1970’li yılların ortalarından itibaren “yeni” bir “bilim dalı”; insan doğasını biyoloji ile açıklamaya çalışan, genlerde kodlanmış değişmez bir insan doğası bulunduğunu öne süren, sosyo-biyoloji adında bir “bilim dalı” ortaya çıkmaya başladı. E. O. Wilson, 1975 yılında, kaynaklar hariç 697 sayfalık, ansiklopedi boyutlarındaki “Sociobiology, The New Synthesis” (Sosyo-biyoloji, Yeni Sentezler) adlı üniversite ders kitabını yayınlayarak sosyo-biyoloji adında “yeni” bir “bilim dalı” önerdi. Egemen sınıf tekelci burjuvazi, aradığını bulmuştu. Sosyo-biyolojiye dört elle sarıldı. Kısa zamanda, Prof. Wilson’a ödül üzerine ödül verilmeye başlandı. Wilson, ABD’den Japonya’ya, Avustralya’dan İsveç’e kadar dünyanın dört bir yanında ve Japon imparatoru Akhioto’dan İngiliz kraliçesi II. Elizabeth’in kocası Prens Philip’e kadar emperyalist burjuvazinin has adamlarından ödül üzerine ödül aldı, iki kitabına Politzer Kitap Ödülü verildi. (1) E. Wilson’ın ardından Richard Dawkins’ler, Zhang Boshu’lar, W. D. Hamilton’lar, K. Lorenz’ler, R. Ardrey’ler, L. Tiger’lar, K. Fox’lar, D. Morris’ler, R. Trivers’ler ve R. Alexander’lar piyasaya çıktı ve kitap üzerine kitap yayınlayıp sosyal Darwinizmin eski bayat tezlerini moleküler genetik kılıfıyla ve yeni adla yeniden piyasaya sürmeye başladılar. “Yeni” “bilim dalı” sosyo-biyoloji egemen sınıfın teşviki ile kısa zamanda yaygınlaştı, üniversitelerde müfredatlara konuldu. Kürsüler oluşturuldu, mastır ve doktora programları hazırlandı. Çok geçmeden, kendilerine sosyo-biyolog denilen bir takım kişiler ortalıkta boy gösterip dolaşmaya başladılar. Böylece sosyo-biyoloji adıyla sözde “yeni” bir “dal” oluştu.
Söz konusu sosyo-biyoloji, insan doğasını, insan davranış ve kişilik yapısını, bütün psişik ve sosyal örgütlenmesini oluşturan tüm özelliklerini; toplumu bireylerin meydana getirdiğinden yola çıkarak bütün bir toplumu biyolojik etkenlerle -bugün genler “moda” olduğundan genlerle-, açıklamaya çalışıyor. Sosyoloji ile biyolojiyi birleştirmeye, sosyal olayları biyoloji ile açıklamaya çaba gösteriyor. Hemen her şeye biyolojik bir kılıf bulunuyor. O kadar ileri gidiliyor ki, örneğin, Mary Maxwell’in editörlüğünü yaptığı ve New York Eyalet Üniversitesi yayınları arasında çıkan, “The Sociobiological Imagination” (Sosyo-biyolojik İmgelem/Tasavvur) adlı kitapta yeltenildiği gibi, aralarında ekonomi, tarih, hukuk, politik bilim, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, psikiyatri, linguistik, etik, estetik, epistemoloji, din ve dinin sosyo-ekolojisi, yönetim teorisi ve hatta Marksist düşüncenin de olduğu 18 ayrı dal ve kategori biyoloji, kalıtım, genler, doğal seleksiyon-biyolojik evrim ve sonuç olarak sosyo-biyoloji ile açıklanmaya çalışılıyor. (2)
Ortaya çıktığı günden bu yana sosyo-biyoloji, egemen sınıfın sömürü ve egemenliğinin kalıcılığını kanıtlamaya, bunu meşrulaştırmaya çalışıyor, politikalarına kılıflar arıyor.
Sosyo-biyologlara göre, örneğin, kölelik, işçilik, kral ya da kraliçelik ya da yöneticilik, emir buyuranlarla buyrulanlar, yani sınıf farkları doğada da vardır. Böcek örnekleri veriyorlar; kraliçe karıncalardan, ana ya da kraliçe arılardan, köle ya da işçi karınca ve arılardan söz ediyorlar. Kraliçelik, işçilik ve kölelik toplum halinde yaşayan hayvanlarda da vardır diyorlar. Bunu da, sınıf farklarının biyolojik olduğunun ve genlerle belirlendiğinin kanıtı olarak gösteriyorlar. Oysa dikkatli bakıldığında, kraliçe arı ya da karıncaların işçi arı ya da karıncalardan biyolojik olarak, anatomik ve morfolojik olarak çok ama çok farklı oldukları, karınca ya da arı toplulukları içinde türün devamını doğrudan etkileyen çok önemli görevler üstlendikleri görülecektir. Kraliçe arı ya da karıncanın, II. Elizabeth gibi oturup, gününü moda dergilerini izleme, protokollerde burnu havada, uzanan elleri sıkma, İngiliz Avam Kamarasının her yılki açılış törenlerinde eline verilen kâğıdı okumadan çok daha önemli iş ve görevleri vardır. İşçi arı ya da karıncalar ise, anatomik, morfolojik ve sonuç olarak biyolojik-genetik yapılan yüzünden, nasıl karıncalar ördek, arılar da leylek olamazsa işçi arılar da kraliçe an olamazlar. Bu hayvanlara, “kraliçe”, “köle” ya da “İşçi” gibi isim ve sıfatlar yakıştırılması da zaten “modern biyoloji”nin ideolojisinin sonucudur ve insanları kraliçeliğe, köleliğe, işçiliğe alıştırmanın, mevcut hiyerarşik yapı ve sınıfsal konumu kabullenmelerini istemenin ince bir yolundan başka bir şey değildir.
Aynı yoldan, insan doğasında saldırganlık ve yok etme içgüdüsü bulunduğunu öne sürüp, bunun genetik yapıya bağlı olduğunu iddia ediyorlar. Örneğin, Han Brunner’in, Amerikan akademik bilim dergisi “Science”da 1993’te yayınlanan makalesinde ortaya attığı gibi, Monoamino Oksidaz (MAOA) enzimi ile taşınan bir genin saldırganlık ve suç işlemeye neden olduğu (3) ve bu genleri de daha çok siyah ve azınlıkların, işçi ve öteki emekçilerin taşıdığı; ya da testosteron hormonunun buna yol açtığını söylüyorlar. Ve elbette hemen ardından, daha fazla testosteron salgılandığı için siyahların daha saldırgan olduklarını tezlerine eklemeden edemiyorlar. (4) Testosteron hormonu esas olarak erkek cinsel fonksiyonlarından; erkek cinsel organlarının gelişimi, kıllanma, ses kalınlaşması ve erkek cinsine özgü kas yapısı gibi görevlerle sorumludur. Testosteronun asıl işi bu görevleri yerine getirmek iken, söz konusu hormon erkek cinselliğinin sadece yüzde 3’ünü belirlemektedir. Esas işinden bile yalnızca yüzde 3 oranında sorumlu olan bir hormonu bütün saldırganlık, şiddet ve işlenen suçlardan sorumlu tutmak kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal etmektir. Bilimle ise hiçbir ilgisi yoktur.
Tarih boyunca, birçok idealist filozof ve din adamı, içinde yaşanılan toplumsal sistemi mutlak, değişmez ve hatta daha da ileri gidip kutsal ilan ederek sömürülen kitleleri, yoksulları “bahtsızlıklarına”, “kötü kaderlerine” boyun eğmeye; bu dünyadan vazgeçerek’ “öteki manevi dünya”ya hazırlanmaya çağırmışlardır.
Bugün de aynı şeyi egemen burjuva sistemi kutsamayı görev edinmiş sosyo-biyologlar yapıyorlar. Bilimci kisvesine bürünüp, üniversite ve laboratuarların tepelerine tünemiş günümüzün beyaz önlüklü karanlık papazları, bu tezleriyle, biyolojik bilimler ve genetik araştırmalardaki gelişmeleri; ele geçirilen yepyeni bulguları, mistisizmin, değişmezliğin ve mutlaklığın gölgesinde gericileştiriyor ve insanlığın geleceği ve yaşamını kolaylaştırması açısından taşıdıkları bütün bilimsel değerlerini yok ederek, egemen burjuva sınıfının sınıf çıkarlarının savunulması ve kutsanmasının aleti durumuna dönüştürüyorlar.
Bu yazımızda, adları büyük ama çapları küçük bu şarlatan profesörlerin yukarıda sıraladığımız iddialarını ele alıp tek tek cevap verme niyetinde değiliz. Böyle bir şeyin, zaten gereği de yok. Bu yüzden, sosyo-biyoloji adı verilen şarlatanlığı ve yöntemlerini genel hatlarıyla irdelemekle yetineceğiz.
