Sistemi yenileme operasyonunun dayanağı olarak “Öcalan davası”

Resmi açıklama, Abdullah Öcalan’ın, İmralı adasında, bir cam kafes içinde, DGM tarafından yargılandığı biçimindeydi. Ama aslında mahkeme, aynı zamanda Mudanya İskelesi’nde, gün ve geceler boyu TV kanalları aracılığı ile her kahvede, her evde sürdürüldü. Öyle görünüyor ki; mahkeme hukuki bakımdan sonuçlandıktan sonra da devlet ve düzenin propaganda aygıtları, basın ve TV kanalları; ideolojik-politik kapsamlı mahkemelerini sürdürmeye devam edecekler.
Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinden beri; hukuksal kaygılarını dile getiren çevreler bile ilk günden itibaren bu kaygılarını bir yana bıraktı.
Medya; “yukarı”dan aldığı işarete uygun olarak “Öcalan idam edilmeli”, “Bebek katili idam edilsin” tavrından, “Apo can derdinde”, “Günah çıkardı”, “Kendi davasını savunamadı” tavrına dönmüş bulunuyor. Tekelci medya kuruluşları daha da ileri gidip; “Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mahkeme tutumuyla “Öcalan’ın tutumu”nu karşılaştırıp; “Onlar kahramandı; bu korkak” yorumları yaptılar.
Yargılamanın daha başında, Öcalan’ın savunmasının esası da ortaya çıktı. Bu durumu basın ve uyanık kimi siyasi çevreler; “Öcalan’ın mahkemeyi siyasi bir zemine çektiği” biçiminde yorumladılarsa da; aslında mahkemenin de, tabii yargıçların da davayı hukuki bir zeminde değil siyasal zeminde yürütmek istedikleri ortadaydı. Dahası; Öcalan’ın savunmasını duruşmadan önce okuyan mahkeme heyeti; Öcalan’ın savunması ve mahkemede yapacağı açıklamalar üstünden bir duruşma yürütmeyi kendisine esas alan DGM yargıçları, bu arada, “demokratik”, “sanığa görülmemiş derecede söz hakkı tanıyan bir mahkeme” payesini kazanmayı da ihmal etmemişti.
Öcalan’ın yargılanmasının gündeme gelmesinden beri; “Adil bir yargılama”, “DGM’lerin kaldırılması” ya da “Öcalan idam edilmelidir-edilmemelidir” üstünden sürdürülen “Öcalan yargılanması” tartışmalarının, yargılanmanın başlamasıyla birlikte; Öcalan ve PKK şahsında, aslında Kürt sorununun çözümüne ilişkin devletin resmi tezi dışındaki bütün tezlerin yanlış, hayalci, Kürtlere de ihanet olduğu propagandasına dönüştü.
Mahkeme öncesinde; Öcalan’ı “30 bin kişinin katili”, “bebek katili”, “vatan haini”, “bölücü eşkıyanın başı” gibi sıfatlarla tanımlayıp sade vatandaşın gözünde Öcalan’ı “canavar” ilan eden propaganda, duruşmaların başlamasıyla “İşte PKK’nın başı denilen adam. Can korkusuyla kendi davasını bile savunmaktan vazgeçti; bu nasıl lider? ideolojisi olmayan bir haydut” sıfatını da Öcalan’ın sıfatları arasına katarak, bugüne kadar Öcalan ve PKK’nin şahsında Kürt sorununun çözümüne inanmış kesimlerde bir moral çöküntüsüne, bir bozguna yol açmayı amaçlamaktadır. Ve elbette böylece dağda; hâlâ Öcalan’ı lider bilenlerin içinde de kargaşaya ve bozguna yol açılması; bu yolla PKK’nin gücünün parçalanması hesaplanmaktadır.

* * *
Her duruşma ertesinde TV kanallarının birbiriyle yarışırcasına hazırladıkları “programlar”da “bilirkişiler”, “uzmanlar” Öcalan’ı, PKK’nin eylemlerini bir kez daha yargılayıp kendi kafa karışıklıklarına uygun senaryolara inandırıcılık kazandırmak için en açık gerçekleri bile ters yüz etmeyi başarıyorlar. Bu hem programı yönetenler tarafından izleyici kazanmak (rakip kanallardan farklı bir şey veriyor havası yaratılarak), hem de bir sonraki gün “yeni şeyler” söylemek (uydurmak demek daha doğru) zorunda olmaları nedeniyle böyle olmaktadır.
Yazılı hasının, aynı duruşmayı izleyen namlı köşe yazarları, yönetmenleri, müdür düzeyindeki “gazetecileri”; aynı duruşmayı farklı farklı anlatma becerisini göstererek, “gazeteciliğe yeni bir boyut getirirken”, aynı zamanda deneyimli birer sosyal-psikolog edasıyla “kişilik çözümlemeleri” yapmaya da yöneldiler.
Kürt siyasi çevreleri de; sanki bir başka mahkeme izlediler.  Öcalan’ın her günkü söylediklerini tarihsel-mantıksal bir temele oturtma; yeniden “yorumlayarak” anlaşılır ve “kabul edilir” kılma işi bunlara düştü.
Kısacası; yargılanan bir tek kişi, yargılayan bir tek mahkeme vardı. Ama olup biteni farklı farklı gören çoktu. Öcalan, kimine göre, davasını savunmak yerine kellesini kurtarmak isteyen bir korkak-dönek; kimine göre bir özgürlük kahramanı, kendisini halkı için ateşlere atan bir lider, kayalara zincirlenmiş ve ciğerleri her gün bir kartal tarafından parçalanan ölümsüz Prometheus; kimine göre ikiyüzlü, herkesi kandırmak isteyen bir takiyyeci; kimine göre ise eskiden beri savunduğu tezleri savunan bir uzlaşmacı, tipik bir “Şark politikacısı”dır vs. vs. Öcalan’ın tutumu konusundaki değişik değerlendirmeler; mahkemenin konumuyla ilgili olarak da söz konusudur.
Kimine göre mahkeme tümüyle hukuki kaygılarla hareket ederek Avrupalılara örnek olacak demokratik, hukuki bir yargılama örneği vermektedir. Kimine göre ise, “şehit aileleri”nin baskısı altındadır. Kimine göre; yargıçların iyi niyeti Öcalan tarafından istismar edilmekte, bir PKK propagandasının kürsüsü olarak kullanılmaktadır. Kimine göre, Öcalan’ın izlediği strateji mahkemeyi böyle aciz bir duruma getirmiştir vs. vs.
Ancak bütün bu “çok taraflı”, “çok renkli” değerlendirmeler içinde; gerçek adına çok az şey bulunduğu her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü İmralı’daki mahkeme ve duruşmalar konusunda değerlendirme yapan çokbilmiş gazeteci takımı ve Kürt siyasi çevrelerine göre herkesin; Öcalan’ın, avukatlarının, PKK’nin, “şehit ailelerinin”, müdahil avukatlar kılığındaki “avukat” takımının, duruşmayı izleyen gazeteci erbabının, hatta sokaktaki vatandaşın bile bir Öcalan yargılaması “stratejisi” vardı da; devletin mahkemede devleti temsil eden yargıç ve savcıların bir “stratejisi” yoktu! En azından bundan kimse söz etmedi. Kimisi bunu bildiği halde, kimisi de olup bitene at gözlüğü ile baktığı için bu davanın asıl “stratejisinden, devletin “stratejisinden söz etmedi.
Yukarıdaki tabloya bakılınca şunlar da söylenebilir:
İmralı’ya mahkeme kuranların, bu mahkeme etrafında bir kamuoyu oluşturarak, kendi politikalarını hayata geçirenlerin bir “stratejisi” olduğundan; olup bitenin çok önemli bir bölümünün bu stratejiye hizmet edecek bir biçimde oluşan “kontrollü gelişmeler” olduğundan söz edilmiyor. Her şeyi Söyleyip de bunu söylemeyenler; yine bizzat mahkemeyi kurup yönetenler tarafından şaşırtılmakta, dikkatleri başka yönlere çekilmekte ya da oyunu sahneleyenler tarafından rol dağıtımında bunu görmemek üzere yükümlendirilmektedirler.
Kimi “uzman” ve “yorumcular” ile Kürt siyasi çevrelerinden yapılan değerlendirmelere bakarsak; Türkiye Cumhuriyeti devleti Öcalan’ı yakalamış ve sonra da onun amacına uygun olarak bir yargılama düzeni kurarak; Öcalan’ın barış ve insanlık konusundaki fikirlerini dünya kamuoyuna açıklaması için bir kürsü olarak kullanmasına izin vermiş ya da vermek zorunda kalmıştır! Sadece mahkeme heyeti de değil, devlet ve devlet güdümünde olduğundan kimsenin kuşkusu olmayan basın ve TV kanalları; Öcalan’ın fikirlerini, barış çağrılarını dünyaya duyurmayı başlıca görev edinmiştir! Yoksa pek çok kanalın, gün boyu; “yargıç sordu… Öcalan dedi…” ile başlayıp yeniden yeniden ekrana gelen diyalogları, sayısız günlük gazetenin pek çok sayfasını, duruşmada Abdullah Öcalan’ın söylediklerine ayırması başka nasıl açıklanır?

* * *
Gerçekte ise olup bitenlerin anlamı tamamen farklıdır.
Şöyle ki; İmralı’daki mahkemenin başlamasından bir gün önce bile genel kanı, mahkeme sırasında Öcalan’a söz verilmeyeceği, tutuklanalı beri çok ağır ve kötü koşullarda yaşayan Öcalan’a hiçbir savunma olanağının tanınmayacağı biçimindeydi. Mahkemenin başlamasıyla; bütün bu saptamaların boş ve sadece geleneksel DGM yargılamaları ve tutuklamalarına bakılarak çıkarıldığı da ortaya çıktı.
Ankara 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi heyeti; bu mahkemeye farklı misyonlar biçenlerin tersine mahkemeden önce ellerine ulaşan “Öcalan savunmasını” iyi okumuş ve yorumlamış olarak duruşmaya çıktı. Devletin geleneksel Kürt tezinin Öcalan’ın ağzından onaylanmasını sağlamaya çalıştılar ve bugüne kadar gerek Marksistler gerekse Kürt milliyetçisi çevreler tarafından öne sürülen Kürt sorununa ilişkin tezleri “mahkûm etmeyi” amaçladılar.
Nedir devletin geleneksel Kürt tezi? Söyleyeceklerimizin daha anlaşılır olması için kısaca ona değinelim:
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu hakkındaki resmi tezi; Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne kadar; “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur” biçimindedir. Kürt sorunu denilen şey, emperyalistler tarafından uydurulmuş; Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımızın kimi hassasiyetlerinden (dinsel inanç, mezhep farklılıkları, dil farkı, yoksulluk, aşiretçilik vb. gibi) yararlanılarak, emperyalistler, kökü dışarıda kişiler ve örgütler tarafından halka dayatılmıştır.
Bu katı devlet tezi; sistem partileri tarafından, “bölge sorunu”, “feodal ilişkiler sorunu”, “geri kalmışlık ve işsizlik sorunu” biçiminde yeniden üretilerek “yumuşatılmış”; ekonomik-sosyal nedenlerle açıklanmaya, böylece Kürt kökenli emekçilere daha şirin, daha anlayışlı gösterilmeye çalışılmıştır. Siyasiler, sorunun bir Kürt sorunu olarak reddedilemeyeceği biçimde ortaya çıktığı durumlarda; “Kürt realitesini kabul ediyoruz” (1990’ların başında Demirel ve İnönü, başbakan ve başbakan yardımcısı olarak sorunu böyle gördüklerini açıklamışlardır) demişlerse de ilk fırsatta; “Kürt sorunu yoktur”a dönmüşlerdir. (Demirel, bugün “Kürt sorunu yoktur” diyor.)
Son 10 yıldır; Türkiye’yi yöneten güç odakları; zaman zaman şu ya da bu yana doğru eğilim gösterir görünseler de; özellikle devletin PKK karşısında inisiyatifi ele geçirmesinden beri ısrar ettikleri temel tez; “Kürt sorunu yoktur; terör sorunu vardır. Dış güçler; İran, Suriye, Yunanistan, Güney Kıbrıs, İtalya, yerine ve gününe göre de Almanya, Hollanda, Yugoslavya, Ermenistan gibi cümle dış güçlerin eli Güneydoğu’dadır. Ama ilk elde sorun PKK’nin yok edilmesidir.” Ve tabii bu tezin arkasından; “Bölgedeki ekonomik koşulların iyileştirilmesi”, “feodal kalıntıların temizlenmesi ve dış güçlerin kışkırtmalarına son verilmesi” gibi devletin yapacağı işler sıralanmaktadır.
İşte; İmralı’da kurulan mahkeme, öncelikle bu “devletin Kürt tezini Öcalan’a kabul ettirmeyi kendisine görev edinmiştir. Medyanın ve resmi propaganda odaklarının Öcalan’ın “1990’dan beri Kürt-Türk ayırımı yoktur. Türkiye’de düşünce özgürlüğü vardır. Siyasi özgürlükler vardır. Olan bir şeyi neden isteyelim. Kültürel haklar kısıtlıdır. Ben kültürel Atatürk milliyetçisiyim” gibi açıklamalarının üstüne atlamış olması elbette ki anlamlıdır.
Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve yakalanması ile mahkemede söyledikleri göz önüne alınırsa; Öcalan etrafında olup bitenlerin, bir “kontrol dâhilinde” devletin Kürt tezini doğrulayacak açıklamalar üstünden politika yapmaya yönelik olduğu açıkça görülür.
Öcalan’ın da devletin bu “stratejisinin farkında” olduğu; savunmasını da devlet ve mahkemenin bu isteğine uyumlu olarak yaptığı, gerek mahkemede söyledikleri gerekse “savunma” adlı 85 sayfalık metinde apaçık ortadır. Başka bir söyleyişle;’ Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması; yakalanmasından bu yana Öcalan etrafında olup bitenlerin bir kontrol dâhilinde ve belirli bir amaca hizmet etmek üzere düzenlendiğini; duruşmada Öcalan’ın söyledikleri ve söylemediklerinin de bu stratejiye uygun bir formatla sunulduğunu kabul etmek gerekir.
Öcalan ve PKK tarafından; uzunca bir zamandan beri sorunun Kürt sorunu olarak değil de PKK-Öcalan sorunu gibi ele alınması; özellikle Suriye’den çıkış sonrasında her şeyin “Öcalan’ın yaptıkları ve yapacakları sorunu” olarak ele alınmış olması; kuşkusuz ki bugün “Kürt sorunu yoktur, kimi kültürel haklar sorunu vardır” noktasına gelinmesini kolaylaştırmıştır. Çünkü devlet de; “Kürt sorunu yoktur. PKK ve Öcalan sorunu vardır” diyor. Duruş yerleri zıt olsa da “iki taraf” sorunu tarifte birleşmektedir. Nitekim Öcalan bugün kolayca; “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur. En azından Kürtlerin bugün karşılaştıkları sorunlar; uğruna savaşmalarına değecek sorunlar değildir” diyebilmekte; bu görüşünü de yıllardır savunduğunu iddia edebilmektedir.

* * *
Bu yazının amacı; ne bir Öcalan-PKK çizgisi eleştirisi ne de “Kürt sorunu”nun çözümüne bir “yaklaşım” getirmektir. Tersine; bugün, Öcalan yargılanması üstünden ülkeyi yöneten güç odaklarının yapmak istediklerini sergileyerek; son 2–3 yıldır, generallerin başını çektiği, uluslararası sermaye ve onların uzantısı olan yerli tekellerin programı olan ekonomik-siyasal yeniden yapılanma operasyonunun bir parçası olarak Öcalan yargılamasının oturduğu yeri göstererek, Türk ve Kürt kökenli emekçiler açısından gidişatın anlamını ortaya koymaktır. Ancak, Öcalan üstünde oluşturulan 15 yıllık kült, olup bitenin özellikle Kürt siyasi çevrelerince anlaşılmasını güçleştirmektedir. Bu yüzden de Öcalan’ın devletin üst kurumlarına mahkemeden üç gün önce gönderdiği; duruşmalarda baz olarak aldığı “savunma”sından bazı pasajları yorumsuz olarak aktararak; Kürt sorunun hangi zemine kaydırıldığını; MGK konseptiyle Kürt sorunu arasında nasıl bir bağlantı kurulduğunu göstermeye çalışacağız.

ABDULLAH ÖCALAN’IN SAVUNMASINDAN BÖLÜMLER
“En iyi, anlamlı ve mümkün olan özgürlük ve bağımsızlık, bu yer Kürdistan da olsa ancak Türkiye’nin genel Misak-i Milli sınırları içinde mümkündür. Bilimsel olarak da kanıtlamak zor değildir. Ayrılmış bir Kürdistan bitmiş veya bir gücün kuklası, işbirlikçilerin malikânesi olmaktan öteye gidemeyecek bir Kürdistan’dır. Ayrılmış bir Kürdistan halkın değil, yabancı ve işbirlikçilerin olabilir ki bu da hayaldir, ancak çıkar güçlerinin oyunu olarak sık sık tekrarlanır.
(…)
Sanıyorum, Türkiye’de tüm kesimlerin konsensüs sağladıkları en temel konu budur. Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bu açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor. Ordu en demokratik görünen partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor. Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine demokrasi isterken ordunun gerçekten demokratik normların takipçiliğini üstlenmesi, şüphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama sorumlu olduğu bu güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasiyle bağlantılı olduğunun görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu açıdan da, aşamanın tarihi, demokratik nitelikte olduğunu görüyoruz.
Çözümün bizzat demokrasinin çarelerinin tükenmezliğinde görüldüğünü anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü konumundadır. Bu neden böyledir?
Çünkü sorunların demokrasinin özüyle çok bağlantılı, söz ve eylemi dışımla çaresi kalmadığından ötürü böyledir. Artık sorunları gücün halledemediği, daha da sora soktuğu, artık çözümün demokratik sistemin iç yaratıcılığında görülmesi gerektiği için böyledir. Türkiye için demokrasi, bir ihtiyaçtan öte, bir zorunluluk haline geldiğinden ötürü böyledir. Ordunun büyük bir özlemle yönlendirmede oynadığı bu rolü, şahsım adına doksan altıdan beri olumlu takdir ettiğimi ve yardımcı olmaktan başka çaremizin olmadığını da daha o günlerde belirttiğimi, tek taraflı ama başarılı yürüyemeyen ateşkes denemeleriyle ve giderek bu yönde çözüm arama konumuna girdiğimi de, tarihi bir gelişme olarak hatırlatma ihtiyacı duyuyorum.
(…)
… Dil ve kültür farklılıklarının demokrasi içinde, bağımsızlık içinde nasıl güçlendiğinin hem nedeni ve sonucu olduğunu çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. Herhalde Türkiye için de, dil ve kültür mozaiği olması açısından alınacak epey ders vardır. Kürt sorununun sonuçta bir dil ve kültür özgürlüğü sorununa indirgenebileceği göz önüne getirildiğinde, alınacak dersler gerçekten çarpıcıdır.
(…)
Demokratik sisteme veya onun devlet yapısına bağlı olduktan sonra, her parti çözüm gücünü zora başvurmadan bulabilir. Burada ne dini zorla benimsetme, ne devletin yapısını dağıtma ve parçalama da söz konusu değil. Din, düşünce ve onlara dayalı partiler devletin demokratik sistemini esas aldıkları için onun ölçütlerine uymayı da bilirler. Bilmediler mi demokrasinin kendini savunma hakkı doğar. Burada açık ki hangi inancı, düşünce ve onların partisel ifadeleri hangi toplumsal gruba dayanırsa dayansınlar bu ulus olabilir, etnik bir grup olabilir veya dini bir topluluk da olabilir, bunları söz konusu ederek devletin dayandığı sınırları zorlayamaz, buna gerek yok, çünkü çözmek iddiasında oldukları sorunu daha da zora sokar, dolayısıyla gereği de yoktur, sistemin içinde zaten çözüm olanakları vardır.
(…)
Sonuç olarak; Atatürk döneminin otoriter Cumhuriyet anlayışı kendi somut gerçeği içinde anlamını böyle buluyor. Neden liberal-demokratik yöne kayılmadı sorusu kadar, Kürt ayaklanmalarında, hele hele milli hareketinden ziyade -istisnalar geneli değiştirmiyor- dağınık, örgütsüz, ağa-reis-şeyh kuralına göre yürüyen bir toplumsal kesimden daha ileri bir gelişmenin çıkmamasının suçunu, hep, Cumhuriyete ve Atatürk’e yıkmak büyük yanlışlık ve haksızlık kadar, beraberinde birçok yaklaşım hatasını getiriyor, aşırı uç değerlendirmelere götürüyor. Bu da özellikle genelde aydınları, İslamcıları, sosyalistleri ye Kürt milliyetçiliğini büyük değerlendirme hatalarına, hatta hareketlerine götürüyor. Eğer bu söylenenler doğru olsaydı ve o dönemde maddi temeli bulunsaydı, herhalde bir başarıları da olurdu. Gerçek biraz da başarılı olandan yanadır. Gerçeği olanın başarısı olur.
(…)
Kürt ideolojik ve siyasi hareketlenmelerinin, bu cumhuriyetin kuruluş ve otoriter gelişmesini doğru yorumlayamamaları, içine düştükleri tüm trajedi ve yenilgilerinin temel nedenlerindendir. Bir özeleştiri olarak, doğrusunu bu dönem için şöyle dile getirmek doğruya daha yakındır.
(…)
Bu ilişki düzenin 19. yüzyıldan itibaren bozulmaya taşlamasında, İmparatorluğun Batı kapitalizmi karsısında gerilemesi, bölgeye özellikle Britanya İmparatorluğu’nun sızması, merkezi otoritenin artan vergi ve askerlik talebi bu bozulmada dolayısıyla günümüze kadar gelecek bir isyan sürecine yol açar. Çok tipiktir, diğer tüm kavimlerin isyanı başarıya ulaşmasına karşın bu isyanlar büyük çaplı olmalarına rağmen başarıya gitmemelerinde yine temel etken bünyedeki ortak vatan ve devlet anlayışı büyük rol oynuyor. İsyan edenlerin her zaman bir kolu zaten devletin yanında. Temelde kopma felsefesi ve siyaseti yok. Daha çok çıkar, taviz koparma hesabı var. ‘Bana vermezsen ben de şu dış güçle ilişkiye geçer, isyan ederim’ anlayışı hâkim. Bu Kürt isyanlarının tipik karakteri kadar talihsizliği, trajedisidir. Bu isyanları ileri, geri veya siyasi, milli saymak bile abartılıdır. Aslında özde böyle niyet taşımıyorlar. Bu daha çok bir örtü anlayışıdır. Yalın ağa-bey-reis-şeyh çıkarı, daha çok hanedan aile çıkarlarının yönlendirdiği ve çıkmazı derinleştiren Kürt halkının tarihine büyük acılar, katliamlar veren gelişmeye değil, baş aşağıya götüren özelliklere sahipler. Felsefesiz, siyasi program ve örgüt yoksunluğu aynı aile aşiret içinde bile her isyanda iki başlılık, askeri kuralları pek uygulamayan bu halleri ile yenilmekten kurtulamayan bu isyanları yeniden değerlendirmek büyük önem taşır. Aslında başarı inanç ve felsefede yok denecek kadar azdır. Kendiliğinden ve ilkeldir. Esasta da kim çok pay verirse gözü onda olan bir temel anlayışla bir önemli sonuca gidilemeyeceği açıktır. Trajedi, talihsizlik buradadır. İnsanın ‘Keşke bu isyanlar, bunların tarihi olmasaydı’ diyesi geliyor.”
Abdullah Öcalan’ın savunmasından alınan yukarıdaki pasajların her biri; Öcalan ve PKK’nin bugüne kadarki pratiğine dayanak yapılan bütün argümanları berhava etmektedir. İki taraftan bunca ölüm, bunca acı, sürgün ve yıkımdan sonra böyle bir noktaya gelinmesi elbette önemli sonuçları olacak bir gelişmedir. Bu çerçevede, “milliyetçilik-Kürt sorunu”, “Kürt sorunu-emperyalizm”, “işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi ile Kürt sorunu ilişkisi”, “Kürt sorunu ve Türkiye’de demokrasi mücadelesi”, “ulusal sorun ve sosyalizm”; “liberalizm, globalizm, Kürt sorunu ve demokrasi” gibi konular elbette yeniden tartışılacaktır. Ama bundan daha önemli gelişme ise; Öcalan’ın kendi teori ve pratiğini eleştirirken yaslandığı tezler ve güçler ile bu güçlerin amaçlarına “hizmet etme” konumudur.
Çok açık anlaşılacağı gibi; Öcalan savunması ve özeleştirisi, kendisinin de açıkça ifade ettiği gibi, ‘Yeni Dünya Düzeni’nin anti-sosyalist “demokrasi”si üstüne “tezler” ile “MGK’nın konsepti”ne yaslanmaktadır. Kürt sorununu ele alış tarzından, çözümüne ilişkin söyledikleri ve Türkiye’de demokrasi ve ordunun rolüne ilişkin yaptığı değerlendirmeler; askerlerin politikaya müdahalesini iki yıldır hayranlıkla izliyor olması; Kürt sorununun düşmanlarını sayarken; “Türkiye’nin düşmanları”nı saymak için özel çaba harcaması; herkese bir şey söylerken Amerika ve İsrail’e ilişkin hiçbir şey dememesi, Öcalan’ın savunmasında hangi “konsept’le uyum sağlamayı gözettiğini açıkça göstermektedir.
Bütün bunlar ve mahkemenin izlediği “duruşma çizgisi” ve medyanın seferber ediliş tarzına bakıldığında; Öcalan’ın savunmasına Kürt sorununda bir görüşün iflas etmesinin ötesinde bir değer biçmektedir. Dahası ülkeyi yönetenler, Öcalan’ın ne Şemdin Sakık gibi “düşmesini” ne de bir kahraman olmasını değil; “dişi tırnağı sökülmüş”, ama yine de PKK ve yakını güçleri toplu olarak sermayenin saflarına, düzeni yenilemenin saflarına çekecek bir “lider” olarak kalmasını istemektedirler, idam edilse bile böyle bir imajdan yararlanmayı hesaplamaktadırlar. Çünkü Öcalan, globalizmden demokrasi sorununa, Türkiye’deki özgürlüklerden Kürtlerin kültürel sıkıntılarına kadar her sorunda; sistemin yeniden yapılandırılması için koçbaşı rolü oynayan MGK’nın politik-pratik hattında birleşmeye çağrı yapmaktadır. Bu ise; Kürt emekçilerinin, Kürt devrimci demokratik güçlerinin, bir zaman PKK’yi, HADEP’İ desteklemiş Kürt yığınlarının MGK’nın sistemi yenileme operasyonunun arkasına geçirilmesinin yolunun açılmasıdır. İmralı’da Öcalan’ı yargılamak için mahkeme açanların asıl amaçlan budur. Ve Öcalan’ın söylediklerinde keramet arayanlar da, devletin mahkemedeki amaçlarının üstünü karartanlar da bu amaca hizmet etmektedir. Kimisi isteyerek, kimisi de farkında olmadan tabii ki.
Kısacası, MGK ve arkasındaki güçler; nasıl ki iki yıldan beri, “şeriatçılık-laiklik”, “bölücülük-Atatürkçülük-milliyetçilik” üstünden ilerici demokrat çevre ve odakları bölüp önemli bir kesimini dağıtarak, geri kalanları da düzeni yenileme çabalarının arkasına takabilmişlerse; şimdi Öcalan’ın yargılanması da aynı amaçla kullanılmakta, Kürt emekçilerinin en uyanmış, en diri kesimleri, Öcalan-PKK sorunu üstünden sisteme bağlanmaya çalışılmaktadır. Asıl tehlike budur.
Türkiyeli sosyalistlere, devrimcilere, ilericilere asıl düşen de; bu gerçeğin üstünü açmak, Kürt kökenli emekçilerin gerçekleri görmesi için çaba harcamak, sermayenin sisteminin yeniden yapılandırmasında onları dayanak olarak kullanmasını önlemek için gayret sarf etmektir. Ki bu durum, Kürt emekçileri arasında ve ilerici, demokrat Kürt çevreleri içinde yoğun bir fikir mücadelesini, sistemli bir aydınlatma faaliyetini zorunlu kılar.
Gelişmelerin seyri göz önüne alındığında; önümüzdeki günlerde “Öcalan yargılanması ve savunması” üstünden Kürt emekçilerin uyanan kesimlerini yedekleme çabalarına karşı mücadele; milliyetçilik ve şovenizme karşı mücadele ile birleşecek ve onun kadar önem kazanacaktır demek bir abartı olmayacaktır.

Haziran 1999

Seçim sonuçları, burjuva gericilik ve EMEP

(Emeğin Partisi Başkanlık Kurulu’nun, 22–23 Mayıs 1999 tarihleri arasında yapılan EMEP Genel Yönetim Kurulu toplantısına sunduğu raporu yayınlıyoruz.)

18 Nisan 1999 günü yapılan “erken genel seçim”, DSP ve MHP’nin “yükselişi”; DYP, ANAP, FP ve CHP’nin “yenilgisiyle” sonuçlandı.
12 Eylül’den bu yana bütün seçimlerin “büyük partileri” olan ANAP ve DYP’nin oy oranlarının baraja doğru itilmesi, CHP’nin barajın altında kalması, FP’nin birinci parti olmaktan üçüncülüğe düşmesi; seçimde yenilen partilerin, “aslında seçimi biz kazandık” demelerini ya da inandırıcı mazeret bulmalarını güçleştirdi. Dolayısıyla da, ANAP, DYP ve CHP’de “yönetimlerin” ve “liderlerin” istifası gündeme gelirken, baraj altında kalan CHP içinde esen sert rüzgârlar, Genel Başkan Deniz Baykal’ın istifasına karşın dinmiş değil. ANAP ve DYP’de ise, henüz önemli istifalar yok, ama bu partilerdeki iç kargaşanın da öyle kolayca dinmesi beklenemez. Tersine, seçimin yarattığı depremin, orta vadede bu iki partiyi de CHP kadar karıştıracağı ortadadır.
FP’de suların kolayca durulmayacağı, RP’nin kapatılması öncesinden başlayan “ak saçlılar”-“gençler”, “liberaller”-“radikaller”, “Erbakancılar”-“Erbakancı olmayanlar” vb. irili ufaklı parti içi taraflar arasındaki çatışmanın seçim sonuçlarıyla birlikte alevlendiği, hatta bölünmeye varan gelişmelerin FP’de gündeme gelebileceği gözlenmektedir. Necmettin Erbakan’ın, Merve Kavakçı’yı kendi kozu olarak ortaya atması, parti yönetimine rağmen “mecliste türban krizi” çıkarması, bu kriz karşısında parti yönetiminin düştüğü acz, partinin içinde yeniden saflaşmaların gündeme gelmesi de Fazilet Partisi’ni zor günlerin beklediğinin alametleri olarak değerlendirilebilir.
Seçimin “galibi” sağ ve “sol” milliyetçi iki parti DSP ve MHP görünmektedir ve bu iki partide şimdilik “bir sorun yok” gibidir.
Büyük patronlar, onların örgütleri ve her stratejik noktaya yerleşmiş sözcüleri, holding medyası ve propaganda odakları, seçimler sonunda ortaya çıkan bu tablo üzerinden sistemin yenilenmesi için çabalarını sürdürmekte; bir yandan yeni ve “istikrarlı” bir hükümet oluşturmak için çaba harcarken öte yandan da, sistemin yenilenmesinin önündeki engelleri kaldırmaya yönelmiş bulunmaktadırlar.
Bu hedeflerden birisi, MHP’nin “‘değiştiği” gerekçesine sığınılarak aklanmasıdır. Sermayenin zirvesinde yer alan büyük patronlar, daha seçimlerin ilk sonuçlarıyla birlikte medyadan yükselen “değişen, merkeze kayan MHP’ye bir şans” çağrısına destek vermektedirler. Bu görüşler sadece patronlar ve onların devlet ve ekonominin en stratejik noktalarını tutmuş sözcüleri tarafından dile getirilmiyor; “sol”da da benzer görüşler dile getiriliyor; örneğin İlhan Selçuk, “MHP’nin uzattığı el boş bırakılmamalı” gibi “derin siyasal tahliller”de bulunuyor.
Seçim sonuçları üstünden yönelinen ikinci hedef ise; seçimde büyük oy kaybına uğrayan “merkez sağ” partilerin, ANAP ve DYP’nin birleşmelerinin önünde engel olarak görülen Tansu Çiller ve bir ölçüde de Mesut Yılmaz’ın liderliği bırakması; bu iki partinin tek çatı altında birleşmesidir. Genel olarak “sol” ve emek güçleri açısından ele alındığında, EMEP tarafından ısrarla öne sürülen EMEP-HADEP-ÖDP merkezli bir blokla seçimlere girilmesinin en doğru taktik olacağı seçimlerin gösterdiği diğer önemli sonuçtur. “Sol”un, burjuvazi tarafından en pohpohlanan partisi ÖDP’nin, 3 milyon oydan söz edip, yüzde 2-3’lük bir oy oranı tahminlerine burun kıvırırken yüzde 0,8 dolayında kalması, bu partide ve onu destekleyen burjuva medyasının mümtaz köşe yazarları içinde hayal kırıklığı yaratmıştır. Ya da HADEP’in yüzde 4,8’lik oy oranıyla yetinmek zorunda kalması, büyük kentlerde düşük oy oranları, “bu bir referandumdur, sayımızın ne olduğunu göstermemiz gerekir”, “gücümüzü göstermek için ayrı girmeliyiz” iddiasının ne kadar geçerli olduğunu göstermiştir.
Bu iki partinin iddialarının sonucuna bakılırsa; Türkiye’de “sol”un oy miktarı yüzde 0,8, Kürtlerin nüfus içindeki oranı ise sadece yüzde 4,8’dir!

