Kötülüğe, olumsuzluğa soyunanlar ve özellikle yeniden (ve yeniden) soyunanlar, soysuz girişimlerini neredeyse her zaman “yenilik” olarak sunmuşlar, her zaman birtakım “değişikliklere ve “yeni dönem” değerlendirmelerine dayandırmışlardır. Sosyal açıdan işçi ve emek düşmanlığına, siyasal açıdan karşı devrime yönelenlerin ya da işçi ve emek düşmanlığıyla karşıdevrimcilikte bir adım daha atanların, hareket noktası, hemen daima, “değişiklikler” ve “yeni dönem” saptamalarıyla “yenilikçilik” edebiyatı olmuştur.
Özal’la Çiller’in, reklamcıları başta olmak üzere kapitalizmin “devrim” sözcüğünü bile bu yolda kullanıp çirkinleştirmeye çalıştıkları biliniyor. Özal’la Çiller’e yenilikçiliği ya da devrimciliği, en çok da eski solcular yakıştırdı. Şimdiyse eski solcular arasında hâlâ bazı sadık Özalistler kalmakla birlikte, Çiller’den hemen hepsi ellerini yıkadılar.
Ertuğrul Özkök “Elveda Başkaldırı” diye kendisini “yenilerken”, çocukluk ettiği saptamaları yanında dünya ve Türkiye’nin pek değişmiş olduğunu ileri sürüyordu.
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da sosyalizmin geçici yenilgisini yaşayıp görenler devrimciliğin ve sosyalizmin sonunun geldiğini sandılar; “Elveda Proletarya” tezlerine imza attılar. O zamana kadar göremedikleri değişiklikler vardı. Eskiden söylenmişleri, örneğin Herbert Marcuse’ün tezlerini tekrarladılar. Proletarya yok olmaktaydı; artık işçi sınıfından ve merkezinde işçi sınıfının olacağı devrim teorilerinden söz edilemezdi. Çünkü bilimsel teknik devrim her şeyi değiştirmiş, ortalığı robotlar sarmış ve kol ile kafa emeği ayırt edilemez olmuştu. Artık menajer ve mühendisleriyle birlikte çalışanlar vardı. Karşıdevrime iltihak etmelerini proletaryanın, dolayısıyla devrimin temelinin berhava olmasıyla açıkladılar. Değişiklikler önemliydi, yeni döneme girilmişti ve yenilenmeleri gerekiyordu!
’68’lerde Avrupalı emperyalistler devrimcilerin düşmanıydı ve “Ortak Pazara Hayır” temel şiarlardan biriydi. Mao “üç dünya teorisi”ni birtakım değişiklik ve yenilikler üzerine kurdu. Dünyanın yeni bir döneme girdiğini ileri sürüyordu. Türkiye’de başta Aydınlıkçılar hemen peşi sıra yürüdüler. Avrupalılar emperyalist olmasına emperyalisttiler; ama pek o kadar da düşman sayılmamaları gerekiyordu. Onlar “ikinci dünya” ülkeleriydiler ve en tehlikeli ve saldırgan emperyalistler olan ABD ile Rusya’nın oluşturduğu “birinci dünya” karşısında işçi sınıfı ve ezilen halkların müttefiki düzeyine yükseltildiler. “Ortak Pazara Hayır” şiarından vazgeçildi. “İki süper güç”ün ortaya çıkması önemli bir değişiklikti ve gereği yapılmış, teori ve pratik yenilenmiş oluyordu.
Türkiye’de Avrupa’ya ilişkin bu değerlendirme, sonradan neredeyse bütün bir aydın ve demokrat çevreyi kapsayarak yayıldı. Bunun özel bir nedeni vardı. 12 Eylül bu çevrede takat bırakmamıştı. Avrupa ise Türkiye ile ilişkilerinde, daha çok Türkiye’nin ABD güdümünde oluşu işine gelmediği için, “insan haklan” ve “demokrasiye dönüş” argümanlarını kullanıyordu. Takatsiz kalanlar, dönenler, en çok da dönmelerinde Avrupa ve demokratlığını manivela olarak kullananlar, Avrupa’nın demokrasi hayranlığını keşfettiler. Avrupa “Türk demokrasisi” için ihtiyaçtı! Özalistler bir yandan bu solcu dönekler diğer yandan Avrupa Birliği’nin Türkiye için sunduğu olanaklara tapınmaya başladılar. Avrupa sorunu, Özal ya da düzenle bu döneklerin barışıp birleşmelerinin de aracı oldu. Artık şiar, “Yaşasın BAB”dı.
12 Eylül’ün öncesinde ise, Avrupalı emperyalistler müttefik ilan edilmekle kalmadı. İlerleyen sürecin “yeni değişiklikler”e neden olduğu keşfedildi. “Üç dünyacılık” ya da Aydınlıkçılık, Amerikan emperyalizminin de pek sanıldığı kadar tehlikeli olmadığını, savaş tehlikesinin kaynağının esas saldırgan olan Rus emperyalizmi olduğunu kararlaştırdı. ABD ile iyi ilişkiler ve işbirliği geliştirilmesi süreci başladı. ABD, Afganistan’da Rusya ile dünya egemenliği peşinde çatışırken iyi yapıyordu, destekliyorlardı. ’68’de gençlerin askerlerini denize döktükleri 6. Filo dost görülmeye Akdeniz ve sıcak denizlerde “Rusya karşısında” sefer halinde olmasından sevinç duyulmaya başlandı. Değişiklikler, Amerikan emperyalistlerini dünya halklarının belalısı olmaktan çıkarmıştı, ABD dünya egemenliği peşinde koşmuyor, koşsa bile iyi ediyordu!
Suudi Kralından Iran Şahına, Şili’den Filipinler’e diktatörlere, nerede Amerikan işbirlikçisi varsa tümüne kucaklar açıldı, hepsi dost sayıldı. Türkiye’ye geleceğiz.
Şimdi tekrar yepyeni bir döneme girilmiş bulunuyor, iddia bu.
Şimdi, yine başta Aydınlıkçılar, geniş bir çevre, bütün dünyasını, tüm yaklaşımlarını yeniden yeniliyor. “Yenilikler” karşısında yeni etkilenenler, biraz tedirginlik biraz sarhoşluk içinde. Aydınlıkçılar ise, sadece taze kan buldular. Dönmüyor, “döneklik” yapmıyorlar. Döneklik yapmanın bile “hazzı”nı tatma şansları hiç olmadı. Daima barikatın karşı tarafında yer almışlardı. Şimdi bu karşı tarafta yer alış pozisyonlarını yenileme fırsatı buldular, ataklaştılar.
Gündelik hayhuy içinde Aydınlıkçılar, bu ülkede hiç 12 Mart ve 12 Eylül’ler yaşanmamış gibi ilericilik-gericilik ve ordu arasında kurdukları bağlantılarla, eskimiş olmakla kalmayıp sonu hep sıkıyönetim cezaevlerinde biten değerlendirmeleriyle yeniden sökün ettiler. Pek cesurlar. Pratiğini yapmakla kalmayıp emperyalistlerle ittifakı teori düzeyine yükseltmiş olmalarına bakmadan, yavuz hırsız misali, söylediklerine kanmayanları mandacılıkla suçluyorlar. Bu ülke hiç işçi ve emekçi hareketi yaşamamış, işçi ve emekçiler ordunun ilericiliği-gericiliğini kendi pratiklerinde sınamamış gibi bol keseden atıyorlar. Yine Marksizm bu topraklara hiç uğramamış ya da emperyalist propaganda merkezlerinin hülyasınca revizyonizmin çöküşü sonrası bitmiş gibi ellerini kollarını serbest hissediyorlar. Peşinden sürüklendikleri “büyük değişiklik” ve “yeni dönem”in kendilerini büyülediği, pervasızlaştırdığı görülüyor.
Bugün keşfedilen önemli değişiklik, orduya ve ordunun tutumuna ilişkindir.
