Devrim mi karşı-devrim mi?

Kötülüğe, olumsuzluğa soyunanlar ve özellikle yeniden (ve yeniden) soyunanlar, soysuz girişimlerini neredeyse her zaman “yenilik” olarak sunmuşlar, her zaman birtakım “değişikliklere ve “yeni dönem” değerlendirmelerine dayandırmışlardır. Sosyal açıdan işçi ve emek düşmanlığına, siyasal açıdan karşı devrime yönelenlerin ya da işçi ve emek düşmanlığıyla karşıdevrimcilikte bir adım daha atanların, hareket noktası, hemen daima, “değişiklikler” ve “yeni dönem” saptamalarıyla “yenilikçilik” edebiyatı olmuştur.
Özal’la Çiller’in, reklamcıları başta olmak üzere kapitalizmin “devrim” sözcüğünü bile bu yolda kullanıp çirkinleştirmeye çalıştıkları biliniyor. Özal’la Çiller’e yenilikçiliği ya da devrimciliği, en çok da eski solcular yakıştırdı. Şimdiyse eski solcular arasında hâlâ bazı sadık Özalistler kalmakla birlikte, Çiller’den hemen hepsi ellerini yıkadılar.
Ertuğrul Özkök “Elveda Başkaldırı” diye kendisini “yenilerken”, çocukluk ettiği saptamaları yanında dünya ve Türkiye’nin pek değişmiş olduğunu ileri sürüyordu.
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da sosyalizmin geçici yenilgisini yaşayıp görenler devrimciliğin ve sosyalizmin sonunun geldiğini sandılar; “Elveda Proletarya” tezlerine imza attılar. O zamana kadar göremedikleri değişiklikler vardı. Eskiden söylenmişleri, örneğin Herbert Marcuse’ün tezlerini tekrarladılar. Proletarya yok olmaktaydı; artık işçi sınıfından ve merkezinde işçi sınıfının olacağı devrim teorilerinden söz edilemezdi. Çünkü bilimsel teknik devrim her şeyi değiştirmiş, ortalığı robotlar sarmış ve kol ile kafa emeği ayırt edilemez olmuştu. Artık menajer ve mühendisleriyle birlikte çalışanlar vardı. Karşıdevrime iltihak etmelerini proletaryanın, dolayısıyla devrimin temelinin berhava olmasıyla açıkladılar. Değişiklikler önemliydi, yeni döneme girilmişti ve yenilenmeleri gerekiyordu!
’68’lerde Avrupalı emperyalistler devrimcilerin düşmanıydı ve “Ortak Pazara Hayır” temel şiarlardan biriydi. Mao “üç dünya teorisi”ni birtakım değişiklik ve yenilikler üzerine kurdu. Dünyanın yeni bir döneme girdiğini ileri sürüyordu. Türkiye’de başta Aydınlıkçılar hemen peşi sıra yürüdüler. Avrupalılar emperyalist olmasına emperyalisttiler; ama pek o kadar da düşman sayılmamaları gerekiyordu. Onlar “ikinci dünya” ülkeleriydiler ve en tehlikeli ve saldırgan emperyalistler olan ABD ile Rusya’nın oluşturduğu “birinci dünya” karşısında işçi sınıfı ve ezilen halkların müttefiki düzeyine yükseltildiler. “Ortak Pazara Hayır” şiarından vazgeçildi. “İki süper güç”ün ortaya çıkması önemli bir değişiklikti ve gereği yapılmış, teori ve pratik yenilenmiş oluyordu.
Türkiye’de Avrupa’ya ilişkin bu değerlendirme, sonradan neredeyse bütün bir aydın ve demokrat çevreyi kapsayarak yayıldı. Bunun özel bir nedeni vardı. 12 Eylül bu çevrede takat bırakmamıştı. Avrupa ise Türkiye ile ilişkilerinde, daha çok Türkiye’nin ABD güdümünde oluşu işine gelmediği için, “insan haklan” ve “demokrasiye dönüş” argümanlarını kullanıyordu. Takatsiz kalanlar, dönenler, en çok da dönmelerinde Avrupa ve demokratlığını manivela olarak kullananlar, Avrupa’nın demokrasi hayranlığını keşfettiler. Avrupa “Türk demokrasisi” için ihtiyaçtı! Özalistler bir yandan bu solcu dönekler diğer yandan Avrupa Birliği’nin Türkiye için sunduğu olanaklara tapınmaya başladılar. Avrupa sorunu, Özal ya da düzenle bu döneklerin barışıp birleşmelerinin de aracı oldu. Artık şiar, “Yaşasın BAB”dı.
12 Eylül’ün öncesinde ise, Avrupalı emperyalistler müttefik ilan edilmekle kalmadı. İlerleyen sürecin “yeni değişiklikler”e neden olduğu keşfedildi. “Üç dünyacılık” ya da Aydınlıkçılık, Amerikan emperyalizminin de pek sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını, savaş tehlikesinin kaynağının esas saldırgan olan Rus emperyalizmi olduğunu kararlaştırdı. ABD ile iyi ilişkiler ve işbirliği geliştirilmesi süreci başladı. ABD, Afganistan’da Rusya ile dünya egemenliği peşinde çatışırken iyi yapıyordu, destekliyorlardı. ’68’de gençlerin askerlerini denize döktükleri 6. Filo dost görülmeye Akdeniz ve sıcak denizlerde “Rusya karşısında” sefer halinde olmasından sevinç duyulmaya başlandı. Değişiklikler, Amerikan emperyalistlerini dünya halklarının belalısı olmaktan çıkarmıştı, ABD dünya egemenliği peşinde koşmuyor, koşsa bile iyi ediyordu!
Suudi Kralından Iran Şahına, Şili’den Filipinler’e diktatörlere, nerede Amerikan işbirlikçisi varsa tümüne kucaklar açıldı, hepsi dost sayıldı. Türkiye’ye geleceğiz.
Şimdi tekrar yepyeni bir döneme girilmiş bulunuyor, iddia bu.
Şimdi, yine başta Aydınlıkçılar, geniş bir çevre, bütün dünyasını, tüm yaklaşımlarını yeniden yeniliyor. “Yenilikler” karşısında yeni etkilenenler, biraz tedirginlik biraz sarhoşluk içinde. Aydınlıkçılar ise, sadece taze kan buldular. Dönmüyor, “döneklik” yapmıyorlar. Döneklik yapmanın bile “hazzı”nı tatma şansları hiç olmadı. Daima barikatın karşı tarafında yer almışlardı. Şimdi bu karşı tarafta yer alış pozisyonlarını yenileme fırsatı buldular, ataklaştılar.
Gündelik hayhuy içinde Aydınlıkçılar, bu ülkede hiç 12 Mart ve 12 Eylül’ler yaşanmamış gibi ilericilik-gericilik ve ordu arasında kurdukları bağlantılarla, eskimiş olmakla kalmayıp sonu hep sıkıyönetim cezaevlerinde biten değerlendirmeleriyle yeniden sökün ettiler. Pek cesurlar. Pratiğini yapmakla kalmayıp emperyalistlerle ittifakı teori düzeyine yükseltmiş olmalarına bakmadan, yavuz hırsız misali, söylediklerine kanmayanları mandacılıkla suçluyorlar. Bu ülke hiç işçi ve emekçi hareketi yaşamamış, işçi ve emekçiler ordunun ilericiliği-gericiliğini kendi pratiklerinde sınamamış gibi bol keseden atıyorlar. Yine Marksizm bu topraklara hiç uğramamış ya da emperyalist propaganda merkezlerinin hülyasınca revizyonizmin çöküşü sonrası bitmiş gibi ellerini kollarını serbest hissediyorlar. Peşinden sürüklendikleri “büyük değişiklik” ve “yeni dönem”in kendilerini büyülediği, pervasızlaştırdığı görülüyor.
Bugün keşfedilen önemli değişiklik, orduya ve ordunun tutumuna ilişkindir.
Doğu Perinçek, “Sol Güçbirliği Sol iktidar” adını verdiği program ve siyaset önerilerinde şöyle söylüyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin irticayı baş tehdit kabul etmesi ve ırkçı milliyetçiliği tehdit kapsamı içine alması, dengeleri Cumhuriyet Devrimi güçleri lehine değiştirmiştir. Türkiye böylece yeniden Cumhuriyet Devrimi rotasına girmiştir. Bu atılım, yalnız iç gericilikle değil, dünya sermayesiyle, özellikle ABD emperyalizmiyle çeşitli hesaplaşmalardan geçerek zafere ulaşacaktır.”
Değişiklik orduda. Perinçek, 15 Mart ’98’de bunu çok açık söylüyor: “Ordunun Cumhuriyet Devrimi mevzisine girmesi, Türkiye için büyük şanstır.” Ordudaki değişiklik siyasetteki dengeleri değiştiriyor ve Türkiye değişiyor, Türkiye artık devrim rotasındadır! Ordu devrimcileşiyor, peşi sıra Türkiye devrimcileşiyor!
“Devrim” sözcüğünün Özalvari yeni bir yozlaştırılışı ve çürütülüşüyle karşı karşıyayız.
Ama önce ordudan başlanmalı. Değişiklikler, Aydınlıkçılar’a göre, ordu kaynaklı.
Önce çok bilinen ama Marksizm yozlaştırıcılarının, oportünizm ve revizyonizmin en çok iğdiş etme uğraşında olduğu devlet ve ordu konusunda Marksist öğretiyi özetlemek gerekiyor.
Devlet ve ordu. Ordu tek başına ele alınamaz. O, devletin bir kurumu, devletin olmazsa olmaz temel kurumudur. Devlet, “halka yabancı ve halka karşı örgütlenmiş özel silahlı güçler” olmadıkça devlet olamaz. Bu nedenle devletle birlikte ve onun temel bir kurumu olarak ordu üzerine konuşulabilir.
Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde bütün bir tarih öncesinin ve devletsiz komünal örgütlenmenin analizi üzerinden devletin doğuşunu ve niteliğini anlatır:
“Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.
Devlet, eski gentlice örgütlenmeye göre, ilkin, uyruklarının toprağa göre dağılmasıyla belirlenir. …
İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. Köleler de nüfusa dâhil bulunuyorlar; 365.000 köle karşısında, 90.000 Atina yurttaşı, ancak ayrıcalıklı bir sınıf oluşturur. Atina demokrasisinin halk ordusu, boyunduruk altında tuttuğu kölelere karşı, aristokratik bir kamu gücüydü; ama yurttaşlara da söz geçirebilmek için, daha önce anlatmış bulunduğumuz gibi, bir jandarma kuvveti zorunlu oldu. Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden de, gentlice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 9. Baskı, sf. 175–176)
Bu “toplumdan doğan ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan”, jandarma, hapishaneler, mahkemeler ile birlikte, “bizzat silahlı güç olarak örgütlenen halk”tan, “halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi”nden tamamen farklı “silahlı adamlar”dan oluşan “özel kamu gücü”, devlet (ve ordu), sınıfsız toplumda tanınmadığına ve sınıf zıtlıklarının ürünü olduğuna ve karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların çatışmasının tam ortasında ve müdahaleci olarak yer aldığına göre sosyal olarak nedir, kimindir?
Sınıf karşıtlıklarının bu ürünü, sınıflı toplumların bu örgütü, bu özel kamu gücü, silahlı adamlarıyla birlikte, kuşkusuz bir sınıf karakteri taşımak zorundadır. Engels şöyle diyor:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortamında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen duruma gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki, antik devlet, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi; tıpkı feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı ve modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi.” (Age, sf.177)
Devlet sınıf karakterlidir. Ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın devletidir. Sömürücü sınıfların elinde sömürülen sınıfları boyunduruk altında tutmaya ve ezmeye yarayan bir şiddet aletidir. Devletin özü, zordur, şiddettir.
Marx ve Engels, bu fikri, daha Komünist Manifesto’da işlemişlerdi:
“Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.”
Şimdi, TSK’nın izlediği şu ya da bu politika ve aldığı şu ya da bu tutum ile nasıl olup da bütün “dengeleri değiştirdiği” ve “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktuğu” sorununa geliyoruz.
Eğer söz konusu olan, gerçekten devrimse, her şeyden önce, bir iktidar değişikliğine yol açmalıdır. Bu değişiklik, ancak, hükümet ya da politika değişiklikleriyle sınırlı olmayan köklü bir değişiklik olabilir. Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur.
Peki, Türkiye’de iktidar kimdir? Kimin elindedir iktidar?
Türkiye, kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde, bir modern devlettir. Hâlâ bir dizi feodal kalıntılara sahip olsa da kapitalist bir ülkedir. Tekelci büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle birlikte, ekonomik olarak egemen olan sınıf olduğu kadar siyasal bakımdan da egemendir, devlet iktidarını elinde tutmaktadır.
Türkiye, Cumhuriyet’ten bu yana izlediği gelişme süreciyle, Lenin’in “Fransa’da İç Savaş” adlı eserinden, Marx’tan, Fransa deneyine ilişkin olarak aktardıklarını bir kez daha doğruluyor. Ya da söylenenler Türkiye’ye ilişkin yapılmış gibi görünüyor:
“(Ortaçağda oluşmuş ve 19. asırda daha da gelişmiş…) ‘daimi ordu, polis, bürokrasi, ruhban sınıfı ve hâkimler gibi’ her yerde hazır ve nazır kurumları ile merkezileşmiş devlet gücü… Sermaye ile emeğin arasındaki karşıtlığın gelişmesi ile birlikte ‘devlet gücü gitgide daha fazla ölçüde, emeğin ezilmesi için bir baskı gücü, sınıf hakimiyetinin aracı niteliğini kazanır.'” (Lenin, Marksizm-Devlet Üzerine Devlet ve İhtilal İçin Hazırlık Materyali, sf. 54)
Devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleridir. En çok bugün emeğin ezilmesi için bir baskı gücü olmuş, bugün bütün ağırlığıyla işçi ve emekçilerin üzerine çöken sınıf hâkimiyetinin aracı niteliğini kazanmıştır. Bunun inkâr edilebilmesi kolay değildir. İnkâra kalkışıldığında, bunu, cop ve dipçiği sırtında ve kafasında en az bir kez denemiş, evinden ya da komşusundan en az bir ölü çıkmış, grev ve gösterilerine saldırılmış, işten atılmış, işletmesi yabancı ve işbirlikçi sermayeye peşkeş çekilmiş, sendikasız ve sigortasız çalıştırılan, çocuklarını okutamaz ve hastane kapılarında sürünür kılınmış işçi ve emekçilere anlatmak ve kabul ettirmek olanaksızdır.
TSK’nın, “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktuğu” iddiasıyla denenen, en başta, budur. Bu iddia karşısında, iki soru ortaya çıkıyor.
Birincisi şudur: Girilen “devrim rotası”, hangi iktidar değişikliğini öngörmekte, hangi iktidara karşı yönelmektedir?
Tekelci burjuvazinin iktidarı mı hedefleniyor?
Aydınlıkçı bunu açıktan ileri süremiyor, ileri sürdüğü “TSK’nın irticayı baş tehdit kabul etmesi ve Irkçı Milliyetçiliği tehdit kapsamı içine alması”dır.
Aydınlıkçı “Sol Güçbirliği Sol iktidar” ve “Cumhuriyet Devrimi’nin Yeni Atılımı için İktidar Seçeneği” adını taktığı konuşmasıyla “Askeri Darbe Yok, Ordu’ya Darbe Var” başlıklı konuşmalarında bir “iktidar” sorunundan söz ediyor. Bu konuşmasının başlıklarından da anlaşılıyor. “İktidar” peşinde. Sorunu, “devrim” ve her devrimin temel sorunu olan “iktidar” sorunu olarak ele alıyor!
Ne tür bir “iktidar”dan söz ettiğini gördükçe, “devrim” sözcüğünü de ne anlamda kullandığı açığa çıkacaktır.
Şöyle konuşuyor:
“İrticaya yaslanmak, yasadışıdır. İrticaya karşı mücadele ise meşrudur ve gereklidir. Ve irticaya karşı mücadele, elbette bir iktidar mücadelesidir. Tarikatlar, iktidar mevzilerinden ve toplumdan temizlenecektir.”
Önce Aydınlıkçının bugünkü bütün gerici pozisyonu ve tutumunu üzerinden inşa etmeyi marifet saydığı şu irtica demagojisi aradan çıkarılmalıdır.
İrtica, şeriatçılık ya da siyasal İslam, aynı Ortodoksçuluk, Katolikçilik (papacılık) ya da Yahudicilik gibi, tehlikeli ve karşı-devrimci bir teori ve pratiktir. Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, din, siyasallaştırılarak, sömürülen ve ezilen emekçi yığınların maddi ve manevi olarak boyunduruk altında tutulabilmesini kolaylaştırmak üzere kapitalizm ve devlet tarafından beslenip önü açılmış, işçi ve emekçilerin ve devrimin başına bela edilmiştir.
Bütün laisizm iddialarına rağmen, Türkiye’de devlet, kesinlikle laik değildir. Sadece Diyanet aracılığıyla dine müdahale edip kendine bağlamakla kalmamış; zorunlu din dersleriyle, ilahiyat fakülteleriyle, binlerce imam-hatip okulu ve bunların orta-eğitime eşitlenmesiyle, dini menkıbeler ve hurafelerle doldurulmuş ders kitaplarıyla bütün bir eğitimi dinselleştirmiş, eğitim ve içişleri bakanlıkları polis başta olmak üzere bütün devlet daireleri tarikat üyeleri ve imam-hatip mezunlarıyla şişirilmiş; bütün bunlar ve ülkenin Kuran kurslarıyla doldurulması, en büyük hız ve yaygınlıkla 12 Mart ve 12 Eylül günlerinde gerçekleştirilmiş, bununla sınıf mücadelesinin önü kesilmek istenmiştir.
Şimdi irtica üzerinden puan toplamaya çalışan Evren gibi, en büyükleri başta olmak üzere, generaller, Aydınlıkçının başında olduğu da dahil olmak üzere “solcu”-sağcı bütün düzen partileri, medya, üniversite rektörleri, siyasal İslam’ın beslenip geliştirilmesinde üzerlerine düşen desteği vermişlerdir.
Aydınlıkçı şimdi irticanın geliştirilmesinin baş müsebbiplerinin irticaya karşı olduğuna inanılmasını istemektedir!
İrtica destekçilerinin şimdi neden irtica eleştirmeni kesildiklerinin Amerikan “savunma konseptleri”ndeki değişmeyle ilgili açıklamasını, dergimizin konuya ilişkin yazısında bulacaksınız. Bu nedenle burada, tekrarlamayacağız.
Ancak irtica sorunuyla ilgili şu söylenmelidir ki, sorun, Aydınlıkçının göstermek istediği gibi, irticaya karşı olup olmama sorunu değildir. Devletin laikleştirilmesi, din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin siyasetten koparılarak kişinin özel sorununa dönüştürülmesi, devrimin amaçlarındandır. Çünkü Türkiye’deki durumu da açıklamak üzere, sermayenin, dini işçi ve emekçilere karşı kendi hizmetine koşması ve devletin diğer ideolojik alanları olduğu kadar dini de kucaklayarak sömürülen yığınları boyunduruk altında tutmaya yönelmesi konjonktürel ve gelgeç bir sorun değildir. Bugün irtica eleştirisi yapan ve “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi’nin rotasına sokan” devletin temel kurumu olan ordunun Genelkurmayının, yarın yine irticayı kullanmak üzere hiçbir şekilde gözden çıkarmayacağı bilinmelidir.
Faşist MHP’nin 12 Eylül’le birlikte, hatta “başbuğu” içinde olmak üzere çok sayıda kadrosuyla hapse tıkılarak geriye çekilmesi ama devlet kademelerindeki gücünü korumaya devam etmesi, az sonra ise neredeyse bütün MHP’lilerin özel tim ve polis yapılması yeterince öğreticidir. Gerçi Aydınlıkçının dediğine inanılacak olursa, “TSK ırkçı milliyetçiliği de tehdit kapsamı içine almıştır”. Oral Çelik hâlâ çıktığı mahkemelerde sırıtıp durur ve Yalçın Özbey’e ait, MİT’in aldığı ifade kasetleri silinirken, birbirlerini kurt başlı işaretle selamlayan Korkut Eken, İbrahim Şahin, Ali Yasak ve Sami Hoştan gibiler “tehdit kapsamı”na rağmen serbestçe dolaşır, Veli Küçük’ün adının bile anılması yasaklanırken, Aydınlıkçı inandırıcı olmaya çalıştıkça, kargaları güldürmektedir.
MHP yöneticilerinden Agâh Oktay Güner’in “fikrimiz iktidar biz hapisteyiz” dediği Türkeş’in içerden çıktıktan sonra bütün haşmetiyle devletin hizmetine koştuğu ve hiç de tırpanlanmamış gücü yerinde olduğu gibi, Erbakan ya da başkasıyla, vakti geldiğine karar verildiğinde siyasal İslam’ın da devlet hizmetinde elinden geleni yapacağından kuşku yoktur.
Kesin olan bir şey varsa, o da, sermaye ve devletinin, kuşkusuz siyasal amaçlarla ve siyasallaşmasını teşvik ederek, dini kullanmaktan vazgeçmeyeceğidir.
Şeriatçı gericiler ve faşistlerle olduğu kadar tek tek kapitalistlerle “kolektif kapitalist” ya da “burjuvazinin bütününün ortak işlerini yürüten bir komitesi” olan burjuva devletin sürtüşmesinin iki nedeni olabilir. Biri, tek tek kapitalistlerin ya da burjuva akım ve örgütlerin özel çıkar ve kaygılarıyla, burjuvazinin bütününün, kapitalist düzenin genel çıkarlarının çelişmesidir. Bu durumda, genel çıkarlar tercih edilecek ve çizmeyi aşanlar şu ya da bu yolla cezalandırılacaktır. Devletin gereği budur. Diğeri, aslında yine bu nedene bağlanan ikincil bir nedendir; Türkeş gibi bazıları halkın gözünde iyice teşhir olup, teşhir olmuş pozisyonları itibarıyla yine burjuvazinin bütüncül çıkarlarına zarar verir duruma geldiklerinde, tekille bütün arasında yine bir sürtüşme ortaya çıkacaktır. Bu, yine bir harcanma nedenidir.
Sonuç, tekil olanın bir tür hizaya girmesidir. Şimdi TSK’nın tutumlarında görünen amaç budur.
Hatta Hitler-Himler sürtüşmesinde yaşandığı gibi, sürtüşmelerin çok daha tahammül edilemez olduğu koşullarda “hizaya sokma”nın bile ötesine geçilip, burjuvazinin kendi içindeki hesaplaşmalarda fiziki tasfiyeler de görülmüştür. Ancak bu, SA’ların başındaki Himler’i faşist olmaktan çıkarmadığı gibi, Hitler Almanyası’nın faşizme olan ihtiyacını reddettiği anlamına gelmemiştir.
Siyasal İslam’a yönelik tutumların da siyasal İslam’ı devletin temel bir direği olmaktan çıkaracağı yoktur.
Burjuva devletin siyasal İslam’ı kucaklamaktan başka bir yolu bulunmamaktadır ve olan biten devlet içi ya da burjuvazinin iç çatışmalarından ibarettir. Lenin’in emperyalist devlet üzerine söyledikleri onun dümen suyundan giden işbirlikçi tekelci burjuvazinin devleti açısından da geçerlidir:
“Bilim, partiler, kilise ve işveren birlikleri devlet avadanlığının içine çekilirler. Bu şekilde, sayısız fonksiyonları ve hem manevi (halkı aldatmanın çeşitli yöntemleri: din, basın, okul vs.) hem de maddi (polis, ordu) anlamda devasa bir güce sahip, yöneten burjuvazinin en güçlü örgütü olarak, tek bir, her şeyi kucaklayan örgüt, bir modern emperyalist talan devleti oluşturmuş olur. Bu güç, finans-kapital toplumunun derinliklerine kadar nüfuz eder ve zamanımıza kendisine özgü damgasını basar.” (Age, sf.133)
Burjuva gericiliğin ve kuşkusuz ardındaki emperyalizmin işçi ve emekçi hareketi karşısında her türden gericiliğe, yığınları aldatmaya ve ezmeye hizmet eden maddi ve manevi her türden alete şiddetle ihtiyacı vardır. Hele emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvazi açısından Türkiye’nin bulunduğu bölgenin konumu, ülkenin içinde bulunduğu hiç de iç açıcı olmayan durum ve devletin yeniden yapılandırılması ihtiyacı, işçi ve emekçi hareketinin taşıdığı gelişme potansiyeli ve sosyalizmin ölmediğini en iyi burjuvazinin bilmesi, burjuvazinin bütüncül ve genel çıkarları açısından bu aletlerden herhangi birine yönelik dışlayıcılığı olanaksızlaştırmaktadır.
Zaten siyasal İslam’ın, bir iki küçük radikal grubu dışında tutumu, “irtica karşıtı” önlemleri sineye çeker ve uzlaşıcı “Allah devlete millete zeval vermesin” tutumudur.
Herhangi bir türden sürtüşme çıkarmayacak, çizmeyi aşmaya teşebbüs etmeyecek, burjuvazinin bütüncül ve genel çıkarlarını zedelemeyecek bir irtica ya da siyasal Ìslam, burjuvazi ve onun ortak komitesince istenir şeydir. Problem yaratan, kimi zaman tabanı gözeten mesaj ve tutumlar kimi zaman devlette tutulan yerin burjuvazinin bütüncül çıkarlarını yansıtmayan tarzda genişletme talebi olmuştur. Bunlar, özellikle iç ve dış koşullar açısından gecikmelere yer olmayan sermayenin pek sıkışık döneminde ortaya çıktığında özellikle tahammül edilmez olmaktadır. Örneğin İsrail’le stratejik işbirliği antlaşmasının büyük patron ABD tarafından dayatılması karşısında tabana mesaj amaçlı ancak gecikmelere yol açan pürüz çıkarmalar; burjuvazinin ABD direktifli devletin yeniden yapılandırılması yönelimi karşısında devlet kademelerindeki ve en çok polis teşkilatındaki siyasal İslamcıların kadro vb. hesabı yapmasıyla sürtüşmeler, “irtica sorunu’nun gündeme gelmesinin nedenidir.
Bir diğer önemli neden ise, devletin yeniden yapılandırılması ve MAI, MIGA gibi anlaşmalarla özelleştirmenin, esnek çalışmanın, sendikasızlaştırmanın, çalışma yasalarının dümdüz edilmesinin, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin, mezarda emekliliğin vb. dayatılmasıyla ülkenin bütünüyle açık pazar haline getirilmesi saldırısının üstünün örtülmesi ve “laik-şeriatçı” saflaşmasıyla bu saldırının hedefi olan emekçi kitlelerin bölünmesi ve kolay yönetilmesi kaygısıdır.
Dinle beslenen ve onu besleyip kucaklayan burjuva devlet, dinle her ilişki biçiminde, onu sömürülen kitleleri aldatıp boyunduruk altında tutmak için kullanmaktadır. Emekçileri yatıştırmak için onu hizmetinde kullanırken de görünüşte ona “savaş” açtığında da.
Şimdi irtica öncelikli tehdit ilan edilip “laik-şeriatçı” saflaşması dayatıldığında, örneğin özelleştirme saldırganlığı karşısında birleşmekte olan işçi ve emekçileri bölüp dağıtmaya hizmet etmek üzere, kendisi siyasal bir işlev yüklediği dini kullanmaktadır. Şimdi devrimci işçi, hem dayatılan “laik-şeriatçı” bölücülüğünden sınıf kardeşlerini kurtarmak için hem de türban ya da cemaatinin bir başka işaretini siyasal simge olarak yüceltip buradan güç toplamaya ve inananları siyasal İslam etrafında militanlaştırmaya çalışan şeriatçılar karşısında sınıf kardeşlerini bu etkiden uzak tutmak için mücadele vermektedir. Çünkü sonuçta, işçi ve emekçiler türban vb. savunmasıyla siyasal İslam’ın peşine de takılsa generallerin peşinde sahte laikçilik bayrağının ardında da toplansa, her iki durumda burjuvazinin yedeği olmakta, her şeyden önce bölünmektedir.
Özelleştirmeye, esnek çalışmaya, ülkenin bağımsızlığını yok eden MAI ve MIGA gibi anlaşmalara ve diğer emperyalist dayatmalara, devletin yeniden yapılandırılmasına karşı, bu doğrudan kendisinin olan talepler etrafında birleşerek burjuvazinin karşısına çıkacak işçi ve emekçilerin yükselteceği bağımsız hareket burjuva devletin en çok tahammül edemeyeceği şeydir. Ve iktidar değişikliğiyle devrim isteyenin üzerinde titremesi zorunlu olan da budur: Kendi talepleri etrafında birleşen işçi ve emekçilerin kapitalizmi hedefleyen eylemi. Bu birlik ve birleşik eylem, yakın hedef olarak bağımsızlık ve demokrasinin elde edilmesine yönelerek “Cumhuriyet Devrimi”ni gerçekleştirecek güç ve kaldıraçtır.
TSK’nın “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına sokması” tam bir palavrayken, bu güç, ülkenin devrimci geleceğidir ve “irtica karşıtlığı” türünden sahte hedeflerle bölünüp parçalanmak istenen tam da bu güçtür.
Ve Aydınlıkçı “irticaya yaslanmak yasa-dışıdır” buyuruyor. Hiç de yasadışı değildir. Burjuvazi en az 50 yıldır irticaya yaslanmaktadır. Burjuva devlet dini gericiliği kucaklamış ve Kanlı Pazar’da, Maraş’ta ve daha birçok yerde, çok kez maddi güç de olarak, ama her zaman manevi boyunduruk altında tutucu güç olarak işçi ve emekçi hareketi ve devrim karşısında kullanmıştır. Aydınlıkçının kendisinin, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Tan ve benzerleriyle düzenlediği panel vb. etkinliklerde onların “demokratlık”larını cilalayarak demokrasi gösterileri yaptığı hatırlardadır.
Yasa, fiilen geçerli olan ve uygulanandır. Şimdi Aczmendi’nin saçını sakalını keserek ya da üniversitede yasakçılığı ve tek-tipleşmeyi dayatıp kılık-kıyafetle uğraşarak, yine din, ama bu kez sözde irtica karşıtlığı üzerinden politika yaparak tövbe edildiği mi farz edilecektir? İşte Işık sermayesi, İhlâs, Al Baraka, Faisal Finans, Asya Finans ve işte Aydınlıkçının üzerinde çok durduğu Fethullah sermayesi ve Samanyolu, işte Kombassan ve diğerleri. Sorun, gücün yetip yetmemesi de değildir. Sorun, hedefe alınmamasıdır. Fadime ve Kalkancı ile Müslüm Gündüz dizileriyle halka bölünme dayatılmış, özelleştirmenin ve emperyalizmin diğer dayatmalarının önü açılmıştır.
Üstelik amaç devrimse, ne yasası? Devrim burjuva yasalarıyla ve bu yasalar çerçevesinde mi olacaktır? Devrim en yasa tanımaz ve en yasadışı eylem değil midir?
Buradan Aydınlıkçının “Cumhuriyet Devrimi”nin ne tür bir “devrim” olduğunun önemli bir ipucunu çıkarmak mümkündür.
İktidar sorununa geliyoruz.
“İrticaya karşı mücadele, elbette bir iktidar mücadelesidir. Tarikatlar, iktidar mevzilerinden ve toplumdan temizlenecektir. ” buyruluyor.
Devrim gibi, onun temel sorunu olan iktidar sorunu da en çok muğlâklaştırılıp çarpıtılan sorunların başında gelir. Ve devrim, en çok iktidar sorununun çarpıtılması üzerinden çarpıtılır.
Kimdir iktidar ve iktidar mücadelesi, kimi hedefler?
İktidarın kendisi, iktidar mücadelesi ve değişikliği, her şeyden önce, sınıflara ve sınıf mücadelesine özgüdürler ve sınıf ilişkileri ve mücadelesi çerçevesinde tanımlanıp anlam bulabilirler. İktidar, egemen sınıf olarak örgütlenmiş bir sınıf ya da sınıflar demektir. Kapitalist toplumda, şu ya da bu burjuva akımın ya da politik grubun değil, kapitalist sınıfın iktidarından söz etmek gerektir. Ve iktidar, devlet iktidarıdır. Ekonomide egemen olan sınıfın, istisnai ve geçici durumlar dışta bırakılarak, siyasal açıdan da egemenliği olağan durumdur.
Politik gruplar, egemen sınıf adına, onlara beğendirmek üzere hazırladıkları program ve politikaları uygulamak üzere hükümete talip ve sonra hükümet olabilirler. Hükümet, Türkiye’de görevini hemen daima MGK ve Genelkurmay üstlenmekle birlikte, devletin “yürütme komitesi”dir, ama kendisi değildir. İktidar ve hükümetin sık yapılan bu karıştırılması, devrim sorununu muğlâklaştırmak ve “kolay devrim” hayalini yaygınlaştırmak amaçlıdır.
Kısacası, iktidar sorunundan söz edildiğinde, gerekli olan sınıfsal açıdan konuşmaktır. Hükümet üzerine konuşulacak olduğunda, politik grup ve partilerden söz edilebilir.
Aydınlıkçıda bu kargaşa bilinçlidir, irtica sorunu iktidar sorunudur, demektedir. Ve irtica karşıtlığıyla yatıp irtica karşıtlığıyla kalkmaktadır. Ama irticayı da kucaklayarak egemen olan, işbirlikçi tekelci sermayedir. Ve iktidar sorunundan söz edildiğinde, başlıca irtica üzerinden değil, onu da kapsamak üzere, iktidarı elinde tutan tekelci burjuvazinin devrilmesi ve tekelci kapitalizmin, krizleri, dayanakları, ona karşı güçler, bu güçlerin birleştirilmesiyle tasfiyesi üzerinden hesap yapmak, programlar ve stratejiler geliştirmek zorunludur. Aydınlıkçı tam tersini yapmakta, irtica karşıtlığı üzerinden “Cumhuriyet Devrimi” programlan geliştirmekte; iktidarı iktidar, iktidar değişikliğini iktidar değişikliği ve devrimi devrim olmaktan çıkarmaktadır, iktidar değişikliği ve devrimle ilgilendiği yoktur. Hayatı boyunca her zaman yaptığı gibi, ordunun peşinde tehlikeli bir oyun oynamakta, onun ardında işçi ve emekçileri ve genel olarak solu bölmeye ve tekelci burjuvazinin yedeği haline getirmeye katkıda bulunmaktadır.
İrtica sorununun iktidar sorunu olması, onun ancak gerçek bir iktidar değişikliğiyle, sınıf egemenliği sistemi olan devlet iktidarında bir altüst oluşla çözülecek bir sorun olduğu anlamında doğrudur. Ama bu, Aydınlıkçının temel tezi olan “irticayı baş tehdit kabul eden TSK’nın Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktuğu” düşüncesini çürütür. Başlıca bir militarist-bürokratik aygıt olan devletin, Türkiye’yi devrim rotasına sokması olanaksız olduğu gibi, ancak bu aygıta karşı mücadelenin yükselişi, devrim rotasını tutturabilir.
Dolayısıyla irtica sorununun bir iktidar sorunu olduğu doğrusundan çıkacak sonuç, irticaya karşı mücadeleyi devlet iktidarında değişikliği öngören bir mücadele olarak anlamak, egemen sınıf olarak örgütlenmiş tekelci burjuvazi ve iktidarında değişiklik hedeflenmeden irtica sorununun da çözülemeyeceğini bilmektir. Ve bir de kuşkusuz uluslararası sermaye ve emperyalizm sorunu vardır ki, işbirlikçi tekelci sermaye ve devletin ardındaki başlıca güç ve efendidir.
Ve Aydınlıkçı kaçın kur’asıdır! Önlemini almaya çalışmaktadır:
“Bu atılım (Cumhuriyet Devrimi atılımı! -Ö.D.), yalnız iç gericilikle değil, dünya sermayesiyle, özellikle ABD emperyalizmiyle çeşitli hesaplaşmalardan geçerek zafere ulaşacaktır.”
Öncelikle Aydınlıkçı “iktidar” mücadelesinin irticayı hedeflemekle sınırlı olduğunu, TSK’nın tehdit olarak ilan ettiği irtica ve ırkçı milliyetçiliğin “iç gericilik” ilan edilmesiyle bir kez daha görüyoruz. Aydınlıkçı kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Hemen TSK’nın irtica ve ırkçı milliyetçiliği tehdit ilan ederek Türkiye’yi devrim rotasına soktuğu pek bilimsel saptamasının ardından yapılan bu ikinci “yalnız iç gericilikle” hesaplaşmanın yetmeyeceği saptaması, Aydınlıkçı “devrim”in sınırlanma tehlikesine karşı bir uyarı mahiyetindedir!
Ancak bu arada, el çabukluğuyla, düzene ve devlete asıl niteliğini veren ve egemen olan işbirlikçi tekelci sermaye “iç gericilik” dışında bırakılmakta ve bu gericilik irtica ve ırkçı milliyetçilerle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin iki akımı ve fraksiyonuyla sınırlanmaktadır. İç gericiliğin, politik grup ve akımlarla sınırlanıp tanımlanamayacağı, onun başlıca işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük, toprak sahiplerinden oluştuğu kesindir. Bu el çabukluğu, Aydınlıkçı “Cumhuriyet Devrimi”nin bir devrim olmadığını, işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi, arasındaki sürtüşmelere ve devlet kademelerindeki hesaplaşmaya bağlı olarak dalgalanma ve oynamalara, sonuçta bu burjuvazinin halkı boyunduruk altında tutma oyununa indirgendiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Aydınlıkçı, bu oyunun figüranlarındandır.
Dünya sermayesi ve özellikle ABD emperyalizmine karşı mücadele ile ordu ve Aydınlık ilişkisi üzerinde dergimizin bir diğer yazısında duruldu. Tekrarlamayacağız. Özet olarak söylenecek şey, ne ordunun ne de Aydınlıkçının emperyalizm karşıtı olmadıklarıdır. Ordu Kurtuluş Savaşı yıllarında zayıf bir antiemperyalist yönelimle yeniden kurulurken bu özelliğinden söz edilebilirdi. Süreç içinde bu özelliğini kaybetti. Aydınlıkçı ise, hiçbir zaman antiemperyalist olmadı. Her koşulda dayanacağı güçlü bir emperyalist mihrakı hep aradı ve buldu. Bugün de böyledir. Ordu, bugün özelleştirmeden personel “reformu”na, İsrail’le stratejik antlaşmadan ordunun yeniden yapılandırılmasına kadar her dayatmasında emperyalizmle birliktedir ve ülke içindeki en güvenilir dayanağı durumundadır. Aydınlıkçının övdüğü her MGK kararı, örneğin, özelleştirmenin hızlandırılması zorlamasını kapsamaktadır.
İktidar ve ordu ilişkisinden devam edelim.
Aydınlıkçı, gerekçeleriyle, kendi iktidar projesini açıklıyor:
“Mesut Yılmaz’dan Çiller, Erbakan ve Muhsin Yazıcıoğlu’na kadar sağ güçler, orduyu yıpratmak, içine nifak sokmak ve etkisiz hale getirmek için, ABD güdümlü bir kampanya başlatmış ve irticayı savunma cephesi kurmuşlardır. Cumhuriyet Devrimi’ne karşı mevzilenen bu güçlerin Ordu’yu hedef alan bir noktaya gelmesi, iktidarlarını sürdüremeyeceklerinin çok önemli bir göstergesidir. Sağın ordusu yoktur. Türkiye’nin önündeki süreçte, yalnız Cumhuriyet Devrimi rotasındaki seçeneklerin iktidar olma şansı vardır.”
Aydınlıkçı teşbih yaparak konuşuyor gibi! Ama bu bile, konu ordu ve iktidar gibi önemli sorunlar olduğunda, muğlâklık ve kargaşa yaratıcıdır. Kaldı ki, önceki söyledikleri ve eleştirilerinden teşbih yapmadığı anlaşılmaktadır.
Ordu, sağın ya da solun değildir. Devletin temel kurumudur. Ekonomi ve siyasete egemen olan işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda işlevlidir. Bir kez sınıf bakış açısıyla analiz yapmak ve tutum almaktan vazgeçildiğinde, bundan da öte, toplumun asıl olarak sınıflara bölünmüş olduğu unutulup değerlendirmeler yapılmaya başlandığında, sonu yoktur. Ama Aydınlıkçılık, tam da bu sonsuzluk ve hareket noktası olarak, sınıf zıtlıkları ve bu zıtlıkların devrimin üzerinde geliştiği zemini sağladığı gerçeğinin karartılması ve dün Rusya bugün irtica tehdidi, dün şu hükümetin bugün bu hükümetin eleştirisi üzerinden, dün dışarıda Avrupa ya da ABD ve içeride CHP bugün başkası, ama mutlaka ve genellikle en çok gözettiği ordunun yedeğinde düzenin sınırlarını aşmayan politika yapmak demektir. Bunun adını, “solculuk” ve “devrimcilik” takmaktır. Devrimi muğlâklaştırıp karartmakla kalmayıp, ordunun ardında devletin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunmaya soyunan devrimi önleyici tarz “devrimcilik”! Aydınlıkçılık, budur.
Bugün sağın ya da düzen savunuculuğundan başka bir işi olmayan sözde solun bir hükümet çekişmesi içinde olduğu görülüyor. Ve bu çekişmede ordunun başındaki generaller de önemli rol oynuyorlar. Çekişme, kuşkusuz küçümsenecek türden değildir. Ama devrimle ve iktidar sorunuyla da bağlantılı değildir, işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarı çekişen taraflardan birinin tehdidi altında bulunmuyor. Taraflardan birinin peşinde duran Aydınlıkçıların da sözlü tehdidi altında bile değildir!
Yine bugün ordunun işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politikalar izleyen düzen solcularını kucaklayacak bir eğilim içinde olduğu söylenebilir. Ama zaten sosyal demokrasi olarak düzen solu, partilerin işlevsiz kılındığı 12 Eylül dönemi dışta tutulursa, Milliyetçi Cephe Hükümetleri, Özalcı olanlar ve Refah-yol dışında her hükümette büyük ya da küçük ortak olarak yer almış, sermaye tarafından devleti eliyle de kucaklanmıştır. Şimdi, Çiller, Erbakan ve Yılmaz denemelerinden sonra, Cumhuriyet tarihinde sermaye açısından ekonomik durumun en çok kritikleştiği ve en kapsamlı sermaye saldırıları ve muhtemelen o boyutta işçi ve emekçi karşı koyuşlarının gündemde olduğu koşullarda, taze kan katkısıyla da devletin yeniden yapılandırılması zorunlu olmaktadır.
Bu yeniden yapılandırma, “ilerici” ve “devrimci” yakıştırmalarla Aydınlıkçının övdüğü türden bir irticaya ve ırkçı milliyetçiliğe karşı yapılandırma olmaktan uzaktır. Tersine onları gerekli kılmaktadır ve devlet kademelerindeki kadroları ve izlenen politikalardaki büyük katkılarıyla, çizmeyi aşmadıkça, gerekli görüldükleri, kendilerine dayanıldığı ve kullanıldıkları kolaylıkla izlenebiliyor. Nuh Mete Yüksel mi Aydınlıkçı ya da solcu kadrodur, Kutlu Aktaş ya da Necati Bilican mı? Yoksa Veli Küçük mü?
Bu merkezin, kuruluş gerekçesinde de belirtildiği gibi, yaygın grev ve gösteriler, iş bırakmalar vb. türünden sermaye saldırılarına karşı işçi ve emekçi karşı koyuşlarını hedef aldığıdır.
Bir diğer önlem, İller Yasası’dır. Süper vali yetkileriyle donatılan valiler sendika, dernek vb. kapatmadan gösteri, grev vb. yasaklamaya ve her türden bastırma önlemini alabileceklerdir. Bu, irticayı değil işçi ve emekçi hareketini hedefliyor olsa gerektir.
Personel “reformu” bir diğer önlemdir. Devletin küçültülmesi, yani sermayenin işine gelmeyen binlerce memurun işten çıkarılması bir yana, terfi ve tayinler gibi işten çıkarmalar da müfettişler ve sicil amirlerinin yetkisine bırakılmaktadır. Buna yönelik 8 yasa değişikliği tasarısı, “irticaya karşı yasa” demagojisiyle ve Aydınlıkçının “Türkiye’yi devrim rotasına soktuğunu” söylediği TSK’nın kontrolünde olan MGK’nın direktifiyle Bakanlar Kurulu tarafından Meclis’e getirilmiştir. Memurlara sendika yasasının ne tür bir yasa olarak yine MGK direktifiyle çıkarılmak istendiği hatırlanacaktır.
Geriye kof bir “irticanın öncelikli hedef” alındığı propagandası kalmaktadır ki, bu da, işçi ve emekçileri daha kolay yönetebilmek ve tekelci burjuvazinin saldırıları karşısında kendi talepleri etrafında birleşmesini önlemek üzere dayatılan “şeriatçı-laik” saflaşmasına kurban ederek bölmek amaçlıdır.
Ve Aydınlıkçı, “orduyla halk burada beraber” demektedir. Kendisinin beraber olduğu ve bunun iflah olmaz huyu olduğu ortadadır. Ama Aydınlıkçının halkı temsil edebileceği iddiası bir yana ordunun ardından yürüyen, onun hükümet yaptığı partiler bile halkı temsil edememektedir. Halk nezdinde itibarları olağanüstü düşüktür.
Anketler, ordunun itibarının yüksek olduğunu gösteriyor. Bu durum, çıkışsızlık ve kendiliğinden bilinçle, partilere ve parlamentoya yoğun bir güvensizlik duyan halkın hâlâ kendisi dışında “kurtarıcı” arayışının küçümsenemez olduğunu kanıtlamaktadır. Bu arada devrim güçlerini biriktirmektedir. Kendiliğinden bilinci aşarak sosyalistleşen ve kendi dışında kurtarıcı aramaktan vazgeçen işçi sayısı küçümsenmeyecek ölçüdedir. Somut taleplerinden kalkarak sermaye saldırganlığı ve düzen karşısında “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” şiarı etrafında sınıf kardeşlerini ve geniş emekçi yığınları birleştirme ve harekete geçirme uğraşındadırlar. Ve Türkiye’nin tek şansını oluşturuyorlar.
Aydınlıkçıyı sevindiren ordunun itibarının yüksek oluşu, hele görece geri kapitalist toplumlarda, devrim eşikleri dışında, genel kuraldır. Türkiye’de bu, düzen partilerinin ve parlamentonun iflasa doğru koşması ve yığınların bunların etkisinden hızla kopmasının yanında, “ordu-millet” geleneksel inanışıyla güçlendirildiği kadar, Kürt milliyetçiliği karşısındaki şovenizm ve son dönemlerde sağlanan kimi askeri başarıların propagandası üzerinden de güçlendirilmektedir.
Ezilen yığınların düzen partileri ve parlamentodan kopmakta ve yoğunlaşan sermaye saldırganlığı karşısında birleşme eğilimi içinde olmaları, öte yanda ordunun yüksek itibarı, Türkiye’nin, ordu merkezli gericilikle partileşmekte olan işçi ve emekçilerin karşı karşıya kalacağı bir hesaplaşmaya doğru sürüklendiğini ortaya koymaktadır.
Peki, Aydınlıkçının “halkla ordunun beraberliği” iddiasına ne demeli?
Halkın boyunduruk altında tutulmasının temel aracı nasıl bu düzeye yükselebilir?
Bunun teorik ve pratik olarak iki yolu vardır. Biri, din, milliyet ve diğer önyargılarla birlikte medya, okul, partiler vb. kullanılarak halkın aldatılması yoludur. Çeşitli dönemlerde, aldatma yoluyla, halk, şu veya bu düzen partisinin peşine takılarak oy deposu haline getirildiği gibi, ordunun peşine takılır. Bunu, özellikle Türkiye’de elverişli kılan etkenlere yukarıda değindik.
Ve diğeri, devrim dönemlerinde ordunun parçalanmasına ve dönüşmesine bağlı olarak halkla ordu beraberliği sağlanabilir. Burjuvazinin kendi çıkarlarına bütün halkın çıkarlarıymış gibi kabul ettirebildiği, yani yine aldatmanın gerçekleştiği burjuva devrimi günlerinde bile, örneğin 1848 Şubatı Fransası’nda, “halkla ordu beraberliği”, ordunun asli işlevi olan boyunduruk altında tutma çerçevesinde ortaya çıkar. Bu tür günlerde halkla burjuvazi arasında oluşan çıkar ortaklığına rağmen, bu çıkar ortaklığı burjuva çıkarlar temelinde şekillendiği ve burjuvazi, devrimci olduğu günlerde bile, kendi çıkarlarını halka ve topluma dayattığı, bu çıkarları bütün halkın çıkarları olarak göstermeyi ve halkı peşine takmayı başardığı için, “beraberlik”, yine aldatılmaya dayalıdır. Aldatmanın devrimci sonuçları olması, onu, aldatma olmaktan çıkarmaz. Ve sonuç, çoğunluğun, yani halkın çıkarları üzerinden gerçekleşen ve çoğunluğun azınlık üzerinde, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi üzerinde egemenliğine götüren proletarya devrimine kadar her devrimin, bu aldatmaya da dayalı olarak, bürokratik-militarist aygıtı yetkinleştirmesi olmuştur.
Marx, Fransa deneyinden yola çıkarak, “18. Brumaire”de, devlet teorisini, üzerinde durulan konuyu kapsamak üzere geliştirdi:
“Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi. … Birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileştirilmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoléon, bu devlet mekanizmasının yetkinleştirilmesi işini tamamladı. Meşruti monarşi ile Temmuz monarşisi, buna, ancak, işbölümü burjuva toplumu içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da devlet yönetimi için, yeni bir malzeme doğurduğu ölçüde, gitgide artan daha büyük bir işbölümü eklediler. Bir köprüden, bir okul binasından ve en küçük bir köyün köy mülkiyetinden demiryollarına, ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar derhal toplumdan ayrıldı, üstün çıkar, genel çıkar olmak sıfatıyla, topluma karşı tutuldu, toplum üyelerinin inisiyatifinden çıkarıldı ve hükümet eyleminin konusu haline getirildi. Sonunda, parlamenter cumhuriyet, kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezileşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler, bu makinayı kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar.” (Sol Yay. 2. baskı, sf. 135–136)
Devrim, işçi sınıfı ile burjuvazinin karşı karşıya geldiği kapitalist toplum koşullarında, artık, sömürücü sınıflardan birinden diğerinin eline geçen ve her el değiştirişinde yetkinleştirilen, halkı boyunduruk altında tutmaya yarayan devlet aygıtının, militarist ve bürokratik mekanizmanın kırılıp parçalanması olmaksızın olamaz. Marx’ın daha Gotha Programı tartışmaları döneminde dediği gibi, bu devrim, proletarya devrimi ya da onun özgül bir biçimi olabilir; devlet makinesinin kırılması, yalnızca sosyalist devrime özgü değildir, proletarya iktidarının özgül bir biçimi olan demokratik halk iktidarı da, ancak bu kırma işi aracılığıyla gerçekleşebilir. Geriye kalan bütün devrimler, en çok da burjuva devrimler, devlet aygıtını sağlamlaştırıp yetkinleştirmişlerdir. Bunu Türkiye’de Kemalist devrimle yaşadık ve süreç bu makinenin, askeri ve bürokratik aygıtın sürekli yetkinleştirilmesi olarak ilerledi. Buna, Türkiye’de ya da başka bir yerde olanak sağlayan temeli ise, burjuvazinin kendi özel çıkarlarını, halka, genel çıkarlar olarak kabul ettirebilmesi sundu.
Üstelik Türkiye’deki bugünkü durumun siyasal ya da aynı anlama gelmek üzere burjuva bir devrimle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Marx’tan son aktarılan pasajdan amaçlanan, en uç noktada, burjuva devrimleri durumunda bile, “halk-ordu beraberliği”nin, ancak, halkı boyunduruk altında tutmaya yarayan devlet aygıtının yetkinleştirilmesi sonucunu verdiğini ve ancak bu sonucu verebileceğini göstermektir. Marksist, bu nedenle proletarya devrimi ve iktidarından yanadır.
Türkiye’deki duruma gelince, gösterildiği gibi, ne “Cumhuriyet Devrimi”nin bir devrimle ne irticaya karşı mücadelenin bir iktidar mücadelesiyle, ne de ordunun bu iktidar mücadelesinde ilerici bir rol oynamasıyla ilgisi yoktur.
Aydınlıkçı tarafından gerçekleşmekte olduğu saptanan ve bu öngörüye uygun olarak “Altı ok”tan oluşan bir programa oturtulmaya çalışılan “Cumhuriyet Devrimi”nin en azından bir burjuva devrimi olabilmesi için, “rotaya sokucusu” ordu olduğuna göre, bu ordunun devrimci bir ordu olması zorunludur. Öyle midir? Yıllar boyu süren bunca zorbalığın temel kurumu devrimci midir?
Aydınlıkçı ile benzer değerlendirmeleri yaparak MGK’ya destek sunan, hareket noktası, aynı Aydınlıkçınınki gibi, şeriatçılık sorunu olan, Yalçın Küçük de, aynı noktaya geliyor ve Aydınlıkçı gibi bir çırpıda, bütün gelişmeyi, “yürütmesi”ni Çevik Bir, eski Dışişleri Müsteşarı Onur Öymen ve eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal”ın oluşturduğu bir “Yeni Cumhuriyet Partisi”ne bağlıyor. Kısa bir sürede Kemalizm yergisinden övgüsüne geçen Y. Küçük, onun 30 yıllık boşluğunun dolmasının olumlu olacağını, bu 30 yıl boyunca gericiliğin hep “solcular” ve Kürtlere saldırdığını söylüyor. Ancak ilericilik atfettiği bir cuntanın savunulmasıyla da yetinmiyor; kurum olarak ordu ve MGK’nın, tabii ki “şeriat tehlikesi” karşısında, olumlanıp savunulmasına dair gerici “orijinal tezler” ileri sürüyor:
“… Ben çağdaş bir anayasada ve bizim kuracağımız düzende de, ‘yüksek planlama kurulu’ veya ‘milli güvenlik kurulu’ türünden mekanizmalara karşı değilim, bana göre çağdaş bir kamu yönetiminde yerleri var. İki: Ancak ben bu kurulların içinden hoşnut değilim; generallerin emekçi halkımızın çıkarlarından uzak düştüklerini, tekeller ile Washington’un ideolojisini benimsediklerini ileri sürüyorum, bizim bakışımıza yakın subayları arıyorum. Üç: Orduyu ciddiye almayanların hiçbirisini ciddiye almıyorum ve öğrenci politikacısı sayıyorum… Dört: Türkiye Ordusu’nda her zaman ve en zor şartlarda bile emekçi halkını düşünen genç subaylar olmuştur… MGK’nın, Türkiye soluna ve Kürt halkına cephe almayan 28 Şubat tarihli kararından rahatsızlık duymuyorum… Ülkemizin demokrat olmadığını bildiğim için, MGK kararlarını ayrıca demokrasiye karşı bir darbe olarak görmüyorum…” (Sicil, sf. 107–108)
Belki bu orijinal tezler ve sahibinin benzeri orijinallikleri üzerine ayrı bir yazı gerekecektir. Ancak, aktardıklarımızdan, hazretin kendi bakış açısına uygun subay arayışında olduğunu ve halkın egemenliği üzerinde hiçbir egemenlik organına yer olmaması gereken demokratik halk iktidarında bile ya da Küçük, demokrat olmadığını söylediğine göre sosyalizmde bile MGK türü süngülü siyaset yaparak siyaset dikte eden, halktan kopuk ve onun üzerinde, kuşkusuz ona karşı kurumlara çağdaşlık adına yer ayırdığını, ordu üzerine hesap yapılmamasını çocukluk saydığını, tamamen devletin yeniden yapılandırılmasına yönelik halka saldırı olan 28 Şubat kararlarını “sol”a ve Kürtlere karşı değerlendirmediğini görebiliyoruz.
Küçük, bugünkü Türkiye’deki durumu, 12 Mart öncesine, Doğan Avcıoğlu’nun ideologluğunu yaptığı 9 Mart cuntası hareketliliğine benzetmektedir. Çevik Bir de, herhalde “sol cuntacı” Celil Gürkan’a denk düşüyor olmalıdır.
Küçük, politik durumu ve onun ekonomik temellerini, emperyalizmin ülkeyi açık pazar kılmaya yönelik saldırganlığını ve bunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere girişilen devletin yeniden yapılandırılmasını ve bütün bu süreçte örneğin Çevik Bir’in yüklendiği işlevi hiç anlamadığı ya da çarpıtmaya ihtiyaç duyduğu gibi devlet teorisine de saldırıya girişmektedir. Küçük’ün Aydınlıkçıdan tek farkı, onun kadar cesur davranmadan aynı Aydınlıkçı’nın yaptığını yapmasıdır.
Aydınlıkçı kurum olarak “rota ayarlaması” yaptığını söylediği orduyu (Ç. Bir bile “balans ayarı”ndan söz ediyor) açık sözlülükle devrimcileştirmekte, temel sorunu olan iktidar sorunu başta olmak üzere devrimi, onun kırmak zorunda olduğu militarist-bürokratik aygıtı, devleti teoride de anlamsızlaştırarak tam bir karşıdevrimci rol oynamaktadır. Temel işlevi işçi ve emekçi saflarıyla genel olarak solu bölüp dağıtmak, parçalamaktır. O bir Marksist’in yapması gerektiği gibi bürokratik-militarist makineyi kırmaya yönelmiyor, tam tersine bu makinenin boyunduruk altında tuttuklarını kırmaya, ezilmelerini kolaylaştırmaya soyunuyor.
Aydınlıkçı ile aynı temel yaklaşıma sahip olan, aynı tutumu alan ve bunu kendi orijinal üslubuyla yapan Küçük de onun bütün bu çabasını olumlamakta ve övmekte sakınca görmüyor. Küfür ettiği Aydınlıkçının saygıdeğer hale geldiği düşüncesindedir Küçük ve onu Türkiye Solu ile barıştıracağını açıklıyor. Bütün bu yakınlaşmada, Aydınlıkçının “Ordu Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktu” şeklinde yaptığı saptamayı Küçük’ün şu değişik sözcüklerle, ama ortak saptama olarak yapmasının tayin edici olduğu kesindir:
“… uzun yıllardır bir MGK bildirisinde Türkiye Solu ile Kürtlerimize küfür edilmediğini görüyorum, bundan memnunluk duyuyorum..* Ankara’da iktidar noktalarının, otuz yıldır ilk kez, fenere doğru bir dönüşe geçmeleri sevindiricidir ve bunu görmemek ise körlük anlamına geliyor.” (Agy, sf. 68)
Teorinin ötesinde pratik politika açısından bakıldığında, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim koşullarında, kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları gibi gösterip Urfa, Antep, Maraş’ta, Ege’de vb. Karayılan’ıyla, efeleriyle, Çerkeş Ethem’iyle halkın kazanımlarının üzerine oturan burjuvazinin peşine takılmak ve Kemalizm yüceltisi yapmak, eleştirilmesi gerekli ama anlaşılabilir bir şeydir. Ulusal burjuvazi ve Kemalizm, zayıf da olsa antiemperyalist bir tutum içinde olmuştur. Bu koşullarda aldanmanın bir açıklaması yapılabilir.
Aynı şekilde gençlik ve halk hareketi üzerinde yükselen küçük rütbeli subayların oluşturduğu darbeci gruplara dayanan CHP ve Kurtuluş Savaşı’nın generali İnönü ile bağlantılı 27 Mayıs koşullarında, yine reformcu burjuvazinin peşine takılmak ve Kemalizm yüceltisi yapmak, eleştirilmesi gerekse de anlaşılır bir şeydir.
27 Mayıs’ın bir devamı gibi sayılabilecek, o tarihte oluşan ordu içindeki cuntaların ciddi ölçüde etkilediği ve yine hiyerarşik yapının dışında darbeci gruplaşmalara dayanan cuntacılığın etkisinde kalmak, burjuvazinin bu yoldan peşine takılmak ve Kemalizm yüceltisi yapmak, yine de anlaşılabilir şeydir.
Türkiye’de Marksizm, bu tür yanlışların ve karşısında savunulan parlamentoculuk türünden yanlışların ve tümünün ortak temelini oluşturan teorik birikimin eleştirisi üzerinden gelişmiştir.
Ama 12 Mart bir kez gerçekleştikten ve ne olduğu ortaya çıktıktan sonra, gerici Erim Hükümeti ve Özal’ın “prensleri” benzeri bir “Beyin Takımı” propagandasıyla hükümete sokulan Dünya Bankası’nın vb. adamlarından oluşan “11’leri” savunmak, artık pratik olarak gericiliği savunmak olmuştur ve Aydınlıkçı, 12 Mart öncesi cuntacılığının yanında, bunu da yapmıştır.
12 Mart deneyinden sonra ve hele içinde hiyerarşi dışı cunta örgütlenmeleri de olmadığı koşullarda, 12 Eylül’e gelirken, şimdiki “irtica tehdidi” benzeri “Sovyet tehdidi” gerekçesiyle kurum olarak orduyu savunmak, onun Rus sınırına yerleştirilmesi vb. üzerine hesaplamalar ve öneriler yapmak, artık cuntacılığın da ötesinde gericiliktir ve Aydınlıkçı bunu yapmıştır. Askeri darbe olacağını gören Aydınlıkçı, Sıkıyönetim Mahkemeleri ve hapishanelerinde kendisini savunabilmek üzere önceden önlemini almış olmalıdır. Ve sonradan mahkemelerde, ihbarcılığı yanında ne denli ordu savunucusu olduğuna dair dilekçeler verirken, bu önlemi işine yaramıştır!
Ve hele şimdi 12 Mart ve 12 Eylül deneylerinden sonra, bugünkü ekonomik ve siyasal yeniden yapılandırmanın asıl sürükleyicisi ve pratik olarak generalleriyle ülkenin asıl yöneticiliğini yapmakta olan ordunun bir kurum olarak yüceltisini yapmak, “irtica tehdidi” gibi hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, ordu üzerinden “devrim” hesaplan çiziktirmek, tam bir karşı-devrimciliktir. Ve Aydınlıkçı bunu yapmaktadır.
İşçi ve emekçiler kendi yollarından yürüyorlar. Tek kurtuluşları, parti olarak örgütlenmelerini geliştirip yığınsallaştırarak iktidarlarını kurmaktır.
Bütün bir gericilik, kendi içinde “irtica” vb. tartışmalarıyla bölünmüş halde de olsa, değişik ara yollardan aynı anayola çıkan kendi yolunda yürüyor. Bu yürüyüşçülere Aydınlıkçılar da dâhildir. Devlet, bütününü kucaklamıştır ve bütününden yararlanarak işçi ve emekçilere vurduğu boyunduruğu güçlendirmeye uğraşmaktadır.
Ve asıl mücadele, bu iki güç arasında gelişmektedir. Devrim, bu mücadelenin ezilenler açısından başarıyla gelişmesinin sonucu olacaktır.