18 NİSAN SEÇİMLERİ VE SİSTEMİN İSTİKRAR İHTİYACI
Ekonomiden siyasete, sokak eylemlerinden seçimlere, son 10 yıldaki her ciddi gelişme, Türkiye’nin emperyalist yeni dünya düzenine uyum sağlaması için yürütülen uluslararası ve “yerli” büyük sermaye merkezli operasyonların damgasını taşımıştır.
1995’in 24 Aralık’ında yapılan seçimlerden sonra ise, siyasetteki yeniden yapılanma girişimleri; “iki turlu, dar bölgeli seçim” ve “başkanlık sistemi”ne kadar siyasal sistemde ciddi değişmeleri öngören bir yapılanma ihtiyacı açıkça tartışılır hale gelmiştir. Sadece tartışılır da olmamış, zaman zaman geri plana çekilse de; başını Cumhurbaşkanı’nın çektiği bir kampanya yürütülmüş, bugün de yürütülmektedir.
Öte yandan; 1990’ların başında, ANAP’ın parlamentodaki çoğunluğunu kaybetmesinden beri, egemen sınıfın ve onun her soydan ideolog ve politikacısının başlıca kaygısı, genelde burjuva siyaset arenasındaki özelde de parlamentodaki parçalanmışlığa son vermek; ülkeyi “güçlü hükümetler” ve “yukarıdan” gelen talepler karşısında “bölünmemiş bir meclis”e kavuşturabilmek olmuştur.
24 Aralık 1995 seçimleri öncesinde de ana sorun buydu ve ilk genel seçimlerin bu amacı gerçekleştirecek düzenlemelerin yapılmasından sonra gündeme alınması isteniyordu. Ama ANAP ve DYP arasındaki rekabet 24 Aralık seçimlerinin istendiği gibi olmasını engelledi. O günden 18 Nisan seçimlerine kadar geçen süre, “siyasetteki parçalanmışlığın” aşılması ihtiyacını daha da öne çıkardı. Ne var ki, 18 Nisan seçimleri de; bir anlamda “hiç kimsenin istemediği ama kimsenin de önlemeye gücünün yetmediği” bir olgu olarak dayandı. Meclisteki partiler arasındaki ilişkilerde herhangi bir hükümetin güvenoyu alarak görev yapmasını engelleyecek biçimde parçalanmıştı. Bu yüzden de 18 Nisan seçimleri hiç kimsenin aslında girmek istemediği, ama kimsenin de kaçamadığı seçimler olarak biçimlendi. Öyle ki; seçim tartışmaları son bir yılın en öne çıkan gündemi olduğu halde, seçim için meclisten 8 ay önce yasa çıkarılmış olmasına karşın, seçimlere 15 gün kala bile, “her an ertelenebilir” seçimler olarak gerçekleşti 18 Nisan seçimleri.
Seçimlerin kaçınılmazlığı ortaya çıkınca, ülkeyi yöneten güç odakları, iki partiyi tarif ettiler. Birincisi DSP, ikincisi ise DSP ile uyumlu bir ortaklık kuracağını umdukları ANAP’tı. Özellikle: “enflasyonu düşüren”, “Apo’yu yakalayan” hükümetin başı, “dürüst lider” Ecevit’in oy oranını hayli yükselteceği anlaşıldıktan sonra ANAP, açıkça ikinci partiliğe razı olmuş görünüyordu. Tabii en çok endişelenilen konu ise, FP’nin yeniden birinci parti olma ihtimaliydi. DYP ve CHP ise Meclis’in “kaprisli” ve “ihtiraslı” liderlerinin partileri olarak, “yukarıdakiler” tarafından terk edilmiş, üstü çizilmiş durumdaydılar.

“ŞERİAT TEHLİKESİ” VE “BÖLÜCÜLÜK” ÜSTÜNDE MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELİŞİ
Son birkaç yıllık sürece yakından bakıldığında; ekonomideki ve siyasetteki yeniden yapılanma sorununun esas olarak askerlerin koçbaşı olarak görev yaptıkları “bir operasyon” olarak yürütüldüğü gözlenmektedir. Son 40 yılda bütün anayasaları vs belli başlı yasaları kendileri yapan askerler, bu sefer iktidarı doğrudan ele almasalar da, tankları sokağa çıkarmaya varan baskıları da uygulayarak, en azından 28 Şubat 1997’den beri gündelik siyasete yön vermektedirler. 18 Nisan seçimlerinin sonuçlarını bu müdahaleyi dikkate almadan değerlendirmek elbette aşırı saflık olur.
İlk sonucu Refah-yol hükümetinin devrilmesi olan müdahalenin gerekçesi, “Türkiye’nin Milli Siyaset Belgesi”nde yapılan değişikliğe dayandırıldı.
Daha önce “komünizme karşı mücadeleci esas alan Milli Siyaset Belgesi’nde Türkiye’nin önündeki en “yakın ve somut tehlike” “şeriat” olarak belirlenmişti. Dolayısıyla devletin bütün imkânlarıyla şeriata karşı mücadelenin esas alınması gerekiyordu. Refah Partisi ise şeriatçılarla içli dışlı bir parti olarak görüldüğünden Refah-yol hükümeti devrilmeli, yerine “laik demokratik düzeni koruyacak bir hükümet” kurulmalıydı.
Kuşkusuz ki; 28 Şubat kararlarından geçerek Refah-yol’un düşürülmesine gelen müdahaleler çok önceden başlamıştı. Erbakan’ın Libya, İran ve Uzakdoğu’daki Malezya ve Endonezya’ya yaptığı geziler, “seçmene selam” babından da olsa Batı karşıtı konuşmaları; Türk-İsrail-Amerikan ilişkilerinde Refah Partisi ve Erbakan’a güvenilmemesi vb. gibi pek çok başka neden birleşmiş, Refah Partisi’nin olmadığı bir hükümet, “yukarısının” acil isteği haline gelmişti.
Elbette ki, geçmişte bu tür durumlarda askeri darbelere başvurulur, her şey kılıçla kesilir, yerine istenilen yapılırdı. Ama bu sefer müdahalenin biçimi farklıydı. Bu yüzden de; “psikolojik savaş”ın yöntemleriyle sonuç alınmaya yönelindi. Toplumda infial uyandıracak olaylar yaratılarak, “provokasyon” ve “sansasyon” yöntemleri sıkça kullanılarak, gerçek ya da suni gerginlikler yaratılıp bunlar her şeyin önüne geçirilerek amaca ulaşılmaya çalışıldı.
Önce; bir “şeriat tehlikesi kampanyası” başlatıldı ve toplum; “Ya şeriattan yana ya da laiklikten yana olunur” kolaycılığı ile ikiye bölünmeye çalışıldı. Burada amaç, bir zamanlar “Müslümanlar RP’de olur, olmayanlar ise diğer partilerde” diyerek bir bölme taktiği izleyen RP gibi bir bölücülüğe yönelindi. Bu bölme girişimi, öncelikle, aydın-demokrat çevrelerde, bilim dünyasında, üniversitelerde yankı buldu. YÖK’e, anti-demokratik uygulamalara, 1982 Anayasası’na karşı yıllardır oluşan aydın-demokrat-bilim çevreleri bölündü. Bölünmede MGK’nın müdahalesine karşı olanlar şeriattan yana sayıldı. Böylece üniversite merkezli muhalefet tahrip edildi. Benzer bir durum üniversite dışındaki demokrat-aydın çevrelerde de gözlendi. 28 Şubat’ın hemen öncesinde, Susurluk skandalı üstünden devletteki çeteleşmeye, kayıplara, işkencelere karşı çıkan, “bu devlet çeteleşmiş” diyen çevrelen “Şeriat tehlikesi” gerekçesiyle “çeteleşmiş” dedikleri devleti, “laik demokratik devlet” diyerek savunmaya koyuldular. Asker müdahalesine karşı çıkanlar “şeriatçılarla işbirliği yapanlar” olarak görülmeye başlandı.
Demokratik çevrelerin bölünmesine yönelik olarak başlatılan ikinci girişim “bölücülük” üstünden gerçekleştirildi.
Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması için başlatılan ve Suriye’ye, Yunanistan’a, arkasından da İtalya’ya karşı neredeyse savaş ilan edilecek gibi yüksek tansiyonda yürütülen kampanya, Kürt sorununda demokratik, barışçı bir çözüm isteyen çevrelerde de yeni bir bölünmeye yol açtı. Bu çevrelerde az çok kararsız bulunanlar, “Kürtler eziliyor, buna bir son verilsin” diyen ve soruna hümanist bir açıdan bakan çevreler de dâhil, geniş bir kesim sindirildi. Kürt sorunu gibi bir sorunun olmadığı, terör sorunu olduğu bir kez daha yüksek sesle vurgulanıp, tartışılmaz bir politika haline getirildi.
1990 sonrasında, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Türkiye’nin Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetlerine artan ilgisi, bu ülkelerin Türk ırkçılığının tarihsel motifi olarak öne çıkması, Körfez Savaşı, arkasından Bosna’da yürütülen savaş ve nihayet Kosova’daki gelişmeler Türkiye’nin dört bir yanında Türk ırkçılığını, milliyetçiliği yükseltecek olgular olarak ortaya çıktı. Danası, emperyalist yeni dünya düzeni; dünyanın geri kalan bölgelerinde egemen olmak için her tür ayrılığı kışkırtırken en çok da milliyetçi çatışmaları körüklemişti. Dolayısıyla da, “milli devletlerin tarihsel ömürlerini tamamladığı” iddiasının öne sürüldüğü bir dönemde; milliyetçi dalganın yükselişi bir ironi olarak ortaya çıktı.

MGK VE PKK FAKTÖRÜ; MHP VE DSP’Yİ YÜKSELTTİ
Bu resmi politika etrafında; en gerici ve en ırkçı-şoven çevreler, savaşta ölen askerlerin cenazelerini, PKK’nın Türk emekçilerinin çoğunluğunun duygu ve düşüncelerini dikkate almayan, ama Batı Avrupa kamuoyuna yönelik propagandayı esas alan bir hatta yerleşen politikalarını ve eylem çizgisini kullanarak halk indinde meşruiyet kazanmaya yöneldi. MHP ve DSP bu konjonktürden beslendi.
Seçimlerde ortaya çıkan tablo; bu sonuçta, iki faktörün önemli rol oynadığını gösteriyor. Birincisi MGK faktörü, ikincisi ise PKK faktörü.
MGK, 28 Şubat Kararları öncesinden başlayarak, “Şeriata ve bölücülüğe karşı mücadele” iddiasıyla özellikle günlük siyasete müdahale ederek, politikayı ve politik ortamı belirleyen bir rol oynadı. Gerginlik yaratmakla ve provokatif-sansasyonel çıkışlarla karakterize olan bu politika belirleme tarzı; kimi partilere açık desteği içerirken kimi partileri de siyaset yapamaz duruma getirme, hatta kapatmaya kadar vardı. Baskılar, ambargolar, yasaklar, seçimin gerektirdiği koşulların provoke edilmesine yönelik önlemlerle oluşturulan ortam; elbette ki, bu tablonun temelini oluşturmuştur.
Yine seçim sonuçları göstermektedir ki; Güneydoğu’dan gelen asker cesetlerinin en çok olduğu ve Türk milliyetçiliğinden en çok etkilenmeye açık Türk çoğunluğun yoğun olarak yaşadığı bölgeler (Orta Anadolu ve Doğu Akdeniz), “MHP’nin yükselişinin başlıca dayanağı olmuştur. Asker cenazelerinde simgelenen acı ile karışan şovenizm, MHP’yi bu çevrelerin umudu haline getirmiştir. Buna Güneydoğu’da askerlik yapan gençlerin Özel Tim ve diğer askeri birliklerde MHP ideolojisi ve politikaları doğrultusunda eğitimden geçtiği, bunun 15 yıldır sürdüğü de eklenirse, bir kuşağın nasıl bir etken güç olarak şekillendirildiği; bu büyük kitlenin MHP’nin politik yükselişinin belkemiği olduğu anlaşılır.
DSP’nin ise, bugüne kadar Kürt sorununda, Kürt gerçeğini ısrarlı bir biçimde reddeden “sol” bir parti olmasının yanı sıra Abdullah Öcalan’ı yakalayan hükümetin partisi olarak “PKK faktörü”nden yararlandığı gözlenmektedir.
Hiç kuşkusuz CHP’nin barajın altına itilmesinde; oluşturulmak istenen yeni düzene ayak uyduramaması, “konsepti” anlamayan bir parti durumuna gelirken DSP’nin de geçmişte CHP’nin oynadığı rolü de (yukarıdan verilen işaretleri anlama ve ona göre tavır belirleme) başarıyla oynayacağının anlaşılması olmuştur.
HADEP, Kürt milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğinin karşı karşıya geldiği bir dönemde; gerginliğin öteki ucundaki parti olarak oylarını koruyabilmiştir. Üstündeki yoğun baskıya karşın HADEP’in oylarını koruması bile başarı gibi görülse de, şu bir gerçektir ki, sıkıştırılmış olduğu köşeden çıkabilecek manevralar yapma yoluna gitmemekte ısrar etmiştir.
HADEP, EMEP’in “en azından bazı yerlerde seçime ortak girme” önerisini reddederken; “sayımızı bilmeliyiz”, “bu seçimler kir referandumdur” görüşü etrafında sonuç almaya çalışmıştır. Kürt sorununun, Türk emekçilerinin de sorunu yapılması gibi önemli bir amaçla seçimleri kullanmak yerine, HADEP, “Kürt sorunu Kürtlerin sorunudur” eski tezinde (lafta bu görüşü reddetse bile pratikte bu anlayış geçerli olmuştur) ısrar etmiş, Kürt-Türk yakınlaşmasını sağlayacak ittifaklar geliştirmek, Türk emekçilerle, şovenizme ve ırkçılığa karşı tutum alan Türk kökenli devrimci demokrat çevrelerle birleşerek güçlü çıkışlar yapmak yerine eski çizgisinde; tam da egemen sınıfların kendisini itmek istediği çizgide kalmakta ısrar etmiştir.
ÖDP ise; HADEP’le işbirliğini daha seçimin başında, muhtemelen aldıkları bir “ilke kararı” doğrultusunda reddetmiştir. ÖDP’nin yönelişi göz önüne alındığında, ÖDP’nin HADEP’le bir ittifakı reddetmesinin arkasında; HADEP’in “yukarıdan” işaretlenmiş olması yatmaktadır. Dolayısıyla da ÖDP; “Türkiye’nin emekçilerinin, demokrat ve ilerici çevrelerinin, sosyalistlerinin bugün ihtiyacı şu; bana da burada şunu yapmak düşer” gibi belirlemelerden kaçınarak, “seçim var ben de seçime giren partilerden birisi olayım, bu fırsattan yararlanıp ‘çok oy’ alırsam gerekeni yapmış olurum” diye seçimlere girmiştir. Ve bu seçimde, 3 milyon dolayında olduğunu tahmin ettiği “solcuların oyunun en az 1 milyonunu almayı” hesaplamıştır. Ama “sol”un oyunu birleştirmek için bile olsa, herhangi bir politik manevraya girmemiş; en azından “sol” için seçenek olabilecek birlikler oluşturarak, daha geniş kesimleri çekecek politikalara kafa yormamıştır. Sadece holding medyasının desteğine, burjuvazinin liberal kesimlerinin ÖDP’ye vereceği desteğe güvenilmiştir. Bu da ÖDP’nin geliştirdiği bir politika değil, burjuvazinin politikasıdır ve ÖDP, burjuvazinin himmetine sığınarak seçimlere girmiş; bu destek üstünden yüksek oy tahminleri yapmış (barajı aşma hayalleri görmüş); seçim başarısı ya da başarısızlığını alacağı oy sayısına bağlayan bir seçim politikası izlemiş, ancak sonuçta yüzde 0,8’de kalmıştır.
Kısacası; gerek ÖDP gerekse HADEP, aldıkları oydan bağımsız olarak, burjuvazinin kendilerine çizdiği misyona ve itmek istediği çizgiye uyumlu davranmış; bundan kurtulmak için herhangi bir politik manevraya girme istek ve becerisi gösterememişlerdir. Bunun acısı elbette bundan sonra görülecek; bulundukları yerde ısrar ettiklerinde de bir gelişme şansı bulamayacaklar, her şey her gün daha da ters gidecektir.
Partimiz EMEP, bu seçimlere girerken; ilerici, demokrat güçlerin seçimlere ortak girmesini; böyle bir güç birliğinin bir yandan sosyal demokrat “sol”, öte yandan sağcı düzen partileri karşısında bir seçenek olarak çıkma imkânı yaratacağını; bu güç birliğinin, hem meclise girme hem de yerel yönetimlerde etkili olma bakımından sayısız imkânlar sunacağını tespit etmişti. Bütün bunların ötesinde partimiz, HADEP-EMEP-ÖDP arasındaki bir seçim ortaklığının Kürt ve Türk emekçilerin birliği ve Kürtlerle Türkler arasına sokulan nifakı ortadan kaldıracak gelişmelerin başlatıcısı olacağına dikkat çekmişti. Ve partimiz, son güne kadar; en azından bazı seçim bölgelerinde EMEP-HADEP-ÖDP merkezli ve diğer sol parti ve siyasi çevrelerin içinde yer alacağı birliklerin oluşması için çaba harcamıştır.
Elbette partimizin böyle bir politikada ısrarının baş nedeni; egemen sınıfların seçimi kendi politikalarının ve amaçlarının bir dayanağı olarak kullanma çabalarını akamete uğratmak; “oyunu” onların çizdiği alanın dışına çıkarmaktı. Böylece partimiz, egemen sınıfların ÖDP şahsında “solu” tecrit etmeyi, hırpalanmış HADEP’le Kürt emekçileri köşeye sıkıştırma çabalarını boşa çıkarmayı; en önemlisi de, emekçi sınıfların uyanan kesimleri ile Kürt emekçilerin demokrasi isteğini aynı mecrada birleştirmeyi, Kürt-Türk ayırımı üstünden yükseltilen şoven milliyetçi kampanyayı akamete uğratmayı amaçlamıştır.
Ne var ki; bilindiği gibi ÖDP ve HADEP, yukarıda da belirttiğimiz “nedenlerle” bir seçim ittifakıyla seçime gitmeyi reddetti. Ancak partimiz, bu partilerin bu politikayı reddetmesinden sonra da bu fikri savunmaya devam etti. Son anda bile, başlıca büyük kentlerde bağımsız adaylar etrafında birleşilmesi fikrini öne sürdü.

PARTİMİZİN SEÇİM TAKTİĞİ
Partimiz, seçim taktiğini belirlerken seçimlere girmiş olmak için girmiş olmayı asla düşünmedi. Tam tersine bir seçim döneminin ortaya çıkardığı bütün fırsatlardan da yararlanmayı amaçladı. Bu yüzden de; emek hareketiyle demokrat, ilerici, “solcu” çevreleri; Kürt emekçileriyle Türk kökenli emekçileri birleştirmeyi ama sadece sembolik bir birlik ve “ittifak”tan öte bu ittifakın parlamentoda, yerel yönetimlerin çeşitli kademelerinde sağlanması için öneriler geliştirdi. Sadece kendi başına seçimlere girmek zorunda kaldığında da; aynı amaçları gözetti. Nitekim seçimlerden önceki GYK toplantısında; seçim taktiğimizin amaçları; “Seçimlerdeki amacımız; sermaye düzeninin teşhiri, partimizin programının emekçi yığınlar arasında tanıtılması, tartışmaya açılması ve seçimlerden sonra da parti çalışmamızın daha güçlü sürdürülmesi için parlamento ve yerel yönetimlerde mevziler elde edilmesi” biçiminde özetlenmişti.
Bu amaçlara uygun olarak da ülke sathında (80 ilde) genel seçimlere katıldık. Pek çok il ve ilçede belediye başkanlığı, belediye meclisi ve il genel meclisi seçimlerine katılan partimiz, iki seçim çevresinde bağımsız milletvekili adaylarını destekleyerek seçimlere katıldı.
Alınan oyların miktarından bağımsız olarak şu söylenebilir ki; partimiz, bir seçim döneminin bütün imkânlarını kullanacak bir perspektifle hareket etmiştir. Özellikle de; ilerici partilerin önünün barajlarla kesildiği bir seçim sistemi içinde bağımsız adaylarla bu barikatın aşılmaya yönelinmesi son derece önemliydi. Çünkü elde edilecek bir-iki milletvekilliği Türkiye’de siyasette yeni bir dönemi açacak gelişmelerin başlatılmasının sağlayacak son derece önemli gelişmelere sahne olabilirdi. Bu yüzden partimiz; bağımsız adaylarla milletvekili seçimlerine katılmıştır. Sonuçta bağımsız milletvekili adaylarımız yeterince oy almamıştır; ama bağımsız adaylar etrafında gerekli çalışma yapılmış, kazanmak için bütün imkânlar seferber edilmiş; ama kazanma başarılamamıştır. Eğer partimiz, emekçilerin önüne böyle bir seçeneği koymamış olsaydı; kuşkusuz ki, seçimin getirdiği bütün olanakları kullanamamış bir parti olarak, kendi üstüne düşeni yapmamış olacaktı.
Sadece bu açıdan bakıldığında bile EMEP-HADEP-ÖDP ittifakına engel olanların ne büyük sorumluluk altında olduğu ortadadır. Dahası HADEP’in, Güneydoğu’da pek çok ilde kazanma şansı olan bağımsız aday çıkarma imkânı varken bu imkânı kullanmaması; “seçim taktiğinin içine milletvekili kazanma imkânını koymamış olması” elbette affedilmez bir hata, bir gaflettir. Özellikle HADEP’in içinde bulunduğu açmazlar göz önüne alındığında bu tutum hepten anlaşılmaz olmakta; politikayı burjuvaziye bırakıp kendisini sendikal sorunlarla sınırlayan yüz yıl öncenin ekonomistleri bile daha masum kalmaktadır.

MÜCADELE İMKÂNLARI VE PARTİMİZE DÜŞEN ROL
Seçimlerin ortaya çıkardığı tablo göz önüne alındığında; önümüzdeki günlerde mücadelenin seyrine ve partimizin mücadeleye müdahale imkânlarına dair şunlar söylenebilir:
1- Seçim siyasal istikrar getirmedi: Egemen sınıflar; her seçimi kendi sistemlerini güçlendirmek, onu ayakta tutan halk desteğini yenileyip güçlendirmek için bir fırsat sayar. 18 Nisan seçimlerine gitmeyi başta hiç istememelerine karşın; artık seçim bir kaçınılmazlık olduğunda, egemen sınıfların aynı amaca yöneldiklerinden kuşku duyulamaz. Nitekim seçim kaçınılmaz olduğunda; egemen sınıflar, ülkeyi yöneten güç odakları, DSP ve ANAP’ın bu seçimlerden güçlü çıkması için, mademki tek parti olmuyor, bari iki partili koalisyon olsun diyerek çaba harcamıştır. Ancak ikinci parti olarak MHP’nin çıkmış olmasını da sorun yapmamış, tersine MHP’yi de koalisyona katarak hükümetin kurulması çabaları yoğunlaşmıştır. Ancak ilk bakışta, bir hükümet krizi olmayacak gibi görünse bile; 18 Nisan seçimleri de egemen sınıfların “siyasal parçalanmışlığına” çare olmamıştır. Başka bir söyleyişle; Cumhurbaşkanı Demirel başta olmak üzere, sistemin savunucularının “siyasal istikrar” ısrarı bu seçimlerde gerçekleşmiş midir? Buna kesinlikle “hayır” yanıtı verebiliriz. Tersine ortaya çıkan tablo, bir önceki tabloya göre daha çok istikrarsızlık tohumları taşımaktadır. Örneğin en az üç partili koalisyonlar “güvenoyu alır” hükümetler kurabilmektedir ki; bu aritmetik olarak mümkün koalisyonların her birinin bir başka engeli (FP’li koalisyonlara askerlerin itiraz edeceği, MHP-DSP işbirliğinin zorlukları, ANAP ve DYP’nin yan yana ne kadar hükümette kalacaklarının belirsizliği) olduğu da ortadadır. Bu yüzdendir ki; son seçimlerden, düne göre, sermayenin çıkarları açısından bileşimi daha “radikal” bir parlamento çıkmıştır ama bu, hükümet olasılıkları bakımından son derece sıkıntılı bir parlamentodur. Bu nedenle, daha bu yıl bile bitmeden “erken seçim” tartışmalarının yeniden başlaması kimse için sürpriz olmaz. Bu yüzden de önümüzdeki dönem yine koalisyon ve hükümet krizlerinin, “erken seçim” tartışmaları ve “meclis dışı müdahalelerin dönemi olacaktır.
a- Düzen partilerinde çözülme sürüyor: Seçimlere katılma oranının yüzde 87’lerde olması, MHP ve DSP’nin diğer partilerden öne fırlaması; sistem partilerinin çözüldüğü biçimindeki görüşün (bizim partimizin görüşü de bu) doğru olmadığının ifadesi olarak değerlendiriliyor. Gerçek ise böyle değildir. Çünkü partimizin görüşü, halkın parlamentodan, parlamenter mücadeleden değil sistem partilerinden kopuş içinde olduğu biçimindedir. Nitekim DSP’nin oy oranı sadece yüzde 22 iken, MHP yüzde 18’de kalmıştır. Geçmişte üç parti yüzde 20’ler civarında oy almışken bu seçimlerde iki parti ancak yüzde 20 civarında oy almıştır. CHP barajın altına düşmüş, ANAP ve DYP ise, biraz daha zorlansa barajın altına düşecekmiş izlenimi vermiştir. Dolayısıyla burjuva düzen partileri bir bir yığınlardan tecrit olmaktadır. Herhangi bir parti ya da partiler grubu istikrarlı bir yükseliş trendi yakalayamamaktadır. Geçen seçimlerin galibi FP’nin (RP’nin) bu seçimlerde ancak üçüncü parti olması, DSP ve MHP’nin konjonktürel ve ne zaman tersine döneceği belirsiz bir biçimde yükselişe girmesi istikrar değil, çözülme ve istikrarsızlık alameti olarak değerlendirilebilir. MHP ve DSP de bu durumun farkındadır ve önümüzdeki dönemde, kendi taraftarlarını “kemikleştirmek” için dışlarındaki kesimlerle “sertleşmeleri”, beklenir bir tutumdur. Kısacası burjuva düzen partilerinde çözülme sürmekte; partiler arasında olağan olmayan oranlarda gidiş gelişler yaşanmaktadır. Daha seçimin üstünden 3 hafta geçmeden, bir “türbanlı kadın”ın tutumu nedeniyle FP’nin kapatılması için dava açılması, bir yıl içinde meclisin dörtte birinin yenileneceği bir ara seçim ihtiyacının kapıya dayanması bile tek başına çözülme ve istikrarsızlığın boyutlarını göstermeye yeter. Bu gelişmenin en önemli yanı ise bu partiler arasındaki gidiş gelişlerin bir emekçi mihrak etrafında toplanma imkânını sunuyor olmasıdır ve partimiz; eğer kendi hattına uygun bir çalışma ve örgütlenme tarzını ülke sathına yayabilirse; bu çözülmenin, işçi sınıfı etrafında bir siyasi örgütlenmeye dönüşmesi imkânlarını da fazlasıyla barındırdığını göreceğiz.
b- Seçimlerden milliyetçi partiler güçlenerek çıktı: Ortaya çıkan tabloya bakarak seçimin sisteme dayanak olabilecek, parlamentodaki partiler içinde en az yıpranmış ve en az denenmiş olan iki “en radikal milliyetçi” partiyi güçlendirdiğini söyleyebiliriz: Sağ radikal milliyetçi MHP ile “sol” radikal milliyetçi DSP. Bu iki parti de oylarını olağan sayılmayacak bir biçimde artırdı.
Her iki parti de, milliyetçilik dalgasını şişirerek diğer partileri geçtiklerinin farkındadır. Bu yüzden de, milliyetçilik yarışını, şoven kışkırtmaları sürdürmekte ısrar edeceklerdir.
Bu iki partinin diğer bir ortak özelliği, günün en önemli konularının başında gelen Kürt sorununu bir “milliyet sorunu” olarak değil; bir “terör” ve “ekonomik yoksulluk” (işsizlik, ekonomik gerilik, feodal ilişkiler vb.) sorunu olarak görmeleridir. Bu durum ister istemez, önümüzdeki dönemde Kürt sorununun “ezerek çözme” programında ısrar edileceğinin, hatta önceki dönemlere göre daha ileri gidileceğinin işareti olarak görülmelidir.
2- Saldırı hükümeti ihtiyacı: Uluslararası sermaye, IMF ve yerli işbirlikçilerinin ihtiyaç duyduğu hükümet işçi sınıfına, emekçilere, Kürtlere yönelik bir saldırı hükümetidir. “Yükselen partiler”in özellikleri ve egemen sınıfların ve ülkeyi yöneten güç odaklarının yönetme ihtiyaçları; ekonomik ve siyasal yapılanmayı gerçekleştirirken girişecekleri saldırıda daha pervasız olunacağını göstermektedir. Bu yüzden de; büyük patronlar ve arkalarındaki güçler için önümüzdeki dönem; halkın derlenip toparlanmasına fırsat vermeden, seçim nedeniyle erteledikleri kimi önlemler de dâhil, halka karşı bir saldırı programını gündeme getirecekleri bir dönemdir. Ayrıca dış politikada tümüyle Amerikan-İsrail yörüngesine girilmesi; şovenizmin, milliyetçiliğin dış politikada daha çok kullanılmaya yönelineceği bir döneme de işaret etmektedir yeni dönem. Ancak, ortaya çıkan tabloda, saldırı için elverişli imkânlar çıkmasına karşın; her şeyin öyle kolay olmayacağını gösteren belirtiler de vardır. Daha doğrusu, halk güçleri, kendilerini toparlarsa, bu parlamento bileşimi de, egemenlerin amaçlarına varmasına yardımcı olamaz.
a- Egemenlerin işleri kolay değildir: Egemen sınıflar, ekonomik ve siyasal olarak, kendi ihtiyaçlarına uygun bir biçimde yeniden yapılanabilmek için işçi sınıfının, emekçilerin, demokrat ve ilerici güçlerin hak ve demokrasi mücadelesini boğmak, Kürtleri taleplerinde ısrar edemez duruma getirmek zorunda. Gerek şoven milliyetçiliğin kışkırtılması, gerekse laiklik-şeriat üstünden fırtına koparılmasının temelinde bu dinamik güçleri dağıtmak hedefi bulunmaktadır. Bu konuda hayli yol aldıkları gözlenmektedir. Ama ülkenin dikensiz gül bahçesi haline getirilmesi de o kadar kolay değildir; olmayacaktır. Egemen sınıfların kendi iç çatışmaları; siyasal partiler düzenindeki sorunlar, egemenlerin saflarındaki; siyasal parçalanmışlık; uluslararası tekellerin dünyasıyla bütünleşmesinde çıkacak sorunlar gibi pek çok etken, egemen sınırların saldırılarının güç ve etkinliğini azaltacak özelliktedir. Dahası işçi sınıfı ve emekçilerin son 10 yıl içinde edindiği deneyim, yakın gelecekte hakları için birleşip mücadele etme imkânları göz önüne alındığında egemenlerin işinin kolay olmadığını söyleyebiliriz.
b- Mücadelenin imkanları ve inisiyatif: Bütün bu dikkat çektiğimiz zorluklar, sermayenin kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan zorluklardır; emekçilerin talepleri doğrultusunda bir mücadelesi olmadan, sermaye ile emek bu anlamıyla karşı karşıya gelmediği sürece, zorluklar çıksa da sermayenin hükümetleri işleri yürütebilir. Son bir yıl içindeki gelişmeler bu bakımdan bir örnektir. Bu nedenledir ki; emekçilerin partisine düşen görev işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri doğrultusunda bir mücadelenin kesintisiz gelişmesine yardımcı olmaktır.
Partimiz, işçi sınıfı ve emekçilerin hak ve demokrasi mücadelesini, emekçilerin kurtuluşunu kendi kollarında gören bir parti olarak; emekçi sınıflar arasında aydınlatma ve örgütlenme faaliyetine hız vermeyi kendi baş görevi olarak belirlemektedir. Seçimler, bu ajitasyonun sistemli olarak yürütülmesi gerektiğini, partinin yığınları harekete geçirmede genel çağrılar ve genel bir aydınlatma ve tanıtım faaliyeti ile yetinemeyeceğini; tam tersine her gün 24 saat emekçilerin yaşantıları içinde nefes alıp veren bir parti çalışması olmadan emekçileri harekete geçirmek bir yana oylarının bile alınamayacağını göstermiştir. Bu yüzdendir ki; önümüzdeki dönem, sermayenin saldırılarının püskürtülmesi için işçi sınıfının, emekçilerin var olan bütün örgütlerinin seferber edilmesi göreviyle karşı karşıyayız. Partimizin tanıtılması, saflarının genişletilmesi de büyük ölçüde bu görevi, emekçilerin hak ve demokrasi mücadelesi yolunda seferber edilmesi görevini başarmamıza bağlıdır.