Doğu Perinçek, “Sol Güçbirliği Sol iktidar” adını verdiği program ve siyaset önerilerinde şöyle söylüyor:
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin irticayı baş tehdit kabul etmesi ve ırkçı milliyetçiliği tehdit kapsamı içine alması, dengeleri Cumhuriyet Devrimi güçleri lehine değiştirmiştir. Türkiye böylece yeniden Cumhuriyet Devrimi rotasına girmiştir. Bu atılım, yalnız iç gericilikle değil, dünya sermayesiyle, özellikle ABD emperyalizmiyle çeşitli hesaplaşmalardan geçerek zafere ulaşacaktır.”
Değişiklik orduda. Perinçek, 15 Mart ’98’de bunu çok açık söylüyor: “Ordunun Cumhuriyet Devrimi mevzisine girmesi, Türkiye için büyük şanstır.” Ordudaki değişiklik siyasetteki dengeleri değiştiriyor ve Türkiye değişiyor, Türkiye artık devrim rotasındadır! Ordu devrimcileşiyor, peşi sıra Türkiye devrimcileşiyor!
“Devrim” sözcüğünün Özalvari yeni bir yozlaştırılışı ve çürütülüşüyle karşı karşıyayız.
Ama önce ordudan başlanmalı. Değişiklikler, Aydınlıkçılar’a göre, ordu kaynaklı.
Önce çok bilinen ama Marksizm yozlaştırıcılarının, oportünizm ve revizyonizmin en çok iğdiş etme uğraşında olduğu devlet ve ordu konusunda Marksist öğretiyi özetlemek gerekiyor.
Devlet ve ordu. Ordu tek başına ele alınamaz. O, devletin bir kurumu, devletin olmazsa olmaz temel kurumudur. Devlet, “halka yabancı ve halka karşı örgütlenmiş özel silahlı güçler” olmadıkça devlet olamaz. Bu nedenle devletle birlikte ve onun temel bir kurumu olarak ordu üzerine konuşulabilir.
Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”nde bütün bir tarih öncesinin ve devletsiz komünal örgütlenmenin analizi üzerinden devletin doğuşunu ve niteliğini anlatır:
“Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.
Devlet, eski gentlice örgütlenmeye göre, ilkin, uyruklarının toprağa göre dağılmasıyla belirlenir. …
İkinci olarak, bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir. Köleler de nüfusa dâhil bulunuyorlar; 365.000 köle karşısında, 90.000 Atina yurttaşı, ancak ayrıcalıklı bir sınıf oluşturur. Atina demokrasisinin halk ordusu, boyunduruk altında tuttuğu kölelere karşı, aristokratik bir kamu gücüydü; ama yurttaşlara da söz geçirebilmek için, daha önce anlatmış bulunduğumuz gibi, bir jandarma kuvveti zorunlu oldu. Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerden de, gentlice toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından da bileşir.” (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 9. Baskı, sf. 175–176)
Bu “toplumdan doğan ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan”, jandarma, hapishaneler, mahkemeler ile birlikte, “bizzat silahlı güç olarak örgütlenen halk”tan, “halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi”nden tamamen farklı “silahlı adamlar”dan oluşan “özel kamu gücü”, devlet (ve ordu), sınıfsız toplumda tanınmadığına ve sınıf zıtlıklarının ürünü olduğuna ve karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların çatışmasının tam ortasında ve müdahaleci olarak yer aldığına göre sosyal olarak nedir, kimindir?
Sınıf karşıtlıklarının bu ürünü, sınıflı toplumların bu örgütü, bu özel kamu gücü, silahlı adamlarıyla birlikte, kuşkusuz bir sınıf karakteri taşımak zorundadır. Engels şöyle diyor:
“Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortamında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen duruma gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki, antik devlet, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi; tıpkı feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı ve modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olması gibi.” (Age, sf.177)
Devlet sınıf karakterlidir. Ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın devletidir. Sömürücü sınıfların elinde sömürülen sınıfları boyunduruk altında tutmaya ve ezmeye yarayan bir şiddet aletidir. Devletin özü, zordur, şiddettir.
Marx ve Engels, bu fikri, daha Komünist Manifesto’da işlemişlerdi:
“Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.”
Şimdi, TSK’nın izlediği şu ya da bu politika ve aldığı şu ya da bu tutum ile nasıl olup da bütün “dengeleri değiştirdiği” ve “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktuğu” sorununa geliyoruz.
Eğer söz konusu olan, gerçekten devrimse, her şeyden önce, bir iktidar değişikliğine yol açmalıdır. Bu değişiklik, ancak, hükümet ya da politika değişiklikleriyle sınırlı olmayan köklü bir değişiklik olabilir. Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur.
Peki, Türkiye’de iktidar kimdir? Kimin elindedir iktidar?
Türkiye, kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde, bir modern devlettir. Hâlâ bir dizi feodal kalıntılara sahip olsa da kapitalist bir ülkedir. Tekelci büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle birlikte, ekonomik olarak egemen olan sınıf olduğu kadar siyasal bakımdan da egemendir, devlet iktidarını elinde tutmaktadır.
Türkiye, Cumhuriyet’ten bu yana izlediği gelişme süreciyle, Lenin’in “Fransa’da İç Savaş” adlı eserinden, Marx’tan, Fransa deneyine ilişkin olarak aktardıklarını bir kez daha doğruluyor. Ya da söylenenler Türkiye’ye ilişkin yapılmış gibi görünüyor:
“(Ortaçağda oluşmuş ve 19. asırda daha da gelişmiş…) ‘daimi ordu, polis, bürokrasi, ruhban sınıfı ve hâkimler gibi’ her yerde hazır ve nazır kurumları ile merkezileşmiş devlet gücü… Sermaye ile emeğin arasındaki karşıtlığın gelişmesi ile birlikte ‘devlet gücü gitgide daha fazla ölçüde, emeğin ezilmesi için bir baskı gücü, sınıf hakimiyetinin aracı niteliğini kazanır.'” (Lenin, Marksizm-Devlet Üzerine Devlet ve İhtilal İçin Hazırlık Materyali, sf. 54)
Devlet, egemen sınıf olarak örgütlenmiş tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleridir. En çok bugün emeğin ezilmesi için bir baskı gücü olmuş, bugün bütün ağırlığıyla işçi ve emekçilerin üzerine çöken sınıf hâkimiyetinin aracı niteliğini kazanmıştır. Bunun inkâr edilebilmesi kolay değildir. İnkâra kalkışıldığında, bunu, cop ve dipçiği sırtında ve kafasında en az bir kez denemiş, evinden ya da komşusundan en az bir ölü çıkmış, grev ve gösterilerine saldırılmış, işten atılmış, işletmesi yabancı ve işbirlikçi sermayeye peşkeş çekilmiş, sendikasız ve sigortasız çalıştırılan, çocuklarını okutamaz ve hastane kapılarında sürünür kılınmış işçi ve emekçilere anlatmak ve kabul ettirmek olanaksızdır.
TSK’nın, “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktuğu” iddiasıyla denenen, en başta, budur. Bu iddia karşısında, iki soru ortaya çıkıyor.
Birincisi şudur: Girilen “devrim rotası”, hangi iktidar değişikliğini öngörmekte, hangi iktidara karşı yönelmektedir?
Tekelci burjuvazinin iktidarı mı hedefleniyor?
Aydınlıkçı bunu açıktan ileri süremiyor, ileri sürdüğü “TSK’nın irticayı baş tehdit kabul etmesi ve Irkçı Milliyetçiliği tehdit kapsamı içine alması”dır.
Aydınlıkçı “Sol Güçbirliği Sol iktidar” ve “Cumhuriyet Devrimi’nin Yeni Atılımı için İktidar Seçeneği” adını taktığı konuşmasıyla “Askeri Darbe Yok, Ordu’ya Darbe Var” başlıklı konuşmalarında bir “iktidar” sorunundan söz ediyor. Bu konuşmasının başlıklarından da anlaşılıyor. “İktidar” peşinde. Sorunu, “devrim” ve her devrimin temel sorunu olan “iktidar” sorunu olarak ele alıyor!
Ne tür bir “iktidar”dan söz ettiğini gördükçe, “devrim” sözcüğünü de ne anlamda kullandığı açığa çıkacaktır.
