EMEP platformu üzerine

Emeğin Partisi’nin; kuruluşundan beri kendisini şekillendiren ilkelerin ne kadar hayati olduğu, her toplumsal gelişmede bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu, bir yandan Ünaldı direnişinden Parti’nin deprem karşısında aldığı tutuma kadar gelişen pratik alanda; öte yandan bir açık işçi-emekçi partisi ihtiyacının kendisini dayatmasında, EMEP’i tanımlayan ve kendini diğer “sol” ve “emek yanlısı” partilerden ayıran vurguların önemini göstermesi bağlamında; geçen dört yılı aşkın süre açık bir kanıt oluşturuyor.
Parti’nin kuruluş sürecini de katarsak; son dört-beş yıl içinde Türkiye’de demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin sorunları, sermayeye ve uluslararası tekellerin egemenliğine karşı mücadele ve işçi sınıfının ve emekçilerin bu mücadeleler içindeki rolleri, pek çok bakımdan aydınlığa kavuştu. Dahası; EMEP’i tanımlarken kullanılan kimi kavramların, geçen dönem içinde soyutluktan kurtuldukları, ete kemiğe bürünerek mücadeleye ışık tuttukları, gerçekten mücadele etmek isteyen değişik siyasi çevrelerden aydınlar, demokratlar, sendikacılar için de uyarıcı bir rol oynadıkları görüldü.

SINIF AYRILIĞININ YERİNE ‘SAĞ-SOL AYRIMI’ BİR ÇARPITMAYDI
EMEP; son 30 yıl boyunca oldukça popüler olan, ama bu 30 yılın en azından yirmisinde de, yozlaşıp itibar yitimi süreci yaşayan “solculuğun” halk indinde önemsizleştiği; buna karşın piyasa ekonomisi kavramlarıyla süslenen liberal, bireyci, post-modern politikaların ve tutumların popüler olduğu koşullarda kuruldu. Elbette bu koşullarda ve bu popüler eğilimleri reddederek yapılan kuruluş ilânı; bütün bu kavramlar ve bu kavramların ifade ettiği tutumlara karşı olmak; onlarla mücadeleyi göze almak anlamına geliyordu. Ama bu ayrım sadece genel teorik bir ayrım olmaktan da öte; güncel, herkesin anlayacağı kadar açık olmak durumundaydı. Dolayısıyla EMEP’in, bu diğer anlayışlardan ayrı olduğunu, basitçe ama esaslı bir biçimde ortaya koyması gerekiyordu.
Bu basit ama aynı zamanda esaslı ayrım noktalarından birisi; yukarıda sözünü ettiğimiz, “yozlaşan solculuk”la ayrışmada kendisini ortaya koydu. Bu yüzden de; EMEP’in, kendisini solcu, Marksist, sosyalist olarak tarif eden değişik siyasi çevrelerden ayırırken vurgu yaptığı başlıca konulardan birisi, “sol-sağ” ayrımı üstünden politika yapmayı reddetmesiydi. Çünkü dünyada ve Türkiye’de, 1960’lı yıllardan itibaren revizyonistler ve burjuva aydınları tarafından “sosyalist literatüre de sokulan “sol” ile devrimciliğin sosyalizme eşitlenmesinin; giderek bu ayrımın sınıf ayrımı gibi ele alınarak devrimci, ilerici, sosyalist olan herkesin “solcu”, karşı olanların da “sağcı” ilan edilmesinin ve bunun neredeyse birbirine geçişi olmayan kategoriler olarak kabul edilmesinin, “sol”a büyük boyutlarda zarar verdiği gözlemlenebilir. Hem bir anlamda 1960’lı ve ’70’li yıllarda siyasette yaşanan trajedinin temelinde de bu ayrımdan gelen çarpıklığın olduğu söylenebilir. (Sol: Solculuk ile devrimciliğin bağını kuranlar; kavramın kökünü, 1789 Fransız Devrimi sırasında toplanan meclisin sol tarafında burjuvazinin ve halkın temsilcilerinin, sağ tarafında da soyluların temsilcilerin oturmasına kadar götürüyorlar. Ne var ki; Marksist literatürde “sol”culuk, genellikle bireysel terörizmi, bireyciliği, maceracılığı yücelten görüşleri esas alan akımları nitelemek için kullanılmış olup daha çok da “olumsuz” anlamda içeriklendirilmiştir 1960’lı yıllarda Marksist literatürün Türkiye’ye girmesiyle eş zamanlı olarak, küçük burjuva milliyetçiliğinin kabarması, “sol” kavramının kendine has biçimde; devrimcileri, Marksistleri, Kemalistleri, sosyal demokratları nitelemek için kullanılan ve “belirsizlik” özelliği taşıyan bir kavram olarak popülerleşmesine yol açmıştır. Daha sonraki yıllarda ise; sol, dincilikten milliyetçiliğe, muhafazakârlıktan, sosyalizm karşıtlığına kadar değişik “sağcı” tutumların karşısında olmayı ifade eden “genel bir kavram” olarak kullanılmıştır.)
Bu basit ve kolaycı ayrım, çok büyük bir çoğunluğu, kulaktan dolma bilgilerle “Marksizm uleması” olmuş küçük burjuva-öğrenci kökenli gençler ve onlar tarafından etkilenen oldukça geniş “devrimci çevreler” için her kapıyı açan anahtardı. “Bunlar solcu mu? Tamam, bizden”; değilse “karşı taraftan” sayılıyordu. Tabii, ayrım böyle belirlenince, sol ve sağın sübjektif yeni kategorileri de çıktı. (Birbirinden türeyen fraksiyonlar; gerçek yaşamda bir karşılıkları olup olmadığına bakmadan, kendilerini dünyanın merkezine koyup oradan yeniden “sol-sağ” tanımlarına benzer kolay kategorilerle “ayrışıp” “çoğaldı”lar.)
O günlerde halk, emekçiler, “solun bölünmesi”nden çok kaygı duyuyor; “neden bu kadar çok bölünüyorsunuz?” diye soruyordu. Elbette herkes, bölünmekle nasıl güçlenildiğini anlatıyor; sosyalizmin tarihindeki; Marksizm’le her türden reformculuk arasındaki çatışmadan kendisini destekleyecek paragraflar bularak kendisini haklı göstermeye çalışıyordu.
Asıl dikkatten kaçan konu ise; sosyalizmin temelinin işçi sınıfı olduğu; dolayısıyla dünyadaki asıl ayrımın öncelikle emekle sermaye arasında olduğu; emekten yana olanın ilerici, devrimci, sermayeden yana olanın da gerici, emperyalist uşağı olduğu gerçeğiydi. Daha önemlisi; “yana olma”nın bir nesnel temele, sınıfsal bir temele dayanması gözetilmediğinde; bugün bundan yana yarın ötekinden yana olmanın mümkün olduğu gözden kaçırılıyordu. Dolayısıyla sorun, devrimcilerin “kim” olduğu değil; işçi sınıfının, emekçilerin, halkın Türkiye’nin koşullarında; sermayeye, emperyalizm ve gericiliğe karşı savaşta yer alması için Marksistlere, sosyalistlere, ilericilere, devrimcilere ne rol düştüğü sorunuydu. Sorun, aynı zamanda, sağcı ve solcu olarak bölünmek değil; işçi sınıfının, halkın politikaya çekilerek; sağcı ve solcu geçinen burjuva siyasetçilerin kolay avı olmaktan çıkarılmalarıydı. Eğer bakışları revizyonist ve reformcu dünya görüşlerinin etkisiyle karartılmamış olsaydı; işçi sınıfının, halkın çoğunluğunun ne yazık ki sağcıların etkisinde olduğu, sağ sol ayrımı ile yola çıkıldığında işçi sınıfının ve halkın büyük çoğunluğu karşıya alınarak işe başlanacağı görülecek; en azından her şeyin yeniden hesaplanması için; etkisinde bulunulan reformcu, revizyonist dünya görüşlerine karşı, burjuva politikacıların etkisine karşı mücadele gündeme gelecek; en önemlisi de; işçi sınıfını ve halkı kazanmak için Marksistlere, devrimcilere, sosyalistlere düşen görevlerin saptanması mümkün olabilecekti. Ama tartışma, yani devrimin; işçileri, halkı kazanmakla mümkün olup olamayacağı tartışması, bu noktaya sadece “öncü kim olacak” tartışması yapıldığı zaman gelebildi; o da, bir devrimde işçi sınıfının artık eskisi kadar önemli olmadığı, asıl önemli olanın bir grup devrimcinin “devrim ve sosyalizm fikri etrafında birleşmesi” olduğuna vurgu yapmak ve “öncüyü tanımlamak” içindi. Oysa sorun çok daha farklıydı. Ve bu, sorun olarak görünen, “sınıf”, “öncü” gibi kavramlara karşılık gelen olgular; aslında Marksizm tarafından yüz yıl önce çözülmüş; sonraki yıllarda da pratikte kanıtlanmıştı. O günlerde bu çözümü bulanıklaştıran, Marksizm adına yeni spekülasyonlara fırsat veren; Marksizm dışı kimi akımların (Troçkizm, Maoculuk, Titoculuk, Debraycılık, Sartrcılık, Kruşçevcilik, Çaru Mazumdarcılık, Marcusculuk, Marigellacılık, Swizycilik, Euro-komünizm, Gradücülük, İslami Sosyalizm, Baascılık, Yapısalcılık, Habbaşcılık vb. vb.) bile, Marksizm’in uluslararası prestiji karşısında kendilerini Marksist ilan ederek gerçek Marksist tezlerin üstünü örtmeleriydi. Ama ne yazık ki, dönemin devrimcileri; bu konuda da görüşlerini berraklaştırmak için Marksizm’in asıl kaynakları Marks, Engels, Lenin, Stalin, Enver Hoca’ya değil; “popüler sosyalistlere” (Mao, Giap, Guevara, Debray, Marcusse, Çaru Mazumdar, Kruşçev vb.) yukarıda Marksizm’i çarpıtan kişi ve akımlar olarak ifade edilen eğilimlerin görüşlerine, reformcu, revizyonist Marksizm “yorumcuları”na başvurdular; başvurmak zorunda kaldılar. Ve her şey, kaçınılmaz olarak daha da bulanıklaştı; muğlâklaştı.
Genç ve çıktıkları yolda kararlılıkla yürümek isteyen devrimcilerin bu reformcu-revizyonist kaostan çıkışı için bir tek yol kalıyordu; gençlik dinamizmlerini, devrim ve halk sevgilerini, sosyalizme, Marksizm’e bir inanç olarak bağlılıklarını ifade etmek için ellerindeki son imkâna başvurarak; baş kaldırmak. Böylece her türlü revizyonizm, reformculuk, mücadele kaçkınlığı, laf ebeliği ile devrimcilik, devrime bağlılık, gerçek sosyalistlik ayrışacaktı. Bu yapıldı. Bu, elbette, Enver Hoca’nın o dönemi değerlendirirken dikkat çektiği gibi, “modern revizyonizmin bir kefareti”ydi; ama bunu genç devrimciler yaşamlarıyla ödedi.
Oysa Marksist sosyalist dünya görüşü, kendisini bütün öteki “sosyalist” akımlardan ayırırken; aynı zamanda sosyalizmi gerçekleştirme temelini de; çok açık bir biçimde; “işçi sınıfının tarihsel rolü” olarak tarif etmişti. Dolayısıyla Marksist sosyalizm kendi çağrısı olarak; daha Marksizm tarih sahnesine çıkmadan önce, az çok işçi örgütlenmelerinin ortaya çıktığı her yerde haykırılan bir sloganda ifade edilen çağrıyı benimsemişti: “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” Bu; Marksizm için son derece hayati önemde bir belirlemeydi. Çünkü Marksizm öncesi sosyalizm anlayışları, ütopik sosyalizmin bütün versiyonları, sosyalizmi; düşünürlerin, aydınların kafasında oluşan, her düşünürün kendi felsefesinden “çıkardığı”, dolayısıyla düşünürden düşünüre göre ilkeleri, özü, amacı değişen; her düşünüre göre üretim, tüketim, kültür, ahlâk ve sosyal ilişkileri olan “tasarlanmış bir toplum” olarak belirlemişlerdi. Bu düşünceden üretilmiş “modele” inanan sosyalistlerin çoğalmasıyla, sosyalizmin kurulacağı öne sürülmüştü. Yani, her tür ütopik sosyalizmde, sosyalizm; işçi sınıfının değil; o düşünüre inanan “müritlerin eseri” olarak tarif edildi.
İşçilere, değişik emekçi kesimlere, bu “tasarlanan sosyalizmi” gerçekleştirmek için çağrılar yapılmamış değildir. Ama burada, işçi sınıfına ve diğer toplumsal sınıf ve tabakalara yapılan çağrı, bu kesimlerin tarihsel ve sınıf özellikleriyle bütünleştirici bir çağrı değil, “mürit” olarak, “sosyalist toplumda çıkarı olacak kişiler, toplumsal sınıflar” olarak -sömürülen, ezilen, yoksul sınıflara yapılan çağrılar, onların sosyalizm tarafından kurtarılacağı biçimindedir- görüldükleri için bu emekçi kesimlere yapılan bir çağrı olmuştur. Proudhon, Bakunin gibi; (Marks ve Engels’le çağdaş olan) yazılarında ‘işçiye’ çok vurgu yapan anarşist “ütopyacı düşünürlerde” bile; işçi sınıfının sınıf olarak rolüne değil; “aydınlanmış işçilere, onların ahlâkına” dikkat çekiliyordu. Çünkü onların sosyalizmi, “eşitlikçi toplumu” son tahlilde; “kusursuz”, “bilinçli”, “ahlâklı” kişilerin eserinden, hatta’ bu kişilerden oluşan bir toplumdan başka bir şey değildir. Bu yüzden de Marksizm’i, bütün ütopik sosyalist anlayışlardan ayıran özellik, sosyalizmle işçi sınıfı arasındaki ilişkinin dolaysız bir biçimde kurulmasıdır diyebiliriz. Bu yüzden de Marksizm, bayrağına “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” yazarken; kapitalist bir toplumda işçileri birbirinden ayıran (sağcı-solcu, sanayi işçisi-kır işçisi, tekstil işçisi-makine işçisi, az ücretli-çok ücretli, şu milliyetten bu ülkeden, şu dinden bu mezhepten gibi) bütün ayrımları “önemsiz” gördüğünü de ilan ediyordu.
Sovyetler Birliği’nde, sosyalizmin kuruluşu ve sonrasındaki gelişmeler içinde, 3. Enternasyonal; önceki iki Enternasyonalden daha güçlü bir biçimde, emperyalizm çağındaki gelişmeleri de dikkate alarak; dünyanın; işçi sınıfının, ezilen halkların dünyası ile burjuvazinin ve gericiliğin dünyası olarak bölündüğünü ilan etmiştir. Gerek teoride gerekse pratikte bu ayrım, yol gösterici bir ilke olarak benimsenmiş; Marksistler, sosyalistler de, kendi görevlerini işçi sınıfının iktidarı ve ezilen halkların kurtuluş mücadelelerinin başarıya ulaşması için çalışmak olarak belirlemişlerdir.
Dünya; işçi sınıfı ve ezilen halklar bir tarafta, burjuvazi ve gericilik öte tarafta olmak üzere bölünmüştü. Marksist dünya görüşünde; burjuvazi ve gericiliğin dünyasına karşı; işçi sınıfının ve ezilen halkların birleşmesi başlıca seçenek olarak belirleniyordu. Bu yüzden de 3. Enternasyonal, “Bütün dünyanın işçileri ve ezilen halklar birleşin” çağrısını mücadele bayrağının temel sloganı olarak belirlemişti.
Enternasyonaller bu çağrıyı yaparken; işçi sınıfını ve ezilen halkları, sağcı, solcu, dinci, laik vb. gibi herhangi bir başka bölünmeye göre adlandırmadan, birleşmeye çağırıyorlardı. Nasıl ki bugün EMEP, uluslararası sermayenin saldırılarına; örneğin, özelleştirme ve ‘sahte’ sosyal güvenlik reformuna karşı; “şu sendikadan bu sendikadan”, sağcı, dinci, milliyetçi, solcu gibi ayrımları öne sürmeden, işçileri ve emekçileri birlikte tavır almaya çağırıyorsa; Marksistler de dünyayı, kapitalist dünyadaki gerçek bölünme olan sınıf bölünmesini dikkate alarak yorumlamışlardır. Bunun sonucunda ise, sınıfı sermayeye, halkları emperyalizme karşı birleşmeye çağırmışlardır.
1960’lı ve 70’li yıllarda 3. Enternasyonale “selam” pek eksik sayılmazdı. Troçkistler ve Titocular açıkça; Kruşçevciler ve Maocular ise üstü örtülü ve kıyısından köşesinden de olsa 3. Enternasyonal’i ve ilkelerini eleştiriyorlardı. Ancak, 3. Enternasyonal yine de dünya ölçüsünde bir otorite; onun temel sloganları da -çok küçük bir yekûn tutan Troçkist çevreler dışında- tartışılmadan kabul gören hareket noktaları olarak benimsenmişti.
Her ne kadar Enternasyonal’e “selam” egemen tutum gibi görünse de; alttan alta, Marksizm’in bütün temel tezlerine karşı bir savaş da açılmış bulunuyordu. İşçi sınıfının sosyalizmin temel gücü olduğu, sınıfın katılımı olmadan sosyalizmin olamayacağı temel gerçeği, birbiriyle savaşır görünen Marksizm-Leninizm dışı bütün “sosyalizm” akımları tarafından açıkça ya da örtülü bir biçimde reddediliyordu. Örneğin Maocular; hem Kruşçevcileri, hem Troçkistleri hem de Euro-komünistleri lanetleyen çıkışlar yapıyor; 3. Enternasyonal ve Komintern’in kavramlarına dayanarak Kruşçevizmi mahkûm ediyorlardı. Kruşçevciler de bir yandan Maoculara, Troçkistlere, Euro-komünistlere ateş püskürüp onları burjuvazinin, emperyalizmin uşağı sayıyor ama bir diğer yandan da Marksizm’e onların saldırdığı noktalardan saldırarak; “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” adı altında; işçi sınıfının tarihsel rolünü reddederek, ulusal kurtuluşçu, milliyetçi burjuvaların SB ile yakınlaşması sayesinde Afrika ve Asya ülkelerinin sosyalizme geçeceğini savunuyorlardı. Troçkistler ise; Maocuları köylülüğü abartmakla, Kruşçevcileri Stalinizmi sürdürmekle suçlarken kendileri; emperyalizmin soğuk savaş aleti olan tezler ve tutumlarının temsilcisi olarak, sosyalizme karşı uluslararası savaşın destekçileri işlevini yerine getiriyorlardı. Bu yüzden de Troçkistler, 1930’lu yıllarda üstlendikleri emperyalizmin gözdesi olan “sosyalistler” rolünü, 60’lı ve 70’li yıllarda da sürdürdüler.
Che-Kastro-Marigella çizgisi ise, gerillacılığı her şeyin önüne koyarak; Küba devriminin pratiğini teorileştirip; işçi sınıfı olmadan, onun ideolojisini savunan burjuva kökenli genç aydınların sosyalizmi kuracağını savunuyordu. Bu çizginin savunucuları, bütün diğer Marksizm karşıtı akımları konformist, pasifist burjuvalardan oluşan laf ebesi kulüpleri olarak görmelerine karşın, aslında kendileri de Kruşçevist-Troçkist-Maocu kırması bir batağa saplanıp kalmış durumdaydılar.
’50’ler sonrasında; emperyalistlerin özel gayretleriyle de geliştirilen kapitalist “sosyal refah devletlerinin ve revizyonist fikirlerin işçi hareketi üstündeki baskıları sonucu oluşan ağırlık gerekçe gösterilerek; sınıfın öncülüğü fikrinin yerine “ideolojik önderlik” (yani, işçiler kapitalist sistemle birleşip, kapitalist sömürüden pay alır durumda oldukları için; işçi sınıfının dünya görüşünü benimseyerek kendi sınıfını reddeden aydınlar, gençler ve sosyalistler; yoksulları peşlerine takarak, ki bu yoksullar yoksul köylülere, şehir yoksullarına ve öğrenci gençliğe karşılık geliyordu, bu kategorinin içine sokuluyorlardı) geçirildi. Asıl olarak başını Sovyetler Birliği’ndeki geriye dönüş eğilimlerinin baş temsilcisi olan Kruşçevcilerin çektiği revizyonistlerin yarattığı ideolojik kargaşa ortamında; işçi sınıfına dayanmayan ve onun eseri olmayan Çin devrimi, Küba devrimi, Vietnam ve diğer Asya ve Afrika ülkelerindeki demokratik devrimler ve kurtuluş savaşları sosyalist devrimler olarak tanımlanıp, bu devrimlere katılan sosyal sınıfların ve bunların önderliklerinin durumları teorize edilerek “yeni devrim kuramları” geliştirildi!
İşte bu ideolojik kargaşanın had safhaya çıktığı yıllarda; Türkiye’de, toplumdaki işçi sınıfı ile burjuvazi ayrımı ve halk ile gericilik ayrımı, yerlerini -sessizce- Maocu halkçılık ve sağ-sol ayrımına bıraktı.
Bu ayrıma göre; dünya sağcılar ve solcular olarak bölünüyordu. Solcular iyi, sağcılar da kötüydü. Bu kategoriler dışında kimin hangi sınıfa ait olduğu önemli değildi. (1960’lı yılların genç devrimcileri, elbette işçi sınıfından sıkça söz ediyor; onun devrimci “erdemlerine” platonik bir hayranlık duyuyor; bunu da sık sık dile getirmeyi hiç ihmal etmiyorlardı. Ama sosyalist literatürden alınma bu fikirlerin onların pratiğine yol gösterdiği; “sağ-sol ayrımı” aşılarak kavranabilecek; dünyayı; burjuvazi ve proletarya; ya da aynı temelde olmak üzere ama emperyalizm koşullarında; “proletarya ve ezilen halkların dünyası” ile tekellerin, “emperyalizmin dünyası” olarak bölen temel ayrımın onlara yol gösterdiği söylenemez. Özellikle de M. Belli, H. Kıvılcımlı gibi “eski tüfekler ve onların yakın izleyicisi D. Perinçek takımı, (öte yandan da Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi Kemalistler) bir yandan Marksist literatürü çarpıtarak; Türkiye’nin orijinalitesi olarak “ordunun devrimciliği”, “ulusal kurtuluşçuluğu” üstünden geliştirdikleri “tarih tezi” ve “devrim kuramı” ile genç devrimcilerin kafasını karıştırıyor; diğer yandan da Marksizm’i sol Kemalizm; indirgeyip, Kemalistlerin terminolojisinin tüm devrimciler içinde egemen olmasına hizmet ediyorlardı. Ve mücadele pratikten kopup soyut tartışma düzeyinde ilerledikçe de; “kavramların” gerçek, gerçek hayatın ise sadece “gelip geçici bir görüntü”den ibaret olduğu tezini öne süren Platoncu idealist görüş, hükmünü icra ederek, devrimci mücadelenin önünü tıkayan bir rol oynuyordu. Ve genç devrimciler, böyle tartışmalarda; Marks’tan, Engels’ten, Lenin ve Stalin’den alıntılar kullandıkları için kendilerini Marksizm’i savunuyor sanıyorlardı.) Böylece; var olan durum, yani sağcılarla solcuların ayrışmış olması, teorik olarak da kutsanmış ve genel geçer hale getirilmiş olduğundan, dönemin genç devrimcilerinin kafasında herhangi bir soru işareti de uyandırmamıştı. Uyandırmamıştı, çünkü bu “apaçık görünen” bir gerçekti. Sağcı adam, işçi oldu diye, sosyalizm için mücadele edecek değildi ya!
Ülkemizde ’60’lı ve 70’li yıllarda yaşanan “sağ-sol çatışmaları” işte bu ayrımın üzerinden biçimlendi; kendisine “haklılık” temeli buldu. İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçiler, bu çatışmanın dışında, onun seyircisi oldu. Onlar da en fazla; “bizim sağcılar haklı”, “bizim solcular haklı” tartışmaları yaptılar. Ama bu ayrımın herhangi bir tarafında olmaktan da, özenle kaçındılar.
12 Eylül sonrası süreçte, hemen hemen bütün siyasi çevreler bir “özeleştiri” yapmışlar; ama bu özeleştiri, sistemle uyumlaşmanın ötesine geçerek, Marksizm’in özüne dönüşü kapsayan bir özeleştiri olmamıştır. Tam tersine; 12 Eylül sonrasında “sol”un ideolojik tutumu, bir öncekinin Marksizm dişiliğini aşamayan devamı olmuştur. Emekçi yığınlar karşısında, işçileri, halkı “sağ-sol olarak ayırma” sekterliği sürerken; sağcılaştıkları, düzenle uyumda yeni manevralara giriştikleri ölçüde, kendilerini kanıtlamanın da bir aracı olarak, “sol”culuğa özel vurgu yapmışlardır. ÖDP, İP, SİP gibi partiler; bu “sağ sol olarak ayrım” üzerinden politika yapmanın legal platformdaki devamcıları olarak bugün de siyaset sahnesindedirler. Örneğin; Türkiye’de gelmiş geçmiş en sağcı “solcu”, en düzen içi akım olarak biçimlenen ÖDP’nin seçim sloganı; “En Sol’a” olarak belirlenmiştir. (ÖDP’nin en solcu olduğunu ilân etmesi bile sağ-sol ayrımının ne kadar yalama olmuş bir ayrım olduğunu göstermeye yeter). Yani; ÖDP, “en solcu” parti gibi gösterilerek, solcuların oylarının alınması hedeflenmiştir. Bir yandan bakıldığında da, -muhtemelen ÖDP yöneticileri tarafından değil- bir reklâm ajansının ne ÖDP’li olan ne de siyasetle uğraşan elemanları tarafından belirlenmiş bir slogandır “En Sola” sloganı. Çok “ticari”, “uyanıkça” bir belirleme. (Türkiye’de kendisini, bütünüyle düzene bağlanmış olmakla birlikte solcu sayan, belki de vicdanını rahatlatmak için solcu görünmek ihtiyacı duyan birkaç yüz bin kişi vardır ve ÖDP’nin tek amacı, bu kitleden oy istemek olmuştur. Yoksa ÖDP; “milyonlarca emekçiye sesleneyim; onların talepleri etrafında örgütlenmeleri için seçimleri vesile olarak değerlendireyim” diye bir derdi olmadığını göstermiştir). Ama çok açık ki, ÖDP’nin; halkın çoğunluğunu kazanarak, Türkiye’deki ekonomik ve siyasal sistemi, işçi sınıfı ve halk yararına değiştirmek için yığınları seferber etmek; bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini örgütlemek gibi bir amacının olduğu söylenemeyeceği gibi, kendisini tarifinin de zaten böyle bir amaçla çeliştiği görülür.
SİP de, 12 Eylül öncesinin “sağ-sol ayrımı” üzerinden siyaset yapmanın diğer bir odağı olarak ortaya çıkıp şekillenmiştir. Örneğin özelleştirme karşısında, “Yağma yok sosyalizm var” ya da seçimlerde “Oylar Sosyalizme” diyerek; sosyalizmi emekçilerin, işçi sınıfının dışında, SİP’in liderlerinin kafasında var olan bir kavram olarak ortaya koymuştur. Bu anlayış; hayata SİP’liler tarafından geçirilecek ve SİP’e oy verildiğinde sosyalizme oy verilmiş olacak bir sosyalizm anlayışının temsilcisi olmuştur. Çünkü SİP’e göre de; nasıl “sağ, sol” varsa; dünya sosyalist olanlar ve olmayanlar olarak bölünmüştür. Kimi Troçkist grupların, işçilerin on binler halinde sokağa döküldüğü mitinglerde ya da 1 Mayıslarda; “Örgütlü değilse sınıf hiçbir şeydir” (Aslında önermenin kendisi doğrudur ama öylesi kullanılmaktadır ki; bir grup yarı aydın dışında işçiler hiçbir işe yaramaz diyen bir slogana dönüşmektedir) demeleri gibi, SİP de, işçileri, sosyalist olanlar ve olmayanlar diye ayırmaktadır. Sosyalist olmayı bir mücadelenin; sisteme, eski fikirlere, burjuva dünya görüşüne karşı çok yönlü bir mücadelenin ürünü değil; şu veya bu nedenle sosyalizmi benimseyip benimsememe sorunu olarak görmektedirler. Bu düz mantık, “sol” görünmekten pek hoşlanan ve gençlik içinde de buradan prim yapmayı hesaplayan SİP’i, MGK’nın çizgisine kadar götürmüştür. Üniversitelerdeki kılık kıyafet üstünden yürütülen “şeriat tehlikesine karşı laik, sosyal hukuk devletini koruma” politikalarına SİP destek vererek; MGK’nın genel düşüncesiyle uyumlu politika izler durumuna düşmüştür. Bu süreçte İP’le aynı kavramlar ve aynı gerekçeleri kullanarak tutumunu savunmaya çalışan SİP’in durumu; “sağ-sol ayrımı” gibi kolay ayrımların bir partiyi nerelere kadar götüreceğini göstermesi bakımından öğreticidir.
Kendisini, her “sol platform”da göstermekten hoşlanan HADEP, sağ sol kavramları bakımından diğer partilerden farklı olarak milliyetçi bir kitle partisi olma durumundaydı. Ancak HADEP; özellikle büyük şehirlerde “solculuk” yaparak bu milliyetçi çizgisini örtmeyi, en azından “solcuların” zaaflarından yararlanarak kendisini güçlü bir mihrak olarak sunmayı epeyce iyi başarmıştır. Ne var ki; Öcalan’ın yakalanmasından sonra girilen süreç, HADEP’i “solcu” olup darlaşmaktan bile daha tehlikeli bir sathı mayilin başına getirmiştir. Ne yana doğru yol alacağını, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Evet; SİP’in, ÖDP’nin tutumu, sürüklendikleri yerler öğreticidir ama Türkiye’deki bağımsızlık, demokrasi ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesi bakımından bu partilerin tutumu son derece gerici; işçi sınıfını, emekçileri, halkı bölen bir tutumdur.
Yani sağ-sol ayrımı; sadece siyasette bir belirleme olarak varlığını sürdürmekten öte, aslında küçük burjuvazinin; her şeyi sadece kendisi olarak, değişmez ve dönüşmez şeyler olarak gören dünya görüşünün siyasetteki yansımasıdır. Ne var ki; mücadele geliştikçe, bu tür “sağ sol ayrımı”nın abesliği de, gözler önüne serilmektedir. Örneğin; özelleştirmeye karşı Yatağan, Yeniköy termik santrallerinde, yabancı heyetlere tepki gösterilmesi ve sonrası mücadelelerde; sağcı işçiler de, solcu işçiler de, kendisini sağ ya da sol olarak tanımlamayan işçiler de aynı tutumu; sermaye ve tekellere karşı olma tutumunu benimseyerek; “Kahrolsun emperyalizm; bağımsız demokratik Türkiye” şiarı etrafında toparlanmışlardır. Örneğin Sosyal Güvenlik Yasası’na karşı tüm işçiler birleşmiş, MHP’li işçi de DSP’li işçi de kendi oy verdiği partinin hükümetine karşı yumruk sıkmış; birçok yerde de işçiler, bağlı oldukları partilerden istifa etmişlerdir. 24 Temmuz günü Ankara’ya gelen yarım milyon dolayındaki emekçinin çoğunluğu sağ partilere oy vermiş; sorsan “sağcıyım”, “milliyetçiyim” diyecek işçiler, kamu emekçileridir, ama sağcı solcu koalisyonu gibi görünen bir hükümete karşı ortak tavır almışlardır. Hatta sağcı işçiler, “sol”daki yaygın önyargının tersine, çoğu zaman “solcu” olduğunu söyleyenlerden daha radikal bir tutum takınmışlardır. Üstelik bu eğilim; nispeten daha “kaşarlanmış sağcılar” sayılan sendikacılar arasında da görülmüş; sağcıyım diyen sendikacıların bir kısmı; sermayeye karşı mücadelelerde işçilerin alanlara gelmesi ve emekçi haklarının elde edilmesi için, kendisine “solcu” diyen bazı sendikacılardan daha büyük bir enerji ile çalışmıştır.
Nitekim sağ-sol ayrımı; SİP’in sosyalizm anlayışında, başka grupların (Kıvılcımcıların çeşitli versiyonları, Atılım, Mücadele ve Partizan vb. gibi çevreler) yasallık/yasadışlık anlayışında kendisini göstermektedir. Ya da Türkiye’de kendisini “ÖDP’den bile solda” olarak tarif eden kimi sol grupların “seçim taktikleri” aynı anlayışın yansıması olmuştur. Örneğin bunlar EMEP’i seçimlere katılıyor diye; “legalist”, “reformcu” olarak suçlarken kendileri “seçimleri boykot” ettiler. Yani onlara göre; “ya seçimlere katılınır, sistemle uzlaşılır; ya da katılınmaz boykot edilir”di. Ama işin bu Aristoteles’e yakışan kategorilendirme dışında trajikomik bir tarafı da var. Böyle mekanik bir kafaya sahip olup yukardan seçim taktiği dayatılınca; “aşağıdakiler” de görünüşte “boykotçu” iken pratikte bir partiyi (Alevi olduğu için Adnan Polat’ı; belediye meclisinde, sonuncu sıraya “kendilerinden” birisinin dayısını aldığı için şu başkanı, bu partiyi) destekleyebilmektedirler. Dahası sandığa gittiklerinde de muhtemelen tümü CHP’ye, DSP’ye oy vermişlerdir.
Elbette ki; 60’lı ve 70’li yılların Türkiye-si; “tez”ler ve “izm”ler bakımından bu ölçüde karışık, burjuvazinin her türden ideolojik saldırısının cirit attığı yıllar olduğu kadar, zaman zaman “ağır (yavaş) mayalanmalar”, zaman zaman bütün bir dönemi baskısı altına alan revizyonizmle esaslı hesaplaşmalar ve -partimizin bugününü hazırlayan gelişmeleri de kapsayarak- zaman zaman öne çıkarak popülerleşen Marksizm’e yönelen gelişmelerin harman olduğu bir ülkeydi. Örneğin Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın kişiliklerinde simgelenen halka bağlı, mücadeleci, fikirleri uğruna yaşamını ortaya koymaktan çekinmeyen bir devrimci geleneğin Türkiye topraklarında fışkırıp sürmesi; kendilerinden sonraki 30 yıl içinde Türkiye devrimci mücadelesinin en sağlıklı ilham kaynaklarından birisini oluşturmuştur. Yine 1974-1975’ten başlayarak; 12 Mart öncesindeki devrimci başkaldırının ve ideolojik ortamın eleştirisi üstünden varılan ve dönemin ana tezi olan; “devrimin devrimcilerin eseri olduğu” üstüne kurulu teorilerin reddi de olan “Devrim kitlelerin eseridir” tezine varılması; önceki bütün bir kaos dönemiyle bir ayrım çizgisi olmuştur. İşçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıflara yönelen; onların aydınlatılmasını bütün görevlerin önüne koyan “Devrim kitlelerin eseridir” tezi, kuşkusuz ki; bugün partimizde gelinen süreci önemli ve olumlu bir biçimde etkilemiş; dönemin sayısız “izm”i arasından doğru Marksist-Leninist dünya görüşüne varılmasında önemli bir dayanak olmuştur.
Partimiz; 12 Eylül sürecini, öncesi ile hesaplaşması üzerinden, sınıfları dışlayan sağ sol ayrımı yerine; burjuva-proleter, emek-sermaye bölünmesini yeniden ön plana alan; bu açıdan bütün sol siyasi çevrelerle de hesaplaşmayı gündemine getiren gelişmelerin sonucu olarak şekillenmiştir.
1987’den itibaren işçi sınıfı eylemlerinin yeniden uç vermesi, ’89 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki gelişmelerin de etkisiyle, partimizin kuruluşunda ilerletici bir rol oynamış; açık işçi hareketinin siyasal ifadesi olan bir açık işçi-kitle partisi fikri partimizin kuruluşunda belirleyici bir role sahip olmuştur. Çünkü yüz binlerce işçi sokağa çıkarken; yıllardır işçi ve emekçileri peşlerinden sürükleyen sağ ve soldaki düzen partileri hızla, tek bir programın, uluslararası ve yerli işbirlikçilerinin ekonomik ve siyasi programlarının savunucusu olarak yeniden yapılanıyordu.
Bu ortam da, emekçilerin düzen partilerinden uzaklaşmasını, en azından düzen partileriyle bağlarının zayıflamasını getiriyordu. Bu, emekçilerin ileri kesimlerinin kendi partileri etrafında birleşmesinin imkânlarını ortaya çıkarıyordu. Partimiz, işte bu koşullarda kuruldu.
Kuruluşundan beri partimiz; tarihsel bakımdan aslında gerçek solda bulunan bir parti olmasına karşın, kendisini “solcu” bir parti olarak tarif etmemeye özen gösterdi. Çünkü emekçi sınıfların en geniş kesimleri için böyle bir ayrımın anlamı yoktu. Dolayısıyla da EMEP “solda bir partidir” demek, kendisini sağda gören emekçilerle arasına yeni ve suni bir duvar örmesi anlamına gelecekti. Bugün de bu durum çok değişmiş değildir. Nitekim partimiz kuruluşundan beri; emekçi sınıfların arasında yürüttüğü çalışmalarda; işçiler ve emekçiler tarafından her hangi bir solcu parti ve çevreden farklı olarak karşılanmıştır. Ayrıca şu da bir gerçektir ki; az çok istikrarlı bir çalışma yapıldığında en sağcı partilerden işçiler kopup partimize katılmakta bir sakınca görmemişlerdir.
Partimiz; “sol gruplarca” kategorik bir ayrım düzeyine yükseltilen “sağ-sol ayrımı”nı reddederek, dünyanın işçiler ve burjuvalar, ezilen uluslar ve emperyalistler olarak bölünmesini kendisine ilkesel bir temel olarak koyarken, aslında yeni bir keşifte bulunmamıştır. Yukarıdan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi; neredeyse 150 yıldan beri savunulan ve 3. Enternasyonal tarafından da özel bir formülasyonla dikkat çekileri dünyadaki bu temel ayırımı, partimiz kendisine kılavuz edinmiştir. Bu yüzden; 1960’lı 70’li yıllardaki reformcu, revizyonist saldırganlar tarafından biriktirilen Marksist tezler üstündeki tortuyu temizleyerek, alttaki gerçeği ortaya çıkarmış; bu temel tez ışığında politikalarını oluşturmuştur.
Nitekim EMEP, kuruluş süreci de dâhil, bugüne kadar, ilk TİP’in, 1960’lı yılların kendine has koşullarının etkisiyle gördüğü ilgi bir yana bırakılırsa, herhangi bir “sol” partinin, çevrenin görmediği bir ilgiyi görmüştür. Çünkü işçiler ve emekçilerin az çok uyanan kesimleri, EMEP’i kendilerine çok yakın hissetmişlerdir. Örneğin şu ya da bu nedenle ÖDP, CHP, DSP, HADEP’e, hatta MHP ve FP’ye üye olmuş emekçiler bile, emekçi mücadelesi, emekçilerin haklan söz konusu olduğunda EMEP’i kendi partileri saymışlardır. Örneğin; “Kürt olarak HADEP’liyim ama emekçi olarak EMEP’liyim” diyen emekçilerin sayısı oldukça fazladır. Ya da; pek çok işten çıkarılan işçi; avukatına, sendikasına yaptırdığı tazminat hesabını bir de EMEP’e hesaplatmadan rahatlayamamaktadır. Ya da iş yerinde baskıya uğrayan, sendikalaşmak isteyen işçilerin sıkça EMEP ilçelerine, il örgütlerine başvurması ya da işçi, emekçilerin uğradığı bir haksızlık karşısında EMEP hemen harekete geçmemişse, “… Diğerlerini anladık ama EMEP neden bunu görmedi” gibi şikâyetlerin olması elbette ki bir rastlantı değildir.
Elbette burada bir “çelişki” vardır. Yani, Kürt olarak kendisini HADEP’li gören işçinin emek mücadelesinde EMEP’i partisi görmesi, ya da zor zamanda EMEP’e başvuran işçilerin, emekçilerin EMEP’e katılıp politik faaliyete katılmakta yeterince aktif olamamaları bir çelişki; çoğu zaman da, EMEP’in bir eksiği olarak değerlendirilmiştir.
Yığınlara politik ajitasyonda bulunmak ya da partiye şu veya bu ölçüde katılan emekçilerin partilileştirilmesi için çabalarımızı yeterli kılmamak elbette söz konusudur. Ama başı dara düşen işçinin, emekçi sınıftan insanların EMEP’e başvurması, bir HADEP’linin, ÖDP’linin ya da başka partiden birinin patrona, sermayeye karşı mücadele etmek istediğinde aklına gelenin EMEP olması ya da işten atılan işçinin tazminatını bir de EMEP’te hesaplattırarak aldatılıp aldatılmadığını öğrenmek istemesi, olumsuz bir şey değil; tersine partimizin gelişmesinin, emekçiler içinde kazandığı itibarın bir göstergesidir. Ve partimizin emek mücadelesi içinde etkinliği arttıkça, belki emekçilerden sadece yardım için değil üye olmak için de başvuranlar artacaktır; ama her zaman EMEP’ten yardım isteyecek çok geniş bir işçi, emekçi kesimi var olmaya devam edecektir. Hatta EMEP’in etkinliği arttıkça, bu kesimin genişleyeceğinden söz edebiliriz. Örneğin bir kişinin bir yandan “sol” grupların taraftarı görünürken, aslında CHP, DSP gibi partilerle el altından ilişki sürdürmesi elbette onaylanamaz. Bu, “solcuların” geleneksel “iki partililiği”dir. Ama EMEP’e ilgi duyan ve şu ya da bu partiyle bağlantılı olan emekçiler için durum tam tersidir. Bu, EMEP’in emekçiler için bir “çekim merkezi” olduğu anlamına gelmektedir.
Başka bir söyleyişle; diğer partilerden emekçilerin EMEP’e ilgisi; EMEP’in bir başarısı; diğer partilerin üyelerini kendisine çeken bir ayrım noktası yakaladığı anlamına gelir. Çünkü normal zamanlarda o partilerden olup da, sermayeye karşı mücadele söz konusu olduğunda ve kendisini kapitalistlerden ayırmak gerektiğinde, kendisini EMEP’li olarak hissedenler, o partilerden EMEP’e yönelmiş kişiler ya da çevrelerdir. Tersi olsaydı; yani EMEP üyesi birisi kendisini diğer partilerden hisseden bir durumda olsaydı, bu, elbette, bir parti için çok olumsuz bir durum olurdu.