SONUÇ: ARTAN BİR TEMPOYLA SİSTEMLİ BİR ÇALIŞMA VE ÖRGÜTLENME ÇİZGİSİNİ HAYATA GEÇİRME ZORUNLULUĞU
İlk defa seçimlere giren partimiz açısından bu seçimler, pek çok yönüyle öğretici deneyler ve kazanımlarla geçmiştir. Partimiz çok sınırlı olanaklarla ve çeşitli engellemelere rağmen ilk defa bu denli geniş çaplı bir teşhir ve tanıtım faaliyeti sürdürmüş, pek çok il, ilçe ve semtte, “girilmedik ev bırakmayacağız” şiarıyla yaygın bir çalışma yürütmüştür. Milyonları bulan değişik yazılı ve görsel malzemelerle programımızın tanıtımı yapılmış; emekçi yığınlar ilk defa kendileri gibi birileri tarafından kendisi için mücadele etmeye, politikaya katılmaya ve gücüne güvenmeye çağrılmıştır. Gidilen pek çok çevrede, partimizin adı ilk kez duyurulmuştur. Seçim çalışması parti örgütlerimize sadece canlılık ve motivasyon gibi olumlu özellikler kazandırmakla kalmamış; geleneksel solcu tarzın aşılmasında, halka dışarıdan seslenme, sınırlı bir çevreyle yetinme, kendisine yeni alanlar açmada çekingen davranma gibi alışkanlıkların alt edilmesinde de etkili olmuştur. Şimdiye kadar hiçbir somut çalışmamızın olmadığı, parti örgütlerimizin henüz kurulmadığı pek çok il ve ilçede oy almış olmamız da, elbette partimiz için ayrı bir güç ve moral kaynağı olmuştur.
Partimiz, 50 bini aşkın oy almıştır. Partimizin harekete geçirdiği güçler bakımından ele alındığında bu rakam az görülse de; emekçi sınıfların somut talepleri üstünden ajitasyon yapan her parti, kuşkusuz ki; partililerden, olağan koşullarda partiye oy verecek emekçi kesimlerden çok daha geniş kesimleri harekete geçirir; bu eylemler nedeniyle de, partiye sempati duyan çevrelerin, oy verenlerden daha geniş olması normaldir. (Partimiz kitleselleşmede adım attığı ve kitlesellik sorununu aştığı noktada elbette ölçülerin tersine döneceği, partimizin şu veya bu konu üstünden harekete geçirdiği çevrelerden çok daha fazla oy alacağı ortadadır. Ancak bugün varolan koşullarda, örneğin özelleştirmeye karşı mücadelede Kocaeli SEKA İşçileri partimizin çağrılarına kulak verecektir. Ama oy vermeye, siyasal tercihe sıra geldiğinde eskiden oy verdiği partiye yeniden oy verecektir.) Eğer, bugünkü koşullarda tersi olsaydı; yani oylarımız harekete geçirdiğimiz insan sayısından daha fazla olsaydı bu, normal olmazdı. Buradan hareketle “Hakkımız olan oyu alamadık” gibi bir sonuca varılmamalıdır; oy almanın sanıldığı kadar kolay olmadığını öğrenmemiz bizim için çıkarılması gereken sonuç olmalıdır. Başka bir söyleyişle; işçilerin ve emekçi halkın değişip dönüşmesi için öyle bir kez yüz yüze gelmemizin, partimiz hakkında birkaç övücü söz söylemiş ya da duymuş olmamızın yetmediği görülmüştür.
Ve burada; yığınlarla bağ kurmada kendi içimizden ve dışımızdan kaynaklanan problemlerin aşılmasında, örneğin her zaman gidilen ve bilinen çok dar bir çevreye hitap eden, sürekli ve sistemli olmayan bir çalışmanın varlığını koruyor oluşu; engelleri ve beklenenden az sayıda oy alışın nedenlerini gösteriyor. Bu oy oranı hiç şüphesiz, seçim süreci boyunca, canla başla, büyük bir özveriyle çalışan partililerimizin ve özellikle gençlerimizin sadece bir tanıtım ötesinde bazı mevzileri kazanmak için yürüttükleri yoğun çalışmanın üzerini örtemez. Bu durum olsa olsa çalışmalarımızdan kararlılığı, halka güven ve yeniden yığınlarla buluşmanın yollarını durmadan yaratma çabamızı kamçılayan bir etken olarak değerlendirilmelidir.
18 Nisan 1999 seçimleri, daha şimdiden “bu halk adam olmaz” sonucuna varan birkaç partinin kendini feshetmesine yol açtı. Bazı partiler ise halka sitem etmekle meşgul. Özellikle halktan kopukluğun, “sol geleneğin” etkili olduğu çevrelerde benzer nedenlerle politikaya ve “halka küsüyor”lar. Partimizde de birçok arkadaşımız, halkın “verdiği sözde durmadığı” kanısında. Ama bu tespitlerin hiçbirinin gerçeği yansıtmadığı da bir başka gerçek. Çünkü bizim söylediklerimiz karşısında, partimizi doğru bulduğunu söyleyen, hatta ona oy vereceğini söyleyenlerin çok büyük bir çoğunluğu, o andaki samimi duygularını ifade etmektedirler. Ancak, seçim sürecinde emekçilerin kapısına dayanan sadece biz değildik. Tersine, yıllardır kapı komşusu olan, aynı kahvede yıllardır oturup oyun oynadığı, aynı mahallede çeşitli etkinliklere katıldığı diğer partilerin militanları da, üstelik sadece seçim döneminde değil, her gün doğal ilişkileri içinde, seçim döneminde ise özellikle, çoğu zaman özel çıkarlar da vaat ederek (para, yiyecek yardımı, çocuğuna iş, devletteki olmaz bir işi olur yapmak gibi) sandık başına gidene kadar emekçileri “denetimde tutmakta”dırlar. Bütün bu çemberin kırılmasının birkaç ev ziyareti ve ayaküstü ulaştırdığımız birkaç bildiriyle aşılacağını elbette umut edemeyiz. Eğer insanların fikirlerini ve onun devamı olan oylarını değiştirmek o kadar kolay olsaydı; yığınları kazanmak için uzun ve sistemli bir çalışmaya girmemizin gereği kalmazdı.
Seçim sonuçlarına baktığımızda, partimizin çalışması olan pek çok il ile il ve ilçe örgütlerimizin olmadığı pek çok ildeki oy miktarımızın birbirine yakın olmasının nedeni de böyle açıklanabilir. Evet, son 1–2 ayda “çok çalıştık”, “diğer partilerin on katı enerji sarf ettik” ama bu çalışmayla insanların fikirlerini değiştirecek kadar “kritik noktaya” ulaşan bir etki uyandıramadığımız ortadadır. Bu yüzden de genel etkimiz neyse (özel bir seçim çalışması olmadan) aldığımız oy da ona yakın oldu.
Bunu aşmanın yolu ise, çalışmayı bir dahaki seçime kadar “rölantiye almak” değil tersine; seçim çalışmalarımız boyunca, kurulan ilişkilerden de yararlanarak, işyerlerindeki işçi, emekçi önderlerini, semtlerdeki halk önderlerini hızla partimize kazanmak; onların doğal ilişkilerini politikleştirerek emekçi sınıfların mücadelesine bilinçli katılımlarını sağlamak; bir dahaki seçimde bu alanları “doğal oy” çevrelerimiz olarak şimdiden hazırlamaktır. Aksi halde, her zaman halk, bizim fikirlerimizi anlattığımız çevreler, “söyledikleriniz çok doğru; hakikaten böyle olmalı” der ama o “küçük çıkarları” için, “komşuluk” ve “arkadaşlık” hatırı için, “herhangi bir anda verilmiş bir söz” için oyunu, her gün lanet yağdırdığı eski partisine ya da bir başka partiye verebilir; 18 Nisan’da olan da budur.

BİRİM ÇALIŞMASI İHTİYACI
Seçim çalışmaları; partimizin yığınları aydınlatma çalışmalarında birim faaliyetine vurgu yapmasının önemini çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkarmıştır.
Çünkü daha doğduğu andan itibaren burjuva ideolojisinin, gelenek ve göreneklerinin sarmalına düşen insan, sisteme ne kadar tepki duyarsa duysun, kendiliğinden kendisini sisteme bağlayan bütün bu bağları koparıp atamamaktadır.
Elbette bir sistem partisinden ötekine toplu oy kaymaları doğaldır. Çünkü bu kaymalar bir ideolojik-politik dönüşümü gerektirmez. Sadece kimi çıkarlar ve kişiler etrafında olan organizasyonların yön değiştirmesi yeter. Ağalar, şeyhler, kasaba ileri gelenleri, şu ya da bu partili etrafında çeşitli çıkarlarla birleştirilmiş gruplaşmalar üstünden oya dönüşen burjuva politik çevrelerin çıkarlarının yönü değiştikçe ya da yeni vaatler ve yeni çıkarlar söz konusu oldukça partiden partiye toplu geçişler” de sürüp gider.
Oysa partimiz, aynı zamanda bu gruplaşmaların dağıtılmasını da hedefleyerek halkı aydınlatmakla karşı karşıyadır, Bunun ötesinde geleneksel “sol”la hesaplaşarak ilerleyen partimiz, samimi olarak “sol”da olanlarda da bir bilinç dönüşümü sağlamakla karşı karşıyadır. Kısacası; “sol” partiler de dâhil bütün diğer partilerden EMEP’e kayış bir ideolojik-politik dönüşümü gerektirmektedir. Bu yüzden EMEP’in, yığınların sürekli desteğini ve oyunu alması oldukça büyük çabaları gerektirmektedir ve EMEP’in tanınmışlığı ve politikalarının yığınlar içindeki etkisi belirli bir düzeye varıncaya kadar da emekçilerin EMEP’in saflarına kendiliğinden gelmesi beklenmemelidir.
Emekçi yığınların politik-ideolojik dönüşümünü sağlamak ise; devasa burjuva propagandanın etkisini kırmak gibi zor bir işle birlikte düşünülmelidir. Bu zor işi başarmak ise; ancak birim çalışması olarak ifade ettiğimiz tarzın tüm parti örgütlerimizin başlıca çalışma tarzı haline gelmesiyle mümkündür. Çünkü ancak birim çalışmasının sistemli ve sürekli etkisi burjuvazinin ideolojik baskısını kırmanın yolunu açabilir. “Açabilir” dedik; çünkü, sadece ajitasyon “tek başına”, “durağan” bir ortamda çok da etkili olmaz. Daha doğrusu etkisi çok küçük görünür. Ama yığınlar harekete geçtiğinde önceden sürekli yapılan çalışmanın etkisi hızla “maddi güce” dönüşür. Bu yüzden de, “olağan” dönemlerde yürütülen ajitasyonun etkisinin nispeten “azlığına” bakarak yanlış sonuçlara varmamak gerekir.
Kuşkusuz ki; bir seçim çalışması sözcüğün saf anlamıyla bir ajitasyon yanmanın ötesindedir.  Ve seçim dönemi çalışması olağan dönemlerden farklı araçların devreye girmesini zorunlu kılar. Partimiz, daha 1998 Eylülündeki “Genişletilmiş GYK Toplantısı”nda; “müşahit” sorununun kapsamına ve önemine değinmiş, bu sorunu çözmek için; “Her sandık başına bir görevli bulmak” için il ve ilçe örgütlerini uyarmıştı.
Elbette ki partimiz; “her sandığa bir parti görevlisi” derken, aynı zamanda parti çevresinin genişletilmesini, seçimin gerektirdiği genişlikte bir çalışmanın adımlarının atılmasını da işaret etmişti. Seçim çalışmasının kendisi, partililerin, hatta partili olmayan ama partiye az çok yakınlık duyan çevrelerin de çok şey yapabileceği bir çalışmadır. Ancak pek çok il ve ilçede çalışmaya katılabileceklerin epey azını kattığımızı kabul etmeliyiz.
Elbette ki; etkimizin en az olduğu yerlerde bile çalışmamızla birlikte çevremizde bir genişleme olduğundan söz edebiliriz. Hatta üye sayımızı ikiye-üçe katladığımız ilçeler de olmuştur. Ama bütün bunlar, “seçimin bütün fırsatlarından yararlandığımız bir çalışma yürüttük” demek için yeterli olamaz.

Şimdi yapılması gereken; seçim çalışmasından ve sonuçlarından dersler çıkarmakla yetinmemek, çıkan derslerden yararlanarak çalışmamıza hız vermek, yığınları siyasal olarak kazanabileceğimiz bir çalışma temposuna ulaşmaktır.

Haziran 1999

Yerel çalışma ve partinin kitleselleşmesi

Seçim çalışmasının ortaya çıkardığı en önemli derslerden birisi de çalışmanın kitleselleşmesi, aynı anlama gelmek üzere “yerelleşmesi” ihtiyacıdır.
Seçim çalışması, iki seçimin bir arada yapılmasının vb.nin doğurduğu kimi güçlükler bir yana, yerel çalışmanın önemini ve bu çalışmanın “genel çalışma” üstünde, kitlelerle bağ kurma üzerinde etkili olduğunu göstermesi nedeniyle son derece öğretici oldu. En azından şu söylenebilir ki; “neden şu kadar değil de bu kadar oy aldığımızın” yanıtı, aslında partinin yerel çalışmada ne kadar mesafe kat etmiş olduğunun ve emekçilerin gündelik hayatına ne ölçüde yön verdiğinin ipuçlarını barındırır. Çünkü “yerel çalışma”, aynı zamanda, bir partinin gerçekten parti gibi davranabilmesi için gerekli yığın ilişkisini, kitle gücünü o partiye sağlayan çalışmadır.
Burada hemen belirtelim ki; yerel çalışma derken, belediyelerin görevi olarak belirlenen sorunlarla sınırlı bir çalışmayı kast etmiyoruz. Başka bir söyleyişle yerel çalışma derken, partinin, belediye hizmetlerinin iyileştirilmesini sağlamak üzere yürütmesi gereken çalışmadan söz etmiyoruz.
Yerel çalışma; partinin politikalarının emekçilere, onların gündelik, olağan yaşamları içinde iletilmesini ve giderek gündelik yaşama derinlemesine nüfuz etmesini amaçlayan çalışmadır. Burada çalışmaya “yerellik” özelliği kazandıran, partinin halkla her günkü ihtiyaçlarını elde etme faaliyeti içinde onlarla yüz yüze gelmesi; partiyi, politikalarını, dünyada olup bitenleri, kentinde mahallesindeki gidişatı, komşusuna, hemşerisine anlatmak; partinin aydınlatma faaliyetini olağan bir iş haline getirmektir. Elbette ki; kimi zaman yerel çelişkiler, kimi zaman partinin dünya ve ülke ile ilgili görüşleri gündeme gelebilir. Nasıl ki bir fabrikadaki ajitasyonumuz sıkça orda olup bitenden kalkarak bir sistem eleştirisine dönüşürse; yerel çalışmada da yerel çelişkileri değerlendiren, yerel imkânları gözeten, onları kullanan bir tarz kendisini hissettirir. Çalışmada yerel çelişkilerden yola çıkılmış olması, çalışmanın da yerelleştiği anlamına gelmez. Ama parti, yerel imkânları kullanabilirse; bu yerel imkânları, ortaya çıkan çelişmelerin emekçiler lehine çözülmesi ve partinin görüşlerinin halka anlatılması için değerlendirebilirse; bu yerelliğin aslında ülke ve dünyadaki genelin bir parçası olduğu gerçeği ortaya konabilirse; ancak o zaman çalışmanın partinin yerel çalışması düzeyine yükseldiği söylenebilir. Yerelleşmiş bir parti çalışmasından söz edilebilir.
Demek ki yerel çalışma; partinin dünya görüşünün, programının, politikalarının emekçi yığınlara gündelik hayatları ve doğal ilişkileri içinde benimsetilmesini sağlayan çalışmadır. Çok açıktır ki; bu çalışmanın esasını, kesintisiz, sistemli bir ajitasyon faaliyeti ile günün yirmi dört saati yığınların içinde olmaktan doğan sayısız ve sınırsız yeni ilişki imkanını değerlendirmek oluşturur.
Burada, “Yerel olan nedir?” sorusu akla gelir. Ülkeye göre il, ile göre ilçe, ilçeye göre belde, beldeye göre mahalle, semt sokak yereldir. Başka bir söyleyişle, partimizin yığınlarla bağlantı kurduğu en dar çalışma alanları bile kendine has özellikler ve dolayısıyla imkânlar sunar. Bu yüzden de; çalışma ne kadar yerelleşirse, parti politikalarının yığınlar içine nüfuz etmesinin imkânları da o kadar dolaysız olur, o kadar artar.

İŞÇİ-KİTLE PARTİSİ OLMAK İÇİN
Yukarıda çizilen çerçeveyi de gözeterek, soruna biraz daha yakından bakalım. “Yerel çalışma” alanının kendine has özellikleri derken, çalışmanın amaçlandığı “yer”in nüfus bileşim özellikleri, kültürel yapısı, sanatsal faaliyetler, spor kulüpleri, entelektüel durum, gelenek-görenekler, yerel basın ve yayın organlarından yararlanırlık düzeyi, yerel yönetim hizmetlerinin düzeyi, bölgede yaşayan insanların, milliyet, dil, din, sosyal etkinliklerde yer alış tarzları gibi, o çalışılan “yer”e ilişkin pek çok özellik kast edilir.
Partinin burada yürüteceği çalınmada yer alan partililer; aydınlatma faaliyetinde bütün bu alanlardaki “yer”e has özellikleri dikkate almak zorundadır, Dahası parti örgütleri oluşturulurken, ajitasyon konuları belirlenirken, şu veya bu konuya ilişkin eylem çağrıları yapılırken bu özellikler gözetilmezse; ajitasyon doğru, yığınların nabzını tutan bir ajitasyon olmaz.
İktidar mücadelesi veren her parti, halkın çoğunluğunu siyasi hattına kazanmaya çalışır. Çünkü yeni kurulmuş, yığınların küçük bir bölümünü kazanmış olan bir partinin genişleyebilmesi, çoğunluğu peşinden sürükler hale gelebilmesi için, diğer partilerin etkisi altındaki insanları kazanması, onları o partilerden kopararak kendi çekim alanı içine alması gereklidir. Ancak böylece bir parti “küçük”ken büyür; etkisi “az”ken bütün ülke sathına yayılabilir.
Emeğin Partisi, bir işçi-kitle partisi olmak amacıyla kuruldu. Ve bu da demektir ki; EMEP, kitleselleşmeli; işçilerin, emekçilerin çoğunluğunu kendi çatısı, en azından etki alanı altına toplamalıdır. Aksi halde; ne işçi kitle partisi olabilir ne de böyle bir parti olarak emekçilerin iktidarı ele geçirmesinin aracı olabilir.
Partilerin halk içindeki örgütleniş biçimine bakıldığında (burada sözü edilen parti yerel örgütleridir; ancak sözü edilen yerel örgütler sadece yasal olarak kurulan il, ilçe, belde örgütleri değil, partilerin fiilen bir bölgede faaliyet gösteren yerel örgütlerinin her türüdür) yerel örgütlenmenin önemi çok daha iyi anlaşılır. Çünkü partiler, eninde sonunda halk yığınlarıyla bu temel taban örgütleri aracılığı ile yüz yüze gelmektedir. Elbette “liderlerin” TV konuşmalarının, mitinglerinin, medya aracılığı ile partinin tanıtımının da emekçi yığınları etkilemesi söz konusudur. Ama bu tanıtım tarzlarının, sonucu belirleyici olmadığını 18 Nisan seçimlerinde bir kez daha gördük. Eğer bu tanıtım tarzları belirleyici olsaydı; ÖDP üçüncü parti; MHP ise ancak beşinci parti olurdu. Özellikle son 10 yıldaki seçimler gösterdi ki; yığınları asıl etkileyen partilerin yerel çalışması; emekçilerle parti kadrolarının yüz yüze gelmesi; bu yüz yüze gelişin her gün ve sistemli olmasıdır. Belki DSP örgütlenmesinde Ecevit’in kişiliği belirleyici bir rol oynamıştır; bu da genel kurala uymayan bir durumdur. Ama yine de son tahlilde yerel örgütlerin belirleyici bir role sahip olduğunu söyleyebiliriz.
EMEP gibi bir parti için yerel imkânlardan yararlanma, parti programının yığınlar arasında nüfuz etmesi çok daha önemlidir. Çünkü sistem partileri, şu veya bu ölçüde tekelci medya grupları tarafından tanıtılmakta, bu partiler burjuvazinin iletişim aygıtlarını kullanarak faaliyetlerinden yığınları haberdar edebilmektedirler. Ama sisteme karşı bir parti olan EMEP için durum tamamen farklıdır. Kuruluşundan beri EMEP, burjuva medyası tarafından keskin bir burjuva bilinciyle “suskunlukla boğulmak” istenmiştir.
EMEP’le ilgili haberler verilmek zorunda kalındığında ise çarpıtılmış, hiç olmazsa partinin adı yanlış (örneğin “Emek Partisi” olarak) söylenmiş, sonuçta bırakalım partinin faaliyetini, adının yayılması bile engellenmek istenmiştir. Bu yüzdendir ki; EMEP için yerel çalışma, sadece politikalarının yığınlar içinde yayılması için değil, adının yaygınlaştırılması için bile zorunludur.

DİYARBAKIR-BURSA, ATAKÖY-ŞİRİNEVLER “YERELLİĞİ”
Yeniden “yerel çalışma”nın özelliklerine dönersek, “yerel özellik” denilen şey; bir ilin, bir ilçenin, bir semt ya da işyerinin “kendine has”, onu diğerlerinden ayıran özelliklerdir. Örneğin Diyarbakır’la Bursa; ikisi de ildir; ama birinde yapılacak ajitasyon ötekinden, hem konusu, hem kullanılacak araçları, hem de hangi dilde olursa etkili olacağı ve benzeri gibi sayısız farklılıkla ayrıdır. Kuşkusuz bu illerin çalışmada sunduğu olanaklar da tamamen farklıdır. Birisinde olanak, avantaj olan diğerinde dezavantaj olarak (örneğin Kürt sorununun var olması) karşımıza çıkabilir.
Söylediklerimizi bir örnekle somutlayalım. İstanbul gibi, onlarca ilçe, yüzlerce semt ve mahalleye bölünmüş bir kentte; bunlar bitişik semt ve mahalleler bile olsa, birbiriyle pek çok farklılıklar göstermektedir. Ataköy ile Şirinevler semtlerini sadece bir yol, ünlü E–5 asfaltı ayırır. Ama Ataköy, Avrupa’nın en gelişmiş kentleriyle yarışacak bir gelir düzeyini, kendine has bir nüfus bileşimini, bütün Türkiye’de birkaç yüz bin kişi arasında görülebilecek bir ekonomik ve sosyal ilişkiler düzeyini temsil ederken (tabii Ataköy’de orta ve ortanın altındaki koşullarda yaşam sürdürenler az değildir; ama biz burada Ataköy adının çağrıştırdığı sosyal ilişkiler bütününden söz ediyoruz), Şirinevler, işsizlerin, yoksul tekstil işçilerinin, üç-beş kişinin çalışmasıyla ancak geçinebilen, değişik kentlerden İstanbul’a göç etmiş çeşitli gelir düzeylerinde ve ortalama durumu yoksulluk sınırının altında olan bir emekçi semti görünümündedir. Öyle ki, bu iki semti ayıran E-5’in iki yanında duraklar bile farklı renktedir. Belediyenin bu semtlere tahsis ettiği toplu taşıma araçlarının iç dizaynı ve dış görünüşü de farklıdır. Her ailenin zaten bir iki otomobili olan Ataköy’e eldeki en yeni araçlar verilirken, Şirinevler’e eski otobüsler sefer yapar. Denebilir ki; E–5 iki “farklı dünyayı” ayırır. Hele Şirinevler’den daha da arkalara, sadece birkaç kilometre kuzeye doğru gidildiğinde; yoksulluğun boyutları hızla artıp sokaklara dökülür. Sokaklarda, tek oyuncakları orada burada buldukları pet şişeler, kola kutuları olan bakımsız çocuklar, salaş okullar, 90 kişilik sınıflar, işsiz, “balici” gençler, günde 16 saat çalışmaya zorlanan tekstil işçileri, her türlü sosyal güvenlikten yoksun yaşlı insanlar, emekli işçiler, gecekondular, vb. gibi her adımda yoksulluğun yeniden üretildiği, hatta Ataköy’ü hem bir günah cehennemi hem de hayalindeki cennet olarak gören (Ataköylüler de, E-5’in üstündeki yoksul kalabalığı, İstanbul’a gelip şehri kirleten, kenti suç ve pislik batağına çeken işsiz güçsüz serseriler topluluğu olarak görür) yaşantısıyla hayalleri, oy verdiği parti ile istekleri, gördüğü ile düşündüğü, inandığı ile uyguladığı, yaptığı ile söylediği derin çelişkiler gösteren bir kalabalığa gömülünür. Kahveler, birahaneler, dernek vb. gibi “keyif” için gidilen yerler bile izbeleşir; bakımsızlığın, yoksulluğun izlerini taşıyan mekânlara dönüşür E-5’in kuzeyindeki İstanbul semtleri. Spor bile renk değiştirir. Ataköy’deki yeşil sahaların, tenis kortlarının, kapalı yüzme havuzlarının, envai çeşit alet sunan spor salonlarının yerini; eğer yeterince büyük bir alan bulunabilirse; evlerin ve fabrika arazilerinin arasına sıkışmış, yazın toz, kışın çamura bulanan boyu hiçbir ölçüye uymayan futbol sahaları alır; ya da karanlık kişiler tarafından işletilen “karate” salonları vs.
Kısacası; partimizin E-5’in deniz tarafındaki Ataköy’deki ajitasyonu ile kuzeyindeki semtlerdeki ajitasyonunun ne konuları ne de yararlandıkları olanaklar aynıdır. Dolayısıyla da, partimiz, çalışmasını yerelleştirmek, yerel imkânlar ve çelişmeleri doğru ve yerinde değerlendirmek zorundadır. Bu yüzden çalışmamızı bu açıdan da gözden geçirmek durumundayız.
Tabii ki, her zaman her şey karşımıza “Ataköy-Şirinevler tablosu” kadar siyah-be-yaz olarak çıkmaz. Tersine çoğu zaman pek çok özellik biri ötekinin içine geçmiş olarak bulunur ve bu durumda da partimiz; yerel olanı yakalamak, yerel olanın insanlar üstündeki etkisinden yararlanarak onları aydınlatma, kazanma faaliyetini sürdürmek zorundadır.
Bu defa da biraz daha birbirine yakın özellikler taşıyan iki ilçeyi örnek alalım;
Bursa’nın İnegöl ve Mudanya ilçelerini.
Bursa’nın İnegöl ilçesi, Diyarbakır’ın herhangi bir ilçesiyle ya da İstanbul’un Şirinevler ve Ataköy ilçeleriyle ölçülemeyecek kadar Bursa’nın Mudanya ilçesine benzer.
Ama bu iki ilçede çalışma yapacak parti örgütleri bu iki ilçenin birbirlerinden farklılaşan yönlerini görmek, bu farklılıkların çalışmada kolaylık sağlayanlarını değerlendirmek zorundadırlar. Örneğin İnegöl’de çalışma yapacak parti örgütü; İnegöl’ün bir işçi bölgesi olduğunu, Kürt, Çerkez, Türk ve göçmenler arasındaki nüfus dengesinin getirdiği avantajları ve muhtemel kışkırtmaların getireceği dezavantajları çalışmasında dikkate almak, bu özellikler tarafından belirlenen olguları hesap etmek zorundadır.
Mudanya ilçesinde faaliyet gösterecek parti örgütü; sınıf çelişmeleri çok keskinleşmemiş, az çok varlıklı nüfusun çoğunlukta olduğu, bir işçi grevi, yığın gösterisi tanımamış bir yörede çalışma yaptığını bilmek, çalışmasının ayrıntılarında bu özellikleri hesap etmek zorundadır. Dahası şimdi Öcalan davasının mekânı olarak Mudanya, önceden hesapta olmayacak bir biçimde Kürt düşmanlığının kışkırtıldığı, ama aynı zamanda gündelik sakin yaşamı alabora edilmiş bir ilçe olarak, belki de “Mudanya Mütarekesi’nden beri ilk kez, kamuoyu gündemine böylesine yoğun bir biçimde girmektedir.
Elbette Mudanya’da da birkaç önemli fabrika vardır; parti buralarda çalışmayı (fabrikada çalışan işçilerin de bu ilçenin kendine has özelliklerinden etkilendikleri gerçeği de unutulmamalıdır) en önemli görev olarak önüne koymak durumundadır. Ama içinde çalıştığı nüfus dokusunu dikkate alarak bu işletmelerde çalışacağı; halkın geri kalan kesimlerinin duygu ve düşüncelerini değiştirmek için birtakım yol ve yöntemler geliştireceği, İnegöl’deki parti örgütünün pek hesap etmek zorunda kalmayacağı duyarlılıkları hesaplaması gerekeceği ortadadır.
İki ilçenin tarihsel özellikleri, kimi gelenekleri, nüfusu oluşturan etnik katmanlardan beslenme alışkanlıklarına kadar pek çok fark bu iki ilçedeki parti örgütlerinin çalışmalarının olanaklarını artırıcı ya da sınırlayıcı rol oynar. Dahası iki ilçenin kendi günlük gazeteleri, TV kuruluşları, geleneksel olarak oluşmuş kendilerine has bir entelektüel yaşamları vardır ve bunları halkın aydınlanması için değerlendirmek partinin görevleri arasındadır. Dolayısıyla da her iki ilçede ajitasyon yapan Emeğin Partisi örgütleri aynı ajitasyonu yaparsa; aynı çelişkilerden kalkar, aynı üslubu, aynı araçları kullanırsa, bu; bu ilçe örgütlerinden birinin, belki de ikisinin birlikte yanlış yaptığı anlamına gelir.
Ya Diyarbakır’ın Lice ilçesi ile Bursa’nın İnegöl ilçesi karşılaştırılıra? Bu iki ilçe arasındaki farklara, artık “fark” demek yetmez; “uçurum” demek gerekir. Ve tabii partimizin İnegöl örgütü ile Lice örgütü tamamen farklı araçlar ve olanakları kullanmak durumundadır.
Demek ki; partimizin sadece kırsal alan, kent, işçi sınıfı ya da diğer alanlarda çalışan örgütlerinin çalışmasının kendisine özgü olması yetmez, aynı zamanda bütün parti örgütlerimizin yerel özelliklerden mümkün olduğunca yararlanması gerekir.
Yerel çalışmayı tanımlarken de belirtildiği gibi; çalışmanın yerelleştirilmesi demek, sırf yerel talepler üstünden yürütülen, onlarla sınırlı bir ajitasyon değildir. Tersine daha çok genel taleplerin, genel ajitasyonun da; yerel imkânların yarattığı elverişli koşullardan, araçlardan, yerel dayanaklardan yararlanarak sürdürülmesi demektir. Dolayısıyla parti çalışmasının yerelleşmesi demek; o bölgedeki parti örgütünün yığınlar içine nüfuz etmesi kadar, aynı zamanda çalışmanın götürülmesinde yerel olanakların kullanılmasıdır da. Ve illa bir sınırlama yapacaksak; parti yerel olanakları yerinde ve yeterince kullandığı ölçüde emekçi yığınların içine nüfuz edebilir. Aksi halde çalışma son derece güçleşir; parti, halk tarafından yığınlara dışarıdan seslenen, yabancı bir olgu olarak algılanır ve öyle de kalmak zorunda kalır.
Demek ki; partinin kitlesel bir karaktere bürünmesi ve çalışma alanındaki işçi ve emekçi kesimleri kendi etki alanına çekebilmesi için bu yığınlarla ilişkisini kesintisiz, gündelik hayatın doğallığı ve emekçilerin her günkü hayatlarının unsuru haline gelmiş olan (sendika, kooperatif, kahvehane, kütüphane, okuma odaları, yerel ve etnik dernek ve etkinlikler, spor kulübü etkinlikleri, kültürevi, resmi ve sivil sosyal kurumlar, yerel basın ve yayın kuruluşları, sportif ve kültürel etkinlikler, meslek kursları vb. gibi) yerel imkânları, olanakları kullanarak sürdürmesi gerekir.

Haziran 1999

Yugoslavya’da emperyalist plan: böl, paylaş, yerleş!