Şöyle konuşuyor:
“İrticaya yaslanmak, yasadışıdır. İrticaya karşı mücadele ise meşrudur ve gereklidir. Ve irticaya karşı mücadele, elbette bir iktidar mücadelesidir. Tarikatlar, iktidar mevzilerinden ve toplumdan temizlenecektir.”
Önce Aydınlıkçının bugünkü bütün gerici pozisyonu ve tutumunu üzerinden inşa etmeyi marifet saydığı şu irtica demagojisi aradan çıkarılmalıdır.
İrtica, şeriatçılık ya da siyasal İslam, aynı Ortodoksçuluk, Katolikçilik (papacılık) ya da Yahudicilik gibi, tehlikeli ve karşı-devrimci bir teori ve pratiktir. Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de, din, siyasallaştırılarak, sömürülen ve ezilen emekçi yığınların maddi ve manevi olarak boyunduruk altında tutulabilmesini kolaylaştırmak üzere kapitalizm ve devlet tarafından beslenip önü açılmış, işçi ve emekçilerin ve devrimin başına bela edilmiştir.
Bütün laisizm iddialarına rağmen, Türkiye’de devlet, kesinlikle laik değildir. Sadece Diyanet aracılığıyla dine müdahale edip kendine bağlamakla kalmamış; zorunlu din dersleriyle, ilahiyat fakülteleriyle, binlerce imam-hatip okulu ve bunların orta-eğitime eşitlenmesiyle, dini menkıbeler ve hurafelerle doldurulmuş ders kitaplarıyla bütün bir eğitimi dinselleştirmiş, eğitim ve içişleri bakanlıkları polis başta olmak üzere bütün devlet daireleri tarikat üyeleri ve imam-hatip mezunlarıyla şişirilmiş; bütün bunlar ve ülkenin Kuran kurslarıyla doldurulması, en büyük hız ve yaygınlıkla 12 Mart ve 12 Eylül günlerinde gerçekleştirilmiş, bununla sınıf mücadelesinin önü kesilmek istenmiştir.
Şimdi irtica üzerinden puan toplamaya çalışan Evren gibi, en büyükleri başta olmak üzere, generaller, Aydınlıkçının başında olduğu da dahil olmak üzere “solcu”-sağcı bütün düzen partileri, medya, üniversite rektörleri, siyasal İslam’ın beslenip geliştirilmesinde üzerlerine düşen desteği vermişlerdir.
Aydınlıkçı şimdi irticanın geliştirilmesinin baş müsebbiplerinin irticaya karşı olduğuna inanılmasını istemektedir!
İrtica destekçilerinin şimdi neden irtica eleştirmeni kesildiklerinin Amerikan “savunma konseptleri”ndeki değişmeyle ilgili açıklamasını, dergimizin konuya ilişkin yazısında bulacaksınız. Bu nedenle burada, tekrarlamayacağız.
Ancak irtica sorunuyla ilgili şu söylenmelidir ki, sorun, Aydınlıkçının göstermek istediği gibi, irticaya karşı olup olmama sorunu değildir. Devletin laikleştirilmesi, din ve devlet işlerinin ayrılması, dinin siyasetten koparılarak kişinin özel sorununa dönüştürülmesi, devrimin amaçlarındandır. Çünkü Türkiye’deki durumu da açıklamak üzere, sermayenin, dini işçi ve emekçilere karşı kendi hizmetine koşması ve devletin diğer ideolojik alanları olduğu kadar dini de kucaklayarak sömürülen yığınları boyunduruk altında tutmaya yönelmesi konjonktürel ve gelgeç bir sorun değildir. Bugün irtica eleştirisi yapan ve “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi’nin rotasına sokan” devletin temel kurumu olan ordunun Genelkurmayının, yarın yine irticayı kullanmak üzere hiçbir şekilde gözden çıkarmayacağı bilinmelidir.
Faşist MHP’nin 12 Eylül’le birlikte, hatta “başbuğu” içinde olmak üzere çok sayıda kadrosuyla hapse tıkılarak geriye çekilmesi ama devlet kademelerindeki gücünü korumaya devam etmesi, az sonra ise neredeyse bütün MHP’lilerin özel tim ve polis yapılması yeterince öğreticidir. Gerçi Aydınlıkçının dediğine inanılacak olursa, “TSK ırkçı milliyetçiliği de tehdit kapsamı içine almıştır”. Oral Çelik hâlâ çıktığı mahkemelerde sırıtıp durur ve Yalçın Özbey’e ait, MİT’in aldığı ifade kasetleri silinirken, birbirlerini kurt başlı işaretle selamlayan Korkut Eken, İbrahim Şahin, Ali Yasak ve Sami Hoştan gibiler “tehdit kapsamı”na rağmen serbestçe dolaşır, Veli Küçük’ün adının bile anılması yasaklanırken, Aydınlıkçı inandırıcı olmaya çalıştıkça, kargaları güldürmektedir.
MHP yöneticilerinden Agâh Oktay Güner’in “fikrimiz iktidar biz hapisteyiz” dediği Türkeş’in içerden çıktıktan sonra bütün haşmetiyle devletin hizmetine koştuğu ve hiç de tırpanlanmamış gücü yerinde olduğu gibi, Erbakan ya da başkasıyla, vakti geldiğine karar verildiğinde siyasal İslam’ın da devlet hizmetinde elinden geleni yapacağından kuşku yoktur.
Kesin olan bir şey varsa, o da, sermaye ve devletinin, kuşkusuz siyasal amaçlarla ve siyasallaşmasını teşvik ederek, dini kullanmaktan vazgeçmeyeceğidir.
Şeriatçı gericiler ve faşistlerle olduğu kadar tek tek kapitalistlerle “kolektif kapitalist” ya da “burjuvazinin bütününün ortak işlerini yürüten bir komitesi” olan burjuva devletin sürtüşmesinin iki nedeni olabilir. Biri, tek tek kapitalistlerin ya da burjuva akım ve örgütlerin özel çıkar ve kaygılarıyla, burjuvazinin bütününün, kapitalist düzenin genel çıkarlarının çelişmesidir. Bu durumda, genel çıkarlar tercih edilecek ve çizmeyi aşanlar şu ya da bu yolla cezalandırılacaktır. Devletin gereği budur. Diğeri, aslında yine bu nedene bağlanan ikincil bir nedendir; Türkeş gibi bazıları halkın gözünde iyice teşhir olup, teşhir olmuş pozisyonları itibarıyla yine burjuvazinin bütüncül çıkarlarına zarar verir duruma geldiklerinde, tekille bütün arasında yine bir sürtüşme ortaya çıkacaktır. Bu, yine bir harcanma nedenidir.
Sonuç, tekil olanın bir tür hizaya girmesidir. Şimdi TSK’nın tutumlarında görünen amaç budur.
Hatta Hitler-Himler sürtüşmesinde yaşandığı gibi, sürtüşmelerin çok daha tahammül edilemez olduğu koşullarda “hizaya sokma”nın bile ötesine geçilip, burjuvazinin kendi içindeki hesaplaşmalarda fiziki tasfiyeler de görülmüştür. Ancak bu, SA’ların başındaki Himler’i faşist olmaktan çıkarmadığı gibi, Hitler Almanyası’nın faşizme olan ihtiyacını reddettiği anlamına gelmemiştir.
Siyasal İslam’a yönelik tutumların da siyasal İslam’ı devletin temel bir direği olmaktan çıkaracağı yoktur.