Haziran 1998

“Konsept” değişiklikleri, anti-emperyalizm ve devrimcilik

Bir yılı aşkın bir zamandan beri “şeriat” ve “irtica” ile yatılıp kalkılıyor.
Başlangıçta, “askerin takıntısı” gibi piyasaya sürülen “irtica” ve “şeriat” kavramları, giderek, MGK’nın asker kanadının öncülüğünde, ekonomik ve siyasal sistemin yenilenmesinin manivelası olarak kullanılmaya başlandı.
Şablonculukla malul ve artık modası geçmiş bir çevre olduğuna inanan, bu yüzden de büyük bir hayal kırıklığı içindeki sözde Atatürkçü çevreler, askerin “çıkışı”yla birlikte yeni bir umutla ortaya afaldılar. Yeni Dünya Düzencileri karşısında teslim olan aydın çevreler, solda, sosyalizmde aradığını bulamayanlar; askerin şemsiyesi altında kendilerine dokunulmazlık edinmeye yönelip devrimcilik oynamaya soyundular. Süngünün temizlediği alanda politika yapmanın kolaylığı ile askerlere, askerlerin bile aklından geçmeyen ileri iddialar ve görevler yüklemeye koyuldular. Dahası, askeri müdahaleye teorik ve siyasal gerekçeler uydurarak asker müdahalesine, mantıksal ve siyasal bir meşruiyet kazandırma görevini üstlendiler. Öyle ki; askerin “şeriata karşı giriştiği cihadı” milat kabul ettiler ve gelişmeleri, “karanlık kuvvetlere karşı cumhuriyet ordusunun başkaldırısı”; “Cumhuriyet Devrimi Programı’nın yeniden ilan edilmesi” olarak değerlendirdiler. Hızını alamayanlar, askerlerin şeriata bayrak açmakla, ABD emperyalizminin Ortadoğu planlarını bozduğunu; artık TSK’nın sistemin, düzenin değil “devrimin ordusu” olduğunu ilan ettiler.
Örneğin, askerlerle ve askeri müdahalelerle tarihi yakınlığa sahip İlhan Selçuk, “ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra durum değişti. ‘Soğuk savaş’ başladı. Türkiye’de Amerikancı görüş ağır basınca, kırk yıl boyunca süregelen karşı devrimin ağırlığı demokrasiye de fırsat tanımadı. 12 Eylül 1980’den sonra öyle bir noktaya gelindi ki Sovyetler yıkılmasaydı Türkiye’de ‘Aydınlanma Devrimi’ belli ki karşı-devrimin karanlığında boğulacaktı… Devletin ‘Nato Gladio’sundan ve ‘Türk-İslam sentezinden kurtulması, demokrasi için birinci koşuldur; … 28 Şubat MGK toplantısı bu yolda tarihsel bir dönemeci vurguluyor.” (Cumhuriyet, 25 Mart’98)
“… Devlet derini de olsa sığı da olsa, artık değişiyor. Neden? Çünkü soğuk savaş bitti. Vaktiyle ‘komünizm canavarı’ ile uğraşan ‘derin devlet’ bu kez ‘irtica canavarı’nın en büyük tehlike olduğunu ayrımsadı. O irtica canavarı ki komünizm canavarına karşı vaktiyle devlet eliyle beslenip büyütülmüştü; şimdi mürteci, herkese Dr. Frankeştayn’ın laboratuarından kaçıp ortalığa çıkmış gibi geliyor.” (Cumhuriyet, 3 Nisan ’98)
Kendisi daha çok bir bilim ve kültür adamı, bir aydın olarak tanınan Emre Kongar, gelişmeleri dünyadaki “değişimle” açıklayarak; İlhan Selçuk’la aynı sözcükleri kullanarak şunları yazabildi: “Sovyetler çöktü. Soğuk savaş bitti. Devir değişti. Yani bugünkü kavga, askerlerle siviller arasında değil, 1970’li ve 1980’li yıllardaki asker-sivil ittifakı ile oluşturulan ‘dinci-çeteci’ devlet modeline karşı ‘demokratik hukuk devleti modelini’ savunan örgütlerin mücadelesidir.” (Cumhuriyet, 30 Mart ’98)
Yine Cumhuriyet’in ezeli köşe yazarlarından ve askerin nabzını ve tarafını tutmakta tutarlı Ahmet Taner Kışlalı ise; 1960’lardaki “cuntacılığın teorisi”ne dönerek gelişmeleri şöyle açıklıyor: “Asker 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün askeri olmaktan çıkmış…  yeniden 27 May ıs’ın askeri olmuş… Cumhuriyetin temel değerlerini benimsemiş olan sivil ve asker aydınlar yeniden aynı cephede buluşmuşlar… (Bunun) Neresi kötü?” (Cumhuriyet, 29 Mart ’98)
12 Mart ve 12 Eylül’ün mağduru Server Tanilli de, Cumhuriyetteki köşesinde askerlerin girişimlerine destek veriyor: “Çok istenirdi ki önce partiler uyansın ve bu gidişe ‘dur’ desinler. Ama böylesi bir uyanış olmadı. Asıl girişim, bir süredir ordudan geliyor; açık seçik görülen bu. Duruma bakıp kaygılananlar var. Ancak, ne Cumhuriyetimiz ‘Muz Cumhuriyeti’ ne de ordumuz böyle bir cumhuriyetin ordusudur. ‘Cumhuriyetin değerleri’ siviller kadar ordunundur da. ’50’lerden beri sürüp gelen karşı devrimin işgal ettiği mevzileri yeniden ele geçirme hareketi başlamıştır.” (Cumhuriyet, 27 Mart ’98)
Biraz kımıltı olan her yere külahını atıp yardakçılık yapmayı politik kariyer edinmiş Doğu Perinçek, askerin “şeriata karşı mücadele” çıkışında ezeli ittifakını bulmuş olmanın sarhoşluğu ile mesnetsiz atıyor. Askerin her açıklamasında, anti-Amerikan, devrimci, cumhuriyetçi yönler keşfedip, askerlerin devrimciliğine dair sayfalar dolusu methiyeler dizerek, “iktidara” yürüyor: “Artık Cumhuriyet Devrimi kuvvetleri ayağa kalkmıştır. Yeni bir döneme girdik. Bunu anlamak ve bilince çıkarmak her şeyden önemlidir.”(25 Mayıs ’97 Basın toplantısı) “Türkiye’de artık Devrimci Cumhuriyet Programını uygulayacak bir iktidarın ordusu vardır. Ordusu olmayan ‘iktidarlar’, bugün de görüldüğü üzere zaten iktidar değildir… Şeriatçıların ordusu yoktur; iktidar olamazlar… Artık bizim ordumuz vardır…” (10 Mayıs ’97, Basın açıklaması)
“1937 yılında Anayasa’nın 2. maddesine devletin nitelikleri olarak yazılan Altı Ok, bugün de Türkiye Devrimi’nin programıdır… İçine girdiğimiz Devrimci Cumhuriyet sürecinde hiçbir güç Altı Ok’un karşısında duramaz. (Doğu Perinçek, Sol Güçbirliği, Sol iktidar, Mart ’98)
Türk-İş, DİSK, TİSK, TESK, TOBB’dan oluşan “beşli” sözde sivil inisiyatif, Atatürkçü Düşünce Dernekleri (ADD), CHP gibi partiler ve örgütler de aynı platformda hareket ediyorlar. Bunlara göre de “Askerin şeriata karşı mücadele platformu” gerçekten şeriatçıları devletten temizlemeye ve püskürtmeye yöneliktir. “Devrimci cumhuriyet yasalarının yürürlüğe sokulmasından başka bir strateji ve amaca sahip değillerdir.     İçeride ve dışarıda olup bitenlerin bu askeri müdahaleyle bir ilişkisi yoktur. Tersine, ordu; durup dururken birden, “cumhuriyet”in, bir irtica tehdidiyle karşı karşıya geldiğini görmüş; bu yüzden de “Şeriata karşı mücadele bayrağı açmış”tır. Özellikle de, ordu bu girişimiyle, Türkiye’yi NATO’nun, ABD’nin sürüklediği “ılımlı İslam” ve “şeriat” batağından kurtarmak istemektedir. Bu yüzden bütün devrimci, ilerici güçler ordunun girişimine destek verip, demokratik, sosyal hukuk devletinin korunmasına yardımcı olmalıdır. Aksi halde modern cumhuriyet, ortaçağ karanlığına sürüklenecektir. Ordunun müdahalesine karşı çıkanlar ise; dönekler, Amerikan mandacıları, irticanın müttefikleridir vs. vs.

AMERİKAN İCAZETLİ ŞERİAT KARŞITLIĞI
İlhan Selçuk’tan D. Perinçek’e, Ahmet Taner Kışlalı’dan Emre Kongar’a kadar kendilerini Kemalist, hatta yerine göre sosyalist ilan eden kimi güçler, “beşli sivil inisiyatif”çiler, büyük patronların sözcüleri; özü ve kapsamı, Türkiye’nin uluslararası sermayeye, emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’ne tamamen bağlanması olan sermayenin yeniden yapılanma operasyonunu, “Devrimci cumhuriyet atılımı” olarak değerlendirip; bütün, ileri, devrimden, demokrasiden, Türkiye’nin bağımsızlığından yana olan güçleri bu askeri müdahalenin arkasında toplanmaya çağırmaktadırlar.
Bütün bu, askerin gündelik politikaya giderek derinleşen müdahalesine destek veren çevreler; kendi tutumlarının haklılığını kanıtlamak için, ABD ve NATO’nun İkinci Dünya Savaşı sonrasında, İslam ülkelerinde “ılımlı İslam”ı destekleyerek, bu ülkelerde İslamı komünizme karşı kullandığını, bu yüzden de bu ülkelerde şeriatın güç kazandığını öne sürüyorlar.
Kuşkusuz, iddianın bu bölümü doğru. ABD ve NATO, 1950’lerden itibaren “Komünizmin yayılmasını önlemek için” İslam ülkelerindeki en gerici güçlerle birleşmiş, şeriatçılık da dâhil her tür dini eğilimi destekleyerek, anti-komünist bir platformda birleştirmiş, Türkiye’den Pakistan’a kadar uzanan hatta komünizmin güneye doğru yayılmasını önleyecek, bir “Yeşil Kuşak” inşa etmeyi amaçlamıştır. Bunda da bir hayli başarılı olmuştur.
Bugün ilericilik adına askeri müdahale şakşakçılığına soyunan hemen herkes, buraya kadar hemfikirdir. Ancak Sovyetler Birliği (SB)’nin yıkılmasından sonraki gelişmeleri açıklarken, Doğu Perinçek ile İlhan Selçuk, A. Taner Kışlalı, Emre Kongar gibi Cumhuriyet gazetesi etrafında toplanan geleneksel “Kemalistler” arasında farklı bir değerlendirme ortaya çıkmaktadır.
Selçuk, Kışlalı, Kongar gibi düşünenlere göre; SB’nin yıkılmasından sonra ABD ve NATO, artık İslam’a ihtiyacı kalmadığı için şeriatçılara desteği kesmiştir. Bu yüzden de Türk ordusu, Amerikan baskısından kurtulduğu için yeniden Kemalist ilkelerine dönme ve şeriatı, 1930’larda olduğu gibi baş düşman ilan etme imkânı yakalamıştır. Eğer SB yıkılmasaydı, Türkiye’nin Cumhuriyet Devrimi, “Şeriatın karanlığında boğulup gitmiş” olacaktı. Allahtan SB yıkılmıştır! Nasıl ki; SB’nin kurulması cumhuriyetin kurulmasına yardımcı olmuşsa, yıkılması da cumhuriyetin ortaçağ karanlığında boğulmasını engellemiştir. Ordu artık 12 Mart ve 12 Eylül’ün ordusu değildir; 27 Mayıs’ın, Kurtuluş Savaşı’nın ordusudur.
Bu yazarlardan yukarıda aktarılan görüşlerden açıkça anlaşıldığı gibi; kendilerine Kemalist diyenler, askerin yeniden kendisine dönmesini, şeriata karşı savaş açmasını, Amerika’nın icazetine bağlamaktadırlar. Yani, “eğer komünizm yıkılmasaydı”; ABD İslam’ı desteklemekten vazgeçmeseydi, ne ordu irticaya karşı savaş açabilir ne de Cumhuriyet Devrimi ilkelerini savunmak mümkün olabilirdi. Tersine, “Cumhuriyet ortaçağ karanlığında yok olup gider”di. İşte bugün, Cumhuriyet gazetesi, ADD ve çeşitli partiler içindeki bu geç kalmış sözde Kemalistlerin yeni cumhuriyet devrimi, “bağımsızlıkçılık” stratejisi, ne yazık ki, bu Amerikan icazetli strateji üstüne oturtulmuştur. Yani, bu keskin şeriat karşıtları ve anti-emperyalistler; bugün şeriata karşı bayrak açmış olmalarını; ABD’nin şeriatçılara destek vermeye artık ihtiyacı kalmadığı için mümkün olduğunu itiraf etmektedirler.
Bu Amerika’dan icazetli şeriat karşıtlarıyla arasından su sızmayan Doğu Perinçek gibilerine göre ise; dün olduğu gibi bugün de İslamcı partiler, tarikatlar, cemaatler ABD tarafından, asli müttefik olarak görülüp desteklenmektedir. Özellikle de Türkiye’de durum böyledir. Bu yüzden de askerlerin müdahalesi, şeriata karşı çıkmaları aynı zamanda Amerikancılığa da karşı; Cumhuriyet Devrimlerine sahip çıkma, Türkiye’nin bağımsızlaştırılması yönünde atılmış son derece önemli adımlardır. Bu temel nedenden dolayı, bugün askerlerin müdahalesine karşı çıkmak Amerikancılıktır, mandacılıktır, vs. vs.
Kuşkusuz, Perinçek asıl gerçeği biliyor ama burada bir gözbağcılık yaparak kendi postal yalayıcılığını gizlemeye çalışıyor. Şöyle ki; İkinci Dünya Savaşı sonrasında İslam ülkelerindeki irticai akımları ABD ve NATO’nun desteklediği; bu akımların her yolla palazlandırılmaya çalışıldığı doğrudur. Ama özellikle SB’nin yıkılmasından sonra, yani ABD’nin bir “Yeşil Kuşak” ihtiyacının kalmamasından sonra, ABD’nin ve diğer emperyalist ülkelerin kendi dönemsel taktiklerinin asli unsuru olarak, bütün İslam ülkelerinde bu akımları destekledikleri tezi ise, doğru değildir.
Elbette ABD ve diğer emperyalist ülkeler, SB’nin yıkılmasından sonra da, çeşitli ülkelerde, işçi sınıfı ve halkı boyunduruk altında tutmak, demokrasi ve sosyalizm yolunda gelişmeleri önlemek üzere, çeşitli dini-politik fraksiyonlarla, partilerle yakınlaşma, bunlardan bazılarını destekleme gibi eylemlerde bulunmuşlardır, bulunmaktadırlar. Örneğin, Afganistan’da ABD, çeşitli dini partilerden en fanatiği olan Taliban’la ilişki kurmuş; Taliban’ın başarı kazanması için çaba da sarf etmiştir. Ya da Türkiye’de Refah’a karşı Fethullah Gülen’i tercih eden bir tutum takınmış; Gülen’e desteğini açıkça ifade etmiştir. Dahası ABD, RP’nin iktidarda olması konusunda kaygıları olsa da, RP’nin kapatılmasını da istememiş, en azından bir zaman sonra “lazım olacağını” düşündüğünden, askerlerin gönlünü hoş tutarken, RP’yi de silip atmamıştır. Ama bu, “Yeşil Kuşak” dönemindeki gibi, İslam ülkelerindeki “İslamcı parti” ya da cemaatleri asıl müttefik görmekten gelen bir ilişki değildir.
Batılı emperyalistler; özellikle de ABD, SB’nin yıkılmasından sonra, Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi şeriatla yönetilen ülkelerdeki eski yakın ilişkilerini sürdürmüştür. Ama Irak, İran, Suriye, Libya gibi “terörist ülkeler” kategorisine soktuğu ülkelere karşı tutumunu daha da sertleştirmiştir.
Bütün bunlardan önemlisi de; ABD’nin ve NATO’nun “savunma konseptleri”, SB’nin yıkılmasından sonra değiştirilmiştir. Bu değişiklikte, cılız da olsa anti-emperyalist, özellikle anti-Amerikan eğilimler taşıyan İslamcı parti ve çevrelere biçilen rol olumlu değil, olumsuzdur.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için sözü biraz uzatmak pahasına şunlara vurgu yapmak gerekir:
Bilindiği gibi NATO, komünizmin yayılmasını önlemek için kurulmuş anti-komünist bir pakttı. Bu yüzden de komünizme karşı olabilecek bütün imkânları seferber etme amacı güdüyordu. Sonradan SB’nin komünizmle ilgisinin kalmadığı dönemde, yine antikomünist niteliğini korudu; bütün anti-komünist güçleri etrafında toplayarak, komünizme karşı olmasının yanında Sovyet yayılmasını önleme hedefini belirginleştirdi. İslam içindeki gerici, şeriatçı akımlar da antikomünist bir platformda bulunduğu için NATO’nun potansiyel müttefikiydi ve NATO, gerek komünizme gerekse de Sovyet yayılmacılığına karşı, imkân bulduğu her durumda bu akımları destekleyip kendi hizmetine almayı amaçlıyordu. Bu yüzden de “Yeşil Kuşak”, bir ABD-NATO projesi olarak planlanıp uygulamaya sokuldu.
NATO’nun, SB’nin yıkılmasından sonraki yeni konsepti ise, “Terörizme karşı mücadele” olarak tarif edildi. Ve elbette bunların yanı sıra yeni konsept, NATO’nun görev bölgesindeki (NATO’nun görev bölgesi sadece Avrupa değil, artık dünyanın her köşesi olarak esnetildi.) iç ayaklanmaları, iç savaşları vb. kapsayan bir konsept olarak tarif edildi. Somali, Arnavutluk ve Bosna’ya yapılan müdahale bu doğrultudaki müdahalelerdi. Körfez Savaşı yine NATO merkezli bir savaş olarak planlanıp sahneye kondu.
Amerika’nın kendi savunma konsepti de değiştirildi.
SB’nin yıkılması öncesinde ABD’nin savunma konsepti; komünizmin ABD’de yayılmasını önlemeye yönelikti. SB’nin yıkılmasından sonra, bu “konsept” değiştirildi. Ve ABD Savunma Konsepti, iki maddede özetlenebilecek bir yaklaşıma indirgendi. 1) ABD’ye dışardan sızacak terörist grupların faaliyetlerinin önlenmesi, 2) Şehirlerde çıkabilecek ayaklanmaların önlenmesi ve bastırılması.
ABD ve NATO konseptlerinde vurgu yapılan “terörizm”i, basit gündelik dilde kullanılan bir terörizm olarak anlamak yanıltıcı olur. Tersine; buradaki terörizm kavramı; ABD’nin başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’nin, “tekellerin globalleşen dünyası”nın önündeki engeller olarak anlamak gerekir. Son 10 yılın uygulamalarından da açıkça görüldüğü gibi, ABD ya da diğer emperyalistler için, bir ülkede yönetimde bulunanların liberal, “sosyalist”, sosyal demokrat, radikal ya da ılımlı dinci olması hiç önemli değildir. Önemli olan, ülkeyi yönetenlerin, serbest piyasa ekonomisini benimsemesi; gümrükleri kaldırıp ülkeyi uluslararası tekellerin yağmasına açmasıdır. Irak’la ABD’nin arasının açılmasının nedeni, propaganda edildiği gibi Saddam’ın zalimliği, komşu ülkeler için tehlikeli bir saldırgan olması değil, Irak’ın petrollerini kendi denetimine almaya kalkmasıdır. ABD’nin, İran yönetimiyle asıl sorunu Mollaların dünya görüşleri değildir. Bugün Mollalar İran’ı uluslararası tekellere açmayı garanti etsin, ABD ertesi gün İran’a yönelik tüm yaptırımları kaldırır. Nitekim çıkarları öyle gerektirdiği için, İran’ı aşırı dincilikle suçlayan ABD, Afganistan’da İran’a göre çok daha fanatik Taliban’la temas kuran tek ülke olmayı göze alabilmiştir.
NATO ülkelerinde komünist işgale karşı kurulan “kontrgerilla örgütlenmesi”nin, emperyalizmi hedefleyen ulusal, demokratik ve sosyalist hareketlere karşı “Kriz Yönetim Merkezleriyle takviye edilmesi, hem emperyalizmin “konsept” değişikliğinin hem de bu konseptin içeriğinin anlaşılması bakımından önemlidir.
Burada hemen söyleyebiliriz ki; Türkiye’de Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin kurulması da, NATO ve ABD’nin savunma konseptinin “komünist işgali” asıl tehlike görmekten “terörizm” ve “şehirlerdeki ayaklanmaları” asıl tehlike görmeye geçişle ilgilidir. Artık herkesin bildiği gibi; komünizme karşı mücadele döneminin “iç örgütlenmesi” kontrgerillaydı. NATO; muhtemel komünist ayaklanmalar için bütün NATO ülkelerinde kontrgerilla örgütleri kurdurmuş ve bu örgütler çeşitli provokasyonlar, cinayetler vb. ile gündeme gelmiş; pek çok Avrupa ülkesinde skandal-vari bir biçimde deşifre edilmişti. Türkiye’de ise; bu örgüt halen bir yanıyla çeteler, diğer yandan “Özel Kuvvetler Komutanlığı” olarak faaldir. Ve halen bir yandan ilericilere, devrimcilere, öte yandan Kürt mücadelesine karşı kullanılmaktadır. Ancak, NATO’nun değişen konseptine bağlı olarak da 1995’ten beri önceki dönemden kalma örgütlenme yenilenmekte ve değişik isimler altında kurulan Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi türünden yeni örgütlenmelerle takviye edilmektedir. Türkiye’nin Anayasası ve yasalarında yer almayan Kriz Yönetim Merkezi, NATO’nun konsept değişikliğine bağlı olarak kurulmuştur.
Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin kuruluş gerekçesinde kriz hali; “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü ile milli hedef ve menfaatlerine yönelik hasmane tutum ve davranışların, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin, tabii afetlerin, tehlikeli ve salgın hastalıkların, büyük yangınların, radyasyon ve hava kirliliği gibi önemli nitelikteki kimyasal ve teknolojik olayların, ağır ekonomik bunalımların ve irtica ve büyük nüfus hareketlerinin ayrı ayrı veya birlikte vuku bulduğu haller” olarak tarif edilmiş ve kriz halinin 5. maddesi, kriz tanımını daha da somutlaştırmıştır (Madde 5-) “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzeninin, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet eylemlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin bozulması; terör olayları, kanunsuz grev, lokavt ve iş bırakma eylemleri, etnik yapı, din mezhep farklılıklarından kaynaklanan olaylar, ağır ekonomik bunalımlar.”
İstanbul Barosu’nun, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin Anayasa ve yasalara aykırı olduğuna dair Danıştay’a başvurusu ve Danıştay’ın Başbakanlıktan “kuruluş gerekçesinin ne olduğu”na dair sorusuna Başbakanlık’ın, Danıştay’a gönderdiği yanıt aynen şöyledir: “Kriz yönetim sistemi, bugün üyesi bulunduğumuz NATO dâhil, tüm ülkelerde düzenlenmiş ve uygulanmıştır. NATO anlaşması gereğince devletimiz NATO’nun merkezi kriz sistemine dâhil olduğu gibi, ülkesinde de milli kriz yönetim sistemini kurmakla yükümlüdür.”
Kısacası; NATO’nun yeni konsepti, ülkelerdeki iç ayaklanmaları; yaygın grev ve iş bırakmaları ve kuşkusuz bunların yönelebileceği demokrasi ve sosyalizmi önlemeye yöneliktir. Türkiye’deki Kriz Yönetim Merkezi de, bir önceki dönemden kalan ve hâlâ faal olan kontrgerilla örgütlenmelerini takviye etmek üzere, bu amaca uygun olarak kurulmuştur.
Görüldüğü gibi; gerek ABD’nin, gerekse NATO’nun “savunma konseptleri”nin esasında, tüm İslam ülkelerindeki radikal ya da “ılımlı” İslamcı akımları, “Yeşil Kuşak” dönemindeki gibi asıl müttefik görmeye zorlayacak bir ihtiyaç gözükmemektedir. Tersine, İslam ülkeleri; Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi kukla yönetimli ülkeler bir yana bırakılırsa; dünyanın globalleşmesi önündeki engeller, “geri”, “kapalı”, “serbest piyasanın gelişmesine engel ülkelerdir. Dahası; “terörist ülkeler” olarak, Yeni Dünya Düzeni’nin “lanetli ülkeleri”nin başında İran, Irak, Suriye, Libya, Sudan gibi İslam ülkeleri vardır.
Demek ki; Doğu Perinçek’in bugün de ABD’nin, NATO’nun “Yeşil Kuşak” döneminde olduğu gibi “ılımlı İslam”ı desteklemeyi baş görev edindiği tezi, ABD’nin devrim ve komünizme karşı bugünkü taktik yönelimi ve çok sayıda İslam ülkesiyle ilişkileri dikkate alındığında, bir safsatadan ibarettir.
Olup bitenler, Perinçek’in ABD’nin “savunma konsepti”ne uyum için tezler geliştirdiğini gösteriyor. Örneğin 1987’de “Yeşil Kuşak” stratejisi halen geçerliyken, Perinçek RP’yi, türbancıları açıkça destekliyor; türbana karşı çıkanları “kışla yönetir gibi ülke yönetmeye kalkmakla” suçluyor; türbancıları ziyaret edip, “şeref defterine” demokrasi üstüne aforizmalar yazıyordu. Oysa bu dönemde “ılımlı İslam” hâlâ ABD ve NATO için başlıca müttefikti. Ancak ABD’nin konsept değiştirip, İran, Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerle olan ilişkilerinin de bir gereği olarak eskisine göre İslam’ı geriye ittiği koşullarda. Perinçek, şeriata karşı çıkma kahramanlığına soyundu. Dolayısıyla Cumhuriyet gazetesi çevresinin Amerikan icazetli “şeriata karşı savaş” taktiğini Perinçek, Amerikan ve NATO savunma konseptiyle uyumlu bir “şeriat karşıtlığı” olarak sürdürmektedir. Bu yüzden de sağa sola “Amerikan mandacısı” diye saldıran Perinçek’in gerçekte bunu, kendi mandacılığını saklamak için yaptığı açıkça anlaşılıyor.
Bu yazının bundan sonraki bölümünde, Perinçek’in ve arkasında saklandığı güçlerin tam bir Amerikan politikası izlediği daha iyi görülecek.