“DUVAR”IN YIKILMASIYLA BAŞLAYAN SÜREÇ
Adriyatik yarımadasında bugün gelinen kan ve ateşle dolu görünüşün kaynaklarını görebilmek için, sekiz yıl önce başlayan emperyalist müdahale sürecinin başlıca dönüm noktalarını kısaca hatırlamak gerekiyor.
Yugoslavya, “sosyalist blok”un dağılmasından sonra, 1991 ortalarında, tarihinin en bunalımlı dönemine girdi. Nazizme karşı savaş sonrasında, geçmişteki bütün bölünmeleri ve halklar arasında kışkırtılmış savaş dönemini geride bıraktığına inanarak, birlikte Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti’ni kuran Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Makedonya ve Karadağ halkları, yeniden her türden emperyalist kışkırtmaya ve müdahaleye açık hale geldi. Aslında, Yugoslavya içindeki Sırp olmayan halklar üzerindeki baskılar, Tito döneminde de özellikle Kosovalı Arnavutlara uygulanan ayrılıkçı-ırkçı politikalar biçiminde vardı ve günümüzdeki Sırp gericiliğinin uygulamalarının başlangıcı o dönemde bulunuyordu. Ne var ki, Sırp ırkçılığının ve “Büyük Sırbistan” hayalinin canlandırılması için yeni olanaklar, “Yeni Dünya Düzeni” koşulları içinde bulundu.
25 Haziran 1991’de federasyonu oluşturan cumhuriyetler içinde ekonomik bakımdan en gelişmiş ikisi, Slovenya ve Hırvatistan, “Yeni Dünya Düzenine uyum” ve “demokratik dönüşüm” programları konusundaki görüşmelerin başarısızlığa uğradığını ileri sürerek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Slovenya, “artık Yugoslavya’nın bir parçası olmadığını” bildirerek, askeri savunma önlemleri aldı. Yugoslavya, her iki cumhuriyetin tutumunun “yasadışı, tek yanlı ve gayri meşru” olduğunu ilan ederek, kendi ordusuna sınırlarda “federal yasalara uyulmasını sağlama” emrini verdi. Bu, açıkça bağımsızlığını ilan eden cumhuriyetlere karşı savaş ilanı demekti. 27 Haziranda başlatılan müdahale, Yugoslavya açısından tam bir başarısızlıkla sonuçlandı. Değişik milliyetlerden oluşan Yugoslav ordusu, “federal yasaların uygulanması” konusunda inançsız ve gönülsüz davrandı. AET’nin işe karışmasıyla, “bütün sınırlarda federal yasaların üç ay süreyle yeniden uygulanması” konusunda anlaşma sağlandı. Bu aradan sonra, 1 Ağustos 1991’de ülkenin geleceği ile ilgili görüşmeler başlatılacaktı.
Ancak bu arada, Hırvatistan’da, Sırp halkının yaşadığı bölgelerde Sırplarla Hırvatlar arasında kışkırtılan kanlı çatışmalar büyüyerek sürdü. Hırvatistan’ın bağımsızlık ilanına karşı çıkan Sırp milliyetçilerinin örgütlediği direnişe karşı Hırvat askeri birlikleri şiddetle saldırdı. Kuşkusuz, Sırp direnişinde, bir halkın kendi talepleri doğrultusunda ve kendisi için hareket etme isteğinden çok, bağımsızlık ilanını bozmak isteyen Yugoslav hükümetinin provokasyonları rol oynuyordu. Nitekim sözde “Sırp-Hırvat çatışmasını” durdurmak üzere gönderilen Federal ordu, bir “işgal ordusu” gibi davranmaya başladı. Aynı günlerde, Yugoslav Cumhurbaşkanı Miloseviç, Hırvatistan’daki Sırp’lara müdahale sırasında kendilerini savunmaları çağrısı yaptı. “Yugoslav Halk Ordusu”nun “tarafsız bir güç” olduğu yolundaki gerçeğe dayanmayan propaganda da, bu andan itibaren kesildi.
Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlık ilanı, Avrupalı emperyalistler ve ABD arasında çeşitli bölünmeleri ve karşı karşıya gelişleri de açığa çıkardı. Avusturya, geçmişte kendi egemenlik bölgesi olan bu ülkelerin girişimini desteklerken, Almanya da Hırvatistan ve Slovenya’dan yana tutum takındı. Fransa, bağımsızlık ilanına karşı çıkarken, başta İngiltere olmak üzere, diğer Avrupa ülkeleri “birleşik bir Yugoslavya” tezini savunuyorlardı.
“Birleşik Yugoslavya” kavramının aynı zamanda kesin bir Sırp egemenliği anlamına geldiği, Voyvodina ve Kosova’nın özerkliğini kaldıran yeni Anayasanın kabul edilmesiyle görüldü. Bosna-Hersek ve Makedonya, gelişmenin “Büyük Sırbistan” projesi yönünde geliştiğini görerek, Sırbistan’la olan ilişkilerini zayıflatma yönünde adımlar attılar.
1994’te, Bosna-Hersek Sırp saldırısının hedefi oldu. “Büyük Sırbistan” hedefine ulaşmak için uygulanan ve “Etnik arındırma” kavramıyla ifade edilen program gereğince, Sırp kökenli halkın yaşadığı bölgelerde, başka uluslardan halkların boşaltılması ve toprakların Sırbistan’a katılması girişiminin en kanlı sonuçlarından birisi Bosna’da yaşandı.
Bosna -Hersek topraklarında, nüfusun çoğunluğunu Müslümanlar oluşturuyordu. Onlarla birlikte, dağınık vaziyette Hırvatlar ve Sırplar bulunuyordu. Sırbistan, Sırp nüfusun yoğun olduğu Banja Luka’dan başlayarak, Müslüman halka karşı son derece kanlı bir saldırı başlattı. Bu uygulama, öteden beri bölgede etkin bir rol oynamanın yollarını arayan ABD’nin devreye girmesi fırsatını yarattı. ABD, önce, Türkiye ve Pakistan’ı aracı olarak kullandı. Bosna-Hersek çatışmaları, Almanya ile ABD arasındaki rekabetin de su yüzüne çıkmasını sağladı.
1991’den itibaren, Almanya, kendi etkisi altında bölgeler yaratmak için Yugoslavya’yı bölünmeye sürükleyen bütün çelişmeleri keskinleştirmiş ve çatışan taraflar arasında taraf tutmuştu. Fransa’nın da zaman zaman açıkça Sırp tarafında yer almasına karşın, ABD Müslüman halklar üzerinde oynamayı seçti. 1995’te, imzalanan “Dayton Anlaşması” ile Bosna-Hersek üzerindeki Sırp saldırısı durdu. Aynı zamanda Makedonya da bağımsızlığını ilan etti.
Karadağ ve Sırbistan arasında bir birlik olarak devam eden “Yeni Yugoslavya”, Rusya ve Avrupa ile ABD arasındaki hassas dengede varlığını sürdürmeye ve eski planlarını gerçekleştirmeye çalışıyor.

EMPERYALİSTLER ARASINDAKİ GİZLİ SAVAŞ
Bütün bu süreçte, Avrupa Birliği ve ABD arasındaki eski çelişmeler, yeni yüzlerle ortaya çıktı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Orta Asya ve Kafkaslar üzerinde etkili olmayı, petrol ve doğalgaz kaynaklarından pay almayı hesaplayan Almanya, Balkanlar’daki karışıklığın kendi yolunu açan bir gelişme sağlaması için çalışırken, aynı hedeflere yürüyen ABD ile karşı karşıya geldi. ABD, İngiltere’nin desteğini elde ederken, Almanya değişen dengeler içinde, zaman zaman İtalya, Avusturya ve Fransa’yı yanında buldu. ABD, NATO’yu kendi hesaplarının aracı olarak kullanmaya çalışırken, Avrupa, Birleşmiş Milletler aracılığıyla, kendisinin de üyesi olduğu NATO’yu denetlemeye çalıştı. Rusya, bu karmaşık ve değişken ittifaklar kombinasyonu karşısında, Balkanlar’daki etkisini güçlendirmek ve NATO karşıtı bir ittifak için olanaklar yaratmak için Yugoslavya’yı destekleyen bir politika izledi. Rusya, sorunun bölgesel olmadığı, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya üzerindeki emperyalist emellerle ilgili olduğu gerçeğinden hareket ederek, saldırıyı ilk başladığı yerde durdurmayı, bunun için de ABD ve AB’nin Yugoslavya üzerindeki oyunlarını kırmayı amaçlıyordu.
Emperyalistler arasındaki rekabetin aldığı boyutlar ve bu rekabetin büründüğü örtülü ve dolaylı savaş, günlük ilişkiler içinde gizlenebiliyor. Kosovalı göçmenler, hem Almanya hem de İngiltere tarafından kabul edilebiliyor. Bütün emperyalistler, “insani amaçlarla” başlatıldığı ileri sürülen NATO harekâtının arkasında birleşmiş gibi görünüyor.
Bununla birlikte, sorunun çözümü hakkındaki farklı planlar, ABD ile Avrupa arasındaki çelişmeleri göstermeye devam ediyor.

KOSOVA BİTİNCE NE BAŞLAYACAK?
Gerçekten ABD başta olmak üzere, onun en yakın müttefiki olan İngiltere açısından, şu anda Kosova halkının çektiklerinden çok, iyice zayıflatılmış ve diz çöktürülmüş bir Yugoslavya karşısında Kosova’nın alacağı yeni statü ilgilendiriyor.
Bölünmüş, sonra da Arnavutluk’la zayıf bir biçimde birleştirilmiş bir Kosova, ABD çıkarları için en elverişli sonuç olacaktır. UÇK, böyle bir statüde, ABD’ye bağlı askeri ve siyasi güç olarak rol oynayacaktır. “Savaş sonrası” statü için, UÇK, ABD için en elverişli dayanak olacaktır. En az Sırp saldırganlar kadar ırkçı ve milliyetçi olan bu kukla örgüt, yeni karışıklıkların ve savaşların kışkırtılmasında uygun bir araçtır. Ancak ABD açısından, sürekli ve güçlü bir dayanak yaratılabilmesi için, Karadağ’ın da şu andaki birlikten koparılması, Makedonya’nın da bu yeni Amerikan bölgesine katılması gerekmektedir. Böylece, Arnavutluk ve Karadağ’da, Kosova tarafından doğuya, Makedonya tarafından da güneye doğru desteklenen ve Adriyatik’e hâkim bir üs yaratılmış olacak.
Bu “nihai hedef” acısından bakıldığında, Kosova’da sorunun çözülmesinin ancak yeni sorunların başlangıcı olacağını tahmin etmek zor değildir. Çünkü Kosova’nın hemen ardından, büyük bir olasılıkla ABD, yayılma hedeflerini Karadağ’a kadar uzatacak ve Karadağ’da, onun Sırbistan’la olan şimdiki zayıf birliğini bozmaya yönelik iç sorunlar yaratılacaktır. Ancak bu hedefin elde edilmesi girişimi, Avrupa’nın ve onun uzantısı olan Yunanistan’ın direnişi ile karşılaşacaktır. Şu anda, NATO harekâtının sınırlandırılması ve bir an önce asgari hedeflere ulaşılmasıyla bitirilmesi görüşünü savunan Avrupa ve Yunanistan’ın ABD’ye muhalefetinin nedenleri burada bulunabilir.
Sürmekte olan NATO harekâtı, NATO üyeleri arasında farklı hedeflere bağlanmıştır ve bunun ne kadar ve ne için sürdürüleceği konusunda, Avrupa ile ABD arasında görüş birliği yoktur.
Almanya ve Fransa, NATO’nun Birleşmiş Milletler’in gözetiminde hareket etmesini öneriyorlar. Ayrıca, harekâtın hedefini, Kosovalı göçmenlerin yurtlarına dönmesi ve Sırp saldırılarının durdurulmasıyla sınırlandırıyorlar. Bölgede NATO askeri güçlerinin değil, BM’ye bağlı sivil gözlemci gruplarının bulunmasını istiyorlar. Bu plan, Fransa’nın NATO’yu “dünya jandarmalığı” görevinden uzaklaştırmaya yönelik eski planıyla da uyumludur. Fransa, NATO’nun bütün dünyada daha aktif bir örgüt haline getirilmesini isteyen ABD ve İngiltere’ye karşı, Birleşmiş Milletleri öne çıkaran ve NATO’nun işlevlerini BM kontrolüne sokmaya çalışan bir yol izliyor. Nisan ayı sonlarında gerçekleşen Washington Zirvesi, bu çelişmeyi açığa çıkaran ama üstünü örten bir sonuçla kapandı. Fransız Cumhurbaşkanı Chirac, sonuç bildirgesinde BM Güvenlik Konseyi’nin, NATO’nun üye ülkeler toprakları dışındaki harekâtları için izin mercii olarak tanımlandığını ileri sürerken, NATO Genel Sekreteri Solana, bu yorumun doğru olmadığını, NATO harekâtları için BM izninin gerekli olmadığını söyledi.
Zirvenin diğer bir önemli sonucu, ABD planlarının Kosova ya da Yugoslavya ile sınırlı kalmadığını göstermesi oldu. Clinton’un Arnavutluk, Bosna, Hırvatistan, Bulgaristan, Makedonya, Slovenya ve Romanya liderleriyle yaptığı görüşmelerde, “bölgeyi yeniden yapılandırma” konusu ele alındı ve bu konuda ortak bir kararlılık belirtildi. Üstünde en azından kavram düzeyinde anlaşmaya varılan bu yeni plan, Kosova-Arnavutluk, Makedonya ve Karadağ üzerine tasarlanan statü ile birleşince, yarımadanın kuzeyinde Yunanistan için etkili bir baskı oluşturacaktır. Uzunca bir süredir ABD politikaları karşısında AB’nin koçbaşı gibi hareket ederek pazarlık alanını genişletmeye çalışan ve ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı ittifaklar geliştiren, Suriye, Ermenistan ve en önemlisi İran’la saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Yunanistan, bu olası baskıya karşı şimdiden önlem almaya çalışmaktadır.
“Savaş sonrası” hesaplar, Avrupa Birliği içinde de geliştiriliyor. Umut Yaşar’ın 6 Mayıs tarihli Evrensel’de bildirdiğine göre, Alman Savunma Bakanı Rudolf Scharping, Avrupa Birliği’ni, Kosova için uzun vadeli ve kalıcı bir yardım için hazırlanmaya çağırmıştır. Bu türden hesaplar, klasik örneği İkinci Emperyalist Savaş sonrasında görülen Marshall Planı ve Truman Doktrini gibi emperyalist “yardım” tasarılarını hatırlatmaktadır. Önce yıkmak, sonra da daha bağımlı hale getirecek kapsamlı ekonomik, siyasal, askeri programlarla savaş görmüş ülkelere girmek, emperyalizmin en eski yöntemlerindendir. Öyle görünüyor ki, Avrupa Birliği, bu alanda öncülüğün ABD’ye kaptırılmaması için önlemler almaktadır. Alman Meclis Başkanı Klaus Haensch ise yardımın “Kosova, Arnavutluk ve Karadağ’ın yeniden inşasını” kapsaması gerektiğini söyleyerek hedefi genişletmiş ve netleştirmiştir. Kuşkusuz, “yardım planı”na, savaştan en çok zarar gören ülke olarak, Yugoslavya’da dâhil edilecektir. Bu, Yugoslavya’da bir yönetim ‘değişiklimi koşuluna bağlanarak yeni bir baskı etmeni olarak kullanılacak, aynı zamanda, Yugoslavya üzerinde hangi emperyalist mihrakın daha etkili olacağını belirlenmesi için yeni bir çekişmeye de yol açacaktır.
Bu iki sonuç, aslında birbiriyle çelişen pek çok unsur içermektedir ve önümüzdeki süreçte, AB ile ABD arasındaki çelişmelerin, yalnızca Adriyatik yarımadasında değil, Türkiye ve Yunanistan’ı da kapsamak üzere Balkanlar ve Ortadoğu çapında değişik biçimlerde yeniden ortaya çıkacağını göstermektedir.
ABD’nin kendi hedeflerine ulaşabilmesi için, “kara harekâtı” önemli bir olanaktır. NATO’nun Avrupalı ortaklarının “kara, harekâtı” konusunda ayak sürümelerinin başlıca nedeni budur. Ama bu olmazsa, ABD kendi planlarından geri duracak değildir. Rusya ve Avrupa (Fransa ve Almanya) arasında zaman zaman gündeme gelen ABD dışı (kimi durumlarda karşıtı) anlaşmalar (1998 Trosya Zirvesi gibi görüşmeler), kararsız ve değişkendir. Dolayısıyla, Balkanlar üzerindeki ABD-İngiltere ittifakının hedefleri netleştikçe, çelişkiler de güçlenecektir. Bu yüzden, Balkanlar, Adriyatik yarımadası merkez olmak üzere, gelecekteki pek çok karışıklığın, halklar üzerindeki baskı ve katliamların, savaşın hüküm sürdüğü bir alan olmaya devam edecektir.

Haziran 1999

EK:
UÇK: ABD’NİN PROVOKASYON ÖRGÜTÜ
“Kosova Kurtuluş Ordusu” adı, henüz Kosova’ya yönelik Sırp saldırısı başlamadan önce duyuldu. Kosova’nın bağımsızlığı için savaştığını iddia eden örgütün, ciddi bir siyasal yapısı, Kosovalı Arnavut halkıyla ve onun temel talepleriyle bir bağıntısı görünmüyordu. Askerlerinin önemli bir bölümü, Kosova dışındaki Arnavutlardan oluşuyordu. “Kurtuluş Ordusu” adını taşımasına rağmen, kendi halkının kurtarıcısı olarak ABD’nin propagandasını yapıyor, Kosovalıların düzenlediği gösterilerde, ABD’yi ülkeye çağıran sloganlar attırıyordu. “Gerilla Komutanı” kisvesiyle ortalıkta dolaşan UÇK’lılar, ellerinde içki şişeleri, ağızlarında sigara ile poz vermekten çekinmiyor, halkı için savaşan bir gerilladan çok, örnekleri Afrika’da, Latin Amerika’da çokça görülen tipik “paralı asker” görüntüsü veriyorlardı. “Askerler”in önemli bir bölümü, nedense, zulme uğrayan Arnavut halkın içinden değil de, Amerika’daki Arnavut asıllı göçmenler arasından geliyordu. Yine, emperyalistler tarafından kullanılan benzeri silahlı örgütlerin pek çoğunda olduğu gibi, UÇK’nin de finansörlüğünü Amerika’daki paravan CIA örgütleri olan vakıflar (örneğin milyarder George Soros’un “Açık Toplum Vakfı” ve “Arnavut-Amerikan Sivil Girişimi” gibi örgütler) sağlıyor, ya da uyuşturucu ticaretinden pay almasına göz yumuluyordu. Son olarak, 400 Arnavut göçmen genç, New York’ta bir otelin bahçesinde, UÇK askeri olarak yemin edip, Amerikan uçaklarıyla Arnavutluk’un ‘başkenti Tiran’a doğru yola çıkarıldılar.
UÇK, Sırp saldırılarını provoke etmek için kullanıldı, ilk Sırp saldırıları, bu örgütün Sırp hedeflerine saldırıları bahane edilerek başlatıldı. Büyük katliamlar yaşanırken, bu örgütün kayda değer hiç bir direnişi olmadı. UÇK, yalnızca Arnavutluk’la Kosova arasında bir ulaşım kanalı açılmasında kullanıldı. Bununla birlikte ABD, UÇK’ye tanklara karşı etkili füzeler ve uçaksavarlar da dâhil olmak üzere her türden silah ve mühimmat yardımı yapmayı sürdürdü. Görünen o ki, UÇK, ABD tarafından savaş için değil, savaş sonrası bir yönetim için hazırlanıyor.

Biyoloji ve genetikte bir şarlatanlık örneği: Sosyo-biyoloji

1970’li yılların ortalarından itibaren “yeni” bir “bilim dalı”; insan doğasını biyoloji ile açıklamaya çalışan, genlerde kodlanmış değişmez bir insan doğası bulunduğunu öne süren, sosyo-biyoloji adında bir “bilim dalı” ortaya çıkmaya başladı. E. O. Wilson, 1975 yılında, kaynaklar hariç 697 sayfalık, ansiklopedi boyutlarındaki “Sociobiology, The New Synthesis” (Sosyo-biyoloji, Yeni Sentezler) adlı üniversite ders kitabını yayınlayarak sosyo-biyoloji adında “yeni” bir “bilim dalı” önerdi. Egemen sınıf tekelci burjuvazi, aradığını bulmuştu. Sosyo-biyolojiye dört elle sarıldı. Kısa zamanda, Prof. Wilson’a ödül üzerine ödül verilmeye başlandı. Wilson, ABD’den Japonya’ya, Avustralya’dan İsveç’e kadar dünyanın dört bir yanında ve Japon imparatoru Akhioto’dan İngiliz kraliçesi II. Elizabeth’in kocası Prens Philip’e kadar emperyalist burjuvazinin has adamlarından ödül üzerine ödül aldı, iki kitabına Politzer Kitap Ödülü verildi. (1) E. Wilson’ın ardından Richard Dawkins’ler, Zhang Boshu’lar, W. D. Hamilton’lar, K. Lorenz’ler, R. Ardrey’ler, L. Tiger’lar, K. Fox’lar, D. Morris’ler, R. Trivers’ler ve R. Alexander’lar piyasaya çıktı ve kitap üzerine kitap yayınlayıp sosyal Darwinizmin eski bayat tezlerini moleküler genetik kılıfıyla ve yeni adla yeniden piyasaya sürmeye başladılar. “Yeni” “bilim dalı” sosyo-biyoloji egemen sınıfın teşviki ile kısa zamanda yaygınlaştı, üniversitelerde müfredatlara konuldu. Kürsüler oluşturuldu, mastır ve doktora programları hazırlandı. Çok geçmeden, kendilerine sosyo-biyolog denilen bir takım kişiler ortalıkta boy gösterip dolaşmaya başladılar. Böylece sosyo-biyoloji adıyla sözde “yeni” bir “dal” oluştu.
Söz konusu sosyo-biyoloji, insan doğasını, insan davranış ve kişilik yapısını, bütün psişik ve sosyal örgütlenmesini oluşturan tüm özelliklerini; toplumu bireylerin meydana getirdiğinden yola çıkarak bütün bir toplumu biyolojik etkenlerle -bugün genler “moda” olduğundan genlerle-, açıklamaya çalışıyor. Sosyoloji ile biyolojiyi birleştirmeye, sosyal olayları biyoloji ile açıklamaya çaba gösteriyor. Hemen her şeye biyolojik bir kılıf bulunuyor. O kadar ileri gidiliyor ki, örneğin, Mary Maxwell’in editörlüğünü yaptığı ve New York Eyalet Üniversitesi yayınları arasında çıkan, “The Sociobiological Imagination” (Sosyo-biyolojik İmgelem/Tasavvur) adlı kitapta yeltenildiği gibi, aralarında ekonomi, tarih, hukuk, politik bilim, sosyoloji, antropoloji, psikoloji, psikiyatri, linguistik, etik, estetik, epistemoloji, din ve dinin sosyo-ekolojisi, yönetim teorisi ve hatta Marksist düşüncenin de olduğu 18 ayrı dal ve kategori biyoloji, kalıtım, genler, doğal seleksiyon-biyolojik evrim ve sonuç olarak sosyo-biyoloji ile açıklanmaya çalışılıyor. (2)
Ortaya çıktığı günden bu yana sosyo-biyoloji, egemen sınıfın sömürü ve egemenliğinin kalıcılığını kanıtlamaya, bunu meşrulaştırmaya çalışıyor, politikalarına kılıflar arıyor.
Sosyo-biyologlara göre, örneğin, kölelik, işçilik, kral ya da kraliçelik ya da yöneticilik, emir buyuranlarla buyrulanlar, yani sınıf farkları doğada da vardır. Böcek örnekleri veriyorlar; kraliçe karıncalardan, ana ya da kraliçe arılardan, köle ya da işçi karınca ve arılardan söz ediyorlar. Kraliçelik, işçilik ve kölelik toplum halinde yaşayan hayvanlarda da vardır diyorlar. Bunu da, sınıf farklarının biyolojik olduğunun ve genlerle belirlendiğinin kanıtı olarak gösteriyorlar. Oysa dikkatli bakıldığında, kraliçe arı ya da karıncaların işçi arı ya da karıncalardan biyolojik olarak, anatomik ve morfolojik olarak çok ama çok farklı oldukları, karınca ya da arı toplulukları içinde türün devamını doğrudan etkileyen çok önemli görevler üstlendikleri görülecektir. Kraliçe arı ya da karıncanın, II. Elizabeth gibi oturup, gününü moda dergilerini izleme, protokollerde burnu havada, uzanan elleri sıkma, İngiliz Avam Kamarasının her yılki açılış törenlerinde eline verilen kâğıdı okumadan çok daha önemli iş ve görevleri vardır. İşçi arı ya da karıncalar ise, anatomik, morfolojik ve sonuç olarak biyolojik-genetik yapılan yüzünden, nasıl karıncalar ördek, arılar da leylek olamazsa işçi arılar da kraliçe an olamazlar. Bu hayvanlara, “kraliçe”, “köle” ya da “İşçi” gibi isim ve sıfatlar yakıştırılması da zaten “modern biyoloji”nin ideolojisinin sonucudur ve insanları kraliçeliğe, köleliğe, işçiliğe alıştırmanın, mevcut hiyerarşik yapı ve sınıfsal konumu kabullenmelerini istemenin ince bir yolundan başka bir şey değildir.
Aynı yoldan, insan doğasında saldırganlık ve yok etme içgüdüsü bulunduğunu öne sürüp, bunun genetik yapıya bağlı olduğunu iddia ediyorlar. Örneğin, Han Brunner’in, Amerikan akademik bilim dergisi “Science”da 1993’te yayınlanan makalesinde ortaya attığı gibi, Monoamino Oksidaz (MAOA) enzimi ile taşınan bir genin saldırganlık ve suç işlemeye neden olduğu (3) ve bu genleri de daha çok siyah ve azınlıkların, işçi ve öteki emekçilerin taşıdığı; ya da testosteron hormonunun buna yol açtığını söylüyorlar. Ve elbette hemen ardından, daha fazla testosteron salgılandığı için siyahların daha saldırgan olduklarını tezlerine eklemeden edemiyorlar. (4) Testosteron hormonu esas olarak erkek cinsel fonksiyonlarından; erkek cinsel organlarının gelişimi, kıllanma, ses kalınlaşması ve erkek cinsine özgü kas yapısı gibi görevlerle sorumludur. Testosteronun asıl işi bu görevleri yerine getirmek iken, söz konusu hormon erkek cinselliğinin sadece yüzde 3’ünü belirlemektedir. Esas işinden bile yalnızca yüzde 3 oranında sorumlu olan bir hormonu bütün saldırganlık, şiddet ve işlenen suçlardan sorumlu tutmak kelimenin tam anlamıyla abesle iştigal etmektir. Bilimle ise hiçbir ilgisi yoktur.
Tarih boyunca, birçok idealist filozof ve din adamı, içinde yaşanılan toplumsal sistemi mutlak, değişmez ve hatta daha da ileri gidip kutsal ilan ederek sömürülen kitleleri, yoksulları “bahtsızlıklarına”, “kötü kaderlerine” boyun eğmeye; bu dünyadan vazgeçerek’ “öteki manevi dünya”ya hazırlanmaya çağırmışlardır.
Bugün de aynı şeyi egemen burjuva sistemi kutsamayı görev edinmiş sosyo-biyologlar yapıyorlar. Bilimci kisvesine bürünüp, üniversite ve laboratuarların tepelerine tünemiş günümüzün beyaz önlüklü karanlık papazları, bu tezleriyle, biyolojik bilimler ve genetik araştırmalardaki gelişmeleri; ele geçirilen yepyeni bulguları, mistisizmin, değişmezliğin ve mutlaklığın gölgesinde gericileştiriyor ve insanlığın geleceği ve yaşamını kolaylaştırması açısından taşıdıkları bütün bilimsel değerlerini yok ederek, egemen burjuva sınıfının sınıf çıkarlarının savunulması ve kutsanmasının aleti durumuna dönüştürüyorlar.
Bu yazımızda, adları büyük ama çapları küçük bu şarlatan profesörlerin yukarıda sıraladığımız iddialarını ele alıp tek tek cevap verme niyetinde değiliz. Böyle bir şeyin, zaten gereği de yok. Bu yüzden, sosyo-biyoloji adı verilen şarlatanlığı ve yöntemlerini genel hatlarıyla irdelemekle yetineceğiz.