Burjuva devletin siyasal İslam’ı kucaklamaktan başka bir yolu bulunmamaktadır ve olan biten devlet içi ya da burjuvazinin iç çatışmalarından ibarettir. Lenin’in emperyalist devlet üzerine söyledikleri onun dümen suyundan giden işbirlikçi tekelci burjuvazinin devleti açısından da geçerlidir:
“Bilim, partiler, kilise ve işveren birlikleri devlet avadanlığının içine çekilirler. Bu şekilde, sayısız fonksiyonları ve hem manevi (halkı aldatmanın çeşitli yöntemleri: din, basın, okul vs.) hem de maddi (polis, ordu) anlamda devasa bir güce sahip, yöneten burjuvazinin en güçlü örgütü olarak, tek bir, her şeyi kucaklayan örgüt, bir modern emperyalist talan devleti oluşturmuş olur. Bu güç, finans-kapital toplumunun derinliklerine kadar nüfuz eder ve zamanımıza kendisine özgü damgasını basar.” (Age, sf.133)
Burjuva gericiliğin ve kuşkusuz ardındaki emperyalizmin işçi ve emekçi hareketi karşısında her türden gericiliğe, yığınları aldatmaya ve ezmeye hizmet eden maddi ve manevi her türden alete şiddetle ihtiyacı vardır. Hele emperyalist ve işbirlikçi tekelci burjuvazi açısından Türkiye’nin bulunduğu bölgenin konumu, ülkenin içinde bulunduğu hiç de iç açıcı olmayan durum ve devletin yeniden yapılandırılması ihtiyacı, işçi ve emekçi hareketinin taşıdığı gelişme potansiyeli ve sosyalizmin ölmediğini en iyi burjuvazinin bilmesi, burjuvazinin bütüncül ve genel çıkarları açısından bu aletlerden herhangi birine yönelik dışlayıcılığı olanaksızlaştırmaktadır.
Zaten siyasal İslam’ın, bir iki küçük radikal grubu dışında tutumu, “irtica karşıtı” önlemleri sineye çeker ve uzlaşıcı “Allah devlete millete zeval vermesin” tutumudur.
Herhangi bir türden sürtüşme çıkarmayacak, çizmeyi aşmaya teşebbüs etmeyecek, burjuvazinin bütüncül ve genel çıkarlarını zedelemeyecek bir irtica ya da siyasal Ìslam, burjuvazi ve onun ortak komitesince istenir şeydir. Problem yaratan, kimi zaman tabanı gözeten mesaj ve tutumlar kimi zaman devlette tutulan yerin burjuvazinin bütüncül çıkarlarını yansıtmayan tarzda genişletme talebi olmuştur. Bunlar, özellikle iç ve dış koşullar açısından gecikmelere yer olmayan sermayenin pek sıkışık döneminde ortaya çıktığında özellikle tahammül edilmez olmaktadır. Örneğin İsrail’le stratejik işbirliği antlaşmasının büyük patron ABD tarafından dayatılması karşısında tabana mesaj amaçlı ancak gecikmelere yol açan pürüz çıkarmalar; burjuvazinin ABD direktifli devletin yeniden yapılandırılması yönelimi karşısında devlet kademelerindeki ve en çok polis teşkilatındaki siyasal İslamcıların kadro vb. hesabı yapmasıyla sürtüşmeler, “irtica sorunu’nun gündeme gelmesinin nedenidir.
Bir diğer önemli neden ise, devletin yeniden yapılandırılması ve MAI, MIGA gibi anlaşmalarla özelleştirmenin, esnek çalışmanın, sendikasızlaştırmanın, çalışma yasalarının dümdüz edilmesinin, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesinin, mezarda emekliliğin vb. dayatılmasıyla ülkenin bütünüyle açık pazar haline getirilmesi saldırısının üstünün örtülmesi ve “laik-şeriatçı” saflaşmasıyla bu saldırının hedefi olan emekçi kitlelerin bölünmesi ve kolay yönetilmesi kaygısıdır.
Dinle beslenen ve onu besleyip kucaklayan burjuva devlet, dinle her ilişki biçiminde, onu sömürülen kitleleri aldatıp boyunduruk altında tutmak için kullanmaktadır. Emekçileri yatıştırmak için onu hizmetinde kullanırken de görünüşte ona “savaş” açtığında da.
Şimdi irtica öncelikli tehdit ilan edilip “laik-şeriatçı” saflaşması dayatıldığında, örneğin özelleştirme saldırganlığı karşısında birleşmekte olan işçi ve emekçileri bölüp dağıtmaya hizmet etmek üzere, kendisi siyasal bir işlev yüklediği dini kullanmaktadır. Şimdi devrimci işçi, hem dayatılan “laik-şeriatçı” bölücülüğünden sınıf kardeşlerini kurtarmak için hem de türban ya da cemaatinin bir başka işaretini siyasal simge olarak yüceltip buradan güç toplamaya ve inananları siyasal İslam etrafında militanlaştırmaya çalışan şeriatçılar karşısında sınıf kardeşlerini bu etkiden uzak tutmak için mücadele vermektedir. Çünkü sonuçta, işçi ve emekçiler türban vb. savunmasıyla siyasal İslam’ın peşine de takılsa generallerin peşinde sahte laikçilik bayrağının ardında da toplansa, her iki durumda burjuvazinin yedeği olmakta, her şeyden önce bölünmektedir.
Özelleştirmeye, esnek çalışmaya, ülkenin bağımsızlığını yok eden MAI ve MIGA gibi anlaşmalara ve diğer emperyalist dayatmalara, devletin yeniden yapılandırılmasına karşı, bu doğrudan kendisinin olan talepler etrafında birleşerek burjuvazinin karşısına çıkacak işçi ve emekçilerin yükselteceği bağımsız hareket burjuva devletin en çok tahammül edemeyeceği şeydir. Ve iktidar değişikliğiyle devrim isteyenin üzerinde titremesi zorunlu olan da budur: Kendi talepleri etrafında birleşen işçi ve emekçilerin kapitalizmi hedefleyen eylemi. Bu birlik ve birleşik eylem, yakın hedef olarak bağımsızlık ve demokrasinin elde edilmesine yönelerek “Cumhuriyet Devrimi”ni gerçekleştirecek güç ve kaldıraçtır.
TSK’nın “Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına sokması” tam bir palavrayken, bu güç, ülkenin devrimci geleceğidir ve “irtica karşıtlığı” türünden sahte hedeflerle bölünüp parçalanmak istenen tam da bu güçtür.
Ve Aydınlıkçı “irticaya yaslanmak yasa-dışıdır” buyuruyor. Hiç de yasadışı değildir. Burjuvazi en az 50 yıldır irticaya yaslanmaktadır. Burjuva devlet dini gericiliği kucaklamış ve Kanlı Pazar’da, Maraş’ta ve daha birçok yerde, çok kez maddi güç de olarak, ama her zaman manevi boyunduruk altında tutucu güç olarak işçi ve emekçi hareketi ve devrim karşısında kullanmıştır. Aydınlıkçının kendisinin, Abdurrahman Dilipak, Ahmet Tan ve benzerleriyle düzenlediği panel vb. etkinliklerde onların “demokratlık”larını cilalayarak demokrasi gösterileri yaptığı hatırlardadır.
Yasa, fiilen geçerli olan ve uygulanandır. Şimdi Aczmendi’nin saçını sakalını keserek ya da üniversitede yasakçılığı ve tek-tipleşmeyi dayatıp kılık-kıyafetle uğraşarak, yine din, ama bu kez sözde irtica karşıtlığı üzerinden politika yaparak tövbe edildiği mi farz edilecektir? İşte Işık sermayesi, İhlâs, Al Baraka, Faisal Finans, Asya Finans ve işte Aydınlıkçının üzerinde çok durduğu Fethullah sermayesi ve Samanyolu, işte Kombassan ve diğerleri. Sorun, gücün yetip yetmemesi de değildir. Sorun, hedefe alınmamasıdır. Fadime ve Kalkancı ile Müslüm Gündüz dizileriyle halka bölünme dayatılmış, özelleştirmenin ve emperyalizmin diğer dayatmalarının önü açılmıştır.
Üstelik amaç devrimse, ne yasası? Devrim burjuva yasalarıyla ve bu yasalar çerçevesinde mi olacaktır? Devrim en yasa tanımaz ve en yasadışı eylem değil midir?
Buradan Aydınlıkçının “Cumhuriyet Devrimi”nin ne tür bir “devrim” olduğunun önemli bir ipucunu çıkarmak mümkündür.
İktidar sorununa geliyoruz.
“İrticaya karşı mücadele, elbette bir iktidar mücadelesidir. Tarikatlar, iktidar mevzilerinden ve toplumdan temizlenecektir. ” buyruluyor.
Devrim gibi, onun temel sorunu olan iktidar sorunu da en çok muğlâklaştırılıp çarpıtılan sorunların başında gelir. Ve devrim, en çok iktidar sorununun çarpıtılması üzerinden çarpıtılır.
Kimdir iktidar ve iktidar mücadelesi, kimi hedefler?
