Yoğunlaşan saldırılar ve artan imkânlar

Halk düşmanı politikalar konusunda, kendinden önceki hükümetleri geride bırakan, bu açıdan neredeyse üstüne yüksek bahis oynanmış bir yarış atı gibi doludizgin giden DSP-MHP-ANAP koalisyonunun bu tutumunu aynı kararlılık ve “azimle” sürdüreceğinin işaretlerini verdiği bir dönemden geçiyoruz.

IMF-ECEVİT “POLEMİĞİ” VE OLASI GELİŞMELER
Lastik işkolundaki grevlerden sonra, belediye işçilerinin grevlerini de demagojik bahanelerle yasaklayan hükümet, bir yandan IMF ve Dünya Bankası’nın ününe koyduğu saldırı programını istisnasız uygularken, diğer yandan emekçi sınıfların IMF’ye karşı olan tepkisini yedeklemeye dönük “efelenmelerden” de geri durmuyor. Başbakan Ecevit’in IMF Türkiye Masası Şefi Cottarelli’ye yönelik olarak, ülkeyi kendilerinin yönettiğini ve bu açıdan farklı anlamalar yaratabilecek tutumlardan kaçınmak gerektiğini söylemesi, emekçilerin gözünde çoktan yıpranan “halkçı” imajını düzeltmek, halkın IMF’ye olan tepkisini arkasına almak, sözde “ulusalcı” bir hava vermek gibi hesapların bir ürünüydü. Ne var ki, Ecevit’in daha sonra ikinci bir açıklamayla yumuşatarak düzelttiği bu tavrı, sadece bunlarla açıklamak da yeterli olmayacaktır. Ekonomideki kötü gidişte birlikte emekçi sınıfların, IMF-DB’nin politikaları ve bu politikaları uygulayan hükümetin, sermayenin saldırılarına karşı emekçilerin ülkenin birçok bölgesinde grev ve direnişlerle gösterdiği tepki, hükümeti her geçen gün biraz daha fazla sıkıştırmaktadır. Her saldırı ve her grev yasaklama kararı işçi ve emekçilerin sermayeye ve işbirlikçi hükümetine duyduğu öfkeyi daha da artırmaktadır. Ezilen sınıflar açısından kendi hak ve mücadeleleriyle ilgili hiçbir yasağın, onların tepkisini buharlaştıramayacağı, bilakis içerideki kaynama ile oluşan buhar basıncının kapağını her an fırlatabileceği bir tencere gibi bir durumu ortaya çıkardığı sosyal bir gerçekliktir. Bu sosyal gerçeği de herhalde en çok, “toplumsal patlama”lara karşı mücadele yöntemlerini üniversite ders kitaplarına kadar taşıyan ve her gün medyadaki yazarlarının ağzından dillendiren burjuvazi bilmektedir. Burjuva politikasına ömrünü vermiş, IMF’nin ve sermayenin “Karaoğlan’ının” bu gerçekliği bilmemesi ve hesaba katmaması düşünülebilir mi?
Dolayısıyla IMF ile Ecevit arasında şimdilik “tatlıya bağlanan” bu söz düellosunun açığa vurduğu gerilimin bundan sonra da sürebileceğini söylemek kehanet olmayacaktır, işçi ve emekçileri sefalet düzeyinin bile altında bir ücrete mahkûm eden, tarım üreticisini, yoksul köylüyü ürettiğinin maliyetini bile karşılayamaz duruma getiren, “reform” adı altındaki IMF paketleriyle önce emekçileri mezarda emekliliğe mahkûm ettikten sonra, şimdi de köylüyü düne göre çok daha geri bir sefalet düzeyine iten, tarımı da dışa bağımlı hale getiren hükümet, tüm bu ve benzeri saldırılarının işçi ve emekçilerde, köylüde yarattığı öfkenin baskısını her geçen gün daha fazla üzerinde hissetmektedir.

KARANLIKTA YAĞMA
Şimdi de emekçilerin önüne sadece adı iş güvencesi olan iş güvencesi yasa tasarısı ile “esnek çalışma” saldırısını birlikte koyan hükümet ve patronlar, tünelin ucunda kendi saldırıları için gördükleri en son ışığı bile değerlendirmek istemektedirler. IMF’nin hükümetin önüne koyduğu yeni vergiler, zamlar, özelleştirmenin hızlandırılması programı ve emekçilerin düşük zam dayatması, mücadeleci sendikaları dağıtmak için kullanılan yüzde 10’luk işkolu barajı, sahte sendika yasası gibi bir dizi gelişme de bu saldırıların süreceğinin göstergeleridir. Özelleştirme politikasına paralel olarak süren işten atmalar da bu saldırıların başlıcalarındandır. Türk Telekom’un özelleştirilmesi için çıkarılan yasa ve buna bağlı olarak Telekom Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen yeni iş mevzuatı ilk etapta 14 bin işçinin işine son verilmesini öngörmektedir.
Bir başka saldırı da, enerji alanında sürmektedir. Nükleer santrale “ikna” etmek için halkı karanlıkta bırakma yoluna başvuran hükümet, son olarak da elektrikte bir rant sektörü oluşturmak amacıyla yine halkı karanlıkta bırakmakla tehdit etti. Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in, Bakanlar Kurulu’nda görüştüklerini ifade ederek, enerji krizinden doğan bir “enerji tasarrufuna” gidileceğini açıklaması ve bu bahaneyle İsdemir ve Seydişehir Eti Alüminyum AŞ’nin, geçici olarak kapatılmasının gündeme gelmesi, hükümetin yağma ve talan politikasında sınır tanımadığını göstermektedir.

KÜRT SORUNUNDA “TERÖR” KONSEPTİNDE ISRAR: ‘GÜNEYDOĞU PLANI’, ECEVİT’İN SEFERİ
Öte yandan Kürt siyasi çevrelerinin ABD ve AB’den gelecek bir “çözüme” bel bağladıkları Kürt sorunu konusunda hükümetin ve MGK’nın sorunu bir “terör sorunu” ve “ekonomik geri kalmışlıktan” kaynaklı bir sorun olarak sunma tutumu yeni adımlarla sürmektedir. Geçtiğimiz yılın Aralık ayında MGK’da görüşülerek kabul edilen ve Başbakan Ecevit tarafından imzalanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”, sorunu tamamen “terörle mücadele” sorunu olarak ele almakta ve bölge halkını, “sempatizan”, “PKK’lı” ve “Protestocu” gibi sabıkalı kelimelerle tanımlamaktadır. 107 maddelik planda Kürt yoksullarının kültür ve kimlik gibi taleplerinde hiç söz edilmemekte, köye geri dönüş projesi de Köykent ve Merkez-köy gibi “askeri denetim” merkezlerine bağlanmaktadır. Başbakan Ecevit’in, bir sefer havasıyla Eylül sonunda, Köykent ve Merkez-köy projelerinin pilot illerinden olan Siirt ve Şırnak’a gerçekleştirdiği gezideki açıklamaları da bu gerçeği doğrulayan bir başka gelişme olmuştur. Ecevit’in buradaki konuşmalarında bölge halkına “ıslah edilmesi gereken” insanlar gibi seslenmesi, kendisini daimi kadro talebini içeren pankartlarla karşılayan geçici mevsimlik işçilere ve borçlarının ertelenmesini isteyen çiftçilere geçiştirici yanıtlar verirken, “devlete yararlılıklar gösteren” korucuları işsiz bırakmayacaklarını, onları jandarma vb. işlere yerleştireceklerini söylemesi, “devlet gözünde makbul Kürt koruculaşmış Kürt’tür” anlayışının bir ifadesidir.
Öte yandan, yine aynı konuyla bağlantılı olarak Devlet Bakanı Rüştü Kazım Yücelen’in de katıldığı Tunceli’de gerçekleştirilen insan Hakları Koordinasyon Üst Kurulu toplantısında insan hakları örgütleri ve temsilcilerinin devletin valisi ve başsavcısı tarafından “terörizm”le suçlanması, soruna “terör sorunu” olarak yaklaşmakta ısrar edildiğinin bir başka göstergesidir.
Bu gelişmelerin yanında ABD eski Büyükelçisi Mark Parris’e özel bir yakınlık gösteren bölgede Kürt siyasi çevrelerinin yönetiminde bulunduğu yerel yönetimlerin son olarak MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye gösterdiği ilgi de, Kürt yoksullarının birçok noktadan gerici bir kumpas içine itildiğini göstermektedir. MGK’dan ya da AB ve ABD gibi merkezlerden demokrasi gelemeyeceğini bilen ve bunu her yeni gelişmede daha iyi anlayan Kürt ve Türk emekçilerinin bu sorunun gerçek sahipleri olarak kendilerini görmeleri, kalıcı ve gerçek bir demokrasinin ancak ortak mücadeleleri ile sağlayabileceklerini bilmeleri ve bu yönde kararlı adımlar atmaları sorunun çözümünün tek anahtarı olmaya devam ediyor. Hayat bunun dışındaki her formülün gerici karakterini her yeni gelişmeyle yeniden gözler önüne seriyor.

İKİNCİ KHK KRİZİ VE ÇATIDAKİ GERİLİM
Genelkurmay’ın garantörlüğünde yürütülen memurlarla ilgili KHK da, Meclis’in açılmasıyla birlikte gündemin yeniden üst sıralarına oturacak emekçi karşıtı düzenlemelerdendir. “İrtica” ile mücadele adı altında, grev, direniş ve iş yavaşlatma eylemlerinde öne çıkan kamu emekçilerini tasfiye etmeyi amaçlayan bu düzenleme üzerinden estirilecek olan psikolojik savaş Meclis’i diğer saldırı düzenlemelerini yasalaştırılması konusunda da baskı altına tutacaktır. Gündemde olan FP ve HADEP’in kapatılması, TCK’nın 312. maddesiyle ilgili tartışmalar da, yine egemen çevrelerce halkı kendi çıkarlarına göre kamplaştırmak ve arkasına almak amacıyla yönlendirilmekte ve yürütülmektedir. Meclis’in imzasını bekleyen tüm saldırı yasaları bakımından bu hava zaten, Sezer-hükümet krizine yol açan KHK’nın ele alındığı MGK toplantısından bu yana oluşturulmuştur.
Son olarak üç kamu bankasının özelleştirilmesi ile ilgili KHK’nın da, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından -özüne değil- biçimine karşı çıkılarak hükümete iade edilmesiyle birlikte Köşk’le hükümet arasında ortaya çıkan ikinci KHK krizi ise, yönetenler cephesindeki gerilimin bundan sonra da süreceğini göstermektedir.
Emekçilere karşı saldırılarını amansızca sürdüren, IMF, DB ve diğer emperyalist güçlerin talepleri doğrultusunda ülke kaynaklarını yabancı sermayeye peşkeş çekmekte hiçbir sakınca görmeyen yönetenler, bu saldırılarını sürdürürken kendi içindeki çatışmaları da beraber yaşayacaklardır. Emekçiler açısından potansiyel bir manevra imkânı demek olan bu durumun, saldırıların püskürtülerek dengelerin değiştirildiği bir noktaya varabilmesi de, emekçi sınıfların ve onların partisinin göstereceği yeteneğe bağlıdır.

Ekim 2000

Vural Savaş’tan Sami Selçuk’a demokrasi tartışmaları

Uygulama başka alanlarda yoğunlaşsa da, siyasal tartışma, özellikle son aylarda belirli bir noktada yoğunlaşma gösteriyor.
IMF paketleri yeminli uygulayıcılar elinde tüm hızıyla uygulanıyor. Özelleştirmeler hız kazandı. “Enflasyonu düşürme” gerekçesiyle toplu iş sözleşmelerinin yüzde 25’in üzerinde bir ücret artışıyla bağıtlananı yok gibi. Grevler yasaklanıyor. Örgütsüz toplum yaratmak üzere, sendikalar yetkisizleştirilerek, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü neredeyse sıfırlanıp siyaset yapma hakkı üzerindeki cendere daraltılarak, F Tipi ile cezaevleri, yok etme merkezlerine dönüştürülmek istenerek baskı artırılıyor. GAP haraç mezat yabancı sermayeye pazarlanıyor. Emperyalist dayatmalarla tarım ve hayvancılık ölüm noktasına getiriliyor. ABD’nin dümen suyunda İsrail’le kol kola “Yeni Dünya Düzeni”nin jandarmalığını paylaşın adımlar birbiri ardına atılıyor. Topluma dayatılan her adım, AB üyeliğine endekslenerek, halkın, tahakkümü altında kıpırdayamaz olduğu ABD ile birlikte emperyalizme bağımlılık perçinlendikçe perçinleniyor.
Ve Türkiye “demokratikleşme”yi, “hukukun üstünlüğü”nü, “insan haklarını, “düşünce özgürlüğü”nü vb. tartışıyor. Tartışma bu noktada dönüyor görünüyor!
Demokratik hak ve özgürlükler birbiri ardına fiilen tırpanlanır ve muhaliflik “babayiğitlik” düzeyine yükseltilirken, bu “demokrasi” tartışması da neyin nesi? Bu kadar çok “demokrasi” isteniyorsa neden bu halde ülke ve uygulamalar neden bu denli aykırı?
Üstelik demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi konularda şimdi en çok konuşanlar; bu alanlardaki olumsuzluklardan en çok zarar gören, bu nedenle ezilenler kategorisini oluşturan işçileri, emekçileri ve kaderlerini onlarla birleştirmiş namuslu aydınları bile geriye iterek seçkinlerin, bürokrasinin arasından çıkıyor. Görüntü bu.

“YUKARIDANCILIK” BİÇİMİ OLARAK BEKLENTİCİLİK
Demokrasi, hak ve özgürlükler, insan hakları alanlarındaki oldukça koyu karanlık, bu “yukarıdan” konuşanlar açısından bir iyimserlik, hatta daha da ilerisi, bir beklenti oluşturmuyor değil. Özellikle demokrasi ve insan hakları alanlarında ilerlemeyi halkın (bu arada hep ileri sürüldüğü gibi “temsilcisi” olarak kendisinin) güç ve olanaklarında görmeyip “demokratik” Avrupa’ya ihale edenler, bu iyimserlik ve beklentileri olumlamakla kalmıyor, körüklüyorlar. Avrupa’dan ve zaten yönetmekte olanlardan, devlet çarkının en belirgin dişlilerinin başlarında bulunanlardan, seçkinlerden beklenen “demokrasi”, demokrasiden başka her şeydir ama asla demokrasi olamaz.
Ancak, yine de, “hukukun üstünlüğüme vurgu yapan, bu kavramın öngördüğü hukuk karşısında eşitliği ya da biçimsel eşitliği herkesle eşit olarak kırmızı ışıkta duran, çarşı pazarda alışveriş eden vb. bir cumhurbaşkanı olarak kendi şahsında uygulayan ve aynı kavramı gerekçe göstererek YÖK’ün 9 Eylül Üniversitesi rektör adayı ile “memur kararnamesini onaylamayan A. Necdet Sezer, iyimserlik arayışındaki beklentiler ortamında öne çıkıyor.
İsmi üzerinde parlamentoda sağlanan konsensüs, belki de en çok “demokratik hukuk devleti” olarak görünme ihtiyacının karşılanmasına yönelikti. Henüz cumhurbaşkanı seçilmeden ve Anayasa Mahkemesi Başkanı iken yaptığı konuşmalardan hareketle, en başta medya bu yöndeki beklentileri yaymaya önem verdi. HADEP ve ÖDP gibi siyasal partiler ve bir dizi “demokratik örgüt” ile “Avrupa demokratizmi” kaynaklı propaganda merkezleri bu beklentiyi beslediler.
Bugün Türkiye’de hukukun üstünlüğü savunulmamalı mıdır? Bunu kimse iddia edemez. Peki, öyleyse bir cumhurbaşkanının bu kavramı savunmasından rahatsız olmak mı gerekiyor? Her ne kadar örneğin “memur kararnamesi”nde “içeriğine itirazım yok kanunla düzenlensin” türü geri bir biçimciliğin ötesine geçmese bile, bu da rahatsızlık konusu edilemez. “Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” ya da “bazen rutin dışına çıkılabilir” diyen cumhurbaşkanları ardından A. Necdet Sezer’in ülkenin sıkıntılarını artırmayacağı ortadadır.
Sorun, Sezer’in kişiliği ve görüşlerinin ötesindedir. Cumhurbaşkanı hukukun üstünlüğü ya da eşitliğin sağlanması veya demokratikleşme sorunlarında -trafik ışıklarına uyma vb.nin ötesinde-yapabileceği çok şey olan bir konumdadır. Sorun, hukukun üstünlüğü ve onun temeli olarak toplumun demokratik yeniden örgütlenmesinin başlıca dinamiğinin nerede aranacağına ilişkindir. Cumhurbaşkanları hiçbir zaman hiçbir biçimde demokratikleşme dinamikleri arasında yer alamaz değildir. Bunun kanıtlanması için çok şey gereklidir ama teorik olarak ya da Şili ve Allende deneyinde izlendiği üzere böyle bir dinamiğin ortaya çıkması durumunda bile halk, en başta işçi ve emekçiler, demokrasinin asıl dinamiği, gücü ve beklenti kaynağı durumundadır. Bunun pratik bir kanıtı, tekelci sermaye medyasının işçi ve emekçilerin on binlerle demokrasi talep eden eylemlerine hiç yer vermezken, Sezer hakkında -sonradan resmi politika ile belirli bir makas açıklığı nedeniyle devirme ya da istifa zorlamasına kadar varan tutumlar geliştirilse de- beklenti yaymada çekince duymamasıdır. Medya, ne denli “demokrat” olursa olsun, işin içine mücadeleci halk katılmadığında, koşullandırma ve dezenformasyon, işlevini yüklendiği hatta psikolojik savaşın bir bileşeni olduğu tekelci düzenin Sezer ya da benzeri kişiliklerden zarar görmeyeceğinin farkındadır. Yaratılan beklentinin ise, halkın uyanışını ve demokrasi mücadelesinin başlıca öznesi olarak ortaya çıkışını olumsuz etkileyeceğini bilmekte ve Sezer’in, demokrat ya da değil, kişiliği ve görüşlerinden bağımsız olarak, bu beklentiyi pompalamaktadır.
Demokratikleşme, düşünce özgürlüğü ve insan hakları, ayrıca kuşkusuz yine hukukun üstünlüğü tartışmalarında iki yıldır yaptığı adli yıl açış konuşmalarıyla öne çıkan bir başka isim, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’tur. Özellikle ’99 konuşmasıyla görüşleri ve siyasi eğilimi üzerine yaygın bir tartışma açılan ve uzun süre medyanın gündeminde kalan Selçuk, akademisyen kimliğiyle yaptığı konuşmalarla, AB ile ilişkilerin bugün geldiği noktada, üst sınıfların belirli bir eğilimini yansıtmaktadır. Konuşmalarında egemen resmi görüşle çelişmelerini belirli bir üslupla ortaya koymaktan kaçınmayan Selçuk, bu tutumunun bedelini ödemeye başlamış görünmektedir. Medya’da bu yıl kendisine pek yer bulamamış, hatta -kitap yazmasaydı da konuşma yapsaydı gibi resmiyetin kendisinden beklediklerine uyumlu davranmadığını ortaya koyan- bazı alaylı eleştirilere de muhatap olmuştur. “Özgür bireyden, “herkes için özgürlük” ve “eşitlik”ten, “yaşam biçimini kültüre dönüştürme hakkı”ndan, “çoğulculuk”tan, “gerçeğin göreceliğinden”, “eleştirel akıl” ve “hoşgörü”den, “savaş yerine barış üretmek”ten söz eden (Özlenen Demokratik Türkiye, sf. 165–168), “Yolumuz bellidir… demokratik değerlerle demokrasiyi inşa etmek … Çözüm … kendini yeniliklere uyarlayamayan sistemi düzeltmekte odaklaşıyor.” diyen (Agy, sf. 17) Selçuk bu tür bir muameleye uğrayacağını kuşkusuz bekliyor olmalıdır. “Demokrasi” üzerine tartışılır, ancak kendisinin de yakındığı ve “açmazlarımız” arasında saydığı gibi “burası Türkiye”dir (sf. 17) ve “Türkiye’nin koşulları” (sf. 158) önyargı ya da saplantısına uygun davranılır. Ayağı denk almak gereklidir. Hiç dinlemez, Yargıtay Başkanı’nı yok sayar ve dalga geçerler!
Resmi görüşün ana eğilimiyle aykırılık halindeki görüşlerini oldukça cesaretle savunan Selçuk’un kendisini ortaya atışı, iyimserlik ve beklenti yayıcılığı fazlaca umutlandırdı.
Yine Selçuk da, kişiliği ve görüşlerinden bağımsız olarak toplumun resmi örgütlenişinin belirli bir noktasındadır; cumhurbaşkanına göre daha cesur çıkışlar yapmasına karşın yapabileceği şeyler toplumun sıradan bireyleriyle kıyaslandığında kuşkusuz çok fazladır. Ve üstelik yapabileceklerinin tümünü yapması durumunda bile, halk demokrasi mücadelesinde “etkin bir aktör” (sf. 54) olarak yer almadıkça ülkenin demokratikleşmesi hayal olarak kalır. Selçuk ve ortaya koydukları açısından da beklenti yayıcılık-tan kötüsü yoktur ve dolaysızca halkı siyasal mücadeleye katılmaktan alıkoymaya yönelik bir rol oynar.
Beklenticilik dışlandığında, gerçekten demokrasi isteyen ve demokrasi için mücadele eden en başta işçiler açısından, Sezer ve Selçuk’un demokrasi ve hukukun üstünlüğü savunuculuğu pozisyonu aldıklarını açıklamalarında bir olumsuzluk olamaz. Sorun, ortaya atılan görüşlerin geçerliliği, doğruluğu/yanlışlığı ve demokrasi mücadelesini geliştirmeye katkıda bulunup bulunmadığı noktasında önem kazanır. Bu açıdan özellikle S. Selçuk’un ortaya koyduğu görüşlerin eleştirisi gerekli olmaktadır.

AB İLE İLİŞKİLER DEMOKRATLARIN SAYISINI KABARTTI
Türkiye’nin gündemine oturmuş gibi görünen “demokrasi”, “demokratikleşme”, “insan hakları” vb. konulu tartışmanın yine görünür tarafları yalnızca Sezer ve Selçuk’tan ibaret değil.
Son ABD “gezisi”nden döndüğünden bu yana Mesut Yılmaz ve parti olarak ANAP demokrasi dinamiği haline dönüşmüş görüntüsü veriyor. Bu yeni imaj, AB’ye uyum süreci ve gerekleri ileri sürülerek, makyajlarla tazelenmektedir. Yılmaz’ın “demokratikleşme” savunuculuğu safına geçmesinin gerekçesi ÖDP ve HADEP’le çakışmakta ve AB “demokratizmi”ne bağlanmaktadır. Bu iki partiden ANAP ve Yılmaz’ın farkı, üst tabaka “demokratı” olmalarında, aynı zamanda enerji ihaleleri, uçak ve tank ihaleleri ile özelleştirmelerin altına imza atmaları ve hükümet ortağı bulunmalarıdır.
Erbakan ve FP, 28 Şubat’tan bu yana, rejimden dışlandıkça ivmesi artarak “demokrasi” savunuculuğuna kaymışlardır.
Ecevit zaten “demokrasi” savunucusudur. Çiller “demokrasi paketi” bile açıklamıştır!
Geriye bir MHP kalmaktadır. O bile “merkez parti” iddiasıyla “demokrasi” savunuculuğuna ulaştı ulaşacak!
Adına “milli birlik ve bütünlük” ile “kamu düzeni” üzerine gerekli oldukça demeçler verilen TSK ve her toplantısının ardından “demokratik laik hukuk devletine yönelik tehditler” üzerine kararları açıklanan MGK sayılmazsa, iyi ki Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş var! Yoksa memleket elden gidecek!
Ekonomik temelleriyle sosyal dayanaklarından koparılarak “demokrasi” tartışıldığında, hem herkesin demokratlığı olanaklı olmakta hem de tartışma kayıkçı dövüşüne dönmektedir. Bundan kolayı yoktur; üstelik gündem de saptırılmış olmaktadır. Tekellere ve egemenliğine en küçük zarar vermeyen, IMF vb. dayatmalarını, küreselleşmeyi, sınıf çatışmalarını dışlayan laf yarışına, demokrasi tartışmaları adı takılarak, ancak düzen rahatlatılmış oluyor.

BİR KAVGACI “DEMOKRAT”: V. SAVAŞ
Süregelen demokrasi tartışmalarına o da bir kitap yayınlayarak katıldı.
Kitabı, RP ve R. Tayyip Erdoğan iddianameleri de içinde olmak üzere aktarmalar toplamından oluşuyor. Arada “şu yazara katılıyorum” gibi cümleler de yazılmamış olsa tamamen derleme olacak. Kitaba adını da veren “militan demokrasi” savunuculuğunu yapıyor. Anlaşılacağı gibi Savaş da “demokrasi” savunucusu! Son yılların modası olarak bütün emperyalist müdahalelerin de “insan hakları ve demokrasi” adına gerçekleştirildiği dünya üzerinde olduğu gibi Türkiye’de de “demokrasi”yi savunmayan yok!
Bu durum, iki şeyi birden gösteriyor: Birincisi, hâlâ ezilenlerin demokratik özlemleri görmezlikten gelinemiyor, bu nedenle savunulur gibi yapmak ihtiyacı doğuyor. Ve ikincisi, ne kadar gerici, emperyalist zorba, halka karşı baskı uygulayıcısı, darbeci, işgalci, yasakçı varsa, ayrımsız tümü bu doğrultudaki görüş ve uygulamalarını “demokrasi” adına savunuyorsa; demokrasinin kendisi, sadece lastik gibi uzayıp kısalan her bedene uyan bir giysi haline gelmekle kalmamakta, tüm savunucuları, hem de birbirini dışlamadan tek bir “demokrasi” ortak paydasında birleşebildiklerinden ve tartışma hemen yalnızca sınırlama ve yasaklamaların ölçüsünde ortaya çıktığından, sınırlarıyla birlikte iflas halindedir.
Vural Savaş ve kitabı, adı ve temel tezi olan “militan demokrasi” ile bu iflasın önde gelen itirafı ve kanıtıdır.

SINIRLAR VE YASAKLAR
Savaş, RP’yi suçlar ve dine dayalı bu partinin tanrısal hukuk, kulun Allah ve halkın lider, kadının erkek karşısındaki eşitsizliği, şeriatın özgürlük ve demokrasi ile bağdaşmazlığını vb. hareket noktası olarak alışını eleştirirken “hukukun üstünlüğü”ne (sf. 187 ve 193), eşitlik ilkesine (188), “özgür düşünme ve tartışma”ya, hatta “bireylerin aktif ve örgütlü katılımı”na (sf. 187) dayanan “demokrasi”yi savunmaktadır. “Demokrasi”de “yöneticinin halk olduğu”nu ve “halkın iradesinin) en üst irade olarak kabul edilmekte” (sf. 186) olduğunu bile söylemektedir. Buraya kadar demokrattır. RP’yi demokrat olmamakla, demokrasiyi sınırlandırmak ve hatta yok etmeyi savunmakla, dışlamakla suçlamaktadır.
Ancak kendine gelince, özgürlüklerin sınırlandırılmasını ve hukuk yerine keyfiliği olabilir en üst düzeyde benimsemekte ve savunmaktadır.
TBB Başkanı Eralp Özgen’in “… özgürlüklerin de sınırının olacağına inanıyor ve bu nedenle demokrasinin, demokrasiyi yok etme özgürlüğünü de içerdiği düşüncesine katılmıyoruz… her özgürlüğün sınırı olduğu gibi düşünceyi açıklama özgürlüğünün de sınırları vardır.” (sf. 133 ve 135) şeklindeki görüşüne Savaş aynen katıldığını bildirmektedir.
Kitap boyunca üç beş kez tekrarladığı Alman Anayasa Mahkemesi’nin KPD’yi (Almanya Komünist Partisi) kapatma gerekçesini hararetle desteklemesi ve düstur edinmesi ise, hem düşünce özgürlüğünü yok saymanın hem de yasallık ve açıklık gibi ilkeleriyle hukukun üstünlüğü yerine keyfiliği benimsemenin en ileri örneği durumundadır. Mahkeme, Alman “demokrasisi”nin alabildiğine güdük olmakla kalmayan ama iflas halindeki içeriğini göstermek üzere kapatma gerekçesinde şunları yazmıştır:
“Önemli olan sadece, bir partinin gayelerine göre, hür demokratik nizama zarar vermek veya onu bertaraf etmek maksadının olup olmadığıdır. Gayelerinden bu maksat hâlihazırda ispat edilebiliyorsa, onun düşüncelerine göre, bu maksadın başarıya erişeceği veya erişmesi lazım gelen zamanın hukuki bir önemi yoktur. Kanun vazıinin maksadı, Anayasanın devamı müddetince, hür demokratik ana nizamı zedeleyecek hiçbir partinin inkişafına müsaade etmemektir.
“Bütün gayelerin yazılı olması veya herhangi bir surette tespit edilmiş bulunması anlamında, maksadın yazılı delillere dayanması şeklinde, Anayasanın 21. maddesinin 2. fıkrasında bir hüküm yoktur… Bir partinin Anayasaya aykırı maksatlarının hiçbir zaman ilan edilmediği bilinen bir keyfiyettir. Geçen on yılın siyasi tecrübeleri, bir partinin kullandığı siyasi vasıtaların şeklinden, hareketlerinin tarzından, onun hakiki maksadını anlamak ve sahte olanları ayırt etmek için kâfi derecede bilgi vermiştir.” (sf. 251–2) Savaş, “Başsavcılığımız da, parti kapatma davalarında delillerin bu şekilde ortaya konup değerlendirilmesi gerektiği inancındadır.” diye eklemektedir.
Burada özgürlük sınırlanmasının ve keyfiliğin en ileri biçimiyle karşı karşıyayız. Sadece “eyleme dönüşmemiş düşünce” değil, açıklanmamış, kullanılan “siyasi vasıtaların şeklinden”, “hareket tarzından” ve geçmiş on yılın siyasi tecrübelerinden hareketle savunulması gerektiği tahmin edilen, yakıştırılan düşünce ya da amaç suç sayılmaktadır. Konu üzerinde yorum yapan Savaş, “biçimsel ilkelere” (bu, aslında hukuk ilkeleri demektir) takılmamak gereği üzerinde durmaktadır:
“Anayasa dışı eğilimleri olan partilere, kendilerini geliştirmek, yoğun bir propaganda ve eğitim faaliyeti ile taraftarlarını Anayasaya karşı bir savaşçı olarak yetiştirmeleri imkânını tanımak, aslında özgür düzeni, liberal demokrasinin biçimsel ilkelerine kurban etmekten başka bir anlama gelmez.” (sf.215)
Nasıl “özgür düzen”se! Anayasa dışı eylemlere değil, düşüncelere bile değil ama başka eğilimlerle birlikte bulunabilecek “eğilimlere” sınırlama ve yasak. Bu, kuşkusuz hukukun üstünlüğünün de özgürlüklerin de hiçe sayılmasıdır.
RP’yi özgürlükleri sınırlamak ve yok etmekle suçlayan Savaş aynı işi kendisi rahatlıkla yapmakta ve bu eşitsizlik ya da keyfilik oluşturmamaktadır! “Hukukun üstünlüğü” ve “özgürlükçülük” ya da “demokrasi”, uzun süredir sadece Türkiye’de değil Almanya’da da bu acınacak iflas durumundadır.
V. Savaş, bu sınırlama ve yasakçılığı üstelik yeterli de görmemektedir.
Türkiye egemenlerinin değil emperyalistlerin icadı olan abartılmış terörizmi hedef göstererek hak ve özgürlüklere karşı saldırıyı tırmandırma yöntemi, hemen tüm demokrasilerde hukuk sistemleri ve ceza yasalarının gericileştirilmesinin kaldıracı olarak kullanılmıştır. “Terörizm” umacısıyla nice baskı ve katliamlar nice gerici faşist hukuki önlemler meşru gösterilmeye çalışılmıştır. Demokrasinin iflasının bir başka göstergesi olan bu yeni baskı yasaları kovma tutumu Savaş’ın da tutumudur:
“Eğer ülkemizde teröristlerin eylem yapmadan yakalanmaları, faili meçhul cinayetlerin aydınlanması ve yasadışı örgütlerle gerçekten mücadele edilmesi isteniyorsa; terörle yüz yüze gelmiş çağdaş ve demokratik ülkelerin, bu konuda yaptığı yasal düzenlemeleri yapmaktan ve onların uygulamalarını ülkemizde de hayata geçirmekten başka çare bulunmamaktadır.” (sf. 149)