SÖZDE “YENİ” “BİLİM DALI” SOSYO-BİYOLOJİ
İngiltere, Oxford Üniversitesi profesörlerinden Richard Dawkins “The Selfish Gene” (Bencil Gen) adlı kitabında insanın sadece “canlı bir robot”, bir “makina” olduğunu öne sürüyor. Sosyo-biyolojinin önde gelen kurucularından Dawkins, “Bizler, genler olarak bilinen bencil moleküllere hizmet etmek için körü körüne programlanmış robotlardan ibaret canlı makineleriz” diyor. (5) “River out of Eden” (Cennetten Çıkan Irmak) adlı kitabında ise yine aynı Dawkins, daha da ileri giderek insanın sadece bir dijital makine, bilgisayar ve bilgisayar baytlarından (Bayt: (bite, byte) bilgisayar ve iletişim teknolojisinde bilgi depolama ünitesi ve ölçü birimi) ibaret olduğunu iddia ediyor. Dawkins aynen şunları söylüyor: “Yaşam sadece baytlar, baytlar ve dijital bilgi baytlarıdır.” (6)
Bir diğer profesör, ABD, Harvard Üniversitesinden Edward Osborne Wilson ise, insan sadece, “kusursuz bir aygıtın parçası”, “gen taşıtı”dır diyor. “Bu nedenle,” diye iddia ediyor Prof. Wilson “Sociobiology” (Sosyo-biyoloji) adlı dev ders kitabının daha ilk sayfasında, “S. Butler’in ‘tavuk yalnızca, yumurtanın bir başka yumurtayı yapış yoludur’ sözünü modernleştirebilir ve organizma yalnızca DNA’nın daha fazla DNA’yı yapış yoludur diyebiliriz. (7)
Wilson yalnızca bunları söylemekle kalmıyor. Aynı kitabında, iddialarını sürdürüyor: “En ayırt edici insan özellikleri kabileler arası savaş ve soykırımla meydana gelen sosyal evrim devresinde ortaya çıktı.” (8) diyor. Wilson ve öteki şarlatan sosyo-biyologlara göre, saldırganlık, şiddet, savaş, tecavüz, erkek egemenliği, sadakat, dolandırıcılık, utangaçlık, naz ya da cilve yapış, kültür, özel mülkiyet, kapitalist girişkenlik, yatırımcılık, vb. gibi maddi toplumsal yaşama, bu yaşamın üretimi ve yeniden üretimine ait bütün kategoriler evrimin doğal seleksiyon yasasınca oluşmuş ve hayvanlardan insanlara geçmiştir. Bütün bu özellikler genetiğe ve genlere bağlıdır ve bu yüzden de kalıtsal ve değişmezdirler. Wilson o kadar ileri gidiyor ki, karşıt sınıfların ortaya çıkışını, toplumların sınıflara ayrılmasını, ezen ve ezilen sınıf olma durumunu belirleyen genlerin bulunduğunu bile iddia edebiliyor. Wilson bu sözde genlere bir isim bile bulmuş: “Dahlberg genleri. ” (9)
Wilson’a kalırsa, sınıf yapısı biyolojik yolla, hayvanlardan günümüz toplumlarına aktarılmıştır. “İnsan toplumlarının üyeleri bazen böcekler gibi çok yakından işbirliği yaparlar ama daha sık olarak da kendi rollerine ayrılmış sınırlı kaynaklar için rekabet ederler. En iyi ve en girişimci rolün aktörleri genellikle ödüllerin eşitsiz bir parçasını elde ederlerken, en az başarılı olanlar, diğer en az istenen konumlara gelirler.” (10) Sınıf yapısı gibi, “özel mülk sahipliği” de (ve elbette ki kapitalizm de) “biyolojiktir”; evrim yasaları gereğince insan öncesi sürü topluluklarından günümüz toplumlarına genetik yolla taşınmıştır. Özel mülk sahipliği insanın doğasında vardır. “Yaşadığı bölgeye sahip olmanın (teritoryalizm) biyolojik formülü kolaylıkla modern mülkiyet sahipliğinin kurallarına dönüşmüştür.” (11) Para da, kar elde etme de, hatta din de biyolojinin belirledikleri arasındadır. Para, “karşılıklı özgeciliğin niceliği” (12) iken, “dini etkinliğin en yüksek formu, biyolojik avantajın bahşettiği bir şey olarak görünmektedir.” (13) Kar elde etme eğilimi ve kapitalist rekabet de biyolojinin yasaları gereğince insanlara geçirilmiştir.
Çin Sosyal Bilimler Akademisinden Zhang Boshu ise, “Eğer bu biyolojik dil, ekonomi ve felsefeye uygulanacak olursa, insan fiziki ihtiyaçlarına bağlı emek tarafından belirlendiği söylenen amaçlı doğal etkinliğin bilfiil, evrimin ve doğal tarihimizin ürünleri olan biyolojik içgüdünün bir anlatımı olduğunu söylemek doğru olacaktır. ” (14) diyor.
Çinli Zhang Boshu’ya göre, “Ekonomik davranışı, özellikle pazar ekonomisindeki rekabet ve işbirliğini, sosyo-biyolojik ilkelerin terimleriyle açıklamak olanaklıdır.”. “Üreticiler için kar elde etme eğilimi, sosyal Darwinci ‘en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması’ yasası ile bağlantılı olarak kendini pazar koşullarında bulur. ” (15)
Yine, Amerikalı profesörümüz Wilson’a göre, seksist (cinsiyetçi) davranışlar ve erkek egemen politikalar da biyolojiktir. Çünkü “erkeklerin kadınlar üzerinde egemen olduğu saldırgan egemen sistemler insanların genel özellikleri arasındadır.” Erkek egemenliği ilkel insandan günümüze kalıtsal yollarla aktarılmıştır. “Avcı-toplayıcı toplumlarda erkekler avlanır ve kadınlar evde kalırlardı. Bu kuvvetli eğilim tarım ve endüstri toplumlarının çoğunda sürmektedir ve bu sebeple genetik bir başlangıca sahip olduğu görülmektedir.” (16)
Sözde “yeni” “bilim dalı” sosyo-biyolojinin kurucusu Wilson her şeyi biyolojiye, genlere bağlıyor. Ona göre, kölelerin hayvan değil de insan gibi davranmalarının nedeni köleliğin genetik yolla kendilerine taşınmış olmasıdır.
Wilson şöyle diyor: “Büyük baskı altındaki kölelerin, köle karıncalar, gibonlar (bir maymun türü), mandriller (iri ve yırtıcı bir maymun türü) ve öteki herhangi bir tür yerine insan gibi davranmakta ısrar etmelerinin nedenlerinden biri, inanıyorum ki, en azından kabataslak olarak, ileriye doğru planlanabilen tarihin yörüngesidir. ” (17) Ona göre kölelik toplumsal bir kategori değil, biyolojik kategoridir. Çünkü kölelik ve işçilik, kral ya da kraliçelik karınca ve arı gibi hayvan topluluklarında da bulunmaktadır.
Bu alıntılar listesi sayfalarca uzayıp gidebilir. Başta Profesör Wilson olmak üzere, bu yeni sosyal Darwinci, ya da ultra-Darwinciler son 25 yılda ortaya attıkları sözde “yeni” “bilim dalı” sosyo-biyolojide her şeyi, maddi toplumsal yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde ortaya çıkmış bütün kategorileri, insan davranışlarını yalnızca biyoloji ve doğal seleksiyonla “açıklıyorlar”.
Darwin’in ortaya attığı evrim kuramının “doğal seleksiyon” (doğal ayıklanma, en fazla uyum sağlayabilenin hayatta kalması, uyum sağlayamayanların evrim zincirinden silinmesi) ve “varolma savaşı” (güçlünün güçsüzü yok ederek hayatta kalması) gibi tezlerinden yola çıkılarak teorileştirilen, kaynağını kaba materyalist doğacı insan doğası ideolojisinden alan ve “modern biyoloji”nin tüm teorik malzemelerini kullanan insan doğasının “sosyo-biyolojik teorisi” birbirini izleyen üç aşamada inşa ediliyor: İlk önce, her dönem ve her toplumda, bütün insanlar için ortak olduğu öne sürülen özelliklerin tanımlanması yapılıyor. Daha sonra, bu özelliklerin evrensel olarak genlerimizde kodlandığı, bu nedenle de kalıcı ve değişmez oldukları öne sürülüyor. Ve en sonunda da, hayvan dünyası gözlenerek, insan genlerinde kodlanmış olduğu iddia edilen bu değişmez özelliklerin, doğal seleksiyon yoluyla evrim tarafından, oluştuğu ve kaçınılmaz olarak, toplumu oluşturan tek tek bireylerin günümüzdeki davranışlarına yol açtığı iddia ediliyor.
Sosyo-biyologların iddiaları ve söylemeye çalıştıkları aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: Yüz binlerce yıl öncesinde, daha ilkel, hatta insansı dönemlerinde, insanlar, saldırgan, yabancılardan korkan ve bu yüzden de onlara düşman, erkek egemen, aktif ya da pasif, girişimci ya da pısırık, birilerini kandırıp “kafaya alabilen” ya da çabuk inandırılıp “kafalanabilen”, vb. olarak çeşitlenmişlerdir. Bu özellikler derecelerine göre genetik yolla genlerde kodlanmıştır. Süreç içinde ve evrim yoluyla, doğal seleksiyon gereğince en saldırgan ya da en erkek egemen olanlar daha çok döl bırakmış ve bu yüzden de bu güne kadar gelebilmiş, günümüzde egemen olabilmişlerdir. Bugünkü özelliklerimiz ta o günlerden kalmadır. Çünkü daha saldırgan olanlar, saldırgan olmayanlara saldırıp ortadan yok etmişlerdir. Daha girişimci olanlar toplumsal ürünlere el koymuş, büyük çoğunluk zaten “kafalanabilir” olduğundan, onları kandırarak egemenliklerini kurmuş ve bunu sürekli kılmışlardır. Böylece sınıflar ortaya çıkmış ve iktidardaki sınıflar her şeyin sahibi olmuşlardır. İnsan doğasında saldırganlık, soykırım, katliam, yabancı korkusu ve düşmanlığı, rekabet, birbirine düşmanlık olduğundan bugünkü savaşlar, katliamlar, soykırımlar doğaldır ve bunlar “vahşi” insan doğasının bir sonucudur. Biyolojik ve kalıtsal olduklarından mutlak ve değişmezdirler.
Onlara göre, toplumların birbirlerinden farklı olmaları aslında sadece bireylerinin genlerinin farklı olmalarındandır. Kimi birey, toplum ya da sınıfların zayıf, kimilerinin güçlü; kimilerinin zengin kimilerinin de yoksul olmaları ve bir ulusun, cinsin, ırk ve sınıfın diğerini baskı altına alması ve ezmesinin nedeni, tek tek bireylerin, zayıf ya da güçlü, zengin ya da yoksul olmalarını, ezen ya da ezilen konumda bulunmalarını belirleyen genler taşıyor olmalarıdır. Yani sadece genlerinin birbirlerinden farklılıklar göstermesidir.
Sosyo-biyolojik teoriye göre, sorun biyolojik olarak genlerde olduğundan bu durum değiştirilemez. İnsanın toplumsal evrimi nispeten kısa sürede gerçekleşmesine rağmen, biyolojik evrimi çok daha uzun süreler aldığından ve kromozomlardaki genlerle taşınan kalıtsal bilginin değişerek öteki kuşaklara aktarılması binlerce yılı bulacağından ve yine zengin ya da yoksul olma, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlik gibi toplumsal kategoriler genlerle belirlendiğinden bu durum sonsuza kadar,”-en azından daha binlerce yıl- devam edip gidecektir. Bugünkü biyolojik durumumuza 3,8 milyar yılı bulan bir zaman dilimi sonunda ulaştığımıza göre, öyle birkaç saat, gün ya da hafta sürecek bir devrimin bizi değiştirebileceği; yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizliğe son verebileceği sadece bir hayaldir, işte, kapitalizm (emperyalizm) ve sonuçlarının mutlak ve kaçınılmaz olduğunu genetik bilimi alet edilerek kanıtlama çabası, işte mistisizm.
İdealizmin statükocu, içinde bulunduğu ve yaşadığı toplumsal sistemi mutlaklaştırıp meşrulaştırıcı bütün mistik öğeleri, aslında ne yeni ne de bilim olan sosyo-biyoloji denilen sözde “yeni” “bilim dalı”nın tezlerinde açıkça boy gösteriyor. Onlara göre, her şey genlerde olduğundan, işçi ve emekçiler, işsiz ve yoksullar burjuva sınıfına ve egemen tekelci kapitalizme (emperyalizm) kızıp, onu alaşağı edeceklerine, kendi “bahtsızlıklarına”, “kader”lerine ve bu genleri onlara aktaran anne babalarına, nine ve dedelerine kızmalıdırlar. Kadercilik, çirkin suratını bir kez daha gösterip, sırıtıyor. Zaten, DNA’nın çifte sarmal yapısını (Crick-Watson modeli) bulan genetikçilerden ve genetikte bugün dünyadaki en büyük proje olan İnsan Genomu Projesinin eski başkanlarından James D. Watson da bunu açıktan dile getiriyor: Watson, “Önceleri kaderimizin yıldızlara bağlı olduğunu düşünürdük. Oysa şimdi büyük ölçüde biliyoruz ki, genlerimize bağlıdır. ” diyor. (18) (Human Genom Project-HUGO- İnsan Genomu Projesi, insan DNA’sının bütün bir gen sıralamasını (genom) çözmeyi, bütün bir gen haritalamasını çıkarmayı ve 100 bin civarında olduğu varsayılan insan genlerinin tümünün fonksiyon ve yerlerini tespit etmeyi amaçlayan proje. Aralık 1984 tarihinde ABD’de bir çalışma olarak ortaya atıldı. Daha sonra ABD Enerji Bakanlığı (DOE) tarafından sahiplenilip Yıldız Savaşı Projesi’nden sonra, ABD’nin en büyük projesi olarak 1987’de kabul edildi. Ardından devreye öteki bakanlıklar da girdi ve 1991’de ABD Kongresi projeyi 15 yıllık olarak 3 milyar dolar bütçeyle onaylayıp resmen başlattı. ABD projesi olarak başlayan HUGO kapsamına daha sonra başta İngiltere, Japonya ve Almanya olmak üzere öteki emperyalist-kapitalist ülkeler ve giderek bütün gelişmiş kapitalist ülkeler katıldı. Bugün neredeyse dünyanın bütün önemli genetik ve moleküler biyoloji laboratuarları bu proje için çalışmaktadırlar. Türkiye’deki bazı genetik ve moleküler biyoloji laboratuarları da, kısmen de olsa bu projeye eklenmiş durumdadır. HUGO projesinin 2006 yılında tamamlanması hedefleniyor.)

SOSYO-BİYOLOJİK İNSAN DOĞASI TEORİSİ
Önde gelen sosyo-biyolog, Pekin’deki Çin Sosyal Bilimler Akademisi araştırmacılarından Zhang Boshu, ABD-New York Üniversitesi Yayınları arasında çıkan ve aklınca Marksizm’in insan doğası teorisini çürütmeye çalıştığı “Marxism and Human Sociobiology” (Marksizm ve İnsan Sosyo-biyolojisi) adlı kitabında sosyo-biyolojiyi şöyle özetliyor:
“Sosyo-biyolojk çalışmanın çatısı üç temel tez üzerinde şekillenir:
1- ‘Yüksek uzun ömürlülüğü’ (DNA, yaşamını uzun bir zaman dilimi içinde oluşmasından alır), ‘üreyebilmesi’ (moleküller hızlı bir şekilde kendi benzerlerini yaparlar) ve ‘sadık kopyalama’ (moleküller tam ve doğru bir şekilde kendi benzerlerini yaparlar) yüzünden gen, kalıtım biriminin en önemli ismi haline gelmiştir. (R. Dawkins, Selfish Gene, 1977, s, 19),
2- ‘Bireysel organizma sadece, saklanan ve muhtemel en az biyokimyasal hatayla sıçrama gösteren kusursun bir aygıtın parçası, gen taşıtlarıdır. ‘ Bu nedenle, S. Butler’in ‘Tavuk yalnızca, yumurtanın
bir başka yumurtayı yapış yoludur’ sosunu modernleştirebilir ve ‘organizma yalnızca DNA’nın bir başka DNA’yı, yapış yoludur’ diyebiliriz.1 (E. O. Wilson, Sodohlolog, 1975, s, 3)
3- Son olarak ve yukarıdaki iki tezden yola çıkarak, kişisel sağlıklılığı azaltan tanımıyla özgecilik, muhtemelen doğal seleksiyon yoluyla ortaya çıkmıştır. Wilson şöy le açıklıyor: ‘Cevabı akrabalıktır: Eğer, ortak neslin iki organizması tarafından paylaşılan özgeciliğe iki gen neden olursa ve eğer bir tek organizmanın neden olduğu özgeci yasa, bu genlerin ortak katkısını bir sonraki kuşağa geçirirse, bu özgeciliğe geçiş, gen havuzuna sıçrar.’ (E., O. Wilson, Sociobiolog, 1975) Eğer bu biyolojik dil, ekonomi ve felsefeye uygulanacak olursa, insan fiziksel ihtiyaçlarından doğan emek içinde ifade edilen doğal amacın, bilfiil, evrimin ve doğal tarihimizin ürünleri olan biyolojik içgüdünün bir anlatımı olduğunu söylemek doğru olacaktır. ” (19)
Zhang Boshu’nun dediklerini daha anlaşılır kılalım: (1) Kalıtımın temel öğesi genlerdir. (2) Yaşamdaki her şey kalıtım yoluyla, yani genlerle belirlenir. Yaşamın anlamı, yalnızca genlerin kendilerini üretmeleri yani kalıtımın sürmesidir. İnsan bu anlamda, yani genlerin kendilerini tekrarlamaları için sadece bir araçtır. İnsan genlerinden bağımsız değildir; her şey genlerden ve genlerin kendilerini yeniden üretmelerinden ibarettir. İnsanda evrensel olarak görünen özellikler genlerimizde kodlanmıştır ve bu yüzden de değişmezdirler. (3) Önceleri insanlarda ortak ve evrensel olan, genlerde kodlanmış bu özellikler, doğal seleksiyon tarafından, evrim yoluyla oluşmuştur ve kaçınılmaz olarak, toplumu biçimlendiren özelliklerden olan tek tek bireylerin genetik özelliklerine yol açarlar. Kısacası, sosyo-biyologlara göre, birinci olarak, doğuştan gelen farklılıklardan ötürü başlıca yetenek ve davranışlarda farklılaşırız; ikinci olarak, doğuştan gelen bu farklılıklar biyolojik olarak genlerde kodlanmıştır, yani kalıtsaldır ve üçüncü olarak da, biyolojik evrim ve doğal seleksiyon yolu ile ilkel insandan başlayarak bugüne aktarılan bu genetik farklılıklar günümüz toplumunun biçimlenmesini sağlarlar.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, sosyo-biyologlar bu insan doğası teorisini inşa edebilmek için önce, çevredeki insanlara bakarak, her dönem, her yerde, her toplumda, bütün insanlar için ortak olduğu öne sürülen özelliklerin tanımlanmasını yapıyorlar. Sonra, insanlarda bu özelliklerin evrensel olduklarını ve bu evrensel özelliklerin genlerimizde kodlandığı, bu nedenle de değişmez olduklarını öne sürüyorlar. Ve son olarak, buradan yola çıkarak, evrensel olan ve genlerde kodlanmış bu değişmez özelliklerin, doğal seleksiyon tarafından, evrim yoluyla oluştuğunu ve tek tek bireylerin bugünkü davranışlarına yol açtığını iddia ediyorlar. Toplumu bireylerin oluşturmuş olduğundan yola çıkarak da, bireylerdeki bu genetik farklılıkların toplumun biçimlenmesini ortaya çıkardığını öne sürüyorlar.
Örneğin etraflarına bakıyorlar ve yaşadıkları kapitalist ülkelerde, tekellerden, kendi burjuva ilişkilerine kadar çevrelerinde, her yerde alabildiğine bir rekabet olduğunu görüyorlar. Buradan insanın doğasında rekabet bulunduğu sonucuna varıyorlar. Ardından hayvanları izliyorlar ve gruplar halinde yaşayan bazı hayvan sürülerinde dişiyi elde edebilmek için, erkekler arasında kavga olduğunu gördüklerinde sözlerini söylüyorlar: Rekabet ilkel insan döneminden günümüz insanına, oradan da toplumlarına aktarılmıştır ve bu nedenle de biyolojiktir. Rekabet gibi öteki bütün kategorileri aynı yöntemle alıp hepsine teker teker biyolojik bir kılıf buluyorlar.
Eğer istenirse, çevredeki insanlara bakılarak, insanlar için ortak olduğu iddia edilen özelliklerin aynı zamanda biyolojik bir açıklaması da yapılabilir. Sosyo-biyologların yöntemi kullanılırsa hemen her şey sadece biyolojik bir yolla açıklanabilir. Zaten onlar da bunu yapıyorlar. İnsanlarda birçok etken tarafından belirlenen bazı alışkanlıkları bile alabildiğine sığ ve basit bir yolla açıklıyor ve bu yöntemle tezlerini kanıtlamaya çalışıyorlar.
ABD Sağlık Bakanlığı (NIH)nın saldırı ve şiddetin biyolojik-genetik temelli olduğunu gösterecek çalışmalara ayırdığı 400 milyon dolarlık (160 trilyon TL.) pastadan (20) pay kapmaya çalışan bu sosyo-biyologlara göre, toplumda saldırı ve şiddet olgusu vardır ve bunun biyolojiden başka bir nedeni olamaz. Üstelik saldırganlık hayvanlarda da vardır. Öyleyse bu saldırganlık günümüz toplumlarına insanın hayvanlık dönemlerinden doğal seleksiyon yoluyla taşınmıştır. Günümüzdeki bütün savaşlar, şiddet, katliam, soykırım vb. gibi bütün kötülükler bu biyolojik-genetik temelin sonucudur. Onlara göre sorun açıktır. Oysa artık tümüyle ortada ve açıktan cereyan etmekte olan günlük olaylar, emperyalist it dalaşı, vahşi kapitalizmin acımasızlığı ve emperyalist saldırganlığı, sermayenin duyumsuzluğu, sınıflar arası mücadelenin aldığı değişik biçimler ve Marksizm’in cephaneliği bu saldırganlık ve şiddetin nedenini yeterince açıklamaktadır. Bu nedenle günümüzdeki saldırganlık ve şiddet hakkında daha uzun boylu şeyler söylemeye gerek yoktur. Saldırganlık ve vahşetin yanı sıra, ırkçılık, işsizlik, yoksulluk, erkek egemenliği gibi kavram ve kategoriler biyolojik-genetik yapının değil, tam aksine sınıflı toplumların, kapitalist ekonomik yapının ürünleridir.

İNSANIN ÖZÜ TOPLUMSAL İLİŞKİLERİNİN TOPLAMIDIR
İnsan doğası hiç de sosyo-biyologların iddia ettikleri kadar basit değildir. İnsan ne, “bencil genler”e hizmet için programlanmış bir “robot”, “canlı makine”, “bayt” ya da “gen taşıtı”, ne “DNA’nın bir başka DNA’yı yapış yolu”, ne de balçıktan yaratılmış Âdem’in torunudur. İnsanı tanrı ya da “bencil genler” değil, ortam ve koşullar yaratmıştır. Bu ortam ve koşullar içinde zorunlu olarak ortaya çıkan bilinçli, amaçlı etkinliğe girişmesi yaratmıştır. Ortam ve koşullar insanı yarattığı kadar, insan da ortam ve koşulları değiştirip yeniden yaratmıştır. İnsan, kendi emeğinin ürünü olarak bu ortam ve koşullar içinde ortaya çıkmıştır. Kendi varlığı ve yaşamını kendi elleriyle, kendi emeği sayesinde, tırnaklarıyla kaza kaza yaratmıştır.
İnsan bir madde, ama canlı bir madde, beyni ise maddenin doğadaki en gelişmiş ürünüdür. Ancak, insan canlı bir nesnedir ve öteki insanlarla ilişkilidir, duyulara sahiptir. “Canlı bir robot”, “makine” değil, his ve duyguları, yanlış ve doğruları, acı ve sevinçleri, mutluluk ve mutsuzlukları, başarı ve başarısızlıkları olan ve doğanın sadece bir devamından, organik-biyolojik nesneden çok öte bir şeydir. İnsan yaşamı ise, dijital bilgi baytı olarak tanımlanabilecek kadar, mekanik, her şeyinin önceden belirlendiği, tek düze, kalıplara sığdırılmış biçim ve kurallara bağlı olmaktan çok ama çok uzaktır. İnsanın bireysel davranışları, toplumsal ilişkileri içinde anlam bulmaktadır. Bireylerin hareket ve davranışları ve onlara yön veren düşünceleri, değişik kurumlar halinde örgütlenmiş bireyler topluluğunun içinde ve düşünce ortamında oluşmaktadır. Bu yüzden insan toplumsal ilişkilerinin bütünü olarak ortaya çıkmaktadır.
İnsanın sahneye çıkışı doğanın gelişimindeki en muazzam alt üst oluşların ve nitel sıçramaların başında gelir. Bu alt üst oluş yani insanlaşma süreci, insanın çok basit de olsa alet yapması, bunları sürekli ve sistemli kullanması ve doğadaki maddi nesneleri bu iş aletleri aracılığı ile amaçlar, doğrultusunda değiştirmesi sayesinde başlamıştır. Kısacası, emek, çalışma ve iş araçları yardımıyla doğadaki nesneleri dönüşüme uğrayıp kendisine yararlı hale getirdiği bilinçli, amaçlı bir faaliyete girişmesi ile ortaya çıkmıştır. İnsanlaşmanın başlangıcı olarak tanımlanan toplumsallaşma, alet yapma ve kullanma; kendi maddi yaşam-geçim ürünlerinin üretimi ve yeniden üretimi ile insanların yaşamı aletsiz-amaçsız hayvan faaliyetinden niteliksel olarak ayrılmıştır. Karl Marx’ın deyişiyle, “İnsan hayvanlardan ilk olarak düşünmesi ile değil alet yapması ve bunu kullanması ile ayrıştı.” “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başladılar.” Bu yüzden, “insanları hayvanlardan ayıran ilk eylem, insanların düşünmeleri değil, kendi geçim araçlarını üretmeye başlamalarıdır.”. “İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi yaşam araçlarını da üretirler.” (21)
Kısacası, insan iş, emek sayesinde insan olmuş, kendi yaptığı üretim aletlerini kullanarak çalışmaya başlayınca hayvanlar dünyasından ayrılmıştır. İnsanın biyolojik-organik dünyadan toplumsal varlığa yükselişi çalışma ve toplumsal üretimi aracılığı ile bu üretim ve yeniden üretim sürecinde girdiği sayısız toplumsal ilişkiler sayesinde olmuştur. Bu yükseliş biyolojik-genetik yapısına da yansımış ve aynı zamanda, genleri ve anatomik yapısında değişikliğe da yol açmıştır. Artık insanların özellikleri, biyolojik-genetik verilerden, bedensel-biyolojik kalıtımlardan çok üretim araçlarının, üretici güçlerin, toplumsal ilişkilerin doğrultusunda koşullanmaya başlamıştır. Bu anlamda, insanı kendi emeği, çalışması yaratmıştır.
İnsan yaşamını sürdürebilmek için, en temel de olsa, bazı ihtiyaç-geçim maddelerine gereksinim duyar. Yemek, içmek, giyinmek, barınmak, yeniden üremek, eğlenmek; manevi, düşünsel, estetik, kültürel gereksinmelerini karşılamak vb. için üretmek zorundadır. Bütün ihtiyaçlarını tek başına üretemez, tek başına yaşayamaz. Topluma ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçtan toplumsal yaşam ve toplumsal üretim doğar. Bu toplumsal yaşam ve toplumsal üretim içinde diğer insanlarla, zorunlu, kendi iradesine bağlı olmayan ilişkiler; toplumsal ilişkiler kurmak zorunda kalır. Toplumsal üretimin biçimi ve buna uygun üretim ilişkileri, toplumsal ilişkiler, o toplumun ekonomik yapısının aynasıdır. Bu toplumsal üretim ve biçim üzerinde bir toplumsal bilinç ortaya çıkar. Bütün bunlar insanı ve davranışlarını şekillendirirler. Sosyo-biyologların nedenlerini biyoloji ve genetikte aradıkları insanlar arasındaki benzerlik ve ortak davranış özellikleri işte bu toplumsal üretim ve toplumsal bilince, kısacası toplumsal ilişkilere bağlıdır.
İnsan davranışları kuşkusuz bireyler tarafından gösterilir, toplumu biçimlendiren düşünce ve kararlar bireylerce alınır. Sınıflı toplumlar ve emeğin sınıf bölüşümü her bireyi tek yanlı, parçalı bir insan haline getirir. Gelişme olasılığı bulunan bazı özelliklerini yok ederek bazı yeteneklerini geliştirir. Bazı özellikler bazı bireylerde gelişirken, diğer özellikler ötekilerde gelişir, insanın özü, esas olarak tek tek bireylerin özellikleri tarafından şekillenmemektedir. Marx’ın “Feuerbach Üzerine Tezler”inde belirttiği gibi, “İnsan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” (22) Toplumsal yaşam ve bu yaşam içindeki varlık koşulları ve ilişkiler insanın bilinç ve düşüncesine kaynaklık eder, onu biçimlendirir ve koşullandırırlar.
Birey, toplumsal ilişkiler ortamında, bulduğu koşullar aracılığıyla kendini etkin bir biçimde ortaya koyarak varolur ve gelişir. İnsan kişiliğinin bütünlüğü, toplumsal maddi yaşamının üretimi ve yeniden üretimi sürecinde, diğer insanlarla girdiği ilişkilere, yani insanın doğayla, insanın insanla, insanın kendi sınıfı ve öteki sınıflarla, sınıfların diğer sınıflarla, toplumların diğer toplumlarla ve bütün bunların toplumsal kurumlar, devlet ya da devletlerle girdiği ilişkilere; sonuçta büsbütün toplumsal ilişkilere bağlıdır. Bu ilişkiler ne denli değişik, karmaşık ve ne denli kapsamlı ve çok yönlü olursa ve bu ilişkiler birey tarafından ne denli etkin bir biçimde sürdürülürse bireyin kişiliği de o denli gelişkin, karmaşık ve çok yönlü olur.
İnsan ve düşüncesi açışından bakıldığında, toplumsal varlık birincil, toplumsal bilinç ise ikincildir. Toplumsal varlık, yani insanın ekonomik etkinliği, nesnel maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimi süreci; insanların bu üretim sırasında birbirleriyle oluşturdukları ilişkiler insanın düşünce, davranış ve eylemlerini etkiler ve sonuçta ortaya toplumsal bir bilinç çıkar. Toplumsal bilinç, yani toplumun düşünsel, ideolojik yaşamı, insanların farklı görüş ve fikirleri, politik, hukuksal, ahlaki, kültürel ve diğer öğretileri toplumsal varlıktan bağımsız değildir, onu yansıtır, insanlar, doğa ve toplum içinde, kendilerini harekete geçiren düşüncelerin yardımıyla eylemde bulunur, kendi eylemlerinin bilgisi ışığında hareket eder ve kendi ve başkalarının eyleminden öğrenirler.
İnsan ancak toplumsal ilişkileri içinde insandır. Toplumsal ilişkilerinden soyutlanamaz. Toplumsal ilişkilerinden soyutlandığında geriye ne kalır? Geriye insana ait bir şey kalmaz, sadece hayvan kalır. Hayvan da insandan nicel değil, nitelikçe farklıdır.
Kuşkusuz, bir canlı organizma olmasıyla insan aynı zamanda organik-biyolojik varlıktır, insanda toplumsal özün taşıyıcısı olan biyolojik bir organizma vardır. Diğer bütün memeli canlılar gibi yer, içer, ürer; ötekilere az çok benzer bir metabolizması, genetik yapısı vardır. Korktuğunda, stres altında kaldığında öbür bazı canlı türler gibi adrenalin salgılar, kan basıncı yükselir, kalp atışları hızlanır. Nefes alır verir, sindirim, dolaşım, boşaltım sistemleri gibi sistemleri vardır. Ancak, bütün bu biyolojik yapısı, organizması, fizyolojisi toplumsallığından etkilenir, aynı zamanda toplumsal koşulların da etkisiyle değişir, gelişir, yeniden biçimlenir.
Örneğin, nefes alıp vermesi, solunum sisteminin durumu ağır sanayi işlerinde, akciğer hastalıklarına neden olan işlerde çalışıp çalışmamasına ve yine örneğin sigara içip içmemesine göre değişebilir. Aynı şekilde, spor yaparak daha düzenli ve sağlıklı nefes alıp vermeyi öğrenir. Kan dolaşımı yoluyla öteki memeliler gibi vücut ısısını kontrol altında tutar. Ancak, diğer memelilerden farklı olarak giysi giyer. Soğukta kalın, yünlü, sıcak tutacak, sıcakta da serin tutacak giysiler giyer. Ürettiği ürünlerle Kutupta da, Ekvator’da da, her iklimde yaşayabilir. Ancak kimileri bunu sağlarken, kimileri de bunca kazak, ayakkabı varken satın alacak parası olmadığından titreye titreye sokakta soğuktan donar. Kimileri pahalı villalarında, merkezi ısıtmalı, klimalı odalarında televizyon seyredip buzlu viskilerini yudumlarken, kimileri de derme çatma gecekondularında, ya da demir çelik fabrikalarında, yüksek fırınların yüzlerce derecelik ısısı önünde veya lokanta ve restoranların mutfaklarında, ocak ile soğuk hava deposu arasında mekik dokurken vücut ısısını kontrol edemez.
Yine insanlar da bütün canlılar gibi yer içer. Ancak yiyeceklerin türü ve miktarı sınıflara, toplumlara, yaş, cins, coğrafi lokalizasyona ve daha birçok faktöre bağlı olarak değişkenlik gösterir. Örneğin Latin Amerika köylüleri sadece onu buldukları için yalnızca mısır ve fasulye yerler. Yine örneğin Doğu Afrika’da kuraklık yüzünden süt ve sütlü ürün, sulu yemek, çorba alışkanlığı yoktur. Yoksul ailelerde çoğu kere kadınlar kocalarından ve çocuklarından daha az yerler. Yeryüzünde yüz milyonlarca insan açlık çeker, insanlar kıtlıktan, çocuklar malnütrasyondan ölürken, az sayıda insan yemeği artık ihtiyaç olmaktan çıkarmış, tümüyle lüks tüketiminin bir parçası yapmıştır.
İnsan biyolojik olarak, kuşkusuz kuşlar gibi uçamaz, balıklar gibi su altında uzun süre kalamaz, belli bir desibel dışındaki sesleri duyamaz; fazla uzağı göremez; ancak, toplumsal etkinliği içinde yaptığı araçlarıyla hiçbir kuşun çıkamayacağı yüksekliklere, gidemeyeceği uzaklıklara gider. Hiç bir balığın inemeyeceği derinliklere iner; bütün canlılardan daha hızlı uçar, hepsinden daha uzağı görür, uzaydan yerdeki gazeteyi okur, yüz binlerce kilometre ötesindekini işitir. Doğaya ve biyolojik sınırlılıklarına kafa tutar, onları toplumsallığı ile kat be kat aşar.
Sonuç olarak, insanlar yaşadıkları toplumsal ekonomik yapılardan ayrı değerlendirilemezler. Her ekonomik yapının kendine uygun davranış ve eylemde bulunma koşullanmaları vardır. Kısacası her insan kendi çağı ve içinde yaşadığı toplumun insanıdır; onun tarafından şekillenir. Bu toplumsal dönemin sınıfsal siyasal, ulusal, hukuksal, kültürel, sanatsal, felsefi, psikolojik, dinsel, ahlaksal ve öteki bütün kategori ve ilişkilerini temsil eder. İnsan nasıl yaşarsa, hangi ilişkiler içinde bulunuyor ise öyle düşünür ve davranır; buna uygun bir eylem içinde bulunur, insanın kişilik ve davranış biçimlerini esas olarak içinde yaşadıkları toplum ve sınıflar belirler.