SÖZDE “YENİ” “BİLİM DALI” SOSYO-BİYOLOJİ
İngiltere, Oxford Üniversitesi profesörlerinden Richard Dawkins “The Selfish Gene” (Bencil Gen) adlı kitabında insanın sadece “canlı bir robot”, bir “makina” olduğunu öne sürüyor. Sosyo-biyolojinin önde gelen kurucularından Dawkins, “Bizler, genler olarak bilinen bencil moleküllere hizmet etmek için körü körüne programlanmış robotlardan ibaret canlı makineleriz” diyor. (5) “River out of Eden” (Cennetten Çıkan Irmak) adlı kitabında ise yine aynı Dawkins, daha da ileri giderek insanın sadece bir dijital makine, bilgisayar ve bilgisayar baytlarından (Bayt: (bite, byte) bilgisayar ve iletişim teknolojisinde bilgi depolama ünitesi ve ölçü birimi) ibaret olduğunu iddia ediyor. Dawkins aynen şunları söylüyor: “Yaşam sadece baytlar, baytlar ve dijital bilgi baytlarıdır.” (6)
Bir diğer profesör, ABD, Harvard Üniversitesinden Edward Osborne Wilson ise, insan sadece, “kusursuz bir aygıtın parçası”, “gen taşıtı”dır diyor. “Bu nedenle,” diye iddia ediyor Prof. Wilson “Sociobiology” (Sosyo-biyoloji) adlı dev ders kitabının daha ilk sayfasında, “S. Butler’in ‘tavuk yalnızca, yumurtanın bir başka yumurtayı yapış yoludur’ sözünü modernleştirebilir ve organizma yalnızca DNA’nın daha fazla DNA’yı yapış yoludur diyebiliriz. (7)
Wilson yalnızca bunları söylemekle kalmıyor. Aynı kitabında, iddialarını sürdürüyor: “En ayırt edici insan özellikleri kabileler arası savaş ve soykırımla meydana gelen sosyal evrim devresinde ortaya çıktı.” (8) diyor. Wilson ve öteki şarlatan sosyo-biyologlara göre, saldırganlık, şiddet, savaş, tecavüz, erkek egemenliği, sadakat, dolandırıcılık, utangaçlık, naz ya da cilve yapış, kültür, özel mülkiyet, kapitalist girişkenlik, yatırımcılık, vb. gibi maddi toplumsal yaşama, bu yaşamın üretimi ve yeniden üretimine ait bütün kategoriler evrimin doğal seleksiyon yasasınca oluşmuş ve hayvanlardan insanlara geçmiştir. Bütün bu özellikler genetiğe ve genlere bağlıdır ve bu yüzden de kalıtsal ve değişmezdirler. Wilson o kadar ileri gidiyor ki, karşıt sınıfların ortaya çıkışını, toplumların sınıflara ayrılmasını, ezen ve ezilen sınıf olma durumunu belirleyen genlerin bulunduğunu bile iddia edebiliyor. Wilson bu sözde genlere bir isim bile bulmuş: “Dahlberg genleri. ” (9)
Wilson’a kalırsa, sınıf yapısı biyolojik yolla, hayvanlardan günümüz toplumlarına aktarılmıştır. “İnsan toplumlarının üyeleri bazen böcekler gibi çok yakından işbirliği yaparlar ama daha sık olarak da kendi rollerine ayrılmış sınırlı kaynaklar için rekabet ederler. En iyi ve en girişimci rolün aktörleri genellikle ödüllerin eşitsiz bir parçasını elde ederlerken, en az başarılı olanlar, diğer en az istenen konumlara gelirler.” (10) Sınıf yapısı gibi, “özel mülk sahipliği” de (ve elbette ki kapitalizm de) “biyolojiktir”; evrim yasaları gereğince insan öncesi sürü topluluklarından günümüz toplumlarına genetik yolla taşınmıştır. Özel mülk sahipliği insanın doğasında vardır. “Yaşadığı bölgeye sahip olmanın (teritoryalizm) biyolojik formülü kolaylıkla modern mülkiyet sahipliğinin kurallarına dönüşmüştür.” (11) Para da, kar elde etme de, hatta din de biyolojinin belirledikleri arasındadır. Para, “karşılıklı özgeciliğin niceliği” (12) iken, “dini etkinliğin en yüksek formu, biyolojik avantajın bahşettiği bir şey olarak görünmektedir.” (13) Kar elde etme eğilimi ve kapitalist rekabet de biyolojinin yasaları gereğince insanlara geçirilmiştir.
Çin Sosyal Bilimler Akademisinden Zhang Boshu ise, “Eğer bu biyolojik dil, ekonomi ve felsefeye uygulanacak olursa, insan fiziki ihtiyaçlarına bağlı emek tarafından belirlendiği söylenen amaçlı doğal etkinliğin bilfiil, evrimin ve doğal tarihimizin ürünleri olan biyolojik içgüdünün bir anlatımı olduğunu söylemek doğru olacaktır. ” (14) diyor.
Çinli Zhang Boshu’ya göre, “Ekonomik davranışı, özellikle pazar ekonomisindeki rekabet ve işbirliğini, sosyo-biyolojik ilkelerin terimleriyle açıklamak olanaklıdır.”. “Üreticiler için kar elde etme eğilimi, sosyal Darwinci ‘en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması’ yasası ile bağlantılı olarak kendini pazar koşullarında bulur. ” (15)
Yine, Amerikalı profesörümüz Wilson’a göre, seksist (cinsiyetçi) davranışlar ve erkek egemen politikalar da biyolojiktir. Çünkü “erkeklerin kadınlar üzerinde egemen olduğu saldırgan egemen sistemler insanların genel özellikleri arasındadır.” Erkek egemenliği ilkel insandan günümüze kalıtsal yollarla aktarılmıştır. “Avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler avlanır ve kadınlar evde kalırlardı. Bu kuvvetli eğilim tarım ve endüstri toplumlarının çoğunda sürmektedir ve bu sebeple genetik bir başlangıca sahip olduğu görülmektedir.” (16)
Sözde “yeni” “bilim dalı” sosyo-biyolojinin kurucusu Wilson her şeyi biyolojiye, genlere bağlıyor. Ona göre, kölelerin hayvan değil de insan gibi davranmalarının nedeni köleliğin genetik yolla kendilerine taşınmış olmasıdır.
Wilson şöyle diyor: “Büyük baskı altındaki kölelerin, köle karıncalar, gibonlar (bir maymun türü), mandriller (iri ve yırtıcı bir maymun türü) ve öteki herhangi bir tür yerine insan gibi davranmakta ısrar etmelerinin nedenlerinden biri, inanıyorum ki, en azından kabataslak olarak, ileriye doğru planlanabilen tarihin yörüngesidir. ” (17) Ona göre kölelik toplumsal bir kategori değil, biyolojik kategoridir. Çünkü kölelik ve işçilik, kral ya da kraliçelik karınca ve arı gibi hayvan topluluklarında da bulunmaktadır.
Bu alıntılar listesi sayfalarca uzayıp gidebilir. Başta Profesör Wilson olmak üzere, bu yeni sosyal Darwinci, ya da ultra-Darwinciler son 25 yılda ortaya attıkları sözde “yeni” “bilim dalı” sosyo-biyolojide her şeyi, maddi toplumsal yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde ortaya çıkmış bütün kategorileri, insan davranışlarını yalnızca biyoloji ve doğal seleksiyonla “açıklıyorlar”.
Darwin’in ortaya attığı evrim kuramının “doğal seleksiyon” (doğal ayıklanma, en fazla uyum sağlayabilenin hayatta kalması, uyum sağlayamayanların evrim zincirinden silinmesi) ve “varolma savaşı” (güçlünün güçsüzü yok ederek hayatta kalması) gibi tezlerinden yola çıkılarak teorileştirilen, kaynağını kaba materyalist doğacı insan doğası ideolojisinden alan ve “modern biyoloji”nin tüm teorik malzemelerini kullanan insan doğasının “sosyo-biyolojik teorisi” birbirini izleyen üç aşamada inşa ediliyor: İlk önce, her dönem ve her toplumda, bütün insanlar için ortak olduğu öne sürülen özelliklerin tanımlanması yapılıyor. Daha sonra, bu özelliklerin evrensel olarak genlerimizde kodlandığı, bu nedenle de kalıcı ve değişmez oldukları öne sürülüyor. Ve en sonunda da, hayvan dünyası gözlenerek, insan genlerinde kodlanmış olduğu iddia edilen bu değişmez özelliklerin, doğal seleksiyon yoluyla evrim tarafından, oluştuğu ve kaçınılmaz olarak, toplumu oluşturan tek tek bireylerin günümüzdeki davranışlarına yol açtığı iddia ediliyor.