EMEP, İŞÇİLERE, EMEKÇİLERE MÜCADELEDE ‘YARDIM EDEN’ BİR PARTİ
1960’lı ve 70’li yıllarda nasıl “sağ-sol” kavramları ve buna dayanan ayrımlar, toplumsal sınıfların ayrımı yerine geçirilerek ve yalama edilerek kullanılmışsa; “önderlik” kavramı daha da çok yalama edilmiştir.
Denilebilir ki; bütün bir 60’lı yılların ikinci yarısı ile 70’li yılların tümü; devrimde kimin “önder olacağı” tartışması ile geçmiştir.
Çok açık ki; bir toplumsal başkaldırı varsa; kim o başkaldırıyı sahiplenip içinde yer alarak yığınları etkilemişse; mücadelenin önderliğini de o yapmış olur. Bu nedenle de; “kim önder olacak” diye bir tartışmanın olması abesle iştigal etmektir. Ancak o yıllarda yayınlanmış dergileri ve gazeteleri inceleyenler; ister istemez; “herhalde bu tartışmadan kim galip çıkarsa Türkiye devriminin de önderi o olacaktır” sonucunu çıkarabilir.
Böyle bir gereksiz tartışma zemini dışında; o günün koşulları ve işçi sınıfı ile emekçi sınıflarla bağlarının olmamasının da kışkırtmasıyla; önderlik kavramından öte, önderliğin sınıfsal niteliği de kaydırılarak, ancak bu tartışmayı yapacak kadar işi gücü olmayanların önder olacağı; dolayısıyla işçi sınıfının bir devrimde bütün öteki sınıflara, toplumsal tabakalara önderlik etmesi fikri de inkâr edilerek; işçi sınıfı ideolojisini benimsemiş aydınların, daha da çok öğrenci gençlik önderlerinin önderlik edeceği teorisi oluşturulmuştur.
Hiç kuşkusuz bu tezin mucitleri yerli teorisyenler değildi. Troçkizmin bir versiyonundan başka bir şey olmayan; Türkiye’de THKP-C’nin sözcülüğünü yaptığı Swizy-Baran-Magdoff gibi ekonomicilerin, Debray-Marigella-Cabral gibi gerilla teorisyenlerinin, Mao, Çaru Mazumdar ve Guevera gibi popüler devrimcilerin öne sürdüğü muğlâk görüşler; CIA teorisyeni olarak da ünlenen, ama görüşleri geniş bir çevre tarafından savunulan Herbert Marcusse ve adı parlayıp sönen kimi popüler yazarların “yeni sınıf, gençlik” olarak, gençliği artık bütün sınıfların en devrimcisi olarak gösteren fikirlerle dünyaya hızla yayıldı.
Türkiye’de de kendisini kanıtlamak isteyen ve bunun için çıkış yolu arayan her siyasi çevre, bu “yeni” görüşlerden, kendisini meşru gösterme, ama dışındakileri, “mahkûm etmek” için imkân sunan fikirlerden bir demet oluşturup, bir “teori” kurmaya yöneldi. Ve tabii bütün bu “dış kaynaklı” görüşler; “millici bir ideoloji” olan Kemalizm’le de harmanlanarak “ulusal” bir “milli demokratik devrim” tezi geliştirildi. Marksizm’den alınma; sosyalist bir devrimin gerçekleştirilmesinde diğer devrimci sınıf ve tabakalara işçi sınıfının önderliği kavramı da; “ideolojik önderliğe” indirgendi.
THKP-C’nin önderliğine soyunacak olanlar, açıkça; “işçi sınıfı bugün artık toplumun ezilen sınıfı olmaktan çıkmıştır, iyi bir ücret almaktadır; evi vardır, arabası vardır. Zincirlerinden başka da kaybedecek şeyleri vardır ama bizim yoktur” diye düşünmekteydiler. Henüz kapitalizmle ilişkiye geçmemiş olan öğrenci gençler, onların içinden çıkan “profesyonel devrimciler”, ancak onlar, bir devrime önderlik edebilirdi. Dolayısıyla bir demokratik devrim ve ondan sosyalizme geçiş için gereken önderlik, “sosyalizmi benimsemiş aydınlarda” olacaktı.
Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı gibi “eski tüfekler”; Doğu Perinçek ve çevresi gibi, “asker-sivil aydın zümre” hayranı “İsveç’ten ithal Maocular”, gençleri devrimin “öncüsü” ilan ederken; Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi kendilerini sosyalist sayan Kemalistler ise, aynı görüşü biraz daha Türkiye’nin koşullarına uygulayarak savundular. Bu çıkış noktaları, Türk Ordusu’nun “devrimci”, “ulusal kurtuluşçu” gelenek ve buradan gelme niteliği ile harmanlandı; bütün bu görüş sahiplerini adeta birleştirdi. Kısacası; bu görüşlere göre; devrimin vurucu gücü ordu olacaktı. Orduya yol gösteren de; “asker-sivil aydın zümre” yani Kemalist, “sosyalist” aydınlardı. Onun için, Türkiye devriminin kendine has orijinalitesi; “asker-sivil aydın zümre” denilen, Kurtuluş Savaşını da gerçekleştiren “önderlik”ti!
Peki, işçi sınıfı ne olacaktı?
Onun görevi, onun adına hareket edenlerin, “öncü”lerin iktidara gelmesinden sonra başlıyordu. Nasıl Küba’da, Çin’de işçiler devrimden sonra partinin “denetimine” girip; onun önüne koyduğu görevleri yapmanın dayanağı olmuşsa, Türkiye’de de devrimden sonra “siviller” (işçiler, köylüler, memurlar, esnaf ve zanaatkârlar gibi tüm emekçiler); devrimin fabrikalardaki, tarımdaki dayanağı olarak yeniden örgütlenecekti! 9 Mart 1971’de gerçekleştirileceği söylenen ama bastırılıp yerine 12 Mart darbesi geçirilen “devrim” işte böyle bir devrim olacaktı.
Önderlik tartışması; 12 Eylül’den sonra da -kuşkusuz öncesinde olduğu gibi olmasa da- sürdü. Bugün de 12 Eylül öncesinin devamı gibi görünen anlayışlar tarafından şu veya bu biçimde ama sınıfı pek bu işlere bulaştırmadan sürmektedir. Bu anlayış; 12 Eylül sonrası koşullarıyla da birleşince; “önderlik” “önder”e indirgenmiş; sınıfın önderliğinden hiç söz edilmezken; halk hareketleri ya da çeşitli yığın eylemlerine bir örgütün, devrimci öncü örgütün önderliği de bir yana bırakılarak, bizzat örgütün kendi içinde bir kişinin ya da bir kaç kişilik bir “önder grubun” fonksiyonundan söz edilir olmuştur. Önce PKK’de sonra da DHKP-C’de, önderlik, artık, kişinin, parti-örgüt içinde tam ve sınırsız iktidarı olarak algılanır olmuştur. Sanki marifetmiş gibi, kimi “sol gruplar” da aynı hevesle davranmakta; önderliği; “şu ya da bu kişinin örgüt içindeki otoritesinin itiraz edilmezliği” biçiminde anlamaktadırlar.
İşte EMEP; bütün bu geçmişin ve bugünün teorik kavrayış ve pratiğinin olumsuz yanlarının reddi; Marksizm dışı akımların “önderlik” kavrayışlarının eleştirisi temelinde; EMEP’in işçi sınıfı ve emekçiler açısından görevini, “yardım etmek” olarak tanımladı.
Neye “yardım edecek” EMEP?
Her şeyden önce; işçilerin politika yapmasına; işçilerin partilerine girerek, burjuvaziye karşı siyasal arenada savaşmayı öğrenmesine yardım edecek. Onun için de, işçiler, her şeyden önce işçiler, kitleler halinde kendi partisine katılıp onun her kademesinde görev alarak burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadele içinde olacaklar. Elbette burjuvaziye ve gericiliğe karşı mücadele, sendikalarda sendikal bürokrasiye; işçi sınıfı içindeki her türden “sınıf-dışı ideolojilere” karşı bir mücadele ile sürecek. Bu nedenle EMEP; siyasal alanda burjuvazi ve gericiliğe karşı mücadeleyi, ideolojik alanda da bütün sınıf dışı görüşlerin işçiler ve emekçiler üstündeki etkisini yok etmeyi amaçlayan bir parti olarak, sınıfın siyasal iktidarı (diğer emekçilerle birlikte) elde etmesinde sınıfa yardımcı olacak bir parti olarak kurulmuştur.
Bu işi kim, nasıl yapacak?
Herkesten önce; özgürlük ve demokrasi mücadelesi içinde deneyim edinmiş, EMEP’i kuran ve EMEP’in amaçlarıyla kendi amaçları arasında aynılık olduğunu görerek EMEP’e katılan Marksistler; her sınıftan aydınlar, sosyalistler; bir yandan EMEP’i bir mücadele örgütü, öte yandan işçilerin siyaseti öğrendiği bir okul gibi değerlendirerek; her işçinin, siyasete katılmak isteyen her emekçinin yeteneklerini geliştirmek ve onların mücadelenin en önünde yer almalarına yardımcı olmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Hiç kuşkusuz ki; EMEP’in sınıfın içindeki ana faaliyeti; ekonomik ve siyasal düzeni teşhir etmek; bir aydınlatma faaliyetini sistemli ve kesintisiz bir biçimde sürdürmektir. Elbette ki bu görev; gündelik olarak EMEP’in ekonomik ve siyasi mücadelede yer alması, yığınlara yol göstermesi; yığınların en ileri, en fedakâr unsurlarını bünyesinde toplaması; bu ileri kesimlerin sınıf içindeki etkisine dayanarak tüm sınıfın, emekçi yığınların sisteme karşı seferber edilmesi olarak biçimlenir. Dolayısıyla, Marksist literatürdeki “öncülük” kavramı da, aslında, EMEP tarafından “yardım etmek” olarak belirlenen görevin içinde yer almaktadır. Çünkü Marksizm’de önderlik kavramı; 1960’lı 70’li yıllarda olduğu gibi, sınıfın dışından sınıfa dayatılan bir şey değil; tam tersine bir kitle partisine dönüşmeden önce, bizzat sınıfın en ileri unsurlarının örgütü olarak tarif edilen partinin görevidir. Ve bu anlamıyla önderlik görevi, aynı zamanda her bakımdan sınıfın eğitilmesi göreviyle; sadece partiye katılan ileri unsurların örgütlenmesinin ötesinde, tüm sınıfın, hatta tüm emekçilerin örgütlenmesi, eğitilmesi için sınıfa “yardım edilmesi” fikri ile birleşir.
Burada, Aristocu skolastik görüşün dergâhından geçmiş geleneksel “solcu” düşünceden kaynaklı iki soru hemen gelir. Birinci soru; EMEP Marksist, sosyalist bir parti midir? Eğer kastedilen; EMEP’i var eden dünya görüşü, EMEP’in dünyaya bakışı, politikasını oluşturduğu ideolojik zemin ise, elbette EMEP sosyalist, Marksist bir dünya görüşüne sahiptir. Ama EMEP’e her giren Marksizm’i, sosyalizmi benimsemek zorunda mıdır? diye sor uluyorsa; yanıt elbette “hayır”dır. Tam tersine EMEP’teki Marksistlerin, sosyalistlerin görevi; sosyalist olmayan, ama sermayenin gericiliği tarafından bunaltılıp sorunlarına çözüm arayan işçinin, emekçinin her gün daha çok EMEP’e katılarak sosyalist dünya görüşüyle yüz yüze gelmesini, onun ışığında dünyada olup bitenleri kavramasını, giderek onun kendi sınıf görüşüyle dünyaya bakışını sağlama imkânlarını arttırmalarıdır.
Dolayısıyla; EMEP’te sosyalist dünya görüşüyle donanmış işçi sayısı arttıkça EMEP’in sosyalist Marksist karakteri gelişecek; onun sınıf içinde mücadele kapasitesi yükselecek; işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içindeki itibarı daha çok artacak ve elbette EMEP daha çok yeni katılımlarla karşı karşıya kalarak; işçiyi, emekçiyi yeniden yeniden eğitip örgütleyecek, değiştirip dönüştürecek bir okul olarak görevini eksiksiz olarak yapmaya çalışacaktır. Daha doğrusu, böyle bir görevi yerine getirdiği ölçüde, EMEP; hem demokrasi mücadelesine hem de sosyalizm için yürütülen dünya ölçüsündeki mücadeleye daha iyi katkı yapacaktır.
Kuruluş faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte EMEP; işçi sınıfı başta olmak üzere tüm emekçi sınıf faaliyetleri içinde yer aldı. Örneğin Antep-Ünaldı işçilerine; sendikalaşmanın, sigortanın her işçinin hakkı olduğu fikrinin yaygınlaşması ve sekiz saatlik işgünü uygulaması hakkını elde etmek için eyleme geçmesinde yardım etti. Bu mücadele içinde 20 bin tekstil işçisi hem hak mücadelesi yürüttü, hem de EMEP’i, onun fikirlerini tanıma fırsatı buldu. Bazıları EMEP’e üye oldu; birçok işçi de EMEP hakkında oldukça doğru fikirlere sahip oldu. Ve elbette EMEP; mücadele içinde Ünaldı işçilerine, işçi sınıfının bütün mücadele tarihinden gelen dersleri aktarmaya, nasıl mücadele ederse yenilmeyeceğini, kazandığı zaman bile hayatında hangi değişikliklerin henüz olamayacağına kadar pek çok konuda, sınıfın birikmiş deneyimini, pratik ve teorik bilgisini aktarmaya çalıştı. Benzer bir çalışma, Amasya İplik, Trakya Zümrüt Örme; Tıb-Set gibi işyerlerinde daha küçük çaplı direnişlerde yapıldı; bu bölgelerdeki EMEP örgütlerini, işçiler hem kendi mücadele örgütleri, hem sendikaları, hem partileri, hem evleri ve ocakları olarak gördüler.
Kuruluş öncesi EMEP’in sınıf hareketine son derece önemli değerdeki katkıları bir yana bırakılsa bile, ’98’deki kamu emekçilerin eylemleri, ’99 yazındaki büyük işçi eylemlerinde EMEP; her bakımdan belirleyici önemde roller oynadı. Diyebiliriz ki; EMEP’in etkinliği olmasaydı; ne kamu emekçilerinin “grevsiz toplu sözleşmesiz” “sahte sendika yasasına” karşı eylemleri Kızılay’da taçlanabilirdi; ne de bütün bir ’99 yazını kapsayan ve 24 Temmuz, 13 Ağustos’ta zirvesine varan işçi emekçi eylemleri mücadele tarihine damgasını vurabilecek bir biçimde gerçekleşebilirdi.
Yine son 5 yıl içinde özelleştirmeye karşı eylemlerin gelişmesi; özelleştirmeye karşı mücadelede ortaya konan teorik açılımların yanı sıra; birer birer işyerlerinde gelişen eylemlerin az çok birleşmesinde; bir dayanışma fikrinin gelişmesinde; özelleştirme ile bağımsızlık arasındaki bağlantının saptanmasında ve özelleştirmenin tüm halka karşı bir girişim olduğu konusundaki fikirlerin yaygınlaşmasında, partimiz, belirleyici bir rol oynamıştır.
Sosyal güvenlik yasasına karşı eylemlerde elbette partimizin çağrısıyla alana gelenlerin sayısı, genel açıdan bakıldığında küçük bir yekûn tutar. Ancak, şu bir gerçek ki; sendikal platformlardan ve değişik bölgelerdeki sendika şubelerinden ve bazı genel merkezlerden müdahaleler olmasaydı; Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral’in Başbakan’a verdiği söz doğrultusunda; sorunlar demeçlerle geçiştirilecekti.
Yine EMEP’in yardımıyla bir grup sendikacı; ’99 Mayısı’nda, emekçi sınıfların mücadelesinin uluslararası sorunlarını tartışmak üzere bir Uluslararası Sendikal Konferans düzenledi. Bu da EMEP’in işçi sınıfına “yardım” fikrinin bir başka tezahürüydü. Böylece EMEP; aynı zamanda işçi sınıfının uluslararası karakterini, dolayısıyla sorunlarının da uluslararası karakterini dikkate alarak böyle bir konferansın düzenlenmesini destekledi. Değişik uluslardan sınıftan yana sendikacıların birbirlerini tanımalarına, sorunları birlikte tartışmalarına, ortak davranmak ihtiyacını daha yakından hissetmelerine “yardımcı” olmuş oldu. Ve elbette böylece EMEP, uluslararası sermayeye, onun saldırılarına karşı işçilerin uluslararası birliğinin önemine ve bu birliğin hayati olduğuna dikkat çekmiş oldu.
1998’de düzenlenen Bergama Gençlik Buluşması; gençliğin ve anti-emperyalist mücadelesinin uluslararası bir dayanışması oldu. EMEP; bu toplantıyı destekleyerek; hem Bergama köylülerinin Eurogold’a karşı eylemine destek sağlamış; hem de dünyanın pek çok ülkesinden devrimci, antiemperyalist gençlerin buluşmasına destek vererek anti-emperyalist, demokrat ve sosyalist düşüncenin karşılıklı paylaşımı için yardımcı olmuş oldu. Yine; “Metin Göktepe Davası” açısından, EMEP’in, geleneksel solculuktan farklı olarak, sorunu, Türkiye’deki emekçi sınıfların “özgürlük, basın özgürlüğü ve demokrasi” davasının bir parçası olarak ele alması, davanın bir sistem yargılamasına dönüşmesinin başlıca nedeni oldu. (Böyle bir davaya emekçilerin sahip çıkması ve davanın yıllarca binlerce kişi tarafından, en küçük bir bezginlik belirtisi gösterilmeden kitlesel olarak izlenmesi, ulusal ve uluslararası çapta bir gazeteci davasının böylesi geniş bir destek bulması ilk kez oluyordu). Onca baskı yapan, her renkten onca “büyük gazetecin öldürülen muhabir ve yöneticileri dururken, sade bir gazeteci ve Evrensel gibi mütevazı bir gazetenin muhabiri olan Metin Göktepe’nin öldürülmesinin, Türkiye tarihinin en önemli “basın özgürlüğü” davasına dönüşmesi, elbette rastlantılarla açıklanamaz. Bu davanın böyle bir seyir izlemesinde, EMEP’in elbette belirleyici rolü olmuştur. Dost düşman herkes bilir bunu.
28 Şubatçıların MGK konsepti karşısında halkın uyarılmasında, EMEP, bütün solculardan, “solcu” geçinen partilerden farklı bir tutum aldı. Elbette çeşitli sol grupların pusulasını yanıltan “sağ-sol”, “laik-şeriatçı” ayrımları üstünden kolay politika, EMEP’te yoktu. Tersine; EMEP’in demokrasi mücadelesinde de kılavuzunun işçi sınıfının dünya görüşü olması; ayrımın asıl olarak demokrasi ve özgürlük talepleri üstünden yapılmasındaki ısrarı; EMEP’i, generallerin gündelik politikaya müdahalesine dayanak olacak tutumlardan korudu. Bu yüzden, EMEP; asker müdahalesinin asıl hedefinin şeriatçılar değil; sistemin yenilenmesi operasyonunda devrimci demokrat güçlerin, emekçilerin, işçi örgütlerinin MGK’nın arkasına alınması olduğunu fark etmişti. Geçen zaman içinde, bu, apaçık görüldü. Ama “sağ-sol” üstünden siyaset yapan İP, SİP hatta aşırı “sivilci” ÖDP bile, bu gerçeği henüz görebilmiş değil. HADEP ise; bundan böyle generallerin her yeni müdahalesini “barış sürecine katkı” diye yorumlayacağını gösteren bir hatta doğru ilerlemektedir.
Burada EMEP’in eylemlere etkisi ve emekçilerle kurduğu sıcak ilişkilerden söz ederken; bir EMEP övgüsü yapmak istemiyoruz. Zaten bir bütün olarak süreç ele alındığında, EMEP’in üstüne düşenleri yeterince yaptığını söylememiz mümkün değil. Tersine EMEP; bulunduğu hatta sağdan soldan estirilen rüzgârlara karşı daha kararlı durabilse ve kendi pozisyonunu yeterince değerlendirecek yöntemler devreye sokmuş olsaydı; elbette bugün işçi-emekçi hareketine çok daha fazla nüfuz etmiş; hareketin istikrarı bakımından çok daha önemli bir pozisyon tutmuş olurdu. Bu yüzdendir ki; burada bir övgüden değil ama eksik buçuk da olsa doğru bir pozisyon alındığında; işçi sınıfının, emekçilerin, devrim ve demokrasi davasının ihtiyaçlarına uygun bir pozisyona geçebileceklerinden, sağ-sol ayrımı gözetmeksizin sermayeye karşı mücadelede birleşebileceklerinden; sendikal bürokrasinin ve hükümetin engellerini aşabileceklerinden; daha da öte; sınıfın ulusal ve uluslararası birliği için, tüm halkın emperyalizme karşı birleşmesi için, imkânların var olduğundan; bunların geliştirilmesi için; EMEP’in tarifinin doğru yapıldığından söz ediyoruz. Hepsinden önemlisi, burada, EMEP’e ne büyük görevler düştüğünü göstermek için tüm bunları dile getirmekteyiz.
Bugün EMEP ve karşıtları arasında süren tartışma bir yanıyla son derece tarihsel; ama öte yanıyla da son derece günceldir.

Kasım 1999

Kitle çalışması ve EMEP

Yaklaşık 5 yıl önce, kuruluş çalışmaları başladığında, EMEP’in nasıl bir kitle partisi olacağı da tartışılmaya başlandı. Çünkü 1960’lı yıllardan başlayarak, ilk TİP’in bir grup sendikacı tarafından kurulduğu dönem bir yana bırakılırsa; işçi, emekçi davasının bir aracı olmayı amaçladığını iddia eden partiler, genellikle, “solcuların”, “devrimcilerin” partileri olarak kuruldu.
Öte yandan kitlesellik; işçi sınıfının kendi talepleri etrafında birleşmesini, işçi sınıfıyla emekçi sınıfların ileri unsurlarının kitlesel olarak parti saflarında toplanmasını sağlayan bir yaklaşım olarak değil de; üye ve taraftar sayısını artırma olarak anlaşıldı. Bugün de; ÖDP, İP, SİP gibi partiler “kitleselleşmek”ten söz ediyorlar, ama bir kitle partisi olma şanslarının ve hatta böyle ciddi bir amaçlarının olmadığı da ortadadır.
Şöyle ki; son seçimlerde, içlerinden en çok oy almış olan ÖDP de, aslında bir kitle partisi değildir. Evet; bugün kim giderse gitsin ÖDP’ye üye olabilir (genelde kitle partisi denildiğinde; her gelenin üye yapıldığı, disiplini olmayan, üyelerini başıboş bırakmış bir parti anlaşılmaktadır); ama ÖDP, kendisini -bir parti olarak tarifini yaptığı ölçüde- “eski solcuların partisi”, bir zamanlar devrim ve sosyalizm için ayağa kalkmış ama sonradan bu yolun “çıkmaz” olduğunu, en azından kendilerine göre olmadığını görüp, “iş hayatında” başarılı olmaya çalışan “solcuların” partisi olarak tarif etmektedir. Dolayısıyla; tarif edilen bu “kitle”, her halükârda, çok küçük bir azınlığa karşılık gelmektedir. Başka bir söyleyişle; ÖDP’nin, çatısı, altına toplamayı amaçladığı net bir “sosyal-sınıfsal kategori”ye karşılık gelmediği gibi; birleştiğinde bir sosyal hareket yaratacak, bir partinin üzerinden politika yaparak ülkenin politik hayatında etkili olacağı “istikrarlı bir çoğunluk” da teşkil etmemektedir.
İP ve SİP için de durum çok farklı değildir. Hatta pratikte, bu partilerin “kitlesel” olma şansları ÖDP’ninki kadar bile değildir. Bu partiler sıkça “işçi sınıfı”ndan, “sosyalizm”den dem vurmaktadırlar; ama kitleselleşmek gibi, kitle partisi olmak gibi bir sorunları yoktur. Sadece üye sayılarını artırmak için çabalamaktadırlar. Sınıfın şu ya da bu kesimlerini birleştiren bir kitlesellik gözetmedikleri için de; politikalarını, sınıfın talepleri üstünden değil, kendi düşüncelerindeki “politik ihtiyaçlar” üstünden tespit etmektedirler. Dolayısıyla bu partiler (ÖDP de dâhil olmak üzere), birbirlerine çok karşı gibi görünseler de; sürece ilişkin tespitleri, belirledikleri politik görevler, mücadele tarzları (Genelkurmay ve MGK konseptine uyum sağlamak için gösterdikleri gayret, işçi sınıfı hareketi karşısında gösterdikleri tepkiler, emek sermaye karşıtlığı karşısında gösterdikleri duyarsızlık vb.); özellikle askerin politikaya müdahalesi sürecinde, aslında bu partilerin birbirine çok benzediklerini, açık bir biçimde, herkes tarafından görülür hale getirmiştir.
Kitlesellik sorunu bakımından HADEP, diğerlerinden ayrılır. Çünkü HADEP; bir yandan feodal geleneksel yapı, öte yandan burjuva partileri ve asimilasyon politikaları ile bölünen Kürtleri birleştirmeyi amaçlamış olmakla bir kitlesellik amacı taşımaktadır. Dolayısıyla HADEP; politik anlamda yanlış bir hatta bulunmasına ve ideolojik bakımdan da yeni dünya düzeni tezlerinden önemli ölçüde etkilenmiş olmasına karşın; Kürtleri milliyetçi bir temelde birleştirmedeki işlevselliği nedeniyle, kitleselleşme ve bir sosyal hareketin içinde olma imkânını taşımaktadır.

BİR KİTLE PARTİSİ OLARAK EMEP
EMEP ise; bir yandan burjuvazi ve onun partileri, öte yandan gelenek, görenek (milliyet, mezhep farklılıkları, bölgesel farklılıklar, sendikal bürokrasi) tarafından bölünmüş olan işçi sınıfını ve sınıfın değişik kesimlerini mücadele içinde birleştirmeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla EMEP; işçilerin sınıf olarak birleşmelerini; işçilerin arasındaki bütün siyasi, etnik, dinsel, mezhepsel, bölgesel ayrılıklara son vererek, onları sadece “aynı sınıfın fertleri olduğu bilinciyle” birleştirmeyi; en azından sınıfın ileri unsurlarının kitlesel partisi olmayı amaçlamaktadır. Bu yüzden EMEP; gerçek bir kitle partisi, sınıfın ve müttefiklerinin “sosyal-siyasal bir hareket” olarak iktidar mücadelesine atılmasını sağlayacak bir organizasyon olmak için kurulmuştur. Ancak; “kitle partisi” olmak; “Ben bu partinin saflarında sermayeye, anti-demokratik uygulamalara karşı mücadele edeceğim” diyen her işçinin partiye üye olabilmesi; işçi-kitle partisinin disiplinsiz, şekilsiz bir yığın, “kafasına göre takılanların partisi” olduğu anlamına gelmez. Tam tersine bu parti; sınıfın, burjuva fikir ve görüşleriyle üstü örtülmüş olan çalışma ve mücadele ahlâkını, disiplinini açığa çıkarmak ve bunları partiye ve sınıfa mal etmekle yükümlüdür. Başka bir söyleyişle sınıfın partisi; işçi sınıfının tarihsel, düşünsel birikimi kadar sınıfın iktidar mücadelesinin gerektirdiği bir yaratıcılığı, sıkı disiplini de partinin her faaliyetine, en ücra köşedeki birimine kadar her zerresine yaymak durumundadır. Dahası, “eski partililer” partiye yeni giren işçiye, partili işçiler bütün sınıfa; mücadeleciliğin ve sınıfın iktidar mücadelesinin ihtiyaç duyacağı bir düzeyde disiplinli davranmanın, ilkesel görevler olduklarını öne çıkartmalıdırlar. Ve tabii parti, bu mücadelenin ana aracı olarak; sınırları belli olan ve birim faaliyetleri, partinin tümü ile amaç ve ilkelerde bütünleşmiş bir örgüt teşkil etmeli; sınıf partisi “bütün sınıf örgütlerinin toplamı” olarak bu örgütlerini -noksansız bir şekilde- uyumunun bir ifadesi olarak biçimlendirmelidir.
İktidar mücadelesi; elbette işçi sınıfının tek başına vereceği bir mücadele değildir. Çünkü bugünkü koşullarda, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesinin birincil görev olduğu bu aşamada; işçi sınıfı diğer emekçi sınıflarla, demokrasi ve bağımsızlık isteyen bütün toplumsal güçlerle birleşerek siyasal mücadeleyi yürütür. Bu yüzden de EMEP; aynı zamanda diğer emekçi sınıfların işçi sınıfıyla birleşmeye gönüllü ileri unsurlarını da bünyesinde toparlayarak kitlesel karakterini daha da artırabilir; artırmak zorundadır da.

KİTLE ÇALIŞMASINDA AMAÇ
Öyleyse sınıf partisinin kitleler içindeki çalışmasında başlıca amaç; burjuva düzen partilerinin, geleneksel bölünmelerin (milliyet, mezhep, hemşerilik, şu veya bu sendikacılık anlayışı vb.) etkisinde olan emekçilerin bu partilerin, gelenek göreneklerin etki alanlarından çıkarılarak kendi sınıf çıkarları, kendi partilerinin siyasi hattı etrafında birleştirilmeleridir. Sonuçta bu temel amaca hizmet etmeyen bir kitle çalışmasının hiçbir anlamının olmadığı da apaçıktır. Ancak pratik mücadele; yığınların, düzen partilerinin ve geleneksel bölünmelerin etkilerinden kurtarılarak kendi partilerinin politik çizgisine çekilmelerinin kolay bir şey olmadığını göstermektedir.
Nitekim son 10 yıldır emekçi yığınlar düzen partilerinden uzaklaşıyorlar. Bir zamanlar her biri yüzde 50, yüzde 30 oy alan partilerin içinde bugün en fazla oy alanı, yüzde 20’ler civarında seyretmektedir. 75 yıllık CHP, barajın altına düşmüş; DYP ve ANAP da barajın altına doğru ilerlemektedir. Oy verdiği partiyi savunan bir emekçiye artık hemen hiç rastlanmamaktadır. Dolayısıyla emekçi yığınlar; bir seçim olduğunda, belki şu ya da bu burjuva düzen partisine oy vermektedirler ama bu kerhen bir oy vermektir.
Ne var ki; bütün bu kerhenliğe, bütün bu uzaklaşmalara karşın; emekçi yığınlar kendi partilerine de henüz kitleler halinde yaklaşmamaktadırlar. Çünkü düzen partilerinden uzaklaşan, hatta onlardan nefret eden emekçi yığınlar hâlâ burjuva dünya görüşünün, burjuva düzen partilerinin siyasal alışkanlıklarının, kültürlerinin etkisi altında hareket etmektedirler. Bu yüzden, sınıf partisinin -yani EMEP’in- kendisini işçi sınıfının, emekçilerin partisi olarak ilân etmesi yeterli değildir. Tam tersine; kendisini bu biçimde ilân etmesinden daha da önemlisi; yığınların “yeniden saflaşması”, kendi partilerinin mücadele hatunda “saf tutması” için kitle içinde gerekli çalışmanın yapılmasıdır. Başka bir söyleyişle; uzun yıllar boyunca düzen partileri tarafından örgütlenip seferber edilmiş olan emekçilerin; bu örgütlerden koparılıp, yeniden kendi partileri etrafında örgütlenmelerinin sağlanması; yani sınıfın çeşitli kesimlerinin birleştirilmesi gerekir, işte partinin yığınlar içindeki çalışmasının esası, bu örgütlenmenin gerçekleştirilmesi olmalıdır. Ve açıktır ki, bu örgütlenmenin gerçekleştirilmesi, söylendiği kadar kolay değildir. Bu yüzden de; kitle içinde parti çalışması, kesintisiz ve sistemli bir ajitasyon, sürekli bir “yeniden” örgütlenmedir.
Sınıfın içindeki bölünmelere bakıldığında; bunların din, milliyet, hemşerilik, şu ya da bu sendika merkezini tutmak, kaynakçı ya da tornacı olmak gibi ayrı (veya aynı) meslekten olma, aynı mekânda çalışıp çalışmama gibi ilk bakışta “inanılmaz” gelen nedenlerden bile kaynaklanabildiği görülür. Bölünmüş kesimlerin birbirleriyle rekabet etmeleri; aralarında çelişkilerin yaratılması için patronlar ve patronların sınıf içindeki uzantıları gayret göstermektedirler. Tabii ki; değişik emekçi tabakaların bölünmüşlük anlamındaki mevcut durumları, işçi sınıfı içindeki bölünmelerden çok daha vahim boyutlarda olduğu gibi, kimi bölünmelerin sahici nedenleri de vardır.
Ancak bu bölünmelerin bir kısmı, oldukça eski tarihlere dayanan bölünmeler (din, mezhep, milliyet farklılıkları vb.) olduğu gibi; diğer bir kısmı daha basit, salt gündelik işleyiş tarafından yaratılıp kışkırtılan (ayrı meslekten olma, ayrı bölümlerde çalışma, ayrı firmalara ait işletmelerde çalışıyor olma, hatta aynı takımda top oynayıp oynamama gibi) ayrımlardır. Oysa sonuçta bütün bu ayrımlar bir fikre dayanmakta; işçinin o konuda edindiği, edindirildiği bir fikrin devamı olarak bu bölünmeler ortaya çıkmaktadır. Örneğin milliyet ayrımı; kendi milliyetinden olan işçinin öteki milliyetlerdekinden daha cesur, daha insancıl, daha soylu, daha becerikli, kısacası daha fazla erdemi üstünde toplamış olduğu fikrine dayanmaktadır. Ya da örneğin; kaynakçılar ile demirciler arasında eskiden beri süren bir rekabet olduğu varsayılıp; bu rekabeti sürdürmenin meslek sevgisiyle sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi ön yargılar bile (çoğu incelikli ayrımlar bu tür ön yargılara dayanır) birer “fikir”dir ve işçi bu fikrin devamı olarak sınıfın bir de böyle bölünmesini pek umursamaz.
Böylece; pek çok yanlış taşısa da, yalan yanlış olsa da, bu tür fikirler etrafında çevreler oluşur. Bu çevreler herhangi bir gelişme durumunda; kendi içlerinde ortak ama diğer benzer çevrelerden de bağımsız olarak hareket eder. Bu oluşmuş çevrelerin etkisi önemsizleşerek her çevreden, her din ve milliyetten, her siyasi görüşten işçilerin birleşmeleri; ancak sın i’ çıkarlarının bütün bu içsel bölünmelerin üstüne çıktığı durumlarda var olabilir. Örneğin, 24 Temmuz 1999’daki Ankara yürüyüşü böyle bir birleşmenin sonucudur. “Emeklilik yaşının yükseltilmesi” her çevreden; Kürt-Türk, Alevi-Sünni, sendika seçiminde şu ağayı ya da bu kişiyi destekleyeni, ayrı ayrı konfederasyonlara bağlı sendikaların üyesi işçileri; hatta işçilerle kamu emekçilerini ve diğer emekçi sınıflardan pek çok kişiyi birleştirmiştir. Ancak eylemin sonunda; eski “küçük çevrelere” yeniden dönülmüştür. Elbette 24 Temmuz eylemi öncesi ve sonrası gelişmeler bu “küçük bölünmeleri” hayli yıpratmıştır ama şu da bir gerçektir ki; bu “çevre örgütlerinin” dağılarak sınıfın kendi bilinciyle birleşmesi o kadar kolay değildir. Hatta diyebiliriz ki; bu türden ayrılıklar, sınıf hareketinin birleşme isteği güçlenip bu çevre örgütleri dağılmaya başladıkça; her devrini tamamlamış eski gelenek, eski fikir gibi daha çok direneceklerdir.
Konuya biraz daha yakından bakarsak şunları söyleyebiliriz:
1- Her şeyden önce; az çok ciddi her örgütlenme bir fikir etrafında oluşur. (Kuşkusuz, birleştirici ve örgütlenmeye bir temel sağlayacak fikirler; “masa başında” üretilmiş, yığınların nesnel çıkar ve ihtiyaçlarının ifadesi olmayan, hem de zaman olarak, yaşanılan anda, hareket noktası bakımından bu ihtiyaçları karşılamayan ve dolayısıyla yığınlar tarafından kavranılabilir olmayan, uydurulmuş fikirler olamaz.) Bu yüzden, yığınları örgütlemenin ilk koşulu; onları, içinde bulundukları durumlarını değiştirmeye zorlayan bir fikir tartışmasına çekmek; dolayısıyla yığınlar içinde bir fikir etrafında oluşacak bir örgütlenme imkânını var etmektir. Bunun için de; bir birimde, bir bölgede, ya da bütün bir ülkede, tartışmaya değer bir fikir öne sürmek; bu fikir etrafında işçinin, halkın saf tutmasını amaçlamak; bu saflaşmayı gerçekleştirinceye kadar da o fikir etrafındaki aydınlatma (ajitasyon ve propaganda) faaliyetini kesintisiz bir biçimde sürdürmek gerekir.
2- Kitle örgütlenmesi; bir “bölme” ve “yeniden birleştirme” faaliyetidir. Yukarıda da belirtilmeye çalışıldığı gibi; sınıf, kapitalizm tarafından, ülke çapında; sanayi ve tarım işçileri, hizmet ve sanayi işçileri gibi çeşitli biçimlerde bölünmüştür. Bu bölünme de yeterli olmamıştır ve örneğin bir fabrika; ustabaşı ve posta başının adamları; çeşitli siyasal partilerin temsilcilerinin etrafındaki kümelenmeler ve çeşitli mezhep ve milliyet ayrımları olarak bölünmüştür ve dolayısıyla o fabrikadaki işçiler; bu türden çevreler olarak “örgütlenme” içindedirler. Hatta şunu söyleyebiliriz; her bir işçi, işletmedeki bir çevre içinde, bu anlamıyla da bir “örgütlenme” içindedir; fakat bu örgütlenmenin ne ortak bir amacı, ne de işçilerin birliğini sağlayıcı bir özelliği vardır. Tam tersine bu çevreler ya kendiliğinden ya da gerici, emek düşmanı parti ve çevrelerin bilinçli faaliyetleri sonucu oluşmuşlardır. Belki sendikal örgütlenme; az çok bir sınıf örgütlenmesi olarak, bütün bu “çevresel” örgütleri aşan bir örgütlenmeyi getirebilirdi. Ne var ki; sendikal bürokrasinin bu gerici, sınıfı bölen çevrelerle işbirliği (ve hatta onlara dayanması) bu gerici örgütlenmelere “işlevsellik” kazandırır ve sendikal bürokrasinin sınıfı bir de sendikal olarak bölmesine (sendikal bürokrasinin çeşitli fraksiyonlarının birbirine ya da mücadeleci sendikacılara karşı; din, milliyet, hemşerilik, takım arkadaşlığı, aynı işletmeden olma, eski ahbabı olma vb. pek çok şeyi kullandığını, bu türden geri ilişkilerin canlı kalması için elinden geleni yaptığını biliyoruz) neden olur. Dolayısıyla; her ne kadar sendikaya girmiş olmakla işçinin örgütlülük düzeyinde bir ilerleme sağlansa da; işçi, “modern”, sınıfsal bir örgütlenme düzeyine yükselmiş sayılamaz. Sınıfın örgütlülük düzeyi sınıfın tarihsel rolüne uygun bir biçim alıncaya değin, başka bir söyleyişle; işçi sınıfının ana gövdesi kendi talepleri etrafında bir araya gelerek partisiyle birleştiği bir aşamaya ulaşıncaya kadar, bu ilkel, bir bölümü kapitalizm öncesi geleneklere dayanan sınıf içi ayrımlara karşı mücadele elbette sürecektir.
3- Emeğin Partisi; yığınları kendi talepleri etrafında örgütlemek için bu çevreleri bölmek (dağıtmak), bu çevrelerce bölünenleri de birleştirmek zorundadır. Dolayısıyla sınıf partisinin yığınlar içindeki faaliyetinin esası; yukarıda sözü edildiği biçimde aşırı bölünmüş; çok sayıda çevrelere ayrılmış sınıfın birleştirilmesidir. Ancak; bu görevin başarılması için, sözü edilen küçük “örgütsel çevrelerin” bölünmesi; bu çevrelerden koparılan işçilerin de sınıfın talepleri etrafında birleştirilmesi gerekmektedir. Söz konusu faaliyetin karakteri ve zorluğu; partinin bir sanatçı titizliği ile çalışmasını zorunlu kılar. Bu yüzden de; gerek partinin merkezi örgütü, gerekse yerel örgütleri ve en önemlisi de birimlerdeki temel örgütleri, “bölme ve birleştirme” faaliyetinde son derece bilinçli davranmak zorundadır. Dolayısıyla parti, “adım sanım duyulsun da nasıl duyulursa duyulsun” diye değil; sınıflar mücadelesinin o andaki ihtiyacına; yerel duyarlılıkların bulunduğu konuma, birimdeki çelişkilerin yerel ve genel faaliyetle ilişkisinin boyutlarına göre; değişik araçları kullanarak aydınlatma faaliyetini sürdürmek durumundadır.
Özelleştirmeye karşı yürütülen mücadeleyi göz önüne alarak, bu konu üzerinde biraz duralım:
Özelleştirme, Türkiye’de, aşağı yukarı 10 yıldır emekçilerin gündeminde olan bir konudur. Geçen 10 yıl içinde işçilerin, emekçi sınıfların ileri kesimleri, özelleştirmeyi, sadece işçilerin haklarını gasp etmeye yönelik bir girişim olarak değil; aynı zamanda ülkenin bağımsızlığını tehdit eden; ülkenin sanayi ve tarımını uluslararası tekellerin çıkarlarına göre yeniden biçimlendiren bir yöntem olarak görmektedir. Oysa işçi kitlesinin geneli; emekçi sınıfların geri kesimleri, özelleştirmeye daha çok kendi dar çıkarları noktasından bakmaktadır.
Bu durumda parti; bir yandan en geri kesimlerin de ileri kesimlerin düzeyinde sorunu kavramaları ve ona göre davranmaları için bir ajitasyon yürütürken; diğer yandan da sınıfın ana gövdesini ve özelleştirmeden şu veya bu nedenle zarar gören çevreleri sınıfa yaklaştırmak amacıyla özelleştirilecek kurumların bulunduğu bölgeler ve birimlerde daha güncel olan ama işin esasına da bağlanan ve en gerideki işçi kesimlerini de harekete geçirecek bir ajitasyonu öne çıkarır.
Söz konusu olan birimde; kaç işçinin işsiz kalacağı, sendikal örgütlenmenin dağılması işçilerin işyerinde köle düzeninde bir çalışmaya zorlanacağı açıklanır. Ve tabii bu süreçte işçiler, birçoğunun üyesi de oldukları düzen partileriyle karşı karşıya gelebilecektir, çünkü düzen partileri “özelleştirmeyi” savunmaktadırlar. Dolayısıyla özelleştirmeye karşı mücadele, düzen partileri etrafında kümelenmiş işçi çevreleri üstünde dağıtıcı bir etkide bulunduğu gibi; sınıfın, daha iyi çalışma koşulları, iş güvencesi, işe ve işletmeye sahip çıkılması biçimindeki talepler etrafında birleşmesine de imkân sağlar. Ama örneğin, sendikal bürokrasinin özelleştirmeye karşı bir tutumu, çeşitli hemşeri, mezhepçi ya da milliyetçi çevrelerin başka tutumları varsa; özelleştirmeye karşı mücadeleden bu çevreler doğrudan etkilenmez. Ancak; bütün işçilerin ortak hareket etme gerekliliği inancı yerleştikçe, sınıf içindeki bu türden bölünmeler de yıpranır.
Diyelim ki; özelleştirmeye karşı mücadele bir biçimde sona erdi ya da gündemden düştü ve bu sefer, sosyal güvenlik devreye girdi. Tüm işçilerin sosyal güvenlik hakları için bir kez daha birleşme imkânı ortaya çıkar. Parti; gerçekleri açıklayarak, tüm işçileri; aralarındaki her tür ayrıma son vererek, birleşmeleri için uyarmaya devam eder ve muhtemelen bu sefer aynı işyerinde özelleştirme söz konusu olduğundan daha geniş bir birlik oluşur. Burjuva düzen partileri etrafında oluşan çevreler bir kez daha dalgalanır. Çünkü işçiler bir kez daha kendi oy verdikleri partilerle yüz yüze gelmişlerdir. Diğer küçük çevre örgütlenmelerinin de sınıfın ana talepleri karşısında bir rolünün olmadığı hatta gerici bir rol oynadığı, en azından kimi işçilerce, görülür; bu çevrelerin etkinliği zayıflarken, sınıfın talepleri etrafında birleşenlerin sayısı artar. Ama diğer çevreler, hâlâ varlıklarını, itibar yitimine uğramış olmalarına karşın etkinliklerini sürdürmeye devam ederler.
Diyelim ki; önünde sonunda bu sosyal güvenlik sorunu da kapanmış olsun. Ancak bu sefer de “kıdem tazminatlarının kaldırılması” sorunu gündeme gelir. Bu en gerideki; “özelleştirme olsun, devlet işletmeleri arpalık”, “Ne olacak 40 yaşında emeklilik mi olur, çalış ölünceye kadar” diyen çevrelerden doğrudan etkilenen bir tek işçi bile “Kıdem tazminatı gereksizdir” demez. Dolayısıyla da öncekilerden daha geniş çevreler bir talep etrafında birleşir. Yani sınıfın talepleri öne çıktıkça, işçiler önce birleşmenin ihtiyacını anlar, sonra da birlikten gelen gücün tadına varmaya başlarlar. Partinin, ajitasyonunu öne çıkan talepler üzerinden yürütmesi, bunu kolaylaştırır. Ve tabii partinin, bütün bu gelişmeler içinde, hem güncel olayın niteliğini, hem, örneğin, sosyal güvenliğin de özelleştirmenin de aynı merkezden planlanan saldırılar olduğunu; IMF’nin, Dünya Bankası’nın amaçlarını; hükümetin kimin, hangi sınıfın hükümeti olduğunu; diğer partilerin kime hizmet ettiğini; eylemlerin içini boşaltan sendikal bürokrasinin oyunlarını; başka ülkelerdeki işçilerle o işyerindeki işçilerin çıkar ve gelecek birliği gibi doğrudan görünmeyen konuları gündeme getirip işçiler arasında tartışmaya açması gerekmektedir. Böylelikle; işçilerin, bu görüşler doğrultusunda yeniden yeniden saflaşmasının olanakları genişletilip; işyerindeki işçiler arasında çevre örgütlerinin itibarı zayıflatılırken; işçilerin sınıf talepleri etrafında birliği güçlendirilir, işçilerin bilincinin gündelik çıkardan bir sınıf bilincine -siyasal bir bilince- doğru yükselmesinin de imkânları son derece genişler. Çünkü daha önce üyesi olduğu, oy verdiği partiyle ve sendikal bürokrasiyle karşı karşıya gelen işçinin; aynı zamanda kendisini hemşeriliğe, milliyetçiliğe, ayrı mezhepten olmaya bağlayan bağlar zayıflar, kopar. Süreç içinde, işçi yığınlarının gözünde, uğruna mücadeleye değer, daha da önemlisi, mücadele imkânı sağlayan tek şey, sınıfın talepleri etrafında tüm işçilerin birleşmesi olarak şekillenir.
Bu çalışmanın bütün birimlere yayıldığı düşünüldüğünde; sınıfın birleşmesi için nasıl bir olanak yarattığı görülür. Dahası parti; özelleştirme ve sosyal güvenliğin diğer emekçi tabakalarla ilgisini açıklar. Bunların uluslararası sermayenin tüm halklara yöneltilmiş bir saldırısı olduğunu gösterir. Özelleştirmenin işçi örgütlerini dağıtmasını, ülke sanayisi ve tarımını hangi badirelere sürükleyeceğini; sosyal güvenliğin bir işçi sorunu olmaktan öte tüm halkın sorunu olduğu gerçeğini de öne sürerek; sermaye ve gericiliğe karşı işçilerle tüm halkın birleşmesi için gerekenleri yapar. Böylece; çeşitli nedenlerle daha küçük örgütsel çevreler oluşturacak biçimde birliği parçalanmış olan işçi sınıfı ve olabildiği kadarıyla da diğer emekçi sınıflar, kendi talepleri etrafında, ülke çapında ve tabii elverdiği ölçüde de uluslararası çapta birleşmenin imkânını kazanırlar.
Elbette ki; işyerlerinde yürütülen mücadelede; ajitasyonun konusu olan olguların her zaman tüm işçileri, tüm halkı etkileyen boyutta olmaları gerekmez. Tersine; olağan dönemlerde işyerine has çelişkiler üstünden de işyerindeki mücadele ve işçilerin birliği için çalışılır. O işyerinde bir “işçi çıkarma”, bir “iş kazası”, bir “ücret mücadelesi” ya da “vardiyaya kalıp kalmama” gibi “basit günlük sorunlar” da işçileri birleştirmenin, orada bu olgular etrafında bir tartışma açarak, işçiyi, örneğin, o an için iş güvencesi, iş güvenliği, ücret, çalışma saatlerinin uzatılmasının anlamı gibi konularda birleştirerek, geleceğe dair adımlar atmak için fırsatlar değerlendirilir. Bu nedenledir ki; birimler; kendi işyerlerinin özelliklerini, kendine has çelişmeleri çok iyi bilmek ve değerlendirmek; işçide huzursuzluğa yol açan her olayı yeniden yeniden işçiler arasında tartışmaya açarak onların tavır almasının ön adımlarını atmak; patronla, düzen partileriyle, başka türden gerici ilişkilerle karşı karşıya gelenleri için özel bir çaba sarf etmek zorundadır. Aksi halde; “birim çalışması” denilen çalışmanın bir anlamı kalmaz.

