Nereden… nereye? Siyasal koşullardaki gelişmeler ve dönemeçler

Uluslararası düzeyde son altı-yedi yılı karakterize eden olgu; emperyalizmin belli başlı çelişmelerindeki keskinleşme olarak ortaya çıktı. Revizyonizmin çöküşü emperyalistler arasında savaş sonrası süre boyunca olgunlaşan güç ve egemenlik ilişkilerindeki değişimin açığa vurulmasının da vesilesi oldu. Bir yandan “sosyalizm ve sosyalizmden güç alan ulusal kurtuluş hareketleri” tehdidinin, öte yandan; savaş sonrası güç ilişkilerinin belirlediği “statüko” da hızla çözülme sürecine girdi. Bu durum bütün ülkelerdeki sınıf ilişkilerini de, ülkeler arasındaki ilişkileri de kapsayan genel bir karakter kazandı. Son yüzyılın iki büyük savaşıyla sonuçlanan, daha doğrusu sonuçlanamayan çatışmaların da gösterdiği gibi; emperyalizmin, yani tekelci kapitalizmin temel amacını oluşturan “azami tekel kârı” ve bunu güvenceye alacak güç ve egemenlik mücadelesi; çelişkilerdeki keskinleşmenin uluslararası ölçekte ve bütün ülkeleri içine çeken boyutlar kazanmasını da kaçınılmaz hale getiren temel bir etken olarak, bütün çatışmaların merkezindeki yerini korudu.
Dünya çapında; 89 ülkenin geliri 10 yıl öncesine göre daha geriledi. 70 gelişmekte olan ülkenin geliri, 1960-70’lerden geriye düştü. 19 ülkede kişi başına gelir ’60 öncesi düzeyine düştü. Yani “bir avuç emperyalist ülkenin” kendi aralarında giderek artan rekabeti, dünyanın geri kalan kısmı üzerindeki sömürü ve yağmanın, tehdit ve şantajların daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirdi. IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist kredi kurumlarının denetim ve yönlendiriciliğinde, geri ülke ekonomilerinin ulusal dayanakları tahrip edilerek emperyalist tekellerin hareket olanaklarını sınırlayan her türden engelin kaldırılmasına hizmet etmek üzere, özelleştirme vb. yollarla var olan ekonomiler yıkıma sürüklendi. Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın belli ülkelerinde açlık yeni boyutlar kazandı.
Sınıflar-arası ilişkiler açısından; bütün ülkelerde sermayenin tekelleşmesi, tekeller arası birleşmeler veya tekellerin birbirini yutması, belki de tarihte görülmedik derecede yeniden büyük bir hız kazandı. Dünya çapında en zengin 358 kişinin gelirinin, nüfusun % 45’inin gelirini aşan bir düzeye ulaşması, ABD örneğinde olduğu gibi, nüfusun en zenginlerinin gelirlerindeki artışın % 102 düzeyine ulaşması; 1990’da 80 milyon olan çocuk işçi sayısının, 1995’te 200 milyona ulaşmış olması; büyük çoğunluğu uluslararası düzeyde faaliyet gösteren tekellerden olmak üzere, sadece ’92–‘93 döneminde 2,8 milyon sendikalı işçinin işten atılması; bunlara, çalışma saatlerinin yükselmesi, işsizlik oranında gelişmiş ülkelerde % 9’lara varan yükselme, ücretlerde genel bir gerileme ve kazanılmış haklara yönelen topyekûn saldırılar da eklenirse; kapitalizmin insanlığa nasıl bir gelecek vaat ettiği de anlaşılır hale gelmektedir.
Belli başlı emperyalist ülkeler, arasında özellikle, Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Uzakdoğu gibi pazar ve hammadde alanları üzerinde, bu amaca hizmet edecek stratejik bölgeler üzerinde yeni bir rekabet ve çatışmanın yoğunlaşması, geri ülkeler üzerinde baskı, şantaj ve tehditlerin açık ve pervasız bir karakter kazanması, yer yer bölgesel çatışmaların kışkırtılması, politik ortamın gerginleştirilmesi olarak ortaya çıktı. ABD-Çin, ABD-İsrail-Türkiye arasında olduğu gibi stratejik askeri anlaşma ve ittifaklara yöneliş hızlandı. ABD’nin yanı sıra Almanya, Fransa, Japonya gibi iddia sahibi emperyalist ülkeler de, ülke-dışı hareket yeteneklerine sahip, teknik düzeyi yüksek askeri güçler örgütlemeye hız verdiler.
Paralel bir şekilde, siyasi gericiliğin değişik düzey ve biçimlerde yoğunlaşmakta oluşunu kanıtlayan olgular hız kazandı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin hemen hemen tümünde polislerin yetkisini artıran, kitle mücadelesine ve örgütlenmesine -şimdilik yoğun bir şekilde uygulanmıyor da olsa- saldırma olanağı sağlayan yasalar çıkarıldı veya mevcut yasalar bu yönde değiştirildi. Türkiye gibi emperyalistler arası mücadelede stratejik öneme sahip ülkelerde, emperyalistlerin bölgesel ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde ordunun ve generallerin parlamentoya ve hükümete müdahalesi günlük bir karakter kazanırken; başlıca rolü karşıdevrimci terör estirmek olan özel birlikler; generaller ve polis şefleri eliyle örgütlenen ve her türlü hukuksal sorumluluktan azade, gayri resmi cinayet ve terör şebekeleri; işbirlikçi burjuva egemenliğin günlük politikadaki ağırlığı giderek artan vazgeçilmez unsurları arasına girmeye başladı. Askeri karar mekanizmaları giderek, yasama, yürütme ve yargı mekanizmaları üzerinde ve onlara yön veren bir özellik kazandığı gibi, buna uygun düşen “hukuki” düzenlemeler, hukuk-dışı yol ve yöntemlerle yürürlüğe konulmaya başlandı.
Birkaç göstergeyle özetlemeye çalıştığımız bu gelişmeler, kapitalizmin temel çelişmesi olan, üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özel karakteri arasındaki çelişkinin, bir kez daha bütün insanlığı tehdit eden bir özellik kazanması demektir. Böylece, her iki dünya savasının da, başını çeken birkaç büyük emperyalist ülkenin, her iki dünya savaşında da. dökülen kan, sebep olunan yağma ve yıkım üzerinden sermayelerini daha da artıran ve sayılan belki de dünya çapında birkaç yüzü geçmeyen tekelci sermaye grubunun gözü dönmüş kâr hırsı uğruna, insanlık bir kez daha yıkım tehdidiyle karşı karşıya bırakılmakta ve bir kez daha kapitalizme karşı sosyalizm, her geçen gün daha çok insanın fark edebileceği şekilde zorunlu bir seçenek olarak gündeme gelmektedir.
Bütün bunlara karşılık son beş-altı yılın bir başka olgusu da; başta ileri kapitalist ülkeler olmak üzere belli başlı bütün ülkelerde grevler, genel grev ve gösterilerle işçi sınıfı hareketinin son elli yılın en köklü atılımına yönelmiş olmasıdır. Ve insanlığın geleceği bir kez daha, işçi sınıfının tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte örgütlenme, güçlerini ve bütün emekçi sınıfları birleştirme ve mücadeleye seferber etmede göstereceği yetenek ve kararlılığa bağlanmış bulunmaktadır.
İşte, 28 Şubat’tan itibaren, -askeri darbeler hariç- Cumhuriyet tarihinde görülmedik derecede kaba ve pervasız bir şekilde, MGK’nın günlük politikaya müdahalesini ilan etmesi ve birbirini izleyen aynı yöndeki gelişmeler; uluslararası düzeyde girilen sürecin genel özellikleri içinde, işbirlikçi egemen sınıfların ekonomik, siyasi ve askeri olarak emperyalizme ve özel olarak da, ABD emperyalizmine kölece boyun eğişinin zorunlu ve yeni bir aşamasına ve Türkiye’nin geleceğinde de, tayin edici role sahip politik bir döneme: ce girildiğini göstermektedir.
II. Dünya Savaşı sonrasında, emperyalizm ve sosyalizm arasındaki kamplaşmada, ABD’nin başını çektiği emperyalist saldırı bloğuna açıktan bağlanan Türkiye egemen sınıfları; Kore’ye asker göndererek “kanıtladıkları güveni”(!); dünyanın değişen koşullarında, ABD direktifleri doğrultusunda ve Ortadoğu halklarını tehdit ve gözdağı amacıyla, İsrail’le yapılan askeri ittifak ve ortak askeri tatbikat aracılığıyla “tazelediler” ve “yeni roller” yüklenmeye hazır olduklarını ilan etmiş oldular. Böylece, NATO’nun Güneydoğu kanadı bekçiliğinden, ABD’nin yeni dönemdeki stratejik mevzilenmesinde, İsrail’le birlikte Ortadoğu ileri karakolu görevine geçiş yapılmış oldu.
Bilindiği gibi, yaşanan bu süreç, bir dizi ekonomik ve politik olguyla birbirine bağlandı. İşçi ve emekçi sınıflara yönelen saldırıların yanı sıra, egemen sınıflar arası ilişki ve çelişkilerde de bir dizi mücadeleyi körükledi.
En genel hattıyla, birbirine bağlı ve birbirini besleyen üç temel olgu belirgin hale geldi. Birincisi; 27 Mayıs darbesiyle bir “tavsiye organı” rolüyle, sözde “parlamenter demokrasimizin” bir unsuru olan “MGK” ve generaller, günlük politikanın temel belirleyicisi olarak sahneye çıktılar. Yani, zaten hiçbir dönemde işçi ve emekçi halkın kendi bağımsız politikalarıyla temsil edilmediği TBMM’deki “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” şiarı sadece bir yazı olarak kalırken, egemenlik, fiilen kayıtsız şartsız MGK ve generallerin eline geçmiş oldu.
İkinci temel olgu ise; ekonomik, siyasi ve askeri bağımlılığın, “Petrol Boru Hattı”ndan dış politikaya ve askeri tatbikatlara kadar, ABD tarafından dikte ettirilmesi gibi utanç verici bir düzeye varması.
Üçüncü olgu da; işbirlikçi egemen sınıflarla emperyalizm arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan “belli bir” yenilenmedir.
Buna bağlı olarak, gene son yedi-sekiz yılın yaşanan olayları; işçi sınıfımızı ve partiyi her geçen gün daha açık bir şekilde kapsamı daha da genişleyen görev ve sorumluluklarla karşı karşıya bıraktı. Özel olarak da partinin rolü; mücadelenin geleceğinde ve sınıfın politik gelişimini ve örgütlenmesini hızlandırmada tayin edici bir önem kazandı.
Yazımızda, yayınlarımızda çeşitli yönleriyle ele alınmış olan mevcut politik gelişmelerin ana çizgilerini özetleyip-irdeleyerek, hareketin politik ve örgütsel görevlerine ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.

ÇÖZÜLME VE ÇÜRÜME ÜZERİNDEN “YENİLENME”
Hatırlanacağı gibi, ’91 yılında revizyonizmin çöküşü ve emperyalizmin çelişkilerinde yeni bir sürece girilmesiyle birlikte; burjuvazinin en tecrübeli politikacıları politik durumu “belirsizlik” olarak tanımladılar. Burjuva basının malum köşe yazarları, “yeni dünya düzeni”nde yer alınabilmesini kolaylaştırmak üzere, CIA uzmanlarının değerlendirmelerine özel yer verdiler. Adriyatik’ten Çin Şeddine, Türkiye’nin “jeostratejik” konumu bir kez daha gözden geçirildi. “Demokrasi” ve “liberalizm” sloganları; sosyalizm döneklerinin de renklendirmesiyle yeniden alevlendirildi.
İşbirlikçi burjuvazinin ileri gelenlerinden oluşan ve Türkiye politikasına yön vermede özel bir yeri olan TÜSİAD ’91 raporu ve değerlendirmeleri ABD, Japonya ve Avrupa eksenli emperyalist mihraklar arasında açık bir tercih yapmadan; Türkiye’nin “bir hizmet, eğlence ve dinlence merkezi ve ucuz işgücü olanağı olarak pazarlanması”nı yeni dönemin politikası olarak benimsiyordu. Buna bağlı olarak sanayinin önemli sektörlerinin tasfiyesini, özelleştirmelerin hızlandırılmasını ve ekonominin yeniden yapılanmasını öneriyordu. Yani, genel olarak emperyalist mihrakların gücünü ve üstünlüğünü ve onlara “hizmet”i kabul ediyor; ama özel bir tercih yapmadan, deyim uygun düşerse uç veren rekabet ve çatışmadan yararlanmayı umuyordu. Bu tutum bir yönüyle de, işbirlikçi egemen sınıflar arasında, bu konuda bir mücadelenin adı konmadan kabullenildiği anlamına da geliyordu.
Yani, 24 Ocak Kararları sonrasında, 12 Eylül Darbesi’nin sağladığı politik olanakların da yardımıyla, ekonominin, IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan reçetelerle yönlendirilmesi sürecinde; Özal eliyle uygulanan politikalar etrafında sağlanan egemen sınıflar arası “birlik”, (Özal tarafından dört eğilimin birleştirilmesi olarak ünlendirilen birlik) yeni bir “yol ayrımı”na gelmiş oldu. Bunu güçlendiren bir başka etken de, izlenen politikaların, köylülük ve diğer orta tabakaların çözülmesini hızlandırdığı gibi, bir yandan, varolan sermayenin daha da yoğunlaşmasına, öte yandan; geleneksel sermaye gruplarının yanı sıra yeni sermaye gruplarının boy vermesine de olanak sağlamasıdır. ’85–‘89 yılları arasında imalat sektöründeki tekelleşme oranının % 70’e ulaşmış olması, en büyük 500 tekelci firma sıralamasında kullanılan oranlamaya göre, sayının 1990’lı yıllarda 632’ye, ’80’de 100’ü geçmeyen holding sayısının ’96’da 526’ya yükselmesi, bu olgunun göstergeleridir. Dolayısıyla da, ’90’lı yıllara gelindiğinde, bir yandan işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinden gelişmenin boyutları ve Kürt sorununun kazandığı özellikler, öte yandan; uluslararası gelişmelerin baskısı, ülke içinde sermayenin yoğunlaşma derecesindeki artış ve yeni tekel gruplarının boy vermesi gibi etkenler; işbirlikçi egemen sınıflar arasında, çıkış biçimi ve derecesi ne olursa olsun, bir rekabet ve çatışmayı olgunlaştırmış bulunuyordu.
Ayrıca, ’90 sonrasında izlenen saldırı ve göç ettirme politikalarına bağlı olarak Gaziantep, Diyarbakır, Kahramanmaraş ve Mardin gibi yerlerde aşırı derecede artan ucuz işgücü, GAP’ın sağladığı olanaklar, yeni bir sermaye yoğunlaşmasını da teşvik etti. Bu olgu, tekelci sermaye grupları arasındaki çatışmanın; Kürt politikasında farklı tutumlar olarak yansımasını da besleyen temel etkenler arasında yer aldı.

DAHA ÇOK YAĞMA VE TALAN İÇİN ÇIKAR ÇATIŞMALARI
Zaten işçi ve emekçi hareketindeki gelişmeler ve Kürt sorununun kazandığı özelliklerle birlikte, ’90’da SS (sansür-sürgün) kararnamesi ve burjuva basınla kurulan “ilişkiler”; generallerin sadece “tavsiye” pozisyonunda kalmayacaklarının işaretini verdi. ’91 sonrası DYP-SHP koalisyon hükümetinin oluşumuna “etkileri”, burjuva partileri tek bir politika izlemede belirleyici bir role sahip olduklarının göstergesi oldu. Gene, aynı dönemde, TBMM’de TV aracılığıyla canlı olarak yayınlanan en “açık” ve “demokratik” tartışmalarından birini yarıda kestirerek Diyarbakır’da hükümet toplantısı yapmaya mecbur etmeden: generallerin, parlamento ve hükümet üzerindeki rollerinin açıkça dayatılması anlamını da taşıyordu. Böylece, generaller; “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” şiarı etrafında ve burjuva basının seferber edildiği azgın bir şovenist demagoji eşliğinde bir yandan Kürt hareketine, işçi ve emekçi sınıflar hareketine 12 Eylül dönemini de aşan ölçüde açık ve pervasız saldırılar yöneltirken; bu saldırıyı, aynı zamanda, egemen sınıflar arasındaki çelişme ve çatışmaları “yatıştırma” aracı olarak da kullandı.
Bu süreç içinde, devlete bağlı resmi ve gayri-resmi terör örgütleri yenilendi. Eşref Bitlis’in, Cem Ersever’in öldürülmesi gibi olaylar, bu dönemin; daha sonra “Susurluk davası” vesilesiyle kısmen yansıyacak olan, bir dizi cinayete varan iç çatışmalarla birlikte yaşandım gösterdi. Bunlar, aynı zamanda egemen sınıflar arası çatışmaların, sadece parlamento ve siyasi partiler aracılığıyla değil; doğrudan devlet kurumlan içerisinde ve yer yer çözülmeye varacak düzeyde ortaya çıkışının, yakın tarihimizdeki en ciddi örnekleri arasında sayılacaktır. Burjuva siyasi partiler ise; kimi zaman “hükümet” kimi zaman “muhalefet” olarak, bu çatışmanın sık sık rol değiştiren figüranları durumuna düştüler.
’94 Krizi ve 5 Nisan paketiyle bir yandan işçi ve emekçi hareketi yeni bir yükselme ve yaygınlaşma sürecine girerken, büyük ölçüde özelleştirmelere bağlı bir dizi ihale yolsuzluğu, usulsüz kredi ve rüşvet rezaleti patlak verdi. Özelleştirmelerin % 50’ye yakınının gerçekleştirildiği ’93–‘94–‘95 yılları, sermaye grupları arasındaki çıkar çatışmalarının da körüklendiği bir dönem oldu. İşçi ve emekçi hareketine ve Kürt hareketine yapılan saldırılarda sağlanan uzlaşma, TEDAŞ, TOFAŞ gibi ekonomide önemli bir yer tutan kuruluşlarda düzenlemelere geldiğinde çatışmaları kapatmaya yetmedi. ’95 seçimlerinde, genel olarak burjuva partilerin oylarındaki zayıflama ve parçalanmanın da etkisiyle, halkın temel özlemlerinin istismarına dayanan demagojik sloganlarla İslami motifleri birleştirerek başarı kazanan RP, parlamentonun en büyük partisi oldu. Birkaç ay süren ANAP-DYP koalisyonu ardından kurulan DYP-RP koalisyonu ve bir süre sonra “Susurluk Kazası”yla açılan dosyalar sermaye grupları arasındaki çatışmaların polis şeflerinden başbakanlara, subay ve generallerden milletvekillerine ve mafya şebekelerine kadar uzanan boyutlarını gündeme getirdi ve yer yer çözülme öğeleri uç verdi.
Varılan sonuçları göz önüne alarak yaşanan süreci, bazı yönleriyle daha yakından irdelemeye çalışalım.
Bilindiği gibi, ekonomi, birebir politika alanına yansımaz veya ekonomik çatışma ve mücadelelerin hepsi politik düzeyde var olma olanağı elde edemez. Böylece de, var olan politik çatışmada kendine uygun bir yer tutar veya alelade çıkar çatışmaları olarak yozlaşma sürecine girer. Bu dönemde, emperyalist ekonominin kendini yeniden üretme sürecinin bir parçası olarak şekillenen işbirlikçi sermaye grupları arasındaki mücadele de bununla açıklanabilir. Yani onlar, “ulusal düzeyde” politika yapabilme özelliklerine sahip olmadıklarını gösterdiler. Bu açıdan ele alındığında, RP’yi destekleyen sermaye gruplarının yanı sıra, birkaç tane sıralamak gerekirse; en köklü sermaye grupları olan Sabancı ile Koç arasında; Sabancı ile Uzan’lar arasında; basın sektöründe bir yanı Koç’a dayandığı kabul edilen Milliyet’in Hürriyetle birleşmesi ve E. Aksoy’a karşı yürütülen kampanya; Sabah Grubu’yla yapılan anlaşma uyarınca Akşam vb. gazetelerin dağıtımında uygulanan tekel vb. olayların gösterdiği gibi; ’92–‘97 arası süreçte değişen kombinezonlarla, çeşitli sektörlerde kıyasıya bir rekabet ve çatışmaya giren çeşitli sermaye grupları, aynı zamanda politikada etkili olmaya, daha doğrusu hükümetlerden yararlanmaya da çalıştılar. Ama bağımsız bir politik mihrak olarak ortaya çıkmadılar veya çıkamadılar. Ayrıca Sabancı ve RP’yi destekleyen bazı sermaye gruplarının Japon ve Uzakdoğu sermayesiyle yakınlıkları dışında, doğrudan emperyalistler arası çatışmanın bir uzantısı olarak adlandırılabilecek bir ayrışma da, belirgin bir şekilde politika sahnesine yansımadı.
Dolayısıyla da, bir yönüyle ve ağırlıklı olarak tekelci sermaye grupları arasındaki ilişkilerin çözülmesi ve değişen kombinezonlardan oluşan kaba ve gözü dönmüş çıkar çatışmaları olarak yakın tarihimizde görülmedik derecede yağma ve talana dönüştü. Ekonomiyi kurtaracak çözüm olarak propaganda edilen özelleştirmeler yoluyla elde edilen 2,8 milyar dolar hâsılata karşılık, “harcamaların 3,9 milyar doları aşması; yani, 1,1 milyar dolara varan açık; gerçek ücretlerin, ’93’ten ’96’ya gelindiğinde % 42’den daha gerilere düşmesi, sosyal yardımlardaki düşüşün % 60’lara varması; kamu kesimindeki gerçek ücretlerin aynı süre içinde % 40’ın altına gerilemesi; işsiz sayısının 6 milyonu aşması; her yıl ortalama bir milyon işçinin işten atılması; sendikalaşma oranının ’63 yıllarının gerisine düşmesi; gelir dağılımındaki farkın 11,5 kat artması; son yedi yılda yevmiyeli, arızi ve geçici işlerde çalışanların oranındaki % 169’a varan artış ve Türkiye’nin 10 milyon kişinin açlık sınırının altında yaşadığı bir ülke haline gelmesi gibi, sıralanabilecek göstergeler; bu arsız yağma ve talanın; işçi ve emekçi sınıflar üzerindeki sömürünün boyutlarını ortaya koymaktadır. Yani tekelci sermaye gruplarının kârlarındaki artış ve sermayelerindeki yoğunlaşma, aynı ölçüde emekçi sınıfları açlığa, sefalete ve işsizliğe mahkûm eden sömürü ve yağma, rekabet ve çatışmalar üzerinden gerçekleşti.

İŞÇİ VE EMEKÇİ HAREKETİNİN YARATTIĞI TEHLİKE
Buna karşılık işçi ve emekçi halk hareketindeki gelişmelerin seyri de, işbirlikçi egemen sınıfları yeni önlemler almaya zorlayacak boyutlara vardı. ’95 yılında grevde geçen 10 milyon işgünü sayısıyla tarihinin en yüksek düzeyine ulaştı. 366.800 işçi şu veya bu düzeyde “grev okulu”ndan geçti. Benzer talepler için ortak hedeflere, karşı mücadele ettiler, aynı umudu, aynı sevinci ve aynı öfkeyi paylaştılar. Aynı yıl içinde 3.049.100 işçi de direniş ve gösterilere katıldı. ’95 yılı grevcilerin çoğunluğunun, aynı zamanda özelleştirmelerin hedefi olan kamu işyerlerinde çalışması nedeniyle bu mücadele aynı zamanda özelleştirmelere karşı bir anlam da kazandı. ’96 yılı toplusözleşmelerinin az sayıda işçiyi kapsaması nedeniyle, resmi grevlerde geçen iş günü sayısı 623.823’e düşmekle birlikte, direniş ve gösterilere katılan 3.287.700’ü sendikalı veya sendika mücadelesi veren ve 14.700’ü sendikasız işçi olmak üzere, son on yılın en yüksek rakamına ulaştı. Bu, aynı zamanda, ’92’deki düşmenin ardından direniş ve gösterilere katılan işçi sayısının, ’80 sonrası en yüksek düzeyini aşması demektir. Egemen sınıflar arasındaki çatışmaların ve buna bağlı olarak çözülme öğelerinin en ileri boyutlara vardığı koşullarda, direniş ve gösterilere katılma oranının en yüksek düzeylere ulaşması; hareketin, yasal sınırları çiğneme ve politik karakter kazanma eğilimine girmesi anlamına gelir. Ayrıca, yasal grevlerin genellikle mevcut sendikal yönetimlerin inisiyatifinde gelişmesine karşılık; direniş ve gösterilerde, sınıf bilinçli işçilerin rolünün ağırlık kazanmakta oluşu; hatta ’96 yılında sendikasız işçilerin direniş ve gösterilerindeki on katı aşan artış; hareketin mevcut sendikal bürokrasiden bağımsızlaşma ve sınıfın en geniş kesimlerindeki örgütlenme ve mücadeleye yönelişinin bir başka göstergesidir.
1997 yılında, önemli bir bölümü özelleştirmeye hedef olan ve 700.000 işçiyi kapsayan toplusözleşme görüşmelerine bu gelişmeler üzerinden gidildi. Sadece ’97 Ocak ve Şubat ayları itibariyle; 300 bin kişiyle, Türk-İş’in yakın tarihinde en çok sayıda işçinin katıldığı 5 Ocak mitingi dışında ve çoğunluğu da sendikalara rağmen ve Yatağan’da olduğu gibi fiili engellemelere kadar varan; Muğla, Yatağan, Ereğli, Kırşehir, Soma, Lüleburgaz, Çayıralan ve Divriği’de toplam olarak 100.000’i aşkın işçinin katıldığı özelleştirme karşıtı direniş ve gösteriler; mevcut yöntemlerle mücadelenin önüne kolayca geçilemeyeceğini ortaya koydu.
1997 koşullarında, işçi hareketinin yeni bir atılımı ise; belli başlı emekçi tabakaların giderek yaygınlaşma eğilimi kazanan mücadeleleriyle birleşmesi ve yeni boyutlar kazanması demekti. Çünkü işbirlikçi egemen sınıfların, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmaları sadede işçi sınıfını değil; doğrudan ve dolaylı olarak bütün emekçi sınıf ve tabakaları hedefledi. ’92’den itibaren yoğunlaşan saldırılar eşliğinde bu konuda istenen önlemlerin önemli bir kısmı gerçekleştirildi. Kamu kesiminde, yatırımlara yapılan’ harcamalarla personel harcamalarında reel olarak % 50’yi aşan düşme: tarım girdilerindeki ve kredi maliyetlerindeki artış, sübvansiyonlardan azalma; tütün ve pancar üreticileri başta olmak üzere üretici köylü kesiminde, çeşitli il ve ilçelerde gösterilere dönüşen tepkiler; belli bir durgunluğun ardından, bir milyon kamu emekçisinin iş bırakarak, on binlercesinin aynı zamanda gösterilerle desteklediği 11 Aralık Eylemi; işçi sınıfı dışındaki emekçi sınıf ve tabakaların saflarında olgunlaşan mücadele potansiyelinin beklenenin ötesinde olduğunu kanıtladı.

RP “TEHLİKESİ”
İşte, 9 Ocak’ta, Başbakanlık Kriz Merkezi’nin kurulmasında ve “Susurluk Dosyası” ve yol açtığı tartışma ve kampanyanın, aniden “şeriatla karşı “laiklik” kampanyasına dönüştürülmesinde; genel greve dönüştüğünde, sadece işçi sınıfı hareketine değil; bütün bir emekçi halk hareketine yeni bir atılım kazandırma ihtimali yüksek olan bu toplusözleşme süreci ve bunun yarattığı tehlikeyle birlikte: “95 seçimlerinin en çok oy alan partisi ve hükümetin büyük ortağı olan RP’nin egemen sınıflar arası çatışmalarda kazandığı politik önem de tayin edici bir rol oynadı veya RP ye karşı saldın böyle bir döneme getirildi.
Çünkü RP; dayandığı sermaye gruplarının gelişip güçlenmesi yanında, diğer burjuva partilerinin sahip olmadığı “ideolojik ve politik” avantajlara da sahipti. Türkiye gibi bir ülkenin özellikle dış politikasında İslami motiflere yönelmesi; uluslararası sürecin özellikleriyle birlikte düşünüldüğünde Ortadoğu başta olmak üzere Uzakdoğu ve Türkî Cumhuriyetlere uzanan İslam Dünyasıyla ilişki alanlarında, emperyalistler arası çatışmada dengeleri’ etkileme ve yeni belirsizlikler yaratma potansiyeli taşıyan bir eğilimi güçlendirebilir, “İran Devriminin, hatta Saddam Hüseyin’in ABD ve Batı’ya kafa tutuşunun; Arap dünyasında ve diğer İslam ülkelerinde yarattığı dalgalanmalar düşünülürse; toplumsal açıdan, hatta RP’nin kendisinde, hemen bu yönde bir eğilim ve tehdidin varolup olmamasından bağımsız olarak, mevcut pozisyonu, bu yöndeki “kontrol dışına çıkma veya çıkarılma” “özlemlerini” kabartabilirdi. Kaldı ki; son dönemlerde, henüz general düzeyinde olmasa da, subaylar arasında rahatsızlık yaratan bir ‘İslami’ eğilimin de var olduğu düşünülürse; RP’nin seçimdeki başarısının da ötesinde dayanaklara sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Türkiye’de böylesi dayanaklara sahip önemli bir politika değişikliğinin; emperyalistler arası rekabet ve çatışmaların giderek keskinleştiği ve geri ülkeler üzerindeki sömürü, yağma ve talanın yeni boyutlar kazandığı koşullarda, hemen hemen bütünüyle emperyalizmin baskı ve tehdidi altında bulunan İslam ülkelerinde, patlama öğelerini, şu veya bu ölçüde teşvik edici bir rol oynaması da kaçınılmazdır. Gerek ABD yönetiminin, gerekse diğer Batılı emperyalistlerin, RP’nin bu özelliklerini kendi lehlerine kullanma olasılığını göz ardı etmeden; ama “terbiye” edilmiş, “sadakati” güvenceye alınmış bir RP’yi veya benzer bir partiyi tercih veya “telkin” ettiği de bilinen bir gerçektir. Bu durumda, RP’nin birdenbire sistem dışına itilme kampanyasıyla karşılanması; esas olarak, koalisyon ortağı sıfatıyla izlediği politikalardan veya belli tekel gruplarına karşı aldığı düşmanca tutumdan meydana gelmediği ortaya çıkar. Çünkü RP, egemen sınıfların genel çizgisini uyguladı ve generallerin bütün istek ve dayatmalarına da boyun eğdi. Bu da, saldırının; RP’nin, uluslararası düzeydeki rekabet ve çatışmalara bağlanabilecek, sadece ekonomik temel değil; aynı zamanda güçlü bir “ideolojik ve politik tehdit” potansiyeli taşımasından; “terbiye” edilmek koşuluyla da yararlı bir “ideolojik ve politik araç” olma özelliği kazanabileceğinden kaynaklandığı ihtimaline ağırlık kazandırmaktadır. Aynı zamanda, işbirlikçi egemen sınıflar arasındaki çatışmalara karşı da, Amerikanvari bir uyarı ve yönlendirmedir. Amerikan vatandaşı Çiller DYP’si ve diğer bir kısım “sağ” partinin RP’ye yakınlığı da, egemen sınıflar arası çelişkilerde, RP’nin politik bir mihrak olma potansiyelinin, belli bir gerçeklik payına sahip olduğunu kanıtlar. Diğer Batılı emperyalist ülkelerin, bugünkü koşullarda, RP’nin bu eğilimlerini hedef alan bir politik manevraya, en azından cepheden tavır almayacaklarının bilinmesi de, “operasyonu” kolaylaştıran bir etken oldu.

ABD İLE YAKINLAŞMA DERECESİ VE “GEREKÇESİ”
28 Şubat Mektubunun esas içeriği de, RP’nin izlediği çizgiden ziyade, taşıdığı tehdit üzerine oturmaktadır. Ayrıca, bu tehdidin abartılması; zaten kendi adına bağımsız bir politika yapma olanakları tükenmiş olan orta ve küçük burjuva politik çevrelerin önemli bir bölümünü de, yedekleme veya tarafsızlaştırma olanağı sağladı. ‘Laiklik’ şiarının kendisi kadar, bu konuda mücadele bayrağının ABD Kongresinin alkışları arasında ve bir “generalimiz” tarafından ilan edilmesi; harekâtın, ABD Dışişleriyle “yakın temas” halinde sürdürülmesi (Kuzey Irak’a yapılan bir operasyondan Türk hükümetinden önce ABD dışişlerinin haberdar olması; bu ‘yakınlık’ derecesini gösterir.); hemen ardından İsrail’le Stratejik Askeri Anlaşma; bu konudaki politik refleksin kime ait veya kim tarafından ve ne amaçla kuvvetle desteklendiğini gözler önüne serdi. Yani, TÜSİAD’ın ‘pazarlama’sındaki ‘büyüklere hizmet’ bölümü gelişip genişleyerek devam etmekle birlikte, büyükler arasında politika yapma şansı; mevcut koşullarda en azından belli sınırlar içerisine gerileyerek, “kontrat” ABD ile imzalanmış oldu. Zaten, Cumhuriyet sonrası sürecin kısmi kazanımlarını, 100 milyar doları aşan iç ve dış borçlarla “ipotek” altına alarak, özelleştirme vb. yollarla yağmaladıktan sonra, Türkiye burjuvazisinin halk ve ‘ulus’ karşısına çıkıp vaat edebileceği tek şey; “büyük ve güçlü bir ordumuz ve ‘aslan’ gibi generallerimiz ve müttefiklerimiz var”dır. Yani, işbirlikçi sermaye grupları arasındaki çatışmalara da, sonuç itibariyle; ABD stratejisiyle girilen ilişki tarafından belirlenen ve Avrupa’yı da cepheden karşıya almayan bir kenar çerçevesi çizilmiş oldu. Teni’ hükümetin kuruluşundan sonra, AB’ye ‘kafa tutarak’ ABD’ye gerçekleştirdiği ilk ziyaretinde M. Yılmaz’ın ‘şaşırtıcı’ derecede ‘hazırlıklı’ karşılanması, ABD’nin sonucundan ’emin’ olduğu bir ‘plan’a sahip olduğunun da kanıtıdır.
Böylece, sadece ABD karşısında değil, bütün emperyalist mihraklar karşısında daha fazla dayatmanın önünü açan, egemen sınıflar arasındaki çatışmayı uygun koşullarda ve biçimlerde yeniden körükleyecek olan bir sürece de girilmiş oldu.
Bunun bir diğer anlamı; işbirlikçi egemen sınıfların, gerek kendi aralarındaki çatışmaları, gerekse; gelişen halk hareketini yatıştırma ve kontrol altına almayı giderek “mevcut siyasal araç ve yöntemlerle” sürdürebilme olanaklarını yitirmesi ve “yeraltının her türlüsü de dâhil olmak üzere, terör yöntemlerinin”, giderek günlük politikanın sürekli unsurları olma özelliği kazanması; buna bağlı olarak, “siyasi karar mekanizmaları”nın da, “askeri komuta” altına girmesidir. ’97’de “Kriz Merkezi”ne, M. Yılmaz hükümeti eliyle her türlü yetkiyle donatılmış bir yasallık kazandırılması; bu gelişmenin yeni bir aşamasını ifade eder. Böylece seçimler ve parlamento, ABD ile “yakın temas” halindeki generallerimize 5 yıllığına, kimlerin sırasıyla hizmet edeceğini belirlemenin basit bir aracına dönüşmüş oldu. Yani, kısaca söylemek gerekirse; “Bağımsızlık ve Demokrasi” ABD’ye ve “generallerin” zimmetine geçti; “Post Modern Darbe”nin, “Post Modern Sömürge”si.
27 Mayıs’tan itibaren askeri darbeler başta olmak üzere her kritik dönemeçte generaller, ABD ve işbirlikçi egemen sınıflar, birbirini güçlendirecek tutumlar aldılar. Böylece işbirlikçi burjuvazinin gelişip serpilme süreci boyunca; generallerin devlet içindeki rolü “komuta” düzeyine varacak kadar güçlenirken, ABD’nin Türkiye ile ilişkileri; askeri ittifak ve tatbikatlarını belirleyecek kadar gelişti. Hatta generaller; “2030 yılının ‘toplumsal lideri’ olabilecek genç subayları “Domuzlar Körfezi Çıkarması”nın deneyleriyle eğitecek kadar “müttefik”lerine sadakat ve vaat alanını genişlettiler ve bunu hazmettirmek üzere de, başlıca ‘ilke’si “laiklik” olarak kalan “Atatürkçülük” eğitimini yoğunlaşırdılar. ABD ise; bu gelişmelere paralel olarak, Amerikan sermayesiyle en eski ve güçlü bağlara sahip olan Koç grubunun, en önemli işletmelerindeki ortaklık paylarını % 50’ye yükseltip, denetimini yarı yarıya artırarak; sanayinin kilit sektörlerinden olan enerji santrallerine “talip” olarak; ekonomik plandaki dayanaklarını daha da güçlendirmeye yöneldi. Böylece ABD, politik ve askeri planda, doğrudan ‘komuta’ kademeleri aracılığıyla en istikrarlı güç konumundaki ordunun rolünü kendi ihtiyaçlarına göre takviye ederek, işbirlikçileriyle ilişkilerini de, en azından belli bir dönem için, kendi çıkarlarına en uygun bir şekilde yenilemiş oldu.

TEKELCİ BASIN VE BURJUVA SİYASİ PARTİLER
Bu sürecin en önemli unsurlarından biri olan, basında daha da güçlenen tekelleşme ve bunun oynadığı rol de, girilen politik sürecin karakteristik özelliklerine paralel bir gelişme seyri izledi. Bir anlamda da, yenilenen ilişkilerin tamamlayıcısı oldu. ’89’da generallerle tekelci ‘basın’ arasında başlayan “diyalog”; bugün artık, generallerin “mesajları”nı en iyi anlama ve onlar için en iyi ‘övgü’ler düzme seviyesine ulaştı. Basında tekelin en tepe noktasına oturan Milliyet-Hürriyet, Sabah ve aynı grupların diğer yayınları; bu döneme hizmet eden her türden politik kampanyanın da “sürükleyici”si oldular. Özellikle girilen dönemeci başlatan “şeriata karşı laiklik” kampanyasından işgüzarlıkları, hükümetlerin yıkılması veya kurulmasındaki “rolleri” hiçbir “ahlak” ve “hukuk” kuralına sığmayacak derecede ibret vericidir. Bu durum, ancak tekelci kapitalizmin karakteriyle açıklanabilir. Tekel, daha fazla “egemenlik” talep ettikçe; halka karşı, oy almak için bile olsa; “politik kaygıların baskısı altında olmak, tekelci egemenliğin tahammül edemediği bir oyalanma anlamı kazandı. Bunun içindir ki; partilerin “cesaretleri”; oy alma kaygısıyla; yani halka karşı hiçbir sorumluluğuna bağlı kalmadan “durumun gereklerini” yerine getirip getirmemesiyle ölçülmeye başladı. Ve Türkiye’de hiçbir burjuva partisi, bu baskı karşısında mevzisini koruma yeteneği gösteremedi. Oysa tekelci basın, dayandığı sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarları dışında hiçbir kuruma karşı, hiçbir sorumluluğu olmayan bir “kamuoyu” aracı oldu. Dün övdüğü partiyi, ertesi gün yere vurmaktan kaçınmadı ve bunu da geliştirilmiş bir demagojiyle ve dönemin “politikaları” gereği yaptı. Bütün bu özellikleri ve aldığı devlet kredileriyle birlikte, denilebilir ki; ülkenin bugün içine girdiği süreçte, bütün burjuva partileri, halk nezdinde ve resmiyette günlük politikanın sorumluluğunu yüklenmenin ve savunmanın basit “paravanları” olarak siyasal kişiliklerini ve güçlerini yitirirken, tekelci basın; ABD ve generallerin ve işbirlikçi egemen sınıfların en önemli politik mücadele aracı veya odağı olarak daha da önem kazandı.
Egemen sınıflar cephesi açısından özetlendiğinde; ekonomik, siyasi ve askeri olarak ABD stratejisine bağlanma; bunun gereklerini yerine getirmek üzere; generallerin, günlük politikadaki yönlendirici rolünün pekiştirilmesi ve tekelci basının, temel bir politik mücadele aracı sıfatıyla, burjuva partileri de “hizaya getiren” rol yüklenmesi; önümüzdeki sürece yön veren olgular olarak kesinlik kazanmış oldu.

OLAYLARIN ANLAMI
Marx’ın 150 yıl öncesinde birkaç cümleyle çizdiği tabloya dayanarak irdelemek, bugünü anlamamızı da kolaylaştıracaktır: “…Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız altüst edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve kargaşa burjuva çağını bütün öteki çağlardan ayıran özelliktir. Bütün durağan donmuş ilişkiler peşleri sıra çekip getirdikleri, önyargılar ve fikirlerle yıkılıp gider, yenileri daha kemikleşmeye vakit bulamadan çağ gerisi kalır. Elle tutulur, gözle görülür ne varsa ‘yok’a karışır, kutsal olan ne varsa ayaklar altına alınır ve insanoğlu nihayet, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini salim kafayla görmeye zorlanır.” En genel hattıyla Türkiye’nin son on yılı, ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan belki de, Cumhuriyet sonrası sürecin en çalkantılı süreci oldu. Bakanlık verilerine göre; ’88-‘96 arasında işten atılan sendikalı işçi sayısının 1,3 milyonu bulması, sendikasızlar da göz önüne alındığında her yıl ortalama 1 milyon işçinin işten atılması, çalışabilir nüfusun % 30’unu teşkil eden 6 milyon işsiz ve on milyon aç insan; yaşanan altüstü oluşun yol açtığı sonuçların birkaç örneğidir. Siyasal “yıkım”ın göstergeleri olarak; Cumhurbaşkanı ailesinden mafya çetelerine ve banka müdürlerine uzanan yolsuzluklarla, Amerikan pasaportlu “başbakan”dan polis sellerine, “özel harp”çi subay ve generallere ve faşist cinayet çetelerine uzanan rezil ilişkiler, TBMM Başkanı’nı da içine çekecek boyutlar kazandı. Böylece, bir yandan sermaye grupları arasındaki hiçbir “kural” tanımayan çıkar çatışmalarıyla içice geçerken, öte yandan; önceden neyi savunmuş olurlarsa olsun, ABD ve generallerin dayatmalarına boyun eğen ve halka yönelen bütün saldırıların “resmi” uygulayıcısı olan belli başlı devlet kurumları, burjuva partileri, parlamento ve burjuva basın hakkındaki bütün “saygıdeğer önyargılar” yıkıldı. Bir anlamda bu sonuçlar; “kazanılan mevzilerin”, “kabul ettirilen” politik yönelişin, yani “paranın ve zorbalığın” bedelidir ve daha ileri derecede bir “yıkım”ın bütün unsurlarını da içinde taşımaktadır. Elbette ki, bu dönemin en önemli karşıt sonucu, bir yandan her gün daha çok sayıda işçi ve emekçiyi, günlük mücadeleler içinde zorunlu olarak birleşmeye ve dayanışmaya sevk ederken; öte yandan, “yıkılan önyargılarının; her geçen gün daha çok “salim kafayla düşünen” insanda, halkın demokratik egemenliği ve bağımsızlık için örgütlenme ve mücadele ve her türden sömürü ve zorbalığın kökünü kazıma istek ve bilincini besleyip teşvik etmesidir.

“DURUM”UN ÖZELLİKLERİ VE GÖREVLER
28 Şubat’tan itibaren generaller, “şeriat” tehlikesine karşı “laiklik” şiarı etrafında, belli aydın kesimleri, orta-sol çevreleri yedekleyerek; saldırılar karşısında giderek daha geri çizgiye savrulan, sınıfa yabancılaşmış küçük burjuva liberal çevrelerde umutsuzluk, moral bozukluğu ve geri çekilme eğilimleri yaratarak; kamu işçileri toplusözleşmelerinde sendika yönetimlerinin boyun eğmesini kolaylaştırdı. Böylece, uzun süredir uygulamaya sokulamayan Eşel-Mobil ve Ekonomik Sosyal Konsey (ESK) uygulamaya sokuldu ve ilk toplantısı gerçekleştirildi, işçi ve emekçilerin günlük mücadelesi kısa süreli bir durgunluk yaşadı. Ama belli bir süre sonra, özellikle ileri kesimleri başta olmak üzere, işçi ve emekçi hareketinde, mevcut saldırılara karşı direnme, mevzilerini koruma ve yenileme eğiliminin giderek güçlenmekte olduğunu, son altı-yedi ayın olayları kanıtlamaktadır.
— 1 Mayıs gösterilerinin kitlesel karakteri ve belli başlı merkezlerde yaygınlaştığında, sınıf bilinçli işçilerin hareket içinde etkin bir rol almalarının önemli bir payı oldu. Ardından özelleştirme karşıtı platform oluşturuldu. Kasım ve Aralık aylarında, başta enerji ve maden işçileri olmak üzere, kâğıt işçilerini de kapsayan eylemler yeniden yaygınlaştı.
— Paralel bir şekilde, maliye, eğitim, enerji ve sağlık sektörleri başta olmak üzere kamu emekçilerinin eylemleri, Kasım’da genel bir karakter kazandı ve 11 Aralık’ta Kamu Emekçileri, tarihlerinin en geniş katılımlı genel eylemini gerçekleştirdiler.
— Bergama köylülerinin eylemleri inatla sürerken, pancar üreticilerinin gösterileri ve son olarak özelleştirmelere karşı işçilerle birleşme çabası gösteren tütün üreticileri hareketteki bir başka gelişme potansiyelini ortaya koydular.
— Aynı şekilde; Kürt sorununu Türkiye halkının sorunu olarak sahiplenen sınıf partisinin tutumu, sorunu, Türk işçi ve emekçilerine mal etmenin zeminini güçlendirdiği gibi; özel olarak Kürt işçi ve emekçilerinin demokrasi ve özgürlük umutlarını ve kendilerine olan güveni tazeleyebileceğim de ortaya koydu. Sınıf partisinin platformu; Kürt Türk ve bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerin; demokrasi, bağımsızlık ve özgürlüğün bütün sorunlarını, ortak bir sınıf kardeşliği bilinç ve sorumluluğuyla çözebileceklerini gösteren örneklerin ortaya çıkmasını sağladı ve şovenizmin kırılabileceği halkaya yöneldi. En önemlisi, bu gerçeğin; son on yılın zulüm ve zorbalığını iliklerinde hissederek yaşayan Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kesimleri tarafından fark edilmekte olması; işçi ve emekçi hareketindeki her gelişmenin Kürt işçi ve emekçilerinin umut ve güvenini de güçlendirmekte olmasıdır.
Her türlü saldırıya ve bunun yarattığı tahribatlara rağmen, yaşanan olaylar; sınıfın örgütlenme ve mücadele yeteneğindeki gelişmelerin, saldırılara göğüs gerebileceğim, hatta tahribatları hızla telafi edebileceğini gösterdi. İşçi sınıfı, ’91 sonrasına göre; sürekli işten atma ve tasfiyelerle saflarında açılan gedikleri daha hızla tamamlamayı başararak, bizzat kendi mücadelelerinden dersler çıkardığını ortaya koydu. Sendikalı işçilerin ana gövdesini oluşturan Türk-İş üst yönetiminde baş gösteren açık çözülme ve çöküntü belirtilerine karşılık; yasalara ve sendika yönetimlerine rağmen, talepleri uğruna direnme ve mücadele eğilimi; ’97’de Yatağan başta olmak üzere enerji, maden ve gıda sektörlerinde giderek yeni bir ivme kazandı ve diğer sektörleri de teşvik etti. Bunlara ek olarak İstanbul sendika şubelerinde on bin civarında işçinin enerji işçileriyle dayanışma eylemi, bağımsız sınıf olarak birleşme ve mücadele istek ve bilincindeki gelişmenin önemli bir göstergesidir. Ortaya çıkan bu olgular, bir yandan; sendikal hareketin; öte yandan, işçi sınıfıyla diğer emekçi sınıflar arasındaki ilişkilerin; mücadele içinde ve daha ileri bir bilinçle yenilenmesi olanaklarını ve görevini sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin gündemine getirdi.
Burjuva partilerin hemen hemen tümü “hizaya girmiş” olmasına rağmen; işçi sınıfının yanı sıra, küçük üretici köylüler ve kamu emekçileri gibi diğer emekçi sınıfların da, giderek burjuva partilerden bağımsız olarak, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda mücadeleye yönelmesi, halk hareketini güçlendiren bir etken olarak önem kazandı. Yani, burjuvazi, kendi partilerinin çözülmesini hızlandırırken; her sınıf ve tabakanın, kendi sınıf çıkarlarının daha çok bilincine varmasını sağlayacak şekilde ve kendi sınıf tecrübeleriyle yeniden örgütlenme ve mücadele eğilimlerini körükledi. Buna bağlı olarak ve bunu güçlendirmek üzere, sınıf bilinçli işçilerin giderek hareketin daha geniş kesimleri içerisinde destek bulması, daha çok işçinin parti olarak örgütlenmeye yönelişi, işçi ve emekçilerdeki politik uyanışın da bir göstergesidir. Bugün, sınıf hareketinin en temel dayanağı bu eğilimin geliştirilip, güçlendirilmesidir.
Yani, burjuva reformizminin ve küçük burjuva liberalizminin belli başlı akımları, giderek, mensup oldukları sınıfların pratik eyleminin gerisine düşerken; devrimci sınıf partisi, sadece işçi sınıfının değil; bütün emekçi sınıfların örgütlenme ve mücadelesinde de, daha ileri bir mevziiye yöneldi, görev ve sorumluluklarının kapsamı daha da genişledi.

KAPSAMI GENİŞLEYEN GÖREVLER VE SORUMLULUKLAR
Politik açıdan ele alındığında; önümüzdeki süreçte mücadeleye damgasını vuracak olan en önemli faktörlerden biri: İsrail’le yapılan askeri stratejik anlaşma başta olmak üzere, son bir yılın gelişmeleriyle birlikte Türkiye egemen sınıflarının, uluslararası çatışmalarda, en saldırgan ve dünya egemenliğinde en iddialı ülke olan ABD emperyalizmi ile kölelik bağlarının utanç verici bir şekilde yenilemiş olmasıdır. Bu durum; işçi sınıfı ve partinin en önemli dikkat merkezlerinden biri olmak zorundadır.
Çünkü ABD ile II. Dünya Savaşı sonrası girilen sürecin, bir anlamda, zorunlu bir devamı olmakla birlikte; bugün girilen ilişkinin niteliği ve amaçları ve dolayısıyla yüklediği sorumluluklar, dünyanın değişen koşullarına bağlı olarak tümüyle farklı özellikler taşımaktadır. Birincisi; savaş sonrası ilişkiler; sosyalizmin kazandığı başarıların tehdidi altında ve emperyalist ülkelerin kendi arasındaki ilişkilerde belli bir denge ve istikrar zemini üzerinden ve Sovyet tehdidine karşı oluşmuştu. Bugün ise; emperyalizmin girdiği istikrarsızlık, rekabet ve çatışmaların bir unsuru olarak ve doğrudan; başta Ortadoğu’nun İslam ülkeleri olmak üzere bölge halkları üzerinde ABD emperyalizminin bir tehdit, müdahale ve hâkimiyet aracı olarak yenilenmiştir. Dolayısıyla gidiş yönü; ‘barış’ ve ‘istikrar’ değil; kargaşa, rekabet, çatışma ve -bugünden yarına olmazsa da- eninde sonunda savaştır. Bu nedenle; “zaten emperyalizmin egemenliği vardı” diye ihmal edilemez. İkincisi; emperyalizmin, özellikle ABD’nin ülke üzerindeki egemenliğinin dayanakları olan işbirlikçi egemen sınıflar ve generaller üzerindeki etkinliği, bugün daha da güçlenmiş bulunmaktadır. Yani egemen sınıflar, emperyalizmin dayatmaları karşısında, giderek daha az “hayır” diyebilecek veya hiç diyemeyecek bir duruma düşmektedir. Bu durumun anlamı; egemen sınıflara karşı emekçi halkın demokratik egemenliği için mücadelenin, aynı zamanda, bugün her zamankinden daha çok, emperyalizme karşı bağımsızlık için mücadeleyle birleşmekte olmasıdır.
Bu demektir ki; sınıf mücadelesinin genel koşullarında, hareketin seyrini değiştiren köklü bir dönemeç meydana gelmemesine rağmen; emperyalizm ile ilişkiler ve egemen sınıflar arasındaki ilişkiler alanında, yeni bir sürece girilmiş olduğunu kabul etmek gerekir. Bu durumda, genel taktik çizgi değişmeden kalırken; taktik görevlerimizin kapsamı genişledi ve çeşitlendi. Dolayısıyla da, işçi sınıfı, ufkunu sadece kendi mevzilerini yenileyip güçlendirmekle sınırlayamaz. Özellikle, emekçi halkın diğer sınıf ve tabakalarıyla birleşmeye, mücadelelerini geliştirip güçlendirmeye daha fazla önem vermek zorundadır. Bu, kendi mevzilerini koruyup geliştirmenin gereğidir. Ama aynı zamanda, RP ve çevresindeki partiler grubunun veya başka bir akımın; halkın birikmekte olan öfkesini, mücadele istek ve enerjisini, egemen sınıflar arası çatışma ve rekabetin gerici amaçlarına alet etmesini, ancak emperyalizmin ve egemen sınıfların işine yarayacak olan gerici bölünmeler yaratmasını önlemenin yolu da buradan geçer.
Dolayısıyla; işçi sınıfı ve partinin; ülkenin geleceğindeki ve ezilen halkın mücadelesi karşısındaki rolünün daha çok farkına varması; halka karşı sorumluluğunun, aynı zamanda, kendi kurtuluşunun da ön koşulu olduğunu daha çok anlaması demek; kendine güven ve cesaretinin, örgütlenme ve mücadele yeteneğinin daha da artması demektir. Mücadeledeki gelişmeler; işçi ve emekçi sınıfların ileri kesimlerinin, görev ve sorumluluklarının farkına vararak, şimdiden böyle bir yönelişe girdiğini göstermektedir. Partinin görevi, bu yönelişi desteklemek ve güçlendirmek ve bunun bir parçası olmak üzere; propaganda ve aydınlatma faaliyetinin içeriğini; hareketin, kapsamı genişleyen ihtiyaçları ve içinden geçilmekte olan dönemin özellikleriyle geliştirmek, zenginleştirmek ve daha geniş yığınlara mal etmektir.
Partinin örgütsel görevleri açısından, temel sorun; saldırıları göğüslemek ve her türden saldırıya rağmen mevzilerini korumak ve güçlendirmek, varlığını ve faaliyetini sürdürme yeteneği kazanmak ve bunu geliştirmektir. Burjuvazinin, kendi yasalarını her gün ayaklar altına aldığı bir ülkede; elbette ki, işçi ve emekçiler, meşruiyetlerini, doğal olarak savundukları davanın haklılığından ve bizzat kendi mücadelelerinin fiili gücünden almak ve her saldırı karşısında da bunu korumak zorundadır. Bugün, böyle bir “meşruiyetin” temelleri daha da güçlenmiştir. ’89 yılından bu yana yaşanan mücadeleler, her geçen gün daha çok emekçinin bu gerçeğin farkına varmakta olduğunu göstermektedir. Partinin en önemli dayanaklarından biri, bizzat bu gelişmenin kendisine bağlanmak ve bunu geliştirip güçlendirmektir.
Son birkaç yılın olayları içinde, mücadeleye atılan yüz binlerce işçi ve emekçinin kendi öz deneyleri ve bunların sağladığı olanaklar, partinin de dayanağıdır. İhtiyaç duyulan her türden yetenek de mücadelenin canlı ve zengin deneyleri” içinde gelişme olanağı elde eder. Bu nedenle, mücadele ve örgütlenmenin ortaya çıkardığı, bütün biçimleri ve olanakları, kazandığı mevzileri değerlendirmek, geliştirmek; partinin örgütsel gelişiminin de temel dinamiğini oluşturmaktadır. Yani, parti; ancak ve ancak, kitle hareketinin üzerinde yükseldiği temellere dayandığı ölçüde, varlığını ve gelişimini sürdürerek, her koşul altında mücadeleye karşı görevlerini yerine getirebilir.
Saldırıları göğüslemenin en önemli koşullarından biri de; özellikle parti faaliyetinin omurgasını oluşturan sınıf bilinçli işçilerin; parti görevlerini, profesyonel bir sorumlulukla; yani, sınıfın ve halkın davasının gerçek sahibi sorumluluğuyla ele alması; sınıfın ileri kesimleri arasındaki ilişkinin ideolojik temellerinin sağlamlaşmasıdır. Bu, aynı zamanda,, her gün daha çok işçinin partiye ve mücadeleye yönelmesini, partili işçilerin daha çok sorumluluk almasını; partinin, sadece ileri işçiler arasında değil; namuslu ve sınıfının davasına bağlı bütün işçi ve emekçiler arasında kök salmasını teşvik eden en önemli etkenler arasındadır.
Bütün bunlar üzerinde ve bunları güçlendirmek üzere; partiyi tek bir çizgi etrafında birleştiren, sorunlara ve olaylara hâkim, kendine ve izlediği çizgiye güvenli, açık ve net bir politik ve örgütsel yönetim çizgisi; işçi ve emekçi halkın gözünde, her türden “politika esnafı” ile “mücadele ve dava adamları”nı; yani, işin gerçek sahiplerini ayıracak temel mihenk taşıdır. Türkiye işçi sınıfı ve onun partisi, kendi davasının gerçek temsilcilerini çıkarabilecek, emekçi halkı birleştirebilecek tecrübe birikimine ve siyasi olgunluğa sahip olduğunu, her geçen gün daha açık bir şekilde göstermektedir. Ve Türkiye halkının geleceği de, işçi sınıfının geleceğine sıkı sıkıya bağlanmış bulunmaktadır.

Mart 1998

Devlet üzerine burjuva çarpıtmalar ve devletin işlevi

İşbirlikçi burjuvazinin ve kapitalist sömürüden pay alan sistem savunucularının her türden yıpratıcı eleştiri ve zayıflatıcı gelişmeden özenle korumaya çalıştıkları burjuva devleti, bir süreden beri, toplumsal sınıflar arası çelişkilerin etkisi ve kapitalist çürümenin hâkim sınıflar içinde yol açtığı karmaşa sonucu geniş emekçi kitleleri nezdindeki güvenilirliğini yitirmeye başlamış bulunuyor.
Devletin, polis ve jandarma dâhil olmak üzere, önemli kurumlarını saran çürüme; ülkenin, uluslararası alanda uyuşturucu ve silah kaçakçılığı trafiğini elinde tutan mafya gruplarının elebaşlarının polis şefleri, generaller, bakanlar, emniyet müdürleri gibi, devlet denince ilk elde akla gelen üst bürokrat ve yöneticileriyle birlikte çalıştıklarının ortaya çıkması, -devlet kavramında soyutlanıp koruyucu bir zırha büründürülen- burjuvazinin siyasal iktidar aygıtının itibar yitimini küçümsenemez bir boyuta çıkardı. Burjuva devletinin gerçek işlevi hakkında, yığınları saran kör ve “batıl inanç” sarsıntı geçirmeye; diktatörlüğün paslı zırhı delinmeye başladı.
Engels, Roma İmparatorluğumda devlet yapısını incelediği yerde, başka şeylerin yanı-sıra; “İmparatorluk çaptan düştükçe, vergi ve yükümlülükler daha da artıyor, memurlar daha da utanmazca soyup soğana çeviriyorlardı.” diye yazıyordu. (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.154)
Aradan yüzyıllar geçmesine, farklı tarihi dönemde ve farklı topraklar üzerinde olmasına karşın, Türkiye’nin bugününe bakınca, benzer bir tespiti yapmak gerçeğe uygun düşmektedir. Devletin bir çete devletine dönüştüğü, çürüme ve kokuşmanın mekanizmanın önemli kurumlarını sardığı burjuvazinin resmi temsilcilerince itiraf edilmektedir. Devletin belli organlarında, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir disiplin içinde kaçakçılık, fidye alma, cinayet organizasyonu için özel tetikçiler tutma, bombalama, suikast, sabotaj düzenleme, muhaliflere karşı şantaj malzemesi üretme, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve daha bir dizi suçun devlet görevlileri ve kurumlan tarafından işlendiği açıklık kazanmıştır. Osmanlı padişahlarının tahtı ve saltanatı elde tutmak için kardeş katlinin “vacip olduğu” yönünde fetva çıkarttıkları bilinmektedir. Bugün de, “devletin bekası için”, sermayenin emrindeki özel silahlı müfrezeler, sömürü sisteminin muhaliflerine karşı baskı Ve saldırıları sürdürmektedirler.
Sermaye ile emek arasındaki karşıtlığın keskinleşmesi, burjuva devletinin baskıcı özelliğinin gelişmesine yol açmakta, Genelkurmayın yönlendiriciliği altında, halk kitlelerine karşı şiddetin dozu artırılarak, burjuva diktatörlüğünü sağlamlaştırma operasyonu sürdürülmektedir. İçinde bulunduğumuz dönem, işbirlikçi gericiliğin siyasal şiddet aygıtını tahkim çalışmaları yoğunluk kazanmış bulunuyor.
Gelişmelerin farkında olan üst bürokrasi, hükümet ve genelkurmay yetkilileri, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlileri ve sistemin devamını kendilerinin varolma koşulu sayan yazarlar güruhu, şimdi elbirliğiyle, olağanüstü gayret göstererek, devlet hakkında, kitleler içinde gelişen kuşkuları gidermeye, kurumlarını güçlendirmeye, gericiliğin güçlerini birleştirmeye çalışıyor, olası yedekleri diktatörlük etrafında toplamaya çabalarını sürdürüyorlar.
“Kutsal” ve “dokunulmaz devlet” imajının diri tutulması için her araç kullanılıyor. Devletin korunması toplumsal bir amaç olarak gösterilerek, bunun için her türlü fedakârlığın gerekli olduğu propaganda ediliyor. Burjuva devletinin savunucuları (bunlar arasında liberaller, faşistler ve “İslamcı” gerici yazarlar var), burjuva devletini, “milletin örgütlenmiş hali” olarak göstermekte, “hepimiz aynı gemideyiz, gemi batarsa hepimiz batarız” propagandasıyla bürokratik militarist makineye dokunmazlık sağlamaya çalışmaktadırlar.
Devlet kaynaklı cinayet organizasyonlarının, devletin görevi ve devletin kendini koruması gibi gerekçelerle izahı, burjuva hukukunun hukuksuzluk olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Burjuva diktatörlüğünün savunucuları; gerici-faşist partilerin yöneticileri, polis ve özel tim şefleri, kapitalizm yardakçısı sosyal demokratlar, artı-değerden pay alan asalak bürokratlar ve sermayenin emrindeki yazarlar güruhu; adlarındaki nüanslara karşın, devleti savunma ortak paydasında birleşiyorlar.
Faşistler; cinayet, soygun, işkence, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve kontra örgütlenmelerini -kendileri de bu örgütlenmeler içinde yer almaktadırlar-, devletin devamı için “mubah” sayarken, sosyal demokratlar devletin “hukuk içinde kalması”nı, burjuva egemenliğinin devamı için daha akılcı saymaktadırlar.
İşbirlikçi gericiliğin ve uluslararası sermayenin çıkarlarını savunan gerici-faşist yazar ve politikacıların bir kısmı ise, kontra faaliyetlerinin “devlet sırrı” olarak kalması gereğine işaret ederek, örneğin Susurluk Raporu’nun açıklanan kısmındaki bilgilerin “sokağa dökülmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu gibilerine göre, Kürt “işadamları” ve Kürt aydınlarının polis ve kontra çeteleri tarafından ve bir eski İçişleri ve Adalet Bakanının (M. Ağar) “bin operasyon” olarak açıkladığı devlet operasyonları kapsamında katledilmesi tek başına amaca aykırı değildir. Yanlış olan bu gibi “devlet sırlarının bilinir hale gelmesidir! Halk düşmanı gazeteci çetesi, halktan yana tutum alan gazetecilerin öldürülmesini doğal karşılamakta; bu cinayetlere ve kontra saldırılarına karşı tepkileri ise polisin moralinin bozulması ve istihbarat örgütlerinin çalışmalarının aksatılması çabalan olarak göstermektedirler.
Geniş kitleler bakımından devleti biraz daha iyi tanıma ve kimin çıkarlarını koruduğunu anlama olanakları daha fazla genişledi. Toplumun az çok eğitimli kesimlerinin yanı sıra, sıradan işçi ve emekçi de, devlet kaynaklı siyasal cinayetlerin deşifre edilmesini, sabotaj, suikast ve uyuşturucu kaçakçılığı sorumlularının açıklanması ve yargılanmasını istemekte, “devlet çeteleri”, “devlet çıkarı”, “devletin korunması ve kurumlarının yıpratılmaması” vb. kavramlar etrafında sürdürülen tartışmaları izlemekte, devlete ve kurumlarına ilişkin düşüncelerinde değişme olmakta, kimilerinde bu bir bilinç sıçramasına yol açmakta, genel olarak devlet ve kurumlarına karşı kuşku büyümektedir.
Bu durumda, sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve işçi sınıfı devrimcilerinin, devlet denen; bürokratik militarist aygıtın yapısı, işlevi ve hangi sınıfın çıkarlarının topluma egemen kılınmasının aracı olduğu hakkında, geniş kitleler içinde yürüteceği aydınlatma ye bilinçlendirme, çalışması daha da önem kazanmaktadır. İşçi sınıfı bakımından siyasal sınıf bilincinin, ancak bütün toplumsal sınıfların devletle ilişkilerinin açığa çıkarılması ve kavranmasıyla gelişebileceği gerçeği dikkate alındığında, tarih içinde ortaya çıkışı ve ekonomik toplumsal ilişki ve koşullarla bağı Marx ve Engels başta olmak üzere, Marksistler tarafından açıklığa kavuşturulmuş devlet kuramının daha iyi öğrenilmesi için, güncel gelişmelerden yararlanmak önem taşımaktadır.
Marksist devlet teorisi, devleti, toplum yaşamında tarihsel bir yere yerleştirir. Buna göre insanların toplum halinde yaşamaya başladıkları bir süreçte ortaya çıkan devlet, toplumsal üretici güçlerin gelişmesiyle ilişkili olarak ve toplumsal yaşamın ileri bir evresinde kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktır. İşbirlikçi burjuva diktatörlüğünün işçi ve emekçi kitlelerle ilişkilerindeki gelişmeyi daha iyi anlayabilmek için devletin tarih içindeki “doğumu”, işlevi ve ortadan kalkmaya mahkûm oluşu üzerinde kısaca da olsa durmakta yarar var.

DEVLETİN ORTAYA ÇIKIŞI; BİR EGEMENLİK ARACI OLARAK DEVLET
Üretim ve üretilen ürünün değişimi her toplumsal sistemin temelini oluşturur. Bütün toplumsal değişikliklerin ve bütün siyasal altüst oluşların gelip dayandıkları temel neden, bu bakımdan insanların kafalarında biçimlenen adalet ve doğruluk kavrayışı değil, bu üretim ilişkileri, üretim ve bölüşüm tarzıdır.
Devlete kutsal bir öz, bir dokunulmazlık zırhı giydirenler, ulus devleti tarihin amacı ve nihai hedefi olarak sunmaktadırlar.
Ne sınıf mücadelesi filozofların bir yaratımı, onların beyinlerinin ürünü düşüncelerin bir sonucudur; ne de ortaya çıktıklarından buyana sınıflar-arası uyumdan söz edilebilir. Sınıfların ortaya çıkmasını sağlayan işbölümü ve artı-ürün, maddi çıkarlar temelinde sınıf çelişmeleri ve çatışmalarını doğururken, artı ürüne el koyan sınıfın siyasal bir otorite halinde örgütlenmesini de gündeme getirdi.
Kapitalist üretim biçiminin tarihin belli bir döneminde zorunlu olarak ortaya çıkması ve öyleyse ortadan kalkmasının da zorunlu olması gibi; burjuva devleti de tarihin belli bir aşamasında, “kapitalizmin şafağında ortaya çıkmış ve toplumsal gelişme yasalarının işlemesi sonucu, yok olma zorunluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Devlet, durup dururken, bir ilahi yetke tarafından yaratılmış değil. O, sınıf uzlaşmazlıklarının ortaya çıktığı koşullarda doğmuş, bu uzlaşmazlıkları sınırlamak ve kontrol altında tutmak üzere, üretim araçlarının (bunlar ilkel kölelik döneminde gelişmemiş ilkel araçlarken, bugün modern sanayiyi var eden mükemmel denilebilecek düzeyde gelişmiş makine ve diğer araçlardır) mülkiyetini elinde tutanlar tarafından oluşturulan bir örgütlenmedir. İlk yerleşik yaşama geçiş ve ilkel işbölümüyle birlikte, fazla ürün (artık ürün) üzerinde hak iddiasıyla birleşen bir otoritenin ortaya çıkması ve giderek ayrıcalıklı bir konum kazanmasıyla birlikte temelleri atılmış ve tarihsel süreçte gelişmesini sürdürmüştür. Devletin ortaya çıkış süreci, devletin işlevi hakkında gerekli verileri de sunar. İlkel topluluklarda, henüz artı ürünün olmadığı koşullarda ortaklaşa üretilenin birlikte tüketildiği ilk toplu yaşam ortamında kendiliğinden oluşan ilkel demokrasi, maddi üretim koşullarındaki değişmeyle birlikte ve belli bir süreç içinde bir kesimin yönetici olarak ayrışıp topluluk üzerinde ayrıcalıklı bir yaşamı ele geçirdiği “iğrenç bir aristokrasiye” dönüştü. O bir sınıf egemenliği aracıdır. Egemen sınıfların kendi çıkarlarını tüm topluma kabul ettirmek ve ayrıcalıklı konumlarını sürdürmek için oluşturdukları bir araç. Devlet örgütlenmesi, “toplumun hizmetkârlarının, “toplumun efendilerine” dönüşmelerini sağladı.
Engels, devletsizlikten devlete geçiş sürecini, devleti bir ihtiyaç haline getiren koşulları irdelerken şunları yazıyordu.
“Son olarak, gentilice örgütlenme, içsel çelişkiler bulunmayan bir toplumdan doğmuştu ve yalnızca bu nitelikteki bir topluma uygundu. Bu toplum, kamuoyu hariç, hiçbir zorlama aracına sahip değildi. Ama işte, iktisadi varlık koşulları bütünü gereğince, özgür insanlar ve köleler, zengin sömürücüler ve yoksul sömürülenler biçiminde bölünmek zorunda kalan bir toplum doğmuştu; (öyle-ç) bir toplum ki, bu uzlaşmaz karşıtlıkları artık yeni baştan uzlaştıramamakla kalmıyor, tersine, onları sonuna kadar geliştirmek zorunda bulunuyordu. Böyle bir toplum, ancak, ya bu sınıfların kendi aralarındaki sürekli ve açık bir savaşımı içinde, ya da görünüşte uzlaşmaz-karşıt sınıfların üstünde yer alan, onların açık çatışmasını önleyen ve sınıflar savaşımına, olsa olsa iktisadi alanda, yasal denilen bir biçim altında izin veren bir üçüncü gücün egemenliği altında varlığını sürdürebilirdi; gentilice örgütlenmenin ömrü dolmuştu. Gentilice örgütlenme, işbölümü (ve bunun sonucu, toplumun sınıflara bölünmesi) ile paramparça olmuştu. Yerine devlet geçti.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.174)
Demek ki devlet, toplumun gelişmesinin belli bir aşamasında; önlemekte yetersiz kaldığı çelişkilerden hareketle, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıflar halinde bölünmesi sonucu, toplumun ve toplumsal sınıfların, bu çelişkilerin yol açtığı çatışma içinde tahrip olup yok olmaması için, görünürde toplumun üstünde yer alan; çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güce ihtiyaç duyar. “İşte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf.175)
Devlet böyle ortaya çıkınca, halktan ayrı bir kamu gücü de oluşturulur. Bu tür bir güç, silahlı adamlardan, hapishanelerden ve ceza kurumlarından oluşur. Bu gücün beslenmesi “devletin yurttaşlarının” sırtına ek yükümlülükler bindirir. Vergiler bu ihtiyaca karşılık düşen yükümlülüklerden birini oluşturur. Devlet gücünü oluşturanlar, “kamu gücünü ve vergileri toplama hakkını kullanan görevliler” toplumun üzerinde yer alırlar. Bunların otoritesi, “dokunulmazlık kazandıran yasalarla sağlama bağlanır.”