Sosyo-biyologların iddiaları ve söylemeye çalıştıkları aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: Yüz binlerce yıl öncesinde, daha ilkel, hatta insansı dönemlerinde, insanlar, saldırgan, yabancılardan korkan ve bu yüzden de onlara düşman, erkek egemen, aktif ya da pasif, girişimci ya da pısırık, birilerini kandırıp “kafaya alabilen” ya da çabuk inandırılıp “kafalanabilen”, vb. olarak çeşitlenmişlerdir. Bu özellikler derecelerine göre genetik yolla genlerde kodlanmıştır. Süreç içinde ve evrim yoluyla, doğal seleksiyon gereğince en saldırgan ya da en erkek egemen olanlar daha çok döl bırakmış ve bu yüzden de bu güne kadar gelebilmiş, günümüzde egemen olabilmişlerdir. Bugünkü özelliklerimiz ta o günlerden kalmadır. Çünkü daha saldırgan olanlar, saldırgan olmayanlara saldırıp ortadan yok etmişlerdir. Daha girişimci olanlar toplumsal ürünlere el koymuş, büyük çoğunluk zaten “kafalanabilir” olduğundan, onları kandırarak egemenliklerini kurmuş ve bunu sürekli kılmışlardır. Böylece sınıflar ortaya çıkmış ve iktidardaki sınıflar her şeyin sahibi olmuşlardır. İnsan doğasında saldırganlık, soykırım, katliam, yabancı korkusu ve düşmanlığı, rekabet, birbirine düşmanlık olduğundan bugünkü savaşlar, katliamlar, soykırımlar doğaldır ve bunlar “vahşi” insan doğasının bir sonucudur. Biyolojik ve kalıtsal olduklarından mutlak ve değişmezdirler.
Onlara göre, toplumların birbirlerinden farklı olmaları aslında sadece bireylerinin genlerinin farklı olmalarındandır. Kimi birey, toplum ya da sınıfların zayıf, kimilerinin güçlü; kimilerinin zengin kimilerinin de yoksul olmaları ve bir ulusun, cinsin, ırk ve sınıfın diğerini baskı altına alması ve ezmesinin nedeni, tek tek bireylerin, zayıf ya da güçlü, zengin ya da yoksul olmalarını, ezen ya da ezilen konumda bulunmalarını belirleyen genler taşıyor olmalarıdır. Yani sadece genlerinin birbirlerinden farklılıklar göstermesidir.
Sosyo-biyolojik teoriye göre, sorun biyolojik olarak genlerde olduğundan bu durum değiştirilemez. İnsanın toplumsal evrimi nispeten kısa sürede gerçekleşmesine rağmen, biyolojik evrimi çok daha uzun süreler aldığından ve kromozomlardaki genlerle taşınan kalıtsal bilginin değişerek öteki kuşaklara aktarılması binlerce yılı bulacağından ve yine zengin ya da yoksul olma, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik gibi toplumsal kategoriler genlerle belirlendiğinden bu durum sonsuza kadar,”-en azından daha binlerce yıl- devam edip gidecektir. Bugünkü biyolojik durumumuza 3,8 milyar yılı bulan bir zaman dilimi sonunda ulaştığımıza göre, öyle birkaç saat, gün ya da hafta sürecek bir devrimin bizi değiştirebileceği; yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizliğe son verebileceği sadece bir hayaldir, işte, kapitalizm (emperyalizm) ve sonuçlarının mutlak ve kaçınılmaz olduğunu genetik bilimi alet edilerek kanıtlama çabası, işte mistisizm.
İdealizmin statükocu, içinde bulunduğu ve yaşadığı toplumsal sistemi mutlaklaştırıp meşrulaştırıcı bütün mistik öğeleri, aslında ne yeni ne de bilim olan sosyo-biyoloji denilen sözde “yeni” “bilim dalı”nın tezlerinde açıkça boy gösteriyor. Onlara göre, her şey genlerde olduğundan, işçi ve emekçiler, işsiz ve yoksullar burjuva sınıfına ve egemen tekelci kapitalizme (emperyalizm) kızıp, onu alaşağı edeceklerine, kendi “bahtsızlıklarına”, “kader”lerine ve bu genleri onlara aktaran anne babalarına, nine ve dedelerine kızmalıdırlar. Kadercilik, çirkin suratını bir kez daha gösterip, sırıtıyor. Zaten, DNA’nın çifte sarmal yapısını (Crick-Watson modeli) bulan genetikçilerden ve genetikte bugün dünyadaki en büyük proje olan İnsan Genomu Projesinin eski başkanlarından James D. Watson da bunu açıktan dile getiriyor: Watson, “Önceleri kaderimizin yıldızlara bağlı olduğunu düşünürdük. Oysa şimdi büyük ölçüde biliyoruz ki, genlerimize bağlıdır. ” diyor. (18) (Human Genom Project-HUGO- İnsan Genomu Projesi, insan DNA’sının bütün bir gen sıralamasını (genom) çözmeyi, bütün bir gen haritalamasını çıkarmayı ve 100 bin civarında olduğu varsayılan insan genlerinin tümünün fonksiyon ve yerlerini tespit etmeyi amaçlayan proje. Aralık 1984 tarihinde ABD’de bir çalışma olarak ortaya atıldı. Daha sonra ABD Enerji Bakanlığı (DOE) tarafından sahiplenilip Yıldız Savaşı Projesi’nden sonra, ABD’nin en büyük projesi olarak 1987’de kabul edildi. Ardından devreye öteki bakanlıklar da girdi ve 1991’de ABD Kongresi projeyi 15 yıllık olarak 3 milyar dolar bütçeyle onaylayıp resmen başlattı. ABD projesi olarak başlayan HUGO kapsamına daha sonra başta İngiltere, Japonya ve Almanya olmak üzere öteki emperyalist-kapitalist ülkeler ve giderek bütün gelişmiş kapitalist ülkeler katıldı. Bugün neredeyse dünyanın bütün önemli genetik ve moleküler biyoloji laboratuarları bu proje için çalışmaktadırlar. Türkiye’deki bazı genetik ve moleküler biyoloji laboratuarları da, kısmen de olsa bu projeye eklenmiş durumdadır. HUGO projesinin 2006 yılında tamamlanması hedefleniyor.)
SOSYO-BİYOLOJİK İNSAN DOĞASI TEORİSİ
Önde gelen sosyo-biyolog, Pekin’deki Çin Sosyal Bilimler Akademisi araştırmacılarından Zhang Boshu, ABD-New York Üniversitesi Yayınları arasında çıkan ve aklınca Marksizm’in insan doğası teorisini çürütmeye çalıştığı “Marxism and Human Sociobiology” (Marksizm ve İnsan Sosyo-biyolojisi) adlı kitabında sosyo-biyolojiyi şöyle özetliyor:
“Sosyo-biyolojk çalışmanın çatısı üç temel tez üzerinde şekillenir:
1- ‘Yüksek uzun ömürlülüğü’ (DNA, yaşamını uzun bir zaman dilimi içinde oluşmasından alır), ‘üreyebilmesi’ (moleküller hızlı bir şekilde kendi benzerlerini yaparlar) ve ‘sadık kopyalama’ (moleküller tam ve doğru bir şekilde kendi benzerlerini yaparlar) yüzünden gen, kalıtım biriminin en önemli ismi haline gelmiştir. (R. Dawkins, Selfish Gene, 1977, s, 19),
2- ‘Bireysel organizma sadece, saklanan ve muhtemel en az biyokimyasal hatayla sıçrama gösteren kusursun bir aygıtın parçası, gen taşıtlarıdır. ‘ Bu nedenle, S. Butler’in ‘Tavuk yalnızca, yumurtanın
bir başka yumurtayı yapış yoludur’ sosunu modernleştirebilir ve ‘organizma yalnızca DNA’nın bir başka DNA’yı, yapış yoludur’ diyebiliriz.1 (E. O. Wilson, Sodohlolog, 1975, s, 3)
3- Son olarak ve yukarıdaki iki tezden yola çıkarak, kişisel sağlıklılığı azaltan tanımıyla özgecilik, muhtemelen doğal seleksiyon yoluyla ortaya çıkmıştır. Wilson şöy le açıklıyor: ‘Cevabı akrabalıktır: Eğer, ortak neslin iki organizması tarafından paylaşılan özgeciliğe iki gen neden olursa ve eğer bir tek organizmanın neden olduğu özgeci yasa, bu genlerin ortak katkısını bir sonraki kuşağa geçirirse, bu özgeciliğe geçiş, gen havuzuna sıçrar.’ (E., O. Wilson, Sociobiolog, 1975) Eğer bu biyolojik dil, ekonomi ve felsefeye uygulanacak olursa, insan fiziksel ihtiyaçlarından doğan emek içinde ifade edilen doğal amacın, bilfiil, evrimin ve doğal tarihimizin ürünleri olan biyolojik içgüdünün bir anlatımı olduğunu söylemek doğru olacaktır. ” (19)
Zhang Boshu’nun dediklerini daha anlaşılır kılalım: (1) Kalıtımın temel öğesi genlerdir. (2) Yaşamdaki her şey kalıtım yoluyla, yani genlerle belirlenir. Yaşamın anlamı, yalnızca genlerin kendilerini üretmeleri yani kalıtımın sürmesidir. İnsan bu anlamda, yani genlerin kendilerini tekrarlamaları için sadece bir araçtır. İnsan genlerinden bağımsız değildir; her şey genlerden ve genlerin kendilerini yeniden üretmelerinden ibarettir. İnsanda evrensel olarak görünen özellikler genlerimizde kodlanmıştır ve bu yüzden de değişmezdirler. (3) Önceleri insanlarda ortak ve evrensel olan, genlerde kodlanmış bu özellikler, doğal seleksiyon tarafından, evrim yoluyla oluşmuştur ve kaçınılmaz olarak, toplumu biçimlendiren özelliklerden olan tek tek bireylerin genetik özelliklerine yol açarlar. Kısacası, sosyo-biyologlara göre, birinci olarak, doğuştan gelen farklılıklardan ötürü başlıca yetenek ve davranışlarda farklılaşırız; ikinci olarak, doğuştan gelen bu farklılıklar biyolojik olarak genlerde kodlanmıştır, yani kalıtsaldır ve üçüncü olarak da, biyolojik evrim ve doğal seleksiyon yolu ile ilkel insandan başlayarak bugüne aktarılan bu genetik farklılıklar günümüz toplumunun biçimlenmesini sağlarlar.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, sosyo-biyologlar bu insan doğası teorisini inşa edebilmek için önce, çevredeki insanlara bakarak, her dönem, her yerde, her toplumda, bütün insanlar için ortak olduğu öne sürülen özelliklerin tanımlanmasını yapıyorlar. Sonra, insanlarda bu özelliklerin evrensel olduklarını ve bu evrensel özelliklerin genlerimizde kodlandığı, bu nedenle de değişmez olduklarını öne sürüyorlar. Ve son olarak, buradan yola çıkarak, evrensel olan ve genlerde kodlanmış bu değişmez özelliklerin, doğal seleksiyon tarafından, evrim yoluyla oluştuğunu ve tek tek bireylerin bugünkü davranışlarına yol açtığını iddia ediyorlar. Toplumu bireylerin oluşturmuş olduğundan yola çıkarak da, bireylerdeki bu genetik farklılıkların toplumun biçimlenmesini ortaya çıkardığını öne sürüyorlar.