İktidarın kendisi, iktidar mücadelesi ve değişikliği, her şeyden önce, sınıflara ve sınıf mücadelesine özgüdürler ve sınıf ilişkileri ve mücadelesi çerçevesinde tanımlanıp anlam bulabilirler. İktidar, egemen sınıf olarak örgütlenmiş bir sınıf ya da sınıflar demektir. Kapitalist toplumda, şu ya da bu burjuva akımın ya da politik grubun değil, kapitalist sınıfın iktidarından söz etmek gerektir. Ve iktidar, devlet iktidarıdır. Ekonomide egemen olan sınıfın, istisnai ve geçici durumlar dışta bırakılarak, siyasal açıdan da egemenliği olağan durumdur.
Politik gruplar, egemen sınıf adına, onlara beğendirmek üzere hazırladıkları program ve politikaları uygulamak üzere hükümete talip ve sonra hükümet olabilirler. Hükümet, Türkiye’de görevini hemen daima MGK ve Genelkurmay üstlenmekle birlikte, devletin “yürütme komitesi”dir, ama kendisi değildir. İktidar ve hükümetin sık yapılan bu karıştırılması, devrim sorununu muğlâklaştırmak ve “kolay devrim” hayalini yaygınlaştırmak amaçlıdır.
Kısacası, iktidar sorunundan söz edildiğinde, gerekli olan sınıfsal açıdan konuşmaktır. Hükümet üzerine konuşulacak olduğunda, politik grup ve partilerden söz edilebilir.
Aydınlıkçıda bu kargaşa bilinçlidir, irtica sorunu iktidar sorunudur, demektedir. Ve irtica karşıtlığıyla yatıp irtica karşıtlığıyla kalkmaktadır. Ama irticayı da kucaklayarak egemen olan, işbirlikçi tekelci sermayedir. Ve iktidar sorunundan söz edildiğinde, başlıca irtica üzerinden değil, onu da kapsamak üzere, iktidarı elinde tutan tekelci burjuvazinin devrilmesi ve tekelci kapitalizmin, krizleri, dayanakları, ona karşı güçler, bu güçlerin birleştirilmesiyle tasfiyesi üzerinden hesap yapmak, programlar ve stratejiler geliştirmek zorunludur. Aydınlıkçı tam tersini yapmakta, irtica karşıtlığı üzerinden “Cumhuriyet Devrimi” programlan geliştirmekte; iktidarı iktidar, iktidar değişikliğini iktidar değişikliği ve devrimi devrim olmaktan çıkarmaktadır, iktidar değişikliği ve devrimle ilgilendiği yoktur. Hayatı boyunca her zaman yaptığı gibi, ordunun peşinde tehlikeli bir oyun oynamakta, onun ardında işçi ve emekçileri ve genel olarak solu bölmeye ve tekelci burjuvazinin yedeği haline getirmeye katkıda bulunmaktadır.
İrtica sorununun iktidar sorunu olması, onun ancak gerçek bir iktidar değişikliğiyle, sınıf egemenliği sistemi olan devlet iktidarında bir altüst oluşla çözülecek bir sorun olduğu anlamında doğrudur. Ama bu, Aydınlıkçının temel tezi olan “irticayı baş tehdit kabul eden TSK’nın Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktuğu” düşüncesini çürütür. Başlıca bir militarist-bürokratik aygıt olan devletin, Türkiye’yi devrim rotasına sokması olanaksız olduğu gibi, ancak bu aygıta karşı mücadelenin yükselişi, devrim rotasını tutturabilir.
Dolayısıyla irtica sorununun bir iktidar sorunu olduğu doğrusundan çıkacak sonuç, irticaya karşı mücadeleyi devlet iktidarında değişikliği öngören bir mücadele olarak anlamak, egemen sınıf olarak örgütlenmiş tekelci burjuvazi ve iktidarında değişiklik hedeflenmeden irtica sorununun da çözülemeyeceğini bilmektir. Ve bir de kuşkusuz uluslararası sermaye ve emperyalizm sorunu vardır ki, işbirlikçi tekelci sermaye ve devletin ardındaki başlıca güç ve efendidir.
Ve Aydınlıkçı kaçın kur’asıdır! Önlemini almaya çalışmaktadır:
“Bu atılım (Cumhuriyet Devrimi atılımı! -Ö.D.), yalnız iç gericilikle değil, dünya sermayesiyle, özellikle ABD emperyalizmiyle çeşitli hesaplaşmalardan geçerek zafere ulaşacaktır.”
Öncelikle Aydınlıkçı “iktidar” mücadelesinin irticayı hedeflemekle sınırlı olduğunu, TSK’nın tehdit olarak ilan ettiği irtica ve ırkçı milliyetçiliğin “iç gericilik” ilan edilmesiyle bir kez daha görüyoruz. Aydınlıkçı kaş yapayım derken göz çıkarmıştır. Hemen TSK’nın irtica ve ırkçı milliyetçiliği tehdit ilan ederek Türkiye’yi devrim rotasına soktuğu pek bilimsel saptamasının ardından yapılan bu ikinci “yalnız iç gericilikle” hesaplaşmanın yetmeyeceği saptaması, Aydınlıkçı “devrim”in sınırlanma tehlikesine karşı bir uyarı mahiyetindedir!
Ancak bu arada, el çabukluğuyla, düzene ve devlete asıl niteliğini veren ve egemen olan işbirlikçi tekelci sermaye “iç gericilik” dışında bırakılmakta ve bu gericilik irtica ve ırkçı milliyetçilerle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin iki akımı ve fraksiyonuyla sınırlanmaktadır. İç gericiliğin, politik grup ve akımlarla sınırlanıp tanımlanamayacağı, onun başlıca işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük, toprak sahiplerinden oluştuğu kesindir. Bu el çabukluğu, Aydınlıkçı “Cumhuriyet Devrimi”nin bir devrim olmadığını, işbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi, arasındaki sürtüşmelere ve devlet kademelerindeki hesaplaşmaya bağlı olarak dalgalanma ve oynamalara, sonuçta bu burjuvazinin halkı boyunduruk altında tutma oyununa indirgendiğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Aydınlıkçı, bu oyunun figüranlarındandır.
Dünya sermayesi ve özellikle ABD emperyalizmine karşı mücadele ile ordu ve Aydınlık ilişkisi üzerinde dergimizin bir diğer yazısında duruldu. Tekrarlamayacağız. Özet olarak söylenecek şey, ne ordunun ne de Aydınlıkçının emperyalizm karşıtı olmadıklarıdır. Ordu Kurtuluş Savaşı yıllarında zayıf bir antiemperyalist yönelimle yeniden kurulurken bu özelliğinden söz edilebilirdi. Süreç içinde bu özelliğini kaybetti. Aydınlıkçı ise, hiçbir zaman antiemperyalist olmadı. Her koşulda dayanacağı güçlü bir emperyalist mihrakı hep aradı ve buldu. Bugün de böyledir. Ordu, bugün özelleştirmeden personel “reformu”na, İsrail’le stratejik antlaşmadan ordunun yeniden yapılandırılmasına kadar her dayatmasında emperyalizmle birliktedir ve ülke içindeki en güvenilir dayanağı durumundadır. Aydınlıkçının övdüğü her MGK kararı, örneğin, özelleştirmenin hızlandırılması zorlamasını kapsamaktadır.
İktidar ve ordu ilişkisinden devam edelim.
Aydınlıkçı, gerekçeleriyle, kendi iktidar projesini açıklıyor:
“Mesut Yılmaz’dan Çiller, Erbakan ve Muhsin Yazıcıoğlu’na kadar sağ güçler, orduyu yıpratmak, içine nifak sokmak ve etkisiz hale getirmek için, ABD güdümlü bir kampanya başlatmış ve irticayı savunma cephesi kurmuşlardır. Cumhuriyet Devrimi’ne karşı mevzilenen bu güçlerin Ordu’yu hedef alan bir noktaya gelmesi, iktidarlarını sürdüremeyeceklerinin çok önemli bir göstergesidir. Sağın ordusu yoktur. Türkiye’nin önündeki süreçte, yalnız Cumhuriyet Devrimi rotasındaki seçeneklerin iktidar olma şansı vardır.”
