değişimin; bürokrasinin yaydığı havadan, bürokratik oyalanmalardan ve kısımcı içe kapanıklıktan kurtulmaları ve örgütleme çalışmasına baş aşağı dalmalarına bağlı olduğu yadsınamazdır.

İŞÇİLER ARASINDA DURUM VE GÖREVLERİN KAPSAMI

Görüldüğü kadarıyla, toplusözleşme görüşmeleri belki bir iki istisna dışında, sendika bürokrasisinin gizli diplomasisi ile ve onun inisiyatifi altında yürütülüyor. Kimi yerlerde işçiler, tümden örgütsüz, bürokratların “açıklamaları”nı bekler durumda; kimi yerlerde ise, sorunları tartışmış ve nispi örgütlenmeler yapmış olsalar da, hareketsiz ve kendi fabrikalarına kapanmış pozisyondalar. Aynı saldırı altındaki işletmelerin ve sektörlerin işçileri, kendi işyerlerinin dışında neler olup bittiğinin bilgisinden bile yoksun. Öte yandan, özelleştirme saldırısının yokladığı işletmeler, bu saldırıları tek babına göğüslemeye adeta terk edilmişlerdir. Bunlara desteğin, devrimci işçi gruplarının gelip bunlara katılmasının ötesine geçmediği bir olgu. Taşrada olaylar, nispeten daha farklı seyretse bile; büyük kentlerdeki bugünkü durumun üç aşağı beş yukarı böyle olduğu kesin.

Olgular, işçilerin sorunlarla gerçekte son derece ilgili olduklarına işaret ediyor. Ne var ki, sendika bürokrasisinin kurusıkı “çağrıları”; öte yandan ileri güçlerin ve örgütlerimizin bu çağrılara alternatif bir planla etkili yanıtlar vermemesi, işçileri yanlış sanı ve beklentiler içine itmiş ve en azından “bu işi hallederiz” havasına sokmuş durumdadır. “Gerekirse yeni bir Ankara; daha olmadı, nasıl olsa yukarıdaki genel grev diyor!” İşçi hareketindeki şimdiki durumun aşağı yukarı böyle olduğu yadsınamaz bir olgudur.

İleri sınıf güçleri ve örgütlerimizin, bir iki istisna dışında kendiliğinden bu hava ve yönelime girdiği; yürütülen çalışmanın bu eğilimi güçlendiren bir çalışma olduğu açık. Yeni “Ankara” ve bürokrasiden “genel grev” beklentisinin; kendiliğinden işçinin “iktidarla hesaplaşma” güdüsünün sendika bürokrasisince istismarından doğan bir beklenti olduğu nasıl görülemez? Bu, hareketlenmekte olan işçinin etkisizleştirilmesine hizmet olur: eğer işçilere yardım edilecekse, öncü ve örgütleyici pozisyonu tutmak zorunludur. Sendikacıların “yaldızlayarak” kışkırttığı, inisiyatifsizlik ve hareketsizlik eğilimine kapılmamak, geliştirmek ve örgütlemek gerekir.

Nasıl başlanmalı, ne yapılmalı ve ne gibi bir yol izlenmelidir? Açıktır ki, hareketin ortaya koyduğu veriler ve oluşturduğu araç ve dayanaklar üzerinden gidilmelidir. Sorunu böyle ele aldığımızda, bunların çoğu “kendiliğinden oluyor” diyenler olacaktır; buna rağmen gene de, çalışmanın ana yönlerini topluca koymakta yarar olduğu açıktır.

İşçiler, toplu iş sözleşmelerden ne bekliyor ve ne istiyorlar; ’94’ten bu yana ki kayıplarını mı ya da yıllık enflasyonun karşılığını mı; işletmeleri devralmak istiyorlar mı, özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırmaya karşı nasıl bir tutum ve mücadele talep ediyorlar; iş güvencesi ve sigortaya yapılan saldırılar karşısındaki hassasiyetleri nelerdir; zamlar ve ücretler dengesi konusunda ve sendika yöneticileri hakkında ne düşünüyorlar ve mücadele olarak ne türden mücadele biçimlerini tercih ediyorlar vb.?

Bu ve benzer sorunların, fabrikalar ve işyerlerine geniş ölçekli mal olması; bu mal oluş üzerinden kararlar alınması; bu sürede, işçilerin eylem ve mücadele vb. komiteleri halinde örgütlenmeleri; bu karar ve örgütlenmelerin, şubelerde ve şube platformlarında merkezileştirilerek ortak tutum ve örgütlenme olarak ilan edilmesi… Çalışmanın bu temel üzerine oturması zorunlu. Zira işçilerin birleşmeleri ve ortak bir direniş hattı oluşturmaları; sözleşmelerin, bürokrasinin kapalı pazarlığından kurtulması, sermayeye karşı baskı unsuruna dönüşmesi ve eylem platformu haline gelmesi ancak bu yoldan olanaklıdır.

Toplusözleşme görüşmeleri sürecinin, işçilerin bilgisine; işyerlerindeki işçi örgütlerinin denetimi, inisiyatifi ve yönetimine girmesi için mücadele zorunludur. İşçilerin iradelerinin yaşama geçmesi; eylemlerinin yönetimini kendi ellerine almaları ve hareketi kendi usullerince yönetmelerinin güvencesi buradadır. Bu aynı zamanda, sözleşme sürecinin grevlere doğru gelişmesinin; sınıf hareketinin birleşmesinin de güvencesi olacaktır. Ayrıca, sözleşmelerin uzlaşmazlığa ve greve varmasında özel yer tutan özelleştirmeye karşı direnişlerin tek tek ezilmesini önlemenin tek olanağı da açık ki buradadır.

Ortaya konulanlardan da görüldüğü gibi, sorun; tartışmak, karar almak, komiteler kurmak ve grev ve direniş anını beklemek değildir. Toplusözleşme süreci, her işyeri ve başlıca her kent için bir mücadele süreci olmalıdır. Hükümete baskı, sendika yöneticilerini geriye atma ve etkisizleştirme ve saldırıya uğrayan işyerlerini destekleme eylemleri… İşçiler örgütlenme yoluna girmeden, bunlar olmayacağı gibi; ileri işçiler bunları gündemine almadan kitlelerin kendi usullerince örgütlenmeleri de olanaksız olacaktır. Çalışmanın hedefi, işçilerin örgütlenmeleri ve eylemlerini bizzat yönetmeleri olmalıdır.

Öte yandan, işçilerin öteki toplum katlarıyla birleşme ihtiyacı göz ardı edilmemelidir. Hareketlenmekte olan öteki emekçi tabakaların eylemleri, işçilere büyük ölçüde bağlı olduğu gibi işçiler de müttefiklere ihtiyaç duyar durumdadırlar. Önceki dönemlerde örnekleri görülmüş olması bir yana, bu yöndeki ilk belirtiler son mitinglerde ve taşradaki eylemlerde ortaya çıkmış durumda. Halkın (başta işçiler ve kent emekçileri) ve gençliğin en acil (ekonomik ve politik) taleplerini formüle etmek; bunu, başta işçi ve kamu sendikaları olmak üzere kitle örgütlerinin ortak (demokrasi) eylem platformu haline getirmek: İşçilerdeki politik eğilimlerin güçlenmesinin ve sınıfın ve halkın güçlerinin ortak hedefler üzerinde “sermayeye karşı” birleşmesinin önü, ancak buradan açılabilir. Aksi takdirde, işçi hareketinin toplu iş sözleşmelerine hapsolmuş bir hareket olarak

kalması önlenemez olduğu gibi, öteki emekçi tabakaların işçilerin çevresinde toplanması da olanaksızdır.

Kitle hareketinin, toplusözleşme ve mesleksel sorunların dışındaki dinamikleri, bugün önceki dönemlere göre daha belirgindir ve bu durum görmezden gelinmemelidir. Halkın isteklerinin işçi ve emekçiler arasında yaygınlaştırılması; bu temeldeki eylem çağrılarının ve bazı eylemlerin, parti örgütlerince doğrudan girişimlerle örgütlenmesi ve öteki örgütleri bu yoldan sürüklemenin görevleri hayati görevler olarak görülmelidir. Bu, kuşkusuz, parti örgütlerinin işyeri vb. eylemlerinde geride durması anlamına gelmiyor; ayrıca, bu türden eylemlerde öteki örgütlerin çağrıda bulunmaması demek de değildir.

Grevlere gidişin halkın desteği ile güçlenmesi; özelleştirme karşıtı hareketin cephesinin genişlemesi; grevler patlak verdiğinde, hareketin isteklerinin politik alana doğru ilerlemesi; grev ve işyeri direnişlerinin halk ve gençlik hareketini teşvik etmesi ve genel grev ve direnişin gerçek bir akım haline gelmesi: Olanaklar buradadır. Genel grev ve direnişin, dayanakları olmayan bir slogan olmaktan çıkmasının yolu da buradadır.

Şu, hareketin bugünkü en önemli zayıflıklarından biridir: İşyeri örgütlenmeleri, sendika şubeleri, şubeler platformları ve politik gruplar; bu ve benzer örgütlerden hiçbiri, harekette bir canlanma belirtisinin görüldüğü hiçbir dönemde, bildiri, broşür, gazete vb. yazılı ajitasyon ve propaganda araçlarını kullanmaktan bugünkü kadar uzak durmamıştı. Oysa bu, bugünkü harekete ve çözüm arayan işçiye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Bir sanayi kentinde, bugün her işletmede olup bitenin basına canlı bir şekilde yansıması; basının yaygın olarak girmediği tek bir önemli işletmenin kalmaması gerekir. Bildiri ve çağrılarla, her gün her olaya müdahale etmek; fabrikaları, işyerlerini, semtleri vb. yerleri adeta bildiri ve çağrı bombardımanına tutmak bugünlerde değil de hangi zamanlarda yapılabilir olacaktır? Bu araçlar etkili bir şekilde kullanılmadan; sermaye basını ve bürokrasinin kitleler üzerindeki yön şaşırtıcı etkisini kırmak, işçi ve emekçiler arasındaki ileriye giden eğilimleri genelleştirmek ve egemen kılmak olanaksızdır. Yazılı ajitasyon ve propaganda olmadan, parti çalışması ve herhangi bir örgütlenme çalışması düşünülemez.

Öte yandan hareketin gelişme seyri ve harekete biçim veren eylemlerin ele alınışında hâlâ ciddi geleneksel yanılgıların bulunduğu da bir gerçektir. Örgütlenmesi olmayan sloganların cazibesine kapılmaktan kaçınmak gerekiyor. Genel grev sloganının geniş kitleler tarafından atılması, çok özgün olan haller (bu dayanakların çok hızlı oluştuğu) dışında, genel grevin hazır olduğunu göstermez; ancak, işçilerdeki eğilime ve neyi göze alma potansiyelinde olduklarına işaret eder. Dolayısıyla da, sınıfın ileri güçleri ve partisi, henüz olgunlaşmamış sloganlara (atılması elbette iyidir, yönü gösterir) bel bağlayarak kendiliğinden genel grevin gelmesini beklemez. Bilinçli işçinin örgütü, genel grevin hazırlanması, örgütlenmesinin hangi koşullarda, ne yoldan başarılabileceğini bilir.

Hareketi ileriye götürecek bir genel grev ve direniş, Türkiye’deki şimdiki koşullarda ancak, sözleşmelerin grevlere sürüklenmesi ve özelleştirme karşıtı hareketin gelişmesinin üzerinden gündeme gelebilir ve ancak, eylemleri sürüklemiş olan işçi örgütlerinin mücadelesi yolundan örgütlenebilir. Dolayısıyla da eylemlerin rotası, yoğun ve sistematik gelişen ajitasyon ve teşhir faaliyetinden güç alan; öncelikle işyerleri ve fabrikalarda, sendikalar ve kitle örgütlerine ve buralarda oluşan işçi, emekçi (ve parti) örgütlerine dayanan;   toplumsal halk hareketine genişlemesi, özelleştirme karşıtı direnişlere; dayanışma ve teşhir maksatlı iş bırakmalardan semtler, ilçeler ve kentlerdeki ortak birleşik miting ve gösterilere ve buralardan direnişler ve grevlerin örgütlenmesine yönelebilir. Grevlerden kuşkusuz, Zonguldak benzeri halk direnişlerine… Genel grev ve direniş ancak, bu mücadeleye ve bu örgütlenmenin yarattığı enerjiye dayanarak gelişebilir ve örgütlenebilir.

Bugün acil ve hayati olan; özelleştirme karşıtı hareketi geliştirecek, destekleyecek; öte yandan toplusözleşme sürecini, grev ve direnişlerin hızlanması, genişlemesi ve örgütlenmesi; işçilerin eyleminin, ortak talepler üzerinde ilerleyen birleşik halk hareketine genişlemesi sürecine dönüştürecek enerjik ‘bir çalışma ve eylem içinde olmaktır. Bu olmadığında ve ilk mevziler tutulmadığında yenilgi, daha baştan önlenemez olur.

Israrla vurguladığımız gibi; mevcut işçi ve emekçi hareketinin, nereye gideceği; sermayenin saldırılarını püskürtüp ileri mi, yoksa saldırılar altında geri mi gideceği sorunu; bu hayati sorun büyük ölçüde, sınıfın ve halkın ileri güçlerinin ve örgütlerimizin göstereceği girişkenliğe, mücadele ve örgütleme yeteneğine bağlanmış bulunmaktadır. Görev, çok yönlü ve zorluklarla doludur; buna karşın korku duymamak, tereddüt etmemek ve umutsuz olmamak gerekir. Hareketin dinamikleri, eldeki araçlar ve tutulmuş mevzilerin önemi anlaşılırsa, görevleri başarma olanağının var olduğu rahatlıkla görülebilir. Üzerimize düşen rolü kararlılıkla oynamalı ve görevlerimizi yetenekle yerine getirmeliyiz; aksi takdirde, yenilginin sorumluluk ve faturasını kabullenmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Parti örgütlerimiz, ek olarak şunları unutmamak zorundadırlar ki; grevlerin, direnişlerin, gösterilerin örgütlenmesi ve işçilerin bu mücadeleleri örgütleme ve yönetmesi vb. gibi görevler, parti olma görev ve sorumluluğunun sadece bir yönüdür. Görevin öteki yönü ise kuşkusuz, mücadele içinde uyanan, örgütlenen ve ileri çıkan işçi gruplarının politik olarak ilerletilmesi, kazanılması ve parti örgütleri olarak örgütlenmesi görevidir. Her şey bir yana; bu görev, çalışmanın merkezine oturmadan, işçilerin güncel mücadelesinin gerçekten ilerletilemeyeceği ve örgütlenemeyeceği bilinemez değildir. Öte yandan, görevin bu yönünün ihmal edilmemesi; hareket ileri gidip yeni bir dönem açtığında veya yenilgi alıp geriye düştüğünde gündeme gelecek yeni görevlerin karşılanabilmesi açısından da zorunludur. Görevimizi, geniş bir perspektif; ileriyi gören bir kavrayış ve enerjik bir, tutumla hareket ettiğimizde başarabileceğimizi asla unutmamamız gerekiyor.

 

Mart 1997

1997’de gençliğin gündemi

Geçtiğimiz yıl gençliğin gündemini, işçi ve üniversite gençliği cephesinden yaşanan hareketlenmeler oluşturdu. Genç işçi kitleleri, yaşanabilir bir ücret, 8 saatlik işgünü, sendika ve sigorta talepleri etrafında bir araya gelirken; üniversite gençliği har(a)çlara yapılan zamlara, bir bütün olarak har(a)çlara ve devletin sahte reform girişimlerine karşı, uyanan kesimleriyle sınırlı da olsa, küçümsenemeyecek bir tepki ortaya koydu. Son yılların en yoğun katılımlı ve süreklilik gösteren eylemleri gerçekleşti.

Her iki gençlik kesimi açısından da mücadele süreci içerisinde önemli birikimler elde edildi. Gençlik kitlelerinin somut sorun ve talepleri temelinde birleşik bir mücadeleye girmesinin; bu mücadele içerisinde ve üzerinde kendi kitlesel örgütlerini oluşturmasının ne anlama geldiği ve nasıl gerçekleşeceği, yaşanan pratik deneyimler sonucunda gençliğin ileri kuşaklan tarafından açıkça görüldü. Bu noktada akla, dünya ve Türkiye gençliğinin mücadele tarihinin zaten, bu açıdan önemli zenginliklerle dolu olduğu gelebilir. Ancak her gençlik kuşağının bu zenginliği kendi mücadelesi içerisinde yaşayarak edindiği ve edindiği ölçüde pratikte kullanabildiği düşünüldüğünde geçtiğimiz yılın mücadele pratiğinin önemi daha iyi kavranacaktır.

Ortaöğrenim gençliği ise, geçtiğimiz yıl temel olarak katkı payına karşı yer yer ortaya çıkan eylemlerle, ama daha çok da küçümsenemeyecek sayıdaki lisede kendiliğinden ortaya çıkan “katkı payı ödememe” tutumuyla gündeme geldi. Yine, ÖSS-ÖYS sınavlarının intihara ittiği gençler, okul yöneticilerinin dövdüğü öğrenciler, bekâret testi ve uyuşturucu batağı, geçtiğimiz yıl ortaöğrenim gençliğinin gündemini oluşturan ve bu yıl da gündemde kalacak olan diğer hususlar.

Üzerine vurgu yapılan bu konular, gençliğin bugünkü ve önümüzdeki dönem içerisinde gündeminin ne olduğunu ortaya kovmadan önce, geçtiğimiz yıla ilişkin yapılabilecek en özet değerlendirme ve giriş olarak kabul edilebilir. Gelelim ’97’de gençliğin gündemine.

 

SANAYİ SİTELERİ VE SANAYİ BÖLGELERİNDE İŞÇİ GENÇLİK

Türkiye, irili ufaklı yüzlerce sanayi sitesinde milyonlarca genç ve çocuk yaştaki işçinin, vahşi kapitalizm dönemindeki çalışma koşullarından farklı olmayan koşullarda çalıştırıldığı bir ülke. Sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerindeki onlarca, yüzlerce atölyede çalışan genç ve çocuk yaştaki işçi kitlelerinin gündemini dün olduğu gibi bugün de, insanca bir yaşama yetecek kadar ücret, 8 saatlik işgünü, sendika, sigorta ve iş güvencesi talebi oluşturuyor.

1996 yılında işçi gençliğin bu talepler uğruna verdiği mücadeleyi yeni bir aşamaya çıkaran en önemli gelişine, Ünaldı direnişi oldu. Ünaldı’da dokuma işkolunda çalışan on bine yakın işçinin başlattığı direniş, çeşitli işkollarında çalışan on bin işçinin de katılımıyla, önce Gaziantep emekçilerinin, ardından da bütün Türkiye emekçilerinin gündemine girdi. Ünaldı direnişi boyunca yaşananlar -bu konuya ilişkin ayrıntılı haberler ve değerlendirmeler parti basınımızda yer almıştır- milyonlarca genç işçinin tutması gereken yolu gösteriyordu.

Özellikle Ünaldı işçisinin sınıf bilinçli ileri unsurlarının direniş öncesinde ve sürecindeki tutumu, bugün sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde yürütülen mücadele ve örgütlenmenin ilham kaynağı olmaktadır. Ünaldı direnişi tek tek ve kendiliğinden ortaya çıkan ve emeğin sermayeye karşı hak alma amacıyla gerçekleştirdiği bilinçli ve planlı eylemlerden daha çok, tepkisel temelde gerçekleşen direniş ve eylemlerin yerine nasıl bir anlayışın geçmesi gerektiğini ortaya koymuştur.

 

SANAYİ SİTELERİ, SANAYİ BÖLGELERİ VE İŞÇİ DERNEKLERİ

Önümüzdeki dönem sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde genç komünist işçi önderlerinin yürüteceği propaganda-ajitasyon çalışmasının merkezine genç işçi kuşaklarının yukarıda ortaya koyduğumuz talepleri oturacaktır. Bu taleplerin öne çıkarılacağı propaganda ajitasyon çalışması, sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde genç işçi derneklerinin kurulması çalışmalarıyla birleştirilecektir. Bugün artık genç işçi kitlelerinin sermayenin saldırılarına karşı birleşmesinin, dayanışmasının ve mücadele etmesinin araçlarını yaratmak, ertelenemez bir görev durumundadır. .Sendika kurulabilecek işletmelerde sendika çalışması yürütülecektir. Küçük ve dağınık atölyelerden oluşan ve binlerce, on binlerce genç işçiyi barındıran sanayi siteleri ve sanayi bölgelerinde ise, işçi birlikleri ve dernekler kurulacaktır. Giderek bu işçi örgütleri bir araya getirilerek Ünaldı işçisinin taşıdığı bayrak daha da ilerilere götürülecektir.

Bugün küçümsenmeyecek sayıda sanayi sitesinde mücadele ve örgütlenme çalışmaları yürüten emeğin genç kuşaklarının, genç işçilerin bu birlik, dayanışma ve mücadele örgütlerinin kurulması için daha çok çalışması ve çabalaması gerekmektedir. Genç işçi kuşaklarının kalıcı örgütlenmelerini oluşturmak için onları mücadeleye çekmek, mücadelelerine yardımcı olmak ve önderlik etmek, genç komünistlerin “boynunun borcu”dur.

Önümüzdeki günler, işçi gençliğin gündemini oluşturan talepler için mücadelenin ve sorunların çözümünün yakıcılığının daha da arttığı günler olacaktır. Sermaye ve devletin sanayi bölgelerinde ve sanayi sitelerindeki milyonlarca genç işçi üzerindeki düşük ücret, sendikasız, sigortasız ve her tür sosyal güvenceden yoksun çalışma, zorunlu mesai vb. baskıları daha da artacaktır. Aksı yönde bir gelişmeye işaret eder hiçbir tedbir, düzenleme veya karar yoktur. Hatta bu doğrultuda bir vaat bile verilmemektedir. Ayrıca sanayi siteleri, sanayi bölgeleri ve buralarda çalışan genç işçilerin sayısındaki artış, daha fazla gencin sömürü ağı içerisine çekileceğinin ve sömürünün daha da yoğunlaşacağının somut bir işaretidir.

Sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde yaygınlaşarak yoğunlaşan ucuz işgücü sömürüsü, her geçen gün daha çok genç işçi kuşağını mücadele ve örgütlenmeye hazırlamaktadır. Hemen hemen bütün sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerindeki çalışma koşulları, ücret düzeyi, iş güvencesi, iş sağlığı vb. konularda yaşanan sıkıntılar kendiliğinden bir ileri işçi kuşağı yaratmaktadır. Sorunlarına karşı duyarlı, tepkili ve bunun sonucu olarak da kendiliğinden birlikte mücadele etmenin önemini kavramış bu ileri işçi gruplarıyla buluşacak bir işçi gençlik çalışması yürütüldüğünde; kısa sürede verim alınmaktadır. Genç komünistlerin bu alanlarda yürüttükleri çalışma ve bunun üzerinde oluşan işçi grupları bu gerçeğin pratik göstergeleridir.

Ancak işçi gençlik yığınlarının taşıdığı mücadele ve örgütlenme potansiyeli henüz bütünüyle genç işçilerin kendi örgütlerinde bir araya getirilebilmiştir. Bugün sanayi sitelerine ve sanayi bölgelerine bakıldığında, genç işçilerin birliğini, dayanışma ve mücadelesini güçlendirecek işçi derneklerinin sayısı bir elin sayısını geçmeyecek kadar azdır. Oysa genç komünistler bir taraftan işçi gençliği politik olarak kendi saflarında birleştirirken, aynı zamanda işçi gençliğin geniş kitlelerini içine alabilme yeteneği olan işçi derneklerinin kurulmasını da teşvik etmeli, kurmalı ve bu işin başına geçmelidir. Bugün on binlerce üyesi olan yüzlerce işçi gençlik derneği kurmak ve buraları genç işçi yığınlarının birlik, dayanışma ve mücadele örgütleri olarak çalıştırmak, emeğin genç kuşaklarının temel görevleri arasındadır.

Yine ’97 yılında genç işçi kuşaklarının gündemini özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten atma vb. saldırılara karşı işçi sınıfının bir bütün olarak yürüteceği mücadele oluşturacaktır. Sanayi siteleri ve sanayi bölgelerinde, bugüne dek hiç olmadığı kadar yoğun bir propaganda ve ajitasyon çalışması yürütülecektir. Genç işçi kuşaklarının, işçi sınıfının kendi çıkarları ve geleceği için yürüteceği mücadeleye katılması örgütlenecek ve özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya, işten atılmalara ve işsizliğe karşı yürütülecek bu mücadelede en ön saflarda emeğin genç kuşakları saf tutacaktır.

Emeğin mücadeleci genç unsurları, toplam olarak içine girdikleri bu mücadele ve örgütlenme yolunda ısrar edecek ve buluştukları genç işçi gruplarıyla bir an önce yukarıda ortaya konulan sorunlar ve talepler etrafında daha geniş işçi kitlesini kucaklayacak bir mücadele ve örgütlenme gerçekleştirmeyi başaracaktır.

 

ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ ÜZERİNE

YÖK Yasa Tasarısı Ve Karşı Mücadele

Üniversite gençliğinin bugün ve önümüzdeki dönemde temel gündemlerinden birinin eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitimin yaygınlaştırılmasına dönük uygulamalar olacağı mutlaktır. Geçtiğimiz dönem, eğitimin özelleştirilmesine dönük politikalara karşı gelişen öğrenci muhalefeti ve öğretim üyeleri ve öğretim görevlilerinin tepkisi, 23 Mart 1996 tarihinde cumhurbaşkanının, rektörleri Çankaya’da toplamasına neden oldu.

Cumhurbaşkanının başkanlığında yapılan rektörler toplantısı, kamuoyuna, üniversitelerde “Demokratik Reform” hazırlıkları olarak sunuldu. Toplantı sonrasında da yeni bir Yükseköğrenim Yasa Taslağı hazırlandı. Üniversite gençliği, rektörler toplantısına ve sözde demokratik reform için yasa hazırlıklarına karşı 23 Mart günü Ankara’da buluştu. Binlerce üniversite öğrencisi “Sahte Değil Demokratik Reform” ve “YÖK’e Hayır” sloganlarını haykırdı. Yasa taslağı hazırlıkları kısa bir dönem gündemden düştü. Ancak yaz döneminde, taslak, Yasa Tasarısı haline getirilerek meclise sunuldu.

Üniversite gençliğinin, eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitimin yaygınlaştırılmasına ilişkin gündemi, bu yasa tasarısıyla birleşmiş durumda. Geçtiğimiz yıl üniversite gençliğinin eylemleriyle gündeme, gelen “Sahte Değil Demokratik Reform” sloganı ise, bugün ve önümüzdeki dönem, öğrenci gençliğin gündemini belirleyen sloganlardan biri olmaya devam edecek.

Burada kısaca YÖK Yasa Tasarısı’nın içeriğini ortaya koymakta fayda var. Tasarı, yükseköğrenimin temel sorununu, “üniversitelerin mevcut yapısının, uluslararası pazarın kalite standartlarına tam anlamıyla uyum sağlamakta zorlanması” olarak tanımlıyor. Çözüm olarak da, “piyasa ilişkilerine göre tanımlanan, eğitimin içeriğini, idari ve mali yapısını, akademik işleyişini, bizzat sermayenin, içinde yer alarak belirlediği” bir üniversite modeli ortaya koyuyor.

Tasarıda YÖK’ün mevcut yapısı korunurken, yönetimdeki üst düzey bürokrat sayısı artırılıyor. Ayrıca üniversite bütçelerinin belirlenmesi gibi birçok önemli konuda YÖK’ün yetkileri artırılıyor. YÖK tarafından oluşturulacak yeni organlarla, üniversitelerdeki akademik işleyişin bütün ayrıntılarına kadar denetim altına alınması hedefleniyor. Sözde YÖK’ün kaldırılacağı ortaya konurken, yasa tasarısı YÖK’ü güçlendiriyor ve daha ileri düzeyde yeniden üretiyor.

Tasarıyla getirilmek istenen bir başka uygulama ise, Akademik Değerlendirme Kurulu adı altında bir organın oluşturulması. Akademik Değerlendirme Kurulu; içerisinde sanayi, ticaret ve finans çevrelerinin önde gelen “şahsiyetlerinin de yer alacağı kişilerden oluşuyor. Ve akademik unvanların yükseltilmesi yetkisi bu kurula veriliyor. Akademik unvanların yükseltilmesi ise, kurul tarafından belirlenmiş uluslararası düzeydeki “bilimsel” dergilerde yazıların yayınlanması koşuluna bağlanıyor. Ayrıca, tüm giderleri özel ya da tüzel kişi ve kurumlar tarafından karşılanan “Özel Statülü Profesörlük” uygulaması başlatılıyor.

Yine tasarıda yer alan düzenlemelerle, üniversitelere dışardan rektör yardımcısı ve bölüm başkanı atanmasının önü açılıyor. Rektör yardımcılarının sayısı dokuza çıkarılırken, bunlardan sadece üçü üniversitelerdeki profesör unvanlı hocalardan seçilebiliyor. YÖK’ü üniversite bütçelerinin belirlenmesinde yetkili kılan tasarı, üniversitelerin mali işlemlerini de, rektörlere bağlı işletme hesaplarında topluyor. Bu hesapta yer alacak gider kalemleri arasından beslenme, kültürel, sportif, sosyal hizmetler gibi harcamaları kaldırıyor. Bu, üniversitelerin özelleştirilmesine ve paralı hale getirilmesine, dönük uygulamalardan birisi. Anlamı ise, har(a)çların daha da artırılması.

Bütün bunların toplamı üzerinden düşünüldüğünde hazırlanan yasa tasarısı üniversitelerin, fiili olarak sermayenin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş kurumlar olmasının yasal çerçevesini de oluşturmuş oluyor. Eğitimi ise, herkesin parası oranında satın aldığı bir meta haline getiriyor. Birebir, sermayenin ve piyasanın ihtiyaçlarına göre belirlenmiş bir üniversite eğitimi: tamamıyla sermaye tarafından yönetilen ve denetlenen bir akademik yaşam; parayı verenin düdüğü çaldığı, sermayenin yeni bir yatırım ve kâr kapısı olan öğrenim. İşte sermayenin kendini ve egemenliğini yeniden üretme sürecinin eğitim alanına ilişkin politikaları ve yasa tasarısıyla getirilen reformların gerçek yüzü.

Önümüzdeki yarıyıl, üniversitelerin gündemini; eğitimin özelleştirilmesi, paralı eğitim ile birlikte YÖK Yasa Tasarısı’nın belirleyeceğini söylemek bir kehanet olmayacaktır. Özellikle son birkaç ay içerisinde bu yasa tasarısına karşı öğretim üyeleri ve öğretim elemanları cephesinden de önemli tepkilerin gündeme gelmesi bunun somut işaretidir. Öğrencisi, öğretim üyesi, öğretim görevlisi ve çalışanıyla üniversitelerin bütün bileşenlerinin birleşik eyleminin hedef tahtasına yukarıda sözü edilen talepler oturacaktır. Emeğin genç kuşaklarının ’97 yılında üniversitelerdeki gündemini de bu talepler için üniversitelerin gerçek sahiplerinin birleşik mücadelesini örgütlemek oluşturacaktır.

 

Öğrenci Temsilciler Kurulu (ÖTK) Üzerine

Üniversitelerde önümüzdeki dönemde öğrenci gençlik cephesinden gündemde kalacak bir diğer önemli konu da, Öğrenci Temsilciler Kurulu (ÖTK)’dur.

YÖK tarafından gündeme getirilen ÖTK’ler, en genel anlamıyla sınıflar veya bölümler temelinde yapılacak seçimlerle belirlenen temsilcilerden oluşacak öğrenci kurulları olarak tanımlanıyor. Temsilciler kurullarının oluşturulma biçimi ve işleyişine ilişkin ayrıntılı bir tanımlama yok. Bu noktalara ilişkin ayrıntılı düzenlemeler üniversite ve yüksekokul yönetimlerine bırakılmış. Kimlerin temsilci seçilebileceğine ilişkin ise bazı anti-demokratik hükümler içeriyor. Ancak bunlar da üniversite ve yüksekokullarda farklı biçimlerde uygulanıyor, YÖK’ün çok genel hatlarıyla ortaya koyduğu prosedüre pek fazla uyulmuyor. Daha çok, öğrencilerin temsilciler seçilirken ve kurullar çalışırkenki tutumları belirleyici oluyor. Bu olgu, ÖTK’lerin oluşturulmasından sonraki süreç için de geçerlidir.

ÖTK’ler hakkında bu bilgileri kısaca ortaya koyduktan sonra böyle bir örgütlenmenin YÖK tarafından neden gündeme getirildiği ve üniversite gençliğinin ÖTK’ler karşısındaki tutumunun ne olması gerektiği sorunu gündeme geliyor.

ÖTK’ler, YÖK tarafından, gelişen öğrenci muhalefetinin önünü almak; daha kitlesel tepkilerin ortaya çıkabileceğini hesaba katarak, bugünden öğrenci gençliği denetlenebilir bir öğrenci örgütlenmesinin içerisine çekmek amacıyla gündeme getirilmiştir. Yine. YÖK Yasa Tasarısı’nda olduğu gibi bu girişim de üniversitelerde bir imaj değişikliği ve sahte reform makyajı ihtiyacı ile birlikte ele alınmaktadır. ÖTK’ler konusunda YÖK ve üniversite yönetimleri cephesinden atılan adımlar da bunun somut göstergeleridir.

İşte bu ÖTK’ler karşısında emeğin mücadele örgütünün genç kuşaklarının tutumu, ÖTK’leri öğrenci gençliğin bağımsız örgütleri olarak kurma, işletme ve bu anlayışı yaygınlaştırıp genele hâkim kılma yönündedir. Bunun için de, daha ÖTK’ler ortaya atılır atılmaz ve bazı üniversitelerde kurulma çalışmaları başlar başlamaz sürece müdahale etmeye çalışmıştır.

Üniversite gençliği içerisindeki küçük burjuva politik grupların ÖTK’ler karşısındaki tutumu ise, “solcu gevezeliği”nin ötesine geçmemiştir. Bu kesimlerin “ÖTK’leri kurdurmayacağız, bunlar devlet örgütleri”dir, bunlar içerisinde yer almayız…” vb. yollu tutumları ise öğrenci hareketinin somut durumu, ihtiyaçları, kısa, orta ve uzun vadedeki çıkarlarından uzak, fikrin sahiplerinden beklenen ve yakışan tutumlardır. Üniversite gençliğinin, marjinal meydan okuyuşlara ve bundan kaynaklı kaçınılmaz yenilgilere değil, olabilecek en geniş kesimlerinin içinde yer alıp sorunlarını tartışacağı; geleceğini ve gerçek çıkarlarını sahiplenmeyi, onlar için mücadele etmeyi öğreneceği öğrenci örgütlerine ihtiyacı vardır. Bu ihtiyacı karşılama eylemini etkileyecek hiçbir gelişme ve fırsat karşısında yok sayıcı ve reddedici bir tutum takınılamaz. Aksi durum, yığınların kendi geleceği için eyleme geçmelerine hizmet edecek bir araç karşısında devrimci sorumluluğa uygun davranmamak ve geleneksel küçük burjuva solun kolaycı anlayışına teslim olmak anlamına gelecektir.

YÖK’ün, ÖTK’leri yukarıda kısaca vurgulanan amaçlarla ortaya attığı gerçeğiyle, üniversite gençliğinin ÖTK gibi bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğu gerçeği; görünürde ihtiyaçlarda bir uyum, çıkarlarda bir birlik gibi karşımıza çıkıyor. Özümle ise bu iki gerçek, yani sermayenin ve YÖK’ün ihtiyaçları gözetilerek ortaya atılan ÖTK’ler ile üniversite gençliğinin ihtiyaç ve çıkarlarının gerektirdiği ÖTK’ler arasında bir çelişkiyi ve bu çelişkiye bağlı olarak sürecek bir çatışmayı ifade ediyor. Önümüzdeki süreçte ÖTK’lerin kimin ve nasıl olacağı, işte bu ihtiyaçlar ve çıkarların tarafları arasında yaşanacak mücadele ile belirlenecek. Aynı zamanda bu süreç statik, durağan ve bir kez belirlendikten sonra aynı şekilde devam eden bir belirleme süreci olmayacak. YÖK’ün istediği ÖTK’ler ile üniversite gençliğinin istediği ÖTK’ler arasındaki çelişki ve mücadele, ÖTK’ler kurulmaya başladığı andan itibaren başlamıştır ve var oldukları zaman dilimi içerisinde de sürecektir.

Üniversite gençliğinin yapması gereken şunlardır:

1- ÖTK’lerin oluşturulması için yapılan ve yapılacak olan seçimlerin, öğrenci gençliğin iradesi ve inisiyatifini yansıtacak biçimde yapılmasını sağlamak. Bunun için seçim dönemlerini bir kampanya haline getirmek, bu doğrultuda sınıf ve amfi toplantıları yapmak, yoğun bir sözlü ve yazılı propaganda yürüterek en geniş öğrenci kitlesine seçimleri duyurmak ve onları seçimlere katmak.

2- Sınıf, bölüm ve fakülte temsilcileri seçildikten ve kurullar oluştuktan sonra, kurulların hem kendi aralarında, hem de sınıf, bölüm ve fakültelerde düzenli toplantılar yapmak. Bu toplantılarda öğrencilerin sorunlarına ve taleplerine ilişkin somut gündemler belirlemek, kararlar almak ve bu kararları öğrencilerle birlikte hayata geçirmek. Bu şekilde temsilciliklerin öğrencilerin genel kitlesinden kopup, giderek marjinal ve bürokratik yapılar haline gelmesini engellemek.

3- Bu toplantılarda darlaştırıcı, soyut ve öğrenci gençliğin güncel sorunlarından uzak tartışmaların yaşanmasının önünü almak. Bunun için toplantılara hazırlıklı katılmak ve küçük burjuva politik grupların dağıtıcı tutumlarını öğrenci gençliğin somut talepleri ve sorunlarına ilişkin gündemlerde ısrar ederek bertaraf etmek.

4- Bir an önce ÖTK’lerin işleyişine ilişkin, yukarıdaki maddelerde ortaya konan noktaları içeren bir tüzük taslağı oluşturarak bunu tartışmaya açmak ve bu taslak üzerinden tüzüğün öğrenciler tarafından hazırlanmasını sağlamak.

Sonuç olarak ’97 yılında üniversite gençliğinin ülke çapında gündemini oluşturan ÖTK’lerin, öğrenci gençliğin kitlesel mücadele örgütleri olup olmayacağının ortaya çıkacağı süreç başlamıştır. Emeğin genç kuşakları da, bütün güçleriyle bu sürecin öğrenci gençliğin mücadele ve örgütlenmesini ilerletecek bir süreç olarak yaşanması için çalışacaktır.

 

Üniversitelerde Akademik Yaşam Üzerine

Yukarıda üniversite gençliğinin ülke genelinde bu yılki gündemine ilişkin iki önemli konuyu ortaya koyduk. Ancak üniversitelerin gündemi bununla sınırlı değildir. Başta genç komünistler olmak üzere üniversite gençliğinin uyanan kesimleri, gündemlerini bunlarla sınırlandıramaz. Sınav sistemlerinde gündeme gelen değişikliklerden, bütünleme sınavlarının kaldırılmasına; kantin, yemekhane ve mediko-sosyallerin özelleştirilmesinden bir bütün olarak paralı eğitime ve özelleştirmeye; dersliklerin ve uygulamalı eğitim için gerekli olan araçların yetersizliğinden eğitimin kapsam ve içeriğinin anti-bilimsel oluşuna; eğitime ayrılan bütçenin yetersizliğinden öğretim üye ve görevlilerinin yetersizliğine kadar birçok yerel ve genel sorun, üniversite gençliğinin akademik yaşamını bütünüyle yok eden gündemlerdir. Bu sorunlar çoğaltılabileceği gibi, sorunların toplamının ortaya çıkardığı tablonun kendisi bir mücadele gündemi durumundadır. Bunun için de kısaca üniversite öğrencilerinin akademik yaşamına ilişkin olarak gelinen noktayı ortaya koymak gerekir.

Bugün birçok üniversite, öğretim verdiği konularda gerekli ve yeterli mesleki ve bilimsel eğitimi verecek kapasiteden uzaktır. Bu, bütün üniversite kamuoyunun kabul ettiği; sermaye ve devletin bu alandaki yetkili kurumlarının da kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçektir. Öyle ki, hemen hemen bütün üniversitelerde üniversiteye kayıtlı öğrenci sayısının önemli bir bölümü derslere girmemekte ve hatta üniversiteye bile gelmemektedir. Üniversite öğrencilerinin daha birinci sınıftayken üniversiteye yabancılaşmaya başlaması, artık normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Hatta giderek “üniversiteli olmak” bu anlama gelmeye başlamıştır.

Özellikle devam zorunluluğu olmayan sözel alanda öğretim yapan bölümlerde derse devam eden öğrenci sayısının, okula kayıtlı olan öğrenci sayısının üçte biri kadar olduğunu söylemek bir gerçeği ifade etmek olacaktır. Sayısal bölümlerde bu oran biraz daha yüksek ise de, özellikle üst sınıflara yaklaştıkça buralarda da durum aynılaşmaktadır. Bütün diğer göstergeleri bir yana, bu durum en başta üniversitelerin hiçbir çekiciliğinin kalmadığının ve içine düştüğü bataklığın çok çarpıcı bir göstergesidir.

Akademik, bilimsel, araştırma-inceleme amaçlı hiçbir çalışma ve tartışma yapılmadığı gibi bu doğrultuda girişimler “terörist faaliyetler” olarak damgalanmaktadır. Özellikle özel üniversitelerin sayısındaki artışla birlikte birçok yetenekli ve deneyimli uzman öğretim üyesi bu üniversitelere kaymış durumdadır. Bu, sermayenin kendi ihtiyaç duyduğu bürokrat ve teknokrat kadroları doğrudan kendi kurdukları üniversitelerde (Bilkent, Koç, Sabancı üniversiteleri vb.) yetiştirmesi anlamına geldiği gibi, aynı zamanda devlet üniversitelerinin burjuva anlamda bir öğretimi vermekten bile uzak olduğu anlamına gelmektedir. Bugün akademilerde, burjuva anlamda bir öğretim disiplininden, araştırmacılıktan ve üretimden söz etmek neredeyse mümkün değildir.

Ancak buna karşılık, anlamsız bir sınav yoğunluğu ve müfredat doluluğu söz konusudur. Sınav öncesi ve sınav sonrası tatil uygulamaları üniversite öğrencilerinin çıkarına bir uygulamaymış gibi görünürken, gerçek, bunun tam tersidir. Üniversite öğrencileri “okulcu” bir öğretimden uzak; ders notlarının ve geçmiş dönem sınav sorularının üniversite çevresinde bulunan kırtasiye ve fotokopicilerde parayla satıldığı ve bunun üniversite yönetimleri tarafından teşvik edildiği bir öğretim anlayışı ve yaşantısı içinde, sözde yükseköğrenim görmektedirler.

Bu durum ve yukarıda birkaçını vurguladığımız bu duruma yol açan bütün uygulamalar üniversite gençliğinin acil gündemini toplam olarak oluşturan olgulardır. Üniversite gençliğinin ilerici, devrimci, komünist bütün mücadeleci unsurları ve uyanan kesimlerinin çalışmalarının merkezine bu somut ve acil talepler oturmalıdır. Eğer güçlü bir öğrenci muhalefeti ortaya çıkacaksa ve üniversite gençliği bu muhalefetiyle emekçi sınıfların demokrasi, sosyalizm ve özgürlük mücadelesindeki yerini alacaksa -ki buna kuşku yoktur-, bu ancak bu platformda yürütülecek çalışma ve mücadeleyle olacaktır.

 

ORTAÖĞRENİM GENÇLİĞİ ÜZERİNE

Ortaöğrenim gençliğinin temel gündemlerinden birini eğitimin özelleştirilmesi ve paralı hale getirilmesi oluşturuyor. Özellikle son birkaç yıldır bütün liselerde uygulamaya sokulan kayıt parası ve katkı payı uygulaması liseli gençliğin tepki duyduğu sorunların başında geliyor. Karne parası, tebeşir-silgi parası, spor parası ve toplam olarak öğretim araç ve gereçlerine yapılan harcamaların karşılanması adı altında toplanan paralara, kayıt ve katkı payı parası da eklenince ortaöğrenimin bütünüyle paralı hale geldiğini söylemek, bir gerçeği ifade etmek olacaktır.

Eğitimin özelleştirilmesi ve paralı eğitime dönük bu uygulamalara karşı öğrenci ve veliler cephesinden biriken tepki, yer yer protesto eylemleri olarak kendisini dışa vurdu. Bu tepki ve eylemler karşısında devletin ilgili organları, “her öğrenciden para alınmayacağı, durumu uygun olmayan öğrencilerin para ödemeyeceği” vb. yalanlara sarıldılar. Hatta bazı illerde Milli Eğitim Müdürleri “katkı payı toplanmayacağı” yönünde açıklamalar yaptılar. Bu yalan açıklamalar bir dönem, ortaöğrenim gençliği ve velilerin biriken tepkisinin yerine, belirsizliği ve beklentiyi geçirdi. Ancak çok kısa bir süre içerisinde okul yönetimlerinin pratik tutumlarıyla bu açıklamaların yalan olduğu ortaya çıktı. Şimdilerde ortaöğrenim gençliği ve veliler farklı biçimlerde yeniden, tepkilerini ortaya koyuyorlar.

Onlarca lisede binlerce liseli genç, gerek kendiliğinden gerekse, ileri kesimlerinin bilinçli ve örgütlü tutumları sonucu katkı payı ödemiyor. İlk yarıyılın bitiminde, katkı payı ödemeyen kesimlerin karnelerinin verilmemesine dönük idari baskılara da eylemlerle ve protestolarla yanıt veriyor. Bu içerikte gerçekleştirilen eylemlerin birkaçı günlük basına da yansıdı. Ancak bu temelde ortaya çıkan ve parti basınımıza haberi ulaşmayan onlarca yerel protestodan söz etmek mümkün. Bütün bunlar önümüzdeki dönemde ortaöğrenim gençliğinin “Katkı Payı” uygulamasına karşı ortaya koyacağı tepkinin ve protesto eylemlerinin gündemde olacağının göstergesidir. Genç komünistler, bu durumu bilerek hareket etmeli ve bu tepkinin daha güçlü ve kitlesel eylemlere dönüşmesi için çalışmalıdır. Önümüzdeki dönemde bütün liselerde, istenen katkı paylarının ödenmemesi için açık çağrılar yapılmalı ve ödememe tutumu yaygınlaştırılmalıdır. Giderek tek tek okullar düzeyinde ortaya çıkan tepkiler ve protestoları; güçlü, birleşik tepkiler ve birleşik protestolar düzeyine çıkarma hedefiyle mücadele edilmelidir.

Ülke genelinde ortaöğrenim gençliğinin gündemini oluşturan bir diğer sorun da ÖSS-ÖYS sınavlarıdır. Her yıl milyonlarca gencin korkulu rüyası olan bu sınavlar, ortaöğrenim gençliğinin, geleceğini kazanmasının tek çıkış yolu olarak gündeme getirilmektedir. Oysa sınavlara giren öğrencilerin’ sadece onda birinin üniversiteye girme şansının olduğu ve geri kalan büyük çoğunluğun üniversiteye girme şansının olmadığı bilinen bir gerçektir. Bu paradoks, her yıl birçok lise son sınıf öğrencisini bunaltırken, intihara varan sonuçlar doğurmaktadır. Öğrenci gençliğin bu sorun karşısında biriktirdiği tepki, sadece istenmeyen ve üzüntüden öteye geçmeyen durumlarla yüz yüze gelindiğinde değil, sürekli gündemde tutulmalı ve bunun üzerinden veli, öğrenci ve öğretmen birlikteliği yaratılarak mücadele edilmelidir. Yazılı ve sözlü propaganda ajitasyonunun yanında, imza kampanyaları, seminerler, tartışma toplantıları, paneller, basın açıklamaları, kitlesel protesto gösterileri vb. etkinlikler, ortaöğrenim gençliğinin ÖSS-ÖYS sınavına karşı yürüteceği mücadelede kullanabileceği araçların ilk akla gelenleri. Önümüzdeki süreçte, ortaöğrenim kurumlarında okuyan gençler ÖSS-ÖYS’ye karşı mutlaka tepkilerini ortaya koyacak; şu veya bu etkinliklerle on binlerce, yüz binlerce ortaöğrenim genci sorunlarını dile getirerek, talepleri için mücadelede ileri adımlar atacaktır.

Ortaöğrenim gençliğinin yukarıda ortaya konan temel gündemlerin yanı sıra, disiplin ve idare baskısı, not tehdidi, gerici faşist müfredatlar, sportif ve kültürel etkinliklerin yok denecek düzeyde olması, eğitsel kol çalışmalarının yetersizliği ve amacına uygun yapılmaması vb. daha sayılabilecek birçok sorun temelinde ortaya çıkan ve çıkacak olan gündemlerden söz edilebilir. Bu sorunların gündeme geldiği okullarda da yine yukarıda ortaya konan platforma ve temel gündemlere bağlı olarak tepkiler geliştirilmeli ve uygun araç ve yöntemler kullanılarak bu tepkiler eylemli bir süreci başlatmalıdır. Ortaöğrenim gençliğine verilen öğretimin ve kapitalist yaşam ilişkilerinin ortaya çıkardığı, rekabetçi, bireyci, sorumsuz, düşünmeyen, sormayan, tartışmayan, üretmeyen genç tipinin yerine: sorunları ve sıkıntıları karşısında birlikte hareket eden, paylaşan, kendi sorunlarına ve ülke sorunlarına duyarlı, bilimden yana, araştırmacı ve mücadeleci bir ortaöğrenim kuşağının geçmesine yardımcı olmanın platformu budur. Her genç komünist, ilerici, devrimci genç bu gerçeği bilerek faaliyetini her gün yeniden ve yeniden gözden geçirmelidir. Sorunlarına ve taleplerine sahip çıkmaktaki kararlılık ve yeteneğinin, çevresindeki gençleri bir bütün olarak etkileyecek ve harekete geçirecek temel etkenleri oluşturacağını unutmamalıdır.

Son olarak ortaöğrenim gençliğinin kendi örgütlerini kurması açısından gündemde olan ve bugüne kadar parti basınımızda da birçok kez ortaya konmuş bir gerçeği tekrar vurgulamakta fayda var. Hâlâ birçok lisede liseli gençlik içerisinde şu veya bu düzeyde örgütlü olan politik gençlik gruplarının bir araya gelerek oluşturduğu, platformu ve günlük işleyişi marjinal ve itici olan örgütler vardır. Bunların birçoğunda genç komünistler de yer almaktadır. Artık bu tip örgütler terk edilmeli ve genç komünistler bütün gücüyle sınıf temsilciliği temelinde bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeye girişmelidir. Bilinmelidir ki, birkaç politik gençlik örgütünün üyelerinin bir araya gelerek oluşturduğu ve 10–15 gencin içinde yer aldığı marjinal örgütlenmelerde ısrar etmek yerine, 40–50 kişilik sınıflardan sadece birkaçında temsilci veya sınıf başkanı olmayı başarmak ve bu temelde bir araya gelerek örgütlenmek bile daha fazla gencin sorunlarına sahip çıkmasını ve uyanış içerisine girmesini sağlayacaktır.

 

GENÇLİĞİN POLİTİKAYA KATILIMI VE PROPAGANDA-AJİTASYON ÜZERİNE

Bugün işçi, işsiz, öğrenci bütün gençlik kesimlerinin toplam olarak politikaya ilgileri, politikayı takip etme ve katılma düzeyleri, bir dönem öncesine nazaran daha da artmış ve yaygınlaşmış durumdadır. Bunda, sistemin içerisinde bulunduğu açmazın her gün daha da artmasının ve bu artmanın getirdiği sorun, çelişki ve çatışmaların artık saklanamayacak düzeyde gözler önüne serilmesinin büyük payı vardır. Burjuvazinin kendi siyasal arayışları ve bu temeldeki propagandası bile gençlik yığınlarının politikaya ilgisini artırmakta; kendisinin, ülkenin ve dünyanın sorunlarını takip etme ve tartışma alışkanlıklarını geliştirmektedir. Şüphesiz gençlik kitlelerinin bu politik etkilenişi ve etkinliği burjuva bir etkilenme ve etkinlikten öteye geçen durumda değil. Ve yine bu politik etkilenmenin ve etkinliğin içeriğini ve sınırlarını burjuvazi belirliyor.

Yazılı, sözlü ve görsel kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler ve yaygınlık bir taraftan bu kitle iletişim araçlarına hâkim olan sınıfın -burjuvazinin-, gençlik üzerindeki ideolojik-politik etkinliğini, yanlış bilinçlendirme ve yanılsatma düzeyini geliştirirken; diğer taraftan gençliğin ülke ve dünyada gelişen olaylardan haberdar olmasını ve bu olayların ortaya çıkardığı olguları şu veya bu düzeyde takip etmesini ve burjuva anlamda da olsa politika yapma-tartışma alışkanlıklarını da etkiliyor. Bu olgu, genel kitle açısından da geçerli bir durumu ifade eder. Uzun bir dönem gençlik üzerine yapılan analizleri içeren yazılarda sıkça kullanılan, asosyal, apolitik vb. kategoriler bugün artık geçerliliğini yitirmiştir.

Gençlik kitlelerinin politikaya katılımını etkileyen ve politik etkinliğini yönlendiren burjuva politik otoriteye karşı, gençliğin kendi somut gerçeğini, çıkarlarını, taleplerini ve geleceğini gösteren devrimci politikanın ne kadar yaşama geçirilip geçirilemediği temelinde yapılacak değerlendirmeler, gençlik mücadelesinin düzeyini de verecektir. Sözü edilen devrimci politika aynı zamanda, gençlik yığınlarının her günkü yaşamında burjuva politik otoritenin egemenliğinden kendiliğinden kopuş düzeyinin, kendi çıkarları için bilinçli ve örgütlü mücadele veren bir toplumsal kategori olma düzeyine yükselmesi sürecinin de belirleyici halkasıdır.

İlerici, devrimci, komünist gençler, gençlik yığınlarının ana gövdesi içerisinde, gençliğin burjuva politik otoritenin egemenliğinden kurtulması için yürüttükleri günlük mücadelede üç önemli gerçeği iyi kavramalıdır: 1) Gençlik yığınlarının doğal örgütlenme alanlarında (sanayi siteleri, sanayi bölgeleri, tek tek işyerleri ve atölyeler, okullar, üniversiteler vb.) yaşanan yerel sorunlar ve yine hu doğal örgüt alanlarına yönelik sermayenin ülke genelinde saldırı politikalarını, sözlü, ve yazılı propaganda-ajitasyon çalınmalarının merkezine koymak. Hatta her günkü yaşamlarında günlük doğal sohbetlerin, tartışmaların gündemi haline getirmek. 2) Bununla birlikte dünya ve ülke gündeminin farklı gençlik kesimleri içerisinde aktüel ve popüler olan konularını temel çıkış noktaları yaparak toplu grup tartışmaları örgütlemek ve bu konularda yetkinleşmek. 3) Bütün bunların toplamı üzerinden, her günkü politik eylemini, iktidar hedefini ve ufkunu bir an bile kaybetmeden yürütmek.

Bu üç önemli noktayı kavrayarak yürütülen günlük politik çalışmanın temeli, günlük propaganda ve ajitasyon çalışmasıdır. Günlük propaganda-ajitasyon çalışmasının yaygınlığı ve sürekliliği; gençliğin burjuva politik kuşatmayı parçalaması ve kendi gerçek çıkarları için mücadele etmesi sürecinin kilit halkasıdır. Günlük, kesintisiz ve yaygın bir propaganda-ajitasyon çalışmasının kilit işlevi, gençlik yığınlarının burjuva politik etkiden kurtulması ve kendi çıkarları için mücadeleye atılması sürecinin her aşaması için geçerlidir.

Eğer bugün ilerici, devrimci, komünist gençler, gençliğin gündemini belirleme ve gençliğin kendi sorunlarına, taleplerine ve geleceğine sahip çıkmasına yardımcı olmayı başarmada kilit formül arıyorlarsa bu; günlük/sürekli ve yaygın propaganda-ajitasyon çalışmasından başka bir şey değildir. Genç komünistler de gençliğin geleceğine sahip çıkma eyleminde üzerlerine düşeni ne kadar yaptıklarım, bu “kilidi” ne kadar kullanıp kullanamadıklarına bakarak tespit edebilirler. Geleceğini emeğin mücadelesinde yer almakta gören her gençlik grubu ve tek tek her genç, bu temelde günlük mücadele ve örgütlenme çalışmalarını değerlendirmeli ve her günkü devrimci faaliyetini bunun üzerinden sorgulamalıdır. Bunun üzerinden bugüne ve yakın geleceğe ilişkin somut planlar yapmalı, hedefler koymalı ve yukarı da ortaya konan üç önemli noktayla örtüşen bir çalışmada ısrar etmelidir. Bu tutum ve sürecin devrimci bir çalışmada, yaşamın her alanında bitimi olmayan bir akışkanlık içerdiği iyi özümsenmeli ve bir an bile akıldan çıkartılmamalıdır.

 

İŞÇİ-EMEKÇİ SINIFLARIN MÜCADELESİ VE GENÇLİK

İşçi ve emekçiler ile sermaye arasında, emek-sermaye çatışması temelindeki uzlaşmaz çıkar ayrılıkları ve çatışmalar, yaşamın her alanında sürmektedir. İşçi ve emekçilerin bu çıkar ayrılıkları ve çatışmalar temelinde yürüttükleri mücadele, gençlik yığınlarının mücadelesini de etkiler ve ondan etkilenir. Genç komünistlerin önemli bir görevi de işçi-emekçi sınıfların mücadelesiyle, gençlik yığınlarının mücadelesi arasındaki bu etkileme ve etkilenme sürecim hızlandırmak ve giderek bütün gençlik kesimlerinin kendi sorun ve talepleri temelinde geliştirdikleri mücadeleyi işçi-emekçi sınıfların mücadelesine bağlamaktır. Önümüzdeki günler, bu görevi başarıyla yerine getirmek açısından pratik olanakların iyi değerlendirildiği ve somut adımların atıldığı bir süreç olacaktır.

Bilindiği gibi sermayenin 1997 yılını “özelleştirme yılı” olarak ilan etmesinin ardından, emeğin mücadele örgütleri de ’97’yi “özelleştirmeye karşı mücadele yılı” olarak’ ilan etti. Bu karşılıklı sınıf tutumlarının ardından bir süredir özellikle enerji işkolu başta olmak üzere maden ve demir-çelik işkollarında işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karşı mücadelesinde önemli gelişmeler yaşanıyor. Emeğin devrimci politik örgütü, bu mücadeleyi diğer işkollarına da yaymak ve devrimci demokratik halk iktidarı ve sosyalizm yolunda güçlü adımlar atmak, yeni mevziler kazanmak hedef indedir. İşçi simlinin ve emekçilerin özelleştirmeye, işten atmalara ve işsizliğe karşı yükselttiği ve giderek daha da ilerilere götüreceği bayrakta yazılı olan talepler için mücadele; başta işçi gençlik olmak üzere, işsiz ve öğrenci gençliğin mücadelesini de pratik olarak etkilemektedir. Tek tek farklı gençlik kesimlerinin mücadele ve örgütlenme sürecini bu açıdan ele aldığımızda;

1) İşçi gençlik yığınları, işçi, emekçi sınıfların genç kuşakları olarak emekçilerin özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, işten atılma vb. saldırılara karşı yürüttüğü mücadeleye aynı taleplerle katılacaktır. Bu taleplere, yazının “Sanayi Siteleri ve Sanayi Bölgelerinde İşçi Gençlik” başlıklı bölümünde yer alan talepleri de ekleyecek ve işçi-emekçi sınıfların mücadelesinin en önünde yer alacaktır: İşçi gençlik yığınları, işçi ve emekçilerin özgürlük ve demokrasi mücadelesine kendi doğal üretim alanlarından kalkarak, kendi taleplerini bayraklaştırarak var gücüyle katılacaktır.

Böyle bir katılımın ve bu katılımı sağlamaya dönük sözlü ve yazılı propaganda-ajitasyon çalışmasının, genç işçi kuşaklarının mücadele ve örgütlenme isteğini artıran, onlara güç veren ve işçi gençliğin ileri kuşaklarını pratik olarak eğitip yetkinleştiren bir çalışma ve süreç anlamına geleceği açıktır. Emeğin devrimci örgütünün genç kuşakları, işçi gençlik kitlelerinin bu mücadeleye katılımını sağlamak için gerekli plana sahip olmalı: işçi-emekçi sınıfların ve onların örgütlerinin yerel ve merkezi düzeyde gerçekleştirdiği bütün eylemlere kendi cephelerinden güçlü ve yaygın katılımı örgütlemelidir.

Bu yaklaşımın ve pratik hareket tarzının işsiz gençlik yığınları açısından da geçerli ve hayati önemde olduğu reddedilemez bir gerçektir. Bu noktada İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK sloganının anlattıkları ve emekçi sınıflar içerisindeki sahiplenilme düzeyini hatırlamak anlamlı olacaktır.