Örneğin etraflarına bakıyorlar ve yaşadıkları kapitalist ülkelerde, tekellerden, kendi burjuva ilişkilerine kadar çevrelerinde, her yerde alabildiğine bir rekabet olduğunu görüyorlar. Buradan insanın doğasında rekabet bulunduğu sonucuna varıyorlar. Ardından hayvanları izliyorlar ve gruplar halinde yaşayan bazı hayvan sürülerinde dişiyi elde edebilmek için, erkekler arasında kavga olduğunu gördüklerinde sözlerini söylüyorlar: Rekabet ilkel insan döneminden günümüz insanına, oradan da toplumlarına aktarılmıştır ve bu nedenle de biyolojiktir. Rekabet gibi öteki bütün kategorileri aynı yöntemle alıp hepsine teker teker biyolojik bir kılıf buluyorlar.
Eğer istenirse, çevredeki insanlara bakılarak, insanlar için ortak olduğu iddia edilen özelliklerin aynı zamanda biyolojik bir açıklaması da yapılabilir. Sosyo-biyologların yöntemi kullanılırsa hemen her şey sadece biyolojik bir yolla açıklanabilir. Zaten onlar da bunu yapıyorlar. İnsanlarda birçok etken tarafından belirlenen bazı alışkanlıkları bile alabildiğine sığ ve basit bir yolla açıklıyor ve bu yöntemle tezlerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
ABD Sağlık Bakanlığı (NIH)nın saldırı ve şiddetin biyolojik-genetik temelli olduğunu gösterecek çalışmalara ayırdığı 400 milyon dolarlık (160 trilyon TL.) pastadan (20) pay kapmaya çalışan bu sosyo-biyologlara göre, toplumda saldırı ve şiddet olgusu vardır ve bunun biyolojiden başka bir nedeni olamaz. Üstelik saldırganlık hayvanlarda da vardır. Öyleyse bu saldırganlık günümüz toplumlarına insanın hayvanlık dönemlerinden doğal seleksiyon yoluyla taşınmıştır. Günümüzdeki bütün savaşlar, şiddet, katliam, soykırım vb. gibi bütün kötülükler bu biyolojik-genetik temelin sonucudur. Onlara göre sorun açıktır. Oysa artık tümüyle ortada ve açıktan cereyan etmekte olan günlük olaylar, emperyalist it dalaşı, vahşi kapitalizmin acımasızlığı ve emperyalist saldırganlığı, sermayenin duyumsuzluğu, sınıflar arası mücadelenin aldığı değişik biçimler ve Marksizm’in cephaneliği bu saldırganlık ve şiddetin nedenini yeterince açıklamaktadır. Bu nedenle günümüzdeki saldırganlık ve şiddet hakkında daha uzun boylu şeyler söylemeye gerek yoktur. Saldırganlık ve vahşetin yanı sıra, ırkçılık, işsizlik, yoksulluk, erkek egemenliği gibi kavram ve kategoriler biyolojik-genetik yapının değil, tam aksine sınıflı toplumların, kapitalist ekonomik yapının ürünleridir.
İNSANIN ÖZÜ TOPLUMSAL İLİŞKİLERİNİN TOPLAMIDIR
İnsan doğası hiç de sosyo-biyologların iddia ettikleri kadar basit değildir. İnsan ne, “bencil genler”e hizmet için programlanmış bir “robot”, “canlı makine”, “bayt” ya da “gen taşıtı”, ne “DNA’nın bir başka DNA’yı yapış yolu”, ne de balçıktan yaratılmış Âdem’in torunudur. İnsanı tanrı ya da “bencil genler” değil, ortam ve koşullar yaratmıştır. Bu ortam ve koşullar içinde zorunlu olarak ortaya çıkan bilinçli, amaçlı etkinliğe girişmesi yaratmıştır. Ortam ve koşullar insanı yarattığı kadar, insan da ortam ve koşulları değiştirip yeniden yaratmıştır. İnsan, kendi emeğinin ürünü olarak bu ortam ve koşullar içinde ortaya çıkmıştır. Kendi varlığı ve yaşamını kendi elleriyle, kendi emeği sayesinde, tırnaklarıyla kaza kaza yaratmıştır.
İnsan bir madde, ama canlı bir madde, beyni ise maddenin doğadaki en gelişmiş ürünüdür. Ancak, insan canlı bir nesnedir ve öteki insanlarla ilişkilidir, duyulara sahiptir. “Canlı bir robot”, “makine” değil, his ve duyguları, yanlış ve doğruları, acı ve sevinçleri, mutluluk ve mutsuzlukları, başarı ve başarısızlıkları olan ve doğanın sadece bir devamından, organik-biyolojik nesneden çok öte bir şeydir. İnsan yaşamı ise, dijital bilgi baytı olarak tanımlanabilecek kadar, mekanik, her şeyinin önceden belirlendiği, tek düze, kalıplara sığdırılmış biçim ve kurallara bağlı olmaktan çok ama çok uzaktır. İnsanın bireysel davranışları, toplumsal ilişkileri içinde anlam bulmaktadır. Bireylerin hareket ve davranışları ve onlara yön veren düşünceleri, değişik kurumlar halinde örgütlenmiş bireyler topluluğunun içinde ve düşünce ortamında oluşmaktadır. Bu yüzden insan toplumsal ilişkilerinin bütünü olarak ortaya çıkmaktadır.
İnsanın sahneye çıkışı doğanın gelişimindeki en muazzam alt üst oluşların ve nitel sıçramaların başında gelir. Bu alt üst oluş yani insanlaşma süreci, insanın çok basit de olsa alet yapması, bunları sürekli ve sistemli kullanması ve doğadaki maddi nesneleri bu iş aletleri aracılığı ile amaçlar, doğrultusunda değiştirmesi sayesinde başlamıştır. Kısacası, emek, çalışma ve iş araçları yardımıyla doğadaki nesneleri dönüşüme uğrayıp kendisine yararlı hale getirdiği bilinçli, amaçlı bir faaliyete girişmesi ile ortaya çıkmıştır. İnsanlaşmanın başlangıcı olarak tanımlanan toplumsallaşma, alet yapma ve kullanma; kendi maddi yaşam-geçim ürünlerinin üretimi ve yeniden üretimi ile insanların yaşamı aletsiz-amaçsız hayvan faaliyetinden niteliksel olarak ayrılmıştır. Karl Marx’ın deyişiyle, “İnsan hayvanlardan ilk olarak düşünmesi ile değil alet yapması ve bunu kullanması ile ayrıştı.” “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başladılar.” Bu yüzden, “insanları hayvanlardan ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıdır.”. “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi yaşam araçlarını da üretirler.” (21)
Kısacası, insan iş, emek sayesinde insan olmuş, kendi yaptığı üretim aletlerini kullanarak çalışmaya başlayınca hayvanlar dünyasından ayrılmıştır. İnsanın biyolojik-organik dünyadan toplumsal varlığa yükselişi çalışma ve toplumsal üretimi aracılığı ile bu üretim ve yeniden üretim sürecinde girdiği sayısız toplumsal ilişkiler sayesinde olmuştur. Bu yükseliş biyolojik-genetik yapısına da yansımış ve aynı zamanda, genleri ve anatomik yapısında değişikliğe da yol açmıştır. Artık insanların özellikleri, biyolojik-genetik verilerden, bedensel-biyolojik kalıtımlardan çok üretim araçlarının, üretici güçlerin, toplumsal ilişkilerin doğrultusunda koşullanmaya başlamıştır. Bu anlamda, insanı kendi emeği, çalışması yaratmıştır.