ORTADOĞU’NUN YENİ DÜZENİ: İSRAİL-TÜRKİYE OMURGA
ABD’nin Ortadoğu’da kurmak istediği yeni düzen göz önüne alındığında, kuklaları bir yana, bugün için ABD’nin gözünde İslamcı akımların “düştüğü” pozisyon daha da anlaşılır olacaktır.
ABD Başkanı George Bush döneminde; henüz SB yıkılmamışken hazırlanan ve Amerikan savunma konseptinin oluşturulmasına temel olduğu bildirilen raporda Ortadoğu ile ilgili şunlar yazıyor:
“Dünyanın bu kilit bölgedeki enerji kaynaklarına bağımlılığı ve bölgedeki ülkelerin çoğuyla güçlü ilişkilerimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin başta gelen çıkarlarını oluşturmaktadır. .. Ortadoğu, Doğu-Batı arasındaki gerginlikler azalsa bile, Amerika’nın stratejik kaygılarının devam ettiği bir bölge olarak canlılığını koruyacaktır. İsrail’in güvenliğinin yanı sıra, petrol nakliyatının serbest şekilde devamını da kapsayan çıkarlarımıza yönelik tehditler çeşitli kaynaklardan geliyor. 1983 ve ’84’te Lübnan, 1986’da Libya ve 1987-1988’de Basra Körfezindeki harekâtlardan oluşan, 1980’lerdeki müdahalelerimiz, Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarına yönelik Kremlin’in keyfine terk edilemeyecek tehditlere karşılıktı. Çıkarlarımızı bu bölgede koruma gereği devam edecektir. Bu nedenle Doğu Akdeniz, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu’nda denizlerdeki varlığımızı sürdüreceğiz. Belirli aralıklarla tatbikatlar yapacak, donanmamıza ev sahipliği yapan ülkelerden daha fazla destek sağlamaya ve bölgede teçhizat mevzilendirme imkânlarının artırılmasına çalışacağız. Özellikle nükleer, kimyasal ve kitleleri imha gücüne sahip öteki silahların yayılması ve bu silahlarla ilgili uzun menzilli taşıyıcı sistemlerin üretiminin durdurulması yolunda çaba harcama taahhüdü içindeyiz. Terörizmi ve yıkıcı faaliyetleri destekleyen devletlere baskı uygulayacağız, İsrail’in güvenliği için kalıcı taahhütlerimize uygun olarak Filistinlilerin meşru haklarını tatmin edecek şekilde düzenlenecek bir barış sürecini teşvik etmeye devam edeceğiz.” (George Bush Dönemi ABD Milli Güvenlik Stratejisi, aktaran Türk Tarihi Dergisi)
ABD tarafından Körfez Savaşı’ndan hemen önce yapılan bu saptamaların Körfez Savaşı ve onu izleyen yıllardaki Amerikan politikasına yön verdiğini biliyoruz. Dahası, ABD’nin Ortadoğu politikası, Körfez Savaşı sonrasında daha da netleşti. Savaşın hemen sonrasında Amerikan yetkililer; savaşın nedenini, açıkça; “Bölgedeki petrol rezervlerinin ve petrol geçiş yollarının güvenliği” olarak ilan ettiler. Savaş sırasında telaffuz edilen, “Kuveyt, Suudi Arabistan ve Emirlikler’de demokratik parlamentoların kurulması”, “bölgede demokrasinin yerleştirilmesi” vb. gibi gerekçelerin tıpkı, petrole bulanmış balıkçıl (Körfez Savaşı sırasında petrole bulanmış bir balıkçıl ikide bir ekrana getirilip, Saddam’ın denize bıraktığı petrolün nasıl çevre kirlenmesine yol açtığı anlatılmak istendi. Ama sonradan balıkçılın Körfez’de değil Kanada sahillerinde görüntülendiği ortaya çıktı.) gibi salt propaganda amaçlı olduğunu itiraf ettiler.
Körfez Savaşı sonrasında, ABD’nin Ortadoğu stratejisi açısından bölgedeki en önemli gelişmenin Türkiye ile İsrail arasında başlayan, “stratejik mahiyete” sahip “Askeri İşbirliği Anlaşması” olduğunu söylemek, gerçeğin kendisini ifade etmek olacaktır. Çünkü yaklaşık 50 yıldan beri ABD’nin başarmak istediği bir şeydi bu. Ve 1996 yılı sonunda imzalanan “Türkiye-İsrail Savunma ve Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşmalarıyla Amerika’nın 50 yıllık rüyası gerçek oldu. Bu iki temel anlaşma iki ülkenin ticari bakımdan yakınlaşmasını doğurduğu gibi; siyasi bakımdan da ilişkilerini hızlandırdı. Öyle ki; İsrail kurulalı beri ilk kez bir İslam ülkesiyle ortak askeri tatbikat yaptı.
Bölgedeki Amerikan stratejisi için, sorunu bulandıran ayrıntılardan arındırılırsa şunlar söylenebilir: ABD’nin Ortadoğu’daki asıl amacı, petrol rezervlerini denetlemek, petrol yollarının (denizyolu ve petrol ve doğalgaz boru hatları) güvenliğini sağlayan “tek ülke” durumunu korumaktır. Böylece ABD, sadece Ortadoğu değil Kafkasya ve Orta Asya’daki petrol ve doğalgaz yatakları bakımından da ek bir üstünlük elde etmektedir.
ABD’nin bu rolü yerine getirebilmesi için bölgede sağlam dayanaklara ihtiyacı vardır. İşte Türkiye-İsrail askeri işbirliği bu noktada önem kazanmaktadır. Çünkü bölgede ABD ile en sağlam ve kalıcı bağlara sahip iki ülke İsrail ve Türkiye’dir. Bu iki ülke ekonomik ve askeri güç bakımından bütün bölge ülkelerini dengeleyebilecek bir üstünlüğe sahip olduğu gibi, kültürel olarak da Batı ile sağlam bağlara sahiptir. Dolayısıyla bu iki ülkenin Amerikan stratejisi etrafında birleşmiş olması belirleyicidir.’İsrail ve Türkiye’den oluşan omurga sağlam olduğu sürece, bölgedeki diğer ülkelerin inişli çıkışlı, Amerikan yanlılığı ya da karşıtlığı çok önemli olamaz. Çünkü İsrail ile Türkiye’nin stratejik mahiyetteki birliği, bölgede Amerikan çıkarlarının savunulması için istikrarlı bir omurga oluşturacak mahiyettedir. Ve diğer ülkelerin Amerika’ya yakınlıkları, karşı olanların zaafları, bu omurga etrafında güce dönüşebilir.
İsrail’in Amerikancılığında bir sorun yoktu. Çünkü kuruluşundan beri İsrail varlığını ABD’nin şemsiyesi altında yaşamasına borçludur. Türkiye ise; 50 yıldan beri istikrarlı bir biçimde Amerikancı çizgi izlemiştir. Ama Türkiye’nin bir İslam ülkesi olması; birçok bakımdan belirsizlik yaratıyordu. Antiemperyalist demokratik hareketin 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşın canlı ve oldukça güçlü olması; öte yandan kendisini İslamcı olarak tanımlayan ve görünüşte olsa bile Ban ile arasına mesafe koyan eğilimlerin güç kazanması, ABD’yi gelecek açısından zorlayıcı unsurlardı. Özellikle de İran Devrimi sonrası İslam dünyasında gelişen anti-Amerikan eğilimler, ABD için tehlikeli belirsizlikler taşıyordu. Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği Anlaşması, bu koşullarda, ABD için son derece önemliydi.
Türkiye, İsrail’le doğrudan problemlere sahip olan bir ülke değildi. Ama İsrail’in İran ve Arap ülkeleriyle kronik sorunlarının olması; Türkiye’nin de bir İslam ülkesi olarak bu sorunlarda taraf olmak zorunda kalması, Türkiye-İsrail arasındaki herhangi bir yakınlaşmayı önleyecek mahiyetteydi. Öte yandan, 1400 yıldır süren geleneksel Yahudi-İslam çatışması; Müslümanlar tarafından Yahudiliğin lanetli görülmesi, Türkiye ile İsrail arasında ciddi, kalıcı ve resmi yakınlaşmaları engelleyen bir unsurdu. Bu yüzden de hiçbir sivil hükümet, İsrail’le bu ölçüde yakınlığa cesaret edemezdi. Bunu elbette en iyi ABD’li ve İsrailli yöneticiler biliyordu. Bu nedenlerden dolayı Türkiye-İsrail Anlaşması askerler arasında yapıldı.
Herhangi iki ülke arasında süren ilişkilerde olağan olan, önce diplomatların, sonra siyasilerin eğer bir askeri anlaşma yapılacaksa en son da askerlerin katıldığı bir ilişkidir. Türkiye-İsrail Anlaşmasında tam tersi oldu. Önce askerler kendi aralarında (İsrail tarafı için prosedür normal işlemiş olmalı) anlaştı; ve bu anlaşma, içeriği de çok açıklanmadan, hükümete dayatıldı. Nitekim zamanın başbakanı Necmettin Erbakan, anlaşmayı bir hayli salladıktan sonra imzalamak zorunda kaldı. İsrail’e giden Türkiye Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı, İsrail’de devlet başkanı töreniyle karşılanıp büyük ilgi gördü. Bu ilgi, o sırada Genelkurmayca arası hayli açık olan Refah-yol Hükümeti’ne karşı bir tavır gibiydi de. Sonuçta, hükümetin ayak sürümesine karşın, bugün bile içeriği kamuoyuna açıklanmamış İsrail-Türkiye Savunma işbirliği ve Savunma Sanayi İşbirliği
Anlaşması yürürlüğe girdi.
Refah Partisi, Türkiye’de iktidar olmanın vizesinin ABD’den geçtiğini biliyordu. Bu yüzden de bir iki “seçmene selam” babından şov dışında ABD’nin gönlünü hoş edecek açıklamalar yaptı. Özellikle asker tarafından sıkıştırılınca iki bakanını ABD’ye gönderdi. Devlet Bakanları Abdullah Gül ve Recai Kutan, ABD’yle hükümet arasında yakınlık kurmak için Washington’da günlerce kapı kapı dolaştı. Orta düzeyde Amerikalı memurların kapısında günlerce beklediler, ama ya görüşecek kimseyi bulamadılar ya da baştan savıldı. Aynı günlerde ABD’de bulunan Orgeneral Çevik Bir ise; sanki hükümete inat, büyük itibar gördü. Çevik Bir, Sincan’da sokağa çıkan tankların “hükümete balans ayan” yaptığını Washington’da gazetecilerin önünde söyledi. Amerikan yönetiminin demokrasi duyguları bu açıklamadan asla rencide olmadı. Sadece Çevik Bir’in itibarı arttı. Besbelli ki askerin girişimine ABD onay veriyordu. ABD’nin de açıkça askerlerin arkasında yer aldığının anlaşılmasından sonra Refah-yol’un gidişi hızlandı. Bu, RP’nin kapatılmasına da yeşil ışık yakılmasıydı.
Gerçi ABD, RP’nin kapatılmasından pek hoşnut olmadığını açıkladı. Ama bu, sadece “demokrasi icabı” yapılmış bir açıklama olarak kaldı.
Nisan ayı başında ABD’yi ziyaret edip, Beyaz Saray, Milli Güvenlik Kurulu, Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının üst düzey yetkilileri ile görüşen Gazeteci M. Ali Birand, Refah Partisi’nin kapatılmasına gelen süreçte ABD’nin tutumunu; Beyaz Saray’daki üst düzey bir yetkilinin ağzından şöyle aktarıyor:
“Dışişleri Bakanlığı ve bazı sivil örgütler, Refah-yol’a zaman kredisi verilmesinden yanaydılar. Ancak, Türkiye’deki laik çevreler ve TSK’nın kaygıları arttıkça, Ankara’dan Washington’a Pentagon kanalıyla mesajlar gelmeye başladı. Refah’ın yarattığı kuşkuları Pentagon, Beyaz Saray ve Milli Güvenlik Konseyi’ne çok etkili şekilde aktardı ve politika değişti.” ( Aktaran M. Ali Birand, Sabah, 15 Nisan 1998)

ANTİ-EMPERYALİZMİN VE İLERİCİLİĞİN KISTASI NEDİR?
Askerin artık 12 Mart ve 12 Eylül’ün askeri olmadığını iddia eden “Kemalist” çevreler; askerlerin şeriatçılara yüklenmesine tek dayanak olarak Türkiye’nin Mili Savunma Konsepti’nde şeriat tehlikesinin birinci sıraya yükseltilmesini gösteriyorlar. Mademki artık askerler, şeriatçıların arkasındaki desteği kaldırmışlar, hatta şeriata karşı kılıç çekmişlerdir; öyleyse yeniden o milli kurtuluş yıllarının, Cumhuriyet Devrimi’nin askerleri olmuşlardır! CHP, ADD, Cumhuriyet gazetesi çevresi gibi geleneksel Atatürkçüler, bu noktada dururken, D. Perinçek avanesi daha ileri giderek; ordunun devrimin ordusu olduğunu, bu yüzden sağcıların artık iktidar olamayacağını, ancak solun iktidar olabileceğini öne sürerek; devrimin programını bile yayınladı: “Devrimin programı altı ok”tur; Perinçek ve adamlarına göre.
Peki, öyleyse, devrimcilik, solculuk nedir?
Elbette ki; soyut planda, her zaman geçerli genel bir devrim ve devimcilik tanımı yapılabilir, ama yaşamda devrimci olmak, sadece genel tanıma uyuyor görünmekle sınırlı olamaz.
Örneğin Türkiye’de ABD’nin laikliğin karşısında olması, ya da laik olmayan şeriatçıları desteklemesi demek, bırakalım başka şeyleri, Türkiye-İsrail Anlaşmasını riske etmesi demektir. D. Perinçek’in Türkiye’de ABD’nin şeriatçıları destekliyor zırvasına inanılırsa, ABD, Türkiye-İsrail Anlaşmasına karşıdır demek gerekecektir.
Ama bugün dünyadaki durum, ABD başta olmak üzere emperyalizmin stratejisi, hiç de böyle değildir. Tersine ABD ve batılı emperyalistlerin İslam ülkelerindeki laik düzenlerle bir çatışması yoktur. Onları bütün geri ve az gelişmiş ülkelerde rahatsız eden, bu ülkelerdeki globalizmi önleyen eğilimler; gümrük duvarları; KİT’ler, bu ülkelerin var olduğu kadarıyla ulusal sanayileri, tarımlarıdır. Ortadoğu’da bu genel stratejiye, petrol rezervlerinin elde tutulması ve petrol geçiş yollarının güvenliği sorunu eklenmektedir. Bu yüzden de bugün ilericiliğin, antiemperyalist olmanın kıstası; ne laik olmak, ne de şeriata savaş açmış olmaktır. Bugün ilericiliğin kıstası; dünyayı bir avuç uluslararası tekelin talan alanı haline getirmeyi amaçlayan emperyalizmin Yeni Dünya Düzeni’ne, globalizme; özelleştirmeye, esnek çalışmaya; sendikasızlaştırmaya karşı çıkmaktır. Emperyalizmin ve globalleştirmeci saldırganlığının ülke içindeki temel dayanağını oluşturan işbirlikçi tekelci burjuvazinin egemen olduğu mevcut düzene, onun antidemokratik, faşist siyasal örgütlenmesine karşı çıkmaktır. Engelleyici başlıca gücün askerler olduğu demokrasiyi ve politik özgürlükleri istemektir. Bugün askerin gündelik politikaya müdahalesinde, laiklik savunusunda, modernizm taslamasında emperyalizmin ana amaçlarıyla çatışan hiçbir şey olmadığı gibi, tersine 28 Şubat bildirisinin bir maddesi de “özelleştirmeye hız verilmesidir. Bunun da ötesinde askerlerin holdingi OYAK; enerji, Telekom ve POAŞ özelleştirmelerinden pay almak için kollan sıvamışta Hele ilericilik, antiemperyalistlik tartışması Türkiye’de ise; ilericiliğin ilk koşulu, Ortadoğu’da emperyalizmin planlarını bozan bir tutum benimsemektir. Olup biten ise tam tersidir. Bugün askerin politikaya müdahale edip politik gidişata yön verir bir pozisyona geçmesinin nedeni; tam da ABD’nin planlarına istikrar kazandırmak içindir. Çünkü bölgede emperyalizmin istikrarının temeli İsrail-Türkiye Askeri İttifakıdır ki; bu ittifak yukarıda da belirtildiği gibi askerlerin eseridir. Dahası askerler, egemen sınıfların uluslararası kapitalizme entegre olma girişimlerinin istikrarının da temel unsuru olarak rol almışlar; burjuva partileri arasındaki çatışmayı bastırmanın da etkin gücü olmuşlardır. “Laik demokratik düzenin korunması” bu asli görevlerinin yerine getirilmesinde bir bahane olarak kullanılmıştır. Eğer askerler, “RP, Türkiye-İsrail Anlaşmasında güvenilmez bir partidir, bu yüzden Refah iktidardan gidecek” deselerdi, buna kimseyi ikna edemezlerdi. Ama “Laiklik elden gidiyor” diyerek ilerici, demokrat muhalefeti bölüp yedekleyerek bir taşla iki kuş vurmuşlardır. Anti-emperyalistlik, ilericilik, anti-Siyonistlik konusunda bugüne kadar öne çıkan politik ve aydın çevreleri kendi peşlerine takmış; böylece antiemperyalist, anti-Amerikan, anti-Siyonist mücadele güçlerini parçalamışlardır.
Kendisine Kemalist diyenler, Cumhuriyet gazetesi çevresi, D. Perinçek; her vesile ile özelleştirmeye karşı olduğunu söylüyorlar; İsrail’le işbirliğine karşı çıktıklarını söylüyorlar; yerine göre emperyalizme, Yeni Dünya Düzeni’ne yüksek perdeden “kahrolsun” diyorlar. Ama kalkıp bütün bu “kahrolsun” dedikleri şeyleri “yaşatacak” olan ve bu politikaların bel kemiği olan askerleri Cumhuriyet Devrimleri’nin koruyucusu, ulusal kurtuluşçu, devrimci, antiemperyalist, bağımsızlıkçı ilan ediyorlar. Yani lafta anti-emperyalist, devrimci; pratikte ise emperyalizmin politikalarının uygulayıcılarının baş destekçiliğine soyunuyorlar. Şimdi bunların özelleştirmeye karşı oluşlarına, anti-emperyalistliklerine, anti-Siyonistliklerine, solculuklarına, devrimciliklerine nasıl inanılabilir?
Kuşkusuz RP ve çeşitli türden tarikat çevrelerinin anti-Siyonistliklerinin, yerine göre İslam adına Amerika’ya karşı çıkar görünmelerinin demokratik, ilerici, anti-emperyalist muhtevası yoktur. Bu yüzdendir ki onlar, özelleştirmeye karşı çıkmıyor, tam tersine destek veriyorlar; uluslararası tekellerin Türkiye’yi yağmalamasına, emperyalizmin Ortadoğu’da üslenmesine ses çıkarmıyorlar. Bir anlamıyla sorunu bir İslam-Yahudi, İslam-Hıristiyan çatışması olarak gördüklerinden, daha doğrusu çıkarları ve uluslararası tekellerle ilişkileri nedeniyle böyle görmeleri gerektiğinden karşı olduklarına lafta karşı olmaktan öte bir tavır benimseyemiyorlar. Ve emperyalizmin (işbirlikçi sermaye ile birlikte) beslediği bir siyasal akım olarak, tekelci efendileri tarafından geçici de olsa geriye çekildiklerinde, tamamen kendi durumlarına ilişkin olarak lafını etmelerinin ötesinde ne demokrasi ne de özgürlük davasıyla bir ilişkileri vardır. Karakterleri demokrasi düşmanlığıyla yoğrulmuştur.
Son 50 yılın gelişmeleri göstermiştir ki; Türkiye’de ABD’nin pratik politikalarının aşıl dayanağı askerler olmuştur. Zaman zaman şu parti, zaman zaman bu parti Amerikancılıkta perva tanımamıştır. Ama zamanı gelince ve artık o parti kendisinden bekleneni yapamaz duruma gelince ABD tarafından feda edilmiştir. 1960’larda Demokrat Parti, 12 Mart’ta AP, 12 Eylül’de bütün düzen partileri, bölgede ABD’nin çıkarları uğruna feda edilmiş; askerle ittifak ise kesintisiz sürebilmiştir. 27 Mayıs’tan ABD’nin haberi vardır ve önlemek için ABD herhangi bir çaba harcamamıştır. 12 Mart ABD’nin desteğinde gerçekleşmiştir. 12 Eylül ise; zamanın ABD Başkanı’nın ifadesiyle “Bizim çocuklar tarafından yapılmış”tır. (Şimdi siyasal İslam’ın geriye itilmesi de, feda edici benzer bir gelişmedir.)
Sabah Gazetesi Yazan M. Ali Birand’ın son Washington ziyaretinde, Beyaz Saray yetkilisi, ABD’nin TSK konusundaki görüşlerini şöyle aktarıyor: “Washington için Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin önüne hiçbir şey geçemez. Amerika, Refah ‘ı korumak pahasına ne TSK ile ilişkilerini bozar, ne de Türkiye ile ilişkilerini tehlikeye sokar. Türk kamuoyunun anlamadığı da budur. Washington TSK’ya sivil hükümetlerden daha fazla inanır ve güvenir. Daha ciddi bulur. Önemli sorunları da askerlerle daha kolay halledeceğine inanır. Bundan dolayı Refah ‘a bir noktaya kadar -o da değişimlerin etkisiyle- göz yumuldu. TSK tutumunu sertleştirince Clinton yönetimi de tutum değiştirdi.” (Sabah, 15 Nisan 1998)
Bir askeri yetkili ise Türkiye’deki askerler için düşüncelerini M. Ali Birand’a şöyle aktarıyor: “Türk ve Amerikan askeri birbirini tanır. Bir bölümü okuldan, bir bölümü Washington veya Ankara’daki görev sırasındaki tanışıklıktan kaynaklanır. Yani Washington’da Deniz Baykal tanınmaz, ancak Çevik Bir tanınır. Asıl önemli yanı, Washington, Türk Genelkurmayının verdiği söze daha çok güvenir. Zira Türk Genelkurmayı boş yere söz vermez.”
Görüldüğü gibi ABD için askerin yeri tamamen “başka”dır. Onlar ABD’nin kadim müttefikidir. Dinci ya da laik düzen partileri, şu ya da bu örgütler, çeşitli tarikat çevreleri örneğin Fethullah Gülen Cemaati (ve hatta ne denli geri çekilmiş olursa olsun Erbakan ve benzerleri); ABD için elbette çıkarları için kullanılacak imkânlardır ve bunları zaman zaman ya da yeri geldiğinde kullanmak için değerlendirecektir. Ama Türkiye ve bölgenin özellikleri, onun için askerleri ayrı bir yere koymayı gerektirecek durumdadır.

BAZI SONUÇLAR
Yukarıda söylenenleri şöyle toparlayabiliriz:
1) Askerin gündelik politikaya müdahalesinin antiemperyalist, demokratik, devrimci, ilerici bir yönü yoktur. Tam tersine; müdahalenin amacı, bu çürümüş sistemi ayakta tutmak, onun tahrip olan yönlerini restore edip emperyalizmin globalleşen dünyasına Türkiye’nin adaptasyonu için engelleri ortadan kaldırmak, demokratik Türkiye’nin ve sosyalizmin önünü kesmektir. “Laik demokratik düzeni savunmak”, “Atatürk devrimlerini korumak” iddiası, asıl amacı saklayan bir perde görevi görmek üzere öne çıkarılmaktadır. MGK tarafından yapılan ve şeriatı “bölücülük”le birlikte “birinci tehlike” durumuna getiren “konsept değişikliği”, aslında “Türkiye’nin savunma konsepti” ile NATO’nun, ABD’nin savunma konsepti arasında uyum sağlamaya yöneliktir.
2) Bugünün dünyasında laisizmi savunmanın emperyalizmin amaçlarıyla çelişmediği ortadadır. Tersine, emperyalizm için şeriatçılık ve onun değişik versiyonları, belirli ülkeler açısından bugün için emperyalizmin başlıca müttefiki olma özelliğini yitirmiştir. Bir avuç tekelin dünyayı talan etmesi demek olan globalizm ve Ortadoğu’daki Türkiye-İsrail Anlaşması, ABD ve emperyalistler için hayati öneme sahiptir. En azından İran ve Libya’ya yaklaşımlarıyla bu politikalarla çelişecek eğilimler taşıyan şeriatçıların Türkiye’de iktidar olması Amerika tarafından istenmemiştir. Bu yüzden de şeriatçılığa karşı çıkan emperyalizme de karşı çıkar demek, emperyalizme hizmet için bilinçli bir çarpıtma değilse, aşırı saflıktır. RP (FP), BBP, değişik şeriatçı kesimler, yerine göre Türkiye-İsrail Anlaşmasına, ABD’nin çeşitli politikalarına karşı çıkar görünüyorlar. Ama karşı çıkış temelleri demokratik, anti-emperyalist bir muhteva taşımıyor. Tam tersine 1400 yıl öncenin ilkeleriyle oyalanıyorlar. Halkın en geri duygularına hitap ederek, emekçilerin yollarını karartıyorlar. Bu yüzden de bir yandan emperyalizme karşı olduklarını söylerken, öte yandan emperyalizmin dünya egemenliğinin aracı olan özelleştirmeye, esnek çalışmaya, globalizme karşı çıkmıyor, çıkamıyorlar. Bunlara karşı çıkmanın gereksindiği iç gericiliğe karşı çıkmak ve demokrasi yanlısı olmak ise, şeriatçılar açısından tamamen lükstür. Tersine gerici ve demokrasi karşıtı konumdadırlar.
3) Bugün anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, devrimci, ilerici olmanın ilk koşulu, globalizme, Yeni Dünya Düzeni’ne, bunların uygulamadaki görüntüleri olan özelleştirmeye, esnek çalışmaya, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı çıkmaktır. Türkiye ve emperyalizmin Ortadoğu politikaları açısından emperyalizmin Ortadoğu planlarına karşı çıkmak, Türkiye-İsrail Askeri İşbirliği’ne karşı olmak; bu politikayı destekleyenlere karşı mücadele etmektir. Bu anlaşılmadıkça, ilerici anti-emperyalist güçlerin, demokrasi güçlerinin birleştirilmesi mümkün olamaz.
4) Bugün Türkiye’deki emperyalizmin ve ABD’nin temel dayanağı olan askerlerin gündelik politikaya müdahalesini savunmak, emperyalizmin müttefikliğidir. Bu temel konuda emperyalizme destek verdikten sonra, “Ben emperyalizme karşıyım, özelleştirmeye karşıyım, Türkiye-İsrail Anlaşması’na karşıyım” demek, bunu diyenleri ne anti-emperyalist ne de ilerici yapar; sadece ikiyüzlü şarlatanlar ya da aşırı saflar yapar. Bu yüzden de bugün askerin açtığı alanda ilericilik, anti-emperyalistlik taslayanlar, emekçi yığınların kafasını karıştırmaktan, anti-emperyalist ve demokrasi mücadelesini arkadan hançerlemekten öte bir rol oynamıyorlar. Çünkü askerler; yedeklerine aldıkları “siviller”in bu asıl işlevlerini yerine getirdikten sonra, lafta keskin sözlerle emperyalizme karşı çıkmanın bir sakıncasını görmeyecek kadar politika biliyorlar. Perinçek, Cumhuriyet gazetesi çevresi, ADD, CHP gibi partiler ve örgütler, keskin laisizm savunuculuğu arkasında, bugün ilerici, demokratik, anti-emperyalist güçleri bölen, askerin “Özel Harp Taktiğinin bir aleti rolünü üstlenmiş bulunuyorlar.

Haziran 1998

Tekellerin paylaşım kavgaları ve MAI

Emperyalist büyük devletler ve uluslararası tekeller, paylaşılmış pazarları yeniden paylaşma yönündeki girişimlerini değişik yol ve yöntemlerle; şantaj ve tehdit, baskı ve “anlaşmalarla sürdürüyorlar. ABD’nin Türkiye’deki enerji tesislerinin özelleştirilmesine “ABD’li yatırımcıların” katılabilmesi için önkoşul saydığı “uluslararası tahkim” uygulamasının hükümet tarafından yasalaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde gündeme getirilen “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI) ile, emperyalizm ve uluslararası tekellerle bağımlı geri ülkeler arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi öngörülüyor. “Tekellerin anayasası” olarak adlandırılan bu uluslararası anlaşma kapsamında sistem yeniden biçimlendiriliyor. “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” (MAI), uluslararası garantiye bağlanmış ve sınırlamaları, emperyalist büyük devletler ile uluslararası dev tekeller lehine ortadan kaldırmayı öngören bir anlaşma. Avrupa İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) üye, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 29 ülke tarafından imzalanması için çalışmalar yürütülen bu anlaşma ile geri, az gelişmiş ve bağımlı ülkelerin kaynaklarının, emek ürünü zenginliklerinin ve ticaretinin uluslararası tekellerin denetimine verilmesi ve bağımlı ülkelerin “koruyucu tedbirler” kapsamında geliştirdikleri “ulusal önlemler”in kaldırılması öngörülmektedir. Uluslararası tekeller, bu anlaşma ile, bağımlı ülkelerin iç hukuk ve ticari yasalarının geçersizleştirilmesi ve “devletler-üstü” uluslararası ticari hukuk uygulamasını yasal dayanağa kavuşturuyorlar. Buna göre, bu anlaşmaya imza atmış ülkeler, peşinen uluslararası yaptırımlara tabi tutuluyor, şu ya da bu nedenle zarara “uğratılmış” tekelin zararını üstlenmeye mahkûm ediliyorlar.
Türkiye’nin de taraf olduğu bu anlaşmaya göre uluslararası tekeller, her sektörde (anlaşmada “askeri sanayi dışında” denmekle birlikte, askeri alana sızmak bunlar için her zaman olanaklıdır) mülkiyet sahibi olabilecek, doğrudan ve yerli ortak bulma zorunluluğu duymadan yatırım yapabilecek, sermayenin girdiği ülkede istihdam sağlaması, yatırım yapması ve ileri teknoloji getirmesi (transfer etmesi) gibi koşullar uygulanmayacak, doğal ve hammadde kaynaklarının kullanımıyla ilgili herhangi bir kısıtlama olmayacak, ara malların ülke içinden sağlanması koşulu öngörülmeyecek, kâr transferine sınır konmayacak, ürünlerin ihraç zorunluluğu olmayacak, işgücü fiyatları ile sosyal haklar ve işçi örgütlerinin durumu anlaşmaya taraf uluslararası tekellerin çıkarları tarafından belirlenecek, vb. MAI’yi imzalayan ülkelerin başında birkaç büyük emperyalist devletin yer alması, bu anlaşmanın çerçevesinin mali sermayenin ihtiyaçları tarafından belirlendiğini gösterir. Bu bakımdan MAI’yi, mali sermayenin uzun erimli bir hamlesi olarak da ifade edebiliriz. Bu anlaşma, burjuva propaganda merkezleri tarafından sürekli gündemde tutulan bir konuyu; emperyalist entegrasyon ve bunun yol açacağı varsayılan “liberal demokrasi” ve özgürlükler sorununu da yeniden tartışma gündemine getirdi.
MAI, “bütün sınırların ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasının aracı olarak gösteriliyor. OECD Başkanı, bunu, “biz globalizmin anayasasını yapıyoruz” biçiminde ifade etti. MAI ile emperyalist burjuvazi ve uluslararası tekellerin dünya hâkimiyeti için sürdürdükleri rekabetin “yasa”larının belirlenmesinin hedeflendiğini söyleyenler de eksik değil.
Bir şey kesin; bu anlaşma tekellerin egemenliğini güçlendirmeyi amaçlıyor ve ABD’nin ve AB üyesi emperyalist ülkelerin gelecek kapışma hazırlıkları kapsamında gündeme getirilen saldırılardan birini oluşturuyor; güç ilişkilerinin yenilenmesi ve yeniden düzenlenmesiyle de ilişkili bulunuyor. (Diğer yandan biliyoruz ki, anlaşma ve yasalar neyi içeriyor olursa olsunlar, tekellerin egemenliği çağında ilişkileri belirleyen başlıca şey sahip olunan güçtür. Emperyalist ülkeler arasındaki “bloklaşmalar, anlaşma ve savaşlar, bu güç ilişkilerindeki değişmeye ve pazar gereksinmesine bağlı olarak gündeme gelmektedir. 1. ve 2. Dünya Savaşları aynı nedenlerle ve emperyalistler arası çelişkilerin ürünü olarak patlak verdiler.) Avrupalı emperyalistler ve uluslararası tekeller, bu anlaşma ile aynı zamanda kârlarını düşürecek engel ve harcamaları azaltmak ya da ortadan kaldırmak ve çevrenin korunmasının zorunlu kıldığı harcamadan kurtulmak istemektedirler. Bu anlaşma ile küçük ve orta işletmelerin yıkım fermanı bir kez daha veriliyor, rekabet ve yok etme mücadelesi daha keskin bir hal alıyor. Çünkü tekeller çağında tekel yasaları işler. Tekeller ise, gittikleri her yere kendi yasalarını da götürürler: Yoğun sömürü, siyasal gericilik, özgürlüklerin reddi ve tahakküm. Bu yasa ile yutma ve yağmalama daha da kolaylaşıyor, “koruyucu” tedbirler, “gümrük vergisi” vb. gibi uygulamalar kaldırılarak, geri ülkelerin pazarları tekellerin amaçlarına daha fazla uygun hale getiriliyor. Geri ve bağımlı ülkeler, uluslararası tahkime açılıyor, uluslararası ticaret mahkemelerinin kararları kesin bağlayıcı özellik kazanıyor, özelleştirme vb. yollarla bu ülkenin enerji, maden, telekomünikasyon, demiryolu gibi işletme, kaynak ve altyapı tesislerinin tekellere peşkeş çekilmesi uluslararası bir alanda yasal hale getiriliyor.
Bu anlaşma, bağımlı ülkelerde devletin politik veya ekonomik herhangi bir uygulamasının ya da örneğin işçi grev ve eylemlerinin neden olabileceği zararların, ilgili devletten tazmin edilmesini öngörüyor. Bu ise, işçi ve emekçilere yönelik baskının uluslararası dayanaklarıyla daha da güçlenmesinin yollarını açıyor. MAI, uluslararası tekellerin mali gücünün, politik ve ekonomik etkinliğinin daha da artmasına hizmet ediyor. Bu yönüyle, yüzyılın başından bu yana devam eden bir gelişmenin yeni bir halkasını oluşturuyor.
Türkiye’nin işbirlikçi büyük tekel gruplarının bu anlaşmaya herhangi bir itirazları olmadı. Bunda bir olağan dışılık da yok. Çünkü onlar zaten çeşitli uluslararası büyük tekellerle ilişki içinde faaliyet yürütüyor, tekel kârı sağlıyor ve ülke ekonomisinin kilit sektörlerini ellerinde tutuyorlar. (Örneğin Koç Grubu’na bağlı OTOSAN, dünya otomobil sektörünün önde gelenlerinden Ford Motor Company ile ortaklık halinde üretim yapmaktadır. Sabancı Japon tekelleriyle ortaktır. Fransız otomobil tekeli Renault, OYAK ile ortaklık halinde araba üretmektedir vb. Ford’da 371 bin kişi çalışmaktadır, bu tekel dünyanın 33 ülkesinde faaliyet yürütmektedir.)

MAI, TEKELLERİN PAYLAŞIM SAVAŞI VE TEKELCİ EGEMENLİK
“Çok Taraflı Yatırım Anlaşmasının açıklanan gerekçesi, üye ülkelerin “toplam pazarı”nda sınırlamalarla karşılaşmaksızın yatırım yapmalarını sağlamaktır. Yani bir tür tekelci “serbest rekabet”! Ancak, bu tür bir gerekçe, en azından yüzyılın başından bu yana, dünya pazarlarının emperyalist ülkeler ve tekeller yararına yağmalanmasının örtüsü oldu. Bağımlı, sömürge ve geri ülkelerle emperyalist ülkelerin, ilişkilerinde ve ticaretlerinde “eşit olanaklar”a sahip olabilecekleri yönündeki her iddia, bu eşitsiz ilişkiyi gizlemeye yönelik bir yan taşımaktadır. İleride göreceğimiz gibi, tekellerin doğması, laissez-faire (bırakınız yapsınlar) anlayışının geçersizliğinin de ilanı oldu. Artık bütün ekonomik yaşam -yaşamın diğer alanları da-, tekellerin çıkarlarınca yönlendirilmektedir. Bağımlı bir ülkenin, ileri kapitalist ülkelerde serbestçe yatırım yapması ve bunu sürdürmesi, tekeller döneminde imkânsız denecek kadar zor olmasına karşın; burjuva propagandası bunun imkân dâhilinde olduğunu ileri sürerek, sömürü ve sömürgecilik bağlantısının üzerini örtmektedir. “Çok Taraflı Yatırım Anlaşması” farklı bir içeriğe sahip değildir. “Yatırım hakkı” anlaşma ile yasal garantiye bağlanmasına karşın, yatarımı yapacak olan -yapıldığı koşullarda-, bu anlaşmanın mimarı emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller olacaktır.
Diğer yandan MAI, spekülatif sermayenin tüm ekonomik hareketi belirleyen bir güç haline geldiği yönündeki burjuva demagojisinin geçersizliğinin ilanı oldu. Sermayenin finansal hareketini, yüzyılın aşılmaz ve yeni olgusu olarak gösterme eğilimindeki kimi burjuva iktisatçılarına karşın, uluslararası tekeller, bu anlaşma ile üretimin tüm ekonomik hareketin ve toplumsal yaşamın zorunlu temel öğesi olduğunu “unutmadıklarını” gösterdiler! Batılı emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, ekonomik, politik ve askeri bloklaşmalar ve anlaşmalarla, dünya pazarlarını bir bakıma “yeniden paylaşma”ya girişirlerken, geri ve bağımlı ülkelerin pazarlarına yönelik bu paylaşım, sanayi ve ticarette kıran kırana rekabeti kaçınılmaz kılmaktadır. Uluslararası sermaye, bağımlı-geri ülkelerin ekonomisini kontrol eder ve egemenlik altında tutarken, Avrupalı mali gruplar rekabette üstünlüğü ele geçirmek için, bu ülkelerin “kalkınma”larının belli bir düzeyin altında olmasını, ancak büyük sermayenin hareketine engel çıkarmamasını istemektedirler.
Sermayenin uluslararasılaşması ve bunun dünya kapitalist sistemi bünyesinde yol açtığı gelişmeleri yeni bir olgu olarak sunanlar, yeni olan ve bugüne ait özellikler taşıyan ile, bugünkü gelişmeyi doğuran ve öteden beri olgunlaşan arasındaki bağıntıyı da çarpıtmış oluyorlar. Bu da, yeninin ne olduğunun ortaya konmasını önemli kılıyor. Ne var ki, yeni olan, ancak yüzyılın başından itibaren gelişen bilindiğinde, gerçek yerine oturtulabilir ve anlamı doğru olarak kavranabilir. Gelişmelere kısaca da olsa bakmak, bu bakımdan zorunlu olmaktadır.
Kapitalizm, sermaye hareketinin sınırlarını genişletmeden gelişemezdi. O, sermayenin genişleyen yeniden üretimi ile yaratılan dünya ekonomisi emperyalizm tarafından, sermaye ihracı yoluyla daha da geliştirildi. Çeşitli sanayi dallarındaki gelişme muazzam boyutlar kazandı. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi kaçınılmaz olarak daha az sayıda tekelin dünya pazarlan üzerinde denetim kurmasına yol açtı. Bunun, kapitalizm koşullarında engellenemez sonucu ise, daha büyüklerin daha küçükleri yutmasının daha acımasız bir hal alması, dengesiz gelişmenin sıçramak olarak gerçekleşmesi ve tekeller arası paylaşım kavgalarının kızışmasıydı.
Emperyalizm; bir avuç büyük emperyalist devletin ve uluslararası karteller ve tröstler halinde örgütlenmiş tekellerin ulusların ve emekçilerin yaşamına hükmettiği bir dünya sistemidir. Lenin, 19. yüzyıl kapitalizminin tekele doğru yol almasını ve yüzyılımızın ilk on yılı içindeki ekonomik ve politik gelişmeleri göz önünde tutarak kaleme aldığı “Emperyalizm-Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı kitabında, tekellerin oluşması ve tekelci kapitalizmin uluslararası faaliyetini etraflı bir biçimde irdeledi. Bugün uluslararası ilişkilerde ve politik ve ekonomik alanda yaşananlar -Lenin’in söz konusu kitabında da özetlenen- tekelci gelişme, tekellerin yol açtığı değişmeler ve tekelleşmenin ulaştığı düzey ile dolaysız biçimde ilişkilidir.
“Sanayinin olağanüstü gelişmesi ve üretimin gitgide daha büyük işletmeler içinde son derece hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin en belirleyici özelliklerinden biridir.” Lenin’in broşürü bu cümleyle başlar ve Lenin, bu vargıyı kanıtlamak üzere, en gelişmiş kapitalist ülkelerin büyük işletmelerinden örnekler seçer. 1916’da kaleme alınan bu “broşür”de kullanılan verilere göre, o dönemin gelişmiş ileri kapitalist ülkelerinden biri olan Almanya’da; toplam 3.265.623 işletmenin yalnızca % 0,9’unu (30.588 tanesi) oluşturan büyük işletmeler, 14,4 milyon olan o günkü işçi sayısının 5,7 milyonunu (% 39,4) istihdam etmekte, toplam buhar gücü ve elektrik enerjisinin dörtte üçünü elinde tutmakta; toplam işletme sayısının % 97’sini meydana getiren 2.970 bin küçük işletme ise buhar ve elektrik gücünün ancak % 7’sini elde tutmaktadırlar. Yani “On bin kadar büyük işletme her şeydir; milyonlarca küçük işletme ise hiçbir şey.” (age. sf. 20)
Lenin, ardından ABD’ye ilişkin örneklemelere geçer ve şöyle devam eder; “Ülkedeki toplam üretimin hemen hemen yarısı, toplam işletmelerin yüzde biri tarafından yapılmaktadır! Buradan anlaşılıyor ki, yoğunlaşma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaştığı zaman, kendiliğinden doğrudan tekele götürür. Çünkü yirmi-otuz dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide güçleşmesi, tekele gidiş eğilimi, açıkça bu işletmelerin büyüklüklerinden doğmaktadır. Rekabetin bu şekilde tekele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin -en önemli olayı değilse- en önemli olaylarından biridir.” (age. sf. 21) (abç)
Yoğunlaşmaya dikkat çektikten sonra Lenin, sözlerini, “İlerde de görüleceği gibi, para sermaye ve bankalar, bir avuç çok büyük işletmenin bu üstünlüğünü, sözcüğün tek anlamıyla, daha da ezici kılmaktadır. Yani milyonlarca küçük ve orta, hatta bazen küçük ‘patron’ para babası birkaç milyonerin tümüyle boyunduruğu altına girmektedir” biçiminde sürdürmektedir. (Emperyalizm, sf. 20 Sol Yayınları)
Aynı eserde, Almanya’da kartel sayısının 1’896’da 250 kadar olduğu ve 1905’te ise bunun 385 olarak tahmin edildiği belirtilmektedir. ABD’de tröstlerin sayısı ise, o dönem; 1900’de 185 ve 1907’de 250 olarak tahmin ediliyordu. Yoğunlaşma olayı, 1900’den sonra dev adımlarla ilerledi. 1900 yılına dek elektrik sanayisinde her biri birçok şirketten (toplamı 28) meydana gelmiş 7 ya da 8 ‘grup’ varken (bunların her biri 2 ila 11 banka tarafından desteklenmekteydi.); bu gruplar, 1908–1912 yılları arasında bir ya da iki grup meydana getirmek üzere birleşmişti. Ekonominin uluslararasılaşması bugün çok daha ileri bir düzeye ulaşmıştır. 1975 yılında 282 milyar dolar olan yabancı doğrudan yatırımlar, bugün 2 trilyon 125 milyar doları buluyor. Bunun üçte biri dünyanın 100 büyük şirketi tarafından gerçekleştirilmektedir. Tek başına İngiliz-Hollanda Petrol Konserni (Bu tekelin hisselerinin % 25 kadarı Amerikan şirketlerine aittir.) Royal Dutch-Shell’in yurtdışı faaliyetleri 70 milyar doları bulmaktadır.
Özgürlük Dünyası’nın 85. sayısında kaynak olarak gösterilen söz konusu derginin ’93 yılı verilerine göre Amerikan General Motors tekelinin yıllık cirosu, Danimarka’nın 135 milyar dolarlık GSYİH’sına denk düşmektedir ve Ford tekelinin cirosu, Norveç’in 103,5 milyar dolarlık GSYİH’sından daha yüksektir. Japon Toyota’nın 85,3 milyar dolarlık cirosu Finlandiya’nın 82,5 milyar dolarlık GSYİH’ndan ve Alman tekeli Daimler Benz’in 59,1 milyar dolarlık cirosu da İrlanda’nın 45,8 milyar dolarlık GSYİH’sından daha fazladır. Dünyanın en büyük tekelleri arasında baş sıralarda bulunan Japon Mitsubishi’nin 95 yılı cirosu 180 milyar doları bulmaktadır.
Bugün yalnızca 5–6 büyük emperyalist ülke bakımından, az sayıda tekelci gurubun birleşme yoluyla ulaştığı ekonomik güç, 90 yılda, en az bin kat daha artmıştır. Örneğin; AEG (General Elektrik), o dönemde (1912), holding sistemi sayesinde, aralarında dış ülkelerdeki 34 temsilciliği de olmak üzere, 175–200 şirkete hükmediyor ve 1,5 milyar marka ulaşan bir sermayeyi çekip çeviriyordu. Lenin bu durumu özetlerken, şunları yazıyordu; “Bunlardan 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırları içindedir. Daha 1904 yıllarında Alman elektrik sanayinin yabancı ülkelerdeki sermaye yatırımları 233 milyon mark olarak tahmin edilmişti; bu miktarın 62 milyonu Rusya’da yatırılmıştı. General Elektrik şirketinin muazzam bir ‘birleşmiş’ işletme olduğu (yalnızca sanayi şirketlerinin sayısı 16’dır), kablo ve yalıtkan malzemeden otomobile, uçağa kadar çok değişik maddeler imal ettiğini söylemek bile fazla.” General Electric, bugün, 13 ayrı ana bölümü ile 83 sektörde iş yapıyor ve 250 çeşit mal üretiyor. ’96 cirosu 79 milyar 179 milyon, kârı 7 milyar 280 milyon, aktifleri toplamı 272 milyar 402 milyon; kârı bakımından Shell ve Exxon’dan sonra üçüncü sırada, cirosu bakımından dünyada on ikinci sırada yer alıyor. (Fortune’den aktaran K. Yıldız ÖD, sayı 89)
Bugün dünyada ülke sınırlarını aşan, toplam olarak dünya çapındaki özel servetin yaklaşık üçte birini ellerinde bulunduran ve toplam ciroları 4 bin 800 milyar dolara ulaşan (bu, toplam dünya ticaret hacmini geçen bir miktardır) ve kendilerine bağlı 200 bini aşkın şirketle, dünya ekonomisine yön veren, 37 bin ana şirket vardır. Uluslararası özellik kazanan tekelci egemenlik tekellere sınır tanımaz bir güçle ve teknolojik buluşların ulaşım ve iletişimde yol açtığı kolaylıkların yardımıyla her yere ulaşma olanağı sağlamıştır.
Kartellerin, ekonomik anlaşmalar yapmaları, pazarları bölüşerek, fiyatlarla ürün miktarını belirlemeleri ve kârları bölüşmeleri, tekelci rekabete aykırı değildir. Tekeller, serbest rekabetin üzerinde ve onun yanında varlığını sürdürürler. Rüşvet ve şantajın her çeşidini kapsayan mali oyunların yanı sıra, doğrudan siyasal zor kullanmaktan da kaçınmazlar.
Sermaye ve üretim yoğunlaşması tekele götürürken, tekelci birleşmeler, tekeller-arası rekabeti de kızıştırır. Tekelci birlikler toprakların, hammadde kaynakları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi için kıyasıya mücadele ederler. Buna bağlı olarak, tekelci burjuvazinin tekel-dışı burjuvazi üzerindeki baskısı da artar. Teknik ilerleme ve yeni buluşların üretime uygulanması rekabeti kızıştırır ve sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması eğilimini güçlendirir. Uluslararası büyük tekellerin yüz milyonlar ve milyarlarca insan üzerindeki boyunduruğu giderek güçlenir. Sermayenin ve üretimin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, tekeller-arası rekabeti ortadan kaldırmaz. Aksine, aynı sanayi dalında olacağı gibi, “birbirlerinin yerine kullanılacak türden meta üreten” çeşitli sanayi dallarının kendi aralarında da rekabet devam eder. Kapitalist pazarın sınırlılığı ve üretimin sınırsız artışı; yoğunlaşma ve merkezileşme “bilinmeyen bir pazar için üretim”i sınırlamaz, üretim anarşisi -kapitalizmde planlamalar bunu ortadan kaldırmaz- ve keskin rekabet sürüp gider. Tekelci kapitalizmin temel özelliklerinden biri, paylaşılmış dünyanın yeniden paylaşılması için yürütülen mücadeledir. Tekeller ve emperyalist ülkelerarası paylaşım kavgalarına yol açan başlıca nedendir bu. Kapitalist eşitsiz gelişme, paylaşma taleplerinin yeniden ve yeniden gündeme gelmesinin temel nedenini oluşturur. Kartel üyeleri pazarlarda avantajlı duruma gelmek için birbirleriyle mücadele ederler. Tekeller, tekel-dışı işletmeleri bağlı hale getirmek veya yönetmek üzere, etkin konumlarını ve güçlerini kullanırlar. Çeşitli sanayi dallarına ait bir dizi işletmenin, ticaret firmalarının, bankaların ve ulaşım ve sigorta şirketlerinin belirli bir grup büyük kapitaliste mali bağımlılık temelindeki birliği, ekonomide işlerin eskisi gibi gitmesinin de engelidir. Tekeller, ülkelerin ekonomilerinin “kumanda merkezleri”ni ellerine geçirir; ağır ve hafif sanayi, demiryolları, deniz ticareti ve iç ve dış ticaretini denetimlerine alırlar.
“Öte yandan ” diyordu Lenin; “en yüksek gelişme düzeyine ulaşmış kapitalizmin çok önemli bir özelliği, birleşmedir, yani sanayinin çeşitli kollarının tek bir işletme içinde toplaşmasıdır. Bu sanayi kolları, bazen hammaddelerin birbirini izleyen işlenme evrelerini oluşturur (demir cevherinin pik demir haline getirilmesi, onunla da türlü çeşitli maddeler yapılması gibi), bazen biri ötekinin yanında yardımcı bir rol oynar (artıklardan yararlanılması ya da yan ürünlerin kullanılması; ambalaj malzemesi gibi vb.”(age. sf. 21)
Bu tür birleşmelerin her seferinde küçüklerin aleyhine bir durum yaratmaları kaçınılmazdır. Atılım dönemleri, tekeller için kârın arttığı dönemlerdir. Bunalım dönemlerinde ise, tekeller, sahip oldukları güç nedeniyle önemli bir risk altına girmezlerken, küçük ve orta işletmeler çöküp yok olurlar, ya da büyükler tarafından yutulurlar. Bu durum, bunalım dönemlerinde tekellerin denetim ve hâkimiyetinin daha da güçlenmesi anlamına geldiğini göstermektedir. Büyükler daha fazla kâr sağlama olanakları elde eder ve bunalım dönemlerini daha az riskle atlatma imkânına kavuşurlarken, küçükler yutulur, iflas eder ve yok olurlar. Tekeller sermaye artırımıyla, küçükleri ve rakipleri yutarak, başka şirketleri devralarak, ülke içinde ve dışındaki etkinliklerini artırmaktadırlar. Sermayenin giderek daha az sayıda büyük ve güçlü mali grubun elinde birleşmesi, bu grupların ulusal ve uluslararası etkinliğini artırdığı gibi, hükümetler üzerindeki yaptırımlarını da artırmakta ve işçi ve emekçi düşmanı politikalar güç kazanmaktadır. Tekeller bir kez ortaya çıkınca, meta ve sermaye hareketine yön veren, onu belirleyen bir özellik kazanırlar. Uluslararası ilişkilerde ve emperyalist ülkelerle bağımlı geri ülkelerin ilişkilerinde görülen gelişme ve değişmeler, yüzyılın başında gerçekleşen ve yeni biçimlerle zenginleşerek bugün de devam eden gelişmenin bir unsurunu oluştururlar. Çünkü kapitalist serbest rekabet üretim ve sermayede yoğunlaşmaya yol açarken, bu yoğunlaşmanın, belli bir gelişme aşamasında tekeli doğurması kaçınılmazdı. Başka türlü olamazdı, çünkü tekel, kapitalizmin emperyalist aşamasını belirleyen temel bir olgudur.