YASAKÇILIĞIN TEMEL KAVRAMI: “KAMU DÜZENİ”
Özgürlükler, birey ve hakları, hukuk ve üstünlüğü, demokrasi, bütün bunlar, Savaş için laf olarak edilmenin ötesinde bir anlam taşımadığı gibi, bağlandıkları tek bir temel kavram vardır: “Kamu düzeni”. Bu, “devlet”in hukuk dilindeki anlatımıdır. “Kamu”, aslında halk demektir. Ama sömürücü, baskıcı sınıfların tarihsel soyutlamasına göre, zaten devlet, “halkın” olduğundan, “kamu düzeni” ile kastedilen toplumsal siyasal örgütlenme, yani devlet olmaktadır. Hele “halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi” olarak tanımlanan demokrasiler açısından kim “kamu düzeni” ya da aynı anlamda toplumun siyasal örgütlenmesinin, resmi örgütlenmenin, devletin “halkçılığı”ndan kuşku duyabilir!
Toplumdan doğmakla birlikte onun üzerinde yer alan resmi örgütlenmenin, kamusal alanın, kamu düzeninin korunması vurgusu; kendisi, sömürüye dayalı toplumsal örgütlenmenin savunulması, sömürünün dış koşullarının garanti edilmesi işlevine sahip kamunun ya da devletin kendisini yüceltmesidir. Savaş’ın belirleyici kavramı da bu nedenle “kamu düzeni”dir. Bunu, bu düzenden tek baskı ve zarar gören halkın isteği olarak sunmaktadır:
“Halkımız artık Türkiye Cumhuriyeti’nde kamu düzeninin sağlanmasını istiyor… Delillerin kolaylıkla toplanabildiği ve suç işleyenlerin mutlaka cezalandırıldığı bir hukuk düzeni istiyor… Kamu düzenini sağlayamazsak, akan kanı durduramayız. Ekonomimizi felç ederiz. Demokrasimizi koruyamayız.” (sf. 131–132)
Bu anlayışla, kamu düzeni, devlet karşısında bireyin boynu kıldan ince olmalıdır. Nitekim Savaş bu görüştedir. “Devletin asıl görevi, iddia edilenin aksine kamu düzenini sağlamak, ülke bütünlüğünü, vatandaşların can ve mal güvenliğini korumaktır.” (sf. 152)

ANTİ-EMPERYALİST KEMALİZM VE V. SAVAŞ BASKICILIĞI
Birey karşısında devletin önceliğini M. Kemal’e dayandırarak savunan Savaş, ondan şu aktarmayı yapmaktadır:
“Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüğünden üstün tutanlardır.” (sf. 154–155)
M. Kemal’in 1925’te, hâlâ ağır aksak devrimin sürdüğü dönemde ileri sürdüklerini bugünkü kendi pozisyonunu açıklamak üzere kullanması, olacak şey değildir, üstelik Savaş açısından ciddi handikap oluşturmaktadır. M. Kemal cılız da olsa antiemperyalist bir devrimin başındadır. Ya Savaş?
Evet, devrim, muhaliflerine özgürlük tanımaz ve yasalarını kendi yapar. Peki, Savaş’ın devrimciliği nerededir? Kovuşturma ve soruşturma kurumunun başı olarak, halkın tüm haklarının gasp edilmesi yanında bağımsızlıktan da geriye bir şey bırakmayan IMF dayatmalarının uygulanması karşısında ne yapmaktadır? Yine AB sömürgeciliğine ses çıkarmamak ve bu yöndeki adımları soruşturmayıp dava konusu yapmamak mı devrimciliktir? Şimdi “devrime karşı koyan muhalifler” iktidardırlar, özgürlükler onlar içindir, yasalar sadece onlar için değildir ama onlar tarafından yapılmaktadır. Savaş’ın Atatürkçülüğü kadar devrimciliği ve Kemalist düzenin muhaliflerine özgürlük tanımamayı savunması da gerçekçi değildir. O şimdi devrime özgürlük tanımamaktadır ve bu tür aktarmalar yapmaktan sakınması gereklidir.

“DEVLETİN ÖNCELİĞİ”: TEKELLERİN EGEMENLİĞİNE ONAY
“Bireysel özgürlük” ve “kişisel çıkar” sorununa gelindiğinde, M. Kemal aktarmacılığının durumu daha iyi değildir.
M. Kemal hiçbir zaman demokratizm iddiasında bulunmadı ve bireysel özgürlüğü reddetmesi, savunmak olanaklı olmasa da anlaşılır bir şeydir. Gelişmemiş bir ekonomi, olmayan bir sanayi ve tutulan devletçilik yolu, hemen tek örgütlü dayanak olarak devlet ve ordunun varlığı, tarihsel “kutsal devlet” koşullanmasıyla birleşince devletin bireye önceliği tezini anlamakta zorluk çekilmez. Ama bu dönemde bütün büyük işletmeler devlet işletmeleri olarak kurulmuş, bankalar devletin elinde toplanmış, devletin önceliği böyle bir kaynaktan beslenmiştir. Şimdi ise özelleştirmelerin hızına yetişmek bile zordur. Üstelik dev devlet işletmeleri ülkenin bağımsızlığı da hiçe sayılarak yabancı sermayeye pazarlanmaktadır. Gümrük Birliği, korunan ulusal ekonomik birim bırakmamıştır. Tarım ve hayvancılık emperyalist saldırıya boyun eğilmesiyle ölme noktasına getirilmiştir. AB üyeliği halinde devlet egemenliğinden de geriye pek az şey kalacak ya da kalmayacaktır. Şimdi hangi devletin, hangi devrimci yaklaşımla birey karşısındaki önceliğinden söz edilebilir? Şimdi “kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarlarından üstün tutanlar” yönetimdedir ve artık yerli ve yabancı tekellerin borusu ötmektedir. Bugünkü gerçek, sıradan bireyin karşısında yerli ve yabancı tekellerin emel ve çıkarlarının önceliğidir. Bugünkü gerçek, devletle iç içe geçerek bir mali oligarşi oluşturan bireyin, özel teşebbüsün önceliği ve çıkar dayatıcılığıdır. Çıkarılan her yasa, her resmi uygulama bu damgayı taşımaktadır. Artık ulusun değil emperyalizm ve onunla birleşmiş gericilerin ulus karşısındaki üstünlüğü dönemindeyiz ve bireyin özgürlük ve çıkarlarını yok saymak, en büyük “bireylerin” özgürlüğünü savunuculuğu, emperyalist ve yerli tekellerin çıkarlarının savunuculuğu anlamını taşımaktadır.
Geriye, zamansız ve mekânsız “bireyin değil devletin önceliği” soyutlaması kalmaktadır ki, bu, özellikle tekelci dönemde savunucusunu hiçbir şekilde demokrat yapmaz; tersine “demokratizmin” iflasının kanıtı durumundadır.

“MİLİTAN DEMOKRASİ” YA DA YASAKÇILIK
Elinde neredeyse hiçbir işletmesi kalmamış, gümrükleri üzerindeki denetimini kaybetmiş, tarımda taban fiyat uygulamasını bile terk etmiş, egemenliği ve bağımsızlığından emperyalizm lehine vazgeçmiş, ekonomide, kültürde, siyasette ve uluslararası tahkim örneğinde olduğu gibi hukukta her şeyi emperyalist ve işbirlikçi tekellere bırakmış “kamu”nun, kuşkusuz tekellerin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere özgürlükler, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve demokrasi adına ama tümünü baskılamak üzere bu savunusuna Savaş, “militan demokrasi” diyor. Aslında kendi demiyor; diyenlerden alıp benimsiyor.
M. Kemal’den “Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanma hakkı yoktur.” aktarmasını yapan Savaş, hiç hakkı ve alakası olmadığı halde, T.Z. Tunaya aracılığıyla, tarihin tanıklık ettiği en devrimci kişiliklerden olan Robespierre’e de atıfta bulunmaktadır: “Robespierre’in ‘hürriyetin düşmanlarına hürriyet yok’ prensibine bir dönüşten söz edilebilir. Demokrasiler, kendilerini ortadan kaldırma hürriyetinin tanınmayacağını kabul etmiş durumdadırlar.” (sf. 218)
Feodal aristokrasi ve kilise üzerinde terör uygulayan, ilerlemek için gericiliği baskılayan Robespierre ve Fransız Devriminin sloganını tersyüz edip karşı-devrime uygulayarak, ilerlemeyi baskılayan gericiliğin baskıcılığını olumlayan Savaş tanımını şöyle yapıyor:
“Atatürkçülerin benimsediği demokrasi anlayışı, çağdaş demokratik ülkelerin hemen hepsi tarafından benimsenip hayata geçirilen, Batılı bilim adamlarının kullandığı deyimle ‘militan’, Alman Anayasa Mahkemesi’nin kullandığı deyimle ‘kavgacı, mücadeleci’, yani düşmanlarına karşı kendini savunmaktan kaçınmayan demokrasi anlayışıdır.” (sf. 154)
Bu, ilerici, düzen karşıtı ya da düzen içi olmakla birlikte egemen sınıfın ana eğilimiyle çekişme halindeki muhalefetin baskılanmasını meşrulaştırma anlayışıdır. Çünkü bu “kavgacı ve mücadeleci demokrasi”, Savaş’a göre ve bu niteliğiyle kaçınılmaz olarak “temel hak ve özgürlüklerin yasalar ile kısıtlanmasının veya zaman zaman ortadan kaldırılmasının” (374) dışında düşünülemez.
Ve tarihin ilerleyişini, soyut fikir mücadelesi ya da kimler arasında sürdüğü belli olmayan soyut siyasal mücadelelerle açıklayan görüşler bir yana bırakılarak, nesnel sınıf çatışmaları ortamında düşünüldüğünde, “militan” ya da “kavgacı demokrasi”, kuşkusuz siyasal partilerin ve siyasal muhalefetin de, ama asıl bu muhalefetin temel sosyal dayanaklarının baskılanmasının, başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere halkın baskı altında tutulmasının, halka ve muhalefetine karşı mücadele edilmesinin, baskının yeni baskı önlemleriyle artırılmasının resmi ifadesidir. Çünkü düzene asıl muhalefet, bireysel terörden, terörizmden gelmez; bunu terörizmi abartanlar da bilir. Muhalefetin başlıca kaynağı, sömürülen ve baskı altında tutulan emekçiler önde gelmek üzere, kamu düzeninin kendisine karşı örgütlenmiş olduğu halktır.

DEMOKRASİNİN SINIRLILIĞI
Savaş’ın açıklamalarının hayırlı yanı, halka karşı kavgacı, mücadeleci baskıcı “demokrasi” anlayışının, yalnızca Türkiye gibi demokrasinin yakınından bile geçmemiş ülkelerde değil bütün demokratik ülkeler açısından geçerli olduğunu, dolayısıyla demokrasinin iflas noktasında bulunduğunu ve aşılma zorunluluğunu göstermesidir.
Tekellerin egemenliği ile birlikte, tekelin demokrasi değil dikta eğiliminin bir sonucu olarak burjuva demokrasisinin güdükleşip gericileşmesi kaçınılmaz olmuştur. Şu ya da bu ülkeye özgü olmayan bu gelişme, tüm kapitalist ülkeleri kapsamına almaktadır. Bu, kapitalizmin feodalizm karşısında sahip olduğu ilerici devrimci özelliklerinin tükenişi anlamına geldiği gibi, artık garantisini baskı ve zorun artırılmasında gördüğünün kanıtıdır.
Almanya’daki gelişmeyi, Alman demokrasisinin güdükleşmesini Savaş, aktarmacılıkla, daha kitabının önsözünde anmakta ve kendi militan yasakçılığını da bu genel gericileşmeye dayandırmaktadır:
“Alman Anayasası, 21. maddenin 2. fıkrasıyla Veimar Anayasası’nın yanlış bir özgürlük anlayışıyla kendi zararına yol açacak biçimde gözden kaçırdığı bir düzenlemeyi getirmiştir. Her anayasa gibi liberal-demokrat bir anayasanın da, düşmanlarına karşı hukukun silahıyla kendisini koruma hakkına sahip olduğunda kuşku yoktur. Hiçbir anayasadan, hele liberal bir hukuk devleti demokrasisi öngören bir anayasadan, kendisini ortadan kaldıracak koşulları onaylaması ve böylece intiharını yasallaştırması beklenemez… Liberal bir demokraside de özgürlük, kendisine siyasal açıdan işlerlik kazandıran varoluş temellerine bağlı olmayı şart kılar. Bu bağlılığa değişmezlik sağlamak ve buna karşı olanları devlet düşmanı olarak değerlendirmek liberal demokrasinin hakkıdır.” (sf. 7–8)
Ardından Savaş, düşünce ve siyaset yapma hakkına temel özgürlüklere getirilen sınırlamalar bakımından örnek olarak İsrail, İtalya, Fransa (sf. 379), İspanya, Portekiz, Avusturya’yı (sf. 381) saymakta, düşünce ve siyaset yapma yasakçılığının olmadığı iki ülke olarak ise Yunanistan ve Japonya’nın sözünü ettikten sonra şunları söylemektedir:
“… Yasağa hiç yer vermeyen Yunanistan ve Japonya’da dahi somut bir gereksinimin baş göstermesi halinde aynı sürece girileceği kuşkusuzdur. Zaten Yunanistan’da yasağa dayanak oluşturacak anayasal bir hüküm varlığı yanında, Japonya’da da dernek özgürlüğü çerçevesinde ölçülülük ilkesiyle haklı kılınacak bir sınırlamanın tartışma konusu olmaması bu yargımızı doğrulayan hukuksal verilerdir.” (sf. 382–3)
Somut ya da az çok somut, hatta potansiyel olarak ciddi denebilecek bir muhalif hareketlenme ortaya çıktığında, tarih, tüm burjuva demokrasilerinin sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamaları dâhil tüm yasakçı ve baskıcı önlemleri almakta tereddüt etmediğini, grevlere silahla saldırmak, yaygın tutuklamalar ve hatta katliamlara başvurduğunu göstermektedir.
Tartıştığı, kuşkusuz düşünce ve siyaset yapma hakkını da kapsayan parti kapatma/yasaklama sorunuyla ilgili olarak verdiği örneklerle, Savaş’ın vardığı sonuç şu olmaktadır:
“Demokrasi anlayışı militan olsun olmasın, her ülke kendi varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal parti ya da hareketleri, bu tehdit ya da tehlike somutlaştığı ölçüde yasaklama eğilimine girer. Militan olan ve olmayan demokrasi anlayışlar’ arasında bu açıdan yalnızca söylem farkı, bir derece farkı bulunmaktadır. Burada demokrasinin temel felsefesi açısından her iki yaklaşım için de önemli olan, ‘özgürlüğün temel bir değer olarak korunması ve yasağın bu temel değere hizmet ettiği ölçüde var olması ve uygulanması’dır. Bir ülke, bu hassas dengeyi koruyabildiği ölçüde demokrattır. Bu açıdan bakıldığında bir ülkede salt yasağın varlığı o ülkenin demokratik niteliğine halel getirmez.” (sf. 383)
Evet, Vural Savaş’ın demokrat olmayışı bir yana, söylediği doğrudur, demokrasi budur.
Peki, tüm bunlara, demokrasi tartışmalarında Savaş’ın karşısında yer alıyor görünenler, öyle pozisyonlar alanlar; Yılmazlar, Erbakanlar vb. ne diyorlar. “Demokratlıkları” uygulamalarıyla ortada olan, demokrasi savunuculukları bir tuluattan ibaret zevatı bir yana bırakarak, V. Savaş’ın isim vermeden yer yer aşağılamaya varan eleştiriler yönelttiği (örnek: sf. 134, 152) ciddi bir demokrat profili çizen, konuya hâkim, birikimli Sami Selçuk ve görüşleri üzerinde durmak yararlı olacaktır.

BİR DEMOKRATİZM ÖRNEĞİ
Kuşkusuz içeriği hiç önemli olmasa da Karl Marx’tan alıntı yapmaktan dahi kaçınmayan (Özlenen Demokratik Türkiye, sf. 167) Selçuk, görüşlerini tartıştıkça da göreceğimiz gibi demokrat olmasına demokrattır; ancak onun demokratlığı da Savaş’ın demokrasiye dair çıkardığı sonucu doğrulamak üzere sınırlamaların ve yasakçılığın savunulmasını kapsamakta, bu savunma, yine Savaş’ın demokrasinin genel niteliği üzerine yaptığı sınırlılık ve yasakçılık saptamasına dayanmaktadır. Demokrasi, çağımızda güdüktür, gericileşmiştir ve iflas halindedir. Oldukça demokrat görüşleriyle Selçuk da bu gerçeği doğrulamaktadır.
Öyleyse neden başta Savaş olmak üzere aşırı yasakçılar Selçuk’a karşıdırlar ve medya onun son konuşmasını alay bir yana neredeyse tümden yok saymıştır? Bu bugün egemenlerin ana eğiliminin aşırı baskıcı ve yasakçı faşist oluşu nedeniyledir. Düzen kendi en iyi temsilcilerine bile bugünkü resmi eğilim nedeniyle aman vermeyecek kadar gericidir ve amacı düzeni, başka hiçbir şey için değil ama göreceğimiz gibi düzenin hayatiyeti için iyileştirmek ya da Selçuk’un dediği gibi kendisini yeniliklere uyarlayabilmek için “düzeltmek” (sf. 17) olanlara bile tahammül göstermemektedir.
Önce Selçuk’un yasakçıların tepkisini çeken görüşleriyle ilgilenelim.
Selçuk’un “Atatürkçü demokrasi” örneğin Savaş’tan farklıdır. Atatürk devrimini “bütünüyle demokrasinin önsözü” (24) olarak değerlendiren Selçuk, “Atatürk cumhuriyeti kurmuş, demokrasiyi gelecek kuşaklara bırakmıştır.” (sf. 26) demektedir. Selçuk, açıktan Atatürk’ü demokrat olarak görmemektedir. Ancak demokrasiyi gelecek kuşaklara bırakışını, “bilime dayanan bir çağcıllaşma yöntemi” ve bir “ulusal değer” (sf. 27) oluşunu hareket noktası olarak göstererek “Atatürkçü demokrasi ” anlayışının “özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı demokrasi” (Agy.) olduğunu savunmaktadır. Kalkış noktası olarak Savaş’tan farklıdır ve “kamu düzenini korumayı” ve bunun için yasakçılığı değil ama özgürlükçülüğü, çoğulculuğu ve katılımcılığı esas almaktadır.

“ÖZLEMLER”
Sistemi düzeltmekten söz eden Selçuk demokrasiyi özlüyor.
Birincisi, “özgür birey yaratma temel kaygımız olmalıdır” (sf. 165) diyor. Bu, kuşkusuz temel özgürlüklerine sahip birey anlamındadır ve Selçuk bunu, “demokrasi birey özgürlüğü için vardır” şeklinde formüle etmektedir.
“Özgür birey” ya da bireysel özgürlükler, kapitalizmin feodalizmin bağrında gelişmesi döneminde tayin ediciydi ve demokrasinin, kuşkusuz burjuva demokrasisinin temel bir ölçütü olma düzeyine aydınlanma çağında yükseldi. Derebeylerine ve kiliseye feodal ve kişisel bağlarla bağlı, dolayısıyla özgür olmayan bireylerin özgürlükleri, bu nedenle, hem gelişme dinamiğiydi hem de burjuvazinin temel bir sloganı oldu ve feodal kişisel bağlardan kurtulma ve siyasal (biçimsel, hukuki açıdan sömürenlerle sömürülenlerin eşitliği, ikincilerin birincilere kişisel bakımdan bağımlı olmayışı) özgürlük sorunu olarak belirdi. Gelişme, zenginliklerin küçük bir azınlık oluşturan bireyler elinde toplanırken büyük çoğunluğun üretim araçlarından özgürleşmesi, ellerinde avuçlarında bir şey kalmaması ya da tek “servetlerinin kiralayarak geçindikleri işgüçleri olması yönünde seyretti. Görüldü ki, “özgürlük” kapitalizm koşullarında ticaret özgürlüğüdür, işgücünü kiralama ya da açlıktan ölme arasında seçme yapma özgürlüğüdür. Hele tekelci döneminde kapitalizm koşullarında bu özgürlük artık hemen yalnızca tüm dünyada sayıları birkaç bini geçmeyen tekeller ve onların sahip ve yöneticilerinin özgürlüğü olmuştur. Üstelik küreselleşme saldırganlığı koşullarında emeğin en küçük kazanılmış hakkı bile gasp edilmeye çalışılırken, emeğin hak ve özgürlüklerini savunmayla, emekçilerin kurtuluşunun savunulmasıyla birleşmeyen bir özgürlükçülük boş laftan öteye gitmemekte ya da dünyanın birkaç bin ailenin egemenliği altında oluşunu ve bunun oluşturduğu zorbalığı onaylamak anlamına gelmektedir. Geniş sömürülen ve ezilen kitleler hâlâ çoğu ülkede, bu arada Türkiye’de siyasal özgürlüklerinden yoksun olmaya devam etmiştir; ancak ikinci bir etken daha ortaya çıkmıştır. Siyasal bakımdan özgürlüklere sahip olsun ya da olmasın sömürülenlerin ekonomik açıdan bu özgürlüklerini kullanma ya da gerçekleştirme olanakları bulunmamakta, siyasal özgürlükler sosyal dayanaklarından yoksun kalmaktadır. Dünyada artık burjuva özgürlükleri ya da bireysel özgürlük sadece işgücünü kiralama ya da açlıktan ölme arasında seçme yapma özgürlüğü olmaktan da çıkmış, dünyanın birçok yerinde düpedüz açlık bölgeleri oluşmuş ve Türkiye’de bile insanlar, çalışmayı reddettikleri için değil ama çalıştırılmadıkları için açlıktan ölmeye başlamışlardır. Siyasal özgürlüklerin bulunmadığı, düşüncenin hâlâ suç sayıldığı, partilerin kapatıldığı, örgütlenme özgürlüğünün sendikalara bile tanınmadığı, grevlerin bile yasaklandığı Türkiye’de bireysel ya da siyasal özgürlüklerin savunulması ve özlenmesi, kuşkusuz iyi ve gereklidir, ama yeterli olduğu ileri sürülemez. Bu özgürlük, ekonomik ve sosyal özgürleşmeyle birlikte savunulmadığında, sömürücülerin, gericilerin toplumsal egemenliğinin zora girme eğilimi içindeki dış (siyasal) koşullarını iyileştirerek sömürücü ve kuşkusuz baskıcı düzeni sağlamlaştırmak işlevini göreceği kesindir. Gerçekten özgür olmamalarına ve siyaseten sahip oldukları özgürlükleri gerçekleştiremeyecek koşullar içinde bulunmalarına karşın kendilerini özgür hissedecek bireyler, kapitalist egemenliği güçlendirici rol oynayacaklardır. Vural Savaş’ın öngördüğü baskı önlemleri ve yasakçılıkla yönetilenlerin, halkın gözünde düzenin meşruluğunu sağlamak dolayısıyla halkın onayıyla düzenin devamını kolaylaştırmak olanaksızdır; ama Selçuk’un soyut (sosyal özgürleşmeyle tamamlanmayan) özgürlükçülüğü ile bu açıdan adımlar atılabileceği kuşkusuzdur ve burjuva özgürlükçülüğü ya da demokratizminin temel hareket noktası zaten budur. Selçuk, çeşitli aktarmalar da yaparak, bu hareket noktasına sahip olduğunu belirtmektedir:
“‘Meşruluk’ kavramı, siyaset biliminin ve hukukun en önemli boyutlarından biridir. Buna göre, iktidar çoğunluğa dayanmalı ve ‘çoğunluğun katılımıyla/rızasıyla yönetiliyoruz’ inancı toplumda bulunmalıdır. Toplumu barış içinde yaşatan, iktidarı ve devleti ayakta tutan büyülü öğe, bu inançtır.” (sf. 102) Selçuk, bir akademisyen olarak açık sözlüdür ama burada, bütün demokratizminin amacını ortaya koymakta; demokrasi savunuculuğu, gerçek nedeniyle kendisini ele vermektedir. Yönetenlerin yönetilenlerde, yönetimlerinin meşruluk kaynağı olarak “çoğunluğun rızasıyla yönetiliyoruz” inancını yaratmaları, “iktidarı ve devleti ayakta tutan büyülü öğe”dir, düzenin devamının garantisidir! Bütün demokratizminin ardında Selçuk’un amacı da budur.
Sözü edilen inancın gerçeklerden mi kaynaklandığını yoksa tamamen yanılsama mı olduğunu net olarak göreceğiz, ama burada da yanılsama olduğu ve bir aldatıcı öğe oluşturduğu yeterince açıktır.
Selçuk’un özlemlerinin ikincisi, “özgürlük herkes için olmalı, eşitlikle beslenmelidir” (sf. 165) şeklindedir. Eşitlik özlemi ya da talebi de, özgürlük talebinin durumundan farklı değildir. Feodalizmin ve dinin eşitsizliği karşısında ortaya çıkan bu talep bireylerin ekonomik ve sosyal olarak değil ama siyasal açıdan ya da hukuk karşısında eşitliği olarak ortaya çıkmış ve toplumu ilerletici bir rol oynamıştır. Ancak sınıf ayrıcalıklarının, imtiyazların ortadan kaldırılmasını isteme dışında bir içeriğe sahip olmadığı burjuvazinin egemenliği koşullarında belirginleşmiştir. Hukuk karşısında eşit olmaları, patronla işçiyi, toprak sahibi ile köylüyü hiçbir zaman birbirine eşitlememiş, ancak siyasal demokrasinin ya da burjuva demokrasisinin sınırlılığını, açmazını, daha da ötesi iflasını ifade etmiştir. Eşitliği özlemek, eşitsizliğin diz boyu olduğu, örneğin “aile fotoğrafı”nda yer alanların kırdıkları ceviz bini aşmasına rağmen kıllarına dokunulmadığı, imtiyazlardan geçilmediği Türkiye koşullarında anlamsız değildir. Gelir dağılımının hükümet katlarında bile dile getirilme zorunluluğunu doğuran bunca bozukluğu ve yalnızca kapitalist egemenlik de değil tekeller ve küreselleşme saldırganlığı ortamında soyut bir biçimsel eşitlikle yetinmek ve emek, haklarıyla birlikte, değer yaratan niteliği de içinde olmak üzere bütünüyle yadsınırken sosyal eşitsizliğe ilgi göstermemek, sadece sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması olarak biçimsel eşitliği savunup eşitlik özlemini sınıfların ortadan kaldırılmasına, dolayısıyla sömürüye son verilmesine kadar genişletmemek, bugünkü sömürücü ve baskıcı düzeni, devamını sağlayıcı belirli iyileştirmelerle savunmaktan başka bir anlama gelmez. Birisi sömüren diğeri sömürülen iki sınıfın eşitliğinden, eşit olabileceğinden ve örneğin hukuk karşısında eşit muamele görebileceğinden söz etmek olanaksızdır. Kapitalist sistemde örneğin Sabancı’nın bir mahkeme karşısına çıkma ihtimali sıfıra yakındır, cezalandırılma ihtimali ise sıfır. Ama basit bir işçiyi mahkeme karşısına çıkaracak neden bolluğundan söz edilebilir ve mahkeme kapısından ceza almadan kurtulma ihtimali ise sıfıra yakındır. Kapitalizmin “eşitliği” budur ve bunu savunmak ancak 150 yıl önce bir anlam ifade edebilirdi. Şimdi, olanca keyfilik ve eşitsizlik, adaletsizlik koşullarında eşitliği savunmak kuşkusuz önemlidir; ama bu, tekelleri ve küreselleşmecileri güçlendirecek bir savunu, işçi ve bütün halkı tekellerin zorbalığına ve kaçınılmaz eşitlik inkârcılığına teslim edecek bir özlem değilse, sosyal eşitliği kapsamak, tekellere karşı bir mücadele silahı olarak anlaşılmak ve sınıfların kaldırılmasına duyulan özlem olmak durumundadır.
Üçüncüsü, Selçuk, “demokratik yaşam, bireyin yaşam biçimini kültüre dönüştürme hakkını savunur. Belli bir kültürü kimseye dayatmaz” (sf. 165) demektedir. Evet, bu demokratizmdir ve yine ancak tekeller ve emperyalizm öncesi dönemde kapitalizm ve demokrasi sınırları içinde kalınarak örneğin İsviçre ve Belçika’da yaşama geçmiştir. Özlem olarak saygıdeğerdir, ama artık uygulama alanı kapitalizmin ötesine kaymıştır. Emperyalistlerin, bırakalım kültürü, ulusların varlığını bile yer yer tanımadıkları ve sürekli olarak birbirine karşı kışkırttıkları, pazar ve kaynakları ele geçirme amacıyla toplumları birbirlerine düşürdükleri koşullarda, bu talep de, ancak veriliyor gibi yapılıp verilmeyerek halkların aldatılmasına araçlık edebilir. Gerçekleşme olanaklarına kavuşması da içinde olmak üzere bir aldatıcı öğe olmaktan çıkması ancak emperyalizm ve uluslararası sermayeye karşı mücadelenin ürünü olabilir. Oysa göreceğimiz gibi Selçuk, bu konularda safını çoktan belirlemiştir. Ancak özellikle bu soruna ilişkin görüşleri, HADEP beklenticiliğini ve dolayısıyla şimdiden HADEP’in kontrol etmekte olduğu Kürt kitlesinin düzenin meşruiyetine inançla doldurulmasını koşullandıran bir etken olarak rol oynamıştır.
Dördüncüsü, Selçuk, “insana özgü çeşitlilik, çok yönlü kültürel mayalanma insan birliğinin … hazinesidir… Kimlik başkasına göre belirlenir. Başkalıkları eşitleyen bir çoğulculuk varsa içe kapanma/cemaatleşme yoktur. Bu çok sesli orkestrada, Nuh’un gemisi örneği, bu çoklu birliktelikte ‘Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/Ve bir orman gibi kardeşçesine’ diyen Nâzım bilincini kazanmalıyız. Çoğulculuk, başkalıkları birleştiren, insanlar arasına duvar örmediği, köprü kurduğu için yalnızlaşmayı engelleyen demokratik bir üst söylem, üst kavramdır.” (sf. 165–166) demektedir.
Çoğulculuk, başkalıkları tanıyarak birleştirici olduğu için özlenmektedir ve bu niteliğiyle gerçekten demokratiktir. Ancak çoğulculuğun ve dolayısıyla sağlanması öngörülen birliğin karakteri burjuvadır. Çok ses tanınmaktadır ama orkestra olmak koşuluna bağlanmaktadır. Uzlaşmaz karşıtlık ve eşitsizlik halindeki sınıflar arasındaki çatışmayı törpüleyecek ve düzenin devamını kolaylaştıracak bundan iyi çözüm üretilmesi zordur. Tek sesin başka sesleri tahrik etmesinin kaçınılmazlığını bilen burjuva demokratlar, bu nedenle çoğulculuğu, “insanlar arasına duvar örmediği, köprü kurmadığı için yalnızlaşmayı engelleyen” niteliğiyle özlemektedirler. Bununla, örneğin Kürtler kendi “yalnızlıklarının engelleneceğini düşleme ve destek verme eğilimi gösterirler veya “solcular” kendilerininkinin. “Meşruluk” kavramı ve “iktidar çoğunluğa dayanmalı ve ‘çoğunluğun katılımıyla/rızasıyla yönetiliyoruz’ inancı toplumda bulunmalıdır”, “iktidarı ve devleti ayakta tutan büyülü öğe bu inançtır” yolundaki düşünceler hatırlandığında ve çoğunluğun ancak çokluğu yaratacak çoğulculukla sağlanabileceği düşünüldüğünde; “insanlar arasında köprü kurulması” aracılığıyla “yalnızlaşması engellenecek” asıl gücün, toplumun küçük bir azınlığını oluşturan burjuvazi olduğu kolaylıkla anlaşılacak ve bütün bu çoğulculuk ilkesinin, burjuvazi ve iktidarının, devletin yalnızlaşmasının, halktan kopmasının önlenerek ayakta tutulmasına yönelik olduğu görülecektir.
Beşincisi, Selçuk, “özgürlük ve çoğulculuk, gerçeğin/doğrunun göreceliğini benimser. Görecelik de, ‘akıl akıldan üstündür’ inancıyla diyalogu/tartışmayı zorunlu kılar… özgünlüklerimizi ve özgürlüklerimizi yitirmeden, ortak yolculuğa birlikte çıkalım.” (sf. 166–167) demektedir.
“Görecelik” bilimsel bir kavramdır ve her türlü hareketin, her olgu ve düşüncenin varoluş halidir. Düşünce tekçiliğine, dayatmacılığa, “benim dediğim olur” tutumuna karşı ileri bir tutumu ifade eder, demokratiktir. Ancak düşünsel görecelilik, toplumsal siyasal yaşam açısından yol gösterici bir ilke olarak savunulurken, a) sınıfların varlığı ve b) tekellerin dikte edicilik koşulları hesaba katılmadan ya da üstü örtülerek ele alındığında, “görecelilik”, “diyalog” ve “ortak yolculuk” kavramları, demokrasi ve demokratik değerler adına, baskı altında olanın sözde özgür tartışma içinde gönüllü olarak ve “çoğunluğun rızasıyla yönetiliyoruz” (üstelik “ben ya da biz de yönetime katılıyoruz”) aldatıcılığıyla yedeklenmesine götürmeden edemez. Sınıflar ve mücadelesinden, tekellerin egemenliği gerçeğinden koparılmış bu demokratizm kavramları, egemen sınıfın, tekelci burjuvazinin egemenliğini gizleyerek pekiştirir.
Evet, görecelilik; ancak tekeller, medyasıyla, okulları ve eğitim sistemiyle, hukuku, ahlakı, bütün üstyapısıyla egemendir. Görecelilik, bu koşullarda ne tür bir işlevsellik kazanacaktır? Kâr hırsıyla enflasyonu bahane ederek işçinin gerçek ücretini düşürmek üzere dayatmadan kaçınmayan, işçinin ne sözünü ne de eylemini takan tekeller onun hangi düşüncesiyle diyalog kuracak ve buradan nasıl bir “ortak yol” çıkacaktır? Tartışma ya da diyalog, egemen ve -ezilenlerin içinden adam satın alma ve onları ezilenlerin örgütlerinin başına getirme olanağını da kapsayarak- tüm maddi olanaklara sahip olanla egemenlik altında olan ve medyadan, okuldan vb. yoksun bulunan arasında nasıl gerçekleşebilecektir? Tekelci burjuvazinin egemenliği koşullarında tekçilik ve monolog, hem tekellerin tekçiliği ve dikte ediciliği nedeniyle hem de görecelik ve diyalogun gerçekleşme koşullarının olmayışı nedeniyle kaçınılmazdır. Tekellerin egemenliğine karşı çıkmadan, demokrasi savunuculuğunu tekeller karşıtlığına kadar genişletmeden, bu kavramları ve genel olarak demokrasi, tekellerin egemenliğini, üstelik kabul edilebilir bir zehirli şeker halinde sunarak sağlamlaştırmaktan başka bir içeriğe sahip olamaz.
Tekellere karşı mücadele öngörmeden;
—görecelilik” sanki kendi bağımsız düşünce ve politikalarına sahipmiş ve onların mücadelesini veriyormuş gibi hissederek (bağımsız politikalar geliştirmeleri durumunda da kapitalizm sınırları içinde gerçekleşme olanağı bulunmadığından) ezilenlerin tekellerin çıkarlarına uygun düşünce ve politikaların doğruluğunu kabullenmelerini,
—diyalog” tekellerin çıkarlarına ve bu çıkarların ifadesi olan düşünce ve politikalara ezilenlerin “evet, onların görüşü doğru” demek üzere ikna edilmelerini ve monologun “diyalog” olarak benimsenmesini,
—ortak yol” da, tekellerin yolunu ifade eder.
Bir örnek vermek gerekirse, Bayram Meral’le Sabancı ya da hükümet ilişkisinde “görecelilik” ve “diyalog” ancak var gibi görünür, ama aynı dilden konuşulmaktadır, “ortak yol”da da zaten yürünüyor. Ama bu güzel kavramlar işçi ve emekçiler açısından hiçbir değer ifade etmemektedir.
S. Selçuk, demokrat olmasına demokrattır, ama tekellere karşı tek bir laf etmediğinden tekellerin egemenliğinin mümkün olabilir ve en akılcı savunuculuğunu yapmaktadır. Burjuvazinin “iktidarı ve devletini ayakta tutan” “büyülü öğelerin”, dolayısıyla düzenin en sağlam şekilde nasıl sürdürülebileceğinin bilincinde olan akıllı bir burjuvadır. Kaçınmak istediği, başta işçi sınıfı olmak üzere sömürülüp ezilenlerin düzenden kopmalarıdır; çünkü meşruiyetini yitiren ve yönetilenlerin egemenlerden ve kendisinden koptukları bir düzen sürdürülemez, devrilir. Bu nedenle, “Karşıt görüştekiler birbirlerinden kopmamalı, sürekli diyalog içinde olmalıdır. Bunu yaparlarsa mutlaka ortak bir çizgide buluşacaklardır,” (sf. 63) demektedir, “ortak çizgi”nin burjuvazinin ve egemenliğinin çizgisi olabileceğinden emindir.
Altıncısı, Selçuk, “görecelik, eleştirel akılcılığı, eleştirel akılcılık da hoşgörüyü gerektirir.” (sf. 167) diyor.
Kullandıkları, daima “büyülü” kavramlardır. Öyle ya, “hoşgörü”ye kim karşı çıkabilir?
Ancak yine kapitalizm, burjuva devlet ve tekellerin egemenliği koşulları hatırlandığında, “hoşgörü”, birbiriyle ilişkili iki türden anlamlanabilir. İlkin bu, üst sınıflara, egemenlere, egemenliklerini sürdürmek açısından akıllı davranarak katlanılabilir ufak-tefek tavizleri de içerecek bir hoşgörü çağrısıdır. Sistemin, dilencinin, dilencilik durumunu değiştirmeyecek bir “ianecilik” ihtiyacını belirtir. Türkçesi, ezilenlerin bir takım isteklerinin ve muhalefetin olabileceğini bilelim, hoş görelim, bu sisteme zarar değil yarar getirir, biz kazanırız, şeklinde çevrilebilir. Selçuk bu yöndeki gerekçelerini de açıklamaktadır: “… Özgür bırakınca, katı görüş çoğulcu kılınır, ılımlılaşıp evcilleşir” ve “düşünce açıklaması sayesinde, toplumun boşalma kanalları açık tutularak, toplumsal patlamalar önlenir.” (sf. 63) Burjuvazinin, tekellerin bugün özellikle eğilimli olmadıkları hoşgörü, aslında ezilenlerin kendilerini düzen içi hissetmeleri için gereklidir; egemenler, egemenliklerini, en iyi biçimde, ezilenlere gösterecekleri, ezilme konumlarını değiştirmeyen hoşgörü ile, ezilenleri düzene entegre ederek, sürdürebilirler. Selçuk’un egemenlere önerisi budur.
“Hoşgörü”nün mevcut koşullarda ikinci anlamı, ezilenlere yönelik “katlanma” çağrısı oluşudur. Özellikle düzenin kötülük ve haksızlıklarının “diyalog” ve “adam yerine konma” gibi uygulamasız demokratizmle giderileceği inancı yaratılarak ezilenlerin egemenlere ve düzene hoşgörü ile yaklaşmaları elde edilmeye çalışılır. “Hoşgörü”nün asıl amacı, budur.
Son olarak, Selçuk, “bütün bunlar bile demokrat insan olmaya yetmiyor. Çünkü hoşgörüde bile başkalığa katlanma öğesi var. Öyleyse bu katlanma yerine hak kavramını geçirmeliyiz.” (sf. 168) diyor. “Katlanma” kavramının riski ve iticiliğini yumuşatarak adını “hak” takıyor. Emperyalizmden, tekellerden, devletten hak talebi, bu noktada “katlanma”ya indirgenmiş ama adı da “hak” konmuş oluyor. Ezilenlerin mücadelesinin önünün bundan iyi kesilme yöntemi tarihte bulunmuş değildir ve Selçuk, akademisyen niteliğiyle, şekere bulanmış zehir örneği “kabul edilebilir” formülasyonlarla sorunu bu sonuca bağlama becerisini göstermiştir.

DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ VE DEMOKRASİNİN SINIRLARI
Selçuk, düşünce özgürlüğünü savunmakta; bu açıdan örneğin V. Savaş’tan ayrılmaktadır. Savaş yasakçıyken ve yeni baskı yasaları ihtiyacını dile getirirken, Selçuk özgürlükçüdür. Şöyle der:
“… Demokratik toplumun, kendini devletten yararlanmaya adayan uslu yurttaşlara değil, her şeyi, bu arada kurulu düzeni yüksek sesle Sokrates’çe sorgulamayı alışkanlık edinen ve ödev bilen, kendini ciddiye alan onurlu bireylere gereksinmesi vardır. Demokratik rejim, rejimlerin en yüreklisidir. Yalnızca ilgi uyandırmayan, tedirgin etmeyen değil, tersine, toplumu inciten ve sarsan görüşlerin de sergilenmesine izin verir.” (sf. 61)
Önceki bölümde Selçuk’un aynı içerikli görüşleri üzerinde durmuştuk. Burada Selçuk demokratizmde daha ileri bir noktaya ilerlemiş görünmektedir. “Kurulu düzeni… sorgulama”, “toplumu inciten ve sarsan görüşlerin de sergilenmesine izin” türünden geniş düşünce özgürlüğü savunusu, Selçuk’a yönelttiğimiz eleştirileri sarsmamaktadır. Çünkü düzenin, özellikle uç noktalardaki çatışma ihtimallerinin önlenmesine ve yatıştırılmasına ihtiyacı vardır. Asıl önemli olan, sıradan aykırı düşüncelerin değil, ama düzeni sarsma potansiyeli taşıyan düşüncelerin “ılımlılaştırılıp evcilleştirilmesi”dir.
Soyut bir demokratizm ya da özgürlükçülükle değil ama böyle yaklaşıldığında, “büyülü” kavramların, “düzen sorgulaması özgürlüğü” ve “toplumu sarsan görüşlere özgürlük” gibi kavramların ilavesiyle çoğaltıldığını görürüz; dolayısıyla düzenin sağlamlaştırmasının dayanaklarının genişletilmesi eğilimiyle karşılaşırız.
Peki, bu “büyü” düzenin ve devletin gerçekten sarsılmasına varacak kadar geniş midir yoksa bu noktada büyü bozulur mu?
“Zihinsel emeği ve ürünü cezalandırmadan vazgeçilmelidir” diyen Selçuk eklemektedir: “Düşün özgürlüğü de, yargı da, devlet de birer değerdir. Hep birlikte ve dengeli biçimde korunmalıdırlar.” (sf. 69)
“Büyü”, “düşün özgürlüğü” ile devlet arasındaki denge bozulduğunda bozulmaktadır. Düşünce özgürlüğünü Selçuk da, özünde Savaş’la birleşerek, devlete zarar verme noktasında reddetmektedir. Bu, emeğin iktidarını kabul etmeyen, dolayısıyla emekçinin bugünkü kölelik koşullarının sürmesini öngören bir “düşünce özgürlüğü” yaklaşımıdır ve bütün “devlet sorgulama” ya da “toplumu incitme ve sarsma” gibi geniş görünen büyülü kavramların zarafetini sıfıra indirgemekte, tekellerin egemenliğini tehdit etmeyen sınırlarıyla bir özgürlükçülük olmaktadır.
Selçuk, ceza yasasında düşünce özgürlüğünü engelleyen “kötü huylu maddeler” olduğunu düşünmektedir ki doğrudur, hatta bütünü öyledir. Bu saptama, yeni baskı yasaları ve yasaklar isteyen Savaş karşısında Selçuk’u demokrat yapar. Ama yeterli midir?
Saptamanın ötesine geçtiğinde Selçuk, şunu söylüyor:
“Düşün özgürlüğünün sağlanabilmesi için, yalnızca iki seçenek vardır. Bu maddeleri kaldırmak ya da, suçların yaşattığı ve kesinliği ilkelerine göre, genel-geçer kesinlikte sınırlarla yeniden düzenlemek.” (sf. 66)
Kaldırmak, tamam, demokratlıktır. Peki, sınırlamacılık, demokrasinin ve demokratlığın sınırlarını göstermeyecek midir? Elbette bunu gösterir. Selçuk, düzene ve devlete zarar vermeyen “özgürlüklerin tanınması ve bu içerikli düşünce özgürlüğü engelcisi maddelerin kaldırılması eğilimlidir. Zarar verenler için ise, sınırlamadan yanadır: “Suçların yasallığı ve kesinliği ilkelerine göre” sınırlamacılık yasakçılık olmaktan çıkmaz ve bütün bir demokratlık iddialarını siler süpürür.
Selçuk kendi demokrasisinin ve genel olarak demokrasinin sınırlılığını, Savaş’ın “demokrasi anlayışı militan olsun olmasın, her ülke kendi varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal parti ya da hareketleri, bu tehdit ya da tehlike somutlaştığı ölçüde yasaklama eğilimine girer” saptamasına uygun olarak, kabullenmekte ve bütün güzel büyülü sözlere karşın yasakçılıktan kaçınamamaktadır.
“Her değerin elbette öz savunma (meşru müdafaa) hakkı vardır. Ancak ceza hukukunda öz savunmanın koşulları ne denli belli ve darsa, demokrasi için de öyledir. Demokrasi öz savunmayı ancak tutarlı bir gerekçe olarak kullanabilir, ama olur olmaz bir bahane olarak kullanamaz. Yasaklama, önleme, savunulan amaç ve değerle ölçülü olmak zorundadır.” (sf. 62) demektedir
Selçuk. “Ölçüsü” ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı atıfla şudur: “… Sınırlamanın demokratik toplumu korumak için zorunlu olması…” (Agy.) Ölçü, düzen ve devletin korunmasıdır.
Selçuk, özünde Savaş’la hemfikirdir. Ayrıldıkları nokta, yasakların genişliği ya da darlığının savunulmasındadır. Selçuk, aynı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne atıfla, kendi pozisyonunu şu şekilde tanımlamaktadır: “‘Özgürlüğü’ geniş; ‘özgürlüğü daraltıcı sınırlamayı’ dar yorumlamak…” (sf. 62) Savaş ise tersinden yanadır. Ancak yasakçılık aynı yasakçılıktır. Hani “özgürlükçüydük!
Açmaz, Selçuk’un “açmazlarımız” bölüm başlığı altında saydıklarının ötesinde ortaya çıkmaktadır. Bu düzen ve devletin demokratlığından söz edilemeyeceğine, örneğin düşünce suç olduğuna göre, demokrasinin kazanılması, düzenin değiştirilmesini ve siyasal iktidarın yeni bir örgütlenmesini şart kılar. Ama Selçuk’un demokrasi anlayışı, demokrasinin kazanılmasını ve bunun için mücadeleyi suç saymaktadır. Sadece bu bile, Selçuk’un demokratizminden geriye güzel sözlerden başka bir şey bırakmaz. Ancak suç, Selçuk’un değildir. Çağımızda, kendisini var eden ekonomik temel ve sosyal dayanaklarıyla birlikte demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi sınırlılıkla malûldür, çürümüştür, iflas halindedir. Tekele dayanan ve tekellerin egemenliğinin siyasal koşulları olarak örgütlenmiş demokrasiden başka bir şey beklemek, zaten beyhudedir.
Burada artık demokrasinin, kapitalizmde, medya, okul vb. aracılığıyla koşullandırmanın genelliği karşısında düşünce özgürlüğünün gerçekleşme olanakları, kışkırtmanın (ajitasyon) suç sayılması gibi sınırları üzerinde durmak gerekli olmaktan çıkıyor.

HALKIN KATILIMI VE YÖNETİMİ
Selçuk, demokrasi tanımını, iyi bir biçimde yapıyor:
“Yoğun ve yetkin tanımıyla çağcıl demokrasi, hukukun üstünlüğü ilkesine ve sivil toplumun özgürlükçülüğe, çoğulculuğa, katılımcılığa yaslanan kurallarına göre, odağında hak ve özgürlüklerle donatılmış özerk ve eşit bireyler bulunan ve bu bireylerden oluşan doğru bilgilendirilmiş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetilmesidir. Rejimin kurumsal yapısı ne olursa olsun, halk bu rejimin ve yapının temel dayanak noktasıdır.” (sf. 53)
Demokrasi ile halk arasındaki ilişki dışındaki konuları ele almış durumdayız. Sorun, şimdi, halk ve demokrasi.
Selçuk, halkı, demokrasinin “temel dayanağı” sayıyor. Doğrudur. Ama “hukukun üstünlüğü”, “özgürlük”, “eşitlik” kavramlarının burjuva demokrasisindeki yeri ve anlamı gibi, halk ile demokrasi ilişkisi de, genel burjuva soyutlamada tepe laklak edilmiştir.
Öncelikle “halkın doğru bilgilendirilmesi” koşulu sayılmaktadır. Bu, dayanaklarından, sosyal ve ekonomik temelinden soyutlanmış demokrasi anlayışının habercisidir. Kim bilgilendirecektir? Üstelik Selçuk’a göre, “doğru” tekçi değil “göreceli” olduğuna göre, hangi “doğru”ya göre bilgilendirilecektir halk?
Kapitalizmde bilgi tekelleşmiş, bilgi tekeli oluşmuştur; bu tekel, üstelik sınıflı toplumun doğuşunun hemen ertesinde ortaya çıkmıştır ve kapitalizmde, bilginin, egemen sınıf ve mekanizmaları dışındaki birikimi, toplanma merkezleri, dolaşım aygıtlarını neredeyse hiç düzeyine indiren tam bir tekelleşmesine ulaşılmıştır. Ve eğer “doğrunun göreceliği” özlemi sahte değilse, halkın hangi bilgi ile bilgilendirileceği sorunu asılsa bile, bilgiye ulaşma ve biriktirmenin yanında bilgilendirme aygıtlarının, kapitalizmin başlıca iki karşıtı olan burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki eşitsiz dağılımı, yanlış da olsa, burjuva bilgilendirme lehine muazzam bir uçurum oluşturmaktadır. Bu durumda ancak burjuvazi kaynaklı ve onun lehine olan bilgilerin halkı koşullandırmasından söz edilebilir ki, başlıca bu işleviyle medyanın ve okulun (eğitim sisteminin) varlığı düşünüldüğünde, somut durum böyledir. Bu noktada ya işçilerin göstermelik “hakkı” ile birlikte burjuvazinin bilgi tekeli onaylanmak durumundadır, maddesiz, sosyal temelsiz, dolayısıyla uzlaşmaz karşıtlık halindeki sınıflara dayanmayan ve düşünsel süreçler olarak soyutlanabilir özgürlükler ve demokrasiden söz edildiği kabul edilmek zorundadır. Ancak gerçektir ve bu gerçek her gün her saat yeniden ve yeniden kanıtlanmaktadır ki, okul ve medya tek doğru sayılan resmi düşüncelerle halkı koşullandırmaktadır. İşçilerin bilgilendirme hakkı kabul edilecekse, hani bunun araç ve aygıtları nerededir? Onların güçlüklerle çıkardıkları bilgilendirmeye yönelik yayınlar, gazeteler bile yasaklanmakta, ağır ceza davalarına konu edilmekte, OHAL bölgesine sokulmamaktadır bile. Üstelik kafa ile kol emeğinin işbölümüyle ayrıldığı, işçi ve emekçiler saatler boyu geçim derdiyle çalışırken, ne düşünmeye, ne okumaya, ne kültür sanatla ilgilenmeye vakit bulamadıkları, uyku saatlerinden kesseler bile bu kez parasızlık nedeniyle isteklerini yerine getiremedikleri, paralı eğitim koşullarında katlanarak eğitim hakkından yararlanamadıkları, ama burjuvazinin özel bir katmanının, boş vaktiyle, eğitimiyle, araç ve aygıtları ellerinde toplayarak, yönetmek de içinde olmak üzere bilgi tekelini elinde tuttukları koşullarda, hem bilgilendirmeyi hem de yönetmeyi onların yapacağı/yapabileceği ortada değil midir?
Bu durumda “doğru bilgilendirilmiş halk” koşulu yok sayılmak durumundadır. Demokraside yönetim, ancak yanlış bilgilendirme, yanılsama yaratma, aldatma temelinde gerçekleşebilir.
Demokrasi bir yönetim biçimidir, devlet biçimidir; devletse bir baskı aygıtı. Demokrasiden ve devletten söz edilen her yerde bir baskı yapan ve bir baskı altında olan bulunması zorunludur. Kimsenin kimseyi baskılamadığı bir yönetim ve devlet abesle iştigal olduğu gibi, baskı yoksa demokrasi ve devlete ihtiyaç yok demektir. Bu nedenle “halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” olarak yapılan demokrasi tanımı, sınıf karşıtlıkları ve mücadelesini gizlemeye, sömürenlerin sömürülenleri baskı altında tutmaları gerçeğini karartmaya yönelik bir aldatmacadır. “Çoğunluğun (yani ancak halkın, çünkü halktan başka hiçbir kategori çoğunluğu sağlayamaz, örneğin burjuvazi küçük bir azınlıktır) katılımıyla/rızasıyla yönetiliyoruz” büyülü inancını yaratmak, çoğunluğun azınlık tarafından yönetilmesi, yani baskı altında tutulması gerçeğinin üstünü örtmek açısından önem kazanmıştır. “Halkın, halk için, halk tarafından yönetimi” tanımı buradan hareketle yapılabilmektedir.
Kuşkusuz bu durumda “özgür halk” kavramı yerle bir olmaktadır. Eğer bir halk özgürse, bir devlet biçimi olarak ne demokrasiye gerek kalmıştır ne de halkın katılış biçimine göre yapılacak bir demokrasi tanımına. Halkın özgür olabilmesi; yönetilmekten kurtulması, kendisinin efendisi olması ve devletli süreçlerin son bulmasına bağlıdır. Bu durumda devlet ve onun bir biçimi olarak demokrasi anlamsızlaşır ve söner. Yok, eğer hâlâ devletten ve demokrasiden söz ediliyorsa, bu ancak halkın özgürlüğüne rağmen mümkündür ve bu halde özgür halktan söz edilemez.
Sonuç olarak, Selçuk’un demokratça ama sınıflar ve sınıf mücadelesinden soyutlayarak yaptığı demokrasi tanımı berhava olmaktadır.
Peki, halkı ve katılımını bunca yücelten bir demokrasi tanımı niçin yapılmıştır? Halkı yönetilmeye, baskı altında yaşamaya razı etmek için. Halk dalkavukluğu ile ilgisi olmayan şu tür halk övgülerinin amacı tamamen söylendiği gibidir: “Demokrasilerde halk, yönetenlerin müşterisi… değil, ülkenin gerçek sahibi ve yöneticisidir… Seyirci ve edilgin bir yığın değil, etkin bir aktördür.” (sf. 54) Güzel ama içi boş laflardır bunlar. Tıpkı, jandarma zulmü altında inleyen köylünün “milletin efendisi” ilan edilmesi gibi.
Amacın bu olduğu ama halkın yönetim için gerçek anlamda hiç düşünülmediği Selçuk’un şu sözlerinde kendini açığa vurmaktadır:
“Demokraside, yukarılarda alınan kararlar, halkın titreşimlerini, eğilimlerini gözetmek durumundadır.
“Sivil toplum örgütleri, baskı grupları ve halk, kararlar ve karar alma erkinin sahipleri üzerinde etkili olamıyorsa, sözde seçimlerle yetiniliyorsa, demokrasi bunalımı var demektir.” (Aynı sayfa)
Açmaz o denli büyüktür ki, Selçuk, aynı sayfada ve demokrasi tanımını yaptığı sayfadan bir sayfa sonra kendisiyle çelişmek ve amacını açığa vurmak durumunda kalmaktadır. Bilgi ve yönetme tekelinin, halkın değil “erkin sahipleri”, “yukarılar”ın elinde olduğunun kabulüdür bu söylenenler. Selçuk, “kararları alanlar”ın halkın eğilimlerini gözetmek durumunda olduklarına dikkat çekmektedir; demek ki, kararları halkın aldığı ve kendi kendisini yönettiği şeklindeki tanım aldatıcıdır. “Karar alma erki” ve “erkin sahipleri”nden söz etmektedir, halka, ancak bu erk sahipleri üzerinde “etkili olma” rolünü biçmektedir. Halk, demokraside yönetimdeyse, demek ki, “karar alma erki sahipleri” ile “derin devlet” onaylanmaktadır. Ya da halk yönetimi olarak demokrasi, bütünüyle aldatmadır. Bu “erk sahiplerinin”, egemen burjuvazinin, tekeller tarafından iyice güdükleştirilip daraltılan demokrasisiyle siyasal (ve dayanağı olarak ekonomik) egemenliği, yönetsel tekeli, halka demokrasi olarak sunulmakta ve buna katlanması ve boyun eğmesi istenmektedir. Savunulan, halkın değil tekellerin egemenliğidir.
Kimse, Türkiye’nin demokrasiye ihtiyacı olmadığını düşünmemelidir. Selçuk’un demokratizminin eleştirisi, onun ülkemizde en ileri temsilcileri arasında yer aldığı burjuva demokrasisinin sınırlılığı ve açmazıyla, iflası ile ilgilidir. Ve demokrasinin engeli, hiç de Selçuk’un dediği gibi (bkz. sf. 54) halkın katılımını dışlayan siyasal partilerin oligarşik yapısı ve buna izin veren Siyasal Partiler Yasası’ndan ibaret değildir. 1982 Anayasasından da ibaret değildir. Egemen sınıf olarak burjuvazinin siyasal örgütlenmesinin bütünüdür. ’82 Anayasası vb. ile tahkim edilmiş baskı aygıtının kendisidir.
Ve demokrasi, “sistemin düzeltilmesi” (sf. 17) sorunu değil, iktidar sorunudur. Çoğunluğun yönetiyor gibi gösterilmesi ama azınlığın yönetmeye devam etmesi durumuna son verilmesi ve çoğunluğu oluşturan milyonların coşku ve heyecanının bir sel gibi her yanı kucaklamasının önünün açılmasıdır, iktidar değişikliğini ve siyasal devrimi gerektirir.
Selçuk, “Ama demokrasi hiçbir yerde altın tepsiyle halka verilmez.” (sf. 55) derken haklı, “Bireysel girişimlerle elde edilir.” derken saptırıcıdır. Halka bunca övgü yapan örgütlü halkın girişimini kabul etmek zorundadır. Ancak amacıyla çeliştiğinden bundan kaçınmakta, düzen adamı olarak şunu da demektedir: “Ancak sistem buna izin vermelidir. Vermiyorsa halk ne yapsın?” (Agy.)
Bütün bunlardan sonra Selçuk da “iktidar”dan söz ediyor: “Türk halkı, halkın iktidarının gerçekleştirilerek, yönetilen demokrasiden yöneten demokrasiye geçmek ve devletiyle bütünleşmek istiyor.” (sf. 56)
Bu nasıl “iktidar” anlayışı ve nasıl “iktidar değişikliği”! Evet, halk iktidarı gereklidir, ama devletle bütünleşilecekse, bunun adı “halk iktidarı” olmaz ve bu bir “değişim” ihtiyacının da inkârıdır.
Devletin ve düzenin, bu düzenin sosyal dayanağı olan tekellerin egemenliğinin savunusu ve korunma kaygısı Selçuk’un bir hareket noktasıyken, ikincisi, AB somutunda, emperyalizme dayanma ve onunla birliktir.