İnsan yaşamını sürdürebilmek için, en temel de olsa, bazı ihtiyaç-geçim maddelerine gereksinim duyar. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, yeniden üremek, eğlenmek; manevi, düşünsel, estetik, kültürel gereksinmelerini karşılamak vb. için üretmek zorundadır. Bütün ihtiyaçlarını tek başına üretemez, tek başına yaşayamaz. Topluma ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçtan toplumsal yaşam ve toplumsal üretim doğar. Bu toplumsal yaşam ve toplumsal üretim içinde diğer insanlarla, zorunlu, kendi iradesine bağlı olmayan ilişkiler; toplumsal ilişkiler kurmak zorunda kalır. Toplumsal üretimin biçimi ve buna uygun üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler, o toplumun ekonomik yapısının aynasıdır. Bu toplumsal üretim ve biçim üzerinde bir toplumsal bilinç ortaya çıkar. Bütün bunlar insanı ve davranışlarını şekillendirirler. Sosyo-biyologların nedenlerini biyoloji ve genetikte aradıkları insanlar arasındaki benzerlik ve ortak davranış özellikleri işte bu toplumsal üretim ve toplumsal bilince, kısacası toplumsal ilişkilere bağlıdır.
İnsan davranışları kuşkusuz bireyler tarafından gösterilir, toplumu biçimlendiren düşünce ve kararlar bireylerce alınır. Sınıflı toplumlar ve emeğin sınıf bölüşümü her bireyi tek yanlı, parçalı bir insan haline getirir. Gelişme olasılığı bulunan bazı özelliklerini yok ederek bazı yeteneklerini geliştirir. Bazı özellikler bazı bireylerde gelişirken, diğer özellikler ötekilerde gelişir, insanın özü, esas olarak tek tek bireylerin özellikleri tarafından şekillenmemektedir. Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler”inde belirttiği gibi, “İnsan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” (22) Toplumsal yaşam ve bu yaşam içindeki varlık koşulları ve ilişkiler insanın bilinç ve düşüncesine kaynaklık eder, onu biçimlendirir ve koşullandırırlar.
Birey, toplumsal ilişkiler ortamında, bulduğu koşullar aracılığıyla kendini etkin bir biçimde ortaya koyarak varolur ve gelişir. İnsan kişiliğinin bütünlüğü, toplumsal maddi yaşamının üretimi ve yeniden üretimi sürecinde, diğer insanlarla girdiği ilişkilere, yani insanın doğayla, insanın insanla, insanın kendi sınıfı ve öteki sınıflarla, sınıfların diğer sınıflarla, toplumların diğer toplumlarla ve bütün bunların toplumsal kurumlar, devlet ya da devletlerle girdiği ilişkilere; sonuçta büsbütün toplumsal ilişkilere bağlıdır. Bu ilişkiler ne denli değişik, karmaşık ve ne denli kapsamlı ve çok yönlü olursa ve bu ilişkiler birey tarafından ne denli etkin bir biçimde sürdürülürse bireyin kişiliği de o denli gelişkin, karmaşık ve çok yönlü olur.
İnsan ve düşüncesi açışından bakıldığında, toplumsal varlık birincil, toplumsal bilinç ise ikincildir. Toplumsal varlık, yani insanın ekonomik etkinliği, nesnel maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi süreci; insanların bu üretim sırasında birbirleriyle oluşturdukları ilişkiler insanın düşünce, davranış ve eylemlerini etkiler ve sonuçta ortaya toplumsal bir bilinç çıkar. Toplumsal bilinç, yani toplumun düşünsel, ideolojik yaşamı, insanların farklı görüş ve fikirleri, politik, hukuksal, ahlaki, kültürel ve diğer öğretileri toplumsal varlıktan bağımsız değildir, onu yansıtır, insanlar, doğa ve toplum içinde, kendilerini harekete geçiren düşüncelerin yardımıyla eylemde bulunur, kendi eylemlerinin bilgisi ışığında hareket eder ve kendi ve başkalarının eyleminden öğrenirler.
İnsan ancak toplumsal ilişkileri içinde insandır. Toplumsal ilişkilerinden soyutlanamaz. Toplumsal ilişkilerinden soyutlandığında geriye ne kalır? Geriye insana ait bir şey kalmaz, sadece hayvan kalır. Hayvan da insandan nicel değil, nitelikçe farklıdır.
Kuşkusuz, bir canlı organizma olmasıyla insan aynı zamanda organik-biyolojik varlıktır, insanda toplumsal özün taşıyıcısı olan biyolojik bir organizma vardır. Diğer bütün memeli canlılar gibi yer, içer, ürer; ötekilere az çok benzer bir metabolizması, genetik yapısı vardır. Korktuğunda, stres altında kaldığında öbür bazı canlı türler gibi adrenalin salgılar, kan basıncı yükselir, kalp atışları hızlanır. Nefes alır verir, sindirim, dolaşım, boşaltım sistemleri gibi sistemleri vardır. Ancak, bütün bu biyolojik yapısı, organizması, fizyolojisi toplumsallığından etkilenir, aynı zamanda toplumsal koşulların da etkisiyle değişir, gelişir, yeniden biçimlenir.
Örneğin, nefes alıp vermesi, solunum sisteminin durumu ağır sanayi işlerinde, akciğer hastalıklarına neden olan işlerde çalışıp çalışmamasına ve yine örneğin sigara içip içmemesine göre değişebilir. Aynı şekilde, spor yaparak daha düzenli ve sağlıklı nefes alıp vermeyi öğrenir. Kan dolaşımı yoluyla öteki memeliler gibi vücut ısısını kontrol altında tutar. Ancak, diğer memelilerden farklı olarak giysi giyer. Soğukta kalın, yünlü, sıcak tutacak, sıcakta da serin tutacak giysiler giyer. Ürettiği ürünlerle Kutupta da, Ekvator’da da, her iklimde yaşayabilir. Ancak kimileri bunu sağlarken, kimileri de bunca kazak, ayakkabı varken satın alacak parası olmadığından titreye titreye sokakta soğuktan donar. Kimileri pahalı villalarında, merkezi ısıtmalı, klimalı odalarında televizyon seyredip buzlu viskilerini yudumlarken, kimileri de derme çatma gecekondularında, ya da demir çelik fabrikalarında, yüksek fırınların yüzlerce derecelik ısısı önünde veya lokanta ve restoranların mutfaklarında, ocak ile soğuk hava deposu arasında mekik dokurken vücut ısısını kontrol edemez.
Yine insanlar da bütün canlılar gibi yer içer. Ancak yiyeceklerin türü ve miktarı sınıflara, toplumlara, yaş, cins, coğrafi lokalizasyona ve daha birçok faktöre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Örneğin Latin Amerika köylüleri sadece onu buldukları için yalnızca mısır ve fasulye yerler. Yine örneğin Doğu Afrika’da kuraklık yüzünden süt ve sütlü ürün, sulu yemek, çorba alışkanlığı yoktur. Yoksul ailelerde çoğu kere kadınlar kocalarından ve çocuklarından daha az yerler. Yeryüzünde yüz milyonlarca insan açlık çeker, insanlar kıtlıktan, çocuklar malnütrasyondan ölürken, az sayıda insan yemeği artık ihtiyaç olmaktan çıkarmış, tümüyle lüks tüketiminin bir parçası yapmıştır.
İnsan biyolojik olarak, kuşkusuz kuşlar gibi uçamaz, balıklar gibi su altında uzun süre kalamaz, belli bir desibel dışındaki sesleri duyamaz; fazla uzağı göremez; ancak, toplumsal etkinliği içinde yaptığı araçlarıyla hiçbir kuşun çıkamayacağı yüksekliklere, gidemeyeceği uzaklıklara gider. Hiç bir balığın inemeyeceği derinliklere iner; bütün canlılardan daha hızlı uçar, hepsinden daha uzağı görür, uzaydan yerdeki gazeteyi okur, yüz binlerce kilometre ötesindekini işitir. Doğaya ve biyolojik sınırlılıklarına kafa tutar, onları toplumsallığı ile kat be kat aşar.
Sonuç olarak, insanlar yaşadıkları toplumsal ekonomik yapılardan ayrı değerlendirilemezler. Her ekonomik yapının kendine uygun davranış ve eylemde bulunma koşullanmaları vardır. Kısacası her insan kendi çağı ve içinde yaşadığı toplumun insanıdır; onun tarafından şekillenir. Bu toplumsal dönemin sınıfsal siyasal, ulusal, hukuksal, kültürel, sanatsal, felsefi, psikolojik, dinsel, ahlaksal ve öteki bütün kategori ve ilişkilerini temsil eder. İnsan nasıl yaşarsa, hangi ilişkiler içinde bulunuyor ise öyle düşünür ve davranır; buna uygun bir eylem içinde bulunur, insanın kişilik ve davranış biçimlerini esas olarak içinde yaşadıkları toplum ve sınıflar belirler.
SOSYAL DARWİNİZM VE BİYOLOJİZM
Sosyo-biyoloji ısrarla “yeni” bir “bilim dalı” imiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa sosyo-biyologların yeni bir şey bulmuşlar gibi feveran etmeleri; kurum satıp, ortalıkta dolaşmaları boşunadır. Çünkü neososyal Darwinci sosyo-biyologların maddi toplumsal gerçekliğin bütün kategorilerini biyoloji ile açıklama çabaları yeni değildir, insanları biyolojik yapılarına göre değerlendirme-sınıflandırma uğraşısı, Hammurabi kanunlarından, Antik Yunanistan’ın köleci toplumlarına, Eflatun (Platon) ve Aristotales’e kadar uzanır. Antik Yunanın idealist düşünürleri köle sahiplerinin kölelerden farklı bir doğada, değişik bir yapıda olduklarını iddia etmişlerdi.