MALİ SERMAYE EGEMENLİĞİ VE SPEKÜLATİF HAREKETTE GÖRÜLEN ARTIŞ
Sermaye yalnızca (ve tercihen) sermayenin az, ücretlerin düşük, hammadde ve toprak fiyatlarının ucuz olduğu geri ülkelere ihraç olmakla ve geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırarak, buraları yağmaya açmakla kalmaz; gelişmiş sanayi kapitalisti ülkelere de ihraç olur. Mali sermaye, holding sistemi sayesinde, tekelci burjuvazinin gücünün, “gerçek gücü”nün de ötesinde büyümesini sağlamıştır. Bu sistem, günümüzde örnekleri bolca görüldüğü üzere, tekelcilere, “hiçbir ceza korkusu olmaksızın, halkı oyuna getirmek ve en kirli işlere girmek olanaklarını da sağlar; çünkü ‘ana şirketin’ yöneticileri, ‘özerk’ sayılan bağlı şirketlerin işlerinden yasalar karşısında sorumlu değillerdir; bu yüzden de bağlı şirketler aracılığıyla, ‘her şeyi’ kabul ettirebilirler.”
Lenin’in deyişiyle, emperyalizmin ayırıcı özelliği sanayi sermayesinde değil, mali sermayededir ve mali sermaye banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşmesi demektir. Mali sermaye yalnızca tarım bölgelerini değil, gelişmiş sanayi bölgelerini de ilhak etmek istemesiyle belirlenmektedir. Çünkü “Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen tekel durumu yaratan mali sermaye, mali oligarşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yararına haraca keserek, firmaların kuruluşundan, kıymetli evrak çıkarılmasından, devlet tahvillerinden çok büyük ve gittikçe artan kârlar elde etmektedir.” (Emperyalizm, sf. 58)
Mali sermaye yalnızca bilinen, tespit edilmiş kaynaklara değil, olası kaynaklara da ilgi göstermekte, araştırma, inceleme ekipleri oluşturarak, muhtemel hammadde kaynakları üzerinde tekel egemenliği sağlamaya çalışmaktadır. Mali sermaye gruplan, toprakların, ülkelerin ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi; rakiplere kaptırılmaması, ya da rakiplerin ellerinden çekilip alınması için, bütün araçların devreye sokulduğu bir “savaş” sürdürürler. Bu savaşın, bugün, doğrudan işgalleri dışlamaksızın, esas olarak da mali ekonomik ve kültürel-diplomatik bağımlılık sağlayarak devam ettiği bir gerçektir. Bunun, dünyayı aralarında paylaşmak üzere, uluslararası tekelci birliklerin kurulmasıyla çelişmediği, aksine bu birliklerin de güce bağlı olarak değişkenlik gösterdiği ve hemen her seferinde en güçlülerin birliği olarak yeniden şekillendiği görülmektedir.
Yoğunlaşmanın ulaştığı düzeye ve bunun sonuçlarına değinen Lenin şunları yazıyordu: “Bu durum, birbirini tanımayan ve bilinmeyen bir pazar için üretimde bulunan dağınık patronların o eski rekabetine artık hiç benzememektedir. Yoğunlaşma öyle bir noktaya gelmiştir ki, artık bir ülkedeki, hatta göreceğimiz gibi, birçok ülkedeki, hatta hatta bütün dünyadaki bütün hammadde kaynaklarının (örneğin demir cevheri rezervlerinin) yaklaşık bir dökümünü yapmak olanaklı olmaktadır. Yalnızca bu dökümü yapmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün bu kaynaklar, dev tekel grupları tarafından ele geçiriliyor. Bu grupların sözleşmeleriyle ‘bölüştükleri’ pazarların emme kapasitesi de, yaklaşık olarak tahmin edilebilmektedir. Tekeller, en kalifiye emeği de, en iyi mühendisleri de el altında bulundurmaktadır; yollar, ulaştırma araçları, Amerika’da demiryolları, Avrupa’da ve Amerika’da deniz ulaştırma şirketleri ele geçirilmiştir. Emperyalist aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru gitmektedir; iradelerine ve bilinçlerine aykırı olarak, kapitalistleri, tam rekabet özgürlüğünden, tam toplumsallaşmaya bir geçişi belirleyen yeni bir toplumsal düzene doğru adeta sürüklemektedir.” (age sf. 28)
Bugün tek tek ülkelerin ekonomisinin ötesinde, kapitalizmin tüm etkinlik alanlarında söz sahibi olan ve sayıları yüzlerle ifade edilen tekel grupları, ekonomik hayatı kontrol etmektedirler. Bu durum, birbirlerinin etki ve gücü hakkında doğruya yakın bilgi sahibi olan bu grupların etki mücadelesinde ve “anlaşmalarında göz önünde tutulan etkenlerden biridir. Enerji kaynaklarının, ulaştırma (hava, deniz ve kara taşımacılığı) ve iletişim alanında, hatta ve hatta gıda sektörü ve kültür-müzik alanında dünya ölçeğinde hegemonya kurmuş tekellerin varlığı bir gerçektir. Philip Morris, Mc. Donalds, Sony, Mitsubishi adları akla gelenlerden birkaçıdır.
Ekonomiye tekellerin hâkim olması, diğer etkilerinin yanı sıra spekülatif sermaye hareketinin gelişmesine ve büyük bir güç kazanmasına da yol açar. Ekonomik yaşamın temeli olan meta üretimi bugün çok ciddi biçimde sarsılmıştır ve kapitalist kârın büyük bir kısmı “para oyunları yapan dehalara” akmaktadır. Spekülatörler, üretimin toplumsallaşmasının ulaştığı düzeyi büyük kârlar sağlamak üzere, toplumsal çıkarlara karşıt olarak kullanmaktadırlar.
Emperyalizmin ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da artırır. Emperyalistler, sömürgelerin halklarının sömürülmesinden büyük kârlar sağlarlar ve bu kârın bir kısmını işçi aristokrasisinin satın alınmasında kullanırlar. Lenin, Emperyalizm broşürünü kaleme aldığı dönemde, rantiyelerin elde ettiği gelirlerin, “dünyanın en büyük ticaret ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kat daha fazla “olduğunu belirtiyor ve “Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın esası budur işte” diyordu, (age. sf. 108) Dünya bir avuç tefeci devletle, borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüştü. (Büyük tekeller, geçmişe oranla bugün doğrudan yatırıma daha az bir pay ayırmakta, sermayelerinin önemli bir kesimini daha kısa zamanda daha büyük bir getiriyi sağlayan spekülatif alana; rant ve faiz işlemlerine yatırmaktadırlar. Borsada giderek daha fazla işlem yapılmaktadır. Örneğin Paris Borsası’ndaki hisselerin toplamı 1988 yılı itibarıyla 6600 milyar Frank’a yükselmiştir.) Lenin, yüzyılın başında “her biri ellerinde 100–150 milyarlık kıymetli evrak tutan en zengin dört kapitalist ülke”nin aynı zamanda sömürgecilik yönünden de en zengin ülkeler olduğunu belirtiyor ve bu dört ülkenin, “dünya mali sermayesinin hemen hemen % 80’ine sahip” olduğuna dikkat çekiyordu. Bu ise, dünyanın geri kalan ülkelerinin, hemen hemen hepsinin “bu uluslararası banker ülkelere, dünya mali sermayesinin bu dört ‘direğine’, az ya da çok borçlu durumda” olmaları ve onlara, bu borca bağlı haraç vermeleri anlamına geliyordu. Bugün, başlıca büyük emperyalist ülkeler, geri ülkelerin pazarlarına tamamen hâkim durumdadırlar ve borç, kredi, doğrudan yatırım gibi yollarla sağlanan sermaye ihracıyla bu ülkeleri sömürmekte, büyük kârlar elde etmektedirler. Yalnızca 1990–94 yılları arasında “az gelişmiş ülkeler”e 700 milyar dolar sermaye akışının olması, sömürünün ve “banker ülkeler”in baskısının boyutlarını göstermeye yeterlidir.
Sanayide olduğu gibi, bankacılıkta da yaşanan tekelleşme, yeni birleşme ve yutmalarla devam etmekte ve “tekellerin tekeli” denebilecek büyük ekonomik devler oluşmaktadır. “Tekel, bu ‘kapitalizmin gelişmesinin en yeni aşaması’nın son sözüdür. Ancak, bankaların rolünü hesaba katmazsak, tekellerin gerçek gücü ve rolü konusundaki bilgimiz çok yetersiz, eksik ve sınırlı olmaktan ileri gidemez.” (age. sf. 33)
Dev tekellerin merkezileşmesi, rolleri ve güçlerinin artması bütün büyük kapitalist ülkelerde gerçekleşen somut bir olgudur. Tekelleşmede bankalar özel bir rol oynamışlar, zamanla basit aracılar olmaktan çıkarak, ekonominin yönetiminde birinci elden söz sahibi büyük güçler haline gelmişlerdir. Bankalar, spekülatif faaliyetlerinin yanı sıra tekelci kuruluşlar olarak (sanayi sermayesiyle birleşmiş halde) sanayi yatırımlarına da girişmektedirler. Büyük bankalar, şube ağı yoluyla, birçok işletmenin kaynaklarını kasalarında toplamakta, kapitalistlerin hemen tüm para sermayesinin ve diğer kesimlerin birikimlerinin bu banka kodamanlarının tasarrufu altında birleştirilmesiyle büyük bir güç kazanmışlardır.
Lenin, bu durumu şöyle izah ediyordu: “Ayrı ayrı kapitalistler birleşerek bir tek kolektif kapitalist meydana getiriyorlar. Birçok kapitalistin cari hesaplarını tutmakla, bankalar, aslında yalnızca teknik ve yardımcı bir işlem yapmaktadır. Ancak bu işlemler muazzam ölçüde yaygınlık kazandığı zaman görüyoruz ki, bir avuç tekelci, bütün kapitalist toplumun sınaî ve cari işlemlerini kendi isteklerine bağlı kılıyor; bu tekelci grup, bankalarla ilişkileri, cari hesaplar ve başka mali işlemler sayesinde, ilkin, kenarda kalmış kapitalistlerin durumlarını tam bir şekilde öğrenebilir, sonra kredileri azaltıp çoğaltarak ya da kolaylaştırıp zorlaştırarak onlar üzerinde bir denetim kurabilir, onları etkisi altına alabilir, en sonu onların yazgılarını tam anlamıyla elinde tutabilir, işletmelerinin gelirlerini belirleyebilir, onları sermayeden yoksun bırakabilir ya da sermayelerinin büyük ölçüde artmasına izin verebilir vb.”
Sermayenin yoğunlaşması ve banka tekelinin oluşmasıyla birlikte, banka ve sanayi sermayesi arasındaki ilişki “özsel bir değişikliğe” uğramakta; bankalar, para pazarının “her şeye hükmeden tekelcilerine dönüşmekte ve tek tek kapitalistlerin işletmelerini anonim şirketler halinde birleştirerek, hisse senedi sermayesiyle çalışan yeni işletmelerin oluşmasını teşvik etmektedirler. “Bugünkü kapitalizmi belirleyen temel özellik” diyordu Lenin; “en büyük girişimcilerce kurulmuş tekel birliklerinin egemenliğidir.” Tekellerin oluşturdukları uluslararası kapitalist birlikler, rakiplerinin her türlü rekabet olanaklarını yok etmek ve onları hammadde kaynaklarından yoksun bırakmak için büyük bir çaba gösterirler. Çünkü kapitalizm geliştikçe hammadde gereksinimi daha fazla artmakta, rekabetin koşulları daha fazla olgunlaşmakta, “bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır.” (age. sf. 89)

SERMAYENİN YOĞUNLAŞMASI, ŞİRKET BİRLEŞMELERİ VE KÜÇÜKLERİN TASFİYESİ
Kapitalist tekel grupları -karteller, sendikalar, tröstler- önce, kendi ülkelerinin bütün üretimine, şu ya da bu ölçüde sahip olarak, iç pazarda kapışır, iç pazarı paylaşırlar. Ancak kapitalist düzende, iç pazar dış pazardan kopuk değildir. Üretim ve sermayedeki büyük yoğunlaşma ve buna bağlı olarak sermaye ihracı arttıkça, büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri her bakımdan geliştikçe, bu gruplar genel bir anlaşmaya varma ve uluslararası kartellerin kurulmasına eğilim gösterirler. Bu durum, ele geçirilmiş pazarların el değiştirmesi ve rakiplere karşı yürütülen sert mücadelelerle bir arada yaşanır.
Emperyalistler-arası çelişki, onların gerektiğinde ortaklıklar ve tekelci birlikler kurmalarına engel oluşturmaz. İlişkide rekabet esas olmakla birlikte, her grup ya da devlet, bu “birliği” kendi yararına etkileme ve yönlendirmeye çalışır. OECD ve onun girişimiyle hazırlanan MAI, ya da ABD’nin dikte ettirdiği planlar çerçevesinde oluşturulan NAFTA türünden birlikler, uluslararası sermayenin çelişkisiz birliğine değil; dünyanın tekelci grupların “ortak çıkarları” doğrultusunda paylaşılmasının yöntemlerine işaret etmektedir.
Emperyalist ülkeler, ikili ve çok taraflı ekonomik, askeri ve kültürel anlaşmalarla, hammadde gereksinmesini karşılamanın yanı sıra; sömürgeci bağımlılığı geliştirip güçlendirmeyi hedeflemektedirler. Tekeller, devlet tahvili alım-satımından, menkul değerler ticaretinden, tekel kârı belirlemeden büyük vurgunlar sağlamakta ve böylece mali oligarşinin gücü daha da büyümektedir.
1990’lı yıllar, tüm kapitalist ülkelerde, ekonominin “yeniden yapılandırılması” dönemi oldu. Kapitalist dünya “globalleşen ekonominin gerekleri”ni yerine getirmek üzere, işçi sınıfı ve emekçilere karşı azgın bir saldırı dalgası eşliğinde, özelleştirme uygulamasına geçerek, devlet eliyle işletilen büyük “kamu kuruluşlarının tasfiyesini gerçekleştirdi. “Yeni Dünya Düzeni”nin ekonomik yönünde, “serbest rekabet” adına devletin ekonomiden çekilmesi istenirken, bu, devlet tekelinin parçalanması olarak gösterildi. Devletin tekel konumunun verimliliği düşürdüğü ve enflasyonu körüklediği ileri sürülerek kamuoyu desteği arandı. Ne ki bu koca bir yalandı. Enerjiden dokumaya, demir-çelikten demiryolu ulaşımına iletişim araçlarından çimento ve tekele kadar temel ekonomik alanlarda özelleştirilen sektörler emperyalist ve işbirlikçi tekellere peşkeş çekildi. Tekele sözde karşı çıkanlar, gerçekte özel tekellerin işbirlikçileri, uşakları ve pay alanlarıydı.
Özelleştirme, teknik buluşların uygulanması ve tekel birleşmeleri -füzyon- sonucu görülen işten atmalardan da hızlı ve yoğun bir işsizleştirme furyasıyla birlikte gerçekleştirildi. Son yıllarda tekelci birleşmeler (füzyon) daha hızlı bir gelişme gösterdi. Bu yolla, kendinden küçük sermayeyi elinde toplayan ve küçük bir “ana sermaye” ile büyümüş sermayeye kumanda ederek uluslararası alanda faaliyet yürüten büyük tekeller pazar paylarını büyütmekle kalmamakta, kâr miktarını da artırmaktadırlar. Bu konuda ABD tekelleri başı çekmektedir. ABD’li tekeller bu amaçla dış ülkelere yönelik olarak, yalnızca 1996’da 275 milyar dolar, 1997’de 333 milyar dolar harcadılar. Birleşme yoluyla 119 milyar dolarlık bir tutara ulaşan 48 anlaşma 1997’de imzalandı. (EMEK gazetesi, 6 Mart 97)
Merkezileşme ve yoğunlaşma ekonominin tüm alanlarını kapsamaktadır. Sanayide küçük işletmeler büyüklerin “eklentisi” durumuna geldiği gibi, tarım ve ticarette de büyük tekelci birliklerin kesin hâkimiyeti söz konusudur. Almanya’da şirketlerin “ana sermaye” oranı, ’60’lı yıllarda ortalama olarak % 30 dolaylarında iken, bu oran ’90’lı yıllarda % 18’e düşmüştür.
1987 yılında Almanya’da 1000 sanayi işletmesi (toplam işletmelerin % 0,3’ü) toplam sanayi işletmelerinin cirosunun % 43,4’ünü meydana getiriyor ve toplam çalışanların % 39,4’ünü istihdam ediyorlardı. 2350 sanayi işletmesi ise (% 5) toplam cironun % 58’ini gerçekleştiriyor ve çalışanların % 53’ünü istihdam ediyorlardı. Almanya’da 1958’de 15 adet birleşme gerçekleşirken; 1970’te 305; 1981’de 618 ve 1988’de 1159 adet birleşme gerçekleşti. (Karl Waffenschmidt’ten aktaran A. Cengiz, agy)
Tekellerin birleşme, yutma vb. yöntemlerle giderek daha fazla merkezileşmeye yol açmaları yalnızca tek tek ülkelerle ilgili bir gelişme olmayıp, “ulusal sınırlar” ötesi bir faaliyet haline gelmiştir. Örneğin bir süre önce Alman Deutsche Bank AG, Londra’nın tanınmış yatırım bankalarından Morgan Greenfeel’i 2,7 milyar dolara satın alarak, 40’ı aşkın ülkede faaliyet yürüten ve daha önce JP Morgan, Morgan Stanley ve Goldmann, Sacs gibi ABD’li şirketlerin egemen olduğu mali piyasaya “tepeden” girmiştir.
Tekelci birleşme -gerçekte yutma ve saf dışı bırakma- artan yoğunlaşmaya bağlı olarak sürekli yükselen bir trend göstermektedir. Sermayenin yoğunlaşması ve tekellerin egemenliği, küçük ve orta boy işletmelerin büyüklerce yutulmaları ya da iflaslarının yanı sıra, nispeten büyük sayılan işletmelerin de, en büyükler tarafından bağlı hale getirilmelerine ve yutulmalarına yol açmaktadır. Örneğin yalnızca Almanya’da 1980 ortalarında 18 bin şirket iflas bildiriminde bulunurken, bu sayı 1996’da 24 bini aşmıştır.
Mali sermaye, küçük, orta ya da rakip grupların birbirlerinin şirketlerine çapraz katılma yöntemiyle iç içe geçme biçiminde bir örgütlenme şeması göstermektedir. Bu biçimde bir katılım, tekelci sermaye gruplarına, ana sermayenin çoğunluğuna sahip olmadan da, denetim kurma ve geri kalan sermayeyi başka alanlarda faaliyete geçirme imkânı sağlamaktadır. Holding sistemi biçimindeki sermaye örgütlenmesinin mantığı buradadır.
Sermayenin (ve üretimin) yoğunlaşması; uluslararası tekellerin mali ve ekonomik gücünün büyümesi ve artan rekabetin yol açtığı sonuçların etkilerinin daha kesin ve açık görülmesini de sağlamaktadır. Rekabetin hemen her zaman güçlülerin zaferiyle sonuçlandığı ekonomi dünyasında, ortaya çıkan tekel gruplaşmaları, diğer yandan, genellikle şu ya da bu büyük emperyalist devletin ulusal damgasını taşımaktadır.
Uluslararasılaşma ne General Motors ve Ford’un Amerikan; ne Shell’in İngiliz damgalı bir tekel olmasını; ne de Daimler Benz, Krupp, Manesman ve Siemens’in Alman tekeli damgasını taşımasını ortadan kaldırmaktadır. Mitsubishi ise, çeşitli ülkelerdeki şirket ortaklıklarının boyutu ve payları ne olursa olsun bir Japon devi olarak ele alınmak zorundadır. Daha da önemlisi yoğunlaşma, öncelikle herhangi bir emperyalist ülkenin iç pazarında yaşanmakta, sermaye ihracı yoluyla tekelci birlikler dış pazarlara yayılarak ve dış bağlantılara girerek uluslararası dev işletmelere dönüşmektedirler. Bu bakımdan, başlıca büyük emperyalist ülkelerdeki belli başlı tekelci (sanayi ve banka) işletmelerindeki yoğunlaşma, emperyalist ülkeler ve tekeller-arası mücadelenin ve kapitalist ekonomideki tekelci baskının boyutlarına işaret etmektedir.
Uluslararası tahkim ile şirket birleşmeleri ve büyüklerin küçükleri ele geçirme ve yutmaları giderek artan bir trend izlemektedir. Dünya ölçeğinde 1995 yılı itibariyle 886 milyar dolarlık, 1996’da 1 trilyon dolarlık füzyon olayı gerçekleşmiştir. ABD’de 1994’te 358 milyar 718 milyon dolarlık 3129 füzyon-birleşme olayı yaşanmıştır. Bunun 186 milyar 181 milyon dolarlık kesimi yalnızca iki şirkete aittir. 38 milyar 169 milyon dolarlık kısmında başka ülkelere ait şirketler ABD şirketlerini, 17 milyar 612 milyonluk 149 füzyon olayında ise ABD şirketleri diğer ülkelere ait şirketleri yutmuşlardır. Yalnızca ABD, telekomünikasyon alanında son iki yıl içinde 120 milyar dolar ve ’95 yılında Avrupa’da yaklaşık 300 milyar dolar tutarında birleşme sağlanmıştır. 1997 yılı içinde dünya ölçeğinde gerçekleşen 1,3 trilyon dolarlık birleşme ve yutmalarda 919 milyar dolarlık kesim ABD şirketleriyle ilgilidir. Füzyon olayları şirket iflaslarının artmasına da etkide bulunmaktadır. Yalnızca 1995 yılında çoğu küçük işletme olmak üzere 875 bin işyeri iflas etmiş ya da büyükler tarafından yutulmuştur.
İngiltere’de özellikle 1997 yılında füzyon-birleşme, yutma olaylarında yoğunlaşma görülmektedir. Eylül sonu itibariyle ’97’de gerçekleşen birleşme miktarı parasal olarak 350 milyar sterlindir (bu miktar ’96’da 250 milyar olarak gerçekleşmiştir), İngiltere’de yüzyılın başında 2286 olan konut kredi birliklerinin sayısı, yoğunlaşma ve merkezileşme sonucu ve birleşmelerle 1997’de 77’ye düşmüş bulunmaktadır. Birleşme ve yutmaların yalnızca ulusal ölçekte değil, uluslararası alanda da gerçekleşmektedir.

TEKELLEŞME VE EMPERYALİST HEGEMONYANIN EKONOMİK TEMELİ
Dünyanın en güçlü ekonomisine’ sahip ülkesi olan ABD’nin mali sermaye kuruluşları; bankalar, sanayi tekelleri, konut kredi bankaları, sigorta şirketleri, emekli fonları, vakıflar ve aracı ve paravan şirketler aracılığıyla ekonomiye kumanda etmekte, dünyanın çok sayıdaki ülkesinde faaliyet yürütmekte ve Amerikan hegemonyasının aracı olarak işlev görmektedirler. Fortune’ı kaynak gösteren K. Yıldız’ın aktarmasına göre, toplam şirket ve işyerlerinin % 97’sini oluşturan ve 1.000’den az işçi çalıştıran 6 milyon 265 bin işyeri, toplam işgücünün % 56’sını çalıştırırken; işyerleri içinde yalnızca % 0,0078’lik bir oran oluşturan 500 büyük şirket, tarım hariç, işgücünün % 26’sını (24,5 milyon kişi) çalıştırmaktadır. En büyük 50 şirket 9,2 milyon; Wal-Mart Stores, G. Motors, Pepsi Co, Ford ve UPS’nin oluşturduğu en fazla işçi çalıştıran 5 büyük tekel 2,5 milyon kişiyi istihdam etmektedir. Yalnızca U.S. Posta Service 887 bin kişiyi istihdam etmektedir. En büyük 500 işletmenin ’96 yılı cirosu 5 trilyon 301 milyar doları, malvarlıkları toplamı ise 11,5 trilyon doları bulmaktadır.
500 büyük Amerikan işletmesinin 1994 yılı ciroları, aynı yıl itibariyle Avusturya, Endonezya, Türkiye, Danimarka, G. Afrika, Norveç, Polonya gibi, aralarında gelişmiş olanları da bulunan birçok ülkenin toplam GSYİH’sından 4,5 kat daha fazla tutmaktadır. Bu tutarın, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere gibi ileri emperyalist ülkelerin GSYİH’larından -her biri açısından- daha fazla olduğu eklenmelidir. Bu 5 trilyonluk ciro, 150 milyonluk işgücüne sahip Amerika’nın 5,8 trilyon dolarlık ulusal gelirine neredeyse denk düşmektedir. En büyük 500 tekel arasında bir sıralama yapıldığında, yoğunlaşmaya bağlı olarak, ilk 100 büyük işletmenin toplam ciroların % 70,7’sini, ikinci 100’ün % 14,5’i ve üçüncü 100’ün % 7,2, dördüncü 100’lük grubun % 4,5 ve en son 100’lük kesimin de % 2,9’luk bölümü elinde tuttuğu görülmektedir. Örneğin Otomotiv sektöründe faaliyet yürüten 1655 şirketten en büyük 4 tekel toplam üretimin % 79’unu, 8 şirket % 83’ünü ve ilk 20 büyük de % 90’nı gerçekleştirmektedir. (Bu rakam ve oranın otuz yıl öncesine ait olduğu düşünüldüğünde, yoğunlaşmanın bugün ulaştığı düzeyin ne olabileceği kendiliğinden anlaşılabilir.)
En büyük 200 tekel, 1960’larda toplam üretimin % 38’ini gerçekleştirirken, bu oran bugün % 67’ye yükselmiştir. En büyük 200 işletmenin toplam ciro içindeki payı % 85 gibi yüksek bir oran oluşturmaktadır. 200 büyük 1970’lerde toplam üretimin % 43’ünü, 1990’larda ise % 57’sini gerçekleştirmiştir.
ABD Maliye Bakanlığı’nın 1993 rakamlarına göre korporasyonların aktifleri toplamı 21,8 trilyon dolar kadardı. Bunların net servetleri ve aktif toplamları 5 trilyon 700 milyar ve net kârları ise aynı yıl itibariyle 659 milyar dolar idi.
1996 yılı itibariyle ABD’nin en büyük 5 tekelinin yıllık ciroları toplamı 620 milyara, 10 tekelin ciroları toplamı ise 1 trilyon dolara erişiyordu. 1995 rakamlarıyla ABD bankalarının elinde toplam (9.94 l’i ticari banka, 2029’u tasarruf sandığı olmak üzere 11970 banka) 4 trilyon 312 milyarı ticari bankaların, 1 trilyon 25 milyarı tasarruf sandıklarının elinde olmak üzere 5 trilyon 338 milyar dolar aktif birikmiş durumda.
Almanya’nın en büyük tekelleri arasında Daimler Benz, Siemens, VW, Veba, Bayer, Thyssen, Krupp, BMW, BASF, Bosch, Manesman gibi tekelci şirketler ekonominin denetimini ellerinde tutuyorlar. Otomobilden silaha, elektronikten uzay araçlarına, pek çok alanda faaliyet yürüten ve Almanya’nın en büyük “karma kartel”i olan Daimler Benz’in, 110 ülkede şube ve temsilcilikleri bulunmakta; doğrudan ya da dolaylı kontrol ettiği şirket sayısı 300’ü bulmaktadır. Toplam cirosu 1995 itibariyle 103 milyar 549 milyon mark (65 milyar 434 milyon mark yurtdışı payı) olup, 310.993 kişiyi (68.907 yurtdışı) istihdam ediyor. Dünya elektronik sanayisinin ilk 6’sı arasında yer alan, 260 iş sahasında faaliyet yürüten (bunlardan 17’sinde birinci sırada geliyor), 130 ülkede bağlı şirketleri, 40 ülkede 200’ü aşkın üretim tesisleri bulunan, dünya ölçeğinde 650 şirket ve ortaklığı olan, elektronik/elektro-teknik alanındaki her şeyi üreten bir diğer “Alman Devi” Siemens’in 95 cirosu ise 88.763 milyar marktır (50.906 milyar DM. yurtdışı payı) ve 373.800 (162.000 yurtdışı) kişiyi istihdam etmektedir.
İngiltere’de toplam işyerlerinin binde birini oluşturan 500 ve üstü işçi çalıştıran işyerleri işgücünün % 34,1’ini istihdam ederken, işyeri ve şirketlerin milyonda altısını oluşturan kesimi (en büyük 25 tekel) ise, % 13,7’sini istihdam etmektedir. Yıllık cirosu 10 milyon sterlinin üzerinde olan şirketler, toplam içinde % 2,79’u oluştururlarken, ilk 500 arasındaki en büyük 25 işletmenin ’95 yılı kâr toplamı 23 milyar 106 milyon sterlin; ’96 yılı kârları ise 28 milyar 992 milyon sterlin kadar olup, bu 25 işletme bir yılda net olarak 5 milyar 886 milyon sterlin kâr elde etmişlerdir. Söz konusu 25 şirketin mal varlıkları toplamı, 1996 yılı itibariyle, 1 trilyon 297 milyar 533 milyon sterlin olup bir yıl içinde (95–96 arası) 334 milyar sterlin gibi büyük bir servet artırımı sağlamışlardır. (Bu şirketler bünyesinde bir yılda 25 bin işçi işten atılmıştır.)
İngiltere’nin toplam GSYİH’sı 605 milyar, 1997 bütçesinin 300 milyar sterlin olduğu düşünüldüğünde bu ilk 25’in büyüklüğü hakkında bir sonuca ulaşmak daha kolay olacaktır. Gelişmenin nasıl bir hızla gerçekleştiğini görebilmek için imalat sanayi alanında faaliyet yürüten en büyük 100 firmanın toplam üretimin, 1924’te % 22,0’nı; 1949’da % 22,0’ını; 1980’de % 40,5’ini; 1990’da % 37,6’sını gerçekleştirdiğini belirtmeliyiz. Yüzyılın başında en büyük yüz işletme toplam üretimin beşte birini gerçekleştiriyorken; bugün imalat sanayi alanında üretim yapan 5 grup, toplam işgücünün % 31,9’unu; toplam satışların % 40,8’ini ve toplam üretimin % 39’unu gerçekleştirmektedirler. Geri kalan 3 milyon 706 bin küçük, orta vb. işletme ise ancak üretimin % 61’ini gerçekleştirebilmektedir. İngiltere’nin 11,3 milyon tonluk demir-çelik üretiminin % 58,4’lük bölümü sadece bir tek şirket British Steel tarafından üretilmekte; % 35,3’lük bölüm ise dışarıdan ithal edilmektedir. Gelişmenin yönü bakımından 1936 yılında demir-çelik üretiminde faaliyet gösteren on tekelin üretimin % 70 kadarını gerçekleştirdiğini; ancak günümüzde bir tek British Steel’in % 58,4’lük payla, neredeyse aynı orana yükseldiğini belirtmek gerekiyor. İngiliz merkez bankası verileriyle, İngiliz bankalarının ellerinde 1991 yılı itibariyle toplanan mevduat toplamı 548 milyar sterlindir. İngiltere’deki yabancı banka şubeleri bir kenara bırakıldığında bile, İngiliz bankalarının ellerinde ’93’te 1 trilyon 488 milyar sterlin (2,4 trilyon dolar) kadardır. Aynı dönemde konut kredi birliklerinin fonlarında biriken para ise (’91 yılı) 247 milyar 403 milyon sterlindir.
Fransa’da büyük şirketler, 20’den fazla işçi çalıştıran şirketlerin toplamının sadece % 3,9’unu teşkil etmelerine karşın, sanayideki işçilerin yarısından fazlasını istihdam ediyor, toplam cironun % 60’ını ve ihracatın % 75’ine yakınını gerçekleştiriyorlar. Küçük ve orta boy işletmeler ise toplam işletmelerin % 92,5’ini teşkil etmelerine karşın, işçilerin % 48’ini çalıştırıyor, cironun % 37,9’unu ve ihracatın % 22,7’sini gerçekleştiriyorlar.
Emperyalizmin özelliklerinden biri, banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçmesiyle mali sermayenin oluşmasıdır. Böylece, mali sermaye “yeni türde bir sermaye” olarak egemenliğini kurar. Bu iç içe geçme, banka ve sanayi tekellerinin yöneticilerinin “personel birliği”nde görülür. Bir ve aynı kişiler, bankaların, sanayi ve ticaret tekellerinin başında dururlar. Lenin, büyük bankaların ekonomide ulaştıkları güce işaret ederek, “Burada bütün ülkeyi kaplayan sıkı bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve, gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek hızla yayıldığı görülüyor” diyordu, (age. sf. 38)
Lenin, bankalar ve büyük ticari ve sanayi işletmeleri arasında “kişisel birleşme”nin, hisse senedi alma yoluyla kaynaşmanın geliştiğine işaret ederek, sanayi ve ticari işletmelerin denetim (veya yönetim) kurullarına banka müdürlerinin veya tersinden bu şirket yöneticilerinin bankaların yönetim ve denetim kurullarına geçişiyle “iç içe geçme”nin yaşandığına da daha o günden dikkat çekmişti. Bir süredir dergimizde yayınlanan mali sermayenin bugünüyle ilgili yazı ve veriler tekelci yoğunlaşmanın günümüzde ulaştığı dev boyutları ortaya koymaktadır. Manzara şudur: Başlıca ABD, Alman, İngiliz, Fransız, Japon, Rus ve Çin sanayi ve ticari şirketleriyle büyük bankaların oluşturdukları uluslararası konsorsiyumlar yüz milyarlarca dolarlık para sermayeyi çekip çevirmekte; sanayi üretim kârının yanı sıra borsa oyunları ve hisse senedi alım satımıyla, büyük faiz ve rant geliri sağlamakta, ülkelerin yönetiminde ve uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde söz sahibi olmakta, ya da gerçekte bu ilişkileri dolaysız olarak düzenlemektedirler.
“Yoğunlaşma sürecinin gücüyle, bütün kapitalist ekonominin başında kalan bazı bankalarda, doğal olarak tekel anlaşmaları, bir banka tröstüne doğru gitgide daha belirgin bir kayma eğilimi taşıyacaktır. Amerika’da artık dokuz değil, ama çok büyük iki banka, milyarder Rockefeller’in ve Morgan’ın bankaları, 11 milyar marka ulaşan bir sermayeye hükmetmektedir.” (Emperyalizm, sf.44)
’98 Nisanı başında Amerikan büyük bankalarından Citicorp ile Travelers Group’un birleşeceği ilan edildi. Citigroup adını alacağı belirtilen birleşik banka, dünya finans çevrelerinde “şok dalgası” yarattı. Birleşme Japon bankalarının yöneticileri tarafından “şok edici bir gelişme” olarak tanımlandı. 697.5 milyar dolar toplam varlığa kavuşan bu banka, Japon Bank of Tokyo Mitsubishi’yi (582,7 milyar dolar) geride bırakan bir büyüklüğe ulaşmış olacaktır. Diger büyükler sırasıyla HSBC Holdings Plc 393,7; Chase Manhattan Bank Corp. 365.5; General Electric 304 milyar dolar varlığa sahiptirler. Borsa değerlerine göre ise büyükler şöyle sıralanmaktadır: General Electric 288,8; Microsoft Corp 218,5; Royal Dutch/Shell 205,3; Coca-Cola 197,7; Exxon Corp. 171.1; Merc-Co 158; Citigroup 155,9; Nestle 133,5; Pfizer 133,5; NTT Corp. 128.8 milyar dolar büyüklüğe sahiptirler. Alman emperyalizminin gelişmesi ve diğer büyük emperyalist ülkelerle kavgalarında her zaman özel bir rol oynamış Deutsche Bank AG, Alman mali sermayesinin “koçbaşıdır. Dünyanın ilk on bankası arasında yer alan ve dünya ölçeğinde faaliyet gösteren bu bankanın, 1996 yılı itibariyle 50’yi aşkın ülkede 2.494 şubesi bulunmakta; Almanya’daki 1691 şubesiyle 6,5 milyon müşteriyi elde tutmaktadır. 1994’te İspanyol Banco de Madrit’i, 1993’te İtalyan Banca Popolare di Lecco’yu satın alarak, bu iki ülkede 350 ve 250 şubeli bankalara sahip olmuştur. Dünya çapında 250 bini aşkın “servet sahibi özel müşteriye 160 milyar markı kapsayan bir kredi hacmiyle hizmet vermektedir.” (Rüdiger Liedtke’den aktaran A. Cengiz) Bu bankanın 1996 cirosu 886,1 milyar mark olup, bu tutar, Almanya bütçesini aşmaktadır. Banka, 1995 yılı itibariyle 2 milyar 492 milyon mark ana sermaye ile bu kapsamdaki para hareketini kontrol etmektedir. Deutsche Bank’ın holding sistemi yoluyla hükmettiği şirket sayısı aynı yıl itibariyle 735’tir. Diğer bankalar Dresdnerbank, Commerzbank, Westdeutsche Landesbank, Bayerische Landesbank gibi bankalardır.
İngiltere mali piyasasını elde tutan dört büyük İngiliz bankası; Barclays, National Westminister, Lloyds-TSB ve Midland Bank, ülke içindeki toplam 11.350 şubenin % 77,8’ini ellerinde bulunduruyorlar ve 1996 rakamlarıyla 920 milyar sterlin aktif toplamına sahiptirler. HSCB holding grubunun 78 ülkede 5.500 şubesi; Barclay grubunun ülke içindeki 2050 şubenin yanı sıra ülke dışında 84 ülkede 5 binden fazla şubesi bulunmaktadır.
Bankaların artan rolü hesaba katılmadan mali sermayenin günümüzdeki yapısı ve ekonomiye hâkimiyetini tam olarak anlamak olanaklı değildir. Bankalar, mali sermaye kuruluşları olarak ekonominin tüm kılcal damarlarına dek sızma olanağına kavuşmuşlar ve yüz milyarlarca mark, ya da dolara hükmedecek bir güce ulaşmışlardır. Birkaç örnek bankaların durumunun anlaşılması için yeterli olacaktır.
Böylece bu mali gruplar, bütün ülkeyi baştanbaşa sarmakla kalmıyor, sermaye ve gelirlerin merkezi olarak egemeni durumuna gelmek üzere ülke dışında da “sıkı bir kanallar ağı”nı oluşturuyorlar.