2) Öğrenci gençlik kitlelerinin henüz işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birleşen kitlesel hareketinden söz edemesek de; öğrenci gençliğin kendi somut sorunları ve talepleri temelinde kitlesel bir mücadele içerisine girmesinde işçi ve emekçilerin yürüttüğü mücadelenin sunduğu olanakların öneminden söz edebiliriz. İşçi ve emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinde açtığı yol-ve yarattığı toplumsal etki, milyonlarca öğrenci gencin bu mücadeleye olan ilgisini de artırmaktadır. Öğrenci gençliğin mücadeleci unsurları, bu gerçekten hareketle bu ilgiyi, öğrenci gençliğin demokrasi ve özgürlük mücadelesine kitlesel katılımını sağlamaya hizmet edecek bir propaganda-ajitasyonun konusu yaparak maddi bir güce dönüştürebilir.

Öğrenci gençlik yığınları bir taraftan, kendi doğal örgüt alanlarında, yazının, yukarıda bu gençlik kesimine ait olan bölümünde değinilen talepler ekseninde mücadele ederken, bir taraftan da bu mücadelesini işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birleştirmenin pratik adımlarını atmalıdır. Özellikle sermayenin özelleştirme cephesinden yürüttüğü topyekûn saldırıya karşı öğrenci gençlik de paralı eğitime ve eğitimin özelleştirilmesine karşı olan talepleriyle katılmaktadır. Öğrenci gençlik bu katılımı, işçi ve emekçilerin özelleştirmeye karsı gerçekleştirdiği pratik eylemlerde kendi talepleriyle yer alarak da sürdürecektir. Bu konuda hem olumlu bir pratik olması hem de somut bir örnek teşkil etmesi açısından Sağlık Emekçileri Sendikası (SES)’in 1 Mart’ta Ankara’da düzenlediği “Sağlıkta Özelleştirmeye Hayır!” mitingi, önemli ve dikkate değerdir. SES’in düzenlediği mitinge, başta ülke genelindeki tıp fakültesi öğrencileri olmak üzere, Ankara’daki üniversite öğrencileri kendi talepleriyle katılmış ve bu katılımı sağlamaya dönük pratik bir çalışma yürütülmüştür. Yine Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)’in ve Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (EĞİTİM SEN)’in düzenlediği mitingler de bu kapsamda olumlulukları ve olumsuzluklarıyla dikkate değer diğer örneklerdir.

Önümüzdeki süreçte bu çalışmanın planlanması ve pratik adımlarının atılması görevi, tıpkı işçi-işsiz gençlik yığınları açısından olduğu gibi, öğrenci gençlik açısından da, en başta bu alandaki emeğin devrimci örgütlenmesi içerisinde yer alan gençlik gruplarının omuzlarındadır.

Gerek işçi-işsiz gençlik yığınları açısından, gerekse öğrenci gençlik yığınları açısından gençlik hareketini işçi ve emekçilerin mücadelesiyle birleştirmede sözü edilen sorun ve taleplerin dışında yerel ve ülke düzeyinde gündemde olan demokrasi ve özgürlük talepleri açısından da aynı çerçevede hareket etmek gerekir. Emekçilerin, hak ve özgürlük taleplerini haykırdıkları; baskılara, insanlık dışı uygulamalara, kontrgerillaya, kısaca diktatörlüğün gerçek yüzünü gösteren olay ve olgulara karşı “Demokratik Türkiye” istemini dile getirdikleri gösteri ve mitinglerde demokrasi ve özgürlük talepleriyle gençliğin kitlesel katılımını sağlamaya dönük faaliyet yürütülmelidir.

 

GENÇLİK KONFERANSI ÜZERİNE

Emeğin devrimci örgütlenmesinin genç kuşakları, bütün gençlik kesimlerinin mücadele ve örgütlenme sorunlarını tartıştıkları, bu tartışmayla birlikte gençliğin kitlesel mücadelesinin gelişimine dönük pratik adımlar attıkları, gençlik hareketinin yakın geçmiş içerisindeki ilerleme eyleminden deneyler çıkardıkları, günlük politika yapına yeteneklerini sorguladıkları bir süreç başlattılar. Bu süreç “Gençlik Konferansı” adı altında devam ediyor. İlan edildiğinden bugüne, dört ayı aşkın bir zaman geçti ve birkaç ay içerisinde sonuçlanması hedefleniyor.

Gençliğin mücadele ve örgütlenmesinin günlük hareketliliğinden bağımsız ele alınmayan konferans çalışmaları, binlerce gençle “Konferans Platformu” temelinde yapılan tartışmalarla sürüyor. Farklı gençlik kesimlerinin mesleki, sendikal örgütlenmelerini yaratma ve bu örgütlenmeleri hareketin ilerlemesine bağlı olarak yerel düzeylerde ve giderek ülke düzeyinde federatif bir örgütlenme ile merkezileştirme hattı, konferans sürecinde ve sonrasında emeğin genç kuşaklarının mücadele ve örgütlenme hattının örgütsel çerçevesini oluşturuyor.

Konferans çalışmaları bu doğrultuda, on-binlerce gence ulaşarak, gençliğin emeğin saflarında yeni bir dünya kurma mücadelesine katılımı için önemli ve devrimci adımlar atmıştır, atmaya da devam edecektir. Çünkü emeğin, devrimci örgütünün gençlik gruplarının her günkü yaşamının devrimci değerler temelinde yeniden üretilip ilerletilmesi, her genç komünistin gençlik mücadelesinin geliştirilip, yaygınlaştırılmasına kalkışının artırılması ve bütün bunlarla birlikte gençlik kuleleriyle yenilenmiş bir mücadele ve örgütlenme temelinde buluşulması doğrultusunda atılan adımları daha da sıklaştırmak ve süreklileştirmek görevi, her gün yeniden yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Konferans sürecinin ülkemiz gençlik hareketinin geleceği açısından hayati öneme sahip olan adımlarından birisi de binlerce gencin geleceklerini kazanma eyleminde mücadele ve anlayış birliğini sağlamlaştırmak, ülke genelinde yekvücut olmayı gerçekleştirmektir. Bugün binlerce genç bu sürecin içerisinde yoğrulmaktadır.

Sanayi sitelerinde ve sanayi bölgelerinde, emekçi semtlerinde, okullarda ve üniversitelerde gençliğin sendika, dernek, gençlik lokali, birlik, konsey vb. onlarca yeni birlik, dayanışma ve mücadele örgütünde bir araya gelmesine yardımcı olmak, önderlik etmek; bunun pratik planlarını yapmak ve bunları eyleme dökmek, bu yolda ısrarcı, kararlı ve atılgan olmak, konferans sürecinde ve sonrasında genç komünistlerin ellerinde bayraklaşacaktır. Bunun için de yürütülen çalışmalara daha da hız verilmeli ve Konferans Platformu’nun on binlerce gence ulaşmasına dönük yürütülen propaganda-ajitasyon çalışmaları yeni araçlarla beslenerek sürdürülmelidir.

Özellikle konferans sürecinde gençliğin gruplar halinde bir araya gelerek, gerek kendi yerel alanlarında yürüttükleri çalışmalara ilişkin, gerekse ülke genelinde farklı gençlik kesimlerinin mücadele ve örgütlenmesine ilişkin konularda yapılan tartışmalarda ortaya çıkan düşünceler yazılı hale getirilmeli ve bu belgeler önümüzdeki süreçte neler yapılacağına ilişkin soruların yanıtlarını bulma doğrultusunda gençlik önderleri tarafından titizlikle incelenmelidir. Konferans sürecinde yapılan tartışmaların ve pratik çalışmaların toplamının gençliğin mücadele ve örgütlenme faaliyetinin bir manifestosunu ortaya çıkaracağı unutulmamalıdır. Bunun için emeğin devrimci örgütünün gençlik grupları, her alanda yürütülen konferans çalışmalarının ürünlerinin, merkezi konferansta birleştirilerek, gençlik mücadelesini daha ilerilere taşıyacak mücadele platformunun oluşmasına veriler sunacağını bir an bile akıldan çıkarmadan faaliyetlerini yürütmeli ve hazırlıklarını yapmalıdır.

Gençlik Konferansı’nın merkezi konferansın toplanmasıyla sonuçlanmasının bir bitim değil; konferans süreciyle içine girilen mücadele ve örgütlenme platformunun daha ileri düzeylerde üretilmesinin yeni bir başlangıcı ve aracı olacağı bilinmelidir. Merkezi konferans, gençliğin geleceğini kazanma mücadelesinde, hiçbir kişisel hesap, çıkar ve kaygı taşımaksızın mücadeleye atılmış yeni bir gençlik kuşağının varlığını dosta da düşmana da tek bir ağızdan ilan etmelidir. Gençlik, nasıl bir dünyada yaşamak istediğini bütün ayrıntılarıyla ve devrimci bir kararlılıkla ortaya koymalıdır.

’97 yılı, gençlik cephesinden bütün bu yazı boyunca temel özellikleriyle ortaya konulan bir hatta ilerleyecektir. Gençliğin geleceği kazanma mücadelesinin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçları karşılama eyleminin gençliğin bütün uyanan kesimlerinin omuzlarına yüklediği sorumluluklar genel hatlarıyla ortadadır. Ortada olan bir diğer gerçek ise, sürecin karmaşık ve zorlu bir süreç olduğudur. Bu da, hiçbir şeyin bir gün öncesinde olduğu haliyle kalamayacağının göstergesidir. Başta emeğin devrimci örgütünün genç kuşakları olmak üzere, gençliğin uyanan kesimlerinin kendi geleceklerine sahip çıkma eyleminin düzeyi de bir önceki gün düzeyinde kalmamalıdır. İler gün kendini yeniden üretmeli, yetkinleştirmeli, bugününe ve yarınına olan hâkimiyetini artırmalıdır.

 

Mart 1997

1993–94 dünya ekonomik krizi ve toplumsal etkileri

I-

“YENİ DÜNYA DÜZENİ”NDEN YENİ MÜCADELE DÖNEMİNE

 

SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun 1989–90 yıllarındaki çöküşü, başında ABD’nin bulunduğu Batı’lı emperyalist kamp için büyük bir zaferdi, iki süper devlet ve NATO ve Varşova blokları arasında otuz beş yıldır süren egemenlik mücadelesi, SSCB ve Varşova Paktı’nın çöküşüyle sonuçlanmış ve Batı’lı kapitalistler, dünyadaki “ortak egemenlik”lerini ilan etmişlerdi.

Batı’lı kapitalizmin, devletçi Doğu’lu kapitalizm karşısındaki bu zaferi, bir kapitalist kampın, kendisiyle hegemonya mücadelesi veren başka bir kapitalist kamp karşısındaki zaferi olarak ilan edilmedi: Kapitalizmin zaferi karşısında çöken ve dağılan sosyalizm; yenilgiye uğrayan ise, komünist toplum kurma rolü yüklenen proletarya idi! Sosyalizm ve komünizm, tarihsel bir yanılgının ürünüydü ve zaten olanaksızdı; insanlığın önündeki olanaklı ve onu ilerletecek tek toplum kapitalist toplumdu ve bu açıkça kanıtlanmıştı vb.! Kazanılan zafer, “üstün” kapitalizmin, “çözümsüz” olan sosyalizm karşısındaki zaferiydi!

Kapitalist ve emperyalist ülke ve çevrelerin, SSCB’nin ve Doğu Bloğu’nun çöküşünü, sosyalizmin “iflası ve çöküşü” olarak ilan etmeleri için gerekli kozları kuşkusuz vardı. Çöküşe sürüklenen kampın, eski sosyalist kamp; bu kamptaki kapitalizmin, 1950’li yılların ortalarında başlayan revizyonist geri dönüşle restore edilen ve “sosyalist” biçimleri “koruyan” bir kapitalizm olması, onlara; sosyalizme ve proletaryaya saldırı olanağını vermişti. Bu kamplar arasında otuz beş yıl boyu süren kavganın, sanki yüzyılın ilk yarısındaki mücadelenin devamıymış gibi, kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadele olarak algılanıyor olması ise, bu kozların etkisini artıracak bir dayanak olarak kullanıldı.

Kampanya, bu biçimine kuşkusuz, çok yönlü amaçlar nedeniyle büründürülmüştü. Amaçlardan biri, sınıf olarak hareket edemez durumda bulunan proletaryayı, geçmişten kırıntı halinde kalan kazanımların yok edilmesini kabulleneceği bir pozisyona itmek, yeni sınıfsal bir uyanışın olanaklarını olabildiğince daraltmaktı. Diğeri ise, umutsuzluk içindeki halkların yeniden ve bir tür tam köleleştirilmesini güvenceye almak olarak, belirlenmişti.

Sosyalizme, komünizme ve proletaryaya karşı kampanya, bir dalga biçimine büründü; buna, zaferi kazanmış kapitalizmin, gelişimi içinde kendini yenilediği; çelişkilerini aştığı ve “refah toplumu”nu yaratarak “evrenselleştiği” üzerine propaganda eşlik etti. Bu propagandaya göre; krizler, sınıf çatışmaları ve savaşların olmadığı “evrensel” bir dünya kurulmuştu ve bu “yeni” dünyada hüküm sürecek olan “düzen”in adı “yeni dünya düzeni” idi!

“Yeni dünya düzeni” üzerine “tez”ler, “mutlak barış ve özgürlük” akımı olarak sunuldu. Belli başlı burjuva ve revizyonist merkezlerin yönetimi ve tahriki altında örgütlenen bu ideolojik sunuş, proletarya ve halklar arasında etkili olan geleneksel burjuva-küçük burjuva sosyalist çevreleri de önüne katarak görülmemiş bir saldırı kampanyasına dönüştü. Hedef, 1950’li yılların ortalarında farkına varmadığı büyük bir yenilgi almış ve 1980’li yılların son yarısında hareketi dibe vurmuş ileri proletaryanın, geçmişten bugüne az çok olumlu neyi kalmışsa onu da yok etmek ve halkları büsbütün silahsızlandırmaktı. Bu hedefe, belli bir süre için de olsa ulaşıldı; ezilen halkların hareketinin esas olarak emperyalizm yörüngesine girmesi bir yana, proletaryanın hemen bütün bölüklerinin saflarında, “yeni düzen” ideolojisinin platform oluşturduğu eylemlerin ciddi dalgalanmalara yol açması dahi başarıldı.

“Yeni dünya düzeni”, hem dünya, hem de tek tek ülkeler ölçeğinde “gerçekleşmiş” ve “gerçekleşen”, “yeni, uyumlu, evrensel bir düzen” olarak ilan edilmişti. “Mutlak” bir olgu olarak sunulan bu “düzen”, nasıl bir “düzen”di; ne gibi bir dünya ve toplum vaat ediyordu?

Bu “tez”ler, uluslararası ve tek tek toplumlardaki ilişkiler olmak üzere iki alana yöneltilmiş ve uluslararası ilişkilerin ve toplumların “değiştiği” temeline oturtulmuşlardı.

a)- Kapitalist tekeller ve devletlerarasındaki mücadele, yerini; barış, dayanışma ve birleşme eğilimine bırakmış; zengin devletlerle geri ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizliğe dayanan eski ulusal sömürü ve baskı ilişkisi, ileri ve geri uluslar arasındaki adil ilişkilere; dayanışma içinde kalkınma ve “refahtan eşit derecede yararlanmaya varmıştı. Büyük ülkeler arasındaki egemenlik mücadelesi ve gelişmiş ülkelerle geri halklar arasındaki eşitsizlik; bunlardan doğan gerici savaş (ve dünya savaşı) ve devrimci ulusal savaş, artık tarihe karışmıştı; kısacası emperyalizm artık geride kalmış; dünya, artık evrensel adalet ve evrensel uyumun egemen olduğu evrensel bir barış ve refah dünyasına dönüşmüştü!

b)- Kapitalizm, ekonomik krizler ve bu krizler tarafından kışkırtılan sınıf çatışmalarını geride bırakmış; sermaye ile emek, birbirinin karşıtı olmaktan kurtularak ekonomik ve toplumsal hayatın uyumlu, tamamlayıcı unsurlarına dönüşmüşlerdi. Önceki dönemlerde, toplumsal sınıfları birbirleriyle mücadeleye sürükleyen kâr ve azami kâr, şimdi artık, ister emekçi isterse sermayedar olsun, bireylerin refah koşulu haline gelmişler; çağdaş liberal sosyal devletler, refahın “adaletli” bölüştürülmesi ve toplumsal “kalkınmacın gerçekleşmesinin araçları olarak örgütlenmişlerdi. Sınıflar arasındaki ilişkiler, barışçıl ilişkiler biçimini almış; aralarındaki mücadele, yerini, bireyler arasındaki “verimli bir yarışa” bırakmıştı. Bu değişikliklerin sonucu olarak da, kapitalist toplumların “eski” sınıf devletleri artık yoktu; “bilimsel teknik devrim”, eski devletlerin “değişmeleri”; sosyal adalet ve refah devletleri olarak “yenilenmeleri”ne “yeni bir temel” yaratmıştı!

“Yeni dünya düzeni” teorisini karakterize eden “tez” ve “vaat”ler, sosyalizme cepheden saldırı ile ilgili iftiralar bir yana bırakılırsa, özet olarak işte bunlardı. Tezler böyleydi: fakat ne var ki inandırıcılıkları da, ömürleri de uzun olmadı. “Yeni dünya düzeni”nden hâlâ söz edilse bile, ortaya atılışlarından kısa bir süre sonra, söz konusu bu “tez” ve “vaat”lerin boş olduğuna ve savunanının pek kalmadığına bütün dünya hep beraber tanık oldu.

Batı’lı kapitalistlerin, “sosyalizm” ve proletarya karşısındaki büyük “zaferi”nin açıklaması olarak “formüle edilmiş” bu “tez ve vaat’ler niçin ortada kalmış ve neden tozlu raflarda unutulmaya terk edilmişti? Bunun nedenleri bellidir: Uluslararası ölçekte ve çeşitli bölgelerde patlak veren olayların, öne sürülen bu “tezler i” yerle bir etmeleri, işe yaramaz kılmaları ve olguların gerisindeki ilişkilerin üstündeki örtüyü yırtıp atmaları!

Ortadoğu’da, “yeni dünya düzeni” kampanyası daha doruktayken başlayan emperyalist saldırı; ardından belli başlı bölgelerde patlak veren ulusal çatışmalar ve bu saldırıyı tezgâhlayan ve çatışmalara müdahale eden büyük güçler arasındaki çıkar anlaşmazlıkları, “ülkelerin eşitliği” ve “evrensel barış” gibi sloganların boş yalanlar olarak kaldığını, her şeyi çıkarların ve güç ilişkilerinin belirlediğini yeniden ilan ettiler, kanıtladılar. Dünyada egemen olan şey, “ulusların eşitliği”, “barış” ve “adalet” değil; geri ve küçük ülkelerin zorla bastırılmaları, büyük güçler tarafından ezilmeleri ve soyulmaları olan emperyalizmdi! İlk patlayan olaylar, kapitalizmin emperyalist yönüne dikkat çeken özellikteki olaylar oldu.

Kapitalist toplumun “refah toplumu” olduğu, “toplumsal barış”a ulaşıldığı “tezlerini” çöpe atan olaylar da fazlaca geç kalmadı. Ekonomik kriz: sermayenin, krizden önce başlayan ve sonrasında genel karakter kazanan saldırısı: “refah” bir yana, yaşamı daha da kötüleştiren bu saldırıya karşı, başlıca gelişmiş ve “gelişmekte olan” ülkeler proletarya ve halklarının vermek zorunda kaldıkları mücadele… Kapitalist merkezlerde yaşanan bu olaylar, “yeni dünya”ya duyulan “umudun” yerini, artan bir kaygının almasına neden oldukları gibi: “toplumsal refah ve uyum” gibi “beklentiler”in kırılmasına ve emekçi sınıfların yeni bir uyanış eğilimine girmesine de yol açtılar. Mevcut toplum artık, “toplumsal refah ve barış” toplumu değil, emeğin sömürüldüğü, ezildiği ve sermayeye karşı sonu “bilinmez” mücadelelere sürüklendiği eski kapitalist toplumdu! 1993 krizine gelen bir iki yıl kapitalizmin ekonomik özü ve sınıfsal karşıtlıklarının kendilerini kabul ettirmelerine fazlasıyla yetti.

Yaşayarak gördüğümüz gibi: Körfez saldırısından 1993 ekonomik krizine gelen dönemde patlak veren olaylar, “yeni dünya düzeni”nin, kapitalizm ve emperyalizmin “düzeni” olduğunu, bu “düzen”in teorisyenleri de dâhil, hemen herkese kabul ettirmeye yetti. “Yeni dünya düzeni”nin proletarya ve halklar için, saflarını dağıtan ve saldırılar karşısında onları tam silahsızlandıran demagojiler ötesinde hiçbir değişiklik getirmediği son derece açıktı.

Buna karşılık, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşü ve “yeni dünya düzeni”nin “kurulduğu”nun ilan edilmesi ile birlikte yeryüzünde bir şeyin değişmediği söylenebilir mi? Bunun söylenemeyeceği, büyük değişikliklerin yaşandığı kesindir. SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün, yukarıda vurgulananların da özeti olarak; dünyadaki ve toplumlardaki gidişatın yönünü belirleyecek özelliklere sahip iki gerçek değişikliğin zemini olduğundan kuşku duyulmaz.

Bunlardan ilki, iki emperyalist blok arasında on yıllar boyu süren egemenlik mücadelesinin, dünyanın paylaşılmasının tamamlanması ve bir dönemi kapatarak bitmesinde yatar. Doğu Bloğu’nun çökmesi, Batılı lider ABD ve bunu geçmişte “gönüllü” olarak kabullenmiş öteki büyük ülkelerin güçleri ile sahip oldukları pazar ve etki alanları arasındaki oransızlığı dışa vurdu; aynı zamanda, etki alanlarının ve dünyanın verili güç ilişkileri temelinde yeniden bölüşülmesi uğruna bu ülkeler arasında patlak veren yeni mücadelenin başlangıcı oldu.

İkincisi ise, burjuva emperyalist sınıflarla proletarya ve ezilen halklar arasındaki ilişkilerde dile gelir. Sermayenin sömürü ve egemenlik eğiliminin sınır tanımaz bir boyut kazanması; bütün mevzilerini kaybetmiş ileri proletaryanın, on yıllardır görülmemiş ve elinde kalan son kırıntıları da geri alacak olan bir saldırı ile yüz yüze gelmesi; saldırının, hemen her ülkede yeni bir uyanış ve mücadele ile karşılanması… Doğu Bloğu’nun çöküşü, kapitalizm ve emperyalizmin proletarya ve halklar karşısındaki saldırganlığında sıçrama anlamına gelirken; çöküşün sonuçlarıyla da bağlantılı bu saldırı, gerilemiş ve dibe vurmuş durumdaki proletarya, hareketinin ileriye doğru dönüş yapmasında bir dönemeç oluşturdu.

Bir yanda, kapitalist tekeller ve emperyalist ülkeler arasında, paylaşılması tamamlanmış dünyanın yeniden paylaşılması uğruna patlak veren çok yönlü yeni bir kavga; öte yanda proletarya ve halkların, genelleşmiş kapitalist ve emperyalist saldırıya karşı dinamiklerini yenileyen, gelişen ve genişleyeceği bugünden görülür olan mücadelesi… “Yeni dünya düzeni”nin dünyada “meydana getirdiği” değişikliklerin; dünyanın ve toplumların “işbirliği”, “refah” ve “barış” dönemine değil, çıkarları karşıt ülke ve sınıfların karşılıklı mevzilenmeleri birbirlerini dıştalayacak ve gitgide kesin hesaplaşmaları da gündeme getirecek çatışmalara girmeleri dönemine dikkat çeken değişiklikler oldukları açık. Dünyanın, emperyalist bloklaşmalar, çatışmalar ve savaşlar: toplumların, krizler, saldırılar, toplumsal altüst oluşlar ve devrimci mücadeleler dönemine yol aldığı yadsınamazdır.

Sonuç olarak söylersek: “yeni dünya düzeni” ideologlarının “öne sürdükleri” gibi, SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün ardından, kapitalist ve emperyalist dünya yeni bir döneme girmektedir. Ne var ki bu yeni döneni, onların ‘ileri sürdükleri gibi “birleşme”, “uyum”, ”barış”,ve. “düzen” dönemi değil, yeni bir düzensizlik, çatışma ve altüst oluş dönemidir, Ortadoğu’daki savaş, bu döneme gidişin ilk dönemeci, son ekonomik kriz ve hızlandırdığı saldırılar, gerginlikler, kutuplaşmalar ve çatışmalar ilk belirtileri olarak dışa vurmuş bulunmaktadır.

Genel olarak dünyada olsun, tek tek ülkelerde olsun, gidiş ye ilişkilerdeki değişikliğin çatışma ve mücadele yönünde gelişmesi kaçınılamazdı. Zira sömüren ve sömürülen sınıflar, ezen ye ezilen ülkeler ve ezen ülkelerin kendi aralarındaki ilişkilerin başka yönde bir gelişmeye izin vermesi olanaksızdı. Sermayenin egemen olduğu ve emperyalizmin yürürlükte, bulunduğu dünyanın bugünkü koşullarında, “uluslararası uyum”, “adil barış” ve “toplumsal refah” beklentisi içinde bulunmak, açıktır ki kötü ve aptalca bir saflık olurdu.

 

-II-

1993–94 KRİZİ VE 1990’DAN ’95’E KAPİTALİST “GELİŞME”

(Bu krize 1993–94 krizi dememizin nedeni. ’94’te Japonya’da etkisini sürdürmesi ve ’94-‘95’te geri ülkelerde yayılmasıdır.)

1993–94 ekonomik krizi, kapitalist dünyanın 1990 sonrası döneminin en önemli ekonomik olayıdır. Kanımız odur ki, bu krize, biraz daha yakından bakmamız yararlı olacaktır. Bunun nedeni, “yeni dünya düzeni” ideologlarının ileri sürdükleri “kapitalizmin krizden kaçınacak mekanizmaları geliştirdiği” ve “krizler devrinin bittiği” tezleri değil. Bunların, beş paralık bir değerinin bulunmadığını kapitalizm ve bizzat krizin kendisi kanıtladı. Ayrıca bilinmektedir ki, bugün “aman kriz geliyor” korkuluğunu sallayan, sermayenin kendisidir.

Bu krizin özel olarak üzerinde durmamızın nedeni, büyük bir kriz olup olmamasıyla da ilgili değildir. Bunu gerekli kılan nedenler. Doğu Bloğu’nun çöküşünün ardından gelen ilk kriz olmasında; sömüren ve sömürülen sınıflar, ezen ve ezilen uluslar ve rakip devletlerarasındaki ilişkilerin yönünü etkileyen önemli bir etken haline gelmesinde yatıyor. Bunu dikkate almadığımızda, ekonominin yakın dönemdeki seyrini, ülkeler ve sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme yönünü vb. anlayabilmemiz yarım kalacak, belki de olanaksız olacaktı.

Herkes bilir: krizlerin irdelenmesi, proletaryanın partisi için önce toplum ve sınıfların yaşamı üzerindeki pratik sonuçları nedeniyle önem taşır. Krizi ele alırken, ekonominin gidişi ve sınıflar ve devletlerin yaşamları ve yönelimleri üzerindeki etkisinin dışına fazla çıkmayacağız. Bu sanırız, yukarıdaki nedenle bile kabul edilecek bir tutum olacaktır.

KRİZİN ALANI VE ÖZELLİKLERİ

1993–94 krizi. 1992’lerin sonlarında, Almanya’da görülen durgunlukla belirdi. 1993 yılında, İtalya ve İngiltere’de mali sarsıntılara yol açarak gelişen kriz, Almanya. İtalya ve Fransa’da üretimde sektörel ve genel gerilemeye yol açarak şekillendi; Japon ekonomisini, bağımlı ülkeleri ve tekeller ve devletlerin taktik planlarını etkilemesiyle karakteri 2e oldu.

a)- 1993–94 krizi, ekonominin belli temel sektörlerinde öncelikle Avrupa’da meydana gelen aşırı üretimden doğdu. En önemli özelliklerinden biri, ABD dışındaki belli başlı bütün ülkeleri etkilemesi; sanayi üretiminin, belli başlı temel sektörlerinde belirmesi, parasal ve mali sistemleri sarsması w ekonomiyi genel olarak kucaklamasında yatmaktadır.

Kriz, ABD ve İngiliz ekonomilerinin, öteden beri yaşadıkları durgunluğu 1990 başlarında henüz kıramadıkları; Fransız ekonomisinin, aynı yıllar (1992’deki cüzi büyüme hariç) boyunca gerileme gösterdiği koşullarda ortaya çıktı. Kriz bazı ülke maliyelerini sallarken; kendini ve asıl etkisini, dünyanın yükselen ülkelerinde; önce Almanya, ardından Japonya ekonomilerinde yarattığı tahribatla gösterdi. Uzun süredir gerileme görmeyen bu ülkelerde, sınaî “dengeler” sarsıldı; ağırlık imalat sektöründe olmak üzere, ABD dışındaki gelişmiş ve az çok gelişmiş ülkelerin ekonomi ve sanayi üretimleri düşüş yaşamaktan kurtulamadı.

Örneğin, gelişmiş ülkelerin her birinin sanayi üretimini. 1990 yılı itibariyle 100 kabul edersek: Bu durumda, 1993 Ocak ve Aralık ayları (Ocak’tan Ocak’a, Aralık’tan Aralık’a) göstergelerinin Almanya için, 93,9 ve 93,6: Japonya için. 92,5 ve 89,2; Fransa için, 96,3 ve 96,7; İtalya için 91 ve 98,6; İngiltere için, 96,2 ve 99,6 düzeylerine işaret ettiklerini görüyoruz. Japonya ve Almanya’nın, 1990–93 arası yıllarda büyüyen ülkeler oldukları dikkate alındığında, bu ülkelerdeki sanayi üretimi gerilemesinin burada yansıyandan daha yüksek olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Avrupa ülkelerinin üretiminin 1990 seviyesini 1994 yılında ancak tutturabilmesi ise, Avrupalı öteki büyüklerin durumları açısından ayrı bir veridir.

Özet olarak söylersek: 1993 sonrası yıllar, Almanya ve Japonya’da kayda değer bir canlanmaya yol açmadı: bu ülkelerin yanı sıra Fransa, İngiltere, İspanya ve öteki ülkeler açısından nispi bir gerileme ya da durgunluk içinde kaldıkları yıllar olarak yaşandılar.

b)- 1993–94 krizi, en önemli özelliğini sanayinin temeli olan sektörlerde çıkmış olmasından aldı. Metal, makine yapımı, otomotiv vb. sektörler krizin temel alanıydı.

1993 yılında. 1987 yılına göre demir-çelik üretimi Japonya’da % 7,7, Almanya’da % 8,5 ve Fransa’da % 11,4 oranında daha azdı ve istatistikler, başta Almanya olmak üzere Avrupa ve Japonya’daki düşüşün, 1993 ve önceki iki yılda gerçekleştiğini gösteriyorlardı. İngiliz British Steel dışındaki Avrupalı demir-çelik tekelleri, 1993 yılını büyük zararlarla kapatmak zorunda kalmışlar ve Fransız Usinor-Sacilor’un zararı ise 5,8 milyar frank’ı bulmuştu. Ayrıca, biriken alüminyum stoklarının, büyük boyutlara ulaştığı aynı yılda ortaya çıktı; bu durum, belli büyük ülkeleri, 1993 yılında % 10 üretim azaltmasına gitmek zorunda bıraktı.

Öte yandan, makine yapımında “lider” durumundaki Almanya’da 1993’te % 10,5; Avrupa’da % 14 düzeyinde uzun yıllar görülmeyen bir gerileme yaşandı. Makine siparişindeki azalma, (1991–94) Avrupa’da toplam % 19’u buluyordu. Önemli olan şuydu ki makine yapımı sektöründeki sorun basit, kısa süreli stok birikimi ve satışlardaki gerileme sorunu değil, bu alandaki yatırımları da uzun süreli etkileyen önemli bir sorundu. Örneğin, makine imalatı yatırımlarının Avrupa’daki ortalama gerilemesi, 1992’de % 12’den, ’93’te % 1,4’ten ve satışlarda sadece Almanya’da % 1 artışın görüldüğü 1994 yılında bile % 5’ten daha fazlaydı.

Otomotiv sektörüne gelince, Alman pazarı 1992’deki % 5,5’lik daralmadan sonra 1993’te % 18,9’luk bir daralma daha yaşadı. Satışlar. Fransa’da % 15, Japonya’da % 9,5 geriledi; gerileme, Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama % 15’leri buluyordu. Aşırı üretim, üretimdeki düşüşü de beraberinde getirdi. Otomotiv sektörünün ABD ve İngiltere’deki büyümesi, bir önceki yıla göre 1993 yılında % 8’i ve % 1,1’i aştığı halde, düşüşün dünya ortalamasının % 3’ün üzerinde kalması ancak, Batı Avrupa ve Japonya’daki gerileme ile açıklanabilirdi.

Sanayi sektörlerindeki bu ve benzer düşüşlerin sonucu olarak da; 1992’ye göre ’93 yılında Alman ekonomisi. % 1,6’dan %-1,8’e; Japon ekonomisi, % 1,3’ten % -0,5’e; İtalyan ekonomisi % 0,9’dan % -1,5’e gerileme yaşadı, ispanya ise, % -1,5’e düşmüştü. Avrupa Birliği ekonomisi, etkisi sonraki yıllarda da görülen bir gerileme ve küçülmeden kaçınamadı. Öte yandan bu küçülmeye, demir-çelik alanında olduğu gibi, tekellerin bir kısmının yılı zararla kapatması, bir kısmının kârlarının azalmasına razı olmak zorunda kalması eşlik etti. Örneğin, Almanya’da tekellerin toplam kârlarındaki artış oranlarında, zaten % 7 artıştan % 1,4 artışa gerilemiş olan bir önceki yıla göre 1993’te % -2,3’e düşen bir azalma görüldü.

Belli başlı sektörlerde asın liretimin ortaya çıkması ve kârların azalmasının yanı sıra, risklerin artmasının, sermayedeki spekülasyon eğilimini kamçılaması doğaldı. Nitekim, sermayenin yeni sınai yatırıma ve değişmeyen sermayenin yenilenmesi yatırımına eğilimi en aza inerken: kısa vadeli “yatırım”, spekülasyon ve rant eğiliminin daha da büyüdüğü görüldü. Almanya’da toplam ve değişmeyen sermayeyi yenileme yatırımlarının, 1991–93 arasında hiç artmaması, aksine, ikincinin düşmesinin; Fransız hükümeti, burjuvaziye 80 milyar frank (1993) aktardığı halde Fransa’da yeni işyerinin açılmadığından yakınmak zorunda kalmasının başka bir açıklaması yoktu. Bu durum ancak, nispeten sınır ötesi rekabetin şiddetlenmesi ve nispeten de hızla artan faiz ve rant gelirleri tarafından açıklanabilirdi.

c)- 1993–94 krizi, bilindiği gibi etkisini mali-parasal alanda da hissettiren bir krizdi. Kriz, para ve maliye sistemlerinde en fazla Avrupa ülkelerini ve Avrupa Birliği’ni etkiledi. İngiltere ve İtalya, Avrupa para sistemi dışına çıkmaya zorlandığı gibi. “Şengen Süreci”nin tam iflasının önüne geçmek için Fransa, Almanya’dan mali destek ve yardım talep etmek gibi bir zorunlulukla yüz yüze gelmekten kaçınamadı. ABD krizden korunmak ve NAFTA’yı kurtarmak için, sonraki mali zorlukları da göze alarak Meksika’yı 19 milyar dolarla desteklemek zorunda kaldı. Ticari fazlalarıyla tanınan Japonya’daki mali dengeler dahi sarsıldı.

Sınaî yatırımların kârının azalması, riskinin artması ve nispi bir kesinti göstermesi, parasal ve mali alanda da aşırı üretim anlamına gelmişti. Enflasyon oranları kayda değer bir değişiklik göstermezken faizler aşırı oranda düştü. 1993 Ocak’ında uzun vadeli faizler Almanya’da % 7,1, İtalya’da 12,5, Fransa’da 8,0, İngiltere’de 8,7 ve Japonya’da 4,4 iken: yılın sonunda sırasıyla % 5,7, 8,5, 5,1, (5,6 ve 3,1 oranlarına gerileyerek gerçekleşmişti. Kısa vadeli borçlanmalardaki faizler ise çok daha belirgin bir düşüş yaşadı. Bunlar kuşkusuz, sanayide ve para kurumlarındaki aşırı üretim sonucu meydana gelmiş olgulardı. Sonuçları, kamu borçlanmaları gibi, sermayenin aldığı haracın öteki kapılarının aşırı kullanımı oldu.

Anlaşılacağı gibi mali alandaki aşırı üretim, Japonya, Almanya, Fransa vb. kapitalizmin “liderleri” pozisyonundaki ülkelerin nalı “dengeleri”ni bozup, yenilenme ve yatırım vb. olanaklarını sınırlarken; rekabet halindeki blokların iç çelişkilerinin çoğalması, mali kavgaların hızlanması ve sermaye hareketinin risk ve zorluklarının artması anlamına geldi.

d)- 1993 krizi, sadece ileri ülkelerde etkili olmakla kalmadı: 1994 yılı boyunca kapitalizmin az çok geliştiği hemen bütün ülkeleri, bu ülkelerin özel sorunlarıyla da birleşen ve katlanan ağırlıklarla etkiledi. Meksika, Türkiye, Arjantin, Brezilya, Kolombiya, G. Kore, Endonezya vb. gibi belli başlı “gelişen” ülkelerdeki krizler, uluslararası krizle bağlantılı veya onun etkisi altında ortaya çıkmış olan krizlerdi. 1993–94 krizi, önce gelişmiş, ardından nispeten gelişmiş hemen bütün ekonomileri etkisine alan; dünya üretim ve ticaretindeki ve tek tek ülke ekonomilerindeki sorunları çoğaltan ve daha da ağırlaştıran bir kriz oldu.

1993–94 ekonomik krizinin başlıca özellikleri bunlardır denilebilir. Bu kriz kuşkusuz, iflas eden şirketlerin sayısında bir artışa yol açmasına (Almanya’da % 20 artış) karşın, büyük iflas ve çöküntülerle ortaya çıkmadı. İngiliz Nasyonal Bank ve Alman Vulkan benzeri mali ve ekonomik iflas ve çöküntüler vb. görülmüşse de; Fransız Usinor-Sacilor ve Alman Daimler Benz’de olduğu-gibi, faaliyet alanının daraltılması, tekellerden birinin diğerini kendine bağlaması, yutması ve tekelci birleşmelerin hızlanması gibi olgularla hissedildi. Öte yandan, açıktır ki, bu ve benzer olaylar, krizle birlikte ortaya çıkmadı: kriz daha önce başlamış bu yöndeki gelişmeleri, birinin lehine ötekinin aleyhine yönlendiren, aralarındaki çelişki ve kavgaları sertleştiren, hızlandıran önemli, “beklenmedik” bir faktör oldu.

KRİZ VE PROLETER VE EMEKÇİ SINIFLAR

1993 krizi, nispeten “hafif” bir kriz olduğu halde kapitalizmin bir önceki krizi olan Doğu Bloğu’nun çöküşünün yol açtığına yakın üretici güç tahribatına ve mali yüklerin önemli oranda ağırlaşmasına yol açan bir kriz oldu. Doğu Bloğu’nun çöküşünde olduğu gibi derinleşmemesine ve toplumsal ve politik krize doğru genişlememesine karşın, bu krizin ekonomiye önemli ağırlıklar yüklediği de yadsınamaz. Bu olgu, tek tek ülkelerin durumlarında görülebileceği gibi, dünya üretim ve ticaretinin gelişine eğrisinde de kuşkusuz görülebilir.

Daha önce de vurguladığımız gibi, 1993–94 krizi, dünyadaki gidişatın özel bir dönemecine denk gelmişti: Bir döneme son veren ve yeni bir dönemi başlatan bir dönemeçti bu. Bu dönemeçle başlayan yeni dönem, birbirleriyle bağlı başlıca iki olgu tarafından karakterize ediliyordu: İlki, kapitalist tekeller ve emperyalist devletlerin, dünyanın yeniden paylaşılması uğruna patlak veren çok cepheli yeni mücadelenin gereklerine (sermayede yeni bir merkezleşme) göre yeniden mevzilenmeleri; ikincisi ise sermayenin, bir yandan bu yeniden mevzilenmenin ihtiyaçlarını karşılamak, öte yandan kırıntı halindeki eski kazanından geri almak üzere proletarya ve halklara karşı başlattığı saldırı kampanyaları. İlişkiler bu yöne girerken gündeme giren kriz. Söz konusu olgulardan ilkini hızlandırırken; ikincisinin genişletilmesi ve uygulanabilir hale getirilmesinin vesilesi olarak kullanıldı.

Krizi bir tehdit olarak kullanmayı başaran sermaye, söz konusu bütün ülkelerde saldırısını genişletti; proleter sınıfların ve geri ülke halklarının içinde bulunduğu kötü durumdan ve sendikalardaki pozisyonundan da güç alarak ileri adımlar atmayı başardı. Amaca ulaşılması henüz tam olarak gerçekleşmemiş olsa bile; gerek krizin dayattığı, gerekse tekellerin ve devletlerin yeniden mevzilenmesinin zorunlu kıldığı faturanın, ileri proletarya ve geri halkların sırtına yıkılmasında önemli ilerlemeler kaydedildiği biliniyor.

a)- Proleter ve emekçi sınıfların gerçek ücret ve gelirleri, 1993 ve ’94 yıllarında gelişmiş ülkelerde % 4 ila 7’ye; kapitalizmin az çok geliştiği bağımlı ülkelerde % 10 ila 40’a varan oranlarla düştü. Buna, sosyal haklara, sigorta sistemlerine ve sendikal kazananlara karşı on yıllardan bu yana ilk kez görülen büyük ölçekli bir saldırı eşlik etti. Henüz sonuçlarına tam varmasa bile bu alanlarda ciddi ilerlemeler kaydedildi; ücretlerin dondurulması ya da donmaya yakın bir pozisyonda tutulmasının yanı sıra, 1992 ve sonrası dönemde yükseltilen vergiler ve tüketim mallarına yapılan zamlarla gelişmiş ülkelerde bile mutlak yoksullaşmaya doğru önemli mesafeler kat edildi. Yaşamın kötüleştirilmesi ile ilgili yukarıdaki oranlara, proletarya ve halkların içinde bulundukları yanılsamadan da yararlanılarak 1992 sonrasındaki bir-iki yılda hemen bütün ülkelerde ulaşıldığı görüldü.

İş güvencesi, hemen her ülkede pratik olarak kaldırıldı ve yasal olarak da yok etmek için harekete geçildi. Öte yandan, sadece 1993 ve ’94 yıllarında işten atılan işçi sayısı, gelişmiş büyük ülkelerin bazılarında sektör bazında bile yüz binlerle ifade edilirken, genel olarak işsizlik oranları ABD dışında bütün dünyada bir sıçrama gösterdi. Örneğin, makine yapım sektöründe Batı Avrupa’da 1993 yılında 225 bin işçi işini kaybetti. Aynı yıl, Fransa’da işten atılan işçi sayısı 310 bini aşıyordu. Otomotiv, metal, petro-kimya ye diğer sektörlerdeki iş kaybı. Avrupa ve Almanya’da, makine sektöründe yaşanandan farklı değildi.

İşten atmalarda, sonrasında da devanı etmek üzere, özellikle Almanya ve Japonya başı çekti. Batı Avrupa’da sadece 1993 yılında 2 milyon işçi işini kaybetti; işsizlik oranları. 1992’de % 9,3 iken ’93 sonunda % 11’i aşıyordu. Bu oranlar Almanya’da 1992’de % 7,7 iken ’94’te % 10,6; Japonya’da 1992’de % 2 iken 1994’te 3,1; Fransa’da 1993’te 11,7 iken 1994’te 12,3 vb. olmuştu. Krize düşmüş geri ülkelerdeki işsizlik artış oranlarının, kayıt ve istatistiğe başvurulmayacak derecede büyük bir yükseliş göstermesi ise “doğal” olanıydı.

b)- Krizin ve tekelci egemenlik mücadelesinin faturasının bir bölümü de geri ve bağımlı ülke halklarına kesildi. Bu ülkelerin bir bölümü, yıkım, karışıklık ve çalışmaya; bir bölümü de ağır ve altından kalkılamaz bir borç batağına zaten sürüklenmiş bulunuyordu. Bunlar ve “yeni düzen”den “beklenti” içinde olan az çok gelişmiş bağımlı ülkeler, proleter ve emekçi-sınıfların yaşam düzeylerinin doğrudan kötüleştirilmesinin ötesinde yeni saldırılarla yüz yüze gelmekten kaçınamadılar. Kredi koşulları, kriz “vesilesi”yle ağırlaştı. Özelleştirme, pazar ve iş koşullarıyla ilgili öteki IMK dayatmaları kararlılıkla uygulamaya konulurken; eğitini, sağlık ve emeklilik sigortalarını da kapsayacak şekilde genişletildi.

Genel olarak ticari ilişkilerdeki eşitsizliğin hızlı bir yoğunlaşma gösterdiği görüldü. Ticaret koşullarıyla (Terms ol Trade) ilgili istatistikler çarpıcı veriler sunar: Kriz öncesi üç yıl boyunca ticari koşullar, % 2,4. 2,1 ve 2,1 oranlarıyla “gelişiyor” denilen ülkeler “lehine”: % -0,2, -0,7 ve -0,6 oranlarıyla gelişmiş ülkeler “aleyhine” (aşın liretim sonucu) gelişmektedir. Ne var ki krizle birlikte bu gidiş tersine döner: Veriler, gelişmiş ülkeler yıllara göre % 1,2. 1,8 ve 1,4 oranıyla gidişi lehlerine çevirirlerken: bağımlı “gelişen” ülkelerin. % -3.3. -0,2 ve -1,8 oranlarına gerileme durumuna düştüklerini; enerji üreticisi ülkelerin ise, aynı dönemde, ortalama olarak % +1’lerden % -6’lık oranlara gerilediklerini göstermekledir. Ticari koşullardaki bu değişimin, geri ülkeler üzerindeki tekelci emperyalist sömürünün krizle birlikle nasıl ağırlaştığının tartışılamaz bir kanıtı olduğu açıktır.

Özelleştirmeleri hızlandırma ve tarımsal destekleri kaldırma zorunluluğu ve ticari koşullardaki bu yön değişikliği; canlı emek gücü üzerindeki sömürünün katlanmasının yanı sıra, geri ve bağımlı ülkelerin doğal kaynakları ve birikmiş servetlerinin soyulması ve yağmalanmasının sıçrama göstermesinden başka bir şey değildi. Krizin ağırlıklarının bir bölümü, geri ve bağımlı ülkelerin ve bu ülke emekçi sınıflarının sırtına bindirilmişti; sömürü oranlarının en fazla yoğunlaştığı ve en hızlı yükseldiği ülkeler ise, doğal olarak aralarındaki en “gelişmiş” olanları oldu. Nitekim bu ülkelerden çoğu, 1994 ve ’95 yılları boyunca sanayi ve ekonomilerini baltalayan ağır krizlerden kaçınamadı. 1993–94 yılları, perspektifleri uzun süredir “batıdaki refah”a koşullandırılarak umutlandırılmış bu ülke ve halkları açısından, kriz yükü ve kriz tehdidi ile hayal kırıklığına sürüklendikleri, ilerleme ve refah beklerken, daha ağır bir yoksullaşma ve umutsuzluğa itildikleri yıllar oldular.

Açık ki, gerek gelişmiş, gerekse bağımlı ülkeler açısından bir kısmı yukarıya alınan verilerin çizdiği tablonun anlamı fazla yorum gerektirmez. Gelişmiş ve geri bütün ülkelerde sömürü oranlarının hızlanan artışı; ücretlerin düşmesi, işsizlik tehdidi ve işsizliğin katlanan oranlarla büyümesi ve geri ülkelerden gelişmiş ülkelere ve alt sınıflardan üst sınıflara servet kaymasının yoğunlaşması 1993–94 krizinin, proletarya ve halkların yaşamları üzerindeki etkisi, verili güç ilişkileri nedeniyle böyle olacaktı, nitekim öyle de oldu.

KRİZ VE SINIFLAR ARASINDAKİ İLİŞKİLERDE OYNADIĞI ROL

Ne var ki 1993–94 krizi, – proleter ve emekçi sınıfların yaşamlarının ve geri ülkelerin durumlarının kötüleşmesine yol açmakla kalmadı: krizle birlikte şiddetlenen saldırı, sınıflar arasındaki ilişkilerin gelişme yönünü değiştiren bir faktör haline de geldi. Uzun yıllar gerilemiş ve 1980’lcrin sonunda dibe vurmuş gelişmiş ülkeler proletaryasının, saldırılar karşısında gösterdiği hareketlenme ve direniş bu bakımdan bir veri idi. Az çok gelişmiş ülkeler proleter ve emekçi sınıflarının mücadelesinin tazelenmesi: sermayeye karşı cepheden hareket haline gelme eğilimini güçlendirmesi ise başka bir gösterge oldu

Daha geriden gelen ülkelerin ve eski Doğu Bloğu’nun bir kısım ülkelerinin halkları, esas olarak henüz ulusal gericiliklerin etkisinde bulunmasına karşın, ileri proletarya ve nispeten gelişmiş ülke proleter ve emekçilerinin mücadeleleri, sermayenin saldırılarını bir ölçüde de olsa frenledi. Sermaye, “refah”ın bittiğini ilan ederek saldırıya geçmiş, hedeflerinden bir bölümüne de ulaşmıştı. Ne var ki, karşıtı sınıfın yeni bir uyanış dönemine girmesi, harekete geçmesi ve geri ülkelerdeki emekçileri harekete geçirmesinden de kaçınamadı.

“Sosyal devletin ve refah döneminin bittiği”ni ilan etmesi ve saldırıya geçmesi, krizin yükünün ve yeni emperyalist paylaşım kavgasının faturasının proleter ve emekçi sınıflara yıkılmasında sermayeye küçümsenemez bir başarı kazandırdı. Buna karşılık bu başarı, kısa vade için bir başarı oldu: zira “sınıf mücadelesinin bitliği” tezinin proleter ve emekçi sınıflar tarafından pratik olarak çöpe atılması gibi bir karşı faturayı birlikle getirmişti.

Saldırılara karşı “umulmadık” bir şekilde patlak veren hareketin, “gelip geçici” bir hareket olmadığı ile ilgili, başta Fransa’daki sendikalarda yaşananlar olmak üzere pek çok örnek verilebilir. Denilebilir ki, 1993–94 krizi ve krizle birlikte şiddetlenen saldırının önemli bir sonucu, “sınıf kavgasının bittiği” tezinin “yükselişi”nin sonunu ve Doğu Bloğu’ndaki çöküşle girilen yeni mücadele döneminin karakter ve özelliklerini vurgulaması olmuştur.

Ekonomik kriz, üretimin çökmesine veya ekonominin küçülmesine yol açan yıkım anlamına gelir: o, genel bir çöküntüye yol açmadığı koşullarda dahi bir yıkım kaçınılanlardır. Üretim kapasitesinin kullanımında gerileme, üretim araçlarının değer kaybı ve tahrip görmesi; “istihdam”ın, toplumsal işgücünün büyük ölçekli israfına yol açacak derecede daralması; iş koşulları ve ücretler daha kötüleşirken, işsizler ordusunun, yoksulluk ve sefaletin yükselişi; üretici güç yıkımının bir biçimi de olarak toplumların bağrındaki sınıf mücadelelerinin şiddetlenmesi; insan soyunu kırıma götürecek olguların kendilerine yol açarak güçlenmesi, milyonlarca insanın açlık kaynaklı karışıklık ve göçlere sürüklenmesi. …

En “hafif” ekonomik krizlerin dahi toplumda ve dünyada meydana getirdikleri olgular bu ve benzer nitelikte olgulardır ve bunların, insan toplumunun biriktirdiği üretici güçlerin ve üretici güç olarak insanın yıkımı ve tahribatı anlamına gelen olgular oldukları açıktır. İnsan soyu, yıkımlar ve kavgalar yaşamaya mahkûm bulunmamasına karşın; toplumların başına bu belaların, bir avuç kapitalistin ve birkaç emperyalistin sömürü, kâr ve servetinin büyümesi için ve gerici egemenlikleri sonucunda geldiğinin tartışılacak bir yönü olmasa gerektir.

1993–94 krizinin patlak vermesinin bir “iyi” yönü şu oldu ki, kapitalizmin ve krizinin karakteristik bütün özelliklerini ve toplumsal ilerleme karşısındaki yerini bütün yönleriyle ortaya koydu. Kriz, kapitalizmin bir sömürü ve kölelik sistemi olduğunu yeniden vurgulamakla kalmadı; onun, ekonomik ve toplumsal ilerlemeyi durduran, insanlığı karışıklıklara, yok olma tehlikelerine sürükleyen, toplumun ve dünyanın sırtından beslenen, atılması ve kurtulunması gereken çürümüş ve asalak bir sistem, bir yük olduğunu da yeniden ilan etti.

Buna karşılık, hâlâ “kriz” bayrağı sallasalar da bugün bir krizin bulunmamasının sermayenin sözcülerini nispeten “rahatlattığı” görülüyor. Fakat onların bu “rahatlamaları” boşunadır. Zira krize karşı “önlem”, ileri sürüldüğü gibi, “sistemin ekonomik mekanizmalarında değil, proleter sınıflar üzerindeki sömürünün artırılmasında ve emekçilerin kitleler halinde sokağa atılmasında bulundu. Sömürülen sınıflar, bu türden “önlemler”e izin vermediklerinde, sermayenin elinde ekonomik krizleri “kaldıracak” hangi mekanizma kalır? Böyle bir mekanizmanın bulunmadığı: krize karşı alınan her “önlem”in, kapitalist sistemin temelinden sökülen bir tuğla, ilerideki krizler için bir basamak olduğu yadsınamazdır.

Kapitalizm ve emperyalizm, bir yandan yeni bir egemenlik mücadelesi sürecini açarken, öte yandan proletarya ve halkları direnişe tahrik eden bir pozisyona düşmüş: onları ayaklanmalara hazırlayacak olduğu bir dönemin kapısını aralamış bulunmaktadır. Savaş felaketi ile devrim “hayaleti”; sermayenin insan toplumunu sürüklediği yer, işle burasıdır.

-III-

1990’DAN 95’E EKONOMİK DURUM

İnsanlığın “kalkınmasının, “barış”ın olduğu gibi “refah”ın da “engeli” olarak SSCB ve Doğu Bloğu gösterilirdi. Sınıf mücadeleleri ve ulusal savaşlar, “hür demokratik toplumlar”ın içine, “zenginleşmeleri”ni engellemek ve “içten çökertmek” üzere gene bu ülke, bu blok ve onların “adanılan” komünistler tarafından sokulduğuna “inanılır”dı! Sermayenin, proletarya ve halklar karşısındaki demagojisinin bir yönü, özünde böyleydi. SSCB ve Doğu Bloğu’nun çöküşünün ve “komünist adamları”nın tam teslim oluşunun üzerinden beş-altı yıl geçti.

Bu dönem boyunca, gen ulus ve halklar, “yeni düzen”in patronlarının isteklerine esas olarak uydu: ezici bir çoğunlukla kendi “ulusal” burjuvazilerinin çevresinde toplandı ve “umut”la “yeni düzende” yer bulmaya yöneldi. Özellikle gelişmiş kapitalist merkezlerde, sermaye doğrudan saldırıya geçmediği koşullarda bir direniş görülmediği gibi, “art niyetli” sınıf mücadelesi de yaşanmadı. Proleter kitle hareketi kuşkusuz yön değiştirdi ve bir atılım gösterdi; ancak, sermayenin sınırları dışına çıkan politik bir hareket de olmadı. “Komünist” maksatlı, sermayeyi devirmeye yönelik “yıkıcı” mücadele ve ayaklanmalar, -hepimizin bildiği gibi- Meksika’nın bir bölgesi dışında hemen hiçbir yerde görülmedi.

Kısaca söylenirse, 1990’a gelen dönem, uluslararası sermayenin, tüm insanlık dünyası için “kalkınma”, “zenginleşme” ve “refah”ın koşulu olarak tarif ettiği; ulaşmak için on yıllarca mücadele verdiği ve sonunda da ulaşmayı başardığı bir dönemdi. Koşullar, geride kalan altı yıl boyunca esas olarak sermayenin istediği gibi şekillenmişken, kapitalist ekonomi nereye geldi; zenginlik ve refah umudu veren bir yere mi, yoksa işsizlik, evsizlik, yıkıntı ve yoksulluk tedirginliğine yol açan bir noktaya mı? Sade emekçileri ve onun bilinçli temsilcilerini, kuşku yoktur ki bu soruların yanıtları her şeyden önce ilgilendirecektir.

1990–95 ARASI EKONOMİK “GELİŞME”

Şu bir olgu: Şu veya bu ülkede kriz ya da gerilemeden söz edilse bile, ekonomiyi uluslararası ölçekte etkileyen bir kriz bugün yoktur. Buna karşın, dünya ekonomisinin istikrar içinde geliştiği: istikrar ve gelişme yolunda ilerlediği de ileri sürülemez. SSCB ve Doğu Bloğu, altı-yedi yıl önce yıkılmış olmasına; “ilerleme”, “kalkınma” ve “refah”ın önünde engel olduğu söylenen etkenler “yok olmuş” bulunmasına karşın bir gelişmenin olmadığı görülüyor.

Ekonominin büyüme eğrisinin, ekonomik sistemin olanaklı gelişme karşısındaki yeri ve insan toplumunu nereye götürdüğü ile ilgili temel gösterge olduğu herkesçe bilinir. Söz konusu büyük ülkelerin ve dünya ekonomisinin içinde bulunduğu gelişme eğrisinin gösterdiği özellikler ve sunduğu veriler bu nedenle büyük önem taşır. Dolayısıyla da gelinen yeri anlamamız için, bu ülkelerin son beş yıllık gelişme sürecine bir göz atmamız gerekiyor.

Olgular, kapitalizmin “zafer”den sonra bile atılım göstermediğini: ekonominin 1993 krizinden sonra, görünür dönem için herhangi bir yükseliş vaat etmeyen bir durgunluk içinde kaldığını; sermayenin sözcülerinin deyimiyle “durgunluk içinde gelişme” halinde bulunduğunu göstermektedir. Kapitalizmin bu durumu, emperyalist dünyanın patronları ve ekonominin yöneticisi olan ülkelerin gidişatlarına kabaca bir bakmayla bile görülebilir.

1990 sonrasında en hızlı “gelişen” ekonomi, ABD ekonomisidir. İstatistikler, ABD ekonomisinin 1990’la 1995 arasında ortalama % 2,2 büyüdüğüne dikkat çekiyorlar. Bu oranlar, Almanya için % 1,7, Fransa için % 1,1, İtalya için % 1,7, İngiltere için % 1,5 ve 1990 ve ’91’de (% 4,8 ve 4) önceki büyüme oranlarını tutturan Japonya için sonraki üç yılda % 0,5 rakamlarını gösteriyor. Öte yandan belli ki bu oranlar, “gelişme”nin bir yönüne dikkat çekseler bile, bir önceki yıla göre belirlenen oranların ortalamaları olduklarından, gerçeği tam yansıtmıyorlar. Bu nedenle ve “gerçek ekonomi”nin, yani sanayi üretiminin bu beş yıldaki gelişme seyrini anlamamız için başka bilgilere de başvurmamız yararlı olacaktır.

Ülkelerin 1990 yılındaki sanayi üretimlerini 100 kabul edelim. Buna göre, ABD bir miktar gelişme gösterir ve 1995 sonlarında 117’ye yükselirken, Avrupa Birliği ülkelerinin bu beş yılda 102,9’luk bir seviyeye ancak ulaşabildikleri; Japonya’nın ise, 1990’daki durumunun da gerisine düşerek 93,8 düzeyinde kaldığı görülmektedir. Sanayinin bu “gelişmesi”, aslında, ABD dışındaki öteki büyük ekonomilerin söz konusu beş yılı, yukarıdaki oranlarda görülenden daha kötü yaşadığını ve ekonomideki “büyüme”nin bir bölümünün artan spekülasyondan kaynaklandığını gösterir. Nüfustaki çoğalmanın payını dikkate aldığımızda: ABD ekonomisinin nispi bir “gelişme” gösterdiğini, AB ülkelerinin hemen hiç denecek kadar “büyüdüğü”nü ve Japonya’nın açık düşüş ve gerileme durumundan halen çıkamadığını görüyoruz.

Nereden bakılırsa bakılsın, dünya ekonomisinin bu beş yılının, önceki dönemlerin İstisna yıllar dışındaki beş yıllarına göre daha durgun geçtiği çok açık. Bunu, kapitalizmin 1990 öncesi gelişme eğrisiyle, sonrası dönemi karşılaştırdığımızda daha açık görebiliriz.