Aynı tutum 19. yüzyılda da sosyal Darwinizm yoluyla sürdürülmüştür. Sosyal Darwinizm, Darwin’in öz olarak doğadaki değişimi anlattığı ve bitki ve hayvan türlerindeki değişim ve çeşitliliğin nedeni olarak öne sürdüğü, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması iddiasının ifadesi olan doğal seleksiyon (doğal ayıklanma) ve varolma savaşı gibi tezlerini mekanik bir tarzda ele alarak insan ve insan toplumlarının gelişim sorunlarına, maddi toplumsal yaşamın bütün kategorilerine uygulamaya çalışmıştır. Sosyal Darwinizm ve biyolojizm de, bugün sosyo-biyolojinin yaptığı gibi, doğada, bitki ve hayvanlar dünyasında gözlenen ve kaba materyalistler tarafından değişmez olarak kabul edilen bazı kuralları, mekanik bir tarzda ele alıp bilimsel özünü çarpıtarak insan toplumlarının gelişim sorunlarına, maddi toplumsal yaşamın kategorilerine uygulamaya çalışmıştır; bilimsellik adına, doğal ayıklanmanın yerine yapay ayıklanmayı geçirmiştir. Biyolojik evrim ve organik hareketi, kaba mekanik yol ve metafizik indirgemeci yöntemle toplumsal evrim ve toplumsal hareketle birleştirmeye çalışmış, biyolojik ve toplumsal hareket ve madde arasında bulunan temel farkları görmezden gelmiştir.
Sosyal Darwinizmin İngiltere’de, 1800’lü yılların ikinci yarısında ortaya çıkması elbette ki tesadüfî bir olay değildir. Bu dönemde İngiltere dünyanın en güçlü kapitalist ülkesi idi ve gerçekleştirdiği sanayi devriminin ardından, Afrika’dan Avustralya’ya, Amerika’dan Asya ve Uzak Doğunun uçsuz bucaksız ormanlarına kadar, dünyanın dört bir yanında nazar ve sömürge savatlan veriyordu, İngiltere’nin yürüttüğü bu, hammadde kaynaklarını, dünya pazarlarını ele geçirme savaşlarına ideolojik bir kılıf bulmak gerekiyordu. Tam da bu sırada, 1859 yılında, İngiliz doğa bilimcisi Charles Darwin “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayınlayarak evrim kuramını ortaya attı. Kitap bomba gibi patladı ve çok büyük bir tartışmanın çıkmasına yol açtı.
Çünkü 1800’lü yılların başlarına kadar, evren, dünya, doğa ve canlıların değişmezliği genel kural olarak kabul görmüştü. Doğa bilginlerinin hemen hepsi ve kilise her şeyi doğaüstü güçlere bağlamış, dünya ve canlıları tanrının, doğanın vazgeçilmez ürünleri olarak sunmuştu. Ancak 1800’lü yıllarla birlikte bu görüşe Buffon, Lamarck ve Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin gibi bilginler tarafından evrim teorileri ile darbe vurulmaya başlandı. Ve ardından Darwin ünlü evrim kuramını ortaya attı. Bu kurama başlarda dönemin önde gelen bilginleri ve özellikle kilise çevrelerinden şiddetli karşı çıkışlar oldu. Ancak, egemen burjuva sınıf, Darwin’in tezlerinin, değiştirilip çarpıtıldığı durumda kendisi için büyük bir olanak ve pazar ve sömürge savaşlarına ideolojik-demagojik dayanak, kılıf olabileceğini görünce evrim kuramını kısa zamanda kabul etti.
Darwin’in tezleri, Malthus, Wallace ve insan topluluklarındaki sorunların hayvan topluluklarındaki benzerleri ile karşılaştırılabileceği ve hayvanlar arasındaki varolma savaşının insanlar arasındaki ilişkilerde de temel olarak alınabileceğini savunan Spencer’in gerici tezleri ile birleştirildi. Önce, 1880’li yıllarda, Darwin’in yeğeni Francis Galton üstün ırkların, maddi toplumsal yaşamın kategorilerine biyolojik dayanak bulmaya, sorunlara biyolojik-genetik-kalıtımsal yoldan yaklaşmaya başladı. Aynı zamanda ırk-“bilimi” öjeniğin kurucusu olan Galton, sözde başarılı insanların, banker, sermaye sahibi ve politikacıların kanlarında sıradan insanlara göre önemli ayrıcalıklar bulunduğunu öne sürdü. Galton tezlerini daha sonra, egemen uluslardan insanların kanlarında, geri kalmış sömürge halklarına göre üstünlükler olduğunu savunmaya vardırdı. Böylece saf, arî, üstün ırk kavramlarının ortaya atılması başlandı. Böylece sosyal Darwinizm doğdu. (23)
19. yüzyılın bitip 20. yüzyılın başlaması ve kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesi ile sosyal Darwinizmin yerini biyolojizm aldı ya da sosyal Darwinizmin yanına onun biraz daha pervasız hali olan biyolojizm eklendi.
Genetik determinizmin isim babası genetikçi Darlington, insanların toplum içinde genetik yapılarına göre ayrıştıklarını, kimi insanların yönetmek, kimilerinin de yönetilmek için doğduklarını söyleyecek kadar ileri gitti. Ardından, Rhodes Cecil, “Biz İngilizler, büyük olasılıkla dünyada ilk ırkız; eğer biz dünyaya egemen olursak, bütün diğer ırklar da bizim gibi gelişip uygarlaşırlar. Bunun için ekilebilecek, kullanılabilecek bütün alanları egemenliğimiz altında toplamalıyız” dedi. Benjamin Kidd ise 1894’de, “Toplumsal Evrim” adlı kitabında, İngiliz emperyalizminin ilk ırk, özgürlük ve insanlık olduğunu söyledikten sonra, açık davrandı ve kıvırtmadan “her ne kadar diğer insanları Avrupa uygarlık düzeyine çıkarmak amacıyla pazar savaşı yapıyorsak da, gene de bunun için ahlaksal ve dinsel bir gerekçe bulmak gereklidir” ifadesini kullandı. Charles Harvey de, 1904’de, “İngiliz Politikasının Biyolojisi” adlı kitabında, “biyo-politikler” kavramını ortaya attı ve “biyoloji bize pazar savaşını öğretmektedir; güçlünün güçsüzü yenmesindeki doğa yasası, tüm canlılar, tüm örgütlenmeler için geçerlidir. ” dedi. İngiliz Amirali Thayar Manan da, “İngiliz ırkının yazgısının savaş gemilerinin kaptan köşklerinde” olduğunu söyledi. (24) Bu tezler giderek yaşamın hemen her alanına yansıdı ve çok geçmeden dönemin aydınları arasında her şeyi biyolojiye bağlayan ve kalıtsallıkta arayan bir determinizm ve mekanik ya da kaba materyalizm modası başladı. Doğa, nesnel maddi dünya ve yaşamı binlerce yıldır doğaüstü güçlere bağlayan idealist, metafizik düşünceye duyulan tepkinin de etkisi ile determinism ve Küba materyalizm özellikle doğa bilimleri alanında etkili hale geldi. Charles Dickene’dan, George Eliot ve Emile Zola’ya kadar o dönemin yazarları her şeyi biyolojide ve kalıtsallıkta arama düşüncesinin somut ifadesi olan “Kan konuşur” fikrini kitaplarında geniş biçimde işlediler. (25)
Bu koroya daha sonra, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud de katıldı. Dikkatli bakıldığında, Freud’ün tezlerinin de, toplumsal yaşamın kategorileri ve insanın özünü toplumsal ilişkilerin zenginliğinden çıkarıp biyoloji ve kalıtımın dar sınırlarına hapsetmenin bir çabasından başka bir şey olmadığı görülecektir. Örneğin Freud’e göre, insanda doğuştan gelen iki temel içgüdü vardır: Bunlar, haz alma içgüdüsü ile saldırı ve yok etme içgüdüleridir. Freud, Klasik Yunan Mitolojisinden esinlenerek, bu içgüdülerden birincisine Eros’un (aşk tanrısı), ikincisine ise, Thanatos’un (ölüm tanrısı) isimlerini vermiştir. Bu iki içgüdü birbirlerini dengelemeye; haz alma içgüdüsü Eros, cinsel haz yoluyla vücudu ve kasları gevşeterek saldırı ve yok etme içgüdüsü Thanatos’un yok ediciliğini engellemeye çalışır. Bireylerdeki bu saldırı ve yok etme içgüdüsü, bireyler tarafından oluşturulan topluma da yansır. Yeryüzündeki bütün şiddet, savaş ve katliamların kaynağı, işte bu haz alma içgüdüsü tarafından engellenemeyen saldırı ve yok etme içgüdüsü Thanatos’un üstün gelmesidir. 1. ve 2. Dünya Savaşları, öteki bütün haklı ya da haksız savaşlar, toplumsal cinayetler, baskı, şiddet, soykırım, işkence, vb. insanların bu içgüdülerinin dışa vurumlarıdır, biyolojik ve kalıtsaldır. Bu yüzdendir ki, Freud, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşına engel olma kampanyasına oldukça soğuk bakmış ve ünlü fizikçi Albert Einstein tarafından yürütülen imza kampanyasına katılmayı ret etmiştir. Ve yine bu yüzdendir ki, Freud’ün tezleri emperyalist kapitalist koronun şefi ABD tarafından göklere çıkartılmış ve psikolojide uzun yıllar resmi görüş haline getirilmiştir. (26)
METAFİZİK İNDİRGEMECİLİK
İnsanı ve insan etkinliğini toplumsal ilişkilerinden soyutlama, insanın toplumsal bir varlık olduğunu yadsıma ve maddi toplumsal yaşamın kategorilerini biyolojiye dayandırıp sadece onunla açıklama çabası gördüğümüz gibi sosyo-biyoloji ile değil, sosyal Darwinizm ile başlamış ve biyolojizm ile sürdürülmüştür. Bu tezler, ipliği pazara çıktıkça hemen yeni bir kılıfa girmiş ve isim değiştirmiştir. Ama değişen yalnızca isim olmuştur. Tezler ve yapılmaya çalışılan hep aynı kalmıştır. Eskinin tezlerine 1970’lerin ortalarından 1990’lı yılların ortalarına kadar sosyo-biyoloji adı verilmiştir. Ancak sosyo-biyoloji de aradan daha çok kısa bir zaman geçmesine rağmen yeniden eskimeye başlamış ve hemen tekrardan yeni bir isim değiştirme gereği duymuştur. Sosyo-biyolojinin kurucu ve temel kuramcılarından Edward O. Wilson ve Richard Dawkins gibi sosyo-biyologlar son birkaç yıldır sosyo-biyolojinin adını daha az anar olmuşlardır. Bugün sosyo-biyolojinin yerini giderek evrimci psikoloji ve gen seçiciliği almaktadır. Son yıllarda evrimci psikolojinin, evrimci kısmı sosyo-biyolojinin yeni adı olmaktadır.