AB DEMOKRATİZMİN DIŞ KAYNAKLARI
Selçuk, özenle AB’ye dayanma görüntüsü vermekten kaçınmış ve örneğin şunları söylemiştir: “Türk insanı demokrasiye kavuşacaktır. Bunun bir de yan ürünü olacak: Türkiye Avrupa Birliği’ne girecektir. Türk halkı bu Birliğe girmek için değil kendisinin kalkınması, mutluluğu için kesintisiz bir demokrasi istiyor. Avrupa Birliği’nin kodlarıyla Türk halkının iradesi kesişiyor. Bu yüzden Türk halkı, Avrupa Birliği’ne sıcak bakıyor.” (sf. 27)
Bu, işbirlikçilik ya da “kökü dışarıda” suçlamasına karşı alınmış bir önlem görüntüsündedir. Ancak burada bile halk ile AB arasında “demokrasi” ortak paydalı bir olumlu ilişki kurulmakta, halk ile AB’nin, demokrasi sorununda birleştiğinden söz edilmektedir.
“Demokratikleşme”nin “yan ürünü olarak” “Türkiye AB’ye girecektir” diyen Selçuk, “Çoğulcu, özgür ve demokrat, ama barış içinde bütünleşmiş bir Avrupa, bugün dokunabileceğimiz kadar bize yakındır. Türkiye demokrasi küresinde yer almak istiyor.” (sf. 36) yönündeki görüşüyle hem Avrupa’nın tam birleşmesinin hem de -demokrasi eksiğini kapatacak- Türkiye’nin bu birliğe katılmasının çok yakın olduğunu söylemiş oluyor. Burada, “Avrupa Birliği’ne alınacağımıza kolaylıkla inanan aydınları ‘artist yapılacağına inandırılarak kandırılan kızlara’ benzetmiştim. Elbette bu görüşe varmam sebepsiz değil.” (Militan Demokrasi, sf. 75) diyen V. Savaş’tan ayrılan Selçuk, üstelik onun “kandırılan kızlar” tanımlamasına giriyor.
Bundan vahimi, Selçuk, AB’yi ve tek tek Avrupa ülkelerini “çoğulcu, özgür, demokrat” vb. övgüleriyle göklere çıkarması ve Türkiye’nin ve demokrasisinin geleceğini Avrupa’da görmesidir. Sadece geleceğini değil, demokrasisini inşa etmek bakımından Türkiye’nin bugününü Avrupa’ya bağlayan Selçuk, Avrupa hayranlığı ya da bağımlılığının köklerinden de söz etmekte ve görüşlerini Tanzimatçı çizgiye oturtmaktadır: “Türkiye demokrasi küresinde yer almak istiyor. Bu bilinç ve irade, halkımızda esasen iki yüzyıldan beri var. Cumhuriyetle ivme kazanmış, güçlenmiştir. Bugün en hızlı noktadadır.” (Özlenen Demokratik Türkiye, sf. 36)
Avrupa ülkeleri, Fransa, Almanya, İngiltere, Körfez’e ve Yugoslavya’ya bomba yağdırılmasına katılırken, İngiltere’de grev hakkı bile bulunmazken, Almanya siyasal faaliyetlerin de yasaklanabildiği tam bir polis devleti durumundayken, Fransa eski sömürgelerinde ne insan hakkı ne özgürlükler tanımazken Selçuk Avrupa övgüsünde sınır tanımamaktadır. Birkaç örnek:
“Avrupa Birliği, özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerine kurulmuştur.” (sf. 38)
“Üye devletler, kaynaklarını barış ve özgürlük için birleştirmişlerdir.” (sf. 41)
Oysa Avrupa demokrasisi, artık sadece kapitalizmden kaynaklanan (özgürlüğün ticaret ve emeğini kiralayıp kiralamama özgürlüğü olması gibi) kaçınılmaz sınırlılıkları ile malûl olmakla kalmamaktadırlar. Dünyanın paylaşılması kavgasına da katılmış tekellerin emperyalist çıkarlarınca iyice güdükleştirilmiş demokrasileriyle Avrupa devletleri, giderek daha çok halkı siyasal yaşamdan dışlama temelinde örgütlenmelerini yetkinleştirme durumundadır.
İşçi ve emekçilerin tüm kazanılmış haklarına, bu arada, sendikal örgütlenme özgürlüğü, kurala bağlanmış çalışma hakkı, emeklilik güvenceleri, genel olarak sosyal güvenlik sistemi gibi hak ve özgürlüklerine yöneltilmiş bir saldırı olan küreselleşme politikaları, aynı zamanda AB kaynaklıdır da. Özelleştirmeler, esnek çalıştırma, gerçek ücretlerde düşüş vb. AB’nin de geliştirdiği küreselleşme saldırganlığı unsurlarıdır. Son örneklerine lastik ve belediye grevlerinde tanık olduğumuz grev yasakçılığının, sadece hükümetin ülke içi sorunlardan kaynaklı bir tasarrufu olmadığı ama Avrupa sermayesinin de yönlendiricilerinden olduğu IMF dayatmalarıyla doğrudan ilişkili bulunduğu bilinmektedir. Bu köleleştirici küreselleşme saldırısı, kuşkusuz sadece Türkiye’ye yönelik değildir; ABD’nin yanında Avrupa ülkelerinin de ilişkili olduğu bütün ülkelere yönelik uygulamalarını yönlendirmekte, kendi ülkelerinde de uygulanmaktadır.
Üstelik Avrupa ve AB’nin Türkiye bakımından anlamı, demokrasi tartışmasını da aşmakta, sonuçta Türkiye’nin demokratikleşmesini olumlu değil ama olumsuz etkileyen sömürgecilikle belirlenmektedir. Küçük ve orta işletmeleri şimdiden iflasa sürükleyen, tarım ve hayvancılığı öldüren Gümrük Birliği’nin ve genel olarak küreselleşmenin sonuçlarını bugünden yaşamaya başladık. Ulusal egemenlik tanımayan ve tüm ulusal değerlerin yağmalanmasının yanında halkın tüm zenginliklerine el koymaya dayanan küreselleşme, kuşkusuz AB’nin de temel yönelimidir. Baş belası IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist dikte kurumlan aynı zamanda Avrupa kurumlarıdır da.
Çarpıcı örnek uluslararası tahkim sorunudur. Türkiye tarafından onaylanan Anayasa değişikliğiyle, artık özelleştirilmiş (geriye dönük olanları da kapsamaktadır) ve yabancı sermaye tarafından ele geçirilmiş şirketlerin ülke ya da işçileriyle çıkabilecek tüm sorunlarında Danıştay’ın yetkisinden vazgeçilmiş ve bir uluslararası mahkeme bile oluşturmayan tekellerin birkaç adamından oluşan tahkim heyetlerinin (hakem kurumlarının) yetkisi kabul edilmiştir. Selçuk ise, kitabının 40–43 sayfalarında uluslararası hukuk ve uluslararası mahkemelere övgü yağdırmaktadır. Ülkenin, sadece ekonomisi ve siyasetiyle değil ama hukuku ve hukuk sistemiyle de bağımsızlığından çoktan vazgeçtiğini, Tanzimatçı çizgisini Selçuk, üstelik açıktan kabullenmektedir:
“Bütünleşme yolunda en tartışmalı konu ‘ulus-devlet’ sorunudur. Avrupa Konseyi’nde ve Avrupa Birliği’nde, ‘ulusal egemenlik ve eşitlik’ kavramlarının gittikçe aşındığı, ‘uluslar-üstülük’ kavramının, bütünleşmeyi sağlayacak bir boyuta ulaştığı kesindir.” (sf. 38) ve Avrupa Birliği’nin “hak-hukuk”, “özgürlükler ve demokrasi” dayanaklarına (!) övgülerinden sonra eklemektedir:
“Birliğin üyeleri de, bu ortak hukuku yaratmak için ortak çaba içindeler. Niçin? Kendi insanlarını daha onurlu, daha mutlu kılmak için.
“Tercih bizimdir.
“Ben kendi tercihimi yapıyorum.
“Katı egemenlik anlayışının küreselleşme doğrultusunda yumuşatılmasında bir sakınca görmüyorum.
“Bu bir teslim olma değil, kimliğini koruyarak özgür iradeyle ekonomide, politikada, hukukta buluşmadır, ortaklıktır.” (sf. 45–6)
Avrupa’da dilencilik, küreselleşme politikalarına paralel artarken, örgütsüzlük yayılır ve örneğin sendikalı işçi sayısı azalırken, ortak Avrupa hukukunun Avrupa halkına mutluluk ve onur getireceği iddiasının yanıtı, giderek eskiyi arar hale gelen bizzat Avrupa halkıdır. Türkiye halkına gelince, “onur ve mutluluğun” Avrupa’dan gelmeyeceği kesindir.
Selçuk’sa tercihini çoktan yapmıştır. Küreselleşme lehine “egemenlik”ten çoktan vazgeçmiştir ve bunu sakıncalı görmemektedir. Uluslararası tahkimi sakıncalı görmediği gibi. Bunun teslim olmama ve ortaklık olduğu iddiası ise, tarihte kaderini emperyalizmle birleştiren herkesin ortak iddiasıdır, ama gerçeğe uymamaktadır. Selçuk’a rağmen “onlar ortak biz pazar” sloganı, küreselleşme saldırganlığı koşullarında bugün geçerliliğini önemi artarak korumaktadır.
Demokratizminin sınırlılığı üzerinde durduğumuz Selçuk’un bu açmazının kaynağı, -olanca halk övgüsüne karşın, halka güvensizliği nedeniyle- ülke içinde bulmakta zorluk çektiği demokrasinin dayanağını Avrupa ve AB’de aramasında ve Avrupa yandaşlığındadır. O tekellerin çıkarlarını zedelemeyecek, tersine tekellerin egemenliğinin en iyi gerçekleşeceği bir “demokrasi” peşindedir. Bunun adı “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak takılmıştır. Selçuk, sözel olarak katiyen “yoğunluk düşüklüğü”nü benimsememekte ama emperyalist demokratizmin sınırlarını da aynı katiyet ve özenle aşmamaktadır.

ALTERNATİF DEMOKRASİ
Bitirirken, ’82 Anayasası’nın ve 312. maddenin tamamen ya da kısmen değiştirilmesi gibi demokratik önerileri olan Selçuk’un AB üyeliğinin düş olmadığını, bunun için Kopenhag kriterlerinin kabulünün yeterli olduğunu propaganda ederek emperyalist demokratizmini tüm netliğiyle ortaya koymaktan kaçınmadığını söyleyelim:
“… Avrupa Birliği düş değildir. Kopenhag ölçütleri, anlaşılması güç, doğa-ötesi kurallar değildir. Küreselleşmeye uyum, insan hak ve özgürlükleri, devletin değil bireyin önceliği, özgürlükçülük, çoğulculuk, her güçlüğün demokrasi içinde çözülmesi, saydamlık, halkın katıldığı iyi yönetim, devletle sivil toplum arasında eşgüdüm isteklerinin hiçbiri, Türk insanına ne karşıdır ne de yabancıdır. Bu tam demokrasidir. … AB kendini değiştirmeyecek. Kendini a’dan z’ye yeniden yapılanarak değiştirecek olan Türkiye’dir.” (sf. 46)
Sürekli “Türk halkı şunu istiyor”, “Türk halkı bunu istiyor”la başlayan saptamalar yaparak kendisini halkın temsilcisi olarak sunan ve gerici demokratizmine halkı ortak etme uğraşındaki Selçuk’a bilinçli işçilerin, halkın aydınlanmış kesimlerinin yanıtı şudur: Biz bu “tam demokrasi”yi istemiyoruz. Biz, özgürlük ve demokrasiyi kendi usulümüzce, kendimiz, kendi yolumuzdan kazanacağız. Ve bunun için en başta emperyalizme karşı mücadele etmemiz gerektiğini, işsizlik, yoksulluk, açlığın yanı sıra bağımsızlığın elden gitmesi demek olan küreselleşmeye karşı direnmemiz ve bu saldırıyı püskürtmemiz gerektiğini biliyoruz. Senin o üst sınıfların ve AB’nin demokrasisi senin olsun, biz işçi sınıfının diğer ezilenlerle birlikte iktidarda olacağı bir halk demokrasisi istiyoruz. Bu demokraside bütün karar erki halkın elinde olacaktır. Halkın egemenliğinin üstünde hiçbir egemenlik organı bulunmayacaktır. Ve bu demokrasi, bu nedenle, durmaksızın sosyalizme yürümenin kaldıracı olabilir. Sosyalizme yürünmesi, sosyalizmin hedeflenmesi, demokrasinin kazanılması bakımından da zorunludur; çünkü kapitalizmin, sermaye egemenliğinin, tekelci diktenin sınırları içinde kalınarak demokrasi elde edilemez. Bu sınırlar içinde bir demokratikleşme olacaksa bile, bu, durmaksızın sosyalizme yürümeyi perspektif edinen demokrasi mücadelesinin ürünü olabilir.

Ekim 2000

Kürt sorununda inkârın tarihsel biçimleri ve çözüm olanakları üzerine

77 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca devletin Kürt sorununa karşı tutumuna bakıldığında, bu tutumun esas olarak sorunun etnik, kültürel nedenlere dayalı siyasal bir sorun olduğunun inkârı üzerinde şekillendiği söylenebilir. Bu inkâr, en açık biçimiyle Kürtlerin çeşitli dönemlerde giriştiği ve kimi farklı özelliklerinin yanı sıra ulusal hak talepli boyutlar da taşıyan isyan, kalkışmalarına karşı devletin izlediği politikalarda kendini ortaya koymuştur. Devletin bu kalkışmaları, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak; bazen aşiretlerin irticai kalkışması, bazen modernleşmeye karşı eşkıya direnci, bazen dış mihrakların tahriki, bazen Doğu ve Güneydoğu’nun ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunu ve bazen de bu söylemler arasında ilişki kurularak ikisi ya da daha çoğuna bağlı olarak meydana gelmiş hareketler biçiminde görmüş, göstermiştir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, “bir şeyin varlığının yadsınması” olarak inkâr, Kürt sorununda sadece askeri-siyasal zor aracılığıyla gerçekleştirilmemiş, aynı zamanda ideolojik, “bilimsel” aygıtlar aracılığıyla da yürütülen bir boyutu olmuştur (ideolojik boyutta Kürt sorununun “kendisinden başka bir şey” olarak, bir aşiret veya bölgesel geri kalmışlık sorunu olarak tarifi ve “bilimsel” boyutta üniversitelerde yapılan, yaptırılan Kürtlerin dağ Türkü olduğuna, Kürtçenin Türkçenin bir şivesi olduğuna dair ‘araştırmalar’ burada anımsanabilir).
Bölgede çatışmaların yaşandığı, baskı ve göç ettirme politikalarının uygulandığı ve genelkurmay tarafından “düşük yoğunluklu savaş” dönemi olarak nitelenen Öcalan’ın Şubat ’99’da Türkiye’ye getirilmesine kadarki 15 yıllık süreçte inkârın bir boyutunu şiddet oluşturduysa, öbür boyutunu da bölgede alınması gereken önlemleri anlatan ‘raporlar’ ve bölgenin kalkınması için yapılacak sosyal ve ekonomik yatırımları içeren ‘paketler’ oluşturmuştur. Esas olarak Kürt sorununun etnik, kültürel boyutunun reddi üzerinde şekillenen bu paket raporların sonuncusu geçtiğimiz günlerde basına yansıtıldı. MGK tarafından Aralık ’99’da hazırlandıktan sonra, Mayıs 2000’de Başbakan Ecevit tarafından imzalanarak “resmiyet” kazanan ve geçtiğimiz günlerde basına yansıtılan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” adı altında hazırlanan raporda da Kürt sorunu “bölgesel geri kalmışlıktan kaynaklı ekonomik bir sorun” olarak ele alınıyor. PKK lideri Öcalan’ın Türkiye’ye getirilip yargılanmasından (ve yargılanması sürecinde ‘Demokratik Cumhuriyet Projesi’ni savunup artık sorunun çözümü konusunda her koşulda devletle işbirliği içinde olacaklarını açıklamasından) sonra hazırlanan bu rapor, özellikle Kürt sorununun ‘barışçıl’ yönden çözümü konusunda devletten bir beklenti içinde olan çevrelere verilmiş bir yanıt olması bakımından önem kazanıyor. 47 tanesi ekonomik önlem, yatırımlarla, 30 tanesi idarenin yeniden yapılandırılmasıyla, 17’si eğitim ve 13’ü sağlık uygulamalarıyla ilgili olan 107 maddeden oluşan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”na göre gerekli ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınmasıyla Kürt sorunu devlet için bir tehdit oluşturmaktan çıkarak, denetim altına alınacak. Dolayısıyla bu raporda ortaya konan temel görüş, Kürt sorununun bölgenin ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunudur biçiminde özetlenebilir. Bu görüş yeni değildir ve devletin 77 yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin dönem dönem giriştiği isyan ve kalkışmalardaki talepleri görmezden gelirken, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak sorunu farklı nedenlere bağlayıp ‘kendisi dışında bir şey olarak’ tarif ettiğini yukarıda belirtmiştik. Burada devletin farklı dönemlerde, dönemin sosyal, siyasal koşullarına bağlı olarak Kürt sorununu inkârda kullandığı söylemleri birkaç başlık altında ele almak, hem devletin tutumunun tarihsel temellerini anlamak, hem de sorunun kalıcı çözümünü sağlayabilecek dinamiklerin neler olabileceğini ortaya koyabilmek için bizce anlamlı olacaktır.

TARİHSEL MALZEME
Yazımızın konusu esas olarak cumhuriyet döneminde izlenen politikalarla sınırlı olmakla birlikte, soruna Osmanlı dönemi üzerinden bir geçiş yapmak hem merkezin siyasi, idari kontrolünün sağlanarak Batılılaşma, modernleşme hareketine girişmenin Tanzimat’tan başlayarak Cumhuriyet’e aktarılmış bir miras olduğunu ortaya koyabilmek hem de cumhuriyet döneminde yaşanan isyan, kalkışmalar ile eski rejim (saltanat, hilafet) arasında kurulan ilişki (devletin isyancıları eski rejim taraftarı olmakla suçlaması vb.) bakımından gerekli olmaktadır.
Osmanlı tarihine bakıldığında, imparatorluğun sınırları içinde devletin yönetsel, idari yapısının bir sonucu olarak çeşitli özerk beyliklerin (bu arada Van, Musul, Diyarbakır’da Kürt beyliklerinin) olduğu görülür. Osmanlı imparatorluğunun merkezi-feodal yapısını karakterize eden tımar sistemine bağlı olmakla birlikte özerk bir yönetime sahip olan bu beylikler, devletin “fetihçi” yapısının doğal bir sonucuydu. Osmanlı imparatorluğu fetihçi bir özellik taşıdığı için, egemenliği altına aldığı geniş alanlarda ele geçirdiği bölgenin niteliğine bağlı olarak merkezle taşra arasındaki ilişki değişiklik gösterebiliyordu. Bu dönemde bazı özerk Kürt beyliklerinin bulunması kimi Kürt-İslamcı çevrelerce Osmanlı hoşgörüsüne delalet sayılsa da, bu durum, belirtildiği gibi bir niyet ya da hoşgörü sorunu değil idari, yönetsel şekillenişin bir sonucuydu.
18. yüzyılda tımar sisteminin bozulması ve 19. yüzyılda Fransız burjuva devriminin etkisiyle İmparatorluk sınırları içindeki milliyetlerin isyanlarının başlaması, Osmanlı idarecilerini merkezin otoritesini arttırmaya yönelik modern Batıdan alınma Islahatçı politikalar izlemeye itmiştir. Bu dönemde merkezle taşra arasında dolaysız bir yönetsel mekanizmanın oluşturulması, yani merkezi otoritenin sağlanması için ‘askeri zor’ kullanılmıştır. (Burada özellikle Müslüman unsurların ve bu arada Kürtlerin merkezi otoritenin denetimine karşı çıkışlarının, direnç göstermelerinin “hilafete ihanet” olarak değerlendirildiği ve bu suçlamayla karşı çıkışlarının askeri güç kullanılarak bastırıldığını, bu çerçevede merkezi otoriteye direnç gösteren son Kürt beyliğinin de 1847’de yenilgiye uğratılarak merkezi otoriteye biat etmek zorunda bırakıldığını belirtmek gerekiyor.)
Tazimatla birlikte merkezin idari, politik kontrolünün taşraya yaygınlaştırılması sağlandı ve dolaysız vergiler, seferberlik gibi işler, merkezi otorite tarafından yürütüldü. Merkezileşme, modernleşme politikalarının en yoğun uygulandığı dönem olan İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Osmanlı devleti topraklarının üçte birini kaybetmekten kurtulamamış ve bu da Türkçülük (milliyetçilik) akımının güçlenmesine yol açmıştır. Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra 1916’da yapılan İttihat ve Terakki Kongresi’nde Türkçülük ilkesi benimsenmiş ve pan-Türkist hayallerle girilen 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan da Anadolu’ya sıkışıp kalmış bir devlet olarak çıkılmıştır.

ORTAK MÜCADELEDEN İNKÂRA
Anadolu’yu işgal eden emperyalistlere karşı mücadele etmek üzere kurulmuş çeşitli yöresel, bölgesel dernekleri tek çatı altında toplayarak işgalcilere karşı verilen kurtuluş mücadelesini birleştirmek amacıyla kurulan ve millet meclisinin önceli olarak kabul edilen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC), Anadolu’nun işgaline karşı mücadele çağrısı yaparken kullandığı söylem dikkat çekicidir. ”Bizce kati olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dâhilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkeş vesair bütün İslam unsurları müşterek-ül mefaadır.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları sf. 73 Cilt I, İş Bankası yay. Ankara) Buradaki söylem gerek Osmanlı’nın son döneminde kullanılan söylem ile daha sonra göreceğimiz gibi Cumhuriyet döneminde kullanılan söylemlerden farklı olarak Anadolu’da yaşayan tüm milliyetlerin varlığının kabulü ve bunların çıkar birliği üzerine oturtulmuştur. Yine buradaki söylemin bir devamı olarak M. Kemal ve İstanbul hükümeti arasında imzalanan Amasya Protokolü’nde, Osmanlı ülkesi Türklerin ve Kürtlerin yurdu olarak tanımlanmıştır. İsmet İnönü de, kurtuluş mücadelesini resmi olarak sona erdirecek olan Lozan Antlaşması’nın imzalanması için yapılan görüşmelerde, kendini Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak kabul ettirmiştir. Görüldüğü gibi cumhuriyetin kuruluşu için verilen mücadele sürecinde, daha sonra cumhuriyetin de kurucusu olacak kadrolar, Kürtlerin varlığını reddetmek şöyle dursun, kendilerini onların temsilcisi olarak görüyor, gösteriyorlardı.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra hazırlanan 1924 Anayasası’nda yeni cumhuriyetin dayanacağı temeller belirlenirken, mücadele sürecinde ortaya konan söylemden, bıçakla kesilip atılmışçasına hiçbir iz kalmamıştır. 1924 Anayasası için Meclis komisyonunun hazırladığı girişte “(…) Devletimiz bir devleti milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkelmilel bir devlet değildir. Devlet Türk’ten başka millet tanımaz:’ (Ş. Gözübüyük, S. Sezgin, 1924 Anayasası Hakkında Meclis Görüşmeleri, An. Ün. SBF Yay. sf. 7, Ankara 1957) denilmektedir. 1924 Anayasası ile artık devlet yetkililerinin Kürt sorunu üzerine konuşurken bile “Kürt” sözcüğünü kullanmaktan ısrarla kaçınacakları ve 77 yıldır süren inkâr politikası başlamış oluyordu.
Bir ulus-devlet oluşturma yolunda faşist İtalya’dan esinlenen genç cumhuriyet, ırkçı söylemine “bilimsel” temeli de yaratmış; M. Kemal’in kurdurttuğu Türk Tarih Kurumu, sadece Kürtlerin dağ Türkü olduğunu ispatlamakla kalmamış, dünyada oluşturulmuş bütün büyük medeniyetlerin ya Türk ya da Türk’ten türemiş ırklar tarafından kurulduğunu ortaya koyan “bilimsel tezler” geliştirmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ortaya konan ırkçı tezler ve bağlı olarak uygulanan inkâr politikaları, müşterek-ül mefaa (ortak çıkara sahip) olduğu için kurtuluş mücadelesine katılan ve cumhuriyetin bir bileşeni olarak varlığının kabulünü talep eden Kürtlerin, bu politikalara çeşitli biçimlerde direnç gösterdiği, göstereceği bir sürecin başlamasına da neden oluyordu.

GENÇ CUMHURİYETE KARŞI İRTİCAİ KALKIŞMA SÖYLEMİ
Cumhuriyetin kuruluşuna zemin hazırlamak üzere 1922’de saltanatın ve cumhuriyetin ilanından hemen sonra 1924’te hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilk yıllarının saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasında gerilim ve mücadeleye sahne olmuştur.
Cumhuriyetin ilanından sonra gerçekleşen ilk Kürt isyanı olan Şeyh Sait İsyanı, 1925’te işte böylesi bir ortamda patlak verdi, isyanın kanlı bir şekilde bastırılması ve önderlerinin yakalanmasından sonra, yapılan yargılamalarda İstiklal Mahkemesi Başkanı “Kiminiz hasis kişisel çıkarlarınıza bir zümreyi alet, kiminiz yabancı kışkırtmasını ve siyasi harisleri rehber ederek hepiniz bir noktaya yani Bağımsız Kürdistan’ı teşkiline doğru yürüdünüz (…) Cumhuriyet hükümetinin kesin hareketi, cumhuriyet ordusunun öldürücü darbeleri ile irticaınız ve ayaklanmanız derhal yok edildi. (…) Herkes bilmelidir ki, genç cumhuriyet hükümeti kışkırtıcılık ve irtica, her türlü lanetli faaliyetlere kesin surette göz yummayacağı gibi, hatta yol vermeyecektir. Senelerden beri şeyhlerin, ağaların, beylerin baskısı altında sömürülen, eriyen, inleyen bu bölgenin zavallı halkı artık sizin kışkırtıcılığınızdan ve kötülüğünüzden kurtularak cumhuriyetimizin ilerleme ve saadet vaat eden yollarında yürüyerek refah ve saadet içinde yaşayacaktır.” (Akt. E. Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s. 325–326, Dokuz Eylül Ün. Yay. İzmir) açıklamasını yaparak devletin isyancıları, genç cumhuriyeti yıkmaya, bölmeye çalışan irticacı, feodal unsurlar olarak yansıtan (gören, gösteren) tutumunu ortaya koymuştur. Şeyh Sait İsyanı üzerine çok şey söylenebilir, ama burada bizim için önemli olan diğer bazı yönlerinin yanı sıra bu isyanın Kürt taleplerini yansıtan bir boyutunun olması ve mahkeme başkanının isyancıları feodal, irticacı olmakla suçlarken Kürtler için milliyet ismini anmadan “bu bölgenin zavallı halkı” nitelemesini kullanmasıdır.
Saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasında gerilim yaşandığı bir dönemde başlayan 1925 Kürt İsyanı, cumhuriyet yönetimi tarafından eskinin (saltanat ve hilafetin) desteğinde gelişen ve sürgün padişah Vahdettin’le organik bağı bulunan bir kalkışma olarak görülmüş olmasına rağmen bugüne kadar bu ilişkiye dair bir kanıt ortaya konamamıştır. Ama söz konusu olan gerilim ve mücadele sürecinde cumhuriyet rejimine karşı geliştirilen her direniş her karşı koyuş, cumhuriyet rejimine karşı eskiyi temsil eden bir olgu olarak ‘kod’lanarak yok edilecekti.
1925 Kürt isyanının feodal unsurların irticai kalkışma biçiminde değerlendirilmesi (ki bu, isyancılara karşı yapılan her şeyi feodalizmin tasfiyesi ve ilericik adına meşru kılıyordu) TKP’yi de içine alan geniş çevreler tarafından benimsenmiş ve bu çevreler isyanın kanlı bir şekilde bastırılmasına alkış tutmuşlardır. Kürt isyanının irticai feodal unsurların kalkışması söylemi içinde değerlendirilmesi, daha sonraki yıllarda devletin feodalizmin tasfiyesi adı altında Kürt sorununu çözme yöntemlerinden biri olarak benimseyeceği ‘zorunlu iskân’a da dayanak yapılmış ve örneğin 1934 yılında çıkarılan zorunlu iskân kanunu ile “feodal aşiretlerin direncini yok etmek için” Tunceli, Erzincan, Bitlis, Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Ağrı, Muş, Erzurum, Kars, Elazığ, Malatya gibi Kürt illerinden 25 bin 831 kişi Batı Anadolu’da zorunlu iskana tabi tutulmuştur.

MERKEZİLEŞMEYE KARŞI EŞKIYA DİRENCİ SÖYLEMİ
Saltanat ve hilafet yanlıları ile cumhuriyet yönetimi arasındaki mücadelede cumhuriyetin üstün gelmesi, rejimin egemenliğinin her yerde tesis edilmesi için, “merkezileştirme” girişimlerine ağırlık verilmesine ortam sağladı. “Batılılaşma”, “muasır medeniyet seviyesine ulaşma” gibi söylemleri bilinen cumhuriyet kadroları, rejimin otoritesini sağlama, merkezileştirme girişimlerini de bu nedenle -özellikle Kürt bölgelerinde- bir “medenileştirme”, modernleştirme operasyonu olarak yürüttüler. Devletin bu dönem sorunu kavrayış tarzını ortaya koyması bakımından İnönü’nün bir konuşmasında söyledikleri anlamlıdır: “Hükümet Tunceli’de iki seneden beri bir ıslahat programı uyguluyor. Bu program mıntıkayı modernleştirmek için bütün vasıtalarla ve hususi hükümler dâhilinde orada geniş bir çalışma teferruatını ihtiva etmektedir. Bunu şimdiye kadar orada kanuna muhalefetten zevk ve kuvvet almış olan bazı reisler iyi karşılamadılar. Islahat programına muhalefet ve mukavemet etmek istediler. (…) Tunceli’de ıslahat ve modernleştirme programı yürüyecektir.” (Akt. İ. Beşikçi, Tunceli Kanunu ve Dersim Jenosidi, s. 82–83, Belge yay. İst. 1990) Merkezileşmeye karşı direncin (“kanuna muhalefet”) modernizm öncesi unsurların (aşiretlerin) modernleşmeye tepkisi olarak sunulması ile cumhuriyet rejimi aslında Tanzimat’tan itibaren yürütülen merkezileştirme, medenileştirme (Batılılaşma) formülasyonunun devamcısı olduğunu gösteriyordu. “Islahat ve modernleştirme programı”nın Kürt kimliğinin inkârına dayanan, Kürtleri, “ıslah edilmesi”, “medenileştirilmesi” gereken bir kitle olarak gösteren anlayışa karşı Kürtler 1930’da Xoy-bun örgütünün önderlik ettiği Ağrı İsyanı ve 1937’de Seyyit Rıza’nın önderlik ettiği Dersim İsyanı’yla “direnç” gösterdiler.
Ağrı ve Dersim isyanları, Şeyh Sait İsyanı’ndan farklı olarak, gerek askeri açıdan daha disipline olmuş olmaları ve gerekse konumlanma alanlarının görece uygun olması nedeniyle devleti daha uzun süreli çatışmalara zorlamışlardır. İşte bu süreçte devlet, kendisine karşı koyan bu güçler için gene modern toplum öncesinde kalmış bir kavramı, “eşkıya” nitelemesini kullanmıştır. (Eşkıya, şaki kelimesinin çoğuludur ve şaki modernizm öncesi toplumlarda (feodal dönemde) kişisel ya da sosyal nedenlerle dağa çıkmak zorunda kalan, silah zoruyla yol kesen, haraç toplayan (bunların sosyal adaletsizliğe karşı çıkan ve sosyal eşkıya olarak adlandırabileceğimiz kesimi, zorlarını esas olarak feodal beyler üzerinde uygulamıştır.) kimselere denmektedir. Eşkıyaların (sosyal eşkıyalar da dâhil olmak üzere) hiçbir zaman sistemi, devleti doğrudan karşısına alan bir bilinç düzeyleri, bir politik tutumları olmamıştır.)
Cumhuriyet Gazetesi’nin 1930 ve 1938 yılı nüshalarında bu söyleme uygun bir dille “eşkıya üzerine tayyarelerimizin bomba yağdırmasından bahsedilmiştir. Dolayısıyla politik karakterleri herkesten önce devlet tarafından vurgulanıp malum olan isyancıların merkezileşmeye, modernleşmeye karşı modernizm öncesi bir biçim olarak aşiretlerin giriştiği bir “eşkıya kalkışması” olarak ele alınması ve ezilmesi, devletin politik bir sorun olarak Kürt sorununun varlığını inkârın devamı olarak anlaşılmalıdır. Eşkıya söylemi bu dönemden sonra da terk edilmemiş 1970 ve ’80’lerde gelişen kimi politik hareketler için kullanılmaya devam etmiş ve özellikle 1990’ların başında “bölücü eşkıya” kavramı devlet literatürüne yerleşmiştir.