SOSYAL DARWİNİZM VE BİYOLOJİZM
Sosyo-biyoloji ısrarla “yeni” bir “bilim dalı” imiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Oysa sosyo-biyologların yeni bir şey bulmuşlar gibi feveran etmeleri; kurum satıp, ortalıkta dolaşmaları boşunadır. Çünkü neososyal Darwinci sosyo-biyologların maddi toplumsal gerçekliğin bütün kategorilerini biyoloji ile açıklama çabaları yeni değildir, insanları biyolojik yapılarına göre değerlendirme-sınıflandırma uğraşısı, Hammurabi kanunlarından, Antik Yunanistan’ın köleci toplumlarına, Eflatun (Platon) ve Aristotales’e kadar uzanır. Antik Yunanın idealist düşünürleri köle sahiplerinin kölelerden farklı bir doğada, değişik bir yapıda olduklarını iddia etmişlerdi.
Aynı tutum 19. yüzyılda da sosyal Darwinizm yoluyla sürdürülmüştür. Sosyal Darwinizm, Darwin’in öz olarak doğadaki değişimi anlattığı ve bitki ve hayvan türlerindeki değişim ve çeşitliliğin nedeni olarak öne sürdüğü, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması iddiasının ifadesi olan doğal seleksiyon (doğal ayıklanma) ve varolma savaşı gibi tezlerini mekanik bir tarzda ele alarak insan ve insan toplumlarının gelişim sorunlarına, maddi toplumsal yaşamın bütün kategorilerine uygulamaya çalışmıştır. Sosyal Darwinizm ve biyolojizm de, bugün sosyo-biyolojinin yaptığı gibi, doğada, bitki ve hayvanlar dünyasında gözlenen ve kaba materyalistler tarafından değişmez olarak kabul edilen bazı kuralları, mekanik bir tarzda ele alıp bilimsel özünü çarpıtarak insan toplumlarının gelişim sorunlarına, maddi toplumsal yaşamın kategorilerine uygulamaya çalışmıştır; bilimsellik adına, doğal ayıklanmanın yerine yapay ayıklanmayı geçirmiştir. Biyolojik evrim ve organik hareketi, kaba mekanik yol ve metafizik indirgemeci yöntemle toplumsal evrim ve toplumsal hareketle birleştirmeye çalışmış, biyolojik ve toplumsal hareket ve madde arasında bulunan temel farkları görmezden gelmiştir.
Sosyal Darwinizmin İngiltere’de, 1800’lü yılların ikinci yarısında ortaya çıkması elbette ki tesadüfî bir olay değildir. Bu dönemde İngiltere dünyanın en güçlü kapitalist ülkesi idi ve gerçekleştirdiği sanayi devriminin ardından, Afrika’dan Avustralya’ya, Amerika’dan Asya ve Uzak Doğunun uçsuz bucaksız ormanlarına kadar, dünyanın dört bir yanında nazar ve sömürge savatlan veriyordu, İngiltere’nin yürüttüğü bu, hammadde kaynaklarını, dünya pazarlarını ele geçirme savaşlarına ideolojik bir kılıf bulmak gerekiyordu. Tam da bu sırada, 1859 yılında, İngiliz doğa bilimcisi Charles Darwin “Türlerin Kökeni” adlı kitabını yayınlayarak evrim kuramını ortaya attı. Kitap bomba gibi patladı ve çok büyük bir tartışmanın çıkmasına yol açtı.
Çünkü 1800’lü yılların başlarına kadar, evren, dünya, doğa ve canlıların değişmezliği genel kural olarak kabul görmüştü. Doğa bilginlerinin hemen hepsi ve kilise her şeyi doğaüstü güçlere bağlamış, dünya ve canlıları tanrının, doğanın vazgeçilmez ürünleri olarak sunmuştu. Ancak 1800’lü yıllarla birlikte bu görüşe Buffon, Lamarck ve Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin gibi bilginler tarafından evrim teorileri ile darbe vurulmaya başlandı. Ve ardından Darwin ünlü evrim kuramını ortaya attı. Bu kurama başlarda dönemin önde gelen bilginleri ve özellikle kilise çevrelerinden şiddetli karşı çıkışlar oldu. Ancak, egemen burjuva sınıf, Darwin’in tezlerinin, değiştirilip çarpıtıldığı durumda kendisi için büyük bir olanak ve pazar ve sömürge savaşlarına ideolojik-demagojik dayanak, kılıf olabileceğini görünce evrim kuramını kısa zamanda kabul etti.
Darwin’in tezleri, Malthus, Wallace ve insan topluluklarındaki sorunların hayvan topluluklarındaki benzerleri ile karşılaştırılabileceği ve hayvanlar arasındaki varolma savaşının insanlar arasındaki ilişkilerde de temel olarak alınabileceğini savunan Spencer’in gerici tezleri ile birleştirildi. Önce, 1880’li yıllarda, Darwin’in yeğeni Francis Galton üstün ırkların, maddi toplumsal yaşamın kategorilerine biyolojik dayanak bulmaya, sorunlara biyolojik-genetik-kalıtımsal yoldan yaklaşmaya başladı. Aynı zamanda ırk-“bilimi” öjeniğin kurucusu olan Galton, sözde başarılı insanların, banker, sermaye sahibi ve politikacıların kanlarında sıradan insanlara göre önemli ayrıcalıklar bulunduğunu öne sürdü. Galton tezlerini daha sonra, egemen uluslardan insanların kanlarında, geri kalmış sömürge halklarına göre üstünlükler olduğunu savunmaya vardırdı. Böylece saf, arî, üstün ırk kavramlarının ortaya atılması başlandı. Böylece sosyal Darwinizm doğdu. (23)
19. yüzyılın bitip 20. yüzyılın başlaması ve kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesi ile sosyal Darwinizmin yerini biyolojizm aldı ya da sosyal Darwinizmin yanına onun biraz daha pervasız hali olan biyolojizm eklendi.
Genetik determinizmin isim babası genetikçi Darlington, insanların toplum içinde genetik yapılarına göre ayrıştıklarını, kimi insanların yönetmek, kimilerinin de yönetilmek için doğduklarını söyleyecek kadar ileri gitti. Ardından, Rhodes Cecil, “Biz İngilizler, büyük olasılıkla dünyada ilk ırkız; eğer biz dünyaya egemen olursak, bütün diğer ırklar da bizim gibi gelişip uygarlaşırlar. Bunun için ekilebilecek, kullanılabilecek bütün alanları egemenliğimiz altında toplamalıyız” dedi. Benjamin Kidd ise 1894’de, “Toplumsal Evrim” adlı kitabında, İngiliz emperyalizminin ilk ırk, özgürlük ve insanlık olduğunu söyledikten sonra, açık davrandı ve kıvırtmadan “her ne kadar diğer insanları Avrupa uygarlık düzeyine çıkarmak amacıyla pazar savaşı yapıyorsak da, gene de bunun için ahlaksal ve dinsel bir gerekçe bulmak gereklidir” ifadesini kullandı. Charles Harvey de, 1904’de, “İngiliz Politikasının Biyolojisi” adlı kitabında, “biyo-politikler” kavramını ortaya attı ve “biyoloji bize pazar savaşını öğretmektedir; güçlünün güçsüzü yenmesindeki doğa yasası, tüm canlılar, tüm örgütlenmeler için geçerlidir. ” dedi. İngiliz Amirali Thayar Manan da, “İngiliz ırkının yazgısının savaş gemilerinin kaptan köşklerinde” olduğunu söyledi. (24) Bu tezler giderek yaşamın hemen her alanına yansıdı ve çok geçmeden dönemin aydınları arasında her şeyi biyolojiye bağlayan ve kalıtsallıkta arayan bir determinizm ve mekanik ya da kaba materyalizm modası başladı. Doğa, nesnel maddi dünya ve yaşamı binlerce yıldır doğaüstü güçlere bağlayan idealist, metafizik düşünceye duyulan tepkinin de etkisi ile determinism ve Küba materyalizm özellikle doğa bilimleri alanında etkili hale geldi. Charles Dickene’dan, George Eliot ve Emile Zola’ya kadar o dönemin yazarları her şeyi biyolojide ve kalıtsallıkta arama düşüncesinin somut ifadesi olan “Kan konuşur” fikrini kitaplarında geniş biçimde işlediler. (25)
Bu koroya daha sonra, psikanalizin kurucusu Sigmund Freud de katıldı. Dikkatli bakıldığında, Freud’ün tezlerinin de, toplumsal yaşamın kategorileri ve insanın özünü toplumsal ilişkilerin zenginliğinden çıkarıp biyoloji ve kalıtımın dar sınırlarına hapsetmenin bir çabasından başka bir şey olmadığı görülecektir. Örneğin Freud’e göre, insanda doğuştan gelen iki temel içgüdü vardır: Bunlar, haz alma içgüdüsü ile saldırı ve yok etme içgüdüleridir. Freud, Klasik Yunan Mitolojisinden esinlenerek, bu içgüdülerden birincisine Eros’un (aşk tanrısı), ikincisine ise, Thanatos’un (ölüm tanrısı) isimlerini vermiştir. Bu iki içgüdü birbirlerini dengelemeye; haz alma içgüdüsü Eros, cinsel haz yoluyla vücudu ve kasları gevşeterek saldırı ve yok etme içgüdüsü Thanatos’un yok ediciliğini engellemeye çalışır. Bireylerdeki bu saldırı ve yok etme içgüdüsü, bireyler tarafından oluşturulan topluma da yansır. Yeryüzündeki bütün şiddet, savaş ve katliamların kaynağı, işte bu haz alma içgüdüsü tarafından engellenemeyen saldırı ve yok etme içgüdüsü Thanatos’un üstün gelmesidir. 1. ve 2. Dünya Savaşları, öteki bütün haklı ya da haksız savaşlar, toplumsal cinayetler, baskı, şiddet, soykırım, işkence, vb. insanların bu içgüdülerinin dışa vurumlarıdır, biyolojik ve kalıtsaldır. Bu yüzdendir ki, Freud, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşına engel olma kampanyasına oldukça soğuk bakmış ve ünlü fizikçi Albert Einstein tarafından yürütülen imza kampanyasına katılmayı ret etmiştir. Ve yine bu yüzdendir ki, Freud’ün tezleri emperyalist kapitalist koronun şefi ABD tarafından göklere çıkartılmış ve psikolojide uzun yıllar resmi görüş haline getirilmiştir. (26)

METAFİZİK İNDİRGEMECİLİK
İnsanı ve insan etkinliğini toplumsal ilişkilerinden soyutlama, insanın toplumsal bir varlık olduğunu yadsıma ve maddi toplumsal yaşamın kategorilerini biyolojiye dayandırıp sadece onunla açıklama çabası gördüğümüz gibi sosyo-biyoloji ile değil, sosyal Darwinizm ile başlamış ve biyolojizm ile sürdürülmüştür. Bu tezler, ipliği pazara çıktıkça hemen yeni bir kılıfa girmiş ve isim değiştirmiştir. Ama değişen yalnızca isim olmuştur. Tezler ve yapılmaya çalışılan hep aynı kalmıştır. Eskinin tezlerine 1970’lerin ortalarından 1990’lı yılların ortalarına kadar sosyo-biyoloji adı verilmiştir. Ancak sosyo-biyoloji de aradan daha çok kısa bir zaman geçmesine rağmen yeniden eskimeye başlamış ve hemen tekrardan yeni bir isim değiştirme gereği duymuştur. Sosyo-biyolojinin kurucu ve temel kuramcılarından Edward O. Wilson ve Richard Dawkins gibi sosyo-biyologlar son birkaç yıldır sosyo-biyolojinin adını daha az anar olmuşlardır. Bugün sosyo-biyolojinin yerini giderek evrimci psikoloji ve gen seçiciliği almaktadır. Son yıllarda evrimci psikolojinin, evrimci kısmı sosyo-biyolojinin yeni adı olmaktadır.
Genel olarak biyolojik ya da genetik determinizm, özel olarak da sosyo-biyoloji, her şeyin kaynağını bireylere, giderek DNA molekülü ve genlere ve hatta onları da oluşturan atomlara kadar indirgeyerek açıklamaya çalışıyor. Bütünü, içice geçmiş etkileyenlerini yok sayıp en küçük parçalarına kadar bölüyor ve bu parçaları tek başına, bütün ilişkilerinden, İç ve dış etkenlerinden, neden-sonuç ilişkilerinden kopuk bir biçimde ele alıp incelemeye çalışıyor. Buradan elde ettiği sonuçlardan genellemelere gidiyor.
Örneğin bilimsel dedikleri yöntemlerini ele alalım:
Bu düşünce yöntemi binlerce yıldır bilinen ve idealistler tarafından uygulana gelen ve adına metafizik indirgemecilik denilen yöntemdir. Dekartçı (Descartes) kartezyen yöntemi ve Aristocu idealist düşünce sistemlerine göre, dünyayı anlamanın yolu, onu tek tek parçalara ayırmak ve bu parçaların özelliklerini inceleyerek bilgiye, gerçekliğe ulaşmaktır; nesnel maddi dünyayı bu yolla anlamaktır. Onlara göre, bütün, ancak onu parçalara ayırıp inceledikten sonra tekrar birleştirerek kavranabilir. Yani, tek tek kısımlar, atomlar, genler, moleküller, hücreler ve birey bütün halindeki maddi nesnelerin özelliklerinin nedenidirler. Karmaşık nesnel doğayı anlayabilmek için bunları birbirlerinden koparıp ele almak, ayrı ayrı incelemek gerekir.
Yine burada da, idealist felsefe ve düşünce sistemlerinin, Aristo’dan bu yana binlerce yıldır yaptığını yapmaya çalışıyorlar: Hareketin yüksek biçimlerinin yasalarını, hareketin aşağı biçimlerinin yasalarına; karmaşığı basite indirgeyerek açıklamaya çabalıyorlar. Daha yüksek ve karmaşık sistemlerin özellik ve yasalarını, daha aşağı ve basit sistemlerin özellik ve yasalarıyla açıklama isteği, idealist metafiziğin karakteristiklerinden birisidir. Akıllarınca, bilimsel bilgiye ulaşabilmek için, nesnel maddi dünyayı içsel ve dışsal olarak, birbirlerinden koparıp, birbirleriyle ilişkisi olmayan bağımsız parçalara bölüyorlar. Bunu yaparken, neden-sonuç, içsel-dışsal gibi kategorilerin birbirleriyle ilişkilerinin bulunmadığından ve birbirlerinden ayrı ve kopuk oldukları varsayımından hareket ediyorlar. Oysa hareketin her yüksek biçimi, daha aşağı biçimlerini de bir bağımlı unsur olarak ihtiva eder ve hareketin yüksek biçimlerinin incelenişinde hareketin aşağı biçimlerinin rolü yadsınamaz. Bu nedenle, hareketin yüksek biçimlerinin özellik ve yasalarını hareketin aşağı biçimlerinin özellik ve yasalarına indirgeyerek sadece onun özellik ve yasalarıyla açıklamaya çalışmak, aslında bilimsel çalışmanın tabiatına aykırı bir yöntemdir. Bu yolla karmaşık doğa, nesnel dünya, maddi toplumsal yaşam ve onun yasalarının anlaşılması olanaklı değildir. Bu yöntemle bilimsel bilgiye ulaşılamaz. Zaten sosyo-biyologların da bilimsel bilgiye ulaşma diye bir niyet ve çabaları yoktur. Onların bütün çabaları, sadece, insanları inanılmasını istedikleri şeylere inandırma uğraşısıdır. Kelimenin tam anlamıyla, şarlatanlıktır.

SONUÇ
“Sosyo-biyoloji”, aslında sofizmin çarpıcı bir örneğidir. Savunduğu görüşlerin “bilimselliği” bir yana, yöntemi başlı başına bilime aykırıdır ve belirttiğimiz gibi yeni de değildir. Örneğin Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserinde, biyolojik kavramları “toplumsal bilimlere uygulanması”nı “boş söz” olarak değerlendirmiştir. Zira: “Bu kavramlara başvurarak aslında, toplumsal görüngeler üzerine hiçbir inceleme yapılamaz, toplumsal bilimlerin yöntemi konusunda hiçbir anlayışa varılamaz. Bir ‘erkeci’ ya da ‘biyo-sosyoloji’ etiketini bunalımlar, devrimler, sınıf mücadelesi, vb. gibi olaylara yapıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur, ama böyle bir uğraştan daha kısır, daha skolastik, daha ölü bir uğraş da yoktur. ” (Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm”, Sol Yay. sf. 367) Lenin’in de söz konusu eserinde aktardığı gibi, Marx, bütün tarihi, “bir tek büyük doğal yasa” ile Darwin’in varolma savaşı deyimi ile açıklama yöntemlerini eleştirmiş ve bu yöntemin Darwin’in deyimini “boş bir formül” haline getirdiğini vurgulamıştır.
Doğa bilimleri ve özelde biyolojik bilimler bugün sosyo-biyologlar tarafından bir komediye dönüştürülmeye çalışılmaktadır. İnsanoğlunun alabildiğine aydınlanması ve önünde geniş ufuklar açılması açısından, özgürleştikleri oranda, zincirlerinden boşalarak, bir patlamaya dönüşme ve bugün hayal bile edilemeyecek devasa boyutlara erişme potansiyeli taşıyan günümüzdeki gelişmeler, sosyo-biyologlarca böylesine yüzeysel, basit ve bayağı bir tarzda ele alınıp yorumlanmakta, tümüyle egemen sınıfın azami kârını sağlama ve çıkarlarının bekçiliğini yapma düzeyine kadar indirgenip yalnızca bununla sınırlanmaya çalışılmaktadır.
Başından bu yana materyalist bir temek de gelişen ve pratikte diyalektik yöntemi uygulayan doğa bilimleri her dönem karşısında egemen sınıfı bulmuştur. Bilim, ortaçağda egemen sınıflar ve yönetimde çok güçlü bir otoritesi olan kilisenin çok yoğun baskısı ile karşılaşmış, çok sayıda şehit vermiştir.
“Özgürlük, kardeşlik, eşitlik” sloganları ile iktidara gelen burjuvazi, ortaçağda örnekleri oldukça sık görülen bilimi tümüyle reddetmek ve bilimcileri fiziki olarak ortadan kaldırma tutumunun yerine, özünde eskisinden pek de farklı olmayan bir tutumla ortaya çıkmıştır.
Burjuva egemen sınıf, her türlü bilimsel gelişme ve buluşa azami kâr dürtüsüyle yaklaşma, onu, doğrudan daha fazla kâr elde etmenin, kârını artırmanın bir aracı olarak görme ve kullanma yolunu benimsemiştir. Bunun yanı sıra, bin bir yol deneyerek, bu bilimsel bilgi ve buluşları yozlaştırmaya, kendi sınıf çıkarlarının dayanakları haline getirmeye, politikalarının demagojik propagandasında kullanmaya çalışmıştır.
Sermaye, bilim ve bilimdeki her türlü gelişme dâhil, her şeyi ama her şeyi metalaştırmak, doğrudan sermayenin dolaşım sürecinin içine katmak, sermaye dolaşımının bir parçası haline getirmek ve tümüyle kârını artırmanın bir aracına dönüştürmek ister. Bu nedenle, her türlü gelişmeye bu isteğine bağlı olarak yaklaşır ve yalnızca tek bir yönde gelişmelerine olanak tanıdığı için aslında köreltir. Elbette ki, egemen sınıf, bilimi ve bilimsel gelişmeleri her zaman engellemez. Günümüzde olduğu gibi, rahatça kontrol edip yönlendirebildiği; azami kârı sağlamasının doğrudan bir aracına dönüştürebildiği ve kendi sınıf çıkarlarının geleceğini garantiye almak için bu gelişmeleri kendi sınıf egemenliklerinin kaçınılmazlığının demagojik propagandasına alet edebildiği oranda, onu geliştirip teşvik de eder. Buradaki gelişmenin de sınırı, esas olarak sermayenin kendi değerini artırma güdüsü ve koşulları tarafından belirlenmektedir.
Günümüzdeki gelişmeler tam, da buna uygun düşmektedir. Burjuvazi bugün -kendisine kar getirdiği alanlarda ve oranda- bilimi ve bilimsel gelişmeleri destekleyip, araştırmalara kaynak sağlamakta, patentlerini satın almaktadır. Uzay ve silah, iletişim ve bilgisayar, biyo-teknoloji ve gen mühendisliği, tarım ve yiyecek, tıbbi araç gereç, tıp, ilaç ve kimya vb. tekellerinin hemen tümünün büyük çaplı araştırma laboratuarları bulunmakta; konularında ün yapmış bilimci ve araştırmacıların önemli bir kısmı bu uluslararası tekellerin bünyelerinde toplanmakta; üniversitelerdeki, araştırmalara yine bu tekeller tarafından, proje ve araştırma konuları incelenip, getirecekleri kâr düzeyi sıkıca gözden geçirildikten sonra maddi destekte bulunulmaktadır.
Başta genetikte olmak üzere bilimin belli başlı dallarındaki bu gelişmeler göz ardı edilemez kuşkusuz. Ancak unutulmamalıdır ki, insan toplumunun gerek bu gelişmelerden somut olarak yararlanma olanakları bakımından, gerekse doğa bilimlerinin hâlihazırda çözmekle karsı karşıya olduğu sorunların niteliği açısından, mevcut bilimsel gelişmeler bugün olduğundan çok daha ileri bir düzeyde olabilirdi. Buradan bakıldığında, doğa bilimlerinde nispi bir gelişmeden, ancak mutlak olarak ciddi bir gerilikten söz edilmelidir.
Sovyet biliminin tarihi söylediğimizin kanıtlarıyla doludur. Nitekim Darwinist evrim teorisi, burjuvazinin hizmetindeki idealistlerce en zayıf tarafından yorumlanır ve var olma savaşı mutlak bir toplumsal yasa olarak ilan edilerek Sosyal Darwinizm derekesine indirilirken, Sovyetler Birliği’nde bu teori diyalektik materyalist açıdan eleştiriden geçirilerek geliştirildi ve Sovyet bilim adamlarınca toplumun ihtiyaçları doğrultusunda canlı doğaya hükmetmenin aktif ve etkin bir aracı haline getirildi. Bu nedenle, ileri kapitalist ülkelerdeki biyolojinin ve gen mühendisliğinin bugün attığı adımların pek çoğunu, Sovyet biyologlarının 40’lı ve 50’li yıllarda -henüz nüve halinde ve ilk denemeler düzeyinde de olsa- atmaları, özellikle tarımsal üretkenliği artıran birçok yeni yöntemi keşfetmeleri bir rastlantı değildir. Aksine, bu gelişme, bizzat biyolojik determinizm akımıyla yoğun bir mücadele verilerek kaydedilebilmiştir.
Bilindiği gibi, biyoloji, doğa bilimi araştırmalarında tarihsel metodu kullanan, daha doğrusu kullanmak zorunda olan bir bilim dalıdır. Biyolojinin bu özelliğe sahip olması, bu türden safsataların yeniden su yüzüne çıkmasına ayrı bir anlam daha kazandırmaktadır. Bilimin ve onun teorik gelişiminin (bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarını genelleştirme) evrimi dikkate alındığında, bu tür safsataların genellikle, doğa bilimlerindeki gelişmeleri teorik bakımdan genelleştirmede ciddi bir sığlığın yaşandığı dönemlerde ortaya çıktıkları görülür. Oysa doğa bilimlerinin gelişmesi açısından sorunun bu yönü, yani bilimsel gelişmenin belli başlı sonuçlarının diyalektik materyalizm açısından mı, yoksa metafizik idealizm açısından mı genelleştirildiği oldukça önemlidir. Engels’in, “Doğanın Diyalektiğinde de vurguladığı gibi, “burada düşünme gereklidir: atom ile molekülü vb. mikroskopla değil, ancak düşünce ile gözleyebiliriz”.
Başka bir deyişle, bu türden safsataların yeniden kendilerinden söz ettirebilmeleri, her defasında, çalışmalarında ister istemez diyalektik metotları uygulayan doğa bilginleri arasındaki idealizmin köreltici ve metafiziğin bilimi kendisine yabancılaştırıcı etkisinin güçlendiğinin ya da yeniden güçlendirmeye özel bir uğraş verildiğinin bir belirtisidir.
Burjuvazinin bilim karşısındaki tutumu göz önüne alındığında sosyo-biyoloji örneği hiç de şaşırtıcı gelmemektedir. Burjuvazi tam da kendisinden beklenileni, sınıf karakterini sergilemektedir.
Ancak uğraşına içtenlikle bağlı bilim adamları açısından bu kesinlikle böyle değildir. Her şeyden önce, onların önünde, bilim tarihinin zirvesi olarak Sovyet bilimi deneyi durmaktadır. Fakat sadece tarihsel bilgi değil; uğraşına içtenlikle bağlı her bilim adamı, bizzat pratik bilimsel çalışmasının sunduğu verileri titizlikle değerlendirdiğinde, Engels’in vurguladığı anlamda “düşünme”yi, uğraşının somut niteliği ve göstergelerinin nesnel karakterine önyargısızca dayandırdığında, doğa biliminin her zaman ufkunu açmış olan dünya görüsüne, diyalektik materyalizme yönelmiş olacaktır. Doğanın değil ama doğa biliminin diyalektik materyalizme bugün de büyük bir gereksinimi vardır.
Kısacası, diyalektik materyalizm, bilim adamı için uğraşıyla kurduğu içtenlikli bağı korumanın bir gereğidir. Sovyet biliminin tarihi, bilimin ancak bu yoldan en azami gelişmeyi kaydedebileceğini ve insan toplumuna her bakımdan hizmet etme misyonuna ancak bu bakış açısıyla bağlı kalabileceğini göstermektedir.

Haziran 1999

KAYNAKLAR:
1. Prof. Edward O. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
2. Dr. Mary Maxwell, The Sociobiological Imagination, State University of New York Press, 1991, Albany, ABD.
3. Prof. Steven Rose, Lifelines, Biology, Freedom, Determinism, The Penguin Books, 1997, Londra, İngiltere.
4. age.
5. Prof. Richard Dawkins, The Selfish Gene, Penguin Books, 1989, Londra, İngiltere.
6. Prof. Richard Dawkins, River out of Eden, Weidenfeld & Nicolson, 1995, Londra, İngiltere.
7. Prof. Edward 0. Wilson, Sociobiology, The New Synthesis, Harvard University Press, 1975, Cambridge-Massachusetts, ABD.
8. age
9. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
10. age
11. Prof. Edward 0. Wilson, Sociobiology, The New Synthesis, Harvard University Press, 1975, ABD.
12. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
13. age.
14. Dr. Zhang Boshu, Marxism and Human Sociobiology, The Perspective of Economic Reforms in China, State University of New York Press, 1994, Albany, ABD.
15. age.
16. Prof. Edward 0. Wilson, On Human Nature, Penguin Books, 1995, Londra, İngiltere.
17. age.
18. Prof. James D. Watson, bir konuşmasından, GeneWatch adlı derginin Kasım 1994, 9. sayısından aktaran Dr. Mae-Wan Ho, Genetic Engineering, Dream or Nightmare, Gateway Books, 1998, Bath, İngiltere.
19. Dr. Zhang Boshu, Marxism and Human Sociobiology, State University of New York Press, 1994, ABD.
20. Prof. Garland E. Allen, Science Misapplied: The Eugenics Age Revisited, 1996, St Louis, ABD.
21. Karl Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, 1992, Ankara.
22. Karl Marx, Feuerbach Üzerine Tezler, 6. Tez, F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, üçüncü baskı, 1992, Ankara.
23. Serol Teber, Doğanın insanlaşması, Sorun Yayınları, 3. baskı, 1995, İstanbul.
24. Bütün alıntıları aktaran Serol Teber, age.
25. Prof. Richard C. Lewontin, The Doctrine of DNA, Biology As an Ideology, Penguin Books, 1993, Londra, İngiltere.
26. Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, Sorun Yayınları, 3. baskı, 1995, İstanbul.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE GÜNÜMÜZ BİLİM VE TEKNOLOJİSİ

PROF. DR. J. D. BERNAL*
(Londra Üniversitesi-Fizik Profesörü)


Aşağıdaki üç makale, “Science in Soviet Russia” (Sovyet Rusya’da Bilim) adlı kitaptan alınmıştır. Editörlüğünü Cambridge Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Joseph Needham ve Jane Sykes Davies’in yapakları kitapta Dr. Needham’ın da aralarında bulunduğu yedi ayrı İngiliz bilim adamının Sovyetler Birliği’nde bilimin değişik alanlarını inceledikleri makaleleri bulunuyor. 1942 yılında, Londra’da, Watts & Co. Tarafından yayınlanan kitapta aşağıdaki üç makalenin dışında, “Sovyetler Birliğinde Fizik Araştırmaları”, “Sovyet Tarım Bilimi”, “Sovyet Tıp Bilimi” ve “Sovyetler Birliği’nde Maden Kaynaklarının Geliştirilmesi” isimli dört makale daha yer alıyor. Kitapta yer alan ve aşağıda yayınladığımız “Sovyetler Birliği’nde Günümüz Bilim ve Teknolojisi” ve “Sovyetler Birliği’nde Biyolojik Bilim” adını taşıyan makaleler ise daha önce, dünyaca ünlü bilim dergisi “Nature”da yayınlanmış ve kitaba dergi editörünün izni alınarak konulmuşlardır. Her üç makale de Kemal Yıldız tarafından çevrilmiştir.

Bilim kolektif bir insan etkinliğidir; hiçbir ülke ya da ırka ait değildir. Bununla birlikte, farklı dönemlerde, en önemli çelişmelerini, ilk önce dünyanın bir yerinde, daha sonra da bir başka yerindeki kişilerin çabalarına borçludur. Modern bilim on altıncı yüzyılda İtalya’da ortaya çıktı, oradan aşağı ova ülkelerine yayıldı, daha sonra da İngiltere ve Fransa’ya sıçradı. Bilim alanında ilk etkili örgütlenme İngiltere’de, Kraliyet Topluluğu (Royal Society) içinde ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılda dünyanın sanayileşmiş her ülkesinde, özellikle de Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde bu tür örgütlenmelerin kurulduğu görüldü. Bu ülkelerin her birinde, hem yeni bilginin kapsamına, hem de bunu elde etme araçlarına karakteristik katkılar yapıldı. Bu yüzyılda, yeni Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bilime yaptığı katkı en azından geçmişte katkı yapanlarınki kadar büyüktür.
Kuşkusuz, bilim Rusya’da yeni bir şey değildi. Bilimin canlı bir güç olarak ortaya çıkışı on sekizinci yüzyılda çok yönlü bir deha olan Lomonosov’a kadar gitmektedir ve Ruslar, Mendelev ve Pavlov gibi kişilerin başarılarından gurur duyabilirler. Fakat bütün bunlar görece izole edilmiş işçilerdi. Devrim öncesinde Rusya’daki bilim İngiltere ve Almanya ile kıyaslanacak durumda bile değildi. Devrimin getirdiği büyük değişiklik, bütün toplumun yaşamı ve çalışması ile bilimin sistemli gelişmesi arasında gerekli olan bağlantıyı ilk kez bilince çıkardı. Bunda, elbette ki, yeni hükümetin, bilimin önemi ve ilerlemesi ile bütün yaşamları boyunca ilgilenmiş olan Marx ve Engels’in düşüncelerinden kaynağını almış olması etkili oldu. Lenin, dönemindeki öteki bütün devlet adamlarından daha geniş ve daha derin bir bilim bilgisine sahipti ve açlık ve iç savaşın en zor dönemlerinde bile bilimin tamamen yeni bir biçimde gelişmesinin kuruluşu ile uğraştı.
Almanya’da Kaiser Wilhelm Gesellschaft ve İngiltere’de Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Bakanlığı gibi bilimsel kurumlarda kesin uygulanıyor olmasına rağmen devletin bilimden bilinçli bir şekilde yararlanışı, batı demokrasilerine yabancı idi. Bu durum, Sovyet biliminin başarılarını, (batıdaki, ç.n.) birçok bilim işçisinin anlamasını ve değerini bilmesini zorlaştırdı. İzole edilmiş birkaç uzmanın çabasıyla üstlenilmiş olan görev başarılamaz ve bilginin sınırları ileriye doğru genişletilemezdi. Bu ancak, içlerinde sadece çok küçük bir azınlığının bilim ve teknoloji ile eski tanışıklığının olduğu 160 milyonluk balkın topyekûn bir üretkenliği ve kültürel faaliyeti ile başarılabilirdi. Sovyet Cumhuriyeti yaşamının ilk yirmi yılında ikili bir görevle meşgul oldu: Bilimsel eğitimi inşa etmek ve sanayi, tarım ve tıbbın ihtiyaçları doğrultusunda bilimi uygulamaya sokmak. Yapılması gereken ilk şey, Çarcı devletin ihtiyaçlarına yeterli gelen bir avuç bilimciden başlayarak bilim ilcilerini birleştiren bir yapı inşa etmekti. 1919’da, bütün Sovyetler Birliğinde, eğitim görmüş yalnızca 40 fizikçi vardı. Yeni okullar, yeni üniversiteler, yeni bilimsel araştırma kurumları kurulmak, buralara kadrolar atanmak ve bu kurumlar işin gerekli bilimsel ekipman ve araç gereç üretilmek zorundaydı. Aynı zamanda, elektrifikasyon, telekomünikasyon ve tarımın sorunlarının acilen çözülmesi gerekiyordu. Bu dev görev sadece tüm halkın coşkun ilgisi ve desteği arkasında olduğu için başarılabildi. Bu, bilginin yeni doruklara ulaşmasıyla belirginleşen ani ve hızlı gelişme dönemlerinin karakteristiğidir. Yunan Şehir Devletlerinin şafağında, İtalyan Rönesansı’nda, İç Savaş İngiltere’sinde de bu böyleydi. Ve bu başarı yalnızca Ruslar için değil, aynı zamanda Moğollar, Kazaklar, Türkmenler, Tatarlar, Gürcüler ve Ermeniler gibi eski imparatorluğun boyunduruk altına alınmış ulusları için de geçerliydi.
Yeni dünyanın yaratılmasında en mükemmeli, en mantıklıyı ve eskiden kurulmuş ve yerine oturmuş toplumlara özgü ani ve hızlı bilgeliği aramak boşuna zaman harcamak olacaktı. Sovyetler Birliği’ndeki bilim, Danimarka ya da İsviçre’deki bilim gibi değildir. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği’nin bilginin gelişmesine yaptığı katkı özellikle dikkate alınmaya değer ve önemlidir. Belirli alanlarda, özellikle de teknolojide, Sovyet buluşları ve uygulamaları yurtdışında çoktan derin bir etki yaptı bile. Örneğin fizikte, kristal deformasyonunun mekaniği üzerine Leningrad Okulu’nun yaptığı çalışma, madenlerin güçlerinin anlaşılmasında ve iyileştirme yöntemlerinde son dönemlerde gerçekleşen büyük gelişmelerin çoğunun çıkış noktası oldu.
Özellikle oksijen, hidrojen ve metanda olmak üzere, R. Kapitza’nın yeni yönteminin etkili bir biçimde geliştirildiği sanayi kullanımında düşük ısı tekniklerinin uygulanmasında da Sovyetler Birliği öncülük etti. Kömürün yeraltında gaza dönüştürülmesi, maden işçilerinin bütün yorucu işlerinin bir çırpıda ortadan kaldırılması gibi radikal buluş önerileri Sovyet yaklaşımının karakteristiğidir. Maden kaynaklarının yaygın ve titiz bir şekilde bilimsel araştırması daha şimdiden beklentilerin tümünün büyük düzeyde olduğu yeni maden yataklarının bulunuşuna öncülük etti.
Tarımın, geleneklerin ve çıkar çevrelerinin engelinden kurtarılıp bilimsel bir temele oturtulması, olağanüstü gelişmelerin yolunu açtı. Bunların arasında vernalizasyon (tohumun ilkbaharda nemlendirilerek çimlendirilmesi, ç.n.), iki yıldan fazla yaşayan buğday gibi yeni melez türlerin üretimi ve depoların iyileştirilmesi ile yapay dölleme üzerinde durulmaya değer gelişmelerdir. Toplum sağlığı hizmetlerinin evrensel düzeyde ve rasyonel temelde geliştirilmesi, insanların bu alandaki acil ihtiyaçlarının karşılanmasına, her şeyden daha fazla katkıda bulunmuştur; ve bugün dünya çapında kullanılan, kanın nakil için depolanması yöntemi; esas olarak Sovyet inisiyatifi ile gerçekleşmiştir.
Ancak, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmelerin esas değeri bu başarılarda da değildir. Bunlar, sadece Sovyetler Birliği’nde değil, aynı zamanda bütün dünyada bilimin kullanımı ve örgütlü gelişimi ilkesi tam olarak gerçekleştiği zaman ortaya çıkacak olan durumun sadece birer işaretidir. Bilim çevrelerinde, hiçbir olay, Sovyetler Birliği’nde bilimin planlanması fikri ilk kabul edildiğindeki kadar ilgiye ve aynı zamanda böylesine büyük bir muhalefete yol açmadı. Muhalefet şu anda büyük bir sessizlik içinde. Çünkü savaş koşulları çoğu bilim işçisinin kendi pratiklerinde planlamanın sadece gerekli değil, aynı zamanda bireysel inisiyatif ve girişim ile de oldukça uyumlu olduğunu anlamalarını sağladı. Tuhaf ki, toplumsal ihtiyaçlara uygun olarak planlanmış bir bilim fikrinin kendisi, gelişmenin önündeki en büyük engeli oluşturan geleneksel düşünce kalıplarını yıkarak, yeni radikal buluşların yapılmasına yol açacak yeni sorunları da gün ışığına çıkarıyor.
SSCB’de son yirmi yılda giderek geliştirilen bugünkü planlama sistemi, savaş dönemi de dâhil, İngiltere’nin her döneminden daha kapsamlı idi ve ülke yaşamı ile çok daha bütünselleşmişti. Araştırmaların genel yönelimi, fahri bir topluluğun büyümesiyle oluşan ve bugün binlerce işçinin özellikle temel sorunlardaki araştırmalarını doğrudan kontrol eden Bilimler Akademisinin ellerindedir artık. Akademi, bir yandan bilimsel öğretim standartlarını hızla iyileştirilirken öte yandan da sayı ve büyüklükleri olağanüstü bir şekilde büyüyen üniversitelerle yakın ilişki içindedir. Tüm üniversite öğrencileri yeteneklerine göre seçilirler ve İngiltere’de yeni verilmeye başlanan bilim burslarında olduğu gibi, devlet tarafından desteklenirler. Öğrenciler, mezun olduklarında devlet hizmetinde dört ya da beş yıl çalışmak zorundadırlar. Bu sistem bilimsel ve teknik işler için en iyi beyinlerin geniş ölçüde sağlanmasını garanti altına alır. Daha şimdiden, 1934’te, genç kız ve erkeklerin yüzde beşi üniversiteye gitmektedir. Bu oran İngiltere’de yüzde ikidir. Nüfusun daha fazla olması ve daha geniş bir kesimin bilimle uğraşıyor olması göz önüne alındığında Sovyetlerdeki bilim işçilerinin yıllık üretimlerinin İngiltere’dekinden yaklaşık yirmi kat fazla olduğu görülmektedir.
Kısa dönemli araştırmaların daha büyük kısmı sanayi, tarım ve sağlık komiserlikleri enstitülerinde yapılmaktadır. Araştırma ve kalkınma birlikte ele alınmakta ve bilim işçileri atölye ve tarlalarda ortaya çıkan sorunlara yakın durmaktadır. Mevcut araştırma planı yukarıdan empoze edilmemekte, bilim işçilerinin kendi aralarındaki uzun tartışmalar sonunda ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, bu planlar yine de, kendi başlarına değil, Devlet Planlama Komisyonu ile yakın ilişki içinde hazırlanmakta ve böylece genel üretimin ve Sovyetler Birliği genel kültürel planlamasının bir parçası olarak biçimlenmektedir. Uzun ve kısa dönemli ana sorunlar bir bütün olarak ülkenin ihtiyaçları tarafından belirlenmektedir. Bilim işçilerini meşgul eden temel soru, bu sorunların en hızlı ve etkin bir biçimde nasıl çözüleceği sorusudur. Bu, ihmal edilemeyecek asıl çalışmayı görmek için gerekli olan koruyucu bir önlemdir. Birbirini tamamlayan bu çabaların sonucu, acil pratik uygulamaların çok daha ötesine, giderek bilimsel düşünen bir toplumu yaratmaya uzanır.
Özellikle savaş öncesi yıllarda görülen zorluklar, Sovyet bilimcilerinin kuşatma altına alınmış çalışması, esas olarak sistemin yararına göre benimsenmiş bilim dünyasının (Sovyetler dışındaki, ç.n.) geri kalanında sık
sık güvensizliğe öncülük etti. Savaşın acı deneyleri Sovyetlerin bu alanda da bizim bildiğimizden daha iyisini inşa etmekte olduklarını gösteriyor. Ortak bir amaç için birlikte mücadele eden İngiltere’deki bilim işçileri, SSCB’deki bilimi karakterime eden yeni ruh ve yöntemi herhangi bir tanımlamadan çok daha iyi anlayacakları ümit edilmektedir ve biz de, sırasıyla, uzun ve köklü bir buluş ve eleştiri geleneğinin bazı avantajlarını sağlama durumunda olabileceğiz. Hepimizin uğruna savaştığımız ve çalıştığımız yeni dünyanın, bilimin getirebileceği her türlü katkıya ihtiyacı vardır.
(Bu yazı İngilizce bilim dergisi “Nature”ın 27 Eylül 1941 tarihli sayısında da yayınlanmıştır.)