Aydınlıkçı teşbih yaparak konuşuyor gibi! Ama bu bile, konu ordu ve iktidar gibi önemli sorunlar olduğunda, muğlâklık ve kargaşa yaratıcıdır. Kaldı ki, önceki söyledikleri ve eleştirilerinden teşbih yapmadığı anlaşılmaktadır.
Ordu, sağın ya da solun değildir. Devletin temel kurumudur. Ekonomi ve siyasete egemen olan işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda işlevlidir. Bir kez sınıf bakış açısıyla analiz yapmak ve tutum almaktan vazgeçildiğinde, bundan da öte, toplumun asıl olarak sınıflara bölünmüş olduğu unutulup değerlendirmeler yapılmaya başlandığında, sonu yoktur. Ama Aydınlıkçılık, tam da bu sonsuzluk ve hareket noktası olarak, sınıf zıtlıkları ve bu zıtlıkların devrimin üzerinde geliştiği zemini sağladığı gerçeğinin karartılması ve dün Rusya bugün irtica tehdidi, dün şu hükümetin bugün bu hükümetin eleştirisi üzerinden, dün dışarıda Avrupa ya da ABD ve içeride CHP bugün başkası, ama mutlaka ve genellikle en çok gözettiği ordunun yedeğinde düzenin sınırlarını aşmayan politika yapmak demektir. Bunun adını, “solculuk” ve “devrimcilik” takmaktır. Devrimi muğlâklaştırıp karartmakla kalmayıp, ordunun ardında devletin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunmaya soyunan devrimi önleyici tarz “devrimcilik”! Aydınlıkçılık, budur.
Bugün sağın ya da düzen savunuculuğundan başka bir işi olmayan sözde solun bir hükümet çekişmesi içinde olduğu görülüyor. Ve bu çekişmede ordunun başındaki generaller de önemli rol oynuyorlar. Çekişme, kuşkusuz küçümsenecek türden değildir. Ama devrimle ve iktidar sorunuyla da bağlantılı değildir, işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarı çekişen taraflardan birinin tehdidi altında bulunmuyor. Taraflardan birinin peşinde duran Aydınlıkçıların da sözlü tehdidi altında bile değildir!
Yine bugün ordunun işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politikalar izleyen düzen solcularını kucaklayacak bir eğilim içinde olduğu söylenebilir. Ama zaten sosyal demokrasi olarak düzen solu, partilerin işlevsiz kılındığı 12 Eylül dönemi dışta tutulursa, Milliyetçi Cephe Hükümetleri, Özalcı olanlar ve Refah-yol dışında her hükümette büyük ya da küçük ortak olarak yer almış, sermaye tarafından devleti eliyle de kucaklanmıştır. Şimdi, Çiller, Erbakan ve Yılmaz denemelerinden sonra, Cumhuriyet tarihinde sermaye açısından ekonomik durumun en çok kritikleştiği ve en kapsamlı sermaye saldırıları ve muhtemelen o boyutta işçi ve emekçi karşı koyuşlarının gündemde olduğu koşullarda, taze kan katkısıyla da devletin yeniden yapılandırılması zorunlu olmaktadır.
Bu yeniden yapılandırma, “ilerici” ve “devrimci” yakıştırmalarla Aydınlıkçının övdüğü türden bir irticaya ve ırkçı milliyetçiliğe karşı yapılandırma olmaktan uzaktır. Tersine onları gerekli kılmaktadır ve devlet kademelerindeki kadroları ve izlenen politikalardaki büyük katkılarıyla, çizmeyi aşmadıkça, gerekli görüldükleri, kendilerine dayanıldığı ve kullanıldıkları kolaylıkla izlenebiliyor. Nuh Mete Yüksel mi Aydınlıkçı ya da solcu kadrodur, Kutlu Aktaş ya da Necati Bilican mı? Yoksa Veli Küçük mü?
Bu merkezin, kuruluş gerekçesinde de belirtildiği gibi, yaygın grev ve gösteriler, iş bırakmalar vb. türünden sermaye saldırılarına karşı işçi ve emekçi karşı koyuşlarını hedef aldığıdır.
Bir diğer önlem, İller Yasası’dır. Süper vali yetkileriyle donatılan valiler sendika, dernek vb. kapatmadan gösteri, grev vb. yasaklamaya ve her türden bastırma önlemini alabileceklerdir. Bu, irticayı değil işçi ve emekçi hareketini hedefliyor olsa gerektir.
Personel “reformu” bir diğer önlemdir. Devletin küçültülmesi, yani sermayenin işine gelmeyen binlerce memurun işten çıkarılması bir yana, terfi ve tayinler gibi işten çıkarmalar da müfettişler ve sicil amirlerinin yetkisine bırakılmaktadır. Buna yönelik 8 yasa değişikliği tasarısı, “irticaya karşı yasa” demagojisiyle ve Aydınlıkçının “Türkiye’yi devrim rotasına soktuğunu” söylediği TSK’nın kontrolünde olan MGK’nın direktifiyle Bakanlar Kurulu tarafından Meclis’e getirilmiştir. Memurlara sendika yasasının ne tür bir yasa olarak yine MGK direktifiyle çıkarılmak istendiği hatırlanacaktır.
Geriye kof bir “irticanın öncelikli hedef” alındığı propagandası kalmaktadır ki, bu da, işçi ve emekçileri daha kolay yönetebilmek ve tekelci burjuvazinin saldırıları karşısında kendi talepleri etrafında birleşmesini önlemek üzere dayatılan “şeriatçı-laik” saflaşmasına kurban ederek bölmek amaçlıdır.
Ve Aydınlıkçı, “orduyla halk burada beraber” demektedir. Kendisinin beraber olduğu ve bunun iflah olmaz huyu olduğu ortadadır. Ama Aydınlıkçının halkı temsil edebileceği iddiası bir yana ordunun ardından yürüyen, onun hükümet yaptığı partiler bile halkı temsil edememektedir. Halk nezdinde itibarları olağanüstü düşüktür.
Anketler, ordunun itibarının yüksek olduğunu gösteriyor. Bu durum, çıkışsızlık ve kendiliğinden bilinçle, partilere ve parlamentoya yoğun bir güvensizlik duyan halkın hâlâ kendisi dışında “kurtarıcı” arayışının küçümsenemez olduğunu kanıtlamaktadır. Bu arada devrim güçlerini biriktirmektedir. Kendiliğinden bilinci aşarak sosyalistleşen ve kendi dışında kurtarıcı aramaktan vazgeçen işçi sayısı küçümsenmeyecek ölçüdedir. Somut taleplerinden kalkarak sermaye saldırganlığı ve düzen karşısında “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” şiarı etrafında sınıf kardeşlerini ve geniş emekçi yığınları birleştirme ve harekete geçirme uğraşındadırlar. Ve Türkiye’nin tek şansını oluşturuyorlar.
Aydınlıkçıyı sevindiren ordunun itibarının yüksek oluşu, hele görece geri kapitalist toplumlarda, devrim eşikleri dışında, genel kuraldır. Türkiye’de bu, düzen partilerinin ve parlamentonun iflasa doğru koşması ve yığınların bunların etkisinden hızla kopmasının yanında, “ordu-millet” geleneksel inanışıyla güçlendirildiği kadar, Kürt milliyetçiliği karşısındaki şovenizm ve son dönemlerde sağlanan kimi askeri başarıların propagandası üzerinden de güçlendirilmektedir.
Ezilen yığınların düzen partileri ve parlamentodan kopmakta ve yoğunlaşan sermaye saldırganlığı karşısında birleşme eğilimi içinde olmaları, öte yanda ordunun yüksek itibarı, Türkiye’nin, ordu merkezli gericilikle partileşmekte olan işçi ve emekçilerin karşı karşıya kalacağı bir hesaplaşmaya doğru sürüklendiğini ortaya koymaktadır.
Peki, Aydınlıkçının “halkla ordunun beraberliği” iddiasına ne demeli?
Halkın boyunduruk altında tutulmasının temel aracı nasıl bu düzeye yükselebilir?