DEVLETİN İŞLEVİ
Devlet bir toplumsal örgütlenmenin en üst biçimi, bir güç örgütlenmesi, egemen gücü ifade eden siyasal bir aygıttır. Birey ve yurttaş olarak kişinin, devlet dendiğinde aklına ilk gelen şey, güç ve etkidir. Bu örgütlü gücün hangi işlevi yerine getirdiği ise milyonlarca işçi ve emekçi bakımından yeterince açık değildir. Aksine burjuva propagandası, burjuva devletin niteliği ve işlevini büyük ölçüde bulanıklaştırmış; devletle ilgili bir yanılsamanın kitleler içinde etkili olması sağlanmıştır.
Sınıf mücadelesinde ise, devletin işlevi, ne için var olduğu ve onun bir sınıfa (egemen ve sömürücü sınıf) ait oluşu, ezilen ve sömürülen sınıflar bakımından açıklık kazanmadıkça, sömürülenlerin mücadelesinin siyasal bir devrimle düzen sınırlarını aşması mümkün değildir. Devletin en kestirme tanımı, bir sınıfın egemenlik aracı, örgütlü baskı aygıtı olmasıdır. “Genellikle siyasi iktidar diye adlandırılan şey, bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı örgütlü gücünden aşka bir şey değildir.” (K. Manifesto)
Köleci devlet köle sahiplerinin, feodal devlet feodal aristokrasinin ve modern burjuva devleti de burjuvazinin sınıf egemenliğinin aracı oldular. Devlet her toplumda, üretim araçları mülkiyetine sahip olan sınıfın (ya da sınıflar) devleti olagelmiş ve bu sınıfın çıkarlarının baskıyla tüm topluma egemen kılınmasının aracı işlevini görmüştür.
Bürokratik militarist makine, toplum üzerinde, ancak toplum dışında olmadan, halk kitlelerinin iradesine karşı, ayrıcalıklarla donanmış bir aygıttır. Devamlılığını, ancak kitleler karşısında kazandığı ya da kazanacağı meşruiyetle sürdürebilir (Kuşkusuz şiddet eşliğinde ve gerektiği her zaman ve her yerde şiddeti eksik etmeden).
Devlet yapısı farklılıklar göstermekle birlikte, onun sınıf niteliği özünde hep aynı kalır. Biçimlerinin karmakarışık çeşitliliklerine rağmen, burjuva devleti daha fazla veya daha az kapitalistleşmiş modern burjuva temeli üzerine oturmuştur. Bu tüm burjuva devletlerinin ortak noktasıdır. Biçimsel yapı farklılığı, devletin, sınıf karakterini, bir sınıfın diğerleri üzerindeki egemenlik aygıtı olma özelliğini değiştirmez.
“Gerçekte ise” diyordu Engels, “devlet, bir sınıfın bir diğeri tarafından ezilmesi için bir cihazdan başka bir şey değildir, gerçekten de bu husus demokratik cumhuriyette, monarşide olduğundan daha az geçerli değildir; olsa olsa sınıf üstünlüğü için verdiği başarılı mücadeleden sonra miras olarak aldığı yeni, özgür toplumsal koşullarda yetiştirilmiş bir neslin, bütün devlet süprüntüsünü hurdalığa atabileceği zamana kadar, aynen Komün gibi, muzaffer proletaryanın, en kötü yanlarını derhal mümkün olduğu ölçüde budamak zorunda olduğu bir ifrittir.” (Fransa’da İç Savaş’a Önsöz)
Bugünkü sistem, her ülkeye göre belli bir özgünlük taşımakla birlikte, birkaç yılda bir hâkim sınıfların hangi partinin (“üyesi”), ‘halkı parlamentoda temsil edeceği’ne ve baskı altında tutacağına karar verildiği genel seçimlerle gizlenen, burjuvazinin sınıf egemenliğine dayanmaktadır. Ordu, polis ve bürokrasi, halkın baskı altında tutulması ve ezilmesinin araçlarıdır.
Burjuva devletinin gerçek yürütme gücü, ileri sürüldüğü gibi, parlamentoda görev verilen burjuva hükümeti değildir. Burjuva devleti, bürokratik askeri örgütü, polis gücü ve memur gruplarıyla toplumun gövdesini bir ağ gibi sarmıştır. Devlet işleri askeri-bürokratik cihaz aracılığıyla görülür. Hükümetler ise, halkın, ‘burjuva partisi’nin hangi kliği aracılığıyla aldatılacağı kararma uygun bir işlevi yerine getirmektedirler.
Parlamento, burjuva diktatörlüğünün incir yaprağıdır. Temsili kurumlar burjuva devlet yapısı içinde, daha çok biçimsel bir işlev görürler. Burjuva politikacıları, soyut sorunları öne çıkararak, kendiliğinden göze batan acil ve somut sorunların geriye atılması veya göz ardı edilmesini sağlamak için her aracı kullanırlar.
Merkezi hükümet, ordu, siyasi polis, bürokrasi, hepsi birlikte; ezilenlerin üzerindeki baskı gücünü, burjuva devlet iktidarını oluştururlar.
Burjuva devletinin “ulusun birliği” olduğu söylenir. Oysa devlet ulustan bağımsız, onun üstünde, “parazit nitelikte bir fazlalık” (Engels) biçiminde örgütlenmiştir. Bu tür bir devlet gerçekte ulusun yüküdür ve bu yükün yok edilmesi bütün bir halkın yararınadır.
Burjuva devlet aygıtı, bugün, teknik olanakları ve donanımıyla daha fazla “mükemmel”leşmiştir. Devlet gücü olağanüstü merkezileşmiş, devlet cihazı tekelci burjuvazinin artan egemenliğine uygun olarak daha fazla yetkinleşmiştir. Devlet makinası bütün kapitalist ülkelerde bürokratik askeri bir mekanizmadır.

DEVLET ÜZERİNDE BAZI TARTIŞMALAR VE DEVLETİN SINIF KARAKTERİNİN DEĞİŞMESİ
Devlet üzerine tartışmalar tarihin eski dönemlerine dek uzanır. Eflatun (Platon) başında “filozof kral”ın bulunduğu şehir devletini “erdemin en üst biçimi” sayardı. Ona göre halk, bilge düzeyinde olamayacağı için yönetim işlerinden uzak tutulmalıydı. Luther ve Hegel gibi, devleti tanrı iradesi katına yücelten, bu “ilahi irade”nin yeryüzündeki görünümü sayanlar olduğu gibi, “devletin bekası” sözleriyle sınıf çıkarlarına’ dokunulmazlık zırhı geçirenler de eksik olmamıştır. Hegel, devleti Tanrının, “mutlak Tin”in yeryüzündeki temsilcisi, tanrı iradesinin aracı sayardı. Ona göre en son ve en ideal devlet Prusya krallığı idi. Tarihsel gelişme böyle olmadığını tanıtladı. Prusya devleti, o “en ideal” ve “sonsuz” tarihin gerisine düştü ve aşıldı. Tarihsel hareketin önünü kesmeye çalışanların fazla şansı olmadı. Fukuyama’ya göre liberal kapitalizm, sonsuzca yaşayacak bir toplumsal sistem ve onun devleti de, yerine başkasının geçmesi olanaksız en ideal devlettir. Fukuyama böylece, liberal devleti bir bakıma tarihin sonu ve dünyanın tüm ulusları ve topluluklarının tek seçenekleri olarak sunar.
Devletin bu tür ele alınması, onun sınıf karakteri ve toplumsal işlevini gizlemeye hizmet etmiştir. Kuşkusuz devlet, toplumsal insanın “bir örgütlenme modeli”dir de. Toplum halinde yaşayan insanın yaşamına, üstten müdahalenin bir aracı. Kral ve imparatorlar, “devlet benim” dediklerinde bir biçimde gerçeği dile getiriyorlardı. Devlet kavramı, siyasal iktidarın sınıf dayanağından soyutlanarak “tüzel kişilik” kazanmasına bir korunak sağlamıştır. Burjuvazi bundan yararlanarak siyasal iktidarını gizleme, iktidarını tüm toplumun çıkarlarının zorunlu aracı ve doğal biçimi olarak sunma olanağı bulmuştur.
Ancak, devleti vazgeçilmez ve ebedi bir amaç olarak görenler, onun, toplum-üstü görüntüsünü, kesin sınıfsal muhtevasının örtüsü haline getirirken, bürokratik militarist aygıtın toplum karşısında kazandığı ayrıcalığı da kaçınılmaz ve zorunlu saymaktadırlar.
Burjuva propagandasına göre komünizm ve faşizm totaliter sistemler olarak devlete aşırı bir önem atfederken, liberalizm hoşgörülü, çoğulcu parlamenter sistemi ve demokratik bir devleti kurmuş oldu. Burjuva liberalizmi ve burjuva demokrasisinin sınırlılığının, biçimselliği ve ikiyüzlülüğünün, sınıf ilişkileri ve çatışmaları karşısında devletin oynadığı rol tarafından ve her seferinde yeniden kanıtlanması, bunun bir yalan olduğunu gösterir.
Burjuva politikacıları, yazar ve iktisatçıları, burjuva devletini, onun faşist ve “demokratik” biçimlerini savunur ve devletin tüm halkın hizmetinde olduğu yalanını sürdürürlerken, hemen her koşulda komünizme saldırmaya özel bir önem verirler. Gerici burjuva demagojisine göre, faşizm ve komünizm, kitleler için aynı ölçüde tehlikelidir ve bu tehlikeli akım ve devletler artık tarihe karışmışlardır.
Böylece onlar, hem tarihi çarpıtarak, hem de tekelci sermayenin tüm halk ve uluslara düşman faşist siyasal sistemi ile sömürü ve baskının, sınıfların ve sınıf ayrıcalıklarının ortadan kalktığı gerçek bir özgürlük toplumu olan komünizm arasında zorlama bir bağ kurarak kitleleri aldatmaya çalışıyorlar.
Faşizmin tarihe karıştığı savı bir aldatmacadan ibarettir. Faşist devletlerin bir kısmı hâlâ varlıklarını sürdürüyorlar. Güney Amerika ülkelerinin önemli bir kesiminde askeri diktatörlüklerin son birkaç yıl içinde yıkılması, bazılarında Pinochet türünden askeri faşist şefler geri çekilse bile kurdukları sistemin işlemeye devam etmesi, bu iddiayı yalanlayan kanıtlardır. Siyasal akım olarak ise faşizm bir tehlike ve tehdit olmaya devam ediyor. Belli başlı Avrupa ülkelerinin tümünde faşist ve Nazi güçleri gizli-açık örgütlenmelerini sürdürüyorlar. Faşizm, emperyalizmin demokrasi düşmanı siyasal gericilik eğilimi tarafından beslenmektedir. Bütün faşist diktatörlüklerin emperyalistler tarafından desteklendikleri, emperyalizm desteğinde ayakta kaldıkları, halkların büyük acılar pahasına edindikleri bir tecrübe oldu. Salt bu olgu bile emperyalizm ve tekellerin egemenliği sürdükçe, faşizm tehdidinin yok olmayacağını tanıtlar.
Komünizm, bir toplumsal sistem olarak kuşkusuz henüz yok. Ama işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin komünizme kadar genişleyeceği yönündeki düşüncelere maddesel temel oluşturan toplumsal gelişme, bu düşünceyi daha fazla güçlendirecek biçimde olgunlaşmaya devam ediyor. Komünizmin tarihe karıştığı yönündeki düşünce bir burjuva temennisidir. Tarih bugüne dek, komünizmin ancak alt aşamasına; kapitalizm tarafından kuşatılmış ve kaçınılmaz olarak – kapitalizmin etkilerinin var olmaya devam ettiği sosyalizme tanıklık etti.
Komünist bir “devlet” henüz tam olarak tarih sahnesine çıkmadı. Paris proletaryasının Komün deneyi saklı tutulduğunda, işçi sınıfının, Sovyetler Birliği başta olmak üzere, burjuva diktatörlüğünü parçalayıp yıkması ve yerine kendi devrimci sınıf iktidarını kurması ve bu ülkelerde sosyalizmi inşaya girişmesi bu yönde atılmış bir ön adımdı yalnızca. İşçi sınıfının bu yöndeki çabası ve eylemi bir yandan uluslararası burjuvazi tarafından; diğer yandan komünist partisi içinde ortaya çıkıp yönetimi ele geçiren yeni bürokrat burjuvazi tarafından kesintiye uğratıldı. Ancak her şeye karşın, sosyalizm mücadelesi devam ediyor ve toplumsal gelişme burjuvazinin sonunu hazırlıyor.

BURJUVA DEVLETİ
Burjuva devletini fetişleştirenler, devletin sınıf karakterini, bir sınıfa ait oluşunu gizlemeye; onu tüm toplumun hizmetindeki bir araç olarak sunmaya özen gösterirler. Bunlara göre devlete mutlak itaat gereklidir. Devlet iradesi en üst, en yüksek yasa niteliğindedir ve ona uyulmalıdır. Bu görüş, ezilen sınıflara yapılmış bir boyun eğme önerisidir. Ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve kesimlere, burjuvazinin sınıf çıkarlarınca belirlenen siyasal iradesine tam bir teslimiyet isteğidir bu.
Burjuva devletinin, tüm toplumun çıkarlarının savunulması ihtiyacından doğduğu ve bu aynı ihtiyaç nedeniyle devamının gerektiği savı, bir burjuva yalanıdır. Burjuvazinin siyasal egemenliğinin temelinde, onun üretim araçları özel mülkiyetine dayanan ekonomik egemenliği vardır. Burjuva devleti, bugünkü üretim ilişkilerinin, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükselir ve onun görevi son tahlilde bu temel tarafından belirlenen tüm hukuki, felsefi, kültürel, ahlaki vb. ilişkilerin korunmasıdır.
Burjuva devlet, burjuvazinin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganında ifadesini bulan politik taahhüdünün, sınıf farklılıkları ve sınıf çelişkilerinin üzerini örten, bu çelişki ve farklılıkları uzlaştırma işlevini ezen ve sömüren sınıf yararına üstlenmiş bir araçtır. Modern sanayi toplumunun devleti, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumsal sistemin üst yapısını oluşturur. Bürokratik-merkezi yapısıyla hukuktan eğitime ve sosyal alana kadar tüm toplumsal ilişkileri düzenleme rolünü üstlenmiştir. Bu düzenlemeyi, modern burjuva devleti, doğal olarak kapitalistler sınıfı yararına; burjuvazinin sınıfsal çıkarlarına uygun olarak gerçekleştirir. Kapitalist gelişme sürecinde ulus devlet olarak ortaya çıkması, burjuvazinin, “tüm ulusun temsilcisi” savıyla öne çıkmasını kolaylaştırmıştır. Ancak kapitalizmin tekelci aşamasında genel olarak burjuva sınıfın egemenliğinden tekelci burjuvazinin egemenliğine geçilmesi, devletin sınıf temelinde de daralmaya yol açmıştır.
Liberalizm yanlıları, burjuva devletin “demokratik” yapısına kanıt olarak yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrılmasını gösterirler. Yasal çerçevede ve görüntüde böyle bir “ayrılma”nın olduğu doğrudur. Özellikle emekçi kitleler içinde bir yanılsama yaratmak, buna dayalı güven ve inandırıcılık sağlamak amacıyla bu görüntüye önem verilir. Ama bu yalnızca görüntüdedir. Daha da önemlisi, burjuva devlet örgütlenmesinde, toplumsal yapının “düzenlenmesinde” yasama ve yürütme değil; ordu, polis ve yargı esas kurumlan oluşturmaktadır. Kararlar ve planlar önce kulislerde, askeri ve siyasi karargâhlarda tezgâhlanır. Meclise görüntüyü kurtarma ve belirlenmiş çerçevede uygulamalara yasal meşruluk kazandırma görevi verilmiştir.
Burjuva diktatörlüğü, toplumsal yaşamın tüm alanlarına müdahale eder ve bunu “düzen sağlama” olarak gösterir. Burjuva hukuku ve yargı sistemi ise, üretim ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olmayıp, egemen sınıfların çıkarları tarafından belirlenir. Hukukun tüm temel yasaları bu sınıfların çıkarları gözetilerek hazırlanır ve uygulanırlar. Türkçe “adalet mülkün temelidir” sözüyle ifade edildiği üzere, burjuva adaleti ile kapitalist özel mülkiyet sistemi arasında koparılamaz ve belirleyici nitelikte bir bağ vardır. Burjuva hukuk kurallarının çerçevesini çizen, burjuvazinin sınıf egemenliği ve bunun gerekleridir. Hukuksal eşitlik biçimseldir ve bu yasalara tam itaati sağlamayı ve kitle muhalefetini düzen sınırları içinde tutmayı hedefler. Sermayenin, özellikle de tekelci sermayenin çıkarları tarafından belirlenen ilişkiler, yargı sistemine de genel bir çerçeve çizer ve yargı, bu ilişkiler temelinde belirlenen hukuksal çerçevede burjuvazinin sınıf çıkarlarına uygun olarak işlevini yerine getirir.
Burjuva bürokratik militarist aygıtının özsel özelliğinin, devletin iç güvenlik, dış politika, savunma, yargı, vergi toplama, genel mali ve para politikalarını belirleme dışındaki alanlardan ve sağlık, eğitim, bilim, kültür, iletişim vb. alanlardan çekilmesi durumunda değişebileceği ve “demokratik ve sivil” bir toplum yapısının oluşturulabileceği yönünde, bazı burjuva politikacı ve iktisatçılarınca ileri sürülen ve bazı reformcu aydınlar tarafından da propagandası yürütülen düşünceler de doğru değildir. Bu tür düşünceler her şeyden önce, bürokratik militarist aygıtın toplumsal işlevini göz ardı etmekte, ya da bilinçli olarak görmezden gelmektedir.
Kapitalist sömürünün ve kapitalist rekabetin göz ardı edilmesiyle bu dayanaksız sav ileri sürülüyor. Bunlar, “yerel” ya da “yerinden yönetim” uygulamasıyla siyasal liberalizmin gelişeceğini varsayarak, ileri sürüyorlar ki, tarihsel sürecin kendisi bunun aksini tanıtlamaktadır.
Modern devletin yönetici kadrosu burjuva sınıfın ortak işlerini yürüten “bir komitedir. Burjuva devleti, kitlelerin çıkarlarına yabancılaşan ve tekelci burjuvazinin, borsa simsarlarının, tefecilerin çıkarlarının aleti olan, onların halk kitlelerini sömürmelerinin aracı olan örgütlü bir güçtür.
Burjuvazinin siyasal egemenlik aygıtı aracılığıyla “sosyal barış” sağladığı da doğru değildir. Kuşkusuz burjuvazi (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazi), sınıf çatışmasını kendi yararına bastırmak, proletaryanın devrimci kalkışmasını engellemek için “sosyal barış” propagandası yürütmekten, koşulları uygun gördüğünde bu yönlü kimi adımlar atmaktan, sosyal haklar alanındaki bazı uygulamalarla işçi ve emekçiler içinde, burjuva devletinin “tüm toplumun hizmetinde olduğu” izlenimi yaratmaya çalışmaktan geri durmamış; bu politikaya, sosyalizme set çekmek üzere özel bir önem vermiştir. Ama kapitalizm koşullarında, işçi sınıfının acımasızca sömürülmesi ve yığınların baskı altında tutulması nedeniyle sosyal barış olanaklı değildir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasına bağlı olarak günümüzde sınırlan iyice daralmış küçük bir azınlığın çıkarlarının tüm topluma egemen kılınmasının aracından başka bir şey olmayan devlet makinesinin, sınıf uyumu sağlama ve sınıf farklılıkları ve farklı sınıf çıkarlarının üstüne çıkma gibi bir işlevi de yoktur. Çünkü devlet, tüm toplumsal sınıflar karşısında, bu sınıflardan bağımsız bir oluşum değil; sömürücü egemen sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenliğinin aracıdır. Burjuvazinin, “sınıf ve zümre iktidarına karşı” söyleminin pratikte hiçbir değeri yoktur. Bu olsa olsa, ezilenleri aldatmak üzere başvurulan, ancak pratikte burjuva baskı makinesi tarafından sürekli boşa çıkarılan bir burjuva yutturmacası, bir demagojidir.
Burjuva demokrasisini “halk idaresi” olarak reklâm edenler, buna bir de “katılımcı demokrasi” perdesi asmaya; halk kitlelerine, ancak birkaç yılda bir kendilerini burjuvazi adına yönetecek düzen partilerinden birini seçme hakkı tanıyan genel oy sistemini demokrasi olarak göstermeye çalışıyorlar.
Oysa sınıflı toplumlarda, sınıfların politik örgütlenmesi ve politik tutumu, bu sınıfların üzerinde şekillendikleri üretim ve değişim tarzından; bunun oluşturduğu üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Aksine bütün üstyapı kurumları son tahlilde üzerinde yükseldikleri üretim, değişim ve bölüşüm ilişkileri tarafından belirlenirler. Üretim araçları mülkiyetinin tüm toplumun değil, ama azınlık burjuva kesimin elinde bulunduğu kapitalist sistemde, halk kitleleri parlamento seçimlerine katılmakla demokratik bir sistemi kurmuş olmamaktadırlar. Bu tür bir katılım, ancak burjuva sınıf yönetimine biçimsel demokratik bir görüntü sağlayabilir ve zaten burjuvazinin istediği de budur.
Burjuva propagandası, bugünkü devleti, maddi, sosyal ve kültürel olanakları ve birikimi “adil bir biçimde paylaştıran bir refah devleti” olarak gösterirken de aynı ikiyüzlülüğü sürdürür. Oysa bunun olanaksızlığı sosyal pratik tarafından her gün ve her saat yeniden tanıtlanmaktadır. Adil paylaşım bir yana, insanca yaşam için mücadele edenlerin, hain ve bozguncu olarak ilan edildiği ve şiddetle bastırıldığı bir dünyada yaşıyoruz.
Burjuva devletinin bugünkü yapısı ve niteliği, onun gördüğü işlev, sermaye tekeline uygun olarak, -bütün burjuvazinin çıkarlarını kollamakla birlikte-, tekelci sermayenin çıkarlarıyla uyumlu hale gelmiştir. O, bugün, gerçekte tekelci bir azınlığın oligarşik diktatörlüğüne dönüşmüştür ve kaçınılmaz biçimde toplumsal dayanakları daha fazla daralırken, baskıcı niteliği artmıştır.

KAPİTALİZM, KENDİSİNİN VE BURJUVA DEVLETİN SONUNU HAZIRLAR
Kapitalist üretimin genişleyen yeniden üretim sürecinde, kapitalist toplumun sonunu hazırladığını; proletaryanın şahsında kendi mezar kazıcısını yarattığını, Marx ve Engels, kapitalist ekonominin tahlili ile ortaya koydular. Onlar, sermayenin yok oluşunu hazırladığını, sermayenin birikiminin, küçük üreticinin mülkten arınmasına; dolaysız üreticinin mülksüzleştirilmesine, yani kişisel çalışmaya dayanan özel mülkiyetin yıkılmasına dayandığını gösterirlerken, sürecin burada kesilmediğini, üretim araçlarını ellerinde tutan kapitalistler ile emek-gücünün sahibi proletarya arasındaki çelişkinin, bütün önlemlere ve genişleyen yeniden üretimin yol açtığı tüm değişikliklere karşın, kapitalizmi yıkıma sürüklediğini de ortaya koydular. Kapitalist gelişme bir yandan bireysel emek araçlarına sahip emekçiyi bu araçlardan ayırarak, onun emek araçlarını sermaye durumuna; emekçinin kendisini de proletere dönüştürürken, diğer yandan iş bölümü ve rekabet sonucu, emekçiyi sömüren kapitalistlerin bir kesimini de topraktan ve diğer üretim araçlarından ayırarak, onları mülksüz sınıfların içine iter.
Marx, bundan sonraki süreci şöyle açıklamaktadır: “Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse, artık, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir. Bir kapitalist, daima birçoklarının başını yer. İş sürecinin gitgide boyutları büyüyen kooperatif şekli, bilimin bilinçli teknik uygulanması, toprağın yöntemli bir biçimde işlenmesi, iş araçlarının ancak ortaklaşa kullanılabilir iş araçlarına dönüştürülmesi, bütün iş araçlarının bileşik toplumsal emeğin üretim araçları olarak kullanılmasıyla sağlanan tasarruf, bütün insanların dünya pazarları ağına sokulması ve böylece kapitalist rejimin uluslararası bir nitelik kazanması, bu merkezileşme ya da birçok kapitalistin birkaç kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi ile el ele gider. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki devamlı azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin bizzat kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim biçiminin ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.” (Kapital 1. cilt; sf. 782)
Gelişmenin, tarihsel ve materyalist özetidir bu. Toplumsal gelişmenin yasaları uyarınca, henüz ortaya tüm verileriyle çıkmasa da, ön verilerden hareketle sermaye tekelinin, sermaye düzeninin çanını çalacak koşulları yaratacak biçimde gelişmekte olduğunun ortaya konmasıdır. Sermaye tekelinin, uluslararası alanda ulaştığı bugünkü düzeyini, onun yok oluşunun yaklaşmasına değil de, kapitalizmin yıkılmazlığı ve sonu gelmeyen bir toplumsal sistem olmasına yoranlar, eğer alık değillerse, bilinçli şarlatanlardır. Üretim araçlarının, üretimin ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, kapitalizmin temel çelişmesini, onun kapitalist kabuğunu parçalama noktasına dek geliştirmiş, keskinleştirmiştir.
Engels’in deyişiyle, “Marx, yalnızca tarih aracıyla tanıtlar.” Bireysel küçük işletmenin evriminin küçük mülk sahiplerinin mülksüzleştirilmelerinin koşullarını yaratması gibi; kapitalist üretim biçimi kaçınılmaz şekilde kendisini yıkıma götürecek maddesel koşulları öylece yaratmaktadır.
Kapitalist üretim biçiminin kendisini yıkıma götürecek maddesel koşulları yaratması, bununla bağlantılı biçimde burjuva diktatörlüğünün parçalanması, yıkılması ve yerine proletaryanın sınıf iktidarının; proletarya diktatörlüğünün kurulmasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması burjuva diktatörlüğünün toplumsal temelini daraltmış ve onun yıkılışını kolaylaştıran bir etken haline gelmiştir.
Kapitalizmin durmaksızın işleyen iç yasaları ve sömüren ile sömürülen sınıflar arasındaki çelişki, kapitalizmin sonunu hazırlayan toplumsal temeli ve bu ten\el üzerinde harekete geçerek, sömürücü egemen sınıfa son darbeyi vuracak devrimci sınıfı hazırlar. Üretimin toplumsal karakteri ve üretici güçlerin kapitalizm koşullarında gelişebileceği yere kadar büyük bir artış göstermesi, üretim araçlarının özel mülkiyetini giderek daha fazla gereksizleştirir. Kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçlerin daha ileri düzeyde gelişmesinin engeline dönüşür. Bu engelin parçalanması, üretici güçlerin gelişmesinin önünün açılması; üretimin toplumsal karakterine uygun biçimde, üretim araçlarının kolektif toplumsal mülkiyetinin sağlanması bir zorunluluk haline gelir. Onları mülkiyetinde tutan sömürücü sınıf, toplumsal gelişmeyi sınırlayan, toplumun sırtında yük oluşturan gereksiz bir güç haline gelmiştir. Ondan kurtulmak toplumsal bir ihtiyaçtır artık. “Ekonomik evrim, ayrıklamasız ve acımasız kendi yolunu açar”ken, kapitalist sınıfın yok oluşunu hazırlar ve bununla birlikte onun siyasal sınıf egemenliğinin, onun aracı olan devlet makinesinin kırılıp yok edilmesinin koşullarını da olgunlaştırır.
Üretimin toplumsal karakteri ile üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyeti arasındaki çelişki, kendini sınıfsal planda, proletarya-burjuvazi çelişkisi olarak gösterir. Üretimin toplumsal karakteri, üretim araçları mülkiyetinin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesini bir ihtiyaç haline getirir ve dayatır. Tekelci ve kapitalist devlet mülkiyeti bu ihtiyaca karşılık olmak üzere gündeme girer. Burjuva devleti, önemli tüm ekonomik sektörlerde merkezi bir tekel konumuna gelir.
Kapitalizmin özel ürünü olarak tarih sahnesine çıkan, kapitalist üretim sürecinde zorunlu olarak birlikte çalışmayı ve yaşamayı öğrenen proletarya, örgütlü mücadele içinde deneyim kazanmış bir sınıf olarak, toplumun sırtındaki asalak burjuvaziyi ve onun sınıf egemenliğini ortadan kaldırmalıdır!
“Ne olursa olsun, tröstlerle ya da tröstlersiz, sonunda kapitalist toplumun resmi temsilcisinin, devletin, üretimin yönetimini eline alması gerekir. Devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm zorunluluğu, kendini, önce, posta, telgraf, demiryolları gibi büyük ulaştırma örgenliklerinde gösterir.
Eğer bunalımlar, burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri durumuna dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne denli kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal işlevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama etkinliği dışında, hiçbir toplumsal etkinliği yoktur. İşe, işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, onları da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar.
Ama ne hisse senetli şirketler durumuna dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır. Hisse senetli şirketler bakımından bu durum açıktır. Ve modern devlet de, burjuva toplumun, kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını, işçilerden olduğu denli tek tek kapitalistlerden de gelen saldırılara karşı korumak için kurduğu örgütten başka bir şey değildir. Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özsel olarak kapitalist bir makinedir; kapitalistlerin devleti, soyut kolektif kapitalist. Üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli sömürür. Kapitalist ilişki ortadan kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.” (age, sf. 441)
Proletarya, üretim araçlarını toplumsal mülkiyete geçirerek, kapitalist özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasının ilk ve en önemli adımını atar. Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ifade eden bu adım, emek ürünlerinin, üretim araçlarının ve toprağın “toplumsal mülkiyet temeli üzerinde” herkesin (her bireyin) mülkiyeti haline gelmesidir bu. Artık herkesin yeteneği ölçüsünde üretime katılması, zihni-entelektüel ve fiziki gelişme olanaklarını bulmasının toplumsal temeli yaratılmıştır. Marx’ın deyişiyle bu yeni toplum, “ortak üretim araçlarıyla çalışan ve tasarlanmış bir plana göre, çok sayıdaki bireysel güçlerin tek ve aynı bir toplumsal emek-gücü olarak harcayan bir özgür insanlar birliği”dir. Yeni ve sömürüşüz toplumun kurulması, bir sınıf egemenliği aracı olarak işlev gören eski tür bir devleti de gereksizleştirmiş, devlet, proletaryanın elinde, yeni toplumu inşada düşmanına karşı bir baskı aracı olarak kullanacağı ve sınıf ayrılıklarının ortadan kalkmasıyla birlikte sönüp yok olacak yeni tür bir devlet işlevi kazanmıştır.

DEVLET GERÇEĞİ VE SONUÇ
Devlet, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesi ihtiyacından doğan, ancak zamanla toplumun çoğunluğuna karşı, azınlık bir kesimin çıkarlarını savunmanın aracı olarak şekillenen bir örgütlenmedir. Devlet toplum için değil, bir sınıf için; üretim araçları mülkiyetini ellerinde tutan sınıfın çıkarlarını toplumun geri kalan çoğunluğuna karşı korumak için vardır. Devleti oluşturan askeri-siyasi-mali bürokrasi ayrıcalıklarla donanmış bir kast olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kast, ekonomiden politikaya, sosyal yaşamdan kültürel hukuksal alana kadar tüm toplumsal yaşam üzerinde zora dayalı bir denetim kurmuştur. Burjuva devleti, bütün işi “yönetme” olan profesyonel idareciler kastını toplumun üzerine çıkarmıştır. Egemen sınıf adına bu kast tarafından tüm toplum siyasal-askeri baskı altında tutulur.
Bugün burjuva devleti, bağımlı ve geri ülkelerde, aynı zamanda uluslararası mali sermayenin ve emperyalist büyük devletlerin bu ülke halklarını sömürme ve egemenlik altında tutmalarının aracı ve dayanağı durumundadır. Emperyalist gericiliğin uluslararası baş jandarması ABD, İkinci Savaş sonrasından başlayarak hemen tüm kapitalist ülkelerde yarattığı kontra örgütlenmesiyle, işbirlikçi burjuvazinin sınıf egemenliğine uluslararası bir dayanak sağlamaktadır. Sermayenin merkezileşmesi ve uluslararasılaşmanın ulaştığı düzey, bağımlı ülkelerde, burjuva “ulusal” devleti bir kuklaya dönüştürürken, bu devletlerin içte halk kitlelerine karşı, sermayenin “enternasyonal” gücünden yararlanmasını da olanaklı kılmaktadır.
Üretimin toplumsal karakterine uygun olarak üretim araçlarının toplumsal mülkiyetinin sağlanmasıyla; üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki uyum temeli üzerinde, sömüren ve sömürülen sınıf olarak sınıfların ve sınıf farklılıklarının yok olmasıyla; bununla birlikte, baskı altında tutulacak bir gücün kalmaması ve çalışmanın bir yaşam zevki haline gelmesi ve herkesin gereksinimi kadar tüketmesini olanaklı kılan üretim bolluğunun gerçekleşmesiyle, devlet de gereksizleşecektir. Sınıf ayrılıkları kalkıp, bütün üretim toplumun elinde toplandığı zaman “devlet gücü siyasi karakterini kaybeder.”
Sınıfların ortadan kalkmasına geçiş için “devletin ihtilalci amaçlarla kullanımı (proletarya diktatörlüğü, eski mekanizmayı parçalamak; burjuvazinin direncini ezmek; bütünüyle demokratik mahalli idareleri silahlanmış ve merkezileşmiş proletarya vasıtası ile birleştirmek ve birbirine bağlamak)” gerekmektedir. (Lenin)
Proletarya devleti, devletten devletsizliğe geçişi ifade eder. İlk kez o, toplumun büyük çoğunluğu için demokratik bir yönetim biçimini gerçekleştirir ve devletin giderek sönmesinin koşullarını hazırlar. “Komünist toplumun gelecekteki devleti” (Marx), artık gerçek anlamda bir devlet değildir.
Proletarya hazır devlet cihazını teslim alıp kullanamaz. Aksine o, mevcut burjuva devlet cihazını parçalayarak, kendi demokratik devletini; yani proletarya diktatörlüğünü kurmadan, sınıf egemenliğini gerçekleştiremez. Kapitalizme ve burjuvaziye karşı zafer için, burjuva “bürokratik askeri cihazı parçalamak”, işçi sınıfının ilk büyük devrimci girişkenliğinden bu yana, her gerçek halk ihtilalinin ön koşulu haline gelmiştir.
Engels, proletarya devletinin, sömürücü sınıfların devletinden farkını belirtirken şunları yazıyordu: “… Sadece mücadelede, ihtilal sırasında, sınıf düşmanlarını zorla baskı altında tutmak için kullanılan, geçici bir kurumdur ve özgür halk devletinden bahsetmek tamamen saçmadır. Proletarya devleti henüz kullandığı sürece (altı Engels tarafından çizili), onu özgürlük için değil, fakat kendi düşmanlarını sindirmek için kullanır ve özgürlükten bahsetmek mümkün olur olmaz, bu sıfatı ile devletin varlığı son bulur. Bu yüzden her yerde devlet sözcüğünü Fransız sözcüğü ‘Komün’ün anlamını yeterince taşıyabilecek güzel ve eski bir Alman sözcüğü olan Gemeinwesen ile değiştirmeyi teklif edeceğiz.” (Engels’ten aktaran ve altını çizen Lenin, Devlet ve İhtilal İçin Notlar, sf. 30) Lenin, “proletaryanın parlamenter değil, fakat ‘çalışan, yasama ve yürütme yetkisi olan’ temsili organlarının yaratılması”ndan söz etmektedir.
Komün, proletaryanın devlet iktidarının, onun sosyalist cumhuriyetinin “bir biçimi” idi. Diğer bir “özel biçim” Sovyetler olarak ortaya çıktı. Komünün yaptığı işler, proletarya devletinin gerçekte nasıl bir örgütlenme olması gerektiği hakkında önemli bir deneyim sağladı ve işçi sınıfının büyük düşünürleri, bu deneyden hareketle proleter devlet teorisini geliştirdiler. Buna göre; a) daimi ordunun kaldırılması, yerini silahlı halkın alması, tüm halkın silahlı gücünün seferber edilmesi, b) kamu işlerinin, doğrudan halk tarafından seçilen, görevinden sorumlu ve gerektiği her an görevinden geri alınabilen görevlilerce yürütülmesi; c) bütün görevlilerin işçilerle aynı ücreti almaları, “üst makam”dakilerin ayrıcalıklarının kaldırılması, adli işlerin özel bir ayrıcalık olmaktan çıkarılması ve böylece ayrıcalıklı bir durumun doğmasına izin vermeme, mevki avcılığı ve kariyerizmin engellenmesi böyle bir devlet örgütlenmesinin koşulu idi.
Burjuvazi, proletaryanın ihtilalci girişkenliğini engellemek için, yalnızca şiddete başvurmaz, bununla birlikte, “hasmı arka tarafından yıpratabilmek için hazırlanmış bir strateji uygular.”(Lenin, Devlet ve İhtilal İçin Notlar, sf. 65) Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, 1831 Lyon ayaklanması ve ardından 1848 Paris ayaklanmasıyla yeni bir sürece girdi. Büyük sanayideki gelişmeyle birlikte, bu çelişki Avrupa’nın en ileri ülkelerinin tarihinde birinci plana geçiyordu. Burjuvazinin ve burjuva iktisadının sermaye ile emek; burjuvazi ile proletarya arasındaki eşitlik üzerine ve özgür yarışma (serbest rekabet) sonucu sağlanacağını ileri sürdüğü “evrensel uyum” ve “evrensel refah” üzerine öğretileri, bizzat bu çelişme tarafından gitgide daha açık biçimde yalanlanıyordu. Gerçek böyleyken, burjuvazinin sınıf sözcüleri, işçi sınıfından ve burjuvaziye karşı mücadelesinden söz edilmesini, sisteme karşı işlenmiş bir suç saymaktaydılar. Bu propaganda yeni unsurlarla desteklenerek bugün de sürdürülüyor.
Proletaryanın öncü kesimleri, proletarya devrimlerinin deneylerini, proletaryanın “ilk teşebbüslerinin yetersizliklerini” dikkatle incelemek zorundadırlar. Kapitalizme karşı mücadelenin başarıyla sürdürülmesi ve kesin zafer için bu gereklidir.
Proletaryanın, sınıf düşmanına karşı başarılı bir ihtilali hazırlayabilmek için tarihinin bilincini de edinmesi gerekmektedir. Bu ise, sınıf mücadelesinin, doğanın ve toplumsal hareketin yasalarının bilgisinin yanı sıra, burjuvaziye karşı mücadelesinde aldığı yenilgileri de doğru biçimde irdeleme gücü göstermesine bağlıdır. Burjuvazi, sınıf iktidarı için hiçbir barbarlıktan geri kalmayacağını Paris Komünü sırasında gösterdi. Sonrasında da gelişen ve gerçekleşen her halk devrimine karşı sermayenin uluslararası tüm güçleri birleşik bir saldırı yürüttüler.
Uluslararası mali sermayenin emrindeki ideologlara; burjuva tarihçileri ve politikacılarına bakılırsa, işçi sınıfının ve sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin ebedi yenilmezliği ve son toplumsal sistem olduğunu tanıtlamıştır! “Sınıfsız ve sömürüşüz toplum” özleminin bir hayal olduğu üzerine alçakça propaganda yürütenler, yeni bürokrat burjuvazinin, “işçi sınıfı adına”, ancak burjuva bir kastın egemenlik aracına dönüştürdüğü “sosyalist devleti” kanıt olarak göstermektedirler. Elbette Marksist teoride öngörülen sosyalist proletarya diktatörlüğünün Kruşçevci bürokrat burjuva diktatörlüğünden farklı olduğunu, burjuvazinin bu uşakları da bilirler.
İşçi sınıfının Sovyetler Birliği deneyi ve sosyalizmin inşa pratiğinden çıkaracağı sonuç ise, kuşkusuz farklıdır: Toplumsal zenginliğin üreticisi sınıf olarak proletarya, sömürünün tasfiye edildiği bir toplumsal sistemi kurabileceğini ve buradan, sınıfların ve sınıf ayrıcalıklarının ortadan kalkacağı ve herhangi bir baskı örgütlenmesine gereksinimin kalmayacağı komünizme varma olanağının bulunduğu sonucunu çıkarmazsa, kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesinde kesin zafere ulaşamaz.
Bütün saldırılara karşın, proletarya (kır ve şehrin diğer emekçilerini de yanına alarak), burjuvazinin sınıf diktatörlüğünü parçalayarak, onun iktidarını yıkmış ve yöneten bir sınıf olarak örgütlenerek yeni bir devleti (proletarya diktatörlüğü) ve yeni bir toplumu (sosyalizm) kurabilmiştir. İşçi sınıfı, bunu başaracak güce ve yeteneğe sahip olduğunu göstermiştir. O halde, proletaryanın tüm ülkelerdeki kolları, Sovyetler Birliğinde yaşananın kendi tarihleri olduğunu bildikleri ve ondan öğrendikleri oranda ileriye doğru yürüyeceklerdir.
Politik sınıf ilişkilerinin esasını iktidarın kimin elinde olacağı ve nasıl kullanılacağı oluşturur. Özel mülkiyetin üzerinde yükselen politik bir sistemde, bu sistem ne denli “demokratik” olursa olsun, “adil bir paylaşımı” ve hukuksal alanda “eşit haklar” olanaklı değildir. Üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutanlar, bu mülk sahipliğini sürdürmeyi esas amaç olarak benimsemişlerdir. Devletin tüm kurumları; ordu, polis, yargı ve diğerleri; tümü tekelci kapitalist azınlığın yararını korumakla görevlidirler. Devlet yetkililerinin, işçi ve emekçi kitlelerden sürekli fedakârlık istekleri nedensiz değildir. Onlar tekelci sermayenin işlerinin yürütücüleridir. Ayrıcalıklı durumlarını sürdürmek için bugünkü sömürü düzenini koruyan siyasal aygıtın ayakta kalmasını isterler. Halk kitlelerinden ve tek tek bireylerden, devlete mutlak biçimde itaat istenerek; “devletin ezelden ebede bir doğal otorite olduğu” sanısı yaratılarak, bu ilişki tarzı ve sömürü sistemi sürdürülmeye çalışılıyor.
Bugünün en önemli taleplerinden biri de bütün devlet görevlilerinin, halka karşı, yaptıkları her işten sorumlu tutulmaları ve işledikleri suçlar nedeniyle yargılanmalarıdır. İşçi sınıfının ileri kesimleri başta olmak üzere, proletarya ve emekçi kitleleri, burjuva diktatörlüğünün sınıf düşmanı karakteri ve işlevi hakkında tam bir netliğe ulaşmadıkça, burjuva ideolojik-politik kuşatmayı aşmaları oldukça zordur. Her somut durumdaki toplumsal gelişmeleri ve sınıf ilişkilerindeki değişmeleri doğru değerlendirmek ve buna uygun ve hareketi ileriye götüren siyasal taktiklerin başarıyla uygulanması da ancak bu durumda mümkün olabilecektir.
Gördük ki, her devlet bir sınıf devletidir. Kapitalist toplumda devlet, hangi biçimi alırsa alsın ve hangi ad altında iş görürse görsün, o gerçekte işçi ve emekçiler üzerinde, burjuvazinin (günümüzde esas olarak tekelci burjuvazinin) baskı ve egemenlik aracıdır. Proletarya, kendisiyle birlikte tüm toplumu sömürüden ve baskıdan kurtarmak için öncelikle bu baskı makinesini kırıp-parçalamak zorundadır. Devlete sahip çıkma ve devleti tüm topluma ait sayma anlayışları her şeyden önce işte bu gelişmeyi engelleme amacı taşımaktadır.

Mart 1998

Globalizm, özelleştirme, esnek çalışma ve savaş

Son birkaç ay, Türkiye açısından son derece önemli gelişmelere sahne oldu. Bir yandan Türkiye’nin dış politikasında, egemen sınıflar ve hükümetlerinin 3040 yıllık çabaları başarısızlıkla sonuçlanırken, öte yandan özelleştirmeden esnek çalışmaya kadar değişik ve önemli alanlarda işçilerin, sınıf mücadelesinde dönemeç teşkil edecek adımları oldu.
Türkiye’nin doğu ve batıya yönelik politikalarının iflas etmesi; Türkiye-İsrail askeri işbirliği anlaşmalarının ortak askeri tatbikat yapacak bir boyuta ulaşması; emekçilerin gündemine Türkiye’nin bağımsızlığı sorununu soktu. Bütün bunlara ek olarak Körfez’de yapılan emperyalist yığınak ve 2. Körfez Savaşının gündeme gelmesi; anti-emperyalist mücadele görevlerinin, Türkiye’nin bağımsızlığı sorununun yakıcılığını çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Her biri ayrı ayrı gibi görünen, özelleştirme, esnek çalışma, savaş gibi gelişmelerin aslında aynı merkezden yönetilen ve tek bir amaca yönelik saldırının ayakları olduğu geçen süre içinde iyice ortaya çıktı. Bu saldırıların ortak hedefinin uluslararası tekellerin dünyayı tek bir global pazar olarak ellerine geçirmek olduğunu söylemek gerçeğin yalın bir ifadesi olur.
Globalleşme (küreselleşme) ve yeni dünya düzeni kavramları adı altında ’80’li yılların sonunda bağlatılan uluslararası kampanya; sonuçlarını vermeye başladı, bu kavramlar arkasına saklanan amaçların ne uttuğu da hızla ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye açısından da sun bir yıl itinde önemli gelişmeler oldu. İşçi sınıfı ve emekçiler; globalleşme ve yeni dünya düzeni adı al tında sunulan vaatlerin aslında emekçi sınıflara, onların kazanılmış haklarına, daha da önemlisi ülkenin bağımsızlığına yönelik bir saldırı olduğunu fark ettiler. Yatağan işçilerinin özelleştirmeyi ülkenin bağımsızlığına, ulusal sanayisine bir saldırı; İstanbul’da Cam İş Makina Kalıp işçilerinin esnek çalışmaya karşı başvurdukları grevin aslında “bütün işçi sınıfı adına yürütülen bir grev” olduğunu ilan etmeleri bir rastlantı değildir. Ya da geniş emekçi yığınların Körfez’de gündeme gelen ve ikinci bir Körfez Savaşı olabilecek.
(Bu yazıyı okuduğunuzda bir sıcak savaş durumu ortadan kalkmış olabilir, ama bugünkü dünya koşullan içinde bir Körfez Savaşının yeniden gündeme gelmesi de kaçınılmazdır) Amerikan-İngiliz saldırısı karşısında, 1. Körfez Savaşı’ndan farklı olarak emperyalistlerin Irak’a yeni bir saldırısı olarak algılanması Türkiye’nin işçileri ve emekçileri açısından önemli gelişmelerdir.

GLOBALİZMİN PROPAGANDADA ADI YENİ DÜNYA DÜZENİ OLDU
1980’li yılların sonu ile 1990’lı yılların başında karşılaşılan her sorun biri ötekinden türetilmiş iki kavramla açıklandı. Birinci kavram “globalizm”di. Bundan türetilen ikinci kavram ise “yeni dünya düzeni”ydi. Globalizm; sınırları olan ulusal devletlerin var olmaya devam ettiği ama her tür ticaretin bu sınırları aşarak serbestçe yapıldığı bir dünyayı ifade ediyordu. “Globalizm”den türetilen “yeni dünya düzeni” ise; birinci kavramın ifade ettiği tekellerin fink attığı dünyanın üstünü örtme amaçlı, daha çok işçi ve emekçi yığınlarının gözünü boyamak için türetilmiş “propagandif” nitelikli bir kavramdı. Kuşkusuz bu kavramların içeriği başka kavramlarla da dolduruldu. Her biri şekere batırılmış zehir olan “serbest piyasa ekonomisi”, “esnek çalışma”, “yeni endüstriyel ilişkiler”, “ekonominin yeniden yapılandırılması”, “verimlilik”, “özelleştirme” dibi kavramlar bu dönem boyunca sıkça gündeme geldi. Dahası bu kavramlar ekonomistler, aydınlar arasında tartışma konusu olmakla kalmadı, bu kavramlarla ifade edilen amaçlara uygun olarak; doğrudan işçi sınıfının, emekçilerin haklarına, çalışma ve sosyal yaşamlarına yönelik etkili silahlar olarak kullanıldı.
Yeni dünya düzeni; dünyadaki milyarlarca emekçiye yönelik bir aldatıcı vaatler demetiydi. Çünkü temelinde tekellerin globalleşmiş dünyasının olduğu yeni dünya düzeni; evrensel barışın gerçekleştiği, adaletin uluslararası ilişkilerde başlıca ilke olduğu, bilimsel ve teknolojik devrimin getirdiği büyük refah patlamasından herkesin (her ülke ve her sınıftan insanın) payını aldığı: kısacası, barış ve refah içinde, demokrasinin en ileri biçimde gerçekleştiği bir dünya olarak tarif ediliyordu. Bu dünyanın kurulması için de; ulusların ve ülkelerin milliyetçi, bağımsızlıkçı önyargılardan arınması gerekiyordu. Bunun temeli ise, serbest piyasa ekonomisi üstünde yükselecek serbest ticaret uluslararası ticaretin hiçbir sınır ve gümrük duvarı tanımadan yaygınlaşması olacaktı. Çünkü ekonomide serbestlik, kaçınılmaz olarak siyasette de serbestliği getirecek, herkes kendi çıkarını kovalarken de en adil paylaşım gerçekleşecekti. Sınır engelleri ortadan kalktığı için de aynı ticaret ve çıkar ilişkisi içindeki ülkelerin, ulusların birbirleriyle savaşmasının anlamı kalmayacaktı.
Böylece, Marksistlerin toplumların ve insanlığın ilerlemesinin temeli olarak gördüğü sınıflar mücadelesi anlamını yitirecek, bu anlamıyla da “tarihin sonu”na gelinecekti!
Bu saf ultra-emperyalist teoriye ilk destek, bilindiği gibi, yolunu kaybetmiş eski Marksist çevrelerden geldi. Çünkü Friedmancı ekonomi çevreleri tarafından ortaya atılan ve Reagancı ve Thatcherci uygulamalarla ete kemiğe kavuşan bu kuramın fikri temellerine kavuşturulması, toplum içinde propaganda edilmesi işini bu eski Marksist çevreler gönüllü olarak üstlendiler.
Ne var ki; devasa burjuva propaganda aygıtının bütün çabalarına ve “teorisyenlerin” yeteneklerine karşın yeni dünya düzeni olarak sunulan vaatler manzumesi, sadece bir iki yıl tedavülde kalabildi. Yeni dünya düzeninin popülaritesinin zirvesinde olduğu bir dönemde patlak veren Körfez Savaşı ve Avrupa’nın ortası da dâhil dünyanın her köşesinde hükmünü icra eden ırk, milliyet, aşiret, din, mezhep çatışmaları ve iç karışıklıklar yeni dünya düzeninin en flaş vaadi “evrensel barış”ın kof bir propaganda olduğunu gösterdi. Öte yandan bir avuç gelişmiş, ülke ile dünyanın geri kalan ülkeleri arasında, birer birer ülkelerde emekçi sınıflarla egemen sınıf arasında hızla derinleşen gelir uçurumu yeni dünya düzeninin nasıl bir refah paylaştırıcısı olduğunu gösterdi. Böylece yeni dünya düzeni kavramı, bizzat yaratıcıları tarafından kullanımdan çıkarılırken, globalizm öne çıkarıldı.
Globalizmin gerekleri, ABD başta olmak üzere başlıca kapitalist ülkelerin, uluslararası büyük tekellerin, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans merkezlerinin uyguladığı politikaların gerekçesi yapıldı. Bugün de globalizmle ifade edilen amaçlara varmak için özelleştirmeden savaşlara kadar her yola başvurulmaya devam ediliyor.
Aslında globalizm kavramıyla ifade edilen amaçlar; çağlara ve toplumsal sistemlere göre büyük farklılıklar gösterse de tarih boyunca dünya egemenliği peşinde koşan imparatorların, devletlerin, dinlerin başlıca amacı olmuştur.

GLOBALİZM, YENİ BİR İCAT MI?
Sınıfların ortaya çıkmasından bu yana tarih sahnesine çıkan her sistem, kendisini ebedi, insanlığın keşfettiği son ve en ideal sistem olarak ilan etti. Tarihteki ilk büyük imparatorluk olan Roma imparatorluğundan başlayarak, belli başlı büyük imparatorluklar, toplumsal bir sistem olma iddiasındaki Hıristiyanlık ve Müslümanlık ile kendisini bu dinlerin yayıcısı ilan eden imparatorluklar, kendileriyle birlikte artık “tarihin sonuna” gelindiğini iddia ettiler. Kendilerinden öncekileri ve kendisi dışındakileri barbar, kâfir, batıl, terörist, bölücü ilan edip kendilerini insanlığın en son ve en ileri temsilcisi, biat edilmesi gereken makam olarak gösterdiler. Dolayısıyla kendi egemenliklerinde dünyanın ebedi bir barışa, refaha, adalete kavuşacağını ilan ettiler. Roma İmparatorluğu, sonra Katolik Roma Kilisesi merkezli Hıristiyanlık, arkasından İslam İmparatorlukları ve Osmanlı İmparatorluğu hep bir “cihan sistemi”, “cihan imparatorluğu” olma, bugünkü deyimiyle dünyayı kendi egemenlikleri altında “globalleştirme” nesinde koştular.
Kapitalizm, tarih sahnesine çıktığında; bir yandan feodal parçalanmışlıklara son verdi öte yandan da çok uluslu imparatorlukları parçalayarak ulusal devletleri şekillendirdi. Yani kilisenin ve imparatorlukların globalizm iddialarına son verdi; ulusal çıkarı, burjuva milliyetçiliğini öne çıkardı. Ama aynı zamanda da sermaye uluslararası karakterinden dolayı, hiçbir sınır tanımadan, dünyada serbestçe dolaşma isteğini de daha baştan ortaya koyarak, kapitalizmin bir dünya sistemi olma iddiasına da önemli bir yer verdi. Sömürgecilik, kapitalizmin ilk globalleşme denemesinin aracı olarak uygulandı.
Tekeller de, kapitalizmin uluslararası olma niteliğinin somut ifadeleri olarak biçimlendi. Ulus ve ülke çıkarı tanımayan tekeller, kâr peşinde koşarken ulus, dil, din, mezhep, milliyet farkı gözetmediler. Ama bu uluslararasılık devletleri kullanarak dünyanın bütününe egemen olma amacıyla birleştiği ölçüde de dünyanın yeniden paylaşımını gündeme getirdi. Son yüzyıl içindeki iki dünya savaşı/tekellerin dünyaya egemen olma kavgasının, dünyanın şu ya da hu tekel ve tekel gruplarının çıkarları etrafında birleştirilmesinin ürünü olarak çıktı. Kautsky’nin ultra emperyalizm teorisi; tekellerin çıkarları et rafında birleştirilmiş, globalleşmiş, emperyalist dünya teziydi.
Mantıksal bakımdan sermayenin uluslararası bir karakterde olması ve tekelleşmenin ulaştığı boyutlar, tarihte globalizmi mümkün kılmaya en müsait sistemin kapitalist sistem olabileceği fikrini doğurabilirse de; kapitalist sistemin iç çelişkileri, tekeller arasındaki azgın rekabet her birleşmenin daha büyük kavga ve ayrışmaları da beraberinde getirmesinin temeli oldu. Son yüzyıl içindeki iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel ve yerel savaş; emperyalist ülkeler arasındaki kutuplaşmalar, son 10 yıl içinde globalizm yanlılarının bütün iddialarına karşın kapitalist dünyanın uzlaşmaz çelişkileri gerçek ve gönüllü bir globalizmin olmayacağını ortaya koymuştur. Çünkü kapitalizmin ana özelliği çıkarları birbirine zıt sınıflara bölünmüş bir dünya olmasıdır ve böyle bir dünyaya tekeller, tekelci gruplar ve büyük emperyalist ülkeler arasındaki korkunç boyutlardaki rekabeti eklemiştir. Bu yüzden de pratikte Amerikan patronluğunda dünyanın tek bir kapitalist dünya olarak bütünleştirilmesi çabaları yeni bölünmeleri ve kargaşaları, yeni rekabet odaklarını, dolayısıyla yeni yıkım bölgelerini ve çatışma odaklarını doğurmaktadır.

GLOBALİZM İNSANLIĞA NE GETİRDİ?
Globalizmin teorisyenleri ve propagandacıları; globalizmi, barışın, demokrasinin, refahın, uluslararası adaletin globalleşmesi, bütün dünyada geçerli olması olarak tanımladılar. Ama gerçekte globalleşme; savaşların, iç kargaşaların dünyanın her köşesine yayılması oldu. Demokrasi ise; bırakalım dünya ölçeğinde yayılıp gelişmeyi, en gelişmiş batı ülkelerinde bile örneğin 20 yıl öncesine göre; daha da geriledi. Bir yandan terörizm tehdidi iddiasıyla kişi hakları kısıtlanırken, polis baskısı giderek daha hissedilir oldu. Ceza yasaları sertleştirildi; emekçi hakları, “ekonominin yeniden yapılanması” adı altında ortadan kaldırıldı. Dahası; geçmişte birbirinden hiç olmazsa politik farklılıklar gösteren burjuva partileri aynılaşarak seçimler tam bir oyuna, aldatmacaya dönüştü. Fuhuş, uyuşturucu kullanımı, mafya organizasyonları sosyal yaşamı tahrip eder boyutlara vardı. Refah sorunu ise; tamamen tersine döndü. Hem gelişmiş kapitalist ülkelerle dünyanın öteki ülkeleri arasındaki refah uçurumu hem de birer birer ülkelerde emekçi sınıflarla egemen sınıflar arasındaki uçurum tarihte görülmemiş boyutlara ulaştı. Serbest rekabetçiliğin, globalizmin savunucuları bile “bu uçurum hepimizi yutar” çığlıkları atmaya başladı. ABD’nin tutucu fikir adamlarından Edvar Luttwak, gelişmeler karşısında tepkisini şöyle ifade ediyordu: “Marksistlerin yüzyıl önce iddia ettikleri ve o dönem için doğru olmayan şey şimdi gerçek oluyor, işçi sınıfı gün geçtikçe yoksullaşırken, kapitalistler daha da zenginleşiyor” ;
New York’un büyük bankalarından Morgan Stanley’in yöneticisi Stephan Roach, serbest rekabetin ve globalizmin önemli savunucularındandı. Ancak Roach; 1996 Mayısında müşterilere gönderdiği mektupta şunları yazmak zorunda kaldı: “Yıllarca üretim artışını erdem olarak gördüm. Ama şimdi bunun bize Kutsal Ülkenin kapılarını açıp açmadığından çok farklı düşündüğümü itiraf etmeliyim… İşgücünün sürekli ezilmesine izin verilemez. İstihdamın ve ücretlerin azaltılması, sonuçta sanayimizin kökünü kurutacak bir tasarı.”
Örneğin Türkiye Genç İşadamları Derneği’nin (TÜGİAD) dergisi de bu gerçeği kabul ediyor. Dergi, gelir dağılımı ile ilgili şu saptamaları yapıyor: “Gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderek artmasının nedeni birçoklarına göre, son 15 yılda dünyanın birçok yerinde giderek yaygınlaşan liberal ekonomik politikalar olarak gösterilmektedir. Uygulanan bu politikalar sonucunda, hükümetler vergi oranlarını yüksek gelirlilerin lehine düşürmüş ve düşük gelirlilere yaptığı sosyal yardımlara da sınırlamalar getirmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin büyük gayretle uygulandığı Amerika, Yeni Zelanda, İngiltere’de gelir dağılımındaki adaletsizlik özellikle son yıllarda büyük ölçüde artış göstermiştir… 1930’lu yıllardan 1970’li yıllara kadar ABD’de zengin ve yoksullar arasındaki uçurum giderek daralmış, ancak 1970’lerden itibaren gelir dağılımındaki adaletsizlik giderek artmış ve günümüzde en yüksek seviyesine ulaşmıştır 1990 sayımına göre; ABD nüfusunun yüzde 13,5’i yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır” (TÜGİAD, Ekim ’97)
Dünya Bankası’nın ’96 yılı raporuna göre; gelişmiş kapitalist ülkelerde kişi başına ulusal gelir 23 bin 420 dolar iken alt gelirli ülkelerin ortalaması sadece 380 dolar, orta-alt düzeyde gelişmiş ülkelerde 1590 dolardır. Dünya ortalaması ise 4 bin 470 dolardır.
Türkiye’de nüfusun en üst yüzde 5’i ile en alt yüzde 5’i arasında 1960’lı yıllarda 11 kat olan gelir farkı, 1990’lı yıllarda 33 kata çıkmıştır.
Bunun da ötesinde; emekçileri işsizliğe, açlığa ve sefalete mahkûm etme süreci; ileri ve geri ülke farkı gözetmeksizin emekçi sınıflar aleyhine işleyen bir süreç olmaya devam ediyor. Devlet bütçelerinden eğitime ve sağlığa ayrılan paylar bütün dünya ülkelerinde azalıyor. Yani gelişmenin yönü gelişmiş ülkelerle geri ülkeler, üst sınıflarla emekçi sınıflar arasındaki gelir uçurumunun derinleşmesi doğrultusundadır. Yakın gelecekte de bunun azalacağını gösteren hiçbir belirti yoktur. Son yüzyıl içinde ortadan kalkmış ya da iyice azalmış olan verem, sıtma gibi halk sağlığıyla ilgili hastalıklar bu alanlara ayrılan fonların düşmesine ya da tümden kaldırılmasına paralel olarak yeniden çoğalma eğilimine girmiş bulunuyor. Genellikle yükselen bir trend izleyen ülkelerdeki eğitim düzeyi yeniden düşüş göstermeye başladı. Kısacası, globalizmin propagandacılarının başlıca dayanağı olan iddialar; evrensel barışın, demokrasinin yaygınlaşmasının, refahın bütün ülkeler ve toplum tarafından paylaşılacağının tümüyle yalandan ibaret olduğu geçen on yıl içinde artık bu tezin savunucularının da inkâr edemeyeceği bir biçimde ortaya çıkmıştır. Kısacası; barış, adalet, demokrasi, refah globalleşmemiş; ama işsizlik, emekçi sınıfların sürekli yoksullaşması, eğitimsizlik, salgın hastalıklar, köşe dönmecilik, spekülasyon, rantçılık, bilimin-sanatın ve estetiğin değer kaybetmesi, uyuşturucu, fuhuş, mafya globalleşmiştir.
Yeni dünya düzeni demagojisi iflas ettiği ölçüde gerçekte globalleşmeden amacın ne olduğu daha açık görülür hale gelmiştir.

WHTO GLOBALİZMİN ANAYASASINI HAZIRLIYOR
Son 10 yıl içinde artık iyice görülmüştür ki; globalleşmede asıl amaç, dünyanın tek bir pazar olarak bütünleştirilmesidir. Bu bütünleşmenin ilkeleri ve koşulları ise; bir avuç uluslararası tekel tarafından belirlenmektedir. Burada amaç; geri kalmış ülkelerin son yüzyıl içinde giriştiği bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist mücadeleler ile sosyalizmin yan ürünü olarak gerçekleşen ulusal sanayilerin ve tarımın bir avuç uluslararası tekel tarafından ele geçirilmesidir. Özelleştirme; gümrük duvarlarının önemsiz hale getirilmesi ya da tümden kaldırılması; geri kalmış ülkelerin sanayileri ve tarımının çökertilmesi; iç pazarın ve ayakta kalabildiği kadarıyla sanayinin uluslararası sermayeye entegre edilmesinin yöntemleri olarak uygulamaya sokulmuştur.
Bu yüzden de Özelleştirme; Türkiye’nin hükümeti ya da patronlarının “ülke ekonomisini kurtaralım” diye icat ettikleri bir yöntem değildir. Tersine uluslararası sermayenin, geri kalmış ekonomileri denetim altına almak, bu ülkeleri pazar olarak açmak için başvurdukları bir yöntemdir. Çünkü 20. yüzyıl boyunca ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalizmin başarıları emperyalizme önemli darbeler vururken, geri ülkeleri, halk demokrasilerini emperyalist ülkelerin at oynattığı ülkeler olmaktan da önemli ölçüde uzaklaştırmıştı. Bağımsızlıklarını kazanan eski sömürgeler ve yan sömürgeler, kendi sanayilerini kurmaya koyulmuş, tarımlarını yeni teknolojilerden de yararlanarak en azından kendilerine yeter hale getirmeye yönelmişlerdi. Gümrükler aracılığı ile de korunan ulusal pazarlar hayli gelişmişti. Sosyalizmin varlığı ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yüksek temposu, emperyalist ülkeleri bu gerçeği kabul etmeye zorlamıştı. Özellikle sosyalizmin baskısı ve kapitalizmin sorunları gelişmiş kapitalist ülkelerde de devletin sanayi ve hizmet sektöründe (sağlık, eğitim, toplu ulaşım, iletişim vb.) yeni görevler üstlenmesini, tekellerin keyfince davranmasını önlemişti.
1950’li yılların ortalarından itibaren Sovyetler Birliği’nin geriye dönüş sürecine girmesi ve kendisine sosyalist diyen ülkelerin şahsında sosyalizmin dünya ölçüsünde giderek itibar yitirmesine bağlı olarak da, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren özelleştirme gündeme getirildi. Ancak, Sovyetler Birliği’nde kapitalistleşmenin had safhaya çıkması ve açıkça sosyalizmden vazgeçtiğini açıklamasından sonra ise; özelleştirme, sadece şu ya da bu ülkede uygulanmak istenen bir yol olmaktan çıkıp bütün dünyada; gelişmiş ülkelerde “sosyal devletlin gereklerinden olarak ifade edilen emekçi haklarının ortadan kaldırılması, geri ülkelerde de bir tür sömürgeciliğin gerçekleştirilmesi için dayatılan yol oldu. Özelleştirmeye, gümrük duvarlarının etkisiz hale getirilmesi ve giderek tümüyle ortadan kaldırılması eşlik etti. Çünkü uluslararası tekellerin globalleşmiş bir dünya pazarı amacının önünde başlıca iki engel vardı: Birincisi, ülkelerin son yüzyıl içinde kazandıkları bağımsızlıkları üstünden yükselen ulusal sanayileri ve tarımları, ikincisi ise gümrük duvarlarıydı. Gümrük duvarları bölgesel ekonomik birlikler adı altında ortadan kaldırıldı. Bu sadece geri ülkelerin sanayilerinin değil tarımlarının da çöküşünü hazırladı. Eski tarım ülkeleri, bu dönemde sanayi ülkelerinin gelişmiş tarımları tarafından üretilen başlıca yiyecek maddelerine muhtaç hale getirildi. Ülkelerin sanayileri ise özelleştirmeyle yıkılmaya yönelikti. Uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin krize sürükledi geri ülkelerin hemen hemen tamamı IMF ve Dünya Bankası’nın eline düştü. Bu uluslararası sermaye merkezlerinin; geri ülkelere “yardım” için koştukları en genel ve en temel koşullar; gümrük duvarlarının indirilmesi, özelleştirme, tarıma ve sanayiye yapılan devlet sübvansiyonlarının kaldırılması oldu. Ve tabii; ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının uluslararası tekellerin yağmasına açılması için teşvikler istendi. Örneğin gelişmiş ülkeler (Avrupa ve Kuzey Amerika), bugün bile tarımda çalışan kişi başına 500 dolar sübvansiyon yapmaya devam ederken; IMF ve Dünya Bankası Türkiye’de kişi başına verilen 48 dolarlık desteğin de kaldırılmasında ısrar ediyor.
Türkiye tarımının son 15 yıl içinde çökertilmiş olduğunu Cumhurbaşkanı bile kabul etmek zorunda kaldı. Bundan 15- 20 yıl önce; tarım üretimi kendi kendine yeten dünyanın birkaç ülkesinden birisi olan Türkiye, bugün buğdaydan şekere, etten peynirden yağa başlıca tarım ve hayvancılık ürünlerini ithal eder duruma geldi. Şimdi de uluslararası sigara tekelleri. Türk tütününün köküne kibrit suyu dökmek ve tütün-sigara pazarını bütünüyle ele geçirmek için harekete geçmiş bulunuyor. Öte yandan GAP’ın, uluslararası sermayenin yeni ilgi alanlarından birisi olduğunu son günlerde yabancı heyetlerin GAP bölgesine yönelik ziyaretlerinden anlıyoruz.
Uluslararası sermaye ve başlıca kapitalist ülkeler; Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da özelleştirmede ve bu ülkelerin ekonomilerini yıkıma uğratmada hayli ileri adımlar atmış bulunuyorlar. Emperyalist ülkeler; AB, NAFTA, Güneydoğu Asya Ülkeleri Ekonomik Birliği gibi gümrük birlikleri ve ikili anlaşmalarla pek çok ülkeyi uluslararası kapitalizme entegre edecek gümrük sorunlarını önemli ölçüde çözmüşlerdir. Şimdi ise; uluslararası tekellerin ihtiyaçları doğrultusunda “globalizmin anayasası” dedikleri yeni bir sözleşme hazırlamaktadırlar.
Nisan ayında OECD ülkeleri arasında imzalanacak olan ve resmi adı “Çok Yönlü Yatırım Anlaşması” (Multilateral Agreement on Investmen, MAI) olan anlaşma uluslararası tekellere sınırsız imkânlar tanımaktadır. Dünya Ticaret Örgütü (WHTO) Başkanı anlaşma için, “Tek bir küresel (global) ekonomi için ortak anayasa hazırlıyoruz”diyor.
1995’ten beri hazırlıkları süren bu anlaşma uluslararası tekellere yeni ve büyük ayrıcalıklar getiriyor. Devletlerin politik-ekonomik kararlarından ve toplumsal huzursuzluklardan dolayı uluslararası tekellerin uğrayacakları zararları bile devletten tazminat olarak tahsil etme imkânı tanınıyor MAI’ye. Tabii bu koşullarda ülkelerin ulusal hukuklarının herhangi bir geçerliği olamayacak. Bu anlaşmaya giren ülkeler beş yıl süreyle bu anlaşmadan çıkamayacak, çıkanlar ise 15 yıl süreyle bu anlaşmaya bağlı olmaya devam edecek. Anlaşma, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 29 OECD ülkesi tarafından imzalandıktan sonra, diğer ülkelere de dayatılacak.
Türkiye de OECD’nin üyesi olarak bu anlaşmayı imzalayacak. Dolayısıyla, bu sömürge anlaşmasının kapsayacağı ilk ülkelerden birisi de Türkiye. Ancak Türkiye’de bu anlaşmadan önce de ulusal hukukun geçersizleştirilmesi girişimleri başlamış bulunuyor. Ocak ayı içinde Türkiye’ye gelen ABD Enerji Bakanı’nın Türkiye’ye Amerikan tekellerinin gelmesi için koştuğu ön şart da Türkiye’nin sömürgeleşmesinde ileri bir adımdı. Çünkü Amerikalı Bakan, Amerikan şirketlerinin Türkiye’ye yatırım yapması için “Türkiye’nin uluslararası tahkime açılması”nı istemişti. Uluslararası tahkim ise; Türkiye ile uluslararası tekeller arasında çıkacak herhangi bir anlaşmazlıkta yetkili mahkemenin “uluslararası mahkemeler” olması anlamına geliyor. Ve uluslararası ticaret mahkemelerinin verdiği karara itiraz edilemiyor. Yani iç hukukun ne dediği önemli değil. Dolayısıyla özelleştirmeyle ilgili bir soruna Anayasa Mahkemesi ya da Danıştay değil Cenevre’deki uluslararası mahkeme bakacak. Ya da Eurogold’un çevreyi kirletip kirletmediğine de Türkiye’nin mahkemeleri değil uluslararası ticaret mahkemeleri karar verecek.
MAl ise; “uluslararası tahkimi” de aşarak, eğer bir firma için uluslararası mahkeme, örneğin çevreyi kirletiyor diye faaliyetlerine son verse bile, hükümet firmanın bu karardan dolayı uğrayacağı zarar-ziyanı tazmin etmek zorunda kalacak. Nitekim daha MAI yürürlüğe girmeden, basında çıkan haberlere göre, Bir Amerikan firması ürettiği ilaç katkı maddesi zehirli olduğu gerekçesiyle yasaklandığı için Kanada hükümetinden 251 milyon dolar tazminat istiyor. Yine iki ABD şirketi, zehirli atıkları toprağa gömmelerini engelleyen Meksika belediyelerine tazminat davası açmış bulunuyorlar,
Şimdi bile ne ulusal hak, ne insan hakları, ne çevre gözeten firmaların arkalarına MAI’yide aldıklarında gemi iyice azıya alacaklarından, dünyayı yağmalamada hiçbir hukuki, ahlaki sınır tanımayacaklarından kuşku yok. İşte globalizm adı altında kurulmak istenen dünya ekonomik sistemi böyle bir sistem; sadece işçi sınıfını işsizliğe, ekonomik sefalete, örgütsüzlüğe sürüklemekle kalmıyor, ülkelerin bağımsızlığını da tanımayarak, daha çok kâr uğruna dünyayı bir yangın yerine çevirmeyi de hedefliyor, Globalizm, insanlığın geleceğini tehdit ediyor.