SİSTEMLİ BİR AJİTASYON FAALİYETİNİN ÖNEMİ
Yazının başından beri söylenenlerden anlaşılacağı gibi; sınıf partisinin aslî işi, işçiyi eski düşüncelerinden koparıp dünyaya başka bir gözle; kendi sınıfının gözüyle bakmasını, bu dünya görüşünün gereği olarak birleşip mücadele etmesini sağlamaktır.
Bu ise, kâğıt üstünde yazıldığı kadar basit değildir. Çünkü etki tek yönden değil, sayısız yönden gelecektir. Yani; işçiyi etkileyen sadece sınıfın partisinin1’görüşleri’ değildir. Tersine; burjuva düzen partileri, sendikal bürokrasi; sınıftan yana olduğunu iddia eden ama sınıf-dışı bir dünya görüşünün temsilcisi olan siyasi çevreler, burjuva medyası, gazeteler, televizyonlar, devlet ve hükümet erkânının yaptığı konuşmalar, açıklamalar; dini çevrelerin baskıları, milliyetçi hareketlerin tutumları gibi sayısız etken işçiyi sadece cismen değil fikir olarak da ha-bire çekiştirecektir.
Bütün bu baskıların, sağa sola çekmenin üstesinden gelmek için, sınıf partisi, kendi imkânlarını kullanmak; sınıfla olan bağını, sınıfın içinde olma imkânını değerlendirmek zorundadır. Diğer bütün alanlar sınıf partisi için yenilginin alanlarıdır. Eğer doğru davranırsa; bu alan sınıf partisinin yenilmez olduğu alandır. Bu yüzden, doğru bir ajitasyon faaliyeti; sınıf partisinin sınıfı birleştirmesi ve partinin çizgisine çekebilmesi için hayati öneme sahiptir.
Doğru bir ajitasyon faaliyeti ise; doğru bilgiler içeren, sistemli ve sürekli, aynı zamanda da doğru sonuçlara götürülmüş bir ajitasyon faaliyetidir. Ancak; söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için; burada doğru bir ajitasyon faaliyetinin özellikleri üstünde kısaca da olsa durmak gerekir:
Ajitasyon doğru bilgi üstüne oturmalıdır: Sermaye ve gericilik, bir “bilgi çağı” edebiyatıyla emekçileri “bilgi bombardımanına” tutmaktadır. Ancak bu bombardıman; doğru bilginin, insanlara yaşamlarında yol gösterecek bilginin, sistemsiz bir bilgi yığının altında kalmasına yol açmaktadır. Bu yığının içinde doğruyu yanlışı ayırma bile, ayrı bir faaliyetin konusu olmak zorundadır. Bu yüzden, sınıf partisinin işyerlerinde yürüttüğü ajitasyon, dolaysız bir doğru bilgi birikiminin üstünden yükselmek; emekçilerde kaygı ve kuşku uyandırmayacak bir açıklıkla sunulmak durumundadır. Bunu başarmanın en önemli unsurlarından birisi ise;
ajitasyonu destekleyen bir propaganda faaliyetidir. Örneğin sosyal güvenlik gibi “genel” bir konuda bir ajitasyon yürütüyorsak, sadece sosyal güvenlik kurumlarının işçiler için önemine ve hükümetin sorunu çarpıtan girişimlerine işaret etmek yetmez; aynı zamanda bu kurumların, kuruluşlarından bugüne değin geçirdikleri evrimi; bugünkü önemlerini; uluslararası sermayenin sosyal güvenliği yok etme programıyla ilişkisini; kapitalizmin çözümsüzlüğünün bir sonucu olarak bu kurumları tasfiye ettiği gerçeğini de ayrıntılı bir biçimde ortaya koymak, en azından sınıfın ileri kesimlerini bu bilgilerle donatmak bir gerekliliktir. Ya da birimdeki bir işten atma olayında bile; patronun işten atmadaki kötü niyetini aşarak, bir kapitalizm ve işsizlik ilişkisi tartışmasının açılması; buradan yola çıkarak, işçinin kapitalist toplumdaki yerinin ve bir makineye indirgenmiş işlevinin açıklanması bir zorunluluktur.
Demek ki; doğru bir ajitasyonun ilk koşulu, ajitasyonu yürütenlerin; ajitasyonun konusu olan olayı mümkün olan bütün yönleriyle bilmeleri; konuya ilişkin olarak kötü niyetli çevrelerden gelebilecek “çetrefilli sorular” ve “provokatif çarpıtmaları” açıklığa kavuşturacak kadar konuya vakıf olmalarıdır. Yani; her ciddi ajitasyon; elden geldiğince iyi bir propagandayla desteklenmelidir.
Elbette ki; burada mükemmeliyetçi olmamak gerekir. Öyle durumlar olur ki, parti örgütü ve partinin merkezi araçları devreye girmeden de ortaya çıkan ve etraftaki insanların ilgisini çeken bir “skandal” gündeme gelir. (İşten atmalar, iş kazaları, doğal afetler gibi politikanın ve ekonomi politikasının doğrudan konusu olmayan ve birinden diğerine değişkenlik arz eden konularda parti “hazırlıksız” yakalanabilir). Böyle durumlarda, her partili ve parti örgütü, duraksamaksızın partinin genel çizgisi ve birimin özelliklerinden yola çıkarak bir ajitasyon yürütür. Bu durumda; propaganda, ajitasyonun biraz daha arkasından gelebilir. Ancak; sosyal güvenlik, sendikal hareketin sorunları, demokrasi mücadelesinin çeşitli konuları gibi olgular, parti örgütünün, mümkün olduğunca hazırlıklı girdiği ve parti örgütü ve sınıfın ileri kesimlerince sorunun değişik yönlerinin özelliklerinin işçilere kavratıldığı ve bu çalışmaların birleştikleri bir süreç olmak zorundadır.
Ajitasyon sistemli ve sürekli olmalıdır: Sermaye; okuldan camiye, gelenek görenekten devasa medya gücüne; kültür ve sanattan gündelik yaşamın en küçük ayrıntısına kadar, emekçileri, burjuva dünya görüşünün lehinde ön yargılarla donatmaktadır. Bu da yetmemekte; yarının olanakları tükendiğinde, kendi gerçeğini kabul ettiremediğinde; bilinemezciliği, gerçeküstücülüğü, post-modernizmi devreye sokarak, “kafa karışıklığını” tercih etmektedir.
Besbelli ki egemen sınıfların amacı; emekçilere, kendi düzenlerinin “mümkün olan en iyi düzen olduğu”nu kabul ettirmek, böylece işçi sınıfı ve emekçileri daha iyi bir dünya kurma mücadelesinden alıkoymaktır.
Sınıf partisinin amacı ise tam tersidir. İşçilerin dünyada olup biteni, gerçekte olduğu gibi kavramalarını; kapitalist sistemin sömürücü, emekçi düşmanı, çağdışı ve insanlığa karşı bir düzen olduğunu görmelerini ve dahası, daha iyi bir dünya için savaşacak dayanaklar bulmalarını sağlamaktır.
Bu nedenle sınıf partisinin; burjuvazinin yalanlar üstüne kurulu propagandasını boşa çıkarması gerekir. Ancak burjuva propaganda aygıtının devasa gücü, yalnızca sistemli ve sürekli bir ajitasyonla yenilgiye uğratılabilir. Bu yüzdendir ki; sınıf partisinin ajitasyonu, rast gele yürütülemez, bir birimdeki kişilerin keyiflerine ve bilinçlerine bırakılamaz. Tersine; ajitasyon, partinin en ileri bilincinin ifadesi olacak bir biçimde ve aynı zamanda, sistemli ve kesintisiz sürdürüldüğü ölçüde, burjuva cephede gedikler açabilir.
Sermayenin yoğun propagandası karşısında, sınıf partisinin ajitasyonu, aynı zamanda, sürekli olmak zorundadır. Bugün ajitasyonun konusu olan olay ve olgu eskiyip gündemin gerilerine düştüğünde ajitasyonun kalkındığı konu değişebilir, ama faaliyet kesintisiz olarak sürmek durumundadır. Bu yüzden, gündemin yukarılarına tırmanan her yeni olay üstünden ajitasyon sürdürmek; sistemin ekonomik ve siyasal teşhirine devam etmek zorunludur. Örneğin, yaz boyunca sosyal güvenlik gündemin başındaydı ve dolayısıyla partinin bütün ülkedeki birimleri sosyal güvenlik merkezli bir ajitasyon yürüttü. Ama sonra, deprem ile birlikte ajitasyonun kalkış noktası değişti; Kuzey Marmara depremi gündemin başına oturdu. Sosyal güvenlik konusunda işçilere, emekçilere karşı “büyük bir karalılıkla direnen hükümet”, deprem bölgesine iki günde gidemedi. Kızılay neredeyse devre dışı kaldı; emekçilerin yardımına devlet değil emekçilerin kendileri koştu. Böylece ajitasyonumuz; başka bir konudan hız almak zorunda kaldı. Bu durum farklı biçimlerde de ortaya çıkabilir. Birimdeki bir işten çıkarma başka bir gelişmeyle (işçi çıkarmadan daha etkileyici bir olayın meydana gelmesiyle ya da işten çıkarılanların geri alınmasıyla veya işten çıkarılanların geri alınması umudunun ortadan kalkmasıyla gündem değişebilir. Bu durumda yeni gelişme, ajitasyonumuzun kalkış noktası olur ama önceki gelişmelerle de elbette bağlantısı vardır ve dolayısıyla önceki duruma atıf yapılır) gündemden düştüğünde; yeni gelişmenin üstünden ajitasyon sürer. Ve genellikle de yeni gelişme, eski ajitasyonumuzun ana konusuyla dolaylı ya da dolaysız bir bağlantı içindedir. Dolayısıyla ajitasyon, sadece zaman bakımından değil, kalkındığı konu bakımından da (çok özel durumlar dışında) bir süreklilik arz eder. Aksi halde; yani kendi içinde bir süreklilik arz etmeyen bir ajitasyon anlamlı olamaz; çoğu zaman da boşa yapılmış bir faaliyet olmanın ötesine geçemez.
Ajitasyon, aynı zamanda, sistemli bir faaliyet olmak zorundadır. Devasa burjuva propaganda makinesi karşısında sistemlilik son derece büyük bir önem taşımaktadır. Bu yüzden, bir birimdeki ajitasyonun (yine çok özel durumlar dışında), ülke çapında partinin yürüttüğü ajitasyonla en azından içsel bir bağlantı taşıyarak, bir sisteme tabi olması gerektiği gibi; aynı zamanda ülkedeki, iş yerindeki hareketin temposuyla da uyumlu olması gerekmektedir. Örneğin, hareketin düzeyi çok aşağılarda ise; ajitasyon ister istemez, en gerideki işçinin etkilenmesi de hesap edilerek, geniş bir bilgilendirmeyi içeren (işçilerin en geri kesimlerinin bile; “hakikaten öyle” diyeceği kadar açık kanıtlar, sözüne herkesin güvenebileceği uzmanlar; “bu profesör de böyle diyorsa hakikaten durum öyledir” denecek kadar sorunları genişten almak vb.) ve nispeten temposu düşük bir ajitasyon sürdürülürken; mücadelenin kitlesel eylemlerle ilerlediği bir aşamada, kısa açıklamalardan sonra yapılan çağrılarla (bir sendikacının, işyeri temsilcisinin açıklama yapmasının yeteceği durumlar ya da doğrudan parti biriminin çağrısıyla bile harekete geçmenin mümkün olduğu durumlarda, ajitasyon çok daha kısa açıklamalar, hatta kısa ve yargı bildiren bir üslûpla yürütülebilir); yüksek sesli bir üslûpla yürütülür. Yani ajitasyon hem genelle bağlantısı bakımından hem de üslûpla kullanılan araçlar bakımından hareketin ihtiyaçları ve özellikleriyle ilgili bir sisteme bağlı olmak durumundadır.
Ajitasyon sıcağı sıcağına yapılan bir faaliyettir: Ajitasyonu propagandadan ayıran en önemli özelliklerden birisi de, ajitasyonun sıcağı sıcağına yapılmasıdır. Bu durumu, çok bilinen; “Hırsızı suçüstü yakalamaktan daha etkili bir şey yoktur” deyimiyle de açıklayabiliriz. Dolayısıyla anında yapılmayan bir ajitasyonun etkili olamayacağını ve hatta ajitasyon bile olamayacağını söyleyebiliriz. Örneğin; bir iş kazası, bir işten çıkarma; patronun, çalışma koşullarının “suçüstü” durumudur. Oysa, aradan zaman geçip insanların duyguları “soğuduktan” sonra, konu üstüne ajitasyon yürütmenin çok da anlamlı bir yanı kalmaz. Olsa olsa olup biten üstüne ayrıntılı bir değerlendirme yapılarak; kapitalizmle işsizlik arasındaki bağlantıyı açıklayan bir tartışma ya da iş emniyeti, kapitalizm ve sosyalizm bağlantılı bir propaganda konuşması gerçekleştirilebilir.
Bu, EMEP’in bu süreçteki faaliyetleri için de böyledir. Örneğin; “mezarda emeklilik” olarak bilinen soruna ve “sahte” sosyal güvenlik reformuna karşı mücadeleler sırasında; her gelişmenin anında yayılarak, sınıfın ilgi ve bilgi düzeyinin artırılması iyi bir ajitasyonun gereği idi. Günlük işçi basınının ulaştığı ve az çok EMEP örgütlerinin bulunduğu işyerleri ve bölgelerde bu yapıldı. Yine çıkarılan afişlerle, bu konu duyurulmaya ve gelişmelerden herkes haberdar edilmeye çalışıldı. Bu; hem değişik ajitasyon araçlarını kullanma bakımından (sözlü açıklamalar, bildiriler, broşürler, parti bültenleri, teorik yayın organı, günlük gazete ve afiş) Türkiye’de pek yapılmamış, hem de gerçekleştirildiğinde etkisini yakından gördüğümüz bir faaliyet oldu. Bu faaliyetin doğru bir biçimde yönlendirilmediği yerlerde ise, çalışmanın ve partinin etkisinin ne ölçüde geri düştüğü yine pratikte görüldü.
Sonuç olarak; olaylar ve olgular gelip geçicidir ama ajitasyonda önemli olan, bu gelip geçicilik içindeki kalıcı yönü, işçinin, emekçinin hafızasına kazımaktır. Bu yüzden de, bu hafızaya kazıma işi; olay ve olguların yeni ortaya çıktıkları ve herkesin ilgisinin onların üstünde olduğu bir zamanda yapılırsa anlamlı olur. Aksi halde; yani biz olaylar olup bitip, herkes başka bir konuyla ilgilenirken o geçmiş olaylar üstüne değerlendirmeler, yorumlar yapmaya kalkışırsak; bu bir ajitasyon olmaz.

DOĞRU BİR AJİTASYON İÇİN EN ÖNEMLİ ARAÇ: GÜNLÜK GAZETE
“Ajitasyon”dan söz ederken başına hep; “doğru”, “sistemli ve sürekli”, “sıcağı sıcağına” gibi kimi sözcükler eklemek ihtiyacı duyuldu. (Aslında ajitasyon deyince bu özellikleri zaten taşımalıydı; ama burada özel bir vurgu yapma ihtiyacından dolayı bu sözcükler kullanıldı.) Bunun nedeni ise; bu özellikleri taşımayan bir ajitasyonun hiç yapılmamış gibi olacağı gerçeğiydi.
Gündelik hayatın başka türden kaygıları, iletişim araçlarının gelişmişlik düzeyi; sermaye ve hükümetlerin gündeme müdahale imkânları ve bu alandaki başarıları göz önüne alındığında; sınıf partisinin doğru tarzda bir ajitasyon gerçekleştirmesi için en önemli aracının, her gün çıkan ve aynı gün en ücra yerdeki ileri işçilerin, partililerin ellerinde olabilen bir gazete olduğu ortadadır. Günlük işçi basınının, etkili bir ajitasyon için hayatî ve vazgeçilemez olduğu apaçık bir gerçektir. Çünkü bu gazete;
— Dünyada olup bitenleri, işçi sınıfının dünya görüşü ışığında yorumlayarak, emekçilere, yığınlar içinde çalışan partililere aktarır. Bu unsurlara; burjuvazinin yarattığı gündeme müdahale imkânı ve elbette ajitasyon için çok sayıda materyal de sunar.
— Bu gazete; olup bitenleri partinin politikaları açısından değerlendirir, partinin çağrılarını duyurur ve bunları pek çok bakımdan yorumlayarak kitlelere ve partililere iletir. Böylelikle; partililerin kendi il, ilçe ve birimlerinde yapacakları ajitasyonla ülke çapında yürütülen ajitasyon arasındaki içsel bağı kurmalarını, bütün ülkedeki ajitasyonun bir parçası olmalarını ve dolayısıyla bu ajitasyonun ülke çapında aynı hedefe “vurması” imkânını sağlamaktadır.
— Günlük emekçi gazetesi her gün çıkarak ve zaten partinin merkezi ajitasyon aracı olarak, son derece önemli bir role sahiptir. Bunun yanı sıra; bütün birimlerdeki ajitasyonun sürekli (günlük olarak yenilenen anlamında) olması ve birimlerdeki ajitasyonun merkezi ajitasyonla uyumlarının bir aracı olması bakımından sistemliliğinin sağlanması için de, gazetenin yaşamsal bir yeri vardır. Hatta günlük periyodu ve hiçbir engel tanımadan çıkmasıyla, partinin ajitasyon çalışmasının; sınıfın, mücadelenin ihtiyacına göre de disipline olmasını sağlayan, sağlayacak olan bir araçtır günlük gazete. Dahası günlük gazete; dünyada ve ülkedeki olup bitenleri en geç bir gün sonra vermek gibi bir üstünlüğe sahip (iletişimin bu ölçüde geliştiği bir dönemde bile; bir günlük periyot, özellikle partinin çalışması ve yürüteceği ajitasyon bakımından “sıcağı sıcağına ilkesini” bozucu değildir) olma bakımından da “sıcağı sıcağına” özelliğini korumaktadır.
— Günlük gazete; dünya ve Türkiye’deki olup bitenleri emekçilere aktarmakla kalmayıp, burjuva medyasının hiçbir zaman gündemine girmeyen, emek dünyasındaki olup bitenleri de haber vermektedir. Ayrıca; emekçilerin gündelik yaşamlarını da haberleştirerek bütün dünyaya aktarmakta; böylece, ülkedeki işçi ve emekçilere (tabii diğer ülkelerdeki emekçilere de), birbirlerinin hangi koşullarda yaşadıklarını, hangi problemlerle uğraştıklarını; burjuva dünyasındaki dışlanmışlığın aynılık ve farklılıklarını da, günlük işçi basınından izleme olanağını sunmaktadır. Bugün günlük işçi basınında çıkan haberlerin yüzde 80’ninin burjuva basınında ve TV kanallarında hiçbir zaman “haber olamayan haberler” olduğu (geri kalan yüzde 20 de; konu olarak burjuva basınında çıkan haberler olmakla birlikte ele alınış tarzları ve bu haberlerin altlarında yatan gerçeklerin ifade edilişleri bakımından burjuva basınındaki haberlerden esasta tümüyle farklıdır) gerçeği de, günlük işçi basınının işlevinin değerini göstermek açısından önemlidir. Tabii bu tarz bir haberciliğe; sadece haber vermek değil; yorumlar, mücadele deneylerinin aktarılması gibi son derece önemli görevler eklenmelidir. Ve ancak bilgilendirme bu ölçüde genişletildiğinde, ajitasyonun etkileyici olabileceği gerçeği unutulmamalıdır.
— Günlük basının kendisinin; partinin merkezi ajitasyon aracı olarak oynadığı rol ve yerel ajitasyonda günlük basının hem zenginleştirici hem de yol gösterici rolü göz önüne alındığında; günlük işçi basını olmadan; bu basının imkanları kullanılmadan sistemli, sürekli, sıcağı sıcağına bir ajitasyon yapılamayacağı açıkça görülmektedir. Bu yüzden, sınıf partisinin bütün birimlerinin ve yerel örgütlerinin yakındığı sayısız sorunun kaynağında, kendilerine büyük imkânlar sunan ve ellerinde olan yerel işçi basınını gereği gibi kullanmamak vardır dersek bir abartı yapmış sayılmayız.

GERÇEK BİR AJİTASYON İÇİN VAZGEÇİLMEZ BİR PARTİ ÖRGÜTÜ: BİRİM
Sermaye ve gericiliğin okuldan camiye, üniversiteden medyaya elindeki devasa olanaklarla emekçilere kendi dünya görüşünü dayattığını belirtmiştik. Bu devasa saldırılar karşısında emekçilerin güçlü olduğu başlıca iki alan vardır. Bunlardan birincisi; emekçilerin gerçeği savunuyor olmalarıdır. Bu, onları, yalanların saldırılarına karşı koruyan; emekçileri, kendi çıkarları etrafında mücadeleye çekerek, gerçeği, kendi yaşamlarıyla da öğrenmelerini sağlayan bir olgudur. Gerçeğin ifadesi; başta günlük işçi basını olmak üzere partinin yayın organları ya da aydın çevrelerinin çeşitli olanaklarıyla haykırılabilir. Ama bu yayınların yığınlara ulaştırılması; işçinin, emekçinin günlük yaşamı içinde karşı karşıya geldiği gerçeğin onlara kavratılması ve o gerçekle bütün dünyada olup biten arasındaki ilişkinin günbegün yeniden işlenmesi faaliyeti, partinin yığınlar içinde kök salmış olan temel örgütlerinin, birim örgütlerinin işidir. Bu yüzden, günlük işçi basınındaki genel ajitasyon ile birimdeki gündelik ajitasyon arasındaki içsel bağın kurulması; emekçilerin gündelik sorunları etrafında kapitalizmin işçiye ve emekçiye dayattığı kölelik sisteminin sorgulanması; işçilerin bizzat kendi pratikleri içinde gerçeği öğrenebilmeleri için talepleri etrafında birleşerek mücadeleye atılmaları işi, doğrudan doğruya, sınıf partisinin üretim ve hizmet alanlarında kurulmuş olan birimlerinin aslî işidir.
Kısacası, kitle çalışmasından, kitleler içinde canlı ve sıcağı sıcağına bir ajitasyon yürütmekten söz ediyorsak; burada, aslında, partiyle yığınların yüz yüze geldiği, iç içe geçtiği bir faaliyetten -birim örgütlerinin faaliyetinden söz ediyoruz demektir.
Örneğin “sahte” sosyal güvenlik reformuna karşı bütün yaz boyu süren mücadelede partimiz; başka bakımdan üstüne düşenleri yerine getirip, elindeki tüm imkânları kullanarak, hareketin nicelik ve nitelik olarak gelişmesi için çaba göstermiş; bir bakıma da olup biten pek çok önemli mücadelede belirleyici bir rol oynamıştır. Ancak iş; sendikal bürokrasinin hareketi geriye çeken ve tasfiye eden girişimlerini önleyip aşarak, sermaye saldırısını püskürtmek için, işyerlerinden, üretim birimlerinden çıkış yapılması noktasına geldiğinde, bütün çabalar akamete uğramıştır. Çünkü hareketin kaderini belirleyecek önemdeki birimlerde, ya herhangi bir birim faaliyetinin olmadığı ya da var olan “birim” örgütlerinin kitleyle bütünleşerek hareketin ilerlemesi için yığınları seferber edecek bir pozisyonda olmadığı apaçık ortaya çıkmıştır. Sınıf hareketinin son yıllık gelişmesi açıkça göstermiştir ki; işyerlerinde temel parti örgütlerinin varlığı; sadece partinin bu alanlarda sıcağı sıcağına sistemli bir ajitasyon yürütebilmesi için değil; aynı zamanda sınıf hareketinin istikrarı ve ileri atılımı için, önüne dikilen sendikal bürokrasi ve hükümet tarafından hareketi tasfiye etmeye yönelik girişimlerin aşılıp püskürtülmesi için de, son derece hayatî bir öneme sahiptir. Gerek partimizin kuruluşundan beri yaşananlar, gerekse geçtiğimiz yaz olup bitenler; EMEP’in “birim örgütü” ısrarında haklı olduğunu gösterdiği gibi, bunu ısrarla örgütlemede -ne yazık ki- başarılı olmadığını da göstermiştir.
Demek ki, sınıf partisinin en önemli; hatta bütün diğer faaliyetlerinin bağlı bulunduğu ana görevi, kitle çalışmasının ve yığınları kendi talepleri etrafında birleştirme görevinin başarılmasının ana koşulu; yığınlar içinde yürüteceği aydınlatma faaliyetidir. Bu faaliyetin aslî aracı günlük işçi basını ise, bu faaliyetin lâyıkıyla hayata geçmesinin ön koşulu da birim örgütlerinin; başlıca üretim ve hizmet birimlerinden başlayarak yığınların olduğu her yerde kurulmalarının, sınıf partisinin önüne acil ve ertelenemez ana görev olarak konması ve mutlaka gerçekleştirilmesidir.

Kasım 1999

Deprem merceğinde devlet

Gezegenimizde yalnızca sosyal sarsıntılara yönelik enerji birikimleri ve sonucunda sosyal patlamalar gerçekleşmiyor; doğal sarsıntılara yönelik enerji birikimleri ve belirli dönemlerde niceliğin niteliğe dönüşmesiyle depremler de oluyor.
On binlerce yurttaşımızın ölümüne yol açan 17 Ağustos depremini önceleyen sosyal sarsıntı unsurları küçümsenmeyecek önemdeydi. “Emeklilik yaşının yükseltilmesi” olarak sunulan, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine yönelik emperyalist dayatma, Cumhuriyet tarihinin en ciddi sosyal sarsıntılarından birini mayalandırdı. Peşi sıra, emperyalist globalleşmeciliğin önünü sınırsız açmak üzere “uluslararası tahkim”in dayatılması, bu mayalanmayı hızlandırdı ve kapsamını yaydı. Uzunca bir süredir durgun ve hareketsiz görünen, işçi ve emekçi hareketi, sömürülen yığınların en azından milyonluk kitlesini içine çekip eylemcileştirerek, daha geniş bir kitlenin ise, sempati ve desteğini elde ederek tam bir meşruluk sağladı. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin en yüksek tekel kârını sağlama bağlamak üzere, işçi ve emekçileri nefes alamaz duruma sokmayı amaçlayan dayatmaları, sonuçta, sosyal sarsıntının ciddi bir birikimine davetiye çıkarmış oldu. Kapitalizm yararına işçi ve emekçilerin bölünmesi, en tam meşruluğu içinde parçalanarak, bir yanda emek diğer yanda tekelci sermaye kalacak biçimde yeniden bölündü. Toplumun gerçek çıkarlara göre bu bölünüşü, örgütsel alanda Emek Platformu’nu yaratarak ortaya çıktı. İşçi konfederasyonlarının, işveren örgütleri İle Dirlikte. 28 Şubat konsepti uyarınca, “şeriat tehlikesine karsı” mevziiye sokularak emperyalizm ve tekelci sermayeye yedeklendiği, tekelci yağmanın şiddetlendirilmesine yönelik toplumsal bölünme; sosyal güvenlik sistemini tasfiyeye yönelik saldırganlık koşullarında, sarsıntısının derinliğinin işareti olarak, tonlumun gerçek bölünmesine dönüştü.
Türkiye, IMF dayatması yasalar üzerinden gerçekleşen bir kapışma sürecindeyken, bu sürecin sonuna doğru ciddi bir deprem felaketine uğradı.

DEVLETİN DEPREM KARŞISINDAKİ ACZİ GENEL KABUL GÖRDÜ
Marmara bölgesini vuran 7,4 şiddetindeki deprem büyük hasara yol açtı. Gölcük, Değirmendere, Adapazarı-Merkez,  Yalova’nın belli bölümleri neredeyse tamamen yerle bir oldu. İzmit, Düzce, İstanbul-Avcılar depremden önemli ölçüde etkilendi. Ölü sayısı, resmen açıklanan 16 bin rakamının çok üstünde, enkaz kaldırmada çalışan uzmanlara göre tahminen en az 60–70 bin civarında gerçekleşti. 100 binlik bir can kaybı büyüklüğü ise, reddedilebilir durumda değil.
Yalnızca can kaybının belirlenememesi bile, devletin deprem karşısındaki aczinin göstergesi olarak ortaya çıktı. Enkazların altlarındaki cesetlerle birlikte kaldırılıp beton, demir ve ölü insan bedeni yığınlarıyla denişin doldurulması, büyük tepkilere neden oldu. Kurtarma çalışmalarında tamamen aciz kalan devlet, sonunda, yıkıntıların altından gelen seslerin kesildiği konusunda fikir birliği oluştuğu yerlerde enkazı bu biçimde kaldırmaya girişti; ama doğal ki, bu durumda can kaybı da belirlenemedi.
Depremin ardından gelen ilk üç gün devletin adı var ama kendisi yoktu. Hükümet ne yapacağını bilmez halde bir iki toplantı yapmakla yetindi, bölgeyle bağlantı bile kuramadı. Askeri birlikler, ordu, Gölcük dışında harekete geçmedi. On binleri içinde toplayan polis birlikleri, parmaklarını kımıldatmadılar; kışlalarında beklemekle yetindiler.
Sonradan özellikle 2. Cumhuriyetçiler ve “global solcular” tarafından “sivil toplum”, “sivil toplum örgütleri” ve “sivil toplumculuk”a övgü düzmenin aracı kılınmaya çalışılan, sonunda, askerlerin kanatları altına alınarak, gönderildiği yurtiçi ve yurtdışı “görevler”de “kılıç kalkan ekibine” dönüşmeye zorlanan AKUT, depremin hemen ertesi günü harekete geçen tek kuruluş oldu. Örgütsel büyüklüğüne göre çok iş yapan ve hakkı tealim edilmesi gereken bu örgüt, kapitalist toplumda bu tür her kuruluş ve kişinin başına getirildiği şekilde, abartma ve aşırı övgünün öznesi kılınarak, toplumsal yüceltmenin konusu edildi.
Gerçi, kırdığı ceviz binleri aşan Sağlık Bakanı ve hükümet, aczini bir kez daha tanıtlamak üzere, “tek kurtarıcı” olarak lanse edilmeye başlanan AKUT’la ve hızla kendi kendisinin yardımına koşan halkla bir “yarış”a girmeye yöneldi. Hükümet dışı tüm kuruluşların yetkisizliği açıklandı; kurtarma ve yardımların ancak “Sivil Savunma”, “Afet Fonu” ve “Kızılay” gibi resmi kurumlar tarafından yürütülebileceğine vurgu yapıldı.
Devlete Güvensizlik ve Halk İnisiyatifi
İkinci günün gecesinden itibaren, devletin ve yürütmenin aczini bir kez daha ortaya koymak üzere, EMEP başta olmak üzere düzene muhalif örgütler, dinci-şeriatçı örgütler gibi düzenle kayıkçı dövüşü yapanlar ve çeşitli biçimlerde örgütlü ya da yalnızca yardım için alelacele ve son derece gevşek örgütlenmiş halk, depremzedelerin yardımına koştu. Bunlar arasında, büyük bir özveriyle çalışan ve AKUT’la kıyaslanmayacak kadar çok iş yapan, ama isimleri hemen hiçbir yerde geçmeyen, Zonguldak maden işçilerinin özellikle sözü edilmelidir.
On, on beş gün büyük bir heyecanla yardım toplayıp bölgeye taşıyarak dayanışma yeteneğini kanıtlayan halkın ortaya koyduğu inisiyatif, devleti misliyle geride bıraktı. İşyerlerinde, mahallelerde yerden bitme gibi dört bir yandan fışkıran halk inisiyatifi, özellikle yardım malzemeleri toplama ve yerine ulaştırmada reddedilemeyecek bir işlev gördü ve devletin kendi kaderine terk edilmiş halde bıraktığı depremzedelere maddi ve moral destek sağladı.
Özellikle İngiltere’de bazı kendini bilmez fraksiyonların, “devletin aczini örtmek”le suçladığı düzen karşıtı örgütün, sınıf partisinin depreme müdahalesi; depremzedeler başta olmak üzere, tamamen halka ve inisiyatifini geliştirmeye yönelikti ve ulaştığı her yerde, bu inisiyatif ile birleşti, onu geliştirdi ve sistemli hale getirdi.
Halk inisiyatifi, bütünüyle devlete olan güvensizlikten hareketle ortaya çıkmıştı; devletin inisiyatifiyle tamamen çelişme ve çoğu zaman çatışma halindeydi, önü açılmak yerine engelleniyordu. Ve en önemlisi, devletten en küçük bir yardım görmemiş ve ona karşı en küçük bir güven duymayan, devleti aşağılayıcı duygularını, yalnızca karşısına çıkan her fırsatta, örneğin herhangi birisine bir TV kamerası ve mikrofonu yöneltildiğinde değil ama devlet tarafından kendi başına bırakıldığı bütün gündelik hayatında dışa vuran depremzedeler; bir parçası oldukları halkın ve onun örgütlü kesimlerinin bu yardımlarını, devletin vurdumduymazlığıyla, kendilerine yardım ulaştıranları da, devletle katiyen karıştırmadılar. Tersine, devlet karşısında halka, kurtarma çalışmalarında ve barınma sorunlarının çözümünde büyük ölçüde kendi başlarının çaresine baktıkları için kendi kendilerine ve kendilerine yardımcı olan örgütlü ve örgütsüz halk kesimlerine güvenleri artarken, oluşan halk inisiyatifi devlete olan güvensizliklerini perçinledi.
Devleti ve onun yürütmesini endişelendirip halk inisiyatifini -genel geçerliliği olan, halk karşısında bütün toplumsal etkinliği tekeline alma temel yöneliminin yanı sıra- engellemeye yönelten, bu inisiyatifin oynadığı rol oldu.
Depremzedeler, kuşkusuz sadece kurtarma çalışmaları ve yardımların başlıca halk inisiyatifi ile gerçekleşmesi nedeniyle devlete güvensizlik duymadılar. Bu güvensizlik, asıl, devleti felaket anında ve felaketin sonuçları karşısında hiçbir biçimde yanlarında görmemeleri dolayısıyla oluştu. Halkın depremden zarar görmeyen kesimlerinin yardımlarına koşması; halkı yanlarında bulurken devleti bulmamalarını çelişik halde yaşamsal bir deneyden geçirmeleri dolayısıyla, bu güvensizliği büyüttü.
Öte yandan, devlete olan güvensizlik, yalnızca depremzedelerin şahsında ortaya çıkmadı. Bütün bir halk, deprem dolayısıyla devlete olan güvensizliğinin bir kez daha farkına vardı. Bu farkına varış, özellikle depremzedelerin yardımına koşan halk kesimlerinin yardımsever, dayanışmacı tutumlarının devlet dışında, dayatmalara rağmen devlet güdümünü dışlayan biçimlenişinde kendisini açığa vurdu. Çok küçük bir azınlık dışında kimse, yardımlar için tek yetkili olduğu ilan edilen devlet kurumlarının (parasal yardımlar için Afet Fonu’nun, malzeme yardımları için Kızılay’ın) aracılığını kullanmadı. Bu kurumlara yardım teslimatı, hemen sadece, yardımları tamamen bir şova dönüştüren ve reklâm aracı olarak kullanan devletin asli sahipleriyle, tekeller ve tekelci medyayla sınırlı kaldı. Hatta bu alanda bile bir daralma yaşandı. Yardımseverlik ve dayanışmacılık, ya doğrudan (şurada burada oluşan inisiyatiflerin yardımları tuttukları kamyonlar vb. ile doğrudan kendilerinin ulaştırmaları yoluyla) ya da devlet kurumlarını dışlayarak (EMEP gibi güvenilirliğinden kuşku duyulmayan kuruluşlar aranıp bulunarak ve yardımların bu kuruluşlara teslim edilerek depremzedelere ulaştırılmasının sağlanması yoluyla) devlete duyulan güvensizliğin yol göstericiliğinde biçimlendi.
Bir örnek olarak, EMEP’in -deprem bölgesine ulaştırdığı aralarında TIR’lar da bulunan 500’ün üzerinde kamyon tutan- yardım toplama ve ulaştırma faaliyeti ve kurduğu çadır kentlerle (Derince’deki, depremin ikinci gecesi inşa edilen ve ilk kurulan çadır kenttir) depreme müdahalesi, bu güvensizliğin binlerce kanıtının ortaya çıkması bakımından da önemli olmuştur. Büyük çoğunluğu halktan toplanan yardımların yanı sıra, EMEP Deprem Komitesi’nin organize ettiği yardım faaliyetine, tekel-dışı burjuvaziden de yardım malzemesi akışı olmuştur. Reklâm amacı taşımayan, zaten adlarının açıklanmasını istemeyen ve EMEP’in davetiyle bir çoğu da çadır kentleri gezerek yardımların yerine ulaştığından emin olan burjuva kesimlerin, deprem yardımına EMEP aracılığıyla katılmalarının, kendileri tarafından da baştan şart olarak ileri sürülen tek nedeni vardı: içinden ve dolayısıyla daha yakından tanıdıkları devlete olan güvensizlikleri ve yardımların devlet kurumları dışında, dolayısıyla amacına ve depremzedelere ulaşacağı konusunda emniyet.
Güvensizlik, Devletin Topluma Yabancılaşmasının İfadesidir
Peki, burjuva kesimlere varıncaya kadar devlete duyulan güvensizlik nasıl açıklanmalı? Bunca “güçlü devlet” söylemi tamamen nedensiz ve kof mu?
Devletin güçlü olduğu kesin. Bunun örneklerini her gün yeniden ve yeniden yaşıyoruz. Ancak devlete duyulan güvensizliğin kaynağını oluşturmak üzere içinden çürümüş olduğu da bir gerçek. Güçlü ve giderek daha güçlenen devlet ve güçlendiği ölçüde çürüme, devlete olan güvensizliğin ise devletin güçlenmesi ve dolayısıyla çürümesinin artışıyla doğru orantılı büyümesi; devletin, çelişkili dibi görünen, aslında, olgunluk döneminde fìer devletin başına gelmesi kaçınılmaz gerçeğidir, Çelişki, devletin güçlülüğü ile çürümüşlüğü arasında değildir; çelişkili görünüm, “başlangıçta toplumun hizmetkarları olan devlet ve devlet organlarının, toplumun efendileri durumuna dönüşümü”nün tamamen doğal bir sonucu ve ifadesidir. Dolayısıyla asıl çelişki, topluma hizmetkârlıkla toplumun efendisi oluş arasındadır; çelişki, toplumla devlet arasındadır. Çelişki, toplumda ekonomik bakımdan egemen olan, siyasal egemenliğe de ihtiyaç duymazlık ve bu egemenliğini kurumsallaştırmazlık edemeyen egemen sınıfların, halka karşı, kapitalizmde sermayenin, emeğe karşı “ulusal savaş silahı” (Marx) olarak kuşandıkları, “toplum üzerinde asalak bir ur” halini alan devletle baskı altında tutma işini yürüttüğü halk arasındadır.
Güvensizlik Yaşam Pratiğiyle Beslendi
Söylenenleri açacağız. Ancak bütün bir deprem sırası ve sonrası süreçte inkâr edilemez şekilde ortaya çıkan ve bütün bir halk tarafından paylaşılan bir gerçeğin altının çizilmesinde yarar var.
Devlet ve devlet organları, enkaz altında kalan yurttaşları kurtarma faaliyetinde ilk 4–5 gün hiç gözükmedi; sonraki günlerde askeri birlikler, halkın kendisi tarafından sürdürülen kurtarma faaliyetine katıldılar. Aynı sürede, devlet ve devlet organları, enkazdan kendi kendilerini kurtaran ve depremden az ya da çok zarar gören evlerine giremeyen depremzedelerin, barınma, iaşe (yeme içme) ve hastalık tehlikesine karşı sağlık açısından yardımına gitmedi.
Devlet ve devlet organları, özellikle başlangıçta depremzedelere yardım konusunda olumlu hiçbir tutum almazken, engelleyici ve halka zorluk çıkarıcı tutumlar geliştirdiler. Kızılay, depremzedelerden, ölülerini gömerken küçümsenmeyecek miktarlarda defin ve kefen bezi parası aldı. Sağlık Bakanlığı aracılığıyla hükümet, özellikle sağlık açısından deprem bölgesinde doktor, hastane, ilaç, kan vb. yardımına ihtiyaç olmadığını açıkladı ve yurtiçi ve yurtdışından gönüllülerin başvurularını geri çevirdi; oysa bu sırada, halkın bu açıdan acil yardıma ihtiyacı vardı. Deprem bölgesinde görevlendirilme istekleri bakanlıkça geri çevrilen doktor ve hemşirelerin bir bölümü halk inisiyatifinin örneğini vererek ve yıllık izinlerini kullanarak bölgede gönüllü çalıştılar.
Halk, önceki deprem deneylerinden, Gediz, Varto, Erzincan, Adapazarı, Dinar ve Adana’da yaşananlardan, kurtarma faaliyetlerinin neredeyse hiç yürütülmediğini ve yardımların “hiç edildiği”ni biliyordu. Deprem yardımı konserveler marketlerde satılmış, çadır ve battaniyeler ortadan kaybolmuş ve deprem zenginleri türemişti. Deprem konutları ise, ya hiç yapılmamış ya da yapılanlar içinde oturulmaz halde “sunulmuştu.”
Deneylerle bilinenlere, depolar dolup taşarken deprem bölgelerine yardım ulaştırılmadığı, ölülerin bile parayla defnedildiği, enkaz kaldırma çalışmalarının bile yürütülmediği, gönüllü yardım çabalarının engellendiği yolunda yeni bilgiler eklenince; halk devlete hiç güvenmez oldu, yardımlarını kendi ulaştıramıyorsa bile, devlete ve devlet kurumlarına teslim etmedi. Devletin, hükümet ve kurduğu kriz masaları aracılığıyla alıp uygulamaya soktuğu, yardımların ancak devlet kurumları olan Afet İşleri ve Kızılay aracılığı ile yapılabileceğine ilişkin kararlar, yurtiçi ve yurtdışından yardımların ancak ciddi ölçüde azalmasına neden oldu.
Devlet, deprem karşısında tam bir aciz içindeydi ve çeşitli organlarının aldığı kararlar, bu aczi perçinlemekten öteye gitmedi. Devletin aczi, “marjinal birtakım grupların hüsnü kuruntusu” ya da bazı “aşırı devrimciler”in kendi duygu ve isteklerini gerçeklerin yerine koymaları olarak değil, halkın ezici çoğunluğunun -duygu ve eylemlerine yön veren- ortak kanaati olarak, yığınlar tarafından kayda geçirildi. Hele yangından mal kaçırırcasına sosyal güvenliğin tasfiyesi ve uluslararası tahkim yasalarının depremden hemen birkaç gün sonra çıkarılması; halkın devlete ilişkin duygu ve düşüncelerini kuşkusuz olumsuz yönde etkileyerek, geniş kitleler gözünde, devletin halka uzak ve halkı düşünmez konumunun üstüne tüy dikti.
Başta deprem bölgesinde yaşayanlar gelmek üzere tüm ülke halkı, özellikle depremin ilk günlerinde, devleti halkın yanında ve halkın yardımına koşarken görmedi. Devlet görevlileri halkın yanında ve yardımında çalışmadı. Bütün bir halk, bunları deneyden geçirdi.
Güvensizliği Yansıtmaktan Kaçınamayan Medya, Devletin Yardımına Koştu
Bu koşullarda, devletin bu acizlik durumunda, sermayenin akıl daneleri, en başta tekelci medya, olumsuzlukları eleştirme görüntüsü altında devletin yardımına koştu. Sağlık Bakanı ve sonra Kızılay Genel Başkanı’nın temsil ettikleri türden aşırılıklara (birincisi ırkçılıkta aşırı, ikincisi yiyicilik ve vurdumduymazlıkta) yüklenip istifalarını isteyerek, kabahati, düzenin belirli adamlarına, kişilere atmaya, dolayısıyla, düzeni ve devleti temize çıkarmaya yöneldi.
Doğal ki, olan biten, birkaç kişinin bedel olarak “aslanların ağzına atılması”yla izah edilip kapatılabilecek gibi değildi. Ortada belki 100 bine ulaşan can kaybı ve açta açıkta yüz binlerce insan vardı. Devletin ve devlet organlarının, yardım babından daha fazlasına ihtiyacı olduğu açıktı. Devlete yardımın ise, bu gibi durumlarda kaçınılmaz olduğu üzere, aşırılık ve aşırı kötülüklerin eleştiri konusu edilmesinden başka yöntemi keşfedilmemişti. Kamu vicdanını rahatlatmaya yetecek ölçüde en zararsız olumsuzlukların bulunup eleştirilmesi, ihtiyaç halindeydi. Ancak ölçünün kaçırılmaması da zorunluydu; çünkü durum tehlikeliydi, devletin kitle temeli belki de hiç olmadık ölçüde daralmıştı, deprem somutunda halkla devlet arasındaki bağlar kopuşmaktaydı. “Devlet eleştirisi”ni olduğu kadar, ölçüye dikkati de zorunlu kılan, bu durumdu.
En kolay bulunabilecek düzeni ve devleti aklama gerekçesi, Demirel’inkiydi. Her zaman yaptığı gibi “kader”i ve “Cenabı Allah”ı ileri sürdü. Yüz yılların önyargılarına sığınıyordu; ama kuşkusuz bu çaba yeterli olmadı.
Medyadan ise, -yerine yenisini koymak zor olduğundan olsa gerek- hükümetin adını vermeden ancak hükümeti ima eden ve onu yıpratacağı açık olan, deprem karşısında “yeterince ve iyi organize olamama” ya da “organizasyon bozukluğu ve yetersizliği” eleştirisi ortaya atıldı. Bu eleştiriyi güçlendirmek üzere ortaya atılan ikinci eleştiri ise “depreme hazırlıksız yakalanıldı”ğı yolundaydı. Bu ikincisinin kimi hedef aldığı meçhuldü; düzene zarar vermemesi işin, birincisi gibi, bu da, nispeten muğlâk bırakıldı. Bütün gelmiş geçmiş hükümetler suçlu olmalı ya da bugünkü, gelmiş geçmiş hükümetlerden ancak biri olarak, suçu onlarla paylaşma durumunda olmalıydı!