Krizi en fazla yaşamış, durgunluğa en fazla muhatap olmuş ve en yavaş büyümüş ABD ekonomisinin, 1950 ile 1992 yılları arasındaki ortalama büyümesi, % 3’tür. Japonya, Almanya ve Fransa için ise bu oranlar, yaklaşık % 7, % 5 ve % 4 civarındadır. Öte yandan, ekonominin 1950–1970 arasında daha büyük oranlarla büyüdüğü; gittikçe sıklaşan krizleri ve sonuçlarını bir yana bıraksak dahi, büyümenin, 1970’ten sonra daha kesin bir düşüş eğilimine girdiği de bir olgu. Örneğin Japonya, 1950–70 arasında ortalama % 9,9 oranlarıyla büyürken, 1970–92 arasında % 4,3’lük ortalamayı ancak tutturabilir. 1968-69’larda % 6,6’lık oranları yakalayabilen, 1976-77’de % 4,2’leri ancak bulabilen ve ’83-84’te % 2,4 gibi oranları göreceği bir düşüş eğrisi çizen Almanya ise, başka bir örnektir. Dahası, istatistikler, büyüme oranlarındaki düşme eğiliminin kapitalist ülkelerin tümü için de geçerli olduğunu gösteriyor.

1990 öncesi ile sonrasının “gelişme” eğrilerinin rakamları üzerinde tartışmaya bir gerek var mı? Gerçek şu ki, sermayenin kalkınma ve refahın önünde “engel” olduklarını öne sürdüğü faktörler bulunmamasına ya da zayıflamış olmasına karşın, kapitalizmin “gelişme” hızı önceki dönemlere göre 1990–95 arasında daha da düşmüş bulunmaktadır. 1993 krizini “yok” saysak bile durum değişmemektedir. Düşüş olgusunun, bu krizden “etkilenmemiş” ABD ekonomisi ve büyüme oranları eğrisi açısından da nispeten geçerli olduğu görülmektedir.

Kapitalizmin tekelci aşaması, gelişmesi gittikçe yavaşlayan ve daha küçülen gelişme oranları eğilimiyle de karakterize olan aşamasıdır. Bu, bu aşamada hızlı gelişme yıllarının hiç olmadığı ve kapitalist üretim sürecinin, yükseliş ve canlanma olgusuna artık hiç yer vermediği anlamına gelmez. Fakat olan şudur ki, kapitalist gelişme, gelişmesini baltalayan ve sanayiyi kemiren olguları büyütmüş; durgunluğun gittikçe güç kazanması ve kapitalist gelişme sürecinin bütününü etkisine alması sonucuna varmıştır. Kapitalizmin, durgunluğu bir çizgi haline getirmesi, onun tekelci karakteri ve çürümüş olması ile doğrudan bağlıdır.

Sonuç olarak: sermayenin, “kalkınma” ve “refah” üzerine vaatleri; “kalkınma” ve refah”ın önündeki “engeller” üzerine propagandası boş laf ve yalandan ibaretti. Daha önce de belirttiğimiz gibi, gelişme, ilerleme ve refahın önündeki engel olarak gösterilen SSCB ve Doğu Bloğu’nun artık olmadığı koşullarda kapitalizm az çok bir büyüme dahi göstermemiştir. Sistem, “zafer naraları”yla başladığı bu beş yıla bir kriz sığdırdığı gibi, ABD dışındaki büyük ekonomileri bu dönemde karakterize eden şey, gücünü artıran bir durgunluk oldu. ABD ise, 1990’lara durgunluk ve gerileme içindeyken girmişti; ardından kısa süreli hafif bir canlanma gösterdikten sonra, etkisi gitgide artan yeni durgunluğa yol almaktadır. Kapitalizmin bloklarından birinin çökmesinin: öteki bloğun ekonomisinin mutlak canlanması anlamına gelmediğini, yaşanan krizin yanı sıra mahkûm olunan bu durgunluk da kanıtlar.

Ekonomideki durgunluk, sanayi üretimindeki gelişmenin yavaşlaması, dinamiklerini daha fazla tahrip etmesi, karların düşüş eğilimi göstermesi ve rekabetin daha da şiddetlenmesi vb. anlamına gelir: dengesizliklerin, kriz etkenlerinin çoğalmasına zemin yaratır. Toplumun ihtiyaçlarını ve istihdamı karşılamada daha da zorlanma, proletarya ve halklara saldırıda artış, yoksullaşma ve işsizleşmede ağırlaşma, dönemin temel özelliğidir. 1990–95 arasında, işsizlik ve yoksullaşmanın yoğunlaşmasının bir nedeni kuşkusuz buradadır.

TEKELCİ SERMAYE VE SANAYİDEKİ DURGUNLUK

Tekelci kapitalizmin, üretici güçler çok büyük oranlarla sınaî büyüme potansiyeli sunduğu halde, gelişmesi giderek yavaşlayan, düşüş eğilimi gösteren ve durgunlaşan kapitalizm olduğuna verilerle birlikte değinmiştik. Durgunluk da kriz gibi sermayenin kâr ve azami kâr temelindeki egemenliğinin ve asın üretimin bir ürünü ve unsuru. Fakat burada konumuz bunları tartışmak değil. Tekelci kapitalizm koşullarında, krizlerin sıklaşması ve daha yıkıcı hale gelmesinin olduğu gibi, ekonominin gelişme trendindeki düşüş eğilimi ve durgunluğun güç kazanmasının nedenine somut bir iki örnekle değinmekle yetineceğiz.

Bu olguların nedeni, tekellerin sanayiye ve bütün ekonomiye hâkim olmalarıdır. Sermayenin çürümesi (rantiyelik), sanayinin gelişme dinamiklerinin kırılmasından başka bir şey olmadı. Tekelci hâkimiyet, sermayenin sanayiyi çitte sömürü altına almasına yol açtı. Bu nedenle de canlanma, atılım, kriz ve durgunluk evrelerinden oluşan kapitalist gelişme eğrisi içinde, durgunlaşma eğilimi ve durgunluk evresi özel etkili bir yer edindi

Örneğin, rekabetçi dönemde burjuvazi, sanayiden emek sömürüsü ile elde ettiği kârı, işletmesini geliştirmek üzere gene sanayiye yatırırdı. Kâr elde etmenin ve sermayenin kendini genişleterek yeniden üretmesinin en verimli ve zorunlu koşulu buradaydı. Ekonomideki tekelleşme; bankaların ve dev sermaye şirketlerinin sanayiye hükmeder hale gelmesi, kârı azamiye çıkaran ve tekel kârının elde edilmesini olanaklı kılan “pazar” ve araçları beraberinde getirdi. Sanayi sermayesiyle banka sermayesinin kaynaşması, mali sermayenin teşekkülü ve borsaların ve bankaların yeni özellikler kazanması, sermayenin asalaklaşması ve çürümesinden başka bir şey değildi. Üretici faaliyetin dışından (fakat üretimin sırtından) kârlar ele geçirilmesi ve üretim faaliyetinin mali kurumlara (sermaye) bağlanması, sanayi ve tarımın katlanmış, ağırlaşmış bir sömürü altına alınması anlamına geldi.

Tekelci sermayenin toplam kârı içindeki ağırlığı gittikçe artan faiz ve rant gelirlerinin, faturası işçi ve emekçilere kesilmek üzere sanayi ve tarımın asalak sermaye tarafından kemirilmesi ve bunun yoğunlaşması anlamına geldiği anlaşılmaz değildir. Ekonominin gelişmesindeki durgunlaşma ve gittikçe güç kazanan düşüş eğiliminin nedeni buradadır.

Şu veriler bu bakımdan çarpıcıdır: 1984 yılında ABD’de sadece bir bankanın bir yıl içinde yaptığı kâğıt (hisse senedi, tahvil vb. kıymetli kâğıt) ticareti 4 trilyon dolardır ve bu miktar, ABD’nin o yıldaki GSMH’sinden daha fazladır. Bu ticaret belli ki sanayinin sırtından yapılan bir “ticaret”; ticareti yapan sermaye, sanayiden sızdırılmış sermaye olduğu gibi, bu “ticari” faaliyetin kar ve zararlarının faturasının üretimin sırtından ödendiği de açıktır.

1980–92 yılları arasında ABD’de 1500 banka batıyor. Batan sermaye, nereden edinilmişti ve batışın faturası nereye kesikli? Başka bir maddi üretim alanı bulunmadığına göre, sermayenin “gerçek ekonomi” alanının sömürülmesinden edinildiği ve batışın faturasını da yeniden sanayi ve tarımın ödediği kesindir. Fransa’da 1992 yılında firmaların toplam kârları 1.200 milyar franktır. Bu kârın, ancak % 40’ı yeniden yatırıma gider. Geri kalan % 60’ı ise başka bir alana; mali spekülatif faaliyet alanına yatırılır. Görüntüsü ne biçimde olursa olsun, firmaların kârlarının üretici faaliyetin sırtından çıktığı tartışılamaz. Fakat % 60 gibi büyük bir bölümün, tekrar üretime, sanayi ve tarımın geliştirilmesine yatmadığı da açık. Artan oranlarla sistematik olarak haraç ödeyen bir sanayinin, katlanan oranlarla gelişemeyeceği aksine, zaman zaman belli nispi canlanmalar gösterse bile düşüş eğilimi kazanacağı, tahrip göreceği ve giderek durgunlaşacağı çok anlaşılamaz bir şey değildir.

Sermayenin, azami kâr peşinde koştuğu, sanayi ve tarımı kalkındırma, geliştirme diye bir sorunun olmadığı biliniyor. Onun üretimin artış ve gelişmesiyle ilgisi, azami kârın belirlediği ölçüler içinde ve onun zorunlulukları temelinde şekillenir. Bu, sanayi ve tarımın (sanayi burjuvasının değil, böyle bir burjuva yok) sonuna kadar istismarı ve kemirilmesidir.

Bilim ve teknoloji üzerindeki tekelinin yıkıcı özelliği, sermayenin asalaklaşma ve çürümesinden kaynaklandığı gibi, ekonominin gelişmesindeki düşüş eğiliminin ve durgunluğun artmasının nedeni de buradadır. Ekonomideki asalaklaşma ve çürümenin giderek artmasının; sanayi hisselerinin giderek daha da artan bölümünün tekeller elinde toplanması ve kasalarındaki nakitin çok büyük boyutlara ulaşmasının, spekülatif faaliyetin (ticaret) hacminin “gerçek ekonomi” karşısında artan oranda büyümesine yol açması kaçınılmazdı. Nitekim 1950’lerden 1990’lara gelen dönemde, ekonomi ve sanayinin gelişme eğrisinde görülen belirgin düşüş eğilimi ve artan durgunluk baskısı, ancak bu süreç tarafından açıklanabilir. Bu süreç, aynı zamanda, kapitalizmin genel krizinin (-ekonomik krizle karıştırılmamalı- tekelci kapitalizm, genel kriz dönemine girmiş kapitalizmdir) derinleşmesini de ifade eder.

“Engel” olarak gösterilen Doğu Bloğu çöktüğü; en “uygun” koşullar oluştuğu halde, kapitalizmin 1990–95 arasında uluslararası bir krizle birlikte, halen bir canlanma belirtisi göstermeyen ve inişler ve çıkışlar içinde gelişen bir durgunluk yaşaması şaşırtıcı değildir.

SONUÇ

Dünya ekonomisini, 1990–95 arası döneminde karakterize eden inişler ve nispi çıkışlar içinde gelişen ekonomik durgunluktur. Bundan, bir krizin patlak vereceği sonucu çıkarılabilir mi? Durgunluk, kriz etkenlerini çoğaltan bir olgu olmasına karşılık, bundan bu sonuç çıkarılamaz. Öte yandan, spekülatif “ekonominin büyümesiyle durgunluğun artışı arasındaki ilişki, otomatik bir ilişki değildir. Durgunluğun, ağırlaşacağı veya hafifleyeceği: bir krize mi yol açacağı ya da bir canlanmaya mı olanak yereceği, olgusal veriler az çok şekillenmeden, önceden kestirilemez ve bunlar uğraşacağımız şeyler olmasa da gerektir. Gözden kaçırmamamız gereken şey, çapı ve alanı genişleyen çürüme ve asalaklaşmanın, ekonominin gelişmesinde düşüşü ve durgunlaşmayı genel bir eğilim haline getirmesi: bunun devrevi durgunlukları sıklaştırması, etkisini artırması ve kriz faktörlerini çoğaltmasıdır.

Ekonominin ve sanayi üretiminin şu ya da bu anda ne yönde bir gelişme göstereceğini, iç içe geçmiş karşıt ya da aynı yönde sayısız olgu ve etkenin şöyle veya böyle kesişmesi belirler. Bileceğimiz şey şudur: Dünya ekonomisi bir durgunluk yaşamaktadır. Bu, tekeller ve büyük devletlerarası kavganın kızışmasına yol açan olguları çoğalttığı gibi; beraberinde, sermayenin proletarya ve halklar karşısındaki direncini artırmasını da getirmektedir. Koşullardaki kötüleşme ve özellikle hızla artan işsizlik, nispeten tekellerin yeniden mevzilenme ve yeniden örgütlenmeleriyle, nispeten de ekonomideki durgunlukla ilgilidir.

Ekonominin durumundan alt ve üst sınıfların yaşamları nasıl etkileniyor; tekeller ve devletlerarasındaki ilişkiler ne yönde gelişiyor; proletarya ve halklar neleri talep ediyor ve ne türden adımlar atıyorlar vb… Ekonomik olayları; durgunluk, kriz, canlanma gibi olguları irdelemek, kapitalizmin çöküşünü açıklamak için olduğu kadar; sınıflar, gruplar ve devletlerarasındaki ilişkilerin yönünü kestirmek, aralarındaki gerginliğin dinamikleri ve nereye kadar varabileceği hakkında bir fikir ve kanıya sahip olmak açısından da gereklidir.

 

Mart 1997

Susurluk’tan bugüne sermayenin iç dalaşı ve emek

‘97’ye çeşitli kesimler, kendi cenahlarından farklı anlamlar yüklüyor ve onu, önem verdikleri olgu ve olayların yılı ilan ediyorlar.

 

“ÖZELLEŞTİRME YILI” MI?

’97 kimine göre, “özelleştirme yılı” olacak. Böyle ilan edildi ve egemen üst yapının bütün kurumlarının organize katılımıyla özelleştirme saldırısına hız verildi. Ocak ayında 1 milyar dolara yakın satış yapılarak, geçen yılların satışları bir ayda aşıldı. ’97’ye bu tür bir anlam yükleyenler, hakkını veriyor görünüyorlar. Emek ise, itirazını eylemli olarak ortaya koyuyor.

 

“TEMİZLİK KAMPANYASI” VE KÜLLENDİRİCİLİK

Kimileri ’97’yi “temizlik yılı” olarak görmek istiyor. Susurluk’ta Bucak’ın Mercedesi’ni ezen kamyon ve şoförü, yılın olay ve adamı ilan edilerek; önceden yolsuzlukları temizlemek üzere gündeme getirilmiş ama emirle durdurulmuş “temiz eller” kampanyası, medyanın kendisine dizdiği övgülerle ve yine emirle, bu kez adı da yenilenerek, bir kez daha gündeme getirildi. Kaza sonrası, binlerce gizli bağlantısıyla, uyuşturucu, fidye, haraç, cinayet ve katliam örgütü kontrgerilla, MİT’i, JİTEM’i, özel harekât timleri, korucuları ve sözde kaçak eli kanlı katilleri, MHP’si, rüşvetle ve şebekeden olarak iş gören hukukçularıyla sermayenin siyasal örgütlenmesindeki tayin edici rolü, işçi ve emekçilerin -5 Ocak örneğinde olduğu gibi- soruna müdahalesini davet edecek açıklık ve boyutuyla, hemen herkes tarafından görünür ve bilinir oldu. Suçüstü yakalandı. Masaya yatırılması gerekiyordu. Bir ucundan yatırılıyor gibi göründü.

Suçüstü yakalanan şebekenin, sermayenin devlet yönetiminde temel bir yöntemi ve onun gizli örgütü olan Kontrgerilla’nın asıl şefleri, sessiz kalıyor gibi bir görüntü verdiler. Bir yandan “devlet töhmet altında bırakılmamalı”, “suç varsa, bireysel suçtur” dendi; sorunun tartışılması ve kontrgerillanın üzerine gidilmesi, sınırlı amaçlarla çerçevelenerek, asıl olarak engellendi. Öncelikle, tartışma ve soruşturmayı, devletin yeniden yapılandırılması ve sistemin yeniden üretilmesi hedefine kilitlenen egemenlerin çıkarları temelinde sınırlandırma vurgusu yapıldı. Öte yandan, yine aynı ağızlardan “nereye kadar gidiyorsa oraya kadar gidilecek” dendi; rezalet ve cinayetlerden bıkmış olan yurttaşların yüreklerine soğuk su serpilmeye çalışıldı. Devletin başındakiler, kontrgerillanın asıl sahipleri, yönlendiricileri ve cinayetleriyle uyuşturucu vb. yoluyla finansmanına yol gösteren azmettiricileri, özenle tartışmanın dışında kalmaya çalıştılar. Dışında tutuldular.

Eşref Bitlis cinayeti, örneğin, bir Jandarma Genel Komutanı’na yönelik kontrgerilla eylemi olmasına rağmen, geçiştirildi, geçiştiriliyor. Yeni Jandarma Genel Komutanı, eski MİT Müsteşarı Teoman Koman, kendi komutanlığına doğrudan bağlı JİTEM bu suikastta asli fail olmasına ve suikastta MİT bağlantısı kesinleşmesine rağmen, “askerlerin tavrı” olarak, Meclis Komisyonu’na ifade vermeye bile gelmiyor; dışta duruyor, dışta tutuluyor. Bitlis soruşturmasını, suikast yönünde kesin deliller olmasına karşın geçiştirip kapatan eski Genelkurmay Başkanı, yeni DYP milletvekili Doğan Güreş de öyle.

Çok sayıda bilgi ve belge ortaya çıkmasına rağmen, tartışma ve soruşturmanın genişlemesinden özenle kaçınılıyor. Güneydoğu da kontrgerillanın ve onun içinde ve üzerinden örgütlendiği özel birliklerin, Özel Harekât Timleri’nin kurucularından, eski OHAL valilerinden, önce ya da sonra İstanbul ve Ankara gibi metropollerde valilik yapmış Ünal Erkan ve Hayri Kozakçıoğlu gibi Kontrgerilla yöneticileri, haklarındaki “iddialara” ve aslında belgelere rağmen, tartışmanın dışında duruyor ve tutuluyorlar.

Reddedilemez suçu sabitler oldukça, daha çok, “maşa” konumunda olanların ve çok sıkışıldıkça da, kontrgerillanın ara kadrolarından bazılarının üzerinde tartışılmasına izin veriliyor. “Kocaeli Çetesi” ile doğrudan bağlantılı olan, “Yeşil”le ilişkisi açığa çıkan eski Kocaeli Jandarma Komutanı Tuğgeneral Veli Küçük gibi. “Yüksekova Çetesi”yle bağlantısı kanıtlanan, itirafçı kontracı Kahraman Bilgiç’in, üzerine ifade verdiği, yüzlerce “faili meçhul” cinayeti yönlendirip azmettiren Yüksekova Jandarma Komutanı binbaşı Mehmet Emin Yurdakul gibi.

Kolayca görülebilir gerçek: üstüne örtü atılmak, bağlantıları gizlenmek, dezenfermasyon ve gündeme başka sorunlar sokulması yoluyla tepkiler yatıştırılmak üzere, kontrgerilla tartışmasının saptırılmaya çalışıldığıdır. Tartışmanın sürmesi taraflısı görünüp, sorunun üzerine gider gibi yapıp, tepkileri, tam da karşısında olması gereken yerlerin yedeğinde biriktirmeye çalışanlarla, bunu kolaylaştırma peşine düşenler de cabası.

Ancak, başlangıçta “vatanseverlik” teziyle cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, haraççılık, katliam suçlarını “devlet adına” üslenip aklamaya çalışan, çoğunluğu ayak takımı, bir kontrgerilla ekibi ise, gerilemek zorunda kaldı. Yapılanların “vatanseverlik” olmadığı, genel bir kabul gördü. Başta Mehmet Ağar ve adamlarından Özel Harekât şefi İbrahim Şahin ve Çatlı gibiler olmak üzere, bir kısım kontrgerillacı kendisini savunamaz hale geldi. Ayak takımından “tetikçiler”, rüşvetçi-haraççı küçük bir polis-itirafçı-mafyacı güruhu harcandı.

Ancak adam harcamalar da, hem nicelik hem nitelik olarak sınırlı tutuldu. Tutuklanan toplam ayakçı sayısı 5-10’u geçmedi. Onlara da, konuşmamaları için çeşitli garantiler verilmiş olmalı; pek konuşmuyorlar.

Asıl harcamalar, görevden alma içerikli gerçekleştirildi. “Vatanseverlik” iddiası kabul görmeyen Ağar gibilerinin, tersinden “konuşursam, görürsünüz” şeklinde tercüme edilmesi ve okunması gereken “ben kan şerbeti içerim, konuşmam” ya da “Cumhurbaşkanı’nın toplayacağı bir devlet brifinginde konuşurum, orada herkes konuşsun” mesajları, gereken mercilere ulaştı. Ağar, asıl yöneticilere sesleniyor, tehdit ediyordu. Şimdi Meclis Komisyonu’nda bile konuşmuyor. Sorun devletin âli menfaatleri olunca, işin rengi değişiyor. “Solcu” bir sanığın söz konusu olması durumunda hemen çalışmaya başlayan işkence tezgâhları, kuşkusuz kurulmadı. Ağar sessizliğe terk edildi. Konuşmaması kabullenildi. Oysa hakkında bin tane belge var. Dokunulmazlığının kaldırılması için yazılacak fezleke bile neredeyse unutuldu, unutturuldu.

Böylelikle, ortalıkta, “temizlik” konulu farklı rivayetlerin dolaşmakta olduğu söylenmelidir. Bir “temizlenme” ihtiyacı kuşkusuz vardır; ancak bu ihtiyaç, farklı farklı formüle edilmekte, ihtiyaca farklı içerikler yüklenmektedir.

 

LAİKÇİLİK-ŞERİATÇILIK KAPIŞMASI

Ardından Fadime adlı bir genç kız çıkarıldı ortaya. Çekici bir konuydu. Aczmendi “babası” Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı adlı tam düzmece bir tarikat “babası” hedef tahtasına kondu.

Neredeyse “tarikatlardan temizlik yılı” ilan edilmek üzereydi ki, önceden beri süregelen siyasal İslam’la tartışma alevlendirildi. Belirli bir plan dâhilinde adımlar atıldığını göstermek üzere. Gündüz-Fadime-Kalkancı dolayımıyla oynanmaya başlanan oyun ya da laikçi “tezgâh”, Sultanbeyli’ye Atatürk heykeli dikilmesi ve karşıt tepkileriyle karşılıklı zorlamayı içererek tırmandı. Siyasal İslam’ın toplanma noktasında duran hükümet ortağı Refah Partisi’ne yöneldi oklar. Onun da mevzi kaybederek geri çekilme niyeti yoktu.

Genelkurmay’ın Çalışma Bakanı RP’li Necati Çelik hakkında suç duyurusunda bulunması, Sultanbeyli Belediye Başkanı’nın heykelci paşayı mahkemeye vermesiyle yanıtlandı. Karayolu ile hac, önce bütün devlet dairelerinde uygulanmak istenen sonra bir adım geri çekilerek üniversitelerle sınırlı bir serbesti olarak öngörülen “türban yasağı”nın kaldırılması girişimi, kurban derileri toplanmasında Türk Hava Kurumu tekelinin kaldırılması çabası ve Taksim’le Çankaya’ya cami projeleriyle yanıtlar ya da “siyasal İslam’ın oturması” yönündeki adımlarla, yanıtın yanıt olmaktan dikte etmeye ya da savunmadan saldırıya dönüşme eğilimine tanık olundu. RP’nin atağa kalkma ya da laikçiler ağzından yorumuyla “tahrikkar davranma” tutumun;) yöneldiği görüldü.

Bu kez RP atağına tepki ve yanıtlar gelmeye başladı. Siyasal İslam’a siyasal yanıtlar vermeye güç yetiremeyen laikçi siyasetçiler, bir kez daha siyasetin tamamen karşılıklı güç ilişkileri temelinde yürüdüğünü, süslü siyasal sözcüklerle ambalajlanmış zoru ifade ettiğini; üstelik siyasetin, barışçıl yöntemlerin geçersizleştiği belirli bir aşamadan sonra, tehditleri, silaha dayanan dikte edişleri, silahlı çatışmaları ve sonunda savaşı içererek, giderek çıplaklaşan zor olarak yürüdüğünü, işe silahın karışmasının, özünde her zaman zor yatan siyasetin başka -silahlı- araçlarla devamı anlamına geldiğini kanıtladılar. Siyasal İslam karşısındaki eleştiricilikleri, çizme yalayıcılısıyla birleşti. Orduya çıkarılan çağrılar yoğunlaştı.

Siyasal İslam son atağını, Sincan’daki Kudüs Günü kutlamalarıyla yaptı. Sincan Belediye Başkanı, İran Elçisini de yanına alarak, açıktan şeriat çağrılarının çıkarıldığı bir gösteri düzenledi. Çizme yalayıcılarından çok, çizmeleri yalananların tepkisi sert oldu. Ertesi gün, Sincan sokaklarında tanklar yürütüldü.

Sonra da karşılıklı tutum ve yanıtlar sürdü. Medyanın hapisteki Sincan Belediye Başkanı’nı ziyaret eden Adalet Bakanı Kazan ve kaçak Mercedes’iyle ilgili olarak yaptığı “ara taksimi”nden sonra, günlerce öncesinden önemine vurgu yapılan MGK toplantısı ve kararları geldi. Yaptırıma bağlanan kararlar sertti; Erbakan ve partisi, ya Genelkurmayla birleşip tabanından kopmaya ya da hükümetten çekilmeye zorlanıyordu.

Bu sürtüşmenin odağında, ’97’ye anlam yükleme peşinde olanların çoğaldığı görüldü. Laiklik budalaları bir yandan inanan emekçilerin safiyane inançları üzerinden dünyevi iktidar oyunu oynamaya çalışan şeriatçı sahteciler diğer yandan, topluma “şeriatçı-laik” çatışmasını dayatmaya soyundular.

Geçen bir-iki yılı “iktidara yürüme” yılı ilan eden RP, açıktan dillendirmese de, bu yılı “iktidarını sağlamlaştırma ve yayma” yılı olarak tasarlamış görünüyordu. Bir yandan “kahraman ordumuz”, “muhterem generallerimiz” hitaplarıyla “mutabıkız” yollu takiye oluşturan yumuşatma tutumu alsa da, Erbakan’ın, MGK kararları karşısında göreli bir direnişe geçmesi ve “imzalamam” inadı, RP’nin bu tasarımdan tümüyle vazgeçmediğini ortaya koyuyor. Ancak yine de, RP’nin, pozisyonunu, belirli bir gerilemeye göre yeniden düzenlemeye yöneldiği belli oluyor.

Laikçilerin toplanma merkezinde ise, üniformalı kast bulunuyor. Onlar, geleneksel olarak çok konuşmuyor; laflarını kapalı kapılar arkasında söylüyor, daha çok da, silah şakırdatıyorlar. Adlarına ya da destekçileri olarak konuşan çok sayıda yalaka, nasılsa her zaman bulunuyor. Mutlaka her koşulda yalakalığını yapacak egemenler içinden bazı grup ya da kurumlar bulan bu tür mucitlik, siyasal karakterini şekillendiren Aydınlık-İP grubu ve önderi Doğu Perinçek’e kadar.

Yine az ve öz konuştular. Çizme yalayıcılarını önceden konuşturduktan sonra, darbelerini vurdular; sonra yine, çizme yalayıcıları sahne aldılar.

“İktidar hırsı” ile kavrulan Çiller’in partisi de içinde olmak üzere, hedefteki siyasal İslam’ın partisi dışındakiler MGK’nin dümen suyunda ardı ardına dizildiler. İki büyük işçi konfederasyonu başkanlarının, yanlarına esnaf konfederasyonu başkanını da alarak, darbe destekçiliğinde, bir çırpıda 6 milyon imzayı bir araya getirdikleri açıklandı.

 

TÜSİAD’IN SİSTEMİ YENİLEME ÇABASI

Bu arada, TÜSİAD, sermayenin en büyüklerinin, sadece ekonomik bir örgüt olmakla sınırlı olmayan, siyaset de yapan, siyasal temsilcileri yetersiz kaldıkça siyaseti daha açıktan yaparak yol gösteren kuruluşu, “demokratikleşme perspektifleri” adlı bir rapor yayınlayarak, sahneye çıktı. Geleneksel solculuğun hemen bütün grup ve temsilcileri, mal bulmuş mağribi gibi, yalakalığı son noktasına vardırarak raporun savunuculuğunu TÜSİAD’dan devraldılar. Orta sınıf konumundaki burjuvaziyi Çarlık otokrasisine karşı destekleyerek, platformunu belirlemek de içinde olmak üzere, demokrasi mücadelesini onun “ehil ellerine” terk eden Menşevikleri bile gölgede bıraktılar. Menşevikler, orta sınıfı oluşturan egemen olmayan burjuvaziyi desteklerken: bizimkiler, egemen sınıf burjuvazinin, hem de en irilerinin örgütü TÜSİAD önünde şapka çıkardılar. Ufak-tefek eksiklikleri vardı, ama “kadı kızında bile kusur olur”du; “TÜSİAD demokrasisinin savunulmasında TÜSİAD’ı solladılar”. Büyük patronlar, zaten bu amaçla, raporlarını, solcu bir profesöre yazdırmışlardı.

Sonuçta, bütün bir “temizlik” ve globalleşme solcularının pek meftunu oldukları “sivilleşme” ihalesi, TÜSİAD’ın müteahhit karnesini kullanan taşeronlar olarak, geleneksel solcularımıza verilmiş oldu. TÜSİAD’ın koruyucu kollarında, hem “genişlik” sağlanarak “darlık hastalığına karşı” mücadele edilmiş, hem de “sivilleşme”yi de kapsayan bir “temizlik” kampanyası olarak “demokratikleşme” yolunda emin adımlarla yürünmüş olacaktı! Şu kontrgerillalı-faili meçhullü, şeriat ve darbe tehlikesi olan Türkiye’de, ürkmeden, korkmadan, “geniş cephe taktikleri” ile zaferi baştan garanti edilmiş, rahat ve kolay bir “demokrasi mücadelesi” yürütmek büyük sermaye, emeğin ve emekçinin düşmanı falan diye TÜSİAD’ı ve içinde örgütlü olan egemenleri eleştirmenin, onların demokrasi düşmanları olduğunu söylemenin ve “biz bize” “dar” kalmanın alemi var mıydı! TÜSİAD demokrat olduğunu açıklıyorsa, ille de “değilsin” mi denmek zorundaydı! Birlikte belirli bir yol yürünemez miydi!

Az da değildi; TÜSİAD MGK’nin kaldırılmasını bile istiyordu. İşkence bile yapılmamalıydı! Daha pek çok şey de öngörüyordu. Belamızı mı isteyecektik!

TÜSİAD’ın tam da amacına ulaştığı ve pek de uğraşmadan, en başta hemen bütün geleneksel solcular, faşizmin fiziki baskısıyla iyice yumuşatılarak beyinleri sermaye tarafından iğdiş edilmiş aydınlar ve “işi tıkırında giden”, kestaneyi almak için elini ateşe uzatmaktan çekinen burjuva demokratlar tarafından onaylanmakla kalınmayıp, kraldan daha çok kralcı tutumla sahiplenilen “demokrasi platformunu”, birleştirici bir platform olarak, geniş bir çevreye benimsetmeyi başardığı görüldü.

Bu çevre ‘97’yi “demokratikleşme yılı” olarak henüz ilan etmediyse bile, öyle lanse etmektedir. İlan etmeyişi, henüz şeriat ve darbe korkusunu tamamen atamayışı, buna TÜSİAD platformunun bile güç yetiremeyişindendir.

TÜSİAD’a gelince. “Demokrasi” istemesine istedi; ama ertesi gün, yayınladığı raporu “aşırı” bulan Genelkurmay tarafından azarlandı. O kadar umut bağlanan raporu, basta Rahmi Koç olmak üzere, önemli sayıda üyesince kibar bir dille ve “önceden kendileri tarafından görülüp görüşleri alınmadığı” gerekçesiyle, savunulmadı, tatlı su solcularının “himayesine” bırakıldı. Zaten kırık-dökük, tutarsız bir demokrasi bile öngörerek piyasaya sürülmemişti.

Geçen yıl Kürt sorununun “siyasal çözümü” adına, Bask modeli söz konusu edilerek hazırlanan TOBB ve Sabancı raporları da tepki görmüş; mercileri farklı olsa da, her iki rapor, hazırlayıcılarının azarlanmasına neden olmuştu. TOBB raporunun sahipsiz ortada kaldığı ve “aç gözlü” Doğu Ergil’in üstüne yıkıldığı, Sabancı’ya ise Türkeş tarafından “çizmeyi aşma” zılgıtı çekildiği hatırlanacaktır,

 

DEĞİŞİM HALİNDEKİ GÜÇ İLİŞKİLERİ

’97’nin karışık görünen bir siyasal tablo ve anlaşılması zor görünen birbiriyle kesişen ve çatışan güç ilişkileri ortasında yaşanmaya başladığı ortada.

 

KONTRGERİLLA TARTIŞILIYOR

Susurluk kazasına kadar pek çok kez bir ucundan gündeme gelen, siyaset alanında ve onun bir kurumu olan parlamentoda tartışılmaya teşebbüs edilen Kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi’nin, bu kez daha esaslı bir şekilde tartışılmakta olduğu söylenmelidir.

Önceden hakkında çok kez meclis araştırma ve inceleme komisyonları kurulan bu karşı devrimci fesat örgütü, daima araştırma konusu olmaktan kurtulmuş; tartışma gündeminin dışına kaymayı becermişti. Ecevit’e Çiğli ve Taksim’de suikast girişimleri, ’77 1 Mayıs katliamı, Gazi olayları gibi nedenlerle tartışma konusu olan bu suç örgütü, hep “vartayı atlatmak”la kalmamış, kendisiyle uğraşanların siyasal yaşamını söndürmüştü. ’71 öncesi, suçu “anarşizm”e atıp 12 Mart’a gerekçe hazırlamak üzere düzenlenen Marmara vapurunun batırılması, Kültür Merkezi’nin kundaklanması, Boğaz Köprüsü’ne bomba konulması, 12 Eylül öncesinde ise, 16 Mart katliamı gibi sayısız bombalama ve silahla tarama eylemleri dolayısıyla, kontrgerilla, hiç tartışma ve araştırılma konusu edilmemişti.

Bu kez, JİTEM ve MİT bağlantılarıyla, “devlet adına” kullanılan itirafçılar, korucular ve mafyayı da kapsayarak, yalnızca tartışılmaya başlandığı değil, hatta bir “temizlik kampanyası”nın konusu edilmeye çalışıldığı biliniyor.

Devlet bütçesi ve Başbakanlığın uhdesindeki örtülü ödenekten sağlanan kaynakların ötesinde, finans kaynağı olarak el attığı ve hükmettiği milyonlarca dolarlık kara para kaynaklarıyla kontrgerilla, sanki hedef tahtasına konmuş gibiydi. Uyuşturucu kaçakçılığı, kumarhane ve sair haraççılığı, mafya türü “racon kesişleri” ve Selim Edes’ten Engin Civan’a, Ö. Lütfü Topal’dan Nurettin Güven’e, M. Ali Yaprak’tan Ahmet ve Zeynep Özal’lara, Alaattin Çakıcı’dan Ali Yasak’a, Nihat Akgün’den Tevfik Ağansoy’a deşifre olmuş hayaliciler, emlak vurguncuları ve tahsilatçılarına kadar şebeke, tartışılıyordu. Azerbaycan’da darbe girişimiyle, bu ülkeye ve “Türki Cumhuriyetler”in diğerlerine yönelik “Türk-İslam Sentezi” amaçlı Başbakanlık örtülü ödeneğinden harcanan -bir kısmı da müsteşar, Çatlı ve başkalarınca yenmiş ya da başka yerle harcanmış- milyonlarca doların peşine düşülmüştü.

Şebeke, gerçekten ciddi bir kaynaklar toplamını, ciddi bir para miktarını kontrolü altında tutuyor, isteğince kullanıyordu.

Yalnızca bunlar da değil. Sermayenin ve siyasal temsilcilerinin en çok önem verdikleri ve en iddialı oldukları özelleştirme, hazine malları ve kamu işletmelerinin yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilmesiydi. Ancak, özelleştirmeden haraç-mezat vurgun vuranların başında, yine kontrgerilla bağlantılı uyuşturucu vb. kaynaklı kara paracılar geliyordu. Önce Topal’da kalan HAVAŞ ihalesi Amerikalıların “uyarısı” ile iptal ediliyor, ama bu kez, yine uyuşturucu trafiğinde kullanılmak üzere HAVAŞ, “aynı yolun yolcusu” Turgay Ciner’in eline düşüyordu. Limanların çoğu da öyle. İç içe olduğu mafyanın nerede başlayıp kontrgerillanın ya da devletin nerede bittiği ayırt edilemez olmuş; devlet olanakları, kontrol dışı heder edilme noktasına varmıştı. Şimdi bütün bunlar tartışma konusu ediliyordu. Polis şefleri ve ne denli dışında tutulmaya çalışılırsa çalışılsın bir ucundan -reddedilemez oldukça- tartışmaya katılan askeri şeflerle birlikte.

 

MEDYA ROL ÜSTLENİYOR

Ne oluyordu? Hep “vartayı atlatan” ve halkın ve emeğin başına çorap örmeyi sürdüren devletin “çelik çekirdeği” ne olmuştu da tartışılır olmuştu?

Şu hep bildiğimiz medya, “Mehmetçik” basın, “vatanseverliği” sınavdan geçmiş TV kanalları, ne olmuştu da, hep bir ağızdan, şebekenin üstüne gidiyordu?

Evet, medya Kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi adlarını kullanmıyor. Özellikle orduyu ve MGK’yi özenle aklayarak tartışma dışında tutmaya çalışıyor. Ama giderek yatışsa da, bir tür kampanya yürütüyor. Yalnızca haber yapma işlevine bağlı bir “aydınlatma” kampanyası da değil, ‘yaptığı. Teşhir içerikli bir kampanya yürütüyor ve açık söylüyor, hep bir ağızdan: “Kamyondan sonra Türkiye aynı Türkiye olamaz”. “Temiz Toplum” isteğini seslendirip değişiklik öngörüyor, bir değişimin öncülüğüne soyunuyor, hatta eylem organize edip başlatıyor: “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakikalık Karanlık”! Eylemin, Türkiye’nin bugünkü koşullarında, medya ve onun düğmesine basanların öngördüğü sınırlar içinde kalması mümkün olmuyor. Ancak, bir tür “değişim” ve buna yönelik olarak eylem bile savunulabiliyor.

 

RP’NİN KATILMASI VE TARTIŞMANIN YÖN DEĞİŞTİRMESİ

Ve Refah Partisi, Susurluk soruşturmasına, kendi gerçek iktidar yolunun taşlarını döşemek ve tartışmayı rakipleriyle hesaplaşmaya bağlayarak onları etkisizleştirmek için bile olsa, balıklama atlamıyor; ihtiyatlı davranıyor. O da biliyor ki, bir iktidar oyunu oynanıyor. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak istemiyor. Eline koz bile geçmiş olsa, oyunu dikkatli oynamaya Çalışıyor.

Haksız da çıkmıyor. Tam ucundan Susurluk dolayımıyla bir-iki adım atmaya yöneldiğinde, örneğin Meclis Araştırma Komisyonu Başkanı RP’li Elkatmış, örneğin Teoman Koman’ı ve Genelkurmay Başkanı’nı ifade vermeye komisyona çağırdığında, çağrı reddedilirken, Fadime olayıyla, kendisini en azından rahatsız edecek tarikatlar tartışması başlatılıyor. Fadime kullanılıyor. Tezgâh olduğu kolayca anlaşılır bir biçimde Müslüm Gündüz basılıyor. Ardından şeriatçı-laik tartışması tırmandırılmak üzere, RP’nin üzerine gidiliyor. Adalet Bakanının patavatsız ve pervasız davranışları, örneğin Sincan Belediye Başkanı’nı cezaevinde ziyaret etmesi, Alevilere yönelen “mum söndü oynuyorlar” lafı, kaçak Mercedes’i dile dolanıyor. Sincan’a tank seferi düzenlenmesine varan gündem çarpıtmalı şeriatçı-laik saflaşması, bir yandan topluma, en başta emeğe dayatılmaya çalışılıyor; öte yandan RP’ye gözdağı olarak gerçekleşiyor. Süreç, MGK kararlarıyla gerginlik sertleştirilerek tırmandırılıyor.

 

TÜSİAD’IN “BİRLİK PLATFORMU”

Bu noktada TÜSİAD’ın “demokrasi” isteği anlam kazanıyor. Parayla oynayan çok sayıda kişinin Susurluk dosyasında önemli yerler tutması bir yandan, “toplumsal kirIenme”nin kamu vicdanını rahatsız eder hal alması ve emeğin eylemli olarak soruna müdahale etme yöneliminin gelişme belirtisi göstermesi diğer yandan; TÜSİAD’ı harekete geçiriyor. TÜSİAD ve kuşkusuz büyük sermaye, medya aracılığıyla öngörülen “toplum temizliği”ne eklenmek üzere, özel olarak sermayenin temizliğini, “toplumsal temizliğin” ancak sermaye sisteminin yeniden üretilmesi olarak anlamlı olabileceğine vurgu yapma ihtiyacı duyuyor. “Temizlik yanlısı” ve “demokrasi âşığı” TÜSİAD ve sermaye imajı önem kazanıyor. Buna oynanıyor. Bunun gerçekleşmesinde, aydın “sol” çevrenin etkilenip kazanılmasının önemi biliniyor. Buna da uygun davranılıyor ve amaca ulaşılıyor. “Temizlik odağı” TÜSİAD imajı, medyanın yanı sıra solcuların da desteği -destek ne söz!- ile yaygınlaştırılmaya; politikleşmeye yönelen emeğin de yolunu karartıp gündemini ve etrafında toplanmaya çalıştığı platformunu etkisizleştirip dağıtmak üzere, temizliğin -ve bütün bir iktidar oyununun çerçevesini çizen- platformu olarak sermayenin platformu dayatılmaya çalışılıyor. Başta özelleştirme olmak üzere, sermayenin saldırılarını yalnızca gizlemeye değil, temel edinmeye ve kabullenilebilir kılmaya yönelik bir “ulusal birlik” ya da “mutabakat” sağlanmaya girişiliyor. Böylelikle, “kirlenen” “vatanseverlik”in de, bir kez daha tanımlanması ve geleneksel solcularla sendika bürokratlarını da tatmin edip kapsamak üzere genişleyerek yeniden üretilmesi sağlanıyor. Giderek bu platform, özel olarak siyasal İslam’ın tecridini de kapsayarak, “mutabakat”ın temeli olarak dayatılıyor. Bu özelliğiyle, sendika bürokratlarını da içine çekmesi kolaylaşıyor.

 

SERMAYE, EMEK KARŞISINDA BİRLİK HALİNDE

Birinci birlik etkeni

Özelleştirme, bu platformun temel taşı. Siyasal İslam’la laikçilik oynayanlar bir çekişme içinde olsun ya da olmasınlar, fark etmiyor. Üzerinde, iktidar oyununun bütün tarafları, tamamen anlaşıyorlar. Kombassan örneğinde olduğu gibi dar gruplar çıkarları ve Havaş’ta olduğu gibi mafya-kontra çekiştirmeleri bir yana, sermayenin bütün fraksiyonları açısından bu konuda hiçbir tartışma yok. Özelleştirme, genel olarak sermayenin politikleştirilmiş ekonomik temel yönelimi durumunda.

Taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, kitlesel işten çıkarma gibi dolaysız sonuçlarıyla özelleştirme, sermayenin ve aralarında iktidar oyunu oynayan sermaye fraksiyonlarının emek düşmanlığının nişanesi. Aralarında çekişip sürtüşen sermaye grup ve fraksiyonları, bu konuda çatışma halinde değiller. Özelleştirme ve altında yatan emek düşmanlığı, onları birleştiren temel ekseni oluşturuyor. Hızlandırılması yanlısı olmayan bile yok!

Kamunun neyi var yoksa tümünü yok pahasına satma, ülkeyi emperyalizmin talanına ardına kadar ve bütünüyle açma, globalleşme ve ekonominin uluslararası piyasalara açılması adına tam sömürgeleşmeye geçiş olarak, sermayeyi baştan ayağa birleştiriyor.

PKK ve ayrılıkçılığına düşmanlığın bütün cinayet ve pervasızlıklarını mubah göstermeye yeteceğini düşünen ve PKK karşıtlığının adı olarak “vatanseverlik” edebiyatı yapan Ağar’ların, adamları tetikçi Özel Harekât militanı faşist kontrgerillacıların, Bucak’ların, ölmüş eli kanlı katil Çatlı adına savunulan “vatanseverlik”in yanı sıra, “vatanseverlik”in böylesine itiraz eden ve dolayısıyla “en büyük vatansever” olarak kendilerini öne sürmüş olanların hangisinin vatansever hangisinin olmadığını sınavdan geçirecek ölçüt de, tam buradadır.

Özelleştirme, merkezinde emperyalist tekeller olan uluslararası sermayenin, revizyonizmin çöküşünden sonraki saldırganlığının temel motifini oluşturuyor. Sadece ekonomik gerekçelere dayanmamakta, ideolojik ve siyasal bir boyut da taşımaktadır. Emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni” olarak formüle ettiği saldırganlık, ulusal ekonomileri, kapitalist dünya pazarının korumasız, engelsiz ve bütün sınırları silinmiş eklentileri kılmaya yöneliktir. “Globalleşme” ve “küreselleşme” formülleriyle, uluslararası sermayenin ve kuşkusuz merkezinde yer alan emperyalist odakların çıkarları, hem ideolojik hem de pratik olarak, bütün ulusal değerlerin önünde ve üzerinde sayılmaktadır.

Bu “yeni düzen”de, Türkiye gibi geri ülkeler, yeni türden sömürgeler olarak tasarlanmıştır. Öngörülen ve hızla uygulanmakta olan açık pazar ekonomilerine geçişle, emperyalist talana açılmayan tek bir ulusal yeraltı ve yerüstü kaynağı kalmayacaktır; bugünden neredeyse kalmamıştır.

Sadece Türkiye’nin problemi olmayan, uluslararası sermaye ve emperyalizmin, esnek çalışma ve yeni üretim tekniklerinin yerleştirilmesiyle eşgüdüm halinde, dünya ekonomisinin bütününün yeni örgütlenme biçimi olarak, her ülkede uygulanmasını dayattığı özelleştirme; açık pazar haline getirilmekte olan Türkiye’de emperyalist talanın önündeki ulusal engellerin tamamıyla temizlenmesi anlamına gelmektedir.

Ülkenin bütün fabrika ve işletmeleri, işçinin malı olan bütün bir sosyal sigorta sistemi, bütün hazine arsa ve arazileri, biliniyor, özellikle yabancı sermayeyi ülkeye çekmenin uğraşı verilerek emperyalist tekellere peşkeş çekilmektedir. Yerli tekelci sermaye, büyük burjuvazi, kendi çıkarını, ulusal değerlere sahip çıkmakta değil, emperyalistlere taşeronluk ve onlarla himaye altındaki ortaklıklardan payına düşecek kırıntılarda aramaktadır. Bunun, vatanseverlikle en küçük bir ilgisi yoktur; adı, vatan satıcılığıdır.

Sermaye vatana ihanet içindedir. Ayrımsız bütün temsilcilerinin dilindeki “vatanseverlik” laflarının, sermaye açısından, bütün başka mallar için de geçerli olduğu gibi, yalnızca, parayla ifade edilen bir piyasa değeri kalmıştır. Sermaye açısından, her şeyin bir fiyatı vardır. Vatanın da. Başka türlü, cebinde Amerikan pasaportu ve ettiği ABD’ye bağlılık yeminiyle, Çillerin, üstelik Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturuyor olmasının oluşturduğu çelişkili durum, izah edilemez. Bütün sermaye fraksiyon ve temsilcilerinin yaptığı “vatanseverlik” edebiyatı, kuşkusuz, kendileri için “vatan”ın halâ uğruna ölünecek bir değer ifade ettiği emekçileri aldatmak ve peşlerinden kopmalarını önlemek içindir.

Ve özelleştirmenin, uluslararası sermaye ve emperyalizm taralından sadece dayatılmadığı, üstelik uygulanmasının sık sık denetlendiği ve her seferinde “hızlandırın!” talimatı verildiği de biliniyor. Emperyalizmin mali ve ekonomik yönlendirme kuruluşları olan IMF ve Dünya Bankası heyetlerinin, hep aynı talimatı vererek Türkiye’ye vırt-zırt gelip gittiklerini, medyanın övgü dolu haberlerinde sürekli izliyoruz.

Peki, soralım: Var mı özelleştirmeye karşı bir sermaye fraksiyonu, tek bir sermaye partisi ya da temsilcisi özelleştirmeye karşı çıkıyor mu? Militarist kast ve bürokrasi de içinde olmak üzere, ayrımsız bütün sermaye partisi özelleştirmeden yana değil mi? Aralarındaki tartışma, -şimdiye kadar- yalnızca, özelleştirmeyi en iyi ve en hızlı hangisinin uygulayacağına ilişkin yürütülmedi mi?

Hatta eski devletçi Kemalist yaklaşımlarını uluslararası sermayenin özelleştirmeye temel bir rol atfettiği “yeni düzen”ci teori ve pratiğe uyumlandırmada belirli bir zorluğa düşen sosyal demokrasi, en uç örneği olarak “özelleştirme değil özerkleştirme” demekte bir süre direnen Mümtaz Soysal bile, bunun aldatıcılığı bir yana, sonunda, esen güçlü özelleştirme rüzgarı önünde bütünüyle eğilmedi mi? “Özerkleştirme” pek farklı bir şey değildi ve Soysal, “özerkleştirilecek işletmelerin işçilerinin yönetime katılması” adına, sendikaları özelleştirme kervanına bağlamayı öneren burjuva muhalefeti ile bir yandan en azından devrime geçiş koşulları oluşmadan işçi denetimi mümkün olabilirmiş gibi işçileri avutup sisteme bağlamayı, diğer yandan da sendikaları kapitalistleştirmeyi savunuyordu. Öte yandan, özelleştirmeye değil, onun, sınır tanımaz haraç-mezat her şeyin satılması olarak uygulanmasına karşı çıkıyor, bazı “stratejik” işletmelerin satışına yumuşakça direniyordu. Tutumu, özelleştirmeye, radikal ve cepheden bir karşı çıkış tutumu değildi. Anayasa Mahkemesi’nin PTT’nin “T”sinin satışına verdiği onay sonrası, onun sesi de hiç çıkmaz oldu.

Evet, özelleştirme karşısındaki tutum, emekle sermayeyi ayıran temel bir ölçüttür. Sermaye, bütün fraksiyonlarıyla özelleştirme savunuculuğunda birlik halindedir. Emek ise, giderek biçimleri radikalleşen eylemliliğiyle özelleştirmenin karşısında birleşmekte; en geri tabakalarına varıncaya kadar, sermayenin etkisinden hızla sıyrılmaktadır.

İkinci birlik etkeni

Ve kuşkusuz, başta ekmek olmak üzere, otobüs ve dolmuş ulaşımına, tüp gaza, çaya, sigaraya, gıda ve giyecek eşya, su, doğalgaz ve elektrik gibi zorunlu tüketim maddelerine yapılan sürekli zamlar, -dolaylı vergilerin durmadan yükseltilmesi ile birlikte-, bütçenin denkleştirilmesinin temel bir unsuru olarak, sermaye fraksiyonlarının üzerinde birleştikleri ve kavga etmedikleri bir başka eksen durumundadır.

Üçüncü birlik etkeni

Bir diğer birleştirici ekseni, kamu harcamalarını kısmanın “zorunlu” gereği olarak öne sürülen ücret ve maaşların düşük tutulması; her şeye zam yapılırken işçi ve memur ücret ve maaşlarıyla, küçük üreticilerin ürünlerine -tarım ürünleri taban ve baş fiyatlarına- zam yapılmaması ve tersine, SSK dahil, emeğin kazanılmış tüm hakları özelleştirme aracılığıyla geri alınırken, esnek çalışmanın yanında post-fordizm türü yeni üretim teknikleriyle sömürünün yoğunlaştırılması ve nemalara varıncaya kadar emeğin tüm gelirlerine, gasp edilmek üzere göz dikilmesi oluşturuyor.

Zamları Refah-yol yapıyor, düşük ücret ve nemalarının gaspı da onun aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Ancak, hiçbir sermaye fraksiyonu, egemenlerin hiçbir grup ve kastı bunlara karşı çıkıp tek bir eleştiri yöneltmediği gibi; eskiden hükümet etmiş tüm fraksiyonlar ve öteden beri egemen olan grup ve kastlar hiçbir zaman tersini yapmadılar. Örneğin Özal’ın başlattığı tasarruf fonu kesintilerini ve bunların düşük faizden nemalandırılmasını, tüm hükümet olanlar aynıyla uyguladılar. Bu yönüyle de, emek düşmanlığında hiçbiri birbirinden aşağı değildir ve aralarında bu temelde bir ayrılık yoktur.

 

TÜSİAD’IN, MUHALEFETİ EMME RAPORU

TÜSİAD raporunda da her şey vardır; ama emeğin herhangi bir talep ve özlemine değinilmemiştir bile.

Öteden beri en yüksek düzeyde tabu kılınmış olan Kürt sorununda dahi söz söylenmiş, Kürt ayrılıkçılığının kendisini sınırlamaya gerilediği Kürtçe eğitim ve TV yayını, raporun savunduğu çözüm olarak sunulmuştur. TÜSİAD raporu, “talebine” yer vererek Kürt muhalefetini derdest etmek, çıkar ve taleplerini savunduğu imajıyla Kürtleri ve soruna bu yoldan çözüm bulunabileceği imajıyla Kürt muhalefetini sermayenin platformuna bağlayarak, bu önemli sorun açısından sermaye sistemini yeniden üreterek tahkim etmek yönelimindedir. Bu amaçla, raporda, Kürtleri sermayenin ardı sıra safa sokacak en zararsız talep olarak Kürtçe eğitim ve TV’nin olabilirliği maddeleştirilmiştir.

Alevilere örneğin, raporda çengel atılmaktadır. Şeriatçılığın yükselişinden ürken Alevileri, sermayenin ardı sıra safa sokmak ve hem de bu yolla sistemin yeniden üretimini, üstelik en zararsız yoldan sağlamak üzere, rapor, Diyanet İşleri ile Alevilerin ilişkisinin yeniden düzenlenmesini önermiştir. Bu şekilde, şeriatçı-laik saflaşmasında, Alevilerin, laik cepheyi güçlendirmek üzere, sermayeye bağlanması öngörülmüştür.

Aydınlar, burjuva demokratlar ve geleneksel solcularla TÜSİAD raporu arasındaki ilişki üzerinde önceden durulmuş; sivilleşme adına. MGK’nın kaldırılması ve Genelkurmay’ın Savunma Bakanlığına bağlanması gibi doğrudan bu çevrelere seslenen taleplere yer verilerek, onların, raporun TUSİAD’dan daha hızlı savunucusu kesilmelerinin sağlandığına değinilmişti.

TÜSİAD raporu, hatta kamu emekçilerinin grevli toplu sözleşmeli sendika hakkını bile seslendirerek, bu kesimin de, sermayenin peşinde sistemin yeniden üretimine katılmasını gerçekleştirmeye yönelmiştir.

 

SERMAYENİN EMEK DÜŞMANI İKİ YÖNTEMİ

Türkiye’nin kaynadığı, bizzat sermayenin ekonomik ve siyasal saldırılarıyla derinleşen bu kaynamanın. Susurluk’la -emeğin 5 Ocak’ta demokratik devlet talebiyle olaya müdahale etmesinin ortaya koyduğu gibi-patlamaya doğru yönelme belirtileri gösterdiği koşullarda, sermayenin kollarını kavuşturup beklemesi kuşkusuz düşünülemezdi.

Öncelikle iki yönteme başvuruldu. Birincisi, suni gündemler de yaratılarak emeğin gündeminin saptırılması ve olguların üstü örtülerek, talepleriyle mücadelesinin, en az zarar verecek, mümkün olan en daraltılmış sınırlar içine sıkıştırılması. Dolayısıyla, tepkilerin yatıştırılarak asgari düzeye’çekilmesi.

Ve ikincisi, bunun yetmeyeceği bilinerek, ve nedenleri açıklanacak iktidar oyununda bir adım ileri atmak üzere, Susuriuk olayından yararlanarak ve yapay şekilde gündeme sokulan sorun ve olguları kullanarak sistemi yeniden üretmek.

 

“DEMOKRAT” TÜSİAD’IN ACZ İÇİNDE ATLADIĞI İŞÇİ

TÜSİAD raporu, bu iki yöntemin uygulanma nesnesi olarak değerlendirilmelidir. Rapor, asıl sorun durumundaki ekonomik ve siyasal çıkmaza -ve bunu aşmak üzere geliştirilmeye çalışılan saldırılara-, değinmemiş ve alınması gerekli önlemlere hiç yer vermemiştir.

Saldırıların başlıca hedefi durumundaki işçilerin, emeğin talepleri, demagojisi yapılmak ve işçilerin sermayenin peşine takılması sağlanmak üzere bile raporda yer almamıştır. İstenmediğinden değil. Bunun yolu bir türlü bulunamamıştır. İşçileri yatıştıracak, sermayenin peşine takılmaları ve sisteme bağlanmalarını sağlanmak üzere, üzerinde tepişilip oynanacak birkaç ya da sadece bir tek işçi talebi bulunamamıştır. Bu alanda, acz içinde umul bağlanan çözüm, işçi sınıfı dışında kalan sınıf ve tabakalarla “baskı grupları”nın kazanılması yoluyla sağlanacak etki ve genişletilmiş baskı aracılığıyla sınıfın da etkilenmesidir!

İşçiler atlanmıştır. Ama işçi sınıfı dışında toplumsal muhalefet odağı olarak hangi katman ve grup varsa, tümünün bir ya da birkaç -en zararsız ve sermayeye ve sistemine bağlanmaya en yatkın, zamana en çok yayılabilecek- talebi söz konusu edilerek, sermayenin toplumsal muhalefetin göbeğine kurulması, muhalefetin sermayenin platformunda toparlanması ve dolayısıyla muhalefetin muhalefet olmaktan çıkarılarak, sistemin yeniden üretimine bağlanması yoluna gidilmiştir. Başta solcular ve aydınlar olmak üzere, amaca ulaşılmakta olduğu, çeşitli kesimlerden, biraz da şaşkınlık içeren hayranlık ifadesi olarak “helal olsun TÜSİAD’a” nidaları yükseldiği görüldü.

 

SERMAYE PLATFORMUNDA DEMAGOJİ YA DA EMEĞİN TALEPLERİNİN MADDİ KOŞULLARI

Sermaye, sistemin yeniden üretimine yönelik Olarak, kuşkusuz, başlıca siyasal demokrasi talepleriyle oynamaktadır. Yine kuşkusu, en alt düzeyde etkin ve ama en üst düzeyde demagojiye elverişli taleplerdir, bunlar.

Ve TÜSİAD raporunda yer verilerek demagojisi yapılan taleplerle bunların maddi koşulları arasında ciddi bir çelişme, vardır.

İşçi ve emekçi kitleler, özelleştirmede sağlanan ilerlemeye bağlı olarak, yığınlar halinde işten çıkartılmaktadır. Çalışma olanağı tanınanların, esnek çalışma ve yeni üretim tekniklerinin yaygın kullanıma sokulmasıyla, şimdiden, neredeyse bütün kazanılmış haktan ellerinden alınmıştır. Sekiz saatlik çalışma hakkı olarak bilinen yasada 40 saatlik iş haftası olarak yazılı hak çoktan gündemden çıkarılmış, bireysel protokol, sözleşmeli personel, geçici ya da taşeron işçi gibi uygulamalarla sendika ve toplusözleşme hakkı neredeyse bütünüyle kâğıt üzerinde kalmış, birçok işletmede yetkisini kaybeden sendikalar işverenin inayetine bırakılmıştır. Ücretler son derece düşük tutulmakta, sendikasızlaştırmanın başarısına bağlı olarak yükseltilmesi için örgütlü mücadelenin olanakları son derece daraltılmaktadır. Hemen tüm zorunlu tüketim maddelerine yapılan ve süreklilik kazanan zamlar, işsizliğe mahkûm edilenleri başta olmak üzere işçi ve emekçi kitleleri ekmeğe muhtaç hale sokmaktadır. Sefalet, açlık sınırına doğru genişlemekte ve derinleşmektedir.

Emekçilerin bu zorlu nesnel koşulları, hangi talepleri dolayımıyla olursa olsun, süslü laflarla aldatılmaları ve sermayenin yedeği olarak sisteme bağlanmalarını olağanüstü zorlaştırmaktadır.

Tam da bu nedenle, örneğin özelleştirmenin son aşamasına geldiği Yatağan, Soma, Çayırhan gibi bölgelerde, ileri biçimleri de içinde olmak üzere işçiler, ödenmeyen nemaları, önemsiz sayılmaları üzerinden verilmeyen ek zamları için kamu emekçileri, mahkûm edildikleri sefil çalışma koşullarına tepkiyle Ünaldı örneğini izlemeye yönelen sitelerin genç işçileri, talepleri için yığınlar halinde mücadeleye atılmaktadırlar. Bugünü ve geleceği karartılan öğrenci gençlik hızla hareketlenmekte, küçük üreticiler, esnaflar hoşnutsuzluklarını eyleme dökmenin fırsatını gözlemektedir.