GLOBALİZMİN SINIFI VURAN SİLAHI: ESNEK ÇALIŞMA
Uluslararası sermaye sadece ulusal sınırlar, ulusal sanayiler açısından dünyayı dikensiz gül bahçesi yapmak istemiyor. Aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin parçalanması ve işçi sınıfının, emekçilerin kazanılmış hakları bakımından da hiçbir sınırlama istemiyor. Bu, yıllardır, “verimlilik”, “sanayinin yeniden yapılanması” ya da “yeni endüstriyel ilişkiler” gibi masum görünen kavramlar arkasına gizlenen politikalarla hayata geçirilmek isteniyor. Sonuç olarak “kuralsızlaştırma” (de-regülasyon) âdı verilen girişimlerle, iş yasaları ve toplu sözleşmelerin işçi haklarını korumaya yönelik tüm maddelerine karşı bir savaş yürütülüyor. Uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri, her adımda yeni bir dayatma ile işçi haklarını gasp etmeye yönelmiş durumda. Ve uluslararası planda yoğun bir kampanya yürütülüyor. Batının en gelişmiş ve bundan 15–20 yıl önce “refah devleti”, “sosyal devlet” örneği olarak sunulan ülkelerden başlayıp tüm dünyaya yayılan işçi ve emekçi haklarına yönelik saldırı; işçi sınıfının 300 yıllık mücadelesinin ürünü olan, belirli bir günlük ve haftalık iş saatinden ücretli izinlerin kaldırılmasına; hastalık parasından belirli bir iş için kadrolu olmaya, sendikal örgütlenmelerden toplusözleşmeye kadar patronun işçi üstündeki egemenliğini sınırlayan her tür yasa ve sözleşme maddesi üretimdeki verimliliği düşüren, sanayinin gelişmesini önleyen engeller olarak değerlendiriliyor.
Örneğin Almanya gibi dünyanın en gelişmiş ülkesi, işçilere hastalık parası ödemek istemiyor; Noel tatilini kaldırmak, dini ya da milli tatil günleri için ücret, ikramiye ödemelerini budamak istiyor. Haftalık iş süresi resmen 35 saat olduğu halde fiilen yürürlükten kalkmış bulunuyor. Birçok işyerinde işçiler hiçbir sınır tanımadan, günde 11–12 saat çalıştırılıyor; ama fazla mesai ücreti ödenmiyor; ödenen yerlerde de kaldırılması için her yol deneniyor.
En gelişmiş ve işçi haklarının en yoğun mücadelelerle alındığı ülkelerde bile sendikaların güçsüz düşürülmesi için taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma bütün hızıyla sürüyor.
Uluslararası sermaye, globalleştirdiği dünyada, işçi sınıfı mücadelesinin, işçi haklarının ayağına takılmasını istemiyor. Bu yüzden de dünyanın her köşesinde, işçi haklarına karşı gerçek bir kampanya yürütüyor. Amacı, 18. yüzyılda olduğu gibi, işçinin hiçbir hak ve örgüte sahip olmadan dişinden tırnağına örgütlü patron karşısına çıkıp iş istemesi. Patronun da belirli bir süre için işçiyi kiralaması. Bunun ötesinde bir kural, yasa, sınır tanımak istemiyor uluslararası tekeller. Yani hiçbir işçi yarın da işe gideceğim güvencesinde olmasın, her an işten çıkarılabileceğini bilsin isteniyor. Böylece hiç kimsenin iş güvencesi olmayacak, herkes her an daha iyi bir iş arar durumdayken aynı zamanda iş bulma umudunu sürdürmüş olacak. Nitekim esnek çalışmanın en yaygın olduğu ABD’de istatistiklere göre işsizlik yüzde sıfıra yaklaşmış. Bu, ABD ekonomisinin zaferi gibi propaganda ediliyor. Ama başka istatistikler; sürekli işsizler, iş değiştirmek isteyenler, yarım gün ya da haftada birkaç gün çalışabilenlerden oluşan işsizler ordusunun ABD’nin çalışabilir nüfusunun yüzde 24’ünü kapsadığını gösteriyor. Yani çalışabilirlerin yüzde 24’ü geçinebileceği bir iş arıyor; ama esnek çalışma kurallarına göre bunlar işsiz sayılmıyor. Ayda bir gün bile bir iş bulup çalışıyorsa; işçinin işi var sayılıyor.
Esnek çalışmanın yerleştirilmesi, bir yandan burjuvazinin propaganda odakları tarafından esnek çalışma olmadan rekabet edilemeyeceği propagandasıyla kamuoyu oluşturulurken öte yandan işçi örgütleri dağıtılarak, örgütsüzlük işyerlerinde adım adım yaygınlaştırılarak ilerliyor. Sınıf uzlaşmacılığının, sendika bürokrasisinin egemen olduğu sendikalar açıkça ya da el altından patronlarla işbirliği içinde esnek çalışmanın yerleşmesi için gayret gösteriyorlar. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) on yıldır “kuralsızlaştırmayı”, yani esnek çalışmayı yaygınlaştıracak, ilk bakışta sureti haktan görünen, “ilke kararları” alıyor.
Türkiye’de esnek çalışma propaganda, fiili uygulamalar olmaktan çıkarılmış toplusözleşmelerde dayatılan bir “ilke” haline gelmiştir. En son, Şişe Cam Holding’e bağlı Cam-İş Makina Kalıp Fabrikasında patronlar, geleneksel ücret tarifinden vazgeçip;
“Ben; izin, ikramiye, bayram tatili, vizite izni, hastalık, fazla mesai falan tanımam; işçi kaç saat tezgâh başında çalışmışsa onun ücretini öderim. Gerisi beni ilgilendirmez” diye direniyor. İşçiler 24 Ocak 1997’den beri “bu ilkeye” karşı grevde. Makina Kalıp işçilerinin grevi “Esnek çalışmaya hayır” diyen ilk grev olması bakımından çok önemli. Çünkü MESS başta olmak üzere patron örgütlerinin bu yılki sözleşmelerde aynı maddeyi dayatacaklarından kuşku duyulamaz. Bu yüzden de Makina Kalıp işçileri; “Biz aslında işçi sınıfının bütünü için mücadele ediyoruz” derken gerçeğin en önemli yanını ifade ediyorlar. Ama aynı zaman işçiler sadece Türkiye işçi sınıfı için değil tüm dünya işçi sınıfının mücadelesiyle birleşiyorlar. Çünkü onlar, uluslararası sermayenin globalleşme planına karşı mücadele ediyorlar. Döndürülen tekere, Makina Kalıp’ta çomak sokmuş bulunuyorlar.

GLOBALLEŞMENİN SAVUNUCULARIYLA SAVAŞ KIŞKIRTICILARI AYNI GÜÇLERDİR
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en kapsamlı askeri harekât olan 1. Körfez Savaşı ve 7 yıldır her an bir savaşa yol açabilecek kriz; elbette bir petrol savaşıdır. ABD Körfez’de üslenerek, bütün Ortadoğu petrollerinin, Kafkas ve Orta Asya petrol ve doğalgazı ile petrol yollarının güvenliğini sağlamayı amaçlıyor. Böylece Asya ve Avrupa’daki petrol ihtiyacı içindeki gelişmiş kapitalist ülkelerin de ipini elinde tutmuş oluyor. Başka bir söyleyişle; ABD Körfez’de izlediği ve zaman zaman silahlarla yürüttüğü politikayla sadece petrol ülkelerini tehdit altında tutmuyor aynı zamanda bölgede ve dünyada kendisiyle rekabet eden ve edecek olan ülkelere karşı da kendi pozisyonunu güçlendirmeyi amaçlıyor. Körfez’deki krizin kronikleşmesinin bir nedeni bu. Ama bu sadece gerçeğin bir yanı. Gerçeğin diğer yanı ise; globalizm!
Evet. Uluslararası tekeller ve gelişmiş kapitalist ülkeler, dünyayı serbestçe talan etme imkânlarını genişletmek için özelleştirmeyi, gümrük duvarlarının kaldırılmasını, esnek çalışmayı yaygınlaştırmayı teşvik ediyorlar. Bunun için baskı, şantaj, tehdit, “yardım”, yıkıcı propaganda, provokasyon, ekonomik ambargo, siyasal tecrit her yolu deniyorlar. Ama bütün bu yöntemlerin sonuç vermediği durumda da savaştan, iç karışıklıklar çıkarmaktan çekinmiyorlar. Örneğin Doğu Avrupa’nın içi geçmiş revizyonist diktatörlüklerini iç karışıklıklar çıkararak nispeten kısa süre içinde yıkmayı başardılar ve bu ülkeleri hızla emperyalist tekellerin at oynattığı zavallı ülkeler durumuna düşürdüler. Bunu başaramadıkları ülkeleri ise; terörist ilan etmekten, bu ülkelere karşı her türlü silahlı eylemi meşru hale getirecek politikaları devreye sokmaktan çekinmediler.
Gelişmeler izlendiğinde açıkça görülüyor ki; uluslararası tekellerin globalleşme çabalarına engel olan ülkelere karşı emperyalist ülkeler yaptırım uyguluyorlar. Libya. Sudan, Suriye, İran, Irak gibi ülkeler terörist ülkeler olarak ilan edilmişlerdir. Körfezdeki savaş da bu yanıyla globalleşmenin önündeki engellerin kaldırılmasına yöneliktir.
Kısacası Körfez’deki savaş kışkırtıcısı güçlerle özelleştirmeyi, esnek çalışmayı, globalleşmeyi dayatan güçler aynı güçlerdir. Dolayısıyla Körfez’de savaşa karşı mücadele; ABD ve emperyalistlerin bölgeden çıkarılması mücadelesi; uluslararası tekellerin ve emperyalist ülkelerin “globalleşmiş dünya” çabalarına karşı da bir mücadeledir.

TEKELLERİN GLOBALİZMİNE KARŞI MÜCADELE YAYGINLAŞIYOR
Özelleştirmenin gündeme geldiği ilk yıllarda; Rahmi Koç başta olmak üzere özelleştirmenin radikal savunucuları; “Gerekiyorsa tank ve topla da olsa özelleştirmeyi bir an önce yapmalıyız. Zaman geçerse özelleştirmeyi tamamlamak mümkün olmaz” diyorlardı. Patronlar ve onların temsilcilerinin kaygısı, özelleştirmenin ne olduğunun işçiler ve emekçiler tarafından anlaşılması; bu işçi ve halk düşmanı uygulamaya karşı topyekûn direnişe geçilmesi ihtimaliydi.
Globalizm de benzer durumla karşılaştı. Başlangıçta sihirli bir sözcük olarak; dünyanın geleceğini kurtaracak bir yöneliş olarak sunulan globalleşmenin, zaman içinde, bırakalım dünyanın geleceğini kurtarmanın, dünyanın geleceğini karartmanın yolu olduğu görüldü. Ve giderek önce globalleşmeyi savunanlar kendi içinde bölündüler. Çünkü şu görüldü ki; globalleşme, bir avuç tekel ve en gelişmiş birkaç sanayi ülkesi dışında herkes için bir yıkım demekti. Özelleştirme önce Latin Amerika ülkelerinde, Arjantin, Meksika ve Brezilya’da büyük yıkımlara yol açtı. Arkasından da globalizmin savunucularının en iddialı oldukları Güneydoğu Asya’daki çöküş geldi. Bu gelişmenin globalizmin ideologları arasındaki çatışmayı daha da hızlandıracağı kuşkusuzdur.
Cilası dökülen globalizm, aydın çevrelerden, orta sınıflardan aldığı desteği de kaybetme surecine girdi. Öte yandan işçiler ve emekçiler; globalleşmiş bir dünyaya giden yol olarak uygulamaya sokulan özelleştirme ve esnek çalışmanın işçi-emekçi düşmanı niteliğini gördüler. Bu yüzden de özelleştirmeye ve esnek çalışmaya karşı direnişler giderek yaygınlaşmakta ve çeşitlenmektedir. Avrupa; son 5 yıldır; esnek çalışmaya karşı çıkma merkezli, 50 yıldan beri görülmedik ölçüdeki protesto ve direnişlere sahne olmaktadır. Sendikal bürokrasinin mücadeleyi engelleme çabaları çoğu zaman başarısız kalmaktadır. Geri ülkelerde ise işçiler özelleştirmeye karşı ülke bağımsızlığını, anti-emperyalizmi birleştiren bir rotaya yöneltmiştir. Örneğin Türkiye’de Yatağan işçilerinin çıkışı, arkasından maden işçilerinin, tekel işçilerinin ve tütün üreticilerinin onları izleyen bir biçimde bağımsızlık sorununu gündeme almaları buna tipik örnektir.
Dünyayı tekeller için tam bir talan sofrasına çevirme çabaları, gelişmiş ülkeler de dâhil köylü yığınlarının yeniden tarih sahnesine çıkmasının vesilesi olmuştur. Fransız, İspanyol, Portekiz, İtalyan, Yunanistan köylüleri kendi çıkarlarını korumak için sık sık sahneye çıkmaktadır. Bir yandan gümrüklerin kaldırılmasını öte yandan tarımın desteklenmesini önleyen hükümetlerin ve IMF’nin dayatmalarına karşı çıkan köylüler, Türkiye gibi ülkelerde, ülke bağımsızlığının da savunuculuğu saflarında yer alıyorlar.
Uluslararası tekeller; belki “yolun yarısını geçtik” diye bir “global dünya anayasasını, AMİ’yi hazırlıyorlar. Ama her zaman dünya ölçüsündeki çabalar “yolun yarısını” geçtikten sonra akamete- uğramıştır. Bu yüzden de globalleşmenin başarıya ulaştığını söyleyenlerin hevesleri kursaklarında kalacaktır. Çünkü bir yandan işçiler, köylüler, emekçiler; ezilen ülkelerin halkları her geçen gün tekellerin dünyayı nereye götürmek istediğini görmekte ve tepkilerini dile getirmektedir. Öte yandan tekellerin, tekelci grupların ve emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler uluslararası tekellerin hayal ettiği gibi bir globalleşmeyi imkânsız kılacak etkenlerdir. Çünkü dünya ancak, çıkarları çatışan sınıflara ve devletlere bölünmüşlüğün son bulmasıyla globalleşebilir. Bunun tek olanaklı sistemi ise; sosyalizmdir. Evet, dünya sonunda sınırlardan, sınıf ayrıcalıklarından kurtulmuş bir insanlık dünyası olarak globalleşecektir. Ama bu tekellerin dünyasında olmayacaktır.

Mart 1998

Birim çalışması açısından Bir fabrika incelemesi

H. HAKKI DOĞAN

GİRİŞ
Devrimci işçi partisi, birim örgütünü ve birim çalışmasını, varlığının ve faaliyetinin olmazsa olmaz temeli olarak ele aldı. Israrla birim örgütleri oluşturmaya, çalışmasını birim temeline oturtmaya çalıştı. Propaganda ve ajitasyon araçları da bu sorunu birçok yönden ele alarak işledi. Birim çalışmasının önemi üzerinde yapılan bu kuvvetli vurgu elbette tesadüf değildir. İşçi sınıfı partisinin örgütleme, örgütlenme ve çalışma tarzının işçileştirilmesinin, büyük ölçüde birim çalışmasının oturmasına bağlı olduğu gerçeği, bu ısrarın nedenleri, hakkında yeterli bir fikir veriyor.
Gerçekten de kitlesel bir işçi partisinin temel örgüt biçimi birim Örgütü ve temel çalışması birim çalışmasıdır. Bir işçi partisi, en yalın olarak fabrika, işletme ve emekçi semtlerinde örgütlü birimlerin toplamı olarak tanımlanabilir.
Birim çalışması “içeriden” bir çalışmadır. Seslenilen kitle ile seslenenin iç içe olduğu, tarafların birbirlerini yakından gözleyebildiği bir çalışmadır. Çalışmayı yürüten ile çalışmaya kazanılmak istenen kişilerin arasındaki tek fark bilinç farklılığıdır; ikisi de aynı fabrikanın işçisidir, aynı ücrete ve çalışma koşullarına mahkûmdur.
Birim çalışması, partinin sınıf içinde kökleşmesi ve sınıfın özelliklerinin partide cisimleşmesi açısından da vazgeçilmez bir öneme sahiptir. İşçinin kendi kaderini kendi eline almasının, irade ve inisiyatifini ortaya koymasının, işçi demokrasisinin oluşup kökleşmesinin yolu da birim örgütlenmesinden geçer.
Burjuva ve küçük burjuva örgütler, kimi durumlarda “birim örgütleri” kursalar bile, esas özellikleri itibariyle, yığınların inisiyatifini kırıcı, onlara projelerinin gerçekleşmesine yaradıkları ölçüsünde ihtiyaç duyan örgütlenmelerdir. (Fabrikaya birim, orada çalışan birkaç işçinin bir araya getirilmesine de birim örgütü denebilirse, çeşitli küçük burjuva grupların da birim örgütü kurduğu söylenebilir. Ancak bu örgüt, işçinin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda örgütlenmesinin değil, irade ve inisiyatifinin kırılmasının, sınıf özelliklerinin iğdiş edilmesinin ve kendine yabancılaştırılmasının araçlarıdır.Bu bakımdan da, kurdukları birim örgütü bile onların “dışarıdanlık” özelliğini ortadan kaldırmaz.) Klasik burjuva partiler için yığınlar, iktidara gelmelerine meşruiyet sağlayacak oy sahipleridir. Geleneksel “sol” da tam anlamıyla dışarıdan çağrılarla onları harekete geçirmeye çalışır. Onlar için, kitleler, ürettikleri projelerin gerçekleşmesi için yardımına ihtiyaç duyulan bilinçsiz yığındır. Sınıf dışı örgütler, emekçilerden oy veya destek isterler. Yığınlar adına davranırlar, yığınların kendi geleceklerin kendi ellerini alması perspektifine yabancıdırlar.
Devrimci bir işçi-emekçi partisi ise, yığınların talepleri doğrultusunda harekete geçerek kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi perspektifiyle davranır. Eğer “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri” olacaksa, devrimci bir partiye düşen, sınıfın kendi kurtuluşunun gereklerini kendi mücadelesi ve öz deneyimi sürecinde kavramasına yardım etmektir. Fabrikaların ve diğer üretim ve yerleşim birimlerinin esas alınmasının nedeni budur. Peki, işçilerin partisi birim örgütlenmelerini yaratma konusunda hedeflediği düzeye varmış mıdır?
Sorunun yanıtı olumsuz olacaktır. Bu yazı, yalnızca ısrarın ve sorunu genel hatlarıyla ortaya koymanın gerekli ancak güncel durum bakımından yetersiz olduğu ve olabildiğince çok örnek üzerinde tartışmanın konuyu pratik yönleriyle de anlaşılır kılacağı saptamasından yola çıkarak, doğru teorik yaklaşımı özgülleştirmeyi hedefliyor. Yazıda, bir bakıma, birim çalışması anlayışının nasıl yaşama geçirilmesi gerektiği/geçirildiği, birim çalışması yürütürken ne gibi bilgilere vakıf olunması ve nelere dikkat edilmesi gerektiği ortaya konulmaya çalışılacak. Söz konusu birimdeki çalışmalardan da yeri geldiğince örnekler verilecek.
Bu çalışmada alan olarak, birim çalışması için ideal bir model olması nedeniyle bir fabrika seçildi. İncelenmek için seçilen fabrikaya yönelik asgari devrimci çalışmanın bulunması zorunluydu. Bunlar dışında herhangi bir koşul gözetilmedi.
Yazının ilk bölümünde fabrikanın genel özellikleri ve çalışma koşulları aktarılacak, devamında ise bu genel bilgilerin ışığında genel politika özgülleştirilmeye çalışılacak. Yazının ilk bölümü kimi okuyucuya sıkıcı gelebilir, ancak fabrika koşullarının anlaşılması açısından bu bilgilerin gerekli olduğunu düşündük.

I.
FABRİKA VE ÇALIŞMA KOŞULLARI ÜZERİNE GENEL BİLGİLER
FABRİKANIN GENEL ÖZELLİKLERİ
Ümraniye Yukarı Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Packard Elektrik, otomobillerin elektrik ağını oluşturan kablo sistemleri (harness) üreten bir fabrikadır. Ümraniye bölgesindeki hatırı sayılır işletmelerin başında gelmektedir ve metal işkolu kapsamındaki en büyük birkaç işletmeden biridir. 1989 Nisan’ında üretime geçen fabrikada üç vardiya halinde haftanın 6 günü kesintisiz üretim yapılmaktadır. A, B ve C vardiyalarında binin üzerinde işçi çalışmaktadır.
Packard Elektrik fabrikası, Packard Elektrik Sistemleri adlı uluslararası bir şirkete bağlıdır. Bu şirket, İstanbul fabrikasından sonra otomobil fabrikalarına yakın olmak amacıyla 1991’de Bursa’da da aynı dalda üretim yapan bir fabrika kurmuştur. 28 kişiyle üretime başlayan Bursa fabrikası bir yıl sonra kendi binasında 700 kişiyle üretime geçmiştir.
Packard Elektrik fabrikasının bağlı olduğu Packard Elektrik Sistemleri adlı uluslararası şirketin ana ürün dizisi zırh olmakla birlikte, şirket; kablo bağlantı sistemleri, elektronik ve modüler montajlar üretimi de yapmaktadır. Konumuz olan İstanbul Ümraniye’deki fabrika, otomotiv sanayi yan ürünlerinden olan otomobil kablo ağları üretmek üzere kurulmuştur.
Şirketin Türkiye’de üretime geçmesinin en önemli nedeni Türkiye’deki ucuz işgücü, düşük vergi ve kira-inşaat olanaklarından yararlanmaktır. Türkiye’de üretilen ürünlerin büyük bir bölümünün sermayenin geldiği yere, yani Avrupa’ya gönderilmesi bunu doğrulamaktadır. Şirketin bir yetkilisi de, Türkiye’nin kendilerine uluslararası rakipleriyle “rekabet edilebilir bir temel” sunduğunu söylemekle, Türkiye’yi cazip kılan nedenlerin başında ucuz işgücünün bulunduğunu ifade etmektedir. Yatırımın Türkiye’de yapılmasının önemli nedenlerinden biri de Türkiye’de ve İran, Hindistan, Romanya, Mısır gibi bölge ülkelerinde gelişen otomotiv sektörünün büyüyen ihtiyaçları olmuştur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Packard Elektrik Sistemleri (Packard Electric Systems) adıyla anılan şirket General Motors’un (GM) bir koludur. (Packard Elektrik Şirketleri Genel Müdürü Rudy Schlais aynı zamanda General Motors’un başkan yardımcısıdır.) Dünyanın belli başlı emperyalist tekellerinden biri olan GM, 1988 yılında otomobil yan sanayi bölümleri kurmaya başlamıştır (Packard da bunlardan biridir). Ancak sonradan GM’ye bağlı olmayan otomobil fabrikalarının yan sanayi ürünleri pazarını daha rahat kapabilmek için otomobil yan sanayi bölümlerini General Motors’dan biçimsel bakımdan bağımsızlaştırarak DELPHI adı altında bir araya toplamıştır. Packard Electric Systems de Delphi’ye bağlanmış ve adı Delphi Packard Electric Systems olarak değiştirilmiştir. Yalınlaştırırsak: İstanbul Packard Elektrik ve Bursa Packard Elektrik bir arada Packard Elektrik Türkiye’yi oluşturuyor; Packard Elektrik Türkiye, PE Avrupa Organizasyonu üzerinden Delphi Packard Electric Systems’e, o da Delphi’ye bağlıdır. Ve tabii ki Delphi de General Motors’a.
Delphi, 38 ülkede 194 işletmeye sahiptir ve çalışanlarının toplamı 183 bin kişidir. Bünyesinde her biri bir otomobil yan sanayi alanında üretim yapan yedi alt kuruluş bulunan (Packard Elektrik bu yedi kuruluştan biridir) bu şirketin 1997 yılının ilk çeyreğindeki net satışı 6,7 milyar dolar ve net kârı 180 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Delphi başkanı net satışın yüzde 2,7’sini oluşturan bu kârı yetersiz bulmakta ve şirkete bağlı organizasyonların önüne net satışın % 5’ini kâr olarak gerçekleştirmeyi hedef olarak koymaktadır.
Packard Elektrik dünya kablo üretiminde birinci sırada yer aldığı gibi PET de Türkiye’deki hemen tüm otomobil firmalarının tek harness üreticisidir.
İstanbul Packard Elektrik’in başlıca müşterileri şunlardır: Belçika ve Almanya’da Opel, İngiltere’de Vauxhall, İtalya’da Fiat, Tayvan ve Mısır’da GM, İran’da Peugeot. Türkiye’de; GM, Mercedes Benz Türk, Otosan Ford, Oyak Renault, Tofaş, Toyotasa, Kocaeli’nde üretime geçmeye hazırlanan Hyundai otomobil fabrikasının kablo sistemleri de yine Packard tarafından üretilecektir. Görüldüğü gibi Türkiye’deki belli başlı tüm otomobil firmaları ve iki dev rakip Koç ve Sabancı grupları Packard’ın müşterileridir.
Packard, gerçekleştirdiği ihracatla İTO, İSO gibi patron örgütleri ile Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığının takdir ve ödüllerine de mazhar olmuştur. 1994 yılında gerçekleştirdiği 56,5 milyon dolarlık ihracatla en çok ihracat yapan üçüncü firma olmuştur. ISO 9002 Kalite Belgesine de sahip olan Packard, şirketin Mısır, Pakistan gibi bölge ülkelerinde üretim yapmasının da sıçrama tahtası rolünü oynamaktadır. Bu iki ülkeye kurulan fabrikalar, Türkiye’den gönderilen teknik ekiple faaliyete geçirilmişlerdir.
Üretimi artan ve müşteri ağı sürekli genişleyen, “başarıdan başarıya imza atan” bu işletmenin müşterilerine dönük parlak yüzü kaba çizgileriyle yukarıdaki gibidir.
Ama cilalı parlaklığın bir de gerçek, işçinin sinirleri, kasları, bedeni, ruhu üzerinde işlem yapılan arka yüzü vardır. Şimdi de emekçilere dönük bu yüze bakalım.

İŞÇİLER: AYAKTA 8 SAAT
“Packard’da bir işçinin dayanma süresi 5 yıldır” Bu ifade, Packard’da beş yıl kesintisiz çalışan bir işçinin çeşitli hastalıklarla iş göremez hale geldiğini anlatmak için kullanılıyor. Patron ile işçinin üzerinde anlaştığı (belki de tek) doğru bu. 5 yıl çalışan bir işçi kronik bel ağrıları, varis, taban çökmesi gibi hastalıklarla boğuşuyor. İşten ayrılmak zorunda kalıyor ya da işverence “ayıklanıyor.” Sonra gösterişli törenlerle yeni adaylar kurstan geçiyor, “başarıyla sertifikalarını alıyorlar” ve 5 yılda posaları çıkmak üzere üretime koşuluyorlar.
İlk başta bu anlatılanlara inanası gelmiyor insanın. Çünkü Packard Elektrik, kullandığı teknoloji ve iş koşulları bakımından bölgenin en “modern” fabrikası görünümünde. İşyeri temiz, bir kurum doktoru ve eğitimden geçirilmiş sağlık ilk yardım ekipleri var. Çalışma süresi 30 dakikalık yemek ve 10’ar dakikalık iki çay molası da içinde 8 saat. Tüm işçiler işe girerken sendikalı olurlar, yani sendika da en doğal haktır. Şöyle böyle bir yemek de çıkar. Görüldüğü gibi, birçok işletmede işçilerin işlerini yitirme pahasına uğrunda mücadele ettiği “3 S” (sendika, sigorta, sekiz saatlik işgünü) görünüşte Packard’da vardır.
Ama yine de Packard’da bir işçi 5 yıldan sonra teklemeye başlar. Packard, koca ve kanlı dişleriyle işçiyi adım adım öğüten modern bir çarktır.
Packard işçilerinin ezici çoğunluğu kadındır. İşçilerin neredeyse tamamı lise mezunudur. Sekiz saat boyunca işçinin tüm kaslarını ve sinirlerini geren bir tempoda sürer üretim. Çalışma ayakta olur. Dışarıya yansıyan ihracat ve kalite ödüllü/belgeli görüntünün altında vahşi bir sömürü gerçeği gizlidir. Üretimdeki her artış, alınan her kalite belgesi, işçinin içine hapsedildiği kıskacın bir diş daha sıkılması demektir. Packard’da “esnek üretim” geçerlidir. “Japon mucizesi”nin ilk keşfedildiği işletmelerden biridir Packard.

“ESNEK ÜRETİM”, DAHA ÇOK SÖMÜRÜ!
Geçen yıla kadar Packard’ın Personel Müdürlüğünü (onlar Direktör diyor) yapan Hamdi Çelikel, Japonya’da incelemelerde bulunmuş, Japon mucizesinden ders çıkaran bir de kitap yazmış: “Bir personel yöneticisinin gözüyle JAPON YÖNETİM SİSTEMLERİ.” Şirketin kendini tanıtmak ve işçileri yönlendirmek için çıkardığı aylık iletişim dergisi de Japon üretim sistemini öve öve bitiremiyor. Şirketin yatırımcıları ve yabancı Genel “Direktörü” de Japon sisteminin azami kâr kapısını açan bir mucize olduğuna inandıklarından fabrikadaki üretim sistemini bu ilkelere göre örgütlemişler. Ancak özgün bir şekilde, kendilerinden de bir şeyler katarak.
Üretim düzenini kısaca özetlersek: Üretim süreci, hammadde olarak kabloların kesimhaneye (cutting) girmesiyle başlar. Kesilen ürünler taşıma (transporting) elemanları tarafından montaj bölümüne nakledilir. Montaj ünitesi ana hatlardan (Üne) oluşur ve bu hatların her birinde temel üretim birimini oluşturan “Board”lar bulunur. İngilizcesiyle “board” olarak ifade edilen ve işçilerin diline de bu şekilde yerleştirilen bu üretim bandı, kablo takımlarının (harness) montajının yapıldığı birimdir ve her boardda yaklaşık 25 işçi çalışır. Yalınlaştırdığımız bu süreç, gerçekte karmaşıktır. Board’da çok farklı türde kablolar üretilir ve bir dizi ara işlemden geçer. Ama ana üretim bölümleri yukarıda saydıklarımızda ve tabii bunları kalite kontrol ve paketleme tamamlar.
Fabrikada bir kalite kontrol ünitesi bulunmakla birlikte her işçi işlem yapmak üzere önüne gelen ürünün evvelki işlemlerinde bir hata olup olmadığını anlamak zorundadır. “Self-Kontrol”, “Geri Bildirim Mekanizması”, “Toplam Kalite Kontrol”, “Ardışık Doğrulama” gibi kavramlarla ifade edilen sistem, işçinin tüm enerji ve dikkatinin son sınırına kadar zorlanmasından başka bir şey değildir. (İşçinin üretirken kalite kontrol yapmasına Self Kontrol; kendisinden öncekini denetlemesi ve kendisinden sonrakince denetlenmesine Ardışık Doğrulama; çıkan aksaklıkların, zaman kaybına yol açan işlemlerin azaltılmasına dönük vb. bulguların kalite kontrol ünitesine bildirilmesine Geri Bildirim Mekanizması; ürün kalitesinden sadece kalite kontrol ünitesinin değil üretim sürecine katılanların sorumlu tutulmasına da Toplam Kalite Kontrol deniyor.) Bu sistem, her işçiyi kendisinden önceki işçiyi denetleyen ve kendisinden sonrakince denetlenen konumuna getirir. Önüne hatalı olarak gelen ürünü fark edemeyen azarlanır; saptayıp geri yollayanın ise sırtı sıvazlanır. Üretim sürecinde ortaya çıkan sorunlar ile üretimi hızlandırıcı yöntemlerin kalite kontrol bölümüne iletilmesi teşvik edilir. Bu uygulamanın patrona daha az emek-gücü karşılığında daha fazla ürün ve dolayısıyla daha fazla artık-değer anlamına geldiği açıktır. Bunun işçiler için sonucu ise, arada bir sırt sıvazlama, çok özel durumlarda 50–100 DM para ama daima, daha çok rekabet, iş yetiştirememe stresidir. İşçinin yanındakini de daha yüksek tempoda çalışmaya zorlaması ise bu sistemin diğer bir gereğidir. Bir board etrafında ve bant usulü çalışan işçiler, istenen miktarda sayı çıkartmak zorundadırlar. Aksi durumda ekipçe sorumlu tutulurlar. Bu da patronun denetçi ve gözetçileri olan şefler ve ustabaşçılarca işçilerin azarlanmasına, işçilerin suçu kendilerinde, birbirlerinde aramalarına yol açmaktadır.
Patron ve temsilcileri, gerçekten de üretim sürecini “esnekleştirmelerdir.” Boardların devir hızı her an değiştirilebilir, bir ürün üzerinde yapılan işlem için ayrılan süre sürekli değiştirilir ve tabii ki azaltılır.
Esnek üretim adı verilen bu sistemde, genel müdürden vasıfsız işçiye kadar herkesin aynı ekibin parçası olduğu, nimetlerin ve külfetlerin ortak olduğu sürekli tekrarlanır. İş güvencelerinin ve karınlarının doymasının işletmenin kârıyla orantılı olduğu ve tüm çalışanların “ekip ruhu” ile davranmalarının gereği propaganda edilir.
Patron bu uygulama ile birleşik bir sınıf olma özelliğine sahip işçiler arasındaki tüm güven köprülerini yıkmayı amaçlar. İşçi, sözüm ona, sadece yaptıklarına değil, tüm üretim sürecine vakıf kılınacaktır. İşçiye böyle lanse edilir. Ama işçi, basit bir denetçi haline getirilir.
Bir dizi yabancı “direktör” ve uzman yönetici marifetiyle Packard’da uygulamaya konulan üretim sisteminin hedeflerinden biri de işçiye “biz bir aileyiz” masalını yutturmaktır. Bunun içindir ki, Packard yöneticileri, her fırsatta, tüm çalışanların (onlar işçi kavramını kullanmaktan özenle kaçmıyorlar. Yöneten-yönetilen farklılığını örtmeye müsait olan “çalışan” kavramını kullanıyorlar) ortak bir aile ve çıkarlarının ortak olduğunu tekrarlıyorlar. İşçileri, üretimi artırıcı buluş ve teknikler geliştirmeye teşvik ediyorlar; bu işçileri ilan ediyor, bir miktar parayla ve bolca övgüyle ödüllendiriyorlar. Geleneksel piknikler, futbol turnuvaları vb. düzenliyorlar. İşletmenin dergisinde doğum yapanları, evlenenleri kutluyorlar. Bu, elbet işçilerin bir kısmının işletme çıkarlarını (patronun azami kârını) kendi çıkarı kabul etmesine yol açıyor. Ama maddi bakımdan işçiler asgari bir tatminden yoksunken bu aile muhabbeti, pek etkili olamıyor.
İşçilerin başına dikilen ve ordudaki erbaş ve subay yetkilerine sahip denetçiler zinciri, işletmedeki bu mutlu aile tablosunun bir vitrin görüntüsünden ibaret kaldığını ele veriyor. Ustabaşı ve formenle tartışmanın işten kovulmakla sonuçlanması sıradan bir olaydır. Hiçbir işçi, görev yerinin değiştirilmesine, rütbe sökmeye olduğu kadar terfiiye de itiraz edemez. Örneğin kendisine ekip-başı görevi verilen, böylece arkadaşlarını ezmek ve denetlemekle görevlendirilen bir işçinin önünde, ya bu görevi kabullenmek ya da işten ayrılmak dışında seçenek yoktur.
İşçilerin istenen sayıda harness çıkarmaları, onların insanüstü bir çabayla çalışmalarıyla mümkündür. Çoğu zaman bu sayı çıkartılamaz. Board’ın yürüyüş hızı ha bire artırılır. İtiraz etmek yasaktır. Tuvalete gitmek bile mümkün değildir. Ustabaşılar ve formenler işçilere gönüllerince davranmakta serbesttirler.
Ücretler de tatminkâr olmaktan uzaktır. Dokuz yıllık bir işçinin ücreti 70 milyon civarındadır. Bir aylık kan ter içindeki amansız yarışın sonucu yalnızca budur.

II.
FABRİKAYA YÖNELİK ÇALIŞMANIN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ VE SORUNLARI
Fabrikadaki çalışmanın çeşitli sorunlarını ele almadan önce, devrimci bir çalışmanın üzerinde yükseleceği işyerinin özgül taleplerini saptayacağız. Doğaldır ki, bir birim örgütü işe öncelikle faaliyet alanını tanımakla başlar ve patron ile işçi arasındaki sorunları inceleyerek sistematik ajitasyonuna temel teşkil eden talepleri saptar.

TALEPLERİN FORMÜLASYONU İş güvencesi
Packard’da devamlı bir işçi sirkülâsyonu vardır. Yeni işçiler, “üç haftalık başarılı bir kurs sonucunda” sertifikalarını alıp ön kapıdan içeri girerken, bir bölük işçi ise arka kapıdan “uğurlanır.” Bu insanların işle ilişiklerinin kesilme nedenleri farklıdır. Bunların küçük bir bölümünü, evlenerek işten ayrılan genç kızlar oluşturur. Packard işçilerinin büyük çoğunluğu, önceden de söylendiği gibi, kadındır. Bunların da çoğunluğu bekârdır. Packard’ın bekâr genç kızlarının çoğu, etini kıyan bu dişlilerden evlenmek yoluyla kurtulmayı düşler. Bu da işe geçici bakmalarını ve iş koşullarını düzeltmek için mücadeleden geri durmalarını teşvik eder. Ancak bu nedenle işi bırakanlar çok küçük bir yüzdeyi oluşturur. Biraz daha büyük bir yüzdeyi de ağır çalışma koşullarına dayanamayıp işten ayrılanlar oluşturur. İşle ilişiği kesilenlerin ezici çoğunluğunu ise işten atılan ve ayrılmaya zorlananlar oluşturur.
Özellikle 8 yıldır çalışmış ve kıdem tazminatları önemli bir meblağ tutan işçiler, ilerde tazminatsız ayrılmak zorunda kal-maktansa, hiç olmazsa tazminatımı alıp çıkayım demek zorunda kalmaktadırlar. Dönem dönem panolara asılan duyurularda belirli bir tarihe kadar istifa edenlerin tazminatlarının ödeneceği, saptanan tarihten sonra ayrılanların, sağlık durumları elvermediği için olsa bile, bu haktan yararlandırılmayacakları ilan edilir. Bir Packard işçisi, Emek gazetesinin “Emek Kürsüsü” köşesine yazdığı bir mektupta, patron vekillerinin yaptığı bu tür bir duyurudan sonra 50–60 işçinin istifayı tercih etmek zorunda kaldığını açıklıyor.
Kıdemi ne olursa olsun her işçi, şeflerin ve formenlerin iki dudağı arasından çıkan bir sözle işini kaybedebilir. Hiçbir iş güvencesi yoktur. Şefle veya formenle küçük bir tartışmanın, işe 10 dakika gecikmenin, verilen işi şeflerin öngördüğü sürede yetiştirememenin bedeli kapı dışarı edilmek olabilir.
Yönetim, tecrübeli işçiyi muhafaza etmek gibi bir politika gütmez. Aksine, kıdemli işçilerin ayrılmasını değişik vesilelerle teşvik eder. Çünkü yeni alınan bir işçiye, kıdemliye verdiğinin yarısı kadar ücret öder. Lise öğrenimi görmüş yeni işçi de birkaç haftalık kurstan sonra işe vakıf olur. Bu durumda patronun işçi kıyımının önündeki potansiyel engel, sendika ve işçilerin karşı koyuşlarıdır. Sendika kılını kıpırdatmaz. Tensikata mantıklı gerekçeler bulmaya çalışır; çoğunlukla atılanların listesini yöneticilerle birlikte oluşturur. İşçiler ise sendikaya güvenmez, yarı yolda bırakılacakları, satılacakları kaygısıyla tedirgince bir homurdanmadan öte tepki gösteremezler. Böylece patron istediğini yapmakta serbest kalır. “Göze batanları”, “tekleyenleri”, zaman zaman ayıklar. Tecrübeli işçilerin hiçbir sorun çıkarmayanlarına katlanır ancak.
İşten atma, sürece yayılan rutin bir uygulamadır. İşçiler hatlarda, “dün cutting’den iki kişiyi atmışlar” gibi sözlerle arkadaşlarının atılışından birbirlerini haberdar ederler. Toplu bir kıyım olmadığı için tepki birikimi patlamaya dönüşmez.
Aslında işçilerin teker teker atılması, patronun “öz deneyimiyle” bulduğu bir yoldur. Çünkü geçmişte yaşanan toplu tensikatlarda işçiler saldırıyı eylemle cevaplamışlardır.
Packard tarihindeki en büyük iki kıyımdan ilki 1991 Şubatında gerçekleşiyor. İşveren ve Türk-Metal yöneticilerinin hazırladığı liste doğrultusunda 87 işçi atılıyor. Kriz süsü verilen bu kıyımda, öne çıkmış ve özellikle 1991 3 Ocak direnişi sırasında iş durdurmanın öncülüğünü yapmış olanlarla birlikte, işçilerce sevilmeyen kimi formenler ve duyarsız kimi işçiler de listeye dâhil ediliyor. Yine de kıyımdan ilk haberdar olan vardiya, diğer vardiyalarla görüşüp ortak davranmasınlar diye mesai bitmeden servislere bindirilip evlerine gönderiliyorlar. İkinci vardiya kıyımı haber alarak üretime başlamıyor; onlar da erkenden eve yollanıyorlar. Üçüncü vardiyada ise işçilerin bir kısmı çalışmıyor; işveren bu durumda işten atılanların isimlerini tek tek okuyor ve personele gidip çıkışlarınızı alın diyor. İş akitleri feshedilenler, bölümleri dolaşıp iş bırakın çağrısı yapıyor. Bazı bölümlerde çağrıya uyulsa da işçilerin çoğunluğu üretimi sürdürüyor. Atılanlar işyerini üç saat kadar terk etmiyor; yemekhanede toplanıp marş söylüyorlar. Daha büyük bir olay çıkmasın diye işveren vardiyanın bitimine üç saat varken işi paydos ediyor.
1993 Şubat’ında yapılan ikinci toplu tensikata işçilerin yanıtı bu kez daha sert oluyor. TİS’in imzalanmasından bir süre sonra Packard Elektrik Türkiye’nin İstanbul ve Bursa fabrikalarından 170 işçinin işine son veriliyor. Gerekçe aynı: Piyasa durgun. Suç ortakları da aynı: Atılanların listesi sendika ile birlikte hazırlanıyor. (Yazının I. bölümünde, Packard’ın sürekli gelişip büyüdüğü şirketin kamuoyuna sunduğu verilere dayanılarak anlatılmıştı. Gerçekte Toplu Sözleşmenin getirdiği yüklerden ve öne çıkmış unsurlardan kurtulmak amacıyla yapılan bu tenkisatta bir an için patronun gerekçesinin doğruyu yansıttığını kabul edelim. İşçilere “ekip ruhu”yla davranma çağrısı yapan, ve sürekli “Packard ailesi”nden dem vuran patron, nasıl oluyor da piyasadaki en ufak dalgalanmada birazcık fedakarlığa katlanmıyor. Ailenin en kalabalık kesimini ailenin dışına itiyor. Gerekçe sahte, aile teraneleri aldatmacadır. Her kapitalist gibi, Packard’ın patronu da azami kârını gerçekleştirmek için her yolu mubah görür.)
9 Şubat sabahı 24.00–08.00 vardiyasının çıkışında iki vardiyanın işçileri fabrikayı işgal ediyor. Türk-Metal yetkilileri yuhalanıyor, işçilerinin aralarında oluşturdukları Direniş Komitesi, patron tarafınca muhatap alınmak zorunda kalınıyor. Jandarma kuşatması altında saatlerce süren işgal, akşama doğru jandarma müdahalesiyle bitiriliyor.
İşçiler bir sonraki gün Türk-Metal’in Pendik Şubesi’ni basıyorlar. Ertesi gün de İstanbul Şubesi’ni işgal ediyorlar. Geceleyin polis zoruyla sendikadan çıkarılıyorlar.
Bu direnişler, görünür bir başarı elde etmemiş olsa da, patron artık toplu kıyımı tercih etmiyor. Birer ikişer ama aralıksız işçi atıyor. Her işçi her an işten atılabilir. İş güvenliği Packard işçisinin en önemli taleplerinden biridir.
Ücret sorunu
Packard, asgari ücretle işçi alır ve yakacak, ikramiye, çocuk parası vb. “sosyal” ödemeleri de ücretin içinde göstererek yeni başlayan işçiye 35 milyon öder. (Bu yazıya temel teşkil eden veriler Kasım 1997’de toplandı. 1998 yılında ücretlerde yapılan olası artışlar ve işyerindeki olası gelişmeler yazıya yansımadı. Yazının amacının bir fabrikayı tanıtmak değil, bir örnek üzerinden birim çalışmasını irdelemek olduğu düşünüldüğünde bilgilerin 1998’in ilk iki ayını içermiyor oluşu bir eksiklik sayılmaz.) 9 yıllık en kıdemli işçiye ödenen ücret ise 70 milyon civarındadır; yine ücretten ayrı ödenmesi gereken sosyal ödemelerle birlikte.
En başta, emeğin son derece üretken olduğu, alanında tekel konumunda bulunan bir işletme için bu, işçilerin kullandığı yaygın ifadeyle komik bir ücrettir. Aynı firma, aynı işi daha rahat koşullarda ve 5 işgünü çalışarak yapan Almanya’daki işçiye, Türkiye’deki işçiye ödediğinin yaklaşık dört katı ücret ödüyor. Zaten fabrikalarını da en başta bu nedenle Almanya’ya değil Türkiye vb. ülkelere kuruyor.
İkinci olarak, patron, gerçekte Packard işçisinin çıplak ücreti olan ücretin büyük dilimini “sosyal yardım” kategorisine sokarak işçi aleyhine bir dizi imkân elde ediyor. SSK’ya primi asgari ücret üzerinden ödüyor; ücretin esas kısmı için çok cüzi bir vergi ödüyor. Herhangi bir nedenle atılan veya zorunlu nedenlerle ayrılan işçiye kıdem tazminatını asgari ücret üzerinden ödüyor. İşçi uzun bir çalışma sonucunda emeklilik hakkını elde ettiği zaman da emeklilik ücretine temel teşkil eden miktar yine asgari ücret oluyor.
Çalışma koşulları:
“işten atılsam ne olur ki?! Artık işin temposuna ayak uyduramıyorum. Vardiyalı çalışıyorum. Uykum düzensiz. Evde huzur kalmadı. Kızım bana sitem ediyor, iş-uyku, bize zaman ayırmıyorsun diyor. 8 yıl önce 50 sayı çıkarttığımız harness’tan şimdi 75 tane çıkarmak zorundayız.”
Packard’daki acımasız “modern” çark, 8 yıllık işçiyi işte böyle “atarlarsa atsınlar” noktasına getirmiş. Pazarları hariç her gün… Hayır, her gün değil, her gece de değil… Bir hafta gece, bir hafta sabah, diğer bir hafta ikindi vaktinden sonra işe girmek işçinin uyku düzenini, sinir sistemini ve metabolizmasını alt üst ediyor.
Evet, pazarları hariç her gün ayakta 7,5 saat. Tuvalete bile gidemeden çılgın bir tempoda hareket eden bandın hızına yetişmek. Kimi zaman işini yetiştiremeyip “kaymak.” (İşçi, bandın kendi istasyonunda kaldığı sürede yapması gereken işlemi tamamlayamazsa, bant diğer bir işçinin istasyonuna kayar, işçi diğer işçinin istasyonunda işini tamamlamaya çalışır.)
Packard patronları, fabrikanın kuruluşundan itibaren adım adım üretimin temposunu hızlandırmışlar. Öyle ki, kaba bir hesapla, 1990 yılında üç işçinin yaptığı ve o zaman için de yorucu olan işi şimdi iki işçiye yaptırıyorlar. Chaplin’in o unutulmaz filmi “Modern Zamanlar”daki sahneleri aratmayacak tempoda yürür bantlar. Şefler ve formenler, işçilerin tüm isyanına rağmen bandın hızını yükseltirler. İşi yetiştiremeyenler, sinir krizine tutulur, formene yakarırlar. Bayılanlar, fenalaşanlar olur. Ama çark döner.
Bunun etkilerinin en sarsıcı şekilde hissedildiği bölüm; işçilerin % 80’inden fazlasını oluşturan, nerdeyse tamamı da kadın olan montaj işçileridir. Bu iş temposu, işçinin sağlığını, bedenini, ruhunu kemirir. Bu korkunç yarışta, işçi önüne gelen işin bir önceki işleminin doğru yapılıp yapılmadığını da kontrol etmek zorundadır.
Bu tempo, çok ciddi fiziksel ve psikolojik sağlık sorunlarına yol açar; kadınların adet günlerinde tam bir cehennem ızdırabına dönüşür. Packard’ın önemli eylemlerinden biri, bu tarz bir bayılma olayının arkasından gelişmiştir.
Bir gece vardiyasında ağır çalışma temposuna dayanamayan bir kadın işçi fenalaşıyor. Vardiya şefi “bırakın ölsün, karışmayın” gibi ifadeler kullanıyor. Bu duruma erkek bir işçi tepki gösteriyor. Tepki gösteren işçi bir-iki hafta sonra herhangi bir sebep gösterilmeden işten atılıyor. Onunla aynı vardiyadaki işçiler beş-on dakikalık bir tartışmadan sonra yemek boykotu kararı alıyor. Diğer iki vardiya da karara uyarak boykota katılıyor. İdare paniğe kapılıyor. Ertesi gün genel müdür ve üretim müdürü bölümleri dolaşıyor, işçiyi atmalarının işyeri koşulları dışında nedenleri bulunduğunu açıklıyor.
Packard’ın asgari ölçüde yaşanır ve çalışılır hale gelmesinin ilk koşulu bu çılgın çalışma temposunun normal hale getirilmesidir. Bu da işçilerin şu an çalıştıklarının yarı hızında bir tempoda çalışmaları demektir. Bunun sağlanması işçilerin fiziki ve moral durumlarını iyileştirecek, öte yandan işçinin öteki sorunlar üzerinde düşünmesine ve diyalog geliştirmesine imkân tanıyacaktır.
Ama tepedekilerin tepesindeki, en tepedekinin altındaki Bay J. T. Battenberg III (Bir değil, iki değil, üç…) buna izin vermez. Çünkü o, başında bulunduğu Delphi şirketlerinin mevcut kârının yaklaşık iki katına çıkarılmasını istiyor. Bu da bırakın işin temposunu yavaşlatmayı iki katına çıkarmayı dayatıyor. Çünkü kapitalist üretim sürecinde teknolojik gelişim dışında kârı artıracak tek yol emek-gücünün fiyatının düşürülmesidir.
O halde, ayakta geçen zamanın azaltılması ve çılgın üretim temposunun normal seyrine kavuşturulmasının tek yolu kalıyor: Mücadele etmek, kabul ettirmek. Bu kuşkusuz bay Rudy Schlaislann, adlarının sonunda farklı rakamlar bulunan Battenberg’lerin ve semirmiş hissedarların hoşuna gitmeyecektir. Ama işçilerin kararlı mücadeleleri, Avrupa soylularının soğuk bir nezaketle de olsa talepleri kabullenmeleriyle sonuçlanacaktır. Bunun yaşanmış çok örneği vardır.
Sağlık sorunları:
Varis ve bel fıtığı işçinin kucak kucağa olduğu hastalıklardır. Altı günlük ağır çalışmanın, yani 8×6 formülünün kısa vadede gözlenebilen sonucudur bu. Kas hastalıkları, aşırı gürültünün yol açtığı duyusal ve psikolojik sorunlar da başka rahatsızlıklardır. Fabrikada bir doktor, hemşire ile acil durumlarda müdahale edecek şekilde eğitilmiş işçilerden oluşan ilk yardım elemanları mevcuttur. Bu tabii ki, sağlıksız atölyelere kıyasla ehven-i şer bir durumdur. Ama iş temposundan kaynaklanan sağlık sorunlarının süreğenleşmesini engelleyemez. Fabrika doktoru, ortamın hijyenik bakımdan kontrolü ve kimi taramalardan övünerek söz ediyor, iş temposunun işçi sağlığı üzerindeki etkilerine ise arkasını dönüyor.
Ayakta çalışma, kadın sağlığı üzerinde olumsuz etkide bulunur. Hızlı bant sistemi koşullarında ise bu açıkça bir işkence halini almaktadır. Kadınların önemli bir kısmı, özellikle adet dönemlerinde baygınlık geçirmektedir.
Vardiyalı çalışmak da işçilerin ruh sağlığını olumsuz etkilemektedir.
Şef ve formenlerin baskısı
Packard, çalışma koşulları ve disiplin uygulamalarıyla bir toplama kampından farksızdır. Ne ki, çalışma yükümlülerine, uyuyup işgüçlerini yenilemiş olarak dönmeleri için evlerine gitmelerine izin verilmektedir. Şefler ve formenler ise, ellerinde cop veya süngü yerine işten attırmaya kadar uzanan yetkiler bulunan muhafızlardır. Bantların hızlandırılması ve her tür “iş disiplini” bunlar vasıtasıyla gerçekleştirilir.
Bu kışla disiplini koşulları, MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) ile Türk-Metal Sendikası arasında yapılan Packard’ı da kapsayan Grup Toplu İş Sözleşmesi’ne de yansımaktadır. Taraflarca sözleşmenin tamamlayıcısı olarak kabul edilen İç Yönetmelik, bir yasaklar manzumesidir. Kitap, gazete ve dergi okumaktan, kendisine ayrılan kapı dışındaki bir girişten işyerine girmeye kadar her şey yasaktır ve sırasıyla ihtar, bir günlük ücret kesimi ve işten çıkarmayla cezalandırılır. Denebilir ki, bu yönetmelik her işyerinde vardır ama uygulanmaz. Birincisi, uygulanmasa bile işçi üzerinde ağır bir tehdit oluşturur ve ikincisi, bu yönetmelik Packard’da uygulanmakta ve hatta daha da ileriye götürülmektedir.
Formenlerin her dediği uyulması gereken emirdir. Formen, kendisiyle tartışan veya herhangi bir nedenden ötürü hoşlanmadığı işçiyi işten attırabilir.
İşçinin, üretimi artırıcı olanlar dışında, iş koşullarını tartışma hakkı yoktur. Bölümünün değiştirilmesine, daha kötü bir göreve verilmesine veya yükseltilmesine itiraz edemez.
Kazanılmış hakların budanması:
Patron ve vekilleri, işçilere hiçbir yeni hak tanımadıkları gibi her vesile ile kazanılmış hakları budamaya çalışıyorlar. Gerekçe: Piyasa durgunlaştı, işler iyi gitmiyor… Peki, kim fedakârlık yapacak? İşçi. Patronun kârının biraz azalması ise mümkün değildir.
Fabrikanın ilk yıllarında işçilere verilen yılbaşı ve bayram paketleri, işlerin durgunluğu gerekçe gösterilerek 1994 yılından itibaren verilmemeye başlanmıştır. Fabrikanın sorunlarından dem vuran yöneticiler eğer bu armağanları kaldırmazlarsa işçi atmak zorunda kalacaklarını bildirerek, bu iki kötü seçenekten birinde karar kılmalarını istemişler. İşçiler de çeşitli yiyecek maddeleri içeren paket haklarının gaspını kabullenmek zorunda kalmışlar. (Son zamanlarda fabrikada, paket bedellerinin şirketin Avrupa merkezinden ödendiği, ama buradaki yöneticilerce gasp edildiği iddiaları dolaşmaktadır. Bu konuya ileride değineceğiz.)
İşçilerin yılbaşı ve bayram paketlerini “işler durgun” diyerek gasp eden işveren, izin haklarını ise “işler çok sıkışık” diyerek gasp etmiş. Üç haftalık izin hakkının bir haftasını budayan patron, işçilerin homurtuları karşısında bu bir haftanın ücretini % 300 zamlı vereceği taahhüdünde bulunmuş ama ancak normal ek mesailer gibi % 200 zamlı ödemiştir.
Sürekli ayakta çalıştıkları için işçilere verilen ortopedik terlikler iyice kalitesizleştirilmiştir.
Packard patronu, yapacağı her düzenleme hakkında önce ortalığa fısıltı yayıyor, tepkiyi ölçüyor. Ortamı uygun bulursa uygulamayı başlatıyor. Görüldüğü gibi, hak gaspları, işçilerin tepkisizliği nedeniyle birbirini takip edebilmiştir. İşçilerin, haklarının gasp edilmesi karşısında alacakları sert tutum, o talebi o an için gerçekleştirmeye yetmese bile, sonraki bir saldırının önünü kesebilecektir.
Bu nedenle hakların budanması karşısında alınacak tutum sırf o talebin kazanılması veya kaybedilmesinden çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü sessizlik, yeni saldırılar için başlama işareti anlamına gelecektir.
Tüm bu anlatılanları toparlarsak Packard işçilerinin başlıca acil taleplerini şu şekilde sıralayabiliriz:
— İşten atmalara son verilmelidir,
— Çalışma süresi 5 güne indirilmeli, Packard’ın Avrupa fabrikalarındakiyle eşit ücret verilmelidir Prim kaçırma son bulmalı, gerçek ücret üzerinden prim ödenmeli; yılda dört ikramiye ve sosyal yardımlar ayrıca ödenmelidir.
— Bantların devir temposu düşürülmeli, çıkarılacak harness sayısı montaj ünitesindeki işçilerce belirlenmelidir.
— İşçilerin ayakta çalıştığı bölümlerde çalışma 6 saate düşürülmelidir
— Ayakta çalışan kadın işçiler, adet dönemlerinde iki gün izinli sayılmalı veya oturabilecekleri bir işte çalıştırılmalıdır.
— Mevcut İç Yönetmelik iptal edilmeli, işçilerin görüşü alınarak yeni yönetmelik oluşturulmalıdır. Yönetmeliğin uygulanışı işçilerce denetlenmelidir.
— Şef ve formenlerin yetkisi azaltılmalı, her türlü görev değişiminde işçilerin onayı alınmalıdır.
— Yılbaşı ve bayram paketleri ödenmelidir. Her işçi izin hakkını tam olarak ve istediği zamanda kullanmalıdır. Zorunlu izin uygulamasına son verilmelidir.
Packard işçilerinin patronla ilişki alanındaki acil, birim örgütünün işçilerin gündemine sokması gereken (aynı zamanda sloganlarını geliştirmesine temel teşkil eden) talepler genel hatlarıyla bunlardır. Kuşkusuz bu talepler çoğaltılabilir, zaman içinde bunlardan bazıları gündemden düşebilir. Gözden kaçırılmaması gereken ilke şudur ki, talepler, işyeri koşullarının, işçilerin duygu ve özlemlerinin dikkatli bir şekilde gözlenmesinden çıkarılmalıdır. Taleplerin formüle edilmesi, genel geçer taleplerin alt alta sıralanması gibi bir işleme indirgenemez. Eğer işyeri koşulları iyi bilinemezse, işçilerin geçmişte hangi talepler için ne gibi eylemler gerçekleştirdikleri araştırılmazsa ve hangi talebin ne zaman aciliyet kazandığı iyi bir gözlemle saptanmazsa, sıralanan talepler, işçide bir kitap sayfasını okuyormuş hissi uyandırır ancak, onu sarıp kucaklamaz.