DIŞ MİHRAKLARIN KIŞKIRTMASI SÖYLEMİ
Türkiye’de 77 yıldır ne zaman hak almaya yönelik bir hareket gelişmişse, bu hareketler ya şovenizmin kışkırtması (Türkiye’nin komşularıyla olan sorunlarının öne çıkarılması vb.) ile gündemden düşürülmeye çalışılmış ya da bu hareketlerin “dış mihraklar” bağlantısı ortaya çıkartılarak devletin bunlara karşı mücadelesine “meşru zemin” yaratma tutumuna girişilmiştir. Kürt sorununun ülke gündemine girdiği her dönemde “Sevr’in hortlatılması”ndan , “ülkenin bölünmesini isteyen dış güçler”den bahsedilmesi de bu çerçevede ele alınıp değerlendirilmelidir. Örneğin Şeyh Sait İsyanı, devlet için sadece irticai bir kalkışma değil, aynı zamanda İngiltere’nin Musul üzerindeki emellerine alet olmuş güçlerin çıkardığı “kökü dışarıda” bir ayaklanmaydı. Yani ehlileştirilmesi, medenileştirilmesi gereken bir insan sürüsü olarak Kürtler, ne zaman bir hak talep ederlerse, orada onlara akıl veren, onları kışkırtan, kullanan dış mihraklar vardı. Ama bu dış mihraklar dönem ve güç ilişkilerindeki konumlanışa göre farklı olabilmektedir. Bu değişimi 1963’te aralarında Musa Anter’in de bulunduğu kimi
Kürt aydınların yargılandığı davanın iddianamesinde söylenenlerde açık olarak görmek mümkündür: “Cumhuriyet devrimimizde, Batı ve Doğu Bloğu arasında en kritik mevkii işgal eden Türkiye’mizde bazı devletler, çeşitli düşünceler tahtında Doğu Anadolu’muzda karışıklık çıkarmak yolunu tutmuşlardır. (…) Nitekim Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları muayyen aşiretlerin dışardan körüklenen, inkılâp aleyhtarı irticai tesirlerinin neticesidir. (…) Dışardan gelen tahriklerin mahiyeti, tahriklere alet olan insanların şahsiyeti eskisi gibi değildir. Evvelce dış tahrikler Ortadoğu’da menfaatleri olan emperyalist devletlerden gelirken ve milliyet maskesi altında gizlenirken, bu defa komünizm faaliyeti halinde belirmektedir. Buna alet olanlar ise, eskiden şeyhler ve aşiret reisleri iken, şimdi mahdut münevver zümreyi teşkil etmektedir.” (Akt. V. Şadillili, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, s. 184–185, Kon Yay, Ankara 1980)
Burada görüldüğü gibi, ilk dönemlerde “Kürtleri kışkırtan dış mihraklar” Ortadoğu üzerinde emelleri olan emperyalistler iken, NATO ve Varşova Paktı arasındaki bloklaşmada Türkiye’nin NATO’ya dâhil olmasından sonra bu dış mihrak değişmiş “Doğu Anadolu’da ve Boğazlarda emelleri olan” komünist Rusya olmuştur. Sovyet bloğunun çökmesinden sonra ise dönem ve koşullara bağlı olarak terörü kışkırtan, barındıran, besleyen dış mihraklar olarak bazen Suriye, bazen Yunanistan, bazen Ermenistan, bazen İran ve bazen de hepsi birden öne çıkartılmıştır. Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartılmasından uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesine kadar geçen süreç içinde izlenen dış politika, devletin Kürt sorununu kökü dışarıda, dışardan kışkırtılan bir sorun olarak ele almasının açık bir örneğini teşkil etmektedir.

EKONOMİK GERİ KALMIŞLIKTAN KAYNAKLI TERÖR SORUNU SÖYLEMİ
Son “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”nda karşımıza çıkartılan terörün istismarının ortadan kaldırılması için bölgenin ekonomik geriliğine son verilmesi söylemi aslında son yıllarda Kürt sorunu gündeme geldiğinde çözüm olarak en sık ifade edilen söylem olmuştur. Cumhuriyet hükümetleri döneminde bugüne kadar bölgeyle ilgili 11 plan-paket hazırlanmış olmasına rağmen, bunların hiçbiri uygulanmamış ve bunlar esas olarak devletin Kürt sorununu algılayış (inkâr ediş) tarzını ortaya koyan belgeler olmanın ötesine gidememiştir. Adalet Partisi’nin daha 1969’daki hükümet programında “önemle üzerinde durduğumuz bir diğer konu da Doğu bölgesinin kalkınma meselesidir. Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan memleketimizin bütün bölgelerinin kalkınması, Anayasamızın bir icabıdır. (…) Hedefimiz Türkiye’nin bütün bölgelerini tam olarak çağımızın medeniyet seviyesine çıkarmaktır. Bunun içindir ki, memleketimizin tümüne şamil bir kalkınma planı tatbik olunurken, geri kalmışlığın yaygın ve tesirli olduğu bölgelerde özel tedbirler alınmasına ihtiyaç görmekteyiz. Bu özel tedbirlerin maksadı, memlekette imtiyazlı bölgeler yaratmak değil, bütünleşmeyi perçinlemektir.” (TBMM Hükümetler ve programları, s. 104, Ankara) denilerek sorun bölgenin ekonomik geriliğinden kaynaklı bir sorun olarak tarif edilmiştir. Devletin, bölgenin ekonomik geriliğine son vermek ve “bütünleşmeyi perçinlemek” yolunda atmış olduğu en önemli adım olarak gösterilen GAP’ı sahiplenmek konusunda birbirleriyle yarışmış olan iki devlet adamından Süleyman Demirel’in GAP’ı, “bölgenin ülkeye entegrasyonunun projesi” ve Turgut Özal’ın “Türkiye’nin birliğinin simgesi” olarak görmesi, yukarıdaki söylemle aynı noktaya vurgu yapmaları bakımından dikkat çekicidir. Ama bugün GAP, başta toprak reformunun yapılmaması, devletin küçük üreticiyi destekleyici önlemler almaması gibi sorunlar olmak üzere, devletin üzerinde şekillendiği sınıf ilişkilerinin bir sonucu olarak, bir yandan toprak ağalarının, tüccarların, kapitalist işletmelerin yararlandığı, öbür yanda daha bitmeden emperyalistler tarafından “parsellenmekte” olan bir proje olmanın ötesine geçememektedir.
Tekrar MGK tarafından hazırlanan “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı”na dönmek gerekirse, hazırlanan raporda bölgenin sorununa konulan teşhis, sorunun ekonomik, sosyal nitelikli bir sorun olduğu biçimindedir. Konulan teşhise bağlı olarak sorunun kaynakları:
a) Terör olaylarının bölgede geniş bir güvenlik sorunu yarattığı,
b) Kamu yönetimindeki eksik ve aksaklıkların sorunu beslediği,
c) Ekonomik sorunun çok önemli bir ağırlık oluşturduğu,
d) Eğitim sorununun büyük bir boyutta olduğu,
e) Sağlığın temel sorunlardan biri olduğu biçiminde özetlenmiştir.
Raporda bölge halkı 1) Terör örgütü sempatizanı, 2) protestocu nitelik taşıyanlar, 3) terör örgütü üyesi olarak üçe ayrılmakta ve ilk iki gruptaki vatandaşların ekonomik ve sosyal önlemlerin gerçekleşmesiyle devlete kazandırılabileceği, üçüncü gruptakilerin ise yalıtılıp yok edilebileceği biçiminde yer almıştır.
Buradaki sınıflandırma tam da devlet yetkililerince yıllardır yapıla-gelen, sorunun “bölgenin ekonomik geriliğinin istismarına dayalı bir terör sorunu” olduğu yönündeki söylemine denk düşmektedir (terör örgütü üyeleri bölgenin sosyal ve ekonomik sorunlarını istismar ederek ilk iki grupta yer alan bölge halkını kışkırtmışlardır. Dolayısıyla ekonomik ve sosyal önlemlerin alınmasıyla terör örgütü üyeleri yalnızlaştırılıp yok edilebilecektir).
MGK tarafından “Doğu ve Güneydoğu Eylem Planı” adı altında hazırlanan rapor üzerine daha çok şey söylenebilir ama raporun basına yansıtılıp tartışıldıktan sonra daha şimdiden yavaş yavaş gündemden düşürülüyor olması, bu raporun da daha önce hazırlanan 11 resmi plan gibi devletin sorunu algılayış tarzını ortaya koyan bir belge olma ötesine geçemeyeceğini gösteriyor. Daha önce gündeme getirilen planlar üzerinden söylersek, bölgeye yatırım yapmak, iş, eğitim, sağlık, barınma problemlerini çözerek terörün istismarını ortadan kaldırmak iddiasıyla hazırlanan son “eylem planı” da uygulamaya konacağı oranda, bölgedeki uygulamaları (OHAL yasaları) rant kapısı haline getirenlere yeni rantlar sağlayan bir plan olmanın ötesine geçemeyecektir.
Son süreçte bazı Kürt reformist ve burjuva liberal çevrelerce Kürt sorununun Avrupa Birliği standartlarına uygun bir biçimde (ki bu Türkiye’nin AB’ye girmesinin de önkoşulu sayılıyor) Kopenhag Kriterleri’ne bağlı kalınarak azınlık hakları çerçevesinde çözümü tartışılırken MGK’nın hazırladığı raporda sorunun kimi ekonomik ve sosyal önlemlerle çözülebileceğinin vurgulanması, bu çevrelere verilmiş bir yanıt olarak anlaşılmalıdır. Dolayısıyla hazırlanan rapor, sorunun çözümü konusunda devletten bir beklenti içinde olanları boşa çıkarmakta ve en azından belli bir dönem için devletin egemen kliğinin Kürt sorunu konusunda eski politikaların sürdürücüsü olacağını göstermektedir. Hazırlanan rapor ve Devlet Bahçeli’nin HADEP’li belediye tarafından Diyarbakır’da çiçeklerle karşılanması, devletin isteği üzerine Dünya Birleşik Belediyeler Federasyonu’nun (FMCU) Diyarbakır’da yapmayı planladığı “Güneydoğu ve Avrupa Arasındaki İlişkiler” konulu toplantının HADEP tarafından ertelenmesi gibi gelişmeler üzerinden özetlemek gerekirse devletin egemen kliğinin Kürt reformcu çevrelerini hizaya getirme ve “burun sürtme operasyonu” devam etmektedir.

SONUÇ YERİNE: SORUNUN ÇÖZÜM OLANAKLARI ÜZERİNE
Buraya kadar söylediklerimiz Kürt sorununun, çözümü olmayan bir sorun olduğunu değil, gerek egemenlerin egemenliklerini devam ettirmek için sürdürdükleri 77 yıllık ret ve inkâr politikalarının ve gerekse reformist Kürt çevrelerinin burjuva milliyetçi bakış açısının sorunun gerçek çözüm platformu olmadığını göstermektedir. Çünkü birinci olarak egemenlerin 77 yıldır sürdürdükleri ret ve inkâr politikaları için söylersek; eğer bir şey 77 yıl boyunca sistematik olarak yadsınıp yok sayılıyorsa o şeyin 77 yıl boyunca yadsınıp yok sayılması gereken bir ‘olgu’ olarak varlığını sürdürüyor olmayı gerekmektedir -ki bundan devletin izlediği ret ve inkâr politikalarının, Kürt sorununu ortadan kaldıran değil sadece ‘çarpıtan’ politikalar olduğu ve dolayısıyla bugün de sorunun güncelliğini koruduğu sonucu çıkarılabilir. İkinci olarak Kürt reformcu çevrelerinin sorunu darlaştırıp burjuva milliyetçi bir platformda çözmeye çalışmaları, izledikleri politikaları emperyalist politikaların bir eklentisi haline getirmekte (bugün bu çevrelerin izlediği politika, Türkiye’nin AB’ye girmeye zorlanmasına endekslenmiş bir politikadır) dolayısıyla Kürt sorununu emperyalistlerin Türkiye üzerindeki hesaplarına havale edilmiş bir sorun haline getirmektedir. Bugün bir yandan “Kürt sorunu, Türkiye’de demokrasinin en önemli sorunudur” demek, öbür yanda demokrasiyi getirme konusunda dünyadaki eşitsizliklerin kaynağı olan emperyalist odaklara umut bağlamak, emekçilerin demokrasi bilincini çarpıtan, onları beklentiye sokan ve bu nedenle mücadele edilmesi gereken bir anlayıştır. Eğer bir ülkede savunmadan enerjiye, ulaşımdan tarıma kadar her alanda uygulanan politikalar, emperyalistler ve onlarla yapılmış anlaşmalara göre belirleniyorsa, o ülkede demokrasi sorununu çözecek güç soruna kaynaklık edenler değil, bu emperyalist odakların dayattığı politikalardan zarar görenlerdir, emekçi tabaka ve sınıflardır.
Bugün Kürtlerin OHAL’in kaldırılması, Kürt dili ve kültürü önündeki engellerin kaldırılarak anadilde eğitim hakkının sağlanması, genel bir af ilan edilmesi ve idam cezasının kaldırılması, GAP’ın emperyalist yağmadan kurtarılarak topraksız köylüler lehine yeniden yapılandırılması, boşaltılan köylerin yeniden yerleşime açılarak köylerinden sürülenlerin zararlarının karşılanması, özel tim ve koruculuk sisteminin dağıtılması ile ülke genelinde, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, ülke kaynaklarının emperyalist yağmadan kurtarılarak özelleştirme politikalarına son verilmesi, DGM, MGK, RTÜK gibi kurumların lağvedilmesi, ülkeyi emperyalizme bağımlı kılan ekonomik ve askeri anlaşma ve kurumlardan çıkılması, tarımın emekçiler lehine yeniden yapılandırılması, YÖK’ün kaldırılması, eğitimin parasız ve demokratik olması, herkese parasız sağlık hizmetinin götürülmesi gibi talepler arasında bir bütünlük olduğu çok açıktır. Bu anlamda Kürt sorunu ve Kürtlerin talepleri başta Türk emekçiler olmak üzere tüm emekçilere mal edilebildiği ve başta Kürtler olmak üzere tüm emekçiler bağımsız, demokratik bir ülke için ortak bir platformda mücadele ettikleri oranda bu bütünlük demokratik bir ülkenin ve Kürt sorununun kalıcı çözümünün önünü açacaktır.
Anadolu’nun işgali döneminde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti’nin söylediğini bugün için bir kez daha yineleyebiliriz: Ülkenin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin ve bu arada dil ve kültürlerin emperyalizm ve yerli gericiliğin yağmasından kurtarmak için bu ülkede yaşayan tüm emekçiler Türk, Kürt, Laz, Çerkeş, Arap herkes müşterek-ül menfaadır. O zamanlar bu ortak mücadelenin önderliğini daha baştan emperyalizmle pazarlıklı güçlere terk etmek zorunda kalan emekçilerin, bugün ortak mücadeleyi yürütecekleri bir platformları, kendi bağımsız sınıf partileri bulunmaktadır.

Ekim 2000

Kamu emekçileri sendikal hareketi, durgunluk ve iki çizgi

Kamu emekçileri hareketi uzun süredir bir durgunluk ve gerileme yaşıyor, işin dikkat çekici yanı bu durumun genel olarak emekçi sınıf ve tabakalara, özel olarak da kamu emekçilerine yönelik ekonomik, özlük, siyasal ve sendikal saldırıların ve hak gasplarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemde gerçekleşiyor olması. Memur ücretleri hükümet tarafından IMF direktiflerine uygun biçimde belirleniyor; eğitim emekçilerine dönük “norm kadro” uygulaması bilimsel temelde yapılan bütün eleştirilere rağmen devreye sokuluyor; Kanun Hükmünde Kararname (KHK) veya yasa değişikliği yoluyla memurların iş güvencesi ortadan kaldırılmak isteniyor; sahte sendika yasası gündeme bir getirilip bir geri çekilerek çıkarılmak için adeta uygun an kollanıyor; yeni gündeme getirilen 107 maddelik Doğu ve Güneydoğu planıyla kamu emekçilerine zorunlu hizmet getiriliyor; İstanbul köprü gişelerinde çalışan Enerji Yapı Yol-Sen üyesi enerji emekçileri iş bıraktıkları için 40 milyar lira cezaya çarptırıldılar, aynı konuda 80 milyarlık bir ceza istemi kapıda bekliyor; sürgünlerin ve özlük haklarına dönük hak gasplarının haddi hesabı yok… Liste uzatılabilir ancak bu kadarı bile saldırıların kapsamı hakkında yeterli fikir veriyor.
Görüleceği üzere bu saldırılar öyle yenilir yutulur cinsten değil; ama gelin görün ki, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) cephesinde ciddi bir karşı koyuş görülmüyor. Deyim yerindeyse basın açıklamalarıyla günü kurtarma tutumu sergileniyor. Saldırılar karşısında tutum alma ve politik gündeme müdahale etme noktasında KESK’in Türk Kamu-Sen’in gerisinde kaldığını söylemek abartı değildir.
KESK üyesi kamu emekçilerinin bu durumdan duyduğu hoşnutsuzluğu belirtmeye bile gerek yoktur. Ne var ki, gerek tabanda, gerekse KESK GYK toplantıları başta olmak üzere sendikal kademe ve zeminlerde sorunun gündeme getirilmesi ve çözümüne yönelik önerilerde bulunulması da şu ana kadar durumu değiştirmeye yetmiş değildir. KESK ve bağlı sendikaların mevcut yönetimleri, “taban mücadeleye hazır değil, sokak eylemlerine eskisi gibi sıcak bakmıyor” türünden gerekçelerle getirilen bu eleştiri ve önerileri önyargıyla kulak arkası etmeyi sürdürdüğü müddetçe de durum değişecek gibi gözükmüyor.
KESK yönetimi hareketteki durgunlukta kendi paylarının olduğunu kabul etmemekte ısrarla direniyor; çok sıkıştığında ise, ya genel geçer şeyler söyleyip topu taca atmaya bakıyor, ya da “suç”u tümüyle tabana yıkma yoluna gidiyor. Tabanın “sorumluluğu”yla ilgili olarak sayılan gerekçelerin içinde en çürük olanı şüphesiz ki, “taban mücadeleye hazır değil” şeklindeki yakınmadır. Ancak, pek çok kere iş bırakarak, Ankara’da Kızılay Meydanı’nı işgal eden, gerektiğinde gaz bombalarına direnen kamu emekçileri, saldırıların bu derecede yoğun olduğu bir dönemde niçin mücadele etmekten vazgeçsin? sorusunun cevabını bir yana bırakalım, Enerji Yapı Yol-Sen üyelerinin özlük ve ekonomik haklarıyla ilgili olarak son dönemde verdikleri mücadele; “Norm Kadro” uygulamasına karşı binlerce Eğitim-Sen üyesinin Ankara’ya gelerek MEB’e yürümesi, SES’e bağlı kamu emekçilerinin eylemleri vb. tabandaki kamu emekçilerinin mücadeleye ne ölçüde hazır olduklarını yoruma yer vermeyecek bir açıklıkta ortaya koyuyor. Ve dahası bu eylemler sendika üst yönetimlerinin bir karar aldıklarında tabanın bu karara uyduğunu gösteriyor.
O halde, kabul etmek gerekir ki; problem KESK’in tabanında değil, tavanındadır. Şüphesiz, durgunluğu tek bir nedene bağlamak doğru değildir. Sınıf güç ilişkilerindeki değişmeler, aktüel politik gelişmeler ve diğer faktörlerin etkileri göz ardı edilmemelidir. Ancak, tartışılması gereken bu gelişmelerin kamu emekçileri hareketi üzerindeki olumsuz etkilerini giderecek çalışmaların ne oranda yapılıp yapılmadığıdır. Ya da yapılan müdahalelerin hangi bakış açısıyla yapıldığıdır. Yaşanan durgunluğun aşılması, kamu emekçileri hareketinin mücadeleci temelde ileriye doğru bir dönüş yapması isteniyorsa bu durum tarihsel ve güncel boyutlarıyla iyi irdelenmelidir.

TARİHE KISA BİR BAKIŞ
Kamu emekçileri sendikal hareketinin yüz yıla varan bir tarihi vardır. Başlangıçta yardım sandıkları ve kooperatifler biçiminde ortaya çıkan örgütlenme çabalarının sendika biçimindeki ilk örneği 1908’de karşımıza çıkmaktadır. II. Meşrutiyetin ilanından sonra hâkim olan “demokratik” ortamda örgütlenme çalışmaları da hızlanmıştır. Ancak, vurgulamak gerekir ki, bu dönem de dâhil olmak üzere, kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme çalışmaları hep işçi sınıfından sonra ve esas olarak da onun açtığı yoldan ilerleyerek gelişmiştir.
Cumhuriyet döneminde, 1926 yılında çıkarılan kötü ünlü 788 Sayılı Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanun memurlara sendika kurmayı yasaklayan hükümler taşımamasına karşın; memurlar asıl olarak o dönem sahip oldukları sosyal statünün de etkisiyle sözü edilir bir sendikalaşma girişiminde bulunmamışlardır. Durum esas olarak ’60’lı yıllara kadar böyle gelmiştir. Bu dönem boyunca var olduğu kadarıyla örgütlenme çalışmaları, cemiyet, birlik ve dernekleşme biçimindedir.
70’li yıllara gelindiğinde, ülkenin sosyal ve siyasal yaşamındaki gelişmelerin bir sonucu olarak, memurlar sahip oldukları “ayrıcalıkları” artık yitirmişti. Yaşanan mutlak yoksullaşma, memurlar arasında mücadele ve örgütlenme eğilimlerini kışkırtıyordu. ’60-’70 yılların genel toplumsal canlanma ortamında onlarca memur sendikası kuruldu. Ne var ki, öğretmenlerin örgütlendiği Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) dışında bugün hatırlanan ve sonraki mücadele dönemine olumlu birikim devretmiş bir başka örnek yoktur.
’70’li yıllar boyunca, memur örgütlenmeleri dernekler biçiminde gelişti. Ancak, bu dönemin örgütleri TÖB-DER hariç kitlesel karakterde örgütler olmaktan uzak kaldılar. Memur hareketi tam bir parçalanma sürecini yaşadı. Çeşitli politik akımların kendi taraftarlarıyla sınırlı olarak şekillendirdiği memur örgütleri ortalığı kapladı; Tüs-Der, Tüm-Der, Tüm Sağlık-Der, Tüm PTT-Der vb. Bugünkü kamu emekçileri sendikal hareketi, geçmiş dönemin bu olumsuz “miras”ıyla fazlasıyla malûldür.
12 Eylül askeri faşist darbesi bu sürece nokta koydu. Darbe tüm toplumsal kesimlerde olduğu gibi, kamu emekçileri alanında da yıkıcı sonuçlar doğurdu. Çok sayıda memur gözaltına alındı, işkence gördü, tutuklandı, işten atıldı, bütün örgütlenmeleri dağıtıldı. Kamu emekçileri bu süreçte çok büyük hak kayıplarına uğradılar.

MÜCADELEDE YENİ DÖNEM
Gericilik yıllarının karanlık perdesini tarihe “Bahar Eylemleri” olarak geçen eylemleriyle geçmiş dönemlerde olduğu gibi yine işçi sınıfı yırttı. İşçi sınıfı ’80’li yılların ortalarından itibaren 12 Eylül darbesinin etkisinden sıyrılmaya başladı. 12 Eylül darbecilerinin ilk “icraatların” başında 274–275 Sayılı Sendikalar Toplusözleşme Grev ve Lokavt Kanunu ile 1475 Sayılı İş Kanunu’nda işçilerin aleyhine değişiklikler geliyordu. Böylece zaten güdük olan bu yasalar, getirilen kısıtlamalarla daha da güdükleştirilmişti. Bu durum sendika bürokrasisini de oldukça rahatlatmıştı. Sendika bürokrasisi “bu yasalarla grev yapılamaz, hak aranamaz” diyerek değişikliklere sığınıyor; sınıf işbirlikçisi tutumlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyordu. Ancak, işçiler sendika ağaları gibi düşünmüyorlardı. Yasal boyutu ne olursa olsun, haklarını almak için meşru gördükleri yolda ilerlediler. NETAŞ grevini, KARDEMİR ve İSDEMlR grevleri izledi. Peşinden ’89 Bahar Eylemleri geldi ve nihayet işçi hareketinde bir zirve olan büyük madenci grevi ve ’90 1 Mayıs’ı…
İşçi sınıfının ana gövdesinin içinde yer aldığı bu dönemin yığınsal hareketinin özgün yanını, kendisini yasalarla sınırlayan değil, taleplerinin meşruluğuna yaslayan yanı oluşturuyordu, işçi sınıfı, sermaye ve diktatörlüğün yoluna kurduğu tuzağı reddederek, “benim için meşru olan taleplerimin haklılığıdır” diyerek engelleri bir bir aşıyor, yolu düzlüyordu. Öte yandan, işçi sınıfı hareketinin yükseliş içinde olduğu bu dönem Kürt ulusal mücadelesinin de en kitlesel dönemi olarak yaşanıyordu. Kamu emekçileri toplumsal muhalefet hareketinin yüksek olduğu böylesi bir ortamda yeniden sahneye çıktı; dönemin sunduğu moral güç ve psikolojik üstünlükle tarihinin en ileri talepleriyle eylemlere yönelerek kısa bir dernekleşme sürecinden sonra fiili bir tarzda sendikalarını kurdu. Devletin sendikaları yasaklamaya ve kapatmaya yönelik girişimlerini ise kitlesel mücadelelerle püskürttü. Kapatılan sendika binalarına mühürler sökülerek girildi. Kamu emekçileri hareketi, Türkiye sendikal hareketine taze kan taşıdı.
Bu dönemin en olumlu iki özelliğinden ilki hareketin doğrudan işyerlerine dayanması iken, ikincisi ise, ileri ve önder kadrolardaki güçleri birleştirme ve ortak hareket etme tutumudur. Bu tutumdur ki, Eğitim-İş, Genel Sağlık-İş gibi kamu emekçileri içinde aynı işkolunda ayrı ayrı sendikalar olarak örgütlenmeyi öne çıkaran anlayışlara kesin bir darbe indirmiş, onları varlıklarına son verdirerek birleşmeye yöneltmiştir. Yine dönemin hareketinin bu özelliği, ileri kadrolarla (ki bunları o günün yöneticileri olarak saymak gerekir) taban arasında karşılıklı olarak dayanışma duygularını geliştirmiş, güven duygusunu pekiştirmiştir. Bugün grupçuluk, tasfiyecilik, uzlaşmacı bürokratizm biçiminde yaşanan hastalıkların hiçbiri henüz gözükmemektedir. O günün koşullarında farklı bir tutumla ilerlemenin zaten olanağı da yoktur. (Ayrıntı gibi görünecek, ama önemli olan bir etkende, bugünün ÖDP’sinin henüz o sıralarda kendisini kur(a)mamış olmasıdır. Kamu emekçileri hareketi içinde bugün ÖDP’yi temsil eden insanlar o günlerde henüz kendi inisiyatifleriyle hareket ediyorlardı.)
Bu dönemle ilgili olarak vurgulanması gereken bir nokta daha vardır. O da şudur: Ortaya konulan ve “fiili ve meşru mücadele hattı” diye ifade edilen mücadele biçimlerinden yola çıkarak bazı “sol” siyasi çevreler ve daha çok da kamu emekçileri sendikal hareketinin önder kadroları arasında pek çok kişi kamu emekçilerinin sınıf hareketinde öncü bir rol oynadığı/oynayabileceği gibi revizyonist “tez”ler geliştirdiler. Öte yandan yine bu mücadele biçimleri kamu emekçileri hareketinin Türkiye sınıf hareketi ve sendikal hareketine bir armağanı olarak da ifade edilmiştir. Oysa yukarıda da vurgulandığı gibi bu tarz mücadele biçimlerine, hem dünya işçi sınıfı tarihi, hem de Türkiye işçi sınıfı mücadele tarihi sık sık tanıklık etmiştir. Sınıf mücadelesinin teorik ve pratik birikimine aykırı bu gibi “tez”ler halen yer yer çeşitli kesimlerce savunulabilmektedir.