“HAZIRLIKSIZ YAKALANMIŞ”, “ORGANİZE OLMAMIŞ” DEVLET!

Depreme ve Halka Yardıma Dönük Organizasyon Yoktu
Organizasyon bozukluğu değil ama yokluğu, organizasyonsuzluk bir gerçekti.
Yetkili olduğu ilan edilen ve halkın diline “kendisi kriz” ve “keriz masası” olarak yerleşen “kriz masaları”, gerçekten kendileri kriz içindeydiler, hâlâ da öyleler.
Sözde “kriz koşullarının yönetimi” ya da “kriz yönetim merkezi” olarak tasarlanmışlardı; ama tasarlanan “kriz”, başka krizdi.
Gerçi, devletin yüksek katlarındaki her örgütlenme için geçerli olduğu gibi, bu “yüksek” örgüt türü de, MGK’ya bağlı olarak düzenlenmişti. Düzenleyici Başbakanlık kararnamesinde görev koşulları arasında, yaygın grev ve genel grevler, savaş, isyanlar vb. yanında, -her halde pişman olunmuş olmalıdır-, doğal afetler de sayılmıştı. Doğal afetlerin, kararnamede araya sıkıştırılmadığı, ama bu tür afetlerin yaratabileceği olağanüstü koşullar ve bu koşullarda oluşabilecek öfke ve isyan havasının öngörüldüğü anlajıhyor. Dolayısıyla, doğal afetlerin kendisine karşı alınacak önlemleri ve bunların uygulanmasını yönetme; pratik olarak görüldüğü gibi, hazırlık, bunun gerektirdiği eğitim ve ön organizasyon açısından, ne “kriz masaları” ne Başbakanlık ne de yürütmenin diğer organ ve kurumları tarafından iş edinilmemişti. Bu yönüyle, kriz yönetimlerini düzenleyen kararnameye, doğal afetlerin, laf olsun diye ya da daha çok -sahip olduğu düşünülebilecek “insani” yön bakımından- tamamen emek düşmanı önlemler olan yaygın grev ve gösterilerle ayaklanma vb. hallerine müdahalenin üstünü örtmek ve bunları kabul edilebilir kılmak üzere sokuşturulduğu söylenebilir.
İşte bu kriz masaları, müdahale etmeye taşladıkları andan itibaren, kurtarma çalışmalarıyla yardımların organizasyonunu iyice içinden çıkılmaz bale soktular; ama bir şeyi hakkıyla başardıkları söylenebilir, halkı ve
halk inisiyatifini, halka bağlı örgütleri, bu faaliyetlerden soğuttular, uzaklaştırdılar, ısrarla katılımı zorlayanlara bin bir engel çıkardılar, örneğin yardım malzemelerine el koydular. Örnek vermek gerekirse, EMEP’in yurtdışından organize ettiği yardım akışına, Başbakanlık ve İzmit kriz masaları, “başarıyla” müdahale etmiş, dört TIR’a el konulmuş ve deprem bölgesinin hemen hiçbir yerinde kışa karşı tedbir alınmazken İzmit-Derince Emek Çadır kenti’ni iki kez donatacak miktarda soğuğa ve yağmura dayanıklı kışlık çadırın depremzedelere ulaştırılmasını ve barınma sorunlarının kısmen çözümünü engellemiştir.
Organizasyonsuzluk, kriz masalarına, Bakanlar Kurulu’na, onun tarafından bölgede görevlendiren Y. Okuyan gibi bakanlara, Kızılay’a ve diğer tüm devlet kurumlarına rağmen o düzeydedir ki, yardım malzemeleri depolarda çürümeye terk edilirken, depremzedeler ihtiyaç içinde yardım umuduyla bekletilmektedir. Kuyruklarda binlerce kişi bekletilirken, ancak 100 çadır dağıtımı yapılmakta ya da bazı yerlerde ihtiyaç fazlalığından heder edilen yardımların, başka yerlere ulaştırılması yoluna gidilmemektedir.
Devlet Organlarının Görevi, Halka Yardım Değil Düzeni Korumaktır
Organizasyonsuzluk üzerine fazla konuşmanın gereği yok. Bu, bölgedeki halkın bütününün çile ve isyanının bir nedeni durumunda.
Devletin organize ya da öz Türkçesiyle örgütlü çok sayıda organ ve kuruma sahip olduğu bilinir. Devlet, zaten çok sayıda kurum ve görevliden oluşan bir organizasyon ya da örgüttür.
O halde bir organizasyon neden organizasyonsuzluk çekti?
Polisten Kızılay’a kadar devlet kurum ve görevlileri, depremde çalışmadılar.
Polis birlikleri, söylendiği gibi kışlalarının önünden ayrılmadı. Sonradan da “görevlerinin başına” “hırsız polis” oynamaya gittiler.
Düzenli, hiyerarşik bir örgütlenmesi olan -bu niteliğiyle organizasyonsuzluğun aşılmasına katkıda bulunacağı düşünülebilecek- Emniyet’in çok sayıda polisi, kurtarma ve yardım faaliyetlerine girişmeye sevk edilemez miydi?
Edilmedi. Edilemeyeceği görüldü. Polis, “yağma” ve hasar gören evlere yönelik hırsızlık söylentilerinin üzerine gitmekle yetindi. Söylentileri, “işsiz kalmamak” ya da böyle görünmemek için belki de kendisi çıkardı.
Üstelik her şeyden önce, polis, “enkaz kaldırmak için” ve hele “insan kurtarmak için” örgütlenmemiştir. Ne eğitimi, ne örgütsel ve teknik hazırlığı, ne de ruhsal şekillendirilişi buna uygundur. O, sağlam olanı enkaz haline getirmek, vurmak, kırmak için hazırlanmış, eğitimden geçirilmiş, duygu, eğilimler ve düşünce olarak, bu görevlere uygun biçimlendirilmiştir. Ne enkaz kaldırmaya ve kurtarma çalışmalarına seferber edilebilirdi, ne insana yardıma ve ne de burjuva devlet mantığı, polisin bu tür görevlere sevk edilmesine yatkındır. Yatkın değildir; çünkü özellikle olağanüstü koşullarda, devlete ve görevlilerine, bu görevlilerden olan polise, asli görevleri bakımından ihtiyaç artar.
Doğal afetlerin kriz yönetim merkezlerinin görev koşulları arasında sayılmasının asıl gerekçesini oluşturan, olağanüstü günlerde, halkın devlete karşı duygu ve eylemlerinin yükselme potansiyeli taşıması ve bununla mücadele ihtiyacı; aynı şekilde, polis birliklerinin de, enkaz kaldırma, kurtarma ve yardım faaliyetlerinden uzak “görev başında” tutulmalarına ve durmalarına götürür. Polis birlikleri kurtarma faaliyetlerine katılsa, Bolu’da deprem bölgesini “gezme”ye giden Başbakan Ecevit’e, halkın tepkisini dile getiren, İsviçre’den yurduna yardım için gelmiş bayanı, kim gözaltına alacaktır? Polis kurtarma ve yardım için parmağını kımıldatmamıştır, ama depremzedelerle dayanışmaya gelen bir yardımseveri, Ecevit’i eleştirdiği gerekçesiyle, hemen derdest etmiştir. Ayrıca, polis enkazla, kurtarmayla, yardımla uğraşsa, bu yönde seferber edilse, örneğin Ankara Ulucanlar cezaevinde mahkûmlara saldırıp 10’unu öldürme “işini” kim yapacak ya da Adana’da “teröristlik” gerekçesiyle hiçbir şeyden habersiz temizlik işçisi Murat Bektaş’ı, karısının gözü önünde, hem de “yanlışlıkla” öldürme görevini, kim yerine getirecektir? Polis, halka yardım ve insanları kurtarma için değil, ama insanlara saldırmak, gözaltına almak, vb. için, düzeni korumak için, vardır. Başka türlü olamaz.
Deprem karşısında organizasyonsuzluk yaşandı ve bu devletin aczinin başlıca göstergesini oluşturdu. Ama polis, devletin “düzeni koruyucu” bir kurumu ve görevlisi olarak, yine deprem döneminde, Ankara’da, Adana’da vb. asli ve rutin işlerini yanarken son derece organize durumdaydı. Ankara Ulucanlar’da, üstelik polis tek başına organize olmuş da değildi. JİTEM’le koordine oluşunda hiçbir kusur ve eksiklik olmadığı gibi, adli tıp ve tutuklu avukatlarının otopsiye katılmasını engelleyen savcı ve mahkeme, sonradan avukatların otopside bulunamayacaklarını karara bağlayan yüksek mahkemeye kadar, çok sayıda devlet organı, hem organize hem de koordineli çalışabileceklerini ve çalıştıklarını kanıtladılar.
Polis görevlilerinden hareketle soruna yaklaşıldığında, devletin aczi, organize ve hazırlıklı olmayışının iki farklı yönü ortaya çıkıyor. Devlet, halka yardım, kurtarma vb açısından örgütsüzdür, hazırlıksızdır, aciz durumdadır. Vurma, gözaltına alma vb. -düzeni koruma- açısından ise, tamamen örgütlüdür, hazırlıklı, eğitimlidir. Devlet, tam da budur. Kim demiş ki, devlet halka yardım içindir diye? Ve hiç amaçlamadığı, işlevinin herhangi yönünü oluşturmayan “halka yardım”a gitmedi diye, kim devlete “aciz” ve “organize değil” diyebilir?
Denebilir ki, polis zaten enkaz kaldırma, kurtarma ve halka yardım için değildir, böyle bir görevi yoktur, ondan depreme olumlu bir müdahale beklenmemelidir; dolayısıyla, polisin, dar gününde halka yardım etmeyişi, devletin “halk için”, “halka yardım için” olmadığını göstermez!
Böyle bir görüş ileri sürülemez. Askeri ayrıca ele alacağız; ancak muhtevası tartışılmak gerekecek biçimiyle ve gecikmeli de olsa, asker, sonunda kurtarma ve yardım faaliyetine katılmıştır. Bir ulusal felaket durumunda “toplumun” en örgütlü güçleri kurtarma ve yardım faaliyetlerine katılmayacak da ne yapacaktır? Polisin bu faaliyete hiçbir biçimde katılmayışı; onun en uç noktada halktan kopukluğunu, halkla hiçbir duygu ortaklığına sahip olmadığını ve halkın yanında bulunduğunun demagojisini yapmaya ve ne tür bir işlevi olduğunu gizlemeye yetecek göstermelik şovlara bile mecali kalmamacasına, organize olduğunu gösterir. Vurmaya göre koşullandırılmış, bütün eğitimi bu işlevinin koşullarının mükemmelleştirilmesine ve vurma-kırma amaçlı organizasyonunun yetkinleştirilmesine yönelik, beyni, ruhsal yapısını da şekillendiren, en gerici burjuva ideolojik safsatalarla donatılmış, halka tepeden bakmakla yetinmeyip her an çaldırmaya hazır, copu elinde, silahının emniyeti açık dolaşan polisten başka türlü bir davranış beklenemez. Yardım vb. için emir alsa bile, bu emri yerine getiremezdi; üstelik ona böyle bir emir de verilemezdi.
Kızılay Gibi Kurumların Görevi, Özünde Polisle Aynıdır
Bu nitelikte bir kuruma sahip olmasının, aygıtın bütünü hakkında, devlet hakkında bir fikir vermesi gerekir. Ancak yine de devam edelim. Diyelim ki, polisin yaptıkları ve yapmadıklarının faturası tam tamına devlete çıkartılamaz ve polisin tutumları dolayısıyla devlet yargılanamaz (peki kime çıkarılacak, kim yargılanacak!!), diyelim ki böyle! Peki, tamamen doğal afetler öngörülerek organize olmuş, hikmeti vücudu afetler olan Kızılay, Afet İşleri, Sivil Savunma deprem sırasında ne yaptı?
Devletin birkaç on yıllık gelişim sürecinde, Sivil Savunma, ismi var cismi yok bir kuruluş haline getirilmişti. Orta-yaşlı yurttaşların ortaöğretimde gördükleri sivil savunma “dersleri”ne, yaptıkları sivil savunma tatbikatlarına varıncaya kadar, tüm hazırlık ve eğitimiyle, bütçesi ve hemen bütün örgütlenmesiyle, devlet, bu alanı boşaltmış, geriye sadece birkaç “uzman” kalmıştı. Devleti devlet eden, bu işlev değildi; sivil savunmadan kolaylıkla vazgeçilivermişti. Önceden, hemen bütünüyle Sovyetler Birliği’nden gelen “tehdit” dolayısıyla var olabilen bu kurum, SB’nin çöküşü sonrasında, tamamen gereksizleşmişti. Var olduğu koşullarda da, amacı, “halka hizmet” değildi; son yıllarda ise, örgüt olarak da ortadan çekilmişti.
Devletin, işlevleri, dar günlerinde “halka yardım” varsayılarak organize edilmiş Kızılay ve Afet İşleri gibi kurumları ve görevlilerine gelince, bunlar üzerine laf etmek hemen hiç gerekmiyor. Deprem, en çok bunları teşhir etti ve bütünüyle itibarsızlaştırdı. Bu kurumlara hâlâ inanıp güvenen, parmakla gösterilebilirse iyidir!
Polisin görevi başkaysa, Kızılay’ın da başkadır; ama hiçbirininki “halka yardım” değildir. Polis vurup kırmak içinse, Kızılay da halkın üzerinde tepinmek içindir. İkisi de “halk için” değildir.
Deprem sürecinde Kızılay’ın yaptıkları ve yapmadıkları ortadadır. Bu nedenle, tekelci medya, devleti korumak üzere, öncelikle bu kurumun üzerine yürümek ve başkanının İstifasını istemek zorunda kalmıştır. Ama tuluat kısmı bir yana, devletin bizatihi o işleve sahip kılınmış kurumları olan Kızılay ve Afet İşleri de, dar günlerinde halka yardım etmeyecekse ve bunun için yeterince organize ve hazırlıklı olmadığı ileri sürülecekse, devlet hangi kurumlarıyla “halka yardım” edecektir? Ya da gerçeği, Kızılay türü kurumlan da “halka yardım” için olmayan devlet, “halk için” değildir. Medya akıl daneleri, istedikleri kadar, “suçu”, Kızılay’ın organize olmayışına ve başkanının “dinozorluğu”na atsın, bu, topu taca atmaktır; “suçlu”, halk için organize olmamış devlettir.
Kızılay’ın organize oluş biçimi de bunun kanıtıdır. Alelade görevlileri, deprem günlerinde, -öyle yetiştirildikleri için- kahvelerde okey oynayarak vakit geçiren; yöneticileri, olağan günlerde, “afet hazırlığını”, Ankara’da Kızılay’ın, göbeğine trilyonluk iş merkezi inşa ederek ve lüks otellerde halkın vergilerini kral dairelerinde yatıp kalkıp viski içerek harcayan, bu kurumun, hiçbir görevlisinin aklına, depolarındaki malzemeleri gözden geçirmek bile gelmemiştir. Yapılan bağışlar ve halkın ödediği vergilerden sağlanan geniş bütçenin oluşturduğu imkânlar, iki biçimde değerlendirilmiştir.
Birincisi, para etmez ya da uğraşması “maliyetini kurtarmayacak” malzemeler, 1939’dan (Erzincan Depremi’nden) beri depolarda çürümeye terk edilirken, para edenler, “hurda” olarak elden çıkarılmış ve har vurulup harman savrulan kurum fonlarının üzerinden döndürülen dolaplara ek olarak, yüklü vurgunlara konu olmuştur. Üst yöneticilere sağladığı sefa sürme imkânlarıyla birlikte, bütün bunlar, Kızılay’ın, “halk için” ya da “halka yardım için” değil, ama tam bir “arpalık” olarak organize olduğunu tanıtlar.
İkincisi, Kızılay, elindeki imkanları, içinde kamufle olan gizli servis görevli ve faaliyetlerine yataklık açısından değerlendirmiştir. Nedense (!) Kuzey Irak operasyonlarına, askeri birliklerin hemen ardından, Kızılay katılmıştır. Askerlerin, kendi sahra çadır ve hastaneleri gibi olanakları zaten var olduğundan, Kızılay’ın, dolaysızca onların (yardımcı olabileceği yaralı vb. askerlerin) değil, ama bu operasyonlarda, Kuzey Irak “halkının” “yardımına koştuğu” bir gerçektir! Ama bu operasyonlarda, Kuzey Irak halkı vurulup kırılmıştır; operasyonların amacı budur. Peki, kendi halkının yardımına koşamayan Kızılay Kuzey Irak’ta ne iş görmüştür? Hiç oralardan çıkmadığına göre, bir takım işlevleri olsa gerektir. Tanık ifadeleriyle mahkemede ortaya çıkan bir gerçek, örnektir: Amerikan gizli servisi CIA’nın, “can güvenliği” gerekçesiyle yeniden organize etmek üzere, Irak’tan alıp Pasifik’teki deniz üssüne götürdüğü Iraklı işbirlikçi ve ajanları, Kızılay aracılığıyla bu ülkeden çıkarılmıştır. Kızılay, bu CIA operasyonunda üç “görevlisini” kaybetmiştir. Üçü de, MİT’in önemli elemanlarından olan bu “Kızılaycıların”, Kocatepe Camisinde yapılan ve MİT Müsteşarının katıldığı cenaze törenine, güvenlik gerekçesiyle, basın sokulmamıştır. Kızılay “halka yardım”da sınıfta kalmıştır; ama devletin vurma kırma işlevinin gerçekleşmesinde, bağlantılı bir kuruluş olarak, hiç iş yapmamış da değildir.
Kızılay da, bir devlet kurumudur ve diğerleri gibi, halka yardım için değil, ama halka karşı organize olmuştur. Eğer deprem sürecinde polisin yaptıkları ve yapmadıkları üzerinden, devlet suçlanamayacaksa, Kızılay’ın yaptıkları ve yapmadıkları üzerinden, .hiç suçlanamaması gerekir! Doğrusu, iki kurumun da, devlet kurumları olduğu ve devletin işlevine uygun örgütlendikleri: deprem sürecine, organize ya da organizasyonsuz halde müdahaleleri ya da müdahalesizliklerinin, ancak, tamamen kendi somut pozisyonlarında ifadesini bulan işlevleri ve devletin, bu işlevlerinin toplamından oluşan genel ve soyut işlevi çerçevesinde, anlaşılabileceğidir.
Bunlarla Dirlikte, sorunun, deprem karşısında hazırlıksız olma ya da hazırlıksız yakalanma sorunu olmadığı anlaşılmış olmalıdır. Yıllar boyu devletin her yerde her saman hazır ve nazır olduğunu yaşam pratiğimizden biliyoruz. Ama bu, baskı ve zor söz konusu olduğunda böyledir. Polis, kontrgerilla etkinliklerine bağlı faili meçhuller bir yana bırakılırsa, hemen hiçbir iz bırakmadan gerçekleştirilen devlete karşı bir etkinliği, kısa sürede “aydınlatmakta” ve faillerini yakalamakta yetkinleşmiştir. “Münferit suç” olduğu söylenen işkencenin, ardı arkası kesilmemektedir. “Düşünce suçu” işleyenler, hemen ele geçirilmektedir. Sendikal örgütlenme için direnen işçiler hemen dağıtılmakta, dövülüp sövülmekte ve gözaltına alınmaktadır. Mahkemeler, bu “suçluları” yargılarken, oldukça hızlı ve organize çalışmaktadır. Cezaevleri, bu “suçlular”ın “ıslahı” ya da düpedüz katledilmeleri için, görev başındadır ve dolup taşmaktadır. Devletin, bu kurumlarıyla ve baskı ve zor işlevi açısından, organize bozukluğu ya da eksikliği taşıdığını ve hazırlıksız olduğunu, kim iddia edebilir? Ama iş, halka yardıma geldiğinde, tamamen hazırlıksız ve organizesiz bir devlet aygıtı ortaya çıkmaktadır. Bunda hiçbir anormallik yoktur. Kapitalist ülkelerde, sermaye egemenliğinin aracı olan burjuva devlet, çünkü emekçilere, halka yardım için değildir; halka karşı bir baskı ve zor makinesidir.
Deprem günlerindeki uygulamaları bakımından, diğer kurumlarının gözden geçirilmesi de, ancak bu gerçeği güçlendirir.
Yürütmenin Görevi, Özünde Diğer Organlardan Farksızdır
Yürütme gücü her ne kadar kendisinde toplanmış olmasa ve daha çok asıl yürütme tarafından kendisinden istenenleri yerine getiren de hükümetin, deprem sürecindeki hali biliniyor. Uykuda gezer gibi ortalıkta dolaşan ve halka yardım bakımından tam bir aciz sergileyen bu kurum, ilk günlerin çok halinin ertesinde ilk iş olarak, halk inisiyatifini engelleyen kararlar almanın ötesinde, deprem bölgesindeki vali ve benzeri görevlileriyle irtibat bile kuramadı. Telekom özelleştirilmişti ve telefon bağlantısı bile sorun oldu. Deprem ve yardımlar açısından aczine karşılık, IMF’nin dayattığı, sermayenin emeğe, kalka karşı saldırı yasalarını, depremden hemen birkaç gün sonra çıkaracak kadar, organize durumdaydı ve hazırlıklıydı. Depremin ileriki günlerinde, yıkılan okul ve diğer kamu binalarının ihalelerini, hükümet ortaklarının, önceki yaptıkları yıkılan il başkanları ve yandaşları müteahhitlere dağıtıp peşkeş çekmede, yeterince organize ve hazırlıklıydı. Hele hemen deprem sonrasında, çete suçlularının yanında, hırsız müteahhitlere de af getiren yasayı çıkarırken, yeterince hazırlıklı ve organize olmadığını, kimse ileri süremez. Hazırlıkları ve organize oluşu, “halk için”, halka yardım amaçlı değil, ama “halk düşmanları için”di, halka karşı ve ona saldırı amaçlıydı.
Valiler, illerin en üst mülki idare amiri olarak, deprem karşısında aciz kaldılar. Ama bütün ülkeyi OHAL bölgesine dönüştürmeye yönelik “Süper Vali” ya da İller İdaresi Yasası ile her şeye kadir kılınmaya uğraşılıyorlar. RTÜK yasası yerine çıkarılmak istenen yeni yasa ile, valiler, TV kapatmak dâhil, her türlü sansürcü yetkiyle donatılmaya çalışılırken, onları depreme karşı eğitsel, organizasyonel vb. yönden hazırlayıp yetkilendirecek tek yasa hazırlığı bile yok.
Al Birini Vur Ötekine ya da Adli Görevliler Aynı Diğerleri Gibi…
Savcılar; baroların ısrarına karşın, başta medya gelmek üzere, düzen kurtarıcılarının kurban olarak önlerine attıkları, Veli Göçer gibi bir iki istisna dışında, “hırsız müteahhitler” karşısında, yıkılan ve hasar gören binaların yıkım ve hasar nedenlerinin soruşturulması ve sorumlularının cezalandırılması bakımından tam bir aciz içindeydiler. Aynı acizlik, mahkemeler tarafından da paylaşıldı. Düzenin bir parçası olan imar “düzeni”nin bozukluklarına ve tüm kötülüklerin olduğu gibi, bu kötülük ve bozukluğun da müsebbibi, sermayeye, el kaldırmadı/kaldıramadılar. Oysa Ankara-Ulucanlar savcısı, cezaevine yöneltilen saldırıya en azından olur verir, sonra da avukatların otopsiye katılımını engellerken, hiç de aciz içinde ve hazırlıksız değildi. Sayısız “yargısız infaz” ve işkence davalarında, polisin işlediği cinayet suçlarının üstünü örtmeye yöneldiklerinde, savcılar, deprem olmasa bile, böyle durumlar karşısında, alışkanlığın ve hazırlıklılığın gücüyle davranmaktaydılar. Yargıtay savcısı, Öcalan davasında ölüm cezasını yerinde bulur ya da Fazilet Partisi’nin kapatılmasını istemek üzere Anayasa Mahkemesi’ne açtığı davayı yeni “kanıtlar”la ilerletir ve son olarak, yenilenerek düzeltilen Partiler Yasası’nın iptal edilmesi için bu mahkemeye başvururken, hiç de aciz içinde ve hazırlıksıza benzemiyordu.
Mahkemeler ise, bir iki istisna dışında ne hırsız müteahhitleri ne de görevlerini yapmadıkları gibi, zimmetçilik, “hurda niyetine satışlar”dan vurgunculuk, görevi kötüye kullanma ve kurum fonlarını lüks otellerde tüketme ya da oğullarının şirketlerine akıtma gibi “arpalıkçılık” suçlarından, Kızılay yöneticileri başta olmak üzere, depremin yol açtığı çöküntüde, en azından imar ve inşaat ruhsatları bakımından rolleri olan ve yeterli önlemleri almayan vali, yardımcıları, Belediye Başkan ve meclis üyeleri benzeri görevliler hakkında, tutuklama kararları vermediler. Ama “rutin” ceza davaları, yürümeye devam etti.
Depremzedeler başta olmak üzere, halkın bütünü, Kızılay’ın, polisin, savcıların, mahkemelerin, kuşkusuz hükümetin ve görevlilerin tümünün, “kendi hizmetlerinde” çalışmalarını dar günlerinde kuşkusuz beklediler; bu günlerde yardımlarına koşarlar diye düşünüyorlardı; ama olmayınca, çok garipsemediler, yalnızca derin bir öfke duydular ve bunu, sert biçimde, her koşulda dışa vurdular. Garipsemediler; çünkü zaten görevliler ne zaman çalışmıştı ki! Görevlilerin, her zaman şahsi ikballeri ve efendileri için çalıştıklarını, ama hiç halk için çalışmadıklarını, deneyleriyle biliyorlardı. Olağan günlerde karakoldan sadece korkar, polis görmekten kaçınırlardı. Savcı, gözlerinde yalnızca bağırıp çağıran, yakayı kaptırdıklarında haklarında cezalar isteyen, önlerinde düğme ilikledikleri, kendilerinden olmayan ve kendilerine tepeden bakan biriydi! Mahkeme ve hâkim, halkın gözünde daha farklı bir konumda değildi; en küçük ve basit bir işlem için aylarca ve yıllarca süründükleri, çoğunlukla “suçlu çıkarıldıkları” kapıydı! Kapısına düştükleri görevlilere çoğu kez rüşvetle işlerini gördürmeye uğraşırlar, kapılarından genellikle zarar görerek başları önde ayrılırlardı! Başlangıçta, kendilerini, dar günlerinde belki durumun değişebileceği hayaline kaptırdılar. Kısa sürede olmayacağını gördüler; bu, öfke ve isyanlarını büyüttü.
Devam edilebilir, ancak yeterli.
Hangi kurum ya da görevlisi dolayımıyla sorgulanırsa sorgulansın, devlet ve görevlileri, baskı ve zor işlevini gerçekleştirmek üzere, çok hazırlıklı ve organizedir, üstelik bu açıdan durmadan yetkinleşmektedir; ama halk için, halka yardım amaçlı etkinliklerde, devlete, hazırlığı ya da organizasyonuna rastlamak imkânı yoktur.
Devlete İlişkin Boş-inan Güçlü Bir Darbe Aldı
Deprem karşısında devletin kendini dıja vuran niteliği, onun halk için ve halka yardım amaçlı bir örgüt olmadığının, yeniden ve oldukça güçlü biçimde, geniş yığınlar tarafından görülmesini saklamıştır. Sonuçları ve dersleri, toplumsal yaşamın olağan günlerinin ve geçmiş deprem-devlet ve halk-devlet ilişkilerinin biriktirilmiş deneyleriyle güçlendirilen, bu son büyük deneyle; deprem öncesinde, zaten burjuva partilerle bağları son derere zayıflamış ve bu partilerce düzene ve devlete bağlanmasında ciddi güçlük ve zaaflar oluşmuş olan halkın, devletle bağları da, belki tarihinin en zayıf ölçüsüne incelmiş, devletin kitle tabanı tarihindeki en
dar noktaya gerilemiştir.
Bu gelişme, bütünüyle bir aydınlanma etkinliği ve politikleşmeye bağlı olarak ortaya çıkmadığından, kuşkusuz, sermaye ve devletin türlü manevralarıyla değiştirilebilir bir nitelik taşımaktadır. Kararlı ve istikrarlı bir sürece ilişkin değildir. Devrimci partiye, yeni -politik çalışma ve başlıca aydınlatma faaliyetiyle kalınlaştırma- görevler yüklemektedir. Ancak, bu görevlerin yürütülmesi de içinde olmak üzere, sınıf mücadelecinin nesnel temelini olağanüstü elverişli hale getirmiş; halkın, duygu ve eğilimlerinde yarattığı sarsıntıyla, kolay kolay unutamayacağı, geniş kitlelere mal olması bakımından büyük ve etkisi bakımından da derin bir deneyden geçmesi anlamına gelmiştir. Bu deneyin temel yönü, her vesileyle yüceltilen devletin üstünlüğü ve milliliği -ve halk içinliği- fikri ya da önyargısının, devlete ilişkin boş-inanın, çökmese bile, büyük darbe yemiş olmasıdır. Devletin medyadaki ve diğer id olojik alanlardaki akıl danelerinin, organizasyon eksikliği ve hazırlıksız yakalanma gibi gerekçeler üreterek, üstünü örtmeye ve saptırmaya çalıştıkları, depremin neden olduğu, asıl gelişme, budur.
Depremde Ordunun Pozisyonu
Depremde kendisini en hızlı toparlayıp, halkın, düzen ve devletle olan bağlarının sürmesini ve güçten kaybetmemesini belki de tek gözeten, bu bağın öneminin bilincinde devlet kurumu; kendisine düzeni ve devleti koruyup kollama (yani halkın düzenle ve devletle bağlarını koruma) görevini biçen, devletin temel direği ordu oldu.
İlk üç dört gün, bu kurum açısından da, ortalama depremzedenin, “halk için” ve “halka yardım” amaçlı olmadığına ilişkin duygu ve düşüncelerini uyarıp pekiştiren ve bu algının geniş kitlelere mal olmasını sağlayan gelişmelere sahne oldu.
Bilindiği gibi, Gölcük Donanma Komutanlığı, depremin merkez üssüne en yakın yerleşim birimlerinden biriydi. Şeriatçılar, bu rastlantıyı, “ilahi takdir”e bağlayıp “ordu karşıtı” propagandalarında iyi bir malzeme elde ettiklerini düşündüler ve bu malzemenin “hakkını” verdiler. Kuşkusuz ordu karşıtı propaganda yapmadılar. Başında, örneğin, Kenan Evren olduğunda, ordu ve devletin kanatları altında beslenen ve gelişen bir düzen akımı olarak şeriatçılık, düzenin bu “bel kemiği”yle karşıtlık içinde değildir. Ama 28 Şubat’ı önceleyen günlerden beri, ordunun “yüksek” görevlilerinin ve izledikleri devleti yeniden yapılandırma konseptinin, kendileriyle ilişkilendirilmesi dolayısıyla, karşısında yer almaya zorlanmışlardı. Donanma Komutanlığının uğradığı tahribatı da; zaten, kurum olarak, ordunun “kâfirliği”ne değil, doğrudan 28 Şubat’a ve eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın adıyla Donanma bağlantısı kurarak, 28 Şubat kararlarının imzacılarına bağladılar; Erkaya’ya vurgu yaparak, 5 genel komutanın “kâfirliği”ne yordular. Bu propaganda; depremin yol açtıkları ve ordu da içinde olmak üzere tüm kurumlarıyla devletin, özellikle ilk günlerdeki “çıplak kral” görüntüsüyle karakterize olan nesnel zeminde, dinsel önyargıları güçlü yığınlar arasında, oldukça etkili oldu.
Ordu, 28 Şubatçı komutanları aracılığıyla, belki en çok, bu propagandanın (kitleleri bunun kadar yaygın etkilemese bile, devrimci propagandanın da) ve kuşkusuz “çığırından çıkmakta” ve devleti tehdit eder hal almakta olan halk inisiyatifinin önünü almak üzere, kendini, kendisine çekidüzen vermek zorunda hissetti. Düzeni ve şeriatçıların kaşımasıyla rejimi tehlikeye atacak düzeye ulaşma eğilimi gösteren nesnel ve öznel unsurların (propagandif) birikimi, komutanların, ideoloji ve siyaset alanında hesabı kitabı yapılmış müdahalelerini, zorunlu kıldı. Genelkurmay Başkanı, Emek Çadır kenti’ni de “sefillikle” suçladığı, başlıca şeriatçı propagandayı hedef alan, “ordunun yaratılmasına izin vermeme” içerikli konuşmasıyla, bu tutumu açıkladı, iki gün öncesinden düğmeye basılmış ve müdahale başlatılmıştı; askerler, enkaz kaldırma ve kurtarma çalışmalarına katılmaktaydılar, ordu, yardımın organizasyonunda da -organizasyon alanında burjuvazinin en yetkin kuruluşu olarak- belirleyici düzeyde yer almıştı.
Genelkurmayı, genel kabul gören ordunun deprem karşısında seyirci kaldığı, kurtarma ve yardım faaliyetlerine katılmadığı iddialarına karşı, ciddi biçimde harekete geçmeye -hatta “gazetecileri ordunun kurtarma faaliyetlerini izlemeye ve yansıtmaya çağırdım, gelmezlerse zorla getirin emrini verdim” türü (ordu bir zor aletidir) konuşmalar yapmaya- iten neydi?
Ordunun hali de ilk günler “içler acısızdı.
Çok sayıda asker firar etti
Donanma Komutanlığı’nda yapılan ilk kontrollerde iki bin dolayında “kayıp” askerden söz edilmişti. Bu, sonradan unutuldu, unutturuldu ve yeni bir açıklamayla netleştirilmedi. Bu askerlerden birkaç yüzü dışındakiler, doğal insani nedenlerle firar etmişti; sonradan bulundular. “Doğal insani nedenlerde açıklanabilecek olsa bile, “en zor koşullarda” savaşmanın ve “ülkesiyle milletiyle devleti koruyup kollama”nın tam bir ideolojik önyargı düzeyine yükseltilip yüceltildiği ve “ordu-millet” vurgusunun paranoyaya dönüştürüldüğü bir ordu açısından, yüzkarası olan bu durumun, unutulmaya terk edilmesinden doğalı yoktur. “Kurtarmaya katıldı-katılmadı” tartışmasını daha başından yerle bir edecek bu gerçek, ordunun, depreme müdahale edip etmemesinin ötesinde, gizlenmesi gerekli bir “zaafı” olarak, ortaya çıkmıştır. Önemli sayıda elemanı, kendi derdine düşen bir kurum, doğal ki, istese bile, vakit geçirmeksizin kurtarma faaliyetine katılamazdı, katılmadı. Komutanları, ciddi bir savaş, örneğin, yoğun bir hava bombardımanı durumunda, kendilerini tehdit edecek: bu gerçeğin gösterdikleriyle, ürpermiş olmalılar! Çünkü bu, bırakalım kurtarma vb. faaliyetlerine katılmayı, ordunun asli işlevi olan, dışa karşı “fetih rekabeti dolayısıyla savaş” ve içte “baskı ve zor” açısından da, bir zaafa işaret etmektedir.
,Paniğin, deprem bölgesindeki birlikleri şahsında, orduya da sirayet ettiğini gösteren bu gerçek, ordunun, hesaplı kitaplı tutum geliştirmesi öncesindeki nesnelliğini gözler önüne seren önemli bir veridir.
Yine, öznel faktörleri hesaba katan, hesaplı ve planlı tutumların geliştirildiği, toparlanması öncesinde, ordunun, çıplak ve nesnel gerçeğini oluşturan başka verilerden söz edilebilir.
Ordu, ikinci gün depreme müdahale etti. Ama nasıl?
Gölcük’ten İmralı’ya Öcalan duruşmasının güvenliğini sağlamaya gönderilenler de içinde olmak üzere, askeri birlikler, bölgeye sevk edildi. Bu birlikler, dördüncü günün akşamına kadar yalnızca Donanma Komutanlığı’nda görevlendirildiler. Depremzedelerin, tümünün gözüne batan ve yıllar boyu kendilerine öğretilenin gerçek olmadığını gördüklerinden, onları derinden yaralayıp sarsan, ama özellikle, Gölcük halkını isyan ettirecek ve ordu ve 28 Şubat karşıtı her tür propagandaya açık ve yatkın hale getirecek kadar öfkeyle dolduran, bu durum, ordunun gerçeğini açığa vuran, temel bir rol oynadı. İniltilerin ortalığı sardığı Gölcük’ün, belki; on binlerce yakını göçük altında kalan, yüz binlerce sakini; en zor günlerinde, orduyu, yanlarında ve yardımlarında değil, ama hemen yanlarındaki Komutanlık enkazlarında uğraşıp didinirken gördüler. Ordu, halkın yardımına koşmamış, gözlerinin önünde derin bir çelişki oluşturmak üzere, kendi adamlarıyla ilgilenmekteydi. Gölcüklülerin gözünde, ordunun, Gölcük’e hiç gelmemesi, böyle gelmesinden iyiydi! Bu gözlerde, bu nedenle, “ordu-millet” yüceltmesinin feri söndü gitti. Ordunun, bu pratiğin deneyinden geçişi, sadece Gölcük halkının yüreği ve duygularında derin yaralar açmakla kalmadı, ama etkisi azalarak da olsa, tüm bölgeye ve hatta ülkeye yayıldı. Enkaz başlarında bekleşen acılı insanlar tarafından, uluorta ve “korku duvarı”na aldırılmadan feveran halinde ve olanca yaygınlığıyla yapılan, özel olarak orduyu hedef alan, “ileri-geri” konuşmalar; hızlı bir tırmanışa geçti. O, ordu evlerinin duvarlarında asılı büyük tabela ve panolara yasılan,  “Orduya sadakat şerefimizdir” özdeyişi ya da önyargısı “değer”inden kaybetmekteydi, neredeyse bütünüyle çökecekti! Kimsede “sadakat”ten eser kalmamaktaydı. Şeriatçıların değerlendirmeye giriştikleri, bu nesnel zemindi; Komutanları, toparlanıp tedbir almaya yönelten de, bu son derece, tehlikeli gidişin, olası sonuçlarını dikkate almayı zorunlu kılan gözlemi oldu.
Ordu ve ayrıcalıklar
Halkın duygu ve eğilimleri bakımından doğrudan bir etken olmasa da, bir verinin daha sözünü etmek gerekiyor; bu, Gölcük Donanma Komutanlığı’na kurtarma faaliyetlerine sevk edilen birliklerin çalışmasının içeriğiyle ilişkilidir.
Askeri birlikler, enkazları başında kâh bekleyen kah çıplak elleri ve tırnakları ile enkaza saldıran Gölcük halkını, kendi haline terk edip, Komutanlık enkazına yöneltildiği ve göçük altındaki ordu mensuplarının yardımına koşturulduğunda, burada da, ayrıcalıklar tayin edici oldu. Halkla askeri görevliler arasında ayrıcalıklı olanlar ikincilerdi; askeri “kurtarma” birliklerinin Gölcük ve depremden zarar gören diğer kentlerin halkını kaderiyle baş başa bırakıp, sadece Komutanlık arazisiyle sınırlı bir kurtarma faaliyetine koşuşturulmaları, bunun kanıtını sundu. Ordu, ayrıcalıklı örgüttü; ayrıcalığın örgütlenmesiydi.
Öte yandan, ayrıcalıklar, toplum ve örgütleri açısından olduğu kadar, örgütlerin kendi içinde de geçerliydi. En ayrıcalıklı örgüt olan, ayrıcalığın en üst düzeyde örgütlenmesi olan Ordu, aynı zamanda, hiyerarşik örgütlenmesinde ifadesini bulan ayrıcalıkları, kendi bünyesinde de en gelişkin düzeyiyle taşımaktaydı.
Donanma Komutanlığı’na yardıma gelen askeri birlikler, general ve üst rütbelilerden oluşan Komutanları aramaya ve kurtarmaya sevk edildiler. En başta erler, sonra astsubaylar gelmek üzere, küçük rütbeliler, es geçildiler, Öncelikle üst rütbelilerin kurtarılması hedeflendi. Enkaz başlarında, göçük altında kalanlara seslenilip künyeleri (askeri açıdan, isim, rütbe, bağlı olduğu birlik adından oluşuyor) soruldu; alınan yanıtlara göre, öncelikli müdahaleyi gerektirecek (yaralı, ölümcül, Kurtarılmaya çok yakın vb.) durumlarda da, küçük rütbeliler, sonraya bırakılarak atlanıp, üst rütbelilerin sesi arandı. Bu içerikli, ayrıcalıklı “kurtarma” faaliyeti, “kurtarıcı” küçük rütbeliler arasında, neredeyse bir isyan havasının oluşmasına götürüyordu.
OYAK, hiç de “yardımlaşma kurumu” çıkmadı
Küçük rütbelileri, özellikle depremzede olanlarını olumsuz etkileyen ve kendi sırtlarında sınadıkları bu ayrıcalıklı niteliği, sorgulamaya, içten içe bir öfkeyle dolmaya götüren, yukarıdakini güçlendiren bir diğer veriyi ise; deprem karşısındaki tutumuyla OYAK sundu. Küçük rütbelileri, kendisine karşı, bildiri tarzı, organize edilmiş dilekçeler sunarak, istifa talebini zorlamaya sevk eden, OYAK’ın, bir “yardımlaşma kurumu” olmasına rağmen, yardım bir yana, parmağını kımıldatmamasıydı. Oysa tüm ordu görevlileri, OYAK’ın “mecburi ortağı” idi; OYAK, ordu mensuplarının katılamazlık edemedikleri, bir “mecburi ortaklıktı” ve her ordu mensubu, bu kuruma sürekli bir “katılım payı” ödemekteydi. Bırakalım halka yardım etmeyi, ordu, kendi mensuplarının “yardımlaşması” amacıyla kurduğu kurum aracılığıyla kendi depremzede mensuplarına bile yardım etmemişti.
Bu koşullarda, kimsenin “ordu yıpratılmaya çalışılıyor, izin vermeyeceğiz” diye efelenmesinin anlamı yoktur; bir yıpranma, kuşkusuz gerçekleşmiştir, bunun üzerinden siyaset yapanlar da çıkmıştır, ancak, yıpranma kendiliğindendir, ordu, kendi kendisini yıpratmıştır ve bu da onun bütün bir kuruluşunun, kurumsallığının doğal sonucudur.
Ordunun kurtarma ve yardıma katılmasının nedeni, kitle temelini gözetme ihtiyacıdır
Söylendiği gibi, işlevlerini dışa vurarak, kurumsal olarak, ordunun, tamamen doğallığı içinde, deprem karşısındaki duruşunun içerdiği riskler (temel olarak, ordu ile halkın kopuşma eğilimini körüklemesi), başlıca, kopuşmanın önünü almak, halkla bağların korunmasını sağlamak ve zayıfladığı noktalarda onarmak amacıyla, komutanlarını müdahaleye itti. Kurmay hesaplamalarıyla kararlaştırılan ve “halkı kazanma”yı hedefleyen planlı davranışla, ordu, kurtarma ve yardım faaliyetlerine yöneltildi.
Ordunun, Kızılay’dan farkı, bu noktada görüldü. Ordu, 3–4 gün sonra da olsa, depreme müdahale etmeye yöneltildiğinde, ülkenin en eğitimli ve hazırlıklı örgütlü gücü olarak; bütün dış zorlamalara karşın, Kızılay’ın yetenek gösteremediği ve Başkan değişikliğinden sonra hâlâ yapamadığını, yapmaya girişti.
Halkın çocukları olan erler, bir eldiven bile verilmeden, çıplak ellerle, kazma-kürek, enkaz kaldırmaya yollandılar, iyi de çalıştılar. Kriz merkez ve masalarını bir yana iterek, yarı-perde arkasından, çadır kent kuruluşlarını ve yardım ulaştırma ve dağıtımının organizasyonunu üstlenen askeri birlikler; kendilerini toparladıktan sonra, tatbikatlarda ordugâhlar, sahra hastaneleri vb. kurma alışkanlığının, iaşenin ulaşımı ve dağıtımında deneyli oluşun ve “emir demiri keser” disipliniyle hiyerarşik örgüt tecrübe ve pratiğinin gücüyle, dağınıklığı da toparlamaya giriştiler. Halk inisiyatifi ile gerçekleşen dayanışmayı kendilerine bağlayıp etkisizleştirir ve böylece bir “tehdit unsuru”nu ortadan kaldırmaya yönelirken, diğer yandan da, yapılmış olan yardımları ve hâlâ gelmeye devam edenleri, belirli bir düzene soktular.
Bundan sonra, ordu, ustalıklı bir kurmay manevrasıyla, yine kendisini geriye çekerek devreden çıktı. Askeri birliklerin, bütün halk tanık tutularak yaptığı işlerle, ordunun itibar kaybı önlenmiş ve artık onun da üstesinden gelemeyeceği, dolayısıyla, itibar kaybı sürecinde, başa dönülecek noktaya varılmıştı.
Burada, iki sorunun yanıtı havada kalmış ve birincisi nispeten, ikincisi ise, tamamen gözlerden gizlenmiştir. OHAL bölgesinde dağlara iki saat içinde tam teçhizatlı tabur indirmekle övünen bir eğitim, hazırlık, teknik ve organizasyon düzeyine ulaşmış bulunan ordu, deprem bölgesinde neden 3–4 gün içinde hiçbir müdahalede bulunmamış, Donanma Komutanlığı dışında görünmemiştir? Ve ikincisi, depremzedeler açısından, belki de en zor günler, bundan sonra başlamıştır. Kışın nasıl geçirileceği ve yıkılanın yerine ne konulacağı soruları yanıtsız ortada dururken, siyasetin göbeğinde olan ve her şeye sadece karışmakla kalmayıp her konuda kararları dikte ettiren, ordu ve üst görevlileri, neden kendilerini, halka yardımın sürdürülmesi işinden geri çekmişler ve “halka yardım” yaptıklarını, ustaca -şov bile denebilir- halka gösterdikten sonra, bu alanda, ortalıktan kaybolmuşlardır?
Soruların yanıtları ve yukarıdan beri söylenenler, planlı ve belirli amaca yönelik davranışı bir yana, ordunun “halk için” ve “halka yardım” işleviyle donanmış bir kurum olmaktan uzaklığını, yeterince ortaya koyucudur. 2 saat ile 3–4 gün arasındaki fark, basit bir nicelik farkı değildir, olamaz; zamanın son derece önemli olduğu can alıcı sorunlarda, niteliksel bir farka işaret eder. Vurma, öldürme işlevi söz konusu olduğunda yeten iki saat, mecburiyet kargısında ve zevahiri kurtarmak için “halka yardım” söz konusu olduğunda, demek ki, 3-4 güne eşitlenmektedir; ama günümüzde, bu kadar zamanda, iki ülke arasındaki koca bir savaş bile   kazanılıp   kaybedilebilir! Ordunun da; halkla olan “savaşı”nı, halkın duygu ve eğilimlerinde esas olarak kaybettiğini söylemek, yanlış ya da abartı olmayacaktır. Kurtarılan sadece zevahirdir!