* * *
Parti birim çalışması, gerçeklerin açıklanması, teşhir, ajitasyon ve örgütlenme çalışması olarak yalınlaştırılabilir. Bu çalışmanın başlıca hedefi, birimdeki emekçilerin talepleri doğrultusunda harekete geçer konuma gelmesidir. Yukarıda sayılan talepler, parti birim örgütünün çalışmasını üzerinde şekillendireceği özgül temeli oluşturur. Bu bakımdan taleplerin saptanışı kadar savunuluş tarzı da önemlidir. Yani bir kez saptanmış talepleri alt alta sıralayarak her bildiride, her konuşmada sıralamakla bu talepler gerçek anlamda savunulmuş olmaz. Bu konuda dikkat edilmesi gereken konuları şöyle sıralayabiliriz:
Gerçekleşebilir ve “gerçekleşemez” talepler
Yukarda sıralanan taleplerin bir kısmı, patron ile işçi arasındaki mevcut güç ilişkileri göz önüne alındığında bugün için pek gerçekleşebilir görünmemektedir. Ama yine de “gerçekleşemez” görünen bu talepleri ısrarla savunmak gereklidir. Çünkü bunlar, nesnel bakımdan (ve kapitalizm koşullarında) gerçekleşebilir taleplerdir. Ki kimi talepler, kapitalizm şartlarında gerçekleşemez türden de olabilir. Talebin nesnel bakımdan haklılığı ve gerçekleşebilirliği, işçiyi talebin gerçekleşmesine imkân vermeyen koşulları da sorgulamaya götürecektir.
Talepler ve sloganlar, aynı zamanda, yığınların eğitiminin araçlarıdır ve yığınlara mal oldukları ölçüde onların bilincindeki ilerlemenin de somut işaretleridir. Ne var ki, bugün gerçekleşemez görünen talepler, yakıcı acil taleplere bağlanarak savunulmalıdır.
Özgül talepler ile genel talepleri birleştirmek
Bir parti örgütünün birime yönelik ajitasyonu, o işyerinin sorunlarıyla sınırlı olamaz. Elbette işyerinin sorunları ajitasyonun temelini oluşturur ama bir birim örgütü işçi sınıfı ve halkın gündemindeki acil sorunlar için de ajitasyon yürütmekle yükümlüdür. Bu hem işçilerin kendi mücadelelerinin ülke çapında süren genel çatışmanın bir parçası olduğunu kavramaları, hem de ekonomik kazanımlarını güvenceye alabilmeleri için zorunlu bir mücadeledir. Bir fabrikanın işçileri birleşik bir sınıfın ve halkın bir parçası oldukları bilincini, fabrika sorunları dışında ama onlann yaşamını yakından ilgilendiren talepleri sahiplenme sürecinde edinirler. Örneğin patronla zorlu bir pazarlık sonucunda ücretlerini iki katına çıkartmayı başaran işçinin kazanımının kalıcı olabilmesi, TÍS süresi boyunca enflasyonun düşük olması koşuluna bağlıdır vb.
Gerçekte bir fabrikadaki taraflar (patron ile işçiler) arasındaki mücadele ile ülke çapında patronlar sınıfı ile işçiler ve halk arasındaki mücadele aynı özellikler gösterir; birincisi ikincisinin minyatürüdür. Bu nedenden dolayı, bir fabrika sorununu işlerken de ülke çapındaki sorunlar göz önünde bulundurulmak, fabrika sorunları için mücadele, genel talepler için mücadele ile birleştirilmek zorundadır.
En küçük bir talep için mücadele bile genel perspektifle sürdürülmelidir. Packard işçisi, fabrikada daha sağlıklı bir havalandırma sistemi istemiyle giriştiği eylemin Antep’in dehlizi andıran dokuma atölyelerinde eyleme geçen işçininkiyle özünde aynı olduğunu, hareketin birleşik karakter kazanması için kendi fabrikasında özgül sorunları için verdiği mücadelenin yanı sıra, örneğin hükümetin zam politikasına karşı çıkmak gerektiğini de bilmek zorundadır.
Fabrika sorunları için mücadelenin bağlanması gereken genel sorunlar işçi sınıfı ve halkın gerçek gündemini oluşturur. Sermaye ve emek cepheleri arasında çatışma konusu olan, emekçilerin uyanan kesimlerinin uğruna mücadele ettiği bu acil talepler dizisi, işçi sınıfı partisinin dönemsel taktik platformunun kapsamını oluşturur.
Görülüyor ki, yürütülecek ajitasyon ve teşhir çalışması iki yönlü bir çalışmadır. Bir yandan ülke gündemini işgal eden paralı eğitim, çeteler vb. konularda aydınlatma çalışması yürütülürken, bir yandan da fabrikanın özgül sorunlarına, yukarıda ele aldığımız türden sorunlara yönelik teşhir ve ajitasyon çalışması yapılacaktır.
Acil halkayı kavramak
Buraya kadar anlatılanlardan parti birim örgütünün, bir dizi talep için ajitasyon, teşhir ve aydınlatma faaliyeti yürütmesi gerektiği sonucu çıkıyor: İşçiler ile patron arasında fabrika sorunlarından kaynaklanan, çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin; işçi-emekçi sınıflar ile sermaye sınıfı ve devlet arasındaki ilişkilere ilişkin talepler.
Oldukça geniş bir çeşitlilik ve zenginlik gösteren bu ekonomik ve siyasi talepler, nasıl bir sıraya dizilecek, nasıl bir sistem içinde ajitasyon konusu yapılacaktır? Kuşku yok ki, bu taleplerin tümü de önemlidir ve işlenmesi gereklidir. Ekonomik ve politik talepleri sıraya dizmek, üç ay ekonomik ajitasyon yürütüp ardından politik ajitasyona geçmek gibi bir şey söz konusu değildir. Biz her ne kadar soyutlama yaparak ayrıştırsak da, ekonomik ve politik ajitasyon ve hatta ideolojik propaganda aynı sürecin ilişkilerini konu edinir. Aynı zaman dilimi içinde özgün bir fabrika sorunu da, tahliye edilen çete üyeleri de, sermaye sınıfının devletinin özsel nitelikleri de anlatılabilir.
Nasıl ekonomi, politika ve ideoloji birbiriyle yakından ilişkili ise ve bir olgunun farklı yönlerini dile getirirse, ekonomik ve politik ajitasyon da aynı sürecin farklı yönlerini ortaya koyarlar. Ama buradan tüm bu talepleri alt alta sıralamak gibi bir sonuç çıkmaz.
Öncelikle, konu ne olursa olsun güncel vesilelerden yola çıkmak ilk koşuldur. Örneğin emperyalizmin saldırgan niteliğini gözler önüne sermek ve giderek onun temel niteliklerini açıklamak için, ABD’nin Patagonya’daki mezaliminden değil, işçilerce bilinen, diyelim İsrail Siyonizm’ini Ortadoğu halklarına karşı desteklemesi veya Irak’a boyun eğdirme operasyonundan yola çıkmak gerekir. Çünkü bilinen ve belirli bir duyarlığın oluştuğu örnekten hareket etmek, işçiyi daha kolay konuya katacaktır.
Ancak daha önemlisi, işçinin en çok sıkıntısını çektiği sorundan yola çıkmaktır. Zincirin tümünü ele geçirmek için nasıl bir halkadan kavramak gerekirse, işçilerin çok çeşitli taleplerine, ülke çapındaki bir soruna sıçrayabilmek için de işçi için en yakıcı hale gelmiş sorunundan yola çıkmak, diğer talepleri bu ana-yakıcı sorunla ilişkilendirerek anlatmak gereklidir. Kendisinden yola çıkıp öteki talepleri de anlatabileceğimiz canlı, sıcak vesileye acil halka diyoruz.
Packard açısından konuşursak… İşçilerin büyük çoğunluğunun gerici-faşist partilerin etkisinde bulunduğu Packard’da, Türk-Metal yöneticilerinin “faşist” niteliğini dile getirmek etkisiz olacaktır. Ama bu adamların işverenle el ele verip nasıl işçi kıyımını planladıklarını göstermek ve buradan hareketle faşist oldukları gerçeğini açıkla-hi ak, işçiyi düşünmeye zorlayacaktır.
Packard’da tüm talepler içinde en öne çıkmış olanı, board denilen bandın, işçinin, hızına yetişmek için canını dişine takmak zorunda kaldığı temposudur. Packard işçisiyle yapılan her konuşmanın gelip dayanacağı sorun budur. Kuşkusuz bununla yakından ilişkili birçok sorun ve en başta şef ve formenlerin baskısı gibi sorunlar vardır. Ancak bu sorun, işçinin çalışma saatlerini olduğu kadar dinlenme saatlerini de zindana çevirmektedir. İşçi bu tempo yüzünden işini yetiştirmek dışında bir şey düşünemez duruma gelmektedir.     İşçilerin sorun haline getirdiği, aralarında sızlandıkları konuların başında olduğu gibi formenlerle işten atılmayı dahi göze alarak en çok bu sorun üzerinde tartışmaktadırlar. Öyle ki, tempoya dayanamayan kimi kadın işçiler, gözyaşları içinde “yeter! artık durdurun şunu” diye çığlık atar duruma gelmektedirler. Öte yandan Packard’ın bir cehennem olmaktan çıkmasının ilk koşulu da normal bir çalışma temposuna geçilmesidir. Bu talep patronun ve patron sınıfının karakteristik özelliklerinin teşhir edilmesine, politik ajitasyona geçişe de uygun bir temeldir.
Bu, kuşkusuz, diğer sorunlardan söz edilmeyeceği veya geri plana itileceği anlamına gelmez. Kavranacak halka üzerinde en çok durulacak talep olduğu kadar, işçilerinin dikkatinin üzerinde yoğunlaştığı bir sorun olduğu için, diğer taleplerin ajitasyonunu yapmanın da somut vesilesi olacaktır. Acil halka, diğer halkalara geçişe de imkân sunacaktır.
Ve bugün en önde olan sorun, işyeri koşullarındaki, patron ile işçi arasındaki mücadelenin düzeyi, işçilerin uyanışları ve moral düzeylerine bağlı olarak, ikinci plana düşebilir, bir diğer soruna bağlanabilir. Ya da geçici olarak başka bir sorun öne çıkabilir. Bir parti örgütü, koşullarda, güç ilişkilerinde meydana gelen değişikliği anında fark edebilecek, taktiğini bu değişikliklere uyarlayabilecek bir esnekliğe ve manevra yeteneğine sahip olmalıdır.
1997’nin son aylarında Packard’da yaşananlar, o ana kadar gündemde olmayan bir sorunun fabrikada üzerinde en çok konuşulan sorun haline gelebileceğini gösterdi. Olayı özetlersek, fabrikada dolaşan ve işçilerin çoğunun doğru olduğuna inandığı söylentilere göre, 1994’ten beri verilmeyen paketler için şirketin Avrupa merkezi gerekli ödeneği çıkarmış ama Türkiye yöneticileri bu parayı zimmetlerine geçirmişler. Hatta fabrikada yönetici konumda olanlar ile sendika yetkilileri işçilerin alınmadığı, sonuçları da açıklanmayan bir toplantı düzenlemişler.
Bu gelişmeler üzerine Emeğin Partisi Ümraniye İlçe Örgütü sıcağı sıcağına, art arda iki bildiri dağıtarak olayın üzerine gitmiş, iddiaları sıralayarak işçilere açıklama yapılmasını istemiş, ikinci bildiride ise, suskunluğun ikrar anlamına geleceği belirtilmiş. Fabrika, bu yolsuzluk söylentileri ile çalkalanırken, işçiler sendikanın duyarsızlığı karşısında öfkeye kapılarak, EMEP’in bildirilerini gösterip açıklama istemişlerdir.
Sonra bir araya gelen işçiler, topluca Türk-Metal’in Pendik Şubesi’ne giderek sendikacılardan açıklama istemişler. Ortamın gerginleştiğini, tüm vardiyalarda bu sorun üzerinde canlı tartışmalar olduğunu ve öfkeli homurtular yükseldiğini gören yöneticiler, yılbaşı paketlerini değil ama bayram paketlerini vereceklerini açıklamak zorunda kalmışlardır.
Böyle bir durumda, işçilerin partisinin, yakıcı sorun işin temposudur diyerek, sorun karşısında duyarsız davranmaya hakkı yoktur.

* * *
Her parti birim örgütü, yukarıda genel hatlarıyla yapıldığı gibi, fabrikasını, işçi ile patron arasındaki güç ilişkilerini, işçilerin duygularını ve moral düzeyini, çalışma koşullarını inceleyerek ajitasyon teşhir konusu yapılabilecek başlıca talepleri formüle etmeli, bu talepler içinde kavranacak acil halkayı tespit etmeli, partinin dönemsel politik platformu ve planı ile uyum içinde bir plan çıkarmalıdır. Ama bu kadarını yapmak, işçilere yönelik bir çalışma yürütmeden de mümkündür. Oysa parti çalışması, esas itibariyle yığınlara yönelik yürütülen çalışmadır. Yapılan projeler, kavranan acil halka tespiti, parti örgütünün iç toplantılarının gündemi olmayı sürdürdükçe, ilerleyen canlı yaşam ve sınıf ilişkilerine uyumlu hale getirilmedikçe, güzel sözler toplamı olarak kâğıtlarla birlikte sararmayı bekler. Planların hayat bulacağı alan faaliyet alanıdır. Zaten plan, faaliyet alanında sınanarak, eksikleri ve uyumsuzlukları canlı pratikçe giderilerek tamamlanmış olur.

İŞÇİLERİN GÜNLÜK YAŞAMI VE MÜCADELESİNE KATILIM
Packard işçisi, tepkisini eyleme dökmenin sancısı içindedir. Öyle anlaşılıyor ki, patron da bunun farkına varmış, işçi kökenli bir genel müdür atayarak, yolsuzlukların üstüne gideceği izlenimi vererek ve hatta işçilerin Türk-Metal’e karşı tepkilerini de hesaba katıp “bu sendika görevini yapmıyor” gibi laflar yayarak biriken tepkinin bir patlamaya dönüşmeden sönmesini sağlamaya çalışıyor.
Bu duruma karşı bir birim örgütü duyarsız kalabilir mi? Patronun kendiliğinden işyeri koşullarında en ufak bir düzeltme yapmayacağı anlaşılmıştır. O halde yapılması gereken, işçilere, tepkilerinin eyleme dönüşmesini engelleyen önyargılardan kurtulmalarına yardım etmek, vardiyalarda, her hatta ve her bantta, kesimhanelerde yapılan küçük tartışmalara katılmak, harekete geçmenin gereklerini anlatmaktır.
Packard’da önemli bir işçi sirkülasyonu yaşanmasına karşın geçmiş mücadelelerin birikimine sahip azımsanmayacak sayıda işçi vardır. Rahatça söyleyebiliriz ki, Packard işçisi, bölgenin bir dizi direnişin tecrübesine sahip en dinamik bölüğünü oluşturmaktadır. Değişik vesilelerle değinildiği gibi fabrikanın dokuz yıllık tarihi boyunca vahşi iş temposuna, işçi kıyımına karşı yemek boykotundan işgale kadar bir dizi eylem geliştirilmiştir. 3 Ocak genel eylemine sendikanın tüm ayak oyunları boşa çıkarılarak önemli bir katılım sağlanmıştır. Sendikanın patronun bir yan örgütü gibi çalıştığı fabrikada bu azımsanır bir başarı değildir.
Elbette bu durumda, fabrikaya yönelik sosyalist bir çalışmanın varlığının da rolü teslim edilmelidir. 1990 yılından itibaren fabrikaya yönelik bir ajitasyon yürütülmüş, 3 Ocak eylemine katılım, İMES’te yürüyüş gibi eylemler, bu çalışmanın doğrudan ürünü olarak gerçekleşmiştir.
Ancak geçmiş mücadelelerin kazanımla sonuçlanmaması, işçilerde bir güvensizliğe yol açmıştır. Çalışmadaki kesiklikler ve aksama da bu durumu beslemiştir. Gelinen noktada, geçmişte yaşananlar; bir yandan işçiyi sonu yenilgi olacak bir kavgaya girmekte tereddüde düşürmekte ve “bir şey değişmez” propagandasına karşı sessiz bırakmaktadır. Ama öte yandan işçinin deneyimi, girilecek yeni mücadeleler için büyük bir imkân oluşturmaktadır. İşçiyi bir direnişe ihtiyatla yaklaşmaya iten, biraz da girersek sonuna kadar götürmeliyiz kaygısıdır ki, bu da yeni mücadelelerin tayin edici olacağının işaretidir.
Packard, kendine ve başarıya güvensizliğinin eşiğinde bulunmaktadır. Bu eşiği aşıp hakları için harekete geçmesi veya eşiğin öte tarafında angaryaya katlanmayı bir süre daha sürdürmesini tayin edecek olan, güvenle söyleyebiliriz ki, yürütülecek sistemli çalışmadır. Bu çalışmanın düzeyi, niteliği, ustalığıdır.
Bunun için bu alanda faaliyet yürüten parti örgütünün ilk ve vazgeçilmez görevi, yakıcı günlük taleplerin somut canlı ajitasyonu ve günlük mücadeleye enerjik katılımdır.
İşçi sınıfı partisinin işçilerin ekonomik mücadelesine katılım ve yardıma bu denli kuvvetli vurgu yapmasının haklılığını Packard özgülünde çok daha çıplak olarak gözleyebiliriz.
Packard işçilerinin büyük kısmı gerici partilerin etkisindedir. Erkeklerin çoğunluğu ise MHP eğilimlidir. Partili işçiler, politik görüşlerden yola çıkarak bu işçilerle diyalog kurmaya çalıştıklarında, aralarına önyargı duvarları dikilecek, gerici düşüncelerin etkisindeki işçiler, sosyalist işçilerin sohbetin devamında anlatacaklarını dikkate almayacaktır. Bir işçinin kendi partisini değil de sermaye uşağı bir partiyi desteklemesi elbette kaba bir çelişkidir. Ama bunun çözüm imkanı somut taleplerden yola çıkan ajitasyon ve eylemdir. Yani MHP’li bir işçi, MHP’nin faşist niteliğini kavradığı için o partiden ayrılıp kendi talepleri doğrultusunda mücadeleye girişmez (kuşkusuz böyle örnekler de olabilir, ama istisnai bir durumdur); tersine günlük talepleri için mücadele ettiğinde, bu süreçte o güne kadar desteklediği partinin eylemi karşısındaki tutumunu yargılayarak o partiden kopar.
Packard’lı işçiler, somut taleplerden kalkınan bir ajitasyonda gerici fikirlere sahip işçilerin önyargılarıyla davranmadıklarının bilgisine sahiptirler kuşkusuz. Örneğin işçilerin partisinin fabrika kapısında dağıttığı bildiriyi alıp servis aracında yüksek sesle okuyan işçi MHP’li idi. Yine işçiler için önem kazanan havalandırma sorununda, açıkça tutum alarak vardiyanın bir süre için iş bırakmasını sağlayan işçi de gerici eğilimliydi. İşçiler, yolsuzluk üzerine dağıtılan bildiriyi sendikacının yüzüne karşı sallayarak “bir açıklama yapın” diye sorarlarken her türlü önyargıdan uzaktılar. Çünkü kafalarındaki bilinç ne olursa olsun, tüm işçiler aynı hatlarda aynı ücretlerle ve aynı iş yetiştirme stresiyle çalışıyorlar. Fabrika sisteminin, özel mülkiyetin yükselttiği duvarın aynı tarafında yaşıyorlar ve her gün bunu duyumsuyorlar. Ancak işçiler değişip dönüşmedikleri sürece proleter bir yaşama, alışkanlığa ve sezgiye sahip olsalar da, gelenek-göreneklere damgasını vuran, tüm eğitim ve iletişim araçlarının sahibi olan sınıfın görüşlerinin etkisindedirler. Onların kendi sınıf bakış açısını edinmeleri, girdikleri günlük mücadelenin üzerine kurulan politik ajitasyon ve ideolojik propagandayla mümkün olur.
Bu nedenlerden dolayı, bir birim örgütü birimindeki emekçilere karşı sorumlu olduğunu bir an olsun unutmamalıdır. Onların, gelenek-görenek, dinsel ve ulusal duygu ve eğilimlerini göz önüne almak zorundadır. Yüzlerce yıllık kökleri bulunan gerici bir öze sahip bu gelenekler ve önyargılar bir çırpıda ortadan kalkmaz. Öyleyse, bu konuların birim örgütü ile birimdeki diğer emekçileri bölen, kaynaşmalarını engelleyen bir duvara dönüşmesine izin vermemek gereklidir.
Aynı sorumluluk duygusu, birimde yapılan çağrılar ve gerçekleştirilecek eylemler için de geçerlidir. Küçük burjuva solcuların, keskin eylem çağrılarıyla somut koşulları gözetmeden eylem çağrısı yaptıkları ve eylem patladığında da hiçbir sorumluluk yüklenmeden işçileri yüz üstü bıraktıkları sıkça karşılaşılan durumlardır. Bir birim örgütü çağrı yaparken tüm işçilerin yaşamlarından, başarısızlık durumunda işçilerin kalacağı zor durumdan sorumlu olduğunu, yaptığı her çağrıda işçilerin vebalinin kendi boynunda olduğunu unutmamalıdır. Başarı garantisi olmayan eyleme kalkışılmamalıdır demiyoruz elbette. Ancak, önünü arkasını hesaplamadan sorumsuzca girişimlerden kaçınmak, karar verirken etraflıca düşünmek, eyleme geçen işçilerin karşılaşacağı sorunlardan sorumlu olduğunu unutmamak gerektiğinin altını çiziyoruz.
Bir birim örgütünün en temel görevi, günlük mücadeleye kayıtsız koşulsuz katılımıdır. Bu, devrimci bir partinin sınıfın davasına karşı samimiyetinin ölçüsü olduğu kadar, onu küçük burjuva örgüt ve anlayışlardan ayıran önemli noktalardan da biridir.
Bunu Packard pratiğinde de gözlemek mümkün. Packard’da işçilerin partisi dışında bazı politik grupların varlığı bir sır değildir. Ama tesadüfen bu gruba mensup bir işçi ile tanışmamış olsanız, bu grubun varlığından haberdar olamazsınız. Çünkü yığınsal bir çalışma yürütmezler. Böyle bir kaygı taşımazlar. Kuşkusuz bu grubun taraftarı işçiler fabrika dışında aile ve çevre ortamından etkilenerek bu politik düşünceleri benimsemişlerdir. Sempati besledikleri grubun yönlendirmesiyle, tanıştıkları ilerici fikirlere sahip işçilere kendi örgütlerinin çizgisini, eylemlerini anlatarak onları kazanma çalışması yürütmektedirler. Sonuç olarak, böyle bir işçi fabrikaya ve sorunlarına yabancılaşmakta, geri işçiye tepeden bakar duruma gelmekte, fabrikadaki “üç kuruş için verilen mücadeleye” boş verip “daha büyük amaçlar” için mücadeleye girişmektedir. Politik terimlerle bezediği konuşmasının işçilerin sorunlarına değinen bölümleri, işçiler açısından iticileşmekte ve işçide “beni kendi örgütüne kazanmak için sorunumu istismar ediyor” hissi uyandırmaktadır.
Buna karşılık işçi sınıfı partisi, ilerici işçiye değil, fabrikanın tüm işçilerine seslenmekte, onların acil taleplerini savunmakta, işçilerin bu taleplerini elde etmeleri mücadelesine samimi olarak yardım etmektedir. Çünkü o, sınıfın duygularını, eğilimlerini ve amaçlarını temsil eden ileri işçi ve sendikacı kuşağının çabasının ürünüdür ve sınıfın çıkarları dışında özel çıkarları yoktur. İşçiyi, kendi sorunları dışında kazanmayı değil; kendi sorunlarına duyarlı kılarak kendi kendini yönetir, kendi geleceğini kendi eline alır hale getirmeyi amaçlamaktadır. İşçilerin talepleri, parti propagandasının dolgu maddesi değildir; tersine işçiler taleplerinin bilincine vardıkları, onlar için harekete geçtikleri zaman, partiye daha çok ihtiyaç duyacaklardır görüşü işçilerin partisinin kalkış noktasıdır.
İşçi sınıfının dünya görüşünü şekillendiren ve geliştiren önderler, önce kurgusal bir toplumsal proje oluşturup sonra bu projeyi kime dayanarak gerçekleştirebiliriz arayışının sonucunda işçileri keşfetmemişlerdir. Aksine işçi sınıfının kendi kendisini kapitalist sömürüden nasıl kurtaracağının ve tüm insanlığın kurtuluş yolunu açacağının karşılığı olarak bilimsel sosyalist dünya görüşünü geliştirmişlerdir.
Elbette Packard’daki parti çalışmasında da küçük burjuva çalışma ve örgüt tarzının kimi etkileri mevcuttur. Ama en azından, bunu aşılması gereken alışkanlıklar olarak saptamış olmakla, parti örgütü sorunu pratikte üstesinden gelinebilir bir konuma yerleştirmiştir.
Tüm bu anlatılanlardan birim örgütünün işçilerin ekonomik talepleri ötesinde bir ajitasyon ve propaganda yürütmeyeceği sonucu çıkmaz. Aksine ilerde tekrardan döneceğimiz gibi, canlı, her günkü olaylardan örneklerle beslenen bir politik ajitasyon sürdürülmelidir. Ancak bu fabrika sorunlarıyla birlikte, acil halkanın üzerinde inşa edilmiş olarak.

SİSTEMATİK TEŞHİR VE AJİTASYON
Packard’daki çalışmanın zaaflarından biri fabrikaya yönelik çalışmanın ve özel olarak ajitasyonun sık sık kesintiye uğraması, bir istikrar kazanamamasıdır. Fabrika, 8 yıl boyunca, devrimci çalışmanın ilgi alanında olmuştur hep. Özellikle ilk dört yıl cesur devrimci hamleler birbirini takip etmiştir. Kimi sekter yönler taşısa da hareketin geliştirilmesi için gösterilen samimi çabanın önemli kazanmaları olduğu gibi, onlarca ileri işçinin tırpanlanmasına varan bedeller de ödenmiştir. Helikopterli, jandarmalı takiplerle karşılanan bildiri dağıtma eylemleri, İMES içinde 70 kişiyle yapılan yürüyüş, Zonguldak direnişinin desteklenmesi çabası, en sonu fabrika işgali; tüm zor şartlara rağmen düzenli bir çalışma kararlılığının işaretleridir. Ancak son dört yılın ilk üç yılında ciddi bir çalışma yürütülmemiştir. Oysa her çalışmada ve özellikle yığınsal faaliyette süreklilik esastır. Sürekli kesikliklere uğrayan çalışma, tohumların her defasında yeşermeden sele teslim edilmesinden başka bir şey değildir. Bu kesiklikleri göz önünde bulundurarak değerlendirmemize son on aylık çalışmayı ölçü alacağız.
a) Bildirileri Bildiri, en temel iki yazılı ajitasyon aracından biridir (diğeri gazetedir). İşçiyi sorunu üzerinde ve eylem içinde örgütleme hedefine en uygun araçtır. Fabrika bildirilerini, tüm işçilerin doğal ve parasız abonesi oldukları parti bültenleri olarak da görebiliriz. Nispeten ucuza mal edilebilir, tüm işçilere aynı anda seslenmek gibi bir avantaj sağlar. Muhafazası kolaydır; evde, servis aracında, çay ve yemek molalarında ve hatta tezgâh başında bile okunabilir. Bu özellikleriyle bildiriler, yeri başka bir araçla doldurulamaz ajitasyon araçlarıdır.
Packard’ı, fabrikaya seslenen bildirileri ajitasyon aracı olarak kullanma bakımından, olumlu bir örnek olarak değerlendirebiliriz. Packard’a yönelik faaliyet yürüten parti örgütünün yığınlara seslenirken kullandığı temel araç bildiridir. Parti faaliyetinin asgari bir düzenliliğe kavuştuğu son 10 ay içinde ilgili örgüt Packard’a seslenen ve başlıca özgül sorunları işleyerek çalışma koşullarını teşhir eden 6 bildiri dağıtmıştır. Kimi vardiyalarda dağıtım aksasa da işçilerin ezici bir çoğunluğu bu bildirilerden haberdar olmuş, bir bölümü ise okumuş, tartışmıştır. Bir partinin kendilerine seslenmesi, kendi sorunlarına sahip çıkması işçilerce olumlu karşılanmaktadır.
Bu konudaki sorunları iki başlık altında ele alabiliriz:
1) Bildirilerin içeriği: Bildiriler, fabrikadaki gözlemlere dayanmakta, işçilerin görüşleri alınarak veya doğrudan işçilerce yazılmaktadır. Ama içeriğinin yeterince canlı, harekete geçirici ve ilet oldukları söylenemez. Yolsuzluk sorununa odaklanan son iki bildiri sayılmazsa, bildirilerde, özgün bir sorun bildiriyi yazmaya yöneltmiş havası varsa da, fabrikadaki sorunlar alt alta sıralanmaktadır; çarpıcı ve somut olmaktan uzaktır. İşçilerin alıp okuduktan sonra “hep bildiğimiz şeyler, hep aynı şeyler” demelerinin nedeni de bir bakıma bildirilerin zayıflığıdır.
Bildirilerde, parti örgütünün, teşhiri nasıl bir planla yürüttüğünü, hangi halkayı kavradığını hissetmek mümkün olmamaktadır.
Örneğin Mayıs ayında dağıtılan “Packard’da işçi kıyımına son!” başlıklı bildiriyi ele alalım. Başlıktan da anlaşılacağı gibi, son derece yakıcı bir sorun işlenmektedir. Bildiri, ülkede 20 milyon(!) işsiz olduğunu saptamakla başlıyor. Hiçbir istatistiğe sığmayan bu rakam dikkatsizce yazılmıştır ve daha ilk cümlede bildirinin inanılırlığına gölge düşürür. Paragrafın son cümlesinde “Doymak nedir bilmeyen, dini imanı işçinin sırtından kazandığı para olan aç gözlü Packard patronları Ocak ayından beri yaklaşık 200 işçinin işine son verdiler.” deniyor. Bildirinin devamında bu 200 işçinin neden atıldığı, patronun bu kadar işçiyi atmakla neler kazandığı ve olayı nasıl gerekçelendirdiği, yerine yeni işçi alıp almadığı açıklanmıyor. Bir cümleyle yeni işçi-eski işçi ayrımı yapıldığı söyleniyor. Bildirinin bir diğer teşhir konusu Türk Metal Sendikası. “Türk-Metal Pendik Şube başkanı, işverene açıkça yeni işçileri atmasını öneriyor.” deniyor, ama bir kanıt gösterilmiyor, nerede bu sözü söylendiği açıklanmıyor. Sendikanın teşhiri, adeta patronun teşhirinin önüne geçiyor. Bildiride yazılanların büyük çoğunluğu ise, başka herhangi bir fabrikada da söylenebilecek, patron ve sermaye sınıfının genel niteliği üstüne. İşçileri Demokratik Türkiye için mücadeleye çağıran bildiri, bir paragrafı da partiyi tanıtmaya ayırıyor.
Gerçekte genel geçer sözler sınırlandırılabilir, olgu daha net açıklanabilirdi. Örneğin atılan 8 yıllık bir işçiye ödenen ücret, işe yeni alınan iki işçinin ücretine eşittir. Patron, tecrübeli bir işçiyi çıkartıp yeni bir işçi aldığında kârını ikiye katlayacaktır. Bunun önüne geçmek için taban ücretin yükseltilmesi talebi dile getirilebilirdi. Bu aynı zamanda, patronun kışkırttığı eski işçi-yeni işçi çelişkisini de boşa çıkarmaya yönelik bir tutum olurdu. Her bildirinin yarısı Türk-Metal’in teşhirine ayrıldığı halde, işçilerin bu konuda ne yapması gerektiğine ilişkin bir ipucuna rastlanmamaktadır. Kuşkusuz tüm bunlar hoş görülebilir ama giderilmesi gereken acemiliklerdir. Bu acemilikleri aşmanın, fabrika hayatını iyi bir şekilde gözlemekten, bildirilerin yankılarını göz önüne getirmekten, faaliyeti gözden geçirerek ısrarla çalışmaktan başka yolu yoktur.
Kuşkusuz, tüm bildirilerin aynı ölçüde zayıf olduğu söylenemez. İşçilerin ya üç haftalık ücretsiz izne çıkarılacağı ya da bir grup işçinin işten atılacağı söylentilerinin yayılması üzerine kaleme alman bildiride çok çarpıcı bir gerçek açıklanıyor. Özetle; “daha bir ay önce üretimin yoğunluğunu bahane edip yıllık iznimizin bir haftasını gasp ettiniz, şimdi de kalkmış talep azlığı nedeniyle bizi ücretsiz izin veya kıyım seçenekleriyle karşı karşıya getiriyorsunuz” deniyor ve işçiler, sessizliğini koruyan sendikayı telefon ve faksla protesto etmeye çağrılıyor. İşçilerden bazıları bu çağrıya uyuyor.
Çerçeve içinde de sunduğumuz yolsuzluklara karşı tepki göstermeye çağıran bildiri, pek çok yönden olumluluklar taşımaktadır. Bir kere, sıcağı sıcağına suçlunun suçüstünde yakalanarak teşhir edilmesinin başarılı bir örneğidir. Parti örgütü, tam zamanında soruna eğilmiş; bildiri, tam anlamıyla tartışmanın üzerine düşmüştür, işçilerce de dikkatle incelenen ve tartışılan bildiri, sendikacıları da telaşa düşürmüş, sendika baş-temsilcisi, “onlar sizin ezilip sömürül-düğünüzü yazarak sizi küçük düşürüyorlar” gibi bir ifadeyle işçilerin sorularından kurtulmaya çalışmıştır.
Bildiri kısa ve yalındır; yolsuzlukların açığa çıkarılması talebini doğru bir şekilde gasp edilen hakların geri ödenmesi talebiyle birleştirmektedir.
Bildirinin diğer bir olumlu özelliği, işçinin ruh halinden kopmayan ama cesaret ve öfkesini yükseltmeyi gözeten bir üslupta yazılmış olmasıdır. Bildirinin üslubundaki sertlik, hareketin düzeyine ve işçinin öfke derecesine uygun olmalıdır. Çok sert çağrılar yapmak her zaman iyi sonuç vermez. İşçi kendi ruh halinin, öfkesinin ve isteklerinin bildiriye yansıdığını duyumsamalıdır. İşçide dışardanlık hissi doğurmamalı, bildirinin atmosferi işçiyi kucaklamalıdır.
Parti örgütü, kısa bir süre sonra ikinci bir bildiri yayınlayarak, bir önceki bildiriye konu olan iddiaları yeniliyor, suskunluğun kabullenmek anlamına geldiğini vurguluyor. Konudan uzaklaşmadan, patronu hedef olmaktan çıkarmadan, yolsuzluğun sorumlularının açığa çıkarılarak işçiye açıklanması talebini dile getiren bildiri, talepleri de genişletiyor. İlk bildiride dile getirilen taleplere “Ücret ve sosyal haklarda yapılan ödemelere işçi denetimi getirilsin” şeklindeki bir yenisi ekleniyor.
Bu iki bildiri, aynı zamanda ajitasyonda sürekliliğin de örneğidir. Gerçekten de her bildiri öncekini takip etmeli ve bir yenisiyle tamamlanmalıdır.
Bu iki bildirinin bir özelliği de, işçiye akıl vermek iddiası taşımaması, işçiyi talebine sahip çıkar konuma getirme perspektifiyle kaleme alınmış olmasıdır. Genel olarak teşhir konusu yapılan sorun ve talepler, işçilerin farkında oldukları taleplerdir. Tutum, bakın nasıl eziliyorsunuz deyip bildiği şeyleri başına kakmak olamaz. Yapılması gereken işçilerin isteklerini patron ile işçi arasındaki güç ilişkilerine uygun olarak formüle etmek ve sistemleştirerek yine ona sunmaktır. Ukalalıktan kesinlikle kaçınmalıdır; üslup, bir işçinin, ortak sorunları üzerine bir diğer sınıf kardeşine yazdığı tartışma mektubu ölçülerinde olmalıdır. Amaç, bilgiyi ona dayatmak değil, onunla paylaşmak; her gün bildiği, gördüğü olaylar arasındaki ilişkiyi çarpıcı olarak sunmaktır.
Kafaya estiği zaman, hedefi belirsiz, mesajı dağınık, genel geçer bildiriler, beklenen etkiyi yaratmaz.
2) Genel teşhir bildirileri: Ülke çapında bir genelleme yapıldığında, merkezi bildirilerin birtakım aksamalarla birimlerde dağıtıldığı, ama birimlere seslenen özgül bildiriler gibi bir aracın ise çok az kullanıldığı sonucuna varılabilir. Ancak Packard’da durum daha farklıdır. Merkezi bildirilerin yanı sıra fabrikanın özgül sorunlarını işleyen altı bildiri dağıtılmıştır. Çalışmanın düzeyi bakımından başarılı bir sayıdır bu. Ancak bu bildirilerin tümü de ekonomik sorunlara ilişkindir. Dile getirilmemiş yanlış bir anlayışın izleri burada da görülmektedir. Bu anlayış, yerel ve birime seslenen bildirilerin mutlaka özgül sorunları işlemesi, siyasal teşhir konusunun ise merkezi bildirilerden beklenmesi şeklinde özetlenebilir. Bu anlayışın, bir yandan yerel bildirilerin ekonomik sorunlara sıkışması öte yandan siyasal teşhir konularının özgül yakıcı sorunlarla iç içe sunulmaması gibi sakıncaları olmaktadır. Doğrudan birime seslenen politik teşhir bildirileri de yazılabilir ve yazılmalıdır da. Çünkü bu yolla işçinin özgül talepleri ile ülke çapındaki bir sorun arasında daha rahat bağ kurulabilir.
Ancak hiçbir şekilde politik teşhir ve ajitasyon çalışmasından ve bu içerikli bildirilerden kaçınılamaz. Ekonomik sorun ve talepler karşısında dudak bükmek ve küçümsemek ne ölçüde yanlışsa, politik ajitasyondan kaçınmak da aynı şekilde yanlıştır. İşçilerin partisinin ekonomik ajitasyonun gerekliliği üzerinde bu denli durması, bunun çokça ihmal edilmesi ve geleneksel anlayışların emekçiyi talepleri dışında örgütleme alışkanlığının etkilerini kırmaya yönelik çabanın bir sonucudur. Yoksa uygun zamanda, uygun bir dille olması kaydıyla politik ajitasyon sistematik bir şekilde yapılmalıdır.
Parti materyallerinde uzun uzun anlatılan ve tekrarlamamıza gerek olmayan bir gerçeği bir cümleyle vurgularsak; ekonomik mücadele tüm işçileri kucaklayan öğretici bir mücadele olmakla birlikte sınırlı bir mücadeledir ve gerçekte işçilerin kazanacağı alan ekonomik değil politik mücadele alanıdır.
Politik ajitasyonun (daha önce verdiğimiz örnekle bağlantılı konuşursak) MHP’ye oy veren bir işçiyle bağları koparıcı bir etkisi olamaz mı sorusu akla gelebilir. Bu politik ajitasyonun üslubuna, tarzına ve ekonomik ajitasyonla bağına bağlıdır. Politik ajitasyon, yakıcı özgül sorunlar üzerine inşa edildiğinde, işçi tepki duysa bile, köprülerin atılmasıyla sonuçlanmayacaktır.
İşçinin kazanacağı alan politik alansa, ekonomik mücadele sınırında kaldıkça politikleşemeyeceği gerçeği, kökleşmiş politik önyargıların sınıf içine sindiği gerçeğiyle nasıl uyumlulaştırılacaktır? Politik teşhir ve ajitasyon sürekli olacaktır ve yığınların bir çırpıda bunu kavramalarını beklemek saflık olur. Yığınlar, siyasal gerçekleri özde-neyimleriyle kavrarlar. Bu kavrama, sistematik siyasal teşhir ve ajitasyonun sonuçlarını, işçinin her günkü olayların sıcağında sınamasıyla gerçekleşir.
Demek ki yapılması gereken, sistemli, çarpıcı, sağlam verilere dayanan ve işçinin özgül talepleriyle bağı kurulmuş politik bir ajitasyon ve aydınlatma çalışmasıdır. İşçinin bunu kendine mal etmesi ise, her günkü olayların sıcaklığı içinde gerçekleşecektir.
b) Sözlü ajitasyon: Bildiri, Packard’da giderek parti ile işçiler arasındaki haberleşmenin istikrarlı aracına dönüşmektedir. Bu elbette iyi bir gelişmedir ama yeterli değildir. Çünkü bildirinin işlevini haberleşmeyle sınırlamak mümkün değildir. Bildiri eylem ve örgütlenmenin de aracı olmalıdır ve potansiyel olarak da buna uygun bir araçtır. Ama sözlü ajitasyonun hizmetinde, onu tamamlayan bir araç olmazsa, haberleşme aracı olarak kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Sözlü ajitasyonun zayıflığı, Packard’daki çalışmanın görünür zaafıdır. Bildiri ulaştırılan insan sayısı ile yüz yüze görüşülen insan sayısı arasında makul karşılanamayacak bir oransızlık vardır ki, bildirinin etkisinin derlenip toparlanmasına yetmemektedir.
Bu durum “boşluğa seslenmek” gibi yorumlanamaz elbette. Bildirilerin olumlu etkileri pek çok vesileyle görülmektedir. Ama bu olumluluğun sözlü ajitasyonla tamamlanmaması zamanla tıkanmaya ve bildiri dağıtımının kısır bir döngüye dönüşmesine yol açabilir. Partililerin yeteneklerinin gelişmesi, işçiler nezdinde sözü dinlenir ve benimsenir bir konuma gelmeleri de büyük ölçüde yapacakları sözlü ajitasyona bağlıdır.
Bunları söylerken Packard’ın sözlü ajitasyonu kısıtlayan koşullarını hesap dışı tutmamak gerekir. Kışla disiplini altındaki Packard’da işçilerin açık bir ajitasyon imkanı sınırlıdır. Ekip-başları ve formenlerin göz açtırmadığı, iş temposunun işçiyi bir şey düşünemez hale getirdiği koşullara bir de basit sendikal sorunların bir tartışma zemininin bulunmadığını eklemeliyiz. Sendika temsilcisinin faşist olduğunu, patronun yönetim mekanizmasının bir parçası gibi çalıştığını da eklediğimizde sözlü ajitasyondaki sınırlılığı ve partili işçilerdeki tutukluğu anlamak bir ölçüde mümkün oluyor. Ancak yaratıcılık sınır tanımaz. Çalışmasının her anında “illegalite kurallarına” uyma maharetini gösteren işçi, meşru bir ajitasyon yapmanın yollarını da bulabilir.
Nitekim bu yöndeki kimi gelişmeleri de görmezden gelemeyiz. İşyeri ihmal edilemeyecek bir ajitasyon mekanıdır elbette. Olanakların sınırlılığı koşullarında iş dışı zamanlarda görüşme vesileleri yaratma eksikliği bir ölçüde telafi edilebilir. Tabii ki, atılma tehdidi altındaki işçiyi korumak gerekir. Ama bu korumanın kendisi de en geniş işçi kesimleriyle en geniş bağlar içinde mümkündür. Gizlilik yönetime karşıdır, işçiye karşı değil.
Ayrıca ajitasyon denilen şey, politik literatürden aktarılmış uzun cümlelerden örülü konuşmalar değildir. Tezgah başında, yemekte, çay molasında ve hatta tuvalette sarf edilen bir hoşnutsuzluk sözü, uygulamalar karşısında bir homurtu, yaşam koşullarının ağırlığı üzerine bir yakınma üzerinde geliştirilen kesikli cümleciklerden oluşan küçük sohbetler de pekala ajitasyondur ve gerçek hayatta da ajitasyon genellikle böyle yapılır. Bu nedenle sorun partilinin kendi tutukluğunu aşmasıdır.
c) Gazete: İşçilerin partisinin ısrarla üzerinde durduğu ve en çok çağrı yaptığı konu hangisidir diye sorulsa, herhalde partililerin tamamı soruyu “günlük basın” diye yanıtlayacaktır. Tüm çağrılara, günlük basın üzerine yapılan eğitim toplantılarına karşın günlük basının hak ettiği ilgiyi gördüğünü, yeterince okutulup okunduğunu söylemek mümkün değildir. Gazeteye sahip çıkmak konusunda herkes iyi niyetlidir ama tüm iyi niyetlerin çarpımının sonucu negatif çıkmaktadır.
Bunun nedenlerinden biri, belki de birincisi, gazetenin günlük çalışmada kullanılmamasıdır. Gazete günlük çalışmanın yönlendirici aracı haline gelmediği sürece, satış rakamı yükselse de layıkıyla kullanılan bir araç olamayacaktır. Günlük gazeteye karşı tutum, yürütülen çalışmanın parti çalışması adını hak edip etmeyeceği konusunda turnusol kâğıdı işlevi görür. Bir parti örgütü, gazeteyi çalışmasının rehberi yapamamışsa, kendisini ve çevresini gazete etrafında örgütleme anlayışına ve girişimine sahip değilse onun parti örgütü adıyla anılması tartışma götürür bir durumdur.
Maalesef gazetenin Packard’da günlük çalışmada kullanılışı Türkiye’nin parlak sayılmayacak ortalamasını zorlamıyor. Partililer alıyor, önemli yazılarını okuyor, kimi yazıları da ilişkide oldukları işçilere gösteriyorlar. Gazetenin işyerine sokulmasının ve işyerinde okunmasının zorluğu söz konusu elbet. Ama bu konudaki perspektifin oturduğunu söylemek de olası değil. Bunun birim örgütünün henüz kendi başına karar alır, kendi kendine yeter bir örgüt olamayışıyla da bağıntısı var.
Gazeteyi kullanmakta ortalama bir seyir izleyen Packard, yaşadıklarını ve bir ölçüde deneylerini gazete aracılığıyla diğer sınıf kardeşlerine iletme konusunda başarılı. Yılbaşından bu yana Packard’lı işçilerin yazdıkları ve yazılmasına önayak oldukları yazı ve haberin sayısı genel ortalamayı hayli aşıyor. Düzenli bir parti yaşamı, günlük gazetenin yönlendiriciliğinde yürüyen günlük çalışma ve gazeteye akan deney ve haberler, partisiz işçilerin sorunlarını gazeteye yazmaya teşvik edilmesine ilgili sayıların olağandan daha geniş dağıtımı. İlk planda yapılabilecekler bunlardır.

SENDİKAL SORUNLAR
Revizyonist döneminde SSCB’de, takip ettikleri her işlerinde bin bir engel çıkartan bürokrasinin her durağında, emekçiler, kendilerine tepeden bir soğuklukla bakan bürokratın başının üzerinde asılı fotoğrafta Lenin’le göz göze geldiler. Öyle bir noktaya varıldı ki, bürokrat, fotoğraftaki Lenin’le özdeşleştirildi. Bürokrata duyulan öfke, bir ölçüde Lenin’e de yöneldi.
Göreceli bir benzerlik ilişkisi Packard işçisi ile sendika yöneticileri arasında yaşanıyor. Sendikacıya tepki, sendikasızlığı tercihe yol açıyor. Çoğu genç olan işçilerin yaşamlarındaki tek sendikal deney Packard’da tanık olduklarıdır. Sendikanın haklarını korumaya yarayan bir araç olduğunu bilse de, kendi dar pratiğinden çıkardığı sonuçtan hareketle sendikayı “benden boşuna para alanlar takımı” olarak görüyor.
Packard’da sendikalı olmak, işe girmenin zorunlu işlemlerinden biridir. Türk-Metal’in Packard’da örgütlenmesinde işçilerin talebi ve mücadelesinin rolü olmamıştır. Fabrikanın kuruluşuyla birlikte işe alman her işçi sendikalı yapılmıştır.
Geçen 8 yıl boyunca sendika işçilerin herhangi bir sorunu için kılını kıpırdatmamış, işçiler için hayırlı herhangi bir işe imza atmamıştır. TIS de grup sözleşmesi olarak, işçilerin uzağında bir yerlerde imzalanmıştır. İşçilerin başına gelen her melanete ise mutlaka sendikanın adı karışmıştır. Diyelim patron işçi atacak, sendikacının en iyi durumda yaptığı, işçilere bunun “mantıklı” gerekçelerini anlatmak ve kimlerin atılacağı konusunda görüş bildirmektir. Sendikacılarla iyi geçinmeyenlerin, sendikacılar marifetiyle işten attırıldığı ise, en azından işçilerin çoğunluğunun kanaatidir. Sendikacıların sık sık “EMEP’lileri saptayıp attıracağız” demeleri de işçi atımında bir yetkilerinin olduğuna dair bir işarettir. Tabloyu, işçinin sendikal örgütlenmesinin, bir sendika eliyle engellenmesi olarak tanımlayabiliriz.
Bu durumda işçi, “ne yapayım bu sendikayı” demekte haksız mıdır? İşçinin sendika hakkındaki kanaati budur. Hatta bir işçi “NETAŞ’ta sendika yok, ama orası daha iyi” diyerek Türk-Metal’de örgütlü olmaktansa örgütsüz olmayı tercih ettiğini ifade etmiştir. MHP’ye oy veren işçiler de sendikadan hoşnut değildir.
İşçilerin sendikaya olan tepkileri sendikayı basmaya kadar varmıştır. Şubat 1993’teki kıyımda, fabrika işgalini gün boyu sürdüren işçiler devam eden iki gün, sırasıyla, Türk-Metal Pendik Şubesi ve İstanbul Şubesi’ni basmışlardır. Üyesi oldukları, aidat ödedikleri sendika binasından sendikacıların talebi üzerine polis zoruyla çıkarılmışlardır.
Türk-Metal yöneticilerinin işçi düşmanı tutumları, 8 yıl boyunca yürütülen ajitasyonda devamlı bir yer bulmuştur. Aynı teşhir çabasını, son bir yıllık çalışmada da görüyoruz. Hemen her bildiride, sendikacıların duyarsızlıkları, işçi düşmanı nitelikleri teşhir edilmektedir. Ama bir çıkış yolu sunulmamaktadır. Bir bildiride, Sendikanın telefon ve faks numaraları verilip, işçiler aramaya çağrılmıştır. Yolsuzlukları teşhir eden bir bildiride ise, Kırıkkale’de 1300 işçinin sendikadan istifa edip başka bir sendikaya geçmeleri olumlu örnek olarak anlatılmaktadır.
Geçmiş dönemde sendikal sorunlara ilişkin olarak yürütülen ajitasyonun başlıca iki eksiğinden söz edilebilir. Mevcut sendika yönetiminin teşhiri, genel olarak sendikanın önemi, yararı ve vazgeçilmezliği üzerine bir aydınlatma ile tamamlanmamıştır. Kötü ellerde kirletilen bu aracın, işçinin iradesini temsil ettiği, çıkarlarına bağlı olduğu durumda son derece işlevli bir araç olacağı, olumlu örnekler de gösterilerek anlatılabilirdi. 26 Mart 1997 tarihli Emek gazetesinde kendisiyle yapılan röportajda, bir işçinin, tepkilerini dile getirememelerinin nedenini sendikanın işlevsizliğine bağlaması dikkat çekicidir.
Tarih, yığınları harekete geçirmenin sendika kadar etkili başka bir aracı olmadığını göstermiştir. Bu bakımdan sendika çalışması, parti çalışmasının temel önemdeki bileşenlerinden biri olmak zorundadır. Bunun bilincinde olan patron ve patronlar sınıfı da işçi sınıfını etkisiz kılmak için sendikaları yozlaştırmak ve yöneticilerini satın almak için her yola başvuruyor.
Aslında sendikacıların teşhirini ajitasyon konusu yapıp somut bir plana sahip olmamanın bilinç altındaki nedeninin, bu sultanın yıkılacağına inanmamak olduğunu söylemek haksızlık sayılmaz. Elbette mevcut güç ilişkilerinin bu değişikliğe el vermemesi gibi bir saptama da tutumu teşhir düzeyinde dondurmayı teşvik ediyor.
Bu sulta yıkılabilir ve yıkılmalıdır. Packard işçisi için, Packard işçisinin atacağı ilk adımdan cesaret alarak peşinden gelecek olan Organize Sanayi’deki diğer fabrika işçileri için temel önemde bir kazanım olacaktır bu.
Ancak bu, sendika yöneticilerinin akşam sabah kötülüklerinden yakınmakla olmaz. Somut vesilelerden yola çıkmak, işçinin iradesini ortaya koymasını sağlayıcı öneriler geliştirmek gerekir. Örneğin bugüne dek, TIS taslaklarının tartışılması talebi ciddi bir şekilde yükseltilmemiştir. Ya da sendika işyeri temsilcilerinin atanarak değil seçilerek belirlenmesi üzerine somut bir ajitasyon yapılabilirdi.
Peki, bundan sonra neler yapılabilir? Sendikacıları tanıyın-demekten öte çözüm önerisi nedir, hangi unsurlardan oluşur?
Bu konuda iki olasılık vardır: 1- Sendikanın dönüştürülmesi. Yani işyeri temsilciliklerinin kazanılması, sendikanın taleplere sahip çıkar konuma getirilmesi. 2- Sendika değişikliği. Bu olasılıkları veriler üzerinden tartışalım.
Uzun yıllar, muhalif sendikacı kuşağında Türk-İş’teki kastlaşmış yapının değişmeyeceği kanaati hâkimdi. Ancak tabandaki hareketlilik, yüz binlerle ifade edilen işçi dalgalan, bir yan sonuç olarak sendikal yapılarda değişiklikleri kolaylaştırdı. Şubelerden genel merkezlere ve giderek konfederasyon merkezine kadar bir dizi değişiklik oldu. Bu değişiklik, yeni seçilenin iyi ya da kötü oluşundan bağımsız olarak bir değişikliğin mümkün olduğunu, en kurt sendikacıların bile yapıştıkları koltuklarından sökülüp alaşağı edilebileceğini gösterdi.
Bu bakımdan bu olasılık yabana atılır değildir ve ilke olarak tercih edilmesi gereken de sendikaların dönüştürülerek işlevli kılınmasıdır. Sendika değişikliği normal koşullarda tercih edilmemesi gereken bir yoldur. Çünkü sendikaya gerçek niteliğini veren başındaki iyi ya da kötü adamlar değil, işçinin iradesini temsil etme düzeyi ve işleyişidir. İşçi bin bir zahmetle kötü bir sendikacıyı sendika değiştirmek yoluyla başından atmakta, ama yenisi de pek farklı çıkmayınca sukut-ı hayale uğramaktadır. Bugünkü sendikal tabloya baktığımızda, metal işkolunda işçinin normal şartlar altında sendika değiştirmesine değecek caziplikte bir sendika da yoktur. Ayrıca, sendika değişikliği, arkasından yetki itirazlarını getirmekte, potansiyel, sendikal rekabet ortamında heba olurken işçi TİS hakkını bile kullanamamakta, hatta sendikasızlaşmadadır. Bu ve daha başka sakıncalarından dolayı, yöneticileri arasındaki “ilerici” ve “gerici” ayrımından kalkarak sendika değiştirmeye kalkışmak hatalı bir tutumdur.
Ama öte yandan, Türk-Metal Sendikası, sendikal alanda yaşanan ve genel merkezdeki gediklilerin bile devrilmesi gibi sonuçlar da veren değişiklikten hemen hemen hiç etkilenmemiştir. Sendika, Mustafa Özbek’in çiftliğidir adeta. Özbek’in yetkileri sınırsızdır. İşyeri temsilci ve baş-temsilcileri hiçbir durumda seçimle belirlenmez. Şube ve genel merkez seçimleri ise büyük ölçüde formaliteden ibarettir. Tüm işleri Özbek’e bağlı faşist bir ekip çekip çevirmektedir. Özbek’in politikasından en küçük sapma bile, ihraçla cezalandırılmaktadır. Örneğin 1991 yılında işyerlerinde kimi eylemler örgütleyen Pendik Şube Başkanı görevden alınmıştır.
Kuşkusuz bu ürkütücü tablonun kimi yerlerinden yara aldığı durumlar da oldu. Sefaköy Şubesinde, tüm baskılara rağmen Özbek kendi adamını seçtiremedi. Ama ardından şube binası gece açılıp yağmalandı, bir dizi mafya ve kontra yöntemiyle yeni seçilen kişi sindirilmeye çalışıldı.
Görüldüğü gibi, Türk-Metal’deki değişim, başka herhangi bir sendikadakiyle aynı yollardan gerçekleşememektedir. Türkiye sanayisinin kilit sektöründeki sendikal çalışma, adeta bir kontrgerilla organizasyonuyla kontrole alınmıştır. Bu sulta eğer yıkılırsa, bu güruh sendikadan alaşağı edilmek veya işçilerin ana gövdesini bu sendikadan ayırmak suretiyle yenilgiye uğratılırsa, bu, sınıf için çok büyük bir kazanım olacaktır.
Packard açısından konuştuğumuzda, sendikaların dönüştürülmesi sorununu iki yönlü düşünebiliriz. Birincisi, işyeri temsilcilerinin seçimle belirlenmesi; ikincisi, şube yönetiminin değiştirilmesi. İkinci sorunun ele alınması Pendik Şubesinin örgütlü olduğu işyerlerindeki durumla birlikte ele alınmak zorundadır ve bütün bu işletmelerdeki durum hakkında bilgi sahibi olmadan bir şey söyleme olanağı yoktur. İşyeri temsilcilerinin işçilerce seçilmesi ve sorunlara duyarlı kılınması ise çabaya değer bir durumdur. Elbette işyeri temsilciliğini ele geçirmek, sendikanın işçileri satmasını, patronla planlar çevirmesini engelleyemez. Ama patron da sendika da bu engeli düşünmeden iş yapamazlar. İşçiler için de sendikal yaşamı tanıma ve ilerisi için karar verme konularında bir ufuk sağlar.
Yukarıda ortaya konulanlar, parti örgütünün bir sendika değişikliği olasılığına peşinen karşı çıkmasının sağlıklı bir tutum olmayacağını göstermektedir. Sendika değişikliği, güçlü bir olasılıktır; belli şartları oluştuktan sonra bu yönde açık bir tercih belirtilebilir. Çoğu kişi, sendika değişikliğinin bilinen sakıncalarından hareketle, somut şartlara bakmaksızın böyle bir olasılığı reddedebilmektedir ki, son derece hatalı bir yaklaşımdır bu. Sendika değişikliğine, değişiklik için harcanan enerjinin o sendikayı dönüştürmeye ve sendikal mevzilerin kullanılmasına yettiği durumlarda karşı çıkılmalıdır. Tabanın sendikal faaliyet yürütmesine imkân hazırlamak için değil de tepelerde pazarlıklar yaparak koltuk elde etmek için bu yola başvurulduğu durumlarda karşı çıkılmalıdır. Ancak bu tutumu klişe gibi her somut duruma uydurmaya çalışmak yanlış bir tutumdur. Sınıf mücadelesi peşin hükümlerle, klişelerle yürütülemez.
Peki, sendika değişikliği, işçileri Türk-Metal sultasından çıkarıp Öz-Çelik İş veya Birleşik Metal’in sultasına teslim etmek anlamına gelmeyecek midir? Eğer bu sendikada kalmak veya başkasına geçmek, işçilerin tabandaki hareketinin bir sonucu değilse, gerçekten de çok bir şey değişmez. Çok bir şey diyoruz; hiçbir şey demiyoruz. Türk-Metal’den ayrılmak kimi uyanık sendikacılar eliyle gerçekleşse bile sendikaların yapıları arasındaki farktan ve bir süre için de olsa “misafiri hoş tutma” kaygısının yaratacağı rahatlamadan ötürü ileri işçinin imkânlarında bir genişleme olacağı kesindir.
Şunu da eklemeliyiz ki, Türk-Metal’de örgütlü işçiler, eğilimlerini Türk-Metal’den ayrılmak ve onun metal işçilerinin ana gövdesini kucaklar olmaktan çıkarmak şeklinde belirlemişlerdir. Türk-Metal’in doğum yeri sayılan Kırıkkale’de 1300 işçinin istifası, bir çağrı işlevi görmüştür. Bunu, Seydişehir Alüminyum, Antalya Ferrokrom, Samsun bakır fabrikası işçilerinin izlemesi de dikkate alınmak zorundadır.
Üstelik bugün değişiklik talebi, istediği koltuğu kapamamış küskün sendikacıdan değil, sendikasını işlevli görmek isteyen tabandan gelmektedir. Bunun için de, Packard işçisi, bu değişim sürecinde sendika yönetimlerine aday gelişkin önderler çıkarırsa, değişen; sadece sendika değil, en azından şube düzeyinde yapı da olacaktır. Packard’ın bin işçisi, Türk-Metal Pendik Şubesi içinde bir azınlık teşkil ederken, Birleşik Metal-İş Ümraniye Şubesi’nin mevcut üyelerinin iki katı, Öz Çelik-İş Kartal üyeleri ile eşit sayıdadır ki, bu da şube yönetimlerindeki değişikliği birlikte getirecektir. Ancak tüm bunlar olasılıktır. İşçi bu yönde açık iradesini ortaya koymadan, geçer durumda olmadan bu yönde bir çalışmaya girişmek zamansız ve yanlış olur.
Sonuca gelirsek. Parti örgütünün Türk-Metal’de kalıp dönüştürmek veya başka bir sendikaya geçmek konusunda, kabaca, kalalım veya gidelim gibi bir tutumu olamaz, olmamalıdır. Çünkü işçilerin değişim yönünde bir eğilimleri olmakla birlikte, bugün buna girişecek bir durumda değillerdir. Bu nedenle son bildiride, Türk-Metal’den kopmalardan söz edilmesi doğru olmakla birlikte, “1300 işçi, tescilli işçi düşmanı Türk-Metal sendikasından istifa edip başka bir sendikaya geçerek sendika ağalarına karşı nasıl bir tutum alınması gerektiğini göstermişlerdir” ifadesi doğru değildir. Bu, değişiklik yönünde açık bir çağrıdır. Bu yönde bir çağrı yapıp faaliyeti değişikliğe endekslemek doğru olmayacaktır.
İşçinin bu konuda karar verebilmesi, eğilimini pratik bir tutuma dönüştürebilmesi için öz deneyime ihtiyacı vardır. Günlük fabrika yaşantısının ve sendikal ilişkilerin ortaya çıkardığı tüm olgular, işçinin kararını olgunlaştırıp pratik bir tutuma dönüştürmesine hizmet edecek şekilde kullanılmalıdır. Ona, öz deneyimi içinde sınayacağı doğrular sunulmalıdır. Maddelersek:
• Türk-Metal’in yapısı, bugüne kadar aldığı tutumlar ve ihanetleri, patronların teşhirinin önüne geçirilmeden açıklanmalıdır.
• Bu teşhire sistematik olarak sendikanın, işçiler için vazgeçilmez mücadele aracı olduğunun izah edilmesi, olumlu örnekleri canlı bir şekilde gösterilmesi eşlik etmelidir.
• Fabrikadaki her günlük olayda sendikadan tutum belirlemesi istenmeli, sendikacılar tüm tartışmaların içine çekilmeli, aldıkları gerici tutumlar eleştirilmelidir.
• İşyeri temsilcilerinin işçilerin özgür iradesiyle belirlenmesi talebi, her somut durumda dile getirilmeli, yasaların buna engel olmadığı; bir dizi sendikanın temsilcilerini seçimle belirlediği isim vererek açıklanmalıdır.
Bu süreçte ya gerçekten yönetim seçimi kabullenecek ve kazanım elde edilecek ya da işçiler artık bu sendikada kalınmayacağı görüşüne pratik olarak ikna olacak, pratik bir tutuma girmeye hazır olacaktır. Bu durumda ayrılma çağrısı, yalnızca bir teferruat olacaktır.
Bugünden sürecin ne yönde ilerleyeceği kestirilemez. Ancak yukarıda açıklanan veya canlı hayatın ortaya çıkaracağı başka olasılıkları hesap dâhilinde tutan bir perspektifle hareket etmek, Packard işçisinin gerçekten sendikalı gibi davranmasının önünü açacaktır

SON BİR NOT
Bu yazı ile her fabrikaya ve işletmeye uyan genel geçer formüller önerilmiyor; tüm özgünlüğü içinde belirli bir fabrika ve sorunları inceleniyor. Bu nedenle bir fabrika için formüle edilen talepleri ve önerilen taktikleri, koşulları tamamen farklı başka fabrikalara bir kalıp gibi uygulamak mümkün değildir. Kaba paralellikler kurmaktan kaçınmak gerekir. Esasında her duruma uyan, her hastalığı sağaltan reçeteler de yoktur. Ancak genel ilkelerin somut bir yaşama geçiriliş şekli, başka alanlar için yararlanılabilecek dersler içerir. Deneyler tekrar edilmez, ama nelerden kaçınılacağı ve nelerin yapılması gerektiği konusunda fikir verir, yöntemsel ilkelerin geliştirilmesine yardımcı olur. Bu yazının hedefi de zaten bununla sınırlıdır.

Mart 1998

EK:
YOLSUZLUK İDDİALARI AÇIKLIĞA KAVUŞSUN!
HAKLARIMIZ GERİ ÖDENSİN!

PACKARD İŞÇİLERİ, KARDEŞLER!
Son günlerde fabrikada yolsuzluk yapıldığına dair iddialar dilden dile dolaşmaktadır. Bu iddialardan biri 5 Nisan Kararları neticesinde gasp edilen “Paket” hakkının aslında 3 yıldır devam ettiği fakat bizlere verilmediği; diğer bir iddia ise, maaşlarımızın Almanya’da 100 milyon TL olarak gözüktüğü halde bizlere eksik ödendiğidir. Şu ana kadar bu iddialarla ilgili olarak ne fabrika yönetiminden ne de sendika yönetiminden ciddi bir açıklama yapılmamıştır. Buna rağmen bazı formenler, müdürler sessiz sedasız işten ayrılmakla ya da atılmakla bu iddiaları güçlendirmektedirler.
KARDEŞLER
Bizim için sorun, bu yolsuzlukları kimin yaptığı değildir. Sorun salt bir ahlaki sorun da değildir. Bizim için önemli olan şu: 3 yıldır “paket” hakkımız gasp ediliyor ve maaşlarımız eksik ödeniyor. Yani, gözümüzün içine baka baka ekmeğimizi çalıyorlar. Bu yolsuzluk 1000 işçi üzerinden hesap edildiğinde milyarları geçmektedir. Birkaç kişinin işten çıkmasıyla bu sorun çözülemez. Eğer yeni müdür bu sorunu çözmek istiyorsa gasp edilen haklarımızın hemen geri ödenmesini sağlar. Fakat bunu sadece ondan beklemek yanlış olacaktır.
NE YAPMALIYIZ?
İşyeri temsilcilerini ve sendikacıları, haklarımızın ödenmesi konusunda zorlamalıyız. Bunun için de, fabrikada birlik olup sesimizi yükseltmeliyiz. Bu yolsuzlukların hesabının verilmesini istemeliyiz. Sessiz sedasız bu yolsuzlukları kapatacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Birlik olalım, yanıldıklarını gösterelim.
EKMEĞİMİZE SAHİP ÇIKALIM!

EMEĞİN PARTİSİ
ÜMRANİYE İLÇE ÖRGÜTÜ

Komünist manifesto 150 yaşında

“Bu küçük kitapçık koca koca ciltler ağırlığındadır. Onun ruhu, bugüne kadar uygar dünyanın bütün örgütlü ve mücadele eden proletaryasını canlandırmakta ve harekete geçirmektedir. (…) Bu yapıt, duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği, sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın -yeni komünist toplumun yaratıcısının- dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar.” (Marx, Engels, Marksizm- Lenin)
Bilimsel sosyalist teorinin kurucuları ve dünya proletaryasının ölümsüz öğretmenleri Marx ve Engels’in bundan tam yüz elli sene önce kaleme aldıkları “Komünist Parti Manifestosu”nu, Lenin işte bu sözlerle değerlendirir.
1998 yılı, işçi sınıfı ve ezilenlerin ileri unsurları ile onların politik parti ve örgütleri tarafından, dünyanın dört bir yanında “Komünist Manifesto”nun yayınlanışının 150. yılı olarak kutlanacak. Şimdiden onlarca toplantı, panel, konferans vb. düzenlendi ve daha yılsonuna kadar gerçekleştirileceği ilan edilmiş yüzlerce etkinlik var. Yayınlanışı üzerinden bir buçuk asırlık bir süre geçmiş olan ‘Komünist Parti Manifestosu’, yaklaşık otuz sayfalık kısa bir broşürdür. Ama insanlık ve düşünce tarihine, damgasını kuvvetle ve kesinlikle vurmuş eserler arasındaki yerini almıştır. Yayınlandığı dönemde Manifesto’yu coşkuyla selamlayanların ve hemen sahiplenenlerin sayısı, bizzat Engels’in kendi deyimiyle “hiç de fazla” değildi. Ama aynı Engels, Manifesto’nun 1888 tarihli baskısına yazdığı önsözde şunları söylüyordu : “Bugün o, hiç şüphe yok ki, bütün sosyalist literatürün en yaygın, en enternasyonalist eseri, Sibirya’dan Kaliforniya’ya kadar milyonlarca işçinin kabul ettiği ortak bir programdır.” (Engels, İngilizce baskıya önsöz)
Manifesto’da çarpıcı bir açıklıkla ortaya konan geleceğin toplumuna ilişkin teorik öngörüler, sadece ‘kabul edilen bir program’ olmaktan çıktı ve 1917 büyük Ekim Devrimi ile birlikte yeryüzünün altıda birini kaplayan en büyük devletinde ve kısmen de, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan halk demokrasilerinde gerçekliğe dönüşerek zafere ulaştı. Ve kapitalist dünyanın tümünde proletaryaya yol gösteren ışık oldu. Aradan 150 yıl geçtikten sonra bugün de ışık olmaya ve karşıdevrimin anti-komünist saldırganlığına, demagoji ve yaygarasına rağmen, dünyanın dört-bir yanında bir eylem kılavuzu olarak ön saflarda dalgalanmaya devam ediyor, ileri işçiler ve ezilenlerin uyanan kesimleri tarafından sahipleniliyor. Çöken, iktidardaki modern revizyonizmin harabeleri altından yeniden doğrulmaya başlayan Rus işçilerinin, hemen ilk elde Marx, Lenin ve Stalin’e sarılmaları, Fransa’da iki yıl önce burjuvaziye ve hükümetin kapitalist saldırı planına karşı nispeten uzun süre direnme tutarlılığı gösteren proletaryanın ileri bölüklerinin, Marx posterleri ve Enternasyonal marşı eşliğinde yürüyüşe geçmeleri; bunun yakın dönemdeki birçok örneğinden en çarpıcı olanlarıydı! Burada önemli olan nokta, elinde kâğıttan ya da bezden yapılmış bir tasvir taşımış olmak değil, Marx’ın ve Marksizm’in teorisinin kapitalist barbarlığa karşı mücadelede yol gösterici tek kılavuz olduğunun bir kez daha hatırlanmış ve hatırlatılmış olmasıdır.
‘Manifesto’nun gösterdiği enternasyonalist yoldan ilerleyen Uluslararası Komünist Hareket mensubu parti ve örgütler de, kısa bir süre önce (Kasım 1997) Almanya’da gerçekleştirdikleri uluslararası konferansta, bu geleneğe sadık kalarak “Komünist Parti Manifestosu”nun 150. yılı dolayısıyla bir dizi etkinlikler tertiplemeyi kararlaştırdılar. Bunlardan en anlamlısı, Manifesto’nun bir giriş yazısıyla birlikte birçok dilde yeniden basılması ve yaygın olarak dağıtılmasıdır.
Öte yandan, bir buçuk yüzyıldan beri sayısız burjuva “teorisyen”, Manifesto’ya ve onun evrensel bildirisine karşı beyhude bir saldırı içerisinde olmaya devam ettiler. Dünyanın dört bir yanında ‘Manifesto’nun yasaklandığı ve mesajının ağza alınmasının dahi engellendiği karanlık dönemler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Ama ona saldırmaya cüret edenler tarihte hak ettikleri çöplüğü bulur ve unutulmaya yüz tutarken, “Manifesto”nun kendisi gençliğinden ve geçerliliğinden hiç bir şey yitirmedi. Böyle olmasının sırrı, sadece yazarlarının birer dahi olmasında yatmıyor kuşkusuz. Marx ve Engels’in teorisi, ona can veren iki büyük insanın zekalarının ötesinde, modern toplumun gelişim yasalarından çıkmış ve geleceği temsil eden toplumsal güçlerin çıkarlarına hizmet ediyor olmasındandır. Ona karşı durmaya yeltenmiş olanların ortak özelliği ise, çürüyüp yok olan sınıfların umutsuz direncini yansıtmış olmaktır. Ama tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmenin imkânı yok!