TEKELLERİN EKONOMİK ALANININ SINIRLANMASI; EKİM DEVRİMİ VE ETKİLERİ
Yüzyılın ilk çeyreği içinde meydana gelen Birinci Dünya Savaşı ve ardından gerçekleşen Sovyet Devrimi, emperyalist tekellerin dünya politikasına önemli darbeler vurdu. Kapitalizmin temel çelişmelerinin onu yıkıma götürdüğü yönündeki devrimci tez, Ekim Devrimi’yle kanıtlanırken, proletarya devrimleri çağı da başlamış oldu. Bir devrimle tekelci kapitalizmin sınırlarının dışına çıkmanın mümkün olduğu pratik olarak da görüldü. Emperyalist sömürge sistemi, devrimle büyük darbeler aldı. Sosyalizmin açtığı yolda, büyük bir umutla anti-sömürgeci ulusal kurtuluş mücadelelerine yönelen ezilen halkların eylemi, sömürge sisteminin yıkılmasına veya biçim değiştirmesine yol açtı. İkinci Dünya Savaşı’yla bu süreç daha da hız kazandı. Kuzey Afrika’dan Uzakdoğu Asya’ya, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya kadar dünyanın birçok bölgesinde sosyalizm destekli ulusal kurtuluş savaşları zafere ulaştı. 1914-43 dönemi kapitalizmin yıkım ve çöküş çanlarının en fazla çaldığı dönem oldu. Dünya ekonomik krizi kapitalist ekonomileri sarstı. Sömürge imparatorlukları peş peşe parçalandı, dünyanın altıda birinde sosyalizm başarı kazandı ve proletarya iktidarı aldı.  Ekim Devrimi, gerçekte “bir uzun savaş”ın ön çarpışmasıydı. İşçi sınıfının uluslararası alanda zafer kazanmasının dayanağı, ayaklanma üssü ve kalesiydi. Devrimin yayılmasının koşulları, savaşan ve yenilen ülkeler başta olmak üzere, hemen tüm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde olgunlaşmıştı. Siyasal çöküntü, ekonomik bunalım ve genel bir kriz vardı. 1918’de yenilen güçlerden Almanya, Avusturya-Macaristan, Türkiye ve Bulgaristan’da hükümdar yönetimleri son bulurken, Almanya ve İtalya’da devrimci gelişmeler yaşandı.
İkinci Dünya Savaşı, sosyalizmin etkisinin dünya ölçeğinde daha da artmasıyla sonuçlandı. Kapitalizmi yeryüzünden silme hedefiyle gerçekleşen Ekim Devrimi, proletaryanın sosyalist devletinin faşizme karşı büyük fedakârlıklarla kazandığı zaferle, dünya kapitalizmine karşı savaşan uluslararası proletaryaya moral kazandırdı ve güç verdi.
Devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, kaçınılmazlıkla dünyanın “siyasal haritası”nı değiştirdi. Eski sömürge imparatorlukları peş peşe dağıldılar. Asya’da, yüzyılın ilk çeyreği içinde var olan “bağımsız devletler”in sayısı, yüzyılın son çeyreği içinde 5 kat fazlalaşmışta. Çin ve Hindistan gibi, dünya nüfusu içinde önemli bir yere sahip olan ülkeler, Britanya, Fransız, ABD ve Japon sömürgeci yönetimlerine karşı verilen mücadeleler sonucu siyasal bağımsızlıklarına kavuştular. Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı, yüz binlerce Vietnamlının canı pahasına, bütün ezilen halklara, emperyalizme karşı mücadeleye cesaret etmeleri yönünde etkide bulunarak, büyük bir yurtseverlik ateşiyle zafere ulaştı. Kore halkının, ABD’nin başını çektiği gerici ordulara karşı mücadelesi, Kuzey Kore Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Angola, Mozambik, Gine Bissau, El Salvador gibi ülkelerde halklar emperyalist ve işbirlikçi gerici sömürgecilere karşı elde silah ayağa kalktılar. Afrika’da “1939’da bir tane olan” (Hobsbawm) bağımsız devletlerin sayısı elliye yaklaştı. Ortadoğu’da Suriye, Irak ve Libya gibi ülkeler, “emperyalizme karşı çıkışlarıyla dikkat çektiler. Cezayir halkının Fransız sömürgecilere karşı mücadelesi, sömürgeciliğe karşı mücadelenin yeni bir halkasını oluşturdu. Mısır’da Cemal Abdül Nasır, ulusal reformcu bir çizgide emperyalistlere karşı tavır aldı ve Arap milliyetçiliği temelinde mücadele etti. Kuzey Amerika’da, ABD’nin yanı başında yer alan Meksika’da 1938’de petrol ulusallaştırıldı. Latin Amerika’da, başta Küba olmak üzere, birçok ülkede anti-emperyalizm dalgası yükseldi. Küba’da Batista diktatörlüğünün yıkılması ve sosyalist olduklarını ileri süren bir yönetimin iş başına gelerek, emperyalizme karşı ezilen halkların yanında saf tutması, ABD gericiliğinin büyük öfkesini çekerken, dünyanın ezilen halklarının ve bütün devrimcilerinin destek ve sevgisini kazandı. Ekim Devrimi ve ardından devam eden bağımsızlıkçı ve devrimci mücadeleler sonucu, dünyanın altıda biri kadar genişlikte topraklar üzerinde yaşayan halklar kapitalist sistemin dışına çıktılar. Avrupa’da büyük bir bölge; Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Yugoslavya, Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk, Almanya’nın “doğu”su, Çin ve Kuzey Kore ve otuz yıl kadar devam eden anti-sömürgeci savaşlar sonucu (1945-75) Hindiçini’de Laos, Kamboçya ve Vietnam, emperyalist sömürgeci boyunduruğu kırdılar ve bir kısmı ekonomide kimi “sosyalist reform”ları da benimseyen bir çizgide kapitalist ekonomik sisteme aykırı düşen uygulamalara başvurdular. Uluslararası kapitalist ekonomide canlanmanın görüldüğü yıllarda bile, kapitalist ülkelerin bu ülkelere ihracatı ancak % 4 gibi küçük bir oran oluşturmaktaydı. 1965’te, “sosyalist ekonomik sistem” içinde yer alan ülkelerin uluslararası ticaretlerinin üçte ikisi, “bu aile”nin kendi iç alanında gerçekleşiyordu. (UN İnternational Trade’den aktaran Hobsbawm, Kısa Yüzyıl, sf. 432)
1961 yılında kurulan ve ilerleyen yıllarda üye sayısı artan çoğunluğunu Arap ülkelerinin oluşturduğu Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) 1973 sonlarında petrol fiyatlarına % 70 oranında zam yapması, bu ülkelerin bir ölçüde emperyalist Batı’ya kafa tutması anlamına geliyordu.
Anti-sömürgeci ulusal kurtuluş mücadelelerini yükselten halkların çoğu, sosyalizme ve sosyalizmin halkların eşitliği için gösterdiği pratik ve somut tutumu inandırıcı bulmalarına ve “sosyalistler”le iyi ilişkiler kurma çabasında olmalarına karşın; özellikle, kapitalist emperyalizme entegrasyonundan sonra, SB’nin izlediği gerici ve emperyalist politikanın da etkisiyle, daha önce egemenliği altında bulundukları güçlerin ekonomik ve politik sistemini benimsediler. Bu, eski sömürgeci sistemin yıkılmasına karşın, yeni biçimler altında varlığını sürdürmesi anlamına da geliyordu. Biçimsel bir siyasal bağımsızlığın, emperyalist egemenliğin engeli olmadığını bilen -ve gören- uluslararası burjuvazi yeni sömürgeci yöntemleri geliştirdi. Emperyalist ülkeler hâkimiyet için silaha başvurmaktan geri kalmadılar. Tekeller-arası çelişkilerin savaşlara yol açacağı biçiminde ifade edilen devrimci tez, birinci ve ikinci paylaşım savaşlarının emperyalistler-arası savaşlar olarak başlamalarıyla kanıtlandı. Arada emperyalist kışkırtma ve emperyalistlerin doğrudan ya da dolaylı katıldıkları bölgesel vb. savaşlarda on milyonlarca insan hayatını kaybetti. II. Savaş sonrasında da silahlanmaya büyük paralar harcandı ve savaş sektörü temel bir sanayi dalına dönüştürüldü. I. Dünya Savaşı, bin yılda Avrupa savaşlarında kaybedilen kadar (10 milyon ölü, 20 milyon yaralı) insan kaybına yol açarken, İkinci Savaş’ta bu rakam toplam olarak 70 milyona çıktı (Politik Ekonomi Ders Kitabı sf. 367) 1946–53 arası ABD’nin silahlanma giderleri, uydu ülkeleriyle birlikte 250 milyar doları buluyordu. (Yoksulluk ve işsizlik ise giderek artıyordu. 1954’te ABD’de tam gün işsizlerin sayısı 3,7 milyon, kısa çalışanların sayısı 13,4 milyondu.)
Amerikan tekelleri I. Savaş boyunca 35 milyar dolar kâr sağladılar. 1949’da ABD’nin yurtdışı sermaye yatırımları diğer tüm emperyalistlerin yurtdışı yatırımlarını aşmıştı. ABD’nin yurtdışı sermaye yatırımı 1939 sonunda 11,4 milyar dolar iken, 1953’te 39,5 milyar dolara çıktı. 1946–53 arası yıllarda ABD’nin yıllık ortalama ihracata 13,3 milyar dolar, ithalatı 8,2 milyar dolardı. Bata Avrupa ülkelerine, yılda ortalama 1,3 milyar dolar mal ithal ediyor ve onlara 4 milyar dolarlık mal ihraç ediyordu. (Politik Ekonomi Ders Kitabı, sf. 396)
Emperyalist dünya sisteminin “büyükleri” Sovyet Devriminin yayılmasını engellemek için, Sovyetler Birliği’ni ekonomik, politik ve askeri olarak kuşattılar ve ona karşı tecrit politikası uyguladılar. 1933’e kadar Sovyetler Birliği’ni diplomatik olarak da tanımayan ABD, dünya gericiliğinin liderliğine yükselmesiyle birlikte, bu kuşatma, tecrit ve boğma politikasının mimarlığını, İngiliz emperyalizmi ile birlikte üstlendi. Emperyalist büyük devletler, savaşın tahrip edici etkilerini, sermayelerini ve kârlarını artırmanın yeni olanaklarına dönüştürmeyi başardılar. 1945 sonrasında, emperyalist saldırı politikası “soğuk savaş” olarak adlandırılacaktı. ABD, iki savaştan kazançlı çıkan ve yenilmiş ülkelerin ekonomi ve politikaları üzerinde de yaptırımcı bir mevziiye ilerlemiş bir dünya gücü olarak, sosyalizme ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerine karşı; ve kapitalist ekonomik sistemin daha fazla yıkıma uğramasının önüne geçmek üzere saldırıyı örgütledi. Bir yandan, sosyal güvenlikle ilgili alanda işçi ve emekçilere sağlanan yeni haklarla, işçi ve halk hareketinin önü kesilmeye çalışılırken; diğer yandan, devrim ve ulusal kurtuluş hareketlerinin Avrupa, Asya ve Latin Amerika’da daha geniş alanlara yayılmasını engellemek üzere çeşitli tedbirler geliştirildi. 1945 sonrası, savaş nedeniyle çöken dünya ekonomisi, yeniden büyük bir ilerleme kaydetti. Bunda savaş sanayinin ve işçilerin kitlesel biçimde düşük ücretle çalıştırılmalarının etkisi vardı. Bu gelişme 1970’li yıllara kadar sürdü. Burjuvazi, sosyalizmin yayılmasının önünü kesmek amacıyla sosyal devlet ve planlı ekonomik kalkınmayı gündeme getirdi. II. Dünya Savaşı, SSCB’nin savaş öncesi sermaye varlıklarının % 25’ini tahrip ederken, ABD savaşlardan büyük kazançla çıktı. Savaş sonrasında ABD ekonomisi % 10 büyüme gösterdi. (Hobsbawm, Kısa Yüzyıl, sf. 65) ABD ekonomisi 1914’te en büyük kapitalist ekonomiydi. Yirminci yüzyılın, uluslararası alanda en ısrarlı biçimde izlenen politikalarından biri, kapitalizme bağlı güçlerin sosyalizme karşı yürüttükleri mücadeleydi. Marshall Planı’yla Amerikan mandacılığı güçlendirilmeye; NATO ile sosyalizme ve ezilen halkların devrimci eylemine askeri saldırıyı başarılı ve güçlü kılmaya; ve yeşil kuşak hareketiyle, özellikle “İslam halklarını sosyalizme karşı kullanmaya uyarlı bir saldırı politikası uygulandı. Bu planla ABD aynı zamanda, savaştan yenik çıkan Japonya, Almanya gibi ülkelerin ve diğerlerinin ekonomilerini denetimine aldı. Büyük kârlar sağlamasının yanı sıra, bu planı NATO’nun oluşturulmasının dayanağı haline getirdi.
ABD ile birlikte İngiliz ve Fransız emperyalistleri yeni sömürgeci politikayı, sosyalizme karşı mücadelenin temel unsurlarından biri olarak benimsediler. Siyasal bağımsızlık görüntüsü altında ülkelerin sömürge bağımlılığı devam ediyorken, “sosyalizm bloğu” içinde yer alan doğu ülkeleri ve Balkan halklarının sosyalizmin inşasına yönelmelerini engellemek için çok yönlü bir saldırı ve kazanma politikası izlendi. Askeri tehdit, şantaj, casusluk faaliyetleri, papalık kurumu ve kilisenin etkin kullanımı, ekonomik sızma vb. yöntemlerle bu ülkelerin halkları kuşatmaya alındı. Sovyetler Birliği’nde, yeni bürokrat burjuva tabakanın iktidar: ele geçirmesi ve emperyalist burjuvaziyle işbirliğine girişmesi sonucu, sistem yıkıldı ve “Doğu Bloğu” içinde yer alan ülkelerin kapitalist entegrasyonu tamamlandı. Son on-on beş yıldan bu yana, bu ülkelerin “bağımsızlıkları” da biçimsel hale getirilmiş durumda. İçinde bulunduğumuz dönemde ise, bir yandan NATO’nun genişletilmesi, Avrupa Birliği üyeliğine Doğu Avrupa ülkelerinin alınmaya başlanması ve diğer yandan MAI gibi anlaşmalarla, bu ülkelerin sözde bağımsızlıkları, tam anlamıyla biçimsel bir şekle dönüştürülmeye; bunlar da dâhil, geri ülkelerin yeni sömürgeci bağımlılığı pekiştirilmeye çalışılıyor.

KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER, ARTAN SALDIRILAR VE MAI
Burjuva iktisatçıları, tekellerin dünya hâkimiyetinin bugünkü durumunu, her türden rekabetin, üretim anarşisinin ve çelişkilerin ortadan kalkması olarak ilan edeli uzun bir zaman oldu. Şimdi küreselleşme üzerine propagandayla bunu daha gürültülü bir biçimde sürdürüyor, MAI türünden anlaşmaları buna kanıt olarak gösteriyorlar. Burjuva politikacı, yazar ve iktisatçıları, bir yandan küreselleşmeden ve bütünleşmeden söz ederken, diğer yandan “serbest rekabet”, “hür teşebbüs ve fırsat eşitliği” üzerine ikiyüzlü bir propaganda yürütmeye devam ediyorlar. Dünya ekonomisine dev tekel gruplarının hâkim oluşunu ve dünyayı aralarında paylaşmalarını, bu iddianın kanıtı olarak gösteriyorlar. Oysa somut durum bundan farklı özellikler göstermektedir. Emperyalist kapitalizm, gerçekte, bugüne dek olmadık ölçüde büyük ve ağır sorunlarla yüz yüzedir. Çelişkiler derinleştikçe, tekel gruplarının saldırıları daha da yoğunluk kazanıyor. Lenin şunları yazıyor: “Fiilen tek ve dünya çapında bir nitelik gösteren, milyonlarca sermayeyi çekip çeviren, dünyanın her köşesinde şubeleri’, temsilcilikleri, ajansları, ilişkileri bulunan bu tröste karşı rekabet etme zorluğu apaçık ortadadır. Ne var ki dünyanın iki güçlü tröst arasında bu şekilde paylaşılması, gelişmenin eşitsizliği, savaşlar, iflaslar gibi nedenlerle güçler arasındaki denge bozulduğu takdirde yeni bir paylaşmaya gidilmeyecek anlamını taşımamaktadır.”(age. sf. 75)
Dünya, geçmişle kıyaslanamayacak biçimde mal ve hizmet üretimi bakımından daha zengin iken, yoksulluk arttığı gibi, yoksul ile zengin arasındaki uçurum da büyümüştür. Kapitalizmin 20. yüzyıl jandarması ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Berzinski’nin hesaplamalarına göre, sonuna yaklaştığımız bu yüzyılda, kapitalizm kaynaklı savaşlar 187 milyon kişinin ölümüne neden olmuştur. Teknolojik ilerleme, büyük yeni buluşların kapılarını aralayacak biçimde devam ediyor. İletişim teknolojisindeki gelişme, zaman ve mekân sorununu önemli ölçüde çözmüş durumda. (Kıtalar arası telefon ve internet haberleşme ağı, online sistem yoluyla hesap aktarımı vb.) Ancak bu dönem yine de burjuvazi için kâbus ve korku dönemi oldu. Onca ileri teknik gelişme ve iletişim kolaylığı vb. diğer gelişmelere karşın, 20. yüzyıl, kanlı ve güvensizliklerle dolu bir yüzyıl olarak yaşandı. Savaşlarda, savaşan taraflar birbirlerinin ekonomilerini tahrip etme ve altyapı tesislerine yönelme politikası izlerken, bu durum genel olarak dünya ekonomisinin tahribine yol açtı.
Tekellerin dünya hâkimiyetini ve uluslararası tekelleşmenin ulaştığı, bugünkü yüksek düzeyi, kapitalist bunalımların son bulması, rekabetin yumuşaması ya da bütünüyle ortadan kalkması, barış, çıkarların uyumu ve refahın “adil paylaşımı” ile birlikte ve bu kavramlarla ifade edilen olguların gerçekleşmesi anlamında ele alanlar, kapitalizmin ve kapitalist tekelin asla sahip olmadığı özellikleri ona atfetmektedirler. Bu türden burjuva görüşler, burjuva iktisatçıları ve politikacılarının yalanlarından (ya da daha hafif bir deyimle temennilerinden) ibarettir. Yalandır çünkü kapitalist üretimin anarşik karakteri, sanayinin belli dallarında kurulan tekelin varlığıyla son bulmaz, aksine tekelin varlığı, bu karışıklığı daha da ağırlaştırır. Bilimsel teknik gelişmelerin hızlı yükselişi, kapitalist ulusal ekonominin çeşitli sektörleri arasındaki çelişki, eşitsiz gelişme vb. etkenleri artırır. Bugünkü gelişmeleri yeni bir şeymiş gibi gösterenler arasında yer alan sözde ilerici kimi yazarlar da emperyalist tekellerin uluslararası faaliyetlerinin bugünkü yüksek düzeyine bakarak, bunu yeni ve niteliksel bir değişme saymakta ve buradan, “herkesin yararına” sonuçlar çıkarmaktadırlar. MAI, emperyalizm ilericilerine, “serbest piyasaca ekonomistlere ve oportünist “evrensel kapitalizm” teorisyenlerine, gerici ve kapitalizm yanlısı düşüncelerini bir kez daha savunma olanağı tanıyor! Bu anlaşmanın uluslararası yaptırım ve ulusal ekonomi ve hukuk karşısındaki ayrıcalıklı, dikte edici ve yaptırımcı özelliği dayanak alınarak, “ulus devlet”in yıkılacağı ve ultra emperyalizmin dünya devletine yönelineceği belirtiliyor, ileri sürüldüğüne göre, bu devletler-üstü ekonomi ve “devletler-üstü uluslararası devlet”, emekçilerin yaşam standartlarının değişmesine, bütün dünyaya barış ve özgürlüklerin gelmesine hizmet edecek! (Türkiye egemen sınıfları bir süre öncesine kadar, benzer bir propagandayı AB’ye katılma sorunu kapsamında sürdürmekteydiler.) Burjuva yazarları, anlaşmaya taraf tüm ülkelerde sınıf ilişkilerinin izleyeceği yol ve alacağı biçimlerin bu gelişme tarafından belirleneceğini ve emekçilerin de yararlanacağı burjuva siyasal özgürlüklerin evrensel bir özellik kazanacağını yazıyorlar. Küreselleşme ve globalizm üzerine propagandayı sürdüren kapitalizm savunucuları, spekülatif sermayenin uluslararası faaliyetinde görülen büyüme ve genişlemeyi ve bu sermayenin ileri teknikten yararlanarak, çok kısa bir zamanda oradan oraya dolaşma yeteneği kazanmış olmasını, “tek bir dünya devletine doğru gidiş”e işaret eden, engellenemez ve değiştirilemez bir gelişme saymaktadırlar. (Dünyada her an hareket halinde bulunan 1 trilyon dolar”ın varlığı bu tezin dayanaklarından birini oluşturmaktadır.) Globalizm ve küreselleşme kavramları etrafında geliştirilen gerici teoriye göre, uluslararası tekellerin dünya hâkimiyeti hem “yeni bir gelişmedir”, hem de emperyalist kapitalizmin “çelişkisiz-global bütünlüğü”ne işaret etmektedir. Daha da ileri gidilerek bu gelişmenin, emekçi kitleleri de etkileyen ilerici özellikler taşıdığı iddia edilmektedir. Proletarya ve emekçi karşıtı bu gerici teoriye göre, değişme ve gelişmeleri “görmeyenler” vardır ve Marksistler de bunlar arasında yer almaktadırlar. Oysa toplum sürekli bir değişme göstermektedir. Sermaye yoğunlaşması ve uluslararasılaşma, uluslararası tekellere ve kartellere doğru gelişerek, emperyalist kapitalizmin çelişkilerini bir potada eritmekte, ultra-emperyalist bir global dünya ekonomisi oluşmaktadır. Kanıt mı isteniyor? NAFTA, GATT, APEC, AB gibi birleşmelere bakılsın!
Gerici amaçlar taşıyan bu teorinin önceliklerinden biri de, kapitalist toplumsal gelişme ve kapitalizmin özellikleri hakkında bulanıklıklar yaratıp, bunu emekçiler aleyhine kullanmaktır.

BAĞIMSIZLIĞIN TEMİNATI: DEVRİM
Dünya ölçeğinde faaliyet gösteren uluslararası tekellerin en büyüklerinin, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarının nispeten bol, vergilerin düşük ve yasal engellerin aşılabilir olduğu alanlara yönelmesi, bağımlı ülkelerin halklarının azgınca sömürülmesinin yanı sıra, pazar paylaşım kavgalarını da kızıştırmaktadır. Sermaye yoğunlaşmasının yüksek düzeyi, dünyanın yeniden ve yeniden paylaşımı ihtiyacını gündeme getirmektedir. Tekelci gruplarla emperyalist devletlerin sahip oldukları gücün büyüklüğü bu paylaşmada belirleyici olmaktadır. Sermayenin uluslararasılaşması ve yoğunlaşmanın evrensel ölçekte büyümesi, kartellerin halklar için barışçı umutlar doğurabileceği yönündeki Kaustkist düşüncelerin yeniden uç vermesine de yol açabilmektedir. Ancak, bu tür düşüncelerin gerçeklerle ilişkisi yoktur ve tekellerin büyük gücü ile halkların yaşam standartları arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, proletarya ve ezilen halkların tekellerin hâkimiyetine karşı mücadelesini zorunlu kıldığı gibi, bu mücadelenin daha da çetin ve sert geçeceğine de işaret eder. Proletaryanın buna hazırlanması zorunludur.
Lenin; dünyanın paylaşılmasının, toprakların ele geçirilmesinin tamamlandığını ve gelecekte söz konusu olanın, bu paylaşılmanın yenilenmesi, yani ele geçirilmiş toprakların sahip değiştirmesi olacağına işaret ediyordu. Günümüzde, gelişmelerin doğrultusu bu yöndedir.
Uluslararası tekelci burjuvazi, diğer biçimlerin yanı sıra, sömürge anlaşmaları yoluyla, sermaye ve meta ihracı için yeni alanlar yaratmak, pazarlarını genişletmek ve bu pazarlar ve hammaddeler üzerinde tam denetim kurmak için yeni yol ve yöntemler geliştiriyor. Büyük emperyalist ülkelerdeki, en büyük tekelci işletmeler, fabrikalarını, ya da onların belli bölümlerini, ucuz işgücünün bol ve rekabet edecek sermayenin zayıf olduğu alanlara; Doğu Avrupa ve Asya’ya kaydırmak için hazırlıklarını daha da artırmış bulunuyorlar. Diğer yandan, merkezinde büyük ekonomik güce sahip emperyalist ülkelerin durduğu, birlikler ve bloklar da kuruluyor. Bunun en eski ve günümüzdeki en popüler örneklerinden biri, “Avrupa Birliği”dir. Yüzyılın başında henüz “geleceğin bir sorunu olan” “Ortak Avrupa’nın yaratılması” bugün belirli ölçüler içinde “gerçekleştirilmiş” bulunuyor. Avrupa Birliği için yapılan anlaşmalar, Maastricht ve Schengen Anlaşmalarıyla sağlanan ortaklıklar, ortak para birimi EURO’nun 2000’e kalmadan kullanıma sokulması, birlik içinde sermaye ve işgücü akışının “serbest bırakılması” gibi gelişmeler gerçekleşmiştir. Ancak, AB içinde, birliğin ekonomisi ve politikasına kimin hâkim olacağı; Alman sermayesi ve politikasının mı, yoksa Fransız ya da İngiliz sermayesi ve politikasının mı, “ortak payda” olarak alınacağı, henüz, güçler arası rekabetin konusunu oluşturmaktadır. “Mali sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasındaki farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” diye sorarken Lenin, bu gelişmenin yol açtığı çelişkilerin derinliğine dikkat çekiyordu.
Kapitalist gelişmenin dev tekelleri ortaya çıkarması, tekellerin bugün ulaştıkları boyutlar ve tekelci hakimiyet için sürdürülen rekabet, yığınların aç ve yoksul yaşamlarını bir önkoşul saymaktadır. “Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor; kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkilerin’ alması bundandır. En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları ya da gemi alımlarına harcanması koşulunun ileri sürülmesidir… Böylece sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir. Büyük firmalar arasındaki alışverişler bu durumlarda öyle bir niteliğe bürünür ki, Schilder’in edeb-i kelamı’yla anlatmak gerekirse, ‘ahlaki bozulmaya bitişik’ bir durum kazanır. Almanya’daki Krupp, Fransa’daki Schneider, İngiltere’deki Armstrong, dev bankalarla ve hükümetlerle sıkı ilişkileri olan ve bir borçlanma anlaşması yapılırken öyle kolay kolay ‘savsaklanamayacak’ cinsten firmaların tipik örneğidir.”(age. sf.70) diyen Lenin, tekellerin gücüne, bir başka açıdan dikkat çekmektedir (uçak şirketleri ve enerji santralleri, bugünkü örnekler arasında önemli bir yer tutuyor). Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, ortaya çıkan büyük sermaye fazlalığı, yığınların gereksinmelerinin karşılanmasına değil, bu sermaye fazlasına sahip ülke dışındaki alanlara doğru, sermaye ihracı yoluyla bir genişlemeyle kârın artırılması için kullanılacaktır. Geri kalmış ülkelere, sermayenin bu ihracı, ekonomik hayatın denetim altına alınması ve yüksek sömürü kârının elde edilmesini olanaklı kılmaktadır. Çünkü buralarda sermaye daha az ya da zayıf, topraklar ve hammaddeler nispeten ucuzdur. Sermaye ihraç eden ülkeler hemen her zaman belli birtakım ‘avantajlar’ elde etme olanağına sahiptirler. Bu avantajlar, mali sermayenin gücünden gelmektedir. Örnek olarak Ortadoğu petrolleri -bugün bunlara Kafkasya petrollerini eklemeliyiz- verilebilir. Ortadoğu, deniz ticaret yollarının kesişme bölgesi olmasıyla; Asya, Avrupa ve Afrika bağlantısını sağlamasıyla ve dünya petrol rezervlerinin en önemli deposu durumunda olmasıyla, emperyalist sermayenin “ilgi” ve iştahını çeken başlıca bölgelerden biridir. Bölgede yer alan ülkeler, gelişmiş batılı ülkelerle kıyaslandıklarında “geri ülkeler” kategorisinde yer alırlar ve sermaye ihracı için uygun ve kârlı bir alan oluştururlar. Bu ise, bölgeyi, Batılı emperyalistlerin ve onların yanı sıra Rusya, Japonya gibi Asyalı büyük ülkelerin çekişme alanı haline getirmekte; büyük sermaye sahibi olan ve askeri-teknolojik gücü elinde tutan ülkelerin, sermaye ihracı yoluyla -ve güce de başvurarak- denetim sağlama çabalarının daha fazla çekişmeli ve çatışmak geçmesine yol açmaktadır.
Uluslararası sermayenin elde ettiği büyük gücü, kapitalizmin evrensel zaferi olarak reklâm eden burjuva iktisatçıları, uluslararası piyasalarda 1 trilyon dolar civarındaki para sermayenin varlığını, kapitalizmin gelecek güvencesinden biri saymaktadırlar. Onlara göre, uluslararası sermaye piyasaları eskiye göre daha fazla kurumsal bir özellik kazanmıştır ve bu durum kapitalist sistemin, çöküşünün engelidir! Bu iddia kapitalist ekonomik sistemin ve spekülatif sermaye hareketinin karakteriyle bağdaşmaz, bilimdışı bir çarpıtmadan ibarettir. Kurumsallaşmanın eskiye göre arttığı bir gerçek olmakla birlikte, uluslararası sermayenin sürekli genişleyeceği ve herhangi bir çöküşün olmayacağının bir garantisi yoktur. Aksine kapitalizmin tarihi hızlı genişlemenin ardından çöküşlerin yaşandığını göstermektedir. Kapitalizmin çürümesi ve yıkımının verileri günümüzde daha fazla birikmiş bulunuyor. Kapitalizm, istikrarsızlığa mahkûm ve işsizliği, açlığı, yoksulluğu, baskı ve terörü üreten bir sistemdir. “Globalleşme”nin sosyal güvenlik kurumlarına karşı bir saldırı, siyasal özgürlüklerin kısıtlanması ya da bütünüyle yok sayılması, işsizliğin ve yoksullaşmanın büyümesiyle el ele gittiği somut ve güncel bir gerçektir. Her şeyi ve tüm insani değerleri alınıp satılan birer meta haline dönüştüren bir sistemin çökmesi kaçınılmazdır. Toplumsal hareketin işleyişi ve yönü bu kaçınılmazlığa doğrudur. Kapitalistleri endişelendiren başlıca toplumsal gelişme ya da “olgu” da budur.
Bugün “uluslararası tahkim” dayatan uluslararası tekeller, elbette sermaye ihracıyla, girdikleri ülkelerde “aslan payı”na el koyacaklardır. Bunlar bir yandan doğal ve hammadde kaynaklarından yararlanacak, işletme imtiyazlarıyla bu toprakların sahibi gibi hareket edecek, diğer yandan hisse senedi alımı vb. yollarla, ülke ekonomisinin hemen tüm sektörlerinin hâkimi haline geleceklerdir.
Sömürgecilik eski, kaba biçimiyle “tarihe karışmış” durumda ve bugün çok daha ince yollarla, sömürge ülkenin halkını karşıya almaktan kaçınarak, mali, ekonomik ve diplomatik yollarla sürdürülmektedir. Uluslararası tekellerin, sınır tanımaz etkinliğinin genel bir özellik haline geldiği günümüzde, siyasal bağımsızlık, geçmişte olandan da daha fazla biçimsel hale gelmiştir ve tek başına ve ekonomik bağımsızlık olmaksızın fazla bir şey ifade etmemektedir. MAI gibi anlaşmalar da emperyalist sömürgeleştirme yöntemlerinin güncel biçimleri arasında yer almaktadır. Bunun içindir ki bugün, bir ulusun ve halkın bağımsızlığı için, tekelci emperyalist sistemin dışına çıkma; ekonomik bağımsızlığını kazanma ve kapitalizmi aşma temel bir önem taşımaktadır. Bu bakımdan, işçi sınıfı ve emekçi kitleleri bekleyen başlıca sorun, uluslararası tahkime açılan ülke ekonomisinin kapitalist sistem içinde, halk yararına bir gelişmesinin mümkün olmadığının anlaşılması, tekellerin hâkimiyetine son vermek üzere, siyasal-toplumsal bir devrimle burjuva sınıf egemenliğini yıkmayı başarmaktır. Gerçek bir bağımsızlık başka türlü kazanılamaz. Çünkü tekeller milyarları çekip çevirmekle, siyasal rejimlerin “engelleri”ni aşma olanağını elde etmektedirler. Onlar mali ve ekonomik güçleriyle toplumsal yaşamın bütün alanlarına sızabilmekte ve siyasal rejimleri de belirleyen başlıca etkenler olarak rol oynamaktadırlar.
Çünkü tekellerin egemenliği altında, emekçilerin elde ettikleri ya da edecekleri haklar, göreceli ve biçimsel bir özellik taşımakta; burjuvazi, konjonktürel gelişmelere bağlı olarak bugün verdiğini, yarın fazlasıyla geri alma olanağını elinde tutmaktadır. Oysa asıl olan bu olanağı burjuvazinin elinden, onu bir daha kullanamayacağı biçimde, almaktır. Tekeller uluslararası alanda insan yaşamına hâkim olurlarken, insana refah, mutluluk, özgürlük ve eşitlik değil; işsizlik, acı, yoksulluk, savaş, baskı ve ölüm getirmektedirler. Uluslararası tekeller ve büyük emperyalist ülkeler dünyanın her tarafına el atmış ve bir dünya imparatorluğu kurmuşlardır. 358 dolar milyarderinin geliri, toplam dünya nüfusunun % 45’i kadarının gelirine eşit durumdadır. Uluslararası bankalar kanalıyla yılda 250 trilyon dolar sermaye işlem görmektedir. 62’si Japon, 53’ü ABD, 23’ü Almanya, 19’u Fransa, 11’i İngiltere, 8’i İsviçre, 5’i İtalya, 3’ü Hollanda (2’si İngiliz-Hollanda) kaynaklı 200 büyük tekel, 8 trilyon dolar iş hacmi ve 251 milyar dolar yıllık kâr miktarıyla dolar milyarderlerinin hükümranlığının sürdürülmesinde ilk elde rol oynamaktadır. Geri ülkelere sermaye ihracı, bu ülkelerin nüfusunun sömürülmesinin ve ekonomik kaynakların tahribi ve transferinin aracı olarak rol oynamaktadır. Yalnızca 1990–94 yılları arasında “az gelişmiş ülkeler”e 700 milyar dolar yabancı sermaye akışı, bağımlılık ilişkilerinin boyutları hakkında fikir vermeye yeterlidir.
Diğer yandan, 5,5 milyar insandan 1,3 milyarı yoksulluk içinde yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. 120 milyon insan çalışacak bir iş bulamamakta; sokaklarda uyuşturucu ve cinayet kol gezmekte, kadın ve çocuk sömürüsü acımasız boyutlar almakta, 200 milyon çocuk, yaşları, fiziki güçleri ve sağlıklarıyla bağdaşmaz ağır işlerde çalıştırılmakta, sokak çocukları diye özel bir kategori oluşturan çocuklar, uluslararası modern köle ticaretine malzeme ve organ mafyalarının cinayetlerine kurban olmaktadır.
Dünya işçi ve emekçilerinin olduğu gibi, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin önündeki en önemli görevlerden biri de uluslararası tekellerin ve emperyalizmin hegemonyasına karşı mücadele etmektir. Emperyalizm ve tekeller, kapitalist istikrarsızlığın, bunalımların ve savaşların tüm yükünü proletarya ve ezilen halklara fatura etmektedirler. Emperyalist kapitalizmin tasfiyesi gerçekleştirilmediği sürece de, mücadeleyle kısmi haklar elde edilip, kısmi iyileşmeler sağlansa bile, bu cehennemi yaşam devam edecektir.

Haziran 1998

“Komünist Manifesto”da diyalektik materyalizm

“KOMÜNİST MANİFESTO” ÖNCESİNDE MARKSİST DİYALEKTİĞİN GELİŞMESİ
“Komünist Parti Manifestosu”, Marksizm’in doğuş ve gelişmesinde en önemli aşamalardan birini temsil etmektedir.
Uluslararası işçi hareketinin programını yazma görevi kendilerine verildiğinde, Marx ve Engels, sosyalizmin teorisinin bilimsel temeller üzerinde kuruluşuna ilişkin kendi görüşlerinin bir sistem halinde inşasını tamamlamış bulunuyorlardı. Dolayısıyla, “Manifesto”nun yazımına başladıklarında, diyalektik ve tarihsel materyalizm, Marx ve Engels elinde geliştirilmiş bir düzeye ulaşmış, “Manifesto” da, bu yeni bilimin işçi sınıfının politik mücadelesine uyarlanmasının bir sonucu olarak doğmuştur.
“Manifesto”nun yazımına kadar birlikte çalışarak geçirdikleri dört yıla yakın bir süre içinde, kendi sistemlerinin gelişimini gösteren çok önemli eserler meydana getirmişlerdir.
Marx ve Engels’in, 1844 yılı yaz aylarında başlayan ortak çalışmaları sürecinde, birlikte kaleme aldıkları ilk eser, “Sol Hegelcilik” olarak adlandırılan akıma karşı eleştirilerini içeren ve her ikisinin de Hegelci gelenekten tam olarak kopmalarını temsil eden “Kutsal Aile”dir. Kutsal Aile’nin içerdiği eleştiri, diyalektiğin materyalist tarzda inşasının başlıca ilkelerini gösteriyor ve Hegel’in idealist diyalektiğinin karşısında, “proletaryanın beyni” olacak yeni bir felsefenin doğuşunu haber veriyordu. Bu eser, ilk kez, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişkinin uzlaşmaz doğasını açıklayarak, Hegelci “karşıtların birliği” yasasını, “karşıtların birliği ve mücadelesi” olarak yorumladı. Bu eser aynı zamanda, tarihi, “insan eyleminin bir sonucu” olarak tanımlayan ve siyasal, kültürel, hukuksal kurumların üretim ilişkileri temeli üzerinde yükselen üstyapı kurumları olduğunu bildiren materyalist tarih görüşünün de oluşmaya başladığına işaret etmektedir. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in ilk ortak eserlerinde, bilimsel sosyalizmin iki temel dayanağı olan diyalektik ve tarihsel materyalizm, temelleri atılmış haliyle sergileniyor, proletaryanın devrimci mücadelesine yeni bir silah hediye ediliyordu. Lenin, “Kutsal Ailemnin “Marx’ın proletaryanın ihtilalci rolüne ilişkin görüşünü hemen hemen en gelişkin şekliyle içerdiğini” söylemiştir. Bu, daha sonra Manifesto’da işlenecek olan temel fikirlerden birisidir. Bununla birlikte, Kutsal Aile’de, henüz Feuerbach materyalizminin etkileri vardır ve bu özellik, Marx ve Engels’in kendi çalışmalarını yöneltecekleri hedefi de belirlemektedir.
1845’te, Engels, Brüksel’e gelerek, Marx ailesinin yanına yerleşti ve birlikte, materyalist tarih görüşünü geliştirecek çalışmalara başladılar. Marx, “1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları” içinde geliştirdiği ekonomi araştırmalarını sürdürüyor, Engels de, İngiltere üzerine tarihsel ve ekonomik araştırmalar yapıyordu. Her ikisi birlikte, sonradan “Alman İdeolojisi” başlığı altında toplanacak notlar üzerinde, kendi deyimleriyle “kendi kafalarını açmak” için çalışıyorlardı. Tarihsel materyalizmin temellerini formüle eden “Feuerbach Üzerine Tezler”, bu sırada oluştu.
Bu çalışma sürecinde, Marksist devlet teorisinin başlıca özellikleri de belirmeye başladı. Siyasi üstyapıyı incelerken, devlet, hukuk ve mülkiyet arasındaki ilişki üzerinde özellikle durdular. Devlet hâkim sınıfların üyelerinin onun içinde ortak çıkarlarını gerçekleştirdikleri bir kurum olarak tanımlandı.
Marx ve Engels toplumun ve toplum tarihinin materyalist kavranışının ortaya konmasını, ideolojik üstyapının sınıf karakterini göstererek toplumsal bilinç şekillerini inceleyerek tamamladılar.
Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarını, daima çağdaşları olan başka düşünürlerle tartışma içinde geliştirmişler, özellikle işçi hareketi içinde etkili olan araştırmacı ve yazarlarla, birlikte çalışmayı ya da kıyasıya tartışmayı, kendi çalışma tarzlarının bir özelliği olarak benimsemişlerdi. Proudhon, bu tarz çalışmanın iki yanını da gösteren bir örnektir. Başlangıçta, Proudhon, keskin zekâsı ve çalışkanlığı ile olduğu kadar, kapitalizm karşısındaki sert eleştirici tutumuyla da Marx’in birlikte çalışmayı istediği düşünürler arasında yerini almıştı. Görüşleri, Avrupa’nın bütün ülkelerindeki işçiler arasında yaygındı. Marx, onun görüşlerini geliştirdiği ve eksikliklerinden ve yanlışlarından kurtulduğu ölçüde, Fransız proletaryasının teorisyeni olacağı umudunu taşıyordu. Fakat Proudhon, Marx’m, Brüksel Haberleşme Komitesi’ne Fransız sosyalist hareketini temsilen katılma çağrısını reddetmekle kalmayıp komünist düşüncelere karşı çıkmaya ve karalayıcı bir tavır takınmaya başlayınca, Marx’ın tutumu değişti ve onu, “küçük burjuvazinin düşünürü ve ekonomisti” olarak ilan eden “Felsefenin Sefaleti “ni yazmaya koyuldu. Felsefenin Sefaleti’nde Marx, Proudhon’u eleştirirken kendi felsefi ve ekonomik görüşlerini de ortaya koyma fırsatını buldu. “Alman İdeolojisi” üzerine yapılan çalışmalardan bu yana formüle edilmiş bulunan tarihsel materyalizmin temel ilkelerini ilk defa bilimsel bir polemik üslubu içinde sundu. Bu ilkeler, burjuva ekonomi politiğinin ve burjuva üretim biçiminin eleştirilmesi için ilk metodolojik temeli oluşturmaları bakımından, Marksizm’in gelişmesinde önemli bir aşamayı temsil ediyordu. Marx’a göre, Proudhon, Hegel’in diyalektiğini ekonomi politiğe uygulamaya çalışırken, diyalektiğin özünü kavrayamamış, ekonomi politiğin soyut kategorilerinden çıkarttığı bir dizi yapay ekonomik çelişki inşa etmekten başka bir şey yapamamıştı. Gerçek diyalektiğin yerine koyduğu şey “çelişkiler üzerinde safsata kabilinden hokkabazlıklar”dı. Proudhon Hegel’in çelişkiler öğretisinden idealist biçimler ödünç almış, ama onun bunları dahi nasıl kullanacağını bilememişti. Hegel’in çelişkilerin uzlaşması ya da yok olması düşüncesini, yeni bir niteliğe devrimci tarzda geçişi anlamanın aracı olarak göremiyor, belirli bir olgunun “iyi yanı” ile “kötü yanı”nın çatışması biçiminde anlıyordu. Diyalektiğin bu çarpıtılışından hareket eden Marx, Proudhon’un kapitalizmi ve onun temelini yıkma niyeti taşımadığı, yalnızca meta üretimini “kötü yanlarından, yolsuzluklarından sıyırmak olduğu sonucunu çıkarıyordu. Bu, Marksizm’in, diyalektiğin devrimci özü ile idealist kabuğu arasında yaptığı ayrımın ilk kez ve kapsamlı bir biçimde dile getirilişiydi.
“Ücretli Emek ve Sermaye”, Marx’in “Felsefenin Sefaleti”nin ardından yazdığı ve ekonomi politiğin eleştirisi dalında ilk geniş eseridir. Ücretli Emek ve Sermaye’de Marx, kapitalist sömürünün özünü, burjuvazinin egemenliğinin ve ücretli işçilerin köleliğinin ekonomik temelini yalın bir biçimde anlattı. Kapitalizmin savunucularının işçileri, emekleri için kendilerine hakça ücret ödendiğine ve fabrika sahiplerinin de sermayeleri karşılığında en az bunun kadar hakça kâr ile ödüllendirildiklerine inandırmaya çalıştıkları bir zamanda, kitlesel biçimde okunabilecek böyle bir broşürün yazılması önem taşıyordu. Bu eser, “Manifesto” öncesinde, kapitalizm koşullarında proletarya ile burjuvazinin sermaye birikimi sürecinde karşı karşıya geliş biçimlerinin neler olduğunun ve bunun doğurduğu devrimci sonuçların incelenmesini temsil ediyordu ve uluslararası işçi hareketinin programının yazılması öncesinde, sınıfın temel problemlerini sergilemesi bakımından önemliydi.