Genel olarak biyolojik ya da genetik determinizm, özel olarak da sosyo-biyoloji, her şeyin kaynağını bireylere, giderek DNA molekülü ve genlere ve hatta onları da oluşturan atomlara kadar indirgeyerek açıklamaya çalışıyor. Bütünü, içice geçmiş etkileyenlerini yok sayıp en küçük parçalarına kadar bölüyor ve bu parçaları tek başına, bütün ilişkilerinden, İç ve dış etkenlerinden, neden-sonuç ilişkilerinden kopuk bir biçimde ele alıp incelemeye çalışıyor. Buradan elde ettiği sonuçlardan genellemelere gidiyor.
Örneğin bilimsel dedikleri yöntemlerini ele alalım:
Bu düşünce yöntemi binlerce yıldır bilinen ve idealistler tarafından uygulana gelen ve adına metafizik indirgemecilik denilen yöntemdir. Dekartçı (Descartes) kartezyen yöntemi ve Aristocu idealist düşünce sistemlerine göre, dünyayı anlamanın yolu, onu tek tek parçalara ayırmak ve bu parçaların özelliklerini inceleyerek bilgiye, gerçekliğe ulaşmaktır; nesnel maddi dünyayı bu yolla anlamaktır. Onlara göre, bütün, ancak onu parçalara ayırıp inceledikten sonra tekrar birleştirerek kavranabilir. Yani, tek tek kısımlar, atomlar, genler, moleküller, hücreler ve birey bütün halindeki maddi nesnelerin özelliklerinin nedenidirler. Karmaşık nesnel doğayı anlayabilmek için bunları birbirlerinden koparıp ele almak, ayrı ayrı incelemek gerekir.
Yine burada da, idealist felsefe ve düşünce sistemlerinin, Aristo’dan bu yana binlerce yıldır yaptığını yapmaya çalışıyorlar: Hareketin yüksek biçimlerinin yasalarını, hareketin aşağı biçimlerinin yasalarına; karmaşığı basite indirgeyerek açıklamaya çabalıyorlar. Daha yüksek ve karmaşık sistemlerin özellik ve yasalarını, daha aşağı ve basit sistemlerin özellik ve yasalarıyla açıklama isteği, idealist metafiziğin karakteristiklerinden birisidir. Akıllarınca, bilimsel bilgiye ulaşabilmek için, nesnel maddi dünyayı içsel ve dışsal olarak, birbirlerinden koparıp, birbirleriyle ilişkisi olmayan bağımsız parçalara bölüyorlar. Bunu yaparken, neden-sonuç, içsel-dışsal gibi kategorilerin birbirleriyle ilişkilerinin bulunmadığından ve birbirlerinden ayrı ve kopuk oldukları varsayımından hareket ediyorlar. Oysa hareketin her yüksek biçimi, daha aşağı biçimlerini de bir bağımlı unsur olarak ihtiva eder ve hareketin yüksek biçimlerinin incelenişinde hareketin aşağı biçimlerinin rolü yadsınamaz. Bu nedenle, hareketin yüksek biçimlerinin özellik ve yasalarını hareketin aşağı biçimlerinin özellik ve yasalarına indirgeyerek sadece onun özellik ve yasalarıyla açıklamaya çalışmak, aslında bilimsel çalışmanın tabiatına aykırı bir yöntemdir. Bu yolla karmaşık doğa, nesnel dünya, maddi toplumsal yaşam ve onun yasalarının anlaşılması olanaklı değildir. Bu yöntemle bilimsel bilgiye ulaşılamaz. Zaten sosyo-biyologların da bilimsel bilgiye ulaşma diye bir niyet ve çabaları yoktur. Onların bütün çabaları, sadece, insanları inanılmasını istedikleri şeylere inandırma uğraşısıdır. Kelimenin tam anlamıyla, şarlatanlıktır.
SONUÇ
“Sosyo-biyoloji”, aslında sofizmin çarpıcı bir örneğidir. Savunduğu görüşlerin “bilimselliği” bir yana, yöntemi başlı başına bilime aykırıdır ve belirttiğimiz gibi yeni de değildir. Örneğin Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserinde, biyolojik kavramları “toplumsal bilimlere uygulanması”nı “boş söz” olarak değerlendirmiştir. Zira: “Bu kavramlara başvurarak aslında, toplumsal görüngeler üzerine hiçbir inceleme yapılamaz, toplumsal bilimlerin yöntemi konusunda hiçbir anlayışa varılamaz. Bir ‘erkeci’ ya da ‘biyo-sosyoloji’ etiketini bunalımlar, devrimler, sınıf mücadelesi, vb. gibi olaylara yapıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur, ama böyle bir uğraştan daha kısır, daha skolastik, daha ölü bir uğraş da yoktur. ” (Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm”, Sol Yay. sf. 367) Lenin’in de söz konusu eserinde aktardığı gibi, Marx, bütün tarihi, “bir tek büyük doğal yasa” ile Darwin’in varolma savaşı deyimi ile açıklama yöntemlerini eleştirmiş ve bu yöntemin Darwin’in deyimini “boş bir formül” haline getirdiğini vurgulamıştır.
Doğa bilimleri ve özelde biyolojik bilimler bugün sosyo-biyologlar tarafından bir komediye dönüştürülmeye çalışılmaktadır. İnsanoğlunun alabildiğine aydınlanması ve önünde geniş ufuklar açılması açısından, özgürleştikleri oranda, zincirlerinden boşalarak, bir patlamaya dönüşme ve bugün hayal bile edilemeyecek devasa boyutlara erişme potansiyeli taşıyan günümüzdeki gelişmeler, sosyo-biyologlarca böylesine yüzeysel, basit ve bayağı bir tarzda ele alınıp yorumlanmakta, tümüyle egemen sınıfın azami kârını sağlama ve çıkarlarının bekçiliğini yapma düzeyine kadar indirgenip yalnızca bununla sınırlanmaya çalışılmaktadır.
Başından bu yana materyalist bir temek de gelişen ve pratikte diyalektik yöntemi uygulayan doğa bilimleri her dönem karşısında egemen sınıfı bulmuştur. Bilim, ortaçağda egemen sınıflar ve yönetimde çok güçlü bir otoritesi olan kilisenin çok yoğun baskısı ile karşılaşmış, çok sayıda şehit vermiştir.
“Özgürlük, kardeşlik, eşitlik” sloganları ile iktidara gelen burjuvazi, ortaçağda örnekleri oldukça sık görülen bilimi tümüyle reddetmek ve bilimcileri fiziki olarak ortadan kaldırma tutumunun yerine, özünde eskisinden pek de farklı olmayan bir tutumla ortaya çıkmıştır.
Burjuva egemen sınıf, her türlü bilimsel gelişme ve buluşa azami kâr dürtüsüyle yaklaşma, onu, doğrudan daha fazla kâr elde etmenin, kârını artırmanın bir aracı olarak görme ve kullanma yolunu benimsemiştir. Bunun yanı sıra, bin bir yol deneyerek, bu bilimsel bilgi ve buluşları yozlaştırmaya, kendi sınıf çıkarlarının dayanakları haline getirmeye, politikalarının demagojik propagandasında kullanmaya çalışmıştır.