‘MANİFESTO’YU ORTAYA ÇIKARAN TARİHSEL KOŞULLAR
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısı kapitalist büyük ölçekli sanayinin, öncelikle İngiltere başta olmak üzere Avrupa çapında hızla gelişmeye başladığı dönemdir. Kapitalist gelişme yoluna diğerlerinden çok önce giren İngiltere’de bu ilerlemenin kökleri, buhar makinesinin, dokuma ve eğirme makinelerinin icat edilip kullanılmaya başlandığı, bir önceki yüzyıla dayanıyordu. “Buhar ve makine, sınai üretimi devrimcileştirdi. Manifaktürün yerini büyük modern sanayi, sanayici orta tabakanın yerini sanayici milyonerler, tüm sanayi ordularının şefleri, modern burjuvalar aldılar.”‘(Komünist Manifesto) Büyük ölçekli modern sanayi geliştikçe, proletarya da sayısal olarak büyüdü. Belirli merkezlerdeki kapitalist yoğunlaşma, proletaryanın büyük kitleler halinde bir araya gelmesinin koşullarını da yarattı ve kapitalist zenginliğin artışına paralel olarak işçilerin sömürülme dereceleri de arttı.
İşçi sınıfının aşırı sömürülmesi, belirli merkezlerde toparlanması ve büyümesi süreci aynı zamanda, işçilerin tek tek bireyler olarak patronlara karşı mücadelesinin yerini, giderek sınıf halinde kapitalistlere karşı mücadelesine bırakması sürecidir de. 1831’de Fransa’nın Lyon kentindeki ipek işçilerinin grevleri, işçi sınıfının ilk bağımsız ayaklanmasıdır. 1848’e kadar geçen yaklaşık yirmi yıllık süreçte, Avrupa’nın değişik ülkelerinde benzer grev ve ayaklanmalar birbirini izledi. İngiltere’de yıllara yayılarak süren ve işçilerin kapitalistlere siyasal iktidardan reform talep etmeye kadar genişlemesinin ifadesi olan Çartist hareket, Prusya’da Silezya dokuma işçilerinin grevleri, bunların en önemlilerinden bazılarıdır. Ama Lyon’da ayaklanan ipek işçileri örneğinde olduğu gibi, bu hareketler her ne kadar patronlara karşı işçi sınıfının bağımsız eylemleri idiyse de, henüz kapitalist sistemin bizzat kendisini hedefleyen hareketler olmaktan uzaktılar. Lyon işçileri patronlara karşı elde silah direnirken, anayasaya ve krala ise bağlılıklarını ilan ediyorlardı. İşçi sınıfının doğrudan doğruya kapitalist sisteme ve burjuvaziye karşı adına layık ilk bağımsız ayaklanması, 1848 Paris işçi ayaklanmasıdır. Haziran’da Paris işçileri yenilgiye uğratıldıklarında 1848 devrimi de sona ermişti. Çünkü Şubat devriminin meyvelerini her ne kadar burjuvazi toplamış olsa da, devrimin temel direği ve dayanağı işçi sınıfıydı.
İşçi hareketi, eyleminin şiddet derecesi ve yaygınlığı ne olursa olsun, henüz kendiliğinden bir hareket olmanın ötesine geçememişti. İşçi sınıfı henüz kendisini sömüren ve ezen sistemin işleyiş yasalarının bilgisine ulaşamamış, kendisinin ve kendisiyle birlikte bütün toplumun kurtuluşu davasında kendi sırtına yüklenmiş olan tarihi sorumluluğun yeterince ayırtına varamamıştı. İşte bu koşullarda, mevcut durumu eleştiren, kapitalist sistemin kimi zamanlar şiddetli ve etkili bir eleştirisini de içerisinde taşıyan ütopik alternatiflerle ortaya çıkan sosyalist teoriler türedi. 19. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran ütopik sosyalistler içerisinde en tanınmış olanları, Fransa’da Saint-Simon ve Fourier, İngiltere’de de Robert Owen idi. Fakat ütopik sosyalistler, kapitalist toplumun gelişim yasalarını tahlil edip çözebilecek ve işçi sınıfının devrimci misyonunu tespit edebilecek durumda değillerdi. Onların esas çabası burjuvalar arasında, aşırı sömürü cenderesine sıkıştırılmış işçi sınıfının dayanılmaz yaşam koşullarına acıma duyguları uyandırabilmek ve sömürünün derecesini azaltmak üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, değişik sosyalizm akımlarının içerisinde bulundukları teorik karmaşaya bir son vermek ve işçi sınıfının bilimsel dünya görüşünün temellerini atmak şerefi Marx ve Engels’e ait olmuştur.
Bu bilimsel dünya görüşünün en yalın ve özlü ifade edildiği eser olarak ‘Manifesto’nun ilk baskısı 1848 Şubatı’nda Londra’da Almanca olarak yayınlandı. Marx ve Engels bir yıl kadar önce “Adiller Birliği”ne üye olmuşlardı. 1836’da Paris’te Alman mülteciler tarafından kurulan ve daha sonra da merkezini Londra’ya taşıyan “Birlik”, değişik uluslardan devrimcileri saflarında barındıran, ütopik ve eşitlikçi komünizm savunucusu gizli bir örgüttü. Marx ve Engels’in, temellerini atmaya başladıkları teorinin etkisi ve yönelttikleri eleştirilerin isabetliliği, bu örgütü onlara yaklaştırır ve Birliğin üyelik teklifine olumlu yanıt verirler. “Adiller Birliği”, Marx’ın dolaylı, Engels’in de bizzat katıldığı ilk genel kongresini Haziran 1847’de Londra’da gerçekleştirir. Örgütün tümüyle demokratik temeller üzerinde yeniden inşası ve adının “Komünistler Birliği” olarak değiştirilmesi de bu kongrede kararlaştırılır. “Komünist” tanımlamasıyla ilgili olarak Engels, daha sonraları şunları söyleyecektir: “(…)1847’de sosyalist denilince bir yanda, çeşitli ütopyacı sistemlerin savunucuları olan ve her ikisi de tekkeden ibaret olma durumuna indirgenen ve gittikçe ölmekte olan, İngiltere’deki Owen’ciler, Fransa’daki Fourier’ciler; öte yanda bir sürü palavrayla sermayeye ve iktidara hiçbir zarar vermeden her türlü sosyal bozukluğu ortadan kaldırmayı vaat eden çok çeşitli sosyal şarlatanlar, her iki halde de işçi hareketi dışında olan ve ‘eğitilmiş’ sınıflardan medet uman kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının, salt politik altüst oluşun yetersizliğine inanmış ve toplumun topyekûn dönüşmesinin gerekliliğini talep eden her bir kesimi o zamanlar kendisine komünist diyordu. Bu kaba, yontulmamış, saf içgüdüsel bir tür komünizmdi. Ama yine de en önemli noktaya değiniyordu ve işçi sınıfı arasında, Fransa’da Cabet’nin, Almanya’da Weitling’in ütopyacı komünizmini doğurmaya yetecek kadar güçlüydü. Böylece 1847’de sosyalizm bir orta sınıf hareketi, komünizm bir işçi sınıfı hareketiydi. (…) Biz ta başından itibaren ‘işçi sınıfının kurtuluşu, işçi sınıfının kendi eseri olmalıdır’ görüşünde olduğumuzdan, bu iki addan hangisini alacağımız konusunda bir tereddüdümüz yoktu. Üstelik o zamandan bu yana, onu terk etmeyi asla aklımıza bile getirmedik.”(Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına önsöz)
Komünistler Birliği’nin ikinci kongresi, aynı yılın Aralık ayı başında gerçekleştirildi. Marx ve Engels, sundukları tezlerin oybirliğiyle kabul edilmesi üzerine, kongre tarafından “partinin teorik ve pratik programını” hazırlamakla görevlendirildiler. İşte “Komünist Parti Manifestosu” böylece ortaya çıkmış oldu. Manifesto’nun yayınlanış tarihi, (Şubat 1848, yani kongreden yaklaşık iki ay sonra) işe hemen girişmiş olduklarını ve programa temel teşkil eden tezlerin zaten önceki yıllarda yürüttükleri teorik mücadele içerisinde oluşmuş olduğunu gösteriyor.

MARKSİST TEORİNİN İNŞASI
Marx ve Engels daha 1848’den evvel, kendilerinden önceki bütün büyük düşünürleri ve düşünce akımlarını derinlemesine bir eleştiri süzgecinden geçirmiş bulunuyorlardı. Bilimsel verilerle doğrulanan felsefenin materyalizm olduğunu ilan ettiler ve diyalektik materyalist teorinin esasını inşa ederek dev bir adım attılar. Lenin, Marx’m tarihsel materyalizminin, “bilimsel düşüncenin tarihteki en büyük kazanımı” (Marksizm’in Üç Kaynağı) olduğunu söyler. Marx ve Engels’in temel önemdeki eserlerinden bazıları ‘Manifesto’dan önce yayınlanmıştı. İkisinin ilk ortak eseri olan “Kutsal Aile” 1844’de, Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu” 1845’de ve Marx’in “Felsefenin Sefaleti” 1847’de yayınlandı. “Ücretli Emek ve Sermaye”, “Alman İdeolojisi” gibi temel önemdeki eserler de bu dönemde yazıldı. Burjuva ve küçük burjuva ütopik sosyalist fikirlerle çatışmanın ilk ürünleri olan bu eserlerde, sınıf mücadelelerinin, tarihin ilerletici motor gücü olduğu ve proletaryanın, özel mülkten arınmış tek sınıf olarak devrimi zafere ve insanlığı kurtuluşa götürecek yegane sınıf olduğu ortaya konmuştu. Ancak yine de, bilimsel sosyalist teorinin temel çerçevesini özlü ve derli toplu olarak genel çizgileriyle ortaya koyan ilk eser “Komünist Manifesto”dur.
Tüm Marksist teorinin ilk kez damıtılmış halde ifade ediliş şekli olarak Manifesto, sosyalizm tarihinde başlı başına bir devrim anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi diyalektik metot, olguları ve şeyleri sadece birbirleriyle karşılıklı ilişkileri açısından değil, iç çelişkileriyle de birlikte ele alır. Hareketin ve gelişmenin kaynağı zıtların mücadelesidir ve nicel değişimlerin birikimi sonuçta, nitel sıçramalara yol açar. Bu yasa sadece doğa ve insan toplumu için değil, aynı zamanda, içerisinde sosyalist teorinin de yer aldığı fikirlerin gelişimi için de geçerlidir. Manifesto’da özü ortaya konan Marksist teori, bir yandan belirli bir gelişme derecesine ulaşmış olan kapitalist sistemin toplumsal ve ekonomik gerçeklikleriyle, öte yandan ise düşünce akımlarının kendinden önceki bütün mirası ile sıkı sıkıya birbirine bağlıdır. Marksizm’in üç kaynağının İngiliz ekonomi politiği, Alman felsefesi ve Fransız ihtilalciliği olduğu bilinir. Fakat Marksizm onların basit bir toplamından değil, bilimsel temelde gerçekleştirilmiş eleştirisinden ortaya çıkmıştır ve bu nedenle de kendinden önceki teorilerin sıradan, bayağı bir devamı değildir. Felsefe, ekonomi politik ve sosyalizm alanındaki nicel birikimler, ‘Manifesto’ ve Marksist teori ile birlikte nitel bir sıçrama göstermişlerdir. Bu nedenle de “Komünist Manifesto”nun yayınlanması, aynı zamanda sosyalizm tarihinde bir devrim anlamına gelmekteydi.
Kapitalist toplumun ekonomik işleyiş yasalarını ortaya koyan ve toplumların gelişiminin tarihsel materyalist kavranışını keşfeden, böylelikle sosyalizmi ulaşılması imkânsız bir rüya olmaktan çıkararak bir bilim düzeyine çıkaran, üretici güçlerin gelişiminin zorunlu olarak vardığı yerin sosyalizm ve sınıfsız toplum olduğunu bilimsel temelleriyle birlikte ortaya koyan Marksizm’dir. Marksizm, kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişin yolunu ortaya koyarak, ütopik sosyalizme son vermiş ve bilimsel sosyalizm devrini açmıştır. Eski toplumdan yeni bir topluma doğru zorunlu dönüşümü gerçekleştirme yeteneğine sahip sınıfın proletarya olduğunu ortaya koymuş ve sosyalizmi, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin hizmetine sokmuştur. Lenin, Marksist teoriyi şöyle özetliyor: “Bu teori, modern kapitalist ekonominin özünü, araziye ve toprağa, fabrikalara, madenlere vb. sahip bir avuç kapitalistin milyonlarca mülksüz insanı nasıl köleleştirdiğini, bu köleleşmenin ücretli emekle, emek gücünün satın alınması ile nasıl örtüldüğünü göstererek ortaya çıkarmıştır. Modern kapitalizmin tüm gelişmesinin küçük işletmenin büyük işletme tarafından ortadan kaldırılmasına vardığını, sosyalist bir toplum düzenini olanaklı ve zorunlu hale getiren koşulları yarattığını göstermiştir. Bir sürü kökleşmiş adetlerin, siyasal entrikaların, karışık yasaların, kurnazca düşünülmüş öğretilerin altında sınıf savaşımının yattığını görmeyi, her türden mülk sahibi sınıflarla mülksüzler yığını ve mülksüzlerin başında gelen proletarya arasındaki savaşımı görmeyi öğretmiştir. Devrimci sosyalist partinin gerçek görevini açıklığa çıkarmıştır: Toplumun yeniden biçimlendirilmesi için planlar keşfetmek değil, kapitalistleri ve onların uşaklarını işçilerin durumunun düzelmesine ilişkin vaazlar veren kişiler saymak değil, suikastlar düzenlemek değil, proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek ve son hedefi siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve sosyalist toplumun örgütlenmesi olan bu savaşımı yürütmek.” (Marx-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine)
Marksizm, işçi sınıfına kendi tarihsel rolünün bilincine varma imkânını yaratmış, bilimsel sosyalizmle işçi hareketinin birliğinin yolunu açmıştır. Zaten, bilimsel sosyalist teorinin kurucuları Marx ve Engels, hayatları boyunca sadece teori alanında birer deha olmakla kalmamışlar, işçi hareketinin önderleri ve örgütleyicileri de olmuşlardır. 1840’lardan itibaren yaklaşık kırk yıl boyunca Avrupa’da, Marx ve Engels’in içerisinde yer almadıkları ya da fikirleriyle etkilemedikleri hiçbir büyük işçi hareketi yoktur. Birinci Enternasyonal’in (Uluslararası İşçiler Derneği) kuruluşundan, tek tek ülkelerde birçok partinin inşasına ve programlarının hazırlanmasına, eylem anında yol göstericiliğe kadar, hep sınıf hareketinin tam ortasında yer almışlardır.

BİR SAVAŞ İLANI METNİ
Her bir cümlesi sayfalarca yazı ile açıklanabilecek kadar derin ve güçlü bir fikir yoğunluğunu ifade eden ‘Komünist Manifesto’ dört bölümden oluşmaktadır. “Burjuvalar ve Proleterler” başlığını taşıyan birinci bölüm, burjuvazinin sınıf olarak ortaya çıkışını, bir önceki toplumun egemen sınıflarına karşı mücadele içerisinde oynadığı, tarihsel bakımdan devrimci rolü anlatır. Ama kapitalizmin gelişiminin vardığı mevcut aşamada bizzat burjuvazi tarafından önleri açılan üretici güçlerin, yeni ve muazzam gelişiminin artık var olan üretim ilişkilerinin çerçevesine sığmadıklarını açıklar. Burjuvazi, tarih sahnesine çıkışıyla birlikte kendi karşıtını ve mezar kazıcısını da yaratmıştır: “Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak adamları da yaratmıştır, -modern işçileri- proleterleri.” (Komünist Manifesto) Modern toplumda asıl çatışma, iki ana sınıf olan burjuvazi ile proletarya arasında yürümektedir. Bu karşıt kutuplardan birisinde yer alan ve üretimdeki yeri nedeniyle geleceği temsil eden proletaryanın zaferi, tarihte ilk defa yeni bir sömürücü sistemin kuruluşuna götürmeyecektir. Üretim araçlarının mülkiyetinden arınmış ve mülksüzler sınıfı olan proletaryanın nihai hedefi, üretim ve dolaşım araçlarının toplumsallaştırması ve proletarya diktatörlüğü yoluyla sömürüsüz, baskısız, sınıfsız, sınırsız bir özgürlükler dünyasına varmaktır. Kendilerinden önce, haksızlık ve adaletsizliğin, eşitsizliklerin, ezilenlerin açlığı ve sefaletinin eleştirisini yapan çokça düşünür olmasına rağmen Marx ve Engels; ilk defa kapitalizmin doğasını, yıkılmaya mahkûm olduğunu ve bu işi gerçekleştirmeye yetenekli ve zorunlu sınıfın proletarya olduğunu bilimsel kanıtlarıyla birlikte ortaya koymuşlardır. Marx bunu şöyle açıklıyor : “Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımların varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yaptığım ise; 1-Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu, 2- Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, 3- Bu diktatörlüğün kendisinin, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamaktır” (Marx’dan Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852)
İkinci bölüm, “Proleterler ve Komünistler” başlığını taşır. Burada, işçi sınıfının bir parçası ve onun öncü gücü olarak komünistlerin oynayacakları rol açıklanır. Manifesto’nun bu bölümü, komünistlerin hedeflerinin öz ve özet olarak açıklanmasına, burjuvazinin ikiyüzlü saldırılarının ve komünistlere yönelik iftiralarının ikna edici bir tarzda deşifre edilmesine ayrılmıştır. Komünistlerin, proletaryanın çıkarlarının haricinde ayrı çıkarlara sahip olmadıkları, teorik fikirlerinin ise bizzat canlı hayatın kendisi içinden çıktığı çarpıcı bir şekilde ifade edilmektedir “Bunlar yalnızca, varolan bir sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir.” (Komünist Manifesto) Bu bölümde komünistlerin, özel mülkiyet ve onun ortadan kaldırılması, kişisellik ve özgürlük, aile, eğitim, kadınlar, ulus vb. gibi sorunlara yaklaşımları açıklanmaktadır.
Manifesto’nun “Sosyalist ve Komünist Yazın” başlıklı üçüncü bölümünde, Fransız ve İngiliz aristokratlarının yergici, feodal-gerici sosyalizminden, eleştirel-ütopik sosyalizme kadar, o günün çok çeşitli sosyalizm akımlarının kısa, ama net bir tanımlaması ve eleştirisi yapılmaktadır. Kendinden önceki sosyalist akımlara yöneltilen eleştiriler, aynı zamanda bilimsel sosyalizmin temel meselelerdeki yaklaşımlarını başka bir yönden ifade etme maksadı da gütmektedir.
“Komünistlerin Çeşitli Muhalefet Partileri Karşısındaki Konumları” başlığını taşıyan dördüncü bölümün (önceki bazı pasajlarla birlikte), eser yazıldıktan bir müddet sonra ‘artık eskimiş’ olduğu, bizzat Marx ve Èngels’in kendileri tarafından da teslim edilmiştir. Bu ‘eskime’nin nedeni, yazılanların o günün tarihsel koşullarında yanlışlıklarının ortaya çıkmış olması değil, eleştiri konusu edilenlerin konumlarında meydana gelen değişikliklerdir. Ama bu bölümün ve dolayısıyla da ‘Manifesto’nun sonundaki şu paragrafta söylenenler, ebediyen “eskimemiş” olarak kalmaya devam edecektir : “Komünistler kendi görüşlerini ve amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler. Hedeflerine, ancak şimdiye kadarki tüm toplumsal düzenin şiddet kullanılarak yıkılmasıyla ulaşılabileceğini açıkça ilan ediyorlar. Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim korkusuyla titresinler. Oysa proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok. Kazanacakları bir dünya var. BÜTÜN ÜLKELERİN İŞÇİLERİ BİRLEŞİNİZ!” (Komünist Manifesto)

‘KOMÜNİST MANİFESTO’ ESKİDİ Mİ?
Modern proletaryanın bilimsel sosyalist öğretisinin, genel hatlarıyla ilk kez ifade edildiği eser olan Komünist Manifesto’yu “eleştirme” ve karalamaya girişen bütün burjuva teorisyenlerin ve onu aşma iddiasındaki revizyonistlerin her dönemde öne sürdükleri değişmez argümanlardan birisi, o dönemde ortaya konulmuş teorinin bugün artık eskimiş olduğu! şeklindedir. Marksizm’in, bugünün sorunlarına yanıt vermekten uzak olduğu yolundaki “eleştirilerin” son on yılda dünyanın önemli bir bölümünde yaşanan olaylara yaslanarak ve ondan hareketle çok daha hararetli bir tarzda öne sürüldüğü ve bilimsel sosyalist teorinin ölüm fetvasının verildiği de biliniyor. Peki, burada gerçeklik payı var mı?
Engels, Manifesto’nun çekirdeğini oluşturan temel önerme üzerine şunları söylüyordu: “Her tarihsel çağda egemen olan iktisadi üretim ve mübadele biçimi ve ondan zorunlu olarak doğan sosyal yapılanma, o çağın üzerine kurutu olduğu temeli meydana getirir ve o çağın politik ve düşünce tarihi, ancak bu temele dayanarak açıklanabilir; dolayısıyla insanlığın bütün tarihi (toprakta ortak mülkiyete dayanan ilkel kabile düzeninin dağılmasından bu yana) sınıf mücadelelerinin, sömüren ile sömürülen, ezen ile ezilen sınıflar arasındaki mücadelenin tarihidir. Bu sınıf mücadeleleri tarihi bir evrimler dizisi meydana getirir ki, bu evrimler dizisi içinde bugün, sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve ezen sınıfın -burjuvazinin- boyunduruğundan kurtuluşunu, aynı zamanda ve nihai olarak toplumun tümünü sömürülmekten, ezilmekten, sınıf ayrılıklarından ve sınıf mücadelelerinden kurtarmaksızın elde edemeyeceği bir aşamaya ulaşmıştır.” (Engels, 1888 İngilizce baskıya önsöz)
Bütün insanlık tarihinin (sınıflı toplum tarihinin) ve özel olarak da burjuva toplumunun bilimsel irdelenmesinden çıkan ve ‘Manifesto’da özlü olarak yansıtılan ana fikir işte budur. Toplumun ezilen, sömürülen ve kendisiyle birlikte tümünü de kurtaracak sınıfı olan proletaryanın zaferleri, bu fikri doğrulamaktadır. Uğradığı geçici yenilgiler ise, bu tarihsel rolü, her gün daha fazla omuzlamanın zorunluluğunu… “Komünist Manifesto”nun “her yerde” ve “her zaman” geçerli olan asıl özü ve ana ilkeleri değişmeden kalacaktır. ‘Manifesto’ya evrensel ve bilimsel bir özellik kazandıran da bu yanıdır. Çünkü ‘Manifesto’ herhangi bir metin değil; insanlık ve düşünce tarihinin mirasını emen, özel olarak da burjuva toplumunun işleyiş yasalarının tahlilinden hareketle geleceğin sınıfsız, sömürüşüz, özgür toplumuna varışın yollarını ortaya koyan temel önemde bir eserdir. Dolayısıyla, toplumda meydana gelebilecek siyasal ve iktisadi değişimlerin geçersizleştirmeye güç yettiremeyeceği kadar derinliğe ve sağlam temellere sahip bir belgedir. Bir bütün olarak, toplumlar tarihini bugün yeniden yaşatmak ve yazmak mümkün olmadığına göre, onun bilgisinden hareketle ve süzülmüş olarak ortaya çıkan bilimsel yorum, kavrayış ve değiştirme iddiasının başkalaşması da mümkün olmayacaktır.
Fakat “Komünist Manifesto”, bir yönüyle başka bütün tarihi metinlerde olduğu gibi, belirli tarihsel süreçte ve koşullarda kaleme alınmış bir eser olarak kuşkusuz “eskimeye” mahkûm yönler de içermemezlik edemezdi. Nitekim bu dev eserin bizzat kendi yazarları, henüz yaşadıkları dönemde meydana gelen yeni gelişme ve değişiklikler nedeniyle “eskiyen” bölümlere dikkat çekiyorlardı. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’nun 1872’deki Almanca baskısına önsözde şunları söylüyorlardı : “Son yirmi beş yıl içerisinde durum ne denli değişmiş olursa olsun, ‘Manifesto’da geliştirilmiş olan genel ilkeler, ana çizgileriyle, bugün de hala doğruluğunu korumaktadır. Şurası ya da burası somut olarak daha iyi hale getirilebilir: Bu ilkelerin pratikteki uygulanışı ‘Manifesto’nun kendisinin de belirttiği gibi, her yerde ve her zaman, o günün tarihsel koşullarına bağlı olacaktır ve bu nedenle, ikinci bölümün sonunda önerilen devrimci önlemlere hiçbir özel ağırlık verilmemiştir. Bu pasaj, bugün birçok bakımdan çok farklı bir biçimde ifade edilebilirdi. Modern sanayinin son yirmi beş yıl içerisinde gösterdiği büyük gelişme ve işçi sınıfının bununla beraber ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında, önce Şubat Devrimi’nde ve daha önemlisi, proletaryanın ilk kez siyasi iktidarı iki ay boyunca elinde tuttuğu Paris Komünü’nde edinilen pratik deneyimler karşısında, bu program bugün yer yer eskimiş bulunuyor. Özellikle Komün bir şeyi, “işçi sınıfının hazır devlet mekanizmasını salt eline geçirmekle onu kendi amaçları için harekete geçiremeyeceği”ni tanıtlamıştır. Ayrıca, apaçık ortadadır ki, sosyalist yazının eleştirisi bugün için eksiktir, çünkü bu ancak 1847’ye kadar uzanıyor; aynı zamanda, komünistlerin çeşitli muhalefet partileri hakkındaki tavırları üzerine düşünceleri, ana çizgileri bugün de doğru olmakla birlikte uygulamada artık eskimişlerdir, çünkü siyasi durum tamamıyla değişmiştir ve tarihsel gelişim orada sayılan partilerin çoğunu yeryüzünden silip götürmüştür. Bununla birlikte, ‘Manifesto’, üzerinde artık hiçbir değişiklik yapma hakkımız olmayan tarihsel bir belgedir.”

‘MANİFESTO’DAN BUGÜNE DEĞİŞEN NE?
Kuşkusuz ‘Manifesto’dan bu yana yaşam durmadı ve canlı hayatın bilimi olarak Marksist teori de, donup taşlaşmış olarak kalmadı. Ama ne yazık ki, ‘Manifesto’nun ve genel olarak Marksist teorinin, işleyiş yasalarını inceleyip ölüme mahkûm olduğunu ilan ettikleri ücretli kölelik düzeni, bugün hala egemen sistem olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Lakin bu durum asla kapitalizmin boynuna asılmış tarihsel ölüm fermanını ortadan kaldırmaya yetmez. Çünkü öz değişmedi ve onu kemirip bitirecek çelişmeler bizzat kendi bağrında gizlidir. Burjuvazinin siyasal iktidarını, toplumsal dayanaklarıyla birlikte parçalayıp yok edecek güç, bizzat kendisi tarafından zorunlu olarak yaratılmış bulunuyor. Bugün toplum, her zamankinden çok daha açık ve çıplak bir şekilde iki ana sınıf olarak bölünmüş durumdadır. Ve tarihsel gidişat, başında proletaryanın yer aldığı ezilen, iliklerine dek sömürülen alt tabakanın, bu bölünmenin farkına daha çok varması yönündedir. ‘Manifesto’dan bu yana değişen bir şey varsa, o da, bu şaheser metinde bahsedilenlerin bugün her bakımdan on kat daha fazla geçerli olduğudur. Sadece şu pasaj birçok şeyi açıklamaya yeter : “…daha önceki bütün çağlarda anlamsız görünebilecek bir toplumsal salgın baş gösteriyor, aşırt üretim salgını. Toplum kendisini birdenbire, gerisin geriye anlık bir barbarlık durumuna sokulmuş buluyor; sanki bir kıtlık, genel bir yıkım savaşı bütün gıda maddesi ikmalini kesmiştir; sanki sanayi ve ticaret yok edilmiştir; peki ama neden? Çünkü toplumda çok fazla uygarlık, çok fazla gıda maddesi, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret vardır da ondan. Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine artık hizmet etmiyor; tersine bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumunun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva ilişkileri, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak denli darlaşmıştır. Peki, burjuvazi bu bunalımları nasıl atlatıyor? Bir yandan üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok ederek, öte yandan yeni pazarlar ele geçirerek ve eskilerini de daha kapsamlı bir biçimde sömürerek. Yani, daha çok yönlü ve daha büyük bunalımlar hazırlayarak ve bunalımları önleyen araçları azaltarak.” (Komünist Manifesto)
Aradan 150 sene geçti. Ücretli kölelik üzerine kurulu kapitalist sömürü sisteminin temel çatışmasını özetleyen bu gerçeklikten değişen ne? “Çok fazla uygarlık, çok fazla gıda maddesi, çok fazla sanayi, çok fazla ticaret” arttıkça, ezilen emekçi sınıflar açısından daha fazla cehalet, daha fazla eğitimsizlik, evsizlik, işsizlik, daha fazla sömürü, dışlanma, özgürlüklerden yoksunluk ve yabancılaşma değil midir yaşanan şey?
Sanayi de, ticaret de, gıda maddesi de, ve dolayısıyla uygarlık da, Marx ve Engels’in ‘Manifesto’yu kaleme aldıkları döneme göre kıyas kabul etmeyecek denli artmış olmalarına karşın, üretim araçlarının kapitalist özel mülk edinilmesine ve ücretli emek gücü sömürüsüne dayanan sistemde yönetilen, sömürülen ve ezilen sınıfların toplumsal konumlanışlarında ve yaşam koşullarında öze ilişkin bir farklılık var mı? Var olan kadarıyla da, bir taraftan somut bir toplumsal sistem olarak inşasına girişilmiş sosyalizm tehdidinden duyulan korkunun, öte yandan ise esas olarak işçi ve emekçi halkların mücadele ve eylemleriyle burjuvaziye rağmen gerçekleştiğini herkes biliyor.
Günümüz dünyasında bir yıl içerisinde yaklaşık 25 trilyon dolarlık toplam zenginlik üretiliyor. Son otuz yılda bu rakam aşağı yukarı altıya katlanmış olmasına karşın, sömürülen alt tabakaların aldıkları payda bir yükselme olmamış, aksine sürekli gerileme yaşanmıştır. Nüfusun en yoksul yüzde 20’sinin toplam zenginlikten aldıkları pay sadece yüzde 1,1’dir. Dünyanın en zengin 350 kadar kodamanı, bütün dünya nüfusunun neredeyse yarısının sahip olduğu servete tek başlarına sahip iken, günde sadece 1 (bir) dolarla yaşayan yüz milyonlarca (her dört kişiden biri) insan var. Dünya nüfusunun yaklaşık olarak dörtte biri yeterli beslenemez ve milyonlarca insan açlıktan ölürken, ileri kapitalist ülkelerde depolar “çok fazla gıda maddesi” ile dolu. Irak’ta, Küba’da çocuklar sütsüzlükten, Somali’de, Bangladeş’te ve daha onlarca ülkede tahıl, yağ vb. yetersizliğinden ve yokluğundan kırılırken, Hollanda’da dökülen sütlerden akarsular, Danimarka’da yığılan tereyağından dağlar, ABD’de alıcı bulamayıp biriken tahıldan çürüyen silolar meydana geliyor. Bu çıplak adaletsizlik karşısında her ülkenin proletaryasının ve geri-bağımlı ülkelerin ezilen mazlum halklarının, eğer insanca yaşamak istiyorlarsa; ‘Komünist Manifesto’da mükemmel bir berraklıkla tarif edilmiş tarihsel yola, zorunlu olarak girmekten başka bir kurtuluş yollan mı var?
‘Manifesto’da ifade edildiğinden çok daha ileri bir düzeyde uluslararası bir sistem özelliği kazanan kapitalizmin bunalımları, bugün çok daha sık, derin ve tahrip edici özellikler kazanarak gerçekleşmektedir. Bunalımları atlatmanın yolu ise bugün de, “üretici güçleri kitlesel olarak zorla yok etmek, yeni pazarlar ele geçirmek ve eskilerini daha kapsamlı bir biçimde sömürmek”tir. Yeni pazarlar ve egemenlik alanları ve dünya hegemonyası için, ‘Manifesto’nun yazıldığı tarihten bu yana on milyonlarca insanın hayatına mal olan, yüzlerce bölgesel-yerel savaş ve bir yüzyıl içerisinde iki büyük dünya savaşı yaşandı, bugün de yaşanmaya devam, ediyor. Yüz milyonlarca işçi zorla üretim sürecinin dışına atılmış ve işsizlik ile sefalete mahkûm edilmiştir. Sermaye düzeninin anavatanı olan ileri kapitalist ülkeler de bu dertten muzdarip olmaktan kurtulamıyorlar. Sadece Avrupa Birliği ülkelerinde 20 milyon, dünyanın ekonomik bakımdan en gelişkin 29 ülkesini bağrında toplayan OECD ülkelerinde ise 40 milyon kadar işsiz var. Avrupa’da yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı 60 milyona varmıştır. Dünyada -ezici çoğunluğu Afrika kıtası ve Güney Asya’da olmak üzere- okuma yazma bilmeyen 850 milyon, temel sağlık hizmetlerinden yoksun 1 milyar insan yaşıyor. Her yıl 12 milyon çocuk (sadece Bangladeş’te ishal nedeniyle her gün 600 çocuk) açlıktan ve besinsizlikten ölüyor, 5–14 yaş grubundaki 250 milyon çocuk yetişkinlerle aynı koşullarda ama çok düşük ücretlerle çalıştırılıyorlar. Hemen hepsi geri ve bağımlı ülkelerde yaşayan yaklaşık yarım milyar insanın ortalama yaşam süresi 40 yıl bile değil.
Yani değişen şey; barbarlığın, sefalet ve cehaletin, üretim araçlarının mülkiyetinden uzaklaştırılmanın geçmişte tasavvur bile edilemeyecek kadar çok üst boyutta yaşanıyor olmasından ibarettir. Başlıca nedeni ise, “üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel kapitalist karakteri arasındaki temel çelişmenin” tarihin tekerleğini muazzam bir ölçüde ilerletecek tarzda henüz çözülememiş olmasıdır.
“Özel mülkiyeti ortadan kaldırma niyetimiz karşısında dehşete kapılıyorsunuz. Oysa özel mülkiyet sizin mevcut toplumunuzda fertlerinin onda dokuzu için zaten ortadan kalkmıştır. Varoluşu, tam da bu onda dokuzun ellerinde var olmayışından ötürüdür. Demek ki, siz bizi, varlığının zorunlu koşulu toplumun ezici çoğunluğunun mülksüzlüğü olan bir mülkiyet biçimini ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Tek sözcükle, bizi, sizin mülkiyetinizi ortadan kaldırmaya niyetlenmekle suçluyorsunuz. Elbette, bizim niyetimiz de zaten budur.” (Komünist Manifesto)
Proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarı bulunmayan Komünist Partisi’nin, proletarya ve toplumun tüm ezilenleri adına beyan ettiği bu niyet, bugün de geçerliliğini olduğu gibi korumaktadır. Bu soylu ve insanı kölelikten kurtaracak niyetin ilan edildiği savaş bildirisi olarak “Komünist Manifesto” ise, tam da bu nedenle proleterlerin, ezilen emekçi yığınların mücadele bayrağı, sömürücü asalakların ise, adını her andıklarında korku ve öfkeyle dehşete kapıldıkları bir evrensel eylem kılavuzu olmaya devam ediyor.
Öyleyse bu, hacim olarak küçük, ama içerdiği fikir itibarıyla dev büyüklükteki esere hak ettiği önemi vermek, her bilinçli proleterin ve devrimcinin önde gelen görevlerinden birisidir. Ülkemizde ve genel olarak dünyada “Komünist Manifesto”, devrimci harekete yeni katılan ve eğilim duyan militanların nispeten “basit” eğitim aracı olarak görülür ve işin abecesini yeni öğrenmeye başlayan sempatizanların ilk başvuru kitabı olarak tavsiye edilir. Aslında bu, ‘Manifesto’ya yapılmış büyük bir haksızlık ve değerini anlayamamakla eşdeğer bir yaklaşımdır. Çünkü o, sadece saflara yeni katılan militanların değil, hatta onlardan da ziyade, dünyayı değiştirme kavgasına girişmiş her sınıf bilinçli işçinin ve proleter devrimcinin her an ve döne döne yeniden müracaat ettiği ve incelediği başucu kitabı olmalıdır. Yayınlanışının 150. yılında ‘Manifesto’nun’ özünü anlamak ve eylemimize yol gösteren güçlü bir silah olarak kullanmayı öğrenmek, proleter devrimine bir adım daha yaklaşmak demektir.

Mart 1998

Amerikan mali sermayesinin yapısına genel bir bakış

Bugün dünyanın en güçlü ekonomisine sahip, emperyalist kapitalist sistemin orkestra şefi ve en güçlü ve en büyüğü tartışmasız Amerikan emperyalizmi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’dir. Böyle olunca mali sermayelerin yapıları ele alınmaya başlandığında Amerikan mali sermayesinin yapısının incelenmesi olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Amerikan mali sermayesinin yapısı ortaya konulmadığı durumda girişilen söz konusu inceleme kaçınılmaz olarak eksik kalmış olacaktı.
Yazı dikkatle incelendiğinde ve Özgürlük Dünyasının 85, 86 ve 88. sayılarında yayınlanan ve sırasıyla Alman, Fransız ve İngiliz mali sermayelerinin yapılarının incelendiği yazılar hatırlandığında görülecektir ki, Amerikan mali sermayesi, Alman ve Fransız mali sermayesinden bazı yanlarıyla ayrılmakta ve daha çok biçime ilişkin bazı yapısal farklılıklar taşımaktadır. ABD’de, sermaye grupları, önlerine çıkartılan yasal engelleri aşabilmek için yeni yeni kurumlar, değişik yol ve yöntemler bulmuşlardır. Amerikan mali sermayesinin yapısına, emekli fonları, konut kredi banka ve şirketleri, değişik fon ve vakıflar, onlar aracılığı ile kontrollerin yapıldığı çok çeşitli aracı ve paravan şirketler, sonradan mali sermaye tarafından yaratılmış ya da daha önceden işçi ve emekçiler tarafından kurulmuş olmasına rağmen süreç içinde yıllar önceki işlevlerinin değiştirilerek mali sermayenin kendi kurumlarına dönüştürülmüş yeni yeni kurum ve biçimler eklenmiştir. ABD mali sermayesi, İngiliz mali sermayesinden de, -her ne kadar yapısal benzerlikler taşısalar ve birçok konuda birbirlerine oldukça yakın özellikler gösterseler de- ayrıntıya ilişkin konu ve biçimlerde bazı yanlarıyla ayrılmaktadır. ABD, diğer emperyalist ülke mali sermayelerine de zorla kabul ettirdiği dünya egemenliği ve emperyalist kapitalist dünyadaki tartışmasız liderliğini kendi yapı ve yeni biçimlerini öteki mali sermaye gruplarının yapılarına empoze etmesi ile de göstermektedir.
Esas olarak kurumlarının ve kontrol yöntemlerinin belli ölçülerde farklılıklar taşıması ve mali sermaye gruplarının egemenliklerini değişik yol ve yöntemler kullanarak sürdürmesi ile birbirlerinden ayrılan “evrensel bankacılık” ve “Anglo-Amerikan” sistemlerinin giderek birbirlerine yaklaştıkları görülmektedir. Bugün diğer mali sermaye grupları gibi Amerikan mali sermayesi de hızlı bir “yapı değişikliğine” gitmektedir. Her gün yeni yeni fon, vakıf ve kurumlar kurulmakta, bu fon, vakıf ve benzeri kurumlarda biriken devasa boyutlardaki sermaye, yine aynı kurumların biriken sermayeyi atıl sermaye olarak bekletmeyip değişik tipler-deki yatırım şirketleri aracılığı ile en hızlı ve en fazla kârı getirecek yerlere yatırıma yönelttikleri görülmektedir. Yatırım şirket ve bankacılığı hızla gelişmekte, borsa ve para piyasaları daha da önemli bir hal almakta, mali sermayelerin yapılarında görülen farklı kurumlar ve dışarıdan görülen dağınıklık ve çeşitlilik giderek azalıp merkezileşmekte ve merkezileşip yoğunlaşmış mali sermayenin kendisi de çok daha muazzam boyutlarda yeniden bir kez daha yoğunlaşmaktadır. Bu, yoğunlaşmanın yoğunlaşması denilebilecek ve son yıllarda özellikle hızlanan süreç kaçınılmaz olarak Amerikan mali sermayesinin rantiyeci-tefeci, spekülatif özelliklerinin çok büyük boyutlara erişmesini ve mali sermayelerin yapılarında bazı kurumların ortadan kalkmasını ya da eski önemlerini kaybetmesini getirmektedir. Emperyalizmin doğasında olan rantiyecilik, asalaklık ve çürüme bugün çok daha üst boyutlara erişmiştir. Rantiyecilik tek tek belli emperyalist ülkelerle sınırlı değildir. Bu açıdan, Lenin başta İngiltere olmak üzere diğer emperyalist ülkelerdeki rantiyeci yana dikkat çekmekle birlikte özel olarak Fransa örneği üzerinde durmaktadır. Ancak belli tarihsel dönemler ve tarihsel evrim içinde bu rantiyeci yan kimi emperyalist ülkelerde daha da öne çıkmaktadır. Örneğin ABD emperyalizminin rantiyeciliği özellikle İkinci Emperyalist Savaş sonrası dönemde -Truman dönemi ve Marshall Planı hatırlansın- hız kazanmıştır. Son dönemler ele alındığında, esas olarak İngiliz ve Amerikan emperyalizminde belirgin olarak görülen ve bu iki emperyalist ülke ile kıyaslandığında diğer emperyalist ülke mali sermayelerinde daha geride kalmış izlenimi veren bu rantiyeci karakter öteki emperyalist kapitalist ülkelerde de hızla artan ve iyice belirginleşen bir duruma bürünmektedir.
Amerikan mali sermayesinin yapısı ve girdiği yoğunlaşmanın yoğunlaşması süreci dünya mali sermayesinin yakın gelecekte alacağı muhtemel yapının işaretlerini vermesi açısından da önemlidir ve yakından izlenmek zorunluluğundadır.

ÜRETİMDEKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKEL
En büyük emperyalist kapitalist güç Amerikan mali sermayesinin hangi finans gruplarından oluştuğunu, nasıl örgütlendiğini, ilişkilerinin nasıl şekillendiğini, nasıl karmaşık ve girift bir içice giriş yaşadığını, güç ve etkinliğinin hangi boyutlara eriştiğini ve kollarının nerelere kadar uzandığını görebilmek, kısacası Amerikan mali sermayesini anlayabilmek ve onu daha iyi ve yakından tanıyabilmek için öncelikle tekel olgusunu ele alarak işe başlamak zorundayız. Çünkü üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin ortaya çıkardığı tekel olgusu gösterilmeden sermayedeki yoğunlaşma ve merkezileşme açıklanamaz.
ABD nüfus sayımı kurumu U.S. Bureau of the Census’un verilerine göre 1993 yılında toplam 6 milyon 403 bin işyeri ya da şirket vardı. Bu işyeri ve şirketlerin çalıştırdıkları kişi sayısına göre sınıflanmalarını ABD Ticaret Bakanlığının resmi istatistikleri yayınladığı “Statistical Abstract of the U.S. 1996”, adlı kitaptan aktararak verelim. (Bkz: Tablo 1) Verilere kamu kuruluşları ve demiryollarında çalışan işçiler ile “self-employed person” denilen serbest meslek sahipleri dâhil değildir.

İşyeri Büyüklüğü             İşyeri Sayısı    Oranı        Topl. Çalış. Sayı.    Oranı
20’den az kişi çalıştıran işyerleri    5 577 000    % 87        25.233.000        % 27
20 ile 99 arası kişi çal. İşyerleri    688 000    % 10        27.443.000        % 29
100 ile 499 arası kişi çal. İşyerleri    123 000    % 2        23.195.000        % 24
500 ile 999 arası kişi çal. İşyerleri    9 000        % 0,14        6.449.000        % 7
1000 ve daha fazla kışı çal. İşy.    6 000        % 0,09        12.470.000        % 13
Toplam                 6 403 000    % 100        94.789.000        % 100
(Tablo – 1)

Burada şirketler değil, tek tek işyerleri temel alındığından tablodan 1000’den fazla kişi çalıştıran büyük işyerlerinin toplam işgücünün sadece yüzde 13’ünü istihdam ettiği gibi yanıltıcı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Oysa bir tek tekelin yüzlerce, hatta binlerce ayrı ayrı işyerleri bulunmaktadır. İşyerleri değil de şirketler temel alındığında bu oran yüzde 40’ların üzerine çıkmaktadır. Bunu başka bir kaynağa dayanarak, tek tek şirketlerin çalıştırdıkları toplam kişi sayısına göre incelediğimizde bu daha da açık görülmektedir.
Şirketlerin 1997 ilkbaharında yayınladıkları yıllık raporlarında kendi 1996 mali yılsonu rakamlarına göre sıralama yapan Fortune dergisine göre ABD’deki en büyük 500 korporasyon toplam 24,5 milyon kişi çalıştırmaktadır. Toplam şirket ve işyerlerinin yüzde 97’sini oluşturan 100’den az işçi çalıştıran 6 milyon 265 bin küçük işyeri toplam iş gücünün yüzde 56’sını çalıştırırken toplam şirketlerin yüzde 0,0078’ini oluşturan sadece 500 tekel 24,5 milyon ile toplam çalışan iş gücünün, tarım hariç, yüzde 26’sını istihdam etmektedir.
Yukarıya doğru çıkıldıkça, yani tekellerin büyüklüğü arttıkça yoğunlaşma ve tekelleşme çok daha üst boyutlara erişiyor. En büyük 50 şirket 9,2 milyon, Wal-Mart Stores, General Motors, PepsiCo, Ford ve geçtiğimiz yaz on binlerce işçinin kendisine karşı greve gittiği United Parcel Service (UPS)in oluşturduğu ABD’nin sırasıyla en fazla işçi çalıştıran 5 tekeli ise tek başına toplam 2,5 milyon kişiyi istihdam ediyorlar. Bu sayıya en fazla kişiyi istihdam eden kamu posta kuruluşu U.S. Postal Service’in çalıştırdığı 887 bin kişi dâhil değil. Aynı dönemde en büyük 50 tekel yaklaşık 9,5 milyon kişiyi çalıştırırken en büyük 50 KOBİ (Küçük ve Orta Boy İşletme) sadece 23 bin kişiyi çalıştırıyordu.
En büyük 500 tekel 1996 yılı içinde toplam 5 trilyon dolar ciro, 301 milyar dolar da kâr yapmışlar. Malvarlıkları toplamı ise kendi rakamlarına göre 11,5 trilyon doları buluyor. 500 tekelin bir yılda yaptıkları ciro toplamı 1994 rakamlarına göre Avusturya, Endonezya, Türkiye, Danimarka, Güney Afrika, Norveç, Polonya gibi, bazı gelişmiş ya da yeni gelişen kapitalist ülkeler de dahil olmak üzere çok sayıda ülkenin Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH) toplamından 4,5 kat fazla. Yine bu rakam Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi dünyanın en büyük emperyalist kapitalist ülkelerinin tek tek GSYİH’larından kat kat fazla. 500 tekelin ciroları toplamı aynı zamanda çoğunluğunu Güney Asya, Aşağı Sahra Afrikası ve Latin Amerika ülkelerinin oluşturduğu dünyanın en yoksul 100 ülkesinin GSYİH’ları toplamlarının bile 5 katının üzerinde.
Bu 5 trilyonluk ciro toplamı, dünyanın en güçlü ekonomisine sahip, gerek sanayi gerekse de finans alanında tartışmasız bir numara olan dünya jandarması, emperyalist kapitalist dünyanın tartışmasız baş patronu ve orkestra şefi, 266 milyon nüfusu ve 150 milyonluk iş gücüne sahip ABD’nin 5,8 trilyon dolarlık ulusal gelirine neredeyse eşit. Bu rakam, ABD’nin 1995’te 7,2 trilyon doları bulan Gayri Safi Yurt İçi Hasılası (GSYİH)’nin ise yüzde 70’inden fazla.
En büyük 500 sanayi tekeli arasında da büyük bir yoğunlaşma göze çarpıyor. 1993 rakamlarına göre 500 sanayi tekeli içinde en büyük 100 tekel toplam ciroların yüzde 70,7’sini, ikinci 100 tekel yüzde 14,5’ini, üçüncü yüzde 7,2’sini, dördüncü yüzde 4,5’ini ve 500 tekel içinde en küçük olan beşinci 100 tekel ise toplam ciroların sadece yüzde 2,9’unu elinde bulunduruyor. Görüldüğü gibi en büyük 500 sanayi tekeli içinde de ilk yüz tekel tek başına toplam ciroların yüzde 70,7’ini gerçekleştirirken geri kalan 400 tekel sadece yüzde 29,3’ünü gerçekleştirmiş. ABD’deki korporasyonların tepedeki yüzde 5’lik bölümünü oluşturan en büyük tekeller 1920’de tüm korporasyon gelirlerinin yüzde 79’unu oluştururken bu oran 1970’Jerde yüzde 87’lere, bugün ise daha da yukarılara yükseldi.
Biraz eski de olsa, tekelleşmeyi göstermesi açısından 1963’e ait bir tablo (Tablo 2) çarpıcı. Tablo, 14 ayrı sektörde üretim yapan şirket sayısı ile birlikte bu sektörlerde en büyük 4, 8 ve 20 tekelin toplam üretimin yüzde kaçını gerçekleştirdiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.
Tablo 2’den görüldüğü gibi örneğin otomotiv sektöründe üretim yapan kayıtlı 1655 şirket olmasına rağmen en büyük 4 tekel toplam üretimin yüzde 79’unu, 8 şirket yüzde 83’ünü ve son olarak 20 şirket de 90’ını gerçekleştiriyorlar. Bugün bu merkezileşme ve yoğunlaşma çok daha büyük boyutlara erişti. ABD’de iç pazarın otomobil, kamyon, kamyonet, TIR vb. ihtiyacının yüzde 70’ine yakınını sadece üç tekel, General Motors, Ford ve Chrysler karşılıyor. Bunun yüzde 30,8’ini General Motors, 25,2’sini Ford ve 15’ini de Chrysler üretip satıyor. Arta kalan yüzde 29’luk bölümü ise büyük kısmını Japon tekelleri olmak üzere, Japonlar ile Alman ve Fransızlar karşılıyor. Japon otomotiv tekellerinin girmesinden önce ABD pazarının yüzde 50’sini tek başına General Motors elinde tutuyordu.
Üretimdeki merkezileşmenin gelişme temposunu şirket birleşmelerini (füzyon) gösteren tablo (Tablo 3) açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

14 sanayi kolunda şirket sayısı ve en büyük 4, 8 ve 20 şirketin üretiminin toplam üretim içindeki oranları (1963)
Toplamın ne kadarını ürettikleri (Yüzde)
Sektör:                 Şirket Sayısı:     En Büyük 4 Şirk.    8 Şirk.        20 Şirk.
Otomotiv                 1655             79            83        90
Demir Çelik, Yüksek Fırın        162            50            69        89
Petrol                     266             34            56        82
Et ve Et Ürünleri              2833            31            42        54
Radyo, Tv (Telekomünikasyon)        1001            29            45        69
Uçak                    82             59            83        99
Süt ve Süt Ürünleri            4030            23            30        40
‘ Ekmek ve Unlu Yiyecekler        4339            23            35        45
.Gazete                    7982            15            22        36
Uçak Motoru ve Parçaları        194            56            77        92
Kağıt                    186            26            42        63
İlaç                     944            22            38        72
Lastik                    105            70            89        97
Pamuk, dokuma            229            30            46        67
(Kaynak ABD Ticaret Bakanlığı, Statistical Abstract of the US, 1967) (Tablo 2)

Yıl        Füzyon Sayısı
1985        1719
1986         2497
1987        2479
1988        2970
1989        3752
1990         4239
1991         3446
1992         3502
1994        3129
1997        10770
(Kaynak. Statistical Abstract of the U.S, 1996, The Financial Times) – Tablo-3

ABD’de 1994’te 358 milyar 718 milyon dolar tutarında 3129 füzyon gerçekleşti. Bunun 186 milyar 181 milyon dolar değerindeki 1497’sinde iki Amerikan şirketinden biri diğerini yuttu. 38 milyar 169 milyon dolar tutarındaki 173 tanesinde başka ülkelere ait şirketler ABD şirketlerini. 17 milyar 612 milyon dolar tutan 149 füzyonda ise ABD şirketleri diğer ülke şirketlerini yuttular. Füzyonlarda 1995’ten itibaren, özellikle de 1997 yılında belirgin bir artış gözlendi. 1997 içinde dünyada yapılan 1,3 trilyon dolarlık füzyonun yüzde 70’ine yakınını oluşturan yaklaşık 1 trilyon dolarlık (919 milyar) bölümü sadece ABD’de (ya da diğer ülkelerde olmasına rağmen ABD şirketlerinin içinde yer aldığı) gerçekleşti.
Füzyonlardaki artışın yanı sıra şirket iflaslarında da giderek bir artış göze çarpıyor. Son yıllarda iflas eden şirket oranı yüzde 11’lere ulaştı. 1995’te çoğu küçük çapta olmak üzere 875 bin şirket ve işyeri iflas ederek kepenk kapattı.
Tekelleşme ve merkezileşme yalnızca sanayide değil, bankacılıktan sigortacılığa, perakende satış sektöründen tarıma ve toprak ve arazi dağılımına kadar her alanda yaşanıyor. Bir kaç veri ile bunu somutlamaya çalışalım:
En büyük 200 tekel 1947’de toplam üretimin yüzde 30’unu, 1960’larda yüzde 38’ini, 1970’lerde ise 43’ünü gerçekleştiriyordu. Bugün ise en büyük 500 tekel bütün ABD üretiminin üçte ikisini ya da yüzde 67’sini sağlıyor. Bir önceki sayfada gördüğümüz gibi, bu 500 tekel içinde de en büyük 200 tekel 500 tekelin toplam cirosunun yüzde 85’ini gerçekleştirmektedir. Buna göre, 1970’lerde 200 tekel toplam üretimin yüzde 43’ünü gerçekleştirirken bugün bunun yüzde 57’sini gerçekleştirmektedirler. 1991 rakamlarına göre, ABD’deki birkaç supermarket zinciri tekel perakende mal üretiminin yüzde 9’unu üretirken satışının yüzde 71’ini gerçekleştiriyor. Yüz binlerce bakkal, dükkân, büfe, mağaza vb.lerin satışlardaki payı ise sadece yüzde 29.
1978’de yapılan bir araştırmaya göre, ABD’deki 2 milyar akre’lik bütün toprakların yüzde 58’i özel ellerde bulunuyor. Bunun yüzde 63,1’i çiftlik ya da ekilebilir tarım arazisi, yüzde 30-35’i de ormanlık arazi. Özel toprak sahiplerinin yüzde 5’lik bölümü toprakların yüzde 75’ine sahipken, yüzde 78’lik bölümün elindeki toprak oranı ise sadece yüzde 3. Yine ABD’deki toplam çiftliklerin yüzde 3’ünü oluşturan yıllık satışları 200 bin doların üzerindeki en büyük 81 bin çiftlik toplam tarım ürünü satışlarının yüzde 41’ini gerçekleştiriyor.
Buna ek olarak, en fazla ürün veren, en verimli ve tarıma en elverişli toprakların yüzde 40’ının (20 milyon akre – yaklaşık 8 milyon hektar) sahibi sadece 50 özel kişi ya da korporasyon ve 10 devlet kuruluşu. Toprakların yüzde 40’ı ile bütün maden haklarının yüzde 70’inin sahibi yine sadece tekeller yani korporasyonlar. (Neala Schleuning, To Have and To Hold, Praeger Publishers, U.S.A. 1’997)
Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşme sürecinin ne büyük ölçülerde tekeller yarattığını şu birkaç veri çok daha açık olarak göstermektedir.
ABD maliye bakanlığının, korporasyon gelir vergisi istatistiklerine dayanarak verdiği rakamlara göre, tüm korporasyonların aktif toplamları 1993 rakamlarına göre 21,8 trilyon dolar idi. Bu korporasyonların net servet ya da aktif toplamları 5 trilyon 700 milyar dolar (1992) ve net kâr toplamları ise 659 milyar doları buluyordu. Yalnızca imalat “sanayi” alanında üretim yapan korporasyonların ciro toplamları 3,5 trilyon dolar (1995), kârları ise vergiler çıktıktan sonra 201 milyar dolardı.
1996 sonu itibarı ile ABD’nin en büyük 5 tekelinin yıllık ciroları toplamı 620 milyara, 10 tekelinin ise 1 trilyon dolara erişiyor. Bu 10 tekel ve bir yıl içinde yaptıkları ciro miktarları sırasıyla şöyle: 1) General Motors -otomotiv- (168 milyar 399 milyon dolar); 2) Ford Motor -otomotiv- (146,991); 3) Exxon -petrol- (119,434), 4) Wal-Mart Stores -toptan ve perakende satış- (106,147), 5) General Electric -elektrik, elektronik, beyaz eşya, ağır sanayi, motor, uçak, uzay aracı, silah, sigorta, emeklilik, mortgage, yatırım bankacılığı, vb.- (79,179); 6) IBM -bilgisayar ve ekipmanı- (75,947); 7) AT&T -telekomünikasyon- (74,525); 8) Mobil -petrol-(72,267); 9) Chrysler -otomotiv- (61,397) ve 10) Philips Morris -yiyecek, sigara-(54,553).
General Motors: ABD’nin üç ana otomotiv grubu General Motors, Ford ve Chrysler’den en büyüğü olan ve 1908 yılında kurulan General Motors (GM) gerek çalıştırdığı işçi sayısı, gerekse de yaptığı ciro açısından tartışmasız dünya ve ABD’nin en büyük tekeli durumunda. (1900’lerin başlarında ABD’de iki büyük araba üreticisi vardı: 1895’de dünyada ilk otomobili bulan Henry Ford’a ait Ford Company ile William XC. Durant’a ait Buick Motor Company. 1908’de Durant’ın GM’si 8487, Ford 6181, Cadillac ise 2380 araba üretti. Durant, 16 Eylül 1908’de General Motors Company’yi kurdu ve kurar kurmaz da kısa bir süre içinde Olds (şimdiki ismi Oldsmobile), Cadillac, Oakland (şimdiki ismi Pontiac) ve Chevrolet’yi bünyesine kattı. Ancak diğer şirketleri satın aldığı sırada bankerlere borçlanmıştı ve borcunu gününde ödeyemedi. Şirketin önemli bir kısmı New Yorklu bankerlerin eline geçiyordu. Bankerler gelip GM’nin yönetimine oturdular. Durant’ın sıkıştığını gören ABD’nin o dönemdeki en zenginlerinden “bankacı-sanayici-tüccar” John Pierpont Morgan hemen devreye girdi ve Durant’a bankerlerden kurtulması için kredi verebileceğini söyledi. Ancak J.P. Morgan’ın her şeyi yuttuğunu bilen Durant korkusundan Morgan’ın teklifini reddetti ve John D. Rockefeller ve J.P. Morgan kadar değilse de o dönemde iyice büyümüş olan kimya (esas olarak patlayıcı ve barut) sektörünün tek sahibi Du Pont ailesine yanaştı. Durant New York’lu bankerler ve John Pierpont Morgan’dan kurtulmak isterken 1917’de her şeyini Du Pont’a kaptırdı. Du Pont, J.P. Morgan’ın da desteğini alarak General Motors’u eline geçirdi. Du Pont ailesi 1917’de bankerlerin 25 milyon dolarını ödeyip GM’nin yüzde 23,8 hissesinin sahibi oldu. Durant ne kadar engellemeye çalıştıysa da ikinci büyük hissedar yine J. P. Morgan oldu. Du Pont ailesinin yöneticisi Pierre S. du Pont doğrudan GM’nin başkanlık koltuğuna oturdu. Her şeylerini kaybeden William Durant ile Luis Chevrolet sıfırdan başlayarak yeniden araba üretimine giriştiler ama fazla tutunamayınca piyasadan çekildiler. 1926’ya kadar ABD’de esas olarak iki ana araba grubu vardı: General Motors ve Ford. 1926’da General Motors’un hissedar, yönetici ve önde gelen teknisyenlerinden Chrysler, Du Pont’larla çelişkiye düşerek GM’den ayrıldı. Bir kaç kişiyi daha etrafına toplayarak kendi ismiyle yeni bir araba grubu kurdu. O günden bu yana gittikçe büyüyen Chrysler, GM ve Ford’dan sonra ABD’nin üçüncü büyük otomotiv grubu haline geldi.) 50 ayrı ülkede üretim ve 150 ayrı ülkede de satış yapıyor. Esas olarak otomotiv sanayisinde yoğunlaşmasına rağmen DBS televizyon kanalı ve uydu yayınından, Delphi ile finans alanı, GMHE ile emekli fonu ve fon yöneticiliği ve yatırım şirketi, GMAC ile sigorta ve konut kredisi (mortgage) bankacılığı, bilgi satışı ve lokomotif üretimine kadar birçok değişik alana el atmış durumda. Otomobil alanında ise, her biri başlı başına ayrı birer tekel durumundaki çok sayıda arabanın sahibi. Belli başlıları: Chevrolet, Cadillac, Buick, Pontiac, Opel, Vauxhall, Astra, Isuzu, Saab, Cavalier, Eldorado, Satürn, Holden, Oldsmobile, Brazil S. 10 Truck, GMC, LSS ve diğerleri. 1997 yılında 8 milyon (7 milyon 970 bin 840) hafif, orta ve ağır vasıta üretmiş. Amerika’da yayınlanan ekonomi dergilerinden gerek Fortune, gerekse de Forbes dergilerinin her yıl farklı dönemlerde yaptıkları dünya ve ABD’nin en büyük 500 ve 100 korporasyonu sıralamasında birinciliği kimseye kaptırmıyor. 1996 yılı içinde yaptığı ciro miktarı 168 milyar 369 milyon, aktifleri toplamı 222 milyar 142 milyon, kârı ise 4 milyar 963 milyon dolar. Çalıştırdığı işçi sayısı 647 bin. GM iki yıl önce, 1994 yılında 692 bin kişi çalıştırıyordu. İki yıl içinde 45 bin işçiyi işten çıkardı. 1980’li yıllara kadar istihdam ettiği kişi sayısı ise 900 binlere yaklaşıyordu. Kısa zamanda 200 binin üzerinde kişiyi attı. Genaral Motors bununla da yetinmeyip 2000 yılına kadar 47 bin kişiyi daha işten çıkarmayı planlıyor.
Genel merkezi Detroit’te bulunan GM, ABD iç pazarının tek başına yüzde 30.8’ini karşılıyor. GM’nin ABD pazar payı 1996’da yüzde 32,5 idi. 1960’lı yıllardan 1980’li yılların ortalarına kadar bu oran yüzde 50 ile 46 arasında oynuyordu. GM bugün dünya otomobil pazarının yüzde 16’sını elinde bulunduruyor. 1980’li yılların ortasına kadar yine bu oran yüzde 20 idi. Yani dünyada satılan her beş arabadan birini mutlaka General Motors üretiyor ve satıyordu. Japon arabalarının, özellikle de Toyota, Nissan ve Honda’nın ABD pazarına girmesiyle birlikte çoğu GM’de olmak üzere ABD otomotiv tekellerinin üretim ve satışlarında önemli düşüşler oldu. Bu düşüşün devam edeceği ve önümüzdeki üç yıl içinde daha da büyük boyutlara ulaşacağı görünüyor. GM Japon tekellerinin sıkıştırması karşısında pazardaki üstünlüğünü korumakta zorlanıyor, giderek pazarlarını Amerikan Ford ve Japon otomotiv tekellerine kaptırıyor. GM bu gidişi durdurmak için 1997 yılında piyasaya 14 ayrı yeni model sürerek kamyon-kamyonet pazarında Amerikan Ford ve Chrysler, otomobil pazarında ise Toyota, Nissan ve Honda ile büyük bir pazar savaşına girdi. GM 1998’deki pazar payını yeniden yüzde 33’e çıkarmayı hedefliyor. (Tablo 4)

DÜNYA OTOMOBİL SATIŞLARI: (1992–1997) – Tablo-4
Satılan Araba Sayısı        Dünya Payı
Tekelin İsmi ve Ülkesi:        Ürettiği Ana Arabalar        1992        1997        1992 (%)
1. General Motors (ABD)        Chevrolet Buick, Pontiac, Opel    7146000    7970840    % 15,9
2. Ford Motor (ABD)            Ford, Lincoln, Jaguar        5764000    6435571    % 12,8
3. Toyota Motor (Japon)        Toyota, Lexus            4249000    4747364    % 9,5
4. Volkswagen (Alman)        VW, Audi, SEAT        3500000    4323326    % 7,8
5. Nissan (Japon)            Nissan, Infiniti            2963000    2888909    % 6,6
6. Chrysler (ABD)            Plymouth, Dodge, jeep        2175000    2959802    % 4,8
7. Peugeot – Citroen (Fransız)    Peugeot Citroen, Talbot        2050000    2096127    % 4,6
8. Renault (Fransız)            Renault                2042000    1805192    % 4,5
9. Honda (Japon)            Honda, Acura            1852000    –        % 4,2
10. Mitsubishi Motors (Japon)    Mitsubishi            1832000    –        % 4,1
11. Fiat     (İtalyan)                Fiat, Lancia, Alfa Romeo    1830000    2791304    % 4,1
12. BMW  (Alman)            BMW                589000        1215666    % 1,3
(Kaynak Fortune, 4 Ekim 1993, s:52-53, The Financial Times, 4 Aralık 1997, Ek)