 

SERMAYENİN İŞİ ZOR

Sermayenin emekle ilişkileri açısından işi olağanüstü zor görünmektedir. “Aşağıda ki” kaynamanın artışına bağlı olarak, sermaye ve gericilik de. onun karsısında tepişine ye yönelmekte: bir yandan da. “yukarısı”, egemenler, etkisi altına alıp emeği yönlen dirine güçlerinden yararlanmak üzere bütün “baskı grupları “nı kazanmayı hesap eden oyunlar da oynayarak, aşağı sınıf ve tabakaları, ezilen ve sömürülen yığınları, yatıştırmaya ve olabildiğince kendi platformunda toplayıp çıkmazdan kurtulmak -üzere sistemini onarmaya ve yeniden üretmeye çalışmaktadır. Bu yönelimin selameti acısın dan, aynı zamanda, Alevi-Süuni. laik-yohaz türünden emeği bölecek bülün sahte ayrım ve saflaşmalar kışkırtılıp körüklenmekte, sinekten bile yağ çıkarılmaya çalışılmaktadır.

 

SERMAYE, ÖZGÜRLÜKLER VE GERÇEKLEŞME YA DA GERÇEKLEŞMEME MEKANİZMASI

Peki, özgürlükler karşısındaki tutum acısından sermaye ne durumdadır?

Örneğin TÜSİAD raporunda, işkenceye karşı ve memurların sendikal örgütlenme özgürlüğü üzerine ezilenlerin talepleri dile getirilmiştir. İşkencenin yasak ve suç olduğu, zaten Anayasa’da yazılıdır. İşçilerin sendikal hakları, bizzat sermaye tarafından, fiilen ellerinden alınmaktayken, sendikasızlaştırma süreci ciddi bir boyut kazanmışken, kamu emekçilerinin sendikal hakları üzerine söylenenlerin demagojik içeriği ise, açıkça anlaşılabilir. Üstelik bir talebin dile getirilmesi -örneğin RP ve Erbakan taralından dile getirilmiş binlerce talebin bir kalemde üstünün çizildiği, sıkışınca “ileride ele alınacağı” söylenerek zamanın unutturucu gücüne sığınıldığı hatırlanırsa- bir anlam taşımamaktadır.

Önemli olan, ileri sürülen özgürlükler ve demokrasiye ilişkin taleplerin nesnel koşulları ve gerçekleşme mekanizmalarıyla dile gelmesi ve ortaya konmasıdır.

Susurluk sonrası gelişmelerin körlere bile gösterdiği gerçek, devletin, astığı astık kestiği kestik bir “çelik çekirdek”i olduğu, yasallıkla kesinlikle sınırlı olmayan ve “diktatörlük, yasayla sınırlanmamış zordur” tanımının hakkını veren bu çekirdeğin yeraltı faaliyetinin önemli bir yüzde oluşturduğu, devlet örgütlenmesini ve politikalarını belirlediği, diğer bütün devlet kurumlarını uygun yol ve yöntemlerle kendisi etrafında düzene soktuğu, özel bağlantılarla bütün devlet mekanizmasını tek merkezden harekete geçirdiğidir.

Bu örgütlenmenin başında MGK vardır. Örgütlenme; kontrgerilla ya da Özel Harp Dairesi denilen örgütlenmedir. Sirayet ettiği ya da tek merkezden harekete geçirdiği ise, bütün bürokratik-militarist mekanizmadır. Açık ve gedik verdiği görülen parçalarını yenileyip devlet cihazını yetkinleştirmek üzere, daha çok askeri darbeler ve aldığı özel önlemlerle kurulan, özel kurumlar da cabası. Olağanüstü ve özel mahkemeler olarak, hukukun genel ilkelerini, örneğin, “doğal yargıç” ilkesiyle “savunmanın kutsallığı ve sınırlanmazlığı” ilkesini tanımayan, özel hukuk kurumu olan DGM gibi. Özel Tim ya da Çevik Kuvvet gibi. Varlığı önce kabul edilip sonra devletin yazılı belgelerinde adı geçmesine ve TBMM’de bütçesi görüşülüp kararlaştırılmasına rağmen, sonradan reddedilen JİTEM gibi. İtirafçı ve korucu örgütlenmeleri gibi.

Anlaşılacağı gibi, söz konusu olan bütün bir mekanizmadır. Buradan yönlendirilen, her işçi ve memur gösterisine, “Cumartesi Anneleri”ne varıncaya kadar her hak arayışına, coplu-köpekli hunhar saldırganlık, sadece teşvik edilmemekte, suç oluşturan hunharlık ve pervasızlık cezasız kalmaktadır. Bu “çelik çekirdek”ten kaynaklanan hukuk tanımazlık, saldırganlığın devlet örgütlenmesi ve politikası düzeyine yükseltilmesine varmıştır. Hak arayan herkesi, her işçi ve memuru, her genci, kim olursa olsun sesini her yükselteni “suçlu” ve “katli vacip” sayan devlet tutumu, bu karşı-devrimci mekanizma tarafından yerleşik kılınmıştır. Kafa kırmak, Göktepe, Buca, Ümraniye ve Diyarbakır cezaevleriyle, Antalya’da “bir dakikalık karanlık” eylemini seyreden emekli banka memuru yurttaş Celal örneklerinde olduğu gibi, yalnızca mubah değil, zorunlu tutulmuştur. “Faili meçhul” cinayetler, doğrudan bu mekanizmayla sıradan olay haline getirilmiş ve kurbanlar binleri aşmıştır. “Savaş Hali” ya da Olağanüstü Hal kapsamında köyleri yakılıp yıkılan, binlerle öldürülen yoksul Kürt köylülerinin hesabı bile tutulamamaktadır.

Artık en üstlerden söylenen “hukuk devleti” türküleri dinleyici bulamaz olmuş, boş lafların kimseyi kandıramadığı ciddi bir durum oluşmuştur.

TÜSİAD’ın müdahale etmeye çalıştığı, bu ciddi durumdur. Korkulan ise, her şeyden umudunu kesmenin sınırına sıkıştırılan yığınların isyan etmesi ihtimalidir.

Peki, TÜSİAD’ı ciddi bulup, örneğin MGK’nın kaldırılmasına ilişkin söyledikleriyle umutlanmak için neden var mıdır? Böyle bir umutla beklenticilik oynamamak, “kendinden başka bir şeyi görmemek”, “muhalefet cephesini genişletmekten kaçınmak” gibi sığlık ve darlık hastalığına kapılmak mıdır? Sekterlik midir?

TÜSİAD, mekanizmaya ve demokrasinin nesnel koşullarına ilişkin tek laf etmiyor. Özellikle geleneksel solcuların kulaklarına hoş gelen sözleri; hoştur, ama boştur da.

MGK’nın kaldırılması, pek olası değildir; ama alternatifi olarak sözü edilen “Başkanlık Sistemi” ile yetkileri artırılarak bütün merkezi yönetimi eline alacak ve sözü edilen mekanizmanın başına oturacak “Başkan”, danışmanları ve hatta, yalnızca adı değiştirilerek etrafında oluşturulacak “güvenlik işlerinden sorumlu birim”le -muhtemelen ABD başkanına “bağlı”, “Güvenlik’ Konseyi” örneğinin Türkiye’ye aktarılması ile- pek mi farklı bir öğütlenmenin “başkanı” olacaktır? Ve zaten, bugün cumhurbaşkanı MGK’nın başkanı değil midir?

Sivilleşme mi? Herhangi bir asker kişinin yerine muhtemelen Mehmet Eymür’ün geçmesiyle ne değişecektir? Olacağından ve TÜSİAD gerçekten böyle istediğinden değil, ama olsa ne olacaktır? Ve TÜSİAD’ın ortaya koyduğu platformla sonradan MGK’nın ortaya koyduğu platformun, sadece uzlaşmaz olmayıp, kolaylıkla çakıştığı, MGK’nın kararlarına TÜSİAD yönetimini belirleyip paylaşan büyük patronların verdiği destekte görülmedi mi?

Ve tersine, Susurluk sonrası “temizlik” özlemini herkeste geliştiren, bu mekanizmanın deşifre oluşunda kat edilen mesafe sonucu, en çok yıprananın, sadece sıradan tetikçileri değil. Ağar’ı, yurtdışına kaçışıyla tuz-biber eken Şahin’i, Korkut Eken’i ile Emniyet ve “çıban başı” görünümünde olanın da Özel Tim olduğu saptamasından hareketle, “temizlik” adına, askerileştirme de önerildi. “En temiz” olan ordu değil miydi? MGK, -aynı TÜSİAD gibi-, mekanizma, olduğu gibi korunurken, Özel Tim’in, Emniyet Müdürlüğü’nden alınıp Genelkurmay’a bağlanmasını istedi. Herkesin bir “temizlik formülü” ya da deterjanı vardı. Yeter ki, mekanizmaya dokunulmasında

 

GEREKLİ OLAN, DEMOKRATİK HALK DEVLETİDİR

Ama işte, tam da sorun, bu mekanizmadadır. Gereken, kıytırık “temizlikler” değil, köklü bir “bahar temizliği”dir. Kontrgerillanın, MİT’i, JİTEM’i, Özel Tim’i, DGM’si, korucu ordusu ve itirafçı örgütlenmesiyle, bu kurumları -en azından bir kısmını- yasallaştıran en son 12 Eylül’le tahkim edilmiş hukuksuzluk yasalarıyla dağıtılmasından başlayan bir gerçek temizlik. Halkın egemenliğinin üzerinde herhangi bir iktidar odağı kalmayıncaya, bütün iktidar, her kademede örgütlenmiş halkın eline geçinceye kadar bir temizlik.

Demokratik bir halk devleti. Her kademede örgütlü halka dayanan, seçenler tarafından geri alınabilir, yöneticileri bir işçiden çok maaş almayan yerel yönetimler. Ve onun nesnel temeli olarak özelleştirmeyi geçersizleştirmek, gelirlerin artan oranlı vergilendirilmesi ve bütün yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, en başta doğal olan kaynakları değiştirerek kullanılır kılan, doğal olmayanları da tek başına yaratan tükenmez güç kaynağı olarak, emeğin, mümkün olan en yüksek üretkenlik ve verimlilik düzeyi gözetilerek, halkın yararına kullanılması ve dağıtımı örgütlenerek, işsizlik, açlık ve sefaletin, enflasyon belası, spekülasyon ve faizciliğe dayanan para dalaverelerinin, rantiyeliğin yok edilmesine geçiş.

 

ÇOK YÖNLÜ SERTLEŞMEKTE OLAN ÇELİŞMELER VE ANLAMI

Bütün şimdiye kadar söylenenler, çizilmeye çalışılan çok renkli tablo ne anlama geliyor? Unsurlarına ayırarak ve sadeleştirerek kısa analizi gereken, bu tablodur.

Unsurlar, şöyle sıralanabilir:

1-Türkiye, yukarı tabakalar, ezenler ve sömürenler tarafından giderek yönetilemez hale gelmektedir. Süreç ilerledikçe, kapitalist sistemin her tarafından irin ve cerahat saçılmakta ve ezilen, sömürülen yığınların mücadelesi alışılmış yöntemlerle kontrol edilebilir boyutları zorlamakladır. İşçi ve emekçi yığınlar, eskiden olduğu gibi kolay aldatılır olmaktan uzaklaşmakta: bugün için, her yerde, başka yerlerde ortaya çıkanlarla henüz bileşmemiş ve ciddi bir politik düzeye ulaşamamış da olsa, kendi özel ve yerel talepleriyle ayağa kalkan yığınlar, hızlı bir şekilde düzenin sınırlarını zorlamaktadır. Bundan, kuşkusuz, bir devrim durumunun oluştuğu, hatta olgunlaştığı sonucu çıkmaz. Ancak, gelişme eğilimleri ve dinamiklerin o yöne yöneldiği de kuşkusuzdur.

2- “Devrimin yükselişi karşı-devrimi limitine varmaya götürür” Leninist saptaması bir kez daha, kırılan kafaların, “faili meçhul”e kurban edenlerin, devreye sokulan yeni ve katmerli yasakların sayısındaki yükselme, sermayenin organize yeraltı faaliyetinin artması, sendikasızlaştırma ve parti kapatmalar yoluyla örgütsüzleştirmenin hızlandırılmasıyla kanıtlanırken; bir başka Leninist saptama daha Türkiye somutunda doğrulanmaktadır. Eskisi gibi yönetmekte ve eskisi gibi büyümeyen (hatta küçülen) “pasta”yı paylaşmakta zorlanan egemenler, yukarı tabaka, sermaye ve gericilik içindeki çelişkiler sertleşmekte, sürtüşme ve didişmeler artmakla, kaotik bir görüntü oluşmaktadır.

3- Bu sürtüşmelerin önemli bir unsuru, sömürülen ezilen yığınların nasıl yönetileceğine ilişkindir.

Hemen her egemen grup, sermayenin çeşitli kesimleri, bir yandan aralarında nasıl olacağına ilişkin çekişirken, öte yandan -kuşkusuz en büyük kemiği kendi gruplarının kapacağı şekilde- ülkenin, -doğal ki, taşın/toprağın değil-, sömürülen ezilen yığınların yönetilmeye devam edilebilmeleri için, en uygun yoldan yeniden düzene bağlanmalarının program ve platformlarını oluşturmaya, sistemi yeniden üretmeye yöneldi. Sabancı, TÜSİAD, MGK, Genelkurmay gibi, Susurluk öncesi, “çete” tartışmaları bu nedenle önem kazandı. Susurluk olayı, medyanın da düğmesine basılarak, bu nedenle görmezden gelinmedi, büyütüldü, manşetlere çekildi. Önce TOBB ve Sabancı, sonra TÜSİAD ve MGK bu nedenle raporlar yayınladılar. Kuskusuz, eskisi gibi yönetmeye devam etmekte ısrarlı olanlar da vardı. Ağar ve Çiller gibi. O nedenle, önce “vatanseverlik”‘ edebiyatı yapıp, pisliklerini savunmaya yeltendiler. Olmayınca, RP’nin “yedeği” bile olmayı kabullenerek, iktidar dizginlerinin tamamen ellerinden kaymasına direnmeye yöneldiler. Kıbrıs sorununu büyüterek selamete çıkmayı denemeleri, bundandır.

Erbakan, epey bir zamandır aradan sıyrılmaya çalışıyordu. Mesut Yılmaz’la Çiller arasındaki sürtüşmeden -sosyal demokrasinin kendi içindeki ve Çillerle olan didişmesi de eklenmek gerek- yararlanıp hükümet olmayı başarmıştı. Aslında, siyasal İslam’ın başındaki Erbakan, bu çelişkilerden yararlanmanın yanında, emekçi kitleleri etkisi altına alıp yatıştırmaya elverir örgüt gücünü iyi pazarlayarak ve uluslararası ve ülke içindeki dayanaklarıyla daha ötesini zorlamaktaydı.

Aralarında çekişirken, sistemlerini yeniden üretme yönelimlerine bağlı olarak, neredeyse sermayenin bütün grupları, platformlarını eylemli olarak ortaya koyma noktasına geldi. Kimisi, şeriatçı geceler düzenlerken, kimisi “bir dakikalık karanlık” eyleminin düğmesine bastı, bu eyleme Genelkurmay da yeşil ışık yakmakla kalmadı, emirle olduğu ayan beyan, Milli Savunma Bakanlığı ve MİT lojmanlarında gece saat 21:00’da ışıklar söndürüldü, Sincan’da tanklar yürütüldü.

 

BUGÜNKÜ TABLODAN ÇIKARILMASI ZORUNLU SONUÇLAR

Hareketli dinamikleriyle hareket halindeki bu tablodan çıkarılması gereken sonuçlar da vardır;

1) Sermaye, başlıca orta tabakaları, onların, özellikle geri kesimleri etkileyecek aydınlarını, ara kategoriyi kazanarak, işçi ve emekçileri etkisi altına almaya, olmazsa, kendi lehine hayırhah bir tarafsızlığa itmeye çalışmaktadır. Bunun için sistemin yeniden üretiminin platformlarını geliştirmiştir. Çeşitli akım ve temsilcilerinin ağzından dile gelen bu platformlar, uzlaşmaz olmadığı gibi, biri diğerinden çok farklı da değildir ve tümü, özelleştirme, zamlar, düşük ücret, zulüm mekanizmasının zedelenmemesi gibi emek düşmanı ortak temelleriyle birlik halindedir.

Ve sermaye, devleti elinde tutmaktan, üstelik en azından yüz yıllık yönetme ve örgüt birikiminden, önceki sömürücü sınıflardan miras, politika üretme ve yapma deneylerinden gelen ciddi bir üstünlüğe sahiptir. Emek, örgütlülük ve politikleşmişlik düzeyi yüksek bir müdahaleyi gerçekleştiremezse, Erbakan’ın dediği gibi “kanlı ya da kansız”, az çok zarar görüp zayiatlar vererek ya da düpedüz başarı kazanarak, sermaye kendisini ve sistemini esenliğe çıkaracaktır. Kendiliğindeninde, başlıca yerel, ülke çapında birleşmemiş ve politiktik düzeyi düşük talepler ve hareketiyle, emeğin, hiçbir yerde, kazandığı ya da en azından kazanmaya yaklaştığı ve köklü bir dönüşümü gerçekleştiremese hile, ciddi ve görece kalıcı, yeni bir atılım için üzerine basılacak sağlam yol taşları anlamı taşıyacak kazanımlar elde ettiği görülmemiştir.

2) Tablodan çıkarılacak temel bir sonuç, her zaman ve koşulda geçerli olmakla birlikte, benzeri çekişmelerin hızlandığı ve sınıf mücadelesinin çok yönlü hesaplaşmalara doğru ilerlediği koşullarda daha yakıcı ve tayin edici bir önem kazanan, bildik bir ihtiyaçtır. Emeğin kişilikli bağımsız örgütlenmesi ve bağımsız yığınsal politik eylemi.

Tablosu çizilmeye çalışılan bütün bu kargaşa içinde, sermayenin, sistemini yeniden üretme çabasını ve bunun için güçlerini, politikalarını ve platformunu yeniden düzenleyerek, ara tabakaları kazanma ve emeği yedekleme ya da en azından tarafsızlaştırma yöneliminin geçersizleştirebilmesi, dolayısıyla işçi ve emekçi yığınların, mahkûm edilmeye çalışıldığı işsizlik, açlık, sefalet ve özgürlüklerinden yoksun kölelik koşullarının alternatifi olarak, kendi bağımsız platformuyla, kendi bağımsız yığınsal örgütü içinde toplanabilmesi tayin edicidir. Ya sermaye emeği kölelik koşullarına bir kez daha zincirleyecektir; ya da emek, sermayenin saldırısını püskürterek, kölelik zincirlerini parçalama yolunda ilerleyecektir. Emek, köleliği kabullenmeyecekse, mutlak olarak, bağımsız politik hareketinin geliştirilmesini; birleşik olmayan yerel ve gündelik taleplerle gelişen eylemini, ülke çapında genelleşmiş taleplerle birleşik bağımsız politik eylem düzeyine yükseltmesini başarmak zorundadır. Bu, gündelik ve yerel somut taleplerin göz ardı edilmesini değil, onlardan hareket edilmesini, yerel ve ülke çapında emeğin somut talepleri üzerinden politika yapılmasını, ama yalnızca gündelik ve yerel somut taleplerin basitçe savunulmasıyla sınırlanılmamasını, bu taleplerle, ülke çapında olup bitenler ve iktidar sorunu arasında doğru bağlantının kurulmasını gerektirir.

3) Bağımsız politik örgütlenme ve eylem, ancak bağımsız bir politik platform temelinde olanaklıdır. Emeğin böyle bir platformu vardır, bu platform, hızla, (a) aktüelleştirilmek ve (b) her yerde, her fırsattan yararlanarak, her saat her dakika yığınlara mal edilmek durumundadır. Yığınlar, başka türlü değil, ama partilerinin politikalarını kavradıkları ölçüde politikleşeceklerdir. Bu nedenle, “darlaştırır mı” tereddüdü acımasızca ve kesinlikle ezilerek, parti ve politikalarının yığınlara -kuşkusuz uygun şekilde -aktarılması ve yığınların partiyi çağrılması, tayin edici önemdedir. Mümkün her yer ve koşulda, her zaman emek yığınlarının, -kuşkusuz emeğin politikleşmesi ancak kendi somut talepleri üzerinden gerçekleşebileceğinden, somut taleplerden hareketle- politik çağrılarla kendi bakımsız platformlarına çekilmesi, sermayenin platformu karşısında kendi platformları etrafında örgütlenmesi için çaba göstermek zorunludur.

4) Emeğin kendi platformu etrafında bağımsız politik bir güç olarak örgütlenmesi: kuşkusuz, sermayenin platformunun yorulmak bilmez bir eleştirisini, somut olarak çeşitli biçimler altında ortaya konulan bu platformun aldatıcı-demagojik bir platform olarak teşhirini gereksinir. Hiçbir şekilde, kuru politik çağrılarla, emeğin bağımsız politik hareket ve örgütünün yığınsallaşabileceği hayaline kapılmamak gerekir. Bu, dişe-diş bir mücadeleyi; emeğin politik platformunun, pratik eylem içinde ve sermayenin platformunun tam karşıtı olduğu kanıtlana kanıtlana, oya gibi örülerek, yaratıcı bir tarzla zenginleştirilip geliştirilmesini zorunlu kılar. Yığın hareketinin politik bir hareket ve bağımsız bir örgüt olarak geliştirilmesi sürecinde, bilelim ki, yığınlardan, tek tek sıradan işçi ve emekçiden öğrenilecek çok şey çıkacaktır.

Bağımsız politik hareket ve örgütünün yığınsallaşmasında, bunun yaratıcı yol ve yöntemlerinin geliştirilmesinde, kararlı ve ısrarlı tutum mutlak zorunludur. Bağımsız politik örgüt ve hareket yoksa hiçbir şey yok demektir. Emeğin bugünkü örgütlü ve mücadeleci politik güçleri, şimdiki durumlarını abartmadan ama hiç de küçümsemeden, emeğin bağımsız politik yığın hareketinin yaratılması için üstlerine düşeni, çelişen her eğilim ve tutukluğu uzlaşmadan aşarak, bu görevi, yalnızca ve yalnızca kendilerinin başarabileceğini, öyleyse üstlenmekten kaçınamayacaklarını bilerek, omuzlamak ve gereklerini yerine getirmek durumundadır.

5) Emek yığınlarının bağımsız politik hareket ve örgütünün yaratılmasına bağlı olarak gündeme alınabilecek ikinci görev, sermaye ile amansız bir hegemonya mücadelesidir. Bu hegemonya mücadelesi, bir önceki maddede söylendiği şekilde, sermayenin platformunun bütün yönleriyle ve yalnızca kâğıt üzerinde değil pratikteki eleştirisini içerecek, canlı hayatın akışı içinde ve toplumsal yaşamın bütününe yönelik olarak, sermaye platformunun her maddesinin karşısına, kendi içinde sistemli bir bütün oluşturan emeğin platformunun bir maddesi olanca- omutluğuyla çıkarılarak yürütülebilecektir.

Hegemonya mücadelesi, sermaye mi emek mi, sermayenin platformu mu emeğin platformu mu sorunlarının pratik olarak yanıtlanması demektir; buna yöneliktir. Bu mücadelenin seyrine göre yığınlar, ya sermayenin güdümünde kalacak ya da emeğin platformunda birleşerek taleplerini elde etme yolunda ilerleyeceklerdir.

Bu mücadele, başlıca, -öncelikle sınıfın ve buna bağlı olarak- ara tabakaların kazanılması uğruna mücadeledir. Ön koşulu, emeğin kendi bağımsız örgütü ve hareketini var ederek geliştirmesidir. Ancak bağımsız hareket edebilen örgütlü bir güç, kendi sınıfının orta ve geri yığınlarını ve buna koşut olarak başkalarını, örneğin ara tabakaları etkileyebilir. Ancak, sermaye platformunun üzerlerindeki etkisi kırılarak ara tabakaların kazanılması yolunda ilerlemek, doğal ki, emeğin bağımsız yığın hareketinin gelişmesini -karşı etki olarak- kolaylaştıracaktır.

Emeğin, böyle bir hegemonya mücadelesi içinde, bağımsız bir politik hareket ve örgüt olarak olgunlaşacağı kesindir.

6) Olgunlaştırıcı bir diğer temel etken, sermaye ve gericiliğin kendi içindeki çelişkileri ve çatışmaları karşısındaki tutum ve bu çelişkilerden yararlanmayı başarmaktır. Bağımsız bir politik hareket ve örgüt olmadan, bunun düşünülmesinin bile olanaksız olacağı kesindir. Ama bu çelişkileri ele alma ve onlardan yararlanmayı pratik olarak gündem edinme, politik bir hareketin olgunlaştığına işaret eder. Sermaye ve gericiliğin kendi içindeki çelişkilerin, emeğin bağımsız hareketinin ve gelişmesinin “dolaylı yedeği” olduğu bilinmeli ve elini verip kolunu kaptırmadan bu çelişkilerden yararlanmaya çalışılmalıdır. Bunlar, emeğin hareket serbestîsini artırıp manevra alanını genişleterek işini kolaylaştıracaktır.

Bugün Türkiye’de böyle pek çok çelişme vardır ve çoğu, emeği bölüp parçalamanın, sermaye sistemine bağlamak üzere egemen gruplardan birinin yedeği haline getirmenin dinamiği olarak rol oynamaktadır. Sermaye ve gericiliğin çeşitli grupları, birbirlerine karşı kullanmak ve genel olarak sisteme bağlamak üzere, yığınları, daima yedeklemeye uğraşmışlardır. Üstelik buna tav olan geleneksel solcu burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi ve sosyal demokrasi grupları her zaman olmuştur. Örneğin. Doğu Perinçek’in yaptığı gibi, Sincan’da resmi geçit yapan tankları “namluları yobaza dönük” olduğu gerekçesiyle desteklemek ve “Cumhuriyet devrimi kanunları uygulansın” afişleri yapıştırarak yine sözde “şeriatçılara karşı” MGK ve darbeciliğin ardında saf tutmak, -belki” dolaylı yedek” olduğu gerçeğinden hareketle gericilerin, kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanmak adına- sermaye ve gericiliğin şu ya da bu grubunun gönüllü yedeği olmayı kabullenmek demektir.

Sermaye ve gericiliğin kendi aralarındaki çelişkiden yararlanma tutumu, olgunlaştırdığı kadar, yeterince olgun ve bağımsız politik bir güç ve hareket olma ve gelişmede kararlı bir tutumun üzerinden gerçekleşebilir. Aksi, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya yol açar, dolaylı yedekleri kullanma tutumuyla yola çıkanı sermaye ve gericiliğin dolaysız yedeği yapar.

 

SERMAYE VE GERİCİLİK İÇİNDEKİ ÇELİŞMELER NASIL ELE ALINMALI?

Peki, tablosu çizilmeye çalışılan sınıf mücadelesinin çok yönlü akışı içinde sermaye ve gericiliğin kendi içindeki çelişkileri nereden kaynaklanıyor? Çekişmelerinin anlamı nedir?

Bu anlaşılmazsa, bu çelişkilerden yararlanmak bir yana, sonuçta, onların oluşturacağı girdabın içine yuvarlanmak kader haline gelecektir.

Susurluk sonrası gelişmeleri de anlaşılır kılmak üzere, bu çelişmeler nelerdir ve sermaye ve gericiliğin çeşitli gruplarının birbirleriyle hiç de küçümsenmeyecek düzeyde sürtüşmeleri, nasıl açıklanabilir?

Sermaye ve gericilik içindeki çelişmelerin kaynağı

Oynanan, bir iktidar oyunudur. Sermaye ve gericiliğin çeşitli grupları arasındaki çelişkiler, ülke kaynaklarının paylaşılmasından anlaşmazlıklardan ve bu paylaşmada üstünlük sağlamak üzere iktidardaki paylarını artırma kaygısından kaynaklanır. Siyasal alanda bu çelişmeler, pay kapma kavgasıyla bağlantılı olarak, ülkenin ve kuşku yok ki emek yığınların nasıl (hangi program ve organizasyonla) yönetileceğine ilişkin sürtüşmeler olarak yansır.

Uluslararası sermaye ve emperyalizmin çeşitli mihrakları ve emperyalist tekeller arasındaki çelişme ve çatışmanın kaynağı da böyledir. Tek fark, bu ikinci çelişme ve çatışmanın, dünya ölçeğinde oluşması ve dünyanın paylaşılması ve dünya hegemonyası (güç ilişkilerine bağlı olarak, tümü ya da çeşitli bölgelerinin denetim altına alınması) uğruna gerçekleşmesidir.

Türkiye’nin egemenleri. Türkiye sermayesi ve gericiliği kendi başına buyruk, Türkiye ekonomisi de (kapitalist ekonomi) kendi ayakları üzerinde durabilen, dünya ekonomisi ve emperyalizm karşısında görece eşit ve bağımsız olmadığı için, analizi, Türkiye ve Türkiye egemenleriyle sınırlayarak yapma olanağı yoktur.

Türkiye ekonomisi, kendisine yeterli bir bütün oluşturmuyor; bu bağımlı ekonomi, uluslararası sermayenin “at oynatma” alanıdır. Türkiye kapitalizmi, uluslararası kapitalizmin eklentisi; pazarı ise kapitalist dünya pazarının tamamlayıcı bir parçasıdır. Türkiye sermayesi, Kurtuluş Savaşı sonrasında bağımlılık ilişkilerini tamamıyla koparamadığı/koparmadığı nakıs teşebbüsü bir yana, yalnızca bağlanma ve birleşme eğilimi olarak değil, sermayenin birikim süreci bakımından ve nesnel olarak, emperyalizmle birlik oluşturdu.

Bu nedenle, Türkiye sermayesi ve gericiliğinin kendi içindeki çelişki ve çatışmalar da, bu çerçevede gerçekleşti, gerçekleşiyor.

Sermaye ve gericiliğin çeşitli grupları arasındaki çelişki ve çatışmaları, bunların emperyalizmle ilişkilerini dikkate almadan çözümlemek ve anlayabilmek olanaksız. Türkiye, ne örneğin bir İtalya ne de Belçika. Sermaye ve gericiliğin iç çatışmaları, başlıca kendilerine özgü çıkarlardaki farklılıklardan kaynaklanmıyor. Kaynak, emperyalistler ve emperyalist tekeller arasındaki çıkar farklılıkları ve buradan yansıyan çelişkilerdir. Kuşkusuz, Türkiye sermayesi ve gericiliğinin kendi çıkarları da rol oynuyor burada. Ancak bu “kendine özgü çıkarlar” şu ya da bu emperyalist grup ve tekellerle birleşildiğinde, asıl -ve tayin edici olarak- onların çıkarları gerçekleşirken, sağlanacak paylar ya da “kırıntılar” üzerinden şekillenmektedir. Bu nesnel bağımlılık temeli, bir bütün olarak Türkiye sermayesinin “vatanseverlik”inin, ülke kaynaklarının şu ya da bu emperyalist grup ve tekellere kırıntı paylar karşılığı satışını sevmekten başka bir şey olmadığını ve olamayacağını ortaya koyar. Nitekim özelleştirme kapsamında, sadece elektrik santralleri ve PTT’nin “T”si değil, hazine arazilerine varıncaya kadar ülkenin parsellenip emperyalizme peşkeş çekilmesi, bunu kanıtlıyor. “Vatanseverlik”ten, Türkiye sermayesinin anladığı ve varoluş koşullarının altında yatan bağımlılık ilişkileri dolayısıyla anlamak zorunda olduğu, vatanın satışından, ihaneti vataniyeden elde edilecek pay, para ve başka çıkarlar olarak sağlanacak gelirlerdir. Sermayenin vatandan anladığı da, dini-imanı da, yalnızca emperyalizmle işbirliğinden gelecek bu paydır, cebinin şişmesidir, paradır.

 

SERMAYE VE GERİCİLİK İÇİNDEKİ BUGÜNKÜ ÇATIŞMA NASIL AÇIKLANMALI?

Peki, Susurluk’la görünür olan sermaye ve gericilik arasındaki çekişme, somut olarak nasıl şekilleniyor?

Sermaye politikasının tarihsel koşulları

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin dünya üzerinde belirleyici rol oynayacağı koşullar oluştu. ABD yıkıntıya uğramadan ayakta kalabilen hemen tek emperyalist ülke olarak çıktığı savaştan sonra emeğin ve sosyalizmin ülkesi Sovyetler Birliği ile karşı karşıya kaldı. Bundan da yararlanarak, bütün diğer kapitalist ülkeleri kendi etrafında birleştirdi. Uzun süre bu birliğe Amerikan çıkarları yön verdi. Bu durum, oldukça sarsılmasına rağmen, hâla bir ölçüde sürüyor.

Türkiye sermaye ve gericiliğine gelince; onun, İngiltere’yi kendisine bağlayan, Almanya ve Japonya’ya diz çöktüren Amerikan emperyalizmi önünde diz çökmekten başka şansı yoktu. Buna çoktan hazır ve gönüllüydü. Hemen “hür dünya”nın “demokrasicilik” oyununa ayak uyduruldu ve Celal Bayar’ın deyişiyle “küçük Amerika yaratmak için” ABD’nin arkasında safa girildi.

Daha öncesi ve Özal’a kadar sonrası, konumuz açısından hiç ilgisiz olmasa bile, uzatmaktan kaçınmak üzere, atlanabilecek. Bir gerçeği hatırlatıp geçelim: Amerikalılar 12 Eylül’ü “Our boys have done it (bizim çocuklar halletti)” sözleriyle karşıladılar.

Turgut Özal, Celal Bayar’la Adnan Menderes’in taktığından bir numara büyük şapka takıyordu, ama taktığı, aynı şapkaydı. Onların yolundan yürüdü. Farkı, kapitalizmi görece daha gelişmiş, üretim hacminin yanında pazar olarak da genişleyip önem kazanmış bir Türkiye’nin başında olmaktı. “Küçük Amerika” bir miktar “büyümüştü”, ama hedef hâlâ aynıydı. Üstelik görece büyümüştük, şimdi, aynı efendiyle işbirliğini Türkiye sermayesi açısından daha elverişli ve getirilerini daha istenir kılıyordu, işbirliğinden gelecek paylar da büyüyecekti, büyümekteydi. Gerçi büyük başın derdi de büyük olurdu; ama önemi yoktu. Türkiye ya da vatan, babalarının malı mıydı! Sağlanacak gelirler ve toplanacak paylara bakılsındı!

Özal, emek düşmanlığı ve Amerikan taşeronbaşılığı

12 Eylülcülerin izini sürdüğü Bayar-Menderes’in yolundan yürüyen Özal, partisi ANAP’ın kazandığı ’83 seçimleri öncesi ABD’de “kampa” girdi, “hazırlıklarını” tamamladı. Dönüşünde, hükümetin başındaydı; bıraktığı yerden devam etti.

Çizgisi, emeğe düşmanlık ve Amerikan emperyalizmine tam uşaklık çizgisi olarak özetlenebilir.

Özelleştirme belasının gündeme yerleşmesi, onunla başladı. Kapitalist dünya ekonomisi ile entegrasyon, Türkiye pazarının bütünüyle sözde “serbest rekabet’e açılarak, emperyalist tekellere tanınan olanakların sınırsızlaştırılması, ülkenin emperyalizmin, tam bir talan alanı haline getirilmesi için bütün engellerin kaldırılmasına girişilmesi, onun eseridir. TL’nin convertible (dövize çevrilebilir.) oİması, IMF direktiflerinin tam uygulanması, “ihracat seferberliği” olarak patates soğana varıncaya kadar her ürünün maliyetinin altında dış pazarlara sunulması, hayali ihracat da içinde olmak üzere gerçek ya da hayali her türlü satışla ak ya da kara-para, olarak taze para peşine düşülmesi, yüksek ihracat teşvikleri, gümrük duvarlarında indirime gidilmesi, -ananas, kivi, çikita muz vb. ithali olarak gelişen- ithalat serbestisi, kaçakçılığın affı vb. vb. hep onun eseridir. Örtülü ödeneğin büyütülmesinin yanına, örtülü kullanıma olanak sağlayan ve tek merkezi bütçeyi geçersizleştiren -bugün tepkileri ayyuka çıkan nemaları düşük faizle gasp edilmek üzere, fak-fuk-fon türü- bir dizi fonu ekleyen de, odur.

“Yeni dünya düzeni”nin sair gereklerini de Türkiye adına, hızla üstlenen, Özal olmuştur.

Türk-İslam sentezi, eski pan-Turanist ve pan-İslamist yayılmacılığın sentezi olarak Özal tarafından öncellerinden devralındı. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” formülüyle, Balkanlar, Kafkasya’dan başlayıp bütün Türkî Cumhuriyetleri de kapsayan Orta Asya ve Ortadoğu, sözde Türkiye’nin “hinderlandı” ilan edildi. Yeniden eski günlerdeki gibi Orta-Asya bozkırlarında cirit atılacaktı. Bu kez atılacak “cirit”, başkalaştı yalnızca. En önce Uygur’larla Göktürk’lerin attığı Türk” ciritini, Enver Paşa, önce Alman ciriti olarak atmayı denemiş, Birinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlanmasıyla “İngiliz destekli Türk ciriti”ni eline almaya teşebbüs etmiş, başarısızlığa uğramıştı.

Bu kez Özal’la Türkiye, eline Amerikan ciritini alıyordu. Cirit de, basbayağı mızrak olmaktan çıkmış; Azeri, Kazak ve Türkmen petrolleri ve petrol boru hatları, bu ülkelerin imarına “katkı” olarak oldukça büyük inşaat ihaleleri gibi, dünya kapitalist pazarında atılacak türden “ciritlere” dönüşmüştü.

Anılan ve Özal’ın “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” formülüyle tanımladığı bölge, güç ve olanakları ve kapitalizminin özellikleri göz önüne alındığında Türkiye’ye kalacak/bırakılacak KKTC türünden ufak-tefek bir alan değildi. Sadece üretimin stratejik dalları ve devasa petrol üretim hacmi açısından değil, sadece bu bölge ülkelerinin imarı vb. yönüyle, tanıdığı pazar olanakları açısından da değil, siyasal-stratejik güç ilişkileri açısından, da, bölge; bütün emperyalist büyük devletler ve tekellerin üşüştüğü, SSCB sonrası “dengeler”in yeniden oluşmakta olduğu ve “yeni dünya düzeni”nin hangi ağırlıklı ve öncelikli çıkarlar üzerinden kurulacağına ilişkin aralarındaki çelişkiler ve çekişmenin düğüm haline geldiği bölgelerin başında geliyordu. Her ne kadar Özal, “dünyanın en büyük ilk on devleti arasına gitmek” gibi bir “yakın hedeften söz ediyorduysa da, bu, böyle bir hayali, yurttaşlar arasında yayıp tezini uygulamak üzere güç toplamak içindi. Kendisi ve Türkiye sermayesi, kesinlikle hayal kurmuyordu. Kuramazdı; güç ilişkileri ve çekişmelerinin göbeğinde, bu ilişkileri pratik olarak yaşıyordu. Bölgeyi Türkiye’ye orta boy bir emperyalist devlet bile bırakmazdı. Değil ki, ABD, Almanya ve diğer büyükler! Türkiye burjuvazisinin bölgede kendi ciritini atması olanaksızdı.

Geriye kalan tek ihtimal, bir ya da birkaç büyük emperyalist ülke ile işbirliği yaparak ya da tümüyle iyi ilişkiler içinde bölgenin talanından pay kapabilmekti.

Dev olanak ve potansiyeli, rakip tanımaz askeri gücü ve daha çok buradan gelen siyasal güç ve üstünlükleriyle ABD, öteden beri kendisini dayatmaktaydı. Özellikle Almanya ile ticaretin daha gelişkin ve bu ülkenin güç biriktirmekte ve atılıma geçmekte oluşu, en başta onunla ilişkiler üzerinden Avrupa ile sağlanabilecek düzenlemeler ve getirileri küçümsenerek, Amerikan emperyalizmiyle yakınlık tek yanlı geliştirildi. Ve zaten Türkiye öteden beri Amerikan uşaklığı çizgisine yönelmişti. Bu çizgi sürdürüldü.

Türkiye, bölgede Amerikan “taşeronbaşılığı”na soyundu. Özal ve sonra onun izini sürenler, başta Çiller, bu taşeronbaşılıkta ısrarlı ve kararlı davrandılar.

Bosna davası ısıtılıp sıcak tutuldu; Bosna’ya müdahale için çağrılar çıkarıldı ve başında Amerika olan NATO’nun müdahalesi istendi. İzzet Begoviç ile Bosna’da bir köprübaşı tutulduğuna inanılıyor, onun desteklenmesi üzerinden bir koza sahip olunduğu düşünülerek, dağılan Yugoslavya’nın talanından pay kapma peşine düşülüyordu.

Ermenilere karşı Azerbaycan’ın yanında yer alıp Elçibey’e destek sunuluyor, onun gücü yetmeyip Rus etkisiyle tasfiye olduğunda, bir yandan Aliyev ile iyi ilişkiler geliştirilmeye çalışılırken, Elçibey zamanında tutulmuş mevzilerin güçlendirilmesiyle ilerlenmeye uğraşılıyor: olmayınca, Aliyev’e karsı başarısız kalan bir darbe tezgâhlanıyordu. Sözde darbeyi Aliyev’e Demirel haber veriyor, böylece, bu darbenin Türkiye tarafından değil -Türkiye’deki kontrgerilla tartışmaları sırasında ileri sürüldüğü gibi- devleti bağlamayan “bireysel” münafıklar tarafından düzenlendiği kanıtlanmış oluyordu! Oysa Demirel, başarısızlığa uğradığı anlaşıldığında darbeyi haber vermişti. Öyle ya da böyle, Amerikan taşeronbaşılığının gerekleri, başka ülkelerde darbeler düzenlemeyi de içeriyordu.

Bosna ve Azerbaycan’daki Amerikano-Türk oyunu ve bu yönde Türkiye’ye düşen faaliyetler, hem doğrudan Amerikan çıkar ve planlarıyla uyumlu yürütülüyor, hem de Türkiye’yi ABD’ye -sadece sıradan bir müttefik değil- vazgeçilmez bir taşeronbaşı olarak benimsetmeyi amaçlıyordu. En genel amaç ise, buraların talanından Türk tarafına düşecek yağlı kırıntılardı.

Aynı şekilde Orta-Asya cumhuriyetlerinde, başta Türkmenistan ve Kazakistan’la Kırgızistan’da faaliyet yürütüldü. Önde gelen yöneticileri sık sık Türkiye’ye davet edilip bu ülkelere önemli “Türk büyükleri” ziyarete gönderilerek, egemenleriyle iyi ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı. Türkeş ve adamları bu ülkelerden çıkmaz oldu ve kuşkusuz gezmeye gitmiyorlardı. Çeçenistan sorununa, bu nedenle, Rusya’nın tepkisi de göze alınarak müdahale edildi. Silah ve cephane yardımı ile savaşa yollanan “gönüllüler”in yanında, Türkiye, Çeçen davasını uluslararası platformlara taşımayı da üstlendi. Türklük ve İslamiyet kullanılarak, bölgede ileri adım atılmaya çalışılıyordu. Doğal ki, ABD’nin yedeğinde ve onun çıkarları doğrultusunda.

Ortadoğu’ya gelince Özal’ın en çok bastırdığı, bu bölgeye müdahale etmek oldu. Amerikan taşeronbaşı olarak, kuşkusuz, “jandarmalık” ve “koçbaşı” rolü de üstlenmeden olmazdı. Özal, Amerikan emperyalistlerinin peşinden Türkiye’yi sonu gelmez bir maceraya sürükleyerek Körfez Savaşı’na doğrudan katılmayı ve bölgeye “balıklama dalmayı” zorladı. “Koşulların elverişliliği” propagandasını yaparak, “bir koyup yirmi almak”tan söz etti. Bu sözlerde Amerikan taşeronbaşılığı açığa vuruluyor, hesap açıktan ortaya konuyordu. Efendiyle birlikte ve uyumlu yüründükten sonra mesele yoktu, ne harcanırsa misliyle yağlı kırıntı elde edilecekti!

Yürünen, bu bataklık yoldu ve Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’nın peşinde denenmiş, çıkmazı kanıtlanmış, “koca imparatorluktan geriye bir tek Anadolu kalmıştı”! Bu örneği veren tarih ve güç hesabı bilen burjuvalar da vardı. Nitekim Genelkurmay ve Dışişleri bürokrasisi direndi. Necip Torumtay istifa ederek işin ciddiliğini ortaya koydu. Amerikan emperyalizmi ve Özal, Türkiye’yi Körfez batağına sürükleyemedi.

Özal ve sermayenin önemli bir kesimi, “yazık edilip, fırsatın kaçırıldığını” düşündüler ve bir tek Körfeze müdahale dışında Amerikan taşeronbaşılığında ısrar edildi. Irak’a ambargo, en büyük zararı Türkiye görmesine rağmen desteklendi. İran ve Suriye ile ilişkiler gergindi. Suriye, ABD tarafından dayatıldığı üzere, “terörist devlet” muamelesi gördü. Libya’dan uzak duruldu. “Kardeş Müslüman ülke” olmasına rağmen, ABD’nin İran’ın tecridi politikasına destek verildi, ilişkiler sınırlandı.

Amerikan taşeronbaşılığı, Kontrgerilla’nın yükselişini dayattı

Amerikan taşeronbaşılığı Azerbaycan’da darbe düzenlemek gibi, efendinin tüm dünyada uyguladığı yöntemlerin benimsenmesini, bunun araçlarının geliştirilip öne çıkmasını zorunlu kılıyordu. Yükselmekte olan ekmek ve özgürlük mücadelesiyle, PKK ayrılıkçılığı ve ona karşı yürütülen savaş da, bu ihtiyacı körüklüyordu. Kimi PKK ile sürdürülen savaşın ihtiyaçları öne sürülerek, kimi de -ABD’nin İhtiyaçlarından hareket eden bir senaryo uyarınca- kendi taşeronbaşılığında bölgede dışa açılacak Türkiye’nin cephe gerisini sağlamlaştırmak üzere, Özal’ın “Kürt sorununa siyasi çözüm” mesajıyla seferber edildi. Hem nalına hem mıhına vuruluyordu! Ama taşeronbaşılığın ihtiyacını karşılamak üzere, içeride ve dışarıda kullanılacak “vurucu” ve kıyıcı güçlerin organizesi tahkim edildi.

ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yenilmiş Almanya’nın SS ve SA artıklarını derleyerek ve deneylerinden yararlanarak, “soğuk savaş”ın cephe gerisi güçlerini oluşturmaya girişmişti. ST-31/15 şifre numarasıyla talimnamesi Pentagon tarafından yayınlanmış, kimi ülkelerde Kontrgerilla, kimi ülkede Gladio olarak, adlandırılan teşkilatlar, devletlerin “çelik cekirdek’lerini oluşturmak üzere örgütleniyor ve örgütlenip etkili oldukları ülkelere Amerikan etki ve doğrudan yönlendirmesini taşıyan önemli bir rol de oynuyordu. Yöneticileri doğrudan ABD’de eğitilen bu şebeke, darbe düzenlemekten dezenformasyona, psikolojik savaştan pasifikasyona (köy yakma vb. aracılığıyla insansızlaştırarak alan boşaltma), “faili meçhul” cinayetlerden suikastlara kadar her yöntemi kullanıyor ve en başta Amerikan çıkarı ve tabii ki “vatan” adına her şeyi mubah görüyordu.

Finans kaynağı olarak, örtülü ve örtüsüz devlet ödenekleri kuşkusuz yetersiz kalıyordu. Devleti işleten asıl mekanizmanın “omurgası” olarak, hiç de küçük bir teşkilat değildi. Kullandığı yöntemlere uygun olarak kendi finansmanı sağlayıp bunun için gerekli kaynakları oluşturmakta “komando usulü” serbest bırakılmıştı. Yöntemleri, kullandığı ilişkileri de belirliyor; kaynakları, yeraltı ya da “kayıt dışı ekonomi” denen alandan ediniliyordu. Her ülkede Mafya ile iç içe girmişti. Bu İtalya, İsviçre, Japonya, İspanya örnekleriyle olduğu kadar en son Türkiye örneğiyle de kanıtlandı.

Taşeronbaşılığa soyunma, vatana ihanetin en üst düzeyine vatanseverlik adı takılarak, önceden kurulmuş ve çalışan bu “çekirdek”in güçlendirilmesini dayatmıştı.

Taşeronbaşılıkta ısrar, Kontrgerilla’nın çığırından çıkması ve “temizlik” ihtiyacı

Ama iki yönden birden bu sistem cerahat kusmaya başladı. Kontrgerillanın yöntemleriyle, astığı astık kestiği kestik uygulamaları, halkı, “sıradan” insanı ürkütüp sindirse bile, devlete güven namına bir şey bırakmadı. Doğrudan polis ve asker olarak “güvenlik kuvvetleri”nden yayılan güvenliksizlik, kendisini herkese hissettirdi. Her isçi, memur, gençlik gösterisine, cezaevlerine, tutuklu yakınlarına, “Cumartesi annelerine”, insan hakları savunucuları ve gazetecilere, OHAL bölgesinde başta köylüler olmak üzere herkese yönelik kontracı saldırganlık, her ağzını açanı karşı bir gerilla (kontrgerilla) faaliyetinin hedefi haline getiren pervasız tutum, ciddi hoşnutsuzluk ve tepkilere yol açtı.

Özelleştirme, zamlar, ekmeğe ve işe muhtaç eden ekonomik saldırılara kontrgerilla saldırganlığı eklenince, emekçiler, yığınlar halinde, yalnızca sermaye partileri ve parlamentodan umut kesmeye yönelmekle kalmadılar, düzenden ve devletten de umut kesmeye başladılar.

Üstelik kontrgerillanın mafya ile içli dışlılığı Susurluk olayı ile herkesçe görünür olmuştu. Bu yönüyle de sistem irinini dışa vurmaktaydı. Uyuşturucu trafiğinin hiç de yalnızca mafyacılar tarafından yürütülüp yönetilmediği, adı çok duyulan pek çok ünlü “devlet büyüğü”nün bu trafiğin içinde değil başında olduğu kanıtlanmadıysa bile, sıradan insan tarafından hissedildi.

Hissetmek, önemlidir. Hoşnutsuzluk ve tepki buradan başlar, güvensizlik ve kopma buradan gerçekleşir. Ve hissetmenin de ötesine geçildi. Bu ilişkiler yaşanarak görüldü ve bilindi.

Topal ile Ağar’ın ortaklığı; öldürülen “mafya babası” Celal Ateş’in MGK Genel sekreterliği yapmış Doğan Bayazıt’ın adamı ve ortağı olduğu, Retrans direnişine, başında JİTEM elemanlarıyla, jandarmayı saldırtan General Veli Küçük’ün Kontrgerillanın üst düzeyinde yer aklığı ve “Yeşil” kod adlı, her pisliğin altından çıkan fidyeci katilin bağlı bulunduğu kişi olduğu bilindikçe, sistemden ve devletten kopuş boyutlanmaktaydı.

Buna bir çare bulmak gerekiyordu. Devlet tartışılmaya başlanmıştı. Ortalama yurttaşın gözünde ordunun pek temiz kalmadığı ve bir darbenin de önemli bir destek sağlayamayacağı görülüyordu.

Bir yandan kaldığı kadar “temizliği” ile ordu, “temizliği”ni de kanıtlamak üzere, öte yandan TÜSİAD devreye girdiler. Sistem ve devletten umut kesmeye neden ve ihtiyaç olmadığını, kendilerinin ne güne durduklarını ispatlamaya soyundular. Görünüşte, onlar da muhalefete geçmişti! Raporlar yayınladılar ve en başta Sabancı Center ile asker kişilerin oturdukları lojmanların ışıkları birer dakika sönmeye başladı. Hoşnutsuzluğu ve tepkileri artlarında toplamalarının başka yolu yoktu. Sistemi kurtarmalarının başka yolu yoktu. Hoşnutsuzluğun yoğunlaştığı sorunları, düzenden kopmaya yönelen kitlelerin dile getirdikleri talepleri ardı ardına sıralayan raporlarla TÜSİAD’ın ve onun biraz daha gerisinde kalan cesaret düzeyiyle

MGK’nın ortaya koymaya çalıştığı “muhalif” platform; bu nedenle, Amerikan taşeronbaşılığı ve onun gereği yaygın ve irin saçacak başıboşluğu ile kontrgerilla faaliyetinin rayından çıkarmakta olduğu sistemi yenilemenin platformu olarak gündeme getirilmiştir.

Sistemi yenilemenin bu ihtiyacı, halkı ve kamu vicdanını tatmin edecek bir göstermelik “temizlik” yapılmadan karşılanamazdı. Zorunluydu; kurban verilecekti. Üstelik Amerikan taşeronbaşılığında kararlı yürünürken kontrgerillanın çığlından çıkan ve başıbozukluğa varan faaliyetlerinin de bir düzene sokulması gerekiyordu. Bu haliyle yarardan çok zarar getirmekteydi. Kişisel hırslar ve tatminlerin, bol paraya kavuşmanın yanında hesapsız-kitapsız saldırganlığın, çoğu itirafçı ve ölüm makinesi olarak çalışırken her kıpırdayan canlıya ateş eden özel tim elemanı psikopat tetikçinin, Çatlı ve “Yeşil” türü insanlık ayıbı katilin öne çıktığı “çekirdek” örgütlenmeye çeki düzen verme ihtiyacı, kendisini dayatmıştı. Bu “temizlik” en zararsız şekilde yapılmalıydı; ama yapılmalıydı.

Bir “temizlik” etkeni olarak, Avrupa’ya beğendirme çabası

Bu “temizlik”, yurtdışından gelen insan hakları eleştirilerine bir de uyuşturucu ülkesi olma suçlamasının eklenmesiyle, Türkiye’yi ele güne karşı savunulabilir ve “ortak” ya da işbirlikçi olarak pazarlanabilir kılmak için de, zorunlu hale gelmişti. Avrupa’da Türk bayrağı ucuna eroini simgeleyen enjektör iliştirilerek medyada yer almaya başlamıştı. İçerde emekçileri aldatmak daha kolaydı ama elin oğlu kül yutmuyordu! Doğal ki, kül yutup yutmaması önemli değildi: önemli olan, Alman, Fransız vb. sermayesinin çıkarları ve bu çıkarların tatminiydi. Avrupa, aslında, kendi çıkarlarıyla görece uyumlandırılmış bir Türk tutumu istiyordu Bu olduğunda, her türden olumsuz olguyu görmezden geleceği ve eleştirilerinden vazgeçeceği kuşkusuzdu. Çıkar uyumsuzluğu olduğundan, Türkiye, gözü diğer emperyalistleri hemen hemen görmeden Amerikan uşaklığında ısrarlı davrandığından, “insan hakları” sorunu, Avrupalıların elinde, Türkiye’yi uyaran ve kendi çıkarlarını dikkate almalarını isteyen bir “çomak” rolü oynamaktaydı. .Avrupa açıkça Türkiye’ye ve Amerika’yla olan ilişkilerine çomak sokmaktaydı.

Temizlik”, Avrupalılar tarafından, bu ilişkilerde de bir düzeltmeye gidileceğinin belirtisi olarak yorumlanacaktı. Türkiye burjuvazisinin kendisini Avrupalılara beğendirme gibi bir zorunluluğu vardı. Başka her şey bir yana, Türkiye, Gümrük Birliği’ne girmişti ve Avrupa Birliği’ne üye olmak istiyordu. Getirileri vardı. Kuskusuz, Türkiye sermayesi acısından.

Bu yönüyle de “temizlik” yapılmalı, dışa karsı görüntü de kurtarılmalıydı. En az zararla yapılmalıydı, ama yapılmalıydı!

Medya “temizlikçiliği”nin sırrı

Bir yandan “devleti töhmet altında bırakmayalım” dendi, bir yandan da, belirli ilişkiler ve kişilerle sınırlı bir “temizlik kampanyası” yürütmesi için, medyaya talimat verildi.

Medya, Susurluk kazası ile birlikte, ilk günden harekete geçti. Hatta önceden Yüksekova, Söylemezler, Kocaeli vb. “çeteleri” üzerinden zorlamış, ama henüz yeterince açık vermemiş Amerikanofillerin direnişi karşısında püskürtülmüş ve başaramamıştı. Bu, aslında medyanın değil, “temizlik”i giderek daha çok gerekli görmekte olan sermayenin Amerikan taşeronbaşılığı ve sonuçlarından ağzı yanmış gruplarının başarısızlığıydı. Türkiye burjuvazisi ve gericiliğinin, Türkiye’nin, acı ve yıkıcı sonuçları giderek daha çok hissedilmekte ve emekçileri düzenden ve devletten kopuşa götürmekte olan görüntüsünü değiştirmeyi zorunlu sayma noktasına gelmiş grupları, bu gelişmeler karşısında güç toplamaktaydı. Körfez Savası sırasında adamları olan Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa etmek zorunda kalmıştı. Şimdi, bütün bu gelişmelerden sonra daha güçlenmişlerdi ve iktidarda ağırlıklarının artmasını dayatıyor, rakip gruptan “kelle isteyerek” “temizlik”i örgütlüyorlardı. Bu nedenle, iktidardayken, “muhalif” bir görüntü vermekteydiler. Sermayenin iktidarda ağırlık kazanma amaçlı iç mücadelesi, egemenler arasındaki bu hesaplaşma, Susurluk’la birlikte açık bir biçimde, dışarıdan da görülmeye başladı.

Dengelerin değişmesi, kolay ve bir çırpıda olmuyor. Bu sürtüşme, yeni hesaplaşmaları da kapsayıp genişleyerek, hâlâ sürüyor. Ancak belirli bir yön aldığı da görülüyor.

Medya, hep bir ağızdan bu mücadeleyi yansıttı. Düğmesine basılmışçasına Susurluk’ta ortaya dökülen pisliğin üzerine bu nedenle gitti. Sağını solunu örte örte ve ancak “temizlik” görüntüsü verme ihtiyacındaki sermayenin bu ihtiyacını yansıtacak boyutuyla. Başka türlüsünün olanaklı olmadığı kolayca tahmin edilecektir. Ünaldı direnişini tek satır olsun yansıtmayan, Ankara’daki “laik” kadın mitingini abartarak verirken aynı gün Lüleburgaz’daki özelleştirmeye karşı mitingi -en “solcu” sayılan Cumhuriyet’e kadar- hiç görmeyen medya, kuşkusuz, “haber” olduğu için ya da tiraj kaygısıyla Susurluk üzerinden bir “temizlik” öngörmezdi; bu yönde yayın yapmazdı. Medyada çalışan basın emekçisi habercilerin varlığıyla örneğin, medyanın Susurluk karşısındaki tutumunu açıklamak olanaksızdır. O sermayenin sesidir ve üstelik iletişim olanaklarının olağanüstü genişlediği “yeni dünya düzeni” koşullarında, medyaya, eskiden olduğundan fazla bir rol, toplumu yönlendirmede başlıca işlev yüklenmiştir. Susurluk ve “temizlik kampanyası”na ilişkin olarak da medya, doğrudan bu işlevini gerçekleştirdi ve sermayenin ihtiyacını karşıladı.

İktidar payına bağlanmış sınırlı “temizlik” ve kamuoyu tatmini

Ancak kesindi ki, “temizlik”, devlete zeval vermeden yürütülecek, mümkün en asgari “pislik” deşifrasyonuyla yetinilecek, karşı açıklamalarıyla direnişlerinin olumsuz sonuçları dikkate alınıp, pek de mağdur edilmeden, az sayıda adam harcanmasıyla nihayete erdirilecekti. Asıl olan, yığınların hoşnutsuzluk ve düzenden kopuşlarını önleyecek bir “temizlik” yapıldığına dair tatmin duygusu yaratacak göstermelik soruşturma ve kovuşturmalarla, “temizlik”in geçiştirilmesiydi. Ama bu arada hedefe de ulaşılmış olunacak; giderek bütün diğer kesimlerini arkasında toplamaya başladığı görünen “temizlik yanlısı” sermaye kesiminin iktidardaki ağırlığı artacaktı.

Ekonomi İle siyaset arasındaki göreli özerklik

Bu iktidar oyunu, aslında, sermayenin çeşitli kesimleri arasındaki bir oyun olmaktan çok sermayenin politikasını yürüten, onu devlet yönetiminde temsil eden gruplar arasındaki bir oyundur.

Kuşkusuz, genel olarak sermaye adına onun şu ya da bu politik temsilcisi tarafından öngörülüp uygulanan her politika ya da daha da genelleşmiş olarak program, ağırlıklı olarak şu ya da bu sermaye grubu ya da kesiminin işine gelir. Bu kesimler, doğal ki, daha çok işlerine gelen politikaları dayatır, karşı etki olarak, arasında nüans farkı da olsa, başkasının değil ama o politikanın uygulanmasından beslenir ve dolayısıyla o politikanın asıl ve ağırlıklı dayanağı olurlar.

Sermaye, politik değil, sosyal ve ekonomik bir kategori ve güçtür. Politika ise, ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir ve sermaye adına, onun politik temsilcileri tarafından yapılır. Ve sermaye adına yapılan her politika, sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarını yeterince karşılayıp karşılamadığına göre, ekonomik ve sosyal yönüyle nesnel karşılığını bulur. Sermayedarlar, ya o ya bu politika ve politik temsilcilerinin ardında toplanır, onları desteklerler.