DEVLET, BİR BASKI VE ZOR MAKİNESİDİR
Bütün bir deprem sürecinde, çeşitli kurumları ile halkın ilişkisinin şekillenişinin somut biçimleri, bir kez daha göstermiştir ki, devlet ne halk içindir ne de halka yardım için; tersine, devletin bir baskı ve zor aygıtı olduğu, bu süreçte yaşanan binlerce somut olay ve olgu tarafından yeniden kanıtlanmıştır.
“Devleti Yıpratmama” Çağrısı
Oysa, Türkiye’de, hâla, toplumsal koşullar tarafından bunca yıpratılan, sömürü ve zorbalıktan bunaltılan, acı çeken, insan olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılan halkken, halkın yıpratılmışlığı karşısında, devletin ve özellikle silahlı kuvvetlerin yıpratılmasından, bu yöndeki çabalardan söz edilir. ATV’nin Adapazarı’ndan yayınlanan son “Siyaset Meydanı” programına katılan Kızılay’ın Adapazarı baş görevlisi, halkın kendisi şahsında Kızılay’ı hedef alan öfkesi karşısında, hâlâ “yüzyıllık kurumu ve devleti yıpratmamak”tan dem vurabilmiştir!
Bu “yıpratma” karşıtlığında; “sakın ha! devleti yıpratmayın” umacısına bu denli sık ihtiyaç duyulması ve zırt pırt öne sürülmesinde, iki temel oyun gizlidir ya da bu aldatıcılık ihtiyacının iki nedeni vardır.
Birincisi, paranoya halinde üflenen bu “yıpratmama” borusuyla durmadan tekrarlanan çağrı; toplumsal, ekonomik ve siyasal koşulların bunca yıprattığının halk olduğu gerçeğini gizleyip; devlet görevlilerinin ayrıcalıklı, devletin ise “toplumun üstünde asalak bir ur olarak yer alan” konumunu, önyargı halinde kabul ettirmeye yöneliktir. İkincisi ise, bu kadar çok ve üst perdeden tekrarlanıyor olmasının, halkla olan ilişkisinde, devletin yıpranmasının işareti sayılması gereken bu çağrı; devletin, halkın, daha çok yerleştirilmiş tabiriyle, “millet”in malı olmasa bile, “şerefi”, dolayısıyla uğruna her şeyini feda etmesi gereken en önemli ve
kutsal değeri olduğuna, devletle halkın (“milletin”) ayrılmaz bir bütün oluşturduğuna ve devletin “halk için” olduğu ve “halkın hizmetinde” bulunduğuna ilişkin önyargının pekiştirilmesine yöneliktir. Medyanın, her gün her saat, her fırsatta, çeşitli vesilelerle, değişik biçimler altında tekrarlayıp durduğu, bu içerikteki önyargılar; halka, her bayram ya da kutlama mesajlarında, her demeç ve açıklamalarında ve hele her siyaset belgesi ve konsept ilanlarında, türlü “devlet büyükleri”nin ağzından bir kez daha iletilir. Son günlerde, bu yollu çağrıların sıkça işitilmesinin nedeni, sadece “eğitim” değil, depremin yol açtığı ciddi yıpranmadır.
Devlet, Ezeli ve Ebedi Değildir
Türklerin ezelden beri devlet kurdukları ve devlet halinde yaşadıklarıyla övünülür. 16 devlet kurmuş olmakla övünme, aslında, 16’ncısını yaşatma kararlılığının ilanıdır.
Burada tartışmaya yer yok; ancak Marksizm’in, devletin “sönmesi”ni öngördüğü, uzak amaç ya da azami program olarak, yeryüzünde devletlerin de söneceği, çünkü artık baskı ve zor altında tutulacak kimsenin ve dolayısıyla, bir baskı ve zor aygıtı olarak, devlete ihtiyacın kalmayacağı, sınıfların ve sömürünün kaldırıldığı bir ülke ve dünyadan yana olduğu ve savunduğu, savunmakla kalmayıp, kaçınılmazlığını bilimsel olarak kanıtladığı bilinir.
Biz, devletin (Türkiye’de ve dünyada) sönmesi ve söneceği fikrinin savunucusuyuz. Devlet, müzelik olacaktır. Ancak bu ne şimdi, hemen, devletin ortadan kaldırılması yanlısı olduğumuz anlamına gelir -ki burada anarşizmden ayrılırız- ne de devletin yaşatılmasına dair kararlılığın karşıtı olduğumuz anlamına. Devlet daha uzunca bir süre yaşayacaktır. İşlevinin yönünün, “kimin devleti” sorusuna verilecek yanıtla birlikte, değişmesinin kaçınılmazlığına karşın yaşayacak ve Marksistler, bugün olduğu gibi, yarın “egemen sınıf olarak örgütlenen proletarya”nın iktidar koşullarında da, devletin, işçiler tarafından kullanılmasını savunacaklardır. Biz, sadece, “toplumun üstüne yerleştirilmiş bir organizma olan devleti, topluma tamamen bağımlı bir organizma şekline sokabilme” (Marx, Gotha Programının Eleştirisi, sf. 39) uğraşı ve bunun, bugün ve gelecek için geçerli, tek özgürlük tanımı olduğunu savunmakla, bugünkü devlet savunucu ve yücelticilerinden ayrılıyoruz. Küçük bir ayrılık!
Ancak, ispatlanmış bilimsel bir gerçektir ki, devlet günün birinde “sönerek” ortadan kalkacağı (kaldırılacağı değil, kalkacağı) gibi, ezelden beri de, insan toplumunun başına bela olmamıştır. Türkler ve diğer kavimlerden insanların, yüzyıllarca devletsiz yaşamayı başardıkları, ortaya çıkış koşulları oluşmadığı için, devletin, henüz var olmadığı zamanlar oldu. Neandertal ya da Cava insanı, bir milyon yaşına yakındır. Türklerin ya da başka bir kavmin uygarlığı, dolayısıyla devlet halinde yaşama yaşları ise, birkaç binyılla ölçülüyor. Maymunlar nasıl bir devlete sahip değillerse, belirli bir maymunumsu türden gelen ilk insanlar da yüz binlerce yıl devletsiz yaşadılar. Ta ki, kendi ihtiyaçlarına yetecek olandan fazlasını üretinceye ve bir grup insanın, başkalarını hizmetinde çalıştırıp, onun ürettiği artı ürüne el koyabilmesi, nesnel açıdan olanaklı hale gelinceye kadar.
Önce insanlar, ortaklaşmacı, komünal toplumlar halinde yaşadılar; ne sömürenleri vardı ne sömürülenleri. Sömürünün konusu ve temeli olacak, insanları birbirine düşürecek, üretim fazlası ve bunu ve tasarruf hakkını (yönetimini) elinde toplama olarak, mülkiyet, pratikte ve kavram olarak, ortaya çıkmamıştı.
Giderek üretici güçlerin gelişmesine ve üretim artışına bağlı olarak, işbölümüyle birlikte, bu sorunlar, insanlığın gündemine girmeye başladı. Hayvancılık yapanlarla tarımla uğraşanlar, madencilik ve işlemesi, dokumacılık vb. gibi ilk “sanayi” dallarının zanaatkârları ve uygarlığın eşiğinde, tüccarlar, birbirlerinden ayrıldılar. Tümünde olanaklı hale gelen üretim fazlası, sonuncular tarafından, birinden diğerine, değiştirilebilir kılındı. Rastlantısal değişimin yerini, satmak için üretim almaya başlayınca, bir yandan para, diğer yandan zenginlik kaynaklarını mülk edinme ve bunlarla birlikte, ödünç para verilişi, doğal sonucu olarak faiz ve tefecilik, ipotekler vb. sökün etti. Ortaya çıkan, sınıflar ve sömürüydü. Bu ilişkiler, sınıfsız ortaklaşa yaşamın sürdüğü toplumu parçaladıkça, bir yanda, mülk sahibi servet, toprak ve sürü sahipleri, diğer yanda -önceleri, yalnızca, birbirine düşman kabilelerin çatışmasına bağlı olarak, yenenlerin yenilenlerin bir kısmını evlerinde, hizmetlerinde kullandıkları- köleler ve özgür, ama borç batağında, köleliğe yuvarlanma tehdidi altında olanlar halinde toplum bölündü.
Devlet, bu koşullarda çıkageldi. Belirli bir bölgede, dergimizin geçen sayısında ‘”Global Demokrasi’ ya da Demokrasi Yalanı” başlıklı makalenin “Atina Demokrasisi” bölümünde anlatılan gelişmeler yaşandı.
Dünyanın başka bölgelerinde, aynı içerik, kendisini, başka biçimler altında ortaya koydu. İlkel ortaklaşmacı toplum örgütlenmesi, askeri demokrasi, işbölümüne, sınıflara, sömürü koşullarına, mülkiyet ilişkilerine dayanamadı, parçalandı; insan toplumlarının bağrında, devletin doğuşuna tanık olundu.
Devletin İşlevi, Sınıf Çatışmasını Düzen İçinde Tutmaktır
Ve Engels özetledi:
“Öyleyse devlet, topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘aklin imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki ürünüdür; bu, toplumun, önlemekte yetersiz bulunduğu karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf. 175)
Yani devlet;
1. düşüncenin ürünü değildir, önyargılarla hiç açıklanamaz.
2. gelişmesi sürecinde, örneğin, bugün Türkiye’de bir önyargı olarak kabul ettirilmeye çalışıldığı gibi, öncesiz sonrasız, kimine göre Allah’tan kimine göre toplum dışı başka kutsallıklardan gelme değildir, doğal bir ilişki türü hiç değildir; dolaysızca, belirli bir gelişme aşamasına ulaşmış toplumun ürünüdür.
3. toplumun bu “belirli” aşaması, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla bölündüğü aşamadır; o halde, devlet, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından doğmadır.
4. işlevi; sınıflar arasındaki çatışmayı, belirli bir düzeyde, ‘düzen sınırları içinde’ tutmaktır.
5. toplumdan doğmakla kalmaz; onu, egemenliği altına alarak, gitgide ona yabancılaşır; toplumun üzerine çıkar, onun üzerinde asalak bir ura dönüşür.
Demek ki, devlet, sömürenlerle sömürülenler arasındaki çatışmayı “düzene koymak” için vardır.
Devletin Özü, Özel Silahlı Güç Sahipliğidir
Bu işlev, nasıl ve neye dayanarak, ne aracılığıyla gerçekleşecektir? Devletin, araçlara İhtiyaç duyacağı açıktır. Engels devam eder:
“İkinci olarak bizzat silahlı güç halinde örgütlenen halkla artık doğrudan doğruya aynı şey olmayan bir kamu gücünün kuruluşu gelir. Bu özel kamu gücü zorunludur; çünkü sınıflara bölünmeden sonra, halkın özerk bir silahlı örgütlenmesi olanaksız duruma gelmiştir… Bu kamu gücü, her devlette vardır; yalnızca silahlı adamlardan değil, ama maddi eklentilerinden de, ilkel toplumun bilmediği hapishaneler ve her türlü ceza kurumlarından bileşir. Bu güç, sınıf karşıtlıklarının henüz gelişmemiş bulunduğu toplumlarda ve ücra bölgelerde, hemen hemen yok denecek derecede önemsiz olabilir… Ama devlet içindeki sınıf çelişkileri belirginleştiği ve sınırdaş devletler daha daha büyük ve daha kalabalık duruma geldiği ölçüde, onun da gücü artırılır.” (Age, sf. 176)
Devletin, sınıf çatışmalarını “düzen içinde tutma” işlevini gerçekleştirebilir olmasının başlıca unsuru, silahlı adamlar ve maddi eklentilerinden oluşan bu özel kamu gücüdür. En başından beri, her devletin ayrılmaz ve zorunlu bir parçası durumundaki, silahlanmış halk ya da halkın silahlanmasıyla kesinlikle aynı şey olmayan bu özel silahlı birlikler, devleti, devlet yapan ana unsurdur.
Halkın dışında silahlanmış ve devletin temel kurumlarını oluşturan bu silahlı birlikler, başlıca, ordu, polis, jandarmadır; ihtiyaç duyuldukça, bunlara, gizli servisler, kontrgerilla gibi daha da özel birlikler katılır.
Bu kurumlarda, askerlik hizmetinde olduğu gibi, halka, halk çocuklarına görev verilmesi, bu kurumların, halktan kopuk özel birlikler olma niteliğini değiştirmez; halkla, bu özel birlikler ve devlet arasında belirli bir bağın varlığına, bu bağın bütünüyle kopmadığına işaret eder. Polis, gizli servisler ve diğerleri açısından, halkla olan bu bağ da, yoktur. Bu, polisin, tamamen para karşılığı görevli olarak “çatışmayı düzen sınırları içinde tutmak” için, daha büyük bir gaddarlıkla davranmasını olduğu kadar; halkla bağlarını ve halkı kazanmayı gözetme ihtiyacı duymamasını da açıklar. Bu, gizli servis ve diğer özel birlikler açısından da, geçerlidir. Halkla bağlarının büyük ölçüde zedelenmesine bağlı olarak, ordu açısından da, genel askerlik hizmetinin sonuna gelinir ve profesyonel orduya geçiş kaçınılmaz olur; bu, genellikle, teknik ve modernizasyon ihtiyacı vb. gibi, bir dizi gerekçe ardına gizlenerek, ama halktan tamamen kopulduğu itiraf edilmeden yapılır.
Bu silahlı birlikler, kışlalar ve cezaevleri gibi eklentileri zorunlu kılarlar. Hem halkın dışında konumlanacak mekânlara ihtiyaç duyarlar, hem de yakaladıkları “düzen karşıtlarını kapatacak zindanlara. Bunlarsız, devlet de olmaz.
Çatışmanın sınırları içinde tutulması işlevinin yüklenildiği “düzen”e uygunluğu, “adalet” kantarına vuracak ve kimlerin cezaevlerine atılacağını kararlaştıracak, mahkeme ve yargıçlar; devletin, koruduğu “düzen”in olumlanması işini yüklediği, zorunlu “eklentileri”ndendir.
Ve bütün bu kurumlarıyla devleti, özel kamu gücünü, giderek bir ordu oluşturan görevlilerini beslemek ve finanse etmek zorunludur. Engels, bunu, “Bu kamu gücünü yaşatmak için, devletin yurttaşlarının katkıda bulunması gerekir -vergiler. Bu vergiler ilkel toplumda hiç bilinmeyen şeylerdi.
Ama bugün vergiler üzerinde enine boyuna konuşabiliyoruz. Uygarlığın ilerlemeleri ile artık onlar da yetmez; devlet, gelecek üzerine poliçe çeker, ödünç paralar alır -devlet borçları.” (Age, sf. 176) diyerek açıklar.
Kuşkusuz, bu işlerle de uğraşacak görevlilere, ihtiyaç duyulur. İdari ve mali görevlilerle birlikte, artık, devlet, her düzene başkaldıranın kafasını ezmeye hazırdır.
Ama bütün bu görevliler yığını, ciddi bir büyüklük oluşturur. Göreceğimiz gibi, yetkinleşme ihtiyacını karşılamak üzere, görevliler yığını daha da büyür. Silahlı ve silahsız (mali ve idari vb.) görevliler, askeri ve sivil bürokrasi ya da militarizm ve bürokrasi, sırtından geçinmek ve onu denetlemek üzere, toplumun, en ücra köşelerine, tüm gözeneklerine kadar sızar; yabancılaştığı toplumun üzerinde, ondan geçinen ve durmadan çoğalan asalak ve habis bir ur haline gelir.
Görevlilerin Otoritesi, Yasayla Sağlama Bağlanır
Bütün bu askeri ve sivil görevliler yığını, “topluma yabancılaşan bir gücün dayanakları olarak”, “görevlerini” sürdürmeyi, halkın kendiliğinden ve içten gelme saygısına dayanmaya çalışmakla garanti edemezler, üstelik buna pek vakitleri olmadığı gibi, işlevleri de hiç uygun değildir; kendilerine, bir “kutsallık ve özel bir dokunulmazlık kazandıran olağanüstü yasalarla sağlama bağlanmış” (Engels, Agy), önyargılarla da beslenen müthiş bir otorite ile donatılırlar. “Ben buranın Allahıyım” diye övünen alelade polis görevlisine, tüm ülkenin hesabını kendisinin tuttuğunu, sanan Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza tipine, küçük dağları kendisinin yarattığına inanan ve bunu kanıtlamaya uğraşan -Aziz Nesin’in, Anadolu’da yaygın, Güneş Müftüsü tipinin örneği- bir rütbeliye, her şeyi bildiği ve her işin altından kalkabileceği düşüncesindeki emekli albaya adım başı rastlanabilir. Süklüm püklüm bir basit memurun (görevlinin), görev başında, nasıl “aslan kesilerek”, kapısına düşenin, anasından emdiği sütünü burnundan getirdiğini, herkes yaşamında sınamıştır. Varın yüksek görevlileri, bakanları, cumhurbaşkanlarını vb. düşünün.
En küçüğünden en büyüğüne tüm görevlilerin böyle hissetmelerinin temelinde, olağanüstü yasalarla sağlama bağlanmış, hatta önyargılarla kutsallaştırılmış, otoriteyle donatılmış olmaları yatar. Görev başındaki bir memurun düğmesinin koparılması, olağan bir cinayetten daha pahallıya mal olur. Örneğin, polisin, görev başında işlediği bir cinayet, örneğin, işkencede bir devrimciyi öldürmesi ise, her zaman taltif edilmesine yol açmasa bile, genellikle konusu edilmez; üstelik çoğu ülkede, Türkiye’deki gibi, Memurin Muhakematı Kanunu ile görevlinin yargılanabilmesi üst görevlinin iznine bağlanarak, görevli ve -örneğin öldürme- görevini korkusuzca sürdürmesi, sağlama bağlanmıştır
Devlet, Egemen Sınıfın Baskı Aracıdır
Peki, kim bu görevliler, kimin görevlileridirler, görevlerini kimin adına yerine getirirler, devlet kimindir? Aslında bu soruların yanıtları şimdiye kadar verilmiş oldu. “Silahlı adamlar ve maddi eklentileri”yle, bunların beslenmesiyle görevlendirilen adamlardan oluşan “özel kamu gücü”, “özel”dir; toplumun bütününün ihtiyaç ve çıkarlarına, halkın ihtiyaç ve çıkarlarına değil, ama “özel” bir toplumsal grubun, belirli bir sınıfın ihtiyaç ve çıkarlarına yanıt olarak, özel bir sınıfın ihtiyaç ve çıkarlarını karşılamak ve gerçekleştirmek üzere ortaya çıkmıştır, vardır. Her şeyden önce, “özel silahlı birlikler”, “özel”dir, “özel amaçlı”dır; halkın tümünün silahlanmasından farklı olarak, silahların, özel birtakım çıkarları savunmak için, özel birtakım ellerde toplandığını gösterir. Bundan böyle silahlar, öyleyse, halkın çıkarları için kullanılmaz, “özel çıkarlar” için, dolayısıyla, bu “özel çıkarlar”a sahip, özel bir toplumsal sınıfın ihtiyaçlarını gidermek üzere kullanılır. Bu “özel çıkarlar” ise, toplumun geri kalan çoğunluğunun, “özel” bir toplumsal grup, bir sınıf tarafından sömürülmesinin ve bu sömürünün garanti altına alınması ihtiyacının koşullandırdığı çıkarlardır. Modern toplumda, kapitalist toplum koşullarında, bu özel toplumsal grup, bilindiği gibi, sermaye sahipleridir, burjuvazidir.
Devlet, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü ve sınıf çatışmalarını “düzen içinde tutma” ihtiyacından doğma oluşunun doğal aonucu olarak, “düzen”i, kuşkusuz egemen sınıfının “düzeni”ni ve çıkarlarını korumak işlerini görmek içindir. Halkı, verili düzen koşullarında sömürülenleri, düzeni kabul etmeye ve ona karşı çıkmamaya, dolayısıyla sömürülmeyi ve sömürücüler tarafından kö-leleştirilmeyi benimsemeye zorlamak içindir. Sömürünün, bir düzen oluşturan sömürü koşullarının, sömürü düzeninin devamını garanti altına almak içindir. Dolayısıyla devlet/proletarya, egemen sınıf olarak örgütle-ninceye kadar, sömürücü egemen sınıfların devleti olmuş ve sömürülenler üzerinde baskı Ye zor makinesi olarak çalışmıştır. En-gcla, çok bilinen pasajında bunu belirtir:
“Devlet sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde, siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir. İşte bundan ötürüdür ki, antik devlet, her şeyden önce, köleleri boyunduruk altında tutmak için, köle sahiplerinin devletiydi: tıpkı feodal devletin, serf ve angaryacı köylüleri boyunduruk altında tutmak için soyluların organı, modern temsili devletin de ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesi aleti olduğu gibi.” (Age, sf. 177)
Modern Devlet, Sermayenin Emeğe Karşı Savaş Silahıdır
Kapitalizmde, ekonomik bakımdan egemen olan, mülkiyet sahipliği, zenginlik kaynaklarını elinde tutması, onları sermayeye dönüştürmesi ve sermaye olarak sahip olduğu paranın egemenliği sayesinde -emeğe işgücünü kiralama hakkı dışında bütün kapılar kapalıyken- önünde tüm kapılar açılan burjuvazi, siyasal bakımdan da egemen sınıftır. Siyasal egemenliğinin aracı da, siyasal egemenliğin örgütlenmesinden başka bir şey olmayan burjuva devlettir. Emek-sermaye çelişkisinin gelişip sertleşmesine bağlı olarak, burjuva devlet de, toplumsal siyasal alanın bütününü, bütün diğer örgüt -ve ideoloji- biçimlerini kucaklayıp egemenliği altına almaya ve kullanmaya eğilim göstererek yetkinleşir.
Ama her şeyden önce, modern burjuva devlet, sermayenin emek, burjuvazinin işçi sınıfı (ve emekçiler) üzerindeki baskı ve zorunun örgütlenmesidir. Marx, “Fransa’da İç Savaş” adlı yapıtında, “proletaryanın ayaklanma tehlikesi karşısında, birleşik varlıklı sınıf, o zaman devlet iktidarını, kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın ve çalımla, sermayenin emeğe karşı ulusal savaş silahı olarak kullandı.” (Seçme Yapıtlar, sf. 262) derken, modern burjuva devleti, “sermayenin emeğe karşı ulusal savaş silahı” olarak tanımlıyordu. Marx, aynı yerde, sanki “bizim” “ordu-millet, güçlü devlet” edebiyatımızı, yaklaşık 130 yıl öncesinden yerle bir etmek üzere, bu “sermayenin emeğe karşı ulusal savaş silahı”nın, üretimin (ve sömürünün) dış (siyasal) koşullarını ve bu koşulların devamını sağlama işleviyle, sermayenin hizmetindeki devasa askeri ve sivil görevliler yığınından oluşan baskı ve zor aletinin, “ulusun asalak bir uru olduğu halde, ulusun kendisinden bağımsız ve onun üzerinde olmak isteyen devlet iktidarı” (sf. 265) olduğunu söylemekteydi. “Komünist Manifesto”da ise tanım şöyle yapılmıştı: “Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfın ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.” (Evrensel Basım Yayın, sf. 48)
Yani burjuva devlet;
1. toplumsal sınıflardan birinin ya da hiç kimsenin olmayan, tamamen bağımsız, kendi kendine bir örgüt veya bütün halkı “temsil eden” ya da “halkın çıkarları”na dayanan ve bu çıkarları gözeten, “halk için” bir örgüt değil; ama tersine, halkı oluşturan ve emeğiyle geçinen sömürülen yığınları, işçi ve emekçileri boyunduruk altında tutmaya yarayan, burjuvazinin siyasal egemenlik örgütüdür.
2. birbirleriyle rekabet halinde bulunan ve çıkarları birbirleriyle çelişen şu ya da bu patronun, -birbirlerine karşı, birbirlerini alt etmek için- tek tek burjuvaların değil; sömürücü bir sınıf olarak, işçi sınıfı (ve emekçiler) karşısında, ortak çıkarlara sahip burjuva sınıfın, burjuvazinin tümünün, siyasal egemenlik örgütüdür.
3. bu örgüt, burjuvazinin ortak işlerini yürütür. Bu ortak işler;
a) üretici güçler ve dolayısıyla üretimin gelişmesiyle, çeşitli nedenlerle (tröst ve tekellerin doğması, devletle kişisel olarak da iç içe girişlerin artışı, devletin, vergi ve devlet borçlarıyla başlayan, ekonomiye müdahalesinin, tek tek burjuvalar ve şirketlerin yetersiz kaldıkları alanlarda -kriz koşullarında artan bir eğilimle- doğrudan devlet yatırımcılığına kadar genişlemesi vb.) ekonomik alana müdahale eden devletin bizzat kendisinin, “kolektif kapitalist” olarak, sömürücü bir organizma haline dönüşmesiyle, bu anlamda, sömürünün kendisini yürütme işiyle,
b) ve (a) şıkkındaki ilişki de içinde olmak üzere, asıl işlev olarak, sömürünün dış -siyasal- koşullarını sağlama, tüm yönleriyle sömürünün devamını garanti etme; her alanda burjuvazinin işçiler (ve emekçiler) karşısındaki haklarını koruma ve geliştirme işleridir.
Burjuva devlet budur, bunun için gereklidir.

DEVLETİN YETKİNLEŞMESİ
Devletin yetkinleşmesi, devletin, devlet olarak, gelişmesi sorunudur.
Devletin Biçimi Değişir, Özü Asla…
Devlet, gelişmesi sürecinde, çeşitli biçimler alır; bu biçimler, ülkeden ülkeye değişiklik gösterir. Kapitalist Türkiye’nin devlet biçimi farklıdır, İngiltere ya da Yunanistan’ın farklı, ABD ya da Çin’in farklı. İngiltere, burjuva toplumun tamamen süsüne dönüşse de, hâlâ bir krallıktır, cumhuriyet değil; ama parlamentosu ve kraliçenin törensel yetkileriyle, devlet, bir burjuva demokrasisidir. Yunanistan, bir burjuva demokrasisi; ABD, temsili kurumların aleyhine, aşırı yetkilerle donatılmış başkanı ve başkanlık sistemi, başkanın halk tarafından doğrudan seçilemeyişi ve halkın devlet işlerine (siyasete) katılımının önüne konmuş engellerle güdükleştirilmiş, faşizan özellikler barındıran bir tür demokrasi; Çin, bürokratik bir despotluk (diktatörlük); Türkiye, demokrasi ile ilişkisiz bir faşist diktatörlüktür. Ama bu devletler, İngiltere hariç tümü, birer cumhuriyettirler.
Ancak tarihsel gelişmenin ve sınıf mücadelesinin somut biçimlenişinin, şu ya da bu biçim almasına yol açmasından ayrı olarak, sermayenin egemenliği altındaki bu kapitalist ülkelerin tümünde, devlet, burjuva devlettir; burjuva diktatörlüğüdür. Farklı biçimlere sahip tüm bu burjuva devletlerin özü, ortak niteliği, sermayenin emeği boyunduruk altında tutmak üzere örgütlenmiş şiddet araçları olmalarıdır. Hangi biçimi altında olursa olsun, modern burjuva devlet, işçi ve emekçiler üzerinde burjuvazinin sürekli ve sistemli baskı ve zorunun örgütlenişidir.
Bir burjuva çarpıtma, demokrasinin yüceltilmesine ilişkindir; demokrasinin, “halkın kendi kendisini yönetmesi”, “halk için, halk tarafından yönetim” olduğunun iddia edilmesidir. Tüm demokratik olmayan devletlerin yönetici kadrosu ve akıl danelerinin, demokrasi iddiasında bulunmalarının nedeni de; burjuva demokrasisine dair, bu, “halkçı” yüceltmenin, kısmen iş görürlüğünün, devletin, halka karşı ve zorba niteliğinin üstünü örtmede, belli bir yararının test edilmiş olmasıdır.
Oysa “demokrasi bir devlet biçimidir, çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Öyleyse her devlet gibi demokrasi de, zorun, örgütlenmiş olarak, sistemli bir biçimde insanlara uygulanmasıdır.” (Lenin, Devlet ve Devrim, sf. 110)
Devletin Yetkinleşmesi, Baskı Aygıtının Mükemmelleşmesidir
Burjuvazinin diğer devlet biçimleri gibi, siyasal egemenliğini, örgütlemesinin bir yöntemi olan burjuva demokrasisi de içinde olmak üzere, burjuva devletin yetkinleşmesi; bir şiddet aleti, bir baskı ve zor aygıtı olan devlet makinesinin, şiddet kullanma yeteneğinin, baskı ve zoru uygulama aygıtı olarak, sahip olduğu niteliğin, mükemmelleşmesi anlamına gelir. Yetkinleşen devlet, baskı ve zoru uygulama işlevini geliştirip pekiştiren, mükemmelleştiren devlettir.
Demek ki, devletin yetkinleşmesi, halkın boyunduruk altında tutulması için baskı ve zorun örgütlenişinde yetkinleşmedir. Burjuva devletin yetkinleşmesi, sömürü koşullarının devamı açısından, işçi ve emekçilerin baskı altında tutulması, bastırılması ve ezilmesi işlevini, daha mükemmel yerine getirebilir hale gelmesidir.
Bu yetkinleşme, ya da zor aygıtı olarak mükemmelleşme; devlet aygıtının araçlarının, organ ve kurumlarının, örgüt biçim, tarz ve tekniği açısından, baskı ve zor işini, daha iyi yapabilmek üzere, örgütlenmesinin geliştirilmesi, zaaflarından arındırılması, eksiklerinin tamamlanması ve gediklerinin kapatılmasında, bu amaçla yeniden ve yeniden örgütlenmesinde ya da Türkiye’de artık günlük siyasete yerleştirilmiş deyimle “yeniden yapılandırılması”nda ifadesini bulur.
Sınıf Mücadelesinin Sertleşmesi Yetkinleşmeye Götürür
Bu yenilenme ihtiyacını ortaya çıkaran ve gerçekleşmesine yol açan, sınıf mücadelesinin gelişmesinin koşullarıdır. Uzlaşmaz karşıtı olan işçi ve emekçilerin hak arama ve politik eylemleriyle rahatsız edilen/olan burjuvazi, hele, karşıtının eylemlerinin, kendisini (egemenliğini) tehdit eder hale geldiğini, egemenliğine son verme potansiyeli taşıdığını hissettikçe; siyasal egemenlik sistemini, kendi egemenlik koşullarını daha sağlam olarak koruyabilir hale getirme, devletini güçlendirip sağlamlaştırma, ezme ve bastırma işlevini hakkıyla yerine getiremez olan devlet kurumlarını onarma ihtiyacı duyacaktır, duyar. Hele, burjuvazinin iktidar tacını giydiği ya da burjuvazinin egemenlik koşullarını sağlamlaştırmaya yarayan veya burjuvazi tarafından püskürtülen her devrim, mutlaka, devlet aygıtının yetkinleşmesine götürür.
Polisi, hakkını arayan işçiyi yeterince engelleyemez, kafasını, kolunu kırarak durduramaz, hakkını arayamaz kılmak üzere, durduramaz, gözaltına alamaz, kısacası, işçi hareketini engellemek üzere, yeterince şiddet uygulayıp terör estiremezse; devletin, daha gelişkin örgüt yöntemleri kullanılarak, ideolojik olarak beyni yıkanıp işlevini yerine getirmek için daha iyi eğitilerek, disiplini pekiştirilip emir-komuta mekanizması güçlendirilerek, teknik olanaklardan daha çok yararlanabilmesi sağlanarak, sayısı artırılarak vb. yeniden örgütlendirilmesi gerekiyor demektir. Gizli servisleri, emekçilerin hareketini önceden haber alıp bastırılması için gerekli önlemlerin alınmasını sağlayamazsa, hareketin gelişmesini engellemek üzere, söylentiler yayma, emekçileri bölme vb. açısından, psikolojik savaş yöntemlerini, yerinde ve yeterince kullanma yeteneği gösteremezse, faili meçhuller vb. içinde olmak üzere, kendisinden beklenen, mevcut yasal çerçevelere sığmayan, devlet etkinliklerini gerçekleştirmede, zaaf içinde olursa; yeniden örgütlendirilmesi ihtiyacı, ortaya çıkmış demektir. Bu, diğer kurumlar açısından da, her kurumun kendi özel işlevi söz konusu olarak, geçerlidir.
Yetkinleşme, Halktan Kopuş Sürecidir
Söz konusu yetkinleşme, hangi biçimde örgütlenmiş olursa olsun, her devlet açısından zorunlu bir süreçtir ve devletler, yetkinleşmekten kaçınamazlar. Örgütlendikleri ulusal ve uluslararası koşullar -kuşkusuz bu koşulların şekillenişini, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının olgunluk ve sertlik düzeyi ile sınıf mücadelesinin gelişme düzeyi belirler- tarafından dayatılan ölçüde, her devlet, az ya da çok ya da ileri düzeyde bir yetkinleşme sürecinden geçer. Kimilerinin, devletin ve onun üzerinde yükseldiği toplumsal koşulları kastederek, düzenin “oturması” olarak nitelendirdikleri, devletin bu yetkinleşmesi; onun, temel işlevini hakkıyla yerine getirmek üzere, niteliği, örgütlenmesi ve kurumsallaşması açısından sağlamlaşması ve güçlenmesidir.
Burada, tayin edici olan iki yön vardır. Birincisi, yetkinleşme, nesnel koşulların dayattığı ihtiyaç olduğu için, hiçbir devletin bundan kaçınamayacağıdır. İkincisi ise, yetkinleşme, baskı ve zor işlevinin gerçekleşme koşullarının, dolayısıyla işlevin kendisinin mükemmelleşmesi olarak, doğrudan halkı hedef alır; halkın, bundan hiçbir çıkarı olmadığı gibi, halkın, baskı ve boyunduruk altında tutuluş koşulları ve halk üzerindeki baskı, ağırlaşır. Devletin yetkinleşmesi, halk karşıtlığının ideolojik, politik ve kurumsal (örgütsel) açıdan güçlenmesi, dolayısıyla, devletin, halkla olan bağlarının zayıflaması ve devletin kitle tabanının daralması ve sonuç olarak, devletin, halk ve genel olarak toplumla olan çelişkisinin şiddetlenmesi ile eş anlamlıdır. Devlet, yetkinleştikçe, halkla daha ileri düzeyde kopuşur; ancak, devlet, zaten, sınıf çatışmasının hafifletilmesi ve düzen içinde tutulması ihtiyacından doğduğundan, halkla kopuştukça, bu ihtiyacın karşılanması, daha çok, daha çok zor ve baskıyı gerektirecek, bu ise, yetkinleşmenin sürekliliğini dayatacak ya da yetkinleşme, sürekli bir ihtiyaç olarak, kendi kendisini yeniden ve yeniden üretecektir. Yetkinleşme, dönüşü olmayan bir yoldur; ancak, başarılı bir devrimle sona erdirilebilir. Yetkinleşmenin, kendini yeniden üretmesinin kaçınılmazlığıyla yıkıcılığı ve hızı artmak üzere, bu yetkinleşme süreci, aynı zamanda, devletin, çürüme sürecidir. Bu süreçte, devlet, tamamen toplumun üzerinde yer almaya eğilim gösterir. “Toplumun üzerinde tam bir asalak ur”a dönüşür. Yetkinleşmesi süreci, devletin “özgürleşmesi” sürecidir. Yetkinleşen devlet, halkla olan ilişkisinde, ondan özgürleşmekte olan devlettir. Bu, kuşkusuz, halkın elindeki özgürlük olanaklarının, giderek daha çok kısıtlanması, halkın özgürlüklerinden yoksunlaşması anlamına gelir, Yetkinleşen devlet, halkın, hak ve özgürlük taleplerine olumlu hiçbir yanıt vermez ve bütün talepleri zorla bastırmaya yönelir.
Devlet ve Yetkinleşmesinin Özellikleri
18 Brumairei’de yazdıklarını, Fransa’da İç Savaş adlı yapıtında altını çizerek tekrarlayan Marx, devletin, Fransa’da, feodalizme karşı mücadele günlerinden, proleter ayaklanma ve devrimlerini bastırma (Komünün ezilmesi) günlerine, izlediği gelişme çizgisinin üzerinde durarak devletin yetkinleşmesi ve bunun niteliğine vurgu yapar:
“Sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları ve yargıçlar gibi, sistemli ve aşamalı bir işbölümü planına göre biçimlendirilmiş, her yerde var olan organları ile merkezileşmiş devlet iktidarı, doğmakta olan burjuva topluma, feodalizme karşı mücadelelerinde güçlü bir silah hizmeti gördüğü mutlak krallık çağına kadar çıkar. Bununla birlikte, her türlü ortaçağsal molozlar, senyörlerin ve soyluların üstünlük hakları, yerel ayrıcalıklar, belediyesel ve loncasal tekeller, taşrasal anayasalar yüzünden, gelişmesi engellenmiş bulunuyordu. 18. yüzyıl Fransız Devrimi’nin dev süpürgesi bütün bu geçmiş zaman kalıntılarını silip süpürdü ve böylece toplumsal dayanağı, modern devlet kuruluşu üstyapısı karşısına çıkan son engellerden de kurtarmış oldu. Modern devlet, kendisi de yarı-feodal bir nitelik taşıyan eski Avrupa’nın modern Fransa’ya karşı birleşme savaşlarının ürünü olan Birinci İmparatorluk (1. Napeleon –ÖD) döneminde kuruldu. Daha sonraki rejimler sırasında parlamenter denetim altına, yani varlıklı sınıfların doğrudan denetimi altına konmuş bulunan hükümet, sadece engin ulusal borçların ve ezici vergilerin fideliği olmakla kalmadı; otorite, çıkar, mevki gibi dayanılmaz çekicilikleri ile bir yandan yönetici sınıfların rahip fesat komiteleri ve serüvencileri arasında uyuşmazlık nedeni oldu, ve öte yandan toplumun iktisadi değişiklikleri ile birlikte siyasal niteliği de değişti. Modern sanayinin ilerlemesi geliştikçe, sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığı da genişliyor, yoğunlaşıyor, devlet iktidarı gitgide sermayenin emek üzerindeki ulusal bir iktidarı, toplumsal kölelik ereklerine göre örgütlenmiş toplumsal bir güç, bir sınıf egemenliği aygıtı niteliği kazanıyordu. Sınıflar mücadelesinde bir ilerleme gösteren her devrimden sonra, devlet iktidarının salt bastırıcı niteliği gitgide daha açık bir biçimde ortaya çıkıyordu. 1830 Devrimi, hükümeti toprak sahiplerinden kapitalistlere, işçilerin en uzak düşmanlarından en dolaysız düşmanlarına geçirdi. Devlet iktidarını, Şubat Devrimi (1848 Şubat Burjuva Devrimi –ÖD) adına ele geçiren cumhuriyetçi burjuvalar… bu iktidarı Haziran (1848 Haziran proleter ayaklanması –ÖD) kıyımlarını kışkırtmak için kullandılar… Hisse senetli şirket biçimindeki hükümetlerin upuygun biçimi, başkan olarak Louis Bonaparte (1851 darbesi ile imparatorluğunu ilan eden 3. Napeleon –ÖD) ile birlikte, aşağılık yığının kabul edilmiş sınıf terörizmi ve özgür haksızlık rejimi olan parlamenter cumhuriyet oldu… Proletaryanın ayaklanma tehlikesi karşısında, birleşik varlıklı sınıf, o zaman devlet iktidarını, kimsenin gözünün yaşına bakmaksızın ve çalımla, sermayenin emeğe karşı ulusal savaş silahı olarak kullandı. Üreticiler yığınına karşı sürekli savaşında, varlıklı sınıf, sadece yürütme gücünü durmadan artan baskı güçleriyle donatmak zorunda değil, ama kendi öz parlamenter kalesini, Ulusal Meclisi, yürütme gücüne karşı tüm savunma araçlarından yavaş yavaş yoksun bırakma zorunda da kaldı. Yürütme gücü, Louis Bonaparte’ın kişiliğinde, varlıklı sınıfın temsilcilerini kovdu. ‘Düzen partisi’ cumhuriyetinin doğal ürünü, İkinci İmparatorluk oldu. … Onun egemenliği altında tüm siyasal kaygılarından kurtulmuş bulunan burjuva toplumu kendisinin hiçbir zaman düşünmediği bir gelişmeye erişti. Sanayi ve ticareti, devsel oranlara eriştiler; mali dolandırıcılık, kozmopolit içki âlemlerini göklere çıkardı, yığınların sefaleti tantanalı, yapmacık, rezilce bir lüksün utanmaz sergilenmesi ile açık bir karşıtlık oluşturuyordu. Toplumun çok üstünde durur gibi görünen devlet iktidarı, gene de bu toplumun en büyük rezaleti ve aynı zamanda onun tüm bozulmuşluklarının yuvası idi.” (Seçme Yapıtlar, sf. 260–263)
Engels de, Marx’ın yukarıdaki değerlendirmelerinin yer aldığı, “Fransa’da İç Savaş”a yazdığı Önsöz’de, “Başlangıçta toplumun hizmetkârları olan devlet ve devlet organlarının, toplumun efendileri durumuna, önceki tüm rejimlerde kaçınılmaz olan bu dönüşümü”nün altını çizerek, “bu dönüşüm”ün, sadece monarşiler değil, ama demokratik cumhuriyetlerde de, geçerli olduğunu belirterek, şöyle yazmıştı:
“… Devletin ayırıcı özelliği neye dayanıyordu? Toplum, başlangıçta basit işbölümü aracıyla, kendi ortak çıkarlarını gözetmek için kendi öz örgenliklerini kurmuştu. Ama zamanla, doruğunu devlet iktidarının oluşturduğu bu örgenlikler, kendi öz özel çıkarlarına hizmet ederek, toplumun hizmetkârları olmaktan çıkıp onun efendileri durumuna dönüşmüşlerdi. Bu, örneğin, sadece soydan geçme krallıkta değil, ama demokratik cumhuriyette de görülebilir. ‘Politikacılar’ hiçbir yerde Kuzey Amerika’da olduklarından daha yalıtık ve daha güçlü bir klan oluşturmazlar. Orada, iktidarda nöbet değiştiren iki büyük partiden her biri, siyaseti kendine iş edinen, eyaletlerin yasama meclislerinde olduğu gibi Birlik yasama meclislerindeki koltuklar üzerinde de spekülasyon yapan, ya da partileri yararına ajitasyon aracıyla geçinen ve partisinin zaferi üzerine çeşitli görevlerle ödüllendirilen kişiler tarafından yönetilir. Amerikalıların otuz yıldan beri taşınmaz duruma gelmiş bulunan bu boyunduruktan kurtulmak için ne kadar çaba gösterdikleri ve her şeye karşın, bu çürüme bataklığına durmadan daha derin bir biçimde nasıl battıkları yeterince bilinir. Devlet gücünün, başlangıçta basit bir aletinden başka bir şey olmayacağı toplum karşısında nasıl bağımsızlaştığını en iyi Amerika ‘da görebiliriz. Bu ülkede ne hanedan vardır, ne soyluluk, ne sürekli ordu ne de değişmez görevler ve emeklilik hakkı ile birlikte bürokrasi. Ve gene de, orada, devlet iktidarını ele geçirmek ve onu hem de en utanmaz erekler için en bozulmuş araçlarla sömürmek üzere nöbetleşen iki büyük spekülatör politikacılar çetesi vardır; ve ulus, sözüm ona onun hizmetinde olduklarını söyleyen, ama gerçeklikte ona egemen olup onu soyan bu iki büyük politikacılar karteli karşısında, güçsüzdür.” (Age, sf. 224-225)
Marx ve Engels’in Fransa’da modern devletin ortaya çıkışı ve gelişmesi üzerine, genellemeler yaparak söylediklerinden, devletin yetkinleşmesi sorunu ile ilgili olarak, şu sonuçları çıkarabiliriz:
1. Merkezileşmiş devlet iktidarı, sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları ve yargıçlar gibi, sistemli ve aşamalı bir işbölümü planına göre biçimlendirilmiş organlarından oluşur.
2. Merkezileşmiş devlet iktidarı, bu organları ile her yerde var olmaktadır, her yerde hazır ve nazırdır; “toplumun can alıcı gözeneklerini tıkayan asalaklar” (Lenin) durumundaki bu organlarıyla, toplumu egemenlik altına alabilmek üzere, onun en küçük hücrelerine kadar sızmıştır. En az sermayenin egemenliği kadar, kardeşi kardeşe, babayı oğula düşman eder.
3. Modern devletin kuruluşunun kökleri, feodalizmin çöküşe gittiği mutlakıyetçi krallık dönemine dayanır.
4. Merkezi devlet iktidarı, doğmakta olan burjuva topluma, feodalizme karşı mücadelesinde, güçlü bir silah olarak hizmet etmiş, dolayısıyla, feodal siyasal parçalanmışlık karşısında, ilerici bir rol oynamıştır. Bu dönemde, kuşkusuz kralların ve etraflarında biriken görevli yığınının şahsında, halka yabancılaşmış “efendilik”in örgütleri olan devlet organları; zaferi kazanmasıyla birlikte, iktidar tacını tek başına takan, burjuvazi tarafından temsil edilen halkın mücadelesinin ve toplumun ilerlemesine hizmet eden bir pozisyondaydı.
5. Ancak, modern devletin tam ve gerçek kuruluşu için, burjuva devrimin zaferi ve merkezileşmiş devlet örgütlenmesi önüne dikilen feodal ayrıcalıkların oluşturduğu engellerden kurtulması gerekmiştir.
6. Modern ya da burjuva devlet, öncelikle, burjuva toplumun gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasına yaramış ve kapitalist gelişmenin önünü açmıştır.
7. Toplumun kapitalistleşmesine, sanayi ve ticaretin ilerleyişine bağlı olarak, emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın gelişip derinleşmesi ve sertleşmesiyle birlikte, devlet iktidarının siyasal niteliği değişmiştir: Feodalizme karşı burjuvazinin kullandığı merkezileşmiş devlet gücü, işçi ayaklanmaları tehlikesi karşısında kullanılan, burjuvazinin işçi ve emekçilere karşı ulusal savaş silahı olarak, sermayenin emek üzerindeki sınıf egemenliği aygıtı niteliğini kazanmıştır.
8. Toplumun, başlangıçta, basit işbölümüne dayanarak, kendi ortak çıkarlarını gözetmek ve ortak işlerini yürütmek üzere kurduğu öz organları, zamanla, merkezi devlet iktidarının organlarına dönüşmüşlerdir. Bu, aynı zamanda, bu organların ve onların toplamı olan devlet aygıtının, kendi özel çıkarlarına hizmet eden organlar olarak, toplumun hizmetkârı olmaktan çıkıp onun efendileri durumuna dönüşmesidir. Kuruluş sürecinde modern devlet, feodalizme karşı mücadelesinde, toplumun gelişmesine hizmet edici rolünü, tarihsel bakımdan kısa sürede tamamlayarak, onun tamamen efendisine dönüşmüş, “asalak ur” halinde topluma ve halka bütünüyle yabancılaşmıştır.
9. Engels’in zamanındaki haliyle, sürekli ordu ve bürokrasiye sahip olmayan demokratik ABD’de bile, devlet gücü, “iki büyük spekülatör politikacılar çetesi” (Cumhuriyetçi ve Demokrat partiler) aracılığıyla, toplumdan bağımsızlaşmış ve “asalak ur”a dönüşmüştür. Ordu ve bürokrasinin kurumsal köklerinin çok derinlerde olduğu ve organlarıyla olağanüstü gelişme gösterdiği ülkelerde ve tekelci kapitalizm koşullarında istisnasız bütün ülkelerde, devletin topluma yabancılaşarak, tam bir “ura dönüşerek” yetkinleşmesi, daha ileri düzeylere ulaşır, güçlendirilmiş zor aygıtlarıyla asker ve sivil bürokrasi egemenliği, halkı iyice güçsüzleştirir ve teslim alır.
10. Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeye yol açan her devrim ve sonra, proletaryanın ayaklanma tehlikesi, devlet iktidarının salt bastına niteliğinin, daha açık ve gelişkin biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştur.
11. Her devrim ve sonra her devrimin ezilmesi ya da karşı devrim, devlet iktidarının merkezileşme düzeyinin yükselmesine, yürütme gücünün durmadan artan baskı güç ve araçlarıyla donanmasına götürmüştür.
12. Görevliler yığınının, ayrıcalıkları, yetki ve otoritelerindeki artış ile birlikte olağanüstü ölçülerde kabarması ve bu yığının aşırı politikleşmesi, doldurdukları devlet organlarının ulaşılmaz otoriteleri ile ve giderek daha çok güçlendirilen yürütme gücünü pekiştirerek merkezileşmesi; devletin yetkinleşmesinin, hizmetkârların efendilere dönüşümünün ana unsurudur. Bu yetkinleşmede devletin temel kurumları olan ordu ve bürokrasinin giderek daha fazla ağırlık kazanarak öne çıkması kuraldır ve yürütme gücü de giderek ağırlıklı olarak bu ikisinin elinde yoğunlaşır.
13. Yürütme gücünün giderek ağırlık kazandığı modern devlet, toplumsal çürümenin yuvası ve aynası durumundadır.
14. Parlamenter denetim altında ya da parlamentosuz, demokratik biçimler altında ya da değil, yürütme gücü, merkezi hükümet, ezilenlere karşı baskı araçlarıyla güçlenmekle kalmaz; devlet borçları ve vergiler üzerinde düzenbazlıklar ile yönetici koltuklarının sağladığı çıkar (rüşvet, iş bitirme olanakları vb.) ve otoritenin çekiciliği nedeniyle, toplumsal sınıflar, çıkar grupları, partiler ve devlet görevlileri ya da görevli ekiplerinin (klikler) sürtüşmelere yataklık eder. Devlet kuruluşlarını arpalıklara çevirerek, devlet olanaklarını yağmalamak ve mevki gücüyle spekülasyon aracılığıyla ve düpedüz rüşvet yiyerek semirmek üzere, yürüttükleri, aslında, rant kavgası olan, post kavgası ya da “kayıkçı dövüşü”; sadece, çeşitli burjuva kesimlerin çekişmelerinin düzenlendiği parlamentolarıyla demokratik burjuva cumhuriyetlerin değil, yürütme gücünün en son noktasında merkezileştiği -Hitler ya da Evren rejimleri örneği- burjuva despotlukların da, ayrılmaz bir parçasıdır, devlet gücünün bu biçimde örgütlendiği durumlarda, hattâ, post kavgası, bütün tersine görünüşüne karşın, artar.
Depremde, halkın yardımına koşmak yerine, yardımları engelleyici pozisyonunu bozmayan, halkın yardımına koşma potansiyel ve eğilimi taşımayan devlet, yetkinleşmişliğini, toplum üzerinde tam bir “asalak ur”a dönüşmüş olduğunu kanıtlamıştır.
Türkiye’den sonra, sırasıyla, Yunanistan, Tayvan ve Meksika’yı sallayan deprem felaketlerinin -7,6 ve 7,9 şiddet dereceleriyle, son ikisi, Türkiye’dekinden daha yok edici olmalarına karşın-, Türkiye’deki kadar hasara yol açmamaları ve olumsuz sonuçlarının üstesinden çok daha kısa sürede gelinebilmesi, ülkemizin toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarının çürümüşlük düzeyinin, diğerlerine göre daha derin ve vahim olduğunu gösterir. Zemin seçimi ve inşaat kontrolü açısından yapılaşmanın da, doğrudan devlet (Bayındırlık Bakanlığı, İmar İskân Bakanlığı, Valilikler ve Belediyeler yoluyla) denetiminde olduğu ya da olması gerektiği, üstelik bir kamu hizmeti sayılması gereken, demir ve çimento üretiminin de, devletin tasarrufunda bulunması zorunluluğu, göz önünde tutularak; Türkiye ve diğer ülkelerde gerçekleşen depremler, devlet-deprem ilişkisi bakımından kıyaslandığında, kolaylıkla görülebilen manzara, olanca kutsanmışlığına ve yüceltilmesine karşın, İzmit, Adapazarı ve Yalova’yı hâlâ kaderine terk edilmiş halde tutan devletin, “toplum üzerinde asalak ura dönüşme”sinin, diğerlerine göre, çok daha ileri ölçülere vardığıdır. Yunanistan ve Meksika neyse ama Çan Kay Şek’in mirası olan Tayvan’dakinden bile daha çok habis bir ura dönüşmüş bir devlete sahip olmak, katlanılır bir aşağılanma değildir.