İlk on otomotiv tekelinin dışında, tabloya göre, Japon Suzuki yüzde 3,1 ile 12., “Japon” Mazda yüzde 2,8 ile 13., Alman BMW yüzde 1,3 ile 18., Mercedes’in sahibi Alman Daimler-Benz yüzde 1,2’lik payıyla 19. ve Türkiye’de üretim yapan Tofaş’ta yüzde 0,3’lük payı ile 26. sırada yer alıyorlar.
1992’de Dünya araba satışlarının yüzde 33,6’lık bölümünü üç ABD tekeli (General Motors, Ford ve Chrysler), yüzde 34,7’lik bölümünü Japon, yüzde 25,4’lük bölümünü Batı Avrupa (Almanya, Fransa ve İtalya ana kısmını oluşturuyor) yüzde 3,8’lik bölümünü arasında Türkiye’nin de bulunduğu Japonya dışındaki diğer Asya ve yüzde 2,5’lik çok küçük bölümünü de Rusya da dahil Doğu Avrupa tekelleri gerçekleştirdi.
Son yıllarda otomotiv ve elektronik sanayinde daha belirgin olmak üzere ABD’nin dünya üretimindeki açık farklı üstünlüğünü kaybetmeye başlaması ve dünya payının giderek düşmesi kendini General Motors şahsında somutluyor. Aradaki fark giderek kapanmasına rağmen görüldüğü gibi GM en yakın Japon rakibi Toyoto’dan bir kat daha fazla otomobil üretip satıyor. GM 1997’de 8 milyon araba satarken Toyota ancak 4,7 milyon araba satabilmiş.
Özellikle 1980’lerden itibaren giderek artan bir şekilde Japon otomotiv tekelleri ABD pazarını adeta istila ettiler. ABD otomotiv pazarının önemli bir kısmını ellerine geçirdiler. 1990’a gelindiğinde Japon araba tekellerinin ABD pazar payı yüzde 21’e ulaştı. Ve bu tarihe kadar Japonlar yalnızca ABD’de 250’den fazla fabrika ya da üretim kompleksi kurmuşlardı. Bu rakamlar elbet-teki bugün çok daha arttı. Japon tekellerinin Amerikan tekellerini gelip kendi anavatanlarında vurması ve ABD pazarlarını ele geçirmesi karşısında ABD mali sermayesinin fazla ses çıkarmamasına fazla şaşırmamak gerekir. İlk bakışta ABD tekelleri ve mali sermayesinin giderek gücünü kaybettiği ve pazarlarını hızla kaybettiği sanılmaktadır. Oysa yakından bakıldığında Amerikan mali sermayesinin dünyayı ayağa kaldırmamasının nedeni anlaşılmaktadır. ABD otomotiv pazarını “istila’ eden çoğu Japon otomotiv gruplarının arkalarında yine ABD grupları bulunmaktadır. Örneğin, her yerde Japon araba tekeli olarak tanınan Isuzu Motors’un hisselerinin yüzde 37,5’i diğer bir deyimle asıl sahibi Amerikan General Motors. Aynı şekilde Mazda’nın yüzde 33,4’ü ve Kia Motors’un 9,4’ü Ford’a ait. Öteki Japon araba tekelleri Toyota, Mitsubishi, Honda, Nissan ve Nummi de ABD otomotiv grupları ile işbirliği içinde ortak çalışıyor. Hepsinin hisselerinin önemli bir kısmı ABD tekellerine ait. Daha 1980’li yıllarda Toyota ile GM hisselerini aralarında bölüşüp kurdukları ortak bir şirket aracılığı ile üretim yapmaya başladılar. GM-Toyota arasında olduğu öteki Japon tekelleri ile de diğer ABD grupları arasında benzer ortaklıklar ve işbirliği hüküm sürüyor. ABD tekelleri hisselerinin hiç değilse bir kısmını almadıktan sonra hiç bir tekele kendi pazarlarına girmesine kolay kolay izin vermiyorlar.
GM yalnızca ABD’nin değil çok geniş otomobil pazarlarına sahip başta Brezilya ve Meksika olmak üzere Latin Amerika ülkeleri ile Kanada ve İngiltere (Vauxhall)’de de en büyük otomobil üreticisi. Amerika kıtasının otomotiv pazarının Ford’la birlikte sahibi. GM ayrıca Çin’den Güney Kore ve Avustralya’ya, Japonya’dan Doğu ve Batı Avrupa’ya (Opel) kadar dünyanın dört bir yanında otomotiv pazarını elinde bulunduranların en önde gelenlerinden. 5 kıtada üretim tesisleri ve fabrikaları var. Yıllık 168 milyar dolarlık cirosu Danimarka, Türkiye, Güney Afrika, Norveç, Polonya, Portekiz, Finlandiya, İrlanda gibi birçok ülkenin GSYİH’den daha fazla. Avusturya gibi gelişmiş bir kapitalist ülkenin GSYİH’sine ise neredeyse eşit.
GM yalnızca otomobil üretimi yapmıyor. Sigorta, emeklilik, yatırım, fon yöneticiliği, konut-kredi birliği, televizyon yayıncılığı, enformasyon teknolojisi ve satışı ile danışmanlık yapmasının yanı sıra GM aynı zamanda dünyadaki birçok büyük tekelin hissedarı. Örneğin, İngiltere’nin en büyük iki kimya ve ilaç tekeli Imperial Chemical Industries (ICI) ve Glaxo Welcome ile geçtiğimiz Aralık ayında İsviçre’nin en büyük iki bankasının birleşmesi sonucu dünyanın ikinci büyük bankası haline gelen United Bank of Switzerland’ın yatırım bankacılığı kolu SBC Warburg Dillon Read’in hisselerinin önemli bir kısmının sahibi yine GM.
Şimdi de ABD ve dünyanın bu en büyük tekelinin hissedarlarının arasında kimler olduğuna bakalım: General Motors’un toplam 756 milyon 620 bin hissesi var. Bunun yüzde 55’ini tutan 422 milyon 265 bin hisse 559 kurum arasında paylaşılmış. Geri kalanlar tek tek kişiler. Dünyanın bu en büyük otomotiv tekelinin hisselerini yüzlerce şirket, fon ve vakıf almış. Ancak bunların arasında en fazla hisseye sahip olanlar ve bununla birlikte en fazla sayıda hisseyi kontrol edenler yönetim, denetleme ya da danışma kurullarına kendi adamlarını sokabilmişler. İşte bu kurullara adamlarını yerleştiren en önemli hissedarlar J. P. Morgan, General Electric, Procter&Gamble, Pfizer, Coca Cola ve SBC ve SG Warburg gibi yine ABD’nin en büyük tekelleri. İncelememizi, GM’nin tarihsel gelişimini de göze alıp biraz daha derinleştirdiğimizde ve bu tekellerin de arkasında kimler olduğuna baktığımızda arkadaki esas gücün bütün bu tekelleri de kontrol eden Morgan ve Du Pont grubu olduğunu görüyoruz. Diğer birkaç aileyi bir kenarda tutarsak ABD’deki birçok tekelle birlikte General Motors’un da sahibi Morgan ve Du Pont aileleri. Bu aileler diğer yüzlerce ve hatta onlar aracılığı ile de binlerce tekelde olduğu gibi General Motors’u da dolaylı olarak birçok dolambaçlı ve karmaşık yol kullanarak kontrol ediyorlar.
General Motors’dan sonra ele alacağımız ikinci tekel de tekellerin tekeli, her biri başlı başına birer dev tekel olan çok sayıda tekelin çatı ya da şemsiye örgütü denilebilecek, ilk temellerini ampulü bulan Thomas
Edison’ın attığı General Electric.
General Electric: Thomas Alva Edison tarafından Edison Electric Light Co. adıyla 1879’da kurulan küçük şirket o dönemler petrol alanının tek başına sahibi Rockefeller’den sonra ABD’nin en zengin ve en büyük “banker-sanayici”lerinden, yatırım bankacılığının ABD’deki kurucusu J. P. Morgan’ın ele geçirdiği Thomson-Houston şirketi tarafından yutuldu ve 1892’de General Electric (GE) ismini aldı. Edison küçük bir hisseyle bir kenarda sıradan bir teknisyen olarak laboratuarına kapatıldı. Ampul üretmeyle işe başlayan şirket bugün tekellerin tekeli oldu. Neredeyse dünyada üretmediği şey yok. Çamaşır makinesinden lokomotife; röntgen cihazından uzay aracına, nükleer denizaltıdan bilgisayar-program yapımcılığına (software), televizyon yayıncılığından sigortacılık ve yatırım bankacılığına kadar hemen hemen akla gelebilecek her alanda üretim yapıyor. GE, 13 ayrı ana bölümü ile 83 ayrı sektör ya da alanda iş yapıyor, birbirinden ayrı 250’den fazla farklı kalemde mal üretiyor.
GE’nin 1997 Mart sonunda açıklanan 1996 yıllık cirosu 79 milyar 179 milyon, aktif toplamı 272 milyar 402 milyon, kârı ise 7 milyar 280 milyon dolar. GE, Fortune’un sıralamasına göre, ciroları bakımından ABD’nin beşinci, dünyanın on ikinci; kârları bakımından iki petrol devi İngiliz-Hollanda şirketi Shell ve Amerikan Exxon’in ardından dünyanın üçüncü, ABD’nin ise ikinci; aktif toplamları bakımından ABD’nin dördüncü, dünyanın otuz birinci; çalıştırdığı kişi sayısı bakımından ise ABD’nin onuncu, dünyanın yirmi ikinci büyük tekeli. Fortune’a göre ayrıca elektronik ve elektrikli eşya alanında dünyanın en “başarılı” ve “güvenilir” şirketi. Yine Fortune’a göre piyasa değeri açısından 169 milyar 388 milyon dolar ile ABD’nin en büyük tekeli.
GE piyasa değerini son 15 yıl içinde 156 milyar dolar ile 11,5 kat ya da yüzde 1155 artırarak 13,5 milyar dolardan 169,4 milyar dolara yükseltti. 1982’den bu yana piyasa değerini en fazla artıran diğer bazı tekeller ise sırasıyla Coca-Cola 3,9 milyardan 147,6 milyara (% 3685), Intel 1 milyardan 113,2 milyara (% 11320), Merck 5,3 milyardan 106,6 milyara (% 1911), Exxon 25,1 milyardan 125,6 milyara (% 400) ve Philip Morris 5,8 milyardan 104,6 milyar dolara (% 1703) çıkardı.
Bu 15 yıl içinde General Electric işçilerinin yüzde 41’ini işten çıkardı. 165 bin kişiyi işsizliğin kollarına atma pahasına piyasa değerini yüzde 1155 artırarak piyasa değerleri açısından yapılan sıralamada ABD’nin en büyük tekeli oldu. 1981 yılı sonunda GE 404 bin kişi çalıştırıyordu. Aynı dönemde tekelin piyasa değeri de 13,5 milyar dolar idi. 15 yıl içinde GE çalıştırdığı kişi sayısını 239 bine (100 bini ABD dışında) indirdi ve bu arada piyasa değerini 156 milyar dolar artırarak 169,4 milyar dolara çıkardı.
General Electric grubunun büyüklüğünü daha iyi anlayabilmek için iş yaptığı 83 ayrı alandan birkaçının neleri kapsadığını örnekledikten sonra 13 ana bölümünden sadece birisini, GE Capital’i kısaca yakından tanıyalım:
GE’nin ana bölümlerinden birisi GE Uçak Motorları bölümü. Bunun da 4 alt bölümü var: Ticari uçak, askeri uçak, denizaltı, sanayi uçakları ve her türlü jet motoru. Bu bölümü ile dünyanın en büyük askeri ve ticari uçak jet motorları yapımcısı ve en büyük silah üretimi yapan tekel konumunda. Her çeşit savaş ve bombardıman uçaklarından helikopterlere, casus uydulardan nükleer denizaltılara kadar her türlü askeri aracın motorunu üretiyor. En büyük hissedarı olduğu Lockheed Martin ile birlikte ABD uzay araştırma kurumu NASA’nın hemen hemen bütün uzay program ve projelerinin yapımını üstleniyor. Bütün uzay araç ve projelerindeki en önemli imza her zaman General Electric’e ait. Uçaklarının alıcıları arasında American Airlines, Philippine Airlines, Air France, Nortwest Airlines, Kuweyt Airlines, British Airways gibi havayolu şirketleri var. Bir diğer bölümü GE Tıbbi Sistemler bölümünün ise 6 alt bölümü var: Bilgisayarlı Tomografi (BT), röntgen araçları, nükleer tıp araç ve kameraları, ultrason teşhis araçları, kanser ışın tedavisi araçları, manyetik rezonans (MR) araç ve aletleri.
Vagondan lokomotife, buhar tribünlerinden nükleer yakıta, silikondan fiber optik aygıtlara, internet sistemlerinden bulaşık makinesine, transformatörden uydu yayınına ve uzay mekiğinden madenciliğe kadar her alanda üretim yapan GE’nin en önemli bölümlerinden birisi de GE Capital. GE Capital her çeşit sigortacılıktan emekliliğe, ipotekli konut kredisinden (mortgage) faizle borç ve kredi vermeye, yatırım bankacılığından kredi kartına kadar çoğu finans sektöründe olmak üzere 27 ayrı alanda iş yapıyor.
Amerikan sermaye dünyasının gözde dergisi Fortune’a göre “dünyanın en başarılı şirketi” General Electric’in GE Capital kolu başlı başına dev bir tekel durumunda. Ayrı bir şirket olsa idi 33 milyar dolarlık yıllık cirosu ile ABD’nin 2. büyük bankası Citicorp’un önünde en büyük 20. şirket olarak sıralanacaktı. Bu GE Capital, aynı zamanda dünyanın en büyük araç ve ekipman kiralayan şirketi durumunda. Elinde 900 uçak (herhangi bir havayolu şirketinden daha fazla), 188 bin vagon (herhangi bir demiryolu şirketinden yine daha fazla), 750 bin otomobil, 120 bin kamyon, 11 uydu. Yalnızca kiraladığı uydularından yılda 2 milyar dolar kazanç elde ediyor. Finans servisleri 75 milyon kredi kartı sahibine hizmet veriyor. Elindeki sigorta şirketi General Re, ABD’nin üçüncü en büyük sigorta ve aynı zamanda emeklilik şirketi. GE, Enformasyon teknolojisi alanında ABD’nin AmeriData, Almanya’nın CompuNet ve Avustralya’nın Ferntree şirketlerini yuttuktan sonra dünyanın en büyük bilgisayar ve ekipmanı tekeli IBM ile kafa kafaya geldi. IBM ve Hewlett-Packard ile birlikte ABD’nin üç büyük enformasyon teknolojisi tekelinden birisi oldu. Yalnızca bu alandaki yıllık cirosu 6 milyar dolara erişti. Yüzde yüz hissesi General Electric’e ait olan GE Capital’in 1996 kârı tek başına 2.8 milyar dolar oldu. GE Capital beş yıl önce 30 bin kişi çalıştırırken bu gün yeni yeni alanlara el attığı için bağlı olduğu GE işçi sayısını hızla düşürürken o neredeyse bir kat artırarak 53 bine çıkardı. GE Capital özellikle son iki yıl içinde bilgisayar ile sigortacılık ve emeklilik alanına kelimenin tam anlamıyla saldırdı.
Sigortacılık ve emeklilik işi de GE’nin en çok gelir getiren bölümlerinden biri. “Tüketici Refah Birikimi ve Korunması” başlıklı bölümünün elinde birikmiş 46 milyar dolarlık aktif toplamı var. GE son yıllarda First Colony Life, Life of Virginia, GNA, Harcourt General, AMEX-LT Care, Union Fidelity Life ve Union Pacific Life gibi önde gelen sigorta şirketi, emekli fonu ve hisse alım satım şirketlerini yutarak sigorta ve emeklilik alanının devleri arasına girdi.
Daha 1978’de 23 ayrı ülkede üretim yapıp, kendisine bağlı 350 ayrı şirket aracılığı ile 150 ülkede ürünlerini dağıtan GE’nin 1978 değil 1982 den sonra 11,5 kat büyüdüğü göz önüne alındığında bu rakamların bile bugün için oldukça küçük kaldığı anlaşılmaktadır. General Electric GE Capital, 11 ayrı kanaldan yayın yapan NBC Televizyonu, Lockheed Martin silah, uzay ve uçak tekeli, Japon Yokogavva Electric Works, Yokogawa Medical System ve Japon Fanuc Ltd., plastik alanında dünyanın en büyüğü Borg-Warner, Tungsram ve Thorn ampulleri ve İngiltere’deki Burton grubu gibi yüzlerce dev tekelin sahibi. GE ayrıca, Alman Bosch, Japon Toshiba, Fuji, İngiliz GEC (General Electric Company) ve Alman Siemens, Fransız Thomson ve SNECMA ile de ortaklıklar kurmuş durumda. Örneğin İngiliz silah ve elektrik-elektronik tekeli General Electric Company (GEC) her ne kadar İngiliz tekeli olarak anılsa da, İngiliz GEC, Amerikan General Electric (GE) ve Alman Siemens ortaklığı durumunda. GE ayrıca, Kanada ve Japonya’nın yanı sıra, Meksika ve Brezilya başta olmak üzere Latin Amerika, başta İngiltere, Fransa, İspanya, İsviçre, Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa, Orta Doğu ve özellikle Arabistan, Mısır ve Kuveyt, Tayland, Kore, Hindistan ve Çin gibi diğer birçok ülkenin en büyük tekelleriyle ortak ya da bazılarının asıl sahibi.
GE her ne kadar son 15 yılda 11,5 kat büyüse de önceleri de küçük değildi. Lenin “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm” adlı eserinde daha o dönemde, 1910’lu yıllarda, elektrik alanında iki “büyük güç” oluştuğunu ve Heinig’den aktararak, yeryüzünde Amerikan General Electric Co. ve Alman AEG’den oluşan bu iki güçten tamamen bağımsız başka elektrik güçleri olmadığını yazar. Lenin kitabında devamla “Ve 1907’de Amerikan ve Alman tröstü dünyanın paylaşılması üzerine bir anlaşma imzalarlar. Rekabet dışlanır. CEC (General Electric kastediliyor, K. Y.), Birleşik Devletler ve Kanada’yı ‘alır’; AEG ise Almanya, Avusturya, Rusya, Hollanda, Danimarka, İsviçre, Türkiye ve Balkanları ‘elde eder’.” (Lenin, age, Inter Yay, s, 72) der.
Lenin’in adı geçen eserini yazdıktan 20 yıl sonra, çoğu Lenin tarafından verilen örneklere yeni veriler ekleyerek Lenin’in kitabıyla karşılıklı sayfalarda yeniden basıp Lenin’in verilerini yenileyen ve tespitlerinin 1930’lu yıllarda da doğruluğunu kanıtlayan önde gelen iki bilim adamı Budapeşte Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Eugene Varga ve Leo Mendelsohn’un “New Data for Lenin’s ‘Imperialism'” (Lenin’in “Emperyalizm”i için Yeni Veriler) adlı, 1940 ABD basımlı kitabında da aynı şeyler tekrarlanıyor. İki ekonomistin belirttiğine göre, 1922’de GE ve AEG, aralarında 20 yıl yürürlükte kalacak bir anlaşma imzaladılar. Bu anlaşmaya göre GE ABD, Kanada ve Orta Amerika’yı; Alman tekeli ise Batı, Orta ve Doğu Avrupa’yı alacaktı. Anlaşma savaşa kadar sürdü. Bu arada GE, AEG’nin 1920’de piyasaya sürdüğü yeni hisselerin yüzde 25’ini aldı. GE, on yıl içinde, 1929’da AEG’nin hisselerinin yüzde 30’undan fazlasını eline geçirmişti. GE yalnızca AEG ile yakın ilişki ile kalmayıp o yıllarda, İngiltere’nin Metro-Vickers (bugünkü Vickers) ve General Electric Ltd. (bugünkü GEC), Fransa’nın Thomson-Houston ve Japonya’nın Shibaura Engineering Works ile Tokio Denki tekelleriyle de hisselerinin bir kısmının sahibi olarak çok sıkı ilişki içindeydi. (E. Varga, L. Mendelsohn, New Data for Lenin’s “Imperialism”, s:155–157, International Publishers, New York, 1940)
GE, 1. den olduğu gibi, 2. emperyalist paylaşım savaşından da güçlenerek çıktı. Savaştan esas kazançlı çıkanlar, Almanya’da Krupp ve Kaiser gibi korporasyonlar olduğu gibi, ABD’de de General Electric, General Motors, Ford, Chrysler, US Steel, Du Pont, Procter&Gamble, AT&T gibi büyük tekellerdi.
Artık şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: Bu kadar büyük ve güçlü tekel kime ait, sahibi hangi sermaye grubu ya da grupları. ABD’deki bütün tekeller hisse sahiplerini saklamaya özel çaba gösteriyorlar. Örneğin İngiliz şirketlerinin yıllık raporlarında şirketlerin tek tek isim belirtilmeden çok genel hatlarıyla da olsa yine de hisse dağılımı verilmektedir. Oysa ABD şirketlerinin yıllık raporlarında hisse dağılımı ile ilgili bir bölüm bile bulunmamaktadır. Bugün GE’nin hisse dağılımının kesin sonuçları elimizde olmamasına rağmen gerek yakın geçmişteki hisse dağılımı, gerekse de hem kendi hem de yakın ilişki de olduğu tekellerin yönetim, danışma ve denetleme kurullarına bakarak arkasındaki en önemli sermaye gruplarının J.P. Morgan bankacılık grubu, General Motors, Prudential sigorta tekeli, PepsiCo ve Goodyear ve ana grubun da Morgan grubu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. General Electric’te banka sermayesi ile sanayi sermayesinin içice geçişinin somutlandığını görüyoruz. Bu içice geçiş iki yönlü gerçekleşmiş durumda. Bir yanıyla kendisinin doğrudan üç ayrı ana bölümünün (imalat sanayisi, hizmet sektörü ve finans) olması yani kendi beyaz eşya, motor, uçak-silah, tıbbi teşhis-tedavi araçları bölümleri gibi doğrudan sanayi üretimi yapılan bölümleri; TV-radyo yayını, telekomünikasyon, enformasyon hizmetleri, taşımacılık gibi hizmet sektörü bölümleri ve GE Capital adı altında toplanmış sigorta, emekli fonu, fon ya da aktif yöneticiliği, mali danışmanlık, konut kredi birliği, yatırım bankacılığı gibi finans bölümlerinin Genaral Electric’in kendi adıyla aynı grup içinde yer alması yoluyla; diğer yanıyla da ayrı ayrı tekeller olan ABD ve dünyanın en büyük bankaları arasında sayılan ve hatta Fortune’un “dünyanın en başarılı şirketleri” sıralamasında dünyanın en “güvenilir” ve “başarılı” bankası seçilen J. P. Morgan ve yine ABD’nin en büyük sigorta şirketlerinden Prudential gibi dev tekellerin GE’nin, GE’nin de onların hisselerini alması yoluyla. İmalat sanayisi alanında ABD’nin en büyük tekellerinden -ki kendi adıyla da finans işi yapıyor- General Electric ile en büyük banka ve sigorta şirketleri karşılıklı çapraz hisse sahipliği yoluyla birbirlerinin hisselerini ele geçirmiş durumdalar. J.P.Morgan GE’nin, GE de J.P.Morgan’ın hisselerini elinde bulunduruyor. Sadece bu bir tek örnek bile ABD’de banka sermayesi ile sanayi sermayesinin nasıl iç içe geçtiğini açık olarak gösteriyor.
General Electric’i kontrol eden sermaye grubu. General Motors’ta da olduğu gibi, yine Morgan grubu ve bu grubun merkezi olan Morgan ailesi. Bu ana sermaye grubu, sadece General Electric, General Motors, J. P. Morgan bankacılık grubu, Morgan Guaranty gibi tekel gruplarının değil, Bankers Trust, Procter&Gamble, Coca Cola, Lockheed Martin, IBM, ATT, Kodak, Smith Kline, Bethleham Steel, Scott Paper, Cigna Paper. Western Electric, Gilette, Prudential, New York Life, Mutual Life, American Tobacco gibi daha yüzlerce dev tekelin arkasındaki esas güç. 1800’lii yılların sonlarından beri en büyüklerden biri olan İngiliz asıllı Morgan ailesi. Rockfeller ailesi ile birlikte ABD ve dünyadaki trilyonlarca dolarlık değerin sahibi olan aile.
Son üç yılda sadece Avrupa’da 76 şirketi yutan GE Capital’in eski bir yöneticisi bütün GE yöneticilerinin düşündüğü tek bir şey olduğunu söylüyor: “Büyümek, daha fazla büyümek”. Bu eski yönetim kurulu üyesi, şirket yöneticilerinin başta Avrupa olmak üzere bütün sermaye dünyasını çok yakından takip ettiklerini ve hırs ve sabırsızlıkla sürekli yutacak şirket aradıklarını belirterek, “Zayıflık ve kararsızlığı çok iyi koklarlar ve zamanı gelince acımasızca saldırırlar.” diyor. GE bugün dün olduğundan daha fazla dış bağlantılara sahip. Doğrudan ya da dolaylı yollardan sahibi olduğu diğer şirketleri bir yana bırakırsak, sadece kendi adıyla bile, ABD dışında çok büyük yatırımlara sahip. Ülke dışında ülke içindekinden üç kat daha hızlı, büyüyor. Kendi yıllık cirosunun yüzde 40’ından fazlası (33 milyar dolar) dış yatırımlarından geliyor. Bunun 18 milyarı (yüzde 55) sadece Avrupa’ya, 8 Milyarı (yüzde 24) ise Asya-Pasifik bölgesine ait. Mal varlığının ise yüzde 30’undan fazlası ABD dışında bulunuyor.

BANKALARDAKİ YOĞUNLAŞMA VE TEKEL OLGUSU
“Banka sermayesi” ile iç içe geçmiş olduğu için her ne kadar banka ve diğer finans kuruluşlarından da yer yer söz etsek de yazımızın bundan önceki bölümlerinde esas olarak sanayi ve üretimdeki yoğunlaşma ve tekel olgusunu göstermeye çalıştık. Oysa yoğunlaşma ve merkezileşme ve bunun sonucunda ortaya çıkmış olan tekel olgusu yalnızca üretimde yaşanmamaktadır. “Banka sermayesinin kendisinde de alabildiğine bir merkezileşme ve yoğunlaşma hüküm sürmekte ve üstelik bu hüküm sürüş giderek artmaktadır.
ABD’de İngiltere ve Kanada’nın aksine binlerce banka var. Son bir iki yıl içinde banka statüsü kazanan Halifax ve Woolwich gibi konut kredi birlikleri ile Prudential gibi sigorta tekellerini bir yana bırakırsak İngiltere’de esas olarak 11 (her ne kadar İngiltere’de 500’den fazla banka olmasına bunların sadece 11’i mevduat bankası), Kanada’da ise 10 adet mevduat bankası var. Oysa bu rakam ABD’de binlerle ifade ediliyor.
1995 rakamlarına göre ABD’de 9 bin 941’i ticari banka (commercial bank), 2 bin 29’u tasarruf sandığı (saving institution) olmak üzere 11 bin 970 banka var. Bu bankaların toplam şube sayıları 69 bin 923. Ellerinde 4 trilyon 312 milyar doları ticari bankaların, 1 trilyon 25 milyar doları da tasarruf sandıklarının elinde olmak üzere toplam 5 trilyon 338 milyar dolar aktif birikmiş durumda. Banka sayısı 1997 sonunda 9215 oldu. (Tablo 5)

TİCARİ BANKALAR ARASINDAKİ YOĞUNLAŞMA (1995) – Tablo-5
Aktif Toplamları
Aktif Büyüklüklerine Göre Dağılım        Sayıları    Oranları(%)    (Milyar dolar)        Oranları (%)
$ 25.0 milyondan az aktifi olan bankalar        1756        17,7        28,8            0,7
$ 25.0 milyon’dan $ 49,9 milyona kadar        2369        23,8        87,2            2,0
$ 50.0 milyondan $ 99,9 milyona kadar        2534        25,5        181,9            4,2
$ 100.0 milyondan $ 499,9 milyona kadar    2593        26,1        511,3            11,9
$ 500.0 milyondan $ 999,9 milyona kadar    268        2,7        185,3            4,3
$ 1.0 milyardan $ 2,9 milyara kadar        220        2,2        368,3            8,5
$ 3,0 milyar ya da daha fazla aktifi olanlar    201        2,0        2949,8            68,4
TOPLAM                    9941        100,0        4312,7            100,0

Görüldüğü gibi toplam bankaların sadece yüzde 2’sini oluşturan 201 banka 3 trilyon dolara yakın (2 trilyon 949 milyar 800 milyon dolar) aktif toplamı ile bütün banka aktiflerinin yüzde 68,4’ünü ellerinde bulunduruyorlar. Toplam banka sayısının yüzde 93’ünü oluşturan 9252 bankanın elindeki aktif toplamı ise sadece 809,2 milyar dolar (toplamın yüzde 18,7’si).
Bu en büyük 201 banka içinde de 1996 sonu itibarı ile ilk 10 bankanın aktif toplamları şöyle sıralanıyor: (Tablo 6)

Banka ismi:              Aktif miktarı (milyar dolar) – Tablo-6
Chase Manhattan        336.099
Citicorp                281.018
BankAmerica            250.753
J.P.Morgan            222.026
NationsBank            185,794
Bankers Trust            120.235
First Chicago            104.619
Bank One            101.848
PNC Bank            73.260
Bank of Boston            62.306   
Toplam:            1.737.958
(bütün banka aktiflerinin yüzde 40,3’ü)

Bir kere daha tekrarlarsak, bütün bankaların yüzde 93’ünü oluşturan 9525 banka toplam banka aktiflerinin yüzde 18,7’sini elinde bulundururken, bankaların binde birini oluşturan sadece 10 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 40,3’üne sahip. Sadece 5 büyük bankanın aktif miktarı tüm banka aktiflerinin yüzde 23’ünü buluyor. Bu oran 1992’de yüzde 21 idi. Bankalar sadece son 4 yıl içinde yüzde 4 daha fazla merkezileşmişler.
Ancak ABD bankalarını diğer ülke mali sermaye gruplarının bankalarından ayıran yan sadece banka sayısının fazlalığı değil. ABD eyalet ya da yerel bankaları da önemsiz değil. 1992 verilerine ABD’deki en büyük 5 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 21’inin sahibi durumunda idiler. Oysa diğer emperyalist kapitalist ülkelerde en büyük 5 banka bütün banka aktiflerinin yüzde 46 ile yüzde 100’ünü ellerinde bulunduruyorlardı. Örneğin bu oran Almanya’da yüzde 46, İngiltere’de yüzde 57, Fransa’da yüzde 60, Japonya’da yüzde 67, Kanada’da yüzde 82 ve İsviçre’de ise yüzde 100 idi. Görüldüğü gibi. ABD’de diğer ülkelerin aksine öteki yerel bankaların ellerinde de önemli miktarlarda para birikmiş durumda. Ancak bu bankalar da bir şekilde büyük bankaların doğrudan ya da dolaylı olarak büyük bankaların etki sahasında bulunuyorlar. Küçük bankalar bir yana büyükler dahi kimi kısmen, kimi de tamamen büyük sermaye gruplarına ait bulunuyor. Örneğin en büyükler arasındaki Chase Manhatten, Chemical Bank ve Bank of New York doğrudan Chase Manhatten bankacılık grubunun dolayısıyla da Rockefeller grubunun elinde. Chase Manhatten bununla da yetinmeyip dolaylı kontrolü bırakıp satın alarak Chemical Bank’ı doğrudan kendi bünyesine kattı. Bunların dışında American Express, North Carolina National Bank, Citizen&Southern / Savron, Security Pasific gibi bankalar da Rockefeller grubuna ait. Yine First National Citibank ile Grace National Bank of New York, BankAmerica Citicorp’un; J.R Morgan, Morgan Guaranty, Bankers Trust gibi kendi bankalarının yanı sıra Morgan Stanley ve Goldman Sachs’dan Pennsylvania, Philadelphia, Delaware, New Yok, California’ya kadar birçok eyalet bankasının da doğrudan ya da dolaylı olarak sahibi de Morgan grubu.
Bankalardaki merkezileşme ve tekelleşme yalnızca aktif toplamlarında gerçekleşmiyor. Bizzat banka sayısındaki düşüş ve füzyonlarla da kendisini gösteriyor. Banka sayılarındaki önemli değişiklikler aynı zamanda ABD tarihinin dönüm noktalarını da ifade ediyor.
ABD’de bankalar esas olarak İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşının sonunda 4 Temmuz 1776’da ilan edilen bağımsızlığın ardından kurulmaya başlandı. 1810’lara kadar sadece 88 banka varken 10 sene içinde, 1820’de bu sayı 300’e çıktı. İç savaşa kadar banka sayısı ancak 1500’e erişebilmişti. Ama banka sayısındaki esas artış iç savaşın (1861–1865) ardından başlayan sanayideki hızlanma sırasında gerçekleşti. Bu dönemde, özellikle de 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başlarında özel bankalar alabildiğine büyümüş ve çok sayıda tekeli yutarak, ya da dolaylı ya da dolaysız olarak kontrol ederek çok büyük bir güç haline gelmişlerdi. Bu özel bankalar içinde en büyüğü ve en ünlüsü tartışmasız J. P. Morgan idi. Morganlar pamuk ve buğday ihraç edip gelişen demiryolları için demir ithali ticaretine finans yardımı yaparak işe başladılar. J.P. Morgan’dan sonraki diğer ünlü ve büyük bankalar Brown Brothers ve Kuhn, Loeb idi. İç savaşın başlangıcı ile 1. emperyalist paylaşım savaşının sonu arasındaki dönemde banka sayısı 20 kat artıp 1920’de 30 bin oldu. Daha sonra 1920’lerdeki tarım krizi ve 1929–33 arasındaki emperyalizmin büyük krizi sırasında banka sayıları hızla azaldı. 1920–1940 arasında 15 binden fazla banka iflas etti ya da büyükler tarafından yutularak ortadan kaldırıldı.
İşte sanayi ile birlikte bankacılık da bu dönemlerde, iç savaştan sonra hızla gelişti. İç savaşa kadar ABD’deki hemen hemen bütün bankalar eyalet düzeyindeki bankalardı. Yalnızca iki banka, First ve Second National Bank’lar ülke düzeyinde örgütlenmiş bankalardı. İç savaş sırasında 1863 Ulusal Bankacılık Yasası ile bankacılığı geliştirmek için devlet eyalet bankalarına yüzde 10 vergi zorunluluğu koydu ve bunun sonucunda da kısa zamanda bankaların yüzde 90’ı ülke düzeyinde banka oldular. 1874’de 174 eyalet, 1612’de ülke düzeyinde banka olmuştu. 1800’lerin sonlarına doğru yasasının yumuşatılması üzerine 1900’e gelindiğinde eyalet bankaları yeniden artış gösterdi ve 3731 ülke düzeyindeki bankaya karşılık, 8696 eyalet bankası olmuştu. 1920’de 20 bin 893 eyalet, 9 bin 398 de ülke düzeyinde banka vardı. 1933 Glass-Steagal bankacılık yasası yatırım bankacılığı ile mevduat bankacılığını birbirinden ayırdı. Bugün, 1997 sonundaki, 9215 bankanın üçte ikisi eyaletler düzeyinde üçte biri ise ülke düzeyinde örgütlenmiş durumdadır. Buna karşılık banka aktiflerinin üçte ikisi ülke düzeyinde, üçte biri de eyalet düzeyindeki bankaların ellerinde bulunuyor.
Banka sayıları özellikle 1985’ten sonra yeniden hızla azalmaya başladı. Ticari banka sayıları 1985’te 14 bin 417, 1990’da 12 bin 347, 1991’de 11 bin 927, 1992’de 11 bin 466,1993’te 10 bin 960, 1994’te 10 bin 450, 1995’te 9 bin 941 ve 1997 sonunda ise 9215 oldu. Özellikle son yıllarda daha da hızlanan şirket birleşmeleri -füzyon- daha çok banka ve diğer sigorta şirketi, emekli fonu ve diğer korporasyon fonları, yatırım şirket ve bankaları, konut-kredi bankaları gibi diğer finans kuruluşları arasında gerçekleşiyor. Görüldüğü gibi özellikle son 10–15 yıl içinde her yıl 400–500 banka ortadan kayboluyor. 1994 yılı içinde gerçekleşen 3129 füzyon arasında en fazla birleşme 212’si ticari bankalar ve banka holding şirketleri arasında meydana geldi. Ardından 210 füzyon konut kredi banka ve bankerleri, 183’ü çoğu finans işi yapan öteki banka, ticaret ve finans şirketleri, 107’si yatırım banka ve şirketleri, 90’ı sigorta şirketleri ve 78’i de öteki tür banka/kredi birliği ve tasarruf sandıkları arasında gerçekleşti.
Amerikan bankaları ellerinde böylesine büyük miktarlarda sermaye ve aktif (mal varlığı) toplanmasına rağmen yine de aktif toplamlarına göre sıralamada dünyanın en büyük ilk 10 bankası arasına giremiyorlar. 1996 sonunda yapılan sıralamada ilk 10 banka arasında 6 Japon ve birer Alman, Fransız, Çin ve İngiliz bankası olmasına rağmen Amerikan bankası bulunmuyor. Hemen hemen diğer her alanda ABD tekelleri değil ilk 10, ilk üçü kimseye kaptırmazken ABD’nin en güçlü olduğu alanların başında gelen bankacılık alanında ilk 10 içine girememesi Amerikan mali sermayesi ve onun sözcülerini çok da rahatsız etmiş gibi görünmüyor. Tablolar ve muhasebe hesapları ile ülke ticaret odaları ve şirketler masası kayıtları böyle göstermesine rağmen bu görünüm aldatıcı. Amerikan bankaları dünyanın en büyük bankaları olan Japon bankalarının aynı zamanda bir kısım hisselerinin de sahipleri durumundalar. Tablolar bir bankayı Japon ya da İsviçre bankası olarak tanıtmasına rağmen, yakından baktığımızda bazı bankaların aslında ABD bankası olduğunu görüyoruz. İsviçre şirketler masasına kayıtlı İsviçre bankaları olarak tanınan Swiss Bank Corporation (SBC) ve Credit Suisse First Boston (CSFB) bankalarının aslında Amerikan bankaları olmaları bunu gösteriyor. Ve yine İngiliz-Hollanda ortaklığı olarak tanınan ve Shell olarak bilinen, Royal Dutch&Shell grubu Hollanda şirketi Royal Dutch (yüzde 60) ile İngiliz şirketi Shell Transport (yüzde 40)’un birleşiminden oluşuyor. Oysa ikisi birleştikten sonra hisse dağılımına daha yakından bakıldığında çok daha farklı bir tablo göze çarpıyor: Royal Dutch&Shell’in yüzde 39 hissesi İngiliz, 25’i Amerikan, 24’ü Hollanda, 7’si İsviçre, 2’si Fransız, 1’i Alman ve 1’i de Belçika tekellerine ait. Görüldüğü gibi kayıt ve tablolarda sürekli İngiliz-Hollanda şirketi olarak belirtilen Shell, aslında İngiliz, Amerikan, Hollanda ve İsviçre tekelleri arasında paylaşılmış. Japon bankalarındaki durum da bu örneklerden hiç de farklı değil. (Tablo 7)

Dünyanın en büyük 10 bankası           Ülkesi           Aktifi (milyar dolar) – Tablo-7
I – Bank of Tokyo-Mitsubishi        Japon        653
2- Deutsche Bank            Alman        536
3- Credit Agricole            Fransız        477
4- Sumitomo Bank            Japon        460
5- Ind&Comm. Bank of China        Çin        437
6- Dai-lchi Kangyo Bank            Japon        433
7- Fuji Bank                Japon        432
8- Sanwa Bank                Japon        427
9- Sakura Bank                Japon        422
10- HSBC Holdingleri             İngiliz        401
(Rakamlar 31 Mart 1997 tarihine aittir): Kaynak:IBCA. The financial Times)

Rakamlar 1996’daki durumu gösterdiği için dünyadaki ilk 10 banka arasına İsviçre bankaları Swiss Bank Corporation (SBC) ile Union Bank of Switzerland (UBS)’in 1997’nin son haftalarında gerçekleşen birleşmesinden ortaya çıkan United Bank of Switzerland dahil edilmemiştir. Bu birleşme sonucu United Bank of Switzerland 592 milyar dolara erişen aktif toplamı ve kontrol ettiği 1 trilyon dolarlık sermaye ile Bank of Tokyo-Mitsubishi’nin ardından ikinci duruma yükseldi. Bu bankanın da önemli bir kısmı ABD tekellerine (örneğin General Mo-tors’a) ait. Görüldüğü gibi, ilk 10 banka arasında Amerikan bankaları bulunmuyor. 10. banka İngiliz bankası HSBC (Hong Kong ve Şanghay Bankacılık Korporasyonu) Holdinglerinin aktif toplamı 401 milyar dolar iken örneğin en fazla aktife sahip ABD bankası Chase Manhattan’ın aktif miktarı ancak 336 milyar dolara erişebiliyor. Böyle olmasına rağmen, söz konusu Amerikan bankası 3,6 trilyon doları (775 katrilyon TL.) kontrol ediyor.
İngiltere ve Japonya da olduğu gibi ABD’de de yabancı bankalar bankacılık sektöründe önemli bir yer tutuyorlar. 1994 sonu itibarı ile çoğu Japonya’ya ait olmak üzere yabancı bankaların elinde toplamın yüzde 21,3’ünü oluşturan 912 milyar dolar aktif, 493 milyar dolar mevduat, birikmişti ve ABD’de kayıtlı bu yabancı bankalar 394 milyar dolar borç vermişlerdi. Yabancı bankalar ABD’deki aktifleri ve sayılarına göre aralarında şöyle dağılıyorlardı: 52 Japon bankasının elinde 392 milyar, 12 Fransız bankasının elinde 88 milyar, 9 İngiliz bankasının elinde 62 milyar, 6 Kanada bankasının elinde 61 milyar, 3 Hollanda bankasının elinde 48 milyar, 6 İsviçre bankasının elinde 44 milyar ile 12 Alman bankasında 36, 12 İtalyan bankasında 35, 10 Hong Kong bankasında 23, 8 Güney Kore bankasında da 12 milyar dolar aktif toplanmıştı. Bu bankaların ellerinde de, örneğin Japon bankalarının elinde 237 milyar ve Fransız bankalarının elinde ise 41 milyar dolar mevduat bulunuyordu. (Board of Governors of the Federal Reserve System, Amerikan Banker ranking the Bank, annual)
Sermayede görülen merkezileşme ve yoğunlaşma ile bankalardaki tekelleşmeyi genel hatlarıyla gösterdikten sonra bunu farklı türde bankacılık da uzmanlaşmış ve en önde gelen tekellerin etraflarında kümelendikleri üç ana grubun odağı, ABD mali sermayesi üç ana grubunun (Rockefeller, Morgan ve Citicorp grubu) merkezi bankaları durumundaki üç büyük bankayı, Chase Manhattan, J. P. Morgan ve Citicorp’u biraz daha yakından inceleyeceğiz. Bu üç banka aynı zamanda ABD bankacılığının bölündüğü iki ayrı tür bankacılığın da örneklerini oluşturuyorlar. Bu gün her ne kadar aralarındaki farklar kapanmaya başlasa da ABD mali sermayesinin yapısında, en iyi örneklerini Chase Manhattan ve Citicorp’un oluşturduğu “diversified” bankacılık da denilen süpermarket tipi, klasik mevduat ya da cari hesap bankacılığı ya da Amerikan ekonomi kitaplarında ifade edildiği ismiyle “toptan” ve “perakende” bankacılık -ki esas yanını bu tip bankacılık oluşturuyor- ile birlikte uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığı da yapma ve yine en iyi örneklerini J.P.Morgan ve Bankers Trust’ın oluşturduğu “toptan” bankacılık ile uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığı olmak üzere iki tip bankacılık ya da bankalar arasında iş bölümü bulunuyor. Her dönem uluslararası bankacılık da yapmasına rağmen esas olarak ABD’nin klasik “perakende” bankası olarak tanınan Chase Manhattan bir yana, Citicorp uluslararası bankacılık ile yatırım bankacılığına 1960-70’li yıllarda başladı. J.P. Morgan ve Bankers Trust’ın ana alanı ise “toptancılık” ve yatırım bankacılığı idi. Buna rağmen kurulduğu 1903 yılından bu yana esas işi yatırım bankacılığının yanı sıra “perakende” bankacılık da yapan, banka ve bankacılar arasında “Mini Morgan” olarak da adlandırılan Bankers Trust 1976’lardan itibaren giderek yalnızca “toptancılık” ve yatırım bankacılığında yoğunlaşmaya başladı ve 1990’ların başlarında artık yalnızca yatırım bankacılığı yapan bir banka haline geldi. Buna rağmen daha önceleri de yatırım bankacılığı yabana atılır düzeyde değildi. Örneğin, 1970’lere kadar da 30’dan fazla ülkede 1200 banka ile yakın “ilişki” ağına sahip büyük bir yatırım bankasıydı. Bankers Trust’ın da sahibi olan Morgan grubunun ana bankası olan J.P. Morgan ise hiç bir dönem “perakende” bankacılık yapmadı. Onun işi her dönem “toptancılık” ve yatırım bankacılığı idi. “Perakende” bankacılık olarak adlandırılan mudilerden tek tek, küçük küçük tasarrufların alınıp satıldığı mevduat ve cari hesap bankacılığı yerine “toptan” bankacılık da denilen küçük hesap sahipleri yerine müşterilerinin arasında hemen hemen yalnızca hükümetler, büyük tekeller, büyük “finans” kuruluşları ve bankalar, varlıklı ailelerin bulunduğu, çok büyük miktarlarda borç ve kredi verilerek daha çok büyük para alım satımı yapılan bankacılık türü J.P. Morgan’ın işidir. J. P. Morgan’ın bu “toptan” bankacılık işi, yani büyük miktarlarda borç ve kredi verme işi bütün bankacılık işlerinin yüzde 50-60’ını, Chase Manhatten ve Citicorp gibi diğerlerinin ise yüzde 30-40’ını oluşturuyor. Ancak J. P. Morgan yalnızca “toptancı” banka değil, aynı zamanda ve esas olarak da yatırım bankasıdır. Amerikan Ekonomi Tarihi profesörleri ABD’deki yatırım bankacılığını her zaman J.P. Morgan ile başlatırlar. Bankers Trust’ın yöneticilerinden birisi bu konu ile ilgili “Bankers Trust yatırım bankacılığına 1976’da, J.P. Morgan ise 1876’da başladı” diyor. “Toptancılık” ve yatırım bankacılığının örneği olarak J.P. Morgan’ın aşağı yukarı bir kopyası olduğundan Bankers Trust’ı bir kenara bırakarak yalnızca J. P.Morgan’ı incelemekle yetineceğiz.
Chase Manhattan: 1877’de iç savaş döneminin ünlü başkanı Abraham Lincoln’un maliye bakanı ve Rockefeller’in yakın arkadaşı Salmon Chase’in adj verilerek Chase Bank olarak kuruldu. 1877–1945 yılları arasındaki 68 yıl boyunca tartışmasız ABD’nin en büyük bankası olarak kaldı. Bu konumunu az çok bugün de koruduğu söylenebilir. 1929-30’da American Express ve daha sonra da Equitable Trust ile birleşti. Bank of Manhattan ile 1955’te birleşmesinden Chase Manhattan doğdu. Geçtiğimiz yıl ABD’nin önde gelen bankalarından Chemical Bank’ı da yuttuktan sonra en büyük banka grubu haline geldi. Aktif toplamı kendi yıllık raporlarına göre 336 milyar 99 milyon dolar oldu. Bu aktif toplamı ile ABD Federal konut kredi kuruluşu Fannie Mae’nin ardından ikinci en fazla aktife sahip olan korporasyonu oldu. Baştan beri daha çok “perakende” ve “toptan” para satışı türü bankacılık, mevduat ve kredi bankacılığı yapmasına rağmen yatırım bankacılığı yapmaktan da geri durmadı.
ABD’nin 50 eyaletinin tek tek hepsinde ve dünyanın 180 ülkesinde iş yapıyor, 150 ülkesi ile banka ağı var. 336 milyar dolarlık aktifi olmasına rağmen tek başına bunun 11 katını, 3,6 trilyon dolan (750 katrilyon TL) kontrol ediyor. ABD ve İngiltere sigorta pazarının en büyüğü ve emekli fonu pazarının en önde gelenlerinden. American Century, CIGNA, Ginnie Mac gibi sigorta, fon ve konut kredi kuruluşları Chase Manhattan’in kontrolünde. 1996’da yalnızca 33 milyar dolar konut kredisi (mortgage) verdi. Ülke çapında 5 milyon mevduat, yatırım ve sigorta, 1,6 milyon da mortgage müşterisi var. 16,8 milyon kredi kardı hesabı bulunuyor. 70 ayrı ana alanda iş yapan Chase Manhattan günde 1 trilyon doların el değiştirmesine aracılık ediyor.
Dünya çapında 750’den fazla yatırım bankacılığı uzmanı ile yatırım yapıp danışmanlık “hizmet”i veriyor. Dünya günlük FX hacminin yüzde 10’unu elinde bulunduran Rockefeller’in bankası 1996’da 725 milyon doğrudan yabancı yatırım (foreign direct investment) gerçekleştirerek 434 milyar dolarlık borç verilmesine aracılık etti. 1996 yılı içinde 8 milyar dolar borç ve kredi verdiği ABD’nin Küçük ve Orta Boy İşletmelerinin (KOBİ) yüzde 52’si ile ilişkisi var.
Rockefeller ailesi çoğu kere Chase Manhattan ile olan ilişkisini fazla saklama gereği görmedi. Kurulduğundan beri arkasındaki esas güç sürekli 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların başında ABD’nin en zengin kişisi, bütün petrol üretim ve satışının yüzde 95’inden fazlasını elinde bulunduran, Standart Oil’in sahibi John D. Rockefeller ile Senatör Nelson Aldrich idi. Daha sonra da birbirlerine akraba olan bu iki aile sürekli bankanın tepesinde bulundular. 1935–53 yılları arasında bankanın başkanı Senatör Aldrich’in oğlu ve Rockefeller’in damadı olan Winthrop Aldrich, 1953–60 yılları arasında yine her iki ailenin yakın dostu John McCloy ve 1960–79 arasında da Rockefeller ailesinin reisi David Rockefeller idi. David Rockefeller bugün hala bankacılık korporasyonunu çok gizlenme gereği görmeden ve ince bir perdenin arkasından da olsa kendisi yönetiyor.
Citicorp: 1812’de kurulan bugünkü Citicorp’un eski orijinal ismi City Bank of New York, esas tanınan ismi ise Citibank’tı. 1894’te Chase Bank ile birlikte ABD’nin en büyük iki bankasından biri sayılıyordu. 1900’lü yılların ortalarına kadar fazla etkin değildi. 1955’de First National Bank ile birleştikten sonra, 1960’lardan itibaren hızla büyümeye başladı. 1968’de First National City Corporation, 1974’te de Citicorp Holding oldu. 1960’lı yılların ortalarında 20 bin çalışanı ve 16 milyarlık aktifi varken bugün 281 milyarlık aktifi, 3 milyar 788 milyon dolarlık kârı, çalıştırdığı 89 bin kişi ve 98 ülkeye yayılmış 3200 şubesi ile ABD ve dünyanın en büyük bankalarından birisi haline geldi. ABD’deki bütün kredi kartlarının yüzde 15’inin sahibi. Bu rakamla kredi kartı pazarının yüzde 20’sini elinde bulunduran American Express’in ardından ikinci geliyor. Citicorp dünya çapında da toplam 61 milyon kişide Citibank’ın kredi kartı bulunuyor. Bunun 38 milyonu ABD’de, 3 milyonu Avrupa’da, 7 milyonu Asya’da, 9 milyonu da Latin Amerika’da. Mevduat bankacılığında ABD’nin birinci büyük bankası durumunda. Citicorp’un Citibank’ı Avrupa’da da, örneğin Almanya’da önde gelen mevduat bankaları arasında. Citicorp’un yıllık cirosunun yüzde 10’unun geldiği konut kredi (mortgage) bölümü bu pazarın ikinci büyük payını elinde bulunduruyor. New York Büyükşehir bankacılık pazarının yüzde 12’si yine Citicorp’a ait.
19. yüzyılın başlarında kurulmasına rağmen 1960’lı yılların sonlarına kadar uluslararası bankacılık ve yatırım bankacılığına fazla rağbet etmeyen, ancak bu tarihten sonra hızla genişlemeye ve dünya pazarındaki yerini artırmaya başlayan Citicorp bugün yatırım bankacılığında da iddialı hale geldi. Eski adı Citibank olan Citicorp’un yatırım bankacılığının geldiği yeri gösterebilmek için 1998’in ilk günlerinde kısa, orta ya da uzun vadeli olarak değişik faiz oranlarıyla borç verdiği bazı ülkelerden birkaç örnek sıralayalım: Meksika’nın Grupo Imsa tekeline 150 milyon dolar, yine Meksika’nın Cydsa tekeline 200 milyon dolar, Arjantin tekellerinden IEBA’ya 100 milyon ve 130 milyon ile Autopistas del Sol tekeline 170 milyon ve 210 milyon dolar; Yunanistan’ın ANT Televizyonuna 115 milyon, Filipinlerin FLDT telekomünikasyon tekeline 200 milyon ve 300 milyon olmak üzere toplam 500 milyon dolar.
J. P. Morgan: Amerikan yatırım bankacılığının kurucusu sayılan J. P. Morgan her ne kadar 222 milyar dolarlık aktif toplamı ile ABD’nin dördüncü büyük bankası sayılsa da gösterdiği performans ile Fortune tarafından dünyanın en “güvenilir” ve “başarılı” bankası seçildi. Gerek tarihi, gerekse de bugünkü ilişki ve etkisi ile ABD’nin dünya egemenliğinin doğrudan bir göstergesi durumunda. ABD mali sermayesinin sermaye ihracının önemli ve ana bölümünü çoğu kere J. P. Morgan imzasıyla yaptığı görülmektedir. ABD’nin Rusya’dan Çin’e, Kuveyt’ten Türkiye’ye kadar kilit noktalardaki girişimlerinin altında, en başta J. P. Morgan imzası bulunmaktadır. Öte yandan ABD mali sermayesinin oluşması, 1800’lü yılların sonu ile 1900’lerin başlarında üretim ve sermayedeki yoğunlaşma, bugün de Amerikan sanayisinin çekirdeğini oluşturan dev tekellerin ortaya çıkması ve banka sermayesi ile sanayi sermayesinin iç içe girerek mali sermayenin oluşturmasındaki en önemli isimlerden birisi de yine bugünkü J. P. Morgan bankacılık grubunun kurucusu John Pierpont Morgan’dır. Bu açıdan J. P. Morgan’ın tarihi ve gelişimini göstermek bir yerde ABD mali sermayesinin gelişim ve tarihini göstermek anlamına da geleceği için J. P. Morgan’ı tarihsel gelişimi ile birlikte daha yakından inceleyelim.
J. P. Morgan başından buyana Amerikan mali sermayesinin temel taşlarından birisini oluşturdu. İlk kuruluşu 1838’lere kadar dayanmaktadır. Amerikalı iş adamı George Peabody’nin 1838’de Londra’da açtığı İngiltere’de tüccar banka da denilen yatırım bankasına daha sonra John Pierpont Morgan (J. P. Morgan)’ın babası Junius S. Morgan ortak oldu. Peabody’nin ölümü üzerine banka tümüyle baba Morgan’ın eline geçince ismi J. S. Morgan & Co. olarak değiştirildi. İngiliz bankacı Julius Morgan’ın İngiltere ve Almanya’da matematik ve ekonomi okumuş 24 yaşındaki oğlu John Pierpont Morgan New York’a yerleşerek 1861’de J. P. Morgan & Co. adıyla ve babası ve ortağının yakın desteği ve gözetimi altında kendi bankasını kurdu. 1871’de Philadelphiya’daki yatırım bankası Drexel & Co.’yu yuttuktan sonra Paris’teki Fransız bankası Drexel, Harjes & Co.’ye ortak oldu. Bankanın ismi geçici olarak Morgan-Drexel & Co. olarak değiştirildi. Ancak 1895’de yeniden J. P. Morgan adını aldı. Baba Morgan’ın 1890’da ölümünden sonra 1895’de J. P. Morgan’ın New York, Philadelphiya, Londra ve Paris’te 4 ayrı bankası olmuştu. Ayrıca o dönemin en büyük yatırım bankalarından İngiliz Barings ve Rothschilds ile de çok yakın ilişkisi vardı. İngiliz bankacı E.C.Grenfell 1904’de J. S. Morgan’a ortak olunca Londra’daki bankanın ismi 1910’da Morgan Grenfell olarak değiştirildi. J. P. Morgan babasının ortağı ve tek varisi olarak doğrudan Morgan Grenfell’in üçte birlik hissesinin sahibi oldu. İngiltere’nin en eski ve ünlü yatırım bankalarından Morgan Grenfell 1989’da Alman Deutsche Bank’a satılana kadar J. P. Morgan bu üçte birlik hissesini korudu. 1870’de Fransa – Prusya Savaşı sırasında sıkıntıya düşen Fransız devletine 50 milyon dolar borç vererek bir yerde Fransa’nın kazanmasını sağladıktan sonra, o günden bugüne J. P. Morgan ile Fransız devletinin ilişkileri hep iyi oldu. J. P. Morgan’ın Fransa ile başlayan devletlere “borç” verme işi ara vermeden günümüze kadar devam etti.
1861’de çok da büyük olmayan bir banka olarak kurulan J. P. Morgan, iç savaştan sonra, 1871’de ABD’nin o dönemdeki en büyük yatırım bankalarından Drexer’i yuttuktan kısa bir süre sonra yatırım bankacılığına da girişerek hızla önüne geleni yutmaya başladı. Şirketlerin en zor dönemlerini kollayıp zora düştüklerinde köşeye sıkıştırıp acımasızca yok pahasına satın aldığı için John Pierpont Morgan’a “Vahşi Morgan” adı takıldı. 1877’de ABD demiryolu ağının önemli bir bölümü olan New York Central Railroad’ı ele geçirdi. Demiryolu taşımacılığında Harriman’dan sonra bu alanın en büyük ikinci kişisi oldu. 1892’de Edison Electric’i yutarak bugün elektrik, elektronik, beyaz eşya, silah, havacılık-uzay gibi birçok alanda dünyanın en büyük tekeli haline gelen General Electric’i kurdu. Demir çelik üretiminin yüzde 90’ından fazlasını elinde tutan Andrew Carnegie’nin Carnegie Steel’ine ortak oldu ve 1900’de U.S. Steel Corporation’u kurarak demir-çelik üretimini eline geçirdi. Yine 1900’lerin başlarında, telefon ve telgraf şirketlerini yutarak, bugün dünyanın en büyük telekomünikasyon tekeli olan AT&T’yi kurdu. Yalnızca bugün değil 90 yıl önce de, 1910’larda ülkenin en büyük sigorta şirketi olan Equitable Life’la birlikte diğer birkaç sigorta şirketini daha eline geçirdi. General Motors’un kurulmasında önemli katkısı oldu. Ülkenin en büyük bankalarından National City Bank ve First National Bank yine Morgan zincirinin parçaları idi. J. P. Morgan bunların dışında da Procter & Gamble, Bankers Trust vb. gibi çok sayıda tekel ile bugün Amerikan merkez bankası konumundaki Federal Reserve Bank ya da System gibi kuruluşun kurucu ve sahibiydi.
1904’e kadar Amerikan mali sermayesi iki ana grup etrafında toplanmıştı: Bir yanda Rockefeller grubu ve diğer yanda ise Morgan grubu vardı. Rockefeller grubu içinde petrol piyasasının istisnasız tek sahibi Rockefeller, demiryolu piyasasının en büyüğü Edward H. Harriman, National City Bank (daha sonra J. P. Morgan bu bankada üstünlüğü ele geçirdi), bankacı Kuhn, Loeb & Company gibi en büyükler vardı. Morgan grubu içinde ise J. P. Morgan, General Electric (GE), United States Steel Corporation (US Steel), American Telephone and Telegraph Company (AT&T), New York Central Railroad, Andrew Carnegie, demiryollarının ikinci önemli ismi iç savaşta kuzeye başkan Abraham Lincoln’e büyük miktarlarda borç vermesiyle tanınan Vanderbilt, sigorta şirketleri, National Tube Company vb vardı. Morgan grubu Î912’de 341 director aracılığı ile toplam 22 milyar dolar aktifi olan 112 korporasyonu ve toplam 2 milyar dolar aktifi olan daha küçük 100 şirketi olmak üzere 212 korporasyonu doğrudan kontrol ediyordu. Dolaylı yollardan ise bunlardan daha fazla sayıda şirket yine Morgan’ın kontrolü altındaydı.
1800’lerin ikinci yarısında işe bankacı olarak başlayan J. P. Morgan 1900’lerin başlarında yalnızca bankacı değil, aynı zamanda ülkenin en büyük sanayicilerinden birisi haline gelmişti. Bankacılığın yanı sıra, demir-çelik, demiryolu, madencilik, elektrik-elektrikli eşya, silah, madencilik, sabun-kozmetik, telefon-telgraf gibi neredeyse petrolün dışında bütün sanayi kollarının hâkimi ve esas kurucusu olmuştu. Banka sermayesi ile sanayi sermayesi saklanmaya gerek görmeden J. P. Morgan ismi altında birleşmiş ve iç içe geçmişti. ABD mali sermayesinin en önemli temel taşlarından birisi Rockefeller ise, öteki en büyük temel taşı da J. P. Morgan idi. 1913’te öldüğünde cenazesi bir dünya olayı oldu. Emperyalist kapitalist dünyanın en önemli isimleri, en büyük sermayedarlar ile çok sayıda devlet başkanı tabutu önünde esas duruşa geçtiler. The Economist dergisi 1913’te J. P. Morgan için “O Wall Street’in Napolyon’u idi” diye yazıyordu.
Roosvelt’in “New Deal”i sırasında, ticari bankacılık ile yatırım bankacılığını birbirinden ayıran ve bankaların önüne önemli yasal kısıtlamalar getiren 1933’teki Glass-Steagall yasasının yürürlüğe girmesi üzerine J. P. Morgan da yapısını değiştirmek ve yatırım bankacılığı ile ticari bankacılık kollarını birbirlerinden ayırmak zorunda kaldı. Yatırım bankacılığı için Morgan Stanley adlı yeni bir banka kurdu. 1935’te kurduğu bu banka satıldığı yakın zamana kadar dünyanın en büyük yatırım bankalarından birisi idi. Morgan Stanley bugün de ABD’nin en büyük birkaç yatırım banka ve borsa aracı ve işlemci tekelinden birisi durumunda. J.P. Morgan, 1940’lı yıllardan başlayarak giderek önemli hale gelen emeklilik işine de girdi. 21 ayrı emeklilik planı ve 200 milyon dolar ek sermaye ile emeklilik, 600 milyon dolar ile de fon ve vakıf işine hızlı bir dalış yaptı. J. P. Morgan 1959’da yine en büyük ataklarından birisini gerçekleştirerek hisse, tahvil alım satımı, yatırım danışmanlığı ve bankacılığı yapan, kendisinden dört kat büyük ABD ve dünyanın en büyük tahvil alımcısı Guaranty Trust’ı yuttu. İki en büyük yatırım ve “toptancı” bankası birleşince Morgan Guaranty adıyla ülkenin en büyük yatırım’ bankacılığı tröstü ortaya çıktı. Morgan Guaranty bugün de hem J. P. Morgan’ın en önemli kollarından, hem de aynı zamanda ABD ve dünya borsalarının en önde gelen yatırım bankalarından birisi durumunda. Morgan Guaranty 1990’da bankalara borsa ve kıymetli evrak piyasalarını yasaklayan Glass-Stegal yasasıyla yasanın değiştirilmesi üzerine özellikle Avrupa tahvili ve tahvil taahhüdü işine başladı. Bugün ABD devlet tahvillerinin en büyük alım satıcısı Morgan Guaranty. Morgan Guaranty ABD’nin dışında, G7 ülkeleri olarak tanınan en güçlü ve büyük 7 emperyalist kapitalist ülke tahvillerinin de en önde gelen “temsilcisi” ve alım satımcısı durumunda.
İçlerinde gelişmiş kapitalist ülkelerin de olduğu, Türkiye dâhil çok sayıda ülke başbakan ve bakanlarının borç para alabilmek için kapısında kuyruğa girdikleri J. P. Morgan yalnızca 1870’de Fransız hükümetine borç vermekle kalmadı. 2. Savaş sonrasındaki Marshall planı sırasında İngiltere’den Japonya’ya kadar olduğu gibi bugün de ülkelerin büyük tekelleri bir yana çok sayıda ülke hükümetlerine kısa, orta ve uzun vadeli faizlerle borç ve kredi vermeye devam ediyor. İşte bunlardan birkaçı: Hepsi de son birkaç yıl içinde olmak üzere, Meksika devletine 6 milyar dolar, Peru’ya 1,1 milyar dolar, Şili devletine 1,3 milyar dolar, Brezilya devletine 750 milyon dolar, Kuveyt devletine 5,5 milyar dolar, Fransa’ya 1,8 milyar dolar ve 60 milyar frank, Rusya Federasyonu’na 1 milyar dolar, Türkiye Cumhuriyeti devletine 500 milyon dolar.

KONUT KREDİ BANKACILIĞI, SİGORTA ŞİRKETİ VE EMEKLİ FONLARININ DEĞİŞEN ROL VE BİÇİMLERİ:
Mali sermayelerin yapılarında yalnızca ticaret ve yatırım bankacılığı ile tasarruf sandığı ve kredi birliği gibi değişik adlar kullanan ve ayrıntıya ilişkin bazı farklılıkları olan kurumlar yoktur. İngiltere ile birlikte “Anglo-Amerikan sistemi”ni uygulayan ABD’de de konut kredisi (mortgage) işi de mali sermayenin önemli kaynaklarından birisi durumuna gelmiştir. Konut satın almak isteyenlere evlerini ipotekleyerek yüksek faizlerle kredi verilip uzun dönem içinde taksitlerle geri alınması ya da bu banka ya da şirketlerin kendi ellerindeki konutları isteyenlere yine ipotekledikten ve bir kısmını peşin aklıktan sonra yüksek faiz ekleyerek uzun dönem boyunca evin parasının taksitler halinde tahsil edilmesi esasını oluşturan mortgage sistemini ABD’de artık hemen hemen herkes uyguluyor. Bütün bankalar mevduat bankacılığının yanı sıra konut kredi bankacılığı da yapıyorlar. Örneğin Citicorp yıllık cirosunun yüzde 10’unu yalnızca bu konut kredi işin den sağlıyor. Mortgage bankaları denilen konut kredi şirketleri tıpkı sigorta şirketi ve emekli fonlarında olduğu gibi ellerinde biriken büyük miktarlarda parayı ya diğer yatırımcılara faizle borç vererek ya da kendileri doğrudan en büyük şirketlerin hisselerini alıp satarak (yatırım şirketi) büyük paralar kazanırlar. 1989 rakamlarına göre İngiltere’deki konut kredi birliklerinin ABD’deki karşılığı olan mortgage bankalarının ellerinde 500 milyar dolardan fazla mortgage geliri birikmişti. 1992’de bu rakam 3 trilyon dolara çıktı. Sadece 1992 yılında 750 milyar dolarlık yeni mortgage sözleşmesi yapıldı.
İngiltere’de olduğu gibi ABD’de de mortgage sistemi ile ev sahibi olmak doğal yaşamın bir parçasıdır. Herhangi bir Amerikan işçi ve emekçisi için mortgage yönle miyle ev almak ve daha sonra uzun yıllar boyunca taksit ödemek günlük yaşantının olağan bir yanıdır. Çoğu ailenin bütçesinde mortgage taksiti vazgeçilmez bir unsurdur. Bunun bir sonucu olarak ipotekli de olsa Avrupa ülkelerinde evlerde oturanların yüzde 36’sı ev sahibi, kalanı kiracı durumundayken bu oranlar mortgage sisteminin uygulandığı ABD ve İngiltere’de tam tersidir. Bu iki ülkede evlerin yüzde 64’ünde ev sahipleri, 36’sında kiracılar oturmaktadır. Böylesine yerleşmiş bir yaşam ve her şeye rağmen ev sahibi olma yoğun arzu. alışkanlık ve kültürü içinde, ABD nüfusunun 266 milyon, normal bir daire fiyatının 1992 rakamlarına göre ortalama 141 bin dolar (bu rakam 1976’da 43 bin 340 dolar idi), aylık mortgage taksit ortalamasının 1064 dolar (1976’da 329 dolardı) olduğunu ve yine 1992’de aylık gelirin yüzde 33,2’sinin mortgage taksitine gittiği (1976’da yüzde 24 idi) göz önünde tutulduğunda mortgage sisteminin mali sermaye için ne büyük bir kaynak oluşturduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. (Rakamlar Neala Schleuning’in 1997’de ABD’de Praeger Yayıncılık tarafından basılan To Have and To Hold adlı kitabından alınmıştır)
Konut kredi işi ABD’de İngiltere’den farklı bir şekilde ortaya çıktı. İngiltere’de dostluk dayanışma dernekleri ve işçi ve zanaatkâr birlikleri ile sendikalar içinde yapı kooperatifleri olarak başlayan ve daha sonra mali sermayenin kendi kurumlarına dönüştürülen konut kredi birlikleri ABD’de esas olarak, çiftlik, toprak ve arazi alımı sırasında ortaya çıktı. Özellikle 19. yüzyıldaki büyük göç ve bu sırada, toprak, arazi talebinin iyice arttığı dönemde mortgage sistemi de artık belirmeye başladı. Büyük toprak ve para sahipleri ile banker ve tefeciler arazi, çiftlik, maden vb. almak isteyenlere faizle borç vermeye yada büyük toprak sahipleri arazilerini taksit karşılığı faizle satmaya başladılar. İç savaş sırasında 1863’te çıkarılan bankacılık yasası ülke çapında bankacılığı teşvik etmek için yalnızca ülke çapında örgütlenen bankalara mortgage kredisi verme hakkı tanıdı. Ancak buna rağmen mortgage verenle alan arasında imzalanan sözleşmeler avukatlar ya da borsa aracı ve simsarları gibi özel yetkili kılınmış kişiler tarafından düzenleniyordu. Bu kişiler zamanla mortgage komisyoncusu oldular ve belli bir komisyon karşılığı isteyenlere mortgage kredisi bulmayı taahhüt ettiler. Büyük toprak ve para sahiplerinin toprak ve paralarının satışında uzmanlaştılar. 1880’lerde bu aracı kişiler şirketleştiler ve yalnızca mortgage işi yaptıkları için mortgage bankası adını aldılar. 1890’da bu şekilde 167 mortgage bankası ortaya çıkmıştı. 1890’lardaki tarım krizi toprak ve arazi fiyatlarını alabildiğine düşürdü, bunun sonucu olarak mortgage bankalarının önemli bir kısmı battı. 1. Savaşın ardından her türlü mülk yeniden değerlendi ve mortgage işi önem kazandı. 1929–33 bunalımında kredi almış olanların çoğu mortgage taksitlerini ödeyemeyince ev ve arazilerini kaybettiler. Bankalar ipoteklenmiş mülklere el koydu. Mortgage piyasasındaki bu hızlı çöküş ve bunun yarattığı tepki hükümeti müdahale etmek zorunda bıraktı. Sosyal güvenlik sisteminde olduğu gibi mortgage sisteminde de esas düzenleme bu bunalım döneminde başkan Roosvelt’in “New Deal”ı sırasında getirildi. Federal mortgage kurumu FNMA ya da Fannie Mae bu dönemde ortaya çıktı. İkinci savaş sonrasında da çok sayıda ev savaş gazilerine bir armağan gibi gösterilerek uzun dönemli taksitlerle satıldı ya da hükümet tarafından uzun vadeli krediler verildi. 1945–60 arasında çok sayıda gazi bu programdan yararlandı. Mortgage sistemi esas olarak işte bu dönemde yaygınlaştı. Fortune’un ABD’nin en büyük 500 korporasyonu sıralamasında (1997) aktif büyüklüklerine göre dizilen korporasyonlar arasında 351 milyar dolarlık aktifi ile bu mortgage kurumu Federal National Mortgage Association (FNMA- Fannie Mae) bugün birinci sırayı almış durumda. ABD devleti 1970’lerde devlet mortgage sistemini ve Fannie Mae’yi yeniden organize edip iki ayrı kamu mortgage kurumu daha kurdu: GNMA- Ginnie Mac ile FHLMC ya da Freddie Mac. Bu üç dev kamu mortgage kurumu 1990’ların başında sessizce özelleştirildi ve hisseleri büyük tekeller arasında bölüşüldü. Bugün her ne kadar hâlâ kamu kuruluşu imiş gibi lanse edilseler ve isimlerinde federal, hükümet gibi kelimeler yer alsa da bu mortgage kuruluşlarının arkalarında büyük tekel grupları yer alıyor. Örneğin Ginnie Mac’ın en büyük hissedarı ve dolayısıyla sahibi Rockefeller grubunun Chase Manhattan’ı.
ABD’de bulunan mortgage bankalarının sayısı hızla azalmasına rağmen yine de binlerle ifade ediliyor. 1975’te 4931 olan mortgage bankası sayısı 1980’de 4595’e, 1989’da 3011’e günümüzde ise 2 binin altına düştü. Bunların içinde, “kamu” mortgage kurumu olarak tanınanların dışında mortgage kredisi veren en büyük 10 mortgage bankasını mortgage aktifleriyle birlikte 199,2 rakamlarına göre sıralayalım: Citicorp Mortgage (64,6 milyar dolar), Fleet Mortgage (60,9 milyar), GMAC (42,4), Source One Mortgage (40,0), Countrywide (34,1), Chase Home Mortgage (32,6), Nations Banc (32,2), Prudential Home Mortgage (30,0), GE Capital Mortgage (29,8) ve Lomas Mortgage (29,8 milyar dolar). Görüldüğü gibi, bu mortgage bankalarının arkasında da yine belli başlı gruplar ve tekeller yer alıyor. Citicorp grubu, Morgan Grubu (Prudential, GE Capital -General Electric’e ait-, GMAC -General Motors’a ait-), Rockefeller grubu (Chase Home Mortgage gibi) gibi.

SİGORTA ŞİRKETLERİ
ABD’nin en eski ve önemli “finans” kurumları arasında, bankaların ardından sigorta şirketleri gelmektedir. Sigorta şirketleri 19.uncu yüzyılın ortalarından itibaren önemli bir kurum durumundalar. Ancak rol ve önemleri içinde bulunduğumuz yüzyılda özellikle arttı ve mali sermayelerin en gözde kurumları arasına girdiler.
İlk hayat sigortası 1759’da kurulmasına ve daha 1800’lü yılların başlarında Avrupa’da popüler olmasına rağmen ABD’de uzun dönem önem kazanmadı. İç savaş yıllarında gelişmeye başladılar. Hayat sigortası şirketlerinin elindeki toplam aktif toplamı 1850’de sadece 10 milyon dolar iken 1890’da bu rakam 770 milyona erişti. 1800’lerin sonlarına gelindiğinde, ABD hayat sigortası şirketlerinin elinde dünyanın öteki tüm sigorta şirketlerinin ellerindekinden daha fazla sermaye birikmişti. Amerikan sigorta şirketlerinin kasalarında çok büyük miktarlarda paralar birikmiş ve mali sermayenin en büyük gruplarının dikkatleri üzerlerinde toplanmıştı. 1900’lere kadar borsa ve kıymetli evrak piyasasında oldukça önemli hale gelen hayat sigortası şirketleri bankalar ve kıymetli evrak şirketleri ile çok yakın ilişki içindeydiler. Bunlar arasında J. P. Morgan ve Kuhn Loeb özellikle öne çıkmıştı. J.P. Morgan ülkenin en büyük sigorta şirketi Equitable Life’la birlikte diğer birkaç büyük sigorta şirketini daha hisselerinin önemli bir kısmını satın alarak ele geçirmişti. Bu Equitable Life sigorta şirketinin kontrolü konusunda J.P. Morgan ile ABD yönetimi ve özellikle New York senatörü William W. Armstrong arasında sürtüşme başlamıştı. Senatör Armstrong’un başkanlığını yaptığı senato komisyonunun 1906’daki kararları sigorta şirketleri yasası haline geldi. İleriki yıllarda tröst haline gelerek Equitable Life Trust Company adını alan bu sigorta şirketi 1950’li yıllarda el değiştirerek J.P. Morgan’dan Chase Manhattan’a geçti. 1929’da sigorta şirketlerinin (esas olarak hayat sigortası) kasasında 17,5 milyar dolar vardı. 1935 yılında çıkarılan sosyal güvenlik ve sigorta yasaları hayat sigortacılığının da hızlanmasını sağladı. Bu rakam 1940’larda 29,2 milyar dolara erişti.
Sigorta şirketlerinin elinde toplanan para miktarı 50–60 yılda yaklaşık 100 kat artarak bugün 3 trilyon doların üzerine çıktı. 1994 rakamlarına göre kayıtlı 1715 hayat sigortası şirketinin elinde 1 trilyon 942 milyar dolar aktif vardı. Bu şirketlerin toplam cirosu 2 trilyon 86 milyar ve kârı ise 480 milyar dolar idi. Hayat sigortası şirketlerinin ellerinde bulunan 1 trilyon 942 milyar dolarlık aktif ya da malvarlığının dağılımı ve yatırım yaptıkları yerler hakkında bir fikir edinebilmek için onları biraz daha yakından görelim: Bu 1 trilyon 942 milyarın 396 milyarı devlet tahvili, 382 milyarı hisse senedi, 791 milyarı da değişik tip tahviller olmak üzere toplam 1 trilyon 72 milyarı korporasyonlara ait kıymetli evraklar, 120 milyarı poliçe kredisi, 85 milyarı menkul ve taşınmaz mal, 54 milyarı konut kredisi-mortgage ve 120 milyarı da nakit para vb. gibi diğer tür aktiflerden oluşuyor. Bunların içinde tekellere (korporasyonlara) ait kıymetli evraklar yüzde 55’lik payı ile görüldüğü gibi en önemli kısmı oluşturuyor.
Bilindiği gibi hayat, işyeri, sağlık, kaza, mülk, otomobil, kıymetli evrak vb. gibi çok değişik türlerde sigorta çeşitleri bulunuyor. Özellikle büyükleri olmak üzere sigorta şirketlerinin önemli bir kısmı bu değişik sigortaların çoğunu yapmalarına rağmen yine de ayrı sigorta türlerine göre aralarında ayrılıyorlar. Sigorta tür ve şirketlerinin içinde hayat sigortası en önemli kısmı oluşturuyor. Hayat sigortası şirketlerinin 1994 yılı sonu itibarı ile 11 trilyon 674 milyar dolar tutarında 371 milyon hayat sigortası poliçesi yapmış olduklarını görüyoruz. Hane başına yapılan hayat sigortası tutarı ortalama 118 bin dolar. Kişi başına ise 48 bin 950 dolar sigorta poliçesi düşüyor. (Rakamlar Washington’daki Amerikan Hayat Sigortası Konseyi’nin Life Insurance Fact Book adlı yayınından alınmıştır.)
1992 verilerine göre, ABD’nin en büyük 10 hayat sigortası şirketi ve aktifleri şöyle sıralanıyor: Prudential Insurance (148 milyar dolar), Metropoliten Life (111 milyar), Teachers Insurance & Annuty Association -TIAA- (56 milyar), Aetna Life (52 milyar), Equitable Life (50 milyar), New York Life (43 milyar), Connecticut General Life (42 milyar), John Hancock Mutual Life (36 milyar), Northwestern Mutual Life (36 milyar) ve Travelers Insurance (36 milyar dolar). Bunlardan Prudential Insurance, New York Life, Travelers Insurance, Aetna Life, Metropoliten Life ve Equitable Life gibi ABD’nin en büyük sigorta şirketlerinin arkalarında yine en büyük sermaye grupları yer alıyor. Yukarıda saydıklarımızdan ilk dördü doğrudan Morgan grubuna aitken öteki ikisi de Rockefeller grubuna ait.
Aynı şekilde 1993 yılı içinde 124 milyar dolar tutarında yeni sağlık sigortası, 242 milyar dolar tutarında da mülk ve kaza sigortası yapılmış. Mülk ve kaza sigortaları da aralarında şöyle dağılıyor: 113 milyar dolarlık otomobil, 8 milyarlık yangın, 23 milyarlık kıymetli evrak, 22 milyarlık ev, 6 milyarlık yat, tekne, gemi ve 7 milyarlık kaza sigortası.