Sermaye politikacıları, kuşkusuz sermayenin çıkarlarına uygun politikalar üretir ve yaparlar; ancak, ikincisi birincisinin yoğunlaşmış ifadesi olmasına karşın, ekonomik faaliyetin yürüyüşü ile politik faaliyetin yürüyüşü ayrı ayrıdır. Her ikisinin, tarihsel şekillenişleriyle kendi koşulları ve kendine özgülükleri vardır. Tek sözcükle nitelemek gerekirse, politika ekonomi karşısında göreli bir özerk alan oluşturur. Ekonomi ile bire bir çakışmaz.

Sermaye politikası sermayenin çıkarlarını yansıtmak için yapılır: ancak gelişimi, oluşumu ve koşullarıyla, politika, ekonomiden ayrı ve farklı bir alan oluşturduğundan, her politikanın ekonomik çıkarları tam tamına yansıtması, denemeli-yanılmalı pratik bir süreci de gereksinir. Sonuçta, sermayenin nesnel çıkarları, kendisi adına uygulanan politikalarla ya çakışır ya da bu çakışma, -fiyatların, piyasa dalgalanmalarının ortalaması olarak oluşması türünden- onların düzeltilmesini zorunlu kılarak gerçekleşir.

Örnek vermek gerekirse, Özal ya da Çiller veya Yılmaz, sermayenin politik temsilcileridirler. Sermaye adına uygulanmak üzere, belirli farklılıklarla, kısmen değişik politikalar önerirler. Bunlar, temelde birbirlerinin aynısı politikalardır: ancak, nüansta, önceliklerde, kullanılacak araç ve yöntemlerde farklılaşırlar. Örneğin yaşayan son ikisi, özelleştirme ve hatta hızı konusunda aynı politikanın izlenmesinde birlik halindedirler. Ya da zamlar konusunda tutumları aynıdır ve hangisi hükümet olursa, zamları yaparlar. Ama birbirlerini eleştirmeden de duramazlar; yöntem sorununda anlaşamazlar örneğin. Ya da “kendi adamları”nı gözetmede anlaşamazlar. Örnekse, Özal döneminde iktidar nimetlerinden sebeplenenler farklıydı. Çiller’in sebeplendirdikleri farklı. RP’ninkiler daha farklı. Bu, her Sermaye politikası ve politikacısının ağırlıklı olarak dayandığı ve çıkarlarını gözettiği sermaye grupları olduğu gerçeğine kadar gider.

Ya da son olarak “demokrasi raporu” hazırlayan TÜSİAD’ı alalım. TÜSİAD, bizzat sermayenin kendisi midir? Söyledikleri, raporları vb. sermayenin bütününün çıkarlarını mı yansıtır? Haydi, sermayenin bütünü olmasın, büyük sermayenin bütününün çıkarlarını tam tamına ifade eder mi? Kuşkusuz, hayır. Etmediğini, yaşayarak öğrendik. Rapora, bağırıp çağırarak karşı çıkan TÜSİAD üyesi de -Asım Kocabıyık- vardı, önceden bilgi verilmediği gerekçesiyle herhangi bir görüş açıklamadan “muhalefet şerhi” koyan Rahmi Koç gibi anlı şanlı biri de çıktı.

Burada bir terslik yoktur. Örgüt ve politika olan yerde, bu özel alana ilişkin özellikler devreye girer ve ekonomi karşısında görece bir özerklik kaçınılmaz olur. TÜSİAD, büyük sermayeyi en sıkı temsil eden bir dernektir; ama yine de, bir dernektir. Görüş açıkladıkça, politika yapmış olur ve politikanın kuralları bir ucundan da olsa geçerli hale gelir. Üretmek, satmak, artı-değer ve kâr elde etmek başkadır; bu ekonomidir. Onun dış koşullarına ve bu koşulları daha elverişli hale getirmeye yönelik düzenlemeler başka: bu ise, politika alanına girer.

Sonuç olarak, tek tek ya da bir sistemin parçaları olmak hesabıyla bütün olarak, TÜSİAD üyesi sermayedarların ekonomik çıkar ve faaliyetleri ile politika yapmaya soyunduklarında ortaya attıkları görüşlerin tam çakışması, her zaman gerçekleşmez. Bu, TÜSİAD’cıların politik bilgilerini de kapsayan genel birikimlerine, ekonomik çıkarlarını politika düzeyine yükseltme becerilerine bağlıdır. Ve her başarılı kapitalistin başarılı bir sermaye politikacısı olacağına dair bir kural yoktur. Bu genellikle gerçekleşmemiş; sermaye, hemen daima kendi politikalarını üretecek politik temsilcilerle bürokratlara ihtiyaç duymuştur. Çünkü örneğin tarih ve özellikle uluslararası ilişkiler tarihi ve dış ilişkilerin dengeleri üzerine ciddi bir bilgi ve bunu edinmeye yönelik çalışma olmadan dış politika üretilemez; ama işte buradan da, politikanın, ekonomi karşısındaki göreli özerkliği ve her durumda ekonomik çıkarları tam tamına yansıtamayışı zorunluluğu çıkar.

Ekonomi ile politika arasındaki bu göreli özerklik ilişkisi; birincisi, TÜSİAD’ın raporuna gereken önemi vermekle birlikte, sermaye adına TÜSİAD’dan başka bir şey görmeme körlüğü tehlikesi karşısında uyanıklık açısından ve ikincisi, sermaye ve gericilik içindeki sürtüşmeler ve iktidar oyununu, bir çırpıda, sosyal ve ekonomik yönüyle üzerlerine oturtacak Koç, Sabancı vb. grupları aramaktan kaçınma gereğine ilişkin olarak bilinmeli ve akılda tutulmalıdır.

Ve bir üçüncüsü. Türkeş’in Sabancı’ya ya da Genelkurmay’ın raporu nedeniyle TÜSİAD’a “fırça atması”, ekonomi ile siyaset arasındaki görece özerklik ilişkisi bilindiğinde, bunlardan hareketle yanlış sonuçlar çıkarmak ve ilginç tahliller yapmaktan kaçınılabilecektir. TÜSİAD ve onun temsil ettiği büyük sermayenin orta sınıf ve onun örgütü olduğu ya da asıl egemenlerin sermaye değil “devlet sınıfı” ya da “kastı” olduğu türünden, hemen tümüyle medyatik geleneksel solculuk kaynaklı değerlendirmeler, bu nedenle çarpıktır ve doğrudan sermayenin yedeği olmayı haklı çıkarmaya yöneliktir.

Göstermelik “temizlik”in gerçek önlemleri

Toparlanırsa, sermaye ve gericilik içindeki iktidar oyunu, sermayenin çıkarlarını yansıtan onun belirli temsilcileri arasındaki oyun gibi görünür.

Oynanan son iktidar oyununda, ağırlıkları giderilmek durumunda olanlar, Çiller-Ağar ekibidir. Bu ekip, gözü Amerikan taşeronbaşılığından başka bir şey görmeyen ve bunun için her şeyi mubah sayarak işin şirazesinden çıkmasına ve toplumsal tepkinin neredeyse patlama noktasına gelmesine yol açan bir ekiptir.

Onların ağırlıklarını gidermek üzere başlatılan “temizlik kampanyası”, kuşkusuz, kontrgerillanın giderilmesini, örneğin dağıtılmasını öngörmemektedir. Nihayet, emek de tepkisini alanlara taşımaktadır; ancak, planlı “temizlik” girişimi, bu tepkileri de yatıştırmak üzere sermayeden gelmektedir. Ve kontrgerilla, hele Türkiye gibi bir ülkede sermayeye gereklidir. Bunca özelleştirme ve işten atmanın, bunca ekmeğe muhtaç etmenin olduğu, insanların yalnızca sefalete değil açlığa mahkûm edildikleri Türkiye’de, sermaye ve hiçbir politikacısı kontrgerilladan vazgeçemez. Nitekim geçmiyor da. Türkiye sermayesi, öylesine güce ihtiyaç duymakta ve “temizlik”adına öylesine herhangi güç araçlarına zarar gelmesinden kaçınmaktadır ki; yakalanması ve tutuklanması kötü örnek olarak, “güvenlik güçleri”nin cesaretini ve şevkini kırar ya da kendisini kurtarmak için söyleyecekleri başkalarına ve “çekirdek”e zarar vermek üzere “temizlik”in büyütülme zorunluluğunu dayatır kaygısıyla, birçok kontrgerilla suçlusunu yurtdışına vb. kaçırmakta ya da kaçmasına göz yummaktadır. Çok şey bilen üst düzey elemanı İbrahim Şahin, ilk sorgusunda Demirel ve Çillerler’in adını veren Ayhan Akça, ilk yazılı ifadesinde bile Kürt illerindeki kontrgerilla faaliyetlerini yöneten askeri şeflerin adını veren Kahraman Bilgiç gibi.

Bu içerikteki bir “temizlikçi” tutumun öngördüğü önlemler de içeriğine uygun oldu. Kontrgerilladan vazgeçmek ya da bunu tartışılır bulmak bir yana; tepkileri yatıştırmak üzere “temizlik kampanyası” türünden supaplar devreye sokulsa bile. İşçi ve emekçi yığınların ekonomik ve siyasal çok yönlü saldırganlıkla köşeye sıkıştırılmışlıklarının toplumda yol açtığı mayalanma gözlenerek, kontrgerillanın bağlı olduğu MGK’nın yetkilerini artıran bir Başbakanlık Genelgesi yayınlandı. MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı bir “Buhran Yönetim Merkezi” oluşturulmuştu. “Çekirdek”, temizliklerle zayıflatılmak şöyle dursun, yeni araçlarla güçlendiriliyordu. Gerekçesi de açıktı: Bu yeni organa, yaygın grev ve genel grev ihtimaline karşı gerek duyulmuştu.

Ve göstermelik düzeyiyle sınırlandırılmış bir “temizlik kampanyası yürütülmeye başlandı. Devlet yeniden yapılandırılacaktı. Ne kadar yeniden? Çok da fazla değil. “Yenilik”, hemen sadece görüntüye ilişkin kalacak, ilişkilerin yeniden düzenlenmesi ile yetinilecekti. Örneğin. Özel Timin Genelkurmay’a bağlanması gibi.

Amerikan taşeronbaşılığının sınırları ve hayaller

Bu “temizlik” kampanyası, sermayenin Amerikanofillikle çok şey elde edilebileceğinin hayal olduğunu yaşayarak görmesiyle de beslenmektedir. Bir şey daha ortaya çıkmıştır ki, Özal’ın avangartlığını yaptığı, Kontrgerillayı da bugünkü denetim dışına taşan başıbozukluğuyla pervasızca öne çıkaran Amerikan taşeronbaşılığı çizgisi, politikanın ekonomiden görece özerkliğini kanıtlayan bir gelişme olarak, sermayenin uzaklaşmaya yöneldiği bir çizgi halini aldı.

Özal’ın yürüdüğü, ardından Çiller’in yürümeyi sürdürdüğü yolun, iki nedenle, Türkiye sermayesi ve gericiliğinin tasarladığı kırıntıları elde etmesine elvermediği belli oldu.

Birincisi, Amerikan emperyalizmi, Türkiye sermayesinin üzerine hesap yaptığı tek başına dünyayı yönlendirme ve hegemonyası altına alma ve böyle tutma gücünden giderek kaybetmekteydi. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dünyanın tek efendisi rolünden uzaklaşmaktaydı. Türkiye sermayesi, tek başına Amerikalı efendinin peşine takılıp onun taşeronbaşılığını yapmaya soyunarak, hayal edilen “bir koyup yirmi almalar”ın gerçekleşmediğini ve gerçekleşemeyeceğini gördü.

İkincisi. Türkiye’nin ve Türkiye sermayesinin “eti-budu” da, taşeronbaşılığı rolünü kaldırmaya müsait değildi. Bu da gerçekleşmedi, gerçekleşemeyeceği görüldü.

Amerikan emperyalizmi, dünya üzerinde hegemonya peşinde koşmak üzere, artık yalnız değildi. İngiltere, hala önemli ölçüde, çıkarları ve politikalarına, ABD’ye endeksleyerek yön verse bile; Almanya, Fransa, Japonya gibi yeni rakipler türemişti. Bunlar, henüz, bütünüyle Amerikan çıkarlarını görmezden gelecek ölçüde kendi tam karşıt çıkar ve politikalarını dayatmaya başlamamış olsalar ve henüz belirli ölçülerde ABD çıkar ve politikalarını hesaba katan ve onlarla uyumu gözeten politikalar izleseler dahi, başlıca, yeni emperyalist mihraklar halinde ortaya çıkmaya yönelmişlerdi. Henüz, -bir ölçüde Fransa dışında tutulursa- ciddi bir askeri güçten yoksundular ve daha çok ekonomik ve politik güçler olarak davranıyorlar; buradan kaynaklanarak, ABD çıkar ve politikalarıyla uyumu gözetiyorlardı. Bunun bir başka etkeni de, bu ülkelerdeki Amerikan yatırımlarının hâlâ önemli bir düzeyde oluşuydu. Ama kendi ağırlıklarını hissettirmeye de başlamışlardı.

Japonya, Pasifik’te bölge ülkelerini kendi etrafında toplayarak, henüz askeri bir pakt olarak ortaya çıkmamış olsa bile kümelendiriyor; Avrupa, AB olarak birleşiyordu. ABD’ye, yanına Kanada ve Latin Amerika ülkelerini alarak, NAFTA’yı kurmak düşmüştü. Dünyanın ekonomik olarak yeniden paylaşımı başlamıştı. Her üç oluşumun aralarında bağlantılar yok değildi; ama üç “çöplüğün” başında üç “horoz”, başlıca “çöplüklerini” ayırmışlardı.

Ve iş, “çöplükler”in ayrılmasıyla kalmadı, ötesine geçildi.

Türkiye’yi ilgilendirdiği kadarıyla ele alınırsa…

Balkanlar’ın yeniden yapılandırılmasında Amerikan emperyalizmi, her yönüyle tayin edici olamadı ve Türkiye sermayesinin, üzerinden yaptığı hesapları boşa çıkardı.

Hırvatistan ve Slovenya, bir dizi tarihten gelen yakınlığın yanında, ekonomik nedenlerle de Alman “hinderlandı”na dahil oldular Bosna ile Hırvatistan’ın birleştirilmesi girişimi ile ABD’nin almak istediği ileri adım henüz gerçekleşmiş değil. Dolayısıyla, Bosna üzerinden Türkiye’nin hesapları da tutmadı.

Bosna ya da Makedonya bir yana, Amerikanofillik, Yunanistan’la ilişkilerin içinden çıkılamaması yanında, “yavru vatan” Kıbrıs dolayımıyla içine düşülen çıkmazın da temel bir etkeni oldu.

Kafkasya’da Azerbaycan macerası, hüsranla sonuçlandı. Hem ABD Ermenileri de kollayan bir politika izleyerek Türkiye’nin Azerilere yönelik hesaplarını çıkmaza soktuğu hem de Rus ağırlığı karşısında yine ABD onunla uzlaşmayı çıkarlarına daha uygun bulduğu için. Amerika’nın el altından yeşil ışık yaktığı darbe girişimi ise, Türkiye’nin gücünü aştığı için başarısız oldu. Sonuçta, Azeri petrolleri için kurulan “kurtlar sofrası”nda Türkiye’ye düşen pek bir şey olmadı. Elde edilen yüzde 5’lik işletmeye katılım payının, maliyeti kurtarıp kurtarmayacağı kuşkuludur.

Orta Asya’nın Türkî Cumhuriyetleri’ne yönelik macera da, benzer şekilde sonuçlandı. Birkaç inşaat ihalesi alınmakla yetinilmek durumunda kalındı ve Türkmenistan petrolleri üzerine kurulan hayallerin de üzerine “bir bardak soğuk su” içildi. Bilmem kaç yıl sonraki gelecekte bir Türkiye limanına ulaşması sadece tartışılan bir boru hattı lafından başka bir şey elde edilemedi.

Bölgede Rusya önemli bir faktördü. ABD tarafından gözden çıkarılamayacak kadar önemli. Ve ABD, Türkiye’ye düşecek kırıntı uğruna çıkarlarını başka türlü düzenlemez, politikalarını örneğin Rusya karşısında Türk atına oynamak üzerine kurmazdı. Söz konusu olan, yalnızca Rusya’nın ağırlığı olsa neyseydi. Ayrıca Almanya, neredeyse Rusya ile ittifak politikasına yöneliyordu ki, ABD’nin bu durumda Rusya’yı daha çok gözetmesi doğaldı.

Ortadoğu’da da, Amerikan taşeronbaşılığı hayali, geriye koca hır sıfır, hatta eksi bıraktı. Türkiye, Irak ambargosundan zararlı çıkan başlıca ülke olduğu gibi, zararı, yılda 2,5 milyar dolar gibi küçümsenmeyecek bir miktar oluşturuyordu. ABD, ambargoya razı etmek üzere Türkiye’ye söz verdiği “zararı karşılama”nın ise, bir daha hiç lafını etmedi. Üstelik en zor zamanında düşmanca yaklaşım gördüğü için, Irak’ın, Türkiye ile arası eskisinden çok bozuldu. Oysa dar zamanında Türkiye’yi yanında ya da tarafsız görse, Irak’ın yapmayacağı yoktu. Üstelik ABD’nin Irak ambargosunu sürdürme zorlaması, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde başta Fransa tarafından veto edildi. Fransa, Irak’a yönelik Almanya’yı da yanına almış, ABD’den farklı bir politika izliyordu. Irak’taki Fransız etkisi gelişmekteydi ve ABD, Irak üzerinde yalnızca Irak’la değil, Fransa ile de sürtüşmekteydi.

RP hükümeti öncesine kadar Türkiye, Amerikan emperyalizminin yönlendirmesiyle İran’ı tecrit politikası izlemişti. ABD, İran’ı “terörist ülke” ilan etmişti ve kendisinin bölgedeki çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görüyordu. Ama tecridini başaramadı. Çünkü İran üzerinde yalnızca İran’la değil, aynı zamanda ve daha da çok Almanya ile kapışmaktaydı. Almanya’nın İran’daki yatırımları ve onunla ticaretinin hacmi de, ayrı ayrı, onar milyar dolarlık düzeyler oluşturuyordu. Ve Almanya, bölgede “atlama tahtası” olarak İran’ı görüyor ve arkasında yer alıyordu.

Sonuçta, Türkiye’nin İran’la ilişkisinin bozulup gerginleşmesi ve İran Büyükelçisi’nin Sincan’daki gecede olduğu gibi Türkiye’nin içişlerine bile karışır tutum almasıyla karşı karşıya kalındı. Üstelik neredeyse tek basına ABD’nin peşinde Türkiye, tarihlerinde neredeyse hiç bir araya gelmemiş iki düşman kardeşin, Suriye ile Irak’ın kendi karşısında birleştiklerine tanık oldu. Fırat ve Dicle’nin sularını paylaşmayı ileri sürerek, ama Türkiye’nin izlediği genel politikadan kaynaklanan nedenlerle, bu iki ülke, Mısır’ı yanlarına, İran’ı da arkalarına alarak Türkiye’nin karşısına dikildiler.

Sonunda tek başına Amerikan taşeronluğunda ısrar etmenin bir anlamı olmadığı görüldü ve politika değişikliği ihtiyacı doğdu.

Taşeronbaşılıktan denge siyasetine geçiş

Susurluk kazasının ardından gelen tutumları da önemli ölçüde besleyen ve kontrgerillaya çeki düzen verilmesini de içeren bu değişiklik, Amerikan emperyalizmi uşaklığından genel olarak emperyalizm uşaklığına geçiş olarak gerçekleşmektedir. Doğu Perinçek’in “Amerikancılara karşı kuvayacı Genelkurmay” olarak tanımladığı taraflar doğru olsa bile, takılan sıfatlar yanlıştır. Genelkurmay, bir tarafın karargâhı olarak görünmektedir. Ve değişiklikle, buna bağlı “temizlik” ve devletin yeniden yapılandırılması, bu karargâhtan yönlendirilmektedir. Yalnızca bu doğrudur.

Amerikan taşeronbaşılığından, kökleri Abdülhamit’e ve daha yakın tarihte İsmet Paşa’ya kadar uzanan, emperyalistler arasında denge politikasına, tek bir emperyaliste değil belli başlı emperyalistlere uşaklık politikasına geçilmektedir. Bu, Amerikan karşıtlığına bir geçiş değildir. Türkiye’nin, Amerikan ağırlığıyla dengelemek üzere, eskisine göre diğer emperyalistlerle olan ilişkileri ve bunların etkisinde bir ağırlık artışına yöneldiği; emperyalistlerle ilişkiler ve bunların oluşturduğu dengede yalnızca ağırlıkların değişmekte olduğu bilinmelidir.

Bu ikisi arasında, vatan ve ulusal değerlerle bağlantılı olarak en küçük bir fark yoktur. Geçiş yapılan denge politikasının ne “kuvayacılık”la ve ne de anti-emperyalizmle en küçük bir ilgisi vardır. Tersine, bu politikada emperyalizme uşaklık kategorik olarak daha köklüdür; “dengecilik”, sadece Amerikalılar karşısında değil belli başlı bütün emperyalist devletler karşısında boynu büküklüğü, taşeronluğu ve uşaklığı zorunlu kılmakta ve öngörmektedir.

Hükümetlerin politikalarına karşın, “devletin dış politikası değişmez” formülüyle savunula gelen ve dışişleri bürokrasisi tarafından -zaman zaman hükümetlerin baskılarından kaynaklanan sapmalar dışında-uygulanmış olan bu denge politikasının bir diğer temel unsuru, -yine sapmalar dışında- Genelkurmay olmuştur. Türkiye’nin en gelenekçi iki kuruluşu da, bu ikisidir zaten. Şimdi, zorlanan Amerikan taşeronbaşılığından, yine aynı noktaya dönülmektedir.

Refah Partisi, sancıdan yararlanma çabası ve “kol kaptırma”

Refah Partisi ardında örgütlenmiş siyasal İslam’ın güç toplamak ve ileri atılmak üzere dikkatlice yararlanmaya çalıştığı da, ama sürecin gelişmesiyle, bu çizgi farklılaşmasıyla ve bu temelde gerçekleştirilmeye girişilen sistemin yeniden üretimiyle devletin yeniden yapılandırılmasının sancılarıdır. Ancak o da, daha da genişletmeye çalıştığı çerçevesiyle cambaz misali üzerinde oynamaya uğraştığı dengelerin değişmesi sürecinde, yararlanmaya çalıştığı sancılarıyla, kendisinin de bir unsuru olduğu sermaye ve gericiliğin iç çelişki ve sürtüşmelerinin, kendi ilişkilerini ve bizzat kendisini hedeflemeye yönelerek gelişmesini önleyememiştir. Bir anlamda, yararlanmak üzere el attığı oyunda, kolunu kaptırarak zararlı çıkmak üzeredir.

RP, son olarak ABD’ye giden Abdullah Gül’ün ağzından Amerikan emperyalizmine işbirliği ve bağlılık sözlerini, bu çekişmeli iktidar oyunu oynanan koşullarda ve sırtını sağlama almak için etmiştir. ABD, bu nedenle, şeriatçılık ve laiklik oyunu oynayan taraflar karşısında ihtiyatlı davranarak “Türkiye’nin içişlerine karışmayız” derken, aynı zamanda, darbe ihtimaline karşı olduğunu da açıklamıştır.

Yine bu nedenle, iktidar oyunu, sağlanmakta olan yeni dengeler üzerinden ve “laik-yobaz” sahte ayrımını körükleyerek gelişmektedir. Bunun bir nedeni, sahte gündemlerle emeğin hareketini saptırmak ve yine sahte ayrımlarla bölmektir. Emeğe dayatılan, ya şeriatçı ya da laikçilik oyunuyla zulüm; özelleştirmesiyle, işsizliği, sefalet ücreti, yoksulluğu ve açlığı ile hak ve özgürlüklerinin ayaklar altında çiğnenmesiyle şeriat ya da darbedir. Ancak bu oyunun, sermaye ve gericiliğin iç dalaşı açısından taşıdığı anlam da görmezden gelinemez. RP’nin ve asıl olarak siyasal İslam’ın bir yanıyla ehlileştirilmesini de kapsayarak baskı altına alınmaya çalışılması, esas olarak onun hükümetten uzaklaştırılmasına yöneliktir. Ya tabanıyla kaçınılmaz olarak arasını açacak MGK dayatmalarını kabullenerek ehlileşme ve “laik düzene” tamamen entegre olma yoluyla hükümette kalamaz kılınma ya da çekilme: RP’ye dayatılan açmaz budur.

 

SONUÇ: EMEĞE DÜŞEN NEDİR?

Emeğe düşen, açık ve nettir: Sermaye ve gericiliğin kendi arasındaki dalaştan yararlanmaya ve sermaye ile hegemonya kapışmasında ara tabakaları kazanmaya çalışarak, bağımsız ve kişilikli politikaları, platformu ve örgütlenmesinde kararlı ve ısrarlı olarak yığınsallaşmak. Emeği bölmeye, platformunu saptırmaya ya da en azından muğlâklaştırmaya yönelik sahte saflaşma ve dayatmalara kanmamak, emek yığınlarını yedekleme amaçlı sistemin yeniden üretimini hedefleyen sözde “muhalif” girişim ve platformlar karşısında uyanık olmak, “yukarıdaki” kapışmaya alet olmamak: ama it dalaşından da yararlanarak, mümkün olan en geniş kesimleri etrafında toplamanın da garantisi olarak, kendi bağımsız yolundan yürümek. Gündelik parti çalışmasını sürdürmek. Yığınsallaşmak üzere, emeğin somut ve gündelik taleplerinden hareket etmek, ama bununla kesinlikle sınırlanmamak. Parti programı ve bugünkü aktüel platformunu, parti politikalarını geniş yığınlara aktarıp tanıtmak. Emek yığınlarını çekinmeden ve doğrudan partisine katılmaya çağırmak. Ve ayaklarını yerden kesmemek. Politikayı işçi tarzıyla, somut taleplerden hareketle yapmak.

Emeğin tutumu budur. Yapılması zorunlu olanlar, bunlardır.

Öylesine zorunlu ki, ya sermaye ezecek ya da emek püskürtecek!

 

Mart 1997

Susurluk ve medya muhalefetinin ikiyüzlülüğü

Son beş aydır Türkiye’de ilginç politik gelişmeler yaşanıyor. Susurluk kazasının olduğu 3 Kasım’dan bu yana halk, yoğun bir “haber” ve “bilgi” bombardımanı altında. Kazadan, on-on beş dakika gibi çok kısa bir süre sonra gazeteleri uyaran bir “dost”un, Mercedes’ten ölü çıkarılan Mehmet Özbay’ın gerçek kimliğini telefonun öbür tarafındaki medya mensubuna açıklamasıyla birlikte önce bir düğüm oluşturuldu, sonra bu kördüğüm medyanın elindeki kılıçla çözüldü. Medya, bundan sonraki birkaç ay boyunca bir Gordion kahramanı edasıyla tüm karanlık ilişkilerin odağına daldı ve ortalık kılıç şakırtılarından geçilmez oldu! Türkiye’deki kontrgerillaya tekabül ederi İtalyan Gladio örgütünün adının karşılığının kılıç olduğu hatırlanırsa, bu şakırtıların bu kadar heybetli olmasına da şaşmamak gerekiyor.

Sonraki süreçte yine medya tarafından “Devlet çetesi” olarak telaffuz edilen, kontrgerillanın bir kanadına ilişkin haberler, ardı ardına yağdı. Şimdiye dek üzeri sessizce örtülen ve geçiştirilen bir sürü olayın failleri ortalığa dökülmeye başlandı. Çatlı’nın 16 Mart katliamının faillerinden olduğu hakle elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaştığı, Eşref Bitlis’in kazaya değil suikasta kurban gittiği, kumarhaneci Ömer Lütfü Topal’ın kimler tarafından öldürüldüğü, MİT mensubu Tarık Ümit’in kaçırılmasını kimin azmettirdiği, kimin uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı, Kürt illerindeki “faili meçhuller'”de tetiği kimlerin çektirdiği, JİTEM, MİT, polis arasındaki çelişkilere dair haberler ve bilgiler gazete sayfalarında ve ekranda birer birer aktarıldı. At izinin it izine karıştığı bu ortamda, -gerçekte bu izlerin karışmasında üstüne düşen görevi layıkıyla yerine getirdiği halde- medya, meselelerin aşama aşama çözüldüğü izlenimini vererek toz dumanı ayrıştırıp berraklaştırıcı bir misyon üstlenmeye şovundu.

Susurluk kazası bir dönüm noktası ilan edildi. Öyle ki, medya kendi yeniden doğuşunu da bu tarihe bağladı. Gazetelerde “haber=hayat” sloganı eşliğinde tam sayfa ilan-reklamlar yayınlandı, televizyonda da bir dizi görüntünün eşliğinde “kamyondan sonra hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacak”, “benim haber alma hakkım var, ben insanım, ben çağdaşım” vs. vs. gibi söylemler kullanıldı. Bir süredir tabak çanak dağıtmaktan gazetecilik yapmaya vakit bulamayan, ikiyüzlü ve yalana dayalı bir yayın politikası izlemesi yüzünden de halkın güvenini hiçbir zaman kazanamayan gazeteler, birdenbire meslek ahlakını hatırlamış gibi, basının ve genel olarak medyanın ilkelerini kutsallaştırmaya başladılar. Öteden beri zorlu ama yüce bir meslek olarak ifade edilen araştırmacı gazetecilik, sadece Uğur Dündar’ın (haberlerinin kaynağı MİT’tir) payesi olmaktan çıkarak tüm medya mensuplarının taçlandırıldığı bir statü haline geldi. Sonuçta inanılmaz bir rotaya girdi medya: şimdiye değin kamuoyu yoklamalarında en güvenilmez kurum olma unvanını polisle birlikte paylaşırken artık, orduyla birlikte en güvenilir kurumlar arasında sayılıyordu. Kitlelerin güveni kazanılmış, yüzde altmışın üzerinde bir destek sağlanmıştı. Sokaktaki adam artık medyaya güveniyordu; memleketi medya kurtaracaktı! Bu kamuoyu anketlerinin nasıl bir yönlendirmeyle ve hangi sorular sorularak yapıldığı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, altı özenle çizilen “vatandaş” güveni, “haber=hayat” sloganıyla birlikte süren kampanyanın unsurlarından biri ve medyanın beklediği güvenin yeniden üretilmesi için bir propaganda malzemesi olmak bakımından son derece gerekliydi.

Peki, ama ne olmuştu da bir ceset haline gelen medya yeniden doğmuş ve büyük bir enerjiyle, gerçekleri ortaya çıkarmak için kolları sıvamış, temizlik harekatına girişmişti!

Öyle ki bu temizlik harekâtı kapsamında, daha önce ülkedeki gidişattan umutsuzluğa kapılan “sade vatandaş”a, öfkesini akıtabileceği bir kanalın açıldığı izlenimi verilmiş; hatta o, Ali Kırca’nın “Siyaset Meydanı”na katılan emekli bir öğretmen kadının ifade ettiği gibi “başka bir Türkiye’nin de var olduğunu” fark edivermişti. Bunu da medyaya borçluydu. Ve bu umutla, her gece bir dakika evinin ışığını söndürüyor ve balkonda ailece “karanlığa bir ses” veriyordu. Çünkü medya bir süredir izlediği taktikle, geri politik bilince sahip kesimleri sistem içi bir temizliğin mümkün olduğuna inandırma temelinde kurmuştu bu oyunu.

Medyanın birdenbire her şeye kadir olduğuna dair yaratılan illüzyonun ardına geçildiğinde ise, ortaya çıkan gerçek, medyanın rolünün ve işlevinin bu süreçte de gerçekte değişmediğidir. Ancak Yeni Dünya Düzeni’nin ilanından sonra, ideolojik yeniden üretim aygıtlarından biri olan medyanın “soğuk savaş” dönemindeki apaçık kamp tutan, hürriyeti ve demokrasiyi bu kampla özdeşleştiren ve karşı kampı -sosyalizmi- despotlukla tanımlayan söyleminde öze ilişkin olmasa da, ince ve sinsice bir değişim gündeme geldi.

Sovyetler Birliği’nin apaçık çöküşünden sonra soğuk savaş döneminin bittiğinin ilanıyla birlikte, ideolojilerin öldüğü, tarihin bittiği safsatası esliğinde medya daha pervasızlaşmış, kapitalizmin alternatifsiz olduğu imajının yaygınlaştırılmasında; işçi sınıfının ve sosyalizmin uluslararası kazanımlarının burjuva ideoloji ve politikasının birer eklentisi veya parçası haline getirilmesinde önemli bir katkı sağlamıştır. Bunu da sınıf mücadelesinin kavramlarının, demokratik söylemlerin içini boşaltıp ortaya çıkan boş kabuğun içine burjuva anlamlar yükleyerek gerçekleştirmiştir. Bu, sınıf mücadelesinin öldüğü, çelişki ve çatışma iddiasının yapay olduğu; dolayısıyla, birbirine karşı konumlanmış devrimci demokrasi  mücadelesiyle kapitalist zorbalık arasında kavramsal ve durumsal geçişlerin olabileceği savlarının kanıtlanma çabasıdır. Medyanın statüsündeki, yöntemindeki, söylemindeki görünüme ilişkin değişiklik böyle açıklanabilir; ama bu, öze ilişkin bir değişiklik değildir. Medya sadece uluslararası burjuvazinin demokrasi güçlerinin karşısındaki yeni mevzilenişinin ihtiyaçlarına uygun bir renk değişimine girmiştir.

Diğer yandan son zamanlarda kitle iletişim aygıtlarının çeşitlenmesi ve yoğunlaşmasıyla birlikte medya, diğer politik yönlendirme araç ve yöntemlerinin en önüne geçerek dolaysız bir etkileme gücü edinmiştir. Mitinglerden, açık ya da kapalı salon toplantılarından, bildirilerden çok daha fazla işlevli olduğu görülen bu araç, kitlelerin, onları özel bir zahmete sokmaksızın evlerinde ya da dinlendikleri alanlarda ideolojik bombardımana tabi tutulmasını olanaklı kılmaktadır.

Medya son zamanlarda kazandığı yeni anlam çerçevesinde Türkiye’deki en önemli işlevsellik sınavını Susurluk’tan sonra verdi. Bu son süreçte, tıpkı medyada olduğu gibi Türkiye’nin politik ortamında ve devlet içindeki ilişkilerde de öze ilişkin olmayan birtakım değişiklikler gündeme gelmişti. Ve bu değişen ya da “artık değişmesi gereken” ilişkilerin ve dengelerin, yeniden düzenlenmesi için gereken operasyona çok önceden karar verilmiştir. Dergimizde, Susurluk sonrasını inceleyen yazıda da işlenen bu ilişkilerin ve devletin şimdi içine girdiği konjonktürde ihtiyaç duyduğu politika değişikliğinin hayata geçirilmesi için uygun bir kamuoyu zemini yaratılmasında medya, her zamankinden daha ateşli bir tabur olarak örgütlendi. Ve sayfalarda ve ekranda hiçbir haber, araştırmacı gazeteciliğin ürünü olarak yer almadı.

 

SİLAHSIZ KUVVETLER “GELİYOR”

Kasım ortalarında “Hürriyet” gazetesi manşetlerinden birinde iri puntolarla yazılan MGK kaynaklı “işi artık silahsız kuvvetler halletsin” direktifi, karmakarışık görünümün altında yatan gerçeği açıklıyor. Devletin, sınıf mücadelesi ve Kürt hareketinin bastırılması, lojistik desteğin kesilmesi, cephe gerisinde psikolojik tahribat yaratılması amacıyla kurdurduğu özel yetkilerle donatılmış cinayet örgütlerinde kullandığı, her biri ölüm makinesi haline gelmiş MHP ve itirafçı karması -eroine bulaşmış, uluslararası boyutlarda cereyan eden ve kumarhane ve gazinolardan geçen kara para trafiğinde denetim dışı kalmış- kadroların tasfiyesinde ve kontrgerilla, MİT, polis ve bürokrasi kadrolarında yapılmak istenen yeni düzenlemede gereken manevraların kazasız belasız ve kan gövdeyi götürmeden gerçekleştirilmesi için gerek duyulan politik kitle desteği medya üzerinden sağlanacaktı. Ve bütün bu ihtiyaçlara denk düşmek üzere emperyalistlerin Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki hesaplaşmaları ve it dalaşında devlete dikte ettirilen politikanın da aynı desteği sağlamaya gereksinmesi vardı.

İşin, silahsız kuvvetlere havale edilmesi ise, bir bakıma kendi karşıtını da çağrıştırmaktadır. Demek ki, aslında devlet son derece vahim bir duruma gelmiştir ve bir darbe ya da bir müdahalenin gerektiğine dikkat çekilmektedir. Ama silahlı kuvvetlerin yönetime el koymasının, yani askeri bir darbe yapılmasının, eski darbelerin öncesindekine benzer sübjektif koşulları da yoktur. Geçmişte, işçi ve emekçi kitlelerin hareketini, onları devrimci öncülerinden izole ederek bastırırken geniş halk kesimlerine, darbenin kendilerine yönelik değil de “terörist” yakıştırmasıyla andığı devrimcilere yönelik olduğunu iddia ederek halkı etkisizleştirmeye çalışan askeri darbenin, aynı propaganda yöntemlerini kullanması bugün olanaklı değildir. Çünkü devlet şimdiki durumda, emekçi halk hareketini doğrudan karşısına almak zorunda kalacaktır. Ama hem darbeyi kendisine karşı yapmak hem de geniş desteğini sağlamak zorunda olduğu kitleyle doğrudan karsı karşıya gelmek bu kez devletin görünüşte değil, gerçekte de azınlıkta kalması anlamına gelecektir. Öte yandan 12 Eylül uygulamalarının doğrudan doğruya kendisine yönelik olduğunun farkında olan halk da, ordu müdahalesine sıcak bakmamakladır; ama tabii ki, egemen sınıflar da onu bir kez daha yıpratacağı için, ordunun doğrudan devrede olmadığı ya da en azından, yolunun önceden temizlendiği bir çözümü tercih etmektedir.

“Normal koşullarda” ilk burjuva devrimlerinin mirası olan kuvvetlerin ayrılığı esasına dayanan burjuva demokratik işleyiş, toplumsal katmanlar arasında bir uzlaşma görünümü vererek devletin kaynağı ve niteliği hakkında daha derin bir yanılsama yaratacağı için, tercih edilen bir yönetim tarzıdır. Halk sınıfları, “ulusun çıkarı” ile kendi “özel çıkarlar”ı arasında bir uzlaşma çabasında, gönüllü feragat durumunda görünür bu demokrasilerde; karar alma süreçlerinde, kanun yapıcıyı denetleyebildiğine inanır, yargının erkten etkilenmeyen özerk bir yapılanma olduğu fikrine sahip olur. Böylece, teorik olarak demokrasi, halkın en kolay yönetildiği devlet biçimlerinden biridir. Halk için de, kendi çıkarlarını en iyi dile getirebildiği, her sınıfın kendi çıkarları doğrultusunda diğer sınıf ve katmanları kazanmak için propaganda yapabildiği, örgütlenebildiği bir ortamdır.

Ancak Türkiye gibi çelişkilerin çok derinleştiği, devletin, halkı doğrudan doğruya karsısına aldığı, egemen sınıflar arasındaki klik çatışmalarının it dalaşı boyutuna vararak sürekli hır kriz kaynağı olduğu bir ülkede; yasama, yürütme ve yargı gibi üç kuvvetin zafiyet geçirmesi, güdükleşerek işlevsizleşmesi, silahsız kuvvetlerin adresinin değişmesini zorunlu kılmıştır. Yazılı hukuk kapsamı dışında faaliyet yürüten Özel Harekât, Özel Tim, JİTEM ve hatta Başbakanlığa bağlı yasal bir kurum olmasına karşın asıl olarak yasadışı bir alanda hareket eden MİT’in her şeye kadir olduğu bir konjonktürde ve MGK’nın, klasik demokrasinin temel kurumlarının üzerinde devletin tek yasama ve icra kurumu haline geldiği koşullarda, silahsız kuvvetlerin parlamento, bakanlar kurulu ve siyasi partiler olması elbette beklenemezdi. Siyasi partiler ve parlamento halk için güvenilir kurumlar olmaktan çıkmıştır. Öte yandan devlet de, sivil darbe, askeri darbe, mili mutabakat hükümeti gibi senaryoların ortalıkta dolaştığı bir ortamda siyasi partileri ve meclisi, bir kamuoyu desteği sağlama projesinde çok ciddiye almamakla, işlevli görmemektedir. Bu bakımdan medya, sistemin yıpranan tüm kurumlarının yerine, onları yakın bir gelecek için yeniden onarmak üzere bir sistem temizleyici olarak geçti, gerçekte hedef şaşırtarak devletin önüne ekrandan bir perde çekti. Böylece, hemen hemen tüm kurumların üzerinde asker gölgesi apaçık hissedilirken sözde bu gölgeden azade, daha özerk ve bağımsızmış gibi bir imaj çizen özel televizyonlar ve basın tekellerinin gazeteleri vasıtasıyla müdahaleye sivil görünüm kazandırıldı.

Susurluk kazasından sonra medyaya aktarılan MİT kaynaklı haberler. MGK kaynaklı yorumlar, halkın şimdiye değin sisteme tepki duymasına neden olan yolsuzlukların, faili meçhul cinayetlerin. Kürt illerinde süren savaşta uygulanan insanlık dışı yöntemlerin faili olarak Çatlı ve avenesini gösteriyor ve bu kapsamda bir kaç üst düzey bürokratı günah keçisi ilan ediyordu. Yeni düzenleme için gözden çıkarılan üç beş adamın icraatlarını ortaya döken medya, bir supap işlevi görerek derin bir politik bilince sahip olmayan ama gidişattan huzursuzluk duyan kitlelerin muhalif duygularına temas etti. Susurluk ve daha sonra gündeme gelen “şeriat tehdidi” işlenerek, devlette işlerin kötüye gittiği ve ama bunun düzeltilebileceği mesajını vermek üzere kitlesel bir yanılsama yaratmaya uğraşıldı. Böylece saptanan iç düşmanlara karşı, ekseninde MGK’nın bulunduğu bir ulusal bir kenetlenme sağlanacaktı.

 

HALK MUHALEFETİNİN İÇERİĞİNE MÜDAHALE

Halk muhalefetini mevcut hukuk çerçevesinde hareket ederek bastırmak, ulusal harekeli geriletmek için kurulan devletin özel örgütleriyle, özel salahiyetlerle donatılmış polis gibi yasal militer kurumlarda istihdam edilen kimi kadroların, Susurluk’tan sonra ayyuka çıkan pis işlerinin bu kurumlara duyulan genel hoşnutsuzluğu daha çok artıracağını tahmin etmek zor değildi. Bu kurumlarda gündeme gelen yeniden yapılandırma ve temizlik faaliyeti sırasında kendi kadrolarıyla hesaplaşan devlet, halkın MİT, Özel Tim, kontrgerilla ve polise duyduğu hazır tepkiyi kendi çıkarlarının kanalına akıtmak için bu ortamı değerlendirdi. Halkın tüm gösterilerde ve mitinglerde sloganlarla dile getirdiği “MİT-Kontrgerilla Dağıtılsın” , “Kahrolsun MİT-CIA-Kontrgerilla” taleplerinden, egemen sınıfın, içinde bu kurumların adının geçtiği, kitleleri şimdiki politikasına yedekleme propagandası sırasında bir bakıma, bu istem mevcut sistem içinde karşılanıyormuş gibi bir yanılsamanın yaratılmasında yararlanıldı. Ulusal mutabakatın, Şimdiye değin görülmemiş, çok yeni bir yöntemle oluşturulmaya çalışılmasında, bu ülkede muhalefetin yıllardır bıkmadan usanmadan dile getirdiği ve demokratik bir devlete duyulan özlemin ifadesi olan talepleri de iğdiş edilerek içselleştirilmiş oldu.

Böylece silahsız kuvvetler kapsamına bir de halk eklenmişti. Öyle ki, Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Lisesi önünde iki yıldır yaz-kış demeden sürdürdükleri eylem örnek gösteriliyor ve “sivil toplum örgütleri” göreve çağrılıyordu. “Sivil toplum örgütleri”nin askerler tarafından göreve çağrılmasında elbette bir trajedi vardı, ama devletin üst düzey kadroları, şimdiye dek baslarının üzerinde Demokles Kılıcı tuttukları bu örgütlerin bazılarıyla görüştü. Mesela Demirel, kuruluş yıldönümünde DİSK’i ziyaret etli. Şubat başlarında gerçekleşen bu ziyarette Demirel, DİSK Genel Başkanı Rıdvan Budak’tan laikliğin korunmasına çağrı içeren bir bayram konuşması yapmasını “rica etti”. Milli mutabakata kitle desteği sağlanması için sürdürülen faaliyetin tüm unsurları tamamlandı.

Susurluk sonrasında, medyada, Müslüm Gündüz-Fadime Şahin ilişkisinin alabildiğine magaziner bir üslupla gündeme getirilmesi de bir tesadüf olmadı bu bakımdan. 163. Madde kaldırıldığı için haklarında ancak Kılık- Kıyafet Kanunu’na aykırı davranmaktan dava açılan Aczmendiler’in günlerce gündemde tutulması, “kamuoyunu ısıtma” operasyonlarından biriydi, kaildik bu ülke de, generallerin milli mutabakat ihtiyaçlarının her zaman önemli motiflerinden olmuştu. Isınma turundan sonra, Sincan’daki bir salonda yapılan konuşmadan yola çıkılarak şeriat tehlikesine dikkat çekildi ve bilindiği üzere, ordunun tankları Sincan merkezinde gövde gösterisi yaptı. Basın bu süreçte Türkiye’nin şeriat tehdidi altında olduğunu işleyerek postalı, bir kurtarıcı, bir Mesih gibi gösterdi.

Susurluk’la başlayan süreçte, hedeflenen amaca ağır adımlarla yürünüyordu. Gözler, yine ısrarla silahsız kuvvetlere çevrildi. Ali Kırca, köşesinde, yedi ay önce yazdığı “Darbe Kapıda” başlığını taşıyan bir yazısını yeniden yayınladı: “Türkiye’de askeri darbeler dönemi kapanmıştır. Boşuna beklemeyin. Sebebi, askerlerin yorulması falan değildir… Türkiye’de artık zinde kuvvetlerin adresi değişmiştir. Ordu tek başına zinde kuvvet olma rolünü kaybetmiştir. Şimdi çok farklı sektörlerde ortak özellikleri değişim, girişim, yenilenme ruhuyla hareket etmek olan sivil ‘kuvayı milliye’ kadroları vardır… Genç işadamlarından yeni sendika önderlerine, üniversite aydınından kabuğunu kıran bürokrasi öncülerine, sorgulayan gençlikten çığ gibi artan sivil toplum fedailerine kadar. Sivil kuvayı milliye, sistemle uyumsuzdur. Sistemin içinde yer alsa dahi… Sivil zinde kuvvetlerin darbesi, tıkanıklığı giderecek tek çaredir. Yeni İslamcı aydın, yeni Kürt aydın da kendi mahfillerinde zinde kuvvetler darbesinin mütemmim cüzü olacaktır. Bugün siyasi partilerdeki muhalefet, muhalefet filan değildir. Asıl darbe, zinde kuvvetlerin hâlihazır yapılanmanın ‘köprü üstü’ne el koymasıyla yaşanacaktır. Nasıl mı? Darbe yapmanın bin-bir yolu yakında…” Ali Kırca yazısını “Galiba geliyor” diye bitiriyordu.

Medya bir demokrasi havarisi kesilerek sözde ordu müdahalesinin artık mümkün olmadığını söyleyerek MGK direktiflerinin karakterini gizliyor daha sonra da halkın, üstelik bir sivil darbe yapmak üzere, bu direktifler doğrultusunda harekete geçen, yeni zinde kuvvetlerin -yuppieler ve fedailer: fedailerden biri de herhalde Ali Kırca’dır- peşine takılmasını istiyordu.

Ahmet Altan ise, “Böyle bir devlet yapılanmasının toplumun sorunlarını çözemediği, çözemeyeceği, aksine; halkın kontrolü dışına taşınan devleti çürütmekte olduğu da her gecen gün biraz daha açıkça görülüyor. Parlamento ise, bu yapıyı değiştirmek için ne güce ne niyete sahip. İşçisi, memuru, köylüsü, burjuvası, aydını, emeklisiyle bu toplum; daha zengin, daha mutlu, daha özgür yaşayabilmesi için gerekli olan değişimleri gerçekleştirecek eskimiş bir devlet yapısıyla, o yapının temsilcileri olan parlamentodaki partileri nasıl aşacak? Bugünkü tükenmiş sistemi değiştirmek için ‘parlamento dışı muhalefet’ oluşturulabileceğine inanıyorum… ‘Hadi’ derseniz olur bu iş…” diye seslendi.

Halk bu kez de bir liberal yazar tarafından etkin olmaya, inisiyatif göstermeye çağırılıyordu. Bu, emekçilere, devleti pisliklerinden temizlemek için göreve davet edildiği izlenimi vermeye yönelik sesleniş de, şimdiye dek siyasal özgürlük ve örgütlenme hakkı için hep kavga etmek durumunda kalan kitlelerin bilinçaltlarını teslim alma operasyonunda önemli bir yere oturuyordu. Ama tabii ki yine sapla saman karıştırılıyor, emekçiler karıştır-barıştır muamelesine tabi tutularak; arka planında, sınıflar arasındaki sınırların kalktığı tezinin bulunduğu sözlerle, pisliklerin burjuva devletin karakterinin doğal sonucu olduğu gizlenerek “burjuva”yla birlikte kol kola girmeye özendiriliyordu. Bu inisiyatif daveti çok geçmeden evlerde bir dakikalık ışık söndürme çağrısıyla sürdü ve halkın hazır tepkisine giderek,”karanlığa bir ses ver” biçiminde bir seslenişle hareket kazandırıldı. Her akşam yine MGK uyarısıyla ekranların alt bölümünde saatin 21:00 olduğu hatırlatılarak popüler isimlere çağrı yaptırıldı. Bütün bu süreçte medya vasıtasıyla MGK’nın beklentilerine rağmen, halk gerçekten muhalif duygularla sokağa çıkıyor ve talepler, gün geçtikçe daha kapsamlı ve radikal hale geliyordu. Emekçiler hiç kuşkusuz, devlet kurumlarında üç-beş kellenin temizlenmesiyle yetineceğe de benzemiyordu.

Ancak, medya, devlet güdümlü fonksiyonunu yerine getirirken bu eylemin kazanacağı biçimi de belirledi. Eyleme, “Sivil İtaatsizlik” adı yakıştırıldı.

“Cumhuriyet” gazetesinin dergi ekinde ‘sivil itaatsizlik’in kuralları anlatıldı. Ahmet İnsel de “Radikal “deki köşesinde sivil itaatsizliği şöyle tanımladı: “Meşruiyeti korumak için protestonun ağır ve açık haksızlıkları hedef alması gerekir… İkinci koşul bu haksızlığı ortadan kaldıracak veya telafi edecek yasal olanakların olmaması ya da bu yollardan sonuç alınamamasıdır. Üçüncü koşul ise, itaatsizlik eylemlerinin diğer insanların fiziki bütünlüklerine zarar vermemesidir. Ayrıca demokratik hukuk düzeni içinde, bu protesto eylemleri anayasal düzenin işleyişini tehlikeye sokmamalıdırlar.”

Böylece medya, halk hareketinin, sistem dâhilinde kalması ve devletin arınmasına hizmet etmesi kapsamında sürdürülmesi için her türlü çabaya girdi. Halka politik hareket alanı olarak, ülke askeri darbe yönetimindeyken hazırlanan anti-demokratik 1982 Anayasası’nın çerçevesi gösteriliyordu. Çerçevenin böyle çizilmesi, tankların ve şeriatın arasına kıstırılmaya çalışılan halka kırk satırla kırk katırdan başka seçenek yokmuş gibi seslenilmesi, mevcut sisteme rıza almayı gözetiyor, yakın gelecekteki tehlikeye karşı kitlenin mevcut statükoya sımsıkı sarılmasını talep ediyordu.

Bu şekilde, emekçiler, yukarıdan aşağı herkesin sözde sistem eleştirisi yaptığı, düzene veryansın etmenin doğal ve kaçınılmaz bir tutum mertebesine yükseltildiği koşullarda eylemlerini, “zinde güçler”in: -yuppielerin ve kuşkusuz ordunun peşinde- MGK direktifleri doğrultusunda mevcut sistem dahilinde sınırlayacaktı. Ondan sonra ortaya çıkan yemek, darbe niyetine yenilebilirdi.

Kimi liberal köşe yazarları tarafından halka yapılan, tribünden sahaya inme veya seyirci olmaktan oyuncu olmaya geçme çağrısı, aslında, devletin “yüksek politik çıkarları” doğrultusunda bir kitle desteği almayı umuyordu özetle. Medyanın bu son beş-altı aylık döneminde gösterdiği cevvallik de, bu kitle desteğinin oluşturulmasına yönelikti. Susurluk, Fadime, TÜSİAD raporu, Sincan art arda öyle tesadüfen patlamadı. Bir havuç, bir sopa gösterilerek -bu arada kamu emekçilerinin grevli toplusözleşmeli sendika hakkı talebi de güdük bir prosedürle gündeme getirildi- halk kitlelerinin yedeklenmesi için hazırlığı dikkatle yapılmış, kurgulanmış bir senaryoydu bu.

 

MEDYA “MUHALEFETİ”NİN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Genel olarak, isçiyle memuru, köylüyle kentliyi, Kürt’le Türk’ü, kadınla erkeği, Sünni’yle Alevi’yi, öğrenciyle halkı karşı karşıya getirerek egemen sınıfın böl-yönet taktiğini izleyen, emekçi kitlelerin bir kesimi ekonomik talepleri için alana çıktısında, bir başka kesimi, diğerlerinin kendi çıkarlarını ulusun çıkarlarının önüne geçirdiğini iddia ederek kışkırtan medyanın böyle birdenbire devletin âli menfaatleri doğrultusunda, şeriat tehdidi karşısında “birleştirici” bir misyonla ortaya çıkması, beklenmedik veya denenmedik bir şey değil. Kitlelerin, “ulusun ortak çıkarları” safsatasıyla tarif edilen egemen sınılın politik çıkarları doğrultusunda harekete geçirilmesi söz konusu olduğunda, seferber edilen propaganda kurumlarının başında medya geliyor. Yoğunlaştırılmış medyatik propaganda bombardımanıyla emekçilerin bilinçaltı ele geçirilerek, işlenen politik doğrultuda kitleler “ikna” ediliyor. “Mesele” çeşitli yönlerinden ele alınıp sorgulanarak yürürlüğe girecek değişikliğin ne kadar meşru ve ne kadar haklı olduğu işleniyor.

Hemen hemen dünyanın pek çok ülkesinde, CIA taralından test edilip onaylanmış bu yöntem uygulanıyor. Kitlelerin bilincim şekillendirmek için yalan haber yayınlamaktan, hepsinden, belli ve bir tek sonucun çıkarılabileceği haberlerin seçilip yayınlanmasına kadar bir dizi metot kullanılıyor bunun için. Yakın tarihte cereyan eden Körfez savaşı sırasında “CNN” kaynaklı bir görüntü, ekran başındakilerin savaşa duygusal onay vermelerini sağlamak için beyaz camdan sürekli gösterilmişti. Petrole bulanmış simsiyah bir denizin ortasında çırpınan bir karabatak, ABD’nin Ortadoğu’daki bu müdahalesini haklı göstermenin propagandif aracı olmuştu. Sonradan anlaşıldı ki bu karabatak görüntüsü, Körfez’de değil, dünyanın savaşla hiç ilgisi olmayan bir bölgesinde çekilmişti.

Medya üzerine araştırmalarıyla tanınan Noam Chomsky de benzer bir örnek veriyor. “… Bu operasyon Woodrow Wilson yönetimi sırasında oldu… Wilson, 1916’da ‘zafersiz barış’ platformunda başkan seçildi. Birinci Dünya Savaşı’nın ortasında bu doğruydu. Halk aşırı derecede pasifistti ve bir Avrupa savaşına girmek için hiçbir neden görmüyordu. Wilson yönetimi aslında savaşa girmeye söz vermişti ve bu konuda bir şeyler yapması gerekiyordu. Creel Komisyonu adıyla bir hükümet propaganda komisyonu kurdular. Bu komisyon altı ay içinde pasifist bir halkı Alman olan her şeyi yok etmek, Almanları lime lime etmek, savaşa girmek ve dünyayı kurtarmak isteyen histerik, savaş çığırtkanı bir halka dönüştürdü.” (“Medya Denetimi”. Tümzamanlar yayıncılık. s. 31 ).

ABD’de 80 yıl önce kurulan bu komisyonun faaliyeti sırasında da, şimdi Türkiye’de yapıldığı gibi popüler öğeler kullanılmıştı. Önde gelen aydınlar, kamuoyu içinde saygınlığı olan isimler, popüler sanatçılar: halkla duygudaşlık ilişkisi kurabilecek pek çok kişi, niyetleri ne olursa olsun, söyledikleri sözlerle sürecin bir parçası haline geldiler ve aynı kanala karıştılar. Çünkü “anayasal çerçeve”de hareket eden, üstten kontrollü bir “sivil inisiyatif”in devleti güçlendirmekten başka seçeneği yoktu. Nitekim Sabancı Center’dan ordu mensuplarının lojmanlarına kadar her yerde ışıklar söndürülmüş; ekrana ihtişamla gelen bu görüntüler eşliğinde ulusça mili mutabakat halinde olduğumuz, Sabancı’nın da bizimle birlikte gidişattan aynı hoşnutsuzluğu duyduğu işlenmişti. Demek ki, büyük sermaye ve onun kurumları bir haklılık zemininde emekçilerin çok da uzağında, karşısında durmayabilirdi! Sermaye ve devlet hakkında emekçi kitleler şu ana dek derin bir yanılsama halindeydi! Sabancı da, MGK’da devletin gidişatından rahatsız, bütün sorunun sonunda getirilip bağlandığı noktada, şeriatçı tehditten huzursuzdu; demek ki, çıkarlar şimdi çakışmıştı.

Medya aracılığıyla böyle bir mesaj gönderen MGK ya da Genelkurmay, halkı tribünden aşağı çağırmanın oklukça da tehlikeli olabileceğini bildiğinden, eylemin güzergâhını çok ince hesaplarla belirledi. Çünkü sokağın, niyetleri ve çıkarları ayrıştıran bir katalizör işlevi görme olasılığı çok yüksekti. Nitekim halk, medya kalemşorlarının dile getirdiği gibi şimdi sahaya inmişti, ama MGK’nın dikte ettiği talepleri değil; kendi taleplerini seslendirmekteydi! Emekçiler sokaklarda çok uzun süre kalmaya başlamış, bir şenlik havasında süren eylemler boyunca devletin bekasına yönelik sloganlar da atılmaya başlanmıştı.”Susurluk Devlettir”, “Çeteler Devlettir”, “MİT-Kontrgerilla Dağıtılsın”. “Ne Şeriat Ne Darbe”

Öngörülen bir aylık sürenin bitiminden itibaren medyada bu kez eylemi geri çekmeye yönelik haberler yer aldı. “Karanlık eylemi”nin yapıldığı bölgelerde bomba ihbarlarının alındığına, polis müdahalesiyle bazı bombaların etkisiz hale getirildiğine ilişkin haberler, bu kez emekçileri sokağa çıkmaktan korkutmak amacıyla gündeme getirildi. Sahibinin eski MİT’çi olduğu bilinen “Günaydın” gazetesi, İstanbul’da eyleme en yoğun katılımın sağlandığı Okmeydanı’nı hedef gösteren bir haber yaparak, “Okmeydanı devleti mi var?” diye sorma küstahlığını gösterdi. Sözde halk eyleme sızacak provokatörlere karşı uyarılıyordu ama, ortada provokatör bulunamayınca doğrudan doğruya semt halkı, iktidar olmakla suçlanıyordu. Gerçekten de, arada başka hiçbir halka olmaksızın, birçok yerde devlet halkla karşı karşıya gelmişti. Oysa yan yana ve birlikte olunduğu görüntüsünün sağlandığı düzeyde kalmalıydı gösteriler; doğrusu medya bu konuda gereken her şeyi yapıyordu.

Genel gidişata bakıldığında, tam da bugünlerde toplanan MGK, saatlerce süren oturumunda anayasal bütünlüğü bozan tutumlara ve şeriata karşı her türlü yaptırımın uygulanması kararını alırken, belirli bir kontrol dâhilinde tutulan halk eyleminin desteğini arkasında hissederek davrandı. Susurluk’la verilen devletin dibinin övüldüğü mesajı şeriat umacısıyla güçlendirilmiş, olağanüstü tedbirler için halk kıvama getirilmişti. Üstelik TÜSİAD raporu gibi bir ucubeyle de halka bütün bunların karşılığında bir bahar havası yaşanacağı müjdesi verilerek.