TÜRKİYE’DE DEVLETİN YETKİNLEŞMESİ
Devrimi Dayatan Bir Yetkinleşme Düzeyi
Türkiye’de devletin yetkinleşmesi, artık yerine yenisinin konmasını dayatan boyuta varacak bir düzeye ulaşmıştır.
Egemenlerin, hâlâ “yeniden yapılandırma” planları yapmaları ve bunları uygulamaya yönelik zorlamaları, yetkinleştirilmiş, sistemli baskı araçlarıyla, devletin salt bastına niteliğinin, olağanüstü düzeyde örgütlenmiş olduğu gerçeğini, yok saymayı gerektirmez. Tersine, söylenmiş olduğu gibi, her yetkinleştirici adım, bir yenisini ihtiyaç haline getirerek, yetkinleşmenin kendini yeniden üreten niteliğine işaret eder. Ve bu, yetkinleşmesi süreci ile birlikte, bugünkü devletin sonuna yaklaşıldığının kanıtını sunar.
Olağanüstü yetkinleşme düzeyiyle yetinemeyen bir yetkinleşme ihtiyacı, ancak, halkın bu “habis ur”dan kurtuluşunun müjdecisi durumundadır.
Hâlâ “yeniden yapılandırma” ya da yetkinleşme ihtiyacı ile dolu olmasına karşın; Türkiye’de, devlet ve organlarının, ayrıcalık, yetki ve otoriteleriyle, sistemli baskı yeteneği ve bunu olanaklı kılan örgütlenme düzeyiyle, yürütme gücünün bütün diğer kurumlar aleyhine büyümesi ve kazandığı tayin edici ağırlıkla ve merkezileşmenin vardığı gelişmişlik ölçüsüyle ve bütün bu unsurların toplamı olarak, salt bastırıcı niteliği itibarıyla, yetkinlik ya da aynı anlama gelmek üzere çürümüşlük bakımından, dünyada yarışamayacağı herhangi bir devlet yok gibidir.
Örneğin ABD ya da Alman devletinin, örgütlenmelerinin teknik düzeyi bakımından, daha gelişkin oldukları bir gerçektir. Ancak, bu devletlerin, halka yabancılaşma açısından, Türkiye’yi aratmayacak bir düzeyde bulunmalarına karşın; dayanaklarının sağlamlığı ve ellerindeki olanakların genişliği sonucu, hâlâ sahip oldukları ya da açabildikleri çok sayıda kanaldan, halkı düzene bağlama yeteneklerinin yüksekliğine bağlı olarak, halklarıyla bu devletlerarasındaki ilişki, bugünkü somut biçimlenişi bakımından, Türkiye’ye göre daha sağlamdır ya da yine bugünkü somut durumuyla, bu devletlerin kitle tabanı, Türkiye’ye göre daha geniştir. Bu, henüz bu devletlerin, kitle tabanlarını daralmaya yönelten nesnel dinamiklerin çalışmasını; kuşkusuz yine nesnel bir dizi dinamiği (ara sınıfların zenginleşme olanakları, yağmaladıkları dünyanın kaymağının içerde belirli bir dağılımının sağladığı olanaklar vb.) harekete geçiren politikalar (Almanya açısından “sosyal devlet” politikaları gibi) izleyerek, sınırlandırabildikleri, anlamına gelmektedir. Yoksa devleti, toplumun üzerinde bir ura dönüştürerek, yabancılaşmasına yol açacak ve dolayısıyla kitle tabanını daraltacak toplumsal koşullar (kapitalizm) ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları, kuşkusuz, bu ülkelerde, Türkiye’ye göre çok daha olgunlaşmış bulunmaktadır.
Ancak, burjuvazi ve devletin, nesnel koşullarının darlığı nedeniyle, halkı düzene bağlayıcı kanalları fazlaca çalıştırma yeteneği gösterememesinin etkisi altında; emek-sermaye çelişkisinin yanında bir dizi çelişkinin de (ulusal, etnik, demokratik sorunlara kaynaklık eden çelişkiler) rolünü oynamasıyla, bir çelişkiler yumağı durumundaki Türkiye’de, çatışmalar serttir, sert çatışmalar potansiyeli yüksektir, dolayısıyla halk üzerindeki baskının giderek yetkinleşen örgütlenme ihtiyacı büyüktür. Bu etkenler toplamı, Türkiye toplumunu, yetkinlikte ya da çürümüşlükte, muhtemelen dünya şampiyonu durumunda bir devlete mahkûm etmiş bulunmaktadır. Ancak bu, söylendiği gibi, bu devletin, yerini yenisine bırakması kaçınılmaz olan burjuva devletlerarasında, ilk sıralarda olduğu, anlamına gelmektedir.
Somutlarsak; Türkiye’de devletin yetkinlik düzeyi nedir?
Yetkinleşme, Olağan Burjuva Hukukuna Sığmamaktadır
Bugün, Türkiye’de devlet o derecede yetkinleşmiştir ki, bu düzeyde bir yetkinliğin yasal olarak onaylanması, görünüşte parlamenter biçim altında bile mümkün olmamış, “hukuk devleti” iddiasının nişanesi olarak ileri sürülen yazılı olağan hukuk, devleti, bu yetkinlik düzeyiyle olumlamakta zorluk çekmiştir. Devletin bir önceki yetkinlik düzeyinin olumlanması, 12 Mart faşist darbesine düşmüş; bu darbenin, görünüşteki parlamenter sistem ile birlikte, hukukunu da ayaklar altına almasıyla mümkün olmuş; meşrulaştırılması, ancak, bir muhtıra ile, parlamentoyu, tamamen “hınk deyicilerine” dönüştüren, darbeci çetenin iradesiyle yapılan ‘71 Anayasa değişiklikleriyle, sağlanabilmiştir. Devletin, daha üst bir düzeyde, yeniden ve son yetkinleşmesinin olumlanması ise, ancak, 12 Eylül faşist darbesinin ürünü olabilmiş ve darbe hukuku ile gerçekleştirilebilmiş; ancak, atanmış bir danışma meclisinin yardımıyla, 5 “yüksek görevlinin” imzasını taşıyan, ’82 Anayasası’yla teminat altına alınabilmiştir.
Olağan denebilecek dönemler ve olağan denebilecek hukukla gerçekleşemeyen olumlanma koşulları, devletin bugünkü yetkinlik düzeyi hakkında fikir vericidir.
Yürütmenin Yasama Karşısında Güçlenmesi ve Parlamentonun Görünüşte Yetkililiği Yürütme gücü olağanüstü güçlendirilmiştir. Anayasal bir kurum düzeyine yükseltilmiş ve yetkileri hukuki açıdan artırılmış, fiiliyatta ise, en üst ve aslında kendisi karşısında bütün diğerlerini yetkisizleştirerek, tek yetkili kurum olan MGK, ülkede bütün iktidarı elinde toplamıştır.
Türkiye’de bir parlamento vardır ve söylemde bir “parlamenter sistem”den bahsedilir. Ancak parlamento, fiiliyatta sıfır düzeyinde yetki sahibidir; hukuken sahip göründüğü, “millet’ten sonra (Anayasa’da hâlâ, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazılıdır) iktidarın en üst sahibi pozisyonu, tamamen kağıt üzerindedir ve kurum olarak, sadece pişirilip kotarılarak önüne getirilenlere onay vermekle, ama özellikle, önemli devlet işlerinde, tek bir küçük değişiklik yapamamakla sınırlandırılmış “yetki” ile donatılmıştır. Her burjuva devlette, devletin temel kurumları olan ordu ve bürokrasi karşısında, güçsüz ve iktidarın biçimsel olarak sahibi olan parlamento; temsilcileri aracılığıyla, çeşitli burjuva kesimler arasındaki kayıkçı dövüşünün sahnesidir. Bütün burjuva devletlerde, devlet işleri, bakanlık koridorları ve kurmay bürolarında kararlaştırılıp yürütülür; ancak demokratik ülkelerde, yine de, yasama yetkisini elinde tutmasıyla, parlamentolar, belirli bir ağırlığa sahiptir. Ordu ve bürokrasinin kullandığı yürütme yetkisi ve fiili zorlamalarıyla süreci şurada az burada çok ama mutlaka etkilemesi, kaçınılmaz olmakla birlikte; yönlendirici yasaları yapmada, parlamentolar yetkilendirilmiştir. Burjuva devlet iktidarının ekonomik temeli olarak, sermaye ve egemenliğinin belirleyiciliğine, ordu ve bürokrasinin -kuşkusuz hükümetin yönlendiriciliğinde- yürütmeyi elinde tutmaktan gelen egemenlik durumu eklendiğinde, en demokratik ülkelerde bile, parlamentolara paylaşacak sınırlı bir iktidar alanı kalır ve bütün bunlar, parlamentoları, iktidarı, ancak biçimsel olarak ellerinde tutabilme olanağıyla sınırlar. Yasama organı olarak -burjuva hukuk normlarına göre- parlamentonun üstünlüğü ve bunun koşullan, anılan egemenlik durumlarıyla sınırlandırılmış ve belirlenmiş olsa bile, yetki sürtüşmesi ya da başka bir nedenle karşı karşıya gelmeleri durumunda, -böyle bir parlamento fazla uzun ömürlü olmayacak olsa da-, parlamento ve kararları geçerli sayılır.
Devlet iktidarı açısından asıl olan yürütme güç ve yetkisi elinde bulunmadığından ve yürütmeden koparılmış yasama gücü bir anlam ifade etmediğinden, burjuva devletin demokratik biçiminin neredeyse vazgeçilmez kurumu ve göstergesi durumundaki parlamento; bu nedenlerle, ezilenleri aldatma amaçlı “sonsuz tartışmaların yürütüldüğü gevezelik organı” (Lenin), “düzenin ayıbını örtmeye yarayan asma yaprağı” (Engels) olarak nitelendirilmiştir.
Türkiye’de parlamento, böyle bir “özgürlük” ya da egemenlik alanına sahip değildir. Dolayısıyla bir “asma yaprağı” bile olamamaktadır. İşlevi, MGK’da kararlaştırılıp hükümet tarafından önüne getirilen metinleri onaylamaktan ibarettir. Genel olarak burjuva parlamentonun işlevi olan, “sonu gelmez tartışmaların” bile sınırları, konseptler ve brifinglerle çizilir. Dolayısıyla Türkiye’de parlamento, biçimsel olarak bile, devlet iktidarını elinde tutmaz; varsayılan biçimsel iktidarı bile, görünüştedir. Yasama yetkisi de, çeşitli kılıflar ardında kamufle edilmiş biçimiyle yasallaştırılarak ve fiilen, yürütmenin, MGK’nın elindedir.
Uygulamada, bu durum, son derece belirgindir. “Yeni Anayasa” olarak adlandırılarak, “Milli Siyaset Belgesi” adıyla MGK tarafından onaylanan ve hükümet kararnamesiyle yasallaşan, bir metin, bütün ülke yönetimine yön vermektedir. Parlamento, buna uygun olmayan yasaların taslaklarını gündemine bile almaz. Ülke çapında oluşan ve başka türlü göğüslenemeyen baskılar, bir takım “aykırı” konu ve sorunların parlamento gündemine taşınmasını dayatsa ve bundan kaçınılamasa bile, bunlar, “komisyona havale” ya da başka yöntemlerle soğumaya ve unutulmaya terk edilir, ama parlamentodan, aykırı yasa ya da kararların çıkması mümkün olmaz. “Susurluk” ya da “Kontrgerilla” gibi konuların araştırmasını yapmak üzere kurulan komisyonlar, aylarca çalıştıktan ve hatta “zülfü yâre dokunan” raporlar da hazırladıktan sonra, hiçbir sonuç almadan, raporları meclis gündemine girmeden dağılmışlar; konular kapatılmıştır.
Yürütme Gücünün Yeniden Düzenlenmesi ve MGK
Yürütme gücü, yalnızca yasama organı varsayılan parlamentonun değil, yürütmenin asıl organı olması gereken, merkezi hükümetin ve yetkilerinin aleyhine, MGK elinde toplanmıştır. MGK’nın, en üst organ olarak, bu yetkilendirilişi, hükümetin onurunu gözeten incelikli bir ifadeyle Anayasa’ya, kuşkusuz “yürütme” başlıklı bölümde, şöyle geçirilmiştir:
“Kurulun (MGK’nin), devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere alt kararlar Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkati alınır.”
Bir önceki Anayasa’da MGK’ya tanınan, “hükümete tavsiyelerde bulunma” yetkisi ile yetinilmemiş ve ’82 Anayasası, MGK’yı, yürütmeye ilişkin kararlar alma yetkisini de onaylayarak, “yürütme” organı ve kararlarını da, “Bakanlar Kurulunca öncelikle dikkate alınacak kararlar” olarak, kutsamıştır. MGK, tek iktidar organı olarak, bir anayasada ancak bu haliyle yer alabilirdi.
Uygulama da bu biçimde olmakta; önceden’ genellikle Genelkurmay 2. Başkanı ve MGK Genel Sekreteri tarafından koordine edilerek yürütülen -“sivil” bürokratları da kucaklayan- kurmay çalışmalarıyla oluşturulan konsept, politika ve kararlara, MGK’da son şekli verilmekte, sonra bunlar, bir kez de,’ hükümetin önüne gelerek, teyit edilmektedir. Aksine bir durum, olanaksızlaştırılmıştır. Erbakan başkanlığındaki Refah-yol hükümeti örneğinde olduğu gibi, “hükümetten kaynaklanan” sıkıntılar ve ortaya çıkan sürtüşmeler durumunda, hükümetler şöyle ya da böyle değişmekte, değiştirilmektedir.
Benzer nitelikte bir diğer uygulama, gerektiğinde, hemen bütün “halleri” kapsamak üzere tanımlanan ve “olağanüstü”nün olağanlaştırılmasından ibaret kılınan, “olağanüstü hal” gerekçe gösterilerek, hükümetin by-pass edilmesidir. Bir Başbakanlık kararnamesiyle kurulan ve MGK Genel Sekreterliğine bağlanan Kriz Yönetim Merkezi (Ve altında, il ve ilçelerde kriz yönetim merkezleri), hemen her durumda, hükümetin yetkilerini devralarak, MGK adına, yürütme gücünü kullanabilmektedir.
Bu olağanüstü merkezileşmiş yürütme gücü ve otoritesi, sadece, MGK’nın, doğrudan doğruya, devletin temel kurumu olan orduya (ve bürokrasiye) dayanmasının ürünü değildir; ama yüksek askeri görevlilerin MGK’nın asıl yetkili üyeleri olmalarına -ve her ihtimale karşı kurulda çoğunluğu elde bulundurmalarına- da bağlanmıştır.
Asıl İktidar Gücü Olarak “Askeriye” MGK ile ilgili, son olarak, şu da söylenmelidir ki; Türkiye’de asıl güç ve iktidarı elinde tutan yüksek askeri görevlilerin, bu iktidar ve otoritesini, burjuva normlarıyla bile, kitabına uydurmak, kayda ve örneğin anayasaya geçirmek mümkün olmadığından -ve bu, yürütmenin yıpranmasının kaçınılmazlığı nedeniyle, doğrudan, orduyu yıpratıcı bir faktör olarak çalışacağından-, iktidar odağı olarak MGK’nın görünmesi, aslında geliştirilmiş bir “ara formül”dür. Hatta MGK’nın iktidar ve otorite sahipliğinin de, bir dizi kamufle malzemesi ardında, yarı gizlenmesi (emirlerine herkesin uymasına yetecek kadar açık, yıpranmasını önleyecek kadar gizlenmiş), aynı nedenlerledir (burjuva normlarına sığdırılma zorluğu ve ordunun yıpranması kaygısı).
28 Şubat’ta olup bitenler, ordu ve yüksek askeri görevlilerin, devlet iktidarı açısından tayin edici olan rolünü, bir kez daha, olanca açıklığıyla, gözler önüne sermiştir. Bu rol, orduyu, iktidar dizginlerini, hatta açıktan ele almaya çağıran, “sivil” şakşakçılarla birlikte, askerlerin, bizzat kendi ağızlarından da ifade edilmektedir.
Bunlardan bir emekli yüksek görevli, emekli korgeneral Nevzat Bölügiray, yeni çıkan “28 Şubat Süreci” adlı kitabında, “28 Şubat sürecinin gelgeç bir olay olarak algılanmasının yanıltıcı olduğunu” söyleyerek, hazırlanmasında, genelkurmayın aylarca üzerinde çalışarak, amaç, hedef ve yöntemleri belirlediği 28 Şubat kararlarının, Türk Silahlı Kuvvetleri’nce ortak alınan bir kararlar demeti olduğuna dikkat çekerek, şunları yazmıştır:
“… Bir Bakanlar Kurulu kararnamesi ile yürürlüğe giren ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ ve MASK yayımlanmış, Genelkurmay da buna dayanarak, kendi uygulamaları için ‘Batı Harekât Konsepti’ni hazırlayıp yayımlamıştır. Resmi ve sürekliliği olan bu belgelerin, her iktidar değiştikçe, onların keyfine göre değiştirilmesi düşünülemez ya da bu belgeler ortadan kaldırılamaz, yok sayılamaz…”
Hem Bakanlar Kurulu kararnamesiyle yürürlüğe giren hem de Bakanlar Kurulu’nca değiştirilemeyecek olan “belge” ve “konseptler”, gerçek iktidarın, asıl gücün kimin elinde olduğunu net olarak göstermektedir: Bu güç, hükümet değil, ama ordudur; devlet iktidarı, yürütme gücünü elinde toplayan yüksek askeri görevlilerdedir. Bu, anayasada, MGK ile hükümet ilişkisi üzerine yapılmış kamuflajlı tanımın, aynı anayasada, ordu üzerine yazılı olanların, kâğıt üzerindekinin, üstündeki gerçektir.
Devlet iktidarının, güç ve otoritenin, yasamayı da kendi emri altına alan yürütmenin elinde, bütün bu yoğunlaşması ve merkezileşmesine rağmen, halen bu güç tarafından, bir ihtiyaç olarak sözü edilip dayatılan, “başkanlık” ya da “yarı-başkanlık” sistemine geçilerek, pekiştirilmesi; kuşkusuz, devletin yetkinleşmesinde yeni bir adım olacaktır. Bu adım, yürütme lehine bütün düzenlemelere rağmen, tekleştirilmemesi durumunda, yasama ile yürütme arasında (ve yürütme organları arasında) varlığı kaçınılmaz düzensizlikler, kitabına uydurma zorlukları ve en son, sürtüşmelere, kesin bir çözüm ihtiyacıyla, öngörülmektedir.
Başkanlık türü sistemler, yasama ve yürütme, hemen hemen son noktasına kadar tekleştirilmiş olacağından, tercih konusudur. Üstelik bu tür bir sistem, asıl iktidar odağı ve güç merkezi olan yüksek askeri görevlilerin, dizginleri, hiçbir kaygıya kapılmadan, ele almasına ve burjuva hukuk normlarının sınırlayıcılığı ile ordunun yıpranması kaygısının aşılmasına, elverişli bir anayasal çerçeve ve meşruiyet sağlayacağından, tercihin ötesinde, dayatılmaktadır. Emekli veya istifa ederek “göreve gelecek” (bu, kuşkusuz göreve getirilme olacak; halk seçecekse halka, parlamento seçecekse ona, belirlenmiş görevliler, dayatılacaktır) genelkurmay başkanlarının “başkanlığı” ya da “göreve gelen” “başkan”ın yanına, dikte edici bir görevli “yaver”in atanması ile olası tüm pürüzlerin üstesinden gelinebileceği ve yürütmenin hemen son noktasında merkezileşmesine dayanarak, devletin yetkinleşmesinin sınırının zorlanacağı, tahmin edilebilir.
Yürütme Organ ve Araçlarının Yetkinleşmesi
Yine de bugün, hiç de küçümsenmeyecek ölçüde merkezileşmiş bir güç ve otorite yoğunlaşması durumundaki yürütme gücü, devletin yürütme komitesi niteliğindeki MGK’nın (ve uzantısı halini almış olan hükümetin) yönlendirmesinde çalışan, yürütücü niteliğe sahip, bir dizi organdan ya da bir kurumlar sisteminden oluşmaktadır.
En küçük temsili niteliği olmayan, güç ve yetkisini, halktan, onun tarafından seçilmiş olmaktan almayan, bütün görevlileri, atamayla tayin edilen, bu devlet kurum ve organları, tamamen hiyerarşik yapılarıyla, yukarıdan aşağıya yürütme gücünü şekillendirmektedir. Tümü birden, en üstte, yürütme gücünün doruğunda bulunan MGK’ya (çoğu yerde hükümet aracılığıyla) bağlanmıştır.
Bürokrasi egemenliğinde artış
Olağanüstü boyutta bir büyüklük ve yığın oluşturan bürokrasi, geniş memurlar ordusu, kademeler silsilesi içinde örgütlenmiş haliyle, devletin temel bir kurumudur. En küçük memurun, en küçük yetkisi kutsanmış, yasalarla sağlama bağlanmış, her en basit memur bile, hükmettiği görev alanında tartışılmaz bir egemenlik sahibi kılınmıştır. Türkiye’nin siyasal sisteminin örgütlenişi, o haldedir ki, bir memurun yetkisi, egemenliği ve otoritesi; katiyetle halk ve halkın iradesi ile, kendisini temsille yetkilendirdiği vekillerininkiyle değil, ama ancak, daha üst kademedeki memur ya da memurların yetkisi, iradesi, egemenliği ve otoritesi ile sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla memur ya da daha doğru deyişle görevli veya yetkililer toplamından oluşan, bu görevliler yığınının hiyerarşik ve sistemli örgütlenişi olan, bürokrasi egemenliği, sınırsızdır.
Bakanlık örgütleri, genel müdürlük ve müdürlükler, yürütmenin uzantıları durumundadır. Bu yolla, toplumsal yaşamın bütün alanları, merkezileştirilmiş halde, yürütmenin merkezinde bulunan iktidar odağının, emir ve komutası altına alınmıştır. Bu emir-komuta düzeni, sadece, hükümetin, MGK tarafından yönlendirilişi dolayısıyla değil, ama özellikle, tayin edici önemdeki bakanlık görevlileri, (genel müdürler vb.) doğrudan MGK direktifi altına alınarak (MGK yasası ve Genel Sekreterliği’nin kuruluş yasa ve yönetmelikleri buna elverişlidir), hatta zorunlu “hallerde”, bu görevliler MGK toplantısına çağrılarak, dolaysız biçimde işlemektedir.
Ana unsur: Silahlı organların yetkinleşmesi
İçişleri ve Adalet Bakanlıkları, yürütmenin örgütlenmesi içinde özel bir yer tutmaktadır. Bu, bütün devletlerde böyledir; ancak Türkiye’deki örgütlenmeleri, hem merkezileşme hem de uzman baskı araçlarına sahip oluşları bakımından yetkinleşmiştir.
“Özel” yerleri, önemli ölçüde, silah kuşanmış örgütlülüklerinden kaynaklıdır. Çünkü baskı aracı olan devletin en temel niteliği, “özel kamu gücü” durumundaki “silahlı adamlar ve maddi eklentileri”ne sahip olmasıdır. Baskı için, son çözümlemede, “özel kamu gücü” olarak örgütlenmiş, elinde silah olan adamlar, gereklidir. Silah gereklidir. Güç ve otorite sonunda gelir, silaha, silah dağıtımının özel nitelikte örgütlenmiş olmasına dayanır. Güç, silaha sahip olanın elindedir.
Her devlet açısından geçerli olan bu gerçek, yetkinleşme sorunu bakımından, silahın özel dağıtımının, özel niteliğinin gelişkinliği sorununa indirgenir. Özel silahlı örgütlenmeler, uzman nitelikleri ve bu özellikleriyle bir dizi silahlı birliğin koordinasyonu ve toplam olarak gelişkin bir organizasyon oluşturmaları, bu organizasyonun, yürütme gücü içinde en uygun ve merkezileşmiş haliyle konumlandırılışı; devletin yetkinlik düzeyinin temel göstergeleri arasındadır.
Türkiye, bu açıdan özel bir gelişkinlik örneği sunmaktadır.
Baskı aracı olarak polisin gelişmesi
Yüz binlerle ifade olunan devasa polis ordusu, sadece sıradan karakol örgütlenmesi içinde dağıtılmamıştır. Uzmanlık alanlarına göre örgütlenmiş Daire Başkanlıklarına bağlı polis birlikleri, tek bir emir-komuta altında birleşmiş yapılarıyla, her türden baskıyı uygulayabilecek, her türden bastırma işini yürütebilecek yetenekte örgütlendirilmeye çalışılmıştır. Yapabileceklerinin hemen hemen sınırı olmayan görevlileriyle polis, Türkiye’de, dünyadaki benzerlerini geride bırakan bir gelişkinlik düzeyine ulaşmıştır. Amerikan, Alman vb. vurucu timleriyle yarış halinde olan Özel Harekât Timleri, sadece vurmaya ve kırmaya koşullandırılmış eğitim ve teknik düzeyleriyle, küçümsenmeyecek bir “özel” örgüt durumundadır. “Çevik Kuvvet”, “Terörle Mücadele Ekipleri”, motorize müdahale timleri olan “Yunuslar”, vb. bu özel silahlı birlikleri bütünlemektedir. Bunlara, özel gizli örgütü JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) ile, jandarma birlikleri eklenmelidir.
Polisin, bütün burjuva devletlerde ortak olan özelliği, yürütme gücünün aleti olması ve dolayısıyla politikleşmesidir. Bu politikleşme, dar anlamda, durmadan değişen hükümetlerin politikalarına uyumlanma olarak anlaşılsa da, geniş ve asıl anlamıyla, politik egemenlik düzeyine yükselmiş sermaye egemenliğinin aleti olmada ifadesini bulur. Türkiye’de polis, aralarındaki kayıkçı dövüşünün gelişmesine bağlı olarak, biri ya da birileri giderken, diğerleri hükümet kuran, düzen partilerinin, sürtüşme ve politik ayrılıklarının üzerine çıkabilmiş, çıkartılmıştır.
Bu, aslında, genellikle düzen partileri, açısından da geçerlidir. Bütün düzen partileri açısından geçerli olmak üzere, süreç, programlarında başka şeyler yazılı olmasına ve muhalefette bu doğrultuda politikalar ilan edip propagandasını yapmalarına karşın, hükümette yer aldıklarında, bu partilerin, kendilerini, program ve politikalarını aşmaları yönünde işler. Önceden ne söylemiş ve vaat etmiş olursa olsunlar, düzen partileri, hükümet olduklarında, ayrıntılar dışında, kendi politikalarını değil, “devlet politikalarını izler ve yürütürler. Bu politikalar, anlaşılmış olması gerektiği gibi, onlara, “milli siyaset belgesi” ve konseptlerle, genel çerçeve olarak, daha özel kararlarla, özel politikalar halinde, dikte ettirilir. Bilinen uygulama, bakanlığına ilk geldiği gün, her yeni bakanın önüne, kırmızı bir dosya içinde formüle edilip yazıya dökülmüş haliyle, bu politikaların dayatılması, yapacakları ve yapamayacaklarının belirlenmesidir.
Zaten bakanlar, hemen tümüyle birer semboldür ve yetkili gibi görünseler de yetkisizdirler; işleri, müsteşarlar, genel müdür ve müdürler, daire başkanları vb. yürütür ve bakanlara, gevezelik ya da siyasal şovlar yapmak düşer. Ancak işi, gevezelik ve psikolojik savaş vb. nedeniyle gerekli olmadıkça, şov yapmak değil, ama vurmak, gözaltına almak, vb. olan polis, siyasi partiler ya da onların “seçilmiş” bakanlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde, devlet politikaları doğrultusunda hareket eder. Politikleşmesi, parti ve hükümet politikaları doğrultusunda olmaktan çok, bu yönde eğilim gösterseler de, devlet politikaları çerçevesindedir. Zaten, yürütmenin asıl organı göz önüne alındığında, ortada bir sorun kalmamış olur. Polis, hükümetleri “kuran” siyasi partilerin politikalarının ötesinde politikalarla eğitilmiş ve bu doğrultuda politikleşmiştir. Emek karşıtı, şoven milliyetçi, ırkçı, dinci özelliklerin bileşiminden oluşan bu politikleşme, polisin, görevini hakkıyla yerine getirmesi açısından, zorunludur ve Türkiye’de polis, bu yönüyle, başka ülkelerle kıyas kabul etmez bir gelişme göstermiştir.
Gizli ve yasadışı silahlı organların kullanımında artış
İçişleri Bakanlığı’na bağlı polis, jandarma ve gizli örgütlerine, başka ülkelerdeki gibi, İçişleri Bakanlığı’na bağlı olması gerekirken, doğrudan Başbakanlığa bağlı örgütlenen, dolayısıyla daha da merkezileşmiş, MİT eklenmelidir. Sadece bilgi toplama faaliyetiyle yetinmeyip, provokasyonlar hazırlama, psikolojik savaş, suikastlar gibi faaliyetlerine ilişkin bilgiler, büyük gazetelerin sayfalarını dolduran bu örgüt, devlet iktidarı ve yürütmesinin önemli bir dayanağı olarak, ciddi bir bütçe ve örtülü ödenekle beslenmektedir.
Askeri istihbarat, JİTEM, bağlantılı çalışan MİT ile birlikte, çoğunlukla yasadışı ve gizli örgütlenmiş, bazılarının varlığı bile inkar edilen, devletin, bu silahlı organları, toplumun ve toplumsal yaşamın en ücra köşelerine kadar sızmış birim ve görevlileriyle, dev bir kompleks makine oluşturmaktadır.
Bu özel silahlı birlikler, MGK direktifleri dışında hiçbir yasa ve denetime tabi olmadığı çok sayıda kişi hatta görevli tarafından söylenen, daha çok ima edilen, kontrgerilla örgütlenmesiyle pekiştirilmiştir. Bu zorbalık ve kıyım makinesi aracılığıyla, yasalara sığmayan, bütün işlerin, tüm yasa-dışılıklarıyla, doğrudan bir yürütme işlevi olarak, gerçekleşebilme imkânı yaratılmıştır. Bütün NATO ülkelerinde örgütlenmiş olan kontrgerilla, Türkiye’de, kendisine bağlı eklenti kurumlaşmalar da yaratarak, bütün hızı ve kıyıcılığıyla çalışmaktadır. Bu eklentiler arasında, itirafçılardan derlenmiş ölüm makineleri, koruculuk sistemi ile iç içe geliştirilen melez silahlı birlikler, mafya ile iç içe geçmiş melez ölüm makineleri, vb. sayılabilir. Komuta merkezi olarak, ismi sürekli değiştirilen bir birimin adı geçmekte; “Özel Harp Dairesi” gibi isimlerin sözü edilmektedir.
Adli organların pekiştirilmesi
Bu makine, sadece kışla ve sabit ve seyyar karakollarla değil, en başta, cezaevleri ve silahlı gözetici birlikleri olmak üzere, başka maddi eklenti ve uzman örgütlerle, güçlendirilmiştir. Cezaevleri, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarının bağlantı ve geçiş noktası durumundadır. Ayrıntıda, merkezileşmeyi bozduğu düşünülen gözeticilerinin iki bakanlığa bağlı oluşu, adli polis örgütünün kurulmasıyla, giderilmek istenmektedir. Aslında, fiili örgütlenişiyle, cezaevleri, devletin en sıkı ve merkezi örgütlenmiş, devletin işlevinin en görünür durumda olduğu, kurumlardandır. Son olarak Ulucanlar’daki katliamın, göstere göstere, ama büyük bir kolaylıkla gerçekleşebilmesi, bunun kanıtı olmuştur.
Mahkemeler ve yargıç olarak adlandırılan görevlileri ya da devlet memurları, merkezileşmiş ve en küçük ilçeye kadar uzanmış örgütlenmeleriyle, polisin işini tamamlar. Gözaltına alınan tutukluları, cezaevlerine doldurur ya da asarlar. “Adalet mülkün (devletin) temelidir” propagandasıyla kutsanıp yüceltilen ve “millet adına adalet dağıttığı” ileri sürülen adli görevliler ve mahkemelerin, burjuva normlarıyla, yasama ve yürütmenin yanında üçüncü gücü, yargı gücünü oluşturduğu söylenir. Oysa işlevi, düzeni olumlamak olan adalet ya da yargı veya mahkemeler, yalnızca, görünüşte bir bağımsızlığa sahiptirler. Düzeni olumlamak işlevi nedeniyle, “bağımsızlık”ı, zaten görünüşte olan ve bu nitelikleri, bütün burjuva devletler açısından geçerli olan, yargı ve adli görevlilerin, bu görünüş halindeki bağımsızlıkları da, Türkiye’de görünüştedir: Görünüşte bir görünüşte bağımsızlık. Yani, “bağımsızlık”larından geriye bir şey kalmamış, “bağımsızlıkları”, ülkenin “bağımsızlığına benzemiştir!
Her şeyden önce, göreve atamayla gelirler; yalnız bu nedenle bile, hiçbir bağımsızlıkları kalmaksızın, yürütmeye bağlanmışlardır. Hâkim ve savcıların, bütün yükseltme ve atamalarını yapan ve anayasal bir kurum olan, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kendisi, atamayla oluşturulmuştur. Doğrudan yürütme görevlileri olan, Adalet Bakanı kurulun başkanı; Adalet Bakanlığı Müsteşarı kurulun doğal üyesidir. Geri kalan üyelikleri, Yargıtay ve Danıştay genel kurullarının atanmış üyelerinin belirledikleri her üç adaydan birinin cumhurbaşkanı tarafından atanmasıyla doldurulmaktadır.
Dolayısıyla adli görevliler ve onların kürsülerini doldurduğu mahkemeler, sadece bağımsızlığa sahip olmamakla kalmazlar, ama onun tarafından seçilmedikleri için, halk karşısında sorumsuzken, atamalarını yapan yürütmeye karşı, sorumlu kılınmışlardır. Bu nedenle yargıç ve savcıların, yürütme karşısında “boyunları kıldan ince” ama halk karşısında, yeterince kalındır. Halka tepeden bakar, ama yürütme önünde, yaltaklanırlar.
Yürütmeye bağlılıkları, kuşkusuz sadece, atama aracılığıyla garanti altına alınmamıştır. Her devlet görevlisi gibi, maaşları, hazineden karşılanmakla da kalmaz; “aykırı” davrandıklarında, tenzili rütbe yolu dâhil, sürgün edilir, görevden alınırlar. Türkiye’de yürütmeye bağımlılıkları ayrıca, son moda brifinglerle ve en sonunda “başlarına bir hal gelmesi” ile (Susurluk soruşturmasında görev almış bir hâkimin, İstanbul Maslak’ta, bir trafik kazasına kurban gittiği hatırlansın!) sağlama bağlanmıştır.
DGM’ler ise, kendi yasası ve DGM’lik “suç” sayılan diğerleri yanında, bu tür “suçları” tarif eden, “terörle mücadele yasası” gibi, özel yasalarıyla birlikte, bir yanıyla yargının yürütmeye bağımlılığını, diğer yanıyla da, halka kan kusturulmasını sağlama bağlayan, ek önlem niteliğindedir.
Ve “Özel Silahlı Güç” Olarak Ordunun Yetkinleşmesi
Geriye, her devletin en başta gelen kurumu olan ordu kalıyor.
Ordu, öncesi bir yana, Kurtuluş Savaşı yıllarından bu yana, olağanüstü yetkinleşmiştir. O yılların yetersiz silahlanmış, bir dönem Çerkeş Ethem’in Kuvayı Seyyaresi’ne katlanmış, erleri postal sıkıntısı içindeki ordusundan bugünlere çok şey değişmiştir. Hatta 1950’lerin, subayları “geçim sıkıntısı” içindeki, tankları çalışmayan ordusundan bugüne değişen, yine az değildir. ’60’ların emir-komuta kademesi ve hiyerarşik yapılanması zaafa uğramış ordusu da, geride kalmıştır. Bunlar, “milli ordu”nun, kalıntı düzeyindeki sorunları olarak, bugün artık aşılmış ve ordunun yetkinleşmesinde oldukça ileri bir noktaya varılmıştır.
Bugün ordu, hemen en küçük yerleşim birimine kadar uzanmış örgütlenmesi, turistik alanlar da içinde olmak üzere milyonlarca dönüm arazi üzerinde konumlandırılmış kışla, eğitim sahaları, garnizon ve karakolları ile gerektiğinde, koca koca bölgeleri askeri saha ilan edebilme yetkisi, seyyar karakolları ve mobil birlikleri ile milyona ulaşan silahlı gücü, ülkede olanaklı en ileri tekniği kullanışı ve modernizasyonu ile, “emir demiri keser” hiyerarşik disiplini ve başka kurumları karıştırmamak üzere, bünyesinde kurulmuş yargı, idari yargı ve cezaevleri ile, tek bir emir-komuta altında toplanmış, “özel kamu gücü” niteliğinde, muazzam bir silahlı aygıttır. Halk çocukları askere alınır, ancak sürekli ordu, halkın silahlanmasından, tamamen farklı nitelikte ve onunla zıtlık içindedir. Üzerine fazla söz söylemeyi gerektirmeyecek düzeyde merkezileşmiştir, genelkurmay başkanının sözü kanundur. Elindeki kitlesel kırım silahlarını ve bunları kullanma yeteneğini durmadan artırıp mükemmelleştirmekte, yaşatılıp geliştirilmesi amacıyla bütçeden aslan payı orduya ayrılmaktadır. Eğitim ya da sağlıktan vazgeçilebilmekte, ama ordunun ihtiyaçları karşılanmazlık edilmemektedir.
Denebilir ki, Türkiye toplumu, “ordu-millet” şiarından da güç alınarak, ordu etrafında ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere, örgütlenmiştir. Bu, kuşkusuz, toplumun kapitalist örgütlenmesinin inkârı değil, ama tam da, bu örgütlenişin, huzuru, istikrarı ve devamının garanti altına alınmasına yönelik askeri siyasal örgütlenmeye, Türkiye’de yüklenen önemin, ifadesidir. Bu “huzur”, kuşkusuz düzenin huzurudur.
“Düzen tehlikeye girdiğinde” ya da hatta potansiyel tehlike belirdiğinde, “koruma-kollama” görevinin yerine getirilmesi, anayasal güvenceye bağlanmış ve olağanüstü anayasal kurumlar oluşturulmuştur. Ordunun, anayasal olarak, yürütmeye sınırsızca el koyması anlamına gelen sıkıyönetim ve orduyu, olağanüstü yasal yetkilerle donatarak, yürütmenin doruğundaki pozisyonuyla, ülke ya da bölgeleri yönetmesini son derece kolaylaştıran OHAL, bunlardandır. Bu tür önlemlerin de yetersiz kaldığı durumlarda, “koruma-kollama” görevi, yönetime bütünüyle el konarak ya da 12 Mart’ta olduğu gibi “muhtıra” ile ve 28 Şubat’ta olduğu gibi konsept dayatmalarıyla yerine getirilmektedir.
Bütün bunlar, ordunun politikleşmesinde varılan düzeyi göstermektedir. Uzun zamandan beri ve bugün artık, kimsenin reddetmediği biçimde, ordu politikanın içindedir; yüksek askeri görevliler, devlet işlerinin yürütücüsü ve politikalarının üreticisidir. Askeri görevliler, asker olmalarının yanı sıra, tamamen politika yapmaktadır, en üst düzeyde politikacılar durumundadır.
Ordu, kendi kendine üstlendiği, “koruma-kollama” görevini, düzeni ve düzenin huzuru ve istikrarını gözetme temel işlevini yerine getirirken, bastırma amaçlı düzenli ve hareketli birliklerinin yanı sıra, amaç ve işlevinin gerçekleşmesinde, istihbarat ve “psikolojik savaş” gibi işleri yapmak üzere, ek organlara, birimlere ihtiyaç duymuş ve örgütlemiştir.
Sonuçta, ordu, hem kendisine hem de ülkeye yeterli, bu açıdan sınanmış, “dört başı mamur” dev bir örgüt düzeyine ulaşmıştır. Örgüt düzeyi ve askeri ve politik eğitiminin düzeyi ile, ve her türden aykırıyı; anında ihraç eden tek bir komuta altında birleşmişliği ile, ordu; gerçekte, bugün için, ülke yönetimini, en çok hak etmekte olan kurum durumundadır ve zaten böyle olmaktadır. Bu, deprem dolayısıyla, bir kez daha, kanıtlanmıştır.
Devletin Geri Kalan Araçları Açısından…
Burada, devletin maddi baskı araçlarının dışında kalan, ama kuşkusuz bu araçlarının yanında yer alan ve onların çalışmasını kolaylaştırdığı gibi kendileri de ayrıca baskıcı niteliğe sahip din, kültür, ideoloji vb. alanlarında rollerini oynayan manevi baskı araçlarının incelenmesine yer verilmeyecek. Ancak, bütün manevi baskı araçlarının da, maddi araçlar açısından geçerli olan merkezileşme ve örgütlenişlerinin mükemmelleştirilmesine paralel bir yetkinleşme sürecinde, yürütmeye bağlı olarak, güçlendirildiği söylenmelidir. İdeolojik baskı aygıtlarının başında gelen medya ve eğitim kurumlan ile din ve kültürün örgütlenmesi, olağanüstü boyutta merkezileştirilmiş; sadece, tekelci sermayenin çıkarlarının savunulmasına dayanan gönüllü birlikle yetinilmeyerek, medya kadrolarının askeri danışmanlarla doldurulması ve brifinglerle yönetilmeye varıncaya kadar, yürütmeye kopmaz bağlarla bağlanmıştır. Eğitim, özellikle son 28 Şubat zorlaması sonucu, tek yönetim altında toplanıp Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak, merkezileştirilmiş, hurafe ve şoven milliyetçi, ırkçı, emek düşmanı içeriğiyle bilimsellikten hemen bütünüyle koparılarak, yürütmenin ve adına hareket ettiği tekellerin çıkarlarına uygunlaştırılmıştır. Din, Diyanet İşleri’nin sıkı denetimindedir; denetim dışı kalanlar da, kimi yerde kontrgerilla kimi yerde de Osman Nuri Öztürk ve Fethullahçılık vb. akımlar aracılığıyla devlet hizmetine koşulmaktadır.
Sendika Bürokrasisine İlişkin…
Son olarak, devletin yetkinleşmesi sürecinin, işçi ve emekçiler ve onların örgütleri içinden de güç alması, bu yetkinleşmenin, işçi sınıfı ve emekçiler içinde de, dayanaklara sahip olması üzerinde durulmalıdır.
Reformculuk, kısa dönemli çıkarlar için genel çıkarlardan vazgeçiş olarak oportünizm; işçi ve emekçilerin partisi ve diğer örgütleri içinde, kitleden, sınıfın ana gövdesinden kopmuş, kendisini, kapitalist kölelik koşullarına oldukça iyi biçimde entegre etmiş, Lenin’in deyişiyle “bir tabak mercimek için kardeşlerinin davasını satan”, tekelci burjuvaziye karşı mücadelede, halkın önünde yürüme niyetinde olmayan, yüksek ücretli emekçilerin temsilcilerini eğitir. Bu eğitim, devlet tarafından desteklenir ve beslenir. Sınıfın, hem partisi hem de sendikalar başta olmak üzere, diğer örgütleri içinde, böyle bir eğitime yatkın unsurların ortaya çıkması, anormal değildir. Sınıfın her örgütü içinde, reformculuk ve oportünizme karşı mücadele, bu nedenle, çok önemli ve vazgeçilmezdir. (Partisi, bu tür unsurlarla katiyen bağdaşmayacağı ve kendisini onlardan arındıracağı için, bu unsurlar, daha çok sendikalar ve emekçilerin diğer kitle örgütleri içinde yuvalanırlar.) Kapitalizm, gerek reformculuk ve oportünizm, gerekse bunlar tarafından eğitilip örgütlenmeye yatkın unsurların gelişme koşullarını yaratır. Sendikalar; egemen burjuvaziye, onun sömürü koşullarına, kötülük ve haksızlıklara, zora, yalana, “düz işçiler”in “yüksek” yönetimlerden elenmesine ödünler verilmesinden kaçınılamayacak olan tam bir kapitalist kölelik koşullarında gelişmişlerdir. Türk-İş’in, hattâ, yalnızca bu koşullarda gelişmekle kalmayıp, CIA bağlantısı da içinde olmak üzere, “yukarıdan” kurulduğu biliniyor. Böyle bir örgütte, yalnızca reformcu ve oportünist değil, faşist ve gerici eğitimle şekillendirilmiş unsurların, yönetim kademelerini doldurmasından doğal şey, yoktur.
Sonuçta, işçi sınıfı içinde, burjuvazi ile işbirliğinin dayanağı bir katman oluşur. Bunlar, işçi sınıfının memurları, bürokratlarıdır. Aynı, devlet yetkili ve görevlilerinden oluşan bürokrasinin özelliklerine sahiptirler. Aynı yetkililik, aynı, görevleri başkaları adına yürütmekten gelen “memurluk” niteliğine karşın, güç ve otoritenin özel ellerde toplanması ve adına görevli olduğu kitleyle aynı yabancılaşma… Doğrusu, bürokrasinin, işçi sınıfı içindeki uzantısıdırlar.
Doğal ki, sendika bürokrasisi, öncelikle, nesnel olarak, bürokrasinin uzantısı durumundadır. Yetkinleşmiş uzantılık ve sendikal bürokrasinin devletin temel kurumu olan bürokrasiye tam katılımı, devletle sendika bürokrasisi arasında kurulan binlerce bağ aracılığıyla gerçekleşir. Türkiye’de bu bağlar, Türk-İş ve DİSK’in de, 28 Şubatçı “beşli çete” içinde yer alması olgusunun gösterdiği gibi, oldukça sağlam biçimde kurulmuş; sendika bürokrasisi, “derin” devlete, doğrusu, devlete (çünkü, devlet, tam da, bu derinliği ile devlettir) bağlanmıştır.
Lenin, sınıf içinden unsurların, devlete bağlanması ve sonuçta işçiler içinde, bürokrasinin dayanaklarının oluşması üzerine, şunları söylemiştir:
“Burjuva devleti, işçilerin ve sosyal demokratların (sosyalistlerin –ÖD) kendi kurumlarına, kendi demokrasisine girmesine, o şekilde ve ancak o şekilde izin verir ki, sonunda (a) onları, ihtilalcileri eleyerek süzgeçten geçirmiş olur, (b) onları memurlaştırarak yıpratır; muhaliflerimizi ve düşmanlarımızı ‘yıpratmak için hazırlanmış’ bir strateji, hasmı arka tarafından yıpratabilmek için hazırlanmış bir strateji! (c) rüşvet aracılığı ile onları elde eder: ‘Siz onları eğiteceksiniz ve biz de onları satın alacağız…’ (d) kaba rüşvetin yanı sıra, kendi fikirlerini kabul ettirebilmek için pohpohlamak dâhil, daha ince usuller uygular vs. (e) onları devamlı meşgul eder, ‘çalışma’ ve kâğıt yığınlarını, büyük ve küçük ‘reformların’ altında ezer; (f) kültürel yönden katlanılabilir kaba bir hayatın kaba konforu ile onları ayartır…” (Marksizm ve Devlet Üzerine, sf. 65)
Bu rüşvet ve sair yollarla ayartma işi, Türkiye’de yüksek bir noktaya ulaşmıştır. Sendika bürokrasisi, en tepesindekiler eliyle kurulmuş daha özel bağların da katkısıyla, devletin uzantısı haline getirilmiş, sınıfa ve halka karşı, genelkurmayla aynı tepkileri verir hale sokulmuştur. Devlet, işçi sınıfı ve emekçilerin saflarından, sınıfa ve halka yabancılaşmış unsurlar aracılığıyla olsa bile, güç almakta; yetkinleşmesi, can düşmanlarına varıncaya kadar, toplumun her kesiminde dayanaklara sahip bulunmaktadır.