TASFİYECİLİK VE İKİ ÇİZGİ
Kamu emekçileri sendikal hareketi örgütlülüğü kurumsal bir boyut kazanmaya başladıkça “sol”cu geleneksel hastalıklar da baş göstermeye başlamış, başlangıçta yaşam şansı pek bulamayan dar grupçu eğilimler uç vermiştir. KESK Kuruluş Kongresi’ne gelindiğinde ise grupçuluk tam anlamıyla bir tasfiyeciliğe dönüşmüştür. Bu durum baştan beri var olan, fakat hareketin nesnelliği nedeniyle dışa vurmayan örgütlenme ve mücadele anlayışlarından farklılıkları da gün yüzüne çıkarmış, bir bakıma kamu emekçileri hareketinde iki çizginin ilanı olmuştur. Çizgilerden ilki, yığınların inisiyatif ve eylemine dayanarak hakların elde edilmesini temel alırken; tasfiyeci pozisyonda olanlar hakların “görüşmeler” ve “uzlaşmalar” yoluyla elde edilmesini temel almıştır. Pratik tavır alışın gerisinde bir dünya görüşü bulunur, ondan bağımsız değildir. Bu yüzden kamu emekçileri hareketindeki iki çizgi ayrışmasını da, kamu emekçileri hareketi içinde pozisyon tutmuş politik akımların varlığından bağımsız ele almak mümkün değildir. Bilindiği gibi, kamu emekçileri hareketinde başlıca üç politik akımın varlığı söz konusudur. Bunlardan ilki, küçük burjuva liberal akım (ÖDP), KESK ve bağlı sendikalarda yönetim çoğunluğunu elinde bulundurmaktadır.
Öte taraftan, KESK kamu emekçilerinin ancak %10’a varan kesimini örgütleyebilmiştir. KESK’i ilk bakışta “solcuların örgütü” haline getiren bu durum, aynı zamanda KESK’e yönelik “kaba” müdahalelere imkân tanıyan etkenlerin de başında gelmektedir. Uzun süredir KESK’in çizgisi bütünüyle ÖDP’nin politik platformuna endeksli hale gelmiştir. KESK’in “mücadele çizgisi”nde yaşanan zig-zaglar da buradan kaynaklıdır. Zig-zagların bir diğer nedeni de yukarda andığımız üç akımdan biri olan Kürt burjuva reformistlerinin tutumlarıdır. Onlar da Kürt sorunundaki gelişim seyrine bağlı olarak, kamu emekçileri hareketi içindeki güçlerini her seferinde buna göre yeniden yeniden mevzilendirmişlerdir. Örneklemek gerekirse, “İmralı süreci”yle birlikte devlete güçlük çıkarmamak, temel yaklaşım tarzı haline gelmiş, kamu emekçileri hareketi de bu durumdan fazlasıyla etkilenmektedir.
KESK’te yaşanan ittifaklar da bu çerçevede şekillenmiştir, ittifakların temelinde emekçilerin çıkarlarını ilerletmek fikri hiçbir zaman bir kriter olarak ele alınmamıştır; belirleyici olan her defasında dar grup çıkarları olmuştur. Aksi halde seçim süreçlerinin yaşandığı günümüzde devrimci emek hareketine karşı her iki grubun anlaşarak tasfiyeci bir tutum sergilemelerinin mantıklı bir izahı yoktur. Hatırlanırsa, bir dönem önce ÖDP Kürt sorununun güncel seyri nedeniyle Kürt çevrelerine karşı da tasfiyeci bir yaklaşım içindeydi. O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. Şimdi seçimlerde ittifak temeli “Avrupa Birlikçiliği” ve “demokratik cumhuriyet” yandaşlığı olduğu için; “al gülüm ver gülüm” hesabı ile iki akım yan yanadır. Emek hareketine karşı ise “açıktan ilan edilmemiş” bir tasfiyecilik sürdürülmektedir. Görünür neden ne olursa olsun, gerçek neden ÖDP’nin, söz konusu çizgiyi, sistemin ihtiyaçlarına uygun “sendikal mücadele” anlayışı önünde bir engel olarak görmesidir. Emek hareketinin sendikal mücadele anlayışının tam tersi yönde oluşudur. Son süreçte genel olarak Türkiye sendikal hareketi, özel olarak da KESK hareketi sistemin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden biçimlendirilmek istenmekte; tasfiyeciler de -niyetleri ne olursa olsun- bu operasyonda şu ya da bu ölçüde bir rol oynamaktadırlar. Görüleceği gibi, kamu emekçileri hareketindeki iki çizgi ayrımı, eylemlerin örgütlenmesinde basitçe iki farklı pratik tavır alış olmayıp (emek hareketi sıkça eylem fetişizmiyle eleştirilmektedir), ideolojik-siyasal temelleri olan, oldukça köklü bir ayrımdır. Dolayısıyla, tasfiyeciliğin sonuçlarını sadece emek hareketini yönetim kademelerinden uzak tutmakla sınırlı görmemek; asıl olanın kamu emekçilerinin 10 yıllık mücadele birikimlerini sisteme yedekleme fikri olduğunu anlamak gerekir.

28 ŞUBAT, “DİYALOG” VE AB’YE UYUM
28 Şubat’ın toplumsal yaşamın bütün alanlarına ve kurumlarına karşı bir “hizaya getirme ve yeniden düzenleme” operasyonu olduğu biliniyor. Sınıf hareketi ve sendikal alan da bu operasyonun temel hedefleri arasındadır. Türk-İş, DİSK, Hak-İş’in o dönem oynadığı rol göz önüne alındığında bu olgu çok daha çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. KESK bu süreçte doğru bir tutumla işçi konfederasyonlarından farklı bir çizgi izleyerek kendisini bu olayların dışında tutmuştur. Ancak, KESK yönetimi pratik olarak ayrı durmayı başardığı bu gelişmelerden ideolojik-siyasal planda fazlasıyla etkilenmiştir. Bu etkilenme KESK’in çizgisine birebir yansımış, hak alıcı yaklaşımlar ötelenirken, “protestocu tarz” egemen hale gelmiştir. Devletle girilen “diyalog süreci”nin tohumları da bu dönemde ekilmiştir.
Dolayısıyla, hükümet ve devlet cenahıyla girilen “diyalog süreci” de dâhil gidişat öyle rast gele bir seyir izlememiştir. Tersine bilinçli bir biçimde KESK yöneticileri tarafından süreç kışkırtılmıştır. “KESK’in görüntüsü fazla sert, bunu biraz yumuşatmak gerekir” diyerek işe başlanmış, giderek emekçi düşmanı Yaşar Okuyan için “bakan iyi niyetli” denilmiş, ipin ucu TBMM’den çıkmaması için binlerce memurun “sahte sendika yasası istemiyoruz” diyerek gaz bombalarına direndiği sendika yasa tasarısını “sahte değil, eksik sendika yasası” demeye kadar varmış, gerektiğinde eylemler iptal edilmiştir. Verilen mesaj açıktır: “Biz haylaz çocuk olmaktan vazgeçtik”. 28 Şubat’ın KESK gibi mücadeleci bir örgüt karşısında başarısıdır bu.
Görünen o ki, ÖDP çizgisindeki KESK yönetimi sistemle ve düzenle birleşen bir hatta ilerlemeye karar vermiştir. Sendika genel kurullarında, işleyen tekere kim çomak sokma potansiyeli taşıyorsa tasfiyeye uğratıldı ve bu süreç KESK Genel Kurulu’na kadar devam edeceğe benziyor. Yelkenler “Avrupa Birlikçiliği” ve “demokratik cumhuriyet”çilik rüzgârlarıyla şişirilerek, fiili ve meşru mücadele hattından adım adım uzaklaşıldı.
Gelinen noktada hükümetin emekçi düşmanı saldırgan politikaları ve onun kaynakları da KESK yönetimi açısından fazla bir şey ifade etmiyor. Onlar, Avrupa Birliği’ne girilince her şeyin düzeleceği hayallerini “ince yöntemler”le yaymaya devam ediyorlar. Bunu en çok da AB karşısında “hayırhah” bir tutum takınarak, “Emeğin Avrupası’nı örgütlemek”ten dem vurarak yapıyorlar. AB içinde emeğin Avrupası fikri, cafcaflı ama gerçekte Avrupa gericiliğinin açtığı platformda ‘at oynatmak’tan başka bir şey değildir. O yüzden de bu saikle hareket eden bir KESK’ten, IMF’ci hükümetin politikalarına karşı tutarlı mücadele vermesi zaten beklenmemelidir. Zira IMF’nin arkasındaki ABD’den sonraki en büyük güç Avrupa Birliği’dir. IMF politikaları, aynı zamanda Avrupa Birliği politikalarıdır. Dolayısıyla, AB savunucularından AB’ye karşı mücadele vermesini beklemek fazla iyimserlik olur.
AB’ye karşı çıkmadan anti-emperyalist olma bizim “cin solcular”ımızın bir başka yeteneğidir! Emperyalizme karşı mücadele sorunu “solculuk”la fazlasıyla malûl KESK yönetiminin yumuşak karnını oluşturmaktadır. Hele ki, “demokratik cumhuriyet”i kurmayı doğrudan ABD ve AB’den bekleyen Kürt reformistleriyle girdikleri ittifak nedeniyle bu durum fazlasıyla nazik bir hal almıştır. O nedenle, grevli toplusözleşmeli sendika hakkını garanti altına alan yasal bir düzenleme dâhil tüm sorunların çözümü için ILO ve “Kopenhag Kriterleri”ne bel bağlama tutumu giderek KESK’te hâkim tutum haline gelmektedir. Yapılan her basın açıklamasında söze “Avrupa Birliği sürecine girdiğimiz bugünlerde” klişesiyle başlanması tesadüf değildir. Öte yandan, “Emeğin Avrupası”nı kurmaktan bahsederken, aynı çabayı Türkiye emekçi hareketinin tarihinde ilk defa ortak bir zeminde emekçilerin birleşmesini başaran Emek Platformu için göstermemek KESK yöneticilerinin nasıl bir sendikal hareket arzuladığını gösteren bir başka örnektir.

DEMOKRASİ SORUNU VE DERİNLEŞEN BÜROKRATİZM
KESK’in, yöneticileri eliyle içine atıldığı bu süreç, zaten baştan beri var olan kitleselleşme ve demokrasi sorununu daha da büyütmüş, KESK’e bağlı sendikaların pek çok şubesini tabela örgütü haline düşürmüştür. Kamu emekçilerinin sendikal örgütlenme mücadelesine atıldığı ilk yıllarda varlığı pek hissedilmeyen bu problemler, sendikal harekette kamu emekçilerinin çıkarları değil de, sendikaları “yöneten”lerin politik örgüt çıkarları egemen hale geldiği oranda hissedilmiş, yığınlar mücadelenin dışına düş(ürül)meye başlamıştır. Emekçi yığınlar karar mekanizmalarından dışlanarak, “yığınlar adına” hareket edildiği için KESK kitleselleşeceği yerde giderek kan kaybetmektedir.
Ancak, KESK yöneticilerinin “garip” iddialarından biri de kitleselleşme sorunu üzerinedir. Onlara göre, “zırt-pırt eylem yapıldığı için kitleler sendikadan soğumaktadır”, dahası “devlet de sendikalarla diyaloga bu nedenle girmemekte”dir. Sonuçta önerdikleri, mücadele etmemek, eylem yapmamaktır. Oysa mücadele edildiği zaman bir kitleselleşme sorunu yaşanmadığı 20 Aralık ’94, 16–17 Haziran ’95 ve daha bir dizi eylemde görülmüştür. KESK’in o zamanki üye sayısı 300 bin iken 20 Aralık ’94 eylemine 1 milyonun üzerinde kamu emekçisi katılmıştı. Peki, neydi bu orandaki kamu emekçisini eyleme sürükleyen etken? Elbette ki, kamu emekçilerinin somut ve acil taleplerinin doğru tarzda formülasyonu ve bu temelde önerilen eylem çizgisi…
Kitleselleşmenin önündeki engellerden bir diğeri; KESK’e egemen olan geleneksel sol siyaset tarzıdır, “ilerici memur, gerici memur” gibi ayırımlara günlük dilde sıkça vurgu yapan KESK, Emek Platformu gibi bir oluşuma sırf “Kamu-Sen’de yer alıyor” gerekçesiyle girmek istememiştir. KESK, Kamu-Sen kontra örgüttür diyedursun, kendisi de sıradan memurun gözünde “solcuların örgütü” pozisyonundadır. O nedenle, büyük iddialarla başlatılan “üye kampanyalarından soyut söylemin ötesinde ortaya bir şey konulamadığı için istenilen sonuç bir türlü alınamamaktadır.
Sendikal demokrasi ise biçimsel bir görünüm arz etmektedir. Tüzük bakımından karar organı olan KESK GYK’sı işlevsiz hale getirilmiştir. GYK toplantılarında GYK üyelerinin ne söylediği önemsiz haldedir; varsa, yoksa sendika genel başkanlarının söyledikleridir. Onlar da örgütlerinin genel eğilimini savunsalar ya da toplantıya o görüşleri taşısalar belli oranda anlaşılır diyelim. Ama durum hiç de böyle değildir. Genel başkanların çoğu örgütlerinin görüşlerini değil, kendi kişisel görüşlerini taşımaktadırlar. Zorunlu kalınarak alınan GYK kararları ise sonradan MYK’da istenilen şekle sokulabilmektedir. Kısaca, hareket tepeden istendiği biçimde “kontrol” edilmektedir.
Demokrasinin en temel ölçütü katılımdır. (KESK’in bugünkü çizgisine muhalefet eden pek çok kesim de demokrasi sorununda bir bilinç çarpıklığı içinde bulunuyor. Bu kesimler sendikal demokrasi sorununu sadece temsili organların seçiminde izlenen seçim yönteminde ya da daha açık bir ifadeyle yönetim organlarında yer alıp almamayla ölçen bir yaklaşım sergiliyorlar. Elbette yönetim organlarının belirlenmesinde izlenen tutum demokrasi sorununda belli oranda bir ölçü vermektedir, ancak, asıl ölçüt emekçi yığınların karar süreçleri dâhil her aşamada katılımı ve söz sahibi olmalarıdır. Bunun sağlandığı koşullarda, yönetim organlarının seçiminde “al gülüm ver gülüm” değil, sosyal pratik içindeki objektif kriterler rol oynayacaktır.) Yığınların sendikal karar mekanizmalarının dışına itildiği bir zeminde demokrasinin “d”sinden bile bahsedilemeyeceği gibi, alınan kararların hayata geçme şansı da yoktur. Nitekim KESK yönetimi son zamanlarda alınan eylem kararlarına tabanın uymuyor diye sık sık şikâyet etmektedir. Ama KESK yönetimi dönüp bir kere bile “aldığım bu kararlara tabanın iradesini ne ölçüde kattım” diye kendisine sorma ihtiyacı duymamıştır; dahası her seferinde “taban mücadeleye hazır değil” diyerek işi pişkinliğe vurarak topu taca atmıştır. Sanki yığınları mücadeleye başkaları hazırlayacak! Belirtmek gerekir ki, bu tip yaklaşımlar klasik burjuva bürokratik sendikal anlayışın tipik yansımasıdır ve her geçen gün KESK’i daha çok kuşatmaktadır.
Grupçuluk illeti KESK’in başına bu anlayışın sonucunda musallat olmuştur. KESK’e bağlı sendikaların son seçimlerinde ortaya çıkan tablo grupçuluğun hangi düzeylere vardırıldığını gösteren bir ibret tablosudur.
Tablo, KESK’te yönetim çoğunluğunu elinde bulunduranların “sulta”sını gelecekte de devam ettirebilmek için mevcut “tepe kontrolü”nü yeterli görmediklerini, ek önlemlerle mevzilerini tahkim etme ihtiyacı içinde olduklarını göstermektedir. ÖDP’nin kamu emekçileri hareketi içindeki sözcülerinin, seçimlerde aşırı derecede grupçu tutum almalarını eleştirenlere, kendi tutumlarını mazur göstermek için söyledikleri “KESK Kongresi’nde istediğimiz tüzük değişikliğini sağlayacak delege çoğunluğunu garanti altına almamız için başka yol yok” sözlerinin anlamı budur. Hedeflenen tüzük değişikliklerinin başında, Kamu Emekçileri Sendikaları Şubeleri Platformu gibi dinamik sendikal oluşumları dağıtarak yerine, Türk-İş ya da DİSK’teki gibi Bölge Temsilcilikleri oluşturma fikri geliyor. Öteki değişiklikler ise, KESK GYK üye sayısını azaltmak, KESK ile bağlı sendikalar arasındaki ilişkiye yeni düzenlemeler getirmek vb. Görüldüğü gibi aşırı merkeziyetçi bir yaklaşım söz konusudur. Politik, örgütsel platformunu “demokrasi”, “çoğulculuk”, “azınlık hakları” üstünden oluşturan ÖDP’nin, bu kavramları kendi çıkarına geldiği müddetçe savunduğu, tersi durumda, katı bir merkeziyetçilikle hareket ettiğinin göstergesidir bu. KESK yönetiminin öteden beri Kamu Emekçileri Sendikaları Şubeleri Platformu’ndan rahatsız olduğu biliniyor. Bunun nedeni, kamu emekçileri hareketinin tepeden bloke edilmesi girişimlerinin, bu oluşum vasıtasıyla önemli oranda boşa çıkarılıyor olmasıdır.
ÖDP kamu emekçileri sendikal hareketine karşı giriştiği bu “örtülü operasyonca HADEP ve Kürt çevrelerini yedekleyerek amacına varmak istiyor. Bu oyuna alet olanlar HADEP’le de sınırlı değil. Oportünizm ve liberalizm üzerine mangalda kül bırakmayan dergi çevreleri de bu büyük oyunun küçük figüranları durumundadır. (Şüphesiz gelinen noktada ÖDP ve HADEP’in “kutsal ittifak” oluşturmalarında üzerinde hareket ettikleri ideolojik-politik platformun aynılığı gibi nedenler de vardır.) ÖDP kamu emekçileri hareketindeki geleceğini, çeşitli tüzük ve yönetmelik değişiklikleriyle sendikal hareketi “zapturapt altına almak”ta görüyor. Böyle bir amaç güttükten, dahası buna uygun pratik adımları bir bir attıktan sonra kalkıp, “KESK’in büyütülmesinden, bunun için “KESK’teki güçlerle işbirliği yapmaya hazırız” sözlerinin beş paralık bir değeri yoktur. ÖDP’liler KESK’teki son kongre süreçlerinde izledikleri tasfiyeci tutuma yönelik eleştiriler karşısında kargaları güldürecek cinsten açıklamalar yapıyorlar: “Biz kimseye karşı tasfiyeci bir yaklaşım içinde değiliz, ha! EMEP”liler mi? Onlar kendilerini tasfiye ediyorlar”. Bu komik, ama bir o kadar da mide bulandıran bir yaklaşımdır.
Parti içindeki “iktidar” kavgasına bağlı olarak ÖDP içinden belli grup ve anlayışları da KESK’ten tasfiye etmekte bir sakınca görmeyenlerin EMEP’i tasfiye etmeye çalışmasında şaşılacak bir yan yoktur. Parti içinde parti bu olsa gerek!
Önemli olan ÖDP’nin bu sorunda ne dediği değil olguların dilidir; o da ÖDP’nin küçük dükkâncı mantığından hareket ettiğini, “az olsun, ama benim olsun” dediğini söylemektedir.     Yığınların sendikal eylemin dışına itilmesinin, bürokratik mekanizmaların gün gün geliştirilmesinin nedeni hep bu “bloke ve kontrol etme” ihtiyacıdır. Eğer, böyle değil de itiraz ettikleri gibi “mücadeleden yana her gelişmeyi destek” veriyorlar ise; en mücadeleci sendika olan Enerji Yapı Yol-Sen İstanbul Şubesi ve Genel Merkez yönetiminin iş yapamayacağı daha baştan belli olanların eline geçmesi için ÖDP’lilerin soldan sağa herkesle birleşmesine ne demeli?
ÖDP’nin nasıl bir KESK istediğine ilişkin son örnek: KESK yöneticileri 20 Aralık ’94, 16–17 Haziran ’95 ve 5 Mart ’98 eylemleriyle övünüp dururlar. KESK’in kitleselleşmesi için sıçrama noktası olabilecek bu eylemlerle elbette ne kadar övünülse azdır. Ancak, bu eylemler sonucu ortaya çıkan gelişmeler ÖDP’nin politik çıkarları gereği planladığı “gelişim çizgisi”ne uymayıp yığınların inisiyatif ve çıkarlarına doğru yöneldiği için, bu görkemli eylemlerin ardından her seferinde ilk yaptıkları şey eylemleri geri çekerek yatıştırmak olmuştur. Bugün ise bu tür eylemlerden “besmele görmüş şeytan” gibi kaçarak, kendilerine bir daha böyle “uğursuz günler” yaşatmayacak bir KESK yapılanması peşindedirler.

GÜVEN BUNALIMI
KESK, bürokratik eğilimler geliştiği ölçüde tabanla ilişkisi kopan bir örgüt hüviyetine bürünmüştür. Bu yüzden en ciddi sorun üye ilişkileri alanında yaşanmaktadır. Üyeler, KESK yönetimine (elbette ki doğal olarak bağlı sendika yönetimlerine de) olan güvenlerini tümüyle yitirmiş durumdadır. Bu nedensiz değildir. Yığınlar kendi pratik deneyleri sonucunda bu noktaya gelmişlerdir. Çünkü KESK sermayenin yoğun saldırılarının hiçbirine yanıt verememiştir. Hükümetin ücret dayatması birebir uygulanmakta, özlük haklarının çiğnenmesinin, sürgün ve kıyımların ardı arkası kesilmemektedir. Grevli toplu sözleşmeli sendikal hak talebi KESK’in mücadele gündeminden bizzat yöneticilerin ilgisizliği sonucunda düşmüş, ancak, hükümetin bu konuda bir saldırısı olduğu an gündeme girer olmuştur. Özelleştirme uygulamaları haberleşme, enerji, sağlık gibi işkolları başta olmak üzere kamu emekçileri alanına da sıçramış, gelgelelim KESK yönetimi bırakalım karşı bir mücadele örgütlemeyi özelleştirmeye karşı somut bir politika dahi oluşturamamıştır. KESK genel söylemlerin ötesine bir türlü geçememiş, küçük de olsa kalıcı hak temelinde somut hedefler ortaya koyarak kitleleri motive edememiştir. KESK, sermayenin çok yönlü saldırıları karşısında aciz içinde bir görüntü sergilemiş, politik gündeme müdahale edememiş, bu alanda Türk Kamu-Sen’in dahi arkasına düşmüştür. KHK için Cumhurbaşkanı’ndan duyulan beklenti, sahte sendika yasası için emekçi düşmanı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan’a yapılan “rica ziyareti” üyelerinin gözünde KESK’in otoritesini yaralamış, sendika yöneticileri günlük mücadele seyri içinde sıradan üyenin çok çok gerilerine düşerek, öncü rolünü oynayamamıştır. KESK yönetimi, yığınların talep ve beklentisini karşılayacak ciddi bir mücadele platformu oluşturup, bunun etrafında yığınları seferber edecek bir çalışma yürütme yerine, AB sürecinden, Cumhurbaşkanı ve hükümetten “beklenti” içine girmeyi tercih etmiş, yığınları da bu temelde edilgen bir konumda tutan bir hatta ısrar etmiştir. Tabii ki beklenticiliğin sonu her seferinde hüsran olmuş ve bunun yol açtığı zararları kamu emekçileri etinde kemiğinde hissetmiştir. Bu konuda çok şeyler söylemek mümkün, ancak bu kadarı bile yığınların KESK yönetimine güven duymamaları için yeterli bir fikir vermektedir. Ancak, burada karşımıza çıkan asıl tehlike, tabandaki emekçiler içinde KESK yöneticilerine duydukları güvensizlikten hareketle giderek sendikal örgüte ve örgütlülüğe güven duymama eğiliminin güçlenmesidir. Ve bu “güven bunalımı” diğer bütün sorunları neredeyse ikincil plana itmiştir.
KESK’te yaşanan bu sorunlar, toplumsal muhalefet hareketi saflarında yaşanan genel durgunluğun ötesinde bir etkiyle kamu emekçileri hareketindeki durgunluğu beslemekte, kamu emekçilerinin yıllara yayılan mücadeleler sonucu ortaya çıkardığı birikimi tahrip etmektedir. Zaman ilerledikçe, bir dönem önce sorunların çözümünde çare olabilecek şeyler de çare olmaktan çıkmakta, dinamik ve birikimlerin tahrip olmasına bağlı olarak çözüm imkânları da sınırlanmaktadır. Bu yüzden, KESK’e ilişkin olarak yapılacak ne varsa bu durum göz önüne alınarak bir an önce yapılmalıdır.

İŞYERİ ÇALIŞMASININ ÖNEMİ
Kamu emekçileri sendikal hareketinin yaşadığı başlıca sorunlar yukarıda aktarılmaya çalışıldı. Zaten duyarlı her emekçi bu sorunların neler olduğunu aşağı yukarı biliyor. Ancak, yine de bir özet yapmak gerekirse, KESK;
— Gün geçtikçe kan kaybeden, tabanla bağı kopmuş, üyelerinin güven duymadığı,
— Kamu emekçilerinin iyimser bir rakamla ancak beşte-birini örgütleyebilmiş, kitleselleşme sorunu yaşayan,
— Sermaye ve hükümetin saldırılarına yanıt veremeyen çaresiz, aciz içinde,
— Üyelerinin ve diğer emekçilerin birleşik gücüne güveneceği yerde AB sürecinden gelecek “demokratik açılımlar”a bel bağlayan bir örgüt konumundadır.
Bu hale gelmiş bir KESK’i hükümet ve sermayenin ciddiye almasını kimse beklememelidir. Nitekim hükümet de kamu emekçilerini ilgilendiren kararları bir bir alıp devreye sokarken, lütfen babından dahi olsa KESK’e bilgi verme ya da danışma ihtiyacı duymamaktadır. KESK’in bu duruma düşmesinde KESK ve bağlı sendikaların yönetimlerini elinde bulunduran ÖDP ve HADEP çevresinin düzenle olan ilişkilerinde ideolojik ve siyasal planda geçirdikleri “rehabilitasyon süreci” etkili olmuştur. Önümüzdeki dönem itibariyle bu politik akımların tutumlarında köklü bir dönüşümün olmayacağı düşünüldüğünde, kamu emekçileri sendikal hareketinin geleceği gerçek anlamda emek hareketinin alacağı tutuma bağlanmıştır. Ancak, emek hareketinin kamu emekçileri alanındaki temsilcilerinin de mevcut pozisyonlarıyla bu görevin üstesinden gelemeyecekleri açıktır. Öyleyse, en başta emek hareketinin temsilcileri kendi pozisyonlarını gözden geçirmek durumundadırlar. Kamu emekçileri sendikal hareketi mevcut seyrini aynen devam ettirecek ise, KESK ve bağlı sendikaların yönetimlerinde olup olmamanın çok da önemi yoktur. Bu sözlerden hareketle kimse sendika yönetimlerinde olmanın önemini küçümsediğimizi düşünmemelidir. Dediğimiz odur ki, kamu emekçileri sendikal hareketinde devrimci bir dönüşüm için kalkış noktası öncelikle bilinen “gruplar arası uzlaşı”yla yönetim kademelerinde yer edinmekten çok işyerleri temelinde yapılacak çalışmalar olmalıdır. Yoksa bugüne kadar olduğu gibi bir yandan büyük laflar edip, öte yandan sosyal pratik içinde eleştirdikleriyle benzeşen bir tutumla bir yere varmak mümkün değildir. Yönetim kademelerinde bulunmamaktan hareketle, “olanak yok” bahanesine sığınmamak gerekir. Yönetimlerde bulunmanın sağladığı olanakların önemi şüphesiz ortadadır, ancak toplumsal siyasal gelişmeler her gün önümüze bir dizi olanak sunmaktadır, asıl olan bu olanaklardan ne ölçüde yararlanıldığıdır.
Kamu emekçileri sendikal hareketine kaynaklık eden taleplerden hiçbiri ciddi anlamda karşılanmamıştır. Dahası kanun hükmünde kararname yoluyla memurların iş güvencesi de ellerinden alınmak istenmektedir. Hükümet kararname yoluyla yeni maaş ayarlamaları yaparak bürokratlarla tabandaki memur arasındaki maaş farkını bürokratlar lehine 9 kata çıkarmıştır vb. Bu gibi saldırılar ve daha pek çok olgu kamu emekçileri içinde mücadele eğilimini kışkırtmaktadır. Tüm bunların her biri kamu emekçileri yığın hareketinin örgütlenmesinde birer olanaktır. Ancak, sosyal ve siyasal saldırıların yarattığı hoşnutsuzluk, yığınların bilincindeki yansımaları, yığınların örgütlülük, bilinç ve kararlılık seviyeleri hesap edilmeden “kör parmağım gözüne” misali oluşturulacak taktik mücadele platformlarının da hayat bulmayacağı aşikârdır. Bir inatlaşma ile her durumda “haydi eyleme” demenin bir âlemi yoktur. Zira sermaye ekonomik ve sosyal planda bir saldırı yöneltirken, zor ve şiddet aygıtını da devreye sokmaktadır. Buna, burjuvazinin devasa propaganda aygıtlarıyla hayaller yayarak yığınları beklentiye sürüklediğini de eklemek gerekir. Tıpkı AB sürecinde olduğu gibi. Zorun, şiddetin ve “beklenticiliğin” zihinlerde yarattığı tereddütleri gidermenin yolu, ancak onun yarattığı duygunun üzerinde bir karşı duygunun zihinlerde yaratılmasından geçmektedir. Bu ise, işyerlerinde yığınlar arasında burjuvazinin propagandasını alt edebilecek düzeyde günlük, kesintisiz bir aydınlatma faaliyeti yürütmekle mümkündür. Aksi tutum tam bir kendiliğindenciliktir. Nitekim saldırıların bunca yoğun yaşandığı bir zamanda, yığınlar harekete geçmiyorsa bunun başta gelen nedeni, yığınlar içinde gerekli çalışmaların yapılmamasıdır. Enerji ve sağlık işkolunda son dönem sürdürülen mücadeleler ve alınan sonuçlar bu bakımdan fikir vermektedir.
Kamu emekçilerinin acil talepleri etrafında bir mücadele örgütlendiği ve yığınlar bu mücadeleye seferber edilebildiği oranda bu gidişat tersine çevrilebilecektir. Bilinmelidir ki bu ancak işyerlerinde, kamu emekçileri içinde günlük, kesintisiz, istikrarlı bir çalışma yürütmekle mümkün olacaktır. Kamu emekçileri hareketinin mücadele tarihi bu tutumla hareket edildiği her durumda reformizmin yenilgiye uğratıldığına defalarca tanıklık etmiştir. Yığınların örgütlü gücü karşısında küçük burjuva liberalleri ve Kürt reformistlerinin girecekleri “manevralar” kendi ayaklarına dolanacaktır. Bu çaba gösterilmeden, KESK yönetiminin reformistliğini eleştirmenin bir anlamı olmayacağı gibi kamu emekçileri sendikal hareketi içinde iki çizgiden bahsetmenin de bir anlamı yoktur. KESK’in geleceği asıl olarak burada düğümlenmiştir.