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE SANAYİ ARAŞTIRMALARI VE KALKINMA
DR. M. RUHEMANN
(Maiuri Refrigeration Ltd’de araştırma mühendisi, Fiziko-Technical Institue’de eski araştırma müdür yardımcısı ve SSCB, Kharkov’da, Düşük Isı Araştırma İstasyonu’nda araştırma müdürü.)

Sovyet dünyasında en radikal kavram, insanların yaşamda gerekli ihtiyaçlarını üretmek için kendi aralarında yaptıkları düzenlemeler ve aynı zamanda yasalar, gelenekler ve herhangi bir ülkede herhangi bir zamanda etkili olan fikirlerin doğa üzerinde yaşayanların doğayı kendi ihtiyaçlarına hizmet eder hale getirmelerine bağlı olduğu kavramıdır. Böyle bir felsefesi olan halk için, bilimsel araştırma -ki bu da, doğa yasalarına egemen olma sürecidir- belirleyici bir önem kazanmak zorundadır. Zira bunun sonuçları toplumun tüm yapısını belirler durumdadır. Sovyet halkını bu görüşe sahip olmaya kelimenin anlamıyla zorlayan, halkın kendine özgü ihtiyaçları ve dünyanın geri kalan kısmı ile ilişkili konumları, (bilimsel araştırmanın, ç.n) etkisini ancak artırabilir ve Sovyet otoritelerinin bilimsel araştırmalara vermiş oldukları değişmez önemin nedenini açıklar. Bu yaklaşım, Lenin’in “Sosyalizm nedir?” sorusuna verdiği ünlü “Sosyalizm, Sovyet gücü artı elektrifikasyondur” cevabından, Sovyet teknik yayınlarında çok daha yakın zamanlarda görülen makalelerdeki, “bilimsel araştırmanın yeniden yapılanması (re-organisation) devletin temel sorunlarından birisidir” tezine kadar Sovyet devlet adamı ve yazarlarının konuşma ve yazılarında tekrar ve tekrar görülebilir. Bilimsel araştırma insan etkinliğinin önemli bir parçası olmaya başlar ve halkın yaşamına sıkı sıkıya bağlanır. Zenginlik ve yoksulluk, mutluluk ve sefalet, yalnızca profesyonel araştırma işçilerinin çalışmasıyla değil, çok daha geniş anlamda, bütün halkın karşı karşıya kaldıkları sorunlara yaklaşımındaki bilimsel davranışı ile kendini gösteren bilimsel çabanın meyveleridir.
Sovyet sanayi araştırmalarının bu arka plan ve perspektife dayanarak görülmesi önemlidir; aksi halde, bilimcilerin halk arasında sevilmesiyle kendini belli eden prestiji ve Sovyet bilimcilerinin topluma karşı duydukları derin sorumluluk duygusunu anlamak olanaksızdır. “Kuramsal” ve “uygulamalı” bilimler, bilimciler ve mühendisler, teknik ve idari uzmanlar arasında bir çelişkinin bulunmayışı; bütün bunların oluşu, gayet basitçe, bilim kavramının, bir ülkenin üretici güçlerinin gelişimi için kesin bir silah olarak kullanılıyor olmasından kaynaklanıyor. Aynı noktadan kaynaklanarak, bilimin planlanışı üretimin planlanışının, biri olmadan diğerinin olamayacağı esaslı bir parçası olarak görülüyor. Sadece üretimin planlanışı bilimsel bir görev değildir, aynı zamanda her üretim planının, bilimsel başarının anlık (momentsel) seviyesi ile de zorunlu bağlantısı vardır. Bilimsel bilginin kendisinin değişmez olduğunu varsayarak üretimin gelişimi için bir plan yapmak açıkça saçmadır. Eğer insanoğlu bilimin gelişimini kontrol edemiyorsa, üretimi hiç planlayamaz.
Sovyet ekonomisinin hızlı gelişimi örgütlenme ve araştırma yöntemlerinde birçok değişikliğe yol açtı. Hedef her zaman, üretim üniteleri ile yakın ilişkili araştırma kurumlarının kutun sistemini ve aynı zamanda, faaliyetlerinin genel hattı üzerinde merkezi kontrolü sağlama almaktı. Yakın zamana kadar ikinciden çok birinci ilkenin gelişiminde büyük ilerleme kaydedildi. Çok sayıda bilimsel araştırma kurumu inşa edilmiş, donatılmış ve üretim ile ilintili bütün devlet kurumlarıyla ilişkilendirilmişti. Esas olarak temel sorunlarla uğraşan büyük laboratuarlar, doğrudan Halk Komiserliklerine bağlanmıştı; daha özelleşmiş laboratuarlar, değişik “sektörler” ve Komiserlikler altında işleyen devlet kurumları tarafından kontrol ediliyorlardı; çok daha özelleşmiş laboratuarlar ise, hâlâ, bu kurumların kontrolündeki devlet fabrikaları, maden ocakları vb. tarafından işletiliyordu. Ormancılık, balıkçılık ve gıda sanayisinin her birinin çok sayıda araştırma kurumu vardı; Sağlık Komiserliği özellikle iyi donatılmıştı. Ayrıca, birçok devlet çiftliği ve kolektif çiftlik kendi deneme ve küçük ölçekli araştırma laboratuarına sahipti. Fakat şimdiye kadar, Devlet Planlama Komisyonu ile kıyaslanabilir, üretimin merkezi planlaması ile bağlantı içinde, bir bütün olarak bilimin gelişimi için geniş çaplı bir plan geliştirebilecek yeterince sorumlu bir kurum, organ yoktu. Böylesi bir organ, son yıllarda, şu anda kendi bilimsel araştırma kurumları ile çok geniş bir ağ içinde çalışan ve boydan boya ülkenin bütününde bilimsel gelişmenin genel yönlerini belirleyen Bilimler Akademisi re-organize edilmiş ve güçlendirilmiş bir biçimde öne çıktı. Planın bütün ayrıntıları bilimcilerin kendileri tarafından belirlendiği için, bu genel direktifler temeli üzerinde, Akademi ve Komiserliklerin ana görevlerinden birisi; her biri bir işte uzmanlaşmış ve ülkenin genel ihtiyaçları hakkında yetkin bilgiye sahip yüz binlerce araştırma işçisinin ortak inisiyatifini koordine etmektir.
Sovyet sanayi araştırma yöntemlerinin pratikte nasıl uygulandığı birkaç somut örnekten daha iyi görülebilir.
Yaklaşık on iki sene önce, tarımın hızlı kolektivizasyonu ve büyük ölçekli tarıma geçiş ile birlikte, çok kısa zamanda çok büyük miktarda sentetik gübreye ihtiyaç duyulacağı görüldü. Çoğu gübre çeşidinin ilk maddesi, kendisi de hidrojen ve azottan sentezlenmek zorunda olan amonyaktır. Bununla birlikte, bu gazların hiçbiri saf halde bulunmazlar. Hidrojen, kok kömürü gazı ve su gazı gibi çeşitli sanayi gazlarından elde edilebilirken, azot çok düşük ısıda rektifikasyon (sürekli distilize ile saflaştırmak, ç.n.) yoluyla havadan ayrıştırılmak zorundadır.
O sırada, Sovyet araştırma kurumları kuruluşlarının daha ilk aşamalarında idiler ve yeni sanayinin bütün bir serisini kurmak için tek başına bu kurumlara dayanmak henüz olanaklı değildi. Bu yüzden, ilk fabrika yurt dışına sipariş edildi, fakat bunun yanı sıra, Sovyet araştırma bilimcileri bu işlemlerde kendileri çalışmak ve yönetimi onlardan alarak gelişmeyi daha ileriye götürmek için hazırlanıyorlardı. Gerekli bilimsel verilerin çoğu yayınlanmamıştı ve Sovyet bilimcileri bunlardan yoksundu.
Örgütsel olarak, bütün sorun, o zamandan bu yana, çok sayıda özel kuruma bölünmüş ağır sanayi ile ilgili Halk Komiserlerinin ellerindeydi. O dönemler, bir Komiserlik “sektörü (alt örgütlenme ya da bölüm kastediliyor, ç.n.) azot tespiti ile ilgileniyordu. Bu bölümün araştırma laboratuarı, Chekin direktörlüğü altındaki Moskova Devlet Nitrojen (azot) Enstitüsü, amonyak sentezinde çalışacak bir fabrika projesi için gerekli bütün verileri toplamakla görevlendirilmişti. Hidrojenin düşük ısı yöntemleriyle kok kömürü gazından ayrıştırılmasına, Kharkov’daki Fiziko-Teknik Enstitüsünün düşük ısı laboratuarında çalışılırken, havadan azot üretimi ile ilgili sorunlar Tüm Sovyetler Otojen Tröstü (VAT)’nün Moskova’daki fabrikası ve laboratuarlarında ele alınıyordu. Bununla birlikte, bu laboratuar kısa zamanda bu görev için çok küçük olduğunu gösterdi, ve orada çalışan bazı bilimci ve mühendislere, ilk görevi bu çalışma hakkında veri toplamak ve yarı teknik ölçek üzerinde denemeler yapmak olan özel bir Düşük Isı Araştırma İstasyonu inşa etme ve donatma talimatı verildi. Aynı anda, Moskova’da, azot sanayisi için fabrika tasarımı yapma amaçlı bir enstitü kuruldu ve Tambov’daki bakır fabrikası için gereken teçhizatının kurulup inşa edileceği fabrikanın ihtiyacı olacak gerekli makinelerle donatıldı.
Bunlar, pratikte ortaya çıkan karmaşık sorunlardan sadece bir kaçıydı. Diğerleri, uygun kompresörlerin imali, katalizatörlerin hasırlanması vb. gibi şeylerdi. Bunların tümü. Ağır Sanayi Komiserliği ve çeşitli fabrikaların araştırma laboratuarlarında çözülmeye çalışıldı.
İlk fabrika Donetz Kömür Havzasında 1932’de Almanlar ve İtalyanlar tarafından inşa edildi. 1933 sonuna kadar. Sovyet mühendisleri karmaşık tekniklerin üstesinden geldi. Çok sayıda fabrika tam kapasite ile üretim yapıyordu ve bunların çeşitli biçimlerde geliştirilmeleri çoktan gerçekleştirilmişti. 1935’de, ilk Sovyet fabrikası tasarlandı ve 1936’da inşa edildi. 1937’de üretime başladı ve başladığı andan itibaren memnuniyet verici bir biçimde çalıştı. Bu olay, Düşük Isı Araştırma İstasyonu’nun tamamlanmasından önceydi ve o zamanlar bilimcilerin mühendislere yetişmek için yeteri kadar hızlı hareket etmedikleri kaydedilmişti. Kok kömürü gazının ayırışımı için gerekli yeni verilerin çoğu 1937 ve 1938’lere kadar ortaya çıkmadı ve kuşkusuz, daha sonra kurulan gelişmiş fabrikada bundan yararlanıldı. Araştırma ve geliştirme harcamaları yaklaşık bir milyon sterlindi. Sadece Düşük-Isı Araştırma İstasyonunun maliyeti, ağır sanayi maddelerinin satın alma gücü olan 250 bin sterline denk düşen 7,5 milyon ruble idi. 1937’de, istasyonda, bir düzine bilimci ve aynı sayıda kalifiye mühendis çalışıyordu. Teknik ve idari personel dâhil, toplam sayı yaklaşık 150 idi. Nitrojen Enstitüsü bu rakamın iki katından daha fazla kişiyi çalıştırıyordu.
Daha sonraki bir dönemde, 1936’lardan başlayarak, farklı fakat eşit karmaşıklıkta bir başka sorun daha da koordineli bir tarzda ele alınmıştı. Bu, buğdayın biçer-döver makinası ile biçildiği zaman çürümesi sorunu idi. Biçimin, tane hâlâ biraz nemli iken yapılması gerektiği ve çürümeyle ilgili kaybın önemli derecede sonraki kurutma döneminde ortaya çıktığı tespit edildi. Bu ana kadar, Bilimler Akademisi, bilim alanında merkezi koordinasyon organı olarak işlev görmeye başladı. Bu nedenle, Tarım Komiserliğinin yeni bir sorunun çözümünde yardım için başvurduğu yer Akademi idi. Çalışmanın örgütlenmesi, Akademi üyesi ve Moskova’daki Karpov Kimya Enstitüsü müdürü Prof. Bach tarafından ele alındı. Tüm ülke çapında on dört bilimsel araştırma enstitüsü, sorunu araştırmak ve çözüm bulmak için bir araya geldi. Kimya, bitki fizyolojisi, mikrobiyoloji, biyokimya, fizik ve benzeri alanlarda uzmanlaşmış laboratuarlar bulunuyordu. Bir araştırma planı ortaya konuldu ve ilgili laboratuarlar arasında paylaşıldı. Yaklaşık bir yıllık çalışma sonunda bir çözüm bulundu ve sonucu pratikte denemeleri için bir grup araştırma işçisi bir araya getirildi. Moskova’nın birkaç yüz mil doğusunda geniş bir çiftlik hizmetlerine sunuldu; fakat grup geldiğinde, tahılı beklendiğinden daha erken olgunlaştıran ani bir kuraklık biçiminde kendini gösteren talihsiz bir rastlantı ortaya çıkmıştı. Sonuçta, biçim elle yapılmak zorunda kalındı ve plan suya düştü. Buna rağmen, birkaç telgraf, ürünün iki hafta sonra toplanacağı Batı Sibirya’daki yeni bir arazi üzerine deneme yapılmasının olanağını sağladı. Bilimciler grubu Urallar üzerinden Sibirya’ya götürüldü ve deneyler başarıyla tamamlandı. Bazı ayrıntıların hâlâ tamamlanması gerekmesine rağmen, Bach, makalesinde, sonucun memnuniyet verici olduğundan emin olduğunu belirtiyordu.
Sovyet mühendislerinin en muhteşem başarılarından birisi, geçtiğimiz yüzyılda, ilk olarak Mendeleev tarafından bir fikir olarak ortaya atılan, daha sonra bu ülkede (İngiltere’de, ç.n.) Sir William Ramsey tarafından özenle işlenen ve Rus Devrimi’nden uzun yıllar önce çok büyük ekonomik öneme sahip bir şey olarak Lenin tarafından büyük bir istekle ele alınan kömürün yeraltında gazifikasyonu (yeraltında kömürden gaz elde edilmesi, ç.n) konusudur. Araştırma işçilerinin oynadıkları rol hakkında elimizde çok az bilgi olmasına rağmen, SSCB’de projenin göreceli olarak hızlı gelişmesi, hazırlıkların daha önceden laboratuarda tamamlanmış olduğunu gösteriyor.
1933’de kurulan ilk deneysel fabrikada, yeraltındaki maden damarına, yatay bir kanal ile birbirine bağlanmış eğimli iki hava bacası açıldı. Gereğinden fazla oksijen içeren ya da içermeyen hava ve buhar bir bacadan aşağı üflendi, kömür kanalda tutuşturuldu ve yanabilen gaz, ikinci bacadan emilerek yukarı çıkarıldı. Birkaç denemeden sonra, projenin başarı kaydettiği anlaşılınca, bitişik fabrikadaki ısıtma kazanlarının gaz ihtiyacını karşılaması için, projenin sanayide ilk kullanımı, 1937’de gerçekleşti ve Donetz Havzası’nda buna uygun bir tesis kuruldu. Sonraki yıllarda bunun gibi birkaç istasyon da Moskova çevresinde ve Ukrayna’da inşa edildi. Bu zamana gelinceye kadar, bacaların açılmasının gereksizliği anlaşıldı. Bunun yerine, oksijen ve buhar birisinden verilirken, diğerlerinden yanabilen gazın çekildiği bir dizi dikey sondaj deliği açıldı. Böylece yeraltı işlerinin hepsi ortadan kaldırıldı. Alman işgalinden kısa bir süre önce, bir kimya fabrikası ve elektrik santralı ile bağlantılı çok büyük bir proje tasarlanmıştır. Bu proje için, oksijen, Kapitza tarafından kısa bir süre önce geliştirilen ve ekspansion türbininin kullanıldığı yeni bir yöntemle üretilecekti. Bu fabrika, saatte, 2.500.000 cb. ft (küp ayak, ç.n.) havadan 530.000 cb. ft. oksijen üretecekti ve aynı anda, akkor lambalarını doldurmak için çok değerli olan ve havada çok miktarda bulunan iki ayrı madde kripton ve ksenon’dan yılda, 17.000 cb. ft. çıkaracaktı. Bu tür lambaların, azot ve argonun yerini alarak kullanıma sokulmasının, ülkeye yıllık birkaç milyon kilowat saat elektrik tasarrufu sağladığı hesaplanıyor.
Maden ocaklarında, yeraltı emeğinin ortadan kaldırılması sadece insanlığa yapılmış eşsiz bir lütuf olarak sayılabilir. Enerji böylece, gaz halinde üretildiğinde, aynı enerjinin maden kömürü halinde üretilmesinin yaklaşık onda birine mal olmaktadır ve üstelik gazın kalitesi ve ısı değeri oksijen ve buhar akımı düzenlenerek ayarlanabilmektedir. Lenin’in dünya üretici güçlerindeki devrimci değişim öngörüsü gerçekleşecek gibi görünüyor.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE BİYOLOJİK BİLİM
DR. JOSEPH NEEDHAM *
(İngiltere – Cambridge Üniversitesi Biyokimya Ana Bilim Dalında yardımcı profesör ve Cambridge Caius College’da akademik kurul üyesi)

Deneysel morfoloji gibi, ilişkili bulunduğum alanın bazı bölümlerinde, Rusların genel olarak bilginin önderliğinde bir yer ele geçirmelerine çok mutlu olmama rağmen, yine de, bir bilim işçisi için, Rus dünyasında, öylesine geniş bir alanı kapsayan biyoloji gibi birçok yanı olan bir çalışmanın tümünde adil bir değerlendirme yapmanın olanaksız olduğu açıktır.
1917 Devriminden bu yana, bilimin, hem moral hem de parasal olarak, diğer herhangi bir ülkede olduğundan daha fazla devlet desteğine sahip olmasından bilim, kuşku yok ki oldukça memnundur. Biyolojik bilim, bir bütün olarak, ağır sanayi ve bununla bağlantılı bilim dalları üzerinde yoğunlaşma politikası yüzünden (oldukça kabul edilebilir bir neden), başlarda, fizik ve kimyanın oldukça gerisinde kaldı. Rus biyolojisi, bunun yanı sıra, bir kısmı dil zorluğu ile ilgili, ama bundan çok daha fazla olarak da, devrimden sonra kapitalist dünyanın Rusya’yı boykot etmesi ile oluşan izole edilmeden zarar gördü. Çok başarılı bir organizasyonla yapılan 15. Uluslararası Fizyoloji Kongresi ile ilintili olarak 1935’te Rusya’yı ziyaret ettim. O sırada, Rus laboratuarlarında edindiğim izlenim, çalışmanın genel standardının Batı ülkeleri ya da ABD’deki kadar yüksek olmadığı yönünde olmasına rağmen, gelişmenin daha hızlı olduğu ve bu eşitliğe (Batı bilimi ile eşit düzeye geliş, ç.n.) çok geçmeden, ulaşılacağı ya da geçileceği yönünde bir fikrim oluştu.
Biyokimyada, önemli bir gelişmenin olduğu ortaya çıktı. Buna örnek olarak, son dönemlerde Rusya’da gerçekleştirilen temel biyokimyasal buluşlardan iki tanesi verilebilir: Birincisi, Engelhardt ve Ljubimova tarafından bulunan adenyl-pyrophosphatase’ın myosin ile açıklanmasıdır. Bu buluş, ilk kez, enerji sağlayan phosphorylation çemberini vücudun kontraktil mekanizması ile ilişkilendirdi. Kasın ana unsuru myosin proteinidir ve şimdi biliyoruz ki, bu proteinin molekülleri gibi zincirler bilfiil kasılma ve gevşemeye neden olurlar. Bu nedenle, Engelhardt’m buluşunun önemi, aynı zamanda atılmış bir maya, bilginin daha da ayrıntılandırılması ve bu suretle de enerjinin, adenyl-pyrophosphate’ın çok daha küçük moleküllerinden kurtarılmasıdır. İkincisi ise, Braunstein ve Kritzman’ın bulduğu, transanimasyon fenomeninin aydınlatılmasıdır. Bu, canlı hücrede, bugüne kadar çok iyi bilinen fosfor ve hidrojen transferinin yanı sıra, onunla paralel bir biçimde azot transferi de olduğunu ortaya çıkardı. Rusya’da çalışma seçimi özgürlüğüne ilginç bir örnek, Leningrad’da Askeri Tıp Akademisindeki biyokimyacıların, kimyasal embriyolojinin sorunları -ki, olağanüstü bir şekilde barışçıl bir konudur- üzerinde uzmanlaşmalarıdır. Bu alanda, Galvialo, Vladimirov ve arkadaşları tarafından çok değerli katkılar gerçekleştirildi. Benzer bir örnek, iyi tanınan canlı bilimcisi (vitalist) ve mitogenetik ray hipotezinin kurucusu Gurwitsch’in, resmi görüşten farklılıkları olmasına rağmen, Moskova’daki sandalyesini her dönem elinde bulundurması örneğidir. Diğer ülkelerde, bu konunun işitilmesi çok küçük ölçülerdedir, fakat buna rağmen, iyi hatırlanacaktır ki, rayların varlığı konusunda talep edilen destek -ki, bu talep çalışmanın çoğunda vardır- Rusya dışından yapıldı ve Kiev’li Moisseyeva örneğinde olduğu gibi, ilk ve en keskin eleştirileri yapanların bir kısmı yine Ruslar oldu.
Deneysel morfoloji ve embriyolojide eskiden iki ana okul vardı: Biri, omurgasızların gelişimi ile ilişkili Amerikan okulu, diğeri ise omurgalılarla ilişkili Alman okulu. 1933’ten bu yana, bu alandaki, Entwicklungsmechanik (gelişme mekaniği) adını taşıyan Alman kökenli görüşe sahip işçilerin (işçiler ya da bilim işçileri denilirken bilim adamları kastediliyor, ç.n.) hemen tümü sürgüne gönderildi ve yeni Rus okulu korumaya alındı. Yeni Rus okulunun önderleri arasında, Koltzöv (1912 gibi uzun yıllar öncesinde, Fischer ile birlikte polipeptid zinciri teorisini geliştiren ve kromozomun, bir yan zincir olarak genlerle birlikte, dev bir protein molekül olabileceğine dikkat çeken kişi), Schmalhausen (yazar ve büyüme oranları üzerindeki önemli çalışmayı teşvik eden kişi), Balinsky, Filatov, Dragomirov ve ötekiler geliyordu. Balinsky ve Filatov, burun ve kulağın indüksiyonu üzerinde uzmanlaştılar; nazal rudimentin olağanüstü gücünü ve kulak veziküllerine, amfibyen nörolanın bir yanından gelişmiş güdük bir organın yol açtığını buldular. Umanski, kanser dokusunun indükleyici gücünü buldu ve bütünlüğün nöral indüksiyona doku cevabını gerektirdiğini keşfetti. Göz lenslerinin Wolfiyan rejenerasyonu, Popov, Manuilova ve arkadaşları tarafından yoğun bir biçimde incelendi. Bu çalışmada, şimdiye kadar hiçbir dönem bilimin gelişimine katkı yapma fırsatı bulamamış Uzak ve Orta Asya ırklarından Sikharulidze ve Murtasi gibi isimlerin ortaya çıkışının belirtilmesi ilginçtir.
Rus deneysel morfologları tarafından girişilen gelişimin karakteristik çizgilerinden birisi, kesin bir çizgiyle, diyalektik materyalist niceliğin niteliğe dönüşümü görüşü tarafından muhtemel bir teknik olarak önerilen aynı maddenin çeşitli parçalarının birlikte birleştirilmesinin (füzyon yaptırılması) gerçekleştirilmesidir. Nitekim, Lopaschov, önemli çalışmasında, sonuçları araştırdı ve birden on organize yapıya kadar, izole edilip birlikte büyütüldüklerinde bunların farklılaşma içinde olduklarım keşfetti. Benzer biçimde, Polezaiev, gelişme halindeki blastemaların önceden belirlenip belirlenmedikleri yönündeki tartışmalı soruları, bir kerede birkaçının birden, (çoğu zaman arada kaynadığı gibi) yalnızca bir yönde değil, bir başka yönde de transplantasyonunu sağlayarak çözecek kadar ilerleme sağladı. Bu yolla, gelişmenin her zaman kendine özgü kurallarının olduğunu, yeni değil eski çevresinin üzerinde şekillendiğini buldu. Rejenerasyon sürecinin biyokimyasal görünümü daha önce hiç araştırılmamışken, rejenerasyon yeteneğinin kaybı sorunu, Schaxel, Liosner, Voronzova ve diğerleri ile birlikte bu işçi (bilim işçisi, ç. n) tarafından daha derinden gözden geçirildi. Aynı şekilde, Okunov, Blacher, Orechovitch, Kozmina, Valdimirova ve daha birçoğu tarafından da konu incelendi. Farklılaşma sürecinin hareket tarzı ile paralel bir biçimde, değişik proteolitik enzimlerin hareket birliği böylece incelendi. Kimyasal ve histolojik veriler arasındaki bir diğer ilişki olayı, Demjanovski, Zolotarev ve diğerlerinin başarılı bir şekilde peşine düştükleri böcek metamorfozu çalışması ya da Trifonova okulunun yaptığı balıklarda solunum sistemi gelişmesinin araştırılması çalışması oldu.
Sovyetler Birliğinde, deneysel morfolojinin ileri boyutlara ulaşan desteği ile biçimlenen özellikle değerli yoğunlaşmanın, genel ortak kanı tarafından, sadece en acil pratik uygulamalara yönelik araştırmaların destek bulduğunun sanıldığı bir ülkede ortaya çıkmış olduğu görülüyor. Hiç kimsenin neyin pratik uygulama olduğunu söyleyemeyeceği gerçeğe bilim sahip olabilir. Şimdi olduğu gibi, Ruslar bu kuramsal bilimin birikiminden büyük ölçüde yararlandılar, çünkü göz plantasyonunun artan bilgisi, ölülerden alınan gözlerin, görmeyen hastalara nakil edilmelerine ve böylece yeniden görmelerine olanak sağladı. Bu iş Filatov’un adı ile birlikte anılır.
Fizyolojik morfoloji ve genetik arasındaki sınır çizgisi üzerine oldukça fazla iş yapıldı. Burada, bu konuda, sadece, Ilyins’in katmanların rengi üzerine çalışması, Rappoport’un sineklere metal tuzları uygulayarak phenocopi üretmesi ve Vassin’in, koyunlardaki embriyojenik gill yarıkları üzerinde ısrarla durarak doğal yoldan oluşan yarı öldürücü genetik anormallikleri tespit etmesini belirtecek kadar yerimiz var.
Kuramsal genetikte de büyük bir çaba var. Rusların bilimdeki en büyük adamlarından biri, Vavilov bütün dünyayı dolaştı ve benzeri olmayan bir bitki materyali koleksiyonu topladı. Halihazırda, Vavilov’un okulu, Sovyetler Birliğinin Burbank’ı olarak adlandırılan Lissenko ile ünlü bir tartışmaya tutuşup, büyük bir fikir ayrılığının içine girerek oldukça önemli bir iş yapıyor. Lissenko bitki fizyologu kökenli ve en hoş şey olan Rus kış iklimi yüzünden kış ekimi tahıldan bahar ekimi tahılı üretip vernalizasyon olarak tanınan bir metot buldu. Bu başarının dünya çapında uygulama bulup bulmayacağı henüz kesin değil. Lissenko ve okulu, daha sonra, klasik Mendelizmin genel kabul gören ilkelerinin en sert eleştirenleri haline geldiler ve şimdi Mendeki teoriyi temellendiren ana deneylerin çoğunu tekrar ediyorlar. Kazanılmış karakterlerin kalıtımı üzerindeki deneylerinin önceki benzer bütün deneyler gibi aynı sonuçları verip vermeyeceğini, ya da belki de, süreç içinde, şimdiye kadar gözden kaçırılmış bazı değerli bilgilerin ortaya çıkıp çıkmayacağını sadece zaman gösterecek. Bazı genetikçiler, Lissenko’nun elde ettiği sonuçların güvenirliliğinin virüs enfeksiyonları ile açıklanabileceğine inanıyorlar. Zaten, bu tartışmanın bizzat kendisi, gelecekte Sovyetler Birliği bilim işçilerinin diğer ülkelerle çok daha yakın ilişki içine girmesini getirecek fevkalade bir yardımın örneğidir.
Genetikçilerin hayvan ziraatı ile ilgilenerek büyük gelişme gösterdikleri yer yine Rusya’dır. Sovyet çiftlik hayvanı ıslahatçıları, diğer ülkelerde var olan, büyükbaş hayvan kitlesi ıslah edilmezken özel mülk sahipliği içinde soy üretimi yapılmaya çalışılmasında adını bulan zorluklar tarafından engellenmiyorlar. Ivanov ve ötekilerce gerçekleştirilen yapay döllenme, büyük ölçüde uygulama alanı bularak, yararlı niteliklerin çok geniş yayılımına olanak tanıyor.
Başını Pallas ve von Baer’in çektiği kişilerce kurulan geçtiğimiz yüzyılın büyük geleneğini değerli bir biçimde izlediklerinin belirtilmesi dışında, daha önce sözü edilen araştırmada, Rus Zoolog ve botanik sistematikçileri hakkında çok az şey söylendi. Yine de, en azından biri Murmansk yakınlarında, öteki Kırım kıyılarında ve üçüncüsü Vladivostok civarında olmak üzere, var olan birkaç deniz biyoloji istasyonu hakkında bir söz eklemek gerekiyor. Burada verilebilecek ilk isimler, karşılaştırmalı biyokimya üzerine, Kreps ve Verjbinskaia’nın; karşılaştırmalı fizyoloji üzerine Koschtoyanz’ın değerli çalışmaları belirtilmeli ve üçüncü olarak da Okunev’in rejenerasyon üzerindeki çalışması eklenmeli. Bunların dışında, Kafkas kıyılarında, Sukhum-Kale örneğinde olduğu gibi, tamamen maymun deneysel nörolojisine ayrılmış ve muhtemel Amerika’da, Yale Üniversitesi Fizyoloji Fakültesi dışında tek yer durumundaki güvenilir, özel istasyonları olduğu söylenmeli.
Sonuç olarak, Rus biyologlarının elinde bulunan mevcut olanaklar hakkında söylenecek söz şu olmalı: Rus laboratuarlarındaki işin, burada, İngiltere’deki ya da ABD’deki işe oldukça yakın göründüğü yönünde izlenimlerim var. Yalnız bir ayrıcalık göze çarpıyor: Araştırma işçilerinin (araştırmacı ve bilim adamları kastediliyor, ç.n.) kullanımları altında, kendi asıl işlerini yapma, planlama, çalışmalarını tamamlama ve deneylerini yorumlamada yoğunlaşmalarına olanak sağlayacak, oldukça fazla sayıda teknisyen bulunuyor.
Hiç kuşku yok ki, SSCB’nin, dünya bilimine geniş bir katkısı, özel nitelikte, vazgeçilemeyecek bir katkısı var. Bu savaştan sonra, demokrasilerdeki bilim işçileri ile Sovyetler Birliğindekiler arasında, geçmişte olduğundan çok daha samimi ilişkiler kurulmasını umuyor ve bunun gerçekleştirilmesi gerektiğinde ısrar ediyoruz.