Bunun teorik ve pratik olarak iki yolu vardır. Biri, din, milliyet ve diğer önyargılarla birlikte medya, okul, partiler vb. kullanılarak halkın aldatılması yoludur. Çeşitli dönemlerde, aldatma yoluyla, halk, şu veya bu düzen partisinin peşine takılarak oy deposu haline getirildiği gibi, ordunun peşine takılır. Bunu, özellikle Türkiye’de elverişli kılan etkenlere yukarıda değindik.
Ve diğeri, devrim dönemlerinde ordunun parçalanmasına ve dönüşmesine bağlı olarak halkla ordu beraberliği sağlanabilir. Burjuvazinin kendi çıkarlarına bütün halkın çıkarlarıymış gibi kabul ettirebildiği, yani yine aldatmanın gerçekleştiği burjuva devrimi günlerinde bile, örneğin 1848 Şubatı Fransası’nda, “halkla ordu beraberliği”, ordunun asli işlevi olan boyunduruk altında tutma çerçevesinde ortaya çıkar. Bu tür günlerde halkla burjuvazi arasında oluşan çıkar ortaklığına rağmen, bu çıkar ortaklığı burjuva çıkarlar temelinde şekillendiği ve burjuvazi, devrimci olduğu günlerde bile, kendi çıkarlarını halka ve topluma dayattığı, bu çıkarları bütün halkın çıkarları olarak göstermeyi ve halkı peşine takmayı başardığı için, “beraberlik”, yine aldatılmaya dayalıdır. Aldatmanın devrimci sonuçları olması, onu, aldatma olmaktan çıkarmaz. Ve sonuç, çoğunluğun, yani halkın çıkarları üzerinden gerçekleşen ve çoğunluğun azınlık üzerinde, işçi sınıfı ve emekçilerin burjuvazi üzerinde egemenliğine götüren proletarya devrimine kadar her devrimin, bu aldatmaya da dayalı olarak, bürokratik-militarist aygıtı yetkinleştirmesi olmuştur.
Marx, Fransa deneyinden yola çıkarak, “18. Brumaire”de, devlet teorisini, üzerinde durulan konuyu kapsamak üzere geliştirdi:
“Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi. … Birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileştirilmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napoléon, bu devlet mekanizmasının yetkinleştirilmesi işini tamamladı. Meşruti monarşi ile Temmuz monarşisi, buna, ancak, işbölümü burjuva toplumu içinde yeni çıkar grupları yarattığı ve dolayısıyla da devlet yönetimi için, yeni bir malzeme doğurduğu ölçüde, gitgide artan daha büyük bir işbölümü eklediler. Bir köprüden, bir okul binasından ve en küçük bir köyün köy mülkiyetinden demiryollarına, ulusal zenginliklere ve üniversitelere kadar her ortak çıkar derhal toplumdan ayrıldı, üstün çıkar, genel çıkar olmak sıfatıyla, topluma karşı tutuldu, toplum üyelerinin inisiyatifinden çıkarıldı ve hükümet eyleminin konusu haline getirildi. Sonunda, parlamenter cumhuriyet, kendini, devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezileşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler, bu makinayı kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar.” (Sol Yay. 2. baskı, sf. 135–136)
Devrim, işçi sınıfı ile burjuvazinin karşı karşıya geldiği kapitalist toplum koşullarında, artık, sömürücü sınıflardan birinden diğerinin eline geçen ve her el değiştirişinde yetkinleştirilen, halkı boyunduruk altında tutmaya yarayan devlet aygıtının, militarist ve bürokratik mekanizmanın kırılıp parçalanması olmaksızın olamaz. Marx’ın daha Gotha Programı tartışmaları döneminde dediği gibi, bu devrim, proletarya devrimi ya da onun özgül bir biçimi olabilir; devlet makinesinin kırılması, yalnızca sosyalist devrime özgü değildir, proletarya iktidarının özgül bir biçimi olan demokratik halk iktidarı da, ancak bu kırma işi aracılığıyla gerçekleşebilir. Geriye kalan bütün devrimler, en çok da burjuva devrimler, devlet aygıtını sağlamlaştırıp yetkinleştirmişlerdir. Bunu Türkiye’de Kemalist devrimle yaşadık ve süreç bu makinenin, askeri ve bürokratik aygıtın sürekli yetkinleştirilmesi olarak ilerledi. Buna, Türkiye’de ya da başka bir yerde olanak sağlayan temeli ise, burjuvazinin kendi özel çıkarlarını, halka, genel çıkarlar olarak kabul ettirebilmesi sundu.
Üstelik Türkiye’deki bugünkü durumun siyasal ya da aynı anlama gelmek üzere burjuva bir devrimle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Marx’tan son aktarılan pasajdan amaçlanan, en uç noktada, burjuva devrimleri durumunda bile, “halk-ordu beraberliği”nin, ancak, halkı boyunduruk altında tutmaya yarayan devlet aygıtının yetkinleştirilmesi sonucunu verdiğini ve ancak bu sonucu verebileceğini göstermektir. Marksist, bu nedenle proletarya devrimi ve iktidarından yanadır.
Türkiye’deki duruma gelince, gösterildiği gibi, ne “Cumhuriyet Devrimi”nin bir devrimle ne irticaya karşı mücadelenin bir iktidar mücadelesiyle, ne de ordunun bu iktidar mücadelesinde ilerici bir rol oynamasıyla ilgisi yoktur.
Aydınlıkçı tarafından gerçekleşmekte olduğu saptanan ve bu öngörüye uygun olarak “Altı ok”tan oluşan bir programa oturtulmaya çalışılan “Cumhuriyet Devrimi”nin en azından bir burjuva devrimi olabilmesi için, “rotaya sokucusu” ordu olduğuna göre, bu ordunun devrimci bir ordu olması zorunludur. Öyle midir? Yıllar boyu süren bunca zorbalığın temel kurumu devrimci midir?
Aydınlıkçı ile benzer değerlendirmeleri yaparak MGK’ya destek sunan, hareket noktası, aynı Aydınlıkçınınki gibi, şeriatçılık sorunu olan, Yalçın Küçük de, aynı noktaya geliyor ve Aydınlıkçı gibi bir çırpıda, bütün gelişmeyi, “yürütmesi”ni Çevik Bir, eski Dışişleri Müsteşarı Onur Öymen ve eski MİT Müsteşarı Sönmez Köksal”ın oluşturduğu bir “Yeni Cumhuriyet Partisi”ne bağlıyor. Kısa bir sürede Kemalizm yergisinden övgüsüne geçen Y. Küçük, onun 30 yıllık boşluğunun dolmasının olumlu olacağını, bu 30 yıl boyunca gericiliğin hep “solcular” ve Kürtlere saldırdığını söylüyor. Ancak ilericilik atfettiği bir cuntanın savunulmasıyla da yetinmiyor; kurum olarak ordu ve MGK’nın, tabii ki “şeriat tehlikesi” karşısında, olumlanıp savunulmasına dair gerici “orijinal tezler” ileri sürüyor:
“… Ben çağdaş bir anayasada ve bizim kuracağımız düzende de, ‘yüksek planlama kurulu’ veya ‘milli güvenlik kurulu’ türünden mekanizmalara karşı değilim, bana göre çağdaş bir kamu yönetiminde yerleri var. İki: Ancak ben bu kurulların içinden hoşnut değilim; generallerin emekçi halkımızın çıkarlarından uzak düştüklerini, tekeller ile Washington’un ideolojisini benimsediklerini ileri sürüyorum, bizim bakışımıza yakın subayları arıyorum. Üç: Orduyu ciddiye almayanların hiçbirisini ciddiye almıyorum ve öğrenci politikacısı sayıyorum… Dört: Türkiye Ordusu’nda her zaman ve en zor şartlarda bile emekçi halkını düşünen genç subaylar olmuştur… MGK’nın, Türkiye soluna ve Kürt halkına cephe almayan 28 Şubat tarihli kararından rahatsızlık duymuyorum… Ülkemizin demokrat olmadığını bildiğim için, MGK kararlarını ayrıca demokrasiye karşı bir darbe olarak görmüyorum…” (Sicil, sf. 107–108)
Belki bu orijinal tezler ve sahibinin benzeri orijinallikleri üzerine ayrı bir yazı gerekecektir. Ancak, aktardıklarımızdan, hazretin kendi bakış açısına uygun subay arayışında olduğunu ve halkın egemenliği üzerinde hiçbir egemenlik organına yer olmaması gereken demokratik halk iktidarında bile ya da Küçük, demokrat olmadığını söylediğine göre sosyalizmde bile MGK türü süngülü siyaset yaparak siyaset dikte eden, halktan kopuk ve onun üzerinde, kuşkusuz ona karşı kurumlara çağdaşlık adına yer ayırdığını, ordu üzerine hesap yapılmamasını çocukluk saydığını, tamamen devletin yeniden yapılandırılmasına yönelik halka saldırı olan 28 Şubat kararlarını “sol”a ve Kürtlere karşı değerlendirmediğini görebiliyoruz.