Sermaye, bilim ve bilimdeki her türlü gelişme dâhil, her şeyi ama her şeyi metalaştırmak, doğrudan sermayenin dolaşım sürecinin içine katmak, sermaye dolaşımının bir parçası haline getirmek ve tümüyle kârını artırmanın bir aracına dönüştürmek ister. Bu nedenle, her türlü gelişmeye bu isteğine bağlı olarak yaklaşır ve yalnızca tek bir yönde gelişmelerine olanak tanıdığı için aslında köreltir. Elbette ki, egemen sınıf, bilimi ve bilimsel gelişmeleri her zaman engellemez. Günümüzde olduğu gibi, rahatça kontrol edip yönlendirebildiği; azami kârı sağlamasının doğrudan bir aracına dönüştürebildiği ve kendi sınıf çıkarlarının geleceğini garantiye almak için bu gelişmeleri kendi sınıf egemenliklerinin kaçınılmazlığının demagojik propagandasına alet edebildiği oranda, onu geliştirip teşvik de eder. Buradaki gelişmenin de sınırı, esas olarak sermayenin kendi değerini artırma güdüsü ve koşulları tarafından belirlenmektedir.
Günümüzdeki gelişmeler tam, da buna uygun düşmektedir. Burjuvazi bugün -kendisine kar getirdiği alanlarda ve oranda- bilimi ve bilimsel gelişmeleri destekleyip, araştırmalara kaynak sağlamakta, patentlerini satın almaktadır. Uzay ve silah, iletişim ve bilgisayar, biyo-teknoloji ve gen mühendisliği, tarım ve yiyecek, tıbbi araç gereç, tıp, ilaç ve kimya vb. tekellerinin hemen tümünün büyük çaplı araştırma laboratuarları bulunmakta; konularında ün yapmış bilimci ve araştırmacıların önemli bir kısmı bu uluslararası tekellerin bünyelerinde toplanmakta; üniversitelerdeki, araştırmalara yine bu tekeller tarafından, proje ve araştırma konuları incelenip, getirecekleri kâr düzeyi sıkıca gözden geçirildikten sonra maddi destekte bulunulmaktadır.
Başta genetikte olmak üzere bilimin belli başlı dallarındaki bu gelişmeler göz ardı edilemez kuşkusuz. Ancak unutulmamalıdır ki, insan toplumunun gerek bu gelişmelerden somut olarak yararlanma olanakları bakımından, gerekse doğa bilimlerinin hâlihazırda çözmekle karsı karşıya olduğu sorunların niteliği açısından, mevcut bilimsel gelişmeler bugün olduğundan çok daha ileri bir düzeyde olabilirdi. Buradan bakıldığında, doğa bilimlerinde nispi bir gelişmeden, ancak mutlak olarak ciddi bir gerilikten söz edilmelidir.
Sovyet biliminin tarihi söylediğimizin kanıtlarıyla doludur. Nitekim Darwinist evrim teorisi, burjuvazinin hizmetindeki idealistlerce en zayıf tarafından yorumlanır ve var olma savaşı mutlak bir toplumsal yasa olarak ilan edilerek Sosyal Darwinizm derekesine indirilirken, Sovyetler Birliği’nde bu teori diyalektik materyalist açıdan eleştiriden geçirilerek geliştirildi ve Sovyet bilim adamlarınca toplumun ihtiyaçları doğrultusunda canlı doğaya hükmetmenin aktif ve etkin bir aracı haline getirildi. Bu nedenle, ileri kapitalist ülkelerdeki biyolojinin ve gen mühendisliğinin bugün attığı adımların pek çoğunu, Sovyet biyologlarının 40’lı ve 50’li yıllarda -henüz nüve halinde ve ilk denemeler düzeyinde de olsa- atmaları, özellikle tarımsal üretkenliği artıran birçok yeni yöntemi keşfetmeleri bir rastlantı değildir. Aksine, bu gelişme, bizzat biyolojik determinizm akımıyla yoğun bir mücadele verilerek kaydedilebilmiştir.
Bilindiği gibi, biyoloji, doğa bilimi araştırmalarında tarihsel metodu kullanan, daha doğrusu kullanmak zorunda olan bir bilim dalıdır. Biyolojinin bu özelliğe sahip olması, bu türden safsataların yeniden su yüzüne çıkmasına ayrı bir anlam daha kazandırmaktadır. Bilimin ve onun teorik gelişiminin (bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarını genelleştirme) evrimi dikkate alındığında, bu tür safsataların genellikle, doğa bilimlerindeki gelişmeleri teorik bakımdan genelleştirmede ciddi bir sığlığın yaşandığı dönemlerde ortaya çıktıkları görülür. Oysa doğa bilimlerinin gelişmesi açısından sorunun bu yönü, yani bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarının diyalektik materyalizm açısından mı, yoksa metafizik idealizm açısından mı genelleştirildiği oldukça önemlidir. Engels’in, “Doğanın Diyalektiğinde de vurguladığı gibi, “burada düşünme gereklidir: atom ile molekülü vb. mikroskopla değil, ancak düşünce ile gözleyebiliriz”.
Başka bir deyişle, bu türden safsataların yeniden kendilerinden söz ettirebilmeleri, her defasında, çalışmalarında ister istemez diyalektik metotları uygulayan doğa bilginleri arasındaki idealizmin köreltici ve metafiziğin bilimi kendisine yabancılaştırıcı etkisinin güçlendiğinin ya da yeniden güçlendirmeye özel bir uğraş verildiğinin bir belirtisidir.
Burjuvazinin bilim karşısındaki tutumu göz önüne alındığında sosyo-biyoloji örneği hiç de şaşırtıcı gelmemektedir. Burjuvazi tam da kendisinden beklenileni, sınıf karakterini sergilemektedir.
Ancak uğraşına içtenlikle bağlı bilim adamları açısından bu kesinlikle böyle değildir. Her şeyden önce, onların önünde, bilim tarihinin zirvesi olarak Sovyet bilimi deneyi durmaktadır. Fakat sadece tarihsel bilgi değil; uğraşına içtenlikle bağlı her bilim adamı, bizzat pratik bilimsel çalışmasının sunduğu verileri titizlikle değerlendirdiğinde, Engels’in vurguladığı anlamda “düşünme”yi, uğraşının somut niteliği ve göstergelerinin nesnel karakterine önyargısızca dayandırdığında, doğa biliminin her zaman ufkunu açmış olan dünya görüsüne, diyalektik materyalizme yönelmiş olacaktır. Doğanın değil ama doğa biliminin diyalektik materyalizme bugün de büyük bir gereksinimi vardır.
Kısacası, diyalektik materyalizm, bilim adamı için uğraşıyla kurduğu içtenlikli bağı korumanın bir gereğidir. Sovyet biliminin tarihi, bilimin ancak bu yoldan en azami gelişmeyi kaydedebileceğini ve insan toplumuna her bakımdan hizmet etme misyonuna ancak bu bakış açısıyla bağlı kalabileceğini göstermektedir.
Haziran 1999
KAYNAKLAR:
1. Prof. Edward O. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
2. Dr. Mary Maxwell, The Sociobiological Imagination, State University of New York Press, 1991, Albany, ABD.
3. Prof. Steven Rose, Lifelines, Biology, Freedom, Determinism, The Penguin Books, 1997, Londra, İngiltere.
4. age.
5. Prof. Richard Dawkins, The Selfish Gene, Penguin Books, 1989, Londra, İngiltere.
6. Prof. Richard Dawkins, River out of Eden, Weidenfeld & Nicolson, 1995, Londra, İngiltere.
7. Prof. Edward 0. Wilson, Sociobiology, The New Synthesis, Harvard University Press, 1975, Cambridge-Massachusetts, ABD.
8. age
9. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
10. age
11. Prof. Edward 0. Wilson, Sociobiology, The New Synthesis, Harvard University Press, 1975, ABD.
12. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
13. age.
14. Dr. Zhang Boshu, Marxism and Human Sociobiology, The Perspective of Economic Reforms in China, State University of New York Press, 1994, Albany, ABD.
15. age.
16. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
17. age.
18. Prof. James D. Watson, bir konuşmasından, GeneWatch adlı derginin Kasım 1994, 9. sayısından aktaran Dr. Mae-Wan Ho, Genetic Engineering, Dream or Nightmare, Gateway Books, 1998, Bath, İngiltere.
19. Dr. Zhang Boshu, Marxism and Human Sociobiology, State University of New York Press, 1994, ABD.
20. Prof. Garland E. Allen, Science Misapplied: The Eugenics Age Revisited, 1996, St Louis, ABD.
21. Karl Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 1992, Ankara.
22. Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 6. Tez, F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, üçüncü baskı, 1992, Ankara.
23. Serol Teber, Doğanın insanlaşması, Sorun Yayınları, 3. baskı, 1995, İstanbul.
24. Bütün alıntıları aktaran Serol Teber, age.
25. Prof. Richard C. Lewontin, The Doctrine of DNA, Biology As an Ideology, Penguin Books, 1993, Londra, İngiltere.
26. Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, Sorun Yayınları, 3. baskı, 1995, İstanbul.