KOMÜNİST PARTİ MANİFESTOSU
Marx’ın ve Engels’in sosyalizmin bilimsel temeller üzerinde inşası için yürüttükleri çalışmalarının bu kısa özeti, “Komünist Parti Manifestosu”nun, işçi hareketinin ekonomik, ideolojik ve siyasal bütün sorunlarına, sistematik bir bakış açısının olgunlaştığı bir sırada yazıldığını göstermektedir.
Lenin, Manifesto’nun teorik ve siyasi önemi hakkında şunları söyler: “Bu eser, dahiyane bir parlaklık ve açıklıkla, yeni bir dünya kavramını, toplumsal hayat alanını da kucaklayan tutarlı materyalizmi, gelişmenin en kapsamlı ve en derin öğretisi olarak diyalektiği, sınıf mücadelesinin ve proletaryanın -yeni, komünist toplumun yaratıcısının- dünya çapındaki tarihsel devrimci rolünün teorisinin ana hatlarını sunar.”
Manifesto’nun teorik kapsamı ve derinliği, bir yandan onun doğuşuna kadar geçen zaman içindeki yoğun çalışmaya diğer yandan da, döneme damgasını vuran devrimci işçi sınıfı hareketinin eriştiği düzeye bağlıdır.
1845–1847 arasındaki üç yıl boyunca, Avrupa, işçi ve emekçi ayaklanmalarına ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin yükselişine tanık oldu. Avrupa, boydan boya, İrlanda’dan Rusya’ya kadar, ayaklanmalar, devrimler ve isyanlarla sarsılıyordu.
Bu dönemde, birçok çağdaşları, ulusal harekete, demokratizme ve cumhuriyetçi hareketlere eğilim duyarken, Marx ve Engels, bütün çabalarını, proletarya hareketinin ileri unsurlarını bir proleter partisi kurmak için acil bir atılım içinde birleştirme sorunu üzerinde yoğunlaştırdılar.
Çünkü Marx ve Engels;
1. Kapitalist dünyanın devrimci tarzda dönüştürülmesinin zorunlu olduğunu,
2. Bunun için siyasi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi gerektiğini,
3. Bunun önkoşulunun da, proletaryanın dünya çapında bir siyasi partide örgütlenmesi olduğunu düşünüyorlardı.
Bütün bunların gerçekleşebilmesi için;
— Proletaryanın burjuva demokrasisinin dar perspektifinden ayrılması,
— Kendisine özgü bir dünya görüşüne ve ayrı bir politik plana sahip olması,
— İlkel mücadele biçimlerinden ve geri örgütlenme biçimlerinden kurtulması gerekiyordu.
Manifesto, bütün bu amaçlara uygun olarak, bütün ülkelerin proleterlerini tek bir program etrafında örgütlemeye uygun bir belge olarak tasarlanıp yazılmıştır.
Bu yüzden, Manifesto, Marksizm öncesinde ileri sürülmüş çeşitli sosyalist görüşlerin tam bir eleştirisi üzerinde de yükselmişti. Tarihin ilerlemesinin insanların iradesinden bağımsız toplumsal yasalara bağlı olduğu genel fikriyle, bu ilerleme sürecinde devrimci sınıfların rolü hakkındaki tezler, Manifesto’da, pratik eylemin programı halinde formüle edilmişti. Bu yüzden, Manifesto, aynı zamanda, bütün Marksist dünya görüşünün tam bir özetidir.
Diyalektik ve tarihsel materyalizmin, dünyayı yalnızca yorumlamak için değil, aynı zamanda değiştirmek için de güçlü bir silah olarak inşa edilmiş olması, Manifesto’nun güçlü içeriğinin başlıca dayanaklarından birisi olmuştur. Diyalektiğin devrimci özünün materyalist tarzda yeniden açığa çıkarılması ve büyük bir incelikle işlenmesi için, mücadeleler içinde geçen zaman, yeni devrimci öğretinin temel tezlerini, heyecanlı ve parlak edebî bir üslupla ve en özlü bir biçimde açıklayabilmek için gerekli birikimi de sağlamıştı.

MANİFESTO’DA YÖNTEM SOYUTTAN SOMUTA, GÖRÜNÜŞTEN ÖZE
Manifesto yazıldığı dönemde burjuvazinin proleter komünist hareketin ortaya çıkışı Ve İlerlemesi karşısında kapıldıkları korku ve nefretin bir tanımıyla başlar: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Avrupa’nın tüm eski güçleri bu hayalete karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halindeler, Papa ile Çar, Metternich ila Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polisleri.” (Komünist Partisi Manifestosu, Karl Marx-Friedrich Engels, Evrensel Basım Yayın, çev: Yılmaz Onay, Haziran 1998. (Yazı boyunca Manifesto’dan yapılan alıntılar anılan çeviriden alınmıştır.))
Bu cümlede, ilk bakışta, Marx’ın “komünizm” kavramının bilinir bilinmez kullanılmasıyla alay ettiği düşünülebilir. Gerçekten de. Manifesto’nun diğer birçok paragrafında görülecek olan ironik tarz, daha bu ilk cümlede kendisini göstermektedir. Fakat burada, bu cümlenin çok daha önemli bir işlevi vardır ve Marx, daha sonra bütün kapsamıyla “Kapital”de kullanacağı diyalektik yöntemin bir ilkesini uygulamaktadır.
Kapital’in ilk cümlesi şöyledir: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir.”
Bu cümle ile “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti.” cümlesi arasında özsel bir benzerlik vardır. Her ikisi de, bir “görünüş”ten söz etmektedir. “Komünizm hayaleti” ve “meta”, Marx açısından, genel durumu anlatmaya başlamak için elverişli “birim”lerdir. Her ikisinin de, ardında, derininde, bu görünümleri açıklayacak olan, başka bağıntılar ve olgular bulunmaktadır. Ama “daha derinde, özde bulunan” olgulara ve ilişkilere ulaşabilmek için onlardan hareket etmek zorunludur.
Soyut kavram, metafizik sistemlerde “duyu organlarıyla algılanamayan şeyleri gösteren kavramlar” olarak tanımlanır. Örneğin “tanrı”, “adalet”, “özgürlük” gibi. Bu kavramlar, duyularımıza konu olacak bir içeriğe sahip olmadıklarından soyut sayılırlar.
Gene metafizik sistemlerde, “somut kavram” denilince, belli bireysel nesnelerin genel adları anlaşılır: “çiçek”, “işçi” gibi. Bunlar, “duyusal olarak algılanabilir” nesnelere işaret ettiklerinden somut sayılırlar.
Diyalektikte soyut kavram-somut kavram terimleri, tamamen farklı bir içerik taşırlar. Diyalektikte, soyut kavram denildiğinde, konusunun en genel ve temel özelliklerini örtük olarak içeren ve bilme sürecinin başlangıç noktasını teşkil eden kavram kastedilir. Bu kavramın, henüz belirlenimleri keşfedilmemiş, dolaylanımları kurulmamış ve içeriği açılmamıştır. “Bulanık bir tasarımdan ibarettir.”
Somut kavram denilince de, bir düşünce sürecinin sonunda elde edilen, bilme sürecindeki bütün diğer kavramları kapsayan, bütün özellikleri ve ilişkileri açılıp tanımlanmış kavramların sentezinden oluşan kavram anlaşılır. “Somut kavram, birçok tanımın sentezi olduğu, böylece de çeşitli yanların birliğini temsil ettiği için somuttur Bu nedenle, gerçek kaynaklanma noktası ve aynı zamanda algı ve düşlemlemenin kaynaklanma noktası olmasına karşın, akıl yürütmede bir çıkış noktası olarak değil, bir toparlanma, bir sonuç olarak ortaya çıkar. İlk işlem anlamlı imgeleri soyut tanımlar düzeyine indirir, ikincisi akıl yürütme yoluyla soyut tanımlardan somut durumların yeniden üretimine ulaşır. “
Kavramların düşünce sürecinde soyuttan somuta doğru yükseliş hareketi, diyalektik yöntemin temel bir özelliği olarak önem taşımaktadır. Diyalektik yöntem, özetle, soyut kavramdan hareketle somut kavrama, daha tam bir deyişle, “somutun kavramına” ulaşma yöntemidir. Bu ise, bir zihinsel yeniden üretim sürecidir; Marx’ın deyimiyle, “somutu zihinde temellük etme” yöntemidir.
“Ekonomi Politiğin Yöntemi” (Bkz. K. Marx, Grundrisse, Çev. S. Nişanyan, Birikim Yay. 1979, s.166vd.)            başlıklı yazısında Marx, somutun, “çok sayıda belirlenimin bir noktada bağdaşmasının sonucunda doğmuş bulunan bütünlük” olduğu tanımından yola çıkarak, gerçekte başlangıç noktasının ancak bir soyut kavram olabileceğini belirtiyor. Somut, düşüncede bir hareket noktası olarak değil, bir toplam ve birleştirme sürecinin sonucunda, bir sentez olarak bulunacaktır.
Soyut kavramın somutlanması, her adımda yeni kavramlar kurarak ilerler.
Marx’ın söz konusu makalesinde kullandığı deyimle söyleyecek olursak, Manifesto’nun başlangıç cümlesindeki “komünizm hayaleti” ve Kapital’in ilk cümlesindeki “meta” kavramı, iki soyut kavram’dır. Kapital’de “meta” kavramının somutlanması, kapitalizmin bütün içeriğinin ve çelişkilerinin açığa çıkarılması ile sonuçlanır. Tek bir birimden yola çıkılarak yapılan bir dizi işlem boyunca Marx, kullanım defleri ve değer, emeğin iki yönlü niteliği, değerin eşdeğer biçimleri, para, değişim, paranın sermayeye dönüşümü, artı-değer üretimi gibi kavramlara ulaşır. Bütün bu kavramlar ve her birinin bağlandığı başka kavramlar, bunların iç çelişmeleri, hareketleri ve birbirlerine bağlanışları aracılığıyla, “kapitalist üretim sistemi” gittikçe somutlaşır.” (Kapital’de kullanılan yöntemin ayrıntıları için, Özgürlük Dünyası’nın 67. sayısındaki MARX’TA VE LENİN’DE DİYALEKTİK YÖNTEM başlıklı yazıya ve “Teoride ve Eylemde Diyalektik Materyalizm” kitabına bakılabilir.) Diyalektik mantığın en yüksek uygulama örneklerinden olan Kapital’de olduğu gibi, ondan yaklaşık otuz yıl önce yazılmış olan Manifesto’da da, aynı yol izlenmiştir.
Bir kavramın soyut hali, onun belirlenimlerinin, ilişkilerinin, karşıtlıklarının, dolayımlarının ve bağlantılarının henüz bilinmediği bir durumdur. “Komünizm hayale-ti”, komünizmin ne olduğu hakkında bin bir karalamanın, belirsizliğin, yanlış ve sapkın tanımların ortalığı kapladığı bir dönemde, mevcut koşulların değişmesi isteğiyle kaynayan proletarya hareketinin etkisiyle, “Avrupa’da dolaşmaktadır.” Bu dönem, bilimsel komünizmin teorisinin henüz kitlelere ulaşmadığı, küçük burjuva reformcu siyasi akımlardan anarşistlere kadar herkesin kendisine komünist adını yakıştırdığı, ya da egemen sınıf sözcülerinin hepsinin muhalifleri susturmak ya da sindirmek için komünistlikle suçladığı bir dönemdir. Dolayısıyla, komünizm, bu haliyle tam bir hayalettir. Hem, egemen sınıflar için ürkütücü bir etkisi vardır, hem de kendisi hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmemektedir.
Marx, “soyut kavramdan somut kavrama” giden diyalektik yolu anlatırken, adım adım gelişen bir somutlanıştan söz eder. Bu süreç boyunca, soyut kavramın ilişkilerini, kurucu ve yan unsurlarını, çelişen ve değişen yanlarını açığa çıkarmak ve somuta doğru diyalektik gelişmesinin seyrini izlemek gerekmektedir. Manifesto’da bu yolun izlenmesi, bizi önce “komünizm hayaletinin dolaştığı Avrupa’nın temel toplumsal çelişkisine götürür: Manifesto’nun birinci bölümünün başlığı “Burjuvalar ve Proleterlerdir. Bu bölümün ilk cümlesi ise, tarihsel materyalizmin temel bir ilkesini formüle eder: “Bugüne kadarki tüm toplum tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir.” Bu cümle ile biz, komünizmin kimi iyi ya da kötü niyetli insanların, ihtilalci örgütlerin kurabileceği bir toplumsal düzen olduğunu zanneden o dönemdeki teorisyenlerin ve edebiyatçıların görüşlerinden köklü bir ayrılışa tanık oluruz. Bu andan itibaren, Manifesto, komünizmin, iradi bir eylemin değil, ancak tarihsel gelişmenin ve bu gelişmenin dinamosu durumunda olan sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak doğacağını ilan etmiş bulunmaktadır.
“Sınıf mücadelesi” kavramı, komünizm kavramının somutlanmasının ilk basamağını teşkil etmektedir. Ama “sınıf mücadelesi” de aynı derecede somutlanmaya muhtaç bir kavramdır. Marx, J. Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1552 tarihli mektupta, “sınıf mücadelelerinin tarihsel gelişimini ve sınıfların ekonomik gelişmelerini” kendisinden önce burjuva tarihçilerinin açıkladığını yazmıştı. Kendisinin yeni olarak yaptığı şey ise, “1. sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalarla sıkı ilişki içinde olduğu, 2. sınıf mücadelelerinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacağı, 3. bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğunu” söylemekti. (Marx-Engels, Seçme Mektuplar, çev: A. Bilgi, Evrensel Basım Yayın, 1996, s. 40) Bu üç önemli saptama, “sınıf mücadelesi” kavramının somutlanması anlamına geliyordu. Bu yapılmadan önce, tıpkı komünizm gibi, o da bir “hayalet”ti. Uluslararası proletarya hareketinin komünizmi hedefleyen eyleminin programı olan Manifesto’da, komünizmi açıklamak üzere başvurulan ilk kavramın sınıf mücadelesi kavramı olması, diyalektik yöntemin devrimci tarzda yorumlanmasının bir gereğidir. Marksist diyalektik, yalnızca kavramlar arasındaki mantıksal ilişkinin bilimi değildir; o aynı zamanda, kavramlarla varlık arasındaki ilişkinin, varlığın değişip dönüşmesi, yenilenmesi için kullanılmasının da bilimidir. Lenin, “Bizim anladığımız anlamda diyalektik, nesnelerin özünde bulunan çelişkinin incelenmesidir” derken, buna değiniyordu. Yine Lenin, diyalektik yöntemin özünü, “çelişen, birbirlerini karşılıklı dıştalayan, karşıt eğilimlerin tanınması, keşfedilmesi” olarak gösterir. Bu formülasyon, bilime, sanata, siyasete uygulanabilir ve her birinde de aynı sonucu verir: Herhangi bir eylem alanına ilişkin kavramlar, o eylemin hedeflediği maddi alanın ilişkilerini hareketi içinde yansıtmalı ve değiştirilmesinin ve dönüştürülmesinin yolunu da aydınlatmalıdır. Bu, kavramın, bilgi içeriğiyle ilgili bir özelliktir. Burada, “sınıf mücadelesi” ve “komünizm” kavramları, içten bağıntılı kavramlar olarak ele alınmıştır. “Sınıf mücadelesi aracılığıyla komünizme geçiş” sözü, böylece, yalnızca tarihsel-toplumsal nesnel süreçler hakkında bir belirleme olmakla kalmıyor, aynı zamanda mantıksal bir ilişkiyi de açıklıyor, iki kavram arasındaki ilişki, “sınıf mücadelesinin içerdiği karşıtlık üzerinden kurulmaktadır. Bu karşıtlık, Manifesto’da, “burjuvalar ve proleterler” biçiminde konulmuştur. Manifesto kapitalizmin kökenini ve gelişmesini açıklarken, onun iç çelişkilerini başlıca açıklayıcı unsur olarak değerlendirir. Proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişkiyi, diğer bütün çelişmelerin temeli ve açıklayıcısı olarak değerlendirir. Bu da, diyalektiğin, Marx’ın yukarıda andığımız makalesinde işlediği bir ilkesine uygundur. Diyalektiğin kategoriler öğretisine göre, her gelişmiş kategori, kendisinden öncekileri -daha az gelişmiş biçimleri- kapsar, kendisinden daha ileri olanları ise içerir. Bu, gelişmenin sürekliliği ilkesinin bir başka ifadesidir. Burada, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme, tarihteki diğer bütün sınıf çelişmelerinin en gelişmiş ve son biçimini bulmuş hali olarak değerlendirilir. “Özgür ile köle, patrisyen ile pleb, senyör ile serf, lonca ustası ile çırak, kısacası, ezen ile ezilen…” tarihin en eski çağlarından bu yana, sınıflara bölünmüş olan toplumsal hayatın derinleşen ve genişleyen sınıf çelişmelerini temsil etmişlerdir. Fakat modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlıklarını keskinleştirmiş ve basitleştirmiştir. Marx, herhangi bir tarihsel kategorinin gelişmiş biçiminin, daha az gelişmiş -önceki- biçimleri anlamak için anahtar rolü oynayacağını söylemişti. Burada da, kapitalist toplum ve onun sınıflan arasındaki ilişkiler ve çelişkiler, eski toplumları anlamak için çıkış noktası oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, Marx, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmeyi, tarih boyunca yaşanmış bütün toplumsal sınıf çelişmelerinin en “somut” hali olarak değerlendirmektedir.
Manifesto’nun ikinci bölümünün başlığı, “Proleterler ve Komünistlerdir. Birinci bölüm, burjuvazi ile proletarya ile arasındaki çelişkinin kökenlerini ve gelişme özelliklerini, daha genel anlamda da, sınıf mücadelesinin tarihsel temelleriyle, devrimlerin bu süreçte oynadığı rolü anlatıyordu. İkinci bölüm, proletaryanın siyasal bakımdan örgütlü kesimiyle genel kitlesi arasındaki ilişkileri ele almakta, komünistlerin genel ve güncel hedefleri hakkındaki söylentileri, karalamaları yanıtlamakta ve genel olarak komünizm kavramının net olarak anlaşılmasına yönelik açıklamalar içermektedir. Böylece, komünizmin programı ile bu programı uygulayacak olan toplumsal güç arasındaki ilişkinin organik karakterine vurgu yapılmaktadır. Bu da, “kavramla maddi varlığın birliği” ilkesinin pratik bir yansımasıdır.
Yöntemin kavramsal düzeydeki yansımasının bu özelliklerinin yanı sıra, diyalektik yöntemin “somut durumun çözümlenmesi”ne ilişkin yanları da uygulanmıştır.
Devrimci işçi sınıfı politikasının uygulanabilmesi için vazgeçilmez iki yöntem ilkesi bunların iki örneğidir:
— Hareket halindeki başlıca güçlerin durumu ve etkileri, bunların hangi eğilimlere sahip oldukları ve birbirleriyle çatışmalarının nedenleri ve sonuçları,
— Yaşanan durumun çözümlenmesi, başlıca hedeflerin ve taleplerin formüle edilmesi.
Bunlara ilişkin olarak, “Manifesto”nun, ikinci ve özellikle dördüncü bölümleri değerli örneklerle doludur.
Bu özellikler, Manifesto’yu komünistlerin hareketleri için önceden hazırlanmış bir reçete olmaktan çıkarır ve devrimci mücadelenin tarihi şartlara göre yürütülmesini öğreten bir “pratik” kitabı olarak da önem kazanmasına yol açar. Ama bunu yaparken, nesnel koşullarla ilkeler arasındaki ilişkiyi önemser. Manifesto, “somut koşullar” kavramının ilkesiz oportünizme yol açmasını önleyecek önlemler koyar. Örneğin, partinin kendi somut siyasetini formüle ederken özgül, yerel şartlar kadar, ilkeleri de göz önüne almasının zorunlu olduğunu söyleyen bölümde, bu ilkeler şöyle özetlenir:
— işçi sınıfının acil ihtiyaçları için yaptığı eylemler, nihai hedeflere tabi kılınmalıdır,
— Proletaryanın ulusal ve enternasyonal görevlerinin birliği sağlanmalıdır,
— Çeşitli devrimci ve ilerici akımların desteklenmesi sırasında, müttefiklerin yanılgıları karşısında eleştirel bir tavır takınmaktan kaçınılmamalıdır.
Bu üç ilke, özel ve genel arasındaki ilişkiyi açıklayan diyalektik kurallara uygun olarak formüle edilmiştir. Bu kurallar, bütün bir Marksist-Leninist politika biliminin dayanaklarını oluşturmuş, strateji ve taktik, azami ve asgari program gibi kavramların türetilmesinde de bu diyalektik mantık ilkesi kullanılmıştır.
Manifesto’da, diyalektik materyalizmin başlıca kategorilerinin uygulanmasını da izleyebiliriz. Değişik üretim biçimlerinin tarihte birbiri ardına gelişini gösterirken, niceliksel değişikliklerin niteliksel değişikliklere yol açacağını ileri süren yasaya dayanılır. Örneğin, feodalizmin yerini alan kapitalizmin, üretici güçlerin büyümesinde, ekonomik gelişmesinin ilerlemesinde, bilim ve kültürün yücelmesinde misli görülmemiş bir artışla birlikte doğduğu anlatılır. Böylece, belli bir nitelikten diğerine geçiş sırasında gözlemlenen nicel değişikliklerin, kendisine özgü kurum ve ilişkilerin niteliğindeki bir değişmeye karşılık düştüğünü görürüz.
Aynı şekilde, feodalizmin yerini alan kapitalizm de, kendi gelişmesinin belli bir evresinde, kendi içindeki çelişmelerin sonucunda yıkılacak ve yerini sosyalizme bırakacaktır. Burada da, çelişme yasasının, evrim ve devrim kategorisiyle birlikte kullanıldığını, her iki kavram arasında içsel bağıntılar kurulduğunu görürüz.
Manifesto, burjuva toplumunu, yeraltından kendi çağırdığı güçlere artık hükme-demez olan cinci hocalara benzetir. Feodalizmle mücadele ederken ilerici bir sınıf Olan burjuvazi, proletarya karşısında gerici bir sınıfa ve toplumsal ilerlemenin önüne dikilen bir engele dönüşmüştür artık. Burada da, karşıtına dönüşme ilkesinin bir örneğini buluruz.
Manifesto’da, Marx ve Engels kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığını gösterirken, bunun kendiliğinden olmayacağını da belirttiler. Bu saptama, hem kendilerinden önceki evrim teorilerinden farklı olarak, toplumsal ilerlemede devrimlerin rolünü öne çıkaran yeni bir tarih anlayışını sergiliyordu; hem de, kapitalizmin mezar kazıcısı rolünü kapitalist sistemin kendisi tarafından yaratılan proletaryaya yükleyerek, çelişkinin içsel karakterine güçlü bir vurgu yapıyor ve diyalektiğin materyalist temeller üzerinde yeniden inşa edilmesinin doğuracağı sonuçlardan birisini örnekliyordu. Materyalist diyalektiğin, kendisinden önceki metafizik ve idealist sistemlerden farklı olarak, “dünyanın anlaşılmasıyla yetinmeyip, onun nasıl dönüştürüleceğini bilmek istemesinin sonucudur bu. Bir şeyi “dönüştürmek için kavramak”, onun içerdiği çelişkiyi ya da bir çelişki içindeki yerini kavramak demektir. Örneğin, kapitalizmin ekonomik ve politik yönleri, Marx’tan önce de, birçok araştırmacı tarafından incelenmiş, kapitalizmin işleyiş yasalarına ilişkin ilk bulgular, burjuva araştırmacılar tarafından saptanmıştı. Fakat Marx, bütün bunlardan farklı olarak, kapitalizmin nasıl dönüştürüleceği problemini, araştırmasının temel noktası olarak almıştı.
“Manifesto”, soyut bir başlangıç olarak konulmuş olan “komünizm hayaleti”nin nasıl somut bir hale geleceğini gösteren bir cümle ile son erer:
“Varsın egemen sınıflar bir komünist devrim ürküntüsüyle tir tir titresinler. Proleterlerin, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yok. Bir dünya var kazanacakları.
Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!”

Haziran 1998

Burjuvazinin yeni dini, “bilgi çağı”

Burjuva basınını takip edenler bilirler. Doksanların başından beri yeni bir köşe yazarı/yorumcu türü ortaya çıktı. Başını gazetelerde Çetin Altan’la Ertuğrul Özkök’ün, televizyonlarda Mehmet Barlas’la Engin Ardıç’ın çektiği bu grubu diğer alışılagelmiş köşe yazarlarından ayıran özellik, bu kişilerin yeni bir çağın havariliğine soyunmuş olmalarıydı. Burjuvazinin sözcülüğünü yapan, insanın aydın demeye dili varmıyor, bu okumuşlara göre iki binli yıllara yaklaşılırken tüm dünya kasıp kavurucu bir değişim anaforunun içine girmişti. Buhranlar, sarsıntılar, krizler aslında bir geçiş sürecinin içinde yaşadığımızı belgeler nitelikteydi. Onlara göre şu geçiş dönemi bir bitse, her şey güzelleşmeye başlayacaktı.
Peki, nasıl bir çağ başlıyordu? Bunun ötesinde boyalı basının okumuşları bu iddialarını neyle temellendiriyordular? Önce vaatlerden başlayalım. Bir kere kıtlık ortadan kalkacak, bolluk devri başlayacak, insanların ortalama tüketim miktarı artacaktı. Sonra belli bir süre sonra artık kimse o bildiğimiz klasik işlerde çalışmayacaktı. Fabrikalarda çalışan binlerce kişilik işçi orduları gidecek, yerine bilgisayar destekli tasarım ve üretim işleriyle ilgilenen küçük ekipler gelecekti. Dahası da vardı, ilk kez gerçek demokrasinin olanakları ufukta beliriyordu. İnsanlar artık bilgi otoyolu denilen Internet ağı üzerinden, tartışmalara aktif olarak katılabilecek, yönetimde söz sahibi olacaklardı. Kehanetlerin en önemlisi sınıfların geleceğiyle ilgili olanıydı. Sınıflar arasındaki uçurum giderek kapanacak ve tarih içerisinde sınıf mücadelesi ortadan kalkacaktı.
Ne ileri düzeyde kapitalistleşmiş ülkelerde ne de kapitalist dünya ekonomisiyle bütünleşen Türkiye’de yukarıdaki kurgulardan herhangi biri gerçekleşti şimdiye dek. Ne açlık ortadan kalkma eğiliminde ne de sınıf mücadelesi keskinliğini yitireceğe benziyor. Dünya üzerindeki seçimlere katılım oranlarındaki düşüşler, savaşlar, askeri darbeler, yargısız infazlarsa demokrasinin ne durumda olduğunun iyi bir göstergesi. Tüm bu olgulara bakınca insan sormadan edemiyor: Burjuvazinin ideologları nasıl oluyor da böylesine gerçeklikten uzak tahminlerde bulunuyorlar?
Soruya basitçe “onların işi bu” yanıtı verilebilir. Ama yine de yazılarının satır aralarında yazdıklarının doğruluğuna ilişkin samimi bir güvenin sezilmesi ilginçtir. Bu güven burjuvazinin ideologlarının cehaletinin dışında artık bir hastalık haline gelmiş aktarmacı alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır. Burjuvazinin okumuşları hiçbir zaman üretken olma isteği duymamıştır. Onların yaptığı en kaliteli iş, Amerika’da, Japonya’da, Fransa’da konuşulanları dilinin döndüğünce Türkçeye aktarmak ve daha da kötüsü bunları kendi üretimiymiş gibi okuyuculara sunmaktır. Günümüzde de Batılı ustalarının kitapları sık sık Türkçeye çevrildiğinden taze bilgilere kavuşan okumuşlarımız temelsiz bir güvenin verdiği coşkuyla işlerini daha bir neşeyle yapmaktadırlar.
Bu yazıda burjuva ideologlarının sürekli yineleyip durdukları yeni toplum hayallerinin ne kadar ham ve kof olduğunu göstereceğiz. Bu görevi metin içerisinde dolaylı bir biçimde yerine getireceğiz. Dünya burjuvazisinin tezlerini içeriğini boşaltıp tumturaklı laflarla sunan yerli kalemşorlarla polemiğe girmek yerine, iddiaların kaynağını, ileri derecede endüstrileşmiş ülkelerde hâkim sınıfların kendilerini nasıl sunmaya çalıştıklarını incelemeyi yeğleyeceğiz. Bu sınıfların “bilgi toplumu” diye adlandırdıkları toplumsal oluşumun ücretli emek sömürüsüne dayanan kapitalist toplumun yeni bir görünümünden başka bir şey olmadığını göstermek, ülkemizde kuru gürültüye dönüşen, “bilgi toplumu” tartışması adı altında, adı kapitalizm olmayan bir kapitalizmi aklama çabalarına gereken yanıtı verecektir.
Yazımız kendisini iki ana kaynaktan besleyerek geliştiriyor. Bunlardan birincisi Manuel Castells’in yazdığı “The Network Society” (Ağ Toplumu) (1) adlı kitabın ilk üç bölümü, ikincisi ise Krishan Kumar’ın “From Post-Industrial to Post-modern Society” (Post-Endüstriyelden Post-modern Topluma) (2) adlı kitabının birinci bölümü. Bu iki kitaptan, daha çok modern kapitalizmin ideologlarının kendilerini pazarladıkları tezlerin derli toplu bir özetini yapmak ve kapitalist üretim ilişkilerinin son otuz yıl içindeki tarihsel gelişimiyle ilgili verileri sunmak için faydalanacağız.

BİLGİ TOPLUMU KAVRAMI
Dönek diye adlandırılan kişiler sadece Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın her yerinde bulunuyor dönekler, işin ilginç yanı, bunalıma girip bohem hayatı sürmeye ya da dünyadan el etek çekmeye yeltenmemişlerse, dönekler hiçbir zaman işsiz kalmıyor, burjuvazinin en çok istihdam ettiği kişiler oluyorlar. Bilgi toplumu kavramının ister akademik camianın gündemine girmesinde, ister kitleler arasında yayılmasında döneklere çok iş düştü. Yetmişli yıllarda üniversite çevrelerinde Daniel Bell “Kapitalizmin Kültürel Çelişkileri” adlı kitabıyla büyük tartışmalar yarattı, daha büyük bir gürültüyü ise Alvin Toffler’in seksenli yıllarda ülkemizde de başucu kitapları olmaya başlayan “Şok” ve “Üçüncü Dalga” adlı, bilimsel kaygıdan uzak popüler bir dille yazılmış eserleri yarattı. Tarzları farklı olsa bile her iki yazar da aynı şeyleri söylüyordu: Kapitalizm teknolojinin getirdiği olanakları değerlendirerek kendi içinde kendisini aşmaya yönelik niteliksel bir dönüşüm sürecine girmişti. “Bilgi toplumu” adı verilen yeni bir toplum oluşuyordu. Bu süreç ve beraberinde getirdiği hızlı değişim kurulu toplumsal yapıların ve değer yargılarının her türlüsünü altüst ediyordu. İnsanlar değişimin hızına yetişemiyorlardı.
Bu tezler bir kere ortaya atıldıktan sonra giderek popülerleşmeye başladı. Yeni bir kitap dalgası boy gösterdi. Drucker’ler, Brezinski’ler ve Naisbitt’ler giderek tanınmaya başladılar. Bu yeni dalga yazarlarının bir başka özelliği daha vardı. Bunlar olanı biteni gözlemekle yetinmiyor, okurlara, yeniçağın gerisinde kalmamaları için neler yapmaları gerektiği hakkında tavsiyelerde de bulunuyorlardı. Yaklaştığı görülen yeni çağın ütopik boyutu giderek büyüyordu.
“Merkezci, endüstriyel dönemde işe yarayan hiyerarşileri yıkmaya başlıyoruz. Yerine koyduğumuz örgütlenme ve iletişim modelinin kökleri birbirlerine yakın anlayışlarda olan kişilerin arasında doğal eşitlikçi ve kendiliğinden bir biçimde oluşmuş gruplarda yatıyor. Ağlar organizasyon içindeki güç ve haber akışını dikeyden yataya yeniden şekillendiriyorlar… Hiyerarşik, piramit biçiminde, yöneticiliğe dayanan bir sistem yaratmıştık çünkü kişileri ve yaptıklarını denetim altında tutmamız gerekiyordu. Bilgisayar bu piramidi paramparça edecek; denetimi bilgisayarla sağlarken kurumlarımızı yatay olarak yeniden yapılandırabileceğiz.” (3)
“… Herkes bir aristokrat, herkes bir filozof. Toptan yaygınlaştırılmış eğitim sistemi insanlara sadece yaşamlarını nasıl kazanacaklarının değil, bir yaşamın nasıl sürdürüleceğinin de bilgisini ve uygulamalarını sunacak. Endüstriyel toplumun son dönemlerinde artık açlığı dert edinmeyi bırakmıştık. İletişim toplumunun sonlarına doğru artık hiçbir maddi kaynağın kıtlığı konusunda endişemiz kalmayacak. Endüstriyel ekonominin köleliği, açlığı, vebayı ortadan kaldırdığı gibi, post-endüstriyel ekonomi de otoriterliği, savaşı ve çelişkileri ortadan kaldıracak. Tarih içinde ilk kez problemleri çözme hızımız problemlerin ortaya çıkış hızını aşacak.” (4)
Alıntıları okuyunca insanın aklına öteden beri yineleyip durduğumuz “Nedir bu insanları böylesine hayalci olmaya iten şey?” sorusu tekrar geliyor. Bu sorunun yanıtını “bunlar da burjuvazinin yeni yalanları işte” diye geçiştirmek işin kolayına kaçmak olur. Seksenli yılların ortasından beri süre-giden kehanetlerin tutmadığı, tutacakmış gibi gözükmediği doğrudur doğru olmasına ama maddi yaşamın yeniden üretilmesi sürecindeki hangi değişikliklerin burjuvaziyi insanlığın geleceği hakkında körcesine bir iyimserliğe sürüklediği de açıklanması gereken önemli bir sorundur. Burjuvazi zaten yalan söylemekten, kendi doğrularını işçi sınıfına evrensel gerçekler diye dayatmaktan başka bir şey yapamaz, ama burjuvazinin yalanlarındaki değişikliklerin toplumsal yapıdaki yeni oluşumların varlığına işaret etmesi olasıdır.
Bugün bilimlerdeki ve teknolojideki atılımların devasa boyutlara ulaştığını, bunun gündelik yaşantıları görünüşte büyük değişikliklere uğrattığını, insanlara yeni tüketim alışkanlıkları kazandırttığını inkâr etmek dünyada olup bitenlere gözlerini kapamak anlamına gelir. İletişim ve bilgi-işlem teknolojisinde yaşanan gelişmeler gerçekten de baş döndürücüdür. On, on beş yıl önce hesaplanması yıllar gerektiren ya da hesaplanamayan işlemler bugün birkaç saniye içerisinde çözüme ulaştırabilmektedir. Bilgisayarların hafıza kapasitesi o kadar artmıştır ki dış dünyadaki gerçeklik bilgisayar ekranına tüm ayrıntılarıyla kusursuzca kopyalanabilmektedir. Bu şekilde oluşan sanal dünyada insanlar gözlerine bilgisayara bağlı elektronik bir aygıt taktıklarında örneğin ata binmeden ata bindiklerini sanmakta ya da Ortadoğu’ya yönelik yeni bir operasyonun kumandanlığını yaptıklarına ikna olmaktadır. İletişim alanında televizyonların, radyoların, cep telefonlarının, elektronik postaların ve faksların kişilerin günlük yaşantısına ne oranda girdiği gözlemlenebilir bir şeydir. Internet dediğimiz bilgi ağı, bilgiişlemle iletişim teknolojisinin birbiriyle kesiştiği yerde ortaya çıkmaktadır. Bireylerin Internet ağına katılımının artması birbirlerinden on binlerce kilometre uzakta bulunan bireylerin birbiriyle çok ucuza iletişim kurmalarına olanaklı kılmıştır. Öyle ki bugün Kırklareli’nde yaşayan birisi şehir içi telefon konuşması bedelini ödeyerek Madagaskar’da düzenlenen bir briç turnuvasına Yeni Zelandalı ortağıyla birlikte katılabilmektedir. Ancak, bilim ve teknikteki bu gelişmeleri kabul etmek başka bir şeydir, bu gelişmelerin kendiliğinden yeni bir toplum modeli yaratacağını savunmak başka bir şey.
Bu tartışmaya yazının ilerleyen bölümlerinde kaldığımız yerden devam edeceğiz. Yalnız, yirminci yüzyılın birinci yarısının sonlarından itibaren süregelen bilgiişlem ve iletişim teknolojisinin gelişiminin kısa bir özetinin sunulması, tartışmanın anlaşılırlığı açısından önemli.

BİLGİ TOPLUMU KAVRAMININ ORTAYA ÇIKIŞINI HAZIRLAYAN TARİHSEL KOŞULLAR (5)
Sözünü ettiğimiz iki alandaki teknolojik gelişimlerin kitleler tarafından fark e-dilmesi yetmişli yıllarla birlikte başladıysa da bu atılımların ilk belirtileri İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının bitiminden kısa süre sonra ortaya çıktı. 1947 yılında ilk transistor icat edildi. Transistor elektrik sinyallerinin yükseltilmesini, denetlenmesini ya da üretilmesini sağlayan yarıiletken bir aygıttır. Boyutlarının küçüklüğü ve ısı kayıplarının azlığı nedeniyle yüksek hızlı bilgisayar gibi karmaşık aygıtların yapılabilmesine olanak sağlayan transistor, en yaygın olarak radyo ve televizyon alıcılarında, uzay araçlarında kullanılır.
İşin şaşırtıcı yanı 1947 yılında transistorun hiç de öyle içinde büyük potansiyeller barındıran bir icat olarak görülmemesiydi. Bunun en önemli nedenlerinden biri henüz transistoru imal edebilecek üretim teknolojisinin gelişmemiş olmasıysa, diğeri de transistorun imalatına uygun bir maddenin kullanılamamasıydı. 1954 yılında bu işe en uygun madde olan silikonun kullanımına meşhur Texas Insturments firması tarafından geçildi. 1959’da yeni bir işlem sürecinin icadıyla birlikte minyatür boyuttaki bileşenlerin titiz bir imalatla birbirine entegre edilmesinin önü açıldı.
Tüm bu ilerlemelere karşın elektronikteki gelişmelerin kaderini belirleyen, 1957 yılında tümleşik devrelerin icadıydı. Bu icat elektronik teknolojisinde bir patlamaya yol açtı. Üç yıl içinde, 1959’dan 1962’ye geçen sürede, yarıiletkenlerin fiyatı % 85 düşerken bunu izleyen on yıl içerisinde üretim yirmi misli arttı. Bir karşılaştırma gelişen teknolojinin, maliyeti hangi hızla düşürdüğü hakkında daha iyi bir fikir verecektir. Endüstri devrimi sırasında pamuklu giysilerin fiyatlarının % 85 düşmesi için 1780 yılından 1850 yılma dek beklemek gerekmişti. Tümleşik devrelerin fiyatlarındaki düşüş 1962 yılından sonra daha da hızlanarak sürdü. 1962 yılında elli dolar olan devrelerin fiyatı dokuz yıl sonra bir dolara düşmüştü bile.
1971 yılında üçüncü büyük icat gerçekleşti. Artık mikroişlemci diye bir şeyden söz ediliyordu. Mikro-işlemcileri kafamızda yarıiletkenlerin içindeki minik bilgisayarlar olarak tasarlayabiliriz. Mikro-işlemcilerle birlikte transistorlardan karmaşık işlemleri yerine getirebilecek aygıtların yapılabilmesinin önü neredeyse tamamen açılmıştı. Ufak bir engel kalmıştı; mikro-işlemcilerin boyutları henüz yeterince küçük değildi. Elektronik teknolojisindeki hızlı gelişim bu sorunu da kısa sürede ortadan kaldırdı. 1971 yılında 6,5 mikron uzunluğundaki bir çizgiye sığdırılabilen bir çip için gereken yer 1980 yılında 4 mikrona, 1987 yılında 1 mikrona, 1995 yılındaysa 0,35 mikrona düşmüştü. Başka bir deyişle bir başparmak büyüklüğündeki cipin içinde 1971 yılında 2300 transistor sığarken, 1993 yılında bu sayı otuz beş milyona çıkmıştı. Çiplerin kapladığı yerin azalmasına karşın hafıza kapasiteleri ve hızları da artıyordu. 1971 yılını izleyen yirmi iki yıl içerisinde çiplerin hafıza kapasitesi on altı bin kat artarken yine aynı çipler 550 kat da hızlanmışlardı.
Çiplerin hızla ufalması ve kapasitelerinden hızlı artış onların giderek bulaşık makinelerinden otomobillere dek tüm aygıtlara girmesini sağladı. Elektronik imalatın gündelik yaşamın içine yoğun bir biçimde dalması bir malın fiyatını belirleyen etmenler arasında sarsıcı değişikliklere yol açtı; 1990ların ortalarına doğru çamaşır makinelerinin, televizyonların fiyatlarını bu malların ne kadar çelikten yapıldığından çok içerdikleri elektronik donanım belirliyordu.
Mikro-elektronikte gerçekleşen bu gelişmelere iletişim teknolojisindeki yenilikler eşlik ediyordu. Fiber optikte ve lazer iletimindeki ilerlemeler iletişim ağlarının kapasitesini de arttırdı. Örneğin 1956 yılında Avrupa’yla Amerika kıtasını bağlayan ilk telefon kablosu sıkıştırılmış ses devreleriyle sadece 50 konuşmayı aktarabilirken 1995 yılında bu sayı 85.000’e yükselmiştir.
İletişimi yaygınlaştırıp, ucuzlaştıran gelişmeler bilgisayar teknolojisinin de tüm bu yeniliklere uyum sağlamasını teşvik etti. Ellili yıllarda Amerikan ordusunun iç haberleşmesini sağladığı Internet ağının bir benzeri de kişisel bilgisayarlar için kuruldu. Bu ağ çeşitli kişisel bilgisayarların daha önceden ağ sisteminin kurucuları tarafından hazırlanmış bir platformla bağlantıya geçmeleri sonucunda oluşur. Platformdan -yemek tariflerinden, Hollywood yıldızlarının özel yaşamlarına dek- bilgi alabilen bilgisayar kullanıcısı, platforma bilgi de ekleyebilir. Yine bilgisayar yazılım sektöründeki gelişmeler, kişisel bilgisayarların kendi alternatif platformlarını oluşturmalarını da sağlamıştır. Yine yeni yazılımlar sayesinde onlarca bilgisayar bir platform üzerinden birbirlerine bağlanıp aynı anda herkesin söz hakkına sahip olduğu konuşma grupları oluşturabilmektedir.