Ancak, emekçilerin bu senaryonun bir parçası olmak karşılığında eline geçecek olan, TÜSİAD’ın ve medya gibi sistem temizleyicilerinin iddia ettiği gibi demokrasi olmayacak. Devlet içindeki hesaplaşmalardan, kurumların onarılarak ihya edilmesinden, cumhuriyet devrimi kanunlarının uygulanması sloganıyla dile getirilen “laikliğin yeniden tesisi”ne kadar uzanacağı sanılan operasyonun şimdiki örtük ve bundan sonraki acık hedefinin emek olmayacağını söylemek için safdil olmak gerekiyor. Özelleştirme uygulamasının gelip duvara dayanması, gündemdeki 700 bin işçiyi kapsayan toplusözleşme sürecinin devlete vereceği yük tam da kitle desteğiyle sağlanacağı umulan milli mutabakat ortamında giderilmeye çalışılacak. Zaten, Olağanüstü Hal koşullarının yaşandığı ülkede, ağır ağır hazırlanan milli mutabakat ve bir tür sivil darbe ortamında “kriz yönetimi”nin ilkeleri egemen olacağından şimdi devlete destek vermek için sokağa çağrılan kitlelerden de aynı destek adına geri çekilmeleri isteniyor. Buna uyulmadığı takdirde ise, şiddete başvurulmaması için hiçbir neden yok. Burjuvazinin “demokrasi”sinin sınırları emekçilerin sistemle ilgili taleplerinin başladığı yerde bitiyor çünkü.

Tüm bu kampanya boyunca, medyanın kullandığı “muhalif” söylemin ve eylem çağrılarının içyüzü de, bu taleplerin dile getirildiği anda açığa çıkıyor. Daha önce ne idiyse medya yine odur; anayasal sınırlar içinde devletin bekasını kollama misyonunun, milli mutabakatın iflah olmaz bir borazanı olarak, bu kez de kitlelerin içten duygularını istismar etmiş, bu duyguları bir kanalizasyon çukuruna akıtmak için elinden geleni yapmıştır. Parlamentoyu; bu devletin tüm halk düşmanı uygulamalarının çürümüş incir yaprağının ve silahlı kuvvetlerin daha fazla yıpranmasını önleyerek güçlendirmek, hatta yol açmak için bir “özel harp” timi gibi ortaya atılmış, böylece, devleti onarma konusunda atıl kalan enerjisini harekete geçirmistir. Diğer üç kuvvetin yerine geçerek, tek kuvvet olarak yasamış, yürütmüş ve yargılamıştır. Tabii ki, varlık nedeni olan büyük sermayenin bir işaretiyle.

Ancak, devletin en yüksekteki organının; MGK’nın, emekçilerin sırtına inecek sopaya emekçilerden “onay almak” gibi bir niyeti olsa da, bir ay boyunca her gün sokağa çıkan kitlelerin ne islediği bal gibi biliniyor. Ne askeri darbe, ne sivil darbe, ne şeriat ama asla mevcut sistemin sürmesi de değil; altı, emekçilerin ekmek ve özgürlük talepleriyle doldurulmuş demokratik bir devlet.

 

Mart 1997

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) merkez komitesi çalışma raporu üzerine

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI bu sayısıyla birlikte, başta Uluslararası Komünist Hareket ve sosyalizmin tarihi olmak üzere çeşitli konulara ilişkin bir dizi tarihi belgeyi yayınlamaya başlıyor. Türkçeye bugüne dek kazandırılmamış bu belgelerin en önemli özelliği, ele aldığı konu ve sorunlar hakkında içerdikleri aydınlatıcı bilgi ve önemli ipuçlarının yanı sıra, sosyalizmin ve Uluslararası Komünist Hareket’in derslerle dolu tarihine pek çok açılardan ışık tutmalarıdır.

Bu sayımızda okurun dikkatine sunduğumuz ana belge, G. Malenkov’un Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi adına, 1947 Eylül sonunda Polonya’da bazı komünist partileri temsilcilerinin katıldığı “Enformasyon Konferansı”na sunduğu “SBKP(B) MK Çalışma Raporu”dur.

Belgeleri şu sıralar kitap olarak Almancadan Türkçeye çevrilmekte olan “Enformasyon Konferansı”, Komintern’in 1943 yılında feshedilmesinin ardından yapılan ilk uluslararası konferanstır. “Enformasyon Konferansı”na şu komünist partilerinin temsilcileri katılmıştır: Yugoslavya Komünist Partisi, Bulgar İşçi Partisi (Komünistler), Romanya Komünist Partisi, Macaristan Komünist Partisi, Polonya İşçi Partisi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik), Fransa Komünist Partisi, Çekoslovakya Komünist Partisi ve İtalya Komünist Partisi. Bu konferansta, Komintern’in yerini alan Kominform’un kuruluşu kararlaştırılmıştır.

G. Malenkov’un sunduğu rapor, konferansa katılan dokuz parti temsilcilerinin Merkez Komiteleri adına sunduğu raporlardan biridir. G. Malenkov’un sunduğu raporun temel özelliği ise; Sovyetler Birliği’nin ve SBKP(B)’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında karşılaştığı sorunlar, bu sorunların kaynakları ve doğurduğu sonuçlar ve Bolşevik Parti’nin bu karmaşık ve çok yönlü sorunlar karşısında aldığı kararlar ve başvurduğu önlemlerin kavranılması ve doğru değerlendirilmesi açısından çok önemli ve tarihi bir süreci aydınlatıcı bilgi ve saptamaları içermesidir.

G. Malenkov’un sunduğu rapora ek olarak üç ayrı belgeyi daha yayınlıyoruz. Doğrudan Rusçadan Türkçeye çevrilen bu üç belge, G. Malenkov’un raporunda söz konusu ettiği çeşitli SBKP(B) Merkez Komitesi Kararları’nın orijinal metinleridir. Bu üç belgeyi, hem Malenkov’un raporunun daha iyi anlaşılması, hem de savaş sonrası sürecin bazı özelliklerinin daha iyi kavranılması bakımından yararlı olacağı düşüncesiyle yayınlıyoruz.

 

 

Dünya komünist hareketi tarihinden

BÜYÜK ANAYURT SAVAŞI’NDAN SONRA SSCB

Yoldaşlar!

Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik) Merkez Komitesi, komünist partilerinin bu toplantısına SBKP(B) Merkez Komitesi’nin çalışması üzerine bir bilgilendirme raporunu sunmakla görevlendirdi beni. SBKP(B) Merkez Komitesi’nin çalışmaları o kadar çeşitli ki, bu görevi, zamanınızı fazla almadan ve biraz olsun başarılı bir şekilde yerine getirebilmek için, kendime belli sınırlar koymak zorundayım. Bu yüzden raporumda, SBKP(B) Merkez Komitesi’nin savaş sonrası çalışmalarını aktaracağım ve birinci olarak SSCB’nin halk ekonomisinin yönetimi sorunları, ikinci olarak parti inşası sorunları ve üçüncü olarak da dış politika sorunlarına değineceğim.

 

I

SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE HALK EKONOMİSİNİN YÖNETİMİ SORUNLARI

Bizde, SSCB’de, Büyük Anayurt Savaşı olarak anılan İkinci Dünya Savaşı’nın zaferle sona erdirilmesi ve savaştan barışa geçilmesi, SBKP(B)’nin önüne; savaşın tahribatlarının ortadan kaldırılması ve sosyalist inşanın daha da ilerletilmesine ilişkin yeni zor görevleri koydu. Parti, askeri sorunların çözümünden ekonomik ve kültürel sorunların çözümüne doğru önemli bir dönüşümü gerçekleştirmek durumundaydı

Partinin ve Sovyet devletinin ülkenin bu yeni gelişme sürecindeki görevleri Stalin yoldaş tarafından kapsamlı bir şekilde tanımlandı:

“Biz” diye açıkladı Stalin yoldaş, “düşmanın ülkemizde açmış olduğu yaraları en kısa sürede sarmak, ekonomik gelişmenin savaş öncesi düzeyini yakalamak ve böylece de bu düzeyi en yakın zamanda önemli oranda aşarak, halkın maddi refahını yükseltmek ve Sovyet devletinin askeri ve ekonomik gücünü daha çok pekiştirmek zorundayız.”

Partimiz, bu görevlerin yerine getirilebilmesi için ciddi zorlukların aşılması gerektiğinin bilincindeydi, çünkü yaşanan savaş; Sovyetler Birliği açısından, Rusya’nın bu zamana kadar yaşadığı savaşların en korkuncu ve en ağırıydı.

Savaş, Sovyet halkına çok pahalıya mal oldu. Alman istilası dolayısıyla Sovyetler Birliği; çarpışmalarda olsun, işgal ve Sovyet vatandaşlarının zorla Almanya’ya götürülmesi sonucu olsun, yaklaşık 17 milyon insanını kaybetti.

İlhakçı faşist Alman eşkıyaları, Sovyet ekonomisine çok ağır zararlar verdiler. Bu faşist barbarlar on binlerce sanayi işletmesini, Sovyet mallarını, makine ve traktör istasyonlarını, kolektif işletmeleri yerle bir ettiler, yağmaladılar, ülkemizin batı bölgesindeki demiryolu ağının tümünü tahrip ettiler, ülkemizin büyük bölgelerini yakıp yıktılar, çöle çevirdiler, Sovyet insanının yılları kapsayan yoğun emeğinin ürünlerini yok ettiler ve milyonlarca Sovyet vatandaşını evsiz barksız bıraktılar. Alman faşistlerinin sadece değerli ürünlerin doğrudan imhası yoluyla açtığı zarar, 679 milyar ruble tutuyor.

Herhangi bir devlet, hatta en büyük modern kapitalist devlet bile, bu kayıplar karşısında onlarca yıl geriye düşer ve ikinci derecede bir güç durumuna gelirdi. Ama Sovyetler Birliği’nin başına bu gelmedi. Sovyet devlet ve toplum düzeni, savaşın çetin sınavından geçti ve kapitalist düzen karşısındaki üstünlüğünü kanıtladı.

Sovyetler Birliği’nin savaştaki büyük tarihi zaferleri, yurdumuzun ülke savunması için savaş öncesi yıllarda Stalin yoldaşın önderliğinde yaptığı hazırlıklar sayesinde başarılabildi. Bütün ülkenin aktif savunmaya hazırlanmasına dönük daha önceki hazırlıklar olmadan veya böyle bir hazırlığın kısa bir sürede, diyelim üç-dört yıl içinde yapılarak bu tarihi zaferlerin kazanılacağına inanmak büyük bir hata olurdu. Hitler Almanyası gibi bir düşmanın saldırısını karşılamak, geri püskürtmek ve ona kesin yenilgiyi tattırmak için, birliklerimizin eşsiz fedakârlıklarının dışında, yeterli sayıda tam anlamıyla modern silahlar ve ihtiyaç duyulan genişlikte iyi örgütlenilmiş bir ikmal ağı gerekliydi. Bunlar için mutlaka; metal, yakıt, gelişmiş bir makine mühendisliği, tahıl ve pamuğa sahip olmak gerekiyordu. Ve bütün bunlara sahip olmak için ülkemizin, geri bir tarım ülkesinden, gelişmiş bir sanayi ülkesine dönüşmesi gerekiyordu. Bu tarihi dönüşüm, 1928’den itibaren olmak üzere, üç Beş Yıllık Plan zarfında gerçekleştirildi.

SSCB, İkinci Dünya Savası’na girmeden önce, cephenin ihtiyaçlarını esas olarak karşılayabilecek zorunlu maddi koşulların asgarisine kavuşmuştu bile. Bu maddi koşulların yaratılmış olması, ülkemizin ve partimizin, halk ekonomisinin gelişmesine yönelik üç Beş Yıllık Planları, Stalin yoldaşın önderliğinde yaşama geçirmesinin bir sonucuydu. Sonuçta, Sovyetler Birliği’nin zafer dolu bir savaşın sürdürülmesi acısından yararlanabildiği ekonomik temeli yaratıldı.

Partinin ülkenin sanayileşmesine ve tarımın kolektifleştirilmesine dönük politikasının -ki bu politika olmadan, ülkeyi aktif bir savunmaya hazırlamak mümkün olamazdı- sosyalizmin sadece dışarıdaki değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ndeki düşmanlarının da azgın ve aktif direnci ile karşılaştığı biliniyor. Parti bu politikayı, çeşitli karşı-devrimci Troçkist, Buharinci ve Rikovcu gruplarla amansız bir mücadele içinde yaşama geçirmek zorundaydı.

Zira partinin mücadele ettiği bu alçak, hain ve teslimiyetçiler, yabancı casusluk servislerinin paraları karşılığında, Sovyetler Birliği’nin gücünü içten kırmaya ve bir savaş durumunda düşmanlarımıza uygun koşullar yaratmaya çalışıyorlardı.

Parti, ne bunların bir kısmının tehditleri, ne de diğer bir kısmının yaygaraları karşısında geri adım atmadı. Her şeye rağmen, güvenli adımlarla ilerledi. Parti, kendisini geride kalanlara uydurmadı, akıntıya karşı yüzmekten korkmadı ve önder güç olarak konumunu sürekli muhafaza etti. SBKP(B), kararlılık ve sebat göstermeksizin, ülkenin sanayileştirilmesi ve tarımın kolektifleştirilmesi politikasını hayata geçiremezdi ve dolayısıyla ülkeyi aktif savunmaya hazırlayamaz ve faşizme karşı savaşı kazanmak bakımından vazgeçilmez ekonomik koşulları yaratamazdı. Parti, Sovyet ve parti düşmanı tüm güçleri dağıttı ve böylelikle SSCB’nin içinde bir “beşinci kol”un ortaya çıkmasının ter türlü olanağını zamanında yok etti. Savaş; Sovyet halkının eşsiz birlikteliğini ve Bolşevik Partisi’ne olan bağlılığını açığa çıkardı. Bu, SSCB’nin savaşta zaferi kazanmasının en önemli koşullarından biriydi.

Savaşın başında Sovyetler Birliği’nde mevcut olan devasa ekonomik koşullar, aslında kendi başına zaferi garantilemiyordu. Yapılması gereken, bu olanakları hızlı bir şekilde savaşın gereklilikleri doğrultusunda harekete geçirmek ve onları savaş döneminin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlemekti. Savaş döneminin ağır koşullarında, düşmanın savaşın ilk safhasında indirdiği darbeler altında, parti; bütün ülke ekonomisini oldukça kısa bir sürede savaş koşullarına göre yapılandırmayı, cephenin ihtiyaçlarıyla uyumlu hale getirmeyi ve “her şey cephe için!” şiarına bağlamayı bildi.

Düşmanın, Sovyet politik düzeninin temellerinin içten zayıf olduğuna dair umutlarının asılsız olduğu ortaya çıktı. Hitler kliği, umudunu, Sovyetlerin uluslar devletinin savaşta parçalanacağına, ülkemizde yaşayan halklar arasında sürtüşme ve görüş ayrılıklarının çıkacağına bağladı, ama bu hesapları boş çıktı. Savaş; Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nin sağlam birlikteliğini, ülkemiz halkları arasındaki dostluğunun gücünü ve sarsılmazlığını kanıtladı. Yurdumuzun başta büyük Rus halkı olmak üzere bütün halkları, Bolşevik partinin ve Sovyet hükümetinin etrafında kenetlendiler ve kendi ulusal bakımsızlıkları ve özgürlüklerini, sosyalizmin ülkemizdeki kazanımlarını savunmak için ayağa kalktılar. Ülkemiz halklarının; yeni toplumsal düzenin zaferi sonucu, partimizin doğru ulusal politikası sonucu oluşan dostluğu, Sovyetler Birliği’nin gücünün ve yıkılmazlığının kaynağıydı.

Stalin yoldaş, “Sovyet devlet düzeninin, bir uluslar devletinin örneği olarak kendini kanıtladığını; Sovyet devlet düzeninin, ulusal sorunun ve ulusların işbirliği sorununun herhangi bir başka uluslar devletinden daha iyi çözüldüğü bir devlet örgütü sistemini teşkil ettiğini” söyledi.

Sovyetler Birliği, çok kurban vermesine rağmen, savaştan daha da sağlamlaşarak ve daha da güçlenerek çıkmıştır. Sosyalist toplum ve devlet düzeninin üstünlüğü, gelişmiş bir sosyalist sanayinin yaratılması ve köyde kolektif ekonomi düzeninin inşası; bütün bunlar, savaştan galip olarak çıkmamızı sağladı ve şimdi de tüm gücüyle kendisini gösteriyor, çünkü parti, Sovyetler Birliği halk ekonomisinin yeniden inşa edilmesinin ve geliştirilmesinin sorunlarını çözmektedir. Kapitalist ülkelerde savaş döneminden barış dönemine geçiş; kapitalist sistemin genel krizinin daha da keskinleşmesiyle birlikte gelişir ve bu ülkelerde pazarın belirgin bir şekilde darlaşmasına, üretim düzeyinin düşmesine, işletmelerin kapanmasına, işsizliğin büyümesine ve seferberlikleri sona ermiş birliklerin halk ekonomisinde istihdam edilmesinin olanaksızlığına vb. yol açarken: Sovyetler Birliği, halk ekonomisinin Sosyalist sistemi sayesinde, böylesi savaş sonrası altüst oluşlardan uzak kaldı. Sovyetler Birliği’nde krizler yoktur, işsizlik yoktur, aksine, üretimin ve halkın maddi refahının kesintisiz artışı vardır.

SSCB halk ekonomisinin yeniden inşasının ve gelişmesinin savaş sonrası görevleri, 1946–1950 yıllarını kapsayan yeni Beş Yıllık Plan’ında belirlendi. Beş Yıllık Planın en önemli ekonomik ve politik görevi, ülkenin savaş tarafından tahrip edilmiş bölgelerinin yeniden inşa edilmesi, sanayi ve tarımda savaş öncesinin düzeyine tekrar ulaşılması ve ardından bu düzeyin önemli oranda aşılmasıdır.

Beş Yıllık Plan’a göre, SSCB’nin savaş öncesi sanayi üretiminin düzeyine daha 1948’de ulaşılması gerekiyor. 1948’i izleyen yıllar için ise Beş Yıllık Plan, bir yandan sanayi üretiminin savaş öncesine göre yüzde 50’lik bir artışını, diğer yandan öncelikle gerekli olan ağır sanayinin ve demiryolları nakliyatının yeniden inşası ve gelişmesinin güvence altına alınmasını öngörüyor; bunlar olmadan, SSCB’nin tüm halk ekonomisinin hızlı ve başarılı bir şekilde yeniden ayakları üzerinde durması ve genişlemesi olanaksızdır. Ağır sanayinin yeniden inşası, ülkenin teknik ve ekonomik bağımsızlığını pekiştirecektir.

Beş Yıllık Plan, Sovyetler Birliği halklarının maddi refahını güvence altına almak ve ülkede en önemli ihtiyaç maddelerinde bolluk yaratmak için tarımın ve tüketim maddeleri sanayisinin kalkınmasını öngörmektedir.

Biz; halk gelirinin ve halk tüketiminin savaş öncesi seviyesini aşmak zorundayız; yakın bir zamanda karne sistemini kaldırmak ve onun yerine, çok gelişkin ve yaygın Sovyet ticaretini getirmek zorundayız; kitlesel tüketim mallarının üretiminin artırılmasına ve emekçilerin yaşam düzeyinin meta fiyatlarının ısrarlı bir şekilde düşürülmesi yoluyla yükseltilmesine özel önem vermeliyiz ve ayrıca para dolaşımını ve Sovyet parasını konsolide etmek zorundayız.

Beş Yıllık Plan, üretimde devasa bir atılımı gerçekleştirmenin ve iş verimliliğini artırmanın koşulu olarak, teknik gelişmenin SSCB halk ekonomisinin tüm alanlarında sağlanmasını öngörmektedir. Bu amaçla, bilimde SSCB dışında sağlanan gelişmelere sadece ulaşma değil, aynı zamanda kısa bir sürede bunları aşma görevini önümüze koymaktayız.

Beş Yıllık Plan; SSCB emekçilerinin maddi ve kültürel yaşam düzeyinin yükseltilmesi, okullar ve yüksekokullar sisteminin yeniden kurulması ve genişletilmesi, halk sağlığının iyileştirilmesi, konut yapımının geniş ölçülerde yaygınlaştırılması vb. bakımından büyük görevler kapsamaktadır. Beş Yıllık Plan’ın belirlediği en önemli görevlerden birisi de, Sovyet kültür ve sanatının serpilip gelişmesi için güvencelerin yaratılmasıdır. Beş Yıllık Plan, SSCB’nin savunma gücünü daha da artırmayı ve Sovyetler Birliği ordusunu savaş sevk ve idaresinin en modern araçlarıyla donatmayı amaçlamaktadır. Yurdumuzu bütün olasılıklara karşı korumak, barışı savunmak ve SSCB’ye ve onun müttefiklerine yönelik yeni bir saldırganlığı engellemek için, Sovyetler Birliği’nin silahlı kuvvetlerini güçlendirmek ve Sovyet devletinin ekonomik mücadele gücünü pekiştirmek zorundayız.

Yeni Beş Yıllık Plan’ın yerine getirilmesi, SSCB’nin halk ekonomisinin yeniden inşa ve gelişmesini güvence altına almakta ve aynı zamanda Sovyet toplumunun savaşa kadar üzerinde bulunduğu ve savaş nedeniyle geçici olarak ayrılmak zorunda kaldığı gelişme yoluna tekrar girmesi anlamına gelmektedir. Bu, sınıfsız sosyalist toplumun inşasının tamamlanması ve sosyalizmden komünizme tedricen geçisin yoludur. Yeni Beş Yıllık Plan, bu doğrultuda ileriye doğru atılan büyük bir adım demektir.

1946 yılının ve 1947’de geride bıraktığımız ayların sonuçları, yeni Beş Yıllık Planın başarıyla yerine getirilmekte olduğunu ortaya koymaktadır. Yeni Beş Yıllık Plan’ın birinci yılında sanayi, barış koşullarındaki üretimine geçti. Alman işgalcilerince talan edilen bölgeler hızla yeniden inşa ediliyor.

Beş Yıllık Plan, büyük bir emek coşkusuyla yerine getiriliyor. Sanayi ve taşımacılıkta, planın 1947 yılı için öngörülen hedeflerine Sosyalist Ekim Devrimi’nin 30. yıldönümüne denk gelecek bir şekilde önceden ulaşabilmek amacıyla ülke çapında sosyalist bir rekabet başladı. Moskova, Leningrad, Don havzası, Ural, Gorki, Kusnezk havzası ve diğer büyük sanayi bölgelerinde planın yaşama geçirilmesinde kaydedilen gelişme, 1947 planının öngörülen zamandan önce başarılı bir şekilde yerine getirileceğinden yola çıkabileceğimizi gösteriyor. Bu, Beş Yıllık Plan’ın toplam hedeflerine ulaşma temposunun hızlanması anlamına gelmektedir.

Nitekim bunun sonucu; kömür çıkarımında, bakır, alüminyum ve nikel kazanımında, elektrik elde edilmesinde ve traktör, işleme makinesi ve bazı başka makinelerin üretiminde, SSCB sanayisinin 1947 Temmuzu’nda savaş öncesi düzeyi yakalamasıydı.

Böylece, Beş Yıllık Plan’ı hayata geçirme mücadelesinin bir buçuk yılı, birkaç sanayi dalında, önceden tahmin edilenden daha hızlı gelişme olanaklarına sahip olduğumuzu bize gösterdi. Bu yüzden şu anda, bazı sanayi dalları için Beş Yıllık Plan’da başta öngörülen hedefler, yeniden gözden geçiriliyor ve duruma göre genişletiliyor.

Bu arada ülkenin doğu bölgelerindeki sınaî gelişmenin önemine işaret etmekte fayda var. Stalinist Beş Yıllık Planlar sürecinde doğuda yaratılan sınaî temel, savaş döneminde güçlü bir şekilde gelişti ve güçlendi. Çünkü 1300’ü aşkın işletme, ülkenin batı bölgelerinden doğu bölgelerine kaydırılmıştı. Bütün bunlar, başarılı savaş yönetiminin belirleyici koşullarından biriydi. Savaş yıllarında doğu; cepheye on binlerce tank, top, uçak, mermi vb. gönderdi. Savaş sonrası yıllarda Ural, Sibirya, Trans-Kafkasya ve Orta-Asya’daki sanayi, hızlı bir şekilde barış koşullarının üretimine geçti. Yeni Beş Yıllık Plan’da doğu bölgelerinin Sovyetler Birliği’nin ekonomisindeki önemi ve rolü daha da artmaktadır.

Açıktır ki, savaş sonrasında SSCB halk ekonomisinin yeniden inşası; pürüzsüz, sorunsuz ve kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Beş Yıllık Plan’ın hedeflerine ulaşmak için aşmak zorunda olduğumuz sorunlar az değildir.

Savaşın koşulları ve ihtiyaçlarına göre şekillenmiş halk ekonomisinin barışçıl bir gelişme rotasına sokulması bile, birçok ekonomik, örgütsel ve teknik sorunları beraberinde getirmektedir. Bu arada unutulmaması gereken; üretimi, söz konusu barış koşullarına göre yeniden örgütleme girişimimizi, 1946’daki kuraklığın neden olduğu ek zorluklar altında gerçekleştirmek zorunda kaldığımızdır. Nitekim ülkemiz tarihinin en ağır kuraklıklarından biri olan 1946 kuraklığı, en önemli gıda maddelerini yetiştiren bölgelerimizdeki tahıl hasadının çok kötü olmasına yol açmıştır. Eğer biz işte bu şartlar altında; bu ek zorlukların üstesinden başarıyla gelebildik, halkın gıda maddelerine olan ihtiyacını karşılamayı güvence altına alabildik ve Beş Yıllık Plan’ın ilk yılının hedeflerine ulaşabildi isek, bunu, halk ekonomisinin sosyalist karakterinin üstünlüklerine ve partinin ekonomiyi yönetmedeki doğru politikasına borçluyuz.

Burada, Sovyet devletinin (her tür) maddi yaşama araçları rezervlerini elinde tutuyor olması olgusunun, onun sağlamlığı acısından taşıdığı büyük öneme işaret etmekte fayda var. Rezervler olmadan halk ekonomisinin planlı bir yönetimi olanaksızdır. Bu rezervler, her türlü zorluğun aşılmasında güçlü bir araç ve gelişmesi sürecinde ekonomimizin karşılaşabileceği çeşitli rastlantılara ve sürprizlere karşı da sağlam bir teminattır. Ve bu nedenle partimiz, devlet rezervlerinin yaratılmasına özel bir önem vermektedir.

Biz, gelişmemizin zorluklarından söz ederken, burada, özellikle sanayinin ve inşaat ve taşımacılık sektörünün işgücü ihtiyacının karşılanmasındaki sorunlardan bahsetmek zorundayız. Bu sorunlar, daha savaş öncesi dönemde ortaya çıkmıştı. Savaş, bu sorunları daha da büyüttü.

SSCB’de işsizliğin olmaması, sanayi ye taşımacılığın gelişmesinde -işletmelerin işgücü ihtiyaçlarının karşılanması bağlamında- tamamıyla yeni koşullar ortaya çıkardı.

Kapitalizm koşullarında işverenler ihtiyaç duydukları işgücünü; kriz dönemlerinde büyüyen, canlanma, döneminde ise biraz küçülen ama burjuva toplumsal düzeni var oldukça asla tümden yok olmayan ve bu özelliğiyle kapitalizmin süreklilik arz eden bir belirtisi olan işsizlerin teşkil ettiği yedek ordudan temin ederler. İşsizlerin meydana getirdiği yedek ordu, açlık korkusuyla sanayide iş aramaya mecbur bırakılan köylülerin ve iş güçlerini önünde sonunda kapitalistlere satmak zorunda olan kent küçük burjuvazisinin (ev işçiliği yapanlar, zanaatkârlar ve küçük esnaflar) iflasa sürüklenmesi sonucunda büyümektedir.

Sosyalizm, emekçi kitleler açısından inanılmaz yoksunluklar anlamına gelen işgücü rezervinin artışının bu nedenlerini ortadan kaldırdı. Bugün bizde, ne köylülüğün kente akışı, ne de yoksullaşan bir kent küçük burjuvazisi vardır. İşgücünün genel olarak kendiliğinden bir akışı yoktur artık.

Gelgelelim, işçi sınıfının sayısal olarak sürekli bir artışı olmaksızın genişletilmiş bir sosyalist yeniden üretim düşünülemez dahi. İşgücü birliklerinin kesintisiz büyümesi, sanayi ve taşımacılığımız için gereklidir. 1946–50 Beş Yıllık Planı’na göre, SSCB halk ekonomisindeki işçi ve ücretli memur sayısının 6 milyondan daha fazla artması gerekiyor. Bu nedenledir ki, sanayi, taşımacılık ve inşaat sektörüne yeni işgücünün kazanılması, halk ekonomisini yeniden inşa ve geliştirme planını hayata geçirebilmenin tayin edici bir önkoşuludur. Bu görevin yerine getirilmesi normal koşullarda bile kolay değilken, Sovyet toplumunun emekçi nüfusunun en aktif kesiminden insanların savaşta yitirilmesinin ağır bir şekilde hissedildiği savaş sonrası dönem için ise, bir o kadar daha zordur.

İşte bu nedenle, parti ve Sovyet devleti, işgücünün planlı dağılımı sorununa ve halk ekonomisindeki işgücünün takviyesi için yeni kaynakların bulunmasına özel bir önem vermektedir. Sosyalist sanayi, gerekli işgücü rezervlerini yaratmadan gelişemez. Bu nedenle, kamu işçi rezervlerinin yaratılması, genç işgücü birliklerinin ticari ve işletme okullarında eğitilmesi ve bunların halk ekonomisinin çeşitli dallarının ihtiyaçlarına göre planlı dağılımı, partinin özel olarak üzerinde durduğu meselelerden birisidir. Beş Yıllık Plan bu şekilde 4,5 milyon kalifiye işçisini yetiştirmeyi öngörüyor.

Biz başka sorunlarla da karşı karşıya bulunuyoruz. Savaş sonrasının uluslararası durumu karşısında, ihtiyaç duyduğumuz makinelerin sözünü etmeye değer küçük bir bölümünü bile yurtdışından getiremeyeceğimizi hesap etmek zorundayız. Ve bu nedenle kendi gücümüze öncesinden çok daha fazla yaslanmak durumundayız. Bu durum, normal uluslararası koşullarda ithal edilerek temin edilebilecek yeni makine türlerinin yurtiçinde üretimi için özel çabaların harcanmasını gerekli kılmaktadır.

Tüm bu zorluklar kaçınılmaz olarak gelişme tempomuzu, yeni sanayi işletmelerinin faaliyete geçirilmesini ve büyük inşa planlarının yerine getirilmesini yavaşlatmaktadır.

Tarımda da ciddi zorlukların aşılması gerekmektedir. Savaş, sosyalist tarımımızın gelişmesini geçici olarak baltaladı ve maddi ve ekonomik temelini zayıflattı, üretimin, savaşın ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş olması nedeniyle sanayi; traktör üretimini durdurmak ve tarımsal makineler, yedek parça ve yakıt üretimini önemli oranda sınırlamak zorundaydı. Savaş yıllarında ekilen alanlar küçüldü, işletmecilik yetersiz kaldı, rekolte düştü, hayvan mevcudiyeti azaldı ve hayvancılık ürünleri geriledi. Savaşın neden olduğu zorlukların üzerine, 1946 yılında ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşanan kuraklığın ortaya çıkardığı zorluklar eklendi.

Bu koşullar altında parti, tarımın güçlendirilmesi ve kolhoz ekonomisi düzeninin pekiştirilmesine yönelik bir dizi özel önlemler aldı. Şubat 1947’de SBKP(B) Merkez Komitesi Plenumu, “Savaş sonrası dönemde tarımın güçlendirilmesine ilişkin önlemler” adı altında ayrıntılı bir karar aldı. Parti, bugün tarım alanında tüm dikkatini, kolhozların örgütsel ve ekonomik bakımdan tahkim edilmesine ve tarımın maddi ve teknik temelinin güçlendirilmesine yöneltmektedir. Parti, tüm kararlılığıyla, tarım artelleri tüzüğüne yönelik şurada veya burada ortaya çıkan ve kolhozların ortak iktisadına zarar veren ihlallerin önünü aldı ve kolektiflerdeki çalışmayı daha iyi örgütlemek ve ödemek için bir dizi önlemleri kararlaştırdı. Parti, aynı zamanda, traktör, biçer-döven ve diğer tarım makinelerinin ve gerekli suni gübrenin üretimini artırmak için önlemler almaktadır.

Merkez Komitesi Plenumu kararında, tarımın savaş sonrası dönemde güçlendirilmesi için kapsamlı bir program sunuluyor. Kararda; tahıl üretiminin ve teknik bakımdan yararlı bitkilerin (pamuk, şekerpancarı, keten vb.) üretiminin nasıl artırılabileceği, hayvancılığın nasıl desteklenebileceği, tarım tekniğinin, makine ve traktör istasyonlarındaki çalışmanın ve Sovyet ürünlerinin kalitesinin nasıl düzeltilebileceği, ayrıntılı bir şekilde gösteriliyor. SBKP(B) Merkez Komitesi Plenumu’nun aldığı aynı kararda, tarımın teknik donanımı bakımından sosyalist sanayi tarafından yerine getirilmesi gereken görevler de belirtiliyor. Bütün bu tedbirler, ülkemiz tarımının hızlı bir şekilde güçlendirilmesini ve teşvik edilmesini ve ayrıca kolhoz ekonomisi düzeninin pekiştirilmesini amaçlamaktadır. Tarımın böylesi bir canlanma sürecine sokulması bir gerekliliktir. Zira bu sayede, kısa sürede hem halkımız için gıda maddeleri ve sanayi için hammaddelerinin yeterli oranda sağlanması, hem de devlete ait gerekli gıda ve hammadde rezervlerinin oluşturulması olanaklı olacaktır.

Sovyet köylülüğü, partinin ve hükümetin aldığı önlemleri muazzam bir çalışma coşkusuyla yanıtladı. Bu coşku, 1947 yılı için tarımsal çalışmaların genel planının yerine getirilmesini olumlu etkiledi. Bütün ülkede, 1947’de yüksek bir rekoltenin elde edilmesi için kolektif köylülerin geniş kitlesinin katıldığı sosyalist bir rekabet gelişti. Hükümet, tarım ve hayvancılıkta en iyilerinin ödüllendirilmesi için özel kararlar aldı (“Sosyalist Çalışma Kahramanı” onur unvanının tanınması ve madalyaların verilmesi).

İlkbahar hâsılatı bu yıl içinde başarılı bir şekilde toplandı. 1947 hâsılatı için ekilen alanlar, bir önceki yılla kıyaslandığında, 8 milyon hektar civarında genişletildi. Hasadın kaldırılması da bu yıl, önceki yıla göre daha başarılı örgütlendi ve daha kısa sürede gerçekleştirildi; aynı şey şimdi tahılın kalitesi için de geçerlidir.

Tarım yılının geçici sonuçları; tahıl sorununun çözümü ve devlete ait gıda ve hammadde rezervlerinin oluşturulması doğrultusunda ileriye doğru büyük bir adımın atıldığını; aynı şekilde kolhoz ekonomisinin güçlendirilmesi yönünde yeni bir adımın atıldığını ortaya koymaktadır. Bunlar, sanayi merkezlerindeki nüfusun gıda ihtiyacının karşılanmasının daha da iyileştirilmesi açısından gerekli önkoşulları yaratmaktadır.

Tarımda kaydedilen başarılar. Sovyetler Birliği’ndeki karne sisteminin daha bu yıl içinde kaldırılmasını olanaklı kılmaktadır. Karne sistemi, büyük savaş sürdürülürken ve cephedeki ordunun gereksinimlerini pürüzsüz bir biçimde karşılamak için cephe gerisindeki tüketimin kısıtlanmasının zorunlu olduğu bir zaman gerekliydi. Savaş bittiğine ve ordu, seferberlik durumundan çıktığına göre, karne sistemi artık gereksizdir ve kaldırılmak zorundadır. Sovyet devleti artık gelinen yerde, normal meta dolaşımına ve üretimin ve tüketimin çok yönlü gelişimine geri dönebilir.

Karne sisteminin iptalinin 1946’dan 1947’ye ertelenmesinin nedeni ise, ülkenin birçok bölgesindeki kuraklık ve devlete ait gıda rezervlerinin azalmasıydı. Sovyet devleti, karne sisteminin iptalini, fiyatların eşitlenmesi yoluyla hazırlamak için bir dizi zorunlu önlemleri almış bulunuyor.

Beş Yıllık Plan’ın hedeflerine ulaşmak için yürüttüğümüz çalışma, Stalin yoldaşın Sovyet halkının önüne koyduğu görevin -sanayimizin düzeyini savaş öncesi döneminin yaklaşık olarak üç katına çıkarma olanağını yakalamak için halk ekonomisinin yeni bir devasa kalkınmasını örgütlemek- yerine getirilmesinin ilk aşamasını oluşturmaktadır. Önümüzdeki üç Beş Yıllık Planların da; sanayimizin yılda yaklaşık 50 milyon ton ham demir, yaklaşık 60 milyon ton çelik, yaklaşık 500 milyon ton kömür ve yaklaşık 60 milyon ton petrol üretmesini sağlamak zorundayız.

 

II

PARTİ İNŞASININ SORUNLARI

Parti yaşamımızın öne çıkan en önemli özelliği ve başarılarının temeli, partimizin ülkemiz halk kitlelerinin nezdindeki sarsılmaz otoritesi ve Sovyet halkının partinin politikasına verdiği o sınırsız destektir. Partinin doğru politikası, Sovyet halkının sarsılmaz manevi ve politik birliğini meydana getirdi.

Partimizin, anavatan savaşında düşmanın yenilgisini örgütlemesi ve savaşın ağır sonuçlarını başarıyla bertaraf etmek için tüm halkı seferber edebilmesi, ancak bu sayede olanaklı olmuştur.

Sovyet halkının manevi ve politik birliği derin ve yalın ifadesini, komünistler ve bağımsızlar bloğunun, geçtiğimiz yıl SSCB Yüksek Sovyet seçimlerinde, bu yıl da Otonom ve Birlik cumhuriyetleri Yüksek Sovyet’i seçimlerinde kaydettiği zaferde bulmuştur. Seçimler, politik hareketliliğin çok yüksek olduğu bir ortamda geçmiş ve partimizin halkta bulduğu sınırsız güven ve desteği her defasında yeniden ortaya koymuştur.

Savaş, Sovyet halkının çok canına mal oldu. Ondan devasa fedakârlıklar istedi. Tabiatıyla, savaşta, halk kitlelerinin çok acil maddi ve manevi gereksinimlerine sınırlamalar konuldu. Bu nedenle, savaştan barışa geçiş, bu kısıtlamaların ortadan kaldırılması ve halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik çeşitli önlemlerin alınmasını gerektirmektedir. Bu arada, savaş yıllarında olduğu gibi savaş sonrası yıllarda da kitlelerin politik ve kültürel düzeyinin sürekli arttığı görülmektedir. Sovyet halkı, hem maddi hem de manevi ihtiyaçlarını tatmin edebilecek bir şekilde yaşamak istiyor.

Bütün bunlar, parti yönetiminin düzeyine ve parti örgütlerinin faaliyetinin niteliğine yeni ve daha ileri talepler yüklemektedir. Bu yeni taleplerin ışığında; savaşın bitmesi ve barışa geçilmesi karşısında, parti örgütlerinin çalışmasının esaslı bir dönüşümü zorunlu oldu. Bu, parti örgütlerinin çalışmasında savaş esnasında açık görülmeyen büyük eksikliklerin ortaya çıkması, özellikle de örgütsel ve ideolojik parti faaliyetinin savsaklanması karşısında bir o kadar daha gerekli oldu.

Partimizin başarıları ve parti ve Sovyet devleti kadrolarının savaşın ateşinde geçtikleri sınavdan başarıyla çıkmaları, bize, zafer sarhoşluğuna kapılma ve bugüne dek yapılanla yetinme hakkı vermiyor. Aksine; savaşın ardından bugün yurdumuzun karşı karşıya olduğu ekonomik ve kültürel insanın yeni görevleri ve bir bütün olarak günümüzün uluslararası durumu SBKP(B)’ye, partinin tüm çalışmasının ve ideolojik eğitiminin seviyesini sürekli artırmayı acilen dayatmaktadır:

En başta gelen görevlerden birisi, parti örgütlerimizin çalışmasının sağlamlaştırılmasıdır. Parti organları savaş yıllarında, cephe gerisinin örgütlenmesinde ve ekonominin savaş koşullarına göre yeniden düzenlenmesinde devasa şeyler başardılar. Savaş döneminin koşullarında parti mercileri, çoğu kez ekonominin operatif yönetimini devralmak zorunda kalıyorlardı. Bu, o zamanın koşullarında gerekliydi. Ama bu durumun, parti örgütlerinin pratik çalışmasında belirli olumsuz belirtilerin ortaya çıkmasına neden olduğu da burada göz ardı edilmemelidir. Nitekim söz konuşu olumsuzluklar kendisini, parti içi çalışmanın zayıflatılmasında ve devlet ve ekonomi kurumlarının işlevlerinin devralınmasında göstermiştir. Bolşevik tarzı önderliğin temel ilkelerinden biri böylece çiğnenmişti.

Parti, bugün ana görevlerinden biri olarak, yerel parti mercilerini güçlendirmeyi ve parti örgütlerinin çalışmasını tahkim etmeyi görmektedir. Günümüz aşamasında önemli parti içi görevlerinden birini, parti içi çalışmanın ve Bolşevik devlet ve ekonomi idaresinin düzeyinin yükseltilmesi oluşturmaktadır.

Bu görevlerin yerine getirilmesi ayrılmaz bir şekilde, partimizin gelişmesinin temel koşulu olan Bolşevik eleştiri ve özeleştirinin geliştirilmesine bağlıdır.

Parti, temel görevi olarak, Sovyet devletinin daha da sağlamlaştırılmasını, devlet aygıtının mükemmelleştirilmesini ve çalışmasının iyileştirilmesini görmektedir.

Devlet aygıtı, savaş yıllarında parti ve hükümetin direktiflerini yaşama geçirmek için çok büyük işler başardı. Partinin, esnek ve özenli bir devlet aygıtını yaratmak ve parti davasına sadık ve gerekli bilgi ve örgütsel yeteneğe sahip bir devlet yöneticileri kadrosunu yetiştirmek için uzun yıllar sarf ettiği çabalar, ürünlerini veriyordu.

Bugün devlet makamlarının çalışmaları öncelikli olarak; ekonominin örgütlenmesine, kültür ve eğitim düzeyinin yükseltilmesine, Sovyet yasalarının kayıtsız şartsız uygulanışının denetlenmesine, özel mülkiyet ideolojisinin kalıntılarına karşı mücadeleye, sosyalist mülkiyetin daha da güçlendirilmesi mücadelesine ve devlet disiplininin çalışmalarımızın tüm alanlarında yükseltilmesine yönelmektedir.

Bu koşullar altında parti; devlet iktidarı organlarının daha da sağlamlaştırılmasına, bunların ekonomik ve kültürel inşa görevlerinin yerine getirilmesindeki örgütsel rollerinin güçlendirilmesine ve Sovyet makamları ile kitleler arasında daha sıkı ilişkilerin yaratılmasına yönelik önlemler aldı. Yakında ülkemizde emekçi temsilcilerinin yerel Sovyetleri seçimleri yapılacak. Bu seçimlerle, Sovyet iktidarının yerel makamlarının çalışmasında kayda değer bir iyileşme sağlanmaya çalışılacaktır.

Savaş sonrasında parti ve devlete yüklenen yeni görevler, parti kadrolarından daha ileri şeyler talep etti ve parti ve devlet görevlilerinin teorik ve pratik düzeylerinin yükseltilmesini yakıcı hale getirdi. Parti ve devlet görevlilerinin eğitimi ve yetkinleşmeleri, partinin şu anda üzerinde durduğu en önemli görevlerden birisidir. Bu çalışmanın amacı, milyonlarca parti ve devlet görevlisine; Marksist-Leninist bilgiyi özümsemede yardımcı olmak, onları toplumsal gelişme yasalarının, ülke ekonomisi ve Sovyet devletinin ekonomi politikasının bilgisiyle donatmak ve uluslararası durumun ve Sovyet dış politikasının sorunları üzerinde aydınlatmaktır.

Parti ve devlet görevlilerinin politik ve teorik düzeyini ciddi bir şekilde yükseltmek için SBKP(B) Merkez Komitesi, önümüzdeki üç-dört yıl içerisinde, cumhuriyetlerde, illerde, bölgelerde, kent ve ilçelerdeki parti ve idare görevlilerinin arasındaki yönetici kadroları parti okulları ve eğitim kurslarından geçirmeyi gerekli görmüştür. Parti okulları ve eğitim kursları sisteminin yeniden düzenlenmesine yönelik alınan geniş önlemler, bu amaca hizmet etmiştir. Cumhuriyet, il ve bölge çapındaki parti ve idare görevlilerinin eğitildiği üç yıllık öğrenim süreli parti yüksekokulu kuruldu. Şu anda bu okulda 1.000 kişi okumaktadır. Parti yüksekokulunda ayrıca, bölge ve yöre komitelerinin genç sekreterleri, emekçi temsilcilerin bölge Sovyetlerinin yürütme komiteleri başkanları, bölgesel ve yerel gazetelerin redaktörleri vb. için dokuz aylık eğitim kursları başlatılmıştır. Bu kurslara 500’den fazla kişi gitmektedir.

Cumhuriyet, bölge ve yöre ana kentlerinde parti, Sovyet, Komsomol ve basın görevlisi yaklaşık 30.000 kişinin eğitim gördüğü 177 iki yıllık parti okulu ve dokuz aylık eğitim kursları açıldı. Öte yandan SBKP(B) Merkez Komitesi’ne bağlı Toplumsal Bilimler Akademisi kuruldu. Bu akademinin görevi, merkezi parti kurumları, Birlik Cumhuriyetleri Komünist Partileri Merkez Komiteleri, SBKP(B) bölge ve yöre komiteleri için bilimsel eğitimden geçmiş kadroları ve ayrıca araştırma enstitüleri ve bilim dergileri için nitelikli yüksekokul doçentleri ve teorisyenleri yetiştirmektir. Toplumsal Bilimler Akademisi şu dallarda kalifiye eleman yetiştirmektedir: Ekonomi politik, yabancı devletler ekonomisi ve politikası, devlet ve hukuk teorisi, devletlerarası hukuk, SSCB tarihi, dünya tarihi, uluslararası ilişkiler, SBKP(B) tarihi, diyalektik ve tarihsel materyalizm, Rus ve Batı Avrupa felsefesi tarihi, mantık ve psikoloji, edebiyat ve sanat bilimi.

Akademi adaylarının eğitim süresi 3 yıldır. Şu anda bu akademide yaklaşık 500 aday okumaktadır.

Partimiz savaş dönemi ve sonrasında çok büyümüştür.

Anayurt Savaşı cephelerinde çok büyük kayıplar vermesine rağmen, partinin üye sayısı savaş yıllarında düşmediği gibi, daha da artmıştır. Savaş öncesinde 3.800.000 üye ve aday üyeye sahip olan parti, şimdi 6.300.000 kişiyi saflarında barındırıyor. Parti üyelerinin yaklaşık yarısını SBKP(B)’ye savaş yıllarında ve sonrasında giren komünistler oluşturuyor.

Partimiz, sayısal bakımdan böylesine muazzam bir büyümeyi bütün tarihi boyunca yaşamadı. Partiye yeni alınanların büyük çoğunluğu, yurdun ölüm-kalım savaşı verdiği bir dönemde geldi. Başka bir deyişle, halkın en sağlam unsurları partiye girmiştir.

Parti üyelerinin sayısal bakımdan muazzam artışı ve bileşimindeki değişim, komünistlerin daha güçlü politik eğitimini bütün yakınlığıyla gündeme getirmiştir. Komünistlerin önemli bir bölümü, özellikle son yıllarda partiye girenler, gerekli politik eğitimi henüz alamamışlardır. Partinin nicel büyümesi ile SBKP(B)’nin üye ve aday üyelerinin politik düzeyi arasında belirli bir oransızlık ortaya çıkmıştır. Bu koşullar altında parti, saflarındaki genişlemeyi daha da pekiştirmeyi değil, aksine, parti üye ve aday üyelerinin politik olarak aydınlanmasını örgütleme ve esas ağırlığı komünistlerin siyasi düzeyini yükseltmeye verme çizgisini izledi. Zira sonuçta nitelik, nicelikten daha önemlidir.

Komünistlerin ideolojik ve siyasi düzeyini yükseltmek ve emekçilerin komünist eğitimini ilerletmek açısından büyük bir önemi olan, basımı ve dağıtımı şu anda geniş bir biçimde yapılan V. I. Lenin ve J.V. Stalin biyografilerinin okunup incelenmesidir.

Savaş nedeniyle yayımına ara verilen Lenin eserleri, 1946 yılında yeniden yayınlanmaya başlanılmıştır. Aynı tarihte J. V. Stalin’in eserleri de yayınlanmaya başlanmıştır. Bu eserlerin her biri 500.000 adet olarak basılmaktadır. Ayrıca savaş sonrası dönemde Marksizm-Leninizm’in ustalarının çeşitli eserleri toplu olarak 90 milyon adet basılmıştır. J V. Stalin’in kısa biyografisi 1 milyon adet basılmıştır. “SBKP(B) Tarihi -Kısa Ders-” ise savaştan sonra 10 milyon adet, ama çıkmasından bu yana 30 milyondan daha fazla basılmıştır.

Komünizmi ülkemizde inşa etme görevi, emekçilerin komünist eğilimi göreviyle ayrılmaz bir bütünlük teşkil etmektedir. Sosyalizmden komünizme tedricen geçiş olgusu karşısında, emekçilerin komünist eğitimi ve kapitalizmin insanların bilinçlerindeki kalıntılarının aşılması sorunu, tayin edici bir önem kazanmaktadır. Ülkemizdeki sömürücü sınıfların yıkılması ve kalıntılarının tasfiyesinden sonra, uluslararası burjuvazi, Sovyet devletine karşı mücadelesinde, Sovyetler Birliği içindeki her türlü desteğini kaybetmiştir. Ancak uluslararası burjuvazi buna karşın; Sovyet insanlarının bilincindeki kapitalizm kalıntılarını, özel mülkiyet psikolojisinin kalıntılarını, burjuva ahlak kalıntılarını, bazı kişilerin Batının burjuva kültürüne kör bir şekilde tapması olgusunu, milliyetçilik söylemlerini vb. belirtileri kendi amaçları için kullanmaya çalışmaktadır.

İdeolojik ve siyasi çalışmanın görevleri arasında başta Sovyet yurtseverliğini koruma ve geliştirme görevi gelmektedir.

Stalin yoldasın öğrettiği gibi, “Sovyet yurtseverliğinin gücü, ırkçı ve milliyetçi önyargılara dayanması değil; tersine, temelinde, halkın Sovyet yurduna olan derin bağlılığı ve özverisi, ülkemizin bütün milliyetlerinden emekçilerin kardeşçe birliğinin yatmasıdır. Sovyet yurtseverliğinde, halkların ulusal gelenekleri ile Sovyetler Birliği’nin bütün emekçilerinin ortak yaşam çıkarları ahenkli bir şekilde birleşmekledir.” Sovyet yurtseverliğinin gelişmesi, dar milliyetçi ve şovenist söylemlere karşı (verilen) mücadele ile kopmaz bir şekilde bağlıdır. Parti, Sovyet halkını, diğer halklara karşı saygı ve bu halkların bağımsız gelişme hakkının tanınması ruhu ile eğitmektedir.

Parti, son zamanlarda, Batı’nın burjuva kültürü karşısında secdeye kapanan ve yaltaklanan çeşitli söylemlere karşı enerjik bir mücadeleyi başlatmak zorunda kaldı. Bu söylemler, belli ölçülerde aydınlarımızın bağı tabakaları arasında yayılmış bulunmakta ve Çarlık Rusyası’nın menfur geçmişinin bir kalıntısını oluşturmaktadır. Parti, secdeye kapanmanın ve yaltaklığın ifadesi olan bir dizi somut söyleme karşı enerjik bir darbe vurmak durumundaydı. Zira bugünkü aşamada bu tür söylemler, Sovyet devletinin çıkarları açısından ciddi bir tehlike oluşturmaktadırlar. Tehlikedir; çünkü uluslararası gericiliğin ajanları, burjuva kültürü karşısında secdeye kapanma ve yaltaklık etmeye tekabül eden söylemlerden etkilenenleri, Sovyet devletini zayıflatmak amacıyla kullanma çabasındadırlar.

Ekim Devrimi, Rusya halklarını yabancı sermayenin ekonomik ve manevi esaretinden kurtardı. Sovyet iktidarı, ülkemizi ilk özgür ve bağımsız bir devlet yaptı. Halkımız, kültür devrimini gerçekleştirmesi ve kendi Sovyet devletini yaratmasıyla, ülkenin burjuva Batıya olan maddi ve manevi bağımlılığının zincirlerini parçaladı. Sovyetler Birliği, dünya uygarlığının ve ilerlemenin kalesi oldu.

O halde bu şartlarda yabancı olan her şeyin karşısında secdeye kapanma ve yaltaklık etme tutum ve söylemleri nasıl ortaya çıkabilmiştir? Bu tür yurtseverlik karşıtı tutumların, söylem ve ruh halinin kökleri, Çarlık Rusyası’nın menfur geçmişinin kalıntılarında yatmaktadır. Aydınlarımızın belli bir kesiminin bilincini hâla bu kalıntılar etkilemektedir. Konumları Çarlık Rusyası’nda güçlü olan yabancı kapitalistler, Rus halkının kültürel ve ruhsal bakımdan geri olduğuna dair görüşleri her türlü yoldan destekliyor ve yayıyorlardı. Çarlık Rusyası’nın halktan kopuk ve halka yabancı egemen sınıfları, Rus halkının yaratıcı gücüne inanmıyorlardı ve Rusya’nın geri kalmışlığını kendi öz gücüne dayanarak aşabileceğini olanaklı görmüyorlardı. İşte, Rusların Batı Avrupalı sözüm ona “öğretmen”lerinin sürekli “öğrenci”leri rolünü oynamaları gerektiği yolundaki yanlış düşünce buradan ileri gelmektedir.

Bu eski kapitalist düşüncelerin kalıntıları, şimdi, SSCB içindeki ajanlık faaliyetleri ve anti-Sovyet propagandalarına dayanak noktaları bulmak için tüm güçlerini seferber eden Amerikan ve İngiliz emperyalizminin ajanları tarafından kullanılmaktadır. Yabancı istihbarat teşkilatlarının ajanları, aydınlarımızın tam sarsılmaz bir tutum sahibi olmayan bazı tabakalarında hummalı bir şekilde zayıflıklar ve gedikler aramaktadırlar. Öz güçlerine güvenmemenin o eski düşüncesini taşıyan ve yabancı olan her şeyin karşısında secdeye kapanma hastalığına yakalanan bu tabakadan insanlar, yabancı istihbarat teşkilatlarının tuzağına çok daha kolay düşüyorlar.

Partinin ideolojik çalışması mevcut koşullarda bütün kararlılıkla, burjuva ideolojisinin kalıntılarını ısrarla aşmaya ve ideolojik sapmanın her türüne karşı Bolşevik uzlaşmazlığı güçlendirmeye yöneltilmiş bulunuyor. Bu bağlamda SBKP(B) Merkez Komitesi’nin ideolojik ve siyasi çalışmanın sorunları üzerine aldığı kararlar (“Zvezda” ve “Leningrad” dergilerine, tiyatro repertuarlarına ve benzerine ilişkin alınan Merkez Komitesi kararları) ve kısa bir süre önce Merkez Komitesi’nin inisiyatifi üzerine yürütülen felsefi tartışma, büyük öneme sahiptir.

Merkez Komitesi’nin aldığı tedbirlerin amacı; bilim adamları ve sanatçılar arasında Sovyet-yurtseverci bir mücadele ruhunun hükmetmesini ve bu yoldan Sovyet bilimi, edebiyatı ve sanatında parti ilkesinin güçlenmesini ve basın, propaganda, bilim, edebiyat ve sanat gibi sosyalist kültürümüzün tüm araçlarının yeni, daha yüksek bir düzeye ulaşmasını sağlamaktır.

SBKP(B) Merkez Komitesi, edebiyat ve sanatın devasa toplumsal ve dönüştürücü rolünün, halkın komünist eğitimindeki rolünün, özellikle gençliğin doğru eğitimindeki rolünün, başka bir deyişle yeni kuşağın; karsısına çıkan engellerden yılmayan ve her tür badireyi aşmaya hazır, aktif ve komünizm davasına inançlı insanlar olarak eğitilmesindeki rolünün altını çizmiştir. Merkez Komitesi, Sovyet yazarlarının, bilim ve sanatın temsilcilerinin halkın çıkarlarından, devletin çıkarlarından ayrı çıkarları olmadığına, olamayacağına dikkat çekmiştir. Bu nedenle, Sovyet edebiyatına (“sanat sanat içindir” gibi) görüşsüzlüğün ve siyasi kayıtsızlığın her türlü övgüsü yabancıdır, Sovyet halkının ve devletinin çıkarlarına zarar vericidir ve kitap ve dergilerimizde yer almamalıdır. SBKP(B) Merkez Komitesi, ülkemizdeki edebiyat ve sanatın yaratıcı etkinliğinin, Sovyet yurdunun hayat verici temelinden -partinin politikasından- esinlenmesi gerektiğine işaret etmiştir.

SBKP(B) Merkez Komitesi’nin kararları, Sovyet kültürünün temsilcilerini, çürüyüp dağılmakta olan burjuva edebiyatı ve sanatına tapınma karşısında uyarmıştır.

Merkez Komitesi, Sovyet edebiyatı ve sanatının daha da gelişmesinin teminatı olan çok yönlü, ilkeli ve nesnel eleştirinin öneminin altını özellikle çizmiştir. İdeolojik çalışmanın çeşitli alanlarda ortaya çıkan eksikliklerin eleştirisinin teşvik edilmesi için, SBKP(B) Merkez Komitesi “Kultura i Shisn” (Kültür ve Yaşam) adında yeni bir gazete çıkartmıştır. Bu gazete, SBKP(B) Merkez Komitesi’nin Propaganda ve Ajitasyon Kurulu’nun yayın organıdır.

Kısa bir süre önce SBKP(B) Merkez Komitesi’nin inisiyatifiyle G. F. Alexandrov’un “Batı Avrupa Felsefesinin Tarihi” adlı kitabı üzerine yürütülen felsefi tartışmaların neticesinde, teorik cephemizde yapılan çalışmalarda, özellikle Marksizm-Leninizm’in felsefesi alanında yapılan çalışmalarda çeşitli eksiklikler açığa çıkartılmıştır. Bu eksikliklerin giderilmesi ve Marksizm-Leninizm’in felsefesi alanındaki bilimsel ve teorik çalışmaların daha da gelişmesinin teşvik edilmesi amacıyla “Voprosy Filosofi” (Felsefenin Sorunları) adında yeni bir dergi çıkartılmıştır.

Bugünlerde Merkez Komitesi SBKP(B)’nin yeni programını hazırlıyor: SBKP(B)’nin mevcut programı hayli eskimiştir. Mevcut program, yeni bir programla değiştirilmelidir.

Yeni bir program hazırlıklarının yanı sıra, parti tüzüğünde yapılacak değişiklikler üzerinde de çalışılmaktadır. Ülkedeki ve partideki durum son yıllarda o kadar değişti ki, tüzüğün bir dizi maddeleri eskimiş durumdadır.

 

III

SBKP(B)’NİN DIŞ POLİTİKASI ÜZERİNE

Faşizme karşı zafer dolu savaşın sonucunda, sosyalizmin ve demokrasinin konu mu güçlenmiş, emperyalist kampınki ise daha da zayıflamıştır. İkinci Dünya Savaşının en önemli neticelerinden birisi, SSCB’nin tahkim edilmesi ve bir dizi ülkede işçi sınıfı önderliğinde yeni demokratik rejimlerin kurulmasıdır.

Almanya ve Japonya’nın yenilgisi, emperyalist kampın zayıflaması ve kapitalist sistemin genel krizinin daha da derinleşmesi anlamına gelmektedir. Kapitalist devletler arasında ABD, savaştan ciddi bir şekilde güçlenerek çıkmıştır. Buna karşılık ABD’nin müttefikleri -İngiltere ve Fransa- güç yitirmiştir.

Bu koşullarda, yani ABD’nin başlıca rakipleri Almanya ve Japonya’nın devre dışı bırakıldığı, İngiltere ve Fransa’nın ise zayıfladığı koşullarda, ABD, açıkça dünya egemenliğini hedefleyen yeni bir yayılmacılık politikasına geçmiştir. Savaş sonrasının bu yeni koşullarında, faşist Almanya ve emperyalist Japonya’ya karşı savaşta ortak hareket eden dünün askeri müttefikleri arasındaki ilişkiler, değişime uğramaktadır. Uluslararası politikanın iki karşıt eğilimleri kristalize olmuştur. Politikalardan biri, Sovyetler Birliği ve yeni demokrasinin ülkeleri tarafından izlenilmektedir. Sovyetler Birliği ve demokratik ülkelerinin dış politikası; emperyalizmi içten parçalamaya, halklar arası kalıcı bir demokratik barışı sağlamaya ve barışsever ulusların dostane işbirliğini her tür imkânla perçinlemeye dönüktür.