(Bu yazı İngilizce bilim dergisi “Nature”ın 27 Eylül 1941 tarihli sayısında da yayınlanmıştır.)

Haziran 1999

Seçimler ve parlamenter mücadele üzerine bir kitap: Çarlık Dumasında Bolşevikler

Devrimci partilerin ve önderlerin, başka bir dizi sınavın yanı şıra burjuva parlamentosu sınavından geçmeleri zorunludur. Seçim sürecinde en geniş yığınlarla yüz yüze gelmeden, program, taktik ve sloganlarını inandırıcı bir şekilde savunmadan, burjuvazinin deneyimli profesyonel politikacıları ile yarışmadan ve onları halkın önünde alt etmeden bir parti yeterince olgunlaşamaz. Ve devamla bir devrimci parti, burjuva parlamentoda dönen dolapları açıklamadan, parlamento kürsüsünde halkın taleplerini dile getirmeden, burjuvazinin kurnaz temsilcilerinin türlü hilelerini boşa çıkarmadan manevra gücü yüksek, uzak görüşlü bir parti olamaz, geniş yığınların güvenini kazanamaz.
Ortaya çıkışı ve varlığı emekçilerin bir dizi mücadelelerinin sonucu da olsa, rolü, son tahlilde, burjuva egemenlik sistemini demokratik bir görüntü ile maskelemek ve meşru göstermek olan burjuva parlamentosu, devrimci partiler ve politikacılar için de bir okuldur. Eğer geniş emekçi yığınlar, burjuva parlamenter politikalar yoluyla uyuşturulmuşsa, parlamenter partilere şöyle ya da böyle umut besliyorsa, onları bu politikalardan koparmak, başka şeylerle birlikte ancak parlamento seçimlerine katılmak ve burjuva parlamentoda gerçekleri dile getirmekle mümkündür.
Bu, emekçilerin parti olarak burjuva parlamentosunda temsil edilme hakkını elde ettikleri 19. yüzyılın son çeyreğinden bugüne, tarih sahnesinde yer alan belli başlı devrimci partilerin mücadele deneylerinden çıkan bir sonuçtur. 20 yıldan daha kısa bir süreye bir dizi karışıklık ve üç büyük devrim sığdıran Rusya ise bu konuda pek çok bakımdan tüm ülkeler için genelleştirilebilir zengin dersler sunmuştur.
Kuşku yok ki, bir ülke durduk yerde zengin derslere zemin oluşturmaz. Bu dersler, bir yanıyla ülkenin toplam nesnel ilişkilerinin yaşananlara uygun zemin oluşturmasına dayansa da esas olarak nesnel durum üzerinde karşı karşıya gelen sınıfların bilinçli eylemlerine, daha da yalınlaştırırsak verili koşullar içinde değiştirici bir eyleme girişmiş bir partinin programının, taktik ve sloganlarının yaşama uygulanması, sınanması ve yeniden gözden geçirilmesine dayanan bir sürecin ürünüdür. Öyleyse Rusya’yı proleter strateji ve taktiğin uygulama ve kıyaslama alanı durumuna getiren, üzerinde bugüne dek konuşulmasını, doğru veya yanlış dersler çıkarılmasını sağlayan, ülkenin nesnel yapısından çok, Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin mücadelesi, bu mücadele sırasında geliştirdikleri taktikler ve örgüt biçimleridir.
Gerçekten de Lenin önderliğindeki Bolşevikler, siyasal ve toplumsal bakımdan son derece hareketli uçsuz bucaksız bir ülkede büyük bir stratejik ve taktik başarı gösterdiler. Marksizm’i yaratıcı şekilde Rusya koşullarına uygulayarak devrimci bir program oluşturdular; saldırıyı, geri çekilmeyi, seçimleri boykot etmeyi ve katılmayı, yasadışı ve yasal mücadeleyi birleştirmeyi en iyi şekilde başardılar.
Sonuç olarak da Rusya, mücadeleci her devrimci parti için hâlâ üzerinde düşünülmesi, tartışılması, dersler çıkarılması gereken bir çeşit “devrim laboratuarı”dır. Kısa bir süre önce Türkçeye kazandırılan “Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Rus Bolşeviklerinin zengin deneylerinin bir kesitini, bugüne dek Türkçeye kazandırılan eserlerde bulunmayan pek çok ayrıntıyla birlikte Türkiye’nin devrimci çeviri literatürüne katıyor. Rahatça söyleyebiliriz ki, bu kitap, Bolşeviklerin deneylerinden öğrenmek ve ders çıkarmak bakımından mutlaka incelenmesi gereken yapıtlardan biridir.
Kitap, genel olarak Rus devrimci hareketini ele alsa da özel olarak Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Lenin önderliğindeki Bolşevikler kanadının parlamenter mücadele deneyimini ele alıyor. Lenin ve Stalin’in eserlerinde ve dönemi ele alan öteki eserlerde çok genel çizgilerle sözü edilen Rus devriminin parlamenter mücadele deneyleri, bu kitapta tüm ayrıntıları ile anlatılıyor. Lenin’in sözünü ettiği, en gerici kurumlarda ve parlamentolarda çalışmanın ve parlamentoyu devrim için kullanmanın, yasal ve yasadışı mücadeleyi en iyi şekilde birleştirmenin, işçi gazetesi etrafında örgütlenmenin ne anlama geldiği bu kitapta öğretici bir şekilde somutlanıyor.
Kitap, bir metal işçisi iken çok dereceli seçimin her aşamasını başarıyla geçerek Dördüncü Devlet Duması’na seçilen Bolşevik milletvekili Badayev’in devrimden sonra, 1929 yılında kaleme aldığı anılarını kapsıyor.   Badayev esas olarak 1912 yılında yapılan Dördüncü Devlet Duması seçimlerinden I. Emperyalist Savaş’ın ardından tutuklanmalarına kadarki süreçte Bolşevik milletvekillerinin Dumadaki devrimci faaliyetlerini, işçi hareketini, günlük basını ele alıyor.
Badayev, kitabını kendisinin ve o dönemi yaşayan mücadele arkadaşlarının hafızasına dayandırmıyor sadece. Döneme ait tüm belgeleri (Bolşevik Partisi’nin o döneme ait belgeleri, bildiri örnekleri, Pravda nüshaları, Devlet Duması tutanakları ve nihayet 1917 Ekiminden sonra devrim arşivine kaldırılan çarlık gizli polisinin özenle tuttuğu kayıtlar) aynı zamanda partinin bir Merkez Komite üyesi olarak kişisel deney ve gözlemleriyle harmanlıyor.

ÇARLIK VE DUMA
Batı Avrupa, burjuva devrimleri ile çalkalanır ve 19. yüzyıl sonunda hemen tüm ülkeleri burjuva parlamenter rejime kavuşurken, Rusya, yetkisini herhangi bir parlamentoyla bölüşmekten kaçınan çarlık otokrasisinin çizmesi altında acı çekiyordu.
Ancak boyun eğmiş görünen Rusya, alttan alta derin bir kaynaşma içindeydi. 19. yüzyıl boyunca mayalanan, çarlığa karşı çok çeşitli biçimlerde, bir yandan bireysel şiddet eylemleri ve köylü isyanları, öte yandan işçi grevleri şeklinde ifade bulan tepkiler, yeni bir yüzyılın başında yaygın bir kitle hareketi olarak çarlığı sarsmaya başladı ve nihayet 1905 yılında ayaklanma patladı.
Çarlık, bu yıkıcı depremden, siyasal özgürlük talebi belirgin kabarıştan bir danışma meclisi toplama vaadinde bulunarak kurtulmayı denedi. Buligin Duması, yükselen devrim tarafından geri püskürtüldü ama böylelikle Rusya’nın gündemine, danışma meclisi niteliğinde bir çeşit parlamento olan duma da girmiş oldu. 1917 Şubat Devrimine kadar da kâh toplanarak kâh dağıtılarak, kimi zaman çarlığın sadık uydusu, kimi zaman ürkek muhalifi olarak hep gündemde kaldı. Yetkileri sınırlı, üyeleri birkaç elekten geçirilerek seçilen bu dumalar, Rus devrimcilerinin de ilgi ve tartışma konusu oldu.
1905 Ekiminde Çarın, devrimin dalgakıranı olarak gündeme soktuğu, ama devrim tarafından başarısızlığa uğratılan Buligin Dumasını, 1906 ile 1917 Şubatı arasında toplanan dört duma izledi.
Birinci ve ikinci Dumalar (Birinci Duma 10 Mayıs-21 Haziran 1906, İkinci Duma 5 Mart-3 Haziran 1907 arasında toplandı) öngörülen 5 yıllık süreyi tamamlamadan, üye çoğunluğunun çarlığın istediği yasalara muhalefet etmesi nedeniyle, çarlık tarafından dağıtıldı. Kasım 1907’de toplanan ve 5 yıllık olağan süresini tamamlayan ilk duma özelliği kazanan 3. Duma, 1905 yenilgisi ardından gelen gericilik döneminin kötü ünlü başbakanı Stolipin’in seçme hakkını kısıtlaması sayesinde çarlığa sorun çıkartmadı. 1912 Kasımında toplanan Dördüncü Devlet Duması ise varlığını 1917 Şubat Devrimine kadar sürdürdü.
“Çarlık Dumasında Bolşevikler”, genel olarak Bolşeviklerin parlamenter mücadele deneyimlerini ele alsa da, özel olarak Bolşeviklerin Dördüncü Devlet Duması sürecindeki faaliyetlerini ele alıyor.
Bolşevikler 1905’te, çarlığın devrimi sahte bir parlamento ile boğma planına, başarıya ulaşan boykot taktiği ile karşı durmuşlardı. 1906’da tekrarlanan boykot taktiğinin yanlışlığını çok geçmeden anlayan Lenin ve Bolşevikler, ardından gelen İkinci, Üçüncü ve Dördüncü Duma seçimlerine büyük önem verdiler. Seçimlere katıldılar ve seçim sistemindeki tüm kısıtlamalara rağmen her üç dumaya da temsilci göndermeyi başardılar. 1912 yılında toplanan kitabın ele aldığı duma olan Dördüncü Duma’da altı Bolşevik işçi milletvekili vardı.

“EN GERİCİ KURUMLARDA BİLE…”
Lenin, kitleleri yanlış fikirlerden, aldatılmışlıktan kurtarmak söz konusu ise en gerici kurumlarda bile çalışmanın gereği üzerinde defalarca durmuştur. Lenin’in bu sözü yerli yersiz çok sık tekrarlanmış ama gereği pek az yerine getirilmiştir. “Bizim gibi ülkelerde…”, “faşist diktatörlük altında…” diye başlayan gerekçelerle, Türkiye’de parlamentodan, seçimlerden, gerici sendikalardan yararlanılamayacağının teorisi yapılmıştır. Bu da, bu olanağı kullanmanın reformizm, yasalcılık suçlamasına hedef olmasına, böylece bu tartışmalarda epeyce gereksiz enerji kaybına neden olmuştur. Dile getirilen gerekçe ne olursa olsun, gerçekte bilinçaltında yatan, Bolşeviklerin veya siyasal baskı altındaki öteki partilerin girmeyi başardıkları kurumların bizimkiler kadar zalim olmadıkları düşüncesidir. Badayev’in kitabı Lenin’in “en gerici kurumlarda çalışma” sözünün ne anlama geldiğini çok iyi gözler önüne sermektedir ve böylesine gereksiz tartışmaya son noktayı koyacak verileri sunmaktadır.
Çarlık Dumasında Bolşevikler’i okurken, Bolşeviklerin son sınırına Kadar kullanmayı başardıkları yasal imkânların neme nem bir şey olduğu, bu yolun ne çeşit dikenli teller ve mayınlarla döşenmiş olduğu anlaşılıyor. Seçim platformunu dile getirmenin, milletvekili seçimine katılmanın, seçilmenin, bir soru önergesi vermenin ne gibi güçlükler ve yasaklarla engellenmeye çalışıldığını görüyoruz.
Rusya’da, özellikle 1905 Devrimini izleyen yenilgi ve gericilik yıllarında, açık bir devrimci propaganda birçok noktada dolaylı anlatım yoluyla, bir “ezop dili” kullanılarak mümkün oluyordu. Bolşevikler seçim platformlarını oluşturur ve Birinci Rus Devriminin üç temel talebini (siyasal özgürlük, 8 saatlik işgünü, toprakların ulusallaştırılması) seçim platformlarının ana maddeleri olarak formüle ederken bile örtülü bir anlatım kullanmak zorunda kalıyorlardı. Günlük işçi gazetesi Pravda da işçilere çağrılar yaparken birtakım şifreler kullanmak zorundaydı.
Seçim sistemi, özellikle İkinci Duma’dan sonra, çarlığın temel toplumsal dayanağı olan toprak sahiplerinin ve soyluların Duma’daki çoğunluğunu güvenceye alacak şekilde düzenlenmişti.
Büyük toprak sahipleri, kentlerdeki büyük mülk sahipleri, işçiler ve köylüler gibi toplumsal katmanların her biri milletvekillerini ayrı ayrı seçiyordu. İşçilere, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanmayacak ölçüde az sayıda milletvekili seçme hakkı tanınmıştı. Seçim sistemi, bir dizi yükümlülük ve külfet getiriyordu. İşçiler ve köylüler için üç aşamadan oluşuyordu. Kadınların seçme ve seçilme hakkı yoktu, işçiler için, 6 ay boyunca aynı işyerinde çalışma zorunluluğu vardı. Bu süre zarfında işten atılan işçiler otomatikman seçilme ve seçme haklarını kaybediyorlardı.
İşçiler dışındaki kentli emekçiler “Konut sahipleri” kategorisiyle seçime katılıyordu. Ama emekçi kentlilerin çoğunluğu seçim listelerine yazılmıyor, kendilerini yazdırmaları için uzun uğraşlar vermeleri gerekiyordu.
Seçim komisyonları seçimin her aşamasında istediği kişilerin seçme ve seçilme hakkını alıyor, kimi durumda koca bir fabrikanın seçme hakkı bile gasp edilebiliyordu.
Tüm bu ve daha başka engellere karşın Bolşevikler, inatçı bir seçim çalışması yürüttü; işçi kategorisindeki tüm milletvekilliklerini kazanarak Duma’ya 6 milletvekili sokmayı başardılar.
İş, milletvekili seçilmekle bitmiyordu, Dumada da bir dizi engel vardı. Gerçi işçi milletvekilleri dokunulmazlığa sahipti ama önerge vermeleri, meclis kürsüsünü kullanmaları bir dizi engeli aşmakla mümkün oluyordu. Duma faaliyetinde büyük öneme sahip soru önergeleri, başını Kara-Yüzler’in çektiği gerici blokun engellerine takılıyordu. Bir soru önergesi vermek için 33 imzaya gereksinim vardı. Bolşevikler ve Menşeviklerden oluşan Sosyal Demokrat grubun oy sayısı ise 14’tü. Trudoviklerin 10 oyunu almak da yetmiyordu. Yanı sıra Kadetler ve İlerlemecilerden (liberal partiler) de imza almak gerekiyordu, imzalar alındıktan sonra, bu soru önergesinin gündeme alınabilmesi için “aciliyetinin” kabul edilmesi gerekiyordu…
Bolşevikler, kitapta daha pek çok ayrıntısı verilen bu yasakları ve kısıtlamaları yaratıcılıkla, inatçılıkla ve üstün bir manevra yeteneğiyle aşmasını bildiler. Duma’dan devrimin çıkarları için yararlandılar.
Böylelikle Lenin’in 1912 Krakov Konferansında ortaya koyduğu hedef gerçekleştirilmiş oluyordu: “İşçi milletvekilleri, Duma’yı ajitasyon için ve hem çarlık hükümetinin hem de sözde liberal partilerin ikiyüzlülüklerini gözler önüne sererek, devrimci hareketin gelişimine yardıma olmak için kullanmalılar.”

İŞÇİLER VE BOLŞEVİKLER
“Çarlık Dumasında Bolşevikler”, Bolşevikler ile işçi sınıfı arasındaki karşılıklı ilişkinin boyutu ve niteliği hakkında da zengin veriler sunuyor.
Kendini sosyalist olarak tanımlayan hemen her parti, aynı zamanda işçilerin partisi olduğunu iddia eder. Marksist-Leninist olma iddiasının getirdiği zorunlu bir kabuldür bu. Ancak bir siyasal grubun gerçekte işçilerin partisi olup olmadığını anlamak için onun sadece kendisini nasıl adlandırdığına bakmak yetmez, aynı zamanda ve esas olarak işçi sınıfı ile kurduğu pratik ilişkiye bakmak gerekir. Kısacası, bir partinin işçi partisi adını hak etmesi için, sosyalist dünya görüşünü savunuyor olması yetmez, aynı zamanda işçi sınıfı içinde çalışmayı esas alması, sınıfın ileri unsurlarını bağrında toplamayı ve bileşiminde işçi oranını yükseltmeyi hedeflemesi gerekir. Pek çok “sosyalizm” anlayışı, işçi sınıfını temsil etmek ve onun adına davranmak için, sınıfın dünya görüsünü savunmanın yeterli olduğunu düşünmekte ve dile getirmese de bu bakıştan hareket etmektedir. Rusya’nın devrimci deneyi ise sosyalistler ile sınıf arasındaki ilişkinin nasıl somut, karşılıklı, pratik bir ilişki olduğunu göstermektedir. (Burada eleştirdiğimiz, işçi sınıfı ile bağların mevcut durumda yeterince güçlü olmaması değil, böyle bir anlayış ve hedefe sahip olmamaktır. Sınıf adına yola çıktığını iddia etmekle sınıfı temsil ”vekaletine” kavuştuğunu düşünmektedir. Yoksa samimiyetle sınıfa yönelmiş bir parti, birtakım öznel ve nesnel koşullar nedeniyle sınıfla ilişkisini istenen düzeye çıkaramamış olabilir.)
Bolşeviklerin dikkat çeken ilk özelliği, daima işçilerin içinde ve işçilerin düşüncelerini, eğilimlerini yakından gözleyecek bir pozisyonda bulunmalarıdır. Kitapta da görüyoruz ki, seçim kampanyası boyunca ve temsilcilerini Dumaya gönderdikten sonra Bolşevikler her konuda partili ve partisiz işçilerin düşüncelerini almışlar, onların dile getirdikleri talepleri soru önergeleri haline getirmişlerdir. Bolşevik milletvekilleri seçim bölgelerine ve fabrikalara yaptıkları ziyaretlerde işçilerin sorunlarını gözlemiş; evlerini işçilere açmış, her gün onlarca işçiyi kabul ederek dile getirdikleri genel ve kişisel sorunlara çözüm aramışlardır. Bunun içindir ki, sadece işçiler içerisinde değil, tüm toplum ölçüsünde işçi sınıfının Bolşeviklerce temsil edildiği kabul edilir olmuştur. Bolşevikler, taktikler geliştirirken ve pratik kararlar alırken de işçilerin, en azından işçilerin ileri kesimlerinin düşünce ve eğilimlerini daima hesaba kattılar. Örneğin Menşeviklerle yıllarca fiilen ayrı oldukları, onların oportünist tasfiyeci nitelikleri hakkında hiçbir kuşku taşımadıkları halde, işçiler bir bölünmeye karşı olduğu için, işçi çoğunluğunu ikna etmek amacıyla 1912 yılına kadar resmi ayrılıklarını ilan etmediler.
Bolşevikler, işçileri sadece desteği alınacak bir güç olarak görmediler. Parti bileşimini işçileştirmek için de özel bir çaba harcadılar, işçi militanları parti üst organlarına yükseltme hedefi güttüler. Nitekim Duma’ya seçilen altı milletvekilini Merkez Komitesine seçmekten, Pravda’yı onların yönetimine vermekten, Duma Grubunu partinin Rusya içindeki yönetici merkezi görmekten kaçınmadılar. Elbette Bolşevikler işçileri yönetici görevlere seçerlerken, onların eğitimine de özel bir önem verdiler. Seçildikleri güne kadar tezgâh başında işçilik yapan Bolşevik milletvekilleri, toprak sahipleri ve burjuvazinin deneyimli temsilcilerinin arenası olan Dumada, bir dizi ayak oyununu boşa çıkarmayı, proletaryanın devrimci taleplerini dile getirmeyi başardılar.
Ve son olarak elbette ki, devrimci çizgilerinin, doğru taktiklerinin, ısrarlı çalışmalarının bir ürünü olarak Bolşevikler işçilerin esas temsilcisi oldular. Duma seçimleri de bunu açıkça gösterdi. Dumada altı Bolşevik, yedi Menşevik milletvekili vardı. Ama Menşeviklerden üçü aydındı. Geriye kalan dört Menşevik milletvekili işçiydi ama yedi Menşevik milletvekilinin hepsi de işçi kategorisinden değil nüfus içinde küçük burjuvazinin ağırlıkta olduğu bölgelerden ve özellikle politik bakımdan geri olmakla birlikte çarlığın baskılarına milliyetçi bir tepki gösteren bölgelerden seçilmişlerdi. Buna karşın Bolşevik milletvekillerinin altısı da işçiydi, işçi kategorisinden 6 bölgede seçim yapılmış, 6 bölgede de seçimi Bolşevik adaylar kazanmıştı. Rusya’nın en önemli sanayi merkezlerinden seçilmişlerdi ve seçimi kazandıkları altı bölgede 1 milyon işçi bulunuyordu. Buna karşılık Menşeviklerin seçildiği dört bölgede ise 250 bin işçi vardı. Görülüyor ki, her beş işçiden biri Menşevikleri, diğer dördü Bolşevikleri destekliyor. Bolşeviklerin işçi sınıfı içindeki etkisinin gericilik yılları boyunca arttığını üç Duma için yapılan seçim sonuçları da gösteriyor. İkinci Duma’da işçiler tarafından seçilen milletvekillerinin on ikisi Menşevik, on biri Bolşevik’ti. Üçüncü Dumada bu sayılar eşitlenmişti. Dördüncü Dumada ise işçi kategorisinden seçilen milletvekillerinin tamamı da Bolşevik’ti.

PARLAMENTER VE PARLAMENTO DIŞI EYLEM
“Bazıları Duma kürsüsünü bakan olmak için terk eder; diğer bazıları, işçi milletvekilleri ise mahkûm olmak için.” Lenin’in bu sözleri, devrimci milletvekillerinin nasıl bir ruhla parlamentoya girmeleri gerektiğinin anahtarını veriyor. Burjuva partilerin mensupları, büyük paralar harcayarak parlamentoya seçilirler ve milletvekilliğinin kendilerine daha bir dizi ikbal kapısı açacağı hayali ile yaşarlar, işçi milletvekilleri ise, parlamentoda bulunmalarının omuzlarına ağır bir yük bindirdiğinin, üzerlerine çevrili düşman bakışları, sataşmaları, saldırıları cesaretle göğüslemek zorunda olduklarının bilincindedirler. Bu, işçi sınıfı partisinin parlamentoya katılış amacı tarafından belirlenir.
Bolşevikleri ve milletvekillerini, aynı yıllarda parlamentolarda temsil edilen II. Enternasyonal partilerinden ayıran en belirgin özellik, ikincilerin parlamenter eylemi temel eylem biçimi olarak görmesine karşın, birincisinin, yani Bolşeviklerin parlamenter eylemi, parlamento dışındaki hareketi güçlendirmenin, ona yardım etmenin bir aracı olarak görmesidir. Bolşeviklerin 1912 yılı Ocağında toplanan Prag Konferansı, seçim taktiğinin çerçevesini çizerken, “diğer bütün görevlerin tabı olacağı temel görevin sınıf çizgisinde sosyalist propaganda ve işçi sınıfının örgütlenmesi” olduğunun altını çizmişti. Bolşevikler, parlamentodan, çarlığı, onun has sözcülerini, liberal sahte muhaliflerini teşhir etmek için, ajitasyon için yararlandılar; işçilerin ve halkın taleplerini dile getirdiler, işçi hareketinin gelişimine katkıda bulundular.
Kitap boyunca, Bolşevik milletvekillerinin nasıl fabrikadan fabrikaya koştuğunu, patlayan her direnişte, her gösteride, her iş kazasında işçilerle omuz omuza olduklarını görüyoruz ve aynı şekilde tüm bu gözlemlerini soru önergesi haline getirdiklerini ve birçok defalar soru önergelerinin sınıfa eylem çağrısı anlamına geldiğini görüyoruz.
Söylemeye gerek yok ki, parlamentoda bulunmak kendi başına bir amaç değildir. Yığınların düzenden kopuşuna, düzenin yıkılışını yakınlaştırmasına hizmet ettiği sürece seçimler ve parlamentoyu kullanmanın bir anlamı vardır. Rus Bolşeviklerini (ve belirli dönemlerde kimi Batı Avrupa partilerini vb.) devrimci kılan, 1905’te Dumayı boykot ederken de, 1907–12 yıllarında parlamentoya katılırken de, devrimi düşünmeleri, parlamenter eylemi, yığınları harekete geçirmenin, devrimci ajitasyon ve örgütlenmeye dayanak sağlamanın aracı olarak görmüş olmalarıdır. Buna karşılık II. Enternasyonal’i işçi sınıfına karşı açık ihanete ve çöküşe götüren, ise, bu partilerin her koşulda kendi burjuvalarıyla anlaşma yolunu seçmeleri, burjuva parlamentosundaki “saygınlıklarını” ve yapıştıkları koltukları devrimin çıkarlarına yeğlemeleri olmuştur.
Eğer Rus Bolşevikleri, kabarış yıllarında saldırıya geçmeyi ve bu arada parlamentoyu boykotu, yenilgi yıllarında ise düzenli olarak geri çekilmeyi ve bu kez parlamentoya katılmayı, yasal imkânları kullanmayı; yasal ve yasadışı çalışmayı ustaca birleştirmeyi öğrenmeselerdi, bu ateşli sınavlarda olgunlaşmasalardı, 1917 Ekiminde iktidarı almaları da hayal olurdu. “Çarlık Dumasında Bolşevikler”de, bu ateşli sınavların nasıl verildiği, sınavdan geçen bir işçinin kaleminden tüm canlılığı ve öğreticiliğimle akıcı bir şekilde anlatılıyor.

SONUÇ
Yukarıda ele alınanlar dışında kitapta altı çizilmesi gereken daha pek çok yön var. Özellikle de günlük işçi gazetesi Pravda’nın rolü ve Duma grubu ve işçi hareketiyle ilişkisi; yasadışı ve yasal faaliyetin başarıyla birleştirilmesi ve bu sayede ajan-provokatörlerin yıkıcı etkisinin en aza indirilmesi; Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki çatışmanın içeriği vb. konuların altının çizilmesi gerekiyor. Bir tanıtım yazısının sınırları içinde değinilemeyen bu konular da aynı şekilde Bolşevik Partisi’ni, çalışmasını, taktiklerini anlamak bakımından değerli veriler sunuyor.
Ancak, bir ülkenin deneylerinden dersler çıkarmak, o ülke, Bolşevik Partisi’nin ve Lenin’in ülkesi olsa bile, uygulanan çizgi ve taktiğin kopya edilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Farklı ülkelerin bazı ortak genel özelliklerinin yanında pek çok özgün, farklı özellikleri vardır ve bir ülke için doğru olan kimi taktikler başka bir ülke için yanlış olabilir. Önemli olan, geliştirilen taktiklerin özünü kavramak, uygulandıkları koşullan tüm yönleriyle inceleyerek sonuca varmaktır. “Çarlık Dumasında Bolşevikler” de bu perspektifle okunması gereken bir kitaptır. Ne İki ülke arasında kaba paralellikler kurmak, ne de bize uymaz aldırmazlığı!
Yazıyı, bahse konu olan Dördüncü Duma’daki Bolşevik milletvekillerinin akıbetleri hakkında kısa bir bilgi vererek noktalayalım. Bolşevik milletvekilleri, çarlık hafiyelerince adım adım izlense de, içlerindeki (o zamanlar bilmedikleri) ajan-provokatör Malinovski aniden ortadan kaybolarak grubu güç duruma düşürse de, Kara-Yüzler denilen güruhun sürekli saldırılarına muhatap olsalar da çalışmalarını layıkıyla 1914 sonbaharına kadar, yani I. Emperyalist Savaş’ın ilk aylarına kadar sürdürdüler.
Çarlığın savaş bütçesine hayır dedikten sonra tutuklandılar, son devrimci görevlerini mahkemede yerine getirip, devrimci şiarları mahkemede de dile getirdikten sonra, Sibirya’nın yolunu tuttular. Parti yara almıştı. Gazete kapanmıştı. Partinin yurtdışındaki merkezi ile bağ kurmak güçleşmişti. Kitlesel ölümlere, sakat kalmalara, salgın hastalıklara ve açlığa yol açan savaş yılları başlamıştı. Zor yıllar. Ama tüm bu zorluklar içinde Lenin’in inanmış, kararlı sesi yükseliyordu: “Yine devam edeceğiz. Pravda, sınıf bilincine sahip binlerce işçiyi eğitti, tüm zorluklara rağmen onlardan, yeni öncü grupları, yeni bir Rusya Merkez Komitesi ortaya çıkacaktır…”

Haziran 1999

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