TÜRKİYE’DE DEVLETİN YETKİNLEŞME KOŞULLARI VE FAKTÖRLERİ
Yetkinleşen Devlet, Özgürlük Sorunu ve Eleştiriler
Devletin, burjuva hukuk normlarına sığmayarak, en uç noktasında yetkinleşmesi, son dönemlerde artan ölçüde, hukuki ve hukukun da dayanmasından kaçınılamayan, politik eleştirilerin konusu olmaktadır.
Baskı aygıtının eleştiri almaması, şüphesiz olanaksızdır. Ancak, güncel eleştirilerin önemli bir kısmı, ya baskı aygıtının içinden ya da kendileri de baskıcı karaktere sahip akımlardan yükselmektedir. Fazilet Partisi yönünden yapılan ve baskıyı kimin uygulayacağı çekişmesinde “nasırına basılmasından kaynaklanan, “özgürlük” ve “insan hakları” söylemli eleştirilerin, ciddiye alınır yanı yoktur. Topluma, daha geri politikaları dayatmanın ve onu bugünün de gerisine çekmenin partileşmesi olan dinci-şeriatçı akımın, yürütme içinde yer tutabilme olanaklarından bugün için makaslanması sonrası, yükselttiği, “baskı ve zor”a karşı edebiyat, kuşku yok ki, samimi değildir; halkı aldatmaya ve peşine takmaya, güç toplamaya yöneliktir.
Bir başka, “baskı ve zora karşı” eleştiri ve özgürlük istemleri, 2. Cumhuriyetçilerden yükselmektedir. Baskı ve zor aygıtının korunarak, “iyileştirmeler”le, yeniden düzenlenmesini savunan bu akım, uluslararası tekelci sermayenin globalleşmeci sözde neoliberalizmini dillendirmekte; ancak, tekelci sermaye egemenliği ve globalleşmenin, devletin, olağanüstü yetkinleşmesini dayattığının farkında değilmişçesine davranmaktadır. Dincilikten farkı, modern gericiliği savunmasında ve kötüsü, onu, daha kabul edilebilir hale getirmeye çalışmasındadır. Bir kısım aydın dışında, etkili olduğu söylenemez.
Son günlerde, Çakıcı türünden mafyacılarla ilişkileri yanında, birkaç kez bakanlık ve Başbakanlık yaparak, baskı makinesinin en üstlerinde görevler yürüten, görev dönemlerinde, binlerce insanın, sudan gerekçelerle baskıya uğramakla kalmayıp katledildiği, ANAP Başkanı Bay Yılmaz, demokrasi isteyerek, baskı sistemini eleştirmeye girişmiştir. “Devlete kırgın bir milletle, milletini düşman gören bir sistemle, vatandaşı hiçe sayan bir cumhuriyetle, acze düşen siyaset mekanizmasıyla Türkiye’yi yeniçağa taşıyamayız. … Türkiye’nin yozlaşmış, çürümüş sistemine getirdiğimiz öneriler, milletin geleceğine olan güvenden. Türkiye’de çok daha iyi şeyler yapmak mümkün. Bunu da devlet değil, millet yapacak. Yeter ki devlet vatandaşına engel olmasın. Kişisel özgürlükler mümkün olduğu kadar geniş tutulmalı.” türünden laflarla, “çürümüş devlet” eleştirisi yapan, Bay Yılmaz, “demokrasi adına devlet dokunulmaz yapılmış. Sıkıntının temelinde bu var. Dokunulmaz devlet yoktur, dokunulmaz olan kişisel haklardır.” deme noktasına kadar varmıştır. Doğruları bol olan bu gevezelik sonrasında, Bay Yılmaz’ın önerisi ise, dağın fare doğurması gibidir: “… zaten üzerinde konsensüs olan değişim projelerini tedricen gerçekleştirmek suretiyle, Türkiye’nin çağdaş anlamda bir hukuk devletine geçişinin mümkün olabileceğine inanıyoruz.” Bu laflardan ve dile getiricisinden ne köy ne de kasaba olacağı yok! Ancak, Bay Yılmaz’ın, bu tür laflar etme noktasına gelişi önemlidir; durumun vahametini ve böyle gitmeyeceğini gördüğünü, göstermektedir
Baskı ve zora yöneltilmiş, hukuk kaynaklı ve özgürlük talepli ilginç bir eleştiri, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’tan gelmiştir. Darbe ürünü olması nedeniyle, Anayasa’yı gayrı meşru ilan eden ve devletin özgürlüklere yer bırakmayan yetkinleşmesini suçlayan Selçuk’un eleştirisini, hemen herkes, kendini doğrulamak üzere bir yerlere çekmiş; ancak Selçuk, 12 Eylül kalıntılarıyla, kendilerini, demokrasi düşmanlığına adamış ve 12 Eylülcülerin saflarına sonradan katılmış, “devletin üstünlüğü” kavramının kutsayıcıları ve “sol”dan ya da sağdan 28 Şubat savunucuları tarafından, alabildiğine suçlanmıştır.
Faziletinkiler bir özgünlüğe sahip olmakla birlikte, bir yönüyle, o da içinde olmak üzere ve samimiyet düzeyleri bir yana, bütün bu eleştirilerin ortak noktası, devletin giderek daralan kitle temeline dikkat çekmeleri ya da bu noktadan hareket etmeleri ve dolayısıyla, yetkinleşme sorunu üzerine oturmalarıdır.
Öte yandan, özgürlük ve demokrasi talepleri, kuşkusuz, en başta ve olanca yakıcılığıyla, bütün hakları ayaklar altına alınan işçi ve emekçilerin saflarından yükselmektedir.
Yanıtlar da ilgi çekicidir. Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Bay Özden, “Demokrasi, başıbozukluklar rejimi değildir” demektedir. Yargıtay Başsavcısı Bay Savaş, demokrasi taleplerini kastederek, “Bazı aydın ve bilim adamları şeytanın avukatlığını yapıyorlar” saptamasını yapmakta, demokrasi savunucusu aydınları, “ülkede rejime ve ülke bütünlüğüne yönelik tehlikeler olduğunu asla kabul etmemek”le, “veya bu tehlikelerin ancak düşünce hürriyetine ‘tahrik ve propaganda dahil’ sınır getirilmemesiyle aşılabileceğini iddia etmek’le suçlamaktadır. Bu baya göre, rejim ve ülke bütünlüğü tehlikede olduğundan, düşünce hürriyeti ve kuşkusuz demokrasi tanınamaz! Bu bay, demokrasi isteyen aydınları, “sorunlara daima ütopik ve kolay çözüm yolları aramak, ekonomik, kültürel ve sosyal farklılıkları göz önünde tutmamak, sosyoloji bilimini inkar etmek’le suçlayarak, Türkiye’nin koşullarının demokrasi için uygun olmadığını, dolayısıyla demokrasi gibi kolay çözümler peşinde koşmamak gerektiğini ortaya koymaktadır. Tipik devlet görevlisi, otoriter yetkili edasıyla, Selçuk dolayısıyla, baş düşman bellediği aydınları, “… Özellikle sınırsız düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün her derde deva olduğunu” ileri sürdükleri için, yerden yere vurmaktadır. Hızını alamayan Bay Savaş, devletin temel işlevi olarak terörü savunmakta da, sakınca görmemektedir: “En vahim insan hakları ihlalleri devlet ve devlet görevlileri tarafından değil, terörist örgütlerce yapılandır. Türkiye’deki terör dikkate alındığında ve diğer demokratik ülkelerdeki yasalar ve uygulamalar kıyaslandığında, Türkiye’nin yeterince demokratik olmamakla suçlanması haksızlıktır.” Başsavcıya göre, terörist örgütler varsa, devletin terörü ve baskı ve zor makinesinin insan öğütmesi vahim değildir; beyimizce, bu nedenle, demokratik olmama suçlaması haksızlık olduğundan, hatta bu makine ve çalışması zorunludur! Bir başsavcı, terörü, bu kadarcık dolambaç olmadan, savunamaz.
Daha yüksek devlet görevlilerinin görüşlerine hiç başvurmuyoruz; yüksek hukuk görevlileri bunları söyledikten sonra, onlarınkiler üzerinde durmak gereksizdir.
Yetkililerinin, devletin yetkinlik düzeyine laf söyletmedikleri ve ancak, özgürlük ve demokratik hak kırıntılarının da yok edilerek, daha da yetkinleşmesini kabul edebilecekleri görülmektedir. Ama yine, görülen bir diğer şey, devletle, özgürlüklerin ve demokratik hakların çeliştiğidir. Yetkililere göre, ya devlet savunulacaktır ya da özgürlük. Bu da aslında, ultra gerici görüşlerinin tek doğru yanıdır. Evet, devletle özgürlük çelişir. Ve özgürlük, ancak, halkın devlet karşısındaki özgürlüğüdür. Ve halk tamamen özgür olduğunda, devlete ihtiyaç kalmayacak, devlet “sönecektir”. Ama özgürlüğü, “terör özgürlüğü” olarak, yalnızca devlet için tanıyanlar, halkın karşısında, devletin, bütün gücü elinde toplamasının, daha da pekiştirilmesinden yana olanlardır. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletin” değildir, ama yetkili görevlilerindir ve onlar güçlerini, halka devretmeye katiyen niyetli değillerdir.
Bireysel özgürlükler (burjuva özgürlükler) mi, devletin güvenliği mi, ya da birey ve özgürlükleri mi önde gelir ve önceliklidir ve devlet mi birey ve toplum içindir, birey mi devlet için tartışması, Türkiye’de sadece son süreçte yapılmıyor; bu tartışma, sık sık açılmak, gündeme getirilmek istenmiş, ancak hep bir duvara çarpmıştır. Önyargılarla beslenen egemen düşünce eşliğinde, devletin maddi kuruluşu, tartışmayı bile engellemiştir: “Devlet yücedir, her şeyden önce gelir!” Engelleyen, kuşkusuz, egemenliğin politik örgütlenişi olan devlettir.
Yetkinleşmenin Tarihsel Şekillenişi
Yetkililerinin, bu denli pervasızca demokrasi karşıtlığını ve devletin üstünlüğünü savunabilmeleri, ya da devletin bu denli yetkinleşmesinin mümkün olabilmesi hangi koşulların ürünüdür? Faktörleri nelerdir?
Aynı burjuva nitelikli baskı ve zor aracının, başka bazı ülkelerde, demokrasi biçiminde örgütlendiği durumlarda, çeşitli temsili kurumlar aracılığıyla, sahip olduğu halkla görece güçlü bağlar ve görece geniş kitle temeli, Türkiye’de yoktur. Ama devlet, yine de ayaktadır. Bu nasıl mümkün olmaktadır?
Birincisi, bir demokratik devrimden geçilmemiş, feodal ve kişisel bağımlılık ilişkilerinin kırılıp atılmamış olması, kapitalizmin, yukarıdan, bu tür ilişkilerin üzerine oturarak, toplumsal ve bireysel siyasal özgürlüklere ihtiyaç duymadan, tekelci kapitalizm olarak gelişmiş olması, bu olanağın, nesnel temelini oluşturmaktadır. İkincisi, devlet halkla arasındaki bağları, eksik olduğu ölçüde dayatmakta, kitleleri siyaset dışı tutan zora dayanarak kurmaktadır. Üçüncüsü, Türkiye’de devletin olağanüstü yetkinliği, devletin tarihsel şekillenişi içinde oluşan devlete ilişkin oldukça sağlam önyargılardan güç alarak, daha çok zorla da olsa, hâlâ, kabul ettirilebilir ölçüler içinde kalmaktadır. Bu, aynı zamanda, devletin, nesnel/maddi koşulların, ciddi bir daralma yönünde etkide bulunduğu, kitle temelini, toplumun tekelci kapitalist örgütlenmesinin yanı sıra, hâlâ, önemli ölçüde -yaşatılması için hiçbir “yatırım”dan kaçınılmayan; medya, okul, cami, kültür ve sanat kurumlarının milliyetçilik, din, mezhepçilik, gelenek, görenek ve alışkanlıkları kaşıyarak güçlü tutmaya çalıştıkları- önyargılar gibi manevi koşulların etkisiyle belirli bir genişlikte tutabildiği anlamındadır. Örneğin, benzer koşullarda, Fransa’da böyle bir devlet, çoktan çökecekken, Türkiye’de, tarihsel özellikleri dolayısıyla, daha dayanıklıdır.
Devletin yetkinleşme koşullarını ve bunu olanaklı kılan faktörleri sıralamak gerekirse…
1. Devlete ve devletin önceliği ve üstünlüğüne ilişkin önyargıya dayalı saygı, küçümsenmeyecek ölçüdedir.
2. Bu önyargıya dayalı saygı; sadece modern zamanlarda, medya, okul vb. eliyle teşvik edilen bir olgu olmakla kalmaz. Bu tür aygıtların, çok yönlü olarak yürüttükleri ve gündelik hayatın en ücra köşesini etkileyen ideolojik bombardımanıyla güçlendirilir; ama tarihsel köklere sahiptir, gelenek ve görenekten güç alır; bu nedenle çok daha güçlüdür.
Yeni nesiller, anne-babasından, atalarından devralınma eğitimi alır; okulda bu önyargıyla yetiştirilir; medya, her gün her saat, aynı minval üzerinde, başının etini yer; cami bu yönde koşullandırır; askerlik hizmetinde, dışarıdan tanıklık ettiği gücün önünde eğilme ve itaat, içinde yaşayarak, benliğine siner; memuriyette ya da memurlarla olan kaçınılmaz ilişkilerinde, aynı şey iliğine kemiğine işler. Bu, gücün üstünlüğüdür, zora dayalı ilişkiler ve önünde boyun eğmedir, itaattir, yetkililerin önünde önünü iliklemedir, büyüklere saygı gibi olumlu bir gelenekle olumsuz yönde güçlendirilir; gücün en büyük cisimlenişi olan, devlet önünde ise, tümü doruğuna varır; çünkü devlet söz konusu olduğunda, işe, bir de kutsallık ve kutsanmıştık, çarpıtılmış tarih bilinci olarak, menkıbe ve destanlar karışır. Almanya’da, özellikle Bismark zamanına gelirken, idealizm kaynaklı felsefi önyargılarla beslenen, devlete olan bu yüceltilmiş saygı; bizde, toplumun ve devletin tarihsel gelişmesi içinde, daha çok cehaletten beslenmiştir. Bütün bir ortaçağ ve yol açtığı cehalet ortamı, tarafından koşullandırılmıştır.
3. Bugünkü devlete damgasını vuran Türk ulusu, Orta Asya’dan gelmedir. Çarpıtılmış tarih tezleriyle, Moğol vb. devletleri de araya katılarak, tümü, Türk devleti ilan edilmek suretiyle güçlendirilmiş bir devlet geleneği propagandayla pekiştirilerek, toplumun temel bir özelliği düzeyine yükseltilmiştir. Devlet olarak ve mutlaka bir ordu oluşturarak (“ordu-millet” önyargısı buradan kaynaklıdır) yaşama geleneği, devletin (tabii ki, en basta ordunun) üstünlüğü ve önceliği önyargısını beslemektedir. 16. Türk Devleti propagandası, tamamen buna yöneliktir.
Bu tarihsel temeli olanaklı kılan, eski “Türk” devletlerinin üzerinde yükseldiği maddi toplumsal koşullardır. Bu toplumların, yerleşik olmayan, askeri seferlere ve yağmaya dayalı örgütlenmesi; hem bu yöndeki önyargıların oluşumunu getirmiş hem de devletin askeri merkezi örgütlenmesini dayatan ve toplumsal örgütlenme içinde öne çıkmasını sağlayan, maddi toplumsal temelin tarihsel kökü olmuştur.
4. Bir önceki devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, bu önyargının oluşumunda ciddi bir rol oynamış, katkıda bulunmuştur.
Padişahın, fillullahülzülalem (“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”) ve aynı zamanda “başbuğ” ya da başkomutan olarak, mülkün (devletin) sahibi ve üstelik halife olduğu, Osmanlı’dan, oldukça güçlü bir miras olarak devletin, üstelik kutsallaşmış ve kişiselleştirilmiş üstünlüğü önyargısının bugüne devralması ve bunun, devlete boş ama geleneksel bir saygıyı (ve aynı zamanda korku ve itaati) oluşturan temeli sağlaması, anlaşılmaz bir şey değildir. Allah ve din tarafından kutsanan Sultan (devlet) karşısında, tarihsel bakımdan uzun bir süreci kapsayarak yerleştirilen, halkın “kul” ve köle olduğu fikri ve pratiğinin, bir gelenek ve görenek, bir alışkanlık yaratmaması, olanaksızdır. Özellikle yükselme döneminde “gönlü bol” davranan Osmanlı’nın, devlete ilişkin önyargıya dayalı bir saygıyı koşullandırmış olması, toplumsal gelenek-görenekte ve bunların yarattığı toplumsal alışkanlıklarda belirli bir yer tutmuştur.
5. Avrupa feodalizmi ve parçalanmış aristokratik siyasal yapılanmalarından farklı olarak, doğu despotizminin tipik bir örneği olan, yağma savaşlarına yönelik askeri temeliyle, Osmanlı merkezi feodalitesi ve Sultanlık; dinin etkisiyle de güçlendirilmiş, merkezi askeri devlet örgütlenmesiyle, bu önyargıyı alabildiğine beslemiştir. İrili ufaklı feodal beylerin egemenlikleriyle parçalanmış siyasal yapı ve feodal devletçiklere göre, güçlü ve merkezi feodal Osmanlı despotizminin (devletinin), devlete ve üstünlüğüne, özel olarak ordunun üstünlüğüne dair gelişkin önyargıyı beslemesi son derece doğaldır. Tüm toprağın ve bütün mülkiyetin, -Allah adına-, aynı zamanda ordunun başı olan, Sultan’ın olması ve tüm köylü ve zanaatkârların, Sultan’ın tebaası durumunda bulunmasıyla, ek olarak, ticarete olan uzaklıkla karakterize olan, yağmaya yönelik askeri seferlerin de, orduyu ön plana fırlattığı, Osmanlı’nın maddi toplumsal koşullarının merkezi feodal örgütlenmesi; devlete ilişkin önyargıyı güçlendirdiği gibi, önceki maddi toplumsal örgütlenmenin bir devamı olarak, merkezinde, devlet ve ordu bulunan, bu maddi toplumsal temelin, bugüne olan tarihsel etkisini de güçlendirmiştir. Maddi toplumsal temeli ve neden olduğu önyargılarıyla, Osmanlı devleti, döneminin oldukça yetkin, toplumsal gözeneklere sızmış ve olan-bitene egemen özellikleri ve gücüyle, iyiliğin de kötülüğün de geldiği ve beklendiği “yer” olarak, toplumun beyninde yer etmiş; dolayısıyla, hem “beklenticiliği” hem de devletten korku ve ona itaati gelenekleştirmiştir.
6. -“Aşağıdan” inisiyatif kullanmanın nesnel koşullarının darlığı ve inisiyatif kullanma açısından cesaret kırıcı etkisi ile karakterize olan- Osmanlı despotizminin doğrudan bir sonucu olan, “yukarıdan beklemecilik”, karşı etki olarak, üsten gelmeliği teşvik ettiği gibi, “üst’ün önünde boyun eğmenin, itaatin hem nedeni hem sonucu olmuştur. Astın üste kölece boyun eğmesi, bağımlılığı, en alttaki halkın, başta sultan olmak üzere, tüm görevlilere boyun eğmesi, geleneksel toplumsal benliğin bir özelliği olacak ölçüye varmıştır. Bu gelenek, bugünkü hiyerarşik itaate dayalı devlet örgütlenmesine güçlü bir temel sağladığı gibi; “yukarıdan” birilerinin ve genellikle bir generalin (çünkü üstün ve öncelikli devlet önyargısının, “ordu-millet” düsturunda ifadesini bulan temel unsuru, üstün ve öncelikli ordu önyargısıdır), kendilerini, “kurtarıcılar” olarak benimsetebilmelerini mümkün kılan, önemli bir faktör olarak çalışmaktadır.
7. Bu faktörlerden ayrı düşünülemeyecek Tanzimat vb. ile en son, demokratik içeriğiyle, 1908 Devrimi’nin üstten gelmeliği, halkçı karakterden yoksun bir üst tabaka devrimi oluşu; aynı geleneği pekiştiren bir rol oynamış, “yukarıdan beklenticiliği” teşvik edip modern çağa taşıyan bir köprü olmuştur. Kuşkusuz, içeriği değişerek, günümüze kadar gelen ve kendi öncesi tarihsel koşullardan beslenen, “İttihatçı gelenek”, bırakalım halkı, sosyalist ideallere sahip, ’68 kuşağı içinde olmak üzere, pek çok devrimci öncülük iddiasında olan akımı etkilemiştir, etkilemektedir. Buna göre, halk “sürüdür”, onun “adına” iş yapanlar “öncü”, “efendi” vb. olarak, her şey! Ve sadece, kendilerini, buna inandırmakla kalmamış, halkı da, inandırmaya uğraşmışlardır.
8. Öncesi bir yana, Islahat Fermanı’yla (1838) Batı hayranlığı ve sömürgeleşme, İttihatçılarla (1908 ile) -sonunda işbirlikçiliğe dönüşen- milliyetçi içerikle başlayan devletin yetkinleşmesi; ortaya çıkış ve gelişmesinde, aynı geleneklerin rol oynadığı, ama bir kez ortaya çıktıktan sonra, bu gelenekleri yeniden ve bir üst düzeyde hortlatıp üreten Kemalist devrim (1920’ler ve güç kaybederek ’30’ların başları) tarafından, sürdürülmüştür. Demokratik bir içerik taşımayan ve Osmanlı’dan bütün despotik özelliklerini devralan Kemalist devrim, anti-emperyalist tutumuyla, toplumun belirli bir ilerlemesine yol açmış, ama devrim sürecinde devletin yetkinleşmesini zorlamış ve gerçekleştirmiştir. İlerici anti-emperyalist yönüyle, devlete geniş bir kitle temeli sağlayan Kemalist devrim; gelişmesi sürecinde, yeni bir devrim ihtimaline karşı, kaçınılmaz bir rota tutturarak, aynı zamanda, yeni devletin, kuruluş sürecinden başlayarak, halka yabancılaşması bakımından uç noktalara varmıştır. “Tarih tezi”, “güneş dil teorisi” vb. ile temellendirilmeye çalışılan bu yönelim, halka karşı tam despotik, başta Kemal olmak üzere görevlilerinin ve devletin (ve en çok ordunun) yüceltildiği bir burjuva egemenliği olarak pekişmiştir. Olumlu olan ilerici antiemperyalist yönünün, Kemalist devlet iktidarı tarafından, olumsuz (aldatıcı) ve devletin yetkinleşmesi yönündeki kullanılışı; gerçekleştirilen belirli ileri atılımlar kullanılarak, ilericilik ve hattâ “komünizm” dâhil (Kemal’in Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın “gerekirse komünizmi de biz getiririz” masalı), her şeyin “yukarıdan verileceği” önyargısının pekiştirilmesi oldu. “Her şey devlet için ve devlet tarafından”dı!
Aynı olumluluktan üreyen, bir başka olumsuz etki, milliyetçilik oldu. Ulusun bağımsızlığını savunmakta olan burjuvazi, “vatan”ın “pazar” olarak karakterize olduğu sömürücü doğası nedeniyle, kaçınamadığı ulusal sürtüşmeler içinde, milliyetçiliği pekiştirdi. “Yurtta sulh cihanda sulh” sloganıyla perdelenmeye çalışılan bu olgu da, “Bir Türk cihana bedeldir”, “Ey Türk, çalış güven, öğün” gibi darbımesellerle güçlendirilen, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” önyargısını pekiştirmek, “dış düşmanlar” yaratılarak, halkı, “dışa” karşı, kendi peşinde toplamak ve devletinin hizmetinde yönlendirmek, dolayısıyla devletin yetkinleştirici faktörü olarak rol oynamak üzere, kullanıldı.
9. Merkezi Osmanlı Devleti ve onun ekonomiye müdahalesi ile girilmiş olan yolda, cılız da olsa alınan anti-emperyalist tutumun yön vericiliğiyle, gelişmesinin önü açılan, ulusal kapitalizmin, Kemal diktatörlüğü altında, -29 Büyük Buhranı’nın elverişli kıldığı, hatta dayattığı koşullarda- devlet kapitalizmi olarak, bürokratik bir karaktere sahip olması; yine ve nesnel bakımdan devlete ilişkin önyargıları güçlendirdi. Gelişmeyi devlet ve görevlileri sağlıyor, örneğin fabrikaları onlar kuruyordu. “Yukarıdan gelmeliğin” ifadesi olarak, “beklenticiliği” yeniden pekiştiren ekonomide devletçilik; bir gelişme unsuru durumundaydı, ama olumsuz yönüyle, devlete olan önyargıya dayalı saygıyı da körükledi, bütün bir “köylü milletin efendisidir” demagojisine karşın, halkın, kendisini, “kul” ya da daha çok tebaa olarak algılama duygusunu sağlamlaştırdı.
Önyargıyı güçlendirmenin ötesinde, yine, devletin, göbeğinde yer aldığı, maddi toplumsal koşulların bu örgütlenişi, bürokratik kapitalizm, ordu ve bürokrasinin aşırı öne çıkan egemenliğiyle, devletin yetkinleşmesini, nesnel açıdan olanaklı kıldı.
10. Belki, serbest rekabet çağında gerçekleşse, değişik türden bir gelişme ihtimali olabilecek, Kemalist devrim; tekellerle yüz yüze olduğu bir dünyada, emperyalizmle birleşmeye zorlandı; sadece, zaten sahip olmadığı, demokratik yönü açısından değil, ama antiemperyalist yönü açısından da, kısa sürede, tamamen gericileşerek, karşı devrime dönüştü. Kurtuluş Savaşı’nın meyvelerini toplayarak, iktidar tacını başına geçiren Kemalist burjuvazinin, -Halifelik gibi işe yaramayan kurumlarını kesip atarak- Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından derlediği, despotik devlet, emperyalizmin güdümüne girdi. Yine kısa süre içinde, ardından, NATO üyeliği sökün etti.
Burjuvazinin emperyalizmle birleşmesi, devletin yetkinleşmesinde, yeni bir aşamaya işaret etmesi bakımından, önem taşımaktadır.
Devlete ilişkin, bütün -milli, dini, kültürel, ideolojik vb. gelenek, görenek ve alışkanlıklara dayalı- önyargılardan beslenip, onları yeniden üreterek bağlandığı emperyalizmin güdümünde, yetkinleşmeye devam eden devlet, bu aşamada, yetkinleşmesinin yeni olanaklarına, sahip oldu.
Kemalist devletin, demokrasi değil, bir despotizm olarak biçimlenmesi, daha çok, kapitalizmin gelişmemişliği ve burjuvazinin feodal niteliği ile ilişkilidir. Tefeci-tüccar niteliğiyle, Kemalist burjuvazi, güçlü feodal özellikler taşıyor ve feodal tekelden güç alıyordu. Feodal ve kişisel bağımlılık ilişkileri içinde, halkı siyaset dışında tutan feodal tekelin zayıfladığı ve işlevsizleşme belirtileri gösterdiği toplumsal alanlarda; gelenek, görenek vb. ile güçlendirilmiş önyargılardan beslenen burjuva despotizmi; halkı siyaset dışı tutmaya, devlet işlerinin, onun dışında ve katılımı önlenerek yürütülmesini gerçekleştirmeye yarıyordu.
Emperyalizme bağlanmasıyla birlikte, burjuva despotizmi, sağlam bir dayanak edinme olanağına kavuştu. Feodal tekelin boşalttığı alanlarda, onun yerini alan -dışarıdan ithal, uluslararası sermayenin aşıladığı- kapitalist tekel, halkın siyaset dışı tutulmasının uygun koşullarını yarattı. Kapitalist dikte edicilik ve gericiliğin yoğunlaşmış ifadesi olan tekeller, siyasette faşizm eğiliminin örgütlenişine götürdü; burjuva despotizmi, böylece, çağa uygun, modern bir biçime kavuşmuş oldu: Hâlâ sahip olduğu güçlü feodal dayanaklar dolayısıyla, feodal özellikler de taşıyan, faşist diktatörlük sahneye çıktı. Bu devlet yapısı, halkı, her alanda siyasete, devlet yaşamına katılmaktan dışlarken, tarihsel maddi toplumsal birikim üzerine oturdu ve tarihsel önyargı birikimini hem kullandı, hem de güçlendirdi. Devlet, yeni biçimi altında, halk karşısında iyice özgürleşmiş, topluma tamamen yabancılaşma doğrultusunda güçlü bir adım atmış ve geliştirmeye koyulduğu, baskı alet edevatıyla, yetkinleşme sürecinde ilerlemiş oldu.
11. Bu süreç, anlaşılmış olacağı gibi, ulusal devletin, bu özelliğini yitirmesi süreci de oldu. NATO’ya girişin pekiştirdiği bu süreç, devletin, “milletin” olduğuna dair önyargıyı, nesnel bakımdan tamamen boşa düşürür ve sonuçta zayıflamasına yol açarken; bu önyargının, yaşatılması için, yatırım ve çabaların yoğunlaşmasına götürdü. Halkçı olmamakla birlikte, gerçekten -cılız da olsa- milli olan ordu, bu süreçte, bir NATO ordusu oldu; “ordu-millet” söylemi güçlü bir darbe yedi. Kuşkusuz, bu da, ordunun “milliliği”ne ve “ordu-millet” oluşa dair önyargının hayatiyetini korumak için yatırım ve çabaların yoğunlaştırılması ihtiyacını koşullandırdı; bütün burjuva kesimler, bu yöndeki yatırım ve çabalarını artırdılar, ortaya çıkan bu zaafı, her adımlarında hesaba katarak tutumlar geliştirdiler. Bunun bir örneği, deprem karşısında, en çabuk ordunun kendisini toparlama zorunluluğu duymasıdır.
NATO ordusu olma ve “milli” niteliğini kaybetme sürecinde, bugün, öyle bir noktaya gelindi ki, ABD-İsrail-Türkiye stratejik işbirliği ile, NATO “görevleri”ne ek olarak üstlenilen “görevler”le, ordunun, Amerikan emperyalizmi ile ilişkileri, olağanüstü bir düzeye yükselmiştir. Orta Asya’dan Ortadoğu’ya, Balkanlar’a uzanan dev bir bölgede üstlenilen bu görevlerin, hiçbirinin, “milli çıkar”la ilgisi yoktur ve yine hiçbiri, bir “milli ordu”nun üstleneceği türden görevlerden değildir.
En çok ABD emperyalizmi ile girdiği ilişkiler içinde, ordu, özellikle ’60’lardan bu yana, nitelik değişikliği sürecinden geçmiştir.
Özellikle üst görevlileri, bizzat sermaye sahibi düzeyine yükselmek üzere, OYAK kurulmuştur. Dev sermayesiyle bu kuruluş (şirket), patronlaşmanın güçlü bir dayanağı olmuştur.
Daha önemlisi, emperyalizm öncesi, ABD ve Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan borsa-hükümet ittifakı ile başlayan süreç, tekelci kapitalizmle birlikte, mali sermayenin oluşmasıyla, mali oligarşinin doğuşu ve egemenliğine götürmüştür. Mali oligarşi, yürütme gücüyle tekellerin iç içe geçmesidir. Bu iç içe geçiş, kişiselleşmiştir de. En başta, yürütmeyi en çok ellerinde tutan görevliler, olmak üzere, devlet görevlileri, anonim şirket ve holdinglerin yönetim kurullarını doldurur olmuştur. Artık yerleşen uygulama ya da gelenek, devlet-tekel bağını kişiliklerinde somutlaştırarak, emekli generallerin, hazine ya da devlet bankaları üst yöneticilerinin vb. holding yönetimlerinde yer almalarıdır. Bunun yüzlerce, binlerce örneği vardır. Oligarklar egemenliği, oligarşi, devlet iktidarını elinde tutanların, burjuva sınıf karakterlerini belirginleştirdiği (onları, bizzat tekelci sermayedar yaptığı) gibi, egemenliğin, en az sayıda elde toplanması sonucu, devletin kitle temelinin daralmasına ve yabancılaşmasının ilerlemesine yol açmıştır. Bu, aynı zamanda, kişiselleşerek, iyice daralmış oligarşik egemenliğin korunması ihtiyacının, baskı aygıtının, bütün yönleriyle yetkinleşmesini yönlendirdiği, dolayısıyla, bu aygıtın, olağanüstü yetkinleştiği bir süreç oldu.
12. Yukarıda değinildiği şekilde, Türkiye’nin göbeğinde yer aldığı, emperyalist iştahları kabartan bölge, burjuva devleti ve ordusuyla, ülkenin, emperyalizmin kollarına atılmasını koşullandırdığı gibi; emperyalistlerin gözünde, iştah kabartıcı Türkiye’nin önemi ile birlikte, yerli tekelcilerle onların adına ülkeyi yöneten görevlilerinin, emperyalizmle işbirliği halinde, bölgenin talanından elde edecekleri kırıntılara yönelik iştahlarını artırdı.
Ancak bu stratejik ve iştah kabartıcı önemlilik, çelişkiler yumağını karmakarışık hale getiren bir rol oynarken, devlete olan önyargının, yenilenmiş çerçeveleriyle, pekiştirilmesinin yeni imkânlarını sundu.
— Bölgede, yaklaşık 50 yıl, proletarya egemenliği altındaki SSCB ile komşuluk edilmiş, karşıtlık halinde yaşanmıştı. Bu, işçi iktidarı ve komünizm düşmanlığına hız verilmesini, tarihten gelme “Moskof düşmanlığı” ile pekiştirilen anti-komünizmin, bilinç çarpıtmasıyla, bir önyargı düzeyine yükseltilmesi için, elden gelenin yapılmasını getirmişti. Bu, antikomünizmi, devlete olan kölece bağlılık ve saygıya dayalı önyargının unsuru kılma çabasıydı ve emperyalistlerin olağanüstü katkılarıyla, çok işlendi ve üzerine çok yatırım yapıldı.
— Bölgede hâlâ, ulusal kurtuluş savaşında yaşanmış düşmanlığın, niteliği farklılaşmış bir ilişki halinde ve önyargı düzeyine yükseltilerek sürdürüldüğü Yunanistan’la komşuyuz. Bu komşuluk, her başları sıkıştığında, iki devlet ve görevlilerinin birbirlerini işaret ettikleri “dış düşmanlar” olarak, şovenizm biçimini almış milliyetçiliği körükleyerek, içerde, halkı, peşlerinde toplamalarına yarayan önyargıyı kullanmalarını, mümkün kılmaktadır.
— Yeni kurulan Ermenistan ile komşuluk, benzer bir rol oynamaktadır.
— İran’la komşuluk, daha eskiye (1071’e kadar) ulaşan tarihsel sürtüşmeler birikimi ve emperyalist politikalarla uyum içinde, kâh uzlaşmaya (Şah dönemi örneği) kâh zıtlaşmaya (örneğin bugün) götüren şekillenişiyle, aynı rolü oynamaktadır.
— Suriye, Irak, genel olarak Araplar, geri kalan komşulardır. Eski Osmanlı sömürgeleri olarak aşağılanma konusu edilirler (bu, Yunanistan ile ilişkiler açısından da geçerlidir). Suriye ile toprak (Hatay) ve su anlaşmazlığı vardır. Öcalan dolayısıyla Suriye’ye karşı izlenen güç politikası ve savaş tehdidinin birikimlerinin sonuçları ise, daha yaşanacaktır. Irak, Kürt sorunu açısından, PKK’ye objektif üs imkânı sunmuştur vb. Bir yüksek görevlinin, Harp Akademileri Komutanı’nın ağzından, son günlerde dile getirilen Araplara yönelik aşağılama ve düşmanlık duyguları, bu komşuluğun da içini dolduran, benzer olguların ve sonuçlarının işaretidir; benzer önyargılara temel sağlayıcı niteliktedir.
Dolayısıyla, stratejik önemde bir coğrafyada, tüm komşularıyla düşmanlaşmış durumda yaşıyor olmak, bu düşmanlık ilişkilerinin körüklenmesini de açıklamak üzere; bir yandan, emperyalizme tam uşaklığa götürmekte, diğer yandan da, özellikle şoven milliyetçilik kışkırtılarak, devlete ilişkin önyargının güçlendirilmesine elverişli bir zemin oluşturmaktadır.
Harp Akademileri Komutanı’nın dile getirdiği “düşmanlarla çevrili bir coğrafyada yaşamak”, “Türkiye’nin yalnızlığı” ve dolayısıyla “Türkün Türkten başka dostu yoktur” önyargılarının, halk içinde temellenebilmesini, kolaylaştırmaktadır. Buradan, güçlü devlete ve güçlü bir orduya olan ihtiyaç ve onların yüceltilmesine kolaylıkla geçilebilmektedir.
13. Özetlenirse, tekelci kapitalizm koşullarında, devlet, artık bütünüyle, (a) tekelci patronlar haline gelen görevlileriyle, kişiselleşme boyutuna varıncaya kadar, emek düşmanlığı, (b) şoven milliyetçilik ve (c) emperyalizme bağımlılık ve (d) demokrasi karşıtlığı ile karakterize olmakta ve gerek yetkinleşme süreci gerekse devlete duyulan saygı olarak önyargılar, tarihsel birikimin de rolünü oynamasıyla, başlıca bu sacayağı üzerinde şekillenmektedir.
14. Toplumsal siyasal sürecin ilerleyişinin durakları olan 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül, tekellerin ihtiyaçlarını karşılayarak ve dizginsiz tekelleşmenin önünü açarak, önyargılarıyla birlikte, yetkinleşme sürecini geliştirici olmuştur ve zaten, bu darbelerin, ekonomik nedenlerinin yanında, başlı başına bir nedeni de, bizzat devletin yetkinleşmesinin ihtiyaçlarıdır.
15. Bu darbeler, ve özellikle 15-16 Haziran’ın üzerine gelen 12 Mart’la, ve çeşitli yönlere çekiştirilerek, saptırılmaya çalışılsa da, sertleşen sınıf mücadelesini “düzene sokmak” üzere, kılıcını çeken 12 Eylül’le, dolaysızca, işçi ve emekçi hareketinin bastırılmasına dayanan bir yetkinleşmenin önünü açmıştır. Dolayısıyla, sınıf ve halk hareketinin zorla ezilmesi ve bu yolla, ezilen kitlelerin, siyaset dışı tutuluşunun pekiştirilmesi, devletin yetkinleşmesinin temel unsurunu sağlamaktadır.
16. Teslim alınmış olunan sonuncusu da içinde olmak üzere, öncesiyle birlikte, Cumhuriyet tarihinde 26 Kürt isyanının bastırılmış olması, devletin yetkinleşmesinin bir diğer önemli unsuruna işaret etmektedir. Her bir isyanın bastırılması sürecinde, özellikle askeri makinenin, gözden geçirilmesi, onarılması ve yenilenmesi bakımından, önemli imkânlar elde edilmiştir. Sonuncunun bastırılması için yapılmış devasa yatırımlar ve isyan öncesine göre, ordunun, silah ve teçhizat, örgüt, eğitim, mobilize olma vb. açılardan sağladığı ilerleme, hatırlanmalıdır. Son on beş yılda, devletin “yeniden yapılandırılması”na yönelik tüm önlemlerin, en başta gelen gerekçesinin, “PKK terörü” olduğunu ise, herkes biliyor. Bunun ötesinde, Kürt isyanlarının sunduğu, milliyetçilik karşısında, şoven milliyetçiliğin tırmandırılması yoluyla, topluma, kuşkusuz sömürülen sınıflara, hemen her şeyin dayatılması olanağı, devletin yetkinleşmesinin temel bir unsuru olarak rol oynamıştır.
17. En son, globalleşmeci emperyalist politikalarla dayatılan “Yeni Dünya Düzeninin kuruluş koşulları ve kuruluşunda, içeriye ve dışarıya yönelik gönüllü olarak üstlenilen rolün, devletin, yönleri belirtilen özelliklerini pekiştirici olduğu, söylenmelidir. Globalleşmeci politikalar; Türkiye’yi tamamen uluslararası sermayenin egemenliğine açarken, devlet de buna uygun yeniden şekillenme ve tekelci sermayenin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlarını karşılama bakımından, yetkinleşme içine girmektedir. Türkiye’nin tam üyeliğinin, ulusal devlet ve ulusal ordu önyargısını söylemde bile olanaksızlaştıracağı, Avrupa Birliği’ne üyelik süreci ise, zaten bu konuda, ordunun, Avrupa ordusunun temel vurucu gücü olacak şekilde bu açıdan yetkinleşmesinde bir atılıma ihtiyaç göstermesi dışında-, “halkçı” ve “millici” önyargılara temel sağlayan nesnellikten geriye hiçbir şey bırakmayacaktır.
18. Özellikle, globalleşme “çağında”, her şeye kadir görüntüsü veren emperyalizm ve uluslararası sermaye ile, onunla birleşmiş burjuva devletin yıkılmaz görünen devasa gücü önünde düştüğü umutsuzlukla, “öldüğü”nü düşündüğü sosyalizme ve onun öznesi olarak, neredeyse varlığını tümden inkar ettiği işçi sınıfına, hiçbir güveni kalmayan oportünizm ve bu güveni zaten hiç duymamış reformculuğun, emperyalizmin güdümündeki devletin yetkinleşmesinin, kesinlikle bir faktörü olduğu, eklenmelidir.
Gerekli Olan, Emeğin İktidarı ve Bağımsız Demokratik Türkiye’dir
Sonuç olarak, Türkiye’de devlet, Türkiye toplumunu, artık bir devrimden başka hiçbir şeyin paklamayacağı bir noktada, yetkinleşmiş, halka yabancılaşmış ve çürümüştür. İşçi sınıfının öncülüğünde bir devrim ihtiyacı, toplumu paklayacak tek şey olduğu kadar; ekonomik nedenli toplumsal kutuplaşmanın yanında, bunun da ifadesi olarak, bizzat devletin bugünkü yabancılaşması ve çürümüşlüğü tarafından dayatılmaktadır da.
Bu nedenle, Erfurt Programı’nın “Demokratik Cumhuriyet” ya da EMEP programının “halkın egemenliğinin önünde engel oluşturan gizli ve açık, askeri ve sivil bütün organ ve örgütler(in) feshedilmesinde)” ifadesini bulan “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” talebi, yaşamsal önemdedir.
Ve anlaşılmış olmalıdır ki, “Bağımsız ve Demokratik Türkiye”, bugünkü devlet aygıtıyla kurulamaz.