Küçük, bugünkü Türkiye’deki durumu, 12 Mart öncesine, Doğan Avcıoğlu’nun ideologluğunu yaptığı 9 Mart cuntası hareketliliğine benzetmektedir. Çevik Bir de, herhalde “sol cuntacı” Celil Gürkan’a denk düşüyor olmalıdır.
Küçük, politik durumu ve onun ekonomik temellerini, emperyalizmin ülkeyi açık pazar kılmaya yönelik saldırganlığını ve bunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere girişilen devletin yeniden yapılandırılmasını ve bütün bu süreçte örneğin Çevik Bir’in yüklendiği işlevi hiç anlamadığı ya da çarpıtmaya ihtiyaç duyduğu gibi devlet teorisine de saldırıya girişmektedir. Küçük’ün Aydınlıkçıdan tek farkı, onun kadar cesur davranmadan aynı Aydınlıkçı’nın yaptığını yapmasıdır.
Aydınlıkçı kurum olarak “rota ayarlaması” yaptığını söylediği orduyu (Ç. Bir bile “balans ayarı”ndan söz ediyor) açık sözlülükle devrimcileştirmekte, temel sorunu olan iktidar sorunu başta olmak üzere devrimi, onun kırmak zorunda olduğu militarist-bürokratik aygıtı, devleti teoride de anlamsızlaştırarak tam bir karşıdevrimci rol oynamaktadır. Temel işlevi işçi ve emekçi saflarıyla genel olarak solu bölüp dağıtmak, parçalamaktır. O bir Marksist’in yapması gerektiği gibi bürokratik-militarist makineyi kırmaya yönelmiyor, tam tersine bu makinenin boyunduruk altında tuttuklarını kırmaya, ezilmelerini kolaylaştırmaya soyunuyor.
Aydınlıkçı ile aynı temel yaklaşıma sahip olan, aynı tutumu alan ve bunu kendi orijinal üslubuyla yapan Küçük de onun bütün bu çabasını olumlamakta ve övmekte sakınca görmüyor. Küfür ettiği Aydınlıkçının saygıdeğer hale geldiği düşüncesindedir Küçük ve onu Türkiye Solu ile barıştıracağını açıklıyor. Bütün bu yakınlaşmada, Aydınlıkçının “Ordu Türkiye’yi Cumhuriyet Devrimi rotasına soktu” şeklinde yaptığı saptamayı Küçük’ün şu değişik sözcüklerle, ama ortak saptama olarak yapmasının tayin edici olduğu kesindir:
“… uzun yıllardır bir MGK bildirisinde Türkiye Solu ile Kürtlerimize küfür edilmediğini görüyorum, bundan memnunluk duyuyorum..* Ankara’da iktidar noktalarının, otuz yıldır ilk kez, fenere doğru bir dönüşe geçmeleri sevindiricidir ve bunu görmemek ise körlük anlamına geliyor.” (Agy, sf. 68)
Teorinin ötesinde pratik politika açısından bakıldığında, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist Devrim koşullarında, kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları gibi gösterip Urfa, Antep, Maraş’ta, Ege’de vb. Karayılan’ıyla, efeleriyle, Çerkeş Ethem’iyle halkın kazanımlarının üzerine oturan burjuvazinin peşine takılmak ve Kemalizm yüceltisi yapmak, eleştirilmesi gerekli ama anlaşılabilir bir şeydir. Ulusal burjuvazi ve Kemalizm, zayıf da olsa antiemperyalist bir tutum içinde olmuştur. Bu koşullarda aldanmanın bir açıklaması yapılabilir.
Aynı şekilde gençlik ve halk hareketi üzerinde yükselen küçük rütbeli subayların oluşturduğu darbeci gruplara dayanan CHP ve Kurtuluş Savaşı’nın generali İnönü ile bağlantılı 27 Mayıs koşullarında, yine reformcu burjuvazinin peşine takılmak ve Kemalizm yüceltisi yapmak, eleştirilmesi gerekse de anlaşılır bir şeydir.
27 Mayıs’ın bir devamı gibi sayılabilecek, o tarihte oluşan ordu içindeki cuntaların ciddi ölçüde etkilediği ve yine hiyerarşik yapının dışında darbeci gruplaşmalara dayanan cuntacılığın etkisinde kalmak, burjuvazinin bu yoldan peşine takılmak ve Kemalizm yüceltisi yapmak, yine de anlaşılabilir şeydir.
Türkiye’de Marksizm, bu tür yanlışların ve karşısında savunulan parlamentoculuk türünden yanlışların ve tümünün ortak temelini oluşturan teorik birikimin eleştirisi üzerinden gelişmiştir.
Ama 12 Mart bir kez gerçekleştikten ve ne olduğu ortaya çıktıktan sonra, gerici Erim Hükümeti ve Özal’ın “prensleri” benzeri bir “Beyin Takımı” propagandasıyla hükümete sokulan Dünya Bankası’nın vb. adamlarından oluşan “11’leri” savunmak, artık pratik olarak gericiliği savunmak olmuştur ve Aydınlıkçı, 12 Mart öncesi cuntacılığının yanında, bunu da yapmıştır.
12 Mart deneyinden sonra ve hele içinde hiyerarşi dışı cunta örgütlenmeleri de olmadığı koşullarda, 12 Eylül’e gelirken, şimdiki “irtica tehdidi” benzeri “Sovyet tehdidi” gerekçesiyle kurum olarak orduyu savunmak, onun Rus sınırına yerleştirilmesi vb. üzerine hesaplamalar ve öneriler yapmak, artık cuntacılığın da ötesinde gericiliktir ve Aydınlıkçı bunu yapmıştır. Askeri darbe olacağını gören Aydınlıkçı, Sıkıyönetim Mahkemeleri ve hapishanelerinde kendisini savunabilmek üzere önceden önlemini almış olmalıdır. Ve sonradan mahkemelerde, ihbarcılığı yanında ne denli ordu savunucusu olduğuna dair dilekçeler verirken, bu önlemi işine yaramıştır!
Ve hele şimdi 12 Mart ve 12 Eylül deneylerinden sonra, bugünkü ekonomik ve siyasal yeniden yapılandırmanın asıl sürükleyicisi ve pratik olarak generalleriyle ülkenin asıl yöneticiliğini yapmakta olan ordunun bir kurum olarak yüceltisini yapmak, “irtica tehdidi” gibi hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, ordu üzerinden “devrim” hesaplan çiziktirmek, tam bir karşı-devrimciliktir. Ve Aydınlıkçı bunu yapmaktadır.
İşçi ve emekçiler kendi yollarından yürüyorlar. Tek kurtuluşları, parti olarak örgütlenmelerini geliştirip yığınsallaştırarak iktidarlarını kurmaktır.
Bütün bir gericilik, kendi içinde “irtica” vb. tartışmalarıyla bölünmüş halde de olsa, değişik ara yollardan aynı anayola çıkan kendi yolunda yürüyor. Bu yürüyüşçülere Aydınlıkçılar da dâhildir. Devlet, bütününü kucaklamıştır ve bütününden yararlanarak işçi ve emekçilere vurduğu boyunduruğu güçlendirmeye uğraşmaktadır.
Ve asıl mücadele, bu iki güç arasında gelişmektedir. Devrim, bu mücadelenin ezilenler açısından başarıyla gelişmesinin sonucu olacaktır.
Haziran 1998