EMEKLİ FONLARI:
İngiliz mali sermayesinin olduğu gibi Amerikan mali sermayesinin de en önde gelen kurumlarından bir diğeri de yine emekli fonlarıdır. Özellikle 1950’lerden sonra emekli fonları gelişen işçi hareketi sonucu hızla yaygınlaşmaya başladılar. 1945-46’lar-da ABD’de ortaya çıkan ve bütün ülkeyi kaplayarak boydan boya sarsan büyük grev dalgası ve sosyalizmin uluslararası planda oldukça artmış olan prestiji gibi etkenler sonucu; ama esas olarak gelişen mücadeleyi engellemek için tüm emperyalist kapitalist ülkelerde olduğu gibi ABD’de de sosyalizm korkusuyla “sosyal devlet” ve çeşitli sosyal yardım, sosyal güvenlik gibi uygulamaların kapsamı genişletildi. Hükümetlerin bütçelerinde sosyal harcamalara ayrılan payların artırılması yoluna gidildi. Bu oran kıta Avrupa’sında yüzde 20’lere, ABD ve İngiltere’de yüzde 17-18’lere, Japonya’da ise yüzde 10’lara yaklaştı.
2. Savaş’tan sonra dünya çapında gelişen işçi sınıfı mücadelesi ABD’yi de sardı. Savaş sırasında sendikaların başına çöreklenmiş sendika ağalarının doğrudan yardımı ile ücretlerin dondurulması ve grev yapmama politikası uygulanıyordu. Sendika ağaları “ülke çıkarları”, “ulusal çıkarlar” vb. gerekçe göstererek işçiler adına grev yapmama ve ücret artışı talep etmeme sözleşmeleri imzalamışlardı. Bunlar da yetmezmiş gibi, iş saatleri uzatıldı, ücretler düşürüldü. Ortalama haftalık iş süresi 40,5 saatten 45 saate çıkarıldı. Örneğin General Motors 48 saatlik çalışma karşılığında işçilerine 40 saatlik ücret ödüyor, 8 saatin ücretini kesiyordu. Savaşın bitimiyle ücretler daha da düşürüldü. 1945–46 arasında “savaş sektöründe” çalışan işçilerin ücretlerinde yüzde 31, “savaş dışı sektörlerde” çalışan işçilerin ücretlerinde ise yüzde 10 düşüş oldu. 1945’deki ücretler 1941’deki düzeylerinden yüzde 11 daha düşüktü. Buna karşılık kârlar alabildiğine arttı, kâr oranları yükseldi. Örneğin 1929’da 100 dolarlık bir sermaye 66 dolar getirirken bu oran 1945’te 100 dolara çıktı. Bütün bunların sonucu -sosyalizm, sosyalist Sovyetler Birliği ve Kızıl Ordu’nun başarılarının da etkisi ile- sınıf hareketi kabardı. 1945-46’larda çok güçlü bir işçi hareketi ortaya çıktı. Bununla birlikte daha 1943 ve 44’de, savaş sırasında, işçiler ücret dondurulması ve “grev yapmama” politikasını kırabilmek için greve gitmişlerdi. Savaşın hemen ardından başlayan grevler sonucu, 1945’in ilk ayında 1 milyon, son üç ayında ise 8 milyon, 1946’nın Ocak ayında 20 milyon, Şubat ayında da 23 milyon işgünü kayboldu. Grevler nedeniyle 1946 içinde toplam 116 milyon işgünü kaybı gerçekleşti. Örneğin Şubat 1946’da 175 bin elektrik-elektronik, 800 bin demir-çelik ve 225 bin de otomotiv (General Motors) işçisi greve çıktı. Cam işçileri, Kaliforniya’nın mekanik işçileri, New England’ın tekstil işçileri ile General Motors’un otomotiv işçilerinin grevi 100 günden fazla sürdü. General Motors’un kamyon işçileri “Teamster Asileri” unvanını bu grev sırasında polisle girdikleri ve günler boyu süren göğüs göğse çatışmalarda aldılar. ABD İş İstatistikleri Bürosu’na göre 1946’daki grev dalgası ABD tarihinin en yoğun ve yaygın işçi hareketi idi. Bu grevlerin etkisi ile sendikalı işçi sayısı kısa zamanda 4 milyon artarak 14 milyona ulaştı.
İşte böylesine büyük işçi hareketi ve sosyalizmden duyulan korku sonucu emeklilik, sosyal sigorta, sosyal güvenlik ve “sosyal devlet”, “refah devleti” vb. gibi uygulamaların yaygınlaştırılması ve sosyal harcamalara bütçeden daha fazla pay ayrılması yoluna gidildi. Bununla birlikte “sosyal devlet” uygulamaları, sosyal sigorta, sosyal güvenlik, özel ve devlet emekliliği 1950’lerden çok önceleri de vardı. 1950’lerden sonra sadece kapsamı genişletildi. Hastalık, kaza ve yaşlılık emekliliğini de kapsayan sosyal sigorta uygulaması daha 1880’lere, Kaiser ve Bismarck Almanyası’na dayanıyor. 18. yüzyılda savaşta yaralanan asker ve gazilere bugünkü malûl (sakatlık) emekliliği denilen bir tür emeklilik maaşı bağlanması ABD’de ilk emeklilik ve sosyal güvenlik düzenlemesi olarak tanımlanabilecek uygulama sayılabilir. Buna rağmen ilk emeklilik ABD’de 1875’te, demiryollarında çalışan işçilere American Express Co.’nun uyguladığı emeklilik planı idi. Tek tek işyerleri ya da iş kollarında uygulanan ve sadece belli bir kesim işçi ile çoğu kere bir “finans tekeli”, “sanayi tekeli” ya da sendika arasında gerçekleşen ve yalnızca bu iki kesimi kapsayan emeklilik uygulamasına bugün de aynı isimle anılarak “emeklilik planı” deniliyor. Bu şekilde sadece belli bir kesimi kapsayan emeklilik planları 1900’lere kadar çok yavaş ilerledi. 1929’lara kadar yeniden hızlansa da 1929’da tüm ABD’de yalnızca 397’si tekel sahibi işverenler, 13’ü de sendikalar tarafından yürütülen belli sayıda emekli planları vardı. 4 milyondan fazla işçiyi kapsamasına rağmen bu emeklilik planlarında belli bir standart ve düzenleme yoktu. Böyle olmasına rağmen 1929’lara kadar hemen her büyük tekel tek tek emeklilik planları yaparak kendi emeklilik fonunu kurmuş ve sigorta primlerini kendi emekli fonu altında toplayarak doğrudan kendisi kullanıyordu. Ancak bu emeklilik kapsamı içine yine de sınırlı sayıda insan girmekteydi ve emekliye ödenen emeklilik ücretleri komik rakamlarla ifade ediliyordu. Emeklilik planlarını yürüten ve çoğu kez o plan içindeki işçilerin işvereni de olan tekeller sigorta primlerini işçilerin ücretlerinden aksatmadan kesmelerine rağmen emekli maaşlarının ödenmesinde alabildiğine keyfi davranıyorlardı. Emperyalist kapitalizmin 1929–33 büyük çöküş ve bunalımı sırasında bu keyfilik iyice arttı ve tekeller iflas ediyoruz diyerek emeklilik maaşlarını ödemeyi kestiler ve o zamana kadar topladıkları primlere de el koydular. 1929–33 bunalımı sırasında korkunç boyutlara ulaşan işsizlik, yoksulluk, sefalet ve yıkım sonucu giderek yükselen tepki ve kamuoyu baskısı emekliliğe daha ciddi bir şekilde eğilinmesini getirdi. 1932–35 arasında başkan Roosevelt ABD tarihinde önemli bir yeri olan ve “New Deal” olarak bilinen bankacılık ve borsayı da düzenleyen yasaların yanışını, sosyal güvenliğe ilişkin de bir sürü düzenleme ve yasa yürürlüğe soktu. 1935’te çıkartılan ve yaşlılık, yaşam ve sakatlık sigortası yasası (bugünkü adı ile sosyal sigorta sistemi) emekliliğe belli bir düzenleme getirdi. Bu yasa İngiltere’de de 1930’da Beveridge Planı olarak geçmişti. 1949’da yüksek mahkeme toplu iş sözleşmelerinde (TİS) emeklilik talebinin sözleşmeye konulabileceğini kabul etti. 1950’de ilk olarak General Motors ile Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası (UAW) arasında imzalanan sözleşmede GM işyerlerinde çalışan işçileri kapsayacak bir emekli planı uygulaması yer aldı. Bunun üzerine TİS’lere hızla emeklilik ve emekli maaşları girmeye başladı. Bir yıl içinde bu şekilde, TİS yoluyla 8 bin yeni emekli planı uygulamaya sokuldu. 1974’te çıkarılan Ücretlilerin Emeklilik ve Gelir Güvenliği Yasası -Employee Retirement Income Security Act- (ERISA) ile emeklilik yeni bir düzenlemeye sokuldu. Bu tarihe kadar yine de özel işyerlerinde çalışanların ancak yarıya yakını emeklilik kapsamı içinde bulunuyordu. Bu düzenlemeler sonucu çok sayıdaki özel emekli fonunun yanı sıra önemli sayıda ve biçime ilişkin çeşitli farklılıklar gösteren yeni yeni emekli fonları kuruldu. 1987’ye kadar 42 milyonu özel ya da sendika emekli planlarında, 20 milyonu da kamu sektörünün (eyalet, yerel yönetimler ya da federal hükümetin) emekli planlarında olmak üzere 62 milyon kişi emeklilik kapsamında idi. Aynı dönemde 160 milyon kişi de sosyal güvenlik sistemi içinde yer alıyordu.
Bugün ABD’de emeklilik planları denilen aralarında bazı farklılıklar bulunan değişik tiplerde emeklilik planları ve emekli fonları bulunuyor. İşçi ve emekçiler genellikle iş kollarına ve mesleklerine göre ayrı ayrı emekli fonlarında toplanıyorlar. Bunların içinde örneğin TIAA ve CREF gibi en büyük öğretmen emeklilik kurumu en büyükler arasında bulunuyor. Emekli fonu, sigorta ve yatırım şirketi konumundaki bu kamu emekli fonunun elinde 125 milyar dolar birikmiş durumda. Bu fon örneğin, Ford Motor’un en büyük hissedarlarından birisi durumunda ve bunun sonucu olarak da fonun başkanı Ford’un yönetim kurulunda yer alıyor. Yine the State of Winconsin Investment Board, the California Public Employee Retirement System (CalPERS) ve The New York City Retirement System gibi kamu çalışanlarının emekliliğini düzenleyen emekli fonlarının elinde 1994 rakamlarına göre 495 milyar dolar para birikmiş durumdaydı. Kamu çalışanları emekli fonları ABD’deki tüm korporasyon hisselerinin yüzde 8,4’ünü almış durumdaydılar. Bu oran 1980’de sadece yüzde 3 idi.
Diğer bir tür emekli fonları da büyük sendikalara ait olanlar. Büyük sendikaların kendilerinin de doğrudan emekli fonları bulunuyor, milyarları bulan paralarla oynayarak kendi asıl işlerinin dışında büyük tekel gibi çalışıyorlar. En büyük 50 tekelin hisselerinin önemli bir kısmının esas alıcıları sendikalara ait emekli fonları. Örneğin geçtiğimiz Ağustos ayında gerçekleşen ABD’nin son yıllardaki en büyük grevlerinden United Parcel Service (UPS) grevinde işçilerin örgütlü olduğu, en büyük sendikalardan Teamster sendikasının ayrı bir emekli fonu bulunuyor. Grev sırasında işçiler işyerlerinde giderek kötüleşen ağır çalışma koşullarının düzeltilmesi, part-time işçiliğin durdurulması ve part-time işçilerin ücretlerinin artırılması, kısıtlanan sosyal haklar, emeklilik ve sigorta primleri konusunda şirketin giriştiği oyunlarına son vermesi ve işin giderek artmasına karşın işçi çıkarmak bir yana yeni işçi alınması gibi birçok talep öne sürerken sendikanın esas talebi UPS patronunun işçilere sendikanın emekli fonundan ayrılıp tekelin kendi emekli fonuna kaydolmaları için yaptığı baskıyı durdurması idi. Sendika işçilerin ağırlaşan sorunlarını değil kendi kesilmeye başlayan paralarını kurtarma çabası içindeydi. Sendikanın en önemli madde olarak dayattığı bu talebi işçiler tanımıyordu. Örneğin grevci işçilerden 10 yıldır Pennsylvania’nın, New Stanton şehrinde bulunan UPS işyerinde çalışan Al Fox sendikanın emeklilik ile ilgili maddesinin umurunda olmadığını söylüyordu. Al Fox “Ben kamyoncuyum. Umurumda olan tek şey bu. Sigorta primlerimin kimin kasasında olacağı umurumda değil. Ha ‘büyük birader’in kasasında olmuş, ha ‘sendikacı birader’in kasasında’ olmuş fark etmez.”diyordu. Bu Teamster sendikası yalnızca emekli fonunda biriken paralarla yaptığı yatırımlardan 1996 yılı içinde 1 milyar dolardan (215 trilyon TL.) fazla kâr elde etti. ABD sendika aristokrasisinin ne boyutlarda geliştiğini bu bir tek örnek bile açığa koyuyor. (Burada sadece yeri geldiği için işçi aristokrasisinden bu kadarıyla söz edip geçiyoruz.)
Emekli fonları aralarında emekliye maaş ödenmesi sigortalanmış ve garanti edilmiş ya da sigortalanmamış olarak da ayrılıyorlar. Emekli fonu ya da tekeli iflas ettiği ya da battığında bu sigortasız emekli fonlarına prim ödeyenler bizdeki “bankerzedeler” gibi bütün haklarını kaybedebiliyorlar. Bu fonlara prim ödeyenlerin haklarını koruyacak bir kurum ya da yasa bulunmuyor. Doğal olarak bu sigortalanmamış emekli fonları daha fazla maaş vereceklerini ilan ederek işçileri kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Devlet 1980’lere kadar bu duruma müdahale etmedi. Getirilen Emekli Yardımı Garanti Korporasyonu (PBGC ya da Penny Benny) kendisine üye olan emekli fonlarının emeklilik maaşlarını garanti etmeye başladı. Penny Benny 1993’de kendi kapsamındaki emeklilere yıllık 29 bin 250 dolar emekli maaşı ödenmesini garanti ettiğini açıkladı. Yine de 1992’de ABD’deki toplam 67 bin emekli planının yüzde 85’i garantilenmiş ve sigortalanmıştı. Bu oran 198]’de sadece yüzde 45 idi.
Özellikle son yıllarda emekli fonları ile sigorta şirketleri arasındaki ayrım pratikte ortadan kalkmaya başladı ve emekli fonları ile hayat sigortası şirketleri birbirlerine oldukça yaklaştılar. Artık sigorta şirketi ve bankaların hemen hemen hepsi emeklilik işiyle de uğraşıyor. Bir sigorta şirketi emeklilikle uğraşırken, emekli fonu da aynı zamanda sigorta yapıyor. Bu emekli fonlarının dışındaki “özel” emekli fonları denilen tekeller artık tümüyle belli sayıdaki tekel grubunun kontrolü altında bulunuyorlar. Bir emekli fonu pratikte hem emekli fonu, hem sigorta şirketi ve hem de esas olarak yatırım şirketi olarak çalışıyor. Öte yandan emekli fonları ile hayat sigortası şirketlerine farklı vergi uygulanmasının da etkisi ile hayat sigortası şirketleri karşısında emekli fonları daha önemli hale geliyorlar. Örneğin 1950’lerin’başlarında hayat sigortası şirketleri ABD’deki bütün aktiflerin yüzde 21’inin sahibi iken, bu oran 1980’ler sonunda yüzde 12’ye, bugün de 5,8’e düştü. Emekli fonları ise 1952’ye kadar ABD’deki bütün hisselerin sadece yüzde Tinin sahibi iken bu oran 1991’de yüzde 25’e çıktı. Yine 1948’de 1992 ile kıyaslandığında hayat sigortası işlemleri emeklilik işlemlerinin 10 katı idi. 1992’de ise emeklilik işlemleri sigorta işlemlerinin iki katına ulaştı.
Emeklilik işlemleri artık yalnızca emekli fonları tarafından yapılıp, emekli ve sigorta primleri yalnızca emekli fonları tarafından toplanmıyor. ABD’de emekli fonları, değişik fon ve vakıflar, hayat sigortası şirketleri ve bankalar gibi, neredeyse herkes emeklilik işlemleri yapıyor. Bir örnekle bunu somutIayalım: 401 (k) planı denilen ve sadece korporasyonlarda çalışanları kapsayan bir emeklilik türünü kimlerin yaptığını görelim: 1995 verilerine göre, toplam 675 milyar dolar tutarındaki bu emekli planının yüzde 29’luk bölümünü oluşturan 195 milyarlık emeklilik işlemini sigorta şirketleri, yüzde 24’ünü oluşturan 165 milyarlık bölümünü bankalar, yüzde 33’ünü oluşturan 225 milyarlık bölümünü müşterek emekli ve müşterek fon ve vakıfları, geri kalan yüzde 14’ünü oluşturan 95 milyarlık bölümünü de diğerleri yapmış. 401 (k) planının da içinde olduğu defined-contribution adı verilen emeklilik türünün ise yüzde 32’si sigorta şirketleri, 29’u bankalar, 25’i müşterek fon ve vakıflar ve geri kalan yüzde 14’lük bölümü ise diğerleri tarafından yapılmış. Görüldüğü gibi artık ayrıca bir emekli fonu tanımlaması yapmaya bile gerek görmemişler. Emeklilik işi sigorta şirketi ve bankalar ile yine değişik tekellerin engelleri atlamak için yüksek atlama sırığı olarak kullandıkları müşterek fon ve vakıflar arasında paylaşılmış. Artık her büyük tekel grubunun fon yönetimi ya da aktif yönetimi adı verilen ve emeklilik, sigortacılık ile esas olarak da yatırım şirketi ve bankası olarak çalışan en az bir kolu var. Yalnız Amerikan değil diğer büyük mali sermaye grupları içinde de hangi tekel grubuna bakılsa bu fund management ya da asset management dedikleri bölümler mutlaka görülüyor.
1994 rakamlarına göre, ABD’de de 3480 özel, 1223 de kamu emekli fonu var. Özel emekli fonlarının 1123 tanesinin günü geldiğinde emekli gelir ve maaşı ödemesi sigortalanmış ve garanti edilmiş durumda. 2356 tanesinin ise yarın Banker Kastelli gibi kaçıp gitmeyeceğinin, emekli maaşlarını ödeyip ödemeyeceğinin hiçbir garantisi yok. İşte bu binlerce emekli fonu içinde bir kaç büyük fon son yıllarda özellikle öne çıktı. Bu birkaç fonun her biri yüz milyarlarla ifade edilen büyüklükteki sermayeyi yönetiyorlar. 1994 sonu itibarı ile emekli fonlarının ellerinde toplam 4 trilyon 703 milyar dolar birikmişti. Bunun 3 trilyon 480 milyar dolarlık bölümü özel emekli fonlarının, 1 trilyon 223 milyar dolarlık kısmı ise kamu emekli fonlarının, eyalet ve yerel emekli fonlarının elinde bulunuyordu. Ancak bu kadar büyük miktardaki para elbette ki banka kasaları ya da yastık altlarında atıl para olarak bekletilmiyor. Emekli fonları, sigorta şirketleri, yatırım banka ve şirketleri ile değişik fon ve vakıflarda olduğu gibi sürekli hisse alım-satımı yapıyorlar. Emekli fonlarının ellerindeki hisse miktarı giderek artıyor. Son yıllarda fonlar ABD’de kayıtlı bütün korporasyonların yüzde 26 hissesinin sahibi durumuna geldiler. Örneğin 1994’te ABD’deki toplam 5 trilyon 877 milyar dolar piyasa değerindeki korporasyonların 1 trilyon 524 milyarlık hissesi (yüzde 25,9) kurum olarak emekli fonlarının elindeydi. Yukarıda defalarca belirttiğimiz gibi bu emekli fonları kendi başlarına bağımsız kurumlar olarak bulunmuyorlar. Hepsinin arkasında da büyük tekel grupları yer alıyor. Emekli fonu alanında ABD tartışmasız üstün durumda. 1990’da Kuzey Amerika, Japonya ve Avrupa Topluluğu ülkelerinin emekli fonlarının elinde toplam 4 trilyon dolar birikmişti. Bu rakamın yüzde 56’sı tek başına ABD emekli fonlarına aitti. ABD’den sonra ikinci olarak İngiltere gelmekteydi.

YATIRIM ŞİRKET VE BANKALARININ ARTAN ÖNEMİ VE HIZLANAN GELİŞMESİ, ASALAK VE RANTİYECİ KAPİTALİZM
Yatırım şirket ve bankacılığı daha çok hisse ve tahvil alım-satımı ve kıymetli evrak taahhüdü biçimine bürünüyor ve esas işleri kıymetli evrak alım-satımı yapmak; hisse ve tahvillerin el değiştirmesini sağlamak ve elbette ki bu arada kendilerinin elinde de çok fazla sayıda hisse birikmesini sağlamak. Hisse fiyatları arttığında hemen satıp daha ucuza başka hisseler almak. Son yıllarda ABD yatırım şirket ve bankaları ile çeşitli grupların yatırım şirket ve bankacılığı kolları Avrupa tahvili ve korporasyon tahvilleri üzerinde de yoğunlaşıyorlar. Yatırım bankacılığının çok değişik tür ve biçimleri olmasına rağmen esas olarak hisse-tahvil alım satımcısı, borsa aracısı ve simsarı konumunda bulunuyorlar. (Dipnot 1)
Yatırım bankalarının yaptıkları bir diğer iş de komisyon karşılığı danışmanlık yapmak, şirket birleşmelerine ve füzyonlarında iki tarafın arasını bulmak, tarafları birleşmeye zorlamak. Örneğin geçtiğimiz yıl ABD’nin iki dev havacılık-uzay ve silah tekeli Boeing ile McDonnell Douglas ve Lockheed Martin ile Martin Mariatta arasında gerçekleşen birleşmelerde bankaların önemli rolü ve baskısı olmuştu. 1997 yılı içinde dünya çapında gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık şirket birleşme, füzyon ya da yutmalarında ABD’nin en büyük yatırım banka ve şirketleri aracılık yaptılar. Toplam füzyonların yüzde 70’ini oluşturan 919 milyar dolar değerindeki 10 bin 700 füzyon yalnızca ABD’de gerçekleşti ya da füzyon yapan iki şirketten birisi mutlaka ABD şirketi idi. ABD yatırım bankalarından Morgan Stanley 281 milyar dolar tutarındaki 262 füzyondaki aracılığı ile toplam füzyonların yüzde 22,2’sini, Goldman Sachs 251 milyar dolarlık 285 füzyondaki aracılığı ile yüzde 19,9’unu, Merril Lynch 247 milyar dolar tutarındaki 255 füzyondaki aracılığı ile yüzde 13,7’sini, İsviçre-ABD yatırım bankası CSFB 173 milyar dolar tutarındaki füzyonlarda aracılığı ile yüzde 13,7’sini, J. P. Morgan 128 milyar ile yüzde 10,2’sini aldı. Bunların arasında İngiliz Schroder yüzde 3,6, Alman Deutsche Morgan Grenfell yüzde 3,4, Fransız Bank Nationale de Paris yüzde 2,4 ve Hollandalı ING Barings de yüzde 2,2 füzyonda aracılık yaptılar. Yatırım bankacılığının bu alanında da, ABD ve aynı zamanda dünya yatırım bankacılığının “baba”sı sayılan Morgan grubu yine üstünlüğü elinde tutmaya devam etti. Morgan grubu kendi J.P. Morgan’ının dışında çok eski ve tarihsel bağlara da sahip olduğu en büyük iki yatırım bankası Morgan Stanley ve Goldman
Sachs aracılığı ile de bu üstünlüğünü sürdürdü. İlk üç yatırım bankası Merril Lynch, Morgan Stanley ve Goldman Sachs sadece ABD’de sırasıyla 207, 196 ve 185 milyar dolarlık füzyona aracılık yaptılar. Diğer bir anlatımla bir tekeli diğeri tarafından yutulması için zorladı ve köşeye sıkıştırdılar.
Bugünkü anlamda ilk yatırım şirketi 1860’da Londra’da kurulan Scottish-American Investment Company adlı İngiliz-Amerikan yatırım şirketi idi. 1875’e kadar İngiltere’de 50’den fazla yatırım şirketi kurulmuştu. 1890 krizi sırasında çoğu yatırım şirketi battı ya da büyükler tarafından yutuldu. ABD’de 1920’lere kadar çok fazla sayıda yatırım şirketi kurulmamıştı. Ancak J. P. Morgan gibi bir kaç çok büyük yatırım bankası vardı. 1920’lerden başlayarak ABD’de de sayıları hızla arttı. 1929’da 400 civarındaki yatırım şirketinin toplam 3 milyar dolarlık aktifi bulunuyordu. Bunların çoğu “closed-end” tipi idi, “open-end” tipindeki az bir kısmı ise genellikle aile tröstü durumunda idi. 1929–33 bunalımından yatırım şirketleri de etkilendiler. Müşterek fonlar (çoğu emekli fonu ve vakıfların yatırım şirketi bölümleri) esas olarak 1945–60 arasında gelişmeye başladılar. Bu süre içinde söz konusu fonlar her yıl ortalama yüzde 18 büyüdüler. Hisse sahibi sayısı 3 milyondan 50 milyona çıktı. Bu fonların aktif toplamları da 2 milyar dolardan 50 milyar dolara yükseldi.. Müşterek fon ismi altındaki bu yatırım şirketleri 2. Savaşa kadar diğer ülkelerde borsalar henüz önem kazanmamış olduğundan esas olarak “Anglo-Amerikan” sisteminde kaldılar. Ancak 1945’lerden sonra yalnızca ABD’de değil, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde de bu mutual fund denilen yatırım şirketleri öne çıktılar. 1991’de dünyadaki toplam 2,5 trilyon dolarlık mutual fund (müşterek fon) aktiflerinin 1,4 trilyon dolarlık kısmı ABD’ye, 1,1 trilyon dolarlık kısmı ise öteki ülkelere aitti. Öteki emperyalist kapitalist ülkeler içinde de 400 milyar dolarlık aktifi ile Fransız müşterek fonları ABD’nin arkasından ikinci geliyorlardı.
Yatırım bankacılığı ile klasik ticaret bankacılığını birbirinden ayıran ve bankalara “finans kuruluşu olmayan” şirketlerin hisselerini alma yasağı getiren 1933 yasasından kısa bir süre sonra, bu kısıtlamayı gidermek ve mali sermayenin önünü yeniden açmak için 1940’da yatırım şirketleri yasası çıkarıldı. Bu yasaya göre yatırım şirketi ve müşterek fonlar rahatlıkla hisse alım-satımı yapabileceklerdi. Mutual Fund denilen ve sözde vakıf gibi çalışan bu fonlar ile yatırım şirketleri kendi portfolyolarının yüzde 25’ine kadar hisse sahibi olabilme hakkı elde ettiler. Buna rağmen müşterek fonları ve yatırım şirketleri düşük vergi oranlarından yararlanmak ve fazla dikkat çekmemek için mümkün olduğunca yüzde 5’in üzerine çıkmamaya çalışırlar. Bankalara önlerine çıkarılan engelleri aşabilmek için rahat hisse alabilmek, yatırımlarını daha kolaylıkla yapabilmek ve vergilerden kaçabilmek için işlerini sadece müşterek fon ve yatırım şirketi adı altında da yapmazlar. 1940 ve daha sonra çıkarılan 1979 Hart-Scott-Rodino yasasının koyduğu bazı engellemeleri atlatmak için bunların dışında vergi muafiyeti tanınan “patient capital” fonu denilen başka bir tür fon ya da vakıf adını kullanma yolunu da denerler. Bankalardan sigorta şirketlerine kadar diğer bütün kuruluşların sayıları hızla azalırken bu fon ve vakıfların sayıları hızla artıyor. Örneğin 1980’de sadece 564 müşterek fon ya da vakıf varken bu sayı 1985’te 1526, 1990’da 3105 ve 1995’te ise 5761 oldu.
1995 rakamlarına göre, ABD’de müşterek fon ya da vakıf adı altında (mutual fund) kaydedilmiş 5761 vakfın elinde toplam 2 trilyon 820 milyar dolar sermaye birikmişti. Bu fonların ciro toplamları ise 3 trilyon 602 milyar dolardı. ABD’deki yatırım şirketlerinin “open-end”tipi olan müşterek fonların en büyük 850’sinin arkasında 100 ABD bankası yer alıyor.
Bugün yatırım şirket ve bankacılığının çok çeşitli biçimleri bulunuyor ve yatırım şirketleri çok değişik isimler altında sıralanıyorlar. Bunların içinde burjuva ekonomistleri dahi yatırım şirketlerini iki ana sınıflamaya ayırıyorlar: klasik yatırım şirketleri (“closed-end” yatırım şirketi) ve müşterek fonlar (“open-end” yatırım şirketi). Her ikisinin esas işi de hisse, tahvil alım-satımı. Aralarında, mevcut eski hisselerin alım-satımını yapmak, belli sayıdaki eski hisselerin bir elden diğer ele geçmesini sağlamak (“closed-end”) ve piyasaya yeni çıkarılmış hisselerin alım satımını yapmak (“open-end”) gibi ayrıntıya ilişkin biçimlerde ayrılıyorlar. Emperyalizmin rantiyeci karakterinin çok daha artması ile mali sermayenin içinde önemi alabildiğine artan ve her geçen gün hızla gelişen bu yatırım şirket ve bankacılığının kapsamına yaptıkları işlere bakıldığında hemen her kurum giriyor. General Electric ve General Motors örneklerinde gördüğümüz gibi, “Sanayi tekel”lerinden bütün bankalara, sigorta şirketlerinden konut kredi -mortgage- şirket ve bankalarına, emekli fonları ve müşterek fonlardan borsa aracı ve simsarı tekellerinin tümüne kadar herkes aslında bir yandan da yatırım bankacılığı yapıyor. Doğrudan isimleri yatırım şirketi ya da bankası olan ve yahut ta yatırım bankacılığı kolları bulunan bankaların dışında yukarıda gördüğümüz gibi, mortgage şirket ve bankaları, sigorta şirketleri ve emekli fonları topladıkları mortgage taksiti, sigorta poliçe ödentilerini ve emeklilik ve sosyal sigorta primlerini banka kasaları ya da yastık altlarında saklamıyorlar. Bütün bu şirketlerin aynı zamanda yatırım bankacılığı yapmalarına olanak tanıyan müşterek fon, fon ya da aktif yöneticiliği kolları var ya da aynı zamanda bir isimleri de bu saydıklarımız.
İngiltere ile birlikte yatırım bankacılığının oldukça yaygın olduğu bir ülke olmasına rağmen bugün bütün dünyada olduğu gibi ABD’de de yatırım şirket ve bankacılığı giderek daha da gelişmekte ve korkunç bir hızla yaygınlaşmaktadır. Yatırım bankacılığının gelişimine bakarken yalnızca adı yatırım şirket ya da bankası olanların sayılarındaki artışa bakma ya da sigorta şirketi, emekli fonu, mortgage şirket ve bankası, “sanayi tekeli”, dernek, hayır kurumu, sanat ya da yardım vakfı gibi ayrı isim, sınıflama ve statülere sahip olmalarına bakma gibi yanılgılara düşülmemelidir. İsimleri ya da statüleri ne olursa olsun, baştan beri gördüğümüz gibi mali sermayenin içinde yatırım şirketi olarak da çalışmayan hiç bir şirket neredeyse bulunmuyor. Ve tüm dünyada olduğu gibi, ama esas olarak da ABD’de mali sermayelerin yapılarındaki ana yönelim ve gelişme yatırım şirket ve bankacılığı yönünde. Özellikle son yıllarda oldukça hızlanan veri ve olgulara yakından bakarsak, bir yandan, eskiden beri yatırım şirket ve bankacılığında çok açık farkla önde olan ABD ve İngiltere’de yatırım bankacılığı daha da gelişir. Daha önceleri yatırım bankacılığından çok mevduat bankası olarak tanınan bankalar (Chase Manhattan ve Citicorp gibi) ve büyük “sanayi tekelleri” eski işlerini terk etmeksizin hızla yatırım bankacılığına yönelir ve bu bölümlerini güçlendirirken; öte yandan da yatırım şirketleri ve bankacılığı alanında ABD ve İngiltere ile kıyaslandığında oldukça geride kalmış olan başta Japonya olmak üzere Almanya, Fransa ve İsviçre ile öteki mali sermaye gruplarının yapılarında yatırım şirket ve bankacılığı hızla önemli hale gelmektedir. 1980’lerden bu yana hemen hemen ABD ve İngiltere kadar yabancı yatırım yapan ve dünyanın en büyük bankalarının sahibi olan Japonya bir yana. Almanya ve Fransa bir taraftan kendileri yeni yeni yatırım şirket ve bankaları kurarken diğer taraftan da hızla, -Alman Deutsche Bank’ın, Morgan ailesine ait yüz yıllık İngiliz-Amerikan yatırım bankası Morgan Grenfell’i; Alman Dresdener Bank’ın yine yüzyıllık Amerikan bağlantılı İngiliz yatırım bankası Kleinwort Benson’ı ve Amerikan-İsviçre bankası Credit Suisse First Boston (CSFB)’un da İngiliz yatırım bankası Barclays-BZW’yi satın alması örneklerinde olduğu gibi- özellikle İngilizlerin yüzyıllık deney ve ilişkilere sahip yatırım bankalarını uzmanlarıyla birlikte satın almakta ve yatırım şirket bankacılığına deyim yerindeyse balıklama dalmaktadırlar. Yatırım bankacılığının yalnızca ABD ve İngiltere’de değil tüm emperyalist kapitalist sistem içinde özellikle son yıllardaki hızlı gelişme ve yaygınlaşması borsa ve para piyasalarının çok büyük önem kazanmasıyla da kendini göstermekte ve esas olarak mali sermayenin rantiyeci-tefeci-spekülatif karakterinin alabildiğine hızlanmasının bir belirtisi olarak ortaya çıkmaktadır. Tek tek New York, Tokyo, Londra, Frankfurt ve Paris gibi borsa ve para piyasaları önemli hale gelir ve buralarda görülen işlem hacimleri ulusal düzeylerde alabildiğine artarken aynı zamanda uluslararası düzeyde de devasa boyutlara ulaşmaktadır. 1997 yılı içinde çok uluslu tekellere ait, “uluslararası” statüdeki hisse ve tahvil hacimlerinin bir önceki yıla göre neredeyse 8 kat artması sadece bunu göstermektedir. Uluslararası hisse ve tahvil ticareti hacmi 1996’da 102 milyar dolarken, bu rakam 1997 içinde 770 milyar dolara çıktı.
Rakamlardan çok net olarak görüldüğü gibi, mali sermayenin rantiyeci asalak karakteri bugün daha da artmış ve borsa ve para piyasaları çok daha önemli hale gelmişlerdir. Borsalarda görülen işlem hacimleri hızla yükselmekte ve ülke GSYİH’larını kat kat aşan rakamlara ulaşılmaktadır. Örneğin dünyanın en büyük borsası durumundaki New York borsasında (Wall Street) görülen yıllık işlem hacmi 1977–83 yılları arasında ortalama 3 milyar, 1984–88 arasında ise 14,1 milyar dolar idi. Oysa bu rakam bugün bu rakamla kıyaslandığında dev boyutlara ulaştı ve 1995 yılı içinde 3 trilyon 110 milyar dolara erişti. Aynı yıl içinde 87 milyar 873 milyon hisse el değiştirdi, alınıp satıldı. Günlük ortalama işlem gören hisse sayısı ise 346 milyon. 2675 şirkete ait 6 trilyon 13 milyar dolar değerinde hisse senedi ve piyasa değeri 2 trilyon 748 milyar dolar tutarında 564 ayrı tahvil işlem görüp el değiştirdi. 2. emperyalist savaşa kadar daha çok ABD ve İngiltere’de önemli olan, diğer emperyalist kapitalist ülkelerde çok da önemli bir yeri bulunmayan borsalar, kıymetli evrak ve para piyasaları son 30–40 yılda gittikçe hızlanmak üzere öteki emperyalist kapitalist ülkelerde de önemli hale geldiler ve bu önemli hale geliş üstelik her geçen gün daha da artmaktadır. New York, Tokyo ve Londra gibi sırasıyla dünyanın en büyük borsa ve para piyasalarına son yıllarda hızla Frankfurt, Paris, Zürich, Hong Kong, Singapur, Roma, Amsterdam gibi diğer borsa ve para piyasaları da eklenmektedir. Avrupa para piyasalarında da Amerikan tipi corporate tahvil denilen yeni tip tahviller görülmeye başlanmıştır. Yatırım şirket ve bankacılığı Avrupa’da da hızla yayılmaktadır. Eskiden beri farklı yapılara sahip olan İngiltere’yi dışarıda tutarsak, Avrupa ülkelerinin mali sermayelerinin yapılarında da hızla “Anglo-Amerikan” tipi kurumlar, yatırım banka ve şirketleri, konut kredi şirket ya da bankaları, emekli fonları, fon bankacılığı ve fon yöneticiliği gibi Avrupa açısından henüz yeni sayılabilecek kurumlar ortaya çıkmaktadır.
Emperyalizmle birlikte mali sermeye rantiyeci bir karakter kazandı. Bu rantiyeci karakteri daha 1900’lerin başlarında belirginleşmişti. Lenin, bu durumu “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Emperyalizm” adlı eserinde özellikle belirtmiş ve emperyalizmi asalak ve çürüyen kapitalizm olarak tanımlamıştı. Lenin, kitabında Schulze-Gaevemitz’den aktardığı pasajda şunları belirtmekteydi: “Avrupa genel olarak çalışmayı önce tarım ve madencilik alanında, sonra da kaba endüstriyel çalışmayı – beyaz olmayan insanlığın sırtına yükleyecek, kendisi rantiye rolüyle kalacak, böylece de belki, beyaz olmayan ırkların önce ekonomik, sonra politik kurtuluşlarını hazırlamış olacaktır.” (Aktaran Lenin, age, s. 108)
Yine Lenin, adını andığımız eserinde, aynı Schulze-Gaevernitz’in “İngiliz Emperyalizmi” adlı eserinden şunları aktarmaktadır: “İngiltere -diye yazıyor Schulze-Gaevernitz- yavaş yavaş, sanayi devleti olmaktan, alacaklı devlet olmaya doğru gitmektedir. Endüstriyel üretimdeki ve endüstriyel ihracattaki mutlak artışa rağmen, ulusal ekonomin bütününde faiz ve temettü gelirlerinin nispi önemi büyümektedir. Görüşümce bu olgu, emperyalist yükselişin iktisadi temelidir. Alacaklının borçluya bağlılığı, satıcının alıcıya bağlılığından daha kalıcıdır.” (Lenin, age, s. 105)
ABD’de banka ve diğer “finans kuruluşları” Federal Reserve Bank (1900’lerin başlarında J.P. Morgan tarafından kuruldu) ve Federal Deposit Insurance Corporation gibi mali sermayenin kendi özerk kurumları; kıymetli evrak, borsa ve para piyasaları ise Kıymetli Evrak ve Borsa Komisyonu (SEC) adlı özel bir kurum tarafından sıkı olarak denetlenirler. Mali sermaye çok küçük de olsa istemediği olası bir hükümet ya da politika değişikliği risk ve tehlikesine girmemek için kendi kendini denetleyip işleyişini sürdürecek kendi kurumlarını yıllar önce yarattı. Yine örneğin İngiltere’de İşçi Partisi hükümetinin 1997, 1 Mayıs’ında büyük oy farkıyla seçimi kazanmasından hemen bir kaç gün sonra, ilk “icraat” olarak, 1945’lerden sonra diğer büyük tekellerle birlikte kamulaştırılan İngiltere Merkez Bankasını yeniden özerk bir statüye kavuşturması, İşçi Partisinin -ABD örneğinde olduğu gibi- İngiliz mali sermayesinin de kendi ana kurumlarını yeniden yapılandırma ve olası “tehlike” durumlarına karşı sağlama alma isteğinin yerine getirilmesinden başka bir şey değildi. Görüldüğü gibi, mali sermayeler kendi ana kurumlarını giderek daha da sağlamlaştırmakta ve en küçük bir “tehlike”yi dahi göze alma riskine katlanamamaktadırlar.

MALİ SERMAYE VE MALİ OLİGARŞİNİN EGEMENLİĞİ
Baştan beri verdiğimiz bütün veri ve örneklerde bir diğerinden bağımsız tek başına bir şirket, tekel ya da kuruluşun var olmadığı görülüyor. Her ne kadar istatistik ve kayıtlarda her biri kendi başlarına ayrı bir şirketmiş gibi görünseler de bir bankanın bir diğer banka, “sanayi tekeli”, sigorta şirketi, emekli fonu ya da vakıfla bağlantı içinde olduğu, birinin hissesini bir diğeri, diğerinin hissesini de öteki şirket ya da şirketlerin almış olduğu hemen göze çarpıyor. 1800’lerin sonu ile 1900’lerin başından itibaren artık yalnız başına bir “sanayi tekeli” ya da sermayesi veyahut ta “banka sermayesi” ya da tekelinden söz etmek olanaksız hale geldi. Lenin’in gösterdiği gibi banka sermayesi ile sanayi sermayesi tamamen içice geçerek ayrı bir sermaye türünü, mali sermayeyi yarattı. Bu ayrı ayrı varoluş mali sermayenin ortaya çıkmasıyla birlikte yalnızca görüntüde değil, fiili olarak da tamamen tarih sahnesinden silindi.
“Sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından, para-sermayeyi, sanayi sermayesinden ya da üretken sermayeden, sadece para sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermaye üzerinde doğrudan tasarrufta bulunan kişilerden ayırmak genel olarak kapitalizmin özelliğidir. Emperyalizm, ya da mali sermayenin egemenliği, bu ayrımın muazzam ölçülere ulaştığı kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Mali sermayenin, sermayenin öteki çeşitlerinin tümü üzerindeki üstünlüğü, rantiyenin ve mali oligarşinin üstünlüğü, mali açıdan güçlü birkaç devletin üstünlüğü anlamına gelmektedir.” (Lenin, Emperyalizm, s. 62)
Bugün ABD’de toplam hisse senetlerinin dağılımına baktığımızda ilk bakışta yanıltıcı bir görünümle karşılaşıyoruz. Merkez bankası konumundaki Federal Reserve System’in 1994 rakamlarına göre, toplam 5 trilyon 877 milyar dolar piyasa değeri olan korporasyon hisselerinden 6,8 milyarı (yüzde 0,1) ticaret bankalarına, 11,6 milyarı (yüzde 0,2) tasarruf sandıklarına, 146,7 milyarı (yüzde 2,5) hayat sigortası şirketlerine, 1 trilyon 244 milyarı (yüzde 25,9) emekli fonlarına, 697,2 milyarı (yüzde 11,8) müşterek fonlara, 31,5 milyarı (yüzde 0,5) kapalı fonlara, 18,3 milyarı (yüzde 0,3) borsa aracı ve simsarlarına, 175 milyarı (yüzde 2,9) banka personeli tröstlerine (yalnızca tek tek bankalar ile o banka personellerinin hissedarı olduğu, personelin “çıkarlarını korumak” adı altında paralarını çekmek için bankalar tarafından kurulmuş ve yine onlar tarafından kontrol edilip yönetilen vakıf statüsündeki tröstler), 106 milyarı (yüzde 3,8) diğer finans kurumlarına ve 343,4 milyarı (yüzde 5,8) yabancı finans kurumlarına ait olmak üzere toplam finans kurumlarının elinde 3 trilyon 60 milyar dolar (yüzde 52) hisse vardı. Diğer kişi, aile ve öteki tür kurum ve şirketlerin ellerinde ise 2 trilyon 817 milyar (yüzde 48) bulunuyordu. Başka isimler altına yayılmış da olsa “finans kurum”ları olarak kayıtlı şirketler toplam korporasyon hisselerinin yüzde 52’sini ellerinde bulundurdukları görülüyor. Bazı tekellerde bu oran çok daha yukarılara çıkıyor. “Finans kurumlan” örneğin Eli Lilly & Co.’nun yüzde 69’unun, Minnesota Mining&Manufacturing Co.’nun yüzde 62’sinin, Philip Morris Co.’nun yüzde 59 ve PepsiCo Inc.’in yüzde 58’inin sahibi durumundalar. “Sanayi tekelleri”nin yarıdan fazla hisseleri “finans tekelleri’nin, “finans tekelleri”nin hisseleri de “sanayi tekelleri”nin elinde bulunuyor. Tablolara baktığımızda özellikle bankaların hisse sahipliği hakkında ilk anda yanılıyoruz. Bunun nedeni ABD’deki yasaların bankalara, kendi banka adlarıyla hisse sahibi olmada önemli kısıtlamalar getirmesi nedeniyle bu kurumların kendilerini saklamış olmalarıdır.
Görüldüğü gibi, bankaların ellerindeki hisse oranı sadece binde 1, sigorta şirketlerinin ise yüzde 2,5 gibi çok düşük rakamlar. Verilere baktığımızda bütün grupların merkezinde olan bankalar sanki izole edilmiş ve binde 1’i gibi neredeyse dikkate dahi alınmayacak bir oranla şirketlerin sahipleri durumuna gelmişler. Oysa gerçek durum hiç de böyle değildir. Örneğin 1972’de ABD senato komisyonun raporunda “korporasyonların kontrolünün bir kaç kurumsal yatırımcının, özellikle de merkezleri New York’da bulunan altı bankanın elinde olduğu” belirtildi. Alt komite Chase Manhattan bankasının yirmi büyük korporasyondaki en büyük tek hisse sahibi olduğunu gösterdi. Aynı şekilde Citibank dokuz, Morgan Guaranty dört, Bankers Trust üç, Chemical Bank üç ve Bank of New York ise iki büyük korporasyon içindeki en büyük hissedar durumundaydı. Yine Chase Manhattan CBS’nin yüzde 14 ve General Electric’in sahibi olduğu radyo-televizyon yayıncılık tekeli (aynı zamanda NBC televizyonunun sahibi) RCA’nın yüzde 4,5 hissesini elinde bulunduruyordu. Yine komisyonun bulduğuna göre, Chase Manhattan kırk iki, Morgan Guaranty ise kırk bir korporasyonda en büyük on hissedarı arasında idi.
Emperyalizmin genel bunalımının yeni bir aşamasına işaret eden ve kapitalist sistemin bugüne kadarki en derin ve köklü krizi olan ve New York borsası Wall Street’ten başlıyarak tüm kapitalist dünyaya yayılan 1929–33 bunalımı ABD mali sermayesinin yapısında yüzyılın en büyük değişikliklerinin yapılmasına yol açtı. 1933 ve 1934’te bugün de hâlâ geçerli olan bankacılık, kıymetli evrak, hisse sahipliği ve borsa yasaları getirildi. Binlerce şirketin iflas etmesi, üretimin alabildiğine düşmesi, korkunç yoksulluk, işsizlik, sefalet ABD mali sermayesini ve yönetimini korkuttu. “New Deal” olarak da tanınan ve emekçiler lehine bir dizi sosyal hak ve önlemin yanı sıra şirket, bankacılık ve borsa yasalarında da yeni bir düzenlemeye gitme gereği duyuldu. Glass-SteagalI olarak da bilinen 1933’deki bankacılık ve kıymetli evrak yasası “perakende ve toptan”, ticaret bankacılığı ile yatırım bankacılığını birbirlerinden ayırdı. Ne ticari ne de yatırım bankalarına herhangi bir korporasyonun hisseleri üzerinde alım-satım yapma hakkını yasakladı. Holdinglerin yüzde 5’e kadar hakkı olduğu için daha sonra bankalar holdingler kurarak bu yasaklamaları aşma yoluna gittiler.
1933 ve 34’te yürürlüğe konulan kıymetli evrak ve borsa yasaları bankaların herhangi bir korporasyonun hisseleri üzerinde alım-satım yapma hakkını yasakladığı gibi, tüm şirketlere bütün direktörlerinin, yüzde 10’dan fazla hissesi olan hissedarlarının, kâr, ciro, malvarlığı vb. gibi bütün dökümlerinin Kıymetli Evrak ve Borsa Komisyonu’na (SEC) verilme zorunluluğunu da şart koştu. 1963’de çıkarılan banka yasası her ne kadar bankalara getirilen kısıtlamaları biraz yumuşattı ise de yine de bankalara doğrudan hisse alma hakkını vermedi. Bankalara ancak holdingler kurarak “banka olmayan” bir şirketin yüzde 5’e kadar hisselerini alma hakkını tanıdı. Bugün bankalar bu yüzde 5’lik sınırı aşmamaya özel çaba gösteriyorlar. Bu yüzden örneğin J.P.Morgan’ın doğrudan banka adıyla hisseleri de yüzde 4,5–5 arası. Ancak bir şirket hissedarları arasında yüzlerce şirket olduğu için yüzde 3-4’lük gibi bir hisse çoğu kere bir şirketi tek başına kontrol etmeye yetiyor.
Yasalar yalnızca banka ve diğer statülerdeki kuruluşlara sınırlama getirmekle kalmamakta, aynı zamanda sigorta şirketlerine de hisse alım satımında bazı kısıtlamalar getirmektedir. Sigorta şirketleri genel olarak bir şirketin yüzde 20’sinden fazla hissesini alamazlar. Bununla birlikte bu sınırlamalar eyaletten eyalete, sigorta şirketinin tipinden tipine göre değişir. Bir eyalette bu oran yüzde 20 iken bir diğer eyalette, örneğin New York’ta, en fazla yüzde 2’dir. Böylece, bankalar gibi sigorta şirketleri de konulan kısıtlamalar sonucu gizli ya da dolaylı yollar kullanan “pasif” yatırımcı konumundadırlar.

KLASİK “EVRENSEL BANKACILIK” VE “ANGLO-AMERİKAN” SİSTEMLERİNDE FARKLI BİÇİMLER, FARKLI HİSSE SAHİPLİĞİ VE DEĞİŞİK KONTROL YÖNTEMLERİ
“Evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Japon ve Alman sisteminde şirketlerin yönetiminde bankalar önemli rol oynarlar ve bankaların önünde çok fazla engel bulunmaz. Her ne kadar “evrensel bankacılık” sistemini uygulasa da Japonya’da yine de bankalara bazı kısıtlamalar getirilmiştir. Örneğin Japon bankacılık yasalarına göre, bankalar bir şirketin hisselerinin yüzde 5’inden fazlasını satın alamazlar. Bu durumu aşabilmek için Japon mali sermayesi, kartel tipinde, keiretsu denilen “sanayi-ticaret-finans grubu” yapılanmasını bulmuş ve bu gruplar halinde örgütlenme yoluna gitmiştir. Bu keiretsuların merkezlerinde her zaman bir “ana banka” vardır. Büyük Japon tekelleri tipik olarak kendi “ana bankaları” ile çok yönlü ilişkiye girip aynı keiretsu içinde bir arada bulunabilirler. Keiretsu üyesi şirketler rahatlıkla birbirlerinin hisselerini alabilirler. Japon keiretsularına örnek olarak Nippon, Mitsubishi, Mitsui, Sumitomo, Fuji, Sanwa, Dai-Ichi Kangyo grupları gösterilebilir. Japon bankaları ile sigorta şirketleri gibi diğer “finans kuruluşları” toplam Japon korporasyonlarının yüzde 40’ına sahiptirler. Çoğu “sanayi tekeli” olan diğer şirketler ise bütün Japon tekellerinin yüzde 30’unun sahibidirler. Bu karşılıklı elde ediş ve karşılıklı çapraz hisse sahipliği (Cross-Share Holdings) sonuçta aynı grup (keiretsu) içinde yer alan tekellerin hisselerinin yarıdan fazlasının yine aynı grup içindeki öteki tekellerin elinde toplanmasını getirir. Aynı grupta yer alan tekellerin hisseleri yine aynı grup üyesi tekeller arasında dağılır, mümkün olduğunca hisselerin dışarıdaki grupların ellerine geçmesine izin” verilmez. Sonuçta o grup içindeki tekellerin hisselerinin o grubun asıl sahibi olan aile ya da ailelerin elinden çıkması önlenmiş olur. Bu durum yasaldır ve aynı keiretsu üyesi olmak koşulu ile hisse alım-satımı ve değişimi önünde bir engel yoktur. Eğer bir keiretsu üyesi mali zorluğa düşerse keiretsunun ana bankası çoğu kere doğrudan devreye girerek o şirkete özel “finans paketi” hazırlar ve şirketin yeniden yapılanması ve kendisini toplamasına yardım eder. Kendi en iyi uzman ve yöneticilerini -sorun çözülene kadar- “yardım” için o şirketin yönetimine gönderir.
Yine “evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Almanya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde ise, bankaların hisse almalarının önünde -kendi mal varlıklarından fazla hisse almamak koşulu ile- herhangi bir engel yoktur. Almanya’daki çoğu şirket bir tek büyük banka ile -hausbank- çok sıkı ilişki içindedir. O ana bankanın yöneticileri de hisselerini aldıkları tekellerin danışma kurullarında çoğu kere, saklanma gereği görmeden rahatlıkla yer alırlar. Tekellerin sahipleri kendilerini çok fazla gizleme gereği görmeden tekelleri rahatlıkla ve çoğu kere de doğrudan kontrol edebilirler. Bu yüzden Alman ve Fransız sisteminde banka sermayesi ile sınaî sermayesinin içice geçmişliği ve tekellerin arkalarında kimlerin olduğu daha rahat ve kolay bir şekilde görülebilir. Bununla birlikte Avrupa Birliği içinde de bankalara bazı kısıtlamalar getirilmeye başlandı. Avrupa Topluluğu içinde yürürlüğe konulan yeni yasalara göre, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde tek tek bankalar “finans kuruluşu olmayan” tekellerin, yani “sanayi tekellerinin yüzde 15’inden fazlasını satın alamazlar.
Aynı durum “Anglo-Amerikan” sistemi denilen Amerikan ve İngiliz sisteminde yoktur. Özellikle bankaların diğer şirketleri, daha çok da “sanayi tekellerini almalarının önüne çok sayıda kısıtlamalar getirilmiştir. Bu yasal engeller sonucu özellikle bankalar sanayi ile ilişkilerini saklayabilmek için akla gelmeyecek çok değişik yol ve yöntemler bulmuşlardır. Tekellerin asıl sahipleri olan az sayıdaki varlıklı aile kontrollerini çok dolambaçlı, karmaşık ve dolaylı yollar kullanarak sağlarlar. Bu yüzden “Anglo-Amerikan” sisteminde tekellerin, özellikle de “finans tekeleri” ile “sanayi tekellerinin içice geçmişliği ve tekellerin arkalarındaki aileler ilk bakışta kolaylıkla görülmez. Aile ya da ailenin ana tekeli ile ele geçirdiği tekeller arasında çoğu kere birden fazla basamak, aracı ya da paravan şirket, vakıf, kuruluş bulunur.
Sonuç olarak, “evrensel bankacılık” sisteminde (Almanya, Japonya, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde) tekellerin kontrolü “içeriden”, “Anglo-Amerikan” sisteminde (ABD, İngiltere) “dışarıdan” yapılır. “İçeriden” sisteminde hisse sahipliği bankalar, diğer tekel ve şirketler ve varlıklı ailelerin ellerinde kolaylıkla yoğunlaşır. Şirketler arasında karşılıklı çapraz hisse sahipliği yaygındır. Tekeller rahatlıkla birbirlerinin hisselerini alabilirler. Fazla engel yoktur. “Dışarıdan” sisteminde ise karşılıklı çapraz hisse sahipliği daha seyrektir ve hisse sahipliği çoğu aracı olan çok sayıda bireysel ve kurumsal yatırımcı arasında dağılmıştır. “İçeriden” sisteminde hisse sahipleri sahibi oldukları şirketleri daha rahatlıkla izleyebilir ve doğrudan yönetici kurullarında bulunabilirler. Yönetimdeki asıl söz sahibi kişi çoğu kere aynı zamanda en büyük hisse sahibidir. En fazla hisse sahibi rahatlıkla şirketi doğrudan kontrol edip yönetimi belirleyebilir, şirketi kendisi yönetebilir. Oysa “dışarıdan” sisteminde kontrol çok daha gizli, karmaşık ve dolambaçlı yollar kullanılarak yapılır.
Mali sermayelerin örgütlenmesinde “evrensel bankacılık” sistemi ile “Anglo-Amerikan” sistemlerinin giderek birbirlerine yaklaştıkları görülmektedir. Klasik “evrensel bankacılık” sistemini uygulayan Almanya (Avrupa Birliği yoluyla) ve Japonya gibi ülkelerde bankaların ve hisse sahipliğinin önüne bazı kısıtlama ve sınırlamalar getirilirken, “Anglo-Amerikan” sistemini uygulayan ABD ve İngiltere’de çok katı olan bazı yasal kısıtlamalar yumuşatılmakta, özellikle bankaların hisse sahibi olmalarının önündeki engellerin azaltılması ve kontrollerini doğrudan yapmalarına olanak tanınması yoluna gidilmektedir.
Bununla birlikte mali sermaye kendi devletinin, artan kamuoyu baskısı sonucu daha önceleri çıkarmak zorunda kaldığı yasaları oturup yumuşatmasını ya kaldırmasını beklememekte, önüne çıkarılan yasal engel ve kısıtlamaları aşabilmek için bin bir değişik yeni yol ve yöntem bulmaktadır. Kılıktan kılığa girmekte, bir taraftan önüne bir engel çıktığında öteki tarafı dolanarak yarattığı çeşitli yeni kurumlar aracılığı ile kontrolünü yapmaya çalışmaktadır. Özellikle son yıllarda hızlanmak üzere, yeni yeni vakıf ve fonlar kurmaktadır. Dünyadaki en tecrübeli değilse de en azından en pervasız mali sermaye grubu olan Amerikan mali sermayesi bu yolla hem kamuoyuna şirin görünmeye çalışmakta, hem vergi indirimi ve muafiyetinden yararlanmakta hem de başka biçimlerde önüne getirilen yasal kısıtlama ve engelleri aşmaktadır.
ABD’de büyük grupların perde arkasına saklanmaları ve kontrollerini daha gizli ve dolaylı yollar kullanarak yapmaları, özellikle 1930’lardan sonra yaygınlaşmaya başladı. Geniş emekçi kesimlerden gelen tepkiler sonucu belli dönemlerde “anti-tekel” davalar açıldı. Diğerlerinin yanı sıra, bu davalar ve oluşan tepkinin de etkisiyle gruplar daha fazla saklanma gereği duydular. Böyle birçok dava olmasına rağmen Amerikan ekonomi tarihinde mali sermaye ve mali oligarşiyi çok daha açık olarak gözler önüne seren özellikle öne çıkmış iki büyük dava vardır. Bunlardan birincisi 1890’dan 1911’e kadar süren Rockefeller’in Standard Oil davası, ikincisi ise 1948’den 1962’ye kadar 14 yıl süren Du Pont – General Motors davasıdır. (Dipnot 2)
Bu iki “anti – tekel” dava örneğinde olduğu gibi, bir taşla iki kuş vurulmuş oldu. Mali sermaye, hem, çok ileri giderek sınırı aşan ve artık kamuoyu nezdinde iyice teşhir olarak mali sermaye için “tehlikeli” hale gelen Rockefeller ve Du Pont ailelerine hadlerini bildirmiş, hem tekellere ve tekelciliğe karşı olunduğu izlenimini yaratmış ve hem de sokaktaki emekçinin tepkisinin alabildiğine yükseldiği Standard Oil ve Du Pont’a birer “şamar” atarak tepkilerin yumuşamasını sağlamıştı. ABD tarihinde bu iki davaya benzer çok sayıda “anti-tekel” dava vardır. Bugün de benzer bir dava Microsoft’a karşı sürdürülmekte ve sözde Microsoft’un artık iyice ayyuka çıkmış olan bilgisayar programcılığı, internet vb. piyasasındaki kesin hâkimiyeti ve tekel konumu “önlenmeye” çalışılmaktadır.
Bu iki ana dava sonunda, Rockefeller’in Standard Oil yoluyla petrol alanında ve Du Pontlar’ın da GM içindeki egemenliği kağıt üzerinde sözde sona erdi ama Rockefeller ile Du Pont ailesinin egemenliği sona ermedi. Bu iki ailenin konumları değil ortadan kalkmak ya da en azından sarsılmak, konumları ve güçleri giderek daha da arttı. 1900’lü yılların başlarında ABD’nin en zengin aileleri ve çok sayıda tekelin kontrolünü ellerine geçirmiş olan Rockefeller, Du Pont ve Morgan aileleri yine bugün de mali sermayenin en tepesindeki koltuklarında oturmaya devam etmektedirler.
Margaret Blair’in ABD’de yayınladığı “Ownership and Control” adlı kitabında belirttiğine göre, 1975’te yapılan bir araştırma en büyük 200 “sanayi tekelinin yüzde 82,5’i (aktif toplamlarına göre yüzde 85,4’ü) direktörler aracılığı ile kontrol ediliyordu. Oysa 1932’de Adolf Berle ve Gardiner Means 1929’ların sonuna kadar büyük korporasyonların hisse sahipliği ve yönetiminin çok büyük bir çoğunluğunun doğrudan hisse sahibi kişilerin elinde olduğunu belirtiyorlardı. İşte gerek çizgiyi aşan tekellere çeki düzen vererek diğerlerinin sınırı aşmamalarını sağlamak ve esas olarak da emekçi kitlelerin gözünü boyamak için açılan sözünü ettiğimiz iki dava ve diğer birkaç davanın daha etkisiyle; gerekse de getirilen yasalarla önlerine çıkarılan engelleri aşabilmek için tekellerin asıl sahipleri perde arkalarına çekildiler. Kontrollerini çok değişik ve dolaylı yollar kullanarak yapmaya başladılar. Egemenliklerini kendileri yerine seçtikleri has temsilcilere, direktör ve menajerlere yaptırmaya başladılar. Bu durum giderek kalıcılaştı ve üretim ve sermayenin alabildiğine büyümesi ve genişlemesi karşısında kaçınılmaz ve vazgeçilmez hâl aldı.
Burjuva ideologları artık ailelerin özel mülkiyet döneminin kapandığını, onun yerini kurumların toplu mülkiyetinin ve yüz binlerce hisse sahibinin “özgür iradesi” ile seçilen direktör ve menajerlerin aldığının propagandasını yapıyorlar. “Özgür irade” ile seçildiği söylenen direktör ve menajerlere yakından baktığımızda, bu direktör ve menajerlerin büyük tekeller, sermaye grupları ve onların da arkalarında bulunan ailelerin temsilcilerinden başka bir şey olmadıklarını görüyoruz.
Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde sermaye alanındaki iç içe geçmişliğin “kişisel birlikler” yoluyla da gerçekleştiğine dikkat çekmişti: “Aynı zamanda bankaların en büyük sanayi ve ticari işletmelerle, deyim yerindeyse bir çeşit kişisel birliği, bu ikisinin, hisse senetleri, banka müdürlerinin ticaret ve sanayi işletmelerinin denetim (ya da yönetim) kurullarına girmesi (ya da tersi) yoluyla bir kaynaşma gerçekleşir.” (Lenin, a.g.e. s.43)
ABD’de tekellerin yönetim kurullarında bulunan direktörler çoğunlukla 5 yıl için seçiliyorlar. Çok büyük miktarlarda maaş alıyorlar. Örneğin 1987–1993 arasında ABD’deki en büyük 275 korporasyonun yönetim kurulu üyeleri yılda ortalama 5’er milyon dolar alıyorlardı. Bunlardan 94’üne 10 milyon doların, 16 tanesine ise 20 milyon doların üzerinde maaş ödeniyordu. Bu kadar fazla maaş ödenmesine rağmen 1983’teki bir araştırmaya göre direktörler yılda ortalama 123 saat çalışmaktaydılar. Haftalık değil yıllık olan bu çalışma süresi 1991’de 94 saate düştü. Bu süre bugün çok daha azaldı. Görüldüğü gibi direktörlerin saat ücretleri en azından 100 bin doları (21,5 milyar TL.) buluyor. Kaldı ki, birçok yönetim kurulu üyesi çıkarlarını temsil ettiği hisse sahibinin diğer tekellerinden bir kaçının daha yönetim kurullarında yer alıyor. Yönetim kurulu üyesi direktörlerin arasında ise doğrudan en büyük hisse sahibini temsil eden ve ABD’de Chief Executive Officer (CEO) denilen başkanların yeri her zaman ayrıdır. Aslında yönetimde bütün söz direktörlerin değil CEO’nundur. Direktörler kurulu çoğu kez CEO’nun “lastik mühürü” olmakla suçlanırlar. CEO’lara maaş ve diğer ek prim vb.nin dışında genellikle tekelin 100 bin dolayında hissesi de verilir. Böylece CEO tekele ve en büyük hissedara tamamen bağlanmış olur. Örneğin daha çok Du Pont olarak tanınan E.I. du Pont de Nemours tekeli ile birlikte General Motors içinde de 43 yıl gibi uzun bir dönem başkanlık dâhil, en üst yönetici kademelerde bulunan ve mahkemenin 1962’de Du Pont ailesi aleyhine verdiği kararla birlikte emekliye ayrılmasına rağmen yine de 1975’te felç geçirene kadar GM’nin mali komitesinden ayrılmayan Walter Carpenter doğrudan Du Pont ailesinin temsilcisi idi. Carpenter’in ağabeyi aynı zamanda Pierre, Irene ve Lammot du Pont kardeşlerin kız kardeşi Margaretta’nın kocası ve Du Pont kimya tekelinde ortakları idi. Ağabeyinin ardından Walter Carpenter de Du Pont kardeşlerden Irene du Pont’un kızı saydığını söylediği hizmetçisi ile evlenerek kan bağı olmadan aileye girmişti. Du Pontlar alabildiğine güvendikleri Carpenter’i gözleri arkada kalmadan 1910’lu yıllardan 1975’lere kadar en kritik ve kendileri için hayati önemdeki görevlere getirmekte çekinmediler. Böylece Du Pont ismi geçmeden kontrollerini rahatlıkla sürdürebildiler. Du Pont ailesinin bir diğer temsilcisi de Carpenter’dan sonra yine General Motors’un başkanlığını yapan Alfred Sloan idi. En büyük hisse sahipleri iyice güvenmedikleri kişileri başkanlığa getirmezler, kendilerine rağmen getirilmiş olsalar bile bu direktör ve başkanlar ilk fırsatta değiştirilirler.
Büyük gruplar işte bu şekilde direktörler aracılığı ile çok sayıda tekeli kontrol ederler. Ralph M. Farris’in 1991’de ABD’de yayınlanan “Corporate Networks Corporate Control-The Case of the Delaware Valley” adlı kitabında belirttiğine göre, 1982’de ABD’nin Delaware bölgesinde kayıtlı gruplar üzerinde yapılan bir araştırmada bir çok ünlü grubun aşağıdaki direktörler aracılığı ile belirtilen tekelleri kontrol ettikleri ortaya konuldu; J.P. Morgan, başkan Lewis Preston aracılığı ile General Electric’i, Paul J. Austin ile Coca Cola’yı, Manning R. Brown Jr. ile New York Life’ı, Frank T. Cray ile IBM’i, Walter A. Fallon ile Kodak’ı, Lewis W. Foy ile Bethleham Steel’i, Ad ward R. Kane ile E.I. du Pont de Nemours’u, Charles D. Dickey Jr. ile Scott Paper ve Cigna Paper’ı, Ralph E. Bailey ile Conoco Inc.’i, Carter L. Burgess ile Smith Kline’ı, John T. Dorrence Jr. ile Pennsylvania Mutual Life, Campbell Soup ve Carter & Hawley Hale Stores’ı, Donald E. Procknow ile Western Electric’i ve listeyi daha fazla uzatmamak için saymadığımız bir çok direktör ile de yine çok sayıda büyük tekeli kontrol ediyordu.
Aynı şekilde en büyük hissesi Du Pontlar’a ait olmak üzere, Du Pont, Copeland, Greenwalt, Laird ve Sharp ailelerinin sahipliğini yaptığı Du Pont grubu da, Edward G. Jefforson ile Chemical New York Corporation’ı, Andrew F. Brimmer ile Bank America, Equitable Life, United Airlines, International Harvester ve Gannett News Service’i, Charles L. Brown ile AT&T, Chemical Bank ve General Foods’u, Howard W. Johnson ile J. P. Morgan’ın Morgan Guaranty’sini, eski başkan Edward R. Kane ile yine Morgan Guaranty, Meat Corp. ve Texas Instrument’ı, yine eski başkanlarından Irving S. Shapiro ile Citicorp ve IBM’i ve Gilbert E. Jones ile yine IBM’İ kontrol ediyordu.
Ralph M. Farris’in belirttiğine göre, Delaware bölgesinde 450 ayrı kişi, 679 direktörlük koltuğunu işgal ederek 52 korporasyon arasında 477 bağlantıyı sağlıyordu. Yine Thomas Dye’nin belirttiğine göre ABD’de direktör konumundaki 7 bin kişi bütün tekelleri hisse sahipleri adına yönetiyor ve kontrol ediyorlar. Yönetim, denetleme ve danışma kurulu üyeleri olan bu direktör ve menajerler ile hisse sahipleri değişik kulüp ve özel derneklerde örgütlenmiş durumdalar. Bu derneklerden bazıları, Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı, Trilateral Komisyonu, Urban Ligi, Business Yuvarlak Masası, Episcopalian, Presbyterian, Union League, Racquet, Cricket ve Links gibi kulüp ve dernekler.
Yine Lenin aynı eserinde, bankalarla sanayicilerin “kişisel birliğinin bunlarla hükümet arasındaki “kişisel birlik’le tamamlandığını belirterek, Alman iktisatçı Otto Jiedels’ten şu aktarmayı yapıyor: “Denetim kurullarındaki sandalyeler ünlü kişilere ve devlet makamlarıyla ilişkileri önemli ölçüde kolaylaştırabilecek (‘!!-ünlemler Jiedels’e ait- KYJ eski memurlara kolayca sunulmaktadır.” (“Emperyalizm”, s. 44) Lenin’in işaret ettiği şey bugün de geçerliliğini korumaktadır. Büyük tekel ve tekel gruplarının hemen hepsinin yönetim, denetleme ya da danışma kurullarında eski bakan ve senatörler, üst düzey bürokratlar ya da ünlü profesörler yer almaktadır. Örneğin Chase Manhattan Uluslararası danışmanlık konseyinde ABD, Fransa ve İngiltere’nin eski dışişleri bakanları; J.P. Morgan kurullarında ünlü profesörlerin yanı sıra, eski senatörler, Suudi Arabistan eski maliye ve ekonomi bakanı, İngiliz Lordları; Citicorp içinde ABD’nin Avrupa ve Kanada’dan sorumlu devlet bakanı; General Motors denetleme kurulunda ABD eski çalışma bakanı, General Electric yönetim kurulunda eski Georgia senatörü vb. bulunmaktadır.