Ekim 2000

Türkiye’de hayvancılığın sorunları

1) Türkiye, 2000’li yıllara girerken FAO’nun uygulamaya koyduğu “Yoksul çiftçiler projesi” kapsamı içine aldığı Bosna-Hersek, Moldova, Letonya, Ermenistan gibi Avrupa ülkeleri içine girmiş beşinci ülke konumundadır. Ülke siyasetini bugüne kadar yönlendirmiş olanların Türkiye’nin bu duruma düşmesinden utanmaları gerekmektedir. FAO (Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü) Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu proje kapsamı içine aldığı 76 ülkenin 27’si Afrika’da, 16’sı Asya’da, 19’u Latin Amerika’da, 9’u Yakındoğu’da bulunmaktadır.
2) Türkiye bu konuma nasıl geldi? ’85’li yıllara kadar üretimde kendi kendine yeten önemli ülkeler arasında yer alan Türkiye bugüne değin süregelmiş yanlış politikalar sonucu tarımsal ürünlerde dışa bağımlı bir ülke konumuna gelmiştir. Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılında tarım sektörü milli gelirin yaklaşık % 40’ını oluştururken bu oran sanayileşme ile birlikte giderek azalmıştır. 1997 yılında yaklaşık % 14,2 kadar gerilemiştir. Tüm bunlara karşın tarımsal alanda da önemli ilerlemeler gözlenmiştir. 1920’li yıllarda kırsal alan nüfusu toplam nüfus içinde % 75 iken 1998’de % 35,08’lere gerilemiştir.
Bu arada yıllar itibari ile 1980’de kişi başına düşen GSMH 1337 dolar iken tarım sektöründe kişi başına GSMH’nin 611 dolar olduğu, 1998’de ise kişi başına GSMH 3387 dolar, tarım sektöründe ise 1429 dolar olduğu gözlenmektedir (DPT, DİE). Değişen ulusal koşullar yanında, AB gümrük birliği süreci ve uluslararası ekonomik gelişmeler, sektörün yeniden ele alınmasının gereğini ortaya koymaktadır. Hele hayvancılık sektörünün önemli bir istihdam alanı olduğu ve işsizlik sorununa yanıt verebileceği de belirtilmektedir. Hayvancılık kırsal kesim insanına tüm yıla yayılan sürekli istihdamı sağlar.
Türkiye hayvancılık sektöründe işini oldukça zora soktu. “Kesintisiz ulusal hayvancılık politikası” hiçbir hükümetin değiştirmeyeceği ve ısrarla uygulayacağı destekli bir politika ile düzlüğe, ancak en iyi ihtimaller ile 20 yıl sonra çıkabilir.
3) Et üretimimiz
Türkiye hayvancılık ürünleri üretiminde, kırmızı ette 1984’te 975 bin tondan 1998’de 900 bin tona gerilemiştir. Beyaz et üretiminde 1984’de 260 bin tondan 1998’de 585 bin tona yükselmiştir. Bugün kişi başına düşen et tüketim miktarı beyaz et dâhil 20 kg.dır. Bu ABD’de 120 kg. Avrupa ülkelerinde 80–90 kg. dolayındadır.
4) Sübvanse
Türkiye’nin sanayileşme politikaları ile kalkınmasının önemine değinen uzmanlar, tarım sektörünün sübvanse edilmesine şiddetle karşı çıkmaktadırlar.
Yıllardan beri desteklenen bitkisel üretim için bu doğru ancak hayvansal üretim için doğru değildir. Dünyada gelişmiş ülkeler destekleme politikaları ile hayvancılık ve hayvancılığa dayalı sanayilerini geliştirmişler ve ithalatları ile önemli girdiler elde etmişlerdir. Hollanda yaklaşık 30 milyar dolar tarımsal ürün ihraç etmektedir. Bu çerçevede gelişmiş ülkelerdeki tarımsal ve dolayısıyla hayvancılık politikalarını incelemek yerinde olacaktır.
Tarım kesiminin müdahale ve korumacılığı özendiren bir başka yönü ise, insan beslenmesi gibi stratejik bir alana yönelik üretim yapmasıdır. Gelişmiş ülkelerin de kabul ettiği gibi insanlar “beslenme güvenliği” kaygısını yaşamamalıdır. 2000’li yılların stratejik konusu olacak “Açlık”, “Yetersiz Beslenme / Gizli Açlık” nedeni ile tüm gelişmiş ülkeler “Beslenme Güvenliği ile Besinlerin Güvenliği” konularına önem vermektedirler. Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar tarafından yaptırılan araştırmalara göre, 2000 yılından önce dünya et fiyatları % 10 ve süt fiyatları % 7 oranında artış gösterecektir. Eğer sübvansiyonlar tamamen ortadan kaldırılırsa yukarıdaki fiyat artışları sırası ile % 60 ve % 52 oranlarında gerçekleşecektir. Fiyat artışlarından yararlanacak ülkeler elbette ki dünya et ve süt pazarlarını ellerinde bulunduran başta Avrupa Birliği olmak üzere ABD, Avustralya, Yeni Zelanda ve Arjantin gibi ülkeler olacaktır. AB tek başına dünya süt ihracatının % 45’ini ve et ihracatının % 25’ini elinde bulundurmaktadır. Buna karşılık bizim gibi et ve süt ürünlerinde net ithalatçı konumunda olan ülkelerin tümü, söz konusu fiyat artışlarından zararlı çıkacaklardır. Yani GATT’ın (Gümrük tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) Uruguay Round’u, korumacılığı azaltmak, tarımsal desteklemenin mali yükünü hafifletmek ve nihayet dünya tarım ürünleri ticaretinde yaşanan karmaşalara son vermek ve ticarete yeni ivme kazandırmak amacı ile Eylül 1986’da Uruguay’da toplanan (Bakanlar düzeyinde), ancak Aralık 1990’da bitirilmesi gereken konferans bu konular nedeni ile Aralık 1993’te bitirilmiştir. Burada en önemli tartışma konusu Batı Avrupa Ortak Tarım Politikaları (OTP) olmuştur, İkinci Dünya Savaşı sonrasında önce Japonya ardından da Batı Avrupa beslenme gibi hassas bir alanda dışarıya karşı bağımsız olma ve kırsal-sosyal yapıyı koruma stratejilerinin zorunlu kıldığı “mücadeleci tarım politikalarına” yönelmiştir. GATT da gümrük tarifelerini azaltarak dış ticarette serbestleşmeye gittiği bu neoliberal dönemde OTP gibi dışarıya karşı korumacılık, içeriye yüksek fiyatla destekleme yapan bir politikayı uygulamaya sokmuştur. Bu durum GATT’ın temel ilkeleri ile taban tabana zıt uygulamaları getirmiştir. Japonya ve İskandinav ülkeleri ise yüksek fiyatla özendirdikleri iç üretimi, yüksek gümrük vergileri ve yasak ya da miktar kısıtlamaları ile yabancı ürünlerin rekabetine karşı sıkı bir biçimde korumuşlardır. Bu yöndeki uygulamalar, ülke çıkarlarının çoğu zaman ilkelerin önünde seyrettiğini bir kez daha göstermektedir. 1962 yılında uygulamaya giren OTP’ye karşı ABD ile birlikte diğer ihracatçı ülkeler bile bloklar arasında yaşanan stratejik beslenme politikaları ve bu dönemde talebin yükseliş sürecinde bulunması nedeni ile “Soğuk Savaş” koşullarından dolayı kesin tavır alamamışlardır. Karşılıklı ödünler 1960’ların sonlarına doğru bu iki blok (AB ve ABD) arasında çok önemli işbölümü ve pazar paylaşımının doğmasına yol açmıştır. Bu işbirliği, 1960 ve 70’li yıllar sonrasında, ABD tüm tahıl pazarlarında alan kaybetmiş ve sonuçta 1980’li yılların başından sonuna dünya tarım pazarlarındaki payı % 17,5’ten % 13’e düşmüştür. Oysa aynı dönemde topluluğun en önemli tarım ürünü ihracatçısı ülkeleri olan Fransa ve Hollanda’nın toplam payları % 14,5’ten % 18’e yükselmiştir. 1970’li yıllara kadar durgun olan Dünya Tarım Ticareti 1970’ten 1980’e 50 milyar dolardan 233 milyar dolara yükselmiş, 1990’da 300 milyar dolara yükselen bu rakam günümüzde 500 milyar dolara yaklaşmıştır. OTP gibi Amerika ve diğer ithalatçı ülkelerde oldukça müdahaleci politikalar uygulamaktadırlar. ABD bu konuda OTP’den geri değildir. Kendi pazarlarını dış rekabete karşı, sağlık kuralları ve kotalar gibi tarife dışı engeller dâhil her türlü yöntemler ile koruyan bu ülke, dış pazarları eline geçirmek için de çeşitli devlet desteğine başvurmaktan kaçınmamıştır (Karma Kredi Programı ve İhracatı Geliştirme Programı gibi).
Yukarıda belirttiğim gibi Uruguay Raund’da en çok tartışılan konu OTP olmuştur. Bu dönem sonrası AB’nin önümüzdeki yıllarda hayvansal ürün pazarlarında yaşanacak gelişmelerden yararlanması güçleşmiştir. OECD ve Dünya Bankası verilerine göre 2000’li yıllarda özellikle sığır eti talebinin artacağı belirtilmiştir. Talep artışlarının daha çok Japonya, G. Kore ve Çin gibi Asya ülkelerinin ekonomik büyüme dinamizminden kaynaklanacağını, pazar genişlemesinden en çok ABD başta olmak üzere Avustralya, Yeni Zelanda, Arjantin, Brezilya ve bir ölçüde de Doğu Avrupa ülkeleri yararlanabilecektir.
Bu gelişmeler, Türkiye’yi olumsuz yönde etkileyecektir. Bilhassa ihracat sübvansiyonlarının sınırlandırılmasının dünya hayvansal ürün piyasalarında yol açacağı fiyat artışları Türkiye’yi en azından dış ödemeler açısından olumsuz yönde etkileyebilecektir. Çünkü Türkiye 1990 yılından bu yana hayvansal ürünlerde net ithalatçı konumda bulunmaktadır. 1995 yılından bu yana hayvansal ürünlerde net ithalatçı konumda bulunmaktadır. 1995 yılında Türkiye, yalnızca 155 milyon dolarlık hayvansal ürün ihraç ederken, 918 milyon dolarlık ithalat yapmıştır. Yani ihracatın ithalatı karşılama oranı % 17’lere düşmüştür. Aynı yıl toplam tarım ürünlerinin ihracatının ithalatı karşılama oranı, Türkiye tarihinde ilk kez yüzde yüzün altına, % 94’e düşmüştür. 1988 yılından bugüne, Türkiye’nin toplam tarım ürünleri (hayvancılık dâhil) ihracatı 2,3 ile 2,5 milyar dolar arasında sıkışıp kalmışken ithalat 5 kat artarak 500 milyon dolardan 2,5 milyar dolara yaklaşmıştır. Hayvansal ürünler başta olmak üzere, tarım ürünlerinde dışa bağımlı olma süreci 1980’li yılların hemen ilk yarısında başlamıştır. Türkiye net ithalatçı konumunda bulunduğu için dünya piyasa fiyatlarındaki yükselmeden zararlı çıkacaktır. Türkiye, tüm bunlara karşın hayvan hastalıklarına tedbir olarak, hayvan ithalatındaki kısıtlamayı 55. Hükümet iktidara geldikten bir ay sonra yasaklanmıştır. Ve bu yasaklar üçer aylık dönemler halinde sürmüştür. Ancak Avrupa ülkelerinden kanatlı, at, hindi palazı, sperma, sığır iç yağı ve deri gibi, pek çok canlı hayvan ve ürün ithal edilmiştir. Bu arada kanguru eti de bu ürünler arasında ülkeye girmiş ve sığır eti diye tüketime sunulmuştur. Ayrıca ithalat belgelerinde bu ürünler gösterilerek kaçak olarak sığır eti ithalatının da yapıldığı söylentiler arasındadır. Ayrıca 1997 ve 1998 yıllarında olağanüstü bölge valiliğine, valilere ve Milli Savunma Bakanlığına yazılar gönderilerek Doğu ve Güneydoğu Anadolu sınırlarından kaçak hayvan girişinin önlemesi de istenmiştir.
Son yıllarda bu önlemlerin yetersizliği açık şekilde gözlenmektedir. Bugün için nüfus artışı dikkate alınarak insanımızın gelişmiş ülkeler düzeyinde hayvansal protein tüketmesi onun en kaçınılmaz hakkıdır ve sosyal devlet bu “beslenme güvencesini sağlamakla yükümlüdür. Çünkü Türkiye 13–17 Kasım 1996’da Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Zirvesine (World Food Summit) katılmış ve dünya insanları için daha çok gıda üretmeyi öngören deklarasyonu imzalamıştır. Ancak Türkiye her alanda olduğu gibi bu alanda da taahhüdünü yerine getirmemektedir.
Türkiye’de yılda yaklaşık 10,5 milyon ton çiğ süt üretilmektedir. Üretilen çiğ sütün % 40’ı köy ekonomisi içinde kalmakta ve sayıları 3 bin civarında olan mandıralarda üretilmektedir.
Süt sektöründeki önemli potansiyel, yabancı yatırımcıların da ilgisini çekmektedir. Yabancı firmalar, yeni yatırım yapma yerine mevcut firmaları alarak pazara girmektedirler. Nestle’nin Mis Süt’ü, Fransız Sodial firmasının Koç Holding ile birlikte SEK’i, Danone-Sabancı’nın ise Tikveşli’yi alarak sektöre adım atması ile uluslararası gıda devleri sektördeki yerini almıştır.

SÜT ÜRÜNLERİ TÜKETİMİ
Türkiye’de beslenme alışkanlığının sağlıklı olmayışı, sürekli artan fiyatlar ve yetersiz alım gücünün kişi başına tüketilen süt miktarının, sağlıklı bir gelişim için gereken miktarın oldukça altında gerçekleşmesine neden olduğunu görüyoruz. Sağlıklı bir gelişim için gerekli olan kişi başına süt ürünleri tüketimi yılda 99 kg. iken Türkiye’de kişi başına süt ve süt ürünleri tüketimi yılda ancak 20 kg. dolaylarındadır, içecek olarak kişi başına süt tüketimi ’90’lı yıllarda genellikle 5,6 kg. düzeyinde seyrederken 1997’de küçük bir artışla 5,7 kg.a yükselmiştir. Ayranda ise kişi başına tüketim 1991 yılından itibaren düzenli olarak azalmış ve 14,2 kg.dan 13,2 kg.a düşmüştür.
Türkiye’de çaydan sonra en çok tüketilen içecek olan ayranın yılda ortalama 50 milyon litrelik tüketim miktarına ulaştığı tahmin edilmektedir. Tüketilen süt miktarının % 60 civarındaki büyük bir bölümü sokak satıcıları tarafından uygunsuz sağlık koşullarında pazarlandığı da bir gerçektir. Ancak sokakta satılan sütün % 60’lık kısmı ise evlerde yoğurt yapımında kullanılmaktadır. Süt ürünleri içerisinde en fazla tüketilen yoğurt pazarında irili ufaklı birçok firma faaliyet göstermektedir. Pazarda Mis, Pınar, Sek, Tikveşli, Sütaş gibi belli başlı büyük firmaların yanında yerel ve merdiven altı diye tabir edilen birçok üretici de bulunmaktadır.
Bu üreticilerin yoğurt pazarından aldıkları pay ise küçümsenecek boyutta değildir. Yoğurt pazarının % 47’si bu firmaların elinde olup, pazarın % 16,6’sına ise Mis Süt sahiptir. Mis’i % 15 ile Sütaş, % 12,6 ile Tikveşli, % 6,1 ile Pınar, % 2,4 ile SEK izlemektedir.
Ülkemiz için Piliç eti ve yumurta son yıllarda önemli protein kaynağını oluşturmaktadır. Türkiye, piliç eti ve yumurta üretiminde 1980’li yıllardan başlayarak hızlı bir gelişme göstermiştir. Dünya ülkeleri sıralamasında önemli yerlere gelen Türkiye, piliç eti üretiminde sıralamaya giren 176 ülke arasında 18, yumurta üretiminde ise 204 ülke arasında 14. durumdadır.
Tavukçuluk sektörü dünya tavukçuluk sektöründeki son gelişmeleri yakından izlemekte ve ülkemizdeki üretime yansımasını çok hızlı bir biçimde gerçekleştirmektedir. Bugün ülkemizde üretilen piliçlerin yaklaşık % 80’i, yumurtanın % 70’i, gelişmiş ülkelerdeki gibi modern tesislerde üretilmektedir. Avrupa ülkelerine kıyasla Türkiye tavukçuluk sektörünün yaşı 20 yıl kadar daha genç, teknolojik seviyesi de gelişmiş ülkelerinkinden aşağı değildir. Bu çok önemli bir gelişmedir. Hatta sektör “Devlet bize gölge etmesin başka bir şey istemiyoruz” demektedir. Ancak son günlerde KDV’nin kırmızı ette % 1’e düşmesi beyaz ette % 8 olması beyaz et üreticilerini oldukça kızdırmıştır.
1986 yılında uygulamaya giren Kaynak Kullanımı Destekleme Primi (KKDP), özellikle tavukçuluk sektöründe olumlu sonuçlar vermiştir, piliç eti ve yumurta üretiminde yeni kapasiteler bu dönemde yaratılmıştır.
1997 başı itibariyle ülkemizde çalışır durumda 48 adet etçi, damızlıkçı işletme bulunmaktadır. 1997 yılında 399 milyon adet broiler civciv (eti için beslenen) ve 492 bin adet piliç eti üretilmiştir. 1997 yılında bir önceki yıla göre üretimde % 20,49’luk bir artış sağlanmıştır.
Tavuk ve yumurta üretimi sürekli artış göstermektedir. Toplam tavuk ve piliç eti üretimi 1990’da 217 bin ton, 1991’de 238, 1992’de 288 bin ton olarak gerçekleşmiştir. 1995’te 413 bin, 1996’da 567 bin, 1997’de ise 616 bin tona ulaşmıştır. 1980 sonrası hızlı bir gelişme gösteren tavukçuluk sektörünün özellikle 1986 yılında uygulamaya giren Kaynak Kullanımını Destekleme Primi ile hem yumurta hem de piliç eti üretiminde yeni kapasiteler ve modern tesisler yaratılmıştır. 1981–1993 yılları arasında tavuk varlığı 3,2 kat, tavuk eti 1,2 kat, yumurta üretimi ise 2,2 kat artış sağlamıştır.
Gelişmiş ülkelerde kişi başına yıllık beyaz et tüketimi 20 kg.ın altına pek düşmemektedir. ABD’de 50 kg.a yaklaşmaktadır. İsrail 45, Brezilya 20, İngiltere 23, Fransa 21, Yunanistan 20, Hollanda 19, İspanya 25 kg. ile dikkati çekmektedir. Türkiye’nin geldiği nokta ise yılda kişi başına 10 kg. dolaylarındadır.
Tavuk etinde olduğu gibi yumurta tüketiminde de Türkiye dünyanın gelişmiş ülkelerinin oldukça gerisindedir. Kişi başına yumurta tüketimi Romanya’da 371, Yunanistan’da 242, Fransa’da 237, Rusya’da 227, Çin’de 218, İspanya’da 207, ABD’de 175, Hollanda’da 168, Türkiye’de ise, kişi başına yumurta tüketimi 150 adet dolaylarındadır. 1995 yılında 166 adede kadar çıkan tüketim, 1996 ve 1997 yıllarında azalarak 152 adede gerilemiştir.
Türkiye, tavuk eti ve yumurta ihracatını 1997 yılında sırası ile % 18,4 ve % 55,9 oranında arttırmıştır. ABD tavuk eti ihracatında % 40–45 pay alırken, yumurta ihracatında AB ülkeleri % 70’lik pay ile başı çekmektedir. Türkiye’nin tavukçulukta bu kadar gelişmesine rağmen aldığı pay % 0,5–1 arasındadır. DİE kayıtlarına göre 1997 yılında yumurta ihracatı 30.746 milyon dolar, tavuk eti 10.477 milyon dolar ve canlı hayvan 96 bin dolar olarak gerçekleşmiştir. Bunlara karşın ithalatımız bu ürünlerde % 22 azalma göstermiştir.
Sonuç olarak bazı bilim adamları ve kuruluşların görüşüne göre “Toplumların gelişme düzeyleri et ve ürünlerinin tüketimi ile doğru orantılıdır.” Türkiye’de ise et-süt-yumurta tüketimi gelir dağılımının dengesizliği ve bozukluğu, arz yetersizliği gibi konular çok önemlidir. Aslında süt içme, yumurta yeme ve beyaz et alışkanlığı olmaması tüketimi etkilemektedir. Halkımız hayvansal proteinden yoksun beslemekte ve nüfusun % 80’ine yakını Gizli Açlık çekmekte, bunun % 20’si ise Açlık sınırındadır. Öyleyse yapılacak çok işin olduğunu, hayvancılık politikalarının zaman geçmeden uygulamaya konması gerekliliğini tekrar tekrar belirtmek isterim.

KAYNAKLAR
DİE, DPT, Hayvancılık Kongresi II. 1996.

Ekim 2000

Parti ve üyelik sorunu

Parti ile üyesi arasındaki ilişki, partinin sınıfsal niteliğini en iyi “yansıtan” olgulardan birisidir. Hele “üyelik”, Türkiye’de “kadro” ve “kitle partilerinin pek çoğu için olduğu gibi, kâğıt üstünde kalmayacaksa; üyenin yükümlülükleri ve bu yükümlüklerden doğan hakları partinin sınıf tutumunu, yığınlarla ilişki tarzını ve iç disiplini de dâhil parti iç yaşamını belirlemede birinci dereceden önemlidir.
EMEP’in kuruluşundan beri, “parti ve üye ilişkisi” üstünde en çok durulan sorunlardan birisi oldu.
EMEP’in bir “işçi kitle partisi” olmasının kaçınılmaz sonucu olarak; “Ben EMEP çatısı altında mücadele etmek istiyorum” diyen her işçiyi, her emekçiyi üye olarak kabul etmesi ile EMEP’in programını gerçekleştirmek için yığınları çağırdığı mücadele yolunda yürüyecek partililerden beklediği özellikler çelişkili gibi görünüyordu. Özellikle de pratikte partinin, ya kitleselliğin baskısı altında mücadelede yol gösterme, sınıfa yardımcı olma görevini yerine getiremeyeceğinden ya da, yığınsallığın kaybedeceği tutumların gelişebileceğinden endişe ediliyordu. Aslında geçen süre göstermiştir ki; EMEP, hem yığınsal bir işçi-emekçi partisi hem de mücadelenin kendisinden beklediği görevleri yerine getiren bir parti olabilir. Nitekim EMEP 2. Kongresi, sorunu sınıf hareketinin ihtiyaçları ve EMEP’in bu hareket içindeki rolü üstünden ele alarak, parti üyesi tanımına açıklık getirmiş; parti tüzüğündeki üyelik bölümüne eklediği, her parti üyesinin, parti karşısında bir görevi olacağı biçimindeki “ekleme” ile “parti üyeliği” sorununa açıklık getirmiştir.
Ancak, parti eğer bir gönüllüler kulübü değil de; mücadele için bir araya gelmiş insanların bir örgütüyse; sorunun teorik planda çözülmüş olması önemlidir; ama ondan da önemlisi bu çözümlemenin pratikte nasıl uygulanacağıdır.

LENİNİST PARTİ VE ÜYELİK
Kuşkusuz ki; “üyelik” sorunu işçi sınıfının ve sosyalizmin tarihi bakımından da önemle tartışılan konulardan birisidir. Ve Lenin’in Menşeviklerle tartışması; ünlü “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eserinde söz konusu edilen “sınıf partisi içinde üyeliğin anlamı” üstüne tartışmalar; “nasıl bir üye” tartışması üstünden yürüyen tartışmanın “nasıl bir dünya görüşü”, “nasıl bir siyasi mücadele” bölünmesi olduğuna bir örnek teşkil ettiği gibi, sınıfın devrimci partisi fikri içinde parti üyesinin rolüne dikkat çekmek bakımından son derece önemli bir belgedir.
Son 30 yıl içinde Türkiye’de, çeşitli “sol siyasi çevreler”, “üyelik kıstası” üstünden zaman zaman “çok şiddetli” bir görünüm kazanan tartışmalar yürütmüşlerse de bu tartışmaların “şiddeti” kadar “anlamlı” olduğunu söylemek güçtür.
Çünkü denebilir ki neredeyse herkes, en azından lafız olarak Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri” eserinde Menşevikler’le yaptığı tartışmada, Lenin’den yana olduğunu ilan ederek, Stalin ve 3. Enternasyonal’in Leninist parti ve onun üyelik kriterlerine ilişkin söylediklerini “savunduğu”nu iddia ederek işe başlamış ve tartışma; sosyalist literatürde “parti” ve onun “üyesi” arasındaki ilişkiyi yorumlamakla sınırlı kaldığı için bu tartışmaların, genel olarak “sol” içinde bir Leninist parti kültürü oluşturmaya hizmet ettiği; Türkiye’deki parti fikri ve onun yığınlar içindeki rolüyle ilgili sonuçlar doğurduğu pek söylenemez. Tersine genel olarak bakıldığında bu alanda söylenenle yapılanların birbirine uygun olduğu söylenemeyeceği gibi işin laf kısmının da, formülasyon bakımdan Leninist biçime uygun ama içeriğinin tamamen başka “izmler”in etkisiyle doldurulduğu görülür.
Örneğin kendilerine Marksist, Leninist, Maoist, Troçkist vb. sıfatlar takan “sol örgütler”, içeriğini ve anlamını çok önemsemeden; “Leninist partinin üç temel üyelik kriteri”ni tüzüklerine yazarlar.
Buna göre; 1) Partinin programını kabul etmek, 2) Aidat ödemek, 3) Partinin bir organında yer almak. Bu ilkelere hemen bütün bu türden örgüt-parti tüzüklerinde rastlamak mümkündür. Ama Leninist partide parti ile üye arasındaki ilişkiyi belirleyen ve Leninist partinin sınıf hareketi içindeki rolüyle doğrudan bağlantılı olduğu için de, bu üç koşulun ifade ettiği şey; herhangi burjuva, küçük burjuva “devrimci”, “sıkı örgütlenmiş bir parti”den farklı, taban tabana zıt bir içeriğe sahip olduğu ortadadır.
Ama genellikle “profesyonel” kişilerden oluşan bu örgütlerde, bu temel kurallara da pek uyulduğu söylenemez. Belki; “iç eğitim” toplantılarında bunlardan sıkça söz edilir, Lenin’in Menşevikler’e, ekonomistlere yönelik suçlamaları yeniden yeniden gündeme getirilir ama gerek partinin programı ile Leninist partinin üyesine yüklediği görevler arasındaki ilişki, gerekse bir organda görev alma ve aidat ödeme gibi kriterlere pratikte bir değer verildiği söylenemez. Bu nedenle de; “sol”daki parti kültürü; aslında günlük bir çalışmayı, yığınlara yönelik kapsamlı bir ajitasyon faaliyetini gerçekleştirmek üzere biçimlenmiş Leninist parti ve onun üyesinin sorumluluklarının “teknik bakımdan kabul edilişi”ni aşmaz. Çalışmada; “konspiratif” tarz (komplocu, üyenin fikirlerini ve tutumunu saklaması, etrafında farklı gerçekte farklı bir kişi olma, öyle görünmeye özenme) egemendir.
Düzen partileri için de durum çok farklı değildir. Orada da aidattan, parti örgütlerinden (ilçe ve belde örgütleri) söz edilir ama gerçekte ne örgüte önem veren ne de aidat ödeyen vardır. Örgütler ve örgütle üye ilişkisi “delege ağları” yerel parti bürokrasisi tarafından biçimlendiği gibi, kimlerin aidatının ödeneceği, kimlerin ödenmeyip, delege seçimleri ve ön seçimlerde oy kullanmasının önleneceği de yine bu kişiler tarafından belirlenir. Üyeler de genel olarak bu partilere bir menfaat sağlamaya gittiği için; aidat vermek (yasal bakımdan aidat zorunluluğu ise, genellikle, üyelerin parti içi hizip çekişmelerinde “oy haklarını” kullanabilmeleri için, partinin hiziplerinin önde gelenleri tarafından yatırılır), zamanının bir bölümünü partinin kendisine vereceği görevleri yerine getirmek gibi bir istek göstermezler.