Kasım 1999

Yeni yasa ve işsizlik sigortası

IMF’ye verilen taahhütlerden bir tanesi olan Sosyal Güvenlik ” Reformunun, gündeme gelmesiyle birlikte milyonlarca emekçinin tepkisiyle karşılaşması, yüz binlercesinin sokaklara çıkması; yasa tasarısının aynen hazırlandığı gibi, kimsenin tepkisine yol açmayacak şekilde bir oldubitti yasası olarak meclisten geçmesinin pek olanaklı olmadığını ortaya koydu.
Gerçi yasanın meclisten geçirilmesi yine deprem sonrası günlerde bir oldubittiyle sağlanmış olsa da, konumuz açısından, yasa tasarısının gündeme geldiği ilk günlerdeki tartışmaları hatırlamakta yarar var. Başta Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan olmak üzere tüm hükümet yetkilileri, bu yasanın bir “devrim” olduğundan, bu yasa çıkmazsa 5 yıl sonra emeklilere maaş verilemeyeceğinden, aslında bu yasanın çok geç kaldığından, bu nedenle tek bir satırından bile taviz verilemeyeceğinden dem vurdular. Ancak dalga dalga yükselen işçi muhalefeti karşısında “bazı konuları karşılıklı oturup konuşabiliriz” demeye başladılar.
İşte tam bu tartışmaların en yoğun olduğu dönemde, emekçilerin ‘Mezarda Emeklilik’ olarak tarif ettiği Sosyal Güvenlik Karşı Reformunun, aslında işçiler lehine bir düzenleme olduğu propagandasına bağlı olarak, yasada yer alan işsizlik sigortası, en çok üzerinde demagoji yapılan konu olarak karşımıza çıktı. Öyle ya, bu yasayla birlikte işsiz kalanlara maaş bağlanacaktı. İşçiler için bunun neresi kötüydü, karşı çıkılacak nesi vardı.
Ama nasıl bir işsizlik sigortası, bu işsizlik sigortasının kimleri kapsayacağı ve yararlanma koşullarının neler olduğu tartışması açılmadan, yalnızca işsizlik sigortasının lafı ediliyordu.
Türkiye’ye tekrar dönmek üzere dünya genelinde işsizlik sigortasına bir göz atacak olursak, bugün dünyada 179 ülkeden 41’inde işsizlik sigortasının uygulandığını görürüz. İlk olarak işsizlik sigortası 1911 yılında İngiltere’de uygulanmaya başlanmıştır.
İşsizliğin kaçınılmaz yol arkadaşı olarak ortaya çıktığı kapitalist sistemlerde, tam istihdamın sağlanması, hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Olmamıştır; çünkü zaten kapitalizmin varlığı işsizliğin kaynağının ta kendisidir. Hiçbir zaman herkes bir işe sahip değildir. Bunun birçok sebebi olmakla beraber, en önemlilerinden bir tanesi, sermayenin ihtiyacı olan ucuz işgücüdür. Mevcut çalışan işçilerin yanı sıra yedekte bekleyen bir işsizler ordusu, hem çalışanlara karşı kapitalistler tarafından bir tehdit unsuru olarak kullanılmakta hem de bir dizi sosyal hakkın ve ücret artışı talebinin önüne bu yedekte bekleyen işsizler ordusu ile set çekilmeye çalışılmaktadır. Hem de mevcut işçilerin işten atıldığı koşullarda, üretimin devamını sağlayacak bir işgücü kaynağı, el altında bulunmaktadır.
Başlıca amacın daha çok sömürü daha çok kâr olduğu kapitalizm koşullarında, sistemin doğası gereği, işsizlik de her geçen gün artmakta, işsizler ordusu giderek büyümektedir. Bir yandan patronlar için büyük bir koz olan bu işsizler ordusu, öte yandan da her geçen gün biraz daha fazla açlık ve yoksullukla boğuşmayı tırmandırmasından dolayı, muhtemel toplumsal öfke ve patlamalara yol açabilecek bir tehlike de arz etmektedir.
Aslında işsizlik sigortası, dünya işçi sınıfının uzun yıllar süren mücadeleleri içersinde, devletin sosyal yönüne ilişkin bir dizi kazanımın ortaya çıkardığı ürünlerden bir tanesidir. Ama bugün gelinen noktada, iğdiş edilmiş haliyle, kapitalistler tarafından, sosyal devletin gereklerinden biri olmaktan çok, zorlayan basıncın tahliye edilmesi işlevini görecek tarzda değerlendirilmektedir. İşsizlik sigortasının uygulandığı ülkelere baktığımızda, işsizlik sigortasına geçişin daha çok ekonomik krizlerin ve işsizliğin arttığı dönemlere denk düşmesi, bu kanıyı güçlendirmektedir.
İşsizlik sigortasının uygulandığı tüm ülkelerde, kendi isteği dışında değişik nedenlerle işsiz kalanların, işsiz kaldıkları dönemde uğradıkları gelir kaybının bir kısmının telafisi olarak özetlenebilecek bir uygulama karşımıza çıkmaktadır. Karşılanan gelir kaybının miktarı, kimlerin yararlandığı, yararlanma süresi, ülkelere göre farklılık taşımaktadır. Ortak olan bir başka nokta da, devlet, işçi ve patron paylarından oluşan bir fon tarafından yürütülmekte oluşudur. Ancak bu fonların yönetimi bile, ülkeden ülkeye farklılıklar göstermektedir. Yine ortak olan bir başka yan da; işsizlik sigortasından yararlanmak için, belirli bir süre sigorta sistemine ödeme yapılması, işsiz kalanların, iş bulma bürolarına kayıt olması ve gösterilecek işleri kabul etmeleri gibi koşulların yerine getirilmesinin zorunlu olmasıdır.
İşsizlik ödeneğinden yararlanabilmek için, daha önceki çalışma süreleri, ülkeden ülkeye değişmektedir. Bu süre 3 ay ile 12 ay arasında değişmektedir. Yine, işsizlik sigortasından yararlanma süreleri ile yapılan yardım oranları da, farklılıklar taşımaktadır.

YENİ YASADA NELER SÖYLENİYOR?
Yeniden ülkemize dönecek olursak Sosyal Güvenlik Reformu olarak lanse edilen 4447 sayılı kanunun 64 maddesinin yalnız 10 tanesi, işsizlik sigortası ile ilgilidir. Kanunun maddeleri ile sosyal güvenlik yasalarında bir dizi değişiklik yapılarak, emekçiler aleyhine bir dizi yeni kanun yasalaştırılmıştır. Bunların hemen tamamı, dünyada uzun mücadeleler sonucu elde edilen, devletin sosyal yanına ilişkin yasalardır. Yeniden yapılanma süreci içersinde, devlet kendine yük olarak kabul ettiği, tüm bu sosyal yanlarından kurtulmak istemektedir.
Yasada işsizlik sigortası “Bir işyerinde çalışırken, çalışma istek, yetenek, sağlık ve yeterliliğinde olmasına rağmen, herhangi bir kasıt ve kusuru olmaksızın işini kaybeden sigortalılara işsiz kalması nedeniyle uğradıkları gelir kaybını belli süre ve ölçüde karşılayan, sigortacılık tekniği ile faaliyet gösteren zorunlu sigorta” olarak tarif edilmektedir.
Yasa maddelerinde, hangi durumların kasıt ve kusur sayılmayacağı, ne oranda gelir bağlanacağı ve bu gelirin ne kadar süre ile devam edeceği belirtilmektedir. Ancak “çalışma sağlık ve yeteneğine sahip olma” şartları ile ne kastedildiği açık değildir. Bu ibare sakatların işsizlik sigortası kapsamı içersinde olamayacağı gibi bir yoruma açık tutulmaktadır.
Yasada işsizlik sigortasının zorunlu olduğu belirtilmektedir. Yani Sosyal Sigortalar Kanununun 2. maddesi uyarınca “Bir hizmet akdine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanlar” sigortalı sayılıyorsa ve sigorta primleri işveren tarafından Sosyal Sigortalar Kurumu’na yatırılıyorsa, işsizlik sigortası primlerinin de, işveren tarafından kuruma yatırılma zorunluluğu getirilmektedir. Bundan da açıkça anlaşıldığı üzere, işsizlik sigortasından yararlanabilmek için ilk koşul, sigortalı olarak çalışma biçiminde karşımıza çıkmaktadır.
Zorunlu işsizlik Sigortası’nın yürürlülük tarihi, 1 Haziran 2000 olarak belirlenmiştir. Bu tarihten önce sigortalı olarak çalışanlar, yasanın yürürlüğe konduğu tarihten başlayarak işsizlik sigortası primi yatıracaklar; bu tarihten sonra işe girenler ise, işe girdikleri tarihten itibaren işsizlik sigortası primi yatırmaya başlayacaklardır.
Yine yasaya göre, memurlar ve sözleşmeli personel işsizlik sigortasından yararlanamayacaklardır. Ayrıca Sosyal Sigortalar Kanununun 3. maddesinde sigortalı sayılmayanlar da, işsizlik sigortasından yararlanamayacaktır. Yabancı işçiler ise, kendi ülkeleriyle Türkiye arasında işsizlik sigortasına ilişkin karşılıklı bir sözleşme varsa, yararlanabileceklerdir.
Ayrıca yasada işsize iş bulunması, yeni iş bulmada meslek geliştirme, edindirme ve yetiştirme yükümlülüğü yer almaktadır. Ama bütün bu yasada yazanların uygulanıp uygulanmayacağı ya da uygulama olanağının bulunup bulunmaması, kâğıt üzerinde yazılanlardan bambaşka gerçeklerdir. İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun olmayan işlevini göz önüne alırsak, ne söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Ayrıca meslek edindirme ve geliştirme için gerekli olan bütçenin nereden ve nasıl temin edileceği konusunda, yasada herhangi bir şey bulunmamaktadır.
Yasada “işsiz kalanlara mesleklerine uygun ve son yaptıkları işin ücret ve çalışma koşullarına yakın iş bulunması konusunda çalışmalar yapılacaktır” denilmektedir. Ama vasıflı bir işte çalışırken, örneğin tornacılık yaparken işsiz kalan bir işçiye, vasıfsız bir işte, örneğin bir temizlik işinde asgari ücretle çalışması pekâlâ dayanabilecektir. Bu dayatılan işin ve ücretin reddi mümkün değildir, çünkü yasaya göre, önerilen işi reddetmek, işsizlik ödeneğinin kesilmesine sebep sayılmaktadır.
Yasaya göre, işsizlik sigortası primlerinin, sigortalının brüt kazancı üzerinden % 2 işçi payı, % 3 işveren payı ve % 2 devlet payı olacak şekilde oluşturulması kabul edilmiştir. Yine yasaya göre, işverenin, işçinin ücretinden yapacağı % 3’lük prim ödemesi nedeniyle, ücretten indirim yapması yasaklanmıştır. İşçinin ücretinden yapılacak % 2’lik ödemeyle ilgili olarak ise, kesinti yapılması yasaklanmamıştır. Bu da, yasanın uygulamaya geçmesi ile birlikte, işçi ücretlerinde % 2’lik bir indirim yapılacağının ilanından başka bir şey değildir.

İŞSİZLİK SİGORTASINDAN YARARLANABİLMENİN KOŞULLARI:
Yasaya göre, işsizlik sigortasından yararlanabilmek için, “iş akdinin sona ermesinden önceki son üç yıl içinde en az 600 gün sigortalı olarak çalışıp, işsizlik sigortası primi ödemiş ve işten ayrılmadan önceki 120 gün içinde prim ödeyerek sürekli çalışmış” olmak gerekmektedir.
Buna göre de, 1 Haziran 2000 tarihinde yürürlüğe girecek işsizlik sigortasından ilk yararlanma, 3 yıl sonra gerçekleşebilecektir. Ama bu üç yıl içinde, en az 600 gün prim yatırıldıysa! Yani, işsiz, bu üç yılın, yaklaşık iki yılını, sigortalı olarak herhangi bir işyerinde çalışmayı başarmışsa. Bu da demektir ki, yasanın yürürlüğe giriş tarihi 1 Haziran 2000 olmakla beraber, sonrasındaki üç yıl içersinde, 600 gün prim yatırmadan işsiz kalanlar, bu yasadan yararlanamayacaktır. Bu, fiilen yasanın yürürlüğe giriş tarihini, iki yıl kadar daha ertelemektedir.
Hadi bütün bu koşulları gerçekleştirebildiğinizi varsayalım; yani son üç yılın içersinde, çalışma istek, yetenek, sağlık ve yeterliliğinde olmanıza rağmen, herhangi bir kasıt ve kusurunuz olmaksızın, patron tarafından kapıya konuldunuz. Üstelik son üç yılın iki yılında da, sigortalı bir işyerinde prim ödeyerek çalışmayı başardınız. Bunun da ötesinde, patron tarafından kapıya konulmadan önceki 120 gün içersinde, kesintisiz prim ödeyerek, çalışmayı da gerçekleştirdiniz. Epey engel atlattınız demektir. İş, bu durumda, üç nalla bir ata kalmaktadır!
Yasayı hatırlayacak olursak, işsizlik sigortasından yararlanabilmek için işçinin kendi kastı ve kusurundan dolayı işten çıkarılmamış olması gerekmektedir. Mevcut iş kanununun ünlü 13. maddesine göre ise, patron herhangi bir gerekçe göstermeksizin işçiyi işten atmakta özgürdür. Ancak bu şekilde işten atılan bir işçiye de, işverenin kıdem ve ihbar tazminatlarını ödemesi gerekmektedir. Hemen istisnasız her patronun, eğer çok zor bir durumda kalmadıysa, kıdem ve ihbar tazminatlarını ödememek için kırk takla attığını hepimiz bilmekteyiz.
İşsizlik sigortasından yararlanabilmek için, patronun, işçinin kusur ve kabahati olmadan işten atıldığına dair bir belge düzenleyerek kuruma göndermesi gerekmektedir. Bu belge olmadan, işçinin başvurusu kabul görmemektedir. Patronun böyle bir belgeyi düzenleyerek imzalaması ise, peşinen ihbar ve kıdem tazminatı ödemeyi kabullenmesi demektir. Hiçbir patronun, böyle bir belgeyi, kıdem ve ihbar tazminatını ödemeyi göze alarak, vermeye yanaşmayacağını düşünürsek, patronun işçiye, “işsizlik sigortasından yararlanabilmen için gerekli evrakları vereceğim, ancak önce kıdem ve ihbar tazminatından vazgeçtiğine dair şu kâğıdı imzala” diye şantaj yapacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.
Bu yazıyı almayı başaran işçi, 30 gün içinde kuruma başvurduğu takdirde ve de başvurusunda işsiz kaldığını, ama çalışmaya hazır olduğunu söyledikten sonra, işsizlik ödeneğini, işten çıkarıldığı tarihi takip eden ayın sonunda almaya hak kazanabilecektir.
Peki, ödenecek işsizlik sigortasının süresi ve miktarı ne olacaktır?
Son üç yıl içersinde 600 gün prim ödemesi yapmış işçiye, 180 gün işsizlik ödeneği verilecek; 900 gün prim ödemiş ise, 240 gün ödeme yapılacaktır. 1080 gün prim ödeyene ise, 300 gün ödeme yapılacaktır. Bu süreler içersinde, işçi yeni bir işe girerse, ödeme kesilecek; işçi yeniden işten atılırsa, önceden kalan gün kadar ödeme yapılacak, tamamlanınca da ödeme bitirilecektir. Yeniden işsizlik sigortasından yararlanmaya hak kazanabilmek için, tekrar başa dönülmekte, yeni bir 600 gün prim ödeme koşulu ve yeni bir son 120 gün kesintisiz prim ödeme koşulu getirilmektedir. Yani önceki işsizlik döneminden kalan gün ve prim alacağınız varsa, bu, dikkate alınmamaktadır.
Ödenecek miktara gelince de, bu, son 4 aydaki günlük net ortalama kazanan % 50’si olacaktır. Ama bu tutar, hiçbir zaman o tarihteki asgari ücretin netini geçemeyecektir,
Bundan da anlaşılmaktadır ki, işsizlik sigortasının, işçinin mevcut yaşam koşullarını bir müddet de olsa sağlamak, geçim standardını bir süre daha devam ettirmek gibi bir amacı bulunmamaktadır. Örneğin, kalifiye bir işte, asgari ücretten daha yukarılarda bir ücretle çalışan bir işçi, kendi kusur ve kabahati olmaksızın, yani tamamen patronun keyfine göre kapı önüne konulduğu takdirde; primlerini, aylarca, yıllarca yatırdığı işsizlik sigortasından faydalanarak, yeni ve benzer ücrette bir iş buluncaya kadar, hayatını eski biçimde idame ettiremeyecektir. Çünkü her şeyden önce, en fazla, asgari ücretle geçinmek zorunda kalacaktır. Bu da, mevcut yaşam standardının çok daha gerilere çekilmesi anlamına gelmektedir. Yok, eğer bu durumdaki işsiz, alıştığı yaşam standardını yakalamak için ek iş vs. yapmaya kalkarsa, işsizlik ödeneği hakkını tamamen kaybedecektir.
İşsizlik sigortası, İş ve İşçi Bulma Kurumu ile direk bağlantılı bir hale getirilmiştir. İşsizlik sigortasından yararlanan işçinin, “mesleğine uygun ve son çalıştığı işin ücret ve çalışma koşullarına yakın ve ikamet edilen yerin belediye mücavir alanları sınırları içinde bir işi haklı bir nedene dayanmaksızın reddetmesi halinde”, işsizlik ödeneğine son verilecektir. Bu maddede yer alan ifadeler, son derece yuvarlak ve muğlâk ifadelerdir. “Mesleğine uygun”, “son çalıştığı işin ücret ve koşullarına yakın” ifadeleri, anlamları yoruma açık ifadelerdir. Ayrıca, mücavir alan içersinde önerilen bir işin, onlarca kilometre uzakta olabilme ihtimali yüksektir.
Meslek edindirmeye yönelik olarak verilecek kurslara katılmayan veya devam etmeyenlerin de, işsizlik ödenekleri kesilecektir. Asgari ücretle eski yaşam standardını yakalamaya çalışan bir işçinin, bir de yol masrafı ödeyerek, aksatmadan, bu kurslara devamı, bir zorunluluk sayılmıştır. Kursu bitirenlere, iş garantisi olup olmadığı da, belli değildir.
Ayrıca, işsizlik ödeneğini kaybetmemek için, gözünüz postacıda olmak zorundadır. Çünkü Kurumun size yaptığı yazışmalardan herhangi birine cevap vermemek de, ödeneği kaybetmek için yeterli bir neden olmaktadır.
Yasa yürürlüğe girdikten sonra, ilk ödemenin yapılması için, en iyi ihtimalle, üç yıllık bir zaman geçmesi gerekmektedir. Yani üç yıl boyunca kesilecek primler, sürenin dolması beklenmek üzere, bir fonda toplanacaktır. Bu primlerin akıbetinin, nemaların akıbetine uğrama ihtimalinin yüksek olduğunu söylemek, fazla karamsarlık olmasa gerektir.
Yasada yer alan bir cümleye değinmeden geçersek, haksızlık etmiş oluruz. Buna göre, özelleştirme sonucu işsiz kalanların da, tabii ki, diğer koşulları yerine getirebiliyorsa, yasadan yararlanabileceklerine özel olarak dikkat çekilmiştir. Hani, özelleştirme işsizliktir diyenlere, demedik laf bırakmıyorlardı! Kendileri, özelleştirmenin işsizlik demek olduğunu, bu yasayla, resmen tescil etmiş oluyorlar.
İşçinin kıdem tazminatına hak kazanmadığı İş Kanunun 17. maddesi, bu yasanın kapsamına da alınmamıştır. Yani patron ve ailesine küfrederseniz, işyerinde bir başkasıyla kavga ederseniz, yapmanız gereken görevleri hatırlatıldığı halde yapmamışsanız, İzinsiz mazeretsiz 2 gün art arda işe gelmemişseniz vb. ya da bu gibi gerekçeler öne sürülüp işten atılmışsanız, işsizlik sigortasından yararlanmanız mümkün olmayacaktır. Her işçi bilir ki, 17. maddeden işten atılmak, istisnai bir durum oluşturmaz. Bu nedenle, çok sayıda işçi açısından, işsizlik sigortası hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Ayrıca, iş akdinin; grev, lokavt veya kanundan doğan herhangi bir nedenle askıya alındığı durumlarda da, işsizlik ödeneği verilmeyecektir. Patronun lokavt ilan etmesinde, işçinin kasıt ve kusuru nasıl oluyor, onu da anlamak mümkün değildir.
Bütün bu sistemin çalışması, yasaya göre, işçi temsilcisi, işveren temsilcisi ve devlet tarafından oluşturulacak bir kurul tarafından yürütülecek. Fonun denetimi bu kurulun elinde olacak. Benzer bir oluşum tarafından yönetilen SSK’nın durumu ortadadır. SSK’nın primlerinin, aynı sistemle oluşturulan kurul aracılığıyla, ona buna peşkeş çekilerek, SSK’nın batma noktasına getirildiği bilinmektedir. Primlerin fonda toplanması ve buradan harcanması, işverenin primleri yatırmakla mükellef olması, devletin hem vaat ettiği primi ödemesi hem de ödemeyen işverenin takipçisi olması zorunlulukları, yasaya bağlanmış haliyle, SSK örneğinde tamı tamına mevcut O halde, tasfiyesine girişilen SSK’da yapılamayan, benzer şekilde kurumsallaştırılan işsizlik sigortası ve yasasıyla nasıl yapılacak? İşveren primlerini ödemeye nasıl zorlanacak, bu yasaya göre devletin ödemediği primlerini ödeyecek olmasının garantisi ne olacak, ödenmemesi durumunda yaptırımı nedir, fonda biriken primlerin tekellere peşkeş çekilmesi ya da devlet borçlarının kapatılmasında kullanılması nasıl önlenecek -yasada bu soruların yanıtları yoktur ve yukarıdan beri söylenenlerin yanında, bu, yasayı koca bir aldatmaca yapmaktadır.
Bütün bu dikkat çekilen noktaların yanı sıra, Türkiye’de sigortasız çalışma oranının yüksekliği düşünülürse, yasadan yararlanabilecek çok az kişi kalmaktadır.
İşsizliğe işçiler sebep olmamaktadır. Kim buna sebep oluyorsa, sonuçlarına da o katlanmak zorundadır. Bu nedenle, herhangi bir kayda ve şarta tabii olmaksızın işsizlik yardımı uygulamasına geçilmeli ve bunun finansmanı da, devlet ve işverenler tarafından karşılanmalıdır. Yoksa bu yasayla birlikte propaganda malzemesi yapılan “işsiz kalanların derdine derman oluyoruz” lafları; işçilerin kazanılmış haklarının gasp edilişini örten namussuzca bir demagojiden öteye gitmemektedir.

Kasım 1999

Artı değer teorileri

TARİHSEL ELEŞTİRİ VE TEORİ
Marx’ın temel eseri Kapital’in dördüncü cildi olarak kabul edilen Artı Değer Teorileri, hemen hemen bir yıldır kitapçı vitrinlerinde.
Kapital’in ilk kez tam metin olarak Türkçeye çevrilmeye başlandığı yıllarda, nasıl bir ilgiyle karşılaştığını ve ne kadar geniş ve çok yönlü bir yankı bulduğunu hatırlayanlar için, Artı Değer Teorileri’nin içine düştüğü suskunluk ortamı düşündürücüdür.
Kapital, bir toplumsal devrim atmosferi yaşayan her toplumda, yalnızca devrimden beklentileri olan toplumsal sınıfların değil, karşı devrimci sınıfların temsilcileri tarafından da ilgiyle okunan bir eser olagelmiştir. Çünkü Kapital, kapitalizmin ekonomi politiğini, doğuşundan başlayarak, bütün gelişme eğilimlerini de hesaplayarak analiz eden, sermaye birikiminin ve dolaşımının koşullarını açıklayan, kapitalizmin tabi olduğu tarihsel yasaları açığa çıkaran ve nihayet kapitalizmin sonunu gösteren tek ve temel eserdir.
Kapital, bilimsel düşüncede bir dönüm noktasını temsil eder. Marksizm gösterene kadar, herhangi bir toplumsal sistemin nasıl ve hangi güçler aracılığıyla bir başka toplumsal ilişki biçimine dönüşeceği bilinemez olarak kalmış, daha doğrusu tarihte toplumların da evrim ve devrim yoluyla değişip ilerlediği bile görülebilmiş değildi. Daha adil, daha özgür ve eşit bir toplumun kurulabileceği düşüncesi, Marksizm öncesinde sadece iyi niyetli bir inançken, Manx’tan sonra, bu bilimsel bir öngörü halini almıştı, Marksizm, kapitalizmin yıkılacağını, onun yerine sosyalizmin kurulacağını, bir dilek, bir kehanet olarak değil, sınıflara bölünmüş bir toplumsal yapının iç işleyişinin bilimin ışığında incelenmesi sonucunda ileri sürüyordu. Toplum, çıkarları birbirine karşıt olan sınıflara bölünmüştü ve toplumsal değişim, sınıflar arasındaki mücadelenin bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Özellikle kapitalizmde toplum, daha önce hiçbir toplumsal düzende görülmeyen bir biçimde, iki ana sınıfa bölünmüştü, işçi sınıfı ve burjuvazi, uzlaşmaz bir çelişmenin iki kutbunda duruyorlardı ve üretimin toplumsallaşması ilerlemesine karşın, üretim araçlarının özel mülk biçiminde kalması, işçi sınıfının mülkiyeti de toplumsallaştıracağı bir tarihsel aşamaya ilerlemesini zorunlu kılıyordu.
Kapital’in üç büyük cilt ve yüzlerce sayfa içinde kanıtlamak istediği tez bundan ibaretti.
Bu özellikleri dolayısıyla, Kapital, yüzünü devrime çevirmiş her toplumda, adeta geleceği gösteren bir kitap gibi görülür.
Kapital’in (diğer devrimci muhalif yayınlarla ve bilimsel eserlerle birlikte) yaygın bir biçimde okunması ve tartışılması, toplumsal muhalefetin devrimci siyasallaşma düzeyinin bir işareti sayılabilir.
Türkiye, özellikle ’90’lı yılların sonuna doğru yaygınlaşan ve kitleselleşen işçi ve emekçi mücadelesine karşın, sosyalist teori ve politikaya yönelişin beklenen denklikte olmadığı bir süreçten geçiyor.
Hiç kuşkusuz, kitlesel muhalif hareket ve devrimci siyasallaşma, birbirine paralel giden ve zorunlu olarak birbirine bağlanan olgular değildir. Her ikisinin uyumlu ve birbirini tamamlayarak gelişmesini sağlamak, günümüzde olduğu gibi, yine bir mücadelenin konusudur.
Özellikle, sömürünün mekanizmasını tam bir açıklıkla ortaya koyan, kapitalizmin bütün içyapısını ve onun yıkıntıya götürecek olan temel çelişmeleri anlatan, işçi sınıfının sosyalist devriminin gerekliliğini kanıtlayan Kapital gibi bir eserin incelenmesi ve mücadele içinde bir rehber olarak kullanılması, hareketin kendi bilincini oluşturmasının başlıca yollarından birisi olarak önümüzdedir

KAPİTALDEN, ARTI DEĞER TEORİLERİ’NE
“Kapital”, esas olarak, sermayenin üretim sürecini, sermayenin dolaşım sürecini w bu ikisinin birliğini inceleyen (“Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci”) üç temel bölüm üzerinde yükseliyordu. Bu üç ana bölüm içinde ise, on sekiz kısım tarafından kapsanan yüz altı alt bölüm bulunuyordu. Bu sayılar, incelenen kategori sayısını göstermesi bakımdan önemlidir. Bir bakıma denilebilir ki, kapitalin planı, kapitalizmin somut olarak anlaşılabilmesi, teorik olarak yeniden inşa edilebilmesi için somutlanması gereken bütün kavramların bir listesini de sunmaktadır.
“Artı Değer Teorileri” ise, Kapital’in dördüncü cildi olarak tasarlanmış ve ilk üç bölümün yazılması sırasında derlenen tarihsel-eleştirel malzemenin değerlendirilmesi üzerine kurulmuştur. Daha sonra geliştirmek üzere derlenen bu notları Marx, yayınlanacak hale getiremeden öldü. Bununla birlikte, “Artı Değer Teorileri”, Kapital’in “IV. Cildi” adını taşımak bakımından, “eksik” bir eser değildir. Burada sergilenen eleştirel çözümleme, önceki üç cildin “anahtarı” olacak kadar büyük önem taşımaktadır.
Genel olarak, Marx’ın diyalektik inceleme yöntemi, “teoriye ulaşmak için tarihi araştırmak” biçimde özetlenebilecek yolu izlemiştir. Ancak bir kez teorinin kuruluşu sağlandıktan sonra, bunun (örneğin Kapital’deki) sunuluşunda, Marx inceleme yönteminin tersine bir yol tutmaktadır. Önce teorik (mantıksal) olan verilmekte, sonra tarihsel olana geçilmektedir. Marx, “Ben, Kapital’e, herkesin sandığının aksine, üçüncü tarihsel kısımla başladım” demişti. Bununla birlikte, Marx, “Artı Değer Teorileri”nin içerdiği malzemeyi, önce, eserin bütünü içine dağıtmayı, düşünüyordu. Ne var ki, 1863 el yazmalarını yazarken, tarihsel kısmın tümünü ayrı ve özel bir bölüm olarak düzenlemeye karar verdi.
Her şeyden önce, “Artı Değer Teorileri”, burjuva iktisatçıların, kapitalist oluşum kanunları üzerine görüşlerinin eleştirel bir incelemesidir. Bu inceleme, burjuva ekonomi politiğin özelliklerini sergilemekle kalmaz, Marx’ın proletarya açısından geliştirdiği eleştirinin içeriğinin anlaşılmasına da yardım eder.
Marx, değişik burjuva iktisatçıların ve iktisat okullarının değerlendirilmesinde, artı değer konusunda söylediklerinin anahtar rolüne sahip olduğunu düşünüyordu. Bu bakımdan, Artı Değer Teorileri, burjuva ekonomi politiğin bu kilit kavram açısından kapsamlı bir eleştirisi üzerinde yükselmektedir.
Kitabın ilk kısmında, Adam Smith gibi iktisatçılar incelenir. Sonraki kısımda ise, ortalama kâr, rant ve krizler ele alınır. Burada, Ricardo’nun teorisi eksen alınır ve böylece, üçüncü bölümde Ricardo sonrası dönem burjuva ekonomi politiğin incelenmesine zemin hazırlanır.
Marx, “sermayenin ve kapitalist üretim biçiminin ilk metodolojik açıklayıcıları” olarak gördüğü fizyokratları inceler. Fizyokratlar, emek ve sermaye arasındaki değişimi, değer kanunu temelinde çözmeye çalışan ilk iktisatçılardır ve artı değerin kökeni sorununu, üretim aşamasında arayarak öncekilerden ayrılırlar.
Adam Smith ise, kullanım değeri ne olursa olsun, her üründe toplumsal emek bulunduğunu keşfederek, fizyokratlardan daha ileriye gider.
Marx, burjuva ekonomi politiğin başlıca teorisyenlerinin görüşlerini özetlerken, aslında kendi ulaşmış olduğu sonuçların tarihsel köklerini de eleştirel bir biçimde sergilemektedir.

ARTI DEĞER’İN KÖKENİ NEDEN ÖNEMLİ?
Bütün bir burjuva ekonomi politik tarihi boyunca, artı değerin kökenini emek sürecinin dışında arayan bilginlerin ortak niteliği, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan sınıfların bakış açısını yansıtmış olmalarıdır.
Üründe, işçi emeğinin billurlaşmış halde bulunduğunu görebilmek için, emekle sermaye gibi, üretim sürecinde bir araya gelen iki unsurun, aslında toplumsal bakımdan birbirinden tamamen farklı ve karşıt iki sınıfı dile getirdiğini görmek gerekiyordu. Marx’ın önceki iktisatçılardan farkı, esas olarak, üretim sürecine, emek açısından bakmasıydı. Aslında, ondan önceki iktisatçıların da, bilgi, yetenek ve zekâ takımından ondan daha geri kalır yanları yoktu; ne var ki, Marx, ekonomi politiğin bilim olsun diye yapılan bir bilim olmadığını, sınıf mücadelesinin taraflarının görüşlerini yansıtan politik bir özelliğinin de olduğunu biliyordu. Buna bağlı olarak da, burjuva ekonomi politiğin üretim sürecinde, sermayenin rolünü belirleyici olarak göstermek üzere, emekle artı değer arasındaki ilişkinin üzerini örtmeye eğilimli olduğunu da biliyordu. Marx, burjuva ekonomi politik biliminin, zaman içinde bayağılaştığını saptar. Önceleri, klasik ekonomi politik, kapitalizmin iç bağıntılarını kavramaya çalışırken, “vülger ekonomi politik”, kapitalist “gerçekçiliğin” sahte olgularını yeniden üretmeyi denemekten öteye geçemez.
Günümüzde de, sermayenin değişik biçimlerinin, aslında artı değerin değişik biçimleri olduğunu görmediğimizde, sömürünün boyutlarını ve yaygınlığını fark etmek güçleşmektedir. Örneğin, çoğu insan, menkul değerler borsasında kâğıt alıp satarak kazandığı paranın, emekçilerden doğduğunu düşünmez bile. Eğer kazanıyorsa, kâr ettiği zaman, bunun nereden geldiğini düşündüğünde, kökende artı değer sömürüsünün bulunduğunu görebilmesi için, epeyce derine inmesi gerekecektir.
Marx, artı değer teorilerini incelerken, sermayenin rant biçimleri üzerinde özellikle durur.
Rant gibi, kâr ve faiz de, işçi emeğinin ürününden çıkan sonuçlardır.
Kapitalist ekonominin bu derinlemesine çözümünün, günümüz sömürü mekanizmalarını anlamak bakımından pek çok anahtar taşıdığını görebiliriz. Örneğin, enflasyon yoluyla sermaye birikimi sırasında, emek sömürüsünün aldığı boyutu, faizlerin artmasının nasıl olup da sonuçta işçileri vurduğunu anlamak için, yaklaşık yüz elli yıl önce yazılmış bu eseri okumak yeterli olacaktır.
Bunun nedeni, kapitalizmin özünün değişmemiş olmasıdır. Eleştirilen ve incelenen sistem, hala ayaktadır ve emekle sermaye arasındaki ilişki, Marx’ın bunu eleştirdiği günden bu güne, esas hatları bakımından değişmemiştir.
Artı Değer Teorileri’nin incelediği bir başka ana konu, kapitalizmin krizleridir.
Kriz hakkında da, burjuva iktisatçılar, değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.
Marx, krizlerinin kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin bir ürünü olduğunu göstermiş, aynı zamanda bunun geçici bir olgu olmayıp, kapitalizmin doğasında bulunan zorunlu sonuçlar olduğunu kanıtlamıştır.
Artı Değer Teorileri, ilk kez 1905–1910 yılları arasında, uzun süredir kendi çekmecesinde saklamakta olan Karl Kautsky tarafından yayınlandı. Kautsky, Marx’ın el yazmalarının belli bir düzenden yoksun olduğunu sanıyordu ve bundan dolayı da keyfi bir tutumla, Marx’ın planladığından farklı bir biçimde yayınladı. Daha sonra Sovyetler Birliği Marksizm-Leninizm Enstitüsü tarafından Marx’ın notlarına uyularak yapılan baskıyla karşılaştırıldığında, Kautsky’nin bu bozuk basımı, özensizlikten ve bilgisizlikten değil, kendi teorisine dayanak oluşturmak için yaptığı görüldü.
Kitaba eklenen son derece önemli bir inceleme niteliğindeki “Sunu” da, bu konu ayrıntılarıyla ele alınıyor.
Artı Değer Teorileri, Kapital’in diğer ciltleri gibi, bilimsel sosyalizm teorisinin, ekonomi, tarih, felsefe gibi alanlarının birleşik bir ansiklopedisi olma özelliğini taşıyor. Marksizm’i, en derin ve devrimci haliyle öğrenmek ve teoriyi mücadele içinde geliştirmek isteyenler için Artı Değer Teorileri, büyük bir kaynak.

Kasım 1999

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