Dış politikamız bu konuda, Sovyet devletinin ve halk demokrasisi ülkelerinin artmış olan uluslararası önemine yaslanmakladır. Uluslararası politikanın diğer eğilimi, Amerikan emperyalizminin yöneten kliği tarafından belirlenmektedir. Bu klik, Amerikan tekelci sermayesinin savaş esnasında Avrupa ve Asya’da ele geçirdiği mevzileri tam sağlamlaştırmak amacıyla; açık yayılmacılığa geçti. Avrupa’nın güçten düşmüş kapitalist ülkelerini boyunduruk altına alma yoluna, sömürge ve bağımlı ülkeleri köleleştirme yoluna girdi, “komünist tehlike”ye karşı mücadele bayrağı altında SSCB’ye ve halk demokrasisi ülkelerine karşı yeni savaş planlarını hazırlamaya yöneldi. Amerikan sermayesinin politikasının bu eğilimi, en açık ve somut ifadesini, Truman ve Marshall planlarında bulmuştur. İşte günümüz uluslararası politikanın söz konusu iki eğilimi bunlardır.

Sovyet devletinin Stalinist bilge dış politikası, hem savaş öncesinde, hem de savaş esnasında emperyalist kamp içindeki çelişkilerden faydalanma olanağını yaratmıştır. Ve bu, savaşta zafer kazanmamızın en önemli önkoşullarından biriydi.

Biz iki sistemin -kapitalizmin ve sosyalizmin- uzun bir zaman dilimi için yan yana yaşamasının engellenemeyeceği gerçeğinden hareket ediyoruz. Öte yandan karşılıklığın ilkelerine uyulması ve kabul edilen yükümlülüklerin yerine getirilmesi koşuluyla, dostane işbirliği arzusunu dile getiren tüm devletlerle iyi komşuluğa dayalı, güvenilir ilişkileri sürdürme çizgisini izliyoruz. Uluslararası tüm anlaşma ve yükümlülüklerine sadık olan SSCB, bu politikayı tüm kararlılığı ve tutarlılığıyla savunmaktadır.

Aynı zamanda, Sovyetler Birliği’ne düşmanca olan politikaları, hangi taraftan geldiğine bakmaksızın, geri püskürtmeye de her zaman hazırız. Sovyetler Birliği, demokratik ülkelerle birlikte; barışın tüm düşmanlarını, halkların dostluğunun düşmanlarını ve demokratik bir temel üzerinde yükselen uluslararası işbirliğinin düşmanlarını tereddütsüzce teşhir etmekte; düşman emperyalist çevrelerin, SSCB ve halk demokrasisi ülkelerine karşı karalayıcı ve aşağılayıcı bir politika geliştirme uğraşlarına, önemini küçültme ya da uluslararası politikanın önemli sorunlarının çözümünde dikkate almama çabalarına, SSCB ve halk demokrasisi ülkelerine karşı entrikalar çevirme ve düşman blok ve gruplar oluşturma girişimlerine karşı mücadele etmektedir.

SBKP(B), SSCB’nin bazı eski savaş müttefikinde beliren yeni yönelimlerin barındırdığı tehlikeyi çok açık ve net olarak görmektedir. Biz ABD ve İngiltere’nin oynadığı tehlikeli oyunun farkındayız: Nitekim ABD ve İngiltere bir taraftan; İkinci Dünya Savaşı’nda üstlendikleri yükümlülüklerden sıyrılmakta, Almanya ve Japonya’nın demokrasi düşmanı tabakaları arasında, anti-demokratik Türkiye’de ve monark-faşist Yunanistan’da kendilerine yeni müttefikler aramakta, Franco İspanyasını himaye etmekte, Hollandalı emperyalistleri Endonezya’da iştahlandırmakta, Çin’deki gerici rejimi desteklemektedirler vb. Diğer taraftan ise Yugoslavya, Polonya gibi faşizmin yıkılmasında büyük katkıları olan gerçek demokratik devletlere karşı da bir terörist kışkırtma ve karalama politikası, pervasız baskı ve içişlerine karışma politikası, bu ülkelerdeki antidemokratik ve iktidar düşmanı unsurları açıktan destekleme politikası vb. izlemektedirler. Giderek daha utanmazca ve gizlemeden Üçüncü Dünya Savaşı’nın propagandası yapılmakta, yeni bir saldırganlığın planları, SSCB ve halk demokrasisi ülkelerine karşı yeni bir savaşın planları kotarılmaktadır. Burada ABD’nin yönetici çevreleri, açık yeni yayılmacı planların savunucuları olarak öne çıkmaktalar.

Kuşkusuz, yeni saldırganlık taraftarlarının savaşı sürdürme isteğiyle, bir savaşı (bizzat) başlatma olanağı arasındaki fark görülmek zorundadır. Nazilere öykünen yeni saldırganlar, soğukkanlılık göstermeyen ve bocalayanları etkileyebilmek için tehdit ve şantajı temel araç olarak kullanıyorlar.

Amerikan ve İngiliz emperyalistlerinin planlarının karşısına biz, Sovyetler Birliği ile başta halk demokrasisi ülkeleri olmak üzere demokratik ülkelerin dostane işbirliğini koyuyoruz. SSCB, tüm şantaj girişimlerini sakin ve emin bir şekilde elinin tersiyle itiyor ve yanıltılmasına meydan vermemek için emperyalist kamp içerisindeki dünkü müttefiklerinin tüm şüpheli manevralarını dikkatle izliyor.

Sovyet devletinin gerçek dostu ve sadık müttefiki olan ülkelere gelince, yeni demokrasinin ülkelerine gelince; Sovyetler Birliği, bunları desteklemeye her zaman hazırdır. Ve geniş yardımlarda bulunarak ve onların çıkarlarını kararlılıkla savunarak fiilen de desteklemektedir zaten. SSCB ve halk demokrasisi ülkeleri, emperyalist boyunduruktan kurtulmak için ulusal kurtuluş mücadelesi veren sömürge ve bağımlı ülkeleri kararlı bir şekilde destekleme politikasını izlemektedirler.

İşte SBKP(B)’nin dış politikasının temelleri bunlardır.

SSCB’de antagonist sınıflar tasfiye edildiği ve Sovyet toplumunun ahlaki ve politik birliği sağlandığı için, sınıf mücadelesi SSCB açısından bugün bütün şiddetiyle uluslararası arenaya kaymıştır, iki sistem, kapitalist ve sosyalist sistem arasındaki rekabet bu alanda cereyan etmektedir. Burjuva politikanın son derece kurnaz elebaşlarına karşı silahlarını partimiz burada sınamak zorundadır. SBKP(B), dış politikanın sorunlarıyla yakından ilgilenmekte ve partinin dış politika alanındaki çizgisini yaşama geçirecek yeteneğe sahip kadroların seçimi ve gerekli eğitimiyle özellikle uğraşmakladır.

Parti, kadrolarının uluslararası gelişmenin ve uluslararası durumun bilgisiyle donatılması ve sosyalist devletin çıkarlarını uluslararası arenada savunacak, dostu düşmandan ayırt edebilecek ve emperyalistlerin ve ajanlarının sinsi amaç ve yöntemlerini fark edebilecek bir düzeyde eğitilmesiyle yakından ilgilenmektedir.

Savaş yıllarında ve savaş sonrası dönemde SSCB’nin başta Avrupa olmak üzere dünya işçi hareketi ve gerçek demokratik ve ilerici çevre ve örgütlerle olan manevi, politik, ideolojik ve kültürel ilişkileri geliştirildi ve güçlendi. Savaştan sonra toplumsal Sovyet örgütleri için, uluslararası sendikal ve diğer demokratik örgütlere aktif olarak katılmak ve birçok ülkenin demokratik örgütleriyle dostluk ilişkilerini geliştirmek bakımından çok geniş olanaklar doğdu.

Sovyet sendikaları ve diğer toplumsal örgütlerinin uluslararası demokratik örgüt ve kuruluşlara aktif olarak katılmaları; işçi ve demokratik hareketin birliği uğruna diğer ülkelerin işçi hareketinin ve demokratik güçlerinin verdikleri mücadeleye bir yardım anlamına gelmekte, sağcı sosyalistlerin ve bu birliğin diğer düşmanlarının bölücü çalışmalarına karşı etkide bulunmakta, ilerici örgütlerin büyümesini ve güçlenmesini teşvik etmekte ve aynı zamanda SSCB’nin uluslararası etkisini artırmaktadır.

Çeşitli ülkelerin demokratik örgütleriyle olan ve envai tür biçimler alan kültürel ve politik ilişkilerimiz, yurtdışında sosyalist devletle ilgili gerçeklerin yayılmasına ve Sovyetler Birliği’nin etkisinin güçlenmesine katkıda bulunmakta ve demokratik örgütlerin faaliyetlerini teşvik etmektedir.

Raporumu, komünist partiler arasındaki ilişkiler sorununa değinerek bitirmek istiyorum. Bilindiği gibi, Komintern’in 1943 yılında feshedilmesinin ardından komünist kardeş partiler arasındaki ilişkiler kesintiye uğradı. Deneylerimiz gösterdi ki, gerek SBKP(B), gerekse diğer komünist partiler, gerekli karşılıklı bilgiyi alma ve işçi ve komünist hareketinin can alıcı sorunları üzerine ortak görüşlere varma olanağına bu tecrit nedeniyle sahip değildiler.

Komünist partiler arasında ilişkilerin bulunmaması, özellikle bugün; Amerikan tekelci sermayesinin komünizme ve demokrasiye karşı, SSCB ve halk demokrasisi ülkelerine karsı saldırı kampanyasını örgütlediği; yayılmacılık planlarını geliştirdiği ve “yardım” kisvesi altında çeşitli Avrupa ülkelerini ve başka ülkeleri köleleştirmeyi amaçladığı ve komünistlerin Amerikan emperyalizminin bu planlarına karşı tutumlarını somutlaştırmalarının gerekli olduğu koşullarda; işte bu koşullarda komünist partiler arası ilişkisizlik, partilerimizin emperyalist planlara karşı çeşitli ülkelerin komünistlerinin karşı koyuşunu koordine etmelerinin tüm olanaklarını yok etmektedir.

Düşüncemize göre, bu sorunlarda, mevcut anormal durumun ortadan kaldırılması amacıyla belirli tedbirlerin kararlaştırılması gerekiyor. Bu nedenle biz, bu toplantımızda uluslararası durumun sorunlarının tartışılmasını ve ayrıca komünist partiler arası ilişkilerin yeniden kurulması, karşılıklı danışma, deney aktarımı ve gerekli görüldüğü durumlarda komünist partilerin çalışmalarının karşılıklı onay temelinde koordine edilmesi amacıyla düzenli bir ilişkinin yaratılmasına ilişkin sorunların görüşülmesini gerekli gördük.

 

 

 

 

 

SBKP(B) MK’nın Zvezda” ve “Leningrad” dergileri hakkındaki kararı

-14 Ağustos 1946-

SBKP(B) Merkez Komitesi, Leningrad’da yayınlanan edebiyat-sanat dergileri “Zvezda” ve “Leningrad”ın tamamen yetersiz yönetildiğini saptamıştır.

“Zvezda” dergisinde, Sovyet yazarlarının önemli ve başarılı eserlerinin yanı sıra, son zamanlarda ideolojisiz ve ideolojiye zarar verici pek çok yapıt da yayınlanmıştır.

“Zvezda”nın büyük hatası, Sovyet edebiyatına yabancı olan yazar Zoşçenko’nun eserlerine yer vermesidir. “Zvezda” redaksiyonu, Zoşçenko’nun uzun süreden beri gençlerimizi yoldan çıkarmayı ve zihinlerini yıkamayı hedefleyen boş, içeriksiz ve seviyesiz eserleri yazmada, ideolojisizliği, bayağılığı ve depolitizasyonu yaymada uzmanlaştığını bilmektedir. Zoşçenko’nun yayınlanan öykülerinden sonuncusu “Taklitçiliğin Serüvenleri”nde (“Zvezda” No: 5-6, 1946), Sovyet yaşam tarzı ve Sovyet insanı kabaca gösterilmektedir. Zoşçenko, Sovyet insanını, küçük burjuvaya özgü zevkleri ve ahlakı olan ilkel, az kültürlü, aptal farz ederek Sovyet düzeni ile insanını çirkin ve alaycı bir tarzda tasvir ediyor. Zoşçenko’nun bizim gerçek yaşamımızı kasti olarak küstahça betimlemesi, anti-Sovyet saldırılarıyla aynı zamanda gerçekleşiyor. Zoşçenko gibi edebiyatın ayaktakımı olan ve terbiyesiz kişilere “Zvezda”da yer verilmesine artık daha fazla izin verilemez. “Zvezda” redaksiyonu, savaş zamanında Zoşçenko’nun vizyonunu çok açık bir şekilde bilmektedir. Zoşçenko, Sovyet halkı, Alman işgalcilere karşı savaşırken Sovyet halkına yardımcı olmayarak “Güneş Doğarken” gibi berbat bir eser yazmıştır. “Bolşevik” dergisinde bu eser ve hatta Zoşçenko’nun tüm yazınsal “sanatı” değerlendirilmiştir.

“Zvezda” dergisi aynı zamanda, Sovyet toplumunun uzun süreden beri edebi ve toplumsal-siyasi vizyonunu iyi bildiği yazar Ahmatova’nın eserlerini de popüler bir duruma getirmektedir. Ahmatova, halkımıza yabancı, boş ve ideolojisi olmayan şiirin tipik bir temsilcisidir. Onun, sanat için sanat deyimi gibi eski salon zevklerini ifade eden, burjuva aristokrat estetiği ve dekadanlığı pozisyonunda donup kalan, halkın ayağına gitmeyi amaç edinmeyen, karamsar ve hayal kırıklığı anlatan şiirleri, gençliğimizin eğitimine zarar vermektedir. Sovyet edebiyatında bu gibi şiirlere katlanılamaz.

Dergide Zoşçenko ve Ahmatova’ya aktif şekilde yer verilmesi hiç şüphesiz Leningradlı yazarlar arasında düşünce ayrılığına ve karışıklığa yol açmıştır. Dergide, Sovyet insanının ruhuna özgü olmayan, Batı’nın modern burjuva kültürüne yaltakçılık eden , -erler yayınlanmış ve yaşamda hayal kırık- karamsarlık ve hüzün anlatan eserler (Sadoyef” ve “Komsercik” şiirleri, No: 1, 1946,) basılmıştır. Redaksiyon, bu gibi yapıtların yayınlanmasına olanak vererek büyük hata yapmış ve derginin düşünce seviyesini k daha da düşürmüştür.

Redaksiyon, ideolojik alanda yabancı yapıtların basılmasına izin vererek, yayınlanan diğer edebi konuların sanatsal niteliğini de düşürmüştür. Dergide küçük piyes ve öyküler (Yagdfeld’in “Zamanın Değeri” ve Şteyn’in “Kuğu Gölü” gibi yapıtları) çok çıkmaya başlamıştır. Yayınlanacak konuların seçiminde böylesine “baştan savma davranmak”, derginin sanat seviyesini düşürmeye yol açmıştır.

MK sürekli olarak Zoşçenko’nun bayağı ve iftira dolu demeçlerine, Ahmatova’nın boş ve depolitik şiirlerine genişçe yer veren “Leningrad” dergisinin kötü idare edildiğini tespit etmiştir. Hem “Zvezda” hem de “Leningrad” dergisi redaksiyonları yabancılara yaltaklık yapan buna benzer eserleri yayınlayarak büyük bir hata yapmışlardır. Dergide yayınlanan eserlerin bazıları (Varşova ve Restin “Berlin Yakınlarında Olay” ve Slonimski’nin “Karakolda” gibi), Hazin’in şiirlerinde, örneğin “Onegin’in Dönüşü”nde, modern şehir Leningrad, edebiyatçı gözüyle lekelenmiştir. “Leningrad” dergisinde öncelik, içeriksiz ve sıradan edebi konuların ele alınmasına verilmiştir.

İlerici devrim geleneği ile tanınmış, her zaman ilerici düşünce ve öncü kültürlere kaynak olmuş kahramanlar şehri Leningrad’da yayın yapan “Zvezda” ve “Leningrad” dergilerinin Sovyet edebiyatına yabancı, ideolojisiz ve depolitik yapıtların yayınlanmasına nasıl izin verdiği anlaşılır gibi değildir.

“Zvezda” ve “Leningrad” redaksiyonlarının hatası nerededir?

Dergi yöneticileri, Sayanov ve Liharev, Leninizm ideolojisini unutmuşlardır. Dergilerimiz bilim mi, yoksa sanat dergileri mi? Dergiler depolitik olamaz. Bu kişiler, Sovyet insanı ve özellikle gençliğin eğitiminde dergilerimizin Sovyet Devleti’nin güçlü bir aracı olduğunu göz ardı ettiler. Dergilerimiz Sovyet düzenini temel kaynak alarak, onun politikasına göre hareket etmelidirler. Bundan dolayı Sovyet düzeni, gençliğin yetiştirilmesinde Sovyet politikasına kayıtsız kalmayı, boş vermişliği ve fikirsizliği hoş göremez.

Dünyanın en öncü edebiyatı Sovyet edebiyatının gücü, halkın ve devletin çıkarlarını başka çıkarlardan üstün tutan bir edebiyattan gelmektedir. Sovyet edebiyatının görevi; gençliğin eğitiminde, onun ihtiyaçlarını karşılamada, vazifesine inanan, hiçbir engelden korkmayan, önüne çıkan her engeli aşmaya hazır, sağlam nesiller yetiştirmede devlete gereken yardımı yapmaktır.

Bundan dolayı her ideolojisiz, depolitik, “sanat için sanat” propagandası, Sovyet edebiyatına yabancıdır; Sovyet Halkı ve Devleti için zararlıdır ve dergilerimizde yer alamaz.

“Zvezda” ve “Leningrad” yöneticilerinin yetersiz fikirleri, bu yöneticilerin edebiyatçılarla olan ilişkilerinde, edebiyatçıların faaliyetlerinde politik eğilim ve Sovyet insanının doğru eğitimini içeren çıkarları değil, kendi kişisel ve dostluk çıkarlarını temel almalarına yol açmıştır. Dostluk ilişkileri bozulmak istenmediğinden kötü eleştirilerden kaçınılmış ve dostları gücendirmemek endişesiyle işe yaramaz eserlerin basımına açıkça izin verilmiştir. Halkın, devletin ve gençlerimizin iyi eğitimine yönelik çıkarların feda edildiği, eleştirinin dindiği, dostane ilişkilerin hüküm sürdüğü liberalizmin bu cinsi, yazarların yetkinleşmesine, Halkın, Devletin ve Parti’nin önünde sorumluluk bilincini kaybetmelerine ve önde ilerlemelerine engel olacaktır.

Yukarıda sözü edilenler açıkça gösteriyor ki ‘”Zvezda” ve “Leningrad” dergilerinin redaksiyonları, üzerlerine düşen görevleri yerine getirememişler ve dergilerin yöneliminde ciddi ve politik hatalar yapmışlardır.

MK, Sovyet Yazarlar Birliği yönetiminin, başta başkan Tihonov olmak üzere “‘Zvezda” ve “Leningrad” dergilerinin iyi idare edilmesi konusunda hiçbir önlem almadığını, Zoşçenko ve Ahmatova’ya benzer Sovyet olmayan yazarların zararlı etkilerine karşı mücadele etmediğini, hatta dergilerde Sovyet edebiyatına yabancı olan eğilim ve ahlak kurallarına yer verilmesine göz yumduğunu tespit etmiştir.

SBKP(B) Leningrad Şehir Komitesi, dergilerin büyük hatalarını gözden kaçırmıştır. Zoşcenko ve Ahmatova’nın hemen işten el çekmeleri gerekirken, Sovyet edebiyatına yabancı olan bu gibi insanlara dergilerde yönetici konumunda çalışma imkânı verilmiştir. Leningrad Şehir Komitesi (Kapustin ve Jirokov) Zoşçenko’nun Parti hakkındaki düşüncelerini ve “sanatını” bildiği halde ve yetkisi olmadığı halde Şehir Komitesi’nin bu yılın 26. VI. tarihli, Zoşçenko’nun işe alındığı “Zvezda” dergisinin yazı işleri heyetine yeni eleman alınması kararını onaylamıştır. Leningrad Şehir Komitesi böylelikle büyük bir hata yapmıştır. “Leningradskaya Pravda”, Yuriy German’ın “Temmuz”un 6. sayısında Zoşçenko’nun sanatı hakkında şüphe verici, övgü dolu yazısına yer vererek hata yapmıştır.

SBKP(B) MK Propaganda Kurulu, Leningrad dergilerinin çalışmalarına yönelik gerekli kontrolü yapmamıştır.

SBKP(B) MK şunları kararlaştırmıştır:

1- “Zvezda” dergisi redaksiyonu, Sovyet Yazarlar Birliği Yönetimi ye SBKP(B) MK Propaganda Kurulu, dergilerin hata ve yetersizliklerini gidermeli ve dergilerin çizgisini belirlemede önlem almalılar, dergilerin yüksek düşünce ve sanat seviyesini garanti altına alarak, dergilerde Zoşçenko, Ahmatova ve benzerlerinin eserlerinin yayınına derhal son vermelidir.

2- Leningrad’da iki tane edebiyat-sanat dergisinin yayını için şimdiki şartlar pek uygun değildir. “Leningrad” dergisinin yayını kesilerek, Leningrad’ın edebiyat gücü “Zvezda” dergisi çerçevesinde birleştirilecektir.

3- “Zvezda” dergisinin redaksiyon işinin kurallara uygun şekilde düzene koyulması ve derginin içeriğinin ciddi olarak düzeltilmesi gibi konularda dergide baş redaktör ve yazı işleri heyeti bulunacaktır. Derginin baş redaktörü, derginin ideolojik-politik eğiliminde ve yayınlanacak eserlerin niteliği bakımından tam bir sorumluluk taşıyacaktır.

4- SBKP(B) MK Propaganda Kurulu Başkan Yardımcısı A. M. Yegolin, “Zvezda” dergisinin baş redaktörü olarak tayin edilmiştir.

“Pravda”. No: 198. 21 Ağustos 1946

 

 

SBKP(B) MK’nın dramatik tiyatro repertuarı ve repertuarların iyileştirilmesi konusunda ele alınan önlemler hakkındaki kararı

-26 Ağustos 1946-

 

SBKP(B) Merkez Komitesi, dramatik tiyatro repertuarı ve repertuarların daha iyileştirilmesi konusunda ele alınan önlemleri gözden geçirdikten sonra tiyatro repertuarlarının durumlarının hiç de memnuniyet verici olmadığını görmüştür.

Dramatik tiyatroların şu andaki temel eksikliği, ülkenin büyük dramatik tiyatrolarının repertuarlarında Sovyet yazarlarının modern oyunlarına fiilen yer verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Moskova Sanat Tiyatrosu’nda sahnelenen 20 oyundan sadece 3 tanesinde çağdaş Sovyet yaşamına ilişkin konular ele alınmıştır. Maloy Teatr’da 20 oyundan 3’ü, Moskova Sovyet Tiyatrosu’nda 9’dan 2’si, Vahtangov tiyatrosunda 10’dan 2’si, Kamer tiyatrosunda 11’den 3’ü, Puşkin Leningrad tiyatrosunda 10’dan 2’si, Franko Kiev dramatik tiyatrosunda 11’den 3’ü, Şevcenko Harkov tiyatrosunda 11’den 2’si ve Sverdlov dramatik tiyatrosunda 17 oyundan 5’i modern Sovyet konularını içermektedir.

Sayısı pek fazla olmayan modern konulu oyunların yanı sıra, zayıf ve ideolojisiz oyunların da sahnelendiği (Vodolyanov ve Lantev’in “Zorunlu iniş”i, Tur Kardeşler’in “Doğum Günü”, Rıbak ve Sevçenko’nun “Uçak 24 Saat Gecikecek”, A. Gladkov’un “Yeni Yıl Gecesi”, Tur Kardeşler’in “Olağanüstü Yasa”, Rahmanov’un ve Riss’in “Ormandaki Pencere”, Progodina’nın “Bayan Kayakçı” vd.) bu alışılmamış repertuar durumu, zamanla daha da artmaktadır. Bu oyunlarda Sovyet insanı küçük burjuvaya özgü zevkleri ve ahlak yapısı olan ilkel, az kültürlü, biçimsiz ve alaycı bir tarzda tasvir ediliyor; olumsuz kahramanlar daha çok canlı bir karakter olarak veriliyor, kuvvetli iradeli ve becerikli niteliklere sahip oluyorlar. Benzeri oyunlarda ele alınan konular genelde uydurma ve yalan. Oyunlar, Sovyet yaşamı hakkında yanlış ve çirkin bir düşünce oluşturuyor. Modern konulara yönelik sahnelenen oyunların önemli bir bölümü Rus edebiyatını ve halk dilini yeterince tanımayan yazarlar tarafından özen göstermeden ve beceriksizce yazılmış sanat karşıtı, ilkel oyunlardır. Bunun yanı sıra birçok tiyatro, Sovyet yaşamı hakkında yazılan oyunları acemice sahnelemektedir. Tiyatro yöneticileri sık sık bu oyunların ikinci sınıf rejisörler tarafından sahnelenmesine izin veriyorlar ve oyunlar, beceriksiz ve deneyimsiz oyuncular tarafından sergileniyor. Bu yöneticiler tiyatroların sanatsal özelliğine gerekli özeni göstermemektedirler. Bundan dolayı modern konulara yönelik oyunlar sönük ve sanatsal yönden içeriği çok zayıf. Bundan dolayı birçok dramatik tiyatro; ilerici Sovyet ideolojisi, ahlak ve kültürünün yayılmasında kaynak olamamaktadır. Dramatik tiyatro repertuarlarının bu durumu, emekçilerin ihtiyaçlarına cevap verememektedir. Sovyet tiyatrosunda bunlara müsaade edilemez.

Sanat ve Tiyatro Komitesi’nin etkinliğindeki en büyük eksiklik, tarihi konulara yönelik oyunlara haddinden fazla yer verilmesidir. Şu anda tiyatrolarda sergilenen ve tarihi hiçbir eğitici yönü olmayan oyunların bazılarında çarların, hanların ve makam sahibi kişilerin yaşamları idealize edilmektedir (Skrib’in “Margarita Navarskaya’nın Hikayeleri”, Hacı Şukurov’un “Horezm”, Kasımov’un “Hocenstkiy Tahmoz”. Tajibayev’in “Biz Kazaklar”, Burubgulov’un “Gel Buraya Muradım”).

SBKP(B) Merkez Komitesi, tiyatroların repertuarına yabancı dram yazarlarının burjuva içerikli oyunlarını koyan Sanat Komitesi’nin doğru bir çizgide olmadığını düşünmektedir. Sanat Komitesi yayınevi “İskusstvo”, Amerikan ve İngiliz dram yazarlarının tek perdelik oyun kitabını yayına çıkarmıştır. Burjuva görüş ve ahlakını yayan bu oyunlar, yabancı dram yazımının seviyesiz ve basit özelliklerini taşımaktadır. Sanat Komitesi, ülkenin dramatik tiyatrolarına son zamanlarda şu oyunları yollamıştır: Marrison’un “Bay Parker’in Ölümü”, Pinero’nun “Tehlikeli Çağ”, Mogema’nın “Çember”, “Penelop”, Bernard’in “Benim Kahve”, Lubişa ve Delakur’un “Göze Toz”, Karman ve Hart’in “Öğlen Misafiri”, Duran’ın “Ünlü Meri”, Oje ve Sandro’nun “Korsika Davası ya da Kaprisli Amcacıklar” ve diğerleri. Bu oyunların bir bölümü dramatik tiyatrolarda sahneye konmuştur. Yabancı burjuva yazarlarının oyunlarını sahneleyen tiyatrolar, aslında Sovyet sahnelerini kullanarak gerici burjuva ideoloji ve ahlaki propaganda yapmak. Sovyet insanının zihniyetini çelmeye gayret etmek. Sovyet toplumuna düşman dünya görüsünü yaymak ve kapitalizmden kalma izleri insanların zihninde tekrar canlandırmak için çabalamakladırlar. Sanat Komitesi tarafından ve tiyatro çalışanları arasında buna benzer oyunlara genişçe yer verilmesi ve oyunların sahnelenmesi, Sanat Komitesi’nin yaptığı en büyük politik hatalardan birini oluşturmaktadır.

SBKP(B) Merkez Komitesi. Sanat Komitesi’nin tiyatro çalışanlarının esiri olduğunu, repertuarın oluşturulma işinin oluruna bırakıldığını, merkezi ve yerel tiyatroların repertuar seçimini bu çalışanların yaptığını tespit etmiştir.

SBKP(B) Merkez Komitesine göre dramatik tiyatro repertuarındaki yetersizliğin esas nedeni, dram yazarlarının gerekliği gibi çalışmamalarından kaynaklanmaktadır. Birçok dram yazarı, çağın ana sorunlarıyla uğraşırken, halkın yaşamını ilgilendiren sorunları göz ardı etmekte ve Sovyet insanının özelliklerini daha iyi ifade etmekten yoksunlardır. Bu dram yazarları, Sovyet düzeninin esas temelini oluşturan Sovyet Devlet politikasını aktif bir şekilde yayacak olan Sovyet tiyatrosunun, emekçilerin eğitilmesinde önemli bir etken olduğunu unutmaktadırlar.

Dram yazarlarının yapıtlarında tiyatro ile gerekli ilişki ve sanatsal dayanışma bulunmamaktadır. Görevi, sanat ve edebiyatın daha da ilerletilmesinde, dram yazarlarının sanatını yönlendirmek olan Sovyet Yazarlar Yönetimi, dram yazarlarının faaliyetleri sonucu yönetimden elini fiilen çekmiş, yazılan eserlerin ideolojik-sanat değerini artırmak için pek fazla bir şey yapmamış ve dram yazımında kabalığa ve özensizliğe karşı mücadele etmemiştir.

Dram tiyatrolarının bu hoş olmayan durumu, aynı zamanda, Bolşevik tiyatro eleştiri ilkesinin göz ardı edilmesiyle de açıklanmaktadır. Sovyet basınında tiyatro eleştirmenleri rolünde pek çok uzman ortaya çıkmaktadır. Gazete, edebiyat-sanat ve tiyatro dergilerinde sayıları birkaç kişiyi geçmeyen, oyun ve tiyatrodan anlayan tarafsız ve yetenekli yeni eleştirmenler de vardır. Diğer eleştirmenler oyun ve piyesleri değerlendirmede tiyatro sanatı ve Sovyet dramının ideolojik ve sanatsal gelişimine, devletin ve halkın çıkarlarına göre değil; grup, dostluk ve kişisel çıkarlara göre hareket etmektedirler. Oyunlar hakkında yayınlanan makaleler, genelde sanattan anlamayan beceriksiz kişiler tarafından yazılıyor. Bu makalelerde ele alınan yeni oyunların seçiminde oyunlara uygun ve gerçekçi değil, sübjektif ve keyfi davranılıyor. Piyes ve oyun eleştirileri sık sık, okuyucu için az anlaşılır ağdalı bir dille yazılıyor. “Pravda”, “İzvestiya”, “Komsomolskaya Pravda” ve “Trud” gazeteleri, tiyatroların önemli bir eğitici özelliğini fazla dikkate almamakta ve sanat meselelerine gereken önemi vermemektedir.

İdeolojik ve sanatsal değeri yüksek piyes ve oyunları yaratmada tiyatro çalışanları ve dram yazarlarına yardım etmek için görevlendirilen “Sovetskoye Iskusstvo” gazetesi ve “Teatr” dergisi yeterince iyi idare edilememektedir, sanat değeri yüksek oyunlar desteklenmiyor, orta dereceli oyunlara şiddetli övgüler yağdırılıyor, Sovyet basınına oldukça yabancı olan eğilim ve ahlak kuralları yayılırken, tiyatroların ve Sanat Komitesi’nin hatalarına sessiz kalınıyor. “Sovetskoye Iskusstvo”nun tiyatro hakkındaki eleştirileri bürokratik bir özellik taşıyarak, tiyatro çalışanları ve eleştirmenler arasındaki dostane ilişkiler ve kişisel çıkarlar devlet çıkarlarından üstün tutuluyor. “Sovetskoye Iskusstvo” gazetesi, tiyatro çalışmaları ve dramatik eserlerin değerlendirilmesinde kurala göre ilkeli davranmayarak Bolşevik tiyatro eleştiri ilkesine engel olmuştur. Tiyatro eleştiriciliğindeki bu durum; bazı eleştirmen, dram yazarı ve tiyatro çalışanlarının halk önünde sorumluluklarını kaybetmelerine, toplumda öncü olamamalarına ve Sovyet sanatının daha da gelişimine yardım edememelerine yol açmıştır.

SBKP(B) Merkez Komitesi şunları kararlaştırmıştır:

1- Sanat Komitesi Başkanı Hrapçenko, kısa bir zaman içerisinde belirtilen bu yetersizlik ve hataları bir kararla gidermelidir.

2- SBKP(B) Merkez Komitesi, halkın komünistçe eğitiminde tiyatronun önemini göz önüne alarak Sanat Komitesi ve Sovyet Yazarlar Birliği Yönetimi’nin çağdaş Sovyet repertuar bilincini dikkate almasını zorunlu görmektedir.

SBKP(B) MK, dram yazarlarını ve tiyatro çalışanlarını Sovyet toplumunun yaşamı ve Sovyet insanını ele alan sanat değeri yüksek eserlerin yazılmasıyla görevlendirmektedir. Dram yazarları ve tiyatrolar, piyes ve oyunlarda Sovyet toplumunun yaşamını, onun dinmeyen öncü mücadelesini ve Büyük Kurtuluş Savaşı sırasında gösterdiği olağanüstü gücünü yansıtarak, Sovyet insanının karakterinin iyi yönlerinin daha da gelişmesine yardımcı olmalıdırlar. Dram yazarlarımız ve rejisörlerimiz Sovyet insanının eğitimine aktif olarak katılarak, onun kültür ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Sovyet gençliğini cesaretli, yaşam dolu, yurduna sadık, davamıza inanan, engellerden korkmayan ve önüne çıkan her zorluğu aşma yeteneğine sahip olarak yetiştirmelidir. Aynı zamanda bu özelliklerin sadece bazı insanlara ya da kahramanlara değil, milyonlarca Sovyet insanına sahip olduğunu göstermelidir.

Tüm yazarlar esas olarak modern seyirciye özgü tiyatro repertuar bilincini ele alan aktif ve yaratıcı, kaliteli dram eserleri yazmalıdır.

3- Sanat Komitesinin asıl görevi, her dramatik tiyatroda sayısı yılda 2 ya da 3’ten az olmamak şartıyla ideolojik ve sanat değeri yüksek, yeni üstün nitelikli modern Sovyet konularının ele alındığı oyunların organizasyonunu yapmaktır.

Modern Sovyet piyeslerinin seviyesini yükseltmek, bu piyesleri kaliteli rejisör ve artistlere dağıtmak, temsillerin dekor ve kostüm işlerini üstün nitelikte düzenlemek, esas olarak tiyatroların görevidir.

4- Sanat Komitesi, ideolojisiz ve sanat değeri az olan oyunları repertuardan derhal kaldırmalı; yanlış, boş, ideolojisi olmayan ve değersiz oyunların tiyatrolara yayılmamasını sürekli denetim altına almalıdır.

5- Tiyatro sanatının gelişiminde eleştirinin önemli bir rolü olduğu göz önünde bulundurularak “Pravda”, “Iskusstvo”, “Komsomolskaya Pravda”, “Trud”, “Literaturnaya Gazeta” ve “Sovetskoye Iskutssvo” gazete redaksiyonları gazetelerde politik olgunluğa erişmiş, kaliteli tiyatro ve edebiyat eleştirmenlerinin çalışmalarına olanak vermeli, yeni oyun ve piyesler hakkında yazılmış makaleleri sistemli olarak yayınlamalı ve tiyatro eleştiriciliğinin apolitik ve ideolojisizliğine karşı mücadele etmelidir.

Cumhuriyetler, iller ve bölgeler gazete redaksiyonları sistemli olarak yöresel tiyatroların yeni durumları hakkında makale ve eleştiriler yayınlanmalıdırlar.

6- SBKP(B) Merkez Komitesi, tiyatrolarda oyunların düzeltilmesi, basımı ve sahnelenmesine karar verme yetkisi olan oldukça fazla şahıs ve mercilerin bulunmasını Sovyet oyunlarının tiyatrolarda sahnelenmesinde en ciddi engel olarak tespit etmiştir. Yayınevleri, redaksiyon çalışanları, tiyatro yöneticileri, Sanat Komite Kurulu, Sanat Komite Ana Tiyatro Yönetimi, Ana Repertuar Komitesi, cumhuriyetler sanat komiteleri ve yöresel sanat komite çalışanları oyunların incelenmesiyle ilgilenmektedirler. Bu durum zararlı bir bürokrasiye ve sorumsuzluğa yol açarak, oyunların tiyatrolarda hemen sahnelenmesine engel olmaktadır.

Sanat Komitesi, tiyatrolarda Sovyet dram yazarlarının oyunlarının sahnelenmesi, yayılması ve basılmasındaki tüm engelleri ortadan kaldırmalı ve oyunların incelenmesiyle ilgilenen merciinin sayısını çok aza indirmelidir. Komitede. Sovyet dram yazarlarının oyunlarını vaktinde ve çabuk inceleme sorumluluğu Hrapçenko’ya verilmiştir.

7- SBKP(B) Merkez Komitesi; Sanat Komitesi, Sanat Kurulu’nun sanat düzeyini ve ideolojiyi yükseltme görevini yeterince yerine getiremediği ve etkinliklerini tiyatro kamuoyunun geniş kitlelerine ulaştıramadığı için şimdiye kadar oldukça yetersiz bir çalışma yürüttüğü kararına varmıştır.

Sanat Komitesi, Sanat Kurulu’nun çalışmalarına ciddi bir şekilde el atmalıdır. Sanat Kurulu’nun toplantılarında yeni piyes ve tiyatro oyunlarına eleştirel bir gözle bakarak, Sanat Kurulu’nun çalışma raporunu “Söovetskoye Iskusstvo” gazetesinde yayınlamalıdır.

8- Sanat Komitesi’ne, Sovyet Yazarlar Birliği Yönetimi ile 1946–1947 yılları arasında daha iyi çağdaş Sovyet oyunlarının yazılması için bir yarışma düzenleme izni verilmiştir.

9- Otonom ve Birlik cumhuriyetlerinin tiyatro repertuarlarının zor organizasyonu ve yerel dram yazarlarının daha önceki konularla ilgili isteklerini göz önünde bulundurarak, Sanat Komitesi, tüm eserlerin SSCB halklarının dillerine çevrilmesi konusunda önlemler almalı ve Sovyet dram yazarlarının en iyi eserlerini cumhuriyet tiyatrolarının repertuarlarına dâhil etmelidir.

10- Sanat Komitesi’ne, Sovyet Yazarlar Birliği Yönetimi ile beraber bu yılın sonbaharında dram yazarları ve tiyatro sanatı uzmanlarının katılacakları, dram yazarlarının tiyatrolarla yöresel sanat çalışması ve repertuarlar konularının ele alınacağı bir konferans düzenleme görevi verilmiştir.

“Bolşevik”, No: 16, 1946

 

 

SBKP(B) MK’nın Parti ve Sovyet yöneticilerinin yetiştirilmesi ve yeniden eğitilmesi hakkındaki kararı

-14 Ağustos 1946-

 

SBKP(B) MK, Parti ve Sovyet yöneticilerinin yetiştirilişini ve yeniden eğitilmesini kararlaştırmıştır.

SBKP(B) MK, Parti ve Sovyet yöneticilerinin yetiştirilmesi ve yeniden eğitilmesi konularında yürütülen çalışmaların yetersiz olduğunu kabul etmektedir.

Parti ve Sovyet yöneticilerinin eğitiminde gereken sistem ve düzen yoktur. Parti’nin çeşitli okul ye kurslarının çok sayıda kişi tarafından ziyaret edilmesi, Parti kadro eğitiminin niteliğini düşürmektedir. Parti ve Sovyet yöneticilerinin eğitimi, ülkenin nitelikli öğretmenlerinin bulunduğu büyük merkez şehirlerde yoğunlaşmıştır. Bunun dışında önemli bir bölümünün nitelikli öğretmenlerden yoksun olduğu sayısız kısa süreli okul ve kurslar da açılmıştır.

Birlik Cumhuriyetleri Komünist Partisi’nin Merkez, il ve bölge komitesi düzeyindeki parti okullarının yıllık ders planlarında oldukça fazla ders bulunmaktadır, Parti okullarında eğitim görenler, özel çalışmalarında Marksist-Leninist teoriyi araştırmaya fazla zaman ayıramamaktadırlar. İzleyenlerin okul ve kurslara yerleştirilmesi genellikle rast gele yapılmakta ve dağıtım, yerel Parti örgütleri aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Okula başlayanlar herhangi bir sınava tabi tutulmadan Parti okullarına kayıt edilmektedir. Görevi Parti’nin yönetici kadrosunu yetiştirmek olan Parti okullarına, genellikle Parti çalışması deneyiminden yoksun, parti ilişkilerinde olgunluğa erişmemiş ya da pratik yaşamın üstesinden gelemeyen kişiler alınmaktadır. Parti okullarının çalışmalarında görülen bu eksiklikler, Parti kadrolarının büyük bir bölümünün Parti örgütlerindeki yöneticilik görevlerini yeterince yerine getirmediklerini ortaya koymaktadır,

Parti ve Sovyet yöneticisi kadrosunun yeniden eğitilmesi, iyi organize edilememektedir. Birçok Parti ve Sovyet yöneticisi ideolojik ve teorik seviyelerini yükseltmek için fazla çaba göstermemektedir. Yeniden eğitim kursları son yıllarda düzenlenmemektedir. Parti ve Sovyet yöneticilerinin belli aralıklarla katılması gereken yeniden eğitim kurslarında belli bir düzen yoktur.

Parti’ye teorik ve bilgili eleman yetiştirme yöntemi tatmin edici değildir. Parti, merkez ve illerde teorik ve bilgili eleman yokluğu çekmektedir. Yönetici Parti organlarının birçok propaganda kolları, yüksekokul kürsüleri, bilimsel araştırma kurumları ve bilimsel dergilerinin; Marksizm-Leninizm, ekonomi, hukuk, uluslararası ilişkiler, tarih ve felsefe alanlarında istenilen kalitede yeterli sayıda insan -yetiştirememesi, Marksist-Leninist teorinin güncel sorunlarının daha geniş ele alınmasını engellemektedir.

SBKP(B) MK Parti ye Sovyet yöneticilerinin politik ve teorik seviyesini ciddi olarak yükseltmek amacıyla önümüzdeki 34 yıl içerisinde Parti ve Sovyet çalışanlarının yeniden eğitileceği Parti okul ve kurslarının kurulmasını gerekli görmektedir. Bu okul ve kurslarda Parti ve Sovyet kadrosu esas alınarak cumhuriyetler, il, bölge, şehir ve ilçe yöneticileri eğitim görecektir.

SBKP(B) MK şunları kararlaştırmıştır:

1- Parti Yüksek Okulu

SBKP(B) MK’ye bağlı Kadro Kurulu’nun denetiminde bölge, il ve cumhuriyetlerde Sovyet ve Parti yöneticilerinin yetiştirildiği, eğitimi 3 yıl süren Parti Yüksek Okulu bulunmaktadır. Bu okula iki fakülte daha ilave etmek gerekmektedir; Parti ve Sovyet fakülteleri. Parti fakültesinde Parti çalışanlarını örgütleme, propagandacılar ve gazete redaktörleri bölümleri bulunacaktır.

Parti ve Sovyet kadrosunun eğitimi için Parti Yüksek Okulu’nda 9 aylık hazırlık kursları düzenlenecektir; bu kurslara; a) Parti yöneticisi, yani bölge ve il komite, Birlik cumhuriyetleri komünist partisi MK sekreter ve müdürleri, büyük şehirler, çevre ve şehir komite sekreterleri, b) Sovyet yöneticisi, yani bölge ve il yürütme komitesi başkanı ile yardımcıları ve müdürleri, Birlik ve özerk cumhuriyetler bakanlar kurulu başkanı ile yardımcıları ve büyük şehirlerin şehir kurulları yürütme komitesi başkanları, c) bölge, cumhuriyetler ve il gazete redaktörü ve yardımcıları katılacaklardır.

SBKP(B) MK Parti Yüksek Okulu’nda eğitim göreceklerin sayısı her kurs için 300, hazırlık kurslarına katılacakların sayısı da 600 kişi olarak belirlenmiştir.

Parti Yüksek Okuluna; en az ortaöğrenimini tamamlamış. 40 yaşını geçmeyen, SBKP(B) üyesi, Birlik cumhuriyetleri MK, bölge ve il komitelerinde sekreter olarak çalışan, büyük şehirlerin çevre ve şehir komite sekreterleri, Birlik cumhuriyetleri komünist partisi MK ve SBKP il ve bölge komiteleri müdür ve yardımcıları, il emekçi temsilcileri Sovyet’inin bölge yürütme kurulları başkan ve yardımcıları, Birlik ve özerk cumhuriyetlerin bakanlar kurulu başkan ve yardımcıları, büyük şehirlerin şehir kurulları yürütme komite başkanları, cumhuriyetler, il, bölge ve şehir gazete redaktör ve yardımcıları ve Birlik cumhuriyetleri Komsomol Merkez Komitesi, il ve bölge komiteleri sekreterleri alınacaktır. Parti Yüksek Okulu’na özel durumlarda Parti ve Sovyet görevlileri tanımına girmeyen, ancak okula müracaatında yeterli eğitime sahip, Parti ve toplumsal çalışmalarda aktif Parti üyeleri de alınacaktır.

Adayların Parti Yüksek Okulu’na başvurusu doğrudan doğruya hem SBKP(B) MK, hem Birlik cumhuriyetleri komünist partileri, hem de bölge ve il komiteleri tarafından belli bir seçime göre yapılacaktır; bununla birlikte isteyen herkes okula başvurabilir.

Parti Yüksek Okuluna başvuranlar, Marksizm-Leninizm teorisine dayalı ortaokul ve yüksekokul düzeyinde SSCB tarihi, Rus dili ve coğrafya bölümlerinden giriş sınavına katılacaklardır. Sınava gireceklere sınava hazırlık için 2 aylık izin verilecektir. Bu kişilerin aylık maaşları ödenecek ve tüm maddi masrafları karşılanacaktır.

Yükseköğrenim görmüş kişiler, Parti Yüksek Okulu’nun 1. kurs sınavını kazandıkları takdirde 2. kursa alınacaklardır.

Parti Yüksek Okulu’na kayıt işlemleri SBKP(B) MK kararıyla yapılacaktır. Parti Yüksek Okulu ders planına aşağıdaki dersler alınacaktır: SBKP(B) tarihi, SSCB tarihi, genel tarih, ekonomi politik, diyalektik ve tarihi materyalizm, mantık, SSCB dış politikası ve uluslararası ilişkiler tarihi, ekonomik ve politik coğrafya (SSCB üretici güçler düzeni dersi dâhil olmak üzere), Rus dili, yabancı dil, Sovyet ekonomisinin temeli, halk ekonomisinin yönetimi ve pratiği, Parti inşası (Parti fakültesinde), SSCB devleti hukukunun temeli (Parti fakültesinde), devlet hukuku, Sovyet inşası (Sovyet fakültesinde) ve gazetecilik (gazete redaktörleri bölümünde).

Ders yılı okulda 1 Eylül’de başlayacak, 15 Temmuz’da sona erecektir. Ders planında -4-5 ders bir arada öğrenilecektir. Özel dersler 2. yarıyıldan itibaren 2. kursta okunacaktır. Parti Yüksek Okulu’nda dersler; konferanslar ve derslere katılanların ders kitapları ve bunların Marksizm-Leninizm’in klasik eserleri üzerinde yapacakları kendi çalışmaları temelinde verilecektir. SBKP(B) tarihi, ekonomi politik, diyalektik ve tarihi materyalizm, Sovyet ekonomisinin temeli, Parti ve Sovyet inşası konularında seminerler verilecektir. Seminerler, ele alınan bilimsel konuların yoldaşça tartışılacağı bir ortamda geçecektir.

Dinleyiciler 2. kursta Parti ve Sovyet Organlarında bir buçuk ay boyunca staj yapacaklardır. Eğitim sonunda Parti Yüksek Okulunda eğitim görenler SBKP(B) tarihi, politik, ekonomi ve Sovyet ekonomisinin temeli ve diğer derslerden devlet sınavına gireceklerdir.

SBKP(B) MK Parti Yüksek Okulu’nu bitirenler Parti Yüksek Okulu diploması alacardır. Parti Yüksek Okulu’nda şu kürsüler kurulacaktır: SBKP(B) tarihi, SSCB tarihi, genel tarih, ekonomi politik, diyalektik ve tarihi materyalizm, uluslararası ilişkiler, ekonomik ve politik coğrafya, Rus dili ve edebiyatı, yabancı diller, Sovyet ekonomisi, Parti inşası, devlet hukuku, Sovyet inşası ve gazetecilik.

SBKP(B) MK, Parti Yüksek Okulu kürsülerinin 1 Ocak 1947ye kadar SBKP(B) MK Parti Yüksek Okulu’nda şimdiye kadar verilen konferansların stenografileri temel alarak SSCB tarihi, genel tarih, ekonomi politik, diyalektik ve tarihi materyalizm ders kitaplarını basmalarını zorunlu görmektedir.

1946–1947 yılları içinde okul ders planında öngörülen tüm ders kitaplarının hazırlanması, Parti Yüksek Okulu kürsülerine önerilmiştir.

SBKP(B) MK Parti Yüksek Okulu Bilim Kurulu’na doktora tezini kabul etme ve doktor unvanı verme hakkı verilmiştir.

2- Cumhuriyet İl ve Bölge Parti Okulları

SBKP(B) MK, SBKP(B) bölge ve il komiteleri ve Birlik cumhuriyetleri komünist partisi MK, il ve köylerinde görevlendirilecek Parti ve Sovyet yöneticilerinin eğitimi için 2 yıllık il, bölge ve cumhuriyetler düzeyinde Parti okullarının kurulması kararlaştırmıştır. Okullarda şu fakülteler bulunacaktır. Parti ve Sovyet fakülteleri; Parti fakültesinde Parti çalışanlarının örgütlenmesi, propagandacılar ve Komsomol yöneticileri bölümleri kurulacaktır.

2 yıllık cumhuriyet, il ve bölge Parti okulları ilk etapta şu aşağıdaki şehirlerde kurulacaktır; Moskova, Leningrad, Kiev, Minsk, Bakû. Tiflis, Erivan, Aşkabad. Taşkent, Stalinabad, Alma Ata, Frunze, Petro-zavodska, Kişinev, Vilna, Riga, Tallin, Gorki, Saratov, Rostov, Voronej, Kazan, Sverdlovsk, Molotov, İrkutsk, Tomsk, Odessa, Dinyeperpetrovska, Lvov, Harkov, Stalino, İvanovo, Kalinina, Yaroslav, Kuybışe, Krasnodar, Çelyabinsk, Çkalov, Arhangelsk, Ulyanovska, Ufa, Penz, Kursk, İjensk, Kemerovo, Novosibirsk, Barnual, Krasnoyarsk, Vladivostok ve Habarovsk.

SBKP(B) MK, gerekli öğretmen ve ders araçlarının mevcut olması halinde diğer bölge ve il merkezlerinde bölge ve il Parti komitelerinin önerilerinden yola çıkılarak yeni Parti okullarının kurulmasını SBKP(B) MK’nın onayına bağlamıştır.

Bölge, il ve cumhuriyet Parti okullarında Parti ve Sovyet yöneticilerinin yeniden eğitimi için 6 aylık hazırlık kursları düzenlenecektir: a) Parti ve Sovyet yöneticileri; yani Parti’nin çevre, kaza, şehir, il propaganda ve öğretmen komite sekreter ve müdürleri, il, şehir, çevre ve kaza emekçi temsilcileri Sovyetleri yürütme komiteleri başkanı ile yardımcıları ve müdürleri, Komsomol il ve şehir komite sekreterleri, il ve şehir gazete redaktörleri, b) alt kademede Parti ve Sovyet görevlileri yani taban Parti örgüt sekreterleri, köy şura ve alt Parti örgüt sekreter başkanları ile yürütme komite (SB Baltık cumhuriyetlerinde) başkanları bu kurslara katılacaktır. Moskova, Leningrad, Kiev, Harkov, Minsk, Baku, Tiflis, Erivan, Taşkent, Alma Ata, Riga, Saratov, Gorki, Sverdlovsk ve Novosibirsk şehirlerinde Parti okulları bünyesinde il ve şehir gazete redaktörlerinin eğitimi için gazete çalışanları bölümleri açılacaktır.

Parti okullarına en az ortaöğrenimini tamamlamış 40 yaşını geçmeyen Parti üyesi çevre, kaza, şehir, il propaganda ve öğretmen komite sekreter ve müdürleri, il, şehir, çevre ve kaza emekçi temsilcileri Sovyetleri yürütme komite başkanı, başkan yardımcıları ve müdürleri, il gazete redaktörleri, il Parti örgütlerinin sekreterleri alınacaktır. Parti Yüksek Okulu’na özel durumlarda Parti ve Sovyet görevlileri sıfatı taşımayan, ama okula kabulünde yeterli eğitime sahip, Parti ve toplumsal çalışmalarda aktif Parti üyeleri de alınacaktır.

Adayların Parti okullarına başvurusu SBKP(B) il ve şehir komitelerinin görev alanına girmektedir. Ayrıca adayların başvurusu Birlik cumhuriyetleri komünist Partisi bölge ve il komiteleri tarafından doğrudan doğruya belli bir seçime göre de yapılacaktır. Bunların dışında isteyen herkes okula başvurabilir.

Parti okullarına müracaat edenler ortaokul düzeyinde SBKP tarihi (SBKP’nin kısa tarihi), SSCB Anayasası, Rus dili ve Coğrafyadan giriş sınavına katılacaklardır.

Sınavlara girmeye hak kazananlara, sınavlara hazırlık için 1 aylık izin verilecektir. Bu kişiler bu süre içerisinde maaşlarını alacaklar ve tüm maddi masrafları karşılanacaktır. Cumhuriyetler, il ve bölge Parti okullarına alınacaklar; bölge ve il komiteleri ve cumhuriyet MK tarafından verilen bir kararla duyurulacaktır.

2 yıllık eğitimin yapılacağı Parti okullarının ders planında aşağıdaki şu dersler dahil olacaktır: SBKP(B) tarihi, SSCB tarihi, genel tarih, ekonomi politik, diyalektik ve tarihi materyalizm, mantık, SSCB dış politikası ve uluslararası ilişkiler, SSCB ve dış devletler ekonomik ve politik coğrafyası, Rus dili ve edebiyatı, yabancı dil, Sovyet ekonomisinin temeli, halk ekonomisinin yönetimi ve pratiği, Parti inşası (Parti fakültesinde) SSCB devleti hukuk temeli (Parti fakültesinde), devlet hukuku, Sovyet kurma (Sovyet fakültesinde) ve gazetecilik (gazete çalışanları bölümünde).

Okullarda ders yılı 1 Eylül’de başlayacak, 1 Ağustos’ta sona erecektir. Ders planında 5-6 ders bir arada öğrenilecektir.

Parti okullarında ders işleme yöntemini konferanslar ve katılanların ders kitapları üzerinde kendi çalışmaları oluşturacaktır. SBKP(B) tarihi, ekonomi politik, diyalektik ve tarihi materyalizm, Sovyet ekonomisinin temeli, Parti ve Sovyet inşası konularında seminerler verilecektir, diğer dersler de normal şekilde geçecektir.

Eğitim sonunda Parti okuluna katılanlar SBKP(B) tarihi, politik ekonomi ve Sovyet ekonomisinin temeli ve diğer derslerden devlet sınavına gireceklerdir.

Devlet sınavını kazananlar mezuniyet diploması alacaklardır. Cumhuriyet, il ve bölge Parti okullarında şu kürsüler kurulacaktır: Marksizm-Leninizm’in temeli, tarih, ekonomik bilimler ve Rus dili ve edebiyatı.

SBKP(B) MK, Propaganda ve Kadro Kurulu’na 2 ay zaman vermiştir: bu süre içerisinde:

a) SBKP(B) bölge ve il komiteleri ve Birlik cumhuriyetleri komünist Parti MK’leri ile beraber SRKP(B) MK denetimi altında cumhuriyet, il ve bölge Parti okulları kürsülerine müdür, yardımcıları ve yönetici kadro ataması yapılmalıdır.

b) SBKP(B) bölge ve il komiteleri ve Birlik cumhuriyetleri komünist Parti MK’ları ile beraber cumhuriyetler, bölge ve il Parti okulları için ilk etapta bilgili ve bilimsel unvanı olan öğretim üyesi, okutman ve öğretmenler bir araya toplanılmalıdır. Parti okullarında görev alacak öğretim üyelerinin seviyelerini ölçmek amacıyla SBKP(B) MK’lerine bizzat davet edilmeleri gerekli görülmektedir.

c) Okulların ders planında öngördüğü gibi tüm ders kitaptarı basılıp bütün cumhuriyetler, il ve bölge Parti okullarına gönderilmelidir.

3. Toplumsal Bilimler Akademisi

SBKP(B) MK Propaganda ve Seçim Kurulu yönetiminde teorisyen Parti görevlileri yetiştirmek için Toplumsal Bilimler Akademisi kurulacaktır.

SBKP(B) MK Toplumsal Bilimler Akademisi, Parti’nin merkez kurumları ve il, bölge ve cumhuriyetler komünist Partisi MK’lerine teorisyen kadro hazırlayacağı gibi, yüksekokul kurumlarına nitelikli öğretim üyeleri, bilimsel araştırma kurumları ve bilimsel dergilere araştırmacılar da yetiştirecektir. Toplumsal Bilimler Akademisi şu meslek dallarında kadro yetiştirecektir: Ekonomi politik, dış devletler politikası, devlet teorisi ve hukuku, uluslararası hukuk, SSCB tarihi, genel tarih, uluslararası ilişkiler, SBKP(B) tarihi, diyalektik ve tarihi materyalizm, Rus ve Batı Avrupa felsefe tarihi, mantık, psikoloji, dilbilimi ve plastik sanatlar bilimi.

Akademide eğitim 3 yıl sürecektir.

Toplumsal Bilimler Akademisi’nde şu kürsüler kurulacaktır: Ekonomi politik, dış devlet ekonomisi ve politikası, devlet teorisi ve hukuku, uluslararası hukuk, SSCB tarihi, genel tarih, uluslararası ilişkiler, SBKP(B) tarihi, diyalektik ve tarihi materyalizm, felsefe tarihi, mantık, psikoloji, edebiyat tarihi ve teorisi, sanat tarihi ve teorisi, yabancı diller.

Toplumsal Bilimler Akademisi’nde 300 kişi (her 3 kursta) eğitim görecektir.

Toplumsal Bilimler Akademisi’nde 40 yaşını doldurmamış yükseköğrenimini tamamlamış, Parti ve propaganda, öğretmenlik ve edebiyat alanlarında deneyimli ve bilimsel çalışmalarda yetenekli kişiler alınacaktır.

Toplumsal Bilimler Akademisi’ne alınanlar diğer konularla birlikte Marksizm-Leninizm’in temeli ve yabancı dil seçme sınavına katılacaklar, ayrıca herhangi bir dal hakkında yazılı bir çalışma hazırlayacaklardır.

Toplumsal Bilimler Akademisi’nde öğrenim görenler 2. yılda doktora adaylık sınavlarını verecekler, 3. yılın sonunda da doktora tezini hazırlayıp, savunacaklardır.

Akademi öğrencilerinin eğitilmesinde izlenecek yöntem şu olacaktır: Öğrencilerin, profesörlerin denetimi altında seçtikleri bir bilim dalında kendi başlarına bilimsel araştırmalar, yabancı dillerin eğitimi: Adayların doktora tezleriyle ilgili toplumsal bilimin hakkında yazacakları çalışmalar ve bu çalışmaların profesörlerin denetiminde kürsü ve konferanslarda tartışılması.

Toplumsal Bilimler Akademisi kürsülerine, doktora adaylarının ve bilimsel araştırmacıların doktora tezini kabul etme ve Akademi Bilim Şurası onayıyla doktor unvanı verme yetkisi verilmiştir.

Akademi Bilim Kurulu, toplumsal bilim alanında yazılmış olan doktora tezlerini kabul etme ve doktor unvanı verme yetkisindedir. Toplumsal Bilimler Akademisi, bilimsel raporları basıp, doktora adaylarının ve bilimsel araştırma yapanların önemli doktora tezlerini yayınlayabilir.

Toplumsal Bilimler Akademisi’nde diğer yüksekokullardan sosyal bilimler öğretim üyelerinin seviyesinin yükseltilmesi için 150 öğretim üyesinin katılacağı 9 aylık hazırlık kursları düzenlenecektir. Bu kurslara doktora adaylık sınavını vermiş olanlar ve doktora tezi çalışması yapanlar da alınacaktır.