BİR İŞÇİ-KİTLE PARTİSİ OLARAK EMEP’TE ÜYELİK
Elbette ki işçi sınıfı ve emekçi sınıfların az çok siyasetle uğraşan kesimleri bu burjuva ve küçük burjuva çevrelerin “parti”, “parti-üye ilişkisi” kültüründen etkilenmiş olarak EMEP’e gelmektedir. Bu yüzden de EMEP’te üyelik sorunu, parti üyesinin görevleri, partinin amacı ile üyenin görevi arasındaki ilişki gibi üyeliğe dair pek çok yan parti içi eğitiminin ve partinin yığınlara yönelik faaliyetinin önemli bir unsuru olarak ele alınması gereken bir konu olmaya devam etmektedir ve edecektir. Ve öyle görünmektedir ki parti üyesi ve görevi arasındaki ilişki, parti yığınsallaştığı ölçüde de parti içi eğitimin giderek önemi artan bir konusu olmaya devam edecektir. Ama örnek bir çalışma geliştirilmiş, bir parti içi örgüt kültürü yerleşmiş olacağı nedeniyle de elbette bu konu yeni üyelere daha kolay kavratılıp bir alışkanlık haline getirilebilecektir.
EMEP daha kuruluşundan itibaren düzen partilerinden öğrenilen parti içi çatışmalarda taraf olma, öteki partiler karşısında da üyelik görevi kendi partisine oy vermek olarak kalan (çoğu zaman kendi partisi dışındaki partilerle bile çeşitli ilişkiler içine girip o partilere destek vermek düzen partileri için de parti üyesi olmayı ortadan kaldırıcı bir disiplin suçu sayılmaz) parti anlayışını ve üyeliğini olduğu kadar, Leninist partinin parti-üye ilişkililerinin yozlaştırılmış ifadesi olan sınıf dışı bir tutum olarak yansıyan “kadrocu”, “komplocu” (konspiratif) üyelik anlayışını da reddetti.
— Çünkü EMEP; kuruluşundan itibaren kendi orijinalitesini bir “işçi kitle partisi” olarak ifade etti ve “Ben de bu partinin çatısı altında mücadele etmek istiyorum” diyen her işçinin, emekçinin başkaca bir koşul ve “sınavı” aşmak zorunda olmadan partiye katılmasını sağlayacak bir tutumu benimsedi.
— Çünkü EMEP; bir yandan işçilerin, emekçilerin kitle partisiyken aynı zamanda da onların içinde kendi politikalarını öğrendikleri bir “okul”du. Dolayısıyla da işçiler, politika yapmayı, yapacakları kendi politikalarının nasıl bir politika olduğunu da bu parti içinde öğreneceklerdi.
— Çünkü EMEP, işçileri, emekçileri mücadeleye çekmek, onları hakları için, demokrasi ve bağımsızlık mücadelesi için, emekçilerin iktidarı için mücadeleye çeken bir parti olarak, sınıfa yardım eden, mücadeleyi yöneten bir parti olarak rol oynamak için kurulmuştu.
Yani EMEP bir işçi-emekçi kitle partisi olarak sınıfın ileri unsurlarının tümünü kapsamayı, onları içine alarak sınıfın dünya görüşü doğrultusunda eğitmeyi, parti içinde kendi politikalarını yapmayı öğrenmelerinin önünü açmak istiyordu. Bunun için de üyelik için kurallar belirlerken; asıl olarak da eski siyasileşmiş, aydın ve demokrat çevrelerden, öğrencilikten gelme kesimlerin işçi ve emekçi sınıflardan gelecek yeterince siyasallaşmamış, henüz arayış içine girmiş emekçilerin partiye girmesine engel olabilecekleri kuralları koymaktan, bu anlamıyla üyeliği zorlaştıracak “barajlar”dan uzak durdu. Denebilir ki, tek dikkat ettiği ilke, bir işçinin, bir emekçinin samimiyetle; “Ben bu partinin amaçlarını kabul ediyorum ve bu partiye girmek istiyorum” demesiydi.
Ama bundan anlaşılması gereken elbette burjuva düzen partilerindeki her gelenin kabul edilip sonra seçimlere kadar kimin ne yaptığı ile kimsenin pek ilgilenmediği bir “particilik” anlayışı değildi ve kuruluşundan itibaren de EMEP, bu anlayışa karşı durdu.
Partinin kuruluşundan bugüne geçen süreç; sınıf hareketinin ihtiyaçları, üye ve partisi konusunda, EMEP’in kuruluşundan beri savunduğu ilkelerin ne kadar doğru, eğer bir kitle partisi olacaksa üyelik koşullarının böyle olması gerektiğinin aynı zamanda zorunlu da olduğu görüldü. Ancak, pratikte, zaten zorunlu olan ve her parti üyesinin olması gereken bir özelliği daha parti tüzüğüne geçirildi: EMEP’in 2. Kongresi; partinin çizgisini kabul etmek ve belirli bir aidatı ödemek koşuluna, “her üyenin bir parti görevinin olması” ilkesini de ekledi.
Aslında böylece, EMEP’in tüzüğü; Leninist parti ilkelerinin bir açık işçi kitle partisinin amaçlarına uygun olarak yorumlanmasının “lafız bakımından da tamamlanması”nın ifadesi oldu. Çünkü parti üyesinin görevlerinin özünü ve kapsamını belirleyen aslında partinin programıdır ve sınıfın asgari programı olma bakımından EMEP programı zaten böyle görevler yüklüyordu. 2. Kongre’de yapılan tüzük değişikliği ile EMEP tüzük olarak üyelerinin yükümlülüklerini belirleme bakımından da ileri bir adım atmış oldu.
İlk bakışta, “parti çizgisinin benimsenmesi”, “aidat ödenmesi”, “bir parti görevi üstlenmesi” gibi görünüşte basit ama “her gün yapılan” görevler olmasıyla, bir parti üyesinin sürekli kendi partisi ve onun sorunlarıyla ilgilenmesi; sorunların çözümüne katılması anlamına gelen bu “basit” ilkeleri işçi ve emekçi sınıflardan partiye başvuran kişiler, herhangi bir yerden öğrenip sonra partiye gelemeyeceğine göre, çok açık ki, parti bu görevlerin yeni partililere öğretilmesini, eski partililerin de günlük çalışmaya bu “üyelik görevlerini” yerine getirecek biçimde katılması çabasının her gün yenilenmesini öncelikle partinin yönetimlerine ve “deneyimli” partililere yüklemektedir. Yani parti yöneticilerinin görevi, elbette, partinin kapıdan giren ve “Ben bu partiye üye olmak istiyorum” diyen emekçiye yeni kurallar dayatmak değildir. Ama parti içi eğitim ve üye parti ilişkisi ve üyeler arasındaki dostluk arkadaşlık ilişkilerinin düzenlenmesi çerçevesinde, deyim yerindeyse partiye yeni giren işçiye, emekçiye partili olmayı öğretmekle yükümlü olduklarını bilmek durumundadır.
Bu yüzden de, dün EMEP’te, partinin çizgisini yeterince anlamamış ya da aidatını zamanında ve gerekli bir düzenlilikte ödememiş olanlar partiden çıkarılmamıştır. Bugün de; 2. Kongre tarafından “her üyenin bir parti görevinin olması” doğrultusundaki tüzük değişikliği, parti görevi olmayan üyelerin “üyelikten çıkarılması” işlemlerinin başlatılması anlamına gelmiyor. Ama böyle bir maddenin tüzüğe konmuş olması, “üyeye ve yöneticilere yeni bir görev yüklemiyor” da değil. Tersine; eğer üyeler, bir görev almayacak ve yöneticiler de hiçbir şey olmamış gibi davranacaksa; o zaman bir tüzük değişikliğine, hatta bir tüzüğe gerek olmazdı. Buradaki hassas nokta, yönetimlerin, eski üyelerin, parti çizgisini kavramış eski partililerin; yeni üyelerin yapabileceği bir görev almaları için onları eğitip, yeniden yeniden partiyle ilişkilerini geliştirmelerini sağlamaktır. Yani tüzük değişikliğinin yeni üyelerden çok değilse de, onlardan önce yönetici görevler alan partililere ve eski parti üyelerine bir yükümlülük getirdiği görülmelidir.
Çünkü EMEP’in bir işçi kitle partisi olması, aynı zamanda sınıfın okulu olarak işlev görmesi, her şeyden önce yöneticilere yeni görevler yüklemektedir. Yani, nasıl ki, dün partinin çizgisinin kavratılması ve aidatın düzenli ödenmesi gibi partili yükümlülüklerinin yerine getirilmemesi, yöneticileri bunları üyelere öğretme; bu çerçevede işçinin, emekçinin partisini, onun çizgisini anlayıp hayata geçirilmesinin öğretilmesine bir vesile ise, bugün de parti tüzüğünde yapılan değişiklik; her yeni üyenin de bir parti görevini üstlenmesi için bunu yerine getirmenin öğretilmesi; her üyeye yapabileceği bir “görev verme” (görev üyenin önemsiz göreceği kadar basit değil ama altında ezilmeyeceği kadar da üye tarafından yapılabilir olmalıdır) ve bu görevi sistemli bir biçimde yenileyerek; üyenin kendiliğinden görev ister duruma getirilmesi; aldığı görevleri yaratıcı bir biçimde yerine getirmeyi alışkanlık haline getirmesi için gereken gayreti göstermeyi öngörür.
Ancak elbette, partinin mücadele çizgisi, aidatın önemi konusunda her şeyi bilip, her yerde herkesten çok konuşup ama kendisine verilecek parti görevlerini yerine getirmemekte ısrar edenler için üyelik koşullarının yerine getirilmesi titizlikle ele alınacaktır. Bu yüzden de bu “tipler” için elbette herhangi bir görev kabul etmemek, aldığı görevi bilinçli olarak yapmamak da bir parti suçu teşkil eder. Ama yeni parti üyeleri için böyle bir suçun oluşması çok daha başka koşulları gerektirir.
Demek ki, EMEP 2. Kongresi üyelik kriterleri arasına aldığı “her üyenin bir görevi olmalıdır” ilkesiyle, aslında öncelikle yöneticilere ve deneyimli partililere yeni bir görev vermiş; her üyeye “uygun bir görev verme” yükümlülüğü getirmiştir.

ÜYE VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Peki; “öncelikle” yöneticilere böyle bir yükümlülük getirilirken, 2. Kongre üyelere yeni bir yükümlülük getirmemiş midir? Elbette getirmiştir. Asıl olarak da üyelere yeni bir yükümlülük getirmiştir.
Şöyle ki;
Soruna, üyenin parti karşısındaki sorumluluğundan bakıldığında her üyenin görevi, partinin işlerinin başında bir yönetici yokmuş gibi, parti tüzüğünde yer alan üyelik görevlerini harfiyen yerine getirmektir. Bu yüzden de; “her üyenin bir görevi olmalıdır” diyen tüzük maddesine göre üyeler sürekli bir görev edinmek, bu görevi üstünden de partiye, parti çalışmasına bağlanmak durumundadır. Bu yüzden de EMEP 2. Kongresi, “öncelikle parti yönetimlerine görev yüklemiştir” derken, burada üyenin kendi sorumluluğu ortadan kalkmamakta, sadece EMEP’e yeni katılanlara ve tabii henüz yeterince partinin çizgisini kavramamış olan nispeten eski üyelere de; görev alma, bir görev üstünden partiye bağlanmanın önemi ve gerekliliğini öğretmek durumunda oldukları hatırlatılmaktadır. Yoksa üyeler bekleyecek, parti yöneticileri de onlara “iş verecekler” diye bir şey söz konusu değildir.
Burada, “üyenin parti görevi”nden söz ederken, üyenin kendiliğinden “ben de parti için şöyle bir şey yapayım” diye kendisine bir “görev vermesi”ni kastetmiyoruz. Tam tersine, partinin gerçekleştirdiği görev üzerinden, o görevin bir parçası olarak üyenin görev almasından söz ediyoruz. Yani, partinin önüne koyduğu o dönemdeki görev üstünden bir görev alınmasını kastediyoruz. Ancak o zaman üye parti faaliyetinin bir parçasını üstlenmiş, dolayısıyla partinin kolektif çabasının bir parçası olarak davranmış olabilir. Ve parti yönetimi de, üyeyi bu görev üstünden denetleyebilir.
Elbette ki; partiye üye olmuş ama bu üyeliğin kendisine hiçbir sorumluluk getirmediği bir üyeliğin partiye, sınıfa ve parti üyesine kazandıracağı bir şey olamaz. Tam tersine; partiye üye olmak demek, “partinin amaçları doğrultusunda çalışacağım, elimden ne gelirse onu katacağım” demektir. Ve üyelik koşulları olarak tüzük tarafından belirlenen üç madde bu isteğin somut ve biçimsel ifadesidir.
Hiç kuşku yok ki, bir kitle partisinin üyelerinin tümünün katkısı aynı değildir. Tersine, kimi üyeler yetenek, deneyim, bilinç bakımından çok ileri düzeyde parti çalışmasına katılırken, üyelerin büyük bir bölümü de (partinin kitleselliği arttıkça, katkı düzeyi düşük üyelerin oranı büyür) daha aşağı bir düzeyden parti çalışmasına katılırlar. Çünkü partiye yeni katılan emekçi sınıflardan üyelerin bilinç ve deneyimleri elbette partinin “ileri unsurları” düzeyinde olmayacaktır.
Üyelerin partiye katılımı böylesi çeşitli düzeyde olmasına karşın üyelerin parti karşısındaki konumları değişik değildir. Tam tersine samimiyetle ve elinden geleni yapan her üye parti tarafından aynı derecede şevkle kucaklanır.
“Kişi”, partiye üye olurken “tek kişi” olarak başvurur. Ama görevleri yerine getirirken, kişi tek olmaktan çıkar; kendi etrafındaki insan ilişkileriyle hareket eder. “insan ilişkileri” ile kastedilen ise; parti üyesinin etrafındaki, ailesindeki kişiler, akrabaları, komşuları, kahve, spor kulübü vb. çevrelerden arkadaşları, hemşerileri, işyerinde birlikte çalıştığı kişiler gibi, çok sayıda ve değişik toplum kategorilerinden emekçileri kapsar. Dolayısıyla partiden alınan görevin yerine getirilmesinde partili, bütün çevredeki kişileri (en azından henüz partili olmayan bazı kişileri) harekete geçireceğini düşünerek, yani kendi kişisel olanağı olan bu çevreyi parti çalışmasına çekerek yapar. Bu çevre, üyenin “doğal çevresi”dir. Ve aslına bakılırsa (birim çalışması ve ona has özellikleri bir an için gözden ırak tutarsak) partili siyasi çalışmasını da bu çevre içinde yapar. Çünkü günün çeşitli saatleri içinde yer aldığı bu çevre içinde partinin tanıtılması, etkilenen kişilerin şu veya bu düzeyde partiyle ilişkilerinin kurulması, partiyi tanımayan ama partilinin kendisinin kişisel olarak etkilemiş olduğu kişilerin, alınan parti görevlerinin yerine getirilmesinde çeşitli düzeylerde rol almasının sağlanması partilinin çalışmasının önemli dayanaklarıdır. Yani partilinin doğal çevresi, hem o partilinin parti çalışmasını sürdürdüğü hem de partinin o alandaki amaçlarının gerçekleşmesi için aldığı parti görevinin yerine getirilmesi için seferber ettiği bir çevredir. Daha doğrusu partili; bu çevreyi parti çizgisinde hareket ettirdiği, onların imkânlarını partinin çalışmasının imkânları haline getirdiği ölçüde görevini yapmış olacaktır. Dolayısıyla parti üyesinin siyasi faaliyet yürüttüğü alanın olanakları ne ölçüde partinin olanakları haline geliyorsa, parti üyesi de o ölçüde görevini yapar hale gelir. Aksi halde, bir parti üyesi tek başına, kendi çevresinden soyutlandığı takdirde ne ölçüde fedakârca davranırsa davransın, partinin kendisinden beklediği görevleri yerine getirmiş olmaz. Başka bir söyleyişle parti üyesi, kendi doğal çevresinin “doğal önderi” olarak davranmalı, bu pozisyonu edinmek için gayret göstermeli, çevre içindeki öteki etkili unsurları da partiye kazanarak partinin hem yeni çevrelere yayılmasını hem de var olan çevre içinde etkisini artırmasını amaçlamalıdır.
Demek ki parti üyesi, bu “doğal çevresi” içinde parti yayınlarını dağıtmak, okunup tartışılmalarını organize etmek, günlük gazetenin okunmasını sağlamak ve sürekli abonelik kurumunu yerleştirip işletmek, partinin maddi bakımdan desteklenmesi için bu çevrenin parti ile maddi bakımdan dayanışmanın sürekli hale getirilmesi gibi özel bir parti görevi almadan da yerine getireceği bir tür kaçınamayacağı görevlerle yükümlüdür. Ve aslında bir parti görevi almak, bu ilişkiler içinde anlam kazanmaktadır.
Örneğin parti merkezi ya da il örgütü, IMF-hükümet politikalarının teşhiri üstünden bir faaliyet yürütmek için tüm örgütleri göreve çağırmışsa, burada parti üyesi, bu çağrıya uygun bir görevi üstlenmek, kendi alanındaki olanakları bu görevin yapılması için seferber etmek, kendi çevresinden kişilerle birlikte bu görevi nasıl yerine getireceğini planlayıp hayata geçirmekle yükümlüdür. Ya da örneğin parti bir bağış kampanyası açmışsa normalde olandan farklı olarak, bu bağış kampanyasının içeriğine ve ondan beklenen ideolojik-politik yararı da ihmal etmeyen ama aynı zamanda çevrenin ekonomik gücünü göz önüne alarak hedefler koymak, bu hedefleri aşmak üzere devrimci bir “yarış” yürütmek üyenin görevi olarak biçimlenir. Yani böyle bir faaliyette, örneğin asgari ücret alan bir parti üyesi, kendi bağışını bu çevrenin imkânları üstünden değerlendirip belirlemek durumundadır.
Elbette ki, asgari ücret alan da kendince bağışa katılmanın bir yolunu bulacaktır; (fazla mesai, hafta sonu çalışma, çeşitli tasarruflar düşünülebilir) ama bağışta konulan hedef üyenin kişisel katkısının ötesinde onun “doğal çevresi” içinde yürüttüğü faaliyetle dolaysız bir biçimde bağlantılı olarak ele alındığı ölçüde bağıştan beklenen, partiyi güçlendirmenin bir dayanağı olma özelliği gerçekleşebilir.
Günlük basın için de durum benzer biçimdedir. Ve her partili, sadece kendi okuması için değil, ama kendi çevresinde gazetenin günlük dağıtımını sağlamak, okunup tartışılmasını organize etmek, gazete ile çevresinin bağının süreklileştirilmesi için hevesli gençleri gazete muhabirliği ve dağıtımı için görevlendirmek, çevrenin kendi doğallığı içinde gazeteyi tartıştırmak ve gazete tarafından ortaya atılan konuları tartıştırıp, okunmasını teşvik edip anlaşılmasını sağlamak üyenin hem erteleyemeyeceği hem de her gün yapılmasını alışkanlık olarak sürdüreceği görevlerindendir.
Her üye bütün bu sayılanları yapabilir mi? Eğer çevre imkânlarını seferber etmeyi aklından çıkarmıyorsa, parti görevini bir bürokratik davranış, dışardan kendisine empoze edilen bir tutum değil de günlük yaşantısının bir parçası olarak algılıyorsa, çok önemli kısımlarını yapar. Yapamadıkları için ise başka üyelerden, parti yönetimlerinden yardım isteyecektir. Bu görevlerin tam olarak yapılması için gereken bilgi ve beceriyi edinmek için çaba harcayacaktır. Çünkü partinin kendisinden istediği şeyler; günlük yaşantısı içinde, daha iyi bir dünya kurma isteğinin gerekleridir. Ona dayatılan, ya da aleyhine olan şeyler, üstesinden gelinemeyecek kadar zor ve ona yabancı şeyler değildir.
Aslında parti üyeliği, soruna bu geniş açıdan bakıldığında, parti çizgisini benimsemiş, belirli aidat veriyor ve partinin verdiği bir görevi yapıyor olma ete kemiğe bürünmektedir. Yoksa tüzükte söz edilen kuralları; sağda solda partiyi övmek, bir miktar aidat ödemek ve partinin şunu yap dediği bir pratik işi (bir şeyi alıp bir yere götürmek gibi) yapıyor olmak, tüzükte söz edilen üyeliğin hakkının verildiği anlamına gelmez.
Kuşkusuz ki, partinin birim çalışması, birimdeki parti grubunun üyesi olan partili üyenin görev anlayışı da yukarıdaki gibi bir genişlikte anlaşılmalıdır. Ama aynı zamanda, birim faaliyeti, bir grup partilinin bu “doğal çevre” olanaklarını genişletmek için, her konuda birbiriyle dayanıştığı, her birinin doğal çevresinin imkânlarını da ötekine kattığı (bu nedenle de maddi ve manevi imkânların daha da çoğaldığı ve çalışma verimliliğinin arttığı) bir üretim ve hizmet birimi içinde kendi görevlerini kendilerinin belirlediği (elbette parti çizgisi, günlük direktifleri doğrultusunda) çok daha tam bir çalışmadır.
Kuşkusuz, partili çalışmanın özelliği, bütün üyelerin partideki en ileri kavrayış hattından çalışmaya katılması, politik hedeflerin oradan belirlenebilmesidir. Partinin bütün üyeleri, kendi çalışmalarını bu partinin en ileri kavrayışından eleştirip düzenledikleri ölçüde, parti görevi yapmak da bir külfet olmaktan çıkıp günlük bir işe, üstelik yapılmazsa rahatsızlık duyacağımız bir zevke dönüşecektir.
EMEP’in 2. Kongresi sürecinde parti üyeliği tartışmalarını ve kongre sonrası parti örgütlerinin düzenlenmesindeki çabaları ve yaz boyunca süren parti içi eğitim faaliyetlerini yukarıdaki perspektifin hayata geçmesi olarak anladığımız ölçüde her şey daha çok yerli yerine oturur.

Ekim 2000

Kutsal Aile

Gerek Bruno Bauer ve gerekse kardeşi Edgar Bauer adı bugün bizler için pek bir anlam ifade etmiyor. Ama 1840’ların Almanyası’nda Bauer kardeşler popüler iki simadır ve aydın kesim içinde, en çok ilgi görenlerin başında gelirler. Onların kendi çağlarında popüler oluşlarından dolayı değil ama Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları ilk eser olan “Kutsal Aile”nin doğrudan muhatabı olmaları nedeniyle Bauer kardeşlerin büyüğü olan Bruno Bauer’in yaşamından kısaca bahsetmekte yarar var.
6 Eylül 1809’da doğan Bruno Bauer, din öğretimi görmüş ve Berlin Üniversitesi’nde öğrenim üyeliği yapmış filozof, teolog ve gazetecidir. Hegelciler’in sağ kanadında yer aldığı yıllarda Bruno Bauer adı pek duyulmaz. Berlin Üniversitesi’nden Bonn Üniversitesi’ne geçtiği 1839 yılında Bauer genç Hegelciler’e katılmıştır ve kısa sürede onların önderlerinden birisi olarak adından sıkça bahsettirir olmuştur.
Bauer, geniş yankı uyandıran “Sinoptiklerin Havariler Tarihinin Eleştirisi” adlı yapıtını yayınladığında yıl 1841’dir. Bu kitabıyla Bauer, Hıristiyanlığa saldırarak muhafazakârların tepkisini üzerine çeker, genç Hegelciler’in ise övgüsünü kazanır. Bauer’in bu kitapta ortaya koyduğu görüşler oldukça önemlidir. Bauer, özetle Hıristiyanlığın gökten inen ilahi bir din değil, ilk Hıristiyan cemaatinin bilinçli bir ürünü olduğunu savunur ve Hegel felsefesindeki Tanrı kavramının yerine bilinçli insanı koyarak Hegel felsefesini tanrıtanımazlaştırır.
Bauer, 1840 yılında tahta oturan ve sağ Hegelciler tarafından özgürlükleri sağlayacağı umuduyla selamlanan kralın hışmına ilk uğrayanlardandır. 1842’de üniversiteden uzaklaştırılır. Bauer, bu tarihten sonra genç Hegelciler’in yayın organı durumunda olan Genel Edebiyat Gazetesindeki yazılarıyla adını duyurmayı sürdürür.
Bauer ile Marx’ın tanışması, 1841 yılına rastlar. Bauer’in yardımıyla Bonn Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmayı tasarlayan Marx, Bonn’a yerleşmiş ve Bauer kardeşlerin yakın dostu olmuştur. Bruno Bauer’in üniversiteden uzaklaşması ile üniversitede kalma umudunu yitiren Marx, bu günlerde Bauer’e “Hüküm Günündeki Borazan Sesi” adlı sağ Hegelcileri eleştiren broşürü hazırlamada yardımcı olur.
Kral IV. Wilhelm’in sağ Hegelcileri düş kırıklığına uğratan baskıcı yönetimi Bauer, Arnold Ruge ve Karl Marx’ın siyasal mücadeleye ilgilerinin artmasına ve bu mücadelede kullanacakları aramalarına neden olur. Marx’ın da kısa süre editörlüğünü yaptığı Ren Gazetesi, bu araçlardan biridir. Ki bu gazete Marx’ın genç Hegelciler’den kopuşuna doğru gidişte önemli bir adımdır da. Genç Hegelciler’in komünizm ve tanrıtanımazlık üzerine radikal ama bir o kadar da içi boş ve amaçsız yazıları, “çevresindeki halkın yoksulluğunun amansız çığlıklarını duyan herkes” gibi Marx’ı da çileden çıkarmaya yetiyordu.
Gazete üzerinde artan sansür baskısı nedeniyle editörlük görevinden istifa etmek zorunda kalan Marx, 1844 yılında Paris’e yerleşti. Daha Ren Gazetesi günlerinden beri Marx ve Engels isimlerinin aynı gazete ve dergilerde yer aldığı görülüyordu. Engels ile Marx, 1842’de Marx, Ren Gazetesi editörüyken tanışmışlar, ama Marx’ın soğuk davranışı nedeniyle pek sohbet etme şansları olmamıştı. Alman-Fransız Yıllıkları, hem Marx ve Engels’in görüşlerini daha iyi ifade edebildiği ve hem de birbirleri arasındaki ortak paydaları görebildikleri bir dergi oldu.
1844’de Marxlar’ın Paris’teki evinin kapısını çalan Engels, karşısında 1842’dekinden çok daha sıcak davranan birini buldu. Engels, sadece on gün kaldı Paris’te. Bu kısacık zaman içinde Marx ile Engels, hem sıkı bir dostluk bağı kurdular, hem de geleceğe yönelik planlarını ortaklaştırma kararını aldılar. İşte “Kutsal Aile” bu ortak mücadele kararının ürünü olarak çıktı ortaya. Her ikisinin de bir dönem içinde yer aldıkları genç Hegelciler’e yönelik eleştiriler, geçmişleri ile hesaplaşmalarıydı bir anlamda. Onlara göre, Bauer kardeşlerin Genel Edebiyat Gazetesi’ndeki “saldırılarını kesin bir şekilde geri püskürtmenin ve sayıklamalarını yüzlerine vurmanın zamanı gelmiş”ti. Bu amaçla bir broşür hazırlamaya karar verdiler.
Bugünlerde pek çok sosyalist de Marx ve Engels gibi düşünüyordu. Genel Edebiyat Gazetesini Marx’a gönderen Jung, bir mektubunda şunları yazıyordu:
“Bruno Bauer üzerindeki görüşleriniz çok doğru, ama Bauer’i gizemli sakıncalılığından çıkmak zorunda bırakmak ereğiyle, bu gözlemleri bir Alman gazetesi için bir eleştiri biçimine getirmeniz iyi olurdu (…) Bay Bauer’e karşı ne yapmayı düşündüğünüzü bana yazın; eğer bu eleştiriye zaman ayırmak istemiyorsanız, biz, Hess ve ben, mektuplarınızdan bir makale çıkarmak için yararlanmak istiyoruz.”
Marx ve Engels’in ortak bir çalışma ile Bauer kardeşleri eleştiriye yönelmesinin başında şüphesiz ki “Eleştirel Eleştiri”nin tutarsızlıklarını gözler önüne sermek geliyordu. Yani yapmak istedikleri Jung’un istediğinin daha fazlasıydı. Marx ve Engels, konu paylaşımı yaptılar ve Engels, Paris’te kaldığı on gün içinde üzerine düşen bölümleri kaleme aldı. Marx, hem kendi üzerine düşen bölümleri tamamlayacak ve hem de broşürün yayınlanmasıyla ilgilenecekti. Ama Marx, broşür olarak tasarlanan çalışmayı geliştirdi ve böylece ortaya, 20 formayı aşan bir yapıt çıktı (ki bu, yapıtın Prusya sansür kuruluna takılmasını da engelliyordu). Ortaya çıkan eser, salt “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” olmaktan çıkıp daha farklı bir önem kazanmış oldu böylece. Bauer kardeşlerin Eleştirel Eleştiri’sinin en küçük ayrıntıları bile didiklenerek alaycı bir dille yerden yere vuruluyordu. Ama bu eserin asıl önemi Marx’ın kendi görüşlerini açıklamak için Bauer kardeşlerin “Eleştirel Eleştiri”sine yönelttiği eleştirileri kullanması oldu.
Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, Marx ve Engels için geçmiş ile bir hesaplaşma, geçmişte içinde yer aldıkları genç Hegelciler’den kesin kopuşlarını ilan etmeleri anlamına geliyordu. Onlar bu hesaplaşmayı, kendi diyalektik ve tarihsel materyalizm görüşlerini formüle edecekleri “Feuerbach Üzerine Tezler” (Marx), “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” (Engels) ve ortak eserleri olan “Alman İdeolojisi”nde de sürdürdüler.
Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi, iki ay gibi kısa bir sürede tamamlandı ve Şubat 1845’te Yazınsal Yayınlar Yayınevi tarafından Almanya’da yayımlandı. Yayınevinin sahibi Löwenthal’in önerisi ile kitabın adı “Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi Bruno Bauer ve Hempalarına Karşı” olarak değiştirildi.
Engels, kitabın yayınından kısa bir süre sonra Marx’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: ‘”Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi’ benzersiz bir kitap, senin Yahudi sorunu, materyalizm ve gizemleri konusundaki eleştirilerin çok güzel ve çok etki yapacak. Bununla birlikte kitabı çok büyük buluyorum. Genel Edebiyat Gazetesi karşısında gösterdiğimiz egemen küçümseme, onun eleştirisine ayırdığımız sayfaların büyük sayısı ile çok karşıt düşüyor. Üstelik kurgu ve soyut varlık üzerine söylediklerimiz geniş okur yığını için az anlaşılır ve onu pek ilgilendirmez nitelikte. Bu sakıncalar bir yana, kitap parlak bir biçimde yazılmış ve insan gülmekten katılıyor.” (17 Mart 1845)
“Kutsal Aile”nin geniş okuyucu yığınlarına ulaşamayacağına yönelik Engels’in kaygıları, yayınevi sahibi Löwenthal tarafından da dile getirilmişti daha önce: “Kitabınızın Genel Edebiyat Gazetesi’ne çokça bağlanması ve durmadan onu anıştırmada bulunması nedeniyle, büyük okur yığınına yeterince özgün görünmeyeceğini ve onun için çok çekici olmayacağını kendimizden gizlemeyelim.” (15 Ocak 1845)
Engels ve Löwenthal, kaygılarında haklı çıktılar. Kitap, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşamadı ama etkisi umulandan da fazla oldu. Basında çıkan eleştiriler bunun en güzel göstergesiydi. Kölnische Zeitung, Mannheimer Abendzeitung, Rehinischer Beobachter’de çıkan eleştirilerin hepsinde eserin gücüne vurgu yapılıyordu. Allgemeine Zeitung’ta ise muhafazakarların öfkesini apaçık görmek mümkündü:
“Bunun her satırı devlete, kiliseye, hukuka, dine ve mülkiyete karşı ayaklanmaya çağırıyor. Kısaca bu en radikal, en kestirme sosyalizmin belirtilerini ihtiva ediyor ve Herr Marx’ın hem çok geniş bir bilgiye sahip olması ve hem de Hegel’in genellikle ‘demir mantık’ olarak bilinen mantığının polemik cephaneliğinden yararlanmakta çok usta oluşu nedeniyle daha da tehlikeli bir hal alıyor.”
Bauer’in yanıtı ise Wigand Üç Aylık Dergisi’nde yer alan ve yanlış anlaşıldığını açıklamaya çalışan bir yazı oldu. Marx, Toplum Aynası adlı dergide yer alan makalesiyle bir kez daha yüklendi: “Gerçeklerle en gülünç bir şekilde hokkabazlık ederek ve onları en acıklı bir şekilde çarpıtarak, Bruno Bauer, Kutsal Aile’de Marx ve Engels tarafından kendisine verilen ölüm cezasını onaylamış bulunmaktadırlar.”

***
1895’te henüz 25 yaşında olan Lenin, Berlin Kraliyet Kitaplığı’nda bulunan Marx ve Engels’in yapıtlarını titizlikle incelemeye koyulur. Bugünlerden geriye kalan notlar arasında Lenin’in Kutsal Aile’ye ilişkin değerlendirmelerinin bulunduğu 23 sayfalık bir elyazması defter de vardır.
Lenin, bu defterde Marx ve Engels’in ideolojik gelişimini izler ve “Hegelci felsefeden gelen Marx, burada sosyalizme varır; geçiş kendini açıkça gösterir. Marx’ın neleri kazanmış bulunduğu ve yeni bir fikirler alanına nasıl geçtiği görülür” sözleriyle Kutsal Aile’nin önemine vurgu yapar.
Lenin’in elyazmalarında şu satırlara da rastlıyoruz: “Daha sonraki bölümde (VII), gene usanç verici, kılı kırk yarıcı bir eleştiriye başlar”, “Bütün VII. bölüm aktarılan parçaların dışında, en akla hayale sığmaz alay ve parodilerden başka bir şey içermez, en önemsiz çelişkileri didik didik eder ve Genel Edebiyat Gazetesi’nin tüm budalalıklarını gırgıra alır.”
Kutsal Aile’nin yayınlanmasının üzerinden 150 yıldan fazla zaman geçti. Başta da belirttiğimiz gibi bugün ne Bauer kardeşlerin ne de Genel Edebiyat Gazetesi’nin bir önemi var. Yayınlandığı yıllarda bile sınırlı bir okuyucu kitlesine ulaşabilen yapıtın bugün için önemi ne olabilir? Bu sorunun yanıtını yukarıda belli yönleri ile verdik. Ek olarak Fransızca baskının sunuş yazısını yazan Gilbert Bedia’nın sözlerini aktaralım:
“Eguene Sue’nün kişilerinin çözümlenmesi ve bu yazarın sözde sosyalizminin eleştirisi ile uzmanlar ilgileneceklerdir. Ama ne Fransız materyalizminin kısa özeti ile ilgilenmek için meslekten felsefeci olmak zorunludur, ne de Yahudi sorunu ve Fransız Devrimi üzerindeki gözlemlerin tadına varmak için toplumbilimci ya da tarihçi olmak.”

Ekim 2000

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