MİKRO-ELEKTRONİK TEKNOLOJİSİNDEKİ GELİŞMELERİN MERKEZİ SİLİKON VADİSİ
Bilgiişlem ve iletişim teknolojisindeki ilerlemeler dünyanın her yerinde eşzamanlı olarak gerçekleşmiyordu. Bugün mikro-elektronik dendiğinde ilk akla gelen yer Silikon Vadisi’dir.
Silikon Vadisi, ABD’nin güney eyaletlerinden Kaliforniya’da kurulmuş bir araştırma geliştirme merkezi ve buna bağlı sanayilerin bulunduğu alanının adıdır. Adı mikro-elektronik teknolojisinin en önemli maddelerinden olan silikondan gelir. Bugün Silikon Vadisi’nde önemli bir bölümü uzmanlaşmış mühendislerin ve araştırma görevlilerinin – oluşturduğu yaklaşık 250.000 kişi çalışıyor.
Silikon Vadisi’nin kökleri 1951 yılına, bu bölgede ilk teknoparkın kurulmasına dek uzanıyor. Aslında Silikon Vadisi’nin tarihi ve gelişimi, “bilimsel teknolojik devrimler” diye adlandırılan süreçleri oluşturan toplumsal koşullan aydınlatacaktır.
Yirminci yüzyıla damgasını vuran süreçlerden biri, diplomatik alanda zaman zaman kimi yumuşamalar gösterse de ABD ile SSCB arasındaki giderek keskinleşen rekabettir. Bu rekabetin en yoğunlaştığı alanlardan biri de askeri donanımdır, iki ülke de bütçelerinin çok önemli bir kısmını “soğuk savaş” yılları boyunca karşısındakinden daha vurucu bir askerî güce sahip olmak için harcamıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte ABD’de, üniversitelerdeki araştırma projelerinin büyük bir bölümü ordunun yönlendirilmesiyle yürütülmeye başlanmıştır. Atom bombasının yapımına başta Einstein olmak üzere, Oppenheimer olsun, Teller olsun onlarca fizikçinin emeği geçmiştir!
Gerçi İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte ordu üniversite işbirliği iyice kurumsallaşmıştı ama bu kurumsallığı boyutunu artırarak kemikleştiren şey Sputnik Şoku oldu. Sovyetler Birliği’nin uzaya yolladığı Sputnik adlı uydu, o güne dek uzaya yollanmış ilk uyduydu. Bu olay ABD’nin, SSCB’nin gerisinde kalmaktan duyduğu korkuyu pekiştirip askeri teknolojinin geliştirilmesine ayrılan payın artırılmasına yol açtı. Amerikan medyasının malum gücüyle oluşturduğu kamuoyuyla “kızıllara” karşı çılgınca yürütülen teknolojik yarışın tüm temelleri atılmış oldu.
Kuşkusuz SSCB ile ABD arasındaki -en keskin haliyle askeri alanda yaşanan- bu yarış, başından itibaren dünya üzerinde hakimiyet mücadelesi veren süper güçlerin çatışması değildi. İki sistem arasındaki çelişki, bir dizi ülkenin halk demokrasili yönetimlere kavuşması ve bir sosyalist kampın oluşmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı. SSCB’nin dünya halkları üzerindeki yüksek prestiji ve yaşamın her alanında ve bu arada bilimsel ve teknik alanda elde ettiği başarılar, emperyalist kampın başı olarak ABD’de büyük bir ürküntü yaratıyordu. ABD’nin ülke içinde ve tüm dünyada başlattığı kapsamlı antikomünist kampanyaya, teknolojik alanlara dev yatırımları eşlik etti. Böylece iki sistem arasındaki çatışmanın özgün bir biçimi bilimsel ve teknolojik buluşlar ve bunların kullanımı alanında yaşandı. Ancak SSCB’de revizyonizmin egemenliği, bu yarışı giderek egemenlik mücadelesi veren emperyalist devletler arası bir yarışa dönüştürdü.
Tüm bu gelişmeler Silikon Vadisi’nde yürütülen araştırma-geliştirme projelerine sunulan ekonomik desteğin birinci bileşeni oldu. İkinci bileşen Amerikan sermayesiydi. Sanılanın aksine Amerika’daki bilgi işlem teknolojisindeki gelişmelere en büyük desteklerden birini, zaten orduyla çalışan büyük firmalar sunmadı. Silikon Vadisi’ne gidenler, büyük şehirlerde ve firmalarda aradıklarını bulamamış, yetenekli maceraperestlerden, bir zamanlar Kaliforniya’ya altın aramak için yola çıkanları andıran araştırmacı ve girişimcilerden oluşuyordu. Büyük firmalar, başta laboratuarlar olmak üzere bütün araştırma olanakları olmasına karşın ellerindeki bu teknolojiyi geliştirme yoluna gitmediler. Aksine teknoloji pazarının kontrolünü ellerinde tutmak için ellerinden geleni yaptılar. Böylelikle Silikon Vadisi’nde geliştirilen teknolojinin imalat alanında kullanımı askeri teknolojiyle sınırlı kaldı. Mikro-elektroniğin gündelik yaşamda yaygın kullanımının gerçekleşmesi için ya küçük girişimcilerden oluşan firmaların bir endüstri kuracak sermaye birikimine sahip olmalarını ya da tekellerin yatırım fonlarını gözden geçirmelerini beklemek gerekiyordu.
Yetmişli yılların başında kapitalist ekonominin kendi doğasından kaynaklanan kriz dünya ekonomisini sarsınca yukarıda sıralanan iki durumun da gerçekleşmesinin koşulları oluştu. Kriz, içlerinde tekellerin de bulunduğu bir sürü şirketin iflasını beraberinde getirdi. Böylelikle küçük girişimcilerin büyüyüp tekelleşebilmesinin önünü açtı. Krizin yıkıcı etkisinden kurtulup ayakta kalabilen tekeller ise bunu araştırma geliştirme projelerine önem vermeleri, böylelikle pazara yeni ürünler sunabilmeyi başarabilmeleri sayesinde gerçekleştirdiler. Böylelikle 70’li yılların ortasında teknolojiyle üretim tekrar verimli bir buluşma yaşadı.
Üçüncü bileşen eğitimle ilgiliydi. Yirminci yüzyılın ortalarından itibaren orta ve yüksek öğrenim kurumlarının sayılarının giderek artması ve bu kurumların yaygın eğitime geçmeleri, eskisiyle kıyaslandığında iş yapabilme kapasitesi artmış bir işgücünün oluşmasına yol açmıştı. Ayrıntılara gömülerek araştırmalar yapabilecek bir akademisyenler ordusu ortaya çıkmıştı. Elektronikle ilgili konularda uzman kişi sayısı arttıkça haliyle bu grup içerisinden çıkan mucitlerin de sayısı artıyordu. Ancak böyle bir orduyu yaratmanın bedeli üniversitelere büyük yatırımlar yapmaktı. ABD, üniversitelerin kitle eğitimine uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmasını en çabuk gerçekleştiren devlet oldu.
Silikon Vadisi, Stanford Üniversitesi’ne bağlıydı. Her ne kadar bu üniversite kitlesel eğitim verme amacıyla kurulmamış da olsa vadiyi dolduran araştırma görevlilerinin ve mühendislerinin çoğu yaygın eğitim projesinin ürünleriydi.

YENİ BİLGİ TEKNOLOJİSİNİN PARADİGMASI
(Paradigma bilim tarihçisi Thomas Kuhn’un teorik tartışma ortamına soktuğu bir kavramdır. Genellikle bilim felsefesi ve bilgi teorisi alanlarında kullanılır. Paradigma bir bireyin ya da daha sık kullanışıyla bir topluluğun çevresindeki olguları anlamlandırmasını, geçmişi yorumlayıp gelecekle ilgili kestirimlerde bulunmasını sağlayan zihinsel işlemlerin sistemli bir bütünlüğüdür. Thomas Kuhn’a göre her çağın veya her kültürün paradigması birbirinden bazen kökten bazen de önemsenmeyecek kadar az farklıdır.)
Şimdi artık bilgi toplumu kuramcılarının tezlerini daha ayrıntılı işlemeye ve geçerliliğini tartışmaya başlayabiliriz. Yirmi yıl içinde teknolojide yaşanan gelişmeleri hayra yoranlar kapitalizmin kendi içerisinde yapısal bir dönüşüm gerçekleştiğini savunmuş ve bu dönüşümü açıklayıp, yeni toplumsal yapının nasıl olacağını kurgulayan geniş kapsamlı kuramlar geliştirmişlerdir. Yazıda bu kuramların tümüyle ilgilenilmeyecek. Bizi ilgilendiren kısım, bu kuramların kapitalizmin geçirdiği bu yapısal dönüşümün, kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkardığına, varolan kapitalist sömürünün de giderek azaldığına, eşitsizliğin, adaletsizliğin kaynaklarının artık Marksist artı-değer teorisiyle açıklanamaz hale geldiğine ilişkin tezler.
Örneğin Manuel Castells (6) yeni bir bilgi toplumu paradigmasının oluştuğuna değinirken, bu paradigmanın eski paradigmadan farkının beş ana noktada özetlenebileceğini savunuyor. Bunlardan birincisi, sanayi toplumlarında bilginin sadece üretim sürecinde yönlendirici bir rol oynamasına karşın bilgi toplumunda bilginin kendisinin üretim sürecinde işlenen bir hammaddeye dönüşmüş olmasıdır.
İkinci başlık, eskisinden farklı olarak yeni teknolojilerin gündelik yaşamın her alanına hızla yayılmasıdır. Buna göre bilgi, insan etkinliğini bütünleyen bir parçası durumuna geldiğinden, yeni teknolojik araçlar bireysel ve toplumsal varlığımızı doğrudan biçimlendirmektedir.
Üçüncü özellik, yeni bilgi teknolojisini kullanan her sistemin içerdiği ağ mantığıydı. İletişim ağlarının hızla iç içe karşılıklı etkileşim içine giren yapılara dönüşmesi sistemleri kapalı olmaktan çıkarıyor, her kullanıcının belli bir oranda dönüştürdüğü bir yapıya çeviriyordu. Bunun gibi açık uçlu bir yapı gelişme imkânlarını katlayarak artırıyordu, böylelikle de bilginin kendini yeniden üretmesi için gereken zaman azalıyordu.
Dördüncü başlık, üçüncüyle bağlantılı. Yeni paradigma kendisiyle beraber esneklik kavramını da beraberinde getiriyor. Ağ mantığıyla kurulmuş şirketler kendi içlerindeki esneklik sayesinde kendi örgütlenme modellerini kolaylıkla değiştirebiliyorlar, hatta bu değişiklikler bazen kökten yeniden yapılanmalara kadar varabiliyor. Taraftarlarına göre Bilgi Teknolojisi paradigmasının ayırt edici noktası da burada yatıyor zaten.     Sürekli değişen bir pazar içerisinde kendi varlığını koruyabilmek için kendini en az pazardaki dengeler kadar çabuk değiştirebilen şirketler ayakta kalabilmeyi beceriyor sadece.
Beşinci özellik ise, kendi alanında gittikçe uzmanlaşan teknolojilerin gittikçe birbirlerine yakınsamaları sonucu ayrı teknolojik dallardan söz etmenin giderek anlamsız hale gelmesi. Castells’e göre bugün artık biyo-teknolojiyle, mikro-işlemci teknolojisi arasındaki ya da bilgisayar yazılımıyla bilgisayar donanımı arasındaki sınırlar giderek belirsizleşiyor. Bu teknolojiler arasındaki ayrımın giderek belirsizleşmesiyle birlikte eskiden ayrı ayrı görülen teknoloji dallarının hepsi kaynaşarak bilgi-işlem sistemlerinin teknolojisine dönüşüyor.
Daniel Bell’e göre bilgi toplumunun oluşmasına yol açan teknolojik gelişmelerin getirdiği köklü değişikliklerin en önemlileri arasında zamana ve mekâna olan bağımlılığın yıkılması yer alıyor. Yazara göre endüstriyalizm kendisini mekân olarak üretim merkezleri olan fabrikaların bulunduğu yere ve bu fabrikanın kapladığı alana bağımlı kılmıştı. Yine mekâna bağımlılığın en önemli göstergelerinden biri üretimin çoğunun ulusal sınırlar içinde kalan pazarlar için(de) yapılmasıydı. Zamana bağımlılığa yol açan şey makinelerin hızıydı. Makineler her ne kadar eskiye kıyasla hızlı da işleseler, üretimin tamamlanması hatırı sayılır bir süre tutuyordu. Buna göre, ulus devlet, sanayi toplumlarının mekâna bağımlılığını simgelerken, bu toplumların zamana olan bağımlılığının en iyi göstergesi saat ve demiryollarındaki hareket tarifeleriydi.
Endüstriyel toplumların zamana ve mekâna bağımlılıklarının aksine bilgi çağının toplumlarında bilgi üretiminin payı gittikçe arttığından bu üretimin gerçekleştiği en önemli araç olan bilgisayarın hızınınsa saniyenin binde birleriyle ölçüldüğü, kitapların dakikalar içinde bir bilgisayardan bir diğerine aktarıldığı bir çağda, zamanın hiçbir bağlayıcılığı kalmamıştır. Yine aynı şekilde tüm dünya borsalarının birbirlerine bağlı olduğu, bir ülkedeki dolar rezervlerinin birkaç saat içinde bir ülkeden bir diğerine akabildiği, çokuluslu şirketlerin sınır tanımayan ortaklıklar kurup kurup yıktıkları bir dünyada, mekâna bağımlılıktan da söz edilmesi pek mümkün değildir.
Bell’in ve bilgi toplumu hakkında spekülasyonlarda bulunan diğerlerinin söyledikleri bunlarla da kalmıyor. Belki de en önemli tezleri üretim ilişkilerinin değişmesiyle ilgisinin olduğunu söyleyebiliriz. “Arabaların kitlesel üretimini nasıl gerçekleştiriyorsak, şimdi de bilginin kitlesel üretimini gerçekleştiriyoruz…” Dahası da var. Sanayi toplumlarının analizinde ana kavramlar olan emek ve sermayenin yerini bilgi alacaktı. Ayrıca Locke, Smith, Ricardo ve Marx tarafından savunulan emek-değer teorisinin artık bilgi-değer teorisiyle değiştirilmesi gerekiyordu.
Tüm bu savlar kapitalizmin artık bildiğimiz kapitalizm olmaktan çıktığına ilişkin. Bilgi Toplumu’nun yeni bir şey olduğunu göstermek zaten kapitalizmin bittiğini göstermenin birinci adımı. Bu adım atıldıktan sonra burjuvazinin ideologları bu yeni toplumun bir cennet olacağını göstermeye uğraşacaklardır. Tartışmayı ancak vaatlerin ve istatistiklerin bulanık zemininde yürütülebilecek ikinci aşamasına varmadan kesebilmenin yolu, bilgi çağının niteliksel hiçbir yenilik taşımadığını ve kapitalizmin emek-gücü sömürüsünü en üst düzeye çıkardığı bir dönemi olduğunu göstermekten geçiyor.

BİLGİ ÇAĞINDA KAPİTALİZMİN NİTELİĞİNİ DEĞİŞTİRDİĞİ TEZİ İNANDIRICI MI?
Bilimsel teknolojik ilerlemelerin kapitalist üretim ilişkilerini değiştirip değiştirmediğine bakmadan önce Bell’in, Naisbitt’in bu devrimlerin daha önceden eşi benzeri görülmemiş devrimler olduğunu savunmalarının tarihsel açıdan ne derece tutarlı olduğuna bakalım. Birinci ve ikinci endüstri devrimleri üretim sürecine alternatif enerji kaynakları getirmişler ve bu kaynakları denetleyecek yeni üretim yöntemleri geliştirmişlerdir. Birinci Sanayi Devriminde buhar enerjisi, ikincisinde ise elektrik enerjisi üretimde kullanılmaya başlanmıştır. Bugün gerçekleştiği iddia edilen bilimsel teknolojik devrim üretim sürecine yeni bir enerji kaynağı getirmemiştir. Daha da önemlisi kimi araştırmacılara göre, bilgi toplumu denilen şeyin aslında yüz yılı aşkın zamandır varlığını sürdüren endüstri toplumlarının bugünkü görünümlerinden başka bir şey değildir.
Kumar, kitabında bu konuya ilişkin “Kontrol Devrimi: Bilgi Toplumunun Teknolojik ve Ekonomik Kökleri” adlı bir çalışmasını yayınlamış olan James Beniger’in görüşlerini aktarıyor. (7) Beniger’e göre sanayi devrimi toplumların madde işlem sistemlerini öyle hızlandırmıştı ki, üretim sürecinde bir kontrol krizi baş göstermişti. Geleneksel iletişim ve kontrol mekanizmaları yeni enerji üretim ve kullanım sistemlerinin gerisinde kalmıştı. Örneğin buharlı tren ve gemilerin hızlı hareket etme kapasitesinin tamamını yolcuların güvenliğini tehlikeye atmadan kullanabilmek için ya da bu araçlarda yolculuk etmek için yapılan binlerce kişilik rezervasyonlarda bir aksaklığın meydana gelmesini engellemek için yeni sistemlere ihtiyaç duyuluyordu. Fabrikalarda da aynı sıkıntı yaşanıyordu. Bu sıkıntının çözülmesi Ford’un geliştirdiği bant sistemiyle ve Taylor’un adıyla birlikte anılan “emeğin bilimsel idaresi”yle çözüme kavuştu. En köklü ve kapsayıcı çözüm ise gelişkin bir bürokrasi sisteminin kurulmasıyla oldu. Kumar’a göre Beniger bugün Bilgi Toplumu diye adlandırılan oluşumun -bilgisayarın temel ilkeleri dâhil olmak üzere- yapısal bileşenlerinin tamamlanmasının en geç 1939’da sona erdiğini ve savaş sonrasındaki ilerlemelerin çoğunlukla bu kontrol tekniklerinin kapsamlarının genişletilip uygulanması olduğunu ikna edici bir biçimde gösteriyordu.
“Bilgi toplumu yakın zamandaki değişikliklerin bir sonucu değil. … Fakat yüz yıl önce başlamış maddî ekonomi içindeki madde işlem ve akış hızının artmasının bir sonucuydu. Aynı şekilde, şimdilerde moda olan görüşün aksine, mikro-işlem ve bilgisayar teknolojisi, hazırlıksız bir toplum üstüne uygulanan, yakın zamanlarda kontrolden çıkmış yeni bir kuvveti değil, Kontrol Devrimindeki sürekli gelişmelerin en yeni halini simgeliyor.” (8)
Şimdi gelelim Bilgi Toplumu kuramcılarının en çok yaygara yaptıkları meseleye. Bilgi çağıyla birlikte kapitalist üretim ilişkilerinin aşıldığı iddiasına. Kapitalist üretim ilişkilerini çözümleyen Marksist emek-değer teorisinin kavranması bilgi çağı kuramcılarının tezlerinin dayanaksızlığını görebilmek için şarttır.

MARKSİST EMEK-DEĞER TEORİSİNİN IŞIĞINDA KAPİTALİST SİSTEMDEKİ ÜCRETLİ EMEK SÖMÜRÜSÜNÜN AÇIKLANIŞI
Bir metanın pazardaki fiyatını belirleyen şey nedir? Burjuva iktisatçılarının çoğu bu soruyu arzla talep arasındaki denge diye yanıtlayacaktır. Eğer bir meta pazarda, onun belli bir fiyattan alınmak isteneceği miktardan fazla üretilmişse bu metanın fiyatı, alıcıları üretilen metanın tamamını satın almayı cazip kılmayı becerene dek düşecektir. Yok, eğer alıcıların talep ettiği meta miktarı sunulanın üstündeyse, fiyat metanın cazibesini yeterli sayıda alıcı için artırana dek yükselir. Bir metanın pazardan alınmak istenen miktarıyla pazara sunulan miktarının eşit olduğu denge noktasındaki fiyatına metanın gerçek fiyatı denir burjuva ekonomistlerince.
İyi ama diye sorar Marx: “Niye bir metanın gerçek fiyatı diğer bir metanın gerçek fiyatından daha yüksektir?” Burjuva iktisatçılarının yanıtı yine hazırdır: Bir metanın değerini belirleyen şey onun yeryüzünde ne derece seyrek bulunduğudur. Elmas eğer sudan daha fazla miktarda bulunsaydı, fiyatı sudan daha düşük olurdu. Bu açıklamaların bir iç tutarlılığa sahip olduğu kabul edilebilir. Ancak bu teori bir insanın niye fabrikada on iki saat çalışırken bir diğerinin fabrikayı işletmekle uğraşıp hiç terlemeden servetini büyütebildiğim açıklayamamaktadır. Burjuva iktisatçılarına göre kapitalistin kazandığı para sattığı metanın üstüne koyduğu kâr kadardır. Eğer burjuva iktisatçılarının dediği gibi bir mal, maliyetinin üzerinde kârla satılabilseydi, aslında bu gözlem malın piyasaya sürüldüğü ilk dönemler için geçerlidir, belli bir süre sonra diğer kapitalistler de bu metayı üretmek isterlerdi. Üretim fazlası da fiyatı tekrar maliyetine çekerdi. Arz ve talep üzerine kurulmuş burjuva iktisadının tek zaafı bu değildir, kapitalizmin çevrimsel krizlerini açıklamada da yetersiz kalmaktadır. Tüm bunları açıklamak için yeni bir teoriyi, emek-değer teorisini geliştirmek gerekiyordu.
Emek-değer teorisi uyarınca bir metanın değişim değerini, başka bir deyişle pazardaki fiyatını o metanın içinde barındırdığı toplumsal soyut emek belirler. Başka bir deyişle bir pantolonun üretilmesi için gereken emek miktarı, bir kravatın üretilmesi için gereken emek miktarının beş katıysa, pazardaki kısa süreli dalgalanmaları bir yana bırakırsak, gömleğin değişim değeri kravatınkinin beş katı olacaktır. Peki, bir metanın içerdiği emek miktarı neyle ölçülecektir? Yanıt basittir. O metanın üretimi için gereken süreyle. Bir pantolonun üretimi için emek harcanan zaman, bir kravatınınkinin beş katıysa, pantolonun barındırdığı toplumsal emek kravatınkinin beş katı kadar olacaktır.
Böyle bir durumda ortaya yeni bir sorun çıkmaktadır. Beceriksiz bir işçi, bir metanın üretimi için becerikli bir işçinin birkaç katı zaman harcayabilir, ama bir pantolonun fiyatı onun üretiminde beceriksiz bir işçi çalıştı diye yükselmez. Belirtilen sorun, ancak toplumsal emek kavramıyla ne kastedildiği anlaşılmadığı sürece ortaya çıkacaktır. Bir metanın üretimi için harcanan toplumsal emek, o metanın üretimi için o toplumun içindeki bireylerin toplum içerisindeki verili teknolojiyi kullanarak sarf ettikleri zamandır. Marx’ın Kapital’de verdiği bir örneği anımsamak yararlı olacaktır. Dokuma makinelerinin gelişmesine karşın el tezgâhlarında dokumacılık yapmaya devam edenler, bir kumaşı dokumak için makineden saatlerce fazla emek harcasalar da, kumaşın pazardaki değeri makineyle dokunmuş kumaştan fazla değildir. Küçük aile işletmelerinin batmasının en önemli nedeni budur.
Toplumsal emek ayrıca soyut emektir. Başka bir deyişle o emeği hangi işçinin nerede hangi metanın üretimi için harcadığının hiçbir önemi yoktur. Bunun da ötesinde değer, toplumsal soyut emekle bir kez belirlenmeye başladı mı artık farklı metaların fiyatlarının belirlenmesinde onların ne derece faydalı olduklarının, kullanım değerlerinin, hiçbir önemi kalmaz. Metalar arasındaki fark içerilen soyut emeğin büyüklüğünün karşılaştırıldığı niceliksel bir farktır.
Yanıtlanmamış son bir soru daha vardır. Bir metanın üretimi için gereken tek şey emek değildir ki! O metanın üretiminde bir dizi hammadde kullanılmıştır; bu hammaddeleri hesaba katmadan bir metanın değişim değeri belirlenebilir mi? Sorunun yanıtı aslında yine sorunun kendisinin içindedir. Kullanılan hammaddelerin her biri birer metadır. Bunların değişim değeri de içerdikleri toplumsal emek miktarına indirgenebilir.
Artık kapitalist sistemdeki ücretli emek sömürüsünü açıklayan kilit kavramlardan artı-değere gelebiliriz. Demin kapitalistin bir metayı pazarda o metanın içerdiği toplumsal emek miktarının, başka bir deyişle maliyetinin üstündeki bir değere satamayacağını gördük. Peki, eğer kapitalistimiz ettiği kârları pazardaki satışından kazanmıyorsa nereden kazanıyor. Marksist emek-değer teorisine göre kapitalistlerin zenginleşmesini sağlayan şey üretim sırasındaki sömürüdür. Az önce bir metanın pazardaki değeriyle onun maliyeti arasında bir özdeşlik kurmuştuk, daha önce de bir metanın üretimden önceki hammaddelerin işçilerin emeğiyle değişim değerine sahip bir metaya dönüştürüldüğünü görmüştük. Hammaddeler de birer meta idi ve birer maliyetleri vardı. Peki ya emeğin?
Önce şunu netleştirelim hiçbir işçi emeğini satmaz. İşçinin sattığı şey emek-gücüdür, işçinin sahip olduğu hiçbir üretim aracı yoktur. Yaşamını sürdürebilmesi için para kazanması gerekir; bu da ancak üretim sürecinde bir rol almasıyla olanaklıdır. Kapitalisti kapitalist yapan şey onun üretim araçlarına sahip olmasıdır. Kapitalistin ihtiyaç duyduğu şey de üretim araçlarını kullandırtıp meta ürettirebileceği emek-gücüdür. İşçi böylelikle kapitaliste gider ve ona iş yapabilme kapasitesini belli bir süreliğine, -günde on saatliğine örneğin-, kiralar. Emek-gücünü kapitalistle ücret karşılığı değişir; emek-gücününse belli bir değişim değeri vardır: Emek-gücünün kendisi bir metadır.
Her metanın değişim değeri onun üretim maliyetine eşit olduğuna göre, emek-gücünün değişim değeri de onun maliyetine eşittir. Peki, nedir bu maliyet? İşte sömürünün temeline geldik şimdi. Çünkü işçinin emek-gücünün maliyeti olarak aldığı ücret onun bedensel, toplumsal ve tinsel ihtiyaçlarını ertesi günkü işini üretkenlik düşmeden sürdürebilmesine ancak yeterken, bu ücretin emek-gücünü kapitaliste kiraladığı süre boyunca yarattığı değerle karşılaştırılabilecek bir büyüklüğü yoktur. Emek-gücü kendi yeniden üretim maliyetinden fazla değer üretir. Buna artı-değer adı verilir. Artı-değere kapitalistin el koymasıyla birlikte de ücretli emek sömürüsü gerçekleşmiş olur.
Dolayısıyla bir işçinin ne kadar sömürüldüğü onun ne kadar ücret aldığıyla doğrudan bağlantılı değildir. Otuz milyon alan bir işçi yirmi milyon liralık artı-değer yaratıyorken, yüz milyon lira alan bir işçi iki yüz milyon liralık artı-değer yaratıyorsa; ikinci işçi birinciden daha fazla sömürülmektedir.
Castells’in birinci bağlığına geri dönebiliriz artık. (Dipnot) İleri sürdüğü Bilgi Teknolojisi Devrimi paradigmasının birinci başlığı, bilginin doğrudan üretim sürecinin bir hammaddesi haline geldiğini söylüyordu.
Bir örnekle durumu somutlaştıralım. Varsayalım ki, tam otomatik çamaşır makinesi üreten bir kapitalistimiz var; bu kapitalist modelinde bir değişiklik yapmak istediğinde, örneğin ürününü yeni bir tasarımla satmak istediğinde, bir tasarım şirketine gidecek ve yeni bir tasarım bilgisi satın alacaktır. Bu tasarım bilgisi, Castells’e göre, üretim sürecinde tıpkı bir hammadde gibi yeni bir girdiye dönüşmüştür. Castells’in beyaz eşyaların içindeki elektronik bilginin maliyetinin, çeliğin maliyetinden daha fazla olduğunu vurgulaması boşuna değildir. Ona göre bilginin, üretimde bir girdi olarak payı giderek artmaktadır. Bilgi çağının temel değişikliklerinden biri de budur.
Açıkçası, Castells’in tezlerini anlamak oldukça güç. Kendisi, bilginin bir girdi olmasının neleri değiştirdiğini açıklamıyor. Bunun dışında, bilginin bir girdi olarak kullanılması sanayi, hatta sanayi öncesi toplumlarda bile gerçekleşmiş bir durum. Beş yüzyıl önceki bir fayton imalâthanesini ele alalım. Fayton üretimi sırasında birtakım vidaların kullanıldığını düşünelim. Bu vidaları yapmak için belli bir mekanik, kimya, hatta tasarım bilgisi gerekmiyor mu? Eğer gerekiyorsa bu vidayla bu elektronik donanım arasındaki fark nedir?
Tekrar beyaz eşya örneğine dönelim. Çelikten, kaba bir hammaddeymiş gibi söz ediyor Castells… Oysa çeliğin kendisinin o çeliği elde etmek için kurulan fabrikanın inşasının ve işletiminin bilgisinden soyutlanamayacağı açıktır. Hammadde olarak kullanılan çeliğin kendisi bu bilgileri içermektedir. Bilginin kendisi öteden beri, üretime giren hammaddelerin ve üretim araçlarının içinde içerilmiştir. Dolayısıyla bilginin bir hammadde olarak üretime girmesi insan insan olalı beri devam etmektedir.
Bilgi ve üretim arasında böyle bir ilişki kurarken bunu kabalaştırmamak için bilgi üretim ilişkisini tarih boyunca değişmeyen bir ilişki olarak göstermekten kaçınmak gerekli. Gerçi bilgi, üretime giren hammaddelerde, üretim araçlarında ve üretimin organizasyonunda hep örtük olarak bulunmaktadır. Ama yirminci yüzyılın ortalarından itibaren bilginin kendisi maddi üretime doğrudan katılmadan üretim sürecinde rol oynamaya başlamıştır. Artık bilginin kendisi pazarda alınıp satılan, değişim değeri olan bir metaya dönüşmüştür. Kendini bilgi üretimiyle sınırlayan kapitalist işletmelerin sayısı dünyada hızla çoğalmaktadır.
Bir mimarlık bürosunu düşünelim. Böyle bir işletmede yapılan iş verili bir arsa üzerine bir bina inşası için proje tasarlamaktır. Bu projenin çizilmesi doğrudan hiçbir maddi üretim içermez. Büro sadece yapının bilgisini üretir ve satar. Peki, bu bürolar birer kapitalist işletme midirler? Doğrusu yirmi yıl öncesinin Türkiye’sinde bu tarz bürolar tek-tük idi; mimari bilgi genelde kendi işinde çalışan mimarlar tarafından üretiliyordu. Geçirdiğimiz yirmi yıl içerisinde bu süreç Marx’ın sunduğu kumaş üreticilerinin kapitalistleşme sürecine benzer bir biçimde gerçekleşti. Önce aile sanayisi oluştu, baba mimarlar oğul mimarlar dönemi başladı, sonra giderek getir götür işlerine bakan insanların dışında insanlar da istihdam edildi büroda. Çizim yeteneği olanlar, maket yapabilenler… İşler büyümeye başlayınca daha basit projelerin altından kalkabilecek yeni mezun mimarlar da büroya girmeye başladı. Alınan projeler büyüdükçe ayrıntıların miktarı artmaya başladı ve giderek mimari bürolar onlarca mimarın, bilgisayar sistem sorumlularının, proje sunum elemanlarının vb. ücretli olarak çalıştığı bir kurum olmaya başladı. Mimarlık büroları böylelikle kapitalist işletmeler olma yolunda ilerledi. Ellili yıllardan beri, benzer bir süreçten geçen bir sürü sektör ortaya çıktı.
Peki, bilginin bu şekilde metalaşması ve kapitalist pazar ekonomisinin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olarak ortaya çıkması, Marksistler tarafından öngörülememiş ve kapitalizmde yapısal değişikliklere yol açacak gelişme midir?
Bilgiyi, bilgili insanı, bilim insanını hâlâ tarihsel önyargılarla algılamaya devam edip, kapitalist toplumda bilime, bilgiye hâlâ feodal zamanlardan kalma alışkanlıklarla ulvi değerler yükleseydik günümüzde köklü değişiklikler olduğunu ileri sürmemiz gerekirdi. Çünkü bilgi üretimi eğer kutsal, saygı duyulacak bir etkinlikse ve bugün üretim süreci içindeki bireylerin bilgi üretimindeki payı ortalama olarak artıyorsa, bireylerin, daha doğrusu ücretli emekçilerin daha yüce işler yapıyor, üstüne üstlük yaptıkları işten bir de doyum alıyor olmaları gerekirdi. Oysa Marksistler bunun tam tersini iddia ederler. Kapitalist toplumlarda sömürü oranı arttıkça iş giderek daha fazla sıradanlaşmaya, daha fazla katlanılmaz hale gelmeye başlar.
Bugün bilgi üretiminde de aynı durum söz konusudur. Eskiden soyluların himaye ettiği, her türlü tasadan habersiz bilim adamlarının yaptığı iş, bugün kapitalist işletmelerin performans tablolarının tehdidini, işten atılma korkusunu sürekli yaşayan, belli bir araştırma projesinin bir alt-dalının daha alt bir alt kolunda çalışan onlarca kişi tarafından gerçekleştirilmektedir. Silikon Vadisi’nde iki yüz elli bin kişinin çalıştığını söylemiştik, bunların ancak çok küçük bir azınlığının klasik anlamıyla bilimle uğraştığı açık bir gerçek. Bilgi üretiminin yaygınlaştığı ve dünya kapitalist üretiminde rolünü büyüttüğü de doğrudur. Ancak bu büyüme sırasında bilimsel etkinlik daha fazla insanı insanlaştıracağına kendisi “ayağa düşmüştür”, bilgi kapitalist pazarda diş fırçasından farksız bir metaya dönüşmüştür. Komünistlerin, yüz elli yıl önce kaleme alınmış Manifestosunun yeterince açık olduğunu sanıyoruz:
“İktidara geldiği her yerde burjuvazi tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir, insanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da, dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. …
Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.” (9)
Gelelim bilgi-değer teorisiyle ilgili savlara. (10) Emek-değer kuramının geçersizliğini ilan ederek onun yerine yeni bir kuramın, bilgi-değer kuramının inşa edilmesi gerektiğini ileri sürmek, bilgiyle emek arasındaki ilişkiyi yeniden üretmek anlamına gelir. Başka bir deyişle emek-değer kuramının yerine bir bilgi-değer teorisi inşa edeceksek o zaman üretim sürecindeki unsurların hepsinin emeğin değil bilginin kristalleşmiş hali olduğunu söylememiz gerekir. Böylelikle emeğin değerini belirleyen şey de içerdiği bilgi miktarı olacaktır.
Bu çabanın en büyük sakatlıklarından biri bu kuramın bilgiyle emek arasındaki neden-sonuç ilişkisini tersine çevirmesidir. Bilgi, emeğin sonucu olmaktan çıkar ve nedeni haline gelir. Ama bu anlamsız bir durumdur; çünkü emek, en azından toplumsallaşmış soyut emek, zamanla ölçülebilen bir etkinliktir, oysa bir işi yapabilmenin bilgisi, o işin nesnesi hakkında doğruluk değeri olan önermelerin karmaşık bir biçimde örgütlenmiş halidir. Bilgi de elbette durağan, kendini yeniden üretme kapasitesinden yoksun bir kategori değildir. Ancak bilginin hareketi de zihinsel bir etkinliğin, emeğin sonucudur.
Bu anlayışın ikinci aksaklığı bilgi üretiminin ne olduğuna ilişkin yanlış bir kavrayışa sahip olmasıdır. Bilgi-değer teorisi gibi sansasyonel bir kuramla ortaya çıkabilmek için bilginin de emeğin bir madde içerisinde yoğunlaşıp birikebildiği gibi yoğunlaşıp birikebilmesi gerektiğine inanmak gerekir. Bu anlayışın mantıksal olarak zorunlu sonucu da on dokuzuncu yüzyıldaki pozitivistlerin savunduğu gibi bilginin yığınsal olarak biriktiğini kabul etmektir. Başka bir deyişle gün be gün yeni şeyler öğrendiğimizi savunmak, her gün bir önceki günden daha az cahilleştiğimizi ileri sürmemiz gerekmektedir. Oysa bu aydınlanmacı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Bilgi yığınsal olarak birikerek ilerlemez. Bilginin ilerlemesinde diyalektik bir süreç söz konusudur. Bilim bir aksiyom işlevi gören birtakım öncüllerle başlar. Bu öncüllerin mantıksal sonuçları gözlemle sınanabilir ve yanlışlanabilir önermelerdir. Dünyadaki olguları en bütünlüklü bir biçimde açıklayabilen kuram en iyi kuramdır, ancak bu kuram da evrensel bir kuram değildir. Daha iyi bir kuram çıktığı zaman terk edilir. Daha önceki kurama göre doğru olan bir önerme bir sonraki kuram bağlamında yanlış bir önerme olabilir. Bu yüzden bilgiler birikmez, belli öncüllerden olguları açıklamak için çıkarsanır ve sistemli bir bütünlük içerisine konur. Belli bir zaman sonra bu bilgilerin çoğu terk edilir ve yerine yeni bir öncül demetinden çıkarsanmış bilgiler konulur.
Şimdi artık bir nesnenin içinde bilginin neden birikemeyeceği anlaşılır olmalıdır. Bilgi artan bir yığın olmadığı için iki nesneyi birinin içinde diğerinden daha fazla bilgi var diye kıyaslayamayız. Böyle bir şey için tek bir ölçüt vardır, o da emektir.
Bu kurama ilişkin son olarak şunu söyleyebiliriz. Kuram, bilimsel bilgi üretim süreciyle, bu bilginin uygulanma alanlarını birbiriyle karıştırmıştır. Gerçek bilimsel üretim bir kuramdan öbür kurama geçmeyi zorunlu kılan kriz döneminde yapılır. Oturmuş bir kuram varken bu kuramın uygulanabilirliğini artırmaya yönelik girişimler bulmaca çözmekten çok da farklı olmayan etkinliklerdir. Dolayısıyla bu türden bir üretim etkinliğinin yaratıcı insan emeği olarak sunulması doğru değildir.
Yanıtlayacağımız son iddia kafa bulandırıcı yeni bir adlandırmadan başka bir şey olmadığını gördüğümüz “bilgi toplumumun zamanın ve mekânın kısıtlayıcılığını ortadan kaldırdığıyla ilgili olanı. Bilgisayarların ve diğer robot destekli üretim tekniklerinin üretim hızını katlayarak arttırdığı doğrudur. Bunun ücretli emek sömürüsüne dayanan kapitalizmi niçin değiştireceği bilgi toplumu kuramcıları tarafından yanıtlanmayan bir sorudur. Yukarıda görüşlerini alıntıladığımız kuramcılar sürekli bir bolluktan söz etmektedir. Bu bolluktan ne kastedilmektedir? Eğer gerçekten “bilgi toplumu”nun havarileri emekçilere gerçekten bir müjde getiriyorsa bu bolluğun üretim sürecine de yansıması gerekmektedir. Bunun en önemli göstergesi de çalışma saatleridir. Eğer kapitalist üretim tekniklerinin her şeyi beş on kat hızlı, binlerce kat fazla üretmesi bir bolluk göstergesiyse, bu bolluktan faydalanacak olan emekçilerin de eskiye kıyasla beşte bir, onda bir süre boyunca çalışmaları gerekirdi. Oysa en gelişmiş kapitalist ülkelerde işçiler otuz beş saat çalışmaktadırlar ki o da uzun ve çetin mücadeleler sonucunda elde edilmiştir ve toplusözleşmelerde olmasına karşın çoğunlukla kâğıt üstünde kalmaktadır. Ne ilerleme!
Mekâna bağlılığın aşıldığı, “küresel ekonominin” ulus devletinin sınırlarını kırdığı ve bunun da bir yenilik olduğu tezi ise bir başka saptırmadır. Eğer söz konusu olan uluslararasılaşma ise, kapitalizmin bu özelliği Marksizm’in kurucuları ve geliştiricilerince çok önceden ortaya konmuştu. Komünist Manifestodan ilgili pasajı aktarmak sanırız yeterli olacaktır:
“Sürekli genişleyen sürüm ihtiyacım karşılamak için burjuvazi, yeryuvarlağının bütününe el atmakta. Her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdi. Gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdi. En eski ulusal sanayiler yok edildi ve hâlâ her gün yok ediliyor. Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor. Yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar atıyor. Eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı geçmekte. Üstelik yalnız maddi üretimde değil manevi üretimde de bu böyle. Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor. Ulusal tek yanlılık ve sınırlılık artık mümkün değil, pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı oluşmakta.” (11)
Bölümü son bir hatırlatma yaparak bitirelim. Bilimsel teknolojik gelişmelerin kapitalizmi kurtardığını söyleyenleri eleştirmek kimi zaman yanlış anlamalara yol açıp bu gelişmelerin taşıdığı devrimci potansiyeli küçümsediğimiz sanısını uyandırabilir. Oysa doğru olan bunun tam tersidir. Bu dönüşümlerin yarattıkları olanaklar söz konusu olduğunda burjuva ideologlarının ufku özel mülkiyete ve haz aritmetiğine dayalı kapitalist sistemin sınırlılıklarını aşmamaktadır. Oysa Marksistler sadece bu yeniliklerin içinde taşıdığı potansiyeli sarmalayan deli gömleğinin kapitalizm olduğunu vurgulamakla yetinmez. Bu deli gömleği parçalandığında, sosyalist dünyada tüm bu yeniliklerin insanların önünde sınırsız imkânlar yaratacağını da belirtir. İnternetin belki de en önemli getirişi proleter demokrasinin teknik sorunlarını çözmesi olacaktır. Bilgisayarların artan kapasitesinin giderek karmaşıklaşan üretim ve tüketimin planlanmasında en büyük kolaylıkları sağlamayacağını, teknolojik atılımların insanları makinaya köle eden vasıfsız işgücünü herkes için en az süreye indirmeyeceğini, hızla artan üretimin herkesin yeteneği kadar verdiği ihtiyacı kadar aldığı komünist dünyayı yaratacak bolluğun temelini atmayacağını kim söyleyebilir?