SBKP(B) MK, Propaganda ve Kadro Kurulu’nu 1 Eylül 1946 tarihine kadar Parti Yüksek Okulunun 1. ve 2. kursuna 600 kişinin, Toplumsal Bilimler Akademisi’ne de 200 doktora adayını belirlemekle ve bunların SBKP(B) MK’nın onayına sunmakla görevlendirmiştir. SBKP(B) MK, Parti Yüksek Okulu ve Toplumsal Bilimler Akademisi’nde derslerin 1 Ekim 1946 yılında başlamasını kararlaştırmıştır.

SBKP(B) MK; cumhuriyet, il ve bölge Parti okulları öğrencilerinin öğrenimleri sona ermeden işe çağrılmalarını ve öğrenimlerinden alıkonulmalarını SBKP(B) bölge ve il komiteleri ve Birlik cumhuriyetleri komünist Partisi MK’lerine yasaklamıştır.

“Partiynaya Jizn”. No: 1, 1946

 

Mart 1997

1936–39 İspanya iç savaşı üzerine düşünceler

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; komünizm hayaleti.” cümlesi, Karl Marx ve Friedrich Engelsin 1847 Manifestosu’nun ilk cümlesidir. Bugün, 150 yıl sonra, bu cümle, anlamını yeniden kazanıyor. Şunu da eklemek lazım ki: bu “hayalet” sadece Avrupa’da değil, ama dünyanın her tarafında, kapitalizmi ve onun en son aşaması olan emperyalizmi sarsarak dolaşıyor.

Son birkaç yıldır, dünya gericiliği, görülmemiş bir antikomünizm kampanyası başlattı. Gericilik bu saldırısını, zavallı bir duruma düşmüş eski komünist partilerine, SSCB’nin (Lenin, Stalin, Kalinin, Makarenko, Mayakovski ve Eisenstein’ların büyük devrim ülkesi) başını çektiği sosyalist kampın dağılmasına ve Arnavutluk’u (Enver Hoca, Mehmet Sheku, Avshim, Voyhi, Teni Kono vb.’lerin ülkesi) Ortaçağ karanlığına götüren bazı yöneticilerin ihanetine dayanıyor. Gerici kampanya her yolu deniyor. Hatta tarihi tersyüz ederek, kapitalizmin şu veya bu modelinin (en son olarak neoliberalizmin) istemi olarak sunuyor. Gericilik; insanları da, kendisini de; komünizmin geleceği olmadığına, başarısız olduğu için bittiğine, bir ütopya olduğuna ve öyle de kalacağına, çözümsüz olduğuna inandırmaya çalışıyor.

Her türden revizyonist, reformist, oportünist akım burjuvazinin rolünü oynamaya soyunuyor. Bunlar arasında, bazılarının oynadıkları rolün farkında olmadıklarını farz edelim. Bunlara, Bertolt Brecht’in su sözlerini hatırlatalım: “Hayvan önce birilerini parçalar, daha sonra komşu mahalledekilerini, komşu sokaktakilerini… Sana doğru gelince, sessiz kaldığın için korumada olduğunu sandığın kendin, kendi durumunu diğerlerine izah edip, harekete geçene kadar çok geç olabilir…”

Emperyalizm, komünizme karşı kampanyasına aralıksız devam ediyor. Neden? Komünizm gerçekten öldüğü için mi? Eğer komünizmin öldüğü doğru ise, o halde, hu anti-komünist furya neden? Demek ki bunlar bir şeylerden korkuyorlar. Bunlar, eski partiler tarafından ihanete uğrayan, ama komünizm ideallerini savunan ve kendilerini bu yönde eğiten yeni partilerden ve içinde yaşadığımız dünyayı reddeden kitlelerden korkuyorlar. Daha çok da kapitalist değerleri sorgulayan, mücadeleye talip olan gençlerden korkuyorlar. Büyük şair Nâzım Hikmet’in şu sözlerini hiç unutmayalım: “En büyük özgürlük, mücadele edebilmektir.” diyor.

Burjuvazi korkuyor. Burjuvazinin, bütün imkânlarını kullanarak “komünizm hayaletine” karşı savaşması, bu nedenden ötürüdür. Ve bu savaşta burjuvaziye hizmet sunanların başında, her türden oportünist ve ihanetçiler geliyor. Böylece, kendilerine “sol” diyen, ama komünist düşüncelere ve mücadelesine saldıranları görüyoruz. Bunlar, Buharin’den Lenin’in sevgili dostu olarak bahsederler ama Lenin’in hu şahıs hakkındaki eleştirilerini anmazlar. Ya da Troçki’den bahsederken yine Lenin’in onun hakkında şunları söylediğini açıklamazlar: “Troçki prensipsiz olduğu için, onunla prensipten bahsetmek mümkün değildir.” ya da “Tasfiyecilerin özel bir yapıları var, bunlar Marksist değil, liberaldirler. Troçki’nin ise hiçbir zaman kendisine has karakteri olmadı. Marksistler ve liberaller arasında salınıp durdu ve tumturaklı laflar söyledi.”

Bu saldırı kervanına son olarak da, iyi bir sinemacı olan Ken Loach, 1936–39 İspanya savaşı üzerine çektiği bir filmle katıldı. Bu sanatçı, “Toprak ve Özgürlük” (Bu film Türkiye’de Ülke ve Özgürlük adıyla gösterilmiştir.) filminde tüm anti-komünist maharetlerini sergilemiş. Kendisi Andres Nin’in rolünü oynuyor. Filmin konusu gerçek, ama içeriği boşaltılmış. Bu filmle Ken Loach, kendisinin sadece iyi bir yönetmen olmadığını ortaya koymakla kalmıyor, büyük bir tahrifatçı olduğunu da ispatlıyor. Tıpkı, anti-Stalinizmi meslek edinmiş aydınlar gibi. Bunlar, komünist kahramana karsı yürüttükleri saldırıları kanıtlamak için her şeye başvuruyorlar. Evet, bunlar; gerici ve anti-komünist gerekçeleri ile haklıdırlar.

Biz İspanya’da, zehirin ağızla öldüğünü söyleriz. Ken Loach, konuyu izah ederken, kendi tabiatını sergiliyor. Haziran ’95’te, İspanyol gazetesi “Iniciatine Socialista”da yaptığı açıklamaları, Troçkist İsviçre gazetesi “Solidarite”de yayınladı. Yaptığı açıklamada şunları söylüyor: “Ben filmi daha çok çatışmaların önemli aylarına sıkıştırdım. Yani sadece faşizmi yenmek değil, ama hareketi önemli bir sıçrama sağlamaya denk düşen döneme sıkıştırdım. Hareketin neden başarısızlıkla sonuçlandığını anlamak gerekirdi. Seçim yapmak gerekiyordu… David’in Komünist Partisi üyesi olarak ‘siyasi bir yolculuk yapıp’ ve sonra, Stalinizmi keşfetmesi gerekirdi… Bunu yapmak için de bilimsel bir yöntemden kaçmak gerekirdi. David, karmaşık bir kişiliğe sahiptir…”

İşte Loach’ın fikirleri. Her şeyin mümkün olduğu dönem derken; anarko-Troçkistlerin Barselona darbesi, ya da ileri bir sıçramadan bahsederken ya o dönemin İspanyası’ndan bihaberdi ya da kendisi hayâsız bir anti-komünist. Bu tür insanlar, bir şeyleri analiz etme yerine, daha çok; gerçekleri kafalarındakine uydurmaya çalışıyorlar. Bu yöntem oportünistlerin tipik yöntemidir.

İspanya savaşı üzerine tonlarca kitap yazıldı, dokümanlar oluşturuldu ve tanıklar var. İspanyol olduğu kadar yabancı “Marksistler” de halka karşı, İtalyanların ve Almanların (Salazar’ın Franco’ya yardım amacıyla gönderdiği insanlardan daha az bahsediliyor) güçlü müdahalesini, faşizmin korkunç katliamlarını teşhir eden, şahsiyetler ve halk üzerine, küçük öykülerin yüzlercesini yazdı. Bu yazılanlar ise bilimsel ve diyalektik analizden uzak ve yüzeyseldirler. Ben, İspanya savaşı üzerine gerçek bir Marksist analizin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Burada, Fransız tarihçisi Pierre Vilar’ın (“İspanya Savaşı”, 1986, Paris), sorunu diyalektik bir yaklaşımla ele alan çalışmasını hatırlatmak gerekir.

İspanya savaşı üzerine yazanlar’ arasında Troçkistler de var. Bunlar, Pierre Broue, Emile Temine, Joaquin Maurin… Hepsi de anti-Stalinist. Olayları saptıran ve Troçkist parti olan POUM’un karşı-devrime tutumunu perdeliyorlar. Bu konuda yazan “nötr”, “somut” araştırmacı üçüncü bir grup ise Hugh Thomas gibilerinden oluşuyor. Bunlar çokça bilgi veriyorlar, ama görüşleri burjuva ya da küçük burjuvadır. Materyalist ve diyalektik analizden de uzaktırlar.

Tabii ki bunların yanında, faşist yazarlar da var. Fakat faşistlerin, tarihi nasıl yazdıkları bilinen bir şey.

Bunların yanı sıra, Komünist Partisi’nin yaşlı kadroları tarafından yapılan “analizler” de var. Bunlar, kendi yazılarını kendileri revize ettiler ve görüşlerini değiştirdiler. Mesela Stalin konusunda oynadıkları oyun, sonuçta gericiliğe hizmet ediyor.

Herkes, İspanya savaşını, kendi ideolojik ve siyasi kalıbına uyduruyor. Anti-komünistlere göre, İspanya savaşı, Stalin’e oyun yapan, “toplumsal devrimi” frenlemek için politikasını dayatan Komünist Partisi yüzünden kaybedilmiş. Söz konusu revizyonistler için (Carrillo, Claudin, Pasionaria ve diğerleri) İspanya savaşının kaybedilmesi bir kaderdi. Çünkü uluslararası güç ilişkileri, İspanya cumhuriyetinin aleyhineydi. Çünkü ittifak güçleri, yani küçük burjuvazinin ve anarşistlerin ileri kesimleri, o dönem mücadelenin gidişatını anlayamadılar ve ihanet ettiler. Bu burjuva açıklamalar açıkça, komünistlerin başını çektiği, kahraman, halk mücadelesini çarpıtıyorlar.

Biz kısaca, cumhuriyetçilerin yenilgisinin ulusal ve uluslararası nedenlerinin olduğunu düşünüyoruz.

Ulusal nedenler:

Savaştan önce, savaş ve halk cephesi, işçi sınıfı ve onun partisi tarafından değil, küçük burjuvazi tarafından yönlendirildi.

Komünist Partisi, Halk Cephesi içerisinde, birlik ve birliğin gelişmesi konusunda dural bir anlayışa sahipti. Bu hata, savaş boyunca ortaya çıkan karmaşık siyasi durumları doğru bir temelde tahlil etmeyi engelledi.

Savaşın niteliğine uygun askeri taktik saptanmamıştı. Mesela, İspanyol halkının kahraman geleneğinde bulunan gerilla hareketi oluşturulmadı. Bu siyasi ve askeri hata, savaşın en kritik döneminde, ülkenin dört bir yanında, özellikle faşistler tarafından işgal edilen bölgelerde, işçi ve halk kitlelerini harekele geçirmeyi engellemiş ve olumsuz bir rol oynamıştır.

Uluslararası planda ise:

– Avrupa’nın her tarafında faşizmin yükselişi.

– Kapitalist Avrupa ülkelerinin ve Birleşik Amerika’nın İspanyol faşistlerine yaptığı destek. “Müdahale etmeme” adı altında İspanyol cumhuriyetine yapılan boykot.

“Müdahale etmeme” politikası, Hitler ve Mussolini’ye, savaşa müdahale etme serbestliğini kazandırdı. Tüm bu faktörler, İspanyol halkının kahramanca direnmesine rağmen, yenilgisine neden oldu. Bu konulara ayrı ayrı değinmek, makaleyi uzun kılacağından, biz, özetlemeye çalışalım.

 

FAŞİST AYAKLANMADAN ÖNCE, İSPANYA’DAKİ DURUM

Her şeyden önce, ne Troçkistlerin ve ne de sağcıların yapmadığını yapmak, İspanya savaşının niteliğini hesaba katmak gerekir. 1936 seçimleri, büyük halk zaferi ile sonuçlandı. Çeşitli mücadelelerle -1934 yılında Asturies madencilerinin başkaldırıları gibi- önemli birlikler oluşturuldu. Halk Cephesi’nin oluşumunu ve zaferini sağlayan proletarya; köylülük ve küçük burjuvazide bir bilinç oluşturdu.

Tarım ülkesi olan 1931 İspanyası’nda toprak, henüz büyük toprak sahiplerinin elindeydi. 13 Nisan seçim kampanyasında (14’ünde monarşi kovuldu) küçük burjuva partileri, sosyalistler, komünistler vb.leri “toprak reformu”nu işlediler. Fakat seçimlerden iki yıl sonra (1933) “toprak reformu” gülünç ve çekingen bir şekilde hayata geçirildi. Mesela, 9 bin aile 100.000 hektardan daha az toprak sahibi olurken, Medinaceli dukası, tek başına, 79 bin hektara sahipti. Yoksulluk ve işçilere yönelik baskılar had safhadaydı. Ocak 1933’te Casas, Viejas bölgelerindeki tarım işçileri başkaldırdılar, buğday ve yiyecek maddelerini ele geçirmek için mağazaları yağmaladılar.

Halkın başkaldırısından korkan cumhuriyetçi hükümet (o dönem sosyal demokrasi hükümeti idi) göstericilere karşı zor kullandı. Sonuçta, çoğu kadın olmak üzere 21 kişi öldü. 12 kişi, meydanda yargısız infaz edildi.

Sanayi proletaryası henüz cılız ve dağınıktı (Bilbao ve Barselona madenleri hariç).Örgütlemelerdeki zorluklara rağmen, grevler peş peşe birbirini izliyordu.

Ekim 1934’te, gerici-sağcı hükümet işbaşında iken, sol partiler (komünistler, sosyalistler ve anarşistler) genel grev ilan ettiler. Maden bölgesi olan Asturies’de grev, devrimci başkaldırıya dönüştü. Hükümet, yabancı paralı askerleri, grevcilerin üzerine yolladı. Binlerce işçi öldürüldü. Bu yabancı askerler, General Franco tarafından yönlendiriliyordu. Cezaevleri dolduruldu, insanlar katledildi.

O dönemde, Dimitrov tarafından yönetilen Komünist Enternasyonal’in direktiflerini hayata geçiren komünistlerin de içinde bulunduğu Halk Cephesi, seçimleri kazandı

Halk Cephesi’nin karşısında mali oligarşi, ordu ve kilise tarafından desteklenen büyük toprak sahipleri bulunuyordu. Gerici-sağcı güçler birleşmişti. Falanj (Mussolini’den esinlenerek kurulan faşist parti) militanlarından oluşan terörist gruplar (Hitlerci ideolojiye sahip burjuva gangsterler) saldırgan eylemlerde bulunuyorlardı.

Seçimlerden sonra kurulan hükümet, gericilerden siyasi iktidarı koparıp almıştı ancak ekonomik iktidara dokunulmamıştı. Gericiliğin kadroları hâlâ kilit mevkilerde bulunuyordu, ordu gerici generaller tarafından yönlendiriliyordu ve hâkimler büyük burjuvazi tarafından kullanılıyordu.

Bu dönem, gericiliğin ve ordunun başkaldırdığı, Temmuz 1930 dönemiydi. Bu önemlidir. Çünkü Halk Cephesi ve demokratik hükümete karşı faşist başkaldırı, İspanya devriminde bir dönemeç noktasıdır. Ülkemizdeki devrim -zaten İspanya’da hiç gerçekleşmeyen burjuva demokratik devriminden ayrılıyor ve- dünya sosyalist devriminin bir parçası haline geliyor.

Faşist başkaldırının birkaç saat içerisinde iktidarı ele geçirme hesabı vardı, ama komünistlerin başını çektiği halk birliklerinin garnizonlarda ele geçirdikleri silahlarla, bazen de silahsız direnişi, faşistlerin oyununu bozdu. Komünist Partisi, gericiliğe karşı, Halk Cephesi’ni birleştirmek için mücadele etti ve o sorumluluğu taşıdı. Bu tutumuyla da doğru yoldaydı. Çünkü İspanya gericiliğine ve onun uluslararası ittifak güçlerine (Alman, İtalyan, Portekiz, İngiliz, Fransız) karşı, bütün devrimci halk güçlerinin birliğini oluşturmak gerekirdi.

Faşist darbe döneminde iktidar organlarının % 90’ı faşistlerle uzlaştılar. Küçük burjuvazi cılız olmasına rağmen, halk silahlanarak devlet yönetimini ele geçirmişti. Faşist saldırıya karşı, Halk Cephesi’ni güçlendirme politikası, doğru bir tutumdu. Parti o dönemde, doğru çizgisi, kadro ve militanlarının kahramanlığıyla büyük prestij kazandı. Parti, örgütleyici yeteneği, yeni durum karşısında hemen tutum alması, savaşı yönetmesi ve başarı elde etmesiyle sınıf düşmanlarının (cumhuriyetçiler de dâhil) tepkisini aldı.

Bütün savaş döneminde, özellikle ilk dönemlerde iktidar, cumhuriyetçiler tarafından paylaşılmıştı. Her partinin bölgelere göre yönetim organları vardı. Toplumsal ve politik alanlarda değişik biçim ve uygulamalar vardı. Bu durum, zarar vericiydi. Ve belirtmek gerekir ki; Komünist Partisi de, faşizme karşı kitle mücadelesini iyi kanalize etmeyi başaramadı. Burada çelişkili bir durum vardı; bir tarafta, Cephe ve hükümetin ihtiyaçları, öte tarafta, grup ve sınıf çıkarları mevcuttu. Parti, bu çelişkiyi çözmesini bilmedi. Silahlı halk, yeni mevziler ele geçiriyordu, ama bölünmüşlük ve reformistlerin etkisi, bu kazanılmış organların küçük burjuvazinin eline geçmesine yol açıyordu.

Birçok bölgede, cumhuriyetçi küçük burjuvazi ve burjuvazinin adaletsizlik, yeteneksizlik ve bazen de ihanetine karşın, devrimci halk komiteleri kurulmuştu.

İşte, bu komiteleri geliştirmek, dönüştürmek ve geniş destek vermek gerekirdi. Burjuva “eşitlikçiliği” kaygısıyla, bu gerçekleştirilmedi. Çünkü parti, savaşla birlikte aşınmış organlara takıldı. Hâlbuki Komünist Partisi’nin Madrid’i savunma deneyimi vardı. Yani, hükümetten “emir” almadan, önlemini almalıydı. Mesela, Madrid, yabancı paralı askerlerden (Faslı ve gönüllü İtalyanlar) oluşan Francocular tarafından tehdit edilirken, parti, kadrolarıyla “Madrid’i Savunma Juntası”nı ve 5. Tugayı kurdu. Bu güçler, komünistler tarafından yönlendirilen gönüllülerden oluşuyordu. Madrid iyi direndi. Halk, Francocu askerleri başkente sokmadı. Üç yıl boyunca, “No Pasaran ” (Geçit Yok) şiarıyla yürütülen mücadele, dünyanın hayranlığını kazanarak gerçek bir kahramanlığa dönüştü. Savaşın ilk günlerinde, Madrid’e sürekli anılacak, enternasyonal tugaylardan oluşan, ilk gönüllü özgürlük grubu geldi. Bu grup, Alman komünistlerden oluşmuştu. Kahramanca savaştılar. Önderleri Hans Blaimer, Madrid’de savaş alanında katledildi.

Partinin, Madrid’i Savunma Juntası’nı oluşturması, bağlaşıklarının ne düşündüğü kaygısına kapılmadan aldığı doğru bir karardı. Bu karar, faşistlerin ilk bozgununa neden oldu. Komünist Partisi, diğer politik güçlerin çekingenlik ve korkaklığına karşın, halk ordusunu temsilen (Quinto rejimento) 5. Tugayı ve ilk halk iktidarını temsilen de, savunma juntasını kurdu.

Fakat bunu genelleştirmeyi başaramadı. Parti, kendisini burjuva “eşitlikçiliğine” tabi kıldı.

 

TROÇKİSTLER:

Ken Loach’ın filmi, kendisinin de dediği gibi: “Atılım yapmak için… her şey mümkündü” ve “neden hareket yenilgiyle sonuçlandı.” Filmdeki belirsiz tipine göre de, durumu soyutlamaya çalışıyor, somut bir durumu genel durumdan ayırıyor. Kendi niyetleri dışındaki her şeyi, tüm koşulları yok sayıyor. Onun gönlünde yatan tutum, Andres Nin’in 1937’de anarko-Troçkist darbesinde açığa çıkan tutumun ta kendisidir.

Troçkistlerin İspanya’da ulusal ölçüde bir gücünden söz edilemezdi. Onlar daha çok, Katalonya’da ve özellikle de Barselona’da güçlendi. Kendi denetimlerinde ‘devrimci” komiteler kurmuşlardı. Troçkistler, faşizme karşı direnmek için, Halk Cephesi etrafında birliğin zorunlu olduğunu düşünen gerçek devrimci güçlere ve Halk Cephesi hükümetine karşılardı. Troçkist gruplar yer yer anarşist gruplarla birleşiyorlardı. Söz konusu anarşist gruplar, kendi yönetimlerine karşı bile muhalefet ediyorlardı. Bunlar, yaşanmakta olan süreci atlayarak ve savaşı da başkalarına bırakarak, doğrudan devrim yapma hayali kuruyorlardı.

Nisan 1937’ye gelindiğinde, Troçkist gruplarla Halk Cephesi hükümeti arasında ipler iyice gerilmişti. 3 Mayıs’ta Katalonya otonom hükümet temsilcisi, PTT merkezine giderken (merkez, anarşistler tarafından kontrol ediliyordu) CNT (Anarşisi Sendika Merkezi) milislerinin silahlı saldırısına uğradı. Bu saldırı, Halk Cephesi faşizmle savaş halinde iken, Troçkist ve anarşistlerin, hükümete karşı hazırladıkları darbenin sinyalini veriyordu.

Barselona sokaklarında, Troçkistlerle anarşistlerin bir bölümüyle ve aynı zamanda Halk Cephesi ile çatışmalar, 7 Mayıs’a kadar devam etti. 7 Mayıs’ta, Andres Nin’in de içinde yer aldığı Troçkist yöneticiler, kan akmasını durdurmak için, bir anlaşma imzaladılar. Şunu da belirtmek gerekir ki; Troçkist ve anarşistler, darbe döneminde, kendi adamlarını Cephe’den çekip Barselona’ya getirdiler. Bu da, faşistlere daha fazla mevzi kazandırdı. Daha sonra, Troçkist yöneticilerin, darbeyi hazırlamak için Francocu ajanlarla işbirliği yapan hainler gibi maskeleri düşürüldü. Bu, belgelerle ispatlandı. O dönem, Alman gizli dokümanları içerisinde bulunan bu belgeler Nazilerin bozgunundan sonra, Alman hükümeti tarafından açıklandı. Alman Büyükelçiliği’nin, Herr Fautel’in Salamanca’ya (Franco Hükümeti’nin merkezi yeri) gönderdiği mektupta, Franco’nun kendisine, “Barselona’daki çatışmaların, ajanları tarafından başlatılıp organize edildiği” şeklinde bilgi verdiğini yazıyor.

Nin’in ölümü ile ilgili çeşitli söylentiler var. Troçkistlere göre GPU (Sovyet Gizli Servisi) tarafından sorguya çekilip öldürülmüş. Fakat bunu hiç kimse ispatlayamadı. Çünkü, spekülasyon dışında hiçbir kanıta dayanmıyor. Ken Loach da, sorunun özünü gizleyerek, İspanya savaşının Stalinistler tarafından kaybedildiği sonucunu çıkarıyor. Ve bu trajedinin nedenlerini, çeşitli faktörleri hesaba katmadan yapıyor. Loach ve Troçkistler için anti-komünistliğin de, gericiliğin de tek sorumluları Stalinistlerdir. Burjuvazi kendisini hizmet verenlerle çevreliyor. O, kendilerini halktan sayan “aydınlar”ın hizmetinden faydalanmasını biliyor. Bu aydınlar da kendilerini demokrasi, hatta sosyalizm yanlısı gösterip, kirli görevlerini yerlerine getiriyorlar.

(Mesela o günlerde, İngiliz yazar “sosyalist” Orwell’in, İngiliz polisinin hizmetinde, anti-komünist bir ajan olduğu açığa çıktı.)

 

ABD’NİN SAVAŞ DÖNEMİNDE FRANCO’YA SUNDUĞU DESTEK

ABD emperyalizminin İspanya’ya ekonomik girişi, ’20’li yıllara dayanır. İlk önceleri Standart Oil’e bağlı petrol, benzin ve gazla ilgili her şeyi kontrol eden Comprafler yerleşti. Daha sonra. Morgan grubunun İTT tarafından otomatik telefonun kontrol ve yerleşimi oldu (bu kontrol ‘70’li yıllara kadar devam etti). 1931’de son monarşist hükümet döneminde Morgan bankası 60 milyon dolar kredi vermişti. 14 Nisan 1931’de cumhuriyetin ilan edildiği dönemde, Morgan grubunun İspanya’da fevkalade geniş yetkisi vardı. Cumhuriyeti başarısız kılmak için, EEUU hükümetlerinin desteğiyle peseta’ya karşı bir saldırı başlattı. İspanyol Hükümeti bu manevraya karşı, Fransa’ya 300 milyon peseta altın ihraç etmek zorunda kaldı.

1935’te Texaco Co (Standart Oil’e bağlı), petrol satmak için İspanyol cumhuriyetiyle kontrat imzalamıştı. Faşist başkaldırı başladığında Temmuz 1936’da İspanya’ya doğru 5 büyük petrol gemisi geliyordu.

T. Lieber, Texaco’nun başkanı, Franco’nun bulunduğu yere, Burgos’a, cumhuriyet tarafından parası ödenmiş petrolü teslim etmek için gidiyordu. Bu vesileyle Texaco, kendi hükümetinin onayı ile faşistlerin lojistik destek problemini hallediyordu.

EEUU tarafından yayınlanan bilgiye göre, savaş döneminde, Texaco, Franco’ya şu miktarda mal verdi:

1936: 344.000 ton, 1937: 420.000 ton, 1938: 478.000 ton. 1939: 624.000 ton petrol.

Bu mallar, Port Arthur rafinerisinden geliyordu. EEUU işçilerinin boykotunu önlemek için de, gönderilen mallar; Fransa’ya ya da diğer ülkelere gönderiliyormuş gibi kamufle ediliyordu. Franco’nun, T. Lieber’e dönemin en büyük İspanyol nişanını vermesi bir rastlantı değildir.

ABD Hükümeti’nin ikiyüzlülüğüne de değinmek gerekir. Savaş döneminde bir yandan “tarafsız” olduğunu açıklıyor, öte taraftan cumhuriyete karşı faşistleri destekliyordu. 1936 sonunda Roosevelt, İspanya’ya petrol, silah ve lojistik materyal gönderilmesini yasaklayan bir yasa çıkardı. Yasak, cumhuriyet hükümetine karşı bir çeşit ambargoydu ve bu tavır, Franco’nun işine geliyordu. Bu yasa: Texaco ya da Compagnie Studebaker, Ford ve General Motors’un faşistlere 12.000 komisyon kredi vermesini engellemedi tabii. Roosevelt’in bu “ilerici” yasası, Standart Oil’in yöneticisi, Middleton’un, Burgos’a yerleşip, Franco’nun yanında Yankee’nin gizli elçiliğini yapmasını engellemedi. Mr. Bowers, -cumhuriyetin ABD resmi elçisi- açıkça şunları söylüyordu: “‘Müdahale etmeme komitemiz ve Roosevelt’in çıkardığı yasa, merkezin (faşist-nazi) İspanyol demokrasisinin üzerindeki zaferine büyük yardımı olmuştur.” Bugünkü İspanyol Hükümeti Başkanı Manuel Aznar’ın babası, Francocu tarihçinin sözleri ise daha açık: “La Texaco, hareketimizin gidişatını fevkalade anladı. Franco Hükümetinin ihtiyaçlarını kendisine sattı. Para ödemeye gelince de kolaylık sağlıyordu. Bu yardım vesilesiyle, hava kuvvetleri akaryakıt sorununu çözdü. Yardım, aralıksız devam etti (100 milyon litre akaryakıt kullanmıştı). “

ABD emperyalizminin, cumhuriyet hükümetine silah ve malzeme satışını engellemesi ve diğer hükümetlerin de aynı şeyi yapmaları, ama öte tarafta, İspanyol halkına karşı kullanılmak üzere Almanya ve İtalya’ya bomba satışları “kanuni” idi. Cumhuriyet yetkilileri, Barselona üzerine İtalyanlar tarafından atılan bombaların EEUU tarafından yapılan bombalar okluğunu açıklayınca, Roosevelt’in verdiği cevap su oldu: “ABD tarafından yapılan bombaların, Franco tarafından Barselona’ya atıldığını duydum. Mümkündür… Belki Alman hükümeti veya Alman şirketlerine, yasal olarak sattığımız bombalardı ve onlar da Franco güçlerine göndermişlerdir.” (21 Nisan 1938’de Washington’da düzenlenen uluslararası basın toplantısında yapılan konuşma).

Ayrıca Amerikan kiliselerinin oynadıkları rolden de bahsetmek gerekir. Franco yanlısı Karolina Spellman, Franco hakkında şunları söylüyordu: “Zeki, ciddi ve samimi.” Ve faşist papaz Couglin’le birlikte. “Milliyetçi İspanya ve Kuzey Amerika Birliği”ni kurdu. Sadece EEUU’da değil, ama papaz sınıfı ve Papa’yla ilişkilerini kullanarak Avrupa’da da çok aktif davrandı. EEUU’nun İspanyol cumhuriyetine karşı oynadığı rol çok açık. Ama, ABD halkından ve aydınlarından gerçek dostlarımızın da olduğunu belirtmek gerekir. Bu dostlarımızın çoğu, İspanya’ya gelerek Franco’ya karşı savaştılar. Burada ölenler oldu. Ülkelerine dönerken, sırf halkı ve özgürlük için savaştıklarından dolayı “cinayet” suçundan hapis yatan oldu. ABD’den gelen savaşçıları (2.800 kişiden oluşan birçok tugayın ve Kanada’dan gelen 1.000 kişiyi) hiçbir zaman unutmayacağız (Tarihçi Hugh Thomas’ın, “İspanya’da İç Savaş” kitabında verdiği bilgiler).

 

SSCB’NİN İSPANYOL CUMHURİYETİNE YAPTIĞI YARDIMLAR

Bazı insanlar, cesaret edip SSCB’nin cumhuriyete yeterince yardım etmediğini söyleyebiliyorlar. Bununla da yetinmeyip, savaşın SSCB yüzünden kaybedildiğini iddia ediyorlar. Bu düşüncede ısrarlı olanlar da, özellikle Troçkistler. Her şeyde olduğu gibi olayları tahrif edip, yaptıkları “analizleri” haklı çıkarıyorlar. Ama gerçekler de acı olur.

Stalin, 1936’da yolladığı bir telgrafta, İspanya Savaşı’na verdiği öneme değiniyordu: “İspanya’yı gerici faşist baskıdan kurtarmak, sadece İspanyolların meselesi değildir. Bu mesele, tüm ilerici insanlığın meselesidir.” Bu düşünce, savaş boyunca hayat buldu. Stalin önderliğindeki SSCB’nin yardımı cömertçe ve enternasyonalistçeydi. İşçilere, kitlelere ve aydınlara yapılan yardım sadece malzeme yardımı değildi, ama moral olarak da yardım edildi. Bu gerçek: anti-komünist, sağcı sosyalist İndalecio Prieto tarafından bile kabul ediliyor. Prieto şunları söylüyor: “Sovyetler Birliği, mümkün olduğunca İspanya’ya yardım etti. Cumhuriyetin doğal hükümetinin zaferi için verebileceği yardımı verdi. Ama diğer demokratik Avrupa ülkeleri, hatta sosyalist partilerin etkinliğinde olanlar dahi, ya çok sınırlı yardım ettiler ya da savaş malzemelerini almamızı bile engellediler.” Aynı dönemin Cumhuriyetçi Birlik Partisi (küçük burjuva) genel sekreteri ve parlamento başkanı şunları söylüyordu: “SSCB’nin yardımı olmaksızın, bugünkü cumhuriyetimiz olmazdı.” Hemen savaşın ilk günlerinde, SBKP, Sovyet sendikaları ve işçiler, İspanyol halkına desteklerini sundular. Sendikalar, “İspanya Cumhuriyeti’ne Yardım” adı altında devlet bankasında hesap açtılar. Savaş, 18 Temmuz 1936’da başladı. Ağustos ayında, yeni açılan hesaptaki para miktarı, 12.145.000 rubleydi. Aynı yılın Ekim ayında 47.595.000. Aralık ayında ise 58.000.000 ruble olmuştu.

Bu miktar, Sovyet halkının verdiği yardımın önemini gösteriyor. Öte tarafta, SBKP ve Stalin tarafından yönetilen Sovyet devleti, hemen materyal göndermeye başladı. Eylül 1936’da, Odessa limanında Neva, Kavan, Zyrianin ve Turksib gemileri İspanya’ya hareket ettiler.Gemilere yüklenen malzemeler ise şunlardı: 1.000 ton yağ, 4.200 ton şeker, 7.000 ton buğday, 3.500 ton un, 2.000 ton balık. 300 ton domuz yağı, 2.000.000 kutu konserve, 1.250.000 kutu süt, 100.000 paket yumurta. Bütün savaş boyunca da bu yardım devam etti. 1936 Sonbaharı’nda ve 1936-37 Kışı’nda, Karadeniz limanlarından İspanya’ya 23 Sovyet gemisi gönderildi. Bu gemiler, savaş malzemesi ve silah taşıyordu. Bu yardım; cumhuriyetçilerin, Mussolini güçlerine karşı silahlanmasını sağladı ve bu sayede Guadalajara’da bozguna uğratıldı. Sovyet gemilerinin, İtalyan ve Alman denizaltı gemilerinden korunmaları gerekiyordu. Mesela Komsomol gemisi, savaşın ilk aylarında batırıldı.

SSCB; silah, yiyecek ve ilaç yardımının dışında İspanyol savaşçılarını eğitmek üzere değişik dallarda uzman eğitimciler yolladı. Madrid savunmasına 160 Sovyet havacısı katılmıştı. Bunlardan, aralarında V. Bockero, K. Kovtan, S. Turjov, I. Jovanski ve P. Gibelli gibi Sovyet kahramanlarının bulunduğu 21 kişi savaşta yaşamını kaybetti.

İspanya Cumhuriyeti’ne yapılan toplam Sovyet yardımı şunlardır: 806 savaş uçağı, 362 sar, 120 donanmış otomatik mitralyöz, topçu kuvveti için 1.550 parça, 500.000 silah, 340 adet havan, 15.113 mitralyöz, 110.000 bomba.

Bu Sovyet yardımı, “demokratik” hükümetlerin İspanya Cumhuriyetine ihanet ettikleri bir dönemde yapılıyordu (Fransız başkanı Leon Blum’un bu dönemdeki hain rolü hatırlansın). Uluslararası tugayda yer alan yazar Artur G. London, “İspanya, İspanya” adlı kitabında şunları yazıyor: “İspanyol halkının üç yıl boyunca faşizmle savaşmasında, Sovyet yardımının büyük rolü oldu. Demokratik hükümetler, Sovyetler gibi yapsalardı İspanyol halkı savaşı kazanacaktı. 1936’da, İskandinav, Belçika, Fransa’daki hükümetlerde, sosyal demokrasinin anahtar rolü vardı. Komünist Enternasyonal, faşizme karşı, İspanya Cumhuriyeti’ne yardımda bulunmak için, sosyal demokrasiye somut eylem talebinde bulunmuştu. Fakat ‘sosyalistler’, enternasyonalin önerisini kabul etmediler. Tam tersine; Hitler ve Mussolini’ye serbest hareket etme imkânı veren ‘müdahale etmeme’ politikasının temelini atan da Leon Blum oldu. Pasifist Nehru dahi, ‘müdahale etmeme’ politikasını, çağımızın aşırı komedisi olarak değerlendiriyordu. Fakat bu ülke ve ABD, bir taraftarı Hitlerden çekiniyor, diğer taraftan da SSCB’nin İspanya savaşına katılmasını ve böylelikle Almanya’nın SSCB’ye saldırmasını istiyorlardı ve bundan kendilerinin gizli çıkarları vardı. Böylesi bir durumda ve her tarafı düşmanla sarılı olan SSCB’nin, İspanyol halkına desteği kahramanca ve yadsınamaz bir cömertlikti.”

 

SONUÇ

1- Andres Nin; bir Katalon aydını, Komünist Partisi üyesi. Moskova’da İspanya Komünist Partisi delegesi. Daha sonra Troçki teorisini savunuyor ve enternasyonali ve İKP’yi terk ediyor. Diğer üyelerle POUM (Marksist Birlikçi İşçi Partisi)’u kuruyor. Açıkça oportünist bir çizgi izliyor ve esas görevleri de, Komünist Partisi’ne karşı mücadele etmektir.

2- Stalin, Molotov, Voroşilov, İspanyol hükümetine yolladıkları mektupta: “Tarım ülkesi olan İspanya gibi bir ülkede, köylülüğe çok dikkat etmek lazım. Köylülük hem sayısal olarak, hem de etkice önemlidir. Faşist güce karsı, dikkatlerini orduya çekmek gerekir ve gerilla gruplarını kurmak gerekir.” diye yazıyorlar. Ünlü 5. tugayın kurucularından General Lister, yıllar sonra, kitabında şunları yazıyor: “Savaş döneminde güçlü gerilla hareketini kurma koşulları vardı, ama cumhuriyet hükümeti beceriksizliğinden ya da isteksizliğinden böyle bir hareket örgütlemedi.”

Öte tarafta, hain Santiago Carillo şunları söylüyor: “Düşman güçlere karşı bir gerilla hareketi oluşturmanın koşulları olduğunu söylemek gerçekçi değil.” Fakat savaş sonrasında, Fransa sınırında ilişkisiz kalmış direniş grupları, teslim olma yerine, mücadele etmeyi seçtiler ve ’50’li yıllara kadar mücadele ettiler. Ne yazık ki birbirleriyle bağlantıları olmadığı için, yok edildiler. Ama şunu tekrarlayalım: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da birkaç yıl ayakta kalabildiler.

3- Troçkist tarihçiler, cumhuriyetçilerin yenilgisini Stalin’e bağlamaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de, mücadelenin gerçek görünüşünü bir kenara bırakıyor, somut verileri, yabancı müdahaleyi, EEUU’nun desteğini, cumhuriyete karşı “müdahale etmeme” politikasını göz önünde bulundurmuyorlar. Gariptir, bu Troçkistler, Troçki’nin POUM’a karşı yaptığı eleştirileri de unutuyorlar: “Nin’in uluslararası politikası, iç politikası kadar yanlıştır. POUM’un yönetimi, varlık hakkını kaybeden İngiltere Bağımsız İşçi Partisi şefleriyle ve diğer yarı-oportünist, geleceği olmayan gruplarla ilintilidir.” (“Lutte Ouvriu”, Mayıs 1937, No: 44).

“POUM, İspanyada bütün diğer partilerin solundaydı, ama İspanya devriminin yetişmesinde uğursuz bir rol oynayan da yine bu partiydi. Bu parti, anarşist yönetim önünde teslimiyet gösteriyor, sendikalar içerisinde yanlış politika izliyor. Mayıs 1937’de (Ken Loach’ın filme aldığı an) devrimci tutum yerine, çekingen bir tutum alıyor. Yönetici blok içerisindeki en tutarlı politika, Stalinciler tarafından izlendi. Stalinciler direnişin üncüleriydiler. Bugün İspanyol Halk Cephesi düzmece batkınları, sorumluluğu GPU’ya yüklemek istiyorlar. GPU’nun cinayetlerine karşı hoşgörülü olamayız, ama GPU’nun Halk Cephesi hizmetine bağlı olarak hareket ettiğini söylüyoruz. GPU’nun gücü ve Stalin’in tarihi rolü de burada yatıyor Sadece dar kafalı biri şeytan şefleri üzerine yapılan şakalar aracılığıyla bu gerçeği yok sayabilir.” (“Marksist Teorinin Sorunları”. 1939. Paris Marksist araştırma çevresi tarafından Mayıs 1969’da yayınlandı).

Tabii ki Ken Loach ve yandaşlarının, Troçki’nin bu yazısından haberleri yoktur.

4- Uluslararası Tugay, İspanya’da hiçbir zaman aynı anda 15.000 gönüllüden fazla sayıda olmadı. Çeşitli tarihçilere göre, 3 yıllık savaş boyunca, Enternasyonal tugaylardaki savaşçı sayısı 40.000 kişiyi buldu. Enternasyonal dayanışmanın görülmemiş örneğini sergileyen bu tugaylar, “dil”   temelinde oluşturulmuştu. Buna göre:

– Paris Komünü: Fransız, Belçikalı ve İsviçrelilerden.

– Thaelmann: Almanlardan,

– Edgard Andre: Alman ve Avusturyalılardan.

– Roselli, Gastone Stozzi ve Garibaldi: İtalyanlardan,

– Dombrovski: Slav ve Polonyalılardan,

– Lincoln ve George Washington: ABD, Kanada, İrlanda ve İngilizlerden,

– Tchapaiev: 21 değişik ulustan gönüllüler.

Savaş sonrasında (1939) Franco cezaevlerinde 500’den fazla gönüllü, tutukluydu. Hitler’e iade edilen Almanlar hariç, hepsi de kurşuna dizildi.

İtalya ve Tchapaiev tugayında yer alan Arnavut gönüllülerinden de bahsetmek gerekir. Bunların Arnavutça, “Gönüllülük ve Özgürlük” isminde bir gazeteleri vardı. Avskim Voski, Teni Kono, Kemal Kada, Musa Frateri gibileri katledildi. Geri kalanlar Mehmet Sheku ve Mane Niskova gibileri Arnavut kurtuluş mücadelesinde önemli rol oynadılar.

Francocu “gönüllüler”e gelince; 120.000 İtalyan, 100.000 Faslı, 30.000 Alman, 20.000 Portekiz ve 600 İrlandalıdan oluşmuştu.

5- H. Thomas’a göre, Almanlar Condor Lejion (Paralı Asker)’unda: 6,000 havacı, 30 tankı sürekli kullanıyorlardı, İtalya, gönderdiği “gönüllüler”in dışında İtalyanlar tarafından kullanılan 703 uçak gönderdi. İtalyan basınına göre, bu uçaklar, 5.318 bombardımana katılmış, 224 gemiye saldırmış ve birçok gemi batırmış. Mussolini, aynı zamanda Sovyet yardımını kesmek için 91 savaş gemisi ve denizaltı göndermiştir.

 

Mart 1997

Kadının kurtuluşu, emekçi kadın mücadelesi üzerinde yükselecek

Tarih içinde, işbölümünün gelişip özel mülkiyetin filizlenmesiyle birlikte statüsü değişen kadın, ezilen cins konumuna geçmiştir. Kadın, sınıflı topluma geçişle birlikti eve kapatılarak, bu özel hizmet alanının hizmetçisi haline getirilmiştir. Böylece özel mülkiyet sistemine geçiş, kadının toplumdaki yerini belirlemiş, günümüze kadar da bazı biçimsel değişikliklerle bu statü, korunmuştur.

Kapitalist toplumda kadının ezilmesi, önceki sistemlere göre bazı farklılıklar içerir. Feodal toplumda küçük ev ekonomisinin etkin bir üyesi olarak kadın için iş ve ev birbirinden ayrılmaz iki unsurken, kapitalist toplumda bu işlevler ayrışır. Kadın artık çalışmak için ev dışına çekilmektedir. Meta üretiminde, ucuz bir işgücü olarak istihdam edilir, öte yandan ev işlerinden de sorumluluğu devam eder.

Kadının pazar için üretime çekilmesi, erkeklerle hak eşitliğinin zeminini hazırlar. Ancak bu, kuramsal olarak böyledir. Kapitalizm, kadınla erkek arasındaki eşitsizliği sürekli yeniden üretir. Kapitalizm için belirleyici olan, erkek emek gücüdür. Kadın emeği, ancak iş arzının yoğunlaştığı dönemlerde örneğin savaş gibi erkeklerin üretimden çekildiği olağanüstü dönemlerde yoğun olarak sanayiye çekilir: kriz dönemlerinde ise öncelikle kadınlar işten çıkartılarak evlerine gönderilir.

Diğer yandan kadın emeği, ucuz olması yüzünden erkek emek gücü için bir rekabet konusu olur ve ücretlerin düşürülmesinde bir tehdit unsuru olarak kullanılır. Nitekim Türkiye’de kadın, erkeğe oranla, toplam yüzde 35 oranında daha düşük ücret almaktadır.

DİE araştırmalarına göre, Türkiye’de üretime katılan kadınların oranı yüzde 39’dur. Ve bu kadınların yüzde 70 gibi ağırlıklı bir kesimi tarım kesiminde çalışmakladır; ancak yüzde 5-8’i sigortalıdır. Diğerleri ise, ücretsiz aile işçisi statüsündedir.

Sanayide çalışan kadınlar, tüm işgücüne katılan kadınların yüzde 7,16’sını oluşturur. İşgücüne katılan kadınların yüzde 60’ı da hizmet sektöründedir. Çoğunlukla da bu sektörün alt kademelerinde yer alırlar.

Kadınlar genellikle ev işlerinin uzantısı olan ikincil işlerde istihdam edilir. Gıda, tekstil, hizmet gibi sektörlerde yoğunlaşmışlardır ve genellikle atölye koşullarında sürdürülen bu faaliyet sırasında kadın, günde 13–14 saat çalışmak zorunda kalır. Üstelik genellikle sigorta ve iş güvencesinden yoksun olarak.

Bu ağır çalışma koşullarından sonra eve döndüğünde de kendisini ev işleri bekler. Çamaşır, bulaşık, temizlik, çocuk bakımı gibi kendisini bekleyen işlerin üstesinden gelmek, kadının “ikinci işi”dir. Bunca yoğun çalışmasına karşın, kadının toplumsal statüsü, erkekle kıyaslanmayacak ölçüde düşüktür.

Kadınlar, kapitalist sistemin en çok ezilen çifte sömürü altındaki köleleri olarak, tarih boyunca, tüm toplumsal devrim süreçlerine aktif olarak katıldılar ve kendilerini ezen düzene karşı en önde savaştılar. Hem burjuva hem de sosyalist devrimler sırasında, halk ve emek hareketinin gelişmesinde kadınların eşsiz katkıları oldu.

 

ÜLKEMİZDE KADINININ DEMOKRATİK HAK VE EŞİTLİK MÜCADELESİ

Ülkemizde kadınların ilk hareketlenmesi, 1908 burjuva devrimi sırasında oldu. 0 dönem, ağırlıklı olarak, burjuva aristokrat kökenli kadınlar tarafından çıkarılan dergilerde kadın sorunları işleniyor; eğitim ve meslek edinme hakkı talep ediliyordu. Bu kadınlar, erkeğin kölesi değil arkadaşı olmak islediklerini, eşlerini kendilerinin seçmeleri gerektiğini yazıyorlar ve toplumsal hayatın yeni sınıfın istemleri doğrultusunda değişerek burjuvalaşmasına çaba harcıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu koşullarında bu ilerici bir çabaydı.

Ancak kadınlar, daha sonra, kendilerini harekete geçiren burjuva demokratik devrim sürecinden dışlandılar. Onlara hiçbir hak eşitliği tanınmadı. Sonradan, hayal kırıklığına uğradıklarını açıkladılar.

Ancak etkinlikleri, durulmadı, kurtuluş savaşı sırasında yeniden parladı. Emperyalistlere ve işbirlikçi gericilere karşı mücadelede öne çıkan ve kitleleri etkileyen kadınlar, mitinglerde konuşmuşlar, yazılar yazmışlar ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde örgütler kurarak silahlı mücadeleye katılmışlardır. Bunların arasında İzmitli Fatma Seller Hanım, Gördesli Makbule hanım öne çıkar. Bunlar, kadınların fedakârlıklarını, yapabileceklerinin ve yeteneklerinin sınırsızlığını kanıtlayan örnek kadınlardır.

Bugün kadın haklarından her söz edilişinde, her bayram ve özel günde, okul kitaplarında Cumhuriyet’in kadınlara çok şeyler kazandırdığı iddia edilir. Dünyanın hiçbir ülkesinde seçme seçilme hakkı yokken, Türkiye’de bu hakkın tanınmış olmasıyla övünülür. Oysa kadınlar bu hakkı kazanmak için yoğun mücadeleler vermiştir. Ama bu mücadele gizlenir ve seçme-seçilme hakkı, Cumhuriyet’in bir lütfu olarak takdim edilir. Ama 1927 yılında kurulan ve tüzüğüne “seçme ve seçilme hakkı” talebini koyan Türk Kadınlar Birliği baskılara maruz kalmıştır. Derneğin tüzüğü İstanbul Valiliği tarafından “Kadınların asli görevi çocuk doğurmak ve yetiştirmek olduğundan, onların ne siyasi haklara sahip olmaları, ne de kamu görevi yapmalarının uygun olmadığı” öne sürülerek, reddedilir. Bunun üzerine dernek başkanı: “Devrimleri doğuran, çabalar ve savaşımdır. Savaşmayı sürdüreceğiz.” diyerek mücadeleye devam edeceklerini vurgular ve mücadeleye devam edilir. Baskıların sürmesi üzerine dernek başkanı; “Kadınlar; kendi kurtuluşları için kendileri savaşmalıdır” diyerek tüm kadınların davayı sahiplenmelerinin gerekliliğini vurgulamıştır. Bundan sonra çalışmalar artık daha da hızlanarak ve gelişerek sürmüştür. Mücadeleler sonucunda 1930 yılında yerel seçimlerde, 1934 yılında da genel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı kazanıldı. Ama dernek daha sonra yozlaştı ve kapandı.

“89 Bahar eylemleri”ne gelinceye kadar, hak alma mücadelesine kitlesel olarak katılan kadınlardan pek söz edilemez. “89 Bahar Eylemleri”yle gelişen ve yükselen işçi ve emekçi eylemleri toplumun birçok kesimini mücadelenin dinamiklerine dönüştürdü. Bu eylemlilikler, kadınların yoğun olarak çalıştığı iş kollarında kadınların öncülüğünde gelişti. Bu süreç, mücadelenin yeni kadın öncülerinin ortaya çıkmasını ve sendikaların katılımını sağladı.

Ve bu katılım Enver Hoca’nın, “kadın sorunu yalnızca bir duygu sorunu değildir, dolayısıyla duygusal ve romantik bir biçimde ele alınamaz” sözlerini kanıtlar bir biçim aldı. Artık kadınlar toplumun uysal köleleri değil; başkaldıran, mücadele içinde örgütlenen emekçilerin gündemini belirleyen bunun için dövüşen güçlerdi. Yoğun emek sömürüsünün özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma vs. gibi yöntemlerle hızlandırılmaya çalışıldığı süreçte ve en küçük demokratik ve ekonomik talep için mücadele edenlerin devletin şiddetiyle karşılaştığı koşullarda, emekçi kadınlar hızla örgütlenmeye ve emek saflarındaki ön sıraları doldurmaya başladılar.

Özgül talepleri olarak da eşit işe eşit ücret, sendika ve sigorta, kreş ve insanca bir yasam hakkı istiyorlardı. Talepleri etrafında hızla örgütleniyor, erkek işçilerle birlikte mitinglere, gösterilere katılıyor, grev çadırı kuruyorlardı. Talepleri için mücadele ederken üzerlerindeki gerici örf ve adetlerin baskısını da kırıyorlar, toplumsal hayatın her kademesi kendilerine kapatılmasına karşın, direniş ve grevlerde gerçek kişiliklerini kazanıyorlardı. Böylece hızlı adımlarla yürüyorlardı.

Bu dönemde; deri işkolunda çalışan kadınlar; düşük ücret, sigorta ve sendika hakkı için grev ve direnişlerde öne çıkmaya başladı. Tekstil işkolunda özellikle Sümerbank işçilerinin tesettüre zorlanması, her kadının yalnızca bir çocuğunu kreşe verebilmesi ve bu baskılara sendikanın sessiz kalması, ayrıca özel tekstil fabrikalarında hamileliğin işten atılma nedeni olması, çocukların tam gün dayak ve küfürle çalıştırılmaları isyanın nedenlerinden bazılarıydı.

Yine bu dönemde ilaç fabrikalarıyla metal işkolunda çalışan kadınlar da mücadelede yerlerini aldılar. Tekel işçisi kadınların dişe diş mücadelesi kadın sendikacıların doğmasına ve mücadeleye katılmasına yol açtı. Zonguldaklı kadınların ve Kürt kadınlarının engel tanımaz direnişlerinin boyutları, hak alma mücadelesine katılan kadınların kararlılıklarının, üzerlerindeki her türlü gerici, tutucu ve emperyalizmin yozlaştırıcı baskılarına karşı direngenliklerinin göstergesi oldu.

Bu eylemlilik sürecinin yarattığı dalga, emekçi kadınların bağımsız örgütlerini yaratmak için bir çıkış noktası da oldu. Kadınların talepleri üzerinde yükselen örgütlenme çalışması, bağımsız kadın örgütünün temellerini oluşturdu.

 

ÖRGÜTLENMENİN DAYANAKLARI

Kapitalizm, tüm insanları bireyci, bencil, rekabetçi ve birbirine düşman olmaya zorluyor. Emekçileri tek tek birbirinden yalıtarak örgütsüz bireyler haline getirmeye çalışıyor. Günlük ihtiyacımızın bir kısmını, bunlardan yalnızca yeme içme ihtiyacını karşılayabilmek için bile, “Gemisini kurtaran kaptan” olma seçeneği önümüze tek seçenek olarak sunuluyor. İnsanca yaşama haklarımızın her gün bir kısmı “gemi kurtarma”, telaşına feda edilmekte. Yeni yaşam tarzında “her yol mubahtır, geminizi tek başınıza istediğiniz gibi kurtarabilirsiniz” düşüncesi sinsice yaşamımızın her alanına sokularak bizi kuşatıyor.

Diyarbakır ve İstanbul’da zaman zaman “yardım severlerin” yiyecek dağıtımı sırasında yaşananlar açlığın geldiği sınırın göstergesidir. Bu manzara, aynı zamanda, toplumun bir kesiminin “yardım edenler” çoğunluğunun da “yardımlarla yaşayanlar” olarak şekillendiğinin işaretidir. İnsanca yaşama hakkı, barınma, yeme, içme, eğlenme, dinlenme talebinin karşılanması yerine, devlet bu sorunu “yardımseverler”in inayetine terk etmiştir.

Herkesin toplumun bir üyesi olarak sahip olması gereken iş hakkı, sağlık kurumlarından parasız yararlanma hakkı, parasız eğilim hakkı hak olmaktan çıkarılarak, para ile satın alınan, parası olanın satın alabildiği bir meta haline dönüştürüldü. Devletin sinsi politikalarla yaşamımıza soktuğu “parayla satın alınırsa bu hizmetler daha mükemmel karşılanır” düşüncesi yüzünden, bu ihtiyaçları parasızlık yüzünden karşılayamayan kadınlar fuhuşa itildi.

Kadın bedeninin alınıp satılan, üzerinden para kazanılan bir meta haline gelmesi yoğunlaştı.

Kadınların bir kısmı bedenini açıktan satarak kazanç elde ederken, bir kısmı da geleceksiz ve güvencesiz yaşamını bir erkeğin koruyuculuğuyla değişmek zorunda kaldı. Kadının, evlilik yoluyla kendini bir seferde satışının karşılığında doğrudan para alınmaz. Ancak günlük ihtiyacı ve geçimi karşılanır. Ama her an kapıya konma tehdidiyle yüz yüzedir. Sermaye siyasetine malzeme edilerek kullanılan Fadime olayında yaşananlar gibi. Nikâhlı veya nikâhsız olarak yaşamını sürdüren ev kadını güvencesizdir. Kadın, bir işi ve ücreti olmadığı için ve sigorta gibi güvencelerden yoksun olduğu için bir erkeğe bağımlı olarak yaşamak zorundadır.

Yaşam koşullarının ağırlığı, kadınları her gün daha çok içine kapanmaya, bireysel çözümler aramaya yöneltmektedir.

Eline geçen çok az parayla evin yiyecek ihtiyacını karşılamak isteyen, çocuklarını doyurmak isteyen kadın; daha ucuz ekmek alabilmek için ekmek kuyruklarında zaman geçirmektedir. Ucuz sebze ve meyve alabilmek için gününün büyük bir bölümünü çarşı pazarda geçirmektedir. Satın aldığı malzemeyi yemek haline getirebilmek için de günün uzun bir bölümünü mutfakta geçirir. Kadınların uğraşları bununla da bitmez: öncelikle evdeki eski giyeceklerin onarılarak giyilebilir hale getirilmesi ya da pazardan daha ucuz giyecek almak da zaman harcanması gereken uğraşlardandır. Tabii tüm bu işleri yapabilmek için alışveriş ve işle ev arasındaki yolda ulaşım sorunu nedeniyle uzun saatlerini otobüs kuyruklarında, yollarda geçirir. Bu arada, önüne yığılı çamaşır bulaşık, temizlik çocuk bakımı gibi işlerin de üstesinden gelebilmek için sarf ettiği çaba, kadını toplumsal yaşamdan daha çok uzaklaştırmıştır. Çalıştığı kurumda mesai saatini tamamlayarak, bir an önce bu işleri yapmak için eve koşan kadın, sosyal ve politik yaşama katılmak için zaman bulamaz.

Oysa Türkiye’nin de altına imza attığı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25’inci maddesinde şöyle yazılıdır:

“Herkesin, kendisi ve ailesinin sağlık ve gönenci için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes issizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi denetiminin dışındaki koşullardan doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir.”

Baskıların daha katmerlisi Kürt kadını üzerinde sürdürülmektedir. Kürt kadını, diğer hakları bir yana yaşama hakkı bile elinden alınarak derin bir hiçliğe sürüklenmiştir. Büyük bir hapishanede sürdürmektedir yaşamını. Kocaları, oğulları ve babası zorla koruculaştırılmakta, çocukları açlık, ölüm ve salgın hastalıkların pençesine düşmektedir. Eğitim hakkı ortadan kaldırılmış, göçe zorlanmış, dilini kullanma hakkı ortadan kaldırılmıştır. İşkence görenlerin ve kayıpların sayısı artık tam olarak saptanamıyor.

Öte yandan, çalışma yaşamından dışlanan kadın, evde iş üretmeye yönlendiriliyor. Evde çalışma koşulları ise son derece ağırdır.

Kadın, sendikası olmadığı için ücret pazarlığı yapamaz. Sigortası olmadığı için sağlık hizmetlerinden ve emeklilik hakkından yararlanamaz. Evde iş üretme, sömürünün en yoğun olduğu alanlardan biridir. Kadınlar sigortasız, sendikasız güvencesiz çalışmaktadır. Kadın, fabrikada ve evde erkekle aynı haklara sahip olmalıdır.

 

TALEPLERİMİZ

Ev emekçisi kadınlara sosyal güvenceleri de kapsayan sigorta hakkı, evde iş üreten kadın için sendika, sigorta, iş güvencesi hakkı, tüm çalışan ve çalışmayan kadınların yararlanacağı işyeri ve semtlerde kreş hakkı, eğitim ve sağlık hizmetlerinden parasız yararlanma hakkı, her semte sağlık evi hakkı, kadının 1,5 yıl üretimden koparılmak yerine, çocuk bakımının toplumsallaştırılması, çok ve ucuz kreş. Doğum öncesi altı ay, doğum sonrası 1 yıl ücretli izin hakkı, eşit işe eşit ücret hakkı. Ana dilde eğitim ve dilini her alanda kullanma hakkı, ev işlerinin toplumsallaştırılmasına geçiş.

Daha çoğaltabileceğimiz bu talepler etrafında her semt, her sokak ve her işletmede birçok örgütlülük yaratılabilir.

Kadınların kurtuluşu, kuşkusuz işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüden kurtuluşuna bağlıdır ve kadın hareketi, bu kurtuluş mücadelesine bağlanarak ilerleyebilir. Öyleyse, kadın hareketinin talepleri de emeğin taleplerine bağlanmak durumundadır ve zaten pratik durum da böyledir. İş ve ekmek talepleri, bugün erkeklerden de çok, kadınların talebi durumundadır. Özgürlük talebi, hepsinden de çok, böyledir. Kadın, kendi özel taleplerini savunmaktan ve mücadelesini vermekten biran bile geri kalmadan, emeğin hem genel hem de somut ve acil taleplerini birlikte savunup mücadelesini emekçi erkeklerle birlikte vererek, kendi kurtuluş yolunun taşlarını döşeyebilir. Öyleyse zamlara karşı, öyleyse işten atmalara karşı, öyleyse demokratik devlet için erkeklerle birlikte mücadele.

Kadınların kurtuluşu; kendilerine dayatılan olumsuz yaşam koşullarına, ekonomik, siyasi, örf ve adetlerin baskısına karşı örgütlenmekten ve sınıf mücadelesine katılmaktan geçer. Başta fabrikalar olmak üzere tüm işletmeler, hizmet alanları, mahalle ve sokak, emekçilerin yaşadığı her alan ekmek, iş, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin alanıdır.

 

Mart 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