YÜZ YIL SONRA YİNE İKİ AYNI ANA GRUP: ROCKEFELLER VE MORGAN
Yazımızın başından bu yana verdiğimiz çeşitli örneklerden de anlaşılacağı gibi diğer gruplar da etraflarında olmak üzere ABD mali sermayesinin omurgasını bugün esas olarak üç ana grup oluşturuyor: Rockefeller, Morgan ve Citicorp grubu. Bu gruplar her biri ayrı ayrı tekelleri kontrol etmekle birlikte bazı tekelleri de beraberce kontrol ediyorlar. Rahat anlaşılabilmesi için oldukça basitleştirerek vermeye çalıştığımız ve yalnızca en büyük tekelleri aldığımız bir tabloyu yanda sunduk. Tablodaki tekellerin, özellikle de aynı grubun bünyesinde olanların tabloda gösterdiğimizden daha fazla ve sıkı ilişkileri var. Ancak tabloda karışıklığa yol açmamak için ancak en temel bağlantıları sadece bir örnek oluşturması için verdik. Gerçek, hazırladığımız bu tabloda gösterildiğinden çok daha girift, iç içe ve komplikedir. Tablo’dan da görüldüğü gibi, Rockefeller grubu olarak adlandıracağımız Chase Manhattan’ın kontrol ettiği en büyük tekeller: En büyük bankalardan Chase Manhattan, Chemical Bank, Bank of New York ve borsa aracı ve kredi kartı tekeli American Express, iki dev petrol tekeli Exxon ve Mobil, American Airlines, Eastern Airlines, Coca Cola, IBM. AT&T, ITT, Pfizer, en büyük sigorta şirketi ve emekli fonlarından Equtiable Life, Metropolitan Life, American Century, CIGNA ve Ginnie Mac, Great Northern Paper, Otis Elavator, Rockefeller Center, Rockefeller Foundation, Caterpillar, National Lead, Free Fast Sulphur, Borden, Samsung. Warner Brothers, American General vb. vb. gibi tekeller.
Chase Manhattan Korporasyonunun Uluslararası Danışmanlık Konseyi ise Rockefellerin uluslararası bağlantılarını gösteriyor. Konseyin başkanı aynı zamanda Rockefeller ailesinin de aile reisliğini yapan ve 1960–79 yılları arasında Chase Manhattan başkanlığını yürütmüş olan Rockefellerin torunu David Rockefeller. Chase Manhattan’ın bu konseyi neredeyse dünyanın en ünlü ve en zengin kişilerinin, hemen hemen her ülkenin en büyük tekellerinin sahip ya da başkanlarının bir toplamı. Chase Manhattan yıllık raporundan aldığımız Uluslararası Danışmanlık Konseyi’nin bu bazı üyelerini tanıyalım: ABD’den, eski dışişleri bakanı Henry Kissinger, Ford’un başkanı Alex Trotman, Chemical Bank’ın başkanı John F. McGillicuddy, Deere başkanı Hans W. Becherer, Almanya’dan Daimler-Benz eski başkanı Edzard Reuter, Japonya’dan Yamaichi Kıymetli Evraklar’dan Shijuro Ogata ve Mitsui&Co.’den Koichiro Ejiri. Fransa’dan Saint-Gobain başkanı Jean-Louis Beffa, eski dışişleri bakanı Jean-François-Poncet ve Ogilvy Renault, İngiltere’den eski dışişleri bakanı Lord Carrigdon ve Lord Richardson, İsviçre’den Roche başkanı, İtalya’dan Fiat onur başkanı, Avustralya, Brezilya, Kanada, Hong Kong, Hindistan, Meksika ve Filipinler’den en büyük tekellerin başkanları. Ve çok tanıdık bir isim: Türkiye’den Koç Holding başkanı ve sahibi Rahmi M. Koç.
Morgan grubu: Bankalardan J.R Morgan, Morgan Guaranty, Bankers Trust, Morgan Stanley, Goldman Sachs; en büyük emekli fonu ve sigorta şirketleri Prudential, New York Life, Aetna Life, Insurance Co. of America ve Mutual Life; petrol tekelleri Exxon, Mobil, Conoco; uçak-uzay aracı ve silah tekelleri Lockheed Martin ve Allied Signal ve ABD ve dünyanın en büyük tekellerinden General Electric, General Motors, E. I. du Pont de Nemours, Merck; Eastman Kodak, Procter&Gamble, Betlehem Steel, Coca Cola, IBM, AT&T, Pfizer, Gilette, Corning Fiberglass, Bechtel, Scott Paper, International Paper, American Tobacco, Tenneco, Phelps Dodge, Campbell Soup, Republican Aviation, US Plywood, Nabisco, Continantal Co. ile ABD’nin en önde gelen gazetelerinden The Washington Post ve International Herald Tribune vb. Chase Manhattan gibi J.P. Morgan’ın da bir uluslararası konseyi var. Ve bu kurul da hemen hemen gelişmiş ya da yeni gelişen her kapitalist ülkenin en büyük tekel temsilci ya da doğrudan sahiplerinin bir araya geldikleri bir kurul konumunda.
Citicorp grubu ise, Citicorp, Citibank (First National Citibank), Grace National Bank, Du Pont, J.P. Morgan, General Motors, Boeing, Pan Am Airlines, United Aircraft, Ford, Merck, Alüminyum Company of America, PepsiCo Inc., Chevron, Monsanto, Colgate-Palmolive Co., Time Warner, St. Regis Paper, Corning Glass, Kimberly Clark, W.R. Grace&Co., J. C. Penny Co., IBM, Armco Steel, Equitable Life, vb. Citicorp’un arkasındaki aileler ise Du Pont ve Ford gibi aileler ile biraz uzaktan Morgan ve Rockefeller grupları.
Bu üç ana grup aralarında da sıkı ilişkilere sahipler ve bazı tekelleri birlikte kontrol ediyorlar: Örneğin Morgan ve Rockefeller, Exxon, Mobil, IBM, Coca Cola, International Paper, American Smelting gibi; Rockefeller ve Citicorp, Ford, ITT, Allied Chemical, Equitable Life, Armco Steel, National Distiller gibi; Morgan ve Citicorp, General Motors, E. I. du Pont de Nemours, IBM, AT&T, Citgo Oil, Anacondo Copper, Kennecott Copper, American Standard, Corning Fiberglass. Üçünün birlikte kontrol ettikleri, ATT, American Sugar, American Electric Power, American Cynamid, New York Co. Ed. gibi. Bu üç grup içinde Rockefeller ve Morgan grubunun dışında Citicorp grubu, adeta bu iki ana grubun buluştukları bir grup görünümünde. Citicorp grubunun ana aileleri olan Du Pont ve Ford ailelerinden Du Pont Morgan grubuna. Ford’da Rockefeller grubuna yakın. Morgan grubunun ana bankası ve merkezi olan J. P. Morgan da dahil, bir çok ana tekelinin ana hissedarlarından birisi de çoğu kere Du Pont. Aynı şekilde, Ford ailesi de Rockefeller’in ana bankası ve grubun merkezi Chase Manhatten dâhil, Rockefeller’in kontrol ettiği birçok ana tekelin büyük hissedarlarından birisi. Bu durum da göz önünde bulundurulduğunda her ne kadar ABD’de üç ana sermaye grubu var gibi görünse de aslında tıpkı 1900’lerin başında olduğu gibi yüz yıl sonra bugün de ABD’de esas olarak iki ana grup olduğu ortaya çıkıyor: Morgan ve Rockefeller grubu.
Morgan ve Rockefeller ana sermaye gruplarının etki alanları içinde olanlar yalnızca Du Pont ve Ford aileleri değil. Du Pont ve Ford gibi büyük gruplar ve Mellon grubu, Kuhn Loeb grubu gibi ülke çapında önemli bir güç olan diğer bazı sermaye grupları ile onların aileleri bir yana, yerel ve eyaletler düzeyinde de önemli bir güç olan Şikago grubu, Boston grubu, Cleveland grubu gibi daha küçük sermaye grupları da aslında bu iki ana sermaye grubunun çekim merkezi ve etki alanı içinde bulunuyorlar. Örneğin Delaware bölgesinin üç ana grubu Morgan, Du Pont ve Mellon grupları. Buradaki aileler ise; Morgan, Lamont, Stede, Du Pont, Copeland, Greenwalt, Laird, Sharp, Pew, Bronfman gibi aileler. Delaware bölgesinde yapılan bir araştırmada bu aileler arasında sıkı bağlantı olduğu bulundu.
Bugün ABD mali sermayesinin temelini oluşturan grupların hepsi de eski ve kökleri 1800’lere dayanan gruplar. Daha 1939’larda ABD senatosunun bir komisyonu, National Resources Committe şu gruplar arasında bağlantı olduğunu tespit etmişti: Morgan grubu, Rockefeller grubu, Kuhn-Loeb grubu, Du Pont grubu, Mellon grubu, Cleveland grubu, Şikago grubu ve Boston grubu.
Bütün bu grupların etrafında toplandıkları ya da çekim merkezinde kalmak zorunda oldukları iki ana grup ve esas olarak da bu iki ana grubun kökleri 1800’lere kadar dayanan ve o dönemden beri büyük aile konumlarını koruyan iki ana aile bulunuyor; Rockefeller ve Morgan aileleri. Bir yerlerde isimleri dahi çıkmayan, gizli ve geride kalmaya özel çaba gösteren bu iki aile, yakın bağlantı içinde oldukları ve bir şekilde onları da kontrol ettikleri diğer az sayıdaki aileyle birlikte ABD ve dünyadaki onlarca trilyon dolarlık yaratılmış değere el koymuş durumdalar.
Büyük şirketlerin ana sermayedarlarının kendi yatırılmış sermayelerinden daha fazla miktarda bir sermayeye sahip olmaları ve bu daha fazla sermayeyi kolaylıkla kontrol ederek hükmetmeleri için daha 19. yüzyılda buldukları anonim şirket, “halka açılma”, hisse çıkarma ve temettü geliri dağıtma yöntemi giderek geçici halden sürekli ve kalıcı bir hale geldi. Önceleri sadece daha fazla sermaye elde etmenin bir aracı olan bu yol kapitalizmin emperyalizm dönemiyle birlikte mali sermayeler için kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir duruma büründü. Ailelerin kontrol ettikleri şirketler ve bunun sonucunda da sermayenin sayı ve miktarları arttıkça önceleri doğrudan kendilerinin kontrol ettikleri şirketlere bu sefer kendi adamlarını, yöneticilerini yerleştirmek zorunda kaldılar. Bu artık kaçınılmaz bir hal aldı. Çok daha fazla sermayeye sahip olmak, çok muazzam boyutlarda sermayeyi kontrol edebilmek için yeni yeni hisse senedi ve değişik türde kıymetli evrak çıkardılar. Bu durum her geçen gün artarak alabildiğine genişledi. Sonunda her bir şirket milyonlarca hatta kimi kez milyarlarca hisse çıkarmak ve bunları binlerce, yüz binlerce hissedar arasında dağıtmak zorunda kaldı. Örneğin GE toplam 3 milyar 289 milyon hissesini 493 bin; Citicorp 463 milyon hissesini 51 bin, Chrysler 136 bin hissedar arasında “bölüştürdü.”
Burjuva ideologları ve onların çeşitli varyantlardan sözcüleri, bugün bu yüz binlerce hisse sahibi ile GE’de 992, GM’de 559, Chase Manhatten’da 621, Citicorp’da 599 ve Exxon’da 909 kurumsal hisse sahibi olması örneklerini ve yine yukarıda gördüğümüz gibi tekellerin yönetiminde direktör ve menajerlerin bulunmasının kaçınılmaz zorunluluğunu göstererek, artık özel mülkiyetin bittiği; aile hakimiyeti döneminin kapandığı; özel mülkiyetin yerini kurumlar ve yüz binlerce hissedarın mülkiyetinin ve onların “özgür irade” ve oylarıyla seçilen yöneticilerin (menajer ve direktörler) yönetiminin aldığını; kapitalizmin temel çelişkisi olan üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz ve kapitalizm var oldukça yok olmayacak olan çelişkisinin ortadan kalktığını öne sürerek ve bunun propagandasını yaparak kafa karıştırmaya çalışmaktadırlar. Bunları söylerken milyonlarca hatta milyarlarca hisse içinde sadece 3–5–10, ya da 300–500 hissenin sahibi olan tek tek yüz binlerce işçi ve emekçi bir yana on binlerce hissesi olan küçük şirket ve kuruluşların dahi bu tekellerin yıllık genel kurullarının yapıldığı lüks salonların kapılarına bile yanaşamadıkları gerçeğini gözlerden saklamaktadırlar.
Mali sermaye ve mali oligarşi önceleri sadece fazla sermaye elde etmenin bir aracı olarak bulduğu hisse ortaklığı, anonim şirket, “halka açık” şirket yolunu bugün, esası hâkimiyetini sürdürmenin kaçınılmaz yolu olmakla birlikte, aynı zamanda mali oligarşiyi saklamanın, dünyada milyarlarca işçi ve emekçinin yarattığı değerin sadece bir avuç ailenin mülkiyetinde olduğu gerçeğini gizlemenin ve işçi ve emekçileri aksine inandırmanın ideolojik aracına dönüştürmüştür. Burjuvazinin çeşitli ideologları ve onların farklı cephelerdeki ajan ve sözcülerinin söylediklerinin aksine yukarıda somut örnekleriyle gördüğümüz gibi, ABD’de ve dünyanın dört bir köşesinde yaratılmış olan onlarca trilyon dolarlık değerin sahibi ve kontrol edenleri yüz binlerce işçi ve emekçi ve tekellerin direktör ve menajerleri değil, Morgan ve Rockefeller ile onların çekim merkezindeki az sayıda ailedir. Görüldüğü gibi, yoğunlaşma yalnızca sermayedeki merkezileşmeyi değil, bütün değerlerin bu sermayeyi kontrol eden az sayıda kişinin elinde toplanması (mali oligarşi) sonucunu doğurduğu gerçeğini, Lenin’den bu yana neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen değiştirmemiştir. Burjuva ideologları ve yandaşlarının bütün yaygaraları bu gerçeğin saklanma çabasından başka bir şey değildir.
İncelememizin başından beri ortaya koyduklarımızı ve söylediklerimizi özetleyecek olursak kısaca şunlar söylenebilir: Üretimdeki yoğunlaşma ve merkezileşmenin kaçınılmaz olarak sınaî ve banka sermayesindeki tekelleşmeyi ve tekel olgusunun da sınaî ve banka sermayesindeki iç içe geçip kaynaşmayı ve mali sermayenin oluşmasını meydana getirdiği gibi, mali sermayenin varlığı da mali sermayenin kendisinde çok daha ileri bir aşamadaki yoğunlaşmayı ortaya çıkarmaktadır. Bu yoğunlaşma üretken olmayan rantiyeci-tefeci sermayenin üretken sermayeye göre göreceli bir şekilde büyümesine neden olmaktadır. Bunun nedeni de kârın kaynağının artı-değer olmasıyla, artı-değer getiren değer olarak sermayenin tefecilik ve spekülasyon gibi daha kolay bir yoldan değerini daha hızlı artırmaya yönelme eğilimi taşımasıdır. Rantiyeci-tefeci ve spekülatif sermayedeki hızlı artışın gerisinde yatan neden bu yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimdir. Borsa işlem hacimlerindeki hızlı artış; banka, sigorta şirketi, konut kredi birliği, emekli fonu ve fon yöneticiliği ile yatırım şirket ve bankacılığının günümüzdeki “egemenliği”; büyüme oranlarının düşük düzeylerde seyretmesi ve üretken yatırımlardaki düşme eğiliminin giderek süreklilik kazanması gibi bugünün belirgin özellikleri mali sermayedeki yoğunlaşmanın kaçınılmaz kıldığı eğilimin sadece sonuç ve belirtileridir.
Üretimde yoğunlaşma; tekel; sınai ve banka sermayesinin iç içe geçip kaynaşması ve bunun sonucunda mali sermayenin oluşması; devasa boyutlarda bir sermaye yoğunlaşması; bu yoğunlaşmış sermaye kütlesini değerlendirme ve değerini daha da artırma zorunluluğu; sermayenin en hızlı ve en fazla kâra yönelme eğilimi: İşte emperyalizmin asalak ve çürüyen kapitalizm olmasının nedeni ve sermayedeki rantiye ve çürüme eğiliminin zorunlu bir şekilde artmasına kaynaklık eden objektif süreç.
Lenin bu noktayı daha yüzyılımızın başlarında belirtiyordu:
“Gelişmesine küçük tefeci sermayeyle başlayan kapitalizm, bu gelişmeyi muazzam boyutlarda tefeci sermayeyle sona erdirmektedir.” (Lenin, “Emperyalizm, s. 56, abç)

NOT: Dikkatli okurun bir kere daha dikkatini çekmiştir ki, İngiliz mali sermayesinin yapısını incelediğimiz yazıda olduğu gibi, Amerikan mali sermayesinin yapısını genel hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu yazıda da, bugün dünyanın en güçlü ekonomisine sahip Amerikan emperyalizmi ve onun mali sermayesinin dış ilişkileri, dünya jandarmalığının doğrudan göstergesi olan 6 kıtaya yerleştirdiği askeri üs ve birlikleri, yaptığı ve kendisine yapılan doğrudan yatırımlar, verdiği borç ve krediler, karşılıklı ve’ “karşılıksız” askeri ve sivil “yardım”lar, vb. gibi dünya egemenliğinin dolaysız ifadesi sermaye ihracına yer vermedik. Tarafımızdan unutulmayan bu önemli sorunu ayrı bir yazının konusu olduğundan özellikle dışarıda tuttuk.

DİPNOTLAR

1) Yatırım Şirket ve Bankacılığı: Yatırım şirketi ve bankacılığının esas olarak büründüğü bugünkü ana biçimi -daha iyi anlaşılabilmesi için alabildiğine basitleştirdiğimiz- bir örnekle açıklayalım: Örneğin. A tekeli yeni sermaye ihtiyacını karşılamak ve taze para kazanabilmek için sermayesini artırmaya ve 100 bin yeni müşterek hisse çıkarmaya karar vermiş olsun. A tekeli çıkardığı yeni hisselerini satması için B yatırım bankası ile anlaşır. Birlikte her bir hissenin 10 dolardan satılmasına karar verirler. B yatırım bankası A tekelinin çıkardığı hisselerin en az yüzde 80’ini 8 dolardan satacağına söz verir ve hisse sahibi şirketle bir anlaşma imzalar. Bu anlaşmayla A tekeli tanesi 8 dolardan 80 bin hissesinin satılmasını ve böylece 640 bin dolar elde etmeyi garantilemiş olur. B Bankası tanesi 10 dolardan satışa başlar. Tanesinde 2 dolar kazanarak, hisselerin yüzde 80’ini (80 bin) sattığı durumda 160 bin, hepsini (100 bin) sattığı durumda da 200 bin dolar kâr etmiş olur. Yüzde 64’ten (64 bin) az hisse satabildiği durumda zarar eder. Bununla birlikte satmadığı sürece hisseler kendisinindir ve o tekelin o kadar hissesinin sahibi olarak şirket üzerinde söz sahibi durumdadır. Tek başına alındığında yatırım bankacılığının işleyişi elbette ki bu örnekte olduğu kadar basit değildir; ancak, yatırımlara kaynak sağlamak, borç ve kredi vermek, üretime yönelik yatırım da dâhil doğrudan kendisinin yaptığı yatırımlar gibi birçok değişik biçim ve yollarını bir kenara bırakırsak çok genel hatlarıyla yatırım bankacılığının özü bu örnekte anlattığımız gibidir. Yatırım şirket ve bankaları çoğu kere ellerindeki hisseleri hemen satmayıp borsa spekülasyonları yolu ile hisse fiyatlarını alabildiğine şişirir ve başta yaptıkları anlaşmanın da üzerinde kârlar elde ederler. Eğer şirket büyük ve önemli ise banka hisselerin bir kısmını satmaz ve giderek ucuza düşürerek daha da fazla hisse alıp şirketin kontrolünü eline geçirir. Şirket hisselerinin önemli bir kısmının sahibi olarak şirket yönetimine kendi temsilcisi menajer ve direktörleri seçtirir. Yatırım bankaları bu yolla her türlü şirketin hisselerini satın alır ve onları ele geçirmeye çalışırlar. Yatırım yapıp, sürekli alıp satar ve çok büyük kârlar elde ederler.

2) Standard Oil Davası: ABD’de petrol 1859’da Pennsylvania’daki Titusville’de bulundu. İç savaş sırasında taraflara borç vererek zenginleşmiş olan John D. Rockefeller 1865’te petrol çıkarma ve rafine etme işinden çok iyi anlayan Samuel Andrews ile işe başladı. Daha sonra ikisi birlikte 1 milyon dolar sermayeli Rockefeller and Andrews Oil Company of Ohio şirketini kurdular. Petrol şirketi günde 600 varil ile 15 bin varillik ABD toplam petrol üretiminin yüzde 4’ünü üretiyordu. Rockefeller sadece ham petrol çıkarmakla yetinmiyor, onun rafine edilmesi, taşınması ve bitmiş ürünlerinin piyasaya sürülerek pazarlanması işlerini de yapıyordu. Bunun için ilk olarak o dönemdeki en büyük üç demiryolu ağı New York Central, Erie ve Pennsylvania demiryolu şirketleriyle petrolü taşımaları için özel anlaşmalar yaptı. Rockefeller’den çok daha büyük olan bir diğer petrol şirketi South Improvement Co. Rockefeller’in gelişiminden korkuya kapılarak onu durduracak oyunlara girişince Rockefeller bu petrol şirketi ile kapıştı. Kazanan Rockefeller oldu ve South Improvement Co.’yu yutup ortadan kaldırdı. Kısa zamanda bütün Cleveland bölgesini eline geçirdi ve ülke petrolünün yüzde 20’sinin sahibi oldu. 1872’de kurulmasını sağladığı Ulusal Rafinericiler Birliği artık ülke petrolünün yüzde 80’ini kontrol ediyordu. Rockefeller Birlik içindekileri sırasıyla yutup iyice büyüdü ve 1879’a gelindiğinde ülke petrolünün yüzde 90’ını kontrol etmeye başlamıştı. Yasal engelleri aşmak için tröstleşme yoluna gitti ve 1882’de Standard Oil tröstünü kurdu. O zamana kadar Standard Oil 39 ayrı korporasyonu kontrol ediyordu. 1885’e kadar Standard Oil, Cleveland gibi, Philadelphia, New York, Brooklyn gibi birçok bölgede bütün petrol üretimini eline geçirmişti. 1880’lerin sonlarında 9 ayrı dev tröst Standard Oil’in etrafında birleştiler. Rockefeller’in Standard Oil’i kısa zamanda bu tröstlerin hepsini çeşitli oyunlar yaparak yuttu ve sahiplerini Standard Oil’in memurları durumuna getirdi. Bu şekilde Standard Oil ülke petrolünün yüzde 95’ini eline geçirdi. Standard Oil’e karşı dava açıldı. 1892’de yüksek mahkeme Standart Oil’in bütün hisselerinin sahiplerine geri verilmesini kararlaştırdı. Rockefeller boş durmayarak eyaletler arasındaki yasal boşluktan yararlandı. En yumuşak yasaların New Jersey’de olduğunu gördüğünden Standard Oil’in sıradan bir şubesi durumundaki, New Jersey yasalarına tabi Standard Oil Co. of New Jersey’nin sermayesini 10 milyon dolardan 110 milyon dolara çıkardı ve bu sermayesiyle Standard Oil Co. of New Jersey bütün Standard Oil grubunu yutarak ortadan kaldırdı. Yüksek mahkemenin aleyhinde karar verdiği Standard Oil Tröstü artık yok olmuştu. Böylece Rockefeller kendini kurtardı. Standard Oil Co. of New Jersey daha sonra holding oldu. Rockefeller’in bu yasal manevrası yüksek mahkeme ile ABD yönetiminin büyük çoğunluğunu kızdırdı. Daha sonra başkan olan Theodore Roosevelt Rockefeller’in üzerine gitti. 1911’de sonuçlanan davada yüksek mahkeme ve ardından kongre Standard Oil’in tasfiyesini kararlaştırdı. Rockefeller’in Standard Oil’in egemenliği kâğıt üzerinde ve kamuoyu nezdinde ortadan kalkmış gibi oldu. Oysa Standard Oil tasfiye edilmesine rağmen diğer alanlarda olduğu gibi, Rockefeller’in petroldeki egemenliği de kaybolmadı. Bugün Exxon, Mobil ve hatta kısmen de British Petrol (BP) içinde aynı egemenliği devam ediyor.

Du Pont – General Motors Davası: Du Pont J.R Morgan’ın da desteğini alarak 1917’de General Motors’u eline geçirdi. Du Pont ailesi 1917’de 25 milyon dolar karşılığında GM’un yüzde 23,8 hissesinin sahibi oldu. İkinci büyük hissedar ise J. P. Morgan idi. GM’nin başkanı doğrudan Du Pont ailesinin yöneticisi Pierre S. du Pont oldu. 1956’ya kadar Du Pont ailesinden üç kardeş, Pierre, Irene ve Lammot sırasıyla GM’nin başkanlığını yürüttü. Ailenin başında bulunan en büyük kardeş Pierre öldüğü 1956’ya kadar bugün de dünyanın en büyük kimya tekeli olan E.I. du Pont de ‘Nemours ve General Motors yönetiminde sürekli kilit noktalarda bulundu. Du Pont’ların General Motors içindeki açık hâkimiyeti 1945-46’larda bir çok sektörle birlikte otomotiv sektöründe de ve GM işyerlerinde başlayan büyük grev dalgasının da etkisiyle büyük tepki yaratınca 1900’lerin başında Rockefeller’in Standart Oil Company’sine karşı açılan davadan sonra Du Pont – General Motors’a karşı ABD’nin ikinci büyük tekel davası açılmak zorunda kalındı. 1948’de başlayan dava 14 yıl sürdü. Yüksek mahkeme ve ABD kongresi sonunda, 1962’de Du Pont ailesinin hisselerinin satılmasını kararlaştırarak Du Pont ailesinin bütün üyelerine General Motors’un hisselerini alma yasağı getirdi. Du Pont durumu önceden görerek karardan önce elindeki hisselerini çeşitli yöntem ve karmaşık yollar kullanarak başka isimler altında kurduğu başka tekellere devretti. Örneğin GM’daki hisselerini kurdurduğu GM Securities Company’ye devretti. GM Securities Company’nin sahibi Managers Securities Company idi. Managers Securities Company’nin hisseleri de Du Pont ailesinin 40 üyesinin sahibi olduğu Delaware Realty ve Christina Securities Company idi. Görüldüğü gibi Du Pontlar’a ulaşabilmek için uzun bir yol kat etmek gerekiyor. Mahkeme ve Kongre Du Pontlar’ın işlerini bitirmelerine kadar kararı geciktirdi. Ancak sonunda Du Pontlar aleyhine kararını verdi. Du Pont ailesi o günden bu yana kendini gizlemeye diğer bütün ailelerden daha fazla çaba gösteriyor. Bu yüzden 1962’den bu yana GM’nin hiç bir kurulunda Du Pont ismine artık rastlanılmıyor.

Mart 1998

Alman İdeolojisi ve tarihsel materyalizmin doğuşu

Alman İdeolojisi Marx ve Engels’in yapıtları içerisinde en önemlilerinden biri. Marx ve Engels bu eserleriyle birlikte tarihsel materyalizmin temellerini attılar. Alman İdeolojisi’yle birlikte Marx ve Engels’in kendilerine kurgusal felsefenin buğulu atmosferinden uzak yeni ve verimli bir alan yarattıkları söylenebilir.
Alman İdeolojisi 1845 yılında yazılmış olmasına karşın 1932 yılında Rusya’da Marksizm Enstitüsü tarafından yayınlanıncaya dek gün ışığına çıkmadı. Yayıneviyle çıkan sorunlar nedeniyle iki ciltlik bu çalışma “farelerin kemirici eleştirisine” terk edildi. Kitabın yazarları bu çalışmayı “eski felsefi bilinçleriyle bir hesaplaşma” olarak gördüklerinden ve bu amaçlarına ulaştıklarına inandıklarından Alman İdeolojisi’ni tekrar yayınlamayı yaşamları boyunca düşünmediler.
Alman İdeolojisi’nin içeriğini incelemeye başlamadan önce Marx ve Engels’in felsefi çalışmalarının evrimine bakmakta yarar var. Bu felsefe yolculuğunda Engels’in 1845’e dek kendi başına özerk bir felsefi çalışması olmadığı için esas olarak Marx’la ilgileneceğiz.
Marx liseyi bitirdiğinde Kant’ın etkisi altındaydı. Kant’ı Alman bilinemezciliğinin en tutarlı savunucusu olarak gösterebiliriz. Kant’a göre bir dış dünya vardı ama bu dünya hiç de göründüğü gibi değildi ve aslında nasıl olduğu da hiçbir zaman bilinemezdi.
Marx eleştirel tutumunu Hegel’e ve onun ardıllarına karşı da sürdürdü. Eleştirilerine Hegel’in hukuk ve din felsefelerinin eleştirisiyle başladı.

ALMANLAR VE İDEOLOJİLERİ
19. yüzyılın sonlarına dek Almanya adlı bir devlet yoktu. Bugünkü Almanya’nın olduğu coğrafyada ulusal birliğini kuramamış yüzlerce irili ufaklı devlet, bir de büyük Prusya devleti vardı. Yönetim İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi merkeziyetçi bir devlet tarafından değil, küçük prenslikler tarafından gerçekleştiriliyordu. Yine kapitalizmin İngiltere ve Fransa’daki gelişmişliğine karşılık Almanya hâlâ feodal ilişkiler sarmalındaydı. Zaten Almanya’nın kapitalistleşmesinin önünü açmaya yönelik girişimler genelde toplumun doğal gelişimi içerisinde değil aksine yukarıdan planlanan reformlar yoluyla gerçekleşti.
Almanya’da kapitalizmin gelişmesinin ve ulusal birliğin sağlanmasının gecikmesi, Alman burjuvazisinin pısırıklığı ve tepeden inme reformlar olarak özetlenebilecek nedenler Alman aydınının, özellikle felsefecisinin, aklın rolünü abartmasına yol açtı. Hobbes, Locke, Hume gibi Britanyalı; Rousseau, Montesque, Voltaire gibi Fransız filozoflar toplumsal gelişmeleri daha çok “sivil topluma” yönelik kavramlarla açıklarken Alman filozofları devleti öne çıkarıyorlardı. Devleti öne çıkarmalarının en önemli nedeni, özellikle Hegel ve ardıllarının, devleti, kutsal ruhun, onun akılcılığının dünyada cisimleşmiş hali olarak görmeleridir.
Alman idealistleri fikirlerle, düşüncelerle ilgilendiler; tarihsel gelişmeleri düşüncelerin değişmesine, gelişmesine bağladılar. Hegel, Prusya devletini tinin kendini gerçekleştirmesinin son aşaması olarak anladı. Başka bir deyişle Hegel’e göre Prusya devleti, olabilecek en mükemmel devlet fikrinin bu dünyadaki tezahürüydü. Sonra Prusya devleti yıkıldı. Hegelciler büyük bir şaşkınlığa uğradılar. Sağ ve sol Hegelciler olarak bölündüler.
Sağ Hegelciler Hegel’jn bütün tutuculuklarını da sahiplenerek yollarına devam ettiler. Sol Hegelciler ise Hegel’in, “gerçek Hegel’in”, aslında devrimci bir öze sahip olduğunu iddia ederek kendi Hegel’lerini yarattılar. Toplumsal konum olarak sol-Hegelciler düzen karşıtıydılar. Fransız Devriminden etkilenmişlerdi, dini, tutucululuğu eleştiriyorlardı; demokrasi ve eşitlik yanlışıydılar. Aralarında komünist olanları bile vardı. Hepsi bir devrimden söz ediyorlardı ama söz ettikleri devrim, bireylerin tek tek kafalarında gerçekleştirecekleri bir devrimdi. “Biri, insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor, bir başkası, bu yanılsamalara karşı eleştirel bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise, bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve – bugünkü gerçekliğin böylece çökeceğini iddia ediyorlar.”
Görüldüğü gibi sol-Hegelcilerin tümü dış dünyayı bireylerin düşüncelerine bağlayıp, kişinin kendi özüne ters, onunla çelişen, yanlış ve kötü düşüncelere sahip olduğunu savunuyorlar ve bu düşüncelerin değişmesi ya da atılması halinde gerçekliğin kişi için ızdırap verici bir halden çıkacağını öne sürüyorlardı. Genç-Hegelcilerin düşünüş biçimleri elbette gündelik hayatı kavrayışlarının ve onu değiştirmek için ürettikleri politikanın dışında yaşam biçimlerine de yansıyordu. Genelde üniversite çevresinden öğrencilerden ve onlara yakın yazar-çizerlerden oluşan bu topluluk, öğrenci dernekleri adı altında toplanıyor, birbirleriyle sert tartışmalara giriyorlardı. Politik anlayışlardaysa darbeci bir bakış açıları vardı. Kurgusal felsefelerinin kendilerine verdiği güvenle, toplumun verili altyapısına bakmadan atıp tutuyorlardı. Dar bir grupla devleti ve tüm iktidar mekanizmalarını ele geçirip en azından demokratik bir toplum kurmayı planlıyorlardı.
Marx da felsefeyle tanışmasının başlangıcında sol-Hegelci bir hatta konumlanmıştı. Onu bu hattan uzaklaştıran iki etmenden söz edilebilir. Birinci etmen bir başka Alman filozofu Feuerbach’tı. Feuerbach “Hıristiyanlığın Özü” adlı eserinde esaslı bir din eleştirisine girişiyordu. İnsanı duyumsal, maddi bir varlık olarak tanımlayan Feuerbach’a göre Tanrı kavramı insanın kendinde varolan olumlu niteliklerin dışlaştırılmış halinden başka bir şey değildi. İnsan Tanrıyı yücelttikçe kendini küçültüyordu. Feuerbach’ta Marx’ı etkileyen, filozofun somut ve doğaya bağımlı insan anlayışıydı.
İkinci etmen giderek daha fazla ilgilenmeye başladığı ekonomi politik bilimiydi. Bu alanda yaptığı eleştirel okumalar onu giderek dış dünyanın belirleyiciliği yönünde ikna ediyordu.
Marx Hegelcilikten tarihsel materyalizme giden yolda dört ana eser vermiştir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Yahudi Sorunu, 1844 Elyazmaları, Kutsal Aile. Alman İdeolojisi ise idealizme vurulmuş son darbedir.
Bu yazıda Alman İdeolojisi altı ayrı başlık altında incelenecek. Her başlık altında metnin omurgasını oluşturan bölümlerden biri ele alınacak.

TARİHSEL MATERYALİST ÖNCÜLLER
Marx’la Engels, Alman İdeolojisi’ni yazma gerekçelerini eserlerinin önsözünde şöyle açıklıyorlar. “Bu kitabın birinci cildinin amacı, kendilerini kurt sanan ve başkalarının da kurt sandıkları bu koyunların ne olduklarını ortaya koymak, onların meleyişlerinin Alman burjuvalarının tasarımlarının felsefi bir dille yinelenmesinden başka bir şey olmadığını ve bu felsefi yorumcuların palavracılıklarının, Alman gerçekliğinin zavallı yoksunluğunu yansıtmaktan başka bir anlam taşımadığını göstermektir.”
Görüldüğü gibi Alman İdeolojisi bir savaş alanında doğmuştur. Tarihsel materyalizmin öncülleri iki ayrı cephede yürütülen bir savaş sırasında açıklanmıştır. Cephelerden biri Alman İdealizmi, diğeriyse Feuerbach’ın doğa felsefesidir.
Bilimsel sosyalizmin kurucularının Alman İdealizmiyle savaşıp onu geçersiz kılmaya çalışırken izledikleri yöntem, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar hâkim olan felsefi yöntemden epey farklıydı. Yazarlar Hegelcilerin eserlerini iyice analiz edip iç tutarsızlıklarını göstermeye uğraşmak yerine, kendilerine pratik adlı yeni bir ölçüt yaratıp, idealist filozofların ana tezlerini özenle ortaya koyup bunların pratikte hiçbir işlerliği ve açıklayıcı değeri olmadığını göstermeye çalışıyorlardı. Başka bir deyişle idealist felsefeyi onun varsayımlarından yola çıkarak çürütmeye çalışmayarak, kurt postunun içindeki kuzuların minderinde güreşmeyi reddediyorlardı. Marx’a göre böyle bir güreşin ortaçağ papazlarının sonu gelmez tartışmalarına dönmesi kaçınılmazdı. Dış dünya var mı yok mu; eğer varsa bilinebilir mi sorularına verilen yanıtların doğruluğunun ölçütü insanın pratik faaliyetinde yatıyordu. “Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur. “
Burada Marx ve Engels ile genç-Hegelciler arasındaki bir ayrımın tekrar netleştirilmesi önemli. Hegelciler düşman düşüncelerden, kötü düşüncelerden bahsedip bu düşüncelerin insanların varlıklarını, var oluş biçimlerini nasıl değiştirdiği hakkında sayfalar dolduruyorlardı. Oysa Marx tarihsel materyalizmin temel önermelerinden birini daha bu iddiaları çürütürken kuruyordu. Kendi felsefesini netleştirirken şöyle diyordu Marx: “Gökten yeryüzüne inen Alman felsefesinin tam tersine burada, yerden gökyüzüne çıkılır. Başka bir deyişle, etten ve kemikten insanlara varmak için, ne insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavradıklarından ve ne de anlatıldığı, düşünüldüğü, imgelendiği ve kavrandığı biçimiyle insandan yola çıkılır; gerçek faal insandan yola çıkılır ve bu yaşam sürecinin ideolojik yansı ve yankılarının gelişmesi de, insanların bu gerçek yaşam süreçlerinden hareketle ortaya konulabilir. … Yaşamı belirleyen bilinç değil tersine bilinci belirleyen yaşamdır.”
Alman İdeolojisi’nin iki koca ciltlik bir eser olduğu daha önce belirtilmişti. Bu eserin Almancasından Türkçeye ya da İngilizce ve Fransızca gibi dillere yapılan çevirileri ise genellikle Feuerbach başlıklı yüz, yüz yirmi sayfalık bir kısımdan oluşmaktadır. Bunun nedeni kalan kısmın iki düşünürün genç-Hegelcilere karşı Kutsal Aile’de yaptıkları polemiğin devamını içermesidir. Marx ve Engels yukarıda ana hatlarıyla beliren kopuşu genç-Hegelcilerle iyiden iyiye alay ederek edebi bir dille kesinleştiriyordu. Kitabın özünü oluşturan çevrilen kısmında ise ağırlıklı olarak Feuerbach’ın materyalist anlayışı eleştirilmektedir.
Alman İdeolojisi’nin yazarları Feuerbach’ı tutarsız bir materyalist olarak nitelerler. Feuerbach’a yöneltilen eleştirilerin nedenleri iki madde altında toparlanabilir: 1) Feuerbach’ın somut bir varlık olan insana soyut ve değişmeyen, dolayısıyla tarihsel olamayan bir öz biçmesi. 2) Feuerbach’ın yabancılaşmayı ele aldığında yabancılaşmanın yalnızca bir biçimi olan dinsel yabancılaşma üzerinde odaklanması ve kişinin maddi yaşamının yeniden üretimi sırasında doğan yabancılaşmaya hiç değinmemesi.
Feuerbach’ı çağdaşı Alman idealistlerinden ayıran yanı onun insanı maddi bir varlık olarak ele almasıydı. Ona göre insan diğer canlılar gibi doğada yaşayan, algılama yetisine ve zekâya sahip bir varlıktı. Bunun ötesinde Feuerbach insana belli bir öz biçmişti. Başka bir deyişle bir insan tarifinde bulunmuştu. Eğer bir varlık insansa onda şu şu özellikler kesinlikle bulunmalıdır demişti. Feuerbach’a göre bu özü oluşturan değerlerin en önemlileri insanın sevme yetisi ve bir toplumsal varlık olma özelliğiydi.
Ancak Marx ve Engels’e göre insana soyut, evrensel geçerliliği olan bir öz biçmek onun, dolayısıyla içinde yaşadığı maddi doğanın, değişip dönüşme özelliğini reddetmek anlamına geliyordu: Feuerbach felsefesi materyalizme sadık kaldığı ölçüde ne tarihsel ne de diyalektikti, çünkü diyalektik düşünce çelişkilerin varlığını ve bu çelişkiler sonucunda meydana gelen gelişmelerin gerçekliğini kabul ediyordu. “Feuerbach materyalist olduğu zaman tarihten uzak duruyor, ve tarihi hesaba kattığı zaman da materyalist olmaktan çıkıyor. Feuerbach ‘da tarih ve materyalizm birbirlerinden tamamen ayrı şeylerdir…”.
Marx ve Engels Feuerbach’ın insana, tek tek bireylerin özelliklerinden yaptığı soyutlamalardan yola çıkarak verdiği özlerin aslında filozofun yaşadığı dönemdeki toplumsal ilişkilerinin insana verdiği biçim olduğunu vurgularlar. “…(Feuerbach) gerçek tarihsel insan diyeceğine ‘İnsan ‘ der. ‘İnsan ‘ dediği, gerçekte ‘Alman’dır.” “…Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında toplumsal ilişkiler bütünüdür. Gerçek özün eleştirisine girmeyen Feuerbach, dolayısıyla: Tarihsel akıştan koparak, dinsel duyguyu kendi içinde sabitleştirmek ve soyut -yalıtılmış- bir insan bireyini öncülleştirmek… zorunda kalır.”
Feuerbach’ın tarihsel olmayan felsefesi onun doğayı ve insan doğa ilişkisini de kavramasını imkânsız hale getirir. Feuerbach’da doğa sabittir ve değişmez. İnsansa bu verili doğa içinde yaşar, büyür ve ölür. Oysa Marx ve Engels insanın ve onun toplumsal varlığının doğayla sürekli bir etkileşim içinde olduğunu savunurlar. İnsan verili doğa ve toplum ilişkileri içinde dünyaya gelir, doğayla ve toplumla ilişki kurar, onları kendi maddi gereksinimlerini sağlamak için üretim süreci içinde dönüştürür. Değişen doğa ve toplumsal ilişkiler değişmiş koşullar anlamına gelmektedir, değişmiş koşullar altında dünyaya gelen bir sonraki kuşağıma bir önceki kuşağın özdeşi olması olanaksızdır. Tarih, insan, toplumsal ilişkiler ve doğa üçlüsünün karşılıklı etkileşim halinde seyreden bir dönüşüm sürecinden başka bir şey değildir. “Tarih, her biri kendinden önce gelen kuşaklar tarafından kendisine aktarılmış olan malzemeleri, sermayeleri, üretici güçleri kullanan farklı kuşakların art arda gelişinden başka bir şey değildir, bu bakımdan, her kuşak demek ki, bir yandan geleneksel faaliyeti sürdürür ve öte yandan, tümüyle değişik bir faaliyetle eski koşulları değiştirir…”
Feuerbach’a yönelik ikinci eleştiriye geçmeden -Feuerbach’ın anladığı türden- yabancılaşmanın ne olduğuna kısaca değinmekte fayda var. Filozofa göre her insanın içinde barındırdığı özsel birtakım özellikleri vardır. İnsanlar bu özelliklerini çeşitli biçimlerde dışlaştırırlar, başka bir deyişle nesneleştirirler. Sonradan bu nesneleşen şeyler insandan bağımsız bir varlık gibi davranır, hatta insana hükmetmeye, onu ezip, onun için ızdırap kaynağı olmaya başlarlar. İşte bu duruma Feuerbach’ın sözlüğünde yabancılaşma, kendine yabancılaşma adı verilir. Feuerbach için, Marx’m söz ettiği kadarıyla, temel yabancılaşma, belki de tek yabancılaşma biçimi, dinsel yabancılaşmadır. İnsan, Tanrı diye bir kavram yaratıp, kendi özsel niteliklerini, örneğin sevgiyi, dışlaştırıp bu kavrama yansıtıyordu. Bu yansıtma bir yüceltme etkinliği olarak gerçekleştiğinden giderek Tanrı kavramının bu nitelikleri en saf, en mükemmel haliyle barındırdığına inanıyordu. Örneğin insandaki sevme potansiyeliyle tanrınınki karşılaştırılamazdı. Hızla yücelen, ama aslında insanın zihinsel ürününden başka bir şey olmayan Tanrı giderek kendine göksel bir krallık kuruyor, buradan insanlara, kendi yücelttikleri kavram karşısında korkmaya, kendilerini sefil ve aciz hissetmeye başlayan bu varlıklara, hükmetmeye başlıyordu. İşte Feuerbach’ın kendine yabancılaşma dediği şey buydu.
Marx ve Engels Feuerbach’ın materyalist insan anlayışını olumlarken yabancılaşma kuramında idealist bir anlayış bulduklarından eleştiriyorlardı. Onlara göre yabancılaşmanın insanın kendi zihninin ürünü olduğunu söylemek filozofu, yabancılaşmanın ancak kişinin kafasındaki yanlış inançların esaslı bir eleştirisini yapıp onları değiştirdikten sonra ortadan kalkacağını savunan genç-Hegelcilerden bir adım bile ileri götürmüyordu. Marx ve Engels’e göre yabancılaşma denilen durumun asıl kökeni toplumsal ilişkilerdi ve filozofun bu yabancılaşmayı kırmanın yollarını bulmak için asıl yapması gereken şey bu ilişkilerin ve çelişkilerin yabancılaşmaya nasıl yol açtığını ve bunların dünyayı değiştirmeyi nasıl olanaklı kıldığını bulup çıkarmaktı. “Feuerbach, dinsel kendine yabancılaşma olgusundan, dünyanın biri dinsel, tasarlanmış dünya, ötekisi gerçek dünya olmak üzere ikileşmesi olgusundan hareket eder. Onun uğraşı dinsel dünyayı cismani temele oturtmaktan ibarettir. Ama bu uğraşı sonuca ulaştırdığında yapılması gereken esas işin hâlâ beklemekte olduğunu görmez. Cismani temelin kendi kendisinden koparak, özerk bir krallık gibi bulutlara yerleşmesi olgusu, ancak bu cismani temelin içsel çekişmesi ve iç çelişkisi ile açıklanabilir. Öyleyse bu da ilkin kendi çelişkisi içinde anlaşılmalı ve ardından bu çelişkinin kaldırılmasıyla pratik içinde devrimcileştirilmelidir. Demek ki, örneğin dünyevi ailenin, kutsal ailenin gizi olduğu bir kez keşfedilince, bu kez de bu birincisinin teorik olarak eleştirilmesi ve pratik olarak alt üst edilmesi gerekir. “
Marx ve Engels tarihsel materyalizmin kuruluşunu yalnız genç-Hegelcilerin ve Feuerbach’ın olumsuzlanması üzerinden gerçekleştirmezler; kendi pozitif öncüllerini de ortaya koyarlar. Marx ve Engels’in ilk iddiası kendi öncüllerinin, çağdaşları olan Alman filozoflarınınki gibi fantastik kurgu ürünü ya da keyfi dogmalar olmadığıdır. Onların öncülleri soyutlamalar sonucu oluşturulmuştur, ampirik ve gerçektir. Burada özellikle gerçek vurgusu ilginç ve yenidir. Marx ve Engels kitap boyunca sürekli tutkulu bir biçimde gerçek insanlardan, gerçek koşullardan ve gerçek ilişkilerden bahsederler. Gerçek burada bir vurgudur; bir ayrımın, idealistlerle tarihsel materyalistleri ayıran çizginin vurgusudur.
Alman İdeolojisi’ndeki belli başlı vurgular şunlardır: 1) Gerçek insanların varlığı. 2) Bu insanların yaşamlarını sürdürebilmek için belli ihtiyaçları olması. 3) Bu ihtiyaçların geçim araçlarının üretimi yoluyla karşılanması. 4) Geçim araçları üretiminin yeni ihtiyaçları ortaya çıkarması ve bunları karşılamak için de yeni geçim araçlarına ihtiyaç duyması. 5) İhtiyaçları gidermek için üretilen geçim araçlarının ve bunların yarattığı yeni ihtiyaçların gerekli üretim miktarını sürekli artırması. 6) Bu üretimin insanların ilk tarihsel eylemi olması ve toplumsal bir nitelik taşıması. 7) Toplumsal nitelikte bir üretimin belli bir toplumsal ilişkiler ağı ve fiziksel örgütlenme biçimi gerektirmesi. 8) Bu örgütlenme biçimlerinin kendiliğinden işbölümüne yol açması.
Yukarıda sıralanan maddeler yeni bir açıklama gerektirmeyecek kadar anlaşılır görülüyor. Ancak üzerinde durulması gereken iki nokta var. Bunlardan birincisi geçim araçlarının üretimiyle insanın tarihselliği arasındaki ilişki; ikincisi ise toplumsal üretimin gerekli kıldığı iş bölümü ve iş bölümünün sonuçları.
“İnsanlar hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi başka bir şeyle ayırt edilebilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu bir ileri adımdır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler… Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki, bireylerin ne oldukları üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır.” Yukarıdaki alıntı ileride Marx ve Engels’in eserlerinde daha da net bir biçimde sunulacak olan, insanı insan yapanın üretim süreci ve onun şekillenişi olduğuna ilişkin tezin özünü oluşturuyor. Tarihsel materyalizmin önemli tezlerinden biri yavaş yavaş belirginleşiyor. İnsan olarak adlandırılan canlının tarihi geçim araçlarını üretmesiyle birlikte başlıyor. Tarihi belirleyen, ona yön veren şeyse insanların üretim sürecindeki ilişkilerinin biçimi oluyor. “…İnsanlar arasında, gereksinmelerin ve üretim tarzının koşullandırdığı ve bizzat insanlar kadar eski bir maddi bağlar sisteminin varlığı daha baştan bellidir -öyle bir bağlar sistemi ki, durmaksızın yeni biçimler alır ve insanları gitgide bir araya toplayan herhangi bir siyasal ve dinsel saçmalık henüz mevcut olmadan da, bir ‘tarih’ sunar. ” Marx ve Engels Grundrisse’deki, Kapital’deki üretim tarzlarına ilişkin dayanaklarını hep bu tezden türetirler.

İŞBÖLÜMÜ
İkinci önemli nokta iş bölümüdür. Alman İdeolojisi aslında üretim biçimlerinin ve işbölümünün karşılıklı etkileşimlerinin tarihi olarak da okunabilir. Marx ve Engels üretim süreci içerisinde sürekli iş bölümüne ihtiyaç duyulduğunu belirtirler. Ancak başlangıçta bu işbölümü doğal bir işbölümüdür, sorun sağ kalmak olduğundan mümkün olan maksimum üretim ancak herkesin çalışmasıyla meydana gelir, herkes aşağı yukarı eşit miktarlarda çalışmak zorundadır. İnsanların, sağ kalmalarına yetecek miktardan fazlasını üretmeye başlamalarıyla birlikte gerçek işbölümü ortaya çıkar. İleriki eserlerinde Marx ve Engels bunu sınıflı toplumların ortaya çıkışı diye tanımlamaya başlayacaklardır. Gerçek iş bölümü bir toplumsal grubun çalışmak zorunda kalması, diğer toplumsal grubunsa çalışanların üzerine egemenlik kurarak onları yönetmesiyle başlar. Böylesi bir egemenlik sürecinin oluşmasına Alman İdeolojisi’nde ve Marx ve Engels’in sonraki eserlerinde “kafa ve kol emeğinin ayrılması” adı verilir. Bu ayrışmanın değişik biçimlenmeleri -kafa emeğinin kol emeğinin üretim tarzını yönetmesinin ve onun yarattığı değeri gasp etmesinin değişik durumları- işbölümünün, dolayısıyla üretim biçimlerinin tarihsel olarak sıralanışını meydan getirir. Kafa ve kol emeğinin ayrışmasının en köklü biçimi kentle kırın ayrışmaya başlamasıdır. Bu ayrışma ancak sanayi ve ticaretin tarımdan ayrılıp bağımsız bir faaliyet haline dönüşmesiyle gerçekleşir. Bu büyük ayrışmanın ardından sanayi ve ticari etkinlikler birbirinden ayrışır. Alman İdeolojisi’nde bu ayrışmalar sırasıyla aşiret, antik, feodal, manifaktür ve büyük sanayi olarak sıralanır. Her işbölümü kendisinden önce gelenden daha karmaşıktır ve daha fazla toplumsal grubu üretim ağına katar.
Peki, ama bu işbölümü nasıl gerçekleşmektedir, daha da önemlisi bir işbölümü biçiminden diğerine nasıl geçilmektedir. Bunu anlayabilmek içinse işbölümüyle oluşan toplumsal gruplaşmanın nasıl korunduğunu görebilmek gerekiyor. Nasıl oluyor da bir grup insan, nüfusun çoğunluğunu oluşturanlar, kuzu kuzu çalışmayı kabulleniyorlar? Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde sınıflı toplumların oluşması sırasında kimin kafa emeğini kimin kol emeğini üreteceğinin nasıl belirlendiğini ayrıntılı bir biçimde anlatmıyorlar, bu belirlenmenin nasıl gerçekleştiği ileride Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında işleniyor. Alman İdeolojisi’nde sadece egemen sınıfların kendi varlıklarını nasıl korudukları anlatılıyor. Marx ve Engels bunu anlatabilmek için bilim-ideoloji, özel çıkar-genel çıkar ayrımlarını belirginleştiriyorlar.

İDEOLOJİ
Bireylerin tek tek özel çıkarları vardır, bu çıkarlar genelde bireysel ihtiyaçlarının giderilmesiyle ilişkilidir, ancak bu ihtiyaçların giderilmesi toplumun üretim tarzından bağımsız olmadığı için, toplumun genel ihtiyaçlarının giderilmesinden, başka bir deyişle genel çıkarlardan bağımsız değildirler. Ancak işbölümü gereği toplumsal üretim ve paylaşım biçimini, egemen sınıflar, başka bir deyişle üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutanlar belirlediği için genel çıkarlar da, bu toplumsal sınıfın özel, sınıfsal çıkarları uyarınca belirlenir.
Demek ki egemen sınıfın özel çıkarlarının diğer toplumsal sınıflara, bu çıkarların tüm toplumun genel çıkarları olduğunun yutturulması gerekmektedir. Bunu gerçekleştirense Marx ve Engels’e göre hâkim sınıfların ideolojisidir. “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da ellerinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadelerinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler onun egemenliğinin fikridirler.”

DEVLET
Ancak kol emeğini üreten sınıfların özel çıkarlarının, genel çıkarlar gereği uygulatılmak istenen işbölümüyle çeliştiği apaçık ortadadır. Çıkarlar çeliştiği zaman, “gerçekliği karanlık odada olduğu gibi baş aşağı çeviren” egemen sınıfın ideolojisinin üretimde bulunan sınıfın bireylerini uyutamayacağı, tarihsel materyalizmin temel önermelerinden biridir. Egemen sınıfın ideolojisinin yapabilecekleri, kafaları bulandırmak ve çelişkileri katlanılır kılmakla sınırlıdır. İş bölümünü sürekli kılmak için doğrudan maddi bir zor aygıtı gerekmektedir, bu aygıtın adı da devlettir. “…Kolektif ve kolektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çarpışan çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı ‘genel’ çıkarın devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve dizginlemesini zorunlu kılar.”
Devlet de egemen sınıfın devletidir. İşbölümü biçimleri, dolayısıyla mülkiyet ilişkileri ve egemen sınıflar değiştikçe devletin müdahale ve egemenlik tarzı da değişmektedir. Devlet toplumsal ilişkilerin sahnelendiği sivil topluma ve oradaki üretim ilişkilerine bağımlı bir biçimde yapılanır. Burada tarihsel materyalizmin Alman idealizmine taban tabana zıt düşen bir önermesi daha ortaya çıkıyor. Alman idealizmine göre devlet aklın cisimleştiği ve sivil toplumun oluşumunu belirleyen kurumdu. Marx ve Engels bu anlayışı tamamen kırıyor ve devleti sivil topluma bağımlı kılıyordu.
Ancak sivil toplumlardaki üretim ilişkilerinin nesnel bir analizi henüz gerçekleşmemiştir. Ortada sadece Marx ve Engels’in okumalarından ve eleştirel bakışlarından oluşmuş bir üretim ilişkileri tarihi vardır. Yine de Marx ve Engels’in bu teziyle birlikte tarih biliminde yerini bir döneme girilmiş devlet ve kahramanlar merkezli bir tarih yazımının yerini toplumsal dinamiklerin birinci dereceden belirleyici olduğu bir tarih yazımı almıştır.
Sonuç olarak Alman İdeolojisi’nde işbölümünün yeniden örgütlenmesinin egemen sınıfların değişimiyle, bu değişimin de ancak bir toplumsal devrimle olanaklı olduğunun belirtildiği söylenebilir. Ancak Alman İdeolojisi özelinde toplumsal devrimlerin genel olarak nasıl gerçekleştiği ayrıntılarıyla belirtilmemiş, yalnızca Komünist Devrim için gereken şartlar vurgulanmıştır. Bu şartlar yazının altıncı bölümünü oluşturacak. Ancak buraya girmeden önce sınıflı toplumlardaki iş bölümüyle yabancılaşma arasındaki ilişkiye değinmek gerekli.

YABANCILAŞMA VE YABANCILAŞMIŞ EMEK
Alman İdeolojisi’nin yazılmasına dek yabancılaşma kuramı filozof Marx’in kuramının merkezi durumundaydı. Marx kapitalizmi kötü buluyordu. Kapitalizm kötüydü çünkü yabancılaşmaya yol açıyordu. Peki, yabancılaşma ne demekti?
Yabancılaşma sözcüğü adı üstünde ‘yabancı’dan türemektedir. Yabancı sözcüğünün anlamı ise bir ilişkiyi gösterir. Kişi eğer bir başka kişiye karşı kendini uzak hissediyorsa biz bu ilişkiyi yabancılık olarak tanımlarız. Yabancılık ilişkisi ille de iki farklı kişi arasında gerçekleşmez; kişiyle bir kavramı kişiyle bir olay hatta kişiyle kendisi arasında bile gerçekleşebilir. Bu ilişkinin yaşandığı süreceyse yabancılaşma denir.
Alman idealistlerinin temel sorunsalı kişinin kendine yabancılaşmasıdır. Kişinin yani insanın birtakım öz nitelikleri vardır. Ama başlangıçta bu özelliklere uzaktır, bunların farkında değildir. Tarihin akışı içerisinde diyalektik bir etkileşim sürecinde kişi çeşitli uğraklardan geçerek bu yabancılaşmadan kurtulur. Örneğin Hegel’e göre dünya felsefeleştiğinde yabancılaşma ortadan kalkacaktır. Bunun içinse Kutsal Tin’in bu dünyadaki cisimleşmiş hali devletin, çeşitli düzenlemelerle kişileri yanlış fikirlerinden vazgeçirmesi gerekir. Genç-Hegelcilerin de yabancılaşma konusuna bakışları farklı değildir, onlar için de yabancılaşma bir bilinç sorunudur. Yabancılaşma din tarafından yaratılır. Din eleştirilip, toplum dinin yanlışlığına ikna edildiğinde yabancılaşma ortadan kalkacaktır.
Marx da 1843 yılında Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi kitabında genç-Hegelcilerle benzer bir görüşü paylaşıyordu. Ancak Marx’ın Hegelci idealizmden diyalektik materyalizme ilerleyen felsefi çalışmalarına baktığımızda yabancılaşmayı ele alış biçiminin de değiştiğini görürüz. Yabancılaşma onun için giderek bir bilinç sorunu olmaktan çıkar ve toplumsal ilişkilerin, üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir soruna dönüşür. Yabancılaşmanın en büyük nedeni yabancılaşmış emektir.
Marx’a göre insanı insan yapan en önemli özellik onun dış dünya üzerinde emek uygulayarak kendisinde var olan özellikleri dışlaştırmasıdır. Emek insanın var oluş biçimidir, yaşamını ortaya koyuş tarzıdır. Sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte insan, kendi emeğine giderek yabancılaşmaya başlamıştır. İlkel komünal olarak adlandırılan toplumlarda herkes çalışıyordu, hem de en temel ihtiyaçları karşılamak için, böylelikle emek harcayan herkes kendisi için üretiyordu. Ürettiği şeyleri kendi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanabiliyordu. Oysa sınıflı toplumlarda emek harcayanların yarattığı değerler egemen sınıfları zengin etmekten başka bir işe yaramıyordu. Bu büyük sanayinin oluşturduğu yeni düzenle daha da belirginleşti. Kol emeği harcayanlar, üretilen değerlerin giderek daha büyük bir yüzdesini üretmelerine karşın, aldıkları ücret onların sağ kalmasına ve çok fazla sorun çıkarmadan üretim sürecine katılmasına yetecek kadardı. Proletarya, Marx’ın daha sonraki bir eserinde belirttiği gibi artık yaşamının ortaya koyuş tarzı olan emeği çalışma süresinden arta kalan zamanı boyunca yaşamını sürdürebilmek için kapitalistin hizmetine sunuyordu. Proletaryanın emeği artık yabancılaşmış emekti, bu da diğer tüm yabancılaşmaların kaynağıydı.
Marx’a göre yabancılaşmış emeğin en önemli hazırlayıcısı işbölümüydü. İşbölümü karmaşıklaştıkça, üretim ağı giderek daha fazla insanı üretim süreci içerisine sokmaya başladıkça, emeğin yabancılaşması artıyordu, “işbölümünün bize derhal ileri sunduğu şey şudur: insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, şu halde, ortak çıkar ile özel çıkar arasında bölünme olduğu sürece, demek ki faaliyet gönüllü olarak değil de doğanın gereği olarak bölündüğü sürece, insanın kendi işine hükmedeceğine, insanın bu kendi eylemi, insan için kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren bir yabancı güç haline dönüşür. Gerçekten de, iş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan onun dışına çıkamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur; o kişi avcıdır, balıkçıdır ya da çobandır ya da eleştirici eleştirmendir ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa bunu sürdürmek zorundadır.”
Marx’a göre komünist toplumda bu yabancılaşma kırılacaktır, çünkü toplumsal ilişkiler yeni baştan düzenlenecektir, “…oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiç bir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak olanağını yaratır.” Çünkü komünist toplumda iş bölümü, burjuva anlamdaki çalışma ortadan kaldırılır. “Daha önceki bütün devrimlerde faaliyet tarzı değişmemiş kalıyordu ve yalnızca bu faaliyetin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu: komünist devrim bunun tersine faaliyet tarzına yönelmiştir, çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır, çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir.”

KOMÜNİST DEVRİM
Görüldüğü gibi yabancılaşmanın ortadan kaldırılması ancak komünist bir devrimle gerçekleştirilebilir. Genç-Hegelcilerin bir kısmının da komünist bir toplum istedikleri belirtilmişti. Neydi Marx ve Engels’in bunlardan farkı? Onlar yabancılaşmayı ve ona yol açan burjuva toplumsal düzeni kötü bir şey, yabancılaşmayı ortadan kaldıracağını savundukları komünizmi ise iyi bir şey olarak görüyorlardı. Marx ve Engels’in kurdukları tarihsel materyalizm tamamen farklı bir kavrayışla yaklaşıyordu soruna. “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda varolan öncüllerden doğarlar.” Komünizm insanların iradi olarak canları isteyince kurabilecekleri bir toplumsal düzen değildir. Komünist devrimin belli şartları vardır. Anlaşıldığı gibi yabancılaşmanın kötü olması komünizmi kötü kılmamaktadır. Marx ve Engels’in yabancılaştırmaya verdikleri rol giderek değişmektedir. Yabancılaşma, proletaryaya, yaşamı kendisine ve onu oluşturan üretim ilişkilerine karşı devrim yapmayı istetecek kadar katlanılmaz kıldığı için, komünist devrim, tarihin zorunlu bir sonucudur.
Yabancılaşmanın yaşamı katlanılmaz kılmasının iki pratik koşulu vardır Marx ve Engels’e göre: Proletaryanın nüfusun ezici çoğunluğu haline gelip varlığının toplumsal “zenginlik ve kültür dünyasıyla çelişkili hale gelmesi” ve üretici güçlerin tarihsel olarak dünya çapında gelişmesi. Marx ve Engels birinci koşul sağlanmadan devrimin gerçekleşemeyeceğini, ikinci koşul sağlanmadan da devrimin gerçekleşse bile başarıya ulaşamayacağını savunur.
İki koşulun da üzerinde durmak gerekli. Marx ve Engels üretici güçler yeterince gelişmeden yapılan bir devrimin insanları zenginlikte eşitlemek yerine fakirlikte eşitleyeceğini savunurlar. “Çünkü bu koşul olmadan, kıtlık genel bir durum alır ve gereksinmeyle birlikte zorunlu olan için savaşım yeniden başlar ve gene kaçınılmaz olarak aynı eski çirkefin içine düşülür. ” Dünya devrimi olmadan komünizmin başarıya ulaşamamasının nedeni Marx ve Engels’e göre burjuva toplumsal ilişkilerinin komünizmi kaçınılmaz olarak boğacak olmasıdır. “Bu koşul olmadığı takdirde 1. komünizm ancak yerel bir olgu olarak varolabilir; 2. karşılıklı ilişki güçleri, evrensel, şu halde, katlanılmaz olan güçler olarak gelişemezler, yerel batıl inançlardan doğan koşullar olarak kalırlar: ve 3. karşılıklı ilişki yaygınlaştıkça yerel komünizm ortadan kalkar. (Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların ‘hep birden’ ve eşzamanlı hareketi olarak olanaklıdır, bu da üretici gücün evrensel gelişmesini ve buna bağlı olan dünya ilişkililerini varsayar. “

SONUÇ YERİNE
Alman İdeolojisi’ni önemli kılan şey onda Marx ve Engels’in diğer eserlerinde bu kadar açık olmayan ideolojik hesaplaşmadır. Marx ve Engels bu eserleriyle birlikte Alman idealizmini tarihe gömmüşlerdir. Alman idealizmi gerçi hâlâ kendi varlığını sürdürmeye çalışıp sayfalar dolusu kimsenin okumadığı eserler vermektedir ama Alman İdeolojisi’yle birlikte idealistler Marx ve Engels’in ve onların yapıtlarını okuyan tüm dünya devrimcilerinin ve proletaryasının gözü önünde bir bilgi kaynağı olmaktan çıkıp boş laf üreten gevezelere dönüşmüşlerdir.
Alman İdeolojisi coşkulu bir kopuş ve bir reddediştir. Artık çok uzun bir zaman boyunca, idealist sapmalar Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde etkinliklerini arttırıp Anti-Dühring’in yazılmasını zorunlu kılıncaya kadar, Marx ve Engels idealistlerin minderine inmemiş onların hayatı baş aşağı gösteren sayfalar dolusu risalelerini ciddiye alıp vakit kaybetmemişlerdir. Marx ve Engels pratikle, insan yaşamının yeniden üretimiyle ilgilenmiş, bilim ve politika yapmışlardır.
Alman İdeolojisi’ni bugün okuyanların kavraması gereken en önemli şeylerden biri egemen ideolojinin egemen dil ve egemen bilim kullanılarak çürütülemeyeceğidir. Çünkü bunlar ancak egemen sınıfın sömürüsünü ve baskısını onaylamaya hizmet eder. Günümüzde kapitalist ideoloji ancak reddedilerek ve karşısına, varoluşu gereği burjuvaların mezarını kazma potansiyelini barındıran bir sınıfın, proletaryanın perspektifiyle üretilen bilimin konulmasıyla çürütülebilir. Sadece bu bilimin ışığı proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımında onu zafere ulaştırabilir. Böyle bir bilim vardır ve yeniden yaratılmasına gerek yoktur; adı tarihsel materyalizmdir. Alman İdeolojisiyle doğmuştur.

Mart 1998

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