BURJUVAZİ KİMLERDEN ÖĞRENİR?
“Bilgi Çağı”nda yaşadığımızı söyleyen kuramcıların ortak kaygısı, kitleleri, işçi sınıfının ve emekçilerin eza cefa içerisinde yaşamak ve çalışmak zorunda kaldığı kapitalizmin bittiğine inandırmaktı. Elbette bu ikna çabası ancak birtakım mantık oyunlarına dayandırılmak zorundaydı.
Burjuvazinin ideologları, önce üretici güçlerin belli bir biçimini anlatan sanayi devrimiyle, bir üretim ilişkisini tanımlayan kapitalizm arasında birebir bağlantı kurarlar. Bu özdeşliği kurduktan sonra tarihsel materyalizmin tahrif edilmiş, kaba bir versiyonunu yutturmaya çalışarak üretim biçimindeki her gelişmenin kendiliğinden üretici güçler arasındaki ilişkilere de yansıyacağını iddia ederler. Ardından üretici güçler arasındaki ilişkileri hem yüzeysel hem de olgular tarafından boğulmuş bir biçimde inceleyerek, klasik sanayi olarak adlandırılmayacak yeni üretici güçlerin geliştiğini tekrar edip dururlar. Üretici güçler değişip durur da üretim ilişkileri oldukları yerde kalırlar mı? Elbette onlar da kendiliğinden yeni bir ilişki tarzına doğru, ama sancılı ama rahat, evrilecekti. Geriye bu endüstri sonrası topluma yeni bir ad koymak kalıyordu.
Burjuvazinin ideologları iki vahim çarpıtma yapıyorlardı. Birincisi yazı boyunca da açıklamaya çalıştığımız gibi üretici güçler açısından devrim niteliğinde bir gelişme olmamıştı. Bilim ve teknolojideki gelişmelerin tümü kapitalizmin bir sistem olarak her şeyi meta üretiminin, dolayısıyla pazar ekonomisinin içine çekmesine, karşılaştığı işgücünün denetimi ve organizasyonu sorunlarını çözmesine yaramıştır. Bilginin üretimde eskisinden niteliksel olarak farklı bir yer tuttuğunu; ulusal sınırlarının ve üretim hızının prangasına vurulmuş bir sanayi ekonomisinin yerini bilgisayarların nano-saniye hızındaki işlemleriyle tüm dünyaya yayılmış yeni bir bilgi ekonomisinin aldığını söylemek, ne Kapital’i ne de Manifesto’yu anlamak, daha da kötüsü tahrif etmek anlamına gelir. Komünistler hiçbir zaman kapitalizmin ulusal sınırlara hapsolacağını; bilginin metalaşma sürecinin dışında kalacağını söylememiş, aksine, bunların tersinin doğru olduğunu ilk saptayanlar olmuşlardır.
İkinci vahim aldatmacayı üretici güçlerdeki her gelişmenin üretim ilişkilerinde kendiliğinden bir değişim yaratacağını kabul edenler yapmışlardır. Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde belirttiği gibi;
“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar hareket ettikleri toplumun mevcut üretici ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadelerinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar.”
Demek ki bir toplumsal devrim meydana gelmeden üretim ilişkileri değişmiyor. Üretici güçlerde meydana gelen değişiklik üretim ilişkileri değiştirilmediği sürece toplum içerisinde varolan sınıflar-arası çelişkiyi sönümlendirmek bir yana daha da keskinleştiriyor. Burjuvazinin ideologları yeni üretici güçlerin geliştiği konusunda ikna edici değil ancak ikna edici olsalardı bile, bu burjuvazinin işinin kolaylaştığı şöyle dursun, git gide zorlaştığı anlamına gelirdi.
Bugün dünyanın her yerinde burjuvazi avuç avuç paralar saçarak yalanlarını gazetelerden, televizyonlardan, amfilerden yaymaya çalışıyor. Türkiye’deki durum da bundan farksızdır. Yalnız Türkiye burjuvazisinin, böyle konularda cafcaflı yazılar döktürecek kalemlerle kurduğu organik bağlar yetmemektedir. Burjuvazinin kendi bağrından çıkardığı “yetenekleri”, döneklerle takviye etmesi gerekmektedir. Tüm döneklerin bu kadar çok alkışlanmasının en önemli nedenlerinden biridir bu. Burjuvazi kendi çıkarlarının matrisini çizdikten sonra kendisini bu matris üzerinde en iyi savunanları ödüllendirmektedir. Saygın gazetelerde köşe yazarlığı yapmak, açık oturumlara bir bilen olarak katılmak, televizyonlara entelektüel boyutlu programlar hazırlamak, yüklü miktardaki nakit ödemenin dışındaki en önemli ödüllerdir.
Doğrusu burjuvazinin paralı uşakları görevlerini, cehaletlerini belli etmeden, iyi yerine getirmektedirler. Öyle ki, bugün fabrikalarda işçi sayısının hızla arttığı; burjuvazinin kendi yasalarına bile uymayarak işçileri sendikasız, sigortasız on-on iki saat çalıştırdığı; bilgi-işlemin doğrudan üretimde yer alma payının çok az olduğu bir ülkede, Türkiye’de, bu tezler kendini ilerici, demokrat, sosyal demokrat, güler yüzlü sosyalist diye tanımlayan çevrelerden bile ilgi görmektedir.
Ama güneş balçıkla sıvanamıyor. Sosyalist Arnavutluk’un yıkılışı ve revizyonist Doğu Bloğu’nun çöküşü gibi emperyalist burjuvaziye politik üstünlük sağlayan gelişmeleri arkasına alan, iletişim araçları ve üniversite kürsülerince desteklenen bu saldırı ve gerçekleri tersyüz etme kampanyası, olaylar ve olgular karşısında inandırıcılığını her geçen gün yitiriyor, nesnel bakımdan tüm bu teorilerin yalanlanması anlamına gelen emekçilerin eylem barikatlarına çarpıyor. Ama bu durum, bu türden gerici teori ve kampanyalara karşı mücadele görevini gereksiz kılmıyor. Aksine çok yönlü bir ideolojik mücadeleyi zorunlu hale getiriyor. Bu mücadele, burjuvazinin, bilgi toplumu, globalleşme vb ambalajıyla yaratmaya çalıştığı yanılsamaların parçalanması ve etkisinin kırılması için zorunludur. Yaratılmaya soyunulan yeni din parçalanmalıdır!
“Zincirlerin her yanını örten imgesel çiçeklerden eleştiri, insanın süssüz ve umut kırıcı zincirler taşıması için değil, ama onları atması ve canlı çiçeği devşirmesi için zincirleri arındırıyor, Dinin eleştirisi insanın yanılsamalarını, insanın kendi gerçekliğini akıl çağına erişen ve yanılsamalardan kurtulmuş bir insan olarak düşünmesi, etkilemesi ve biçimlendirmesi için, kendi kendinin, yani kendi gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için ortadan kaldırıyor.

KAYNAKÇA
1) Castells, ManueJ; The Rise of The Network Society, Oxford: Blackwell, 1996
2) Kumar, Krishan; From Post-Industrial to Post-modern Society, Oxford: Blackwell, 1996
3) Naisbitt’in Megatrends adlı kitabından aktaran Kumar, sf. 14
4) Stonier’den The Wealth of Information: A Profile of The Industrial Economy adlı kitabından aktaran Kumar, sf.14
5) Bu bölümdeki bilgilerin neredeyse tümü Castells’in kitabından alınmıştır.
6) Castells, sf. 60–62
7) Kumar, sf. 10
8) age, sf. 12
9) Komünist Parti Manifestosu, K. Marx-F. Engels, Evrensel Basım Yayın, çev: Yılmaz Onay, Haziran 1998
10) Kumar, sf. 18–19
11) Komünist Parti Manifestosu

Haziran 1998

Dipnot:
Yukarıdaki tezlerin geçersizliğini göstermeden önce Castells’in, Bell, Naisbitt gibilerinin iki ana iddiasından hangilerini niye cevaplamayacağımızı açıklayalım. Castells’in üçüncü tezi dolaylı olarak bilgi çağıyla birlikte esnek üretimin yeni üretim biçimi olarak geliştiği savını içeriyor. Esnek üretim, post-fordizm tartışması bu yazının kapsamını aşıyor. Bu yüzden sadece bir iki şeyi belirtmekle yetineceğiz. Esnek üretimle taşeronlaştırma arasında büyük bir ilişki vardır. Esnek üretimin işçilere vasıf kazandırıp onları nitelikli, üretken, üretmekten hoşnut kıldıkları söylencesi ise koca bir yalandan başka bir şey değildir. Esnek üretimle birlikte kapitalizm en uyanık, en hesapçı ve en zalim biçimiyle işlemeye başlamış, tüm işçi örgütlülüklerine karşı topyekûn bir saldırıya girişmiştir.
Devrimci Marksistlerin bugün öncelikle üstünde düşünmesi gereken konu esnek üretimin kapitalizmi güzelleştirip güzelleştirmediği sorunu değil, dünya işgücü pazarını mümkün olduğunca yağmalayan, kendisinin serbest dolaşım hürriyetini tankı, topu, nükleer füzesiyle edinmiş; yine aynı şekilde ucuz işgücünü kendi ülkesinin sınırlarına hapsetmiş, her türlü örgütlü işçi mücadelesini dağıtabilmek için öteden beri oluşturduğu yedek işsiz ordusunun yanına bir de fason çalışan küçük aile işletmeleriyle taşeron şirketlerin fiyat kırıcı gücünü eklemiş burjuvaziye karşı işçi sınıfının örgütlü gücünü yükseltebilecek strateji ve taktiklerin neler olduğu sorusunun yanıtıdır.
Üstünde durulmayacak noktalardan biri de Castells’in beşinci belirlemesidir. Teknolojinin bölünmesi ve ardından bu bölünmüş parçaların birbiriyle tekrar kaynaşma eğiliminde olması kapitalizmi kapitalizm olmaktan çıkaracak bir şey değildir. Yine de bilgi toplumu kuramcılarının buna bağrında kapitalist üretim ilişkilerini geliştiren sanayi toplumunun temel özelliklerinden biri olduğunu anımsatarak karşı çıkabilir. Ne de olsa yıllar yılı kapitalist üretim bilim insanları dâhil tüm ücretlileri vasıfsız hale getiriyor, bilimle uğraşanlar giderek küçücük bir konu hakkında her şeyi bilen ama başka hiçbir şey bilmeyen kişilere çevriliyor diye itiraz edilmişti. Uzmanlaşma ortadan kalkıp yerine tekrar bütünlüklü bir bilim ve teknoloji üretimine geçildiğine göre, kapitalizmin doğasıyla özdeşleştirilen bu eğilim sona erdiğine göre bundan en azından kapitalizmin mantığında bir şeylerin değiştiğini çıkarmamız gerekir. Böylesi akıl yürütmelere girişenlerin birtakım genel geçer gözlemlenebilir olgulara gözlerini kapadığını sanıyoruz. Ne bilimde ne teknolojide uzmanlaşma azalmakta. Hatta ister biyolojide ister matematikte ister başka bir anabilim dalında kendi bağımsızlığını ilan eden alt-bilim dallarının sayılarının artması bu iddianın tam tersinin doğru olduğunu gösteriyor. Kapitalizmin gelişmesi uzmanlaşmayı o kadar artırıyor ki eskiden birbirinden ayrışmış alanlar bir sürü alt dala bölününce kimi alt dallar birbirlerine tekrar yakınlaşmaya başladılar; böylelikle de aralarındaki sınırlar tekrar belirsiz hale geldi. Zaten Castells’in dediği kaynaşmayı, aslında söz konusu olan şey bir kaynaşmadan çok bir alan belirsizliği, sadece birbiriyle sınırı olan alt dallar yaşıyor.

Balkanlarda yeni emperyalist manevralar ve Kosova

Şubat ayı içerisinde patlak veren ve Mart boyunca da tırmanarak gelişen olaylar, onlarca Arnavut’un Sırp ordu ve polis kuvvetleri tarafından katledilmesi; dikkatleri yeniden Kosova, Eski Yugoslavya toprakları ve Balkanlarda yöneltti. Dolaysız çatışma içerisindeki tarafların yanı sıra, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bölgedeki tüm devletlerin işbirlikçi-gerici yönetimleri ve büyük emperyalist devletler, çeşitli girişimlerde bulunarak şu veya bu şekilde taraf olduklarını ilan ettiler. ABD, Almanya, Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın oluşturduğu “Batı Temas Grubu”nun art arda gerçekleştirildiği toplantılar ve ilgili bütün ülkelerin dışişleri bakanları ile diplomatlarının başlattıkları “diplomatik bale”, bölge üzerinde kara savaş bulutlarının sürekli hazır tutulduğunun göstergesi oldu. Ve bu vesileyle bir kez daha, dünyada hegemonya ve etkinlik mücadelesinin en şiddetli bir tarzda yürütüldüğü birkaç bölgeden biri olan Balkanlardaki en küçük bir sürtüşmenin bile bu hesapların dışında bir anlamının olmadığı görüldü.

OLAYLAR NASIL GELİŞTİ?
Eski Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde daha büyük cumhuriyetlerdeki çatışmaların gölgesinde kalarak bir kenara itilen Kosova, 1990 yılında bağımsızlığını ilan etmişti. Daha sonra üzerinde duracağımız tarihsel-politik nedenlere de dayanan bu bağımsızlık ilanı, Arnavutluk dışında kimse tarafından tanınmamıştı. Büyük emperyalist devletler Yugoslavya’dan kopan Hırvatistan, Slovenya ve Makedonya’yı paylaşmakla ve Bosna-Hersek’te en elverişli pozisyonu elde ederek paylaşımdan daha kârlı çıkmakla meşguldü. Kosova’nın Sırbistan sınırları içerisinde özerk bir bölge olarak kalması, üstü örtülmüş başka çelişkilerin o an için su yüzüne çıkmaması tercih edilmekteydi.
1990’daki bağımsızlık ilanından sonra, 1991’den itibaren süreç Kosovalı Arnavutlar tarafından hızlandırılmış ve önce referanduma gidilerek bağımsızlık, halk onayına sunulmuştu. 1992’de ise seçimler gerçekleştirilmiş, “cumhurbaşkanı” ve “parlamento” seçilmişti. Burjuva milliyetçi İbrahim Rugova, Kosova Cumhurbaşkanlığına getirilmiş, partisi Kosova Demokratik Birliği ise, oluşturulan parlamentoda çoğunluğu ele geçirmişti. Milliyetçi Rugova yönetimi, Bosna’da batağa saplanmış ve emperyalist kıskaca alınmış olan Sırp yönetiminin o dönemdeki mecalsizliğinden de faydalanarak kendi devlet kurumlarını, üniversite ve okullarını, basınını, sağlık kuruluşlarını vb. oluşturmuştu. Bütün zorluklara karşın, fiili bir devlet yönetimi kurulmuş durumdaydı. Başta ABD olmak üzere bazı emperyalist devletler, geleceğe dönük yatırım olarak Rugova yönetimine para ve malzeme desteği sağlamaktaydılar. “Her yıl 10 milyon dolara kadar ABD’nin bir insani yardımı var. Norveç de okullarımıza yardım etti” (Edita Tahiri- Kosova Milletvekili ve İ. Rugova’nın Dışişleri Sekreteri, Milliyet 9 Mart 1998)
“Uluslararası topluluk” adına hareket ettiğini iddia eden büyük emperyalist devletler, daha önceki dönemde olduğu gibi, bağımsızlık ilanından sonra da Kosova halkının haklı istemlerine kulak tıkamış, örneğin Kosova sorununun da “Dayton Anlaşmasına dâhil edilerek “çözümlenmesi” doğrultusundaki talepleri reddetmişlerdi. İstikrarsızlık, çatışma ve emperyalist müdahalelere olanak tanıyacak, kaşınabilecek bazı sorunların var olmaya devam etmesi, henüz nihai hesaplaşmaya girişmemiş ya da girişememiş emperyalist devletlerin işine gelmekteydi.
İbrahim Rugova yönetimi, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin Mart ’98’de yenileneceğini ilan ettiğinde, zaten hiç kapanmamış olan çelişki ve çatışmalar yeniden alevlendi. Seçim tarihinin belirlenmesi ve ilan edilmesinde gerici Kosova yönetiminin tek başına hareket ettiğini ve herkese rağmen böyle bir tutum takındığını sanmak yanıltıcı olur. Nitekim henüz seçimlerle ilgili yeni bir karar ortada bile yokken, Almanya ve Fransa, Miloseviç yönetimine başvurarak Kosova’ya özel bir statü tanınmasını talep etmişlerdi (20 Kasım 1997). Bu önerinin Belgrad tarafından anında reddedilmesi üzerine ABD de hemen devreye girerek, Yugoslavya’ya uygulanan yaptırımları bir yıl süre ile uzattığını açıkladı (9 Aralık 1997). Yaptırımların süresinin uzatılmasına gösterilen gerekçeler arasında Kosova sorunu önemli bir yer tutuyordu. ABD’nin Kosova gerici yönetimine verdiği garantileri, Kosova Milletvekili ve Rugova’nın Dışişleri Sekreteri Edita Tahiri şöyle itiraf ediyor: “ABD Dışişleri bakam Madeleine Albright, Kosova’yı ziyaretinde, ABD’nin, 22 Mart seçimlerine gözlemci olarak katılacağını açıkladı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatında (AGİT) katıldığım bir toplantısında da aynı şeyler iletildi bana.” (Milliyet, 9 Mart 1998)
Bu arada, Bosna Savaşanın durmasının üzerinden geçen yaklaşık iki yıllık sürede nefes almış ve kendini nispeten toparlamış olan Yugoslav-Sırp önderliği, arkasına Rusya’nın da desteğini alarak “Yugoslavya’nın yeniden parçalanmasına müsaade etmeyeceklerini”, Slavların “kutsal topraklarını Müslüman Arnavutlara bırakmayacaklarını ilan etti. Yasadışı ilan ettiği Kosova yönetimine ve seçim hazırlıklarına karşı, askeri kuvvetine dayanarak saldırıya girişti. Daha önceleri Bosna’da görev almış katliam birlikleri, faşist milisler yeniden ve bu kez Kosova’da faaliyete giriştiler. Sırp kuvvetlerine mensup iki polisin şaibeli bir şekilde UCK (Kosova Kurtuluş Ordusu) tarafından öldürülmesi ise olayları tutuşturan kıvılcım oldu. Sırp birlikleri Kosovalı Arnavut gençlerine, köylerine ve kitle gösterilerine saldırıya girişerek 100’den fazla kişiyi katletti ve yüzlercesini de yaraladılar. Barışçı mücadele yolunu Seçmiş olan on binlerce Kosovalı ise, o günden bu yana değişik aralıklarla büyük kitlesel gösteriler gerçekleştirerek bağımsızlık talep ediyor.
Bütün bu gelişmelerin gölgesinde gerçekleştirilen 22 Mart seçimleri de, yine burjuva-milliyetçi İ. Rugova ve partisinin lehine sonuçlandı. Mağdur ve kahraman direnişçi rolünü iyi oynayan Rugova, muhalefeti etkisizleştirerek yeniden cumhurbaşkanlığına seçilirken, partisi de parlamentoda ezici çoğunluğu elde etti.

“KUTSAL TOPRAKLAR”
Kosova, Balkanlar’da Ortodoks Sırplar ile Müslüman halklar arasında ezeli çatışmanın hep odak noktası olmuş, her iki taraf açısından da tarihsel bir değer taşımıştır.
Ortaçağ Sırp Krallığı XIV. yüzyılda egemenliğinin zirvesine ulaştı. Sırp Kralı Etienne Duşon 1346’da imparator ilan edildiğinde, Makedonya’dan Yunanistan’a kadar geniş bir alanda hüküm sürüyordu. İmparatorluğun kalbi ise şimdiki Kosova topraklarıydı. İmparator, Bizans’ı (İstanbul) ele geçiremeden öldü. Ölümünden sonra Sırp imparatorluğu parçalanarak çok sayıda prensliğe bölündü. 1389’da Kosova’da gerçekleşen savaş neticesinde Sırp kuvvetleri Türkler tarafından yenilgiye uğratıldı, Prens Lazar ve Sultan I. Murat’ın da hayatlarını kaybettikleri bu savaştan sonra beş yüz yıl süren Osmanlı egemenliği dönemi başladı. Osmanlıların yükselme dönemi de Kosova zaferinden itibaren başlar. Balkanlarda hâkimiyet kurulduktan sonra Bizans’ın başkenti İstanbul ele geçirildi (1453) ve Batı’ya doğru yayılma dönemi başladı. Batı’ya yayılma Viyana kapılarında durdurulduğunda, Osmanlı İmparatorluğu gerileme sürecine girmiş oluyordu.
Beş asırlık Osmanlı hâkimiyeti döneminde Kosova, Türklerin yanı sıra esas olarak, Müslümanlaştırılan Arnavut halkının yerleşim bölgesi durumuna geldi. Bu durum, XX. yüzyılın başla-rina kadar sürdü. Bu yüzyılın başına gelindiğinde “Avrupa’nın hasta adamı” olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgi üstüne yenilgilerle geri ‘çekilmesi üzerine Kosova, 1912 yılında Balkan Savaşı’nın ardından yeniden Sırbistan’a bağlandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1918’de Yugoslavya devleti kuruldu. Federasyon içerisinde asıl güç sahibi olan Sırplar, Kosova bölgesinin etnik yapısını değiştirmek için önlemler aldılar. Türk ve Müslüman “bey’lerin elindeki geniş toprak parçalarına zorla Sırp’lar yerleştirildiler. Sırpların politikası, “kutsal topraklar”ı yeniden ele geçirmekti. Bu dönemde Türklerin yanı sıra çok sayıda Arnavut da Sırp zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleştiler. 1929’da Kosova nüfusunun % 61’ini Sırp ve Karadağlılar teşkil ediyordu. (Önceleri % 90 Arnavut ve Türklerdi.)
İkinci Dünya Savaşı esnasında İtalyan faşistleri Kosova’yı da işgal ettiler ve “Büyük Arnavutluk” toprakları içerisine aldılar. Sırpların başlatmış olduğu “toprak reformu”nu iptal ettiler ve tarihlerinde ilk defa Arnavut nüfusa kendi dilinde eğitim imkânı sağladılar, Bu durum ve faşist işbirlikçisi Kral Zogo’nun çabaları, Kosovalıların başlangıçta İtalyan faşistlerini kurtarıcı gibi algılamalarına ve karşılamalarına neden oldu. Ancak süreç içerisinde faşistlerin gerçek niyetleri ortaya çıkınca, Kosovalıların ezici bir çoğunluğu antifaşist kurtuluş savaşında Tito kuvvetlerinin saflarında yerlerini aldı. Fakat Kosovalı Arnavutlar, 1945’de kurtuluştan sonra bekledikleri otonomiyi ya da Yugoslavya Federasyonu’nun yedinci cumhuriyeti olmayı elde edemediler. Yeniden “Büyük Sırbistan” hayali diriltildi. Ancak Sırp nüfus, ekonomik bakımdan oldukça geri olan bu bölgeye tekrar dönme eğilimine girmedi.
Kosova’daki Arnavutların, Halk Cumhuriyeti kurulduktan sonra Sırp baskısına karşı gerçekleştirdikleri ilk isyan 1968’de yaşandı. Aynı yıllarda Hırvatistan’da da benzer gelişmelerin yaşanması üzerine, Tito yönetimi de-santralizasyona yöneldi. 1974 Anayasası ile Kosova’ya, neredeyse diğer cumhuriyetlerin düzeyinde haklar tanıyan otonomi statüsü verildi. 1971’de Kosova nüfusunun % 73,7’si Arnavutlardan oluşuyordu. Otonominin kazandırdığı haklarla gelişen ulusal bilinç, Tito’nun ölümünden sonra 1981’de Kosovalıların bağımsızlık için ayaklanmalarına kadar vardı. On binlerce kişinin katıldığı büyük gösteriler Sırp yönetiminin zorbalığı ile bastırıldı. Ama bu arada Sırp ulusuna mensup halk bölgeyi tümüyle terk etti. 1991’de Sırp nüfusun oranı % 11’e düşmüştü.
1989’a gelindiğinde Kosova’da çarpışan iki yerel güç vardı: Bir tarafta Sırpların yeni altın çağı arayışı içerisindeki aşırı milliyetçi Miloseviç gibiler. (Bunlar, Tito zamanında ele geçen fırsatın iyi kullanılmadığı ve tepildiğini iddia ediyorlardı.) Öte yanda ise, bölgenin en eski uygarlığı olan İlirya’lıların devamı olduklarını iddia eden ve Slavlar arasında ezilmekten bıktıklarını ilan eden Kosovalı Arnavutlar. 1989 yılı içerisinde Trepca maden işçilerinin yeraltından çıkmayarak başlattıkları açlık greviyle patlak veren eylemler, on binlerce Arnavut’un katıldığı kitlesel gösterilere dönüştü ve Sırp kuvvetleri tarafından bir kez daha zor yoluyla bastırıldı. Bir yıl sonra Miloseviç’in ilan ettiği yeni anayasa ile (Voyvodina’yla birlikte) Kosova’nın özerkliği kaldırıldı”, özerk yönetimin bütün kurumlan (okul, basın, üniversite vb.) dağıtıldı. Bu durum karşısında Kosovalılar, milliyetçi Rugova önderliğinde kendi kurumlarını yasalara rağmen yeniden oluşturdular. 1991’de düzenlenen “gizli” referandumla Kosova Cumhuriyeti ilan edildi. (Sadece Arnavutluk tanıdı.) 24 Mayıs 1992’de düzenlenen “gizli” seçimlerle, Kosova Demokratik Birliği (LDK) lideri İbrahim Rugova cumhurbaşkanlığına seçildi.
Bu arada eski Yugoslavya 1991’de parçalandı. Geçmişte 6 cumhuriyetten (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya) ve 2 özerk bölgeden (Voyvodina ve Kosova) oluşan Yugoslavya Federasyonu içerisinde sadece Sırbistan ve Karadağ kaldı. Diğer cumhuriyetler, nispeten kısa süreli savaş ve çatışmalarla bağımsızlıklarını ilan ederken, Bosna-Hersek’te çatışmalar yaklaşık dört yıl sürdü. Sonuçta büyük emperyalist devletlerin müdahalesi ile Aralık 1995’de imzalanan Dayton Anlaşması, Bosna’da savaşı “dondurdu”. Ama Kosova sorununun da bu anlaşma kapsamına alınarak “çözümlenmesi” doğrultusundaki talepler, anlaşmanın bölgesel tarafları ve hamilik yapanlar tarafından dikkate alınmadı.
Buradan çıkan sonuç şudur: Kosova, tarihinde hiçbir dönem özgür olmamış, ulusal ve demokratik istemleri hep işgalci ve despot rejimler tarafından bastırılmıştır. Buna, yaklaşık 35 yıl süren “sosyalist” Tito yönetimi dönemi de dâhildir. Bütün “sosyalist” söylemine ve resmi görüşmelerdeki vaatlerine karşın, büyük Sırp şovenizmini ayakta tutan Tito revizyonist kliğine karşı Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin ve Enver Hoca yoldaşın on yıllarca yürüttüğü ilkeli mücadele biliniyor. E. Hoca ve sosyalist Arnavutluk, her dönemde değişik yönlerden baskılara muhatap kalmalarına rağmen, bölgeye ve genel olarak Balkanlar’a emperyalist müdahaleyi kolaylaştıracak ve halkları daha uzun süreli bir esaret koşullarına mahkûm edecek girişimlerden titizlikle sakınmışlardı. Kosova sorununun gündeme geldiği her dönemde sosyalist Arnavutluk, sorunun Yugoslavya sınırları dâhilinde ve Kosova’ya diğerleriyle eşit haklara sahip cumhuriyet statüsünün tanınması yoluyla çözümlenmesini önermişlerdi. Ancak, Yugoslavya’yı değişik ulusların özgür birliği yerine, büyük Sırbistan hayalinin gerçekleştiği topraklar durumuna getirmekte kararlı olan Titocu revizyonist klik, fırsat doğar doğmaz halkların birbirini boğazlamalarının da sonraki zeminini hazırlamıştı. Nitekim Tito’nun ölümünden sonra yaşanan süreç, tam da böyle olmuş ve büyük emperyalist devletlerin bölgeye müdahalesi ve üşüşmesi için fırsat yaratmıştı. Tito’dan sonra iktidarı ele geçiren gerici-faşist Miloseviç kliği, bir önceki dönemde kaçırılan fırsatlara hayıflanmış ve “Büyük Sırbistan” hülyasını açık zorbalıkla gerçekleştirmeye girişerek, Yugoslavya’nın bugünkü sınırlarına kadar gerilemesinin yolunu açmıştı. Miloseviç, 1989’da Kosova Meydan Savaşı’nın 600. yıldönümü vesilesiyle yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “Sırbistan bugün yine yeni çatışma ve zaferlerin eşiğindedir”
Bu türden savaş naralarıyla “Büyük Sırbistan”ı yeniden kurmaya yönelen gerici-milliyetçi Miloseviç ve ekibi, sonraki on yıl içerisinde dünyanın gidişatını etkileyecek büyük değişim ve çözülmelerin farkında değildi. Çözülüp parçalanan Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin (Yugoslavya’nın kendisi de dâhil olmak üzere) büyük emperyalist kuvvetler elinde nasıl amansız ve kıran kırana bir rekabet, etkinlik ve hegemonya alanı olacağını hesaplayamıyordu. Zira Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun çöküşü ile birlikte başlayan süreç, dünyanın ve bu arada ekonomik, politik, askeri ve stratejik önemi bakımından önde gelen bir kaç bölgeden biri olan Balkanlar’ın yeniden paylaşılması dönemidir. Dünyanın önemli diğer bölgelerini bir tarafa bırakacak olursak, Doğu Avrupa ve Balkanlardaki yeniden paylaşımdan aslan payını kapan ise Alman emperyalizmidir. Geleneksel-tarihsel yakınlık ve kendine özgü gelişme süreci nedeniyle hâlâ Rusya’nın etkinlik alanı içerisinde kalan Yugoslavya haricinde hemen bütün Doğu Avrupa ülkeleri ile Balkanlar, ekonomik ve ticari bağlantılarıyla Almanya’nın pençesine takılmış bulunuyorlar. Almanya, yüzyıllar boyunca askeri despotizmine ve Hitler’ci faşizme dayanarak gerçekleştirmeye çalıştığı etkinliği, bugün ekonomik ve ticari üstünlük yoluyla büyük ölçüde sağlamış bulunuyor. Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan, Slovenya, Avusturya, büyük ölçüde Romanya ve Bulgaristan ve hatta Ukrayna, Almanya’nın yörüngesine girmiş bulunuyorlar. Sözü edilen ülkelerin ekonomik-ticari bakımdan Alman pençesine takılmış olmaları gerçeği, öteki büyük devletlerin tümüyle devre dışı kaldıkları ve bölgeden süpürülerek iddialarını yitirdikleri anlamına gelmiyor kuşkusuz. Ve çatışmayı şiddetlendiren en önemli sebep de burada yatıyor.
Kosova sorununun iki yönü var: Birincisi, Kosovalı Arnavutların haklı ve meşru istemleridir. Her ne kadar emperyalizmin elinde oyuncak durumuna gelmeye yatkın burjuva-milliyetçi önderlik tarafından yozlaştırılsa bile, özgürlük istemi, her ezilen halkın en doğal hakkıdır.
Bunun hangi biçim altında gerçekleştirileceği ise sorunun önemli ama tali yanıdır. Kosova, on yıllar boyunca Yugoslavya Federasyonu içerisinde diğer cumhuriyetlerle aynı haklara sahip bir cumhuriyet statüsü kazanmak için mücadele yürüttü. Tito ve Titocu yönetimler her seferinde bu talebi bastırmak için, tarihsel gerçekleri tersyüz eden kara propagandaya ve çıplak teröre başvurdular. Kosova’nın cumhuriyet değil, “özerk bölge” statüsüne kavuştuğu 1974–81 yılları arası dönem, nispeten rahat ve az sorunla yaşadığı dönemdir. 1981’de özerklik statüsünün kaldırılmak istenmesi ve kısıtlanması üzerine başlayan gerginlik, 1989’da bu statünün toptan iptal edilmesiyle zirveye ulaştı.
Bu arada Arnavutluk’un Kosova sorununda değişik dönemlerde oynadığı role değinmekte yarar var. Kral Zogo’nun gerici yönetimi döneminde canlı tutulan “Büyük Arnavutluk” hayali, İtalyan faşistlerinin kurtarıcı gibi gösterilmelerine ve öyle algılanmalarına kadar vardırılmıştı. İkinci Dünya Savaşanın bitiminde sınırın her iki yakasında halk cumhuriyetlerinin kurulması, aslında, Kosova sorununun demokratik, özgür ve barışçı bir ortamda çözülebilmesinin imkânını da yaratmış bulunuyordu. Fakat Tito kliği daha savaş içerisinde vermiş olduğu sözleri unutarak, gerici ve erteleyici bir tutum takındı. Ulusal sorunun çözümünde Marksist-Leninist ilkelere sadık kalan Arnavutluk Emek Partisi ise, çözüm konusundaki fikirlerini açık ve net bir şekilde ifade etmekle birlikte, dışarıdan müdahalelerin yolunu açacak sürtüşme ve çatışmalara girmekten hep kaçındı. Arnavutluk, sosyalist kaldığı müddetçe de bu tutuma uygun bir çizgi izledi ve bölgede barış ve istikrarın gerçek unsuru olarak rol oynadı. Ancak, Arnavutluk’ta sosyalizmin yenilmesi ile birlikte işbaşına gelen burjuva-milliyetçi ve gerici klikler, Kosova sorununda da yangına körükle giden bir yaklaşımın sahibi oldular. Bizzat Arnavutluk’un kendi içerisinde “düzen” sağlanması için kendi halkına karşı yabancı emperyalist birlikleri imdada çağırmaktan geri kalmayan gericiler, Kosova’ya böyle bir müdahalenin ise başlıca kışkırtıcıları arasında ön safta yer aldılar. Son olaylarda da aynı tutum (biraz yumuşamış olmakla birlikte) devam etti.
Kosovalıların kendileri ise bugün artık “özerk yönetim” ve “federasyon içinde cumhuriyet” çözümünü kabullenemeyecekleri bir konuma gelmiş bulunuyorlar. Orta vadede bağımsızlık ve uzun vadede ise Arnavutluk’la birleşmek, artık açıktan ifade edilmeye başlanan bir hedef durumuna gelmiştir. İşte bu zemin üzerinde, Kosova sorununun ikinci yönü devreye girmektedir: Emperyalistlerin bölgeye müdahalesi ve Balkanlar’da yürüyen hegemonya savaşı.

KOSOVA’YI KİMLER KARIŞTIRDI?
Kosova’yı karıştıranların bölgesel-yerel güçler olmadığı kesindir. Son on yılda dünyanın neresinde benzer yerel çatışmalar yaşanmışsa; orayı karıştıranların kim ya da kimler olduğunu anlamak için, tarafları sonuçta “barış masası”na oturtanların kimler olduğuna bakmak yeterlidir. Savaş(tır)anlar, sonuçta ya başarı elde ederek ya da savaşı ileri bir tarihe erteleyerek yerel güçleri masaya oturttuklarında, aslında masadakilerin her birinin ya da aynı anda birçoğunun ardında yer alıyorlar.
Avrupa’nın ortasında yirminci yüzyılın sonunda “etnik temizlik” ve “soykırım” savaşı olarak nitelendirilen Bosna Savaşı, dört yıl boyunca yüz binlerce insanın yaşamına, ekonomilerin harap olmasına ve halklar arasında onulmaz düşmanlık yaralarının açılmasına sebep olduktan sonra, birdenbire bıçakla kesilir gibi sona ermişti. Eğer yerel güçler gerçekten kendi kuvvetlerine dayanarak ve haklılığına inandıktan bir savaşın içerisinde olsalar, savaşın o evresinde böyle bir şey mümkün olur muydu? Sadece Bosna örneği bile Balkanlar’da süren çatışmaların, bölge gericiliklerinin boyunu aşan boyutlarının bulunduğunu kanıtlamaya yeterlidir. Buradaki çatışmanın asıl tarafları olan büyük emperyalist devletler, “Dayton Barışı” ile savaşı sonuçlandırmaya değil, o günün koşullarında “dondurmaya” karar vermişler, kendilerine bağlı gericilikleri ise vaat, telkin, o da olmazsa tehdit yoluyla susturmasını bilmişlerdi. Ara verilen çatışma ve savaş bugün Kosova’da, zaten var olan tarihsel anlaşmazlıklar yeniden yavaş yavaş kaşınmak suretiyle tekrar başlama eğilimine girmiş bulunuyor.
Kosova’da ve genel olarak Balkanlarda bugün karşı karşıya duran ve işbirlikçileri yerel genellikler aracılığıyla çatışmakta olan asıl güçler, Almanya, ABD ve Rusya’dır. Bunlara, biraz daha geriden gelen ve birinci gruptakilerin müttefikleri olarak rol oynayan Fransa ve İngiltere’yi de eklemek gerekir. Bu aynı güçler, dört yıl süren Bosna Savaşı’nın da “barışının” da tarafları idiler ve bugün bölgede savaşan yerel güçleri “barıştırmak”la görevli “Batı Temas Grubumun da üyeleridir. Ama “barış”ı sağlamakla kendilerini görevli ilan etmiş olanların her birinin ve özellikle de Almanya, ABD ve Rusya’nın çıkarları çatışmakta, stratejileri karşı karşıya gelmektedir. Kosova’daki son olayları (çözümlenmemiş tarihi ve ulusal sorun zemininden hareketle) kışkırtan ve yeniden kaşıyan güçler, hemen hemen eşzamanlı olarak ve birbirlerinin hamlelerini karşılıklı etkisizleştirmek isteyen Almanya ve ABD’dir. Almanya, Doğu’ya ve Balkanlar’a doğru rahatça yayılması önünde Rusya (ve Yugoslavya’nın bizzat kendisi) hesabına engel teşkil eden Yugoslavya’nın hizaya getirilmesi ve bunun için gerekirse yeniden parçalanması yanlısıdır. ABD ise Bosna Savaşı sırasında kerhen destek verdiği Sırbistan’ı tam gözden çıkarmamakla birlikte, bölgede sorun teşkil eden noktaları kaşıyarak bölge ülkeleri üzerindeki nüfuzunu artırmak, askeri ve diplomatik üstünlüğüne dayanarak Almanya’nın yayılmasını engellemek planı ile hareket etmektedir. Her iki emperyalistin atraksiyon ve girişimlerinin de Rusya aleyhine olduğu ise açıkça ortadadır. Nitekim Rusya’nın, temas grubu toplantılarında açıktan Sırbistan’ı destekleyen bir mihrak olarak ortaya çıkması ve uygulanacak yaptırımları engellemek ya da en azından yumuşatmak doğrultusunda çaba sarf etmesi ve “eğer bir ambargo uygulanacaksa bunun Kosova’yı da içermesi” (ABD ve Almanya’nın, özellikle de Almanya’nın ilişki içerisinde olduğu Arnavutluk mafyası aracılığıyla Kosova’ya silah yığılmasının durdurulması) gibi karşı önerilerde bulunması, bu çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir.
Yugoslavya’da kaşınacak başka sorunlar da bulunduğu halde özellikle Kosova’nın ön plana çıkmasının bilinen tarihsel, dini ve etnik nedenlerinin yanı sıra bir başka noktaya da dikkat çekmekte yarar var. Kosova meselesinde üstünlük kuran güç, hiç tereddütsüz Kosova’yla kan bağları bulunan Arnavutluk ve Arnavut nüfusun yoğun olarak yaşadığı Makedonya’nın bir bölümü üzerinde de etkinlik kuracaktır. Arnavutluk üzerinde ise Almanya ile ABD’nin şiddetli bir kapışma içerisinde oldukları biliniyor.
Büyük emperyalist devletlerin Balkan politikasının sadece bölge hegemonyası ile sınırlı olmadığı, bu stratejik noktadan hareketle dünyanın başka bölgeleri üzerinde de etkinlik kurma ya da mevcut etkinliği pekiştirme amacı güttüğü unutulmamalıdır. Örneğin Alman emperyalizmi, Rusya ile Yugoslavya ve bazı eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde kapışırken; aynı zamanda onu (Rusya’yı), mevcut statükonun üstün gücü olan ABD’ye karşı stratejik işbirliğine ikna etme ya da boyun eğdirme özleminden de vazgeçmemiştir. Nitekim Kosova’da düğümün karmaşıklaşması ve ABD’nin diplomatik-askeri üstünlüğe dayanarak nüfuzunu artırması, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya ve Türkiye’den oluşan “bölgesel barış gücü” hamlesini yaparak mevzi kazanması karşısında; Almanya, arkasına Fransa’yı da alarak Rusya ile birlikte “Moskova Zirvesi”ni tezgâhladı. Geçici bir toplantı olmadığı ve arkasının geleceği açıklanan ABD ve İngiltere karşıtı bu ittifak, ikinci Körfez Savaşı tehdidine karşı da nispeten işlemiş ve ABD’yi caydıran bir rol oynamıştı. Bu, aynı zamanda ABD’nin Balkanlardaki planlarına ve geleneksel olarak Fransa’nın etkinlik alanı olan Afrika’daki güncel girişimlerine karşı verilmiş bir yanıttı.
Şimdi saflar daha da belirginleşiyor. “Uluslararası Topluluk” ya da Birleşmiş Milletler adına hareket ettiklerini iddia eden birkaç büyük emperyalist devlet, birbirleri aleyhine ve esas olarak da proletarya ve halklara karşı nefes kesen, kıran kırana bir çatışmaya girişmiş bulunuyorlar. Bugün hâlâ bu çatışmanın işbirlikçiler ve yerel gericilikler vasıtasıyla yürütülüyor olması (ya da öyle yürütülmek zorunda kalınması) yarın da bu şekilde devam edeceği anlamına gelmez.
Dolayısıyla büyük emperyalist devletlerin Kosova’ya müdahalesinin, ulusal hak ve özgürlük talep eden Kosovalı Arnavutlara herhangi bir yararının dokunacağını zannetmek en hafif deyimle saflık olacaktır. Nitekim hepsinin hep bir ağızdan cumhuriyet ya da bağımsızlık talebine karşı çıkmaları ve sadece, dışarıdan müdahaleyi her dönemde mümkün kılacak ne idüğü belirsiz “diyalog” çağrısında bulunmaları bunun göstergesidir.

TÜRKİYE NEDEN BU KADAR HEVESLİ?
Kosova’da yeniden patlak veren olayların ardından hareketlenen ve üstüne vazife olmadığı ve kimse de bir şey talep etmediği halde arabuluculuk rolüne soyunan bölge ülkelerinin başında Türkiye geliyordu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in Belgrat ve Priştina ziyaretlerinin yanı sıra/Türkiye’nin askeri ve diplomatik çevrelerinde de gözle görülür bir canlanma yaşandı.
Türkiye’nin, etrafını çevreleyen istisnasız bütün komşularıyla ihtilaflı ve anlaşmazlıkları körükleyen, provokasyon ve şantaja dayalı bir dış politika izlediği biliniyor. Sadece Balkanlarda değil, Türkiye’ye komşu önemli çatışma bölgelerinin tümünde izlenen dış politikanın iki ana ekseni var. Bir: Kaile alınan bir bölgesel güç durumuna gelmek, büyük emperyalistler arasındaki dalaşmadan yararlanarak kendini olabilir en yüksek fiyattan pazarlama ve esas olarak da ABD emperyalizminin “Truva atı” olarak Rusya’nın ve Almanya’nın planlarını bozmakta aktif bir rol oynamak. (Bir ABD planı olarak gündeme gelen “Balkan Barış Gücü”nün temel direği ve ilk gönüllüsü olarak Türkiye’nin öne atılması tesadüf değildi. Ayrıca Almanya’nın Türkiye’yi AB sürecinden dışlayan bir tutum takınmasının asıl nedeninin Müslümanlık filan gibi gerekçeler olmadığı biliniyor. Avrupa’nın patronu olarak Almanya, AB içerisinde ikinci bir ‘ABD casusu’na tahammül edemeyecek durumdadır. Bu nedenle de Türkiye’ye ya kendi çıkarlarının yörüngesine girmesi için boyun eğdirmek, ya da dıştalamak doğrultusunda bir yaklaşım içerisindedir.) İki: Dış politikayı ve ona dayanılarak teşvik edilen milliyetçi-şoven duyguları, iç politikadaki terör ve baskının üstünün örtülmesinde en etkili tarzda kullanmak. Burjuvazinin çıkarlarını ve ham emperyalist emelleri ulusun çıkarları olarak lanse ederek, emekçi halkın hoşnutsuzluğunu nötralize etmek ve hatta gerici-faşist politikalara desteğini sağlamaya çalışmak… İşbirlikçi, gerici burjuvazinin izlediği ve Türkiye’yi ikide bir savaşın eşiğine kadar götüren, komşu ülkeler ve halkları nezdinde sevimsiz ve nefret duyguları uyandıran bir ülkeye çeviren politikanın özü, işte budur.
Yunanistan, Suriye, İran, Ermenistan gibi komşu ülkelerle sürekli canlı tutulan gerginlik ve sürtüşmelere ek olarak son aylarda yaşanan üç olay, Türkiye’nin bu gerici, ihtilafçı, ama aynı zamanda da işbirlikçi sus-pusluğa dayanan dış politikasını açığa vuran canlı örneklerdi. Bunlardan birincisi; Türkiye-AB (daha doğrusu Almanya) ilişkileri, ikincisi; Körfez’de yeni bir savaş ihtimalinin belirmesi, diğeri ise; Kosova’da yaşanan gelişmelerdi. Her üç olayda da Türkiye’nin sapmadığı iki şey vardı. Bir: ABD emperyalizminin çıkarlarının bekçiliği ve bunun için gerekirse ülkeyi diğer emperyalist devletlerin saldırı hedefi durumuna getirmekte takınılan cesaretli (!) tutum, İki: Dışarıdaki gelişmeleri içteki gericiliğin dayanağı olarak kullanmak ve bunun için “sarı basın”daki gönüllüler ordusunu seferber ve ihya etmek.
Her ne kadar yerinde ve doğru söylenmiş olsa bile zamanlama ve güdülen hedef bakımından Almanya’yı açıktan tahrik etmeye yönelik “lebensraum” (yaşam alanı) tahlilleri, Irak’a saldın için kraldan fazla kralcı kesilmek, Kosova’ya müdahale ve “Balkan Barış Gücü” için ilk aday olarak sıraya dizilmek vb. gibi tutumlar ve “bu orduya bir uçak gemisi helal olsun” türünden yaygaralar; bu bahsedilen çerçevede belirli bir anlam kazanmaktadır. Yok değilse Türkiye gericiliğini ilgilendiren şey, Kosova’daki Arnavutların bağımsızlık ve özgürlük talepleri değildir. Kelin merhemi olsa, kendi başının çaresine bakardı! İçte ve dışta izlediği politika ile özgürlük, bağımsızlık gibi soylu kavramların düşmanı olduğunu bir değil, bin kez kanıtlayan, Kürt halkının haklı istemlerine “Sırp zulmü”nü hiç de aratmayacak bir vahşilikle saldıran işbirlikçi faşist gericiliğin Kosova halkına taşıyabileceği yararlı en ufak bir değer yoktur.

Haziran 1998

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